25.06.2021 Views

Sefer-i İdrak 3

Arnavutköy YediHilal, Sefer-i İdrak Haziran 3. Sayı

Arnavutköy YediHilal, Sefer-i İdrak Haziran 3. Sayı

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Haziran 2021 Sayı: 3

Sefer-i

İdrak

Sefer Sünnettir.

Fe Eyne Tebehun? / Ulu Hakan Abdulhamit Han’ın Rüyası: Hicaz Demiryolu / Avrupa Kaça Bölünebilir? / Tüccar Değliz / Şanlıurfa Dul

Kadının Oğulları: Masonlar / İlle İstanbul’da Bul / Bir İngiliz Casusunun İtirafları / Özel Kalem Müdürü: Kethüda

Güneşin En Güzel Battığı Yer: Tanzanya / Geleceğin Teknolojileri

Şiirleriyle İnsanlığa Işık Tutan Bir Şair - Filozof: MUhammed İkbal



İÇİNDEKİLER

SEFER - İ İDRAK SAYI: 3

1 EDİTÖRDEN NOT Fe Eyne Tebehun?

2 HİCAZ DEMİRYOLU Ulu Hakan Abdulhamit Han’ın Rüyası

4 AVRUPA Avrupa Kaça Bölünebilir?

8 BİR DÜŞÜNCE Tüccar Değiliz

10 ŞANLIURFA Peygamberler Şehri

17 MASONLAR Dul Kadının Oğulları

18 SAHABELER İllede İstanbul’da Bul

21 AJANLAR Bir İngiliz Casusunun İtirafları

24 KETHÜDA

26

TANZANYA

Güneşin En Güzel Battığı Yer

28 MESLEKLER Geleceğim Teknolojileri

30 MUHAMMED İKBAL Şiirleriyle İnsanlığa Işık Tutan Bir Şair - Filozof


1Sefer - i İdrak

Fe Eyne Tezhebun?

“Tırnaklarımızla oyamaz mıyız anlamsızlığı?

Bir yol açamaz mıyız bir metre ötesine?

Biraz ilerideki bir çiçeğe varsak mı? Belki bir kırlangıca rastlarız.

Olasılık… Belki bir çocuğa. Sıkıştık kaldık ortasında gürültünün.”

Nuri PAKDİL

(Rahmet ve Hürmetle)

Bir ileri iki geri…

Evet, bir ileri(!) gidişin kaç geri gidişe kapı araladığını ve ilerlemek uğruna nasıl gerilediğimizin

farkında olup olmadığımızı sorguluyorum. Çocukluğumuzdan bu yana hep ileri

daha ileri, en ileri gitmek öğretildi bize. Yarış atı gibi koşmayı ve koşturmayı ve en önde olmayı

marifet bildik. Yeri geldi annemiz babamız yeri geldi en sevdiğimiz hocamız. Evet, belki kötü

bir niyetleri yoktu bunu öğütlerken ama ileri derken vermeyi unuttuğumuz maneviyat, inanç ve

değerlerimize ne oldu?

Kimimiz alabildiğine ilerledik. En baba mevkilere geldik ve aklımızda dahi olmayan

en dolgun ücretlerle doldurduk cebimizi. Ancak ileriye bakarken kaybettiğimiz inançlarımızı,

masumluğumuzu bir daha bulamadık. Tabiri caizse köyden şehre gerçekleşen beyin göçü

şimdi bize “köyümüze nasıl döneriz?” sorusunu sordurmaya başladı. Burada köy her ne kadar

varılacak mekân anlamını çağrıştırsa da aslında biz kaybettiğimiz özümüze dönüşün özlemini

çekmekteyiz. Acizliğimizi unutmak için kurduğumuz devasa beton yığınlarının içinde tefekkürü

unuttuk. Samimiyeti unuttuk. Çayın demiyle muhabbetin dibini görmeyi unuttuk. Hatta

“neyi unuttuğumuzu bile unuttuk.” Derdimiz davamız en yukarılarda yer almak oldu. En güzel

hasletlerimizin yerine; çıkarlarımız kadar kol kanat germeyi, cebi dolgunlarla dolanıp gezmeyi,

gözümüze kestirdiğimiz makam mevkiler için kırkıncı taklayı da çekinmeden atıvermeyi marifet

bildik.

Patinaj yapıyor insanlığımız! Durup düşünmeli sakince. Silkelenip kendine gelmeli...

“Fe eyne tezhebun?” bu gidiş nereye… Kime… ve ne uğruna (!)…


2Sefer - i İdrak

Ulu Hakan Abdulhamit Han’ın Rüyası

HİCAZ DEMİR YOLU

II. Abdülhamid Han’ın “Hamidiye

Hicaz Demir Yolu” ismini verdiği bu proje,

develerle aylar süren yolculuğu daha kısa

bir sürede yapabilmek içindi. II. Abdülhamid

Hân, Peygamber âşığı müminlerin, O

Âlemler Sultanının nurlu eşiğine yüz sürerek

muhabbetlerini arz edebilmelerini

kolaylaştırmak için İstanbul’dan Medîne-i

Münevvere’ye uzanan bir tren yolu yaptırmıştır.

1900 yılında çalışmalara başlandı ve tam

olarak bitirilemese de 1908 yılında proje

genel hatlarıyla tamamlandı. Resmi olarak

1 Eylül 1900 tarihinde Şam’da yapılan

bir törenle çalışmalar başladı. 1 Eylül 1904

tarihinde demir yolu 460 km uzunluğuna

ulaştı. Öyle ki; tren yolunun istasyonlarını

da sünnet-i seniyyeye uygun olması için

Peygamber Efendimiz ’in seferlerinde konakladığı

yerlere inşa ettirmiştir.

Demir yolu 1 Eylül 1908 tarihinde

resmen faaliyete başladı. Daha önce

ulaşımı 40 gün süren Şam- Medine arası

72 saate indi. 1911 yılında Kudüs hattına

ekler yapıldı. 1918 yılında demir yolunun

toplam uzunluğu 1900 kilometreyi geçti.

Projenin Mekke’ye uzatılması farklı sebeplerden

dolayı engellendi.

II. Abdulhamid Han’ın baş politikası olan Panislamizme

bağlı olarak pratik yarara dönüştürdüğü

halifelik kavramıyla birlikte başlattığı demir yolu

projesi asıl amacı elbette merkezi idarenin güçlenmesi

ve stratejik üstünlük kurma çabası olmasına

karşın, bu iş için yurt içinde ve yurt dışındaki

müslümanlardan paralar toplanırken, hac vazifelerinin

güvenli ve hızlı bir şekilde yerine getirilmesine

yardımcı olacağı söz konusuydu. Ayrıca

Medine Tren İstasyonunu Nebiyy-i Muhterem

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ‘in ruhaniyetini

rahatsız etmemek düşüncesiyle Kubbe-i

Hadrâ’dan yaklaşık 2 km. uzağa yaptırmış ve Medine

içerisinde bulunan bütün raylar, -üzerinden

vagonlar geçtikçe gürültü çıkarmasınlar diyekeçe

ile kaplatmıştır.

Keçe ile döşenen bu raylar da Allah Resul’üne

duyulan hürmet ve muhabbet dolayısıyla

günün belli saatlerinde gülsuyu ile yıkanmıştır.

Osmanlı’nın bu mukaddes beldelere yaptığı

her hizmet, Şâir Nâbî’nin;

Sakın terk-i edebden kûy-i Mahbûb-i Hüdâ’dır

bu;

Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu!..

“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun Sevgili

Rasûlü Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu

aleyhi ve sellem-’in makâmı ve beldesi olan bu

yerde edebe riayetsizlikten sakın!..”

İkazıyla başlayan na’tında dâvet ettiği

edep, hürmet, muhabbet ve hassasiyetin âdeta

müşahhas birer ifadesi mahiyetinde gerçekleşmiştir.

Hicaz Demir Yolu, Ulu Hakan Sultan Abdulhamid

Han’ın İslami politikasının bir sembolü oldu.


3Sefer - i İdrak

Der ‘a, Der‘a-Semah hattı Suriye’de, Der‘a-Müdevvere

hattı ise Ürdün’de kaldı. Günümüzde bir

kısmı orijinal lokomotif ve vagonlarla nostaljik de

olsa kullanılmaktadır. İngilizlerin ilk yok ettiklerinden

olan Medine’ye ulaşan raylar ve Medine

İstasyonu restore edilmiş ve ziyarete açılmıştır.

Velhâsıl ecdadımız, Efendimiz -sallâllâhu

aleyhi vesellem’i kalplerinde öyle müstesna

bir yere koymuşlardır ki, günlük hayatlarından,

yazdıkları nat’lara kadar her sahada O’nun adını

zikretmeyi ve şefaatini dilemeyi bir düstur hâline

getirmişlerdir.

Esengül ÇETİN

I. Dünya Savaşı’ndan sonra demiryolu dört

kısma ayrıldı. Hayfa-Semah hattı Filistin’de,

Müdevvere-Medine hattı Hicaz Hâşimî Krallığı

ve daha sonra Suudi Arabistan’da, Şam-


4Sefer - i İdrak

Avrupa Kaça Bölünebilir?

Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın

yıkılması Avrupa’nın doğu yarısında pek

çok yeni devletin doğmasına yol açtı. Avrupa’nın

batısındaki eski ulus devletler ise

uzun yıllar boyunca kökleşmiş bir görünüm

sergiledi. Ancak sağlam görünen temeller

sallanmaya başladı. Batı Avrupa’da çeşitli

ülkelerde bağımsızlık mücadelesi veren ayrılıkçı

hareketler bulunuyor. Bazıları silahlı

mücadele veriyor, bazıları müzakerelere bel

bağlıyor.

KATALONYA

İspanya’ya bağlı özerk Katalonya

bölgesi, Avrupa’da bağımsızlık talebinin en

yüksek sesle çıktığı yer. Franco diktası döneminde

yoğun baskıya maruz kalan bölge

günümüzde geniş kapsamlı bir siyasi ve

kültürel özerkliğe sahip. Yaklaşık 7,5 milyon

nüfuslu özerk Katalonya bölgesi kendi parlamentosuna

sahip. Ancak bunu yeterli bulmayıp

kendi devletine sahip olmak isteyen

pek çok Katalan var. Referandum sonucundan

bağımsızlık çıkmasına rağmen İspanya

tarafından tanınmadı. Nüfus: 7,5 milyon;

Toplam nüfusun %16’sı

BASK BÖLGESİ

İspanya’da bağımsızlığı için 50 yıldır

sürdürdüğü mücadeleyle tanınan ETA örgütüyle

özdeşleşti. Bask bölgesi ve bölgeye bağlı

Navarra özerk bölgesi, Madrid’e vergi ödemeyen

tek özerk yapı. Basklar kendi vergi gelirlerini

yönetiyor, Madrid’e sadece küçük bir ödeme

yapıyor. 2011 yılında silah bıraktı. Ancak silahlı

saldırılar da siyasi müzakereler de bölgeyi referandum

aşamasına götürmedi. Nüfus: 3 milyon;

Toplam nüfusun %4,6’sı.

İSKOÇYA

Birleşik Krallık ile İskoçya arasındaki

birlikteliğin tarihi 300 yıl kadar öncesine uzanıyor.

Ancak İskoçlar kendi parlamentolarına

sahip olmalarına rağmen uzun yıllardır daha

fazla özerklik talep ediyor. Londra yönetiminin

2014 yılında referanduma izin vermesinin

ardından düzenlenen halk oylamasında İskoçların

çoğunluğu bağımsızlığa karşı oy kullandı.

Ancak 2016 yılında Britanya’da AB üyeliğiyle ilgili

düzenlenen referandum ve ardından AB’den

ayrılma sürecinin başlatılmasıyla (Brexit) İskoçya’daki

bağımsızlık ruhu yeniden canlandı.

Nüfus: 5,4 milyon; Toplam nüfusun %8,2’si.

FLAMANLAR

Belçika, Flemenkçe konuşulan Flaman

bölgesi, Alman kökenli azınlığı da kapsayan

Fransızca konuşulan Valon bölgesi ve iki resmi

dile sahip Brüksel olmak üzere üç bölgeden

oluşuyor. Ülke ekonomisinde aslan payını


5Sefer - i İdrak

karşılayan Flamanlar yıllardır bağımsızlık

düşüncesini dile getiriyor. Flamanların Belçika’dan

kopması durumunda Belçika nüfusunun

yarısından fazlasını ve ekonomik gücünü

kaybetmiş olacak. Ülkenin bölünmesi

durumunda en tartışmalı nokta, hem Avrupa

Birliği hem de NATO’nun merkezine ev

sahipliği yapan Brüksel’in statüsüne ilişkin

olacak. Valonya’ya ne olacağı da belli değil.

Belçika’nın bölünmesi durumunda Valon

bölgelerinin Fransa’ya, Lüksemburg’a, hatta

Almanya’ya bağlanması gibi fikirler arada sırada

dile getirilse de ayrılık tartışmaları şimdilik

durulmuşa benziyor.

PADANYA

İtalya’nın kuzeyindeki Padanya bölgesindeki

ayrılıkçı hareketin de ana unsuru

ekonomik nedenler. Lombardiya, Aosta, Piyemonte,

Ligurya, Veneto ve Emilia-Romagna

bölgelerini kapsayan ve adını Po Ovası’ndan

alan Padanya, sanayi işletmeleri ve

bankalarıyla İtalyan GSYH’sının önemli bir

bölümünü oluşturuyor. Pek çok kuzeyli, çalışıp

kazandıkları paranın orta ve güney kesimlerde

yaşayan İtalyanlar tarafından israf

edildiği görüşünde.

GÜNEY TİROL

Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun

bir parçası olan Güney Tirol, savaş sonrasında

İtalya topraklarına dâhil edildi. Mussolini

dönemindeki “İtalyanlaştırma” aşaması ve

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından giderek

daha fazla siyasi ve dilsel özerklik elde etti.

Bölgede elde edilen gelirlerin büyük kısmını

elinde tutma gibi bir ayrıcalığa sahip olan ve

refah içinde yaşayan Güney Tirollüler uzun

bir süre hallerinden memnun görünüyordu.

Kamu borçları krizi ayrılıkçılığı yeniden körükledi.

Ekonominin bir türlü rayına oturtulamadığı

İtalya, Yunanistan’ın ardından

Euro Bölgesi’nde en yüksek borca sahip ülke.

Ekonomik durumu iyi olan pek çok Güney

Tirollü, İtalya’nın diğer bölgelerinin sorunlarıyla

meşgul olmak istemiyor ve Roma’dan

ayrılmak istiyor. Nüfus: 511.000; Toplam nüfusun

%0,9’u

KORSİKA

Fransa’ya bağlı Korsika adası

1960’lardan bu yana bağımsızlını kazanmak

için mücadele veriyor. Aynı zamanda Napolyon’nun

doğduğu yer olarak da bilinen ve iki

bölgeden oluşan Korsika, 1735’de bağımsızlığına

kavuşmuş ancak Versailles Antlaşmasıyla

1768’de Fransızların eline geçmişti. Uzun yıllar

Fransa devletinin baskısına maruz kaldı, dilleri

kamusal yaşamın ve adadaki okulların tamamen

dışına atılmaya çalışıldı. Korsika adasındaki

özerklik çabaları bastırıldı. Başta Korsika

Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNC) olmak üzere

gruplar yıllar boyunca devlet temsilcileri ve

sembollerine ya da adada yerleşik Fransızların

yazlık evlerine yönelik saldırılarla Fransa’dan

şiddet kullanarak ayrılmaya çalıştılar. FLNC

2014 yılında yeraltı mücadelesini sona erdirme

kararı aldıysa da çatışma potansiyeli hala mevcut.

