13.06.2023 Views

Lokrian Dergi 1. Sayı (Ağustos-Eylül 2022)

Lokrian Dergi'nin 1. sayısı

Lokrian Dergi'nin 1. sayısı

SHOW MORE
SHOW LESS

PDF'lerinizi Online dergiye dönüştürün ve gelirlerinizi artırın!

SEO uyumlu Online dergiler, güçlü geri bağlantılar ve multimedya içerikleri ile görünürlüğünüzü ve gelirlerinizi artırın.

LOKRİAN

Kendi Bildiğini Okuyan Dergi

Ağustos - Eylül, 2022

Sayı: 1


Lokrian

Müzikteki modlardan kullanması da beğenmesi de en zor

olandır. Onunla ne doğru düzgün şarkı yapılır ne de kendisi

fazlaca bir ilgi görür. Uyumsuz notalardan oluşur, bu yüzden

kimsenin kulağına güzel gelmez. Kenarda kalmış, potansiyeli

keşfedilmemiş, hatta nasıl kullanılacağı bile bilinmeyen bu

müzikal mod artık koca bir çağın, koca bir neslin, koca bir

gezegenin de ismidir.


Genel Yayın Yönetmeni:

Gökalp Yelken

Editörler:

Yeliz Çokşen

Pınar Taşçı

Şevîn Şeyma Taşçı

Yazarlar:

Mahmut Buğra Maral

Kübra Gürbüz

Alanur Kuşçu

Umut Kaygısız

Pelin Yıldırım

Cennet Oflaz

Kayra

Mert Bayram

@lokrian dergi


İçindekiler

Çöplük - Gökalp Yelken

Vadedilen Dünya Üzerine - Mahmut Buğra Maral

Cinayet - Umut Kaygısız

Nilüfer Çiçeği - Pelin Yıldırım

Aynılar ve Farklılar - Kübra Gürbüz

Rüya Gibi Gerçek, Gerçek Gibi Rüya - Mert Bayram

Dostoyevski'ye - Cennet Oflaz

Röportaj - Hamza Celaleddin Okumuş

Şiir

Dört Mevsimin Ölüsü - Alanur Kuşçu

Efsun - Kayra

Kelebekler - Şevîn Şeyma Yavuz


Çöplük

Gökalp Yelken

Hiçbir şey. Hiçbir şey beni yerimden

kaldıramaz. Ben, yıllardır içinde

bulunduğum bu çöplükle artık birim

ve ben, onunla birebir aynıyım. Her

düştüğümde dizlerimi ve kollarımı

çizen konserve kutuları, üzerime yağ

bulaştıran kirli bulaşık telleri, kana

kana içtiğim, bütün bedenimi yıkamak

için kullandığım kirli sular; hepsi

üzerimde bıraktıkları izlerle gün

geçtikçe beni buraya daha da aitmişim

gibi gösteriyor. Yoruldukça

oturduğum, yayları dışarı fırlamış,

derisi soyulmuş, aslında sarı olan

süngerleri artık simsiyah olmuş bu çift

kişilik koltuk… Hiçbir şey. Hiçbir şey

beni buradan gönderemez. Hiçbir şey

beni yerimden kaldıramaz.

Bütün bu fareler arkadaşlarım. Bana

bulaştırdıkları hastalıklar ve birlikte geçirdiğimiz

anlar; onlar benim dostlarım ve ben onlardan biriyim. Birlikte

yemek yeriz, oradan oraya koşarız, bütün bu çöplüğü yorulana kadar

turlarız. Bu çöplükteki her koltuğu biz parçaladık, her kıyafeti biz yırttık,

her yeri eskisinden de fazla dağıttık, dışarıdan gelmeye çalışan herkese

birlikte saldırdık. Bu çöplük bizim ve onu elimizde tutmak için gereken her

şeyi yaptık. Bir gün, ailelerinden habersiz, merak içinde buraya gelen çocuk-


ları birlikte öldürdük ve ormanın derinliklerine kadar birlikte taşıdık.

Ardından onları aramak için gelen ailelerine de aynı şeyi yaptık. Birlikte her

şeyi yapabiliriz ve çizgiyi aşan kimse elimizden kurtulamaz.

Farelerle birlikte bazen çöplükten biraz çöp alırız ve kanalizasyondan giderek

şehre varırız. Taşıdığımız bütün çöpleri şehrin sokaklarına, caddelerine

dağıtırız. Bununla da kalmaz, gördüğümüz insanlara sataşırız, oradaki çöpleri

karıştırıp dağıtırız, insanların evlerine girip bütün yemeklerini yeriz ve ortalığı

talan ederiz. Onlar da bizi sevmezler, bizi gördükleri zaman ya kaçarlar ya da

ellerine geçen ilk nesneyle saldırmaya çalışırlar. Çoğu zaman bizim için kimin

galip geldiğinin bir önemi yoktur. Sonuçta biz, şehirde yapacağımızı yapıp

çöplüğümüze geri döneriz ve olan o insanların güzel şehirlerine olur. Biz,

başımıza gelecekler hakkında mümkün olan en az endişeye sahip olan bir grup

mahlukatız. Kazanacak ya da kaybedecek hiçbir şeyimiz yok, bu yüzden

korkmuyoruz. Ayrıca şehirlilerin ne kadar eşyasını parçalar, dağıtır,

kullanılmaz hâle getirirsek çöplüğümüze gelecek eşya da o kadar fazla olur.

