Kalemlik Dergisi
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
1
2
KALEMLİK DERGİSİ İÇİN;
Şubat 2021 tarihli yeni sayımızla karşınızdayız. Bir önceki
yani 8. sayımızın da sunuş yazısında belirttiğimiz gibi bu
sayımızda kapsamlı bir “Birinci Yıl Dosyası” hazırladık.
Dosyamıza katkı veren şair ve yazarlarımıza can-ı gönülden
teşekkürlerimizi sunuyoruz. Dosyanın yoğunluğundan
dolayı yayıma uygun göüldüğü halde yayımlayamadığımız
şiir ve yazılardan ötürü yazarlarımızdan özür diliyor,
sonraki sayılarımızda bunu telafi edeceğimizi belirtiyoruz.
Bu sayımızın iç tasarımını oldukça geliştirmiş olup, beğenilirse
önümüzdeki sayılarımızı da bu şekilde yapabileceğimizi
söylemek isterim.
Fatih Tezce “Dergiler Edebi Şifadır” isimli yazısıyla ilk sayfadan
selamlıyor bizleri. Dergimiz hakkında yazılan diğer
yazılar ise bendenizin “Kalemlik Dergisinin Doğuşu ve Yayın
Serüveni”, Dr. Şakir Diclehan’ın “Bir Yaşına Basan Kalemlik
Dergisi Hakkında”, Emel Güneş (Elinka)’nın “Kalemlik
Dergisi Hakkında” ve Elif Can’ın “Kalemlik” oldu.
Ardından dergimizin sosyal medya hesaplarına ve e-posta adreslerine
gelen mesajların, maillerin, yorumların ve dergimizle
alakalı paylaşım ve haberlerin ekran fotoğrafları yer alıyor.
Dosya dışında Mustafa Işık “Düş Yolculuğu”, Selvigül
Kandoğmuş Şahin “Yine Önden gittin Zekiye Yağmurcu,
Rahmetleri Kuşanıp” ve Erhan Çamurcu “‘Ruzigar’’ın
Estirdikleri” yazıları ile bu sayımızda yer alan yazarlar.
Nurkan Gökdemir “Kara Sevin”, Beyzanur Serengül
“Karahindiba”, Sümeyye Gönül Ülke “Gönül Yarası”,
Merve Akyol “Adem’in Çocukları” ve Furkan
Dilekci “Bir Şair” şiirleriyle bu sayıda yer alan şairler.
Selvigül Kandoğmuş Şahin hocamız yine İmam Hatip Lisesi
Yazarlık Atölyesinden öğrencisi olan bir diğer genç yazarımız
Rümeysa Akbaş’ın “Kaybedince Anlamak Çok Acıdır”
isimli hikâyesini yollamış. Başarılı bulduğumuzdan dolayı
bu değerli esere de dergimizde yer verdik. Henüz ilkokul 3.
sınıf öğrencisi olan Feyza Arat’ın geniş hayal gücüyle yazmış
olduğu “Geleceğe Yolculuk” başlıklı hikâyesini de yaşına
göre güzel yazdığından dolayı yayımlamaya uygun bulduk.
Bu zamana kadar bize destek veren tüm şair, yazar ve
okurlarımıza teşekkürlerimizi sunuyor, siz değerli okuyucularımızı
da dergimizin bu sayısıyla başbaşa bırakıyoruz.
Enes GÜRBÜZ
3
İÇİNDEKİLER
Fatih TEZCE - DERGİLER EDEBİ ŞİFADIR / 05
Enes GÜRBÜZ - KALEMLİK DERGİSİNİN DOĞUŞU VE YAYIN SERÜVENİ / 07
Şakir DİCLEHAN - BİR YAŞINA BASAN KALEMLİK DERGİSİ HAKKINDA / 09
Emel GÜNEŞ (Elinka) - KALEMLİK DERGİSİ HAKKINDA / 10
Elif CAN - KALEMLİK / 11
DERGİMİZE GELEN YORUM VE DÜŞÜNCELER / 12
Mustafa IŞIK - DÜŞ YOLCULUĞU / 16
Nurkan GÖKDEMİR - KARA SEVİN / 17
Beyzanur SERENGÜL - KARAHİNDİBA / 18
Sümeyye Gönül ÜLKE - GÖNÜL YARASI / 18
Merve AKYOL - ADEM’İN ÇOCUKLARI / 18
Selvigül K. ŞAHİN - YİNE ÖNDEN GİTTİN ZEKİYE YAĞMURCU, RAHMETLERİ KUŞANIP / 19
Rümeysa AKBAŞ - KAYBEDİNCE ANLAMAK ÇOK ACIDIR / 21
Feyza ARAT - GELECEĞE YOLCULUK / 21
Furkan DİLEKCİ - BİR ŞAİR / 22
Erhan ÇAMURCU - “RUZİGAR”’IN ESTİRDİKLERİ / 23
4
Fatih TEZCE
DERGİLER EDEBİ ŞİFADIR
Bu işlere gönül vermiş
kişilerin dergiciliğin
kıyısından köşesinden
mutlaka geçtiğini biliyoruz.
Bir gencin ilk
aşkı gibi bu iş geçici
bir heves olarak görülse
de aslında dergi
çıkarmaya çabalamak
edebi bir şifadır.
Nuri Pakdil Edebiyat Dergisinin
çıkış amacını şöyle anlatır: “Akif
İnan, Rasim Özdenören, Erdem
Bayazıt’la birlikte dergi çıkarmaya
karar verdiğimizde, bizi bu
girişime zorlayan aslında tekti:
Ülkü olarak Batıcılığı sevmediğimizi,
yalnızca yerli düşünceye
ve bunu tüm değer yargılarına
bağlı olduğumuzu söylemek”
“Sanatla başladı yabancılaşma,
yine sanatla atılacak yurt dışına”
sözü yine merhum Nuri Pakdil’e
aittir. Nuri Pakdil henüz lise öğrencisi
iken Maraş Lisesinde Hamle
isimli bir dergi çıkartır. Daha
sonraları ise Edebiyat, Mavera,
Yönelişler gibi dergileri, Hamle’nin
ilk kıvılcım olmasıyla, sırasıyla çıkartmaya
başlar arkadaşlarıyla.
Lise öğrencisiyken dergi çıkarmaya
çalışan başka pek çok şair-yazar
olmuştur geçmişte. Okul
bültenleri, duvar gazeteleri, belki
edebiyat kolunun okul içindeki
yazıları bile bu alanda yapılan
çalışmalardan sayılabilir.
Bu satırların yazarı da içinde olmak
üzere bu işlere gönül vermiş
kişilerin dergiciliğin kıyısından
köşesinden mutlaka geçtiğini biliyoruz.
Bir gencin ilk aşkı gibi
bu iş geçici bir heves olarak görülse
de aslında dergi çıkarmaya
çabalamak edebi bir şifadır.
Üniversite öğrenciliğimizde dergi
çıkarmaya çalışmak özellikle doksanlı
yıllarda sıradan ve olması
gerekli bir işmiş gibi duruyor şimdi
önümde. Ancak bizim gibi pek
çok zorlukla göğüs göğüse çarpışan
dergici adayları için önemli olan
gök kubbede hoş bir seda bırakmak
imiş, bunu da aradan yıllar
geçtikçe tatlı bir anı olarak hatırlıyor
ve anlatıyorum yeri geldikçe.
Açılım Dergisi İlahiyat Fakültesinde
benim gibi heyecanlı birkaç
arkadaşımızla yayımlamaya gayret
ettiğimiz düşünce, kültür ve sanat
dergisiydi. Dört sayı dayanabildi
dergi. Çünkü bazımız mezun oldu,
bazımız memur oldu, bazımız da
dergiyi çıkartmak için reklam almak
için yürüye yürüye yorulmuştu
haklı olarak. Daha sonra
Onbeşinci Saat isimli bir dergi çıkarmayı
planladık. Hatta kısa süre
içinde yayın kurulu oluşturup, birkaç
kez toplandık bile. O zamanlar
e-dergi kavramı yoktu, her şey zordu
tabi. Dediğim gibi, biz de mezun
olmuş, memleketin her bir yanına
dağılmış, öğretmen olmuştuk.
Dün gibi hatırlarım. İkibin yılıydı.
Üniversite hocalarımızdan bir tanesi
“mezun olunca neler yapacaksınız?”
diye sorduğunda edebiyat
5
dergisi çıkartmayı düşünüyorum
demiştim. Üzerinden yirmi bir yıl
geçmiş. Çok şükür ki o gün kendime
verdiğim sözü tutmuştum. Bafra
İlçe Milli Eğitim yayını olarak
Maarifhane Dergisi ulusal çapta
kendini duyurmayı başarmış bir
dergi olmuştu. Tam dokuz sayı,
her üç ayda bir, yani mevsimlik.
