Cinedergi 106
Binder106
Binder106
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
CINEVİZYON<br />
1 EYLÜL<br />
Siccin 4<br />
Deli Dumrul<br />
Bekar Bekir<br />
Yedinci Hayat / What Happened to Monday<br />
İçerdeki Şeytan / Inside<br />
İlk Kurşun / First Kill<br />
Annem Hakkında Her Şey / Todo Sobre Mi Madre<br />
Inhumans<br />
8 EYLÜL<br />
Karabasan / Dead Awake<br />
Yarım Kalan<br />
Tutku Oyunu / L’amant double<br />
Ejderin Doğuşu / Birth of the Dragon<br />
Emoji Filmi / The Emoji Movie<br />
Cenaze İşleri<br />
Barry Seal: Kaçakçı / American Made<br />
15 EYLÜL<br />
Benzersiz<br />
Ver Kaç<br />
Örümcek<br />
The History of Love<br />
Kocaayak ve Oğlu / The Son of Bigfoot<br />
AlexCamera10<br />
Korkacak Bi’Şey Yok<br />
Suikastçı / American Assassin<br />
O / It<br />
22 EYLÜL<br />
Tarla<br />
İz / Pokot<br />
Kapıdaki Sır<br />
Kaçış Odası / Escape Room<br />
Ay Lav Yu Tuu<br />
Atçalı Kel Mehmet<br />
Kingsman: Altın Çember / Kingsman: The Golden<br />
Circle<br />
29 EYLÜL<br />
Suspiria<br />
Firardayız<br />
Kurtlar Vadisi Vatan<br />
Damat Koğuşu<br />
Anne! / mother!<br />
Benim Varoş Hikayem / My Suburban<br />
Lego Ninjago Filmi / The Lego Ninjago Movie
İÇİNDEKİLER<br />
26<br />
dosya<br />
YENİDEN ÇEKİM FURYASI<br />
Egemen yeniden çekim filmlerin artık<br />
limon tadı verdiğini söylüyor.<br />
52<br />
22<br />
SEDA KEMENT<br />
RÖPORTAJ<br />
GÖKHAN KESKİN<br />
Atçalı filminin genç oyuncusu<br />
Gökhan Keskin ile konuştuk...<br />
32<br />
SİNEMADA DERS ZİLİ<br />
Eylül ayında okullar açılıyor, Sınıflara kameria<br />
çeviren filmleri topladık<br />
40 KURTLAR VADİSİ<br />
Polat Kurtlar Vadisi Vatan’ın yönetmeni<br />
Serdar Akar’ı odağına aldı.<br />
46 HUSTON WE HAVE P.<br />
Slovenya’nın Oscar aday adayı filmi Huston<br />
We Have Problem’ı konu edindik..<br />
56 SONBAHAR FİLMLERİ<br />
Gizem sonbahara adım attığımız bu<br />
günlerde başucu filmlerini listeledi..<br />
70 ÇEK BİR ANİMASYON<br />
Çek bir animasyon acılısından olsun.<br />
Büyükler için animasyon listesi.<br />
76 OLİMPİYAT FİLMLERİ<br />
Kadın güreşinde aldığımız ilk altın<br />
madalyanın düşündürdükleri.<br />
74<br />
GALİP AKSULAR<br />
İzleyiciyi ilk önce afişle yakalarsınız diyen<br />
genç sanatçı Galip Aksular bizlerle.
ÖZEL KÖŞE<br />
36 SUSMAYAN KÖŞE<br />
Türk sinemasının çöküşü festivallerden<br />
belli.<br />
59<br />
68<br />
Adam gibi belgesel izlemeyi özledik.<br />
Semra Güzel açtı ağzını yumdu gözünü<br />
80<br />
82<br />
BELGESELCİ<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Fırat, Hakan Berber ile konuştu.<br />
Kısa film malzeme oldu.<br />
DİZİDERGİ<br />
DİZİFUN<br />
Nergiz Dolunay’ı odağına aldı,<br />
eleştirisini yaptı.<br />
DİZİMANİA<br />
Gizem Merve evlilik programlarının<br />
nasıl diziye dönüştüğünü yazdı.<br />
86<br />
EPİSODE<br />
Onur, bu sayılık Şenay’dan rol çaldı.<br />
Game of Thrones’u yazdı.<br />
BU AY 38 FİLM<br />
VİZYONA GİRİYOR,<br />
15’İ YERLİ...<br />
EDITO<br />
Bu ay 38 film vizyon alacak, bunların<br />
15’i Türk filmi. Almanya’da veya<br />
Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde<br />
böyle bir oran varmıdır? Sinemamız o kadar<br />
iyi durumdaki her ay 15-20 film vizyon alıyor.<br />
Bu aslında hiç de iyi bir belirti değil. Türk<br />
sineması 1973’te çöküntüye uğradı. O yıl<br />
rekor film çekilmişti. Zayıf temeline rağmen<br />
bu kadar büyük bir bina yapmaya kalkarsanız<br />
eninde sonunda yıkım olur. Türk sineması<br />
şu an aslında çöktü. Bu filmler çekiliyor ama<br />
gişeleri yerde. Üstelik şu son vizyona giren<br />
filmlerin hiç biri de bağımsız yapım değil.<br />
Gişe filmi etiketiyle izleyici önüne çıkacaklar.<br />
Sanat desen yok, gişen desen hiç yok. Göreceksiniz<br />
vizyona giren filmlerin yüzde<br />
sekseni zarar edecek. Bağımsız sinema<br />
deseniz, zaten kendi kendini yedi bitirdi. Artık<br />
festivaller bile kalitesizlik ve vizyonsuzluk<br />
yüzünden ulusal sinema yarışmalarını bitiriyorlar.<br />
Yeşilçam’ın gölgesi halkla sinemanın<br />
ilişkilerinin sürmesine devam ediyordu.<br />
Ama o da çöktü. Şu an sinemamızın 70’lerdeki<br />
çöküşü yaşamamasının tek sebebi<br />
var o da devletin yaptığı yardım. Tabii bir de<br />
sürekli eleştirilen Recep İvedik gibi filmlerin<br />
gişesinden aktarılan<br />
meblağlar.
PEK YAKINDA<br />
BLADE RUNNER 2049<br />
Yönetmen: Denis Villeneuve<br />
Oyuncular: Ryan Gosling, Harrison Ford, Ana de Armas<br />
Konu: Başrollerinde Ryan Gosling ve Rick Deckard rolünde Harrison Ford’un<br />
boy göstereceği filmin kadrosunda kilit bir rol için Oscar ödüllü oyuncu Jared<br />
Leto da yer alıyor. Büyük yankı uyandıran 1982 yapımı Bıçak Sırtı filminin uzun<br />
zamandır beklenen devam halkası olan Blade Runner 2 bir kez daha Philip K.<br />
Dick’in romanından beyazperdeye uyarlanacak. Kadrosunda Robin Wright,<br />
Ana de Armas, Carla Juri, Mackenzie Davis, Barkhad Abdi, David Dastmalchian,<br />
Hiam Abbass, Lennie James ve Dave Bautista’yı bulunduran devam<br />
halkasının yönetmenliğini Denis Villeneuve üstleniyor. Filmin senaryosunda<br />
ise Hampton Fancher ve Michael Green imzası var.
Yönetmen: Martin Campbell<br />
Oyuncular: Jackie Chan,<br />
Pierce Brosnan, Katie Leung<br />
Konu: Stephen Leather’in<br />
1992yılındaki “The Chinaman”<br />
romanından, David<br />
Marconi senaryoya dökmesi<br />
üzerine Martin Campbell<br />
yönetmiş olduğu bu filmde,<br />
Çin restoranı işleten, eski<br />
bir bomba uzmanı (Jackie<br />
Chan) mütevazi hayatını<br />
sürdürürken, Bir bombalanma<br />
sırasında kızını kaybeder..<br />
Bunun üzerine bombalamayı<br />
yapan İrlandalı teröristlerden<br />
kızının intikamını almak<br />
için acımasız olmaya karar<br />
vermiştir<br />
THE FOREIGNER<br />
MUTLU SON<br />
Yönetmen: Michael<br />
Haneke<br />
Oyuncular: Isabelle<br />
Huppert, Jean-Louis<br />
Trintignant, Mathieu<br />
Kassovitz<br />
Konu: Avrupa<br />
mülteci krizininin<br />
gölgesinde<br />
geçen, Calais’de<br />
yaşayan bir ailenin<br />
dramını anlatıyor.<br />
Filmin yönetmen<br />
koltuğunda usta<br />
yönetmen Michael<br />
Haneke yer alırken<br />
başrollerinde ise Isabelle<br />
Huppert, Toby<br />
Jones ve Mathieu<br />
Kassovitz yer alıyor.<br />
Filmin senaryosunu<br />
da Haneke kaleme<br />
aldı.<br />
FANTASTIC<br />
JOURNEY TO<br />
OZ<br />
Yönetmen: Vladimir<br />
Toropchin, Fyodor<br />
Dmitriev<br />
Oyuncular: Konstantin<br />
Khabenskiy,<br />
Yekaterina<br />
Gorokhovskaya,<br />
Dmitriy Dyuzhev<br />
Konu: Kurnaz ve<br />
kötü Urfin, Magic<br />
Land’in hükümdarı<br />
olmak ister. Urfin,<br />
ahşap askerlerden<br />
oluşan bir ordu ile<br />
birlikte Emerald<br />
City’i ele geçirir ve<br />
ona Urfinville adını<br />
verir. Urfin, zaferini<br />
kutlamak için<br />
hazırlandığı sırada,<br />
sıradan bir kız<br />
olan Dorothy, tam<br />
zamanında Magic<br />
Land’a gelir ve tüm<br />
planlar bozulur.
PEK YAKINDA<br />
MANYETIK FIRTINA<br />
Yönetmen: Dean Devlin, Danny Cannon<br />
Oyuncular: Gerard Butler, Abbie Cornish, Jim Sturgess, Alexandra Maria<br />
Lara, Andy Garcia<br />
Konu: Sürekli değişen sıcak ve soğuk hava çeşitliliği artık Dünya’ya<br />
olduğundan daha fazla zarar vermeye başlamıştır. Gelişen teknoloji sayesinde<br />
insanlar Geoengineering teknoloji sistemini kullanarak Dünya’yı koruma altına<br />
almıştır. Fakat bu gelişmiş ve ileri teknoloji yöntemi Dünya çapını en fazla 2<br />
sene boyunca ayakta tutabilmiş, koruyabilmiştir. Bu cihaz bir anda sebebi<br />
bilinmedik bir şekilde arızalanır.Çok geçmeden herkes durumu fark eder, asıl<br />
amaç Dünya’ya zarar vermek değil ülkenin Başkanına suikast kurmaktır.
Yönetmen: Christopher Landon<br />
Oyuncular: Jessica Rothe, Israel<br />
Broussard, Charles Aitken<br />
ÖLÜM GÜNÜN<br />
KUTLU OLSUN<br />
Konu: Sıradan bir hayat<br />
yaşayan üniversite öğrencisi<br />
Tree’nin hayatı, maskeli bir<br />
katil tarafından şaşırtıcı bir<br />
şekilde değişir. Katil tarafından<br />
korkunç bir şekilde öldürülen<br />
Tree, mucizevi bir şekilde hiç<br />
yaşanmamış gibi aynı günün<br />
sabahına uyanır. Öldürüldüğü<br />
günün tüm detaylarını ve<br />
korkunç sonununu tekrar<br />
tekrar yaşamaya başlar. Ta<br />
ki katillinin kimliğini ortaya<br />
çıkarana kadar.<br />
SOYGUN<br />
Yönetmen: Ben<br />
Safdie, Joshua<br />
Safdie<br />
Oyuncular: Robert<br />
Pattinson, Ben<br />
Safdie, Jennifer<br />
Jason Leigh<br />
Konu: Bir banka<br />
soyguncusu kendisini<br />
arayanlardan<br />
kaçamaz... Ben<br />
Safdie ile Joshua<br />
Safdie’nin yönettiği<br />
filmin senaryosunu<br />
Ronald Bronstein<br />
ile Joshua Safdie<br />
kaleme aldı. Filmin<br />
oyuncu kadrosunda<br />
ise Robert Pattinson,<br />
Jennifer Jason<br />
Leigh ve Barkhad<br />
Abdi yer alıyor.<br />
TESTERE:<br />
JIGSAW<br />
EFSANESi<br />
Yönetmen: VMichael<br />
Spierig, Peter<br />
Spierig<br />
Oyuncular: Tobin<br />
Bell, Mandela Van<br />
Peebles, Laura<br />
Vandervoort<br />
Konu: Michael ve<br />
Peter Spierig’in<br />
yönettiği ve Josh<br />
Stolberg ve Pete<br />
Goldfinger’ın yazdığı<br />
filmin başrolünde<br />
bu rol ile tanınan<br />
Tobin Bell yer alıyor.<br />
Saw: Legacy, serinin<br />
sekizinci filmdir.<br />
Serinin ilk filmlerinin<br />
yönetmeni olan ünlü<br />
korku-gerilim filmi<br />
yönetmeni James<br />
Wan da bu filmin<br />
yapımcıları arasında<br />
yer alıyor.
CINEKRiTiK<br />
ALPER TURGUT<br />
BU SON OLMASIN!<br />
n Arkadaşım ve meslektaşım Serdar<br />
Akbıyık ile oturmuş sohbet ederken, yahu<br />
hep sinema üstüne yazıyoruz, acep niye<br />
film çıkışı, bizde yarattığı hissi ve aklımıza<br />
geleni, bik bik anlatmıyoruz dedik ve video<br />
çekmeye karar verdik. Adı da 2 Arada<br />
1 Derede olsun bari dedik ve hoppppp<br />
kolları sıvadık. İşte kameramanlığımızı<br />
ve yönetmenliğimizi Yavuz Gayberi<br />
üstlenmeden önce, teknoloji fukarası cep<br />
telefonlarıyla kaydettiğimiz, arada sallanan,<br />
kadraja oturmayan ve sesi çok iyi duyulmayan,<br />
yani tam amatör işi videoları, zorbela internete<br />
yükledik.<br />
Çoğu geyik, azı ciddiyetti, baksan süsü komedi<br />
ve ironi idi, elbette deneyimlerimiz, hayattan<br />
koparabildiklerimiz vardı, anlatılanlar film kadar;<br />
bizi biz eden şeylerdi. Her neyse… Orçun<br />
Benli ve Şükrü Üçpınar ekürisinin yazdığı,<br />
Orçun’un çektiği ilk film “Bu Son Olsun” da,<br />
bizden kurtulamadı, dilimize dolandı, hatta<br />
hatırlıyorum, harbiden bu son olsun demiştim,<br />
Serdar da gevrek gevrek gülmüştü, klasik! Bu<br />
Orçun’a dert olmuş, arayıp bizi bulmuştu, sonra<br />
bir video daha çektik, gönlünü aldık. Sonra dost<br />
olduk, haaaa nice arkadaşım dediğim yönetmen,<br />
filmini beğenmediğim için selamı kesti,<br />
arkamdan konuştu, o başka. Lakin Orçun, böyle<br />
egosantrik bir eleman değil, yani bana hiç değil,<br />
başkalarını bilemem, ben doğallık, samimiyet,<br />
işini savunan ve hakkını arayan insanı severim,<br />
abi, filmin neresini ve neden beğenmedin diye<br />
sorana kapım hep açık, arkadan iş çevirene ise<br />
asla!<br />
Hayda! Biz şimdi buraya, harbiden nasıl geldik?<br />
Konuyu dağıtma ustasıyım resmen. Hah!<br />
Aradan seneler geçti, Orçun’un çektiği (Şükrü,<br />
seni de unutmadım birader) beşinci film geldi.<br />
Ver Kaç, bu ay gösterime girecek. Bunaltan,<br />
daraltan, yaşama azmini azaltan sanat sepet<br />
filmleri de ortada hazır yokken, dedim sevdamız<br />
futbol üzerine, laf edeyim, film de vesile olsun.<br />
Öyle işte!<br />
Ver Kaç, semt kültürü, mahallelilik bilinci ve<br />
futbol sevgisi üzerine bir film. Lanet olası beton<br />
manyaklığı, kadim semtlerimizi dümdüz ederken,<br />
eskiye dair tüm güzellikleri, bir bir çirkinliğe çevirirken,<br />
tulumbacıların efsane semti Kadırga’ya<br />
uzanmak, iyi geldi bünyeye, yalan yok! Modern<br />
futboldan nefret ettiğimi söylemiş miydim?<br />
Çok sevdiğim tribünlerden uzaklaşmamın asıl<br />
nedeni, yağmurda ıslanan, güneşte kavrulan,<br />
üşüyen, terleyen, sevdası için yollara düşen<br />
taraftarların, hızla tenis seyircisine dönüşmesine<br />
katlanamadığımdan olsa gerek. Filmde Metin Kurt<br />
da var, hani “Futbol borsada değil, arsada güzel-
dir!” diyen güzel abi, daha ne olsun?<br />
Oyuncu kadrosu hayli geniş; Kenan Ece, Bülent<br />
Çolak, Aslıhan Güner, Fırat Tanış, Fatih Koyunoğlu,<br />
Perihan Ünlücan, Özgün Çoban, Mehmet Ali Kaptanlar,<br />
Cenk Ertan, Levent Tülek, Eray Özbal, Murat<br />
Şahan, İsmail Oral, Serdal Genç ve Sefa Zengin<br />
var. Bülent ve Fırat, zaten komik adamlar, Sefa da<br />
sert çehresine bakmayın, o da güldürmeyi biliyor.<br />
Beni Kenan Ece şaşırttı, jön delikanlıdan, rolü için<br />
göbekli oyuncuya çevirmiş rotayı, valla iyi de olmuş.<br />
Sinemanın emektarlarından Yılmaz Guruda, Kayahan<br />
Yıldızoğlu, Ercan Yazgan ve Ahmet Fuat<br />
Onan’ı görmek de güzel! Vefa, iyidir iyi…<br />
Filmde şurası olmamış, burası olmuş<br />
demeyeceğim, ne de olsa dayanışma,<br />
halkların inceliği ve zarafetidir demişler, üstelik<br />
zengin kız, fakir erkek falan filan hayatın ta<br />
gerçeği, tıpkı iyi insanlar, kötü insanlar gibi…<br />
Müzikler, Kadırga, futbol… Seyredin işte…<br />
Özetle; Bu son olmasın Orçun Kardeşim,<br />
devam, aynen devam.
CINEKRiTiK<br />
FIRAT SAYICI<br />
CESUR BiR FiLM; DAMAT KOĞUŞU!<br />
n Bu ay vizyona girecek olan İlker<br />
Savaşkurt’un yönettiği “Damat Koğuşu”<br />
son yıllarda izlediğim en cesur, sözünü<br />
esirgemeyen ve başından sonuna tutarlı<br />
yerli yapımlardan biri. Katıldığı bazı<br />
festivallerden ödülle dönen film, izlerken<br />
zorlanacağınız sahneleri de içermekte...<br />
Yaşadığı talihsiz bir olayın ardından<br />
cezaevinde cinsel suçluların kaldığı<br />
ve damat koğuşu adı verilen bölüme düşen<br />
Yusuf, koğuşun çömezi olarak diğerleri<br />
tarafından aşağılanır, hor görülür. Tuvalet<br />
temizleme, bulaşık yıkama gibi pis işler için<br />
zorla görevlendirilmiştir. Koğuştaki herkes cinsel<br />
suçlardan dolayı mahpustadır. Cinayetten<br />
ve türlü bela suçlardan yatan Hüseyin hariç.<br />
Hüseyin, koğuşa göz kulak olsun, suçluları<br />
hizaya getirsin diye cezaevi müdürü tarafından<br />
adeta oraya tayin edilmiştir. İçine kapalı sessiz<br />
sakin bir kişiliğe sahip olan Yusuf bir yandan<br />
koğuşun birbirinden arıza tipleriyle uğraşırken<br />
bir yandan da Hüseyin’in şiddetinden kendini<br />
korumak zorunda kalacaktır. Barış Atay, Musa<br />
Can Pekcan, Diyar Karadaş, Feyzan Soykan<br />
gibi isimlerin yer aldığı filmi Mehmet Kala ve<br />
Şeref Nokta yazmış, İlker Savaşkurt yönetmiş.<br />
Haberlerde sıkça duyduğumuz taciz, tecavüz,<br />
cinsel istismar suçları her geçen gün maalesef<br />
ki artmakta. Yine kamuoyu arasında damat<br />
koğuşu olarak bilinen ve bu tarz suçluların<br />
yattığı koğuşlarda ise, koğuşa yeni gelenlerin<br />
eskiler tarafından ‘ceza’landırıldığı hatta<br />
bazen de ‘infaz’ edildiğini duymuşuzdur. İşte<br />
yönetmen Savaşkurt’un bu cesur filmi, bu<br />
tarz gerçek olaylara dayanarak çekilmiş bir<br />
yapım. Bu koğuşta kimler yok ki? Kendi öz<br />
oğlunun karısına, torunlarının anasına tecavüz<br />
eden sözüm ona dini bütün yaşlı bir amca,<br />
yaşları henüz 10 bile olmamış öğrencilerine<br />
cinsel istismarda bulunan sapık bir beden<br />
öğretmeni, mahalledeki 14 yaşındaki komşu<br />
kızının kafasını taşla ezdikten sonra ölüsüne<br />
tecavüz eden bir yarım akıllı, uçkuruna sahip<br />
çıkamayan ukala bir polis, koğuştaki<br />
bazı tiplere hallenen gardiyanlar ve daha<br />
niceleri... Hani şu toplu taşıma araçlarında mini<br />
etekli ya da kısa şortlu kızlarımıza sulanan ama<br />
elde edemeyeceklerini anlayınca şiddet uygulayan,<br />
sözüm ona namus bekçilerinin bir üst<br />
versiyonlarını izliyoruz film boyunca. Kendi cinsel<br />
devrimlerini atlatamamış, cinsel açlıkları içinde<br />
boğulan, boğuldukça da çevresine dehşet saçan<br />
‘adamcık’ların hikayesi bu film.<br />
Filmde her ne kadar Yusuf ve Hüseyin üzerinde<br />
durulsa da, bu kadar karakter olmasına rağmen<br />
her birinin derinliğine inmeyi başarıyor yönetmen.<br />
Hiç bir karakter hakkında hiç bir soru işareti<br />
kalmıyor kafamızda. Yusuf’u canlandıran Musa<br />
Can Pekcan ve Hüseyin’i canlandıran Barış Atay,<br />
oyunculukları ile alıp götürüyor filmi. Eksik filmiyle<br />
yönetmenlikte de başarılı olduğunu bizlere
kanıtlayan Barış Atay, içindeki dizginlenemez<br />
şiddetini çevresindeki herkese her an yansıtan<br />
psikopat Hüseyin’i muazzam bir performansla<br />
canlandırıyor. Tamamı cezaevinde geçen “Damat<br />
Koğuşu” yaratılan atmosfer sayesinde seyirciyi<br />
avucuna almayı başarıyor. Görüntü ve sanat<br />
yönetimini de ayrıca tebrik etmek gerek. 100<br />
dakika boyunca, yer yer nefesiniz kesiliyor, yer<br />
yer herhangi birine uygulanan şiddeti ruhunuzda<br />
hissediyorsunuz.<br />
Damat Koğuşu, öyle bir film ki, bir süre sonra<br />
kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu unutuyor,<br />
haklıyı haksızı karıştırmaya başlıyorsunuz. Bu<br />
haliyle yapım, insani duygularınızın yönünü<br />
karıştırmayı iyi başarıyor. Filmde çok can alıcı,<br />
rahatsız edici sahneler olduğunu söylemiştik.<br />
Ancak hiç birisi suçluların ziyaret günlerinde<br />
cezaevine gelen aileleriyle yaptıkları görüşmeler<br />
kadar etkilemiyor. Hele ki, karısına tecavüz eden<br />
babasıyla yüzleşen bir adamın monologu uzun<br />
zaman aklınızdan çıkmayacak. İşin kötüsü ülke<br />
çapında böylesine acı verici şekilde parçalanmış<br />
o kadar çok aile var ki...<br />
İlker Savaşkurt ve ekibi, taşın altına ellerini<br />
cesurca koymuşlar. Ülkenin içinde bulunduğu<br />
cinsel sapkınlıkları, suç ve ceza sistemini, cezaevlerinde<br />
dönen türlü numaraları ellerinden<br />
geldiklerince şeffaf bir şekilde beyazperdeye<br />
yansıtmışlar. Şimdi görev sırası bizde, böyle<br />
cesur hikayeleri anlatan cesur sinemacıları<br />
desteklemeye... Bu filmi mutlaka sinemada<br />
izleyin!
