03.09.2017 Views

Cinedergi 106

Binder106

Binder106

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

CINEVİZYON<br />

1 EYLÜL<br />

Siccin 4<br />

Deli Dumrul<br />

Bekar Bekir<br />

Yedinci Hayat / What Happened to Monday<br />

İçerdeki Şeytan / Inside<br />

İlk Kurşun / First Kill<br />

Annem Hakkında Her Şey / Todo Sobre Mi Madre<br />

Inhumans<br />

8 EYLÜL<br />

Karabasan / Dead Awake<br />

Yarım Kalan<br />

Tutku Oyunu / L’amant double<br />

Ejderin Doğuşu / Birth of the Dragon<br />

Emoji Filmi / The Emoji Movie<br />

Cenaze İşleri<br />

Barry Seal: Kaçakçı / American Made<br />

15 EYLÜL<br />

Benzersiz<br />

Ver Kaç<br />

Örümcek<br />

The History of Love<br />

Kocaayak ve Oğlu / The Son of Bigfoot<br />

AlexCamera10<br />

Korkacak Bi’Şey Yok<br />

Suikastçı / American Assassin<br />

O / It<br />

22 EYLÜL<br />

Tarla<br />

İz / Pokot<br />

Kapıdaki Sır<br />

Kaçış Odası / Escape Room<br />

Ay Lav Yu Tuu<br />

Atçalı Kel Mehmet<br />

Kingsman: Altın Çember / Kingsman: The Golden<br />

Circle<br />

29 EYLÜL<br />

Suspiria<br />

Firardayız<br />

Kurtlar Vadisi Vatan<br />

Damat Koğuşu<br />

Anne! / mother!<br />

Benim Varoş Hikayem / My Suburban<br />

Lego Ninjago Filmi / The Lego Ninjago Movie


İÇİNDEKİLER<br />

26<br />

dosya<br />

YENİDEN ÇEKİM FURYASI<br />

Egemen yeniden çekim filmlerin artık<br />

limon tadı verdiğini söylüyor.<br />

52<br />

22<br />

SEDA KEMENT<br />

RÖPORTAJ<br />

GÖKHAN KESKİN<br />

Atçalı filminin genç oyuncusu<br />

Gökhan Keskin ile konuştuk...<br />

32<br />

SİNEMADA DERS ZİLİ<br />

Eylül ayında okullar açılıyor, Sınıflara kameria<br />

çeviren filmleri topladık<br />

40 KURTLAR VADİSİ<br />

Polat Kurtlar Vadisi Vatan’ın yönetmeni<br />

Serdar Akar’ı odağına aldı.<br />

46 HUSTON WE HAVE P.<br />

Slovenya’nın Oscar aday adayı filmi Huston<br />

We Have Problem’ı konu edindik..<br />

56 SONBAHAR FİLMLERİ<br />

Gizem sonbahara adım attığımız bu<br />

günlerde başucu filmlerini listeledi..<br />

70 ÇEK BİR ANİMASYON<br />

Çek bir animasyon acılısından olsun.<br />

Büyükler için animasyon listesi.<br />

76 OLİMPİYAT FİLMLERİ<br />

Kadın güreşinde aldığımız ilk altın<br />

madalyanın düşündürdükleri.<br />

74<br />

GALİP AKSULAR<br />

İzleyiciyi ilk önce afişle yakalarsınız diyen<br />

genç sanatçı Galip Aksular bizlerle.


ÖZEL KÖŞE<br />

36 SUSMAYAN KÖŞE<br />

Türk sinemasının çöküşü festivallerden<br />

belli.<br />

59<br />

68<br />

Adam gibi belgesel izlemeyi özledik.<br />

Semra Güzel açtı ağzını yumdu gözünü<br />

80<br />

82<br />

BELGESELCİ<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Fırat, Hakan Berber ile konuştu.<br />

Kısa film malzeme oldu.<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

Nergiz Dolunay’ı odağına aldı,<br />

eleştirisini yaptı.<br />

DİZİMANİA<br />

Gizem Merve evlilik programlarının<br />

nasıl diziye dönüştüğünü yazdı.<br />

86<br />

EPİSODE<br />

Onur, bu sayılık Şenay’dan rol çaldı.<br />

Game of Thrones’u yazdı.<br />

BU AY 38 FİLM<br />

VİZYONA GİRİYOR,<br />

15’İ YERLİ...<br />

EDITO<br />

Bu ay 38 film vizyon alacak, bunların<br />

15’i Türk filmi. Almanya’da veya<br />

Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde<br />

böyle bir oran varmıdır? Sinemamız o kadar<br />

iyi durumdaki her ay 15-20 film vizyon alıyor.<br />

Bu aslında hiç de iyi bir belirti değil. Türk<br />

sineması 1973’te çöküntüye uğradı. O yıl<br />

rekor film çekilmişti. Zayıf temeline rağmen<br />

bu kadar büyük bir bina yapmaya kalkarsanız<br />

eninde sonunda yıkım olur. Türk sineması<br />

şu an aslında çöktü. Bu filmler çekiliyor ama<br />

gişeleri yerde. Üstelik şu son vizyona giren<br />

filmlerin hiç biri de bağımsız yapım değil.<br />

Gişe filmi etiketiyle izleyici önüne çıkacaklar.<br />

Sanat desen yok, gişen desen hiç yok. Göreceksiniz<br />

vizyona giren filmlerin yüzde<br />

sekseni zarar edecek. Bağımsız sinema<br />

deseniz, zaten kendi kendini yedi bitirdi. Artık<br />

festivaller bile kalitesizlik ve vizyonsuzluk<br />

yüzünden ulusal sinema yarışmalarını bitiriyorlar.<br />

Yeşilçam’ın gölgesi halkla sinemanın<br />

ilişkilerinin sürmesine devam ediyordu.<br />

Ama o da çöktü. Şu an sinemamızın 70’lerdeki<br />

çöküşü yaşamamasının tek sebebi<br />

var o da devletin yaptığı yardım. Tabii bir de<br />

sürekli eleştirilen Recep İvedik gibi filmlerin<br />

gişesinden aktarılan<br />

meblağlar.


PEK YAKINDA<br />

BLADE RUNNER 2049<br />

Yönetmen: Denis Villeneuve<br />

Oyuncular: Ryan Gosling, Harrison Ford, Ana de Armas<br />

Konu: Başrollerinde Ryan Gosling ve Rick Deckard rolünde Harrison Ford’un<br />

boy göstereceği filmin kadrosunda kilit bir rol için Oscar ödüllü oyuncu Jared<br />

Leto da yer alıyor. Büyük yankı uyandıran 1982 yapımı Bıçak Sırtı filminin uzun<br />

zamandır beklenen devam halkası olan Blade Runner 2 bir kez daha Philip K.<br />

Dick’in romanından beyazperdeye uyarlanacak. Kadrosunda Robin Wright,<br />

Ana de Armas, Carla Juri, Mackenzie Davis, Barkhad Abdi, David Dastmalchian,<br />

Hiam Abbass, Lennie James ve Dave Bautista’yı bulunduran devam<br />

halkasının yönetmenliğini Denis Villeneuve üstleniyor. Filmin senaryosunda<br />

ise Hampton Fancher ve Michael Green imzası var.


Yönetmen: Martin Campbell<br />

Oyuncular: Jackie Chan,<br />

Pierce Brosnan, Katie Leung<br />

Konu: Stephen Leather’in<br />

1992yılındaki “The Chinaman”<br />

romanından, David<br />

Marconi senaryoya dökmesi<br />

üzerine Martin Campbell<br />

yönetmiş olduğu bu filmde,<br />

Çin restoranı işleten, eski<br />

bir bomba uzmanı (Jackie<br />

Chan) mütevazi hayatını<br />

sürdürürken, Bir bombalanma<br />

sırasında kızını kaybeder..<br />

Bunun üzerine bombalamayı<br />

yapan İrlandalı teröristlerden<br />

kızının intikamını almak<br />

için acımasız olmaya karar<br />

vermiştir<br />

THE FOREIGNER<br />

MUTLU SON<br />

Yönetmen: Michael<br />

Haneke<br />

Oyuncular: Isabelle<br />

Huppert, Jean-Louis<br />

Trintignant, Mathieu<br />

Kassovitz<br />

Konu: Avrupa<br />

mülteci krizininin<br />

gölgesinde<br />

geçen, Calais’de<br />

yaşayan bir ailenin<br />

dramını anlatıyor.<br />

Filmin yönetmen<br />

koltuğunda usta<br />

yönetmen Michael<br />

Haneke yer alırken<br />

başrollerinde ise Isabelle<br />

Huppert, Toby<br />

Jones ve Mathieu<br />

Kassovitz yer alıyor.<br />

Filmin senaryosunu<br />

da Haneke kaleme<br />

aldı.<br />

FANTASTIC<br />

JOURNEY TO<br />

OZ<br />

Yönetmen: Vladimir<br />

Toropchin, Fyodor<br />

Dmitriev<br />

Oyuncular: Konstantin<br />

Khabenskiy,<br />

Yekaterina<br />

Gorokhovskaya,<br />

Dmitriy Dyuzhev<br />

Konu: Kurnaz ve<br />

kötü Urfin, Magic<br />

Land’in hükümdarı<br />

olmak ister. Urfin,<br />

ahşap askerlerden<br />

oluşan bir ordu ile<br />

birlikte Emerald<br />

City’i ele geçirir ve<br />

ona Urfinville adını<br />

verir. Urfin, zaferini<br />

kutlamak için<br />

hazırlandığı sırada,<br />

sıradan bir kız<br />

olan Dorothy, tam<br />

zamanında Magic<br />

Land’a gelir ve tüm<br />

planlar bozulur.


PEK YAKINDA<br />

MANYETIK FIRTINA<br />

Yönetmen: Dean Devlin, Danny Cannon<br />

Oyuncular: Gerard Butler, Abbie Cornish, Jim Sturgess, Alexandra Maria<br />

Lara, Andy Garcia<br />

Konu: Sürekli değişen sıcak ve soğuk hava çeşitliliği artık Dünya’ya<br />

olduğundan daha fazla zarar vermeye başlamıştır. Gelişen teknoloji sayesinde<br />

insanlar Geoengineering teknoloji sistemini kullanarak Dünya’yı koruma altına<br />

almıştır. Fakat bu gelişmiş ve ileri teknoloji yöntemi Dünya çapını en fazla 2<br />

sene boyunca ayakta tutabilmiş, koruyabilmiştir. Bu cihaz bir anda sebebi<br />

bilinmedik bir şekilde arızalanır.Çok geçmeden herkes durumu fark eder, asıl<br />

amaç Dünya’ya zarar vermek değil ülkenin Başkanına suikast kurmaktır.


Yönetmen: Christopher Landon<br />

Oyuncular: Jessica Rothe, Israel<br />

Broussard, Charles Aitken<br />

ÖLÜM GÜNÜN<br />

KUTLU OLSUN<br />

Konu: Sıradan bir hayat<br />

yaşayan üniversite öğrencisi<br />

Tree’nin hayatı, maskeli bir<br />

katil tarafından şaşırtıcı bir<br />

şekilde değişir. Katil tarafından<br />

korkunç bir şekilde öldürülen<br />

Tree, mucizevi bir şekilde hiç<br />

yaşanmamış gibi aynı günün<br />

sabahına uyanır. Öldürüldüğü<br />

günün tüm detaylarını ve<br />

korkunç sonununu tekrar<br />

tekrar yaşamaya başlar. Ta<br />

ki katillinin kimliğini ortaya<br />

çıkarana kadar.<br />

SOYGUN<br />

Yönetmen: Ben<br />

Safdie, Joshua<br />

Safdie<br />

Oyuncular: Robert<br />

Pattinson, Ben<br />

Safdie, Jennifer<br />

Jason Leigh<br />

Konu: Bir banka<br />

soyguncusu kendisini<br />

arayanlardan<br />

kaçamaz... Ben<br />

Safdie ile Joshua<br />

Safdie’nin yönettiği<br />

filmin senaryosunu<br />

Ronald Bronstein<br />

ile Joshua Safdie<br />

kaleme aldı. Filmin<br />

oyuncu kadrosunda<br />

ise Robert Pattinson,<br />

Jennifer Jason<br />

Leigh ve Barkhad<br />

Abdi yer alıyor.<br />

TESTERE:<br />

JIGSAW<br />

EFSANESi<br />

Yönetmen: VMichael<br />

Spierig, Peter<br />

Spierig<br />

Oyuncular: Tobin<br />

Bell, Mandela Van<br />

Peebles, Laura<br />

Vandervoort<br />

Konu: Michael ve<br />

Peter Spierig’in<br />

yönettiği ve Josh<br />

Stolberg ve Pete<br />

Goldfinger’ın yazdığı<br />

filmin başrolünde<br />

bu rol ile tanınan<br />

Tobin Bell yer alıyor.<br />

Saw: Legacy, serinin<br />

sekizinci filmdir.<br />

Serinin ilk filmlerinin<br />

yönetmeni olan ünlü<br />

korku-gerilim filmi<br />

yönetmeni James<br />

Wan da bu filmin<br />

yapımcıları arasında<br />

yer alıyor.


CINEKRiTiK<br />

ALPER TURGUT<br />

BU SON OLMASIN!<br />

n Arkadaşım ve meslektaşım Serdar<br />

Akbıyık ile oturmuş sohbet ederken, yahu<br />

hep sinema üstüne yazıyoruz, acep niye<br />

film çıkışı, bizde yarattığı hissi ve aklımıza<br />

geleni, bik bik anlatmıyoruz dedik ve video<br />

çekmeye karar verdik. Adı da 2 Arada<br />

1 Derede olsun bari dedik ve hoppppp<br />

kolları sıvadık. İşte kameramanlığımızı<br />

ve yönetmenliğimizi Yavuz Gayberi<br />

üstlenmeden önce, teknoloji fukarası cep<br />

telefonlarıyla kaydettiğimiz, arada sallanan,<br />

kadraja oturmayan ve sesi çok iyi duyulmayan,<br />

yani tam amatör işi videoları, zorbela internete<br />

yükledik.<br />

Çoğu geyik, azı ciddiyetti, baksan süsü komedi<br />

ve ironi idi, elbette deneyimlerimiz, hayattan<br />

koparabildiklerimiz vardı, anlatılanlar film kadar;<br />

bizi biz eden şeylerdi. Her neyse… Orçun<br />

Benli ve Şükrü Üçpınar ekürisinin yazdığı,<br />

Orçun’un çektiği ilk film “Bu Son Olsun” da,<br />

bizden kurtulamadı, dilimize dolandı, hatta<br />

hatırlıyorum, harbiden bu son olsun demiştim,<br />

Serdar da gevrek gevrek gülmüştü, klasik! Bu<br />

Orçun’a dert olmuş, arayıp bizi bulmuştu, sonra<br />

bir video daha çektik, gönlünü aldık. Sonra dost<br />

olduk, haaaa nice arkadaşım dediğim yönetmen,<br />

filmini beğenmediğim için selamı kesti,<br />

arkamdan konuştu, o başka. Lakin Orçun, böyle<br />

egosantrik bir eleman değil, yani bana hiç değil,<br />

başkalarını bilemem, ben doğallık, samimiyet,<br />

işini savunan ve hakkını arayan insanı severim,<br />

abi, filmin neresini ve neden beğenmedin diye<br />

sorana kapım hep açık, arkadan iş çevirene ise<br />

asla!<br />

Hayda! Biz şimdi buraya, harbiden nasıl geldik?<br />

Konuyu dağıtma ustasıyım resmen. Hah!<br />

Aradan seneler geçti, Orçun’un çektiği (Şükrü,<br />

seni de unutmadım birader) beşinci film geldi.<br />

Ver Kaç, bu ay gösterime girecek. Bunaltan,<br />

daraltan, yaşama azmini azaltan sanat sepet<br />

filmleri de ortada hazır yokken, dedim sevdamız<br />

futbol üzerine, laf edeyim, film de vesile olsun.<br />

Öyle işte!<br />

Ver Kaç, semt kültürü, mahallelilik bilinci ve<br />

futbol sevgisi üzerine bir film. Lanet olası beton<br />

manyaklığı, kadim semtlerimizi dümdüz ederken,<br />

eskiye dair tüm güzellikleri, bir bir çirkinliğe çevirirken,<br />

tulumbacıların efsane semti Kadırga’ya<br />

uzanmak, iyi geldi bünyeye, yalan yok! Modern<br />

futboldan nefret ettiğimi söylemiş miydim?<br />

Çok sevdiğim tribünlerden uzaklaşmamın asıl<br />

nedeni, yağmurda ıslanan, güneşte kavrulan,<br />

üşüyen, terleyen, sevdası için yollara düşen<br />

taraftarların, hızla tenis seyircisine dönüşmesine<br />

katlanamadığımdan olsa gerek. Filmde Metin Kurt<br />

da var, hani “Futbol borsada değil, arsada güzel-


dir!” diyen güzel abi, daha ne olsun?<br />

Oyuncu kadrosu hayli geniş; Kenan Ece, Bülent<br />

Çolak, Aslıhan Güner, Fırat Tanış, Fatih Koyunoğlu,<br />

Perihan Ünlücan, Özgün Çoban, Mehmet Ali Kaptanlar,<br />

Cenk Ertan, Levent Tülek, Eray Özbal, Murat<br />

Şahan, İsmail Oral, Serdal Genç ve Sefa Zengin<br />

var. Bülent ve Fırat, zaten komik adamlar, Sefa da<br />

sert çehresine bakmayın, o da güldürmeyi biliyor.<br />

Beni Kenan Ece şaşırttı, jön delikanlıdan, rolü için<br />

göbekli oyuncuya çevirmiş rotayı, valla iyi de olmuş.<br />

Sinemanın emektarlarından Yılmaz Guruda, Kayahan<br />

Yıldızoğlu, Ercan Yazgan ve Ahmet Fuat<br />

Onan’ı görmek de güzel! Vefa, iyidir iyi…<br />

Filmde şurası olmamış, burası olmuş<br />

demeyeceğim, ne de olsa dayanışma,<br />

halkların inceliği ve zarafetidir demişler, üstelik<br />

zengin kız, fakir erkek falan filan hayatın ta<br />

gerçeği, tıpkı iyi insanlar, kötü insanlar gibi…<br />

Müzikler, Kadırga, futbol… Seyredin işte…<br />

Özetle; Bu son olmasın Orçun Kardeşim,<br />

devam, aynen devam.


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

CESUR BiR FiLM; DAMAT KOĞUŞU!<br />

n Bu ay vizyona girecek olan İlker<br />

Savaşkurt’un yönettiği “Damat Koğuşu”<br />

son yıllarda izlediğim en cesur, sözünü<br />

esirgemeyen ve başından sonuna tutarlı<br />

yerli yapımlardan biri. Katıldığı bazı<br />

festivallerden ödülle dönen film, izlerken<br />

zorlanacağınız sahneleri de içermekte...<br />

Yaşadığı talihsiz bir olayın ardından<br />

cezaevinde cinsel suçluların kaldığı<br />

ve damat koğuşu adı verilen bölüme düşen<br />

Yusuf, koğuşun çömezi olarak diğerleri<br />

tarafından aşağılanır, hor görülür. Tuvalet<br />

temizleme, bulaşık yıkama gibi pis işler için<br />

zorla görevlendirilmiştir. Koğuştaki herkes cinsel<br />

suçlardan dolayı mahpustadır. Cinayetten<br />

ve türlü bela suçlardan yatan Hüseyin hariç.<br />

Hüseyin, koğuşa göz kulak olsun, suçluları<br />

hizaya getirsin diye cezaevi müdürü tarafından<br />

adeta oraya tayin edilmiştir. İçine kapalı sessiz<br />

sakin bir kişiliğe sahip olan Yusuf bir yandan<br />

koğuşun birbirinden arıza tipleriyle uğraşırken<br />

bir yandan da Hüseyin’in şiddetinden kendini<br />

korumak zorunda kalacaktır. Barış Atay, Musa<br />

Can Pekcan, Diyar Karadaş, Feyzan Soykan<br />

gibi isimlerin yer aldığı filmi Mehmet Kala ve<br />

Şeref Nokta yazmış, İlker Savaşkurt yönetmiş.<br />

Haberlerde sıkça duyduğumuz taciz, tecavüz,<br />

cinsel istismar suçları her geçen gün maalesef<br />

ki artmakta. Yine kamuoyu arasında damat<br />

koğuşu olarak bilinen ve bu tarz suçluların<br />

yattığı koğuşlarda ise, koğuşa yeni gelenlerin<br />

eskiler tarafından ‘ceza’landırıldığı hatta<br />

bazen de ‘infaz’ edildiğini duymuşuzdur. İşte<br />

yönetmen Savaşkurt’un bu cesur filmi, bu<br />

tarz gerçek olaylara dayanarak çekilmiş bir<br />

yapım. Bu koğuşta kimler yok ki? Kendi öz<br />

oğlunun karısına, torunlarının anasına tecavüz<br />

eden sözüm ona dini bütün yaşlı bir amca,<br />

yaşları henüz 10 bile olmamış öğrencilerine<br />

cinsel istismarda bulunan sapık bir beden<br />

öğretmeni, mahalledeki 14 yaşındaki komşu<br />

kızının kafasını taşla ezdikten sonra ölüsüne<br />

tecavüz eden bir yarım akıllı, uçkuruna sahip<br />

çıkamayan ukala bir polis, koğuştaki<br />

bazı tiplere hallenen gardiyanlar ve daha<br />

niceleri... Hani şu toplu taşıma araçlarında mini<br />

etekli ya da kısa şortlu kızlarımıza sulanan ama<br />

elde edemeyeceklerini anlayınca şiddet uygulayan,<br />

sözüm ona namus bekçilerinin bir üst<br />

versiyonlarını izliyoruz film boyunca. Kendi cinsel<br />

devrimlerini atlatamamış, cinsel açlıkları içinde<br />

boğulan, boğuldukça da çevresine dehşet saçan<br />

‘adamcık’ların hikayesi bu film.<br />

Filmde her ne kadar Yusuf ve Hüseyin üzerinde<br />

durulsa da, bu kadar karakter olmasına rağmen<br />

her birinin derinliğine inmeyi başarıyor yönetmen.<br />

Hiç bir karakter hakkında hiç bir soru işareti<br />

kalmıyor kafamızda. Yusuf’u canlandıran Musa<br />

Can Pekcan ve Hüseyin’i canlandıran Barış Atay,<br />

oyunculukları ile alıp götürüyor filmi. Eksik filmiyle<br />

yönetmenlikte de başarılı olduğunu bizlere


kanıtlayan Barış Atay, içindeki dizginlenemez<br />

şiddetini çevresindeki herkese her an yansıtan<br />

psikopat Hüseyin’i muazzam bir performansla<br />

canlandırıyor. Tamamı cezaevinde geçen “Damat<br />

Koğuşu” yaratılan atmosfer sayesinde seyirciyi<br />

avucuna almayı başarıyor. Görüntü ve sanat<br />

yönetimini de ayrıca tebrik etmek gerek. 100<br />

dakika boyunca, yer yer nefesiniz kesiliyor, yer<br />

yer herhangi birine uygulanan şiddeti ruhunuzda<br />

hissediyorsunuz.<br />

Damat Koğuşu, öyle bir film ki, bir süre sonra<br />

kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu unutuyor,<br />

haklıyı haksızı karıştırmaya başlıyorsunuz. Bu<br />

haliyle yapım, insani duygularınızın yönünü<br />

karıştırmayı iyi başarıyor. Filmde çok can alıcı,<br />

rahatsız edici sahneler olduğunu söylemiştik.<br />

Ancak hiç birisi suçluların ziyaret günlerinde<br />

cezaevine gelen aileleriyle yaptıkları görüşmeler<br />

kadar etkilemiyor. Hele ki, karısına tecavüz eden<br />

babasıyla yüzleşen bir adamın monologu uzun<br />

zaman aklınızdan çıkmayacak. İşin kötüsü ülke<br />

çapında böylesine acı verici şekilde parçalanmış<br />

o kadar çok aile var ki...<br />

İlker Savaşkurt ve ekibi, taşın altına ellerini<br />

cesurca koymuşlar. Ülkenin içinde bulunduğu<br />

cinsel sapkınlıkları, suç ve ceza sistemini, cezaevlerinde<br />

dönen türlü numaraları ellerinden<br />

geldiklerince şeffaf bir şekilde beyazperdeye<br />

yansıtmışlar. Şimdi görev sırası bizde, böyle<br />

cesur hikayeleri anlatan cesur sinemacıları<br />

desteklemeye... Bu filmi mutlaka sinemada<br />

izleyin!


