18.02.2013 Views

AvAnos-KızılırmAK AvAnos YaZarlar BUlUŞMaSI

AvAnos-KızılırmAK AvAnos YaZarlar BUlUŞMaSI

AvAnos-KızılırmAK AvAnos YaZarlar BUlUŞMaSI

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

<strong>AvAnos</strong>-<strong>KızılırmAK</strong><br />

ı. Kültür ve Sanat Günleri<br />

2010<br />

<strong>AvAnos</strong><br />

<strong>YaZarlar</strong> <strong>BUlUŞMaSI</strong><br />

SÖYleŞi ve GeZi etKinliKleri<br />

Avanos Belediyesi Yayınları - 2010


<strong>AvAnos</strong>-<strong>KızılırmAK</strong><br />

I. Kültür ve Sanat Günleri<br />

2010<br />

Avanos Yazarlar Buluşması<br />

Söyleşi ve Gezi etkinlikleri<br />

avanos Belediyesi Yayınları - 2010


AVANOS – KIZILIRMAK 1. KÜLTÜR ve SANAT GÜNLERİ<br />

AVANOS YAZARLAR BULUŞMASI SÖYLEŞİ ve GEZİ ETKİNLİKLERİ<br />

avanos Belediyesi Yayınları - 2010<br />

Proje Yönetmeni<br />

Dr. mustafa Körükcü<br />

Proje Koordinasyonu<br />

Fatma Şahin<br />

Pınar Domaniç<br />

Ses Kaydı, Deşifre ve Fotoğraflar<br />

Ercan Kılıçlı<br />

Metinlerin Redaksiyonu<br />

Ayça Olcaytu İşçen<br />

Yavuz İşçen<br />

Grafik Tasarım<br />

Fikriye Karasu<br />

Kapak Fotoğrafları<br />

Yavuz İşçen<br />

Avanos Belediyesi<br />

avanos / nevşehir - türkiye<br />

tel: 0384.511 40 64 Fax: 0384.511 40 65<br />

www.avanos.bel.tr • e-posta: kultur@avanos.bel.tr<br />

Baskı<br />

Koza Yayın Dağıtım San. tic. a.Ş.<br />

Cevat Dündar Cad. no: 139 Ostim / ankara - türkiye<br />

tel: 0312.385 91 91<br />

ankara, 27 aralık 2010<br />

ISBn 978-975-978-605-2<br />

Sertifika no : 20307


İÇİNDEKİLER<br />

ÖNSÖZ 6<br />

Dr. Mustafa Körükcü - Avanos Belediye Başkanı<br />

ETKİNLİK TAKVİMİ 9<br />

İPEK ÇALIŞLAR 11<br />

Latife Hanım<br />

VEHBİ VAKKASOĞLU 39<br />

Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşımız<br />

HİLMİ YAVUZ 55<br />

Her Şair Bir Okuldur - Hilmi Yavuz ve Şiirleri<br />

SERDAR ÖZKAN 95<br />

Bir Türk Romanının 30 Ülkede Çeviri Serüveni<br />

AHMET ÜMİT 101<br />

Suç ve Edebiyat<br />

ALEV COŞKUN 123<br />

Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay<br />

BUKET UZUNER 149<br />

Buket Uzuner’in Seyahat Serüveni<br />

NİHAL BENGİSU KARACA 155<br />

Nihal Bengisu Karaca ile Gündemin Değerlendirilmesi<br />

RASİM ÖZDENÖREN 161<br />

Gül Yetiştiren Adamın Gözünden Cumhuriyet Dönemi’ndeki Değişim<br />

FATMA KARABIYIK BARBAROSOĞLU & NAZİFE ŞİŞMAN 175<br />

Osmanlı Modernleşmesi ve Kimlik &<br />

Bir Kategori ve Kimlik Olarak Kadının Ortaya Çıkışı<br />

ALTAN TAN 197<br />

Kürt Sorunu<br />

ÖMER TUĞRUL İNANÇER 215<br />

Tasavvuf Sohbetleri<br />

ATAOL BEHRAMOĞLU & HALUK ÇETİN 239<br />

Şiir ve Müzik Dinletisi<br />

İSKENDER PALA 269<br />

Divan Edebiyatı ve Aşk<br />

DÜCANE CÜNDİOĞLU & ÜMİT MERİÇ 277<br />

Cemil Meriç<br />

MUSTAFA ARMAĞAN 307<br />

Osmanlı’yı Yeniden Anlamak<br />

ETKİNLİK FOTOĞRAFLARI 337<br />

3


Dr. mustafa Körükcü<br />

Avanos Belediye Başkanı


“Kör de bilir Avanos’un yolunu<br />

Testi bardak kırığından bellidir”<br />

6<br />

Aşık Seyrani<br />

Kapadokya bölgesinin el sanatları merkezi olan avanos, belediyemizin<br />

bu yıl gerçekleştirmeye başladığı etkinliklerle, kültür ve sanat faaliyetlerinin<br />

de merkezi olmayı hedeflemiştir.<br />

‘Avanos-Kızılırmak 1. Kültür ve Sanat Etkinlikleri - 2010’ başlığı altında,<br />

ülkemizin değerli yazar, şair, düşünür ve gazetecileri, halkımızla<br />

yüz yüze sohbet etmiş, kitaplarını imzalamış ve soruları cevaplamıştır.<br />

Halk konserlerimiz ve çarşı meydanındaki canlı müzik performansları<br />

ile hareketli ve eğlenceli bir yaz dönemi geçirilmiştir. Mübarek ramazan<br />

ayının ruhuna ve sosyal yönüne uygun, geleneksel ramazan eğlencelerimiz<br />

ile geçmiş yâd edilmiştir. ücretsiz film gösterimlerimizle de sinema<br />

severlerimiz unutulmamış, eski yazlık sinemaların nostaljisi yaşatılmıştır.<br />

Böylece, geçmişte yapıldığı gibi genellikle yaz aylarında ve en çok<br />

bir haftalık süreye sıkıştırılmış, adı festival olan, saman alevi gibi yanıp<br />

sönen etkinlikler yerine, mart-ekim ayları arasında uzun bir döneme yayılmış,<br />

takvimi önceden belirlenmiş ve halka ilan edilmiş, dolu dolu bir<br />

program gerçekleştirilmiştir.<br />

Memnuniyetle ifade etmeliyiz ki; 2010 yılındaki bu etkinliklerimiz<br />

sadece avanoslu hemşerilerimizden değil komşu il ve ilçelerimiz başta<br />

olmak üzere tüm bölgemizden büyük ilgi görmüş, iltifat ve takdir almıştır.<br />

Şüphesiz “marifet, iltifata tabidir”. etkinliklerin önümüzdeki yıllarda da<br />

devam ettirilmesi yönündeki teşvik edici övgüler bizleri daha da gayrete<br />

getirmiş, motive etmiştir.<br />

Yazarlarımızın kitaplarını imzaladığı ve halkımıza konuşma yaptığı<br />

toplantılar büyük ilgi görmüştür. ancak hemşerilerimizin bir kısmı da<br />

çok istediği halde değişik sebeplerle söyleşilerde bulunamadıklarına<br />

ilişkin üzüntülerini dile getirmişlerdir. Hem bu söyleşilerde bulunamadıkları<br />

için çok şey kaçırdıklarını düşünenlerin üzüntüsünü bir nebze<br />

hafifletmek, hem de “söz uçar, yazı kalır” kabulünden hareketle söyleşileri,<br />

gelecek yıllara da bırakabilmek amacıyla kitap haline getirmek<br />

istedik.


elinizdeki kitap, teyp kaydından çözülmüş konuşmaların biraraya getirilmesiyle<br />

oluşmuştur. açılış konuşmaları ve yazarlarımızın konuşmaları<br />

yazılı bir metinden değil, irticalen (doğaçlama) yapılmıştır. Bu sebeple,<br />

konuşma tekniğine göre gerçekleştirilen söyleşiler titiz bir redaksiyonla<br />

yazılı hale dönüştürülmeye çalışılmıştır. Her ne kadar bu yazılı metinler,<br />

değerli yazarlarımızın onayına sunularak, verdikleri izinle yayınlanıyorsa<br />

da okurun bu hususu göz önüne almasını ve muhtemel cümle düşüklükleri,<br />

kelime tekrarları, fikir geçişleri gibi ifade kusurlarının, konuşma<br />

ve yazı teknikleri arasındaki farklılıktan kaynaklandığını belirtmek isteriz.<br />

ancak bazı yazarlarımız söyleşilerinin metin halinde yayınlanmasını<br />

farklı gerekçelerle istemediklerinden dolayı, onların söyleşileri bu kitapta<br />

yer almamıştır.<br />

Oldukça yoğun bir emek ve üstün bir gayretle, tüm bu etkinliklerimizin<br />

gerçekleştirilmesi için çalışan, belediyemiz Kültür ve Sosyal işler<br />

Şube Müdürlüğü’nün değerli çalışanları Fatma Şahin ve Pınar Domaniç’e,<br />

bant çözümlemelerini yapan ve tüm fotoğraf, video çekimlerini sağlayan<br />

Ercan Kılıçlı’ya, metinleri titiz bir redaksiyonla yayına hazırlayan<br />

Ayça & Yavuz İşçen’e ve emeği geçen diğer tüm belediyemiz çalışanlarına<br />

teşekkür etmeden geçemeyeceğim. ayrıca belediyemize hiçbir maddi<br />

külfet getirmeden desteklerini sunan başta Dorak Turizm A.Ş. olmak<br />

üzere ilçemiz turizm işletmeleri ve esnafımıza, katılımları ve teşvikleri ile<br />

bizleri yüreklendiren ve manevi desteklerini daima arkamızda hissettiğimiz<br />

Avanoslu hemşerilerime de teşekkürü borç bilirim.<br />

tüm gayretimiz ve her şey avanos için.<br />

Kültür ve sanat dolu nice günlerde ve belediyemizin diğer kültür yayınlarında<br />

buluşmak dileklerimle.<br />

7<br />

Dr. Mustafa KÖRÜKCÜ<br />

Avanos Belediye Başkanı


Avanos-Kızılırmak 1. Kültür ve Sanat Günleri<br />

Etkinlik Takvimi<br />

etkinlik tarihi Yazar - Sanatçı etkinlik Konusu<br />

08 Mart 2010 ipek Çalışlar latife Hanım<br />

12 Mart 2010 Vehbi Vakkasoğlu Mehmet akif ersoy ve istiklal Marşımız<br />

04 nisan 2010 Hilmi Yavuz Her Şair Bir Okuldur<br />

Hilmi Yavuz ve Şiirleri<br />

10 nisan 2010 Serdar Özkan Bir türk romanının<br />

30 ülkede Çeviri Serüveni<br />

17 nisan 2010 ahmet ümit Suç ve edebiyat<br />

19 Mayıs 2010 alev Coşkun Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 ay<br />

29 Mayıs 2010 Buket Uzuner Buket Uzuner’in Seyahat Serüveni<br />

05 Haziran 2010 nihal Bengisu Karaca nihal Bengisu Karaca ile<br />

Gündemin Değerlendirilmesi<br />

12 Haziran 2010 rasim Özdenören Gül Yetiştiren adamın Gözünden<br />

Cumhuriyet Dönemi’ndeki Değişim<br />

26 Haziran 2010 Fatma K. Barbarosoğlu Osmanlı Modernleşmesi ve Kimlik<br />

26 Haziran 2010 nazife Şişman Bir Kategori ve Kimlik Olarak<br />

Kadının Ortaya Çıkışı<br />

10 temmuz 2010 altan tan Kürt Sorunu<br />

17 temmuz 2010 Ömer tuğrul inançer tasavvuf Sohbetleri<br />

07 ağustos 2010 ataol Behramoğlu Şiir ve Müzik Dinletisi<br />

(Haluk Çetin ile birlikte)<br />

07 ağustos 2010 Haluk Çetin Şiir ve Müzik Dinletisi<br />

(ataol Behramoğlu ile birlikte)<br />

18 eylül 2010 iskender Pala Divan edebiyatı ve aşk<br />

25 eylül 2010 Dücane Cündioğlu Cemil Meriç<br />

25 eylül 2010 ümit Meriç Cemil Meriç<br />

02 ekim 2010 Mustafa armağan Osmanlı’yı Yeniden anlamak<br />

NOT: Söyleşiler sırasında ses ve video kaydı alınmış, metinler deşifre<br />

edildikten sonra redaksiyondan geçirilerek konukların onayına sunulduktan<br />

sonra yayınlanmıştır.


‹pek Çalışlar<br />

Latife Han›m<br />

08 Mart 2010


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

avanos Belediyesi olarak, ‘avanos-Kızılırmak 2010 Kültür ve Sanat<br />

Günleri’ etkinliklerini 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ile birleştirerek bugün<br />

başlatıyoruz. acaba 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için nasıl bir etkinlik<br />

daha verimli olur ve karşılığını bulur diye düşünürken, atatürk’ün<br />

merhum ve muhterem eşleri latife Hanım’ı gündeme getirmek amacıyla<br />

bu konuda eser vermiş Sayın ipek Çalışlar’ı davet etmeyi uygun gördük.<br />

Sağ olsun, ipek Hanım bu davetimizi kabul etti. ayrıca, latife Hanım’ın<br />

kardeşi Vecihe ilmen’in torunu ve aynı zamanda bu konuda araştırmalar<br />

yapan, aileyi her platformda temsil eden Mehmet Sadık Öke Bey de bu<br />

toplantıya katılarak şeref verdi.<br />

latife Hanım konusu biraz da bilinçli olarak gündeme taşınan bir<br />

konu. atatürk’ün biyografilerine bakıldığında, bu konu ile ilgili yazılmış<br />

eserler incelendiğinde latife Hanım’a çok rastlanmıyor; tabiri caizse geçiştiriliyor.<br />

Bahsedildiği zamanlarda da, neticesi boşanmayla sonuçlandığı<br />

için olsa gerek, ipek Hanım’ın tabiriyle ‘başına gelmiş bir kaza’ gibi<br />

gösteriliyor. Oysa gerçekten tarihi belgelerle birlikte incelendiğinde apayrı<br />

bir tarihi kimlik karşımıza çıkıyor. latife Hanım’ı, son derece sağlam bir<br />

karakter ve atatürk’ün o döneme ilişkin reform düşüncelerini destekleyen<br />

bir kimlik olarak görüyoruz. Bu eseri okurken zaman zaman şu hisse kapıldım;<br />

latife Hanım sanki Mustafa Kemal atatürk’ün klonlanmış bir kadın<br />

versiyonu. Dün de bir görüşme esnasında paylaştık bu tanımlamayı;<br />

sorumluluğu da tamamen şahsıma ait olmakla birlikte umarım yanlış bir<br />

cümle kurmamışımdır. O kadar sağlam, net duruşu olan, son derece kültürlü,<br />

iyi eğitimli, zeki, aynı zamanda gözüpek, cesur ve özgüveni yüksek<br />

birisi. Son derece kültürlü; bir örnek vermek gerekirse, yirmili yaşlarda<br />

tam sekiz lisanı konuşabiliyor. ingilizce’yi, almanca’yı, Fransızca’yı,<br />

italyanca’yı, dört batı dilini, o dili ana dili olarak kullanan kişilerce bile<br />

ayırt edilemeyecek kadar mükemmel konuşuyor ve o dildeki klasikleri<br />

ezberden aktaracak kadar da dile hakim. Halit Ziya Uşaklıgil’den arapça,<br />

tevfik Fikret’ten Farsça öğreniyor. ayrıca latince ve rumca biliyor.<br />

1950’li yıllarda, aşağı yukarı 50 yaşlarındayken de rus klasiklerini orijinalinden<br />

okuyacak kadar rusça öğreniyor. Yani öğrenmeye ve yeniliğe<br />

o yaşta bile açık. Hukuk eğitimi alıyor. Yurt dışında, özellikle avrupa’da<br />

görmediği ülke kalmamış. Çok da zeki.<br />

13


ipek Hanım’dan rol çalmak gibi bir duruma da düşmek istemem ama<br />

kitabı okurken bir bölüm çok hoşuma gitti. Okumamış olanlar için müsaade<br />

ederseniz hemen paylaşmak isterim. Cumhuriyet tarihinde bir ‘ali<br />

Şükrü olayı’ var. ali Şükrü, Birinci Meclis’in ikinci grubu olarak adlandırılan<br />

muhalif kanadın temsilcisi olan bir milletvekili. Kendisi trabzonlu,<br />

Bahriye mezunu, son derece iyi ingilizce bilen, amerika’da bulunmuş<br />

birisi. ancak çok keskin muhalefeti olan, tavırları sert birisi. 1923 yılının<br />

mart ortalarında bu muhalif isim ortadan kayboluyor. Daha sonra yargılaması<br />

yapılmamış ama atatürk’ü bir müfreze ile koruyan topal Osman tarafından<br />

öldürüldüğü düşünülüyor. Bu olaylar esnasında atatürk Meclis’i<br />

dağıtmak ve yeni bir meclisle devam etmek düşüncesinde; kafasının çok<br />

karışık olduğu zamanlar. Cumhuriyeti kurma fikri var. latife Hanım ile<br />

birlikte Çankaya’da bir yürüyüşe çıkıyorlar, bir müddet sonra oturuyorlar.<br />

latife Hanım, Mustafa Kemal’e “Kemal ne düşündün” diye soruyor. Mustafa<br />

Kemal “ne mi düşündüm, düşündüğümü nereden çıkardın?” diyor.<br />

“Çünkü” diyor latife Hanım, “ne zaman sigara içip dumanını halkalar<br />

çıkartarak üflemeye başlasan bir şey düşünüyorsun demektir”. Mustafa<br />

Kemal onaylayınca da “peki ne karar verdin?” diye soruyor. Mustafa Kemal<br />

ise “düşündüğümü bildin ama bir karara vardığımı nereden çıkartıyorsun?”<br />

diyor. “Çünkü bir karara varmamış olsaydın ikinci sigarayı da<br />

yakardın. Üstelik sigarayı başparmağınla ezerek söndürdün, demek ki bir<br />

sonuca da vardın”. Bunun üzerine Mustafa Kemal diyor ki; “kendimizi ne<br />

kadar da deşifre etmişiz. Bari oldu olacak ne karar aldığımı da söyle ki bir<br />

hanımla değil, bir kâhinle evlendiğimi düşüneyim”. latife Hanım beden<br />

diline bu derece hakim biri.<br />

ayrıca, son derece de gözüpek, cesur bir hanım. az önce bahsettiğim<br />

‘topal Osman hadisesi’ ilginç bir hadise. Zamanında atatürk’ü bir müfreze<br />

ile koruyan topal Osman, atatürk’e bir koruma taburu tahsis edilip<br />

kendinin de devre dışı kalacağını anlayınca, son derece sert bir tavır alıyor<br />

ve Çankaya’yı kuşatıyor. atatürk de dahil olmak üzere içeridekilerin<br />

tamamını öldürmeyi planlıyorlar. tek kurtuluş yolu, atatürk’ün bir şekilde<br />

oradan çıkartılması ve taburu organize ederek topal Osman’a karşı<br />

mücadelenin başlatılması. Böyle bir durumda latife Hanım, atatürk’ün<br />

kalpağını başına geçiriyor, ayağının altına da portakal kasalarını koyarak<br />

onun boy seviyesine çıkıyor ve pencere kenarında bir şeyler konuşarak<br />

dışarıya karşı atatürk izlenimi veriyor. Kendini hedef yapmaktan çekinmiyor.<br />

topal Osman ve çetesi bir süre sonra içeriyi basıp da atatürk’ü bu-<br />

14


lamayınca çılgına dönüyorlar. atatürk’ün yerinde latife Hanım’ı görünce<br />

de şaşırıyorlar. içeride atılan kurşunlardan dolap içindeki eşyaları delik<br />

deşik oluyor.<br />

atatürk izmir’e gittiğinde el bombalı bir saldırıya uğruyor ve suikastçıyı<br />

dikkatini dağıtmak suretiyle engelleme yoluna gidiyor. Keza aynı<br />

seyahatten ankara’ya dönerken atatürk’e suikast düzenleneceği açıkça<br />

bilinmesine ve ihbar edilmesine rağmen, atatürk ile birlikte bu seyahati<br />

yapmaktan geri durmuyor; son derece cesur. tabii bunlar pek çok kişide<br />

rastlanabilir cesaret diye algılanabilir ama bence daha fazla cesaret gerektiren<br />

başka yönleri var. 1920’li yılların türkiye’sinde, seçme ve seçilme<br />

hakkı dahil olmak üzere kadın hakları konusunda yoğun bir mücadele veriyor.<br />

Kadın-erkek eşitliğini savunuyor ve feminist söylemlerini büyük bir<br />

cesaretle dillendiriyor. Yakın çevresinde, özellikle atatürk’ün yakın çevresinde<br />

zaman zaman bu konuda çok ağır eleştirilere maruz kalıyor. Bence<br />

bu ilişkinin devam etmemesinin nedeni latife Hanım’ın da Mustafa Kemal<br />

kadar dominant bir karakter olmasıdır. Kolay kolay geri adım atmayan,<br />

direnen, mücadele eden bir karakter. evlilikleri iki buçuk yıl kadar sürdükten<br />

sonra, bana göre pek çok sebebe bağlı olarak 1925 yılının temmuz<br />

ayında sona eriyor. Ondan sonrası dramatik tarafı ağır basan bir hikaye.<br />

Ömrünün sonuna kadar hem Mustafa Kemal hem latife Hanım birbirlerine<br />

verdikleri ‘asker sözü’nü tutarak birbirleri aleyhine hiç konuşmuyorlar.<br />

Sözlerine sadık kalıyorlar ve birbirlerinin hatırasına hürmet ediyorlar.<br />

Sözü çok fazla uzatmak istemiyorum; mikrofonu asıl sahibine vermeden<br />

önce kitapta doğrudan latife Hanım ile ilgili değilmiş gibi görünen<br />

ama beni çok etkileyen bir başka bölümü de kısacık paylaşmak<br />

istiyorum. Mustafa Kemal, latife Hanımla evlenmeye karar verdikten<br />

sonra, konuyu yakın çevresiyle değerlendiriyor. Konuştuğu kişilerden biri<br />

de rauf Orbay. rauf Bey’e şunu söylüyor: “Rauf sen, Kazım Karabekir, Ali<br />

Fuat ve Refet Bele, sizler de evlenip yuva kurun. Bakın şükürler olsun vatan<br />

kurtuldu, hepimiz kırkımızı geçtik, aile huzuru ve saadete hak kazandık.”<br />

Kırk yaşından önce aile mutluluğunu ve saadetini düşünemeyecek<br />

kadar vatanını düşünen bir lider. ne olur burayı hiçbir zaman unutmayın.<br />

Bu etkinliğin başlangıcı bunları yeniden konuşmamıza vesile oldu. Başta<br />

Mustafa Kemal olmak üzere bütün silah arkadaşlarını ve bugünlere ulaşmamızı<br />

sağlayan şehitlerimizi, gazilerimizi ve merhum latife Hanım’ı<br />

rahmetle anıyoruz; mekanları cennet, ruhları şad olsun. 8 Mart Dünya<br />

Kadınlar gününüz de kutlu olsun. Hepinizi saygı ile selamlıyorum.<br />

15


SUNUŞ<br />

Avanos Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Fatma Şahin<br />

Sayın başkanımıza teşekkür ediyoruz. latife Hanım adlı kitabıyla ilgili<br />

olarak bugün aramızda bulunan Sayın ipek Çalışlar istanbul’da doğdu.<br />

ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Gazeteciliğe<br />

trt Haber Merkezi’nde başladı. 12 eylül’de trt’den ayrıldı.<br />

1980’lerde muhalefetin sesi olan nokta dergisinde haber müdürlüğü yaptı.<br />

Kısa ömürlü Söz gazetesinin ve patronsuz dergi olarak bilinen Sokak’ın<br />

kurucularından biriydi. Hamburg’da yaşadığı 1990-1992 yılları arasında<br />

eşcinsellik, kadın ve islam konularını araştırdı. türkiye’ye dönünce Cumhuriyet<br />

gazetesinin haber müdürlüğünü üstlendi; ardından 10 yıl süreyle<br />

Cumhuriyet Dergi’yi çıkarttı. ayrıca bugün söyleşimize katılmak üzere<br />

latife Hanım’ın kız kardeşi Vecihe ilmen’in torunu Sayın Mehmet Sadık<br />

Öke de aramızdalar. Söyleşilerini yapmak üzere Sayın ipek Çalışlar’ı ve<br />

Sayın Mehmet Sadık Öke’yi sahneye davet ediyorum.<br />

İpek Çalışlar<br />

Heyecanımız dağılmadan devam edelim; sayın başkan o kadar güzel<br />

bir sunum yaptı ki biz de umarız onun heyecanı ile devam ederiz.<br />

Katıldığım en güzel latife Hanım toplantılarından birinde, hatta en güzelinde<br />

olduğumu düşünüyorum. Hem çok kişi gelmiş dinlemeye hem<br />

de sunum fevkalade. Şimdi bu ilk kısımla ısınma turunu yaptıktan sonra<br />

size biraz latife Hanım ve Mustafa Kemal hikayeleri anlatalım istedik. Bir<br />

taraftan da arkadaki perdede fotoğraflar göreceğiz. Küçücük bir noktaya<br />

değinmek istiyorum. latife Hanım kitabının önsözünde ayrıntılı bilgi vermiştim;<br />

onu okumayanlar için söylüyorum. evimizin duvarında, içinde<br />

Mustafa Kemal, benim dedem Kel Osman ve latife Hanım’ın bulunduğu<br />

bir fotoğraf asılı dururdu. Bu dede Ortahisarlı, yani Kapadokyalıydı, bunu<br />

da size söylemek istedim. Kitabın en güzel sahnesi tanışma sahnesi, ama<br />

ben bunu Mehmet’ten dinlemeyi tercih ediyorum. Oradan başlayalım.<br />

nasıl tanıştılar?<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Öncelikle sizlere çok teşekkür ediyorum. Sayın başkan çok teşekkür<br />

ederim. ipek’e ayrıca teşekkür ediyorum, çünkü çok kapsamlı bir çalışmayı<br />

çok başarılı bir şekilde yaptı. Biliyorsunuz, biz çok ortada olmayı<br />

düşünmeyen bir aileyiz, ancak böyle zor uğraşılardan sonra ortaya çıka-<br />

16


iliyor eserler. Ona huzurlarınızda çok teşekkürlerimi iletiyorum. Sizlere<br />

de geldiğiniz için çok teşekkür ediyorum.<br />

aslında kitabı okursanız orada göreceksiniz; ipek bunu çok güzel anlattı.<br />

izmir’e gelmeden öncesi de var. Çok uzatmak istemiyorum, çünkü<br />

anlatacak çok konu var. latife teyzem, Paris’te Sorbonne üniversitesi’nin<br />

üçüncü sınıfında uluslararası hukukta okurken izmir’e geri dönmek zorunda<br />

kalıyor. nedeni de şu; babaannesinin izmir’deki evde hastalandığı<br />

haberi geliyor. Dolayısıyla 1922 yılının başında izmir’e dönüyor.<br />

ardından 9 eylül’de de Mustafa Kemal Paşa izmir’e geliyor. Geldiğinde<br />

Kordon’da kendisine ayrılan evi beğenmiyor. Bunun birkaç sebebi var;<br />

izmir, lodos olduğunda bazen kötü kokuyor, bir de en önemlisi stratejik<br />

bir yere ihtiyacı var. Körfeze hakim, düşman donanmasını görebilen ve<br />

sahilden biraz uzak bir yer istediği için “bana yeni bir yer bulun” diyor.<br />

izmir’de böyle bir evin bulunması o şartlarda zor; fakat diyorlar ki, “Uşakizade<br />

Muammer Bey’in evi var. Aile yurt dışında, ancak kızları ve annesi<br />

evde”. Paşa da “gidip görelim” diyerek, hemen geçici karargahından çıkıyor<br />

ve Göztepe’deki eve geliyor. O sırada latife Hanım evde yok. Olmamasının<br />

sebebi de askerlere tütün, sargı bezi, ilaç, yiyecek gibi temel<br />

ihtiyaçlarını götürüyor; çünkü hepsi yaralı ve yorgun. izmir’deki bütün<br />

kızlarla birlikte gönüllü olarak çalışıyorlar.<br />

İpek Çalışlar<br />

Burada araya girmek istiyorum. latife Hanım’ın askerlere nasıl ilaç,<br />

sargı bezi ya da yiyecek götürdüğünü hayalimde bir türlü canlandıramayıp<br />

aileye üç beş sefer sormuştum. nasıl götürdü, ellerinde paketlerle mi?<br />

Bunu bize anlatır mısınız?<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

tabii ki. Kendisi çok iyi bir at binicisiymiş ve fayton olarak bilinen<br />

atlı arabaları da tek başına çok güzel kullanabilirmiş. aynı zamanda iyi<br />

bir silah atıcısıymış. Dolayısıyla bütün malzemeleri faytonun içine yükleyip<br />

yanına da dadısını alarak kendi kullandığı arabayla çıkmış ve askerlere<br />

bu malzemeleri dağıtmaya başlamış. işini bitirip geri döndüğü zaman<br />

bir de bakmış ki Paşa hazretleri gelmiş, askerleri, korumaları bütün evi<br />

sarmışlar. Paşa evi gayet beğenmiş, kendi odasını da seçmiş. Verandada<br />

kahve içerken latife teyzeme demişler ki, “giremezsiniz, Paşa hazretleri<br />

17


var”. latife teyzem, “nasıl olur, burası benim evim” deyince içeriye haber<br />

vermişler, o da içeriye girmiş. ev sahilden başlar, izmir Körfezi’nden<br />

yukarıya kadar çıkar; ayrıca bir de araba girişi vardır. teyzem oradan girdiği<br />

zaman Paşa da merdivenlerden aşağıya inmiş. latife teyzem demiş<br />

ki, “Paşam evimize şeref verdiniz. Verin elinizi öpeyim”. Bunun üzerine<br />

Mustafa Kemal Paşa da, “o şeref bize ait küçük hanım, ben sizin elinizi<br />

öpeyim. Zira ben elimi öptürmem ama hanımların eli öpülür” demiş ve<br />

kalpağını çıkartıp latife teyzemin elini öpmüş. latife teyzem o anı daha<br />

sonra amcası Halit Ziya (Uşaklıgil) Bey ile paylaşıyor. Biliyorsunuz, meşhur<br />

tV dizisi aşk-ı Memnu onun eserinden alınmadır. Halit Ziya Bey’e<br />

yazdığı mektupta şöyle yazmış, “sadece bir çift mavi göz ve altın sarısı<br />

saçlar gördüm”.<br />

İpek Çalışlar<br />

teşekkür ediyorum Mehmet’e, bu benim çok sevdiğim bir hikayedir.<br />

Çünkü bütün kitaplarda latife Hanımla Mustafa Kemal’in karşılaşması<br />

şöyle anlatılıyor: Bir kadın karargaha gidiyor, üzerinde mor bir çarşaf var,<br />

“Paşam, Paşam” diye kapıya vuruyor. Mustafa Kemal kim gelmiş diye<br />

bakıyor. Kapısına dayanan latife Hanım “Paşam bize misafir olur musunuz?”<br />

diyor. Halbuki kapısı çalınan mekan latife Hanım’ın kendi evi<br />

olunca iş tamamıyla değişiyor. Yani o kendi evinde, Mustafa Kemal onun<br />

evini beğenmiş, karargah olarak seçmiş. O kendi evinin kapısını çalıyor<br />

ve karşısına kaderin cilvesi olarak Mustafa Kemal çıkıyor.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Karşılaşma Göztepe’deki evde yaşanmış. Paşa evde kalmak için müsaade<br />

istemiş, o da “tabii, müsaade sizin Paşam” demiş. ama Paşa çok<br />

zarif olduğu için latife teyzemden bir rica mektubu yazmasını istemiş ve<br />

bunun üzerine latife teyzem mektubu hemen yazıp göndermiş. Paşa, bütün<br />

maiyetiyle birlikte zannediyorum bir gece sonra tekrar o eve gelmiş.<br />

İpek Çalışlar<br />

evet. Bu evdeki üç haftalık beraberliği ve aşkın başlama sürecini<br />

kitabı okuyacak olanlara bırakıyorum. anlatmak istediğim ikinci hikaye<br />

Mustafa Kemal ile evlilik günü. Her şeyde anlaşılmış, latife Hanım Mustafa<br />

Kemal’den nikâh hazırlığı için dört gün süre istiyor, Mustafa Kemal<br />

de kabul eder gibi yapıyor. Fakat bu dört günlük süre dolmadan, yanında<br />

18


iki tane komutan ve izmir Müftüsü ile gelip diyor ki, “her şey tamam,<br />

evleniyoruz”. latife şaşırıp kalıyor; çünkü o gün için hazırlık yapılmamış,<br />

kılık kıyafet seçilmemiş. üstelik evde misafirler var ve o sırada mutfakta<br />

börek, yemek yapıyor. Bu arada izmir’deki ev yerli yerinde duruyor, hani<br />

tanışma sahnesinin geçtiği ev. izmir’e yolunuz düşerse gidip görün. izmir<br />

türk Koleji’nin bahçesinde ve müze gibi kullanılıyor.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Paşa da bayağı muzip. Çünkü söylemiyor; arkadaşlarına gizli gizli<br />

“siz bana çaya geleceksiniz” diyor ama hiç kimsenin düğün olacağından<br />

haberi yok.<br />

İpek Çalışlar<br />

Merak ettim, acaba vazgeçer diye mi böyle bir davranıyor?<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Hayır, çok sevdiği için acele ediyor. Hatta bunun bir başlangıcı da<br />

var, belki onu da söylemek gerekir. “Babasına haber verin, hemen evleneceğiz”<br />

diyor. “Aman Paşam, olur mu böyle şey, hemen evlenilir mi? Siz<br />

lütfen bize birkaç gün izin verin” diyor aile. Paşa da “çok asi bir kızınız<br />

var Muammer Bey, hadi üç gün izin veriyorum” diyor. ama bu üç-dört<br />

günlük süreyi de beklemiyor; ikinci günün sonunda birdenbire nikâh kıyılıyor.<br />

İpek Çalışlar<br />

üstelik latife Hanım son derece şık gezen bir kadın; kılık kıyafetini<br />

öyle ince ince düşünüp hazırlayamadan, mor bir başörtüsü alıp müftünün<br />

karşısına oturuyor. nikâh, bugüne yakın diyebileceğimiz modern<br />

usullerle kıyılıyor. Çünkü 1923 yılında henüz Medeni Kanun’a geçilmediği<br />

için kıyılan nikâhlarda kadın ve erkek aynı masada kesinlikle oturamıyor,<br />

baba kızını temsilen oturuyor. ama latife ile Mustafa Kemal aynı<br />

masaya oturuyorlar.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Paşa ile latife teyzemin nikahı, türkiye tarihinde kadın ile erkeğin<br />

yan yana oturduğu ilk nikâhtır. Şahitler ve müftü efendinin huzurunda<br />

kaçgöçsüz bir şekilde kıyılıyor.<br />

19


İpek Çalışlar<br />

Biz bunu hep böyle düşünüyorduk. Fakat sonradan karıştırdığım kitaplarda<br />

şunu fark ettim; sarayda da nikâh böyle kıyılıyor, yani padişah<br />

kızları ve oğulları kaçgöç olmaksızın, bir masaya oturarak evleniyorlar.<br />

Padişah kızları hanedanın devamı olduğu için nikâhta da kendilerini temsil<br />

ediyor. latife ile Mustafa Kemal’in evliliğinde bence onun devamı olan<br />

bir şey var, tabii bu da güzel. Paşa bunu devam ettirmiş.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

evet, güzel bir şey Paşa’nın bunu devam ettirmesi.<br />

İpek Çalışlar<br />

latife Hanım, nikâhın ardından izmir’de filme çekilmiş. Saçlar uçuşuyor,<br />

ama başında bir eşarp var. latife Hanım örtülü müydü, örtüsüz<br />

müydü diye bir tartışma oluyor. Bence bunun o zaman kadınlar açısından<br />

çok da bir önemi yoktu. isteyen örtüsüz olabiliyormuş. latife Hanım,<br />

fotoğraflarda gördüğümüz kadarıyla saçlarına küçük bir eşarp bağlayan,<br />

onu da gerektiği için yapan, genelde örtüsüz gezen bir kadınmış. ama<br />

biz genelde örtülü fotoğraflarını biliyoruz.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Genellikle, yani normal hayatında başına örtü takmazdı. ama<br />

nikâhta, müftü efendi geldiği zaman başına mor bir örtü aldığını söylerler.<br />

Bütün yurt gezilerinde ise kocasının yanında, başında bir örtüyle<br />

görüyoruz. ama her zaman saçları gözüktü; normal şartlarda kafasını tam<br />

olarak kapatmayan bir hanımdı.<br />

İpek Çalışlar<br />

latife Hanım’ın kılık kıyafeti ile ilgili iki görüş var. Batılılar, “Latife<br />

Hanım’ın üzerine giydikleri reform çağrısıdır” tarzında yayınlar yapıyorlar.<br />

Onlar, latife Hanım’ı sadece kılık kıyafeti açısından değerlendirmiyorlar<br />

ama bu konuyu önemle vurgulayarak ‘türkiye’nin yüzünü batıya<br />

döndüren bir kadın’ olarak yansıtıyorlar. Fakat türkiye’de bazı kesimler<br />

bu kılık kıyafetten hoşlanmıyor ve zaman zaman Mustafa Kemal adına<br />

müftülerden fetva almak gerekiyor. Çünkü, ikisi birlikte yurt gezilerine<br />

çıktıklarında latife Hanım’ın üstünde pantolon ve ceket, ayağında çizme<br />

oluyor. Bedenini gösteren kıyafetleri, çok muhafazakar çevrelerin hoşuna<br />

20


gitmiyor. O yüzden ‘bu gibi kıyafetlerin giyilmesi caizdir’ gibisinden fetva<br />

almak gerekiyor.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Buradaki fotoğrafta gördüğünüz gibi üzerinde uzun bir ceket var;<br />

yolculuğa binici pantolonu ve binici çizmesiyle çıkmış. Genellikle de<br />

yolculuklara bu kıyafetle çıkıyor. tarsus-adana gezisinde bir fetva almak<br />

gerekmiş. ayrıca, yurt gezilerine kocası ile birlikte çıkmasının caiz olduğuna<br />

dair de fetva alınıyor. O zaman Mustafa Kemal Paşa onu her<br />

zaman yanında götürüyor ve bu gezilerde halka da konuşmasını istiyor.<br />

‘Karı-koca yan yanadır, kadının yüzü açık olmalıdır ve kocasıyla beraber<br />

sosyal hayatı paylaşabilir’ mesajını vermek için yurt gezilerine beraber<br />

çıkıyorlar.<br />

İpek Çalışlar<br />

Mustafa Kemal ile latife Hanım’ın kısa bir flört döneminden sonra<br />

evlenmeye karar verdiklerini yıllardan beri biliyoruz. Buna rağmen latife<br />

Hanım, Mustafa Kemal için bir sürpriz paketi; Mustafa Kemal de onun<br />

için öyle. Çünkü kısa süreli bir tanışıklıktan sonra evlenmişler. latife Hanım,<br />

izmir’in ılıman ve çok gelişmiş ortamından, dört ayaklı bir masanın<br />

bile düzgün duramadığı bir ankara’ya taşınmış. ankara o yıllarda bir felaket;<br />

yanmış, yıkılmış, havası, her şeyi kötü, çok az sayıda insanın yaşadığı,<br />

otel bile bulunmayan bir yer olarak tarif ediliyor. Fakat çok güçlü bir<br />

kadın ve her şeyi ile lüks bir hayattan geliyor. Bunu söylemek istiyorum; o<br />

zamanın değeriyle 1 milyon tl’lik bir çeyiz getiriyor. Bu çeyizi size şöyle<br />

tarif edeyim; Millî Mücadele yıllarında Hint Müslümanlarından gelen bir<br />

para vardır. Mustafa Kemal bunu hiçbir zaman harcamak istemeyip, ‘acil<br />

bir durumda kullanayım’ diye saklamış. Bu paranın miktarı 600 bin tl.<br />

Bunun iki katı çeyizle gelen bir kadınla evleniyor. Zaman zaman arkada<br />

fotoğrafları geçen Çankaya’daki bağ evini Cumhurbaşkanlığı ya da Meclis<br />

Başkanlığı konağına dönüştürmek göreviyle karşı karşıya. Kaç deve<br />

yükü eşya ile geliyor Mehmet? Bu kısmı sen anlatır mısın?<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Yedi deve yükü eşya ile geliyor. tabii o zaman hiçbir şey kolay değil,<br />

çünkü ankara’nın tamamı bir karargah. Orası bir savaş başkenti olduğu<br />

için Çankaya Köşkü dahil her yerinde yokluklar üst seviyede. Savaş son-<br />

21


asında yeni bir devlet kurulacak; dolayısıyla orayı da elden geçirmek<br />

gerekiyor. Yedi deve yükü çeyiz geliyor ve Çankaya Köşkü baştan aşağıya<br />

yenileniyor. Yatak odası takımı ‘Pisaldi’ diye çok meşhur bir italyan<br />

usta tarafından yapılmış; ‘sarı takımlar’ diye anlatılır. Fransız kralı XV.<br />

louis’nin dönemine ait bir salon takımı geliyor. Her taraf yeniden dekore<br />

ediliyor. Paşa henüz meclis başkanı ama latife teyzem ona uygun bir ev<br />

olsun, bir rezidans olsun diye çaba gösteriyor. Güzel bir ev olduğu söyleniyor.<br />

Yabancı gazeteciler çok beğeniyorlar. Mesela, Marcosson isimli<br />

amerikalı bir gazeteci yazısında “doğunun ve batının karışımı son derece<br />

zevkli parçalarla döşenmiş sıcak bir yuva” olarak anlatıyor. Böylece, yeni<br />

döşenmiş Çankaya Köşkü’nde yeni bir yaşam başlıyor.<br />

İpek Çalışlar<br />

Çankaya Köşkü ben kitabı yazarken onarımdaydı, gezmek mümkün<br />

değildi. Fakat şimdi ziyaretçiye açıldı, çok da hoş bir müdiresi var, kendisini<br />

televizyonda müzeyi anlatırken dinledim. Gezmek lazım, latife<br />

Hanım’dan kalan eşyalar var hâlâ.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Bazı kitapları da hâlâ orada. ayrıldıkları zaman, Mustafa Kemal<br />

çok sevdiği bazı kitapların köşkte kalmasını rica etmiş; latife teyzem de<br />

“olur” demiş. Bu nedenle kitapların ve eşyaların bir kısmı hâlâ köşkte.<br />

İpek Çalışlar<br />

Özellikle tuvalet masasını çok anlatırlar. Yatak odası vs. hepsi köşkte.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Yatak odası çok enteresan. Köşk bir kere daha tadilattan geçiyor, sanırım<br />

1920’lerin sonunda. Fakat Paşa o tadilatta yatak odasını değiştirtmemiş,<br />

yani latife teyzem ile evlenip kullandıkları yatak odası takımını<br />

tutmuş. Zaten şu anki soyadını da ‘âşıklardan gelen’ manasında verdiği<br />

için sevgisini göstermek istemiş.<br />

İpek Çalışlar<br />

latife Hanım’ın Paşa’ya sürprizlerinden bir tanesi benim bu kitabı<br />

22


yazmama sebep oldu. 1923 yılında, az önce avanos Belediye Başkanı<br />

Mustafa Bey’in anlattığı topal Osman olayından hemen sonra ankara’da<br />

seçim yapılıyor. Seçim yapılacağını anlayan latife hiç tereddüt etmeden<br />

diyor ki, “Kemal kanunları değiştir, ben de milletvekili olmak istiyorum”.<br />

Doğrusu bunu okuduğumda gözlerime inanamadım; çünkü kadınların<br />

siyasetle ilişkisi hâlâ sınırlı. Parlamentoda çok az sayıda temsilcimiz var,<br />

belediyelerde 0.50 oranında temsilcimiz var. latife Hanım, 1923 yılında<br />

ortalık birbirine girmişken, ‘iyi mi, kötü mü olur’ diye hiç düşünmüyor.<br />

Çünkü iyi olacağından emin ve bu yüzden Mustafa Kemal’den kanunların<br />

değiştirilmesini istiyor. Mustafa Kemal’in en zor zamanlarından biri<br />

olmuş olmalı; düşünüyor taşınıyor ve ‘senin yerin benim yanım’ gibi cici<br />

cümlelerle latife’yi ikna etmeye çalışıyor. “Kanunları şu anda değiştirmek<br />

zor, sen şimdilik evin düzenlemesini, sekreterliğimi yap” diyor ama latife<br />

bunu sık sık tekrarlıyor. ne yazık ki kanun değişmiyor. Fakat seçim sonuçlarında<br />

enteresan bir gösterge var; latife’ye bir sürü oy çıkıyor. latife<br />

Hanım ile Mustafa Kemal o güne kadar sadece tek bir yurt gezisine birlikte<br />

gitmişler, türkiye’nin önünde tek bir yerde gözükmüşler ama şunu<br />

görüyoruz ki kitlelere güvenmek lazım; yani kitle ankara’daki meclisten<br />

daha radikal. Onlar kadına oy veriyorlar ama parlamento kanunu değiştirmeye<br />

çekiniyor, bunu göze alamıyor. Sanırım, latife Hanım da Mustafa<br />

Kemal de çok memnun oluyorlar ve çıkan oyları keyif alarak 1,2,3,5 diye<br />

tatlı tatlı sayıyorlar.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Çok keyif aldığı açık; çünkü latife teyzeme özellikle teşekkür telgrafları<br />

yazdırıp imzalattırıyor ve latife teyzem aday olmadığı halde oy veren<br />

illere bu teşekkür telgrafları gidiyor. tabii bu öncelikle türk kadınları açısından<br />

çok önemli. ayrıca halkın tercihlerinin ne kadar doğru olduğunu<br />

görmek açısından önemli. artı olarak, istanbul, izmir gibi kentlerin haricinde<br />

de kadına oy veriliyor olması çok önemli. Mesela en çok oy aldığı<br />

kent Konya. Hatta Paşa diyor ki, “aday olmadığın halde bu oyu aldın;<br />

aday olsaydın demek ki bizim bütün listemizi silip süpürecektin”. Çok hoş<br />

bir anı bu.<br />

İpek Çalışlar<br />

8 Mart günü latife Hanım’ı anmanın doğru olduğu buradan da belli<br />

oluyor. Gerçekten öncü bir kadın. Hem türkiye’deki kadın hareketi<br />

23


ile hem dünyadaki kadın hareketi ile bağı olan bir insan. O dönem siyaset<br />

yapmak, meclise girmek isteyen kadınlara ‘süfrajet’ adı verilmiş.<br />

latife amerika’daki süfrajetler tarafından yayınlanan bir dergiye abone;<br />

Mehmet bana o dergiden bir kopya getirmişti. aynı zamanda Sovyetler<br />

Birliği’ndeki kadınlarla ilişkiye geçiyor ve onlara mektuplar yazarak, “siz<br />

kadın meselesinde ne yaptınız, nasıl başarıya ulaştınız, ne gibi adımlar<br />

kaydettiniz?” diye sorular soruyor. Kaldı ki türkiye’nin kadın hareketi<br />

adına problemi olan kadınlar da latife Hanım’dan bazı isteklerde bulunuyorlar.<br />

Hepsine de düzgün cevaplar veriyor ve onlarla iletişimini koruyor.<br />

Bence, latife Hanım’ın siyaset bastırması, ısrarla ‘kanunlar değişsin’<br />

demesi çok önemli.<br />

ikinci önemli nokta, onun kadını görünür kılmak için verdiği uğraş.<br />

Bunu Mustafa Kemal ile birlikte gerçekleştiriyorlar. Çünkü, o zamana<br />

kadar hanedandan hiçbir kadın gezilere çıkıp bir hitabet yapmamış, bir<br />

yerde konuşmamış, temsil göreviyle dolaşmamış. ama latife’nin Mustafa<br />

Kemal ile çıktığı en az on tane, belki de daha fazla yurt gezisi var. Her<br />

gezi on 10-15 gün sürüyor. Bavullarını toplayıp trene biniyorlar ve latife<br />

bu erkek kalabalığının içinde zaman zaman moralini bozacak olaylara<br />

rağmen kuvvetini koruyup, gezilerde temsil görevini başarıyla yerine<br />

getiriyor. Benim bu noktada karşılaştığım, kitaplarda hep geçen bir tanımlama<br />

var; “Latife Hanım, İzmir’de zengin bir tüccarın şımarık kızıydı”.<br />

neden şımarıkmış bu kız? Çünkü ille de tutturmuş Mustafa Kemal’in<br />

arkasında değil, yanında durmak için. Belki ben de yirmi sene önce bu<br />

satırlara ikna olabilirdim ama artık olmuyorum. Çünkü bir kadın niçin<br />

bir erkeğin arkasında dursun? eğer bir liderse eşi, yine yanında duracak;<br />

burada böyle bir eşitlik sağlanması gerekiyor. Çünkü onlar birbirlerini ‘eş’<br />

seçmişler. Buna rağmen ciddi kavgalar çıkmış; mesela arabaya biniyorlar,<br />

latife diyor ki “ben buraya oturacağım”. Yaverler “oturamazsın” diyorlar,<br />

küsüyor, arkasından kavga çıkıyor.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

aslında o sağa oturma kavgası şöyle bir şey; normal şartlarda Batı<br />

avrupa protokolünde hanımın sağda oturması gerekir. Devlet başkanları<br />

bile sağda oturmazlar; eşlerini sağda oturturlar. O gün diyorlar ki, “sağda<br />

oturamazsın, çünkü Mustafa Kemal Paşa mareşal üniformasıyla resmi<br />

geçide katılacak”. Paşa, mareşal üniformasıyla katılacağı için hanımın<br />

sağda olmaması gerekiyor, sola geçmesi gerekiyor. tabii buna “hayır” de-<br />

24


miş; “siz her yerde bu protokolü uygulayacaksanız, burada da bu protokolü<br />

uygulayacaksınız ve herkes görecek”. aralarında bu ufak tefek eşitlik<br />

kavgası biraz olmuş. Bazen biraz ileri götürmüş olabilir ama belki de<br />

haklıdır. Biliyorsunuz, evlenmeden önce dört gece boyunca Mustafa Kemal<br />

Paşa ile bu konularda çok ciddi konuşmalar yapıyorlar. Fikir birliği,<br />

fikirlerinin birbirini tamamlaması ve uyuşması sonucu karar veriyorlar bu<br />

evliliğe. Dolayısıyla kadın-erkek eşitliği konusunda da çok hassas. Hatta<br />

şöyle bir şey var; babası Muammer Bey eşi adeviye Hanım’a bir gün kızının<br />

eleştirisini yapıyor; “benim kızım kendisinin bir cumhurbaşkanı eşi<br />

olduğunu unutmuyor, asıl kocasının bir cumhurbaşkanı olduğunu unutuyor”<br />

diyor. annesi de bunu latife teyzeme söylüyor. O da şöyle cevaplıyor;<br />

“anneciğim lütfen babama söyleyiniz, ben kocamın cumhurbaşkanı<br />

olduğunu unutmuyorum, ama kocam karısının bir cumhurbaşkanı eşi olduğunu<br />

unutuyor”. Bakın, bu hakikaten birey olmanın, eş olmanın, kadın<br />

olmanın, kendisi olmanın ve aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın<br />

karısı olmanın çok zor olduğunu anlatıyor. eğer siz cumhurbaşkanıysanız<br />

karınıza da cumhurbaşkanının eşiymiş gibi davranmanız, her konuda eşit<br />

olmanız lazım. işte aralarındaki en zor dakikalar böyle anlardır.<br />

İpek Çalışlar<br />

Yani çok dirayetli bir kadın, hiç geri adım atmamış. Bu tarafı çok<br />

önemli. Bir de ona ‘Paşam’ yerine Kemal demesine kızıyorlar. “Paşam da<br />

derim, ama o benim için Kemal” diyor. Kadınlar da kızıyor, sinirleniyor<br />

paşam demiyor diye.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

aslında paşa çok kızmamış; arkadaşları kızıyorlar diye biraz laf söylemiş.<br />

Çünkü arkadaşları, kendi hanımlarının da latife’yi örnek alıp kendilerine<br />

‘beyim, paşam’ demekten vazgeçmelerinden korkmuşlar. Yoksa<br />

Paşa çok nüktedan, çok zarif, çok şaka kaldıran ve bu tarz ilişkilerde çok<br />

medeni olan bir insanmış. Zaten biliyorsunuz daha çok ‘Kemal’ ismini<br />

kullanmayı tercih etti. Soyadı kanunu çıktıktan sonra da imzasını ‘Kemal<br />

atatürk’ ya da ‘K. atatürk’ diye attı. Dolayısıyla hiçbir zaman için bu tarz<br />

şeylerin üzerinde çok duran biri olmamış; ama arkadaşları “hanım sana<br />

böyle söylüyor, sen de buna izin veriyorsun” diye Paşa’ya takıldıkları için<br />

Paşa da latife teyzeme, “arkadaşların yanındayken bana Kemal deme”<br />

demiş. Onun için özel zamanlarında Kemal olarak kullanmış.<br />

25


İpek Çalışlar<br />

latife’nin işi zormuş, fakat hiçbir zaman geri adım atmamış. Onda<br />

beni bu kadar cezbeden şey neydi diye düşünüyorum. Birlikte çıktıkları<br />

bir yurt gezisinde, sanırım bir şeker fabrikasına gidiyorlar. Şeker fabrikasını<br />

kuracak olan adam Mustafa Kemal’e “Paşam siz de bana ortak olur<br />

musunuz?” diye soruyor. “Benim param yok, Latife’ye söyle” diyor ve<br />

dönüp ona soruyor, “ne diyorsun Latife?” diye. latife de “Hemen ortak<br />

olurum” diye cevaplıyor ve parayı verip ortak oluyor. Doğu’da bir deprem<br />

oluyor; Mustafa Kemal de latife depremzedelere 1.000’er tl bağış yapıyor.<br />

Orada şuna dikkat ediyor, “Kemal 1.000 TL bağış yaptı, ben 1.500<br />

TL yapayım” demiyor. ama bu noktada ekonomik bağımsızlığı olan bir<br />

kadın olması çok önemli. latife zengin bir kadın, belli ki bankada parası<br />

var ve bunu kendi adına kullanabiliyor.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Kocasından bağımsız ama onunla birlikte hareket etmesini bilen bir<br />

insan. Bizim ailede genellikle böyledir. Örneğin latife teyzemin babası<br />

da annesi ile evlenirken aynı şey söz konusu olmuş. adeviye Hanım’ın<br />

babası, kızına çeyiz yapmak için kendisine ait bir hanı satılığa çıkarmış.<br />

Muammer Bey’in babası da bu hanı satın almış, fakat gelir getirsin diye<br />

düğün günü gelinine hediye etmiş. Bir kadının, kocasından bağımsız<br />

bir geliri olmasının önemli olduğunu düşünen bir aile ki bu söylediğim<br />

1890’lı yıllarda yapılmış. O devirde, ileri gelen aileler kadının kendine<br />

yeterli, kocadan bağımsız olması gerektiğini düşünüyormuş.<br />

İpek Çalışlar<br />

Bunca sözden sonra latife Hanım’ın ne gibi katkıları olduğunu konuşalım.<br />

Önemli olan şu; bu evlilik 1925 yılında bitmiş, yani tam 85<br />

sene önce ve biz latife Hanım’ı son beş yıldır bu yönleriyle konuşuyoruz.<br />

Bizde insanın kendi tarihine yabancı olması durumu var. latife Hanım’ın<br />

bize ne katkısı olmuş, bundan bahsedilmiş mi diye merak ettiğim için çok<br />

kitap karıştırdım. amerikan ve ingiliz basınına baktığımızda onun katkılarından<br />

çok söz ettiklerini görüyoruz. türk gazetelerinin hepsini okumak<br />

mümkün olmadı; çünkü bir miktar eski yazı öğrenmekle birlikte eski<br />

dile tam anlamıyla hakim değilim. Sonuçta döneme dair anılar, ingilizce<br />

ve diğer dillerde yayınlanmış gazeteler daha çok ilgimi çekti. Bu arada,<br />

ilk kadın avukat olan Süreyya ağaoğlu’nun anı kitabında okuduklarım<br />

26


eni çok etkiledi. Kendisi latife Hanımla Çankaya’dayken dostluk kuran<br />

bir kişi. ağaoğlu, “Cumhuriyetin 50. yılında iki kişiye teşekkür ediyorum.<br />

Birisi Mustafa Kemal, ama diğeri çok unuttuğumuz bir kişi olan Latife<br />

Hanım’dır. Kadın haklarını elde etmemizde bize büyük katkısı olmuştur”<br />

diyor. Maalesef, latife Hanım’ın hangi konularda, alanlarda neler yaptığına,<br />

neyi yazıp çizdiğine, kışkırttığına dair elimizde pek belge yok.<br />

Belki hatıratından bir şeyler çıkar. ama çok katkısı olduğunu bildiğimiz<br />

bir şey var; Medeni Kanun onun boşanmasından kısa bir süre sonra çıkıyor.<br />

Medeni Kanun’un çıkışında da çok kışkırtıcı, takipçi ve istekçi rolü<br />

oynadığını biliyoruz. Yani Çankaya’da bir erkek başkanın yanında, en az<br />

onun kadar her şeyle ilgili, bir anlamda kişilerin sinirlenip ‘ne biçim bir<br />

kadın, rakip mi?’ diye kuşku duydukları ama her şeyi takip eden, türkiye<br />

için projeleri olan bir kadın bulunması bizim açımızdan durumu çok<br />

değiştirmiş. latife Çankaya’da daha uzun süre kalsa, bu boşanma biraz<br />

daha gecikse belki de kadınlar 1935 yılında değil daha önce parlamentoya<br />

gireceklerdi. Ben böyle düşünüyorum.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

tabii en çok istediği şey, kadınlara seçme ve seçilme hakkının erkenden<br />

verilmesiydi. O zamanlar verilemeyince 1925’den 1935’e sarktı.<br />

On sene boyunca meclis bu beraber çalışma şansından yoksun kaldı.<br />

Herkesin dediği gibi Medeni Kanun onun çok ciddi çalışmalarından, katkılarından<br />

biri. ayrıca kanun için önemli tercümeler de yaparak katkıda<br />

bulunmuş. Kanun 1926’da çıktı ve bunda katkısı çok büyük oldu. Hatta<br />

o kadar ki, kanunun temeli uzun seneler değiştirilmeden kullanılabildi.<br />

Hâlâ da aynı özü kullanmaya devam ediyoruz. Bence bu açıdan Medeni<br />

Kanun, türk kadınına en büyük hediyesi olmuştur. Van’dan milletvekili<br />

adayı olmayı istemişti, bu da çok önemli bir şey. Çünkü türkiye’yi bir<br />

bütün olarak kabul etmek gerekir; en çok oyu (11 oy) Konya’dan almasına<br />

rağmen Van’dan aday olmak istemiştir. Bütün türkiye’yi kapsayan, kucaklayan<br />

bir düşünceyle davranmış. Gönül isterdi ki daha çok tanınsın, çok<br />

daha önce gündeme gelmiş olsun; ama hiçbir zaman geç değildir.<br />

İpek Çalışlar<br />

latife Hanım o dönemde bazı kurumlarda fahri başkanlık yaptı. Bunlardan<br />

bir tanesi türk Ocağı’dır. türk Ocağı’na fahri başkan seçildi ve<br />

orada bir faaliyet yürüttü. Bir de o dönemin Çocuk esirgeme Kurumu<br />

27


olarak hizmet veren kurumda fahri başkan olarak çalışmalar yaptı. Bunun<br />

dışında latife Hanım’ı ankara’daki Cumhurbaşkanlığı protokolünü oturtan<br />

insan olarak biliyoruz. O gün onun tek başına yaptığı işi bugün sanırım<br />

50 kişi yürütüyor. üstelik türkiye Cumhuriyeti yeni kurulduğu için<br />

her şeyin yeniden düzenlenmesi gerekmiş. ayrıca, sofrada nasıl oturulur,<br />

hangi ülkenin başkanı nasıl ağırlanır, kime nasıl telgraf çekilir gibi konuların<br />

da kurallarını yazmış. Hatta bazı mönü kartları sizin evde var yanılmıyorsam.<br />

