12.11.2018 Views

Ahmet İnam - Günlerin Işığı

Ahmet İnam, Denemeler

Ahmet İnam, Denemeler

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>Ahmet</strong> <strong>İnam</strong><br />

GÜNLERİN IŞIĞI


AHMET İNAM<br />

Düşünür, akademisyen, yazar, şair. <strong>Ahmet</strong> <strong>İnam</strong>, elli yıla yakın bir süredir felsefe<br />

tarihi, mantık, bilgi teorisi, bilim felsefesi, ahlâk felsefesi, kültür felsefesi, edebiyat<br />

teorisi, sanat, şiir, müzik ve İslam mistisizmi gibi çeşitli alanlarda yaptığı çalışmaları<br />

özgün bir yaşam felsefesinde bir araya getirdi; Batı düşüncesi ve Doğu düşüncesi<br />

arasında köprüler kurarak çağa ve insana dokunan sentezler ortaya koymaya<br />

çabaladı; yüzlerce deneme ve onlarca kitap kaleme aldı. Bu çabaların son yirmi<br />

yıldaki meyvesi, yerel dil ve düşünce motiflerini evrensel bir düzeyde ele alıp<br />

yorumladığı, serbest, değişken, organik bir sistematiğe sahip olan ve kapsamı<br />

giderek genişleyen Gönül Felsefesi oldu. Daima şiire (poesis) özlem duyarak yazan<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>İnam</strong>, denemeci yanı ağır bassa da hep şiirleyen bir denemeci oldu; yazılarını<br />

bazen bir düşünür, bazen bir toplum ve kültür eleştirmeni, bazen bir eğitici, bazen<br />

bir mistik havasında, ama daima hümanist bir çizgide kaleme aldı; zaman zaman<br />

kendi düşünce penceresinden Türkiye için bir değerleri değerlendirme görevi üstlendi<br />

ve “değerlerin değmesini” her şeyden çok önemsedi. Bir seçki olan <strong>Günlerin</strong> <strong>Işığı</strong>,<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>İnam</strong> düşüncesinin iyimser ve insancıl çizgilerini güçlü bir şekilde yansıtan<br />

denemeler ve şiirsel parçalardan oluşuyor.


<strong>Ahmet</strong> <strong>İnam</strong><br />

GÜNLERİN IŞIĞI


<strong>Günlerin</strong> <strong>Işığı</strong><br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>İnam</strong><br />

Kapak Resmi:<br />

‘Murnau - Yeşil Evli Manzara’<br />

Wassily Kandinsky, 1909<br />

1. Baskı:<br />

© İşaret Ateşi, Kasım 2018<br />

E-kitap olarak www.isaretatesi.com sitesinde yayımlanmıştır.<br />

Her hakkı saklıdır. Eserin tamamı veya bölümleri hiçbir yolla<br />

basılamaz, kopyalanamaz, eser sahibinin izni olmadan başka bir<br />

mecra veya internet sitesi üzerinden yayımlanamaz. Alıntılar için<br />

lütfen kaynak gösteriniz.<br />

www.isaretatesi.com<br />

isaretatesi@gmail.com


İÇİNDEKİLER<br />

Yayıncının Notu ………………………………………………….. 9<br />

Günler<br />

Anlamın Masalı …………………………………………………... 13<br />

Çiçek Tozları ……………………………………………………… 15<br />

Gülmek ……………………………………………………………. 19<br />

Bir Roman İnsan: Nahide Hanım……………………………….. 25<br />

Güzel Acı Çekerdi Babam ………………………………………. 29<br />

Bir Kedim Var, Kimselere Benzemez …………………………... 32<br />

Orta Odayı Açma, Yaralı Bir Kuş Var! …………………………. 37<br />

Üç Çay ……………………………………………………………... 41<br />

Ben Kabak Kafalı, Yerden Bitme,<br />

Koca Göbekli Bir Yazar Olmasaydım ……………………. 45<br />

Meczûb …………………………………………………………….. 49<br />

Söyleme ……………………………………………………………. 52<br />

Yüzü ve Kıçıyla Çağımızın İnsanı ………………………………. 54<br />

Ürkü ………………………………………………………………... 59<br />

Işık<br />

Bir Ağıt Olarak İnsan …………………………………………….. 66<br />

Dürtülerin Dansı …………………………………………………. 71<br />

Hiç Karşılaşmadan Yaşıyoruz …………………………………... 77<br />

Karşılaşma Ahlâkı Üzerine Düşünceler ……………………….. 81<br />

Mutlu Olmak ……………………………………………………... 87<br />

İnançlar, Özgürlük Çiçekleri Açabilecek Mi? …………………. 93


www.isaretatesi.com<br />

YAYINCININ NOTU<br />

Yakın zamanda e-kitap olarak yayımladığımız Zirvelerin<br />

Aynası’nın ardından, <strong>Günlerin</strong> <strong>Işığı</strong> da <strong>Ahmet</strong> <strong>İnam</strong>’ın kişisel<br />

web sayfasında yer verdiği, daha evvel çeşitli dergi ve<br />

kitaplarda yayımlanmış metinlerden oluşan bir toplam.<br />

Çalışmalarını e-kitaba dönüştürerek sitemizden yayımlaması<br />

yönündeki teklifimizi kabul eden sayın hocamızla beraber,<br />

<strong>Günlerin</strong> <strong>Işığı</strong>’nı oluşturan deneme ve şiirsel parçaların<br />

üzerinden yeniden geçtik, böylece bu metinlerin kesin ve nihai<br />

versiyonları ortaya çıktı. İşaret Ateşi’nin yazın/yayın<br />

dünyasındaki mütevazı ölçekteki özgül ağırlığını pekiştirmek<br />

adına Sn. <strong>İnam</strong>’ın bize destek vermesini büyük bir lütuf olarak<br />