Şehirliler de çöplüğe yeni çöpler getirmeye devam ederler. Bazen tek ayağı

kırılmış bir sehpa, bazen artık çalışmayan bir masa lambası gelir. İnsanların

artlarında bıraktıkları her yeni eşyayla çöplüğümüzü daha da büyütürüz.

Bütün o çöpleri fırsat buldukça daha da çöpleştiririz, böylece hepsi çöplüğe

daha iyi uyum sağlar. Bir masanın her ayağını teker teker kırmamız, masa

lambasının ampulünü yerinden söküp çıkarmamız, kitapların sayfalarını teker

teker yırtmamız ve bütün kalemlerin mürekkeplerini yerlere akıtmamız gerekse

de hepsini bu çöplüğe ait hâle getiririz. Hepsi bize ve buraya daha çok

benzemeli. Paslı bıçaklar doğradığımız insanların kanıyla kırmızıya boyanmalı,

kalemlerle hiçbir şey yazılamamalı, kitaplar kitap olduklarını unutmalı. Buraya

düşen her yeni çöp geri dönüştürülemeyecek hâle getirilmeli ve işlevini

tamamen unutmalı. Hepsi buraya ait olmalı. Buraya gelen çöplerde

şehirlilerden geriye hiçbir iz kalmamalı. Nereye bakarsam bakayım, gözüm

hangi çöpe takılırsa takılsın bu çöplükte olduğumu hatırlamalıyım. Hiçbir şey

bana bu çöplükten başka bir şeyi hatırlatmamalı, başka bir şeyin varlığı aklıma

bile gelmemeli. Etrafımda ne varsa hepsinde nerede olduğumu, dolayısıyla kim


olduğumu görmeliyim ve başka hiçbir şey görmemeliyim. Çevrem bana

kendimi gösteren bir ayna olmalı. Güvende hissetmeliyim. Şehirde geçirdiğim

zamanların hoşuma giden tek tarafı hepsine ne kadar zarar verebileceğimi

bilmek. Hepsi beni korkutuyor. Şehre indiğimde gördüğüm tek şey karartılar.

Gölge gibi. İlk başlarda, bizim çöplüğümüzün aksine orada hep gece olduğunu

sanmıştım ama karanlık olan bütün o diğer insanlarmış, ilk başta

anlamamıştım. Hiçbirini tanıyamıyorum. Kim olduklarını bilmiyorum. Bana

zarar verip vermeyeceklerine dair en ufak bir fikrim dahi yok. Hepsinden

korkuyorum. Bu yüzden etrafımdaki her şeyi kendime benzetiyorum.

Başaramadıklarımı ise artık sadece benim değil, kimsenin tanıyamayacağı hâle

getiriyorum. Bu çöplük benim ve ben bu çöplüğüm, herkesin ve her şeyin

olması gerektiği gibi.

Şehirliler bu durumdan memnun olmalılar; her şeye rağmen çöplüğe yeni

çöpler getirmeye devam ediyorlar. Onların eskisinden de daha çöp olacağını

bilmelerine, başlarına gelecek her türlü şeyden haberdar olmalarına rağmen.

Hayır, belki de bilmezlikten geliyorlardır. Bir işin saçma olduğunu bilmesine

rağmen o işi yapmak, insanı insan yapan özelliklerden biridir belki de. Ne de

olsa insan kusurlu olmak, ahmak olmak zorundadır. Kendini tanrı zannetmek

ya da tanrıya özenmekten sonra en büyük ahmaklığı, dolup taşan bu çöplüğe

daha da fazla çöp atmaktır.


Vadedilen Dünya Üzerine

Mahmut Buğra Maral

“Hayatta olmak - Birden bu deyimin garipliğiyle şaşkına döndüm, sanki

kimseye uygun değildi.”

E. M. Cioran, "Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne"

İnsanlar bana kalırsa iki farklı dünyada varoluyor. Birincisi fiziksel ya da

“gerçek” dünya iken ikincisi bizim gerçek dünyanın dayanılmaz ağırlığına karşı

kurguladığımız kurgu dünya. Varoluşumuzun ıstırabı da tamamen bu

ikilikten dolayı hissediliyor hayatlarımızda. Almanca’da bunun için bir terim

var: Weltschmerz. Fiziksel dünyanın zihnin isteklerini asla karşılayamaması

karşısında duyulan acı anlamına geliyor. İçten içe bu kurgu dünyanın gerçek

olmadığını biliyoruz. Buna rağmen kurgu dünyaya inanmak istiyoruz.

Objektif mânânın yokluğunu bu kurgu dünya ile doldurmaya çalışıyoruz.

