01.04.2020 Views

Dergi 108 sayı 3

Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü'nün yayın organı olan 108 3.sayısı ile sizlerle

Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü'nün yayın organı olan 108 3.sayısı ile sizlerle

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

AYLIK TARİH, KÜLTÜR, SANAT VE GENÇLİK DERGİSİ SAYI:3

TÜRK GENCİ, DEVRİMLERİN VE

CUMHURİYETİN SAHİBİ VE BEKÇİSİDİR.


-1998-

IÇINDEKILER

Mustafa Kemal’in

Yayından Çıkan 6 Ok

MUSTAFA OZBEK

2

4

İMTİYAZ SAHİBİ

Mustafa ÖZBEK

GENEL YAYIN YÖNETMENİ

Berkin Erkmen ERDOĞAN

ALPER ULUTAS

6

8

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ

Yunus KAZAK

Tarihten

1 Yaprak

UZEYIR COSKUN

10

12

SOSYAL MEDYA

Eda AKTAŞ

DAĞITIM

Şafak ERASLAN

0531 955 3876

Edebiyatın

Bir An

FIRAT BAHSI

13

FATIH EYICE

REKLAM

Nesrin KİRAZ

0537 051 8091

GRAFİK TASARIM

Destan KAHVECİ

Gezdim Izledim

Okudum

EDA AKTAS

14

16 17

Pragmatizmin

Güncel Formu

ALI BARAN BERKI

dergi108.adk@gmail.com

BILGESU SIMSEK


SUNUS

Bilgehan Berkin ERDOĞAN

Fikirleri ve eserleri ile ölümsüz liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün

aramızdan ayrılışının 80. yılında her zaman olduğu gibi bu 10 Kasım'da da

O’na olan bağlılığımızı ve sevgimizi ortak düşünce ve duygularla bir kez daha

dile getiriyor, büyük önderimizi özlemle anıyoruz. Türk gençliği olarak en iyi ve

en doğru şekilde O’nu anmalı ve ondan daha da önemlisi Atatürk’ü anlamalıyız.

Bizler Atatürkçü Düşünce Kulübü olarak O’nun ülküsünü ilelebet yaşatmayı

kendimize görev addediyoruz.

Sözlerime Halim Yağcıoğlu’nun Atatürk’e Son Mektup şiirinden bir bölümle

son verip bu muhteşem şiirin duygusuyla sizi baş başa bırakıyorum.

Beni seviyorsanız eğer ve anlıyorsanız,

Laboratuvarlarda sabahlayın, kahvelerde değil,

Bilim ağartsın saçlarınızı, kitaplar,

Ancak böyle aydınlanır o sonsuz karanlıklar.

Mustafa Kemal'i anlamak ağlamak değil,

Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil…

1


MUSTAFA KEMAL’İN

YAYINDAN ÇIKAN 6 OK

MUSTAFA ÖZBEK

PDR

Asrın lideri, aramızdan ayrılalı tam 80 yıl olmuş. Bu

ayrılışı matemle değil içimizdeki mücadele ateşinin olağanca

gücüyle anıyoruz. Bir Mustafa Kemal bekleme hayaliyle

değil birer Mustafa Kemal olma azmiyle çalışıyoruz.

Ulu önderin üzerine 80 koca sene geçse de fikirleri

hala günümüzü bir fener gibi aydınlatıyor. Gerici ve emperyalist

saldırılara rağmen bu aydınlık azalmıyor, bilakis büyük

bir hızla büyüyor, daha geniş kitleleri aydınlatıyor. Bu gerici

ve emperyalist saldırılara karşı(bu saldırılar devamlı işbirliği

halindedir) mücadelede yegâne dayanak, Kemalizm prensipleridir.

Bu prensipler, Mustafa Kemal’in de son meclis

konuşmasında bahsettiği gibi “doğrudan hayattan alınmıştır”.

Bu sebepten ötürü hayat öyle ya da böyle çözüm

olarak bu prensipleri önümüze koyuyor. Bizlere iki seçenek

kalıyor; hayatın da önümüze koyduğu gibi ya Kemalizm’i

seçeriz ya da çürümüş Osmanlıcılık fikrini seçeriz.

PEKİ, NEDİR BU KEMALİST DEVRİM?

Altı temel ilke üzerine kuruludur Kemalizm. Bu ilkeler;

cumhuriyetçilik, devrimcilik, laiklik, milliyetçilik, halkçılık ve

devletçiliktir. Bu ilkeler bugün yolumuzu aydınlatıcı ana

hatlardır. Kemalizm’in birincil amaçları, yıkılan padişahın

ideolojisiyle, feodalizmle ve emperyalizmle hesaplaşmak,

toplumda Cumhuriyet ideolojisini hâkim kılmak ve benimsetmek,

dinin tabiattan uzaklaştıran fikirlerinden sıyrılarak

tarihin sosyolojik yasalarını kavramak, bilimsel, laik, tam

bağımsız ve halkçı bir Türk Devleti oluşturmaktır.

Kemalizm’in doğrudan cephe aldığı iki ana kuvvet

Osmanlıcılık ve emperyalizmdir. Osmanlıcılık, gerici saldırıların

ayağını oluşturur. Doğrudan muasırlaşmayı ve bilimselliği

hedef alır. Ümmet siyaseti bizi milli birlikten uzaklaştırır,

emperyalizmin kucağına iter. Ümmet siyaseti sömürge

olmayı aykırı görmez, bu siyaset için alnını secdeye koyduğun

yer vatanındır. Bu siyaset emperyalizmle sıkı sıkıya bağlıdır,

çünkü nerede gerici ve işbirlikçi ayaklanma olmuş ise

arkasında ümmetçi-Osmanlıcı fikirler ve emperyalizm vardır.

İkinci ana kuvvet emperyalizmdir. Bu kuvvet doğrudan

ulusumuzun bağımsızlığını hedef alır. Bu saldırılar doğrultusunda

Kemalizm ana hatlarıyla oluşmuştur. Bahsettiğimiz

gibi, bu saldırılar hayatın gerçeklerdir. Hayat teoriye hâkimdir,

Kemalist ideoloji oluşurken de hiçbir batıl inanış esas

alınmamıştır, doğanın ve tarihin kanunları yani hayat esas

alınmıştır.

“TAM BAĞIMSIZLIK ANCAK EKONOMİK

BAĞIMSIZLIK İLE MÜMKÜNDÜR”

Mustafa Kemal’in bu sözü çok manidardır. Milli burjuvazi,

milli ekonomi olmadan tam bağımsızlıktan bahsedilemez

işte burada devreye Devletçilik ilkesi girer. Kemalizm

kesinlikle liberalizmi reddeder. Liberal ekonomi, doğrudan

milli ekonomiyi hedef alır çünkü özel girişimlerde kişisel kâr

esastır, devletçilikte ise milletin kârı esastır. Sadri Ertem Devletçiliği

3 ana nedenden gerekli olduğunu düşünmüştür;

“1- Memleketin büyük, fakat yakınca gelir getirmeyecek

olan iktisadi işleri için,

2- Memleketin ecnebi sermayesi önünde toptan

proleterleşmemesi için,

3-Memleket içindeki zümreler arasında mücadelelere

mani olmak için ortaya çıkarılmıştır.”