Nüfus: 329.599; Toplam nüfusun %0,49’u

BAVYERA

Almanya’nın en zengin eyaleti Bavyera’nın

resmi adı “Freistaat Bayern.” “Freistaat”

doğrudan çevirisiyle “özgür devlet” anlamına

gelse de bu kavramın özgürlükle de devlet

olmakla da bir ilgisi yok. Tarihten gelen bu

kavram, monarşiye karşı halkın oylarıyla seçilenlerin

yönettiği cumhuriyet anlamında

kullanılıyor. Almanya’nın 16 eyaleti arasında

yüzölçümü ve ekonomisi en büyük eyalet olan

Bavyera, neredeyse 13 milyonluk nüfusuyla

İsveç ya da Portekiz’in nüfusunu geride bırakıyor.

Nüfus: 12,9 milyon; Toplam nüfusun

%15,6’sı.

ISTRİA

Hırvatistanda. Nüfus: 208.000; Toplam

nüfusun %4,9’u Istria Demokratik Meclis

Partisi (IDS) bölge özerklik, ülke genelinde ise

merkezi yönetim yetkilerinin yerel yönetimlere

devredilmesini istiyor. Istria, Slovakya ve

Hırvatistan arasında kalan bir bölge. 1991’de

Yugoslavya’nın dağılmasının ardından sınırları

net biçimde belirlenmemiş. IDS, sınırların

netleştirilmesini, bölgeye özerklik verilmesini

ve ulus ötesi bir yönetim tesis edilmesini talep

ediyor.

MORAVYA

Çek cumhuriyetinde. Nüfus: 3 milyon;

Toplam nüfusun %30’u. Bohemya ve Silezya

ile birlikte Çek Cumhuriyeti içindeki tarihi

bölgelerden birisi. Her ne kadar resmi statüsü

1949’da kaldırılmış olsa da, hâlâ kendi kimliği


6Sefer - i İdrak

olan bir bölge olarak algılanıyor.

KATOVİÇE (Yukarı Silezya)

Polanyadadır. Nüfus: 3 milyon; Toplam

nüfusun %7,8’i. Silezya, büyük kısmı

Polonya’nın güneybatısında kalan, ancak

Almanya ve Çek Cumhuriyeti’ne de yayılan

bir bölge.

SEKELİSTAN

Romanyadadır. Nüfus: 500.000;

Toplam nüfusun %2,5’i. Sekelistan, Romanya’nın

merkezinde bulunan bir bölge.

Bölgede yaşayan Macar kökenliler özerklik

talebinde bulunuyor. 2011’deki nüfus sayımına

göre Romanya’da 1,2 milyon Macar

kökenli yaşıyor. Bunların neredeyse yarısı

ise Sekelistan’da. Macar kökenliler Romanya’daki

en büyük azınlık konumunda.

BORNHOLM

Danimarkadadır. Nüfus: 39.664;

Toplam nüfusun %0,7’si. Baltık Denizi’nde

bulunan bu küçük adada, 1990’dan beri bağımsızlığı

savunan oldukça aktif bir siyasi

hareket var.

FAROE ADALARI

Danimarkadadır. Nüfus: 50.030;

Toplam nüfusun %0,9’u. 1946’da bağımsızlıktan

yana oy kullanan Faroe Adaları, o tarihten

bu yana özerk bir bölge. Ancak hâlâ

Danimarka Krallığı altında bulunuyor. Danimarka’dan

900 km uzakta olduğunu, kültürel

farklılıkların bulunduğunu ve dilin de

farklı olduğunu savunan bağımsızlık yanlıları,

Danimarka’dan tamamen ayrılmak istiyor.

VENETO

İtalyadadır. Nüfus: 4,9 milyon; Toplam

nüfusun %8’i. Yerel başkenti Venedik olan

Veneto, İtalya ekonomisi için hayati önemi bulunan

bir diğer bölge.

SİCİLYA

İtalyadadır. Nüfus: 5 milyon; Toplam

nüfusun %8,25’i. Yerel kültürel mirasına ve geleneklerine

vurgu yapan Sicilyalı özerklik hareketleri,

2000’li yılların başından bu yana aktif.

Bölgede özerkliğin yanı sıra tam bağımsızlık

çağrıları da yapılıyor.

FLANDERS

Belçikadadır. Nüfus: 6,4 milyon; Toplam

nüfusun %56,3’ü. Belçika’nın görece daha zengin

ve Felemenkçe konuşulan bölümünde uzun

yıllardır bağımsızlık hareketleri aktif. Yeni Flaman

Müttefikliği, federal meclisin en büyük partisi

konumunda. Mevcut koalisyonu kurabilmek

için bazı taleplerinden taviz vermek durumunda

kalsa da, 2019 seçimlerinin ardından daha fazla

özerkliğin Flanders bölgesine devredilmesini ve

Belçika’nın kademeli olarak iki farklı ülkeye bölünmesini

istiyor.

BRETONYA

Fransadadır. Nüfus: 3,3 milyon; Toplam

nüfusun %5’i. Bretonya’nın güçlü bir kültürel

kimliği var ve Avrupa’nın Kelt kökenli altı halkından

birisi olarak kabul ediliyorlar.

GALLER

Birleşik Krallıktadır. Nüfus: 3,1 milyon;

Toplam nüfusun %4,7’si. 19. yüzyılın ortalarından

bu yana Galler’de bağımsızlık hareketi var.

Aynı İskoçya gibi Galler de 1997’de özerklikten

yana oy kullandı ve iki yıl sonra da yerel meclisini

oluşturdu.

LOMBARDİYA

İtalyadadır. Nüfus: 10 milyon; Toplam

nüfusun %17’si. Milan kentini de içinde

barındıran, İtalya’nın en zengin bölgelerinden

Lombardiya merkezi hükümetten daha

fazla özerklik talep ediyor. Ödedikleri vergilerin

İtalya’nın nispeten daha fakir bölgelerine

gittiğini söyleyen özerklik yanlıları,

vergi gelirlerinin nasıl harcanacağı konusunda

söz daha fazla söz sahibi olmak istiyor.

KUZEY İRLANDA

Birleşik Krallıktadır. Nüfus: 1,8 milyon;

Toplam nüfusun %2,8’i. Kuzey İrlanda’nın İrlanda

Cumhuriyeti’ne katılmadan bağımsızlığını

ilan etmesini talep eden hareket 1920’lerden bu

yana aktif. Her ne kadar 1985’teki İngiltere-İrlanda

anlaşmasıyla birlikte bağımsızlık hareketi

yeniden güç kazanmıştı.

GRÖLAND

Kuzey Kutbu ve Atlantik Okyanusu arasında

yer alan ve büyük bölümü buzullarla kaplı,

57 bin nüfuslu dünyanın en büyük adası Grönland,

1775’ten itibaren Danimarka’nın sömür-


7Sefer - i İdrak

gesiyken 1953’te eyalet ve 1975’te otonom

bölge haline geldi. 2008 yılında yapılan referandumda

halkın yüzde 75’i, polis, adalet,

sahil güvenlik dahil 30 alanda kontrolün Danimarka’dan

Grönland hükümetine devrine

destek vermişti. Referandumla zengin petrol

ve maden kaynakları üzerinde de söz sahibi

olan Grönland, sadece savunma ve dış politikada

Danimarka’ya bağlı kalmayı sürdürüyor.

Bağımsızlık yolunda ilerleyen Grönland,

Danimarka’yla birlikte otomatikman dahil

olduğu AB’den 1982 yılında yapılan referandumla

ayrılmıştı.

BOSNA SIRP CUMHURİYETİ

Bosna Hersek’teki iki entiteden biri

olan ve nüfusun büyük çoğunluğunu Sırpların

oluşturduğu Bosna Sırp Cumhuriyeti

(RS), “bağımsızlık” söyleminin en çok gündeme

geldiği bölge olarak ön plana çıkıyor.

VOYVODİNA

Sırbistandadır. Ülkenin kuzeyinde

Macar nüfusun yoğun olarak yaşadığı Voyvodina

Özerk Bölgesi, ülkenin güneyinde

Boşnak nüfusun yoğun olarak yaşadığı

Sancak bölgesi ve yine ülkenin güneyinde

yer alan ve Arnavut nüfusun yoğun olarak

yaşadığı Preşeva bölgelerinde de sık sık ayrılıkçı

söylemler dile getiriliyor. Voyvodina

bölgesi yetkilileri, otonom yapının daha da

genişletilmesini isterken, Sancak’taki Boşnak

liderler, tam bir “otonom” yapı talep ediyor.

Arnavut nüfusun yoğun olarak yaşadığı Preşeva

bölgesindeki siyasi liderler de Kosova’ya

bağlanmak istediklerini sıkça ifade ediyor.

TRANSDİNYESTER

Uluslararası hukuka göre Moldova

devletinin bir parçası olan Transdinyester,

fiili olarak tek taraflı bağımsızlığını ilan etmiş

bir cumhuriyet. Meclisi, ordusu, polisi ve

posta sistemi olan Transdinyester, Birleşmiş

Milletler (BM) üyesi hiçbir devlet tarafından

tanınmıyor. Romen halkının çoğunlukta

olduğu Moldova’nın 1989’da “Romence’yi

devlet dili” kabul etmesi ve Kril alfabesinden

vazgeçerek Latin alfabesine geçti.

Mesut YAVUZ


8Sefer - i İdrak

Tüccar Değiliz.

Derler ki…

Yirmi bir seneden beri devam edegelen Girit Savaşı, artık Venedik-Osmanlı savaşı olmaktan

çıkmış, Haç ve Hilal’in onur meselesi haline gelmişti…

Başta Hristiyan olmak üzere aleminin manevi hükümdarlığı olan Papalık, bütün Haçlı

alemiyle, özellikle kibir ve kudretiyle şımarıklığı bilinen Fransa Kralı On dördüncü Lui’nin şeref

meselesi haline gelmiş bulunuyordu.

Venedik, istese bile savaşı bitiremiyor, teslim olamıyordu….

Aslında, Girit’in büyük bir kısmı Osmanlıların elindeydi. Sadece, adamın merkezi olan

Kandiye Kalesi ile birkaç küçük kale Venediklilerde kalmıştı…

Bütün haçlı dünyasının desteği arkasında bulunan Venedikliler Girit Savaşını uzattıkça

uzatıyorlardı. Bu da Sultan Dördüncü Mehmet Han’ı ziyadesiyle üzüyordu.

Yirmi bir senedir sürüp giden bu muhasara, Osmanlılar için de çok büyük kayıplar

demekti. Yiğit askerler, kale diplerinde açtıkları lağımlarla içeri girmeye çalışırlarken, takviyeli

ve erzakı alıyorlardı. Dışarıdan açılan lağımların sesini dinleyerek yerlerinin tespit eden

düşmanlar karşı bir lağım açıyorlardı ve genellikle, birleşen bu tünellerde çarpışan askerlerin

cesetleriyle tıkanmalar oluyor giriş mümkün olamıyordu.

Sultan Dördüncü Mehmet Avrupa Haçlı aleminin bir Prestij savaşı haline getirdiği Girit

Savaşı’na mutlak bir zaferle bitirmeyi arzuluyor bu uzayıp giden harbe kesin bir son vermek istiyordu

Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’yı Serdar olarak bizzat orduyu hümayunun başına

geçiren Padişah

Bre lala…. Gidesin, bu işi bitirip gelesin!... Diye emretti.

1669 senesinin yaz aylarında yola çıkan Serdar fazıl Ahmet Paşa taze kuvvet ve bol cephaneyle

karaya ayak bastığında bu işi bitirmeye azimliydi.

Başlarında Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’yı Serdar olarak gören Osmanlı askerlerine yepyeni

bir şevk geldi Fazıl Ahmet Paşa’nın yiğitliği kahramanlığı dillere destandı

Serdar, yeni kuvvetlerle birleştirdiği askerlerine bizzat imamlık ederek namaz kıldırdıktan sonra

kısa bir konuşma yaptı.

Yiğitlerim dedi siz ki seferden sefere zaferden zafere koşan imam erlersiniz…. Bilesiniz


9Sefer - i İdrak

ki bu savaş başka savaşlara benzemez Karşımızda Venedikliler değil cüle esbab-ı cefasıyla Haçlı

gürühu bulunmaktadır… Onlar bunu bir şeref meselesi yapmışlardır ya biz bunu bir haysiyet

meselesi yapmayacak mıyız? Kandiye önlerinden çekilip gidecek miyiz?

Bu son cümle üzerine ordudan bir tekbir sesi yükseldi

Alllahüekber! ....

Derler ki bu tekbir nidasının mehabetinden kale içindeki kalp hastaları öldü hamile

kadınlar zayi oldular…

Ve ilk saldırıda, Kandiye Dukası öldürüldü Yerine geçen Alman generali Baron Fon

Fireşaym’ın da canı cehenneme gönderildi.

Artık bu orduyu kimseler zapt edemezdi. Onlar, Yavuz Sultan Selim’in arkasından Çaldıran’a

yürüyen askerlerdi…. Onlar Mohaç’ta zafer burçlarına şehit canlarını sancak gibi asan yiğitlerdi

gayrı….

Onca destek, onca inada rağmen kale sallanıyordu artık. Zaferi haçlılar da hissediyorlardı

Telaşlandılar Savunma hatlarını olanca imkanlarıyla takviye ettiler….

Ettiler de başlarında Serdar olarak yalın kılıç savaşan Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’yı gören, bunu

bir Şeref Ve Şehadet meselesi yapan orduyu hümayunu durdurmak bu andan itibaren mümkün

değildi…

Haçlılar, sulh konusunu gündeme getirmeye başladılar. Serdar, oralı bile değildi. O, cihan

padişahından emir almıştı. Bu işi bitirip, öyle dönecekti…

Artık dayanma gücü kalmayan Venedikliler, yandaşları olan Avrupa Hristiyan alemin de onayını

alarak barış istiyorlardı.

Venedik’in fevkalade sulh murahhası, Serdar paşayı ziyaret etti Yanıp yakıldıktan sonra:

Bütün Hristiyan aleminin Şerefi için sizden rica ediyoruz...

Kandiye’den vazgeçiniz Buna mukabil, ne kadar ağır olursa olsun, harp tazminatı ödemeye

hazırız Kandiye’den ne çıkar İstediğiniz kadar duka altını ödemeye hazırız bir düşünün

paşam diye yalvardı Asgari nezaketle bunları dinleyen serdar başını salladı.

Biz alım satımdan anlamayız askeriz ve harp ederiz Allah’ın takdiri ne ise o olacaktır

dedi ve zaferi güneşi yine Osmanlı burçları parladı….

Yunus Emre EKİCİ


Şanlıurfa

olarak sadece Halfeti’de yetişiyor. Bu gülün

adı ‘Karagül’. Dünyada sadece burada yetiştirilen

bu gül başka yerde ekildiğinde kırmızı

olarak çiçek açar ama Halfeti’de gonca

halindeyken siyah renktedir, açıldıkça ise

koyu kırmızıya dönüşür. Karagüller kopartıldıkları

zaman renkleri kırmızıya dönmektedir.

10

Sefer - i İdrak

Şanlıurfa, eski ve halk arasındaki kısa

adıyla Urfa. Bir efsaneye göre ise Urfa adı Nemrut’un

diğer bir adı olan ve ‘Sulak yerde bulunan’

anlamına gelen Hewya oğlu “Urhai” den gelmektedir.

Kurtuluş Savaşında gösterdiği başarının

hatırasından dolayı 1984 yılında “Şanlı” unvanını

almıştır. Türkiye’nin en kalabalık sekizinci, yüz

ölçümü olarak da en büyük yedinci şehridir. Urfa,

Dicle Nehri ile Fırat Nehri arasında kalan bir bölge

olduğundan yıllarca suyu bol bir şehir olarak

anılmıştır. Yıllar önce Suriye’ye bağlı olan ilimiz

birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Ayrıca

peygamberler şehri olarak da bilinmektedir.