CINEKRiTiK<br />
BANU BOZDEMİR<br />
BİTMEYEN PORTRENİN DOSTLUĞU<br />
n Sartre’le yoğun bir arkadaşlığı olan ve<br />
resme küçük yaşlarda başlayan Alberto<br />
Giacometti’nin 1960’lı yıllardaki ustalık<br />
dönemini, yani yaşamının bir kesitini<br />
anlatıyor Son Portre / Final Portrait.<br />
1901 doğumlu ressam ve heykaltraşın<br />
genç yaşlarda başlayan tutkusunun 60’lı<br />
yaşlarda kesintiye uğradığını görüyoruz.<br />
Hayatını keşfetmek ve yeni malzemeler<br />
bulmak için gezen bu ressamın hayatının<br />
bu kesiminin anlatmak için<br />
ilgi çekici bulunması biraz<br />
haksızlık gibi dursa da<br />
izlerken pek keyif aldım.<br />
Stanley Tucci’nin yazıp<br />
yönettiği filmde Giacometti<br />
köhne atölyesinde karısı ve<br />
sevgilisi arasındaki kaosa bir<br />
de Amerikalı genç romancı<br />
James Lord’u ekliyor. Bir<br />
ziyaret esnasında genç<br />
yazarın resmini çizmek<br />
isteyen ressam ile genç yazar<br />
arasındakiler filmin rutin<br />
ama bir yandan da ilgi çekici<br />
akışını oluşturuyor.<br />
Bitmeyen portenin inadı<br />
Giacometti ve James Lord<br />
arasında aynı istekle devam<br />
ediyor, aslında portre bahane<br />
dostluk şahane gibi bir durum<br />
yaşanıyor. Lord bu uzayan<br />
durumu bir deneyim olarak her geçen günün<br />
hanesine yazarken, Giacometti yaşlılık hallerinin<br />
tekrarına düşüyor adeta. Lord bu deneyimleri<br />
‘Bir Giacometti Portresi’ olarak yazıyor,<br />
yazılmayacak gibi değil zaten…<br />
Garip bir çekim gücüyle ressama bağlanan<br />
genç yazar, kendisini başka bir ülkede bekleyen<br />
sevgilisine telefonda sürekli biraz daha geç<br />
kalacağını söyler, çünkü tablo bitmez, ama bir<br />
yandan da genç yazar şu soruyu en derininden<br />
sorar kendisine: ‘Daha ne kadar bu şekilde<br />
devam edebilirim’. Aslında izlerken biz de aynı<br />
soruyu kendimize soruyoruz, bu şekilde nasıl<br />
devam edebiliriz diye ama filmin değişik bir<br />
şeytan tüyü var ve bizi içine doğru çekiveriyor ve<br />
izlettiriyor.<br />
Paris sokaklarında, meyhanelerinde biraz Lord’un<br />
bakış açısıyla sanatsal sürecin tüm kabızlıklarını<br />
ortaya seren film bir yandan da sanatsever<br />
olmayı ve sanata bakış açısını da sorguluyor.<br />
Lord’un saygısı, merakı, heyecanı ve devinimi<br />
Giacometti’nin yaşanmışlığında, tüketim ve yaratım<br />
kabızlığında gizli ve genç yazar bunu iyi bir gözlem<br />
anı olarak kullanıyor. Filmden çıktıktan sonra,<br />
özellikle de hızın tavan yapıp, beklemenin sabrının<br />
kalmadığı şu günlerde kendinize soruyorsunuz?<br />
Ben ne kadar beklerdim diye… Dedim ya tekrarlar,<br />
rutinler ve bir türlü dile gelmeyen tablonun<br />
çiziktirmeleri arasında filmi tamamlıyoruz. Geoffrey<br />
Rush’ın inanılmaz performansıyla daha da<br />
derinleşen Son Portre, biraz sıra dışı bir hikaye,<br />
bir dostluk hikayesi. Armie Harmer ise portresinin<br />
çizilmesini bekleyen ama bir yandan da derinleşen<br />
ve bir anlamda da avamlaşan muhabbetin dışında<br />
kalmak istemeyen şehirli bir yazar. Bu ikilinin<br />
etkileşiminden Son Portre ortaya çıkmış, sabırla<br />
izlerseniz keyif alabilirsiniz!
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
BiR KÖPEĞE iSiM VERMEK<br />
n 2006 yılında kendini hayatın çıkmaz<br />
yollarına hepsetmiş Megan düştüğü<br />
boşluktan kurtulmak için askere yazılır.<br />
Megan bu yenilikle sıkıcı ve değersiz<br />
yaşamından kurtulacağını düşünür.<br />
Halbuki nereye giderse gitsin veya ne<br />
yaparsa yapsın kendini yanında taşıdığı<br />
için hiçbir şey değişmeyecektir. İlk önce<br />
sıkı eğitimler canından bezdirir Megan’ı,<br />
daha sonra ordudaki disiplin gelir. Gerçekte<br />
hiçbir şeye inanmayan Megan sonuçta orduda<br />
da özel hayatındaki yanlışları yapmaya<br />
devam eder. Sonunda yine bir disiplinsizlik<br />
sebebiyle komutanın karşısına çıkar ve ceza<br />
alır. Artık komutanları da ondan umutlarını<br />
kesmişlerdir. Megan tuvaletleri temizleme<br />
cezası alır. Bir de orduda görev yapan patlayıcı<br />
uzmanı köpeklerin yuvalarını temizleyecektir.<br />
Bütün köpekler eğitimdeyken sırayla yuvaları<br />
temizler. Son yuvaya geldiğinde karanlığa<br />
sinmiş ve birden Megan’a saldıran Rex ile<br />
karşılaşır. Rex diğer uzman Alman kurtları<br />
gibi değildir. Daha dikbaşlı ve saldırgandır.<br />
Bu yalnız kurt ile Megan farkında olmadan<br />
bir bağ kurar. Her ne kadar Rex, Megan’ı<br />
kabul etmemekte ısrarlı olsa bile Megan<br />
eğitimci olmayı kafasına koymuştur. Tesisin<br />
komutanına isteğini bildirir. Komutan, Megan’a<br />
bu işin zorluklarını anlatır ve yakalaması gereken<br />
başarıya gösterir, nasıl olsa Megan’ın<br />
o güne kadar gösterdiği performansla bunu<br />
başaramayacağını düşünür. Megan gerçekten<br />
bir şeye bağlanmanın ihtiyacı içindedir. Bu<br />
yüzden çok sıkı çalışır ve komutanın istediği<br />
başarıları yakalar. Artık attığını vuran ve fiziken<br />
çok daha formda olan bir askerdir. Ama komutan<br />
yine de onu bir köpeğin eğitimine vermez.<br />
Boş bir teneke kutu ile eğitimci olmanın<br />
eğitimini almaya başlar. Teneke kutuya bağlı<br />
bir tasma ile eğitim alanında koşturup durur.<br />
Bu sırada diğer eğitmenlerin de dalga konusu<br />
olur. Bu sıkıntılı dönem içinde Rex’in diğer<br />
eğitmeni onunla bir bağ kuramamıştır. Hala<br />
Rex dikbaşlılığına devam eder. Hatta veteriner<br />
bile onun iyi bir bomba uzmanı olmayacağına<br />
kanaat getirmiştir. Veteriner kontrolünde Rex<br />
eğitmenini ısırır ve eğitmenin kemiği kırılır. Tesisin<br />
komutanı hem Rex’ten umudunu kesmiştir<br />
hem de elinde başka harcayacağı eğitmen yoktur.<br />
Böylece Megan’a Rex’in eğitmeni olması emrini<br />
verir. Megan bu ters köpekle çalışmaya başlar. İlk<br />
gece yuvaya yemek getiren Megan köpeğin oturup<br />
yemeği vermesine müsade etmesini ister. Rex<br />
ise bütün tersliği ile Megan’ın kolunu kapmak için<br />
tel örgünün arkasında beklemektedir. Megan ya<br />
yerine geçersin veya bu yemeyi yiyemezsin diyerek<br />
yuvanın önünde saatlerce bekler. Sonunda<br />
Rex pes eder. Ve ilk ilişki kurulur. Daha sonra ikili<br />
birbirini tanımaya başlar ve eğitim sonunda Irak’ta<br />
görev almaya hazır olurlar. Irak’taki görev çok
önemlidir. Rex patlayıcıları bulup askerlerin<br />
hayatını kurtarmakla görevlidir. Megan ve Rex<br />
çıktıkları ilk görevde büyük başarı gösterirler ve<br />
bir silah deposunun ortaya çıkmasını sağlarlar.<br />
İkinci görevde ise işler ters gider. Hem Megan<br />
hem de Rex patlayan bir mayın yüzünden<br />
yaralanırlar. Yine de sıkışan birliklerini kurtarmak<br />
için ayağa kalkıp görevlerini yerine getirirler<br />
ve askerlerin hayatını kurtarırlar. ABD’ye<br />
dönen Megan artık savaşmak istememektedir,<br />
hem fiziki hem de ruhsal problemler yaşayan<br />
köpeği Rex’i de alıp sivil hayata başlamak<br />
ister. Ama ordu Rex’i vermez ve Afganistan’a<br />
gönderir. Megan ya eskiden olduğu gibi mücadeleye<br />
girmeyecek ve boşluğa düşecektir<br />
veya Rex için şimdiye kadar vermediği bir sınavı<br />
geçmeye çalışacaktır. Gerçek hayat hikayesinden<br />
uyarlanan filmde çok iyi saptamalar var.<br />
Megan, Rex için verdiği mücadelenin sebebini<br />
öğrenmek isteyen psikoloğuna verdiği “Bana<br />
sevmeyi öğretmeye çalıştı” der. Psikoloğun ise<br />
cevabı çok önemlidir, “Niye çalıştı diyorsun ki<br />
bunu başarmış.” Burada anlatılan köpek sevgisi<br />
veya bir insanın köpeği sevme becerisi değil.<br />
Sonuçta çocuğunuz olduğu zaman zaten gerçek<br />
sevgiyi duyuyorsunuz. Ama karşılıksız sevilmenin<br />
ne demek olduğu bir köpek sizi sahiplenince<br />
anlaşılan bir şey. Köpekler bize sevmeyi değil<br />
sevilmeyi öğretiyorlar. Benim oğlum Kurt da<br />
bana sevilmeyi öğretti. Bu filmi seyretmelisiniz.
GÖKHAN<br />
KESER<br />
KEMİKLERİM KIRILDI PE
Rolü için 10 kilo veren,<br />
kaburgasını çatlatan, kılıç,<br />
at binme ve dövüş eğitimleri<br />
alan oyuncu Gökhan Keser<br />
ile yeni sinema filmi “Atçalı<br />
Kel Mehmet” hakkında keyifli<br />
bir sohbet gerçekleştirdik..<br />
EZGİ TANIR<br />
n Rolü için 10 kilo veren,<br />
kaburgasını çatlatan, kılıç,<br />
at binme ve dövüş eğitimleri<br />
alan oyuncu Gökhan Keser<br />
ile yeni sinema filmi “Atçalı<br />
Kel Mehmet” hakkında keyifli bir sohbet<br />
gerçekleştirdik.<br />
Senaryo size nasıl ulaştı?<br />
Yapımcımız bize ulaştı. Sonrasında bir araya<br />
gelip proje hakkında konuştuk. Herşeyden<br />
önce hikayeyi çok sevdim. Senaryoyu<br />
okuduktan sonra da içinde olmak istedim.<br />
Projeyi kabul etme sebebiniz nedir?<br />
İlk olarak, Ege’de geçen gerçek bir halk<br />
kahramanı hikayesi olması, doğma - büyüme<br />
İzmir’li biri olarak beni çok heyecanlandırdı.<br />
“Atçalı Kel Mehmet” uzun yıllar tiyatroda<br />
da en çok oynanan oyunlardan birisi aynı<br />
zamanda 1961’de de Fikret Hakan’ın can<br />
vererek beyaz perdeye taşıdığı bir hikaye.<br />
İkinci olarak da bir dönem ve aksiyon<br />
işinde olmayı çok istiyordum. Farklı<br />
karakterleri oynamak beni her zaman çok<br />
heyecanlandırmıştır. İçinde olmaktan ve oynamaktan<br />
çok mutluluk duyacağımı biliyordum.<br />
Öyle de oldu zaten.<br />
S ETMEDİM<br />
Mehmet efe nasıl bir karakter?<br />
Çocuk yaştan beri annesiyle birlikte<br />
çok zorluklar çeken buna rağmen asla<br />
hiçbir şeye boyun eğmeyen, merhametli,<br />
vicdanlı, ne istediğini bilen ve isteklerinin<br />
olması için elinden gelen her savaşı veren<br />
bir karakter. Zulme, baskıya karşı, mazlumun<br />
yanında, haksızlığın karşısında, lider<br />
ruhlu ve bu özellikleri sayesinde de büyük<br />
kitleleri arkasına almış, sevgisini kazanmış<br />
bir halk kahramanı.<br />
Dönem dizi ve filmlerinde oyuncular roller<br />
için daha özenle hazırlandıklarını söylerler,<br />
siz bu role nasıl hazırlandınız?<br />
Karakteri en iyi şekilde çıkartmam adına<br />
oyuncu koçum, aynı zamanda filmde de<br />
karşılıklı oynadığımız Erdeniz Kurucan’la<br />
çekim öncesinde yaklaşık 2 ay çalıştık.<br />
Rahmetli, sevgili Fikret Hakan’ın oynadığı<br />
“Atçalı Kel Mehmet” i izledim ve o dönemi<br />
elimden geldiğince araştırarak, izleyerek,<br />
okuyarak Atçalı’yı en iyi şekilde<br />
yansıtmaya çalıştım.<br />
Böyle filmlerde oyuncuların genellikle<br />
at binme, dövüş vb, eğitimler aldıklarını<br />
görüyoruz, rolünüz böyle eğitimler almayı<br />
gerektirdi mi?<br />
Set devam ederken, filmde başrolü<br />
paylaştığım sevgili Cemal Hünal ve ekibiyle<br />
bir yandan kılıç, at binme, dövüş<br />
eğitimi aldım. Dövüş ve Zeybek oynama<br />
sahneleri için de birçok koreografi çalıştık.<br />
Çok zevkli ve zorlu bir eğitim süreciydi<br />
diyebilirim. Hatta at binme eğitimim<br />
sırasında kaburgamı çatlattım. Sporu<br />
yoğun yaptığım bir dönemdi ve karakter<br />
için de daha iyi olacağını düşündüğüm<br />
için yaklaşık 8-10 kilo verdim.<br />
En son 2009 yılında sinemada<br />
oynamıştınız. Bu yılda 2 sinema filminde<br />
oynadınız nedeni şu zamana kadar<br />
içinize sinen bir iş olmaması mıydı, başka<br />
çalışmalar mı yaptınız?<br />
Müzikal kariyerime daha çok ağırlık<br />
verdiğim bir dönemdi. En büyük hayalim<br />
şarkı söylemekti ama albüm öncesinde 3<br />
sezon süren bir dizi projem olduğu için<br />
bir türlü gerçekleştirememiştim. Albüm<br />
ve sahne çalışmaları çok yoğun olduğu
için de bir süre oyunculuğa ara<br />
verme kararı almıştım. Dizi olarak<br />
en son “Sen Benimsin” vardı. Bu<br />
yılda BKM’yle gerçekleştirdiğimiz<br />
romantik-komedi TV filmi “Seviyorum<br />
Ama Arkadaşça” ve<br />
sinema filmi “Atçalı Kel Mehmet”<br />
i çektik.<br />
Sizin için oyunculuk mu şarkıcılık<br />
mı daha ön planda?<br />
İkisi de. İkisi de çok farklı heyecanlar.<br />
Aynı zamanda da bir bütün<br />
olarak görüyorum. Bir oyuncunun<br />
nasıl şan eğitimi alması<br />
gerekiyorsa, bir solistin de oyunculuk<br />
eğitimi alması gerektiğini<br />
düşünüyorum. Sahnede olmak<br />
şarkılarınızı kalabalıklarla beraber<br />
söylemek de, hiç olmayacağınız<br />
bir karaktere hayat vermek de<br />
inanılmaz bir duygu. İkisini de<br />
ayırmıyorum ve işimi çok seviyorum.<br />
Türk sineması için neler<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Dizilerden ziyade, daha çok film<br />
ve filmler yapmamız gerektiğini<br />
düşünüyorum.<br />
Bundan sonrası için kariyer<br />
planlamanız var mı?<br />
Şu anda olduğu gibi hem müzikal,<br />
hem de oyunculuk kariyerime<br />
devam edip, her zaman<br />
olduğu gibi de en iyisini yapmaya<br />
çalışacağım. Her zaman daha<br />
iyisinin olacağını bilip, gücümün<br />
yettiğince de üstüne koyarak kariyerime<br />
devam edeceğim.
YENİDEN ÇEKİM FURYASI<br />
NEREYE GİDİYOR<br />
Son dönemde sıklıkla karşılaştığımız remake yani yeniden<br />
çevrim filmler sizce de oldukça can sıkmaya başlamadı mı?<br />
EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />
n Son dönemde<br />
sıklıkla karşılaştığımız<br />
remake yani yeniden<br />
çevrim filmler sizce de<br />
oldukça can sıkmaya<br />
başlamadı mı? Daha<br />
aradan 10 yıl bile<br />
geçmemişken çekilen yeniden çevrim ya<br />
da reboot dediğimiz hikayeyi en baştan<br />
alan yapımlar bu kelimeyi sevmesem<br />
de çöplük kıvamına getirmeye başladığı<br />
film sektörünü. Bundaki en büyü etken<br />
ise elbette para. Şaşırdınız mı? Özellikle<br />
köküne kadar her şeyi sömürmeyi kendine<br />
misyon edinen Hollywood aman para<br />
gelsin de nasıl gelirse gelsin mantığı<br />
ile art arda yeniden çevrim yapımlara<br />
kucak açıyor. Bunu kendi arenasında<br />
yapsa yine iyi, dünyanın pek çok yerinden<br />
kaliteli yapımları da ağına düşürerek<br />
filmleri adeta hiç ediyor. Orijinal filmlerin<br />
değeri elbette düşmüyor, onların yeri<br />
gönlümüzde ayrı ve “taklitler asıllarını<br />
yaşatır” ekseninde sadece isimlerine<br />
zarar veriyorlar bir nebze. Ancak bu durum<br />
yeterince can sıkmaya başladı. Özellikle<br />
2000’lerden sonra.<br />
Tür ayırt etmeksizin hemen her filmin<br />
yeniden çevrimi ile karşılaştık,<br />
karşılaşıyoruz. Korku, dram,polisiye,<br />
gerilim... Yani sınırımız yok çok şükür.<br />
Uzak Doğu’dan Avrupa’ya dünya genelinde<br />
başarılı bulduğumuz, sevdiğimiz<br />
filmler elbet yapımcıların gözünden de<br />
kaçmıyor. Hangisi daha önce atlarsa<br />
payını alacağını bildiğinden birbirleri ile<br />
adeta yarış halindeler. Hangi film tutmuş,<br />
hangi filmi uyarlarsak paraları cebe en kolay<br />
yoldan indiririz mantığı ile önümüzdeki<br />
yıllarda adı dahi anılmayacak yeniden<br />
çevrimler tozu raflardaki yerini alıyor.<br />
Gişede başarılı oluyor bazıları, ancak<br />
sinema anlamında ortaya adeta bir kirlilik<br />
çıkıyor. Seyirci elbette bunu affetmiyor.<br />
2000’ler, Çıkmaza Giren Hollywood ve Hoş<br />
Geldin Yeniden Çevrimler<br />
Hatırlanacağı üzere eskiden remake<br />
dediğimiz yeniden çevrim filmler en<br />
azından aradan 15-20 yıl geçtikten sonra<br />
seyirci ile buluşurdu. Bu geçen süre<br />
aslında seyirci için demlenme süreci denilebilirdi.<br />
Çünkü uzun bir aradan sonra<br />
bir yeniden çevrim ilgi odağı olabiliyordu.<br />
Ancak 2000’lerde işin ayarı o kadar kaçtı<br />
ki daha aradan 5 sene bile geçmemişken<br />
hemen apar topar remake’ler, reboot’lar<br />
derken seyircinin başı döndü. Ha bu 15-20<br />
senelik zaman dilimini de mecazen verdim.<br />
Bunun sebebi ise günümüzde o kadar hızlı<br />
tüketiliyor ki yapımlar.<br />
Elbette bu süreç illa ortaya iyi bir filmin<br />
çıkacağını işaret etmiyor. Örnek de verelim<br />
hatta yeri gelmişken. Çocukluğumuza
gidelim. 80’lerin unutulmaz filmlerinden<br />
ve büyük ihtimal çoğunluğumuzda<br />
ayrı bir yeri olan ‘Hayalet Avcılar’nın<br />
kadınlardan oluşan yeni ekibi ile çekilen,<br />
remake’den ziyade hikayeyi baştan ele<br />
alan 2016 yapımına ne denebilir? Daha<br />
fragmanı düşer düşmez tepki yağmuruna<br />
tutulmamış mıydı? (Ancak bu ne<br />
pişkinliktir ki yönetmen Paul Feig hala<br />
devam filmi konusunda ısrarlı)<br />
Ama Ama Ama Para Para Para…<br />
1959 yapımı epik kült film Ben-Hur’un<br />
geçtiğimiz sene çekilen yeniden çevrimi<br />
de bu kervandan payını aldı. Böyle bir<br />
filmi yeniden çekmek ne kadar tehlikeli,<br />
ne kadar büyük bir risk taşır işte bunun<br />
cevabı denebilir. Konu efekt değil,<br />
konu yeni bir bakış açısı değil, konu<br />
ismi taşıyamamak ile alakalı. Sen o<br />
günün şartlarıyla zorluklarla çekilen bir<br />
filmi seyircinin önüne bol efekt sosuyla<br />
ve aynı adla verirsen seyirci o yemeği<br />
yemez. Filme gitmez demiyorum, ama<br />
akıllarda kötü bir yeniden çevrim olarak<br />
saplanıp kalır.<br />
Epik hikaye demişken 1982 yapımı<br />
başrolde Arnold Schwarzenegger’in<br />
oynadığı Conan’ı da es geçmeyelim.<br />
2011 yılında yeniden çekilen versiyonda<br />
Game Of Thrones dizisi ile adını duyuran<br />
şimdilerde Justice League ile gündemde<br />
olan Jason Mamoa başroldeydi. Film<br />
elbette kötü senaryo, kötü efektler ile<br />
yerden yere vuruldu. Ha orijinal Conan’ı<br />
da sevmeyebilirsiniz, ancak zamanı için<br />
oldukça iyi bir yapım olduğunu da kabul<br />
etmek gerekiyor. Daha çok televizyon<br />
uyarlaması ile bildiğimiz Hercules ise<br />
2014 senesinde 2 farklı uyarlama ile<br />
gelmişti. Bu nasıl bir açlık siz düşünün.<br />
Uzak Doğu filmlerini yeniden çekmek<br />
ise Hollywood için adeta bir gereklilik<br />
halini almış durumda. Kabul edelim<br />
Japon yapımı orijinal Halka oldukça<br />
başarılı bir şekilde uyarlanmıştı. Ancak<br />
İhtiyar Delikanlı (Oldboy) için aynı<br />
şeyi söylemek mümkün mü? Spike Lee
yönetmenliğinde çekilen bu yeniden çevrim,<br />
hali hazırda belli tüm sürprizleri açık<br />
bir kart gibi olan filmi yeniden ısıtıyordu.<br />
Korku sinemasında ise durum daha vahim.<br />
Elm Sokağında Kabus, Günah Tohumu<br />
(Carrie), Kötü Ruh (Poltergeist), Mumya<br />
Evi (House of Wax), 13. Cuma, Teksas<br />
Testere Katliamı, Cadılar Bayramı (Halloween)<br />
gibi 2000 sonrası yeniden çevrim<br />
yapımlar seyircinin hızla unutmak istediği<br />
yapımlar olarak adlarını yazdırıyorlardı. Bu<br />
dönemde korku furyası adına başarılı bir<br />
şekilde uyarlanmış nadir yeniden çevrimlerden<br />
birisi 2008 yılındaki İsveç yapımın<br />
Matt Reeves yönetmenliğinde 2010 yılında<br />
yeniden çekilen uyarlaması Kanıma Gir<br />
(Let Me In). Onu ayrı bir yere koymak gerek.<br />
Hep kötülerden bahsettik, biraz da iyilere<br />
değinelim. Bu kervanda adından söz ettiren<br />
hiç mi film yok? Olmaz mı? 1958<br />
yapımı Sinek (The Fly), 1986 yeniden<br />
çevriminde usta yönetmen usta yönetmen<br />
David Cronenberg’in elinde şahlanmadı<br />
mı? Ya da 1932 yapımı Scarface’in 1983<br />
yılındaki yeniden çevriminde Al Pacino<br />
harikalar yaratmadı mı? 1974 yapımı<br />
Kadın Kokusu (Scent of A Woman), 1992<br />
yılında yine Al Pacino’nun başrolü ile<br />
hafızalara kazındı. Ancak dikkat ederseniz<br />
bu yeniden çevrimlerde başarılı olanlar<br />
yazımın başında da belirttiğim üzere<br />
aradan uzun bir süre geçtikten sonra<br />
çekilen filmler. Bu bir kural değil elbette<br />
ancak 2000 sonrası furyanın 70’lerde<br />
80’lerde çekilen mantıktan uzak düştüğü<br />
de malumunuz. Zaten o nedenle kaliteli bir<br />
yeniden çevrim ortaya konmuş oluyor.<br />
Yıllar Sonra Kaldığın Yerden Devam Etme<br />
Sen<br />
Bir de yıllar aradan yıllar geçtikten sonra<br />
diriltilmeye çalışılan seriler var ki bunlar<br />
gerçekten insana fenalık getiren türden.<br />
Örnek vermek gerekirse, Terminator,<br />
Jurassic Park, Independence Day, Indiana<br />
Jones gibi daha çok gişe filmleri.<br />
İsimlerinden faydalanarak yıllar sonra
para kaldıralım mantığı ile çekilen<br />
anacak hiçbir amaca hizmet etmeyen,<br />
yaşlanmış oyuncuları ve kötü<br />
senaryoları ile seyircide nostaljik bir tat<br />
bile bırakmayan filmler. Keşke o eskiden<br />
hatırladığımız şekliyle kalsaydı diyor<br />
insan. İsminden yararlanalım, gişeyi<br />
vuralım parayı cebe indirelim de ne<br />
olursa olsun. İyi tamam da her yaz bu<br />
devam filmler ile boğulan seyirciye de<br />
yazık değil mi.<br />
Bir de kötü uyarlamalar var ki en son<br />
meşhur anime Death Note’un Netflix’e<br />
uyarlanan versiyonundan bahsetmeden<br />
geçmeyelim. Bu kadar efsane bir anime<br />
nasıl hiç edilir en güzel örneği ile<br />
karşılaştık. Oturmayan karakterler,<br />
değiştirilen ve adeta aceleye getirilmiş<br />
hikayesi ile bittiğinde “Ben animeyi<br />
yeniden izleyeyim en iyisi ve bu filmi<br />
sonsuza kadar unutayım” etkisi yarattı.<br />
Ghost In The Shell ise bir başka tepki<br />
alan manga uyarlaması oldu. Başrolde<br />
Scarlett Johansson’ın seçilmesi daha<br />
ilk etapta büyük bir kriz yaşatmışken<br />
hikayenin tamamen farklı bir şekilde<br />
uyarlanması manga hayranlarını hayal<br />
kırıklığına uğratmıştı. Film belki fena<br />
değildi ama taşıdığı isimden ötürü<br />
beklentiler özellikle hayranlar tarafından<br />
çok yüksekti.<br />
Gel gelelim önümüzde bizi bekleyen pek<br />
çok yeniden çevrim var. Çoğu sinir krizi<br />
etkisi yaratabilir şimdiden hazırlıklı olmak<br />
lazım. Yukarıda övgü ile bahsettiğim<br />
Scarface üçüncü kez yeniden çekilecek.<br />
Bunun yanında 2016 yılında Altın<br />
Palmiye için yarışan ve oldukça övgü<br />
alan Alman yapımı Toni Erdmann da<br />
Amerikan versiyonu ile karşımıza çımaya<br />
hazırlanıyor. 1994 yapımı kült film The<br />
Crow ve ısıtıp ısıtıp önümüze koymaktan<br />
usanmadıkları Terminator de yeniden<br />
karşımıza çıkacak yapımlar. Eh para geliyorsa<br />
her şey mübah kafalar bitmedikçe<br />
biz bu furyadan iyisiyle kötüsüyle nasibimizi<br />
alacak gibiyiz.