görüyoruz. Buna karşılık biz de, saygıdeğer hocamızın toplu<br />

yapıtlarının yayımlanması yolunda bir katkı sunabilirsek haklı<br />

bir gurur duyacağız.<br />

Kasım 2018<br />

İşaret Ateşi<br />

9


www.isaretatesi.com<br />

10


www.isaretatesi.com<br />

GÜNLER<br />

11


www.isaretatesi.com<br />

12


www.isaretatesi.com<br />

ANLAMIN MASALI<br />

Yazı bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Soruyor:<br />

“Anlamım ne?” Anlamın, içini yazanın anlamı. Kendini<br />

kazanın anlamı. Hayatı yazıya vuranın anlamı. Kendini<br />

yazıyla saranın anlamı. Yazıyla kapı açanın, gözlerini açanın,<br />

ötenin eşiğinde duranın anlamı. Öteye gidip gelmiş olanın<br />

anlamı. Kıyısından soruyorum yazıya: “Anlamın ne?” “Hiçlik<br />

kuyusuna salınan kovayım ben,” diyor yazı. “Ben de!”<br />

diyorum.<br />

Böcek bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Soruyor:<br />

“Anlamım ne?” Anlamın, can kıpırtısının anlamı. Yerin göğe<br />

açılmasının anlamı. Uçmanın, boşluğun, maddenin nabız<br />

atışının anlamı. Ölümün dirime karışmasının anlamı. Sonsuz<br />

çeşitliliğin anlamı. Bir varlığın diğerine olan ilgisinin anlamı.<br />

Kozamdan çıkıp uçarmışçasına soruyorum böceğe: “Anlamın<br />

ne?” “Bitip tükenmeyen dönüşümün imasıyım ben,” diyor<br />

böcek. “Ben de!” diyorum.<br />

Pınar bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Soruyor:<br />

“Anlamım ne?” Yeryüzünün kanısın sen, yaşam ırmağı.<br />

Devinimin anlamı. Hayat vermenin anlamı. Kuruyuvermenin,<br />

13


www.isaretatesi.com<br />

bitimliliğin, belirip kayboluşun anlamı. Gelişim ve bozuluşun<br />

anlamı. Daima aradığımız kaynağın anlamı. Çatlamış<br />

dudaklarla soruyorum pınara: “Anlamın ne?” “Tükenene dek<br />

var kalmanın sırrıyım ben,” diyor. “Ben de!” diyorum.<br />

İnsanım ben. Hayat bana bakıyor, ben ona<br />

bakıyorum. Çalkantılara atıyorum kendimi, çırpınıyorum.<br />

“Korkmadım geldim,” diyorum, “ruhum sana teslim. Istıraba<br />

varım. Ey Hayat, seninleyim!” Soruyor bana: “Anlamım ne?”<br />

“Bilmem, ama çiçeklerin, ışığın ve sözlerin anlamıyla<br />

yürüyorum ben sana,” diyorum. “Ben de sana!” diyor Hayat.<br />

14


www.isaretatesi.com<br />

ÇİÇEK TOZLARI<br />

Hapşırabilirsiniz. Belki gözünüz yaşarır, cildiniz kızarır.<br />

Çiçek tozudur, savrulmuştur rüzgârla – toprağa, suya, buluta.<br />

Yolcudur belki umuda, umutsuzluğa, acıya. Düşünceye,<br />

sevgiye, özleme, ayrılığa, yalnızlığa. Çiçek tozudur:<br />

Çiçeklerden yolcudur yaşamaya. Değince teninize, irkilirsiniz<br />

belki. Hele de alışık değilseniz doğanın bu hamarat canlarına.<br />

Kendini öylece yele verip, geleceğin kapısında korkusuzca<br />

durabilecek güçteki hayat kıvılcımlarına.<br />

Çiçek tozlarını anlayın. Hapşırsanız da, hapşırmasanız<br />

da! Tınılarına kulak verin onların, “Ne diyorlar?” diye sorun.<br />

Acaba hangi çiçekten düştüler parmak uçlarınıza? Hangi<br />

arının kanadında, ya da hangi kuşun gagasında yaşıyorlar<br />

kendini bırakıvermenin mutluluğunu? Duyun onların sesini ve<br />

dinleyin içinizdeki sesi. Yoksa, “Bir çiçek tozu kadar<br />

olamadım,” mı diyor o ses? Çiçek tozu kadar olamadınız mı<br />

gerçekten de? Ama insanla çiçek tozu bir olur mu hiç? İnsan ki<br />

dünyaya egemen varlık, eşref-i mahlukat, “yaratılmışların en<br />

şereflisi.” Çiçek, insanın keyifli günlerinin süsü olmaktan öte ne<br />

olabilir; çiçeğin tozu da neymiş? Çiçek tozunun nesini dinleyeyim<br />

15


www.isaretatesi.com<br />

ben? Asıl çiçek tozu beni dinlesin! Bilimimle inceleyeyim onu,<br />

dilediğimce işleyeyim, sağaltıcı ilaçlar yapayım ondan.<br />

Böyle mi düşünüyorsunuz?<br />

Gönül bahçenizde çiçek tozları yok demek ki! Demek ki,<br />

kuytu köşelerinizde gelincikler, papatyalar, tepeden tırnağa<br />

çiçeğe durmuş ağaçlar yok. Hapşırıyorum; sevmiyorum çiçek<br />

tozlarını. Ben temiz, berrak havaları seviyorum, pustan, tozdan<br />

arınmış havaları. “Sağlıklı” havaları. Çiçek tozlarının uçuşmadığı,<br />

hapşırtmayan, öksürtmeyen, insanı yatağa düşürüp inim inim<br />

inletmeyen havaları.<br />

Böyle mi düşünüyorsunuz?<br />

Düşündüğü kadar yaşar insan; düşünebildiği kadar yaşar.<br />

Düşünebildiğine tutsak yaşar! Zihnindeki gerçekliğin elverdiği<br />

kadar karşılaşır gerçeklikle. İstemez çiçek tozlarını! Hapşırsın<br />

istemez. Öyle bir yaşam mühendisliği, öyle bir tür genetik<br />

manipülasyon olsun ki çiçekler tozsuz açsın, dünya çiçek<br />

tozlarından arınsın ister.<br />

Oysa ne sanat, ne müzik, ne edebiyat olur hapşırmadan, ne<br />

de eşref-i mahlukat, insan! Çiçek tozları, insanın yeryüzündeki<br />

serüveninde, tuvale dokunan fırça darbeleri, kemandan<br />

serpilen nağmeler, şiirde tınlayan sözcükler olarak yaşar.<br />

Sözcükler! En çok da onlar! Uçuşup bu kâğıda konmuşlardır.<br />

(Annemdirler, beni doğurmuşlardır.) Bu kâğıda konmuşlar,<br />

okurun gözbebeğine, zihnine, manevi dünyasına, oradaki<br />

bahçelere, çiçeklere konmuşlardır, çiçek tozu olmuşlardır.<br />

Havada nazlı nazlı süzülerek gönlün derinlerine inmişler, ince<br />

16


www.isaretatesi.com<br />

bir hançer yarası açmışlardır. Ve hapşırmışızdır! “Çok yaşa!”<br />

Elbette çok yaşarız, zira çiçek tozlarına bulanmıştır yürek,<br />

etrafta çiçekler açacak. Neden öleyim, içimde bunca çiçek tozu<br />

varken? Tam aksine, doğarım; çiçek gibi açarım.<br />

Gönül bahçelerine varır, kapıların önünde dururum.<br />

Çiçek tozuyumdur ama izinsiz giremem hiçbir gönüle.<br />

“Destur” beklerim, sırnaşık değilimdir, “Destur var mı, ey<br />

can?” diye sorarım. “Buyur!” derlerse, süzülürüm içeri doğru<br />

sessiz sedasız. Toprak uygunsa, nem uygunsa, ortam uygunsa,<br />

sığınırım bir köşeye, bir sabah açıvermek üzere. Belki de<br />

açamam, üzerim örtülür ya da hoyrat bir ayak çiğneyiverir<br />

beni. Belki kurur giderim, kim bilir? Çiçek tozuyum ben, ince,<br />

hassas, nazenin. Sanatım, düşünceyim; bir o kadar da<br />

yürekliyim, bilinmeyen köşelere savrulmaktan çekinmem.<br />

Hangi güç durdurabilir beni? Hangi yasak, hangi ferman beni<br />

ortadan kaldırabilir? Beni yok etmek isteyen daha nice iktidarı<br />

tozlara bulayacağım ben.<br />

Taklitlerim çok bu aralar – sahte çiçek tozları, korsan<br />

çiçek tozları. Korsan sanat, korsan edebiyat, korsan felsefe.<br />

Gönül bahçeleri kurumuş olanlar onlara koşuyor. Esas çiçek<br />

tozlarını kimse istemiyor. Kimse hapşırmak istemiyor! Ortalık<br />

toz duman, hapşıranlar ondan hapşırıyor. Çiçek tozlarının<br />

meta olanı, alınıp satılanı makbul. Herkes aksırıp tıksırıyor,<br />

ama başka türlü. Bize sen lazımsın çiçek tozu! Işıl ışıl hapşırt<br />

bizi, uyandır bu gaflet uykusundan! Buyur gel, içimize doğru<br />

süzül, çiçeklendir dünyamızı. Böylece dışarıdaki çiçekleri de<br />

görüp, duyup, koklayabiliriz belki. Binlerce yılın öyküsünü<br />

17


www.isaretatesi.com<br />

duyarız! Geçmiş milyonlarca insanın öyküsünü! Daima<br />

devinip duran yaşamın öyküsünü! Sanatın, insanın, güzel<br />

yüreğin, sevginin öyküsünü; sürekli keşfedilip duracak bir<br />

dünyanın öyküsünü…<br />

Hapşırın! Çiçek tozları kapınızda!<br />

18


www.isaretatesi.com<br />

GÜLMEK<br />

Neden gülüyoruz? Bunun bir teorisi yok. Olmayacak da.<br />

Olmalı mı? Neden gülmediğimizin de bir teorisi yok! Olsaydı<br />

gülünç olurdu…<br />

İnsanı anlamak istiyoruz. Ama insanı bütün halinde<br />

anlamak için yeterince çaba göstermemişken, onun gülmesini<br />

anlamak istiyoruz. Gülmeyi anlamak için insanı geniş bir<br />

açıdan, çepeçevre ele almak gerek. İnsanın gülmesine<br />

gülebilmeliyiz ki onu anlayabilelim! Belki o zaman bir gülme<br />

teorisi mümkün olur.<br />

Bu yazının sınırları içinde bir teori denemesinde<br />

bulunacağım. Evet, ayrıntıdan, temellendirmeden biraz<br />

yoksun olacak belki. Ama yazımı bitirdiğimde teorime<br />

gülebilmek istiyorum. Gülme teorisi gülünç olmalı mümkünse.<br />

Çünkü gülmek ciddi bir mesele! En doğru yaklaşımı<br />

benimsemek ve gülmenin hakkını vermek gerek. Gülmeyi<br />

ancak o zaman anlayabiliriz.<br />

Neyiyle güler insan? Sorulması lazım gelen ilk soru<br />

budur. İnsan bedeniyle güler. Bedeni güler insanın. Ağız<br />

açılıverir, çizgiler belirir yüzde, kaslar harekete geçer,<br />

19


www.isaretatesi.com<br />

gülmenin elektriğiyle beden titrer. Gülüşe tüm beden eşlik<br />

eder. Bedenin tümden katılmadığı bir gülme olamaz. Fakat<br />

beden kendi kendine de gülebilir. Kimi ruhsal bozukluklarda,<br />

histeri ve hezeyan anlarında gülme krizine tutulur örneğin.<br />

Duygu, akıl ve çevre ilişkisinden kopuk bir şekilde güler<br />

böylece. Ama sırf gıdıklanarak da gülebilir beden! Âdeta<br />

kendine güler, kendi kendine güler. Günlük yaşantımızda,<br />

“Ben gülmüyorum, bedenim gülüyor” demeyiz, ama beden<br />

güler aslında. “Ben gülmüyorum, göbeğim gülüyor!” “Ben<br />

gülmüyorum, kıçım gülüyor!” Böyle dense yeridir bazen;<br />

bedenin kendine göre bir düzeni, bir mantığı vardır, sanki bazı<br />

durumlarda başına buyruk hareket eder. Ama bedenin<br />

gülüşleri tam da o yüzden aklımızla, toplumla, çevreyle<br />

çatışabilir, çelişebilir. O halde neremizin güldüğüne biraz<br />

dikkat buyurmak gerek. Neyimizle gülüyoruz; acaba bedenim<br />

yalnız başına mı gülüyor, yoksa daha büyük bir gülmeye mi<br />

katılıyor? (Bedenimiz gülmesini gizleyebilir bazen, içimizden<br />

gülebiliriz, o ayrı bir konu.)<br />

Duygularımızla da güleriz. Gerek neşe ve keyiften<br />

kaynağını alan gülmeler, gerekse küçümseyiş, alay ve öfkenin<br />

karıştığı gergin gülüşler duygularımızın iç yüzünden uç verir.<br />

Bedenimiz gibi duygularımız da belli bir bütünsellik içinde,<br />

dört dörtlük gülmelerde bulunabilir. Ama soğuk gülüşler de<br />

vardır elbette, duyguların eşlik etmediği gülüşler. Beden kendi<br />

kendine güldüğünde de, duygular işin içine pek karışmaz. Ya<br />

da akıl fazlaca baskınsa, duygular gülmede etkin rol<br />

oynayamaz.<br />

20


www.isaretatesi.com<br />

Ama gülmenin hası da, aklın etkin olduğu, yargıladığı<br />

gülmelerdir! “Dünyaya baktım da güldüm aklımla,” sözü ne<br />

çok şey anlatır… Gülmek, noetik bir davranış olarak, aklın bir<br />

olanağıdır. Akıl, gülmeyle görür ve düşünür. Düşünürüz,<br />

düşündükçe anlamaya başlarız, anladıkça da gülmekten<br />

kendimizi alamayız. Aklın serüvenine duygu ve beden de<br />

katılır ve gülüveririz. Yani gülme eyleminin bütünleyici bir<br />

rolü de vardır; gülmenin gücüyle donanmış bir düşünme<br />

süreci nasıl da esaslı sonuçlar verecektir! Elbette biraz mizah<br />

duygusu olmalı insanda. Anlamlı gülüşler keskin düşünce<br />

başarılarının, parlak duyarlılıkların ardından gelir. Çünkü<br />

gülerek düşünmek bir başarıdır muhakkak.<br />

Çevremizle de güleriz biz (çevremize de güleriz!). Doğal,<br />

tarihsel, toplumsal, siyasal, ekonomik boyutlar içerisinde<br />

güleriz. Neyin gülünç olduğu, işte bu yüzden çağdan çağa,<br />

toplumdan topluma değişir. Gülmeyi insana içinde bulunduğu<br />

ortam öğretir bir yerde. Nelere, nasıl gülüneceğini başkalarına<br />

baka baka öğrenirim. Örneğin küçümseyici bir gülüş,<br />

toplumsal etkileşimlerle, bireysel bir duygu/beden tepkisi<br />

olarak öğrenilir; işin içine aklın yargısı da karışır. Karşımdaki<br />

kimsenin, ciğeri beş para etmeyen biri olduğunu düşünürüm<br />

sözgelimi.<br />

Gülünç olan nedir peki? Gülünç olana mı güleriz hep?<br />

Rahatlamak için güldüğümde, ya da beden kendi kendine<br />

güldüğünde, gülünç unsurdan söz edilebilir mi? Elbette<br />

edilemez. Kavramsal yaklaşacak olursak, gülünç unsur, aklın<br />

da katılımıyla çevremizin, duygularımızın ve bedenimizin<br />

21


www.isaretatesi.com<br />

birlikte gülmesiyle ilgilidir. Bedenin gülünç bulduğunu<br />

aklımız anlamsız bulabilir. (Gıdıklanınca güldüğümüzde, ya<br />

da gülme krizine tutulduğumuzda, yahut olur olmadık her<br />

şeye güldüğümüz keyifli anlarımızda, deyim yerindeyse<br />

aklımız öylece bakakalır.) Ya da bazen çevrenin gülünç<br />

bulduğunu, aklımız gülünç bulmayabilir. “Neden gülüyor<br />

bunlar yahu?” deriz.<br />

Bedenin “gülünç”ü, duygunun “gülünç”ü, aklın<br />

“gülünç”ü, çevrenin “gülünç”ü kimi zaman birbirinden<br />

ayrıdır. İnsanı dörtlü bütünlüğü içinde ele almak gerek. Ben,<br />

dört öğenin bir arada olduğu, dört dörtlük bir gülmenin<br />

“gülünç”ünün peşindeyim. Böyle bir gülme, gülmelerin<br />

hasıdır. Bedenin, duyguların, aklın ve çevrenin zenginliği,<br />

coşkusu ve bütünlüğüyle gülebilmek, gönül işidir; bir insan<br />

olma başarısıdır. Yalnızca çevreyle gülmek, çevreye gülmek,<br />

sırf alışkanlıklarla, taklitle de gerçekleşebilir. Örneğin,<br />

toplumun bir kesimini ötekileştirerek gülme bu tarz bir<br />

gülmedir. Eksik bir gülmedir. Salt bedenle, ya da salt<br />

duyguların ateşiyle gülmek, aklın ve kültürün katılmadığı, tam<br />

olgunlaşmamış bir gülme biçimidir. Aklın bir başına<br />

gülmesiyse kupkurudur, yavandır.<br />

Gülünç, bir ilişki sonucunda algılanır. Her gülme, bir<br />

gülme durumu’nda gerçekleşir: İki ayrı dünya arasında<br />

kıvılcımlar çakar; bunların biri olağan dünya, diğeri olağandışı<br />

dünyadır; aralarında bir akım ortaya çıkar, bir ark oluşur.<br />

Tıpkı, birbirine yakın, zıt yüklü iki elektrot arasındaki boşlukta<br />

oluşan kıvılcım demeti ya da ışık gibi. Olağan dünyada gülme<br />

22


www.isaretatesi.com<br />

yoktur. Oysa insan olağan dünyadan olağandışı dünyaya<br />

sıçrama yaratabilen, iki dünya arasında ark yapabilen bir<br />

varlıktır. İnsan neden dolayı şiir yazıyorsa, felsefe yapıyorsa,<br />

ondan dolayı güler! Gülünç, olağandışı dünyadadır. Dört<br />

dörtlük gülmelerimizde iki dünya birbirine karışır. Örneğin,<br />

olanca ciddiyetiyle kürsüden vaaz veren rahibi çırılçıplak<br />

düşünmem beni güldürür; olağandan olağanın dışına çıkmam<br />

(çıplak rahip!), gülünçlüğü oluşturur. Olağanın ötesine<br />

geçebildiğimiz için güleriz. Sanatımız, umutlarımız,<br />

inançlarımız bunun için vardır. Gülemeseydik, kültürü<br />

yaratamazdık, insan olamazdık.<br />

Gülünç hemen önümüzdedir, farkedilmeyi bekler. Her<br />

şeye gülünebilir, yeter ki belli bir gülme yakınlığı (ve mesafesi),<br />

gülme açısı ve gülme hali içinde olunsun. O zaman gülme<br />

arkı işler, iki dünya arasında etkileşim olur, gelgitler oluşur.<br />

Hayatımızın tekdüzeliği içinden, gülme arkıyla sıçrayarak, her<br />

şeye dışarıdan bakarız. Bir gülme kulesinden örneğin! Gülme<br />

arkı, bizi böyle bir kuleye çıkartabilir. Belki de ağlanacak<br />

halimize gülebiliriz.<br />

Gülme, hele de olağan dünyayı daha yaşanır kılıyorsa,<br />

çirkinlikleri, haksızlıkları, zulmü ortadan kaldırıyorsa daha<br />

anlamlıdır! Dört dörtlük gülmeler, bizi güle güle bir gaflet<br />

bataklığına doğru batmaktan korur. Gülüyorum, çünkü<br />

sorumluyum. Gülüyorum, çünkü özgürüm. Gülebiliyorsam,<br />

umutlarım olduğundandır, kendimi aşma gücüne sahip<br />

olduğumdandır. Özgürlüğümü gerçekleştirebilecek kadar<br />

özgürümdür.<br />

23


www.isaretatesi.com<br />

Deli deli gülmeler, kıkırdamalar, top atışı gibi patlayan<br />

kahkahalar… Gülme, insan olmanın çekirdeğinde durur. İnsan<br />

olmak için gülmeyi bilmek gerek – ne gülünç değil mi?<br />

24


www.isaretatesi.com<br />

BİR ROMAN İNSAN: NAHİDE HANIM<br />

“Her insan bir romandır,” diyor kendi kendine. Bu<br />

konuyu yıllardan beri düşünüyor. Neden roman? “Hayatım<br />