2


1923 İzmir İktisat Kongresiyle başlayan özel girişimci

çizgi, beklenen başarıyı gösterememiştir. Bunun üzerine

1930’larda Ekim Devrimi’nden esinlenilen Devletçiliğe

yönelme olmuştur. 1931 yılında CHP programı, devletçiliği

şu şekilde açıklar: “Ferdi faaliyeti ve çalışmayı esas

tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde

milleti refaha ve memleketi bayındırlığa eriştirmek için,

milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde

(özellikle iktisadi alanda) devleti fiilen alakadar etmek

önemli esaslarımızdandır”. Yine aynı programda, “Normal

sermayenin biricik kaynağının milli emek ve birikim”

olduğu vurgulanır. 1933 yılından sonra “Ilımlı Devletçilik”

politikasından vazgeçilecek, Beş Yıllık Sanayileşme Planı’yla

daha köktenci politika benimsenecektir. Atatürk, 1937

yılında gelinen durumu şu şekilde özetler: “Türkiye’nin

uyguladığı devlet sistemi, (…) sosyalizmden alınmış alelade

bir nakil değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından

doğma, Türkiye’ye has bir sistemdir. (…) Kişisel girişimi

desteklemek, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin

bütün ihtiyaçlarını ve yerine getirilmemiş vazifelerini

göz önünde tutarak vatanın iktisadiyatını devletin eline

bırakmamak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kısa bir zaman

içerisinde(…) kişisel ve özel girişimin yüzyıllarca başarmaya

muktedir olmadığı şeyi yapmayı başarmıştır.”

YAKICI İHTİYAÇ: KEMALİZM

Yakıcı ihtiyacımızdır Kemalizm; pusuladır, fenerdir,

dayanacağımız biricik kuvvettir. Daha dün Mustafa Kemal’e

saldıranlar, bugün yine ona sarılıyorlar. Bugün ülkemizin

içerden ve dışardan aldığı tehditleri savuşturabilmesi ve

ezmesi için, tekrardan Kemalist programa geçmesi elzemdir.

En kısa zamanda üretim ekonomisine geçilmeli, Cumhuriyetle

başlayan sonrasında emperyalist müdahalelerle

sekteye uğrayan ve duraklayan sanayileşme atılımımız

tekrardan diriltilmeli, fabrika ayarlarına dönüş yapmalıyız.

Eğitimde laiklik ve bilimsellik temelinde düzenlemeler yapılmalı,

bilimi tüm gerçekliğiyle gençliğe aktarmalıyız. Tıpkı

cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi ideolojik anlamda

neslin birikimini derinleştirmeli, var olan her şeyin bilimle

açıklanabilen süreçlerden oluştuğunu, açıklanamayan şeylerin

de henüz keşfedilmediğini, keşfi için çalışılmasının gerektiğini

sağlamak ve anlatmak lazımdır.

1930’larda Kemalist yönetim, yoğun bir şekilde

liberalizm eleştirisine girmiştir. Atatürk devletçiliği anlatırken,

liberalizmle arasına da net bir çizgi çeker: “Bizim

izlediğimiz yol, görüldüğü gibi, Liberalizmden başka bir

yoldur.”

Görüldüğü gibi ekonomide bireyin

değil genelin çıkarı esas alınmıştır. Liberal

ekonomi anlayışına karşı net çizgiler

çekilmiştir.

3


BİLGEHAN BERKİN

ERDOĞAN

VETERİNERLİK

BİRLEŞTİRİCİLİĞİN İLKESİ:

MİLLİYETÇİLİK

Milliyetçilik literatürde; içinde bulunduğumuz halkın

devamlılığını sürdürmesi ve gelişmesi için diğer insanlarla

beraber çalışma ve bu çalışmanın farkındalığını sonraki kuşaklara

aktarma ülküsüdür. Ya da başka bir tanımla; kendi ırkını

ve kültürünü yaşatmak hatta onu yüceltmek için yapılan

çabalar ve bu yolda benimsenen ilkelerdir.

ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

Atatürk milliyetçilik anlayışı vatandaşlık bağına dayanır.

O'nun milliyetçiliği etnisite üzerinden değil aidiyetlik üzerinden

anlam kazanır. Vatana aidiyetlik beraberinde bağımsızlığa

aidiyetliği ve hürriyete bağlılığı doğurur.

Atatürk Türk milliyetçiliğinin tanımını ise

şöyle yapmaktadır: “Türk milliyetçiliği, ilerleme

ve gelişme yolunda ve uluslararası

görüşmelerde bütün çağdaş milletlere

paralel ve onlarla aynı uyum içinde yürümekle

beraber, Türk toplumunun sosyal

ve özel karakterlerini ve başlı başına

bağımsızlığa dayanan kimlik haklarını

saklı tutmaktır.

Atatürk’ün milliyet tanımına

göre: Milleti millet yapan düşünce gücünün

temelini milliyetçilik teşkil etmektedir.

Milliyetçilik, millî benlik, millî birlik, millî

ahlâk, millî ekonomi, uygarlık ahlâkı, millî

duygu ve insanî duygunun birleşmesinden meydana

gelmiştir. Türk Milletinin düşünce yapısı içinde

güçlü bir şekilde bilinçlendirilecek olan bu duygulardır. Bu

duygulara sahip olan milletler, millî çıkarlar doğrultusunda bir

çalışma düzeyi yaratabilirler.

Bize milliyetçi derler. Ama biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle

işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların

milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz

herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.

4

Atatürkçü görüşe göre Türk milleti 1924 Anayasası’nda

tanımlıdır. Bu tanımda ırk ve din reddedilir. Bu

tanımda "Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı gözetilmeksizin

vatandaşlık itibariyle Türk denilir"

denmektedir.

Atatürk ise millet tanımını şöyle yapmıştır: “Türkiye

Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Türk

milletini oluşturan insanların tarihleri birdir, dili Türkçedir. Birbirine

karşı saygı ve özveri duygularıyla dolu, yazgı ve çıkarları ortak

bir toplumdur.”

Dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski bir

yurt, ondan daha temiz bir millet yoktur. Ve bütün insanlık

tarihinde görülmemiştir.” diyerek milletine tarih kökeninden

gelen bir isim takmıştır. Bu ismi milletine benimsetmeye çalışmış,

tarihte Türklerin yeteneklerini, özelliklerini ve kurdukları

uygarlıkları anlatmıştır.

Kendini Türk hisseden, tarihimizi ve kültürümüzü

paylaşan herkes Türk’tür. Türk devletine vatandaşlık

bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Değişik

kökenden bütün toplulukların ortak adı, ulusal

kimliği Türk’tür. Ulusal kimliğini yadsıyan kişi,

yurttaş olamaz. “Türk” sözcüğü, “Türk

ulusu” ifadesi Anadolu’da yaşayan bütün

etnik grupları birleştiren milletimizin adıdır.

Benim milliyetçiliğim, ayrılıkçı soydaşlığı

değil, birleştirici yurttaşlığı esas alır diyerek

ırkçılığı reddetmiştir.

GÜNÜMÜZ TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

Günümüzde milliyetçilik kavramını

birleştirici olmaktan çıkarıp tam tersi ayrıştırıcı

kılmaya çalışan taraflar sürekli bu kavramı tetikleyerek

toplumları bölmeye ve böylece kolaylıkla

yönetmeye çalışmaktadırlar.

Milliyetçilik tartışmalarına bakıldığında, bazı noktaların yeterince

vurgulanmamasından kaynaklanan bir karmaşanın varlığı ortaya

çıkıyor. Hatta milliyetçilik yerine ulusalcılık terimine bile müracaat

edildi. Bu ülkede yıllar boyu çarpıtılmış bir milliyetçilik anlayışıyla

doldurulmuş nesiller yetişti. Bunun aslında kendimize ve

geçmişimize düşman bireyler yetiştirdiğinin farkına varamadık.

Geçmişe bakıldığında, Boşnak, Kürt, Arap, Arnavut vb. halklar,

batı dünyasında bile tek millet olarak algılanıyordu ve onlara

karşı tek bir isim ve bakış açısı mevcuttu; Türkler. Türk kelimesini

zamanla dinle özdeşleştirmekten yana olan bir takım gruplar

ortaya çıkmıştır.


Tehlikenin farkında olmayanlar kendilerine bu gözle

bakılmasından hiç rahatsız olmadılar. Bu algısı değiştirilmiş

milliyetçilik anlayışına ekonomik, politik, kültürel, yerel ve

küresel problemler de eklenince işler iyice çığırından çıktı.

