MİNTAN-5 (Dijital Dergi)
PDF'lerinizi Online dergiye dönüştürün ve gelirlerinizi artırın!
SEO uyumlu Online dergiler, güçlü geri bağlantılar ve multimedya içerikleri ile görünürlüğünüzü ve gelirlerinizi artırın.
.
MINTAN
Tarih, Fikir ve Edebiyat Dergisi | Sayı:5 - Kasım-Aralık 2023
Kazıklı Voyvoda; III. Vlad Tepeş - Ahmet Durmaz | Gençlerimizi Edebiyata Nasıl
Isındırmalı? - Alperen Dönmez | Televizyon Programlarının Toplum Yapısına
Tesiri - Samet Yıldız | Sözde Soykırımın Gerçekleri - Ertuğrul Bütüner | Girdap
- Okan Balkan
Çeviri ile
Kitap & Film
Tavsiyeleriyle
Birlikte
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Kasım - Aralık 2023
MINTAN
.
İMTİYAZ SÂHİBİ ve YAZI İŞLERİ
MÜDÜRÜ
SAMET YILDIZ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
ALPEREN DÖNMEZ
EDİTÖR HEYETİ
ALPEREN DÖNMEZ
RÜMEYSA YILDIZ
YAYIN KURULU
SAMET YILDIZ - RÜMEYSA YILDIZ
ALPEREN DÖNMEZ - AHMET
DURMAZ - Z. EZGİ KAYA OKAN
BALKAN - MUSTAFA KARAKUŞ
AHMET RIFAT İLHAN - OZAN
DABANOĞLU - ŞÜKRAN BİLGİÇ
BATUHAN ÇATALTEPE - ERTUĞRUL
BÜTÜNER
TASARIM
SAMET YILDIZ
İLETİŞİM
E-Posta: mintandergi@gmail.com
Instagram: @mintandergi
Eser Gönderimi İçin:
mintandergi@gmail.com
İKİ AYDA BİR YAYINLANIR
Her Hakkı Mahfuzdur. Dergideki
Yazı, Fotoğraf ve Diğer Görsellerin
İzin Alınmadan veya Kaynak
Gösterilmeden Her Türlü Ortamda
Çoğaltılması Yasaktır. Dergide
Yayımlanan Yazılardan Yazarı/
Yazarları Sorumludur.
Kapak Resmi: Eski Televizyonlar
İÇİNDEKİLER
Nedir Bizim Derdimiz?
Samet Yıldız....................................................................................1
Kazıklı Voyvoda: III. Vlad Tepeş
Ahmet Durmaz...............................................................................2
Gençlerimizi Edebiyata Nasıl Isındırmalı?
Alperen Dönmez............................................................................4
Televizyon Programlarının Toplum Yapısına Tesiri
Samet Yıldız......................................................................................6
Sözde Soykırımın Gerçekleri
Ertuğrul Bütüner...........................................................................10
- Hikâye -
Girdap
Okan Balkan...................................................................................14
- Çeviri -
Ferd ve Cemiyet
Halil Nimetullah - Transkripsiyon: Samet Yıldız...................20
- Film Tavsiyesi -
Piyanist............................................................................................23
- Kitap Tavsiyeleri -
Mustafa Kutlu - Uzun Hikâye.....................................................25
Franz Kafka - Dönüşüm.................................................................26
1
N E D E N M İ N T A N v e N E D İ R B İ Z İ M D E R D İ M İ Z ?
Bizler “vatan”, “millet”, “bayrak” gibi kavramları gönlüne kazıyan ve
devletinin selâmetini düşünen vatan evlâtlarıyız. Bu yüzdendir ki, günümüzde
siyasî, dinî ve fikrî açıdan ayrışan veyahut ayrıştırılmaya çalışan milletimizi
ortak paydada birleştirmeyi, kendimize dâva edindik. “Mukaddes dâvalarda
ölüm bile hak’tır” sözünü kendine şiar edinmiş gençler olarak tarih, sosyoloji,
edebiyat alanlarında yazdığımız yazılarla, bu dâvaya hizmet edeceğiz. Zira
şanlı bir geçmişi olan bu kadim millet, manevî buhran içindedir. “Birkaç asır
önce yaşanan hâdiselerin tezahürü” olarak görebileceğimiz bu durum, ancak
üzerinde kafa yorulduğu takdirde ortadan kaldırılabilecektir. Milletimizin
içinde bulunduğu sosyolojik durumun bir ân evvel düzelmesi için, fikriyâtımız
ve icraatımız vâsıtasıyla milletimizin kalbine dokunma gâyesi içindeyiz. Tabiî
ki, bir avuç vatan evlâdı tarafından girişilen bu mücadelenin, asırlardır süregelen
“kökleşmiş” durumu değiştirmesi mümkün değildir. Verilen her çabanın
büyük sonuçlar vermesi de -tabiî olarak- beklenemez. Lâkin bu vesileyle bizler
“ateşe su taşıyan karınca” misâli tarafımızı ve duruşumuzu belli etmekteyiz.
Ân itibariyle, kolluk kuvvetlerimizin millî birlik ve beraberlik için canlarını
koydukları bu mücadeleye, kalemlerimizle birlikte katıldığımızı beyan ediyoruz.
Ayrıca, bu kutlu mücadeleyi yerine getirmekte hiçbir beis görmediğimizi bildiriyoruz.
Mintan dergisi bünyesinde yayımlanan her türlü makale ve fikrî yazı
ile bu yolda çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Bu çalışmaları gerçekleştirirken
milletimizi ayrıştırabilecek unsurlara ve özellikle de siyasî temelli konulara
değinmeyeceğiz. Sâdece devletinin ve milletinin geleceğini düşünen bizlerin tek
gâyesi, fikrî yazılarımızın okuyucularımız tarafından detaylı bir şekilde incelenmesidir.
Çünkü biliyoruz ki, yazılarımızda kendi hikâyelerini görecek olan
Anadolu’nun çocukları, hayata farklı bir şekilde bakacaktırlar. Çalışmalarımız
vâsıtasıyla bir kişinin hayatına dokunabilmek, bizi fazlasıyla bahtiyâr edecektir.
İnanıyoruz ki; maddî-manevî pek çok zorluğa göğüs geren bir avuç vatan
evlâdının mukaddes çabaları, elbet bir gün hak ettiği ilgiyi görecektir.
İki ayda bir yayınlanmakta olan Mintan’ın beşinci sayısında, 9 adet
içerik bulunmaktadır. Bu 9 içerik; bir tanesi hikâye olmak üzere
5 telif eser, 1 adet Osmanlı Türkçesi’nden yayına hazırlanan
eser 1 tane film ve 2 tane de kitap tavsiyesinden mürekkeptir.
Bir konuya odaklanmak yerine birden fazla konuda
içerik çıkarmaya yönelik olan hedefimiz, beşinci sayımızda
da istenilen neticeyi vermiştir. Bu doğrultuda; bireysellik,
milliyetçilik, edebiyat, medya ve toplum ilişkisi, ferd
ve cemiyet arasındaki ünsiyet, yazarlık gibi ciddî
konulara temas edilmiştir. Milletimize hizmet
etme gâyesi etrafında yayın hayatına başlayan
ve amacını her dâim sürdürmeyi hedefleyen
Mintan, bu hususta verdiğimiz çabayı gözler
önüne serecektir.
Saygılarımızla…
S A M E T Y I L D I Z
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
KAZIKLI VOYVODA
III. VLAD
TEPEŞ
III. Vlad Tepeş 1431 yılında Segeşvar
Sarayı’nda doğdu. Sarayda bulunan
hizmetkâr ve dadılardan soyluluk
eğitimini aldı. Kazığa olan merakının
yatak odasından idam edilen mahkûmları
izlemesiyle başladı.
Babası Drakula’nın Eflâk’a gelme-siyle
beraber mızrak kullanma, okçuluk ve
saray terbiyesini öğrendi. Sultan II. Murat
Drakula’dan şüphelenerek iki oğlunu esir
alınca Vlad Tepeş ve kardeşi Radu, ilk
önce Kütahya’ya, kısa süre sonra Tokat’a
ve daha sonra da Edirne’ye götürüldü.
Sultan’ın yanında Şehzade Mehmet ile
birlikte dersler aldı. Vlad Tepeş, Osmanlı
ordusundaki yetenekleriyle Sultan
Murat’ı dahi etkiledi. Babası 1447’de
Osmanlılar tarafından öldürülünce Eflâk
tahtını ele geçirmek üzere payitahttan
ayrıldı ve Eflâk’a doğru hareket etti.
Macar Kralı Hunyadi Yanoş Osmanlı’nın
savaş taktik ve stratejilerini iyi bilen
Vlad’ı elinde tutarak Erdel hududunu
korumak için görevlendirdi. Macar
Kral’ının Belgrad seferinde Eflâk prensi
II. Vladislav’ı öldürerek 22 Nisan 1456’da
Eflâk tahtına oturdu.