Hatırlıyorsan onlardan bir örnek verebilir misin Mehmet?<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Örneğin bazı davetlerde pişen yemekler; ama pek hatırlamıyorum.<br />

latife teyzem için çok azametli, onu yapmaz bunu yapmaz, şımarık deniyor<br />

ama boşanmadan sonra Mustafa Kemal’in söylediği bir şey var. Biliyorsunuz<br />

Paşa’nın manevi çocukları vardı, onlara isviçre’den bir dadı gelmiş,<br />

fakat o hanım anladığımız kadarıyla sadece ortalıklarda dolanıyor,<br />

hiçbir şey yapmıyor. Paşa da “benim eski karım toz alırdı, gönderin bunu”<br />

demiş. Hakikaten latife teyzem çok güzel yemek yapardı. Paşa, evlendikleri<br />

gece “hadi bakalım mutfağa” demiş, latife teyzem de gerçekten gitmiş.<br />

Paşa zeytinyağlıları çok severmiş, hatta biraz şekerli severmiş. Özellikle<br />

baklayı, fasulyeyi latife teyzem yaptığı zaman bunların hepsi daha<br />

tatlı olurdu. itiraz eden olursa da “emir büyük yerden, susun ve yiyin, o<br />

böyle severdi” dermiş. Dolayısıyla evinde Paşa’nın sevdiği yemekler olurdu.<br />

Ona büyük bir aşkı vardı ve ölümüne kadar devam ettirdi.<br />

İpek Çalışlar<br />

Güzel hikayelerden bir tanesi evlilik teklifi hikayesiydi. ama bunu<br />

da anlatmayalım, kitaptan okuyun. Yalnız, o evlilik teklifine belge olan,<br />

Mustafa Kemal’in latife’ye evlilik teklif ettiği ve arkasına yazı yazdığı bir<br />

fotoğraf var. Fotoğrafta ne yazdığını Mehmet daha iyi söyler. arkasından<br />

bu fotoğrafın başına gelenleri de söyleyelim.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Paşa’nın odasına temizlemek için bile olsa latife teyzemden başka<br />

hiç kimsenin girmesine izin yokmuş. Dolayısıyla Paşa bir fotoğrafını yatağın<br />

üzerine koyuyor. arkasına da çok lirik bir evlenme teklifi yazıyor;<br />

“sen bu resme bak ve bana hayır diyorsan sana bir daha evlenme teklif<br />

28


etmeyeceğim”. latife teyzem de bunu görüyor ama o da hınzır tabii, fotoğrafı<br />

alıp duvara asıyor. Paşa fotoğrafın üzerine bir de çok güzel beyaz<br />

bir gül koymuş. Gülü de yakasına takıyor ve bütün gün hiçbir şey söylemiyor.<br />

Sonunda akşam vakti Paşa merak ettiğinden dayanamayıp soruyor;<br />

“Latifciğim siz odada bir gariplik hissetmediniz mi?”. Paşa teyzeme ‘latif’<br />

diye hitap edermiş. latife teyzem hissetmediğini söylüyor; Paşa “peki bir<br />

resim var mıydı?” diye sorunca da “evet vardı Paşam” diye yanıtlıyor.<br />

“Peki ne yaptınız o resmi?” teyzem diyor ki “duvara astım”. “Peki gül?”<br />

deyince de, “bakın yakama taktım” cevabını alıyor. Bunun üzerine teyzemden<br />

o resmi gidip getirmesini istiyor. resim gelince de arkasına bakıyor,<br />

“ben bu yaştan sonra diz çökemem, ne zaman evleniriz bilemem<br />

ama bu evlilik olacak” diyor. latife teyzem de “Paşam ne zaman olursa<br />

olsun ben sizi beklerim” diyor ve bu şekilde evleniyorlar.<br />

İpek Çalışlar<br />

Fakat esas hikayeyi anlatmadın; fotoğrafa ne oldu? Mehmet dedi ki<br />

“biz o fotoğrafları aile olarak askeri müzeye bağışladık”.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

latife teyzem 1969 yılında ayaspaşa’daki evden çıkıp Harbiye’ye<br />

geçti. O zamanlar Harbiye’de atlı askerlerin, yani süvari birliğinin kışlası<br />

vardı ve önü açıktı. Orada çok güzel bir atatürk heykeli varmış ve yüzü<br />

Paşa’ya en çok benzeyen heykelmiş. Karşısında oturur onu seyredermiş<br />

camdan. Benden daha büyük kuzenlerim bunu anlatırlar. Oraya askeri<br />

müze yapılınca da elindeki buna benzer görsel eşyanın askeri müzeye<br />

verilmesini vasiyet etti.<br />

İpek Çalışlar<br />

Mehmet ile fotoğrafı istemek için müzeye gittik. Mehmet aile adına<br />

geldiğini söyleyerek bağışlananların listesini, resmi evrakı gösterdi;<br />

5 tane bayrak, 3 tane tabanca, 4 tane kılıç vs. Bunları tek tek görmek<br />

istediğimizi söyledik; çünkü gezdik, hiçbiri yok ortalıkta. Görevliler düşünüp<br />

taşındılar, “biz bunlara bir bakalım, siz yine gelin” dediler. Bir<br />

dahaki gidişimizde birazı nispeten ortaya çıkmıştı. ama bir koleksiyon<br />

gibi koymamışlar; bayrakları bayrakların arasına, tabancaları tabancaların<br />

arasına koymuşlar. “Yazık, bunları niye böyle yapıyorsunuz?” dedik.<br />

29


Mustafa Kemal’in latife Hanım’a hediye ettiği tabancanın bir manası<br />

var; trikopis’in tabancasını hediye etmiş. Müzede ‘trikopis’in tabancası’<br />

diye sergileniyor. Bu şekilde yazdığınızda bir anlamı yok, ama onu<br />

latife Hanım’a hediye etmiş olmasının ya da izmir’e giriş sancağının<br />

bir anlamı, değeri var. Bunları bu şekilde sergilemelerinin yanlış olduğu<br />

konusunda epeyce tartıştık adamlarla. tabii ki bizim öncelikli amacımız<br />

fotoğrafı istemek. arkasında evlilik teklifi olduğu için yayınlamak istiyoruz.<br />

“Efendim, burada 6 bin tane Atatürk fotoğrafı var, tasnif edilmek<br />

üzere biraraya koyduk” dediler.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Maalesef o fotoğraf ortada yok, nerede olduğunu da kimse bilmiyor.<br />

İpek Çalışlar<br />

Herhangi bir fotoğraf gibi işlem görmüş. Belki de birisi aldı.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Maalesef öyle de olabilir. Fotoğraf ortaya çıkmadığı için Paşa’nın<br />

ne kadar zarif bir evlenme teklifi yaptığını kamuoyu göremiyor. Mustafa<br />

Kemal’in, bir reisicumhur eşi olarak gerek yurt içi gerek yurt dışı gezilere<br />

gittiği zaman bir saldırı ya da kaçırma olayı gibi bir durum söz konusu<br />

olursa çıkartıp kendisini vurması için latife teyzeme hediye ettiği çok<br />

ufak bir tabanca vardı. Sanki kabzası açılıyormuş gibiydi ve irice bir çakmak<br />

görünümündeydi. Bunu da ölünceye kadar evinden dışarı çıktığı<br />

her an çantasında taşıdı. Çünkü ne olacağı belli olmazdı. Herhangi bir<br />

terörist saldırı her an olabilirdi.<br />

İpek Çalışlar<br />

latife Hanımla Mustafa Kemal’in boşanması, iki buçuk yılın sonunda,<br />

tatsız bir aile kavgası neticesinde meydana geliyor. Bu kitapta boşanma<br />

konusunda biraz eksiklik var. Gerek kitap bittikten sonra Mehmet’in<br />

yaptığı araştırmalar, gerek benim karşıma çıkan bilgiler tabii ki olayların<br />

biraz daha derinine inmemizi sağladı. Ben iki ay kadar önce Mehmet’in<br />

de katkısıyla ‘toplumsal tarih’ dergisine boşanma hikayesini yeniden<br />

yazdım. Medeni Kanun çıkmadan önce bir kadınla bir erkek nasıl boşanıyordu?<br />

“Ben seni Bakanlar Kurulu Kararıyla boşadım” diyor Mustafa<br />

30


Kemal. Bu kitapta üç satırlık bir metin var aslında. Ona çok dikkat etmemişiz.<br />

Metinde karşılıklı rıza ile birbirlerini boşadıkları yazılı. Yani Medeni<br />

Kanun çıkmadan önce boşanma kadının da rızası alınarak yapılmış.<br />

Bunu ben önemsedim. esas olarak boşanma isteği Mustafa Kemal’den<br />

geliyor; çünkü latife Hanım önce “tamam” diyor ama on beş gün sonra<br />

siniri geçince “ben evli kalmak istiyorum” diyor. Fakat Mustafa Kemal<br />

onu boşamaya karar veriyor. Sonra Cumhurbaşkanlığı arşivinden metinler<br />

geldi. Mustafa Kemal iki ayrı boşanma evrakı düzenlemiş. Bir tanesinde<br />

latife’ye onu boşadığını yazıyor. Sonra bu metinden vazgeçiyor<br />

ya da gönderiyor, kabul edilmiyor. Dolayısıyla evrak ‘karşılıklı rıza ile<br />

boşandıkları’ şeklinde yeniden düzenleniyor.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

tabii Medeni Kanun’un arifesinde tek taraflı boşamış olması çok yakışık<br />

alan bir durum olmazdı.<br />

İpek Çalışlar<br />

Bence latife bu şekilde boşanmayı kabul etmiyor.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Biliyorsunuz latife teyzem, Mustafa Kemal’in yaveri Salih Bozok’a<br />

gönderdiği mektuplarda boşanmak istemediğini söylüyor. ama Paşa’nın<br />

iradesi kesin. Bunun üzerine, karşılıklı bir anlaşmayla boşandığı söyleniyor.<br />

aslında aralarında daha önce de boşanma konusu geçiyor. Fikriye<br />

Hanım olaylarından sonra latife teyzem boşanmayı istemiş ama Paşa<br />

kabul etmemiş. Sonrasındaki olayda evliliği bitirmeye karar vermişler ve<br />

karşılıklı anlaşarak son noktayı koymuşlar.<br />

İpek Çalışlar<br />

Hepinizin merak ettiği bir konu daha var; latife Hanım’ın evrakı. Biz<br />

bu konuyu buraya geldiğimizden beri avanos’ta dost çevresinde konuştuk.<br />

Sizlerden de merak eden vardır. açıklanacak mı, açıklanmayacak<br />

mı? Ben de sizin kadar merak ediyorum. Mehmet’e birlikte soralım. O<br />

evrak nasıl ortaya çıktı? Çünkü latife Hanım ölmeden önce kıymetli evrakını<br />

iki banka kasasına kapatmış; bu kadar da öngörülü bir kadın.<br />

31


Mehmet Sadık Öke<br />

evet, evrakını iki tane bankanın kasasında tutmuş. Bir miktar evrakı<br />

da evindeydi. Biliyorsunuz bir vefat olduğu zaman ardından bir veraset<br />

ya da tereke davası açılıyor. Bankadaki kasası bilirkişi huzurunda açıldı<br />

ve içinden çıkanlar kontrol edildi. Buradan sadece kâğıtlar, çeşitli evrakı<br />

çıktı. Biz o evrakın bir bütün olarak korunması gerektiğini düşündüğümüz<br />

için türk tarih Kurumu ile görüştük. Çünkü aile eğer evrakı parçalarsa o<br />

zaman herkese dağılacak, bütünlüğü bozulacaktı. türk tarih Kurumu’na<br />

“almayı düşünür müsünüz?” diye sorduk. türk tarih Kurumu da, “büyük<br />

bir zevkle alırız; çünkü bu evraktaki bilgiler Cumhuriyet’in kuruluş yılları<br />

ile ilgili birinci kaynak bilgiler” dedi. Kurum bir yazı ile mahkemeye başvurdu.<br />

Mahkeme başkanı hakim de bize bir yazı yazdı ve dedi ki; “15<br />

gün içinde cevap vermediğiniz takdirde teklifin reddolunacağına hükmedilecektir”.<br />

Yani biz 15 gün içinde fikrimizi değiştirmiş olsaydık evrakı<br />

vermeyebilirdik. Bazı kaynaklarda türk Devleti’nin el koyduğu yazıyor;<br />

bu doğru değil; neticede bunu biz teklif ettik.<br />

evde de bir miktar evrakı vardı, bir miktar evrakını da yaktı. Belki<br />

onun içinde çok hüzünlü olduğu zamanlarda veya boşanma öfkesiyle<br />

yazmış olduğu şeyler vardı. ama evrakının bir kısmını kendisi yakmıştı.<br />

Hastalığı ortaya çıktığı zaman, hastaneye yatmadan önce üç günlük<br />

bir süre istemişti. O zaman onları yakmış. 1978 yılında tereke davası<br />

sonuçlandı. ardından evrak iki sene boyunca ciddi bir analizden geçirildi<br />

ve anneannemin olduğu ikinci bir mahkeme kararıyla 1980’de reşat<br />

Kaynar tarafından yayın yasağı getirildi. aslında bu yayın yasağı içindeki<br />

bilgilerden dolayı değil; sadece Cumhuriyet’in birinci kuşağındaki kişilerle<br />

ilgili çeşitli yazılar vardı. Paşa’nın sağlığına dikkat etmediklerine,<br />

hor gördüklerine dair bazı bölümler vardı. Onun haricinde bir şey yoktu,<br />

ama kişiden kişiye olması sebebiyle biz onların yayınlanmasını istemedik;<br />

onların kendi iç dünyası ve duyguları olduğunu düşündük. Yayın yasağını<br />

30 sene istemiştik; çünkü anneannem o zaman 70’li yaşlardaydı.<br />

ama mahkeme 25 sene yayın yasağı koydu. 2005 senesi geldiğinde de<br />

yayın yasağı bitti. tekrar düşündük ve açmayalım dedik. ama önümüzdeki<br />

yıllarda belki açıklanabilir; çünkü içinde açıklanamayacak bir şey<br />

yok. Bunun için ailenin biraraya gelip karar vermesi gerekir. Birbirlerine<br />

yazdıkları çok güzel aşk mektupları var, en azından bunlar açıklanabilir.<br />

Kısım kısım açıklayabiliriz aslında. inşallah da öyle olur.<br />

32


İpek Çalışlar<br />

Bizi dinlemekten sıkıldığınızı düşünüyorum. Sıkıldınız demeyeyim<br />

de epey uzun konuştuk. Sorular var mı yok mu, danışalım size.<br />

Soru (Avanos Anadolu Lisesi öğrencisi)<br />

Öncelikle avanos’a hoş geldiniz. Sizinle konuşmak benim için anlatılamaz<br />

bir şey oldu, çok heyecanlıyım. Bir yazarla konuşmak benim için<br />

gerçekten çok heyecan verici bir şey, teşekkür ederim. Kitabı yazdıktan<br />

sonra keşkeleriniz oldu mu? Yani keşke şu konuya da yer verseydim ya da<br />

keşke anlatmasaydım dediğiniz yerler var mı?<br />

İpek Çalışlar<br />

Öncelikle teşekkür bizden. Sorunuza gelince; hayır, öyle bir şey yok.<br />

500 sayfa kocaman bir kitap olduğu için daha fazla bir şey eklemeyi hiç<br />

düşünmedim. ama yeni bilgiler çıktığı zaman böyle toplantılarda paylaşıyorum,<br />

bazen dergilere yazıyorum, bir kısmını Mehmet anlatıyor.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Bazen bizim için de sürpriz şeyler çıkıyor; o zaman hemen telefon<br />

açıyorum, “bunu ben de bilmiyordum, bu da böyleymiş” diye anlatıyorum.<br />

Her zaman ailede büyüklerden birinin bir evrakı arasından o döneme<br />

ait enteresan bir şey çıkıyor. Statik bir şey yok, hep dinamik.<br />

Soru (Avanos Anadolu Lisesi öğrencisi)<br />

Yeni bir şeyler çıkınca bunları kitaba ilave etmeyi düşünmediniz mi?<br />

İpek Çalışlar<br />

Kitap daha yeni aslında, üç senelik. Son iki aya kadar karşıma çok<br />

önemli bir şey çıkmamıştı ama Mehmet daha fazla konuşmaya başlayınca<br />

bir şeyler çıkmaya başladı; yeni kitabı belki de ona yazdırırız.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Olabilir, neden olmasın? Birlikte güzel bir çalışma yapabiliriz.<br />

Soru (Cumhuriyet Gazetesi Nevşehir Temsilcisi)<br />

Mustafa Kemal’in ebedi eşi Sayın latife Hanım’ı, sayın başkanımızın<br />

kültür hizmetleri sayesinde bugün bize sundunuz, teşekkür ediyoruz.<br />

33


Mustafa Kemal’in yanında türkiye Cumhuriyeti’nin şekillenmesine yardımcı<br />

olan latife Hanım’ı avanoslular tanıyorlar ve Mustafa Kemal’i çok<br />

seviyorlar. Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’i kurarken koyduğu altı ilkesi<br />

var. latife Hanım’ın, 8 dil bilen kültürlü bir kadın olarak, Cumhuriyet’in<br />

bu altı ilkesine katkıları konusunda bir araştırmanız oldu mu?<br />

İpek Çalışlar<br />

Hayır, benim böyle bir çalışmam olmadı.<br />

Soru (Öğrenci)<br />

Bu kitabınızdan sonra olumlu ya da olumsuz ne gibi tepkiler aldınız?<br />

İpek Çalışlar<br />

esas olarak olumlu tepki aldığımı düşünüyorum. Olumsuz tepki olarak<br />

bir mahkeme olayım oldu; ama oradan da bir beraat kararı çıktığı için<br />

onu da olumsuz olarak görmekten vazgeçtim. Şöyle bir tepki aldığım<br />

oldu; ‘latife Hanım Mustafa Kemal’in koltuğuna göz dikmiş bir kadındı,<br />

niçin bunun kitabını yazıyor?’ ama bunları da önemsemedim, çünkü<br />

ben kadınların koltuklara göz dikmesini istiyorum. Başka türlü bu düzen<br />

değişmeyecek.<br />

Soru (Öğrenci)<br />

Herkesin bildiği gibi, atatürk ve eşi latife Hanım herkese örnek olmuştur<br />

ve latife Hanım ilklerin hanımı olarak bilinir. Peki atatürk ve latife<br />

Hanım’ın boşanması türkiye’ye nasıl bir örnek teşkil etmiştir?<br />

İpek Çalışlar<br />

insanlar belli ki liderlerinden 2,5 yıllık bir evlilik beklemiyor. ama<br />

Mustafa Kemal de evliliğe uygun bir erkek olmadığını her fırsatta, herkesle<br />

paylaşmış. Yine de 2,5 sene az bir zaman değil. Birlikte geçirilmiş<br />

bir hayat parçası. Geçinemiyorlarsa da beraber yaşamanın bir manası<br />

olamaz.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

evlilikler her zaman yürümeyebilir; tabii ki arzu edilen yürümesidir<br />

ama dönemin şartları, yorgunluklar, kırgınlıklar nedeniyle yürümemiş<br />

olabilir ve bunu aslında çok büyütmemek gerekir. Onlar şu bağlamda<br />

34


örnek oldular; kadınların da boşanabileceği ve yaşantılarına devam edeceğini<br />

göstermiştir.<br />

Ali İnce (Emekli Öğretmen)<br />

Şimdiye kadar yapmış olduğunuz açıklamaları ilgiyle dinledim.<br />

Sizler, yakın zamanda izlediğimiz ‘Veda’ filminin tamamlayıcısı olarak<br />

geldiniz. Kitabınızı da yeni okuyorum. latife Hanımla Mustafa Kemal’in<br />

boşanma sebebi olarak her ailede olabilecek türden bazı geçimsizlikler<br />

gösteriliyor. atatürk’ün “Bu kadar orduları yönettim, ama bir kadını yönetemedim”<br />

ifadesi burada açıkça ortaya konuyor. Birçok önemli toplantıda<br />

Mustafa Kemal’i zor durumda bıraktığı, bazen mahcup duruma soktuğu<br />

ifade ediliyor. Sorum şu; bu evlilik devam etseydi sonuç ne olurdu? Sizin<br />

yorumunuz ne olur?<br />

İpek Çalışlar<br />

Ben kâhin değilim, hiçbir şey söyleyemem. Herkes kendi hayalinde<br />

bu sorunun cevabını verebilir.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Şunu söylemek lazım belki beyefendiye; Paşa belki 1938’de ölmez,<br />

uzun ve sağlıklı yaşardı. Bazı bakımlardan daha hayırlı olabilirdi, ama<br />

kaderin ne getireceğini kimse bilemez. Olmayan bir şey için yorum yapmamak<br />

lazım.<br />

Ali İnce (Emekli Öğretmen)<br />

Bu boşanma hukuken geçerli oldu mu? Çünkü siz kitapta “alafranga<br />

evlendiler, alaturka boşandılar” ifadesini kullanıyorsunuz. Medeni Kanun<br />

çıkmadan önce gerçekleşen tek taraflı bu boşanma daha sonra hukuken<br />

tartışıldı mı?<br />

İpek Çalışlar<br />

Bu konuda bazı tartışmalar oluyor. Özetlemek gerekirse, o zamanın<br />

hukukuna uygun, ama vicdanına uygun olmadığını düşünüyorum.<br />

Hukuka uygun olmadığını söyleyenler de var, çünkü Medeni Kanun hazırlanmış.<br />

Bir de onların evlenme şekilleri çok aleni ama aynı biçimde<br />

boşanmadıkları da kesin. Bir akit nasıl yapılırsa benzer şekilde bozulması<br />

gerekir, değil mi Sayın Kaymakam? ayrıca burada bir kadın kaymakam<br />

35


olmasına da çok memnun oldum. Orada bir küçük problem olduğunu<br />

düşünüyorum ama vicdanen pek kabul edilmiş değil. Çünkü Medeni Kanun<br />

yazılmış, rafta duruyor ama latife Hanım maalesef o sırada boşanmış<br />

bir kadın oluyor. itiraz etmeyi düşündüğüne dair notları da gördük.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

itiraz etmeyi düşünmüş ama etmemiş; çünkü sonuçta kocasının isteği<br />

bu. Daha zor şartlar altına girmenin de gereği yok. Öyle yapmasaydı,<br />

Medeni Kanun çıktıktan sonra mahkemede boşansalardı daha şık bir örnek<br />

olurdu.<br />

İpek Çalışlar<br />

Onun konumundaki bir erkek için bir mahkemeye gidip “ben karımı<br />

boşamak istiyorum” demek ruhsal açıdan kolay değil. Belki de onun için<br />

biran evvel boşanmış olabilirler.<br />

Avanos Kaymakamı Aylin Kırcı Duman<br />

Değerli hocam hoş geldiniz. Bir aile olarak da latife Hanımla,<br />

atatürk’ümüzün eşi ile ilgili yaşattığınız hatıraları, anlattıklarınızı çok<br />

özel buluyorum, teşekkür ediyoruz. Ben de çok ufak bir hatıra olarak<br />

bir şey anlatmak istiyorum. Kütahya’nın Dumlupınar ilçesinde 1996-97<br />

yıllarında kaymakam olarak görev yaptım. atatürk, 1922’de “Ordular<br />

ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” emrini verdiği, Başkumandanlık Meydan<br />

Muharebesi’nin yapıldığı yere 1924 yılında latife Hanımla birlikte tekrar<br />

gelmiş. atatürk’ün oradaki sözlerini bir broşüre almak üzere araştırırken<br />

ilginç bilgilere rastladım. Halk, atatürk ile latife Hanım’ı Dumlupınar<br />

tren istasyonunda karşılamış ve kendilerinden bazı talepleri olmuş. Daha<br />

sonra bunların gerçekleşmesinde latife Hanım’ın etkisini görüyorum. arşivlerden<br />

buna ilişkin fotoğraflar da bulduk. istekleri bir öğretmen ile bir<br />

pazar yerinin kurulması. Pazar yeri kuruluyor ama öğretmenin gelişi biraz<br />

gecikiyor. Daha sonra latife Hanım’ın etkisiyle Selanikli talip Hoca diye<br />

bir öğretmenin 1926’da gönderildiğini öğrendik. Halkın okuma yazma<br />

oranı çok fazla. Bunu da sağlayan Selanikli talip Hoca olmuş. Oradan bir<br />

hanımla evlenmiş; üç-dört kızı da görev yaptığım yıllarda hâlâ yaşıyorlardı,<br />

onlarla da görüşme fırsatım oldu. Mezarını buldurdum ve yaptırmaya<br />

çalıştım. Böylece, Öğretmenler Günü’nde atatürk’ün ve latife Hanım’ın<br />

destekleriyle Selanikli talip Hoca’yı anmaya başladık.<br />

36


Şunu söylemek istiyorum; bir hanım kaymakam olarak latife<br />

Hanım’ın etkisini Dumlupınar’daki tarihsel olaylarda gördüm ve çok<br />

memnun oldum. Genç kızlığımda da latife Hanım’ı merak edip araştırmış,<br />

ancak pek bir bilgiye ulaşamamıştım. Buraya gelip böyle bir sunum<br />

yaptığınız için, belediye başkanımız da buna vesile olduğu için çok teşekkür<br />

ediyorum.<br />

İpek Çalışlar<br />

Ben de çok teşekkür ediyorum. Kızılırmak Kültür ve Sanat Günleri’nin<br />

devamını diliyorum. latife Hanım için son sözlerimi söyleyeyim, sonra<br />

da Mehmet söylesin. Ben onun en çok itirazcı karakterini beğendim. Bugün<br />

bizim için, hiçbir dediğine itiraz edilemez bir atatürk figürü var. ama<br />

latife Hanım onun hayat arkadaşı olarak, düşünmeyi bilen, itiraz etmeyi<br />

ilke edinmiş çok önemli bir kadın. Bu beraberlik de en azından bu sebepten<br />

bozulmamış.<br />

Mehmet Sadık Öke<br />

Ben de iki şey söyleyip bitirmek istiyorum. Öncelikle huzurunuzda<br />

ipek Hanım’a ailem adına teşekkür ederim. Çünkü böyle bir çalışmayı<br />

yapmaya cesaret etmek zordu, bu kadar kapsamlı bir çalışmayı o yaptı ve<br />

hakikaten bir ilk oldu.<br />

ikincisi de, kızlarımıza seslenmek istiyorum. Okuyun. latife teyzem<br />

okudu ve bu karaktere sahip oldu. Onu ‘latife’ yapan özelliklerin hepsi<br />

eğitimden geliyor. Sakın ola ki eğitimden vazgeçmeyin. Her şeyin anahtarı<br />

bilgidir; bilgi elinizde olduğu takdirde güçlüsünüz, özgürsünüz ve<br />

bağımsızsınız. Onun için kızlara ‘okuyun’, anne babalara da ‘lütfen kızlarınızı<br />

okutun, sizden rica ediyorum’ diyorum. Saygılar sunuyorum, çok<br />

teşekkürler.<br />

37


Vehbi Vakkasoğlu<br />

Mehmet Akif Ersoy ve<br />

İstiklal Marşımız<br />

12 Mart 2010


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

Hepinizi hürmetle selamlıyor, hoş geldiniz diyorum. Bu etkinlik,<br />

‘avanos-Kızılırmak 1. Kültür ve Sanat Günleri’ kapsamında bir hafta içinde<br />

yaptığımız ikinci etkinlik olacak. Davetimizi kırmayarak avanos’a gelen<br />

sayın hocam Vehbi Vakkasoğlu, bugün bizlere “Mehmet akif ersoy ve<br />

istiklal Marşımız” hakkında değerli bilgiler verecek.<br />

Bugün son derece bereketli bir gün. Sabah saatlerinde Özkonak<br />

anadolu Öğretmen lisesi öğrencilerinin hazırladığı bir etkinliğe katıldık.<br />

aynı saatlerde nevşehir üniversitesi’nde bir diğer etkinlik devam<br />

ediyordu. Şimdi de bu etkinliğimiz var. Bir anlamda, istiklal Marşımızın<br />

okunduğu her gün ve her haftada bu ve benzeri etkinlikler tekrarlanıyor.<br />

rahmetli Mehmet akif’in vefatının üzerinden 74 yıl, istiklal Marşımızın<br />

kabulünün üzerinden 89 yıl geçmiş olmasına rağmen, hala aynı heyecanla,<br />

aynı şevkle bu millet onları anıyor ve eminim dünya durdukça da<br />

anılmaya devam edecekler.<br />

Bir cümle ile ifade etmek gerekirse, vatan şairimiz Mehmet akif ersoy<br />

ahlak ve erdem abidesi bir insan. Bu da yalansız, riyasız, samimi<br />

yaşanmış bir ömür demektir. Bir sohbet esnasında, sözün gelişi söylenmiş<br />

olabileceğini tahmin ettiğim bir tarzda, arkadaşı akif’e “sahiden mi?”<br />

diye sorar. Mehmet akif’in yüz ifadesi anında değişir; “benden şimdiye<br />

kadar gerçeğin ihtilafına bir söz duydun mu? Bu soruyu bana bir daha<br />

sorma” der ve aylarca arkadaşına dargın kalır. Böyle bir insandan bahsediyoruz.<br />

Milli eğitimimiz kapsamında ilkokul yıllarından lisenin sonuna<br />

kadar “Din ve ahlak Bilgisi” dersleri kapsamında değerli bilgiler veriliyor.<br />

Bununla ilgili olarak yıllardır sormaya cesaret edemediğim ama beynimin<br />

bir köşesinde duran şu soruyu bugün burada seslendirmek istiyorum:<br />

“Acaba bu ders kitaplarında yazılanlar tam anlamıyla uygulansa nasıl bir<br />

insan tipi ortaya çıkar?” Yakın zamanda yaptığım Mehmet akif okumalarının<br />

birinde bu sorunun cevabını buldum. eğer o kitaplarda anlatılanlar<br />

eksiksiz ve kamil olarak yaşanmış olsaydı, hiç şüphesiz karşımıza Mehmet<br />

akif gibi biri çıkardı. Bu nedenle, Mehmet akif gibi değerli birini çok<br />

iyi anlamaya ve anlatmaya ihtiyaç var diye düşünüyorum. Özellikle 12<br />

Mart tarihini de vesile kılarak, hem istiklal Marşımızı hem de büyük akif’i<br />

konuşalım istedik ve değerli yazarımızı davet ettik.<br />

41


akif’in özellikleri saymakla bitmez ama beni etkileyen bazı özelliklerini<br />

kısaca paylaşmak istiyorum. Mehmet akif’in en belirgin ve günümüzde<br />

de sahip olunmasına en çok ihtiyaç duyduğumuz özelliklerinden<br />

bir tanesi, kendisini çevresinde olup bitenlerden sorumlu hissetmesi; yani<br />

kelimenin tam anlamıyla dert edinmesi ve dava adamı olması. etrafında<br />

ne kadar sorun, sıkıntı ve ızdırap varsa bunları çözmek için ilk adım atan<br />

her zaman kendisi olmuştur. Vehbi Vakkasoğlu’nun Mehmet akif ile ilgili<br />

eserlerinde de verdiği örneklerden iki tanesini anlatmakta yarar görüyorum.<br />

Öğrencilik yıllarında azınlıklardan agop adında, son derece yapılı,<br />

güreşlerde herkesi yenen, pehlivan gibi bir arkadaşı var. Mehmet akif’in<br />

arkadaşlarından bir diğerini de “sana oyun öğreteyim, idman vereyim”<br />

diyerek kandırıyor ve onunla sert bir şekilde, hatta burnundan kan getirene<br />

kadar güreşerek sonunda onu tuş ediyor. tabloyu gören Mehmet akif<br />

olaydan çok etkileniyor ve bu güçlü kuvvetli arkadaşını yenmek için hevesli<br />

olduğu pehlivanlığı geliştiriyor. teknik açıdan hazır olduğunu hissettiği<br />

anda da kendisinden çok daha cüsseli olan agop ile okul bahçesinde<br />

güreşiyor ve onu yeniyor. Yine Simon adında bir başka azınlık mensubu<br />

var ve okulu birincilikle bitirmesine ramak kalmış. Mehmet akif okulun<br />

son yılı gece gündüz demeden çalışıyor ve okulu birincilik ile bitiriyor.<br />

Simon ise ikinci oluyor.<br />

Mehmet akif bulunduğu her yerde sorunları ilk sırtlanan kişi olma<br />

konusunda büyük bir çaba göstermiştir. Şu dörtlüğü de sanırım bunun<br />

için söylemiş olsa gerek:<br />

“Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,<br />

Onu dindirmek için kamçı yerim, tekme yerim.<br />

Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım<br />

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.”<br />

akif bütün ömrü boyunca kendisi ile ilgili sorunları hiçbir zaman<br />

gündeme getirmemiş, bunun yerine hep insanlığın, halkın sorunlarını<br />

koymuş biridir. Bu çizgisini de paraya çok ihtiyacı olduğu halde hiç<br />

bozmamıştır. Bununla ilgili olarak anlatılan en meşhur anısı da istiklal<br />

Marşı’nın yazılması aşamasında ortaya konan 500 liralık ödülü almayıp,<br />

fakir ve yoksullara bağışlamasıdır. Fakir ve sıkıntılı bir şekilde günlerini geçirmeye<br />

devam etmek pahasına böyle davranmıştır. Biliyorsunuz, Burdur<br />

milletvekili olan Mehmet akif, Meclis’in ilk vekillerindendir. ankara’da<br />

yine vekil olan bir arkadaşıyla, yanılmıyorsam Şefik Bey ile birlikte kalıyor.<br />

ankara’nın malum soğuğunda üşüdüğü için, kaldığı yerden Meclis’e<br />

42


kadar olan yolda giyinmek için Şefik Bey’den paltosunu ödünç istiyor.<br />

Onun da bir tane paltosu var ve aynı yolu o da gideceğinden paltosunu<br />

sitemli bir şekilde Mehmet akif’e uzatıyor: “Size ödül olarak verilen 500<br />

Lira’nın bir kısmını palto parası olarak ayırıp da ondan sonrasını verseniz<br />

daha iyi olmaz mıydı?” Mehmet akif son derece kırılıyor ve kendisine<br />

uzatılan o paltoyu almayarak cevap dahi vermeden gidiyor. Şefik Bey, bu<br />

olayın üzerine Mehmet akif’in kendisiyle iki ay konuşmadığını ve “Türk<br />

ordusuna yazdığım İstiklal Marşı karşılığında para almamı nasıl teklif edersin?”<br />

dediğini ifade ediyor. Böyle bir şahsiyetle karşı karşıyayız.<br />

Söz verdiği zaman sözünü tutma noktasındaki hassasiyeti apayrı ve<br />

çok daha derin bir konu. Yazarlar ve şairler genelde eserleri ile bilinirler<br />

ama ‘yiğit namı ile anılır’ sözünden hareketle, anıldıkları bir yönleri de<br />

mutlaka vardır. Mesela, Mustafa Kemal dediğimiz zaman türkiye Cumhuriyeti<br />

demektir. Mustafa Kemal bir sözünde şöyle diyor: “Benim en<br />

büyük eserim cumhuriyettir”. Beethoven dediğimizde ilk akla gelen ‘9.<br />

Senfoni’, leonardo denince ‘Mona lisa’, imam Gazali denince ‘ihya’dır.<br />

elbette Mehmet akif dediğimizde de istiklal Marşı ve ‘Safahat’tır. Bir yazarımızın<br />

söylediği gibi, “İstiklal Marşı’nı yazabilmek için, Mehmet Akif gibi<br />

bir yazar olmak yetmez, onun kadar da dindar olmak gerekir”. Önemli<br />

isimlerden biri olan Hüseyin Cahit, Mehmet akif’i çok etkileyici bir dille<br />

tanımlıyor: “Mehmet Akif bütün eserlerinden daha muhteşem yaşamış<br />

bir insandır. Hayatı tüm eserlerinden daha muhteşem bir şiirdir.”<br />

12 Mart-istiklal Marşı’nın kabulünün 89. yılını ve merhum akif’i hürmetle,<br />

saygıyla anıyor ve akif’in temennisini tekrarlayarak, allah’ın istiklal<br />

Marşı yazdırmayacağı günleri yaşamayı diliyorum.<br />

43


SUNUŞ<br />

Avanos Belediyesi Halkla İlişkiler Sorumlusu Pınar Domaniç<br />

Mehmet akif ersoy konulu söyleşi için bugün aramızda bulunan Sayın<br />

Vehbi Vakkasoğlu Kahramanmaraş’ta doğdu. istanbul Yüksek islâm<br />

enstitüsü’nden mezun oldu. Öğretmenlik mesleğine Millî eğitim’in değişik<br />

kademelerinde 35 yıl emek verdi. 6 yıl almanya’da çalıştı. ilk kitabı<br />

olan “Mehmet akif” 1968 yılında yayınlandı. O günden bugüne tarih,<br />

edebiyat, din ve psikoloji konularında 45 esere imza attı. ilk gençlik yıllarından<br />

itibaren, toplumu eğitici binlerce konferans ve seminer gerçekleştirdi.<br />

Sadece “Bir Destandır Çanakkale” başlığıyla yurtiçi ve yurtdışında<br />

verdiği konferanslar 1.500’ü buldu. “ailede Sevgi iletişimi” konusunu da<br />

binlerce defa değişik açılardan topluma yansıttı. “Sevgi Merkezli eğitim”<br />

projesiyle hem eğitimcilere, hem anne-babalara hem de gençlere etkili<br />

rehberlik yaptı.<br />

Vehbi Vakkasoğlu<br />

Bu salonu boş bırakmayan siz avanoslu dostlarımı selamlayarak sözlerime<br />

başlamak istiyorum. Hoş geldiniz, hayırlar verdiniz.<br />

içimden ‘değerli gençler’ diye hitap etmek geliyor; çünkü, kendimi<br />

de dahil ederek, burada toplanan herkesi genç olarak görüyorum. Bendenizin<br />

babası, iki sene önce 90 yaşındayken vefat etti ama son gününe<br />

kadar yaşlılığı hiç üzerine almadı. Çünkü ‘akif ruhluydu’ ve soranlara<br />

da “kıdemli gencim evladım” diye cevap verirdi. inşallah hepimiz ebedi<br />

gençlik adayıyız; bitmeyen bir gençliği cennette yakalayacağız. Umudumuz<br />

var; akif ruhlu olursak daha da umutlanabiliriz inşallah.<br />

Çok önemli ve uzun sürmesi gereken bir konuyu sizlere özetleyerek<br />

sunmak durumundayım. Değerli belediye başkanımız Mustafa Bey, çok<br />

önemli ve özel noktalara değindi ama ben biraz daha gerilere gitmek istiyorum.<br />

Sevgili gençler, ‘Mehmet akif dedemiz’ diye anmayı çok sevdiğim<br />

o güzel insan da bir zamanlar sizin yaşınızdaydı. Sizler de bir zaman<br />

sonra onun vefat ettiği yaşa inşallah geleceksiniz. Sohbetimizin temel<br />

konusu akif dedemiz gibi yürekli olmak; yoksa ben burada sadece akif<br />

dedeyi översem zaman kaybı olur, israf olur. akif dede ne güzel adam,<br />

ne candan adam. nokta. eyvah, yanlış oldu! Orada nokta yok, virgül var.<br />

Peki o dededen, o güzel hayattan bana ne kaldı? Onlar boşuna yaşayıp<br />

ölmediler; bize büyük bir miras bıraktılar. Bu miras, ‘adam gibi adam<br />

44


olmak’ yani ‘insan gibi insan olmak’tır. Çevremdekilere bazen şu soruyu<br />

yöneltiyorum: “Evladınızın Akif yürekli olmasını ister miydiniz?” Kim<br />

istemez ki? O zaman benim değişmeyen ikinci sorum şu: “Peki Akif’in<br />

babası gibi baba, annesi gibi anne olmaya hazır mısınız?” eğer “hazırız”<br />

diyorsanız önünüz aydınlık demektir.<br />

akif’in babası tahir efendi arnavutluk’ta yaşıyordu. O zaman arnavutluk<br />

Osmanlı Devleti sınırları içindeydi. tahir efendi’de öyle bir yürek<br />

vardı ki eğitim alabilmek için delikanlı yaşında istanbul’a doğru yollara<br />

düştü. Yolculuğu çok büyük zorluklar içinde tam üç buçuk ay sürdü. tüm<br />

derdi ilim öğrenmek, yüreğini bilgiyle, sevgiyle doldurmaktı. Öyle azimle<br />

çalıştı ki, yokluktan varlık çıkarttı. Hem de en önemli eğitim kurumlarımızdan<br />

birinde hocaların hocası oldu. adı tahir efendi’ydi ama onu<br />

diğer hocalardan ayırmak için bir lakap taktılar; ‘temir’, yani tertemiz<br />

bir beyefendi. Hem giyim kuşamında ve beden temizliğinde hastalık derecesinde<br />

titizdi, hem de gönlü temizdi. Herkesin hayırla andığı biriydi.<br />

Hakikaten hocaların hocası, muhteşem bir adamdı.<br />

annesi emine Şerife Hanım, Orta asya’dan, Buhara’dan kopup gelmiş<br />

bir ailenin kızıydı. Kader bu iki insanı istanbul’da birleştirdi; evlendiler.<br />

emine Şerife Hanım melekler gibi bir hanımdı. Çocuğuna abdestsiz<br />

süt vermezdi. evlerinde en çok Kuran-ı Kerim sesi duyulur, kazaya namaz<br />

kalmazdı. Mehmet akif doğdu, okuyacak yaşa geldi. Biliyorsunuz,<br />

Osmanlı’da okuma yaşı 4 sene, 4 ay, 4 gündü ve resmi tatil yoktu. Biz<br />

şimdi eğitimi bitirdik diyoruz, hâlâ Osmanlı dedelerimizinkine gelemedik.<br />

Onlar, 4 sene, 4 ay, 4 gün amin alayı düzenliyorlardı. Çocuklar okumayı<br />

sevsinler diye onları ilâhilerle, şiirlerle, şarkılarla, şenliklerle okula<br />

götürüyorlardı. Günümüzde bunu biraz okuma bayramlarıyla yapmaya<br />

çalışıyoruz.<br />

emine Şerife Hanım, oğlu akif’in din tahsili yapıp hoca olmasını istiyor.<br />

temir tahir efendi ise “buna gerek yok; nasılsa ben din alimiyim,<br />

dini ona gerektiği gibi öğretirim. Meslek sahibi olsun” diyor ve bunu da<br />

başarıyor. Bir babanın çocuğuna öğretmen olması çok zordur. tahir efendi<br />

bunu başarmıştır. akif dedemiz, babası vefat ettikten sonra onu “hem<br />

babam, hem hocamdı” diyerek yürekten bir hasretle anardı.<br />

Değerli babalara seslenmek istiyorum. evladınızın Mehmet akif gibi<br />

olmasını istiyorsanız, babası olmanız yetmez; hocası da olacaksınız.<br />

Gençler, “hocam, siz 1947’de doğdunuz, Mehmet Akif 1936’da vefat etmiş.<br />

Onun böyle söylediğini nereden duydunuz?” diye soruyorlar. Ben<br />

45


de şöyle cevaplıyorum: “Duymadım, duyandan duydum; yani Mahir İz<br />

hocamızdan”. Kendisi bizim tasavvuf hocamızdı ve muhteşem bir gönlü<br />

vardı. aynı zamanda Mehmet akif’in talebesiydi ve sonrasında onunla<br />

mektuplaşacak kadar dostu ve yakını olmuştu. Bizler de onun talebesi olduk.<br />

Bu durumda, “Mehmet Akif’in torunuyum” desem yanlış olur mu?<br />

Babaların nasıl olması gerektiğini tarif ettik. Peki anneler nasıl olacak?<br />

emine Şerife Hanım gibi çocuğunun üzerine titreyecek; şefkatini ve<br />

yüreğini sonuna kadar açacak. Mehmet akif ele avuca sığmayan, hareketli<br />

bir çocuktu. Daha ilkokulun 1. sınıfındayken, okuldan gelir gelmez<br />

çantasını atar, kaşla göz arasında bahçedeki 5 metrelik ağacın tepesine<br />

tırmanırdı. Yalvar yakar aşağıya indirirlerdi. akif Bey’in bu enerjisi babası<br />

tarafından olumlu anlamda yönlendirildi; mesela babası ona arapça<br />

öğretti. Okulu bitirdiğinde öğretmenlik yapacak kadar arapça biliyordu.<br />

Ortaokulu bitirdiğinde Farsça’yı ve Fars edebiyatını öğrenmişti. liseye<br />

başladığında ise klasikleri okuyacak kadar Fransızca biliyordu. Şimdiki<br />

gençlere bir dili bile güçlükle öğretiyoruz; “İngilizce zor geliyor” deme<br />

hakkınız var mı? Bunu söylerseniz akif dedeye karşı suç işlemiş olursunuz.<br />

akif dede dahiydi, 3 tane dil öğrendi. Sizler en azından bir yabancı<br />

dili, hiç değilse türkçe bilmeyen biriyle anlaşıp kültürünüzü anlatacak<br />

kadar öğrenin. Yoksa akif dede nezdinde suçlu olursunuz.<br />

akif dede Mülkiye lisesine, yani bugünkü Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne<br />

başladı. Kafasında kaymakamlık mı yoksa valilik mi vardı bilemiyorum<br />

ama idareciliği, mülkiyeyi seçmişti. 15 yaşında bir delikanlıyken babası<br />

vefat etti. Babası vefat ettiğinde daha elli yaşına bile girmemişti. annesi ve<br />

kız kardeşiyle birlikte babasından kalan bir emekli maaşıyla geçinmeleri<br />

çok zordu. Bu durumdan kendine vazife çıkardı ve kaydını Mülkiye mektebinden<br />

alıp yeni açılmış olan Halkalı Ziraat mektebine taşıdı. ekonomisi<br />

bozulan Osmanlı Devleti çok kötü günler yaşadığından Mülkiye’den<br />

mezun olan idarecilere görev ve maaş verilmesi gecikiyordu. Mehmet<br />

akif, hemen hayata atılıp para kazanmalıydı. Çünkü annesi ve kız kardeşine<br />

bakması gerekiyordu. Günümüzdeyse üniversite eğitimine başlayan<br />

gençler iki burs alıyorken üçüncüsünü de arıyorlar. Bakmayı değil, bakılmayı<br />

düşünüyorlar. Oysa akif dede, ekmeğini taştan çıkartan, ahlak ve<br />

karakter abidesi bir insan. Bakılmayı değil, bakmayı düşündü ve hemen<br />

okul değiştirdi. Çünkü Osmanlı hükümeti Halkalı Ziraat mektebinin mezunlarına<br />

okullarını bitirir bitirmez dolgun maaşlı bir iş vereceğini ilan<br />

etmişti. Böylelikle, bir seçenek olarak aklına dahi getirmediği baytarlık<br />

46


mektebine kayıt yaptırdı. Bunun altında gençlerimize başarı ve mutluluk<br />

dersi var. inşallah üniversiteyi kazanacaksınız ama istediğiniz bölüme<br />

giremezseniz bunu problem yapmayın. içinde bulunduğunuz şartlarda<br />

mutlu ve başarılı olmaya bakın. akif dede bunu öğretiyor. Hakkı verilerek<br />

yapılmış her faydalı meslek şereflidir. Hiç yüksünmedi ve baytarlık<br />

mektebine gitti. Baytarlık mektebi Halkalı’da yeni açılmıştı. akif Bey ise<br />

Fatih’te oturuyordu. arada 17 kilometrelik bir mesafe vardı. Okula gitmek<br />

için kullanabileceği tek araç Sirkeci-Halkalı treniydi. akif dedenin<br />

okuluna gidebilmesi için Fatih’ten çıkıp istasyona kadar 2 kilometre yürümesi,<br />

trene binip son durak olan Halkalı’da inmesi ve 2 kilometre daha<br />

yürümesi gerekiyordu. trene talebeler için bir talebe vagonu eklenmişti.<br />

talebeler 1 kuruş ödeyerek bu vagona biniyorlardı. Oysa akif dedenin<br />

1 kuruşu bile yoktu; olsa da trene vermezdi, çünkü annesini ve kız kardeşini<br />

düşünüyordu. O parayı ekmek parası yapıyorlardı. Bu durum akif<br />

dedeyi yıldırmadı ve her gün okuluna yürüyerek gidip geldi.<br />

Küçük bir evleri vardı ama babasının vefatından kısa süre sonra o da<br />

yandı. tüm bunlara rağmen akif Bey’in ümidinden, programlı hayatından<br />

hiçbir eksilme olmadı. Saçını başını yolmak yerine iyi bir insan olmak<br />

için gayret etti. az önce belediye başkanı Mustafa Bey’in anlattığı örneğe<br />

döneceğim; Simon birinci, kendisi ikinci sıradayken okul idaresine gidip,<br />

“beni yatılı öğrenci yapın, daha fazla çalışmak istiyorum” diyor. Böylece<br />

ermeni delikanlısı Simon’u geçerek okulu birincilikle bitiriyor. işte bunun<br />

adı ‘durumdan vazife çıkarmak’tır; ‘milleti temsil etmek’tir. Gönlüne âşık<br />

olduğum ve kitabını yazdığım bir allah dostu var. Kendisi akif dedenin<br />

dostudur. Kitabın adı da ‘Başkasının Günahına ağlayan adam’dır. Onun<br />

bir cümlesi gerçekleşiyor: “Kimin himmeti milleti için ise, o kendi başına<br />

küçük bir millettir.” akif dedem küçük bir milletti. Milletin çoğunluğundan<br />

biri, milletin güç bela aştığı bu mektebin birincisi olmalı. Kusura bakmayın<br />

ama azınlıktan biri olmamalı; o da ikinci olsun. akif dede bunu<br />

başararak birincilik ödülünü aldı. Millî görev yapılmıştı. Mezuniyet sonrasında<br />

Simon ile aralarında bir konuşma geçiyor. akif dede, “biliyorum,<br />

birinciliği çok arzu ettin ve çalıştın. Birincilik senin hakkındı ama son altı<br />

aylık çalışmayla seni biraz üzdüm” diyor. Simon, “canın sağ olsun Akif<br />

Bey, iyi performans gösterdin. Ben ne için birinci olmaya çalıştıysam, sen<br />

de aynı maksat için birinci olmaya çalıştın ve bunu başardın. Seni tebrik<br />

ederim” diyor. Bugün sizlerin sınıfta ikinci olma hakkınız yok. Sınıfın<br />

birincisi olacaksınız. elbette sınıfın bir tane birincisi olur ama hepiniz<br />

birinciliğe aday olacaksınız. Yoksa akif dede hakkınızda suç duyurusun-<br />

47


da bulunur. neden? eğer allah sizlere birinci olacak kıvamda bir akıl<br />

ve yetenek vermişse ve sizler tembellik yapıyor, plansız çalışıyorsanız<br />

kendinize, ailenize, milletinize, hatta bütün islam dünyasına karşı suç<br />

işliyorsunuz demektir.<br />

akif dede okula geldiğinde arkadaşları şu soruyu soruyorlardı: “Trende<br />

yoksun, okula nasıl geliyorsun?” Çünkü 17 kilometreyi yürüyeceği<br />

kimsenin aklına gelmiyordu. akif dedem yalansız bir adam olduğu için<br />

şakayla karışık doğruyu söyledi: “Arkadaşlar, ben tabanvayla geliyorum.”<br />

tabanvay kelimesini ilk kullanan kişi akif dedemizdir. arkadaşları bu<br />

duruma çok üzüldüler ve birkaç aylık yol parasını aralarında toplayarak<br />

ona vermek istediler. akif dede bunu kabul etmeyerek, “siz benim<br />

parasızlıktan dolayı mı trene binmediğimi zannettiniz? Ben sporcuyum.<br />

Antrenman yapmaya vaktim olmadığı için yürüyorum; hatta geç kalırsam<br />

koşuyorum” dedi. arkadaşları da bu durumdan utanarak özür dilediler.<br />

akif dede, kişiliğini o delikanlı yaşında ortaya koymuştu ama o gün yolda<br />

kendi kendine “Tahir Efendi’nin oğlu, yakıştı mı bu sana? Yalansız adamın<br />

oğlu, bu yalanı nasıl söyledin? Spor yapmak için mi yürüyorsun?” diye<br />

kızarak eve döndü. O gece sabaha kadar uyuyamadı; sabah ezanıyla Fatih<br />

Camisi’ne giderek namaz kıldı ve allah’a şöyle dua etti: “Allahım, bir<br />

daha bana yalan söyletme. Söz veriyorum, bu yalanı ortadan kaldıracağım.”<br />

Gerçekten de bu yalan akif dedemizin ömründeki ilk ve son yalan<br />

oldu. namazdan sonra on yıl üst üste başpehlivanlık yapmış olan Kıyıcı<br />

Osman’a giderek “ben sana okuma yazma öğreteyim, sen de bana pehlivanlık<br />

öğret” dedi. Buna sevinen Osman pehlivan teklifin ardından olanları<br />

yaklaşık 30 sene sonra çevresindekilere şu sözlerle anlatır: “İyi pehlivandım<br />

ama kafam iyi değilmiş. Çok uğraşmasına rağmen bana okuma<br />

yazmayı söktüremedi ama Akif Bey’in pehlivanlığı iyi çıktı.” Spora meraklı<br />

gençlere söylüyorum. Okulda başarılı olduğunuz kadar sporda da başarılı<br />

olursunuz. Boş kafayla bilek gücü pek işe yaramıyor. Spor ile okulu<br />

birarada götürebilirsiniz. akif dede sadece iyi pehlivan olmadı; yüzmede<br />

de üstüne yoktu. istanbul Boğazı’nı bir kıyıdan öte kıyıya yüzerek geçiyor<br />

ve ardından yine yüzerek geri dönüyordu. Uzun atlamada birinciydi.<br />

Ondan iyi ata binebilen yoktu. Okuduğu okulda, ata binme eğitimi veren<br />

hocaların bile binemediği bir at vardı. ‘Deli at’ diye adı çıkmıştı. akif Bey<br />

atı evcilleştirdi. Herhalde o güzel yüreği ata da sirayet etti.<br />

akif Bey, “dürüstlüğün, doğruluğun, yalansızlığın ödülü kendi içindedir.<br />

Sonra gelecek diye beklemeyin. Dürüst olduğunuz anda yüreğiniz<br />

48


şenlenir. En büyük neşe ve mutluluk ondadır. Allah beni bununla ödüllendirdi”<br />

diyor. Bu ödülün ne olduğunu şimdi size açıklayacağım. eskiden<br />

köy düğünlerinde ata sporumuz güreş yapılırdı. akif dede nerede bir köy<br />

düğünü olduğunu haber alırsa pehlivanlara katılıp oraya gidiyordu. Çatalca,<br />

Çorlu, edirne demeden gidiyor, güreşe katılıyor ve iyi güreştiği için<br />

de üçüncülükten aşağı hiç düşmüyordu. Kazandığı paralarla hem kendi<br />

tahsilini götürüyor hem de kız kardeşi ve annesini kimseye muhtaç olmadan<br />

geçindiriyordu. işte yalansızlığın ödülü buydu.<br />

akif dede okulu bitirdi. Hükümet de sözünde durdu ve hemen Baytar<br />

işleri Genel Müdürlüğü’nde iyi bir maaşla memurluğa başladı. Mesleğini,<br />

özellikle hayvanları seviyordu. Dolayısıyla başarılı bir baytar, yani<br />

bugünkü deyişle veteriner olmuştu. Basamakları hızla tırmanarak genel<br />

müdür yardımcılığına kadar çıktı. işiyle ilgili hiçbir sıkıntısı yokken de<br />

istifa etti. Çünkü işe yeni alınan bir memur haksız yere işten çıkarılmıştı<br />

ve akif Bey bundan dolayı çok üzgündü. Bu haksızlık ortadan kalkmadan<br />

görevine devam etmek istemiyordu. Fakat genel müdür, haksız yere<br />

işinden olan memuru tekrar işe alacağına söz vererek akif Bey’in dilekçesini<br />

yırttı. akif Bey buydu; ahlakın ve karakterin adamı. Bazıları bana<br />

soruyorlar: “Hocam, bu kadar dürüstlük ve yalansızlık 20. asırda nasıl<br />

olabilir?” Onlara verdiğim cevabı sizlere de söylüyorum. akif dedemiz<br />

Hz. Muhammed’i örnek almıştı. Hatta vefatından önce bunu hissediyor<br />

ve şöyle diyor: “Herhalde sonuna geldik. Ne mutlu bana, hiçbir konuda<br />

benzeyemediğim peygamberime galiba yaşım benzeyecek ve 63’ümde<br />

öleceğim.” Hakikaten de öyle oluyor. akif dedenin en büyük özelliklerinden<br />

bir tanesi de alçakgönüllülüğüydü.<br />

akif dede aynı zamanda bir vefa adamıydı. Bununla ilgili bir örnek<br />

vermek istiyorum. Baytar Mektebi’nin son sınıfındayken arkadaşı Hasan’la<br />

dertleşirlerken şöyle diyor: “Hasan, sen de benim gibi doğru bir adamsın,<br />

yalandan hoşlanmıyorsun. Devlet sallanıyor. Mezun olacağız, evleneceğiz,<br />

çoluk çocuğa karışacağız hiçbir sigorta olmayacak; belki devlet maaş<br />

bile veremeyecek. Çocukların durumu ne olacak? Evlenmesek mi acaba?”<br />

Sohbet böylece devam ediyor ve aralarında bir anlaşma yapıyorlar. anlaşmaya<br />

göre kim erken ölürse arkada kalan onun çocuklarına bakacak. aradan<br />

yıllar geçiyor. akif Bey evlenmiş, beş çocuğu var. Baytar Hasan’ın dört<br />

çocuğu var. Baytar Hasan vefat ediyor. akif Bey cenazeye gidip Hasan’ın<br />

eşini bulur ve ona bundan sonra ne yapacağını sorar. Kadıncağız yanıtlar:<br />

“Akif Bey, arkadaşını benden iyi tanırsın; aynen senin gibiydi. Ma-<br />

49


aşını alınca masrafları yapar, artanını fakir fukaraya dağıtırdı. Beş kuruş<br />

bırakmadı.” akif Bey ise “Hasan’la mektebin son senesinde sözleştik. Bu<br />

çocuklar benim çocuklarım” diyerek çocukları alıp götürür. Çocuklardan<br />

biri kızdır; Süheyla Hanım. akif Bey en az onu okutabilmiştir. Süheyla<br />

Hanım, o zamanki kız öğretmen okulunu bitirip öğretmen olur. akif Bey,<br />

çocukların hepsini de evlendirmiş, meslek, iş ve ev sahibi yapmıştır. Kendi<br />