Fakat biz bu olanları çeşitli güçlerin bu milletin yurduna etki

ettiğini çözene dek anlamadık.

Hangi ırktan, hangi milletten olursa olsun onlara saygı

duyan Mustafa Kemal Paşa, daha 1915’te işgalci İngilizlerin

oyunuyla Çanakkale’ye getirilen ve burada savaşırken ölen

Anzak gençlerini bağrına basmış onlara ve annelerine şöyle

seslenmiştir:

“Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken

kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur

ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana,

koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen

analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır.

Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır.

Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim

evlâtlarımız olmuşlardır.”

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE

Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü ırkçılık niyetiyle

okuyanların ve Atatürk’ü şovenist (özgün anlamda abartılı,

saldırgan bir vatanseverlik ve ulusal üstünlük inancı) olarak

itham edenlerin Atamızın şu sözüne dikkatlerini çekmek

isterim.

“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu,

Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir milletin evlatları, hep aynı

cevherin damarlarıdır.” İşte bu nedenle “Ne mutlu Türk’üm

diyene!” sözünü okurken aslında anlaşılması gereken “Ne

mutlu Türk’üm diyebilene.” dir.

Bu sözleri söyleyen lider yendiği düşmanı tarafından Nobel

Barış Ödülü’ne aday gösterilen, Türk Dil Kurumu’nun başına

Ermeni Türk Vatandaşı Agop Dilaçar’ı getiren, Tunuslu, Cezayirli

bağımsızlık savaşçılarının göğüslerinde resimlerini sakladığı,

Türk ve yabancı devlet başkanlarının arkasından ağladığı güya

“ırkçı” liderdir.

Siz hiç 151 ülkenin onayıyla UNESCO tarafından

“Atatürk uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda çaba göstermiş

üstün kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir inkılapçı,

sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan

haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca

insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayırımı göstermeyen, eşi

olmayan devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu”

denen ırkçı gördünüz mü?

5


Cumhuriyet’ten önceki yıllarda sofralarımızın

vazgeçilmezi, ekmeği evlerde kendimiz yapıyorduk. Her

evde bir tandır vardı ve bu tandırlarda yufkalar ve köy

ekmekleri pişiyordu. Cumhuriyet’in gelişi ile birlikte belediyelere

bağlı devlet fırınları açıldı. Evet, bir gecede ekmeksiz

kaldık ve bunu yapmamızı İngilizler istedi, neden mi? Çünkü

bu fırınlar sayesinde belediyelerin mali gelir sağlaması İngilizlerin

işine geliyordu. Düşününüz torun dedesinin yediği

ekmeğin tadını bilmiyor. Saçma geldi değil mi? işte Harf

Devrimine yapılan eleştireler de bu kadar saçma ve gerici

bir tavırdır.

HARF İNKILABINA NEDEN GEREK DUYULDU?

Arap harfleri, onların gırtlak yapısına göre düzenlenmiş

olduğundan telaffuzları öz Türkçe’nin gırtlak yapısına ve

söyleyiş esasına uygun değildi. Bu sebeple Türk Milleti’nin

düşüncesine şekil veren alfabe, bu olamazdı. Mevcut durum

için uygun olan yeni bir semboller sitemine ihtiyaç vardı.

Okuma-yazmayı kolaylaştırmak, yaymak ve böylece

modern eğitimin gerçekleşmesine zemin hazırlamak ancak

Harf Devrimi ile sağlanabilirdi.

Resimli Gazetede yazmıştır. Böyle lisan ve tahsilin olamayacağını

ve senelerce okula gidip hiçbir şey öğrenememenin bir

vakit kaybı olduğunu belirten Hüseyin Cahit, aynı yazısında da

o halde Türk Milleti’ni Arap harflerinin millî harflerimiz olmadığı

için kullanmaya mecbur eden bir sebebin de kalmadığını

belirtmiştir.

1924 yılından Latin harflerinin kabul sürecine kadar,

bu konu hep tartışılmış ancak harfler değişirse bir yığın el

yazması eserin artık okunamayacağından şüphe edilmesi bu

devrime hep mesafeli kalınmasına sebep olmuştur. Dönem

içerisinde Akşam Gazetesi’nde anketler yapılmaya başlanmıştır.

Yeni harflerin kabulünün sonucunun olumlu olup olmayacağı

sorusu sorulmuştur. Bu ankette Zeki Velidi Togan, Fuat

Köprülü gibi isimler yeni harflerin kabulünün sakıncalarından

bahsederken; Halit Ziya, Falih Rıfkı gibi isimler ise Harf Devriminden

yana bir tavır sergilemişlerdir. Mustafa Kemal bu

anketleri ve çalışmaları yakından takip etmiş ve ortamın harf

devrimine uygun olmadığını saptamıştır. Ancak 1927 yılı

boyunca da çalışmaların devam etmesini istemiştir.

BİR GECEDE DEĞİL MİLLİ MÜCADELEDEN

BERİ GELEN BİR SÜREÇ

Millî Mücadelenin zaferle sonuçlanmasının ardından 12 Eylül

1922’de İstanbul gazetecilerinden Hüseyin Cahit, Yakup

Kadri, Ahmet Emin ve Ebuzziya Velit ile bir araya gelen

Atatürk, Hüseyin Cahit’in “Niçin Latin yazısını almıyoruz?”

sorusuna “Daha zamanı gelmemiştir” cevabını vermiştir.

Aynı yıl Hüseyin Cahit, Türkiye’de nüfusa oranla okur-yazar

sayısının çok az olduğunu, bu olumsuzluğun bir türlü önlenemediğini

ve üç-dört sene mektep okuyan çocukların bile

doğru okuyamadıklarını

Büyük Türk ulusu bilgisizlikten,

az emekle kısa

yoldan ancak kendi ve soylu

diline kolayca uyan böyle bir

araçla sıyrılabilir. Bu okuma-yazma

anahtarı ancak

Latin kökünden alınan Türk

alfabesidir.

6


HARF DEVRİMİ’NİN RESMÎ BAŞLANGICI

20 Mayıs 1928 yılında “Latin Rakamları Tasarısı”

mecliste kabul edilmiştir. 20 Mayıs 1928’de Millî Eğitim

Bakanlığı’nın önergesi ile yazı hakkında incelemeler yapmak

üzere Dil Encümeni adıyla Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında

bir komisyon kurulmuştur.

Komisyonlar Mustafa Kemal’in başkanlığında çalışmış

ve 6 Ağustos’ta alfabeye son şeklini vermiştir. Encümen

adına Elifba raporu ve gramer hakkında rapor hazırlanmış ve

böylelikle yeni harflere ilişkin teknik hazırlık tamamlanmıştır.

Anlaşılan Cumhuriyeti kuran yönetici kadro, alfabe değişikliğine

giden yolda sistemli bir çalışmaya girmiş ve bu duruma

bir gecede karar vermemiştir.

Harf Devrimi ile Türk Milleti dilini kaybetmemiştir. Neticede

bu devrim ile yeni bir dil kullanılmaya başlanmamış öz Türkçenin

yazıldığı harfler değişmiştir. Cumhuriyet düşmanlarının

iddia ettiği gibi Harf Devrimi, sadece Arapça kelimelere

yönelik olarak değil dildeki tüm yabancı kelimelerin temizlenmesine

yönelik bir çalışmadır.