III. Vlad Tepeş
Vlad Tepeş boyarları imha etme
fırsatını yakalamak için Osmanlı Sultanı
Fatih Sultan Mehmet ile ilk başlarda iyi
geçindi. Vlad 1457 yılında Paskalya Bayramı’nda
boyarları yok etti.
Kazıklı Voyvoda emeline ulaştıktan
sonra Osmanlı’ya vergi ödemeyi kesti ve
yeniçeri ocağına asker yollamadı. Vlad
kendisine gönderilen Osmanlı elçilerini
kazığa geçirerek Braşov halkını
Osmanlıya karşı kışkırttı. Buna çok
öfkelenen Fatih Sultan Mehmet Trabzon
seferinde olduğundan Vlad’a gereken
cevabı veremedi.
Vlad Tepeş, halkına işkenceler yaparak
kazıklara vurduruyordu. Bunun üzerine
Fatih Sultan Mehmet, Hamza ve Yunus
Beyleri Vlad’ın üzerine gönderdi. Vlad
Tepeş Tuna Nehri civarında Osmanlı
Komutanlarını ve ordularını yok ederek
Hamza Bey’in kellesini Macar kralına
gönderdi.
Fatih Sultan Mehmet, 1462’de yirmi
beş kadırga 300.000 askerle Eflâk
seferine çıktı. Voyvoda ani baskınlarla
2.
MINTAN - 5
3
üstünlüğü ele geçirmek istese de
Sultan Mehmet Voyvodayı ve ordusunu
perişan etti. Ancak Vlad Tepeş Macar
Kralına sığınmayı başardı. Fatih Sultan
Mehmet Eflâk Prensliğini Vlad Tepeş’in
kardeşi Radu’nun yönetimine bıraktı.
Vlad Macaristan Kralı Matyas’a
yazdığı mektuplarla yeniden Prens
olarak tanınmak istediğini iletti ancak
Osmanlıya bağlı Radu’yu tanıyan Kral
Matyas Vlad’ı tutuklatarak on yıl tutuklu
kalacağı Vişegrad’a gönderdi. Vlad on yıl
burada tutuklu kaldıktan sonra serbest
bırakıldı ya da kaçtı. Kimilerine göre iki
yıl sonra bir köle tarafından öldürüldü
kimilerine göre ise Eflâk’a dönerek
voyvoda ilan edildi. 1476’da Osmanlı
orduları tarafından 300 askeriyle birlikte
öldürüldü. Vlad yaşamı boyunca 23.884
Türk ve Bulgar’ı öldürdü. 20.000 Osmanlı
savaş esirini kazığa geçirdi. Vlad’ın
vampir olduğu efsanesi kulaktan kulağa
tüm Almanya, Rusya ve Macaristan’da
yayıldı.
KONU HAKKINDA OKUMA ÖNERİLERİ
AKKOYUNLU, Cevat Ali, Drakula ya da Kazıklı
Voyvoda, İstanbul, 2000
GÖLEN, Zafer (Ed.), TEMİZER, Abidin (Ed.),
Balkan Tarihi, C. 1, Ankara, 2016 2-
KARAMANCI, Cihan, Kanlı Kızıl Baron,
İstanbul, 201.3
AHMET DURMAZ
ahmetdurmaz35700@gmail.com
MINTAN - 5
.
4
GENÇLERİMİZİ EDEBİYATA NASIL
ISINDIRMALI ?
Hepimiz biliyoruz ki ülkemizin,
gençliğimizin kanayan yaralarından bir
tanesi de maarif mevzuudur. Bu mevzu
hakkında yıllardır yazılıp çizilmesine,
uzun nutuklar irat edilmesine rağmen
pek de somut adımlar atıldığını maalesef
söyleyemeyiz. Hele iş talim ve terbiye
noktasına geldiğinde, bu meselenin vahameti
daha ziyade ortaya çıkar. Bunu ben,
lisan öğretimi konusunda, ilk sayıda dile
getirmiştim; merak edenler okuyabilir.
Ancak iş, yalnız lisan öğretimi
konusunda da bitmiyor. Belki gençlerimizden,
formaliteden dahi olsa, İngilizce
öğrenmelerini beklemiyoruz. Ancak Türk
Dili ve Edebiyatı gibi hayati bir derste
durumun daha beter olduğunu esefle
görüyoruz. Üstelik, öğrendiğim kadarıyla,
işler daha da sarpa sarıyor imiş.
Bu hususta Sn. Selim Akgül hoca,
kendi Facebook sayfasında bir serzenişte
bulunmuş. 30.IX.2022 tarihli gönderide
Selim hoca, bazı okulların sayısal
bölümlerinden Türk Dili ve Edebiyatı
derslerinin çıkarıldığını, gerekçe
olarak da sayısalcıların, üniversite
imtihanlarında(en azından ikinci seansta)
edebiyat çözmediklerini belirttikten sonra
“Ahmet Mithat’ı, Nazım Hikmet’i bilmeyen
bir lise mezunu olamaz” diyerek haklı
şikâyetini dile getiriyor.
Bir defa, Selim hocanın söylediklerinde
yanlış bir şey yok. Gerçekten de sayısal
bölümlerde sözel derslerin arka plâna
itildiği, “nasıl olsa sağ beyinleri almaz”
diyerek üstüne düşülmediği vakidir. Ancak
burada, iki noktaya parmak basmak zarureti
hâsıl olmakta:
1. Sayısal öğrencilerinin YKS’de
edebiyat çözmediklerini, edebiyat derslerini
kaldıran okul idaresi nasıl istihraç
etmiş? Gerçekten YKS sonuçlarına
bakarak mı? Yoksa ayda bir tertiplenen
deneme sınavlarının neticelerinden mi
bu sonuç hâsıl oldu? Burası, ayrıca üzerinde
durulması gereken bir cihet. Ama
şunu söylemek gerekir ki, her hâlükârda
sayısalcıları edebiyattan soğutan nokta,
daha önce de söylediğimiz “kendi işinle
uğraş” mantığından başka, ısrarla
ezber üzerinden gidilmesidir. Evet, bir
sayısalcının ezber kabiliyeti olması beklenir;
fakat zaten ezberle boğuşan bir talebeyi,
bir de sözel derslerde ezbere boğmak
olmaz. Mevzua bir de bu cihetten bakmak
iktiza eder.
2. Gençlerimiz, gerçekten edebiyat
öğrenmek istiyor mu? Asıl mesele
de budur. Daha evvel de işaret ettiğimiz
veçhile edebiyat gibi ehemmiyeti fevkalâde
yüksek bir derste bile haddinden fazla
ezber yoluna gidilmesi, talebenin derse
olan iştiyakını baştan düşürmeğe kâfidir.
Oysa edebiyat dersinde aslolan, yalnız
ediplerimizi tanımak yahut aynı eserleri,
yazarları değişik şifrelerle hıfzetmek
değildir. Aslolan, edebiyatın mutfağına
MINTAN - 5
.
5
girebilmektir. Ancak bu cihet de maalesef
ihmal edilmektedir. Bu konuda Selim hoca
da yanlış bir şey söylemiyor. Ancak sadece
meşhur ediplerimizin meşhur kitaplarını
okumak da yetmez. İşte, atlanan nokta da
burasıdır.
Peki, hâl böyleyken gençlerimizi nasıl
Türk edebiyatına alıştırmalıdır? Bunun
yolu, maarifçi nazarından bakıldığında,
edebiyat derslerine daha fazla ağırlık
vermektir. Selim hocanın da işaret ettiği
gibi, gençlere Ahmet Mithat’ı, Sezai
Karakoç’u(Allah mekânını cennet eylesin),
Namık Kemâl’i; -ayağa düşmekle birlikte-
Sabahattin Ali’yi, Orhan Kemâl’i, Edip
Cansever’i ve daha nice ediplerimizi
hakkıyla öğretebilmektir. Ancak, daha önce
de söylediğimiz gibi edebiyat öğrenmek,
işin mutfağına dalmak ile mümkün olabilir.
Bu da ancak şunlarla mümkün olabilir:
1. İsmi az bilinen, 1950 öncesi ediplerimizden
kısa da olsa bahsetmek.
eser vücuda getirmeleri konusunda hem
madden, hem de manen teşvik edilmelidir.
Bu metotlar, edebiyat dersinin tatbikinde
başarı ile takip edilir ise, hem Türk Edebiyatı
gibi hayati önemi haiz bir ders, sathî bir
mahiyet taşımaktan kurtulacak, gençlerimiz,
sayısal-sözel fark etmeden, kelime haznelerini
geliştirip kültürünü, görgüsünü arttıracak;
hem de haddinden fazla ezberin verdiği
kasvetten azade olup iştiyakları artacaktır.