roman” sözünü sevmiyor. Abartı ya da sahtelik var gibi<br />

geliyor ona bu sözde. Zaten Nahide Hanım, “Ben romanım,”<br />

diyor. “Yapma yahu!” diyenlere aldırmıyor. Anlayabileceğini<br />

düşündüklerine, anlatmaya çalışıyor. Bir gün bana da<br />

anlatıverdi işte. Otobüslerin mola verdiği bir konaklama<br />

tesisinde. O zamanlar yetmiş yaşını aşkındı. Hayli dinçti,<br />

yaşama sevinciyle dolu görünüyordu. Yine de sesinde<br />

kırılganlığın, yılgınlığın buğusu seziliyordu zaman zaman.<br />

Kendisinin roman olduğunu düşünmeye daha genç<br />

kızlığında başlamış Nahide Hanım. Çok roman okuyormuş o<br />

dönem, okuduklarıyla yaşadıkları arasında bağlar kurmaya<br />

çalışıyormuş. Bir ara kendi de roman yazmayı denemiş, ama<br />

bir iki taslaktan öteye gidememiş, romancılığın onun işi<br />

olmadığını anlamış. Ama bu defa da kendi hayatının roman<br />

olduğunu düşünmeye başlamış.<br />

“Nasıl mı ulaştım bu sonuca? Kendimi ve insanları<br />

okuyarak! Kendimi ve herkesi dinleyerek! Nahide, dedim<br />

25


www.isaretatesi.com<br />

kendi kendime, sen kaç kişisin? Kaç sesin var? Elbette bir<br />

kişiyim ben. ‘Ben’ diyorum kendime. Nüfus kâğıdıma<br />

bakıyorum, tek kişilik. Ama, aziz kardeşim, nüfus kâğıdı<br />

neden tek bir kişi için olur, insan bir nüfus kâğıdına sığmaz ki!<br />

İçimde birçok kişi var benim, bir koro var. Bende bir roman<br />

kahramanları ordusu var. İçimde, konuştuğum ne çok insan<br />

var! Kadınlar var, adamlar var, çocuklar, delikanlılar,<br />

ihtiyarlar… Neden mi romanım? Çokum ben çünkü, çoğulum.<br />

Okuyorum içimdeki çoğulluğu: Kendimi okuyorum! Pardon,<br />

<strong>Ahmet</strong> Bey, mesleğiniz neydi? Ruh hekimi değilsinizdir<br />

inşallah! Bakın, hem romanım ben, hem de roman okuru.<br />

Kendi okuru kendi içinde olan bir roman. Dahası, yazarım da<br />

ben. Kendimi yazıyorum ve okuyorum. Müthiş bir heyecan,<br />

müthiş bir hüzün…<br />

Heyecanım, kendimi –kendilerimi!– yazmak<br />

isteyişimden. Hüznüm, gönlümce yaşamayışımdan, eleştirmen<br />

olarak romanımı bir türlü beğenmeyişimden.<br />

Belki de benim sabukladığımı düşünüyorsunuz. Diyelim<br />

ki öyle, bu neyi gösterir? Gene de benim roman olduğumu!<br />

Hem de içimde öyle akla hayale sığmayacak roman teknikleri,<br />

öyle benzersiz üsluplar var ki… Düşünün, hayatımı<br />

yaşıyorum, örneğin evleniyorum. Aslında evlenen,<br />

kahramanlarımdan biri yalnızca. Çocuk doğuruyorum belki.<br />

Doğuran da bir başka kahraman! Ama herkes beni bir kişi<br />

sanıyor. Çokum yahu! Hem de ne çok! Öyle bakmayın lütfen,<br />

çayınızı için. Hasta değilim, nereden çıkarıyorsunuz. Roman,<br />

hasta olur mu hiç? Ben hiç hasta olmadım. Kahramanlarımdan<br />

26


www.isaretatesi.com<br />

biri bile, ne ağır bir bunalım geçirdi, ne de doktorların eline<br />

düştü. Müthiş bir hayatım oldu, inanmazsınız! Ah, çayınız<br />

döküldü. Bir yeriniz yanmamıştır inşallah.<br />

Aklı bir karış havada, işe yaramaz, ahlâksız biri gözüyle<br />

bakmayın bana sakın. Çok yanılırsınız! Sorumluluklarım var<br />

benim. Kahramanlarımın da her biri birbirinden sorumlu.<br />

Ömrümce kimseyi aldatmadım. Anlaşılamamış ya da yanlış<br />

anlaşılmış olabilirim. Bir gece, rahmetli kocama, ‘Ben<br />

romanım’ dedim. Ne dese beğenirsiniz? ‘Nahideciğim, ben de<br />

Gürcüyüm!’ Meğer ‘çingeneyim’ diyorum sanmış. Katıla katıla<br />

güldüm. O da öylece baktı. Hayır, kahramanlarla, olaylarla<br />

dolu bir romanım ben. Aslında herkes öyle bence. Keşke<br />

kendini nüfus kayıtlarına, sicil belgelerine, adreslere,<br />

anayasalara, gazetelere, dergilere indirgemese insanlar.<br />

İçlerindeki çoğulluğu susturmaya çalışmasalar. Tek sesle<br />

konuşmaya kalkmasalar.<br />

Yo, bir tür kişilik bozukluğu değildir roman olmak!<br />

İçinde çoğulluğu barındırır ama bir örgüsü, dokusu, tutarlılığı<br />

vardır romanın.<br />

‘Kendini bil’ demek, ‘kendini oku, kendini yaz!’ demektir<br />

bana kalırsa. Romanını yaşayan bir romanım ben. Kendi<br />

romanım bu, bir başkasının romanı değil. Hem anlatıcıyım<br />

hem okur. İfadeyim ben, dilim, sözüm. Söylediklerim var,<br />

yaşadığım sürece söyleyeceklerim var.<br />

Ve anlıyorum, anlayabiliyorum! Bencil değilim, ötekileri<br />

anlıyorum. Romanımda başkaları da var, yaşıyorlar. Yalnızca<br />

kendimi içeri alıp ötekileri dışarıda bırakmıyorum. Şimdi<br />

27


www.isaretatesi.com<br />

sorun bana, romanımdan memnun muyum diye. Değilim! (Ah,<br />

alın şu mendili, üstünüzü silin; merak etmeyin, çay leke<br />

yapmaz.) Çünkü kendi derinliğimi henüz yeterince<br />

keşfedemedim, layıkıyla anlatamadım. Ama romanımı, yani<br />

beni okuyanlar bunun pek de farkında değiller.<br />

Her insan romandır, aziz kardeşim. Kimini merak ederiz,<br />

kimininse kapağına elimizi bile sürmeyiz. Şimdi benim<br />

romanımı merak ediyorsunuz, biliyorum… Yazık ki vaktimiz<br />

yok, otobüslerimizin saati geldi! Siz İzmir’e gidin, ben<br />

romanıma. Romanımdaki kentlere, insanlara…”<br />

28


www.isaretatesi.com<br />

GÜZEL ACI ÇEKERDİ BABAM<br />

Bin dokuz yüz ellilerin sonlarıydı. İstanbul o zamanlar<br />

tenhaydı. Ve biz o tenha İstanbul’un tenha bir köyünde<br />

otururduk: Çengelköy’de. Şimdi yazlarını bile sonbahar gibi<br />

hatırlıyorum. O zamanlar vapurların yanaştığı iskeleden<br />

denize bakarken sık sık gelirdi kalemimin ucuna: “Nasıl<br />

saklarım sonbahar olduğumu?” Oysa o zaman henüz on, on<br />

bir yaşlarındaydım, ömrümün baharında bile sayılmazdım.<br />

Ama öyle düşünüyordum işte. Yaşlı çınarların, eski evlerin,<br />

tarih kokan sokakların çocuk kalbime yığdığı ıssızlığı zorlukla<br />

taşıyarak, Boğaz’ın tenha kıyılarında, denizden gelen<br />

rüzgârların sürekli tazelediği hüznümle bir başımaydım.<br />

Babam, o zamanlar otuzlu yaşlarının sonlarında bir<br />

öğretmen yüzbaşıydı. Yakışıklıydı. İnsanları ürkütmekten<br />

çekinen, kendi halinde, sessiz sedasız, iç dünyasının<br />

derinliklerinde hâlâ yıkılmamış gizli düşleriyle yaşayan bir<br />

insandı. Sabah erkenden evden çıkar, öğretmenlik yaptığı<br />

Kuleli Askeri Lisesi’ne yürüye yürüye giderdi. Yolda ne gibi<br />

düşüncelere dalardı acaba? Bana, gökyüzünden bir yerlerden<br />

geldiği için dünyaya hep yabancı kalmaya mahkûm biri gibi<br />

29


www.isaretatesi.com<br />

görünürdü. Atâ Bey diye çağırırlardı babamı; ikinci a harfinin<br />

uzun okunması gereken bu adıyla, atâ, yani “ihsan” olan, bu<br />

dünyaya bir bağış olarak gönderilmiş kırılgan bir ruhtu.<br />

Galiba benden bile daha yalnızdı. İki yalnızdık babamla;<br />

birbirimizle iç dünyalarımız hakkında hiç konuşmadık. Ama<br />

yalnızlıklarımız arasında gizli bir iletişim olduğunu sezerdim.<br />

Bu sezgi, yalnızlığımı besler, daha bir yoğunlaştırırdı. Küçük<br />

kardeşimle uzun kış geceleri biraz da yalnızlıktan üşürdük.<br />

Bir gün babam bizi halamın yanına, Sandıklı’ya<br />

gönderdiğinde, değişen mekânla birlikte değişmeyen<br />

yalnızlığımda gene onu düşünmeye devam ettim.<br />

Çengelköyde, yağmur yağdığında damı akan o köhne<br />

evimizde, bir başına ne yapıyordu acaba?<br />

Birkaç yıl sonra Çengelköy’e tekrar döndüğümde,<br />

babamın acısını nasıl çektiğini daha bilinçli bir şekilde gözleme<br />

olanağı buldum.<br />

Altın renginde, çok sevdiği, “Parker” marka şık bir dolma<br />

kalemi vardı. Önünde hep kâğıtlar olur, kalemi devamlı bu<br />

kâğıtların üzerinde gezinirdi. Resimler yapardı, şiirler yazardı.<br />

Sanki acılarına karşı oluşturduğu kalkanlardı bunlar. Bir de<br />

bulmacalar çözerdi; bitirdiği her bulmacanın kenarına upuzun<br />

kuyruklu bir küçük a harfiyle imzasını atardı. Hayatın<br />

beklenmedik muammalarıyla belki de bu bulmacalara<br />

sığınarak baş etmeye çalışırdı. Çile, onun dolma kaleminden,<br />

kâğıtlara doğru akardı. Ağlar mıydı, hiç görmüş müydüm<br />

ağladığını? Anımsamıyorum. İçerdi, ama çok değil. Pek<br />

konuşmazdı da; dertlerini birilerine açar mıydı, bilmiyorum.<br />

30


www.isaretatesi.com<br />

Acısını gürültü patırtı çıkararak yaşamadı asla. Kendine<br />

sakladı acılarını, kendiyle paylaştı. Acısıyla derinleşti,<br />

güzelleşti.<br />

Acıları karşılamayı bilmek de bir yaşam ustalığıdır.<br />

Istırap kültürü, insanı kolaylıkla mazoşizme, arabeske,<br />

melankoliye kaydırabilir. Acılarınızdan zevk almaya başlar,<br />

onların bağımlısı olursunuz. Babam öyle yapmadı. Ne abarttı<br />

acılarını, ne de yadsıdı. Kendini avutmaya bile kalkmadı.<br />

Acılarını karşıladı. Onlarla karşılaşabildi. Sonuna kadar yaşadı<br />

acılarını ve belki de onları zamanla ağır ağır tüketti.<br />

Yiğitçe bir tavırdı bu bana kalırsa. Acılarla karşılaşabilme<br />

cesareti, bize kendimizle karşılaşabilme cesareti sunar. Acılar<br />

babamı güzelleştirdi. Acı çekmenin bir estetiği, bir etiği<br />

olduğunu onda gördüm. Elbette yanlışları, kusurları olan bir<br />

insandı babam. Ama insandı. Acı çekmek de bir sanattır, insan<br />

olma sanatının yollarından biri. Babam ki ustaydı bu sanatta.<br />

31


www.isaretatesi.com<br />

BİR KEDİM VAR, KİMSELERE BENZEMEZ<br />

Evreni dinlemeyen kediyi dinleyemez. Evrendeki sesi<br />

duymak gerek. Dip sesi. Dünyanız yalnızca insanla, insan<br />

etkinlikleri ve ürünleriyle sınırlıysa, insanı saran varlık<br />

iklimini yaşamıyorsanız, insan oluşunuz eksik demektir.<br />

Varlık ikliminin çok ama çok küçük bir parçasıdır insan. Ve<br />

öyle olduğunun bilincine vardığı ölçüde, çok ama çok önemli<br />

bir parçası.<br />

Bilim ve teknoloji sayesinde bir şeyleri anlayıp duyarız<br />

belki, ama evrenin sesini dinlemek değildir bu. Varlık<br />

kitabının satırlarını, görebildiğimiz kadarıyla okuruz. Satırlar<br />

gözümüzle buluşunca okunabilir. Göz, kitaba satırlar ekler<br />

bazen; kitap da okura göz ekler. Kör bir okur ise bildiğini okur.<br />

Okumak, gözü açmalıdır. Ya da, evvela göz açılsın ki,<br />

okuyabilelim. Her iki taraftan da doğru. Etrafımıza bakarız<br />

bakmasına, ama kör gözle nasıl görelim?<br />

Evren yalnızca insan için yaratılmadı. Orada bakteriler,<br />

bitkiler, böcekler, balıklar, kuşlar var; karbon, hidrojen,<br />

oksijen, azot var; ısı, ışık, elektrik var. Ve orada kediler de var!<br />

32


www.isaretatesi.com<br />

Benimle beraber oradalar. Bunların hepsini kedimle<br />

paylaşabildiğim için mutluyum. Bunu duyabildiğim için<br />

mutluyum. Kedimle bir arada olduğum için. Onunla<br />

buluşabildiğim için.<br />

O güzel yaratıklar, binlerce yıldır koşullar ne olursa olsun<br />

dimdik ayakta kaldılar. İnsanın neden olduğu olumsuzluklara<br />

rağmen varlıklarını sapasağlam koruyorlar. Onlardaki can,<br />

bana bendeki canın gücünü hatırlatıyor. Burunlarının (ve<br />

bıyıklarının) dikine giderek yaşadılar, yaşıyorlar.<br />

İnsan kendi içindeki pisi pisilerin farkında değil. Oysa<br />

Eski Yunanlı, içindeki canı adlandırırken “pisi” harfiyle<br />

başlayan bir sözcük kullanmıştı (psükhe). Bunun bugün kediye<br />

yönelik bir hitabı çağrıştırması tesadüf mü acaba?<br />

Bir kedi uyur içimde,<br />

Kedide insan uyur,<br />

Ondandır uyuşuruz nicedir kedilerle.<br />

İkimizin de içinde birer kara delik,<br />

Sonsuzluk uyur bizde.<br />

Uyanır.<br />

Bir bitimsiz rüyayı onlarla uyumuyor muyuz? Ailouros<br />

demişti Heredot, iki bin beş yüz yıl önce Mısır’ı ziyaretinde,<br />

kediyi ilk kez gördüğünde. “Kuyruk sallayan” demekti bu.<br />

Ailuroi: kuyruk sallayanlar. Yaşamın bir beri ucuna, bir öbür<br />

ucuna. Hayatımıza öyle girdiler. Büyülüydüler. Öbür<br />

dünyanın simgeleri oldular. Sevgilerinde bağımsız,<br />

33


www.isaretatesi.com<br />

isteklerinde ödünsüzdüler. Yeri geldi, tırnaklarını içimizdeki<br />

çirkinliklerde bilediler. Bizim bu topraklarda kediye elbette ulu<br />

bir nazarımız var, olmalı: Hazreti Peygamber, bir kedinin<br />

uykusu önünde ihtiramla durmuştu.<br />

Acırım kediyi anlayamadan ölenlere. İnsanların düştüğü<br />

gaflete tanık olurum, içim yanar. Sözüm ona yaşamayı bilirler,<br />

ama varlığı bilmezler. Tanrıyı bildiklerini söylerler ama<br />

yanıbaşlarındaki kediyi bilmezler. Korkarlar kediden.<br />

Tenlerine değecek diye ödleri kopar. İnsandan korkmazlar da<br />

kediden korkarlar.<br />

Kimler korkmadı ki kediden hem de! Büyük İskender,<br />

kedi görünce baygınlık geçirirdi. Julius Caesar, Napoléon<br />

Bonaparte, I. Abdülhamid hep korktular kediden.<br />

İmparatordular, padişahtılar, ama kedisiz kaldılar.<br />

Kediyi şeytandan sayanlar oldu hatta. Papa IX. Gregory<br />

(1147-1241) kedi katliamlarını emretti. Nice kedi binlerce yıl<br />

zulüm gördü insandan.<br />

Elbette sevenleri de oldu kedilerin, hem de nasıl… Üstat<br />

Jean Cocteau, “Severim kedileri; severim yuvamı da ondan;<br />

onlar görünen ruhudur evimin,” demişti. Ailurofil’ler anladı<br />

kedileri. Hem incinenlerini, yuvasız olanlarını, hem de başına<br />

buyruk, beklentilere aldırışsız, uyarılara kapalı olanları.<br />

Colette anladı örneğin. Anatole France için, “kitaplar kentinin<br />

sessiz bekçileri”ydi kediler. Aldous Huxley, “Yazmak<br />

istiyorsan kedi besle,” diye öneride bulunmuştu. Henry James,<br />

omzunda bir kediyle yazardı. George Sand ise neredeyse bir<br />

kediydi; kedisiyle aynı kaptan yemek yerdi. Ya Baudelaire?<br />

34


www.isaretatesi.com<br />

“Yığınların kedileri neden sevmediklerini anlamak kolay,”<br />

diyordu, “kedi güzeldir, seçkinlik düşüncesi aşılar insana,<br />

temizlik, şehvet.”<br />

Kimdir kedi? Dost canlısı, sabırlı, sessiz, dikkatli, zeki,<br />

yaramaz, yumuşak huylu, nazik, kibar, titiz, capcanlı bir<br />

varlık…<br />

Hırsız mıdır? Pis mi? Mikroplu? Tüyler mi saçar? Nankör<br />

müdür? Saldırgan mı?<br />

Kedim sevgilimdir. İçimde oturur. Bana adres sorar.<br />

Sonsuzluğu sorar, bilirmişim gibi.<br />

Geceleri açtırır balkon kapısını, çıkar dama, yıldızları<br />

koklar.<br />

Konuşabilseydi, ne sırlar anlatırdı kim bilir.<br />

Yazabilseydi, neler yazar, neler neler döktürürdü kim<br />

bilir.<br />

Şimdi, koltuğun üzerinde uyumuş, kim bilir nelerin<br />

düşünü görüyor.<br />

Kedim on beş yıldır can dostum benim. Kanıtlamaya<br />

uğraştığım mantık teoremlerinde yardımcımdır, felsefe<br />

yolculuğumda yoldaşımdır. Birbirimizi anlar, sever ve sayarız.<br />

Bazen nedenini bilemediğim kızgınlıkları olur bana,<br />

tırmalayıverir elimi. Bazen öylece ortadan kaybolur, ara ki<br />

bulasın. Bildiği gibi yaşar. Ödünsüzdür. Yılışmaz. Sevgide<br />

nasıl durulması gerektiğini öğretir bana. Öğrenebildiğimi<br />

söyleyemem ya.<br />

35


www.isaretatesi.com<br />

Can ikliminin harika varlığı! Hayatı hatırlatıyorsun<br />

bana…<br />

36


www.isaretatesi.com<br />

ORTA ODAYI AÇMA, YARALI BİR KUŞ VAR!<br />

Dere tepe gezip sessiz orman içlerinden, vadilerden<br />

geçerek yorgun argın döndüğüm bir bisiklet gezisinden sonra,<br />

evde, masanın üstünde bırakılmış bir notunu buldum karımın:<br />

“Orta odayı açma, yaralı bir kuş var!” Önce sözlerin bir şaka<br />

olduğunu düşündüm, bir anlam verememiştim çünkü. “Orta<br />

oda” diye bir odamız var mıydı? Varsa, yaralı bir kuşun o<br />

odada işi neydi? Sorular beni aldı götürdü.<br />

“Orta oda” insanın yaşam serüveninde keşfedilmeyi<br />

bekliyor hâlâ. Yanındaki iki oda arasında, kapısı pek de sık<br />

açılmayan, açılsa da içini görmekte zorlandığımız bir oda.<br />

Oysa önemli bir oda orası, insan evinin kararlarını, gündelik<br />