GERÇEĞİ BİLİMSEL VERİLER GÖSTERİYOR

1923 yılında nüfusun % 2.5'i okuma yazma

biliyordu. 1928 yılında ülkedeki okur yazar oranı % 10.6,

öğrenci sayısı 350.000 civarında iken, 1938 yılında

okur-yazar oranı % 22.4'e, öğrenci sayısı ise 1.110.000'a

çıkmıştır.1923'te, tüm ilkokulların sayısı 4.894, öğrenci

sayısı 341.941, öğretmen sayısı 10.238 iken, 1932 yılında

okul sayısı 6.788'e, öğrenci sayısı 567.361'e, öğretmen

sayısı 15.064'e yükselmiştir.1938 yılında ise okul sayısı

7.862'ye, öğrenci sayısı 813.636'ya, öğretmen sayısı ise

17.120'ye ulaşmıştır(1).

KAMPÜSTEN UZAK KAMPÜSCÜ

Cumhuriyet Üniversitesi’nde bir dergi yayınlanıyor,

gerçeği çarpıtan Mustafa Kemal Atatürk’e ‘’şekilci’’ diyebilecek

kadar akılsızca yazılmış bir dergi. Geçen yıl yayınladıkları

bir sayıda bulunan Harf İnkılabını doğrudan hedef alan

‘’bunları biliyor musunuz?’’ köşesinden ufak bir alıntı yapıyorum.’’

Meseleyi ideolojik ve popülist bir yaklaşımla değerlendirmiyoruz.

Ancak düşününüz ki, torun dedesinin

mezarındaki taşı okuyamıyor. Sıklıkla belirttiğimiz gibi

şekilcilikle ilerleme olmaz.’’ Bizim de sormak istediğimiz bir

durum var, bundan rahatsız olan bu arkadaşlar neden

Orhun Abideleri’ni okumak için Göktürk alfabesini öğrenmiyor?

Bu tavır yalnızca Türk Milletinin birliğine ve bütünlüğüne

zarar verir. Bu vatan savaşı sürecinde ayrıştırıcı değil

birleştirici olmak Türk gençliğinin önündeki en önemli

görevdir.

7


ALMANAK

CUMHURIYET doNEMI (1923-1938)

SİMGE YURTTAŞ

ELEKTRİK-ELEKTRONİK

MÜH.

Cumhuriyet’in İlanı

TBMM’nin şimdi müze olan o zamanki küçük tarihi binasında Çorum Milletvekili

İsmet (Eker) Beyin Başkanlığında 159 Milletvekili ile birlikte ittifakla şu karar alınmıştır;

“Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.” Türkiye Cumhuriyeti Başkanlığı için yapılan

oylamaya 158 kişi katılmış ve Cumhurbaşkanlığına oy birliği ile Ankara Milletvekili Gazi

Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir. (Gazi Paşa oylamaya katılmamıştır). Cumhuriyetin ilanı

o akşam bütün imkansızlıklar içinde yurda duyurulmuş ve gece yarısından sonra 101

pare top atılarak şenlik yapılmıştır.

Hilafetin Kaldırılması

Urfa Milletvekili Şeyh unvanlı Saffet Efendi ile 50 arkadaşının ‘Hilafetin kaldırılmasına

ve Osmanlı Hanedanı mensuplarının Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına

çıkarılmasına’ dair verdikleri önerge görüşülüp kabul edildi.

-Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi.

Bu kanunla bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı, ayrıca İstanbul

Darülfünun’a bağlı bir İlahiyat Fakültesi açılması kararlaştırıldı.

-Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.

İstanbul Müftülüğü yayınladığı bir bildiriyle; Cuma namazlarında okunan hutbede,

Halifenin adı yerine Millet ve Cumhuriyetten söz edilmesini ve Milletle,

Cumhuriyetin saadet ve tealisi için dua edilmesi gereğini ilgililere bildirdi.

Teşkilat-i Esasiye Kanunu (Anayasa) kabul edildi.

ZİYA GÖKALP

1876 - 1924

Türk düşünürü ve yazar Ziya Gökalp hayatını kaybetti.

Şeyh Sait İsyanı

Şeyh Said isyanı, hilafet yanlısı Zaza ve Kürt aşiretlerin cumhuriyete ve inkılaplara karşı

gerçekleştirdiği ayaklanmadır. Şubat 1925’ten Nisan 1925’e kadar süren Şeyh Said

isyanı Cumhuriyet tarihinin ilk geniş çaplı ayaklanmasıdır.

Tekke ve zaviyelerin Kapatılması;

Tekke ve zaviyelerle, türbelerin kapatılması.Osmanlı döneminde tekkeler, git gide,

çalışmaksızın tevekkül felsefesini işleyen yerler haline dönüşmüştü. Türkiye

Cumhuriyeti artık, şeyhler, dervişler ve müritler memleketi olamazdı. İşte 30 Kasım

1925’te kabul edilen bir yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile

şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. birtakım vunvanlar kaldırıldı.

8


Türk Medeni Kanunu kabul edildi.

Kadın-erkek eşitliği sağlandı.

Harf Devrimi;

Bu yasanın kabulüyle o güne kadar kullanılan Arap harfleri esaslı Osmanlı alfabesinin

resmiyeti son buldu ve Latin harflerini esas alan Türk alfabesi yürürlüğe kondu.

Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı tanıyan yeni Belediye Kanunu’nun kabulü.

Menemen Olayı;

Nakşibendi tarikatına bağlı Derviş Mehmet ve kendisine katılan yandaşlarıyla,

Menemen’de gösteri yapmak istediler. Menemen’de Yedek Subaylık yapan ilkokul

öğretmeni Mustafa Fehmi Kubilay bir manga askerle gericilerin üzerine yürümek ve

onları durdurmak istedi. Derviş Mehmet, Kubilay’ı şehit ettikten sonra, başını kesip bir

mızrağa takarak kentin sokaklarında dolaştırdı. Bu olayda, Hasan ve Şevki isimli

bekçilerimizde şehit olmuşlardır. Orgeneral Mustafa (Muğlalı) başkanlığında kurulan özel

bir mahkemede yargılanan suçlular, ölüme mahkum edilmişlerdir.

Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) kuruldu.

Ulu önder Mustafa Kemal ATATÜRK’Ü yitirdiğimiz gün.

9


TARİHTEN 1 YAPRAK

TARİHTEN 1 YAPRAK

CUMHURİYET NEDİR?

Cumhuriyetin ilanından sonra tramvay taşımacılığı imtiyazını

elinde bulunduran Belçikalı şirketle masaya oturulur yeniden.

İmzalanan anlaşmaya göre öğrenci kimliği gösteren

yolculardan taşıma ücretinin yarısı alınacaktır. Bu değerin o

yıllardaki karşılığı da “40 para” tutmaktadır.

Ne var ki, yabancı şirket Cumhuriyet hükümeti ile

imzaladığı anlaşmaya uymaz ve öğrencilere tam bilet kesmeye

devam eder. Öğrencilerin haklarında diretmesi ile tramvaylar

hareketli tartışmalara sahne olur. Tramvaylarda öğrenciler

ile biletçi arasında sürtüşmenin yaşanmadığı gün yok

gibidir. Çıkacak olan bir kıvılcımın zararlarına olacağına çok iyi

bilen şirket yetkilileri, tramvaya sivil bir polisin bindirilmesini

ister. İşin garip yanı Belçikalı şirketin çıkarlarına zarar gelmemesi

için istekleri kabul edilir!

Kendilerinden fazla para alınmasına karşı olan öğrenciler

bir protesto gösterisi düzenlemeye karar verirler. Bu

eyleme göre, 15 Kasım 1924 tarihinde İstanbul’un çeşitli

duraklarından tramvaylara binecek olan öğrenciler, biletçilere

“40 para” vereceklerdir. Eylemin amacı, hiç şüphesiz ki yeni

kurulan Cumhuriyet’in sömürüye taviz vermeyeceği yönündedir.

Öğrenciler, ülkemizdeki yabancı şirket yöneticilerinin

beyinlerinde yerleşmiş olan kapitülasyon dönemindeki uygulamaları

yıkmak isteğindeydiler.

Harbiye’den tramvaya binen

3 Tıp öğrencisi kraldan daha

çok kralcı bir biletçi ile karşılaşırlar.