çocuklarını ise okutamamıştır. Bunu çok yerde anlatıyorum. Bazen bana<br />

diyorlar ki “Akif Bey niye böyle yapmış? Yakışmış mı?” Onun yaptığı güzelliği<br />

günümüzün insanı anlayamıyor bile. Kendi çocuğuna yapamadığını<br />

başkasının çocuğuna yapmış. akif Bey bu güzelliğin adamıydı.<br />

Kendisi aynı zamanda hafızdı; hem de teravih namazını hatimle kıldıracak<br />

kadar çetin ve yanlışsız bir hafız. Hoca bir arkadaşı “Yahu biz bu<br />

kadar uğraşıyoruz hafız olamıyoruz. Sen bu kadar koşuşturmanın içerisinde<br />

Kuran-ı Kerim’i baştan sona nasıl ezberledin Akif Bey?” diye soruyor.<br />

aldığı cevap şu: “Babam da annem de evde sesli Kuran okurlardı. Bundan<br />

dolayı zaten yarı hafız sayılırdım; az bir gayretle oluverdi.” Böylesine bir<br />

tevazuya sahip. Sevgili gençler, akif yürekli olacaksınız. Hiçbir başarı sizi<br />

şımartmayacak; arkadaşlarınızı ezecek derecede gururlandırmayacak.<br />

Hiç şüphesiz bir dahiydi. Biliyorsunuz, dahiler hazırcevap olurlar.<br />

Gençlere Kuran’dan bazı ayetleri anlatıp, yorumladığı günlerden birinde,<br />

topluluğun içinde bulunan ve Kuran sevmeyen biri akif Bey’in sohbetinden<br />

hoşlanmamış; “Akif Bey sizin asıl mesleğiniz baytarlıktı değil<br />

mi?” diye iğnelemiş. akif Bey lafın altında kalmamış; “Evet evladım, asıl<br />

mesleğim baytarlık, neren ağrıyorsa hemen bakabilirim” demiş. akif Bey,<br />

“Bütün insanları ve varlığı seviyorum ama bazı durumları sevmem. Birincisi<br />

‘neme lazımcıları’ sevmem. İkincisi ‘ikiyüzlüleri’ sevmem” diyor. ama<br />

ömrünün son yıllarında neme lazımcılara da ikiyüzlülere de kızgınlığının<br />

azaldığını söylüyor: “Çünkü bir de ‘nene lazımcılar’ çıktı. Kendileri sorumluluk<br />

üstlenmedikleri gibi ‘nene lazım’ diye benim ceketime asılıyorlar.<br />

Ayrıca ‘yirmiyüzlü’ler çıktı, ikiyüzlüleri arar olduk.” Ben de diyorum<br />

ki, akif dede iyi ki günümüzün yüzsüzlerini görmedi. Görseydi ne derdi<br />

acaba? Belki yirmiyüzlülere bile kızgınlığı azalırdı.<br />

Mehmet akif’in güzel yanlarından biri de “huyuna düşmanım, adama<br />

değil” demesi. Mesela şunu diyor: “Alkolikleri hiç sevmem ama alkolik<br />

kardeşlerim var, onları kurtarmaya çalışırım. Adama niye düşman olayım,<br />

içkiye düşmanım. Kumarı hiç sevmem ama kumar oynayan dostlarım var,<br />

elimden gelse kurtarmak istiyorum.” allah ona insanlık makamını vermiş.<br />

50


akif dedenin özel hobisi ise islam alimliği. Biliyorsunuz, atatürk’ün<br />

emriyle Kuran-ı Kerim’in tercümesini şiirsel bir üslupla yazdı. Maalesef,<br />

bir şanssızlık eseri bu tercüme elimizde yok. Yüreği vatan sevgisiyle dolu<br />

olduğu için istiklal Marşı’nı yazmayı allah ona nasip etmiştir. ayrıca,<br />

Mehmet akif Bey bir süre Berlin’de yaşadı. Çanakkale Savaşları’nın patladığı<br />

sırada oradaydı. alman kralı, Osmanlı padişahına bir mektup yazarak<br />

ellerinde Müslüman esirler olduğunu söylüyor. Hindistan ve afrika’dan<br />

toplanmış Müslümanlar ingiliz ve Fransızlarla bir olup almanya’ya karşı<br />

savaşıyorlar. neden? Çünkü ingilizler bu Müslümanlara “Almanlar halifenizi<br />

esir ettiler. Gelip bize yardım edin; hem askerlik yapıp para kazanırsınız<br />

hem de halifeyi kurtarıp sevap kazanırsınız” demiş. Oysa almanlar<br />

Osmanlı’nın müttefiki. Bu durumda Osmanlı’nın yanında Osmanlı’ya<br />

karşı savaşmış oluyorlar. almanlar, bu Müslümanlara bunları anlatmış<br />

ama inandıramamışlar. Bunun üzerine alman kralı şöyle diyor: “Bunların<br />

dilini bilen, Kuran-ı Kerim’i bilen, az çok tanıyacakları bir âlim gönderin.<br />

Gerçekleri bir de o anlatsın.” Böylece Mehmet akif dedem Berlin’e gidiyor.<br />

Orada gerçekleri anlatınca esirlerin yaşadığı şoku şöyle özetliyor:<br />

“Ben anlattıkça kendini yerden yere atan Müslümanlar vardı. ‘Biz bindiğimiz<br />

dalı kesip Osmanlı’ya karşı savaş mı yaptık’ diye ağlıyorlardı.”<br />

Cahillik başa bela; o gün afrikalı, Pakistanlı Müslümanları kandıranlar<br />

bugün türkiye’de yaşayan Müslümanları kandırmaya çalışmıyorlar mı?<br />

Kanmamak için bilginin gücüne sahip olacağız.<br />

akif dedemi, kralın misafiri olduğu için almanya’nın ve avrupa’nın<br />

en lüks otelinde ağırlamak istiyorlar. akif dedem otelin kral dairesine giriyor,<br />

etrafa bakıp çıkıyor. Orada kalmak istemiyor. almanlarsa onun oteli<br />

beğenmediğini düşünerek daha lüks bir otelin olmadığını anlatmaya çalışıyorlar.<br />

Oysa akif dedem o lüksten kaçıyor: “Kendilerini sevdiğim için<br />

burada bulunduğum Mehmetçikler şimdi Çanakkale’de toprakta yatıyorlar,<br />

ot-sap yiyorlar. Onların temsilcisiysem bu lüks bana batar; beni daha<br />

basit bir yere götürün.” akif Bey Berlin’deyken Çanakkale’deki askerlerimizin<br />

durumunu çok merak ediyor ve oradaki askeri ataşemiz Ömer Faruk<br />

Bey’e soruyor. aldığı cevaplar da iç karartıcı olunca her gün ağlıyor.<br />

Ömer Faruk Bey, akif dedenin ağlamasına dayanamıyor ve bunu engellemek<br />

için kimi günler savaşın iyi gittiğine dair yalanlar söylüyor. Onun<br />

Çanakkale şehitlerine yazdığı destan aşılmaz ve geçilmez bir destandır.<br />

Sevgili kardeşlerim, bu yüreğin neresinde olduğumuzu soracağım ama<br />

benim yüreğim bile üzgün ve garip kalacak.<br />

51


akif dede Berlin’den dönerken Viyana’ya uğrayıp biraz mola veriyor.<br />

eğer Viyana olayını özetleyerek anlatmazsam bu toplantı eksik olur.<br />

Çünkü bugünümüzü aydınlatan gerçekler bunlar. tren Viyana’da bir gece<br />

mola veriyor. akif dede de Viyana’da bir otele gidiyor. tam uykuya dalacakken<br />

gürültüler duyuyor ve lobiye iniyor. Otel görevlisi “efendim,<br />

akşam üzeri aldığımız habere göre Kudüs Osmanlı’nın elinden çıkıp<br />

İngiliz’in eline geçmiş” diyor. akif Bey bu sözlerin tercüman hatası olduğunu<br />

düşünüp tekrar tekrar soruyor ve aynı cevabı alıyor. Duyduklarına<br />

inanamayıp “benim elimden çıkan Kudüs, sizin elinizden de çıkmış<br />

olmuyor mu? Biz beraber çarpışıyoruz” deyince de otel görevlisi cevabı<br />

yapıştırıyor: “Beyefendi neticede Müslüman’ın elinden çıkıp Hıristiyan’ın<br />

eline geçiyor. Mühim olan budur; halk buna seviniyor.” avrupa Birliği’ne<br />

girmeyelim demek istemiyorum ama bu gerçekleri de unutmayalım. O<br />

günden bugüne avrupa kamuoyunda bir değişiklik olduğunu hiç zannetmiyorum<br />

ama bunu değiştireceğiz inşallah. akif yürekli gençler, ahlakıyla,<br />

karakteriyle, dürüstlüğüyle, islam’ın sevgi dini olduğunu, bizim de en<br />

az kendileri kadar yürek sahibi olduğumuzu onlara anlatacaklar.<br />

akif Bey istanbul’a dönünce arkadaşları Osmanlı ile avrupa’yı,<br />

almanya’yı karşılaştırmasını istiyorlar. O da şöyle özetliyor: “İşleri dinimiz<br />

gibi, dinleri işimiz gibi.” Yani, yaptıkları işler bizim dinimiz kadar<br />

sağlam, düzenli, dürüst ama dinleri işlerimiz gibi yamuk yumuk. Değiştirmemiz<br />

gereken bir şey de bu; akif yürekli gençlere işimizi, dinimizin<br />

gerektirdiği gibi sağlam ve temiz yapmak görevi düşüyor. Hangi işi yapıyorsak<br />

yapalım bu böyle olmalı. akif Bey istanbul’a dükkan açan antepli<br />

bir baklavacıya gidiyor. Baklavacı hem ucuza satıyor hem de işini iyi yapıyor.<br />

Dükkandan çıkarken yanındaki Mithat Cemal’e şunu diyor: “Şimdi<br />

altın bir madalyam olsa, şu baklavacıya takacağım. Millî bir kahraman bu<br />

adam.” Para-pul aşkına milleti kazıklamayan, işini iyi yapan herkes birer<br />

kahramandır.<br />

Birşeyin altını çizmek istiyorum. Gençlere, “Mehmet Akif manevi<br />

dedenizdir; yüreğinizi onun yüreğine benzetin” diyoruz ya, bazı gençler<br />

şöyle düşünüyor: “Ama hocam, hep perişan yaşamış, beş parasız yaşamış.<br />

Biz de mi öyle olalım?” Gerçek böyle değil. Genel müdür yardımcılığı<br />

yaptı; parası vardı ama hiçbir zaman paraya âşık olmadı. Yeteceği<br />

kadarını harcar, gerisini dağıtırdı. Bu kötü bir şey değil ki! Başkan Mustafa<br />

Bey’in konuşmasında anlattığı palto hikayesinin temelinde çok ilginç<br />

bir şey vardır. Belki de akif Bey paltoya en çok para ödeyen insandır.<br />

52


Her üşüyeni gördüğünde sırtındaki paltoyu çıkartıp ona vermiştir; çünkü<br />

Mevlânâ ahlaklıydı. Her zaman iyi bir öğretici oldu. en çok öğrettiği kitap<br />

Mevlânâ’nın ‘Mesnevi’siydi. Bu palto meselesi de Mevlânâ’nın ahlakıydı.<br />

Çünkü Mevlânâ da çok cübbe diktirmiştir. Hem terzisi hem talebesi<br />

olan kişi Mevlânâ’ya “Efendim, çok cübbe diktiriyorsunuz ama hep aynı<br />

model; önü açık. Yaşlandınız, önünü kapalı yapalım da Konya ayazları sizi<br />

üşütmesin” der. Mevlânâ kabul etmez ama talebesi ısrarcı olunca mecburen<br />

nedenini açıklar: “Evladım, niye çok cübbe diktirdiğimi anlamıyor<br />

musun? Bir üşüyen gördüm mü bunu çıkartıp vermem lazım. Sen önünü<br />

kapalı yaparsan belki sıcak tutar ama bunu çıkartıp verene kadar etraftan<br />

görenler olur; yaptığımın sevabı azalır. Önünü açık yap ki kimse görmeden<br />

çıkarabileyim.” akif dedem de aynı metodun adamıydı. Palto alırdı<br />

ama sırtında kalmazdı. Sadece palto değil, evinde eşya da bulunmazdı.<br />

Sabrınızı taşırmadan iki anekdotla sohbetimi bitirmek istiyorum.<br />

Balkan Savaşları sonrasında ‘kılıç artığı’ dediğimiz dedelerimiz edirne’ye<br />

istanbul’a geldiler. Gidecek yerleri olmadığı için de camilere sığındılar.<br />

akif dedem Fatih Camisi’ne gitti. Sütunun dibinde oturan yaşlı karı-kocaya<br />

nereden geldiklerini sordu. arnavutluk’tan, yani kendi memleketinden<br />

geldiklerini öğrenince de dayanamayıp kendi evine getirdi. Hanımına da<br />

şöyle dedi: “Evin sahipleri geldi, biz gidiyoruz. Kileri, mutfağı, yatak odasını<br />

göster, biz hemen gideceğiz.” Yaşlılara 15 gün yetecek kadar yiyecek<br />

bıraktılar ve “bittikçe gelip tamamlarız” diyerek evi terk edip gittiler. Bu<br />

olayı da akif Bey ile röportaj yapmaya giden bir gazeteciden öğrendik.<br />

elbette akif Bey bunları anlatmaz. röportaja giden gazeteci bunu nasıl<br />

öğrendiğini şöyle anlatıyor: “Kapıyı çaldım, bir ihtiyar çıktı. Babası<br />

olamaz; çünkü çoktan öldü diye düşündüm. Kim olduğunu sordum. Bir<br />

Rumeli göçmeni olduğunu söyledi.” Gazeteci, akif Bey yerine bu yaşlı<br />

adamla röportaj yapıyor ve yayınlıyor. Ben de o röportajın yayınlandığı<br />

gazete sayfasına kitabımda yer verdim.<br />

akif dede ulaşılmaz bir ahlak ve karakter sahibi. Bazı gençler “hocam<br />

çıtayı öyle yükselttin ki biz nasıl onun gibi olacağız?” diyorlar. Olamayacağınızı<br />

ben de biliyorum, ben de olamadım ama hiç olmazsa doğrunun<br />

ne olduğunu bilelim ve benzeyebildiğimiz kadar benzeyelim. televizyon<br />

ekranlarında gördüğümüz aykırı insanların örnek olmadığını bilelim. avrupalılar<br />

bizimle “Su akar, Türk bakar” diye dalga geçiyorlar ya, bakmayalım.<br />

Manevi barajlar kuralım. akif nehri de akıp gitmesin; bir baraj yapalım<br />

ve biraz da olsa nasiplenelim. Gönüllerimize güzellikler alalım.<br />

53


istiklal Marşı 12 Mart 1921’de kabul edildi ve Meclis’te gözyaşlarıyla,<br />

alkışlarla üç kere okundu. Bütün milletvekillerinin ilk defa üzerinde<br />

birleştiği, hepsinin birlikte alkışladığı, gözyaşı döktüğü bir olaydır. Fakat<br />

Burdur Milletvekili Mehmet akif Meclis’te yoktu. Çünkü, istiklal Marşı<br />

bir kere okunup da insanlar alkışla, gözyaşıyla karşılayınca akif dedenin<br />

o mütevazı yüreğine bu çok ağır geldi. Kimseye görünmeden Meclis’ten<br />

çıktı. Denildiğine göre, peygamber efendimiz de Mekke’yi fethettiği zaman<br />

öyle mahcup, mütevazı eğilmişti ki sakalı bindiği devenin yelesine<br />

değiyordu. Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethedip dünya hazinelerini,<br />

mukaddes emanetleri istanbul’a getirirken halkın tezahüratını istemediği<br />

için şehre gece gizlice girdi. Veziri, “halk sizi bekliyor; neden böyle gizlice<br />

bir suçlu gibi saraya giriverdiniz” şeklinde serzeniş yapınca da “sanki<br />

önemli bir iş yapmış gibi nefsime gurur gelmesinden korktum; onun için<br />

gizlice girdim” diyor. akif dedem işte o çizginin devamıydı. üstünlük<br />

taslamamış, benlik ve bencillik gösterisi yapmamıştır. istiklal Marşımızı<br />

kitabına koymamasının nedeni de artık ona ait olmadığını, millete mal<br />

olduğunu düşünmesidir.<br />

akif Bey’in batıyla ilgili düşünceleri de şudur: “Alınız ilmini garbın,<br />

alınız sanatını, veriniz mesainizi hem de son süratini.” akif Bey, avrupa’nın<br />

ilmine, sanatına, teknolojisine, bilimsel çalışmalarına âşıktı ama biz onun<br />

alın dediğini almadık, almayın dediği sevgisiz yüreğini aldık. akif Bey bu<br />

anlamda bir Batı hayranlığına karşı. O zamanlar Fransa bir numaralı avrupa<br />

ülkesi ve millet Paris modasıyla yatıp kalkıyor. Paris’e hayran kalmış,<br />

“ben Paris’teyken” diye konuşan birini “Akif Bey bu işlere kızar; onun yanındayken<br />

böyle konuşma” diye uyarmışlar. Dinlemeyince de akif Bey’in<br />

tepkisini çekmiş ve kırılan gururunu tamir etmek için “Paris’i görmeyen<br />

eşektir” demiş. akif Bey lafın altında kalır mı? “Beyefendi sizin babanız<br />

gördü mü Paris’i” diye sormuş. “Hayır” yanıtını alınca da “şimdi anlaşıldı<br />

o zaman ne olduğunuz” demiş.<br />

akif dede anlatılmakla bitmez, bir deryadır. akif dedenin bir sözünü<br />

yüreklerinize hatıra olarak bırakmak istiyorum: “Dost kazan dost, düşmanı<br />

anan da doğurur.” Kavgadan güzellik çıkmaz. Dost kazandığınız ve dostlukları<br />

sürdürdüğünüz müddetçe zenginsiniz, akif yüreklisiniz demektir.<br />

avanos’tan giderken gözüm arkada kalmayacak. eğitime inanmış bir<br />

kaymakamınız, belediye başkanınız var. işbirliği içinde bu memlekete<br />

hizmet etme aşkını taşıyorlar. Onlarda akif yüreği var. Bu salonu dolduranlarda<br />

da akif yüreği var. Sayenizde avanos daha bir anlam kazandı.<br />

Sizleri bütün gönlümle selamlıyorum.<br />

54


Hilmi Yavuz<br />

Her Şair Bir Okuldur<br />

Hilmi Yavuz ve Şiirleri<br />

04 Nisan 2010


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

Hepinize saygılarımı sunuyor ve hoş geldiniz diyorum. Bugün<br />

‘avanos-Kızılırmak 1. Kültür ve Sanat Günleri’ kapsamında üçüncü<br />

söyleşimizi gerçekleştireceğiz. Bilindiği üzere 8 Mart Dünya Kadınlar<br />

Günü’nde ipek Çalışlar, “latife Hanım” konulu söyleşiyle bizlerle birlikte<br />

olmuştu. istiklal Marşı’nın kabulünün 89. yıldönümü olan 12 Mart’ta<br />

Vehbi Vakkasoğlu bizlere Mehmet akif’i anlatmıştı. Bugün de sayın hocam<br />

“Her Şair Bir Okuldur-Hilmi Yavuz ve Şiirleri” başlığı altında bizlerle<br />

bir söyleşi yapacak. aslında, sayın hocamı 2-3 gün süreyle misafir edelim<br />

ve böylece kendisinden daha fazla istifade edebilelim istemiştik; ancak<br />

yoğun programları nedeniyle bugün öğlen avanos’a gelebildiler, yarın<br />

da bu vakitlerde dönmüş olacaklar. temennimiz bugünkü söyleşinin bir<br />

başlangıç olması.<br />

Hilmi Yavuz, entelektüel çevreler tarafından iyi bilinen bir kişi; ancak<br />

herkes aynı yakınlıkta kendisini takip etmeyebiliyor. Bundan birkaç<br />

gün önce bu etkinliklerle ilgili konuşurken ve kendisinden bahsederken,<br />

topluluk içindeki hemşerilerimizden biri “Hilmi Yavuz’u televizyonda<br />

gördük, biliyoruz ama kimdir, hangi dünya görüşüne sahiptir?”diye sordu.<br />

Bu soru, ‘konuşmasını ona göre dinleyelim’ gibi bir anlayışı da kapsıyordu.<br />

Bizde kategorize etmek gibi bir anlayış hep olmuştur; bu soru<br />

belki de onun devamıydı. Ben de kendisine dedim ki; “Hocamı elimden<br />

geldiği kadar takip etmeye çalışan biriyim; bu soruyu kendisine de sormuşlar,<br />

farklı zamanlarda farklı cevaplar vermiş. Onun verdiği cevapla<br />

tarif edeyim”. Bir eksiğim olursa lütfen düzeltin hocam. Hilmi Yavuz,<br />

bu soru sorulduğunda şöyle cevaplıyor: “12 Mart ile 12 Eylül dönemi<br />

arasında sorsalardı kendimi ‘Marksist’ olarak tanımlardım.” Hatta ilginç<br />

bir anekdot var. ihtilalden hemen önce, birkaç yerde “sosyalist devrimin<br />

eli kulağında” ifadesini kullanmış; “askeri darbe olunca tam bir şok yaşadım”<br />

diyor. Daha sonraki dönemde ve yakın geçmişte kendisini tanımlaması<br />

istendiğinde, “liberal, kısmen solda, açık zihinli ve hoşgörülü biriyim.<br />

Ancak baştan beri sabit olduğum iki nokta var; antikapitalistim ve<br />

de inançlıyım” diye tarifliyor. “Kapitalizmin karşısındayım çünkü insanca<br />

yaşamamıza imkan veren doğayı mahvediyorlar ve yakın zamandaki en<br />

büyük alternatifleri de çevrecilerdir” diyor. inançla ilgili kısmında ise,<br />

57


özellikle 1980 sonrasında Boğaziçi üniversitesi’nde felsefe dersleri verdiği<br />

dönemde, islam düşünce tarihini anlatırken, islam’ın inanç objesi<br />

olarak da incelemesini yaptığını ve o yönüyle de ilgilendiğini söylüyor.<br />

tabir kendisine ait olduğu için aynen söylüyorum; bir anlamda ‘iman<br />

tazelediğini’ ifade ederek, “baştan beri hep inançlıydım. Müslümanlar’ın<br />

Allah’ına inandım; Tanrı’ya değil” diyor. Dolayısıyla bir tanımlama yapmamız<br />

gerekirse, belki biraz uzun olacak ama ‘antikapitalist, inançlı,<br />

liberal, kısmen solda, açık zihinli ve hoşgörülü’ bir insan. Hocam son<br />

derece geniş bir yelpazeye sahip ve pek çok disiplinle uğraşmış birisi.<br />

O kadar farklı alanlarla iştigal etmiş ki bir kısmını sizlerle paylaşmak<br />

istiyorum.<br />

Kendisi öncelikle felsefeci; londra üniversitesi edebiyat<br />

Fakültesi’nden felsefe mezunu. O yıllarda Marx’ı daha iyi anlayabilmek<br />

için aynı üniversitede ekonomi de okumak istemiş ama BBC servisindeki<br />

yoğun çalışmaları ve felsefenin ağırlığı sebebiyle yarıda bırakmak<br />

zorunda kalmış. Felsefe üzerine pek çok makalesi ve eseri var. Benim de<br />

sıklıkla hitap ettiğim şekliyle kendisi bir hoca. Boğaziçi üniversitesi’nde<br />

felsefe dersleri ile o zamanki adı istanbul Devlet Güzel Sanatlar akademisi<br />

olan Mimar Sinan üniversitesi’nde uygarlık tarihi dersleri vermiş.<br />

Günümüzde de Bilkent üniversitesi’nde edebiyat dersleri veriyor. aynı<br />

zamanda gazeteci; hem muhabir, hem köşe yazarı. Varlık ve Cumhuriyet<br />

gazetelerinde muhabirlik yapmış. ismet inönü’yü yakından takip etmiş<br />

bir gazeteci ve bir dönem ‘ismet inönü muhabiri’ olarak da biliniyor. aynı<br />

zamanda ‘Yeni Ortam’ ve ‘Politika’ gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı;<br />

1997’den beri de Zaman gazetesindeki köşe yazılarına devam ediyor.<br />

Haftada iki gün yazıyor ve genellikle güncel olmayan konular üzerinde<br />

duruyor. Kendilerini büyük bir keyifle, yakından takip ediyoruz. Bir<br />

diğer vasfı çevirmenliği. Bildiğim kadarıyla, nobel edebiyat Ödülü’nü<br />

almadan önce Pablo neruda’nın eserlerini türkçe’ye kazandırmıştı. ayrıca<br />

sıkı bir eleştirmen. Özellikle çeviri eserlerdeki eleştirileri meşhur.<br />

eleştirilerini ‘irfan Külyutmaz’ adı altında hâlâ devam ettiriyor. Bir başka<br />

vasfı yayıncılığı; üstelik yayınların hazırlanması sırasında da yoğun emek<br />

harcıyor. Mesela, Meydan larousse ansiklopedisi’ne çevirileriyle büyük<br />

katkı sağlamış. erdal Öz’ün önderlik ettiği ‘a’ dergisinin yayın grubunda<br />

bulunmuş. Bunun ötesinde bir de radyo yayıncılığı var ki bence önemli<br />

bir faaliyet. londra’da beş yıldan fazla bir süre BBC radyosu’nun türkçe<br />

servisinde görev almış. Bir başka ilginç özelliği belediyecilik de yapmış<br />

58


olması. Prof. Dr. nurettin Sözen’in istanbul Büyükşehir Belediye Başkanı<br />

olduğu 1990’lı yıllarda kendileri de ‘kültür işleri daire başkanlığı’nı yürüttüler.<br />

Bu dönem, 19 Mayıs’ta misafirimiz olacak ve atatürk’ün Samsun’a<br />

çıkmadan önceki 6 ayını anlatacak olan Sayın alev Coşkun’un da ‘genel<br />

sekreterlik’ yaptığı dönem. Dolayısıyla belediyeciliği de en az bizim kadar<br />

biliyorlar. en belirgin özelliklerinden bir tanesi ise yazarlığı. Deneme,<br />

anı, anlatı ve eleştiri dalında 30’a yakın eser yayınlamış bir kişi. Buraya<br />

kadar saydığımız bütün vasıflarını bir tarafa koyarsak, en az bunlar kadar<br />

ağır basan bir başka vasfı şairliği. Sayın hocama, “bir sıfat seçme hakkınız<br />

var” deseydik eminim ‘şairliği’ seçerdi. Yahya Kemal’in “mısra haysiyetimdir”<br />

sözünü şiar edinmesine ve son derece ince, titiz çalışmasına<br />

rağmen, ‘Bakış Kuşu’ ile başlayıp ‘Kayboluş’ şiirlerine kadarki dönemde<br />

15’e yakın şiir kitabı yayınladı. Söyleşi başlamadan az önce kendisiyle<br />

yaptığımız sohbette velud bir şair olmadıklarını ifade ettiler; bence bu<br />

konuda çok tevazu gösteriyorlar.<br />

Söyleşi konusu belirlememiz gerektiğinde seçim yapmakta zorlandığımız<br />

için epeyce düşündük ve sonunda karar verdik: “Her Şair Bir Okuldur”.<br />

eserlerini tür ayrımı yapmaksızın sınıflayacak olursak belki üç konuda<br />

toplayabiliriz; edebiyat, felsefe ve doğu-batı meselesi (oryantalizm)<br />

üzerine yazdıkları. Umarız bu konular da sonraki söyleşilerde gündemimize<br />

girer. Mesela “bizde felsefe yoktur, hikmet vardır” sözünü, “felsefe<br />

açıklamaz, anlamaya çalışır” sözünü, “felsefe yapmanın yolu birey olmaktan<br />

geçer” sözünü ve bunun ardındaki açıklamaları kendisinden ayrıca<br />

dinlemek beni çok mutlu ederdi; keza “batılılaşmadık, oryantalistleştik”<br />

sözü tek başına bir söyleşi konusu. edebiyat üzerine müthiş tezleri var;<br />

mesela “edebiyatçılar modern masalcılardır” sözü meşhur. ayrıca “hayat<br />

ile sanat arasındaki şey şairin idrakidir” diyor. Hocam müsait olursa, tüm<br />

bu konulara ilişkin sohbetleri de bundan sonraki toplantılarda dinlemek<br />

bizleri çok mutlu eder.<br />

Mehmet akif ersoy diyor ki; “insan iki şeyi iyi bilmeli; birincisi hesabını,<br />

ikincisi de haddini”. Bu sözden ilham alarak, hocamın şiirleri üzerine<br />

ne kadar olumlu olursa olsun hüküm cümleleri kurmayı haddimi<br />

fazlasıyla aşmak olarak telakki ettiğimden, şiirleri ile ilgili konularda yine<br />

kendisinin verdiği cevaplara iltica edeceğim. Ondan önce söylemek istediğim<br />

bir özelliği daha var; kendisini son derece samimi eleştirebilen<br />

birisi. Bununla ilgili iki örnek vermek istiyorum. Bugün, 12 eylül döne-<br />

59


minde Mustafa Suphi üzerine şiirleri dolaşıma vermediği için kendisini<br />

yeterince cesur bulmadığını ifade ediyor. Bir de “uzun yazamamak gibi<br />

bir zaafım var. Bu yüzden roman yazmadım, yüzlerce sayfalık doktora<br />

tezi ve metni yazmayı gerektireceği için akademik bir kariyer de yapmadım”<br />

diyor. Kendisi hakkında bu çıkarımlara ulaşan birisi, şiiri söz konu<br />

olduğunda eğer “Türkiye’de şiir yazmış herkesten daha iyi ve çok sayıda<br />

şiirim var” diyorsa buna yürekten itibar ederiz.<br />

Fazla uzattığımın belki farkındayım ama hocam söz konusu olup<br />

onun bir mukaddimesi gerekince en az bu kadar oluyor. Hocamın da çok<br />

sevdiği, onun şairliği ve şiiri hakkında fikir verecek bir anekdotla sözlerimi<br />

bitirmek istiyorum. Bir gün ahmet Hamdi tanpınar ve ahmet Muhip<br />

birlikte otururken yanlarına çakırkeyf bir şekilde Yahya Kemal gelir ve ne<br />

yaptıklarını sorar. “Üstat, şiir karalıyoruz” diye cevaplarlar. Yahya Kemal<br />

onların düz yazılarını öven sözler söyledikten sonra “ama şiiri terk edin,<br />

onu yapmayın, çünkü şiir benimle bitti” diyerek konuşmasını noktalar.<br />

Hocam da diyor ki; “Yahya Kemal fena halde yanılıyor; şiir onunla değil,<br />

benimle bitti”. el hak doğrudur.<br />

Sayın hocam, şiirle ve şairlikle ilgili önemli bir tespitte daha bulunarak<br />

“Şeyh Galib’i, Mevlânâ’yı, Yunus’u, Elitis’i, Baudelaire’i bilmeyenler<br />

benim şiirimi takip edemezler” diyor. Bence bu sözle, pek çok yerde<br />

altını defalarca çizerek ifade ettiği gibi aslında sahih şairliğe, yani entelektüel<br />

kimliğini bilen, doğuyu ve batıyı tanıyan şairliğe gönderme yapıyor.<br />

Hocamın ‘sahih şairler’ adı altında muhteşem bir altılısı var; Yahya<br />

Kemal, ahmet Haşim, necip Fazıl Kısakürek, nazım Hikmet, asaf Halet<br />

Çelebi ve hem hocası hem de ustası kabul ettiği Behçet necatigil. Bence<br />

bu halkanın devamı olarak edip Cansever, Cahit Sıtkı tarancı gibi şairleri<br />

de büyük şairler olarak tasnif ediyor ve ‘büyüklüğü’ de sübjektif bir<br />

kavram olarak değerlendiriyor. Kendileri bundan sonraki dönemde türk<br />

şiirine eminim sahih ve büyük şair olarak geçeceklerdir. Bir yazarımızın<br />

“çağımızın şairi azamı” diye tanımladığı sayın hocama takdirlerimi, saygılarımı<br />

bir kez daha sunuyor ve hepinizi hürmetle selamlıyorum.<br />

60


SUNUŞ<br />

Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Fatma Şahin<br />

“Her Şair Bir Okuldur - Hilmi Yavuz ve Şiirleri” konusu ile bugün<br />

aramızda bulunan Sayın Hilmi Yavuz 1936’da istanbul’da doğdu. Kabataş<br />

erkek lisesi’ni bitirdi. istanbul üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki<br />

eğitimini yarıda bırakarak ingiltere’ye gitti. BBC’nin türkçe bölümünde<br />

çalıştı. londra üniversitesi edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi.<br />

türkiye’ye döndükten sonra çeşitli yayınevleri ve ansiklopedilerde görev<br />

aldı. Cumhuriyet, Milliyet, Yeni Ortam gazeteleri ve çeşitli dergilerde ali<br />

Hikmet imzasıyla inceleme, eleştiri ve denemeler yazdı. Mimar Sinan<br />

üniversitesi, itü ve Boğaziçi üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak<br />

çalıştı; felsefe, şiir kuramı ve uygarlık tarihi dersleri verdi. Çeşitli tV programları<br />

hazırladı. Halen Zaman gazetesinde kültür yazılarına ve Bilkent<br />

üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya devam etmektedir.<br />

ayrıca, Can Yayınları’nın şiir dizisini yönetmektedir. Şimdi Sayın Hilmi<br />

Yavuz’u sahneye davet ediyorum.<br />

Hilmi Yavuz<br />

efendim hepinize yürekten teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum.<br />

Bu teşekkürüm başta avanos Belediyesi’nin değerli başkanı Dr.<br />

Mustafa Körükcü’ye. Benimle ilgili olarak o kadar ayrıntılı bir konuşma<br />

yaptı ki unuttuğum bazı şeyleri o ifade edince hatırladım. Bunu da beni<br />

ne kadar yakından tanıdığını belirtmek için ifade ettim. Kendisine özellikle<br />

bu geniş takdimi için teşekkür ediyorum.<br />

“Her Şair Bir Okuldur” konusunda söyleyeceklerimin bir bölümünü<br />

sevgili Dr. Mustafa Körükcü özetledi. açık söylemek gerekirse, bu konuşmanın<br />

başlığını düzelterek, ‘her şair bir okuldur’ yerine ‘her şair bir<br />

öğretmendir’ demeyi tercih ediyorum. Bildiğiniz gibi, şiirin okulu yok.<br />

Güzel sanatlar akademisine girersiniz, ressam, grafiker, seramik sanatçısı,<br />

iç mimar, heykeltıraş olarak çıkarsınız. Konservatuarın kompozisyon bölümüne<br />

girer, o bölümden diploma alıp çıkarsınız. ama şiirin okulu yok;<br />

dolayısıyla okula gidip bazı dersler alarak ‘şair’ diye diploma almak söz<br />

konusu değil. Bazen şiir akademileri kuruluyor, şiir atölyeleri oluyor ve<br />

buralarda bazı çalışmalar yapılıyor ama bunlar bir güzel sanatlar akademisi<br />

ya da bir konservatuar gibi kurumsallaşmış değil. Şiir yazmanın bir<br />

akademisi ya da konservatuarı yok. O yüzden her şair, kendisine yol gösterici<br />

bir öğretmen bulmak durumundadır. Bu da şairin kendisine kalmış<br />

61


ir şeydir. Çünkü, onun eğilimleri ve yaklaşımları onu belli hocalara doğru<br />

yönlendirecektir. elbette bu da onun donanımına göre belirlenecek ve<br />

onu bazı şairlerden uzaklaştırırken bazılarına yakınlaştıracaktır. Yakınlaştırdıkları<br />

o şairlerin öğretmenleri olacaktır. Kendime ait şiir okulumda az<br />

önce sevgili Dr. Mustafa Körükcü’nün saydığı altı hoca var. tekrar edeyim;<br />

bunlardan birincisi Yahya Kemal, ikincisi ahmet Haşim, üçüncüsü necip<br />

Fazıl, dördüncüsü nazım Hikmet, beşincisi asaf Halet Çelebi ve altıncısı<br />

Behçet necatigil’dir. Kabataş erkek lisesi’ndeyken edebiyat öğretmenim<br />

olan Behçet necatigil haricindekiler gıyaben elimden tutmuş, bana hocalık<br />

etmiş ve yol göstermişlerdir; Yahya Kemal, ahmet Haşim, necip Fazıl,<br />

nazım Hikmet, asaf Halet Çelebi gibi. Şiiri, onların şiir kitaplarından<br />

ve şiir üzerine yazdıklarından öğrendim diyebilirim. Bir başka deyişle,<br />

sadece onların değil, onların gönderme yaptıkları ya da atıfta bulundukları<br />

şairlerden de dersler aldım. Baki efendi’den, Karacaoğlan’dan da ders<br />

aldım; rainer Maria rilke, t.S. eliot, Baudelaire ya da Mallarmé’den de<br />

ders aldım. Çünkü, şiir okulumuzun öğretmenleri yine sevgili Dr. Mustafa<br />

Körükcü’nün belirttiği gibi sahih şiir okuluydu. Sahih şiir ne demek?<br />

Önce bu okulun nasıl bir okul olduğunu ve sahih şiir okulundan neyi<br />

anladığımızı belirtmem gerekiyor.<br />

Hepimizin bildiği gibi, 19. yüzyılın başından itibaren Osmanlı türk<br />

toplumu belli bir modernleşme sürecine girmiştir. Batılılaşma ya da modernleşme,<br />

çağdaşlaşma ya da avrupalılaşma; nasıl adlandırırsanız adlandırın,<br />

aralarında ince nüanslar olmakla birlikte aşağı yukarı eş anlama<br />

geldikleri söylenebilir. Osmanlı türk toplumu böyle bir modernleşme<br />

mecrasına girmiştir ama bu modernleşme, elbette geleneksel olanın, yani<br />

bize ait olanın bütünüyle gözardı ya da yok edilmesi anlamına gelmemiştir.<br />

Yani, bizim zihin ve medeniyet tarihimiz özellikle 19. yüzyıldan<br />

bu yana şunu söylüyor; “siz hem modern ve batılı bir toplum oldunuz,<br />

hem de doğulu bir toplum olarak kaldınız”. Hem doğulu ve batılı, hem<br />

de geleneksel ve modernsiniz. Dolayısıyla medeniyet tarihimizin başka<br />

toplumların medeniyet tarihinden farklı bir konumu var. Bu konumu ben<br />

‘ve’ bağlacıyla ilişkilendiriyorum. Doğulu ‘ve’ batılı olmak. eğer, zihniyet<br />

ya da medeniyet tarihimiz, 19. yüzyıldan itibaren bize doğulu ‘ve’ batılısınız<br />

diyorsa, şairin de doğulu ‘ve’ batılı olmak anlamında kendi medeniyet<br />

tarihi ile mütekabiliyet ilişkisi içinde olması gerekir. Bizim okulun<br />

temel felsefesi budur. Sahih şiir okulunun hocaları ve kurucuları da Yahya<br />

Kemal ve ahmet Haşim’dir. Bu okulun kurucuları şiirleriyle bize şunu<br />

62


söylüyorlar: “Bakınız, doğulu ‘ve’ batılıyız; medeniyet tarihimiz bize geleneksel<br />

‘ve’ modernsiniz diyor”. Öyleyse, şiirin medeniyet tarihiyle birebir<br />

örtüşme içinde olması gerekir. eğer böyle bir örtüşme varsa, yani şiirde<br />

de tıpkı medeniyet tarihinin size dayattığı gibi geleneksel ‘ve’ modernseniz,<br />

o zaman sahihsinizdir. Çünkü sahihlik ya da otantiklik, ‘medeniyet<br />

tarihiyle birebir örtüşme içinde olmak’ demektir. eğer medeniyet tarihi<br />

ile yazdığınız şiir, bir mutabakat, bir örtüşme halinde olmazsa o zaman<br />

yazdığınız şiir gayri sahihtir. Bugün bir şair, “biz Avrupalı ve modern olduk;<br />

Yunus Emre, Karacaoğlan, Baki Efendi ya da Mevlânâ Celaleddin-i<br />

Rumi ile ilişkimiz yoktur” derse gayri sahih bir duruma düşmüş olur. aynı<br />

biçimde, “biz batılı olmadık, doğulu ve geleneksel bir toplumuz; bize<br />

ne T.S. Eliot’tan, Baudelaire’den, Rilke’den? Ben Yunus Emre, Baki Efendi,<br />

Mevlânâ okurum; gerisi beni ilgilendirmez” diyorsa yine aynı şekilde gayri<br />

sahih bir konuma düşmüş olur. Medeniyet tarihi ile yazdığı şiir arasında<br />

ya da kendi poetikası, şiir siyaseti arasında bir mutabakat yok demektir.<br />

Bizim okulun böyle bir özelliği var.<br />

Bizim okulun şairlerine bakıldığı zaman, kuruculardan başlayalım isterseniz,<br />

geleneksel ‘ve’ moderndir. Örneğin, Yahya Kemal gelenekseldir;<br />

çünkü onun şiirinde ve divan şiirinde ağırlıklı olarak nedim’i bulursunuz.<br />

Yahya Kemal moderndir; çünkü şiirinde Fransız sembolist şiirlerini,<br />

Baudelaire’i bulursunuz. aynı şeyi Haşim için de söylemek mümkündür.<br />

ahmet Haşim’in şiirlerinde Şeyh Galip’in büyük ölçüde etkisi vardır ki<br />

bu bazı değerli türkologlar tarafından da tespit edilmiştir. Şeyh Galip ile<br />

ahmet Haşim arasında birebir ilişki, bir derinlik vardır. ama ahmet Haşim<br />

sadece Şeyh Galip ile, yani bizim geleneksel şiirimizle irtibatlı değildir.<br />

Haşim, bir başka yolda da Fransız post sembolist şairlerine gider.<br />

Post-sembolist derken, emile Verhaeren, albert Samain, Henri de régnier<br />

gibi şairleri kastediyorum; Haşim’in onlarla da bu anlamda ilişkisi vardır.<br />

Haşim’in şiirlerinde bu post-sembolistlerin etkilerinin devam ettiğini biliyoruz.<br />

Dikkat ederseniz ‘etkilerini görüyoruz’ demiyorum; etkilerinin<br />

devam ettiğini söylüyorum. Bunun nedenini de birazdan size arz edeceğim.<br />

tabii aynı şeyi necip Fazıl ve nazım Hikmet için de söylemek<br />

mümkündür. Şimdi ayrı ayrı kaynaklarını saymaya gerek yok; doğunun<br />

ve batının müktesebatı vardır. tabii poetik, yani şiirsel müktesebatı vardır.<br />

Behçet necatigil ve asaf Halet Çelebi bu okulun, Yahya Kemal, ahmet<br />

Haşim, nazım Hikmet ve necip Fazıl’dan sonraki genç öğretmenleridir.<br />

necatigil’in şiirlerine baktığımızda hem bizim geleneksel şiirimizi, hem<br />

63


de ağırlıklı olarak alman şiirini, özellikle rainer Maria rilke’nin devam<br />

ettiğini görürüz. necatigil bir şiirinde, “Gider bir yol Yunus’a, Galip’e”<br />

diyor. Yunus’un ve Galip’in Behçet necatigil’de devam ettiğini görüyoruz.<br />

ama aynı zamanda rilke’nin de Behçet necatigil’de devam ettiğini<br />

görüyoruz. necatigil, doğulu ve batılıdır; geleneksel ve moderndir ve bu<br />

yüzden sahihtir. asaf Halet Çelebi’yi söylemeye gerek yok; hem Çelebi<br />

soyadının çağrıştırdığı gibi Hz. Mevlânâ’nın izini sürmekte, onun şiirlerinde<br />

Hz. Mevlânâ’nın şiirleri devam etmektedir. ama aynı zamanda<br />

Fransız sürrealistleri de asaf Hâlât Çelebi’nin şiirlerinde devam eder. Bu<br />

yüzden asaf Halet Çelebi’yi de bu okulun hocalarından biri sayıyorum.<br />

Ben kendi şiirimi, bu okulun veya isterseniz buna soy ağacı da diyebilirsiniz,<br />

mütevazı bir devamcısı olarak görmek istiyorum. Kendi şiirimi bu<br />

okuldan öğrendiğim biçimiyle sahih kılmak adına, hem doğunun hem<br />

batının müktesebatını edinmek, benim çok sevdiğim bir deyişle mülk<br />

edinmek, temellük etmek, kendi malımız kılmak bağlamında bir devamcısı,<br />

bir izleyicisi olarak görüyorum. tabii burada kendi şiirimde hangi şairin<br />

devam ettiğini söylemek durumunda değilim. Bu, kendi şiirimi teşrih<br />

masasına yatırmak anlamına gelir; bunu yapmayacağım ama daha sonra<br />

okuyacağım şiirlerden siz değerli ve nitelikli okurlar, benim hangi şiirimde<br />

hangi batılı ya da geleneksel şairimizin devam ettiğini görme imkanını<br />

elbette bulacaksınız.<br />

Mesele sadece işin poetikasında, yani şiir siyasasında değildir. elbette<br />

okulun belli bir müfredat programı var bu müfredat programı içinde<br />

sadece doğunun ve batının müktesebatı öğretilmiyor. Onun dışında şiirin<br />

aynı zamanda bir zanaatkarlık olduğu da öğretiliyor. Zanaatkarlık sözünü<br />

biraz burun kıvırarak karşılayanlarınız, “şiirin zanaatla ne ilişkisi var?”<br />

diyenleriniz olabilir ama her mesleğin kendine göre kuralları vardır. Şüphesiz,<br />

şairlik de bir meslek. Yani ‘al eline kalemi, yaz başına geleni’ biçiminde<br />

şiir olmaz. Şiirin söz dizimi nasıl olmalıdır, hangi sözcükler yan<br />

yana gelmelidir ya da hangi sözcüklerle yazılmalıdır, şiirle müzik arasında<br />

nasıl bir ilişki vardır, şiirin bir musikisi olmalı mıdır? Şiirde bize haz<br />

veren musiki yönü mü öne çıkmalıdır, yoksa bizi zihinsel olarak tatmin<br />

edecek olan anlamı mı? Bütün bunlar şiirin teorik meseleleridir. Bu teorik<br />

meseleler derslerde pratik olarak gösterilmeli ve bizden önce şiir yazmış<br />

olan insanların kelimeleri nasıl seçtikleri, kelimeleri nasıl yan yana getirdikleri<br />

dikkatle irdelenmelidir.<br />

64


Mehmet Kaplan bir yazısında Mahir’in bir beyitini bize hatırlatıyor.<br />

Bir divan şairi olan Mahir’in bildiğim kadarıyla bu beyitinden başka bize<br />

intikal etmiş herhangi bir divanı veya eseri yoktur. Beyit şudur;<br />

“Hani ol gül gülerek geldiği demler şimdi<br />

Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz.”<br />

Profesör Kaplan diyor ki; “burada ‘hatıra’ sözcüğünün yerine ‘aklıma’<br />

sözcüğünü koyarsanız belki anlam bakımından çok büyük ölçüde<br />

fark etmez. Ama bu şiir değildir; çünkü ‘hatıra’ sözcüğünün çok daha<br />

geniş evokasyon, yani çağrışım alanı vardır. ‘Hatıra’ kelimesi ‘akıl’ kelimesine<br />

göre daha liriktir; çünkü onun içerdiği çağrışım alanı çok daha<br />

geniştir”. Bazı sözcükler var ki o sözcüklerin çağrışım alanı daha geniş.<br />

Bunu sadece Mehmet Kaplan söylemiyor; şiir üzerine düşünen ve yazan<br />

ünlü avrupalı kuramcılar da söylüyorlar. Mesela, ‘derya’ kelimesinin<br />

‘deniz’ kelimesine göre çok daha geniş bir evokasyon alanı olduğunu<br />

söyleyenler var. Demek ki her şeyden önce, şiirin kelimelerini seçerken<br />

onların çağrışım alanlarına, genişliğine bakmak gerekiyor; elbette ancak<br />

belli bir kılavuzun ya da yol göstericinin yardımıyla kavrayabilir, kendi<br />

malınız kılabilirsiniz.<br />

Gelelim söz dizimine; Sabahattin eyüboğlu’nun söz dizimi, yani sentaks<br />

konusunda söylediklerini size aktarayım. Bildiğiniz gibi dilbilgisi vokabülerdir;<br />

yani kelime hazinesi ve sentakstır, kelimelerin nasıl biraraya<br />

getirildiği, nasıl dizildiğidir. Kaplan, ‘hatıra’ kelimesi yerine ‘aklıma’ kelimesi<br />

konulamaz diyor. Peki, söz dizimine gelelim; Sabahattin eyüboğlu<br />

da bize “Haşim’in o ünlü şiirini düşünelim” diyor; ‘ağır ağır çıkacaksın<br />

bu merdivenlerden’. Şimdi burada kelimelerin yerini değiştirip ‘bu merdivenlerden<br />

ağır ağır çıkacaksın’ ya da ‘çıkacaksın bu merdivenlerden ağır<br />

ağır’ deseniz, anlam yani şiirin semantik düzlemi bakımından büyük bir<br />

fark söz konusu değildir. ama şiirsel olarak çok önemli bir değişiklik oluyor.<br />

niye? Çünkü ‘bu merdivenlerden ağır ağır çıkacaksın’ denildiğinde,<br />

Haşim’in sihirkâr tesiri dediği şey kayboluyor. Selahattin eyüboğlu, “şiir<br />

kayboluyor” diyor. Demek ki sadece seçilecek kelimelerin değil, aynı<br />

zamanda o kelimelerin yanyana getirilmesinin de bir şiiri şiir yapmada<br />

çok önemli bir fonksiyonu var. Yahya Kemal bu konuda gerçekten çok<br />

önemli bir yol göstericidir. Yahya Kemal’in edebiyata dair bir kitabı var; o<br />

kitabın ilk makalesi ‘Şiir Okumaya Dair’ isimli bir makaledir. O makalede<br />

bize nedim’in bir dizesini örnek verir: “Dökülen mey kırılan şişe-i rindân<br />

olsun”. Yahya Kemal şöyle diyor: “Bu şiirde kelimeler öylesine bir biçim-<br />

65


de istif edilmişlerdir ki, mısra semantik düzeyde ya da anlam düzeyinde<br />

ifade ettiğinden çok daha farklı bir şeyi ifade eder duruma gelmiştir.” istif<br />

derken, tamamen söz dizimini, yani kelimelerin sentaksını, nasıl yanyana<br />

getirildiklerini kastediyor. Bize anlam düzeyinde verilmiş olan şudur;<br />

‘dökülen şarap, kırılan renklerin kadehi, renklerin şişesi olsun’. Yahya Kemal<br />

diyor ki; “öyle bir istif mevcut ki ‘derun-i ahenk’ sağlıyor.” nedir bu<br />

derun-i ahenk? Yahya Kemal, “şedit (şiddetli) bir şevk anıdır” diyor. Yani<br />

coşkulu, şiddetli bir büyük haz, bahtiyarlık durumu. Şimdi diyeceksiniz<br />

ki kelalaka! “Dökülen mey kırılan şişe-i rindân olsun” ile şedit bir şevk<br />

anı ya da büyük ve coşkulu bir bahtiyarlık arasında nasıl bir ilişki var?<br />

işte Yahya Kemal’in söylemek istediği şudur: “Bu istif öyle bir istiftir ki,<br />

bizde ister istemez bu durumu yaratıyor.” nedir o durum? nadir de olsa<br />

hayatımızda yıldızların parladığı anlar vardır; yani öylesine mutlu, öylesine<br />

bahtiyar olmuşuzdur ki hiçbir şey umurumuzda değildir. Kadeh mi<br />

kırılmış, şarap mı dökülmüş, boşver! Şiirin bir sentaks meselesi yani bir<br />

söz dizimi meselesi olduğunu, eğer o dize başka türlü söylenirse, bize bu<br />

şedit şevk anını verme imkanını bulamayacağını söylemek istiyor.<br />

Bunun örneklerini çoğaltabiliriz, bizim okulda bunun çok örnekleri<br />

var. nedir o örnekler? tanpınar’ın da çok sıklıkla andığı, Fuzuli’nin<br />

bir dizesini söyleyeyim: “Esîr-i gurbetiz biz senden özge âşinâmız yok.”<br />

‘Gurbetin esiri olduk, gurbette bana aşina olan bir tek sen varsın’ diyor.<br />

anlam düzeyinde söylediği budur ama ‘yok’ kelimesinin şiirin sonunda<br />

yer alması, hüzün, gurbetteki yalnızlık ve sadece bir kişiye sığınmış olmanın<br />

getirdiği teselli duygusunu veriyor. Bizim dilimiz, yani türkçe, Yahya<br />

Kemal’in ‘beyaz lisan’ dediği şey, kendi içinde sentaks dolayısıyla gündelik<br />

hayatta farkına varmadığımız bazı hazineler içeriyor. Mesela ‘yok’<br />

kelimesinin bir cümlenin başında ya da sonunda yer alması, gündelik<br />

konuşma dilinde bile farklılıklar yaratır. eğer ‘yok’ kelimesini bir cümlenin<br />

başında kullanırsanız o bir reddiyedir; “yok böyle şey” gibi. Halbuki<br />

Fuzuli’nin bu dizesinde yok kelimesi sona getirilmiştir ve bu öylesine bir<br />

istiftir ki, “Esîr-i gurbetiz biz senden özge âşinâmız yok” derken, o gurbete<br />

tutsak olmuş ve orada sadece bir tek kişiye sığınmış olmanın getirdiği<br />

o hüznü ve mutluluğu birlikte yaşayan insanın ruh durumunu buluyoruz.<br />

işte bu ruh durumu, bazen nedim’in o dizesinde Yahya Kemal’in belirttiği<br />

gibi, ‘şedit bir şevk, bahtiyarlık anına’ tekabül ediyor. anlam düzeyinde<br />

bize ifade ettiklerinin ötesinde başka bir duygusal durum, (insanlık durumu<br />

diyorum ben buna) yaratıyor. Demek ki şiirin bir de böyle bir yanı<br />

66


var. Yani, hangi sözcükleri yanyana getirirsek nasıl bir insanlık durumu<br />

elde edebiliriz? Bunu biz geçmiş şairlerden öğreniyoruz. Fuzuli, nedim,<br />

ahmet Haşim gibi, gündelik hayatın bu gizli hazinelerini, yani belli bir<br />

insanlık durumunu dile getirme konusundaki sentaktik hazinelerini şiirde<br />

şuurlu bir biçimde kullanabilmenin yollarını hayata geçirmiş olan şairler<br />

var. Demek ki okulda sadece doğunun ve batının müktesebatı, şiir tarihi<br />

öğretilmiyor; ayrıca şiirin zanaatkarlık yönü de öğretiliyor. imalelerle, aliterasyonlarla<br />

nasıl müzik üretilebileceğini öğretiyor. Yahya Kemal’i hoca<br />

olarak alırsanız, ondan şiirle musiki arasındaki ilişkiyi öğrenirsiniz. Yahya<br />

Kemal bir şiirinde şöyle diyor: “Elhan duyulmadıkça belâgat giran gelür.<br />

Laf-ü güzaftan mütehassıl kesel gibi.” Yani bir şiirde elhan, name, müzik<br />

duyulmazsa, o laf-ü güzaftan çıkmış bir kesel, boş söz gibidir. “Şiir bestedir,<br />

müziktir” diyor Yahya Kemal. Müzik derken kastettiği derun-i ahenktir,<br />

yani sentaksın, söz diziminin bizde uyandırdığı o insanlık durumudur;<br />

coşku gibi, hüzün gibi.<br />

Değerli dostlarım, şiir yazmak zor zanaattır. Bir kez daha belirteyim<br />

öyle ‘al eline kalemi, yaz başına geleni’ ile şiir olmaz. Hem şiirin tarihini<br />

bileceksiniz, hem de şiirin zanaatkarlık yolunu bileceksiniz; yol açıcı<br />

ya da yol gösterici bellediğiniz şairlerin şiirlerini didik didik edeceksiniz.<br />

Bana göre, başka türlü şiir yazma olanağı yoktur; yazılır ama o şiir<br />

olamaz. Bir de şunu anlamak ve idrak etmek gerekir; şiir tarihi dersinde<br />

hem doğunun hem batının müktesebatı, şiir teknikleri dersinde ise hangi<br />

kelimelerle, istifle yani sentaksla yazılması gerektiği anlatılacak. Bir de<br />

hiç şüphesiz şiirin dili var; dolayısıyla bu okulda şiir dili dersi de olacak.<br />