yaşamını belirleyen bir gücü var. Orta odamda, nice geceler<br />

çığlıklar duydum. Büyük patlamalarla sarsıldım. Ve güzel<br />

sesler işittim: Kapısından eve yayılan nağmeler sıcak, hafifçe<br />

kıpırtılı, dingin heyecanlar yaşattı bana. Kimi zaman odanın<br />

kapısını parçalayıveren, çok da iyi tanımlayamadığım bazı<br />

güçler, beni altüst etti. Yarattıkları dehşetin izlerini aylarca<br />

yaşadım evimin her köşesinde. Sıkı sıkıya kapadım kapıyı,<br />

üzerine tahtalar çaktım. İçerideki o belirsiz güçler dışarı çıkıp<br />

37


www.isaretatesi.com<br />

beni perişan etmesin diye. Yetmedi, sol taraftaki diğer<br />

odamdan (arkamı dönünce sağ tarafıma düşüyor,) çelik<br />

levhalar alıp, bir mühendis ustalığıyla kapının üzerini<br />

kapladım. Levhalar soldaki odadandı, evet, sol odam güven<br />

odamdı. Öyle biliyordum.<br />

Sonra? Kalın levhaların boğuculuğuyla, orta odamdan<br />

hiç ses gelmemeye başladı. Evim sessiz, cansız bir ölü evine<br />

döndü. Dayanamadım bu duruma: Sessizliğe<br />

katlanamadığımdan değil, sessizliğin sesini duyabilmemi<br />

sağlayan kulaklıklar orta odadan kaldığından. Daha çocukken<br />

farketmiştim ki, orta odada hem müzik yayını vardı, hem de<br />

çeşit çeşit cihazlar, dinleme aygıtları. Silahlar da vardı orada,<br />

çelik yelekler, miğferler; masanın üstünde çiçekler, açılmamış<br />

şaraplar; köşede, ucunu bucağını göremediğim bir bahçeye<br />

açılan bir kapı. Oda sanki diğer odalara, bahçelere açılan bir<br />

sürü kapıyla doluydu. Bunların pek azını açabilmiş, ardına<br />

bakabilmiştim. Kiminden gördüklerim karşısında irkilmiş,<br />

kimilerinden utanmış, kimilerini açar açmaz kapatmıştım.<br />

Yaşlandıkça anlamaya başladım: Orta oda kapalı tutulamazdı.<br />

Sol taraftaki odadan ödünç alacağım planlar ve araç gereçlerle<br />

orada kalıcı bir düzenleme yapılamazdı. Oda bu tür<br />

girişimlere direniyordu.<br />

Her birey bir evdir. Evin bir tarafında yan yana üç oda<br />

bulunur. Sağdaki, beden etkinliklerinin yürütüldüğü, beden<br />

işletim odasıdır. O odanın kapısını pek açamadım, ama evimin<br />

oradan gelen enerjiyle varlığını sürdürdüğünü biliyorum.<br />

Işıklarım onunla yanıyor, içeride onunla ısınıyorum.<br />

38


www.isaretatesi.com<br />

Havalandırmayı da orası sağlıyor. Sağdaki oda benim sağlık<br />

odam.<br />

Sol taraftaki oda ise akıl odam. Gözlemevim,<br />

laboratuvarım, kütüphanem, bilgisayarım bu odada.<br />

Anladım ki, orta oda da benim can odam’dır. Duygu<br />

odam. Evimin kalbi… Fırtınalar yaşıyorum orada,<br />

sarsılıyorum, üzülüyorum, seviyorum, nefret ediyorum.<br />

Kapısına çelik kalkanlar çakıp, sonra vazgeçiyorum. Yaşama<br />

sevincimi orada duyuyorum, oradan duyuyorum. Acılarım<br />

oranın iç karanlığında yaşanıyor.<br />

Orta odamda yaralı bir kuş var. Karımın notundan<br />

anlamış değilim bunu: Kimin orta odasında yaralı bir kuş yok<br />

ki? Orta odasında güvercinleri, bülbülleri, serçeleri, giderek<br />

kartalları, akbabaları olmayanların yaralı kuşları da olamaz.<br />

Orta odamın kocaman penceresinden gökyüzüne saldığım<br />

kuşlar, umut kuşları, beklenti kuşları, sevgi bülbülleri, aşk<br />

güvercinleri, dostluk serçeleri hiç bilmediğim evlerin odalarına<br />

süzülüyorlar. Kimileri yollarda telef oluyor, hiçbir eve<br />

ulaşamadan çöllerde kayboluyor, kimileri gagasında haberlerle<br />

geri dönüp, orta, sol ya da sağ odama geliyor, kimileriyse güç<br />

bela ulaşabildikleri orta odamın penceresinden içeriye<br />

kendilerini yaralı bir halde zar zor atıyor. Yıkımlarımın,<br />

incinmişliklerimin, düşkırıklıklarımın yaralı kuşları. Okşayıp<br />

severek bakıyorum onlara. Türlü ilaçlarla ve gereçlerle<br />

iyileştirmeye çabalıyorum.<br />

Tuhaftır, orta odamda her an bir yaralı kuşum oluyor<br />

artık.<br />

39


www.isaretatesi.com<br />

(Okura not: Karımın notu, meğer bizim evin bahçesinde<br />

bir kedinin avladığı bir kuşla ilgiliymiş. Karım zavallı kuşu<br />

kedinin ağzından kurtarmış. Yaralarına merhem sürüp evdeki<br />

kedilerin zarar vermemesi için evimizin “orta odası”na<br />

koymuş. Yanlışlıkla kapıyı açıp kuşa zarar vermeyeyim diye<br />

de bana o notu bırakmış!)<br />

40


www.isaretatesi.com<br />

ÜÇ ÇAY<br />

-Bir ‘Öykü’: Yedi Kısım, Tekmili Birden-<br />

babam Blanchot ile<br />

ağabeyim Rilke için<br />

1.<br />

“Hesap!” dedim, yazgım olan garsona. “Neyiniz vardı?”<br />

dedi. “Üç çay, bir khaos,” dedim. Küçüktüm o zamanlar,<br />

küçücük. Khaos’un kemirdiği bir minik. Khaos’un emzirdiği.<br />

Dinelttiği. Dünya denilen çay bahçesinde. Yıldızların<br />

kıyısında. Öykümü arıyordum. Soruyordum: “Öyküm var mı<br />

benim anne? Üç çayım var, ama öyküm var mı?” Öksüzdüm.<br />

Öyküsüzdüm. Yoktum. Dibinde hiçliğin.<br />

2.<br />

“Hesap!” dedim, yazıya. “Neyiniz vardı?” dedi. “Üç çay,<br />

bir mitos,” dedim. Yazıyordum. Yazacaktım. Yüreğim<br />

yetmiyordu. Hiçliğin dibinden geliyordum yazıya. Anlam<br />

mumyalarını eritmeye başlamıştım. Diriliyordum. Sözcüklerin<br />

havai fişeğinden sancılarım saçılıyordu kâğıtlara. Öyküm<br />

41


www.isaretatesi.com<br />

başımda, başucumda, tam başlangıcımdaydı. Öyküsü olanlara<br />

öykünüyordum. Öykülere sığınasım geliyordu. Hayatın<br />

zımpara taşına, keskin hançerine karşı, eteklerine<br />

sığınıyordum “çünkü”lerin, “bugünkü”lerin, “dünkü”lerin.<br />

Yüzergezer öykülerin serseri çocuğu olarak, kıyısına<br />

tutunmuştum henüz yazılmamış mitosumun.<br />

3.<br />

“Hesap!” dedim, sevgilime. “Neyin vardı?” dedi. “Üç<br />

çay, bir kozmos,” dedim. Biliyordum. Biliyordum ya, yalandı.<br />

Eşya yerli yerinde; ben ayakta, müteyakkız. Zamanın içinde<br />

duruyordum. Ölümsüz bir biçimde. Bitmişti öyküm. Dramatik<br />

kurgu yerli yerinde. Yeterince akıcı, yeterince çarpıcı, yeterince<br />

gömülü. Gömülerle dolu yeterince. Okuyor, kozmosu<br />

okşuyordum gizli gizli, geceleri, sabaha karşı. Kozmosla<br />

doygun, kozmosla aç. Kozmosumla muhtaç. Yaralarıma,<br />

eksiklerime, çirkinliklerime sürüyordum onu ilaç gibi. Üç<br />

çayım, bir kozmosum var sevgilim, ya senin? Senin neyin var?<br />

Örtünden ve gizinden başka neyin?<br />

4.<br />

“Hesap!” dedim, bilgeme. “Neyiniz vardı?” dedi. “Üç<br />

çay, bir yapboz,” dedim. “Olmaz böyle koz,” dedi, ”yalan<br />

söylüyorsun.” “Galiba üç çay, bir yakamoz,” dedim.<br />

“Konamaz vicdana toz,” dedi. “Öyleyse,” dedim, “üç çay, bir<br />

ethos.” Karavicdanımla dedim bunu. Oluşum ahlâktı, soluşum<br />

42


www.isaretatesi.com<br />

ahlâk. Merhaba ahlâk! Sana selam getirdim kendimden.<br />

Masumiyetimden. Resmiyetimden. Ahlâksız zorbalardan<br />

haber getirdim sana. Yazdığım öyküyle tutunduğum dalların<br />

kırıldı. Ateşine düştüm. Cehennemlerinde yandım. Kalemimin<br />

kömürü oradan. Seni senle aldatanların tanığıyım. Çöllerine<br />

hatmi çiçeği ektim. Öykümle suluyorum her gece yarısı.<br />

5.<br />

“Hesap!” dedim, gülüme. “Neyin vardı?” dedi. “Üç çay,<br />

bir gazoz,” dedim. Gülüverdi. “Çekerim kulağını,” dedi.<br />

“Hadi söyleyeyim,” dedim, “üç çay, bir heyecan.” “Çok yoz,”<br />

dedi, “kafiye bozuk.” “Hah, şimdi buldum,” dedim, “üç çay,<br />

bir pathos.” Matkapların damarları parçaladığı his âlemiydi. İs<br />

âlemi. Duygu yuvalarında arı kovanları. Emiyorum zehirlerini.<br />

Bal boşluğa akıyor. Pathos. Evimin önü nane maydanoz.<br />

6.<br />

“Hesap!” dedim, aklıma. “Neyin vardı?” “Üç çay, bir<br />

kavanoz,” dedim. Kaşlarını çattı, “Saçmalama,” dedi.<br />

“Öyleyse,” dedim, “üç çay, bir horoz.” “Onu ancak Sokrates<br />

söyleyebilir,” dedi. “Hesapladım ve buldum,” dedim, “üç çay,<br />

bir noos.” “Nedir noos, söyle,” dedi. “Akılküredir” dedim.<br />

Akıl küre, öykülerin içi küre. Kalbin içi küre. Can içre, canan<br />

küre. Ele geçirilmiş, silah olmuş, zalim olmuş küre. Ne hoş<br />

değil noos böyle.<br />

43


www.isaretatesi.com<br />

7.<br />

“Hesap!” dedim, ölüme. “Neyiniz vardı?” dedi. “Üç çay,<br />

bir thanatos,” dedim. Üç çay bir son. Hiç çay. Öykünün son<br />

durağı. Öykünün uçurumu. Yitimi. Benim hiç öyküm olmadı<br />

ki! Ölmeden olmaz insanların öyküleri. Ölünce öykü de ölür.<br />

O hiç olmamış öykü. Ölünce, öykücü sevgilim bana gelin<br />

gelecek!<br />

44


www.isaretatesi.com<br />

BEN KABAK KAFALI, YERDEN BİTME,<br />

KOCA GÖBEKLİ BİR YAZAR OLMASAYDIM<br />

Elbette sırım gibi bir dansçı olmak isterdim! Kabak kafalı,<br />

yerden bitme, koca göbekli, abur cubur yiyip içi geçerek<br />

koltuğuna iyice gömülmüş, düşüncelerinin ağırlığıyla<br />

kımıldamakta zorluklanan (düşüncelerinin hafifliğiyle bile<br />

yerinden zar zor hareket edebilecek) bir yazar olmasaydım…<br />

Kısacık boyunun günden güne küreye dönüşen bir bedenin<br />

içinde kaybolup gittiği bir yazar olmasaydım; yazdıkça,<br />

şişmanlayıp şişmanlayıp patlayacak gibi olmasaydım… Eğer<br />

bütün bunlar olmasaydı, her ritme ayak uyduran, müzikle<br />

neredeyse bütünleşmiş bir dansçı olmak ve ruhumla bedenimi<br />

birbirine katmak isterdim. Ritmi bile bedenimin dönüşlerine<br />

tâbi kılabilmek isterdim. Öylesi hafif, öylesi uçarı, göğe yakın,<br />

yerinde duramayan bir enerji topu olup kırlara çıkar,<br />

ormanlarda fırıl fırıl döner dururdum. Yağmurda ve karda dağ<br />

bayır çırılçıplak koşar, düşüncelerime koşa koşa yetişmeye<br />

çabalardım. Kendimi rüzgârlara bırakıp uçmaya çalışırdım.<br />

Hatta bedenim düşüncelerimi geçse ne güzel olurdu!<br />

Ruhumla tenimin heyecan dolu yarışında, yapabilseydim<br />

45


www.isaretatesi.com<br />

bunu… Kıvrak, cevval, haşarı, kabına sığmayan bedenim ve<br />

ardından ona yetişmeye gayret eden ruhum… Oysa şimdi,<br />

kalın bir silindir gibi eziyor bedenim ruhumu! Gövdesine<br />

bastırıyor ruhumun, neredeyse boğacak onu… Keşke<br />

aşabilseydim yerleşik düşünce zindanlarını; sınıfların,<br />

okulların, toplantı salonlarının, matbaaların dörtduvarı<br />

üzerinden temiz havaya, ferah yaylalara, sarp dağlara çıkarak,<br />

evrenden duyulan müziğin sonsuz ezgisiyle dans<br />

edebilseydim… Bedenimin bilgeliğine teslim edebilseydim<br />

kendimi; böylece aşabilseydim egemen dans trendlerini ve<br />

tekniklerini, ötesine geçebilseydim onların. Hem balet gibi<br />

hem de diskodaki amatör bir dansçı gibi dans ederdim,<br />

perendeler, taklalar atar, tek elimin üzerinde döner, eşi<br />

görülmemiş kıvrak figürler yapardım; çeşit çeşit akrobatik<br />

manevralarla insanların yüreğini ağzına getirirdim, türlü halk<br />

oyunları, ayin dansları yapardım.<br />

Bedenim talimli olduğundan yapmazdı bunları. Önceden<br />

bildiğim için yapmazdım hiçbirini. Tutkulu, çılgın, deli fişek<br />

bir dansçı olurdum yalnız: Bilgeliğim bu olurdu. İçimdeki<br />

müziğin ritmiyle alev alev olurdum. Tanıksızca, bir başıma!<br />

Yalnızca görebilen ruhlara ışık saçan, onlara özgürlük yollarını<br />

sergileyen bir beden. Aristoteles’i hop oturtup hop kaldıracak<br />

filozof bir beden…<br />

Hem bilge hem dansçı bir beden nasıl olurdu? Müzikle<br />

bir olur, ruhla iç içe geçerdi. Dans olup yanıt verirdi müziğe.<br />

Böylece keşfederdi kendi olanaklarını. Ruhu duyar, ona<br />

kendini duyururdu. Binbir kapı aralanırdı birbiri ardına.<br />

46


www.isaretatesi.com<br />

Ruhum özgürleşir, bedenim özgürleşirdi. Beden bilgeyse<br />

bilgedir ruh. Bedeni denetlemek, baskılamak, ezmek bizi asla<br />

bir yere vardırmaz. Eğer beden azgınsa, vahşiyse,<br />

dizginlenmeliyse, bilin ki ruh da öyledir – akıl da!<br />

Bunlardan birinin diğerinin tahakkümüne girmesi, yani<br />

bedenin boyunduruk altına alınması en çok da ruhu teslim<br />

almak isteyen siyasal güçlerin işine gelir. Bedeni merkeze alan<br />

yasaklar onu ezer, ruh işte o zaman denetim altına alınır.<br />

(İşkencecileri düşünün; bedeni şeytanlaştıran, bedene eziyeti<br />

yücelten dinsel kurumları düşünün!)<br />

Oysa bedenle iletişim, ruhu özgürleştirir. Beden ile ruh<br />

beraberdir, iç içedir: Söyleşirler ve dans başlar. Özgür ruhlar<br />

başarır bunu.<br />

Dansın yolu, bedenin iç bilgisinden geçer. Örneğin, usta<br />

piyanist kendini parmaklarına teslim eder; sporcu, bedeniyle<br />

hem düşünür hem hareket eder. Çünkü tenin bir sağduyusu<br />

vardır: Beden bilir. Ayaklar unutmaz, eller sağduyuyu elden<br />

bırakmaz. Bedenin bilgisi ve gücü bu anlamda öyle temel<br />

niteliktedir ki, hiçbir ikamesi bulunamaz. Eninde sonunda<br />

bedene güvenmek gerekir.<br />

Söylüyorum ya; eğer şimdi olduğu gibi bedenim kof,<br />

ruhum kof olmasaydı, özgür bir dansçı olmak isterdim. Ama<br />

beden budalası, mekanik bir dansçı olmayı da asla<br />

istemezdim! Bedenimin özgürlüğüyle, ruhumun zincirlerini<br />

bir bir çözer, döne döne, atlaya zıplaya süzülüp giderdim.<br />

47


www.isaretatesi.com<br />

Gelin görün ki, şu an oturduğum sandalyede kendi<br />

ağırlığımla ezildikçe eziliyorum. Bedenimin altında ruhumun<br />

da pestili çıkmış…<br />

Yine de, bazı zamanlar yaptığım gibi bu gece de, geç bir<br />

vakit, belki saat üçte ya da dörtte, gizlice yerimden kalkıp<br />

bahçeye çıkacağım. Yapacağım bunu. Çam ağaçlarından gelen<br />

rüzgârın uğultusunu duyacak, derin bir nefes alacak, bahçenin<br />

bir yerlerine saklanıp etrafı seyreden kedilerin alaycı bakışları<br />

karşısında koca göbeğimle, dansı andıran o acayip, gülünç<br />

hareketleri yapacağım. Ve sonunda anlayacağım ki, ben kabak<br />

kafalı, yerden bitme, koca göbekli bir yazar olmasaydım da<br />

yine kabak kafalı, yerden bitme, koca göbekli bir yazar<br />

olurdum.<br />

48


www.isaretatesi.com<br />

MECZÛB<br />

Biberler büyüyor bahçede… Merhaba! Güllerin dikenleri<br />

beynimi çiziyor. Onlara da merhaba! Onlara da! Sararmış mı<br />

yapraklar? Sararmış. Dökülmüş mü? Dökülmüş. Ayaz kapıda.<br />

Merhaba! Kapı! Ona da merhaba! Hayat veren, can bağışlayan<br />

hayatın ölümüne, sevgi nöbette. Merhaba umutsuzluk!<br />

Merhaba, yıkımlarda yok olan! Bitimsizlikte biten hayat<br />

penceresinde. Biten her pencerede, biten bir pencere. Kapanan<br />

her kapıda, kapan bir kapı. Ama giren var! Ama çıkan var.<br />

Kapı bâkî. Bittikçe her kapı, biter bir kapı. Bunu kalemime<br />

fısıldayan kâğıt var, beni hayattan geçiren kapı.<br />

Ölürüm, tamam. Yok olurum, tamam. Merhaba! Yiten<br />

mezar taşıma, solan sevgiliye merhaba! Mut, sûz olduğu için<br />

mutsuzluk var, değil mi Sûzân? Sû-i zanna da merhaba!<br />

Mutluluk yoksa, mutsuzluk da yok. Hüsn-i zanna<br />

merhaba! Ölüm yoksa ölümsüzlük de yok. Çare yoksa,<br />

çaresizlik de. Aslında yok, yok; yok olan yok. İşte buna<br />

gönülden merhaba!<br />

Konuşuyoruz ya, söz yok aslında. Tözse filozof tâifesinin<br />

haracı yaşamdan. Sözü uçurup yazıyı bırakmışlar akılları sıra.<br />

Akıl yok aslında.<br />

49


www.isaretatesi.com<br />

Peki ne var? Lâ var. Dügâh var. Titreşim. Hocam İkbâl<br />

“lâ”yı söyler, bir de “illâ”yı.<br />

Lâ derseniz, dönüşür kevn fesâda. İllâ derseniz, açıverir<br />

fesâdın kevni.<br />

Lâ’sı çıkmış yaşamda, kapı da yok, pencere de. İllâ olmak<br />

ister zamâne, illâ mutlu olmak ister; hap alır, top alır, sap alır,<br />

kap alır; adı bedendir, basar içine illâ’yı. İllâ tıkıştırılmış<br />

bedenlerle, ne göbekler ne taklalar atar zamâne.<br />

Gönül işçileri lâ kaskını giysinler, lâ! Çatısında hilâlin adı<br />

aydır, ay. “Yüksek”tir ay, yüksektedir aylâ.<br />

Bedbahtsın, başında belâ kuşları. Belâ kuşlarını görür<br />