Biletçinin “Tam bilet

alacaksınız” diye diretmesi

karşısında öğrenciler direnirler.

Vatmanın tramvayı şirket

çalışanlarının fazlaca olduğu

bir yerde durdurması ile olay

daha da büyür. Öğrenciler

tekme ve tokatlardan korunmaya

çalışırken, silah sesleri

duyulur. Herkes korku

içinde kaçışır-

-ken, görülen manzara

şudur: Yerde kanlar içinde

yatan iki öğrenci ve eli

silahlı bir sivil polis!

16 Kasım günü,

saldırıyı kınamak amacıyla

yürüyüş yapan öğrenciler

yabancı şirketin bürosunu

basarlar ve altını üstüne getirirler. Şirket yetkilileri kırılan canların

yerine camların hesabını yapmakta gecikmez ve şu açıklamayı

yapar “Türkiye’nin ecnebi sermayeye ihtiyacı vardır. Bu

sermaye ise ancak Türkiye’de istikrarlı bir vaziyet hasıl olduktan

sonra gelebilir. Bu hadiseler arzu edilen istikrarın Türkiye’de

mevcut olmadığını gösterir ki bu takdirde ecnebi sermayeyi

getirmek hatadır.”

Düzenlenen gösterilerde polis, öğrencilere acımasızca

saldırmakta ve aralarından bazılarının atmış olduğu insanlık dışı

tekmeler ve yumruklarla ortalığı kan gölüne çevirmektedir.

Cumhuriyet tarihimizdeki İlk öğrenci eyleminde tabancasını

sanki karşısında düşman varmış gibi ateşleyen de bir polistir.

Cumhuriyet yalnızca “halkın kendi kendini yönetmesi”

değildir. Bugün toplu taşımalarda üstünde fotoğrafımız olan

kartlarla, tam ücretin yarsını ödeyerek otobüse binebiliyoruz

ya, Cumhuriyet budur işte!

Şimdi de elimizde Hukuk-ı Beşer gazetesinin 22 Mart

1919 tarihli sayısını alalım ve “Alt Tabaka” başlıklı yazıdan bir

bölüm okuyalım: “Bizde en ziyade düşünülecek bir sınıf varsa,

o da şüphesiz alt tabakadır. Çiftçi, makineci, dükkâncı, hâsılı

erbâb-ı say ve amelin teşkil ettiği bu sınıf ahali, alnının teri ile

ekmeğini kazanır. Devletin hazinesini hisse-î mesaisi ile doldurur,

asker olur, kan vergisini de öder. Buna mukabil ekseriyetle

düşünülmez, ihmal edilir, hatta bir rey-i siyasiye, hakk-ı intibaha

da malik olmaz.

10


Hakk-ı intibaha malik olmak az çok vergi veren, yeni

zengin olanların bedel-i nakdi vererek, bin bir dolap

çevirerek askere gitmemek, sahib-i yesar bulunanların

hatırı sayılmak, servet ve saman eshabının hakkıdır. Fakir

olmak, mahkûm-ı sefalet olmakla birdir. Umumi olması

lazım gelen mektepler bile patronların çocuklarına mahsustur.

Fakir, sabahtan akşama kadar kızgın güneşin altında

çalışır, didinir, fakat bu kadar say ü gayreti ile beraber

ailesini yine de bihakkın terfih edemez. Ve çocuğunun

mesaisine de muhtaç olur. O sebepten çocuklarını da

çalışmaya çabalamaya sevk eder. Ve nihayet çocuklar

tahsil çağını geçirirler. Bu suretle cahil kalanların adedi

ekseriyeti teşkil ediyor.”

Yazıdan da açıkça belli olduğu gibi eğitimin “patronların

çocuklarına” ait olmasından rahatsızlık duyan bir yazarla

karşı karşıyayız. Paralı eğitime karşı olduklarını Millet Meclisi’nde

dile getirdikleri için öğrencilere ağır cezalar vermek

Hukuk-ı Beşer gazetesinin yazarını da mahkûm etmektir.

Devletin öğrencilerden para almasına karşı çıkanlar “alt

tabakanın” çocukları değil midir? Emekçiler, dar gelirli insanlar,

paraları olmadığından çocuklarını okutamamakta, onları

çalışmaya sevk etmektedir. Askere gidip “kan vergisini”

ödeyenler de o çocuklardır.

Üniversitelerde harç alınmasını protesto eden

öğrencilere atılan tekmeler tokatlar “Alt Tabaka” başlıklı

yazının yazarını da yaralamaktadır. Çünkü o, okulların

yalnızca zengin çocuklarına açık olduğu bir ülkeyi sevmiyordu.

Birilerinin “Ya sev ya terk et” dediğini duyar gibiyim.

Yazarımız bu konuda da şunları söylemişti: “Vatanımız beni

kurtarınız, beni kucaklayınız, aman beni terk etmeyiniz…”

O yazar 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e çıkan işgal askerlerine

ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin’den başkası değildir!

Bu ülkenin vatan evlatları yalnızca kendini kurtarmak

için çalışmaz. Varlığını Türk varlığına armağan eder ve

Vatanın bütünlüğü için çalışır. Gerekirse Tıbbiyeli olur

manda ve himayeyi reddeder gibi “40 Paralık” olur. Gerekirse

Hasan Tahsin olur vatanı için kendini feda eder.

11


ÖĞRENCİNİN GÖZÜNDEN

EKONOMİK KRİZ

BORSA

Ülkemizde yaşayan her kesimin sorunları olduğu

gibi üniversiteli öğrencilerin de birçok sıkıntısı bulunmakta.

Bunların başında ise ekonomik sorunların geldiği karşı

konulamaz bir gerçek.

ÜNİVERSİTELİ GEÇİMİNİ NASIL SAĞLIYOR?

İşte bu noktada belirsizlikler başlıyor. Birçoğumuz

zorunlu olarak ailelerimize ekonomik olarak bağımlı

yaşıyoruz. Ailelerimizin yanı sıra destek alabileceğimiz bazı

kuruluşlar var ki bunların başında Kredi Yurtlar Kurumu

geliyor. Bunun yanı sıra Türk Eğitim Vakfı, Çağdaş Yaşamı

Destekleme Derneği ve Vakıflar Genel Müdürlüğü alternatif

burs alınabilecek kurumların başında yer alıyor.

HAYATA BORÇLU BAŞLAMAK

Kredi Yurtlar Kurumu’nu ele almak gerekirse iki

seçeneğiniz mevcut. Ya büyük başarılar elde ettikten sonra

ailenizin maddi gücü de yeterli görülmüyorsa geri ödemesiz

burs alabilirsiniz. Fakat bu şartlardan herhangi birini

karşılayamıyorsanız, mezun olduktan sonra geri ödemek

kaydıyla, size aylık 470 TL ödeniyor. Bu durumda ise

hayata borçlu başlamış oluyorsunuz.

ÖGRENCİ ÜVEY EVLAT!

Peki, şimdi şunu sormak istiyorum; G-20 zirvesine

ev sahipliği yapmış, dünyanın sayılı büyük ekonomileri

arasına girmiş (!) ülkemizde Eylül 2018 verilerine göre 1

kişinin geçim maliyeti 2.313 TL olarak hesaplandı. 4 kişilik

bir ailenin yoksulluk sınırı ise 6.167 TL oldu. Bu durumda

öğrenci geçimini nasıl sağlayacak? Devletin verdiği

470TL’yi, 1 kişinin geçim maliyetinden çıkarttıktan sonra

hala geriye 1.843 TL kalıyor. Bu hesaba yaşadığı

şehirden farklı bir şehirde öğrenim gören öğrencilerin

konaklama giderlerini de ekleyecek olursak

durum içinden çıkılmaz bir hale geliyor. Ve unutmayın

ki birçok öğrenci ailesinden destek bile

alamıyor.

