14.09.2024 Views

MİNTAN-7 (Dijital Dergi)

PDF'lerinizi Online dergiye dönüştürün ve gelirlerinizi artırın!

SEO uyumlu Online dergiler, güçlü geri bağlantılar ve multimedya içerikleri ile görünürlüğünüzü ve gelirlerinizi artırın.

.

MINTAN

Tarih, Fikir ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 7 - Yaz 2024

Outliers / Çizginin Dışındakiler - Rümeysa Yıldız | Efes Antik Kenti - Furkan

Aras | Dündar Taşer’e Göre “Milliyetçilik” Mefhumu - Samet Yıldız | Müslüman

Saati - Ahmet Haşim | Kimsesiz Mezar - Okan Balkan |Bir Ekonomik Mesele:

Yerli Esnaf Avrupa Mallarına Nasıl Rekabet Edebilir? - Ali Muhtar

Çeviri ile

Kitap & Film

Tavsiyeleriyle

Birlikte


. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

YAZ 2024

MINTAN

.

İMTİYAZ SÂHİBİ ve YAZI İŞLERİ

MÜDÜRÜ

SAMET YILDIZ

GENEL YAYIN YÖNETMENİ

ALPEREN DÖNMEZ

EDİTÖR HEYETİ

ALPEREN DÖNMEZ

RÜMEYSA YILDIZ

YAYIN KURULU

SAMET YILDIZ - RÜMEYSA YILDIZ

ALPEREN DÖNMEZ - AHMET

DURMAZ - Z. EZGİ KAYA - OKAN

BALKAN - MUSTAFA KARAKUŞ

AHMET RIFAT İLHAN - OZAN

DABANOĞLU - FURKAN ARAS

ŞÜKRAN BİLGİÇ - BATUHAN

ÇATALTEPE

TASARIM

SAMET YILDIZ

İLETİŞİM

E-Posta: mintandergi@gmail.com

Instagram: @mintandergi

Eser Gönderimi İçin:

mintandergi@gmail.com

MEVSİMLİK OLMAK ÜZERE YILDA

DÖRT DEFA YAYINLANIR

Her Hakkı Mahfuzdur. Dergideki

Yazı, Fotoğraf ve Diğer Görsellerin

İzin Alınmadan veya Kaynak

Gösterilmeden Her Türlü Ortamda

Çoğaltılması Yasaktır. Dergide

Yayımlanan Yazılardan Yazarı/

Yazarları Sorumludur.

Kapak Resmi: Selçuk/İzmir’de, Efes

Antik Kenti’nin bünyesinde bulunan

Celsus Kütüphanesi.

İÇİNDEKİLER

Nedir Bizim Derdimiz?

Samet Yıldız....................................................................................1

Outliers / Çizginin Dışındakiler (Kitap İncelemesi)

Rümeysa Yıldız...............................................................................2

Efes Antik Kenti

Furkan Aras.....................................................................................5

Dündar Taşer’e Göre Milliyetçilik Mefhumu

Samet Yıldız....................................................................................10

Müslüman Saati

Ahmet Haşim.................................................................................14

- Şiir -

Kimsesiz Mezar

Okan Balkan..................................................................................17

- Çeviri -

Bir Ekonomik Mesele: Yerli Esnaf Avrupa Mallarına Nasıl

Rekabet Edebilir?

Ali Muhtar - Transkripsiyon: Alperen Dönmez......................18

- Kitap Tavsiyeleri -

Samet Yıldız - Aydın Vilâyet Sâlnâmelerinin Işığında Kiraz.......24

Lev Tolstoy - Savaş ve Barış.........................................................25


1

N E D E N M İ N T A N v e N E D İ R B İ Z İ M D E R D İ M İ Z ?

Bizler “vatan”, “millet”, “bayrak” gibi kavramları gönlüne kazıyan ve

devletinin selâmetini düşünen vatan evlâtlarıyız. Bu yüzdendir ki, günümüzde

siyasî, dinî ve fikrî açıdan ayrışan veyahut ayrıştırılmaya çalışan milletimizi

ortak paydada birleştirmeyi, kendimize dâva edindik. “Mukaddes dâvalarda

ölüm bile hak’tır” sözünü kendine şiar edinmiş gençler olarak tarih, sosyoloji,

edebiyat alanlarında yazdığımız yazılarla, bu dâvaya hizmet edeceğiz. Zira

şanlı bir geçmişi olan bu kadim millet, manevî buhran içindedir. “Birkaç asır

önce yaşanan hâdiselerin tezahürü” olarak görebileceğimiz bu durum, ancak

üzerinde kafa yorulduğu takdirde ortadan kaldırılabilecektir. Milletimizin

içinde bulunduğu sosyolojik durumun bir ân evvel düzelmesi için, fikriyâtımız

ve icraatımız vâsıtasıyla milletimizin kalbine dokunma gâyesi içindeyiz. Tabiî

ki, bir avuç vatan evlâdı tarafından girişilen bu mücadelenin, asırlardır süregelen

“kökleşmiş” durumu değiştirmesi mümkün değildir. Verilen her çabanın

büyük sonuçlar vermesi de -tabiî olarak- beklenemez. Lâkin bu vesileyle bizler

“ateşe su taşıyan karınca” misâli tarafımızı ve duruşumuzu belli etmekteyiz.

Ân itibariyle, kolluk kuvvetlerimizin millî birlik ve beraberlik için canlarını

koydukları bu mücadeleye, kalemlerimizle birlikte katıldığımızı beyan ediyoruz.

Ayrıca, bu kutlu mücadeleyi yerine getirmekte hiçbir beis görmediğimizi bildiriyoruz.

Mintan dergisi bünyesinde yayımlanan her türlü makale ve fikrî yazı

ile bu yolda çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Bu çalışmaları gerçekleştirirken

milletimizi ayrıştırabilecek unsurlara ve özellikle de siyasî temelli konulara

değinmeyeceğiz. Sâdece devletinin ve milletinin geleceğini düşünen bizlerin tek

gâyesi, fikrî yazılarımızın okuyucularımız tarafından detaylı bir şekilde incelenmesidir.

Çünkü biliyoruz ki, yazılarımızda kendi hikâyelerini görecek olan

Anadolu’nun çocukları, hayata farklı bir şekilde bakacaktırlar. Çalışmalarımız

vâsıtasıyla bir kişinin hayatına dokunabilmek, bizi fazlasıyla bahtiyâr edecektir.

İnanıyoruz ki; maddî-manevî pek çok zorluğa göğüs geren bir avuç vatan

evlâdının mukaddes çabaları, elbet bir gün hak ettiği ilgiyi görecektir.

Son yaptığımız düzenlemeler dolayısıyla; mevsimlik olarak 3 ayda

bir yayınlanmaya devam eden Mintan, “Yaz-2024” ünvanını

taşıyan 7. sayısında, 8 adet içerik bulunmaktadır. Bu 8 içerik;

bir tanesi şiir olmak üzere 3 telif eser, 1 adet nakil, 1 adet

Osmanlı Türkçesi’nden yayına hazırlanan eser ve 2 tane de

kitap tavsiyesinden mürekkeptir. Yayınlanan eserler; genel

olarak İzmir tarihi, milliyetçilik tanımları ve milliyetçiliğe

ilişkin algılamalar ve iktisadî meselelerin önemli bir bölümünü

oluşturan esnaflık ve iç pazar gibi ciddî konulara

temas edilmiştir. Milletimize hizmet etme

gâyesi etrafında yayın hayatına başlayan ve

amacını her dâim sürdürmeyi hedefleyen

Mintan, bu hususta verdiğimiz çabayı gözler

önüne serecektir.

Saygılarımızla…

S A M E T Y I L D I Z

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ


bakış açısı sergileyerek, birçok sıra

dışı başarıya imza atmış insanı konu

edinmiştir. Bu başarıların da nedenlerini

irdeleyip ortaya tezler sunarak başarı

kavramını açıklamaya çalışmıştır.

Yazar, öncelikle, başarılı olmak için

şanslı doğmanın gerektiğini ifade ediyor.

Yazarın bu düşüncesi pek de yanlış

sayılmaz. Ocak ayında doğan biri ile

Aralık ayında doğan birinin arasında 1 yaş

fark var. Bu da demek oluyor ki, aralık

ayında doğan kişinin zihinsel adaptasyonu

ve fiziksel gelişimi ocak ayında

doğan kişiye göre 1 yıl geriden gelmektedir.

Yazar da bu tezini, Kanada’daki buz

hokeyi takımı üzerinde yaptığı incelemesi

sonucunda ortaya koymuştur. Oyuncular

incelendiğinde karşılaşılan sonuç ise

şudur: Yılın ilk aylarında doğanlar, son

aylarda doğanlara göre daha başarılı olup

ön plana çıkmışlardır.

Malcolm Gladwell, Outliers

(Çizginin Dışındakiler), Çev.: Aytül

Özer, İstanbul, MediaCat Yayınları, 2020,

244 Sayfa, ISBN: 9786055755300.

RÜMEYSA YILDIZ *

Başarılı olmak; kişinin kendine yetebilmesi

midir yoksa toplumun bu başarıyı

kabul etmesi mi? Başarılı insanların

üzerinde aile, soy, yaşadığı çevre, sosyal

ortamlar vb. faktörlerin etkisi var mıdır?

Var ise; bu etkiler, başarıyı beraberinde

getirebileceği gibi başarısızlığa da sebep

olabilir mi? Gazeteci, yazar ve konuşmacı

olan Malcolm Gladwell, “Outliers” eserinde

bu ve benzeri sorularla çok farklı bir

Başarı hikâyemizin soyumuz ile

ilişkili olduğunu ileri süren Malcolm

Gladwell, “İnsanlar yoktan var olmaz.

Soy-sopa ve himayeye bir şeyler borçluyuzdur.”

sözleri ile ifade etmiştir.

Yazar; kişinin büyüdüğü ortamın,

nasıl büyüdüğünün, aile büyüklerinin,

ataları ve kültürünün başarı seviyesini

doğrudan etkileyeceğini düşünmektedir.