belâ gözü. Belâ kuşu lâ. Belâ gözü lâ. Belâ sözü lâ. Ey gafil,<br />

illâsız olur mu belâ?<br />

Sakın “be” deme “lâ”ya, olur belâ! Olursa olsun. Belâya<br />

da merhaba! İllâ biriktirip lâ’ya kalkan olacağını sanma da!<br />

Merhaba deyiverişimize de merhaba! Merhaba da yok ya<br />

aslında. Hebâ var, hebâ.<br />

Lâ lâzım mı? Ya illâ? İllâlâ. Lâillâ. Yok vardır, var yok.<br />

Karıştı kafa, mânâ yalama, yaşam dolaylama. Sıkınca<br />

vidaları sağlamlaşır mı acaba? Sıktıkça sıkılır mı yoksa?<br />

Zedelenir illâ. İncinir, boğulur illâ. Yaşamaküstü masalarında<br />

sözle sarhoş ulemâ.<br />

Nerede pencere? Sakın arama. Yok mu acaba? Yoksa da<br />

yok, böyle oynanır varlık denen drama!<br />

50


www.isaretatesi.com<br />

Merhaba? Nasıl olmaz merhaba! Lâillâ. İllâlâ. İşte<br />

merhaba! Neyin oyunuymuş bu? Muzdaribin mecâli mi var<br />

oyuna? Bir tek celâli kalmışsa yaşama?<br />

Yaşamak ciddi iş, evlâdım, toplayıver saçını ensende,<br />

dolayıp kıvır şöyle arkada.<br />

Hayat var kâinatta. Vebâli var omzumuzda. Duruyor<br />

çıkınımızda. Her nefeste ciğerimizde. Ciğerimiz kebâb,<br />

iniltimiz rebâb.<br />

Yine de gülümseriz ama. Hayat pencereyi açıp bakar<br />

mütebbessim ruhumuza. Durur muyuz, hemen yükseliriz<br />

pencereden, aya varır, ay ötesi âlemlere geçeriz. Pencereler<br />

biter yaşamın açtığı pencerelerden.<br />

Ey mutsûz! Pencerenin öbür yanından görmek istemezsin<br />

yüzünü. Aç gözünü, açılsın içine pencereler. Açtığın<br />

pencereden girip, seni yitip gittiğin dehlizde bulalım,<br />

pencerenin dibine getirelim.<br />

Gelmezsin ya! Gelmezsen gelme. Kurtuluşun yok artık,<br />

madem ki okuyorsun bunu. Madem ki anladın mânâyı.<br />

Pencereyi aralayamasan da mutsuz olmazsın artık. Mutsûzluk<br />

da yok, mutluluk da.<br />

Bahçede büyüyen biberler, merhaba! Beynimi çizen gül<br />

dikenleri, merhaba! Merhaba illâlâ, lâillâ!<br />

Mutluluğaküstü masasında illâ mutsuzluğaküstücülük<br />

oynayalım lâ!<br />

51


www.isaretatesi.com<br />

SÖYLEME<br />

Geceydi. Ayazda ay, beni senden imtihan etti. Kaldığımı<br />

kimseye söyleme.<br />

Kitabını okuyacaktım. Sevişmekten vakit bulamadım.<br />

Kitabını anlamadığımı Zaman öğretmene söyleme. Söyleme ki<br />

beni senlesin.<br />

Işıktı. Geliyordu. İçimdeki ayna, bana sendeki benimi<br />

yansıttı. Beğendiğimi kimseye söyleme.<br />

Dostluğunu kucaklayacak, içinde boynumu büküp<br />

oturacaktım. Kızdın ve attın beni. Kırıldığımı kendine<br />

söyleme.<br />

Bedenin bitmiyordu. Ruhunun sürekli genişleyen<br />

evreninde. Bedenine girdim. Bedenin de ışık hızından hızlı, bir<br />

yavrucak kendine. Sonsuzluğunu emzirdiğimi kimseye<br />

söyleme.<br />

Sıçradım, geldim. Aştım uçurumunu. Göğsünün<br />

salıncağında, hakikatle salındım. Bilmezliğimi kimseye<br />

söyleme.<br />

52


www.isaretatesi.com<br />

Yokmuşum. Yokmuşsun. İki yokluk arasında bir<br />

köprüymüş düşünce. Seni uydurduğumu kimseye söyleme.<br />

Sözü sevmedim. Ama hep o vardı. Aramızda. Sözledim,<br />

buldum seni. Teninin ateşinde sözleri çoktan yaktığımı<br />

kimseye söyleme.<br />

53


www.isaretatesi.com<br />

YÜZÜ VE KIÇIYLA ÇAĞIMIZIN İNSANI<br />

Ağabeyim Milan Kundera, “Yavaşlık” (La Lenteur)<br />

kitabında buyuruyor: “Vincent, Julie’ye bakıyor ve birden<br />

büyülenmiş gibi oluyor: Beyaz ışık bir peri güzelliği verdi genç<br />

kıza, onu şaşırtan bir güzellik, genç kızda önceleri görmediği<br />

bir güzellik, ince kırılgan, lekesiz, erişilmez bir güzellik.<br />

Birden, aklına nasıl geldi bilmiyor, genç kızın kıçının deliğini<br />

düşünmeye başlıyor. Kıç deliğini düşündükçe Vincent, daha<br />

da beyazlaşıyor Julie, daha da güzelleşiyor.” (Çev. Özdemir<br />

İnce, Can Yayınları, 1995, s.84.)<br />

Yunanistan’ın Delfi kentinde dinleyici olarak katıldığım<br />

bir felsefe toplantısının ardından 7 Haziran 1992’de defterime<br />

şunları yazmışım: “Felsefeci dünyada kıçıyla oturduğunu<br />

unutmasaydı, daha anlamlı, daha önemli şeyler<br />

söyleyebilirdi.”<br />

Kundera, “kıç deliğinin” beden güzelliğindeki yerini<br />

keşfediyor! Avrupalı, Orta Çağ’da unutmaya çalıştığı bedeni,<br />

XVIII. yüzyılda göklere çıkardı. Haz kazanında kaynattı. Hâlâ,<br />

çaresiz, manevi kurtuluşunu kıç deliğinden arıyor! Julie<br />

beyazdır. Beyazlık kıçıyla anlam kazanmaktadır. Tin<br />

54


www.isaretatesi.com<br />

(maneviyat) tende duruyor. Tini tenden ayıran Batılı düşünce,<br />

şimdi kıç deliğine kaçırdığı tini yakalamaya çalışmaktadır.<br />

Felsefeci, bedenini unutarak düşündü yüzyıllarca. Nice<br />

memur zihniyetli felsefeci aynı nisyan ile maluldür desem,<br />

herhalde yanılmam. Beden, düşüncenin, zihnin içindeydi, ama<br />

Descartes amcamız kabul buyurmadı: Dışa attı bedeni. Geniş<br />

omuzlu Platon’un Eros’u, bedeni tanıyordu da hakikate<br />

yakıştıramıyordu belki. Beden ateşinin düşünceyi<br />

tutuşturabileceğini yadsımıyordu ama.<br />

Felsefecilerin bedenle ilişkileri oldu elbette. Farâbî ideal<br />

devlet ve toplum düzenini ararken bedenle örneklendirmeler<br />

yapıyordu. Kalple öteki organlar arasındaki düzene dikkat<br />

ediyor, belli bir hiyerarşi içinde, toplumun işleyişini bedenin<br />

işleyişine benzetiyordu. Çağımızda ise fenomenoloji; Husserl,<br />

Merleau-Ponty, Heidegger, Levinas, Sartre, Bataille gibi<br />

düşünür ve yazarların elinde, Freud ve Lacan’ın ipuçlarına da<br />

başvurarak, bedene nüfuz etmeye çalışmıştır.<br />

Bedenin kendi boyutları vardır; hemen erotizm,<br />

pornografi gelmesin akla. Beden bir algılama ufkudur. Onunla<br />

algılarız. Onun elektriğiyle çarpar bizi hakikat. (Schopenhauer<br />

amcamla Nietzsche dayımın kulakları çınlasın. Hele de<br />

emmim oğlu Karacaoğlan’ın!)<br />

Ve yüz… İnsan yüzü bizi kendi sonsuzluğu içinde ahlâka<br />

çağırır. Vincent, önce Julie’nin yüzünü görmüştür. Ondaki<br />

sonsuzluğu. Julie’yi tüketemeyeceğini görmüştür. Onu<br />

ezemeyeceğini, damgalayamayacağını, ona şiddet<br />

uygulayamayacağını. (Romanda sevişemez onunla!) Burada<br />

55


www.isaretatesi.com<br />

Kundera’yı çarpan, yüzdeki sonsuzluğun insanı kıç deliğine<br />

götürebilmesi gerçeğidir. Açıkçası, Kundera’nın bu keşiften<br />

duyduğu şaşkınlığı anlamakta zorlanıyorum. Julie’nin<br />

yüzünde kıçı, kıç deliği zaten vardır! Felsefece söylersek, yüz<br />

“verildiğinde”, kıç deliği de a priori olarak verilmiştir. Biz<br />

Türkler iyi biliriz bunu! Biliriz de saklarız hep, söylemeye<br />

utanırız. Utancımızdan, yüze de bakamayız. Julie’yi bir “gavur<br />

rakkase” gibi görürüz mesela. Yakalayıp halletmemiz<br />

gerektiğini düşünürüz. Vincent’in iktidarsızlığıdır kıç deliğini<br />

abartan. Mehtaba bakar ve “gökyüzünün kıç deliği” der<br />

Vincent. A dostum, gökyüzünün kıç deliği olur mu hiç? Senin<br />

ve Julie’nin olabilir. Sen hiç hapis yattın mı? Bizim oralarda<br />

namus senin mehtabına benzer. Mehtabını sürekli duvara<br />

dayamak zorundasındır. Bunları bil de Julie’ye saygısızlık<br />

etme! Romanda Julie, kendini Vincent’in gözüyle<br />

görememektedir: Sahip olduğu güzelliğin, kıçının farkında<br />

değildir. Çünkü yüzünü tanımamaktadır. Belki kıçını da,<br />

Vincent’i baştan çıkarmaya yarayan bir silah olarak<br />

görmektedir. Erotizm burada kör bir haz avcılığı olarak<br />

yaşanmaktadır. Bedenim karşımdakine sözümü<br />

geçirebilmemin ölçütü olmuştur. Bir savaş alanıdır cinsellik,<br />

bedenler silahtır. Düşmanımızla karşı karşıya geliriz. Ona<br />

haddini bildirmek isteriz: Güçlü kimdir, görmelidir! Boğuşur<br />

bedenler. Biz seviştiklerini söyleriz.<br />

Yüzlerce yıl bedensiz düşünmüştür Batılı. Şimdi de<br />

düşüncesiz sevişmektedir. Sevişmede yüz yüze gelmek yoktur.<br />

Yüzler yoktur, yüzleşme yoktur. Kıçlaşma-yoğun sevişmelerin<br />

ardından, doyumsuz doyumlar gelir.<br />

56


www.isaretatesi.com<br />

Kıçımızla, seviştiğimiz gibi, düşünürüz de. (Ben<br />

Sandıklı’lıyım; bizim oralarda, “uyduruyor” yerine, “kafadan<br />

atıyor” denmez, “götünden dürütüyo” denir.) Kıçımız<br />

yüzlerce yıllık unutulmuşluğun intikamını almaktadır.<br />

Herhalde kalplerimizin ya da beyinlerimizin üstünde<br />

oturmuyorduk bunca zaman! Kıçlarımız vardı, şimdi<br />

söylerken bile utandığımız. Belki de yüzümüze dairdi nisyan:<br />

Yüzünü unuttuk insanın. Yüz yüze, göz göze gelmeyi unuttuk.<br />

İnsanları, yüzleri olmayan, kendilerine özgü inceliklerden ve iç<br />

dünyalardan yoksun, teorilerimize dilediğimiz an<br />

sıkıştırabileceğimiz piyonlar, mankenler, figüranlar olarak<br />

gördük. Adolf Hitler hangi Yahudinin yüzünü gördü? Yüzler<br />

ve kıçlar birbirine karıştırılmasaydı, “coplar” ve “elektrik” bir<br />

işkence yöntemine dönüşebilir miydi?<br />

Peki, Vincent, Julie’ye şöyle bir mektup yazamaz mıydı<br />

acaba?<br />

“Sevgili Julie,<br />

Yüzün, uzak yıldızlar misali, nasıl da ulaşılmaz; tenin,<br />

sanki avucumdaki bir gül gibi, erişip dokunabileceğim kadar<br />

yakın… Sonsuzluğunda sonsuzlaşmayı arzuluyorum. Bir çağrı<br />

alıyorum yüzünün uçsuz bucaksız ufuklarından. Yüzündeki<br />

bedenini görüyorum. Bedenindeki bedeni… Duyuyorum<br />

teninden yankılanan çığlığı. Biz insanlar ki sonlu-sonsuz<br />

varlıklarız, aramızdaki kapanmaz mesafe kutsar<br />

bedenlerimizi. Kutsalsın sen Julie! Kutsallığında kaybolmak<br />

istiyorum. Çağırıyorum seni. Yüzlerimizin ve bedenlerimizin<br />

engin manzaralarında güzelliğin her biçimi kışkırtacak<br />

57


www.isaretatesi.com<br />

düşlerimizi. Zorluklara meydan okuyalım, gel, bu yolculuğa<br />

birlikte çıkalım… Dokunmanın, hissetmenin, paylaşmanın,<br />

tükenmek bilmeyen bir zamanın hazzıyla yürüyelim beraber.<br />

Yoksulluğumuzdan adım adım sıyrılalım, insan olmanın<br />

sevinciyle sevişelim doyasıya. Tenin masumiyetiyle,<br />

bedenlerimizin içten pırıltısıyla, yüz yüze, koyun koyuna<br />

yücelelim.”<br />

Julie’nin yanıtını da siz yazın…<br />

58


www.isaretatesi.com<br />

ÜRKÜ<br />

Açıl. Açıl da nereye? Ürküye. Açıl. Açıl da nereye?<br />

Geriye. İçime. İçim yok, öyleyse ürküye. Gerçeğe. Haydi,<br />

gerçeğe. Gerçeğe de nereye? Dışıma. Hışıma. Dışım yok, hışım<br />

var. Öyleyse ürküye.<br />

Peki neden gidilmiyor türküye?<br />

İçim yok. Bulsam, çıkacağım dışıma. Bir uçurum içimdeki<br />

ayna. İçime düştüğüm için çıkamıyorum dışıma. Dışımdaki<br />

insanlara. Yüzlere. Nasıl bakıyorum yüzlere? Dosdoğru<br />

ürküye! Korkuya. Kalakalmaya. Kendime afakanlar<br />

bastırmaya. Saklandığım mağarayı basıp kendime çıkmaya.<br />

Kendi yüzüme bakmaya. Yüzlerime bakmaya. Merhaba<br />

demeye kendime! İnadımı yenmeye. “Çık içimden,” diye<br />

kendime yalvarmaya. Çıksa, girecek yeni bir içe. Sonra, bir<br />

öteki içe. İç içe. İçlendikçe. Hele bir çıksa içimden, salsa beni<br />

göğe. Kuş olsa göğe. Ağaçlara, ormanlara. Köylerin<br />

yamaçlarına, tarlalardaki başaklara, korkuluklara, tel<br />

boylarına, kargalara. Çeşmeden su içse. Biri görse onu. O da<br />

onu görse. Görüşseler. Karşılaşıverseler. Merhaba deyiverseler.<br />

“Hoş geldin Tanrı misafiri, buyur,” deseler. Ürkmeseler.<br />

59


www.isaretatesi.com<br />

Başlarını okşasalar birbirlerinin. Kana kana su içseler aynı<br />

çeşmeden. Gürül gürül aksa sular. Karışsalar birbirlerine,<br />

gürül gürül aksalar.<br />

Irmaklarız kendi içinden akan, çağlayan. Sürgit aynı<br />

kaynağa akan. Kendimizden. Birbirimizden. Merhabalar<br />

içinden.<br />

Irmak olsam akarım. Ama kurumuş ırmağım. Öyleyse<br />

ürkü. Sarsıntı. Facia. Çorak bir tufan. Çöl tufanı. İçi mezar, dışı<br />

mezar. Hayattan kaçıp ölüme sığındılar. Öyleyse ürkü.<br />

Hayır, içimde değil ölüm. Dışımda. Bela dışımda. İnsan<br />

soluklarında. El kol kıpırtılarında. Ten kokularında. Dışımda<br />

sokaklar, ölü dolu sokaklar. Ölüler yolu, kol geziyor hortlaklar.<br />

Sokaklar çöl. Kum fırtınası var. Cehennem ateşi. Tüm seslerde<br />

çığlık. Gözlerim yangın. Yanıbaşımda ejder. Duvarların öbür<br />

yanı uçurum. Beri yan gül bahçesi olsa, o yan cehennem.<br />

Çıkılsa, cehenneme çıkılacak. Hangi kapıdan? Çıkılmayacak.<br />

Burası güvenli, sağlam. Bir kale müstahkem. Hendeğinde<br />

timsahlar. Beş on kulaç ötesi mezarlık. İçimde yeni doğmuş<br />

bebek, dışım mezarlık. Önüm, arkam, sağım, solum ölüm.<br />

Sobe.<br />

Yok, ölüm yok değil. O var, ben var. Dışım var. Pusuda<br />

bekliyorlar, canımı yakacaklar. İşkenceye susamışlar.<br />

Ağızlarının suyu akıyor. Öldürmeyecekler beni,<br />

süründürecekler. Ölsem, öldürmeyecekler. Öldürüp öldürüp<br />

diriltecekler. Diriltip tekrar öldürecekler. Sonu gelmeyecek.<br />

Zulüm ötede. Duvarın ensesinde.<br />

60


www.isaretatesi.com<br />

Neden peki? Bilmiyorum. Öyleyse ürkü. Perdeler<br />

kapanacak, ışıklar sönecek. Sessizlik de kabaracak ama.<br />

Dinginlik yayılacak her nasılsa. Işık içeriden doğacak. İçimden<br />

ağacak. İsterse kimse olmasın. Yeterim ben. Dünyayım.<br />

Korkmuyorum, kaplıyorum dünyayı. Başkalarına yer yok.<br />

Korkum da yok. Öyleyse ürkü. Korkmadığım için ürkü.<br />

Ürkmediğimden ürkü. Ürkümden ürkmediğimden ürkü.<br />

Kapanıyor pencereler. Perdeler indi. Mutluyum ha!<br />

Sessizlik pekişiyor. Tıkız. Bir de bakıyorum ki kapılar kilitli.<br />

Pencereler sımsıkı. İçeri tıkılmışım. Hemen çıkmalıyım.<br />

Kitlediler beni içime, çıkmamı istemiyorlar. Karantina.<br />

Aralarına karışmamı istemiyorlar. Karışsam altüst olur dünya.<br />

Dünyayı içeri kilitlerim ya, çıkarmıyorlar. Kendime kalıyorum.<br />

Mahpus. Beni hapsedenlerden elbet hesap sorarım.<br />

Derken aralanıyor kapı. Perdeler çekiliyor. Işık doluyor<br />

içeri. Yüreğim dolup taşıyor. Hemen çıkmalı mıyım,<br />

çıkmamalı mı? Çıksam nereye çıkayım, çıkmasam nereye<br />

çıkmayayım? Öyleyse ürkü. Kime? Hangi sese? Hangi göze?<br />

Öyleyse ürkü.<br />

Kapıyı açsam, insanlar doluşur içeri. Sırnaşık ellerle,<br />

çamurlu kocaman ayaklarla gelirler, her yanı kirletirler.<br />

Nasılsa serbest. Beni istila edecekler. Fethedip bayraklarını<br />

dikecekler. Ülke elden gidecek. Geriye ne kalacak? Hiçbir yer.<br />

Hiç kimse. Öyleyse ürkü. Ben gidince kimse kalmaz. Öyleyse<br />

ürkü.<br />

İçim boş. İçim loş. Hep nahoş. Öyleyse ürkü.<br />

61


www.isaretatesi.com<br />

Çöl kalmamış. Çölün kumu kalmamış. İçte iç kalmamış,<br />

dışta dış kalmamış. Ürkünün ürküsü kalmamış. Bu nasıl ürkü?<br />

Bir sızıntı var tel tel. Tıs diye bir ses. Irmak kurumamış!<br />

Öyleyse türkü! Tıkırdıyor kaynak, şırıldıyor pınar. Öyleyse<br />

türkü!<br />

Çağlasın sular. Aksın ırmak. Buyursun insanlar, başlasın<br />

şölen, çalınsın davullar.<br />

Buldum sizi dostlar! Geliyorum öteden. Çıkıyorum<br />

içimden. Aşıyorum uçurumları, setleri, kanyonları. Açıyorum<br />

kendimi yağmura, sellere, çağlayanlara. Erişiyorum, can<br />

atıyorum canana!<br />

Aralanıyor kapılar. Evim düğün yeri. Vuruluyor<br />

davullar, sürüyor şölen. Öyleyse türkü!<br />

Irmağımda bin ırmak. İçimde binbir öteki. İçim dışım<br />

kendim, dört bir yanım sevgili. Dokunduğum sevgili. Bana<br />

dokunan sevgili. Öyleyse türkü!<br />

Çıkıyorum dışarı. Öyleyse türkü! Bakıyorum gözlerine.<br />

Tutuyorum elini. Öyleyse türkü.<br />

İç içe aynı bedeniz. İkimiz biriz ve hepimiz. Öyleyse<br />

türkü!<br />

Varlığım senden bana, varlığın benden sana armağan<br />

çünkü…<br />

62


www.isaretatesi.com<br />

63


www.isaretatesi.com<br />

IŞIK<br />

64


www.isaretatesi.com<br />

65