GÖBEKLİTEPE

Urfa ilklere ev sahipliği yapmış bir şehirdir.

En bilindik olanı göbekli tepe. Göbekli tepede

dünyanın bilinen en eski tapınağı yer almaktadır.

12 bin yıl önceye ait bu izler insanlığın en eski

kalıntılarıdır. Bu kalıntılar bize yıllar öncesindeki

(şu anlık) ilk yaşamsal faaliyetlerin Urfa’da ortaya

çıktığını gösterir.1995 yılında gün yüzüne çıkan

göbekli tepe UNESCO tarafından 2018 yılında

ise kalıcı miras listesine girmiştir.

HALFETİ

Halfeti denildiğinde çoğu insanın aklına

Urfa’da bir ilçe oldu gelir ama Halfeti’yi özel kılan

bir gül yetişmektedir. Bu gül dünyada doğal

HARRAN

Harran adı 4000 yıldan beri değişmeden

günümüze kadar gelmiştir. “Kesişen

Yollar” anlamındadır. Harran, önemli ticaret

yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır.

Bu özelliğinden dolayı Harran,

Anadolu ile sıkı ticaret ilişkileri bulunan

Asurlu tüccarların önemli uğrak yerlerinden

biri idi. Yıllarca ticaretin Harran üzerinden

yapılmış olması buranın zengin bir

kültür birikimine sahip olduğunu göstermektedir.

Harran; Ay, Güneş ve gezegenlerin

kutsal sayıldığı eski Mezopotamya’daki Asur

ve Babillerin politeist (Putperest) inançlarının

önemli merkezlerinden biriydi. Bundan

dolayı da Harran’da Astronomi ilmi çok

ilerlemiştir. Urfa Hz. Ömer zamanında İyaz

b. Ğanem tarafından 640 yılında fethedilmiştir.

İlk İslami eserler de Harran da inşa

edilmeye başlanmıştır. Dünyadaki üç büyük

felsefe ekolünden birisi ‘Harran Ekolüdür’.

İlkçağdan beri varlığı bilinen Harran

Üniversitesin de dünyaca ünlü birçok bilgin

yetişmiştir. Emevi Hükümdarlarından II.

Mervan 744 yılında Harran’ı Emevi Devleti’nin

başkenti yapmıştır. Emevilerin Asya


11

bölümü 750 yılında Abbasîlere yenilerek

Harran’da sona ermiştir. Abbasî hükümdarı

Harun Reşit zamanında “Harran Üniversitesi”

dünyada büyük bir ün kazanmıştır.

Emevi hükümdarı su kanalları açarak tarım

geliştirmiştir. Şu an ise Atatürk Barajı ve Urfa

Tünelleri vasıtasıyla Harran Ovası’na akıtılan

Fırat Nehri, Harran’ın tarihteki yeşil ve

verimli günlerine tekrar kavuşturmuştur.

Nureddin Mahmut Zengi ve Selahaddin Eyyubi

zamanında da medrese, hastane, çarşı,

hamam gibi çok sayıda mimari eser inşa edilmiştir.

Bu tarihi eserlerin ve yapıtların birçoğu

günümüze kadar gelmeyi başarmıştır.

Ünlü seyyah Evliya Çelebi burasını;

“Şehir harap, evler toprak olup kalesinde insanoğlu

kalmamıştır. Ancak kargir camileri,

han ve hamamları kalıp diğer harap evler içerisinde

çöl Arapları kışlamaktadır” cümleleriyle

anlatmaktadır. Harran gerek dini gerek

kültürel anlamda her yeri buram buram tarih

kokmaktadır.

SURUÇ

İbrahim Peygamber’in babası Azer,

dedesi Nahor’un babası SERUĞ’dur. Tarihte

asıl adının Seruç olduğu biliniyor. Bir diğer

rivayete göre de bu yöre, eskiden beri cins at

yetiştiriciliği ile meşhurdur. Atların eğeri ile

uğraşan ve imal eden kişilere “Saraç” denilmektedir.

Suruç, bu kelimenin çoğulu olup,

İlçenin isminin bu kelimeden geldiği tahmin

edilmekte.

İlkçağın OSRHONE ülkesinin şehirlerinden

bazıları İpek Şehri’dir. Bir zamanlar,

oradaki ileri ziraatın eseri olarak ipekçiliğin

çok geliştiği ve sanayinin kurulduğu şehir,

bugünün Suruç’tur.

İbrahim Peygamber, zalim Nemrut ve

halkının taptığı putlarla mücadele etmeye başlar,

tek olan Allah’a inanmaya davet eder. Bunu

kabul etmeyen Nemrut, İbrahim Peygamberi

ateşe atmaya karar verir ve büyük bir ateş yakılmasını

emreder. Nemrut tarafından bugün

ki Urfa Kalesi’nin bulunduğu tepeden ateşe

atılır. Bu sırada Allah tarafından ateşe “Ey ateş,

İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” (Enbiya suresi,

ayet 69) emri verilir. Bu emir üzerine, ateş

suya odunlar da balığa dönüşür. İbrahim bir

gül bahçesinin içerisine sağ olarak düşer. İbrahim’in

düştüğü yer Halil-ur Rahman Gölü’dür.

URFA’NIN FETHİ

Şehr-ü halilül rahman. İbrahim Peygamberin

şehri.

Medeniyetlerin durak noktası, mübarek

şehir. Her dönemde fethedilen her medeniyete

ev sahipliği yapan şehir.

Urfa’nın bilinen en eski fethi Makedonya

kralı büyük İskender tarafından M.Ö.

331 yılında fethedip topraklarına katmıştır.

Miladi 640 yılında Hz. Ömer devrinde İyaz

bin Ğanem tarafından fethedildi. Daha sonra

Urfa; Emeviler, Abbasîler, Selçuklular, Haçlılar,

Zengiler, Eyyubiler, Memlüklüler, Akkoyunlar,

Karakoyunlar, Safeviler, Osmanlı dönemlerinde

bu devletlerin toprakları içerisinde yer

almıştır. Kısacası Urfa kurulan devletler için

coğrafi ve siyasi bir öneme sahipti. Son olarak

Urfa 1. Dünya savaşında Fransızlar tarafından

mandası altına alınmış ve daha sonra Urfa Çetelerinin

mücadelesi ile 11 Nisan 1920’de Urfa

Fransızlardan resmen temizlenip 1924’ te vilayet

olup Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlandı.

1984 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından

“Şanlı” unvanını alıp Şanlıurfa olarak

kayıtlara geçmiştir.

Sefer - i İdrak

BALIKLIGÖL VE AYNZELİHA

Şanlıurfa şehir merkezinin güneybatısında

yer alan ve İbrahim peygamberin ateşe

atıldığında düştüğü yer olarak bilinen bu

iki göl, İslam âlemi için kutsal sayılan ve en

çok ziyaret edilin yerlerden biridir.

PEYGAMBERLER ŞEHRİ

Birçok peygamberimiz Urfa’da yaşadıkları

ya da bir süre orada bulundukları bilinmektedir.

Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim,

Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz. Yusuf Hz. Şuayb, Hz.

Musa, Hz. Elyasa, Hz. Eyyub, Hz. İsa’nın bu şehirde

yaşadıkları biliniyor.

Hz. Âdem

Hz. Âdem ve Hz. Havva yaratılan ilk

insanlar. Cennetten yeryüzüne indirildiklerinde

bu bölge ya da bu bölgenin yakınlarında yaşadıkları

düşünülmektedir. Bilim adamlarının


12

Sefer - i İdrak

ve arkeologların araştırmaları ve tahminlerine

göre kutsal kitaplarda geçen cennet

bahçesinin Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yaşadıkları

bölge olarak düşünüyorlar. İncil ve

Tevrat da tarif edilen cennet bahçesinin şu

an ki en eski insan kalıntılarının bulunduğu

Göbekli Tepe olduğu tahmin ediliyor. Tevrat

ve İncilde ise şöyle tarif edilmekte;

• İncil’in “yaradılış” bölümünde cennet

bahçesinin Asur’un batısında olduğu

yazıyor. Göbekli Tepe de burada.

• Cennet Bahçesinin 4 nehirle çevrelendiği,

bunlardan ikisinin de Fırat ile Dicle

olduğu biliniyor.

• Tevrat’ta da bahçenin Suriye’nin kuzeyinde

olduğu belirtiliyor.

Ayrıca, Asur tabletlerinde “Beth Eden” adlı

bir medeniyetten bahsediliyor. Yeri Göbekli

Tepe’nin bulunduğu yer tarif ediliyor.

“Eden” kelimesi Sümerce “ova” anlamına

geliyor. Göbekli de Harran Ovası’nın hemen

içinde yer alıyor.

Hz. Âdem, eşi Hz. Havva ile birlikte hayatının

bir evresinde gelip bu bölgede yerleşmiş

ve ilk buğdayı Harran ovasında ekerek çiftçilik

tarihini buradan başlatmıştır. Bundan

dolayı Urfa, buğdaygillerin ve baklagillerin

gen merkezidir.

Hz. Adem

Hz. Nuh peygamberlikle görevlendirilmiş.

Lakin halkının büyük çoğunluğu

Allah’a inanmayıp şirk koşmuşlar. Hz.

Nuh’un duası üzerine Allah-u Teâlâ iman

etmeyenleri helak edeceğini söylemesini

ve Hz. Nuh’a da büyük bir gemi yapmasını

emretmiş. Hz. Nuh Cebrail (a.s.)’ın ona

öğrettiği şekilde gemi yapmış, gemiye her

hayvan türünden bir çift almış ve iman

edenlerle beraber o gemiye binmiş. Bir rivayete

göre, büyük tufanda dünyanın tamamı

sular altında kalmış, diğer rivayete göre

ise sadece insanların yaşadığı belli bir bölge

sular altında kalmıştır. Tufandan sonra

geminin Cudi’ye oturduğu Hud suresi 44.

Ayette geçmektedir:

• “(Sonra) “Ey toprak suyunu yut! Ey

gök sen de tut!” denildi. Su çekildi; hüküm

yerini buldu, gemi Cudi’nin üzerine oturdu;

“Zalimlerin topunun canı cehenneme!” denildi”.

Fakat Cudi denilen yer hem Şırnak’taki

Cudi dağı olarak düşünülüyor hem

de Urfa’daki Medinetülcud diye bilinen Cudi

şehri Cudi deresi olarak düşünülüyor. Bu iki

yerde de bulunmuş olmalarına dair izler bulunmaktadır.

Yani tufandan sonra medeniyet ikinci

kez tekrardan Urfa’da başladığı düşünülüyor.

Hülasa Urfa bir dünya şehridir, bütün dünya

buradan yayıldı. Bütün dünya Urfalıdır.

Hz. İbrahim

Hz. İbrahim, Mevlidi-i Halil Cami avlusunun

güneyinde bulunan mağarada doğmuştur.

Rivayete göre devrin hükümdarı Nemrut,

bir rüya görür. Sabah rüyasında gördüklerini

müneccimlerine anlatır. Müneccimlerin “Bu yıl

doğacak bir çocuk senin saltanatına son verecektir”

demesi üzerine Nemrut, halkına emir

salarak o yıl doğacak bütün erkek çocukların

öldürülmesini ister. Annesi bir mağarada İbrahim’i

doğurur ve yıllarca mağarada büyütür.

Hz. İbrahim Urfa’da doğmuştur ve Peygamberlik

dönemlerinde de Urfa’da yaşamıştır, Nemrut

Hz. İbrahim’i burada ateşe atmıştır. Bundan

dolayı da Hz. İbrahim’den sonra gelen Peygamberlerde

Urfa’dan çıkmıştır. Hz. İbrahim daha

sonra Nemrut’un zulmünden ‘Kenan’a şu an ki

Filistin. Hz. İbrahim uzun yıllar burada yaşar,

Allah-u Teâlâ’nın emriyle oğlu İsmail ile Kâbe’yi

yaptıktan ve hac vazifesini yerine getirdikten

sonra eşi Sare ve oğlu İshak’ın yanına geri döner

ve Filistin’de vefat eder. Kudüs’ün “Habrun”

kasabasındaki Halil’ur-Rahman’a defnedilir.

Hz. Lut

Hz. Lut Şanlıurfa’ya kırk beş kilometre

mesafede olan Harran’da doğmuştur. Hz. İbrahim’den

altı göbek önce olan Harran ismindeki

atasının kurduğu şehir olduğu için Harran ismiyle

anıldığı rivayet edilir. Harran’ın soyundan

Hz. İbrahim ve Hz. Lut gelmiştir. Harran’dan

beş göbek sonra Nahor (Hz. İbrahim ve Hz. Lut

‘un dedesi)’dan iki erkek çocuk dünyaya gelir.

Nahor, bunlardan birisine atasının ismi olan

Harran ismini diğeri ne de Azer ismini koyar.

Hz. Lut ‘un Hz. İbrahim’in amcası Harran’ın


13

Sefer - i İdrak

oğlu olduğu rivayet ediliyor. Hz. Lut aynı zamanda

Hz. Sare’nin kardeşidir. Hz. İbrahim

ateşe atıldığında ateşin İbrahim’i yakmadığını

gören Lut, Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği

Hanif dinini kabul eder ve ilk iman edenlerden

olur. Nemrut’un zulmünden dolayı hicret

eden Hz. İbrahim Lut’u da yanına alarak

Harran’a amcasının yanına hicret ederler,

orada Lut’un kardeşi Sareyle evlenir ve halkı

Hanif dinine davet eder. Daha sonra Lut,

Sare ve iman edenlerle beraber hicret ederler.

Ürdün’den geçerken burada Lut’a İlahi Emir

gelerek Peygamber olur ve peygamberlik vazifesini

yerine getirmesi için görevlendirilir.

İşte burada Hz. İbrahim ile yolları ayrılır. Hz.

Lut’un halkı sapkınlık içerisinde oldukları

için Hz. Lut’a evine çekilmesini onlara karışmamasını

söylerler. Lut kavmi ile ilgili kıssalar

Kuran-ı Kerimde geçmektedir.

• Lut ‘a (gönderdik). Hani o kavmine

demişti ki: “Gerçekten siz dünyada hiç kimsenin

sizden önce yapmadığı bir hayâsızlığı

yapıyorsunuz. Siz erkeklere yaklaşıyor, yol

kesiyor ve toplantılarınız da fena şeyler yapıyorsunuz

ha?”. Kavminin O’na cevabı: “Doğru

sözlü isen bize Allah’ın azabını getir. “

demek oldu. Dedi ki:”Rabb’im bozgunculara

karşı bana yardım et.”(Ankebut:28-30)

• Elçilerimiz Lut’a geldiklerinde bu

yüzden o tasalandı ve çok sıkıldı. Ona dediler

ki: “ Korkma ve tasalanma. Doğrusu biz

seni ve geride kalacaklardan olan karının dışında

aileni kurtaracağız. Bu kasaba halkını

da sapıklık yapar olduklarından dolayı gökten

azap indireceğiz. “Ant olsun ki aklını kullanacak

bir kavim için apaçık biz orada bir

işaret bırakmışızdır. (Ankebut: 33-35)

Hz. İshak- Hz. Yakup- Hz. Yusuf

İbrahim Peygamber’in oğlu İshak

Şam diyarına Peygamber olarak görevlendirilir.

Hz. İshak, Şam diyarına geldiğinde ata

yurdu olan Harran şehrine de uğramaya karar

verir. Harran’a gelip amcazadeleri ve onların

çocuklarıyla tanışır. Burada bir müddet

ikamet eder. Yörede etkin ve güçlü olan amcazadesi

aynı zamanda da dayısı sayılan (Hz.

Sare’den dolayı) bir beyin kızıyla evlenir. Evlilik

merasimleri bu şehirde (Harran’da) yapılır.