SİNEMADA DERS<br />
ZİLİ ÇALIYOR<br />
PINAR KARAHAN<br />
n Eylül ayı, okul ayı...<br />
Anaokulundan üniversiteye<br />
kadar tüm<br />
öğrenciler okullarının<br />
yolunu tutacak bu<br />
ay. Yeni bir eğitim<br />
öğretim yılı daha böylece<br />
başlamış olacak.<br />
Yeni dönem de yeniliklerle gelecek. Birçok<br />
anı bırakacak geleceğe.<br />
Tam da bu günlerde bizi okul sıralarına<br />
geri götüren, düşündüren, eğlendiren<br />
filmleri hatırlayalım istedim.<br />
Hababam Sınıfı serisi (1975-1981)<br />
Kemal Sunal, Tarık Akan, Halit Akçatepe,<br />
Münir Özkul, Adile Naşit gibi ustaların<br />
rol aldığı, Rıfat Ilgaz’ın romanından Ertem<br />
Eğilmez’in yönetmenliğinde uyarlanan<br />
yeşilçamın efsane serisi... Hababam<br />
Sınıfı (1975), Hababam Sınıfı Sınıfta<br />
Kaldı (1975), Hababam Sınıfı Uyanıyor<br />
(1976), Hababam Sınıfı Tatilde (1976),<br />
Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor (1978),<br />
Hababam Sınıfı Güle Güle (1981) filmlerinde<br />
Özel Çamlıca Lisesi’nin farklı karakterdeki<br />
öğrencilerinin Mahmut Hoca<br />
ile imtihanı hiç bitmiyor. Yeri geldiğinde<br />
yardımlaşmayı, çokça birlik ve aile olmayı<br />
öğreten, güldürürken ağlatan, ağlatırken<br />
güldüren serinin değeri her geçen gün<br />
artarak devam ediyor.<br />
Ölü Ozanlar Derneği (1989)<br />
Öğrencileri için oldukça sıkıcı bir yer<br />
olan 1950’lerin Welton Akademisi’nde her<br />
şey İngilizce öğretmeni John Keating’in<br />
(Robin Williams) gelmesiyle değişiyor.<br />
Eylül ayı, okul ayı...<br />
Anaokulundan üniversiteye<br />
kadar tüm<br />
öğrenciler okullarının<br />
yolunu tutacak bu ay.<br />
Yeni bir eğitim öğretim<br />
yılı daha böylece<br />
başlamış olacak.<br />
Tam da bu günlerde<br />
bizi okul sıralarına geri<br />
götüren, düşündüren,<br />
eğlendiren filmleri<br />
hatırlayalım istedim.<br />
Kalıplaşmış düşüncelerden öğrencilerini<br />
uzak tutmak isteyen ve onlara hayatı<br />
dolu dolu yaşamaları konusunda tavsiyeler<br />
veren Keating’in yaptıkları, haliyle<br />
disiplinli okul yönetiminin hoşuna gitmiyor.<br />
Okul yönetimi öğretmeni okuldan<br />
uzaklaştırmaya karar verdiğinde<br />
karşısında artık geleceğe dair daha<br />
özgür hayalleri olan öğrencileri buluyor.<br />
Öğrenciler, öğretmenlerini savunmak için<br />
harekete geçmekten korkmuyor.<br />
3 İdiots (2009)<br />
Hint sineması Bollywood’un en ünlü<br />
aktörü Aamir Khan’ın başrolünde olduğu<br />
ve mühendislik üniversitesinde okuyan<br />
üç öğrencinin dostlukları ile hayatlarının<br />
anlatıldığı film, aynı zamanda eğitim
sistemini ciddi anlamda eleştiriyor.<br />
Bollywood sinemasının uluslararası<br />
alanda da tanınmasını sağlayan<br />
yapım, Hint sinemasına çok hayran<br />
kazandırdı. Aamir Khan’ın filmde<br />
üniversite öğrencisini canlandırırken<br />
gerçekte 44 yaşında olması da ayrıca<br />
ilginç bir not.<br />
Yerdeki Yıldızlar (2007)<br />
Filmin yapımcılığını, yönetmenliğini<br />
ve başrol oyunculuğunu Aamir Khan<br />
üstleniyor. Anlatacakları hikayeye çok<br />
inanan Khan, birçok olumsuz duruma<br />
karşı her şeyle tek tek ilgilenip filmin<br />
tamamlanmasını sağladı. Disleksi<br />
rahatsızlığı olan Ishaan Awasthi<br />
(Darsheel Safary), çevresi ve ailesi<br />
tarafından tembel, geri zekalı olarak<br />
görülüp yatılı okula veriliyor. Burada<br />
hayatını değiştirecek olan resim<br />
öğretmeni Ram Shankar Nikmbh<br />
(Aamir Khan) ile tanışır. Öğrencisinin<br />
yeteneğini keşfeden Ram, bunu herkesin<br />
görmesini sağlıyor. Film, IMDB’nin<br />
‘En İyi 250 Film’ listesinde yer alıyor.<br />
Sınav (2006)<br />
Mert (İsmail Hacıoğlu), Sinan (Yağmur<br />
Atacan), Gamze (Rüya Önal), Kaan<br />
(Caner Özyurtlu) ve Uluç (Volkan<br />
Demirok) adlı öğrencilerin ÖSS<br />
sorularını çalmaya çalışmasını anlatan<br />
yapım, sınavlara bağlı eğitim<br />
sistemini eleştiriyor. Maddi sorunlar,<br />
aile baskısı, gelecek kaygısı, sınav<br />
depresyonunun yanı sıra okul temposuna<br />
da ayak uydurmaya çalışan<br />
gençler gençliklerini yaşamaya fırsat<br />
bulamıyorlar.<br />
Harry Potter serisi (2001-2011)<br />
J. K. Rowling’in kitaplarından uyarlanan;<br />
Harry Potter ve Felsefe Taşı,<br />
Harry Potter ve Sırlar Odası, Harry<br />
Potter ve Azkaban Tutsağı, Harry Potter<br />
ve Ateş Kadehi, Harry Potter ve<br />
Zümrüdüanka Yoldaşlığı, Harry Potter<br />
ve Melez Prens, Harry Potter ve Ölüm<br />
Yadigarları (2 bölüm) olmak üzere
toplam 8 filmden oluşan seri her yaştan<br />
insanın dikkatini çekti. Anne ve babasını<br />
kaybettikten sonra teyzesi ve eniştesi<br />
ile yaşayan Harry, Hogwarts Cadılık ve<br />
büyücülük Okulu’na kabul edildiğini<br />
öğrenince büyücü olduğunu anlıyor ve<br />
macera başlıyor.<br />
Kahvaltı Kulübü (1985)<br />
Bir sarışın, bir anarşist, bir inek, bir<br />
sporcu ve bir entel... Yaptıkları nedeniyle<br />
cezalandırılan beş lise öğrencisi, bir<br />
Cumartesi gününü okulun kütüphanesinde<br />
birlikte geçirmek zorunda kalıyor.<br />
Beklemedikleri kadar ilginç bir gün<br />
geçiren öğrenciler, bir yandan cezalarını<br />
çekerken bir yandan da hem kendilerini<br />
keşfediyorlar hem de birbirilerini...<br />
Tanıdıkça da birçok ortak yönleri<br />
olduklarını anlıyorlar.<br />
Can Dostum (1997)<br />
Bir okulda hademelik yapan Will<br />
(Matt Damon) ve okul profesörlerinden<br />
Sean’ın (Robin Williams) müthiş<br />
dostluğunu anlatan yapım, anlatımıyla<br />
adeta zamanı durduruyor. Fotoğrafik<br />
hafızaya sahip olan ve profesörlerin<br />
çözmekte zorlandığı problemleri bile<br />
çözebilen Will, aynı zamanda karıştığı<br />
sokak kavgaları nedeniyle zor günler<br />
geçiriyor. Cezaevine düşmemek için profesör<br />
Sean ile anlaşma yapmak zorunda<br />
kalıyor. Bu anlaşma büyük bir dostluğun<br />
da başlangıcı oluyor.<br />
Saksı Olmanın Faydaları (2013)<br />
Logan Lerman (Charlie), Emma Watson<br />
(Sam) ve Ezra Miller’ın (Patrick) etkileyici<br />
uyumu, filmi ‘Her zaman izlenebilecekler’<br />
listesine yazdırıyor. Liseye yeni<br />
başlayan Charlie’nin kendi tercihiyle<br />
köşede kalma ama aynı zamanda onu<br />
anlayabilecek arkadaşlar edinme çabası<br />
herkesin kendinden bir şeyler bulmasını<br />
sağlıyor. Sam ve Patrick ile tanışınca<br />
yeni bir hayata başlayan Charlie, bir<br />
yandan aşkı çözmeye çalışırken diğer<br />
yandan da derinlerde saklanan çocukluk<br />
travmalarıyla baş etmek zorunda kalıyor.
ALTIN<br />
PORTAKAL’IN<br />
SUYUNU<br />
ÇIKARDILAR!<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
SUSMAYAN KÖŞE<br />
Altın Portakal’da<br />
ulusal yarışma yok! Bunu<br />
ilk haber alan da<br />
bendim üstelik ama<br />
bekledim, bu saçma<br />
karardan dönüleceğini<br />
umarak. Ancak,<br />
cansiperane bir şekilde<br />
savunulduğunu görmekten<br />
dolayı acı çekiyorum<br />
Sinema yazarlığını, vizyonda<br />
izlediğim filmleri eleştirmekten<br />
fazlası olarak gördüm hep! Hele<br />
de bizimkisi gibi dertli bir sektörde,<br />
orkestranın tüm enstrümanlarını kalemime<br />
konu ettim; filmler, filmciler,<br />
festivaller vs. Festivaller ayağıyla en<br />
çok ilgilenen yazarlardan biri olduğumu<br />
zaten siz biliyorsunuz. Bazıları, bunu<br />
bir düşmanlık olarak algılamayı tercih<br />
etti ve benim festivaller aleyhine yazılar<br />
ürettiğim halde neden orada olduğumu<br />
vs. sorguladılar.<br />
Oysa benim yaptığım, sadece çuvaldızı<br />
kendimize batırmaktan ibaretti. Bu nehir<br />
kuruyacak, bu lunaparkı kapatacaklar,<br />
tıpkı Pal Sokağı Çocukları romanında<br />
olduğu bu kimsesiz sandığımız tarlayı<br />
gün gelecek inşaat makineleri kaplayacak.<br />
Yazdım, çok yazdım, hep yazdım.<br />
Kalemim yettiğince engel olmaya, kurulan<br />
tezgahı ortaya çıkarmaya çalıştım<br />
ama gördüm ki, herkesin keyfi tıkırında.<br />
Solcu sinemacılarımız vardı ve onlar<br />
sandı ki, otosansürlü senaryolarla fon<br />
kemirerek çektikleri filmlerle festivalleri<br />
dolaşıp, ödülleri toplayarak devam<br />
edecekler ve bu sonsuza kadar sürecek!<br />
“Filmimi seyirci için çekmiyorum, bu<br />
kişisel bir sinema…” Aferin, hadi şimdi<br />
sünnet düğünü kasetini izletirsin salonunda<br />
misafirlerine…<br />
İşte o gün geldi… Türk sinemasının<br />
Akdeniz’de atan kalbi olan Altın<br />
Portakal’da ulusal yarışma yok!<br />
Bunu ilk haber alan da bendim üstelik<br />
ama bekledim, bu saçma karardan<br />
dönüleceğini umarak. Birkaç<br />
meslektaşımla paylaştım o kadar. Ancak,<br />
karardan dönmek bir yana, cansiperane<br />
bir şekilde savunulduğunu<br />
görmekten dolayı acı çekiyorum, elbette<br />
anlıyorum da o savunmayı yapanları<br />
çünkü bu karar onları aşan bir şey!<br />
Tartışmalara yeni bir boyut katabilmek<br />
adına yazıyorum; ulusal yarışmanın<br />
kaldırılması fikri Antalya’dan değil<br />
Ankara’dan çıktı! Kimden çıkıyor böyle<br />
saçma fikirler diye merak ediyorsanız,
cumhurbaşkanının iftar yemeğindeki fotoğraflara<br />
bakın, göreceksiniz!<br />
Sebepsiz Sonuç Olur mu?<br />
Türk sineması bir halk eğlencesi/sanatıdır<br />
dedim, komediyi festivallerden kovup gişede<br />
yozlaştırmayın dedim, halka ulaşmayan filmlerle<br />
bir yere gidemeyiz dedim. Ortaya çıkarılan<br />
eserle değil ödül törenlerinde gösterilen tavırla<br />
muhalif olmanın yeteceği sanılıyordu. Bu komik<br />
günah çıkarma seanslarının yapanın yanına kar<br />
kalmadığı günler de gelecekti ve de geldi.<br />
Ne oldu; başkan Türel konuşmasında,<br />
kimse bir yıl önce birinci seçilen filmi<br />
hatırlamıyor diye savunma yapıyor! İyi<br />
de o zaman o festivalin yönetimine çat,<br />
kendini suçla… Sinemanın bir suçu yok,<br />
bazıları hala müthiş filmler çekmeye<br />
devam ediyorlar, sen onları Antalya’ya<br />
getirip yarıştıramıyor da uyuzluk abidelerini<br />
film sanatı diye önümüze sürüyorsan,<br />
o senin suçun! Yok mu yarışacak<br />
film, yarıştırma o zaman…<br />
Yarışmayı sonsuza kadar<br />
iptal etmek başka bir numara!<br />
Türel’in başkan seçildiği<br />
ilk Portakal’dan sonra<br />
oraya dadanan komitenin<br />
ilk kararı neydi<br />
hatırlayın, bunu bir röportajda<br />
söylemişlerdi; “Altın Portakal’ı<br />
Yeşilçam eskilerinin tatil yeri<br />
olmaktan kurtaracağız”! Ne<br />
yaptılar, Hollywood eskilerini hem<br />
de B oyuncularını doldurdular!<br />
Çakmalık, özentilik bu burnu<br />
büyüklerin elinden geldi ve devam<br />
ediyor. O günden bu zamana<br />
Türk sinemasının köküne kibrit<br />
suyu dökmeyi amaç edindiler<br />
ve şimdi “yarıştırdığımız filmleri<br />
kimse hatırlamıyor” diyerek<br />
bunu yapıyorlar! Gerçekten de<br />
bu festivaller onların iş ağlarını<br />
geliştirmekten başka bir işe<br />
yaramıyor. Yapımcıdan festival<br />
başkanı olur mu? Elif Dağdeviren<br />
zamanında hep sorduğum soru<br />
bu… Yapımcıyı çağırır, atölye<br />
yaptırır gönderirsin, o kadar! Öte yandan, adam<br />
haklı!<br />
Bu ülkede gişe filmlerinden kesilen para ile fonlanan<br />
ve kimsenin izlemediği, festivallerde dahi<br />
salonun yarısının uyuyarak sonunu getirebildiği<br />
filmler çekiliyor. Recep İvedik’in Kış Uykusu’nu<br />
fonladığı fantastik bir düzen. Sinema sanatı<br />
adına nefis bir intikam yöntemi aslında ama ortaya<br />
çıkan filmler, filmden başka her şeye benziyor.<br />
Hepsi değil elbette ama 1 iyi filme karşılık 30<br />
kötü film var.<br />
Ne diyordum; bakanlık para veriyor ve filmler<br />
çekiliyor. 1 ya da 2 değil<br />
yılda 25-30 tane hem<br />
de. Bu filmleri fonlayan<br />
bakanlık bir de<br />
gösterilebilsinler diye<br />
festivalleri destekliyor.<br />
Başka destekler de var.<br />
Ortada dolaşan para<br />
milyonlarca dolar. Parayı<br />
dolaştıran devlet ve yerel<br />
TÜRK SiNEMASI
idareler. Sinemacılar ağzını açmış bekliyor. Peki,<br />
karşılığı ne? Kimsenin izlemediği çekenlerin bile<br />
unutmak istediği filmlerden oluşan bir bağımsız<br />
sinema arşivi. Bunun kültüre, sinemaya katkısı<br />
nedir? Peki, bu katkı hiç sorgulanmayacak mı<br />
sandınız? Bir gün bu oyuncağı sizin elinizden<br />
alırlar da başkasına verirlerse ne hissedeceksiniz,<br />
sizi kim, ne diye savunacak?<br />
Eline kamera almamış adamların projelerini<br />
onaylayan, kendi yapım fimasına destek çıkaran<br />
kurul üyeleri… Kötü filmleri bile yarıştıran,<br />
yarışan her filme bol kepçeden ödül dağıtan festival<br />
jürileri… Minimalist çekilmiş her filme sanat<br />
eseri muamelesi yapan sanat<br />
seviciler… Size ne yazsam az!<br />
Toplumcu sinema yapma<br />
baskısını geçtim, bari iyi filmler<br />
çekseydiniz. Hayır, aranızda yüz<br />
akı birkaç sinemacı var, onlara<br />
da teknik itirazlar getirerek<br />
adamların yoluna taş koyuyorsunuz.<br />
Neymiş, Nuri Bilge Ceylan<br />
neden yapım desteğini yapımdan<br />
sonra almışmış! Bu itiraz sanat<br />
düşmanı kesimden değil bizzat<br />
sinema sanatını icra edenlerden<br />
geliyor. Sanki kendileri etikten<br />
bir adım sapmıyorlarmış gibi<br />
ama mesele o değil. Mesele o<br />
kremalı beleş pastadan bir dilim<br />
dahi yiyememiş olmak. Güzel<br />
kardeşim, al Altın Palmiye’yi<br />
kolunun altına gel ülkeye, fonun<br />
tamamı sana helal olsun. Her<br />
sinema heveslisine dağıtılıp heba<br />
edilecek bir para yok ki ortada!<br />
Bakın burada salak olduğunu sandığınız ve<br />
Recep İvedik’ten başka bir şey izlemez bunlar<br />
diyerek aşağıladığınız bir seyirci var ama sizin<br />
filmlerinizde Recep İvedik’teki kadar bile “bir şey”<br />
yok. Recep İvedik taşlarken hiç şunu düşündün<br />
mü; komedi bu ülkenin festivallerinden yıllar önce<br />
kovuldu ve sanıldı ki sanat somurtmaktır. Bunun<br />
yozlaştırcı etkisini öngöremedin mi de Recep’e<br />
kızıyorsun?<br />
Neden Tarkovski Olamıyorsunuz?<br />
“Seyirci umurumda değil, kişisel bir sinema<br />
yapıyorum ben” diyecek kadar şımardıktan sonra<br />
birileri geliyor ve oyuncağınızı elinizden alıyor.<br />
Yani, ne sandın ki? Milyonlarca lira sen kişisel<br />
sinemanı yap diye mi toplanıyor. Sanırsın bir<br />
filmle Bela Tarr olunuyor! Kişisel sinema yapmakla<br />
bu kadar övünüyorken Yılmaz Güney’den<br />
utan bari!<br />
Ha bir de şu var; ülkede fonları tarumar eden<br />
Tarkovski replikacılarını eleştirdiğimde hemen<br />
Tarkovski, Tarr, Angelopoulos gibi büyük ustaların<br />
isimleri zikredilir ve bir tabu yaratılmaya çalışılır.<br />
Cevabım şu; yeteneksiz sinemacının gücü yetse<br />
Kubrick, Hitchcock falan taklit edecek ama yetmiyor.<br />
Biçimsel açıdan en kolay taklit edilecek<br />
sinemaya yöneliyor. Minimalist sinemanın tuzağı<br />
da bu; sabit planları<br />
arka arkaya dizerek<br />
rastlantısal bir kurguyla<br />
idare edebileceğini biliyor<br />
çünkü. Çoğunun filminde<br />
düzgün bir tek fotoğraf<br />
bile yok. Tarkovski’nin tek<br />
filmini izlemeden Tarkovski<br />
filmi çeken yönetmen<br />
var bu ülkede…<br />
Daha bunun üstüne<br />
yazmayalım mı?<br />
Geçti Bor’un pazarı<br />
ama Niğde seyahatinizde<br />
size eşlik edecek<br />
cümlelerim var; ne<br />
çekeceğinizi söyleyecek<br />
değilim fakat bir zahmet<br />
artık “iyi filmler” çekin.<br />
Ülke sinemasını yıllardır<br />
kendinizden ibaret bir<br />
şamataya çevirdiniz<br />
ama bu iş buraya kadar.<br />
“Nasıl olsa gidip bir yerlerde ödül alıyor,<br />
tıkır tıkır takılıyor, tek film çekip 3 yıl geziyoruz”<br />
kafasından çıkın. Kısa filmcileri de kendinize<br />
benzettiniz ama sinema sanatının bu sinsi hesaplara<br />
tahammülü yok. Kimse artık bu numaraları<br />
yemiyor!<br />
Antalya’dan Türk sinemasının kovulması<br />
yeni sinemacı kuşağının fırsatçılığının,<br />
yeteneksizliğinin ve başka kötü alışkanlıklarının<br />
sonucudur. Yolu Antalya Altın Portakal’dan geçen<br />
tüm büyük ve gerçek sinemacılarımız sizi yuhluyorlar!<br />
Utanın…
İKİ FARKLI<br />
SİNEMA TEK<br />
YÖNETMEN<br />
SERDAR AKAR<br />
n Dilerseniz 90’lı<br />
yılların sonuna<br />
doğru bir yolculuğa<br />
çıkalım. Eşkıya gibi,<br />
sinemamız için mihenk<br />
taşı sayılacak<br />
bir filmin, sinema<br />
salonlarını yavaş yavaş hareketlendirdiği<br />
dönemden söz ediyoruz. Esasen aynı dönem<br />
Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz,<br />
Derviş Zaim gibi ilk eserlerini veren<br />
sinemacıların da gelecek adına umut<br />
dağıttığı zaman dilimine tekabül etmektedir.<br />
Yine o tarihlerde ortaya çıkan<br />
Gemide, realist ve sert üslubuyla inci<br />
gibi parıldayan bir işti. Tabii bu durum<br />
meraklı gözlerin filmin yönetmeni Serdar<br />
Akar’a çevrilmesine neden olacaktı.<br />
İşte, o dönem sinemamızın gelecekteki<br />
en önemli yönetmenlerinden biri olacağı<br />
söylenen Serdar Akar, şimdilerde Kurtlar<br />
Vadisi Vatan filmi ile tekrardan gündemde.<br />
Biz de bu vesileyle onun değişen<br />
çizgisini mercek altına aldık.<br />
Serdar Akar, sinema macerasına yalnız<br />
başlayanlardan değildir esasen. Onun<br />
POLAT ÖZİŞ
önderliğinde kurulan “Yeni Sinemacılar”<br />
toplumsal hadiseleri merkezine alan,<br />
çarpıcı senaryolarıyla dikkat çeken,<br />
yakın dönem Türk Sineması’nın en ilgi<br />
çekici oluşumlarından biri. Gemide,<br />
Laleli’de Bir Azize, Dar Alanda Kısa<br />
Paslaşmalar, Takva ve Çoğunluk, Yeni<br />
Sinemacıların elinden çıkan en önemli<br />
filmler. Keza tüm bu filmlerin ortak<br />
noktasına baktığımızda, toplumda<br />
karşımıza çıkması muhtemel karakterlerin,<br />
realist bir biçimde ele alındığını<br />
görmekteyiz.<br />
Gelgelim Serdar Akar filmografisine.<br />
Yönetmenin ilk uzun metraj çalışması<br />
olan Gemide, döneminin fazlasıyla<br />
üstünde seyreden ve hali hazırda dahi<br />
popülaritesini koruyan bir film. Tabii<br />
bu noktada aslan payını senaryoya<br />
versek de, Serdar Akar’ın tedirginliği<br />
had safhada yaşatan üslubunun da<br />
hakkını teslim etmek gerekir. Argonun<br />
deyim yerindeyse başrol hüviyetinde<br />
kullanıldığı film, sıradan insanların sıra<br />
dışı hikâyesini, çarpıcı bir şekilde izleyenlerine<br />
aktarmış ve yalnızca dönemin<br />
değil, yakın dönem Türk Sineması’nın<br />
da en önemli işlerinden biri konumuna<br />
yükselmiştir.<br />
Gemide’den hemen sonra, hikâyenin<br />
diğer ayağını anlatan Laleli’de Bir<br />
Azize’nin senaryo ekibine destek veren<br />
Serdar Akar, çok vakit kaybetmeden<br />
ikinci uzun metrajı Dar Alanda Kısa<br />
Paslaşmalar için kamera arkasındaki yerini<br />
alıyordu. Kendi çocukluk anılarından<br />
yola çıkarak senaryolaştırdığı filmi,<br />
hayat, futbol ve aşk üçgeninde ilerleyen,<br />
metaforik anlatımıyla dikkatleri<br />
üzerine çeken, oldukça naif bir film<br />
olarak ön plana çıkmaktaydı. Nitekim<br />
Serdar Akar’ın bir kez daha beklentileri<br />
boşa çıkarmadığını gönül rahatlığıyla<br />
söyleyebiliriz. Çünkü Dar Alanda Kısa<br />
Paslaşmalar; başından sonuna dek<br />
vadettiği birlik olma olgusunu incelikle<br />
işleyen ve merkezine aldığı taşradan<br />
da harikulade şekilde beslenmeyi<br />
RESiM FOTOMONTAJDIR
aşaran, leziz bir seyirlik olarak fark<br />
yaratmaktaydı.<br />
Serdar Akar’ın 2001 yılında çektiği<br />
üçüncü uzun metrajı Maruf ise, yönetmenin<br />
hayal kırıklığı yaratan filmi olarak<br />