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

BİTMEYEN PORTRENİN DOSTLUĞU<br />

n Sartre’le yoğun bir arkadaşlığı olan ve<br />

resme küçük yaşlarda başlayan Alberto<br />

Giacometti’nin 1960’lı yıllardaki ustalık<br />

dönemini, yani yaşamının bir kesitini<br />

anlatıyor Son Portre / Final Portrait.<br />

1901 doğumlu ressam ve heykaltraşın<br />

genç yaşlarda başlayan tutkusunun 60’lı<br />

yaşlarda kesintiye uğradığını görüyoruz.<br />

Hayatını keşfetmek ve yeni malzemeler<br />

bulmak için gezen bu ressamın hayatının<br />

bu kesiminin anlatmak için<br />

ilgi çekici bulunması biraz<br />

haksızlık gibi dursa da<br />

izlerken pek keyif aldım.<br />

Stanley Tucci’nin yazıp<br />

yönettiği filmde Giacometti<br />

köhne atölyesinde karısı ve<br />

sevgilisi arasındaki kaosa bir<br />

de Amerikalı genç romancı<br />

James Lord’u ekliyor. Bir<br />

ziyaret esnasında genç<br />

yazarın resmini çizmek<br />

isteyen ressam ile genç yazar<br />

arasındakiler filmin rutin<br />

ama bir yandan da ilgi çekici<br />

akışını oluşturuyor.<br />

Bitmeyen portenin inadı<br />

Giacometti ve James Lord<br />

arasında aynı istekle devam<br />

ediyor, aslında portre bahane<br />

dostluk şahane gibi bir durum<br />

yaşanıyor. Lord bu uzayan<br />

durumu bir deneyim olarak her geçen günün<br />

hanesine yazarken, Giacometti yaşlılık hallerinin<br />

tekrarına düşüyor adeta. Lord bu deneyimleri<br />

‘Bir Giacometti Portresi’ olarak yazıyor,<br />

yazılmayacak gibi değil zaten…<br />

Garip bir çekim gücüyle ressama bağlanan<br />

genç yazar, kendisini başka bir ülkede bekleyen<br />

sevgilisine telefonda sürekli biraz daha geç<br />

kalacağını söyler, çünkü tablo bitmez, ama bir<br />

yandan da genç yazar şu soruyu en derininden<br />

sorar kendisine: ‘Daha ne kadar bu şekilde<br />

devam edebilirim’. Aslında izlerken biz de aynı<br />

soruyu kendimize soruyoruz, bu şekilde nasıl<br />

devam edebiliriz diye ama filmin değişik bir<br />

şeytan tüyü var ve bizi içine doğru çekiveriyor ve<br />

izlettiriyor.<br />

Paris sokaklarında, meyhanelerinde biraz Lord’un<br />

bakış açısıyla sanatsal sürecin tüm kabızlıklarını<br />

ortaya seren film bir yandan da sanatsever<br />

olmayı ve sanata bakış açısını da sorguluyor.<br />

Lord’un saygısı, merakı, heyecanı ve devinimi<br />

Giacometti’nin yaşanmışlığında, tüketim ve yaratım<br />

kabızlığında gizli ve genç yazar bunu iyi bir gözlem<br />

anı olarak kullanıyor. Filmden çıktıktan sonra,<br />

özellikle de hızın tavan yapıp, beklemenin sabrının<br />

kalmadığı şu günlerde kendinize soruyorsunuz?<br />

Ben ne kadar beklerdim diye… Dedim ya tekrarlar,<br />

rutinler ve bir türlü dile gelmeyen tablonun<br />

çiziktirmeleri arasında filmi tamamlıyoruz. Geoffrey<br />

Rush’ın inanılmaz performansıyla daha da<br />

derinleşen Son Portre, biraz sıra dışı bir hikaye,<br />

bir dostluk hikayesi. Armie Harmer ise portresinin<br />

çizilmesini bekleyen ama bir yandan da derinleşen<br />

ve bir anlamda da avamlaşan muhabbetin dışında<br />

kalmak istemeyen şehirli bir yazar. Bu ikilinin<br />

etkileşiminden Son Portre ortaya çıkmış, sabırla<br />

izlerseniz keyif alabilirsiniz!


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

BiR KÖPEĞE iSiM VERMEK<br />

n 2006 yılında kendini hayatın çıkmaz<br />

yollarına hepsetmiş Megan düştüğü<br />

boşluktan kurtulmak için askere yazılır.<br />

Megan bu yenilikle sıkıcı ve değersiz<br />

yaşamından kurtulacağını düşünür.<br />

Halbuki nereye giderse gitsin veya ne<br />

yaparsa yapsın kendini yanında taşıdığı<br />

için hiçbir şey değişmeyecektir. İlk önce<br />

sıkı eğitimler canından bezdirir Megan’ı,<br />

daha sonra ordudaki disiplin gelir. Gerçekte<br />

hiçbir şeye inanmayan Megan sonuçta orduda<br />

da özel hayatındaki yanlışları yapmaya<br />

devam eder. Sonunda yine bir disiplinsizlik<br />

sebebiyle komutanın karşısına çıkar ve ceza<br />

alır. Artık komutanları da ondan umutlarını<br />

kesmişlerdir. Megan tuvaletleri temizleme<br />

cezası alır. Bir de orduda görev yapan patlayıcı<br />

uzmanı köpeklerin yuvalarını temizleyecektir.<br />

Bütün köpekler eğitimdeyken sırayla yuvaları<br />

temizler. Son yuvaya geldiğinde karanlığa<br />

sinmiş ve birden Megan’a saldıran Rex ile<br />

karşılaşır. Rex diğer uzman Alman kurtları<br />

gibi değildir. Daha dikbaşlı ve saldırgandır.<br />

Bu yalnız kurt ile Megan farkında olmadan<br />

bir bağ kurar. Her ne kadar Rex, Megan’ı<br />

kabul etmemekte ısrarlı olsa bile Megan<br />

eğitimci olmayı kafasına koymuştur. Tesisin<br />

komutanına isteğini bildirir. Komutan, Megan’a<br />

bu işin zorluklarını anlatır ve yakalaması gereken<br />

başarıya gösterir, nasıl olsa Megan’ın<br />

o güne kadar gösterdiği performansla bunu<br />

başaramayacağını düşünür. Megan gerçekten<br />

bir şeye bağlanmanın ihtiyacı içindedir. Bu<br />

yüzden çok sıkı çalışır ve komutanın istediği<br />

başarıları yakalar. Artık attığını vuran ve fiziken<br />

çok daha formda olan bir askerdir. Ama komutan<br />

yine de onu bir köpeğin eğitimine vermez.<br />

Boş bir teneke kutu ile eğitimci olmanın<br />

eğitimini almaya başlar. Teneke kutuya bağlı<br />

bir tasma ile eğitim alanında koşturup durur.<br />

Bu sırada diğer eğitmenlerin de dalga konusu<br />

olur. Bu sıkıntılı dönem içinde Rex’in diğer<br />

eğitmeni onunla bir bağ kuramamıştır. Hala<br />

Rex dikbaşlılığına devam eder. Hatta veteriner<br />

bile onun iyi bir bomba uzmanı olmayacağına<br />

kanaat getirmiştir. Veteriner kontrolünde Rex<br />

eğitmenini ısırır ve eğitmenin kemiği kırılır. Tesisin<br />

komutanı hem Rex’ten umudunu kesmiştir<br />

hem de elinde başka harcayacağı eğitmen yoktur.<br />

Böylece Megan’a Rex’in eğitmeni olması emrini<br />

verir. Megan bu ters köpekle çalışmaya başlar. İlk<br />

gece yuvaya yemek getiren Megan köpeğin oturup<br />

yemeği vermesine müsade etmesini ister. Rex<br />

ise bütün tersliği ile Megan’ın kolunu kapmak için<br />

tel örgünün arkasında beklemektedir. Megan ya<br />

yerine geçersin veya bu yemeyi yiyemezsin diyerek<br />

yuvanın önünde saatlerce bekler. Sonunda<br />

Rex pes eder. Ve ilk ilişki kurulur. Daha sonra ikili<br />

birbirini tanımaya başlar ve eğitim sonunda Irak’ta<br />

görev almaya hazır olurlar. Irak’taki görev çok


önemlidir. Rex patlayıcıları bulup askerlerin<br />

hayatını kurtarmakla görevlidir. Megan ve Rex<br />

çıktıkları ilk görevde büyük başarı gösterirler ve<br />

bir silah deposunun ortaya çıkmasını sağlarlar.<br />

İkinci görevde ise işler ters gider. Hem Megan<br />

hem de Rex patlayan bir mayın yüzünden<br />

yaralanırlar. Yine de sıkışan birliklerini kurtarmak<br />

için ayağa kalkıp görevlerini yerine getirirler<br />

ve askerlerin hayatını kurtarırlar. ABD’ye<br />

dönen Megan artık savaşmak istememektedir,<br />

hem fiziki hem de ruhsal problemler yaşayan<br />

köpeği Rex’i de alıp sivil hayata başlamak<br />

ister. Ama ordu Rex’i vermez ve Afganistan’a<br />

gönderir. Megan ya eskiden olduğu gibi mücadeleye<br />

girmeyecek ve boşluğa düşecektir<br />

veya Rex için şimdiye kadar vermediği bir sınavı<br />

geçmeye çalışacaktır. Gerçek hayat hikayesinden<br />

uyarlanan filmde çok iyi saptamalar var.<br />

Megan, Rex için verdiği mücadelenin sebebini<br />

öğrenmek isteyen psikoloğuna verdiği “Bana<br />

sevmeyi öğretmeye çalıştı” der. Psikoloğun ise<br />

cevabı çok önemlidir, “Niye çalıştı diyorsun ki<br />

bunu başarmış.” Burada anlatılan köpek sevgisi<br />

veya bir insanın köpeği sevme becerisi değil.<br />

Sonuçta çocuğunuz olduğu zaman zaten gerçek<br />

sevgiyi duyuyorsunuz. Ama karşılıksız sevilmenin<br />

ne demek olduğu bir köpek sizi sahiplenince<br />

anlaşılan bir şey. Köpekler bize sevmeyi değil<br />

sevilmeyi öğretiyorlar. Benim oğlum Kurt da<br />

bana sevilmeyi öğretti. Bu filmi seyretmelisiniz.


GÖKHAN<br />

KESER<br />

KEMİKLERİM KIRILDI PE


Rolü için 10 kilo veren,<br />

kaburgasını çatlatan, kılıç,<br />

at binme ve dövüş eğitimleri<br />

alan oyuncu Gökhan Keser<br />

ile yeni sinema filmi “Atçalı<br />

Kel Mehmet” hakkında keyifli<br />

bir sohbet gerçekleştirdik..<br />

EZGİ TANIR<br />

n Rolü için 10 kilo veren,<br />

kaburgasını çatlatan, kılıç,<br />

at binme ve dövüş eğitimleri<br />

alan oyuncu Gökhan Keser<br />

ile yeni sinema filmi “Atçalı<br />

Kel Mehmet” hakkında keyifli bir sohbet<br />

gerçekleştirdik.<br />

Senaryo size nasıl ulaştı?<br />

Yapımcımız bize ulaştı. Sonrasında bir araya<br />

gelip proje hakkında konuştuk. Herşeyden<br />

önce hikayeyi çok sevdim. Senaryoyu<br />

okuduktan sonra da içinde olmak istedim.<br />

Projeyi kabul etme sebebiniz nedir?<br />

İlk olarak, Ege’de geçen gerçek bir halk<br />

kahramanı hikayesi olması, doğma - büyüme<br />

İzmir’li biri olarak beni çok heyecanlandırdı.<br />

“Atçalı Kel Mehmet” uzun yıllar tiyatroda<br />

da en çok oynanan oyunlardan birisi aynı<br />

zamanda 1961’de de Fikret Hakan’ın can<br />

vererek beyaz perdeye taşıdığı bir hikaye.<br />

İkinci olarak da bir dönem ve aksiyon<br />

işinde olmayı çok istiyordum. Farklı<br />

karakterleri oynamak beni her zaman çok<br />

heyecanlandırmıştır. İçinde olmaktan ve oynamaktan<br />

çok mutluluk duyacağımı biliyordum.<br />

Öyle de oldu zaten.<br />

S ETMEDİM<br />

Mehmet efe nasıl bir karakter?<br />

Çocuk yaştan beri annesiyle birlikte<br />

çok zorluklar çeken buna rağmen asla<br />

hiçbir şeye boyun eğmeyen, merhametli,<br />

vicdanlı, ne istediğini bilen ve isteklerinin<br />

olması için elinden gelen her savaşı veren<br />

bir karakter. Zulme, baskıya karşı, mazlumun<br />

yanında, haksızlığın karşısında, lider<br />

ruhlu ve bu özellikleri sayesinde de büyük<br />

kitleleri arkasına almış, sevgisini kazanmış<br />

bir halk kahramanı.<br />

Dönem dizi ve filmlerinde oyuncular roller<br />

için daha özenle hazırlandıklarını söylerler,<br />

siz bu role nasıl hazırlandınız?<br />

Karakteri en iyi şekilde çıkartmam adına<br />

oyuncu koçum, aynı zamanda filmde de<br />

karşılıklı oynadığımız Erdeniz Kurucan’la<br />

çekim öncesinde yaklaşık 2 ay çalıştık.<br />

Rahmetli, sevgili Fikret Hakan’ın oynadığı<br />

“Atçalı Kel Mehmet” i izledim ve o dönemi<br />

elimden geldiğince araştırarak, izleyerek,<br />

okuyarak Atçalı’yı en iyi şekilde<br />

yansıtmaya çalıştım.<br />

Böyle filmlerde oyuncuların genellikle<br />

at binme, dövüş vb, eğitimler aldıklarını<br />

görüyoruz, rolünüz böyle eğitimler almayı<br />

gerektirdi mi?<br />

Set devam ederken, filmde başrolü<br />

paylaştığım sevgili Cemal Hünal ve ekibiyle<br />

bir yandan kılıç, at binme, dövüş<br />

eğitimi aldım. Dövüş ve Zeybek oynama<br />

sahneleri için de birçok koreografi çalıştık.<br />

Çok zevkli ve zorlu bir eğitim süreciydi<br />

diyebilirim. Hatta at binme eğitimim<br />

sırasında kaburgamı çatlattım. Sporu<br />

yoğun yaptığım bir dönemdi ve karakter<br />

için de daha iyi olacağını düşündüğüm<br />

için yaklaşık 8-10 kilo verdim.<br />

En son 2009 yılında sinemada<br />

oynamıştınız. Bu yılda 2 sinema filminde<br />

oynadınız nedeni şu zamana kadar<br />

içinize sinen bir iş olmaması mıydı, başka<br />

çalışmalar mı yaptınız?<br />

Müzikal kariyerime daha çok ağırlık<br />

verdiğim bir dönemdi. En büyük hayalim<br />

şarkı söylemekti ama albüm öncesinde 3<br />

sezon süren bir dizi projem olduğu için<br />

bir türlü gerçekleştirememiştim. Albüm<br />

ve sahne çalışmaları çok yoğun olduğu


için de bir süre oyunculuğa ara<br />

verme kararı almıştım. Dizi olarak<br />

en son “Sen Benimsin” vardı. Bu<br />

yılda BKM’yle gerçekleştirdiğimiz<br />

romantik-komedi TV filmi “Seviyorum<br />

Ama Arkadaşça” ve<br />

sinema filmi “Atçalı Kel Mehmet”<br />

i çektik.<br />

Sizin için oyunculuk mu şarkıcılık<br />

mı daha ön planda?<br />

İkisi de. İkisi de çok farklı heyecanlar.<br />

Aynı zamanda da bir bütün<br />

olarak görüyorum. Bir oyuncunun<br />

nasıl şan eğitimi alması<br />

gerekiyorsa, bir solistin de oyunculuk<br />

eğitimi alması gerektiğini<br />

düşünüyorum. Sahnede olmak<br />

şarkılarınızı kalabalıklarla beraber<br />

söylemek de, hiç olmayacağınız<br />

bir karaktere hayat vermek de<br />

inanılmaz bir duygu. İkisini de<br />

ayırmıyorum ve işimi çok seviyorum.<br />

Türk sineması için neler<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Dizilerden ziyade, daha çok film<br />

ve filmler yapmamız gerektiğini<br />

düşünüyorum.<br />

Bundan sonrası için kariyer<br />

planlamanız var mı?<br />

Şu anda olduğu gibi hem müzikal,<br />

hem de oyunculuk kariyerime<br />

devam edip, her zaman<br />

olduğu gibi de en iyisini yapmaya<br />

çalışacağım. Her zaman daha<br />

iyisinin olacağını bilip, gücümün<br />

yettiğince de üstüne koyarak kariyerime<br />

devam edeceğim.