Bir süre sonra eşi ile birlikte ikinci ata

yurdu olan Filistin’e geri döner. Hz. İshak’ın

iki oğlu olur, Ays (Iys) ve Yakup (İsrail)’tur.

Hz. İshak’ı oğulları onu Hz. İbrahim ve Hz.

Sare’nin yanına Halil’ur-Rahman’a defnedilir.

Hz. Yakup’un doğumunu, Hz. İbrahim,

oğlu Hz. İshak’a bildirmiştir. Bundan

dolayıdır ki Hz. İshak’ın Yakup’a karşı ayrı bir

muhabbeti vardır. Hz. İshak Allah’a hamd ü

senada bulunarak dua eder. Hz. Yakup’a Risalet

vermesi için Cenabı-ı Hakk’a niyazda

bulunur. Hak Teâla Hz. İshak (a.s.)’ın duasını

kabul eder. Hz. Yakup (a.s.) Kenan eline ve

Şam diyarına Peygamberlikle görevlendirilir.

Babasının kardeşine olan muhabbetini kıskanan

Ays kardeşini katletmeye karar verir. Hz.

İshak hasta olup yatağa düşer. Hanımını çağırarak

Ays’ın kardeşi Yakup’a bir zarar getirebileceğini

düşündüğünü, bu yüzden vefatından

sonra Yakup’un ata yurtlarına, Harran şehrine

gönderilmesini vasiyet eder. Babasının vasiyetini

yerine getirip Kenan diyarından Harran’a

göç edip dayılarının yanına gider. Halkını hak

dine çağırır Kavmi onu çok sever, ona sevgi,

saygı ve hürmetle bakar. Böylece Hz. Yakup

Harran şehrine yerleşir. Hz. Yakup’un dayısının

çok güzel kızı vardır. Hz. Yakup evlenmeye

karar verir. Dayısı “ Çeyiz hakkı olarak da

yedi yıl koyunlarımı güdersin. Yedi yıl sonra

alabilirsin der. Hz. Yakup 14 yıl çobanlık yapar.

Dayısının amacı Hz. Yakup’u çok sevdiği

için yanında kalmasını istemektedir. Evlenen

Hz. Yakup’un Leyya’dan altı erkek ve iki

kız çocuğu dünyaya gelir. 7 yıl daha çobanlık

yapıp diğer kızı Rahil ile evlenir. Rahil’den de

Hz. Yusuf doğar. Hz. Yakup’un otuz yıla yakın

Harran şehrinde yaşadığı, buradaki yaşantısı

süresince asıl vatanı olan Kenan ilinin hep özlemini

çektiği, otuz yıl sonrasında da Yusuf iki

yaşında iken Harran ‘dan Filistin’e aile efradıyla

birlikte göç ederek bu özleminin sona erdiği

rivayet edilir. Hz. Yusuf (a.s.) da bugün Şanlıurfa’ya

bağlı eski Harran şehrinde doğmuştur.

Hz. Yakup oğlu Yusuf iki yaşında iken Kenan’a

yerleşir ve bu sırada Rahil’den bir oğlu daha

olur. Fakat Rahil doğum sırasında vefat eder.

Yusuf ve kardeşi Bünyamin’i teyzesi Leyya büyütür.

Hz. Yakup 12 oğlu arasından en çok Hz.

Yusuf ’a muhabbet duyar. Hz. Yakup (a.s.)’un

yıllar sonra Mısır’a Hz. Yusuf ’ un yanına göç

ettiği ve orada vefat ettiği rivayet edilir.

Hz. Yusuf babası tarafından çok sevilirdi,

bunu gören 10 kardeş kıskanıp Hz. Yusuf

’u kuyuya atarlar. Hz. Yusuf bir kervanın

oradan geçmesiyle beraber kuyudan çıkarılır

ve Mısır’a götürülüp köle olarak Mısır’ın zenginlerinden

birine köle olarak satılır. Hz. Yu-


14

Sefer - i İdrak

suf burada büyür ve Peygamberlik vazifesini

yapması için Mısır ile görevlendirilir.

Nesilden nesile gelen bir söylenceye göre,

Yusuf ’un kardeşleri tarafından kuyuya atılmasından

sonra, kurtuluşuna kadar kuyu

başında “Yusuf ’u tutun” diye kendi lisaniyle

feryad-u figan eden ve yoldan geçen

kervanların dikkatini üzerine çeken, böylece

Yusuf ’un kurtuluşuna vesile olan bu kuş

(kumru cinsinden) yöre ahalisince “Yusuf

Tutan Kuşu” olarak bilinmektedir. Çok güzel

ve değişmeyen bir nağmeyle öten bu

kuşun halen “Yusuf ’u tutun” diye feryad-u

figan ettiğine inanılmaktadır. Evcil olmayan

ve yöre insanları tarafından çok sevilen

bu kuşlar Şanlıurfa’yı mesken tutmuşlardır.

Acaba Yusuf ’ un kardeşleri tarafından atıldığı

kuyu Harran ve civarında mı? Başka

illerde bu kuş cinsine rastlanılmadığı söylenilmektedir.

Hz. Eyyub

Hz. Eyyub, Hz. İbrahim’in zürriyetindendir.

Hz. Eyyub’un babası Hz. Yakup’un

kardeşi Ays’ın oğludur. Annesi Hz.

Lut’un torunu ve hanımının ise Hz. Yakup’un

kızı Rahme olduğu rivayet ediliyor.

Yani Hz. Eyyub hem anne tarafından hem

de baba tarafından Hz. İbrahim’in soyundandır.

Hz. Eyyub için “Rum diyarında

doğmuştur” denir. “Rum Diyarı” adı kuzey

Suriye’den itibaren Anadolu için kullanılır.

Hz. Yakup Kenan’a geri dönüp kardeşiyle

arasındaki husumetin sona ermesiyle kardeşi

Ays malını ve evlatlarını yanına alarak

Rum diyarına yerleşir. Babasının Ays’a ettiği

dua kabul olur ve Ays’ın evlatları çoğalır

ve Rum diyarını kaplar. Dolayısıyla Rumiler

diye tanımlanan bu etnik gurubun tamamının

Ays’in soyundan geldiği rivayet

edilir. Ayrıca Hz. Eyyub’te Rum diyarına

Peygamber olarak görevlendirilmiştir. Bu

yerin Şanlıurfa olduğu tahmin edilmekte.

(Hz. Eyyub’un Şam civarlarında doğduğu

rivayet edilir.)

Hz. Eyyub’e Allah tarafından mal

mülk ve evlat nasip edildi. Eyyub Peygamber

Allah’ın nasip ettiği bu malı her zaman

paylaşır, ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunurdu.

Cenabı Hak, Hz. Eyyub’ü imtihan

için ilk önce hayvanlarını malını aldı, daha

sonra evlatlarını elinden aldı. Varlık içinde

bir anda yokluğa düşen Eyyub Peygamber

veren Allah, alan Allah diyerek isyanda bulunmadı

haline şükretti. Sarsılmaz imanıyla ibadetini

yapmaya devam eder. İhtiyarlık yıllarında

ağır bir hastalığa tutulur. Bütün vücudu yara

içinde kalır. Vücudunu kurtçuklar sarar, öyledir

ki tüm akrabaları ve son olarak da eşi onu terk

eder. Köy halkı onları köyden kovar, Hz. Eyyub

’ün eşi, Eyyub Peygamberi köyün dışındaki bir

mağaraya bırakıp köye geri döner. Hanımı ara

sıra mağaraya gelip yiyecek bırakıp geri döner.

Şeytan Hz. Eyyub ve eşine musallat olur lakin

Hz. Eyyub güçlü imanı sayesinde şeytanın ona

vesvese vermesine izin vermez ve her anını Allah’a

ibadet ederek geçirir. Kurtçuklar tüm vücudunu

ele geçirir. O ise yarasını kemiren bu

kurtçukları yere düştüklerinde kaldırıp vücuduna

koyarak “Buyurun rızkınızı yiyiniz.” deyip

büyük bir dayanıklılık ve sabır örneği gösterir.

Ne zaman ki kurtlar kalbine sirayet etmeye çalışınca

bu Aziz peygamber Allah-u Teâla’ya iltica

ederek: “Allah’ım! Vücudumu hastalıktan zayıflık

ve takatsizlik kapladı. Sana zikir ve ta‘ede

mecalim kalmadı merhamete muhtaç bir hale

geldim. Sana sığındım, bana merhamet et! Sen

ise merhametlilerin en müşfikisin ey Rab’im!”

diye dua eder. Bu şikâyet hali ve şifa isteme dileği

Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle zikredilir:

• “ Ey Muhammed! Peygamberler arasında

Eyyub’ü da an! Zira Eyyub da hani Rabbine

niyaz etmiş:” Başıma bir bela geldi, sana

sığındım, sen merhametlilerin merhametlisisin”

demişti. Biz de onun duasını kabul etmiş

ve uğradığı sıkıntıyı kaldırmıştık. Katınızdan

bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak

üzere ona hem ailesini hem de bir misli (fazlasını)

vermiştik.” (Enbiya: 83, 84)

Cenabı-ı Hak, sevgili kulu Hz. Eyyub

‘un bu duasını kabul eder. Topuğunu yere vurmasını,

çıkacak olan su ile yıkanmasını ve bu

soğuk suyu içmesini emreyler. Hz. Eyyub Emri-i

İlahi’yi yerine getirir ve topuğunu yere vurur,

yerden mucizevi bir soğuk su fışkırır. Hz.

Eyyub bu serin sudan yıkanıp içerek vücudunun

hem içini, hem dışını onunla temizler.

Böylece hastalıklardan kurtulur. Bu hadise ise

Kur’an- ı Kerim’de mealen şöyle geçer:

• “Ey Eyyub! Vur ayağını yere. Vurduğun

yerden çıkan su, yıkanılacak ve içilecek soğuk

bir sudur.” (Sad: 42) “ Katımızdan bir rahmet,

akıl sahipleri için de bir öğüt olmak üzere ona

ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini

verdik.” (Sad: 43) “Ey Eyyub! Eline yüz daldan

destelenmiş bir demet al da onunla hanımına


15

Sefer - i İdrak

vur ve yemininde hanis olma! “dedik. Doğrusu

biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu;

muhakkak ki o Allah’a yönelirdi. (Sad: 44)

Hz. Eyyub’a uğrayan dert ve sıkıntılar

zamanla geçmeye başlar. Eski halinden bir

misli fazla mal ve davarları olur. Birçok evlatları

olur. Tekrar bolluk ve ferahlık içerisinde

hayatını sürdürür. Allah’ın vermiş olduğu nimetlerden

çevresindeki fakir fukaraya tasaddukta

bulunur. Böylece imtihanını başarıyla

tamamlayarak, insanlığa musibetlere karşı

sabırlı olmanın büyük bir örneğini gösterir.

Bir rivayete göre Hz. Eyyub (a.s.) 93 yaşında,

diğer bir rivayete göre de 164 yaşında vefat

etmiş ve doğduğu köye (Eyyub Nebi köyü)

defin edilmiştir.

Hz. Eyyub büyük imtihanlardan geçmiş,

tarih boyunca emsali görülmemiş bir

sabır örneği göstermiştir. Kur’an-ı Kerimde

Hz. Eyyub (a.s.) ve kıssası dört sürede zikredilmiştir.

Bunlar Nisa, En’am, Enbiya ve Sad

sureleridir.

Hz. Elyasa

Hz. Elyasa, İsrailoğullarının zulmünden

dolayı hicret ederek muasırı olan Hz.

Eyyub’u, Eyyub Nebi köyünde ziyaret etmek

istemiş, ilerleyen yaşı ve aşırı yorgunluğundan

dolayı Hz. Eyyub’a yetişmeden ruhunu

Rahman’a teslim etmiştir. Hz. Eyyub’u n türbesinin

güneybatısında köye 500 metre kadar

mesafedeki makam “Hz. Elyasa Türbesi”

olarak bilinmekte ve ziyaret edilmektedir.

(Fakat Elyasa peygamberin türbesi Diyarbakır’ın

eğil ilçesinde bulunmaktadır. Bu bir

rivayet olabilir.)

Hz. Şuayb

Hz. Şuayb, Medyan halkına peygamber

olarak gönderilmiştir. Hz. İbrahim’in İsmail

ve İshak’ın dışında bir oğlu daha olduğu

ve adınınsa Medyan olduğu ve Hz. Şuayb’ın

da Medyanın oğlu olduğu rivayet ediliyor.

Hz. Şuayb’ın çok güzel konuşması, insanları

ikna etme gücü ve hitabetinin kuvvetli olması

“ Hatibül- Enbiya” namıyla anılmasını

sağlamıştır. Medyan ve Eyke halkı putperest

olup, ölçü ve tartılarıyla oynayan, halkı dolandıran,

aldatan, kul hakkını yiyerek zengin

olmaya çalışan bir topluluk olarak anlatılır.

Bundan dolayı haksız kazançla zenginleşen,

helali ve haramı gözetmeyen, servetlerine

servet katan oldukça zengin bir topluluk haline

gelmişlerdir. İşte Cenabı-ı Hak, bu topluluğu

ıslah etmek üzere içlerinden Hz. Şuayb

(a. s.)’ı Risâlet’le görevlendirmiştir. Hz. Nuh

ve Hz. Lutun halkı gibi Hz. Şuayb’ın halkıda

Peygamberi yalanlayıp eza ve cefa yapmışlardır.

Allah-u Teâlâ’da onları helak etti. Hz.

Şuayb (a.s.)’a Medyan ve Eyke halkının, helak

olacağı haberi Cebrail (a. s.) aracılığıyla bildirilince

o, bu kavimleri azap yakalamadan önce

kendisine inananları yanına alarak Mekke’ye

hicret etmiş, burada bir süre yaşadıktan sonra

vefat etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de A’raf, Hud, Şuara ve Meryem

surelerinde toplam 39 Ayet-i Kerimede

Hz. Şuayb kıssası mevzubahis edilmektedir.

• ” Emrimiz gelince Şuayb’ı ve beraberindeki

inananları katınızdan bir rahmet olarak

kurtardık. Zulmedenleri de korkunç bir

ses yakaladı. Ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.

Sanki orada yaşamamışlardı. Bilin ki,

Semud kavmi gibi Medyan halkı da Allah’ın

rahmetinden uzaklaştı”. (Hud: 84-95).

Bugün Şanlıurfa’nın 85 km doğusunda

Tektek Dağları’nın üzerinde tarihi kalıntılarıyla

meşhur Şuayb Şehri diye anılan bir yer

vardır ki yöre halkınca Hz. Şuayb (a. s.)’ın burada

yaşadığına inanılmaktadır. Bu tarihi kent

kalıntıları arasındaki bir mağara ev, Hz. Şuayb’ın

makamı olarak ziyaret edilmektedir. Tarihi

Harran şehrine 45 km mesafededir. Tektek

Dağları üzerinde bulunan bu şehir, ilk çağlardan

beri meskûn bulunmaktadır. Harran ilçesine

bağlı olup, yeni adı “Özkent Köyü” dür.

Şuayb Şehri’nin, Bağdat, Halep, Şam, Harran,

Şanlıurfa ve Diyarbakır kervan yolu üzerinde

olması, onun askeri ve iktisadi önemini asırlarca

muhafaza etmiştir. Yukarıda anılan merkezlerden

kalkan kervan ve fetihlere, Şuayb

şehri yol vermedikçe kuzeye ve batıya doğru

geçemezlerdi.