hatırlanmaktadır. Her ne kadar töreye<br />
parmak basan hikâyesiyle dikkate değer<br />
bir senaryoya sahip olsa da, filmin<br />
karanlık duruşunu teatral bir yapıyla<br />
zedelemesi, olumsuz eleştirileri de beraberinde<br />
getirmiştir. Nitekim Maruf’u, Serdar<br />
Akar sinemasının da dönüm noktası<br />
olarak tanımlamak mümkün.<br />
Özellikle son yıllarda karşımıza sıklıkla<br />
çıkan bir husus var. O da, ilk filmini<br />
çeken yönetmenlerin sonrasında kendisini<br />
dizi sektörüne ışınlanması. Esasen<br />
bunun pek de eleştirel bir tarafı olduğu<br />
kanısında değilim. Binbir güçlükle, elde<br />
avuçta ne varsa verilerek çekilen sinema<br />
filmlerinin sonrasında, yönetmenlerin<br />
kendini borç batağında bulması maalesef<br />
ki sektörün kaçınılmaz sonu. Hal böyle<br />
olunca da o idealist yönetmenlerin, yüksek<br />
meblağlar karşılığında, kendi dünya<br />
görüşüyle uzaktan yakından alakası olmayan<br />
dizilerin kamera arkasına geçmesi,<br />
esasen bir mecburiyetin sonucu. Eğri<br />
oturalım doğru konuşalım; Türkiye’nin<br />
yaşam şartlarını göz önüne aldığımızda,<br />
bu durumun etik bir problem teşkil<br />
etmediği gün gibi ortada.<br />
İşte, Serdar Akar da hayatını idame ettirmek<br />
zorunda olan bir birey olarak,<br />
kendisini böyle bir macera sonucu<br />
televizyon ekranlarına atmıştı. O,<br />
meslektaşlarına oranla bir nebze de olsa<br />
şanslıydı. Çünkü televizyona adım atana<br />
dek, kendi sinema anlayışını yansıtan üç<br />
filmin altına imza atmıştı. Onun yolunun<br />
Kurtlar Vadisi ile kesişmesi ise, hepten<br />
değişecek bir kariyerin de habercisi<br />
niteliği taşımaktaydı.<br />
Pana Film ve Raci Şaşmaz’ın Kurtlar<br />
Vadisi için ipleri eline almasıyla göreve<br />
gelen Serdar Akar, anlatının sertlik<br />
dozajını olabilecek en yüksek noktaya<br />
konumlandırmış ve güç kaybeden kadrosuna<br />
rağmen diziyi ayakta tutmayı<br />
başarmıştır. Nitekim onun yönetmen<br />
koltuğunda ortaya koyduğu performans,<br />
Kurtlar Vadisi Irak filminde de kaptan<br />
köşkünde oturmasının önünü açmıştır.<br />
Türkiye koşullarına oranla iyi bir bütçe<br />
ayrılan ve dönemin en çok ses getiren<br />
yerli yapımlarından olan film, böylelikle<br />
Akar’ın dördüncü uzun metrajı olarak da<br />
kayıtlara geçmiştir.<br />
Tam da bu süre zarfı içerisinde, Serdar<br />
Akar bir kez daha televizyon dünyasına<br />
adım atacak ve kendi anlatım tarzıyla<br />
uzaktan yakından alakası olmayan Cennet<br />
Mahallesi için kamera arkasına<br />
geçecekti. Çektiği diziler dahi hayatın<br />
içinden olan ve ciddiyetten ödün vermeyen<br />
tavrıyla muadillerinden ayrılan<br />
Serdar Akar’ın yaptığı bu tercih,<br />
şimdilerde dahi konuşulmaya değer bir<br />
konu. Ancak en başta da belirttiğimiz
gibi, ne yazık ki işin maddi boyutu, bazı<br />
zamanlarda her şeyin üzerine geçebiliyor.<br />
Serdar Akar için bu da öyle zamanlardan<br />
biriydi. Ne var ki yaptığı hatanın farkına<br />
kendisi de erkenden varmış ve 6.bölüm<br />
sonu itibariyle Cennet Mahallesi defterini<br />
kapatmıştı.<br />
Kurtlar Vadisi ve Cennet Mahallesi<br />
maceralarından sonra Serdar Akar, nihayet<br />
yer almak istediği arenaya, beyazperdeye,<br />
kendi yazdığı senaryoyla dönüyordu.<br />
Yönetmenin beşinci uzun metrajı olan<br />
Barda, ziyadesiyle şiddet içeren, yer yer<br />
rahatsız edici anları beraberinde getiren<br />
ve en az Gemide kadar argo ve cinsellik<br />
içeren bir film olarak arz-ı endam etmekteydi.<br />
Esasen Serdar Akar kendisini<br />
yeniden bulmuştu. Vahşetin göbeğinde<br />
geçen hikâyesi ve sert üslubuyla Barda,<br />
izleyenlerine oldukça farklı bir tecrübe<br />
yaşatmaktaydı. Ne var ki Barda için,<br />
başarılı sinemacının beyazperdede son
kez zirveyi gördüğü proje de diyebiliriz.<br />
Artık Serdar Akar için, beyazperdenin<br />
özgün ve vurucu yönetmeni olma dönemi<br />
sona ermişti. O, Yeni Sinemacılarla<br />
bağını koparmış ve tamamıyla kendisini<br />
televizyon dünyasına vermişti.<br />
Tarkan Karlıdağ ile beraber kurdukları<br />
Adam Film ile önce Elveda Rumeli’yi<br />
çektiler, sonrasında ise bir fenomene<br />
dönüşecek olan Behzat Ç.<br />
Doğrusunu söylemek gerekirse, Behzat<br />
Ç. projesini olgunlaştıran ve şimdiki<br />
haline getiren en önemli yapı taşı Serdar<br />
Akar. İlk olarak Emrah Serbes’in<br />
yazdığı destansı romanlara güvenen ve<br />
sonrasında Erdal Beşikçioğlu’na rolü<br />
emanet eden Akar, kariyerinin ilk döneminde<br />
sinemada nasıl ses getirdiyse,<br />
akabinde de televizyonda hatırı sayılır<br />
işler yapmayı nihayet başarıyordu. Dile<br />
kolay, üç sezon ve iki sinema filmi. Her<br />
ne kadar dizide onu genel yönetmen<br />
sıfatıyla görsek de, projenin başında<br />
olduğunu her daim hissettirmekteydi.<br />
Behzat Ç.’nin çekilen iki sinema filminde<br />
de yönetmen koltuğunda yer<br />
alan Akar, dizi hayranlarını ziyadesiyle<br />
memnun eden, mizah sosu yüksek<br />
iki polisiyenin altına imza atmıştı. Her<br />
ne kadar çekilen iki Behzat Ç. filmi<br />
dizinin lezzetini andıran işler olsa da,<br />
bağımsız birer sinema filmi olarak<br />
düşündüğümüzde sınıfta kalan işlerdi.<br />
Bundaki en büyük pay, tanıdık karakterlerin,<br />
benzer hikâyelerinin bir kez daha<br />
önümüze gelmesinde gizli.<br />
Tarihler 2017’yi gösterdiğinde ise Serdar<br />
Akar’ın yolu, bir kez daha Kurtlar<br />
Vadisi ile kesişmekte. Polat Alemdar<br />
ve arkadaşlarının yeniden memleketi<br />
kurtarmak adına canhıraş verecekleri<br />
mücadeleyi anlatacak olan Kurtlar<br />
Vadisi Vatan, esasen Serdar Akar filmografisinin<br />
de kayan çizgisinin en önemli<br />
göstergesi. Evet, bu yönetmenin<br />
çekeceği ilk Kurtlar Vadisi değil. Ancak<br />
onun projede yer aldığı ilk dönem ile<br />
şimdiki zaman dilimi arasında ciddi bir<br />
konjonktür farkı mevcut. Nitekim Serdar<br />
Akar Kurtlar Vadisi’ne dâhil olduğunda,<br />
dizi ülkenin en popüler ve ses getiren<br />
projesiydi. Keza Kurtlar Vadisi Irak’ın da<br />
dizi finalinin hemen ardından vizyona<br />
girdiğini göz önünde bulundurmak gerekir.<br />
Aradan geçen 12 yılda ise Kurtlar<br />
Vadisi eski popülaritesinden uzaklaşmış,<br />
taraf olmuş ve tam anlamıyla bir propaganda<br />
aracına evirilmiştir. Şimdi ise Serdar<br />
Akar, tükenme noktasına gelmiş, sıkı<br />
fanları tarafından bile eleştiri oklarına
maruz kalmış bir projeyi tekrardan diriltme<br />
adına kamera arkasına geçiyor.<br />
Serdar Akar, Kurtlar Vadisi Vatan projesiyle<br />
ne denli başarılı olur yahut bu tercih<br />
onun kariyerine ne türlü bir ivme<br />
kazandırır bilinmez. Ancak şu bir gerçek<br />
ki, senaryo ne denli kötü olursa olsun,<br />
onun üzerine düşeni ziyadesiyle yerine<br />
getireceği aşikâr. Çünkü karşımızda<br />
yeteneği herkesçe takdir edilen, ancak<br />
seçtiği senaryolarda bir o kadar<br />
tartışmaya açık olan bir isim var.<br />
Kariyerine Yeni Sinemacılar adı altında<br />
başlayan ve sektöre hızlı bir giriş<br />
yapan Serdar Akar, esasen 2000’lerin<br />
başındaki en umut vadeden yönetmenlerden<br />
biriydi. Nitekim Barda’ya<br />
kadar bir şekilde dengede götürdüğü<br />
filmografisi, daha sonrasında ilginç<br />
tercihlerle oldukça farklı bir<br />
yöne kaydı. Bu, belki Serdar Akar’ın<br />
yeteneğinden bir şey alıp götürmedi<br />
ancak, sinemamızın donanımlı bir<br />
yönetmenini kaybetme noktasına<br />
getirdi. Düşünsenize, Gemide ve Dar<br />
Alanda Kısa Paslaşmalar gibi kült<br />
olarak adlandırabileceğimiz iki filmi<br />
önümüze getiren isim, şimdilerde<br />
Kurtlar Vadisi’ni tekrardan diriltmek<br />
adına çaba sarf ediyor!<br />
En başta dediğimiz gibi, Serdar<br />
Akar’ın çizdiği portre ne yazık ki<br />
sektörün acı yüzü. O, kariyerinin en<br />
başında inandığı ve değer verdiği<br />
hikâyeleri kendi üslubunca çekmeye<br />
çalışırken, sonrasında izleyici garantisi<br />
olan risksiz işlere kucak açmış bir<br />
sinemacı. Bizde bir laf vardır; “Sütten<br />
ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek<br />
yer” diye. Belki de Serdar Akar’ın<br />
idealist yönetmen sınıfını terk etmesinin<br />
yegâne sebebi, bu atasözünde<br />
saklıdır.<br />
Eylül sonunda vizyona girecek Kurtlar<br />
Vadisi Vatan vesilesiyle Serdar<br />
Akar filmografisini ve onun değişen<br />
kariyerini detaylı bir şekilde ele almaya<br />
çalıştık. Yaklaşık 20 yıldır<br />
hayatımızda olan ve her dönem<br />
adından söz ettirmeyi başaran Serdar<br />
Akar, ne var ki şimdilerde kariyerinin<br />
ilk dönemini mumla aratmakta.<br />
İlerleyen yıllar ne getirir bilinmez<br />
ancak, Gemide, Dar Alanda Kısa<br />
Paslaşmalar hatta ve hatta Barda gibi<br />
meselesi olan realist yapımları, onun<br />
filmografisinde daha fazla görmek,<br />
her sinemasever gibi bizim de temennimiz.<br />
Yolu açık olsun.
HUSTON, WE HAVE<br />
A PROBLEM!<br />
Tito, Yugoslav Uzay Programı’nı ABD’ye satmaya karar<br />
verir ve 3 milyar dolar gibi bir rakamda anlaşma sağlanır.<br />
Akabindeki gelişmelerin etkisi, Yugoslavya’nın dağılmasına<br />
neden olacak kadar güçlü olacaktır.<br />
MURAT KIZILCA<br />
n “Sıradan bir ebeveyne<br />
“Noel Baba’ya<br />
inanır mısın?” diye<br />
sorsanız, cevabı<br />
“Tabii ki hayır, ben<br />
deli değilim” olurdu,<br />
çocuklarım<br />
için inanmış gibi<br />
yapıyorum derdi.<br />
Çocuklara sorduğunuzda ise normal<br />
bir çocuk şöyle cevap verirdi: “Ben deli<br />
değilim. Hediye alanların aslında ailem<br />
olduğunu biliyorum. İnanıyormuş gibi<br />
yapıyorum ki ailem hayal kırıklığına<br />
uğramasın ve bana hediye almaya devam<br />
etsin.” Buradaki paradoksu görüyorsunuz.<br />
Hiç kimse, etkin olarak, birinci<br />
şahsa inanmıyor. Herkes başkası için<br />
numara yaptığını söylüyor. Fakat her şeye<br />
rağmen inanç görevini yapıyor. Sosyal<br />
gerçekliğimizin yapısını oluşturuyor.”<br />
Slavoj Zizek’in yukarıdaki sözleri ile<br />
açılan 2016 yılı mahsulü Houston, We<br />
Have a Problem! (yazıda bundan sonra<br />
kısaca Houston olarak anılacaktır), müthiş<br />
bir sahte belgesel örneği. 89. Akademi<br />
Ödülleri’nin yabancı dilde en iyi film<br />
dalında Slovenya’nın adayı olan film,<br />
son beşe kalamamıştı. Açıkçası bugüne<br />
kadar verilen Oscar ödülleri göz önüne<br />
alındığında Houston’ın pek “Oscarlık” bir<br />
yapım olmadığının altını çizmek lazım.<br />
Ama bunu filmin değerini azaltmak için<br />
söylemiyorum; tam aksine sahte belgesellere<br />
(ya da komplo<br />
teorilerine) ilgisi<br />
olanlar kaçırmasın!<br />
İkinci Dünya Savaşı<br />
sonrası başlayan<br />
Soğuk Savaş döneminde<br />
süper güç<br />
olarak öne çıkan<br />
ABD ve SSCB<br />
arasındaki gerginlik<br />
had safhaya<br />
ulaşmıştı. Hemen<br />
her alanda üstünlük<br />
sağlamak için<br />
kıyasıya yarışan<br />
iki ülke, birbirlerine gözdağı vermek<br />
için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Uzay<br />
Yarışı da dönemin en çok önem atfedilen<br />
başlıklarından biriydi. 4 Ekim 1957<br />
yılında, tam da ABD’nin teknolojik açıdan<br />
SSCB’den ileride olduğunu öne sürdüğü<br />
bir dönemde, SSCB’nin uzaya attığı<br />
Sputnik-1 adlı ilk yapay uydu, ABD’de<br />
büyük bir krize neden oldu ki 1957 yılı
Uzay Yarışı’nın başlangıcı olarak gösterilir.<br />
Aynı yıl SSCB’nin Sputnik-2 uçuşu<br />
ile yörüngeye gönderilen ilk canlı Laika<br />
adındaki köpek oldu. 1960 yılında Sputnik-5<br />
uçuşu ile Belka ve Strelka adlı<br />
kozmonot köpekler, başarıyla dünya<br />
yörüngesine ulaşıp geri dönebildiler. Yuri<br />
Gagarin ise 12 Nisan 1961’de Vostok-1<br />
ile yaptığı uçuşla dünya yörüngesine<br />
başarıyla ulaşan ilk insan oldu.<br />
Yönetmenliğini Ziga Virc’in üstlendiği<br />
sahte belgesel, 1950’li yılların sonundan<br />
yani Uzay Yarışı’nın başlangıcından,<br />
Yugoslavya’nın dağıldığı 1990’lı yıllara<br />
kadarki süreçte geçtiğini iddia ettiği<br />
müthiş şehir efsanesini, aynı süreçteki<br />
gerçek olaylara ait arşiv görüntüleri ve<br />
şehir efsanesine (güya) bizzat tanıklık<br />
etmiş kişilerin günümüzde verdikleri<br />
beyanatlar eşliğinde anlatıyor. O yıllarda<br />
ABD ve SSCB dışında kendi uzay<br />
programını yürüten bir başka ülke daha<br />
vardır: Yugoslavya.<br />
Uzay çalışmalarıyla tanınan Sloven<br />
bilim insanı Herman Potocnik (ya da<br />
takma adıyla Herman Noordung), tek<br />
kitabı olan The Problem of Space Travel<br />
1928 yılının sonlarında yayımlandıktan<br />
bir yıl sonra, henüz 36 yaşındayken
ölür. Sahte belgeselin iddia ettiğine<br />
göre Potocnik öldüğü zaman ikinci<br />
kitabı üzerinde çalışmaktadır ancak<br />
kitaba dair notların bulunduğu dosyalar<br />
kaybolmuştur. Yugoslav istihbaratı<br />
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu<br />
dosyaları ele geçirir ve Yugoslavya’nın<br />
tek adamı Tito’ya dosyaların potansiyel<br />
önemi hakkında bilgi verir. Tito, dosyaları<br />
incelemeleri için uzmanlara gönderir.<br />
Uzmanlar, dosyaların bir ekibi aya<br />
götürebilecek bir uzay aracı yapmak için<br />
gerekli detaylı talimatları içerdiğini söyler.<br />
Bunun üzerine Tito, Yugoslav Uzay<br />
Programı’nı başlatır. SSCB’nin Sputnik-1<br />
uçuşundan hemen sonra Yugoslavya,<br />
Triglav-1 uçuşunu gerçekleştirir. İçine<br />
canlı bir domuzun konulduğu üç aşamalı<br />
roket stratosfere kadar başarıyla ulaşır<br />
ama sağlıklı bir iniş gerçekleşmez ve<br />
modül Adriyatik Denizi’nin uluslararası<br />
sularında İtalya’ya yakın bir yere düşer.<br />
Kimseye fark ettirmeden olayı örtbas<br />
eden Yugoslavya, yeni bir uçuş denemesi<br />
için çalışmalara başlar ancak<br />
maliyet karşılayabileceklerinden çok<br />
fazladır. Uzay programı için yabancı kredi<br />
almaları da mümkün değildir. ABD’de<br />
ise durum tam tersinedir; paraları<br />
vardır ancak kullandıkları teknoloji işe<br />
yaramamaktadır. John F. Kennedy, 1961<br />
yılında ABD başkanı olur. SSCB’nin art<br />
arda gerçekleştirdiği başarılı uçuşlar<br />
ile Uzay Yarışı Kennedy üzerinde büyük<br />
bir baskı oluşturur. CIA, Kennedy’ye<br />
Yugoslav Uzay Programı’nın ABD’ye<br />
büyük katkı sağlayacağını söyler ve<br />
temaslar başlar. Sonunda bütün projenin<br />
ABD’ye satılmasına karar verilir ve 3<br />
milyar dolar (filmin yaptığı hesaplamalara<br />
göre bugünün 50 milyar doları) gibi<br />
bir rakamda anlaşma sağlanır. Akabindeki<br />
gelişmelerin etkisi, Yugoslavya’nın<br />
dağılmasına neden olacak kadar güçlü<br />
olacaktır.<br />
Houston; Tito ve Kennedy buluşmaları,<br />
her iki liderin konuşmaları, diğer ülkeleri<br />
ziyaretleri gibi gerçek tarihi<br />
olayları, kendi anlatısı içerisine o kadar<br />
özenli bir şekilde yerleştiriyor ki arşiv<br />
görüntülerinin arasına (nadiren de olsa)<br />
giren Zizek yorumları olmasa kendinizi<br />
kolaylıkla teslim edeceğiniz, bütünüyle<br />
inanabileceğiniz, eksiksiz bir komplo<br />
teorisi kurguluyor. Yönetmen Ziga<br />
Virc, Yugoslavya’nın yükselişinin ve<br />
düşüşünün sembolik öyküsünü anlatma<br />
niyetinde olduğunu söylüyor ve seyirciyi<br />
izlediklerinden hangisinin gerçek, hangisinin<br />
kurmaca olduğunu anlamaya davet<br />
ediyor. Houston, Soğuk Savaş dönemindeki<br />
siyaset ya da Uzay Yarışı hakkında<br />
taşlamalara yer verse de aslen internet<br />
sonrası dönemde anlamı hızla değişen<br />
“gerçekliğe” dikkat çekmek istiyor.<br />
Gördüğü, okuduğu, duyduğu her şeye<br />
sorgulamadan inanma eğilimi gösterenlerin<br />
çoğunlukta olduğu bir dünyada<br />
yaşıyoruz. Yeter ki maruz kalınan veriler<br />
kendi sübjektif gerçeklikleriyle<br />
örtüşsün. İşin ilginci insanların büyük<br />
bir çoğunluğu hayatı boyunca gerçeği<br />
aramıyor. Belli başlı dogmatik kalıplarla<br />
örülü kendi gerçeklik anlayışları ve kendi<br />
dünya görüşleri var ve bu anlayış ve<br />
görüş yıllar içinde daha da katılaşıyor,<br />
değiştirilmesi imkânsız hale geliyor.<br />
Çoğu insan, düşüncesinin yanlışlığı<br />
yüzde yüz kanıtlansa bile, salt bu yüzden<br />
düşüncesini değiştirmeye yanaşmıyor.<br />
Albert Einstein boşuna “Önyargıları parçalamak,<br />
atomu parçalamaktan zordur”<br />
dememiş.<br />
Hatırlayanlar olacaktır; Korcan Karar’ın<br />
hazırladığı ve 1994-1999 yılları arasında<br />
devam eden Şok isimli bir TV programı<br />
vardı. Gerçekle uzaktan yakından ilgisi<br />
olmayan mizahi haberlerin ciddi biçimde<br />
sunulduğu bir komedi programıydı.<br />
Birkaç bölüm (belki de ilk bölümdü net<br />
hatırlamıyorum) sonrasında haberleri<br />
gerçek zannedenlerden gelen tepkiler<br />
üzerine program, “bu haberlerin gerçekle<br />
ilgisi yoktur, tamamen hayal ürünüdür”
gibisinden bir altyazı ile yayınlanmaya<br />
başladı. Buna rağmen hâlâ inananlar<br />
çıkmaya devam ediyordu. O zamandan<br />
bu zamana insanlar değişmiştir<br />
diye düşünmeyin; aynı geleneği günümüzde<br />
devam ettiren Zaytung benzeri<br />
sitelerin yaptığı sahte haberleri “gerçek”<br />
zannedenlerin sayısının hiç de<br />
az olmadığını unutmamak lazım. Hatta<br />
daha da fenası benzer yabancı mizah<br />
sitelerinin yaptığı sahte haberlerin ulusal<br />
gazetelerimiz tarafından “gerçek”<br />
zannedilip haber yapıldığını da acı bir not<br />
olarak ekleyelim.<br />
Houston, Kutluğ Ataman’ın yazıp<br />
yönettiği Aya Seyahat (2009) isimli sahte<br />
belgesel ile birçok benzerlikler içeriyor.<br />
Tabii ki Ataman’ın filmi herhangi bir<br />
gerçeklikten destek almıyor, tamamen<br />
fantezi ürünü ama yapı olarak fazlasıyla<br />
benzeşiyorlar. Aya Seyahat farklı bir<br />
teknik kullanarak art arda perdeye<br />
gelen siyah beyaz fotoğrafların üzerine<br />
yerleştirilmiş bir üst ses ile fantezi ürünü<br />
hikâyesini belgesel havasında sunarken<br />
aralara çeşitli sosyolog, tarihçi ve yazarlar<br />
ile yapılmış röportajlar serpiştirerek<br />
gerçeklik algısını kırmaya çalışıyor. Aynı<br />
Houston’ın Zizek yorumlarını kullandığı<br />
biçimde. İşin ilginci her iki film de aynı<br />
yıllarda geçen bir sahte “gerçeklik” yaratmaya<br />
girişiyor ve her ikisinin de çıkış<br />
noktası aynı. Aya Seyahat’te 1957 yılında<br />
gerçekleştirilen SSCB’nin Sputnik-1<br />
uçuşundan sonra Erzincan’ın bir köyünden<br />
geçmekte olan bir milletvekilinin<br />
tesadüfen köyde durması üzerine gelişen<br />
olaylar neticesinde bazı köylüler, aya<br />
gitmeye karar verip camiinin minaresinden<br />
bozma bir roket yapmaya girişiyorlar.<br />
(Filmi Kutluğ Ataman’ın YouTube kanalı<br />
WitchTV üzerinden izleyebilirsiniz.)<br />
Bütün bunların yanında son zamanlarda<br />
tekrar gündeme gelen Bandırma Füze<br />
Kulübü’nün hikâyesinin akla gelmemesi<br />
ise imkânsız.<br />
Son noktayı Zizek’in Houston’ın finalinde<br />
yer alan sözleriyle koyalım: “Bu filmin<br />
başarılı olması için ortalama bir seyircinin<br />
her zaman nasıl da kullanılıyoruz<br />
diye farkına varması gerekir ama basit<br />
salt yalan yoktur. Her şey sahte olsa<br />
bile... Bu sahtelik, bizim sahte olduğunu<br />
bildiğimiz kadarıyla içinde yaşadığımız<br />
sosyal gerçeklik hakkında bize pek çok<br />
şey söyler. Gerçekten olmamış olsa bile<br />
doğrudur. Ve bu çok önemli bir mesajdır.”