YENİDEN ÇEKİM FURYASI<br />

NEREYE GİDİYOR<br />

Son dönemde sıklıkla karşılaştığımız remake yani yeniden<br />

çevrim filmler sizce de oldukça can sıkmaya başlamadı mı?<br />

EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

n Son dönemde<br />

sıklıkla karşılaştığımız<br />

remake yani yeniden<br />

çevrim filmler sizce de<br />

oldukça can sıkmaya<br />

başlamadı mı? Daha<br />

aradan 10 yıl bile<br />

geçmemişken çekilen yeniden çevrim ya<br />

da reboot dediğimiz hikayeyi en baştan<br />

alan yapımlar bu kelimeyi sevmesem<br />

de çöplük kıvamına getirmeye başladığı<br />

film sektörünü. Bundaki en büyü etken<br />

ise elbette para. Şaşırdınız mı? Özellikle<br />

köküne kadar her şeyi sömürmeyi kendine<br />

misyon edinen Hollywood aman para<br />

gelsin de nasıl gelirse gelsin mantığı<br />

ile art arda yeniden çevrim yapımlara<br />

kucak açıyor. Bunu kendi arenasında<br />

yapsa yine iyi, dünyanın pek çok yerinden<br />

kaliteli yapımları da ağına düşürerek<br />

filmleri adeta hiç ediyor. Orijinal filmlerin<br />

değeri elbette düşmüyor, onların yeri<br />

gönlümüzde ayrı ve “taklitler asıllarını<br />

yaşatır” ekseninde sadece isimlerine<br />

zarar veriyorlar bir nebze. Ancak bu durum<br />

yeterince can sıkmaya başladı. Özellikle<br />

2000’lerden sonra.<br />

Tür ayırt etmeksizin hemen her filmin<br />

yeniden çevrimi ile karşılaştık,<br />

karşılaşıyoruz. Korku, dram,polisiye,<br />

gerilim... Yani sınırımız yok çok şükür.<br />

Uzak Doğu’dan Avrupa’ya dünya genelinde<br />

başarılı bulduğumuz, sevdiğimiz<br />

filmler elbet yapımcıların gözünden de<br />

kaçmıyor. Hangisi daha önce atlarsa<br />

payını alacağını bildiğinden birbirleri ile<br />

adeta yarış halindeler. Hangi film tutmuş,<br />

hangi filmi uyarlarsak paraları cebe en kolay<br />

yoldan indiririz mantığı ile önümüzdeki<br />

yıllarda adı dahi anılmayacak yeniden<br />

çevrimler tozu raflardaki yerini alıyor.<br />

Gişede başarılı oluyor bazıları, ancak<br />

sinema anlamında ortaya adeta bir kirlilik<br />

çıkıyor. Seyirci elbette bunu affetmiyor.<br />

2000’ler, Çıkmaza Giren Hollywood ve Hoş<br />

Geldin Yeniden Çevrimler<br />

Hatırlanacağı üzere eskiden remake<br />

dediğimiz yeniden çevrim filmler en<br />

azından aradan 15-20 yıl geçtikten sonra<br />

seyirci ile buluşurdu. Bu geçen süre<br />

aslında seyirci için demlenme süreci denilebilirdi.<br />

Çünkü uzun bir aradan sonra<br />

bir yeniden çevrim ilgi odağı olabiliyordu.<br />

Ancak 2000’lerde işin ayarı o kadar kaçtı<br />

ki daha aradan 5 sene bile geçmemişken<br />

hemen apar topar remake’ler, reboot’lar<br />

derken seyircinin başı döndü. Ha bu 15-20<br />

senelik zaman dilimini de mecazen verdim.<br />

Bunun sebebi ise günümüzde o kadar hızlı<br />

tüketiliyor ki yapımlar.<br />

Elbette bu süreç illa ortaya iyi bir filmin<br />

çıkacağını işaret etmiyor. Örnek de verelim<br />

hatta yeri gelmişken. Çocukluğumuza


gidelim. 80’lerin unutulmaz filmlerinden<br />

ve büyük ihtimal çoğunluğumuzda<br />

ayrı bir yeri olan ‘Hayalet Avcılar’nın<br />

kadınlardan oluşan yeni ekibi ile çekilen,<br />

remake’den ziyade hikayeyi baştan ele<br />

alan 2016 yapımına ne denebilir? Daha<br />

fragmanı düşer düşmez tepki yağmuruna<br />

tutulmamış mıydı? (Ancak bu ne<br />

pişkinliktir ki yönetmen Paul Feig hala<br />

devam filmi konusunda ısrarlı)<br />

Ama Ama Ama Para Para Para…<br />

1959 yapımı epik kült film Ben-Hur’un<br />

geçtiğimiz sene çekilen yeniden çevrimi<br />

de bu kervandan payını aldı. Böyle bir<br />

filmi yeniden çekmek ne kadar tehlikeli,<br />

ne kadar büyük bir risk taşır işte bunun<br />

cevabı denebilir. Konu efekt değil,<br />

konu yeni bir bakış açısı değil, konu<br />

ismi taşıyamamak ile alakalı. Sen o<br />

günün şartlarıyla zorluklarla çekilen bir<br />

filmi seyircinin önüne bol efekt sosuyla<br />

ve aynı adla verirsen seyirci o yemeği<br />

yemez. Filme gitmez demiyorum, ama<br />

akıllarda kötü bir yeniden çevrim olarak<br />

saplanıp kalır.<br />

Epik hikaye demişken 1982 yapımı<br />

başrolde Arnold Schwarzenegger’in<br />

oynadığı Conan’ı da es geçmeyelim.<br />

2011 yılında yeniden çekilen versiyonda<br />

Game Of Thrones dizisi ile adını duyuran<br />

şimdilerde Justice League ile gündemde<br />

olan Jason Mamoa başroldeydi. Film<br />

elbette kötü senaryo, kötü efektler ile<br />

yerden yere vuruldu. Ha orijinal Conan’ı<br />

da sevmeyebilirsiniz, ancak zamanı için<br />

oldukça iyi bir yapım olduğunu da kabul<br />

etmek gerekiyor. Daha çok televizyon<br />

uyarlaması ile bildiğimiz Hercules ise<br />

2014 senesinde 2 farklı uyarlama ile<br />

gelmişti. Bu nasıl bir açlık siz düşünün.<br />

Uzak Doğu filmlerini yeniden çekmek<br />

ise Hollywood için adeta bir gereklilik<br />

halini almış durumda. Kabul edelim<br />

Japon yapımı orijinal Halka oldukça<br />

başarılı bir şekilde uyarlanmıştı. Ancak<br />

İhtiyar Delikanlı (Oldboy) için aynı<br />

şeyi söylemek mümkün mü? Spike Lee


yönetmenliğinde çekilen bu yeniden çevrim,<br />

hali hazırda belli tüm sürprizleri açık<br />

bir kart gibi olan filmi yeniden ısıtıyordu.<br />

Korku sinemasında ise durum daha vahim.<br />

Elm Sokağında Kabus, Günah Tohumu<br />

(Carrie), Kötü Ruh (Poltergeist), Mumya<br />

Evi (House of Wax), 13. Cuma, Teksas<br />

Testere Katliamı, Cadılar Bayramı (Halloween)<br />

gibi 2000 sonrası yeniden çevrim<br />

yapımlar seyircinin hızla unutmak istediği<br />

yapımlar olarak adlarını yazdırıyorlardı. Bu<br />

dönemde korku furyası adına başarılı bir<br />

şekilde uyarlanmış nadir yeniden çevrimlerden<br />

birisi 2008 yılındaki İsveç yapımın<br />

Matt Reeves yönetmenliğinde 2010 yılında<br />

yeniden çekilen uyarlaması Kanıma Gir<br />

(Let Me In). Onu ayrı bir yere koymak gerek.<br />

Hep kötülerden bahsettik, biraz da iyilere<br />

değinelim. Bu kervanda adından söz ettiren<br />

hiç mi film yok? Olmaz mı? 1958<br />

yapımı Sinek (The Fly), 1986 yeniden<br />

çevriminde usta yönetmen usta yönetmen<br />

David Cronenberg’in elinde şahlanmadı<br />

mı? Ya da 1932 yapımı Scarface’in 1983<br />

yılındaki yeniden çevriminde Al Pacino<br />

harikalar yaratmadı mı? 1974 yapımı<br />

Kadın Kokusu (Scent of A Woman), 1992<br />

yılında yine Al Pacino’nun başrolü ile<br />

hafızalara kazındı. Ancak dikkat ederseniz<br />

bu yeniden çevrimlerde başarılı olanlar<br />

yazımın başında da belirttiğim üzere<br />

aradan uzun bir süre geçtikten sonra<br />

çekilen filmler. Bu bir kural değil elbette<br />

ancak 2000 sonrası furyanın 70’lerde<br />

80’lerde çekilen mantıktan uzak düştüğü<br />

de malumunuz. Zaten o nedenle kaliteli bir<br />

yeniden çevrim ortaya konmuş oluyor.<br />

Yıllar Sonra Kaldığın Yerden Devam Etme<br />

Sen<br />

Bir de yıllar aradan yıllar geçtikten sonra<br />

diriltilmeye çalışılan seriler var ki bunlar<br />

gerçekten insana fenalık getiren türden.<br />

Örnek vermek gerekirse, Terminator,<br />

Jurassic Park, Independence Day, Indiana<br />

Jones gibi daha çok gişe filmleri.<br />

İsimlerinden faydalanarak yıllar sonra


para kaldıralım mantığı ile çekilen<br />

anacak hiçbir amaca hizmet etmeyen,<br />

yaşlanmış oyuncuları ve kötü<br />

senaryoları ile seyircide nostaljik bir tat<br />

bile bırakmayan filmler. Keşke o eskiden<br />

hatırladığımız şekliyle kalsaydı diyor<br />

insan. İsminden yararlanalım, gişeyi<br />

vuralım parayı cebe indirelim de ne<br />

olursa olsun. İyi tamam da her yaz bu<br />

devam filmler ile boğulan seyirciye de<br />

yazık değil mi.<br />

Bir de kötü uyarlamalar var ki en son<br />

meşhur anime Death Note’un Netflix’e<br />

uyarlanan versiyonundan bahsetmeden<br />

geçmeyelim. Bu kadar efsane bir anime<br />

nasıl hiç edilir en güzel örneği ile<br />

karşılaştık. Oturmayan karakterler,<br />

değiştirilen ve adeta aceleye getirilmiş<br />

hikayesi ile bittiğinde “Ben animeyi<br />

yeniden izleyeyim en iyisi ve bu filmi<br />

sonsuza kadar unutayım” etkisi yarattı.<br />

Ghost In The Shell ise bir başka tepki<br />

alan manga uyarlaması oldu. Başrolde<br />

Scarlett Johansson’ın seçilmesi daha<br />

ilk etapta büyük bir kriz yaşatmışken<br />

hikayenin tamamen farklı bir şekilde<br />

uyarlanması manga hayranlarını hayal<br />

kırıklığına uğratmıştı. Film belki fena<br />

değildi ama taşıdığı isimden ötürü<br />

beklentiler özellikle hayranlar tarafından<br />

çok yüksekti.<br />

Gel gelelim önümüzde bizi bekleyen pek<br />

çok yeniden çevrim var. Çoğu sinir krizi<br />

etkisi yaratabilir şimdiden hazırlıklı olmak<br />

lazım. Yukarıda övgü ile bahsettiğim<br />

Scarface üçüncü kez yeniden çekilecek.<br />

Bunun yanında 2016 yılında Altın<br />

Palmiye için yarışan ve oldukça övgü<br />

alan Alman yapımı Toni Erdmann da<br />

Amerikan versiyonu ile karşımıza çımaya<br />

hazırlanıyor. 1994 yapımı kült film The<br />

Crow ve ısıtıp ısıtıp önümüze koymaktan<br />

usanmadıkları Terminator de yeniden<br />

karşımıza çıkacak yapımlar. Eh para geliyorsa<br />

her şey mübah kafalar bitmedikçe<br />

biz bu furyadan iyisiyle kötüsüyle nasibimizi<br />

alacak gibiyiz.


SİNEMADA DERS<br />

ZİLİ ÇALIYOR<br />

PINAR KARAHAN<br />

n Eylül ayı, okul ayı...<br />

Anaokulundan üniversiteye<br />

kadar tüm<br />

öğrenciler okullarının<br />

yolunu tutacak bu<br />

ay. Yeni bir eğitim<br />

öğretim yılı daha böylece<br />

başlamış olacak.<br />

Yeni dönem de yeniliklerle gelecek. Birçok<br />

anı bırakacak geleceğe.<br />

Tam da bu günlerde bizi okul sıralarına<br />

geri götüren, düşündüren, eğlendiren<br />

filmleri hatırlayalım istedim.<br />

Hababam Sınıfı serisi (1975-1981)<br />

Kemal Sunal, Tarık Akan, Halit Akçatepe,<br />

Münir Özkul, Adile Naşit gibi ustaların<br />

rol aldığı, Rıfat Ilgaz’ın romanından Ertem<br />

Eğilmez’in yönetmenliğinde uyarlanan<br />

yeşilçamın efsane serisi... Hababam<br />

Sınıfı (1975), Hababam Sınıfı Sınıfta<br />

Kaldı (1975), Hababam Sınıfı Uyanıyor<br />

(1976), Hababam Sınıfı Tatilde (1976),<br />

Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor (1978),<br />

Hababam Sınıfı Güle Güle (1981) filmlerinde<br />

Özel Çamlıca Lisesi’nin farklı karakterdeki<br />

öğrencilerinin Mahmut Hoca<br />

ile imtihanı hiç bitmiyor. Yeri geldiğinde<br />

yardımlaşmayı, çokça birlik ve aile olmayı<br />

öğreten, güldürürken ağlatan, ağlatırken<br />

güldüren serinin değeri her geçen gün<br />

artarak devam ediyor.<br />

Ölü Ozanlar Derneği (1989)<br />

Öğrencileri için oldukça sıkıcı bir yer<br />

olan 1950’lerin Welton Akademisi’nde her<br />

şey İngilizce öğretmeni John Keating’in<br />

(Robin Williams) gelmesiyle değişiyor.<br />

Eylül ayı, okul ayı...<br />

Anaokulundan üniversiteye<br />

kadar tüm<br />

öğrenciler okullarının<br />

yolunu tutacak bu ay.<br />

Yeni bir eğitim öğretim<br />

yılı daha böylece<br />

başlamış olacak.<br />

Tam da bu günlerde<br />

bizi okul sıralarına geri<br />

götüren, düşündüren,<br />

eğlendiren filmleri<br />

hatırlayalım istedim.<br />

Kalıplaşmış düşüncelerden öğrencilerini<br />

uzak tutmak isteyen ve onlara hayatı<br />

dolu dolu yaşamaları konusunda tavsiyeler<br />

veren Keating’in yaptıkları, haliyle<br />

disiplinli okul yönetiminin hoşuna gitmiyor.<br />

Okul yönetimi öğretmeni okuldan<br />

uzaklaştırmaya karar verdiğinde<br />

karşısında artık geleceğe dair daha<br />

özgür hayalleri olan öğrencileri buluyor.<br />

Öğrenciler, öğretmenlerini savunmak için<br />

harekete geçmekten korkmuyor.<br />

3 İdiots (2009)<br />

Hint sineması Bollywood’un en ünlü<br />

aktörü Aamir Khan’ın başrolünde olduğu<br />

ve mühendislik üniversitesinde okuyan<br />

üç öğrencinin dostlukları ile hayatlarının<br />

anlatıldığı film, aynı zamanda eğitim


sistemini ciddi anlamda eleştiriyor.<br />

Bollywood sinemasının uluslararası<br />

alanda da tanınmasını sağlayan<br />

yapım, Hint sinemasına çok hayran<br />

kazandırdı. Aamir Khan’ın filmde<br />

üniversite öğrencisini canlandırırken<br />

gerçekte 44 yaşında olması da ayrıca<br />

ilginç bir not.<br />

Yerdeki Yıldızlar (2007)<br />

Filmin yapımcılığını, yönetmenliğini<br />

ve başrol oyunculuğunu Aamir Khan<br />

üstleniyor. Anlatacakları hikayeye çok<br />

inanan Khan, birçok olumsuz duruma<br />

karşı her şeyle tek tek ilgilenip filmin<br />

tamamlanmasını sağladı. Disleksi<br />

rahatsızlığı olan Ishaan Awasthi<br />

(Darsheel Safary), çevresi ve ailesi<br />

tarafından tembel, geri zekalı olarak<br />

görülüp yatılı okula veriliyor. Burada<br />

hayatını değiştirecek olan resim<br />

öğretmeni Ram Shankar Nikmbh<br />

(Aamir Khan) ile tanışır. Öğrencisinin<br />

yeteneğini keşfeden Ram, bunu herkesin<br />

görmesini sağlıyor. Film, IMDB’nin<br />

‘En İyi 250 Film’ listesinde yer alıyor.<br />

Sınav (2006)<br />

Mert (İsmail Hacıoğlu), Sinan (Yağmur<br />

Atacan), Gamze (Rüya Önal), Kaan<br />

(Caner Özyurtlu) ve Uluç (Volkan<br />

Demirok) adlı öğrencilerin ÖSS<br />

sorularını çalmaya çalışmasını anlatan<br />

yapım, sınavlara bağlı eğitim<br />

sistemini eleştiriyor. Maddi sorunlar,<br />

aile baskısı, gelecek kaygısı, sınav<br />

depresyonunun yanı sıra okul temposuna<br />

da ayak uydurmaya çalışan<br />

gençler gençliklerini yaşamaya fırsat<br />

bulamıyorlar.<br />

Harry Potter serisi (2001-2011)<br />

J. K. Rowling’in kitaplarından uyarlanan;<br />

Harry Potter ve Felsefe Taşı,<br />

Harry Potter ve Sırlar Odası, Harry<br />

Potter ve Azkaban Tutsağı, Harry Potter<br />

ve Ateş Kadehi, Harry Potter ve<br />

Zümrüdüanka Yoldaşlığı, Harry Potter<br />

ve Melez Prens, Harry Potter ve Ölüm<br />

Yadigarları (2 bölüm) olmak üzere


toplam 8 filmden oluşan seri her yaştan<br />

insanın dikkatini çekti. Anne ve babasını<br />

kaybettikten sonra teyzesi ve eniştesi<br />

ile yaşayan Harry, Hogwarts Cadılık ve<br />

büyücülük Okulu’na kabul edildiğini<br />

öğrenince büyücü olduğunu anlıyor ve<br />

macera başlıyor.<br />

Kahvaltı Kulübü (1985)<br />

Bir sarışın, bir anarşist, bir inek, bir<br />

sporcu ve bir entel... Yaptıkları nedeniyle<br />

cezalandırılan beş lise öğrencisi, bir<br />

Cumartesi gününü okulun kütüphanesinde<br />

birlikte geçirmek zorunda kalıyor.<br />

Beklemedikleri kadar ilginç bir gün<br />

geçiren öğrenciler, bir yandan cezalarını<br />

çekerken bir yandan da hem kendilerini<br />

keşfediyorlar hem de birbirilerini...<br />

Tanıdıkça da birçok ortak yönleri<br />

olduklarını anlıyorlar.<br />

Can Dostum (1997)<br />

Bir okulda hademelik yapan Will<br />

(Matt Damon) ve okul profesörlerinden<br />

Sean’ın (Robin Williams) müthiş<br />

dostluğunu anlatan yapım, anlatımıyla<br />

adeta zamanı durduruyor. Fotoğrafik<br />

hafızaya sahip olan ve profesörlerin<br />

çözmekte zorlandığı problemleri bile<br />

çözebilen Will, aynı zamanda karıştığı<br />

sokak kavgaları nedeniyle zor günler<br />

geçiriyor. Cezaevine düşmemek için profesör<br />

Sean ile anlaşma yapmak zorunda<br />

kalıyor. Bu anlaşma büyük bir dostluğun<br />

da başlangıcı oluyor.<br />

Saksı Olmanın Faydaları (2013)<br />

Logan Lerman (Charlie), Emma Watson<br />

(Sam) ve Ezra Miller’ın (Patrick) etkileyici<br />

uyumu, filmi ‘Her zaman izlenebilecekler’<br />

listesine yazdırıyor. Liseye yeni<br />

başlayan Charlie’nin kendi tercihiyle<br />

köşede kalma ama aynı zamanda onu<br />

anlayabilecek arkadaşlar edinme çabası<br />

herkesin kendinden bir şeyler bulmasını<br />

sağlıyor. Sam ve Patrick ile tanışınca<br />

yeni bir hayata başlayan Charlie, bir<br />

yandan aşkı çözmeye çalışırken diğer<br />

yandan da derinlerde saklanan çocukluk<br />

travmalarıyla baş etmek zorunda kalıyor.


ALTIN<br />

PORTAKAL’IN<br />

SUYUNU<br />

ÇIKARDILAR!<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Altın Portakal’da<br />