Bu arada da Türkçemizin tekâmül seyrine
yakından şahit olacaklardır. Ancak bu şekilde,
sayısal alan öğrencileri de dâhil, pek çok genç
beyinlerimizin edebiyatımıza rağbet etmeleri
ve Türk edebiyatımızın hak ettiği seviyeye
gelmesi temin edilebilir.
Küçük bir not: Geçtiğimiz sayıda aranızda
olamadığım için hepinizden özür diliyorum.
İnşallah, İnternet mecrasında da siz değerli
Kaftan karileri ile beraber olacağım. İnternet
tabımızı da en az matbu sayılarımız kadar
beğeneceğinizden eminim. Saygılar ile...
2. Ediplerimizin bütün eserlerini talebeye
okutmak; bilinen eserlerle iktifa
etmemek. Tabii, “bütün ediplerimizi
okutalım” demiyoruz; ancak bilhassa Beş
Hececiler, Garip gibi edebi cereyanları
lâyıkıyla öğrenmek için onların eserlerini
okumak, tahlil etmek ve - icap ederseimtihanda
sormak icap eder. Meselâ,
kaç kişi Yusuf Ziya Ortaç’ın, Faruk Nafiz
Çamlıbel’in eserlerini gördü? Yahut Orhan
Veli’nin hikâyeci yönünü, hangimiz biliyor?
3. Ediplerimizin eserlerini okuturken
tahrif edilmiş yahut kısaltılmış tabılara
tevessül etmek yerine asıllarına, daha
doğrusu orijinal üslubu muhafaza eden
sadeleştirmelere müracaat edilmelidir.
Bu yolla, aynı zamanda, kelime haznesi
de tevsi edilebilir.
4. En mühimi; gençlerimiz, okudukları
eserlerle belli bir birikimi haiz olduktan
sonra, nazım/nesir alanında kendileri bir
ALPEREN DÖNMEZ
alperen.donmez1999@gmail.com
MINTAN - 5
.
6
TELEVİZYON PROGRAMLARININ
TOPLUM YAPISINA TESİRİ
Efesli Herakleitos, hayatta değişmeyen
tek şeyin “değişim” olduğunu ifade etmiştir.
Herakleitos’un bu ifadesi pek çok düşünür
tarafından kabul görmüş ve bu minvalde
sözler türetilmiştir. Gayet yerinde olan bu
ifade düzinesinin sahihliği, insanoğlunun
tarihî süreç içerisindeki durumu tetkik
edildiğinde bariz bir şekilde gözlemlenmektedir.
İlk insanlardan günümüze kadar
süregelen bu değişim, belirli dönemler ve
kavramlar etrafında ele alınmıştır. Zira bu
kavramlar, dünyanın gidişatını köklü bir
şekilde değişime tâbi tutmuştur. Örneğin
Maden Çağı, Sanayi Çağı, Teknoloji Çağı
gibi dönemleri ifade eden kavramlar, günlük
hayattan eğitime, aileden arkadaşlığa kadar
pek çok unsurun değişmesindeki başat
faktördürler.
İçinde bulunduğumuz Teknoloji Çağı,
Sanayi Devrimi’nin sıkıntıları ve güzellikleri
üzerinde yükselmiştir. Sanayi
Devrimi’nin akabinde ortaya çıkan sanayi
şehirleri, farklı coğrafyalardan gelen binlerce
insanın toplanması ile oluşmuş ve bu
şehirlerde pek çok sıkıntı peyda olmuştur.
Bir evdeki tüm fertler oldukça az ücret
karşılığında fabrikalarda çalıştırılmışlar ve
bu durum, toplumsal çöküntülerin temelini
oluşturmuştur. İnsanlar, para kazanıp aile
fertlerinin ihtiyaçlarını temin etmek için
köylerden şehirlere gitmişler ve bu amaç
için onlarla duygusal bağlarını koparmayı
göze almışlardı. Büyük bir dram ürünü olan
bu hâdiseler, belirli bir eşik noktasının
ardından “emek, hak, eşitlik, adâlet” gibi
kavramların öncülüğünde isyanlara zemin
hazırlamıştır. Dönemin medya aracı olan
gazeteler, farklı kişi ve grupların yönlendirmesiyle,
bu isyan hareketlerini
desteklemiş ve bu hareketler kısa bir sürede
dünyayı kaplamıştır. Bu suretle, medyanın
önemli bir silâh olduğu yavaş yavaş
anlaşılmış ve her türlü fikrî otoriteler, kendi
basın-yayın organlarını teşkil etmişlerdir.
Sanayi Devrimi akabinde gelişen teknoloji
ile birlikte telefon ve radyolar üretilmeye
başlanmış ve telefon-gazete-radyo
arasında müşterek bir ittifak kurulmuştur.
Kitle iletişim araçları tarafından kurulan
üçlü ittifak, süreç içerisinde güçlenmiş
ve toplumların fikrî temelleri, bu araçlar
vâsıtasıyla oluşturulmuştur. Lâkin
televizyonların piyasaya sürülmesi ve akabinde
çok kanallı yayın hayatına geçilmesi,
medyanın bilgi ve fikir üretme gibi özelliklerini
yavaş yavaş azaltmıştır. Özellikle
günümüzde her evde bulunmasının zarurî
bir ihtiyaç şeklinde algılandığı televizyonlar;
insanlara bilgi, kültür, manevî hissiyat
gibi pek çok unsurla hitap etme özelliğini
büyük ölçüde kaybetmiştir.
Günümüz şartları içerisinde hayatımızın
bir parçası hâline gelen internet ve interaktif
platformlar, “sosyal medya” olarak
adlandırılırken; eski ihtişamını tedricen
kaybeden televizyon, radyo ve gazete gibi
kitle iletişim araçları da “klasik medya”
olarak adlandırılır. Televizyon, günümüzde
en fazla kullanılan klasik medya ürünü
olması hasebiyle, insan ve toplum üzerinde
.
MINTAN - 5
7
Televizyonda gördüklerini kendisiyle
ilişkilendiren insan, birtakım tutum
ve davranışları hayatına dâhil edecektir.
İzleyicinin maddî ve manevî durumu,
sürekli maruz kaldığı programlara karşı
değişik oranlarda direnç göstermesine
zemin hazırlamaktadır. Fakat programlarda
gözlemlenen hususlara karşı direnç
gösterilmesi, bu tehlikeyi tamamen
ortadan kaldırabilecek bir önlem vasfını
taşımamaktadır. Böylece, toplum nezdinde
kabul görmeyen tutum ve davranışlar, en
ketum insanın bile yadırgamadığı bir hâle
bürünecektir. Pek tabiî olan bu gerçeklik
ise, toplumsal denge ve dinamiklerin, topbüyük
etkiye sâhiptir. Ülkemizde farklı
amaç ve algılara hizmet için etkin bir
şekilde kullanılan televizyonlar, üzerinde
derin çıkarımlar yapılması zarurî
olan bir mesele hâline gelmiştir. Zira her
evde bulunan bir kitle iletişim aracı olan
televizyonlar, herkese hitap ediyor gibi
görünseler de toplumun her kesimini aynı
düzeyde etkilememektedirler. Örneğin,
dinî hususlar hakkında bir yayın yapılsa
Müslüman, Hristiyan, Yahudi veya ateist
farklı tepki verecektir. Veya siyasî hususlarda
sosyalist, muhafazakâr, demokrat,
milliyetçi gibi farklı gruplara mensup
şahsiyetler de birbirinden farklı tepkiler
vereceklerdir. Bu, pek tabiîdir. Çünkü
medya aracılığıyla veya herhangi bir kanal
kullanmaksızın yapılacak olan iletişimlerde
kişilerin özgeçmişleri; doğup-büyüdükleri
ortam; okudukları kitaplar; arkadaş
çevreleri; gittikleri okullar gibi pek çok
amil, etkili olacaktır. Bu amiller bir araya
getirildiğinde kişinin, ailenin ve toplumun
genel hatları belli olur. Hatların belirlenmesi,
medyanın insan üzerindeki tesir ve
şiddetini gözlemlemek için önemi haiz
olan bir husustur. Toplumun genel olarak
değerlendirilmesinin yapılmasının akabinde,
topluma hitap eden içerikler üretilmeye
başlanır. Üretilmesi ve topluma takdim
edilmesi planlanan içerikler, topluma hitap
eden ve toplumun benimseyeceği şekilde
üretilirler. Zira toplumun benimsemeyeceği
veya üretilen içeriklerin istenilen derecede
rağbet görmeyeceği endişesi, yapımcı ve
senaristlerin her ihtimâli hesaplamasına
neden olur. Örneğin; bizim toplumumuzun
en belirgin özelliklerinden bir
tanesi, heyecan ve entrikayı sevmesidir.
Nüfus yapısı bakımından genç oluşumuz,
bu sevgiyi daha fazla körükleyen bir etkendir.
Senarist ve yapımcıların, ürettikleri
içeriklere sıkça entrika ve heyecan
katmaları da bundan ileri gelir.