İZLEDİĞİMİZ<br />
KORKU FİLMLERİ<br />
OYUNCULUĞUMUZA<br />
ÇOK ŞEY KATTI<br />
Türk korku sinemasında önemli bir<br />
yer edineceğe benzeyen, gerilim-dram<br />
türündeki “Zohak” filmi başrol oyuncuları<br />
Seda Kement ve Erkan Çelik ile film, oyunculuk<br />
ve Türk korku sineması üzerine keyifli<br />
bir sohbet gerçekleştirdik.<br />
EZGİ TANIR<br />
n Son yıllarda başarısı<br />
oldukça artan Türk korku<br />
sinemasında önemli bir<br />
yer edineceğe benzeyen,<br />
gerilim-dram türündeki “Zohak” filmi başrol<br />
oyuncuları Seda Kement ve Erkan Çelik<br />
ile film, oyunculuk ve Türk korku sineması<br />
üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.<br />
Senaryo size nasıl ulaştı?<br />
Seda Kement: 2 ay önce oynadığım “Elim<br />
Sende” filmi yeni bitmişti, orada styling<br />
yapan arkadaşım bir korku filmi var<br />
görüşmek ister misin dedi ve senaryo bana<br />
o sayede ulaştı. İlk senaryoyu gördüğümde<br />
kuşkularım vardı ama şuan psikolojik gerilime<br />
dönen olağanüstü bir film çekiyoruz ve<br />
içinde olmaktan çok mutluyum.<br />
Erkan Çelik: Menajer ve yapım şirketleri<br />
vasıtası ile elime ulaştı ve senaryoyu<br />
ERKAN<br />
ÇELİK
SEDA<br />
KEMENT<br />
okuduktan sonra hemen içinde olmak istedim.<br />
Projeyi kabul etme sebebiniz nedir?<br />
Seda Kement: Daha önce bir korku veya<br />
gerilim filminde hiç oynamadığım için böyle<br />
bir deneyim edinmek istedim. Yönetmenimiz<br />
Adem Uğur liderliğinde de harika bir ekiple<br />
tanışmış oldum. Partnerim Erkan Çelik’i<br />
görünce de çok şaşırdım. Çünkü senaryoyu<br />
okuduğumda kafamdaki Semih karakteri<br />
Erkan’ın birebir aynısıydı. Kendisi inanılmaz<br />
yetenekli ve enerjisi çok güzel bir oyuncu.<br />
Onunla birlikte oynadığım için çok mutluyum.<br />
Erkan Çelik: Yapımcı, yönetmen, senaryo,<br />
karakter analizleri ve eğer başrol teklifi<br />
aldıysam birlikte oynayacağım oyuncu<br />
projeyi kabul etme sebeplerimin hepsini<br />
oluşturuyor aslında. Zohak filmini kabul<br />
etme sebeplerimden biri de başrolü birlikte<br />
paylaştığım arkadaşım Seda Kement’tir.<br />
Kendisinin oyunculuğunu her zaman<br />
beğeniyordum. Şimdi beyazperdede Canan<br />
ve Semih’i birlikte oynayacağız. Enerjimiz<br />
çok iyi tuttuğu için ekrana da harika<br />
yansıyor.<br />
Oynadığınız karakter nasıl biri?<br />
Seda Kement: Filmde, Canan karakterini<br />
oynuyorum. Canan sevgilisi tarafından<br />
sürekli şımartılan, hayatı travmalarla dolu bir<br />
karakter.<br />
Erkan Çelik: Filmde Semih karakterini<br />
oynuyorum. Semih, İş ve sosyal hayatında<br />
belli çizgileri ve kuralları olan İzmit’li zengin<br />
bir işadamı. Canan’a duyduğu aşk yüzünden<br />
de başına geleceklerden habersiz.<br />
Filmin konusundan biraz bahseder misiniz?<br />
Seda Kement: Cananın ailesi “Zohak” denen<br />
şeytani bir varlığın kendilerine musallat<br />
olduğunu düşünür ve babası Canan’ın gözü<br />
önünde cinnet geçirerek karısını öldürür.<br />
İşlediği cinayetin ağırlığına dayanamayıp<br />
yine kızının önünde kendisini de öldürür,<br />
öldürmeden önce de Zohak’ı bir kutuya<br />
hapsedip denize atar. Bir gün Canan,<br />
Semih’in doğum gününde kutuyla karşılaşır,<br />
bastırdığı korkular ortaya çıkar ve macera
Rolünüze nasıl hazırlandınız?<br />
Seda Kement: Sıkı bir gerilim, korku filmi izleyicisiyimdir<br />
ve Zohak’ta oynarken anladım ki çok<br />
iyi bir gözlemciymişim. Çocukluğumdan beri<br />
izlediğim korku filmlerinin Canan karakterinin<br />
üzerinde büyük etkisi oldu. Burada dram veya komedi<br />
türüne nazaran düşünsel ve beyinsel olarak<br />
daha fazla efor sarf ediyorum.<br />
Erkan Çelik: Okuma provaları için sabahlara<br />
kadar uykusuz kaldım diyebilirim. Sonrasında<br />
role adapte olabilmek için durumu içselleştirmem<br />
gerekiyordu. Rol arkadaşlarımla çok sık provalar<br />
yaptık. Türk korku filmlerinin çoğunu da önceden<br />
izlemiştim ve oradaki karakterleri tekrar analiz<br />
edip oyunculuğuma katkı sağlayacak detaylar<br />
üzerinde çalıştım.<br />
Erkan Bey 1 ayda 2 filmde başrol oynuyorsunuz,<br />
bu sizin için zor olmuyor mu?<br />
Erkan Çelik: Kafir sinema filminin seti<br />
İstanbul’da, Zohak ise İzmit’te. İki filmde de<br />
başrol oyuncusu olduğum için sahnelerim fazla,<br />
bu sebeple biraz yoruluyorum. Ama bir Çin<br />
atasözü derki ‘Eğer sevdiğin işi yapıyorsan ömür<br />
boyu çalışmamış gibi olursun’ gerçekten de<br />
öyle. Çoğu zaman gündüz ve gece 2 sette birden<br />
çalışmak durumunda kalıyorum. Ama çok profesyonel<br />
ekiplerle yürüyoruz, projelerdeki pozitif<br />
enerji benim bütün yorgunluğumu alıyor.<br />
Çekimlerin İzmit’te yapılmasının bir sebebi var<br />
mı?<br />
Seda Kement: Aradığımız her şeyi burada bulabiliyoruz.<br />
İzmit’in sokakları, deniz kenarları<br />
tam istediğimiz gibi. İzmit Belediye Başkanı<br />
Dr. Nevzat Doğan ile yaptığım bir televizyon<br />
programı sayesinde tanıştım ve kendisi sanata<br />
ve sanatçıya çok değer veren bir insan bize her<br />
konuda destek oluyor. Aynı şekilde İzmit halkı da<br />
bizi çok sevdi ve onlardan da her konuda destek<br />
görüyoruz. Hem belediye başkanına hem halka<br />
çok teşekkür ederiz.<br />
Türk korku sineması hakkında ne<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Seda Kement: 4-5 sene öncesine kadar maalesef<br />
ki korku filmlerinde çok da başarılı sayılmazdık.<br />
Son yıllarda çok iyi korku filmleri çekiliyor ve bu<br />
da haliyle gişeye yansıyor. İyi filmlerle beraber<br />
korku filmi izleyici potansiyeli de ciddi bir artış
gösterdi. İzleyicinin artışı filmlerin çok daha iyi<br />
olmasını sağlıyor. Bence artık yabancı filmlerle<br />
yarışacak filmlerimiz var. Efektlerimiz, arka<br />
plandaki çalışmalarımız çok gelişti ve günden<br />
güne de gelişmeye devam ediyor. Bizim filmimiz<br />
de bunlardan biri.<br />
Erkan Çelik: Aslına bakarsanız Türk yapımı<br />
korku filmlerine olan rağbet her geçen gün<br />
artıyor. 2014 yılında 10 film, 2015 yılında 22<br />
film ve geçen sene de 28 korku filmi yapılan<br />
ülkemizde bu rakamlar gerçekliği de yansıtıyor<br />
diye düşünüyorum. İzleyici seri filmleri seviyor,<br />
gerçek hayat hikayelerini de farklı bir heyecanla<br />
izliyor. Birçok eleştirmenden “eğer cinler<br />
olmasaydı biz hayatta korku filmi yapamazdık”<br />
konuşmalarını çok duydum. Bütün yapılan<br />
filmlerin kalitesinin aynı olduğunu söylemek<br />
mümkün değil. Ayrıca bir korku filminde senaryonun<br />
dışında beyazperdeye yansıyacak<br />
kurgunun da muhteşem olması gerekiyor.<br />
Zohak filminin kurgusunu, İranlı yönetmen<br />
“Babak Adebi “yapacak. Muhteşem bir iş<br />
çıkacağından hiç şüphem yok.<br />
Bundan sonrası için planlarınız neler?<br />
Seda Kement: Ölene kadar oyunculuk yapmak<br />
istiyorum. Bu filmden çok umutluyum,<br />
seyircinin filmi seveceğinden de eminim. Bundan<br />
sonra bir komedi filmim var. Ardından<br />
Türkiye’nin en iyi müzikallerinden biri olacak<br />
olan “Çingeneler Zamanı Müzikali” var. Daha<br />
sonra da Bosna’da TRT için “Aliyah” isimli 6<br />
bölümlük mini bir dizi çekeceğiz. Hepsi farklı<br />
heyecanlar, farklı karakterler, farklı duygular…<br />
Erkan Çelik: Eylül ortasına kadar sinema filmi<br />
çekimlerim devam edecek. Eylül sonu gibi çekimleri<br />
başlayacak olan harika bir aşk filmimiz<br />
var. Komedi, korku ve gerilim-dram sonrası<br />
bir Aşk filmi oyunculuk kariyerim için harika<br />
olacak diye düşünüyorum. Gerçekten güçlü<br />
bir kadronun içinde güzel bir dizi projesinde<br />
yer almak istiyorum. Şuan iki dizi projesi teklifi<br />
aldım. Değerlendirme aşamasındayım. Doğru<br />
kararı vermek istiyorum çünkü benim ilk dizi<br />
projem olacak. Ama uzun zaman almayacak<br />
gibi görünüyor.<br />
Film Ocak ayında vizyona girecek,<br />
keyifli seyirler.
KANAYANA KADAR SEV<br />
SONRA PARÇALARA AYIR<br />
Benim Sonbaharım, Kisisel Bir Liste<br />
GİZEM ERTÜRK<br />
n Nasıl geçtiğini<br />
anlamadığımız hınzır<br />
bir ağustos ayını daha<br />
geride bıraktık. Eylül<br />
ayı, sinemanın yeni sezonu,<br />
yeni yılı adeta…<br />
Yıl boyu beklediğimiz<br />
yerli ve yabancı yapımlar<br />
birbiri ardına sinema<br />
salonlarına konuk olacak. Ancak benim bu<br />
mevsimde en sevdiğim şeylerden bir tanesi de<br />
başucu filmlerimi yeniden izlemek. Yağmurlu<br />
bir eylül akşamında, ince bir hırka ve güzel bir<br />
kahve eşliğinde çok sevdiğim bir arkadaşımı<br />
ziyarete gitmişim hissi yaratan bu filmlerim,<br />
her izlediğimde bana yeni şeyler öğretmeyi de<br />
ihmal etmiyor. Tıpkı uzakta yaşayan eski bir<br />
dostun varlığı gibi… Konuşmadan, yorulmadan<br />
anlaşmak, içini dökmek gibi… Bazen acı söylese<br />
de haklı olduğu gibi… İşte bende bu hisleri<br />
uyandıran onlarca hikayeden 5 tanesini seçtim<br />
ve bana hissetirdiklerini paylaşmak istedim.<br />
Yaşasın tekrar tekrar film izlemenin güzelliği,<br />
hoşgeldin sohbahar…<br />
Ara<br />
Yönetmen: Ümit Ünal<br />
Oyuncular: Erdem Akakçe, Selen Uçer<br />
“Dün Gece Bir Rüya Gördüm, Biz Seninle<br />
Ayrılmışız”<br />
Ara’yı ilk izlediğim zamanı asla unutamam,<br />
çünkü artık ne bu filmi izlediğim büyülü Alkazar<br />
sineması, ne de giderken çantamda taşıdığım<br />
Roll dergisi artık yok… Dolayısıyla yalnızca<br />
içeriğiyle değil, gösterime girdiği dönem iti-
ariyle de -2008 yılı, belki de Beyoğlu’nun<br />
son güzel zamanları- hafızamda hep özel<br />
bir yerde kalacak. Filmi izledikten birkaç<br />
gün sonra, Ümit Ünal ile Cihangir’de bir<br />
cafede buluşacağız. Hoş kendisi de artık<br />
Cihangir’de değil, Adalar’da yaşıyor… Hava<br />
kararmaya yakın bir, serin bir akşamüstü,<br />
mevsimlerden mart ama hava çok da<br />
soğuk değil. Bir süre sonra elinde alışveriş<br />
poşetleriyle ve her zamanki güler yüzüyle<br />
kapıda beliriyor Ünal filme dair Ümit Ünal’ın<br />
ağzından dökülen ilk cümle şu oluyor; Ara<br />
benim kuşağımın otobiyografisi… Tümü<br />
tek bir apartman dairesinde geçen film,<br />
birbirini seven ama aldatan, ölesiye kıran<br />
ama bırakamayan dört kişinin hikâyesini<br />
konu alıyor film. Değişen dünya ile birlikte<br />
yozlaşan ilişkileri 2 çift üzerinden anlatan<br />
Ümit Ünal, Türk sinemasında bana kalırsa<br />
hala da üzerine çıkılamayan kült bir yapıma<br />
imza attı bu filmle. Kendisini ne zaman<br />
görsem, ikinci filmi ne zaman gelecek<br />
diye soruyorum, sanırım yakında bununla<br />
ilgili güzel bir haber alacağız ama önce<br />
yönetmenin çekimlerini geçtiğimiz günlerde<br />
tamamladığı Sofra Sırları’nın tadına<br />
bakacağız.<br />
Edie<br />
Yönetmen: George Hickenlooper<br />
Oyuncular: Sienna Miller, Guy Pearce<br />
“Kanayana Kadar Sev, Sonra Parçalara<br />
Ayrıl”<br />
Kısacık kestirip saçlarını içtin ilk sigarını diyor<br />
ya Papatya’da Teoman, işte izlediğimde<br />
19 yaşlarında başına kavak yelleri esen<br />
bendenize e tam da bunu yapıyor Factory<br />
Girl… Uzun süre, belki de hala etkisinden<br />
kurtulamadığım, hatta zaman zaman<br />
ruhundan bir parça taşıdığına inandığım<br />
Edie Sedgwick’in hayat hikayesini anlatan<br />
film sanat camiasında masumiyetin nasıl<br />
dönüştürüldüğünü adım adım anlatan bir<br />
manifesto gibi… Zengin bir ailenin güzel,<br />
yetenekli ve karizmatik kızı olarak dünyaya<br />
gelen Edie’nin 60’lı yılların ortasında<br />
New York’a taşındığında, zamanın aykırı<br />
sanatçısı Andy Warhol ile tanışmasıyla tüm
hayatı değişmesini anlatan film, Warhol’ın<br />
bohem ve yaratıcı cennetine heyecanlı bir giriş<br />
yapmasının ardından kendi ölüm fermanını<br />
imzalamasını konu alıyo. Kızımız yüm dünyada<br />
birer marka olmuş müzisyenler, şairler,<br />
sanatçılar ve oyuncularla bir araya gelmenin<br />
faturasını oldukça ağır ödüyor. Asla izlemekten<br />
bıkmayacağım filmlerden…<br />
Bu Dans Senin - Take This Waltz (2012)<br />
Yönetmen: Sarah Polley<br />
Oyuncular: Michelle Williams, Seth Rogen<br />
“Seni Asla Unutmayacağım, Bunu Biliyorsun”<br />
Mutlu bir evliliğe sahip olan Margot’un, karşı<br />
dairelerine taşınan gizemli ve yakışıklı Daniel’i<br />
gördükten sonra değişmeye başlayan fikirlerini<br />
ve hayatını konu alan Bu Dans Senin,<br />
hüzünlü bir sonbahar senfonisi… Yönetmeni<br />
Sarah Polley’in kendi hayatından da izler<br />
taşıyan film, bir ilişkinin evlerini inceleyen bir<br />
psikoloji dersi gibi adeta… Her yeni ilişkiye<br />
başlarken yaşanan tatlı heyecanı, kavuşunca<br />
bir süre süren tutku senfonisini daha sonra<br />
yavaş yavaş alışkanların başlamasını ve<br />
sonuç olarak da bir sonrakinin ilişinin tıpatıp<br />
aynısı olmasını yüzünüze bir tokat gibi vuruyor.<br />
Film bitince durup düşünüyorsunuz bir<br />
sonraki ilişkimde en sonunda bir önceki gibi<br />
olacaksa, kalmalı mıyım yoksa gitmeli miyim?<br />
Komedi performansların aşina olduğumuz<br />
Seth Rogen’in ters köşe bir rolde de ne kadar<br />
şahane bir iş çıkarabileceğini ispatlayan film de<br />
Michelle Williams’da ikiarada kalan bir kadının<br />
yaşadıklarını büyük bir ustalıkla perdeye<br />
yansıtıyor.<br />
Young Adult – Genç Yetişkin (2011)<br />
Yönetmen: Jason Reitman<br />
Oyuncular: Charlize Theron, Patrick Wilson<br />
“Hayat Adil Değildir”<br />
İlk izlediğimde asla günün birinde başucu<br />
filmim olacağını tahmin etmediğim, bir boks<br />
müsabakasında beklenmedik halde gelen ve<br />
nakavt eden bir yumruk gibi geldi kendi adıma<br />
bu film… Küçük bir sahil şehrinden, metropole<br />
okumaya/çalışmaya giden birçok kadının ortak<br />
hissiyatını perdeye yansıttığını düşünüyorum<br />
bu filmin… Büyük hayallere evini, aileni, ilk<br />
aşkını ardına bile bakmadan terk edip gittiğin
o şehir, aslında kanını son damlasına kadar<br />
emdikten sonra bir sonraki hedefine<br />
odaklanan bir vampirden başkası değildir.<br />
Büyük şehirdeki pırıltılı yaşam aslında<br />
sadece bir illüzyondur ve sen en sonunda<br />
dönüp dolaşıp sızlayan kalbinin acısını<br />
dindirmek için çareyi çocukluğunun geçtiği<br />
odada, unuttuğun anılarının içinde ararsın.<br />
İşte o zaman çok geçtir… Genç Yetişkin,<br />
tam da bu “işin işten geçmiş olma” meselesini<br />
konu alıyor. Lisenin popüler ve güzel<br />
kızı Mavis Gary (Charlize Theron) hayallerindeki<br />
hayatın aslında hayali olmadığını<br />
anladığında eski aşkını geri kazanmak<br />
için (evli ve çocuklu) Buddy Slade’i (Patrick<br />
Wilson) cazibesi ile geri kazanacağını<br />
Olduğunu Fark Etmek”<br />
Ters köşe aşk filmi deyince hiç şüphesiz<br />
akla ilk gelen ve hep gelecek olan filmlerin<br />
başında gelir Aşkın 500 Günü… Klasik<br />
bir romantik komedinin aksine filmin<br />
başkahramanlarının sonsuza dek mutlu<br />
yaşamadığı, çizgi dışı bir senaryoya<br />
sahip... Filmin güzel işlenişi bir yana bu<br />
filmin soundtrack albümü de benim için<br />
başucu albümlerdendir mesela. En az<br />
kendisi kadar özenle seçilmiş ve yapılmış<br />
şarkılarla dolu olan albüm hem filmle<br />
büyük bir bütünlük içinde hem de filmden<br />
bağımsız başlı başına arşivlik bir müzik<br />
ziyafeti…<br />
düşünüyor ve işler pek de umduğu gibi<br />
gitmiyor. Charlize Theron’un her zamanki<br />
gibi oldukça başarılı oyunculuğuyla<br />
sahiciliğini sağlamlaştıran film, taşrada<br />
sıkıcı ve mutsuz bir bir hayat yaşandığı<br />
inancını yerle bir etmeyi kendisine görev<br />
ediniyor.<br />
Aşkın 500 Günü<br />
Yönetmen: Marc Webb<br />
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Zooey<br />
Deschanel<br />
“En Kötüsü Ne Biliyor Musun?<br />
İnandığın Her Şeyin Yalandan İbaret
GÖZÜMÜZ<br />
BELGESEL<br />
ARIYOR<br />
SEMRA GÜZEL KORVER<br />
BELGESELCİ<br />
Belgeselcilerin<br />
belgesellerini finanse<br />
etmesi ve uluslararası<br />
pazarda sergilemesi<br />
her geçen gün daha zor<br />
hale geliyor<br />
Geçtiğimiz ay Amsterdam’daydım.<br />
Sevgili arkadaşım, belgesel<br />
uzmanı Marijke Rawie ile bir<br />
kahve içiminde buluştuk. Marijke, Mayıs<br />
2013’te 5.TRT Belgesel Ödülleri, Ekim<br />
2015’te Belgesel Sinemacılar Birliği’nin<br />
Pitch in İstanbul projesi kapsamında<br />
İstanbul’daydı. Özel hayat, tatil matil<br />
sohbeti derken… söz geldi doğal olarak<br />
belgesele.<br />
Sen neler yapıyorsun bu aralar, ben<br />
neler yapıyorum, neler yapabiliriz derken,<br />
sorduk karşılıklı “sizin oralarda belgesel<br />
ne alemde ?” diye. Ben anlattım bizim<br />
buraları. O da Avrupa’daki durumu. “Şu<br />
aralar Avrupa belgesel piyasası başarılı<br />