Şiir dili, gündelik konuşma dilinde modernlikle birlikte farklılaşmıştır.<br />

nasıl farklılaşmış? Şairler kuşdiliyle ya da farklı bir dille yazmıyorlar.<br />

Gündelik konuşma dilindeki sözcükleri gündelik konuşma dilinden<br />

farklı anlamlarda kullanabiliyorlar. Şair ‘portakal’ dediği zaman bunun<br />

mutlaka gündelik konuşma dilinde işaret ettiği portakal olmayabileceğini<br />

hesaba katmak gerekir. Şiir kendini kolay kolay ele vermez. Bir başka<br />

deyişle şiirde Kastamonu belediye başkanı mantığı hakimdir; “portakal<br />

kelimesi portakal anlamına gelür de, gelmeyebilür de”. Gündelik konuşma<br />

dilinde mutlaka portakal anlamına gelmeli, manavda gördüğünüz<br />

portakalı işaret etmelidir ama şiirde böyle olmayabilir; şiir bu anlamda<br />

tekin değildir, dikkat etmek lazım. “Ha! bu portakaldır diyorsa portakaldır”<br />

derseniz yanılırsınız; “olmayabülür de”. Onun için şiir dilinde de<br />

dersler açılmalıdır.<br />

67


Şiir dili üzerinde açılacak dersler, şüphesiz bizi edebi sanatlar konusuna<br />

da göndermelidir. Şiir dili dersinin yanı sıra edebi sanatlar dersi<br />

de açılmalıdır. türk şiiri, edebi sanatlar ya da belagat sanatları açısından<br />

son derece zengin bir dildir. ilham, tenasüp, hüsn-i talil, leff-ü neşr’den<br />

tutunuz da istiare, mecaz, mecaz-ı mürsel’e kadar birçok edebi sanat<br />

vardır. Bütün bunlarla türk şiiri son derece zengin bir envantere sahiptir.<br />

Şiir sanatı, belagat sanatı ya da edebi sanatlar bakımından -ki hepsini<br />

eş anlamlı kullanıyorum burada- çok zengin bir envantere sahiptir. Bu<br />

envanter bilinmeden şiir yazılmaz. necatigil hoca bir şiirinde söylüyor<br />

bunu; “önce mecaz öğrenin” diyor. Sanılıyor ki şiir duyguların ifadesidir;<br />

hayır, şiir duyguların sözcükler aracılığıyla yeniden üretilmesi, yaratılmasıdır.<br />

Kelimelerin iki görevi vardır. Bunlardan biri gündelik hayattaki<br />

görevidir; kendi tabirimle “mana hamalıdırlar”, yani gündelik konuşma<br />

dilinde kelimeler anlamı taşır, dolayısıyla pasif bir konumdadır. Halbuki<br />

şiirde kelimeler manayı taşımakla değil, manayı üretmekle yükümlüdürler.<br />

Hamallık, manayı taşıma görevi değil, bir fabrika işçisi gibi üretmekle<br />

görevlidirler. Dolayısıyla şiirin nasıl üretildiğine bakmak lazım.<br />

Gerek şiir dili ve edebi sanatlar, gerek kelimelerin şiirdeki konumları,<br />

gerek şiirin tarihi ve gerekse medeniyet tarihi ile şiirin mütekabiliyet<br />

ilişkisi içinde olup olmadığı bakımından ortada öğrenilmesi gereken çok<br />

fazla şey vardır. nasıl ressam olmak için güzel sanatlar akademisine gidip,<br />

modelaj, perspektif vesaire öğreniliyorsa ya da konservatuara gidip<br />

nota, bemol, diyez, kreşendo öğreniliyorsa ve tüm bunların hayata nasıl<br />

geçirildiği önünüze konuluyorsa, şiir okullarında da bu yapılıyor; yapılmalı<br />

da. Şiir okulumda kendi kendime bunu yapıyorum; daha doğrusu<br />

çıraklık dönemimde yaptım. Ustalar nasıl şiir yazıyorlarsa onlar gibi yazacaksın.<br />

akademide bir rembrandt tablosu konup, öğrencilere “bunu<br />

kopya edin” deniyorsa şiirin de öyle çalışılması gerekiyor. el alışkanlığı,<br />

eskilerin deyimiyle ‘müvarese’ sağlamak için önce ustaların eserleri kopya<br />

ediliyorsa, şiirin de öyle yapılması gerekir. Dolayısıyla şiirin sorunları<br />

bitmiyor. Şiirin çıraklık dönemi aslında lisans dönemidir. Sonra yüksek lisans<br />

yapacaksınız; o kalfalık dönemidir. ardından şiirde doktora yapacaksınız;<br />

o da ustalık dönemidir. Bütün bu aşamalardan geçmeden, bütün bu<br />

bilgiler temellük edilmeden, kendinizin malı kılmadan ve sizden öncekilerin<br />

bu işi nasıl yaptığını bilfiil görmeden olmayacağını, şiir yazmanın<br />

gerçekten bazı şairlerimizin de ifade ettiği gibi zor zanaat olduğunu arz<br />

etmek istiyorum. türkiye’de çok şair var. aziz nesin’in bir sözünü burada<br />

68


aktarmak istiyorum; “Türkiye’de her üç kişiden dördü şairdir” diyor. Çok<br />

yanlış değil ama bu arkadaşlarım saygıma, muhabbetime rağmen gerçekten<br />

şiir yazdıklarının, daha doğrusu gerçekten şiir yazmadıklarının bilincinde<br />

midirler? Çünkü, şiir yazmayı çok kolay zannediyorlar. “Kızılırmak<br />

kıyılarında dün akşam, mehtap ta vardı, sevgilim de yanımdaydı yürüdük.<br />

Gökte yıldızlar vardı” diye yazınca şiir oldu zannediyorlar. O yüzden çok<br />

kolay ve zahmetsizmiş gibi görünüyor şiir. Öyle değil; onun bir çilesi var,<br />

onun da deyiş yerindeyse erbaininin çıkarılması var.<br />

aslında doğruyu söylemek gerekirse, bütün bunlardan sonra sizlere<br />

şiirlerimi okumakta tereddüt ediyorum. Çünkü diyebilirsiniz ki, “bütün<br />

bunları söyledikten sonra yazdıkları bu muymuş?” ne yapalım, boynum<br />

kıldan ince; siz elbette benden daha iyi düşünürsünüz. Daha fazla vaktinizi<br />

almadan bazı şiirlerimi okumak istiyorum; bakalım nasıl bulacaksınız?<br />

Her kitabımdan bir tane okusam çok fazla olacak, o yüzden seçmekte<br />

yarar var.<br />

‘Doğu Şiirleri’ diye bir kitabım var, üçüncü kitabımdır; oradan ‘Doğunun<br />

Kalıtı’ isimli şiirimi okumak istiyorum.<br />

Doğunun Kalıtı<br />

biz üç güzel kardeştik ve ölüm,<br />

ölüm en gencimizdi bizim<br />

bize doğunun büyük şiiri kaldı<br />

o bir nehir gibi ve kendimizin<br />

nice ipek yollarına dökülüp<br />

ve derin kollarına bir gonca<br />

gül diye kapanıp ve tiftik,<br />

safran ve kilim gibi onca<br />

acılardan sonra, mağrur ve yitik<br />

bir külliyeye benzer gurbetimizin<br />

gide gide sonuna geldik<br />

biz üç güzel kardeştik<br />

ve ölüm, en gencimizdi bizim<br />

69


ize doğunun büyük şiiri kaldı<br />

sonra derviş defterimiz kapandı<br />

gün kara koyun, gece oğlaktı<br />

ve göçebe bir çeşme olan ikizim<br />

şiiri bir oba gibi kaldırıp<br />

dağ taş demeden, dizlerimizin<br />

bir bir büküldüğü baharat yollarından<br />

korkunç bir ağıt diye geçirip<br />

bizi düzlüğe çıkardı<br />

bize doğunun büyük şiiri kaldı<br />

Doğunun Kadınları<br />

biz batan güne sahip çıktığımızda<br />

ay, bitlis’te sarı tütün<br />

ya da bir akarsu imgesi<br />

gibi yiğit ve bütün<br />

bir ağıttı<br />

kadınlarımızda<br />

onlar hüznü bir çeyiz<br />

çileyi ince bir nergis<br />

ve gülerken bir dağ silsilesi<br />

taşırlar<br />

ve birer acıdan ibarettiler<br />

kayıtlarımızda<br />

kadınlar ki alınlarımızda<br />

doğuyu mavi bir nokta<br />

ve yazgıları çok uzakta<br />

bir nehir yoluna<br />

karışırlar<br />

ölümleri duvaktan beyaz<br />

ve ahlat, erciş, adilcevaz<br />

üzerinde geçen bir kederle<br />

yarışırlar<br />

70


ve birer yazmadan ibarettirler<br />

sevdalarımızda<br />

biz bir yazın ayağında<br />

en küçük bir gurbeti bile<br />

içi titreyerek okuyan<br />

ve bir gülü tersinden dokuyan<br />

umutlarımızda<br />

başlığı kınadan turaç<br />

bebesi doğuştan kıraç<br />

ve bir ninniyle darılıp<br />

bir türküyle barışırlar<br />

ve birer hasretten ibarettirler<br />

mektuplarımızda<br />

Sen Bir Büyü’sün Yaz<br />

ben hep yollar düşledim<br />

derin yollarda yürürken<br />

yollar gül sesleridir<br />

beni yazın ta içine çağıran<br />

gitsem mi? yoksa daha<br />

erken<br />

mi akşamın kovanında<br />

anılar oğul verirken<br />

senin gittiğin yollar<br />

bana dolanan yollardır<br />

solduğum bir büyük<br />

ormandır acılarım<br />

geçmişten ve gürgen<br />

ve derin bulut sözleri olarak<br />

yazlar kalbime girerken<br />

ah bellek, acı bellek!<br />

hem arısın sen<br />

71


hem kim bilir hangi gülden<br />

kalma diken?<br />

ve ne uzun bir büyü’sün, yaz!<br />

gurbetler senin ülken, yalnızlar senin ülken<br />

ben hep yollar düşledim<br />

derin yollarda yürürken<br />

Söylem<br />

ezilmiş erguvanlar! siz<br />

benim kalbimin<br />

söylemiydiniz<br />

nasıl başlasam bilmiyorum:<br />

belki uzak bir şiirin<br />

soğumuş küllerinden?<br />

sanki hâlâ sevdaları<br />

içerden<br />

yazan biri var - ya da siz<br />

öyle miydiniz?<br />

ezilmiş erguvanlar! sessiz<br />

durmayınız! sizler savruk<br />

ve özensiz<br />

bir solgunlukla kuşatılmış<br />

ilkyaz sözleriydiniz ...<br />

ve akşamları o sözleri<br />

yoğaltan<br />

biri var: bir büyücü?<br />

bir şaman? siz onu gerçekten<br />

sevmiş miydiniz?<br />

ezilmiş erguvanlar! hâlâ<br />

uçuk bahçeler görüyorum<br />

ve o bahçelerde kadınlar<br />

hâlâ kuytu!…<br />

ve hâlâ yabanıl sonyazlar<br />

72


üreten dilleriyle<br />

tek ve tenha<br />

görünüyorlar.<br />

bu nasıl olur? bunca talandan<br />

sonra ... demek hâlâ ...<br />

... sevdaları içerden yazan<br />

biri var, ne tuhaf,<br />

siz bunu hiç<br />

bilmiş miydiniz?<br />

ezilmiş erguvanlar! ...<br />

Aynalar ve Zaman<br />

erguvanlar geçip gittiler bahçelerden<br />

geriye sadece erguvanlar kaldı<br />

şair! Bahçelere özenecek ne vardı?<br />

işte tenha her yanımız, hep tenha<br />

ne aradık sözcüklerin kuytularında<br />

ne bulduk soldukça çoğalan dilimizde?<br />

Zamanın sırı hâlâ duruyor olmalı ki üzerimizde<br />

biz bakınca görünen aynalardı<br />

nasıl var olduysanız öyle kayboldulardı<br />

bir yazın tiniyle bir güzün bedeni<br />

hem birleşti hem de ayrıldı sizde<br />

şair! Gördünüz kim bilir kaç aşkın battığını<br />

o derin sulara kapılmış şiirlerinizde..<br />

nedeni, ne kayalar ne fırtınalardı:<br />

kuytulardı, geçip gittiler sözlerimizden<br />

geriye sadece kuytular kaldı<br />

73


Ölüm ve Zaman<br />

yollar belli belirsiz yükseliyor<br />

yollar yakut uzaklıklardır<br />

ve onlara ulaşmak, kim bilir<br />

ne kadar, ne kadar zor...<br />

yunus yana yana yürüdüydü<br />

Mevlânâ döne döne<br />

bense kana kana yürürdüm<br />

bir şair, neydi adı, * şöyle diyor:<br />

bir gülün biraz daha gül,<br />

bir hüznün biraz daha hüzün<br />

oluşu gibiydik<br />

ayrıyken de, birlikteyken de...<br />

yaşadık: bir kayboluşun kayboluşu...<br />

şiir belli belirsiz yükseliyor<br />

şiir ne? sonbahar içinde sonbahar<br />

hoca** kesik kesik yürüyordu<br />

bir sur, bir suret, bir sure<br />

çelebiyse*** uça uça yürümüştü<br />

gökyüzü boydan boya tennure...<br />

seviştik: bir gövde, bir karşı-gövde<br />

sevişmek kendini erguvan<br />

diye bilse de olur, bilmese de...<br />

aşklar belli belirsiz yükseliyor<br />

aşkları kendimle bezedim<br />

ben aldım şiirin yılkısını<br />

ben ürettim...<br />

ve ‘bir yazın kendi içine doğuşu...’<br />

diyebilmek...<br />

yürüdüm: dile gelmek-<br />

gelmemek arası bildiğim yerde<br />

74


Ölüm! Söz’ün alçalan kışı<br />

Ölüm! toplananın dağılışı:<br />

Kitap, hüzün ve gövde...<br />

Ölüm belli belirsiz yükseliyor<br />

Kaab ile Hırka<br />

“beni örtün, beni örtün!”<br />

bir şey var: eski sözleri<br />

uzun ve anlaşılmaz şeylere gömdüm<br />

gördüm: sözlerin kumunda<br />

bir vaha idi yaz<br />

duydum, yeşil kuş, hadra!<br />

dedi, ‘siz,<br />

ölmeden önce ölün!’<br />

“beni örtün, beni örtün!”<br />

gördüm: göğsünden kopan güneş’ti<br />

yeşil sözü gördüm<br />

avucunda doğan nehri<br />

bir kemerdi; giyindim aşk’ı<br />

hırkamı ördüm bürde!<br />

dedi ‘üşüyordun,<br />

sana verdim!’<br />

sessizlikti, gülü doğurdu<br />

yüzümü Yüzüme dönüm<br />

Zaman, gül’dür; gülü böldüm<br />

yeşil gülü: semerat’ül fuad<br />

yürüdüm aşklara doğru<br />

hüzün geldi, baned suad!<br />

dedi, ‘gömün!’<br />

“beni örtün, beni örtün!”<br />

75


Orpheus’a Şiirler<br />

herşey kanser! bu sayrılı<br />

ve çorak kentten<br />

pis, murdar<br />

hüzünler bile kurtaramaz<br />

olduk... çok gördüler...<br />

duygular yumrulmuş, kalpte kirler<br />

var söz’ün kanserine geldik:<br />

katı sözcükler ve taş<br />

gibi ele gelen şiirler-<br />

le donatıldı bu kent...<br />

yıkım, aşkı; çöküş, umudu<br />

imliyor şimdi;<br />

göğünse yavaş yavaş<br />

dökülüp ıssız bıraktığı sfer<br />

katı... kaskatı...<br />

artık keder bile keder<br />

vermiyor; acı, acıyı unuttu;<br />

güneşle kandili ayırdedemez olduk<br />

-kanserli saatler!..<br />

sevinç, bulaşıcı bir sayrılık<br />

gibi tiksinç; kapılar çürüyor<br />

durdukları yerde, açmanın anlamı yok,<br />

kapamanın da...<br />

hiç... hiç...<br />

bekleyen isterse beklesin...<br />

beklerler... lambalar kuruyor;<br />

gül, daha tohumdayken solmaktan<br />

bıkmış; dallar, kusmuklu; bir vinç,<br />

gitgide ağırlaşan, batan sokaktan<br />

kendini kaldırmayı deniyordu... –bırakmış...<br />

ey siyah kanser! bu kenti<br />

niye kuşattın kuşlarla? daha beter-<br />

i mi var!<br />

76


aynalar artık sırsız olarak da<br />

gösteriyor göstereni; belki bir<br />

akrebe tırmanan duvar; yıkılan ölü<br />

sur sesleriyle dolan erguvan<br />

ve... len terani!..<br />

dili zebani olan sen! şair, deccal,<br />

ya da neysen... artık sus, yeter!<br />

görünsen de bir, kaybolsan da, ey orpheus,<br />

ne farkeder!...<br />

Bulutlanma Sonnetsi<br />

söylesem hüzün olur, söylemesem de hüzün;<br />

saten sözler de bezgin... kime anlatılsın?<br />

âh, dil’den ürker olduk; kimse dil’in bir düğün<br />

olduğunu bilmiyor; bir kenara atılsın<br />

diye bekliyor şiir... yılışık ve savurgan<br />

çok boyalı bir gülün yükselişi... ne hâzin!..<br />

giderek kendimize sığınacak korugan<br />

bile bulamayarak... -ve elbette magazin<br />

bir yalnızlık edinip, n’olacaksa olacak<br />

diye yollara vurmak... terkide kaldı atım!<br />

aşklar bile sindiler, saklanıp köşe bucak;<br />

kalbimiz aksadata, âh, hazlar alım satım...<br />

ve giderek aynada nedensiz kırılmalar;<br />

dil bitti!.. söz susuyor!.. bende bulutlanmalar...<br />

Kimlik Sonnet’si<br />

ben aynada büyüdüm, aynalar ise bende:<br />

acıları gezerken, sözlerimizle ikiz;<br />

birlikte olduğumuz, âh, o ürkünç bedende<br />

bakarken kendimize, sevişen günlerimiz<br />

birer birer görünüp dibe çöker... âh, kısır<br />

bir yolculuk bizimki... hani durak, yol nerde?<br />

77


hangimiz ötekine giz oluruz ya da sır?<br />

ayna tende dağılır, ten aynada yiter de<br />

fırtına saatlerde aşklardaki ince kum<br />

üstüme yığılırken, akşamları kederle<br />

-ve sanki sevişirmiş gibi ikindilerle,<br />

o dökülüp düşerse kırılan ben olurum...<br />

kimliğim oldu benim, çoktan geçtim adımdan,<br />

âh, başka bir şey değilim aynalarımdan…<br />

çöl,<br />

yollar,<br />

hırka<br />

“ene’l mâsivâ!...”<br />

‘tecrid’ denildikte: yollar, hırka...<br />

giyindik bir çölü, korka korka;<br />

değiyor ince yol, iğne iplik...<br />

tenimiz öte geçe, biz bu tarafta<br />

yaşardık, yalnızlıktık, Âraf’ta<br />

henüz yazdı, mufassaldık ve kil’dik.<br />

gül bir kıssa, kızlar organza, tafta;<br />

çocukluk çöl, ergenlik çöl de... lirik<br />

bir yaşlılık şimdiyse... daha<br />

ne beklenir artık? elde testi ve vaha,<br />

geçtiler, kervandılar... Yâsin, tahâ;<br />

bir uzun hırka idik, aktık ve dindik.<br />

sonra olbir bahara... nerde kalmıştık? –baha<br />

biçilmez kumaş, denk denk ve tiftik;<br />

dokunmuştur, örtülmek üzre sabaha;<br />

yolculuktuk, gitmek için giyindik,<br />

ben ölürsem yapayalnız kalacak olan allah’a...<br />

ben ölürsem yapayalnız kalacak olan allah’a...<br />

78


Akşam ve Çocuk<br />

zaman iyice alçaldı... aşklar<br />

görünür oldular ve ‘mazi kalbimde yara...’<br />

o konak, yıkık, harap, anımsıyorum,<br />

bulutlar ağır ağır inerdi odalara...<br />

beklerdim, aşklar birer türküydü!<br />

bir kızak, sanki saplanmış kara;<br />

hiç bir şey kımıldamaz, öyle dururdu,<br />

annemsi bir sessizlik çökmüş duvara...<br />

o konakta herkes, büyük aile,<br />

koşuştururdu, yazlar sanki bir sara<br />

nöbeti gibi yaşanır, bir çırpınıştır<br />

çocukluk, orada, boş akşamlara.<br />

Akşam ve Sen ve Ben<br />

ikimizdik, sen ve ben, bir çiçekle<br />

onun tomurcuğu arasında bir yerde;<br />

öylece durur muyduk, ikimiz gibi?<br />

dâima birlikte olurduk hüzünlerde...<br />

anımsar mısın, yaz günü, bir bahçeyle<br />

gizledikti kendimizi birbirimizden;<br />

sen ve bahçe, ben ve bahçe, sen ve ben:<br />

akşamlar derlerdik her ikimizden...<br />

üşürüz, çünkü uzağız şimdi o yazdan;<br />

ey, birazdan bir yazdan geçer olan, ey!<br />

kimbilir ne anlama geliyor artık,<br />

şu eskiden “hüzün” dediğimiz şey?<br />

79


Akşam ve Hançer<br />

Bu şiir Ahmet Haşim’e adanmıştır.<br />

hançerinden yazları akıtan elmas<br />

ince tozlarıyla bezer akşamı<br />

bir yerde muttasıl kanar o güller<br />

da da yarama basar akşamı<br />

yaldızları dökülmüş bu semanın,<br />

biri gelse de götürse şunu.<br />

işte kitap eski püskü, sararmış<br />

Hilmi gel aç özüne çocukluğunu.<br />

çöktü akşam, üzerimize yıkıldı,<br />

vakittir, artık perdeyi indir!<br />

atılacak eşyayım, öyle yığıldım<br />

ve bildim ki insan hüzün içindir.<br />

kayboluş<br />

ve<br />

intihar<br />

Burada ahmet Haşim’den bir epigraf var. epigraf, yani alıntı, o da şöyle;<br />

“O eski hücreye benzer ki ömrümün kederi, çekilmiş ufku teselliye karşı<br />

perdeleri”.<br />

bir insana bırakılmış olan keder<br />

ve kelimelerin kalbi...<br />

kimleri sordumdu, ordalar mıydı?<br />

varlar!<br />

yok’lar nerede? ben ki<br />

senden özge âşinâlar<br />

aradım, her yanı sırlar<br />

ve kederlerle kaplı bir oda<br />

gibi ve orda<br />

aynalara bata bata yaşadım<br />

ve hiç âşinâ olmadım hayata…<br />

80


dahası sanki ben adeta<br />

yırtık bir yalnızlık gibi dolaştım<br />

kimlerdim ve onlara nasıl yağmıştım<br />

kıştım alışır mıydım?<br />

elbette alıştım<br />

yoluma birikti karlar<br />

âh nerde şimdi<br />

o eski intihar süsü verilmiş intiharlar<br />

kayboluş<br />

ve<br />

eski sözler<br />

ve<br />

yıkım<br />

bir insana bırakılmış olan keder<br />

ve kelimelerin kalbi...<br />

yazmak kelimelerin kalbine girmektir<br />

şiirse bir insana bırakılmış olan keder<br />

boşuna,<br />

toplasan bir gülü ne eder<br />

o hiçbir şey olmayan nedir?<br />

bir defterin büyüttüğü yazların<br />

içinden içinden içinden<br />

akan sözler mi durdu? Durur.<br />

sen ki akşamın nasılsa kendi başına<br />

var ettiği bir mazinin<br />

içinden içinden içinden<br />

dağıttın onu.<br />

ve heder ettiğin sözlerine bakıp bir ömrün<br />

ah! Dedim nesi kaldı talan edilmedik<br />

yıkıma uğrayan tahayyülün<br />

81


kayboluş<br />

ve<br />

özlem<br />

bir insana bırakılmış olan keder<br />

ve kelimelerin kalbi…<br />

insan, kendini özler mi?<br />

özler! bizler ilinekleriz,<br />

bizler,<br />

yol sefilleriyiz…<br />

uzakta, kendimin hayali,<br />

bölük pörçük ve paramparça;<br />

bir daha görse miydim?<br />

kendine akıyor denizler…<br />

insan kendini özler mi?<br />

özler! nerdesin ben?<br />

bulsam da bir mühür gibi<br />

hayatımın eski defterinin<br />

soluk, lekeli, özürlü,<br />

çizgili ve saman<br />

kağıdına geçirsem…<br />

‘benim sanki ben şimdi ne değilsem…’<br />

Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum, sağ olun, berhudar olun.<br />

Şimdi bu hususta sorular varsa alabiliriz.<br />

Soru (Fuat Çiftçi)<br />

tüm kitaplarınızı okudum. “Harfler yaşamdaki fırtınayı eğitiyor”<br />

dizelerinizde örtülü bir felsefe söz konusu; nitelik sözcüklerinin tam<br />

tezlerine gönderme var. Hilmi Yavuz şiirlerini entelektüel konumundan<br />

bağımsız düşünmemek gerekiyor. Bu bağlamda şu soruyu soracağım; indirgenemez<br />

olanı şiirsel ime mi dönüştürmek amacınız?<br />

82


Hilmi Yavuz<br />

Şiir, her şeyi şiirsel işarete, ime dönüştürmek anlamına gelir. Yani biraz<br />

önce şiir okulunda anlattığım gibi, herhangi bir kelime, bir dizenin<br />

içinde söz dizimi bağlamında seçilip kullanıldığında, yerli yerine yerleştirildiğinde<br />

artık o gündelik konuşma dilinin temsili işareti olmaktan çıkar<br />

ve şiirsel bir işarete, ime dönüşür. aslında, şiirin ereği, varması gereken<br />

nokta o olmalıdır. Gündelik hayattaki kelimeleri (bunlara temsili işaretler<br />

diyoruz), şiir dilinin bir parçası kılmak mümkün. Dolayısıyla şairin<br />

işi, temsili işaretleri, yani gündelik hayatta kullanılan kelimeleri şiirsel<br />

işaretlere, yani temsili olmayan, “gösterebilür de, göstermeyebülür de”<br />

türünden bir şiirsel işarete dönüştürmek olmalıdır.<br />

indirgenemez olanı diyorsunuz; şiirsel ime, işarete dönüştürmek ne<br />

demek, belki de bunu biraz açmak gerekiyor. Çünkü öyle şeyler var ki,<br />

onlar dilin sınırları içinde ifade edilmek durumunda kalır. ünlü filozof<br />

ludwig Wittgenstein “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” diyor ama<br />

bazı durumlar var ki, onlar dilin sınırları dolayısıyla dünyanın sınırları<br />

içinde dile getirilmek imkanına sahip değillerdir. tasavvuf bunu susmakla<br />

hallediyor ve bize Hayali’nin ünlü dizesinde olduğu gibi, “Çün<br />

cûylar deryâya vardılar, hâmûş oldular” diyor. nehirler, akarsular çağlayarak<br />

akarlar ama o büyük derya ile buluştuklarında hâmûş olurlar, yani<br />

sessiz olurlar. ‘Fenafillah’ böyle bir şey tasavvufta. Dolayısıyla tasavvuf,<br />

indirgenemez olanı sözden çıkartıyor, sözün dışına atıyor. indirgenemez<br />

derken, dünya diliyle ifade edilemez olanı kastettiği için onu ister istemez<br />

dilin dışında tutuyor. rıfkı Melül’ün bir rubaisinde söylediği gibi “Bi<br />

salt-u kelam anlaşılır zirâme”. Salt arapça bir kelimedir ve ses demektir,<br />

yani sessiz ve sözsüz bir kelam anlaşılır. türkçe’deki ‘halden anlamak’<br />

sözü aslında tamamen tasavvufi kökenli bir sözcüktür. tasavvuf ehli hepinizin<br />

çok iyi bildiği gibi “kâl ehli değildir, hal ehlidir”, yani söz değil,<br />

hal ehlidir, halden anlarlar. acaba tasavvufun ötelediğini, dilin ve sözün<br />

dışına attığını biz dilde ifade edebilir miyiz? Bunu yapabilmek çok büyük<br />

bir şey aslında. indirgenemez olanı şiirsel işarete dönüştürmek bu anlamda<br />

bir şey. Yapabildim mi, yapamadım mı? açık söylemek gerekirse onu<br />

bilemem ama şairin ereği, varması gereken yer orası olmalıdır. Bu bir çelişkidir;<br />

kontrast gibi, paradoks gibi görünüyor ama şairin işi bu olmalıdır<br />

diye düşünüyorum.<br />

83


soru<br />

az önceki okuduğunuz şiirde “derin yol” ifadesi geçiyor; anlam olarak<br />

bunu biraz açabilir misiniz?<br />

Hilmi Yavuz<br />

Ben açıkçası kendi şiirlerimi açıklama taraftarı değilim. neden değilim?<br />

Çok bencil bir nedenden dolayı; çünkü onun sizin zihninizde bir<br />

karşılığı vardır. Ben bir açıklama yaparsam “hay Allah bunu mu kastetmiş”<br />

dersiniz; şiirin bütün sihirkâr tesiri kaybolur. Fransız şairi Gérard De<br />

nerval’in güzel bir sözü var; “şiirler açıklandığı zaman büyüsünü yitirirler,<br />

tabii açıklama diye bir şey mümkünse” diyor. Onun için bana sormayın;<br />

siz nasıl okuyorsanız, nasıl alımlıyorsanız odur. Zaten şiir çoğul okumaya<br />

açık olmalıdır. Her zihinde ve her duyarlılıkta yeniden üretilmiş olmalıdır<br />

ki o şiirin bir anlamı olsun. Yoksa o manzumedir; yani “çocuktum ufacıktım,<br />

top oynadım acıktım” dizelerini okuduğunuzda “acaba burada<br />

şair ne demek istemiş” diyor musunuz? apaçık verilmiş orada; çocuktum<br />

ufacıktım, top oynadım acıktım. ama bazı şiirler öyle değil, benimkiler<br />

de öyle değil. eğer, sizin de sorduğunuz gibi “acaba ne demek istemiş?”<br />

diye sordurtuyorsa eğer, manzume olmaktan çıkmış, şiir olmuş demektir.<br />

Manzume, kim okursa okusun, hangi kayıt ve şartta okunursa okunsun<br />

bir tek bir anlam veren şiirdir. Benim şahsen ona şiir demeye dilim varmıyor;<br />

çünkü şiirin haysiyetine dokunan bir şey. Şiir düzyazı değil ki okunduğu<br />

an anlaşılsın. Modern şiir böyle değildir, lirik şiir böyle değildir diye<br />

düşünüyorum.<br />

soru<br />

Yahya Kemal ile gelen ve sizin bahsettiğiniz bu sahih şiir grubunun,<br />

muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma vizyonumuza ya da bugünkü<br />

insanımızın yaşantısına, medeniyetimiz noktasındaki etkileri hususunda<br />

ne düşünüyorsunuz?<br />

Hilmi Yavuz<br />

Ben şunu söylüyorum; bizim okulun, aile ağacımızın ya da soy kütüğümüzün<br />

manifestosu sahih şiirdir, yani hem doğunun hem batının müktesebatı<br />

bizimdir, bizim olmalıdır. Geleneksel ve batılı ya da modern.<br />

Böyle olunca kendi medeniyet tarihimiz özelinde şiir üretmek durumun-<br />

84


da kalıyoruz. Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak şiirde nasıl mümkün<br />

olabilir? Bence, ancak kendi medeniyetimiz özelinden yola çıkarak üretilmiş<br />

olan şiir bizi çağdaş medeniyete taşıyacak olan şiirdir. Yoksa, bütünüyle<br />

kendi geçmiş müktesebatımızı gözardı ederek ya da yok sayarak,<br />

şiirde çağdaş medeniyet seviyesine ulaşılabileceğini düşünmek bir ham<br />

hayaldir, bana sorarsanız.<br />

akif çok önemli bir şair ama Yahya Kemal’den çok daha farklı bakıyor<br />

dünyaya. Belki tersinden söylemek gerekir; Yahya Kemal, akif’ten<br />

daha farklı. Çok fazla ayrıntısına girmeyeceğim, çünkü bir tartışma konusu<br />

olmasını da istemiyorum. Sermet Sami Uysal, ‘Yahya Kemal ile<br />

Sohbetler’ kitabında Yahya Kemal’e şöyle soruyor; “üstadım siz de Müslümansınız,<br />

Mehmet Akif de; aranızdaki fark nedir?” Yahya Kemal’in cevabı<br />

çok dikkate değer bir cevaptır: “Akif İslam akaidinin şairidir, ben<br />

İslam şiirinin şairiyim.” Bu, daha geniş bir şekilde “İslam medeniyetinin<br />

şairiyim” diye de ifade edilebilir. Diyeceksiniz ki arada ne fark var? Çok<br />

fark var. Bir medeniyetin şairi olmak, o medeniyeti öne çıkarmak anlamına<br />

gelir; islam sadece akaidden, şeriattan ibaret değil. islam büyük<br />

bir medeniyet üretmiş; resmi, şiiri, minyatürü, musikisi, ebrusu, vesairesi<br />

ile büyük bir estetik medeniyet. Şöyle bir örnek vereyim; akif’in ve Yahya<br />

Kemal’in yaklaşımları arasında nasıl bir fark olabileceğini cami noktasından<br />

yola çıkarak okumaya çalışırım. eğer Yahya Kemal’in söylediği<br />

doğruysa, o varsayımdan yola çıkarak söylüyorum; akif akaidin şairi ise,<br />

sıradan özensiz bir müteahhit tarafından yapılmış eğri büğrü bir cami<br />

ile Süleymaniye ya da Selimiye arasında bir fark yoktur. niçin? Çünkü o<br />

da, Selimiye de Müslümanların topluca yüce allah’a ibadet ettikleri mekandır,<br />

o bakımdan arada bir fark yoktur. ama olaya islam akaidi değil,<br />

islam medeniyeti açısından bakarsanız Selimiye ile ya da Süleymaniye<br />

ile özentisiz ve acemi bir kalfa tarafından yapılmış olan eğri büğrü, çirkin<br />

cami arasındaki fark ortaya çıkar. Yanlış anlaşılmasın, “İslam sadece akaidden<br />

ibaret değildir” derken akaidi ve dolayısıyla Mehmet akif’i küçümsüyor<br />

değilim; o akaiddir zaten medeniyeti üretmiş olan. ama soyutlama<br />

düzeyinde medeniyet ile akaidi birbirinden ayırma imkanımız vardır;<br />

bunu da yapmamız gerekir.<br />

aslında bu meseleye fazla girmek istemiyordum ama beni biraz kışkırttınız.<br />

Hz. Peygamberin önemli bir hadis-i şerifi var. rahmetli turgut<br />

Cansever hocamız çok sıklıkla tekrarlardı: “İnsanın dünyadaki görevi<br />

dünyayı güzelleştirmektir.” Biz Müslümanlar maalesef dünyayı çirkinleş-<br />

85


tiriyoruz; peygamberimizin söylediğinin hilafına. Bu ne anlamına geliyor<br />

biliyor musunuz? Biz islam’ın bir medeniyet olduğunu unuttuk anlamına<br />

geliyor. Biz islam’ı sadece akaidden ve formdan ibaretmiş gibi görüyoruz<br />

anlamına geliyor. Yanlış anlaşılmasın, akaidi küçümsemiyorum ama<br />

islam sadece akaidden ibaret değildir diyorum. islam büyük bir medeniyettir<br />

ve bizim bu medeniyete sahip çıkmamız lazım. Peygamber de öyle<br />

buyuruyor. ne diyor? insan yaşadığı dünyayı güzelleştirmekle yükümlüdür<br />

diyor. altını çizerek söylüyorum; biz giderek bu dünyayı çirkinleştirmekle<br />

ün salmaya başladık. Müslümanlar olarak, külahlarımızı önümüze<br />

koyup düşünmemiz gerekiyor. Bu medeniyet, sahip çıkılması gereken bir<br />

medeniyettir. Müslümanlar, akaid kadar medeniyete sahip çıkma bilincini<br />

peygamberin buyruğu doğrultusunda edinmek durumundadır. Başka<br />

çözüm yolu yok. Bir kez daha altını çizerek söyleyeyim, “bize doğunun<br />

büyük şiiri kaldı” diyor Hilmi Yavuz. ama kaçımız bu şiirin idrakindeyiz?<br />

Kaçımız bu şiirlerin dünyaya çok büyük bir güzellik verdiğinin, dünyaya<br />

daha farklı, estetik bir biçimde bakmamızı sağladığının idrakindeyiz?<br />

Selimiye ile özensiz yapılmış bir cami arasındaki farkı görmeyen bana<br />

sorarsanız iyi bir Müslüman değildir. Beş vakit namazını kılıyor, orucunu<br />

tutuyor ama medeniyete sahip çıkmadığı sürece iyi bir Müslüman değildir.<br />

Şiire, minyatüre, ebruya, mimariye, vesaireye sahip çıkacak ki benim<br />

gözümde iyi bir Müslüman olsun. eğer peygamberin buyruğuna rağmen<br />

güzelle çirkini ayırdedemiyorsa benim söyleyecek bir şeyim yoktur. Mesele<br />

budur, ben böyle bakıyorum.<br />

Soru (Nevşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Filiz Kılıç)<br />

Öncelikle, bu güzel söyleşiye teşrif ettiğiniz için size ve organizasyonu<br />

gerçekleştiren avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü’ye teşekkür<br />

ediyorum. Sizinle konuşmak istediğim çok mesele var ama çok<br />

zamanınızı almak istemiyorum. Hocalarımız söyleşiye katılmak istedikleri<br />

halde açık Öğretim sınavları nedeniyle katılamadılar ve size saygı ve<br />

sevgilerini iletmemi istediler. Sayın Hocam, derslerimizde Divan edebiyatını<br />

ve günümüz şiirini anlatırken sizin isminizi mutlaka geçiriyoruz.<br />

Hilmi Yavuz, attila ilhan, Behçet necatigil, Can Yücel ve nazım Hikmet<br />

geleneği, halk şiirini çok iyi bildikleri, ondan faydalandıkları için başarılı<br />

olan şairlerdir diyoruz. Bu şairlerimiz aynı zamanda batıyı da çok<br />

iyi biliyorlar diyerek örnekler veriyoruz. Çok dikkatimi çekti, ‘gelenekten<br />

faydalanma’ tanımını ve ‘doğu-batı sentezi’ tanımını hiç kullanmadınız.<br />

86


Bu noktayı sormak istiyorum. Bir de, siz çok iyi biliyorsunuz, divan şiirinde<br />

bir nazire geleneği vardır. Şiir yazma işine soyunan genç şairler<br />

kendilerine hoca seçerler ve çıraklıklarını onun şiirlerine nazire yazarak<br />

geçirirlerdi. Hocalıklarını ise ‘meclis-i şuara’da kazanırlardı. ne yazık ki<br />

artık yaşamayan bu meclis bence çok önemliydi. Şimdi soruma dönecek<br />

olursam, bu gelenek ve sentez kelimelerini özellikle mi kullanmadınız?<br />

ayrıca, şair olarak faydalandığınız halk şairlerinden de ‘hocam’ diyebileceğiniz<br />

isimler var mı? Bir de şiirlerinizde dikkatimi çeken iki kelime var;<br />

ayna ve erguvan. Hatta bu konu çeşitli araştırmalara da konu olmuştur.<br />

Sizin şiirlerinizi de anlamak zordur; siz şiir yazmak zordur dediniz ama<br />

sizin şiirlerinizi de anlamak çaba ister. edebi sanatları çok iyi bilmek lazım,<br />

siz de bahsettiniz bundan. acaba şöyle bir kaygınız oluyor mu; ben<br />

bu şiirleri yazıyorum ama acaba beni kaç kişi okuyacak, anlayacak? Çok<br />

sorum var ama ben bu kadarla yetineyim.<br />

Hilmi Yavuz<br />

Çok teşekkür ederim size. Çünkü boşlukta bıraktığım bazı şeyleri<br />

gündeme getirmeye vesile olacak sorular sordunuz. Gelenek sözünü<br />

kullandım hocam ama ‘gelenekten yararlanma’ tanımını kullanmadım.<br />

Sentez sözünü de kullanmadım. Şimdi buna açıklık getireceğim. Ben,<br />

doğu ile batı arasında herhangi bir sentezin gerçekleşebileceği kanısında<br />

değilim. Bir kere hangisinin tez, hangisinin antitez olduğu meselesi var.<br />

Diyelim ki doğu bir tez, peki batı medeniyeti niçin antitez olsun? Dolayısıyla<br />

bir sentezden bahsedemeyiz. Sentez kelimesini doğru bulmuyorum,<br />

çünkü böyle bir sentezin gerçekleşmesinin de imkan dahilinde<br />

olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla gelenekten yararlanma ya da geleneği<br />

yeniden üretme kavramlarını kullanmayı tercih ediyorum. Bu tercihi<br />

de ağırlıklı olarak metinlerarası bağlamda yapıyorum. Bu ne demek? Bir<br />

şiirin kendisinden önce yazılmış başka bir şiire doğrudan veya dolaylı bir<br />

şekilde, ya olumlayarak ya da olumsuzlayarak ya da kısmen olumlayıp<br />

kısmen olumsuzlayarak atıfta bulunması demek. Metinler arasında böyle<br />

bir ilişki kurulamazsa “gelenekten nasıl yararlanabiliriz?” sorusunun elbette<br />

sorulması gerekir. Ben gelenekten yararlanmayı doğrudan doğruya<br />

metinlerarası bağlamda ele alıyorum. Zaten şairlerimizin de yaptıkları<br />

odur. Yahya Kemal olsun, Haşim ya da necatigil olsun, okulumdaki diğer<br />

sahih şairler de dahil olmak üzere yaptıkları budur.<br />

87


Çok örnek var ama ben necatigil’den bir örnek vereyim. Behçet<br />

necatigil’i metinlerarası bağlamı çok iyi kullanan bir şair olarak görüyorum.<br />

Bence 20. yy’ın en büyük şairlerinden biridir. Bir şiirinde “ateşten<br />

denizleri mumdan kayıklarla geçmek”ten bahseder. Biliyorsunuz bu Şeyh<br />

Galip’ten aldığı bir metafor, istiaredir ama bunu Şeyh Galip’in Hüsn-ü<br />

aşk’ta hangi bağlamda kullandığı ile necatigil’in hangi bağlamda kullandığı<br />

arasında bir inceleme yapılacaksa arada çok büyük bir fark görülür.<br />

necatigil bunu şöyle anlatıyor; “eski tuğlalarla yeni binalar kurmak”. Bu<br />

metinlerarasılığı bir taklit, bir çalıntı, bir intihal olmaktan çıkarır. Biz meseleyi<br />

çok basit söylediğimiz ve irdelediğimiz için bir benzetme gördüğümüz<br />

zaman hemen ‘hırsızın teki’ diyoruz. Bu böyle değil; bunun böyle<br />

olmadığını anlamak için Şeyh Galip ve necatigil’in bu kelimeleri hangi<br />

bağlamda kullandığına bakmamız gerekir. eski tuğlalarla yapılmış yeni<br />

evlere ‘çalıntı’ diyor muyuz? Demiyoruz ama nedense böyle bir durumda<br />

kalkıp birileri hemen bunu söylüyor. Bir de şunu söylemek lazım. Özellikle<br />

Fransa’daki Gerard Genette, Julia Kristeva gibi bazı teorisyenlerin<br />

yazılarına bakılırsa “metinlerarasılık ilişkisi olmayan şiir edebi değildir”<br />

diyor. “Benim şiirim özgün, ben kimseden yararlanmadım, yazılmış hiçbir<br />

şiire benzemiyor” gibi laflar artık muhalefet değil, çünkü böyle bir şey<br />

olamaz zaten. Diyelim ki oldu, bu kuramcılar diyorlar ki; “bu şiir edebi<br />

değildir.” Dolayısıyla biz hem gelenekten yararlanıyoruz hem de metinlererasında<br />

böyle bir ilişki kurduğumuz için edebi sayılıyoruz. Bizim şiirimizin<br />

böyle bir özelliği var.<br />

Hocam, bizim okulda, Bilkent üniversitesi’nde türk edebiyatı üzerine<br />

ingilizce olarak çıkardığımız bir dergi var, adı da ‘Journal of turkish<br />

literature’. O dergide Walter andrews’un bir yazısı var; benim, Sezai<br />

Karakoç’un, attila ilhan’ın ve Yahya Kemal’in gelenekten nasıl yararlandığımıza<br />

dair örnekler veriyor. Sezai Karakoç’un şiirinden yola çıkarak<br />

onun Divan şairi nedim ile nasıl bir ilişki kurduğuna dikkati çekiyor. Çok<br />

ilginç bir şeydir bu. nedim’in o ünlü dizesini hepiniz bilirsiniz: “İzn alıp<br />

cuma namazına deyu mâderden, gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd’a.”<br />

Yani, ‘annenden cuma namazına gidelim diye izin al, seninle Sadabâd’a<br />

gidelim’ diyor. Sezai Karakoç bunu nasıl dönüştürmüştür biliyor musunuz?<br />

“Sinemaya gidelim diye izin al annenden, cuma namazına gidelim<br />

seninle” diyor. nedim bu dizeyi yazmamış olsa, belki Sezai Karakoç yazacaktı<br />

ama böyle anlatmayacaktı. Bu, hem metinlerarası ilişkiden yararlanmaktır,<br />

hem de olumsuzlayarak, tersine çevirerek yararlanmaktır.<br />

88


ama bunu yapabilmek için nedim’i iyi bilmek gerekir. Onun için şiir<br />

gerçekten bilgi isteyen bir şeydir.<br />

Benim için önemli bir noktaya daha değindiniz; okurun nitelikli okur<br />

olması gerekiyor. Şair, ne kertede her iki medeniyetin müktesebatına sahip<br />

olmak durumundaysa okur da belli ölçüde müktesebat sahibi olmalıdır ki<br />

o şiirin özüne, keyfine varabilsin. Bu önemli bir nokta. Bir başka mesele<br />

de bu okulun hocasıyla öğrencisi arasındaki ilişkinin daha başka nasıl<br />

ifade edileceğidir ki bu da usta-çırak ilişkisidir. O yüzden zaten şiirin bir<br />

manada zanaatkarlık olduğunu söyledim. tabii şu da var; akademiden<br />

resim eğitimi almış herkes büyük ressam olmuyor ya da konservatuarın<br />

kompozisyon bölümünü iyi derece ile bitirenler büyük bestekar olmuyorlar.<br />

Usta-çırak ilişkisi de böyle. Sadece zanaatkarlık değil, elbette allah<br />

vergisi diye bir şey var, ilham var ki o da allah vergisine sahip olanlara<br />

gelen bir şey. Öyle herkese de gelmiyor.<br />

Hocam, erguvan ve ayna meselesine gelince, bu kelimelerin benim<br />

tahayyülümde çok önemli karşılıkları var. Birer arketip diyebiliriz onlar<br />

için. Bu kadarını söyleyebilirim.<br />

soru<br />

türkiye’de şiirin eskisi kadar ön planda olmadığını, bir açıdan gözden<br />

düştüğünü görüyoruz. Sizce bunun nedenleri nelerdir?<br />

Hilmi Yavuz<br />

Bu çok doğru bir tespit. Gerçekten bugün türkiye’de şiir artık 1950’li<br />

yıllardaki gibi, yani şiire başladığım yıllardaki gibi revaçta, dolaşımda<br />

değil. Düzyazı, yani öykü ve roman şiirin önüne geçmiş durumda. Şairlerimizden<br />

çok romancılarımız ve hikayecilerimizden bahsediliyor. Şairler<br />

üzerine araştırma yapmaktansa, özellikle çok okunan romancılar üzerine<br />

araştırma yapmak tercih ediliyor. “Bugün roman itibarda değil, şiir itibardadır”<br />

desem düpedüz gerçek dışı konuşmuş olurum. Bunun nedenleri<br />

var tabii ki. niçin şiir daha geri kalıyor da düzyazı öne geçiyor, bu ayrıca<br />

bir tartışma konusu. Bu konuda bazı teoriler var. Mesela bunun doğrudan<br />

doğruya burjuvalaşma ile ilgili olduğunu, şiirin çok feodal kaldığını<br />

söyleyenler var. Bu, işin çok ayrı bir yanı. Gördüğünüz gibi eski Marksistliğim<br />

tuttu yine; üretim tarzlarıyla edebi türler arasındaki bağlantılar<br />

üzerinde konuşmak istemiyorum ama böyle bir yaklaşım da var.<br />

89


Şiire gelince, bugün şiirin bir tür olarak ön plana çıkmamasından<br />

bağımsız olarak kendi içinde sorunları var. Bunlardan biri ve en önemlisi,<br />

konuşmamın başından beri ifade ettiğim sahihlik meselesidir. türkiye’de<br />

bu sahih çizgiyi kendilerine prensip olarak, poetik olarak temellük etmiş<br />

şair sayısı çok az, hemen hemen yok gibi. Benden sonra, bu edebiyat<br />

mektebinin devamcısı olan şair arkadaşlarımız var. Böylece bir çığırı başlatmış<br />

olduk ama bu türk şiirinin tamamını kaplayan bir şey değil, olmasını<br />

da beklemiyoruz zaten. Her şair mutlaka sahih şair olsun diye bir şey<br />

yok ama türkiye’de sahih şair sayısı giderek azalıyor. Ben futurist değilim,<br />

geleceğe yönelik bazı varsayımlar üretemem ama bana öyle geliyor ki<br />

şiir 22. yy’da bu ülkede devam edecekse bu ancak sahih şiir çizgisinde<br />

olacaktır. aksi takdirde şiirin yaşama imkanı giderek kalmayacaktır. Bir<br />

taraftan şiirin kendi içinde gayrisahih çizgide yürümüş olması, bir taraftan<br />

romanın ve hikayenin daha ağır basması, şiiri giderek neredeyse yok<br />

edecek kerteye gelmiştir.<br />

soru<br />

Şiirin bir zanaatkarlık olması düşüncesinden hareketle, Yahya<br />

Kemal’in öğrencisi olan ahmet Hamdi tanpınar sahih şiir okulunun neresindedir?<br />

Hilmi Yavuz<br />

Hiçbir yerindedir. açık söyleyeyim, tanpınar büyük bir romancıdır.<br />

‘Saatleri ayarlama enstitüsü’ gibi, ‘Huzur’ gibi, ‘Sahnenin Dışındakiler’<br />

gibi dünya ölçeğine taşıyabileceğimiz düzeyde büyük romanlar<br />

yazmıştır. edebiyat üzerine makaleleri önemlidir ama şair olarak bana<br />

sorarsanız yeri yoktur. Zeynep Kerman ile inci enginün’ün birlikte hazırladıkları<br />

‘Günlüklerin Işığında tanpınar’la Başbaşa’ kitabında da bunu<br />

açıkça ifade eder; “Yahya Kemal önümüze bir Çin Seddi çekti” der. Yahya<br />

Kemal’in bir tür çırağıdır ama onu aşamamıştır. Hocasının ağırlığı altında<br />

ezilmiştir. tanpınar’ın, Yahya Kemal’in tüm şiirlerini özenle daktiloda<br />

temize çektiği bir defteri var. Yanına da ince ince notlar düşmüş. Defteri<br />

ciltletmiş ve üzerine “Yahya Kemal”, onun altına da “A. H. Tanpınar”<br />

yazmış. Bana öyle geliyor ki, burada Freudyen bir yaklaşımda bulunacağım;<br />

bilinçdışı olarak “bu şiirleri ben yazmak isterdim” der gibi bir<br />

havası var. ayrıca Yahya Kemal için müthiş aşağılayıcı şeyler de söylüyor.<br />

90


Onun için “Park Otel’deki zavallı tombul göçmen kuş” diyor. “Fena idare<br />

edilmiş beş-on gazel” diyor. Bunları derken de Yahya Kemal’in o ünlü<br />

biyografisini yazmaktaydı. Hepimizin gözünde bir tanpınar imajı vardı,<br />

‘Günlüklerin Işığında tanpınar’la Başbaşa’ kitabı o imajı yerle bir etti.<br />

Bu hiçbir etikle bağdaşmıyor. Bir taraftan kamusal alanda Yahya Kemal’e<br />

övgüler dizeceksiniz, kendi kendinize kaldığınız özel alanda defterinize<br />

“Park Otel’deki zavallı tombul göçmen kuş” gibi şeyler yazacaksınız! Bir<br />

tür şizofreni midir, bilemiyorum ne olduğunu ama bütün bunlar Yahya<br />

Kemal’in maddi ve manevi ağırlığı altında ezildiğini gösteriyor. Bütün<br />

bunlar onun semptomal dışavurumları.<br />

Hepimiz tanpınar konusunda vahim ölçüde yanılmışızdır, bunu da<br />

söylemek durumundayım. Huzur romanındaki Mümtaz karakterinden<br />

yola çıkarak tanpınar’daki doğu-batı sorunsalı meselesini 1970’lerden<br />

itibaren Murat Belge, Selahattin Hilav, ben vesaire tartışmaya başladık.<br />

Günlüklerine bakıyorsunuz sürekli Fransızca okuyor, sürekli batı müziği<br />

dinliyor. açın bakın günlüklerine, tek bir yerde Itri’den, Dede efendi’den<br />

bahsetmezken Chopin’den, Claude Debussy’den, Beethoven’dan geçilmiyor.<br />

Çok enteresan. ahmet Hamdi tanpınar avrupalı’dır ve şiiri de bu<br />

anlamda gayrisahihtir. ‘Yaşadığım Gibi’deki ilk makalesine bakın, orada<br />

tanpınar bize şunu söylüyor; “Tanzimat’a kadar yeni nesiller değişerek<br />

devam ettiler ama Tanzimat’tan sonra bu ortadan kalktı” diyor. Çok doğru<br />

tespitler bunlar. ama bu doğru tespitlerin tanpınar’ın kendisinde maalesef<br />

gerçekleşmediğini görüyoruz. tanpınar avrupalı bir adam, bu çok<br />

açık. Bana sorarsanız, ‘Günlüklerin Işığında tanpınar’la Başbaşa’ kitabı<br />

onun biraz da oryantalist olduğunu gösteriyor ki bu çok hazin bir şeydir.<br />

soru<br />

Itri’nin “Tûti-i mûcize-gûyem ne desem lâf değil” dizesindeki gibi<br />

şair hakikaten mucizeler yaratan kişi midir?<br />

Hilmi Yavuz<br />

Şair gerçekten “Tûti-i mûcize-gû” mudur, yani ‘mucizeler söyleyen<br />

bir papağan mıdır’, bu benzetme ne kertede doğrudur bilemiyorum. Mucize<br />

söylemeyi daha çok peygamberlere yakıştırıyorum açıkçası. Hiçbir<br />

şiir mucize değildir. Bir tek icaz vardır, onu da söylememe gerek var mı?<br />

91


soru<br />

Sahih şiirin son elli yıldaki yöneticilerimiz ve bu yöneticilerimizin<br />

yönetimleri üzerindeki etkileri konusundaki düşünceleriniz neler?<br />

Hilmi Yavuz<br />

Doğrusunu söylemek gerekirse yöneticilerimizin şiir okuyanına pek<br />

rastlanmıyor. Bir tek tayyip Bey okuyor. O da bazen şairleri karıştırıyor.<br />

ne olursa olsun, ister Ziya Gökalp’ten olsun, ister Dağlarca’dan olsun,<br />

şiirler okuması bence önemlidir. Bu, tayyip Bey’in öncülüğünü kabul etmiş<br />

insanlar için çok önemli bir statüdür. Yanlış da olsa keşke daha çok<br />

şiir okusa. Çünkü, tayyip Bey’e değer veren insanlar elbette onun sözlerine<br />

de değer vereceklerdir. “Genel başkan, başbakan böyle söylüyorsa<br />

bunda bir hikmet vardır” diyeceklerdir. Yanlış ya da doğru; önemli olan<br />

bunun söylenmesi, dile getirilmesidir. Kendisiyle bu yakınlarda köşe yazarlarıyla<br />

yapacağı bir toplantıda birlikte olacağım ve bunu kendisine<br />

söyleyeceğim; “yanlış da olsa daha çok okuyun; çünkü Türkiye’de size<br />

değer veren çok insan var, sizin şiire değer vermeniz onların da değer<br />

vermesini sağlayacaktır” diyeceğim.<br />

Soru (Avanos Kaymakamı Aylin Kırcı Duman)<br />

Şiirle müziği birleştirmek konusundaki düşüncelerinizi almak istiyorum.<br />

Gençlerimize şiiri sevdirmek için müzikten yararlanabilir miyiz? Siz<br />

üniversitede ders veriyorsunuz, daha yakından inceleme fırsatınız olmuştur.<br />

Bizlerin de şiirin daha çok okunması, ilgi görmesi için yapabileceğimiz<br />

katkılar olabilir mi?<br />

Hilmi Yavuz<br />

aramızda edebiyat öğretmenleri olduğunu anladım ve özellikle de<br />

lise öğretmenlerinin kulağını çekmek istiyorum. Çünkü onlar, gençlere<br />

şiiri sevdirme konusunda en küçük bir gayret göstermiyorlar. Çocuklar<br />

Divan edebiyatı konusunda şöyle bir önyargıya sahipler; “ya bu failatün<br />

failatün nedir?”. Bir kere, Divan edebiyatı sadece aruzdan ibaret değildir.<br />

Yahya Kemal’in söylediği gibi ‘mihaniki ahenk’ten, yani mekanik<br />

ahenkten ibaret değildir. Bana kızabilirsiniz, hiç de umurumda değil ve<br />

söylemek zorundayım, hocaların yapması gereken şudur; çocuklara güzel<br />

mısra öğretin, mısraların, dizelerin tadına varsın. Zaten Divan şiiri<br />

92


ir bütün şiir değildir, beyit şiiridir. Onu bir bütün haline getiren Yahya<br />

Kemal’dir; onun gazellerinde bir bütünlük vardır. Divan şiirinde her<br />

beyit müstakil bir beyittir, siz bunu bilin. O şiirde güzel bir beyit varsa<br />

onun tadını çıkarmasını sağlayın. Oturup da failatün failatün diye öğretirseniz<br />

çocuk da öyle öğrenir. Bu konuda yapılmış eserleri kullanın.<br />

Örneğin ilhan Berk’in ‘Mısra antolojisi’ var, onu okutun. aruz öğrenmiş<br />

ya da öğrenmemiş önemli değil. edebiyat öğretmeni olacaksa bunu bilmek<br />

zorundadır ve fakültede onu öğrenir. Biz fakültede öğrenilmesi gereken<br />

şeyleri lisede öğretiyoruz. Bazen de liselerde öğretilmesi gerekeni<br />

fakültede öğretiyoruz. Milli eğitim sistemimizi anlamam mümkün değil.<br />

lisede doğru dürüst türkçe öğretmiyorsunuz, üniversitelere türkçe dersi<br />

koyuyorsunuz. lisede de aruz öğretmek durumunda değilsiniz ama öğretiyorsunuz.<br />