ulusal yarışma yok! Bunu<br />

ilk haber alan da<br />

bendim üstelik ama<br />

bekledim, bu saçma<br />

karardan dönüleceğini<br />

umarak. Ancak,<br />

cansiperane bir şekilde<br />

savunulduğunu görmekten<br />

dolayı acı çekiyorum<br />

Sinema yazarlığını, vizyonda<br />

izlediğim filmleri eleştirmekten<br />

fazlası olarak gördüm hep! Hele<br />

de bizimkisi gibi dertli bir sektörde,<br />

orkestranın tüm enstrümanlarını kalemime<br />

konu ettim; filmler, filmciler,<br />

festivaller vs. Festivaller ayağıyla en<br />

çok ilgilenen yazarlardan biri olduğumu<br />

zaten siz biliyorsunuz. Bazıları, bunu<br />

bir düşmanlık olarak algılamayı tercih<br />

etti ve benim festivaller aleyhine yazılar<br />

ürettiğim halde neden orada olduğumu<br />

vs. sorguladılar.<br />

Oysa benim yaptığım, sadece çuvaldızı<br />

kendimize batırmaktan ibaretti. Bu nehir<br />

kuruyacak, bu lunaparkı kapatacaklar,<br />

tıpkı Pal Sokağı Çocukları romanında<br />

olduğu bu kimsesiz sandığımız tarlayı<br />

gün gelecek inşaat makineleri kaplayacak.<br />

Yazdım, çok yazdım, hep yazdım.<br />

Kalemim yettiğince engel olmaya, kurulan<br />

tezgahı ortaya çıkarmaya çalıştım<br />

ama gördüm ki, herkesin keyfi tıkırında.<br />

Solcu sinemacılarımız vardı ve onlar<br />

sandı ki, otosansürlü senaryolarla fon<br />

kemirerek çektikleri filmlerle festivalleri<br />

dolaşıp, ödülleri toplayarak devam<br />

edecekler ve bu sonsuza kadar sürecek!<br />

“Filmimi seyirci için çekmiyorum, bu<br />

kişisel bir sinema…” Aferin, hadi şimdi<br />

sünnet düğünü kasetini izletirsin salonunda<br />

misafirlerine…<br />

İşte o gün geldi… Türk sinemasının<br />

Akdeniz’de atan kalbi olan Altın<br />

Portakal’da ulusal yarışma yok!<br />

Bunu ilk haber alan da bendim üstelik<br />

ama bekledim, bu saçma karardan<br />

dönüleceğini umarak. Birkaç<br />

meslektaşımla paylaştım o kadar. Ancak,<br />

karardan dönmek bir yana, cansiperane<br />

bir şekilde savunulduğunu<br />

görmekten dolayı acı çekiyorum, elbette<br />

anlıyorum da o savunmayı yapanları<br />

çünkü bu karar onları aşan bir şey!<br />

Tartışmalara yeni bir boyut katabilmek<br />

adına yazıyorum; ulusal yarışmanın<br />

kaldırılması fikri Antalya’dan değil<br />

Ankara’dan çıktı! Kimden çıkıyor böyle<br />

saçma fikirler diye merak ediyorsanız,


cumhurbaşkanının iftar yemeğindeki fotoğraflara<br />

bakın, göreceksiniz!<br />

Sebepsiz Sonuç Olur mu?<br />

Türk sineması bir halk eğlencesi/sanatıdır<br />

dedim, komediyi festivallerden kovup gişede<br />

yozlaştırmayın dedim, halka ulaşmayan filmlerle<br />

bir yere gidemeyiz dedim. Ortaya çıkarılan<br />

eserle değil ödül törenlerinde gösterilen tavırla<br />

muhalif olmanın yeteceği sanılıyordu. Bu komik<br />

günah çıkarma seanslarının yapanın yanına kar<br />

kalmadığı günler de gelecekti ve de geldi.<br />

Ne oldu; başkan Türel konuşmasında,<br />

kimse bir yıl önce birinci seçilen filmi<br />

hatırlamıyor diye savunma yapıyor! İyi<br />

de o zaman o festivalin yönetimine çat,<br />

kendini suçla… Sinemanın bir suçu yok,<br />

bazıları hala müthiş filmler çekmeye<br />

devam ediyorlar, sen onları Antalya’ya<br />

getirip yarıştıramıyor da uyuzluk abidelerini<br />

film sanatı diye önümüze sürüyorsan,<br />

o senin suçun! Yok mu yarışacak<br />

film, yarıştırma o zaman…<br />

Yarışmayı sonsuza kadar<br />

iptal etmek başka bir numara!<br />

Türel’in başkan seçildiği<br />

ilk Portakal’dan sonra<br />

oraya dadanan komitenin<br />

ilk kararı neydi<br />

hatırlayın, bunu bir röportajda<br />

söylemişlerdi; “Altın Portakal’ı<br />

Yeşilçam eskilerinin tatil yeri<br />

olmaktan kurtaracağız”! Ne<br />

yaptılar, Hollywood eskilerini hem<br />

de B oyuncularını doldurdular!<br />

Çakmalık, özentilik bu burnu<br />

büyüklerin elinden geldi ve devam<br />

ediyor. O günden bu zamana<br />

Türk sinemasının köküne kibrit<br />

suyu dökmeyi amaç edindiler<br />

ve şimdi “yarıştırdığımız filmleri<br />

kimse hatırlamıyor” diyerek<br />

bunu yapıyorlar! Gerçekten de<br />

bu festivaller onların iş ağlarını<br />

geliştirmekten başka bir işe<br />

yaramıyor. Yapımcıdan festival<br />

başkanı olur mu? Elif Dağdeviren<br />

zamanında hep sorduğum soru<br />

bu… Yapımcıyı çağırır, atölye<br />

yaptırır gönderirsin, o kadar! Öte yandan, adam<br />

haklı!<br />

Bu ülkede gişe filmlerinden kesilen para ile fonlanan<br />

ve kimsenin izlemediği, festivallerde dahi<br />

salonun yarısının uyuyarak sonunu getirebildiği<br />

filmler çekiliyor. Recep İvedik’in Kış Uykusu’nu<br />

fonladığı fantastik bir düzen. Sinema sanatı<br />

adına nefis bir intikam yöntemi aslında ama ortaya<br />

çıkan filmler, filmden başka her şeye benziyor.<br />

Hepsi değil elbette ama 1 iyi filme karşılık 30<br />

kötü film var.<br />

Ne diyordum; bakanlık para veriyor ve filmler<br />

çekiliyor. 1 ya da 2 değil<br />

yılda 25-30 tane hem<br />

de. Bu filmleri fonlayan<br />

bakanlık bir de<br />

gösterilebilsinler diye<br />

festivalleri destekliyor.<br />

Başka destekler de var.<br />

Ortada dolaşan para<br />

milyonlarca dolar. Parayı<br />

dolaştıran devlet ve yerel<br />

TÜRK SiNEMASI


idareler. Sinemacılar ağzını açmış bekliyor. Peki,<br />

karşılığı ne? Kimsenin izlemediği çekenlerin bile<br />

unutmak istediği filmlerden oluşan bir bağımsız<br />

sinema arşivi. Bunun kültüre, sinemaya katkısı<br />

nedir? Peki, bu katkı hiç sorgulanmayacak mı<br />

sandınız? Bir gün bu oyuncağı sizin elinizden<br />

alırlar da başkasına verirlerse ne hissedeceksiniz,<br />

sizi kim, ne diye savunacak?<br />

Eline kamera almamış adamların projelerini<br />

onaylayan, kendi yapım fimasına destek çıkaran<br />

kurul üyeleri… Kötü filmleri bile yarıştıran,<br />

yarışan her filme bol kepçeden ödül dağıtan festival<br />

jürileri… Minimalist çekilmiş her filme sanat<br />

eseri muamelesi yapan sanat<br />

seviciler… Size ne yazsam az!<br />

Toplumcu sinema yapma<br />

baskısını geçtim, bari iyi filmler<br />

çekseydiniz. Hayır, aranızda yüz<br />

akı birkaç sinemacı var, onlara<br />

da teknik itirazlar getirerek<br />

adamların yoluna taş koyuyorsunuz.<br />

Neymiş, Nuri Bilge Ceylan<br />

neden yapım desteğini yapımdan<br />

sonra almışmış! Bu itiraz sanat<br />

düşmanı kesimden değil bizzat<br />

sinema sanatını icra edenlerden<br />

geliyor. Sanki kendileri etikten<br />

bir adım sapmıyorlarmış gibi<br />

ama mesele o değil. Mesele o<br />

kremalı beleş pastadan bir dilim<br />

dahi yiyememiş olmak. Güzel<br />

kardeşim, al Altın Palmiye’yi<br />

kolunun altına gel ülkeye, fonun<br />

tamamı sana helal olsun. Her<br />

sinema heveslisine dağıtılıp heba<br />

edilecek bir para yok ki ortada!<br />

Bakın burada salak olduğunu sandığınız ve<br />

Recep İvedik’ten başka bir şey izlemez bunlar<br />

diyerek aşağıladığınız bir seyirci var ama sizin<br />

filmlerinizde Recep İvedik’teki kadar bile “bir şey”<br />

yok. Recep İvedik taşlarken hiç şunu düşündün<br />

mü; komedi bu ülkenin festivallerinden yıllar önce<br />

kovuldu ve sanıldı ki sanat somurtmaktır. Bunun<br />

yozlaştırcı etkisini öngöremedin mi de Recep’e<br />

kızıyorsun?<br />

Neden Tarkovski Olamıyorsunuz?<br />

“Seyirci umurumda değil, kişisel bir sinema<br />

yapıyorum ben” diyecek kadar şımardıktan sonra<br />

birileri geliyor ve oyuncağınızı elinizden alıyor.<br />

Yani, ne sandın ki? Milyonlarca lira sen kişisel<br />

sinemanı yap diye mi toplanıyor. Sanırsın bir<br />

filmle Bela Tarr olunuyor! Kişisel sinema yapmakla<br />

bu kadar övünüyorken Yılmaz Güney’den<br />

utan bari!<br />

Ha bir de şu var; ülkede fonları tarumar eden<br />

Tarkovski replikacılarını eleştirdiğimde hemen<br />

Tarkovski, Tarr, Angelopoulos gibi büyük ustaların<br />

isimleri zikredilir ve bir tabu yaratılmaya çalışılır.<br />

Cevabım şu; yeteneksiz sinemacının gücü yetse<br />

Kubrick, Hitchcock falan taklit edecek ama yetmiyor.<br />

Biçimsel açıdan en kolay taklit edilecek<br />

sinemaya yöneliyor. Minimalist sinemanın tuzağı<br />

da bu; sabit planları<br />

arka arkaya dizerek<br />

rastlantısal bir kurguyla<br />

idare edebileceğini biliyor<br />

çünkü. Çoğunun filminde<br />

düzgün bir tek fotoğraf<br />

bile yok. Tarkovski’nin tek<br />

filmini izlemeden Tarkovski<br />

filmi çeken yönetmen<br />

var bu ülkede…<br />

Daha bunun üstüne<br />

yazmayalım mı?<br />

Geçti Bor’un pazarı<br />

ama Niğde seyahatinizde<br />

size eşlik edecek<br />

cümlelerim var; ne<br />

çekeceğinizi söyleyecek<br />

değilim fakat bir zahmet<br />

artık “iyi filmler” çekin.<br />

Ülke sinemasını yıllardır<br />

kendinizden ibaret bir<br />

şamataya çevirdiniz<br />

ama bu iş buraya kadar.<br />

“Nasıl olsa gidip bir yerlerde ödül alıyor,<br />

tıkır tıkır takılıyor, tek film çekip 3 yıl geziyoruz”<br />

kafasından çıkın. Kısa filmcileri de kendinize<br />

benzettiniz ama sinema sanatının bu sinsi hesaplara<br />

tahammülü yok. Kimse artık bu numaraları<br />

yemiyor!<br />

Antalya’dan Türk sinemasının kovulması<br />

yeni sinemacı kuşağının fırsatçılığının,<br />

yeteneksizliğinin ve başka kötü alışkanlıklarının<br />

sonucudur. Yolu Antalya Altın Portakal’dan geçen<br />

tüm büyük ve gerçek sinemacılarımız sizi yuhluyorlar!<br />

Utanın…


İKİ FARKLI<br />

SİNEMA TEK<br />

YÖNETMEN<br />

SERDAR AKAR<br />

n Dilerseniz 90’lı<br />

yılların sonuna<br />

doğru bir yolculuğa<br />

çıkalım. Eşkıya gibi,<br />

sinemamız için mihenk<br />

taşı sayılacak<br />

bir filmin, sinema<br />

salonlarını yavaş yavaş hareketlendirdiği<br />

dönemden söz ediyoruz. Esasen aynı dönem<br />

Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz,<br />

Derviş Zaim gibi ilk eserlerini veren<br />

sinemacıların da gelecek adına umut<br />

dağıttığı zaman dilimine tekabül etmektedir.<br />

Yine o tarihlerde ortaya çıkan<br />

Gemide, realist ve sert üslubuyla inci<br />

gibi parıldayan bir işti. Tabii bu durum<br />

meraklı gözlerin filmin yönetmeni Serdar<br />

Akar’a çevrilmesine neden olacaktı.<br />

İşte, o dönem sinemamızın gelecekteki<br />

en önemli yönetmenlerinden biri olacağı<br />

söylenen Serdar Akar, şimdilerde Kurtlar<br />

Vadisi Vatan filmi ile tekrardan gündemde.<br />

Biz de bu vesileyle onun değişen<br />

çizgisini mercek altına aldık.<br />

Serdar Akar, sinema macerasına yalnız<br />

başlayanlardan değildir esasen. Onun<br />

POLAT ÖZİŞ


önderliğinde kurulan “Yeni Sinemacılar”<br />

toplumsal hadiseleri merkezine alan,<br />

çarpıcı senaryolarıyla dikkat çeken,<br />

yakın dönem Türk Sineması’nın en ilgi<br />

çekici oluşumlarından biri. Gemide,<br />

Laleli’de Bir Azize, Dar Alanda Kısa<br />

Paslaşmalar, Takva ve Çoğunluk, Yeni<br />

Sinemacıların elinden çıkan en önemli<br />

filmler. Keza tüm bu filmlerin ortak<br />

noktasına baktığımızda, toplumda<br />

karşımıza çıkması muhtemel karakterlerin,<br />

realist bir biçimde ele alındığını<br />

görmekteyiz.<br />

Gelgelim Serdar Akar filmografisine.<br />

Yönetmenin ilk uzun metraj çalışması<br />

olan Gemide, döneminin fazlasıyla<br />

üstünde seyreden ve hali hazırda dahi<br />

popülaritesini koruyan bir film. Tabii<br />

bu noktada aslan payını senaryoya<br />

versek de, Serdar Akar’ın tedirginliği<br />

had safhada yaşatan üslubunun da<br />

hakkını teslim etmek gerekir. Argonun<br />

deyim yerindeyse başrol hüviyetinde<br />

kullanıldığı film, sıradan insanların sıra<br />

dışı hikâyesini, çarpıcı bir şekilde izleyenlerine<br />

aktarmış ve yalnızca dönemin<br />

değil, yakın dönem Türk Sineması’nın<br />

da en önemli işlerinden biri konumuna<br />

yükselmiştir.<br />

Gemide’den hemen sonra, hikâyenin<br />

diğer ayağını anlatan Laleli’de Bir<br />

Azize’nin senaryo ekibine destek veren<br />

Serdar Akar, çok vakit kaybetmeden<br />

ikinci uzun metrajı Dar Alanda Kısa<br />

Paslaşmalar için kamera arkasındaki yerini<br />

alıyordu. Kendi çocukluk anılarından<br />

yola çıkarak senaryolaştırdığı filmi,<br />

hayat, futbol ve aşk üçgeninde ilerleyen,<br />

metaforik anlatımıyla dikkatleri<br />

üzerine çeken, oldukça naif bir film<br />

olarak ön plana çıkmaktaydı. Nitekim<br />

Serdar Akar’ın bir kez daha beklentileri<br />

boşa çıkarmadığını gönül rahatlığıyla<br />

söyleyebiliriz. Çünkü Dar Alanda Kısa<br />

Paslaşmalar; başından sonuna dek<br />

vadettiği birlik olma olgusunu incelikle<br />

işleyen ve merkezine aldığı taşradan<br />

da harikulade şekilde beslenmeyi<br />

RESiM FOTOMONTAJDIR


aşaran, leziz bir seyirlik olarak fark<br />

yaratmaktaydı.<br />

Serdar Akar’ın 2001 yılında çektiği<br />

üçüncü uzun metrajı Maruf ise, yönetmenin<br />

hayal kırıklığı yaratan filmi olarak<br />

hatırlanmaktadır. Her ne kadar töreye<br />

parmak basan hikâyesiyle dikkate değer<br />

bir senaryoya sahip olsa da, filmin<br />

karanlık duruşunu teatral bir yapıyla<br />

zedelemesi, olumsuz eleştirileri de beraberinde<br />

getirmiştir. Nitekim Maruf’u, Serdar<br />

Akar sinemasının da dönüm noktası<br />

olarak tanımlamak mümkün.<br />

Özellikle son yıllarda karşımıza sıklıkla<br />

çıkan bir husus var. O da, ilk filmini<br />

çeken yönetmenlerin sonrasında kendisini<br />

dizi sektörüne ışınlanması. Esasen<br />

bunun pek de eleştirel bir tarafı olduğu<br />

kanısında değilim. Binbir güçlükle, elde<br />

avuçta ne varsa verilerek çekilen sinema<br />

filmlerinin sonrasında, yönetmenlerin<br />

kendini borç batağında bulması maalesef<br />

ki sektörün kaçınılmaz sonu. Hal böyle<br />

olunca da o idealist yönetmenlerin, yüksek<br />

meblağlar karşılığında, kendi dünya<br />

görüşüyle uzaktan yakından alakası olmayan<br />

dizilerin kamera arkasına geçmesi,<br />

esasen bir mecburiyetin sonucu. Eğri<br />

oturalım doğru konuşalım; Türkiye’nin<br />

yaşam şartlarını göz önüne aldığımızda,<br />

bu durumun etik bir problem teşkil<br />

etmediği gün gibi ortada.<br />

İşte, Serdar Akar da hayatını idame ettirmek<br />

zorunda olan bir birey olarak,<br />

kendisini böyle bir macera sonucu<br />

televizyon ekranlarına atmıştı. O,<br />

meslektaşlarına oranla bir nebze de olsa<br />

şanslıydı. Çünkü televizyona adım atana<br />

dek, kendi sinema anlayışını yansıtan üç<br />

filmin altına imza atmıştı. Onun yolunun<br />

Kurtlar Vadisi ile kesişmesi ise, hepten<br />

değişecek bir kariyerin de habercisi<br />

niteliği taşımaktaydı.<br />

Pana Film ve Raci Şaşmaz’ın Kurtlar<br />

Vadisi için ipleri eline almasıyla göreve<br />

gelen Serdar Akar, anlatının sertlik<br />

dozajını olabilecek en yüksek noktaya<br />

konumlandırmış ve güç kaybeden kadrosuna<br />

rağmen diziyi ayakta tutmayı<br />

başarmıştır. Nitekim onun yönetmen<br />

koltuğunda ortaya koyduğu performans,<br />

Kurtlar Vadisi Irak filminde de kaptan<br />

köşkünde oturmasının önünü açmıştır.<br />

Türkiye koşullarına oranla iyi bir bütçe<br />

ayrılan ve dönemin en çok ses getiren<br />

yerli yapımlarından olan film, böylelikle<br />

Akar’ın dördüncü uzun metrajı olarak da<br />

kayıtlara geçmiştir.<br />

Tam da bu süre zarfı içerisinde, Serdar<br />

Akar bir kez daha televizyon dünyasına<br />

adım atacak ve kendi anlatım tarzıyla<br />

uzaktan yakından alakası olmayan Cennet<br />

Mahallesi için kamera arkasına<br />

geçecekti. Çektiği diziler dahi hayatın<br />

içinden olan ve ciddiyetten ödün vermeyen<br />

tavrıyla muadillerinden ayrılan<br />

Serdar Akar’ın yaptığı bu tercih,<br />

şimdilerde dahi konuşulmaya değer bir<br />

konu. Ancak en başta da belirttiğimiz


gibi, ne yazık ki işin maddi boyutu, bazı<br />

zamanlarda her şeyin üzerine geçebiliyor.<br />

Serdar Akar için bu da öyle zamanlardan<br />

biriydi. Ne var ki yaptığı hatanın farkına<br />

kendisi de erkenden varmış ve 6.bölüm<br />

sonu itibariyle Cennet Mahallesi defterini<br />

kapatmıştı.<br />

Kurtlar Vadisi ve Cennet Mahallesi<br />

maceralarından sonra Serdar Akar, nihayet<br />

yer almak istediği arenaya, beyazperdeye,<br />

kendi yazdığı senaryoyla dönüyordu.<br />

Yönetmenin beşinci uzun metrajı olan<br />

Barda, ziyadesiyle şiddet içeren, yer yer<br />

rahatsız edici anları beraberinde getiren<br />

ve en az Gemide kadar argo ve cinsellik<br />

içeren bir film olarak arz-ı endam etmekteydi.<br />

Esasen Serdar Akar kendisini<br />

yeniden bulmuştu. Vahşetin göbeğinde<br />

geçen hikâyesi ve sert üslubuyla Barda,<br />

izleyenlerine oldukça farklı bir tecrübe<br />

yaşatmaktaydı. Ne var ki Barda için,<br />

başarılı sinemacının beyazperdede son


kez zirveyi gördüğü proje de diyebiliriz.<br />

Artık Serdar Akar için, beyazperdenin<br />

özgün ve vurucu yönetmeni olma dönemi<br />

sona ermişti. O, Yeni Sinemacılarla<br />

bağını koparmış ve tamamıyla kendisini<br />

televizyon dünyasına vermişti.<br />

Tarkan Karlıdağ ile beraber kurdukları<br />

Adam Film ile önce Elveda Rumeli’yi<br />

çektiler, sonrasında ise bir fenomene<br />

dönüşecek olan Behzat Ç.<br />

Doğrusunu söylemek gerekirse, Behzat<br />

Ç. projesini olgunlaştıran ve şimdiki<br />

haline getiren en önemli yapı taşı Serdar<br />

Akar. İlk olarak Emrah Serbes’in<br />

yazdığı destansı romanlara güvenen ve<br />

sonrasında Erdal Beşikçioğlu’na rolü<br />

emanet eden Akar, kariyerinin ilk döneminde<br />

sinemada nasıl ses getirdiyse,<br />

akabinde de televizyonda hatırı sayılır<br />

işler yapmayı nihayet başarıyordu. Dile<br />

kolay, üç sezon ve iki sinema filmi. Her<br />

ne kadar dizide onu genel yönetmen<br />

sıfatıyla görsek de, projenin başında<br />

olduğunu her daim hissettirmekteydi.<br />

Behzat Ç.’nin çekilen iki sinema filminde<br />

de yönetmen koltuğunda yer<br />

alan Akar, dizi hayranlarını ziyadesiyle<br />

memnun eden, mizah sosu yüksek<br />

iki polisiyenin altına imza atmıştı. Her<br />

ne kadar çekilen iki Behzat Ç. filmi<br />

dizinin lezzetini andıran işler olsa da,<br />

bağımsız birer sinema filmi olarak<br />

düşündüğümüzde sınıfta kalan işlerdi.<br />

Bundaki en büyük pay, tanıdık karakterlerin,<br />

benzer hikâyelerinin bir kez daha<br />

önümüze gelmesinde gizli.<br />

Tarihler 2017’yi gösterdiğinde ise Serdar<br />

Akar’ın yolu, bir kez daha Kurtlar<br />

Vadisi ile kesişmekte. Polat Alemdar<br />

ve arkadaşlarının yeniden memleketi<br />

kurtarmak adına canhıraş verecekleri<br />

mücadeleyi anlatacak olan Kurtlar<br />

Vadisi Vatan, esasen Serdar Akar filmografisinin<br />

de kayan çizgisinin en önemli<br />

göstergesi. Evet, bu yönetmenin<br />

çekeceği ilk Kurtlar Vadisi değil. Ancak<br />

onun projede yer aldığı ilk dönem ile<br />

şimdiki zaman dilimi arasında ciddi bir<br />

konjonktür farkı mevcut. Nitekim Serdar<br />

Akar Kurtlar Vadisi’ne dâhil olduğunda,<br />

dizi ülkenin en popüler ve ses getiren<br />

projesiydi. Keza Kurtlar Vadisi Irak’ın da<br />

dizi finalinin hemen ardından vizyona<br />

girdiğini göz önünde bulundurmak gerekir.<br />

Aradan geçen 12 yılda ise Kurtlar<br />

Vadisi eski popülaritesinden uzaklaşmış,<br />

taraf olmuş ve tam anlamıyla bir propaganda<br />

aracına evirilmiştir. Şimdi ise Serdar<br />

Akar, tükenme noktasına gelmiş, sıkı<br />

fanları tarafından bile eleştiri oklarına


maruz kalmış bir projeyi tekrardan diriltme<br />

adına kamera arkasına geçiyor.<br />

Serdar Akar, Kurtlar Vadisi Vatan projesiyle<br />

ne denli başarılı olur yahut bu tercih<br />

onun kariyerine ne türlü bir ivme<br />

kazandırır bilinmez. Ancak şu bir gerçek<br />

ki, senaryo ne denli kötü olursa olsun,<br />

onun üzerine düşeni ziyadesiyle yerine<br />

getireceği aşikâr. Çünkü karşımızda<br />

yeteneği herkesçe takdir edilen, ancak<br />

seçtiği senaryolarda bir o kadar<br />

tartışmaya açık olan bir isim var.<br />

Kariyerine Yeni Sinemacılar adı altında<br />

başlayan ve sektöre hızlı bir giriş<br />

yapan Serdar Akar, esasen 2000’lerin<br />

başındaki en umut vadeden yönetmenlerden<br />

biriydi. Nitekim Barda’ya<br />

kadar bir şekilde dengede götürdüğü<br />

filmografisi, daha sonrasında ilginç<br />

tercihlerle oldukça farklı bir<br />

yöne kaydı. Bu, belki Serdar Akar’ın<br />

yeteneğinden bir şey alıp götürmedi<br />

ancak, sinemamızın donanımlı bir<br />

yönetmenini kaybetme noktasına<br />

getirdi. Düşünsenize, Gemide ve Dar<br />

Alanda Kısa Paslaşmalar gibi kült<br />

olarak adlandırabileceğimiz iki filmi<br />

önümüze getiren isim, şimdilerde<br />

Kurtlar Vadisi’ni tekrardan diriltmek<br />

adına çaba sarf ediyor!<br />

En başta dediğimiz gibi, Serdar<br />

Akar’ın çizdiği portre ne yazık ki<br />

sektörün acı yüzü. O, kariyerinin en<br />

başında inandığı ve değer verdiği<br />

hikâyeleri kendi üslubunca çekmeye<br />

çalışırken, sonrasında izleyici garantisi<br />

olan risksiz işlere kucak açmış bir<br />

sinemacı. Bizde bir laf vardır; “Sütten<br />

ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek<br />

yer” diye. Belki de Serdar Akar’ın<br />

idealist yönetmen sınıfını terk etmesinin<br />

yegâne sebebi, bu atasözünde<br />

saklıdır.<br />

Eylül sonunda vizyona girecek Kurtlar<br />

Vadisi Vatan vesilesiyle Serdar<br />

Akar filmografisini ve onun değişen<br />

kariyerini detaylı bir şekilde ele almaya<br />

çalıştık. Yaklaşık 20 yıldır<br />

hayatımızda olan ve her dönem<br />

adından söz ettirmeyi başaran Serdar<br />

Akar, ne var ki şimdilerde kariyerinin<br />

ilk dönemini mumla aratmakta.<br />

İlerleyen yıllar ne getirir bilinmez<br />

ancak, Gemide, Dar Alanda Kısa<br />

Paslaşmalar hatta ve hatta Barda gibi<br />

meselesi olan realist yapımları, onun<br />

filmografisinde daha fazla görmek,<br />

her sinemasever gibi bizim de temennimiz.<br />

Yolu açık olsun.


HUSTON, WE HAVE<br />

A PROBLEM!<br />

Tito, Yugoslav Uzay Programı’nı ABD’ye satmaya karar<br />

verir ve 3 milyar dolar gibi bir rakamda anlaşma sağlanır.<br />

Akabindeki gelişmelerin etkisi, Yugoslavya’nın dağılmasına<br />

neden olacak kadar güçlü olacaktır.<br />

MURAT KIZILCA<br />

n “Sıradan bir ebeveyne<br />

“Noel Baba’ya<br />

inanır mısın?” diye<br />

sorsanız, cevabı<br />

“Tabii ki hayır, ben<br />

deli değilim” olurdu,<br />

çocuklarım<br />

için inanmış gibi<br />

yapıyorum derdi.<br />

Çocuklara sorduğunuzda ise normal<br />

bir çocuk şöyle cevap verirdi: “Ben deli<br />

değilim. Hediye alanların aslında ailem<br />

olduğunu biliyorum. İnanıyormuş gibi<br />

yapıyorum ki ailem hayal kırıklığına<br />

uğramasın ve bana hediye almaya devam<br />

etsin.” Buradaki paradoksu görüyorsunuz.<br />

Hiç kimse, etkin olarak, birinci<br />

şahsa inanmıyor. Herkes başkası için<br />

numara yaptığını söylüyor. Fakat her şeye<br />

rağmen inanç görevini yapıyor. Sosyal<br />

gerçekliğimizin yapısını oluşturuyor.”<br />

Slavoj Zizek’in yukarıdaki sözleri ile<br />

açılan 2016 yılı mahsulü Houston, We<br />

Have a Problem! (yazıda bundan sonra<br />

kısaca Houston olarak anılacaktır), müthiş<br />

bir sahte belgesel örneği. 89. Akademi<br />

Ödülleri’nin yabancı dilde en iyi film<br />

dalında Slovenya’nın adayı olan film,<br />

son beşe kalamamıştı. Açıkçası bugüne<br />

kadar verilen Oscar ödülleri göz önüne<br />

alındığında Houston’ın pek “Oscarlık” bir<br />

yapım olmadığının altını çizmek lazım.<br />

Ama bunu filmin değerini azaltmak için<br />

söylemiyorum; tam aksine sahte belgesellere<br />

(ya da komplo<br />

teorilerine) ilgisi<br />

olanlar kaçırmasın!<br />

İkinci Dünya Savaşı<br />

sonrası başlayan<br />

Soğuk Savaş döneminde<br />

süper güç<br />

olarak öne çıkan<br />

ABD ve SSCB<br />

arasındaki gerginlik<br />

had safhaya<br />

ulaşmıştı. Hemen<br />

her alanda üstünlük<br />

sağlamak için<br />

kıyasıya yarışan<br />

iki ülke, birbirlerine gözdağı vermek<br />

için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Uzay<br />

Yarışı da dönemin en çok önem atfedilen<br />

başlıklarından biriydi. 4 Ekim 1957<br />

yılında, tam da ABD’nin teknolojik açıdan<br />

SSCB’den ileride olduğunu öne sürdüğü<br />

bir dönemde, SSCB’nin uzaya attığı<br />

Sputnik-1 adlı ilk yapay uydu, ABD’de<br />

büyük bir krize neden oldu ki 1957 yılı


Uzay Yarışı’nın başlangıcı olarak gösterilir.<br />

Aynı yıl SSCB’nin Sputnik-2 uçuşu<br />

ile yörüngeye gönderilen ilk canlı Laika<br />

adındaki köpek oldu. 1960 yılında Sputnik-5<br />

uçuşu ile Belka ve Strelka adlı<br />

kozmonot köpekler, başarıyla dünya<br />

yörüngesine ulaşıp geri dönebildiler. Yuri<br />

Gagarin ise 12 Nisan 1961’de Vostok-1<br />

ile yaptığı uçuşla dünya yörüngesine<br />

başarıyla ulaşan ilk insan oldu.<br />

Yönetmenliğini Ziga Virc’in üstlendiği<br />

sahte belgesel, 1950’li yılların sonundan<br />

yani Uzay Yarışı’nın başlangıcından,<br />

Yugoslavya’nın dağıldığı 1990’lı yıllara<br />

kadarki süreçte geçtiğini iddia ettiği<br />

müthiş şehir efsanesini, aynı süreçteki<br />

gerçek olaylara ait arşiv görüntüleri ve<br />

şehir efsanesine (güya) bizzat tanıklık<br />

etmiş kişilerin günümüzde verdikleri<br />

beyanatlar eşliğinde anlatıyor. O yıllarda<br />

ABD ve SSCB dışında kendi uzay<br />

programını yürüten bir başka ülke daha<br />

vardır: Yugoslavya.<br />

Uzay çalışmalarıyla tanınan Sloven<br />

bilim insanı Herman Potocnik (ya da<br />

takma adıyla Herman Noordung), tek<br />

kitabı olan The Problem of Space Travel<br />

1928 yılının sonlarında yayımlandıktan<br />

bir yıl sonra, henüz 36 yaşındayken


ölür. Sahte belgeselin iddia ettiğine<br />

göre Potocnik öldüğü zaman ikinci<br />

kitabı üzerinde çalışmaktadır ancak<br />

kitaba dair notların bulunduğu dosyalar<br />

kaybolmuştur. Yugoslav istihbaratı<br />

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu<br />

dosyaları ele geçirir ve Yugoslavya’nın<br />

tek adamı Tito’ya dosyaların potansiyel<br />

önemi hakkında bilgi verir. Tito, dosyaları<br />

incelemeleri için uzmanlara gönderir.<br />

Uzmanlar, dosyaların bir ekibi aya<br />

götürebilecek bir uzay aracı yapmak için<br />

gerekli detaylı talimatları içerdiğini söyler.<br />

Bunun üzerine Tito, Yugoslav Uzay<br />

Programı’nı başlatır. SSCB’nin Sputnik-1<br />

uçuşundan hemen sonra Yugoslavya,<br />

Triglav-1 uçuşunu gerçekleştirir. İçine<br />

canlı bir domuzun konulduğu üç aşamalı<br />

roket stratosfere kadar başarıyla ulaşır<br />

ama sağlıklı bir iniş gerçekleşmez ve<br />

modül Adriyatik Denizi’nin uluslararası<br />

sularında İtalya’ya yakın bir yere düşer.<br />

Kimseye fark ettirmeden olayı örtbas<br />

eden Yugoslavya, yeni bir uçuş denemesi<br />

için çalışmalara başlar ancak<br />

maliyet karşılayabileceklerinden çok<br />

fazladır. Uzay programı için yabancı kredi<br />

almaları da mümkün değildir. ABD’de<br />

ise durum tam tersinedir; paraları<br />

vardır ancak kullandıkları teknoloji işe<br />

yaramamaktadır. John F. Kennedy, 1961<br />

yılında ABD başkanı olur. SSCB’nin art<br />

arda gerçekleştirdiği başarılı uçuşlar<br />

ile Uzay Yarışı Kennedy üzerinde büyük<br />

bir baskı oluşturur. CIA, Kennedy’ye<br />

Yugoslav Uzay Programı’nın ABD’ye<br />

büyük katkı sağlayacağını söyler ve<br />

temaslar başlar. Sonunda bütün projenin<br />

ABD’ye satılmasına karar verilir ve 3<br />

milyar dolar (filmin yaptığı hesaplamalara<br />

göre bugünün 50 milyar doları) gibi<br />

bir rakamda anlaşma sağlanır. Akabindeki<br />

gelişmelerin etkisi, Yugoslavya’nın<br />

dağılmasına neden olacak kadar güçlü<br />

olacaktır.<br />

Houston; Tito ve Kennedy buluşmaları,<br />

her iki liderin konuşmaları, diğer ülkeleri<br />

ziyaretleri gibi gerçek tarihi<br />

olayları, kendi anlatısı içerisine o kadar<br />

özenli bir şekilde yerleştiriyor ki arşiv<br />

görüntülerinin arasına (nadiren de olsa)<br />

giren Zizek yorumları olmasa kendinizi<br />

kolaylıkla teslim edeceğiniz, bütünüyle<br />

inanabileceğiniz, eksiksiz bir komplo<br />

teorisi kurguluyor. Yönetmen Ziga<br />

Virc, Yugoslavya’nın yükselişinin ve<br />

düşüşünün sembolik öyküsünü anlatma<br />

niyetinde olduğunu söylüyor ve seyirciyi<br />

izlediklerinden hangisinin gerçek, hangisinin<br />

kurmaca olduğunu anlamaya davet<br />

ediyor. Houston, Soğuk Savaş dönemindeki<br />

siyaset ya da Uzay Yarışı hakkında<br />

taşlamalara yer verse de aslen internet<br />

sonrası dönemde anlamı hızla değişen<br />

“gerçekliğe” dikkat çekmek istiyor.<br />

Gördüğü, okuduğu, duyduğu her şeye<br />

sorgulamadan inanma eğilimi gösterenlerin<br />

çoğunlukta olduğu bir dünyada<br />

yaşıyoruz. Yeter ki maruz kalınan veriler<br />

kendi sübjektif gerçeklikleriyle<br />

örtüşsün. İşin ilginci insanların büyük<br />

bir çoğunluğu hayatı boyunca gerçeği<br />

aramıyor. Belli başlı dogmatik kalıplarla<br />

örülü kendi gerçeklik anlayışları ve kendi<br />

dünya görüşleri var ve bu anlayış ve<br />

görüş yıllar içinde daha da katılaşıyor,<br />

değiştirilmesi imkânsız hale geliyor.<br />

Çoğu insan, düşüncesinin yanlışlığı<br />

yüzde yüz kanıtlansa bile, salt bu yüzden<br />

düşüncesini değiştirmeye yanaşmıyor.<br />

Albert Einstein boşuna “Önyargıları parçalamak,<br />

atomu parçalamaktan zordur”<br />

dememiş.<br />

Hatırlayanlar olacaktır; Korcan Karar’ın<br />

hazırladığı ve 1994-1999 yılları arasında<br />

devam eden Şok isimli bir TV programı<br />

vardı. Gerçekle uzaktan yakından ilgisi<br />

olmayan mizahi haberlerin ciddi biçimde<br />

sunulduğu bir komedi programıydı.<br />

Birkaç bölüm (belki de ilk bölümdü net<br />

hatırlamıyorum) sonrasında haberleri<br />

gerçek zannedenlerden gelen tepkiler<br />

üzerine program, “bu haberlerin gerçekle<br />

ilgisi yoktur, tamamen hayal ürünüdür”