20. yüzyılın en büyük filozoflarından Cioran, “Cennet katlanılır gibi değildi,

yoksa ilk insan ona alışırdı; bu dünya da daha katlanılır değil, çünkü burada

cenneti özlüyor ya da başka bir cennet olmasını umuyoruz,” derken bana

kalırsa tam olarak bu ikiliğin acısından bahsediyordu. Pesimist bakış açısıyla

bakıldığı zaman “Bardağın yarısı boş,” denebilir ama bana kalırsa bu bile

fazlasıyla iyimser bir bakış açısıdır. Bardağın yarısı boş değil, bardak asla var

olmadı ve sanki varmış gibi yapılıyor.

Ontolojik en büyük hakikate karşı savaşıyoruz: Bir gün ölüp çürüyeceğimiz

hakikatine. Bunu durdurmak için de elimizden bir şey gelmiyor. Bu gerçeği

kabul etmek istemiyoruz, Schopenhauer bunu “Çok ilginç bir şekilde, sayısız

milenyum boyunca var olmadıktan sonra aniden var oluruz. Kısa bir süre son-


ra da yine var olmamaya devam edeceğiz, tekrar sayısız milenyum boyunca.

Kalp, bu doğru olamaz, der,” cümleleriyle açıklıyor. Evet, bence de durum bu.

Kalp, “Bu doğru olamaz,” der.

Bütün kurgu dünya bu gerçeğe karşı geliştirdiğimiz bir çeşit savunma

mekanizmasıdır. Aşık olmak, bir dine inanmak, gereksiz kavgalar yapmak...

Bunların hepsi bize asıl gerçeği unutturmak için var. Dürtülerimizden daha

fazlası olduğumuzdan eminiz. Bizlere göre hepimiz farklıyız, hepimiz

"biriciğiz”.

Kurgu dünya masalsıdır. Önümüze ne kadar zorluk çıkarsa çıksın işlerin bir

süre sonra her zaman daha iyiye gideceğini bize önerir. Bu da inandırıcıdır veya

öyle olmalıdır. Her şeyin sürekli kötüye gidemeyeceğine dair duyulan inanç

insanlarda çok sık gözlemlenir. Bana kalırsa bu tamamen safsata. Her şeyin

daha iyiye gitmek için hiçbir sebebi yok. Hiçbir zaman da olmadı.

Şimdiye kadar yazdıklarıma bakınca yazdığım her şey gayet kötümser geliyor.

Varoluş tamamen beyhude gözüküyor. Ama bana kalırsa yazdıklarım insana

kaygı vermemeli hatta onu rahatlatmalıdır. Evet, dünya iyi bir yer değil ve bize

vadedildiği hâliyle taban tabana zıt. Yine de bunların içinde rahatlatıcı bir alt

metin olduğunu düşünüyorum.

Her şey unutulacak, aynı hiç doğmamışız gibi olacak. Gerçek cennet işte tam

olarak budur. Kaçınılmaz olan gerçekleşmiş ve dünyaya gelmişiz bir kere ve

kaçınılmaz bir şekilde öleceğiz, ne yaparsak yapalım bu değişmeyecek. Her şey

iyiye gitmek zorunda olmadığı gibi kötüye gitmek zorunda da değil. Aşk,

kurgu dünyadaki hâliyle bir savunma mekanizması olsa bile kurgu dünyanın

varlığından haberdar biri de olabilecek en gerçek aşkı bulamaz mı? Bu acımasız

dünyanın ağırlığına dayanamadığı için değil de kendi özünün farkında olduğu

için biricik olduğunu bilen insan, gerçek biricik değil midir?

Belki evet, belki hayır. Bunun bir cevabı yok.

İster Sisifos’u mutlu hayal edin ister acı içinde.


Seçim tamamen size kalmış.

“Ayırt edebildiğimiz kadarıyla, insan varlığının yegane nedeni, saf varlığın

karanlığında bir anlam kıvılcımı yakmaktır.”

C.G Jung , "Anılar, Düşler, Düşünceler"


Cinayet

Umut Kaygısız

Hatırlıyor musun? Bir sabahtı, tepeden tırnağa mutluluğa boyanmıştı

yüzümüz ve aklımızda hiç olmayan şey kaç saat sonra tekrar böyle

gülümseyebileceğimizdi. Önce sen sordun, öyle durduk yere. Belki biraz daha

neşelenmek için belki şımarma seviyen iki doz daha yükselebilsin diye. Ben de

cevap verdim kurşun kadar hızlı biçimde. Hep öyle yaparım çünkü. Durup

düşünmek beni gerçeklikten uzaklaştırır, kaybolurum. Oysa mermi

ağzımdayken görünmeyen güçlerin sahibiyimdir. Kimi neresinden vuracağıma

hiç bakmam, ateş ederim bir solukta. Öyle yaptım sen sorunca da. Önümden

çekilmeni hiç beklemedim. Aheste biçimde yere düşersin, o esnada seni sevgiye

batırdığım ilk günlerimiz aklına gelir diye ümit ettim. Oturup geçmişi

düşünmek yerine yaşadığımız onca şeyin tıpış tıpış ayağıma gelmesi hayalimdi.