Bu durum eski masallardaki gibi; köpeğin önüne ot, atın<br />

önüne et koymak gibi bir şey. atın önündeki etle, köpeğin önündeki otu<br />

değiştirsin diye bir masal şehzadesi mi bekleyeceğiz, yoksa doğru dürüst<br />

bir milli eğitim bakanı mı?<br />

edebiyatı sevdirmenin yolu edebiyatın tekniğinden geçmez. Güzel<br />

beyitler okuyun. Çağdaş şiirle o güzel beyitler arasındaki ilişkiyi kurun.<br />

Çocuklara “şair burada ne demek istemiş” diye sormayın. Çocuklar<br />

şöyle düşünecektir: “Ya ben ne bileyim şairin ne düşündüğünü hocam?<br />

Nedim’i nereden bulup da sorayım?” Ders kitaplarımız böyle yazılıyor.<br />

“Şair ne demek istemiş” değil, “bu şiir ne demek istiyor” diye soracaksınız.<br />

edebiyat kitapları kötü, edebiyat öğretmenlerimizin büyük bölümü,<br />

lütfen darılmasınlar, kazayla öğretmen olmuşlar. Sınavda ODtü Bilgisayar<br />

Mühendisliği’ni yazıyor, 27. sırada edebiyat öğretmenliği var. neresi?<br />

Harran üniversitesi. Oraya gidiyor, edebiyat öğretmeni oluyor ve kerhen<br />

yapıyor bu işi. eğri oturup doğru konuşalım. Şimdiye kadar güllük gülistanlık<br />

gösterdik her şeyi ama artık bazı şeylerin konuşulması lazım.<br />

artık bitirelim, hepinize çok teşekkür ediyorum.<br />

93


Serdar Özkan<br />

Bir Türk Romanının<br />

30 Ülkede Çeviri Serüveni<br />

10 Nisan 2010


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

‘avanos-Kızılırmak 1. Kültür ve Sanat Günleri’ kapsamındaki dördüncü<br />

söyleşimiz için biraraya gelmiş bulunuyoruz. Bugünkü misafirimiz<br />

genç bir yazarımız. Dışarıdaki güzel ilkbahar havası sayesinde insanlar<br />

kendilerini dışarıya vurmuş durumdalar; bu nedenle katılım beklediğimizden<br />

düşük oldu. Kuşkusuz bu sohbeti daha çok kişiyle paylaşmayı<br />

isterdik; ancak diğer yandan da samimi, biz bize bir sohbet olanağı yakalamış<br />

olduk.<br />

Serdar Bey oldukça genç bir yazarımız; henüz 35 yaşında. türkiye’de<br />

yayınlanmış olan bir tek romanı var: ‘Kayıp Gül’. Yaklaşık 30’dan fazla<br />

dile tercüme edilmiş, 40’dan fazla ülkede yayınlanmış bir roman. Dünkü<br />

sohbetimiz esnasında kendisinden, ‘Hayatın Işıkları Yanınca’ isimli<br />

ikinci romanının tamamlandığını, hatta diğer ülkelerde yayına girdiğini<br />

öğrendim. en kısa zamanda türkiye’de de yayınlanması en büyük dileğimiz.<br />

Geçen haftaki konuğumuz hatırlarsınız Hilmi Yavuz’du. Hilmi Yavuz,<br />

spektrumu son derece geniş bir kişi. Söyleşi sırasında ve sonrasındaki<br />

toplantıda edebiyat üzerine yaptığı konuşmasında çok önemli şeyler söylemişti.<br />

Serdar Bey’in edebiyatıyla yan yana getirmek açısından, Hilmi<br />

Yavuz’un edebiyata ilişkin görüşlerinden belli bölümleri sizlerle paylaşmak<br />

istiyorum: “Edebiyat ile hayat arasında asla birebir ilişki yoktur. Hayat yaşanan<br />

bir şeydir, edebiyat ise yapılan bir şey; yani edebiyat kurgudur. Kurgu<br />

ne demektir? Malzemesini hayattan ya da başka bir yerlerden alır; şairin<br />

idrakiyle, onun zihinsel ve ruhsal işlemesiyle farklı bir metaya dönüştürür.<br />

Böylece yeni hayatlar inşa eder, yeni yaşamlar kurar. Yani edebiyatçılar aslında<br />

modern masalcılardır”. Bence bu son derece önemli bir tanımlama;<br />

çünkü Sayın Serdar Özkan’ın kitabına yapılmış eleştirileri okuduğumda<br />

iki tanesi çok dikkatimi çekti. Hollanda’dan bir eleştirmen “masalsı bir<br />

çıkış” demiş. türkiye’den ise, ilk kültür bakanımız olan ve şimdi Bilkent<br />

üniversitesi edebiyat Fakültesi Dekanlığı görevini sürdüren Prof. Dr. talât<br />

Sait Halman “çok başarılı, masalsı bir roman” ifadesini kullanmış. Bence,<br />

her iki ifadedeki ‘masal’ kelimesi, Hilmi Yavuz tarafından vurgulanan<br />

“edebiyatçılar modern masalcılardır” ifadesi ile üst üste çakışıyor. Demek<br />

97


ki iyi bir edebiyatçı ve iyi bir yazarla karşı karşıyayız. en azından ilk ışıkları<br />

öyle; ileride çok daha parlayacağından hiç şüphemiz yok.<br />

Konuşmanın başında bahsettiğimiz gibi, ‘Kayıp Gül’, içinde enteresan<br />

diller de bulunan yaklaşık 30 dile çevrilmiş. ayrıca, Yaşar Kemal’in<br />

romanı ‘ince Memed’ ile Orhan Pamuk’un romanlarından sonra türk<br />

edebiyat tarihinde en çok çevrilen 3. eser olduğunu da kendilerinden<br />

dün öğrendim. Peki, bu kitap neyi konu ediyor? Bir filmi, seyretmiş olanlarla<br />

beraber seyretmek genellikle biraz risklidir; çünkü izlerken kendilerini<br />

tutamayıp, sonunu ya da kritik bir noktasını söyleyebilirler. Böyle<br />

bir duruma düşmek hoşuma gitmez ama okumayanların zihninde bir<br />

imaj uyanması açısından kitaptan kısaca bahsetmek isterim. roman kahramanımız<br />

Diana Stewart, bir oteller zincirinin ve San Francisco’daki<br />

önemli, prestijli bir otelin varisi; bizdeki tabiriyle ‘hali vakti oldukça yerinde’<br />

birisi. Çocukluğundan beri en büyük ve tek düşü yazarlık olmasına<br />

rağmen iki nedenden dolayı bunu gerçekleştiremiyor. Birincisi, başarısız<br />

olmaktan korkuyor; “yazar olursam ve beni kimse okumazsa durumum<br />

ne olur?” endişesini taşıyor. ikincisi, çevresindeki insanların değer<br />

yargılarından çekiniyor; “kabiliyetimi, hayatımı ziyan ettiğimi düşünerek<br />

bana acırlar mı?” kaygısında. Bu nedenle, daha fazla onaylanacağını<br />

ve saygı göreceğini düşündüğü avukatlık mesleğini seçiyor. Dolayısıyla<br />

çocukluktan beri sahip olduğu en büyük düşünü terk ediyor. Bununla<br />

da kalmıyor; kendini çevresindeki insanların yargılarıyla yönlendirmeye<br />

başlıyor ve onların gözünde beğenilen biri olmak için çaba gösteriyor.<br />

Kendisinin ne istediği bir süre sonra hiçbir önem taşımamaya başlıyor.<br />

etrafındaki insanların takdir ve beğenisiyle beslenir hale geliyor ve sonunda<br />

Diana Stewart ismi bir marka oluyor. Gel zaman git zaman, hayat<br />

geçiyor ve çevresindeki insanların kendisini saran ilgisinden artık sıkılmaya,<br />

haz almamaya başlıyor. Kendisi gibi olmanın yollarını kafasında<br />

tasarlamaya başlıyor ve tam o sırada beş-altı aydır hasta olarak yatmakta<br />

olan annesi vefat ediyor. üst üste gelen bu olaylar karşısında hayatı altüst<br />

oluyor, kelimenin tam anlamıyla dibe vuruyor ve kendini yeniden<br />

değerlendirme gereği duyuyor. Ölmüş olmasına rağmen annesinin ona<br />

hazırladığı içsel bir yolculuğa, bir kendini arama serüvenine başlıyor.<br />

Bundan sonrasını isterseniz sizler okuyun. roman boyunca, artemis ile<br />

Meryem ana, Venüs ile Sarı Çiçek, Diana ile Mary arasında gelip giden<br />

bir gelgiti, aslında bizim içimizde de hep varolan gelgitleri yaşıyoruz.<br />

98


Heyecan ve dikkatle takip ettiğimiz yol üzerine bırakılmış bir sürü iz ve<br />

işaretin, kitabın son sayfası ile birlikte anlam kazandığını, yani çemberin<br />

tamamlandığını görüyoruz.<br />

Bu kitabı okuduktan sonra zihnimde, ruhumda yoğun bir edebi tat<br />

kaldı ve hakikaten zekice, bilgece yapılmış bir kurgusu olduğunu düşündüm.<br />

ayrıca, kitabı okurken zaman zaman yazarıyla da benzeşen kısımlar<br />

olduğunu gördüm. Bunların bir kısmını kendisiyle dün paylaştım; belki<br />

Serdar Bey size daha da fazlasını anlatır. Olayın kahramanı yaklaşık 25<br />

yaşlarında bir genç kız; Serdar Bey de bu romanı yazdığında aşağı yukarı<br />

26 yaşındaymış. roman kahramanımızın tek dileği yazar olmak; Serdar<br />

Bey de farklı bir eğitim almış olmasına rağmen sadece yazarlık yapıyor.<br />

Diana, psikoz semptomlarını tanıyabilecek kadar psikoloji bilen birisi;<br />

yazarımızın da eğitim aldığı konulardan biri psikoloji. romanda Mathias,<br />

“her ressam tuvale içini boyar” diyor; bana da bazı bölümlerde Serdar<br />

Bey kendisini yazmış gibi geldi. neticede son derece tavsiye edeceğim,<br />

önereceğim bir kitap.<br />

Yazarlar, genellikle kitaplarını yazdıktan sonra bir yere ya da bir kişiye<br />

ithafta bulunurlar. eğer, ‘Kayıp Gül’ü okuduktan sonra bir okur olarak<br />

ithafta bulunmam, birine adamam gerekseydi, kitapta geçen iki çarpıcı<br />

yere ithafta bulunurdum. Bunlardan bir tanesi “karanlıkta bir ömür boyu<br />

yaşamaktansa, içindeki sese kulak vererek pervaneler gibi, kelebekler gibi<br />

ışıkta erimeyi tercih edenlere”, ikincisi ise büyük düşünür ve şairimiz Yunus<br />

emre’nin dediği gibi, “beni bende demen, ben bende değilem; bir<br />

ben vardır bende benden içeri özdeyişinin sırrına erenlere” olurdu. Daha<br />

fazla uzatmak istemiyorum, Serdar Bey bize bu başarılı romanın serüvenini<br />

anlatacak. Sizleri kendisi ile başbaşa bırakıyorum.<br />

SUNUŞ<br />

Avanos Belediyesi Halkla İlişkiler Sorumlusu Pınar Domaniç<br />

“Bir türk romanının 30 ülkede Çeviri Serüveni” konusuyla bugün<br />

aramızda olan yazar Serdar Özkan, 1975’de doğdu. Ortaokul ve liseyi<br />

robert Kolej’de okudu. lisans eğitimi için amerika’ya giderek, lehigh<br />

üniversitesi’nde işletme ve psikoloji eğitimi gördü. Halen istanbul’da yaşayan<br />

Serdar Özkan, 2002 yılından beri tüm zamanını roman yazarlığına<br />

ayırıyor. ilk romanı ‘Kayıp Gül’ bugüne kadar 34 dile çevrildi, 40’ı aşkın<br />

99


ülkede basıldı. Kanada’dan Japonya’ya, Brezilya’dan Çin’e, dünyanın dört<br />

bir yanında farklı kültürlerden okurların büyük beğenisini kazanan Kayıp<br />

Gül, yurtdışında çok satanlar listelerinde yer aldı. ikinci romanı ‘Hayatın<br />

Işıkları Yanınca’, Kayıp Gül’ün tüm yurtdışı baskıları gerçekleştikten sonra<br />

okurlarla buluşacak. Şimdi Sayın Serdar Özkan’ı söyleşisini yapmak üzere<br />

sahneye davet ediyorum.<br />

Not: Serdar Özkan’ın söyleşi metnine kendisinin arzusu üzerine yer<br />

verilmemiştir.<br />

100


Ahmet Ümit<br />

Suç ve Edebiyat<br />

17 Nisan 2010


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

Bugünkü söyleşimizin konusu suç ve edebiyat. Suç konusunda<br />

hem teorik hem de pratik anlamda yazdığı polisiye romanlarla bence<br />

türkiye’nin en önemli kalemi olan Sayın ahmet ümit’i birazdan dinleyeceğiz.<br />

eserlerini olabildiğince takip etmeye çalışan ve eserlerinden keyif<br />

alan birisi olarak kısa bir giriş yapmak istiyorum. ardından mikrofonu<br />

kendilerine bırakacağım.<br />

Suçun tarihi insanlığın tarihi ile birlikte başlıyor. ilk insan ve ilk<br />

peygamber Hz. adem yaratıldıktan sonra, islam inancına göre “şu ağaca<br />

yaklaşma” diye allah tarafından uyarılıyor. ama Kuran-ı Kerim’de de<br />

aktarıldığı şekilde, iblis’in baştan çıkarmalarıyla yasak ağacın meyvesinden<br />

yiyor ve belki de insanlık tarihinin ilk suçunu böylece işlemiş oluyor.<br />

ilk suç ve ilk günah. ardından tövbeler ediyor, bağışlanma diliyor ve<br />

tövbesi kabul edildikten sonra ölümlü olan bu dünyaya sürgün ediliyor.<br />

Bu dünyaya gönderildikten sonra da ilk neslinden olan Kabil’in kardeşi<br />

Habil’i öldürmesiyle ilk cinayet işlenmiş oluyor. Böylece suçun devam<br />

etmekte olduğunu görüyoruz. Söyleşiye gelmeden önce bu konu vesilesiyle<br />

Kuran-ı Kerim’e şöyle bir bakayım dedim. Maide Suresi’nin 27<br />

ila 31. ayetleri arasında Habil ve Kabil kıssası anlatılıyor. 32. ayette de<br />

“Biz İsrailoğulları’na şöyle vahyetmiştik; kim bir insanı öldürürse sanki<br />

tüm insanları öldürmüş gibi olur” mealinde devam ediyor. Buradan da<br />

eski ahit’e, yani tevrat’a göndermelerde bulunarak on kutsal emrin ilk<br />

ilkesi olan “öldürmeyeceksin” ilkesine vurgu yapılıyor. Yahudi inancında<br />

ve bizim inancımızda da pek çok noktada vurgulandığı üzere en büyük<br />

günahlardan olan haset yani kıskançlık kınanıyor. Bu eylemin yapılması<br />

halinde olabilecek cezalardan bahsediliyor. Dolayısıyla suç kavramının<br />

geçmişi insanlığın yaratılışına kadar gidiyor.<br />

ahmet Bey bunu özellikle vurguluyor; rönesans döneminde insan<br />

evrenin merkezine yerleştiriliyor. Bu, bizim inancımızdaki ‘eşref-i<br />

mahlûkat’ (1) anlayışıyla birebir örtüşüyor. Yaratılmışların en şereflisi olan<br />

insan evrenin merkezinde ve her şey ona âmâde. insan, iyi, güzel, yaratıcı,<br />

şefkatli, merhametli; pek çok iyi özelliği, vasfı üzerinde taşıyor. Bu<br />

_______________<br />

(1) eşref-i mahlukat: islamiyet’e göre insan, yaratılmışların en şereflisi ve allah’ın yeryüzündeki<br />

halifesidir.<br />

103


da yine bizim inancımızdaki ‘ahsen-i takvim’ (2) kısmına işaret ediyor. O<br />

zaman şöyle bir soru akla geliyor; madem insan bu kadar iyi, merhametli<br />

ve şefkatli, neden bu kadar suç işleniyor? niye bu kadar çok kötülükle<br />

karşı karşıya kalıyor? Mesela o dönemde Marque de Sade diyor ki; “insanın<br />

içinde Rönesans’ın eksik bıraktığı parça kötülüktür”. Bu tanımlama<br />

da bizim inancımızda ‘esfel-i safilin’ (3) diye, aşağıların aşağısı diye tanımlayacağımız<br />

tarafa işaret ediyor. Hakikaten insanın içinde ilk yaratılış<br />

anından bu tarafa neşet eden şeylerden bir tanesi de kan dökmeye, kötülüğe,<br />

cinayete, yani suça olan meyli. Dolayısıyla insan tek yönü olan bir<br />

varlık değil. insanda melek ile şeytan tarafı, iyilik ile kötülük, aydınlık ile<br />

karanlık yüzü birlikte barınıyor. insanı gerçekten değerlendirebilmek için<br />

bütün bu vasıfları ile birlikte ele almamız gerekiyor. Çünkü insan ruhu<br />

mükemmel değil; eksiklerle, kötülüklerle de içli dışlı. Bu kısmını ihmal<br />

etmemek insanı anlamak açısından son derece önemli.<br />

işin bir enteresan tarafı da insanın kötülüğe olan ilgisinin iyiliğe olan<br />

ilgisinden daha fazla olması. edebiyat da insanın ilgilendiği her şeyi konu<br />

aldığı için zaman içinde ‘suçun edebiyatı’ oluşmuş. Suçun edebiyattaki<br />

karşılığını ise ‘polisiye roman’ olarak tanımlayabiliriz. Polisiye roman,<br />

ahmet Bey’in de sıklıkla ifade ettiği gibi ‘modern çağın bir çocuğu’.<br />

altını biraz daha kazıdığımız zaman “Marksizm’in ve polisiye romanın<br />

kaynağı kapitalizmdir” diyor. Size iki tane tarih vermek isterim; ilk polisiye<br />

roman, edgar allan Poe tarafından 1841’de yazılan ‘Morg Sokağı<br />

Cinayeti’dir. Marx ve engels’in Komünist Manifesto’yu yayınladıkları tarih<br />

ise 1848, yani birbirini takip eden iki gelişme. üstelik bunların zeminini<br />

kazıdığımızda, az önce de ifade ettiğim gibi altından ‘kapitalizm’ çıkıyor.<br />

Kapitalizm olmadan suç oluşamıyor. Feodal toplumlarda hakikaten suç<br />

oluşmuyor. ahmet Bey bunu da çok güzel ifade ediyor; feodal toplumlarda<br />

suç basittir, yani kan davasıdır, namus cinayetidir, hırsızlıktır, gasptır.<br />

Örneğin; adamın biri eline çifteli tüfeği alıyor, şehir meydanında onlarca<br />

kişinin önünde kan davalısını vuruyor, ondan sonra da jandarmaya, polise<br />

teslim oluyor. Şimdi bundan bir roman zor çıkar; olsa olsa 3. sınıf<br />

cinayet haberi olur.<br />

_______________<br />

(2) ahsen-i takvim: islamiyet’e göre insan, ruh ve bedeni ile en mükemmel şekilde yaratılan,<br />

güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırabilen akıllı bir varlıktır.<br />

(3) esfel-i safilin: islamiyet’e göre cehennemin de aşağısında olan yer; insanın eşref-i mahlukat<br />

noktasından düştüğü en aşağıdaki, en sefil yer.<br />

104


ne zaman ki kapitalizm, bilim ve teknolojik üretimle beraber suçun<br />

emrine verilmeye başlanıyor, ondan sonra suçu gizlemek kolaylaşıyor.<br />

Suç daha ustalıkla gizlenir hale geliyor, suçun üzerindeki o gizem perdesi<br />

daha koyulaşıyor, suçun sayısı ve çeşidi artıyor. işte ondan sonra da karşımıza<br />

‘gizemli suç’ çıkıyor; daha karmaşık, daha sofistike bir suç tablosuyla<br />

karşı karşıya kalıyoruz. Bununla birlikte polisiye romanların alt dalları<br />

oluşuyor; klasik polisiye, kara roman, gerilim romanı ve casus romanı.<br />

Suç, çok geniş bir yelpazede oluşmaya başlıyor. Klasik polisiye, suçun dedektiflik<br />

dönemine işaret ediyor; sebepleri üzerinde fazla durmuyor. Sadece<br />

bir suç var ve o suç birinin hastalanması ya da vadesi gelip ölmesi gibi<br />

sıradan bir şey. Bu kadar sıradan olunca da gerçeklik duygusundan biraz<br />

uzaklaşmamıza sebebiyet veriyor. Mesela edgar allan Poe’nun yazdığı ilk<br />

eserler bu sınıf içinde yer alıyor.<br />

1830’lu yıllarda, amerikan ekonomik buhranıyla birlikte suç, önemli<br />

bir aşama kaydediyor. Dashiell Hammett, ‘dedektif Sam Spade’ isimli bir<br />

roman kahramanı yaratıyor. Hammett’in romanlarında suç, bazı ekonomik,<br />

sosyal ve toplumsal temeller üzerinde yükselmeye başlıyor. Bunu<br />

takip eden başka yazarlar da var. Benzer romanlar çok tutunca bunların<br />

avrupa’daki uzantıları oluşmaya başlıyor. ardından suç anını ve suçlunun<br />

yakalanma anını büyük bir gerilimle anlatan ‘gerilim romanları’ oluşuyor.<br />

Derken ‘casus romanları’ ortaya çıkıyor. John le Carré, kahramanı<br />

George Smiley aracılığıyla bizlere casusların dünyasını açıyor. neticede<br />

çok geniş bir yelpazede eserler verilmeye başlanıyor.<br />

Suçun olduğu yerde elbette ceza olmalı; çünkü ceza suçtan ayrılmanın<br />

belki de tek yöntemi. ama Sayın ahmet ümit, nietzsche’den bir alıntı<br />

yaparak diyor ki; “ceza tek başına kişiyi eğitmez, ancak evcilleştirir”.<br />

evcilleştirmek demek bir açıdan ehlileşmek demek, ehlileşmek ise doğallıktan<br />

uzaklaşmak demek. Bir kurdu ancak bir kurt köpeği haline getirebilirsiniz<br />

ama o artık bir kurt değildir ve doğal yapısından uzaklaştığı<br />

için de mutlu değildir. Demek ki doğal yapıdan uzaklaşmak insanı mutlu<br />

etmiyor. O zaman şu kritik soruyu soruyor; şiddet, kan dökme eğilimi<br />

içimizde, varoluşumuzda yer aldığına göre, bunu başkasına zarar vermeden<br />

nasıl tatmin edebilir, nasıl doyurabiliriz? Bu okumaları yaparken<br />

bu bölüme geldiğimde verebileceğim bir tek cevap oldu. inancımızda ve<br />

kültürümüzde bu fonksiyonu yerine getiren bir ibadet biçimi kurbandır.<br />

Kurban kesilmesi esnasında akıtılan kan, insanın bu kan akıtma ve şiddet<br />

eğilimini tatmin etmesine yarar. elbette bu ibadetin tek amacı bu değil.<br />

105


Dolayısıyla insan varoldukça, iyiliği ile kötülüğü, aydınlık yüzü ile karanlık<br />

yüzü de varolmaya devam edecek.<br />

Polisiye romanların iyi edebiyat okurları tarafından kaçırılmaması<br />

gereken ürünler olduğunu ben de ahmet Bey’i okumaya başladıktan sonra<br />

fark ettim. Çünkü iyi edebiyat demek iyi bir kurgu ve üslup demek ve<br />

polisiye romanlarda bu ikisi mutlaka var. Onun için daha evvelce biraz<br />

da hafife alındığını düşündüğüm (geçmişte ben de böyle düşünürdüm)<br />

polisiye romanların bu toplantıdan sonra pek çok kişinin gündemine gireceğinden<br />

eminim. az önceki sohbetimizde öğrendiğimize göre, ahmet<br />

Bey’in yeni romanı ‘istanbul Hatırası’ haziran başında çıkıyor. Kendisini<br />

yakından takip etmenizi ve okumanızı öneririm; çünkü kitaplarından<br />

edebi tatlar alacağınızdan hiç şüphem yok. Söyleşilerini yapmak üzere<br />

mikrofonu ahmet Bey’e bırakıyor ve teşekkür ediyorum.<br />

SUNUŞ<br />

Avanos Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Fatma Şahin<br />

“Suç ve edebiyat” konusu ile bugün aramızda bulunan ahmet ümit<br />

1960 yılında Gaziantep’te doğdu. 1983’te Marmara üniversitesi Kamu<br />

Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. 1985-1986 yıllarında Moskova Sosyal Bilimler<br />

akademisi’nde eğitim gördü. ilk kitabı “Sokağın Zulası” 1989’da<br />

yayımlandı. Çeşitli dergi ve gazetelerde şiir, öykü ve yazıları yayınlandı.<br />

Birçok kez sinema ve televizyon dizilerine uyarlanan yapıtları, çok sayıda<br />

yabancı dile çevrildi. Söyleşisini gerçekleştirmek üzere Sayın ahmet<br />

ümit’i sahneye davet ediyorum.<br />

Ahmet Ümit<br />

Merhaba arkadaşlar. nasılsınız? iyi misiniz? Ben çok mutluyum,<br />

çünkü bu büyülü bölgeye üçüncü kez geliyorum. Her geldiğimde de olağanüstü<br />

etkileniyorum buradan. Sadece türkiye’nin değil yeryüzünün en<br />

güzel yörelerinden biri; muhteşem, olağanüstü ve insanı hayallere sürükleyen<br />

bir doğa. ünlü ispanyol mimar Gaudi’yi (4) bilirsiniz. Onun Barselona<br />

kentinde önemli binaları vardır ve pek çoğunu buradan etkilenerek<br />

yapmıştır. Olağanüstü bir coğrafyada oturduğunuz için çok şanslısınız;<br />

_______________<br />

(4) antoni Gaudi (1852-1926): ispanyol Katalan mimarı. Yeni Sanat akımının öncülerindendir.<br />

Barselona’da yapımı hâlâ devam eden la Sagrada Familia Kilisesi başta olmak üzere<br />

eserlerinde peribacalarını ciddi şekilde andıran bir yapı tarzı uygulamıştır.<br />

106


zaman zaman sizi kıskanıyorum. istanbul’a çok uzak olmasa hakikaten<br />

buraya yerleşmeyi isterim. Her geldiğimde arkadaşlarımı da getiriyorum<br />

ki burayı görsünler. insanlarını da çok seviyorum, son derece konukseverler.<br />

Bu yüzden sizlerle birlikte olmaktan çok mutluyum.<br />

Sayın belediye başkanımız aslında neredeyse suç ve edebiyat arasındaki<br />

bütün ilişkileri açıkladı. Ben bunu biraz kendi üzerimden yola<br />

çıkarak anlatmak isterim. Hani bazı ses sanatçısı hanımlar vardır; televizyona<br />

çıkıp “daha üç yaşındaydım, tarağı elime alır, aynanın karşısına<br />

geçip şarkı söylerdim” diye konuşurlar ya, bende öyle bir şey<br />

yoktu. Yani 3 yaşında, 5 yaşında, hatta 20 yaşındayken bile yazar olacağım<br />

diye bir isteğim, düşüncem yoktu. Şimdi 50 yaşındayım. Bizim<br />

zamanımızda ilk aşklar lise döneminde başlar, ilk aşklarla birlikte de<br />

şiir yazılırdı. Bizim türk milleti şiir yazmaya meyilli bir millet; şimdi<br />

bu internet ortamı biraz değiştirdi ama şiire çok bağlı bir milletiz. Bunun<br />

da kökenleri Yunus emre, Karacaoğlan, Mevlânâ’ya kadar gidiyor;<br />

edebiyatımızda böyle bir geleneğimiz var. Şiir bizim için güzel bir şeydir.<br />

aslında bunu da iran’dan almışızdır; çünkü türklerin kökeninde şiir<br />

yoktur, destanlar ve masallar vardır. iran’dan aldığımız şiiri yüzyıllar<br />

içinde benimsemişizdir. Ben de lise çağlarımda aşık oldum, fakat şiir<br />

yazmadım; o yıllarda şiir bile yoktu. Her şey 1982 yılında birdenbire<br />

oldu; birdenbire bir öykü yazdım. Çok iyi bir kitap okuruydum; tüm<br />

Fransız, ingiliz ve rus klasiklerini, türk yazarları okurdum, fakat yazma<br />

durumu yoktu. Derken bir gün, 22 yaşındayken bir öykü yazdım. Hâlâ<br />

yazar olma diye bir derdim yoktu, kendiliğinden geldi ve ne olduysa o<br />

zaman oldu. Yazdığım ilk öykü, 40 ayrı dilde basılan bir dergide aniden<br />

yayınlanıverdi. Yazar olmak gibi bir derdim yokken ilk yazdığım öykünün<br />

40 ayrı dilde yayınlanmış olması benim için inanılmaz bir şeydi. O<br />

zamanlar hiçbir türk yazarının eseri 40 ayrı dilde yayınlanmamıştı. işte<br />

o zaman insanın aklına ‘acaba yazar olabilir miyim’ diye kötü şeyler<br />

geliyor. Bu olaydan sonra “yazar olabilirim” dedim ve çevrem de beni<br />

desteklemeye başladı. Fakat şöyle de bir şey oldu; eskiden ‘Çalıkuşu’nu<br />

alır, zevkle okurdum ama bu karardan sonra “Reşat Nuri Güntekin dili<br />

biraz zayıf kullanmış” gibi eleştirel bir gözle okumaya başladım. Oysa,<br />

daha kaç günlük adamsın? Mesela, Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sını<br />

büyük bir merakla okuyorum -ki çok ünlü bir romandır, konumuzla da<br />

ilgili-, roman rusya’nın daha önceki başkenti St Petersburg’da geçiyor;<br />

orada karlar içinde geziyorum, beni alıp götürüyor. Zaten edebiyatın<br />

107


güzel yönü budur; ne uçak bileti alırsınız, ne de tren veya vapur bileti,<br />

olay nerede geçiyorsa sizi oraya götürür. amerika, arabistan, rusya<br />

fark etmez; bedava gidip gezer, o kültürü tanırsınız. ama ben şimdi<br />

yazar olacağım diye kendimi bir şey zannediyorum ya, “Dostoyevski<br />

de karakterleri iyi anlatamamış” diyorum. Böyle bir şımarıklık insanın<br />

içinde var. allah’tan çok iyi arkadaşlarım vardı. Bu iyi arkadaş meselesi<br />

çok önemlidir; sizi pohpohlayan arkadaşlarınız çok iyi arkadaşlarınız<br />

değildir. iyi arkadaş, aynı zamanda hatalarınızı söyleyen, sizi kendinizle<br />

yüzleştiren arkadaştır. Böyle arkadaşlarım vardı da bana haddimi<br />

bildirdiler; ben de kendimi yavaş yavaş toparladım ve yazmaya devam<br />

ettim.<br />

ilk kitabım bir şiir kitabıydı, ardından bir öykü kitabı yayınladım. Bir<br />

ağabeyim, öykülerimden birini okuyunca bana “Ahmet sen polisiye yazıyorsun”<br />

dedi. Bir zoruma gitti ki anlatamam. Hakaret etse daha iyiydi.<br />

nedenini de anlatayım; benim için edebiyat, insanı iyi yapan, yeryüzünü<br />

güzel kılan bir etkinlik olmalıdır. Sadece hikâyeler anlatıp, insanları<br />

eğlendiren bir şey olmamalıdır. elbette bir kitap veya film bir yandan<br />

bizi eğlendirmelidir ama diğer yandan da bizi güzel, iyi ahlâklı yapmalıdır;<br />

başkasına zarar vermememizi önermeli, hoşgörü içinde olmamızı<br />

söylemeli ve yeryüzüne katkıda bulunmalıdır. Çünkü buna ihtiyaç var.<br />

neden ihtiyaç var, onu da anlatayım; edebiyattan başka etkinlik yoktur<br />

ki hayata ayna tutsun. Biz hayata ayna tutarız; hayata ayna tuttuğumuz<br />

için de oradaki yanlışları, eksikleri, kötülükleri gösteririz. Bana göre, eğer<br />

bunu yapmıyorsak bir problem var demektir. elbette diğer yazarlar farklı<br />

düşünebilirler. ağabeyim bana diyor ki “sen polisiye yazıyorsun”, ben de<br />

diyorum ki “polisiye nedir?” agatha Christie’yi biliyorsunuz değil mi? ingiliz<br />

hanım yazar. Kitaplarında mesela bir yazlık otel ya da bir ada vardır,<br />

bu adadaki 8 kişiden birisi öldürülür, cinayetleri işleyen kişiyi bulur. Bundan<br />

bana ne? edebiyat bir şey anlatmalı. Böyle düşündüğüm için, ağabeyimin<br />

söylediklerine çok bozuldum. Öyküyü yeniden okudum, baktım<br />

hakikaten polisiye yazıyorum. Çünkü ağır şeyleri yazmayı sevmiyorum;<br />

hareket istiyorum, entrika istiyorum, bilinmeyen bir şey, bulmaca olsun<br />

istiyorum, yazarken mutlu olayım, iyi vakit geçsin istiyorum, dolayısıyla<br />

polisiye çıkıyor. O zaman, “peki ne yapacağım ben?” diye düşünüp<br />

araştırmaya başladım. araştırmaya başladığım zaman da, az önce belediye<br />

başkanımızın söylediği, edgar allan Poe’nun ‘Morg Sokağı Cinayeti’<br />

öyküsünü buldum. agatha Christie’den önce yazılmış. “İyi de, bu bir şey<br />

108


anlatmıyor ki, ne yapsam, yazarlığı mı bıraksam acaba?” diye düşünürken<br />

biraz derin bakınca ilk polisiye romanı buldum; hem tevrat’ta, hem<br />

incil’de, hem de Kuran-ı Kerim’de geçen Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi<br />

hikâyesi. adem peygamberin iki oğlu var; Kabil, Habil’i kıskanır,<br />

tarlada bir yere çağırır ve kardeşini kafasına taşla vurarak öldürür. Sonra<br />

da bu cinayeti gizleyebileceğini düşünerek kardeşini gömer. tabii her şeyi<br />

gören tanrı bunu da görür ve Kabil’i yanına çağırarak ona sorar: “Kardeşin<br />

nerede?” Kabil görülmediğinden emindir; usta bir katil gibi, “nereden<br />

bileyim, kardeşimin bekçisi miyim?” der. tanrı der ki; “kardeşinin kanı<br />

topraktan seni çağırıyor”. Ondan sonra Musa peygambere gelen on emirden<br />

en önemlisi olan ‘öldürmeyeceksin’ emri aslında bu hikâyenin ardından<br />

anlatılmıştır ve ‘kardeşinizin, insanların kanını dökmeyin’ demeye<br />

çağırmaktadır. Çünkü, Maide Suresi’nde denildiği gibi “bir insanı öldüren<br />

bütün insanlığı öldürür, bir insanı kurtaran bütün insanlığı kurtarır”. Bu<br />

hikâyeyi gören, “bir polisiye öyküyle, bir cinayet öyküsüyle de ben insanları<br />

iyiliğe çağırabilirim” diye düşünebilir.<br />

Biraz daha okuyunca başka bir metinle karşılaştım. Kutsal kitaplardan<br />

bir metin değil ama bizim buralı, akdenizli birisi yazmış; ‘Kral Oidipus’un<br />

hikâyesi. Bu bir tiyatro oyunu, yazılı bir destandır; yazan kişi de ‘Yunanlı<br />

Sofokles’tir. Yunanistan’daki tebai kentine 2000-3000 yıl önce yakışıklı<br />

ve güçlü bir genç gelir. Kentin girişindeki köprünün üzerinden geçerken<br />

yaşlıca bir adamla karşılaşır. adam “buraya giremezsin” der ve aralarında<br />

bir tartışma çıkar. Oidipus güçlüdür, ataktır; zavallı adamı öldürür ve<br />

aşağıdaki nehre atar. Sonra şehre girer, büyük faydalar sağlar ve kraliçenin<br />

dikkatini çeker. Kocası kaybolan kraliçe böyle bir koca istemektedir<br />

ve onunla evlenerek çocuklar doğurur. Fakat, çocuklar büyürken aniden<br />

bir lanet başlar. Veba, deprem, kuraklık, yangın… Şehrin üzerine öyle<br />

bir felaket düşmüştür ki asla gitmez. inançları gereği Paganist (çok tanrılı)<br />

olduklarından ve puta taptıklarından, hemen tapınağa giderek kahine<br />

sorarlar: “Ne oldu, ne yanlış yaptık, hangi tanrıyı kızdırdık, sunak sunmadık?”<br />

Kahin de şehrin başına gelen belanın nedenlerini bulması için<br />

krala birtakım ipuçları verir. Kral Oidipus bu olayı çözmek için izlerin<br />

peşinden gider ve sonunda korkunç gerçeği bulur; köprünün başında öldürüp<br />

suya attığı adam kendi öz babası, şehre girip evlendiği kraliçe ise<br />

öz annesidir. Kendi annesinden çocukları olmuştur; büyük ve inanılmaz<br />

bir suç işlemiştir. Hem kralı ve babayı öldürmüş, hem de insan neslini<br />

tehlikeye düşürecek enseste girmiştir. işte bu yüzden cezalandırılmıştır.<br />

109


Bunu okuduğum zaman, “bu hikâye bir şey öneriyor; şiddet uygulama<br />

diyor, cinsellikle ilgili şeyler öneriyor, bu da enteresan” diye düşündüm.<br />

Okumaya devam ettim ve başka bir yazarla karşılaştım. Bir ingiliz;<br />

belki de dünyanın en büyük yazarlarından William Shakespeare. tiyatro<br />

oyunları da vardır. Mesela “olmak ya da olmamak” tiradıyla ünlü ‘Hamlet’<br />

diye bir oyunu vardır. Bu oyunda Hamlet’in kral olan babası amcası<br />

tarafından zehirlenerek öldürülür ve annesi kendi kaynı ile evlenir.<br />

Prens Hamlet bu cinayeti çözmeye çalışır. Oyun bunu anlama sürecidir<br />

ve bunu yaparken de insan ruhunu araştırır. William Shakespeare’i de<br />

okuduktan sonra polisiye metinlerle bir şey yapılabileceğine inandım;<br />

çünkü kutsal kitaplarda var, büyük yazarlar da anlatmış. Bir şiddetten<br />

yola çıkarak şiddeti engellemenin yollarını, önerilerini yahut sorularını<br />

kitabımda sorabileceğimi düşündüm.<br />

Bir önemli nokta da bu yazarların neden bu türde yazdıklarıydı. edebiyat<br />

aslında biraz dine benzer. Geçenlerde Mersin’de müftülük benim<br />

din adamlarıyla bir sohbet yapmamı istedi; onlarla oturduk konuştuk.<br />

Sanatçılarla din adamları birbirine benzer; çünkü eğer gerçekten namuslu<br />

ve temiz insanlarsa, insan ruhunu arıtmaya, yüceltmeye çalışırlar.<br />

Fakat, insan ruhu nedir? insan ruhunun fotoğrafını çekemiyoruz, sesini<br />

duyamıyoruz, kokusu yok, ona dokunamıyoruz ama var. Gözyaşı demek<br />

insan ruhu demektir, gülümsemek insan ruhu demektir; bir insana yardım<br />

etmek, ona böbreğini vermek, onun için ölmek insan ruhu demektir.<br />

Hepimizde insan ruhu var, peki bunu nasıl anlatacağız? Yazarların<br />

suçu anlatmasının sebebi işte budur. Şimdi ben burada oturuyorum, siz<br />

de beni saygı ile dinliyorsunuz; teşekkür ederim ama allah göstermesin,<br />

şimdi şurada bir cinayet işlense hepimizin gerçek yüzü ortaya çıkar. Korkaklar,<br />

cesurlar, zekiler, soğukkanlılar, olaya müdahale etmek isteyenler,<br />

durumu çözmeye çalışanlar. işte yazarlar insan ruhunu anlatmak için bu<br />

cinayetleri yazarlar; çünkü bu maskeler, kişiliğimiz, kimliğimiz, gizlendiğimiz<br />

örtü kriz anlarında düşer ve arkasından ruhumuz ortaya çıkar.<br />

ama bu ruh her zaman aynı kalmaz, bir süre sonra değişir. Kaçan birisi<br />

der ki; “ben kaçmak için gitmedim, Mehmet’e haber verecektim” der.<br />

Biz yazarların yaptığı şey şudur; mesela gece karanlıkta avanos’un dışında<br />

ormanlık, dağlık bir alanda yürüdüğümüzü düşünelim. Gökyüzü<br />

hafif bulutlu ve karanlık; bir şey göremiyoruz, fakat bir an şimşek çakıyor,<br />

çaktığı an ortalık aydınlanıyor ve biz görüyoruz. neyi görüyoruz? etrafta<br />

çalılar, su birikintileri, sağ tarafta peribacaları var. Sonra ışık sönüyor<br />

110


ve biz yeniden karanlığa gömülüyoruz. Başka bir örnek vereyim; ‘notre<br />

Dame’in Kamburu’ romanı. ‘notre Dame’in Kamburu’nda çok çirkin bir<br />

adam vardır; Quasimodo. ama yüreği o kadar büyük, o kadar güzeldir<br />

ki onun çirkinliğini görmeyiz. romanın yazarı Victor Hugo bize bunu<br />

anlatır. işte benim suçu yazma nedenim biraz da bu.<br />

az önce belediye başkanımız “suçu nasıl önleriz?” diye sordu. Bunun<br />

onlarca cevabı vardır. emniyet müdürümüz kendi alanında bir çözüm<br />

önerecektir. Hukukçumuz, psikoloğumuz, kriminoloğumuz veya<br />

din adamımız başka başka çözümler önereceklerdir. Yazar ise çözüm<br />

önermeyecektir; çünkü yazar soru sorar. neden çözüm önermez? Çünkü<br />

sanat ya da edebiyat bilim değildir. 2+2=4 yapar; şimdi ben bunun tersini<br />

söylesem çocuklar bana güler, oysa edebiyatta 7’de yapar, 8’de yapar.<br />

Çünkü edebiyat bize doğrulardan çok güzellikleri anlatır ve gerçeği hissettirir.<br />

Şimdi ben çıksam, “hayatın anlamı budur, bu böyle olacaktır, bu<br />

düşünce doğrudur, şu din, şu ideoloji yanlıştır” desem kendimi bağlamış<br />

olurum. Onun yerine, “bu ideoloji doğru mudur? Bu din gerçekten hak<br />

dini midir?” gibi sorular sorup, yanıtını da okura bıraktığım zaman başarılı<br />

olurum. Çünkü öteki türlüsü vaaz olur; onu din adamları yapar, “bu<br />

doğrudur ey cemaat” diye anlatır. Bir bilim adamı yapar; bir profesör<br />

çıkıp, “bu teori doğrudur” der. ama bir yazar, bir sanatçı bunu yapmaz.<br />

Bir sanatçı, okurun o çözüm sürecinde düşünmesini sağlayarak başka<br />

kitaplar okumasını ister, amacımız budur. O yüzden biz farklı anlatırız,<br />

bu da gerçeklik duygusuna çok uygundur.<br />

Hz. Mevlânâ ile Şems karşılaştıkları zaman -ki bu buluşmaya biz<br />

‘meracel bahreyn’, yani ‘iki denizin buluşması’ diyoruz- aralarında şöyle<br />

bir konuşma geçer: Mevlânâ ders verdiği Furuşan Medresesi’nden çıkmış,<br />

bir atın sırtında kendi evine doğru gitmektedir. Şems onun karşısına<br />

çıkar ve atı yularından tutar; “ey dünya ve mana aleminin sarrafı, sana<br />

bir sualim var”. Mevlânâ “tabii, buyur” der. Şems sorar; “Hz. Muhammed<br />

mi büyüktür, Beyazıt-ı Bestami mi?”. Beyazıt-ı Bestami o dönemin<br />

önemli mutasavvıflarından bir tanesi. Mevlânâ sinirlenir ve “bu ne biçim<br />

bir soru, elbette dünyanın nuru Allah’ın resulü Hz. Muhammed büyüktür”<br />

der. Şems devam eder; “öyle diyorsun ama Hz. Muhammed diyor ki<br />

‘yüce Allah’ım yazıklar bana ki seni hakkıyla bilecek bilgiye erişemedim’.<br />

Ama Beyazıt-ı Bestami diyor ki ‘kendimi kutlarım, ben her şeyi hakkıyla<br />

biliyorum’. Biri ‘yeterince bilmiyorum’ derken öteki ‘her şeyi biliyorum’<br />

diyor. Bu durumda sen bilmeyene nasıl daha iyi dersin?”. Mevlânâ gü-<br />

111


lümseyerek yanıtlar; “bazı insanların susuzluğu bir bardak suyla geçer,<br />

bazı insanların susuzluğu denizleri içseler geçmez; çünkü bildikçe bilmediklerimizin<br />

sayısı artar”. Bu da “bildiğim bir şey varsa o da hiç bir şey<br />

bilmediğimdir” diyen Yunanlı filozofun düşüncesine denk düşüyor. işte<br />

bu noktada yazarların yapmaya çalıştıkları şey de budur; esaslı sorular<br />

sormak ve yanıtını okura bırakmak. ‘Okur’ derken o toplumu yönetenler<br />

de, suçla mücadele edenler de olabilir. ama hiçbir yazar “suçluya şöyle<br />

yapılmalıdır” demez, sadece “öldürmeyeceksin” der; buna hepimiz imza<br />

atarız. ancak, orada bile öyle problemler vardır ki... Mesela bir caniyle<br />

karşılaştığımızda içimizden onu öldürmek geçebilir ama yapmamak lazım;<br />

çünkü bir caniyi öldürdüğümüzde bile ölüm kazanır. Karşımızdaki<br />

insan görünümünde bir canavar olsa dahi içimizdeki büyük öfkeye yenilmememiz<br />

gerekir; aksi takdirde ölüm kazanır.<br />

Son derece muallak bir meseledir suç meselesi. Örneğin, iran’da suç<br />

sayılan şey bizde suç değildir, bizde suç kabul edilen bir şey amerika’da<br />

suç değildir. 1919 yılında Mustafa Kemal’i bu topraklarda vatan haini ilan<br />

etmişlerdir, şimdi ulusal kahramanımız. Suç son derece göreceli, değişken<br />

bir şeydir; edebiyat ta öyle. iyi edebiyat nedir? Çok tartışılır. Örneğin,<br />

ben kırmızıyı severim, siz sevmezsiniz ve bunu tartışmak anlamsızdır;<br />

herkes aynı rengi sevecek diye bir kural yok. Bu edebiyatta da böyledir;<br />

örneğin herkes Dostoyevski’yi sevmek zorunda değildir. Ben tolstoy’u<br />

severim, ne bileyim bir arap yazarını severim, ‘Binbir Gece Masalları’nı<br />

severim, buna kimse karışamaz. Suç gibi edebiyat ta belirsizdir. eleştirmen,<br />

‘kitap şu yönden iyi değil’ diyebilir ama bunun bin farklı yönden<br />

tartışması yapılabilir. Bu yüzden, suç ta değişkendir. Biz yazar olarak sadece<br />

şunu söyleyebiliriz; kimseyi incitme. Mutlu olmanın tek yolu başkalarına<br />

mutluluk vermektir. Birilerini incittiğimiz zaman mutsuz oluruz.<br />

edebiyatın yapmaya çalıştığı şey esas olarak budur. Bunu da şu yolla yapar;<br />

kitabı okurken kendimizi oradaki kahramanın yerine koyarak onun<br />

acılarını da sevinçlerini de hissederiz. Böylece kendimizi başkalarının<br />

yerine koymayı öğreniriz. Bu ne demektir? Komşunun, arkadaşlarının,<br />

ailenin acılarını, evrensel insanlığı hissetmek demektir; bu çok önemli.<br />

edebiyat bu misyonunu bu şekilde yerine getirir. Beni edebiyatta en çok<br />

mutlu eden şey budur.<br />

türkiye’nin şanslı yazarlarından biri sayılırım, hayatımı yazarak kazanabiliyorum.<br />

Çok teşekkür ederim, böyle yerlere beni çağırıyorsunuz,<br />

gelip konuşma fırsatı buluyorum ama beni asıl mutlu eden şeyi bura-<br />

112


da anlatmam gerek. Hayatın içinde yüzlerce karakter var; romanlarımda<br />

yüzlerce karakter yazdım ve ben yüzlerce karakterin hepsi birden oluyor,<br />

onları taşımaya başlıyorum. ‘avrupa Yakası’ diye bir dizi vardı bir zamanlar<br />

hatırlıyor musunuz? Bu dizinin yönetmeni atilla aslan arkadaşımdır.<br />

Kitaplarımı yayınlanmadan önce bazı insanlara okuturum, ona da<br />

‘Kavim’ isimli romanımı yolladım. romanda ‘Başkomser nevzat’ diye<br />

bir karakter var; bu karakterin de ‘evgenia’ isminde bir kız arkadaşı var.<br />

Gece yarısı atilla beni aradı, “Evgenia kim?” diye sordu. “Bizim Başkomser<br />

Nevzat’ın sevdiği, evleneceği kadın” dedim. “Bu kadın gerçekten var<br />

ağabey” dedi. Bunun sadece bir karakter olduğunu, gerçekte varolmadığını<br />

anlatmaya çalıştım ama “bu kadın var, lütfen beni onunla tanıştır;<br />

evlenmek için böyle düzgün bir kadın arıyorum” diye ısrar etti. işin güzel<br />

tarafı bu; çünkü yazarken ben bunu yaşıyorum.<br />

Yazar olmanın güzel yanlarından bir tanesi de insanların acısına bir<br />

anlamda son vermek. Bana yazarlıkla ilgili en güzel şeyleri üç hanım<br />

söyledi. Bunlardan biri bir kanser hastasıydı; korkunç bir durumdaydı ve<br />

evde tedavi görüyordu. ‘Kar Kokusu’ isimli romanımı ona, yani Birsen<br />

abla’ya gönderdim. allah rahmet eylesin, üç gün sonra beni aradı; “Ahmet,<br />

sana çok teşekkür ederim. Biliyorsun ölümcül bir hastalığım var, çok<br />

acı çekiyorum; fakat romanını okurken hastalığımı unuttum” dedi. roman<br />

Moskova’da geçiyor; “üç gün Moskova’ya gittim, üç gün Moskova’da gezip<br />

oradaki insanların hayatlarına girdim, üç gün kansersiz yaşadım sana<br />

çok teşekkür ederim” dedi. ikinci hanım bir mahkumdu. Bir gün, hanım<br />

mahkumların kaldığı istanbul üsküdar’daki toptaşı Cezaevi’nin savcısı<br />

aradı, “mahkumları topluma kazandırmak istiyoruz, sizin de bu konudaki<br />

duyarlılığınızı biliyoruz; gelip bir konuşma yapar mısınız?” dedi. Severek<br />

kabul ettim. Mahkumlar, ‘Beyoğlu rapsodisi’ isimli romanımı okumuşlar.<br />

toplantının sonunda bir kadın mahkum ayağa kalktı, “Ahmet Bey, ben<br />

tam 11 yıl duvarların dışına çıkmadım, 11 yıl boyunca sadece nakil sırasında<br />

cezaevi aracının demir parmaklıkları arasından sokakları gördüm,<br />

dışarısı nasıldır bilmiyorum. Fakat sizin Beyoğlu Rapsodisi romanınızı<br />

okudum; dört günlüğüne de olsa duvarların dışına çıkıp özgür oldum,<br />

dört günlüğüne de olsa beni kurtardınız, size çok teşekkür ederim” dedi.<br />

Birisi böyle söyleyince yaptığım işin bir anlamı olduğunu kabul ediyorum.<br />

üçüncü hanım 80 yaşında bir arkeoloji profesörüydü; “Ahmet Bey,<br />

ben 50 yıl Hititler üzerine çalıştım, 50 yıl kazılar yaptım. Oğlumdan ve<br />

kızımdan daha fazlasını bu halka adadım; şehirler, tabletler buldum, tab-<br />

113


letleri çözdüm. Fakat sizin ‘Patasana’ kitabınızı okuyuncaya kadar Hititli<br />

bir insan nasıl düşünür, ne hisseder, ne yaşar bilmiyordum” dedi. Bunları<br />

duymak tabii ki beni çok mutlu etti; yazarlığın en güzel tarafı olarak ortaya<br />

çıktı.<br />

Patasana kitabıyla ilgili matrak bir şey de oldu, onu da anlatayım.<br />

Bazen, kitaplarımla ilgili neler yazılmış diye internette tarama yaparım.<br />

Bir gün internette Patasana’yı araştırırken arkeologların kurduğu<br />

bir site buldum. Sitede Hitit krallarının ağzından laflar yazılı. Örneğin,<br />

Hattuşili’nin Midas’ın ağzından ‘ben şunları, şunları yaptım’ diye yaptıkları,<br />

sözleri aktarılmış. en altta bir laf gördüm: “Ben zalimler çağında<br />

yaşayan bir alçaktım.” Yazan da Patasana. Karakteri, romanı ben yazdım,<br />

Patasana diye biri yok ki! arkeologlar bunu gerçek sanıp siteye<br />

koymuşlar, ben de kurnazlık yapıp, kaldırmasınlar diye söylemedim.<br />

Yazarlığın böyle güzel tarafları var ama en güzel tarafı bu lafları duymak.<br />

Kitap fuarlarına zaman zaman veliler çocuklarıyla gelip “benim<br />

çocuk okumayı sevmezdi, sizin kitaplarla okumaya başladı” derler. Bu<br />

benim için, duyabileceğim en güzel sözlerden bir tanesidir; çünkü okumak<br />

çok çok önemlidir.<br />

almanya’da kitaplarım yayınlanınca almanya’ya gittim. Kuzey<br />

almanya’daki bir radyo kanalından gelmiş bir adam vardı. Beni büyük bir<br />

hayranlıkla izlediğini görünce önce birisi ile karıştırdığını sandım. adam<br />

hayranlık dolu ifadesini bozmadan sordu: “Ahmet Bey, siz nasıl yazıyorsunuz?”<br />

“Bilgisayarla yazıyorum” dedim. “Yok onu sormuyorum; Müslüman<br />

bir ülkede nasıl yazıyorsunuz?” Cevabım şu oldu: “Durun bir dakika,<br />

siz Hz. Muhammed’e Cebrail’in söylediği ilk sözü biliyor musunuz? İkra,<br />

yani oku. Sizin kafanızdaki Müslümanlık ile gerçek Müslümanlık arasında<br />

dağlar kadar fark var.” Ben de Hıristiyanlık hakkında öyle düşünebilirim<br />

değil mi? Geldiler talan ettiler, Haçlı Seferleri vs. diyebilirim. ama öte<br />

yandan Göreme’deki kiliseleri görünce de farklı bir şey söylemem lazım.<br />

Önyargı ile bakarsam iş başka bir noktaya gidiyor; önyargısız bakmak,<br />

sevgiyle bakmak gibi bir meselemizin olması gerekiyor. Bence edebiyat<br />

veya sanat bunu sağlayabilir. Dinden, etnik kökenlerden, cinsiyetten, her<br />

şeyden yüksek olan insan sevgisidir; bizim yapmaya çalıştığımız şey de<br />

budur. Bendeniz de aşağı yukarı bunları yapmaya çalışıyorum efendim.<br />

teşekkür ederim. Şimdi sorusu olan arkadaşlar varsa memnuniyetle yanıtlamaya<br />

hazırım.<br />

114


Soru (Belediye Meclis Üyesi Mehmet Fatih Çekgeloğlu)<br />

Patasana konusu gerçekten çok ilginçti, ama tabletlerin uydurma olduğunu<br />

öğrenmek bende gerçekten hayal kırıklığı yarattı. Patasana, Dicle<br />

kıyısında, Mardin, Midyat, Hasankeyf oralarda okunursa iyi olur, çünkü<br />

oralarda geçiyor. Bir de Bab-ı esrar ile ilgili bir şey sormak istiyorum.<br />

aslında bir kültürün oluşması uzun sürer. Bab-ı esrar’daki Cavit, ‘50 yılda<br />

kültür oluştu’ diyenlere bir nazire miydi? Sizin bir taktiğiniz miydi? Onu<br />

öğrenmek isterim.<br />

Ahmet Ümit<br />

aynen öyle. Kültür yaratmak uzun sürer, binlerce yıl devam eder.<br />

Şimdi istanbul üzerine bir roman yazıyorum ve bu nedenle de sık sık<br />

istanbul’daki camileri geziyorum. Mimar Sinan’ın yaptığı minarelerin hepsinde<br />

mavi turkuvaz renginde çiniler vardır. Caminin şerefesinin altındaki<br />

mavi turkuvaz rengi çiniler neyi simgeler biliyor musunuz? türklerin gök<br />

tanrısını. Yani kültür birdenbire değişmiyor; türkler Müslümanlığı kabul<br />

ettiler ama hâlâ eski kültürden devam eden şeyler var. Mesela, ağaçlara,<br />

çalı çırpılara çaput vb. bağlanması Müslümanlıkta yok; bu putperestlik<br />

gibi bir şey ama eski kültür devam ediyor. Bu nedenle, kültürün bir anda<br />

değişeceğini sanan insanlar ne yazık ki büyük travmalar yaşıyorlar. Biraz<br />

önce söylediğim şey de oydu; biz edebiyatta direkt politika yapmayız.<br />

Çünkü, edebiyat politika yaptığı zaman kendi ömrünü kısaltmış olur.<br />

ama edebiyat felsefe yapar, edebiyat dünya görüşü oluşturur. anlatabiliyor<br />

muyum?<br />

Soru (Avanos Kaymakamı Aylin Kırcı Duman)<br />

Hocam, hoş geldiniz. romanlarınız özellikle gençler tarafından çok<br />

ilgi ile okunuyor. Biz de çocuklarımıza okuma sevgisi aşılamaya çalışıyoruz.<br />

Belki sizin romanlarınız bu açıdan da yararlı olacaktır. Biraz da<br />

bu amaçla avanos’ta, bölgemizde geçen bir roman yazabilir misiniz?<br />

Bölgemizin tanıtılması açısından da çok önemli olacağını düşünüyorum.<br />

Belediye başkanımız, avanos-Kızılırmak Kültür ve Sanat etkinlikleri kapsamında<br />

aralarında sizin de bulunduğunuz çok değerli yazarlarımızı davet<br />

etti. Örneğin, peribacası diye özel isim takılmış bu oluşumlara. Peribacalarımızın<br />

yoğun olduğu, Paşabağları diye bir yer var. Orada bir keşiş<br />

uzun yıllar bir peribacasında yaşamış, bu bana çok ilginç gelmişti. Onun<br />

dışında Selçuklu döneminin izlerini taşıyan alaattin Mahallesi ve Saru-<br />

115


han Kervansarayı var. Kapadokya’da çok katmanlı bir tarih var. Hititlerden<br />

bu tarafa, özellikle sanatçı ruhlu insanlar avanos’ta çanak çömlek sanatını<br />

sürdürüyorlar. Her evin altında mağaralar var, çok değişik konuların<br />

çıkabileceğini umut ediyorum. Buranın bir ilham kaynağı olabileceğini<br />

düşünüyorum, geldiğiniz için de ayrıca teşekkür ediyorum.<br />

Ahmet Ümit<br />

aslında böyle bir proje var. Geçen yıl aralık ayında bölgeye geldim<br />

ve gelme nedenim de buydu. Öncelikle kaynakları topladık; sağ olsun<br />

sevgili belediye başkanım bana kaynaklar buldu, teşekkür ederim. Şimdi<br />

önümde yeni yazacağım bir roman var; ondan sonra muhtemelen buranın<br />

bir romanını yazacağım. Hakikaten olağanüstü zengin ve büyüleyici<br />

bir yer.<br />

soru<br />

Polisiye romanlarınızın dünya standartlarına ulaştığını düşünüyorum.<br />

romanlarınızı kurgularken, gerçeklik duygusunu tam olarak verebilmek<br />

açısından özel bir çalışma yapıyor musunuz? Çünkü polisiye eserlerin<br />

diğer edebi eserlerden öne çıkan farkı ne anlattığıdır. Polisiye süreçleri<br />

incelemek için karakollara gidiyor musunuz? Suçu işleyenlerle görüşüyor<br />

musunuz? Kurgunuzu yaparken izlediğiniz yöntemler neler ya da gerçeklik<br />

olgusu için ne tür çalışmalar yapılabilir?<br />

Ahmet Ümit<br />

aslında, bilgisayarın başına geçip romanı yazmaya başlamadan önce<br />

en az bir yıllık bir araştırma süreci yaşanıyor. Mesela, ‘Bab-ı esrar’ı yazarken<br />