www.isaretatesi.com<br />

BİR AĞIT OLARAK İNSAN<br />

Kim yitirmiyorum derse çoktan yitirmiştir. Yaşamak<br />

yitirmektir. Yitiriyorsak, yitirebildiğimiz bir şeyimiz var<br />

demektir. Olanı yitiririz. Ve yitirirken, var olduğumuzu<br />

duyarız. Ölürken, yaşadığımızı anlarız. (Yaşarken ölmekte<br />

olduğumuzu anlamak da var!)<br />

Yitirdiğimizi anlayınca, içimize bir ağu gibi ağar<br />

kaybımız. Ya ağlarız, ya da ağıt yakarız. Ağlamak olağandır<br />

belki, ama üzerimize çöreklenen ıstırap karşısında edilgin bir<br />

tepkidir. Ağıtsa, bir karşı duruş olduğundan etkin bir yanıttır.<br />

Ağıt yakıyorum, demek ki başıma gelenler, yaşadığım kayıplar<br />

şiirlenmeye değerdir. Kaybını şiirleyebilmektir ağıt. Hakikat<br />

tam karşımdadır; üzerime üzerime gelmektedir; ama kaçmam,<br />

karşısında dururum. İnsanım ben. Şiirleyen insan. Ağıtlama<br />

gücüm, kendim de bir ağıt oluşumdan ileri gelir. Her şeyi<br />

karşılamaya hazırım, ne gelecekse gelsin; gelen her acı hoş<br />

gelmiş sefa gelmiştir, ağırlarım. Acılarımı ağıtlarım. Hakikati<br />

ağırlayabildiğim için bir ağıtım ben.<br />

İnsan, karşılaştığı güçlüklerle başedebilmek için üretir,<br />

homo faber’dir. Alet yapar, teknolojiyi ortaya çıkarır. Bilim<br />

66


www.isaretatesi.com<br />

gözüyle seyretmeye (theoria) koyulur. Üreten, meydana<br />

getiren, ürünler yaratan bir varlık olarak homo poesis’tir.<br />

İnsan yalnızca maddi anlamda üretmez; düşler,<br />

kavramlar, düşünceler de üretir. Diliyle ortaya koyar<br />

ürünlerini, diliyle üretir. Zorlu yaşantılara bir karşılık vermeye<br />

çalışır. Çırpınır. Üretim de bir çırpınma biçimidir. Şiirleme de<br />

böyledir. Dünyanın içine gömülüp kaybolmak değil, dünyanın<br />

sunduklarına bir sunuyla karşılık vermektir. Doğayla<br />

bütünleşme gayretiyle, dünyaya kendi rengini katmaktır.<br />

Öteki renklere göre silik de olsa, renkler yelpazesinde o rengin<br />

hakkını vermeye çalışmaktır. Dünyayı duymaktır, anlatmaktır,<br />

dönüştürmektir.<br />

Şiirleme, Husserl fenomenolojisindeki gibi bir “anlam<br />

verme” (noesis) değildir. Salt bilinç sınırları içinde<br />

gerçekleşmez, yalnızca noetik bir edim değildir. İnsan<br />

varlığının onto-etik yapısından kaynağını alır. Bir “ben varım”<br />

çığlığıdır, varlığını duyurmaktır. İnsan bunu müzikle, resimle,<br />

felsefeyle, bilimle, maneviyatla da yapar. Elbette her insan<br />

yaratısı ve kültür ürünü şiirlemenin sonucu değildir. Şiirleme,<br />

belli bir tavra, yönelişe karşılık gelir. Dünyayla, doğayla ve<br />

insanla tam bir karşılaşma hali yaratmadan ortaya konan<br />

ürünlerde şiirleme çabasından söz edilemez. Çağımızda bu<br />

noksanlık düşüncede, bilimde, sanatta, hatta şiirin kendisinde<br />

sıkça karşımıza çıkıyor. İnsan, yaşamın şiirini, her türlü yapım<br />

etkinliğinin özünde gizli olan poesis’i unutmuş görünüyor.<br />

Şiirleme dünyayla, doğayla ve insanla karşılaşma hali<br />

içinde olmakla başlar. Bu, belli bir karşılayabilme gücünü<br />

67


www.isaretatesi.com<br />

gerektirir. Eğer karşımdakini karşılayabiliyorsam, direncimden<br />

dolayı ona teşekkür borçlu olurum. Çünkü onu karşılıyor<br />

olmam, yok olmaktansa var olduğumu gösterir: Karşısında var<br />

olduklarıma şükrederim. Yaşamak beni borçlu kılar. Dünyanın<br />

kendisine haksızlık yaptığını, yaşamdan alacaklı olduğunu<br />

sananlar yanılmaktadır. Karşılaştıklarımızı karşılayabilmeliyiz;<br />

borçluyuz bunu. Varoluşa dair keşfimiz bizi sonsuzluk<br />

duyarlılığı içinden şiirlemeye götürür. Evrenle karşılaşırım,<br />

buna gücüm yeter; içimdeki sonsuzluğu duyar, gücü ödünç<br />

aldığımı anlarım: Bana emanet verilmiştir o; bundan dolayı<br />

şükranla dolarım. Şiirleyerek karşılık veririm. Varoluş,<br />

şiirlenmeyi talep eder. Güveniriz bu çağrıya; bize tatlı bir<br />

buyruk gibi gelir. Şiirleyerek yanıt veririz.<br />

Var oldukça borcumuz artar. Çünkü sonsuzluğun içinde<br />

kendi yerimiz muazzam bir vergidir bize. Ve hayat verdikçe<br />

verir. Şiirledikçe öderiz borcumuzu; ne yaparsak yapalım<br />

alacaklı duruma düşemeyiz. İçimizdeki küçük sonsuzluk,<br />

dışarıdaki büyük sonsuzluğu yenemez. İnsan, borcunu<br />

ödemekle bitiremez. Çünkü bir olanaklar varlığıdır insan.<br />

Olanaklarının sundukları arkada kalır hep. Öndeyse, tükenen<br />

olanaklar. Bunlar asla denkleşemez, hep borçlu kalırız.<br />

Şiirledikçe, bu muazzam borcun bir kısmını geri verir,<br />

hanemize yazılanlara ölesiye seviniriz.<br />

Tüm varlığıyla borçlu olan insan, yitirdiklerine neden<br />

hayıflanır, neden alacaklı olduğunu düşünür peki? Varlığına<br />

güvenerek yapar bunu hem de! Eşyasını, malını mülkünü,<br />

sevdiklerini, toplumsal konumunu yitirir, bütün bunları zaten<br />

68


www.isaretatesi.com<br />

borçlu olduğunu unutur, alacak talep eder. Borcunu unutmuş<br />

bir halde dünyayla pazarlık etmeye kalkar, hesap sorar.<br />

Haksızlığa uğradığını iddia eder, hınçlanır. “Yitirdim, demek<br />

ki borcum çoktu,” diyemez. “Yitirdim, geri verin bana,” der.<br />

Ağıtlayamaz. Güzelce kabullenmek, yitirdiğini karşılayabilmek,<br />

borcunu teslim etmektir ağıtlamak: Yitirdikçe borcunun da<br />

arttığını görebilmektir. Aldıklarımızın nasıl da çok olduğunun<br />

teyitidir.<br />

Fakat borcumun ne “günah”la ilgisi vardır, ne de “suç”la.<br />

Kimse benden suistimal edilebilecek bir “borçluluk psikolojisi”<br />

elde etmeye kalkışmasın. Ağıtım benim isyanımdır da!<br />

Borcumu, karşılık vererek öderim: bir kuruma ya da bu insana<br />

değil, varlığın kendisine – bütün bir varoluş durumuna.<br />

Evrene karşı belli bir duruş içerisinde sesimi duyurur, “ben de<br />

varım” çığlığı atarım. Çığlığım, şiirim, ağıtım varlığın şiire hep<br />

açık duran kulağında çınlar. Evrenin sesleri arasında<br />

bitimsizce yankılanır sesim – borcumu ödeyişim.<br />

Ağıt olan insan böyle bir devinimin içindedir. Yitirmenin<br />

doğallığını yaşar. Yitirilmiş olanın karşısına yitirilmeyeni<br />

koyar. Yitirme korkuyusla yaşamaz. Acı çeker elbette, ama<br />

acısının altında kalmaz. Karşılar onu. Direnci ağıta dönüşür.<br />

Bir uzlaşıdır bu, döngünün tamamlanışı. “Borçluydum ki<br />

yitirdim; demek ki yapmam gereken çok şey var,” der.<br />

Hayıflanıp kahrolmak yerine, şiirler. Muazzam bir ağıtlama<br />

gücü sergilemelidir, sesini gür bir şekilde duyurmalıdır.<br />

69


www.isaretatesi.com<br />

Geri dönüşsüz bir kayıp gibi görünen ölüme karşı,<br />

ölürken şiirlemek gerek. Hastalıkları, afetleri, yıkımları şiirlemek<br />

gerek.<br />

Ağıtı daima kendimiz yakmak zorundayız. Bir başkası<br />

bizim yerimize yapamaz onu. Kendimizden, kendimizi<br />

ağıtlamalıyız. Tüm varlıklar adına yapmalıyız bunu: Ötekiler<br />

karşısında, belli bir duruş içerisinde şükran borcumuzu<br />

duymalı ve duyurmalıyız. Bizzat kendimiz ağıt olmalıyız.<br />

Sisifos’un kayası da böyle bir teşekkür sonucunda çıkar<br />

en yukarıya. Orada durup durmaması, ağıt olan insan için pek<br />

de farketmez. Çünkü kaya dursa da borç bitmez! Sisifos<br />

döngüsünün sırrı budur.<br />

Her insanın ağıtı ayrıdır. Herkesin borç hanesi farklıdır<br />

ve layığınca şiirlenmeyi bekler: Ağıtlanmayı bekler. İnsan<br />

bunu nasıl başarabilir? Yitirmeyi öğrenerek. Ağıt olmayı<br />

öğrenerek!<br />

70


www.isaretatesi.com<br />

DÜRTÜLERİN DANSI<br />

İnsan, dürtüleri olan, dürtülen bir varlıktır. Nerelerinden<br />

dürtülür peki? Öncelikle, bedeninden. Somatik dürtüdür bu,<br />

bedenimizden gelen, türümüze özgü, harekete geçirici,<br />

kımıldatıcı dürtü. Sonra, duygularından dürtülür insan,<br />

thumotik dürtüleri vardır. Ve düşüncelerinden, noetik dürtüleri;<br />

çevresinden, oikotik dürtüleri dürter onu. Dürtüler sağanağı<br />

altında yaşar insan.<br />

Dürtülere, “kımıldatıcılar” da diyebiliriz, bizi harekete<br />

geçirirler. Batı dillerindeki instinct/Instinkt (in-stinguere), ya da<br />

drive/Trieb sözcükleri dürtünün bu devindirici özelliğine işaret<br />

eder. Almancada Trieb’den türetilen, “mekanizma”,<br />

“muharrik” anlamlarına gelen Getriebe sözcüğü, harekete,<br />

canlılığa dikkat çeker. Yaşamın çekirdeğinde devingenlik<br />

(dinamizm) vardır, dürtülerle kıpırdayıp duran bir canlılık<br />

nefes alıp verir.<br />

Tazeliğe, yenilenmeye, dirime göz kırpar dürtü. Bu<br />

noktada elbette Nietzsche’den söz etmek gerek. Dürtü,<br />

genellikle, salt somatik boyutuyla alınıp, kör dürtü olarak<br />

anlaşılır – doğadan gelen, yönetemediğimiz, bizi tutsak alıp<br />

71


www.isaretatesi.com<br />

sürükleyen bir güç olarak. Aynı yoruma göre akıl ise, egemen<br />

olmak suretiyle bilinçli olarak yaşayabildiğimiz bir güçtür.<br />

Güya akıl ışıktır, aydınlıktır, dürtüler ise karadır, karanlıktır;<br />

dürtülerin eline düşen insan, sürüklenir durur. (Yeniden<br />

Almancaya, Trieb’den türeyen sözcüklere bakacak olursak;<br />

Treibeis: yüzer buz, aysberg; Treibmine: serseri mayın.) Akıl,<br />

dürtüleri düzene sokar, dengeler, yerli yerine koyar.<br />

Platon’dan bu yana süregelen akıl-egemen bakışı kabaca böyle<br />

özetleyebiliriz.<br />

İnsan, aklın aydınlatıcı yorumunu belki başarmıştır ama,<br />

aklın ışığının daha güçlü parlamasını da sağlayamamıştır.<br />

Nietzsche’nin akla olan isyanı, aklın belli bir yorumuna karşı<br />

bir isyandır. Akıl, gerektiği gibi yenilenip dönüşümlerden<br />

geçmediğinden, yaşamın devingenliğine uygun biçimde<br />

yorumlanamamış, bu yüzden de kendi “karşıtına” dönüşerek,<br />

dürtülerin karanlığına sürüklenmiştir. Tarihin öyküsü, bu<br />

surette, dürtülerin maskarası durumuna düşmenin öyküsüdür:<br />

Kör dürtüler, hemen her dönem, aklı teslim almış, akılcılık<br />

(Rationalität) ve bilim belli dünya görüşlerinin hizmetine<br />

koşularak yıkıcı amaçlar için, savaş için, sömürü için, baskı<br />

için, tüketim için kullanılmıştır.<br />

Yorumlanmaya, yanlışlanmaya, değiştirilmeye açık bir<br />

akıl anlayışı gereklidir bize: dönüşümlere açık bir akıl.<br />

Nietzsche’nin başkaldırısı, bu doğrultuda, aklın tek olduğunu<br />

ve bunun gerçekliğin doğrudan bir görüntüsünü sunduğunu<br />

savunan anlayışa karşıdır. Nihilismus; egemen kafa yapısını<br />

kökünden sarsıp, canlı, devingen, enerjik, coşkulu olanın<br />

72


www.isaretatesi.com<br />

yolunu açmak ve canlılığını dürtülerle ortaya koyan varlığın<br />

dünyasını kurmak adına şarttır. Almancaya tekrar bakacak<br />

olursak, gene Trieb kökünden, treiben sözcüğünün “yetiştirme”<br />

anlamında da kullanıldığını (Pflanzen treiben: serada bitki<br />

yetiştirme; Treibhaus: sera), yani büyümeye, güçlenmeye,<br />

canlanmaya yakın çağrışımları olduğunu görebiliriz.<br />

“Dürtü”yle (Trieb) iç içe geçen bir “yetiştirme”dir (treiben) bu.<br />

Bu bakımdan, can bulmanın yolu dürtülerden geçer<br />

denilebilir.<br />

Dürtülere açık olmalı insan, yaşama açık olmalı: Yaşama<br />

giden yollar yerleşik kavramlarla, sabit bakış açılarıyla, katı<br />

inanç düzenleriyle tıkanmış, şen olmayan bilim yorumlarıyla<br />

bloke olmuştur. Tek bir dürtü, tek bir akıl anlayışı, insanı ele<br />

geçirmiş, diğer dürtüler üzerinde âdeta tiranlık kurmuştur. Bu<br />

tiranlığa başkaldırıp bir dürtüler anarşisi yaratarak, yeni bir<br />

dürtüler dünyası kurmak gereklidir.<br />

Nietzsche’nin anladığı biçimdeki dürtünün Türkçede<br />

belki de en uygun karşılığı “içgüdü”dür. “Güdü”yü motif’in<br />

karşılığı olarak alırsak, Latincede “hareket ettirmek,<br />

kımıldatmak” anlamına gelen movere fiilinden “dürtü”deki<br />

hareketi yakalayabiliriz. “Güdü”, harekete geçirendir, eski<br />

dille söylersek “saik”tir. Bunun yanında, “gütmek”, teşvik<br />

etme, yönlendirme anlamlarını barındırır. İnsan özelinde, bu<br />

yönlendirme eninde sonunda içten gelir, dolayısıyla da içgüdüdür.<br />

Yani dışarıdan buyurulup dayatılmaz, dış-güdü<br />

değildir! Bir kendiliğindenlik (Spontaneität, Spontanität) söz<br />

konusudur, devinim öz’den gelir, içimizden geldiği gibidir,<br />

73


www.isaretatesi.com<br />

kendimize özgüdür (Eigenschaft). İçgüdü, yazının başında<br />

belirttiğim üzere bedensel (somatik), duygusal (thumotik),<br />

düşünsel (noetik) veya çevresel (oikotik) olabilir, ama “dürtme”<br />

ve “sevk etme” iç’ten gerçekleşir (saydıklarımın hepsinin yolu,<br />

iç’ten, içeriden, öz’den geçer). İçimizdeki, bizim olandır,<br />

içselleştirip özümsediğimizdir. Üzerimize dışarıdan tutturulup<br />

takılan ya da yama gibi yapıştırılan değildir. Esaslıdır,<br />

özgündür, içtendir; ona yakıştırılan tüm maskelerin ardında,<br />

ötesinde olandır.<br />

Bugün güya bilgi çağındayız; oysa çağın bilgisi<br />

“içtenlikten”, hatta “içten” (İnnerlichkeit) yoksun bir bilgidir.<br />

Papağan gibi olmuştur insan, sürekli kendine öğretileni<br />

tekrarlar durur; bilgisini dışarıdan, kendisine dayatılan<br />

düzenden “paketler” halinde almaktadır. Nietzsche’nin<br />

feryadı, “Bilgiyi dürtüsel kılalım!” şeklindedir. Bu, bilginin<br />

benliğimizin bir parçası olması demektir. Dahası, eylemlerimiz<br />

de dürtüsel olmalıdır. Mutluluk ve yetkin eylem, dürtüden<br />

kaynağını alır: İçeriden, yaşamın, canlılığın ta kendisinden<br />

gelir. İçgüdü, (eski dille: sevk-i tabii, garize, insiyak) has<br />

olandır (eigentlich), otantik olandır.<br />

Nietzsche’nin aradığı bilgi ve eylem, insanın beden ve tin<br />

sağlığına uygun bilgidir. Bu noktadan hareketle ben de çeşitli<br />

yazılarımda epistemiyatri (bilginin sağlığı) ve nousiyatri (aklın<br />

sağlığı) kavramlarından söz ediyorum. (İlk epistemiyatrist,<br />

Sokrates’ti örneğin; onun ölürken Asklepios’a bir horoz borçlu<br />

olduğunu söylemesi, “sağlık” hususunda gösterdiği<br />

titizliktendi.) Çağın bilgi ve değerleri kokuşmuştur, akıl ve ruh<br />

74


www.isaretatesi.com<br />

sağlığımız tehdit altındadır. Üstün insan (Übermensch),<br />

öncelikle sağlığını vargücüyle korur, savunur. Dürtülerinin<br />

önü açıktır; dürtülerinin zenginliği içinde âdeta bir “dürtüler<br />

cumhuriyetinde” (ya da “içgüdüler cumhuriyetinde”) yaşar.<br />

Dürtülerin karşıtlığı, uyumu, gelgitleri, çatışması, dinamizmi<br />

içinde, insan olmanın coşkusunu doya doya yaşar.<br />

Sağlıklı bilgi; kendimize mâl edebildiğimizden dolayı<br />

içimizde olan, doğrudan doğruya kendimizin olan bilgidir.<br />

İçleyebilmişizdir onu, içini doldurabilmişizdir; yaşamın<br />

içindedir, yaşamla devinir, dönüşür, yenilenir, çöker ve<br />

yükselir. Yüreği yaşamla atar. Bu sayede düşünce, yaşamdan<br />

kopmaz, yaşama yabancılaşmaz, bir hastalık halini almaz.<br />

Dürtülerden, yani doğadan uzak olan düşünce hastadır çünkü:<br />

Kavramlar hastanesinin karanlık odalarında hastalıklarla<br />

boğuşur, hastalık yayar. Kültür, sahte kültür olur, yaşamın<br />

üzerini örter; insan, sahtelikler ve yalanlar arasında homo<br />

mendax’a, yalan söyleyen insana dönüşür. Bilgi, dürtüyle iç içe<br />

değilse; insan teknolojiyi içselleştirememişse; onca ilerlemeye<br />

rağmen bilim insana hâlâ dokunamıyorsa ve gönül ile akıl<br />

arasında bir türlü kapanmayan bir uçurum varsa, aklın<br />

tiranlığına karşı dürtülerin başkaldırısını başlatmanın zamanı<br />

gelmiş demektir.<br />

Dürtülerin bolluğu, coşkusu, çekişmesi, çarpışması<br />

yepyeni uyum ve karşıtlıklar yoluyla olağanüstü bir dirim ve<br />

dinamizm üretecek; o alev alev dünyada insan da güçlü bir<br />

ateş gibi kabaracak, geleceğin alacakaranlığına karşı parlak bir<br />

