Vinolettera_Mayıs2024
Şarap, edebiyat, mitoloji ve mizah üzerine bir fanzin. Yaşamın köklerine çıkılan yolculukta lezzetin sözcüklerle taşındığı şarabi bir evren...
Şarap, edebiyat, mitoloji ve mizah üzerine bir fanzin.
Yaşamın köklerine çıkılan yolculukta lezzetin sözcüklerle taşındığı şarabi bir evren...
PDF'lerinizi Online dergiye dönüştürün ve gelirlerinizi artırın!
SEO uyumlu Online dergiler, güçlü geri bağlantılar ve multimedya içerikleri ile görünürlüğünüzü ve gelirlerinizi artırın.
MAYIS 2024
VINOLETTERA
ŞARAP, EDEBİYAT VE MİZAH
SAAT ON İKİDEN
SONRA,
BÜTÜN İÇKİLER,
ŞARAPTIR.
CEMAL SÜREYYA
Kapak: M. Aynan Çolakoğlu
ŞARAP
ÖYKÜ & ŞİİR &
İNCELEME
MİZAH
İÇERİK
SUNUŞ…………………………………………………………………………………………………1
WINE TASTING BACKDOOR / KADİRCAN KIZILCIKLI…………………………….......…2
BİR TREN YOLCULUĞUNDA TADIM / ZEYNEP ÇOLAKOĞLU………………….............3
OSTRAVA GÜNLÜĞÜ /ERKUT TOKMAN……………………………………………........….5
DAY OF JUDGEMENT / HİLMİ MERT ŞAHİN………………………………………........….7
TURABDİN’İN BURUK TADI: SÜRYANİ ŞARABİ / DR. NURGÜL ÇELEBİ…..................8
SAMSARA / GÖZDE ÖRS……………………………………………………………….....….…11
MERLOT’NUN DRAMI / ZEYNEP ÇOLAKOĞLU……………………………………..........12
HİÇ BİRİNE UZANAMIYORUM / MEHMET UTKU MUMCU…………………...............18
ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ…………………………………........….19
AFFET BİZİ TOPRAK ANA / ESMA TUĞÇE TÖZMAN…………………………..........….25
GÖRSEL ŞİİR / ERKUT TOKMAN………………………………………………………….... .26
AŞKIN ZENGİN AKKUŞ İLE SÖYLEŞİ………………………………………………….....…..27
RİVAYET / AHMET ÖRNEK………………………………………………………………...….35
KİMYA MÜHENDİSLERİ ODASI ŞARAP SEMİNERLERİ……………………….........…...36
ŞARABI MATEMATİKLE ANLA(T)MAK / PROF. DR. UFUK YÜCEL…………..............38
CAN KURTAR AN / SERDAR SOLKUN…………………………………………………........40
FIRDÖNDÜ BAR / NALAN BARBAROSOĞLU…………………………………….......…...41
HABERLER………………………………………………………………………………………...44
HABERLER………………………………………………………………………………………...45
MAYA BÜYÜSÜ…………………………………………………………………………………..46
KİTAPLAR………………………………………………………………………………………….47
KİTAPLAR………………………………………………………………………………………….48
HİNT ANTİLOBU (INDIAN ANTILOPE) / SHAMNADH SHAJAHAN …......................49
İZMİR
vinolettera@gmail.com
Eserlerinizi vinolettera@gmail.com adresi
üzerinden bizimle paylaşabilirsiniz.
Eserlerin telif hakları yazarlarına aittir. Yazarlarından izin
alınmadan kullanılamaz.
Yazarlar
VINOLETTERA
ŞARAP & EDEBİYAT &MİZAH
Yayına hazırlayanlar:
Zeynep Çolakoğlu & Erkut Tokman
ZEYNEP ÇOLAKOĞLU
ERKUT TOKMAN
PROF. DR. UFUK YÜCEL
DR. NURGÜL ÇELEBİ
AŞKIN ZENGİN AKKUŞ
ÖZLEM ERTAN
NALAN BARBARASOĞLU
HİLMİ MERT ŞAHİN
GÖZDE ÖRS
MEHMET UTKU MUMCU
ESMA TUĞÇE TÖZMAN
AHMET ÖRNEK
SERDAR SOLKUN
SHAMNADH SHAJAHAN
Çizerler
KADİRCAN KIZILCIKLI
SULTAN ÖZDEMİR
M.AYNAN ÇOLAKOĞLU
SUNUŞ
Yazarlar bir araya geldiğinde mutlaka bir dergi, antoloji ya da yazınsal bir üretim eseri
ortaya çıkar. Fanzin ise daha duygusal bir enstrüman. Onun için mevcut düzene ciddi
bir itiraz ve yeraltına karşı duygusal hisler gerekli. İşte Vinolettera tam bu hislerin
eseri; başkaldıran, bilgiye her daim aç ve bağlararası geyikler yani ampelofilozofiya
yanlısı bir felsefeye sahip.
Edebiyat, sanat, müzik, mizah tamam da şarap fanzini de nereden çıktı diyenlere
buradaki zengin dil ve mizah unsurları o kadar fazla ki bu karnavala bir göz atın
istedik. Transkafyasya ve Turabdin bölgelerinde doğmuş, Anadolu’da bir kültüre
dönüşmüş şarap, Antik Yunan’a halk arasına karışmış ve festivallerin, şiir ve retorik
yarışmalarının, eğlencenin, müziğin, tiyatronun ve keyfin sembolü haline gelmiştir.
Tanrısı Dionysos bile o kadar halktan ve içtendir ki dağda bayırda gezinir, duyguların
sel olduğu, coşku, esrime ve verimlilik tanrısı olarak bilinir, diğer tanrılar gibi
gökyüzünde bir tahtta oturmaz, halkla hep bir aradadır, aristokratik zevklerle eşleşen
Apollon’un tam karşısında yer alır.
İçinde sığamadıkları kapalı kapalı gruplar, bilginin üstüne külçe halinde düşmüş
gösteriş, varolmak için illa bir söz söyleme, çamur atarak ferahlama, hatta bağıra
çağıra içinizin yağlarını eritme durumu söz konusu bu evrende. Bir gün “Ama öyle
konuşmayalım” diye duyarsınız, konuşmacı nedense az sonra bir cinayet
işleyecekmişsiniz gibi size tehdit muamelesi yapar. “Tadım subjektiftir, uluslararası
yarışmalarda uzmanlar bile yanılıyor, kör tadımlarda herkes ters köşe olur” derler
ama sonra “O aroma yok orada, şunu almalısın” diye iyi niyetli cümleler kurarlar.
Yasaklara, kontrollere takılmış bir dünya burası. Mizah bol olmaz mı? Cennetteki
nehirleri bekleyenler, politik çıkarlar peşinde koşanlar ve iktidar olmanın keyfini
engelleyerek çatanlardan ötürü içten içe kaynadığını görebilirsiniz. İçerde ise aidiyet
duygusuyla tatmin yaşayan gruplardan en iyi ben bilirim’e doğru giden ve gittiği yerde
polemik yaratmaktan çekinmeyen, bilgiye, paylaşıma kapalı yüksek kafalar var. Aslına
bakarsanız dışardan itenlerle içerden şişirenler farklı oranlarda basınç yaratıyorlar
burada.
Konumuza dönelim... Bu iş duyusal olduğu kadar duygusal da. O nedenle günün
sonunda çorbayı yapanlar değil, çorbayı tadanların değerlendirmesi belirleyici. Aynı
kitaplarda olduğu gibi. Okurları beğenmiyorsan, okunmasa da olur, yayımlanmasa da
olur diyorsan, yazma! Karışma sokağa, hayata... Sen de beğenmiyorsan içme ve
nehirlerin hayalini de kurma artık! Her şey bir yana insanlar tadımlara güzel vakit
geçirmeye gelseler hayat daha zevkli olacak ama ıstıraplı arzu onları ham ham yer. Ne
diyelim afiyet olsun! Size de keyifli okumalar, bol kahkahalar...
1
WINE TASTING BACKDOOR*
KADİRCAN KIZILCIKLI
23.11.2023 BERGAMO/ İTALYA
*şarap tadımının perde arkası
2
Bir Tren Yolculuğunda Tadım
ZEYNEP ÇOLAKOĞLU
Şarap kadehine rahatça çalkalayarak
havalandıracak şekilde şarabı koyduktan sonra,
bizi başka diyarlara götürecek şarap trenine
biniyoruz ve yolculuğumuz başlıyor.
Dağlar arasında, köprüler üzerinden geçen bir
tren yolu bu, hafif sarsıntılı, titreşimli ve bolca
duygusal. Tüm bu dinamizm kadehe yansıyor
zira kadeh de bu yol gibi titremeli her
yudumdan önce ki dipte uyuyakalmış nice
aromalar çarpa çarpa uyansın, oksijenle dansa
başlasın ve burnumuza doğru bir güzergâh
tutturabilsin.
Birinci adım; bak ve çalkala... İster havada,
ister masanın üzerinde sonsuz işareti çizmenin
peşinde... Renklerin büyüsüne kapılarak,
saman sarısından altına, turuncu huzmelerden
koyu sarıya; kan kırmızısından bordoya,
yakuttan magentaya. Hangi renkte daldın bu
düşe, bak ve çalkala! İkinci adım; boşalt
ciğerlerini ve derin bir nefes al kadehten!
Neler geliyor burnuna, kimler yüzeye
ulaşabilmiş, bunlar arasından kimler şu
meşhur badem kılıklı amigdala’da anılarımızı
tetikleyebiliyor.
3
Hemen bir çerçeve çizmeli; bir beyaz varsa elinde
gün ışığını al yanına ve düşün: çiçeksi-aromatik,
yeşil-bitkisel, meyvemsi-tropikal, kremamsıkompleks,
fındıksı-yoğun olabilir aradığın aile. Bir
kırmızıyla göz gözeysen, kan çekmesin hemen,
bir nefes al derinden ve ay ışığını al arkana
düşünürken: hafif-parfümsü, toprak-tütün-sedir
üçlüsüne göz kırpan-zarif ve klasik, okaliptüsnane-kuş
üzümünün keskin diliyle konuşan yapılıgövdeli,
kirazlar, böğürtlenler, baharların
uçuştuğu zengin-yoğun.
Sıra üçüncü adımda; bir yudum al kadehten ve
gezdir damağında, ısıt iyice, buharlaşsın uyuyan
güzellikler, pipetle çeker gibi çek içine, dişlerinin
arasından geçip gitsin şarap, ortamı şenlendirsin
içerde. İster yut, ister tükür ardından ama nefes
vermeyi unutma! Şimdi hangi aromaları alıyorsun
düşün. Çiçekler, aromatik otlar, baharatlar,
kırmızı meyveler, siyah meyveler, çekirdekli
meyveler, tropikaller, kuru meyveler, reçeller,
marmelatlar, odunsuluk, meşe, tütün, sedir,
kurşun kalem, tereyağı, krema,vanilya, orman
toprağı, mantar, yapraklar, hayvansı notalar, deri.
Hangileri var? Aseton, ıslak karton, küf, kükürt,
sirke de var mı? Bunlar olmasa keşke, çünkü hata
işaretleridir, o kadehi yere bırakman gerekir.
Bir Tren Yolculuğunda Tadım
ZEYNEP ÇOLAKOĞLU
Dördüncü adım; bir yudum daha al, daha
anlamadın ki ne içtiğini! Ağzının içini tamamen
doldurdu mu büyülü iksir? Gövdesi nasıl? Limon
görmüş gibi ağzın sulandı mı, asiditesi nasıl?
Yuttuktan sonra 20’ye kadar say, hâlâ şaraba dair
bir şeyler hatırlıyor musun? Evet mi? Bitişi uzun o
halde.
Nasıl bir tatlılığı var? İçtiğin bir sek (dry) şarapsa
ve hala tatlı geliyorsa, bu aromatik yapısından,
alkolden ya da tadımdan önce yediğin bir şeyden
kaynaklı olabilir. Stilini bir kontrol et; sek (dry),
dömisek (medium dry), yarı tatlı (medium) ya da
tatlı (sweet) bir şarap mı elindeki? Peki, alkolü
ne? %14’ü geçiyorsa yüksek denilebilir, bu
durumda hafif tatlı ve ısıtıcı hissettirir ama tatlı
şaraplar hariç bir şarap %15 alkolün üzerine
çıkmaz çünkü bu alkol seviyesinde mayalar
yaşayamaz. “Çıktım ben” diyorsa, dışardan
müdahale vardır ona. Ya tanenler? Bir kırmızıysa
elindeki, üzerine konuşmak gerekir, binanın
iskeleti gibidir tanenler, damağında bir burukluk,
büzücülük, yuvarlanan bilyeler ya ve baharatsı
gelgitler yaratır.
Geldik son ve en önemli adıma: bu kadeh sana ne
hissettirdi? Hangi anılarını çağrıştırdı, nasıl bir
keyif verdi? Dilini mi ısırdı, kulağına mı fısıldadı?
Son kertede sana ne hissettirdiyse o kadar
güzeldir, bir kitap gibi iki sahibi vardır onun da.
Biri onu kurgulayan diğeri de kurguyu diliyle
çözen.
Uçuk kaçık bir tren yolculuğu bu. Son istasyonda
inmeden önce neler yaşandı mutlaka yazmalı.
Hangi şarap içildi, üreticisi kimdi, hangi yılın
eseri, kırmızı mı, beyaz mı, yoksa bir rose mi? Sek
mi tatlı mı, alkolü, asidi, taneni nedir? Son
noktada ne hissettirdi ve elbette ne zaman içildi?
Keyifle kal!
4
Ostrava Günlüğü
ERKUT TOKMAN-09.02.24
Bir şehrin tarihini ve kimliğini keşfetmek güzel.
Şehrin tarihi ve kimliği onun karakterinin bir
parçasıdır çünkü. Şehrin insanları da onun
yaşayan hücreleri gibidir adeta ona can veren.
Ostrava Çek Cumhuriyetinin Prag ve Brno`dan
sonra üçüncü büyük şehri, bir zamanlar kömür
ve çelik madenlerinin işletildiği bir endüstriyel
merkez iken bugün bu endüstriyel kalıntılar
şehre turistik olarak hizmet etmeye başlamış ve
şehrin kültürel ve sanatsal hayatının bir parçası
durumuna gelmiş durumda.
Endüstriyel tesislerin kapatılma süreci 90'lı
yılların ortalarına kadar devam ederken en
büyük etken olarak şehrin yaşama koşullarının,
hava ve çevre kirliliğinin önlenmesi hedeflenmiş
ve şehirde yeni tarım alanları ve yeşil yaşam
alanları yaratılmış. Ostrava şehri adını içinden
geçen Ostravice nehrinden alıyor. Nehir şehri
ikiye ayırıyor; Moravian Ostrava (Moravská
Ostrava) ve Silesian Ostrava (Slezská Ostrava).
Ostravalılar nasıl insanlar diye kendime
sorduğumda buna cevap vermek hemen kolay
olmadı. Burada geçirdiğim üç aylık süre bu
soruya cevap vermek için ne kadar yeterli emin
değilim ama yine de bir fikir oluşturması
açısından yeterli oldu, bu fikir alanı ileride daha
çok şekillenip gelişebilir. İlk söylebileceğim
Ostravalılar ne sıcak ne soğuk insanlar, ama
yabancı ülkeden birine, özellikle kendi ırkına
benzemeyen, belirgin özellikler taşıyan
yabancılara karşı ilk bakışta mesafeliler.