ÖĞRENCİNİN AÇLIK SINIRI (SİVAS)

Kira: 300 TL (Kişi Başına Düşen)

Yol Masrafı: 77 TL

Yemek: 360 TL

Eğitim Masrafı (Kitap, Fotokopi, Kırtasiye Giderleri vs.: 250 TL

Ortalama: 987 TL

SÜREÇTEKİ TEK ÇÖZÜM

Peki devletten aldığımız, kredi ya da burs 470 lira iken

bu parayı hangi birine verelim. Burada temel çözüm burs ya da

kredilerin miktarı artması değil, buradaki tek çözüm kesin

ve nettir: Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi

tekrardan Türkiye’yi, üretime yönelterek, yerli üreticiyi

gümrüklerle koruyarak, sanayiciyi ve tarımı destekleyerek,

iç pazarı genişleterek, paranın giriş çıkışını denetleyerek

yapılabilir. Özetle Cumhuriyet kurulduğundan beri uygulanan

ve 1937 yılından itibaren anayasamıza giren Atatürk’ün Temel

İlkeleri arasında yer alan Devletçilik politikası bu kabız

durumun en açık çözümüdür. Devletçilik politikası tekrar

uygulanmaya başladığında Türkiye gerçekten bir dünya devi

olacak, öğrenci ise hayat kaygısı gütmek yerine esas sorumluluğu

olan eğitimine odaklanabilecek.

12


EDEBİYATIN

İÇİNDEN

BİR AN

ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN

GSF(HEYKEL)

Ben yazıma başlarken

Galata kulesinin önünden bir

çocuk babasıyla geçti, en azından öyle tahmin

ediyorum. Ve bir kuş uzun bir uçuşun ardından

Vedat Oğuzcan’nın mezarına kondu. Biraz dinlendikten

sonra ise Ümit Yaşar Oğuzcan’ın mezarına doğru kanat

çırpmaya başlıyor.

Ümit Yaşar’ın kendisi gibi şair olan babası Lütfi Oğuzcan,

sürekli evlat acısı korkusuyla yaşamış çünkü on altı yaşında ilk

şiiri yayınlanınca dergi elinde ”baba şiirimi yayınlamışlar“ diye

gelen ümit Yaşar Oğuzcan intihar etmeye çalışmış başarısız

olmuştu babası bu olay üzerine ona şu şiiri yazdı:

Bak dünya ne güzel, bu sitem niye,

Ettim ben adımı sana hediye.

Mutluyum ey oğul babanım diye,

Çarptırma hicvinle cezaya beni!

Melankolik şairimiz, rivayete göre ömrü boyunca yirmi dört

kez intihar etmeye çalışmış; şiirlerinde aşk, ayrılık, özlem

temalarını işlemiştir. Acının şairi bir mektubunda kendi hayatını

şöyle anlatmıştı: “Önce şunu belirtmek yerinde olur ‘benim

hayatım’ roman değildir. Baştanbaşa şiirdir benim hayatım,

şiirdir ve aşktır. Köhne dünyayı 1926 yılında şereflendirdim.

Daha doğrusu çilem 1926 yılında Tarsus’ta başladı. Babamın

adı Lütfü, anamınki Güzide. İlk çocukluk yıllarından bu yana

çeşitli kazalar, hastalıklar, ameliyatlar geçirdim. Üç yaşında

ayağım kırıldı, dört yaşında mangala oturdum, beş yaşında 20

basamak taş merdivenden düştüm, yedi yaşında başıma

sandık kapağı düştü, bu arada fazla ateşli geçirdiğim kızamık

sonucu kekeme kaldım (o günden beri ateşliyimdir). 14 yaşında

apandisit, 19 yaşında böbrek (tek böbrekliyimdir), 30

yaşımda bademcik ameliyatı geçirdim.”

Bu mektubu okuduktan sonra Galata kulesinin tepesine bir

martı kondu. Şaşkın şaşkın izliyor İstanbul’u. Aynı zamanda

babasının kucağında, otobüsün camına kafasını yaslamış bir

çocuk Galata Kulesi’ni izliyor şaşkın şaşkın. Hissediyorum ki

Vedat Oğuzcan’ın mezarında “buuvv” diye ses çıkaran bir

rüzgâr esiyor, yazıma dönüyorum.

13

"Saatim her zaman Ayten'e beş var ya da Ayten'i

beş geçiyor. Ne yana baksam gördüğüm o,

gözümü yumsam aklımdan

Ayten geçiyor. Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz,

günlerden Aytenertesidir." Ümit Yaşar Oğuzcan'ın hayatında,

sevdiği üç kadın oldu. Mihriban, Ayten ve ikinci eşi

Ulufer Oğuzcan "her zaman çok sevip ama az sevildiğinden”

yakınmıştır. Şairin asıl mesleği bankacılıktır, otuz yılını vermiştir

bu mesleğe. Söylenenlere göre bir kaç kez iş yerinde

intihar etmeye çalışmıştır. Bu intihar çabaları oğlu Vedat’ı çok

etkilemiş, aileye ise mutsuzluk getirmiştir.

Bir gün Vedat evden gizlice çıktı güzel giyinmişti Galata kulesine

koşarcasına yürümüş merdivenleri nasıl çıktı kim bilir

bazı kişiler bir iki kadeh konyak içtiğini söylüyor. Vedat,

Galata Kulesi’nden aşağı kendini bıraktı.

Ceketinin cebinde bir not çıktı. Şair babasının dolma

kalemiyle yazılmış bir not…

“Baba öyle intihar edilmez, böyle edilir”

Ümit Yaşar Oğuzcan o günden sonra Galata kulesinin önünden

geçmedi. Artık şiirleri ölüm üzerine oldu.

GALATA KULESİ

6 Haziran 1973, pırıl pırıl bir yaz günüydü,

aydınlıktı, güzeldi dünya,

bir adam düştü o gün galata kulesinden.

kendini bir anda bıraktı boşluğa;

ömrünün baharında, bütün umutlarıyla birlikte paramparça oldu.

bir adam düştü galata kulesinden;

bu adam benim oğlumdu gencecikti Vedat,

ışıl ışıldı gözleri, içi,

bütün insanlar için sevgiyle doluydu

çıktı apansız o dönülmez yolculuğa

kendini bir anda bıraktı boşluğa,

söndü güneş, karardı yeryüzü bütün zaman durdu.

bir adam düştü galata kulesinden

bu adam benim oğlumdu; açarken ufkunda güller alevden,

çıktı, her günkü gibi gülerek evden,

kimseye belli etmedi içindeki yangını

yürüdü, kendinden emin sonsuzluğa doğru.

galata kulesinde bekliyordu ecel,

bir fincan kahve, bir kadeh konyak,

ölüm yolcusunun son arzusuydu bu,

bir adam düştü galata kulesinden;

bu adam benim oğlumdu.

küçücüktü bir zaman,

kucağıma alır ninniler söylerdim ona,

uyu oğlum, uyu oğlum, ninni.

bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat.

6 haziran 1973 galata kulesinden bir adam attı kendini;

bu nankör insanlara bu kalleş dünyaya inat,

şimdi yine bir ninni söylüyorum ona,

uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat.


PRAGMATİZMİN GÜNCEL FORMU

ALİ BARAN BERKİ

İNŞAAT MÜH.

Günümüz Türkiye’sinin en temel sorunlarından bir

tanesi olan toplumsal çöküş, her türlü alanda kendini göstermekte.