Mevlânâ ile Şems arasındaki ilişkiyi iki yıl çalışmıştım. Şimdi istanbul<br />

romanım bitmek üzere; onun ön çalışmaları bir buçuk yıl sürdü. Bu çalışma<br />

sadece okuyarak geçmiyor; romana konu olan yerleri geziyorum,<br />

karakterlerim bilmediğim mesleklere sahiplerse o mesleği yapan birinden<br />

bilgi alıyorum. Mesela, istanbul romanımdaki karakterlerden biri veteriner;<br />

dolayısıyla bir veteriner ile yüz yüze görüşmek zorundayım. Çünkü<br />

romandaki köpeğimizin ayağı kırıldı, açık bir yarası var ve o açık yaranın<br />

nasıl tedavi edildiğini yazmak zorunda olduğum için ayrıntılarıyla öğrenmem<br />

lazım. emniyetle şöyle bir ilişkimiz oluyor; istanbul’daki emniyet<br />

müdürleri beni okur, onlarla dostluklarımız vardır. Kriminologlarla, adli<br />

116


tıpçılarla, tabiplerle ilişkilerim çok iyidir. Çünkü orada inanılmaz bir teknoloji<br />

ve bilim var. Örneğin kriminalistik, bütün bilimleri içerir. içinde<br />

hem pozitif hem sosyal bilimler vardır. Dolayısıyla Hititlerle ilgili yazarken<br />

profesyonel yardım almak durumundayım. Bunun için üniversitelerin<br />

Hititoloji Bölümü’ndeki insanlarla çalıştım. Mesela istanbul romanımı<br />

yazarken istanbul tarihi konusunda uzman profesörlerden yardım aldım.<br />

Çünkü bunlar olmadan, sizin de söylediğiniz gibi gerçeklik duygusu<br />

oluşmaz.<br />

Suçlularla görüşmemse şöyle oldu; akıl hastanesindeki paranoyak<br />

şizofrenleri ziyaret ettim. akıl hastaları içinde en korkunç grup onlardır.<br />

içlerinde kendi yakınlarını öldürebilen insanlar vardı, onlarla görüştüm.<br />

Yetkililere de “lütfen bana önce dosyayı vermeyin, önyargılı olmayayım”<br />

diye rica ettim. Karısını-kızını öldürmüş bir adamla görüşürseniz önyargılı<br />

olursunuz. O yüzden bana söylemelerini istemedim, “bu insanlarla<br />

konuştuktan sonra dosyalarını okuyayım” dedim ve gördüm ki o katillerle<br />

bizim aramızda çok büyük bir fark yok. Sadece bir sınır orası. Suçu ortadan<br />

kaldırmak istiyorsak zenginlikle yoksulluk arasındaki farkı ortadan<br />

kaldırmamız lazım; insanlara hoşgörüye dayanan, şiddeti dışlayan bir eğitim<br />

vermemiz lazım. Din anlayışımızın geniş bir hoşgörü içermesi lazım;<br />

dışlayıcı olan, yani bizden olmayanları yok etmeye yönelik bir anlayışı<br />

terk etmemiz lazım. Herkesin bir dünya görüşü var, herkesin kendi inancı<br />

olabilir. Bu anlayışla toplumu yönlendirmemiz lazım. Şiddetin yanlış<br />

olduğunu, hiçbir zaman şiddet uygulamamamız gerektiğini aileden başlayarak<br />

geliştirmemiz lazım. Çünkü suç işleyen birisi hapse girdiği zaman<br />

biz onu kaybediyoruz; suçlu olarak dışarıya çıkanların çoğu tekrar suç<br />

işliyor. tıptaki önleyici tedavi gibi toplumun suç işlenmesini önlemesi<br />

lazım. Bunu çok önemli buluyorum ve o yüzden de görüşüyorum. insanlarla<br />

görüşmeseydim mesela Patasana tabletlerini yazamazdım; arkeologlarla<br />

röportajlar yapmasaydım yazamazdım.<br />

‘Bab-ı esrar’ kitabımı yazarken ilk başta Konya’ya gittim ve orada bir<br />

süre kaldım. Mevlânâ Müzesi’ni hâlâ gezmemiş çok türk var. Kitaptan<br />

sonra Mevlânâ’ya, Konya’ya karşı ilgi artışı oldu. Başta Konya Valiliği olmak<br />

üzere pek çok kişi bana teşekkür etti, “Konya’yı tanıttınız, sayenizde<br />

burayı gezmeye gelenlerin sayısı arttı” dediler. Güzel olan şeylerden biri<br />

bu. Bir kitap sayesinde insanlar bu ülkenin değerlerini tanımaya çalışıyorlarsa<br />

ne güzel. Böyle bir ülkede yaşadığımız için çok şanslıyız. Mesela<br />

Kapadokya da çok özel bir yer. Ben Gaziantepliyim, orası da çok önemli.<br />

117


Hitit var, ‘Kargamış Destanı’ var. Mesela istanbul. Yeryüzünde hiçbir toprak<br />

parçası yoktur ki tarihi bu kadar zengin olsun. Bir amerikalı’nın tarihi<br />

250 yıl önceye gidiyor. Burada, sadece Müslümanlık tarihi desek 1000<br />

yıllık, öncesine gidersek 200 bin yıllık bir tarih var. inanılmaz! avanos<br />

Paşabağları’nda peribacasının tepesinde yaşayan aziz Simon mesela; buraya<br />

ta Suriye’den geliyor. Fakat bu zenginliğin farkında değiliz. Polisiye<br />

romanlarımın dışında bunu da vurgulamak istiyorum.<br />

Beni avrupa Birliği ile ilgili bir yemeğe davet etmişlerdi. Yemek sırasında<br />

bir Fransız kadın gazeteciyle ‘avrupa Birliği’ne neden girmeliyiz’<br />

konusunu tartışırken, bana “sizin ne işiniz var Avrupa Birliği’nde?” dedi.<br />

Fransızlar biraz ukaladır; “Türksünüz, üstüne bir de Müslümansınız ne<br />

işiniz var kardeşim?” şeklinde devam edince şöyle cevapladım: “Avrupa<br />

Birliği düşüncesi bu topraklarda doğdu”. Kadın şaşırdı; önce Mustafa Kemal,<br />

sonra rumi sandı (onlar Mevlânâ’ya rumi derler). Ben “hayır, ikisi<br />

de değil. Kral Antiochos” deyince daha da şaşırdı. Kral antiochos’u bilmiyormuş,<br />

anlattım: “Nemrut’taki dağın tepesine heykelleri yaptıran adam.<br />

O dağın tepesindeki heykellerin bir tanesi Zeus’tur; Batılı, Yunanlı tanrıdır,<br />

öteki ‘Kommagene’li yani Adıyamanlıdır. Kral Antiochos, Adıyamanlı tanrı<br />

ile Yunanlı tanrıyı orada buluşturup el sıkıştırır; böylece düşüncenin bir<br />

sınırı olmadığını vurgular.” Düşünceye bir sınır koyamazsınız, siz bir düşünceyi<br />

benimseyebilirsiniz, bu sizin probleminiz. Marx’ı Mevlânâ’dan<br />

ayırabilirsiniz; ben ayırmam, ikisinden de içilecek bir su vardır. Başucumda<br />

tevrat ta, incil de Kuran-ı Kerim de birlikte yer alır. Hepsini de<br />

okurum; bu dünyada yaratılmış ne kadar bilgi varsa hepsini almaya çalışırım,<br />

içindeki iyiliği almaya çalışırım. içindeki iyiliğin beni iyi yapmasına<br />

çalışırım; yaptığım şey budur ve bunu da kitaplarıma sevgiyle yansıtmaya<br />

çalışırım, kötülük yapmayalım isterim. Kitaplarımın altında yatan esas şey<br />

budur, biraz önce de söylediğim şey; mutlu olmak istiyorsanız başkasını<br />

mutsuz etmeyin.<br />

soru<br />

Öncelikle hoş geldiniz, günlerdir sizi bekliyordum, sizi karşımda<br />

görmekten çok mutluyum. Bütün kitaplarınızı okudum. Okurken de, ana<br />

karakterler olsun, yan karakterler olsun tüm karakterlerde sonunda kendimden<br />

bir şeyler buldum. Şunu merak ediyorum; acaba sizin en çok<br />

sevdiğiniz karakter hangisi?<br />

118


Ahmet Ümit<br />

Bazen, ana karakterleri değil ama yan karakterleri çok sevdiğim oluyor.<br />

Mesela ‘Patasana’da ‘Halaf’ diye bir karakter var, çok sevdiğim karakterlerden<br />

biridir. arada küçük karakterler romana girerler ve çıkarlar ama<br />

çok yoğun anlatılmıştır. Çok sevdiğim bir diğer karakter de ‘Bir Ses Böler<br />

Geceyi’ romanımdaki ismail’dir. Onun bir anısı var, onu da anlatmak isterim<br />

sana. ismail karakteri gerçekten yaşanmış bir olaydan çıkmıştır. Bu<br />

olayı bana bir arkadaşım anlattı; ben de o olaydan yola çıkarak yazdım.<br />

ismail’in ailesi aleviymiş; özellikle de öz dedesi kendisini alevi inançlarına<br />

son derece adamış bir kişiymiş. torununu, yani ismail’i kendi dini<br />

geleneklerine göre yetiştirmiş. ismail de bütün insanların iyi olduğuna,<br />

kimsenin yalan söylemediğine, haksızlık etmediğine inanarak büyümüş.<br />

Sonra adamcağız yaşlanmış ve ölmüş. ismail de askere gitmiş; bir bakmış<br />

ki öğrendiği şeylerin tam tersi var. askerden dönünce gidiyor kendi hocalarına,<br />

alevi dedelerine soruyor: “Bu iş nasıl olacak?” Hocalar, dedeler<br />

bir şeyler söylüyorlar ama işin içinden çıkamıyor zavallı. Hayatın anlamını<br />

kaybediyor, büyük bir bunalıma giriyor ve çok yanlış bir şey yapıyor;<br />

intihar ediyor.<br />

ismail’in hikâyesini yazdığım günlerde kitaplarım bu kadar çok ilgi<br />

görmediğinden gündüzleri bir reklam şirketinde çalışıyordum. Herkes<br />

çıktıktan sonra ofisteki tek bilgisayar bana kalıyor ve gece geç saatlere<br />

kadar hikâyelerimi yazıyordum. Yine böyle ismail’i yazdığım gecelerden<br />

birinde ofisten çıktım. Çıktım ama kafamda hep ismail var. Hava iyice<br />

kararmış, hafif bir yağmur yağıyor. Halk otobüsüne binip evime gideceğim.<br />

Yolum da uzun; ofis Şişli’de, evim Maltepe’de. Bindiğim otobüste<br />

Zeki Müren’in bir şarkısı çalıyor: “Aşiyan yollarından seslensem duyar<br />

mısın? Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin.” Şarkıyı şöyle bir duyup<br />

geçip oturdum; çünkü aklımda ismail var. ismail yürüyor, elinde dedesinin<br />

av tüfeğiyle mezarlığa doğru yürüyor. Bilirsin köy mezarlıkları çok<br />

mahzundur; ya köyün girişinde ya çıkışında olur ve hele geceleri önünden<br />

geçerken çok büyük keder verir. ismail elinde tüfek mezarlığa doğru<br />

gidiyor, ismail kendini öldürecek. Gözümün önünde canlanan görüntü<br />

bu. Gözlerim doluyor, burnumu çekiyorum, ağlamamak için zor tutuyorum<br />

kendimi. Yaşlıca bir adam yanıma gelip oturdu; oturunca da şöyle<br />

bir baktı bana. “Ahmet saçmalama, rezil olacaksın, toparlan biraz” dedim<br />

kendime, ama çok güçlü geliyor görüntü: ismail elinde tüfekle mezarların<br />

arasında yürüyor, ismail kendini öldürecek! Gözlerim iyice doluyor,<br />

119


urnumu daha çok çekiyorum, adam dönüp bana bakıyor. Kendi kendime<br />

“eve yumurta, yağ alacaktım, maaş işi ne olacak” falan diye düşünüp<br />

görüntüyü dağıtmaya, bu düşünceden uzaklaşmaya çalışıyorum ama yapamıyorum.<br />

Bir yandan da şarkı çalıyor, “bir yangının külünü yeniden yakıp<br />

geçtin” diye. adam dayanamadı, bana dönüp dedi ki “üzülme oğlum<br />

unutursun, dünyada başka kız mı yok?” Bazı karakterlerin bende böyle<br />

anıları var. Yazarlık aslında kontrollü delilik hali. Buna ağlıyorsun ama<br />

sonra okur da ağlıyor tabii. Mesela hocam inanmış Patasana’daki tabletlerin<br />

gerçek olduğuna.<br />

Soru (Önceki soruyu soran izleyici sorusuna devam ediyor)<br />

Sizin eserleriniz çok sürükleyici. Bazen annem “çok okuyorsun, yeter<br />

artık ders çalış” diye kızıyor ama kitabınızı elimden bırakamadığım için<br />

sabaha kadar uyumadığım oluyor. Bu soruyu belki bir okur olarak benim<br />

cevaplamam gerekir ama beni sizin eserlerinize bağlayan şey nedir?<br />

Ahmet Ümit<br />

Bence de ders çalışmayı ihmal etme. Okumak çok güzel elbette ama<br />

derslerin de çalışılması lazım. Sorunun cevabına gelince; o şey senin<br />

gönlünün yüceliğidir, o senin büyüklüğündür. Şöyle anlatayım; şimdi hepimiz<br />

buradan çıksak, otobüslere dolup Kızıl Vadi’ye gitsek ve güneşin<br />

batışını seyretsek, sonra da “Kızıl Vadi’de gün batımının sizde uyandırdığı<br />

duyguları anlatın” desek, herkesin cevabı farklı olur. Mesele şu; ben sadece<br />

bir güneşi batırıyorum, o duyguları hisseden sensin, o senin büyüklüğün.<br />

Okumaya böyle devam et ama derslerini de aksatma.<br />

soru<br />

Okuyucunun romanın, hikâyenin kurgusu içinde kaybolması bir<br />

sorunsal mıdır? Okuyucu, sizin bahsettiğiniz iyiliği kitabın içinden her<br />

zaman çıkartabiliyor mu? Yoksa, suçu algılamaya çalışırken suça da bulaşabilir<br />

mi?<br />

Ahmet Ümit<br />

eğer siz cinayeti överek anlatırsanız, psikopat bir katilin korkunç cinayetler<br />

işlemesini bir marifetmiş gibi ballandırarak anlatırsanız -ki öyle<br />

romanlar var- bu özendiricilik olabilir. Benim bakış açım bu değil; insan<br />

120


öldürmek zavallılıktır. Cinayet, zeki bir psikopat tarafından işlendi diye<br />

övülemez; ben buna karşıyım. romanlarımı okuyanlar bilir; benim eserlerimde<br />

cinayet her zaman üzüntü yaratır, acı verir, cinayeti işleyen bile<br />

bu işin altından acıyla kalkar.<br />

tV dizilerine bakıyorum, çoğu şu anda izlenemez vaziyette; özellikle<br />

de edebiyat uyarlaması olanlar. Çünkü reyting denen bir şey var, “halk<br />

bunu izlesin” diyorlar. Oysa halk dediğimiz şey yüce bir şey olduğu kadar<br />

aşağılık da bir şeydir; çünkü her ikisinin oluşumudur; eğer siz halktaki iyi<br />

şeylere temas ederseniz halk yücelir ama kötü şeylere temas ederseniz<br />

aşağıya iner. Dizilerle kötü şeylere temas ediyorlar, çünkü kötü olan her<br />

zaman daha ilgi çekici. Çocuklar şiddeti izliyor, sonra gidip kendilerini<br />

öldürüyorlar. Oysa iyi olmak için çaba harcamak lazım. Çünkü iyi bir<br />

sanat içinde ahlâkı, güzelliği barındırır. Kitaplarımı tV dizisi yapmak istiyorlar<br />

ama bu kaygılarımdan dolayı izin vermiyorum. Film olabilir, fakat<br />

dizi olmaz.<br />

iyi filmlerden, iyi romanlardan bahsedecek olursak şunu söyleyebilirim;<br />

iyi romanlar aynı zamanda kaçışı sağlarlar. Kaçış dediğim şey<br />

şu; kendinizden kaçış. Duyduğum bir şeyi aktarmak istiyorum. Uzaya<br />

çıkan astronotlarda hiç stres olmazmış. Bunun nedeni de şuymuş; uzaydan<br />

dünyaya bakıp “dünya dediğin dönüp duran bir tane mavi top” diye<br />

düşünür, dünyadaki sıkıntılarını kafaya takmazlarmış. işte iyi romanlar da<br />

bunu yaparlar; uzaklaşırsınız. Bazen strese kapılıyorum, sorunlar yaşıyorum,<br />

sonra kendi kendime mesela, “Patasana’nın başına neler getirdim,<br />

onun sorunlarının yanında benimkilere sorun bile denmez” diyorum. O<br />

kaçış kendimize dışarıdan bakma olanağı verir. Kendimize dışarıdan baktığımız<br />

zaman daha rahatlarız. Psikologların yaptığı psikolojik tedavi de<br />

budur aslında; kendinizi size göstermek. Bunları bildiğiniz zaman sorun<br />

kalmıyor zaten.<br />

soru<br />

en son okuduğum romanlardan birisi Patasana. Orada cinayeti işleyen<br />

karakterin, yani timothy’nin yaptığı şeyle gurur duyar gibi bir hali vardı.<br />

Ahmet Ümit<br />

Bütün romanlarım hakkında sizin söylediğinize benzer tepkiler gelir.<br />

Bu, benim istediğim bir şeydir; çünkü okurumun kitabı bitirdiği zaman<br />

121


ahatlamasını istemem. romanda timothy de katil olduğunu kabul ediyor,<br />

çünkü bu sorun devam ediyor. Hangi sorun devam ediyor? Orada<br />

anlattığımız mesele ermeni problemidir ve biz bunu hâlâ sorun olarak<br />

yaşıyoruz. Kitabım almanca’ya çevrilince bir alman profesörü “Ahmet<br />

Ümit Ermeni soykırımını kabul etmiyor” diye yazı yazdı. Halbuki benim<br />

orada ne kadar insancıl bir yaklaşımım var öyle değil mi? Demek istediğim<br />

şu sevgili dostum; ‘doğru mudur, eğri midir’ meselesinden çok,<br />

okurun bana kızmasını da isterim. Mesela ‘Beyoğlu rapsodisi’nde katili<br />

sonuna kadar gizlediğim için çok kızarlar. Okurun yazarı sorgulamasını<br />

isterim. Yazarın ne yapmaya çalıştığı üzerine düşünmesini isterim. Belki<br />

beş kitap sonra bana hak verecektir ya da hak vermeyecektir, önemli değil.<br />

Çünkü, biraz önce de söylediğim gibi bu bir matematik problemi değil,<br />

dolayısıyla çözümü de tek değil. Siz çok farklı şeyler düşünebilirsiniz<br />

ve haklısınız, o kitap artık sizin; kalkıp da “bir dakika arkadaş, kitabı ben<br />

yazdım, orayı böyle okuman lazım” diyemem. Bu doğasına terstir, sizde<br />

uyanan duygu ve düşünceler neyse odur. Bunu değiştirmeye çalışmam<br />

da yanlış olur.<br />

Çok teşekkür ederim sabırla dinlediğiniz için.<br />

122


Alev Coşkun<br />

Samsun’dan Önce<br />

Bilinmeyen 6 Ay<br />

19 Mayıs 2010


AÇILIŞ KONUŞMASI:<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

atatürk’ün Samsun’a çıkışının 91. yıldönümü olan bu günde<br />

‘atatürk’ü anma ve Gençlik Spor Bayramı’nızı öncelikle tebrik ediyor ve<br />

hepinize hoşgeldiniz diyorum.<br />

19 Mayıs son derece önemli ve anlamlı bir gün; Millî Mücadelemizin<br />

ve Kurtuluş Savaşı’nın meşalesinin yakıldığı gün. Bu günü alışıldık<br />

bayram ritüellerinin ötesine taşıyarak, anlam ve önemini daha iyi kavrayabileceğimiz<br />

bir şekilde değerlendirelim istedik ve sayın hocamızı davet<br />

ettik. Milli bayramlar, yakın tarihimizin ve özellikle atatürk ile birlikte<br />

olan dönemimizin iyi anlaşılması ve irdelenmesi gereken zaman dilimleridir<br />

diye düşünüyoruz.<br />

Sayın hocamın biraz sonra üzerinde konuşacağı kitabı 2008 yılında<br />

okumuş ve alıştığımız kronolojik tarih anlayışının ötesinde, olayların perde<br />

arkasını, o günün şartlarını, tarihi role sahip kişilerin psikolojilerini,<br />

pozisyonlarını anlatan son derece farklı bir kitap olarak değerlendirmiştim.<br />

tarihi dedikodular yumağından uzak, bilgi, belge ve tarihi vesikalara<br />

dayandırılarak yazılmış son derece orijinal ve özgün bir eser olarak<br />

görmüştüm. “Güzel şeyler paylaşıldığı zaman büyür” anlayışından hareketle,<br />

avanos halkının bu kitabı özellikle yazarının ağzından dinlemelerini<br />

arzu etmiş ve 7-8 ay kadar önce sayın hocam alev Coşkun’u davet<br />

etmiştik. Sağ olsun, bizleri kırmadı ve davetimize icabet etti. Kendilerini<br />

burada görmekten son derece memnun olduğumuzu bir kere daha ifade<br />

etmekten mutluluk duyuyorum.<br />

az önce söylediğim gibi, milli bayramlar önemi ve anlamı daha iyi<br />

kavranması gereken günlerdir. 19 Mayıs’ta atatürk’ün Samsun’a çıkmasının<br />

anlamı nedir? Samsun’a çıktığında milletin, memleketin hali nasıldı?<br />

Hangi şartlar ve durumlar altında çıktı ve hangi aşamalardan geçerek<br />

anadolu’da halkıyla, Millî Mücadeleyle buluştu? Bunları birazdan sayın<br />

hocam çok net olarak anlatacaklar; belki sorular konuyu biraz daha açacak<br />

ama ben az önce hocamdan aldığım izine dayanarak, atatürk’ün<br />

istanbul’a geldiği 13 Kasım 1918’e kadar olan bölümü kısaca sizlerle<br />

paylaşmak istiyorum.<br />

Bilindiği üzere, ittihat ve terakki Partisi’nin ülkeyi sürüklediği bir macera<br />

uğruna 1914 yılında 1. Dünya Savaşı’na girdik. Bu savaş 4 yıl sürdü<br />

125


ve Osmanlı Devleti 11 ayrı cephede almanlar’a yardım edebilmek için<br />

çarpıştı. Müttefikimiz olan Bulgar cephesi 29 eylül tarihinde çöktü ve<br />

ardından almanlar barış istedi. Osmanlı Devleti de 05 ekim 1918’de pes<br />

ederek ateşkes istedi. 30 ekim 1918’de imzalanan Mondros ateşkes antlaşmasıyla<br />

savaş neticelenmiş oldu. Mustafa Kemal, görünüşte bir ateşkes<br />

olan bu işgal antlaşmasına en sert şekilde karşı çıkanlardan birisiydi. O<br />

tarihlerde Mustafa Kemal ne yapıyordu? 30 ekim 1918’de Yıldırım Orduları<br />

Grup Komutanlığı’nda 7. Ordu Komutanı olarak görev yapıyordu.<br />

Bir gün sonra da liman von Sanders grup komutanlığını Mustafa Kemal’e<br />

bırakarak çekildi. ancak Mustafa Kemal’in bu görevi sadece 10 gün sürdü.<br />

Çünkü, istanbul Hükümeti 10 Kasım 1918’de Mustafa Kemal’i bu<br />

görevden alarak derhal istanbul’a çağırdı. Sebebi, Mustafa Kemal’in antlaşma<br />

hükümlerine göre ingilizlerin iskenderun limanı’ndan girişlerine<br />

karşı çıkmasıydı. Mustafa Kemal, ingilizlerin Şam ve Halep tarafında bulunan<br />

askerlerine gıda ve mühimmat yardımı yapması için iskenderun<br />

limanı’ndan girişlerine müsaade edilmesi yönündeki taleplere “karaya<br />

çıkan ilk İngiliz askerine kurşun sıkın” talimatıyla cevap vermişti. istanbul<br />

Hükümeti kendisine ingilizler için gereken yolu açması talimatını veriyor,<br />

atatürk ise “verdiğiniz bu talimat biçimi karakterim itibarıyla uygulanması<br />

mümkün olmayan bir emirdir” diyordu.<br />

Mustafa Kemal’i 10 Kasım’da istanbul’a çağırdılar. O zamanlar ordunun<br />

merkezi olan Kilikya’dan, yani bugünkü adana’dan trene binerek<br />

3 günlük bir seyahatten sonra 13 Kasım 1918’de istanbul Haydarpaşa<br />

tren garına indi. Manzara gerçekten yürekler acısıydı. atatürk’ün yanında<br />

sadece yaveri Cevat abbas vardı. Onları garda karşılayan tek kişi ise<br />

Dr. rasim Ferit talay’dı. Karşıya geçmek için gardaki bir çay ocağında,<br />

iskemlenin üzerinde tam üç buçuk saat bekledi. Çünkü başta bir Yunan<br />

kruvazörünün olduğu 55 parçadan oluşan bir işgal güçleri donanması,<br />

Çanakkale Boğazı’ndan istanbul Boğazı’na doğru törenle geçiyordu. Başka<br />

bir deyişle, ingiliz, Fransız, italyan ve Yunanlılardan oluşan 55 parçalık<br />

o dev donanma törenle istanbul Boğazı’nı işgal etmekteydi. Şimdi Mustafa<br />

Kemal’in yerine kendinizi koyun ve düşünün; 37 yaşında, yeni ve<br />

güçlü bir general, pek çok cephede savaşmış, Osmanlı neredeyse savaştığı<br />

tüm cephelerde kaybetmiş ama Mustafa Kemal trablus’ta, Çanakkale’de,<br />

anafartalar ve Conk Bayırı’nda, Bitlis’te, Muş’ta, Diyarbakır’da, Filistin’de,<br />

Suriye’de, Halep’te çarpışmış ve hiç birinde de mağlup olmadan, şanla<br />

şerefle bu savaşları tamamlamış. O günkü fotoğraflarına bakıldığında çok<br />

net görünecektir; elmacık kemikleri çıkmış, avurtları içine göçmüş bir hal-<br />

126


de, “aylarca sadece ceset ve ölüm kokusu duydum” dediği şartlarda bu<br />

düşmanlara karşı savaşmış. Yüz binlerce vatan evladı orada şehit olmuş,<br />

bir sürü gazimiz olmuş ve hiçbir düşman o boğazı geçememiş ama aradan<br />

iki yıl geçtikten sonra onlar büyük bir donanmayla geçiyorlar. Bu süreci<br />

başından sonuna kadar yaşamış birisi için ne büyük bir acı. Karşı yakaya<br />

ulaşmak için üç buçuk-dört saat bekledikten sonra ‘Kartal’ isimli köhne<br />

bir istimbotla Haydarpaşa’dan Sirkeci istikametine geçişine müsaade ediliyor.<br />

Yaveri Cevat abbas, bu durumu “denizin ortasına yaslanmış çelik bir<br />

donanmanın içinden kayıkla geçen kişiler konumundaydık ve Atatürk’ün<br />

yüzünde derin bir keder, bir çöküntü hali vardı” diye ifade ediyor. Mustafa<br />

Kemal, o meşhur sözünü burada söylüyor: “Geldikleri gibi giderler.” Büyük<br />

şahsiyetlerin hayatları irdelendiğinde söyledikleri hiçbir sözün boşuna<br />

söylenmemiş olduğunu görüyorsunuz. Söylediklerini sonuna kadar takip<br />

edip gereğini yapıyorlar. Hele ki Mustafa Kemal bu sözü boşuna söylemiş<br />

olamazdı. Yaverinin “Paşam bu düşmanı kovmak size nasip olacak” sözüne<br />

ise hafif bir tebessümle “bakacağız” diye karşılık veriyor.<br />

Bu bölüme gelince, Mazhar Müfit Kansu’nun anlattığı bir hadiseyi<br />

hatırladım. Belki konuyla fazla ilgili değil ama söylemeden geçmeyi eksik<br />

buluyorum doğrusu. Mazhar Müfit Kansu, atatürk’ün en yakınındaki<br />

kişilerden birisi. anılarında anlattığı bir olayı nakledeceğim. erzurum<br />

Kongresi çalışmaları esnasında, Mustafa Kemal sabaha karşı “Mazhar<br />

Bey not defteriniz yanınızda mı?” diye soruyor. Onun “Hayır Paşam” cevabına<br />

karşılık “o zaman not defterinizi alıp geliniz” diyor. Mahzar Bey<br />

aşağıya inip not defterini alıyor ve yukarıya, Mustafa Kemal’in yanına<br />

çıkıyor. Mustafa Kemal şöyle söylüyor; “defterinize tarih atınız; burada<br />

söyleyeceklerimi sadece siz, ben ve Süreyya bileceğiz”. Süreyya dediği<br />

de daha sonra anderiman soyadını alan özel kalem müdürü. not defterinin<br />

köşesine ‘08 temmuz 1918, sabaha karşı’ diye not ediliyor. atatürk<br />

“yazınız” diyor: “1- Zaferden sonra yönetim şekli cumhuriyet olacaktır.<br />

2- Padişah ve Hilafet hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır.<br />

3- Fes kalkacak ve medeni milletler gibi şapka giyilecektir.” Mazhar Müfit<br />

elindeki kalemi yana koyup bir an duraksıyor; atatürk “niye duraksadın”<br />

diye soruyor. Yoğun bir teşriki mesaileri olduğu ve aralarında bir samimiyet<br />

meydana geldiği için “darılmayın ama Paşam, sizin hayal peşinde<br />

koşan taraflarınız var” diye yanıtlıyor. atatürk hafifçe gülümsüyor ve “zaman<br />

gösterecek; yazmaya devam et. 4- Latin alfabesi kabul edilecek”.<br />

Mazhar Müfit artık dayanamıyor; kalemi bırakarak “Paşam, geç bir saat<br />

oldu. Ben artık yatmaya gidiyorum, size kolay gelsin” diyor ve ayrılıyor.<br />

127


Konuya devam edeceğiz ama 8 temmuz tarihinin önemli bir tarih<br />

olduğunu vurgulamam gerek. ‘Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 ay’ kitabını<br />

okurken dikkatimi çekti. Mustafa Kemal 3 temmuz’da erzurum’a<br />

geldi; 23 temmuz’da da kongre yapıldı. erzurum’da bulunduğu süre içinde<br />

çalışmalarını yürütürken, 7-8 temmuz günü harbiye nazırı tarafından,<br />

padişahın selamı iletildikten sonra kendisinin derhal istanbul’a çağrıldığı<br />

söyleniyor. Mustafa Kemal’in istanbul’a gelmeyeceğini söylemesi üzerine<br />

de padişah tarafından azledildiği ve bütün görevlerinin elinden alındığı<br />

kendisine bildiriliyor. aynı gün tüm millete yayınladığı telgrafla, Millî<br />

Mücadele yolunda artık önünde bir engel olarak görünen askerliğe ilişkin<br />

bütün görevlerinden istifa ettiğini bildiren Mustafa Kemal, bu milletin<br />

bir ferdi olarak mücadeleye devam edeceğini söylüyor. Bugünkü tabirle<br />

sine-i millete dönüyor, “hiçbir unvanım olmadan bu mücadeleyi sürdüreceğim”<br />

diyor. Mazhar Müfit ile olan hadise işte bunu dediği günün<br />

akşamı. Mazhar Müfit devamını anlatıyor; “aradan zaman geçti ve zaferi<br />

kazandık. Cumhuriyet ilan edildi, hilafet kaldırıldı, saltanat kaldırıldı.<br />

Kastamonu’da şapka devrimine ilişkin konuşmasını yapıp Ankara’ya döndüğü<br />

gün eski meclis binasının önündeydim. Hayretler içinde kalakaldım.<br />

Başında şapka var, onu kabul ettik ama yanındaki diyanet işleri başkanı<br />

da şapkalı! Kendisini karşılamaya gelen diyanet işleri başkanına şapka<br />

giydirmiş. Beni gördü ve yanına çağırdı. Yanına vardığımda ise ‘azizim<br />

kaçıncı maddedeyiz, notlarınıza bakar mısınız?’ dedi”. Mustafa Kemal,<br />

o istimbotun içinde “geldikleri gibi giderler” lafını söylediğinde mutlaka<br />

gereğini yapmayı planlıyordu; bu kitap bunun nasıl yapıldığını anlatıyor.<br />

Peki sonra ne oluyor? Sonrasında işte hepimiz buradayız; bugün<br />

bunları konuşabiliyor, bağımsız ve özgür bir ülkede yaşıyoruz. 6 ekim<br />

1923’te de hepsi bu memleketten gidiyor. atatürk bu zor zamanlarda,<br />

her bir hamlesini ve adımını ince ince, dantel örer gibi hesaplayarak,<br />

bu dönemi yaşayarak önce Samsun’a çıkıyor, sonra da Millî Mücadele’yi<br />

başlatıyor. eminim, bundan sonrasını sayın hocam çok daha detaylı olarak<br />

anlatacak ve sorulara cevap verecektir. Geçenlerde ilçemizi ziyarete<br />

gelen bir yazarımızın söylediği çok hoş bir sözü burada kullanarak,<br />

“kitap hakkında daha fazla konuşmam Mevlânâ’nın huzurunda Mesnevi<br />

okumaya benzeyecek” diyor ve mikrofonu sayın hocama bırakıyorum.<br />

Son olarak aziz atatürk’ün hatırası önünde bugün vesilesiyle bir kez daha<br />

hürmetle eğiliyor ve hepinizi saygıyla selamlıyorum.<br />

128


SUNUŞ<br />

Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Fatma Şahin<br />

Son çıkan “Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 ay” kitabı nedeniyle ve<br />

bu konuyu konuşmak üzere bugün aramızda bulunan Sayın alev Coşkun<br />

1936 yılında Ödemiş’te doğdu. izmir atatürk lisesi’ni ve istanbul Hukuk<br />

Fakültesi’ni bitirdi. new York üniversitesi’nden kamu yönetimi, siyaset<br />

bilimi ve ekonomik kalkınma üzerine master ve doktora dereceleri aldı.<br />

ayrıca Ohio State üniversitesi ve Fordham üniversitesi’nde lisansüstü<br />

siyaset bilimi kurslarını başarı ile tamamlamıştır. amerika’da College of<br />

new rochelle’de ders verdi. 1961 anayasasını hazırlayan kurucu meclis<br />

üyeliği, 1973-1980 arası iki dönem izmir Milletvekilliği ve turizm Bakanlığı<br />

yaptı. Basılmış beş kitabı ve yüzlerce makalesi vardır. Halen Cumhuriyet<br />

gazetesini yayınlayan Cumhuriyet Vakfı’nda başkan yardımcısıdır.<br />

Kocaeli üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde ve<br />

istanbul üniversitesi atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi enstitüsü’nde ders<br />

vermektedir. evli ve 2 çocuk babasıdır. Sayın alev Coşkun’u söyleşisini<br />

yapmak üzere sahneye davet ediyorum.<br />

Alev Coşkun<br />

Hepinize sevgiler saygılar sunuyorum. Belediye Başkanımız Sayın<br />

Mustafa Körükcü’nün çok güzel anlattığı tarihi bir gün yaşıyoruz. Hatta<br />

kendisi konuşurken bir ara “benim buraya gelmeme gerek yok, çünkü<br />

benden daha iyi biliyor” diye içimden geçti; kendisini yürekten kutluyorum.<br />

atatürk Samsun’a çıktığı günü nutuk’taki ilk cümlesiyle şöyle anlatıyor:<br />

“1919 yılı Mayıs’ın 19. günü Samsun’a çıktım.” arkadaşlar, bugün<br />

tam 91 yıl oldu. Böylesine değerli ve önemli bir günü, anadolu’nun ortasında,<br />

uygarlıkların kesiştiği noktada, avanos’ta kutluyoruz.<br />

Konuşmamı iki kısımda planladım. Birinci kısımda, Mustafa Kemal’in<br />

Samsun’a çıkmadan önce geçirdiği altı aylık dönemi kısaca sizlere anlatmaya<br />

çalışacağım. Daha sonra da sizlerle bir diyalog kurmak istiyorum.<br />

Belki kafanızda bazı sorular vardır; onları beraberce tartışacağız.<br />

“Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 ay” kitabı, aslında ne klasik bir<br />

tarih kitabı ne de tarihsel bir romandır. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmadan<br />

önce istanbul’da geçirdiği 6 aylık zaman diliminin siyasal ve toplumsal<br />

bir analizidir.<br />

129


Peki bu inceleme neden yapıldı? Birincisi, atatürk’ün Samsun’a hareket<br />

etmeden önce istanbul’da geçirdiği altı aylık zaman dilimi fazla<br />

bilinmiyor. ikincisi, çok açık ifade edeceğim, bugünlerde liberal veya<br />

‘ikinci cumhuriyetçi’ adı verilen alternatif tarihçiler bu zaman dilimiyle<br />

ilgili olarak çok büyük laflar ediyorlar. Yanıltıcı ve çarpıtıcı yazılar yazıyorlar.<br />

Oysa, o zaman diliminde üç aşamayla karşı karşıya bulunuyoruz.<br />

atatürk, yaptığı siyasal girişimlerden sonuç alamayınca ihtilalci darbe<br />

girişimleri ile bir netice alabilmek için uğraşmış; onun da geçerli olmadığını<br />

anlayınca anadolu’ya geçiş kararı vermiş. Mustafa Kemal öncelikle,<br />

yasal yollardan harbiye nazırı olup işgalleri önleyerek vatanı kurtarma<br />

seçeneği üzerinde durdu, siyasal girişimlerde bulundu.<br />

Sivil giysilerini giyerek meclise gitmiş ve milletvekilleri ile toplantılar<br />

yapmış. Bunların belgeleri var ve herkes tarafından biliniyor. Fakat bir türlü<br />

Mustafa Kemal’i harbiye nazırı yapmıyorlar. O sırada, az önce Başkan<br />

Mustafa Bey’in anlattığı gibi istanbul işgal altında ve vatanın diğer parçaları<br />

da işgal edilmeye hazır. Barışçıl yollardan harbiye nazırlığını alamayınca<br />

arkadaşlarıyla birlikte bir komployla bunu elde etmek istiyorlar.<br />

Şoförü vasıtasıyla Sadrazamı kaçırarak bir pazarlıkla harbiye nazırlığını<br />

almayı planlıyorlar ama bunun geçerli bir yol olmadığı çok kısa bir zaman<br />

sonra anlaşılıyor. Daha sonra, aralık 1918 veya Ocak 1919 ayında<br />

da anadolu’ya geçmeye karar veriyor.<br />

iki gündür avanos’ta, bu güzel ilçede dolaşıyoruz ve misafirperverlik<br />

görüyoruz. Belediye Başkanı Mustafa Bey de çok güzel işler yapıyor;<br />

doktor ve belediye başkanı olmasa herhalde tarihçi olacaktı. Çünkü benden<br />

daha güzel anlattı. Mustafa Kemal’i 13 Kasım 1918 günü istanbul’a<br />

gelişinde yakın arkadaşı rasim Ferit Bey karşılıyor; günlerden çarşamba.<br />

Bakın çok enteresan, bugün de çarşamba. Yanında, trenle adana’dan<br />

birlikte geldiği Başyaver Cevat abbas var. Cevat abbas onun Çanakkale<br />

Savaşları’ndan beri yaveri -ki o zaman yüzbaşı ya da binbaşı- ve adeta bir<br />

silahşoru. Boğaz’da işgal kuvvetlerinin gemileri demirlemiş; bunlar arasından<br />

geçerken “geldikleri gibi giderler” konuşması gerçekleşiyor.<br />

Mustafa Kemal çok üzgün ve ızdırap içinde. Düşünün; Çanakkale’de<br />

iki-üç sene önce ingilizlerin Çanakkale’yi işgal etmesini önlemiş anafartalar<br />

komutanı şimdi görüyor ki ingilizler ellerini kollarını sallayarak<br />

istanbul’u işgal etmiş. Kendi kendine şöyle diyor: “Bunun için mi<br />

bu savaşı yaptık? Bunun için mi on binlerce genç orada öldü?” Genç<br />

130


arkadaşlarıma hitap ediyorum; dikkat edin arkadaşlar, savaşta kazanmak<br />

yetmiyor, barış masasında da kazanmak lazım. Siz ingilizleri savaşta<br />

Çanakkale’den sokmuyorsunuz ama sonunda ittifak cepheniz savaşı<br />

kaybettiği için Çanakkale’den geçemeyen o gemiler artık geçmişler ve<br />

istanbul’u işgal etmişler.<br />

Mustafa Kemal istanbul’a gelir gelmez çocukluk arkadaşı Fethi Okyar<br />

ve rasim Ferit ile beraber ‘Minber Gazetesi’ isimli bir gazete çıkarıyor.<br />

Biliyorsunuz minber camilerde vaaz verilen yer. Gazete de ismini buradan<br />

alıyor; yol gösterici, vaaz verici manasında. Gazete aslında Mustafa<br />

Kemal istanbul’a gelmeden sekiz-on gün önceden yayına geçmiş. Daha<br />

adana’dayken bu gazetenin çıkması için para göndermiş.<br />

Mustafa Kemal’in altı ay boyunca istanbul Şişli’de oturduğu ev istanbul<br />

Belediyesi tarafından müze yapılmıştır; istanbul’a yolunuz düşerse<br />

gezmenizi öneririm. Mustafa Kemal eğer resmi bir görev almasaydı, kendisi<br />

gizlice anadolu’ya geçerken şu yolu izleyecekti: Şişli’den üsküdar’a,<br />

üsküdar’dan Gebze’ye. Gebze’de tavşancıl Köyü’ne uğrayacaktı. Çünkü<br />

orada rumeli’den gelmiş, yaveri Cevat abbas’ın arkadaşı olan, çok önemli<br />

ve çok sevdiği bir Kuvayı Milliyeci var. ismi ünlü Yahya Kaptan. Bu Kuvayı<br />

Milliyeci onu korumak için örgütlenmişti. Gebze’den Değirmendere’ye,<br />

oradan da anadolu’ya geçeceklerdi. anadolu’ya geçtikten sonra da işleri<br />

kolaylaşacaktı.<br />

Dikkat ederseniz, en kritik noktalara temas ederek, atlayarak anlatıyorum.<br />

Sorulara da zaman kalsın istiyorum. Bazı yazarlar “efendim Mustafa<br />

Kemal İstanbul’da altı ay kaldı da ne yaptı? En yakın arkadaşları tutuklandı,<br />

neden Mustafa Kemal tutuklanmadı” diyorlar. tutuklananlardan bir<br />

tanesi Fethi Okyar’dır. Peki, niye Mustafa Kemal’i tutuklamadılar? Benim<br />

için çok hazin olan, ayıp bir şey var. Bu konu bile kötüye kullanılıyor.<br />

Hatta “Mustafa Kemal’i İngilizler koruyorlardı” diyorlar. Memleketimizin<br />

değerlerini yıpratarak güya kendimizi tatmin ediyoruz.<br />

Çok yer dolaştım. amerika’yı örnek vereceğim. amerika dediğiniz<br />

72 milletten oluşan bir memleket. amerikan diye bir ırk var mı? Yok!<br />

ama “Where are you from” diye sorduğunuz zaman “I’m from America”<br />

şeklinde cevaplıyor; arkasından da “ben amerikalıyım” diyor. Bölücülere<br />

buradan gönderme yapıyorum. Onlar, a.B.D.’nin ilk cumhurbaşkanı<br />

Washington hakkında en ufak bir laf ettirmezler; çünkü Washington 200<br />

yıllık bir devletin kurucusu. Bizdeyse bazı yazarlar Mustafa Kemal hak-<br />

131


kında ipe sapa gelmez laflar ediyorlar, “İngiliz ajanıydı” diyorlar. Daha<br />

bir ay bile olmadı; televizyonda kendini tarihçi sayan bir adam açıkça,<br />

“İngiliz ajanıydı” dedi. Ben de size kitapta da yer alan bir belge sunuyorum.<br />

Belge, istanbul’daki ingiliz gizli servisine verilmiş 28 Şubat 1919<br />

tarihli, 2006-130 numaralı bir rapor. raporda şöyle diyor: “Tutuklanıp<br />

İstanbul’un dışına çıkarılması gereken kişiler: 1. Mustafa Kemal 2. Cevat<br />

Abbas 3. Kel Ali 4. Fevzi Çakmak 5. Halil Paşa 6. İsmet İnönü.” Peki bu<br />

belge nereden çıktı? Devletler, gizli belgelerini 50 yıl sakladıktan sonra<br />

açığa çıkarıyorlar. Bundan 20-25 sene önce ingiliz gizli devlet arşivi üzerinde<br />

çalışma yapan alman Profesör Gothart Jaeschke bu belgeleri ortaya<br />

çıkardı. Bizden de, Siyasal Bilgiler mezunu Bilal Şimşir bu belgelere ulaşarak<br />

yayınladı. Bu belgelerde ingilizler, Mustafa Kemal hakkında “yakalanmalı<br />

ve İstanbul dışına çıkartılmalıdır” diyor. Hani ingiliz ajanıydı bu<br />

adam? Peki nasıl kurtuldu bu durumdan? Bu belge 28 Şubat’ta yazılmış,<br />

mart ayında da londra’ya gönderilmiş. Çünkü içinde çok önemli kişiler<br />

var. Örneğin Fevzi Çakmak o sırada genelkurmay başkanı; korktukları<br />

için incelemeye alıyorlar. Mustafa Kemal ise nisan ayı sonunda görev<br />

alıyor ve gidiyor.<br />

Şimdi sizi biraz ciddi konuların dışına çıkarayım. Mustafa Kemal’in<br />

Padişah Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan ile evlenerek saraya damat olmak<br />

istediğine ilişkin bir laf var. Bu ciddi bir konu; çünkü sarayda, II.<br />

Meşrutiyet’ten (1908) sonra, ordudaki parlak, akıllı, zeki subayların padişahın<br />

kızları veya yeğenleri ile evlendirilmesi geleneği oluşmuş. Mesela<br />

enver Paşa bunlardan biridir. Biliyorsunuz enver Paşa 2. Meşrutiyet’te çok<br />

önemli roller aldı ve padişahın kızı naciye Sultan ile nişanlandı. naciye<br />

Sultan o sırada 13-14 yaşındaydı; birkaç sene bekledikten sonra evlendiler.<br />

ardından enver Paşa çok hızlı bir şekilde yükseldi ve Osmanlı Devleti’nde<br />

Başkumandan Vekili oldu. Bizim 1. Dünya Savaşı’na girmemizde enver<br />

Paşa’nın çok önemli rolü vardır. Sakın yanlış anlaşılmasın; enver Paşa’yı<br />

anlatırken kötülemiyorum. enver Paşa da bir kahraman ama kahramanlar<br />

da bazen hata yapabiliyor. Mesela Sarıkamış olayı yanlıştır. neden? almanlara<br />

çok güvenmiş; onlar da bizim orada bir cephe açmamızı istiyor.<br />

Zaten bize hep cephe açtırmışlar. Biz 1. Dünya Savaşı’nda 11 cephede<br />

savaşmışız. ingilizleri meşgul etmek için bize cephe açtırıyorlar.<br />

enver Paşa konusunu geçelim ve Sabiha Sultan’a dönelim. Onunla<br />

evlenecek derken, istanbul’da kaldığı 6 ay içinde Padişah abdülmecit’in<br />

132


kızı olan Cemile Sultan’ın torunu Prenses Mevhibe Celalettin ile tanışıyor.<br />

Bildiğim kadarıyla Cemile Sultan, Vahdettin’in kız kardeşi. Mevhibe<br />

Celalettin çok iyi ingilizce ve Fransızca biliyor ama sarayla münasebetleri<br />

çok iyi değil. Çünkü büyük dedesi Mahmut Celalettin Paşa,<br />

Mithat Paşa’nın arkadaşı olduğu için Meşrutiyet’ten sonra saray tarafından<br />

mahkum edilmiş ve taif zindanlarında öldürülmüş. Bu nedenle<br />

Mevhibe Celalettin ile Mustafa Kemal çok yakınlaşıyorlar. Mustafa Kemal,<br />

bir vatansever olan Mevhibe Celalettin’i önemli toplantılara casus<br />

olarak gönderiyor.<br />

Şimdi başka bir konuya geçiyoruz. Mustafa Kemal’in 6 ay boyunca<br />

kaldığı Şişli’deki evin durumunu anlatalım. Bu ev adeta Ulusal Kurtuluş<br />

Savaşı’nın ve daha sonrasında kurulacak türkiye Cumhuriyeti’nin kadrosunu<br />

oluşturmuştur. O eve rauf Orbay, Fethi Okyar, ali Fuat Cebesoy,<br />

Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, refet Bele ve ismet inönü gibi insanlar<br />

gelmiştir. Bu kadro ile Mustafa Kemal arasında çok büyük ilişkiler,<br />

derin dostluklar var. Özellikle Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda çok yakınlaşıyorlar.<br />

Mesela rauf Orbay başbakan, ardından londra Büyükelçisi oldu.<br />

ali Fuat Cebesoy istiklal Savaşı’nda Batı Cephesi Komutanı, daha sonra<br />

Moskova’da büyükelçi oldu. rusya’dan yardım gelmesini sağlayan bir kişidir.<br />

Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşı ve dostu ali Fethi Okyar ilk başbakanlarımızdan.<br />

ismet inönü, atatürk’ün hem savaşlarda yakın arkadaşı<br />

hem Garp Cephesi Komutanı hem de lozan kahramanı ve onun yaptığı<br />

devrimlerde yanında yer alarak sağ kolu olmuş.<br />

Buradan başka bir konuya geçiyorum. Kitapta, ‘gökten inen müjde’<br />

diye bir bölüm var. Batı dünyasında yazarlar bu gibi durumlara “yıldızın<br />

parladığı an” diyorlar. Yıldız öyle bir parlıyor ki tüm bir milletin ve kişinin<br />

hayatı değişiyor. 21 nisan 1919 Pazartesi günü, türkiye Cumhuriyeti<br />

tarihinin, atatürk’ün ve Ulusal Kurtuluş Savaşımızın yıldızının parladığı<br />

andır. neden? Çünkü o gün ingilizler, yani istanbul’daki işgal kuvvetleri<br />

Osmanlı Hükümeti’ne bir nota vererek, “Karadeniz’de Türkler çete kurdular<br />

ve burada yaşayan Rumlara saldırıyor. Bunu gidip tetkik edin ve<br />

durdurun” diyor. işte bizim o zamandaki Osmanlı Hükümeti buraya kimi<br />

gönderelim diye araştırma yapıyor. Mustafa Kemal’in gönderilmesine karar<br />

veriliyor ama havadan bir karar değil bu; burada bir diyagram var.<br />

Bu kararın alınmasında rol oynayan kişiler, birincisi o zamanki Harbiye<br />

nazırı Mareşal Mehmet Şakir Paşa, ikincisi Bahriye nazırı ahmet avni<br />

133


Paşa, üçüncüsü içişleri Bakanı Mehmet ali Bey. Bürokraside, devlet yönetiminde<br />

bir makam açıldığı zaman devletin bakanları o makama bir<br />

aday bulmaya çalışır. Karadeniz’de yapılaşan çeteleri tetkik etmek üzere<br />

gönderilecek kumandanın seçiminde kimler rol oynuyor? Bahriye nazırı,<br />

Harbiye nazırı ve içişleri Bakanı. General ali Fuat Cebesoy’un erkek<br />

kardeşi Yüzbaşı Mehmet ali Bey, içişleri Bakanı Mehmet ali Bey’in (onun<br />

da adı Mehmet ali) kızına talip oluyor -ki o zaman henüz içişleri bakanı<br />

değil, İstanbul Yeniköy Belediye Başkanı-. Böylece ali Fuat Cebesoy ile<br />

içişleri Bakanı arasında bir akrabalık oluşuyor. Yani, ali Fuat Cebesoy’un<br />

babası ismail Fazıl Paşa ile Mehmet ali Bey dünür oluyorlar. ismail Fazıl<br />

Paşa Mustafa Kemal’i çok seviyor. Buna dair minik bir anı anlatacağım.<br />

Harbiye’de okurlarken, ali Fuat Cebesoy Mustafa Kemal’i cuma ve cumartesi<br />

tatili için eve getiriyor. Yine böyle bir tatil gecesinin sabahında ali<br />

Fuat Cebesoy yastığının altına bakıyor ki 20 mecidiye konmuş. Mustafa<br />

Kemal’e soruyor “senin yastığının altından ne çıktı?” Mustafa Kemal’in<br />

yastığının altından 50 mecidiye çıkıyor. Onun üzerine babasının yanına<br />

gidiyor, “baba, bana 20 ona 50 mecidiye verdin neden?” diye soruyor.<br />

Babası, “evladım senin baban var; onun babası yok, yetim” diye yanıtlıyor.<br />

işte, Mustafa Kemal’i çok seven ismail Fazıl Paşa, içişleri Bakanı<br />

Mehmet ali Bey ile onun arasını buluyor. Mehmet ali Bey’e “bu adam<br />

çok dürüst bir adamdır, politikayla işi yoktur, görev veriniz” diyor.<br />

ikinci rol oynayan kişi Bahriye nazırı ahmet avni Paşa. ahmet avni<br />

Paşa ile Mustafa Kemal Filistin Cephesi’nde beraber çalışmışlar. ahmet<br />

avni Paşa nazır olunca Mustafa Kemal onu tebrik ziyaretine gidiyor. Mustafa<br />

Kemal o dönemde artık politik davranma yolunu seçtiğinden ahmet<br />

avni Paşa’ya, “siz ne kıymetli bir insansınız” diyerek iltifat ediyor. Paşa<br />

ise “sen beni Filistin Cephesi’ndeyken pek sevmezdin ama bak ben nazır<br />

oldum” diyor. Mustafa Kemal, avni Paşa’nın bu lafını “yetenekli insanlar<br />

muhakkak yerlerini bulurlar” diyerek karşılıyor. avni Paşa çok memnun<br />

oluyor ve böylece bir ilişki doğuyor. Şimdi şaşıracağınız bir noktaya daha<br />

dikkat çekeceğim. ahmet avni Paşa aynı zamanda, Harbiye nazırı, yani<br />

bugünkü karşılığıyla Milli Savunma Bakanı Mehmet Şakir Paşa’nın damadıymış.<br />

Bunların hepsi belgelenmiş bilgilerdir. Böylece bir ilişkiler zinciri<br />

kuruluyor ve sonuçta görev için Mustafa Kemal’i seçiyorlar.<br />

Mustafa Kemal, Bahriye nazırı ahmet avni Paşa ile konuşmasında<br />

“beni diğer nazırlarla tanıştırır mısınız?” diye soruyor ve olumlu yanıt alı-<br />

134


yor. ardından avni Paşa, içişleri Bakanı Mehmet ali Bey’i alıp Şişli’deki<br />

eve götürüyor. evde sohbet edip yemek yiyorlar. O gün Mehmet ali Bey,<br />

Mustafa Kemal’e açıkça “siz İttihatçı mısınız?” diye soruyor. Mustafa Kemal<br />

“evet İttihatçıyım” diye yanıtlıyor. Mehmet ali Bey, “o zaman İttihatçıların<br />

bu hareketlerini tasvip ediyorsunuz” şeklinde sohbete devam edince<br />

de “ben ne zaman tasvip ettim ki şimdi tasvip edeyim?” diyor. Mustafa<br />

Kemal’in “Enverci misiniz?” sorusuna verdiği yanıt ise şu; “Enverci<br />

değilim, Enver’e karşı çıktım”. Mehmet ali Bey neden bunları soruyor?<br />

Çünkü, birincisi ingilizler o zaman ittihatçılara karşı; ikincisi almancılara<br />

karşı. Mustafa Kemal almancı değil; çünkü alman generallere her zaman<br />

karşı çıkmış. ittihatçıların da politikalarını doğru bulmuyor. Böylece, az<br />

önce söylediğim gibi, türk milleti için bir ‘müjde’ doğmuş. Bu görev için<br />

Mustafa Kemal’i uygun buluyorlar. Göreve atanan Mustafa Kemal’e çok<br />

geniş yetkiler veriliyor. Hazırlanan kararnameye, Harbiye nazırı Mehmet<br />

Şakir mührü basıyor.<br />

Bu yetki kararnamesini bizzat Mustafa Kemal ile o sırada Osmanlı<br />

Devleti’nin Genelkurmay ikinci Başkanı olan arkadaşı Diyarbakırlı Kazım<br />

inanç Paşa beraber hazırlamışlardır. Kazım inanç Paşa da Mustafa<br />

Kemal’i çok yakından tanıyan, çok akıllı ve çok iyi almanca bilen bir<br />

insan. Diyarbakır’da mı doğdu yoksa babasından dolayı mı ‘Diyarbakırlı’<br />

olarak anılıyor bilmiyorum ama bildiğim şudur ki Harbiye’den birinci<br />

derece ile mezun olmuş ve daha sonra Osmanlı Devleti tarafından<br />

almanya’ya gönderilmiş. Orada alman genelkurmayında okumuş ve<br />

almanca bildiği için 1. Dünya Savaşı’nda alman generaller türkiye’ye<br />

geldiği zaman onların yanında çalışmış.<br />

Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları’nda kendini gösterir; fakat o<br />

savaşlarda ordu komutanı alman liman von Sanders’dir. Bu bizim için<br />

çok acı bir şey; kendimizi almanlara teslim etmişiz, ellerimiz kollarımız<br />

bağlanmış. Savaş devam ederken bir bölgede çöküntü olunca liman von<br />

Sanders, “Mustafa Kemal’e sorun bakalım ne yapmak lazım?” diyor. O<br />

zamanlar henüz albay olan Mustafa Kemal “buradaki bütün kuvvetleri<br />

emrime verirseniz ancak kurtarırız” diye yanıtlıyor. Karşıdan gelen soru<br />

şu: “Fazla gelmez mi?” Mustafa Kemal’in cevabı “az gelir” oluyor ve telefon<br />

pat diye kapanıyor. Şimdi soruyorum ben size, liman von Sanders<br />

adına bu konuşmayı yapan kim? liman von Sanders almanca biliyor<br />

türkçe bilmiyor, Mustafa Kemal Fransızca biliyor ama almanca bilmiyor.<br />

135


işte bu konuşmayı biraz önce bahsettiğim ve o sırada albay olan Diyarbakırlı<br />