Sana göndereceğim kırmızı güllerin sayısını internetten okuduğum

anlamlarına göre belirlerdim mesela. Sonra yemeğe çıktığımız zaman karnım

zil çalsa bile, önümde duran tabaktan çok gözlerine bakabilmek için sık sık

tembihlerdim beynimi. Elini tutup gece boyunca sana geri vermemek için

günler öncesinden yaptığım egzersizleri düşündüm bir de.

Hepsi gerçekti ve bir zamanlar olmuştu. Üstelik biraz daha sessiz kalabilseydim

canlılıklarını pekâlâ koruyabilirlerdi. Veya seni kolumla kenara itseydim,

konuşmaya başlamadan önce. Ama bunların hiçbirini yapmadım. Pat diye

yere çarpan bedenine bakarken donup kaldım. Kanlar içindeydin ve hâlâ

benden duymak istediğin o meşhur yanıt, el sürülmemiş vaziyette duruyordu

beynimde. Sonra daha fazla yaralı kalıp acı çekmene dayanamadım, bir kurşun

daha sıktı dudaklarım. Bu sefer tam kalbine… İşimi garantiye almaktı

maksadım. Seni öldürmek bu kadar kolaydı ve tamamen istemsizce olmuştu.

Oysaki o sabah biz çok mutluyduk. Sen konuşmadan önce… Benim hâlâ yalan

söyleyebilme ihtimallerim hayattayken. Bu hikâyede iyi olan iki şey ne biliyor


musun: Sen soru sormadan duramazsın, ben de doğruları söylemeden. Ve her

zaman bir cinayet için bu ikisi yeterlidir. Bunlardan fazlasıysa anlamsız bir

hatıra olarak geride kalır. Asıl olan yalnızca cinayettir.


Nilüfer Çiçeği

Pelin Yıldırım

Yaşı henüz ellilerde olan hafif kır saçlı adam güneşin son demlerinin vurduğu

odaya gayriihtiyari bir giriş yaptı. Kirli sakallı yüzüne daimi bir hüzün eşlik

ediyordu. Yuvarlak gözlüğünün altındaki siyah gözleri gülmeyi çoktan

unutmuştu.

Kırışmış yüzü batan güneşle iyice hüzünlenen adam, duvarları boydan boya

kitaplarla dolu odada biraz dolaştıktan sonra masa lambasını açtı ve

sandalyesine sakin sakin oturdu. Ahşap masanın küçük çekmecesinden birkaç

kağıt çıkarıp yazmaya başladı.

“Küçük ve zavallı dünyamda ömrümün bilinmezliklerini düşünürken en çok

merak ettiğim, beni bulutlara yükseltecek, okyanuslarla coşturacak

mutluluğun sebebiydi. Kısacık ömrümde beni en çok ne mutlu edecekti? 12

yaşında küçük bir çocukken en mutlu anım yerine en acı anımın ne olduğuna

karar vermiştim. Annemin kokusunun toprağa karıştığı an...

Annem olmadığı için mutlu olamam sanıyor, acıyı da iliklerime kadar

hissettiğimi düşünüyordum. 18 yaşım bana acıyı bir kez daha tattırdığında

yanıldığımı anladım. Babamla beraber çocukluğumu da toprakla, annemle

buluşturduğumda ben tamamen başka bir bendim. Güzel olan her şey yerin

yedi kat altında ya da göğün yedi kat üstündeydi.

Tüm karamsarlığımla savrulup giderken ansızın serçe parmağımı yakalayan bir

el içimi ısıtmıştı. Her şey daha parlak, daha canlı, daha yaşanılabilirdi artık. Bu

sefer üç yanlış bir doğruyu değil bir kız çocuğu bütün acılarımı götürmüştü.

Benim kızım, ömrümün Güneş’i...


Bugün omzumda taşıdığım tabutta kızımın narin vücudu değil insanlığın

içindeki son merhamet, son vicdan kırıntısı vardı. Ruhunu şeytana satmayan

hiçbir erkek, hiçbir canlı bir kadına, genç bir kıza bunu yapamazdı. Bulutlar

ağladı, hayvanlar ağladı, ben ağladım. Islak toprağa koyduğum soğuk beden,

atmayan bir kalpten çok daha fazlasıydı. Umutla bakan bir çift göz, sevgiyle

şakırdayan, hayallerle çarpan bir kalpti.

Elli küsur yaşımda acıların en büyüğünü sıradan bir ölümle değil onurlu bir

ayrılışla tattım. Bataklığa dönmüş bu dünyada nilüfer çiçeği olmak kolay

değildi kızım. Huzurla uyu.”

Karanlığa gömülmüş odayı birkaç saat önce açılan masa lambası

aydınlatıyordu. Kağıtları toplayıp çekmecesine geri yerleştiren adam, önce

gözlerini sildi sonra lambayı kapattı ve aynı sakinlikle odadan çıktı.


Aynılar ve Farklılar

Kübra Gürbüz

Her şeyin esasında aynı olduğunu düşünürüm zaman zaman. Sanki her şey

belli başlı temellere dayanıyor ve oralardan dallanıp budaklanarak ve farklı

şekillere benzedikten sonra ayrılışıyor gibi geliyor. Olguların, kavramların ve

hislerin sonsuzluğuna inancım daha ağır bassa da bazen öyle kesişmelere

rastlıyoruz ki insan düşünmeden edemiyor.