Kırk yaş üstündeki insanların İngilizce konuşma
oranları çok düşük, onun için şehir içinde
İngilizce konuşan bulmak zaman zaman zor.
Genç kuşaklar arasında ise bu oran daha yüksek
ve bu kuşaklar daha dünyaya açıklar, kolay
ileşime geçiyorlar, pozitif ve güler yüzlüler. Kendi
dillerini konuşmadığınızda iletişim kurarken
endişe duyuyorlar ve çekip gidebiliyorlar kolayca.
Dillerini çat pat konuşursanız asık suratlarında
tebessüm ve davranışlarında sempati artıyor.
5
Ostrava Günlüğü
ERKUT TOKMAN-09.02.24
Ostrava bir kış şehri. Kış aylarında haftalarca
şehir merkezinde kar olması, her yeri
kaplaması, sürekli yağmaya günlerce adeta
durmadan devam etmesi çok normal ve şehir
yaşamının çok olağan bir parçası olarak hiç bir
aktiviteyi, sosyal ya da iş hayatını ya da ulaşımı
aksatmıyor. Şehirde trafik hiç yok. Araba sayısı
çok az. Hafta sonları özellikle pazarları şehir
adeta ölü. Buna şehir merkezi de dahil. Tek
tük kafeleri ya da restoranları yine de açık
bulmak mümkün. Bunun iki sebebi var.
Birincisi hafta sonları Ostravalılar yakın
çevredeki dağlara tatile ya da kayağa gidiyorlar
ya da çoğunlukla aşırı soğuktan kapalı alışveriş
merkezlerini AVM leri tercih ediyorlar. Kışın
sıcaklık -20C’lere kadar iniyor. Ulaşım
çoğunlukla şehrin her yerini ören tramvaylarla
yapılıyor. Bunun dışında bir de otobüsler var.
Şehirde metro sistemi bulunmuyor. Buna
rağmen şehrin en uzak noktasından şehrin
merkezine tramvayla ya da otobüsle en çok
25-30dk. da ulaşılıyor. Şehir kışları çok az
güneş alıyor. Genelde gündüzleri karanlık,
güneş arada bir gözüküp yarım saate kadar
kalıp yeniden kayboluyor. Bütün gün boyunca
toplamda belki bir kaç saat güneşi belirgin ama
zayıf olarak algılıyorsunuz. Bunun bir sebebi
şehrin dağlarla çevrili olması da olabilir.
Şehir kışın soğuna karşı refleksler üretmiş.
Bunlardan birisi de sıcak şarap tüketmek. Kışın en
soğuk günlerinde şehrin bütün kafelerinde ya da
sokaklardaki küçük kulübelerde sıcak şarap
bulmak ve böylece içinizi ısıtmak mümkün.
Baharatlar ve meyvelerle tadı zenginleştirilen bu
şarapların bir kaç değişik çeşidi var. Örneğin
şarabın içine taze çilek atarak tüketiyorlar ve
çileğin aroması şarabın içine işliyor ve bu şekilde
içilen şarabın dibindeki çilekleri de sonra yiyorlar
ya da benzer başka meyveler de kullanıyorlar
mesela elma. Bu sıcak şaraplar özellikle noel
zamanı çok tüketiliyor adeta çay içer gibi.
İnsanları bu karlı soğuk kış günlerinde şehir
merkezinde kayak ayakkabıları ve kayak
çubuklarıyla yürürken görmek de mümkün.
Bazen de aileler çocularını kızaklara bindirip
sürükleyerek kar üstünde taşıyorlar. Bunların
hepsi bazen masalsı çok sevimli görüntüler
oluşturarak ruhunuzu sarabiliyor.
Şehrin merkezinde iki büyük klise (biri katedral)
olmak üzere , bir de büyük saat külesinin olduğu
bir meydan bulunuyor. Şehrin asıl meydanı ve
çevresi ise tarihi evler, Ostrava üniversitesinin
bazı kampüsleri, sanat evi, tek tük oteller,
tiyatrolar ve nispeten küçük parklarla çevrili. Bir
de bu ana tarihi meydanda şehir müzesi
bulunuyor. Şehir merkezinde 19. Yüzyıl klasik
Avrupa mimarisinin Çeklere ait karekteristiklerde
taşıyan özellikleri halimken, şehrin dışarına doğru
bu mimari gittikçe kaybolarak yerini 20. Yüzyıla
ait komunist bir mimariye bırakıyor. Bu mimariyi
Poruba gibi semtlerde görmek mümkün. Ostrava
günlüklerim bu sayıda şimdilik bu kadar ama
ikinci sayıda şehrin sanat hayatına odaklanarak
devam edecek.
6
Day Of Judgement
Hilmi Mert Şahin
Kızıl yangınlardan kaçan küçük ve temiz ruhlar
güz yaprakları gibi bir bir düşüyor
ve yasın yaşları pınar olup akarken
kayıp içinde kadınlar göklere yalvarıyor
-kaç yaralı, kaç ölü?-
-cruor innocentiaabanoz
tahtın altarına kaç masum adanıyor
Ellerinden yüzlerinden ilahilik taşan azizler
İnayetleri de soğuk ve taştan
Görmedi sizden biri ölüme uçan kelebekleri
Sakat ve bozuktular, kısa bir şiirdiler
Kaçı yitip gitti, toz oldu, söz oldu
Son yazdığı sözcükler de uçup gitti
Zaten size kalsaydı
Kanatları da günahlarla is gibi
Lekelenmişti
Herkese eşit gelen, öbür baba Dis Pater
Çoğumuzu aldın yanına, savaşı sen kazandın
Al bizi, içir Lethe'yi, bir parça teselli olur kor
Ve ıstırap içindeki Ay, izlemiş bizi, soruyor
Abanoz tahtın altarına kaç masum adanıyor
7
Turabdin’in Buruk Tadı: Süryani Şarabı
DR. NURGÜL ÇELEBİ
Turabdin... Süryanice “Kulların Dağı” anlamına
gelen adıyla bilinen kutsal topraklar.
Mezopotamya’da yüzlerce medeniyete şefkatle
kapılarını açmış, uğruna savaşlar verilmiş
Doğu’nun incisi. Binlerce yıllın tüm fısıltılarını
arkasına alarak ılık ılık esen rüzgarların vurduğu
dağ etekleriyle, hüznün sarı tonlarını üstüne
geçirmiş Turabdin... İşte burasıdır Süryanilerin
anavatanı. Kopamadıkları, koparılamadıkları
kutsal toprakları. Mora çalmış bir üzüm tanesinin
beş binyıllık yolculuğuna eşlik eden topraklar.
Turabdin’in kuru toprağına yüz sürmüş üzümün
yolculuğu da tıpkı Süryanilerin yolculuğuna
benzer. Binlerce yıl öncesine, Sümer’e, Akad’a,
Asur ve Babil’e kadar uzanır kökleri. Toprağın
öylesine derinlerine kök salmıştır ki geçmişi,
hiçbir işgalci söküp atamamıştır onu aşık olduğu
vatanından. Bu yüzden Turabdin topraklarının
her bir karışında farklı bir lezzet kazanmış,
yüzlerce çeşidiyle zengin bir damak şölenine eşlik
etmiştir üzümleri. Ancak onu tanımak için
karakteristiğini bilmek, ruhunu okumak gerekir.
Yüzlerce yıllık bir çınarın gölgesinde tüm
hüznünü akıtan gözlerin sahibi Zilfo’yu okur
gibi... Çünkü ketum bir kadın misali öz lezzetinin
arkasına gizler kırıldığı her anı. Çünkü
Turabdin’in havası ona iyi davranmamıştır. Yaz
aylarının kuru sıcaklarıyla çatlayan kurak
toprakların büründüğü renkler, canlılıktan
uzaktır. Tıpkı sahiplerinin kaderi gibi...
Kopamadıkları,
koparılamadıkları
kutsal toprakları.
9
TURKEY
Mardin
Savur
Maserte
Bnebil
Kilitmara Mor Hananyo
Golliye (Dayr al-Za'faran)
Syria
Mor Abay
Qelith
Mor Dimet
Nisibis
Mor Lo'ozor
Habsus
Midyat
Mor Yaqoub
Kafro Elayto
Salah
Bate
Hisno d'Kifo
Yardo
Dayro Daslibo
Zaz
Arbaye
Karburan
Dayr Qube
Ahlah
Bequsyone
Hah
Dayro d'Yoldath Aloho
'Arnas
Kfarze
'In Wardo
Esfes
Mor Abrohom Mzizah
Mor Gabriel
Kefshenne Osar
Enhil
Qartmin
Kafro Tahtoyo
Basibrin Miden
Temerze
Beth Zabday
(Azakh)
Kfarbe
Mor Malke
Sare
Arbo
Arkah
Badibe Ehwo
Sederi
Mor Abraham
Harabmishka
(Kashkar)
Mor Yuhanon
Mor Augin
Birguriye
Mor Bobo
Gremira
Qreetho di 'Eeto
(Gundukshukru)
Gzirto
Hassana
Iraq
Turabdin’in Buruk Tadı:
Süryani Şarabı
DR. NURGÜL ÇELEBİ
Unutulmaya yüz tutmuş kadim bir
medeniyetin sahibidir Süryaniler ve
binlerce yıllın her türlü savaşını,
katliamını kayıt altına alan bir dilin...
Suya hasret Turabdin topraklarının
üzerinde, yokolmaya mahkum
edilmiş bir kültürün kalıntıları
uzanır. Bir damla şefkat ile hayat
bulacakken yanmaya terk edilmiş
koskoca bir kültürün mirasçılarıdır
bağlarını ayakta tutmaya çalışanlar.
Taş konaklarının yıpranmış
duvarları, kenarları ovalleşmiş taş
oyması süsleri, dokununca unufak
olacak hissi uyandıran anılarıyla
Süryani şarabının doldurduğu
küplerin sessizce beklemeye
bırakıldığı üzüm bağları...
Süryani şarabının lezzeti
sahiplerinin geçmişi gibi buruk
bir tat bırakır damaklarda. Zira
üzümü Mesih’in kanıyla yıkanmış
topraklarda yetişmiştir. O’nun,
son akşam yemeğinde ikram
ettiği kendi kanı gibi kutsanmış
lakin buruk bir tada sahiptir.
Kana susamış toprakların
çatlaklarından sakince süzülen
hüzün ile beslenen üzümlerden
başka türlüsü beklenir mi?
Bu yüzden şenlikli bir lezzet
değildir onunki. Binlerce yılın
dinginliği, katmerli acıların kan
kırmızı yoğunluğu hissedilir
kadifemsi dokusunda. Aynı
salkımın etrafa saçılmış üzüm
taneleri gibidir Süryaniler. Kendi
topraklarından uzakta dünyanın
her bir yerine dağılmıştır. Buna
rağmen her bir üzüm tanesinde
yüzlerce yılın yaşanmışlığ
ısaklıdır. Toy bir tazelik sunmaz
asla. Arkasında bıraktıklarının
ahıyla ağır bir tortu bırakır. Bir
defa yudumlayanın damağından
kolay kolaysilinmez lezzeti.
Boğazı hafifçe yakar aşağı
inerken tıpkı Turabdin’in yakıcı
güneşi gibi. Kilisenin mihrabında
Mesih’in kanına dönüşür
binlerce yıldır yandığını anlatmak
istercesine.
10
Süryani şarabı... Buruk tadının alt
notalarında dinginliğini hiç
yitirmeden anlatır yıllardır şahit
olduklarını. Turabdin’in kavurucu
sıcağıyla sertleşmiş üzümlerinden
gelen yoğun kıvamı, Mesih’in
kabuk bağlamış yaralarını anımsatır.
Her Pazar ayininde sunulduğu
kanın ta kendisi olmuştur artık
Süryani şarabı. Beş bin yılı aşkın bir
süredir kök salmış üzümlerinin
tanıklığıyla, her yudumda
unutulmaya mahkum edilmiş bir
kültürü anımsatmak gayesiyle yavaş
yavaş süzülür. Yılların tozlanmış
anılarını işler damaklara usulca...
her zaman olduğu gibi... usulca
akar ve hatırlarda kalmak ister,
unutulmaya mahkum edilmiş bir
toplumu yaşatmak pahasına, kan
olur kırmızının en koyusunu
geçirerek üstüne.
SAMSARA
Gözde Örs
Bildiğin isimler artık bilmediğin
sevdiğin artık bilmediğin
kötülüğün sınırında
göremediğin yasaklar
delemediğin rüyalar var
giremediğin ölüm var artık
birleştiremediğin
ben özgürlük şarkısındayım
sen zincirlerindesin kıramadığın
ebediyet artık bana güneş.
11
Yazar: Zeynep Çolakoğlu
Çizim: Sultan Özdemir
MERLOT’NUN DRAMI
12
12
MERLOT’NUN DRAMI
Zeynep Çolakoğlu
“Neden Cab*?” diye sordu gözlerini üzerime dikerek. “Neden ben değil de o senin
vazgeçilmezin?”
“Cabernet Sauvignon beni daha iyi anlatır çünkü. Onu tanırsın, daha yanına yaklaşırken
kokusundan... Çizgisi nettir, tutarlıdır, sürprizlerle çok karşılaşmazsın o varken yanında.
Ama seni şaşırttığı zamanlar da olur ki o zaman birşeyler fena halde ters gitmiştir ve
tepkisi yıkımla sonuçlanır. Yumuşak geçiş nedir bilmez. Zordur bir de...”
“Ne anlamda zordur?”
“Güçlü bir şaraptır, kolayca sindirilmeye gelmez, bir bakmışsın boğazında bir yumruğa
dönüşmüş, bir sözüyle cehenneme yollamış seni”.
“Yılların öfkesini mi taşır içinde?”
“Evet, Cab biriktirir ve zenginleştirir. Antik bir demondur o. Maharetlerini ortaya
sermesi için beklemelisiniz onunla birlikte. Bu ister onun keyif çattığı bir mahzen, ister
son teknoloji dolaplar olsun, fark etmez. Cab acele etmez, zaman onun için bir
illüzyondur”.
“Sabır ister yani...”
*Cab. : Cabernet Sauvignon’un kısaltması
13 Çizim: Sultan Özdemir
MERLOT’NUN DRAMI
Zeynep Çolakoğlu
“Kesinlikle! Sabırla özdeştir Cab,
Orta dünya’nın Ent’lerine
benzer, zaman onun içine doğru,
yavaş yavaş akar”.
“Bu yolda yaşlanır o halde.
Benim gibi canlı ve dinamik
olamaz hiçbir zaman.”
“Bu durum biraz da Cab’la
birlikte vakit geçirene bağlı
aslında. Yaşlanmak, olgunlaşmak
hatta uygun şartlar olursa
yıllanmak harikadır onunla.”
“İlla bekleyeceksin... Ben
an’larda yaşarım, bana yorucu ve
sıkıcı bir yolculuk gibi geldi
anlattıkların.”
“Yürüdüğü yol bellidir Cab’ın.
Onunla yolculuk etmek de
cesaret ister. Göz göre göre
ölüme sürükleyebilir.”
“Hahaha, bir de ölüme
sürüklenmek mi? Hem de o
kadar bekledikten sonra!
Merlot, ne desem
beğenmeyecekti biliyorum, onu
ikna etmeye de çalışmıyordum.
Sadece Cab hakkında
söyleyeceklerim bitmemişti.
“Ah, bir de her ortama uyum
sağlar Cab. İyi bir stratejisttir.