Az evvel ifade ettiğimiz gibi; toplumumuz,
heyecan ve entrikayı sevmektedir.
Okumaktan ve kendisini geliştirmekten de
hayli uzak bir yaşantıya sâhip olduğumuz
göz önüne alındığında, bu durum daha ciddî
bir hâle bürünmektedir. Zira işin gerçek
boyutunu araştırmak yerine duyduğuna
ve tanıdığını zannettiği insanların
beyanatlarına kanmak; başkasının hayatına
müdâhil olmak ve dedikodu girdabına
kapılmak gibi hususlar, ifade ettiğimiz
durumun en bâriz çıktılarıdır. Tabiî,
toplumun “kanayan yarası” konumundaki
durumların körüklenmesi, televizyon
gibi klasik medya araçlarının himâyesinde
gerçekleşir. Peki, televizyonlarda üretilen
içerikler toplumu nasıl etkilemektedir?
Beş duyu organı üzerinde hâkimiyet
kurmak, insan psikolojisinde önemli tesirler
meydana getirir. Zira uğraş edinilen
herhangi bir hususta başarı elde edebilmek
için duyu organlarının etkin biçimde
kullanılması gerekmektedir. Akılda
kalıcılık, benimseme ve hayâl gücünün
gelişmesi noktasında önemli bir psikolojik
gerçeklik olan bu durum, televizyon
tarafından ciddî nispette kullanılmaktadır.
Programlarda geçen söz ve diyaloglar,
giyilen kıyafetler ve yaşanılan ortam, sergilenen
tutum ve davranışlar gibi hususlar,
bu bağlamda örnek gösterilebilir. Böylece
canlılık belirtisiyle karşı karşıya kalan izleyici,
kendisini, tâkip ettiği programdaki bâzı
emarelerle ilişkilendirmeye başlayacaktır.
İşte, sıkıntılar da tam olarak bu seviyeye
ulaşıldığına kendisini gösterecektir.
.
MINTAN - 5
8
lumun aleyhinde değişmesine sebebiyet
verecektir. Mevzuun daha müspet bir
şekilde anlaşılması adına birkaç örnek
sunmayı münasip bulmaktayız:
1. Sürekli olarak tâkip ettiği televizyon
programında sürekli olarak aldatma
ve kadına şiddete dayalı hâdiselere
şâhit olan Ayşe Hanım; bir süre sonra,
gördüğü bu olayları yadırgamayacaktır.
Ayşe Hanım’ın bu türden olayları
yadırgamaması, toplum açısından çok
da önemli değildir. Fakat Ayşe Hanım,
tâkip ettiği programlardan yola çıkarak
yadırgamadığı bu düşüncelerle “rahat,
mizaç sâhibi ve modern bir kişilik” hâlini
aldığında, kendisine fikir danışılan bir
profile de bürünecektir. Çevresindekiler
için “kanaat önderi” olan Ayşe Hanım,
programdaki hasta fikirleri “normal”
olarak aktarırken aslında büyük bir
çöküntünün temellerini atmaktadır.
Yine, Ayşe Hanım örneğinden devam
edelim:
2. Farzımuhal, Ayşe Hanım’ın
yadırgamadığı ve çevresindekilere
“normal” olarak aksettirdiği düşünceler,
Fatma ismindeki bir gencin hayatına
dâhil olsun. Kendisini sürekli aldatan
ve içki, kumar gibi kötü alışkanlıklardan
gözünü alamayan bir kocanın eziyetine
maruz kalmış olsun. Akıl ve ruh sağlığını
bu türden davranışlarla bozan bir erkeğin
şiddetine maruz kalan Fatma, Ayşe
Hanım’ın rahat mizacıyla hareket ederse
ne olur? Daha güvende, daha rahat, daha
aşk dolu bir hayat mı yaşar? Yoksa, her
gün kendini bile hatırlayamayan birisi
tarafından öldürülme tehlikesi mi
vardır?
Peki, her gün saçma-sapan nedenlerden
ötürü hayatı zindana çevrilen Fatma, ne
yapmalıdır? Tabiî ki, Fatma’nın sorununu
çözecek olan kişi, tâkip ettiği programlar
sebebiyle beyni bulanan Ayşe Hanım
değildir. Zor zamanlardan geçen Fatma
için yegâne çâre, ciddî bir psikolojik destek
almakla beraber polis, bekçi veya jandarma
gibi kolluk kuvvetlerinin koruyuculuğunda
yaşamını sürdürmektir.
Ayşe Hanım ve Fatma isimli genç
bağlamında ortaya attığımız örneğin,
konuyu mantık çerçevesine oturttuğu
kanaatindeyiz. Fakat bu sefer de, televizyon
programlarına maruz kalmış olan bir erkek
karakter üzerinden konuyu irdeleyelim:
3. Mehmet ismindeki bir delikanlı,
kendi işinde-gücündedir. Bulunduğu
topluma hiçbir sorun çıkarmayan ve
bu özelliği dolayısıyla da tanıdıkları
tarafından sevilen Mehmet, uzun müddettir
tâkip ettiği bir programdan etkilenmektedir.
Öyle ki, iş saatleri içerisinde
kendisine tanınmış olan molalarda
bile programa dâir paylaşımlara göz
atmaktadır. Süreç içerisinde arkadaş
çevresi başta olmak üzere pek çok kesim
tarafından “davranışlarında değişiklik
olduğu” ifade edilen Mehmet, giderek
yalnızlaşmaktadır. Peki, sosyal bir varlık
olan insanın “sosyal” olma statüsünü kaybetmesi,
ölmesiyle eş gibi değil midir?
Mehmet örneğine ilâve olarak bir erkek
profilini daha paylaşalım:
4. Serkan Bey, zengin bir iş adamıdır.
Hâli-vakti yerinde olan Serkan Bey, konumunun
verdiği rahatlığa dayanarak, sık
sık yurtdışı seyahatleri ve tatil planları
düzenlemektedir. Evde bulunmadığı
zamanlarda çalışanlarından eve
mukayyet olmasını talep etmekte olan
Serkan Bey, gönlü rahat olarak seyahatlerini
gerçekleştirmektedir. Fakat
izlediği programlar ve çevresindeki
çakma “akıl babaları” sebebiyle ortaya
çıkan -belki de sönük, alt-benlikte durmakta
olan- davranışlar, Serkan Bey’in
MINTAN - 5
.
9
çalışanlarından Ahmet’i, yoldan
çıkarmıştır. Kendisine verilen görev
hâricinde uygunsuz davranışlar sergilemekte
olan Ahmet, hem evin hizmetçisi
ve hem de Serkan Bey’in yeğeni ile
gayrimeşru ilişki sarmalına girmiştir.
Televizyon programlarında sıklıkla
görmesi ve böyle durumların “erkeklik”
gereği olduğuna yönelik kendisine salık
verilen fikirler, Ahmet’in hayatını ne hâle
getirir? Bir tasavvur edelim…
Verdiğimiz dört farklı örnek, televizyon
programlarının topluma verdiği zararı
açıklamak için kâfidir. Her gün haberlerde
gördüğümüz ve artık haber izlemekten
bile tövbe ettirecek nispetteki hususlar,
saymış olduğumuz nedenler üzerinde yükselmektedirler.
Kanaatimizce, bir erkeğin
birden fazla kadınla veya bir kadının birden
fazla erkekle beraber olduğu hastalıklı
kanaatlerin yayılmasıdır, temel problem.
Adına “özgürlük” denilen fakat gerçek
özgürlüğü, aşkı ve hayatı birisine adamayı
bitiren bu durum, saydığımız hastalıklı
fikirlerin ve televizyon programlarının
yaydığı “toplumsal virüsten” başka bir şey
değildir. Kendisinin ve karşısındakinin
hayatını zindana çeviren bir durum mudur,
özgürlük? Yoksa, müşterek olduğu idrak
edilen hayatın getirdiği zorluklara yürekle,
aşkla ve imanla karşı koymak mıdır?
SAMET YILDIZ
sametyildiz.iletisim@gmail.com
.
MINTAN - 5
10
SÖZDE SOYKIRIMIN
GERÇEKLERİ
Yazıda Ermeni Tehciri(1915) ile ilgili
gerçekleri yazacağım. Kaynak olarak
özellikle Devlet arşivleri kullanmayı
tercih ettim ki daha güvenilir ve yerinde
bir kaynak olsun. Çoğu ülke tarafından
soykırım olarak kabul edilse bile herhangi
bir kanıt, delil bulunamamıştır.
Tam tersine soykırım biz Türklere
yapılmış bunun sonucunda bazı güvenlik
önlemleri alınmıştır. Bunlardan
biride Ermeni Tehciridir.
Devlet arşivlerini ve bazı başka
kaynakları inceledim. Ermenilerin
iftiralarının asılsız olduğunu açıkça
gördüm ve zamanın kaynaklarında dahi
bizim aleyhimize herhangi bir şey göremedim.