Çok mu sınırlıyız, elimizin kolumuzun hatta aklımızın, fikrimizin uzandığı

yerler aslında çok da uzak değil mi? Gözle göremediğimiz, ardının algılarımızı

zorladığı gökyüzünü fark etmekte zorlanışımız mesela, belli ki insan beyni

muğlaklıktan pek hazzetmiyor.

Var olmak garip şey, onu anlamdırmaya çalışmak ise alabildiğine sancılı. Ama

tamamen yabancılaşıp aynada her gün gördüğümüz yüzü bile

tanıyamadığımız, sanki bedenimizden ayrılmışız da kendimize dışarıdan,

uzaktan bakıyormuşuz gibi hissettiğimiz zamanlar olur mesela. Hatta bunlar

zamanla sıklaşır, keskinleşir. Ne yapıyoruz, ne düşünüyoruz, neredeyiz ve

neyiz, kimiz; ayırt edemez hâle geliriz.

Sonra her birinin farklı olup olmadığından emin olamadığımız o hislere

sığınırız yine işte. Bunun için “yaşıyorumlar”, "şu anda çok mutluyumlar” gelir

ara ara. Bulduk zannederiz, aslında bir şey bulduğumuz yoktur.

"Deneyimledik," deriz, esasen ne yaşadığımızı hiç bilmeyiz. Belki bir ömür

peşinde koşacağım bu meselenin. Dönüp dolaşıp birbirine bağlanan alakasız

şeyler arasındaki ilişkiyi arayacağım. Nedenini, nasılını kavramaya

uğraşacağım.

Belki bir anlamı yok, belki sağlam temelleri olması gerekmiyor ama içimden bir

ses var olduğunu söylüyor. Hem peşinden koşmaya değer bir hava da veriyor,


yalan yok. Kadim sırlar bulmak için yola koyulmuşçasına, hayatta her şeyi

kapsayacak ender şeylerden biri buymuşçasına, dağınık, belli belirsiz ne varsa

toplayabilecek gücü varmışçasına çekiyor beni. Olur da daha doğru ifadelerle

anlatma kabiliyeti kazanırsam bir gün, tekrar anlatmak için koşa koşa

geleceğim buraya, anlaşılmak için can ata ata.


Rüya Gibi Gerçek, Gerçek

Gibi Rüya

Mert Bayram

Bir rüya gördüm. On dakika önce ya

da saatler önce, bilmiyorum. Rüya

gördüğünü bilmek kolay da ne

zaman gördüğünü bilmek pek kolay

değil. Gerçekten on dakika önce mi

görüyordum yoksa beynim oyun

mu oynuyordu bana, bilmiyorum.

Sıradan bir rüyaydı; ne geleceği

görmüştüm ne de bir farkındalık

kazanmıştım anılarımda. Ama

uyanmama yakın, yani rüyanın

elden kayıp gidişiyle gerçeğe dönüş

arasındaki puslu anda bir şeyler

anlamıştım. Her ne kadar güzel bir

rüya olmasa da, rüyamdan yorgun

uyansam da renkli bir rüyaydı ve gerçeğin karanlığına ani bir şekilde uyandım

ve korktum. Henüz güneş doğmamış, günlerdir atıl duran sokak lambaları

şikayetime rağmen tamir olmamış, ev ahalisinin karıncası babam işe gitmek

için henüz uyanmamıştı. Karanlıktı odam, alabildiğine karanlıktı.

Sonra doğruldum. Kötü düşüncelerimin bazılarını lavaboya, bazılarını

verdiğim nefese, bazılarını dijital not defterime bıraktım. Kalem ve kâğıt

kullanmadım ve kullandım demeyecek kadar cesurum şu an. "Hiç uyumadın

mı?" sorularına bıyık altından güldüm (uyuyup kalkmıştım, gülmek hakkımdı


ama sabahladığım zamanlar eskilerde kalmamıştı, onları ben eskilerde

bırakmıştım ve iki gün önce bıyıklarımı kesmiştim).

Odamdaki gece lambasını yaktım. Ezan okunmaya başladı. Tolstoy’un Tanrı

inancının sebeplerini tekrar anladığımı sandım. Bir namaz vaktinde ön safta

yadırgandığım zamanlar ben de onları yadırgamıştım. Dinin hoşgörü, tevazu

gibi erdemlerini takınmamalarından dem vurmuştum. Anladım ki ön safları

işgal etmeleri, ufacık sevaplara bile benden daha muhtaç olduklarını

düşünmelerindendi ve farkında olmadan bu ufak sevaplar için daha

büyüklerini kaçırıyor, hatta küçük günahlar işlemekten geri kalmıyorlardı.

Ahmaklardı ama muhtaç olduklarını biliyorlardı ve tutundukları şeyi

bırakmak istemiyorlardı. O gün, bu ihtiyar mahallî Müslümanları

anlamamıştım ama şimdi anlıyorum.