Ona Fransa Bordo’da Medoc ve
Graves’te, Bordo dışında
Languedoc-Rousillon, İtalya’da
Friuli-Venezia, Alto Adige,
Veneto ve Super Toscana
harmanı içinde, Amerika’da
Kaliforniya’nın Napa ve Sonoma
Vadilerinde, hatta Avustralya,
Yeni Zelanda, Güney Afrika, Şili
ve Türkiye’de İzmir Urla,
Manisa, Denizli Güney, Ankara
Kalecik ya da Trakya Şarköy’de
rastlayabilirsiniz. Standardı çok
değişmez ama izini belli eder
ortama ayak uydururken.
Onunla ilgilenenler ciddi hatalar
yapmamışsa kalitesini kolay
kolay düşürmez.
Başı diktir.
Ama sanmayın sessizliği
kelimelerini kaybettiğindendir;
üzerinize saldırmak ve korku
öyküleri anlatmak üzere hazır
beklemektedir.”
Cab güneşin altına uzanmış sere
serpe yazarın onun hakkında
ki nefis düşüncelerini dinlerken
bu sefer Fransız, Amerikan,
Sloven ya da Macar fıçılardan
hangisinde yuvarlanacağını
merak ediyordu. Bir yandan da
bu senenin rekoltesine hafif
tütsülemiş mi, yoksa yakılmış
fıçı mı daha iyi gider diye derin
derin düşüncelere dalmıştı.
Ama olur da üretici ucuza kaçar
ve Bulgar meşesinden yapılmış
fıçı kullanırsa diye de aklı
çıkıyordu.
14
MERLOT’NUN DRAMI
Zeynep Çolakoğlu
“Sensin Kara Tavuk!” diye bağırdım
ona. Yazarın Cab hakkında ahkâm
kesmesinden de, küçük, siyah kalın
kabuklu ucubenin gerim gerim
gerilmesinden de bıkmıştım.
Güneşin altında şekli itibariyle beş
deliği bulunan ve şaşırmış bir
insanın yüz ifadesi taşıyan
yapraklarından şapkasıyla oturmuş
hangi fıçıya gireceğini
düşünüyormuş. Zaten tembellik
yapmaktan başka işi yok. Medoc ve
Graves bölgelerini da alıp başına
çalsın! Nasılsa daha serin Saint
Emilion ve Pomerol hâlâ benim!
Evet, çok kızgınım! Birara
Alexander Payne’in Sideways’inde
beni hantal, bunak ve beş para
etmez biri olarak anlatmışlar ve
insanları benden soğutmuşlardı. İyi
de gözünü hırs bürümüş üreticinin
ve işini iyi yapmayan bağcının
hatasından neden ben sorumlu
oluyor muşum? Oysa dünyaca
meşhur Château Pétrus harmanı
ağırlıklı olarak benden oluşur.
Anlaşılır şey değil! Lanet olası
Cab... Her şey onun yüzünden...
Çok sinirlendiğimde ben de
tanenlerimi ok gibi fırlatabiliyorum
bu arada.
İnanmazsanız Uçmakdere Firuze
Merlot 2020 ya da Vinkara Reserve
Merlot 2019’a bir bakın da ne kadar
muhteşem olduğumu görün! Zaten
ödülleri de topladım. Her ne kadar
Cab’a süreli kızgın olsam da biz
ağırlıklı olarak hep beraberiz. Hatta
birbirimizi tamamladığımızı
söylüyorlar. Cab’ın zengin, güçlü,
tanence zengin, dolgun yapısı benim
zarif, meyvemsi, yumuşak mizacımla
dengelendiği için Bordo
apelasyonunda bizi illa biraraya
getirirler. Sadece Cab ile ben değil,
aramıza başkaları da katılır ama
onlar bize göre biraz daha
mesafeliler.
Bakın işte, siyah-beyaz da olsa
anlaşılıyor! Aile resminde Cab ve
benden başka Cab Franc, Petit
Verdot, Malbec ve hatta adı
sonbaharda yapraklar dökülmeden
önce aldıkları parlak kızıl renginden
gelen, kendini beğenmiş Carménère
de var. Cab Franc’ın ressamların
giydiğine benzer artistik şapkası çok
komik, sebze kafa işte.
Malbec ise yıllar önce bizi terk edip
Arjantin’e yerleşti, orada başka biri
gibi davranıyormuş, öyle duyduk.
Bizim buraların yani Cahors’un
Malbec’i kaba saba biriydi, asidi
düşük, mürdüm eriği, tütün,
sarımsak ve kuru üzüm aromalı,
derin mor renkliydi. Kulaklarında
oldschool death metal çalardı.
Arjantin’de yumuşadığını duyduk,
tanenleri olgunlaşmış ve menekşe
notalar kazanarak pamuk gibi
olmuş, glam metal dinlemeye
başlamış. Ama güneşlenmek
yaramamış anlaşılan çünkü bazı
yerlerde o uyduruk asitliği
yüzünden gevşek ve zayıf şaraplar
veriyormuş. Biz duyduğumuzun
yalancısıyız.
15
Geçenlerde bir gün yine Cab’ı çekiştirmek için eski
dostum Pinot Noir’ı aradım. Ne mi yapıyordu?
Tabii ki mahzende yitik nesnesini içselleştirmekle
meşgul, melankoli batağında yuvarlanıyordu.
Kendisine kısaca Robot Marvin ya da bir avuç
dolusu sorun diyebilirsiniz. Kafası hep dumanlı,
hayatı hep zorludur. Pinot’yu aramakla ölümcül bir
hata yapmışım, kim bilir kaç şarap severin hayatına
mal olmuştur onu aramak... Dünyadaki en iyi
Pinot’yu tatmak için heba edilen onca yıl! Pinot bir
tür fantezi haline dönüşmüş durumda. Ulaşmadıkça
daha çok peşinden sürükleniyorsunuz! Benden
söylemesi!
Telefonu olanca kayıtsızlığıyla uzun çaldırmalarımın
ardından nihayet açan Pinot, halini hatırını
sormamın hemen ardından konuya girerek bana
“sonsuza dek içinde yabancı bir beden taşıdığını”
söyledi. Bu aralar Benjamin okuduğunu ve
gerçekten ruhuna bir tercüman bulduğu için ölümü
daha çok duyumsadığını ekledi. Oysa ki onu, İtalyan
kardeşlerimiz Corvina, Corvinone ve Rondinella
gibi güneşin altında bırakıp sonra da hasırlar
üzerinde iliklerine dek kurutup ölüsünden şarap
falan yapmıyorlardı. Neyse..
Bu üzüm varoluşu sebebiyle huzur bulamıyor
resmen! Tuhaf inanışları var; örneğin sorunlu
doğası nedeniyle her daim okside olmaya
yatkınlığının, gücünü besleyen bir bozukluk
olduğunu düşünüyor. Sonra iflah olmaz bir
melankolikmiş kendisi, kayıp nesnesi bilincinde
canlı canlı gömülüymüş ve kayıpla bizzat
özdeşlemiş. Bence bu Pinot gerçekten kafayı yemiş,
ben size söyleyeyim.
MERLOT’NUN DRAMI
Bir keresinde “neyi kaybettin, ben sana yardım
edeyim” demiştim de kaybı kaybettiğini söyleyip
beni orada bir kez daha darmaduman etmişti.
Ne diyeyim ben şimdi bu deliye? Sanırım tüm
bu kayıp meselesi yüzünden Pinot egosunu da
bir yerlerde bıraktı. Çünkü çok özel bir şarap
olduğu halde Cab gibi kendini beğenmiş değil,
hâlâ mütevazı, kendi halinde ve evet, der daim
melankolik. Bir gün “İyi bir şarap olma amacım
nedeniyle atlattığım tüm o badireler hüznümü
keyife dönüştürüyor. Çilek reçeli köpüğünde
yoğunlaşan bu burukluk, dumansı notalarla
şarabıma sızıyor” demişti. Pinot’nun bu
şiirselliği beni öldürecek! İşin gerçek tarafına
dönersek asırlardır şarap üreticilerine hayal
kırıklığı yaşatmakla meşhur, Burgonya’nın 2mil
genişliğindeki şeridinde yer alan Côte d’or
bölgesinde şımarıklığıyla tanınan, mevsim ve
toprak seçen, böceklerden, soğuktan
hemencecik etkilenen gıcık bir kimsedir. Kimse
bilmez bunu; üzümlerini kuşlardan koruyacak
kadar yeterli yaprağı bile yoktur. Hadi siz
korudunuz, bu sefer meyveleri buruşarak
kuruyabilir. Dedim ya tam bir baş belasıdır.
Hatta bir seferinde hatırlıyorum onu ziyarete
gitmiştim. Bir baktım, beti benzi atmış, kırmızı
şaraplık hali kalmamış. Nerede o güzelim
antosiyaninler, hepsi kayıp...
Ne oldu sana, kim korkuttu diye dalga
geçiyordum ki meğerse asması mutasyona
uğramış ve yeni bir kimlik edinmiş. O zaman
yeni kimliği için Pinot Blanc gibi bir şeyler
geveledi ama aklımda kalmadı benim. O halini
görünce topukladım direkt. Çünkü beni
bilirsiniz, antosiyanin altın değerindedir
banagöre. Mor röfleli nadide yakut kırmızısı
rengim vardır ve mutasyonmuş, hastalıkmış,
bunu kaybetmeye hiç niyetim yok.
16
MERLOT’NUN DRAMI
Zeynep Çolakoğlu
Pinot bu kadar sorunluysa nasıl bu kadar hayranı var
diye düşünebilirsiniz. Ama şimdi hakkını yemeyelim,
kadife eldiven içinde demir yumruktur o. Büyüleyici
sesiyle kanınıza işlemesini iyi bilir, dolgun gövdeli,
ipeksi, orta asidite ve düşük tanenleriyle bir kere
onunla tanışanlar bir daha asla onu unutamazlar.
Öyle yavaş tıklatır ki kapınızı, gecenin Plutonian
kıyısından gelen bir misafir olduğunu unutur ve
açarsınız kapıyı. Ama şunu aklınızdan çıkarmayın,
Pinot istediği gibi bir çocukluk geçirmediyse sülfürlü
anılarla bütün hayatınıza kastedebilir, sadece kendisi
indirgenmekle kalmaz, sizi de yerin dibine sokmasını
bilir.
Her üreticiden, her an içilebilecek bir şarap değildir
o. Her an talebiniz için doğru adres benim. Size erik,
vişne, kuş üzümü ya da okaliptüsle eşlik edebilir,
robdöşambrımı giyinip bir elimde sütlü kahveyle
ziyaretinize gelebilirim. Bir de beni Ihsahn’ın* son
albümünde Alone* şiirine bestelediği şarkı açıkken
için lütfen. Onunla harika gidiyorum. Tamam, tamam
ukalalık yapmayın. “Alone” şiirinin daha önce Green
Carnation* tarafından bestelendiğini biliyorum ben de
ama Ihsahn’ınki daha vurucu diyorum sadece.
Bir parmak şıklatmasıyla gözlerimi açtığımda
kadehimin üzerinde triskelion desenleri olan
halıya yuvarlanmış olduğunu görerek güldüm.
Yine ansızın şarabȋ düşlere dalmış, orada Cab ve
Merlot ile karşılaşmıştım. Acaba ne içiyordum
diye düşünerek komedinin üzerinde olduğunu
düşündüğüm şişeyi ararken o küçük kara
gözlerle göz göze geldim. Bu da neydi böyle! O
salkımdaki küçük siyah tanelerin hepsi birer göz
olmuş nefretle bana bakıyordu, başlarındaki
yapraktan süslü şapka ise olayın dehşetini
trajikomik bir hale çeviriyordu. Hatta
tanelerden birinin elinde minik bir bıçak mı
vardı ne?
Mimiklerim ruh halimin değişikliğine kurban
gitmiş ve yüzüme anlaşılmaz ifadeler geçidi
yerleşmişti. Sanırım gözlerimi bir başka düşe
açmıştım. Merlot tanelerinden elinde ekmek
bıçağı olanı, şişeyi eline almış hınçla etiketini
yırtmaya çalışıyordu. Etikette “Urlice Artizan
Cabernet Sauvignon ꝏ” yazıyordu. Merlot’nun
dramı bitmeyecekti.
*Cab. : Cabernet Sauvignon’un kısaltması
* Norveçli metal müzik müzisyeni
*Edgar Allan Poe’nun “Alone (Yalnız)” adlı şiiri
*Norveçli progresif metal grubu
17
hiç birine uzanamıyorum
Mehmet Utku Mumcu
hiç birine uzanamıyorum
ben ölü çocukları yazamıyorum hamiş
duygular yıkık duvarların altında kaldı
kulaklarımı paslı şarapneller tıkadı
sadece insanlara alt alta mektuplar döküp
kenarı kırpık parıldayan seslerle
bir şiirin kenarını boyuyorum
-kendimi yargılayabilecek çocukluğa erişebilinceye kadar
adaletin varlığına inanmıyorumbu
yüzden huzurlu balkon esintilerinde
iki sandalyeyi birleştirip ruhumu uyutmak istiyorum
çocuklar öldüğünde
dualizm eteğini sıyırıyor
orası libido tütüyor
insan bu yüzden iki ayaklı-erekte bir hale-geliyor
çocuklar ölüyor hamiş
ben hala ölü çocukların duyamayacağı ayıp şeyler söylüyorum
büyük kefenlerimiz çocuk ruhlarını sardıkça
tacizimizi yaşıyoruz hamiş
toprağın kovuğuna bir zeytin dalını sığdırıp
bir kovalık çamurla dolduruyoruz
ellerimiz artık çamur kiri
eve akşam ezanından sonra gidersek allah baba dövecek
bu nedenle anneler korkar hamiş
dört duvarın altında çocukların ruhlarını zeytinyağlı
sabunlarla çitelerler
yazamıyorum hamiş
paslı kefeleri pazarlarda ucuza sattığımızı
topraktanların aç kusrağını
yıkılı duvarların kapılarını
uçuçların altından kalkıp
maviliğe uzanan avuçların çocuk ruhu olmadığını
yazamıyorum
çocuklar ölüyor hamiş
ellerim bir kopuk oyuncak ayı kolu
hiç birine uzanamıyorum
18
ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Özlem Ertan’ı kısaca tanıyabilir miyiz?
Arkeolog ve yazarım. Ege Üniversitesi Protohistorya ve
Önasya Arkeolojisi bölümünden mezun oldum. Çok
severek ve isteyerek arkeoloji okudum. İyi ki de
okumuşum. Çünkü arkeoloji ve mitoloji bana yazarlık
sürecimde de çok şey kattı, katıyor. Özellikle de
mitoloji... Çünkü mitoloji atalarımızın bize bıraktığı bir
yaşam bilgeliğidir, yol haritasıdır ve insanın içsel
süreçlerini, yaşam yolculuğunu anlatır. Mitoloji bilen
insan kendini bilir ve insan doğasını yakından tanıma
imkânı bulur. Buna bağlı olarak kurgu yazımında da bir
adım öndedir. Ben sanatın her alanından, ama en çok da
insanlığın kadim bilgeliğinin ürünü durumundaki
mitlerden ve masallardan beslenen bir yazarım.
Yayımlanmış dört fantastik romanım var. Pek çok
fantazya, korku ve bilimkurgu antolojisinde öykülerimle
yer aldım. Aynı zamanda 2007’den beri kültür-sanat
yazarlığı yapıyorum. Çoğunlukla opera, klasik müzik,
arkeoloji ve popüler tarih yazıları hazırlıyor, röportajlar
yapıyorum
En son Destek Yayınları tarafından araştırma inceleme kitabın ‘Hekate: Bize Ne Mesaj
Veriyor?’ yayımlandı. Yollarınız Hekate ile nasıl kesişti? Bu kitabı yazmaya nasıl karar
verdin?
