You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Haziran 2021 Sayı: 3
Sefer-i
İdrak
Sefer Sünnettir.
Fe Eyne Tebehun? / Ulu Hakan Abdulhamit Han’ın Rüyası: Hicaz Demiryolu / Avrupa Kaça Bölünebilir? / Tüccar Değliz / Şanlıurfa Dul
Kadının Oğulları: Masonlar / İlle İstanbul’da Bul / Bir İngiliz Casusunun İtirafları / Özel Kalem Müdürü: Kethüda
Güneşin En Güzel Battığı Yer: Tanzanya / Geleceğin Teknolojileri
Şiirleriyle İnsanlığa Işık Tutan Bir Şair - Filozof: MUhammed İkbal
İÇİNDEKİLER
SEFER - İ İDRAK SAYI: 3
1 EDİTÖRDEN NOT Fe Eyne Tebehun?
2 HİCAZ DEMİRYOLU Ulu Hakan Abdulhamit Han’ın Rüyası
4 AVRUPA Avrupa Kaça Bölünebilir?
8 BİR DÜŞÜNCE Tüccar Değiliz
10 ŞANLIURFA Peygamberler Şehri
17 MASONLAR Dul Kadının Oğulları
18 SAHABELER İllede İstanbul’da Bul
21 AJANLAR Bir İngiliz Casusunun İtirafları
24 KETHÜDA
26
TANZANYA
Güneşin En Güzel Battığı Yer
28 MESLEKLER Geleceğim Teknolojileri
30 MUHAMMED İKBAL Şiirleriyle İnsanlığa Işık Tutan Bir Şair - Filozof
1Sefer - i İdrak
Fe Eyne Tezhebun?
“Tırnaklarımızla oyamaz mıyız anlamsızlığı?
Bir yol açamaz mıyız bir metre ötesine?
Biraz ilerideki bir çiçeğe varsak mı? Belki bir kırlangıca rastlarız.
Olasılık… Belki bir çocuğa. Sıkıştık kaldık ortasında gürültünün.”
Nuri PAKDİL
(Rahmet ve Hürmetle)
Bir ileri iki geri…
Evet, bir ileri(!) gidişin kaç geri gidişe kapı araladığını ve ilerlemek uğruna nasıl gerilediğimizin
farkında olup olmadığımızı sorguluyorum. Çocukluğumuzdan bu yana hep ileri
daha ileri, en ileri gitmek öğretildi bize. Yarış atı gibi koşmayı ve koşturmayı ve en önde olmayı
marifet bildik. Yeri geldi annemiz babamız yeri geldi en sevdiğimiz hocamız. Evet, belki kötü
bir niyetleri yoktu bunu öğütlerken ama ileri derken vermeyi unuttuğumuz maneviyat, inanç ve
değerlerimize ne oldu?
Kimimiz alabildiğine ilerledik. En baba mevkilere geldik ve aklımızda dahi olmayan
en dolgun ücretlerle doldurduk cebimizi. Ancak ileriye bakarken kaybettiğimiz inançlarımızı,
masumluğumuzu bir daha bulamadık. Tabiri caizse köyden şehre gerçekleşen beyin göçü
şimdi bize “köyümüze nasıl döneriz?” sorusunu sordurmaya başladı. Burada köy her ne kadar
varılacak mekân anlamını çağrıştırsa da aslında biz kaybettiğimiz özümüze dönüşün özlemini
çekmekteyiz. Acizliğimizi unutmak için kurduğumuz devasa beton yığınlarının içinde tefekkürü
unuttuk. Samimiyeti unuttuk. Çayın demiyle muhabbetin dibini görmeyi unuttuk. Hatta
“neyi unuttuğumuzu bile unuttuk.” Derdimiz davamız en yukarılarda yer almak oldu. En güzel
hasletlerimizin yerine; çıkarlarımız kadar kol kanat germeyi, cebi dolgunlarla dolanıp gezmeyi,
gözümüze kestirdiğimiz makam mevkiler için kırkıncı taklayı da çekinmeden atıvermeyi marifet
bildik.
Patinaj yapıyor insanlığımız! Durup düşünmeli sakince. Silkelenip kendine gelmeli...
“Fe eyne tezhebun?” bu gidiş nereye… Kime… ve ne uğruna (!)…
2Sefer - i İdrak
Ulu Hakan Abdulhamit Han’ın Rüyası
HİCAZ DEMİR YOLU
II. Abdülhamid Han’ın “Hamidiye
Hicaz Demir Yolu” ismini verdiği bu proje,
develerle aylar süren yolculuğu daha kısa
bir sürede yapabilmek içindi. II. Abdülhamid
Hân, Peygamber âşığı müminlerin, O
Âlemler Sultanının nurlu eşiğine yüz sürerek
muhabbetlerini arz edebilmelerini
kolaylaştırmak için İstanbul’dan Medîne-i
Münevvere’ye uzanan bir tren yolu yaptırmıştır.
1900 yılında çalışmalara başlandı ve tam
olarak bitirilemese de 1908 yılında proje
genel hatlarıyla tamamlandı. Resmi olarak
1 Eylül 1900 tarihinde Şam’da yapılan
bir törenle çalışmalar başladı. 1 Eylül 1904
tarihinde demir yolu 460 km uzunluğuna
ulaştı. Öyle ki; tren yolunun istasyonlarını
da sünnet-i seniyyeye uygun olması için
Peygamber Efendimiz ’in seferlerinde konakladığı
yerlere inşa ettirmiştir.
Demir yolu 1 Eylül 1908 tarihinde
resmen faaliyete başladı. Daha önce
ulaşımı 40 gün süren Şam- Medine arası
72 saate indi. 1911 yılında Kudüs hattına
ekler yapıldı. 1918 yılında demir yolunun
toplam uzunluğu 1900 kilometreyi geçti.
Projenin Mekke’ye uzatılması farklı sebeplerden
dolayı engellendi.
II. Abdulhamid Han’ın baş politikası olan Panislamizme
bağlı olarak pratik yarara dönüştürdüğü
halifelik kavramıyla birlikte başlattığı demir yolu
projesi asıl amacı elbette merkezi idarenin güçlenmesi
ve stratejik üstünlük kurma çabası olmasına
karşın, bu iş için yurt içinde ve yurt dışındaki
müslümanlardan paralar toplanırken, hac vazifelerinin
güvenli ve hızlı bir şekilde yerine getirilmesine
yardımcı olacağı söz konusuydu. Ayrıca
Medine Tren İstasyonunu Nebiyy-i Muhterem
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ‘in ruhaniyetini
rahatsız etmemek düşüncesiyle Kubbe-i
Hadrâ’dan yaklaşık 2 km. uzağa yaptırmış ve Medine
içerisinde bulunan bütün raylar, -üzerinden
vagonlar geçtikçe gürültü çıkarmasınlar diyekeçe
ile kaplatmıştır.
Keçe ile döşenen bu raylar da Allah Resul’üne
duyulan hürmet ve muhabbet dolayısıyla
günün belli saatlerinde gülsuyu ile yıkanmıştır.
Osmanlı’nın bu mukaddes beldelere yaptığı
her hizmet, Şâir Nâbî’nin;
Sakın terk-i edebden kûy-i Mahbûb-i Hüdâ’dır
bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu!..
“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun Sevgili
Rasûlü Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’in makâmı ve beldesi olan bu
yerde edebe riayetsizlikten sakın!..”
İkazıyla başlayan na’tında dâvet ettiği
edep, hürmet, muhabbet ve hassasiyetin âdeta
müşahhas birer ifadesi mahiyetinde gerçekleşmiştir.
Hicaz Demir Yolu, Ulu Hakan Sultan Abdulhamid
Han’ın İslami politikasının bir sembolü oldu.
3Sefer - i İdrak
Der ‘a, Der‘a-Semah hattı Suriye’de, Der‘a-Müdevvere
hattı ise Ürdün’de kaldı. Günümüzde bir
kısmı orijinal lokomotif ve vagonlarla nostaljik de
olsa kullanılmaktadır. İngilizlerin ilk yok ettiklerinden
olan Medine’ye ulaşan raylar ve Medine
İstasyonu restore edilmiş ve ziyarete açılmıştır.
Velhâsıl ecdadımız, Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi vesellem’i kalplerinde öyle müstesna
bir yere koymuşlardır ki, günlük hayatlarından,
yazdıkları nat’lara kadar her sahada O’nun adını
zikretmeyi ve şefaatini dilemeyi bir düstur hâline
getirmişlerdir.
Esengül ÇETİN
I. Dünya Savaşı’ndan sonra demiryolu dört
kısma ayrıldı. Hayfa-Semah hattı Filistin’de,
Müdevvere-Medine hattı Hicaz Hâşimî Krallığı
ve daha sonra Suudi Arabistan’da, Şam-
4Sefer - i İdrak
Avrupa Kaça Bölünebilir?
Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın
yıkılması Avrupa’nın doğu yarısında pek
çok yeni devletin doğmasına yol açtı. Avrupa’nın
batısındaki eski ulus devletler ise
uzun yıllar boyunca kökleşmiş bir görünüm
sergiledi. Ancak sağlam görünen temeller
sallanmaya başladı. Batı Avrupa’da çeşitli
ülkelerde bağımsızlık mücadelesi veren ayrılıkçı
hareketler bulunuyor. Bazıları silahlı
mücadele veriyor, bazıları müzakerelere bel
bağlıyor.
KATALONYA
İspanya’ya bağlı özerk Katalonya
bölgesi, Avrupa’da bağımsızlık talebinin en
yüksek sesle çıktığı yer. Franco diktası döneminde
yoğun baskıya maruz kalan bölge
günümüzde geniş kapsamlı bir siyasi ve
kültürel özerkliğe sahip. Yaklaşık 7,5 milyon
nüfuslu özerk Katalonya bölgesi kendi parlamentosuna
sahip. Ancak bunu yeterli bulmayıp
kendi devletine sahip olmak isteyen
pek çok Katalan var. Referandum sonucundan
bağımsızlık çıkmasına rağmen İspanya
tarafından tanınmadı. Nüfus: 7,5 milyon;
Toplam nüfusun %16’sı
BASK BÖLGESİ
İspanya’da bağımsızlığı için 50 yıldır
sürdürdüğü mücadeleyle tanınan ETA örgütüyle
özdeşleşti. Bask bölgesi ve bölgeye bağlı
Navarra özerk bölgesi, Madrid’e vergi ödemeyen
tek özerk yapı. Basklar kendi vergi gelirlerini
yönetiyor, Madrid’e sadece küçük bir ödeme
yapıyor. 2011 yılında silah bıraktı. Ancak silahlı
saldırılar da siyasi müzakereler de bölgeyi referandum
aşamasına götürmedi. Nüfus: 3 milyon;
Toplam nüfusun %4,6’sı.
İSKOÇYA
Birleşik Krallık ile İskoçya arasındaki
birlikteliğin tarihi 300 yıl kadar öncesine uzanıyor.
Ancak İskoçlar kendi parlamentolarına
sahip olmalarına rağmen uzun yıllardır daha
fazla özerklik talep ediyor. Londra yönetiminin
2014 yılında referanduma izin vermesinin
ardından düzenlenen halk oylamasında İskoçların
çoğunluğu bağımsızlığa karşı oy kullandı.
Ancak 2016 yılında Britanya’da AB üyeliğiyle ilgili
düzenlenen referandum ve ardından AB’den
ayrılma sürecinin başlatılmasıyla (Brexit) İskoçya’daki
bağımsızlık ruhu yeniden canlandı.
Nüfus: 5,4 milyon; Toplam nüfusun %8,2’si.
FLAMANLAR
Belçika, Flemenkçe konuşulan Flaman
bölgesi, Alman kökenli azınlığı da kapsayan
Fransızca konuşulan Valon bölgesi ve iki resmi
dile sahip Brüksel olmak üzere üç bölgeden
oluşuyor. Ülke ekonomisinde aslan payını
5Sefer - i İdrak
karşılayan Flamanlar yıllardır bağımsızlık
düşüncesini dile getiriyor. Flamanların Belçika’dan
kopması durumunda Belçika nüfusunun
yarısından fazlasını ve ekonomik gücünü
kaybetmiş olacak. Ülkenin bölünmesi
durumunda en tartışmalı nokta, hem Avrupa
Birliği hem de NATO’nun merkezine ev
sahipliği yapan Brüksel’in statüsüne ilişkin
olacak. Valonya’ya ne olacağı da belli değil.
Belçika’nın bölünmesi durumunda Valon
bölgelerinin Fransa’ya, Lüksemburg’a, hatta
Almanya’ya bağlanması gibi fikirler arada sırada
dile getirilse de ayrılık tartışmaları şimdilik
durulmuşa benziyor.
PADANYA
İtalya’nın kuzeyindeki Padanya bölgesindeki
ayrılıkçı hareketin de ana unsuru
ekonomik nedenler. Lombardiya, Aosta, Piyemonte,
Ligurya, Veneto ve Emilia-Romagna
bölgelerini kapsayan ve adını Po Ovası’ndan
alan Padanya, sanayi işletmeleri ve
bankalarıyla İtalyan GSYH’sının önemli bir
bölümünü oluşturuyor. Pek çok kuzeyli, çalışıp
kazandıkları paranın orta ve güney kesimlerde
yaşayan İtalyanlar tarafından israf
edildiği görüşünde.
GÜNEY TİROL
Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun
bir parçası olan Güney Tirol, savaş sonrasında
İtalya topraklarına dâhil edildi. Mussolini
dönemindeki “İtalyanlaştırma” aşaması ve
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından giderek
daha fazla siyasi ve dilsel özerklik elde etti.
Bölgede elde edilen gelirlerin büyük kısmını
elinde tutma gibi bir ayrıcalığa sahip olan ve
refah içinde yaşayan Güney Tirollüler uzun
bir süre hallerinden memnun görünüyordu.
Kamu borçları krizi ayrılıkçılığı yeniden körükledi.
Ekonominin bir türlü rayına oturtulamadığı
İtalya, Yunanistan’ın ardından
Euro Bölgesi’nde en yüksek borca sahip ülke.
Ekonomik durumu iyi olan pek çok Güney
Tirollü, İtalya’nın diğer bölgelerinin sorunlarıyla
meşgul olmak istemiyor ve Roma’dan
ayrılmak istiyor. Nüfus: 511.000; Toplam nüfusun
%0,9’u
KORSİKA
Fransa’ya bağlı Korsika adası
1960’lardan bu yana bağımsızlını kazanmak
için mücadele veriyor. Aynı zamanda Napolyon’nun
doğduğu yer olarak da bilinen ve iki
bölgeden oluşan Korsika, 1735’de bağımsızlığına
kavuşmuş ancak Versailles Antlaşmasıyla
1768’de Fransızların eline geçmişti. Uzun yıllar
Fransa devletinin baskısına maruz kaldı, dilleri
kamusal yaşamın ve adadaki okulların tamamen
dışına atılmaya çalışıldı. Korsika adasındaki
özerklik çabaları bastırıldı. Başta Korsika
Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNC) olmak üzere
gruplar yıllar boyunca devlet temsilcileri ve
sembollerine ya da adada yerleşik Fransızların
yazlık evlerine yönelik saldırılarla Fransa’dan
şiddet kullanarak ayrılmaya çalıştılar. FLNC
2014 yılında yeraltı mücadelesini sona erdirme
kararı aldıysa da çatışma potansiyeli hala mevcut.