gibisinden bir altyazı ile yayınlanmaya<br />

başladı. Buna rağmen hâlâ inananlar<br />

çıkmaya devam ediyordu. O zamandan<br />

bu zamana insanlar değişmiştir<br />

diye düşünmeyin; aynı geleneği günümüzde<br />

devam ettiren Zaytung benzeri<br />

sitelerin yaptığı sahte haberleri “gerçek”<br />

zannedenlerin sayısının hiç de<br />

az olmadığını unutmamak lazım. Hatta<br />

daha da fenası benzer yabancı mizah<br />

sitelerinin yaptığı sahte haberlerin ulusal<br />

gazetelerimiz tarafından “gerçek”<br />

zannedilip haber yapıldığını da acı bir not<br />

olarak ekleyelim.<br />

Houston, Kutluğ Ataman’ın yazıp<br />

yönettiği Aya Seyahat (2009) isimli sahte<br />

belgesel ile birçok benzerlikler içeriyor.<br />

Tabii ki Ataman’ın filmi herhangi bir<br />

gerçeklikten destek almıyor, tamamen<br />

fantezi ürünü ama yapı olarak fazlasıyla<br />

benzeşiyorlar. Aya Seyahat farklı bir<br />

teknik kullanarak art arda perdeye<br />

gelen siyah beyaz fotoğrafların üzerine<br />

yerleştirilmiş bir üst ses ile fantezi ürünü<br />

hikâyesini belgesel havasında sunarken<br />

aralara çeşitli sosyolog, tarihçi ve yazarlar<br />

ile yapılmış röportajlar serpiştirerek<br />

gerçeklik algısını kırmaya çalışıyor. Aynı<br />

Houston’ın Zizek yorumlarını kullandığı<br />

biçimde. İşin ilginci her iki film de aynı<br />

yıllarda geçen bir sahte “gerçeklik” yaratmaya<br />

girişiyor ve her ikisinin de çıkış<br />

noktası aynı. Aya Seyahat’te 1957 yılında<br />

gerçekleştirilen SSCB’nin Sputnik-1<br />

uçuşundan sonra Erzincan’ın bir köyünden<br />

geçmekte olan bir milletvekilinin<br />

tesadüfen köyde durması üzerine gelişen<br />

olaylar neticesinde bazı köylüler, aya<br />

gitmeye karar verip camiinin minaresinden<br />

bozma bir roket yapmaya girişiyorlar.<br />

(Filmi Kutluğ Ataman’ın YouTube kanalı<br />

WitchTV üzerinden izleyebilirsiniz.)<br />

Bütün bunların yanında son zamanlarda<br />

tekrar gündeme gelen Bandırma Füze<br />

Kulübü’nün hikâyesinin akla gelmemesi<br />

ise imkânsız.<br />

Son noktayı Zizek’in Houston’ın finalinde<br />

yer alan sözleriyle koyalım: “Bu filmin<br />

başarılı olması için ortalama bir seyircinin<br />

her zaman nasıl da kullanılıyoruz<br />

diye farkına varması gerekir ama basit<br />

salt yalan yoktur. Her şey sahte olsa<br />

bile... Bu sahtelik, bizim sahte olduğunu<br />

bildiğimiz kadarıyla içinde yaşadığımız<br />

sosyal gerçeklik hakkında bize pek çok<br />

şey söyler. Gerçekten olmamış olsa bile<br />

doğrudur. Ve bu çok önemli bir mesajdır.”


İZLEDİĞİMİZ<br />

KORKU FİLMLERİ<br />

OYUNCULUĞUMUZA<br />

ÇOK ŞEY KATTI<br />

Türk korku sinemasında önemli bir<br />

yer edineceğe benzeyen, gerilim-dram<br />

türündeki “Zohak” filmi başrol oyuncuları<br />

Seda Kement ve Erkan Çelik ile film, oyunculuk<br />

ve Türk korku sineması üzerine keyifli<br />

bir sohbet gerçekleştirdik.<br />

EZGİ TANIR<br />

n Son yıllarda başarısı<br />

oldukça artan Türk korku<br />

sinemasında önemli bir<br />

yer edineceğe benzeyen,<br />

gerilim-dram türündeki “Zohak” filmi başrol<br />

oyuncuları Seda Kement ve Erkan Çelik<br />

ile film, oyunculuk ve Türk korku sineması<br />

üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.<br />

Senaryo size nasıl ulaştı?<br />

Seda Kement: 2 ay önce oynadığım “Elim<br />

Sende” filmi yeni bitmişti, orada styling<br />

yapan arkadaşım bir korku filmi var<br />

görüşmek ister misin dedi ve senaryo bana<br />

o sayede ulaştı. İlk senaryoyu gördüğümde<br />

kuşkularım vardı ama şuan psikolojik gerilime<br />

dönen olağanüstü bir film çekiyoruz ve<br />

içinde olmaktan çok mutluyum.<br />

Erkan Çelik: Menajer ve yapım şirketleri<br />

vasıtası ile elime ulaştı ve senaryoyu<br />

ERKAN<br />

ÇELİK


SEDA<br />

KEMENT<br />

okuduktan sonra hemen içinde olmak istedim.<br />

Projeyi kabul etme sebebiniz nedir?<br />

Seda Kement: Daha önce bir korku veya<br />

gerilim filminde hiç oynamadığım için böyle<br />

bir deneyim edinmek istedim. Yönetmenimiz<br />

Adem Uğur liderliğinde de harika bir ekiple<br />

tanışmış oldum. Partnerim Erkan Çelik’i<br />

görünce de çok şaşırdım. Çünkü senaryoyu<br />

okuduğumda kafamdaki Semih karakteri<br />

Erkan’ın birebir aynısıydı. Kendisi inanılmaz<br />

yetenekli ve enerjisi çok güzel bir oyuncu.<br />

Onunla birlikte oynadığım için çok mutluyum.<br />

Erkan Çelik: Yapımcı, yönetmen, senaryo,<br />

karakter analizleri ve eğer başrol teklifi<br />

aldıysam birlikte oynayacağım oyuncu<br />

projeyi kabul etme sebeplerimin hepsini<br />

oluşturuyor aslında. Zohak filmini kabul<br />

etme sebeplerimden biri de başrolü birlikte<br />

paylaştığım arkadaşım Seda Kement’tir.<br />

Kendisinin oyunculuğunu her zaman<br />

beğeniyordum. Şimdi beyazperdede Canan<br />

ve Semih’i birlikte oynayacağız. Enerjimiz<br />

çok iyi tuttuğu için ekrana da harika<br />

yansıyor.<br />

Oynadığınız karakter nasıl biri?<br />

Seda Kement: Filmde, Canan karakterini<br />

oynuyorum. Canan sevgilisi tarafından<br />

sürekli şımartılan, hayatı travmalarla dolu bir<br />

karakter.<br />

Erkan Çelik: Filmde Semih karakterini<br />

oynuyorum. Semih, İş ve sosyal hayatında<br />

belli çizgileri ve kuralları olan İzmit’li zengin<br />

bir işadamı. Canan’a duyduğu aşk yüzünden<br />

de başına geleceklerden habersiz.<br />

Filmin konusundan biraz bahseder misiniz?<br />

Seda Kement: Cananın ailesi “Zohak” denen<br />

şeytani bir varlığın kendilerine musallat<br />

olduğunu düşünür ve babası Canan’ın gözü<br />

önünde cinnet geçirerek karısını öldürür.<br />

İşlediği cinayetin ağırlığına dayanamayıp<br />

yine kızının önünde kendisini de öldürür,<br />

öldürmeden önce de Zohak’ı bir kutuya<br />

hapsedip denize atar. Bir gün Canan,<br />

Semih’in doğum gününde kutuyla karşılaşır,<br />

bastırdığı korkular ortaya çıkar ve macera


Rolünüze nasıl hazırlandınız?<br />

Seda Kement: Sıkı bir gerilim, korku filmi izleyicisiyimdir<br />

ve Zohak’ta oynarken anladım ki çok<br />

iyi bir gözlemciymişim. Çocukluğumdan beri<br />

izlediğim korku filmlerinin Canan karakterinin<br />

üzerinde büyük etkisi oldu. Burada dram veya komedi<br />

türüne nazaran düşünsel ve beyinsel olarak<br />

daha fazla efor sarf ediyorum.<br />

Erkan Çelik: Okuma provaları için sabahlara<br />

kadar uykusuz kaldım diyebilirim. Sonrasında<br />

role adapte olabilmek için durumu içselleştirmem<br />

gerekiyordu. Rol arkadaşlarımla çok sık provalar<br />

yaptık. Türk korku filmlerinin çoğunu da önceden<br />

izlemiştim ve oradaki karakterleri tekrar analiz<br />

edip oyunculuğuma katkı sağlayacak detaylar<br />

üzerinde çalıştım.<br />

Erkan Bey 1 ayda 2 filmde başrol oynuyorsunuz,<br />

bu sizin için zor olmuyor mu?<br />

Erkan Çelik: Kafir sinema filminin seti<br />

İstanbul’da, Zohak ise İzmit’te. İki filmde de<br />

başrol oyuncusu olduğum için sahnelerim fazla,<br />

bu sebeple biraz yoruluyorum. Ama bir Çin<br />

atasözü derki ‘Eğer sevdiğin işi yapıyorsan ömür<br />

boyu çalışmamış gibi olursun’ gerçekten de<br />

öyle. Çoğu zaman gündüz ve gece 2 sette birden<br />

çalışmak durumunda kalıyorum. Ama çok profesyonel<br />

ekiplerle yürüyoruz, projelerdeki pozitif<br />

enerji benim bütün yorgunluğumu alıyor.<br />

Çekimlerin İzmit’te yapılmasının bir sebebi var<br />

mı?<br />

Seda Kement: Aradığımız her şeyi burada bulabiliyoruz.<br />

İzmit’in sokakları, deniz kenarları<br />

tam istediğimiz gibi. İzmit Belediye Başkanı<br />

Dr. Nevzat Doğan ile yaptığım bir televizyon<br />

programı sayesinde tanıştım ve kendisi sanata<br />

ve sanatçıya çok değer veren bir insan bize her<br />

konuda destek oluyor. Aynı şekilde İzmit halkı da<br />

bizi çok sevdi ve onlardan da her konuda destek<br />

görüyoruz. Hem belediye başkanına hem halka<br />

çok teşekkür ederiz.<br />

Türk korku sineması hakkında ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Seda Kement: 4-5 sene öncesine kadar maalesef<br />

ki korku filmlerinde çok da başarılı sayılmazdık.<br />

Son yıllarda çok iyi korku filmleri çekiliyor ve bu<br />

da haliyle gişeye yansıyor. İyi filmlerle beraber<br />

korku filmi izleyici potansiyeli de ciddi bir artış


gösterdi. İzleyicinin artışı filmlerin çok daha iyi<br />

olmasını sağlıyor. Bence artık yabancı filmlerle<br />

yarışacak filmlerimiz var. Efektlerimiz, arka<br />

plandaki çalışmalarımız çok gelişti ve günden<br />

güne de gelişmeye devam ediyor. Bizim filmimiz<br />

de bunlardan biri.<br />

Erkan Çelik: Aslına bakarsanız Türk yapımı<br />

korku filmlerine olan rağbet her geçen gün<br />

artıyor. 2014 yılında 10 film, 2015 yılında 22<br />

film ve geçen sene de 28 korku filmi yapılan<br />

ülkemizde bu rakamlar gerçekliği de yansıtıyor<br />

diye düşünüyorum. İzleyici seri filmleri seviyor,<br />

gerçek hayat hikayelerini de farklı bir heyecanla<br />

izliyor. Birçok eleştirmenden “eğer cinler<br />

olmasaydı biz hayatta korku filmi yapamazdık”<br />

konuşmalarını çok duydum. Bütün yapılan<br />

filmlerin kalitesinin aynı olduğunu söylemek<br />

mümkün değil. Ayrıca bir korku filminde senaryonun<br />

dışında beyazperdeye yansıyacak<br />

kurgunun da muhteşem olması gerekiyor.<br />

Zohak filminin kurgusunu, İranlı yönetmen<br />

“Babak Adebi “yapacak. Muhteşem bir iş<br />

çıkacağından hiç şüphem yok.<br />

Bundan sonrası için planlarınız neler?<br />

Seda Kement: Ölene kadar oyunculuk yapmak<br />

istiyorum. Bu filmden çok umutluyum,<br />

seyircinin filmi seveceğinden de eminim. Bundan<br />

sonra bir komedi filmim var. Ardından<br />

Türkiye’nin en iyi müzikallerinden biri olacak<br />

olan “Çingeneler Zamanı Müzikali” var. Daha<br />

sonra da Bosna’da TRT için “Aliyah” isimli 6<br />

bölümlük mini bir dizi çekeceğiz. Hepsi farklı<br />

heyecanlar, farklı karakterler, farklı duygular…<br />

Erkan Çelik: Eylül ortasına kadar sinema filmi<br />

çekimlerim devam edecek. Eylül sonu gibi çekimleri<br />

başlayacak olan harika bir aşk filmimiz<br />

var. Komedi, korku ve gerilim-dram sonrası<br />

bir Aşk filmi oyunculuk kariyerim için harika<br />

olacak diye düşünüyorum. Gerçekten güçlü<br />

bir kadronun içinde güzel bir dizi projesinde<br />

yer almak istiyorum. Şuan iki dizi projesi teklifi<br />

aldım. Değerlendirme aşamasındayım. Doğru<br />

kararı vermek istiyorum çünkü benim ilk dizi<br />

projem olacak. Ama uzun zaman almayacak<br />

gibi görünüyor.<br />

Film Ocak ayında vizyona girecek,<br />

keyifli seyirler.


KANAYANA KADAR SEV<br />

SONRA PARÇALARA AYIR<br />

Benim Sonbaharım, Kisisel Bir Liste<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Nasıl geçtiğini<br />