‘Hekate’ benim çok sevdiğim bir tanrıça. 2021’de yayımlanan romanım
‘Dolunay Ayini’nde de önemli bir yere sahipti. Hekate’nin adına ilk kez
lisedeyken William Shakespeare’in ‘Macbeth’ tragedyasında rastlamıştım.
Shakespeare, Hekate için uzunca bir tirat yazmıştı. Araştırınca
Hekate’nin ne kadar önemli bir tanrıça olduğunu gördüm ve çok sevdim.
Hekate her şeyden önce tek başına ayakta duran, sırtını bir erkeğe
yaslamayan, doğanın bilgeliğine sahip bir kadın arketipine karşılık gelir.
Tam da bu yüzden ataerkil Helen toplumunda ötekileştirilmiş, 12
Olimposlunun arasına alınmamış ve cadıların, büyücülerin tanrıçası
olarak lanse edilmiştir. Aslında cadı denen kadınlar da aynı Hekate gibi
dişil bilgeliğe sahip olan, doğanın dilinden anlayan, şifacı kadınlardı ve bu
yüzden ataerkil sistem tarafından tehdit olarak görülüp ötekileştirildiler.
Tüm bunlar Hekate ile güçlü bir bağ kurmamı sağladı.
19
ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ
‘Hekate: Bize Ne Mesaj Veriyor’ kitabını
yazmama ise araştırmacı-yazar Sevgili Erhan
Altunay vesile oldu. Erhan Altunay çok
kıymetli ve benim çok sevdiğim bir insandır,
üstadımdır. Türkiye’nin sayılı
entelektüellerinden biridir. Mitoloji
konusunda da muazzam bir bilgi birikimi
vardır. Bir gün beni arayıp Destek Yayınları
için bir mitoloji serisi hazırladığını söyledi
ve bu seri kapsamında Hekate hakkında bir
kitap yazmamı önerdi. O da beni aradığında
serinin ilk kitabı ‘Dionysos’u yazıyordu. Çok
sevinerek ve heyecanla kabul ettim bu
öneriyi. ‘Hekate’ kitabımın editörlüğünü de
Erhan Altunay yaptı. Çok keyifli ve verimli
bir yazım süreci oldu.
‘Hekate’ şimdiye kadar yazılan mitoloji kitaplarından
bir hayli farklı. Yer yer okurlara seslendiğin,
toplumsal cinsiyet konusuna göndermeler yaptığın,
mitoloji, tarih ve sosyoloji gibi dalların kesişim
noktasında, sürükleyici ve merak uyandırıcı tarzda bir
eser. Bu konuda neler söylemek istersin? Okurlar
‘Hekate’ kitabında neler bulabilirler?
Türkiye’de maalesef mitoloji çok yanlış
anlaşılıyor. Mitolojinin binlerce yıl önce
yaratılmış eğlencelik, uydurma öyküler
olduğunu zanneden pek çok insan var.
Hatta bu yanlış algının bazı
akademisyenler tarafından da paylaşıldığını
görüp şaşırıyorum. Oysa mitoloji insanı ve
insanın içsel yolculuğunu anlamanın
anahtarıdır. Joseph Campbell, Mircea
Eliade gibi bilim insanları bu gerçeği yıllar
önce ortaya koydular.
Psikoloji biliminin de insan davranışlarını
çözümlemede mitolojiden faydalandığını
biliyoruz. Çünkü insan doğası değişmez,
hep aynıdır ve mitler insanın kendini
bulma sürecini sembolik bir dille anlatılır.
Joseph Campbell’ın ‘Kahramanın Sonsuz
Yolculuğu’ kitabında da belirttiği gibi,
dünyanın farklı bölgelerinde yaratılmış,
pek çok açıdan birbirine benzeyen
kahraman mitlerinde kendimizi buluruz.
Biz de tıpkı o mitolojik kahramanlar gibi
bir çağrıya uyup yolculuğa çıkarız,
canavarlarla savaşırız, ölür ve sonra
içimizdeki gücü keşfedip yeniden diriliriz.
Bunlar hep sembolik anlatımlardır tabii.
Sevdiğimiz birini kaybettiğimiz, işimizden
olduğumuz, eşimizden ya da sevgilimizden
ayrıldığımız an “maceraya çağrı” anıdır.
Hayat bizi mevcut düzenimizin dışında bir
serüvene çıkmaya zorlar. O serüvende
savaşmak zorunda kaldığımız canavarlar
da korkularımızı, travmalarımızı, karanlık
tarafımızı, değişime direnen statükocu
yanımızı temsil eder. Bu savaştan galip
çıkarsak, değişmiş ve olgunlaşmış bir insan
olarak yeniden doğarız. Tüm o kahraman
mitleri bu evrensel süreci anlatır. O
yüzden mitoloji bilmek herkes için çok
önemlidir. Size bir yol haritası sunar.
20
ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Tanrılar ve tanrıçalar ise içimizde yaşayan
ve davranışlarımızı belirleyen arketiplerdir.
Analitik Psikolojinin kurucusu Carl Gustav
Jung’un literatüre kazandırdığı arketip
kavramı, hepimizin bilinçdışında varlık
gösteren belli davranış ve düşünce
kalıplarına işaret ediyor. Ben bu kitabımda
Hekate’yi bir arketip olarak da inceledim.
Eğer bunu yapmasaydım kitap eksik kalırdı.
Çünkü Hekate kocasız, çocuksuz, bir
erkeğin varlığına ihtiyaç duymadan dimdik
ayakta duran bir kadın arketipi olarak
yaşamımızı etkilemeyi sürdürüyor. Bugün
aramızda pek çok Hekate yaşıyor. Okurlar
kitapta tüm yönleriyle Hekate’yi ve Anadolu
Ana Tanrıçasının ataerkil düzende geçirdiği
değişimi bulacaklar.
Artemis’in Efesli, Hekate’nin ise Karyalı olduğunu
öğreniyoruz kitaptan. Karya tam olarak nerede yer
alıyor?
Karya, Anadolu’nun güneybatısına Antik
dönemde verilen isim. Günümüzde Aydın
ve Muğla illerinin bulunduğu alana o
dönemde Karya deniyordu. Karyalılar,
Anadolu’nun yerli halklarından biri. Dilleri
Karca da Luvice ile akraba.
Hekate’yi en iyi tanımlayan özellikler nedir?
Hekate’nin pek çok özelliği var, ama
sanırım en önemlisi üç yüzüyle kadınlığın
üç evresini de bünyesinde barındırması.
Hekate çoğu heykelinde üç yüzlü ve üç
vücutlu tasvir edilir. Bu yönüyle hem Ay
tanrıçası olarak Ay’ın fazlarını hem de
genç kızlık, annelik ve yaşlı bilge kadınlık
olmak üzere kadın yaşamının ana
evrelerini bünyesinde toplar.
Yani Hekate tüm süreçleriyle kadın olma
halinin ta kendisidir. Üç yüzü onun yere,
göğe ve yeraltı âlemine hâkim olduğunu da
gösterir ve tabii bir de zamanlara...
Hekate’nin bir yüzü geçmişe, bir yüzü
bugüne, son yüzü de geleceğe bakar. Bu
yönüyle geçmişle gelecek arasındaki eşikte
duran iki yüzlü Roma tanrısı Janus’a
benzer. Hekate kavşakların da tanrıçasıdır.
Hayatlarının kritik eşiklerinde meşalesiyle
insanların yollarını aydınlatır.
Ölüm deneyimi yaşayanlara yeraltındaki
yolculuklarında eşlik eder. Tabii ki aynı
zamanda Ana Tanrıçadır. Doğayı koruyan,
yerde, gökte ve denizlerde hükmü geçen
kutsal bir dişil güçtür.
21
ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Kitaptaki can alıcı noktalardan biri Anadolu’da
başlarda ana tanrıça olarak bilinen Hekate’nin,
Helenlerin bize attığı bir kazıkla şeytanlaştırıldığını
ve cadılıkla ilişkilendirilmeye başlandığını
öğrendiğimiz yer diye düşünüyorum. Sen ne
düşünüyorsun?
Evet, çok doğru. Anadolu, Ana Tanrıçanın
kendini en güçlü şekilde gösterdiği
coğrafya. Bu gerçeği Çatalhöyük, Hacılar,
İzmir Ulucak Höyük gibi tarih öncesi
yerleşimlerde bulunan şişman ana tanrıça
figürinlerinden de anlıyoruz. Şişman
olmalarının nedeni sembolik olarak toprağın
bereketini ve doğurganlığı temsil etmeleri.
Ana tanrıça bu dönemde yeryüzünün ta
kendisi olarak görülürdü. O, toprağın sahibi
olan ve insanları topraktan çıkan ürünlerle
besleyen evrensel bir anneydi.
Dönemin toplumsal yapısı da Ana Tanrıça
inanışından dolayı anaerkildi. Tarih öncesi
Anadolu toplumları kutsal kabul ettikleri
doğayla uyum içinde yaşayan, barışçıl ve
eşitlikçi toplumlardı. Çatalhöyük’te tüm
yapıların birbirine benzemesi ve toplumsal
hiyerarşiye işaret eden, diğerlerinden daha
görkemli bir yapı bulunmaması bu gerçeğin
ifadesidir. Ne zaman ki Milattan Önce
3000’li yıllarda Anadolu’ya savaşçı ve
ataerkil kavimler geldi, işte o zaman Ana
Tanrıça da arka plana atılmaya başladı.
Ancak Anadolu’da Ana Tanrıça o kadar
köklü bir geçmişe sahipti ki kadın ve
tanrıça, Helenlerin Anadolu’ya gelişine
kadar önemini büyük oranda korudu.
Ataerkil bir anlayışa sahip olan Helenler,
kendilerine yabancı, Anadolulu bir tanrıça
olan ve kendi başına ayakta duran güçlü bir
kadın temsili olan Hekate’yi cadılık ve
büyücülükle özdeşleştirdiler. Bunu Rodoslu
Apollonios, Euripides gibi antik yazarların
eserlerinden de anlamak mümkün.
Hekate’nin Ana Tanrıçalıktan büyü
tanrıçalığına geçişi bu ataerkil yaklaşımın
ürünü. Dediğim gibi aslında cadılar da
doğanın gizemlerini bilen bilge kadınlardı ve
tam da o yüzden ataerkil sistem için
tehlikeliydiler. Hıristiyanlıkla birlikte bu bilge
kadınlar şeytanla iş birliği yapan varlıklar
olarak yaftalandılar ve bu da cadı avlarının
temelini oluşturdu.
Hekate mitini merak edenler Türkiye’de nereleri
gezebilir?
Öncelikle Muğla Yatağan yakınındaki Lagina
Kutsal Alanı’nı ziyaret edebilirler. Lagina
Kutsal Alanı dünyada antik dönemden bugüne
kadar ulaşmayı başarabilmiş tek Hekate
tapınağı. Lagina’nın tapınak frizleri ise
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde yer alıyor.
İlaveten İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde
Hekate’nin tasvir edildiği çok güzel bir mezar
steli de var. Aslında Hekate İstanbul için de
önemli. Antik Dönemde İstanbul’da üç tane
Hekate tapınağı bulunduğunu Antik
yazarların eserlerinden biliyoruz, ama
bunların hiçbiri günümüze ulaşmayı
başaramadı ne yazık ki.
22
ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Aynı zamanda klasik müzik ve opera üzerine müzik
yazarlığı da yapıyorsun. Şu an aktif olarak yazdığın
bir yer var mı? Hekate ile hangi müzik eserlerini
ilişkilendirirsin?
Evet, Konser Arkası adlı klasik müzik
dergisinde her ay ‘Operatik’ başlığıyla opera
yazıları kaleme alıyorum. Bu arada Hekate
operalarda da adı anılan bir tanrıça. Mesela
Barok Dönem bestecisi George Frideric
Handel’in ‘Sosarme, Re Di Media’ (Med
Kralı Sosarme) operasında Hekate de
vardır. İşin ilginç tarafı bu operanın
Anadolu’da, Lidya Krallığı’nda geçmesidir.
Operada, Lidya Kralı Alyattes’in eşi Erenice
rüyasında Hekate’yi görür. Tüm zamanlara
hükmeden Hekate, ona Lidya Kralı olan eşi
Alyattes ile oğlu Argone arasındaki savaşın
tahmin edilenden erken biteceğini
söylemiştir. Peki, savaşın sonucu ne
olacaktır? Erenice korku içinde uyanır ve
Hekate’ye dua etmeye başlar. ‘O Diva
Hekate… Dite pace, e fulminate’ adlı
soprano aryası Barok müziğin zarafet dolu
örneklerinden biridir. Bol ajilitelidir ve
akılda kalıcı melodilerle bezelidir.
23
2022 yılında, 88 yaşında kaybettiğimiz
Britanyalı besteci Harrison Birtwistle’ın
1986’da bestelediği ‘The Mask of Orpheus’
operasında ise Hekate önemli bir karakter
olarak yer alıyor. Mitolojik bir karakter olan
ve Antik Dönemde bir gizem kültüne adını
veren Orpheus, çok sevdiği karısı Euridice’nin
ölümünün ardından yıkılır ve ölüler âlemi
Hades’e karısını aramaya gider. Bu noktada
Orpheus’un imdadına yetişen Hekate, ona
yeraltı âleminde Ölülerin Kâhini kılığında yol
gösterir. Bu iki opera direkt Hekate ile
özdeştir benim için.
Bir de Pagan Folk müzik yapan Faun’un
şarkıları da bana hep o kadim zamanları ve
Hekate’yi anımsatır. Hekate’nin metal müziğe
de ilham verdiğini eklemeden geçmemek
gerekir tabii.
Sana göre Hekate’yi en iyi tanımlayan semboller
nedir?
Hekate’nin en belirgin sembolleri köpek,
yılan, meşale ve anahtardır. Bunların her biri
tanrıçanın ayrı bir yönünü temsil eder
kuşkusuz, ama bence Hekate’yi en iyi
tanımlayan sembolü yılandır. Yılan hem hayat
verir hem de hayat alır. Salgılarından ilaç
yapılır, ancak soktuğunda zehriyle öldürebilir.
Tanrıça da insanları besler, toprağın
bereketiyle karınlarını doyurur, ama yaşamları
sonlanan insanların soğuk bedenlerini toprağa
alan da odur. Bir yanıyla hayat veren bir
yanıyla da hayat alan tanrıçaya çok yakışır
yılan sembolü. Hekate de hem Ana Tanrıçadır
hem de ölülere yol gösteren yeraltı
tanrıçasıdır.
ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Hekate’nin devamında mitoloji, tarih ve arkeolojiyi
birleştiren başka kitaplar da olacak mı? Bu konuda
yeni fikirlerin ya da projelerin var mı?
Evet, olacak. ‘Hekate’den sonra ‘Bir Hitit
Masalı’ adlı fantastik roman serimin ilk
kitabı ‘Kanatlı Güneş’ de okurlarla buluştu.
O serinin devamı gelecek. Başka bir mitoloji
kitabı da sırada.
Vinolettera’ya özgü bir soru geliyor: Hekate ile
karşılıklı hangi şarabı yudumlarken ona ne sormak
isterdin?
Röportaj için teşekkür ederiz. Eklemek istediğin bir
şey var mı? Son sözlerini alabilir miyiz?