Bu kaynakları birleştirip sizlere
sundum.
Yabancı devletlerin kendilerine ilgilerinin
geçerliliğini sağlamak amacıyla
Taşnak ve Hınçak komitelerinin
1896’da Van’da çıkarttıkları isyanda
418 Müslüman, 1715 Ermeni ölmüştür.
Ermeniler, memleketin birçok yerinde
çıkarılan olayların yanı sıra Sasun, Van
ve Girit’te isyanlar çıkarmışlardır. Peki
bu Ermeniler nasıl mı bu kadar vilayete
yerleştiler? Ruslar 1.Dünya Savaşına
girdiklerinde çoğu birliğin başındaki
komutanlar ve birlikteki askerler Ermeni
idi. Bu sayede yerleşmeleri daha kolay
oldu. Sivil halkıda yavaş yavaş asimile
ederek adeta kendi yurtları edinmeye
başladılar.
Dahiliye Nazırı Talat Paşa, durumun
nezaketi karşısında geçici bir kanun
çıkmadan ve Meclis-i Vükelâ kararı
olmadan bütün sorumluluğu üzerine
alarak Ermeni tehcirini başlattı. Talat
Paşa’nın özellikle boşaltılmasını
istediği yerler; Erzurum, Van, Bitlis
eyaletleri, Maraş şehir merkezi hariç
Maraş sancağı, Adana, Mersin, Kozan
ve Cebel-i Bereket sancaklarıdır.
Ermeni sorunun ulusal kimliğe sahip
olması da İngiltere, Rusya ve Fransa
hükümetlerinin 24 Mayıs 1915 tarihinde
yayınladıkları bildiriyle gerçekleşmiştir.
Bildiride “Ermenistan” olarak kabul
edilen Doğu ve Güney Anadolu bölgelerinde
Ermenilerin katledildikleri söz
konusu olmuştur.
Kaynaklarla sabit bir şekilde
Ermeniler gayet korunaklı bir şekilde
İttihat ve Terakki üyelerince başka
bir yere taşınmışlardır. Bazı kaynaklara
göre Osmanlıda 1.021.000 Ermeni
bulunmaktadır ancak Ermeniler
1.500.000 Ermeni’nin soykırıma
uğradığını iddia etmektedir. Rus harbinden
önce bir Ermeni meselesi yoktu
ancak daha sonra Rusların Ermenileri
kışkırtması sonucunda olaylar patlak
vermiştir. Tıpkı diğer olaylar gibi yine
başka güçlerin kışkırtmasıyla bir millet
ayaklanmıştır. Doğu Anadolu’da bir
Ermeni devleti kurmak isteyen örgütler
savaştan istifade ederek düşmanla birlik
yapmış ve sivil Türkleri katletmiştir.
Devlete sadakate bağlı olanlar asla
tehcire tabi tutulmamıştır. Sadece
zarar verenler tehcire tabi tutulmuştur.
Sadakatlilerin yanında tehcire şamil
MINTAN - 5
.
11
Ermeni Komiteciler
tutulmayanlarda vardır. Bunlar hasta ve
körler, Katolik ve Protestan mezhebinden
olanlar, askerler ve aileleri, memurlar,
tüccarlar, bazı amele ve ustalardır.
Osmanlı ordusunda görev yapan
asker, subay ve sıhhiye sınıflarında
hizmet görenlerin ve ailelerinin yanı
sıra merkez ve taşrada bulunan Osmanlı
Bankası şubeleriyle, Reji İdaresi,
Düyun-ı Umûmiyye ve bazı konsolosluklarda
görevli Ermeni memurlar
sadakat ve iyi halleri göz önüne alınarak
sevk dışı bırakılmışlardır. Sadakatsizlik
eden ve komite mensubu olanlar azledilerek
sevk edilmişlerdir. Yetim çocuklar
ve dul kadınlar da sevk edilmeyerek
yetimhanelere ve bulundukları
yerlerdeki köylere yerleştirilmişlerdir.
Ayrıca ticaret ve benzeri suretlerle
ikamet eden Ermeniler, Ermeni mebus
ve aileleri de yerlerinde bırakılmışlardır.
Sevkiyatta yetim kalanlar ve erkeği
olmayan kimsesiz ailelerin geri dönüşü
sağlanmıştır. Ayrıca bazı Ermeniler
Müslüman olmuşlar ve tehcire tabi
tutulmamışlardır. Elbette ki Müslümanlığın
samimi olmadığı bir gerçektir ve
bu fırsatı da değerlendirmişlerdir.
Devlet sevk edilen Ermenilerin gittikleri
yerlerdeki nüfuslarını devamlı
kontrol etmiş. Müslüman ahalinin
%10’unu geçmemesine özen
göstermiştir. Bunun sebebi örgütlenmelerini
önlemek, tekrardan bir isyan
çıkmamasını ve Müslüman nüfusun
azalmamasını sağlamaktır. Ermeni
nüfusun belli bir yerde toplanmalarını
sakıncalı görerek ayrı kasaba ve
şehirlere yerleştirmiştir. Ermenilerin
tehcirde ve gittikleri yerde ihtiyaçlarının
karşılanması için maddi yardımlarda da
bulunulmuştur. Çeşitli vilayetlere ayrı
ayrı paralar gönderilmiştir.
Toplu mezarlarda bulunan hunharca
katledilmiş Türk şehit naaşları
Ermenilerin kurmaca ve düzmece
yalanlarının gerçek olmadığına bir
ispattır. Batı ülkelerinde konuyla ilişkili
Türk kaynakları da kullanılmadığı için
sadece Türkler aleyhine söylemler
ortaya çıkmıştır. Tehcire tabi tutulan
MINTAN - 5
.
12
Ermenilerin yolda güvenlikleri,
sağlıkları, iskanları temin altına alınmış
her türlü ihtiyaçları karşılanmıştır. Ayrı
bir konu olarak yakın bir tarihte bile
Ermeniler katliama devam etmişler
Hocalı’ da çok büyük bir katliam
yapmışlardır. Bunu herkes ya görmezden
gelmekte ya da bilmemektedir.
Çocuk, kadın, yaşlı demeden insanlar
vahşice öldürülmüş bazılarının canlı
canlı derileri yüzülmüştür. Ermeniler
bu durumdan sıyrılmak için “Az insan
öldürüldü” ya da “Azerbaycan askerleri
yaptı” gibi bahaneler bulmaktadırlar.
Diğer devletlerinde işlerine geldiği
ve arka planda kendileri olduğu için
“Soykırım” ilan etmektedir ancak
kimse Ermenilerin bizlere yaptığı
vahşilikleri görmemektedir. Biz bu ve
bunun gibi değerlere sahip çıkmadıkça
bunlar daha çok aleyhimize kullanılır
ve düşman edinmekten başka hiç bir
şey yapamayız. Bilgilenmek, bilgilendirmek
bizim görevimizdir.
Ayrıca bir de kendi içimizdekiler var
kendi “kanımızdan” olanlar bile buna
soykırım demekte ve kabul etmektedirler.
Temel sorunlarımızdan biri de
budur. Kendi kültürümüz hariç herkesin
kültürüne sahip çıkarız ve onların
eline koz veririz. Ermenilerin bizlere
yaptığını unutmamalı ve daima bunun
bilincinde olmalıyız. Suçsuz günahsız
çocukların, kadınların katledilmesi
akıl alır bir şey değildir. Bunun elbette
bir önlemi olacaktır en insancıl olanı
yapmamıza rağmen soykırım yaptığımız
palavraları dönmektedir.
Özet olarak anlayacağız ki bizlere
yıllardan beri iftira atılıp üstümüzde
oyunlar oynanmakta ancak gerçekler
bu iddiaları tamamen yalanlamaktadır.
Bahsedilenin tam tersi olarak Ermeniler
gayet korunaklı bir vaziyette sevk
edilmişler ve isyanlar bastırılmıştır.
ERTUĞRUL BÜTÜNER
ertugrulbtnr@gmail.com
.
MINTAN - 5
14
.
GIRDAP
Kaynayan suyun köpüğü çaydanlığın her yanından taşıp
ocağın ateşini söndürdü. İşe gitmeden önce evde kahvaltı
yapabilmek için iyiden iyiye erken kalkan Cenk, gelip
hemen ocağı kapattı. Yataktan kalkar kalkmaz diğer ocağa
koyduğu yumurtalardan birinin yine patlamış olduğunu
gördü. Aldırmadı. Onun da işe yarar kısımlarını ayırıp
ötekilerle birlikte tabağına koydu. Marketten aldığı en ucuz
balı ve fiyatı bir ayda iki katına çıkan kaymağı da çıkardı.