anlamadığımız hınzır<br />

bir ağustos ayını daha<br />

geride bıraktık. Eylül<br />

ayı, sinemanın yeni sezonu,<br />

yeni yılı adeta…<br />

Yıl boyu beklediğimiz<br />

yerli ve yabancı yapımlar<br />

birbiri ardına sinema<br />

salonlarına konuk olacak. Ancak benim bu<br />

mevsimde en sevdiğim şeylerden bir tanesi de<br />

başucu filmlerimi yeniden izlemek. Yağmurlu<br />

bir eylül akşamında, ince bir hırka ve güzel bir<br />

kahve eşliğinde çok sevdiğim bir arkadaşımı<br />

ziyarete gitmişim hissi yaratan bu filmlerim,<br />

her izlediğimde bana yeni şeyler öğretmeyi de<br />

ihmal etmiyor. Tıpkı uzakta yaşayan eski bir<br />

dostun varlığı gibi… Konuşmadan, yorulmadan<br />

anlaşmak, içini dökmek gibi… Bazen acı söylese<br />

de haklı olduğu gibi… İşte bende bu hisleri<br />

uyandıran onlarca hikayeden 5 tanesini seçtim<br />

ve bana hissetirdiklerini paylaşmak istedim.<br />

Yaşasın tekrar tekrar film izlemenin güzelliği,<br />

hoşgeldin sohbahar…<br />

Ara<br />

Yönetmen: Ümit Ünal<br />

Oyuncular: Erdem Akakçe, Selen Uçer<br />

“Dün Gece Bir Rüya Gördüm, Biz Seninle<br />

Ayrılmışız”<br />

Ara’yı ilk izlediğim zamanı asla unutamam,<br />

çünkü artık ne bu filmi izlediğim büyülü Alkazar<br />

sineması, ne de giderken çantamda taşıdığım<br />

Roll dergisi artık yok… Dolayısıyla yalnızca<br />

içeriğiyle değil, gösterime girdiği dönem iti-


ariyle de -2008 yılı, belki de Beyoğlu’nun<br />

son güzel zamanları- hafızamda hep özel<br />

bir yerde kalacak. Filmi izledikten birkaç<br />

gün sonra, Ümit Ünal ile Cihangir’de bir<br />

cafede buluşacağız. Hoş kendisi de artık<br />

Cihangir’de değil, Adalar’da yaşıyor… Hava<br />

kararmaya yakın bir, serin bir akşamüstü,<br />

mevsimlerden mart ama hava çok da<br />

soğuk değil. Bir süre sonra elinde alışveriş<br />

poşetleriyle ve her zamanki güler yüzüyle<br />

kapıda beliriyor Ünal filme dair Ümit Ünal’ın<br />

ağzından dökülen ilk cümle şu oluyor; Ara<br />

benim kuşağımın otobiyografisi… Tümü<br />

tek bir apartman dairesinde geçen film,<br />

birbirini seven ama aldatan, ölesiye kıran<br />

ama bırakamayan dört kişinin hikâyesini<br />

konu alıyor film. Değişen dünya ile birlikte<br />

yozlaşan ilişkileri 2 çift üzerinden anlatan<br />

Ümit Ünal, Türk sinemasında bana kalırsa<br />

hala da üzerine çıkılamayan kült bir yapıma<br />

imza attı bu filmle. Kendisini ne zaman<br />

görsem, ikinci filmi ne zaman gelecek<br />

diye soruyorum, sanırım yakında bununla<br />

ilgili güzel bir haber alacağız ama önce<br />

yönetmenin çekimlerini geçtiğimiz günlerde<br />

tamamladığı Sofra Sırları’nın tadına<br />

bakacağız.<br />

Edie<br />

Yönetmen: George Hickenlooper<br />

Oyuncular: Sienna Miller, Guy Pearce<br />

“Kanayana Kadar Sev, Sonra Parçalara<br />

Ayrıl”<br />

Kısacık kestirip saçlarını içtin ilk sigarını diyor<br />

ya Papatya’da Teoman, işte izlediğimde<br />

19 yaşlarında başına kavak yelleri esen<br />

bendenize e tam da bunu yapıyor Factory<br />

Girl… Uzun süre, belki de hala etkisinden<br />

kurtulamadığım, hatta zaman zaman<br />

ruhundan bir parça taşıdığına inandığım<br />

Edie Sedgwick’in hayat hikayesini anlatan<br />

film sanat camiasında masumiyetin nasıl<br />

dönüştürüldüğünü adım adım anlatan bir<br />

manifesto gibi… Zengin bir ailenin güzel,<br />

yetenekli ve karizmatik kızı olarak dünyaya<br />

gelen Edie’nin 60’lı yılların ortasında<br />

New York’a taşındığında, zamanın aykırı<br />

sanatçısı Andy Warhol ile tanışmasıyla tüm


hayatı değişmesini anlatan film, Warhol’ın<br />

bohem ve yaratıcı cennetine heyecanlı bir giriş<br />

yapmasının ardından kendi ölüm fermanını<br />

imzalamasını konu alıyo. Kızımız yüm dünyada<br />

birer marka olmuş müzisyenler, şairler,<br />

sanatçılar ve oyuncularla bir araya gelmenin<br />

faturasını oldukça ağır ödüyor. Asla izlemekten<br />

bıkmayacağım filmlerden…<br />

Bu Dans Senin - Take This Waltz (2012)<br />

Yönetmen: Sarah Polley<br />

Oyuncular: Michelle Williams, Seth Rogen<br />

“Seni Asla Unutmayacağım, Bunu Biliyorsun”<br />

Mutlu bir evliliğe sahip olan Margot’un, karşı<br />

dairelerine taşınan gizemli ve yakışıklı Daniel’i<br />

gördükten sonra değişmeye başlayan fikirlerini<br />

ve hayatını konu alan Bu Dans Senin,<br />

hüzünlü bir sonbahar senfonisi… Yönetmeni<br />

Sarah Polley’in kendi hayatından da izler<br />

taşıyan film, bir ilişkinin evlerini inceleyen bir<br />

psikoloji dersi gibi adeta… Her yeni ilişkiye<br />

başlarken yaşanan tatlı heyecanı, kavuşunca<br />

bir süre süren tutku senfonisini daha sonra<br />

yavaş yavaş alışkanların başlamasını ve<br />

sonuç olarak da bir sonrakinin ilişinin tıpatıp<br />

aynısı olmasını yüzünüze bir tokat gibi vuruyor.<br />

Film bitince durup düşünüyorsunuz bir<br />

sonraki ilişkimde en sonunda bir önceki gibi<br />

olacaksa, kalmalı mıyım yoksa gitmeli miyim?<br />

Komedi performansların aşina olduğumuz<br />

Seth Rogen’in ters köşe bir rolde de ne kadar<br />

şahane bir iş çıkarabileceğini ispatlayan film de<br />

Michelle Williams’da ikiarada kalan bir kadının<br />

yaşadıklarını büyük bir ustalıkla perdeye<br />

yansıtıyor.<br />

Young Adult – Genç Yetişkin (2011)<br />

Yönetmen: Jason Reitman<br />

Oyuncular: Charlize Theron, Patrick Wilson<br />

“Hayat Adil Değildir”<br />

İlk izlediğimde asla günün birinde başucu<br />

filmim olacağını tahmin etmediğim, bir boks<br />

müsabakasında beklenmedik halde gelen ve<br />

nakavt eden bir yumruk gibi geldi kendi adıma<br />

bu film… Küçük bir sahil şehrinden, metropole<br />

okumaya/çalışmaya giden birçok kadının ortak<br />

hissiyatını perdeye yansıttığını düşünüyorum<br />

bu filmin… Büyük hayallere evini, aileni, ilk<br />

aşkını ardına bile bakmadan terk edip gittiğin


o şehir, aslında kanını son damlasına kadar<br />

emdikten sonra bir sonraki hedefine<br />

odaklanan bir vampirden başkası değildir.<br />

Büyük şehirdeki pırıltılı yaşam aslında<br />

sadece bir illüzyondur ve sen en sonunda<br />

dönüp dolaşıp sızlayan kalbinin acısını<br />

dindirmek için çareyi çocukluğunun geçtiği<br />

odada, unuttuğun anılarının içinde ararsın.<br />

İşte o zaman çok geçtir… Genç Yetişkin,<br />

tam da bu “işin işten geçmiş olma” meselesini<br />

konu alıyor. Lisenin popüler ve güzel<br />

kızı Mavis Gary (Charlize Theron) hayallerindeki<br />

hayatın aslında hayali olmadığını<br />

anladığında eski aşkını geri kazanmak<br />

için (evli ve çocuklu) Buddy Slade’i (Patrick<br />

Wilson) cazibesi ile geri kazanacağını<br />

Olduğunu Fark Etmek”<br />

Ters köşe aşk filmi deyince hiç şüphesiz<br />

akla ilk gelen ve hep gelecek olan filmlerin<br />

başında gelir Aşkın 500 Günü… Klasik<br />

bir romantik komedinin aksine filmin<br />

başkahramanlarının sonsuza dek mutlu<br />

yaşamadığı, çizgi dışı bir senaryoya<br />

sahip... Filmin güzel işlenişi bir yana bu<br />

filmin soundtrack albümü de benim için<br />

başucu albümlerdendir mesela. En az<br />

kendisi kadar özenle seçilmiş ve yapılmış<br />

şarkılarla dolu olan albüm hem filmle<br />

büyük bir bütünlük içinde hem de filmden<br />

bağımsız başlı başına arşivlik bir müzik<br />

ziyafeti…<br />

düşünüyor ve işler pek de umduğu gibi<br />

gitmiyor. Charlize Theron’un her zamanki<br />

gibi oldukça başarılı oyunculuğuyla<br />

sahiciliğini sağlamlaştıran film, taşrada<br />

sıkıcı ve mutsuz bir bir hayat yaşandığı<br />

inancını yerle bir etmeyi kendisine görev<br />

ediniyor.<br />

Aşkın 500 Günü<br />

Yönetmen: Marc Webb<br />

Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Zooey<br />

Deschanel<br />

“En Kötüsü Ne Biliyor Musun?<br />

İnandığın Her Şeyin Yalandan İbaret


GÖZÜMÜZ<br />

BELGESEL<br />

ARIYOR<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

Belgeselcilerin<br />

belgesellerini finanse<br />

etmesi ve uluslararası<br />

pazarda sergilemesi<br />

her geçen gün daha zor<br />

hale geliyor<br />

Geçtiğimiz ay Amsterdam’daydım.<br />

Sevgili arkadaşım, belgesel<br />

uzmanı Marijke Rawie ile bir<br />

kahve içiminde buluştuk. Marijke, Mayıs<br />

2013’te 5.TRT Belgesel Ödülleri, Ekim<br />

2015’te Belgesel Sinemacılar Birliği’nin<br />

Pitch in İstanbul projesi kapsamında<br />

İstanbul’daydı. Özel hayat, tatil matil<br />

sohbeti derken… söz geldi doğal olarak<br />

belgesele.<br />

Sen neler yapıyorsun bu aralar, ben<br />

neler yapıyorum, neler yapabiliriz derken,<br />

sorduk karşılıklı “sizin oralarda belgesel<br />

ne alemde ?” diye. Ben anlattım bizim<br />

buraları. O da Avrupa’daki durumu. “Şu<br />

aralar Avrupa belgesel piyasası başarılı<br />

mı, ne var ne yok?” diye sual ettim.<br />

Aldığım cevabı kıskanmadım desem yalan<br />

olur. İşte cevabı:<br />

Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü her<br />

yıl televizyon kanalları ve festivaller<br />

tarafından gösterilen daha ilginç ve<br />

başarılı belgeseller var!<br />

Hayır, çünkü belgeselcilerin belgesellerini<br />

finanse etmesi ve uluslararası pazarda<br />

sergilemesi her geçen gün daha zor hale<br />

geliyor<br />

“Ortada böylesi güçlü ve talepkar bir pazar<br />

varken neden zor ki Marijke?” demeden<br />

edemedim. Belgeselleri zorunluluktan<br />

yayınlamayan televizyonlar varken,<br />

Amsterdam’da IDFA, Dok Leipzig, Sheffield<br />

Doc/Fest, Jihlava IDFF Nyon Visions<br />

du Réel, ZagrebDox, Kopenag’da<br />

CPH:DOX, Marsilya’da FID, Berlin Doc<br />

gibi daha nice festivaller belgeselleri<br />

desteklerken niye zor ki? Yanıt oldukça<br />

ilginç.<br />

Birincisi her sene piyasaya gelen<br />

geliştirilmiş belgesel önerileri git gide<br />

daha da artıyor. Uluslararası festivallerin<br />

ve Avrupa’daki televizyonların belgesel<br />

türüne olan ilgisinin artışı belgesel yapmak<br />

isteyenleri de arttırıyor. Bu alandaki<br />

eğitim fırsatlarını ve inisiyatifleri takip<br />

ede, belgesel yapmak isteyen insanların<br />

sayısındaki artış pazar payını da etkiliyor.<br />

Bu durum, aynı zamanda her yıl çok<br />

yüksek kalitede, yeni belgesel fikirlerin


muazzam bir şekilde akışını sağlıyor. Başarılı bir<br />

belgeselin standartları giderek artmakta. Festival<br />

ve televizyonlar belgesel seçimlerinde gittikçe çok<br />

daha seçici hale geliyor.<br />

İkincisi belgesel pahalı bir tür ve son yıllarda giderek<br />

daha da pahalı hale gelmekte. Uluslararası<br />

bir belgesel için minimum bütçe en az 100.000<br />

Avro, ancak çoğu zaman 300.000 veya daha<br />

fazla. 800.000 ila 1 milyon Avro’luk bütçeler kesinlikle<br />

nadir değil. Fakat belgesellerin üretilmesi için<br />

Avrupa’da ulaşılabilir olan toplam para miktarı ise<br />

son on yılda önemli ölçüde artmadı. Dolayısıyla<br />

belgesel yapımcılarının bu uluslararası pazara<br />

başarıyla girmesi giderek zorlaştı.<br />

Valla ne diyeyim Avrupa’nın sıkıntısı bir nevi bolluktan...<br />

Kaliteli üretim ve talep artışındaki bolluğa<br />

nazaran aynı ölçüde bütçelerin artmamasından.<br />

Ama yine de ortada bir belgesel ekonomisi, bir<br />

pazar payı var yani… Bizdeki de kıtlıktan. İçerik<br />

ve sanatsal açıdan zengin ve özgün, ekonomik<br />

açıdan sürdürülebilir belgeseller yapabilme ve<br />

bunu festivallere, televizyonlara sunabilme, talep<br />

yaratabilme ve satabilme kıtlığından... Sinemada<br />

belgesel gösterebilmekten ve bundan bir kazanç<br />

elde edebilmekten hiç söz etmiyorum bile. Neyse<br />

önümüzde aşılacak tepeler, öğrenilecek, tecrübe<br />

edilecek yeni yollar var bunu biliyoruz. Ancak<br />

azimle, umutla yürümeye, üretmeye devam eden<br />

belgeselcilerimiz de var bunu da biliyoruz. Yola<br />

devam ediyoruz...<br />

Son yıllarda festivallerimizde yaşanan her<br />

türlü kaotik durum ve istikrarsızlık sürerken,<br />

ülkemizin film festivallerine bir yenisi eklendi.<br />

1.Trabzon Uluslararası Film Festivali. Kurmaca,<br />

kısa ve belgesel dalında ödüllerin<br />

dağıtıldığı festival 16-26 Ağustos tarihlerinde<br />

düzenlenmiş. Belgesellerin giderek festivallilerden<br />

uzaklaştırıldığı bir dönemde belgesel<br />

kategorisinde de ödüller verilmesini her şeye<br />

rağmen olumlu karşılıyorum. Umarım kararlı bir<br />

şekilde büyüyüp, gelişerek devam eder. Sevgili<br />

arkadaşım-meslektaşım İsmet Yazıcı belgesel<br />

bölümünde juri üyesi idi. İstanbul’a döner dönmez<br />

izlenimlerini aldım. İzlenimlerinin ötesinde<br />

sıkı bir değerlendirme yaptı doğrusu.<br />

Birinci filmi seçmek hiç zor olmadı; Volkan<br />

Budak’ın “Yaban”ı, katılan 13 iş arasında öyle<br />

parlıyordu ki... Estetik olarak ve anlatım diliyle<br />

hem farklı hem de çok etkileyiciydi. Söz, metin<br />

yoktu; ama müzik-efekt ve tabi ki görüntüleriyle<br />

öyle büyük bir cümle kurmuştu ki “en iyi”, Volkan<br />

Budak’ın hakkıydı.<br />

Seçim yaparken hem adaletli olmak tabi ki çok<br />

önemli; hem de bugünlerde oldukça kaymış<br />

olan “belgesel” kavramının hakkının verilip<br />

verilmediğini çok iyi tartarak karar vermeye


çalışmak, bir seçim yapmak çok önemli. Belki de<br />

bugünlerde her zamankinden daha fazla önemli.<br />

Çünkü, neredeyse bir adım sonrası “yahu biz<br />

neye belgesel diyorduk” diye birbirimize sormaya<br />

başlayacağız. Ben yaptım oldu duygusuyla<br />

hareket edilmeye başlanıldı biraz dersem<br />

kızanlar çok olacaktır sanıyorum, ama öyle<br />

görüyorum maalesef. Bizim üzerine titrediğimiz,<br />

her seferinde kendimizi, ürettiklerimizi bin kere<br />

tartarak, sorgulayarak yürüdüğümüz bu alan,<br />

bugünlerde çok moda ve belgesel yapmaya<br />

meraklı çok insan var.<br />

Teknolojik imkanların yaygınlaşması ile birlikte,<br />

bir şekilde insanların kendilerince ilginç<br />

buldukları şeyleri, durumları aktarma isteklerinin<br />

artması tabi ki çok normal; ama tür tanımını<br />

yaparken, ‘belgesel’ diye adlandırırken bir ölçü,<br />

bir tartı olması gerekiyor; bu kalmadı. Bizim bir<br />

zamanlar kültür-sanat programı dediğimiz şeyler<br />

“belgesel” diye başlıklandırılmaya başlandı. Gezi<br />

programı olarak gördüğümüz şeyler belgesel<br />

olarak adlandırılmaya başlanıldı. Röportaj üzeri<br />

işler çok yoğunlukta. Bir de tabi aslında biraz<br />

daha propagandif işler var, o düşünceye yakın<br />

olanların gözü kapalı alkışladığı ve ne kadar nesnel<br />

olduğu tartışılmadan, anlatım dilinin başarılı<br />

olup olmayışı tartışılmadan kabul gören işler var.<br />

Öğrencilerin ilk işleri - genellikle bitirme projesi<br />

olarak yaptıkları- çok fazla dolanımda. Trabzon<br />

Uluslararası Film Festivali’nde de öğrencilerin<br />

ürettikleri epey fazlaydı. Gözler daha profesyonel<br />

işleri arıyor açıkçası. Profesyonel olarak bu<br />

işi yapanların filmleri maalesef çok az. Çünkü<br />

üretme koşulları giderek daha zorlaşıyor. Evrensel<br />

standartlarda profesyonelce bir belgesel<br />

üretmek pahalı bir iş, iyi bir tedrisattan geçmiş,<br />

uzun yollardan gelmiş olmak gerekiyor hakkını<br />

verebilmek için. Sözün özü çok büyük emek istiyor,<br />

iyi bir zihin çalışması gerekiyor. Tabi ki Türkiye<br />

koşullarında hepimizin bildiği açmazlar var.<br />

Dolayısıyla da bu işin emektarları için ciddi zorluklar<br />

var. Benim hayalim, aslında festivallerde<br />

“proje ödülü” verilmesi. Hem proje, hem de projeyi<br />

üretecek kişinin yapabilirliği değerlendirilerek<br />

finans sağlanması, bir sonraki yıl da bu projelerin<br />

gösteriminin yapılması. Sözün özü, gözümüz<br />

“belgesel” arıyor; hakkıyla yapılmış işleri, profesyonellerin<br />

işlerini izlemeyi özlüyoruz.<br />

Aslında belgesellerin dünyaya açılan pencereler<br />

olarak yarıştırılmaktan öte seyredilmesi, üzerinde<br />

düşünülmesi, tartışılması, üretiminin desteklenmesi<br />

daha sahici olurdu. Ne var ki; şimdilik<br />

zamanın ruhu, sektör böyle akıyor… Gerçi bir<br />

iki festival belgesel projelerini ödüllendirmeye<br />

başladı ama...<br />

Bu arada 1. Uluslararası Trabzon Film Festivali<br />

Belgesel Ödülleri ise şöyle:<br />

En iyi belgesel: “Yaban” / Volkan Budak<br />

En iyi ikinci belgesel: “Salyangozun Yolculuğu” /<br />

Şenol Çöm<br />

En iyi üçüncü belgesel: “Işıklık” / Burak Doğan


ARONOFSKY DE<br />

JENNIFER DEDi<br />

Jennifer Lawrence bu sayfalara<br />

ilk konuk olduğunda son<br />

satırımız onu beyazperdede<br />

daha çok göreceğiz olmuştu.<br />

Ama biz bile bu kadar sık<br />

göreceğimizi tahmin etmedik.<br />

Bu ay Darren Aronofsky’nin<br />

yeni filmi mommy!-anne! filmiyle<br />

seyredeceğiz Jennifer<br />

Lawrence’ı...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Hollywood’u Hollywood<br />

yapan yıldızlarıdır. Özellikle<br />

kadın oyuncular bu endüstrinin<br />

en parlak parçasıdır.<br />

Yıllarca onların ismiyle anıldı<br />

bu endüstri, Brooke Shields,<br />

Phobe Cates, Lindsay Lohan,<br />

Miley Syrus ve daha kimler<br />

kimler. Onlardan biri de Jennifer Lawrence.<br />

1990 doğumlu Lawrence 14 yaşında<br />

keşfedildi. Kentucky’de doğan yıldız New<br />

York’a gittiğinde bir iki ajansa başvurdu<br />

ve deneme çekimleri sonucunda menejerler<br />

peşine düştü. Annesi Karen kızının<br />

bu isteğine önceleri çok sıcak bakmadı.<br />

Fakat menejerlerin ısrarları, katıldığı bir<br />

katalog çekimlerindeki başarısı Lawrence


ailesini dönemeyeceği bir yola soktu.<br />

İlk başlarda televizyon dizilerinde yer<br />

alan Lawrence 2008 yılında Guillermo<br />

Arriaga’nın yönettiği Burning Plan’da<br />

rol alınca dikkatleri üzerine çekti.<br />

Kim Basinger ve Charlize Theron gibi<br />

önemli isimlerle beraber rol alan Lawrence<br />

gösterdiği performansla asla<br />

ezilmedi. Hatta bu seksi kadınların<br />

yanında tazeliğiyle daha fazla dikkat<br />

çekti. Daha sonra 2009 yılında Devill<br />

You Know’da rol aldı. Oynadığı iki<br />

filmle Winter Bones’daki rolü kaptı.<br />

Filmin deneme çekimlerine giderken<br />

çok yorgun olduğunu söyleyen<br />

Lawrence çekimlerde herkesin ondan<br />

güzel olmasını, iyi konuşmasını<br />

beklediğini ama yorgunluktan hiç<br />

havasında olmadığını fakat senaryoyu<br />

okuyunca müthiş bir kadın karakteri<br />

gözlerinde canlandığını anlattı.<br />

Bazı oyuncuların kendini yarattığını<br />

bazılarının ise başkaları tarafından<br />

yaratıldığını söyleyen Lawrence “Ben<br />

kendimi yarattım” diyerek iddiasını<br />

ortaya koyuyor. Kendi yaş gurubunda<br />

bir Robert Redford, Paul Newman<br />

olmadığını ama James Franco’yu<br />

oyuncu olarak beğendiğini anlatan<br />

Lawrence “İkinci bir James Franco<br />

da yok” diyor. Gitar çalan, oyunculuktan<br />

önce amigo kız olan Lawrence<br />

her filmiyle üstüne koyuyor. Açlık<br />

Oyunları’ndaki başarısı Lawrence’ın<br />

ışığını daha da artırdı. Tabii güzel<br />

yıldız Açlık oyunlarıyla yetinmiyor.<br />

Bu ay Darren Aronofsky’nin son filmi<br />

mommy!-anne! ile karşımıza gelecek.


GENÇ VE AZiMLi<br />

DYLAN O’BRIEN<br />

Genç oyuncu bugüne kadar<br />

Teen Wolf, New Girl, High<br />

Road ve Genç Çıraklar filmlerinde<br />

rol aldı, bu ay karşımıza<br />

American Assassin / Sukastçi<br />

filmiyle çıkıyor ve kız<br />

arkadaşının intikamını almak<br />

için eğitim alan Mitch Rapp’i<br />

canlandırıyor.


BANU BOZDEMİR<br />

n Dylan O’Brien 26 Ağustos<br />

1991’de New York’da doğdu<br />

ve büyüdü, daha sonra 12<br />

yaşındayken ailesiyle birlikte<br />

California’ya taşındı. Babası<br />

kamera operatörü, annesi<br />

ise eski aktristir. MTV dizisi<br />

Teen Wolf’daki Stiles rolü ile<br />

tanınır. İlk filmi High Road’dur.<br />

Dylan ve rol arkadaşı Tyler Posey dizide oldukları<br />

gibi gerçek hayatta da arkadaşlar. Dylan piyano ve<br />

gitar çalıyor ama en sevdiği müzik aletinin bateri<br />

olduğunu söylüyor. Ayrıca Dylan Teentelevision<br />

adlı siteye müziğin hayatının büyük bir bölümünü<br />

kapladığını söyledi. Teen Wolf ekibine katılmadan<br />

önce, Dylan içinde kendine ait videoları paylaştığı<br />

bir YouTube hesabı vardı. Dylan aslında ileride<br />

bir kamera operatörü olmak ve Syracuse<br />

Üniversitesi’nde bir okul filmine katılmak istiyordu.Hiç<br />

aktörlük eğitimi almamasına rağmen,<br />

YouTube’a paylaştığı videolar sayesinde bir aktör<br />

ile tanıştı ve bu aktör Dylan’ın bu videolarını<br />

bir kast ajansına gönderdi. Bu ajansa girdikten<br />

sonra, Teen Wolf’da bir oyuncu olmak için şans<br />

yakaladı.<br />

Genç oyuncu bugüne kadar Teen Wolf, New Girl,<br />

High Road ve Genç Çıraklar filmlerinde rol aldı, bu<br />

ay karşımıza American Assassin / Sukastçi filmiyle<br />

çıkıyor ve kız arkadaşının intikamını almak için<br />

eğitim alan Mitch Rapp’i canlandırıyor.


KISA FİLM<br />

SİNEMANIN<br />

ŞİİRSEL<br />

ÜSLUBUDUR<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Bu ay konuğum, birçok<br />

kısa film yönetmiş<br />

Hakan Berber. Memento<br />

Mori isimli yaratıcı ve<br />

başarılı bir kara film çeken<br />

Berber, sorularımızı<br />

yanıtladı. İyi okumalar...<br />

Bu ay konuğum, birçok kısa film<br />

yönetmiş Hakan Berber. Memento<br />

Mori isimli yaratıcı ve başarılı<br />

bir kara film çeken Berber, sorularımızı<br />

yanıtladı. İyi okumalar...<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

1988 Zonguldak doğumluyum. 2007<br />

yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar<br />

Sinema Tv bölümünde eğitim almaya<br />

başladım. Aynı yıl reklam ve sinema<br />

sektöründe çalışmaya başladım. 2012<br />

yılında Kız Çocuğu isimli bir animasyon<br />

filmi ile başlayan festival maratonu,<br />

sırasıyla Dört Yapraklı Yonca(kurmaca)<br />

Fasülye Dünya(animasyon) Güzellik<br />

Yarışması(kurmaca) ve son olarak<br />

da Memento Mori (kurmaca) filmi ile<br />

devam etti.Bu güne kadar çektiğimiz<br />

filmler ile ulusal uluslararası bir çok ödül<br />

ve yüzlerce festivalde gösterim hakkı<br />

kazandık.<br />

Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />

Kısa film benim için sinemanın şiirsel<br />

üslubudur. İstediğin anlatım dilini kullanarak<br />

içindeki çığlığı insanlara ticari<br />

kaygı olmadan aktarabilmektir..<br />

Biraz “Memento Mori”den ve onu çekme<br />

nedenlerinden bahseder misin?<br />

Memento Mori üçlemenin ilk filmidir<br />

(2. Film Darağacı Avı’nın çekimleri<br />

bitti. Şu an kurgusunu yapıyoruz). Bu<br />

film Bekir Yıldız’ın 1969 da yazdığı<br />

Davut ile Sedef isimli bir hikayeden<br />

esinlenilmiştir. Bu bir kara filmdir. Filmde<br />

saf iyi hiç bir karakter yoktur. Toplumsal<br />

normlardan uzak bir ortamda, iç güdülerin<br />

sınırlarının nerelere varabileceğini,<br />

Anadolu’nun kendine has insanlarıyla<br />

sorgulama isteğim bu filmi ortaya<br />

çıkarttı.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa<br />

filme ne gibi katkıları olabilir? Neler<br />

götürür?<br />

Okul hayatımda Yeşilçamın usta isimlerinden<br />

eğitim alma şansı buldum. Başta<br />

Duygu Sağıroğlu ve Feyzi Tuna olmak<br />

üzere çok değerli insanların tecrübelerinden<br />

faydalandım onların yaşadıkları


zorlukları ve bu zorluklar<br />

karşısında buldukları<br />

çözümleri birinci ağızdan<br />

dinleyebildim. Sinema<br />

serüvenim de negatif<br />

filmlerle başladı. Piyasada<br />

çalışmaya başladığımda<br />

filmler ve reklamlar<br />

genelde 16mm veya 35<br />

mm negatife kaydediliyordu.<br />

Günümüzde bir<br />

cep telefonuyla uzun<br />

metraj filmler çekilebiliyor.<br />

Fakat teknolojinin bu<br />

kadar ulaşılabilir olmasıyla iyi projenin hiç bir bağı<br />

olduğunu düşünmüyorum. Teknolojinin gelişmiş<br />

olması sadece görüntüyü ve sesi besleyebilir<br />

mühim olan her zaman hikayedir.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />

yabancı yönetmenler kimler? Hangi oyuncularla<br />

çalışmak isterdin?<br />

Robert Bresson, Park Chan Wook, Alfred Hitchcock<br />

Akira Korosava ve Metin Erksan sevdiğim<br />

yönetmenlerdir. Tuncel Kurtiz ile çalışmayı çok<br />

isterdim fakat maalesef fırsatım olmadı. Memento<br />

Mori filminde de yer alan Sabahattin Yakut ile<br />

bir filmim hariç hepsinde çalıştık. Bundan sonraki<br />

projelerimde de onunla<br />

çalışmaya devam etmek istiyorum.<br />

Beğendiğim birçok<br />

oyuncu var fakat yarattığım<br />

karaktere en çok uyan kişilerle<br />

çalışmak isterim.<br />

Türkiye’deki film festivalleri<br />

ve kısa filmcilere yaklaşımları<br />

konusunda neler söylemek<br />

istersin?<br />

Bu güne kadar ulusal ve<br />

uluslararası bir çok festivalde<br />

filmlerim gösterildi.<br />

Türkiye’deki festivallerin bir<br />

çoğunu görme şansım oldu. Hatta geçen sene<br />

bir kısa film festivalinin jürisinde yer aldım. Insan<br />

içinde olunca daha sağlıklı fikir sahibi olabiliyor.<br />

Festivallerde en önemli kısmın ön eleme jurileri<br />

olduğunu düşünüyorum. Fakat festivallerde bu<br />

jurinin seçimlerine gereken özen gösterilmiyor.<br />

Gösterim imkanları,ulaşım,konaklama,<br />

saygı gibi sorunlar hepimizin bildiği ve sürekli<br />

dillendirdiğimiz konular.<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Çekmek istediğim bir kaç kısa film projem daha<br />

var. Bunlar bittikten sonra hazırlamış olduğum<br />

ilk uzun metraj filmimi çekmek istiyorum.