Rica ederim. Ben de bu güzel söyleşi için çok
teşekkür ediyorum. Son olarak mitolojinin
hayatımızın her alanında bize ilham verecek
güce sahip olduğunu yinelemek istiyorum.
Masallara, mitlere, tanrılara ve tanrıçalara
hayatımızda yer açalım. Çünkü onlar
insanlığın tüm deneyimlerini bize aktaran
zamansız elçiler.
Her zaman yanımdaydın değil mi? Zor
zamanlarımda benimle konuşup, güçlü
olmamı söyleyen içimdeki sesin sahibi
sendin.
24
AFFET BİZİ TOPRAK ANA
Esma Tuğçe TÖZMAN
Bir sabah uyanıyorum sahilde yürüyüş yaparken “bugün İnciraltı'na gitsem“ diye düşünüyorum:
“Sancakburnu Kalesine mi, Deniz Müzesi'ne mi yoksa İnciraltı Kent Ormanına mı gitsem? ”Bir
zamanlar bu kadar çok bina yokken bir sürü İncir ağacı varmış.
İncir Ağacı deyince aklıma bir sürü anlatı geliyor. Tüm kutsal kitaplarda değerli bir ağaç. Zeytin
ve incir ağacı da hep birlikte bulunması gereken iki ağaç. Yunan mitolojisinde, Titan Sykeus,
annesi Gaia’yı Zeus'tan korumak için yerden bir İncir Ağacı çıkartır. Bir de Toprak Ana
Demeter’e sunulan incirin ürünlere bereket verdiğine inanılır.
Yunanistan’dan İtalya'ya, Roma'ya geçelim. Roma'daki Capitol Tepesi aklıma geliyor. Reha
Sylvia, Mars’tan olan ikiz bebekleri Remus ve Romulus’u, “Ruminalis” yani incir ağacının altına
bırakır. Remus ve Romulus, Rasenna adlı dişi kurt tarafından, Incir ağacının altında beslenip
büyütülürler. Sonrası malum, bu iki çocuk büyüyünce Roma kurulur.
Roma’da, Yaşlı kral Tarkan; pardon, Tarquinius Priscus tarafından yapımına başlanılan,
Etrüsklerin Veiovis Tapınağı üzerine kurulan Jüpiter Tapınağı vardır. Bu tapınak geçmişte
savaşlar yüzünden çok badireler atlattı. Ancak günümüze kadar ulaşan altı sütunu hala
ayaktadır, canlıdır. Çünkü Vitrivius’un “De Architectura/Mimarlık Üzerine On Kitap” adlı
kitabında bahsettiği üç kurala uymaktadır: “Utilitas, Firmitas, Venustas. Utilitas, kullanışlılık
demektir. Hatta İtalyancadaki faydalı anlamına gelen “utile” kelimesinin de kökeni Latincedir.
Firmitas ise sağlamlık, dayanıklılık demektir. (İtalyanca fermezza, durmak anlamındaki fermare
fiilinden türemiştir.) Üçüncü kural ise Venustas (la bellezza), güzelliği ifade eder.
Roma Cumhuriyetinden önce Etrüsk medeniyeti vardı ve kadınların da erkekler kadar
yönetimde söz sahibi olduğu Etrüsklerde üç şey çok önemlidir; kadın (la donna), doğa (la
natura) ve bilgelik (la sapienza). Etrüsk Tapınağında üçlü heykelden de anlaşılacağı üzere
gökyüzü tanrısı Tinia (Tin), doğurganlık ve bereket tanrısı Uni ve kızları bilgelik tanrıçası
Minerva, hep bir aradadır. Bu üçlü figürün bir arada bulunduğu heykel “Capitoline Triad”
olarak adlandırılır. Uni, Roma medeniyetinde Juno olarak adlandırılır ve terracotta (pişmiş
toprak) büstü, Roma’daki Villa Giulia Ulusal Etrüsk Müzesi’nde görülebilir.
(https://www.museoetru.it-Buradan müze müdürü Dr. Valentino Nizzo’ya selam olsun!)
Roma İmparatorluğu’nun bayrağında erdem ve zaferin simgesi defne çelengi ile birlikte, “Roma
halkı ve Senatosu” anlamına gelen Senatus Populusque Romanus” ifadesinin S.P.Q.R. kısaltması
vardır. Batıya bakan tek başlı kartal da yücelik sembolüdür.
Günümüze dönecek olursak; birçok medeniyet, güç sembolü olarak doğadan, hayvanlardan
ilham almış iken, estetik sanatsal yapılar haricinde korkunç bir betonlaşma, ticari güç, rant
sevdası yüzünden zeytinlikler kesiliyor ormanlar yakılıyor. Tarih boyunca çağının ötesinde
uygarlık seviyesindeki devlet kadınlara, doğaya ve özellikle de ağaçlara ve hayvanlara kıymet
verirken, günümüzde doğanın katledilmesi, korkunç bir sonu getirecek. Bir sonraki yazımda
bahsedeceğim üzere, Atatürk’ün doğa sevgisinin muhteşem örneği Yalova’daki Yürüyen Köşk,
bir istisnadır. İyi ki İzmir’de nefes alabileceğimiz ormanlar, Yaşar Üniversitesi yakınlarında da
“Zeytincilik Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü” var.
25
Görsel Şiir
ERKUT TOKMAN
26
AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ
Aşkın Zengin Akkuş’u kısaca tanıyabilir miyiz?
Çocukluğum İzmir’de geçti. Lise eğitimim süresince İstanbul’da
yaşamaya başladım ve gurur duyduğum Erenköy Kız Lisesi’nden mezun
oldum. Sonrasında ise İstanbul’a yerleştim. Hem İktisat hem de Felsefe
bölümlerini lisans derecesinde tamamladım. Şu sıralar İstanbul
Üniversitesi’nde Sosyoloji lisans eğitimimi sürdürüyorum. Bankacılık,
özel şirketlerde işletme müdürlüğü, finans yönetimi ve risk yönetimi
danışmanlığı gibi işlerde oluşturduğum kariyerimi 2012 yılında
noktalayıp, ilk kitabım “Mış Gibi Yaşamak”ı çıkardım. Böylelikle yeni
bir kariyere adım atmış oldum. Kitaplarımda, toplumsal sorunları
gündeme getirerek farkındalık yaratma çabamla birlikte ülkedeki kadın
hareketlerine kalemimle destek vermeyi amaç ediniyorum. Şu an
profesyonel iş yaşamımı Dark stanbul Medya A.Ş genel yayın
yönetmenliği yaparak sürdürüyorum. Bir yandan dayazmaya da devam
ediyorum.
Korkuyla yolların nasıl kesişti?
Öykü ve romanlarında korkunun dilini kullanmak senin için ne ifade ediyor? Ağırlıklı olarak işin gerilim
tarafındayım. Son yazdığım “Kutsal Cehalet” ve “Kutsal Günah” romanlarım gerilim unsurlar içeriyor. “Babamın
Gölgesi”, “Zifiri Aydınlık” ve “’Mış’ Gibi Yaşamak” ise dram temalı kitaplarım. Gerilim temalı ilk çalışmam,
Orkide Ünsür’ün derlediği ve Bilgi Yayınevi tarafından basılan “Karanlıktaki Kadınlar” antolojisindeki “Bakireler
Mabedi” adlı öykümdü. Sonrasında karanlık unsurlar içeren eserler üretmeye devam ettim. Kendi tarzımı en iyi
şekilde ifade edebilmem için “dark” kavramını biraz irdelemek istiyorum:
Dark, hem gerçeküstü öğeleri içeren hem de gerçeği yansıtması bakımından önemli bir kavram. Örneğin
saldırıya, tecavüze ya da kötü bir muameleye maruz kalan bir insanın yaşadıkları dark unsurlar içerirken bir
hayaletle konuşan birinin durumu da aynı karanlık etkiyi yaratıyor; bir taraf gerçeküstü diğer taraf tamamen
gerçek...
Bu yelpazede “dark” kavramının neresinde olduğumu sorarsan eğer-zaman zaman sapmalar yaşasam dagerçekçi
tarafa daha yakın olduğumu söyleyebilirim. Gerçeküstünden ziyade günlük hayatın rutininde potansiyel
olarak başımıza gelebilecek her türlü dehşet unsurunu işliyorum kitaplarımda. “Kutsal Cehalet” kitabımın
analizini yaparak ne demek istediğimi daha iyi anlatabilirim belki de..
Freud, tekinsizliği dehşet veren bir ruh hali şeklinde tanımlarken bunun derinliğini korku ve kaygıyla açıklıyor.
Kaygı, belli bir tehlikeyi beklemeyi ifade ederken, korku, korkulacak olan durum ya da olay anlamına geliyor.
Dehşet ise insanın hazırlıklı olmadan aniden yaşadığı bir durumu ifade ediyor. Tekinsizlik duygusu ise çocukluk
anılarıyla ilgili bir durum. Bu anılar sadece kişiye özgü değil insanlığada ait...Toplumda geçmişe yönelik anılar
açığa çıktığı zaman tekinsizlik süreci işlemeye başlıyor.
27
AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ
Bütün bunlar bir araya geldiğinde “Kutsal Cehalet”, orta çağ İtalya’sında sindirilmiş, kilise nezdinde
meşru olan duygularına yönelip diğer duygularını bastıran bir toplumu elealıyor. Kendilerine dayatılan
vahşi yaşam tarzlarını kabul etmek zorunda bırakılan insanlar, kaderlerine boyun eğiyorlar. Tekinsizlik
burada kaygıyla birlikte gösteriyor kendini. İnsanlar kilisenin hışmının farkında ve başlarına gelebilecek
tehlikeyi çok iyi biliyorlar. Kilise de bu korkuyu bilinçli olarak, kampanya dâhilinde yayıyor. Bu kaygının
verdiği ruh haliyle insanlar korku duygusuna yenik düşüyorlar. Engizisyon’un kendilerini hedef almasıyla
birlikte de dehşeti yaşıyorlar. Böylelikle insanlar, tekinsizliğin karşılığı olarak korku ve kaygıyı
deneyimlemiş oluyorlar.
Aynı kaygı ve korku durumu, romanın 2018 İstanbul’unda da geçerli. Cinci Hoca’nın 14 yaşındaki imam
nikâhlı karısına ve müritlerine yaptığı cinsel işkenceler, uyguladığı fiziki şiddetin yanında küçük kıza
yaşattığı ev hapsi, özgürlüğünü kısıtlayarak uyguladığı farklı yöndeki diğer kısıtlamalar... Kaygıyla
başlayıp hissedilen korku neticesinde yaşanan ve dehşetle sonuçlanan bir süreç... Güç, ölüm, karşı
koyma, egemenliğin kötüye kullanımı, insanlığın bitişi, bilinmeyene duyulan ilgi gibi özelliklerde gotik
edebiyatının unsurları arasında yer alıyor. Gotiğin temeli ise bu duyguları ortaya çıkarmak için gerekli
atmosferi kurgulamaktan geçiyor; ürpertici mekânlar, iskeletler, şeytanlar, batıl inançlar, korkunç
işkenceler ve tecavüzler... Bu açıdan bakıldığında “Kutsal Cehalet” için gotik bir roman diyebilirim
Türkiye’de kadın yazarların korku türünde pek çok eser verdiğini görüyoruz. Kadınların bu türe
ilgisi ve yeteneği konusunda ne düşünüyorsun?
Geçenlerde bir edebiyat sitesi için bir yazı kaleme almıştım. Yazının üst başlıkları
şöyleydi:
“Felsefe neden Antik Yunan’da doğdu?”
“Böylesine inanılmaz bir devrimi gerçekleştiren bu toplum, kadınların düşünsel
doğurganlıklarını gerçekleştirmelerine neden izin vermedi?
“Dark, hem gerçeküstü öğeleri içeren hem de gerçeği yansıtması
bakımından önemli bir kavram.”
28
AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ
Bu yazımda “Tarihte neden kadın düşünür yok?” sorusunu irdelemiştim. Örneğin
filozof deyince akla hemen Sokrates gelirken, neden Sokrates’in hocası olan Aspasia
gelmez? Konunun derinliğine girmeyeceğim tabii ki... Burada odaklanmamız gereken
nokta Sokrates’in hocasının bir kadın olması. O kadının eserleri yakılmış,
çalışmalarının erkekler tarafından yok edilerek günümüze ulaşması engellenmiş
olabilir, konumuz bu da değil... Sadece kadının gücüne vurgu yapmak için verdim bu
örneği.
Polisiye edebiyatının en önemli eleştirmenlerinden biri olan duayen Erol Üyepazarcı şöyle
bir cümle kurmuştu: Kadınlar suç edebiyatında erkeklerden çok daha başarılı... Bunun
çeşitli toplumsal sebepleri de olabilir. Şiddet bir kadının yanına yakışmayan bir kavram
(Yanlış anlaşılmasın hiç kimseye yakışmaz). Bu açıdan bakıldığında bir kadın tarafından ele
alınarak işleniyorsa daha dikkat çekici olabiliyor. Hatta kadın takma adlarla gotik eserler
veren erkek yazarlar olduğunu hepimiz biliyoruz.
Dünya edebiyat tarihinde adı geçen kadın yazarlara baktığımızda eserlerinde
müthiş karakterler yarattıklarını görüyoruz. Örneğin Agatha Christie polisiye
edebiyatına damgasını vuran çok önemli bir kadın. Hatta kendi türünde onun
üzerine kimseyi tanımıyorum desem, yeridir. Çoğu edebiyatçı için de bu
böyledir. “Küçük gri hücrelerle” cinayetleri çözen dedektif Hercule Poirot
karakteri, yaşlı bir kadından yarattığı dedektif Miss Marple karakterleri
inanılmaz değil mi? Onun dünya edebiyatına bu denli damgasını vurması Erol
Üyepazarcı’nın tezini gerçekçi kılmıyor mu? Yani kadınlar bu işi biliyorlar.
Diğer taraftan korku edebiyatının en önemli kadın kalemlerinden olan Shirley
Jackson, bu türde isim yapmış en önemli ustalara ilham kaynağı olan bir kadın.
Örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Sonuç olarak kadınların bu türlere olan ilgileri
yetenekleriyle birleşerek onların harika işler çıkarmalarına vesile oluyor. Bu,
mutluluk verici bir durum.
Agatha Christie polisiye edebiyatına damgasını vuran çok önemli bir kadın
Korkunun yanında Türkiye manzaraları ve dram türüne de rastlıyoruz romanlarında. “’Mış’ Gibi
Yaşamak” ve “Babamın Gölgesi” kitaplarını buna örnek verebiliriz sanıyorum. Bu romanların bir çıkış
ya da okurların yolunu/zihnini aydınlatan bir ışık olabilir mi sence? Türkiye halkının Asya ile Avrupa
arasında bocalaması, geleneklere kurban edilmesi çokça yazıldı ama kitapların başka bir rolü de olmalı
diye düşünmeden edemiyorum.
Kitaplarımda tür yelpazesini geniş tutarak kendimi özgürleştirmeyi seviyorum. Az önce
“dark” kavramından bahsederken de bunu anlatmaya çalıştım. Biz yazarlar kitaplarımızda
insanı ve insana dair ne varsa onu anlatıyoruz. Bu ifademe gerçek üstü unsurları da dâhil
ediyorum. Dünyanın geldiği noktayı düşündüğümüz zaman savaşlar, kadına ve çocuğa
şiddet, kadın cinayetleri, cinnet geçiren insanlar, sokaklarda işlenen cinayetler...Hepsi bir
araya geldiğinde ne kadar tekinsiz bir ortamda yaşadığımız ortada. Günün sonunda
deneyimlediğimiz dünya biz yazarların düşünsel etkinliklerine yön veriyor haliyle.