Bu düşüncesini pekiştirmek için de meşe

ağacını örnek göstermiş ve ormandaki

en uzun meşenin, sâdece en sert palamuttan

yetişmesiyle açıklanamayacağını;

yetiştiği toprağın derinliği, verimliliği ve

güneş ışığını iyi alması gibi birçok faktöre

bağlı olduğunu ifade etmiştir.

Hayattaki serüvenimize şanslı olarak

başladık, iyi bir soya ve aileye sahibiz.

Peki, başarılıyız diyebilir miyiz? Elbette

hayır… Tüm bu özelliklere sâhip ol-

2.

* Lisans Öğrencisi, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.

E-Posta: rrumeysayildizz@gmail.com

MINTAN - 7


3

duktan sonra kümülatif avantajlarımızı

iyi bir şekilde değerlendirmek bizim

elimizde. Yazar bu konuda hazırlık ve

pratiğin önemini vurgulayarak, “10 Bin

Saat Kuralı”ndan bahsediyor. K. Anders

Ericsson tarafından ortaya atılan bu

kural, bir alanda uzmanlaşabilmek

için 10 bin saatlik yoğun bir programdan

geçmek gerektiğini öne sürer. Bu

doğrultuda, başarıyı etkileyen faktörler

arasında doğuştan yeteneğin etkisinin

az olduğu, hazırlığın oynadığı rolün ise

olabildiğince büyük olduğu görülmüştür.

Yazar, kitabın ilerleyen bölümlerinde;

yeterli zekâya sâhip olunması,

çalışılması ve isteğimiz dışında gelişen

şartların elvermesi neticesinde, daha

zeki birinden ön plana çıkılabileceğini

savunmuştur. Bu düşüncesini de kitapta

bahsettiği çizginin dışındaki insanların

hayatlarını ve başarılarını inceleyerek

öne sürdüğünü söyleyebiliriz. Yazarın

bu düşüncesine ithafen; “o hâlde

başarı, sâdece zekâya mutâbık değildir”

çıkarımını yapmamız mümkündür.

Kitapta dikkat çeken bir diğer

husus ise, yedinci bölümde yer alan

“Uçak Kazalarına İlişkin Etnik Kuram”

başlığıdır. Uzak Doğu’nun kültürüne

göre, sorgulamadan uzak ve otoriteye

körü körüne itaat eden bireyler

yetiştirilmektedir. Bu itaat kavramı,

mesleklerde kendinden üst rütbeli

olanların hatalarını dile getiremeyecek

derecede keskindir. Kore Hava Yollarında

uçak kazalarının artması sebebiyle bir

inceleme başlatılmış ve inceleme sonucunda

kazaların sebebinin bu kültürel

mirastan kaynaklandığı belirlenmiştir.

Kültürlerinde saygı kavramının

abartılmasının, pilotların birbirlerini

uyarma konusunda rahat olamamalarına

ve yanlışları düzeltmekte çekinmelerine

sebep olmuş ve dolayısıyla kazalara yol

açmıştır. Yâni yazar, burada, kültürün

başarıdaki etkisini vurgulamaktadır.

Toplumda matematik dersinde

başarılı olan çocuklar çok “zeki” olarak

bilinmekte fakat matematik dersinde

başarılı olamayan çocuk ise “çalışmayan

ve çok da zeki olmayan” çocuk olarak

adlandırılmaktadır. Derslerdeki bu

başarı ya da başarısızlığımızın temelinde

kültürel miraslarımızın büyük etkisi

olduğunu savunan yazar, -Asyalıların

matematikte başarılı olmalarını da

es geçmeyerek- bu hususu araştırmış

ve kitabında yer vermiştir. Batı dillerine

göre Asya dillerinde, sayılar daha

kısadır. Bu sebeple daha kolay ezberlenip,

öğrenilebilir.Aynı zamanda sayı

sistemleri de düzenlidir. Bu düzenlilik

de, matematiğin temel işlemlerini daha

kolay yapmalarını ve böylece matematiksel

yeteneklerin daha erken gelişmesini

olanaklı kılmaktadır. Tüm bunlara

ilâveten; Asya’nın temel yiyeceği olan

pirinç, öğrencilerin matematik dersindeki

performanslarını olumlu etkilemektedir.

Çünkü, pirinç tarımını icra edebilmek

için fazlasıyla disiplinli ve sabırlı

olunmalıdır. Yapılan araştırmalarda Asya

kültürüne sâhip öğrencilerin, Batı kültürüne

sâhip öğrencilere göre daha sabırlı

ve problem çözme yeteneğine sâhip

kişiler oldukları tespit edilmiştir. Ayrıca,

aileler tarımla ilgilenmese bile, bu kültürel

yatkınlık hâlâ varlığını sürdürmektedir.

Yazar, kültürün başarıdaki önemini

bu bölümde de hissettirmektedir.

Malcolm Gladwell, kitabın sonsözünde;

Jamaika’nın eğitim sistemini,

ailesinin eğitim durumunu, kendi

atalarını ve kültürel miraslarını okuyucular

ile paylaşmaktadır. Eğitim hayatı

boyunca annesinin şanssızlığını, teyzesinin

ise her zaman ve her konuda şanslı

oluşundan da birkaç kez bahsetmiştir.

Yazar kitabın bu bölümünde, ailesinin

başarı hikâyesinin ve kitabın konusunun

benzer olduğunu düşünerek, kendi

yakınından da bir başarı örneği vermek

istediği kanaatindeyim.

MINTAN - 7

.


4

Özetle; Outliers, hayattaki başarıların

ve başarısızlıkların sâdece bir nedene

bağlı olmadığını bilimsel araştırmalar

ve örnekler ile gayet açık ve akıcı bir

dille anlatan kişisel gelişim kitabıdır.

Yazar, başarılı olarak bildiğimiz kişilerin

tek sırrının çok çalışmak ve çabalamak

olmadığını; kültürel mirasların,

atanın, fırsatların, çabanın, yaşanılan

coğrafyanın hatta doğum tarihinin

bile başarıyı etkilediğini ifade ederek

araştırma verileri ile desteklemiştir.

Başarının bireysel olmadığı ve ancak

şartlar elverişli olduğunda başarıyı

yakalayabileceğimizi savunan yazar,

bireysel olayların altında toplumsal

etkiler bulunduğunu düşünmektedir.

RÜMEYSA YILDIZ

rrumeysayildizz@gmail.com

MINTAN - 7

.


5

EFES ANTIK KENTI *

FURKAN ARAS **

Efes Antik Kenti; yerleşim yeri olarak

İzmir’in Selçuk sınırları içerisinde,

Ege Denizi kıyısında, Küçük Menderes

Nehri’nin deniz ile buluştuğu noktada,

Bülbül Dağı ile Panayır Dağı’nın arasında

kalan vadide yer alır. Bu eşsiz konumu

ve limanı ile iyi bir ticaret, kültür ve din

merkezlerinden biri olmuştur. Fakat

Küçük Menderes Nehri’nin getirdiği

alüvyonlardan dolayı kentin en önemli

özelliği olan liman zamanla işlevsiz

hâle gelmiş ve kent, önemini yitirmeye

başlamıştır.

Dönemlere Göre Efes Antik Kenti:

1.Neolitik dönem

2.Helenistik öncesi dönemler

3. Helenistik ve Roma dönemi

1. Neolitik Dönem

Neolitik dönem ile ilgili pek çok bilgi

bulunmamasına rağmen 1995 yılında

tesadüfen denk gelinen birkaç eser

bulunmaktadır. Elde edilen eserler ise

şunlardır; Bronz balta, iğneler ve benzeri

âletler bulunmuştur bunlar üzerine

yapılan incelemelerde ise Neolitik

dönemden Erken Bronz çağına kadar

bir yerleşme ve yaşam alanı olduğunu

gösterir niteliktedir.

2. Helenistik Öncesi Dönemler

Coğrafyacı olan Strabon ve Pausanias’a

göre; Efes, ilk olarak bir Anadolu

uygarlığı olan Amazonlar tarafından

kurulmuştur. M.Ö 1040 yılından itibaren

ise Yunanlılar bölgeye yerleşmeye

başlamıştır ve zamanla bu bölge Yunan

kültürü ve egemenliği altına girmiştir. İlk

yerleştikleri yer ise, kentin doğusunda yer

alan Ayasuluk Tepesi etrafında olduğu

bilinmektedir. Pek çok kaynakta da yer

alan kentin kuruluş öyküsü şöyledir:

Dönemin Atina kralı olan Kodros’un

oğlu Androklos, Ege’nin doğu sahillerinde

yani Anadolu kıyılarında yeni bir

yerleşme kurmak ister ve bu konu ile

ilgili bir kâhinin görüşlerine başvurur.

Kâhin ona bir balık ve yaban domuzunun

göstereceği işareti takip etmesini söyler.

Androklos, Anadolu kıyısına ulaştığında

* Bu yazının meydana gelmesinde ve yayınlanmasında desteklerini gördüğüm kıymetli

Hocam Samet Yıldız’a teşekkür ederim.

** Lisans Öğrencisi, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi, Tarih Bölümü.

E-Posta: furkanaras35360@gmail.com

MINTAN - 7

.


6

Efes Antik Tiyatro

beraberindekiler ile beraber avladıkları

balığı pişirirken çalılıklar arasından bir

yaban domuzu fırlar. Androklos, bu

domuzu öldürür ve kâhinin söyledikleri

aklına gelir. Androklos, kenti, işte bu

olayın yaşandığı yere kurmaya karar verir.