Benimki gibi karşı apartmanda da bir lamba yanmış. Sema, eski karanlık

yüzünü yumuşatmaya başladı. Sanıyorum güneş doğuyor.


Dostoyevski'ye

"Böylesine güzel bir gökyüzünün altında, bu kadar kötü insan nasıl

yaşayabiliyordu."

Sen bunu söyeleyeli 140 sene geçmiş, Fyodor Usta.

Ne senden önceki yüzyıllarda her şey çok güzeldi ne de senden sonra değişti

her şey. Kalu beladan beri kötülüğün tohumu atılmış bir kere. Kırılırlar, geri

toplanırlar; koparlar, yeniden yeşerirler, bir ölür bin dirilirler. Mutlak var

edicinin iyilikle bezediği varlık alanları hep baki kalacaktır. Bu bakilikte uçan

kuşların kanatlarını kıranlar olacaktır. Hele bir de kırılan kanatları iyileştirme

vaadiyle tüm kanadını, kolunu kırıp savuranlar…

"Ben kanadı kırık yaralı bir şerçe

Vurdu beni hain bir avcı sinsice

Cennet Oflaz

Yaralıyım uçamam kanatlarım kırık yerde

Tanrım da hesaba çekecek seni mahşerde.’’

Geçmişten geleceğe değişen bir şey anlayacağın. Kötü değişmiyor, Fyodor

Usta, kanadı kırılan kuşlar da değişmiyor. İç organlarında hissettiğin, hani az

daha kendini sıksan avucuna alacağın o kesif acı da değişmiyor. Dedim ya kalu

beladan beri, Habil ile Kabil’den beri. Saklansa da sinsi suçlar, suç bile

saymadıkları duygusuzluklarında belliydi oysaki katil. Kan dökmeden

katliamdı yaptıkları.

Ben seni çok iyi anlıyorum aslında biliyor musun, usta? Sarhoş babandan

görmediğin sevgi, hiçbir zaman erişemediğin aile sıcağı… Bunların kılıf değiş-


tirmiş halini yaşattılar bize. Açık yaralarımızı gösterdik ürke ürke. Kendimize

benzettiğimiz ortak acıların sahibine kolumuzu kanadımızı kıracağını

bilmeden açtık. Meğer avuçları tuz dolu koşuyorlarmış da haberimiz olmamış.

Şimdi hangi kitabı okusak unuturuz biraz? Hangi acıklı şarkıyı dinleyelim de

bari göz yaşlarımıza ortak olsun?

Yapış yapış acının eline yüzüne bulaştığı, sızım sızım sızladığı her metrekarenin

neresine yürüyelim?

Neresinden kaçalım? Neresinden fırlatalım tutup da şu kederi ?

Sen ne yapmıştın bu durumda, Fyodor Usta?

Takat kalmayınca ne yapılıyordu mesela?

Köşelerinde hıçkıra hıçkıra ağladığımız merdiven basamakları hesabını sorar

mı mesela?

Kendi bedeninin etinden kemiğinden tiksindiğinde hangi ilacı alıp da

vazgeçebiliyorduk ?

Dışındaki ten kılıfını yırtıp, söküp fırlatabilmek için hangi olağanüstü güç

lazımdı?

Kim baksa yüzümde seni görecek.

Uyutmayan gecelerde başına çektiğin çarşaflar şahitlik edecek.

Sokaktaki kediye köpeğe yapamadığın kandırmacayı, o taaa geçmişte atılan

tohumdan yetişen fidanlar, zerre-i miskal düşünmeden sana layık görecekler.

Ve… Ve sen bunlara layık olduğunu bileceksin. Nerden mi biliyorum ustam?

Sen nerden öğrendiysen, kabullendiysen ben de oradan öğrendim.


Seni sevmeyen babandan…

Her güldüğünde sonuna gözyaşı ekleyen hayattan.

Kurtulacağım diye sıkı sıkı sarıldığın yılanlardan.

Unutmaya çalıştığın ama kanırta kanırta işlenmiş soğuk çocukluk anılarından.

Diğer çocukların süt için uyandığı gecenin bir saatinde senin gibi acı dolu

sözler, küfürler ile uyandığında…

Aldın gittin neyin var neyin yoksa.

Yazılarındaki gerçekliği bıraktın, anlayana. Ben seni kendimden iyi anladım,

Fyodor Usta. İç dünyamın en gizli kalmış yerlerine eriştiğine göre mutlaka bir

bağımız olmalıydı, değil mi ?

Kafamın içinde bitmek bilmeyen seslere senin sessiz çığlıklarını ortak etmeye

ve ruhumun kanayan köşelerine senin yazılarını tampon yapmaya devam

öyleyse…

Öyle değil mi, Usta ?


Röportaj

Hamza Celâleddin Okumuş

S: Filozof kimdir? "Filozof" kimliği hak edilmesi gereken bir sıfat mıdır

yoksa herkes kendini filozof olarak tanımlayabilir mi?