Nüfus: 329.599; Toplam nüfusun %0,49’u
BAVYERA
Almanya’nın en zengin eyaleti Bavyera’nın
resmi adı “Freistaat Bayern.” “Freistaat”
doğrudan çevirisiyle “özgür devlet” anlamına
gelse de bu kavramın özgürlükle de devlet
olmakla da bir ilgisi yok. Tarihten gelen bu
kavram, monarşiye karşı halkın oylarıyla seçilenlerin
yönettiği cumhuriyet anlamında
kullanılıyor. Almanya’nın 16 eyaleti arasında
yüzölçümü ve ekonomisi en büyük eyalet olan
Bavyera, neredeyse 13 milyonluk nüfusuyla
İsveç ya da Portekiz’in nüfusunu geride bırakıyor.
Nüfus: 12,9 milyon; Toplam nüfusun
%15,6’sı.
ISTRİA
Hırvatistanda. Nüfus: 208.000; Toplam
nüfusun %4,9’u Istria Demokratik Meclis
Partisi (IDS) bölge özerklik, ülke genelinde ise
merkezi yönetim yetkilerinin yerel yönetimlere
devredilmesini istiyor. Istria, Slovakya ve
Hırvatistan arasında kalan bir bölge. 1991’de
Yugoslavya’nın dağılmasının ardından sınırları
net biçimde belirlenmemiş. IDS, sınırların
netleştirilmesini, bölgeye özerklik verilmesini
ve ulus ötesi bir yönetim tesis edilmesini talep
ediyor.
MORAVYA
Çek cumhuriyetinde. Nüfus: 3 milyon;
Toplam nüfusun %30’u. Bohemya ve Silezya
ile birlikte Çek Cumhuriyeti içindeki tarihi
bölgelerden birisi. Her ne kadar resmi statüsü
1949’da kaldırılmış olsa da, hâlâ kendi kimliği
6Sefer - i İdrak
olan bir bölge olarak algılanıyor.
KATOVİÇE (Yukarı Silezya)
Polanyadadır. Nüfus: 3 milyon; Toplam
nüfusun %7,8’i. Silezya, büyük kısmı
Polonya’nın güneybatısında kalan, ancak
Almanya ve Çek Cumhuriyeti’ne de yayılan
bir bölge.
SEKELİSTAN
Romanyadadır. Nüfus: 500.000;
Toplam nüfusun %2,5’i. Sekelistan, Romanya’nın
merkezinde bulunan bir bölge.
Bölgede yaşayan Macar kökenliler özerklik
talebinde bulunuyor. 2011’deki nüfus sayımına
göre Romanya’da 1,2 milyon Macar
kökenli yaşıyor. Bunların neredeyse yarısı
ise Sekelistan’da. Macar kökenliler Romanya’daki
en büyük azınlık konumunda.
BORNHOLM
Danimarkadadır. Nüfus: 39.664;
Toplam nüfusun %0,7’si. Baltık Denizi’nde
bulunan bu küçük adada, 1990’dan beri bağımsızlığı
savunan oldukça aktif bir siyasi
hareket var.
FAROE ADALARI
Danimarkadadır. Nüfus: 50.030;
Toplam nüfusun %0,9’u. 1946’da bağımsızlıktan
yana oy kullanan Faroe Adaları, o tarihten
bu yana özerk bir bölge. Ancak hâlâ
Danimarka Krallığı altında bulunuyor. Danimarka’dan
900 km uzakta olduğunu, kültürel
farklılıkların bulunduğunu ve dilin de
farklı olduğunu savunan bağımsızlık yanlıları,
Danimarka’dan tamamen ayrılmak istiyor.
VENETO
İtalyadadır. Nüfus: 4,9 milyon; Toplam
nüfusun %8’i. Yerel başkenti Venedik olan
Veneto, İtalya ekonomisi için hayati önemi bulunan
bir diğer bölge.
SİCİLYA
İtalyadadır. Nüfus: 5 milyon; Toplam
nüfusun %8,25’i. Yerel kültürel mirasına ve geleneklerine
vurgu yapan Sicilyalı özerklik hareketleri,
2000’li yılların başından bu yana aktif.
Bölgede özerkliğin yanı sıra tam bağımsızlık
çağrıları da yapılıyor.
FLANDERS
Belçikadadır. Nüfus: 6,4 milyon; Toplam
nüfusun %56,3’ü. Belçika’nın görece daha zengin
ve Felemenkçe konuşulan bölümünde uzun
yıllardır bağımsızlık hareketleri aktif. Yeni Flaman
Müttefikliği, federal meclisin en büyük partisi
konumunda. Mevcut koalisyonu kurabilmek
için bazı taleplerinden taviz vermek durumunda
kalsa da, 2019 seçimlerinin ardından daha fazla
özerkliğin Flanders bölgesine devredilmesini ve
Belçika’nın kademeli olarak iki farklı ülkeye bölünmesini
istiyor.
BRETONYA
Fransadadır. Nüfus: 3,3 milyon; Toplam
nüfusun %5’i. Bretonya’nın güçlü bir kültürel
kimliği var ve Avrupa’nın Kelt kökenli altı halkından
birisi olarak kabul ediliyorlar.
GALLER
Birleşik Krallıktadır. Nüfus: 3,1 milyon;
Toplam nüfusun %4,7’si. 19. yüzyılın ortalarından
bu yana Galler’de bağımsızlık hareketi var.
Aynı İskoçya gibi Galler de 1997’de özerklikten
yana oy kullandı ve iki yıl sonra da yerel meclisini
oluşturdu.
LOMBARDİYA
İtalyadadır. Nüfus: 10 milyon; Toplam
nüfusun %17’si. Milan kentini de içinde
barındıran, İtalya’nın en zengin bölgelerinden
Lombardiya merkezi hükümetten daha
fazla özerklik talep ediyor. Ödedikleri vergilerin
İtalya’nın nispeten daha fakir bölgelerine
gittiğini söyleyen özerklik yanlıları,
vergi gelirlerinin nasıl harcanacağı konusunda
söz daha fazla söz sahibi olmak istiyor.
KUZEY İRLANDA
Birleşik Krallıktadır. Nüfus: 1,8 milyon;
Toplam nüfusun %2,8’i. Kuzey İrlanda’nın İrlanda
Cumhuriyeti’ne katılmadan bağımsızlığını
ilan etmesini talep eden hareket 1920’lerden bu
yana aktif. Her ne kadar 1985’teki İngiltere-İrlanda
anlaşmasıyla birlikte bağımsızlık hareketi
yeniden güç kazanmıştı.
GRÖLAND
Kuzey Kutbu ve Atlantik Okyanusu arasında
yer alan ve büyük bölümü buzullarla kaplı,
57 bin nüfuslu dünyanın en büyük adası Grönland,
1775’ten itibaren Danimarka’nın sömür-
7Sefer - i İdrak
gesiyken 1953’te eyalet ve 1975’te otonom
bölge haline geldi. 2008 yılında yapılan referandumda
halkın yüzde 75’i, polis, adalet,
sahil güvenlik dahil 30 alanda kontrolün Danimarka’dan
Grönland hükümetine devrine
destek vermişti. Referandumla zengin petrol
ve maden kaynakları üzerinde de söz sahibi
olan Grönland, sadece savunma ve dış politikada
Danimarka’ya bağlı kalmayı sürdürüyor.
Bağımsızlık yolunda ilerleyen Grönland,
Danimarka’yla birlikte otomatikman dahil
olduğu AB’den 1982 yılında yapılan referandumla
ayrılmıştı.
BOSNA SIRP CUMHURİYETİ
Bosna Hersek’teki iki entiteden biri
olan ve nüfusun büyük çoğunluğunu Sırpların
oluşturduğu Bosna Sırp Cumhuriyeti
(RS), “bağımsızlık” söyleminin en çok gündeme
geldiği bölge olarak ön plana çıkıyor.
VOYVODİNA
Sırbistandadır. Ülkenin kuzeyinde
Macar nüfusun yoğun olarak yaşadığı Voyvodina
Özerk Bölgesi, ülkenin güneyinde
Boşnak nüfusun yoğun olarak yaşadığı
Sancak bölgesi ve yine ülkenin güneyinde
yer alan ve Arnavut nüfusun yoğun olarak
yaşadığı Preşeva bölgelerinde de sık sık ayrılıkçı
söylemler dile getiriliyor. Voyvodina
bölgesi yetkilileri, otonom yapının daha da
genişletilmesini isterken, Sancak’taki Boşnak
liderler, tam bir “otonom” yapı talep ediyor.
Arnavut nüfusun yoğun olarak yaşadığı Preşeva
bölgesindeki siyasi liderler de Kosova’ya
bağlanmak istediklerini sıkça ifade ediyor.
TRANSDİNYESTER
Uluslararası hukuka göre Moldova
devletinin bir parçası olan Transdinyester,
fiili olarak tek taraflı bağımsızlığını ilan etmiş
bir cumhuriyet. Meclisi, ordusu, polisi ve
posta sistemi olan Transdinyester, Birleşmiş
Milletler (BM) üyesi hiçbir devlet tarafından
tanınmıyor. Romen halkının çoğunlukta
olduğu Moldova’nın 1989’da “Romence’yi
devlet dili” kabul etmesi ve Kril alfabesinden
vazgeçerek Latin alfabesine geçti.
Mesut YAVUZ
8Sefer - i İdrak
Tüccar Değiliz.
Derler ki…
Yirmi bir seneden beri devam edegelen Girit Savaşı, artık Venedik-Osmanlı savaşı olmaktan
çıkmış, Haç ve Hilal’in onur meselesi haline gelmişti…
Başta Hristiyan olmak üzere aleminin manevi hükümdarlığı olan Papalık, bütün Haçlı
alemiyle, özellikle kibir ve kudretiyle şımarıklığı bilinen Fransa Kralı On dördüncü Lui’nin şeref
meselesi haline gelmiş bulunuyordu.
Venedik, istese bile savaşı bitiremiyor, teslim olamıyordu….
Aslında, Girit’in büyük bir kısmı Osmanlıların elindeydi. Sadece, adamın merkezi olan
Kandiye Kalesi ile birkaç küçük kale Venediklilerde kalmıştı…
Bütün haçlı dünyasının desteği arkasında bulunan Venedikliler Girit Savaşını uzattıkça
uzatıyorlardı. Bu da Sultan Dördüncü Mehmet Han’ı ziyadesiyle üzüyordu.
Yirmi bir senedir sürüp giden bu muhasara, Osmanlılar için de çok büyük kayıplar
demekti. Yiğit askerler, kale diplerinde açtıkları lağımlarla içeri girmeye çalışırlarken, takviyeli
ve erzakı alıyorlardı. Dışarıdan açılan lağımların sesini dinleyerek yerlerinin tespit eden
düşmanlar karşı bir lağım açıyorlardı ve genellikle, birleşen bu tünellerde çarpışan askerlerin
cesetleriyle tıkanmalar oluyor giriş mümkün olamıyordu.
Sultan Dördüncü Mehmet Avrupa Haçlı aleminin bir Prestij savaşı haline getirdiği Girit
Savaşı’na mutlak bir zaferle bitirmeyi arzuluyor bu uzayıp giden harbe kesin bir son vermek istiyordu
Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’yı Serdar olarak bizzat orduyu hümayunun başına
geçiren Padişah
Bre lala…. Gidesin, bu işi bitirip gelesin!... Diye emretti.
1669 senesinin yaz aylarında yola çıkan Serdar fazıl Ahmet Paşa taze kuvvet ve bol cephaneyle
karaya ayak bastığında bu işi bitirmeye azimliydi.
Başlarında Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’yı Serdar olarak gören Osmanlı askerlerine yepyeni
bir şevk geldi Fazıl Ahmet Paşa’nın yiğitliği kahramanlığı dillere destandı
Serdar, yeni kuvvetlerle birleştirdiği askerlerine bizzat imamlık ederek namaz kıldırdıktan sonra
kısa bir konuşma yaptı.
Yiğitlerim dedi siz ki seferden sefere zaferden zafere koşan imam erlersiniz…. Bilesiniz
9Sefer - i İdrak
ki bu savaş başka savaşlara benzemez Karşımızda Venedikliler değil cüle esbab-ı cefasıyla Haçlı
gürühu bulunmaktadır… Onlar bunu bir şeref meselesi yapmışlardır ya biz bunu bir haysiyet
meselesi yapmayacak mıyız? Kandiye önlerinden çekilip gidecek miyiz?
Bu son cümle üzerine ordudan bir tekbir sesi yükseldi
Alllahüekber! ....
Derler ki bu tekbir nidasının mehabetinden kale içindeki kalp hastaları öldü hamile
kadınlar zayi oldular…
Ve ilk saldırıda, Kandiye Dukası öldürüldü Yerine geçen Alman generali Baron Fon
Fireşaym’ın da canı cehenneme gönderildi.
Artık bu orduyu kimseler zapt edemezdi. Onlar, Yavuz Sultan Selim’in arkasından Çaldıran’a
yürüyen askerlerdi…. Onlar Mohaç’ta zafer burçlarına şehit canlarını sancak gibi asan yiğitlerdi
gayrı….
Onca destek, onca inada rağmen kale sallanıyordu artık. Zaferi haçlılar da hissediyorlardı
Telaşlandılar Savunma hatlarını olanca imkanlarıyla takviye ettiler….
Ettiler de başlarında Serdar olarak yalın kılıç savaşan Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’yı gören, bunu
bir Şeref Ve Şehadet meselesi yapan orduyu hümayunu durdurmak bu andan itibaren mümkün
değildi…
Haçlılar, sulh konusunu gündeme getirmeye başladılar. Serdar, oralı bile değildi. O, cihan
padişahından emir almıştı. Bu işi bitirip, öyle dönecekti…
Artık dayanma gücü kalmayan Venedikliler, yandaşları olan Avrupa Hristiyan alemin de onayını
alarak barış istiyorlardı.
Venedik’in fevkalade sulh murahhası, Serdar paşayı ziyaret etti Yanıp yakıldıktan sonra:
Bütün Hristiyan aleminin Şerefi için sizden rica ediyoruz...
Kandiye’den vazgeçiniz Buna mukabil, ne kadar ağır olursa olsun, harp tazminatı ödemeye
hazırız Kandiye’den ne çıkar İstediğiniz kadar duka altını ödemeye hazırız bir düşünün
paşam diye yalvardı Asgari nezaketle bunları dinleyen serdar başını salladı.
Biz alım satımdan anlamayız askeriz ve harp ederiz Allah’ın takdiri ne ise o olacaktır
dedi ve zaferi güneşi yine Osmanlı burçları parladı….
Yunus Emre EKİCİ
Şanlıurfa
olarak sadece Halfeti’de yetişiyor. Bu gülün
adı ‘Karagül’. Dünyada sadece burada yetiştirilen
bu gül başka yerde ekildiğinde kırmızı
olarak çiçek açar ama Halfeti’de gonca
halindeyken siyah renktedir, açıldıkça ise
koyu kırmızıya dönüşür. Karagüller kopartıldıkları
zaman renkleri kırmızıya dönmektedir.
10
Sefer - i İdrak
Şanlıurfa, eski ve halk arasındaki kısa
adıyla Urfa. Bir efsaneye göre ise Urfa adı Nemrut’un
diğer bir adı olan ve ‘Sulak yerde bulunan’
anlamına gelen Hewya oğlu “Urhai” den gelmektedir.
Kurtuluş Savaşında gösterdiği başarının
hatırasından dolayı 1984 yılında “Şanlı” unvanını
almıştır. Türkiye’nin en kalabalık sekizinci, yüz
ölçümü olarak da en büyük yedinci şehridir. Urfa,
Dicle Nehri ile Fırat Nehri arasında kalan bir bölge
olduğundan yıllarca suyu bol bir şehir olarak
anılmıştır. Yıllar önce Suriye’ye bağlı olan ilimiz
birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Ayrıca
peygamberler şehri olarak da bilinmektedir.
GÖBEKLİTEPE
Urfa ilklere ev sahipliği yapmış bir şehirdir.