Artemis Tapınağı

Efesin kuruluşundan sonra kentin

diğer şehirlere göre çok daha önemli bir

konuma ve zenginliğe yükselmesinde en

önemli etkenlerden biri Artemis tapınağı

ve Artemis inancıdır. Artemis inancının

kaynağı hiç şüphesiz Anadolu’da o tarihe

kadar varlığını sürdürmüş olan bereket

tanrıçası inancıdır. Efes’ten daha eski bir

yerleşme ve uygarlık olan Hitit’te “Kyble”

olarak adlandırılan “bereket tanrıçası”

inancı, Efes’te “Artemis” olarak karşımıza

çıkmaktadır. M.Ö. 6. Yüzyılda Artemis’e

atfen döneminin en gösterişli tapınağı

bugün kentin ilk kurulduğu bölgeye

yakın Ayasuluk Tepesi’nin güneyinde

bataklık bir alanda inşa edilmiştir. Antik

dönemde dünyanın yedi harikasından

biri olarak gösterilen tapınağı Plinius,

tarih kitabında tamamen mermerden

yapılmış ve 220 x 425 ayak ölçülerinde,

127 sütunlu olarak tanımlanmıştır. Fakat

maalesef ki, günümüze kadar ulaşan

çok az kalıntı bulunmaktadır. Artemis

Tapınağı ile beraber; Efes, çok ilgi çeken

bir yer olmuştur.

Helenistik Ve Roma Dönemleri

MÖ. 344’de, Büyük İskender’in

kenti alması ile Efes’te yeni bir dönem

başlamıştır. Büyük İskender’in

komutanlarından Lisimashos kenti,

bugün, gezilen limana yakın bölgeye

gridal bir plan ile yeniden kurmuştur. Bu

tarihten itibaren, MS. 4. yüzyıla kadar kent

en parlak dönemlerini yaşamıştır. Efes,

Roma İmparatoru Agustus zamanında

Asya eyaletleri başkent yapılmış ve bu

ihtişamlı döneminde nüfusun 200 bin

kişi üzerinde olduğu bilinmektedir. Efes,

Roma İmparatorluğu’nun Hristiyanlığı

kabulü sonrası Roma ve Bizans dönemlerinde

dinî merkez olarak kullanılmıştır.

Bizans’ın son dönemlerde küçülen ve

daha çok dini merkez haline dönüşen

kent ilk kurulduğu bölge olan Ayasuluk

Tepesi civarına taşınmıştır. Kent 1330

yılında Türkler tarafından alınır. Bir

dönem Aydınoğullarının merkezi olan

bölge 16.Yüzyıldan itibaren giderek

küçülmüştür. Kentin içinde bulunan

yapılar ise; kuzey sınırında Gymnasuim,

güney sınırında Agora ve ticarî alanlar

yer almaktadır. Panayır Dağı’nın doğal

eğimine yaslanmış tiyatro yapısı yer

almaktadır. Bu noktanın solunda ise

stadyum sağında ise ana şehir yerleşkesi

yer almaktadır. Bülbül Dağı ve Panayır

Dağı’nın yüksek kısımlarında yer alan

MINTAN - 7

.


7

has yapıların yer aldığı Küretler Caddesi

yer almaktadır. Kapı, MÖ. 4. veya 3.

yüzyılda özgür bırakılan iki köle olan

Mazeus ve Mithridates tarafından

“İmparator Augustus” anısına yapılmıştır.

kent surları, kent yerleşim alanının

özellikle stratejik konumunun bilinçli

seçildiğinin bir göstergesi gibidir. Kent

Bülbül Dağı’nı ve Panayır Dağı’nı birer

“doğal koruma kalkanı” olarak kullanan

denize hâkim bir noktada kurulmuştur.

Önemli Yapılar

1. Tiyatro

MÖ. 3. yüzyılda inşa edilmiş olan

tiyatro, zamanla bazı değişikliklere

uğramış ve Roma döneminde ise son

haline ulaşmıştır. 24.000 kişi kapasitesi

vardır. Konumundan dolayı ise, seyircilere

güzel bir manzara sunmaktadır.

Kendisi Panayır Dağı’nın eteklerine

inşa edilmiştir. Bu tiyatro, 3 katlı olup

18 metre yüksekliğindedir. Dünyanın

en büyük antik tiyatrosu olarak kabul

edilir. Günümüzde konser vb. şeyler

için kullanılırken eskiden ise gladyatör

dövüşlerine ev sahipliği yaparak dönemin

en önemli geçim kaynaklarından birisi

olmuştur.

3. Celsus Kütüphanesi

Celsus Kütüphanesi, MS. 135 yılında

Tiberius Julius Celsus Polemaeanus

onuruna oğlu Gaius Julius Aquila

tarafından yaptırılmıştır. Mazeus ve

Mithridates kapısının hemen güney

ucunda, Tiyatro önünden gelen Mermer

Cadde ve Küretler Caddesinin kesiştiği

köşede yer alan Efes’in en önemli

mimari eserlerinden biri olan yapı M.S.

105-107 yıllarında Efes’in Asya Eyâleti

Prokonsülüsü Julius Celsus Polemeanus

anısına varisleri tarafından M.S.117 yılında

bitirilmiştir.

4. Yamaç Evler

Küretler Caddesi’nin hemen yanı

başında Bülbül Dağı eteğinde araziye

uyumlu bir şekilde yerleşmiş evler

dizisidir. Konumundan dolayı zengin

kişilerin yaşadığı düşünüldüğü için

zengin evler olarak da adlandırılmıştır.

Celsus Kütüphanesi’ne yakın olan “Yamaç

Ev 1”, diğeri ise “Yamaç Ev 2” olarak

adlandırılmıştır. Yamaç Ev 2, uzun süre

toprak altında kaldığından günümüze

kadar iyi bir şekilde korunmuştur. Yamaç

evlerde bulunan her bir konut ünitesi

peristilli bir avlu, odalar, kendi içinde

tuvalet ve ısıtma sistemine sahipti.

2. Mazeus Ve Mithridates Kapısı

Âdeta, kentin dışa ve içe dönük

yaşamını ayıran bir noktada yer alır.

Kapının hemen kuzey bölümünde daha

çok liman caddesi ile ilişkili agora ve

ticaret stoaları yer almakta iken güney

bölümünde ise Celsus kütüphanesi ile

başlayan konut, tapınak ve yönetim

binaları gibi kentin içe dönük yaşamına

MINTAN - 7

.


8

Yamaç Evler

5. Herakles Kapısı

Herakles Kapısı konumu itibariyle

Küretler Caddesi ile Domitianus

Meydanı’nı ayıran bir işleve sahiptir. MS.

4. yüzyılda başka bir bölgeden alınarak

yerleştirildiği bilinmektedir. Küretler

Caddesi’ni daraltan ve sadece yaya

geçişine imkân veren bir genişliktedir.

Üzerinde bulunan ve “güç tanrısı”

Herakles’le ilgili olan kabartmalardan

dolayı bu ismi almıştır.

6.Odeion

Kentin en yüksek konumunda

Pryteneion ve üst Gymnasion yapılarının

arasında Panayır Dağı’nın doğal eğimine

yerleştirilmiştir. MS. 150 yıllarında inşa

edilmiştir. İnşa edildiği dönemde üzerinin

kapalı olduğu düşünülen bu yapı,

üst katta bulunan Devlet Agorası ve

Prytanion yapısına yakınlığı dolayısıyla

“Boluterion” olarak da kullanılmıştır.

Ayrıca, burada küçük tiyatro gösterilerinin

yapıldığı bilinmektedir. Fakat Türk

hâkimiyetinde gerekli önemi görmemiş

ve âtıl kalmıştır. Maalesef, bu durum

günümüzde de sürmektedir.

Temennimiz; Anadolu’daki tabiî ve

beşerî güzelliklere sâhip çıkılması ve bu

varlıkların her türlü unsuruyla birlikte

muhafaza edilmesidir.

KAYNAKÇA

https://www.academia.edu/19871819/

Efes_

https://ephesus.us/tr/antik-efes/

efes-tiyatro/

https://www.allianz.com.tr/tr_TR/

seninle-guzel/efes-antik-kenti-hakkinda

bilgiler.html#/customer

https://www.allianz.com.tr/tr_TR/

seninle-guzel/efes-antik-kenti-hakkinda

bilgiler.html#/customer-info

https://dergipark.org.tr/en/download/

article-file/812068

FURKAN ARAS

furkanaras35360@gmail.com

MINTAN - 7

.


DESTEKÇILERIMIZ


10

DÜNDAR TAŞER’E GÖRE

“MİLLİYETÇİLİK” MEFHUMU *

SAMET YILDIZ **

İnsan, doğumundan itibaren kendisini

bir yere ait hisseder. Bu aidiyet ise,

ailevî ve hissî bağlar ekseninde bir bütün

teşkil eder. Böylece kendisini herhangi

bir noktaya konumlandıran insan, kendisine

ait olanı yaşatmaya ve bunun için de

mücadele etmeye gereksinim duyar. Millet

ve medeniyet gibi insanlık tarihinin en

temel kavramları da zikredilen gereksinimler

doğrultusunda vücuda gelir. Millet ve

medeniyet mefhumları ekseninde ilerleyen

tarih ise, yine bu kavramların geçirdiği

değişimler hasebiyle kendisine has yapıda

bulunan dönemlere ayrılır.gözler önüne

serecektir.

Tarihî dönemler, temel yapıtaşı özelliğini

ihtiva eden olay ve olgular üzerine kurulur.

Dönemi her açıdan değiştirecek nitelikteki

olaylar ve olgular kümesi, bir devri açarken;

diğer devri de kapatır. Yıkılan ve inşa edilen

dönemlerin arasında kalan “geçiş dönemleri”

pek tabiî olarak sancılıdır. XIX. asır da

bünyesinde barındırdığı dinamik ve yıkıcı

unsurlar vâsıtasıyla, devir kapatıp-açan bir

yapıya sâhiptir. Bu yüzden; “geçiş dönemi”

olarak ifade edebileceğimiz bu tarihî devir,

Türk ve dünya tarihi açısından çok önemli

gelişmelere tanıklık etmektedir. Fransız

İhtilâli (1789) neticesinde tedricen yayılan

milliyetçilik fikri ve Avrupalılar arasında

vuku bulan çıkar çatışmaları, bu

dönemin politikasını tayin eden mühim

unsurlardır. Siyasî ve içtimaî yapılarında

birtakım sıkıntılara yol açan millî hisleri

bertaraf eden Avrupalılar, Osmanlı

İmparatorluğu gibi önemli hedeflerde ise,

millî hisleri harlamaktan geri durmadılar.