Hz. Musa

Hz. Musa genç bir delikanlı olarak,

Mısır sokaklarında bir gün dolaşırken, ben-i

İsrail (Hz. Yakup’un soyundan gelenler) den

birinin, bir Kıptı ile kavga ettiğini görür. Sulh

için araya girer, ama istemeden kavgaya dâhil

olur. Kıpti ile kavgaya tutuşur ve onu bir

yumrukla öldürür. Devrin hükümdarı olan

Firavun, adamlarına Hz. Musa’yı yakalamalarını

ve huzuruna getirmelerini, onu herkesin

içinde öldüreceğini söyler. Hz. Musa bunu duyunca

Şam’a doğru yola çıkar ve Harran’a gelir


16

Sefer - i İdrak

oradan da Şuayb Şehrine gider. Hz. Musa,

Hz. Şuayb’ın evine yakın bir yerde, bir grup

insanın kuyu başında konakladıklarını ve

davarlarına su içirdiklerini görür. Onlara

yaklaşarak selam verir. Bir müddet hasbıhal

ettikten sonra, biraz ileride iki kızın

davarlarıyla birlikte geride durduklarını

görür. Onlara yaklaşarak niçin beklediklerini

sorar. Onlar da: Koyunlara su içirmek

için kuyu başındaki topluluğun gitmesini

beklediklerini, koyunların halkın koyunlarıyla

karışmasından çekindiklerini, zayıf

olduklarını, onlarla baş edemeyeceklerini,

babalarının bir ihtiyar olduğunu Hz. Musa’ya

söylerler. Hz. Musa müsaadelerini

alarak bu kızların, koyunlarını kuyu başına

götürüp su içirir. Sonra bir ağacın gölgesine

istirahat için çekilir. Hz. Musa farkında

olmadan Hz. Şuayb’ın kızlarına yardım etmiştir.

Onlarda teşekkür ederek davarları

önlerine katıp eve doğru yönelirler. Eve

gelip olanları Hz. Şuayb’a anlatırlar. Hz. Şuayb

kızlarına yardım eden genci eve davet

eder. Hz. Musa davete icabet eder. Bunun

üzerine Hz. Musa, Hz. Şuayb’a varıp, bu

yaşlı ve ulu insana ihtiyarlığından dolayı

tevazu gösterip hürmet eder. Kim olduğunu,

nereden geldiğini ve başından geçenleri

Hz. Şuayb’a bir bir anlatır. Hz. Şuayb (a.s.)

ona artık korkmamasını, zalimlerden kurtulduğunu

ve kendisine yardım edeceğini,

emin bir kişi olarak kendisini gördüğünü,

buna kanaat getirdiğini, dolayısıyla yanında

kalabileceğini söyler. Hz. Musa buna çok

sevinir. Hz. Şuayb’ın evinde kalmaya karar

verir. Akşam olunca Hz. Şuayb’ın büyük

kızı babasına gelerek, evlerine aldıkları bu

gencin kuvvetli ve emin biri olduğunu söyler.

Eve almakla hayırlı bir iş yaptığını babasına

söyler. Kuyu başında ve eve gelirken

şahit olduğu iki olayı da anlatır. Bunlardan

biri: Kuyu başında ancak birkaç kişinin yerinden

oynatabileceği bir taşı tuttuğu gibi

bir tarafa fırlatması, diğeri ise davet üzere

evlerine gelirken kendisini görmemek için,

onun önde yürüdüğünü ve arkasından gelmesini

tavsiye ettiğini, bu yüzden kuvvetli

ve emin biri olduğunu müşahede ettiğini

Hz. Şuayb’a söyler. Kızından bunları duyan

Hz. Şuayb’ın memnuniyeti bir kat daha artar.

Ertesi gün Hz. Şuayb, Hz. Musa’yı yanına

çağırarak büyük kızını ona nikâh etmek

istediğini, buna karşılık davarlarını gütmesini

söyler. Hz. Musa bu teklifi kabul ederek Hz.

Şuayb’ın kızıyla evlenir. Ve burada bir müddet

çobanlık eder. Hz. Musa’nın da Hz. İbrahim’in

zürriyetinden olduğuna, Hz. Yakub’un evlatlarından

Lavi’nin torunu İmran’dan dünyaya

geldiği bilinir. Hz. Musa’nın 10 yıl Hz. Şuayb’ın

yanında kaldıktan sonra Mısır’a hicret eder.

Firavun ve kavmi, Peygamberlerini yalanlamış,

onu sihirbazlıkla itham ederek dışlamaya çalışmışlardır.

Cenabı-ı Hak da Firavun ve kavmini

ordusu ile birlikte suda (denizde) helak etmiştir.

Hz. Musa (a.s.) kendisine itaat eden toplulukla

Filistin iline hicret etmiş ve bir müddet sonra

orada vefat etmiştir.

Hz. İsa

Hz. İsa’nın Peygamberliği döneminde

Şanlıurfa, Abgarların idaresinde olup

baş şehir konumundadır. İktidarda bulunan

hükümdar Hz. İsa’ya bir elçi göndererek, Hıristiyanlığı

benimsediklerini, kendisinin de Şanlıurfa’ya

gelmesini bildirir. Hz. İsa, elçiyle yüzünün

şeklini taşıyan bir mendil gönderir. Uygun

bir zamanda gelme imkânı arayacağını söyler.

Elçi Şanlıurfa’ya gelip hükümdara Hz. İsa’nın

söylediklerini iletir ve mendili verir. Hükümdar

ise, “Der Mesih” diye bilinen ve şehirde meşhur

olan “Kızıl Kilise” ye (bugünkü Ulu Cami) gidip

mendili orada bulunan kuyuya salar. O yıl

boyunca hastalara, özellikle göz ve cilt hastalarına

bu kuyudan su içirtilir. Cila hastalığı olanlar

bu sudan eve götürerek bedenlerini yıkarlar.

Böylece hastalıklardan kurtulurlar. Mendilin

kuyuya salınması her yıl mutat bir zamanda

geleneksel olarak tekrar edilir. Yıllarca bu gelenek

devam eder. Mendil de kilisede muhafaza

edilir. Abbasilere kadar mendilin burada muhafaza

edildiği rivayet edilir. Abbasiler ile Bizanslıların

savaşında Abbasi ordusu yenilir ve

birçok Müslüman asker Bizanslıların eline esir

düşer. Esirlerin iadesi konusunda Bizanslılarla

bir barış anlaşması yapılır ve Müslüman esirlere

karşı bu mendil Bizanslılara verilir. Bahsedilen

kuyu Ulu Cami’nin içinde olup, yöre insanlarınca

hastalıklara şifa diye suyundan yararlanılmaktadır.

Bu konuyu yazılı kaynaklar da teyit

etmektedir.

Zeynep ENEZ


Dul Kadının Oğulları: Masonlar

Bugüne kadar etrafımızda olan ama farkında olmadığımız olaylardan bahsedeceğim.

Tarihin karanlık sayfalarını inceleyelim. Peki, bu gizli örgüt kimdi?

Bu örgüt dul kadının oğulları denilen örgüttü. Dulkadının oğulları genellikle masonlar

için kullanılan bir deyimdir.

Ayrıca Hiram usta diye bir karakter vardır. Hiram ustayı masonluğun kurucusu olarak

bilirler, ona dul kadının oğlu dediler dolasıyla masonlarada dul kadının oğulları denir. Hiram

usta binlerce çalışananı usta, çırak, kalfaya böldü. Onlara kendi aralarında anlaşabilecekleri

bazı işaret ve semboller öğretmiş ve bu özel işaretlerle anlaşmalarını istemiştir. Hiram ustanın

mezarının başında ona sadık dokuz ustası onun adını sonsuza kadar yaşatacaklarına dair yemin

ederler. O günden sonra dokuz usta dokuz yere dağılır. Masonlar bulundukları yere işaret ve

semboller bırakmaya başlar. Çünkü onlar varlıklarını böyle haberdar eder. Masonlar varlığını

simgelerle sembollerle belli ediyordu kendi içlerinde de haberleşiyorlardı aslında dul kadının

oğulları gizli örgüttü.

17

Sefer - i İdrak

Bildiğimiz kadarı ile “G” harfi masonlular için

kutsal ve önemlidir. Masonlar en fazla önemsedikleri

bilim dalı ise “Geometri”dir. Masonlukta “G”

kutsal simgedir. Bunun geometrinin “G”si olduğu

söylenir. Oradaki “G” harfi Ana Tanrıça’nın adı

olan “GEA”nın “G” sidir. Bugün “GOOGLE” arama

motorunun ana sayfasına girildiğinde aşağıda verilen

resimlerle “Google” yazıldığı görülecektir. Bu

resimli yazının ilk harfi olan “G” masonik sembolleri içeren şekilde yapılmıştır.

“Bir masonu nasıl anlarız?”

Önemli bir toplantıda yâda davette tokalaştığınız kişi elinizi sıkarken kendi başparmağı

ile sizin başparmağınızın üzerine üç kez vuruyorsa o kişi masondur. Eğer sizde masonsanız aynı

hareketle karşılık verebilirsiniz. Yemekli bir davetteki mason muhtemel kendini belli etmek için

elindeki kadehi havada üçgen çizecek şekilde önce sağa sonra sola ve en sonunda yukarıya doğru

gezdirerek dudağına getirir. Yâda herhangi bir dilekçe, evrak yâda bir imzanın bir yerinde

üçgen oluşturacak şekilde üç nokta varsa bu dilekçenin sahibi yâda imzayı atan kişini mason olduğunu

işaret eder. Bir masonun masasında bilmeyenler için bir anlam veremediği ama mason

birisi için çok şey ifade eden tuhaf semboller bulunur. Bu bazen bir taş, bir sigara tabakası, garip

sembollerle süslü kalemlik olabilir. Sadece işaretler yeterli değildir bu sembollerden birinin

görüldüğü yerde, masonluğun kesin teyidi için sözlü diyaloglar devreye girer. Genelde bunlar

tuhaf soru ve cevaplar şeklindedir. Dışardan duyan hiç kimse bunu anlayamaz.

Ayşegül KILIÇ


İlle İstanbul’da Bul

18

Sefer - i İdrak

İstanbul, Peygamber efendimizin fethi müjdeleyen rivayetleri doğrultusunda bütün sahabelerin

ve Müslümanların yegâne hedefi ve ilgi odağı olmuştur. Abdullah b. Ömer, Abdullah

b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr gibi önde gelen pek çok sahabi, İstanbul muhasaralarına katılmışlardır.

Halid b. Zeyd Ebu Eyyub el-Ensarî, Ebu Şeybe el-Hudrî başta olmak üzere çok sayıda

sahabe İstanbul’a defnedilmişlerdir. İstanbul’a Emevi devleti tarafından 5 defa sefer düzenlenmiş,

bu seferlerin ikisinde şehir muhasara edilmiş fakat alınamamıştır. Bu seferlerin çoğu Hz.

Muaviye döneminde gerçekleşmiştir. Bu seferlerin dördü sırasıyla hicri 34, 48, 54, 97 yıllarında

düzenlenmiştir. Bilindiği üzere son sahabe-i kiram Tufeyl Amir bin Vasile bin Abdullah el- Leysi

hicri 110 yılında vefat etmiştir. Arapların İstanbul’u muhasarası bu seferlerin ikinci ve dördüncü

sefere rast gelir. İlk muhasaranın komutanı Hz. Muaviye’nin oğlu Yezid’ tir. İstanbul’daki

şehit ashabın çoğu bu kuşatmaya iştirak eden sahabelerdir. Yezid kumandasındaki bu ordu da

büyük sehâbi Ebu Eyyûb-El Ensâri de olup bu muhasara esnasında şehit olmuştur.

Osmanlı döneminde 11.yy’dan itibaren İstanbul’un fethi bir Türk Mefkuresi halini almış

olup Malazgirt Savaşından sonra bu mefkure iyice olgunlaşmıştır. Osmanlı Devleti’nin belli

dönemlerinde yapılan altı muhasaradan sonra yedinci muhasara ve ardından ni’m-el ceyş ve

ni’m-el emir (Mutlu ordu / Mutlu komutan) ünvanları Osmanlı ordusuna ve Osmanlı komutanı

Fatih Sultan Mehmet’e nasip olmuştur. Fatih döneminden itibaren, Halid b. Zeyd Ebu Eyyub

el-Ensarî ve Ebu Şeybe el-Hudrî kabirleri başta olmak üzere sahabe mezarlarının üzerine türbeler,

bazıları adına makamlar yapılmıştır. İstanbul’daki sahabilerin en çok bilineni Mihmandar-ı

Resul Halid b. Zeyd Ebu Eyyub el-Ensarî’dir. İstanbul’da sayıları yaklaşık 30’a varan Sahabe

makam ve türbeleri Fatih döneminde tespit edilmeye çalışılmış ve bulunan mezarlar türbeye

dönüştürülmüştür. Sultan Fatih’in İstanbul’da ilk eseri bilindiği üzere Eyüp Sultan Türbesi ve

bu türbe etrafındaki cami, medrese, imaret ve hamamdan oluşan külliyedir. Bütün padişahların

ihtimam gösterdiği bu türbe Sultan I. Ahmed döneminde yapılan onarma çalışmaları sonucu

bugünkü halini almıştır. Sultan III. Selim, II. Mahmud ve Sultan II. Abdülhamid de önemli hizmetler

icra etmişlerdir. Osmanlı Padişahları tarafından meşruiyet sembolü olan bu türbe devlet

ananesince kılıç kuşanma merasimini de burada gerçekleştirirdi. Padişahlar önemli bir olayın

öncesi ve sonrasında sahabe türbelerini ziyaret eder dua ederlerdi. Hacca gidenler bu türbeyi

ziyaret edip öyle yola çıkarlarmış. Eyüpsultan’ da ikamet eden gayrimüslimler bile sabahları


19

Sefer - i İdrak

işyerlerini açmadan önce bu türbeyi ziyaret edip öyle işlerine koyulurlarmış. Burada bile Müslümanların

gayrimüslimler üzerindeki tesirini görebiliyoruz.

Şuan Ecdadın sahabe sevgisine erişmeyi bırakın hayalini kurmakta zorlanıyoruz. Gayrimüslimlerin

burayı ziyaret sebebi maddi olarak düşünülebilir belki ama asıl düşünülmesi gereken

onları bu maddi imkânı elde etmek için sahabe kabrine götüren ecdadın ihlâs ve mana

âlemidir. Belki bu durum İstanbul’un fetih sebebi değildir. Fakat İstanbul’un elde tutulma sebebidir.

Modern zamanda bu minvaldeki şeyler basite indirgenmiş durumdadır. Zaten modernite

denilen şey de budur. Dinin insan üzerinde gücünü kaldırıp basite indirgenerek güçlünün dinini

benimsetmektir. Moderniteye karşı olarak Sahabe ve büyüklerimizin türbe ve makamlarını

ziyaret etmek Müslümanlığın beden ile ikrar edilmesidir. Müslümanlığın dışa yansımasıdır.

Tabiî ki İstanbul gibi bir şehirde bu imkânlar yeterince vardır. Eyüp Sultan hazretleri dışında

bir diğer önemli sahabe kabri de Peygamber efendimizin sütkardeşi Ebu Şeybe elHudrî el-Ensarî

hazretleridir. Muhasara sırasında 85-90 yaşlarında bulunan Ebu Şeybe elHudrî el-Ensarî,

kuşatma sırasında surlar içerisinde şehit düşen sahabelerdendir. Ayvansaray Defterdar’da surlar

içerisinde Tokludede Haziresi’nde bulunan ve fethi müteakip Fatih Sultan Mehmed fermanıyla

Akşemseddin hazretlerinin yardımıyla bulunup onarılmıştır. Sultan II. Bayezid, Çorlulu Ali

Paşa ve Sultan II. Mahmud, türbeyi tamir ettiren ve bakımına önem veren devlet adamlarıdır.