Uzun zamandır bu temel sorun göz ardı edilmiş ve

nedenini halkın tembelliği ve eğitim seviyesinde ki düşüklük

olarak nitelendirilmiştir. Bu çöküşün nedeni eğitim seviyesi

olarak algılansa da farklı sebepleri vardır. Bunların arasında;

göçlerin belirlediği kültürel sorunlar ve bu sorunların oluşmasından

kazanç sağlayan 'kimselerin' amaçları doğrultusunda

desteklenen politik sorunlar, politik sorunların belirlediği piyasa

bunun sonucunda da alım gücü oranının belirlediği sosyoekonomik

sınıf ve çıkarcılık vardır. Bunlardan en çok göze batanı

çıkarcılıktır. Bu kavram her türlü millette olduğu gibi bizde de

kendini göstermiş ve yer edinmiştir. Öyle önemli durumlarda

baş göstermiş ve bulunduğu mecrayla öyle perçinlenmiştir ki

bencillik ortak birliklerin önüne geçmiştir. Çıkar uğrunda yapılanlar,

adaletsizlik pahasına göze alınanlar halkta yansımasını

bulmuştur. Bu durum halka öylesine sıçramıştır, gereklilikler

önemsizleşmiş, çıkarlar her şeyimiz olmuş ve sadece bencillik

kazana gelmiştir bu savaşı.

Savaş kendini güncel formuyla halk üzerinden gösterip,

her bireyi etkilemiştir, kendinden olmayana saygı göstermemeyi

en yüksek bilinç olarak nakşettirmiştir. Bu saygısızlık

en temel içgüdü olan hayatta kalma arzusunun devamı olarak

korkuyu ve saldırganlığı tetiklemiştir. Sonuçları bakımından

farklı düşünce kaynaklarının etkileri de vardır. En çok da pragmatizmin

ortaya koyduğu sonuç bu olur.

Pragmatist toplumlarda sonuçlar şu şekilde işler:

Bireyler süre gelen olayları görür ve her birey bunu kendi

lehine yorumlar. Sosyal etkileşimlerini sadece çıkar üzerine

yapar, sadece kendi çıkarına olan işlerde çalışır, toplumsal

faydayı düşünmez ve bu her birey üzerinde tekrarlanırsa

ardında dayanıksız bir toplum, her türlü bakımdan yozlaşmış

kişilikler bırakır. Ancak her bireyin pragmatist olması gerektiğini

savunan ve bunu halkın çıkarı için olduğunu söyleyenlere şu

örneği verebiliriz: Bir babanın oğlunu askere göndermesi

onun faydasına direkt olarak etki etmez

ama toplumsal fayda için buna razı olur.

Elbette oğlu var olan düzenin bir parçasıdır

ve o düzeni korumak için bir bedel

ödemeye gitmiştir ancak kaçmayı seçebilme

imkânı varken neden kendi

faydasına düşeni yapmamıştır da

ölüm riski yüksek olan bir alanda

görevini yerine getirmiştir?

Çünkü amaçlanan şey bireysel fayda değil toplumsal çıkardır.

Toplumun faydasına olmasına karşın bireyin faydasına değildir

ama yine de üstüne düşeni yapmış ve toplumsal faydayı

düşünmüştür.

Görüyoruz ki insanın temel içgüdüleri faydacılıkla

açıklanabilir fakat yaşanabilir bir toplum için feragat etmek ve

kabullenmek şarttır. Çünkü feragat etmek toplumsal çıkarı, o

da bireysel faydacılığın topluluk hali olan “milliyetçiliği” doğurur.

Milliyetçiliğin uygulanış bakımından değişik yöntemleri

olmasına karşın ciddiye alınış biçimi ve amacı şu şekilde olmalıdır:

Toprak bütünlüğünün sağlanması, eğitim birimlerinin

tahsisinin millileşmesi yani bilimi halka yayma ve yatırımı kendi

halkın için planlama, programlama doğrultusunda yapılan her

şey bu amaç doğrultusunda değerlendirilmelidir. Bu milliyetçilik

kavramı, yapısı gereği ulus devletinin oluşmasında görev

alır. Ulus devletinin, devletin her alanında kendini göstermesi

halka örnek olur, böylelikle de toplumun bireyleri tarafından

toplumsal refahın sağlanmasına yardımcı olur. Toplumsal refah

karşısında bireyler ahlaken yoksun kalmamak ve yeterlilik

düzeyinde olmak için çalışır ve bu yolda öğrenci ve öğretmen

olurlar.

Ancak bir devletin bu konuma gelmesini, motivasyon

bozucu şeylerin engellenmesiyle başarılabilir. Eğer eğitim

sistemi içinde belirtilen “milliyetçi ulusçuluk” olmazsa yani

öğretmenler, okul müdürü ve yönetimi sadece kendi çıkarını

düşünürse, eğitime muhtaç öğrencilerin bu kadar pragmatist

kavramlarla örülü bir binada ne toplumsal refahı düşünecek

bilinci oluşur ne de toplumsal refaha katkısı bulunur.

Bu pragmatizmin oluşturduğu ortamda idealist öğretmenlerin

eksikliği veya olanların bozulmuş düzen yüzünden yetkisizliği,

bilime, eğitime ve öğretime verilen değeri düşürür. Dolayısıyla

da gelişmekte olan bilgi düzeyi karşısında ülkeyi geriye düşürür

ve çaresiz bırakır. Bu durum ülkeyi felakete sürükler çünkü

çaresiz kalmış toplumlar yok olmaya mahkûmdur. Sebebi,

yozlaşmaktan kaynaklı bilgisizliğin ve cehaletin tüm ülkeyi

sarmış olmasıdır. Bu bilgisizlik ve cehalet karşısında halk gerekeni

yapamaz, yapılmaması gerekeni yapar ve her türlü işleyişi

bozar.

O halde çaresiz kalmamalıyız, çaresizliği getiren

nedenleri bertaraf edip güçlü kalmalıyız en nihayetinde

toplumsal fayda için çalışmalı, üretmeli, gelişmeli ve ilerlemeliyiz.

14


ÖNERİLEN

ETKİNLİKLER

-1998-

ADK ÜYELERİNE BELİRTİLEN ETKİNLİKLER

İNDİRİMLİDİR!

İLETİŞİM : 0506 577 08 02

Yaşadıklarıyla baş etmeye çalışan bir

adamın hatıra defterinde yazanları konu alan

"Bir Delinin Hatıra Defteri", 8 Kasım'da

Sivas Ted Koleji sahnesi'nde sizlerle...

Nazım Hikmet'in en büyük ilham kaynağı, ölümsüz aşkı "Piraye"

3 Aralik'ta Atatürk Kültür Merkezi sahnesinde.

Türk dilinin en büyük şairi Nazım Hikmet, karısı Piraye’ye 1933’ten 1950’ye kadar, aralıklı olarak hapishanede

geçirdiği 17 yıl boyunca yüzlerce mektup yazdı. Bu mektuplar aracılığıyla aşkını, kavgasını, hasretini en

duru haliyle Piraye ile paylaştı. Piraye, bu mektupları Nazım’ın Çankırı Hapishanesi’nde kendi elleriyle

yaptığı tahta bir bavulda, yıllar boyu sakladı.Nazım’ın zorlu tutsaklık yıllarında hayata tutunmasını sağlayan

şey aşkın, kavganın ve hasretin yüreğinde bir bütün halindeki varlığıydı. Usta şair Nazım Hikmet’in

yüreğinin bütün gücüyle yazdığı mektup ve şiirlerden oluşan, onun iç dünyasına yapılan bu yolculukta,

aşkın, şiirin, müziğin evrensel ve ölümsüz yönüyle tanışmaya ve yüreğinizin kapılarını açmaya hazırlanın.