H.C.O: “Filozof” tarihsel bir kimliktir. Kendimizi filozof olarak tanımlamak

şöyle dursun; bir çağdaşımızı dahi bu sözcükle tanımlayamayız. Çünkü filozof

dediğimiz ontolojik, epistemolojik, etik ve estetik görülere sahip olmalı, bu

görüleri yazın ya da söylem yoluyla aktarmalıdır. Fakat bu da yeterli değildir.

Daha sonra bu aktarımlar literatürde bir tartışmaya sebep olmalı ve karşı

argümanları üretilmelidir. Bu tarihsel süreçte filozof çoktan ölmüş olur.

Tartışma ve karşı argüman süreci hiç değilse yüz yıllık bir süreçtir. Daha sonra

literatürdeki kalıcılığına göre biz, bir kimseye filozof diyebiliriz. Hatta bu

takdiri tarih yapar, biz ise tarihin sözcülüğünü yaparız...

S: Birçok şeyi pratikte bıraktığı etki sonucunda fark eden bir toplumda

felsefî düşünce yer edinebilir mi?

H.C.O: Soru karamsar bir yerden soruluyor anladığım kadarıyla ama ben o

kadar karamsar değilim açıkçası. Felsefî düşüncenin nereden patlak vereceği

pek belli olmaz, kriz zamanları ve pratik sıkışmışlık içinde, birdenbire, tarih

marifetini gösterebilir. Bu yüzden kesin tümel yargılardan kaçınırım.

S: Hayal ettiğiniz bir felsefî ortam var mı ve varsa Türkiye bu ortama ne

kadar uyuyor?

H.C.O: En uygun felsefî ortam, kriz ortamıdır. Toplumsal kriz, ahlâkî kriz,

politik kriz ve tüm bunları içine alan insanî kriz. Bunun için günümüz

Türkiyesi’nden daha uygun pek az yer var.


S: Önce Ankara'da başladığınız Felsefe Konuşmaları beklediğiniz ilgiyi

görüyor mu? Türkiye'de bu tarz etkinlikler gerçekleştirmek zor bir iş mi?

H.C.O: Bir beklentim yoktu açıkçası ama ekonomik ve toplumsal duruma

bakarak “ilgi gördü” demek mümkün. Ankara dışında, İstanbul ve İzmir’de de

yaptım. Önümüzdeki günlerde Eskişehir, Bursa ve Van planları var. Zamanla

tüm illere gitmeyi planlıyorum. Elbette zorlukları var, özellikle benim için,

yani sağlık problemleri ile boğuşan birisi için zor bir girişim; fakat her şeye

rağmen fizikî temasın değeri çok açık.

S: Felsefe tekrar "çocuk" olmayı başarabiliyor mu ya da başarabilir mi?

H.C.O: Başarmaktan da ziyade, buna mecbur artık. Çünkü ihtiyar adam öldü

ve yeni bir çocuk doğmazsa insanlık da ölecek. Çocuk olmak, çağımız

insanlığının bir ödevi artık. Felsefe de bu ödevi yerine getirmekle yükümlü.

Her çağda olduğu gibi, yükümlü...

S: Sizce çağımızın en popüler felsefeleri nelerdir ve bunu nasıl

yorumluyorsunuz?

H.C.O: Varoluşçuluk. Kaos zamanlarının felsefesi. Bir çıkış aradığımıza işaret

ediyor bu. Diğer popüler felsefeler ise ticarî kaygıların bir ürünü gibi geliyor

bana.

S: "Biricik" olmak sizin için ne ifade ediyor?

H.C.O: Müstakil olmak. Kökünün başka bir şeyin köküne temas etmemesi.

Özgün-oradalık...

S: Sizce herkes biricik midir?

H.C.O: İdealde evet. Fakat insanlar biricikliklerini devretmek, bu sayede de

daha refah bir yaşam sürmek isteyebilirler. Pek çok hakkını bir tümele

devredip bu devir karşılığında bir aidiyet kimliği almak ve bu kimlikle yaşamını

kolaylaştırmak çok yaygın bir yöntem. Devletler, milliyetler, dinler, tarikatlar


da bu ihtiyaçtan ileri geliyor.

S: İnsanların kendileri hakkında fark etmeleri gereken en önemli şey sizce

nedir?

H.C.O: Kendileri... Yani yargılarından, önermelerinden, bilgilerinden,

kavramlarından, tümellerinden kendini sıyırdığı zaman geri kalan şey, çıplak

kendi...


Şiir


Dört

Mevsimin

Ölüsü.

- Alanur Kuşçu


Bir sabah,

Uyandığında ben olmayacağım.

Yanında değil, ruhunda.

Ölümün elleri olmaz demiştim,

Olur mu olmaz mı artık biliyorum.

Bak, uzanıyor bedenim yanında,

Ama,

Ruhundaki sıcak ruhum terk etmiş,

Dilerim ki,

Bir yaz sabahı olsun.

Üşüme,

Tutarken artık soğuk ellerimi.

Vakitli gideceğim, biliyorum.

Seni, senden önce terk edeceğim.

Dilerim ki,

Bir kış sabahı olsun,

Beni ruhundan silip attığın zaman.