29
AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ
“’Mış’ Gibi Yaşamak” kitabımda tasarlanarak parçalanan bir
ailenin dramını anlattım. “Babamın Gölgesi” romanımda ise
çevresi tarafından sürekli baskılanan bir kadının kendi gücünün
farkına vararak yeniden doğmasını işledim... Türlü maskeler
takan insanın aslında ne kadar tehlikeli olduğunu vurguladım
kimi zaman. Kahramanım Mavi üzerinden kapitalist çalışma
sistemini eleştirdim. Emekten, örgüt sosyolojisinden,
verimlilikten bahsederken taraf tuttuğumu ve emekten yana
olduğumu fark ettim. Çoğu zaman da erkek egemen bir
toplumda, kadınların kariyer basamaklarını çıkarken, eril gücün
engeliyle karşılaşmaları itici güç oldu kalemime... “Erkeklerin
yönettiği bir dünyada eksik olmayan savaşlar ve her türlü
olumsuzluklar, kadınların yönetimi devralmasıyla sonlanır mı?”
sorusuna cevap aramaya çalıştım bazen de...
“’Mış’ Gibi Yaşamak” kitabımda tasarlanarak parçalanan bir ailenin dramını anlattım. “Babamın Gölgesi”
romanımda ise çevresi tarafından sürekli baskılanan bir kadının kendi gücünün farkına vararak yeniden
doğmasını işledim... Türlü maskeler takan insanın aslında ne kadar tehlikeli olduğunu vurguladım kimi zaman.
Kahramanım Mavi üzerinden kapitalist çalışma sistemini eleştirdim. Emekten, örgüt sosyolojisinden,
verimlilikten bahsederken taraf tuttuğumu ve emekten yana olduğumu fark ettim. Çoğu zaman da erkek egemen
bir toplumda, kadınların kariyer basamaklarını çıkarken, eril gücün engeliyle karşılaşmaları itici güç oldu
kalemime... “Erkeklerin yönettiği bir dünyada eksik olmayan savaşlar ve her türlü olumsuzluklar, kadınların
yönetimi devralmasıyla sonlanır mı?” sorusuna cevap aramaya çalıştım bazen de...
Doğu batı arasındaki bocalamaya gelince... Dediğin gibi bu konu çok yazılıp çizildi, konuşuldu. Aslına bakarsan
roman kavramı Avrupa’dan gelen batı kökenli bir tür. Tanzimat dönemi romanlarında kendi kültürüne sahip
çıkan kahramanlar iyi gösterilip batı özentisi olan karakterler eleştirildi. “Romanda batılılaşma” ise cumhuriyet
öncesi dönem için geçerliydi. Osmanlı toplumunda meydana gelen bir değişim edebiyata da yansıdı haliyle.
Aslında Türkler batıya tamamen teslim olup geleneklerinden kopmuş bir toplum değil. Doğu’yla batının bir
şekilde uzlaştığı bir ortam söz konusu... Ben bu şekilde düşünüyorum.
Tarikat temasını işlediğin romanların var; Kutsal Günah bunlardan biri. Günümüzde bu kavram artık tek tanrılı
dinlerin ötesinde, farklı farklı pratikler içinde de varlık göstermeye başladı. Bu konunun kurgusal ve gerçek
boyutları hakkında neler söylemek istersin?
“Kutsal Günah” adlı kitabımda birbirine düşman iki tarikatın özelinde farklı toplumsal konuları
işledim. Bunları özetle iki başlık altında toplayabilirim: Tarikatlar ve din adı altında işlenen iğrenç
cinayetler, kadim zamanlardan bu yana kadın erkek ilişkileri.
30
AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ
Tarikatlar: Tarikatların, ağlarına düşürdükleri insanlara kaşıkla verip kepçeyle alırken onların hayatlarını nasıl
cehenneme çevirdikleri, tarikat sisteminin dişlileri aralarında yok olup giden insanları, tarikat yurtlarında
tecavüze uğrayan, beyinleri yıkanan, eziyet gören çocukları, tarikatlar tarafından kullanılan insanların
hayatlarının ne kadar değersiz olduğunu anlattım... Kadim zamanlardan bu yana kadın erkek ilişkileri: Bu
kısımla ilgili yorum yapmadan kitabım için yazdığım giriş yazısını paylaşmak istiyorum sizlerle.
Ne demişti Âdem?
“Yanımdaki kadın bana yasaklı elmayı verdi. Ben de yedim!”
Havva yasaklı elmayı Âdem’le beraber yedi ama sadece kadın
lanetlenip dünyadaki kötülüklerden sorumlu tutuldu. Âdem’in
bu hataya iştirak etmesinin ardından cennetten kovulmalarının
tek sorumlusu Havva olarak gösterildi.
Peki, zerre kadar değeri olmayan(?), küçümsenen ve bir hiç
olduğu düşünülen kadının yapmış olduğu bir hatanın bu denli
büyütülmesi onu yüceltmiyor mu?
Başka alanlarda ilahlaştırılan Âdem, söz konusu olumsuz bir
durum olduğunda kimliksiz olarak nitelendirilen kadının
sözünü dinleyecek kadar edilgen bir hale nasıl geliyor?
Başka bir açıdan bakalım: Havva bu kadar etkiliyse neden
küçümseniyor?
Peki, insanlığın başlangıcından bu yana her türlü aşağılanmaya
maruz bırakılan, şimdilerde ise günün koşullarına göre şekil
değiştirip maske takan ataerkil sistemin dişlileri arasında zulüm
görmeye devameden kadının çilesi ne zaman ve nasıl bitecek?
Bu kitap tek yanlı, cinsiyetçi bir bakış açısıyla değil, tersine,
kadınla erkek arasındaki ezeli, ebedi vebitmek tükenmek
bilmeyen soğuk savaşın artık sonlandırılması gerektiğini
vurgulamak için yazıldı. Çünkü kadın, Adem’in özgür iradesiyle
yediği o yasak meyvenin sorumluluğunu üzerinden atmak
istiyor artık. Âdem istese de istemese de..
Bir yazarla iki farklı kuşak, iki farklı dilin eseri olan ortak yazım sürecinde olan sürpriz bir roman projeniz vardı. Bu proje hakkında
bahsedebilir misin biraz vakti geldiyse?
Elbette, vakit geldi Zeynep. Öncesinde sizlere Osman Aysu’dan bahsetmek istiyorum. Kendisi yüzü aşkın sayıda
roman yazdığı için ülkemizin en üretken yazarlarından biri. Ülkemizde, polisiye edebiyatın yabancı eserlerin
çevirisinin etrafında döndüğü yıllardan sonra 90’larda ortaya çıkan çok değerli yazarlar Türkiye’de polisiye
edebiyatın temellerini attılar; Celil Oker, Ahmet Ümit ve Osman Aysu… Kısaca özetlemem gerekirse Osman Aysu
Türk polisiye edebiyat tarihine adını altın harflerle yazdıran bir duayen ve ülkemizdeki casus romanlarının en
önemli temsilcisi. Gelelim asıl meseleye… Osman Aysu’dan neden bahsettim?
31
AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ
Kendisi “Kutsal Cehalet”, “Kutsal Günah”, “Babamın Gölgesi” ve “Mış Gibi Yaşamak” kitaplarımı okuduktan
sonra beni karşısına alarak harika yorumlarda bulundu. Özellikle yarattığım kahramanların çok etkileyici
olduğunu söyleyerek beni tebrik etti. Sadece bu kadarı bile kalbimin deli gibi çarpmasına yetmişken o
bununla yetinmedi ve birlikte kitap yazmayı teklif etti. Ne kadar onur duydum bilemezsin… Hemen kabul
ettim ve çalışmalara başladık. Roman şu an baskıya hazır. Aralık ayında içinden aşk hikâyesi geçen harika bir
casus romanı geliyor. Tabii ki Dark İstanbul etiketiyle… Bunun da müjdesini buradan okurlarımıza vermiş
olayım.
Korku, gerilim ve polisiye türlerinde eserler yayımlayan Dark İstanbul
Yayınlarının Genel Yayın Yönetmenliğin yapıyorsun. Yayınevinin kapak
tasarımları ve tanıtımlarında tür için can alıcı olan görselliğe de oldukça
önem verildiği görünüyor. Dark İstanbul’un çizgisinden, yayınlarından
biraz bahseder misin? Sanıyorum yakın zamanda aktif paylaşımların ve
yazıların da yer alacağı bir web sitesi de devreye alınacak?
Dark İstanbul, yakın gelecekte dünya markası olma vizyonuyla
kurulan entegre bir “entertainment” şirketi. Fantastik, gizem,
polisiye, psikolojik gerilim, korku, mitoloji, dram ve bilimkurgu
alanlarında bir araya gelen yazar, çizer, sinemacı,
müzisyenlerden oluşan büyük bir gurubuz. İstanbul’un kadim
geçmişinden faydalanarak oluşturduğumuz eserlerimizle, global
medya sisteminin önemli bir oyuncusu olmayı hedefliyoruz.
Yabancı medya grupları ülkemizin değerlerini alıp işleyerek
ürün haline getirdikten sonra bize geri satıyorlar. Biz de Dark
İstanbul ailesi olarak, bu gidişi tersine çevirmek için bir yandan
İstanbul’un kültürel hafızasını canlı tutmayı, öte yandan da bu
değerleri global yayın dünyasının işgalinden korumayı
hedefliyoruz. Hedeflerimizi gerçekleştirirken de yabancı medya
gruplarına şu mesajı veriyoruz: “Biz daha iyisini yaparız!”
Çünkü çok değerli yazarlarımız ve sanatçılarımız var. Eserlerimize ilham verecek olan İstanbul’un kültürel mirası
da hesaba katılırsa, hiçbir eksiğimiz olmadığı ortada. Öte yandan sinematik bir evren yaratarak yabancı medya
kurumlarının dikkatini üzerimize çekmeyi planlıyor, istedikleri projelere bizim aracılığımızla erişmelerini
sağlayarak dünya markası olma yolunda emin adımlarla ilerlemeyi hedefliyoruz. Antolojilerimizdeki öyküleri
sırasıyla çizgi roman ardından da dijital ortamlarda dizi ya da film olarak göreceksiniz çok yakında. Aynı yolculuk
tekil kitaplar için de geçerli tabii… Bu arada web sitemiz yenilendi. “Dark kitap” olarak İOS ve Android
uygulamalarımız açıldı. Uygulamamızı hemen indirip sizler için hazırladığımız sürprizleri anında
deneyimleyebilirsiniz. Yazarlarımızın, çizerlerimizin kısacası bizlerle birlikte yol alan tüm sanatçılarımızın yazıp
çizeceği harika alanlar yarattık sitemizde. Üye olup ziyaret edebilirsiniz.
32
AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ
Türkiye’de korku edebiyatı, gerilim ve polisiye nasıl bir noktada? Son zamanlarda bu türlerde en çok beğendiğin eserler
hangileri oldu?
Bahsettiğin bu türler uzun bir zaman diliminde ülkemizde hor görülerek edebiyat dışında bırakıldı. Fakat son
dönemlerde bu durumun tersine işlemeye başladığını görüyoruz. Örneğin polisiye, 1950’li yıllarda batılı
ustaların çevirileriyle dikkat çeken bir tür oldu. 1994 yılından itibaren de kendi yazarlarımız sayesinde ivme
kazanarak atak yaptı ve yerel kimliğini bulmak üzere yol almaya başladı. Osman Aysu casus romanlarının
öncülüğünü yaparken Ahmet Ümit suçun toplumsal öğelerini anlatan romanlar yazarak ülkemizde polisiye
edebiyatın gelişmesine katkıda bulundular. Celil Oker’i de unutmamak gerekir tabii…
Günümüzde gelince, bu türe emeği geçen yazarlar POYABİR (Polisiye Yazarlar Birliği) çatısı altında bir araya
gelerek türün gelişmesine katkı vermeye devam ediyorlar. Aynı şekilde fantazya edebiyatına gönül veren
kalemler bir araya gelip FABİSAD (Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği) çatısı altında birleştiler. Bunların
dışında Dark İstanbul her iki derneğin kapsamını da içine alarak hem polisiye hem de fantazya (korku, gerilim,
bilimkurgu, fantastik…) edebiyatın ülkemizde gelişmesi konusunda çok önemli adımlar attı. Aynı zamanda Dark
İstanbul’un, üretilen eserlerin sinemaya uyarlanması adına yapmış olduğu çalışmalar sonuç verdiğinde, bu türler
bir noktadan alınıp bambaşka noktalara taşınacaktır.
Bu dönem en çok ilgimi çeken isimlerden biri Mehmet Berk Yaltırık. Kendisinin “Istrancalı Abdülharis Paşa” adlı
kitabını özellikle tavsiye ediyorum. Bunun dışında Dark İstanbul etiketiyle çıkan polisiye ve gerilim serilerine ait
antolojileri şiddetle tavsiye ediyorum.
Yazar olma yolunda yürüyenlere tavsiyelerin ne olur?
Yazım sürecinde nelerden ilham alırsın, seni besleyen şeyler ne olur?
Bazen okuduğum bir satır, parkta gördüğüm bir kedi yavrusu ya da izlediğim
filmden bir kare beni alır bir yerlere götürür ve yazacağım kitabın ilham kaynağı
olur. Örneğin Hindistan Lideri Nehru’nun kızı için yazdığı “Dünya Tarihi” kitabını
okurken aklıma takılan tek bir satır “Kutsal Cehalet” kitabımı yazmama vesile
oldu. Bunun yanında romanlarımda ne yazdığım, hangi konuyu işlediğim ise
yazım sürecimi şekillendiriyor. Tarihi bir kitap yazıyorsam eğer araştırmalarımı
titizlikle yapar açık kapı bırakmamaya çalışırım. “Kutsal Cehalet”i yazarken
engizisyon, İtalya ve ortaçağı araştırdığım gibi… “Kutsal günah”ta ise aynı şekilde
mitoloji, Mitra dini ve kutsal kitaplar beslendiğim başlıca kaynaklar oldu.
Ülkemizde yazar ve yayıncı olmak gerçekten zor. Masanın hangi tarafında
olursanız olun sürekli bir direniş halindesiniz. Ülkenin içinde bulunduğu
ekonomik koşullar hem yazarı hem de yayıncıyı zor durumda bırakıyor. Fakat
edebiyata gönül verdiyseniz her türlü engeli aşarak bir şekilde ayakta durmaya
çalışıyorsunuz; yazar da olsanız yayıncı da…
Böyle bir ortamda yazar olma yolunda ilerleyen kardeşlerime şunu söylemek
isterim:
Yeteneğiniz varsa eğer yolunuza çıkan tüm engelleri aşın ve yazmayı sakın
bırakmayın. Kitaplarınız basılsın basılmasın hiç önemli değil, siz yazmaya
devam edin. Bir gün mutlaka yerini bulacaktır yazdıklarınız. “Su akar yolunu
bulur” sözüne yürekten inananlardanım.
33
AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ
Fakat yeteneğiniz yoksa lütfen yazar olmak için kendinizi hırpalamayın! Ya da sırf paranız var diye maddi
karşılığını ödeyerek kitap çıkarmayın, yapmayın bunu. Biz yazarlar yeteneğimiz yoksa para verip müzik aleti
çalabiliyor muyuz? Evet ders alıp bir yere gelebiliriz ama kısır bir uğraş olmaktan öteye gitmez. Sizler kenara
çekilin ki bu işi gönülden yapan edebiyatçılara yer açılsın. Az önce dedim ya, “Su akar yolunu bulur,” diye.