mı, ne var ne yok?” diye sual ettim.<br />
Aldığım cevabı kıskanmadım desem yalan<br />
olur. İşte cevabı:<br />
Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü her<br />
yıl televizyon kanalları ve festivaller<br />
tarafından gösterilen daha ilginç ve<br />
başarılı belgeseller var!<br />
Hayır, çünkü belgeselcilerin belgesellerini<br />
finanse etmesi ve uluslararası pazarda<br />
sergilemesi her geçen gün daha zor hale<br />
geliyor<br />
“Ortada böylesi güçlü ve talepkar bir pazar<br />
varken neden zor ki Marijke?” demeden<br />
edemedim. Belgeselleri zorunluluktan<br />
yayınlamayan televizyonlar varken,<br />
Amsterdam’da IDFA, Dok Leipzig, Sheffield<br />
Doc/Fest, Jihlava IDFF Nyon Visions<br />
du Réel, ZagrebDox, Kopenag’da<br />
CPH:DOX, Marsilya’da FID, Berlin Doc<br />
gibi daha nice festivaller belgeselleri<br />
desteklerken niye zor ki? Yanıt oldukça<br />
ilginç.<br />
Birincisi her sene piyasaya gelen<br />
geliştirilmiş belgesel önerileri git gide<br />
daha da artıyor. Uluslararası festivallerin<br />
ve Avrupa’daki televizyonların belgesel<br />
türüne olan ilgisinin artışı belgesel yapmak<br />
isteyenleri de arttırıyor. Bu alandaki<br />
eğitim fırsatlarını ve inisiyatifleri takip<br />
ede, belgesel yapmak isteyen insanların<br />
sayısındaki artış pazar payını da etkiliyor.<br />
Bu durum, aynı zamanda her yıl çok<br />
yüksek kalitede, yeni belgesel fikirlerin
muazzam bir şekilde akışını sağlıyor. Başarılı bir<br />
belgeselin standartları giderek artmakta. Festival<br />
ve televizyonlar belgesel seçimlerinde gittikçe çok<br />
daha seçici hale geliyor.<br />
İkincisi belgesel pahalı bir tür ve son yıllarda giderek<br />
daha da pahalı hale gelmekte. Uluslararası<br />
bir belgesel için minimum bütçe en az 100.000<br />
Avro, ancak çoğu zaman 300.000 veya daha<br />
fazla. 800.000 ila 1 milyon Avro’luk bütçeler kesinlikle<br />
nadir değil. Fakat belgesellerin üretilmesi için<br />
Avrupa’da ulaşılabilir olan toplam para miktarı ise<br />
son on yılda önemli ölçüde artmadı. Dolayısıyla<br />
belgesel yapımcılarının bu uluslararası pazara<br />
başarıyla girmesi giderek zorlaştı.<br />
Valla ne diyeyim Avrupa’nın sıkıntısı bir nevi bolluktan...<br />
Kaliteli üretim ve talep artışındaki bolluğa<br />
nazaran aynı ölçüde bütçelerin artmamasından.<br />
Ama yine de ortada bir belgesel ekonomisi, bir<br />
pazar payı var yani… Bizdeki de kıtlıktan. İçerik<br />
ve sanatsal açıdan zengin ve özgün, ekonomik<br />
açıdan sürdürülebilir belgeseller yapabilme ve<br />
bunu festivallere, televizyonlara sunabilme, talep<br />
yaratabilme ve satabilme kıtlığından... Sinemada<br />
belgesel gösterebilmekten ve bundan bir kazanç<br />
elde edebilmekten hiç söz etmiyorum bile. Neyse<br />
önümüzde aşılacak tepeler, öğrenilecek, tecrübe<br />
edilecek yeni yollar var bunu biliyoruz. Ancak<br />
azimle, umutla yürümeye, üretmeye devam eden<br />
belgeselcilerimiz de var bunu da biliyoruz. Yola<br />
devam ediyoruz...<br />
Son yıllarda festivallerimizde yaşanan her<br />
türlü kaotik durum ve istikrarsızlık sürerken,<br />
ülkemizin film festivallerine bir yenisi eklendi.<br />
1.Trabzon Uluslararası Film Festivali. Kurmaca,<br />
kısa ve belgesel dalında ödüllerin<br />
dağıtıldığı festival 16-26 Ağustos tarihlerinde<br />
düzenlenmiş. Belgesellerin giderek festivallilerden<br />
uzaklaştırıldığı bir dönemde belgesel<br />
kategorisinde de ödüller verilmesini her şeye<br />
rağmen olumlu karşılıyorum. Umarım kararlı bir<br />
şekilde büyüyüp, gelişerek devam eder. Sevgili<br />
arkadaşım-meslektaşım İsmet Yazıcı belgesel<br />
bölümünde juri üyesi idi. İstanbul’a döner dönmez<br />
izlenimlerini aldım. İzlenimlerinin ötesinde<br />
sıkı bir değerlendirme yaptı doğrusu.<br />
Birinci filmi seçmek hiç zor olmadı; Volkan<br />
Budak’ın “Yaban”ı, katılan 13 iş arasında öyle<br />
parlıyordu ki... Estetik olarak ve anlatım diliyle<br />
hem farklı hem de çok etkileyiciydi. Söz, metin<br />
yoktu; ama müzik-efekt ve tabi ki görüntüleriyle<br />
öyle büyük bir cümle kurmuştu ki “en iyi”, Volkan<br />
Budak’ın hakkıydı.<br />
Seçim yaparken hem adaletli olmak tabi ki çok<br />
önemli; hem de bugünlerde oldukça kaymış<br />
olan “belgesel” kavramının hakkının verilip<br />
verilmediğini çok iyi tartarak karar vermeye
çalışmak, bir seçim yapmak çok önemli. Belki de<br />
bugünlerde her zamankinden daha fazla önemli.<br />
Çünkü, neredeyse bir adım sonrası “yahu biz<br />
neye belgesel diyorduk” diye birbirimize sormaya<br />
başlayacağız. Ben yaptım oldu duygusuyla<br />
hareket edilmeye başlanıldı biraz dersem<br />
kızanlar çok olacaktır sanıyorum, ama öyle<br />
görüyorum maalesef. Bizim üzerine titrediğimiz,<br />
her seferinde kendimizi, ürettiklerimizi bin kere<br />
tartarak, sorgulayarak yürüdüğümüz bu alan,<br />
bugünlerde çok moda ve belgesel yapmaya<br />
meraklı çok insan var.<br />
Teknolojik imkanların yaygınlaşması ile birlikte,<br />
bir şekilde insanların kendilerince ilginç<br />
buldukları şeyleri, durumları aktarma isteklerinin<br />
artması tabi ki çok normal; ama tür tanımını<br />
yaparken, ‘belgesel’ diye adlandırırken bir ölçü,<br />
bir tartı olması gerekiyor; bu kalmadı. Bizim bir<br />
zamanlar kültür-sanat programı dediğimiz şeyler<br />
“belgesel” diye başlıklandırılmaya başlandı. Gezi<br />
programı olarak gördüğümüz şeyler belgesel<br />
olarak adlandırılmaya başlanıldı. Röportaj üzeri<br />
işler çok yoğunlukta. Bir de tabi aslında biraz<br />
daha propagandif işler var, o düşünceye yakın<br />
olanların gözü kapalı alkışladığı ve ne kadar nesnel<br />
olduğu tartışılmadan, anlatım dilinin başarılı<br />
olup olmayışı tartışılmadan kabul gören işler var.<br />
Öğrencilerin ilk işleri - genellikle bitirme projesi<br />
olarak yaptıkları- çok fazla dolanımda. Trabzon<br />
Uluslararası Film Festivali’nde de öğrencilerin<br />
ürettikleri epey fazlaydı. Gözler daha profesyonel<br />
işleri arıyor açıkçası. Profesyonel olarak bu<br />
işi yapanların filmleri maalesef çok az. Çünkü<br />
üretme koşulları giderek daha zorlaşıyor. Evrensel<br />
standartlarda profesyonelce bir belgesel<br />
üretmek pahalı bir iş, iyi bir tedrisattan geçmiş,<br />
uzun yollardan gelmiş olmak gerekiyor hakkını<br />
verebilmek için. Sözün özü çok büyük emek istiyor,<br />
iyi bir zihin çalışması gerekiyor. Tabi ki Türkiye<br />
koşullarında hepimizin bildiği açmazlar var.<br />
Dolayısıyla da bu işin emektarları için ciddi zorluklar<br />
var. Benim hayalim, aslında festivallerde<br />
“proje ödülü” verilmesi. Hem proje, hem de projeyi<br />
üretecek kişinin yapabilirliği değerlendirilerek<br />
finans sağlanması, bir sonraki yıl da bu projelerin<br />
gösteriminin yapılması. Sözün özü, gözümüz<br />
“belgesel” arıyor; hakkıyla yapılmış işleri, profesyonellerin<br />
işlerini izlemeyi özlüyoruz.<br />
Aslında belgesellerin dünyaya açılan pencereler<br />
olarak yarıştırılmaktan öte seyredilmesi, üzerinde<br />
düşünülmesi, tartışılması, üretiminin desteklenmesi<br />
daha sahici olurdu. Ne var ki; şimdilik<br />
zamanın ruhu, sektör böyle akıyor… Gerçi bir<br />
iki festival belgesel projelerini ödüllendirmeye<br />
başladı ama...<br />
Bu arada 1. Uluslararası Trabzon Film Festivali<br />
Belgesel Ödülleri ise şöyle:<br />
En iyi belgesel: “Yaban” / Volkan Budak<br />
En iyi ikinci belgesel: “Salyangozun Yolculuğu” /<br />
Şenol Çöm<br />
En iyi üçüncü belgesel: “Işıklık” / Burak Doğan
ARONOFSKY DE<br />
JENNIFER DEDi<br />
Jennifer Lawrence bu sayfalara<br />
ilk konuk olduğunda son<br />
satırımız onu beyazperdede<br />
daha çok göreceğiz olmuştu.<br />
Ama biz bile bu kadar sık<br />
göreceğimizi tahmin etmedik.<br />
Bu ay Darren Aronofsky’nin<br />
yeni filmi mommy!-anne! filmiyle<br />
seyredeceğiz Jennifer<br />
Lawrence’ı...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Hollywood’u Hollywood<br />
yapan yıldızlarıdır. Özellikle<br />
kadın oyuncular bu endüstrinin<br />
en parlak parçasıdır.<br />
Yıllarca onların ismiyle anıldı<br />
bu endüstri, Brooke Shields,<br />
Phobe Cates, Lindsay Lohan,<br />
Miley Syrus ve daha kimler<br />
kimler. Onlardan biri de Jennifer Lawrence.<br />
1990 doğumlu Lawrence 14 yaşında<br />
keşfedildi. Kentucky’de doğan yıldız New<br />
York’a gittiğinde bir iki ajansa başvurdu<br />
ve deneme çekimleri sonucunda menejerler<br />
peşine düştü. Annesi Karen kızının<br />
bu isteğine önceleri çok sıcak bakmadı.<br />
Fakat menejerlerin ısrarları, katıldığı bir<br />
katalog çekimlerindeki başarısı Lawrence
ailesini dönemeyeceği bir yola soktu.<br />
İlk başlarda televizyon dizilerinde yer<br />
alan Lawrence 2008 yılında Guillermo<br />
Arriaga’nın yönettiği Burning Plan’da<br />
rol alınca dikkatleri üzerine çekti.<br />
Kim Basinger ve Charlize Theron gibi<br />
önemli isimlerle beraber rol alan Lawrence<br />
gösterdiği performansla asla<br />
ezilmedi. Hatta bu seksi kadınların<br />
yanında tazeliğiyle daha fazla dikkat<br />
çekti. Daha sonra 2009 yılında Devill<br />
You Know’da rol aldı. Oynadığı iki<br />
filmle Winter Bones’daki rolü kaptı.<br />
Filmin deneme çekimlerine giderken<br />
çok yorgun olduğunu söyleyen<br />
Lawrence çekimlerde herkesin ondan<br />
güzel olmasını, iyi konuşmasını<br />
beklediğini ama yorgunluktan hiç<br />
havasında olmadığını fakat senaryoyu<br />
okuyunca müthiş bir kadın karakteri<br />
gözlerinde canlandığını anlattı.<br />
Bazı oyuncuların kendini yarattığını<br />
bazılarının ise başkaları tarafından<br />
yaratıldığını söyleyen Lawrence “Ben<br />
kendimi yarattım” diyerek iddiasını<br />
ortaya koyuyor. Kendi yaş gurubunda<br />
bir Robert Redford, Paul Newman<br />
olmadığını ama James Franco’yu<br />
oyuncu olarak beğendiğini anlatan<br />
Lawrence “İkinci bir James Franco<br />
da yok” diyor. Gitar çalan, oyunculuktan<br />
önce amigo kız olan Lawrence<br />
her filmiyle üstüne koyuyor. Açlık<br />
Oyunları’ndaki başarısı Lawrence’ın<br />
ışığını daha da artırdı. Tabii güzel<br />
yıldız Açlık oyunlarıyla yetinmiyor.<br />
Bu ay Darren Aronofsky’nin son filmi<br />
mommy!-anne! ile karşımıza gelecek.
GENÇ VE AZiMLi<br />
DYLAN O’BRIEN<br />
Genç oyuncu bugüne kadar<br />
Teen Wolf, New Girl, High<br />
Road ve Genç Çıraklar filmlerinde<br />
rol aldı, bu ay karşımıza<br />
American Assassin / Sukastçi<br />
filmiyle çıkıyor ve kız<br />
arkadaşının intikamını almak<br />
için eğitim alan Mitch Rapp’i<br />
canlandırıyor.
BANU BOZDEMİR<br />
n Dylan O’Brien 26 Ağustos<br />
1991’de New York’da doğdu<br />
ve büyüdü, daha sonra 12<br />
yaşındayken ailesiyle birlikte<br />
California’ya taşındı. Babası<br />
kamera operatörü, annesi<br />
ise eski aktristir. MTV dizisi<br />
Teen Wolf’daki Stiles rolü ile<br />
tanınır. İlk filmi High Road’dur.<br />
Dylan ve rol arkadaşı Tyler Posey dizide oldukları<br />
gibi gerçek hayatta da arkadaşlar. Dylan piyano ve<br />
gitar çalıyor ama en sevdiği müzik aletinin bateri<br />
olduğunu söylüyor. Ayrıca Dylan Teentelevision<br />
adlı siteye müziğin hayatının büyük bir bölümünü<br />
kapladığını söyledi. Teen Wolf ekibine katılmadan<br />
önce, Dylan içinde kendine ait videoları paylaştığı<br />
bir YouTube hesabı vardı. Dylan aslında ileride<br />
bir kamera operatörü olmak ve Syracuse<br />
Üniversitesi’nde bir okul filmine katılmak istiyordu.Hiç<br />
aktörlük eğitimi almamasına rağmen,<br />
YouTube’a paylaştığı videolar sayesinde bir aktör<br />
ile tanıştı ve bu aktör Dylan’ın bu videolarını<br />
bir kast ajansına gönderdi. Bu ajansa girdikten<br />
sonra, Teen Wolf’da bir oyuncu olmak için şans<br />
yakaladı.<br />
Genç oyuncu bugüne kadar Teen Wolf, New Girl,<br />
High Road ve Genç Çıraklar filmlerinde rol aldı, bu<br />
ay karşımıza American Assassin / Sukastçi filmiyle<br />
çıkıyor ve kız arkadaşının intikamını almak için<br />
eğitim alan Mitch Rapp’i canlandırıyor.
KISA FİLM<br />
SİNEMANIN<br />
ŞİİRSEL<br />
ÜSLUBUDUR<br />
FIRAT SAYICI<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Bu ay konuğum, birçok<br />
kısa film yönetmiş<br />
Hakan Berber. Memento<br />
Mori isimli yaratıcı ve<br />
başarılı bir kara film çeken<br />
Berber, sorularımızı<br />
yanıtladı. İyi okumalar...<br />
Bu ay konuğum, birçok kısa film<br />
yönetmiş Hakan Berber. Memento<br />
Mori isimli yaratıcı ve başarılı<br />
bir kara film çeken Berber, sorularımızı<br />
yanıtladı. İyi okumalar...<br />
Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />
misin?<br />
1988 Zonguldak doğumluyum. 2007<br />
yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar<br />
Sinema Tv bölümünde eğitim almaya<br />
başladım. Aynı yıl reklam ve sinema<br />
sektöründe çalışmaya başladım. 2012<br />
yılında Kız Çocuğu isimli bir animasyon<br />
filmi ile başlayan festival maratonu,<br />
sırasıyla Dört Yapraklı Yonca(kurmaca)<br />
Fasülye Dünya(animasyon) Güzellik<br />
Yarışması(kurmaca) ve son olarak<br />
da Memento Mori (kurmaca) filmi ile<br />
devam etti.Bu güne kadar çektiğimiz<br />
filmler ile ulusal uluslararası bir çok ödül<br />
ve yüzlerce festivalde gösterim hakkı<br />
kazandık.<br />
Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />
Kısa film benim için sinemanın şiirsel<br />
üslubudur. İstediğin anlatım dilini kullanarak<br />
içindeki çığlığı insanlara ticari<br />
kaygı olmadan aktarabilmektir..<br />
Biraz “Memento Mori”den ve onu çekme<br />
nedenlerinden bahseder misin?<br />
Memento Mori üçlemenin ilk filmidir<br />
(2. Film Darağacı Avı’nın çekimleri<br />
bitti. Şu an kurgusunu yapıyoruz). Bu<br />
film Bekir Yıldız’ın 1969 da yazdığı<br />
Davut ile Sedef isimli bir hikayeden<br />
esinlenilmiştir. Bu bir kara filmdir. Filmde<br />
saf iyi hiç bir karakter yoktur. Toplumsal<br />
normlardan uzak bir ortamda, iç güdülerin<br />
sınırlarının nerelere varabileceğini,<br />
Anadolu’nun kendine has insanlarıyla<br />
sorgulama isteğim bu filmi ortaya<br />
çıkarttı.<br />
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa<br />
filme ne gibi katkıları olabilir? Neler<br />
götürür?<br />
Okul hayatımda Yeşilçamın usta isimlerinden<br />
eğitim alma şansı buldum. Başta<br />
Duygu Sağıroğlu ve Feyzi Tuna olmak<br />
üzere çok değerli insanların tecrübelerinden<br />
faydalandım onların yaşadıkları
zorlukları ve bu zorluklar<br />
karşısında buldukları<br />
çözümleri birinci ağızdan<br />
dinleyebildim. Sinema<br />
serüvenim de negatif<br />
filmlerle başladı. Piyasada<br />
çalışmaya başladığımda<br />
filmler ve reklamlar<br />
genelde 16mm veya 35<br />
mm negatife kaydediliyordu.<br />
Günümüzde bir<br />
cep telefonuyla uzun<br />
metraj filmler çekilebiliyor.<br />
Fakat teknolojinin bu<br />
kadar ulaşılabilir olmasıyla iyi projenin hiç bir bağı<br />
olduğunu düşünmüyorum. Teknolojinin gelişmiş<br />
olması sadece görüntüyü ve sesi besleyebilir<br />
mühim olan her zaman hikayedir.<br />
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />
yabancı yönetmenler kimler? Hangi oyuncularla<br />
çalışmak isterdin?<br />
Robert Bresson, Park Chan Wook, Alfred Hitchcock<br />
Akira Korosava ve Metin Erksan sevdiğim<br />
yönetmenlerdir. Tuncel Kurtiz ile çalışmayı çok<br />
isterdim fakat maalesef fırsatım olmadı. Memento<br />
Mori filminde de yer alan Sabahattin Yakut ile<br />
bir filmim hariç hepsinde çalıştık. Bundan sonraki<br />
projelerimde de onunla<br />
çalışmaya devam etmek istiyorum.<br />
Beğendiğim birçok<br />
oyuncu var fakat yarattığım<br />
karaktere en çok uyan kişilerle<br />
çalışmak isterim.<br />
Türkiye’deki film festivalleri<br />
ve kısa filmcilere yaklaşımları<br />
konusunda neler söylemek<br />
istersin?<br />
Bu güne kadar ulusal ve<br />
uluslararası bir çok festivalde<br />
filmlerim gösterildi.<br />
Türkiye’deki festivallerin bir<br />
çoğunu görme şansım oldu. Hatta geçen sene<br />
bir kısa film festivalinin jürisinde yer aldım. Insan<br />
içinde olunca daha sağlıklı fikir sahibi olabiliyor.<br />
Festivallerde en önemli kısmın ön eleme jurileri<br />
olduğunu düşünüyorum. Fakat festivallerde bu<br />
jurinin seçimlerine gereken özen gösterilmiyor.<br />
Gösterim imkanları,ulaşım,konaklama,<br />
saygı gibi sorunlar hepimizin bildiği ve sürekli<br />
dillendirdiğimiz konular.<br />
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />
Çekmek istediğim bir kaç kısa film projem daha<br />
var. Bunlar bittikten sonra hazırlamış olduğum<br />
ilk uzun metraj filmimi çekmek istiyorum.