Biz de elveda demek durumunda
kalmıştık kovid salgını nedeniyle.
Güzeldi, her şey güzeldi. Ve ben
Kalemlik’le, Enes’le tanışmamı
hep bu güzelliklerin içinde aradım.
Henüz lise 3.sınıf öğrencisi olan
Enes’in bu çabasına ben gözlerimle
değil belki ama telefon yoluyla
kurduğumuz iletişimde hep şahit
oldum. O Hakkâri’de ben Bafra’da
yaşıyorum. Ama bizi buluşturan
sanıyorum dergiciliğin edebi bir
şifa olduğuna inanmış olmamızdır.
Enes’in azim ve heyecanını telefonun
diğer ucundaki yaşına rağmen,
oturmuş sesiyle anlayabiliyorum.
Şimdilik sesiyle tanışabildiğim bu
genç adamla Kızılırmak’ın kenarında
semaver çayı içmeyi, Doğu
insanın o misafirperverliğinin
gölgesinde belki bir söğüt ağacına
yaslanarak şırıl şırıl akan bir
dereye seslerimiz karışarak şiirler
okumayı da hayal etmiyor değilim.
Enes Gürbüz 2004 Van doğumlu
genç bir şair. Henüz 16 yaşındaki
bu küçük dev adam Kalemlik
Dergisinin üç editöründen bir
tanesi. Aslında derginin kurucusu,
matbaacısı, koşturanı, yorulanı,
çaycısı, derginin her şeyi.
Bu kadar genç bir yaşta –henüz
çocukluk diyeceğimiz bir yaşta-
dergi çıkarmak ne kadar doğru,
ya da yanlış mı? Bazılarımız
olgunlaşmayı beklerken Enes
gibi heyecanlı gençler, belki de
yolla olgunlaşmayı seçmişlerdir,
kim bilir.
Edebiyat dergilerinin bir kale olduğunu
düşünenlerdenim. Sağlam
bir çevre, nitelikli bir duruş
ve edebi bir mahalle. Böylesi
mahallede elbet gençler yetişir.
Evet dergiler bir kale; bu kaleyi
kuşatan geniş ve uzun surlardan
içeriye pek fazla kişi giremiyor
madalyonun diğer yüzünden bakınca
da ne yazık ki. İlki olumlu
düşüncem iken sonraki ise olumsuz
düşünmeme neden olan dışa
kapalı olmasıdır birçok derginin.
Belki de bundandır edebiyat dergilerinin
sayısının çok olması. Ve
edebiyat dergilerinin çoğalmasını
kabul etmemiz bu sürece bir
ihanet olarak düşünülmemelidir.
Dergiler, kalın surlarını kaldırarak,
mahallelerinin dışından da
misafir kabul edebilmelidirler.
Değişik zamanlarda yayın hayatına
selam ile başlayan bazı dergilerin
uzun soluklu yayınlarını
birden kestiklerini görüyoruz.
Bunun sebebini, dergiye artık
nitelikli şiir gelmemesine bağlayanlar
da oldu, dergilerini basamak
olarak kullanarak daha üst(!) dergilere
transfer olanların artık geri
dönmediğine şahit olduklarında
duydukları hüzne bağlayanlar da.
Kalemlik, henüz yeni, henüz taze,
henüz kıvılcımının kokusu üzerinde.
Kalemlik, mahallenin dışından
da misafir kabul edebilen
dergilerden. Öylesi kalın bir duvarı
yok derginin. Ancak nerede
duracağını bilen sağlam bir bakış
açısı var. Kalemlik, fikir olarak da
yaşantı olarak da edebi bakış olarak
da coğrafi olarak da mahalleye
ülkenin “sağından” sesleniyor.
Dergiler aslında yoldur, yollar
uzun olsun, yollar çok olsun,
yollar bir yerde buluşsun.
Kalemlik, dokuz sayı yayımlandı.
Ve yoluna devam ediyor.
Kalemlik ‘in yolu uzun olsun,
niyeti hayr akıbeti hayr olsun.
Aşk ile bir daha bismillah…
6
Enes GÜRBÜZ
KALEMLİK DERGİSİNİN DOĞUŞU VE YAYIN SERÜVENİ
Basit görülebilir ama
aslında şiirin şairinin
hüznüne ayna olduğunun
bir göstergesidir
dergi “yapmak”. Çünkü
zamanla dergi yayınlama
psikolojisi ile gerçek
bir dergiye dönüşebiliyor
böyleküçük
hevesler.
Bir bayram günü Diyanet TV’deki
bir program babamla telefon bağlantısı
gerçekleştirmişti. Babamın
konuşmasını beklerken programı
da izlemiştik hâliyle. Programın
konukları ise Cahit Zarifoğlu ve
Erdem Bayazıt’ın kızlarıydı. Bu
içimde şiire, edebiyata dair ilk kıvılcımları
meydana getirmişti.
Bulduğum yeşil bir ajandaya (kendimce)
hikâyeler yazarak ilk kez
bu edebiyat topluluğuna adımımı
atmıştım, neye adım attığımı henüz
bilmeden. Hatta Hakkâri’ye
taşındıktan kısa bir süre sonra
okul kütüphanesinde bulduğum
bir kitabı saatlerce okumadan sadece
incelediğimi hatırlıyorum.
Bir gün Diyarbakır/Silvan’a ağabeyimin
evine gitmiştik. Takvim
yapraklarının arkalarındaki şair
sözlerini inceliyordum. Cahit Zarifoğlu,
Erdem Bayazıt, Necip Fazıl
gibi isimlerle karşılaştım. Bu isimler
2014 yılında TRT1’de yayınlanan
“Yedi Güzel Adam” dizisini
hatırlattı bana. Dizinin oyuncuları
ile dizide anlatılan şair ve yazarları
araştırdım. Tabi bu arada diziyi
de sonuna kadar tekrar izledim.
İlk şiirimi de o zaman yazmıştım.
Kudüs’le alakalı tek kıtalık bir şiirdi.
Kaybetmişim o şiiri. Yedi Güzel
Adam şairlerinden etkilenerek kardeşimle
dergi yapmaya başlamıştık.
“Yapmaya” diyorum çünkü A4
kâğıtlarını ikiye katlayarak üzerine
yazılar şiirler yazılan bir dergiydi bu.
Basit görülebilir ama aslında şiirin
şairinin hüznüne ayna olduğunun
bir göstergesidir dergi “yapmak”.
Çünkü zamanla dergi yayınlama
psikolojisi ile gerçek bir dergiye dönüşebiliyor
böyle küçük hevesler.
Van’da olduğumuz günlerden bir
gün, ufak tefek eşyalar ihtiyaçlar almak
üzere çarşıya gönderilmiştim.
Bir kırtasiyenin önünden geçerken
“Yedi Güzel Adam” kitabının afişine
denk geldim. Heyecanla içeri
girdim. Hayatımda hiç unutamayacağım
anlardan biriydi o. “Ağabey”
dedim, “Cahit Zarifoğlu’nun
Yedi Güzel Adam kitabı var mı?”
Adam “Zarifoğlu’nu ne için seviyorsun?”
diye sordu. Çocuktum o
zaman ve “Müslüman olması yetmez
mi?” diye karşılık vermişim
meğerse. Adam eğildi ve alnımdan
öptü. Yedi Güzel Adam orada yoktu.
Kitabı bulabilmek için epeyce
yürümüş, o kırtasiye senin, bu
kırtasiye benim epey bir dolaşmış
ve en sonunda bulmuştum. Aynı
şekilde Ali Haydar Haksal’ın “Kür
Kuyu” kitabını bulabilmek için de
çok uğraşmış en sonunda bulamamış
internetten istemiştim. Bunlar
benim için önemli meselelerdi.
İlk şiirim “Özürlü Mısralar”
Nevşehir’de e-dergi olarak
7
yayınlanan “İlk Adım” dergisinin
“genç Adam” ekinde yayınlandı.
Daha sonra Ali Haydar Haksal hocamla
tanıştım ve “Megafon Şiiri”
başlıklı şiirimi ilettim kendisine. O
şiir de “Yedi İklim” dergisinde yayınlandı.
Bu zaman zarfı içerisinde;
Ahmet Çağlayan, Ahmet Belada,
Emin Gürdamur, Ferman Karaçam,
Necati İlmen, Müştehir Karakaya,
Arif Bilgin, Nurettin Durman
ve Hasan Aycın gibi birçok önemli
kişilerle tanışma imkânı buldum.
Unutamayacağım bir diğer olay ise
Rasim Özdenören ile görüştüğüm
zamandır diyebilirim. Kahramanmaraş’ta
yaşayan Arif Bilgin hocamla
tanıştıktan sonra çok uzun
zamandır Rasim Özdenören ile görüşmeye
çalıştığımı söylemiştim.