Karnını doyururken telefondan sırasıyla bütün sosyal medya
hesaplarını gezinirken içi sıkıldı. Motive olmak için geceleri
uyumadan önce büyük filozofların tespitlerini dinlemek
de işe yaramıyordu demek ki. Çayı fazla yapmıştı ancak
yine bir bardaktan fazlasını içemeden kalktı. Çıkmadan
son hazırlıklarını yaptı. Servisin kalktığı durağa kadar bir
10 dakika yolu vardı. Aslında 11 dakika. İlk gününde süre
tutmuştu. Yalnız insanların böyle huyları olduğu bilinir.
Yolculuğu yokuş aşağı olduğu için adımları hızlıydı. Gerçi
MINTAN - 5
.
15
anlamsız bir şekilde sanki acelesi varmış gibi hep seri yürürdü.
İçindeki geçmek bilmeyen sıkıntıyı frenlemek maksadıyla olsa
gerek kendisi gibi ortalık hâlâ zifiri karanlıkken hayat mücadelesine
başlayan insanlara bakmaya başladı. Her lokması
sağlıksız poğaçaları alan uykulu insanlar, çöp karıştıran
üstü başı kir içinde kağıt toplayıcılar, nereye gittiklerini
merak ettiği arabalar, duraklarda beklerken ağızlarından
beyaz dumanlar çıkan işçiler…Hepsi film şeridi gibi gözünün
önünden geçerken kendi kendine “Onlar yapabiliyorsa ben de
yaparım… Yapmalıyım!” diye söylendi. Durakta da insanları
izlemeye devam etti. Yarı kapalı gözlerle sigarasını tellendiren
biri, yere okkalı bir tükürük yapıştıran bir diğeri, işte
elleri cebinde oturağa gömülen bir başkası…Acaba onlar
izlendiklerini fark ediyor muydu? Peki kendi-sini bu şekilde
gözlemleyen başkaları da var mıydı? Nihayet servisi görününce
yola doğru yanaştı. Fakat 14+1 denilen bu minibüs istifini
bozmadan yoluna devam etti. Şaşkın şaşkın bakarken 100
metre kadar ileride durup dörtlüleri yakan minibüse koşarak
ulaşmayı akıl etti. Binerken selam verdiği sırada şoförün
uyku sersemliği mazeretine zoraki bir gülümseyişle mukabele
etti. Arkaya bir köşeye sindi. Bu servis muhabbetleri onu
hiç alakadar etmese de ilgisini çekmiştir. Haftasonu ailecek
sinemaya gittiğini anlatan kadınlar, soğuk ve gereksiz espriler
MINTAN - 5
.
16
yapan yeni yetmeler, küçük gayri meşru işlerini konuşmaktan
imtina etmeyen iki adam…20 dakikalık yol boyunca
konuşulanların hemen hepsine kulak misafiri olurdu. Bu
muhabbetler(!) her ne kadar boş gelse de yolun bitip fabrikaya
ulaşacağına sonsuza dek bu hezeyanları dinlemeyi
tercih ederdi. Ne var ki yol bitti ve yüzünü turnikede okutup
makinenin başına geçti. Bu makinede kendisinden 15 yaş
büyük Mesut ile kırklı yaşların ortasındaki Sinan vardı.
Mesut, zamanında kaçırdığı kızın babasını bacaklarından
vurup bir süre Cenk’in abisiyle eski İzmit cezaevinde yatmıştı.
O cezaevi acı hatıralarla yıkılıp yerine kırmızı taştan güzel
bir okul yapıldı. Tabii Mesut’un hatıraları hâlâ canlıydı. Ağzı
iyi laf yaptığı için temizlikçiden şeflere herkes tarafından
sevilirdi. Cenk’e döndü “Senden önce burada bir Sezgin vardı.
Müdür, amir kimseye eyvallah çekmezdi. Harbi delikanlıydı.
Ama kimsenin mezar taşına “delikanlı” yazmıyorlar. Geçen
gün ormanda vurulan biri vardı ya. Bizim Sezgin’di işte o.
Hasımları çağırıyor. Falan, filan yapıyorlar. Bizimkinde geri
vites olmadığını görünce vuruyorlar.” Dinlerken daldı gitti
Cenk. “Sezgin fevri, sert, dik kafalının tekiymiş demek. Daha
ömrün baharında canından olmuş. E olsun…Bu katnem
dünyada müdür, amir, polis, kabadayı, ağabey, baba ve cümle
otoriteye boyun eğmektense böylesi daha iyi değil miydi?”
MINTAN - 5
.
17
Onun durgunlaştığını gören vardiya amiri “Beyler,
uyumayalım!” diye iğnesini batırıp devam etti. Bu uzun boylu
boynunun üstündeki kel başı emanet gibi duran insan
azmanı kılıklı herifi seven yoktu. Çoluk çocuğu varmış.
Belki onlar da sevmiyordu. Amir biraz uzaklaşınca makine
seslerinin arasından Sinan’ın Türkçe’de çok kullanılan bir
küfürü duyuldu. Peşinden sitemle “Borcum olmasa çeker
miyim acaba sizi?” çaresizliği…Buradan kimse memnun
değildi ama felek ister kahpe olsun ister namus abidesi, kesinlikle
fakirden yana değildi. Cenk de böyle olduğunu çok iyi
biliyordu ve bunu bilmek dayanılmaz bir ızdıraptı. Okuyup
ilim sahibi olmak, bilinçli olmak küçüklüğünden beri hep
övülmüş; cehalet yerden yere vurulmuştu. Ancak artık görüyordu
ki cehalet G.Orwell’in ünlü distopyasında dediği şekilde
mutluluktu. Farkındalık ise korkunç bir hastalıktı. Bazı
şeyleri bilmese, görmese, anlamasa daha huzurlu olacaktı.
Bunları düşündükçe midesi gerilip kalp gibi atmaya başladı.
Kafasını dağıtmak için mızmızlanmak yerine çözüm üretmeye
çalıştı. Yine! Hep böyle olurdu. Varoluşsal krizi tutunca
midesine veya başına vurur, bunun önüne geçmek için bir
şeyler planlar, sonunda çıkışı bulamaz ve başa dönerdi. O
gece yatağında uyumadan önce “Acaba?” diye düşündü. “Bu
distopyadan çıkmak için tek ve kesin yolu mu kullansam?
MINTAN - 5
.
18
Mesela Sezgin Sezgin benden daha mutsuz değildir artık.” Bu
kez de annesi geldi aklına. “Adam olup da gün yüzü gösteremedin
kadına. Bir de evlat acısı mı yaşatacaksın?” Ağlayası geldi,
ama gözünden yaş gelmedi. Aynı girdabın içinde yine yalnız
olduğunu anladı. Dişlerini sıktı, bacaklarını karnına çekti.
Son olarak da uyanmamak üzere uyumayı dileyerek yorganı
başına çekti.
OKAN BALKAN
oknblkn41@gmail.com
MINTAN - 5
.
Adres:
Hastane Mahallesi, Ayasofya Caddesi,
No.: 101/3, Arnavutköy/iSTANBUL
Tel.: +90 212 530 5202
Cep: +90 543 670 6983
E-Posta: info@kardeslerotomat.com
20
FERD VE CEMİYET*
HALİL NİMETULLAH
TRANSKRİPSİYON: SAMET YILDIZ**
Ferdî Varlık
İnsanın mevcudiyetinde iki nevi’ varlık
olduğunu biliyoruz; biri ferdî varlık, diğeri
[de] içtimaî varlık. Ferdin kendi uzuv ve
ruhî hayatını idame edecek olan ferdî
varlık [,] insanın maddî mevcudiyetine âit
hazların, elemlerin mecmuundan ibaret
olup, insanın ferdî olan temayüllerini
tatmin edecek ve ferdiyetine âit gayeleri
vücuda getirecek olan bir tekevvündür.
Uzviyetimize âit olan hazların, elemlerin
merkezi bu ferdî varlık olup maddî
olan bu ihtiyacımız tatmin edilmezse vücudumuzda
bir eksiklik, bir bozukluğun bizi
haberdar etmekte olduğunu duyarız. Bu
ihtiyaçların tatmini ile husûl bulacak olan
hazlar da uzviyetimizde başlayan bir kuvvetlenmeyi,
bir canlanmayı bildirirler.
İnsan [,] bu ferdî varlığı “şuur”unun
gösterdiği yolda yürümek suretiyle yaşar.
Şuurunun gösterdiği gayelere gitmek
suretiyle ferdî varlık kemâlini bulmuş ve
artık başka bir gaye gözetmez bir hâlde varlık
tatmin edilmiş olur. Şu kadar ki “ferd” ile
“tabiat” arasındaki münasebetlerden husûle
gelecek ve insanın cemiyetten ziyâde tabiat
ile olan münasebetlerinin inkişafından
vücut bulacak olan bu hayat-ı ferdî gitgide
maddiyatçılığa(matérialisme) sürükler.
Bunun neticesi olarak ferdin cemiyet ile
olan münasebeti de hemen hemen kesilir.