ÇEK BİR ANİMASYON<br />
ACILI OLSUN<br />
Son haftalarda vizyona giren Senin Adın- Kimi no na wa,<br />
üzücü hikayesiyle artık animasyonların büyükler için<br />
çekildiğini hissettirdi bize. Biz de sizin için gözyaşını<br />
takip eden animasyonların bir listesini çıkardık.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Animasyon bir tür olmaktan<br />
çıkıp başlı başına<br />
sinemanın bir alt dalı<br />
oldu. Eskiden Ayı Yogi<br />
veya Tom ve Jerry gibi<br />
animasyonların üretildiği<br />
bu endüstri artık çok<br />
daha önemli konulara<br />
ve duygulara yöneliyor.<br />
Yaşlı bir adamın yalnızlık hikayesinden,<br />
kapitalist sistemin insan üzerine etkisi veya<br />
İsraillilerin Müslümanlar’a çektirdiklerine<br />
kadar... Bu kadar önemli konunun işlendiği<br />
bir tür artık sadece çocukların ilgi alanı<br />
olamaz. Tabii ki çocuklara seslenen animasyonlar<br />
ilgi çekmeye devam ediyor. Buna<br />
bir diyeceğimiz yok. Up, Kayıp Balık Nemo<br />
ve Ice Age’i kim sevmez? Bizim derdimiz<br />
bu muhteşem animasyonlar içinden biraz<br />
daha dramatik ve hayatın karanlık yönlerine<br />
bakan üretimleri sizin dikkatinize sunmak.<br />
Yıllar içinde tek tük bu tarzda animasyonlar<br />
izledik. Oscar törenlerinde ödül alan<br />
animasyonların o yılın en iyi filminden bile<br />
başarılı olduğunu gördük. Durum böyle<br />
olunca bu ciddi animasyonların bir listesini<br />
de hazırlamak elzem oldu. Bu hafta vizyona<br />
giren Senin Adın- Kimi no na wa ve Çılgın<br />
Hırsız 3- Despicable Me 3 de bu kararımızda<br />
etkili oldu tabii. Artık yaratıcı çizgilerin<br />
peşinde trajedilerin dünyasına dalma vakti.
Bu filmleri seyredin...<br />
Beşir’le Vals, (Vals Im Bashir)<br />
Yönetmen Ari Folman gördüğü kabusu<br />
arkadaşıyla paylaştığında, kabusun<br />
Lübnan Savaşı’nda yaşadıklarıyla<br />
alakası olduğuna karar verirler. 26 vahşi<br />
köpek rüyasında onu kovalıyordur.<br />
Ari, bu konuşmanın sonucunda orada<br />
yaşadıklarını hatırlamadığının farkına<br />
varır. Bunun üzerine, dünyanın dört<br />
bir yanındaki dostlarını ve asker<br />
arkadaşlarını arayarak yaşananlar<br />
hakkında onlarla konuşur. Ve konuştukça<br />
o dönem ve kendisi ile ilgili gerçekler<br />
Ari’nin hafızasında oluşturduğu gerçeküstü<br />
resimlerle ortaya çıkar.<br />
Persepolis<br />
Yıl 1970 İran. Marjane Statrapi, gencecik<br />
gözlerle izlemektedir İran rejiminde olan<br />
bitenleri. Bugüne kadar yazılıp çizilen<br />
onca şeyin ardından bir kez de küçük<br />
bir kızın penceresinden bakmanın farklı<br />
tadı yansıyor perdeye. Marjane’in ailesi<br />
Şah iktidarının düşüşü karşısında çok<br />
mutludur. Ekonomik ve toplumsal yaşam<br />
standartları açısından artık yeni umutlar<br />
filizlenmiştir. Onca zor zamanlardan<br />
sonra artık demokratik bir yönetim<br />
anlayışına kavuşacaklarını düşünen<br />
İranlılar hayalkırıklığı yaşayacaklardır.<br />
Bu karanlık dönemleri Marjane’in penceresinden<br />
anlatan Persepolis çizgi roman<br />
başyapıtı olarak nitelendiriliyor.<br />
Sihirbaz, (L’Illusionniste)<br />
Meşhur Sihirbaz, bu sahne sanatının<br />
nesli tükenmekte olan son temsilcilerindendir.<br />
İskoçya’da bir köy barında<br />
sanatını icra ederken Alice adında masum<br />
bir kızla tanışınca her ikisinin de hayatı<br />
değişecektir. Sahnede onu izleyen Alice,<br />
yaptıklarının gerçek sihir olduğunu<br />
sanarak büyülenir ve kahramanımıza<br />
hayran kalır. Eski tarz animasyon<br />
hayranlarının kayıtsız kalamayacağı bu<br />
yapım Fransa klasik çizgi film okulunun<br />
eşsiz bir örneği.<br />
Ters Yüz, (Inside Out)<br />
Küçük Riley için hayat, babasının San
Francisco’da yeni bir işe başlamasıyla baştan<br />
aşağıya değişir. Orta-Batı’daki yaşamını<br />
geride bırakan Riley’ı şimdi yeni bir ev, okul<br />
ve arkadaşlar beklemektedir. Peki içindeki<br />
duyguları ne söyler? Neşe, korku, öfke, nefret<br />
ve üzüntü. Riley’in zihninin içinde yaşayan,<br />
ona günlük hayatında tavsiyeler veren<br />
duyguları bu yeni hayata alışırken ufak bir kaosa<br />
neden olacaktır. Neşe, Riley’nin en önemli<br />
duygusudur ve onu hep pozitif tutmaya çalışır<br />
ama diğer duygular bu yeni hayatına uyum<br />
sağlama konusunda biraz şaşkındır...<br />
Belleville’de Randevu,<br />
(Les Triplettes de Belleville)<br />
Champion, babaannesi tarafından büyütülen<br />
bisiklet delisi bir çocuktur. Torunundaki potansiyeli<br />
gören kadın, çocuğu dünyaca ünlü<br />
bisiklet yarışı Tour de France’a hazırlamaya<br />
başlar. Fakat yarış esnasında iki gizemli<br />
siyahlar giyinmiş adam Champion’u kaçırır.<br />
Madame Souza ve sadık köpeği Bruno<br />
onu kurtarmak için hazırlanırlar. Arayışlar<br />
onları okyanusun öbür ucundaki ‘Belleville’<br />
adındaki dev megapole götürür. Orada<br />
1930’ların tuhaf müzikhol yıldızlarından “Belleville<br />
Üçlüsü”yle karşılaşırlar, yıldızlar Souza<br />
ve Bruno’ya yardımcı olurlar.<br />
Koralin ve Gizli Dünya, (Coraline)<br />
Coraline eski bir eve taşındığında canı çok<br />
sıkılır ve ailesi tarafından da ihmal edilir. Bir<br />
gün dar bir geçide uzanan gizli bir kapı bulur<br />
ve geçitten geçmeye karar verir. Orada paralel<br />
bir hayat keşfeder. O hayatta insanların<br />
hepsinin gözlerinin yerinde düğmeler vardır,<br />
aileleri çocukları ile çok ilgilidirler ve herkesin<br />
hayalleri gerçek olur. Oranın annesi Coraline’i<br />
kendileri ile birlikte sonsuza dek yaşamak<br />
üzere davet edince, Coraline bunu reddeder.<br />
Sonra da bu alternatif gerçekliğin sadece bir<br />
tuzak olduğunu keşfeder.<br />
Rango<br />
‘Kişilik problemi yaşayan oyuncu bir bukalemunun<br />
başrolde olduğu bu eğlenceli animasyon,<br />
tatsız ve kötü şeylerden hep sakınan ve<br />
sıradan bir evcil hayvan hayatı yaşayan bukalemun<br />
Rango’nun başından geçen dönüşüm<br />
hikayesini anlatıyor.
Mary ve Max, (Mary and Max)<br />
Mary, Avustralya’nın kenar mahallerinden birinde<br />
yaşayan, sorumsuz ve yoksul bir aileye sahip<br />
olan, sekiz yaşındaki yalnız bir kız çocuğudur.<br />
Küçük kızın konuşabildiği tek kişi mektuplaştığı<br />
Avustralyalı bir savaş gazisidir. Postaneye<br />
gittiği bir gün şans eseri bir New York adres rehberi<br />
görür. Rehberi karıştıran Mary, New York’ta<br />
yaşayan Max Jerry Horowitz isimli bir adama mektup<br />
yazmaya başlar. Max, Manhattan’daki dairesinde<br />
yalnız yaşayan, ruhsal problemleri olan asosyal ve<br />
obez bir adamdır. 44 yaşındaki Max, Mary’nin mektubunu<br />
alır ve cevap yazmaya koyulur. Aralarında<br />
gelişen dostluk hayat hakkında acı ve tatlı gerçeklikleri<br />
beyaz perdeye sevimli ve dokunaklı bir<br />
şekilde yansıtır.<br />
Noel Gecesi Kabusu, (The Nightmare Before Christmas)<br />
Filmde, Balkabağı Kral Jack Skellington’un<br />
hanedanlığı, Halloweentown’da geçen olaylar<br />
işlenmektedir. Kabuslardan fırlamış bir kasabayı<br />
andıran Halloweentown, cinler, ecinniler, periler,<br />
ruhlar, gulyabaniler ve yarasalardan oluşan bir nüfusa<br />
sahiptir. Jack’in yolu, bir gün Christmastown’a<br />
düşer. Bu tuhaf memlekete yaptığı ziyaret sonucu<br />
çok etkilenir. Christmastown’da gördüklerine<br />
özenerek kendi şehrini de oraya benzetmek için<br />
Santa Claus’u kaçırır. Santa’nın yerine geçen Jack,<br />
çocuklara kendince alternatif hediyeler dağıtmaya<br />
başlar. “Noel Gecesi Kabusu”, en iyi özel efekt<br />
dalında Oscar’a aday olmuş ancak ödülü Babe<br />
filmine kaptırmıştı.<br />
Ölü Gelin, (Corpse Bride)<br />
1800’lerin sonlarına doğru bir Victorian<br />
kasabasında bir adam ve bir kadın Victor Van Dort<br />
ile Victoria Everglot nişanlanırlar. Everglotlar’ın<br />
paraya ihtiyacı vardır aksi takdirde sokaklarda uyumak<br />
üzeredirler. Van Dortlar ise sosyetede adlarının<br />
geçmesini seven insanlardır. Yalnız düğün provası<br />
esnasında bir şey yanlış gider. Victor, koruluğa<br />
girer ve orada bulduğu bir iskeletin parmağındaki<br />
yüzüğü kendi parmağına geçirir. O anda da kendisini<br />
ölü gelin Emily ile evlenmiş bulur. Öteki tarafta<br />
Victoria onu beklerken, Victoria’nın yerini alacak<br />
zengin bir başka kişi vardır. Bu durumda ortada iki<br />
gelin ve bir damat varken Victor’u hangisinin elde<br />
edeceği bir muammadır.
Sinema<br />
sektörüne<br />
hızla giriş<br />
yapan genç bir<br />
arkadaş Galip<br />
Aksular. Kısa<br />
sürede<br />
birbirinden<br />
ilginç afiş<br />
tasarımları<br />
yaparak<br />
dikkatleri<br />
üzerine<br />
çekmeyi<br />
başardı.<br />
SEYİRCİYİ İL<br />
GALİP<br />
AKSULAR
K ÖNCE AFİŞLE TAVLARSINIZ<br />
FIRAT SAYICI<br />
n Sinema sektörüne hızla giriş yapan genç bir<br />
arkadaş Galip Aksular. Kısa sürede birbirinden<br />
ilginç afiş tasarımları yaparak dikkatleri üzerine<br />
çekmeyi başardı. Geleceği oldukça parlak biri<br />
olduğunu düşünerek hazırladığımız bu sektörel<br />
röportaj, Galip gibi afiş tasarımcısı olmak isteyenlere<br />
de bir fikir verecektir elbette...<br />
Öncelikle kendinden biraz bahseder misin? Kimdir<br />
Galip Aksular?<br />
28 Mayıs 1990 yılında esnaf bir ailenin çocuğu<br />
olarak İstanbul’da doğdum. İlk ve ortaokulu<br />
Ortaköy’de okudum. Lisede bilgisayar bölümü<br />
okumama rağmen üniversite<br />
zamanı geldiğinde ani bir kararla<br />
Kadir Has Üniversitesi Grafik<br />
Tasarım Bölümü’ne girdim<br />
ve bitirdim. Daha sonra GSF<br />
İstanbul Aydın Üniversitesi Grafik<br />
Tasarım Bölümü’nü bitirerek<br />
lisansımı tamamladım.<br />
Bu sektöre nasıl giriş yaptın?<br />
Nereden çıktı grafiğe, tasarıma<br />
merak?<br />
Küçük yaşta sinema afişlerine<br />
ilgim vardı. Bunu hayalden olmayan<br />
filmlerin afişlerini yaparak<br />
pekiştirdim. Daha sonrasında<br />
bu işi gerçekten iyi yapabilmek<br />
adına elimden gelen her şeyi<br />
yaptım. Fazla okudum, çok<br />
fazla sinema afişlerini inceledim,<br />
tekniklerine baktım. Ve sonunda<br />
kendi tarzımı yakaladım.<br />
Grafik tasarım merakım küçük<br />
yaşta sağa sola bişeyler çizerek başladı. Daha<br />
sonrasında merakımı gideremeyerek tasarım<br />
bölümünü seçtim.<br />
Şu an sektörde tercih edilen afişçiler<br />
arasındasın. Genç yaşına rağmen hızlı bir<br />
yükseliş oldu senin adına diyebiliriz. Tercih edilme<br />
sebebin ne sence?<br />
Bir çok iyi tasarımcı var. Bu işi gerçekten<br />
aşk ile tutku ile yapmak gerek. Bu bir iş<br />
değil, herşeyinizi ortaya koyuyorsunuz yeni bir<br />
şeyler tasarlarken. Farklı olması için fazlaca<br />
uğrasıyorum, dil döküyorum. Doğru tarafı, yenilikçi<br />
tarafı göstermek adına. Ama tercih edilmemin<br />
sebebi işimi tutku ve istekle yapmam. Kısaca<br />
işime aşık bir adamım.<br />
Bir film ya da tiyatro afişi yaparken nasıl bir yol<br />
izliyorsun? Afiş oluşurken hangi aşamalardan<br />
geçiyor?<br />
Öncelikle senaryoyu okuyup konuyu anlamaya<br />
çalışıyorum. Daha sonra yönetmen ile üzerinden<br />
geçiyoruz. Yapımcının da isteği ve kafasındaki<br />
fikirler önemli, bunu nasıl görselleştireceğimizi<br />
konuşup onlara eskiz çalışmalar gönderiyorum.<br />
Araştırma renklerden,<br />
oyuncu duruşları, elbiseleri,<br />
filmin ya da oyunun<br />
tipografisine kadar herşeyi<br />
referans görsellerle birlikte<br />
sunuyorum. Sonra fotoğraf<br />
çekimine geçiyoruz.<br />
Sonrasında çalışmalarımı<br />
tamamlıyorum. Daha sonra<br />
ise onay kısmı geliyor.<br />
Seçilen posterlerin “retouch”<br />
işlemlerini yapıyorum ve<br />
afişi son haline getiriyorum.<br />
İyi bir film afişi nasıl olmalı<br />
sence?<br />
Film afişi seyirci için oldukça<br />
önemli bir etken. Onları<br />
ilk önce afişle tavlarsınız.<br />
Görsel dilin kuvvetli olması<br />
seyircide o filme gitme isteği<br />
uyandırır. Çok büyük görsellerden<br />
ya da her yerinden<br />
bir şey çıkan afişlerden bahsetmiyorum. Sade<br />
ve anlaşılır bir dile sahip, mesajı seyirciye direkt<br />
anlatan afişler her zaman kazanıyor! Oyuncuların<br />
düzeni, tipografisi ve kullanılan görsel öğeler işin<br />
kaderini belirliyor.Ve böylece iyi bir afiş çıkıyor.<br />
Afişin en önemli etkisi çok fazla kişi olmaksızın<br />
konuyu net seyirciye geçirmek bana gore çok<br />
dolu afişler hem akılda kalmıyor, hem de iyi olmuyor.
ALTIN MADALYANIN<br />
SEYRETTİRDİKLERİ<br />
Kadın güreşte Yasemin Adar Türkiye’ye ilk altın<br />
madalyayı kazandırınca geçen ay vizyona giren<br />
Dangal filmi aklımıza geldi tabii... Biz de olimpiyat<br />
filmlerini bir hatırlayalım dedik...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Yasemin Adar kadın<br />
güreşte ülkemize ilk altın<br />
madalyayı kazandırdı.<br />
Geçen ay da aynı bu<br />
konuyu işleyen Dangal<br />
filmini seyretmiştik.<br />
Bu sebeple olimpiyat<br />
filmleri dosyası yapmak<br />
elzem oldu. Listeye<br />
baktığımızda seçtiğimiz filmlerin neredeyse<br />
hepsi biyografik yapımlar. Yani gerçek hayat<br />
hikayelerinden uyarlanan filmler. Bu tür filmlerin<br />
seyri kadar insana kazandırdığı mücadeleci<br />
ruh da önemli. Hem insanın ruhunun<br />
en ince duygularını, olimpiyat ruhunu hem<br />
de başarı için insanların özverisini seyretmek<br />
bir ders niteliğinde. İyi seyirler...<br />
Dangal, 2016<br />
Gerçek bir hayat öyküsünden uyarlanan<br />
Dangal filminde Hindistan’a ilk altın<br />
madalyayı kazandıran kız kardeşlerin hikayesi<br />
anlatılıyor. 2010 Olimpiyatlarına<br />
Hindistan’ı temsilen ülkenin ilk kadın<br />
güreşçisi, 22 yaşındaki Geeta Phogat katıldı.<br />
Hiç profesyonel güreş eğitimi almamış olan<br />
Geeta’yı kendisi de güreşçi olan babası<br />
yetiştirmişti. Geeta, Hindistan’a güreş<br />
dalında altın madalya getiren ilk sporcu<br />
olmayı başararak tarihe geçti. Bir sonraki<br />
Olimpiyat oyunlarında ise kız kardeşi Babita
Kumari ülkeye bir altın madalya daha<br />
kazandırdı.<br />
Ateş Arabaları (Chariots of Fire, 1981)<br />
Harold Abrahams ve Eric Liddell atlettir.<br />
Biri Yahudi öbürüyse Hıristiyan’dır. Biri<br />
Tanrının yaptıkları her işte bir şekilde<br />
varolduğunu düşünmektedir, diğeriyse<br />
spora olan tutkusunu kendini aşmak için<br />
bir mücadeleye dönüştürmüştür. İkisinin<br />
de amacı tektir, 1924 Olimpiyatları’na<br />
katılmak ve kazananlarla birlikte podyuma<br />
çıkabilmek. Filmin müziği unutulmazlar<br />
arasına girmiştir...<br />
Kartal Eddie (Eddie The Eagle, 2016)<br />
Film, İngiltere tarihindeki en ünlü kayak<br />
atlamacı Michael Edwards nam-ı değer<br />
Eddie the Eagle’ ın ilham verici üstün<br />
başarısını konu ediniyor. Eddie kayakla<br />
atlamaya başlamadan önce bir çok<br />
spor dalında şansını dener. 1984 Kış<br />
Olimpiyatları’nda İngiliz takımına giremez<br />
ve dalını kayakla atlama olarak değiştirir.<br />
Film aynı zamanda Edwars’ın sıra dışı<br />
ihtimaller ve mücadeleler karşısındaki<br />
insani ruhunu ve direncini anlatır.<br />
Münih (Munich, 2005)<br />
Olimpiyatlar, 1972 yılında Münih’te<br />
başlamıştır. Başarı, ve barışın hakim<br />
olduğu ortama bir anda bir haber bomba<br />
etkisi yaratarak düşüyor. Bir grup Filistinli<br />
terörist, İsrailli atletlerin bulunduğu<br />
yatakhaneyi basarak iki sporcuyu öldürüp<br />
dokuz kişiyi de rehin almıştır. İstedikleri<br />
ise rehinelerle birlikte Münih Havaalanı’na<br />
ulaşabilmektir. Hükümet rehine kurtarma<br />
operasyonu başlatır. Birinin peşine Mossad<br />
ajanı düşer. Ortalık karmakarışıktır.<br />
Steven Spielberg, Münih ile tepkiler almış<br />
ve tartışmalar açmıştır.<br />
Rüzgarın Oğlu (Race, 2016)<br />
Stephen Hopkins’in yönetmenliğini<br />
yaptığı Joe Shrapnel ve Anna<br />
Waterhouse’un kaleme aldığı Race 1936<br />
yılında Berlin Olimpik Oyunları’nda 4<br />
adet altın madalya kazanan atlet Jesse<br />
Owens’ın hayatına odaklanıyor. Tarihin en<br />
iyi atleti olmak için çıktığı yolda efsanevi
ir yıldız olan ve 1936<br />
Olimpiyatları’nda Adolf Hitler’in Ari<br />
üstünlüğü görüşüne karşı mücadele<br />
ederek dünya sahnesine çıkan Jesse<br />
Owens’ın gerçek ve etkileyici hikayesine<br />
tanık oluyoruz.<br />
Üşütük Popolar (Cool Runnings,<br />
1993)<br />
Jamaika’nın ilk kızak takımının gerçek<br />
öyküsünü anlatan Cool Running<br />
olimpiyat ruhunu en eğlenceli ve iyi<br />
anlatan filmlerden. Türkiye’de çok<br />
kaba bir isimle vizyona giren film dikkate<br />
alınmadı. Ama içinde barındırdığı<br />
duygular şans eseri filme gidenleri<br />
yakaladı. Mutlaka seyredin.<br />
Limitsiz (Without Limits, 1998)<br />
Film olimpiyat koşucusu Steve<br />
Prefontaine’in hayatını anlatıyor. Ünlü<br />
sporcu Prefontaine’in çocukluğundan<br />
başlayan filmde Oregon’da geçen<br />
çocukluğu, Oregon Üniversitesi’nde<br />
geçirdiği zamanlar ve orada tanıştığı<br />
efsanevi koç Bill Bowerman’la<br />
çalışmaları işleniyor. Ünlü sporcunun<br />
olimpiyat kariyerini de işleyen film<br />
Prefontaine’in 24 yaşında bir araba<br />
kazasında hayatını kaybedene kadar<br />
hayatını adım adım gözler önüne seriyor.<br />
Foxcatcher Takımı (Foxcatcher, 2014)<br />
Altın Madalya sahibi genç güreşçi<br />
Mark Schultz, 1988 Seul Olimpiyatları<br />
için bir ekip oluşturmak için zengin<br />
varis olan John du Pont tarafından<br />
son derece ihtişamlı olan Pont mülküne<br />
davet edilir. Shultz nihayet<br />
saygın kardeşi Dave’in kanatlarının<br />
altından sıyrılarak dışarı adım atabilmek<br />
umuduyla bu eşi bulunmaz<br />
fırsata gözü kapalı “evet” der. Gizli<br />
ihtiyaçları doğrultusunda aradığı<br />
motivasyonu elde eden du Pont,<br />
dünya standardında bir güreş takımını<br />
oluşturarak hem annesine hem de<br />
etrafındaki diğer insanlara kendisini<br />
kanıtlamayı hedefler.