O da numarasının olduğunu ama
izinsiz vermesinin uygun olmayacağını
açıklamıştı. Daha sonra kendisinden
izin aldık. Hiç olmazsa
Yedi Güzel Adam’dan biriyle görüşebilmiştim.
En büyük hayallerimden
birini gerçekleştirmeme yardımcı
olmuştu Arif Bilgin hocam…
Ocak’tan önce okul arkadaşım
Emirhan Çiftçi ile tanıştık. Onun
da şiire epeyce merakı vardı doğrusu.
Beraber önce fotokopi yoluyla
sonra da e-dergi olarak “Adak”
ve “Kasımpatı” isimli iki farklı dergi
girişimlerimiz oldu. Adak dergisi
biraz beğenilmişti. Az da olsa
okur kitlesi oluşmuştu ama gelen
bazı yorumlar heyecanımızı dürttü
ve geri adım attık diyebilirim,
tek sayı çıkardıktan sonra kapattık.
Kasımpatı iki sayı çıkan bir dergiydi.
Üçüncü sayısını çıkaracağımız
zaman usta Nuri Pakdil vefat etti.
Bu durum bizi üzmüştü ve kendimizce
Nuri Pakdil dosyası hazırlayacaktık.
Üçüncü sayıyı görmek
nasip olmadı. Ocak 2020’de Kalemlik
edebiyat dergimizi çıkarmaya
karar verdik. Tam ilk sayıyı yayınlayacaktık
ki, İstanbul’da iken tanışmış
olduğum Salih Kırmızı hocam
bize bir teklifte bulundu, dergiyi
basılı olarak yayınlayacaktı ve ücretini
o ödeyecekti. Biz de karşılığında
derginin sahibi olarak onun
adını yazacaktık. Kabul ettik ancak
ilk sayıdan sonra vazgeçtik ve ayrıldık.
Kendisine dergimize verdiği
emeklerden dolayı teşekkürlerimizi
sunuyoruz. Kalemlik dergimizin
ilk sayısı içinde bulunan şiir ve
yazıların niteliği bakımından fazla
beğenilmemişti. İkinci sayımızda
da bu durum devam etse de üçüncü
sayımızdan bu yana kendimizi
sürekli geliştirdiğimiz kanaatindeyim.
İlk sayımızdan sonra Hakkâri
Valimiz Sayın İdris Akbıyık Bey’e
ve Hakkâri İl Milli Eğitim Müdürümüz
Sayın Bilal Gür Bey’e takdim
ettiğimiz dergilerimizin onlar
için de olumlu bir bakış açısı
oluşturduğunu gördüm. Ancak sonuçta
bu bir dergi, sonsuza kadar
yayınlanacak değil. Elbet bir sonu
olacağı için erkenden bu sözleri
söylemek de uygun olmayabilir.
Her sayıda şair yazar kadromuzu
geliştirdik. Şakir Diclehan, Merve
Akyol, Fatih Tezce ve Selvigül
Kandoğmuş Şahin gibi daha birçok
(adını saymadıklarımız alınmasın,
şiir yazı gönderen her şair ve
yazardan bahsediyorum) kalemi
kuvvetli şair ve yazarlar aramıza
katıldı. Yayın ekibimiz durmadan
değişse de, bizi yarı yolda bırakan
dostlarımız olsalar da okuyucularımızdan
iyi puanlar aldığımızı
ve bundan sonra da alacağımızı
umuyoruz. Şimdiye kadar bizimle
beraber omuz omuza sırt sırta
yürüyen tüm dostlara selâm ediyor,
bize destek veren şair, yazar,
okur ve tüm herkese can-ı gönülden
teşekkürlerimi sunuyorum.
İlk sayısından itibaren tüm sayılarını
hiç yanımdan ayırmadığım sevgili
Kalemlik edebiyat dergimize yayınlanacak
nice sayılar diliyorum.
Nice yıllara Kalemlik…
8
Şakir DİCLEHAN
BİR YAŞINA BASAN KALEMLİK DERGİSİ HAKKINDA
İnançta, ruhta ve ruh
muştusunda, sonsuz
enerji, sevinçli bir dinamizm
ve katmerli
bir girişim içinde mutlaka
bir diriliş vardır
her zaman. İnançlı
insan ruhu tükenmez
bir kaynaktır ve hayata
tutunmak için güçlü
bir dayanaktır aynı
zamanda…
Eser, insan için çok emek isteyen
pahalı ve adeta lüks sayılabilecek
bir kendini ortaya koyuştur.
Bunun yanında bir amaç hem de
yüce bir amaç taşıyan kişiler ve
toplumlar, karşılaşacakları zahmet
ve güçlükleri göze alır ve bu tahammül
üstü özveriye razı olurlar.
İsmi oldukça anlamlı olan KA-
LEMLİK DERGİSİ, başlangıçta
az bir kadro ile ve tamamen amatörce
bir ruh ve duyguyla yola
çıkmış, ancak inanç ve dayanma
gücü ile bir yılını doldurmuş bulunmaktadır.
İnanç, en zor, verimsiz
fizik ve maddi şartlarda
bile insana dayanma gücü sağlar.
İnançta, ruhta ve ruh muştusunda,
sonsuz enerji, sevinçli
bir dinamizm ve katmerli bir
girişim içinde mutlaka bir diriliş
vardır her zaman. İnançlı insan
ruhu tükenmez bir kaynaktır
ve hayata tutunmak için güçlü
bir dayanaktır aynı zamanda…
Mücadele azminde olanlar için
ulaşılamayacak bir hedef, başarılamayacak
bir iş yoktur. Erzurumlu
İbrahim Hakkı’nın dediği gibi:
“Bir işi murad etme
Olduysa inad etme
Haktandır o red etme
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler”
9
Emel GÜNEŞ (Elinka)
KALEMLİK DERGİSİ HAKKINDA
Keçiören/Ankara doğumluyum.
(27-07-1964) Memleketim, Sivrihisar/Eskişehir/TÜRKİYE.
Ankara
Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim
Fakültesi (4 yıllık) Resim-İş Eğitimi
Bölümü’nden 1987’de mezun
oldum. Aynı yıl “Öğretmenlik Yeterlilik”
sınavını da kazanarak, Resim-İş
Eğitimi Öğretmeni olarak
ilk tayin yerim Niğde’ye çıkmışken
eş durumu tayini ile Kırklareli/
Vize Lisesi’nde göreve başladım.
Daha sonra Erzincan/ Mustafa
Kemal İlköğretim okulu ve Erzincan
Anadolu Lisesi’nde mesleğime
devam ettim. Ankara’da ve
sonrasında en fazla İstanbul’da,
zel okullar ve devlet okullarında
görev yaparak, İstanbul/Kartal-Yakacık’ta
İhsan Zakiroğlu İlköğretim
okulundan emekli oldum.
2018’de İzmir/Tüyap’ta çıkan, “Puantiye”
adlı ilk şiir kitabımda, farklı
dönemlerde yaptığım resim çalışmalarımı
da kullandım. 2019’da İstanbul’dan,
“Aşkın İki Yakasızı” adlı
ikinci şiir kitabım, kendi çektiğim
ve dönemsel fotoğraflarla çıkarak
aynı yıl İstanbul/Tüyap’ta yer aldı.
2019 Eskişehir/Uluslararası Kitap
Fuarı’nda, Eskişehir Sanat Derneği
Standı’nda kitaplarıma yer verildi.
Şiir kitaplarım, memleketim
Sivrihisar Halk Kütüphanesi’nde
bulundurulmak üzere istendi.
2020’de Eskişehir Sanat Derneği
Başkanı Şehabettin Tosuner tarafından
şiir kitaplarım, Eskişehir
Milli İrade Gazetesi’nde tanıtıldı.
Her iki kitabımın da ortak özelliği,
yürüyemediğim ve destekle yürüdüğüm
zaman yazmış olmamdır.
2020/Konya’dan yayınlanan
“Bir Düş Bir Şiir” adlı Antoloji
kitabına bazı şiirlerim eşlik etti.
2021’de İstanbul’dan “Duraksızlar
Durağında” adlı, şiir, söz, şiir tanımlarım,
öykü, makale ve anı bir
arada olan üçüncü kitabım çıktı.
2020’de de hiç tanımadığım, görmediğim
bir el uzanmıştı uzaklardan
bana. Bulunduğum her yeri
çok önemsediğim kadar uzakları
da çok önemsiyorum. Çünkü ufku
genişleterek, uzaktan uzağı görebilmenin
kimi zaman çok daha
fazla objektif olabildiğine inanıyorum.