İçtimaî duygudan (sens social) mahrum
olan bu ruhî hâlet kendini göstermede
gecikmez.
Maddiyatçılığın ferdin ruhunda
yaratacağı donuk, katı hayat ise asıl insanlık
hayatına, içtimaî hayata karşı alâkasızlığı
tevellüt eder ki böyle ferdlerden teşekkül
edecek bir cemiyette ruhları yükseltecek
olan içtimaî varlığın ulvî mefkûrelerine
doğru bir incizap doğmayacağı gibi, cemiyeti
yekpâre bir kitle hâlinde gösterecek olan
“tesanüt” de vücut bulamaz. Çünkü böyle
maddiyatçı olan ferdler, cemiyetin kutsî
varlığı içinde bütün ruhları eriten bütün
içtimaî kaynaşmaya karşı yabancı kalmış
* Halil Nimetullah tarafından kaleme alınan “Ferd ve Cemiyet” başlıklı yazı, Millî Mecmua’da
yayımlanmıştır. Transkripsiyonunu yaptığımız eserin diline dokunmadık. Sâdece, gerekli
gördüğümüz birkaç yerde küçük çaplı düzenlemeler yaptık. Ayrıyeten, anlamı bilinemeyecek
durumda olan kelime ve tamlamaları da köşeli parantez “[]” vâsıtasıyla açıklamayı uygun
gördük. Yine köşeli parantez kullanmak suretiyle, metin içerisine bâzı kelimeler ekledik.
Yazının künyesi için bkz. Halil Nimetullah “Ferd ve Cemiyet”, Millî Mecmua, Y.5, C.9, S.102,
(15 Kânun-u Sâni 1928), ss.1638-1639.
** Tarihçi/Yazar. E-Posta: sametyildiz.iletisim@gmail.com
MINTAN - 5
.
21
Bu ehemmiyet bugün ne kadar mahsus
ise, insanlığın bidayetinden beri de o kadar
kendini hissettirmiştir. Meselâ iptidaî
cemiyetlerde ferdin tam cemiyetin bir ferdi,
bir insan olabilmesi için o ferdin “sülük
(initiation) [bir gruba girme]” eylemesi,
yâni cemiyete intisap etmesi lâzım gelir. 1
Sülûkun birtakım merasimi vardır. Gayet
heyecanlı, galeyanlı bir surette icra olunan
o merasimden sonra efrad-ı cemiyetin adaolan
âdeta maddî-i cüz’i ferdler hayatını
yaşarlar ve ahlâk sahasında menfaatçiliğin
(utilitarisme) hodbinlik çukuruna düşerler.
İçtimaî Varlık
Hâlbuki insanın bu ferdî varlığından
başka [,] bir de içtimaî varlığı vardır. Ve bu
varlık iledir ki fert [,] “insan” hayatını yaşar.
İnsanın lâ-içtimaî bir mevcudiyeti haiz
olması esasen pek de mümkün olmadığı
gibi -çünkü böyle menfur ve münzevi bir
hayat geçirenler [,] insaniyet tarihinde
istisnâ teşkil ederler- ferdin ruhunda
asırların verdiği itiyatlar[ın] neticesi olarak
cemiyet hâricinde bir hayat geçirmek emeli
de insanda vücut bulamaz.
İşte [,] âdeta fıtrî olan bu meyil [,] fertte
canlı bir endişe hâlini alır. Bu endişe ise
[,] içtimaî hayata intibak meylidir. Eğer
fert [,] içtimaî hayatına intibak edemezse
ruhunda başka hiçbir şeyle doldurulmaz
bir boşluk hâsıl olur. Çünkü ferde kendi
fâni varlığının fevkinde [,] âdeta ebedî bir
varlık verecek, insanlık hayatından nasibini
almasını temin edecek olan amel, cemiyetin
kendi varlığından ferdin ruhuna nüfuz
ettiği içtimaî varlıktır.
İçtimaî varlığımızı kendimizde hissedebilmemiz,
mensup olduğumuz cemiyetin
kendi varlığından benliğimize bir şey vermiş
olması, cemiyet hayatına kendi hayatımızın
intibak etmiş bulunması, kendimizin cemiyetten
bir fert olduğumuzu ruhumuzda
derin bir surette duymaklığımızla husûl
bulur. Cemiyet ile olan alâkanın kesilmesi
ruhlarda nasıl derin bir boşluk husûle getirirse
[,] cemiyet ile olan alâkanın kuvveti
de o nispette benliğimizi cemiyetin yüksek
varlığıyla doldurur.
Ferd ve Cemiyet
Ferde bu içtimaî varlığı verecek olan
amel cemiyettir. Cemiyet ise, bildiğimiz
gibi birtakım içtimaî müesseselerin mecmuundan
ibâret hârici bir varlıktır. Biz [,]
herhangi bir cemiyete mensup olmak
dolayısıyladır ki kendimizin insanlığımız
duymaya başlarız ve bu duygunun tekâmül
derecesine göre insanlıktaki mertebemizin
arttığını hissederiz.
Yoksa, ferdin kendi varlığı içinde
kaldığını [ve] cemiyetle olan alâkasını
kestiğini farz edelim: Ferdî hayattan başka
bir varlık yaşamaya, cemiyet alâkasını kendinde
duymayan o kimse “insanlık” nasibini
idrak edebilmiş değildir. Vak’a “insaniyet
âlemi” deriz, böyle büyük bir âlem tasavvur
eder, bu âlemi de bütün fertlerin yeknesak
bir surette yaşadıkları o âleme mensup
ederek tahayyül eder gibi oluruz. Fakat
bugün gözümüzün önünde olmakta olan
riayet bunun taban tabana zıttıdır. Eğer
insan dediğimiz fert bir cemiyete mensup
olmasa, fertlerin mensup oldukları cemiyetlerden
müteşekkil böyle bir zümre bulunmasa
esasen “insaniyet âlemi” diyebilmemize
imkân hâsıl olmaz.
Zâten ferdin cemiyet ile olan alâkasının
derecesidir ki [,] fertte insanlık mertebesinin
tehâlüfünü [farklılığını, uyumsuzluğunu]
gösterir. Fert ile cemiyet arasındaki alâka ne
kadar sıkı, fertte “cemiyet duygusu” ne kadar
derin olursa [,] ferdin insanlık mertebesi de
ona göre ölçülür. Çünkü mâdem ki biz ferdî
hayatımızın fevkinde, ferdî hayatımızdan
başka olarak bir de içtimaî hayatımız vardır.
Asıl bu içtimaî hayattır ki bize insanlığımızı
bildirir, bizim asıl insan olarak yaşamamızı
temin eder. Bu içtimaî hayatı bize veren
cemiyet ile olan alâkanın derecesi de ona
göre ehemmiyet alır.
MINTAN - 5
.
22
mı olmuş, yâni insanlık mertebesi edinmiş
olur. Ondan evvel mevkisiz bir fert, bir
hiçten başka bir şey değildir. “Seri” bir
mahiyeti haiz olan bu hâl kurun-u vustâda
[orta çağda] dinî bir mahiyet iktisap etmiş,
bugün ise harsî bir mahiyet almıştır. Muasır
medeniyette ferdin harstaki derecesidir ki
[,] insanlıktaki mertebesini tayin eder. İşte
“fert” ile “cemiyet” arasındaki bu münasebettir
ki [,] ferdi “insan” kılar.
DİPNOT
1 Müslümanlıkta “hitan (sünnet)”,
Hristiyanlıkta “vaftiz” birer sülûktan başka
bir şey değildir.
“Ferd ve Cemiyet” Başlıklı
Yazının İlk Sayfası
.
MINTAN - 5
23
FİLM TAVSİYESİ
Filmin Adı: Piyanist (The Pianist)
Yönetmen: Roman Polanski
Senaryo: Ronald Harwood.
Yapımcı: Roman Polanski, Robert
Benmussa, Alain Sarde.
Çıkış Yılı: 2002
Filmin Uzunluğu: 150 Dk.
Oyuncular: Adrien Brody, Thomas
Kretschmann, Frank Finlay, Maureen
Lipman, Emilian Fox, Ed Stoppard.
Wladyslaw Szpilman, Polonya’nın en
genç ve parlak piyanistlerinden birisidir.
Nazilerin Polonya’yı işgâli sırasında
Varşova radyosunda piyano çalmakta olan
Szpilman, işgâli umursamaz ve parçasını
çalmaya devam eder. Fakat II. Dünya
Savaşı’nın başlaması, bütün insanlık gibi
Szpilman’ı da vuracaktır. Zira savaşın
hızlı seyri ve Nazilerin güçlü ilerleyişleri,
dünya üzerinde sosyo-kültürel değişime
zemin hazırlamıştı. Naziler, yönetimleri
altında bulunan bölgelerde Antisemitist
bir anlayış gütmekte idiler. Politikalarının
gereği olarak, işgal ettikleri bölgelerde
yaşayan Yahudilere de aynı şekilde
davranan Naziler, ilk başlarda Yahudileri
işlerinden ettiler. Nazi politikası, bununla
da yetinmedi ve Yahudilere karşı kafe,
restoran, park, bahçe gibi umuma açık
yerleri yasakladılar. Şehirde tecrit hayatı
yaşamaya başlayan Yahudiler, kollarında
taşıdıkları altı köşeli yıldız bandajıyla,
Yahudi olduklarını beyan etmekte idiler.