En bilindik olanı göbekli tepe. Göbekli tepede
dünyanın bilinen en eski tapınağı yer almaktadır.
12 bin yıl önceye ait bu izler insanlığın en eski
kalıntılarıdır. Bu kalıntılar bize yıllar öncesindeki
(şu anlık) ilk yaşamsal faaliyetlerin Urfa’da ortaya
çıktığını gösterir.1995 yılında gün yüzüne çıkan
göbekli tepe UNESCO tarafından 2018 yılında
ise kalıcı miras listesine girmiştir.
HALFETİ
Halfeti denildiğinde çoğu insanın aklına
Urfa’da bir ilçe oldu gelir ama Halfeti’yi özel kılan
bir gül yetişmektedir. Bu gül dünyada doğal
HARRAN
Harran adı 4000 yıldan beri değişmeden
günümüze kadar gelmiştir. “Kesişen
Yollar” anlamındadır. Harran, önemli ticaret
yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır.
Bu özelliğinden dolayı Harran,
Anadolu ile sıkı ticaret ilişkileri bulunan
Asurlu tüccarların önemli uğrak yerlerinden
biri idi. Yıllarca ticaretin Harran üzerinden
yapılmış olması buranın zengin bir
kültür birikimine sahip olduğunu göstermektedir.
Harran; Ay, Güneş ve gezegenlerin
kutsal sayıldığı eski Mezopotamya’daki Asur
ve Babillerin politeist (Putperest) inançlarının
önemli merkezlerinden biriydi. Bundan
dolayı da Harran’da Astronomi ilmi çok
ilerlemiştir. Urfa Hz. Ömer zamanında İyaz
b. Ğanem tarafından 640 yılında fethedilmiştir.
İlk İslami eserler de Harran da inşa
edilmeye başlanmıştır. Dünyadaki üç büyük
felsefe ekolünden birisi ‘Harran Ekolüdür’.
İlkçağdan beri varlığı bilinen Harran
Üniversitesin de dünyaca ünlü birçok bilgin
yetişmiştir. Emevi Hükümdarlarından II.
Mervan 744 yılında Harran’ı Emevi Devleti’nin
başkenti yapmıştır. Emevilerin Asya
11
bölümü 750 yılında Abbasîlere yenilerek
Harran’da sona ermiştir. Abbasî hükümdarı
Harun Reşit zamanında “Harran Üniversitesi”
dünyada büyük bir ün kazanmıştır.
Emevi hükümdarı su kanalları açarak tarım
geliştirmiştir. Şu an ise Atatürk Barajı ve Urfa
Tünelleri vasıtasıyla Harran Ovası’na akıtılan
Fırat Nehri, Harran’ın tarihteki yeşil ve
verimli günlerine tekrar kavuşturmuştur.
Nureddin Mahmut Zengi ve Selahaddin Eyyubi
zamanında da medrese, hastane, çarşı,
hamam gibi çok sayıda mimari eser inşa edilmiştir.
Bu tarihi eserlerin ve yapıtların birçoğu
günümüze kadar gelmeyi başarmıştır.
Ünlü seyyah Evliya Çelebi burasını;
“Şehir harap, evler toprak olup kalesinde insanoğlu
kalmamıştır. Ancak kargir camileri,
han ve hamamları kalıp diğer harap evler içerisinde
çöl Arapları kışlamaktadır” cümleleriyle
anlatmaktadır. Harran gerek dini gerek
kültürel anlamda her yeri buram buram tarih
kokmaktadır.
SURUÇ
İbrahim Peygamber’in babası Azer,
dedesi Nahor’un babası SERUĞ’dur. Tarihte
asıl adının Seruç olduğu biliniyor. Bir diğer
rivayete göre de bu yöre, eskiden beri cins at
yetiştiriciliği ile meşhurdur. Atların eğeri ile
uğraşan ve imal eden kişilere “Saraç” denilmektedir.
Suruç, bu kelimenin çoğulu olup,
İlçenin isminin bu kelimeden geldiği tahmin
edilmekte.
İlkçağın OSRHONE ülkesinin şehirlerinden
bazıları İpek Şehri’dir. Bir zamanlar,
oradaki ileri ziraatın eseri olarak ipekçiliğin
çok geliştiği ve sanayinin kurulduğu şehir,
bugünün Suruç’tur.
İbrahim Peygamber, zalim Nemrut ve
halkının taptığı putlarla mücadele etmeye başlar,
tek olan Allah’a inanmaya davet eder. Bunu
kabul etmeyen Nemrut, İbrahim Peygamberi
ateşe atmaya karar verir ve büyük bir ateş yakılmasını
emreder. Nemrut tarafından bugün
ki Urfa Kalesi’nin bulunduğu tepeden ateşe
atılır. Bu sırada Allah tarafından ateşe “Ey ateş,
İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” (Enbiya suresi,
ayet 69) emri verilir. Bu emir üzerine, ateş
suya odunlar da balığa dönüşür. İbrahim bir
gül bahçesinin içerisine sağ olarak düşer. İbrahim’in
düştüğü yer Halil-ur Rahman Gölü’dür.
URFA’NIN FETHİ
Şehr-ü halilül rahman. İbrahim Peygamberin
şehri.
Medeniyetlerin durak noktası, mübarek
şehir. Her dönemde fethedilen her medeniyete
ev sahipliği yapan şehir.
Urfa’nın bilinen en eski fethi Makedonya
kralı büyük İskender tarafından M.Ö.
331 yılında fethedip topraklarına katmıştır.
Miladi 640 yılında Hz. Ömer devrinde İyaz
bin Ğanem tarafından fethedildi. Daha sonra
Urfa; Emeviler, Abbasîler, Selçuklular, Haçlılar,
Zengiler, Eyyubiler, Memlüklüler, Akkoyunlar,
Karakoyunlar, Safeviler, Osmanlı dönemlerinde
bu devletlerin toprakları içerisinde yer
almıştır. Kısacası Urfa kurulan devletler için
coğrafi ve siyasi bir öneme sahipti. Son olarak
Urfa 1. Dünya savaşında Fransızlar tarafından
mandası altına alınmış ve daha sonra Urfa Çetelerinin
mücadelesi ile 11 Nisan 1920’de Urfa
Fransızlardan resmen temizlenip 1924’ te vilayet
olup Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlandı.
1984 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından
“Şanlı” unvanını alıp Şanlıurfa olarak
kayıtlara geçmiştir.
Sefer - i İdrak
BALIKLIGÖL VE AYNZELİHA
Şanlıurfa şehir merkezinin güneybatısında
yer alan ve İbrahim peygamberin ateşe
atıldığında düştüğü yer olarak bilinen bu
iki göl, İslam âlemi için kutsal sayılan ve en
çok ziyaret edilin yerlerden biridir.
PEYGAMBERLER ŞEHRİ
Birçok peygamberimiz Urfa’da yaşadıkları
ya da bir süre orada bulundukları bilinmektedir.
Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim,
Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz. Yusuf Hz. Şuayb, Hz.
Musa, Hz. Elyasa, Hz. Eyyub, Hz. İsa’nın bu şehirde
yaşadıkları biliniyor.
Hz. Âdem
Hz. Âdem ve Hz. Havva yaratılan ilk
insanlar. Cennetten yeryüzüne indirildiklerinde
bu bölge ya da bu bölgenin yakınlarında yaşadıkları
düşünülmektedir. Bilim adamlarının
12
Sefer - i İdrak
ve arkeologların araştırmaları ve tahminlerine
göre kutsal kitaplarda geçen cennet
bahçesinin Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yaşadıkları
bölge olarak düşünüyorlar. İncil ve
Tevrat da tarif edilen cennet bahçesinin şu
an ki en eski insan kalıntılarının bulunduğu
Göbekli Tepe olduğu tahmin ediliyor. Tevrat
ve İncilde ise şöyle tarif edilmekte;
• İncil’in “yaradılış” bölümünde cennet
bahçesinin Asur’un batısında olduğu
yazıyor. Göbekli Tepe de burada.
• Cennet Bahçesinin 4 nehirle çevrelendiği,
bunlardan ikisinin de Fırat ile Dicle
olduğu biliniyor.
• Tevrat’ta da bahçenin Suriye’nin kuzeyinde
olduğu belirtiliyor.
Ayrıca, Asur tabletlerinde “Beth Eden” adlı
bir medeniyetten bahsediliyor. Yeri Göbekli
Tepe’nin bulunduğu yer tarif ediliyor.
“Eden” kelimesi Sümerce “ova” anlamına
geliyor. Göbekli de Harran Ovası’nın hemen
içinde yer alıyor.
Hz. Âdem, eşi Hz. Havva ile birlikte hayatının
bir evresinde gelip bu bölgede yerleşmiş
ve ilk buğdayı Harran ovasında ekerek çiftçilik
tarihini buradan başlatmıştır. Bundan
dolayı Urfa, buğdaygillerin ve baklagillerin
gen merkezidir.
Hz. Adem
Hz. Nuh peygamberlikle görevlendirilmiş.
Lakin halkının büyük çoğunluğu
Allah’a inanmayıp şirk koşmuşlar. Hz.
Nuh’un duası üzerine Allah-u Teâlâ iman
etmeyenleri helak edeceğini söylemesini
ve Hz. Nuh’a da büyük bir gemi yapmasını
emretmiş. Hz. Nuh Cebrail (a.s.)’ın ona
öğrettiği şekilde gemi yapmış, gemiye her
hayvan türünden bir çift almış ve iman
edenlerle beraber o gemiye binmiş. Bir rivayete
göre, büyük tufanda dünyanın tamamı
sular altında kalmış, diğer rivayete göre
ise sadece insanların yaşadığı belli bir bölge
sular altında kalmıştır. Tufandan sonra
geminin Cudi’ye oturduğu Hud suresi 44.
Ayette geçmektedir:
• “(Sonra) “Ey toprak suyunu yut! Ey
gök sen de tut!” denildi. Su çekildi; hüküm
yerini buldu, gemi Cudi’nin üzerine oturdu;
“Zalimlerin topunun canı cehenneme!” denildi”.
Fakat Cudi denilen yer hem Şırnak’taki
Cudi dağı olarak düşünülüyor hem
de Urfa’daki Medinetülcud diye bilinen Cudi
şehri Cudi deresi olarak düşünülüyor. Bu iki
yerde de bulunmuş olmalarına dair izler bulunmaktadır.
Yani tufandan sonra medeniyet ikinci
kez tekrardan Urfa’da başladığı düşünülüyor.
Hülasa Urfa bir dünya şehridir, bütün dünya
buradan yayıldı. Bütün dünya Urfalıdır.
Hz. İbrahim
Hz. İbrahim, Mevlidi-i Halil Cami avlusunun
güneyinde bulunan mağarada doğmuştur.
Rivayete göre devrin hükümdarı Nemrut,
bir rüya görür. Sabah rüyasında gördüklerini
müneccimlerine anlatır. Müneccimlerin “Bu yıl
doğacak bir çocuk senin saltanatına son verecektir”
demesi üzerine Nemrut, halkına emir
salarak o yıl doğacak bütün erkek çocukların
öldürülmesini ister. Annesi bir mağarada İbrahim’i
doğurur ve yıllarca mağarada büyütür.
Hz. İbrahim Urfa’da doğmuştur ve Peygamberlik
dönemlerinde de Urfa’da yaşamıştır, Nemrut
Hz. İbrahim’i burada ateşe atmıştır. Bundan
dolayı da Hz. İbrahim’den sonra gelen Peygamberlerde
Urfa’dan çıkmıştır. Hz. İbrahim daha
sonra Nemrut’un zulmünden ‘Kenan’a şu an ki
Filistin. Hz. İbrahim uzun yıllar burada yaşar,
Allah-u Teâlâ’nın emriyle oğlu İsmail ile Kâbe’yi
yaptıktan ve hac vazifesini yerine getirdikten
sonra eşi Sare ve oğlu İshak’ın yanına geri döner
ve Filistin’de vefat eder. Kudüs’ün “Habrun”
kasabasındaki Halil’ur-Rahman’a defnedilir.
Hz. Lut
Hz. Lut Şanlıurfa’ya kırk beş kilometre
mesafede olan Harran’da doğmuştur. Hz. İbrahim’den
altı göbek önce olan Harran ismindeki
atasının kurduğu şehir olduğu için Harran ismiyle
anıldığı rivayet edilir. Harran’ın soyundan
Hz. İbrahim ve Hz. Lut gelmiştir. Harran’dan
beş göbek sonra Nahor (Hz. İbrahim ve Hz. Lut
‘un dedesi)’dan iki erkek çocuk dünyaya gelir.
Nahor, bunlardan birisine atasının ismi olan
Harran ismini diğeri ne de Azer ismini koyar.
Hz. Lut ‘un Hz. İbrahim’in amcası Harran’ın
13
Sefer - i İdrak
oğlu olduğu rivayet ediliyor. Hz. Lut aynı zamanda
Hz. Sare’nin kardeşidir. Hz. İbrahim
ateşe atıldığında ateşin İbrahim’i yakmadığını
gören Lut, Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği
Hanif dinini kabul eder ve ilk iman edenlerden
olur. Nemrut’un zulmünden dolayı hicret
eden Hz. İbrahim Lut’u da yanına alarak
Harran’a amcasının yanına hicret ederler,
orada Lut’un kardeşi Sareyle evlenir ve halkı
Hanif dinine davet eder. Daha sonra Lut,
Sare ve iman edenlerle beraber hicret ederler.
Ürdün’den geçerken burada Lut’a İlahi Emir
gelerek Peygamber olur ve peygamberlik vazifesini
yerine getirmesi için görevlendirilir.
İşte burada Hz. İbrahim ile yolları ayrılır. Hz.
Lut’un halkı sapkınlık içerisinde oldukları
için Hz. Lut’a evine çekilmesini onlara karışmamasını
söylerler. Lut kavmi ile ilgili kıssalar
Kuran-ı Kerimde geçmektedir.
• Lut ‘a (gönderdik). Hani o kavmine
demişti ki: “Gerçekten siz dünyada hiç kimsenin
sizden önce yapmadığı bir hayâsızlığı
yapıyorsunuz. Siz erkeklere yaklaşıyor, yol
kesiyor ve toplantılarınız da fena şeyler yapıyorsunuz
ha?”. Kavminin O’na cevabı: “Doğru
sözlü isen bize Allah’ın azabını getir. “
demek oldu. Dedi ki:”Rabb’im bozgunculara
karşı bana yardım et.”(Ankebut:28-30)
• Elçilerimiz Lut’a geldiklerinde bu
yüzden o tasalandı ve çok sıkıldı. Ona dediler
ki: “ Korkma ve tasalanma. Doğrusu biz
seni ve geride kalacaklardan olan karının dışında
aileni kurtaracağız. Bu kasaba halkını
da sapıklık yapar olduklarından dolayı gökten
azap indireceğiz. “Ant olsun ki aklını kullanacak
bir kavim için apaçık biz orada bir
işaret bırakmışızdır. (Ankebut: 33-35)
Hz. İshak- Hz. Yakup- Hz. Yusuf
İbrahim Peygamber’in oğlu İshak
Şam diyarına Peygamber olarak görevlendirilir.
Hz. İshak, Şam diyarına geldiğinde ata
yurdu olan Harran şehrine de uğramaya karar
verir. Harran’a gelip amcazadeleri ve onların
çocuklarıyla tanışır. Burada bir müddet
ikamet eder. Yörede etkin ve güçlü olan amcazadesi
aynı zamanda da dayısı sayılan (Hz.
Sare’den dolayı) bir beyin kızıyla evlenir. Evlilik
merasimleri bu şehirde (Harran’da) yapılır.
Bir süre sonra eşi ile birlikte ikinci ata
yurdu olan Filistin’e geri döner. Hz. İshak’ın
iki oğlu olur, Ays (Iys) ve Yakup (İsrail)’tur.