Türkiye’de, hem Ulusal hem
de Uluslararası dergiler ve gazeteler
ile benim tanışmama vesile
olan, beni daha fazla okuyucularım
ile buluşturan bu değerli insanın
gazeteci, yazar, şair Kerim Özbekler
olduğunu böylelikle öğrendim.
Bilgilerimiz, bizi biz yapacak değerlerimiz
sadece kendimizde
sıkışıp kalırsa yol alamayız. Bilgiler,
bilmek tek başına yetmiyor.
Oysa derinlerdeki bir koridora
ışık tutulursa, gidiş yollarını
Bilgilerimiz, bizi biz
yapacak değerlerimiz
sadece kendimizde sıkışıp
kalırsa yol alamayız.
Bilgiler, bilmek tek
başına yetmiyor. Oysa
derinlerdeki bir koridora
ışık tutulursa, gidiş
yollarını aydınlık içinde
bulmak kolaylaşır.
10
aydınlık içinde bulmak kolaylaşır.
Ve biz olur, kocaman yüreklerle
çoğalırız. Tam da bu noktada ekip
işi devreye girerse anlam buluruz.
İlk iki şiir kitabım çıktıktan sonra
hiç beklemediğim zamanlarda
ansızın beni bulan, bana izleyeceğim
yollara ışık tutan yazar ve
gazetecilerimizden Nazilli’den Kerim
Özbekler, Edremit Körfez’de
Haber’den Bekir Terzioğlu (iha),
Sivrihisar’dan Murat Sevimbay ve
Eskişehir Sanat Derneği Başkanı
Şehabettin Tosuner ile birlikte manevi
desteklerini esirgemeyen herkese
sonsuz sevgilerimi, teşekkürlerimi
de buradan iletmiş olayım.
Kalemlik Dergisi ile de uzaklardan
desteği ile yine Kerim Özbekler
sayesinde tanışmış oldum. Bu
şekilde, şiirlerimden gönderdiğim
Ulusal ve Uluslararası gazete
ve dergilerden biri de Kalemlik
Dergisi’ydi. Bu dergi ile tanışmak
yalnızca dergi ile değil, şair Enes
Gürbüz ile de tanışmamı sağladı.
Bir gün telefonum çaldı ve telefonun
bir ucunda, konuşmalarıyla
olgun, kendisine öz güvenli, saygılı
bir genç ile karşılaştım. Hakkâri’den
Kalemlik Dergisi’nin Genel
Yayın Yönetmeni’ymiş ve şiir
de yazdığını belirtti. Bana, on altı
(16) yaşında lise öğrencisi olduğunu
da söyleyince son derece
şaşırdım. Aslında 16 yaşında bir
çocuğun erkenden Genç olmuşluğunu
konuşmamızda fark ettim ve
Enes Gürbüz’e öylelikle “Genç Şairim”
dedim. Şiirleri beni çok etkiledi.
“Sil Baştan Doğarım” adlı
ilk şiir kitabını da imzalı istedim.
Şiirleri ne kadar çok içtenlikle
yüreğinden çıkarak sayfalara döküldüyse,
bu sayfaların Kalemlik’ten
el emeği ve göz nuru ile
kitap haline dönüşerek çıkmasıyla
beraber Kalemlik’te emeği
geçen tüm ekibi de kutluyorum.
Kitabını candan tebrik ediyorum.
Umut dolu yolun, bu yolda incitilmeyen
geleceğin olsun “Genç Şairim”.
Kalemlik Dergisi’nin birinci
yılını doldurmuş olduğu
bu özel sayıya beni davetiniz
için çok teşekkür ediyorum.
Nice yıllarınız olsun, sağlıkla.
Barışçıl bir dünyada yaşayabilme
umuduyla, kardeşçe, birlik,
beraberlik ve dayanışma içinde,
tüm canlılara, doğaya saygıyla
ve sevgiyle özenli olunası
güzel günler diliyorum.
“Hele
biraz daha gayret!”
diye diye kalemlerin
ucunu açan kalemtıraşların,
bir
de gerekmedikçe orta
yere hiç çıkmayan tükenmez
kalemlerin
sıcacık yuvası.
Kalemlik Dergisi gibi
tıpkı.
KALEMLİK
Elif CAN
Pandemiden önce her yıl eylül
ayında okul alışverişi
yapmak... Mis kokulu
kitapların, bembeyaz defter
sayfalarının, kokusu alınmış
silgilerin, ince uçlu
kalemlerin arasında kaybolmak...
Belki de kaybettiğim
yerde kendimi bulmak.
Gözlerimi kamaştıran bu büyüleyici
dünya derin bir okyanus gibi gelirdi
bana. Pırıl pırıl, rengarek
kalemlikler de o okyanusun
derinliklerinde gizlenen
hazine sandıklarıydı adeta. Kıymetli
kalemlerin, yanlışları yok eden dost
silgilerin, gökyüzünü kimi
zaman maviye kimi zaman
da griye döndüren
pastellerin,
önemli
bilgilerin altını çizen kırmızı
kalemlerin, tükendikçe “Hele
biraz daha gayret!” diye diye kalemlerin
ucunu açan kalemtıraşların, bir
de gerekmedikçe orta yere
hiç çıkmayan tükenmez kalemlerin
sıcacık yuvası.
Kalemlik Dergisi gibi tıpkı.
Kalemlik Dergisi, dergiden öte bir
aile benim için. Kıymetli şair ve
yazarlarıyla,doğru bildiği
yolda dimdik duruşuyla,
her sayınsında ufkumuza
yeni pencereler açan yazılarıyla
Kalemlik artık bir yaşında.
Nice yıllara Kalemlik... Okurun
bol, yolun açık olsun.
11
12
DERGİMİZE GELEN YORUM VE DÜŞÜNCELER
13
14
15
Mustafa IŞIK
DÜŞ YOLCULUĞU
- Zamana değer katan içinde
yaşanılanlardır.
Hayallerinizin peşinde gitme cesaretini
gösterip kadim kültürümüzün
birikimlerine sahip çıkma
mecburiyetini dert edinmemiz bizi
yaşanmışlık adına yolculuğa çıkaracak
iksirimizdir. Bu iksir, düşlerimizi
düşleyip gerçekliğe dönüştürmeye
ve fani dünyada baki seda
bırakmaya olmalıdır gayretimiz.
En büyük deliliği en zorlu düşleri
olanların yaptığını unutmamalıyız.
Bir şey yapmayan hiçbir şey
elde edemez. Hayatı anlamlı yaşamak
adına bir şeyler yapmak
elzem olandır. Gündelik yaşamın
içerisinde yapılanlar insan varlığıyla
yan yana durur. Yaptıklarımızla
kol kola yürüyebilmek adına
hedef belirleme, kararlı olma ve
gayret etme olmazsa olmazlarımız
olmalıdır. Unutmamalıyız ki kendimize
ait gelecek planımız yoksa
başkalarının planı ile hayatımıza
yön vermek zorunda kalırız. Herkesin
aynada gördüğümü duvarda
görmemiz için bize her şeyden
önce aşk, umut ve gönül lazım.
Herkes içindeki dünya kadardır,
diyen yazarın çiz/eme/diği
düş dünyamızın sınırlarını belirleme
hakkı bize ait olmalıdır.
Eğer hayallerimizin peşinde gitmezsek
toplumsal normal, siyasal
tercihlerimiz, aile baskısı vb.
sebepler bizi istediğimiz kişi yerine
onların istedikleri kişiliklere
dönüştürür. Kabımıza sığmak
zorunda kalırız. Acıya yanlışa,
haksızlığa… taraf olmayız o vakit,
dokunmayan yılana taş atmayız.
Sebepsiz saldırırız gösterilene.
Unutamayalım ki bir
problem, en iyisini yapabilmemiz
için fırsattır.
En iyisini yapmaya
gayretimiz dünyaya
en değerli olan hediye
etmemize sebeptir:
“Âvâzeyi bu âleme
Dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede
bir hoş sadâ imiş’’
Kelebeğin bir günlük ömrünü ömrümüzü
sığdırmayı göze almayız.
Dertlinin derdine derman olmaya
takat getirip yüzündeki anlık tebessümü
yakalamaya cüret etmeyiz.
İnsanın hayatı, okumaya
değer en güzel hikâyedir.
Hikâyemizi okumak, idrak etmek
ve oradaki örüğü çözmeye kalkmak
uygulamak bizde tutku halini
almalıdır. Bu tutku hayatımızda kırılma
noktalarına sebep olacaktır.
Çünkü insanın potansiyeli sınırsızdır.
Sınırsız potansiyeli sınırlı hale
getirip az olanla yetinirsek o zaman
Mehdi, tembelliğimizin adı olur.