Avrupalılardan muavenet sağlayan yapılar

ise, ayrıştırıcı faaliyetlerine dozu artırarak

devam ettiler. Böylece içerisinde çeşitli

dinî, millî ve içtimaî yapıları barındıran

Osmanlı İmparatorluğu, yıkılıncaya değin

bu sıkıntılarla uğraşmak zorunda kaldı.

Avrupa devletleri, mâden ihtiyaçları ve

stratejik bölgelere duydukları ilgiler mucibince

gözlerini Osmanlı coğrafyasına dikecektiler.

Böylece ezelden beridir zihinlerine

kodladıkları “Türk-Müslüman” düşmanlığı,

müspet bir amaç etrafında şekillenmiş

ve Avrupalılar, bu amaca, Türkleri

Anadolu’dan kovmak maksadına ulaşmak

için, amansızca faaliyete girişmişlerdir.

İçerisinde pek çok din, dil ve ırka mensup

insanın yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu,

milliyetçilik duygularının manipüle

edilmesi ve Avrupalıların müdahaleleri

neticesinde yıkılmanın eşiğine gelmiştir.

Osmanlı aydınları, tam da bu noktada

devreye girdiler ve içerisinde bulunulan

elîm vaziyete merhem olması hasebiyle

* Bu yazı, daha önce Pusat Dergisi’nde yayımlanmıştır.

** Yüksek Lisans Öğrencisi, Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim

Dalı. E-Posta: sametyildiz.iletisim@gmail.com

.

MINTAN - 7


11

birtakım fikirleri ortaya attılar. Bu fikirler

arasında “Osmanlıcılık, Batıcılık, İslâmcılık,

Türkçülük” gibi çok fazla taraftarı olan

görüşler bulunmakta idi. Devlet idaresi,

içerisinde bulunduğu yapı itibarıyla

Osmanlıcılık fikrini uygun buluyor ve bu

fikri devlet politikası hâline getiriyordu.

Fakat tarihî süreç içerisinde Osmanlıcılık

ve İslâmcılık fikirleri geçerliliğini kaybederken;

Türkçülük fikri tedricen ön plana

çıkıyor idi.

Modern anlamda Türkiye

Cumhuriyeti’nin tesis edilmesi, XX.

yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşen

birtakım olaylar silsilesi ile şekillendi.

Özellikle Balkan Savaşları’nın (1912-1913)

getirdiği kan ve gözyaşı, Türk milleti üzerinde

derin bir bağlılığı ve direnme azmini

tetikledi. Böylece Ömer Seyfettin (1884-

1920), Ziya Gökalp (1876-1924), Mehmed

Emin Yurdakul (1869-1944), Yusuf Akçura

(1876-1935) gibi ünlü şahsiyetlerimizin

ifade ettikleri Türkçülük nazariyesi, maddî

açıdan da gerçekliğe kavuşmuş oldu. İttihat

ve Terakki yönetiminde devletin resmî

duruşu olan Türkçülük; siyasî, askerî

ve iktisadî açıdan da etkili bir konuma

geldi. Giderek değer kazanan millî duruş,

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan ve

özellikle Atatürk Dönemi’nde etkin olarak

kullanılan bir yapıya dönüştü. Fakat acılar

ve yaşanmışlıklar, bir milletin “millî” kimlik

etrafında toplanması için tamamen yeterli

olmayacaktı. Bu yüzden fikrî olarak da

temellendirilmeye çalışılan Türkçülük, pek

çok millî düşünürümüzün ortaya çıkmasına

ve bilinçli bir Türk toplumu oluşturma

çabasına vesile olmuştur. Zikredilen

düşünür topluluğumuzun üyelerinden

bir tanesi de, şüphesiz, Dündar Taşer’dir

(1925-1972).

Dündar Taşer, 1925 yılında Gaziantep’te

dünyaya gelmiştir. Ailevî bakımdan

dinî yönü kuvvetli bir aileye mensup

olan Taşer’in dedesi ve babası, ilim

erbabındandır. Ailesinin durumu hasebiyle

gayet iyi bir eğitime tâbi olan

Dündar Bey, başarılı bir öğrencilik hayatı

yaşamıştır. İlk ve ortaöğretimin akabinde

Kuleli Askerî Lisesi’ni kazanmış ve askerlik

mesleğini icra etme yolundaki ilk adımını

atmıştır. Başarılı lise yılları, kendisine

Harp Okulu’nun da yolunu açmış ve tankçı

sınıfına mensup olarak bu okuldan mezun

olmuştur (30 Ağustos 1944). Asteğmen

rütbesiyle girdiği Türk Ordusunda başarılı

hizmetler sergileyen Dündar Taşer, 1960’lı

yıllara kadar çeşitli askerî vazifeleri icra

etti. Askerlik vazifesinde bulunduğu süreç

içerisinde teyzesinin kızı ile evlenen Taşer,

Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde görev

yaptı. Fakat Dündar Taşer’in adını duyuracak

olan yegâne şehir, Ankara olacaktı.

Zira meslekî kariyerinin çoğunu Ankara’da

geçiren Taşer, 27 Mayıs 1960 Darbesi gibi

Türk tarihinin önemli olaylarına Ankara’da

tesadüf etti. Yaşanan hâdiseleri sâkin ve

metanetli bir hâlde karşılayan Dündar Taşer,

ürettiği fikirler ve icraatıyla, Türklüğün

önemli bir mütefekkiri oluvermiştir. Bunun

bir neticesi olarak; Cemil Meriç tarafından

“fetihten fethe koşan akıncı bir zekâ” olarak

nitelendirilecektir. Şahsî ve siyasî hayatı

farklı bir makale konusu olmakla beraber;

Dündar Taşer’in, ileri sürdüğü kavramlar

mucibince üzerinde düşünülmesi gereken

1 Samet Yıldız, Mondros Mütarekesi’nden Sonra İttihatçılar, Ege Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Tarih Bölümü, Yayınlanmamış Lisans Tezi, İzmir 2022, s.25; Tanin, 3 Temmuz

1329, s.3.

2 Samet Yıldız, “Yusuf Akçura”, Yeni Tanin, https://www.yenitanin.com/yusufakcura-1876-1935/

(Erişim Tarihi: 24 Ekim 2021).

3 Yıldız, a.g.t., s.25-27.

4 Nevzat Kösoğlu, Dündar Taşer, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2010, s.14.

5 Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s.60.

.

MINTAN - 7


12

bir sîma olduğunu da ifade etmemiz gerekir.

Fikrî ve siyasî açıdan hareketli bir

yaşantıya sâhip olan Taşer; Töre, Devlet,

Millî Hareket gibi döneminin milliyetçi

mecmualarında yazılar kaleme aldı.

Milliyetçilik, devlet, vatan, ahlâk, fazilet,

nizâm-ı âlem vb. kavramlar üzerine incelemelerde

ve çeşitli çıkarımlarda bulundu.

Bu durum, tarih özelinde bâzı tespitler

yapmasına zemin hazırladı. Özellikle milliyetçilik

konusundaki tespitleri, tarihi

yorumlama noktasında önem arz etmekte idi.

Milliyetçilik, geçmişten günümüze değin

farklı yorumlanagelmiş bir mefhumdur. Bu

özelliğinden ötürü milliyetçilik, “tarihte

doğmuş, elân mevcut ve istikbâle

doğru imtidad eden [uzanan] bir hayat”

olarak da tanımlanmıştır. Âdemoğlunun

dünyaya geldiği ilk devirlerden beri bir

aidiyet duygusu etrafında hareket etmesi

ve bu doğrultuda mücadele etmesi, önemli

bir hissiyattır. Mehmed Safvet, tam da bu

noktada önemli bir yere temas etmiş ve

milliyetçilik hususunda şu ifadeleri sarf

etmiştir: “En eski zamanlardan beri

vatanperverlik diye bir vatan veya millet

aşkı mevcuttur. Fakat milliyetperverlik

cereyanı yeni ve pek muahhar [sonra]

olan içtimaî bir hâdisedir.” Milliyetçilik

üzerine bu minvalde üretilen düşünceler,

konu hakkındaki literatürü oldukça

kapsamlı hâle getirmiştir. Dündar Taşer

ise, millî bir mütefekkir olarak, konuya

biraz daha farklı yaklaşacaktır. Duyguları

ve tarihî okumaları sâyesinde milliyetçiliği

yüreğinde damıtan Taşer, milletin yapma bir

varlık olmadığını ifade etmektedir. Bununla

birlikte, herhangi bir yapı veya grubun kendi

başına bir millet teşkil edemeyeceğini ifade

eden Taşer, millet olabilme hususunda şu

beyanatta bulunmuştur: “Millet, binlerce

sene içinde kanın, imanın, duyguların

birleşmesi ile yoğrulmuş ve müşterek

kıymet hükümleri halinde billurlaşmış,

müşterek davranışlar halinde görünmekte

olan haz ve elemi beraber

tadan, birbirinden haberi yokken de

birbiri gibi olan varlıktır.” Bu ifadelerine

ilâve olarak sarf ettiği “bizim bin

senelik tarihimî seyrimiz içinde, milletimize

mal olmuş hâkim telâkkiyi

yahut millî imanımızı açıkça görmek

mümkündür. Meselâ, İslâmdan sonra

“İlây-ı Kelimetullah” tam bir millî iman

hâline gelmiştir. Örfler, ananeler, bu

yüksek imanın içinde erimiş ve millî

telâkkimiz vücut bulmuştur” çıkarımıyla

da Taşer, millet ve milliyetçilik hakkında

ileriye sürdüğü tezini desteklemektedir.

Millet mefhumu üzerine yapılan

tanımlamalar, milletin ve milletleşme bilincinin

algılanması hasebiyle önem arz

etmektedirler. Birbirine benzer veya farklı

yönler ele alınarak üretilen millet tanımları

ise, gayet güzel bir soru silsilesini de beraberinde

getirmektedir. Bu soru silsilesi,

millet kavramı üzerinden milliyetçiliği

veya milliyetçilik kavramından üzerinden

de milleti buldurmayı amaçlamaktadır.