Hz. İshak’ı oğulları onu Hz. İbrahim ve Hz.
Sare’nin yanına Halil’ur-Rahman’a defnedilir.
Hz. Yakup’un doğumunu, Hz. İbrahim,
oğlu Hz. İshak’a bildirmiştir. Bundan
dolayıdır ki Hz. İshak’ın Yakup’a karşı ayrı bir
muhabbeti vardır. Hz. İshak Allah’a hamd ü
senada bulunarak dua eder. Hz. Yakup’a Risalet
vermesi için Cenabı-ı Hakk’a niyazda
bulunur. Hak Teâla Hz. İshak (a.s.)’ın duasını
kabul eder. Hz. Yakup (a.s.) Kenan eline ve
Şam diyarına Peygamberlikle görevlendirilir.
Babasının kardeşine olan muhabbetini kıskanan
Ays kardeşini katletmeye karar verir. Hz.
İshak hasta olup yatağa düşer. Hanımını çağırarak
Ays’ın kardeşi Yakup’a bir zarar getirebileceğini
düşündüğünü, bu yüzden vefatından
sonra Yakup’un ata yurtlarına, Harran şehrine
gönderilmesini vasiyet eder. Babasının vasiyetini
yerine getirip Kenan diyarından Harran’a
göç edip dayılarının yanına gider. Halkını hak
dine çağırır Kavmi onu çok sever, ona sevgi,
saygı ve hürmetle bakar. Böylece Hz. Yakup
Harran şehrine yerleşir. Hz. Yakup’un dayısının
çok güzel kızı vardır. Hz. Yakup evlenmeye
karar verir. Dayısı “ Çeyiz hakkı olarak da
yedi yıl koyunlarımı güdersin. Yedi yıl sonra
alabilirsin der. Hz. Yakup 14 yıl çobanlık yapar.
Dayısının amacı Hz. Yakup’u çok sevdiği
için yanında kalmasını istemektedir. Evlenen
Hz. Yakup’un Leyya’dan altı erkek ve iki
kız çocuğu dünyaya gelir. 7 yıl daha çobanlık
yapıp diğer kızı Rahil ile evlenir. Rahil’den de
Hz. Yusuf doğar. Hz. Yakup’un otuz yıla yakın
Harran şehrinde yaşadığı, buradaki yaşantısı
süresince asıl vatanı olan Kenan ilinin hep özlemini
çektiği, otuz yıl sonrasında da Yusuf iki
yaşında iken Harran ‘dan Filistin’e aile efradıyla
birlikte göç ederek bu özleminin sona erdiği
rivayet edilir. Hz. Yusuf (a.s.) da bugün Şanlıurfa’ya
bağlı eski Harran şehrinde doğmuştur.
Hz. Yakup oğlu Yusuf iki yaşında iken Kenan’a
yerleşir ve bu sırada Rahil’den bir oğlu daha
olur. Fakat Rahil doğum sırasında vefat eder.
Yusuf ve kardeşi Bünyamin’i teyzesi Leyya büyütür.
Hz. Yakup 12 oğlu arasından en çok Hz.
Yusuf ’a muhabbet duyar. Hz. Yakup (a.s.)’un
yıllar sonra Mısır’a Hz. Yusuf ’ un yanına göç
ettiği ve orada vefat ettiği rivayet edilir.
Hz. Yusuf babası tarafından çok sevilirdi,
bunu gören 10 kardeş kıskanıp Hz. Yusuf
’u kuyuya atarlar. Hz. Yusuf bir kervanın
oradan geçmesiyle beraber kuyudan çıkarılır
ve Mısır’a götürülüp köle olarak Mısır’ın zenginlerinden
birine köle olarak satılır. Hz. Yu-
14
Sefer - i İdrak
suf burada büyür ve Peygamberlik vazifesini
yapması için Mısır ile görevlendirilir.
Nesilden nesile gelen bir söylenceye göre,
Yusuf ’un kardeşleri tarafından kuyuya atılmasından
sonra, kurtuluşuna kadar kuyu
başında “Yusuf ’u tutun” diye kendi lisaniyle
feryad-u figan eden ve yoldan geçen
kervanların dikkatini üzerine çeken, böylece
Yusuf ’un kurtuluşuna vesile olan bu kuş
(kumru cinsinden) yöre ahalisince “Yusuf
Tutan Kuşu” olarak bilinmektedir. Çok güzel
ve değişmeyen bir nağmeyle öten bu
kuşun halen “Yusuf ’u tutun” diye feryad-u
figan ettiğine inanılmaktadır. Evcil olmayan
ve yöre insanları tarafından çok sevilen
bu kuşlar Şanlıurfa’yı mesken tutmuşlardır.
Acaba Yusuf ’ un kardeşleri tarafından atıldığı
kuyu Harran ve civarında mı? Başka
illerde bu kuş cinsine rastlanılmadığı söylenilmektedir.
Hz. Eyyub
Hz. Eyyub, Hz. İbrahim’in zürriyetindendir.
Hz. Eyyub’un babası Hz. Yakup’un
kardeşi Ays’ın oğludur. Annesi Hz.
Lut’un torunu ve hanımının ise Hz. Yakup’un
kızı Rahme olduğu rivayet ediliyor.
Yani Hz. Eyyub hem anne tarafından hem
de baba tarafından Hz. İbrahim’in soyundandır.
Hz. Eyyub için “Rum diyarında
doğmuştur” denir. “Rum Diyarı” adı kuzey
Suriye’den itibaren Anadolu için kullanılır.
Hz. Yakup Kenan’a geri dönüp kardeşiyle
arasındaki husumetin sona ermesiyle kardeşi
Ays malını ve evlatlarını yanına alarak
Rum diyarına yerleşir. Babasının Ays’a ettiği
dua kabul olur ve Ays’ın evlatları çoğalır
ve Rum diyarını kaplar. Dolayısıyla Rumiler
diye tanımlanan bu etnik gurubun tamamının
Ays’in soyundan geldiği rivayet
edilir. Ayrıca Hz. Eyyub’te Rum diyarına
Peygamber olarak görevlendirilmiştir. Bu
yerin Şanlıurfa olduğu tahmin edilmekte.
(Hz. Eyyub’un Şam civarlarında doğduğu
rivayet edilir.)
Hz. Eyyub’e Allah tarafından mal
mülk ve evlat nasip edildi. Eyyub Peygamber
Allah’ın nasip ettiği bu malı her zaman
paylaşır, ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunurdu.
Cenabı Hak, Hz. Eyyub’ü imtihan
için ilk önce hayvanlarını malını aldı, daha
sonra evlatlarını elinden aldı. Varlık içinde
bir anda yokluğa düşen Eyyub Peygamber
veren Allah, alan Allah diyerek isyanda bulunmadı
haline şükretti. Sarsılmaz imanıyla ibadetini
yapmaya devam eder. İhtiyarlık yıllarında
ağır bir hastalığa tutulur. Bütün vücudu yara
içinde kalır. Vücudunu kurtçuklar sarar, öyledir
ki tüm akrabaları ve son olarak da eşi onu terk
eder. Köy halkı onları köyden kovar, Hz. Eyyub
’ün eşi, Eyyub Peygamberi köyün dışındaki bir
mağaraya bırakıp köye geri döner. Hanımı ara
sıra mağaraya gelip yiyecek bırakıp geri döner.
Şeytan Hz. Eyyub ve eşine musallat olur lakin
Hz. Eyyub güçlü imanı sayesinde şeytanın ona
vesvese vermesine izin vermez ve her anını Allah’a
ibadet ederek geçirir. Kurtçuklar tüm vücudunu
ele geçirir. O ise yarasını kemiren bu
kurtçukları yere düştüklerinde kaldırıp vücuduna
koyarak “Buyurun rızkınızı yiyiniz.” deyip
büyük bir dayanıklılık ve sabır örneği gösterir.
Ne zaman ki kurtlar kalbine sirayet etmeye çalışınca
bu Aziz peygamber Allah-u Teâla’ya iltica
ederek: “Allah’ım! Vücudumu hastalıktan zayıflık
ve takatsizlik kapladı. Sana zikir ve ta‘ede
mecalim kalmadı merhamete muhtaç bir hale
geldim. Sana sığındım, bana merhamet et! Sen
ise merhametlilerin en müşfikisin ey Rab’im!”
diye dua eder. Bu şikâyet hali ve şifa isteme dileği
Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle zikredilir:
• “ Ey Muhammed! Peygamberler arasında
Eyyub’ü da an! Zira Eyyub da hani Rabbine
niyaz etmiş:” Başıma bir bela geldi, sana
sığındım, sen merhametlilerin merhametlisisin”
demişti. Biz de onun duasını kabul etmiş
ve uğradığı sıkıntıyı kaldırmıştık. Katınızdan
bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak
üzere ona hem ailesini hem de bir misli (fazlasını)
vermiştik.” (Enbiya: 83, 84)
Cenabı-ı Hak, sevgili kulu Hz. Eyyub
‘un bu duasını kabul eder. Topuğunu yere vurmasını,
çıkacak olan su ile yıkanmasını ve bu
soğuk suyu içmesini emreyler. Hz. Eyyub Emri-i
İlahi’yi yerine getirir ve topuğunu yere vurur,
yerden mucizevi bir soğuk su fışkırır. Hz.
Eyyub bu serin sudan yıkanıp içerek vücudunun
hem içini, hem dışını onunla temizler.
Böylece hastalıklardan kurtulur. Bu hadise ise
Kur’an- ı Kerim’de mealen şöyle geçer:
• “Ey Eyyub! Vur ayağını yere. Vurduğun
yerden çıkan su, yıkanılacak ve içilecek soğuk
bir sudur.” (Sad: 42) “ Katımızdan bir rahmet,
akıl sahipleri için de bir öğüt olmak üzere ona
ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini
verdik.” (Sad: 43) “Ey Eyyub! Eline yüz daldan
destelenmiş bir demet al da onunla hanımına
15
Sefer - i İdrak
vur ve yemininde hanis olma! “dedik. Doğrusu
biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu;
muhakkak ki o Allah’a yönelirdi. (Sad: 44)
Hz. Eyyub’a uğrayan dert ve sıkıntılar
zamanla geçmeye başlar. Eski halinden bir
misli fazla mal ve davarları olur. Birçok evlatları
olur. Tekrar bolluk ve ferahlık içerisinde
hayatını sürdürür. Allah’ın vermiş olduğu nimetlerden
çevresindeki fakir fukaraya tasaddukta
bulunur. Böylece imtihanını başarıyla
tamamlayarak, insanlığa musibetlere karşı
sabırlı olmanın büyük bir örneğini gösterir.
Bir rivayete göre Hz. Eyyub (a.s.) 93 yaşında,
diğer bir rivayete göre de 164 yaşında vefat
etmiş ve doğduğu köye (Eyyub Nebi köyü)
defin edilmiştir.
Hz. Eyyub büyük imtihanlardan geçmiş,
tarih boyunca emsali görülmemiş bir
sabır örneği göstermiştir. Kur’an-ı Kerimde
Hz. Eyyub (a.s.) ve kıssası dört sürede zikredilmiştir.
Bunlar Nisa, En’am, Enbiya ve Sad
sureleridir.
Hz. Elyasa
Hz. Elyasa, İsrailoğullarının zulmünden
dolayı hicret ederek muasırı olan Hz.
Eyyub’u, Eyyub Nebi köyünde ziyaret etmek
istemiş, ilerleyen yaşı ve aşırı yorgunluğundan
dolayı Hz. Eyyub’a yetişmeden ruhunu
Rahman’a teslim etmiştir. Hz. Eyyub’u n türbesinin
güneybatısında köye 500 metre kadar
mesafedeki makam “Hz. Elyasa Türbesi”
olarak bilinmekte ve ziyaret edilmektedir.
(Fakat Elyasa peygamberin türbesi Diyarbakır’ın
eğil ilçesinde bulunmaktadır. Bu bir
rivayet olabilir.)
Hz. Şuayb
Hz. Şuayb, Medyan halkına peygamber
olarak gönderilmiştir. Hz. İbrahim’in İsmail
ve İshak’ın dışında bir oğlu daha olduğu
ve adınınsa Medyan olduğu ve Hz. Şuayb’ın
da Medyanın oğlu olduğu rivayet ediliyor.
Hz. Şuayb’ın çok güzel konuşması, insanları
ikna etme gücü ve hitabetinin kuvvetli olması
“ Hatibül- Enbiya” namıyla anılmasını
sağlamıştır. Medyan ve Eyke halkı putperest
olup, ölçü ve tartılarıyla oynayan, halkı dolandıran,
aldatan, kul hakkını yiyerek zengin
olmaya çalışan bir topluluk olarak anlatılır.
Bundan dolayı haksız kazançla zenginleşen,
helali ve haramı gözetmeyen, servetlerine
servet katan oldukça zengin bir topluluk haline
gelmişlerdir. İşte Cenabı-ı Hak, bu topluluğu
ıslah etmek üzere içlerinden Hz. Şuayb
(a. s.)’ı Risâlet’le görevlendirmiştir. Hz. Nuh
ve Hz. Lutun halkı gibi Hz. Şuayb’ın halkıda
Peygamberi yalanlayıp eza ve cefa yapmışlardır.
Allah-u Teâlâ’da onları helak etti. Hz.
Şuayb (a.s.)’a Medyan ve Eyke halkının, helak
olacağı haberi Cebrail (a. s.) aracılığıyla bildirilince
o, bu kavimleri azap yakalamadan önce
kendisine inananları yanına alarak Mekke’ye
hicret etmiş, burada bir süre yaşadıktan sonra
vefat etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de A’raf, Hud, Şuara ve Meryem
surelerinde toplam 39 Ayet-i Kerimede
Hz. Şuayb kıssası mevzubahis edilmektedir.
• ” Emrimiz gelince Şuayb’ı ve beraberindeki
inananları katınızdan bir rahmet olarak
kurtardık. Zulmedenleri de korkunç bir
ses yakaladı. Ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.
Sanki orada yaşamamışlardı. Bilin ki,
Semud kavmi gibi Medyan halkı da Allah’ın
rahmetinden uzaklaştı”. (Hud: 84-95).
Bugün Şanlıurfa’nın 85 km doğusunda
Tektek Dağları’nın üzerinde tarihi kalıntılarıyla
meşhur Şuayb Şehri diye anılan bir yer
vardır ki yöre halkınca Hz. Şuayb (a. s.)’ın burada
yaşadığına inanılmaktadır. Bu tarihi kent
kalıntıları arasındaki bir mağara ev, Hz. Şuayb’ın
makamı olarak ziyaret edilmektedir. Tarihi
Harran şehrine 45 km mesafededir. Tektek
Dağları üzerinde bulunan bu şehir, ilk çağlardan
beri meskûn bulunmaktadır. Harran ilçesine
bağlı olup, yeni adı “Özkent Köyü” dür.
Şuayb Şehri’nin, Bağdat, Halep, Şam, Harran,
Şanlıurfa ve Diyarbakır kervan yolu üzerinde
olması, onun askeri ve iktisadi önemini asırlarca
muhafaza etmiştir. Yukarıda anılan merkezlerden
kalkan kervan ve fetihlere, Şuayb
şehri yol vermedikçe kuzeye ve batıya doğru
geçemezlerdi.