Berlin ‘36, 2009<br />
Film, İkinci Dünya Savaşının adım<br />
adım yaklaştığı dönemde geçen gerçek<br />
bir yaşam öyküsünü ele alıyor.<br />
Yahudi asıllı Alman sporcu Gretel<br />
Bergmann’ın en büyük hayellerinden<br />
biri yüksek atlama şampiyonu<br />
olmaktır, azimli bir çalışma sürecinin<br />
ardından İngiltere’de düzenlenen<br />
yarışmada yüksek atlamada şampiyon<br />
olur. 1936’da Almanya’da düzenlenecek<br />
olan Olimpiyatlara hazırlanır.<br />
1936 Olimpiyatlarına ev sahipliği yapan<br />
Nazi Almanyası, Yahudi asıllı Alman<br />
sporcu olan Gretel Bergmann’ın<br />
önüne ne gibi engeller çıkaracaktır?<br />
Asteriks Olimpiyat Oyunları’nda (Astérix<br />
aux Jeux Olympiques, 2008)<br />
Bu serüvende genç, cesareti keskin<br />
bir Galyalı olan Alafolix aşka düşer.<br />
Gönlünü Yunan prensesi Irina’ya<br />
kaptırmıştır. Bu şartlar altında Irina’yı<br />
kazanmaya çalışmak ve olimpiyat<br />
oyunlarında başarı elde etmek için Asterix<br />
ve Hopdediks’ten destek alması<br />
gerekecektir. Hep birlikte Yunan<br />
Adaları’na gelirler. Mücadeleli günler<br />
ve meydan okumalarla dolu anlar<br />
dostlarımızı beklemektedir.
DOLUNAY<br />
Dolunay STAR TV’de<br />
yayınlanıyor ve izlenen<br />
yaz dizilerinden<br />
birisi olması sebebiyle<br />
sezonda da devam<br />
etme ihtimali var gibi<br />
duruyor.<br />
DOLUNAY: YİNE BİR<br />
KAÇMA KOVALAMA HİKÂYESİ<br />
NERGİZ KARADAŞ<br />
DİZİFUN<br />
Dolunay STAR TV’de yayınlanıyor ve izlenen<br />
yaz dizilerinden birisi olması sebebiyle sezonda<br />
da devam etme ihtimali var gibi duruyor.<br />
Yapımcılığını Yağmur Ünal’ın üstlendiği dizinin oyuncu<br />
kadrosunda Can Yaman (Ferit), Özge Gürel (Nazlı),<br />
Hakan Kurtaş (Deniz), Necip Nemili (Hakan), Öznur<br />
Serçeler (Fatoş), İlayda Akdoğan (Asuman), Alya<br />
(Türkü Turan), Alara Bozbey (Demet), Balamir Ermen<br />
(Engin), Berk Yaygın (Tarık) ve dizinin çocuk oyuncusu<br />
Alihan Türkdemir (Bulut) yer alıyor.<br />
Dolunay, başarılı, yakışıklı, karizmatik, soğukkanlı,<br />
ciddi ve fazla kuralcı iş adamı Ferit ve evine aşçı<br />
olarak işe aldığı güzel, enerjik, yetenekli, insan<br />
ilişkileri iyi Nazlı arasındaki aşk hikâyesi çevresinde<br />
ilerliyor olmakla birlikte, temel krizlerden bir diğeri<br />
de annesi ve babasını trafik kazasında kaybeden
Bulut’un velayetinin kimde kalacağı mevzusu.<br />
Bulut her ne kadar dayısı Ferit ile kalmak ve<br />
çok sevdiği Nazlı’ya daha yakın olmak istese de<br />
halası Demet ve eşi Hakan buna izin vermeyecek<br />
görünüyorlar. Demet, eski nişanlısı Ferit’e olan<br />
öfkesi ve bitmeyen ilgisinden, dizinin kötü adamı<br />
olan Hakan ise Bulut’a kalan şirket hisselerini ele<br />
geçirmek istediğinden Bulut’un velayetinin kendilerinde<br />
kalmasını istiyorlar. Kaldı ki Bulut’un anne<br />
ve babasının kaza yapıp ölmelerine de Hakan<br />
sebep oluyor. Evli, mutlu, huzurlu bir çift olarak<br />
göründükleri için, birazda oynadıkları oyunların<br />
etkisiyle Bulut’un velayetini geçicide olsa almayı<br />
başarıyorlar. Bulut’un mağduriyeti dizinin ana krizlerinden<br />
bir diğeri haline geliyor.<br />
Kaçma-Kovalama Klişesine Doyamadık…<br />
Yaz bitti !!! Bir yandan üzülüyorum diğer yandan<br />
da kaçma kovalama ekseninde formüle<br />
edilmiş aşk reçetesi sunan diziler dışında bir<br />
şeyler izleyebilecek olma ihtimalimize seviniyorum.<br />
Çünkü hali hazırda devam eden birçok<br />
dizide olduğu gibi Dolunay’da da kaçıp kovalamaya<br />
dayalı aşk oyunu oynanıyor. Karakterler<br />
birbirlerine âşık olsalar da, birlikte olmaları için<br />
görünür de büyük bir engel olmasa da bir türlü<br />
kavuşamıyorlar. Tıpkı Nazlı ve Ferit ilişkisinde<br />
olduğu gibi. Dizinin ilk başlarında önce kendilerine<br />
itiraf edemiyorlar birbirlerine olan ilgilerini. Sonra<br />
bir gece duygularını daha fazla bastıramıyorlar ve<br />
yakınlaşıyorlar. Ardından saçma sapan bir süreç<br />
başlıyor. Nazlı biraz kardeşi Asuman’ın oynadığı<br />
oyun, biraz da Ferit’in karakterinden korktuğu,<br />
yapamayacaklarını düşündüğü için kaçmayı seçiyor.<br />
Ferit ise bir şekilde onunla iletişim kurma, o<br />
geceyi konuşma çabası içerisinde. Eskiden filmler<br />
de ve sonrasında dizilerde sevenlerin kavuşması<br />
izleyicide katarsis yaratırdı, tekrar kriz çıksa da<br />
bu bir süre idare ederdi izleyiciyi. Ya da zenginfakir<br />
çatışması yüzünden imkânsız görünen<br />
aşklar toplumda var olan sınıflar arası çatışmayı<br />
referans gösterdiği için bu dram meşrulaştırılırdı.<br />
Şimdilerde ise kimse kavuşamıyor. Kavuşmayı<br />
bırakın neden olmadığını konuşamıyorlar. Eeee<br />
ayrılamıyorlar da. Böyle aşktan mutlu olan etekleri<br />
zil çalan da yok. Senaristlere sesleniyorum arada<br />
mutlu hikâyelere de ihtiyacımız var. Kaldı ki aşk<br />
ilişkilerini bu şekilde reçete etmek neden?<br />
Aşk Girdapları: Kuralcı Ferit mi? Romantik Deniz<br />
mi? Şimdi biraz kafamız karışsın. Dolunay’da<br />
Nazlı Ferit’ aşık, Ferit Nazlı’ya ama birlikte<br />
olamıyorlar şimdilik. Ferit’in eski nişanlısı<br />
Demet ise evli olmasına rağmen tekrar Ferit<br />
ile olma arzusunda. Deniz Nazlı’ya âşık, Alya<br />
Deniz’e. Deniz çok sevdiği Ferit’in duygularının<br />
farkında olsa da Nazlı’nın aşkı için savaşacak<br />
gibi duruyor. Tarık Fatoş’a âşık, Fatoş ise<br />
Engin’e. Engin de Fatoş’u seviyor ama kendisine<br />
yalan söylediği için onu affedip ilişki<br />
yaşayamıyor. Yani bir nokta da herkes âşık<br />
ama kimse birlikte ve mutlu değil. Aşk girdabı<br />
dolu film. Bu durum izleyicilerin taraflarını seçip<br />
sosyal medya üzerinden sürekli fikir beyan<br />
etmelerine neden oluyor. Belirsizlik sıkmakla<br />
birlikte bir yandan da şimdilik izleyicinin ilgisi bu<br />
yolla canlı tutuluyor. Dizi yeni sezona devam<br />
eder mi bilinmez. Ama Nazlı karakteri sayesinde<br />
bir grup izleyicide aşçı şef olma fikri ve<br />
Japon kültürüne ilgi oluşacağı şüphesiz. Bu da<br />
dizilerin genç yaştaki izleyicilerin meslek seçimine<br />
etkisi ☺
TV KOCA BİR ÜÇÜNCÜ<br />
BÜLTENİNE DÖNDÜ<br />
Aylardır yasaklandı<br />
yasaklanıyor<br />
derken evlilik<br />
programları için<br />
nihai karar verildi.<br />
RTÜK’ün kanallarla<br />
yaptığı toplantılar<br />
sonrası evlilik<br />
programları tarih<br />
oldu.<br />
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
TVMANIA<br />
Aylardır yasaklandı yasaklanıyor derken<br />
evlilik programları için nihai karar verildi.<br />
RTÜK’ün kanallarla yaptığı toplantılar<br />
sonrası evlilik programları tarih oldu.<br />
Evlilik Programından Dizi Çıktı!<br />
Yapımcılar ve kanallar da düzenlemeler sonucu<br />
ister istemez kendilerine yan yollar<br />
arıyorlar, arayacaklar. TV8, Kısmetse Olur<br />
programının yarışmacılarını bir araya getirdiği<br />
Gençlik Başımda Duman dizisini hayata geçirmeye<br />
hazırlanıyor, Show TV’nin Evleneceksen<br />
Gel programının kavgalarıyla ünlü çifti<br />
Solmaz ve Kaan’ın başrolü paylaştığı Aşk-ı<br />
Roman ise aynı kanalda çoktan yayına girdi<br />
bile. Ne değişti? “Yaşananlar senaryo, bu da<br />
dizi” şeklinde bir meşruiyet kazandırılarak<br />
evlendirme programlarının ekran yüzlerinin<br />
maceralarına devam ediliyor. İşlerin kalitesi<br />
tartışılır, ancak izleyicisi var mı? Var… Ekran<br />
ticari bir mecra mı evet, o halde ne yapımcıyı<br />
ne de kanalı yargılayamıyorum kusura<br />
bakmayın.<br />
Mayıs ayında <strong>Cinedergi</strong> için yazdığım yazıda<br />
şu cümleleri kullanmıştım: “Yayından kaldırılan<br />
programlar ile ilgili haberleri okurken aklıma o<br />
meşhur ve trajik Türk filminin “Ahlaksızlığı yayma<br />
cemiyeti” sahneleri geldi. Durum bence bu kadar<br />
trajik… Zira yasaklamak çözüm değildir, TV aynadır.<br />
Rahatsızlık duyulan her neyse bu şekilde yasaklarla<br />
yok edilemeyecek ancak halı altına süpürülecektir. Bu<br />
olmasa ekrana başka versiyonda bu tür programlar<br />
muhakkak çıkaracaktır.”<br />
Evlilik Programları Bitti, Dedektiflik Programları Başladı<br />
Öyle de oldu. Kanalların tutunduğu bir diğer format da<br />
alışık olduğumuz konseptten seçildi. Yıllardır Müge<br />
Anlı’nın başarıyla sürdürdüğü format kopyalanarak<br />
kanalların yayın akışına adeta yapıştırıldı. TV8’in<br />
yaz ekranında benzer formda iki program başladı.<br />
Yaşamdan Hikayeler ve Gerçeğin Peşinde. Dedektifçilik<br />
oynanan programlardan özellikle Gerçeğin<br />
Peşinde’nin dekoru bile Müge Anlı ile Tatlı Sert’in
SAYFA HABERLERİ<br />
neredeyse kopyası. Kanal D “Gel Barışalım”<br />
adıyla başlattığı programın formatını düzenleyerek<br />
dedektiflik programlarına çevirdi, Asuman<br />
Dabak da üçüncü sayfaya konu olan programları,<br />
“yaşamdan trajedileri” ekrana taşıyan bir diğer<br />
isim oldu. Beklendiği üzere Fox’a geçen Seda<br />
Akgül de benzer yapıda bir programla ekrana gelmeye<br />
hazırlanıyor. Gündüz programlarını tek cümleyle<br />
özetleyecek olursak ekran koca bir üçüncü<br />
sayfa haber bültenine döndü.<br />
Şimdi Daha mı Ahlaklı Olacağız?<br />
Cinayet, taciz, dolandırıcılık haberlerinin<br />
incelendiği ve aydınlatılmaya çalışıldığı bu formatlar<br />
ister istemez akla aynı soruyu getiriyor. “Şimdi<br />
daha mı ahlaklı olacağız?” Elbette hayır. Öncelikle<br />
reality mantığındaki bu programların ekranda<br />
olmasına karşı değilim, evlilik programlarına da<br />
karşı olmadığım gibi… Yayınların “ahlak” gibi<br />
göreli ölçülerle eleştirilmesi, cezalandırılması<br />
ve yasaklanmasının tartışılması gerektiğine<br />
inanıyorum. Yasaklayan mantıktan bakarsak<br />
zaten bu programların halı altına süpürülen nice<br />
“ahlaksızlığı” su yüzüne çıkaracağına şüphe<br />
yok. Ne olacak peki? Aile içinde tacize uğrayan<br />
çocukları konuşunca, cinayetleri kimin işlediğini<br />
gündüz yayınında tartışınca evlendirme<br />
programlarından daha mı iyi örnekler çıkacak<br />
karşımıza? Elbette bu programlara da düzenlemeler<br />
gelecek, o zamana kadar da yeni formatlar<br />
düşünülecek, anlayacağınız “ahlakımız<br />
bozuluyor” paranoyası ekran için kısır döngüden<br />
başka bir şey değil.
Peki Bu Düğümün Bir Çözümü Yok mu?<br />
Herkesin izlemediğini iddia ettiği, herkesin<br />
izlediği, elitist yorumcuların rahatsızlıklarını<br />
dile getirdiği, muhafazakarların ahlaksız ilan<br />
ettiği ve neticede yasaklanan TV ürünleri<br />
form değiştirecek var olmaya devam edecek.<br />
Düğümün çözümü reyting ölçümlerini<br />
değiştirmek. AB grubunun etkisini panelde<br />
artırmak, eğitimin örneklem seçimine etkisini<br />
yükseltmek. Ancak bu da eskisinden çok daha<br />
zor, zira sermayenin el değiştirmesi ile satın<br />
alma gücüne sahip olanların eğitim düzeyleri,<br />
tüketim alışkanlıkları geçmişe göre bir hayli<br />
değişti. Bugün yapılan düzenlemeler toplumun<br />
beğenisini beğenmemekten öte değil, o zaman<br />
dönüp neden izleyicilerin bu programları tercih<br />
ettiğine bakmak, sosyal politikaları gözden<br />
geçirmek lazım. Medya okuryazarlığı kursu açan<br />
belediyeler olsun mesela, her gün ekrandaki<br />
travmaları izleyip kendi haline şükretmesi beklenen<br />
izleyiciye meslek kazandırılsın, okullarda<br />
yorum ve analiz kabiliyetini artıracak felsefe,<br />
mantık dersleri verilsin. Ev kadınlarını da işsiz<br />
oranına katmaya ne dersiniz? Yeni işsizlik<br />
politikalarını kadın istihdamı üzerinden yeniden<br />
düzenlemeye başlamanın tam sırasıdır belki<br />
de… Ha! Bunları yapmak zor mu zor, bahsettiklerim<br />
imkansızdan öteye geçiyor mu, geçemiyor.<br />
Okur olarak siz bile burun kıvırıyorsunuz<br />
bu satırlara eminim. Sonuç? Hiçbir şey<br />
değişmeyecek sayın izleyici, dün evlenenler<br />
bugün boşanacak, yarın barışacak, sonraki<br />
gün dedektiflik programında eşlerini arayacak…<br />
İzleyicinin bu seçimlerine neden olan<br />
ne görülmeyecek. Sosyal politikalar asosyal<br />
olmaya devam edecek, cezalar kesilecek, yeni<br />
yeni denemelerle ekranda “yalancıktan diziler”,<br />
“çakma dedektifçilikler” var olmayı sürdürecek.<br />
Ahlakımız? Ben başa dönüp “kime göre ahlak”ı<br />
sorgulamayı seçiyorum, ki bu mevzular baya<br />
can sıkıcı. İyisi mi, iyi seyirler.
EPISODE<br />
GÖRSEL ŞÖL<br />
GAME OF THRONES SEZON 7 7<br />
ONUR KIRŞAVOĞLU<br />
Bütün dünyanın konuştuğu,<br />
reyting rekorları kıran ve<br />
spoiler yüzünden nice<br />
kavgaların yaşandığı Game of<br />
Thrones’un bir sezonu daha geride<br />
kaldı. Bölüm sayısı olarak az olan<br />
ama dakika bazında diğer sezonlardan<br />
aşağı kalmayan sezon 7,<br />
artık kışın geldiği ve yavaş yavaş<br />
sona yaklaştığımız bir sezon oldu.<br />
Yazının bundan sonraki bölümü<br />
fazlasıyla spoiler içermekte olup, 8.<br />
Sezonla ilgili de bazı teorilere yer<br />
vermektedir. O sebeple izlemeyen<br />
okuyucuların uzak durmasında<br />
fayda var.<br />
Uyarımızdan sonra devam edelim.<br />
Geçtiğimiz sezon ( 6 ) özellikle<br />
teknik açıdan zirve yapan ve çok<br />
önemli olayları geçmişle bağlayan<br />
dizi, belki de bugüne kadarki en iyi<br />
sezona imza atmıştı. Özellikle son<br />
iki bölümde ekranlara yansıyan<br />
savaş ve katliam sahneleri üst<br />
düzey kotarılmış, hatta birçok<br />
açıdan Hollywood’un tarihi filmlerinin<br />
bazılarını geride bırakacak<br />
kadar etkili olmuştu. Son sezon<br />
bu anlamda görevini yerine getirdi<br />
diyebiliriz. Özellikle geçiş planları,<br />
kadrajlar ve sinematografik güzellikler<br />
tekrar tekrar izlenesi bir
EN ZAYIF SENARYO<br />
tat verdi. Zaten bu anlamda diziden<br />
yayınlanan kamera arkası<br />
görüntüleri de işin nasıl bir ivme<br />
kazandığını gözler önüne serdi.<br />
Seyircilerin reaksiyonları da savaş<br />
yaşanan bölümlerde daha da yüksekten<br />
duyuldu. Buraya kadar son<br />
sezon için sıkıntı yok ama senaryo<br />
biraz hayal kırıklığı oldu diyebilirim.<br />
Öncelikle George R.R.Martin’in<br />
izlediğimiz ve izleyeceğimiz sezonlara<br />
denk gelen hikayeyi hala<br />
yazdığını ve sadece tüyo vererek<br />
yetindiğini belirtelim. Martin’in bu<br />
uzaklaşması dizi senaristlerine<br />
işin büyük bölümünü bırakmış<br />
oldu. Hal böyle olunca da önemli<br />
manevralarda kurulan matematikler<br />
son derece basit ve kendi<br />
içinde bile tutarsız bir hal aldı.<br />
Mesela, bir Ak Gezen yakalanıp<br />
Cersei’ye delil olarak kullanılma<br />
hikayesi başlı başına üçüncü sınıf<br />
bir olay örgüsü. Böyle bir riske<br />
girmek, Cersei’ye güvenmek ve<br />
ejderhaları başta kullanmamak…<br />
Yani neresinden bakarsak bakalım<br />
tutarsızlık ve başarısız bir entrika<br />
yaratma çabası. Sadece bu da<br />
değil. Diyaloglar da bu sezon ülkemizdeki<br />
dizilerde alışık olduğumuz<br />
düzeyde ajitasyon ve kalitesizlik<br />
içeriyordu. Velhasıl biçim olarak<br />
dizi külliyatına sağlam bir yerden<br />
girecek ama içerik olarak serinin<br />
en zayıfı diyebileceğimiz bir sezon<br />
oldu. Bakalım final sezonu,<br />
bu eleştirilerin de ışığında nasıl<br />
gerçekleşecek?<br />
Peki Neler Yaşandı ve Yaşanabilir?<br />
7. sezon sonunda beklenen kış ve<br />
Ak Gezenler geldi. Geldikleri gibi<br />
ortalık karıştı, duvar yıkıldı, mert-
mertlik bozuldu. Hatta bir<br />
ejderhayı da saflarına kattılar.<br />
Serçe Parmak denen illet karakterden<br />
sonunda kurtulduk ve<br />
artık kardeşlerin arasını bozacak<br />
bir iki yüzlü yok. Jon Snow ve<br />
Khaleesi’nin merakla beklenen<br />
birlikteliği, aşkı ve hatta<br />
sevişmeleri de arz-ı endam eyledi.<br />
Herkes artık rahata ermiştir. Jon<br />
Snow’un kim olduğu da ismine<br />
kadar açıklandı ve tahtın esas<br />
varisinin de o olduğunu öğrenmiş<br />
olduk. Frey ve Tyrell haneleri<br />
de bu arada tamamen yok oldu.<br />
Bunlar yaşanırken Cersei tekrar<br />
hamile kaldı ama Jamie verdiği<br />
sözü tutmak için kuzeye hareket<br />
etti. Ufak tefek bir sürü gelişme<br />
daha oldu ama artık mesele tamamen<br />
iyiler, kötüler ve nasıl bir<br />
savaş olacağı merakına doğru iyice<br />
daraldı. Görüp görebileceğimiz<br />
en büyük savaş son sezon<br />
sanırım bizi ekranlara kilitleyecek<br />
ve belki de herkes yok olacak.<br />
Ak Gezenler duvarı yıktı geliyor,<br />
Jon Snow ve Khaleesi<br />
önderliğinde Kuzey büyük bir<br />
savaşa hazırlanıyor. Yaşayan<br />
Stark’lar bir arada olacak ve<br />
Jamie ile Tyrion da bu saflarda<br />
yer alacak. Yani bir nevi dizide<br />
sevdiğimiz bütün karakterler<br />
artık bir arada ve tamamen aynı<br />
tarafta. Karşı da ise Ak Gezenler<br />
ve ne yapacağı belli olmayan<br />
Cersei var. Bir de ona yardım<br />
eden Greyjoy’ların kötü adamı<br />
Euron. Teoriler ise şimdiden<br />
konuşulmaya başladı.<br />
Teoriler<br />
Bir teoriye göre Samwell Tarly ve<br />
Brandon Stark okuma ve geçmişe<br />
gitme becerilerini bir araya getirecek<br />
ve Gece Kralıİ’nı alt etmenin<br />
yolunu bulacaklar. Jon Snow’a
kim olduğunu açıklayan ikili<br />
savaşı da sonsuza kadar bitirecek<br />
formülü öğrenip noktayı koyacaklar.<br />
Tabii iyi olan başka teori de<br />
Kuzey’in müthiş bir çarpışmayla<br />
sonu getirecek olması. Bu meyanda<br />
da kötülerin hepsinin ortadan<br />
kalkması.<br />
Kötü olan teorilerden biriyse<br />
Jon’un Khaleesi’yi feda edip<br />
Azor Ahai olması. Böylece efsane<br />
Lightbringer kılıcı da Jon’un<br />
olacak ve Ak Gezenler’in sonunu<br />
getirecek. Tam da burada Jon<br />
ve Dany üzerinden başka bir<br />
teoriye geçelim. Bir ejderha feda<br />
eden Dany, bunun karşılığında<br />
bir bebek sahibi olabilecek ve bu<br />
Jon’dan olacak. Bu sonuçta da<br />
artık hükmetme konusunda sıkıntı<br />
çekilmeyecek. Bu iki teori de “buz<br />
ve ateşin şarkısı” göndermeleri<br />
üzerine kuruluyor. Buz ve ateş<br />
olan ikiliden yeni bir prens ortaya<br />
çıkacak. Bu, ya Azor Ahai olacak<br />
ya da yeni doğan bir bebek.<br />
Son teorilerden biri de küçük<br />
kardeş kehaneti. Cersei’nin gerçekten<br />
küçük kardeşi olan Tyrion<br />
ya da yaşça küçük kardeşi olan<br />
Jamie ikilisinden biri tarafından<br />
öldürülmesi. Hal böyle olunca<br />
büyük bir düşman ve kaba tabirle<br />
ayak bağı ortadan kalkacak. İyiler<br />
ve Ak Gezenler baş başa kalacak.<br />
Her şeyin sonunda ise ya Ak<br />
Gezenler kazanacak bizim<br />
kahramanları silip süpürecek ya<br />
da iyiler kazanıp kendi aralarında<br />
çarpışacak ve burada Cersei’nin<br />
pek şansı olmayacak. 2018 ya<br />
da 2019! 8. sezon ne zaman<br />
yayınlanacak bilinmiyor ama en<br />
iyi sezon olma potansiyeli bile<br />
var. Tabii bu sezonki kötü senaryo<br />
tuzağına düşmezlerse…