Pek çok âlim ve mütefekkir, bu

noktada çeşitli beyanatta bulunmuşlar

ve millet ile milliyetçilik arasındaki

bağı farklı yönlerden ele almışlardır.

MINTAN - 7

.

6 “Milliyetçilik Mefhumunun Tahlili”, Millî Mecmua, Y.3, C.6, S.70, (1 Teşrin-i Evvel

1926), s.1135.

7 Mehmed Safvet “Milliyetçilik Nedir?”, Millî Mecmua, Y.5, C.9, S.103, (1 Şubat 1928),

s.1666.

8 Dündar Taşer, Mesele, Ötüken Yayınları, İstanbul 2019, s.52.

9 Taşer, a.g.e., s.53.

10 Hanefi Bostan, “Dündar Taşer ve Türk Tarihi İle İlgili Fikirleri” Türk Yurdu, C.9, S.22

Kasım 1988, s.30.


13

Dündar Taşer’in yaklaşımına göre;

millet, her açıdan tam bir bütün oluşturan

yapıdır. Bünyesinde barındırdığı her fert

de bu bütünün güçlenmesini ve geleceğe

güvenle bakmasını sağlamakla yükümlüdür.

Bu ifadelerin bir neticesi olarak,

milliyetçilik mefhumu da Dündar Taşer’in

odak noktası hâlini almıştır. Milliyetçilik

ise, Dündar Taşer tarafından şu ifadelerle

ele alınmaktadır: “Milliyetçilik, millî

vasıf ve değerleri, millî davranışları

muhafaza ve devam ettirmektir.”

Milliyetçilik üzerine yapılan bu tanım,

yapısı itibarıyla genel bir mahiyettedir.

Dışarıda yapılan gelişmelerden bîhaber

olmamak ve noksanları döneminin gereklerine

göre tamamlamak, milliyetçiliğin

önemli bir unsurudur. Zira milletin

döneme dâir ihtiyaçlarının giderilememesi,

muasır milletler nezdinde ciddiyetin kaybedilmesine

sebebiyet verecektir. Fakat bu

demek değildir ki, eksikleri tamamlarken

maddî-manevî her türlü yaşantının aynen

kopyalanması gerekir. Nitekim Dündar

Taşer, bu gerçekliği göz önüne almak suretiyle

millî değerlerin muhafaza edilmesine

milliyetçilik, bu değerleri gözeten şahsiyeti

de milliyetçi olarak nitelendirmiştir.

Millet ve milliyetçilik kavramları,

insanlık tarihinin temel yapıtaşları arasında

bulunmaktadır. Dünyaya geldiğinden itibaren

şahsî yörüngesini bulmaya çalışan

insan için birer rehber olan bu kavramlar,

mahiyetinin gereği olarak, pek çok farklı

yönden irdelenmiştir. Bu irdelemeler,

kendisini tekrar eden yapıda olabildiği

gibi farklı eklemeler ve yorumlamaları da

içermektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir

evlâdı olarak millet ve milliyetçilik üzerine

yorumlamalar yapan Dündar Taşer de, bu

bağlamda ele alınabilecek bir şahsiyettir.

Netice itibarıyla; “Türkiye’nin kurtuluşuna

dâir tek çıkar yolun milliyetçilik olduğunu”

ifade eden Dündar Taşer’in, millet ve

milliyetçilik mefhumlarını, medeniyet

olma yolunda ilerleyen alt-oluşumlar

olarak gördüğünü ifade edebiliriz.

SAMET YILDIZ

sametyildiz.iletisim@gmail.com

11 Dündar Taşer’in Fikir Hayatı, Haz. Muzaffer Çatak, Türk Ocakları Ankara Şubesi

Yayınları, Ankara, 2012, s.70; Taşer, a.g.e., s.54.

12 Galip Erdem, “Taşer’in Ülkücülüğü”, Bozkurt, S.21 (Haziran 1974), s.8

.

MINTAN - 7


14

MÜSLÜMAN SAATİ

AHMET HAŞİM

İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini

şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi

yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu.

“Saat”ten kastımız, zamanı ölçen âlet

değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize

göre yaşayışımız, düşünüşümüz,

giyinişimiz ve kendimize göre, dinden,

ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz

olduğu gibi, bu üslub-ı hayata göre

de “saat”lerimiz ve gün”lerimiz vardı.

Müslüman gününün başlangıcını şafağın

parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları

tayin eder. Madenden sağlam kapaklar

altında mahfuz tutulan eski masum saatlerin

yelkovanları yorgun böcek ayakları

tarzında, güneşin sema üzerindeki seyriyle

az çok münasebetdâr bir hesaba

tebaan, minenin rakamları üzerinde

yürürler ve sahiplerini, zamandan takrîbî

bir sıhhatle, haberdâr ederlerdi.

Zaman nâmütenahi bahçe ve saatler

orada açar, gâh sağa gâh sola mâil,

güneşe rengârenk çiçeklerdi. Ecnebi

saati iptilasından evvel bu iklimde, iki

ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan

ve sırtı, muhtelif evkatın kırmızı, sarı ve

lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir

canavar halinde, bir gece yarısından diğer

bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört

saatlik “gün” tanılmazdı. Ziyada başlayıp

ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif,

yaşanması kolay bir günümüz vardı.

Müslümanın mesut olduğu günler, işte

bu günlerdi; şerefli günlerin vakayiini

bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, felekî hesabâta

göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir

saatti, fakat bu saat hatıratın kudsî saatiydi.

Zevalî saati âdât ve muamelâtımızda

kabulü ve ezanî saatin geri safa düşüp

camilere, türbelere ve muvakkıthanelere

bırakılmış metrûk bir “eski saat” haline

gelişi, hayatı tarz-ı rüyetimizin üzerinde

vahîm bir tesiri hâiz olmamış

değildir. Giden saatler babalarımızın

öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim

doğduğumuz, kervanların hareket ettiği

ve orduların düşman şehirlerine girdiği

saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda

serbest bırakan geniş lâkayt dostlardı.

Gelen yabancılar ise hayatımızı onu

meçhul bir düstura göre yeniden tanzim

ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz

bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele

gibi, zaman manzaralarını etrafımızda

zîr ü zeber ederek, eski “gün”ün bütün

sedlerini harap etti ve geceyi gündüze

katarak saadeti az, meşakkati çok

.

MINTAN - 7


15

uzun, bulanık renkte bir yeni “gün”

vücuda getirdi. Bu Müslümanın eski

mesut günü değil, bedmestleri, evsizleri,

hırsızları ve katilleri çok ve

yeraltında mümkün olduğu kadar fazla

çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük

medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüdür.

Unutulan eski saatler içinde eksikliği

en ziyade hasretle tahattur edilen saat

akşamın on ikisidir. Artık “on iki” solgun

yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı

müezzinin müslümanlara hitap ettiği,

sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı,

ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve

yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu

o müessir ve titrek saat değildir. Akşam

telâkkisinden koparak, gâh öğlenin

hararetinde ve gâh gece yarılarının

karanlığında mevhûm bir zamanı bildiren

bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve

şaşkın bir noktadır. Yeni saat, müslüman

akşamının mahzun ve muşaşa dakikasını

dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı

“gün”ün getirdiği maîşet şekli de bizi fecr

âleminden mehcûr bıraktı. Başka memleketlerde

fecri yalnız kırdan şehre sebze

ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle

muztariplerin şişkin kapaklar içinden

bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu

zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden

boyuna geçirilecek olan hayat ipinin

kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır.

Hâlbuki fecir saati, müslüman için

rüyasız bir uykunun nihayeti ve yıkanma,

ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır.

güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu

minareler, güneşi en evvel görmek için

havalarda yükselir. Şimdi heyhat, eski

“saat”le beraber akşam da, fecir de bitti.

Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve

birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir

uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız

çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara

dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç

uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan

yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş,

kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi

ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz.

Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki

dargın ve mağrur horozlara bıraktık.

Şimdi müslüman evindeki saat, başka bir

âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim

için gece olan saatleri gündüz ve gündüz

olan saatleri gece renginde gösteriyor.

Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi

zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.

Ahmet Haşim

16 Mayıs 1337/1921, Dergâh Dergisi

Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek

kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir.

Kubbe ve minareleri o alaca

saatte görmemiş olan gözler, taşa en

ilâhî mânâyı veren o muhayyirü’l-ukul

mimârîyi anlamış değillerdir. Esmer

camiler, fecrden itibaren semavî bir altın

ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm

ustalarının nâtamam eserleri o saatte

tamamlanır. Bütün mâbetler içinde

.

MINTAN - 7


Adres:

Hastane Mahallesi, Ayasofya Caddesi,

No.: 101/3, Arnavutköy/iSTANBUL

Tel.: +90 212 530 5202

Cep: +90 543 670 6983

E-Posta: info@kardeslerotomat.com


17

KİMSESİZ MEZAR

OKAN BALKAN

oknblkn41@gmail.com

Bir çorak tepenin başında,

İki mübarek başucumda,

Hikâyemi sorma sakın ha!

Kara bahtım, kula sorgusuz…

Evladımın bir tanesiydim.

Yiğit babamın neşesiydim.

Ah, anamın nar tanesiydim.

Evvelim, ahirim sorgusuz…

Fani ömrümü çok gördüler.

Gözüm nurunu söndürdüler.

Kara Albız’dan beterdiler.

Hasmın mezalimi sorgusuz...

Böyle mi yazılmış kaderim?

Katilim “fılla” denen zalim.

Kabrim temizleyen muallim,

İntikamım sana sorgusuz!

Aras’a akan kolum dondu.

Sapsarı yaylalarım yandı.

Nice ocaklarım kül oldu.

Acım, ızdırabım sorgusuz…

*Bu fotoğrafı görev yapmakta olduğum

Sarıkamış’ın Kazıkkaya Köyü’nde çektim.

Ermeni mezaliminde şehit düşen iki yiğidin

mezarının arkasında yer alıyordu. Mezkûr

olayda katledilen bir kadına ait olduğuna dair

rivayet bulunuyor.