Hz. Musa
Hz. Musa genç bir delikanlı olarak,
Mısır sokaklarında bir gün dolaşırken, ben-i
İsrail (Hz. Yakup’un soyundan gelenler) den
birinin, bir Kıptı ile kavga ettiğini görür. Sulh
için araya girer, ama istemeden kavgaya dâhil
olur. Kıpti ile kavgaya tutuşur ve onu bir
yumrukla öldürür. Devrin hükümdarı olan
Firavun, adamlarına Hz. Musa’yı yakalamalarını
ve huzuruna getirmelerini, onu herkesin
içinde öldüreceğini söyler. Hz. Musa bunu duyunca
Şam’a doğru yola çıkar ve Harran’a gelir
16
Sefer - i İdrak
oradan da Şuayb Şehrine gider. Hz. Musa,
Hz. Şuayb’ın evine yakın bir yerde, bir grup
insanın kuyu başında konakladıklarını ve
davarlarına su içirdiklerini görür. Onlara
yaklaşarak selam verir. Bir müddet hasbıhal
ettikten sonra, biraz ileride iki kızın
davarlarıyla birlikte geride durduklarını
görür. Onlara yaklaşarak niçin beklediklerini
sorar. Onlar da: Koyunlara su içirmek
için kuyu başındaki topluluğun gitmesini
beklediklerini, koyunların halkın koyunlarıyla
karışmasından çekindiklerini, zayıf
olduklarını, onlarla baş edemeyeceklerini,
babalarının bir ihtiyar olduğunu Hz. Musa’ya
söylerler. Hz. Musa müsaadelerini
alarak bu kızların, koyunlarını kuyu başına
götürüp su içirir. Sonra bir ağacın gölgesine
istirahat için çekilir. Hz. Musa farkında
olmadan Hz. Şuayb’ın kızlarına yardım etmiştir.
Onlarda teşekkür ederek davarları
önlerine katıp eve doğru yönelirler. Eve
gelip olanları Hz. Şuayb’a anlatırlar. Hz. Şuayb
kızlarına yardım eden genci eve davet
eder. Hz. Musa davete icabet eder. Bunun
üzerine Hz. Musa, Hz. Şuayb’a varıp, bu
yaşlı ve ulu insana ihtiyarlığından dolayı
tevazu gösterip hürmet eder. Kim olduğunu,
nereden geldiğini ve başından geçenleri
Hz. Şuayb’a bir bir anlatır. Hz. Şuayb (a.s.)
ona artık korkmamasını, zalimlerden kurtulduğunu
ve kendisine yardım edeceğini,
emin bir kişi olarak kendisini gördüğünü,
buna kanaat getirdiğini, dolayısıyla yanında
kalabileceğini söyler. Hz. Musa buna çok
sevinir. Hz. Şuayb’ın evinde kalmaya karar
verir. Akşam olunca Hz. Şuayb’ın büyük
kızı babasına gelerek, evlerine aldıkları bu
gencin kuvvetli ve emin biri olduğunu söyler.
Eve almakla hayırlı bir iş yaptığını babasına
söyler. Kuyu başında ve eve gelirken
şahit olduğu iki olayı da anlatır. Bunlardan
biri: Kuyu başında ancak birkaç kişinin yerinden
oynatabileceği bir taşı tuttuğu gibi
bir tarafa fırlatması, diğeri ise davet üzere
evlerine gelirken kendisini görmemek için,
onun önde yürüdüğünü ve arkasından gelmesini
tavsiye ettiğini, bu yüzden kuvvetli
ve emin biri olduğunu müşahede ettiğini
Hz. Şuayb’a söyler. Kızından bunları duyan
Hz. Şuayb’ın memnuniyeti bir kat daha artar.
Ertesi gün Hz. Şuayb, Hz. Musa’yı yanına
çağırarak büyük kızını ona nikâh etmek
istediğini, buna karşılık davarlarını gütmesini
söyler. Hz. Musa bu teklifi kabul ederek Hz.
Şuayb’ın kızıyla evlenir. Ve burada bir müddet
çobanlık eder. Hz. Musa’nın da Hz. İbrahim’in
zürriyetinden olduğuna, Hz. Yakub’un evlatlarından
Lavi’nin torunu İmran’dan dünyaya
geldiği bilinir. Hz. Musa’nın 10 yıl Hz. Şuayb’ın
yanında kaldıktan sonra Mısır’a hicret eder.
Firavun ve kavmi, Peygamberlerini yalanlamış,
onu sihirbazlıkla itham ederek dışlamaya çalışmışlardır.
Cenabı-ı Hak da Firavun ve kavmini
ordusu ile birlikte suda (denizde) helak etmiştir.
Hz. Musa (a.s.) kendisine itaat eden toplulukla
Filistin iline hicret etmiş ve bir müddet sonra
orada vefat etmiştir.
Hz. İsa
Hz. İsa’nın Peygamberliği döneminde
Şanlıurfa, Abgarların idaresinde olup
baş şehir konumundadır. İktidarda bulunan
hükümdar Hz. İsa’ya bir elçi göndererek, Hıristiyanlığı
benimsediklerini, kendisinin de Şanlıurfa’ya
gelmesini bildirir. Hz. İsa, elçiyle yüzünün
şeklini taşıyan bir mendil gönderir. Uygun
bir zamanda gelme imkânı arayacağını söyler.
Elçi Şanlıurfa’ya gelip hükümdara Hz. İsa’nın
söylediklerini iletir ve mendili verir. Hükümdar
ise, “Der Mesih” diye bilinen ve şehirde meşhur
olan “Kızıl Kilise” ye (bugünkü Ulu Cami) gidip
mendili orada bulunan kuyuya salar. O yıl
boyunca hastalara, özellikle göz ve cilt hastalarına
bu kuyudan su içirtilir. Cila hastalığı olanlar
bu sudan eve götürerek bedenlerini yıkarlar.
Böylece hastalıklardan kurtulurlar. Mendilin
kuyuya salınması her yıl mutat bir zamanda
geleneksel olarak tekrar edilir. Yıllarca bu gelenek
devam eder. Mendil de kilisede muhafaza
edilir. Abbasilere kadar mendilin burada muhafaza
edildiği rivayet edilir. Abbasiler ile Bizanslıların
savaşında Abbasi ordusu yenilir ve
birçok Müslüman asker Bizanslıların eline esir
düşer. Esirlerin iadesi konusunda Bizanslılarla
bir barış anlaşması yapılır ve Müslüman esirlere
karşı bu mendil Bizanslılara verilir. Bahsedilen
kuyu Ulu Cami’nin içinde olup, yöre insanlarınca
hastalıklara şifa diye suyundan yararlanılmaktadır.
Bu konuyu yazılı kaynaklar da teyit
etmektedir.
Zeynep ENEZ
Dul Kadının Oğulları: Masonlar
Bugüne kadar etrafımızda olan ama farkında olmadığımız olaylardan bahsedeceğim.
Tarihin karanlık sayfalarını inceleyelim. Peki, bu gizli örgüt kimdi?
Bu örgüt dul kadının oğulları denilen örgüttü. Dulkadının oğulları genellikle masonlar
için kullanılan bir deyimdir.
Ayrıca Hiram usta diye bir karakter vardır. Hiram ustayı masonluğun kurucusu olarak
bilirler, ona dul kadının oğlu dediler dolasıyla masonlarada dul kadının oğulları denir. Hiram
usta binlerce çalışananı usta, çırak, kalfaya böldü. Onlara kendi aralarında anlaşabilecekleri
bazı işaret ve semboller öğretmiş ve bu özel işaretlerle anlaşmalarını istemiştir. Hiram ustanın
mezarının başında ona sadık dokuz ustası onun adını sonsuza kadar yaşatacaklarına dair yemin
ederler. O günden sonra dokuz usta dokuz yere dağılır. Masonlar bulundukları yere işaret ve
semboller bırakmaya başlar. Çünkü onlar varlıklarını böyle haberdar eder. Masonlar varlığını
simgelerle sembollerle belli ediyordu kendi içlerinde de haberleşiyorlardı aslında dul kadının
oğulları gizli örgüttü.
17
Sefer - i İdrak
Bildiğimiz kadarı ile “G” harfi masonlular için
kutsal ve önemlidir. Masonlar en fazla önemsedikleri
bilim dalı ise “Geometri”dir. Masonlukta “G”
kutsal simgedir. Bunun geometrinin “G”si olduğu
söylenir. Oradaki “G” harfi Ana Tanrıça’nın adı
olan “GEA”nın “G” sidir. Bugün “GOOGLE” arama
motorunun ana sayfasına girildiğinde aşağıda verilen
resimlerle “Google” yazıldığı görülecektir. Bu
resimli yazının ilk harfi olan “G” masonik sembolleri içeren şekilde yapılmıştır.
“Bir masonu nasıl anlarız?”
Önemli bir toplantıda yâda davette tokalaştığınız kişi elinizi sıkarken kendi başparmağı
ile sizin başparmağınızın üzerine üç kez vuruyorsa o kişi masondur. Eğer sizde masonsanız aynı
hareketle karşılık verebilirsiniz. Yemekli bir davetteki mason muhtemel kendini belli etmek için
elindeki kadehi havada üçgen çizecek şekilde önce sağa sonra sola ve en sonunda yukarıya doğru
gezdirerek dudağına getirir. Yâda herhangi bir dilekçe, evrak yâda bir imzanın bir yerinde
üçgen oluşturacak şekilde üç nokta varsa bu dilekçenin sahibi yâda imzayı atan kişini mason olduğunu
işaret eder. Bir masonun masasında bilmeyenler için bir anlam veremediği ama mason
birisi için çok şey ifade eden tuhaf semboller bulunur. Bu bazen bir taş, bir sigara tabakası, garip
sembollerle süslü kalemlik olabilir. Sadece işaretler yeterli değildir bu sembollerden birinin
görüldüğü yerde, masonluğun kesin teyidi için sözlü diyaloglar devreye girer. Genelde bunlar
tuhaf soru ve cevaplar şeklindedir. Dışardan duyan hiç kimse bunu anlayamaz.
Ayşegül KILIÇ
İlle İstanbul’da Bul
18
Sefer - i İdrak
İstanbul, Peygamber efendimizin fethi müjdeleyen rivayetleri doğrultusunda bütün sahabelerin
ve Müslümanların yegâne hedefi ve ilgi odağı olmuştur. Abdullah b. Ömer, Abdullah
b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr gibi önde gelen pek çok sahabi, İstanbul muhasaralarına katılmışlardır.
Halid b. Zeyd Ebu Eyyub el-Ensarî, Ebu Şeybe el-Hudrî başta olmak üzere çok sayıda
sahabe İstanbul’a defnedilmişlerdir. İstanbul’a Emevi devleti tarafından 5 defa sefer düzenlenmiş,
bu seferlerin ikisinde şehir muhasara edilmiş fakat alınamamıştır. Bu seferlerin çoğu Hz.
Muaviye döneminde gerçekleşmiştir. Bu seferlerin dördü sırasıyla hicri 34, 48, 54, 97 yıllarında
düzenlenmiştir. Bilindiği üzere son sahabe-i kiram Tufeyl Amir bin Vasile bin Abdullah el- Leysi
hicri 110 yılında vefat etmiştir. Arapların İstanbul’u muhasarası bu seferlerin ikinci ve dördüncü
sefere rast gelir. İlk muhasaranın komutanı Hz. Muaviye’nin oğlu Yezid’ tir. İstanbul’daki
şehit ashabın çoğu bu kuşatmaya iştirak eden sahabelerdir. Yezid kumandasındaki bu ordu da
büyük sehâbi Ebu Eyyûb-El Ensâri de olup bu muhasara esnasında şehit olmuştur.
Osmanlı döneminde 11.yy’dan itibaren İstanbul’un fethi bir Türk Mefkuresi halini almış
olup Malazgirt Savaşından sonra bu mefkure iyice olgunlaşmıştır. Osmanlı Devleti’nin belli
dönemlerinde yapılan altı muhasaradan sonra yedinci muhasara ve ardından ni’m-el ceyş ve
ni’m-el emir (Mutlu ordu / Mutlu komutan) ünvanları Osmanlı ordusuna ve Osmanlı komutanı
Fatih Sultan Mehmet’e nasip olmuştur. Fatih döneminden itibaren, Halid b. Zeyd Ebu Eyyub
el-Ensarî ve Ebu Şeybe el-Hudrî kabirleri başta olmak üzere sahabe mezarlarının üzerine türbeler,
bazıları adına makamlar yapılmıştır. İstanbul’daki sahabilerin en çok bilineni Mihmandar-ı
Resul Halid b. Zeyd Ebu Eyyub el-Ensarî’dir. İstanbul’da sayıları yaklaşık 30’a varan Sahabe
makam ve türbeleri Fatih döneminde tespit edilmeye çalışılmış ve bulunan mezarlar türbeye
dönüştürülmüştür. Sultan Fatih’in İstanbul’da ilk eseri bilindiği üzere Eyüp Sultan Türbesi ve
bu türbe etrafındaki cami, medrese, imaret ve hamamdan oluşan külliyedir. Bütün padişahların
ihtimam gösterdiği bu türbe Sultan I. Ahmed döneminde yapılan onarma çalışmaları sonucu
bugünkü halini almıştır. Sultan III. Selim, II. Mahmud ve Sultan II. Abdülhamid de önemli hizmetler
icra etmişlerdir. Osmanlı Padişahları tarafından meşruiyet sembolü olan bu türbe devlet
ananesince kılıç kuşanma merasimini de burada gerçekleştirirdi. Padişahlar önemli bir olayın
öncesi ve sonrasında sahabe türbelerini ziyaret eder dua ederlerdi. Hacca gidenler bu türbeyi
ziyaret edip öyle yola çıkarlarmış. Eyüpsultan’ da ikamet eden gayrimüslimler bile sabahları
19
Sefer - i İdrak
işyerlerini açmadan önce bu türbeyi ziyaret edip öyle işlerine koyulurlarmış. Burada bile Müslümanların
gayrimüslimler üzerindeki tesirini görebiliyoruz.
Şuan Ecdadın sahabe sevgisine erişmeyi bırakın hayalini kurmakta zorlanıyoruz. Gayrimüslimlerin
burayı ziyaret sebebi maddi olarak düşünülebilir belki ama asıl düşünülmesi gereken
onları bu maddi imkânı elde etmek için sahabe kabrine götüren ecdadın ihlâs ve mana
âlemidir. Belki bu durum İstanbul’un fetih sebebi değildir. Fakat İstanbul’un elde tutulma sebebidir.
Modern zamanda bu minvaldeki şeyler basite indirgenmiş durumdadır. Zaten modernite
denilen şey de budur. Dinin insan üzerinde gücünü kaldırıp basite indirgenerek güçlünün dinini
benimsetmektir. Moderniteye karşı olarak Sahabe ve büyüklerimizin türbe ve makamlarını
ziyaret etmek Müslümanlığın beden ile ikrar edilmesidir. Müslümanlığın dışa yansımasıdır.
Tabiî ki İstanbul gibi bir şehirde bu imkânlar yeterince vardır. Eyüp Sultan hazretleri dışında
bir diğer önemli sahabe kabri de Peygamber efendimizin sütkardeşi Ebu Şeybe elHudrî el-Ensarî
hazretleridir. Muhasara sırasında 85-90 yaşlarında bulunan Ebu Şeybe elHudrî el-Ensarî,
kuşatma sırasında surlar içerisinde şehit düşen sahabelerdendir. Ayvansaray Defterdar’da surlar
içerisinde Tokludede Haziresi’nde bulunan ve fethi müteakip Fatih Sultan Mehmed fermanıyla
Akşemseddin hazretlerinin yardımıyla bulunup onarılmıştır. Sultan II. Bayezid, Çorlulu Ali
Paşa ve Sultan II. Mahmud, türbeyi tamir ettiren ve bakımına önem veren devlet adamlarıdır.
Pek çok sahabinin İstanbul kuşatması esnasında bu bölgede şehit düşmesinden dolayı bölge “sahabeler
haziresi” olarak da bilinmektedir. Hz. Hamdullah elEnsarî, Hz. Ahmed el-Ensarî, Hz.