ÇEK BİR ANİMASYON<br />

ACILI OLSUN<br />

Son haftalarda vizyona giren Senin Adın- Kimi no na wa,<br />

üzücü hikayesiyle artık animasyonların büyükler için<br />

çekildiğini hissettirdi bize. Biz de sizin için gözyaşını<br />

takip eden animasyonların bir listesini çıkardık.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Animasyon bir tür olmaktan<br />

çıkıp başlı başına<br />

sinemanın bir alt dalı<br />

oldu. Eskiden Ayı Yogi<br />

veya Tom ve Jerry gibi<br />

animasyonların üretildiği<br />

bu endüstri artık çok<br />

daha önemli konulara<br />

ve duygulara yöneliyor.<br />

Yaşlı bir adamın yalnızlık hikayesinden,<br />

kapitalist sistemin insan üzerine etkisi veya<br />

İsraillilerin Müslümanlar’a çektirdiklerine<br />

kadar... Bu kadar önemli konunun işlendiği<br />

bir tür artık sadece çocukların ilgi alanı<br />

olamaz. Tabii ki çocuklara seslenen animasyonlar<br />

ilgi çekmeye devam ediyor. Buna<br />

bir diyeceğimiz yok. Up, Kayıp Balık Nemo<br />

ve Ice Age’i kim sevmez? Bizim derdimiz<br />

bu muhteşem animasyonlar içinden biraz<br />

daha dramatik ve hayatın karanlık yönlerine<br />

bakan üretimleri sizin dikkatinize sunmak.<br />

Yıllar içinde tek tük bu tarzda animasyonlar<br />

izledik. Oscar törenlerinde ödül alan<br />

animasyonların o yılın en iyi filminden bile<br />

başarılı olduğunu gördük. Durum böyle<br />

olunca bu ciddi animasyonların bir listesini<br />

de hazırlamak elzem oldu. Bu hafta vizyona<br />

giren Senin Adın- Kimi no na wa ve Çılgın<br />

Hırsız 3- Despicable Me 3 de bu kararımızda<br />

etkili oldu tabii. Artık yaratıcı çizgilerin<br />

peşinde trajedilerin dünyasına dalma vakti.


Bu filmleri seyredin...<br />

Beşir’le Vals, (Vals Im Bashir)<br />

Yönetmen Ari Folman gördüğü kabusu<br />

arkadaşıyla paylaştığında, kabusun<br />

Lübnan Savaşı’nda yaşadıklarıyla<br />

alakası olduğuna karar verirler. 26 vahşi<br />

köpek rüyasında onu kovalıyordur.<br />

Ari, bu konuşmanın sonucunda orada<br />

yaşadıklarını hatırlamadığının farkına<br />

varır. Bunun üzerine, dünyanın dört<br />

bir yanındaki dostlarını ve asker<br />

arkadaşlarını arayarak yaşananlar<br />

hakkında onlarla konuşur. Ve konuştukça<br />

o dönem ve kendisi ile ilgili gerçekler<br />

Ari’nin hafızasında oluşturduğu gerçeküstü<br />

resimlerle ortaya çıkar.<br />

Persepolis<br />

Yıl 1970 İran. Marjane Statrapi, gencecik<br />

gözlerle izlemektedir İran rejiminde olan<br />

bitenleri. Bugüne kadar yazılıp çizilen<br />

onca şeyin ardından bir kez de küçük<br />

bir kızın penceresinden bakmanın farklı<br />

tadı yansıyor perdeye. Marjane’in ailesi<br />

Şah iktidarının düşüşü karşısında çok<br />

mutludur. Ekonomik ve toplumsal yaşam<br />

standartları açısından artık yeni umutlar<br />

filizlenmiştir. Onca zor zamanlardan<br />

sonra artık demokratik bir yönetim<br />

anlayışına kavuşacaklarını düşünen<br />

İranlılar hayalkırıklığı yaşayacaklardır.<br />

Bu karanlık dönemleri Marjane’in penceresinden<br />

anlatan Persepolis çizgi roman<br />

başyapıtı olarak nitelendiriliyor.<br />

Sihirbaz, (L’Illusionniste)<br />

Meşhur Sihirbaz, bu sahne sanatının<br />

nesli tükenmekte olan son temsilcilerindendir.<br />

İskoçya’da bir köy barında<br />

sanatını icra ederken Alice adında masum<br />

bir kızla tanışınca her ikisinin de hayatı<br />

değişecektir. Sahnede onu izleyen Alice,<br />

yaptıklarının gerçek sihir olduğunu<br />

sanarak büyülenir ve kahramanımıza<br />

hayran kalır. Eski tarz animasyon<br />

hayranlarının kayıtsız kalamayacağı bu<br />

yapım Fransa klasik çizgi film okulunun<br />

eşsiz bir örneği.<br />

Ters Yüz, (Inside Out)<br />

Küçük Riley için hayat, babasının San


Francisco’da yeni bir işe başlamasıyla baştan<br />

aşağıya değişir. Orta-Batı’daki yaşamını<br />

geride bırakan Riley’ı şimdi yeni bir ev, okul<br />

ve arkadaşlar beklemektedir. Peki içindeki<br />

duyguları ne söyler? Neşe, korku, öfke, nefret<br />

ve üzüntü. Riley’in zihninin içinde yaşayan,<br />

ona günlük hayatında tavsiyeler veren<br />

duyguları bu yeni hayata alışırken ufak bir kaosa<br />

neden olacaktır. Neşe, Riley’nin en önemli<br />

duygusudur ve onu hep pozitif tutmaya çalışır<br />

ama diğer duygular bu yeni hayatına uyum<br />

sağlama konusunda biraz şaşkındır...<br />

Belleville’de Randevu,<br />

(Les Triplettes de Belleville)<br />

Champion, babaannesi tarafından büyütülen<br />

bisiklet delisi bir çocuktur. Torunundaki potansiyeli<br />

gören kadın, çocuğu dünyaca ünlü<br />

bisiklet yarışı Tour de France’a hazırlamaya<br />

başlar. Fakat yarış esnasında iki gizemli<br />

siyahlar giyinmiş adam Champion’u kaçırır.<br />

Madame Souza ve sadık köpeği Bruno<br />

onu kurtarmak için hazırlanırlar. Arayışlar<br />

onları okyanusun öbür ucundaki ‘Belleville’<br />

adındaki dev megapole götürür. Orada<br />

1930’ların tuhaf müzikhol yıldızlarından “Belleville<br />

Üçlüsü”yle karşılaşırlar, yıldızlar Souza<br />

ve Bruno’ya yardımcı olurlar.<br />

Koralin ve Gizli Dünya, (Coraline)<br />

Coraline eski bir eve taşındığında canı çok<br />

sıkılır ve ailesi tarafından da ihmal edilir. Bir<br />

gün dar bir geçide uzanan gizli bir kapı bulur<br />

ve geçitten geçmeye karar verir. Orada paralel<br />

bir hayat keşfeder. O hayatta insanların<br />

hepsinin gözlerinin yerinde düğmeler vardır,<br />

aileleri çocukları ile çok ilgilidirler ve herkesin<br />

hayalleri gerçek olur. Oranın annesi Coraline’i<br />

kendileri ile birlikte sonsuza dek yaşamak<br />

üzere davet edince, Coraline bunu reddeder.<br />

Sonra da bu alternatif gerçekliğin sadece bir<br />

tuzak olduğunu keşfeder.<br />

Rango<br />

‘Kişilik problemi yaşayan oyuncu bir bukalemunun<br />

başrolde olduğu bu eğlenceli animasyon,<br />

tatsız ve kötü şeylerden hep sakınan ve<br />

sıradan bir evcil hayvan hayatı yaşayan bukalemun<br />

Rango’nun başından geçen dönüşüm<br />

hikayesini anlatıyor.


Mary ve Max, (Mary and Max)<br />

Mary, Avustralya’nın kenar mahallerinden birinde<br />

yaşayan, sorumsuz ve yoksul bir aileye sahip<br />

olan, sekiz yaşındaki yalnız bir kız çocuğudur.<br />

Küçük kızın konuşabildiği tek kişi mektuplaştığı<br />

Avustralyalı bir savaş gazisidir. Postaneye<br />

gittiği bir gün şans eseri bir New York adres rehberi<br />

görür. Rehberi karıştıran Mary, New York’ta<br />

yaşayan Max Jerry Horowitz isimli bir adama mektup<br />

yazmaya başlar. Max, Manhattan’daki dairesinde<br />

yalnız yaşayan, ruhsal problemleri olan asosyal ve<br />

obez bir adamdır. 44 yaşındaki Max, Mary’nin mektubunu<br />

alır ve cevap yazmaya koyulur. Aralarında<br />

gelişen dostluk hayat hakkında acı ve tatlı gerçeklikleri<br />

beyaz perdeye sevimli ve dokunaklı bir<br />

şekilde yansıtır.<br />

Noel Gecesi Kabusu, (The Nightmare Before Christmas)<br />

Filmde, Balkabağı Kral Jack Skellington’un<br />

hanedanlığı, Halloweentown’da geçen olaylar<br />

işlenmektedir. Kabuslardan fırlamış bir kasabayı<br />

andıran Halloweentown, cinler, ecinniler, periler,<br />

ruhlar, gulyabaniler ve yarasalardan oluşan bir nüfusa<br />

sahiptir. Jack’in yolu, bir gün Christmastown’a<br />

düşer. Bu tuhaf memlekete yaptığı ziyaret sonucu<br />

çok etkilenir. Christmastown’da gördüklerine<br />

özenerek kendi şehrini de oraya benzetmek için<br />

Santa Claus’u kaçırır. Santa’nın yerine geçen Jack,<br />

çocuklara kendince alternatif hediyeler dağıtmaya<br />

başlar. “Noel Gecesi Kabusu”, en iyi özel efekt<br />

dalında Oscar’a aday olmuş ancak ödülü Babe<br />

filmine kaptırmıştı.<br />

Ölü Gelin, (Corpse Bride)<br />

1800’lerin sonlarına doğru bir Victorian<br />

kasabasında bir adam ve bir kadın Victor Van Dort<br />

ile Victoria Everglot nişanlanırlar. Everglotlar’ın<br />

paraya ihtiyacı vardır aksi takdirde sokaklarda uyumak<br />

üzeredirler. Van Dortlar ise sosyetede adlarının<br />

geçmesini seven insanlardır. Yalnız düğün provası<br />

esnasında bir şey yanlış gider. Victor, koruluğa<br />

girer ve orada bulduğu bir iskeletin parmağındaki<br />

yüzüğü kendi parmağına geçirir. O anda da kendisini<br />

ölü gelin Emily ile evlenmiş bulur. Öteki tarafta<br />

Victoria onu beklerken, Victoria’nın yerini alacak<br />

zengin bir başka kişi vardır. Bu durumda ortada iki<br />

gelin ve bir damat varken Victor’u hangisinin elde<br />

edeceği bir muammadır.


Sinema<br />

sektörüne<br />

hızla giriş<br />

yapan genç bir<br />

arkadaş Galip<br />

Aksular. Kısa<br />

sürede<br />

birbirinden<br />

ilginç afiş<br />

tasarımları<br />

yaparak<br />

dikkatleri<br />

üzerine<br />

çekmeyi<br />

başardı.<br />

SEYİRCİYİ İL<br />

GALİP<br />

AKSULAR


K ÖNCE AFİŞLE TAVLARSINIZ<br />

FIRAT SAYICI<br />

n Sinema sektörüne hızla giriş yapan genç bir<br />

arkadaş Galip Aksular. Kısa sürede birbirinden<br />

ilginç afiş tasarımları yaparak dikkatleri üzerine<br />

çekmeyi başardı. Geleceği oldukça parlak biri<br />

olduğunu düşünerek hazırladığımız bu sektörel<br />

röportaj, Galip gibi afiş tasarımcısı olmak isteyenlere<br />

de bir fikir verecektir elbette...<br />

Öncelikle kendinden biraz bahseder misin? Kimdir<br />

Galip Aksular?<br />

28 Mayıs 1990 yılında esnaf bir ailenin çocuğu<br />

olarak İstanbul’da doğdum. İlk ve ortaokulu<br />

Ortaköy’de okudum. Lisede bilgisayar bölümü<br />

okumama rağmen üniversite<br />

zamanı geldiğinde ani bir kararla<br />

Kadir Has Üniversitesi Grafik<br />

Tasarım Bölümü’ne girdim<br />

ve bitirdim. Daha sonra GSF<br />

İstanbul Aydın Üniversitesi Grafik<br />

Tasarım Bölümü’nü bitirerek<br />

lisansımı tamamladım.<br />

Bu sektöre nasıl giriş yaptın?<br />

Nereden çıktı grafiğe, tasarıma<br />

merak?<br />

Küçük yaşta sinema afişlerine<br />

ilgim vardı. Bunu hayalden olmayan<br />

filmlerin afişlerini yaparak<br />

pekiştirdim. Daha sonrasında<br />

bu işi gerçekten iyi yapabilmek<br />

adına elimden gelen her şeyi<br />

yaptım. Fazla okudum, çok<br />

fazla sinema afişlerini inceledim,<br />

tekniklerine baktım. Ve sonunda<br />

kendi tarzımı yakaladım.<br />

Grafik tasarım merakım küçük<br />

yaşta sağa sola bişeyler çizerek başladı. Daha<br />

sonrasında merakımı gideremeyerek tasarım<br />

bölümünü seçtim.<br />

Şu an sektörde tercih edilen afişçiler<br />

arasındasın. Genç yaşına rağmen hızlı bir<br />

yükseliş oldu senin adına diyebiliriz. Tercih edilme<br />

sebebin ne sence?<br />

Bir çok iyi tasarımcı var. Bu işi gerçekten<br />

aşk ile tutku ile yapmak gerek. Bu bir iş<br />

değil, herşeyinizi ortaya koyuyorsunuz yeni bir<br />

şeyler tasarlarken. Farklı olması için fazlaca<br />

uğrasıyorum, dil döküyorum. Doğru tarafı, yenilikçi<br />

tarafı göstermek adına. Ama tercih edilmemin<br />

sebebi işimi tutku ve istekle yapmam. Kısaca<br />

işime aşık bir adamım.<br />

Bir film ya da tiyatro afişi yaparken nasıl bir yol<br />

izliyorsun? Afiş oluşurken hangi aşamalardan<br />

geçiyor?<br />

Öncelikle senaryoyu okuyup konuyu anlamaya<br />

çalışıyorum. Daha sonra yönetmen ile üzerinden<br />

geçiyoruz. Yapımcının da isteği ve kafasındaki<br />

fikirler önemli, bunu nasıl görselleştireceğimizi<br />

konuşup onlara eskiz çalışmalar gönderiyorum.<br />

Araştırma renklerden,<br />

oyuncu duruşları, elbiseleri,<br />

filmin ya da oyunun<br />

tipografisine kadar herşeyi<br />

referans görsellerle birlikte<br />

sunuyorum. Sonra fotoğraf<br />

çekimine geçiyoruz.<br />

Sonrasında çalışmalarımı<br />

tamamlıyorum. Daha sonra<br />

ise onay kısmı geliyor.<br />

Seçilen posterlerin “retouch”<br />

işlemlerini yapıyorum ve<br />

afişi son haline getiriyorum.<br />

İyi bir film afişi nasıl olmalı<br />

sence?<br />

Film afişi seyirci için oldukça<br />

önemli bir etken. Onları<br />

ilk önce afişle tavlarsınız.<br />

Görsel dilin kuvvetli olması<br />

seyircide o filme gitme isteği<br />

uyandırır. Çok büyük görsellerden<br />

ya da her yerinden<br />

bir şey çıkan afişlerden bahsetmiyorum. Sade<br />

ve anlaşılır bir dile sahip, mesajı seyirciye direkt<br />

anlatan afişler her zaman kazanıyor! Oyuncuların<br />

düzeni, tipografisi ve kullanılan görsel öğeler işin<br />

kaderini belirliyor.Ve böylece iyi bir afiş çıkıyor.<br />

Afişin en önemli etkisi çok fazla kişi olmaksızın<br />

konuyu net seyirciye geçirmek bana gore çok<br />

dolu afişler hem akılda kalmıyor, hem de iyi olmuyor.


ALTIN MADALYANIN<br />

SEYRETTİRDİKLERİ<br />

Kadın güreşte Yasemin Adar Türkiye’ye ilk altın<br />

madalyayı kazandırınca geçen ay vizyona giren<br />

Dangal filmi aklımıza geldi tabii... Biz de olimpiyat<br />

filmlerini bir hatırlayalım dedik...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Yasemin Adar kadın<br />

güreşte ülkemize ilk altın<br />

madalyayı kazandırdı.<br />

Geçen ay da aynı bu<br />

konuyu işleyen Dangal<br />

filmini seyretmiştik.<br />

Bu sebeple olimpiyat<br />

filmleri dosyası yapmak<br />

elzem oldu. Listeye<br />

baktığımızda seçtiğimiz filmlerin neredeyse<br />

hepsi biyografik yapımlar. Yani gerçek hayat<br />

hikayelerinden uyarlanan filmler. Bu tür filmlerin<br />

seyri kadar insana kazandırdığı mücadeleci<br />

ruh da önemli. Hem insanın ruhunun<br />

en ince duygularını, olimpiyat ruhunu hem<br />

de başarı için insanların özverisini seyretmek<br />

bir ders niteliğinde. İyi seyirler...<br />

Dangal, 2016<br />

Gerçek bir hayat öyküsünden uyarlanan<br />

Dangal filminde Hindistan’a ilk altın<br />

madalyayı kazandıran kız kardeşlerin hikayesi<br />

anlatılıyor. 2010 Olimpiyatlarına<br />

Hindistan’ı temsilen ülkenin ilk kadın<br />

güreşçisi, 22 yaşındaki Geeta Phogat katıldı.<br />

Hiç profesyonel güreş eğitimi almamış olan<br />

Geeta’yı kendisi de güreşçi olan babası<br />

yetiştirmişti. Geeta, Hindistan’a güreş<br />

dalında altın madalya getiren ilk sporcu<br />

olmayı başararak tarihe geçti. Bir sonraki<br />

Olimpiyat oyunlarında ise kız kardeşi Babita


Kumari ülkeye bir altın madalya daha<br />

kazandırdı.<br />

Ateş Arabaları (Chariots of Fire, 1981)<br />

Harold Abrahams ve Eric Liddell atlettir.<br />

Biri Yahudi öbürüyse Hıristiyan’dır. Biri<br />

Tanrının yaptıkları her işte bir şekilde<br />

varolduğunu düşünmektedir, diğeriyse<br />

spora olan tutkusunu kendini aşmak için<br />

bir mücadeleye dönüştürmüştür. İkisinin<br />

de amacı tektir, 1924 Olimpiyatları’na<br />

katılmak ve kazananlarla birlikte podyuma<br />

çıkabilmek. Filmin müziği unutulmazlar<br />

arasına girmiştir...<br />

Kartal Eddie (Eddie The Eagle, 2016)<br />

Film, İngiltere tarihindeki en ünlü kayak<br />

atlamacı Michael Edwards nam-ı değer<br />

Eddie the Eagle’ ın ilham verici üstün<br />

başarısını konu ediniyor. Eddie kayakla<br />

atlamaya başlamadan önce bir çok<br />

spor dalında şansını dener. 1984 Kış<br />

Olimpiyatları’nda İngiliz takımına giremez<br />

ve dalını kayakla atlama olarak değiştirir.<br />

Film aynı zamanda Edwars’ın sıra dışı<br />

ihtimaller ve mücadeleler karşısındaki<br />

insani ruhunu ve direncini anlatır.<br />

Münih (Munich, 2005)<br />

Olimpiyatlar, 1972 yılında Münih’te<br />

başlamıştır. Başarı, ve barışın hakim<br />

olduğu ortama bir anda bir haber bomba<br />

etkisi yaratarak düşüyor. Bir grup Filistinli<br />

terörist, İsrailli atletlerin bulunduğu<br />

yatakhaneyi basarak iki sporcuyu öldürüp<br />

dokuz kişiyi de rehin almıştır. İstedikleri<br />

ise rehinelerle birlikte Münih Havaalanı’na<br />

ulaşabilmektir. Hükümet rehine kurtarma<br />

operasyonu başlatır. Birinin peşine Mossad<br />

ajanı düşer. Ortalık karmakarışıktır.<br />

Steven Spielberg, Münih ile tepkiler almış<br />

ve tartışmalar açmıştır.<br />

Rüzgarın Oğlu (Race, 2016)<br />

Stephen Hopkins’in yönetmenliğini<br />

yaptığı Joe Shrapnel ve Anna<br />

Waterhouse’un kaleme aldığı Race 1936<br />

yılında Berlin Olimpik Oyunları’nda 4<br />

adet altın madalya kazanan atlet Jesse<br />

Owens’ın hayatına odaklanıyor. Tarihin en<br />

iyi atleti olmak için çıktığı yolda efsanevi


ir yıldız olan ve 1936<br />

Olimpiyatları’nda Adolf Hitler’in Ari<br />

üstünlüğü görüşüne karşı mücadele<br />

ederek dünya sahnesine çıkan Jesse<br />

Owens’ın gerçek ve etkileyici hikayesine<br />

tanık oluyoruz.<br />

Üşütük Popolar (Cool Runnings,<br />

1993)<br />

Jamaika’nın ilk kızak takımının gerçek<br />

öyküsünü anlatan Cool Running<br />

olimpiyat ruhunu en eğlenceli ve iyi<br />

anlatan filmlerden. Türkiye’de çok<br />

kaba bir isimle vizyona giren film dikkate<br />

alınmadı. Ama içinde barındırdığı<br />

duygular şans eseri filme gidenleri<br />

yakaladı. Mutlaka seyredin.<br />

Limitsiz (Without Limits, 1998)<br />

Film olimpiyat koşucusu Steve<br />

Prefontaine’in hayatını anlatıyor. Ünlü<br />

sporcu Prefontaine’in çocukluğundan<br />

başlayan filmde Oregon’da geçen<br />

çocukluğu, Oregon Üniversitesi’nde<br />

geçirdiği zamanlar ve orada tanıştığı<br />

efsanevi koç Bill Bowerman’la<br />

çalışmaları işleniyor. Ünlü sporcunun<br />

olimpiyat kariyerini de işleyen film<br />

Prefontaine’in 24 yaşında bir araba<br />

kazasında hayatını kaybedene kadar<br />

hayatını adım adım gözler önüne seriyor.<br />

Foxcatcher Takımı (Foxcatcher, 2014)<br />

Altın Madalya sahibi genç güreşçi<br />

Mark Schultz, 1988 Seul Olimpiyatları<br />

için bir ekip oluşturmak için zengin<br />

varis olan John du Pont tarafından<br />

son derece ihtişamlı olan Pont mülküne<br />

davet edilir. Shultz nihayet<br />

saygın kardeşi Dave’in kanatlarının<br />

altından sıyrılarak dışarı adım atabilmek<br />

umuduyla bu eşi bulunmaz<br />

fırsata gözü kapalı “evet” der. Gizli<br />

ihtiyaçları doğrultusunda aradığı<br />

motivasyonu elde eden du Pont,<br />

dünya standardında bir güreş takımını<br />

oluşturarak hem annesine hem de<br />

etrafındaki diğer insanlara kendisini<br />

kanıtlamayı hedefler.