MINTAN - 7

.


18

BİR EKONOMİK MESELE:

YERLİ ESNAF AVRUPA MALLARINA

NASIL REKABET EDEBİLİR? *

ALİ MUHTAR

TRANSKRİPSİYON: ALPEREN DÖNMEZ **

Bugünkü komünist Rusya’nın,

fikrî amCehaletten henüz tamamen

kurtulamamış olan bizim gibi memleketlerde

âdettir: İktisadi bir buhran, bir

felâket geldi mi halk, bunun hakiki sebeplerini

arayıp bulmaz. Fakat ikiye böler,

kabahati birbirlerine isnat eder, dururlar.

Asıl felâket, o ki, bu iki grubun hiçbiri

derdin tedavisi[ni], çarelerini düşünmez

bile; maksat, esas unutulur, gider.

Yerli sanayimizin mahvıyla memleketimizin

iki sınıf halkı arasında son zamanlarda

baş gösteren kavgalar, bu cinsten

değil midir? Bizde büyük tersaneler, geniş

ticarethaneler yoktur, onlar ekseriyetle

ecnebiler elinde. Fakat senelerden ve hattâ

asırlardan beri milletin mühim bir kısmını

besleyen, ihtiyaçlarımızın hatırı sayılır bir

miktarını karşılayan küçük ve mutavassıt

sanatlar, ticaretler de mevcuttur. Hâl böyleyken

Avrupa ile ticari münasebetlerimiz

başlayalı beri bunların birçoğu azar azar

çöküyor. Hele ev ürünleri gibi bugün bile

zarafet itibarıyla benzersiz addedilen sanat

işleri bütün, bütün ortadan kalkıyor.

Bunun sebebini sanayi ve ticaret erbabına

sorar iseniz rağbetsizlik, müşterinin Avrupa

metalarına gösterdiği mübalâğalı meyildir.

Fakat bir de müşteriye müracaat ederseniz;

alacağınız cevap bunun bütün, bütün aksi

olur: Ulus malları, tüketimden pek noksan;

tüccar ve sanat erbabı, ihtiyaçlarımızı takdir

etmekten, müşteriyi memnun etmekten

âcizdirler.

Filhakika müşteri ile ticaret ve sanayi

erbabının bu mütekabil şikâyetleri,

incelenmeğe muhtaç bir meseledir; ekonomik

istiklâl ve istikbalimize taalluk ettiği

için bir yaşam meselesidir. Evet, gereksinimlerimizin

çoğu, yerli mallarıyla kâfi derecede

defedilemez. Fakat ürettiklerimizden

* Makalenin künyesi için bkz. Ali Muhtar, “Yerli Esnaf, Avrupa Mallarına Nasıl Rekabet

Edebilir?”, Bilgi Mecmuası, II/7, İstanbul, 1330/1914.

** Mintan Dergisi Editörü.

MINTAN - 7

.


19

ne kadarını sarf ediyoruz? Alıcı

bulunmadıktan sonra fazla imalâtta bulunmak

da, sanat erbabını iflasa sevk etmekten

başka bir şeye yaramaz. Böyle bir buhran da

evvelki kadar mühliktir.

Bizce sanayi ve ticaret erbabımızın

ecnebi tacirlerine karşı koyamamaları,

yerli malının Avrupa metalarına rekabet

edememesi, başlıca üç sebepten ileri

gelir. Evvelâ, içimizde çalıştıkları hâlde

esnafımız sanat mahsullerini, dünyanın

öbür köşesinden gelen yabancı metalardan

daha az göstermeğe muvaffak olur,

malları üzerine dikkati daha az celp edebilir,

hâsılı onları bize daha az tanıtabilirler.

Hâlbuki satılığa çıkan eşyayı halka göstermek,

sevdirebilmek o kadar ehemmiyetli

bir keyfiyettir ki, başlı başına bir özel

sanat vücuda getirmiştir; bu, bir maharettir,

âdeta bir ilimdir. Bir kere Avrupa

tacirlerinin bu hususta ihtiyar ettikleri

masarifi, fedakârlıkları nazarıitibara alın.

Diğer taraftan ticaret ve sınaat erbabının,

“müşteri gelsin, bizi bulsun” diye Allah’a

emanet, boşça durup intizar etmelerine

bakın: O ne endişe, ne faaliyet; bu ne

lâkaydî, ne hareketsizlik! Avrupa tüccarının

o göz alan camekânlarından, ilânlarından,

dükkânlarındaki zarafet ve iyi huylarından

tutun da, dünyayı karış karış dolaşan hususi

simsarlarına kadar birer birer tetkik edin;

bunların her birinde takdir toplayan bir

sanat, bir maharet, fakat aynı zamanda

bir fedakârlık görürsünüz. Hele metalara

gelince, müşterinin zevkine, kesesine

uygun bir hâlde arz etmek, onlarca en ciddi

bir meşgale demektir.

Bir de, bizimkilere bakalım: Hakikatte

bugün memleketimizde ne çıkıyor, ne imal

olunuyor, adamakıllı biliyor muyuz? Ticaret

ve sınaat erbabımızı saklı bulundukları köşe

bucaklarda arayıp bulmak için vaktimizin

mühim bir kısmını, bu işe hasretmemiz

lâzım gelir. Yerli malı, ekseriya Avrupa

ürünlerinden daha sağlam olur, diyoruz;

haydi böyle olsun, fakat çoğunlukla yerli

mamullerimiz, ecnebi mallarından

daha pahalı değil midir? Fiyat meselesi

ise ticarette en can alacak bir meseledir.

Bilhassa yiyeceğini günü gününe

tedarik eden bizim gibi fakir milletlerde

defaten meselâ 500 kuruş sarf edip iki

sene kullanılabilecek bir palto almaktan

ise, üçer yüz kuruştan her sene birer palto

yaptırmak, toplumun ekserine ehven gelir.

Nitekim metanet cihetiyle Alman mallarına

tefevvuk eden İngiliz mallarının memleketimizde

daha az rağbet bulması da bundan

neşet eder.

Ya zarafet ciheti? O da beriki kadar

mühimdir. Hattâ filozoflardan biri, insanda

ziynet sevdasının sair ihtiyaçlara takaddüm

ettiğini iddiaya kadar varıyor. Herhalde gereksinimlerin

hepsine takaddüm etmese

bile yine bunlardan birçoğuna faik bir

ehemmiyeti haizdir. Bütün bu cihetler,

sanat ve ticaret erbabı için tüm ciddiyetiyle

nazarıitibara alınmayacak şeylerdir.

Millî ürün ve sanat işlerine müstehliklerin

zevk ve ihtiyacına muvafık bir şekil

vermek, onları herkesin gözüne çarpacak

surette teşhir etmek, hâsılı onları tanıtmak

icap eder. Yoksa ikide birde olduğu gibi

ulus şerefini ileri sürmek, ticaret âleminde

hiçbir fayda tevlit edemez. Etseydi,

Fransızların Almanlara karşı besledikleri

nefret ve husumetten Alman metalarının,

Alman ticaretinin bugün Fars piyasasında

baskın olduğunu görmez idi.

Böyle olmakla beraber yalnız bizde

değil, maarifin, ticari terbiyenin en ziyade

yayıldığı memleketlerde bile küçük esnaf

mallarını satmakta müşkülât çekiyor.

Orada da ecnebi rekabeti, bizde olduğu

kadar büyük tahribatı ika edemez ise de

yine geniş fabrika ve ticarethane sahiplerinin

rekabeti, onlar için pek mühlik bir

şekil arz eyler. Maddî ve manevî her türlü

mahrumiyetler içinde yuvarlanan küçük

ve hattâ mutavassıt sanat ve ticaret erbabı,

müşteri celp etmek hususunda pek mahdut

bir muvaffakiyet gösterebilirler.

MINTAN - 7

.


20

Sanayi sahiplerinin satış hususundaki şu

aciz ve noksanlarını defedebilecek yegâne

çare, beyinlerinde bu maksatla tesis edecekleri

kooperatif şirketleridir. Avrupa’da

küçük müstahsillerin mallarını satmak

üzere teşekkül eden bu nevi şirketler,

şimdiye kadar pek de güzel neticeler

vermemiştir. Mamafih bunu, her şeyden

evvel, oranın özel durumuna atfetmek

icap eder. Çünkü orada da küçük esnaf,

birbirlerini çekemezler, yekdiğerlerine

karşı amansız bir rekabet açarlar. İttifak ve

iştirakten ziyade nifak ve rakip görmekte

bir menfaat tasavvur ederler. Bundan dolayı

bu gibi şirketlerin tesisine pek de yanaşmak

istemezler; işte başarı gösterememelerinin

yegâne sebebi, budur. Yoksa tesis eyleyebildikleri

yerlerde ve meselâ Almanya’da epey

faydaları görüldü.

Bizde bunlar daha suhuletle teşekkül

edebilir. Çünkü en büyük mâni –ki rekabettir–

esnafımız arasında hemen hemen

yok sayılabilir. Bizim küçük sanayi ve ticaret

erbabımızda –hattâ insanı meyus edecek

derecede fazla– bir kanaat görülüyor. Tabii,

kanaatin bu derecesinde rekabet olamaz;

rızka mani olmak korkusu, esnafı âdeta bir

kardeşlik bağıyla yekdiğerine bağlamıştır.

O hâlde her sanat erbabı için bir araya

gelip meselâ “Terlikçi Satış Kooperatif

Şirketi”, “Saraç Satış Kooperatif Şirketi”

ilh. gibi muhtelif iç mamûlleri sürecek

şirketler tesis etmek ve her şirketçe lüzum

görülecek mahallerde dükkânlar açmak

kadar kolay bir şey olamaz. Şirkete dâhil

esnafın çocukları, sairlerine tercihen bu

mağazalarda satıcı sıfatıyla istihdam edebilmekle

de maddeten ve manen daha

büyük istifadeler elde edinmek mümkündür.