Muhammed el-Ensarî ve Hz. Ka‘b türbeleri buranın etrafında türbesi bulunan diğer sahabelerdir.
Ayrıca İstanbul’da İki makamı bulunan biri Eyüp sultan’da diğeri Üsküdar Karacaahmet
Dergâhı yanında bulunan Ebu’d-Derda hazretleri, Fatih Ayvansaray Karabaş Mahallesi’nde bulunan
Ebu Zer el-Gıfarî, Edirnekapı Kariye Camii yanında bulunan Ebu Said el-Hudrî, Karaköy
Yeraltı Camii içindeki Amr b. el-Âs kabirleri de Hamdulllah el-Ensarî Türbesi Ebu Saîd el-Hudrî
Türbesi İstanbul halkı tarafından ziyaret edilmiş makamlardır. Ayrıca Eğrikapı civarında, surların
iç ve dış kısımlarında bulunan sahabe kabirleri de dikkat çeken yapılardır. Karaköy Yeraltı
Camii içinde ve Sultanahmet Camii ile Ayasofya Camii arasında yer alan Abdurrahman-ı Şamî
makam türbeleri de İstanbul halkının sahabe kabri olarak ziyaret ettiği, onlar vasıtasıyla Hz.
Peygamber ile irtibat kurduğu mahallerdendir. Bu kadar türbe makamın var olması belki ba-
20
Sefer - i İdrak
zılarımızın aklında sorular ve şüphe oluşturabilir. Ama tarihi kaynaklar incelendiğinde Ebu
Eyyüb-el-Ensari ve Peygamber efendimizin süt kardeşi Ebu Şeybe elHudrî el-Ensarî hazretlerinin
türbelerinde herhangi bir şüphe olmadığı gibi diğer makam ve türbelerin çoğu da tarihçesi
sabit fakat mekân olarak tespiti yapılamamıştır. Ecdat sahabe-i kiramdan bu topraklara basmış
olanları elbette göz ardı etmesi mümkün değildir. Onlar ki İslamiyeti yaymak için onca meşakkat
ve zorluklara göğüs germiştir. Onların bu topraklarda şehit olması unutulmaması gereken
bir değerdir. Onlar bu uğurda şehit olmakla bu topraklarda kan dökmekle bu coğrafyanın kaderini
değiştirip bu topraklarda İslam dininin tohumlarını ekmiştir. Bu tohumların mahsulünü
toplayan ecdat ashab-ı kiramı göz ardı edemezdi. Bu yüzdendir ki bunlar adına makamlar yapılmıştır.
Bu makamların yerleri hususunda ihtilafların olması bizler açısından neyi değiştirecektir
veya neyi açıklayacaktır. Biz biliyoruz ki ashap bu topraklara ayakbastı ve bu uğurda şehit
oldular. Tarihi bağlamı sabit olan bu durumu makam ihtilafından dolayı imha mı edip ziyaret
etmekten geri mi duracağız? Elbette hayır ayrıca tarihi bağlamı sabit olanlar ve seferlere katılıp
geri dönen sahabeler içinde İstanbul’un muhtelif yerlerinde makamlar ve unutulmaması için
semboller konulması gerekir. Günümüzde gereksiz birçok şey için abide ve semboller dikilmektedir.
Ashabın kıymeti ve değeri daha üstün ve daha gereklidir. Sahih olsun olmasın bu yerler
tespit edilip ihya edilmesi gerekir. Bir şey de ihtilaf varsa bereket vardır diyen âlimlerimizin
bakış açısından oldukça uzaklaşmış durumdayız. Günümüzde hadis ve diğer İslami alanlarda
yapıldığı gibi şüphesiz türbe ziyaretleri hususunda da karalama faaliyetleri bilinçli olarak sürdürülmektedir.
Tek gaye toplumu İslami kültürden uzaklaştırmaktır. Bugün Batı menşeili hangi
alanlarda yüzde yüz doğruluk aranmaktadır. Bir şeyde ihtilaf varsa onu imha edilmesini bizlere
dikte edenler gerek film sektörü olsun gerek diğer bütün mecralarda tamamen yalan bir dünya
kurarak bizlere kültür ve değerlerini dayatmaktadır. O yüzden bir an önce farklılığı, ihtilafı bereket
görerek İslami kültürümüze ve değerlerimize sahip çıkmamız gerekmektedir.
Bülent GÖKÇE
Bir İngiliz Casusunun İtirafları
21
Sefer - i İdrak
1710 Senesinde Müstemlekeler bakanı bizi, Müslümanları parçalamak için gerekli ve
yeterli bilgileri toplamak ve casusluk yapmak üzere Mısır, Irak, Hicaz ve İstanbul’a gönderdi.
Lazım olabilecek para, bilgi ve haritanın yanında bir de devlet adamları âlim ve kabile reislerini
ihtiva eden birer fihrist verildi. Asıl vazifemin yanında, orada Türkçeyi öğrenmem gerekiyordu.
Londra’da epeyce Türkçe, Arapça, Farsça öğrenmiştim. Ben İslamiyetlin hilafet merkezi olan
İstanbul’a deniz yoluyla gittim. Orada ismimin Muhammed olduğunu söyledim ve camiye gitmeye
başladım. Her ay bakanlığa rapor gönderiyordum. Türkçeyi, Arapçayı öğrendim. Ahmed
Efendiden Kuran-ı kerim’i ve şeriatı çok iyi öğrenmiştim. Bir bahane bulup memleketime geri
döndüğümde, bana iki vazife daha verdiler:
1.Müslümanların zayıf taraflarını öğren!
2.Onların arasını açıp, birbirine düşürdüğün zaman, bakanlığımızın madalyasını al!
Evlendim ve 6 ay daha kaldım. Irak’a gitmem için emir geldi. Benim için gitmek her
zamankinden çok daha zordu eşim hamileydi. Basra şehrine geldim. Orada ilk defa Şiileri tanıdım.
Sünnilerle aralarındaki ihtilafları şiddetlendirebilirsem, işte o zaman İngiltere’ye en büyük
hizmeti yapacaktım. Biz İngiltere’nin, refah ve saadet içinde yaşaması için, bütün devletlerde
fitne ve tefrika çıkarmak zorundayız. Osmanlı Devleti’ni ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz. Bütün
vazifem, halkı idarecilere karşı isyana sevk etmekti. Orada Şii bir marangozun yanında iş
buldum. Farsçamı ilerlettim. Bu dükkâna ara sıra ilim öğrencisi kıyafetinde, Arapça, Türkçe ve
Farsça bilen Muhammed bin Abdülvehhab Necidli adında bir delikanlı uğruyordu. Bu delikanlı
son derece yüksekten konuşan ve gayet asabi biri idi. Osmanlı Devleti’ni çok eleştirdiği halde,
İran devletine bir şey demezdi. Necidli Muhammed, Sünnilerin dört mezhebinden birine tabi
olmaya bir sebep görmüyordu. Bu husustaki ayet-i kerimeleri görmezden geliyor ve Hadis-i
şeriflere ehemmiyet vermiyordu. Bu konuda nefsine uyardı. Aradığımı Necidli Muhammed’de
bulmuştum. Zira o, âlimlere saygısızdı ve dört halifeye ehemmiyet vermiyordu. Kur’an- ı Kerim
‘i ve sünneti anlama hususunda müstakil bir görüşe sahipti. Onu bu yolla elde etmek çok
kolaydı. Ebu Hanife’yi hafife alır ve “Ben Ebu Hanife’den daha iyi biliyorum.” derdi. Ayrıca,
Buhari kitabının yarısının batıl olduğunu iddia ederdi. Onunla çok yakın arkadaşlık kurdum.
Daima onu övdüm. Hatta bir gün ona: “Sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi
22
Sefer - i İdrak
hayatta olsaydı onları değil seni halife tayin
ederdi... Ben İslamın senin elin üzerinde
yenilenmesini yükselmesini umuyorum.
İslamı cihana yayacak biricik âlim sensin”
dedim. Kuran-ı Kerim’i, eski âlimlere göre
değil de kendi fikrimize göre tefsir etmeyi
kararlaştırdık. Necidli Muhammed’in kadın
isteğini biliyor ve ona kadın arıyordum.
Bakanlığımız tarafından oradaki müslüman
gençleri ifsad etmek için ingiliz kadınlarından
birini Safiyye ismi ile önce bir
haftalık nikâh yaptık ben dışarıdan, kadın
içerden onu aldatmaya başladık. İçkinin
haram olmadığına da inandırdık ve içirdik.
Hatta namazın farz olmadığını da iddia
ederek onun inancına şüphe sokmaya çalıştım.
Namazlarını aksatmaya başlamıştı.
Necidli Muhammed’in omzundan iman
elbisesini yavaş yavaş indirmeye başladım.
Sünnilik ve Şiiliğin haricinde, kendisine bir
yol tutmasını telkin ettim. Onun yularını
Safiye sayesinde ele geçirdim. Eğer kadını
tahrip edip, örtüsünü açmasına sebep olursak,
sebep olarak da örtü gerçek bir islami
emir değildir, Abbasiler zamanında ihdas
edilmiş bir adettir, insanlar peygamberin
eşlerini görüyorlardı ve kadın bütün işlere
katılıyordu, diyeceksiniz. Kadını açtıktan
sonra, gençleri ona karşı tahrik edip, her
ikisinin arasında fesad hâsıl olması için
çalışacaksınız! Müslümanlığı yok etmek
için, bu iş, çok tesirlidir. Evvela bu işi gayr-müslim
kadınlara yaptıracaksınız. Sonra
müslüman kadın kendiliğinden bozulup,
bunların yapacağını yapacaktır. İslam medeniyetini
ortadan kaldırmak, gençlerin İslam ilimlerini öğrenmelerine mani olmak için içki,
fuhuş, eğlence, kumar, top oyunları, gibi illetler yaygınlaştırıldı. Ahlakı bozmak için, Rum, Ermeni
ve diğer gar-i müslim kadınlar birer ajan gibi çalıştırıldı. Bir debdebe içerisinde, moda evi,
dans kursu, manken ve artist yetiştirmek gibi hilelerle, genç kızları ve erkekleri tuzağa düşürerek,
kötü yollara sürüklediler.
Bu hususta müslüman anne ve babalara çok büyük vazifeler düşmektedir. Yavrularını,
bu kâfirlerin ellerine düşürmemek için çok uyanık olmalıdırlar.
Bakanlık sekreteri, “Biz ispanyayı Müslümanlardan, içki ve kadın sayesinde aldık” demişti. Ne
kadar doğruymuş. Artık, Necidli Muhammed, benim çizdiğim yoldan yürüyordu. Benim vazifem,
ona şüpheciliği aşılamaktı. Bunu da başardım. Artık bir mezhep kurmaya karar verdik.
Birbirimizin sır arkadaşı olmuştuk. Hatta bir gün şöyle bir rüya uydurdum: Dün gece Peygamberimizi
rüyada gördüm. (Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim.) Bir kürsüde
oturuyordu. Etrafında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Sen girdin, yüzün nur gibi parlıyordu.
Peygamberin yanına vardığında, peygamber yerinden kalktı ve her iki gözünün arasını öptü. Ve
sen benim adaşım, ilmimin varisisin, din ve dünya işlerinde, benim vekilimsin dedi. Sen dedin
ki, Ya Resulallah! Ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum! Peygamber cevaben, sen en
büyüksün, hiç korkma dedi.
Sevinçten havalara uçuyordu. Zira gençliğimin en kıymetli günlerini vererek ektiğim
23
ağaç meyvesini vermeye başlamıştı.
İki sene sonra (1730) isyana
başladık. Birçok casusu asker
olarak yanımıza aldık. Ayrıca
Muhammed Suud’u da yanımıza
çektik. Deriyye şehrini merkez
yaparak, bakanlığımızın yardımıyla
kuvvetlendik. Benim gibi
o bölgede binlerce casus vardı.
İngiliz subayları, köle adı altında
askerlerimize yardım ediyorlardı.
Hepimiz aşiret kızları ile evlendik.
Şimdi vaziyet iyi gidiyor.
Bir felaket olmazsa bu çalışmalarımızın
meyvesini yiyeceğiz.
İNGİLİZ CASUSU, HEMPER
İngiliz kâfiri, islam beldesinde,
ahmakları bularak hem besler
hem de İslam’a hücum yollarını
öğretir, İslamiyete uyana gerici
denir. Çıplak gezmek, içki, şehvet
moda olur. Din kardeşliği
unutulur. İslam düşmanları, köpekleri
besliyor, bunları, müminlerin
başına geçiriyor. Hepsi,
islamiyete, ahlaka saldırıyor. Allahü
Teâlâ’ da cezalarını veriyor.
Çünkü Kuran-ı Kerimde Rabbimiz
va’d ediyor; İslamiyeti elbet, koruyacağım diyor Müslümanlara’da: Düşmana aldanmayın,
Çok çalışıp, ondan üstün olun, buyuruyor.
Elif Nur AYDIN
Sefer - i İdrak
Özel Kalem Müdürü: Kethüda
24
Sefer - i İdrak
Kethüda tabiri çeşitli değişimler ile birlikte çok eski bir geçmişe sahiptir. Kethüdâ Kelimesinin
en eski Haline İran’da II. Pers krallığı döneminde rastlanmıştır. Bu devirde Kethüdâ tabiri
devlete karşı köy yöneticisi anlamında kullanılmıştır. Safeviler devrinde ise Kethüda Tabiri Ev
Sahibi, Aile reisi, evin büyüğü anlamlarına gelmekteyken zaman geçtikçe anlamı genişlemiş ve
muhtar, vali, vergi toplayan memur anlamlarını kazanmıştır.
Osmanlı Devletinde ise bu tabire XV. yy kaynaklarında rastlamaktayız. Osmanlı devletinde bu
tabir bölgelerin ve yerlerin değişikliğine bağlı olarak muhtar, emin, baş gibi anlamlara gelmekteydi.
Bu tabir 15. Yüzyıldan itibaren Osmanlı devlet teşkilatında “Devlet işlerini yöneten
görevlilerin yardımcıları” anlamını kazanmıştır. Sadrazamın, askeri ve mülki görevliler gibi en
alt yönetim kısmı dâhil hepsinin yanında bir kethüdası vardı.
En önemli kethüdâ ise “Sadaret Kethüdasıydı” bu kişi Divanı Hümayun‘da sadrazamın işleri ile
meşgul olmaktaydı. Sadaret Kethüdası görevini II. Mahmud devrinde yerini Umur-i Mülkiye
Teşkilatına bıraktı bu teşkilat 1837 yılında son olarak Dâhiliye Nezareti Adını Almıştır. Sadaret
Kethüdasının ardından beylerbeyi, vali ve sancak beylerinin emrinde bulunan kethüdâlar
önem teşkil ederdi. Fatih Sultan Mehmet Devri ile II. Bayezid devrinde Anadolu ve Rumeli
Vilayetleri Kethüdâları ortaya çıkmıştır. Bu kethüdâların özellikleri bağlı bulundukları beylerbeyine
vergi toplanmasında yardımcı olmaktı.
Kethüdâların seçilmesi ve tayin edilmesi tamamen Vali’lerin elinde olan bir durumdur. Sadece
Mısır’da Kethüdâ olabilmek için Türk olma zorunluluğu vardı. Diğer yönetim yerlerinde Türk
olma zorunluluğu bulunmamaktaydı. Beylerbeyleri ile sancakbeylerine bağlı olarak “Kapı Kethüdası”
denen İstanbul’da ikamet eden ve Babıâli (Valilik)’de ki gelişmelerden haberdar eden
yardımcıları bulunmaktaydı.
Eflak, boğdan voyvodalarının, Rodos şehrinin kadısının da kapı kethüdâları da bulunurdu.