ışık gibi belirecektir. Mesele, ateşi yakıp döngüyü<br />

75


www.isaretatesi.com<br />

başlatabilmekte; dürtülerin dansa duracağı trajik şöleni<br />

hazırlayabilmekte!<br />

76


www.isaretatesi.com<br />

HİÇ KARŞILAŞMADAN YAŞIYORUZ<br />

“Yaşamak borçlu olmaktır” sözünün<br />

anlamı üzerine düşünmek, bu borcu<br />

ödemenin yollarından biridir…<br />

Nice insanla sözde birliktelikler içindeyiz – hiç<br />

karşılaşmadan. Beraber yıllarımızı geçirdiğimiz dostumuza<br />

soruyoruz: “Hiç karşılaştık mı seninle? Gözlerimiz birbirini<br />

gördü mü? Ruhlarımız değdi mi birbirine? Karşı karşıya<br />

bulunduk belki ama karşılaşabildik mi gerçekten?”<br />

Yalnızca bireyler mi? Halklar, kültürler de asırlarca bir<br />

arada olup hiç karşılaşmıyorlar. “Bıraksalar karşılacaktık,”<br />

diyorlar, “dış güçlerin oyununa geldik!”<br />

Bireyler de karşılaşacak, ama güya hayat izin vermiyor.<br />

Çekişmeler, zıtlıklar, rekabetler, karşı karşıya gelmeler var<br />

belki ama, iki insan nasıl da nadiren karşılaşıyor.<br />

Ne tuhaftır hiç karşılaşmadan ölüp gitmek! Mezar<br />

taşımıza, “Az daha vakti olsa karşılaşırdı belki,” yazmalılar.<br />

Gözlerimin içine bak ve söyle sevgilim: “Seninle hiç<br />

karşılaştık mı biz?”<br />

77


www.isaretatesi.com<br />

Yarışır, kapışırız, kafa kafaya geliriz. Fiziksel olarak aynı<br />

mekânda bulunuruz. Belli bir zaman dilimini paylaşır, yüz<br />

yüze de bakabiliriz. Kâh çatışır, kâh birbirimizi görmezden<br />

geliriz, geçinir gideriz.<br />

Oysa karşılaşmak bambaşka bir meseledir! İnsanın bir<br />

başkasıyla karşılaşabilmesi için önce bir karşısı olması gerekir:<br />

önünde yüzünün yöneldiği sonsuz bir alan… Sıkışık alanlarda,<br />

sıkışık zamanlarda (“dar vakitler” derdi Behçet Necatigil<br />

Hocam), zor yoluyla, cebren ve hileyle karşılaşamazsınız bir<br />

başkasıyla! Karşınız olmaz çünkü. İnsana hesabî tavırlarla, art<br />

niyetlerle yaklaşıyorsanız evvela kendi karşınızdan<br />

yoksunsunuz demektir: Kapıları, pencereleri yoktur<br />

ruhunuzun; zaman sırtınızda ağır bir yüktür. Tuzaklar kurarak<br />

karşılaşılmaz! Eşek şakası yaparak da.<br />

Önümüze kırmızı halılar sermemiz gerek. Karşıdan gelen<br />

insanı buyur edecek, ona yolu gösterecek zemini döşemek<br />

gerek. Ruhun kapılarını, pencerelerini aralamak, perdelerini<br />

çekmek, balkona çıkmak gerek.<br />

Konuğunuz gelecek, hazır olmalısınız. Hazır değilseniz,<br />

geleni karşılayamazsınız. Nasıl ağırlayacaksınız onu? Konuk<br />

odasına mı alacaksınız, güzel yiyecekler, hoş bir şarap mı<br />

sunacaksınız? Durun hele; yapmacıklıktan, aldırışsızlıktan,<br />

kibirden arındınız mı bakalım?<br />

Nasıl açarız kapılarımızı bir başka ruha? Nasıl ağırlarız<br />

bir insanı?<br />

78


www.isaretatesi.com<br />

Karşıdakine sonsuz bir saygı duymak şart. Öteki’ni<br />

kullanamayacağımı, zaptedemeyeceğimi, hapsedemeyeceğimi<br />

bilirsem, karşılanılabilecek ve karşılaşılabilecek bir beriki<br />

olabilirim. Bunun iki yönlü olduğunu bir an bile akıldan<br />

çıkarmamak gerek. Benim bir karşım olduğu gibi, ötekinin de<br />

bir karşısı var, olmalı. Birbirimizi ancak o zaman<br />

karşı’layabilir, ancak o zaman karşılaşabiliriz. Bu hazırlıklar<br />

layıkıyla yapıldığı takdirde, kimin ne olduğuna, neyin nasıl<br />

olacağına dair işaretler kendiliğinden beliriverecektir.<br />

Karşılıklı iki özne birbirini karşılayabilir ancak. İki insan.<br />

Karşılama eşiğini aşıp karşılaşma hali içine girebilirler. Örneğin<br />

bir bebekle karşılaşamam. Sıcaklığını ve yakınlığını duyarım; o<br />

da benim kucaklayışıma sevinir: Ben onu karşılarım, o beni<br />

karşılar. Karşılaşma değildir bu. Tanrıyla da karşılaşamam<br />

sözgelimi! Daha evvel yazdığım bir yazıda, insanın bilgiyle<br />

karşılaşabileceğini söylemiştim; düzeltmeliyim: Bilgiyi<br />

karşılayabiliriz, ama onunla karşılaşamayız. Karşılaşma için iki<br />

ayrı özne, iki ayrı insan gerekir: Öteki ve Beriki. İkisi birbirine<br />

denk konumdadır. Karşılaşma da bunun yarattığı döngü<br />

içinde olur.<br />

Ötekini beklerim. Ama ya dikenli yollar döşemişsem<br />

konuğum için? Tuzaklar kurmuşsam? Yahut yollarım hep gizli<br />

yollarsa? Eğer öyleyse, karşıdan kim, nasıl gelebilir? Bir karşım<br />

olması gerektiğini unutmuşumdur: hem kendi adıma hem<br />

öteki adına. Ötekini en iyi şekilde ağırlamak zorunda<br />

olduğumu unutmuşumdur. Onun bana emanet olduğunu.<br />

Karşılaşacaksak, tüm farklılıklarımızla (onlara rağmen değil,<br />

79


www.isaretatesi.com<br />

onlarla beraber) karşılaşmamız gerektiğini. Hem özerk hem de<br />

beraberce özgür olarak karşılaşacağımızı.<br />

Uzun bir yolculuk, sonsuz bir keşiftir karşılaşma.<br />

Varlığın tüm derinliğini ve boyutlarını duyup yaşayarak,<br />

yansıtarak karşılaşırız.<br />

Karşılıklı bir buyur ediştir bu. Görmek, pırıltıyı<br />

yakalamak, duymaktır. Kapıyı aralamak, duyarlılığı<br />

tazelemek, özen göstermek. Bir insanı buyur etmek, onunla<br />

kâinatı ağırlamak. Kâinata konuk olmak.<br />

Tetikte olmak değil! Hesap kitap yapmak değil. Fırsat<br />

kollamak değil. Kullanmak değil. Tüketmek değil. Evvela<br />

kendini karşılayabilmek… Bir karşı olabilmek, bir karşısı<br />

olmak, karşıya merak ve heves duymak. Yönelmek.<br />

Karşısız ve karşılıksız karşılaşamamaların hüküm<br />

sürdüğü, tiksinti, korku, baskı ve çatışma dolu bir cehennem<br />

yaratmışız dünyadan. Bize bir karşılaşma ahlâkı gerek.<br />

Aynaya bakalım mı? Yüzümüzü görebiliyor muyuz<br />

orada? Neler var karşımızda? Acaba yüzümüzün olması<br />

gereken yerde, karşılaşamadığımız ötekilerden ödünç<br />

aldığımız parça parça yüzlerin yamalı bohçası var da o yüzden<br />

kendimizi göremiyor muyuz? Ya da aynadan yüzümüzü<br />

dönsek dahi her yanda kendi sabit yüzümüzü mü görüyoruz?<br />

Ötekini yitirdik mi acaba? Yoksa, ötemiz dünyadan çekip gitti<br />

de yalnızca beriden ibaret bir dünyanın zindanında inim inim<br />

inlemekte miyiz?<br />

80


www.isaretatesi.com<br />

KARŞILAŞMA AHLÂKI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER<br />

Karşılaşmayı bilmediğimiz bir dünyada yaşıyoruz.<br />

İnsanların bir arada olup karşılaşamadığı bir dünyada.<br />

Karşılaşamama, sosyolojik, psiko-sosyolojik, ya da antropolojik<br />

bir olgu değildir, onto-etik bir özelliktir: insanın varlık<br />

durumundan kaynaklanan ahlâksal bir yaşam özelliği.<br />

Karşılaşamamak belli bir yaşam biçimine (Lebensform) yol açar.<br />

Bunun hüküm sürdüğü bir dünyadayız. Dünya yüzlerce,<br />

binlerce yıldır böyle. O halde tekrar ve yeniden sormak gerek:<br />

Eğer karşılaşma yoksa, dünyada onun yerine ne vardır?<br />

Kokuşma vardır. İnsanlar birbirlerini merak etmezler,<br />

önemsemezler, ancak kalıplar içerisine sokarlar, damgalarlar,<br />

yaftalarlar. Yaşam kokuşur! Dar çerçevelere sıkıştırılır insan;<br />

denetlenir, kullanılır, sömürülür; güven, saygı ve sevgiyle<br />

keşfedilmesi gereken bir varlık, araçsal bir nesneye<br />

dönüştürülür. Bunu insana yapan gene insandır! Kendi içini<br />

içleyemeyen insan, ötekinin bir içi olabileceğini de göremez,<br />

böylece hep dışarıda, dıştan yaşanır, dış olarak yaşanır. İnsan<br />

kendini ifade edemez, edebileni dinleyemez. Dünyaya kulak<br />

veremez, uğultular arasında, toz duman içinde yaşar. Doğanın<br />

81


www.isaretatesi.com<br />

gerçekliği karşısında sığlığa sığınır. Bilgi kokuşur, ilişkiler<br />

kokuşur, duyular kokuşur, değerler kokuşur.<br />

Karşılaşmanın olmadığı dünya kokuşur. Hal böyleyken,<br />

karşılaşmaların kendiliğinden olmasını beklemek saflıktır.<br />

Çaba ister karşılaşma yaşantısı; topyekûn bir hazırlık<br />

gerektirir. Aslında insan onto-etik yapısı itibarıyla buna uygun<br />

olanaklarla doğar. Koşullar elverişsiz de olsa olanaklar insanın<br />

içinde saklıdır. Mesele bunların keşfi ve gerçekleştirilmesidir.<br />

Nasıl da onurlu, saygın, giderek kutsal bir çabadır bu! İnsan<br />

olmanın türlü halleri kişiye bu gayreti sergilemesi için sürekli<br />

çağrı yapar. Evvela bu sese kulak vermek gerek.<br />

Kulaklarımız tıkalıysa, bir koşturmaca içerisinde<br />

birbirimizle karşı karşıya geliriz, ama karşılaşamayız. Bazen<br />

karşımızda bir tehdit görür, onunla çatışmaya gireriz.<br />

Karşıtlaştırırız karşımızdakini; ondan bir “tehlike” yaratırız.<br />

Varlık böylece cendereye girer. Karşımızdakini yutarız:<br />

Kendimize indirgeriz. Aslında ortadan kaldırmışızdır onu. Ya<br />

da bazen, karşımızdakini salt nesne olarak görür, onu<br />

kullanmayı, denetim altına almayı düşünürüz. Hatta aynı<br />

durum belki iki taraflı olarak da ortaya çıkar. Birbirimizi<br />

göremeyiz, ama birbirimize araç olma noktasında uzlaşır, öylece<br />

geçinir gideriz. İşler görülür, sırtımızı dönüp gideriz. Hiçe<br />

saymanın “erdemine” sığınırız!<br />

Bazen öyle olur ki, karşı karşıya geldiğimiz insanı<br />

yalnızca belli bir adap gereği ağırlamak isteriz. Konuktur<br />

karşımızdaki, fakat yüzüne gene doğru dürüst bakmadığımız,<br />

kim olduğunu merak etmediğimiz bir konuk. İkramda<br />

82


www.isaretatesi.com<br />

bulunuruz ona, saygıda kusur etmeyiz. Ama karşımızdaki,<br />

bizim için bir konuk olmaktan öteye gitmez, âdeta belli bir<br />

sahnedeki bir figürandır. Karşılaşmanın töreleşmiş biçimidir<br />

bu.<br />

Ağırlama elbette iyi bir başlangıçtır, ama karşılaşma<br />

değildir! Karşılaşma bundan ibaret değildir. Bunun ötesine<br />

geçilebildiğinde başlayacaktır karşılaşma.<br />

Evvela bir karşımız olmalıdır. Hem kendim hem de öteki<br />

için güzelce hazır ettiğim; maskelerden, perdelerden,<br />

korkulardan arındırdığım; ve dünyayı karşılamak üzere<br />

yüzümü döndüğüm bir karşı. Benim karşım; kendi karşım. Bir<br />

başkasının karşısıyla karşı karşıya durabilecek bir karşı. Açık<br />

bir kapı.<br />

Önümde geniş bir ufuk uzanmaktadır. Yürüyeceğim yolu<br />

görürüm: dünyanın içinde, gene dünyaya uzanan bir yol.<br />

Düşüncemde bir kıpırtı, kulağımda bir tını. Yürürüm. Karşıya<br />

sunarım kendimi. Yol vardır ki gidebilirim ve bana gelebilirler.<br />

Karşılayabilme gücüm vardır, karşılaşabilme duyarlılığım vardır.<br />

Dünya bana gelmiş, bana beni ve ötekini sunmuştur;<br />

borçluyumdur.<br />

Karşıya şükranımı sunarım. Zaten şükran duyabildiğim<br />

için vardır karşım. Onun için karşılaşmaktayımdır ötekiyle.<br />

Her iki açıdan da doğru. Karşılama gücüm, borcumdan ileri<br />

gelir: Onu ödemem için kendimi aşmalı, karşılaşmalıyım.<br />

Yaşayan bir varlık olarak canım öteki varlıklardan emanettir<br />

bana. Karşılaşabilme duyarlılığımın kaynağı da işte budur.<br />

83


www.isaretatesi.com<br />

Varım; hiç olmayabilirdim. Yaşıyorsam karşılaşmak<br />

zorundayım: Varlığımın hem vergisidir bu, hem de<br />

tamamlanışı, taçlanışı. Varlık döngümüzün özeti böyledir.<br />

İnsan kendini karşılar, doğayı karşılar, ama karşılaşma<br />

ötekini gerektirir, ötekiyle karşılıklı olarak karşılaşmamızı.<br />

Evet, doğa karşımda belirir; çağrısını duyarım, sunduğu<br />

görünümleri seyreder, hayret ederim. Karşılarım onu. Bir<br />

şablonun ardına sıkıştırılıp dışarı sürülen, adı doğa olan kopyadoğa<br />

değildir bu artık: Tam karşımdadır; yeniliği ve<br />

özgünlüğü içinde onu karşılamaktayımdır. Bambaşka bir seyir<br />

halidir bu. (Bilimsel bakışla da taban tabana zıttır bu hal;<br />

gözlem, inceleme, sınıflandırma “karşıdakine” salt akılcı<br />

yaklaştığından onu gene dışarı sürer; karşılayamaz.) Kendimi<br />

karşılayışım da buna benzer; özel bir donanımı gerektirir; göze<br />

almayı (Wagnis) ve sınamayı (Versuch) gerektirir. Yoksa “ben”<br />

dışarı sürülmüştür; kendimi değil, toplumun, kültürün,<br />

bilimin vb. karşıma getirdiği kopyalarımı görürüm. Ama<br />

riskleri göze almışsam ve karşılaştıklarımı sınayabiliyorsam,<br />

kendimi karşılamaya başlarım. Özgünlüğümle,<br />

tüketilmezliğimle, bitimsizliğimle karşı karşıya kalırım.<br />

Doğayı ve kendimi karşılayışım böylesi özel hallerken,<br />

düşünün, bir de benim gibi bir ötekiyle olan karşılaşmamız<br />

nasıl da eşsiz bir yaşantıdır…<br />

Berideyimdir. Öteki ise, karşımda, ötemdedir. Ona<br />

yönelirim. Kayıtsız kalmam ona, karşıtım olarak da görmem,<br />

sadece saygı da duymam. Sırf belli bir adaba uymak<br />

karşılaşmamız için yeterli olmaz. Çünkü öteki, boş bir “X”<br />

84


www.isaretatesi.com<br />

değildir. Karşımdadır; ben de beride onun karşısındayımdır.<br />

Ötekiyimdir ona beriden. O da benim ötemdedir, ucumdadır<br />

(transcendental). Bu karşılıklılık, mesafeyi ona doğru aşmamı<br />

talep eder.<br />

Karşılıklı güven şarttır karşılaşırken; zira birbirimizi<br />

emanet alırız. Bize bir sorumluluk yükler bu: doğal ve<br />

kendiliğinden bir sorumluluk. Birbirimizin varlığına,<br />

enginliğine, tüketilmezliğine saygı duyar, özen gösteririz. Ben;<br />

bendeki onu, bendeki beni, bendeki onları ve bendeki bizi<br />

yaşarım. O da; ondaki onu, ondaki beni, ondaki onları, ondaki<br />

bizi yaşar. Bunun gerçekleşebiliyor olması, tüm yoğunluğuyla<br />

karşılaşabiliyor olmamız, ikimizi yoğun bir şükran<br />

duygusuyla doldurur. Yaşamanın borçlu olmak demek<br />

olduğunu bilmenin mutluluğudur bu. İçimizde sonsuzluğu<br />

duymanın…<br />

Karşılaşma bir tür doruk yaşantıdır (peak experience). Bir<br />

tür “dokunma”dır: hem temas anlamında, hem de bir<br />

kumaşın, elbisenin dokunması anlamında. Birbirimizin<br />

varlığına, gerçekliğine dokunur, birbirimizi dokuruz.<br />

Dokunaklıdır da karşılaşmak: İçleniriz, hiçliği içleriz.<br />

Karşılaşabilenler dönüştürürler, dönüşürler. Görürüm,<br />

görülürüm, görüşürüm: Üç farklı boyuttur bunlar. Yoğun bir<br />

uzayın içinde meydana gelir karşılaşma. Karşılaşmanın kendisi<br />

bile dönüşür, dönüştürür.<br />

Karşılaşma yaşantısının her aşaması keşiftir, histir,<br />

eylemdir; somut olarak yaşanır. Can canı bulur, buluşurlar.<br />

85


www.isaretatesi.com<br />

Yürürler, keşfederler; çalkantılar olur, yeniden buluşurlar.<br />

Karşılaşmanın yitirilmezliği içinde yol alırlar.<br />

Bana, “Neden yaşıyoruz?” diye sorsalar, bir an bile<br />

düşünmeden yanıt veririm: “Karşılaşmak için yaşıyoruz.”<br />

86


www.isaretatesi.com<br />

MUTLU OLMAK<br />

Mutsuz olmak ve kahır çekmek için ne çok sebebimiz var!<br />

Olup bitenler karşısında boynumuzu büküp mutsuzluğa<br />

kapılmamız işten bile değildir, oysa insana yakışan mutlu<br />

olmaktır. Mutlu olmak, insanın sorumluluğudur, insan<br />

olmanın gereğidir.<br />

Son zamanlarda kendime sık sık söylüyorum bunu:<br />

“Mutsuzluk ahlâksızlıktır.” Bu sözü, “ahlâk yaşamının hedefi<br />

mutluluktur, mutluluk ahlâkına göre yaşamalıyız,” anlamında<br />

söylemiyorum. “Mutluluk” ve “mutsuzluk” kavramlarını,<br />

çağımız insanının anladığı şekilde anlamıyorum. Mutluluğun<br />

yeniden yorumlanmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.<br />

Yaygın bakış açısıyla mutluluk kitleler arasında öyle<br />

tuhaf algılanır ki, akıllının mutsuz, akılsızın mutlu olması<br />

gerektiğine inanılır. İşin ilginci, düşünen, araştıran, soruşturan<br />

ve eleştiren insanın bizzat kendisi bile buna inanmıştır.<br />

Dünyanın durumuna tanık olmak, akıldışılığı, adaletsizliği,<br />

sömürüyü, acıyı, iletişimsizliği, çarpıklıkları görmek acı bir<br />

yüzleşmeye karşılık gelir elbette. Ama aydının durumunu<br />

daha da kötüleştiren, gördüğü yanlışları düzeltme hususunda<br />