Şikâyet etmekten vazgeçip gayret
edersek hayallerimizi inşa etmiş
oluruz. Gün gelir hayallerimiz de
bizi inşa eder. Olmaz dediğimiz her
şey oluverir. İnsan, hayatta hayal
ettiği müddetçe yaşar. İnsanlığın
yeryüzü mücadelesi ilk insanla birlikte
başlamıştır ve varoluş mücadelesiyle
yeryüzünden istifade etmeyi
öğreniştir. Bir şeyleri bildikçe,
öğrendikçe, kullandıkça daha fazlasına
ihtiyacı olduğunu anlamıştır.
Hayal gücü en büyük ilahi armağandır,
der Goethe. Bu armağana
sahip olmak adına öncellikle
ne istediğimizi bilmemiz lazım.
Önümüze çıkan engelleri bahane
edip pes etmemek bizi güçlü
kılacaktır. Unutamayalım ki bir
problem, en iyisini yapabilmemiz
için fırsattır. En iyisini yapmaya
gayretimiz dünyaya en değerli
olan hediye etmemize sebeptir:
“Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede
bir hoş sadâ imiş’’
16
Değişimin elimizde olduğunu
unutmamalıyız. Öğrendiğini
yaşamına uygulama noktasında
tereddüt etmeden ve onu
yaşamının parçası kılmalıyız.
Sabır ve pratik bunun için ihtiyacın
olacak sihirli kelimelerdir.
Çünkü bizi ele veren ortaya koyduklarımızdır.
KARA SEVİN
Nurkan GÖKDEMİR
Hayal kırıklığına uğramaktan
korkmamamız gerekir. Bunun için
geçmişe takılıp kalmamalı, yine ve
yeniden daha iyisinin yapma adına
gayret etmeliyiz. Yok, kelimesini
zihinde silmeliyiz gerektiğinde.
Korkularımızla yüzleşmeli, onların
üzerine gitmeliyiz. Her sonu başlangıç
saymalı ve hata yapmayanların
sadece ölüler olduğu, gerçeğini
unutmamalıyız. Tek rakibimiz
kendimiz olmalıyız. Risk almaktan
kaçınmamalıyız, her yenilgiyi bir
basamak olarak görüp üst basamağa
çıkmaya kullanabilmeliyiz.
Biliriz ki hayatı anlamlı kılan insanoğludur.
Diğer bütün varlıklar
/ âlemler yaşam döngüsünde insana
birer yardımcı mahiyetindedir.
Yenilgi değil asıl kaybımız, pes
edişimizdir. V. Hugo’nun deyimiyle;
hayat mücadele edenlerindir.
Asla düş kurmaktan vazgeçmemeliyiz.
Düşlerimizi düşleyip onları hayata
geçirirken de etrafımızdaki her
şeye sanat eseri gözüyle bakmalı
ve bir sanatçı titizliğiyle yaklaşmalıyız.
Biz insan olarak varlıkların
en şereflisi olma ödülüyle ödüllendirilmişiz.
Düş penceremizi açıp
göğün maviliğini kucakladığımız
zaman bize bütün bir sonsuzluğu
bahşedeni unutmamalıyız ki düşlerimiz
de hakikatten payını alsın.
dışarsı ayaz apak
kar yağıyor ipil ipek
yaşasın sevin!
dışarsı ayaz apak üşş!
evinse sımsıcak miss
ne hoş! sevin
ak kar/a âlem halleri
kimin pamuk şenliği
kimin bumbuz kederi
susca sokaklar parklar
kar viran boylar aşar
k/aç/ak rengiyle yağar
çıplak masuma şimdi?
…
şu kaldırıma baak!
ahh! donarak ölmüş biri...
yanında yok kimse/si
ağlıyor kedisi köpeği
bakıp hızla geçiyor
taş âlemin körleri
görmüyorlar
fail ayaz izini
duymuyorlar
ölümün giz sesini
ne acı mânidar
facia ki derin!
‘bak ve unut gitsin’ ha!
umurunda mı senin
yaşayan ölülerin?
ayazda sus/u yaşar masumlar
ve ölürler kimsesiz masumca
şu koca kalabalık dünyada
kimsesizler!.. nasılsa?
-oo! boşver, diyor
karı tuzu kuru biri
öyleyse haydi
devam etsin bu ak kar/a şenlik!
ohh! sımsıcak ya her şey/in
gerisi boş hikaye
kara serin
haydi kara sevin!
ve tinsel ölümüne / âlemin
…
Gök penceremizi açık bırakalım
ki düş yağmurları bizi de ıslatsın.
17
Beyzanur SERENGÜL
KARAHİNDİBA
Sümeyye Gönül ÜLKE
GÖNÜL YARASI
Merve AKYOL
ADEM’İN ÇOCUKLARI
Karahindiba ne güzel bir çiçek
değil mi?
Üfledikçe yapraklarını her yere
saçan,
Saçtığı her yerde kendinden bir
parça büyüten.
Sen de benim kalbime karahindiba
gibi yerleştin o gün.
Büyüdün, büyüdün, büyüdün...
Artık yapraklarını etrafa saçma
vaktin gelmişti.
Seni o kadar güzel,
O kadar naif üfledim ki!
Sonra...
Dağıldı tüm yaprakların kalbime.
Koskoca seni büyütüyordum artık.
Ben sendim.
Bu kalp tamamiyle senindi.
Ve sen,
Kalbimden hiç çıkaramadığım
Karahindibağımsın.
Hesabını yapmadım hiç, beyaz
yalanlarımın.!
Saklayamadım son dileğime, sorulmamış
İtiraflarımı..!
Hesabını soramadan, çalınmış
yıllarımın
Yokluğumu da al, yanına ağla.!
Ruhumun yitik, gönül yarası.!
Al kaybedilmiş savaşlarımı.!
Sığınarak yenilmiş, mahçup cesaretime.!
Sensizliğe, sessizliği biriktirerek.
Mürekkebim göz rengin, bahtımın
karanlığına..!
Yaz bir sevda masalı, adı gönül
yarası.!
Son hıçkırığımla, gözlerimi kapayarak
gökyüzünde.!
Hikayemin bana mübah ve aklımda
seninle.!
Aklımda ayrılığın hüznü, gitmenin
acı telaşı..!
Sakın ağlama Sen.!
Ağlama...
Gönül yarası.!
öne geçin yeryüzünün yoksulları,
örtün, bu zamanı.
“asra and olsun ki isan ziyandadır.”
okundu yüzüne mektup,
güneşi erken doğuran,
kadınların çocukları.
biliyorum bir ağaç gölgesiydi,
bütün mülkün.
çocuktu kalbinin yüzü,
çiçek açan zemheride.
onlarca ağıdı gömdüm
de geldim,
yıkamak için hüzünlü yüzleri.
zamanı katlettin, kendini katlettin.
kıyım mı yoksa ölüm mü?
Adem’in çocukları.
18
Selvigül KANDOĞMUŞ ŞAHİN
YİNE ÖNDEN GİTTİN ZEKİYE YAĞMURCU, RAHMETLERİ KUŞANIP
Zekiye’nin ölüm haberi ekrana
düştüğünde beyaz karlar yağıyordu
İstanbul semalarına…
Zekiye’m ismiyle müsemma yağmur
gibi bereket kuşanmış bir
ömrü geride bıraktı, şimdi o cennet
hatunu. Ne çok anımız oldu
beraber, doksanlı yılların hızlı
gençliği olarak üniversite koridorlarında,
kütüphanelerde daha çok
eylemlerde ve gittiğimiz vakıf ve
derneklerde hep beraberdik. Onun
azmine, enerjisine her daim hayrandım.
Gizemli bir hali vardı Zekiye’nin
hani hal dili derler ya, ondaki
maneviyat ve teslimiyet, derin
duyarlılık tasavvuf ehliyim diye
dolananlarda yoktu. O kendi halini
bilmeden, farkında olmadan yaşayanlardandı…
Bir zamane dervişi
gibi mütevazı, teslim ve yüzünde
o hiç eksilmeyen tebessümü, o tebessüm
ki her daim onun yüzünde
bize umut, bize ümit aşılardı. Çok
yorgunum, yüreğim yorgun ve bu
yazıyı ağlayarak yazıyorum. Gidiyor
önden sevdiklerimiz. Ah be
Zekiye’m yine önden gittin. Yine
bizi yanıltmadın, yine bizi geçtin
ve gittin Dar-ı Bekaya… Her şeyin
boş olduğunu, dünyanın göçebeleri
olduğumuzu senin erken
gidişinle bir kere daha anladık.
Ve “Her ölüm erken ölümdür” diyen
Cemal Süreya gibi ve “Hepimiz
ölecek yaştayız” diyen İsmet
Özel’in cevap verircesine söylediği
ölüm mısraları geldi aklımıza.
Beni en son okulunda ağırlamıştın,
öğrencilerinle buluşturmuştun.