Berlin ‘36, 2009<br />

Film, İkinci Dünya Savaşının adım<br />

adım yaklaştığı dönemde geçen gerçek<br />

bir yaşam öyküsünü ele alıyor.<br />

Yahudi asıllı Alman sporcu Gretel<br />

Bergmann’ın en büyük hayellerinden<br />

biri yüksek atlama şampiyonu<br />

olmaktır, azimli bir çalışma sürecinin<br />

ardından İngiltere’de düzenlenen<br />

yarışmada yüksek atlamada şampiyon<br />

olur. 1936’da Almanya’da düzenlenecek<br />

olan Olimpiyatlara hazırlanır.<br />

1936 Olimpiyatlarına ev sahipliği yapan<br />

Nazi Almanyası, Yahudi asıllı Alman<br />

sporcu olan Gretel Bergmann’ın<br />

önüne ne gibi engeller çıkaracaktır?<br />

Asteriks Olimpiyat Oyunları’nda (Astérix<br />

aux Jeux Olympiques, 2008)<br />

Bu serüvende genç, cesareti keskin<br />

bir Galyalı olan Alafolix aşka düşer.<br />

Gönlünü Yunan prensesi Irina’ya<br />

kaptırmıştır. Bu şartlar altında Irina’yı<br />

kazanmaya çalışmak ve olimpiyat<br />

oyunlarında başarı elde etmek için Asterix<br />

ve Hopdediks’ten destek alması<br />

gerekecektir. Hep birlikte Yunan<br />

Adaları’na gelirler. Mücadeleli günler<br />

ve meydan okumalarla dolu anlar<br />

dostlarımızı beklemektedir.


DOLUNAY<br />

Dolunay STAR TV’de<br />

yayınlanıyor ve izlenen<br />

yaz dizilerinden<br />

birisi olması sebebiyle<br />

sezonda da devam<br />

etme ihtimali var gibi<br />

duruyor.<br />

DOLUNAY: YİNE BİR<br />

KAÇMA KOVALAMA HİKÂYESİ<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

DİZİFUN<br />

Dolunay STAR TV’de yayınlanıyor ve izlenen<br />

yaz dizilerinden birisi olması sebebiyle sezonda<br />

da devam etme ihtimali var gibi duruyor.<br />

Yapımcılığını Yağmur Ünal’ın üstlendiği dizinin oyuncu<br />

kadrosunda Can Yaman (Ferit), Özge Gürel (Nazlı),<br />

Hakan Kurtaş (Deniz), Necip Nemili (Hakan), Öznur<br />

Serçeler (Fatoş), İlayda Akdoğan (Asuman), Alya<br />

(Türkü Turan), Alara Bozbey (Demet), Balamir Ermen<br />

(Engin), Berk Yaygın (Tarık) ve dizinin çocuk oyuncusu<br />

Alihan Türkdemir (Bulut) yer alıyor.<br />

Dolunay, başarılı, yakışıklı, karizmatik, soğukkanlı,<br />

ciddi ve fazla kuralcı iş adamı Ferit ve evine aşçı<br />

olarak işe aldığı güzel, enerjik, yetenekli, insan<br />

ilişkileri iyi Nazlı arasındaki aşk hikâyesi çevresinde<br />

ilerliyor olmakla birlikte, temel krizlerden bir diğeri<br />

de annesi ve babasını trafik kazasında kaybeden


Bulut’un velayetinin kimde kalacağı mevzusu.<br />

Bulut her ne kadar dayısı Ferit ile kalmak ve<br />

çok sevdiği Nazlı’ya daha yakın olmak istese de<br />

halası Demet ve eşi Hakan buna izin vermeyecek<br />

görünüyorlar. Demet, eski nişanlısı Ferit’e olan<br />

öfkesi ve bitmeyen ilgisinden, dizinin kötü adamı<br />

olan Hakan ise Bulut’a kalan şirket hisselerini ele<br />

geçirmek istediğinden Bulut’un velayetinin kendilerinde<br />

kalmasını istiyorlar. Kaldı ki Bulut’un anne<br />

ve babasının kaza yapıp ölmelerine de Hakan<br />

sebep oluyor. Evli, mutlu, huzurlu bir çift olarak<br />

göründükleri için, birazda oynadıkları oyunların<br />

etkisiyle Bulut’un velayetini geçicide olsa almayı<br />

başarıyorlar. Bulut’un mağduriyeti dizinin ana krizlerinden<br />

bir diğeri haline geliyor.<br />

Kaçma-Kovalama Klişesine Doyamadık…<br />

Yaz bitti !!! Bir yandan üzülüyorum diğer yandan<br />

da kaçma kovalama ekseninde formüle<br />

edilmiş aşk reçetesi sunan diziler dışında bir<br />

şeyler izleyebilecek olma ihtimalimize seviniyorum.<br />

Çünkü hali hazırda devam eden birçok<br />

dizide olduğu gibi Dolunay’da da kaçıp kovalamaya<br />

dayalı aşk oyunu oynanıyor. Karakterler<br />

birbirlerine âşık olsalar da, birlikte olmaları için<br />

görünür de büyük bir engel olmasa da bir türlü<br />

kavuşamıyorlar. Tıpkı Nazlı ve Ferit ilişkisinde<br />

olduğu gibi. Dizinin ilk başlarında önce kendilerine<br />

itiraf edemiyorlar birbirlerine olan ilgilerini. Sonra<br />

bir gece duygularını daha fazla bastıramıyorlar ve<br />

yakınlaşıyorlar. Ardından saçma sapan bir süreç<br />

başlıyor. Nazlı biraz kardeşi Asuman’ın oynadığı<br />

oyun, biraz da Ferit’in karakterinden korktuğu,<br />

yapamayacaklarını düşündüğü için kaçmayı seçiyor.<br />

Ferit ise bir şekilde onunla iletişim kurma, o<br />

geceyi konuşma çabası içerisinde. Eskiden filmler<br />

de ve sonrasında dizilerde sevenlerin kavuşması<br />

izleyicide katarsis yaratırdı, tekrar kriz çıksa da<br />

bu bir süre idare ederdi izleyiciyi. Ya da zenginfakir<br />

çatışması yüzünden imkânsız görünen<br />

aşklar toplumda var olan sınıflar arası çatışmayı<br />

referans gösterdiği için bu dram meşrulaştırılırdı.<br />

Şimdilerde ise kimse kavuşamıyor. Kavuşmayı<br />

bırakın neden olmadığını konuşamıyorlar. Eeee<br />

ayrılamıyorlar da. Böyle aşktan mutlu olan etekleri<br />

zil çalan da yok. Senaristlere sesleniyorum arada<br />

mutlu hikâyelere de ihtiyacımız var. Kaldı ki aşk<br />

ilişkilerini bu şekilde reçete etmek neden?<br />

Aşk Girdapları: Kuralcı Ferit mi? Romantik Deniz<br />

mi? Şimdi biraz kafamız karışsın. Dolunay’da<br />

Nazlı Ferit’ aşık, Ferit Nazlı’ya ama birlikte<br />

olamıyorlar şimdilik. Ferit’in eski nişanlısı<br />

Demet ise evli olmasına rağmen tekrar Ferit<br />

ile olma arzusunda. Deniz Nazlı’ya âşık, Alya<br />

Deniz’e. Deniz çok sevdiği Ferit’in duygularının<br />

farkında olsa da Nazlı’nın aşkı için savaşacak<br />

gibi duruyor. Tarık Fatoş’a âşık, Fatoş ise<br />

Engin’e. Engin de Fatoş’u seviyor ama kendisine<br />

yalan söylediği için onu affedip ilişki<br />

yaşayamıyor. Yani bir nokta da herkes âşık<br />

ama kimse birlikte ve mutlu değil. Aşk girdabı<br />

dolu film. Bu durum izleyicilerin taraflarını seçip<br />

sosyal medya üzerinden sürekli fikir beyan<br />

etmelerine neden oluyor. Belirsizlik sıkmakla<br />

birlikte bir yandan da şimdilik izleyicinin ilgisi bu<br />

yolla canlı tutuluyor. Dizi yeni sezona devam<br />

eder mi bilinmez. Ama Nazlı karakteri sayesinde<br />

bir grup izleyicide aşçı şef olma fikri ve<br />

Japon kültürüne ilgi oluşacağı şüphesiz. Bu da<br />

dizilerin genç yaştaki izleyicilerin meslek seçimine<br />

etkisi ☺


TV KOCA BİR ÜÇÜNCÜ<br />

BÜLTENİNE DÖNDÜ<br />

Aylardır yasaklandı<br />

yasaklanıyor<br />

derken evlilik<br />

programları için<br />

nihai karar verildi.<br />

RTÜK’ün kanallarla<br />

yaptığı toplantılar<br />

sonrası evlilik<br />

programları tarih<br />

oldu.<br />

GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

TVMANIA<br />

Aylardır yasaklandı yasaklanıyor derken<br />

evlilik programları için nihai karar verildi.<br />

RTÜK’ün kanallarla yaptığı toplantılar<br />

sonrası evlilik programları tarih oldu.<br />

Evlilik Programından Dizi Çıktı!<br />

Yapımcılar ve kanallar da düzenlemeler sonucu<br />

ister istemez kendilerine yan yollar<br />

arıyorlar, arayacaklar. TV8, Kısmetse Olur<br />

programının yarışmacılarını bir araya getirdiği<br />

Gençlik Başımda Duman dizisini hayata geçirmeye<br />

hazırlanıyor, Show TV’nin Evleneceksen<br />

Gel programının kavgalarıyla ünlü çifti<br />

Solmaz ve Kaan’ın başrolü paylaştığı Aşk-ı<br />

Roman ise aynı kanalda çoktan yayına girdi<br />

bile. Ne değişti? “Yaşananlar senaryo, bu da<br />

dizi” şeklinde bir meşruiyet kazandırılarak<br />

evlendirme programlarının ekran yüzlerinin<br />

maceralarına devam ediliyor. İşlerin kalitesi<br />

tartışılır, ancak izleyicisi var mı? Var… Ekran<br />

ticari bir mecra mı evet, o halde ne yapımcıyı<br />

ne de kanalı yargılayamıyorum kusura<br />

bakmayın.<br />

Mayıs ayında <strong>Cinedergi</strong> için yazdığım yazıda<br />

şu cümleleri kullanmıştım: “Yayından kaldırılan<br />

programlar ile ilgili haberleri okurken aklıma o<br />

meşhur ve trajik Türk filminin “Ahlaksızlığı yayma<br />

cemiyeti” sahneleri geldi. Durum bence bu kadar<br />

trajik… Zira yasaklamak çözüm değildir, TV aynadır.<br />

Rahatsızlık duyulan her neyse bu şekilde yasaklarla<br />

yok edilemeyecek ancak halı altına süpürülecektir. Bu<br />

olmasa ekrana başka versiyonda bu tür programlar<br />

muhakkak çıkaracaktır.”<br />

Evlilik Programları Bitti, Dedektiflik Programları Başladı<br />

Öyle de oldu. Kanalların tutunduğu bir diğer format da<br />

alışık olduğumuz konseptten seçildi. Yıllardır Müge<br />

Anlı’nın başarıyla sürdürdüğü format kopyalanarak<br />

kanalların yayın akışına adeta yapıştırıldı. TV8’in<br />

yaz ekranında benzer formda iki program başladı.<br />

Yaşamdan Hikayeler ve Gerçeğin Peşinde. Dedektifçilik<br />

oynanan programlardan özellikle Gerçeğin<br />

Peşinde’nin dekoru bile Müge Anlı ile Tatlı Sert’in


SAYFA HABERLERİ<br />

neredeyse kopyası. Kanal D “Gel Barışalım”<br />

adıyla başlattığı programın formatını düzenleyerek<br />

dedektiflik programlarına çevirdi, Asuman<br />

Dabak da üçüncü sayfaya konu olan programları,<br />

“yaşamdan trajedileri” ekrana taşıyan bir diğer<br />

isim oldu. Beklendiği üzere Fox’a geçen Seda<br />

Akgül de benzer yapıda bir programla ekrana gelmeye<br />

hazırlanıyor. Gündüz programlarını tek cümleyle<br />

özetleyecek olursak ekran koca bir üçüncü<br />

sayfa haber bültenine döndü.<br />

Şimdi Daha mı Ahlaklı Olacağız?<br />

Cinayet, taciz, dolandırıcılık haberlerinin<br />

incelendiği ve aydınlatılmaya çalışıldığı bu formatlar<br />

ister istemez akla aynı soruyu getiriyor. “Şimdi<br />

daha mı ahlaklı olacağız?” Elbette hayır. Öncelikle<br />

reality mantığındaki bu programların ekranda<br />

olmasına karşı değilim, evlilik programlarına da<br />

karşı olmadığım gibi… Yayınların “ahlak” gibi<br />

göreli ölçülerle eleştirilmesi, cezalandırılması<br />

ve yasaklanmasının tartışılması gerektiğine<br />

inanıyorum. Yasaklayan mantıktan bakarsak<br />

zaten bu programların halı altına süpürülen nice<br />

“ahlaksızlığı” su yüzüne çıkaracağına şüphe<br />

yok. Ne olacak peki? Aile içinde tacize uğrayan<br />

çocukları konuşunca, cinayetleri kimin işlediğini<br />

gündüz yayınında tartışınca evlendirme<br />

programlarından daha mı iyi örnekler çıkacak<br />

karşımıza? Elbette bu programlara da düzenlemeler<br />

gelecek, o zamana kadar da yeni formatlar<br />

düşünülecek, anlayacağınız “ahlakımız<br />

bozuluyor” paranoyası ekran için kısır döngüden<br />

başka bir şey değil.


Peki Bu Düğümün Bir Çözümü Yok mu?<br />

Herkesin izlemediğini iddia ettiği, herkesin<br />

izlediği, elitist yorumcuların rahatsızlıklarını<br />

dile getirdiği, muhafazakarların ahlaksız ilan<br />

ettiği ve neticede yasaklanan TV ürünleri<br />

form değiştirecek var olmaya devam edecek.<br />

Düğümün çözümü reyting ölçümlerini<br />

değiştirmek. AB grubunun etkisini panelde<br />

artırmak, eğitimin örneklem seçimine etkisini<br />

yükseltmek. Ancak bu da eskisinden çok daha<br />

zor, zira sermayenin el değiştirmesi ile satın<br />

alma gücüne sahip olanların eğitim düzeyleri,<br />

tüketim alışkanlıkları geçmişe göre bir hayli<br />

değişti. Bugün yapılan düzenlemeler toplumun<br />

beğenisini beğenmemekten öte değil, o zaman<br />

dönüp neden izleyicilerin bu programları tercih<br />

ettiğine bakmak, sosyal politikaları gözden<br />

geçirmek lazım. Medya okuryazarlığı kursu açan<br />

belediyeler olsun mesela, her gün ekrandaki<br />

travmaları izleyip kendi haline şükretmesi beklenen<br />

izleyiciye meslek kazandırılsın, okullarda<br />

yorum ve analiz kabiliyetini artıracak felsefe,<br />

mantık dersleri verilsin. Ev kadınlarını da işsiz<br />

oranına katmaya ne dersiniz? Yeni işsizlik<br />

politikalarını kadın istihdamı üzerinden yeniden<br />

düzenlemeye başlamanın tam sırasıdır belki<br />

de… Ha! Bunları yapmak zor mu zor, bahsettiklerim<br />

imkansızdan öteye geçiyor mu, geçemiyor.<br />

Okur olarak siz bile burun kıvırıyorsunuz<br />

bu satırlara eminim. Sonuç? Hiçbir şey<br />

değişmeyecek sayın izleyici, dün evlenenler<br />

bugün boşanacak, yarın barışacak, sonraki<br />

gün dedektiflik programında eşlerini arayacak…<br />

İzleyicinin bu seçimlerine neden olan<br />

ne görülmeyecek. Sosyal politikalar asosyal<br />

olmaya devam edecek, cezalar kesilecek, yeni<br />

yeni denemelerle ekranda “yalancıktan diziler”,<br />

“çakma dedektifçilikler” var olmayı sürdürecek.<br />

Ahlakımız? Ben başa dönüp “kime göre ahlak”ı<br />

sorgulamayı seçiyorum, ki bu mevzular baya<br />

can sıkıcı. İyisi mi, iyi seyirler.


EPISODE<br />

GÖRSEL ŞÖL<br />

GAME OF THRONES SEZON 7 7<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

Bütün dünyanın konuştuğu,<br />

reyting rekorları kıran ve<br />

spoiler yüzünden nice<br />

kavgaların yaşandığı Game of<br />

Thrones’un bir sezonu daha geride<br />

kaldı. Bölüm sayısı olarak az olan<br />

ama dakika bazında diğer sezonlardan<br />

aşağı kalmayan sezon 7,<br />

artık kışın geldiği ve yavaş yavaş<br />

sona yaklaştığımız bir sezon oldu.<br />

Yazının bundan sonraki bölümü<br />

fazlasıyla spoiler içermekte olup, 8.<br />

Sezonla ilgili de bazı teorilere yer<br />

vermektedir. O sebeple izlemeyen<br />

okuyucuların uzak durmasında<br />

fayda var.<br />

Uyarımızdan sonra devam edelim.<br />

Geçtiğimiz sezon ( 6 ) özellikle<br />

teknik açıdan zirve yapan ve çok<br />

önemli olayları geçmişle bağlayan<br />

dizi, belki de bugüne kadarki en iyi<br />

sezona imza atmıştı. Özellikle son<br />

iki bölümde ekranlara yansıyan<br />

savaş ve katliam sahneleri üst<br />

düzey kotarılmış, hatta birçok<br />

açıdan Hollywood’un tarihi filmlerinin<br />

bazılarını geride bırakacak<br />

kadar etkili olmuştu. Son sezon<br />

bu anlamda görevini yerine getirdi<br />

diyebiliriz. Özellikle geçiş planları,<br />

kadrajlar ve sinematografik güzellikler<br />

tekrar tekrar izlenesi bir


EN ZAYIF SENARYO<br />

tat verdi. Zaten bu anlamda diziden<br />

yayınlanan kamera arkası<br />

görüntüleri de işin nasıl bir ivme<br />

kazandığını gözler önüne serdi.<br />

Seyircilerin reaksiyonları da savaş<br />

yaşanan bölümlerde daha da yüksekten<br />

duyuldu. Buraya kadar son<br />

sezon için sıkıntı yok ama senaryo<br />

biraz hayal kırıklığı oldu diyebilirim.<br />

Öncelikle George R.R.Martin’in<br />

izlediğimiz ve izleyeceğimiz sezonlara<br />

denk gelen hikayeyi hala<br />

yazdığını ve sadece tüyo vererek<br />

yetindiğini belirtelim. Martin’in bu<br />

uzaklaşması dizi senaristlerine<br />

işin büyük bölümünü bırakmış<br />

oldu. Hal böyle olunca da önemli<br />

manevralarda kurulan matematikler<br />

son derece basit ve kendi<br />

içinde bile tutarsız bir hal aldı.<br />

Mesela, bir Ak Gezen yakalanıp<br />

Cersei’ye delil olarak kullanılma<br />

hikayesi başlı başına üçüncü sınıf<br />

bir olay örgüsü. Böyle bir riske<br />

girmek, Cersei’ye güvenmek ve<br />

ejderhaları başta kullanmamak…<br />

Yani neresinden bakarsak bakalım<br />

tutarsızlık ve başarısız bir entrika<br />

yaratma çabası. Sadece bu da<br />

değil. Diyaloglar da bu sezon ülkemizdeki<br />

dizilerde alışık olduğumuz<br />

düzeyde ajitasyon ve kalitesizlik<br />

içeriyordu. Velhasıl biçim olarak<br />

dizi külliyatına sağlam bir yerden<br />

girecek ama içerik olarak serinin<br />

en zayıfı diyebileceğimiz bir sezon<br />

oldu. Bakalım final sezonu,<br />

bu eleştirilerin de ışığında nasıl<br />

gerçekleşecek?<br />

Peki Neler Yaşandı ve Yaşanabilir?<br />

7. sezon sonunda beklenen kış ve<br />

Ak Gezenler geldi. Geldikleri gibi<br />

ortalık karıştı, duvar yıkıldı, mert-


mertlik bozuldu. Hatta bir<br />

ejderhayı da saflarına kattılar.<br />

Serçe Parmak denen illet karakterden<br />

sonunda kurtulduk ve<br />

artık kardeşlerin arasını bozacak<br />

bir iki yüzlü yok. Jon Snow ve<br />

Khaleesi’nin merakla beklenen<br />

birlikteliği, aşkı ve hatta<br />

sevişmeleri de arz-ı endam eyledi.<br />

Herkes artık rahata ermiştir. Jon<br />

Snow’un kim olduğu da ismine<br />

kadar açıklandı ve tahtın esas<br />

varisinin de o olduğunu öğrenmiş<br />

olduk. Frey ve Tyrell haneleri<br />

de bu arada tamamen yok oldu.<br />

Bunlar yaşanırken Cersei tekrar<br />

hamile kaldı ama Jamie verdiği<br />

sözü tutmak için kuzeye hareket<br />

etti. Ufak tefek bir sürü gelişme<br />

daha oldu ama artık mesele tamamen<br />

iyiler, kötüler ve nasıl bir<br />

savaş olacağı merakına doğru iyice<br />

daraldı. Görüp görebileceğimiz<br />

en büyük savaş son sezon<br />

sanırım bizi ekranlara kilitleyecek<br />

ve belki de herkes yok olacak.<br />

Ak Gezenler duvarı yıktı geliyor,<br />

Jon Snow ve Khaleesi<br />

önderliğinde Kuzey büyük bir<br />

savaşa hazırlanıyor. Yaşayan<br />

Stark’lar bir arada olacak ve<br />

Jamie ile Tyrion da bu saflarda<br />

yer alacak. Yani bir nevi dizide<br />

sevdiğimiz bütün karakterler<br />

artık bir arada ve tamamen aynı<br />

tarafta. Karşı da ise Ak Gezenler<br />

ve ne yapacağı belli olmayan<br />

Cersei var. Bir de ona yardım<br />

eden Greyjoy’ların kötü adamı<br />

Euron. Teoriler ise şimdiden<br />

konuşulmaya başladı.<br />

Teoriler<br />

Bir teoriye göre Samwell Tarly ve<br />

Brandon Stark okuma ve geçmişe<br />

gitme becerilerini bir araya getirecek<br />

ve Gece Kralıİ’nı alt etmenin<br />

yolunu bulacaklar. Jon Snow’a


kim olduğunu açıklayan ikili<br />

savaşı da sonsuza kadar bitirecek<br />

formülü öğrenip noktayı koyacaklar.<br />

Tabii iyi olan başka teori de<br />

Kuzey’in müthiş bir çarpışmayla<br />

sonu getirecek olması. Bu meyanda<br />

da kötülerin hepsinin ortadan<br />

kalkması.<br />

Kötü olan teorilerden biriyse<br />

Jon’un Khaleesi’yi feda edip<br />

Azor Ahai olması. Böylece efsane<br />

Lightbringer kılıcı da Jon’un<br />

olacak ve Ak Gezenler’in sonunu<br />

getirecek. Tam da burada Jon<br />

ve Dany üzerinden başka bir<br />

teoriye geçelim. Bir ejderha feda<br />

eden Dany, bunun karşılığında<br />

bir bebek sahibi olabilecek ve bu<br />

Jon’dan olacak. Bu sonuçta da<br />

artık hükmetme konusunda sıkıntı<br />

çekilmeyecek. Bu iki teori de “buz<br />

ve ateşin şarkısı” göndermeleri<br />

üzerine kuruluyor. Buz ve ateş<br />

olan ikiliden yeni bir prens ortaya<br />

çıkacak. Bu, ya Azor Ahai olacak<br />

ya da yeni doğan bir bebek.<br />

Son teorilerden biri de küçük<br />

kardeş kehaneti. Cersei’nin gerçekten<br />

küçük kardeşi olan Tyrion<br />

ya da yaşça küçük kardeşi olan<br />

Jamie ikilisinden biri tarafından<br />

öldürülmesi. Hal böyle olunca<br />

büyük bir düşman ve kaba tabirle<br />

ayak bağı ortadan kalkacak. İyiler<br />

ve Ak Gezenler baş başa kalacak.<br />

Her şeyin sonunda ise ya Ak<br />

Gezenler kazanacak bizim<br />

kahramanları silip süpürecek ya<br />

da iyiler kazanıp kendi aralarında<br />

çarpışacak ve burada Cersei’nin<br />

pek şansı olmayacak. 2018 ya<br />

da 2019! 8. sezon ne zaman<br />

yayınlanacak bilinmiyor ama en<br />

iyi sezon olma potansiyeli bile<br />

var. Tabii bu sezonki kötü senaryo<br />

tuzağına düşmezlerse…

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!