87


www.isaretatesi.com<br />

hissettiği yetersizliktir; insanlığın haline isyan eder, çaresizliğe<br />

kapılır, insanı ve dünyanın düzenini değiştirmenin<br />

olanaksızlığına ikna olur. Bir kısır döngüdür bu.<br />

“Düşünüyorum, o halde mutsuzum,” der; ve birtakım koşullar<br />

karşısında dünyayı değiştirme arzusu boş yere körüklendikçe,<br />

tatminsizliği ve düşkırıklığı katmerlenir. Farkındalık somut<br />

sonuçlarla nihayetlenmediğinden, aydın daha da yabancılaşır;<br />

mutsuzluğu da katmerlenir.<br />

Madalyonun öbür yüzünde de “mutlu akılsız” vardır.<br />

Düşünmediğinden, bilmediğinden, sorgulamadığından dolayı<br />

mutludur güya. Neymiş efendim, aydın mutlu olamazmış,<br />

olamamalıymış, ama yüzeysel, sorumsuz, bencil, boş kafalı<br />

olan mutluymuş, olmalıymış. Ne garabet! Gelin görün ki, ister<br />

aydın olsun ister sürü, ister mutsuz olsun ister mutlu,<br />

neredeyse bütün insanlık bu teraneye inanır.<br />

İtirazım var buna! “Akıllı, mutsuzdur, salaksa mutlu,”<br />

şeklindeki inancın, yaşama dair birtakım beceriksizliklerin<br />

avuntusu olduğunu düşünüyorum. Bu klişe söylemi, gerçekle<br />

tam anlamıyla yüzleşememenin ve başedememenin yansıması<br />

olarak görüyorum.<br />

Mutluluk bilinç ve yürek işidir!<br />

Dünyada bir haksızlık, sömürü ve zulüm düzeni<br />

olduğuna ben de tüm kalbimle (ve zihnimle) katılıyorum, evet;<br />

acı duymamız ve kahrolmamız için elbette nedenlerimiz var!<br />

Olup bitenler karşısında boynumuzu büküp mutsuz mu olalım<br />

yani? Katiyen hayır! Mutlu olmak, insan olma sorumluluğu<br />

taşıyan herkesin vazifesidir. “Bardağın dolu yarısı mı, boş<br />

88


www.isaretatesi.com<br />

yarısı mı?” meselesi değildir bu. Öyle ya da böyle,<br />

yanılsamaya ne diye muhtaç olalım? Ne avunmak gerek bize,<br />

ne aldanış, ne görmezden gelme, ne teslimiyet, ne de kaçış.<br />

Kötümserliğe de sığınmayalım, alıklığa da. Bu<br />

mutluluk/mutsuzluk oyununu bir kenara bırakalım.<br />

Mutluluk bilinç işidir; farkındalık, anlamlandırma, ayırt<br />

etme, yargılama işidir; düşünebilme işidir – buna hiç şüphem<br />

yok. Gerçekle yüzleşerek mutlu olamaz mıyız?<br />

Evvela soralım: Nasıl bir mutluluğun peşindeyiz? Gerçek<br />

bir mutluluk arıyoruz. Madem öyle, onu gerçekliğin içinde<br />

aramalıyız; gerçekçi olmalı, gerçeklikle başetmeli, mümkünse<br />

onunla tatmin olmalıyız. Bu tavrın kendisi bizi mutlu kılmalı,<br />

bize tüm girişimlerimizde neşe aşılamalıdır, zira mutsuz<br />

insandan ne başkaldırı, ne umut, ne de düş beklenebilir.<br />

Mutsuzdan ne araştırmacı olur ne de devrimci. (Söyleyin önce:<br />

Gerçekliği siz salt “nesnel” olarak mı alıyorsunuz? Benim için<br />

gerçeklik; ruhun, bedenin, Öteki’nin, diğer tüm şeylerin,<br />

doğanın, zamanın ve değerlerin bir arada olduğu, yoğun,<br />

ilişkilerle dolu, katman katman olan bütün bir varlık iklimidir.<br />

Bunu bu noktada açıkça belirtmem gerek.)<br />

Mutluluk bilinç işidir, yürek işidir. Uyuşuklukla, ataletle,<br />

ürkeklikle, yılgınlıkla gelmez mutluluk. Çalışkan ruhların<br />

işidir mutluluk, duyarlı ruhların. Ne acının yokluğudur ne de<br />

kesintisiz haz. Acı çekebilen ve haz duyabilenlerin başarısıdır.<br />

Mutluluk iç özgürlüğümüzle doğrudan ilintilidir, dış<br />

özgürlüğümüze kavuşmamız yolunda da kilit rol oynar.<br />

Kendimize ne denli bağımsız bir dünya yaratabilirsek,<br />

89


www.isaretatesi.com<br />

başkalarıyla olan ilişkilerimiz de o denli özgürleşir. Değişim<br />

gücü öncelikle kendimizden gelmek zorundadır. Telos<br />

bizimdir; hedef, amaç, düş, ütopya bizimdir, bize aittir;<br />

mutluluğumuzdur yüzümüzü telos’a doğru döndüren, bizi<br />

yollara düşüren. Bu hususa bigâne kalmak, bu gücü<br />

anlayamamak sorumsuzluktur, tembelliktir ve alıklıktır,<br />

dolayısıyla da ahlâksızlıktır.<br />

Mutsuz insan kendiyle yüzleşemez ki tarihle, kültürle,<br />

koşullarla karşı karşıya kalabilsin. Burada okurlara denklemin<br />

tersten daha doğru kurulabildiğini göstermeye çalışıyorum.<br />

Yılgınlığa yılgınlıkla üstün gelemezsiniz. İçi kıpır kıpır, ruhu<br />

capcanlı olmalı insanın. Mutlu insan, iç dünyasında rahatça<br />

gezinir, keşfetmekten korkmaz, kendini seve seve tanır ve<br />

sınar. Değişimin ve dönüşümün gücünü bildiği için<br />

değişebilir, değiştirebilir, dönüştürebilir; gerçekliği<br />

keşfederken ve eylemlerde bulunurken elinde bir haritası olur.<br />

Hazırdır gerçekliği karşılamaya, yaşamaya – öteki insanlarla<br />

karşılaşmaya ve gerçekliği onlarla birlikte yaşamaya. Mutluluk<br />

gerçeklikten gelecektir, o halde yaşama hazır olmak gerekir.<br />

İnsan, geçmişle geleceğin şimdideki frekansını yakalayıp onu<br />

öteki insanlarla paylaşabilmelidir. Tek başına mutlu olunmaz<br />

çünkü, başkalarıyla birlikte olunur. Eğer başkalarıyla<br />

birlikteysek, kavgada, mücadelede, savaşta da mutlu olabiliriz.<br />

İnsan, mutluluğu duygularıyla, aklıyla, bedeniyle ve<br />

çevresiyle bir bütün halinde yaşar. Bunların bütünlüğü ve<br />

iletişimi, katbekat artan bir enerjiyi ve dönüşüm gücünü ortaya<br />

çıkarır.<br />

90


www.isaretatesi.com<br />

İnsan, gözünü ve kulağını açar; görür ve dinler; ötekiyle<br />

karşılaştıkça “hep daha fazlası var” der. Kendi sınırlarını aşar,<br />

o sınırların başkalarınca aşılmasına da izin verir. Temas kurar,<br />

olanaklarını gerçekleştirir, eylemde bulunur, üretir. Mutsuz,<br />

bunların hiçbirini yapamaz. Mutsuzluk yaşama<br />

beceriksizliğidir. Ahmaktan bu beceriyi zaten bekleyemezsiniz.<br />

Düş göremeyen, anlayamayan, kendini ifade edemeyen, irade<br />

üretemeyen bir kişide yaşama becerisinden söz edilebilir mi?<br />

Dünyayı mutlu insan değiştirebilir. Mutluluğun yolu asla<br />

edilginlikten, konformizmden geçmez. Edilginlik ve<br />

konformizm kapalı bir sığınaktır yalnızca: Tıkılıp kaldığınız<br />

yerden burnunuzun ucunu bile çıkartamazsınız.<br />

Mutluluğun bir son, bir nihayet olmadığını da görmek<br />

gerek. Masalın, filmin ya da romanın mutlu bir sonu olabilir,<br />

ama gerçek mutluluk bütün bir serüvendir. Somuttur<br />

mutluluk; akış ve değişimin ta kendisidir.<br />

Mutluluk, kişinin bir hali değildir. Bir karakter özelliğidir<br />

– hatta bütün bir karakterdir. Kaynağını ethos’tan alır, etiktir,<br />

ahlâkidir. Engellerle karşılaşsa da, haksızlığa uğrasa da,<br />

baskıya ve şiddete maruz kalsa da, mutlu insanın ahlâkı,<br />

ethos’u vardır. Mutluluk hem sorumluluktur hem de bir<br />

kapasite.<br />

Hakkında yanılınamayacak bir mutluluktur bu.<br />

Mutsuzlukla ya da akılsızlıkla karıştırılabilecek hiçbir yanı<br />

yoktur. Karakter vardır, ahlâk vardır, dolayısıyla da ilkeler<br />

vardır, beceri vardır, direnç vardır, kararlılık vardır: Karanlığı<br />

91


www.isaretatesi.com<br />

ışığa dönüştürebilen bir simya vardır. Mutluluk ethos’u insanı<br />

aşkın kılar.<br />

Mutluluk işte bu yüzden ahlâktır, sevgili okur, ve bazen<br />

kendimi de suçüstü yakalayıp tekrar tekrar söylüyorum:<br />

Mutsuzluk ahlâksızlıktır.<br />

92


www.isaretatesi.com<br />

İNANÇLAR, ÖZGÜRLÜK ÇİÇEKLERİ<br />

AÇABİLECEK Mİ?<br />

İnsan, inanan bir varlıktır. Ontolojik, ruhsal, toplumsal,<br />

kültürel, siyasal boyutlarıyla, din, bu temel özelliğin bir<br />

sonucu olarak vardır dünyada. İnanmamanın olanağı var mı?<br />

İnsan, inandığı için insandır.<br />

Varoluşsal açıdan, âdeta şöyle bir çığlık yükselir<br />

insandan: Credo, ergo sum; inanıyorum, o halde varım. Peki<br />

ama neye, nasıl, neden inanıyorum?<br />

Credo, insana, içine düştüğü boşluktan çıkması için<br />

gereklidir. Heidegger’in Geworfenheit dediği “fırlatılmışlık”,<br />

credo öncesinde, yani inanç ve güven öncesinde insanın<br />

kendini içinde buluverdiği bir hiçliktir. İnsan, varlığının<br />

anlamını yakalamak ve bu hiçlikten kurtulabilmek için kendi<br />

ayakları üstünde durmalıdır (ex-sistere).<br />

İnanmak ancak hiçlikle karşılaşabilmiş insan için<br />

özgürlük olabilir. Yeryüzünde kendi ayakları üzerinde duran,<br />

bilinç ve irade sahibi bir özne olabilmek, kendi inancına sahip<br />

çıkmakla alakalıdır. İnanç-öncesi-hiçlik’le yüzleşilemediği<br />

93


www.isaretatesi.com<br />

takdirde, hiçliğin üzeri, inanç bilincinden ve duyarlılığından<br />

yoksun bir şekilde örtülür. Böylesi bir inanç, dar, kör, sıkışık,<br />

şekilsel bir inanç olacaktır.<br />

İnanma, bilinçten önce gelir, zira bilinç yaşantısı,<br />

kaynağını ten ve can birlikteliğini olanaklı kılan canlılıktan<br />

alır. Eski Yunan’ın zôê dediği canlılık, yani dirim,<br />

“fırlatılmışlık” durumu karşısında, varlığını credo’ya, yani<br />

güvene bağlanarak korur. Dirimin yokluğa karşı “varım”<br />

demesi, karşıtlıklar karşısında kendini seçerek bir direnç<br />

oluşturması ve bütünlüğünü koruyarak varlığını<br />

sürdürmesinin yolu buradan geçer: Can, kendi kaynaklarına,<br />

işleyişine ve ötekilerle olan ilişkilerine güven duymalıdır;<br />

adımını attığında devrilmeyeceğine, yerin yarılmayacağına<br />

inanmalıdır. Şu durumda inanç yalnızca bilinçli insan için<br />

değil, bilinç öncesi insan için de varoluşsal açıdan temel<br />

niteliktedir. Canlı, varlığına inanır, kendini korur, direnç<br />

gösterir, ölüm ve yokoluş karşısında yaşamını devam ettirir.<br />

İnsanın tüm varlığıyla hiçliğe direnmesi, hem dirim hem<br />

de bilinç sahibi olmasından ileri gelir. Bunlar sayesinde insan<br />

hem credo der, inanır, hem de curo der, özen gösterir: Ergo sum,<br />

o halde varım, der. Hiçlikten, yaşama doğru hamle yaparak<br />

çıkılır. Yaşama hem güven duyulur hem de kol kanat gerilir;<br />

varolanlar arasında yaşamaya değer hale gelinir. Varlıkla<br />

böyle bir bağım olmasa hiçlikten nasıl çıkarım? Yok olmak<br />

yerine var olmayı seçiyor, dirimime inanıyorum, öteki<br />

varlıklara saygı ve özen gösteriyorum.<br />

94


www.isaretatesi.com<br />

İşte buradan doğar inanç pınarı. Tüm anlamlardan önce<br />

gelen anlam, hayatın kendisidir, candır, kâinatta sürüp giden<br />

kıpırtıdır. Can ahlâkı, buna gösterilen özen (curo) üzerine<br />

kurulur, tüm canlara karşı sorumluluk duymayı buyurur.<br />

Hiçlikle yüzleşmekle başlar her şey. Ahlâk buradan<br />

serpilir, boy atar. Doğu bilgeliği yaşamın kendisi adına hiçliğin<br />

önemi üzerinde yüzyıllarca boşuna durmamıştır. Hiçlikle<br />

yüzleşemeyen inanç düzenleri basit birer sığınak olmaktan<br />

öteye gidemezler. Amentülerini mutlaklaştırıp, şüphe<br />

edilemez hakikatler olarak dayatmaya, hatta onları birer<br />

ayrıcalık, birer üstünlük gerekçesi olarak görmeye mecbur<br />

kalırlar. Sofu en doğrusunu bilir, onun inandığına<br />

inanmayanlar yanlış yoldadırlar ve tez zamanda yola<br />

getirilmelidirler. Ama inancın yolu nasıl olur da baskıya,<br />

düşmanlığa, zulme, öldürmeye çıkabilir? Hani hayata ve hayat<br />

verene (Hayy) saygıdan kaynaklanıyordu inanç? Hani<br />

yaşamanın neredeyse öbür adıydı inanmak? Sevginin ve<br />

özenin olmadığı yerde inancın esamesi mi okunurmuş?<br />

Demek ki, insan inanmayı bilmiyor. Tanrı’ya inandığını<br />

söylüyor, oysa sırf inancın nesnesini ortaya atmak o inancı<br />

yaşamak anlamına gelmez ki! İnanç, insanı nasıl<br />

çirkinleştirebilir? İkiyüzlülükle, yalanla, dünyevî hırslarla,<br />

haksızlıkla, baskıyla, düşmanlıkla inanç nasıl bir araya<br />

gelebilir? Özgürlüğün olmadığı bir inanç nasıl inanç olabilir?<br />

İnanç eninde sonunda dirim kaynağı olmak zorundadır.<br />

Hatta dirimin ta kendisi olmalı, belli bir yaşama bilinci yoluyla<br />

özgürlüğü doğurmalı, kendi döngüsünü kurmalıdır. İnancın<br />

95


www.isaretatesi.com<br />

merkezi, yaşamın çekirdeğindedir: İnsanın canıdır. Kıpırtı,<br />

arayış, keşif, sınama, direnç, hareket: İnanç bunlardır. Eğer<br />

bunlar yoksa, insan tüm varlıklar karşısında nasıl huşu<br />

duyabilir?<br />

Din, aşkın bir varlığa olan inancı temel alır. Fakat salt<br />

“inandım” demek, başladığı yerde biten bir inanca karşılık<br />

gelmez mi? Oysa inanç bir süreçtir – sonu gelmeyen bir süreç.<br />

Can ahlâkı; sürekli yenilenme, tazelenme ve değişim buyurur.<br />

Semavi dinler bu ana inançla uzlaşma konusunda sınıfta<br />

kalıyorlar. Nice inançlı, yenilikten kaçarak, geçmişe saplanıp<br />

kalıyor; zamanın, hayatın akışının ve kendi doğal varlığının<br />

taleplerine karşılık vermekte zorlanıyor. İnancını gerçekle<br />

yüzleşerek elinde tutmayı düşünmüyor.<br />

İnanç düzenleri, özgürlüğün korunmasını önplana almak<br />

zorundalar. Özgürlük, inanç bilincinin ve duyarlılığının yolunu<br />

açar, bunlar da inancı besler. Bireyin dünyasında esaslı bir<br />

credo ve curo’dan söz edebilmemiz için, inancın canın<br />

serüveniyle örtüşmesi gerekir. “Korku ve titreme,” eğer ki<br />

gelecekse, inancın cendereye sokulmuşluğundan değil, canın<br />

inançla olan serüveninden gelmelidir. Yüzleşme, şüphe ve<br />

hiçlik inancın olmazsa olmazlarıdır. İnanç bilinci ve duyarlılığı<br />

bunları dışarı sürmez, dışarıda bırakmaz. Varlığın değerini,<br />

yokluktan korkmayan, inancının sınırlarında özgürce<br />

dolaşabilen insan takdir edebilir. Ve ancak o insan huşu<br />

duygusuyla dolabilir.<br />

Geçmiş, inanç adına bize değerler sunar. Topluma, tarihe,<br />

geleneğe bu yüzden yüzümüzü döneriz. Ama söz konusu<br />

96


www.isaretatesi.com<br />

değerlerin tümü değerlendirilmeyi beklemektedir. Onları kapalı<br />

paketler olarak alıp kullanamayız, içlerini doldurmamız<br />

gerekir, yoksa hayatımız yapaylık, sahtelik üzerine kurulur.<br />

Paketleri açıp güzelce doldurmaya mecburuz. Serüvenin zevki<br />

de buradadır zaten.<br />

Söylediklerim dinin tümü için de geçerlidir. Yalnızca bir<br />

kurum olarak alınan, dünyevî faydalar sunacak bir sığınak<br />

olarak görülen, dar sınırlar içine hapsedilmiş bir din, bize can<br />

ahlâkının gerektirdiklerini veremez. İnanç özgürce<br />

yaşanmıyorsa, din yalnızca mensubu olunacak bir kuruma<br />

dönüşür. Ondan gelecek faydalara, güvencelere, ayrıcalıklara<br />

bel bağlanır. Böyle bir dinin mensubu, güvencesini yitirmekten<br />

dehşetli bir şekilde korkar. Tepkiseldir, hep diken üstündedir,<br />

kendine karşıtlar bulur, yaratır, sürekli çatışma halindedir;<br />

inancı tümden negatif bir niteliğe bürünür; neredeyse hiç<br />

“evet” demez, hep “hayır” der. Kuru bir muhafazakârlığa<br />

sığınan kişi, inancını farkında olmadan “hayır”lar üzerine<br />

kurmuştur. İnanç bilinci ve duyarlılığına sahip olmadığından,<br />

hangi değeri koruduğunu bile bilmez. Zira değerlerin<br />

değerlenmesi, “evet”ler yoluyla olur. “Hayır”ların inançlısı,<br />

inancının ağırlığı altında ezilir. İnancında özgür olmayan,<br />

inancını koruyamaz, pekiştiremez, güçlendiremez; çünkü can<br />

ahlâkının gerektirdiği tazelenme, yenilenme ve değişim<br />

talebine yanıt veremez; yaşamın kendisi tarafından<br />

yanlışlanmaya başlar; bu yüzden yaşama kol kanat germek<br />

yerine yaşama neredeyse düşman kesilir.<br />

97


www.isaretatesi.com<br />

Kendimizle yüzleşmemiz gerek. İnancımız bizi<br />

kendimizle yüzleşmeye çağırıyor. İnancımız bizi Öteki’yle<br />

yüzleşmeye çağırıyor. Canın canla karşılaşmasına çağırıyor.<br />

Can ahlâkına çağırıyor. Yeniliğe, değişime, dinamizme<br />

çağırıyor. İnançlar özgürlük çiçekleri açabildiğinde, inanmak<br />

bir insan olma başarısına dönüşecek.<br />

98

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!