Kitaplarımı okutmak için nasıl da
çabalıyordun, son zamanlarda seni
arayıp halini hatırını soramadım,
mahcubum ve şimdi daha iyi anlıyorum,
her şeyin kıymetini zamanında
bilmemiz gerektiğini…
Seninle geçen günlerimizden, Cihan
Aktaş ablamız için yazdığım
yazıda bahsetmiştim, şimdi onu
buraya eklemek istiyorum, bazı
yazılar bir defa yazılıyor çünkü.
Rahmet olsun güzel kardeşim,
mekânın cennet olsun… Rabbim
yaşantınla ilham olacağın
gençlik nasip eylesin bizlere…
“Üzerimizde ağır bir hüzün olsa
da, yüreklerimiz kuşlar kadar
hür. Ve yüreklerimiz alabildiğine
koşan ayaklarımızın hızına yetişmeye
çalışıyor. Ve artık İstanbul’un
ani lodoslarında saçlarımız
savrulmuyor, eteklerimiz olur
olmaz rüzgârlarla uçuşmuyor…
Sigara dumanı altında kalmış,
boğucu ve keskin havasında ter
ve asit kokan kafelere yolumuz
düşmüyor. Mevsim sonbahar olsa
da, üşümekten, yorulmaktan, yıpranmaktan
değil, duru nehirler
gibi arıtan, omuzlarımızdan aşağı
dökülen örtülerimiz var artık.
Bizi ısıtan, bizi yeni aydınlık bir
dünyaya takva örtüleri sıcaklığında
saran esvaplarımız. Ama işte
şair İsmet Özel diyor ya “Yürek
elbet acıyor esvap değiştirirken.”
Acıyan yüreğimize, açılmış derin
yaralarımıza o zaman ayetlerin
şifalı hallerini sarıyoruz.
Şimdi Süleymaniye’nin, kırmızı
yeşil kadim halılarında, denizin
yansıdığı rengârenk vitraylarında
ayaklarımız tökezlese de bakir
bir huzur iklimine doğru yürüyoruz.
Uçuşan martıların çığlıklarına
karışan çırpınışlarımızla
artık her şeyi terkediyoruz... Ara
ara uğradığımız kafeleri terkediyoruz,
dost meclislerini terkediyoruz,
Hergele Meydanı’nın
dumanlı iklimini terkediyoruz,
19
kızlı erkekli tüm toplantıları, yat
gezilerini, çayları, partileri, Yümni’
nin eşsiz pastalarını, bayat, ekşimiş
limonatalarını terkediyoruz…
Şimdi yüreğimizde geçmişten kalma
derin bir boşluk, ayaklarımızda
anlayamadığımız bir yorgunluk...
Buradayız işte tam da burada;
Beyazıt Meydanı’ndan geçerek,
asırlık taşlara basarak yüreğimizde
anlaşılmaz telaşlarla Beyazıt
Camii’nin tam önündeyiz... Şimdi
Beyaz Saray’ın bodrum katına
doğru inen merdivenlerinden sanki
gökyüzüne doğru tırmanıyor,
aldığımız kitaplar, dinlediğimiz
kasetlerle hiç bilmediğimiz bir
dirilişin eşiğine yolcu oluyoruz.
Mustafa Yazgan konuşuyor Şefkat
Vakfında. Sonra AKEV’deyiz
Sultan Ahmet Camii’nin yamacında.
Hiç vakit kaybetmeden soluğu
Yusuf Paşa’da alıyoruz Bilim
Sanat Vakfında Mustafa Özel’i,
Şakir Kocabaş’ı dinliyoruz. Sonra
Birleşik Dağıtımın kitap kokularına
karışmış ikliminde Dücane
Cündioğlu’nu, Ayşe Şasa’ nın hüzün
yüklü hidayet öyküsünü dinliyoruz
kırgın sesinden… Oradan
Hamza Türkmen’e yetişmeye çalışıyoruz,
Fatih Haksöz’e giderek.
Şimdi okuduğumuz her yazarın bir
karşılığı, gittiğimiz her söz meclisinin
bir anlamı var. Ve biliyoruz
artık geç de olsa biliyoruz: “Okuduğumuz
tüm kitaplar tek bir kitabı
daha iyi anlamak içindir” Üstad
Nuri Pakdil’in dediği gibi.Ara ara
Edebiyat Fakültesi’ne gidiyorum.
Tarihten Zekiye, Edebiyat’ tan
Meryem beni karşılıyorlar. Edebiyat
Fakültesi’nin koridorlarında
öyle bir yürüyüşleri var ki; nasıl
anlatsam bilmiyorum. Zekiye’nin
örtüsünün altında “La İlahe İllallah”
yazan yeşil bir bandana var.
Bu bandanayı takarak Taksimdeki,Yıldız
Teknik Üniversitesi’ndeki
ve Beyazıt Meydanındaki mitinglere
gidiyor Zekiye. Ve her yere yetişiyor.
Her yerde yumruğu havada.
20
Bir bakmışsın Yıldız Teknik’teki
eylemlerde, bir bakmışsın Beyazıt
Meydanında atom karınca gibi her
yere yetişiyorZekiye.Artık Zekiye
dediğimizde kimse bir şey anlamıyor
ama biz“La İlahe İllallah
Zekiye” dediğimizde herkes bizim
direnişçi Zekiye’den bahsettiğimizi
anlıyor.Zekiye bana kitaplar getiriyor.Eylemci
ama her şeyin farkında,
entelektüel okumalar yapıyor. İlk o
mu vermişti bana Cihan Abla’nın
hikâyelerini, yoksa Basın Yayın
grubundaki arkadaşlarım mı, bunu
hatırlayamıyorum.Her haftaEnsar-
Vakfı’nın rüzgârdan sarsılan camlarının
dibinde kitaplar okuyoruz.
Zekiye’nin ölüm haberi
ekrana düştüğünde
beyaz karlar yağıyordu
İstanbul semalarına…
Zekiye’m ismiyle müsemma
yağmur gibi
bereket kuşanmış bir
ömrü geride bıraktı,
şimdi o cennet hatunu.
Yenidenyeniden inşa oluyoruz,
yıkıntılarımızdan yeniden oğuyor,
diriliyor, birbirimize sımsıkı
sarılıyoruz. İşte o zamanlar elimizde
kitaplar. Elimizde bulunan
ve artık mealinden, tefsirinden
okuduğumuz Yegâne Kitap için
okunan kitaplar… O kitaplardan
en önemlisi belki de kendimi bulduğum,
yitiklerimi sayfalarının
arasında bir bir yakaladığım hikâyeleri
Cihan Ablanın. Süleymaniye’nin
arka sokaklarını anlattığı,
o yaralı, o ince kızların mücadele
dolu serüvenleri, toplumun,
yanlış din algısının, dogmaların
karşısında kendilerini yeniden
yeniden diriltmelerinin hikâyesi.
İşte bizi anlatan bizim sancılarımızı
anlatan, bizim sorgulamalarımızı
anlatan bu döneme
notlar düşen bir kalem. Nasıl da
heyecanlanmıştım Cihan Aktaş’ın
hikâyelerini okuduğumda. Cesur
kızları yazıyordu; devleti, milleti,
yasaları, dünyayı, karşısına alan,
örtüsünü siper eyleyen, öyle gelenekten
gelen bir algıyla değil,
sorgulayarak, bedel ödeyerek, ne
için örttüğünü bilerek örtünen
kızların hikâyelerini bulmuştum
onun cesur kaleminde. Kendisi
hem yaşıyor, yaşadıkça keşfediyor,
yollar açıyor ve büyük bir cesaretle
bunları hikâyeleştiriyor ve yol
oluyordu genç yaşına rağmen…
Bir gün Zekiye bana Cihan Abla’yı
ziyarete gittiğini söylediğinde
nasıl da heyecanlanmıştım. Ona
çok kızmıştım niye beni de götürmedi
diye. “Ama Selvi inan çok
ani oldu” diye o çocuksu masum
haline bürününce, “Kısmet, bir
gün biz de tanışırız” demiştim.
Kitaplarını okuyorduk ama kendisini
daha görmemiştim. Bizim için
adeta bir kahraman, bizim sesimizi,
davamızı seslendiren yegâne bir
kalem ve aktivist bir yazar olarak
görüyorduk kendisini. Heyecanla;
“Nasıl nasıl birisi diyordum
Cihan Abla. Evi nasıl, nasıl konuşuyor,
neleri seviyor?” Nasıl da
heyecanlanmıştık. Evet, ilk Zekiye
gitmişti Cihan Abla’yı görmeye.
İlk o muhatap olmuştu ve bizden
yine öndeydi. Yine aynı yıllarda,
Çemberlitaş’ta Fırat Kültür Merkezi’nde
bir kitap fuarı açılıyor.