Mahir ve malûmatlı bir etkin

heyetin yönetimi altında bulunacak bu

gibi mağazalar, nispeten daha çok vasıtalara

malik bulunur; ahaliye metaları daha güzel

tanıtabilir, müstahsillere müşterinin zevki

hususunda daha yararlı öğütlerde bulunur.

Hâsılı, metaların satışı ve binaenaleyh üretimin

tezyidi hususunu daha güzel temin

edebilirler. Ve bu, müstahsillerin, dükkân

sahibi iseler, ayrı ayrı mağazalarında

da alışveriş etmelerine de mani olamaz.

Bilâkis malları üzerinde isim ve adresleri

bulunduğu takdirde, kendilerini bir de bu

suretle ilân etmiş olurlar.

Esnafımızın ikinci bir noksanı, alışverişte

görülür. Her yerden ziyade memleketimizde

esnaf, ham madde ve hususuyla sanayi

mamûlleri iştirasında rehbere, teşvike

muhtaçtır. İster işlenecek ham eşyanın

olsun, ister imalâtta kullanılacak edevatın

olsun, toptan iştirasıyla perakende satın

alınması beyninde fiyatça fark etmesi, pek

tabiidir. Üretim masraflarının az veya çok

olması ise, eşyanın fiyatı üzerine büyük

bir tesir icra eder. Ucuz alınmış ham maddeden

mamul bir mal, herhâlde pazarda

ucuz satılabilir, fiyat cihetiyle olsun, ecnebi

metalarına rekabet edebilir. Hâlbuki küçük

esnafın öyle toptan bir hayli ham madde

satın alması imkânı yoktur. Olsa olsa, ya

Avrupa tüccarı tarafından getirildiği hâlde

elden ele geçerek asıl fiyatının birkaç

misline çıktıktan sonra satın alır, yahut

komisyonculara sipariş vererek getirtebilirler

ki, o da aynı hesap demektir. Yerli esnaf,

doğrudan doğruya Avrupa’daki tüccar ile

temasta bulunmaz, bulunamaz. Buna hâli,

mevkii müsait değil; lisana, ticari malûmata,

Avrupa piyasasına vâkıf olmadığından işini

herhâlde arada vasıtalık eden kişilerin,

emniyet ve itimada lâyık olmaktan pek uzak

bulunan, vicdanına havale etmeğe mecbur

kalır.

Bir kere malın iyisi diye, bunların zavallı

esnafa pek pahalıya sattıkları eşyaya bakın;

%95’i, yerinde bakmağa bile gelmeyecek

hurda şeylerden ibaret. Sanatına âşık bir

İslâm kunduracısı tanıyorum; bu merakla

bir-iki kere Fransa ve İngiltere’ye giderek

fabrikaları dolaşmış, hâli memleketimizde

pek kolay tesadüf olunamaz bir sanat adamı.

Bununla beraber Avrupa’dan hazır gelen

kunduralara muadil bir çift potin yapmaz,

yaparsa hariçten gelenlere fiyat hususunda

rekabet edemez. Niçin, bilir misiniz? Çünkü

birinci sınıf diye ecnebi tüccar marifetiyle

MINTAN - 7

.


21

piyasamıza ithal edilen deriler, orada

gördüklerinin ikinci sınıfından daha aşağı.

Birinci sınıfını getirtebilmek için Avrupa’ya

gidip onları görmeli, öğrenmeli ve sonra

komisyoncuya oradaki fiyatın asgari iki

mislini ödemeli, tabii bu şartlar altında

satışa çıkarılacak eşya, Avrupa’dan mamul

olarak gelen benzerleriyle rekabet edemez.

Sanayi ürünlerine gelince, bunların

da çoğu Avrupa’da istimalinden sakıt

olmuş, İstanbul otobüsleri gibi birkaç kere

yenisi çıkmış, hâsılı fabrikanın çoktan

beri satılamamış, eşya ambarına atılmış

metaları. Zaten elindeki babadan kalma araçlardan

başkasını sürmemiş bulunan, teceddüdü

pek kolaycacık kabul etmeyen küçük

esnafımız bunlara suhuletle yanaşmaz. Ama

vakit kazanılacakmış, masraf azalacakmış,

daha nefis mal çıkacakmış, bilmem şöyle

bir fayda görülecekmiş… Onlara kulak bile

vermek istemez. Çok kere bu hareketinde

de haklıdır; biçare, safsatalara kulak vermiş

olmanın cezasını bazen o kadar müthiş bir

surette çekti ki el ile, ayak ile işleyen asırlık

tezgâhını aynı zaman zarfında, üç-beş defa

fazla mal çıkaracak, dört beygir kuvvetindeki

hafif motorlu bir makineye tercih eder.

Gerek ham maddeyi ve gerek sanayi

ürünlerini, hariçten olsun, dâhilden

olsun, doğrudan doğruya mahallerinden

celp edecek, faydalarını, farklarını takdir

edecek, onların tamimiyle üretimin teksirine

hizmet edebilecek ne o küçük tüccar

veya sanatkârdır, ne de sırf bir kişi menfaatinin

arkasından koşan komisyoncudur.

Esnaf yapamaz, aczi buna mânidir; komisyoncu

veya ecnebi tüccar da yapamaz,

çünkü ekseriya en çok menfaat veren, kâr

getiren; en sağlam ve en güzel mal değildir

O hâlde küçük ve mutavassıt esnafı tenvir

ve irşat edecek, alışveriş hususunu teshil

edecek kim olabilir? Biz, bu suale karşı

yine kooperatif şirketi diyeceğiz. Kooperatif

şirketi, toptan birçok alışveriş bulunacak,

onları cüzi bir kârla satacaktır. Bir alışveriş

kooperatif şirketinden hissedar esnaf, satın

aldığı eşya nispetinde hem fiyattan kazanır,

hem de o nispette bir ikramiye almakla da

müstefit olur. Alacak ürünleri müşterinin

menfaati noktainazarından tetkik ederek

doğrudan doğruya yerinden celbe muvaffak

olacak, odur. Bilgi sahiplerinden bulunmakla

beraber sanatın künhüne; Avrupa

piyasasına, yeni icatlarına vâkıf heyetlerin

yönetimi altında olmak üzere her sanat

erbabı tarafından tesis edilecek bu alışveriş

şirketleri, Osmanlı esnafına pek ciddi

hizmetler ifa edebilirler. Bunların adedi

Avrupa’da pek çok olduğu gibi, görevini ifa

hususunda büyük hizmetleri görülmemiş

değildir.

Fakat satış ve alışveriş kooperatif

şirketleri, küçük sanayi ve ticaret

erbabının muhtaç oldukları araçları ihzara

kifayet edemez. Bunların yardımı, yol

göstermeliği elzem bulunmakla beraber

esnafın en ziyade ihtiyaç gördüğü para

sermayesini tedarik edemez. Hâlbuki

yine her yerden ziyade bizim memleketimizde

küçük teşebbüslerin noksanını en

çok hisseylediği bir şey varsa, o da paradır.

Diyebiliriz ki yukarıda arz eylediğimiz iki

noksanın vücudu, esnafımızda nakit ve

ürün itibarının fıkdanından neşet etmektedir.

Metaları teşhir etmek, ıslah etmek,

satmak, gerekli ürünleri işbu şartlar dâhilinde

almak pek iyi; fakat bütün bunlar para

ile olur. Para olmadıktan, para bulmanın

imkânı bulunmadıktan sonra bunlar bir

türlü husule gelemez. Hâlbuki en az ürün

itibarı bulunan da, asıl bu gibi iki koluna,

koltuğuna sığdırabilecek iki parça aletten

başka, teminat namına gösterebilecek

hiçbir sermayesi olmayan zavallılardır.

Filhakika, diğer bir makalemizde dediğimiz

gibi şahıs itibarı, gerçek itibara nispeten

daha vasidir. Fakat bu mesele, bir parça

açıklanmağa muhtaçtır.

Kişi itibarında borç vereni temin eden

şey, medyunun genel hâl ve vaziyeti, maddî

serveti, manevi şöhret ve kıymetidir; gerçek

itibarda borç alan, bundan maada maddi bir

rehin verir ki, borcunu tesviye edemediği

MINTAN - 7

.


22

takdirde borç veren, sair alacaklılara tercihen

parasını ondan istifa etmek salahiyetini

haizdir. Kişi itibarı, diğerine

nispeten daha basit olduğu için tarihinin

bütün devirlerinde az, çok mevcut

olagelmiştir. Bununla beraber bugünkü

vüsatını, mükemmeliyetini görmek için

pek eski zamanlara gitmemelidir. Çünkü

kişi itibarı, birçok asırlar yalnız akraba,

dost ve komşu arasında cereyan etmiştir.

Zamanımızda bu nevi itibarın intişarı,

uygar ve ekonomik seviyenin tekâmülü,

yasaların sağlamlık kazanması sayesindedir.

Mamafih borç alanın namus ve ciddiyet

derecesi, para durumu ve serveti hakkında

tahkikat icra etmek, mümkün olan toplum

tabakalarında yayılır ve gelişir. Binaenaleyh

en çok büyük ticaret ve sınaat sahipleri

arasında vuku bulur. Büyük, küçük çiftlik

ve ziraat sahipleriyle küçük teşebbüs erbabı

beyninde ise, daha ziyade bir ağırlıkla

intişar etmektedir. Yoksa eskiden beri ve

hattâ bugün bile muhtelif yasal şekilleriyle

en çok müstamel olan, gerçek itibardır.

Binaenaleyh servet namına hiçbir şeye

malik olmayan bir adamın sellemehüsselâm

istikraz edecek para bulabileceğini

tasavvur etmek, saflıktır. Para bulsa bile

bunu pek ağır koşullarla, pek yüksek faizle

tedarik edebilir.

O hâlde, buna da bir çare bulmak

lâzımdır. Biz, Avrupa’da görülen benzer

müesseselerden cesaret alarak bu hususta

kooperatif şeklinde ahali bankalarının tesisi

lüzumunu iddia edeceğiz; burada da küçük

müteşebbislerimizin, kendi hayırlarını kendilerinden

beklemelerini tavsiye edeceğiz.