Suyun yönünü değiştirmeye çalışmak suyu sadece kaynağından uzaklaştırır. Başka da bir işe yaramaz…
Fanzine özgü bir soru geliyor; Bir gece ansızın bir roman karakteriyle karşılaşıyorsun ve seni bir
bara davet ediyor. Hangi şarabı içiyorsunuz ve sohbetiniz ne hakkında?
Öncelikle bu karakterin “Kutsal Cehalet” romanımdaki rahip Armando olmasını isterim.
Yaratıcısı olarak birlikte şarap içeceğim kahramanımı seçme şansım olduğunu
düşünüyorum. Kendisi rahip olduğu için beni bara davet edemez. Fakat İtalya’nın
Verona şehrinde küçük bir kilisede içmek isterdim şarabımı. Peki, “Neden Armando?”
diye sorabilirsin. Öncelikle mücadele adamı; aydınlık günlere ulaşmak adına her türlü
otoriteyi karşısına alan çok güçlü bir karakter. Vicdanlı, merhametli bir din adamı…
Onunla el ele vererek “Kutsal Cehalet” kitabımda engizisyonun suçsuz yere hapsederek
işkence ettiği masum insanların yaşadıkları zulmü okuyuculara anlattık. Cehaletin
insanları hangi noktaya getirdiğini, dini kullanarak insanları sindiren sisteme ait
aktörlerin aslında dinden ne kadar uzak yaşadıklarını gösterdik. Ve yine onunla el ele
vererek engizisyonun mağdur ettiği insanları müthiş bir operasyonla özgürlüklerine
kavuşturduk. Armando’yu sizlere kısaca tanıttıktan sonra onunla gerçekleştirmek
istediğim sohbetin konusunu açıklıyorum. Hani biz Türkler ne zaman bir araya gelsek
siyasetten söz açıp ülkeyi kurtarıyoruz ya (ekonomik bunalım, özgürlükler, eşitlik, hak
ve adalet vs.) işte ben de Armando’yla karşılıklı oturup ülkemi kurtaracak bir sohbet
gerçekleştirmeyi isterim. Bunu ortaçağ İtalya’sında başardıysak günümüz Türkiye’sinde
neden yapmayalım ki?
Şaraba gelince; kahramanımı ben belirledim. Şarap içeceğimiz mekânı ve sohbetimizin
içeriğini de… İçeceğimiz şarabı da ben seçersem kahramanıma ayıp olmaz mı? Armando
ne ikram ederse kabulümdür…
Söyleşi için teşekkürler. Eklemek istediğin bir şey var mı?
Edebiyatımıza ve bu türe verdiğiniz katkılar için çok teşekkür ederim.
Sizlerle olmak güzeldi… Böyle zamanlarda birlikte çok güçlü
olduğumuzu düşünüyorum. Başarılarınızın devamını dilerken yolunuz
açık olsun diyorum…
Sevgi ve saygımla…
34
RİVAYET
Ahmet Örnek
marifetdediler
ki
yaşamımla var olacak kavmimin laneti.
bitkilere ibadet güneşe teşekkür
dirsekleri yırtık mintanımla tefekkür.
kırıklıklarımla suyun şeklini alırım
güneşin insafına, kibrimin imtihanına kalırım.
çatlak bir kaburganın sızısıyım, uyun beni.
dediler ki
kaburgasından kovulmak diye bir ibadet olmaz
çadırımdan dışarı, şakaklarımdan ileri azledin
beni.
-hakikat–
üşenmedim
hep aynı noktasında durdum kinimin.
bakarken dünyaya
hep aynı noktadan oydum gözlerimi.
say ki
erozyonsuz yapamayan toprağım
fazlalıklarımı atmıyorum
eksiliyorum
dünyanın ömrü gibi
35
KİMYA
MÜHENDİSLERİ
ODASI EGE BÖLGE
ŞUBESİ
“Lezzetli Seminerler”
başladı!
Cordelion Mutfak Sanatları
Merkezi’nde şarap semineri
ve tadım etkinliği
gerçekleştirdik.
ŞARAP SEMİNERLERİ EKİBİ
HANDE ÖZSIR-İDİL SAVRU-ZEYNEP ÇOLAKOĞLU-
MERVE KORANA
36
Şaraptan Sirkeye Kültürden Doğaya
DOÇ. DR. AHMET UHRİ
Kimya Mühendisleri Odası Ege Bölge Şubesi olarak 2024 yılı itibariyle
“Lezzetli Seminerler” serisi başlattık.
Serinin ilk basamağında kimya mühendisi üyelerimiz Zeynep
Çolakoğlu & Oktay Ekşioğlu ile online olarak “Tadım Farkındalığı ve
Şarap” seminerini gerçekleştirdik(Şubat’24).
İkinci seminerimizde Doç. Dr. Ahmet Uhri’den “Şaraptan Sirkeye
Kültürden Doğaya Fermentasyon Teknolojileri” adlı semineri dinledik
ve harika şaraplar tattık (Nisan’24). Bu seminerde bize kapılarını
açarak lezzetli tadımlıklar paylaşan Cordelion Mutfak Sanatları
Merkezi'ne, Mine Özyer’e ve Karşıyaka Belediyesi’ne; seminerlerin
gerçekleşmesinde destek olan değerli hocamız Prof. Dr. Ufuk Yücel’e
teşekkür ederiz.
Tadımın kültürel, tarihi ve gastronomi ile olan bağlarını mercek altına
alan seminerlerimiz devam edecek. Takipte kalın.
https://www.instagram.com/kmoegebolge/
Doç. Dr. Ahmet Uhri
37
Şarabı Matematikle Anla(t)mak
PROF. DR. UFUK YÜCEL
Bir şarabı anlamak ve anlatmak bir insanı
anlamak ve anlatmaya benzer. Bazen kolaydır.
Bazen de zor. Şarabı ifade ederken birçok söz
söylenebilir. Eğer bu alanda akademik bir alt
yapınız varsa, kadehinizdeki şarabın
özelliklerini bilimsel terimlerle açıklarken,
kimsenin söylediklerinizden bir şey
anlamamasını sağlayabilirsiniz ya da daha
simgesel ve basit bir dili seçerek herkesin daha
kolay kavramasını mümkün kılabilirsiniz. Basit
ve anlaşılır olanı seçtiğinizde dengeli, simetrik,
yuvarlak, düz, köşeli ya da orantısız gibi
matematiksel ifadeler kullanmanız işinize çok
yarar.
Günümüzde insanların damak tadında önemli
değişimler yaşansa da; denge, şarapta olmazsa
olmaz bir özelliktir. Kaliteli bir şarapta
mutlaka bulunması arzu edilir. Ancak
algılanması ve değerlendirilmesi zaman ve
deneyim isteyen bir durumdur. Böyle bir
şarapta alkol, asidite, şeker ve tanen düzeyleri
uyum içinde olup, hiçbir özellik diğerini
bastıracak kadar ön plana çıkmaz. Buradan da
anlaşılacağı gibi denge şarapta harmonik bir
bütün oluşturur. Harmonia Yunan
mitolojisinde Afrodit ve Ares’in yani diğer bir
deyişle güzellik ve savaşın kızıdır. Dolayısıyla
mitolojide anlatıldığı gibi; şarapta da birbiriyle
zıt unsurların birleşiminden şaşırtıcı
güzelliklerin doğması mümkündür. Bu yüzden
şaraptaki harmoni detokat gibi çarpıp bizi
şaşkına çevirebilir.
Yüksek alkol ağzı ısıtır, tazelik, incelik, nüans ve
zarafet gibi kalite kriterlerinde ise algı kaybına yol
açabilir. Bu durum, alkol açısından güçlü
şarapların yeterli bir kalite taşımadığı anlamına
gelmemelidir. Ancak alkol düzeyi birçok kişinin
sandığı gibi tek başına şarabın kalitesini
göstermemektedir. Bu konuda çeşitli bileşenleri
yani; tatlılık, meyvemsilik, alkol, asitlik, tanen ve
birbirleriyle örtüşen her şeyi birlikte düşünmek
gerekir. Dilimizde yuvarlanıp giden şarap her
özelliği ile organik bir bütün olmalı, duyusal
açıdan dengeyi bize hissettirmelidir. Harmonik bir
şarapta birbirleriyle ideal orandaki bileşenlerin
mükemmel oranlarını yakalarsınız. Böylesi bir
şarap adeta Vivaldi’nin dört mevsimini yaşatır
bize.
Matematiğin babası sayılan Pythagoras,
matematikte müziğin uyumunu görmüştür.
Benzer şekilde şarapta da bu uyumun ifadesi altın
oranı aramak bir ütopya mıdır? Leonardo da
Vinci’nin Mona Lisa tablosu, Keops piramidi,
Parthenon tapınağı ya da Antik Yunan heykelleri
gibi şarap da altın oranı gerçekten barındırabilir
mi?
38
Şarabı Matematikle Anla(t)mak
PROF. DR. UFUK YÜCEL
Binlerce yıldır mimari ve sanatta kullanılan
altın oranı Yunan harflerinden fi (φ)açıklar
(ModernYunanda 21. Harf, eski–antik
Yunanda 22.harf). Altın oran doğa veya
evrendeki kanunlar ile benzerlikler iddia ettiği
için estetik bir değer taşımakta ve Aristo’ya
göre ahlaki bir değer olup, aşırı uçlar
arasındaki orta yolu ifade etmektedir. Bu altın
oran meselesi şaraba her ne kadar bir nesnellik
kazandırmaya çalışsa da bence içinde dikkate
değer bir öznellik de taşımaktadır. Bir şarabı
çok beğendiğinizde onun tüm iyi özelliklerini
(ideal oranlarını) abartabilir veya bozuk yerleri
olduğunda onu görmeme eğilimi
duyabilirsiniz.
Bu durum kusurlarını görmezden geldiğimiz
sevgiliye duyulan aşka benzer. Bu beğeni de
şarabın güzelliklerine ek olarak duyularımızı
etkileyen birçok dış etmenin de rolü vardır. O
an ki psikolojik durumumuz, bulunduğumuz
ortam gibi. Böylesi bir şarap Van Gogh’un bir
tablosu, Rodin’in ‘düşünen adamı’ ya da
Ravel’in ‘Bolero’su gibi çok hoşumuza
gidebilir. Yudumladığımız şarabı matematiksel
ifadelerle sembolize etmek ve bunu insan
karakterleriyle örneklemek de şarabı
anlamamız ya da anlatmamıza yardımcı
olabilir.
39
Düz, yuvarlağın karşıtı bir kelimedir. Bu
matematiksel ifade şarabın tanımlanmasında
kullanılabilir. Buş araplarda hiçbir keskin nokta,
kabalık ve acılık gibi öne çıkan olumsuz özelikler
yoktur. Ancak zerafet de azdır. Düz bir şarap
belirgin bir hata sergilemez ama sıkıcıdır,
yavandır. Konuşamadığımız, ortak nokta
bulamadığımız, birlikte olmaktan sıkıldığımız
insanlar gibidir. Köşeli olarak tanımladığımız
şaraplar ise bizi bir yanıyla rahatsız ve huzursuz
eden kişilere benzerler.
Bu tip şarapları yudumlarken özellikle tanen
içeriğinin yüksek olması nedeniyle dilimizde
burukluk yaratır, keyif vermezler. Bu şarapların
olgunlaşmak için zamana ihtiyacı vardır. Yuvarlak
olarak açıkladığımız şaraplar ise sonsuz bir şekilde
sürprizlerle doludur. Bunlar komplekstir ve
yüksek bir kaliteye sahiptir. Alkol, asit, şeker ve
tanen nicelikleri açısından dengelidirler.
Kapasitelerini uygun koşullar sağlanırsa zamanla
daha da geliştirebilirler. Bu şaraplar hayatı
özümsemiş bilge insanların bize yarattığı konforu
yaşatırlar. Şaraplar aslında biz insanlara benzerler,
kendinize en yakın bulduğunuz şarap sizin en
sevdiğiniz dostunuza benzer. Size keyif ve huzur
verirler. Bu nedenle herkesin dostu gibi şarabı da
özeldir.
can kurtar an
Serdar Solkun
I.
dağılan/ dağıl an/ birden bire/ yırtılan/ yırtıl an/ bir karınca
tıp tıp itiyor toprağı/ sürtünmeyi de alarak/ ovanın sesini
getiriyor bir ekmekte/ bir sürü bir süre/ koyunları saymadan/
karıncalara basmadan/ usumda usanmadan/ çıkmayan bir
kıymık/ kanatarak/ kanırtarak/ durmadan/ ite/ bata/ çıka/
bile/ isteye/ batırarak/ d a ğ ı la n/ yırtttılan/ yurt alan/ göç/
ebe/ yakalandı şimdi/ yumdu uykuya/ hiç kalkmadı/ bir kara
da/ derin de/ dışarı da/ bir deniz de / boğuldu!
bir oyuncak ıpıslak öldü!
lütfen bekleyiniz!
II.
pıtın an bir damla/ dağıl an/ koştur/ bir su karşıya tuf an/ bir
serçe bir ışıkta çoktan uçmalı/ göz göze/ göz gözü/ kör/
iğdiş/ konuşmak bıçak/ sus an/ çekilmemiş/ kaçılmış/
yaşam/ an/ kim erse/ yokyokuş/ ol an/ çıkılacak tepe/
gidilecek bir damar boyu/ kan/ kopar tan/ beyanı kökünde/
bir hışırtı bir hışırtı/ bir silah vurdu göğü alnın dan/ dan dan/
deşikte mezarlar açıl/ an/ bir arpa boyu gidemedi ins an/ yan
yana/ değil/ el ele/ hiç/ dan dan dan/ göz kaçtı bakışa…
şimdi karşıya geçebilirsiniz!
küçük dil konuştu:
40
fırdöndü bar
nalan barbarosoğlu
Ne kadar kaçırmaya çalışsa da gözü takıldı bir
kere. Kısa boylu adamın göz altı torbaları
alkolden mi, yoksa başka bir nedenden
mi?..anlaması lazım. Adamın kırçıllı sesinden
sigara içtiği hemen belli oluyor. Öyleyse birazdan
kapı önüne çıkıp saçağın altında tüttürmeye
çalışır. Hem belki yağmur hızını kesmiştir. Ya
sigarayı bıraktıysa! O zaman önündeki bardak
altlığını ıslatan dubleyi bir an önce bitirip başka
bir mekân bakmalı demlenmek için. Açıkta
durmaktan nemlenmiş çerezler de çekicilikten
olabildiğine yoksun. Müşteriler, müdavimler mi
demeli yoksa, ıslakgünün havasını içeri taşıyor
girip çıktıklarında.
Hep Neboş yüzünden. Şu göz altı torbalarını
aldırsana dedi geçen hafta. O söyleyene kadar
farkında bile değildi İhsan. Aynaya baktığında
gözüne çarpmıyordu yani. O günden beri aynada
ilk gördüğü, göz altlarındaki rengi de bozuk
torbalar. Olay aynayla da bitmedi doğal olarak.
Orada burada göz göze geldiği insanların, yolda
karşılaştıklarının yüzlerine önce göz altlarında
torba var mı, yok mu diye bakıyor.