Cihan Ablanın hikâye kitapları
yüreklerimizi yumuşatıp, koşturup
duran o deli kızları dizginleyip,
neyi nasıl yapmaları
gerektiği noktasında muhayyilemizi
inceltirken, ayrıca düşünce
eserlerini de yayımlandığı anda
okumaya gayret ediyorduk.”
Milat Gazetesi
Rümeysa AKBAŞ
KAYBEDİNCE ANLAMAK ÇOK ACIDIR
Feyza ARAT*
GELECEĞE YOLCULUK
İnce uzun delikanlı, omuzuna kadar
dökülen saçlarını eliyle geriye
doğru attı ve hüzünlü ve durgun
bir halde, uzaklara dalıp gitti bir
an… Hayatında yeni bir dönem
başlıyordu çünkü anne ve babasını
kaybetmişti. Bundan sonraki
hayatını dayısının yanında geçirecek
gibi görünüyordu.Dayısının
köyüne giderken, otobüste dalgın
düşüncelere dalmış, gözleri bulutlarda
düşünüyordu. “Köy hayatına
uyum sağlayıp, sabahları erken
kalkabilecek miyim acaba? Tarlada
çalışacak bilir miyim?” Diye kendi
kendine soruyordu. Bu endişeler
içinde köye varmışlardı nihayet…
Bahçeye ilk girdiklerinde, traktörün
üzerinde onları bekleyen, kendisiyle
yaşıt, karakaşlı, mavi gözlü
hafif kilolu, güneşten teni kararmış
bir kızla karşılaştı. Delikanlı kızın
traktörü sürmesine çok şaşırmıştı.
Daha önce motosiklet, bisiklet,
araba süren kız görmüştü ama
traktör süren kız ilk defa görüyordu.
Şu an sanki başka bir dünyaya
ışınlanmış gibiydi. Bu küçük
köyde, çocukların, yaşlı dedelerin,
ninelerin iş yapmasına çok şaşırmıştı
önceleri… Oysa kendisi bir
bardağı kaldırmaya üşenen birisiydi.
Eve vardıklarında onları evin
köpeği karşıladı. Delikanlıyı görünce
yabancı birisini gördüğünde
verdiği tepkiyi vererek havlamaya
başlamıştı. Neden sonra sahibini
görünce sustu. Dayısı “Oğlum yoldan
gelmişsin, yorulmuşsundur,
yemeğini ye de biraz dinlen” dedi.
Delikanlı yemeğini yedikten sonra,
toprak sıvalı, küçük tahta çerçeveli
camın kenarında, kanaviçe
işlemeli sedirin bulunduğu misafir
odasında, yer yatağında yatacaktı.
Normalde olsa yumuşacık bir yer
isterdi ama çok yorgundu. Hemen
yattı, sabahın erken saatinde horozların
ötmesi ve ineklerin mölemesi
ile uyandı. Gözlerini açıp
pencereden dışarı baktı. Her yer
karanlıktı, dayısı avluda ineklere
yem veriyor, yengesi kahvaltıyı
hazırlıyordu. Şaşkınlıkla bu kadar
erken kahvaltı mı olur diye düşündü.
Dayısı kahvaltıda “Bugün çok
işimiz var sap toplamaya erkenden
gitmeliyiz” diyerek heyecanla konuştu.
Delikanlı “Bu saatte iş mi
olur? “diye şaşkın şaşkın karşılık
verdi ama yapacağı bir şey yoktu.
Birlikte traktöre binerek sap toplamaya
gittiler. Dayısı ona ilk gün
orağın nasıl tutulacağını öğretti.
Delikanlı orağı ilk defa eline almıştı.
Buğday saplarınn yarısı yerde
yarısı elindeydi. Orağı tutmak
gerçekten çok zordu, dengeyi bir
türlü sağlayamıyordu. Güneşten
yanmış, sarı sıcak buğday saplarını
tutmak ellerini yakmış, ellerinin
içi kabarmıştı. Sarı saçları yapış
yapış olmuş, şakaklarından terler
sızıyordu. Bir an doğruldu, tarlanın
bitim yerindeki yüksek dağların
burçlarına bakarak düşündü…
Annesi ona küçücük bir iş söylerken
bile mızmızlanıyordu.
“Ah, keşke geriye dönebilsem.
Annem bana ne dese hiç itiraz etmeden
yapardım” diye iç geçirdi.
Ama o günler geri gelmezdi
bunu çok iyi biliyordu. Artık bu
zor şartlara uyum sağlamalıydı.
Şimdi daha iyi anlıyordu ki; elimizdekilerin
kıymetini kaybedince
anlamak çok acıdır.
SON
Halim heyecanla yataktan fırladı.
Bu gün büyük gündü. Bütün hazırlıklar
tamamdı. Artık tüm hayalleri
gerçek oluyordu. Hazırlanıp hava
üssüne gitti. Çok heyecanlıydı.
Onu kapıda bir ekip karşıladı, Başlarında
da Türk bilim adamı Umut
Yıldız vardı. Onunla birlikte çalışmak
gurur vericiydi. Kendisi için
gideceği yere uygun giysiler hazırlanmıştı.
Bu gün uzaya giden ilk
Türk astronotlardan biri olacaktı.
Mars’a yolculuk yapacaklardı. 4
astronot ile uzay aracına bindiler.
Heyecanı kat kat artmıştı. Çocukluğundan
beri bu günü hayal ediyordu.
Artık 27 yaşındaydı. Ve yolculuk
başlıyordu. Geri sayım başladı.
3, 2, 1 ve güçlü bir şekilde uzay
aracı fırlatıldı. Dünya gözlerinin
önünde yavaş yavaş küçülüyordu.
Uzaklardan Dünya’yı izlemek çok
keyifliydi. Uzayda her şey Dünya’dan
çok farklıydı. Araç içinde
uçarak hareket ediyorlardı. Suyu
arıtarak tekrar tekrar kullanıyorlardı.
Ve bunun gibi bir sürü şey. Özel
Kıyafetlerini giyip Uzay aracından
indiler. Tam Mars’a ayak basacaklardı
ki, annesinin sesiyle irkildi.
Gözlerini açtığında evinde ve hâlâ
8 yaşındaydı. Ama gördükleri çok
gerçekçiydi. Rüyasında Uzaya ve
geleceğe yolculuk yapmıştı. Tüm
bu yaşadıklarının bir rüyadan ibaret
olmasına üzülmüştü, fakat rüyasında
bile olsa bu yolculuğu yapmış
olmak onu çok mutlu etmişti.
* Feyza ARAT bir ilkokul üçüncü
sınıf öğrencisi. Yaşına göre
değerlendririldiğinde çok güzel
bir öykü olduğu anlaşılıyor.
Kendisini tebrik ediyoruz...
21
Furkan DİLEKCİ
BİR ŞAİR
Düşlediği hayalleri yaşantısından avare dolanan bir
şaire tanıklık ettim.
Bezmiş kelimeler ile şiir yazmaya çalışan.
Gaddar ve Cebbar muallağında düşle kaleme sarılan.
Umutsuz ve yalnız.
Korkak ve yalnızlığına biçare.
Soğuk kaldırımlara,
Dibini aydınlatmayan sokak lambalarına âşık.
Bildiği en iyi şey, hiç şüphesiz yalnız kalmak.
Ne o, dünyalara hâkim olma gayesinde
Ne de dünyalar ona hâkim olma heveslisinde
Tek tesellisi ki,
Bu emsali daha görülmemiş bir maneviyattan meydana
gelir.
Ölüm döşeğinde zamanı geriye doğru sayarken
Sevdalısı için yazdığı ilk şiiri ona yüksek sesle okumaları.
Dedim ya hayalleri yaşantısından avare bir şair.
Umutsuzlukla kanlı bıçaklı kavgaya girmesine rağmen,
Sineminde saplı bir hançer gibi duran umutsuzluğa
rağmen,
Hevesle büyüttüğü umutları var.
Hayatta çoktan küsmüş bir şair.
Kahpe bir sevdaya düşmüş ve alkolik kesilmiş.
Riyakâr bir aşka esir olmuş da şairliği elzem bilmiş.
Yoksa ilelebet, bir duyguyu ifade etmek için amansız
hiddetle kaleme ve kâğıda sarılmazdı.
Çünkü nefret bile etmeyecek kadar duygusuz bir kalp
ile gezinirken
Bir vurgundu ruhuna ayrılık oku.
Şimdi ben bir şair tanıdım.
Duygusuz kalbini söküp, müteessir kelimeler ile cebelleşen
bir kalp ihya etmiş.
Korkusuz ve umutsuz tanımıştım bu şairi.
Şimdi paramparça kalbinden en sevdiği hayali söküp
alsalar yine de korkmaz
Şimdi virane kalbinden, gözü gibi baktığı umudu çalsalar
yine de küsmez umutlanmaya.