Kazım Paşa (inanç) yapıyor. Konuşmanın üzerinden 4-5 saat sonra<br />

bakıyorlar ki o cephe çöküyor, Mustafa Kemal’in istediği bütün kuvvetleri<br />

kendisine veriyorlar. Hatta Mustafa Kemal hatıralarında bu konudan<br />

söz ederken “ben onlardan 3 tümen istemiştim, emrime 5 tümen yani<br />

bir kolordu verdiler” diyor. Mustafa Kemal’in yetki kararnamesini yazan<br />

Kazım inanç ona bu kadar bağlı ve onun çok etkin bir insan olduğunu<br />

biliyor. Savaş meydanlarında cephe arkadaşlığı yapmışlar. Kararnameyi<br />

yazarken Mustafa Kemal “kapıyı kapattım ve kulağına ne yapacağımı anlattım”<br />

diyor. Kazım Paşa da Mustafa Kemal’e “emirlerinizi yapacağız”<br />

diyor. Birlikte hazırladıkları kararnameyi Kazım Paşa, Harbiye nazırı<br />

Mehmet Şakir Paşa’ya götürüyor. O zamanlar ne daktilo, ne de bilgisayar<br />

var; herşey elle yazılıyor. Yarım saat sonra odaya dönen Kazım Paşa<br />

şöyle diyor: “Harbiye Nazırı kararnameyi okudu, imzalamayacağını söyledi<br />

ama mührünü verdi.” Mustafa Kemal’in içi rahatlıyor, “Kazım Paşa<br />

senden bir şey daha rica edeceğim, şuraya bir madde daha ekleyelim”<br />

diyor. ‘Mustafa Kemal’in onayı olmadan hiçbir tayin yapılamayacak’ gibi<br />

maddelerle yetkiyi iyice genişletiyor. Kazım Paşa önce bu cümleyi eklemeye<br />

çekiniyor ama kısa bir süre sonra “tamam Paşam, ilave ederiz”<br />

diyor. Vatan için bunu yapmayı kabul ediyor. Şimdi bu belgeler ortada<br />

dururken, bazı insanların “efendim o yetkileri şu verdi, bu verdi, padişah<br />

verdi” gibi yalan sözler sarfetmesi çok yazık! Bu memleketin tarihiyle bu<br />

kadar komiklik yapmaya gerek yok. Hadi diyelim ki verdi, bir ay sonra da<br />

onu idama mahkum etti. Kendi değerlerimize sahip çıkalım.<br />

Değerli arkadaşlarım, bu iddialara kısa kısa cevaplar verdim. Mustafa<br />

Kemal bu işleri kendi planlarıyla ve imkanlarıyla yapmıştır. Buradan<br />

genç kardeşlerime şunu söylemek istiyorum; kimseye inanmayın, kendinize<br />

inanın, kendiniz inceleme yapın. O kitapta ‘idam kararına giden<br />

süreç ve 50 günlük günce’ diye bir bölüm var. 19 Mayıs 1919’da atatürk<br />

beraberindeki kurmay heyetle birlikte Samsun’a ayak basıyor. 06 Haziran<br />

1919’da, yani 17 gün sonra da işgal kuvvetlerinin Karadeniz Ordusu<br />

Komutanı General Milne, Osmanlı Devleti’ne resmi bir yazı göndererek<br />

Mustafa Kemal ve yanındakilerin istanbul’a çağrılmasını talep eder.<br />

Hani ingilizlerin casusuydu? Bunların da belgeleri var. aşağı yukarı bir<br />

ay sonra, 21-22 Haziran 1919’da amasya kararları çıkıyor. Bu bildiri 23<br />

Haziran’da bütün anadolu’da yayınlanınca, 35 gündür anadolu’da bu-<br />

136


lunan Mustafa Kemal’in görevinden azledildiğine dair Bakanlar Kurulu<br />

Kararı veriliyor. Hani Vahdettin göndermişti Mustafa Kemal’i? Hem Vahdettin<br />

gönderip hem azleder mi? akıl alıyor mu? 7-8 temmuz 1919’da da<br />

apoletlerini sökerek görevlerinden azlediyorlar.<br />

Değerli arkadaşlarım, şunu da söyleyeyim size; Mustafa Kemal ve<br />

arkadaşlarının idama mahkum edildiğini gösteren Şeyhülislam Fetvası 11<br />

nisan 1920’de takvim-i Vekayi’de yani resmi Gazete’de yayınlanıyor.<br />

Bir de padişah ona giderken 40 bin altın verdi diyorlar. altının tanesi<br />

7 gram; hepsi 350-400 kilogram yapıyor. Bu da 50’şer kiloluk 8 tane kocaman<br />

kasa yapar. Böyle bir şey yok ama ben de diyorum ki; iyi ki vermiş,<br />

keşke daha fazlasını verseydi memleketi kurtarmak için. tabii ki böyle bir<br />

şey yok. Mustafa Kemal’in Samsun’a giderken içişleri Bakanlığı’ndan aldığı<br />

para 1.000 liradır. Bunun da imzalı orijinal belgesi vardır.<br />

Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum. Şimdi bana soru sorabilirsiniz.<br />

Sorular kısa olursa diğer arkadaşlara da imkan tanımış oluruz.<br />

ayrıca isminizi de belirtirseniz memnun olurum.<br />

Soru (Belediye Meclis Üyesi Fatih Çekgeloğlu)<br />

Hollywood filmlerine bakıyorsunuz günlükler film olmuş, tarihi bir<br />

belge olmuş; biz de sizinle böyle bir şeye kavuştuk diye düşünüyorum.<br />

Kitabınızdan anladığımız kadarıyla, bize hep anlatıldığı gibi, atatürk<br />

Bandırma Vapuru ile tek başına Samsun’a çıkmamış. tarih kitaplarındaki<br />

söylem için düşünceleriniz nedir?<br />

Alev Coşkun<br />

Çok teşekkür ediyorum, Fatih Bey önemli bir noktaya parmak basıyor,<br />

yani demek istiyor ki; Kuvayı Milliye ruhu derece derece birçok<br />

insanda vardı ama bu ruhun toparlayıcısı lazımdı. Kitaplarda bize öğretilen<br />

nedir? Yunanlılar izmir’e çıkınca hemen Balıkesir Kongresi oldu,<br />

arkasından alaşehir Kongresi oldu. Oysa erzurum Kongresi’nden evvel<br />

tam 7 tane kongre var. Sivas Kongresi’nden önce tam 18 kongre yapılmış.<br />

anadolu’nun çeşitli yerlerinde kongreler var ama çoğunun düşüncesi<br />

şu; Yunan gelmiş, Osmanlı Devleti “aman Yunanlılar’a dokunmayın bizim<br />

bilgimiz dahilinde” diyor ve bu kongrelerin çoğu yerel çareler arıyor.<br />

Mesela doğudaki erzurum Kongresi’nin başlangıcı Doğu anadolu’da bir<br />

137


türk devleti kurulması üzerinedir. tıpkı Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından<br />

sonra anadolu’nun beyliklere ayrılması gibi. Bu tarz düşüncelere bir<br />

tek insan karşı çıkıyor, “olmaz, bütün vatanı kurtaracağız” diyor. Mesela<br />

trakyalılar “biz ayrı bir devlet kuralım” diye yalvarıyorlar. italyanlar<br />

Denizli’de, antalya’da, Muğla’da Yunanlılara göre halka daha ılımlı<br />

davrandıklarından “Yunanlılar yerine İtalyanlar gelsin” diyenler bile var.<br />

Mustafa Kemal’in yanında istiklal Savaşı’nda çok büyük görevler almış<br />

olan ve istiklal Savaşı’ndan sonra 33 yıl genelkurmay başkanlığını yürüten<br />

Fevzi Çakmak Paşa’nın bir sözü var; “biz çok güçlüydük ama Mustafa<br />

Kemal olmasaydı bu çoban ateşlerini toparlayamazdık” diyor. Bilirsiniz<br />

çoban ateşleri devşirmedir, çıtır pıtır yanar geçer; o saman alevlerini Kuvayı<br />

Milliye haline dönüştüren lider Mustafa Kemal’dir. Bunu kabul etmemiz<br />

lazım.<br />

Soru (Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi)<br />

Kitabınızı yeni okudum ve çok beğendim. Gerçekten etkilendim ve<br />

okudukça ilgimi çekti. Merak ettiğim konu şu; Mustafa Kemal’i yazmak<br />

zordur, kitabı yazarken belgelere dayandırmışsınız ama tepki almaktan<br />

hiç korkmadınız mı?<br />

Alev Coşkun<br />

tekrar avanos Belediye Başkanı Mustafa Bey’e teşekkür ediyorum;<br />

çünkü bu kitabı okumasaydı biz avanos’ta bu toplantıyı yapamazdık. Benim<br />

için bu toplantıdaki en güzel taraf gençlerin olması, genç kızlarımızın<br />

ve hanımlarımızın olması. Genç kızlarımıza ve hanımlarımıza öncelikle<br />

teşekkür ediyorum ve onları atatürk’ün kızları olarak selamlıyorum.<br />

Dediğiniz çok doğru. avanos gibi kültürlerin ve çeşitli değişik fikirlerin<br />

harman olduğu bir yerde konuşmamı çok dikkatle yaptım ve sert<br />

kelimelerden kaçındım ama siz çok güzel bir noktaya temas ettiniz. televizyon<br />

programlarına çıkıp “İngilizlerin casusuydu” diyenler hala var.<br />

Şimdi ben de diyorum ki; “İngilizlerin casusuydu diyorsun ama al sana<br />

İngiliz gizli servisinin raporu”. ikinci olarak, “Mustafa Kemal’i padişah<br />

gönderdi, çünkü bu kadar yetkiyi ancak padişah verebilir. Padişah zaten<br />

Kuvayı Milliye’nin kurulmasını istiyordu” diyorlar. Burada padişahın<br />

aleyhine hiçbir kelime kullanmadım. Padişah, Osmanlı Devleti’nin son<br />

padişahıdır. Osmanlı Devleti 700 yıllık büyük bir devlettir. Bir devletin<br />

138


700 yıl hüküm sürmesi kolay değildir. Osmanlı Belgrat’a, Viyana’ya kadar<br />

gitti. ilginç bir anımı aktarmak istiyorum. 8-10 sene evvel Belgrat’a gittim.<br />

Şoför ingilizce bilmiyor. Bizi şehrin merkezine götürmesini istediğimizi<br />

anlatmaya çabalarken adam “meydani terazi” dedi. Hala Belgrat’taki en<br />

büyük meydanın adı ‘terazi Meydan’. Osmanlı Devleti böyle bir devlet,<br />

çok geniş; ta avrupa ortalarına gidip egemenlik kurmuş. ama son padişah<br />

böyle bir iş için yetiştirilmiş bir padişah değil; zaten son padişahların<br />

çoğu böyledir. Burada bir meseleyi ortaya koyuyoruz: ingilizlerden nasıl<br />

izin alındı? 1. Dünya Savaşı’nın galibi olan ingilizler için o dönemde dört<br />

tane önemli nokta var. Birincisi, almanlara yakın olanları haklı olarak<br />

istemiyorlar. Gelmiş ülkeyi işgal etmiş ve almanları istemiyor. ikincisi,<br />

ittihat terakki’ye yakın olanları istemiyor, onları içeri atmış. Diyorlar ki;<br />

“neden Fethi Okyar’ı içeri attı da Mustafa Kemal’i içeri atmadı?” Fethi<br />

Okyar ittihat terakki’nin genel sekreteri ama Mustafa Kemal hiçbir şeyi<br />

değil, ittihat terakki’ye ve enver’e karşı. Mustafa Kemal, almanlarla devamlı<br />

çatışmış biri olarak ingilizler için o kadar tehlikeli bir adam değil.<br />

Çünkü almanlara karşı, ittihatçılara karşı, enver’e karşı.<br />

Savaş devam ederken almanlar son padişah Vahdettin’i almanya’ya<br />

çağırıyorlar. Vahdettin henüz veliahtken Osmanlı Devleti’nin temsilcisi<br />

olarak bir heyetle birlikte almanya’ya gidiyor. O heyetin içinde tesadüfen<br />

Mustafa Kemal de bulunuyor; Vahdettin ile yakınlıkları var. Samsun’a<br />

çıkmadan önceki altı ay içinde de Vahdettin ile altı kez görüşüyor. Mustafa<br />

Kemal açık fikirli, “başkumandan olursam İngilizleri sokmam, ateş<br />

ederim” diyor. Zaten ingilizler o sırada o belgeleri öğrenmiş olsalar Mustafa<br />

Kemal’i yaşatmazlar. tarihimize sahip çıkmamız lazım. Fatih Sultan<br />

Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman nasıl büyük kumandanlarsa, bu Cumhuriyeti<br />

kuran Mustafa Kemal’e de sahip çıkmamız lazım. emperyalist<br />

devletlerin, ülkeyi bölmek isteyen devletlerin planlarına karşı çıkalım.<br />

ülkemizi bölmek için en kıymetli varlıklarımızı küçük düşüren hareketler<br />

yapıyorlar. Bu hareketlerini bozmaya gayret etmemiz lazım. Sekiz yıl<br />

belge topladım; kitapta 700 tane dipnot var biliyorsunuz. Kitabı yazmam<br />

3 yılımı aldı. Siyaset Bilimi okuduğum için 1973-1980 yılları arasında<br />

siyasetin içinde bulundum. iki dönem milletvekilliği, bakanlık yaptım.<br />

Siyasi olayların nasıl olduğunu bildiğim için analiz yapabiliyorum. Daha<br />

iyisini sizler yapacaksınız; bu yaşta bu konularla ilgilendiğiniz için sizlerden<br />

daha iyi analizler çıkacak.<br />

139


soru<br />

(Avanos Endüstri Meslek ve Teknik Lisesi öğrencisi Osman Karslı)<br />

Kitabınızda Mustafa Kemal yeniden hükümeti kurmak için ahmet<br />

rıza ile istişare yapıyor, neden ahmet rıza?<br />

Alev Coşkun<br />

Konuşmamızın başında ne dedik? Mustafa Kemal için önemli olan<br />

vatanın kurtuluşu ve bunun için gerekirse yılanla bile istişare yapabilir.<br />

O sırada Osmanlı Devleti’nde ayan Meclisi Başkanı ve ittihat terakki’nin<br />

eski liderlerinden olan ahmet rıza efendi’nin hükümet kuracağı söylentisi<br />

dolaşıyor. Bu söylenti nedeniyle Mustafa Kemal’e “ahmet rıza seninle<br />

konuşmak istiyor” diyorlar. O da gidip konuşuyor; bakıyor ki ahmet rıza<br />

ihtiyarlamış ve bu işleri pek bilmiyor. Zaten ahmet rıza da hükümeti kuramıyor.<br />

Olay budur. Mustafa Kemal o dönemde herkesle görüşüyor.<br />

Soru (Mehmet Akif Ersoy İlköğretim Okulu 8. sınıf öğrencisi)<br />

atatürk’ün Samsun’a çıkmasından önceki altı ayı kaleme almışsınız.<br />

acaba 19 Mayıs’tan sonraki dönemi aynı üslupla kaleme almayı düşünüyor<br />

musunuz?<br />

Alev Coşkun<br />

Bu soruyu sorarak oku kalbimin tam ortasına saldın. Sohbetimizin<br />

başlangıcında tarihçi olmadığımı söyledim. Ben siyaset biliminin analizini<br />

yapıyorum. tarihe ilk girişim ege Bölgesi’ne olan ilgimle başladı.<br />

Düşmana ilk kurşunu Hasan tahsin attı deniyor ya, ilk kurşunu atmak<br />

hiçbir mana ifade etmez. neden? Hasan tahsin vatansever bir adam. Yunanlılar<br />

izmir’e çıkınca üzülüyor, canı acıyor ve fevri bir davranışla tabancayı<br />

çıkarıp vuruyor. Bu ilk kurşun güzel ama ne anlamı var? Zaten<br />

o ilk kurşunu sıktığı anda ötekiler de onu öldürüyor. Mesele ilk kurşunu<br />

atmak değil, o kurşunun sonunda başarılı olmak. aslında türkiye’de ilk<br />

kurşunu atan yer Hatay’daki Karakese köyüdür. Fransızlar, 1918’in kasımaralık<br />

ayında oraya çıkıyorlar ve köylülere zulüm yapıyorlar. Karakese<br />

Köylüleri bu nedenle lokal bir savaş başlatıyorlar. ikinci kurşun Hasan<br />

tahsin’in attığı kişisel kurşun. üçüncü kurşun, izmir’in hemen yanındaki<br />

Urla kasabasında atılıyor. Yunanlılar 15 Mayıs 1919’da izmir’e çıkıyorlar;<br />

140


3-4 gün sonra da Urla’ya gidiyorlar. Urla’da da zulüm yaptıkları için ufak<br />

bir çatışma oluyor. Dördüncü çatışma 25-26 Mayıs’ta ayvalık’ta gerçekleşiyor.<br />

O sırada albay olan ali Çetinkaya yanındaki askeri kuvvetlerle<br />

birlikte çatışmayı başlatıyor. Bu hareket bir askerin cesaretidir. Beşinci<br />

hareket halkın katılımıyla Ödemiş’te oldu. Halk örgütleniyor ve gidiyor<br />

askeri silah deposunu basıyor, silahlar dağıtılıyor ve 5-6 saat süren çatışmada<br />

yeniliyorlar. Halk ilk defa harekete geçiyor. Ben ilk önce bunların<br />

üzerinde çalıştım; çünkü Ödemişliyim. Belge toplamaya ve çalışmaya<br />

devam edince bu kitap ortaya çıktı. eğer sağlığım yerinde olursa, turgut<br />

Özakman nasıl önce ‘Şu Çılgın türkler’i, ondan sonra da ‘Direniş’i yani<br />

Çanakkale Savaşları’nı yazdı; ben de şimdi 19 Mayıs’tan sonraki 19 ayı<br />

yazmak istiyorum. Çünkü 19 Mayıs’tan sonraki 19 ay çok önemli. Düşünün;<br />

19 Mayıs’ta general olarak Samsun’a giden adam 8 temmuz’da, yani<br />

40-45 gün sonra apoletlerini kaybediyor ama mücadeleye devam ediyor.<br />

Bunu yazabilmek için belge topluyorum. eğer gücüm olursa yazmaya<br />

çalışacağım.<br />

soru<br />

avanos endüstri Meslek lisesi’nde öğrenciyim. Sorum şu; hükmedemeyen<br />

bir hükümet ve padişahla Millî Mücadele’yi başlatmaya çalışmak<br />

sizce ne kadar mantıklı?<br />

Alev Coşkun<br />

arkadaşım şunu demek istiyor; Mustafa Kemal istanbul’a geldiğinde<br />

sevmediği bir padişah ve tükenmiş bir hükümet var. neden bu davaya<br />

girmek istiyor, bu çelişki değil mi? Birincisi Mustafa Kemal padişahla beraber<br />

8-10 ay kadar önce Berlin’e gitti. neden? almanlar Osmanlı’yı etkilemek<br />

için onları davet ediyor ve bir heyet gidiyor. Orada Mustafa Kemal<br />

ile yakınlaşma var. Mustafa Kemal istanbul’a geldiğinde padişahı etkileyebileceğini<br />

ve böylece işleri düzeltebileceğini zannediyor. Onun için ilk<br />

önce birkaç kez padişahla konuşuyor ama oradan netice alamayacağını<br />

anlıyor. ikincisi; harbiye nazırlığını yetki almak için istiyor. Böylece, ülkenin<br />

farklı yerlerinde işgal altında bulunan askeri birlikleri, işgal olmayan<br />

yerlere kaydırıp bir güç yaratmayı hedefliyor. Zaten Yıldırım Orduları Komutanı<br />

olarak da bunları yapıyordu. Harbiye nazırlığını ona vermiyorlar<br />

ama mücadelesi elbette devam ediyor.<br />

141


‘Yıldızın parladığı an’ dediğim, ingilizlerin 21 nisan’daki ültimatomu<br />

olmasaydı ne yapacaktı? Yine anadolu’ya geçecekti ama o zaman işi daha<br />

zor olacaktı. Mustafa Kemal için önemli olan vatanı kurtarmak olduğu<br />

için her noktadan yardım almaya çalışıyor. Hatta istanbul’dan Samsun’a<br />

geçtiğinde, halka seslenirken padişaha çok güzel sözlerle hitap ediyor;<br />

ta ki erzurum’da apoletleri sökülene kadar. Bunu da nutuk’ta şöyle anlatıyor:<br />

“Vatandaş 700 yıllık bir geçmiş dolayısıyla padişahına bağlıydı.<br />

Kaldı ki o padişah aynı zamanda halifeydi; onun için padişaha ve halifeye<br />

taarruz etmemeye çok dikkat ettim. Planımı yaptım ve zamanı gelince onları<br />

uyguladım.” Padişah hem gönderiyor hem de görevden alıyor; çünkü<br />

ancak ingilizlerin yardımıyla imparatorluğun kurtulabileceğine inanıyor.<br />

O zaman ingilizler en büyük devlet olduğundan padişah, “ben İngilizlerle<br />

iyi geçineyim de belki kurtarırım” diye düşünüyor. Mustafa Kemal ise<br />

“İngilizlerle iyi geçinmekle bu iş olmaz. Ya istiklal ya ölüm” diyor. Zaten<br />

vatanı parça parça işgal etmiş. artık burada iş ‘şu adam iyiydi, şu adam<br />

kötüydü’ meselesinden çıkıyor, vatana geliyor. eğer akıl eleştiri yapmazsa<br />

birinin tutsağı olur. Birinin veya ideolojilerin, dogmaların tutsağı olmak<br />

en kötü şeydir; aklınla bulacaksın. Mütareke basını da Mustafa Kemal’e<br />

farklı düşündüğü için çok kızıyor.<br />

lafı uzatıyoruz ama ben size bir hikaye anlatayım. refii Cevat (Ulunay)<br />

isminde çok önemli bir yazar var. Kuvayı Milliye’ye ve anadolu’da<br />

savaşmaya tamamen karşı; “bizi İngilizler kurtarır, kendi başımıza adam<br />

olamayız” diyen bir yazar. Mustafa Kemal Şişli’de otururken refii Cevat<br />

ile konuşması sağlanıyor. Mustafa Kemal için önemli olan ne? Kim<br />

olursa olsun, yeter ki vatanın kurtuluşu için çalışsın. neyse, refii Cevat<br />

Şişli’ye geliyor. Bunları Mustafa Kemal’in anılarından anlatıyorum.<br />

tabii o zamanlar herkes Mustafa Kemal’e büyük hayranlık duyuyor. neden?<br />

Çanakkale’de savaş kazanmış, Osmanlı imparatorluğu’nu, padişahı,<br />

istanbul’u korumuş. Mustafa Kemal’in Cumhuriyetçi olduğunu bilmiyorlar;<br />

bilseler hemen tutuklayacaklar. istanbul’da ingiliz askerleri dolaşırken<br />

Şişli’deki evde refii Cevat sorularını soruyor. Konuşma bittikten sonra<br />

Mustafa Kemal “sayın yazar, hep eskileri, Çanakkale’yi konuştuk ama bundan<br />

sonra ne olacak diye bir soru sormanızı çok beklerdim” diyor. Bunun<br />

üzerine refii Cevat bu tarz bir soru yöneltiyor. Mustafa Kemal’in cevabı<br />

şu oluyor; “çok kötü bir vaziyetteyiz, her yer işgal altında ama Anadolu’ya<br />

geçip halka herşey düzgün bir şekilde anlatılırsa, halk da asker de feda-<br />

142


karlık yapar ve biz bu vatanı yeniden kurtarırız”. refii Cevat gazeteye<br />

dönünce buluşmayı merak eden arkadaşlarına, “Sarı Paşa’yı deli zannederdim,<br />

meğer zır deliymiş. Anadolu’ya gidecek, Konya ovasına çıkacak,<br />

asker toplayıp para bulacak ve İngilizlerle savaşıp vatanı kurtaracak; olur<br />

mu böyle şey?” diyor. Savaş bitiyor, Cumhuriyet kuruluyor ve üzerinden<br />

10-15 sene geçtikten sonra refii Cevat’a bir arkadaşı “o zamanlar deli<br />

değil, zır deli demiştin; şimdi ne diyorsun” diye soruyor. Onun cevabı şu<br />

oluyor: “Aynı fikri koruyorum. Biz normal insanlarız; Anadolu’ya geçeceksin,<br />

asker toplayacaksın, para bulacaksın, ordu kuracaksın mümkün<br />

değil. Bunu ancak dahiler yapabilir.” Şimdi anladınız mı meseleyi? Mustafa<br />

Kemal evli değil, çoluğu çocuğu yok, zaten yetim ve sadece vatanını<br />

düşünüyor. ancak böyle liderler çıktığı zaman başarılı oluyor.<br />

2. Dünya Savaşı sırasında ingiliz parlamentosunda bir münakaşa<br />

başlıyor. ingiltere’yi almanların saldırısından kurtaracak bir başbakan<br />

arayışına giriyorlar. Milletvekillerinin çoğu bu durumu Churchill’in düzeltebileceğini<br />

düşünüyor; çünkü yetenekli ve bilgili bir adam. tartışmalar<br />

devam ederken Churchill’in hayat boyu rakibi olan ve ona çok kızan<br />

bir adam söz alıyor; “arkadaşlar son derece hazin olan bu tartışmaları<br />

büyük bir üzüntü içinde dinliyorum. 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin başını<br />

belaya sokan, Çanakkale Savaşı’nı ilan edip binlerce İngiliz evladının<br />

ölümüne neden olan Churchill değil mi? Hiçbirinde başarılı olamadı. Siz<br />

hala bu adamı nasıl başa getiriyorsunuz?” diyor. Bunun üzerine Churchill<br />

söz alıyor; “kendisi 25 yıldan beri rakibim, çok doğru konuştu. 1. Dünya<br />

Savaşı’nda Çanakkale Savaşı’nı yaptım ve orada başarılı olamadım ama 1.<br />

Dünya Savaşı’nın şartları yine aynı olsa yine oraya hücum ederim. Çanakkale<br />

Savaşı’nı yaparken her şeyi planladım ama bir tek şeyi hesaplayamadım.<br />

Milletlerin tarihinde tanrı 300 yılda bir büyük dahi gönderir; benim<br />

de karşıma bir dahi çıktı o da Mustafa Kemal’di” diyor. işte Mustafa Kemal<br />

böyle bir adam.<br />

soru<br />

(Avanos Teknik ve End. Mes. Lisesi 12. sınıf öğrencisi Onur Alkan)<br />

Ben tam bir Osmanlı âşığıyım, yaptığınız çalışma çok güzel ama<br />

neden bir Osmanlı padişahı hakkında ya da Çanakkale Zaferi hakkında<br />

değil de Samsun’dan önceki 6 ay hakkında yazdınız?<br />

143


Alev Coşkun<br />

Zor bir soru. Bir insan muayyen bir doyuma ve birikime ulaşmadan<br />

bir kitap yazarsa başarılı olamaz. Benim kitabımın başarısı da burada; bu<br />

sebeplerden dolayı bu kitap bir yılda 19. baskısını yaptı.<br />

Ben de Osmanlı’yı severim. Osmanlı, kuruluş ve yükseliş devrinden<br />

sonra duruyor. imparatorluklar da insanlar gibidir; doğar, yaşar ve ölürler.<br />

Sonsuza kadar yaşayan bir imparatorluk yoktur. Bizans, Selçuklu, Pers<br />

hepsi yıkılmış. Osmanlı hakkında çok kitap yazıldı. en çok Osmanlı’nın<br />

kuruluş dönemini seviyorum; birisi çıkıp küçük beylikleri toparlıyor ve<br />

devleti kuruyor. Cumhuriyet’in kuruluş dönemi de aynı şekilde. Ben<br />

a.B.D.’de üniversitede ders verdim. a.B.D. 72 milletten oluşmasına rağmen<br />

çok milliyetçi bir devlet. anayasası 225 yıllık; 19 maddelik bir anayasa<br />

yapmışlar, ondan sonra 14 madde daha ilave etmişler ve yıllardır<br />

aynı anayasayı kullanıyorlar. Bizi de Hacivat gibi oynatıyorlar. Çünkü Ortadoğu<br />

öyle bir yer ki dünyadaki petrolün %65’i burada ve bütün büyük<br />

güçler Ortadoğu’ya saldırıyor. Ortadoğu’nun kilidi türkiye olduğundan<br />

türkiye’yi parçalamak istiyorlar. türk-Kürt, alevi-Sünni, ilerici-gerici gibi<br />

kamplaşmalar yaratıyor. Osmanlı kurulmuş, hüküm sürmüş, yıkılmış ama<br />

onun küllerinden yeni bir cumhuriyet çıkmış. Cumhuriyetimizin değerlerine<br />

sahip çıkmak mecburiyetindeyiz. Bu nedenle, Mustafa Kemal’e ağır<br />

ithamlar yapılması beni ızdırap derecesinde üzüyor. Bu ithamlar da en<br />

çok o 6 aylık süreçle ilgili oluyor. Mesela ingiliz casusu deniyor; peki<br />

ingiliz casusuysa ingilizlerin gönderdiği Yunan’ı nasıl yeniyor? Böylece<br />

bu konuya yönelmiş oldum. Bir insanın her şeyi birden yapması mümkün<br />

değil. Çanakkale’yi öğrenmek istiyorsan mesela ‘Diriliş’ kitabı fevkalade<br />

güzel; ‘Sakarya’ da öyle. Bu boşluğu ben doldurmak istedim ve onun<br />

için yazdım. Meseleler objektif bir çerçevede yazılmalı. Vahdettin için<br />

herkes ‘hain’ diyor. Ben kitapta diyorum ki Vahdettin’i korku bürümüştü;<br />

istanbul’u terk ederse Osmanlı imparatorluğu’nun yıkılacağı gibi bir<br />

korkuya kapılmıştı. Bu durumda Vahdettin değil de I. Murat, Fatih Sultan<br />

Mehmet veya Kanuni Sultan Süleyman olsaydı ne yapardı? istanbul’da<br />

oturmaz, geçer anadolu’ya yeniden bir ordu kurar ve yürürdü. Bunları<br />

görmemiz lazım, sizlerin aklına hitap ediyorum ben.<br />

Soru (Avanos Kaymakamı Aylin Kırcı Duman)<br />

Böyle anlamlı bir günde ilçemize geldiğiniz ve bu keyifli konuşmayı<br />

yaptığınız için çok teşekkür ederim. anlattıklarınıza naçizane eklemek<br />

144


istediğim bir husus var. Kurtuluş Savaşımız sırasında anadolu halkının<br />

da çok büyük desteği, fedakarlıkları var ve mücadeleyi kazanmamızda<br />

önemli bir rol oynuyor. Bu konuyu kitaplaştırmaya sıcak bakar mıydınız<br />

acaba?<br />

Alev Coşkun<br />

Duyarlılığınıza çok teşekkür ediyorum. Bu vurguyu yapmanız anlamlı<br />

oldu. Mustafa Kemal, ‘eğer halka her şey düzgün anlatılırsa halk sizi<br />

destekler’ düşüncesinden hiç ayrılmıyor. Biliyorsunuz, Mustafa Kemal’i<br />

Çanakkale’den sonra Diyarbakır’a tayin ettiler. Sanıyorum Silvan’da kolordu<br />

komutanı oldu. General olmadan önceydi. Oradaki yapıyı çok iyi<br />

biliyor ve istiklal Savaşı’nın başında toplumun bütün kesimlerini birarada<br />

tutma düşüncesiyle hareket ediyor ve başarılı oluyor.<br />

Sakarya Savaşı’ndan önce t.B.M.M. Mustafa Kemal’i Başkomutan seçiyor.<br />

Seçilmeden önce de “bu topyekün bir savaştır ve bu savaşı kazanabilmemiz<br />

için bana yetki vermeniz lazım” diyor. istediği yetkileri veriyorlar.<br />

Her evden iki çift çorap, bir çift fanila, gazyağı istiyor; çünkü askerin<br />

çorabı, fanilası yok. alırken, savaş sonrasında geri ödeneceğini söyleyerek<br />

alıyor ve millet de seve seve veriyor. Sakarya Savaşı’nda tüm dünya<br />

savaşlarındaki stratejileri ortadan kaldıran “hattı müdafaa yoktur, sathı<br />

müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” stratejisi uygulanıyor. O güne<br />

kadar hiçbir komutanın yapmadığı şeyi yaparak “sonuna kadar mücadele<br />

edeceğim” diyor. Meclise her kesimden insan alıyor. Bu birleştirici<br />

tutumu nedeniyle mücadeleyi kazanıyor. Burada minik bir anı aktarayım.<br />

Bir gün Meclis’te onu o kadar sıkıştırıyorlar ki Çankaya’ya geliyor sigara<br />

üstüne sigara içiyor. Yaveri Cevat abbas diyor ki “yeter Paşam, bütün işi<br />

siz yapıyorsunuz bu Meclis de size takoz olmaktan başka işe yaramıyor.<br />

Meclisi kaldıralım”. O bitkin, yorgun Mustafa Kemal yerinde sıçrıyor ve<br />

“sen ne diyorsun yahu, o Meclis bizim gücümüz. Biz gücümüzü oradan<br />

alıyoruz” diyor. işte Mustafa Kemal böyle bir adam. ileride kısmet olur da<br />

halkın mücadeleye katkısını da bir kitap haline getiririm.<br />

Soru (Dr. Mustafa Körükcü)<br />

Sayın hocam iki kısa sorum olacak. Bunlardan bir tanesi şu: italyanlar<br />

Millî Mücadele’ye destek vermek istiyorlar ama Mustafa Kemal kabul<br />

etmiyor, neden? ikincisi de, Mustafa Kemal’in bütün bu mücadele boyun-<br />

145


ca yol arkadaşı olan insanlar mücadelenin sonuna doğru bir bir Mustafa<br />

Kemal’den ayrılıyorlar. etrafında birkaç dostu kalıyor. Bu konuya ilişkin<br />

değerlendirmeniz nedir?<br />

Alev Coşkun<br />

Sayın başkan; sen bana öyle sorular sordun ki bunları cevaplandırmam<br />

için bir kez daha avanos’a gelmem lazım. Bunlar yeni bir konferansın<br />

konusu olacak kadar geniş konular.<br />

1. Dünya Savaşı sürerken ingilizlerin liderliğinde türkiye ve Osmanlı<br />

konulu gizli anlaşmalar yapılıyor. Osmanlı imparatorluğu’nu nasıl keser<br />

biçeriz, sana neresi, bana neresi lazım şeklinde konuşmalar, parçalama<br />

anlaşmaları yapılıyor. ingilizler, italyanlara “bizim yanımızda yer alacaksın.<br />

Sana İzmir’i ve Ege Bölgesi’ni vereceğiz” diyorlar. Gizli anlaşmaların<br />

hepsi meydana çıktı. Bunları ortaya çıkaranlar da 1. Dünya Savaşı’nda<br />

1917 yılına kadar ingilizlerle beraber savaşan ruslar. Fakat rusya’da Bolşevik<br />

ihtilali olunca onlar bu savaştan çekildiler ve komünistler iktidara<br />

gelince bu anlaşmaları açıkladılar. ingilizler, savaştan sonra italyanlara<br />

söz verdikleri ege Bölgesi’ni vermek istemediler; “sen Denizli, Muğla,<br />

Antalya’ya kadar git ama Ege Bölgesi Yunanlıların” dediler. Bu durum<br />

italyanları çok sinirlendirdi ve bunun hıncını almak istediler. ingilizlere<br />

kızgınlıklarına rağmen, istanbul’un işgaline çıkarları gereği katılıyorlar.<br />

Diğer yandan da ingilizlerin düşüncesini değiştirmek amacıyla izmir’de<br />

bir Kuvayı Milliye hareketi başlatmaya karar veriyorlar. Bunu kimin yapabileceğini<br />

araştırıyorlar ve mücadeleci, akıllı, örgütçü birini aradıkları<br />

için tek seçeneklerinin Mustafa Kemal olduğunu görüyorlar. italyan siyasi<br />

başkomiseri Kont Sforza Mustafa Kemal ile Ocak 1919’da gizli bir toplantı<br />

yapıyor. istanbul’da bunun belgelerini açıkladık. toplantıda Mustafa<br />

Kemal’e “al sana araç, gereç, para. Madem ki Kuvayı Milliye’yi kurmayı<br />

düşünüyorsun git İzmir’e kur” diyorlar. Mustafa Kemal’in arkadaşları<br />

buna “peki” diyorlar ama Mustafa Kemal buna yanaşmıyor. nedenini<br />

sorduklarında cevabı şu oluyor: “Bir devletin taşeronu olduğun zaman<br />

artık elini ondan kurtaramazsın. Kendi memleketinin istiklalini ancak kendin<br />

yapabilirsin. Ya istiklal ya ölüm. Bağımsızlık budur; eğer bir millet bağımsız<br />

yaşamaya layık değilse, başkaları gelir onu kullanır.” ama bu arada<br />

italyanlarla yakın ilişki kurulduğu için arkadaşları Kont Sforza’ya “İngilizlerin<br />

Mustafa Kemal’i tevkif etme durumu olursa bize yardım edebilir misiniz”<br />

diye soruyorlar. O da diyor ki; “eğer öyle bir durum olursa İtalyan<br />

146


Büyükelçiliği’ne sığınabilir; onu kurtarıp Anadolu’ya geçiririz”. ingilizler<br />

bunu haber alıyorlar ama kendi aralarında böyle problem yaratmaması<br />

için Mustafa Kemal’e dokunmuyorlar.<br />

Gelelim ikinci soruya. Dediğiniz çok doğru; Mustafa Kemal, arkadaşları<br />

Kazım Karabekir, rauf Orbay, ali Fuat Cebesoy ile Cumhuriyet’in kuruluşuna<br />

kadar birlikte ama sonra bir ihtilaf başlıyor. açık konuşalım, bu<br />

çelişkinin altında şu var: Cumhuriyeti kurmak Mustafa Kemal’in temmuz<br />

1919’dan beri kafasında ama bu arkadaşları cumhuriyeti pek istemiyorlar<br />

onlar meşruti bir yönetim istiyorlar. Padişahlık kalsın istiyorlar. Mustafa<br />

Kemal’e de padişah ya da halife olmasını teklif ediyorlar. Mustafa Kemal,<br />

“halifeliğin devri geçti. 1. Dünya Savaşında padişah halife değil miydi?<br />

Halifeydi. ‘Cihat ilan ediyorum ve bütün Müslümanları topluyorum; İngilizlere<br />

karşı savaşacağız’ dedi. Ne yaptı Araplar? İngiliz altınlarını alıp<br />

Osmanlı’ya karşı savaştılar. Artık bu devir geçti. 300-400 yıl önce olabilirdi<br />

ama artık devir değişti; biz modern bir devlet kuracağız” diyor.<br />

nutuk’ta şöyle bir cümle vardır; “Mücadeleye birlikte başladığım arkadaşlarım<br />

ihatalarının hududunda bir bir beni terk ediyorlardı”. Bunun<br />

türkçesi şu: “Düşünme kapasitelerinin sınırında beni terk ediyorlardı. Benim<br />

kabahatim yok.”<br />

Ölmeden önce inönü’ye hatıralarını yazması için ısrar ediyorlar. O<br />

da teybe okuyor ve sonra bunları Sebahattin Selek deşifre ediyor. Sebahattin<br />

Selek, istiklal Savaşı ile ilgili en önemli kitaplardan birisi olan<br />

‘anadolu ihtilali’nin yazarı eski bir subay. Orada anlattıklarıma dair bir<br />

paragraf var. Cumhuriyet’ten sonra, atatürk’ün yakın arkadaşları ali Fuat<br />

Cebesoy, rauf Orbay, refet Bele tarafından terakki Perver Fırka kuruldu.<br />

Şeyh Sait ayaklanmasından sonra da parti kapatıldı. inönü “aslında o arkadaşlarımız<br />

da ben de reformcuyduk” diyor. Dikkat ederseniz “devrimciydik”<br />

demiyor, “reformcuyduk” diyor. Bu ne demek? Osmanlının son<br />

döneminde reformculuk şu demek: “Padişah olmalı, onun yanında bir<br />

meclis olmalı ve meşruti bir yönetim bizi idare etmeli. Bize Cumhuriyet<br />

fazla gelir.” Padişahın yanına bir meclis kuruyorlar, meşruti yönetim. inönü,<br />

“önceleri Mustafa Kemal’in getirdiği modeli pek anlayamadık. Uzun<br />

uzun düşündükten sonra, günün şartları gereği Mustafa Kemal’in getirdiği<br />

modelin doğru olduğuna inandım ve onun yanında yer aldım. Yoksa ben<br />

çok fazla bir şey yapmış değilim, diğer arkadaşlarımdan ileri bir adam<br />

değilim” diyor.<br />

147


Bir başka anı da şu: Bir gün, Mustafa Kemal ve inönü atatürk Orman<br />

Çiftliği’nde yürürlerken, Mustafa Kemal “İsmet, sen olmasaydın bu devrimleri,<br />

işleri nasıl yapacaktım” diyor. Çünkü o karar veriyor, ismet inönü<br />

uyguluyor. ismet inönü’nün cevabı ise“Paşam siz olmasaydınız biz onları<br />

düşünemezdik bile” oluyor.<br />

arkadaşlar çok teşekkür ediyor, saygılar, sevgiler sunuyorum.<br />

148


Buket Uzuner<br />

Buket Uzuner’in<br />

Seyahat Serüveni<br />

29 Mayıs 2010


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

Henüz yoldan gelmiş ve yolculuğu boyunca sayın yazarımızın ‘Yolda’<br />

kitabını okumuş biri olarak Sayın Buket Uzuner’i ilçemizde konuk<br />

etmekten büyük bir mutluluk duyuyorum. etkinlikler kapsamında davet<br />

ettiğimiz yedinci yazarımız; sağ olsunlar, davetimizi kabul ederek ilçemize<br />

geldiler. Kendilerini burada görmekten dolayı sevinçliyiz.<br />

Söyleşimizi kapalı bir alanda yapmak istemiştik ama dünyayı bu kadar<br />

gezen ve çok sayıda gezi kitabını yayınlayan yazarımızı böylesine<br />

güzel bir günde kapalı bir alana hapsetmek haksızlık olurdu. Söyleşinin<br />

ardından yapılacak olan canlı müzik performansını da dikkate alarak<br />

etkinlik saatini 14:00’den 12:30’a, etkinlik yerini de kapalı salondan<br />

buraya, yani nuits Saint Georges Meydanı’na aldık. Bu meydan bizim<br />

kardeş olduğumuz belediyelerden bir tanesi (1) adına düzenlenmiş bir<br />

meydandır.<br />

Son okuduğum kitabında Sayın Buket Uzuner yazarlarla ilgili şöyle<br />

bir ifade kullanıyor; “en iyi yazar kendisi ile hiç tanışılmamış yazardır”.<br />

Devamında da “yazarlarla dost olmayı, onlarla bizzat tanışmak yerine<br />

yazdıklarına yakınlık duymak olarak anlıyorum, böylesi daha iyi” diyor.<br />

Kendisine tamamen katılıyorum. Şu ana kadar bizzat tanışmamış olsak<br />

bile yazdıkları sayesinde bir yakınlığımız oluşmuştu. Hatırlıyorum, yıllar<br />

önce, hatta askerde olduğum dönemdeydi; ‘Kumral ada ~ Mavi tuna’<br />

adlı romanını ve ardından da ‘iki Yeşil Su Samuru, anneleri, babaları,<br />

sevgilileri ve diğerleri’ni okudum, sonra bunları dönüp bir kez daha okudum.<br />

Zaten bu dostluk o kitapları okuduktan sonra gelişmişti; bugün de<br />

burada kendisiyle bizzat tanışma imkanı bulmuş oluyoruz.<br />

Değerli avanoslular, biliyorsunuz ‘tarih Kentler Birliği’ isminde,<br />

yaklaşık 250 belediyenin üyesi olduğu bir birliğimiz var. Bu birlik,<br />

türkiye’deki en önemli ve işlevsel birliklerden bir tanesi; somut ve somut<br />

olmayan kültürel mirasın korunması üzerine çalışan ve bilhassa tarihi<br />

mekanları korumaya odaklanmış bir oluşum. Bu birlik yılda bir defa<br />

yurtdışı gezisi, üç defa da yurtiçi gezisi yapar. Belediye başkanları ola-<br />

_______________<br />

(1) nuits Saint Georges: Fransa’nın şarap üretiminde ön plana çıkan Burgonya bölgesinde<br />

üzüm bağlarıyla ünlü bir kasaba.<br />

151


ak bu sayede, tarihi mekanları ve daha profesyonel ekiplerle şehirciliği,<br />

belediyeciliği, kültürel hayatı inceleme fırsatı buluruz. Pek çok işin ve<br />

koşturmanın arasında fırsat bulamadığımız için bu toplantılar ve geziler<br />

bize önemli yerleri görmek için bir vesile olmuştur. O gezilerden ve toplantılardan<br />

biri de rusya’daki St Petersburg şehrinde yapıldı ve dün sona<br />

erdi. Bilenler bilir, St Petersburg biraz tuhaf bir yer. Bu mevsimde günün<br />

20 saati gündüz, 4 saati gece olduğundan ‘beyaz geceler’in yaşandığı<br />

yerlerdendir. Saat 23:30 gibi hava kararmaya başlıyor, 03-03:30 gibi de<br />

tan tamamen ağarıyor. Kış döneminde de tam tersi yaşandığından ilginç<br />

bir yer. Gezilere giderken de yanıma genellikle gezi kitaplarını almayı<br />

yeğlerim. Konuğumuz da Buket Uzuner olunca onun ‘Yolda’ kitabını yanıma<br />

aldım ve kitaptaki öyküleri günlere bölerek ayırdım; çünkü o öyküler<br />

öylesine bir çırpıda okunup geçilesi şeyler değil. edebi tadı damağında<br />

kalabilsin diye ara vererek okunması gereken öyküler. Önce alanya<br />

Belediyesi’nin iki gün misafiriydik; ardından St Petersburg’a geçtik ve üç<br />

gün de orada kaldık. Gittiğimiz akşam, saat 23:30’a doğru hava karardığı<br />

için, biraz da günün yorgunluğuyla odama çekildim ve öykülerden birini<br />

okudum: ‘Stalin’i Öpen angela ve Helsinki Otobüsü’. tabii bu öyküyü<br />

oralarla uyumlu olduğu için tercih ettim. adetim olduğu üzere, sabah<br />

erken bir saatte kalkıp bulunduğumuz şehri gezeyim istedim. Geziye çıkmadan<br />

önce de saat 04-04:30 gibi türkiye’den haberleri izlemek için<br />

televizyonu açtım. trt türk çekiyor orada. Kanalı açtım, karşımda Buket<br />

Uzuner; ‘Kentler ve Gölgeler’ programında Cervantes’i, Madrid’i, Don<br />

Kişot’u, Sanço Panza’yı anlatıyor! Programı başlarında yakaladım ve bitene<br />

kadar, aşağı yukarı 45 dakika izledim. ardından şehir gezimi yapıp<br />

odama döndüm. Günlük öykü hakkımı tüketmeme rağmen uzandıktan<br />

sonra bir tane daha okudum ve sonraki günler kitaptaki diğer öyküleri<br />

okuyarak geçti. Okurken de bir yazarın sözünü hatırladım. Yazar diyor<br />

ki; “büyük bir kitap bizlere pek çok şey sunar; büyük eserleri okuduktan<br />

sonra biraz yorgunluk hissedersiniz, çünkü okurken birçok hayat yaşamışsınızdır”.<br />

‘Yolda’ kitabından yedi öykü okudum ve bitirdikten sonra belki<br />

yorgunluk değil ama o yaşanan hayatları biraz daha hissedebilmek için<br />

soluklanma ihtiyacı duydum. tüm öykülerdeki isimler beni son derece<br />

tatlı dünyalara ve yaşamlara götürdüler; çok büyük keyif aldım. Hepinize<br />

tavsiye ederim. Zaten birazdan kendisi de gezi serüvenlerinden bahsedecek<br />

ve eminim bize ilginç şeyler anlatacak. Ben her ne kadar kendisinin<br />

“en iyi yazar kendisiyle hiç tanışılmamış yazardır” sözünü kullanmak zo-<br />

152


unda kalsam da kendisiyle bugün burada tanışmış olmaktan çok büyük<br />

mutluluk duyduk, kendisini burada görmek bizi son derece mutlu etti.<br />

Sözü uzatmadan mikrofonu kendisine verip sizlerle baş başa bırakmak<br />

istiyor ve iyi günler diliyorum.<br />

SUNUŞ<br />

Avanos Belediyesi Halkla İlişkiler Sorumlusu Pınar Domaniç<br />

“Buket Uzuner’in Seyahat Serüveni” konulu söyleşi için bugün aramızda<br />

bulunan Sayın Buket Uzuner 3 ekim 1955’de ankara’da doğdu.<br />

Hacettepe üniversitesi, (norveç) Bergen üniversitesi, (aBD) Michigan<br />

üniversitesi’nde biyoloji ve çevre bilim eğitimi aldı. (Finlandiya) tampere<br />

teknik üniversitesi ve ODtü’de araştırmacı olarak çalıştı, ders anlattı.<br />

romanları yedi dile çevrilen Buket Uzuner 1996 yılında (aBD) Iowa<br />

üniversitesi’nin (IWP) onur üyesi olmuş, 2004 yılında da ODtü senatosu<br />

tarafından takdir belgesiyle onurlandırılmıştır. Kuzey Sahra afrikası,<br />

Kuzey amerika, Kanada ve avrupa’da uzun tren seyahatleri yapan ve yaşayan<br />

Buket Uzuner şimdi istanbullu’dur. Şimdi sizleri Buket Uzuner ile<br />

baş başa bırakıyorum.<br />

Not: Buket Uzuner’in söyleşi metnine ve etkinlik boyunca çekilen<br />

fotoğraflara kendisinin arzusu üzerine yer verilmemiştir.<br />

153


Nihal Bengisu Karaca ile<br />

Gündemin Değerlendirilmesi<br />

05 Haziran 2010<br />

Nihal Bengisu Karaca


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

Bugünkü misafirimiz, yazılı ve görsel medyada gazetecilik yapan,<br />

Habertürk gazetesinde köşe yazarlığını sürdüren ve yanılmıyorsam 3 Haziran<br />

tarihi itibariyle Habertürk tV’de bir programa başlamış olan Sayın<br />

nihal Bengisu Karaca. Kendileri benim açımdan bir başka öneme sahip;<br />

üniversiteden hocam olan Sayın Prof. Dr. nihal Bengisu’nun kızı. üniversitedeyken<br />

genel cerrahi hocamızdı; hem teorik, hem pratik anlamda<br />

genel cerrahiye ilişkin pek çok konuyu sayın hocamdan öğrendim.<br />

normal gruplarımızın ve derslerimizin dışında ilave olarak hasta muayenelerine,<br />

ameliyatlara, vizitlere bizi kabul eder, özel ilgi gösterirdi. Bu<br />

yönüyle üzerimizde çok büyük bir emeği ve hakkı vardır. ayrıca, kişisel<br />

gelişimimize de katkıda bulunan değerli hocalarımızdandı. Kendilerine<br />

hürmetlerimi, saygılarımı huzurlarınızda bir kez daha sunuyor ve nihal<br />

Hanım’dan selamlarımı iletmelerini istirham ediyorum.<br />

Bugünkü konumuz, daha önce davet ettiğimiz konuk yazarlarımızın<br />

formatından farklı. Biliyorsunuz, daha önceki konuklarımızda yazmış oldukları<br />

eserlerden ya da ilgi alanlarına giren konulardan birine odaklanıyor<br />

ve o konu etrafında özel olarak konuşuyorduk. Mesela; ipek Çalışlar<br />

ile latife Hanım’ı konuştuk, Vehbi Vakkasoğlu bizlere Mehmet akif’i anlattı,<br />

geçtiğimiz hafta Buket Uzuner gezi edebiyatından bahsetti, ahmet<br />

ümit ‘suç ve edebiyat’ üzerine yoğunlaştı. ama bugünkü konuğumuz bir<br />

gazeteci olunca ve türkiye’nin gündemi bu kadar hızlı değişmekteyken,<br />

aylar öncesinde yaptığımız planlamada söyleşinin başlığını ‘gündemin<br />

değerlendirilmesi’ olarak koymanın uygun olacağına karar verdik. Geçenlerde<br />

isveçli bir gazetecinin şöyle söylediğini okudum; “heyecan dolu bir<br />

ülkede yaşıyorsunuz. Bizim ülkemizde bir yılda olan hadiseler sizin ülkenizde<br />

bir günde oluyor. Her sabah yeni bir habere uyanıyor yeni bir olayla<br />

güne başlıyorsunuz. Haber programlarınız, televizyon programlarınız flaş<br />

haberlerle ve son dakika haberleriyle kesiliyor.” Bu bence doğru bir tespit;<br />

dinamizmi bu kadar yüksek bir coğrafyada, gündemin de yoğun olmasıyla<br />

hızlı yaşıyoruz ve gündemimiz çok hızlı değişiyor. Böyle olunca da, gündemi<br />

bir gazetecinin gözüyle değerlendirmenin iyi olacağını düşündük.<br />

Söyleşimiz şöyle gerçekleşecek; belediyemizin Halkla ilişkiler Sorumlusu<br />

Pınar Hanım, hazırladığı soruları nihal Hanım’a soracak. nihal<br />

157


Hanım da o başlıklar çerçevesinde görüşlerini belirtecek; arkasından da<br />

yaklaşık 20 dakika boyunca sizlerin sorularını yanıtlayacak. Burada ufak<br />

bir ricam var. Hemşerilerimiz kendi görüşlerini belirtmek yerine, kısa ve<br />

öz olarak sorularını sorarlarsa daha çok memnun oluruz; çünkü bu sayede<br />

daha çok soru alma imkanımız olur. ayrıca, birbirimize görüşlerimizi<br />

bildireceğimiz zamanlar çok olacaktır ama gazeteci misafirimizi her zaman<br />

bulamayabiliriz. Zamanımızı iyi değerlendirirsek kendisinden daha<br />

fazla istifade etme imkanı doğar.<br />

Medyadan takip etmişsinizdir; Sayın Başbakanımız dün Konya’da<br />

bir miting düzenlediler ve belediye başkanlarından bazılarını da davet<br />

ettiler. Bugün Dünya Çevre Günü; bu vesileyle de 96 belediyeye ‘katı<br />

atık çöp toplama aracı’ hibe edildi. Bakanlığımız bir tanesini de avanos<br />

Belediyesi’ne uygun gördüğünden aracın devir teslim işlemleri için<br />

Konya’ya gittik. tabii Konya’daki mitinge de katıldım. Hava çok sıcaktı ve<br />

başbakanımız iki saatlik bir gecikmeyle gelebildiler. Mitingde, 7’sinden<br />

70’ine, kadınlı erkekli bir kitlenin gözlerinden ateş çıkacak şekilde son<br />

gelişmeleri takip ettiklerini ve büyük bir dikkatle üzerinde durulmasını<br />

istediklerini tespit ettim. Sayın başbakanımız da konuşmasının büyük<br />

bölümünü bu konuya ayırdı ve israil ile ilgili olaylar üzerinde durdu.<br />

türkiye’deki, ergenekon, anayasa değişikliği, açılım gibi süreçlerin dışında,<br />

dünya gündeminde olan bir madde konuşma gündeminin baş sıralarına<br />

oturmuş oldu. Yardım gemisine müdahale hadisesinden sonra ben<br />

de gelişmeleri olabildiğince basından takip etmeye çalıştım. Bazı şeyleri<br />

söyleyip geçiyoruz ama öyle örnekler okudum ki hakikaten dikkatimi<br />

çekti ve çarpıcı bilgiler edindim. Bunlardan bir-iki tanesini sizlerle paylaşarak<br />

sözü ve mikrofonu sayın yazarımıza vermek istiyorum.<br />

israil açık sulardaki yardım gemilerimize müdahale etti; bunu herkes<br />

bütün detaylarıyla biliyor. ama okuduğum bir yazı bana çok ilginç geldi;<br />

israil bu hadisenin benzerini daha önce de yapmış. arap-israil savaşı<br />

devam ederken, 8 Haziran 1967 tarihinde israil savaş uçakları ve hücum<br />

botları, uluslararası sulardaki USS liberty adındaki amerikan istihbarat<br />

gemisine ateş açmışlar; 34 amerikan askeri ölmüş, 171 asker de yaralanmış.<br />

Saldırı haberinin en yakındaki amerikan Deniz Kuvvetleri filosu<br />

olan 6. Filo’ya ulaşması sadece 15 saniye sürmüş ve filodaki amerikan<br />

uçakları, yaklaşık 650-700 kilometre ötedeki bu saldırıya müdahale etmek<br />

için havalanmışlar. Olayın enteresanlığı şu; düşünün 34 amerikan<br />

askeri ölüyor, 171’i de yaralanıyor ama o dönemin amerikan Savunma<br />

158


Bakanı robert Mcnamara’nın müdahalesiyle uçaklar geri dönüyor. Dönemin<br />

amerikan Başkanı Johnson da geri dönüş emrine onay veriyor.<br />

Bunun yüzde birini bir ülke başka bir ülkeye yapacak olsa savaş nedeni<br />

kabul edilecek bir durum amerika gibi dünyanın en muktedir ülkesinde<br />

bu şekilde karşılanıyor. Daha ilginci ise olay bundan sonra sümen altı<br />

edilmiş ve aradan geçen 43 yıl boyunca hakkında herhangi bir soruşturma<br />

yapılmamış. Bu olayı yazan yazar şöyle diyor: “Amerika 43 yıldır<br />

kalbine saplanmış bu bıçakla hayatını sürdürüyor.” Buradan çıkardığım<br />

sonuç şu; demek ki israil denen devlet sadece israil değil.<br />

Birkaç gün önce amerikan Başkan Yardımcısı Joe Biden, “İsrail’in<br />

Gazze’deki yardım gemilerine müdahale hakkı vardır” dedi. Detaya inince<br />

görüyoruz ki Biden, 2007 yılında Şalom televizyonu’na verdiği bir<br />

röportajda kendisinin de bir Siyonist olduğunu ifade etmiş. Belki söylememe<br />

gerek yok ama Joe Biden aslında koyu bir Katolik. röportajı yapan<br />

kişinin, “Katolik olduğunuz halde nasıl Siyonist olabiliyorsunuz?” sorusuna<br />

ise şu enteresan cevabı veriyor; “Siyonist olmak için Yahudi olmaya<br />

gerek yok”. ayrıca, yakında yaptığı konuşmalardan bir tanesinde, “Hiçbir<br />

Amerikan hükümeti bugün olduğundan daha fazla İsrail’in arkasında ve<br />

onun destekçisi konumunda olmamıştır” diyor. Bütün bu gelişmelerden,<br />

amerikan hükümetlerinin israil politikalarının ne kadar mahkumu olduğunu<br />

da anlıyoruz.<br />

Sıradan vatandaşlar olarak, böylesi hadiseler olduğunda, o anın kızgınlığı<br />

ile ‘savaşa girelim, müdahale edelim gibi’ şeyleri bile içimizden<br />

geçirebiliyoruz. ama ülkenin karar mekanizmalarında görev alanlar, bu<br />

tür duygulara gem vurup aklıselim hareket etmesi gereken insanlar. Son<br />

gelişmelerde de son derece akıllı bir yaklaşımın izlendiğini görüyoruz.<br />

en azından, bu konuda fikrine itibar edilen çevrelerin de bu yönde düşündüklerini<br />

gözlemliyoruz. Demek ki dünyada, bir süre daha haktan,<br />

adaletten ziyade gücün varlığı devam edecek. Son kınama kararında gördük<br />

ki, 34 güvenlik konseyi üyesinden üçü bu olaylara ret oyu verebildi;<br />

amerika, italya ve norveç. Demek ki güçlü olmak itibarlı olmanın da eş<br />

anlamlısı. O halde oyunu kurallarına göre oynamak, ille de güçlü olmak,<br />

birey olarak üzerimize düşeni en iyi şekilde yapmak zorundayız.<br />

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun söylediği bir söz var, insan şimdi<br />

daha iyi anlıyor. Şöyle demişti: “Küçük insan hikayelerine çok önem<br />

veriyorum. İsrail tek başına küçük insan hikayelerinden oluşmuş bir bütün.”<br />