Ahali bankaları bahsi, başlı başına birkaç

makale ile izah edilmeğe muhtaç bir önemli

meseledir. Binaenaleyh tafsilattan şimdilik

sarfınazar etmek mecburiyetinde isek de,

bu bapta daha birkaç söz söylemek de faydadan

hâli değildir.

Büyük bankaların küçük esnafa para

ikraz etmesi, müşkül bir keyfiyettir. O

hâlde tamahkâr tefecilerin eline düşmekten

ise, bu gibi girişim sahiplerinin küçük bir

fedakârlıkla tasarruf edebilecekleri parayı

bir araya gelerek azar azar, muntazam taksitlerle

müşterek bir sandıkta biriktirmeleri,

pek kolay bir şeydir. Ayda meselâ

yarım lira toplayıp buraya yatırmak, esnaftan

birçok kimse için işten bile değildir.

Kunduracıdan, terziden, bakkaldan mürekkep

bir kurul heyetinin teşkil edeceği böyle

bir banka, ortakların adedine ve taksitlerin

miktarına göre büyücek bir sermaye toplayabilir.

Çünkü artık teminat makamında

olarak gözle görülür bir para bulunduktan

sonra sair tüzel müesseselerden de mutedil

bir faizle istikrazlarda bulunmak, banka için

mümkün olur. Kezalik ortaklardan başka

birçok sermaye sahiplerinin emanet olarak

para yatırması dahi imkân dâhilindedir.

Fakat böyle bir bankanın başarı ibraz

etmesi, birkaç şarta mütevakkıftır. Evvelâ

ahali bankaları, ortakların karşılıklı yardım

etmesi esasına müstenit bulundukları için

onlar arasında sınırsız bir kefillik kanunu

mevcut olmak iktiza eder. Yani şirket

azasından her biri, yalnız başta taahhüt

eylediği akçeyi peyderpey sandığa teslim

etmekle para mesuliyetinden tamamen

kurtulmuş addedilmelidir; çünkü o

kadar bir parayı vermek, bankanın esas

teşekkülü[nün] şartlarındandır. Zaten bir

kooperatif ahali bankası demek, mecburi

bir tasarrufla bir yana para biriktirilerek

teşkil edilmiş bir tüzel müessese demek

değil midir? Öyle ise müessisleri kâfi derecede

tasarrufa kabiliyet gösteremeyen

bir bankanın iki günlük ömrü olması

tabiidir; başka bir sermayesi olmayan

böyle bir müessesenin başka bir surette

güvene mazhar olması da kabil olamaz.

Bizim burada sınırsız bir yasal kefaletten

maksadımız, borç alan ortaklardan biri,

borcunu tediye etmeğe muvaffak olmadan

bankanın zararına olarak iflâs ederse,

diğer şirket azasının iştirak ettikleri hisse

nispetinde husule gelen açığı kapatmağa

kanunen mecbur tutulmalarıdır. Aksi takdirde

banka, bir limitet şirket olamaz,

anonim veyahut komandit demek olur;

MINTAN - 7

.


23

yalnız vazolunan sermaye nispetinde

para mesuliyetini icap ettiren, ancak bu

şirketlerdir. Şu kadar[ı] var ki borç veren ve

alanların münhasıran küçük ve mutavassıt

esnaftan olması da şart değildir; borçlanacak

kişilerin şirket azasından gayri kimselerden

ibaret bulunduğu takdirde rehin göstermeleri

veyahut şirket azasından birinin

kefaleti altında para almaları, işlemlerin

selâmeti için kâfi addolunabilir. Kendilerine

para istikraz edilecek bu gibi şahısların

tüccar arasında geleneklere vâkıf, hüsnühâl

ile meşhur, say ve tasarrufla ve binaenaleyh

borç ile aldığı parayı iyi kullanmakla

maruf kişilerden bulunduğu, müspet bir şey

olmalıdır. Yoksa borç vermeği ortaklara hasretmek

ve yalnız onlardan emanet akçe kabul

etmek, muamelâtın mahdut kalmas[ın]a

intaç eder. O borç veren ve alanları yalnız

bir sınıf halktan ibaret bulunan kuruluşlar,

iktisadi buhranlara pek dayanamaz.

Saniyen, hisse senetleri pek aşağı bir

fiyatta ihraç olunmakla beraber muntazaman

tediyesi kolay olabilecek kadar ufak

eshama tefrik edilmelidir. Hisse senetlerinin

böyle küçük taksitlerle tediye olunabilecek

bir şekilde ihracı, şirket azasını tasarrufa

alıştırır; banka, bu hâlde en ciddi ve mükemmel

bir tasarruf sandığı vazifesini ifa eylemiş

olur. Mamafih, kendi parasıdır diye, hissedarlardan

biri istikraz edecek olduğunda

faizin miktar ve ödeme sureti hususunda

benzer şahıslardan ziyade bir imtiyazı olamamak

icap eder; bilâkis istikraz edenlerden

umumiyetle talep olunacak faiz, tasarruf

ettikleri parayı bankaya ikraz ederek para

yardımında bulunan hissedarlara verilen

faizin nispetinden epey yüksek olmalıdır.

Salisen, sair şirketlerde olduğu gibi,

bundan da çıkacak kârın şirket azasına

katılım hisseleri nispetinde tevzisi icap

eyler. Burada nazar-ı dikkate alınacak

bir cihet de şudur: Kooperatif şirketlerde

alışverişte bulunan ortaklara, aldıkları

eşyanın mecmu fiyatına nispeten kârdan

bir mükâfat hissesi ret ve ita olunur. Ahali

bankalarında ise bu caiz değildir; çünkü

menfaatten ziyade, zarar tevlit eder. Bu,

âdeta “hakiki bir ihtiyaç mevcut değil iken

ortakları istikraza teşvik etmek” demek olur

ki, tecviz edilecek bir hareket değildir. Ahali

bankaları, nakdî sermayeye muhtaç olup

da mutedil koşullar altında para istikraz

edemeyen sınai ve ticari teşebbüslerini,

parasızlık hasebiyle ilerletmek imkânını

bulamayan düşkün esnaf içindir. Yoksa

körü körüne bunları para istikrazına

alıştırmak, düğün gibi ticaret maksadı

hâricinde birtakım işler için borca teşvik

etmek, bir toplum zararı demektir.

Bu bankaların en çok bulunduğu memleket,

Almanya ve İtalya’dır. Buralarda ifa

eyledikleri hidemat, tasavvurun hâricindedir.

Biz de ne vakit memleketimizde buna

benzer müesseselerin teşekkül ve teksirini

görürsek, o zaman acınası bir hâlde

bulunan, süratle sukut ve inkıraza koşan

millî sanayi ve ticaretimizin yaşama

döneceği ümitlerini hâsıl edebiliriz. Yoksa

ecnebi rekabetinden kurtulup muhkem

esaslar üzerine bir ulus iktisadı tesis

etmenin imkânı olamaz.

Maliye Mektebi

muallimlerinden

Ali Muhtar

Transkripsiyon:

Alperen Dönmez

MINTAN - 7

.


24

KİTAP TAVSİYELERİ

Kitabın asıl bölümü olarak

nitelendirebileceğimiz ikinci bölümü

ise; yazarın incelediği sâlnâmelerden

edinmiş olduğu bilgi ve birikimlerini,

akıcı anlatımıyla okuyuculara aktardığı

bölümdür. Yazar bu bölümde Kiraz’ın idari

yapılarını, köylerini, nüfusunu, eğitim

ve öğretim faaliyetlerini, aşiretlerini ve

ilçenin sosyo-ekonomik yapısını konu

edinmiştir..

Samet YILDIZ, Aydın Vilâyet

Sâlnâmelerinin Işığında Kiraz, Efe

Ofset, İzmir 2024, 86 Sayfa

ISBN: 978-625-00-1980-1

Samet Yıldız tarafından, 2024 yılında

yayımlanan “Aydın Vilâyet Sâlnâmelerinin

Işığında Kiraz” isimli eser, İzmir’in Kiraz

ilçesi hakkında gün görmemiş tarihî

bilgilerini ve gerçeklerini bünyesinde

barındırmaktadır. Eser, iki bölüm olmak

üzere 86 sayfadan oluşmaktadır.

Yazar, kitabın birinci bölümünde Kiraz’ın

tarihî ve coğrafî yönlerinden bahsederek,

okuyucunun Kiraz ilçesi hakkında genel ve

temel bilgi sahibi olmasını amaçlamıştır.

Yine bu bölümde, Kiraz isminin etimolojik

gelişimine de yer vermiş olup, ilçenin

bilinmeyen tarihini derinlemesine

irdeleyerek okuyucuya sunmaktadır.

.

MINTAN - 7


25

KİTAP TAVSİYELERİ

Roman tüm içeriğiyle Rusya’daki

yaşamı sergilemekte, bu yönüyle bir tarih

felsefesi olarak da yorumlanmaktadır. Bu

eserde 1805-1812 yılları arasındaki Rus-

Fransız savaşı ve Rus halkının durumu

anlatılmıştır.

Lev Tolstoy, Savaş ve Barış, Çev.: Zeki

Baştımar&Nazım Hikmet Ran, Can

Yayınları, İstanbul 2018, 1180 Sayfa

ISBN: 9789750738388

Bu romanı “dünyanın en büyük

romanı” olarak niteleyen İngiliz romancısı

Somerset Maugham bu kalitede ikinci bir

romanın yazılamayacağını söylemiştir.

Realist bir sanatçı olan Tolstoy bu

romanı Victor Hugo’nun “Sefiller”

romanından etkilenerek yazmıştır.

Tolstoy, eser hakkında, “Savaş ve

Barış” “roman değil, bir manzume, daha

çok ise, tarihi günlüklerdir” demiştir.

Romanın bazı bölümleri ise tasvircilikten

tamamen uzak olmakla beraber, felsefi

vatanperverlik karakteri taşır.

.

MINTAN - 7


MINTAN

.


“Güven Bir Ayna Gibidir. Bir Kez Çatladı mı Hep

Çizik Gösterir”

MINTAN

.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!