Pek çok sahabinin İstanbul kuşatması esnasında bu bölgede şehit düşmesinden dolayı bölge “sahabeler

haziresi” olarak da bilinmektedir. Hz. Hamdullah elEnsarî, Hz. Ahmed el-Ensarî, Hz.

Muhammed el-Ensarî ve Hz. Ka‘b türbeleri buranın etrafında türbesi bulunan diğer sahabelerdir.

Ayrıca İstanbul’da İki makamı bulunan biri Eyüp sultan’da diğeri Üsküdar Karacaahmet

Dergâhı yanında bulunan Ebu’d-Derda hazretleri, Fatih Ayvansaray Karabaş Mahallesi’nde bulunan

Ebu Zer el-Gıfarî, Edirnekapı Kariye Camii yanında bulunan Ebu Said el-Hudrî, Karaköy

Yeraltı Camii içindeki Amr b. el-Âs kabirleri de Hamdulllah el-Ensarî Türbesi Ebu Saîd el-Hudrî

Türbesi İstanbul halkı tarafından ziyaret edilmiş makamlardır. Ayrıca Eğrikapı civarında, surların

iç ve dış kısımlarında bulunan sahabe kabirleri de dikkat çeken yapılardır. Karaköy Yeraltı

Camii içinde ve Sultanahmet Camii ile Ayasofya Camii arasında yer alan Abdurrahman-ı Şamî

makam türbeleri de İstanbul halkının sahabe kabri olarak ziyaret ettiği, onlar vasıtasıyla Hz.

Peygamber ile irtibat kurduğu mahallerdendir. Bu kadar türbe makamın var olması belki ba-


20

Sefer - i İdrak

zılarımızın aklında sorular ve şüphe oluşturabilir. Ama tarihi kaynaklar incelendiğinde Ebu

Eyyüb-el-Ensari ve Peygamber efendimizin süt kardeşi Ebu Şeybe elHudrî el-Ensarî hazretlerinin

türbelerinde herhangi bir şüphe olmadığı gibi diğer makam ve türbelerin çoğu da tarihçesi

sabit fakat mekân olarak tespiti yapılamamıştır. Ecdat sahabe-i kiramdan bu topraklara basmış

olanları elbette göz ardı etmesi mümkün değildir. Onlar ki İslamiyeti yaymak için onca meşakkat

ve zorluklara göğüs germiştir. Onların bu topraklarda şehit olması unutulmaması gereken

bir değerdir. Onlar bu uğurda şehit olmakla bu topraklarda kan dökmekle bu coğrafyanın kaderini

değiştirip bu topraklarda İslam dininin tohumlarını ekmiştir. Bu tohumların mahsulünü

toplayan ecdat ashab-ı kiramı göz ardı edemezdi. Bu yüzdendir ki bunlar adına makamlar yapılmıştır.

Bu makamların yerleri hususunda ihtilafların olması bizler açısından neyi değiştirecektir

veya neyi açıklayacaktır. Biz biliyoruz ki ashap bu topraklara ayakbastı ve bu uğurda şehit

oldular. Tarihi bağlamı sabit olan bu durumu makam ihtilafından dolayı imha mı edip ziyaret

etmekten geri mi duracağız? Elbette hayır ayrıca tarihi bağlamı sabit olanlar ve seferlere katılıp

geri dönen sahabeler içinde İstanbul’un muhtelif yerlerinde makamlar ve unutulmaması için

semboller konulması gerekir. Günümüzde gereksiz birçok şey için abide ve semboller dikilmektedir.

Ashabın kıymeti ve değeri daha üstün ve daha gereklidir. Sahih olsun olmasın bu yerler

tespit edilip ihya edilmesi gerekir. Bir şey de ihtilaf varsa bereket vardır diyen âlimlerimizin

bakış açısından oldukça uzaklaşmış durumdayız. Günümüzde hadis ve diğer İslami alanlarda

yapıldığı gibi şüphesiz türbe ziyaretleri hususunda da karalama faaliyetleri bilinçli olarak sürdürülmektedir.

Tek gaye toplumu İslami kültürden uzaklaştırmaktır. Bugün Batı menşeili hangi

alanlarda yüzde yüz doğruluk aranmaktadır. Bir şeyde ihtilaf varsa onu imha edilmesini bizlere

dikte edenler gerek film sektörü olsun gerek diğer bütün mecralarda tamamen yalan bir dünya

kurarak bizlere kültür ve değerlerini dayatmaktadır. O yüzden bir an önce farklılığı, ihtilafı bereket

görerek İslami kültürümüze ve değerlerimize sahip çıkmamız gerekmektedir.

Bülent GÖKÇE


Bir İngiliz Casusunun İtirafları

21

Sefer - i İdrak

1710 Senesinde Müstemlekeler bakanı bizi, Müslümanları parçalamak için gerekli ve

yeterli bilgileri toplamak ve casusluk yapmak üzere Mısır, Irak, Hicaz ve İstanbul’a gönderdi.

Lazım olabilecek para, bilgi ve haritanın yanında bir de devlet adamları âlim ve kabile reislerini

ihtiva eden birer fihrist verildi. Asıl vazifemin yanında, orada Türkçeyi öğrenmem gerekiyordu.

Londra’da epeyce Türkçe, Arapça, Farsça öğrenmiştim. Ben İslamiyetlin hilafet merkezi olan

İstanbul’a deniz yoluyla gittim. Orada ismimin Muhammed olduğunu söyledim ve camiye gitmeye

başladım. Her ay bakanlığa rapor gönderiyordum. Türkçeyi, Arapçayı öğrendim. Ahmed

Efendiden Kuran-ı kerim’i ve şeriatı çok iyi öğrenmiştim. Bir bahane bulup memleketime geri

döndüğümde, bana iki vazife daha verdiler:

1.Müslümanların zayıf taraflarını öğren!

2.Onların arasını açıp, birbirine düşürdüğün zaman, bakanlığımızın madalyasını al!

Evlendim ve 6 ay daha kaldım. Irak’a gitmem için emir geldi. Benim için gitmek her

zamankinden çok daha zordu eşim hamileydi. Basra şehrine geldim. Orada ilk defa Şiileri tanıdım.

Sünnilerle aralarındaki ihtilafları şiddetlendirebilirsem, işte o zaman İngiltere’ye en büyük

hizmeti yapacaktım. Biz İngiltere’nin, refah ve saadet içinde yaşaması için, bütün devletlerde

fitne ve tefrika çıkarmak zorundayız. Osmanlı Devleti’ni ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz. Bütün

vazifem, halkı idarecilere karşı isyana sevk etmekti. Orada Şii bir marangozun yanında iş

buldum. Farsçamı ilerlettim. Bu dükkâna ara sıra ilim öğrencisi kıyafetinde, Arapça, Türkçe ve

Farsça bilen Muhammed bin Abdülvehhab Necidli adında bir delikanlı uğruyordu. Bu delikanlı

son derece yüksekten konuşan ve gayet asabi biri idi. Osmanlı Devleti’ni çok eleştirdiği halde,

İran devletine bir şey demezdi. Necidli Muhammed, Sünnilerin dört mezhebinden birine tabi

olmaya bir sebep görmüyordu. Bu husustaki ayet-i kerimeleri görmezden geliyor ve Hadis-i

şeriflere ehemmiyet vermiyordu. Bu konuda nefsine uyardı. Aradığımı Necidli Muhammed’de

bulmuştum. Zira o, âlimlere saygısızdı ve dört halifeye ehemmiyet vermiyordu. Kur’an- ı Kerim

‘i ve sünneti anlama hususunda müstakil bir görüşe sahipti. Onu bu yolla elde etmek çok

kolaydı. Ebu Hanife’yi hafife alır ve “Ben Ebu Hanife’den daha iyi biliyorum.” derdi. Ayrıca,

Buhari kitabının yarısının batıl olduğunu iddia ederdi. Onunla çok yakın arkadaşlık kurdum.

Daima onu övdüm. Hatta bir gün ona: “Sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi


22

Sefer - i İdrak

hayatta olsaydı onları değil seni halife tayin

ederdi... Ben İslamın senin elin üzerinde

yenilenmesini yükselmesini umuyorum.

İslamı cihana yayacak biricik âlim sensin”

dedim. Kuran-ı Kerim’i, eski âlimlere göre

değil de kendi fikrimize göre tefsir etmeyi

kararlaştırdık. Necidli Muhammed’in kadın

isteğini biliyor ve ona kadın arıyordum.

Bakanlığımız tarafından oradaki müslüman

gençleri ifsad etmek için ingiliz kadınlarından

birini Safiyye ismi ile önce bir

haftalık nikâh yaptık ben dışarıdan, kadın

içerden onu aldatmaya başladık. İçkinin

haram olmadığına da inandırdık ve içirdik.

Hatta namazın farz olmadığını da iddia

ederek onun inancına şüphe sokmaya çalıştım.

Namazlarını aksatmaya başlamıştı.

Necidli Muhammed’in omzundan iman

elbisesini yavaş yavaş indirmeye başladım.

Sünnilik ve Şiiliğin haricinde, kendisine bir

yol tutmasını telkin ettim. Onun yularını

Safiye sayesinde ele geçirdim. Eğer kadını

tahrip edip, örtüsünü açmasına sebep olursak,

sebep olarak da örtü gerçek bir islami

emir değildir, Abbasiler zamanında ihdas

edilmiş bir adettir, insanlar peygamberin

eşlerini görüyorlardı ve kadın bütün işlere

katılıyordu, diyeceksiniz. Kadını açtıktan

sonra, gençleri ona karşı tahrik edip, her

ikisinin arasında fesad hâsıl olması için

çalışacaksınız! Müslümanlığı yok etmek

için, bu iş, çok tesirlidir. Evvela bu işi gayr-müslim

kadınlara yaptıracaksınız. Sonra

müslüman kadın kendiliğinden bozulup,

bunların yapacağını yapacaktır. İslam medeniyetini

ortadan kaldırmak, gençlerin İslam ilimlerini öğrenmelerine mani olmak için içki,

fuhuş, eğlence, kumar, top oyunları, gibi illetler yaygınlaştırıldı. Ahlakı bozmak için, Rum, Ermeni

ve diğer gar-i müslim kadınlar birer ajan gibi çalıştırıldı. Bir debdebe içerisinde, moda evi,

dans kursu, manken ve artist yetiştirmek gibi hilelerle, genç kızları ve erkekleri tuzağa düşürerek,

kötü yollara sürüklediler.

Bu hususta müslüman anne ve babalara çok büyük vazifeler düşmektedir. Yavrularını,

bu kâfirlerin ellerine düşürmemek için çok uyanık olmalıdırlar.

Bakanlık sekreteri, “Biz ispanyayı Müslümanlardan, içki ve kadın sayesinde aldık” demişti. Ne

kadar doğruymuş. Artık, Necidli Muhammed, benim çizdiğim yoldan yürüyordu. Benim vazifem,

ona şüpheciliği aşılamaktı. Bunu da başardım. Artık bir mezhep kurmaya karar verdik.

Birbirimizin sır arkadaşı olmuştuk. Hatta bir gün şöyle bir rüya uydurdum: Dün gece Peygamberimizi

rüyada gördüm. (Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim.) Bir kürsüde

oturuyordu. Etrafında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Sen girdin, yüzün nur gibi parlıyordu.

Peygamberin yanına vardığında, peygamber yerinden kalktı ve her iki gözünün arasını öptü. Ve

sen benim adaşım, ilmimin varisisin, din ve dünya işlerinde, benim vekilimsin dedi. Sen dedin

ki, Ya Resulallah! Ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum! Peygamber cevaben, sen en

büyüksün, hiç korkma dedi.

Sevinçten havalara uçuyordu. Zira gençliğimin en kıymetli günlerini vererek ektiğim


23

ağaç meyvesini vermeye başlamıştı.

İki sene sonra (1730) isyana

başladık. Birçok casusu asker

olarak yanımıza aldık. Ayrıca

Muhammed Suud’u da yanımıza

çektik. Deriyye şehrini merkez

yaparak, bakanlığımızın yardımıyla

kuvvetlendik. Benim gibi

o bölgede binlerce casus vardı.

İngiliz subayları, köle adı altında

askerlerimize yardım ediyorlardı.

Hepimiz aşiret kızları ile evlendik.

Şimdi vaziyet iyi gidiyor.

Bir felaket olmazsa bu çalışmalarımızın

meyvesini yiyeceğiz.

İNGİLİZ CASUSU, HEMPER

İngiliz kâfiri, islam beldesinde,

ahmakları bularak hem besler

hem de İslam’a hücum yollarını

öğretir, İslamiyete uyana gerici

denir. Çıplak gezmek, içki, şehvet

moda olur. Din kardeşliği

unutulur. İslam düşmanları, köpekleri

besliyor, bunları, müminlerin

başına geçiriyor. Hepsi,

islamiyete, ahlaka saldırıyor. Allahü

Teâlâ’ da cezalarını veriyor.

Çünkü Kuran-ı Kerimde Rabbimiz

va’d ediyor; İslamiyeti elbet, koruyacağım diyor Müslümanlara’da: Düşmana aldanmayın,

Çok çalışıp, ondan üstün olun, buyuruyor.

Elif Nur AYDIN

Sefer - i İdrak


Özel Kalem Müdürü: Kethüda

24

Sefer - i İdrak

Kethüda tabiri çeşitli değişimler ile birlikte çok eski bir geçmişe sahiptir. Kethüdâ Kelimesinin

en eski Haline İran’da II. Pers krallığı döneminde rastlanmıştır. Bu devirde Kethüdâ tabiri

devlete karşı köy yöneticisi anlamında kullanılmıştır. Safeviler devrinde ise Kethüda Tabiri Ev

Sahibi, Aile reisi, evin büyüğü anlamlarına gelmekteyken zaman geçtikçe anlamı genişlemiş ve

muhtar, vali, vergi toplayan memur anlamlarını kazanmıştır.

Osmanlı Devletinde ise bu tabire XV. yy kaynaklarında rastlamaktayız. Osmanlı devletinde bu

tabir bölgelerin ve yerlerin değişikliğine bağlı olarak muhtar, emin, baş gibi anlamlara gelmekteydi.

Bu tabir 15. Yüzyıldan itibaren Osmanlı devlet teşkilatında “Devlet işlerini yöneten

görevlilerin yardımcıları” anlamını kazanmıştır. Sadrazamın, askeri ve mülki görevliler gibi en

alt yönetim kısmı dâhil hepsinin yanında bir kethüdası vardı.

En önemli kethüdâ ise “Sadaret Kethüdasıydı” bu kişi Divanı Hümayun‘da sadrazamın işleri ile

meşgul olmaktaydı. Sadaret Kethüdası görevini II. Mahmud devrinde yerini Umur-i Mülkiye

Teşkilatına bıraktı bu teşkilat 1837 yılında son olarak Dâhiliye Nezareti Adını Almıştır. Sadaret

Kethüdasının ardından beylerbeyi, vali ve sancak beylerinin emrinde bulunan kethüdâlar

önem teşkil ederdi. Fatih Sultan Mehmet Devri ile II. Bayezid devrinde Anadolu ve Rumeli

Vilayetleri Kethüdâları ortaya çıkmıştır. Bu kethüdâların özellikleri bağlı bulundukları beylerbeyine

vergi toplanmasında yardımcı olmaktı.

Kethüdâların seçilmesi ve tayin edilmesi tamamen Vali’lerin elinde olan bir durumdur. Sadece

Mısır’da Kethüdâ olabilmek için Türk olma zorunluluğu vardı. Diğer yönetim yerlerinde Türk

olma zorunluluğu bulunmamaktaydı. Beylerbeyleri ile sancakbeylerine bağlı olarak “Kapı Kethüdası”

denen İstanbul’da ikamet eden ve Babıâli (Valilik)’de ki gelişmelerden haberdar eden

yardımcıları bulunmaktaydı.