15


EDA AKTAŞ

PDR BÖLÜMÜ

MEKÂN Gökpınar Gölü

Sivas’ın Gürün ilçesinde yeşilin ve mavinin her tonunu

görebileceğiniz bir doğa harikası Gökpınar Gölü. Sivas’ın

gözde mesire alanlarından Gökpınar gölü Sivas merkeze 140

km uzaklıkta. Gökpınar Gölü her mevsim berraklığıyla sizi

büyüler fakat yeşil ve mavinin uyumuna şahit olmak için Gökpınar’a

gidilecek en uygun zaman ilkbahardır. Aynı zamanda

doğal akvaryum olarak da adlandırılan gölde çok sayıda balık

vardır. Gölün berraklığını ve balıkları daha yakından görmek

için kayık kiralayıp gezmelisiniz. Göl çevresinde piknik yapmak

için alanlar ve küçük lokantalar mevcut, gittiğiniz zaman kendinize

güzel bir alabalık ziyafeti çekebilirsiniz. Hafta sonu arkadaşlarınızla

eğlenceli anılar biriktirmek istiyorsanız Gökpınar

Gölü güzel bir fikir.

FİLM Ölümlü Dünya

Bu yılın başlarında gösterime giren Ali Atay yönetmenliğindeki

Ölümlü Dünya son zamanlarda çıkan Türk yapımı

komedi filmleri arasında açık ara en başarılı ve en kaliteli filmlerden.

Oyuncu kadrosu, senaryosu, müzikleri hepsi çok başarılı.

Uzun süre aklınızdan çıkmayıp zamansızca gülmenize sebep

olacak bolca replik, başarıyla hayat verilmiş bol kahkahalı karakterler,

aksiyon ve komedinin harika bir şekilde sunulduğu bir

film.

KİTAP Mor Salkımlı Ev

Halide Edip Adıvar’ın çocukluğundan 1918 yılına kadar

yaşadıklarını anlattığı aynı zamanda o dönemde ülkemizin

verdiği İstiklâl Savaşı’nı ve Mustafa Kemal Atatürk’le anılarının da

olduğu uzun soluklu bir anı roman kitabı.

Ülkemiz tarihine hem bir aydın, hem de bir eylemci olarak

büyük katkılarda bulunmuş bir yazarın yetiştiği yılları okuyacaksınız.

16


-1998-

GELECEĞİN ADK’LİSİ

BİLGESU

ŞİMŞEK

YÜZYILLARDIR SÜREGELEN EN DOĞRU

SİSTEM: KARMA EĞİTİM

Türkiye dâhil dünyanın birçok yerinde uygulanan

karma eğitim, kız ve erkeklerin birlikte eğitim-öğretim

görmesini sağlayan bir sistemdir. Fakat bu sisteme kimileri

çok yararlı bakarken kimileri de karşı çıkıp sistemin

kalkmasını istemektedir.

Karma eğitim sistemini ilk kez Yunan filozof Platon

ortaya atmıştır. Görüyoruz ki milattan önceki yıllarda bile

bu sistem uygun görülüp savunulmuştur. Birçok ülke bu

sistemi geliştirip yeni okullar açarken, ülkemiz tam tersine

birtakım gerekçeleri öne sürerek bu sistemin kalmasından

yana tavır sergilemektedir ve karma eğitim sistemine karşı

olarak yeni okullar açmaktadır. Örneğin Kız İmam Hatip

okullarının açılması bu yönde bir adımdır.

Millî Eğitim Temel Kanunu'nun 15. Maddesi'nde “Okullarda

kız ve erkek karma eğitim yapılması esastır.” derken

neden hâlâ karma eğitimin kaldırılması yönünde birtakım

adımlar atılmaya çalışılıyor?

Bu sistemin kalkmasını isteyen kesimin çeşitli gerekçeleri

var.

“Karşı cinse olan ilgi dikkat dağınıklığına sebep oluyor, kalp

kırılganlıkları ve flört başarıyı düşürüyor.” gibi söylemler

karma eğitimin kalkması için sunulan bahanelerdir. Gençlerin

ahlaki değerlerini bozduğunu düşünenler; dinen

yasak olan kız erkek yakınlaşmasını, kızların karma eğitimde

erkekler tarafından sözlü ve fiziksel tacize uğradığını

öne sürerek bu sisteme karşı çıkmaktadır.

Peki, bu olumsuzlukların hepsi karma eğitim sisteminden

mi kaynaklanıyor? Tabii ki hayır. Eğitim ailede başlar.

Çocuklar küçük yaşlarda iyi ortamlarda ve iyi aile terbiyesinde

yetişmediklerinden okullarda çeşitli zorbalıklar ve

olumsuzluklar yaşanıyor.

Fakat ailelerin, çocuklarına daha küçük yaşlarda karşı cinse

saygılı olması ve eşit olduklarını öğretmesi gerekmektedir. Bu

arkadaşlıkların flört olarak görülmemesi tamamen ebeveynlerin

elindedir. Aileler, çocuklarının bilinçli bireyler olarak yetiştirdikleri

sürece bu gibi olumsuzluklar yaşanmaz. Yani öne

sürdükleri gerekçeler, karma eğitim sisteminden kaynaklanan

sorunlar değil, bilâkis gençlerin çocuk yaşlarda iyi yetişmemesinden

kaynaklanan durumlardır.

Karma eğitim sayesinde, kız ve erkekler eşit olarak

eğitim-öğretim görürler. Fakat bu sistem kalkarsa, toplumda

feminizm gibi düşünceler daha fazla artacak ve yanlış yollara

sapacaktır. Karma eğitim modeli, gençlere ayrımcılığın kötü

olduğunu gösterir ve daha sağlıklı ortamlar sunar. Kız ve

erkeklerin birlikte bir şeylerin başarabileceğini gösterir.

Karma eğitim modeli bu kadar iyi imkânlar sunarken

bazı haber kaynakları bunları “dayatma” olarak gösteriyorlar.

“Neden kaldırmak istiyorsunuz?” diye sorulduğunda ise “Veliler

böyle istiyor.” diyorlar ve bunu da özgürlük diye insanların

önüne koymaya çalışıyorlar. Peki, kız ve erkekleri küçük yaşlarda

ayırmak nasıl bir olumlu sonuç verebilir ki? Kantinleri,

giriş-çıkış saatleri, kullanılan merdiven ve koridorları kız ve

erkek olarak ayırmak kime, ne yarar sağlar?

Karşı cinslerin birbirleriyle iletişimini kesmek anca

yeni baskılanmış duygular yaratır. Bu durum çocuk hakları

ihlali olurken aynı zamanda evrensel laiklik ve bilimsel eğitim

ilkelerine de uymuyor. Zaten laik devlet yönetiminde, eğitim

alanında dinsel ölçüler kullanılamaz. Aynı zamanda din

eğitimin engellenmesi için bir sebep değildir. Yani dinsel

gerekçeleri kullanarak da bu sistemi kaldırmaya çalışmak

yanlış bir düşüncedir.

Hem Atatürk de bizleri kız- erkek olarak ayırmak yerine “Ey

Türk Gençliği” olarak birleştirmedi mi?

17


Düzenli yoga yapmak:

Nefes kapasitesini artırır - Kalp sağlığını korur - Astıma iyi gelir - Kronik ağrıları azaltır -Bağışıklık sistemini

güçlendirir - İç organları sağlam ve aktif yapar - Metabolizmayı hızlandırır - Yağ yakımını artırır,

zayıflamaya yardımcıdır - Hormonları dengeler, depresyonu giderir - Omurga sağlığını koruyarak çeşitli

anomalilerin

önüne geçere postür düzeltir - Kemik ve eklemlere güç, esneklik, dayanıklılık sağlar - Vücut toksin atar,

ödemi azaltır.

Daha fazlasını deneyimlemek için; sağlıklı, güçlü, dengeli ve pozitif bir yaşam için Yoga Vav’da buluşalım

MAZİ

KAFE

BEİN SPORTS YAYINIMIZ,

NARGİLE ÇEŞİTLERİMİZ,

VE TÜRKİYE’NİN HER YERİNDEN GELEN

YEREL GAZOZLARIMIZLA

Cami-i Kebir Mahallesi, 35-Şifahiye Sokak’ta

2.ŞUBEMİZLE HİZMETİNİZDEYİZ.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!