Neboş’a git işine kızım dese de saplanıp kaldı göz
altı torbalarına. Neboş o gün fondöten fırçasını
her zamanki gibi, badana fırçası gibi kullanıyordu
İhsan’ın yüzünde. Aynaya bakan İhsan, dişlerinin
arasından söylendi: Yine maskeli süvari gibi
postalayacaksın beni çekime. Off tamam... alırım
fazlasını. Sen şu torbaları hallet bir ara.
Tutturamıyorum rengi
Cebinden kulaklık kutusunu çıkarıp telefonuna
bağlanıyor. Kısa boylunun canhıraş anlattığı
macerasını duymamak için. Mümkün değil tabii!
Allah adama ses vermiş, oda sigarayla sesinin
hacmini genişletmiş. Kısa herif anlattıkça
anlatıyor. Bitmiyor borsadaki oyunları.
Karşısındaki sıska, sanırsın Galileo dinliyor. Öyle
düşmüş Kısa’nın ağzına. Bir yandan da fıstık
atıyor mütemadiyen kendi ağzına. Karnı mı aç
nedir! İhsan o tarafa bakmamak için kendi
sınırlarını aşan bir çabanın öznesi o an. Şöyle
diğer masalarda oturanlara göz atıyor usulca...
barın sağ tarafında öbeklenenlere... Kendinden
başka kimsede rahatsızlığa ilişkin bir emare
görmüyor. Neboş’un eski bir klibini buluyor
YouTube’da. Düşkünlüğünden değil, maksat kısa
boylunun ortamda olmasa da kendi kafasında
büyüyen yüzölçümünden kurtulmak.
Bardaktaki duble de kendi kendine çoğalıyor
sanki. Ha babam yudumluyor Neboş’un eski
hâline bakıp şurup kıvamındaki sesini dinlerken.
Bugünkü görüntü vesesin kliptekiyle en ufak bir
alâkası yok elbette. Bırak çık buradan İhsan diyor
kafasındaki aşina ses. Tezgâhın üstüne ufak ufak
yayılan göz altı torbalarını toplayabileceğinden
kuşku duyuyor. Yenileyeyim mi diyor Burak.
Başını sallıyor YouTube’daki Neboş’tan gözünü
ayırmadan. Dublenin bittiğinden haberi bile yok.
Başını sallamış da oldu Burak’a. Hay Rabbim çık
işin içinden. Neyse... Neboş da klibin sonuna
gelmiş, Seçil Heper kılıklı kirpiklerinin arasından
çipil çipil bakıyor kameraya. Arkasında James
Dean saçları ve fondötene gerek duymayan,
dupduru yüzüyle gencecik İhsan’ın silueti,
Neboş’u yüceltiyor.
41
fırdöndü bar
nalan barbarosoğlu
Hay Allah senin tependen baksın Neboş diye
ileniyor İhsan, kafasının içinde kendi sesiyle.
Hırsından o zamanlar Neboş’un uyuz olduğu
Füsun’un ikide birde yüzünü elleriyle kapattığı
klibini açıyor.
Bu nasıl aşk diye yırtınıyor Füsun. Ne güzel
kadındı ama... Çıtı pıtı, tedirgin bakışlı ama nazik.
Neboş tayfası çok kıskanırdı Füsun’u. İkide birde
magazin muhabirlerine haber uçururlardı. Kız,
mekânlarda içmeyi bunların yüzünden bırakmıştı.
Sonra sonra Sidney mi, Sendai’y mı ne gitmişti de
kurtulmuştu bir bardak suda çıkarılan fırtına
benzeri kepazeliklerden. Yazık ama. Bitti müzik
hayatı.Hiç konuşulmuyor artık. Yazılan pop
müzik tarihlerinde de Füsun’un adına rastlamadı
İhsan. Oysa Neboş’tan gençlere ışıltılı bir hayatın
parçası olduklarını hissettiren bir popçu diye söz
etmişti Feyyaz Durucan. Füsun’un kırılganlığı,
gençlere başka bir hayatın ufkunu
gösteremiyordu belki. Ondandı.
İhsan geçmişin yitik haritalarında dolaşmaktan
sıkıldığında bardak altlığındaki kırmızı Meksika
şapkası yetişiyor imdadına. Üstünde onlarca
bardağın izi, lokal ışıkta birbirlerini ezercesine
gururla parlıyor. İhsan kendi bardağının ıslak izini
avcuyla siliyor, ufak, hatta ufacık bir kaos
yaratıyor. Burak’ın elinde değilse sol omzunda
duran turuncu bezi İhsan’ın bardak altlığının
kıyılarına vurup kaçıyor. Hijyen perileri uçuşuyor
okyanus kokularıyla...
.
Neboş’un aynısının tıpkısı bir kadın peydahlanıyor
İnsan’ın yanında. Hey evlat diyor Burak’a, yenile
şu bardağı! İhsan kadının bardağına bakıyor,
çanağa benziyor. Çorba servisi mi var yoksa
burada?..Ben de isterim diyor. Ne çorbası be
babalık, galaksi trafiği yönetiyoruz burada diyor
Neboş’un aynısının tıpkısı. Babalık lafı İhsan’ın
midesine keskin iniyor. Yeni nesil ayyaşlarla hiç
işi olmaz aslında İhsan’ın. Yine de dümeni eski
limana kırmalı, burada fırtına çıktı diyor kadına.
Çakıyor genç kadın. Neboş’a falan benzediği de
yok üstelik. Burak tütsü yakmış, sandal ağacı
kokusu sakinleştiriyor İhsan’ı. Oh be... biraz
hayat...biraz
Kayıp geçmiş–belirsiz gelecek sarkacında
yudumlarken bitmeyen cin–toniği bardak
altlığından göz kırpan bardak izlerine bakıyor yine
İhsan... sarhoşluk tarihine bir iz daha düşüyor.
Elinde bir kalem olsa siktir git yazardı bardak
altlığına...ama yok.
Burak, küçücük yüzünden fırlamış elmacık
kemiklerinin üstündeki göz kapağı yokmuşçasına
parıldayan gözlerinin önündeiki küçük acı yeşil
satsumayı çevirmeye başladığında İhsan gözlerine
inanamadı... Ciddi misin evlat, hemen hemen
hemen yepyeni bir duble diye adeta haykırdı. Ve
sevincini kursağında bırakan bir motosiklet kaskı
lonk diye kondu tezgâha. Daha Burak dublesini
bile getirmemişken caddelerin, ara sokakların
motor gürültüsü kulaklarında tur attı İhsan’ın.
Kutusuna koymadan her şeyden kıl kapan
kulaklıkları cebine tıkıştırdı, gözünü tezgâhta
yayılan küçük gölcüğe dikti. Gölcükten yansıyan
ray-ban ışıltısıyla yanına tüneyen zırtapoza çevirdi
başını.
42
fırdöndü bar
nalan barbarosoğlu
Motorcu, ateşle beni kanka, ağzım–burnum
kurudu diyor Burak’a. Saçları raksediyor kemikli
yüzünün etrafında. Yetiştim kanka diyor Burak,
İhsan’ın satsumalı cin–toniğini gıcır bir bardak
altlığıyla önüne koyarken. Hay aksi, kırmızı
Meksika şapkası bunda da var. Burak, yetiştim
kanka diyerek köpüğü bardaktan taşan birayı
önüne sürüyor motorcunun. Onun sarı bardak
altlığında siyahla %100 yazıyor.
Deri montunun fermuarını, hâlâ dişlerinin
arasında tuttuğu eldivenden kurtulmuş eliyle
açıyor İhsan’ın gıcık olduğu zırtopoz... köpüklü
bardağı eldivenli eliyle kavrayıp kocabir yudum
alıyor. İhsan’ın kafasındaki ses, oha yavaş! dese
de motorcu hayatından memnun, yaşa be kanka...
aslansın diyor Burak’a. Sağ eliyle iki kez kalbini
pışpışlıyor Burak.
Geldim abim diyor Burak ivecen ivecen. Parlak
gözleri İhsan’ın kalbini hafifletiyor. Ahşap bir
kutunun içindeki hesap rulosunu İhsan’ın önüne
sürüyor Burak.
Hesabı ödedikten sonra, kapıdan çıkan İhsan,
yağmurluğunun kapüşonunu başına çekerken
fıstık kırıntılarına üşüşen ıslak serçelere hadi
eyvallah diyor içinden.
Göz altı torbalarıyla saçak altında sigara içen kısa
boylu adam, geceye koşturan akşamı dumanıyla
nakışlıyor.
Turuncu el bezi, tezgâhta bir kez daha tur atıyor.
İhsan’ın aklına yine artık kirpiklerden azade, çipil
gözleriyle Neboş düşüyor... Şu göz altı torbalarını
aldırsana diyor İhsan’a kendinden emin. Bu kez,
git bi işine diyemiyor İhsan. Kısaca, sikerim diyor
ortalığa...kendine ise, hadi fondip! Kotunun ön
cebinden çıkardığı buruşuk paraları düzlerken
hesap anlamında havaya şimşek çiziyor.
43
HABERLER
TADIM SEMİNERİ
ŞARABIN
UFUKLARI
Şarap, zamanın içinde olgunlaşan bir dost gibi;
her damla, geçmişin hikayesini ve geleceğin
umutlarını taşır.
Prof. Dr. Ufuk Yücel ile "Şarabın Ufukları"
etkinliğimizde, lezzetlerin derinliklerindeki sırları
keşfetmeye davetlisiniz.
Şarabın renkleriyle düşlerinizi ve dünyanızı
boyamaya hazır mısınız?
KİMYA MÜHENDİSLERİ ODASI
EGE BÖLGE ŞUBESİ
URLİCE VINEYARDS /
URLA
25 MAYIS 2024
https://www.instagram.com/kmoegebolge/
44
HABERLER
ISSUE NUMBER
TADIM SEMİNERİ
Anadolu’nun miras üzümleri ve tadım üzerine bir
konferans...
şarap üzerine yapılan araştırmalar, sektörel
bilgiler ve dünyadaki gelişmeler hakkında bilgi
alabileceğiz özel bir etkinlik.
KEŞFET
ANADOLU’NUN MİRAS
ÜZÜMLERİ
SİNEMA FERİYE 9 HAZİRAN 2024
https://kokkokentoprak.com/tr/
45
Ekmekten şaraba dek pek çok üründe emeği geçen mayayı ana başlığa taşıyan bu eser, şarabın gastronomi ile bağlarını mercek altına alarak şarap-yemek eşleşmelerinin kimyasal ve kültürel boyutlarını inceliyor.
Zeynep Çolakoğlu’nun, yazar ve Kimya Yüksek Mühendisi kimliğiyle tadım farkındalığını bilimsel açıklamalar ve öyküsel bir dille birleştirdiği bu kitabıyla, şahane bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?
MAYA BÜYÜSÜ
Zeynep Çolakoğlu
Karakarga yayınları / Ocak 2024
Karakarga Yayınları’ndan çıkan edebiyat ve sanata çokça konu
olmuş, kendi mitolojisi hatta tanrısı olan kadim ve şiirsel şarabın
hikâyesini anlattığı ve şarapta algılanan koku ve aromaların dilini
çözümleyen ‘Şarap Koyusu’ kitabının ardından şimdi de “Maya
Büyüsü” okurlarıyla buluşuyor.
Çağlar boyu büyüleyici dönüşüm eserleri yaratan, ekmekten
şaraba dek pek çok üründe emeği geçen mayayı ana başlığa
taşıyan bu eser, şarabın gastronomi ile bağlarını mercek altına
alarak şarap-yemek eşleşmelerinin kimyasal, kültürel ve duygusal
boyutlarını inceliyor.
Aroma ailelerinden öne çıkan şarap stilleri ve yapım tekniklerine,
kültürel mirasımız Süryani şaraplarından eski bağlara, eşleşmenin
temel prensiplerinden peynir-şarap uyumuna ve yaşamımıza
dokunarak bizi mest eden aromatik bileşenlere dek uzanan,
tadım farkındalığını bilimsel açıklamalar ve öyküsel bir dille
birleştiren bu kitapta okurları şahane bir yolculuk bekliyor.
Koku hafızamızı nasıl
geliştiririz?
Aromaların bir dili var
mıdır?
Mayalar üzümü nasıl
dönüştürür?
Maya Büyüsü tüm bu sorulara şarap tadımının duyusal
analiziyle cevap ararken, algı kapılarını aralayan
kokularla, sizleri gizemli bir yolculuğa çıkarıyor. Bu
yolda aroma aileleri ile tanışma, aroma çemberinin
rengârenk evrenini keşfetme ve lezzetli deneyimlere
yelken açma üzerine bir dizi fikir sunuyor.
46
Ekmekten şaraba dek pek çok üründe emeği geçen mayayı ana başlığa taşıyan bu eser, şarabın gastronomi ile bağlarını mercek altına alarak şarap-yemek eşleşmelerinin kimyasal ve kültürel boyutlarını inceliyor.
Zeynep Çolakoğlu’nun, yazar ve Kimya Yüksek Mühendisi kimliğiyle tadım farkındalığını bilimsel açıklamalar ve öyküsel bir dille birleştirdiği bu kitabıyla, şahane bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?
KİTAPLAR
47
Ekmekten şaraba dek pek çok üründe emeği geçen mayayı ana başlığa taşıyan bu eser, şarabın gastronomi ile bağlarını mercek altına alarak şarap-yemek eşleşmelerinin kimyasal ve kültürel boyutlarını inceliyor.
Zeynep Çolakoğlu’nun, yazar ve Kimya Yüksek Mühendisi kimliğiyle tadım farkındalığını bilimsel açıklamalar ve öyküsel bir dille birleştirdiği bu kitabıyla, şahane bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?
KİTAPLAR
48
HİNT ANTİLOBU
(INDIAN ANTILOPE)
Shamnadh Shajahan
The Blackbuck also known as the Indian
Antelope, is a medium-sized antelope native
to India and Nepal. Formerly widespread, small
and scattered herds are largely confined to
protected areas today. During the 20th century,
blackbuck numbers declined sharply due to
excessive hunting, deforestation, and habitat destruction,
making them a prized catch these days.
Apart from being super sensitive to any potential
human approach and astoundingly fast sprinters,
a unique behavior that catches one’s eye is their
ability to jump several feet high, as though
catapulted from a spring-board or trampoline.
After several attempts, I was lucky enough to
freeze this adult male in action against the
horizon with its pristine but fast depleting
grassland habitat in the foreground, somewhere
in the outskirts of Bangalore…
Hint Antilopu olarak da bilinen Blackbuck,
Hindistan ve Nepal’e özgü orta büyüklükte bir
antiloptur. Eskiden yaygın, küçük ve dağınık
sürüler, günümüzde büyük ölçüde korunan
alanlarla sınırlandı. 20. yüzyılda aşırı avlanma,
ormansızlaşma ve habitat tahribatı nedeniyle
sayıları keskin bir şekilde azaldı ve bu da onları
bugünlerde değerli bir av haline getirdi.
Herhangi bir insanın potensiyel yaklaşımına karşı
hassas, birinin dikkatini çeken benzersiz ve
şaşırtıcı derecede hızlı koşmalarının yanı sıra bir
trambolinden fırlatılmışcasına bir kaç metre
yukarı sıçramaya muktedirdirler. Birkaç
denemeden sonra, Bangalore’un eteklerinde bir
yerde, ön planda el değmemiş ama hızla tükenen
otlak habitatında ufka karşı eylem halindeki bu
yetişkin erkeği fotoğrafta donduracak kadar
şanslıydım...
49