Eflak, boğdan voyvodalarının, Rodos şehrinin kadısının da kapı kethüdâları da bulunurdu.

Ancak 16. Yy. Eflak ve boğdan voyvodalarının yardımcılarına kethüda değil “Âdem” denmiş

daha sonra gayrimüslim oldukları için bu kişilere “Kâhya” denmiştir.

Askeri Alanda ise Akıncı Kethüdâsı taşrada bulunan Yeniçeri Kethüdâsı vardı. Bu kethüdâların

en önemlisi İstanbul’da bulunan “Kul Kethüdası” olarak anılan kişilerdi. Bu kişiler Yeniçeri

Ağasından sonra en Yüksek rütbeli subay olarak bilinmekteydi.

Osmanlı sarayının harem teşkilâtında cariyelerin âmirine “kâhya (kethüdâ) kadın” denirdi.

Bu kişiler Valide Sultan dairesine bağlı bulunurdu.


25

Sefer - i İdrak

Taşrada görev yapan bazı Defterdarların

kapı kethüdâları haricinde

“Kethüdâ-yı Defterdar”

adında yardımcıları da bulunurdu

bunlar mali işler ile ilgilenirdi.

Kethüdâlar maaş ile çalışmakta

bunun yanında “Atiyye” (Bahşiş)

de alırlardı. Bu kişiler görevlerinde

ki başarısına göre daha üst

memuriyete atanırlar ve çeşitli

nişanlar alırlardı. Bağlı oldukları

kuruma göre itibar ve caza

görürlerdi.

XVII ve XVIII. yüzyıllarda kaza

yöneticileri arasında kethüdâlar

önemli yere sahipti. Şehirlerde

Sancak Vekilliği görevi yapan

voyvodaların da birer vilayet

Kethüdâsı olarak bilinen yardımcısı

bulunurdu. Bu kişiler “Şehir

Kethüdası” olarakta bilinmekteydi.

Şehir kethüdâları halkın

hizmetlerini gidermek için

seçilirlerdi.

XVII. yüzyılda Şehir kethüdâları

sadece tüccar ve seçkin esnaftan

değil Askeri sınıf üyelerinden

ve şehir âyanlarından da seçilmekteydi.

Şehir âyanları 1735

yılında Bâbıâli tarafından lağvedilince

yerlerini secimle gelen

kethüdâlara bırakmıştı.

Şehir kethüdâlarını halk serbest

bir şekilde seçmekteydi. Daha

sonra önemli konuma gelen

Şehir kethüdâları şehrin vergi,

iltizam ve memur tayinlerinde de

etkili olmuştur. Bu hizmetleri yaptığı zaman kendisine “kethüdâiyye” adı verilen ücret ödenirdi.

Göçebe aşiretlerin, Gayrimüslim cemaatlerin aşiret/cemaat kethüdaları da vardı. Atamaları

bağlı bulundukları aşiretin beyi tarafından yapılırdı. Esnaf kethüdâları Lonca’yı devlete karşı

temsil etmek, haksız rekabeti önlemek gibi görevleri bulunmaktaydı. Gayrimüslim esnafın

kethüdâlarının görevi ise “Cizye” vergisini toplamaktı. Esnaf kethüdâlar muhtemel olarak bir

yıllığına seçilirler ve görevleri bittiğinde yeniden seçilme şansları bulunurdu. Esnaf kethüdâları

diğer adıyla esnaf Kâhyalarının bulunduğu kurul tarafından seçilen kişiye “Kâhyabaşı”

denirdi.

Kethüdâ unvanı 1826 yılından itibaren yapılan yenilikler ile beraber zamanla terk edilmiştir.

Muhammed DENİZ


Güneşin En Güzel Battığı Yer

Tanzanya

26

Sefer - i İdrak

Tanzanya Birleşik Cumhuriyeti doğu Afrika’da bir ülkedir. Afrika büyük göller bölgesindedir:

Tanganika Gölü, Victoria Gölü, Albert Gölü, Edward Gölü, Kivu Gölü, Malawi Gölü’dür.

%38 Müslüman, %30 Hıristiyan, %30 Animist, %2 diğer dinlere mensuptur. (Ayrıca

Zanzibar ve Pemba Adalarının tamamı Müslümanlardan oluşmaktadır.) Tanzanya İslamiyet’le

çok erken bir dönemde Hicrî 1.yüzyıla Doğu Afrika’ya gelen Müslüman Araplar aracılığıyla

tanışmıştır. Berâve ve Zengibar gibi şehir devletleri sayesinde Müslümanlık ile tanıştılar. Müslüman

Arapların yerli kadınlar ile evliliği sonucunda melezi nesiller oluşmuştur. Arap-İran-Hintli

nesiller oluşmuş ve doğu Afrika kıtasında yeni kültürler ortaya çıktı. Yeni kültürün beraberliğinde

Arapça ve farsça karışımında yeni bir dil ortaya çıktı.

Halkın çoğu Şafii mezhebine mensuptur. Portekiz sömürgeciliğinin Doğu Afrika’daki en büyük

rakibi olan bu hanedan Doğu Afrika Müslümanlarına rahat bir nefes aldırdı ve Kilve yeniden

önem kazandı. Bölgedeki şehirleri gezen İbn Battuta, Kilve’yi dünyanın en güzel ve mamur şehirlerinden

biri diye tanıtır ve şehir halkının Şâfiî mezhebine mensup, dindar, iffet sahibi kişiler

olduğunu, şehirde sağlam yapılmış ahşap mescitlerin bulunduğunu yazar. Bölgede Müslümanların

sayısının giderek artmasını büyük ölçüde Umman’ın başşehri Maskat’taki taht merkezini

Zengibar adasına taşıyan Bû Saîd Hanedanı sağladı. 1880’li yıllarda Zengibar sultanının Mamboya’da

bir askerî üs kurmasının ardından Tabora dahil pek çok yerde müslüman sayısı arttı.

Müslümanlar oranın yerli kadınları ile evlendiklerinden daha etkili oldu. İslami kuruluşlar

İngiltere’nin sömürgeciliği yüzünden artan Hristiyanlık dini nedeniyle dernekler kurarak

mücadele etti. 1929’da başşehir Dârüsselâm’da Afrika Derneği ve 1933’te Tanzanya İslâm Cemiyeti

ilk kurulan teşkilâtlardır. Sömürgecilik sonrasında bu teşkilâtlar ülkede birliği sağlamak

için çalıştılar.1964’te İslâm Üniversitesi’nin açılması için kampanya başlatıldı ve seçilen heyet

Mısır, Ürdün, Irak, Kuveyt ve Lübnan’a giderek destek istedi. Fakat desteğe karşılık o zamanın

başkanı Nyerere hükümette yenilik yaparak el-Cem‘iyyetü’l-İslâmiyye Başkanı Tewa Sâid’i

hükümetteki görevinden alarak cemiyetin çalışmalarını sonuçsuz bırakmaya çalıştı. Nyerere

1967’de Müslümanlarla ilgili işleri de kendi güdümündeki bir öğretmene havale etti.

Şu anki Müslümanlık durumu %95 tir. Tanzanya’nın en çok Müslüman olan bölgesidir. Zanzibar,

10. Yüzyılın başında adaya gelen Araplar vasıtasıyla İslam ile tanışıyor. İran’ın Şiraz ve

Umman bölgesinden gelen Müslümanlar, adanın dini ve tarihi köklerini oluşturmuş. 400 yıl

Arapların hakimiyetinde oluyor. İngiliz ve Portekizlilerin adaya gelişi Müslüman ve Hristiyan-


27

Sefer - i İdrak

lıkların din savaşlarına yol açıyor. İngiltere’nin adadan çekilmesiyle birlikte Zanzibar Tanzanya’ya

bağlanıyor.

19.yüzyıllar Zanzibar halkı için unutulmayacak olan yıllar. Zenci kölelerin, esir ticaretinin

inanılmaz vahşi boyutlarda yaşandığı dönem, adaların köle hapishaneleri olarak kullanıldığı

ve insanların Avrupa’ya satıldığı dönemlerdendir. Zanzibar adasında yaşayan Müslümanların

genel durumuna baktığımızda eğitim, sağlık, sosyal yaşam ve ada genelindeki fakirlik insanın

yüreğini acıtmaktadır. Tropikal bir ada olmasına rağmen fakir durumdadırlar.

Zengibar ismi Osmanlı devleti tarafından Zanzibar olarak değiştirildi. Tanzanya sahiline 70/72

km uzaklıkta bir adadır. Osmanlı Devleti 16. Yüzyıldan itibaren Doğu Afrika sahilleri ile irtibat

içerisindedir. Ancak Zanzibar Adası ile olan resmi ilişkiler 1877-1878 yıllarında yapılan Osmanlı-Rus

savaşları esnasında başlar. Sultan II. Abdülhamid gerek Asya ve gerekse Afrika’daki

tüm devletlerle iletişim kurmaya çalışır.

Sultan Abdülhamit in amacı dünya çapındaki Müslümanlarla irtibat kurarak yeniden

canlandırmaya çalışmaktır. Sultan II. Abdülhamid bu amaçla Zanzibar Sultanlığının da yeniden

dostluğunu ve yakınlığını kazanmak ister. Bu konuda ilk teşebbüs Osmanlı Devleti’nden gelir ve

bu dostluk 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam ettirilir. Zengibar Sultanlarından olan Sultan

Berkaş Avrupalı Devletlerini ziyaret için çıktığı seyahatin dönüşünde Osmanlı topraklarından

olan Mısır’ı ziyaret etmek ister. Mısır’da büyük bir misafirperverlikle karşılanır. Hac görevini

de yerine getirmek isteyen Sultan Berkaş Mekke’ye gitmek ister. Sultan Abdülhamit Hicaz valisinden

Zanzibar Sultanının Osmanlı Devleti’ne yaraşır bir şekilde karşılanmasını ister ve Hicaz

valisi bu konuda birçok kişi görevlendirir ayrıca Zanzibar sultanı için yapılan her harcama ayrıntıları

ile kaydedilerek Maliye Nezareti’ne bildirilir. Osmanlı ve Zanzibar için sağlam bir temel

atılır. Sultan berkaş ın ardından Halife b. Said tahta geçer. Abdülhamit han tebrik mesajı gönderir.

Bunun üzerine Bin Said mektubu öpüp başının üstüne kaldırdığı ve ardından okumaya

başladığı Şükrü Bey tarafından bizlere aktırılan bilgiler arasındadır. Zanzibar adasında yapılan

sömürgecilik sultan Abdülhamit’i üzer ve oraya elçi gönderir. Ama Avrupa devletleri Tanzanya

ile Osmanlı arasındaki ilişkiden rahatsız olur. Gönderilen bu elçi Avrupa basınında geniş yer

kaplar ve eleştirilere maruz tutulur. Osmanlı’nın buraya elçiler göndermesinin Almanya’yı desteklemek

için olduğu yazılır. Osmanlı Devleti ise bu durumu; Osmanlı’nın dünyadaki bütün

Müslümanlarla irtibat kurabileceği ve bunun hiçbir yabancı devleti ilgilendirmeyeceği, gönderilen

elçinin Almanya için değil Osmanlı için

gönderildiği, şeklinde açıklar. Kısa bir süre

sonra ise Mehmed Rüşdi Zanzibar Adasına

elçi olarak gönderilir. Mehmed Rüşdi bu ziyareti

hakkında tafsilatlı bilgi verirken Avrupalıların

bölgeyi ziyaret eden Osmanlı elçileri

hakkında duydukları rahatsızlığa da işaret

eder.

Sultan II. Abdülhamid ’in Panislamizm politikasını

destekleyenler de vardır. Bu isimlerden

en önemlisi Sultan Seyyid Ali bin

Hamid’dir. Sultan 1907 yılında Avrupa devletlerini

ziyaret ederken Osmanlı Devleti’ni

de ziyaret ederek Sultan Abdülhamid ile de

görüşür. Bazı sebeplerle çok fazla İstanbul’da

kalamadığı için sonraki yıl tekrar ziyarete geleceğini

vaat ederek ayrılır. Bu ziyaretler ise

Zanzibar adası ile Osmanlı Devleti arasındaki

ilişkilerin hangi boyutlarda olduğunu bizlere

açık bir şekilde göstermektedir.

Nurşen KILIÇ


Geleceğin Teknolojileri

Laboratuvarda Yetiştirilen Et: Gökdelenlerin tepesinde

gezinen inekler henüz çılgınca bir fikir gibi

görünüyor olsa bile, laboratuvar ortamında yetiştirilen

kırmızı et, bunun aksine, alabildiğine gerçek

ve hazırdan hayata geçirilmiş bir gelişme. Eğer

bilim insanları fiyat performans açısından verimli

ve yenebilir et üretme yolunu geliştirebilirlerse

yaşam ve yemek kültürümüz kökünden değişecektir.

Bahsi geçen değişim yalnızca ekolojik dengeye zarar veren hayvancılığın önüne geçmekle

kalmayıp, et yemenin etik bir alternatifini de bizlere sunmuş olacak.

Diğer Gezegenlerde Yaşam: Eğer yok etmemeyi

başarabilirsek, bir gün hayatımıza gezegenin dışında

da devam edebiliriz. Öncelikli seçenek Mars

olmak üzere, diğer gezegenlere yerleşerek koloni

hayatı kurmak için hazırlanan planlar faaliyete

geçirildi bile. Teknoloji alanında yaşanan sıçramalar

sayesinde, bahsi geçen planlar, gelecekte bilim

kurgu olmaktan çıkarak bilimsel gerçeklik haline

gelecektir.

28

Uzayda ya da Çalışma Dünyasında Robotlar: Gelişen

teknoloji ile bu adımın atılmış olması da oldukça

makul olarak görülüyor. Zira robotların nefes

almak için oksijene ya da yemek yemeye ihtiyacı

yok. Dahası, dört bir yanları sensörler ile çevrili bu

yardımcılar, elde ettikleri verileri de tekrar dünyaya

gönderebiliyor.

Benzer bir bakış açısı iş dünyası için de uyarlanabilir.

Robotlar, zorlu, sıkıcı ya da tehlikeli işleri üstlenerek insanları büyük dertlerden ve risklerden

kurtarabilir. Dahası, robotlar teoride daha hızlı, daha verimli ve çok daha hassas şekilde

çalışabilir.

Sefer - i İdrak

Robot Uşak: Sıkıcı fakat yapılması gereken o

kadar çok ayak işi var ki, bunlar için bir çözüm

geliştirilmesi kaçınılmaz durumda. Tam da bu

noktada, robotların sizi gündelik dertlerden ve

sıkıcı işlerin eziyetinden kurtarması güzel olmaz

mıydı? Şimdiden robot elektrikli süpürgeler ve

akıllı ev sistemleri gibi teknolojilerle gelecekteki

ihtimallere göz atabiliyoruz. Zira daha büyük ve

daha işlevsel robotlar yolda. Yakında evin içerisinde

dolaşarak hizmet eden, yemek hazırlayan ve

daha birçok konuda yardımımıza koşan robotlarla yaşamaya alışmak zorunda kalabiliriz.

Sağlık Durumumuzu Kontrol Eden Akıllı Aynalar:

Her sabah aynadan kendinize göz atmanız, hem

nasıl göründüğünüz, hem de nasıl hissettiğiniz


konusunda fikir sahibi olmanızı sağlayabilir. Şimdi de gelecekte sahip olabileceğiniz akıllı

aynalar sayesinde, sağlığınızdaki potansiyel problemleri, vitamin eksikliklerinizi ya da sahip

olabileceğiniz hastalıkların semptomlarını anında görebildiğinizi hayal edin. Önleyici görev

üstlenebilecek bu bilgiler, sağlığınız ile ilgili önlemler alabilmenizi sağlayacaktır.