Bitmiş kelimeleri dirilten bir şair diyorum size.
Hiç küser mi duygulara.
Teslim olur mu hiç umutsuzluğa.
Ben bir şair tanıdım on sekizimde.
Korkak, umutsuz ve yalnızdı.
Ve ben, bir şairin ölümüne tanıklık ettim yirmi birimde.
Gün geçtikçe kendi elleri ile hayallerini boğan.
Ondan uzaklaşan tüm umutları, kendi yok eden.
Ve ona âşık olan tüm kadınları bir kelamı ile küstüren
şairin ölümüne tanıklık ettim.
Ve bu sabah;
Yaz(a)madığı şiirleri ile
Kadınlara peşkeş ettiği ömrü ile
Tanrıya mihman tuttuğu duyguları ile bir şair öldü.
Ve bir şair,
Kimsesiz çocuklar gibi, bir başına toprak koktu.
22
Erhan ÇAMURCU
“RUZİGAR”’IN ESTİRDİKLERİ
Deneme, yazarın kendi içinden çıkıp
okuyucuların zihinlerinde dolaştıktan
sonra yine kendi içine döndüğü bir türdür.
Çok şey söylese de aslında söylediği
şeylerin hepsini birden “Bu, benim.”
cümlesinin içine sığdırabiliriz. İnsan,
sürekli bir uyarıcının etkisi altındadır.
Duyularımız yoluyla algıladıklarımızı
zihinsel bir sürecin ardından anlamlandırırız.
Bu anlamlandırma sürecinde her
insan fıtratı gereği farklı çıkarımlarda
bulunur. Bu nedenle her insanın kendisiyle
konuşması onu diğer insanlardan
ayırır. Yazarın düşüncelerini kendi kendisiyle
konuşuyormuş gibi kaleme aldığı
düşünce yazısı olarak tanımlanana deneme
de yazarının fıtratı ve zihin dünyası
hakkında bize önemli bilgiler sunar.
Fatih Tezce; duyduğu seslerden, gördüğü
görüntülerden, şahit olduğu olaylardan
neş’et eden duygu ve düşüncelerini
“Rüzigar” adlı kitabında bir araya getirmiş.
Denemeleri okuduğumuzda Fatih
Tezce’nin; ahlâki duruşuna, toplumsal
duyarlılığına, milli ve manevi değerlere
karşı hassasiyetine ve ruhsal dinginliğine
dair güçlü çıkarımlarda bulunabiliyoruz.
Giriş bölümünde; “İçimden geçenleri
yazdım.” diyor ve ekliyor: “Yalnızlığa
hayranız ama yalnız yaşamaya değil.
Yaşamadan yazılmıyor.”Aynı zamanda
güçlü bir şair olan Tezce’nin denemelerinde
şiirsel bir dil hâkim. Bu şiirsel dil
zorlama ya da yapmacık olmaktan ziyade
oldukça doğal ve rahat bir söyleyişten
ileri geliyor. “Kasketli adamın kasvetli
bakışı belki Anadolu’dur. Gözlerimizdeki
Gözlerimizdeki yağmurları şımartan
biri olmadıkça yazmanın da yaşamanın
da takvim yaprağında yer kaplamaktan
öte ne anlamı var.” diyor bir yazısında.
Kasket ve kasvet arasındaki ilişki sadece
kafiyeden ibaret değildir zira muhayyilemizdeki
kasketli adamlar daima
duvar diplerinde, dudaklarında sigara,
gözlerinde buğu ve akıllarında
binlerce soruyla otururlar. Bir başka
yazıda şöyle diyor yazar: “Denizleri
mavi gözlerinde toplamış adamlar
ayrım yapmadan çekiştirdiler rüzgârı
dağların eteklerinden.” Deniz ve
rüzgâr arasındaki ilişkiyi bir de deniz
adamlarının gözüyle değerlendirdiğimizde
bu cümle toplumsal dayanışmayı,
emeği, alın terini, helal kazancı
ve şükretmeyi ve daha nicesini
çağrıştıracak güçlü bir imge oluyor.
Oğluna seslenen bir babanın dilinden
şunları söylüyor Tezce: “İçimden
geldiği gibi davranmaya seninle başladım
ben oğul. Bir bebek gibi, çoğunlukla
yalnız ve tek başıma...”
Tezce’nin denemelerinde şiir ve mektuptürlerinin
özelliklerini de iç içe geçmiş
bir şekilde görebiliyoruz. Her ne kadar
kendiyle dertleşse de birçok denesinde
hitap ettiği birini görüyoruz. Bazen bir
dostuna sesleniyor, bazen oğluna, bazen
de çocukluğuna. Bebek, saflığın ve masumiyetin
ifadesiyken içinden geldiği gibi
davranmak şiirsel bir tavırdır. “Şehir, içinde
sen varsan şehirdir.” Şiir gibi bir bakış
daha… Yazarın kendini ait hissettiği bir
muhit de var elbette. Bir yazısında şöyle
diyor: “Ekmeğe banıp banıp diye başlayan
şarkıları bu mahallenin çocukları olarak
hiç sevmedik. Ekmeğe banıp banıp üretmeyi
seninle tanımıştı bu mahalle çünkü.”
Bu cümleler bize yazarın düşünsel duruşu
ve sanat anlayışı hakkında net bir fikir veriyor.
Bir başka yazsında ise; “Bir ağaç tek
başına, çok uzakta, gölgesinde koyunlar
kaval sesi ve hüzün… Çalıyor çoban…
Çoban kendini anlatıyor… Kendini anlamayan
başkasını anlayamaz… Çoban kavalla
kendini anlamaya çalışıyor…” diyor
Tezce. Bu sözler bize “Nefsini bilen Rabbini
bilir.” sözünü hatırlatıyor. Pek çok
âlime göre insan, küçültülmüş âlemdir.
Öyleyse insan kendini tanımakla evrenin
sırlarını da çözebilir. Cenab-ı Hak ilmini
ve kudretini sebeplere gizlemiştir. Bu nedenle
evreni tanımak sebepleri tanımak,
sebepleri tanımak ise sebeplerin sahibini
tanımak anlamına gelecektir. Ayrıca kişinin
nefsini bilmesinden kasıt kendi yaratılış fıtratını
idrak etmesidir ve her kulun Rabbini bilme
yolculuğu kendi fıtratıncadır. Bir yazısında
ölümü yakın bir hakikat olarak gözlerimizin
önüne seriyor Tezce: “Arefe günü kabristanlar
insan açıyor… İnsanlar burada hüngür
hüngür açılıyor, sonra eller açılıyor, Fatihalar
okunuyor… Aklıma yine aynı soru geliyor: bu
koşturmaca nereye kadar? Şmdi kapıdayım…
Kocaman harflerle yazılmış: ASRİ MEZAR-
LIK… Asri yani modern… Sonu hüsranla biten
hırslar nereye kadar? Nereye bu gidiş? Hayatın
en güçlü şiiridir ölüm ve Tezce; ölümü,
ölüm karşısındaki gafleti güçlü bir ironiyle
veriyor bize.Şair ve eğitimci olması itibariyle
aile kavramına ayrı bir ehemmiyet veriyor
Tezce. “Kızlarım küçük, sahip çıkarsınız değil
mi?” sözleriyle toplumsal hafızamızda derin
izler bırakarak hayatını kaybeden Dr. Yavuz
Kalaycı’nın kızlarının baba özlemini de yazısına
konu ediyor: “Dün gece hiç tanımadığı
birine sırf babalarına benziyor diye merhaba
diyen yetim kızların rüyalarındaki mutluluğunu
bu koca şehir koskoca şehir anlayabilir mi?
Gerçek olan rüyalar mıydı yoksa?” Çocukluğuna
da sesleniyor yazar: “Zaman kapıma
sığmıyor. Dağlar sığıyor, rüyalar sığıyor,
dünya sığıyor, zaman sığmıyor. Kahverengi
kapılar bir beni, bir seni, bir de zamanı
bekleyemiyor. Kapılar ve zamanlar…”
İnsan büyürken içindeki çocuğun içinde
bir yerlerde küçük bir çocuk olarak kaldığını
düşünür. Tezce, büyürken kendisinden
uzaklaşan içindeki çocuğun hüznünü
dillendiriyor. Bu arada bu cümleler şair
Yağız Gönüler’in; “Bana tutunacak çok
dal verdi hayat/ Rüyalar, dualar, eskilerin
ayak izleri ve kapılar” dizelerini hatırlattı.
Çocukluğumuzu beklemeyen kapılara
tutunarak büyüdük. Rüyalar bir yönüyle
çocukluğa açılan bir kapıyken bir yönüyle
ötelere açılan bir hakikat perdesidir.
23
24