Ancak 16. Yy. Eflak ve boğdan voyvodalarının yardımcılarına kethüda değil “Âdem” denmiş
daha sonra gayrimüslim oldukları için bu kişilere “Kâhya” denmiştir.
Askeri Alanda ise Akıncı Kethüdâsı taşrada bulunan Yeniçeri Kethüdâsı vardı. Bu kethüdâların
en önemlisi İstanbul’da bulunan “Kul Kethüdası” olarak anılan kişilerdi. Bu kişiler Yeniçeri
Ağasından sonra en Yüksek rütbeli subay olarak bilinmekteydi.
Osmanlı sarayının harem teşkilâtında cariyelerin âmirine “kâhya (kethüdâ) kadın” denirdi.
Bu kişiler Valide Sultan dairesine bağlı bulunurdu.
25
Sefer - i İdrak
Taşrada görev yapan bazı Defterdarların
kapı kethüdâları haricinde
“Kethüdâ-yı Defterdar”
adında yardımcıları da bulunurdu
bunlar mali işler ile ilgilenirdi.
Kethüdâlar maaş ile çalışmakta
bunun yanında “Atiyye” (Bahşiş)
de alırlardı. Bu kişiler görevlerinde
ki başarısına göre daha üst
memuriyete atanırlar ve çeşitli
nişanlar alırlardı. Bağlı oldukları
kuruma göre itibar ve caza
görürlerdi.
XVII ve XVIII. yüzyıllarda kaza
yöneticileri arasında kethüdâlar
önemli yere sahipti. Şehirlerde
Sancak Vekilliği görevi yapan
voyvodaların da birer vilayet
Kethüdâsı olarak bilinen yardımcısı
bulunurdu. Bu kişiler “Şehir
Kethüdası” olarakta bilinmekteydi.
Şehir kethüdâları halkın
hizmetlerini gidermek için
seçilirlerdi.
XVII. yüzyılda Şehir kethüdâları
sadece tüccar ve seçkin esnaftan
değil Askeri sınıf üyelerinden
ve şehir âyanlarından da seçilmekteydi.
Şehir âyanları 1735
yılında Bâbıâli tarafından lağvedilince
yerlerini secimle gelen
kethüdâlara bırakmıştı.
Şehir kethüdâlarını halk serbest
bir şekilde seçmekteydi. Daha
sonra önemli konuma gelen
Şehir kethüdâları şehrin vergi,
iltizam ve memur tayinlerinde de
etkili olmuştur. Bu hizmetleri yaptığı zaman kendisine “kethüdâiyye” adı verilen ücret ödenirdi.
Göçebe aşiretlerin, Gayrimüslim cemaatlerin aşiret/cemaat kethüdaları da vardı. Atamaları
bağlı bulundukları aşiretin beyi tarafından yapılırdı. Esnaf kethüdâları Lonca’yı devlete karşı
temsil etmek, haksız rekabeti önlemek gibi görevleri bulunmaktaydı. Gayrimüslim esnafın
kethüdâlarının görevi ise “Cizye” vergisini toplamaktı. Esnaf kethüdâlar muhtemel olarak bir
yıllığına seçilirler ve görevleri bittiğinde yeniden seçilme şansları bulunurdu. Esnaf kethüdâları
diğer adıyla esnaf Kâhyalarının bulunduğu kurul tarafından seçilen kişiye “Kâhyabaşı”
denirdi.
Kethüdâ unvanı 1826 yılından itibaren yapılan yenilikler ile beraber zamanla terk edilmiştir.
Muhammed DENİZ
Güneşin En Güzel Battığı Yer
Tanzanya
26
Sefer - i İdrak
Tanzanya Birleşik Cumhuriyeti doğu Afrika’da bir ülkedir. Afrika büyük göller bölgesindedir:
Tanganika Gölü, Victoria Gölü, Albert Gölü, Edward Gölü, Kivu Gölü, Malawi Gölü’dür.
%38 Müslüman, %30 Hıristiyan, %30 Animist, %2 diğer dinlere mensuptur. (Ayrıca
Zanzibar ve Pemba Adalarının tamamı Müslümanlardan oluşmaktadır.) Tanzanya İslamiyet’le
çok erken bir dönemde Hicrî 1.yüzyıla Doğu Afrika’ya gelen Müslüman Araplar aracılığıyla
tanışmıştır. Berâve ve Zengibar gibi şehir devletleri sayesinde Müslümanlık ile tanıştılar. Müslüman
Arapların yerli kadınlar ile evliliği sonucunda melezi nesiller oluşmuştur. Arap-İran-Hintli
nesiller oluşmuş ve doğu Afrika kıtasında yeni kültürler ortaya çıktı. Yeni kültürün beraberliğinde
Arapça ve farsça karışımında yeni bir dil ortaya çıktı.
Halkın çoğu Şafii mezhebine mensuptur. Portekiz sömürgeciliğinin Doğu Afrika’daki en büyük
rakibi olan bu hanedan Doğu Afrika Müslümanlarına rahat bir nefes aldırdı ve Kilve yeniden
önem kazandı. Bölgedeki şehirleri gezen İbn Battuta, Kilve’yi dünyanın en güzel ve mamur şehirlerinden
biri diye tanıtır ve şehir halkının Şâfiî mezhebine mensup, dindar, iffet sahibi kişiler
olduğunu, şehirde sağlam yapılmış ahşap mescitlerin bulunduğunu yazar. Bölgede Müslümanların
sayısının giderek artmasını büyük ölçüde Umman’ın başşehri Maskat’taki taht merkezini
Zengibar adasına taşıyan Bû Saîd Hanedanı sağladı. 1880’li yıllarda Zengibar sultanının Mamboya’da
bir askerî üs kurmasının ardından Tabora dahil pek çok yerde müslüman sayısı arttı.
Müslümanlar oranın yerli kadınları ile evlendiklerinden daha etkili oldu. İslami kuruluşlar
İngiltere’nin sömürgeciliği yüzünden artan Hristiyanlık dini nedeniyle dernekler kurarak
mücadele etti. 1929’da başşehir Dârüsselâm’da Afrika Derneği ve 1933’te Tanzanya İslâm Cemiyeti
ilk kurulan teşkilâtlardır. Sömürgecilik sonrasında bu teşkilâtlar ülkede birliği sağlamak
için çalıştılar.1964’te İslâm Üniversitesi’nin açılması için kampanya başlatıldı ve seçilen heyet
Mısır, Ürdün, Irak, Kuveyt ve Lübnan’a giderek destek istedi. Fakat desteğe karşılık o zamanın
başkanı Nyerere hükümette yenilik yaparak el-Cem‘iyyetü’l-İslâmiyye Başkanı Tewa Sâid’i
hükümetteki görevinden alarak cemiyetin çalışmalarını sonuçsuz bırakmaya çalıştı. Nyerere
1967’de Müslümanlarla ilgili işleri de kendi güdümündeki bir öğretmene havale etti.
Şu anki Müslümanlık durumu %95 tir. Tanzanya’nın en çok Müslüman olan bölgesidir. Zanzibar,
10. Yüzyılın başında adaya gelen Araplar vasıtasıyla İslam ile tanışıyor. İran’ın Şiraz ve
Umman bölgesinden gelen Müslümanlar, adanın dini ve tarihi köklerini oluşturmuş. 400 yıl
Arapların hakimiyetinde oluyor. İngiliz ve Portekizlilerin adaya gelişi Müslüman ve Hristiyan-
27
Sefer - i İdrak
lıkların din savaşlarına yol açıyor. İngiltere’nin adadan çekilmesiyle birlikte Zanzibar Tanzanya’ya
bağlanıyor.
19.yüzyıllar Zanzibar halkı için unutulmayacak olan yıllar. Zenci kölelerin, esir ticaretinin
inanılmaz vahşi boyutlarda yaşandığı dönem, adaların köle hapishaneleri olarak kullanıldığı
ve insanların Avrupa’ya satıldığı dönemlerdendir. Zanzibar adasında yaşayan Müslümanların
genel durumuna baktığımızda eğitim, sağlık, sosyal yaşam ve ada genelindeki fakirlik insanın
yüreğini acıtmaktadır. Tropikal bir ada olmasına rağmen fakir durumdadırlar.
Zengibar ismi Osmanlı devleti tarafından Zanzibar olarak değiştirildi. Tanzanya sahiline 70/72
km uzaklıkta bir adadır. Osmanlı Devleti 16. Yüzyıldan itibaren Doğu Afrika sahilleri ile irtibat
içerisindedir. Ancak Zanzibar Adası ile olan resmi ilişkiler 1877-1878 yıllarında yapılan Osmanlı-Rus
savaşları esnasında başlar. Sultan II. Abdülhamid gerek Asya ve gerekse Afrika’daki
tüm devletlerle iletişim kurmaya çalışır.
Sultan Abdülhamit in amacı dünya çapındaki Müslümanlarla irtibat kurarak yeniden
canlandırmaya çalışmaktır. Sultan II. Abdülhamid bu amaçla Zanzibar Sultanlığının da yeniden
dostluğunu ve yakınlığını kazanmak ister. Bu konuda ilk teşebbüs Osmanlı Devleti’nden gelir ve
bu dostluk 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam ettirilir. Zengibar Sultanlarından olan Sultan
Berkaş Avrupalı Devletlerini ziyaret için çıktığı seyahatin dönüşünde Osmanlı topraklarından
olan Mısır’ı ziyaret etmek ister. Mısır’da büyük bir misafirperverlikle karşılanır. Hac görevini
de yerine getirmek isteyen Sultan Berkaş Mekke’ye gitmek ister. Sultan Abdülhamit Hicaz valisinden
Zanzibar Sultanının Osmanlı Devleti’ne yaraşır bir şekilde karşılanmasını ister ve Hicaz
valisi bu konuda birçok kişi görevlendirir ayrıca Zanzibar sultanı için yapılan her harcama ayrıntıları
ile kaydedilerek Maliye Nezareti’ne bildirilir. Osmanlı ve Zanzibar için sağlam bir temel
atılır. Sultan berkaş ın ardından Halife b. Said tahta geçer. Abdülhamit han tebrik mesajı gönderir.
Bunun üzerine Bin Said mektubu öpüp başının üstüne kaldırdığı ve ardından okumaya
başladığı Şükrü Bey tarafından bizlere aktırılan bilgiler arasındadır. Zanzibar adasında yapılan
sömürgecilik sultan Abdülhamit’i üzer ve oraya elçi gönderir. Ama Avrupa devletleri Tanzanya
ile Osmanlı arasındaki ilişkiden rahatsız olur. Gönderilen bu elçi Avrupa basınında geniş yer
kaplar ve eleştirilere maruz tutulur. Osmanlı’nın buraya elçiler göndermesinin Almanya’yı desteklemek
için olduğu yazılır. Osmanlı Devleti ise bu durumu; Osmanlı’nın dünyadaki bütün
Müslümanlarla irtibat kurabileceği ve bunun hiçbir yabancı devleti ilgilendirmeyeceği, gönderilen
elçinin Almanya için değil Osmanlı için
gönderildiği, şeklinde açıklar. Kısa bir süre
sonra ise Mehmed Rüşdi Zanzibar Adasına
elçi olarak gönderilir. Mehmed Rüşdi bu ziyareti
hakkında tafsilatlı bilgi verirken Avrupalıların
bölgeyi ziyaret eden Osmanlı elçileri
hakkında duydukları rahatsızlığa da işaret
eder.
Sultan II. Abdülhamid ’in Panislamizm politikasını
destekleyenler de vardır. Bu isimlerden
en önemlisi Sultan Seyyid Ali bin
Hamid’dir. Sultan 1907 yılında Avrupa devletlerini
ziyaret ederken Osmanlı Devleti’ni
de ziyaret ederek Sultan Abdülhamid ile de
görüşür. Bazı sebeplerle çok fazla İstanbul’da
kalamadığı için sonraki yıl tekrar ziyarete geleceğini
vaat ederek ayrılır. Bu ziyaretler ise
Zanzibar adası ile Osmanlı Devleti arasındaki
ilişkilerin hangi boyutlarda olduğunu bizlere
açık bir şekilde göstermektedir.
Nurşen KILIÇ
Geleceğin Teknolojileri
Laboratuvarda Yetiştirilen Et: Gökdelenlerin tepesinde
gezinen inekler henüz çılgınca bir fikir gibi
görünüyor olsa bile, laboratuvar ortamında yetiştirilen
kırmızı et, bunun aksine, alabildiğine gerçek
ve hazırdan hayata geçirilmiş bir gelişme. Eğer
bilim insanları fiyat performans açısından verimli
ve yenebilir et üretme yolunu geliştirebilirlerse
yaşam ve yemek kültürümüz kökünden değişecektir.
Bahsi geçen değişim yalnızca ekolojik dengeye zarar veren hayvancılığın önüne geçmekle
kalmayıp, et yemenin etik bir alternatifini de bizlere sunmuş olacak.
Diğer Gezegenlerde Yaşam: Eğer yok etmemeyi
başarabilirsek, bir gün hayatımıza gezegenin dışında
da devam edebiliriz. Öncelikli seçenek Mars
olmak üzere, diğer gezegenlere yerleşerek koloni
hayatı kurmak için hazırlanan planlar faaliyete
geçirildi bile. Teknoloji alanında yaşanan sıçramalar
sayesinde, bahsi geçen planlar, gelecekte bilim
kurgu olmaktan çıkarak bilimsel gerçeklik haline
gelecektir.
28
Uzayda ya da Çalışma Dünyasında Robotlar: Gelişen
teknoloji ile bu adımın atılmış olması da oldukça
makul olarak görülüyor. Zira robotların nefes
almak için oksijene ya da yemek yemeye ihtiyacı
yok. Dahası, dört bir yanları sensörler ile çevrili bu
yardımcılar, elde ettikleri verileri de tekrar dünyaya
gönderebiliyor.
Benzer bir bakış açısı iş dünyası için de uyarlanabilir.
Robotlar, zorlu, sıkıcı ya da tehlikeli işleri üstlenerek insanları büyük dertlerden ve risklerden
kurtarabilir. Dahası, robotlar teoride daha hızlı, daha verimli ve çok daha hassas şekilde
çalışabilir.
Sefer - i İdrak
Robot Uşak: Sıkıcı fakat yapılması gereken o
kadar çok ayak işi var ki, bunlar için bir çözüm
geliştirilmesi kaçınılmaz durumda. Tam da bu
noktada, robotların sizi gündelik dertlerden ve
sıkıcı işlerin eziyetinden kurtarması güzel olmaz
mıydı? Şimdiden robot elektrikli süpürgeler ve
akıllı ev sistemleri gibi teknolojilerle gelecekteki
ihtimallere göz atabiliyoruz. Zira daha büyük ve
daha işlevsel robotlar yolda. Yakında evin içerisinde
dolaşarak hizmet eden, yemek hazırlayan ve
daha birçok konuda yardımımıza koşan robotlarla yaşamaya alışmak zorunda kalabiliriz.
Sağlık Durumumuzu Kontrol Eden Akıllı Aynalar:
Her sabah aynadan kendinize göz atmanız, hem
nasıl göründüğünüz, hem de nasıl hissettiğiniz
konusunda fikir sahibi olmanızı sağlayabilir. Şimdi de gelecekte sahip olabileceğiniz akıllı
aynalar sayesinde, sağlığınızdaki potansiyel problemleri, vitamin eksikliklerinizi ya da sahip
olabileceğiniz hastalıkların semptomlarını anında görebildiğinizi hayal edin. Önleyici görev
üstlenebilecek bu bilgiler, sağlığınız ile ilgili önlemler alabilmenizi sağlayacaktır.