İşgâlin ilk başlarında bu üzücü duruma
maruz kalan Yahudilerin, esir kamplarına
nakledilmeleri kararlaştırıldı. Belirli bölgelerde
ve sıkı denetim altında tutulan
kamplar, Yahudiler için, işkence ve katliamdan
başka bir şey değildi. Nitekim savaşın
başlamasından kısa bir süre sonra evlerinden
edilen Szpilman ve ailesi, Nazi yönetimi
altında olan kamplara sürülmüştür. Bu
kamplarda, Nazi esareti altında yaşayan
diğer Yahudilerin akıbeti, Szpilman ve
ailesine de sirayet edecektir. Fakat Nazi
kampına yerleştirilmek üzere trene
bindirildikleri esnada, kendisini tanıyan bir
işbirlikçi vâsıtasıyla oradan kaçan Szpilman
için savaş, yeniden başlayacaktır. Böylesine
karışık bir süreçte yalnız başına saklanması
ve özellikle de Yahudi kimliğine karşı sergilenen
Nazi zulmü, Szpilman’ın işini
zorlaştıracaktır.
.
MINTAN - 5
24
FİLM TAVSİYESİ
Gizlenerek hayatını idame ettiren
Szpilman, Uzun süren savaş yılları
ve yaşadığı zorluklarla birlikte sona
doğru yaklaşırken yaşantısının her saniyesinde
aklında piyano ve piyanistliği yer
almaktadır. Bir binanın tavan arasından
inip yiyecek bir şeyler ararken Alman
Nazi subayını karşısında görür ve onun
için mutlak sonun geldiğini düşünür.
Nazi subayına piyanist olduğunu söyler
ve bu subay kendisini dinlemek ister.
Yaptığı piyano şov ile subayı kendisine
hayran bırakmıştır. Bunun üzerine subay
kendisine sahip çıkarak yaşamasına izin
vermiştir.
.
MINTAN - 5
25
KİTAP TAVSİYELERİ
Ali ve Münire yakalanmamak için şehir
şehir, kasaba kasaba dolaşırlar. Tren onları
nereye götürürse orası evleri oluyor.
Mustafa adında bir evlatları olur. Mustafa
6 yaşına geldiğinde terk edilmiş bir vagonu
kendilerine ev yaparlar. Ali bir okulda işe
girer , Münire ikinci çocuğuna hamiledir.
Münire bir gün sancılanır. Ali eve
geldiğinde Münire’yi hastaneye götürür
fakat Münire bebeği ile birlikte ölür.
Mustafa KUTLU, Uzun Hikâye, Dergâh
Yayınları, İstanbul 2011, 115 Sayfa
ISBN: 978-975-995-123-8
Mustafa Kutlu’nun en meşhur eserleri
arasında kendisine yer bulan Uzun
Hikâye, konusu ve konunun işlenişi
bakımından ciddî bir edebî eserdir.
Okuyucuyu sıkmaktan fazlasıyla uzak
olan bu eser, Osman Sınav tarafından
beyaz perdeye de aktarılmıştır. Sıcak ve
samimî bir aile yaşantısını konu edinen ve
çeşitli zorluklara göğüs germenin aile için
önemine değinen eser, okuyucuyu olay
örgüsünün girdabına dâhil etmektedir.
Ali , Münire’ye aşık olur fakat
Münire’nin ailesi İstanbul’un belalı,
sinema işleten bir ailesidir ve bu evliliğe
izin vermeyeceklerini bildikleri için Ali
ve Münire onlara evlilikten bahsetmezler
kaçarlar. Kaçarken de sinemayı ateşe
verirler. Münire’nin ailesi peşlerine düşer.
O günden sonra Mustafa ve Ali için
tren yolculukları yeniden başlar. Birkaç yer
gezdikten sonra bir kasabaya yerleşirler.
Ali burada daktilosu ile vatandaşların
dilekçelerini yazmaya başlar. Mustafa
15 yaşına gelmiştir. Ali bir kulübe
yapmak ister fakat belediye ile ters düşer
, Ali’nin kulübesini yıkarlar. Mustafa’yı
kaçırmakla tehdit ederler. Ali oğlu için
kasabadan ayrılır. Baba oğul yine yollara
düşerler ve bir kasabaya yerleşip bir
kitapçı açarlar. Mustafa burada savcının
kızına aşık olur fakat savcı tarafından
hor görülür. Savcı Ali’yi tutuklatır ve
hapishaneden çıkmaması için elinden
geleni yapar. Mustafa hem babasından
hem sevdiği kızdan uzak düşmüştür , bir
başına kalmıştır. Mustafa babasını son
kez ziyarete gidip planını anlatıp ondan
onay alır , babasının daktilosunu da alır.
Babası ile vedalaşır. Mustafa tek başına
tren yolculuğuna başlar.
.
MINTAN - 5
26
KİTAP TAVSİYELERİ
Gregor Samsa, bir sabah bunaltıcı
düşlerden uyandığında kendini dev bir böceğe
dönüşmüş olarak bulur. İlk başta
gördüklerinin gerçek olduğunu inanmak
istemez ancak yatağından kalkmak isteyince
buna inanmak zorunda kalır. O artık
dev bir böcektir. Her sabah işe gitmek için
bindiği tren saat altıda hareket etmektedir;
bu yüzden en geç saat beşte uyanmak
zorundadır. Ancak saate baktığında saatin
hemen hemen yedi olduğunu görür. Kalkmak
istemektedir ama artık ona yardımcı olacak
kuvvetli bacaklarının yerinde birbirinden
bağımsız hareket ediyormuş gibi görünen
onlarca bacakçık bulunmaktadır.
Franz KAFKA, Dönüşüm, Can
Yayınları, İstanbul 2014, 102 Sayfa
ISBN: 978-975-07-1935-6
Franz Kafka, “Dönüşüm” adlı eseriyle
sanatını doruklara ulaştırmıştır. Küçük
burjuva çevrelerindeki tiksindirici aile
ilşkilerini en ince ayrıntılarına kadar
irdeleyen eser, aynı zamanda toplum
genelindeki kalıplaşmış, işlevini çoktan
yitirmiş olan akışa, bilinç düzeyinde
başkaldıran bireyin tragedyasını çarpıcı
biçimde dile getirir. Gregor Samsa’nın
başkalaşması; bir böceğe dönüşmesi; salt
bir çarkın kaskatı dişlisi; eleştirmeyen,
ama yalnızca boyun eğen bir toplum teki
olmaktan çıkma anlamı taşır. Böylece
böcekleşen’in yazgısı, elbet toplumca
dışlanmaktır.
Annesi oğlunun uyanamamış olduğunu
sanır ve kapıya vurmaya başlar. Kilitli
kapının arkasından oğlunu uyandırmaya
çalışır. Gregor kalktığını söyleyerek annesini
savuşturur ancak sesi çok garip çıkmaktadır.
Annesi onun hasta olduğunu düşünmektedir.
Gregor büyük uğraşlarla yatağından kalkar,
yeni vücuduna alışması hiç de o kadar kolay
olmayacaktır. Saat sekiz civarında patronu
eve gelmiştir ve çok kızgıdır. Gregor’a
birkaç soru sorar ancak Gregor artık
konuşamamaktadır. Sesi hayvan sesi gibidir.
Kapıyı zorlukla açar. Patronu onu görünce
korkudan evden kaçar; annesi ise bayılmıştır.
Babası onu sopa darbeleriyle odasına geri
sokar.
Kız kardeşi Grete Gregor’a değişik
yiyecekler getirir. Artık Gregor kokuşmuş
yiyecekleri tercih etmektedir. Annesi onu
görmeye bile cesaret edememektedir.
Babasından defalarca dayak yiyen Gregor’un
vücudu oldukça zayıflamıştır. Vücudunda
oldukça ciddi yaralanmalar oluşmuştur.
Yemek dahi yiyememektedir. Aile meclisi
toplanır ve sonuçta Gregor’ u evden atmaya
karar verirler. Hizmetçi kız aileye şöyle
seslenir:
-Boş yere zahmet etmeyin, Gregor öldü.
Az önce Gregor’u çöpe attım.
MINTAN - 5
.
MINTAN
.
Güzelliğin on par’ etmez
Bu bendeki âşk olmasa...
Âşık Veysel Şatıroğlu
MINTAN
.