Üşümesin, kederle ruhun.

Kırgın gideceğim biliyorum,

Okumadığım kitaplara.

Lanetler okuyacağım öğrenmediğim her şeye.

Koklamadığım her çiçeğe,

Sevmediğim her insana.

Bir dua fısıldansın kulağıma,


Mabedimde uzanırken ellerim kirli,

Ruhum temiz.

Dilerim ki,

Bir sonbahar sabahı olsun,

Başka birini yerime koyduğun an,

Biraz rüzgar, biraz sıcak.

Pişman gideceğim biliyorum.

Özür dilemediğim herkes için,

Nefret ettiğim her şey için.

Pişman öleceğim.

Göğe bakarken son kez gözlerim,

Ki açık olurlar tahminimce,

Ağlayacağım,

Kavuşacağım herkes için.

Dilerim ki,

Bir ilkbahar sabahı olsun.

Yeni doğmuş daha çiçekler,

Sen unut artık beni,

Ben hep hatırlasam da seni.

Benim yaramın ucu hep açık,

Ve biliyoruz,

En çok ucu açık yaralar kanatır.


Efsun.

- Kayra


ben hangi mezarlıklara gitsem seni aramışım

ve sen hangi acıyı görsen yama'mışsın üzerine

iskambil kağıtlarım haksızmış

ve prensiplerim yetersiz kalmış

likya'lılar haklıymış tüm bunlara istinaden

hangi taşı kazısam sen çıktın altında

çok uzakta bekliyordum üzüntüyü 477 kilometre uzaktaymış

çok erken yetişmişim imdadına ağlıyorum

sen tüm varlığınla buradayken

yani, tane tane nefes alır

ve hıçkıra hıçkıra verirken soluğunu

bir akşam

yedi suları kalbim atmış

dakikada tam 103 kere

yemek yemek de yasaklanmış en azından yedi gün

ve sigaralar ciğerimde yanmış

ciğerim yanmış

sana söyleyemediklerimi içimden heceliyorum ve

uyurken gözlerimi sıkıca kapatıyorum


şimdi gırtlağımı sıkıyor

tam tamına altı kişi

boğuluyorum!

ve tekrar yaratılmadığımız için

dönüşü olmuyor heba olmalarımın sonra

sonra sabaha karşı beş gibi

kuşluk vaktine varmadan evvel

seni özlüyorum, seni ölüyorum

arkeolojiye de merak sarıyorum şimdi

ve saçlarımı günde 3 defa okşuyorum

saydım 34 şarkı sana ithafenmiş

ve ortadoğu görse bizi savaşı bırakırmış

ne çok ağlasıya sevmişim seni

ne çok parkinson'a rakip olmuş seni bekleyen ellerim

her neredeysen iyi ol şimdi

iyi ol çünkü tebessümlerini özlüyorum

iyi ol çünkü kendimi yakmak üzereyim

iyi ol!

iyi ol!

başka türlü açıklayamıyorum!


Kelebekler.

- Şevîn Şeyma Yavuz


Kelebekler

Kelebekler ve

Yaşam yalnızca bir gün.

Bizler esiriyiz kum saatinin

Süreksiz bir kum saati/ bir çift göz

Bir çift kanat, belki de

Her şey bir küçük çırpınışta gizlidir.

Gölgede kalan bi’ çırpınış

Ki biz hepsini görmeye çalışırız

Öylece ufak hareketler peşinde

Pürtelaş

Geriye kalan tek günümüzü harcarız.

Kelebekler

Kelebekler ve

Her şey renklerden ibaret.


O şeyin en güzel haliyle var olması

Gördüğümüz asıl şey bu mu/ katiyen

Nitekim kulaklarımız doğruları duymakta,

Eminiz ki o da umutla seslenmiştir.

Ortası olmayan bir karmadır gri

Evet dengede kalabilmek

Pek bariz dengeyi bulmaktan daha zor.

Alelacele

Geriye kalan ümitleri harcarız.

Kelebekler

Kelebekler ve

Düşünceler ruhların esintisi.

Yaşamaktan uyuşan ruhlarımız

Sarhoş olmaya pek meyilli/ sanki

Şimdi bunu duyan kuşların hepsi

Göçecekler, kaçaklar

Kuşlar da münzevidir.

Gelecek kadar aydın öylesine kardelenler

Doğmak için doğru vakti beklemekteler.

Çabucak

Geriye kalan süreyi yeniden doğmaya harcarız.


Kelebekler

Kelebekler ve

Hayatın tek kolu kırıkmış.

En sıcak kucaklaşmalar hep yaşamla sanat arasında

Hakikaten her şey göründüğü gibi midir/ dolayısıyla

Bu olanlar sahte bir şiir kadar gelişigüzel.

Yine de yürümek bir başına yabana doğru

Çok iyi olduğundan değil,

Bilhassa kötü olduğundan da olamaz,

Risklerin tamamı kırılan kolda mı saklıymış

Tek celsede

Geriye kalan şanslarımızı harcarız.

Kelebekler

Kelebekler ve

Biricik’ler gölgede kanat çırparmış.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!