Uçan Arabalar: Yollarda yer kalmadığında,
yönümüzü gökyüzüne çevireceğimize inanmak
oldukça mantıklı bir yaklaşım. Daha
şimdiden birçok ilginç uçan araba tasarımı
hazır bir şekilde duruyor. Bunlar da gelecekteki
uçan araba ihtimalini daha gerçekçi bir
hale getiriyor.
29
Giyilebilir Ekranlar: Katlanabilir ekranlar ve
akıllı telefonların hayalini kuruyor olabilirsiniz
fakat gelecek ekranlardan bağımsız
olarak bizi bekliyor olabilir. Daha şimdiden
dokunmaya duyarlı projektör benzeri cihazlar
hayatımıza girmeye başladı. Bu cihazlar
sayesinde kullanılabilir ekranlar cildinize,
kıyafetlerinize veya başka bir yüzeye yansıtılabiliyor.
Başka bir deyişle, gelecekteki
akıllı telefonlar, cebinizde telefon taşımanızı
gerektirmeyebilir. Tek ihtiyacınız olan, giyilebilir
bir teknoloji ya da basit bir implant
olabilir.
Asya Kahraman
Sefer - i İdrak
Şiirleriyle İnsanlığa Işık Tutan Bir
Şair ve Filozof: Muhammed İkbal
30
Sefer - i İdrak
Muhammed İkbal, Pencap eyaletinin Keşmir sınırı yakınındaki Siyâlkût şehrinde dünyaya
geldi. Doğum tarihi konusunda farklı bilgiler verilmektedir. Ama kendisi doktora tezinde
8 Kasım 1877’de (2 Zilkade 1294) doğduğunu yazmıştır. Babası Nur Muhammed Oğluna İslami
adetleri ve ibadetleri ifade ederek Muhammed İkbal adını verdi. Ailesinin ve çevresinin onun
gelişiminde gösterdikleri hassasiyet sayesinde daha küçük yaşta bilgilerle dolmaya başladı. İlk
okula başlamadan Kur’an-ı Kerim’i düzgün bir şekilde okumayı öğrendi. İlk okulu bitirdikten
sonra, İngilizce eğitim veren bir okulda okumaya karar verdi. İlk başlarda babası buna karşı
çıkmıştı. Çünkü dinine olan bağlılığı oğlunu ilk olarak sağlam bir dini eğitim almaya teşvik
ediyordu. Ama sonra İkbal’in öğretmeni, Nur Muhammed’le konuşarak İkbal’e Arapça Farsça
ve diğer bütün dini bilgileri öğreteceğine dair söz vererek babasını ikna etti. Böylece İkbal bir
yandan batı Dili ve bilgilerini öğrenirken diğer yandan Arapça ve Farsça dillerini öğrendi. Ve
onu şiir yazmaya da teşvik ederek şiir yazmaya başlamasını sağladı. İkbal’in zamanla gösterdiği
başarıdan dolayı, babasının arkadaşları çeşitli evlerde ve yerlerde yaptıkları toplantılara İkbal’i
çağırmaya başladılar. O zamanlarda Hindistan’ın çok büyük bir sorunu vardı.
Daha İkbal doğmadan önce, Hindistan 1746 yılında İngilizler tarafından işgale uğramıştı.
Zaman geçtikçe İngilizler Hinduların kalplerini, Hintli Müslümanlara karşı fitne ateşiyle
doldurup onları birbirine düşman etmişlerdi. Bu olanlar yüzünden savaşacak durumda olmayan
Hintli Müslümanlar kendilerine liderlik edecek bir fikir adamına ihtiyaç duymaya başlamışlardı.
Ama ne yazık ki o zamanlarda bu büyük sorunu çözecek bir âlim veya lider yoktu.
İkbal katıldığı bu toplantılarda insanların sıkıntılarını ve sorunlarını dinleyerek çözüm yolu
bulmak adına yola koyuldu. Bunun için ilk olarak felsefe tahsili yapmaya karar verdi. Böylelikle
1895 yılında dönemin meşhur İslam alimlerinin bulunduğu Lahor şehrine gidip felsefe dersleri
aldı. Ama Hintli Müslümanlara hizmet edememek onu derdinden yaralıyordu. Bu yüzden İkbal,
ancak İngilizlere karşı onların oyunlarıyla karşılık verirse onları yenebileceğini biliyordu.
Bu da yalnızca İngiltere’ye gidip, onları kendi içlerinde öğrenmekle mümkündü. Onun için
31
Sefer - i İdrak
Muhammed İkbal hem Batıyı yakından tanımak hem de felsefe bilgisini geliştirmek için 1905’te
İngiltere’ye gitti. Çalışkanlığı ve bilgeliği sayesinde birçok hocası tarafından sevildi. Derslerindeki
başarı sayesinde Cambridge Üniversitesi’nin felsefe dalından yüksek lisans diploması alan
İkbal, Batıda birçok devlet olduğunu düşünerek sadece İngiltere’den aldığı ve öğrendiği bilgilerin
yeterli olmadığını düşünüp 1907 yılında Almanya’ya gitti.
Almanya da Hamburg üniversitesine giren İkbal, kısa bir süre içinde tez çalışmalarını
bitirip doktora unvanını kazandı. Sonra yine İngiltere’ye dönüp Londra’da Sosyal bilimler fakültesine
girip hızlı ve başarılı bir şekilde bu okulu da bitirdi. Daha sonra Hindistan’da ki Lahor
şehrine döndü. İngilizler İkbal’i hem halkın içinden çıkarmak hem de kendilerine bağlı bir hale
getirmek için Devlet Yüksek Okuluna felsefe ve İngilizce öğretmeni olarak gelmesini istediler.
İlk başta İngilizlerin oyununu anlamayan İkbal bunu kabul etti. Daha sonra oradakilerin tavırlarından
oynadıkları oyunu anlayıp istifa etti. Sonra Lahor barosuna kayıt olup orada avukatlık
yapmaya başladı. Geçimini sağlayacak kadar avukatlık yapıp geri kalan zamanını Hintli Müslümanların
mücadelesi için harcamaya başladı. Zamanla İkbal’in fikirleri bütün Hindistan’a yayıldı.
Bunlara engel olmak için Müslümanlara olan baskı ve zulmü artıran İngilizler, kendini öteki
devletlere haklı göstermek için ellerinden geleni yaptılar. Ama çektikleri zulüm ve baskıları
anlatan İkbal ve arkadaşları, İngilizleri kendi oyunlarına getirdiler. Bundan sonra Hindistan’da
yapılan müzakerelere ve milletler arası toplantılara Müslümanların temsilcilerinin de bulunup,
onlara da söz hakkı verilmesi sağlandı. Zaman içinde İkbal’e hareket teorisi üzerine yaptığı çalışmaları
sayesinde İngilizler ‘’SİR’’ unvanını verdiler.1930 yılında İkbal’in en çok istediği şey
gerçekleşti. Hintli Müslümanları da içine alan bir kongre teşkil edildi. Bu kongreye Bütün Hindistan
İslam Birliği adı verildi. Ve İkbal başkanlık etti. Bu kongrede Müslümanların mevcut
problemleri gözden geçirilerek alınması gerekilen acil meseleler üzerinde duruldu. Açılış konuşmasını
yapan İkbal, uzun zamandır zihninde şekillendirip şartlarına hazırladığı fikirlerini
ilk defa orada açıkladı. Daha sonra Filistin’e giden İkbal, uzun zamandır kurulmasını hasretle
beklediği Dünya İslam Teşkilatının toplantısına katıldı. İkbal, bu toplantıdan sonra son olan
Avrupa seyahatinde, biraz da siyasi konular hakkında konuşmalarda bulundu. Muhammed İkbal
1932 yılında İngiltere’ye tekrar gidip milletlerarası toplantıya katıldı. Fakat bundan da herhangi
bir neticenin çıkmayacağını bilen ikbal, daha açık ve net bir fikirle konferansa katılıp tek
bir çözüm yolu olduğunu ve bu çözüm yolunun, yeni bir devlet olduğunu söyledi. Ve bu devlete
Pakistan isminin verilmesini istedi. Bu düşüncesinin bütün Müslümanların ortak fikri olduğunu
ve ne pahasına olursa olsun kendi devletlerini kuracaklarını açıkça ilan etti. Daha sonra
Hindistan’a geri dönen Muhammed İkbal, Batı felsefesini ve fikirlerini bir kenara atarak Mevlâna’nın
manevi müridi (bir şeye bağlanan kişi) oldu. Mesnevi’den cevaplar aramaya başladı.
Aradı her sorunun cevabını Mesnevi’de buldu. Ürdünce olarak sorduğu bütün sorularına Mesnevi’den
Farsça olarak bulduğu ve aldığı cevapları bir araya getirdi ve böylece meşhur ‘’Mürşit
ve Murid’’ adlı manzumesini meydana getirdi. Bundan sonra divan tarzında bir eser vermeyi
düşünen ve Ürdünce, Farsça şiirler yazarak çalışmaları devam eden İkbal, bir bakıma ‘’Goethe’nin
West-Östlicher Diwan’’ adlı eserine cevap mahiyetini taşıyan ve ‘’Doğudan Mesaj’’ manasına
gelen Peyâm-i Maşrık’ı yazdı ve 1923’te Lahor’da kitap haline getirdi. Bu manzumesine
Afganistan kralı Amanullah Han için yazı 78 beyitlik bir Mehdiye ile başlayan İkbal, sonra ‘’Tur
Lâlesi’’ başlığı altında 163 rubai ve çeşitli konu ve fikirler de yazılmış manzum ellerle doğulu ve
batılı şair ve müttefik fikirleri karşılaştıran şiirler yazdı. Muhammed İkbal 1924’te yeni Lahor’da
ilk şiir kitabı olan ve ‘’Kervanın Çağrısı’’ manasına gelen Bang-i Ders eserini yayınladı. İkbal bu
eserinde ‘’Çocuğun duası, İslam ülkeleri, Milli Neşide, Şekva, Cenab-ı Şekva’’ gibi manzumelerini
(koşuk biçiminde yazılmış şiir) topladı. İkbal düşünce dünyasında pek yeni olmayan fakat
sırası gelen bu çalışmaların ilk meyvesi olarak ‘’Zebûr-i Acem’’ yani ‘’Acem ilahilerini’’ yazdı ve
1927’de Lahor’da yayınladı. Muhammed İkbal’in yalnız şiirleri değil konferansları da çok büyük
ilgi görüyordu. Onun için gittiği her yerde, konferans verdikten sonra dinleyiciler ya konferans
notlarını istiyor ya da bunların en kısa zamanda kitap haline getirilmesini arzu ettiklerini
söylüyorlardı. Bu istekler zamanla artınca İkbal, önemli konferanslarını birleştirerek bir kitap
haline getirmeye karar verdi. Bunun üzerine bilhassa 6 konferans olarak bilinen ve hepsine İslam
düşüncesi üzerine verdiği konferanslarında ki konuları yeniden gözden geçirip ‘’İslam Dini
32
Düşüncenin Yeniden Doğuşu’’ adı altında bir kitap haline getirdi ve bu eserde 1930’da Lahor’da
yayınlandı. Bu talepler üzerine cesaret alan İkbal, ilk defa zamanının çoğunu bir eserine ayırarak
Cavidname’yi hazırlamaya başladı. Adını oğlu Cavid’den alan bu eserde İkbal, Mevlâna’nın
peşinden göklere yükselip bütün gezegenleri dolaşarak alemlerin sırrını öğrendikten ve Allah’ın
azametini anlamaya çalıştıktan sonra, bu ilahi hakikatleri oğlu Cavid’e ve onun şahsında bütün
gençlere ve yeni nesillere Semavi bir hediye olarak aşılamaya çalıştı. İkbal bu eserini de 1932
yılında Lahor’da yayınladı. Bundan sonra Ürdünce yazdığı gazelleri ‘’Mescid-i Kurtuba, Endülüs,
Manzum, Seyahatnamelerini ve Sakiname, Mürşit ve Mürid’’gibi eserlerini toplayan İkbal,
bunları Bal-i Cibril yani Cebrail’in Kanadı adı altında 1935’te Lahor’da yayınladı.
1933’te Afgan kralı Nadir Şah’ın davetlisi olarak Afganistan’a giden İkbal, döndükten
sonra notlarını Farsça Mesnevi tarzında yazarak Misafir adı ile 1936 yılında Lahor’da kitap haline
getirdi. İlerlemiş yaşına rahatsızlıklarına ve maddi manevi sıkıntılarını rağmen, bunlara pek
değer vermeyip İslam alemini saran dertlere çare aramaya devam eden Muhammed İkbal, o yıllarda
yine ‘’Ne Yapmalı Ey Şark Milletleri’’ adını verdiği kitabını 1936’da yılında Lahor’da kitap
olarak yayınladı. Müslümanların alacakları tavrı ve hareket şekillerini bir bir tespit ederek bu
tespitlerini ‘’Hz. Musa’nın (a.s.) vuruşu’’ manasına gelen Darb-ı Kelim kitabını 1936’da Lahor’da
yayınladı.
Muhammed İkbal 1934 yılında çok şiddetli bir boğaz enfeksiyonu geçirdi. Doktorların
gösterdiği bütün gayret ve çabalara rağmen hastalığının ilerlemesine mâni olamadı. Ve boğaz
enfeksiyonu, gırtlak kanserine dönüştü. Bundan sonra İkbal’in sesi iyice kısıldı. Zamanla katarakt
hastalığına da yakalanan ikbal, görme duyusunu da kaybetti. Bu yüzden artık tamamen
yatağa mahkûm bir hasta haline geldi. Ama Müslümanların durumunu düşünmekten kendini
alıkoyamıyordu. Onun için, o zamana kadar yazıp yayınladığı 15’ten fazla eserine rağmen,
hayatı boyunca hasretini duyduğu iki şey vardı: birincisi hac ibadeti ikincisi hicaz ziyaret idi.
Daha önceki bütün girişimlerine rağmen, en son 1937’de hacca gitmeye niyetlenmişti. Fakat
rahatsızlığı ve başka sorunları yüzünden gidememişti. Onun için, hayatının sonlarına yaklaşmış
olması, gırtlak kanseri, katarakt hastalığı, kronik karaciğer rahatsızlığı gibi önemli ve tesirli
hastalıklarının üzüntülerine rağmen, bu hicaz hasretini ve hacı olma hissini ileride Armağan-ı
Hicaz adı altında kitap haline getirilecek olan son şiirlerini yazmaya başladı. Zaten, hayatı boyunca
hiçbir dert, sıkıntı ve zorlukla İkbal’i iman ve ibadetlerinden alıkoyamamıştı. O zaman
gözlerini hayatı boyunca iman, ibadet, ihlas ve samimiyetle şekillendirmeye çalıştığı başka bir
Cihan edebi güzelliklerine göz dikmiş olmalı ki bakışlarını, o nefesten bir an bile ayırmadan,
gelecek hakkındaki görüşlerini bu son zamanlarında ifade edip gittiği alem ile gideceği Cihan’ı
karşılaştırıp, gideceği Cihan’ın güzelliğini ve üstünlüğünü anlamış olmalı ki, artık dünyaya ait
başka bir kelime etmedi. Nihayet Muhammed İkbal içinde ölüm tecelli etti. 21 Nisan 1938 günü
sabaha karşı saat 5’te ağır bir uykuya dalmışçasına hayata veda etti. İkbal’in cenaze törenine 70
binden fazla müminin bizzat iştirak etti. Daha sonra Lahor’daki Padişahı Caminin avlusuna
defnedildi.
Daha sonra Muhammed İkbal, en büyük eseri olan Pakistan Devleti’nin resmen Muhammed
İkbal’in vefatından 9 yıl sonra, yani 1947’de kuruldu.
Sefer - i İdrak
Ayşe KAHRAMAN