Uçan Arabalar: Yollarda yer kalmadığında,

yönümüzü gökyüzüne çevireceğimize inanmak

oldukça mantıklı bir yaklaşım. Daha

şimdiden birçok ilginç uçan araba tasarımı

hazır bir şekilde duruyor. Bunlar da gelecekteki

uçan araba ihtimalini daha gerçekçi bir

hale getiriyor.

29

Giyilebilir Ekranlar: Katlanabilir ekranlar ve

akıllı telefonların hayalini kuruyor olabilirsiniz

fakat gelecek ekranlardan bağımsız

olarak bizi bekliyor olabilir. Daha şimdiden

dokunmaya duyarlı projektör benzeri cihazlar

hayatımıza girmeye başladı. Bu cihazlar

sayesinde kullanılabilir ekranlar cildinize,

kıyafetlerinize veya başka bir yüzeye yansıtılabiliyor.

Başka bir deyişle, gelecekteki

akıllı telefonlar, cebinizde telefon taşımanızı

gerektirmeyebilir. Tek ihtiyacınız olan, giyilebilir

bir teknoloji ya da basit bir implant

olabilir.

Asya Kahraman

Sefer - i İdrak


Şiirleriyle İnsanlığa Işık Tutan Bir

Şair ve Filozof: Muhammed İkbal

30

Sefer - i İdrak

Muhammed İkbal, Pencap eyaletinin Keşmir sınırı yakınındaki Siyâlkût şehrinde dünyaya

geldi. Doğum tarihi konusunda farklı bilgiler verilmektedir. Ama kendisi doktora tezinde

8 Kasım 1877’de (2 Zilkade 1294) doğduğunu yazmıştır. Babası Nur Muhammed Oğluna İslami

adetleri ve ibadetleri ifade ederek Muhammed İkbal adını verdi. Ailesinin ve çevresinin onun

gelişiminde gösterdikleri hassasiyet sayesinde daha küçük yaşta bilgilerle dolmaya başladı. İlk

okula başlamadan Kur’an-ı Kerim’i düzgün bir şekilde okumayı öğrendi. İlk okulu bitirdikten

sonra, İngilizce eğitim veren bir okulda okumaya karar verdi. İlk başlarda babası buna karşı

çıkmıştı. Çünkü dinine olan bağlılığı oğlunu ilk olarak sağlam bir dini eğitim almaya teşvik

ediyordu. Ama sonra İkbal’in öğretmeni, Nur Muhammed’le konuşarak İkbal’e Arapça Farsça

ve diğer bütün dini bilgileri öğreteceğine dair söz vererek babasını ikna etti. Böylece İkbal bir

yandan batı Dili ve bilgilerini öğrenirken diğer yandan Arapça ve Farsça dillerini öğrendi. Ve

onu şiir yazmaya da teşvik ederek şiir yazmaya başlamasını sağladı. İkbal’in zamanla gösterdiği

başarıdan dolayı, babasının arkadaşları çeşitli evlerde ve yerlerde yaptıkları toplantılara İkbal’i

çağırmaya başladılar. O zamanlarda Hindistan’ın çok büyük bir sorunu vardı.

Daha İkbal doğmadan önce, Hindistan 1746 yılında İngilizler tarafından işgale uğramıştı.

Zaman geçtikçe İngilizler Hinduların kalplerini, Hintli Müslümanlara karşı fitne ateşiyle

doldurup onları birbirine düşman etmişlerdi. Bu olanlar yüzünden savaşacak durumda olmayan

Hintli Müslümanlar kendilerine liderlik edecek bir fikir adamına ihtiyaç duymaya başlamışlardı.

Ama ne yazık ki o zamanlarda bu büyük sorunu çözecek bir âlim veya lider yoktu.

İkbal katıldığı bu toplantılarda insanların sıkıntılarını ve sorunlarını dinleyerek çözüm yolu

bulmak adına yola koyuldu. Bunun için ilk olarak felsefe tahsili yapmaya karar verdi. Böylelikle

1895 yılında dönemin meşhur İslam alimlerinin bulunduğu Lahor şehrine gidip felsefe dersleri

aldı. Ama Hintli Müslümanlara hizmet edememek onu derdinden yaralıyordu. Bu yüzden İkbal,

ancak İngilizlere karşı onların oyunlarıyla karşılık verirse onları yenebileceğini biliyordu.

Bu da yalnızca İngiltere’ye gidip, onları kendi içlerinde öğrenmekle mümkündü. Onun için


31

Sefer - i İdrak

Muhammed İkbal hem Batıyı yakından tanımak hem de felsefe bilgisini geliştirmek için 1905’te

İngiltere’ye gitti. Çalışkanlığı ve bilgeliği sayesinde birçok hocası tarafından sevildi. Derslerindeki

başarı sayesinde Cambridge Üniversitesi’nin felsefe dalından yüksek lisans diploması alan

İkbal, Batıda birçok devlet olduğunu düşünerek sadece İngiltere’den aldığı ve öğrendiği bilgilerin

yeterli olmadığını düşünüp 1907 yılında Almanya’ya gitti.

Almanya da Hamburg üniversitesine giren İkbal, kısa bir süre içinde tez çalışmalarını

bitirip doktora unvanını kazandı. Sonra yine İngiltere’ye dönüp Londra’da Sosyal bilimler fakültesine

girip hızlı ve başarılı bir şekilde bu okulu da bitirdi. Daha sonra Hindistan’da ki Lahor

şehrine döndü. İngilizler İkbal’i hem halkın içinden çıkarmak hem de kendilerine bağlı bir hale

getirmek için Devlet Yüksek Okuluna felsefe ve İngilizce öğretmeni olarak gelmesini istediler.

İlk başta İngilizlerin oyununu anlamayan İkbal bunu kabul etti. Daha sonra oradakilerin tavırlarından

oynadıkları oyunu anlayıp istifa etti. Sonra Lahor barosuna kayıt olup orada avukatlık

yapmaya başladı. Geçimini sağlayacak kadar avukatlık yapıp geri kalan zamanını Hintli Müslümanların

mücadelesi için harcamaya başladı. Zamanla İkbal’in fikirleri bütün Hindistan’a yayıldı.

Bunlara engel olmak için Müslümanlara olan baskı ve zulmü artıran İngilizler, kendini öteki

devletlere haklı göstermek için ellerinden geleni yaptılar. Ama çektikleri zulüm ve baskıları

anlatan İkbal ve arkadaşları, İngilizleri kendi oyunlarına getirdiler. Bundan sonra Hindistan’da

yapılan müzakerelere ve milletler arası toplantılara Müslümanların temsilcilerinin de bulunup,

onlara da söz hakkı verilmesi sağlandı. Zaman içinde İkbal’e hareket teorisi üzerine yaptığı çalışmaları

sayesinde İngilizler ‘’SİR’’ unvanını verdiler.1930 yılında İkbal’in en çok istediği şey

gerçekleşti. Hintli Müslümanları da içine alan bir kongre teşkil edildi. Bu kongreye Bütün Hindistan

İslam Birliği adı verildi. Ve İkbal başkanlık etti. Bu kongrede Müslümanların mevcut

problemleri gözden geçirilerek alınması gerekilen acil meseleler üzerinde duruldu. Açılış konuşmasını

yapan İkbal, uzun zamandır zihninde şekillendirip şartlarına hazırladığı fikirlerini

ilk defa orada açıkladı. Daha sonra Filistin’e giden İkbal, uzun zamandır kurulmasını hasretle

beklediği Dünya İslam Teşkilatının toplantısına katıldı. İkbal, bu toplantıdan sonra son olan

Avrupa seyahatinde, biraz da siyasi konular hakkında konuşmalarda bulundu. Muhammed İkbal

1932 yılında İngiltere’ye tekrar gidip milletlerarası toplantıya katıldı. Fakat bundan da herhangi

bir neticenin çıkmayacağını bilen ikbal, daha açık ve net bir fikirle konferansa katılıp tek

bir çözüm yolu olduğunu ve bu çözüm yolunun, yeni bir devlet olduğunu söyledi. Ve bu devlete

Pakistan isminin verilmesini istedi. Bu düşüncesinin bütün Müslümanların ortak fikri olduğunu

ve ne pahasına olursa olsun kendi devletlerini kuracaklarını açıkça ilan etti. Daha sonra

Hindistan’a geri dönen Muhammed İkbal, Batı felsefesini ve fikirlerini bir kenara atarak Mevlâna’nın

manevi müridi (bir şeye bağlanan kişi) oldu. Mesnevi’den cevaplar aramaya başladı.

Aradı her sorunun cevabını Mesnevi’de buldu. Ürdünce olarak sorduğu bütün sorularına Mesnevi’den

Farsça olarak bulduğu ve aldığı cevapları bir araya getirdi ve böylece meşhur ‘’Mürşit

ve Murid’’ adlı manzumesini meydana getirdi. Bundan sonra divan tarzında bir eser vermeyi

düşünen ve Ürdünce, Farsça şiirler yazarak çalışmaları devam eden İkbal, bir bakıma ‘’Goethe’nin

West-Östlicher Diwan’’ adlı eserine cevap mahiyetini taşıyan ve ‘’Doğudan Mesaj’’ manasına

gelen Peyâm-i Maşrık’ı yazdı ve 1923’te Lahor’da kitap haline getirdi. Bu manzumesine

Afganistan kralı Amanullah Han için yazı 78 beyitlik bir Mehdiye ile başlayan İkbal, sonra ‘’Tur

Lâlesi’’ başlığı altında 163 rubai ve çeşitli konu ve fikirler de yazılmış manzum ellerle doğulu ve

batılı şair ve müttefik fikirleri karşılaştıran şiirler yazdı. Muhammed İkbal 1924’te yeni Lahor’da

ilk şiir kitabı olan ve ‘’Kervanın Çağrısı’’ manasına gelen Bang-i Ders eserini yayınladı. İkbal bu

eserinde ‘’Çocuğun duası, İslam ülkeleri, Milli Neşide, Şekva, Cenab-ı Şekva’’ gibi manzumelerini

(koşuk biçiminde yazılmış şiir) topladı. İkbal düşünce dünyasında pek yeni olmayan fakat

sırası gelen bu çalışmaların ilk meyvesi olarak ‘’Zebûr-i Acem’’ yani ‘’Acem ilahilerini’’ yazdı ve

1927’de Lahor’da yayınladı. Muhammed İkbal’in yalnız şiirleri değil konferansları da çok büyük

ilgi görüyordu. Onun için gittiği her yerde, konferans verdikten sonra dinleyiciler ya konferans

notlarını istiyor ya da bunların en kısa zamanda kitap haline getirilmesini arzu ettiklerini

söylüyorlardı. Bu istekler zamanla artınca İkbal, önemli konferanslarını birleştirerek bir kitap

haline getirmeye karar verdi. Bunun üzerine bilhassa 6 konferans olarak bilinen ve hepsine İslam

düşüncesi üzerine verdiği konferanslarında ki konuları yeniden gözden geçirip ‘’İslam Dini


32

Düşüncenin Yeniden Doğuşu’’ adı altında bir kitap haline getirdi ve bu eserde 1930’da Lahor’da

yayınlandı. Bu talepler üzerine cesaret alan İkbal, ilk defa zamanının çoğunu bir eserine ayırarak

Cavidname’yi hazırlamaya başladı. Adını oğlu Cavid’den alan bu eserde İkbal, Mevlâna’nın

peşinden göklere yükselip bütün gezegenleri dolaşarak alemlerin sırrını öğrendikten ve Allah’ın

azametini anlamaya çalıştıktan sonra, bu ilahi hakikatleri oğlu Cavid’e ve onun şahsında bütün

gençlere ve yeni nesillere Semavi bir hediye olarak aşılamaya çalıştı. İkbal bu eserini de 1932

yılında Lahor’da yayınladı. Bundan sonra Ürdünce yazdığı gazelleri ‘’Mescid-i Kurtuba, Endülüs,

Manzum, Seyahatnamelerini ve Sakiname, Mürşit ve Mürid’’gibi eserlerini toplayan İkbal,

bunları Bal-i Cibril yani Cebrail’in Kanadı adı altında 1935’te Lahor’da yayınladı.

1933’te Afgan kralı Nadir Şah’ın davetlisi olarak Afganistan’a giden İkbal, döndükten

sonra notlarını Farsça Mesnevi tarzında yazarak Misafir adı ile 1936 yılında Lahor’da kitap haline

getirdi. İlerlemiş yaşına rahatsızlıklarına ve maddi manevi sıkıntılarını rağmen, bunlara pek

değer vermeyip İslam alemini saran dertlere çare aramaya devam eden Muhammed İkbal, o yıllarda

yine ‘’Ne Yapmalı Ey Şark Milletleri’’ adını verdiği kitabını 1936’da yılında Lahor’da kitap

olarak yayınladı. Müslümanların alacakları tavrı ve hareket şekillerini bir bir tespit ederek bu

tespitlerini ‘’Hz. Musa’nın (a.s.) vuruşu’’ manasına gelen Darb-ı Kelim kitabını 1936’da Lahor’da

yayınladı.

Muhammed İkbal 1934 yılında çok şiddetli bir boğaz enfeksiyonu geçirdi. Doktorların

gösterdiği bütün gayret ve çabalara rağmen hastalığının ilerlemesine mâni olamadı. Ve boğaz

enfeksiyonu, gırtlak kanserine dönüştü. Bundan sonra İkbal’in sesi iyice kısıldı. Zamanla katarakt

hastalığına da yakalanan ikbal, görme duyusunu da kaybetti. Bu yüzden artık tamamen

yatağa mahkûm bir hasta haline geldi. Ama Müslümanların durumunu düşünmekten kendini

alıkoyamıyordu. Onun için, o zamana kadar yazıp yayınladığı 15’ten fazla eserine rağmen,

hayatı boyunca hasretini duyduğu iki şey vardı: birincisi hac ibadeti ikincisi hicaz ziyaret idi.

Daha önceki bütün girişimlerine rağmen, en son 1937’de hacca gitmeye niyetlenmişti. Fakat

rahatsızlığı ve başka sorunları yüzünden gidememişti. Onun için, hayatının sonlarına yaklaşmış

olması, gırtlak kanseri, katarakt hastalığı, kronik karaciğer rahatsızlığı gibi önemli ve tesirli

hastalıklarının üzüntülerine rağmen, bu hicaz hasretini ve hacı olma hissini ileride Armağan-ı

Hicaz adı altında kitap haline getirilecek olan son şiirlerini yazmaya başladı. Zaten, hayatı boyunca

hiçbir dert, sıkıntı ve zorlukla İkbal’i iman ve ibadetlerinden alıkoyamamıştı. O zaman

gözlerini hayatı boyunca iman, ibadet, ihlas ve samimiyetle şekillendirmeye çalıştığı başka bir

Cihan edebi güzelliklerine göz dikmiş olmalı ki bakışlarını, o nefesten bir an bile ayırmadan,

gelecek hakkındaki görüşlerini bu son zamanlarında ifade edip gittiği alem ile gideceği Cihan’ı

karşılaştırıp, gideceği Cihan’ın güzelliğini ve üstünlüğünü anlamış olmalı ki, artık dünyaya ait

başka bir kelime etmedi. Nihayet Muhammed İkbal içinde ölüm tecelli etti. 21 Nisan 1938 günü

sabaha karşı saat 5’te ağır bir uykuya dalmışçasına hayata veda etti. İkbal’in cenaze törenine 70

binden fazla müminin bizzat iştirak etti. Daha sonra Lahor’daki Padişahı Caminin avlusuna

defnedildi.

Daha sonra Muhammed İkbal, en büyük eseri olan Pakistan Devleti’nin resmen Muhammed

İkbal’in vefatından 9 yıl sonra, yani 1947’de kuruldu.

Sefer - i İdrak

Ayşe KAHRAMAN


Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!