Çünkü 8-10 milyon nüfusa sahip olup, Konya’dan daha küçük bir<br />

159


arazide yaşayıp dünyanın başına bu kadar sıkıntı olabilmek gerçekten<br />

beceri isteyen bir iş. Demek ki her bir ferdi üzerine düşeni fazlasıyla<br />

yapıyor; ticaret erbabı, bilim adamı, öğretmeni, doktoru, hepsi üzerine<br />

düşeni yapması gerekenin de ötesinde bir tempoyla yapıyor. Demek ki<br />

izlenecek yol aynı; bizler de üzerimize düşeni yapacağız. Yani, öğretmen<br />

olup da “keşke başbakan olsaydım, İsrail’e savaş açardım” demek yerine,<br />

iyi bir öğretmen olabilmenin yollarına bakmak daha akıllıca. Herkes yaptığı<br />

işi en üst mertebede yapmaya gayret etmeli. Mustafa Kemal’in çokça<br />

duyduğumuz ve son derece de haklı olduğu bir sözü var; “Memleketini<br />

en çok seven, işini en iyi yapandır”. Bu anlayış ve felsefeyle çalışılması,<br />

vatana, millete daha fazla hizmet edilmesi gerekiyor. nihal Hanım, eminim<br />

gündeme ilişkin konulardan bahsedecek; ancak çok hızlı değişen bir<br />

coğrafyada, gündemin çok hızlı hareket ettiği anları yaşıyoruz, umarım<br />

tüm bu gelişmeler vatanımıza, milletimize hayır getirir ve sorunlar aşılır.<br />

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. teşekkür ederim.<br />

SUNUŞ<br />

Avanos Belediyesi Halkla İlişkiler Sorumlusu Pınar Domaniç<br />

Bugün sizler için gündemi değerlendirecek ve sorularınızı cevaplayacak<br />

olan nihal Bengisu Karaca, 1972’de ankara’da doğdu. Marmara<br />

üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1994’de yayın hayatına<br />

başlayan aksiyon dergisinde görev aldı. 1995-1996 yılları arasında<br />

Kanal7’de kısa bir süre için metin yazarlığı ve programcılık yaptı. 1996<br />

yılının sonlarında bu kez kültür sanat editörü olarak aksiyon’da sinema<br />

eleştirileri yazdı; kültür, edebiyat ve toplum eksenli dosya ve röportajlar<br />

yaptı. 2002 yılından beri Zaman gazetesinin pazar eklerinin editörlüğünü<br />

yapıyor. aynı zamanda gazetenin kültür sanat sayfasında sinema eleştirileri<br />

ve yorum sayfasında köşe yazarlığı yaptı. Halen Habertürk gazetesinde<br />

ve 2005’ten beri haftalık haber dergisi Yeni aktüel’de yazıyor. Şimdi<br />

Sayın nihal Bengisu Karaca’yı söyleşilerini yapmak üzere sahneye davet<br />

ediyorum.<br />

Not: Nihal Bengisu Karaca’nın söyleşi metnine kendisinin arzusu<br />

üzerine yer verilmemiştir.<br />

160


Rasim Özdenören<br />

Gül Yetiştiren<br />

Adam›n Gözünden<br />

Cumhuriyet<br />

Dönemi’ndeki Değişim<br />

12 Haziran 2010


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

Değerli misafirlerimiz hoş geldiniz. Bundan yaklaşık iki hafta kadar<br />

önce misafir ettiğimiz ve söyleşisini çarşı meydanında gerçekleştiren yazarımız<br />

Sayın Buket Uzuner ‘Yolda’ kitabının bir yerinde şöyle söylüyor;<br />

“yazarlarla dost olmayı, onlarla bizzat tanışmak yerine yazdıklarına yakınlık<br />

duymak olarak anlıyorum, böylesi daha iyi”. Bu anlamda, değerli yazarımız,<br />

ağabeyimiz Sayın rasim Özdenören ile burada tanışmış olmakla<br />

birlikte, kitabını ilk kez okuduğum günden bu yana geçen 25 yıl içinde<br />

derin bir hukukumuzun oluştuğunu düşünüyorum. tarihi bile mıh gibi aklımdadır;<br />

kendisinin kitabını ilk kez 1986 yılında okudum. ‘Müslümanca<br />

Düşünme üzerine Denemeler’ isimli bir kitaptı. lise yıllarımızda, okumaya<br />

en açık olduğumuz dönemlerde eserleriyle tanışma fırsatı bulduk. O<br />

dönemde bize çok güçlü bir eğitim verildi, birbirinden değerli hocalarımız<br />

vardı; neticede hepimiz bir yerlere gittik ama daha önemlisi zihnen ve fikren<br />

gelişmemizi sağlayan eserlerle tanışma fırsatı yakaladık. Hocalarımız<br />

bize okumamız için kitaplar önerir, “okuduktan sonra karşılıklı mütalaa<br />

edeceğiz” derlerdi. Bu kitaplardan bir tanesi de az evvel ismini söylediğim<br />

‘Müslümanca Düşünme üzerine Denemeler’ kitabıydı. Orhan Pamuk’un<br />

‘Yeni Hayat’ isimli kitabı şu cümleyle başlar; “birgün bir kitap okudum ve<br />

bütün hayatım değişti”. tabii ki bir kitabı okuyarak ya da bir kişiyle tanışarak<br />

insanın hayatının değişmesi ender rastlanan olaylardandır ama “hayatınızda<br />

iz bırakan kitapları sayınız” dense, rasim Özdenören’in ‘Müslümanca<br />

Düşünme üzerine Denemeler’ kitabı, tartışmasız olarak ilk üç<br />

arasına girerdi. Çok istifade ettiğim bir kitap oldu. ‘istifade etmek’ deyince<br />

de Fatma Karabıyık’ın bir sözünü hatırlatmadan geçmek olmaz; “kitaplar<br />

ikiye ayrılır; istifade edilenler ve tüketilenler. Eğer bir kitabı okuduktan sonra<br />

tekrar dönüp okuyorsanız ondan istifade ediyorsunuz ama okuduktan sonra<br />

kapağını kapatıp bir kenara koyuyorsanız onu tüketmişsiniz demektir”.<br />

‘Müslümanca Düşünme üzerine Denemeler’ kitabı bu anlamda benim de<br />

döne döne okuduğum kitaplardan olmuştur. Yaz tatillerinde Kuran kursuna<br />

giden çocuklar ellerinde elif-ba cüzünü nasıl taşırlarsa, bu kitap da lise 2,<br />

lise 3 yıllarında fizik, kimya, tarih, edebiyat kitaplarıyla birlikte yanımda<br />

demirbaş niyetine taşıdığım kitaplardan bir tanesi olmuştur.<br />

Peki, bu kitap ana hatlarıyla neden bahsediyordu? rasim ağabeyin diğer<br />

bütün kitaplarındaki ana çerçeveyi çizen bir eser olduğu için özünü<br />

163


sizlerle paylaşmak isterim. Kitabın ana fikri şuydu: “Eskide olan şeylerin<br />

tamamını unutalım ve her şeye yeniden başlayalım.” Batı normlarıyla dizayn<br />

edilmiş zihinlerimizi, adeta iğdiş edilmiş dimağımızı ve karmakarışık<br />

hale gelmiş aklımızı arındıralım. Peki, neden arındıralım? Önyargılarımızdan,<br />

genelgeçer kabullerimizden, yarıdan fazlası hurafelerle doldurulmuş<br />

ve atalarımızdan miras olarak bize geçen, ritüel düzeyine indirgediğimiz<br />

inançlarımızdan ve düşünmeden irdelemeden kabul etmemiz istenen, bizi<br />

kabule zorlayan yaşam biçimlerimizden. tevhid akidesinde olduğu şekliyle<br />

“illa ile geleceği inşa etmeden önce ‘la’ ile geçmişi imha edelim”, yani<br />

her şeye sıfırdan başlayalım, her şeyi yok farz edelim ve yeni bir zihinle<br />

ana kaynağımız olan Kuran’a, Sünnet’e yeniden müracaat edelim. ama<br />

nasıl müracaat edileceği konusunda da burada kritik bir nokta var. Bunu da<br />

sadece şeklen değil, inanç boyutuyla, ruhuyla kavrayalım.<br />

Burada Hilmi Yavuz’dan bahsetmemek mümkün değil. Değerli hocamız<br />

eserlerinin bir kısmında diyor ki; “bir konuya iki şekilde yaklaşılabilir;<br />

bilgi objesi olarak ve inanç objesi olarak. Bilgi objesi olarak bakmanın<br />

vasfı sorgulamak ve şüphe duymaktır. Bunu yapan kişi de münevverdir,<br />

entelektüeldir, aydındır. Ama bilgiyi inanç objesi olarak incelemenin vasfı<br />

onu tartışmasız kabul etmektir. Bu kişi de mümindir”. Dolayısıyla biz<br />

aslımıza dönerken önce mümin tarafımızı ön plana çıkaralım. incelemelerimizin<br />

yeniden dizaynını buna göre yapalım; entelektüel faaliyetler de<br />

ondan sonra gelsin. Kitapta buna ilişkin muhteşem bir örnek var. Değerli<br />

ağabeyimiz diyor ki; “dini tam anlamıyla yaşadığına zerre kadar şüphemiz<br />

olmayan Hz. Ebubekir’e bugün ‘54 farzı say bakalım’ deseydik herhalde<br />

gözümüzün içine bakar kalırdı. Bizim talip olmamız gereken onun<br />

yaşadığı yaşam olmalı”. Dolayısıyla bu kitap, o yıllarda zaman zaman<br />

sayfalarının arasına kaçtığım, sevdiğim, sık sık açıp okuduğum bir eser<br />

olmuştur. ayrıca, benim için denemelerden oluşan bir edebi metin olmak<br />

yerine tam anlamıyla bir manifestodur. aradan çeyrek asır geçti; bugün<br />

bile açıp baktığımızda adeta bir hortum gibi içine çeken, hangi sayfayı<br />

çevirirsen çevir içine alan bir eser. Onun için daha evvel okumamış hemşehrilerime,<br />

bilhassa genç kardeşlerime, öğrenci arkadaşlarıma hararetle<br />

tavsiye ettiğimi belirtmek isterim.<br />

tabiî ardından diğer eserlerine de yöneldim; ‘Çözülme’, ‘Gül Yetiştiren<br />

adam’, ‘Yaşadığımız Günler’, ‘ruhun Malzemeleri’, ‘Yüzler’. Yakın<br />

zamanda da belediye başkanlığının getirdiği bir okuma faaliyetinden dolayı<br />

‘Kent ilişkileri’ni okudum ve bu kitaptan da çok istifade ettim. rasim<br />

164


ağabey üzerine söylenecek çok şey var ama buradaki topluluk beni değil<br />

onu dinlemeye geldi. Çok uzatmadan, son olarak ‘Mavera’ dergisini çıkaran<br />

o yedi güzel insandan birisi olan, ki içlerinde Cahit Zarifoğlu, erdem<br />

Bayazıt, aleaddin Özdenören ve Mehmet akif inan’ın olduğu bir grubun<br />

üyesi olan değerli ağabeyimiz rasim Özdenören iyi ki var, iyi ki hâlâ<br />

yazıyor diyorum. allah uzun ömürler versin ve bizleri de kendisinden<br />

mahrum etmesin. Maalesef grup üyelerinin çoğu vefat etti; bu vesileyle<br />

ruhları şad olsun.<br />

Bu kıymetli topluluğa en içten saygılarımı sunarak tekrar hoş geldiniz<br />

diyorum.<br />

SUNUŞ<br />

Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Fatma Şahin<br />

“Gül Yetiştiren adamın Gözünden Cumhuriyet Dönemindeki Değişim”<br />

konulu söyleşi ile bugün aramızda bulunan Sayın rasim Özdenören<br />

1940 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. istanbul üniversitesi Hukuk<br />

Fakültesi’ni ve istanbul üniversitesi Gazetecilik enstitüsü’nü bitirdikten<br />

sonra Devlet Planlama teşkilatı’nda uzman olarak çalıştı. a.B.D.’de iki<br />

yıl kadar araştırmalar yaptı. 1975’de Kültür Bakanlığı’nda Bakanlık Müşavirliği<br />

görevine geldi, aynı Bakanlık’ta 1 yıl da müfettişlik yaptı. Devlet<br />

memurluğundan ayrılıp bir süre serbest yazarlık yaptı. Devlet memurluğundaki<br />

son görevi DPt Genel Sekreterliğidir.<br />

Cahit Zarifoğlu, erdem Bayazıt, alaeddin Özdenören, ersin Gürdoğan<br />

ve M. akif inan ile birlikte 1976’da ‘Mavera’ dergisini kurdu. ‘Çok<br />

Sesli Bir Ölüm’ ve ‘Çözülme’ adlı öyküleri tV filmi yapıldı; bunlardan<br />

ilki Uluslararası Prag tV Filmleri yarışmasında jüri özel ödülünü aldı. ‘İki<br />

Dün ya’ (de ne me ler) kitabı Tür ki ye Mil lî Kül tür Vak fı fi kir da lın da 1978 jü ri<br />

özel ödülü’ne değer görüldü. ‘Denize Açılan Kapı’ adlı eseriyle 1984’de<br />

türkiye Yazarlar Birliği tarafından yılın hikâyecisi seçildi. 2007 yılında<br />

azerbaycan Yazarlar Ocağı’nın ‘en iyi ecnebi Yazar Ödülü’ ona verildi.<br />

Öykülerinden yapılmış bir derleme Bakû’de yayınlandı. 2008’de türk Dil<br />

Kurumu, Kültür ve turizm Bakanlığı, anadolu ajansı ve rtüK’ün iştirakiyle<br />

düzenlenen Karaman Türk Dili Ödülü’nde “türkçe’yi Güzel ve<br />

Doğru Kullanan edebiyatçı Ödülü” rasim Özdenören’e verildi. 2009 yılında<br />

tBMM tarafından ‘üstün Hizmet Ödülü’nü almıştır. Bazı öyküleri<br />

çeşitli yabancı dillere çevrilen yazarın deneme ve öykü alanında 40’a<br />

yakın kitabı yayınlanmıştır.<br />

165


Rasim Özdenören<br />

Değerli dostlar, aziz misafirler, hoş geldiniz.<br />

Dışarıda güzel bir hava var, inşallah sizi buraya uzun süre hapsetmek<br />

durumunda kalmam. Hemen konuya girmek istiyorum. Öncelikle sayın<br />

başkanımıza mültefit konuşmasından dolayı teşekkür ederim. inşallah o<br />

konuşmanın muhteviyatına layık olmaya çalışırız; benim için söylenen<br />

sözleri bir dua, bir niyaz olarak kabul ediyorum ve öyle olarak kabul<br />

edilmesini de istiyorum.<br />

Sohbetimizin konusu, “Gül Yetiştiren adamın Gözünden Cumhuriyet<br />

Dönemindeki Değişim” olarak belirlendi. evvela ‘gül yetiştiren adam’<br />

kimdir, neyin nesidir, bunu kısaca anlatmaya gayret edeyim. Ondan sonra<br />

da, gül yetiştiren adamın gözünden Cumhuriyet Dönemi’nde vaki olan<br />

siyasal, toplumsal değişime değinmeye çalışalım. Gül yetiştiren adam tipi,<br />

özellikle Kahramanmaraş’ta Cumhuriyet Dönemi’nde yapılan değişikliklere<br />

karşı bir protesto ile sesini yükseltmek isteyen, fakat bunu da taşla,<br />

sopayla, silahla değil, bir davranış biçimiyle ortaya koyan bir tipin adıdır.<br />

Bu insanlarla tanışma fırsatını bulamadım. lisede okuduğumuz 1950’li<br />

yılların ortalarında Kahramanmaraş’ta bu tür insanların protesto makamında<br />

evlerine çekilmiş ve sokakla temaslarını tümüyle kesmiş olduğunu<br />

işitirdik. Bir kısmı evinde gül yetiştirmekle meşgul oluyordu; bir kısmı da<br />

kendine başka meşgaleler bulmuştu. Bu şekilde vaktini dolduran, fakat<br />

bu vakti doldururken de kendisi ile bir tür hesaplaşmaya giren bir insan<br />

tipi... Kitabımızda bunlardan birinin hikâyesini anlatmaya çalıştık. Dolayısıyla<br />

adı da “Gül Yetiştiren adam” oldu. Gül yetiştiren adamın ahmet,<br />

Mehmet gibi bir adı yok. Zamanını gül yetiştirmeye vakfetmiş. Gül yetiştirmek<br />

onun için bir tür protesto; gül rumuzu, gül istiaresi peygamber<br />

efendimizle birebir ilişki kuran bir sembol. Peygamber efendimizin terinin<br />

gül suyu olduğu söyleniyor; kendisi de güle benzetiliyor. Bu insanlar<br />

da sırf bunun için zamanlarını gül yetiştirmeye vakfetmişler.<br />

Günün birinde 12 yaşındaki torunu Gül Yetiştiren adamı ziyaret<br />

eder. torun, ertesi günkü sabah namazına birlikte çıkmaları hususunda<br />

dedesini ikna eder ve o sabah namazına birlikte çıkarlar.1923 devriminin<br />

üzerinden yaklaşık 50-60 yıllık bir süre geçmesine rağmen, Gül Yetiştiren<br />

adam o süre boyunca ilkesinden şaşmamış ve adımını kesinlikle dışarı<br />

atmamış. Fakat evinden dışarıya adımını attığı andan itibaren beklemediği<br />

değişikliklerle karşılaşır. ilk olarak, Maraş’ın 1920’li 30’lu yıllardaki,<br />

166


yani Gül Yetiştiren adamın kendisini inzivaya çektiği dönemdeki parke<br />

taşlarının artık olmadığını görür. Sonra, caddede ilerlerken vitrinler dikkatini<br />

çeker. Diyeceksiniz ki vitrinde dikkat çekecek ne var? Vitrinlerin<br />

bizatihi kendisi... Çünkü islamî adaba göre insanlar eşyalarını vitrinlerde<br />

teşhir etmezler. Vitrinlerin, satılan malların meziyetlerini öne çıkarmak<br />

olduğunu, “benim malım komşunun malından iyidir” mesajını vermek<br />

üzere düzenlendiğini görür. Oysa eskiden, satışa sunulan eşyanın kusurlarını<br />

anlatmak bir meziyet sayılırdı. torununa sorar; “bunlar neyin nesidir?”<br />

torun da dedeyi anlamaktan uzaktır; “dedeciğim bunlar vitrin” der.<br />

Böylece, Kahramanmaraş’ın Selçuklu Dönemi’nden kalma camisi olan<br />

Ulu Cami’ye gelirler. Camiye girdiğinde sarıklı ve cübbeli bir tek kişi<br />

görür, “bugüne numunelik kalmış” diye düşünür. namazı kıldıktan sonra<br />

o numunelik kişiyle tanışmak ister, etrafına bakınır ama bulamaz. Birilerine<br />

sormak ister, derler ki “o imamdı, görevini yaptı, namazı kıldırdı,<br />

gitti”. Çok şaşırır ve bu değişiklik ona çok dokunur. Camiden, son cemaat<br />

mahalli dediğimiz dışarıdaki mekâna çıktığında insanların kılık kıyafetlerinin,<br />

davranışlarının gerçekten değişmiş olduğunu görür. Bir türlü karar<br />

veremez; acaba bu insanlar nasranî midir, Müslüman mıdır? Bu çelişik<br />

duygular içinde “İnsanlar!” diye seslenir. Herkes durup kendisine bakar;<br />

onlara der ki, “Size Nasranî’dir desem, evet kılığınız onlara benziyor ama<br />

değilsiniz; benimle beraber namaz kıldınız. O halde Müslüman demem<br />

gerekiyor, doğrusu size nasıl hitap edeceğimi bilemedim”. romandaki bu<br />

konuşma biraz daha devam ediyor ve bu çelişkili tavrı ortaya koymak<br />

istiyor. Gül yetiştiren adam orada bırakılıyor. Bir süre sonra bir gazete<br />

havadisinde, bir adamın meczuplara yaraşan bir konuşma yaptığı için<br />

tutuklandığını öğreniyoruz.<br />

Gül Yetiştiren adam bir türlü bir mana verip bir yorum getiremez<br />

ama biz onun yaşadığı şaşkınlık ve çelişkileri okul kitaplarımızdan öğreniyoruz<br />

ve ‘Gül Yetiştiren adamın Gözünden Cumhuriyet Dönemindeki<br />

Değişim’in ne olduğunu özetle şöyle tespit edebiliyoruz: Bunların adı da<br />

verilmiştir, ‘altı ok ilkeleri’ deniyor; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık,<br />

devletçilik, devrimcilik ve laiklik. Bu ilkeler aslında gül yetiştiren<br />

adamın bir anlam veremediği, vermesinin de aslında mümkün olmadığı<br />

ilkeler. Sayın belediye başkanımızın da az önce isabetle özetlediği gibi,<br />

bu kültürün kendiliğinden ortaya çıkardığı bir değişimin adı değil bu ilkeler.<br />

Bunların tamamı batıdan kopyalanmış, batıda var diyerek bu ülkeye<br />

de adapte edilmiş, ithal edilmiş değişikliklerin adı. Bu kavramlara dünya<br />

167


üzerinde elbette karşılık gösterilebilen ülkeler olabilir. Mesela cumhuriyetçilik<br />

Fransa için önemli olabilir; bu ilkelerin Fransız Büyük Devrimi<br />

denilen 1789 Devrimi’nde bir karşılığı olabilir. Özellikle de avrupa’da,<br />

batı ülkelerinde bir anlamı olabilir. ama geçmişinde islam’ı yaşamış olan<br />

topraklarda bir karşılığı olabilir mi, onu da düşünmemiz gerekir. Onun<br />

üzerinde düşünebilmeliyiz ki, Gül Yetiştiren adamın şaşkınlığına cevap<br />

bulma imkânını elde edebilelim.<br />

Cumhuriyetçilik aslında siyasi rejime tekabül eden bir kavram değil.<br />

Siyasi rejime tekabül eden kavram demokrasidir. Bir ülkede cumhuriyet<br />

olabilir ama demokrasi olmayabilir, ya da cumhuriyet olmayabilir ama demokrasi<br />

olabilir. Bunun örneklerini görüyoruz. Mesela ingiltere’de cumhuriyet<br />

yok, krallık var ama aynı zamanda demokrasi de var. Öte yandan<br />

cumhuriyet rejimini benimsemiş olmakla beraber demokrasisi olmayan<br />

ülkeler var. Örneğin Saddam dönemindeki Irak, bugünkü Mısır, Suriye,<br />

türkiye Cumhuriyeti. Kimse alınıp gücenmesin, türkiye Cumhuriyeti’nde<br />

cumhuriyet rejimi var ama demokrasi var mı? Demokrasi çabası var...<br />

Vaktimiz elverirse bu noktaya da değineceğiz. Özetle, cumhuriyet ve demokrasi<br />

farklı kavramlar.<br />

Milliyetçilik, liberalizm, kapitalizm Batı avrupa ülkelerinde karşılığı<br />

olan bir kavram. Milliyetçiliğin kökeninde aslında iktisadî rekabet var.<br />

üretim yapan bir ülke, kendi mamulünü komşu ülkenin üretiminden koruyabilmek<br />

için sınırlarını kapatıyor. Kendi üretimine komşunun rakip çıkmamasını<br />

sağlıyor. Bunu da kendi halkına anlatmak için “bizim mallarımız<br />

Fransız malından daha iyi” diyor. Bu söylem bize yabancı değil; 1940’lı<br />

yıllarda ilkokulda okuyordum ve bize türk malını öven şarkılar öğretiliyordu.<br />

Bunun edebiyat kısmını kendimize adapte etmişiz, fakat onun altında<br />

yatan gerçekliği, yani imalatı kendimize mal edememişiz. Komşunun malını<br />

kendi malına rakip olmaktan kurtarmak için “benim malım İngiliz’in<br />

malından daha iyidir” dediğinde, bu söylem bir adım ötede şöyle bir hal<br />

alıyor; “benim insanım komşunun insanından daha iyidir, daha zekidir ve<br />

daha çalışkandır. Daha zeki olduğu için kendi malını satın alır, komşunun<br />

malına yüz vermez. Eğer illa da komşunun malına yüz vermek gerekirse<br />

o zaman onun gümrük bedelini ödemek suretiyle komşunun malını satın<br />

alabilir”. 1920’li, 1930’lu ve devam eden yılları göz önüne aldığımızda<br />

türkiye’de henüz böyle bir üretim yokken, özellikle 1960’lardan itibaren<br />

Özal zamanına gelene kadar kota sistemi uygulandı. Kota sistemi ile ne<br />

yapıyoruz? Kendi malımızı rakipsiz hale getiriyoruz. Bu rakipsiz malları<br />

168


kendi insanımıza satabilmek için de ona gönül alıcı bir söylemle yaklaşarak<br />

“benim insanım zekidir, çalışkandır” diyoruz.<br />

ilkelerden bir başkası ‘halkçılık’. Onuncu Yıl Marşı’nda “imtiyazsız<br />

sınıfsız birleşmiş bir kitleyiz” deniyor, fakat realiteye baktığımızda asker<br />

ve sivil bürokratlardan oluşan bir seçkinler zümresinin kurulmuş olduğunu<br />

görüyoruz. Buna bürokratik oligarşi diyoruz. Bürokratik oligarşi,<br />

halkçılığın yürürlükte olduğunu göstermek için ‘halka rağmen halk için’<br />

söylemini geliştiriyor. Böylece, “halk kendi menfaatini bilmeyebilir; biz<br />

ona rağmen, onun iyiliğine olan davranışları ve seçimleri onun yerine yaparız”<br />

diyor. Biz kimiz? Biz bürokratik oligarşiyiz, yani seçkinleriz. asker<br />

veya sivil, ya da hem asker hem sivil seçkinler zümresiyiz. Halk kendi<br />

menfaatini bilmeyebilir, dolayısıyla seçilecek olan şeyleri onların yerine<br />

biz seçer ve uygularız. Buna hukukta ‘hacir altına alınmak, vesayet’<br />

denir. Kendi gücü olmayan, eğriyi doğrudan seçemeyen, rüştünü ispat<br />

edememiş ya da belirli zorunluluklardan dolayı seçimlerini yapamayan<br />

insanların vasiye ihtiyacı vardır. Bu tür insanların yerine hareket edebilecek<br />

vasi tayin edilir. ‘Halka rağmen halk için’ lafı da “halk kendi menfaatini<br />

bilemez, tıpkı temyiz gücüne sahip olmayan insanlar gibi halkın da<br />

bir vasiye ihtiyacı vardır” anlamına geliyor. Bunu da biz uydurmuyoruz.<br />

‘Halka rağmen halk için’ söylemi tarih kitaplarına geçmiş; oradan hareketle<br />

söylüyoruz.<br />

Bir diğer ilke ‘devletçilik’... Devletçilik ilkesi de kendi içinde ikiye<br />

ayrılıyor. Birincisi ‘siyasi devletçilik’, yani ‘tek parti, tek devlet’ deniyor.<br />

Siyasi devletçilik 1946 yılına kadar geçerliydi. 1946’dan sonra çok partili<br />

sisteme geçilince, her anlamıyla değil ama bir anlamda bertaraf edildi.<br />

ancak, ‘iktisadî devletçilik’ halen devam ediyor. iktisadî devletçiliğin önlenebilmesi<br />

için hâlihazırda özelleştirme faaliyetleri yapılıyor. aslında<br />

Kit’lerin özelleştirilmesi devletçilik ilkesi ile bağlantılı faaliyetler zımnında<br />

anılabilir ama sadece Kit’lerin özelleştirilmesi yetmez; hizmet sektörünün<br />

de özelleştirmenin konusu olması gerekir. Mesela sosyal güvenlik<br />

hizmetinin, eğitimin özelleştirilmesi de bu kapsamda değerlendirilebilir.<br />

Devletçilik, uzun yıllardır milletvekillerinin elinde oyuncak olmuş; halen<br />

de öyle kullanıldığını söyleyebiliriz.<br />

Şimdi ‘devrimcilik’ ilkesine gelelim. alfabe, giyim kuşam, takvim, tevhidi<br />

tedrisat kanunu bu ilke adı altında anılıyor. Bu yasaların anayasa’ya<br />

ve demokrasiye aykırı olduğunun dermeyan edilemeyeceği belirtiliyor.<br />

Bu yasalar hakkında böyle bir kuşku mu var ki, onların demokrasiye ve<br />

169


anayasa’ya aykırılığı dermeyan edilmekten yasaklanıyor? Öte yandan<br />

anayasanın değiştirilemez diye öngörülen hükümleri, artı, insan hakları<br />

ve temel hak ve özgürlüklerle ilgili olarak öngörülmüş hükümleri, ki<br />

bunlara ‘ancaklı maddeler’ diyoruz, bu maddelerde “insan hürdür” ya da<br />

“basın hürdür” diyor ama sonrasında da “ancak” diye devam ederek kısıtlamalar<br />

getiriyor. Özgürlüğün de fazlaca bir anlamı kalmadığı ‘ancak’lı<br />

ifadelerle böylece beyan edilmiş oluyor. Bütün bu antidemokratik maddelerin<br />

bekçisi de devrimcilik ilkesi adı altında ortaya çıkıyor. Devrimcilik<br />

ilkesi hâlihazırda ‘devrim yasaları’ ile anayasanın değiştirilemez dediği<br />

ilk üç maddesine atıfta bulunuyor. niye değiştirilemiyor? tabii ki bu sorunun<br />

cevabı yok. anayasaya “bu maddeler değiştirilemez” diye hüküm<br />

koyan insanlar senden benden daha akıllı insanlar mı ki, o maddeyi koymuşlar?<br />

O günün şartları o maddeleri değişmez olarak öngörüyor olabilir<br />

ama bu maddeler bir dogma mıdır ki, dünyanın değişmekte olan seyrine<br />

değişmezlik hükmüyle karşı çıkılabiliyor? Bunların hukuken, mantıken<br />

ve aklen cevabını bulabilmek mümkün değil. Cevabını bulamadığımız<br />

için de türkiye’de hukuk mücadelesi devam edip gidiyor.<br />

ilkelerden en kritik olanlarından bir tanesi de laiklik. Bu ülkede üzerinde<br />

en çok tartışma yapılan ve gelişigüzel kullanılan bir kavram. Yüksek<br />

mahkemelerimizde bile laiklik kavramı gelişigüzel kullanılıyor. Bu ülkede,<br />

din ve vicdan özgürlüğü sanki laiklikmiş gibi algılanabiliyor. laiklik,<br />

kilisesi olan toplumlarda söz konusu olabilecek olan bir kavramdır. eğer<br />

kilisen varsa laikliğin de vardır, kilisen yoksa ağzınla kuş tutsan laik olman<br />

mümkün değil. Çünkü laiklik, kendi keyfimize göre yaptığımız bir yakıştırma,<br />

tanımlarla ortaya çıkartılabilecek bir kavram ve kurum değil. laiklik;<br />

din otoritesi olan Kilise’yle devlet otoritesinin önce ayrışması, sonra<br />

da uzlaşmasıdır. ayrışma nerede ortaya çıkıyor? Devlet kendi hukukunu<br />

vatandaş üzerinde öngörüyor, Kilise ise aynı vatandaşın üzerinde başka<br />

bir hukuk öngörüyor; dolayısıyla iki iktidar arasında birbirine karışma<br />

durumu söz konusu oluyor. Kilise’nin güçlü olduğu dönemde o ön alıyor,<br />

Devlet veya kral güçlü olduğunda da o ön alıyor. iki otorite arasında bir<br />

güç mücadelesi yaşanıyor. Bundan kaçınmak için “devlet dinin işine, din<br />

de devletin işine karışmasın” denmiş. Bu olay tümüyle realitede karşılığı<br />

olan bir uygulama. Bu uygulamanın din ve vicdan özgürlüğü dediğimiz<br />

kavramla hiçbir şekilde uzaktan veya yakından ilgisi yok.<br />

Günümüzde, Suriye, Mısır, Suudi arabistan, hatta “bu devletin dini<br />

İslam’dır” gibi hükümler koymuş olan Pakistan gibi ülkeler de dâhil ol-<br />

170


mak üzere islam hukukunun tümüyle uygulandığı bir islam devleti görmüyoruz.<br />

Fakat teorik olarak söylendiğinde veya en azından asr-ı Saadete<br />

referansta bulunarak söylediğimizde islam’ın öngördüğü din ve vicdan<br />

özgürlüğü bugün hiçbir demokrasinin erişemediği bir düzeyde yer alır.<br />

O kadar ileri bir düzeydedir ki bizzat resulullah’ın ağzından Medine<br />

vesikasında beyan edilen ifade şu: “Yahudiler hukuk alanında ister kendi<br />

hukuklarına, isterlerse İslam hukukuna tabi olmayı tercih edebilirler.”<br />

Bu islam’ın bir hükmüdür. Hiçbir demokrasi halen bu düzeye erişebilmiş<br />

değildir. Bugünlerde ‘vicdani red’ tartışması yapılıyor. Demokrasinin<br />

uygulandığı herhangi bir ülkede öngörülmüş olan ilkelerle bağdaşmak<br />

istemeyen kişiler “ben senin koymuş olduğun askerliğe, savaşma şartlarına<br />

inanmıyorum; benim vicdanım senin öngördüğün şartlara uymaya<br />

elvermiyor” demek suretiyle geriye çekilebilir. Hâlbuki islam doğrudan<br />

doğruya diyor ki “gayrimüslimler askerlikten muaftır”. Bunu söylerken<br />

de onu küçük gördüğü için değil, onun akidesine itibar ettiği için bu<br />

hükmü koyuyor. Çünkü islam’da cihat, tıpkı namaz, oruç gibi bir ibadet<br />

biçimidir. askerliğin kendisi bir ibadet olarak telakki ediliyor. Dolayısıyla<br />

bir gayrimüslimi namaz kılmaya mecbur tutmuyorsa askerliğe de mecbur<br />

tutmuyor. islam’ın öngördüğü bu düzeye hiçbir hukuk sisteminin eriştiğini<br />

söyleyemiyoruz. Daha uzun bir süre de erişebileceğinden şüpheliyim.<br />

Gül Yetiştiren adam, getirilen bu ilkelerin farkına varmasa bile sokakta<br />

bunların neticelerini görüyor ve yadırgıyor. Bu ilkelerin toptan<br />

anlamı nedir? Bir defa burada dine karşı bir kayıtsızlık diyeceğim ama<br />

kayıtsızlıktan daha ötede duran bir muhalefet zihniyetinin olduğunu görüyoruz.<br />

Bu ilkelerin tümüne sinmiş olan bir zihniyet. laiklik ilkesi uygulanırken<br />

Diyanet işleri Başkanlığı kuruldu. iyimser bakarsak, Diyanet<br />

işleri Başkanlığı’nı, bu ülkede yaşayan insanların din hizmetlerini yerine<br />

getirmek üzere kurulmuş bir kuruluş gibi görebiliriz ama bir adım daha<br />

ileriye gittiğimizde onun mahiyeti karşımıza farklı bir şekilde de çıkabilir.<br />

Bu ülkede laiklik, dinle devletin ayrışması olarak konumlandırılıyor.<br />

Fakat bu tanımı getiren insanlar kendi getirdikleri tanımın gereğine riayet<br />

etmediler ve devlet marifetiyle dini kontrol altında tutmanın yollarını<br />

aradılar. aslında, Diyanet işleri Başkanlığı’nın kuruluş sebeplerinden biri<br />

budur. Demek ki bu altı okun bütünsel anlamını ifade etme sadedinde<br />

bunların tümüne sinmiş olan bir anlayış tarzı din karşıtlığı ve sosyalizm<br />

karşıtlığı olarak ortaya çıkıyor. Bunu bugünkü neslin kolay kolay<br />

171


idrak etmesi söz konusu olmayabilir. Sosyalizm, 1989 yılında Sovyetler<br />

Birliği’nde iflas ettikten sonra türkiye’de de eski etkisini koruyamamıştır.<br />

türk Ceza Kanunu’nda yer alan bazı maddeler, yani 141. ve 142. maddeler<br />

1991’de kaldırılarak komünizme ve sosyalizme kapı açılmıştır. 141.<br />

ve 142. maddeler sosyalizmi, komünizmi yasaklayan maddelerdi. Kaldırılan<br />

bir diğer madde olan 163. madde ise devletin temellerini dinî esas<br />

üzerine kurmayı önleyen bir maddeydi. aslında bu hükümler bizim kendi<br />

icadımız olan hükümler değil, 1920’de faşist italyan Ceza Yasası’nın<br />

türkiye’ye adapte edilmiş olan şekliydi. Sosyalizm yasağının bugün çok<br />

fazla bir anlamı kalmadı. Çünkü 1920’lerde bu yasalar konulurken sosyalizm<br />

de bir tehlike olarak öngörülüyor, türkiye’ye girmesini engellemek<br />

için tedbirler alınıyordu. Bu altı okun tümel anlamlarından bir tanesi de<br />

sosyalizm karşıtlığı olarak ortaya çıkıyordu.<br />

Bu ilkelerin tümü ırkçılığı öngörüyordu. Milliyetçiliğin az önce<br />

iktisadî tarafına değinmiştik. Milliyetçilik sadece türkiye’de değil, Fransa,<br />

ingiltere, almanya, italya, ispanya gibi kendisine milliyetçi diyen bütün<br />

ülkelerde ırkçılığa dönüşmüştür. türkiye’de ise 1930’lu yıllarda doruk<br />

noktasına çıkmıştır. ‘Güneş dili teorisi’ni hatırlayacaksınız; dünyadaki<br />

bütün milletlerin türk milletinden, bütün dillerin de türkçe’den türediğini<br />

ileri sürüyordu. Böylece, nevi şahsına münhasır bir ırkçılık tarzı yürürlüğe<br />

konulmuştu. Böylesine vahim, antidemokratik şartlar altında bir<br />

ülkeye demokrasi gelsin mi? el cevap; gelsin. Bunun gelmesi için de az<br />

önce adını andığımız kavramların, kurumların demokratik usullerle değiştirilmesi<br />

lazım. Bunun o kadar kolay olmadığını da içinden geçmekte<br />

olduğumuz süreçte görüyoruz. Çünkü mevcut duruma sahip çıkanlar<br />

var. Dolayısıyla bu değişimin kolay olmadığını tatbikatta görüyoruz ama<br />

biz yine de bunları ifade edelim ki, anlaşılabilsin. anayasanın sadece<br />

başlangıç ilkelerinin değil, tümünün değiştirilmesi lazım. Genelkurmay<br />

Başkanlığı’nın statüsünün gözden geçirilerek demokratik şartlara uygun<br />

hale getirilmesi lazım. Milli Güvenlik Kurulu’nun kaldırılması veya statüsünün,<br />

en azından üye kompozisyonunun değiştirilmesi lazım. anayasada<br />

temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan maddelerin demokrasiye uygun<br />

biçimde tekrar düzenlemesi lazım. Siyasî partiler kanununun demokratikleştirilmesi<br />

lazım. Milli Güvenlik Kurulu, Devlet Planlama teşkilatı,<br />

YÖK, rtüK, anayasa Mahkemesi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu<br />

(HSYK) gibi temelde vesayet organı olarak işlev gören kurumların demokratik<br />

çerçevede ıslah edilmesi lazım. tabii ki bu kadar basit değil, çünkü<br />

172


az önce adlarını andığımız kurumların demokratikleşme sürecine engel<br />

olmaya çalıştıklarını görüyoruz.<br />

Handikaplar sadece bunlardan ibaret değil. Genel ilke bazında söyleyecek<br />

olursak, Batının ve geçmişin taklidinin de birer handikap olduğunu<br />

söyleyebiliriz. neredeyse, yaptığımız her işte, koyduğumuz her hükümde<br />

Batının onayını istiyoruz. Kendi kültürümüzün temel değerlerini<br />

yeniden keşfetmeliyiz diyoruz; yani bu ülkenin sosyal, siyasal geçmişinde<br />

yeri olan değerlerin yeniden keşfedilmesi gerektiğini söylüyoruz. islam’ın<br />

kendisi açık toplumu öngörüyor. Bunun ilk örneği de asr-ı Saadette yaşanmıştır;<br />

peygamber efendimizin dönemini zaten zikretmeye gerek yok<br />

ama Hz. ebubekir ve Hz. Ömer zamanında açık toplum şartları doğrudan<br />

uygulanmıştır. Hz. Ömer’e izafe edilen bir anekdot var. Bir gün hutbedeyken<br />

veya bir vaaz esnasında cemaate sorar: “Allah’ın ve Resul’ün<br />

yolundan ayrılacak olursam bana ne yaparsınız?”. arka sıralarda oturan<br />

bir genç, kılıcının kabzasını göstererek, “seni kılıçlarımızla düzeltiriz”<br />

der. Bu cümleyi işiten Hz. Ömer, böyle bir topluluğa emir olduğu için<br />

allah’a şükreder. Yine Hz. Ömer’in bir vaazı esnasında birisi, yerli yersiz<br />

“Allah’tan kork ya Ömer” diye onu uyarıyor. Bunu o kadar sık tekrarlıyor<br />

ki cemaatte bulunan insanlar bundan rahatsız oluyor ve adamı “yeter<br />

artık” diye uyarıyorlar. Bunun üzerine Hz. Ömer o şahsa diyor ki; “hayır,<br />

bunu söylemek bizim hakkımız, uyarmak da onun hakkı”. Bunlar açık<br />

toplumun şartları. O zaman yasa demek emir’in hükmü demek. O şahıs<br />

kendini özeleştiriye açık tutuyor. açık toplum özeleştiri demektir. 2010<br />

yılında özeleştiriye ne kadar açık olduğumuzu doğrusu pek kestiremiyorum.<br />

Birkaç yıl önce bir münasebetle Sayın Cumhurbaşkanının bir yemeğine<br />

davetliydik. Şimdi size arz etmeye çalıştığım konuların önemli bir<br />

bölümünü ona da arz etmeye çalıştım ama belli bir noktadan sonra kendisinin<br />

iznini alma ihtiyacını hissettim çünkü baş başa bir görüşme değildi.<br />

Fikrimize iştirak etmeyen zevatın da hazır bulunduğu bir toplantıydı.<br />

Kendisinden izin istemek suretiyle, “size tasvir etmeye çalıştığım rejimin<br />

hukukta bir adı var. Müsaade ederseniz bunu zikretmek istiyorum” dedim.<br />

Cumhurbaşkanı tebessüm etti, sesini çıkarmadı. ikinci, üçüncü kez<br />

sordum; yine sesini çıkarmayınca kendime göre yorumladım ve dedim ki;<br />

“Sayın Cumhurbaşkanım sükût ikrardan gelir, demek ki bu rejimin adını<br />

söylememe müsaade ediyorsunuz. Bu rejimin bize hukukta öğretilen adı<br />

faşizmdir”. Gene tebessüm etti. Bunu burada da tekrarlamakta sakınca<br />

görmüyorum. Bunları bilmediğimiz, adını koymadığımız takdirde başa<br />

173


çıkmak mümkün değil. adsız birini ne okula kayıt ettirebilirsin, ne askere<br />

alabilir, ne de ticaret ruhsatı verebilirsin. Buna bir ad verelim ki, o ad<br />

üzerinden ona muamele etme yetkisini kendimizde görebilelim. Bunları<br />

söylememin sebebi şu; açık toplum bu ülkenin siyasal ve toplumsal geçmişinde,<br />

geleneğinde zaten var. Yeniden öğrenmemiz gereken bir kavram<br />

değil. Biz diyoruz ki bu geleneğimize sahip çıkalım. Siyasal ve toplumsal<br />

istikbalimizi, Batıya veya bir başkasına özenmeksizin, kendi değerlerimizin<br />

rehberliğinde yönetelim.<br />

Bir batılın bir hakka yol vermesini beklemek doğru değil. amaç istediğin<br />

kadar isabetli ve doğru olsun, yanlış araçlarla doğru hedefe ulaşamazsın.<br />

Kendi geleneğimizde amaçlarımız ne kadar mukaddes ise araçlarımızın<br />

da o ölçüde mukaddes olması öngörülüyor. Bir tarihte birisi<br />

imam-ı azam’a soruyor; “efendim ben bulunmuş parayla sadaka yapmak<br />

istiyorum, yapabilir miyim?” imam-ı azam’ın cevabı açık: “Sidikle abdest<br />

alınmaz.” Batıl bir araçla mukaddes bir amaca ulaşamazsın.<br />

Peki, deminden beri söylediğimiz şeyleri nasıl gerçekleştirebiliriz?<br />

Burada tekrar Sayın Belediye Başkanımızın sunuş konuşmasında değindiği<br />

bir noktaya dönüyorum: bizler zihinsel hicretimizi gerçekleştirmenin<br />

yolunu arayıp bulmalıyız. Hicret nedir? Hicret; bir yerden bir başka yere<br />

göçmek. Göçerken çoğu zaman lüzumlu eşyamızı bile yanımıza alamayız,<br />

kendimiz olarak bir ülkeden bir başka ülkeye gideriz. Zihinsel hicretle,<br />

bize bugüne kadar demokrasi adına, insan hakları adına yalan yanlış<br />

öğretilmiş her şeyi geride bırakmak, kendimizi tıpkı asr-ı Saadette yaşamış<br />

insanlar gibi yeni bir hedefe uyarlamak durumundayız. Sahabelerin ilkesi<br />

şuydu: kendilerine din adına Peygamber tarafından öğretilmiş ne varsa<br />

irdelemeksizin, “bu bizim malımıza, canımıza mal olur mu” diye düşünmeksizin<br />

uygulamaya koyuldular. Hâlbuki asr-ı Saadetten sonra insanlar<br />

“zaman sana uymazsa sen zamana uy” diye bir terane icat ettiler. eğer<br />

Peygamber efendimiz bu düşünceye uysaydı işi kolaydı. Çünkü kendisine<br />

Mekke’nin yöneticiliği de önerilmişti, pekâlâ kabul ederdi. Şuna kaniyim<br />

ki, kendi örneklerimizi kendi tarihimizden seçmek suretiyle hareket<br />

edersek yolumuzu daha isabetli şekilde buluruz. Zihinsel olarak hicret<br />

etmenin yolunu bularak kendimizi değiştirmenin yolunu da açabiliriz;<br />

yeter ki buna talip olalım. islam’ın, kendi geleneğimizin bize söylediği<br />

şey şu; “Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez.” Sözlerimi<br />

burada tamamlıyor, dinlediğiniz ve sabrettiğiniz için teşekkür ediyorum.<br />

allah sizlerden razı olsun, sağ olun, varolun.<br />

174


26 Haziran 2010<br />

Osmanlı<br />

Modernleşmesi<br />

ve Kimlik<br />

Fatma<br />

Karabıyık Barbarosoğlu<br />

Nazife Şişman<br />

Bir Kategori ve<br />

Kimlik Olarak<br />

Kadının<br />

Ortaya Çıkışı


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

Bugün, ‘1. avanos-Kızılırmak Kültür ve Sanat Günleri’ kapsamındaki<br />

söyleşilerimizin onuncusunu gerçekleştireceğiz. Kendilerini kitaplarından<br />

ve köşe yazılarından takip ettiğim konuk yazarlarımız oldukça geniş<br />

bir alanda yazdıkları için söyleşi konusunu tespit etmek kolay olmadı.<br />

Karşılıklı görüşmelerimiz sonrasında kimlik üzerine yapılacak bir konuşmanın<br />

uygun olacağına karar vererek söyleşi başlıklarımızı oluşturduk.<br />

Kendileriyle yaptığımız bir sohbet sırasında paylaştığım bir düşüncemi<br />

sizlerle de paylaşmak istiyorum. Yazar Fatma Karabıyık Barbarosoğlu<br />

ve nazife Şişman, hızlı akan hayatımızda bazı anları, söylediğimiz bazı<br />

deyimleri, sözcükleri bir fotoğraf karesi gibi dondurup, “burada biraz duralım,<br />

bu anı tespit edelim ve üzerine konuşalım” diyen yazarlar. Hayat<br />

gerçekten çok hızlı akıyor; pek çok olay yaşıyoruz. Başlangıçta bize tuhaf<br />

gelen olayları (zaman içinde tekrar ettikleri için olsa gerek) kanıksıyor,<br />

kabulleniyoruz. işte bu noktada, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu ve nazife<br />

Şişman, özellikle bazı anları dondurup; “burada biraz düşünelim, bir<br />

daha değerlendirelim” diyorlar. üstelik bu konuları farklı bakış açılarıyla<br />

değerlendiriyorlar. Hasan Cemal, ‘türkiye’nin asker Sorunu - ey asker<br />

Siyasete Karışma’ isimli kitabında şöyle diyor: “Gerçekler genellikle karmaşıktır.<br />

Gerçeklerin bir değil bin yüzü vardır ve bunları ortaya çıkartabilmek<br />

için bazen olayın bir yönüne vurgu yapmak gerekir. Yoksa ormanın içindeki<br />

ağaç gibi gerçekler de kaybolur gider.” Bence çok doğru bir tespit. Gerek<br />

Fatma Hanım, gerek nazife Hanım bu olayları değerlendirirken, bize adeta<br />

ezberletilenlerin ötesindeki yönlere dikkat çekiyorlar. Olayların biraz kasvetli,<br />

karanlıkta kalmış, puslu yönlerine projektörlerini tutup, “olaylara bu<br />

tarafından da bakın” diyorlar. Dolayısıyla her ikisi de özgün yazarlar.<br />

anlattıklarımı daha çarpıcı kılmak adına, üzerinde birkaç kez düşünme<br />

gereği duyduğum bir hadiseyi örnek vermek isterim: Son zamanlarda<br />

rastladığımız ve biraz da adetlerimizin dışında seyreden cenaze merasimleri.<br />

Fatma Hanım, ‘Okuyucu Velinimetimizdir’ kitabındaki ‘Ölümü<br />

estetize etmek’ başlıklı yazısında ölüme ve cenaze törenlerine dikkat çekiyor.<br />

Dini inancımızda ölümün ve cenazelerin nasıl değerlendirildiğini<br />

hepimiz biliriz ama son zamanlarda giderek daha estetize edildiğini, o<br />

yalın gerçekliğinin dışında, köşeleri yontularak ve eğlence unsurları dahil<br />

edilerek hayatın içine sokulmaya çalışıldığını görüyoruz. Hatta, eğlen-<br />

177


ceyle ilgili boyutunu nazife Hanım’ın bir yazısıyla da ilintilendirebiliriz.<br />

‘Günün Kısa tarihi’ isimli kitabındaki bir yazısında eğlencenin hayatın<br />

içine fazlasıyla enjekte edildiğini söylüyor. Çocuklarımız, doktorluk, avukatlık<br />

gibi meslekleri seçmiyor; futbolcu, şarkıcı ya da manken olmak<br />

istiyorlar. Çünkü hayatlarının ve işlerinin içinde eğlence olsun istiyorlar.<br />

Dolayısıyla, hayatın çok yalın gerçeklerini bile daha estetize etmek, yine<br />

Fatma Hanım’ın tabiriyle modern ve seküler ritüeller haline getirmek,<br />

dini objelerden, dini kavramlardan olabildiğince arındırmak gibi, zaman<br />

içinde kanıksadığımız olaylara dikkat çekiyorlar. Böylece, hayatı daha iyi<br />

anlayıp analiz etmemizi ve cevabını bulamadığımız bazı sorulara daha<br />

yakından bakmamızı sağlıyorlar. Bu nedenle, hem Fatma Hanım’ın hem<br />

de nazife Hanım’ın kitaplarını tavsiye ediyorum. Her ikisi de hemen hemen<br />

ondan fazla kitap yazmışlar ve son kitaplarında örnek almamızı gerektirecek<br />

isimler üzerinde daha yoğun olarak duruyorlar. Fatma Hanım’ın<br />

‘Cumhuriyetin Dindar Kadınları’ isimli kitabını buna örnek verebiliriz.<br />

Sözü uzatmadan, yazarlarımızı kimlik konusundaki konuşmalarını yapmak<br />

üzere sizlerle başbaşa bırakıyor ve hepinizi saygıyla selamlıyorum.<br />

SUNUŞ<br />

Avanos Belediyesi Halkla İlişkiler Sorumlusu Pınar Domaniç<br />

“Osmanlı Modernleşmesi ve Kimlik” konusuyla bugün aramızda<br />

bulunan Sayın Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, afyon’da doğdu. istanbul<br />

üniversitesi edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü 1984 yılında bitirdi.<br />

Yüksek lisans eğitimini, aynı bölümde “türk-islam Felsefesinde tasavvufi<br />

eğitimin Değerlendirilmesi” başlıklı tezi ile 1987 yılında tamamladı.<br />

istanbul üniversitesi iktisat Fakültesi Sosyal Yapı-Sosyal Değişme anabilim<br />

Dalı’nda “Modernleşme Sürecinde Moda-Zihniyet ilişkisi” başlıklı<br />

teziyle sosyoloji doktoru oldu. Söz konusu tezi, “Moda ve Zihniyet” adı<br />

ile yayınlandı. akademik çalışmalarının yanı sıra edebiyat ile de uğraşan<br />

Barbarosoğlu, halen Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.<br />

“Bir Kategori ve Kimlik Olarak Kadının Ortaya Çıkışı” konusuyla söyleşimize<br />

katılan nazife Şişman, 1963 yılında Gerede’de doğdu. Boğaziçi<br />

üniversitesi’nde ekonomi okudu. Sosyolojide lisansüstü çalışmalar<br />

yaptı. ingilizce’den türkçe’ye eserler tercüme etti. Martin lings’in Hz.<br />

Muhammed’in Hayatı, Seyyid Hüseyin nasr’ın İslam Kozmoloji Öğretilerine<br />

Giriş bunlardan bazıları. Çalışmaları, kimlik siyaseti, kültürel karşılaşmalar,<br />

gündelik hayat, biyoteknoloji ve biyoetik gibi konularda yoğun-<br />

178


laşmakta. Yayınlanmış eserlerinden bazıları: Emanetten Mülke: Kadın,<br />

Beden, Siyaset; Küreselleşmenin Pençesi, İslam’ın Peçesi.<br />

Günün Kısa Tarihi’nde seküler dünyada dinin nasıl yaşandığını, gündelik<br />

hayat tecrübeleri üzerinden ele aldı. Son kitabı Başörtüsü: Sınırsız<br />

Dünyanın Yeni Sınırı’nda (2009) türkiye’nin sosyo-politik bir meselesi<br />

olan “başörtüsü”nü, küresel boyutunu da dikkate alarak analiz etti.<br />

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu<br />

Öncelikle, avanos’a davet edilmiş olmaktan büyük bir mutluluk<br />

duyduğumu ifade etmek isterim. Davetinden dolayı sayın başkana teşekkürlerimi<br />

arz ediyorum. nevşehir’e ikinci kez geliyorum. ilk gelişimde<br />

avanos’tan şöyle bir geçmiştim; fakat bu sefer daha teferruatlı bir şekilde<br />

gezip, sosyal dokusunu yakından görme fırsatımız oldu.<br />

Kitlesel toplantılardan ziyade, böyle dar katılımlı toplantıları daha<br />

çok önemsiyorum. Sayın başkana da ifade ettiğim gibi, 300-500 kişilik<br />

tek bir toplantı yerine, 50-60 kişilik ama sürekliliği olan toplantıların çok<br />

daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bence avanos’ta böyle toplantılar<br />

mutlaka olmalı. Çünkü, avanos kültür turizmi yapılan bir yöremiz. Kültür<br />

turizminde eğlence olmaz. en iyi örneğini de Japon turistlerde görüyoruz;<br />

şehrin dokusunu görmek ve tarihine tanık olmak istediklerinden yöre<br />

halkıyla temasta bulunmaya çalışırlar. Dolayısıyla, bu yöredeki insanların<br />

kültürel birikimleri artırılmazsa, bilinç yükseltilmeye çalışılmazsa muazzam<br />

bir boşluk oluşur. Bu nedenle, belediye başkanları, üniversiteler ve<br />

kültür kurumları bulundukları bölgenin dokusunu geliştirmek için insana<br />

yatırım yapmak zorundalar. Fakat üzülerek görüyorum ki şu an burada<br />

üniversite öğrencisi de öğretim görevlisi de yok. Kırşehir, nevşehir, aksaray<br />

ve niğde’yi 2010 yılı içinde daha yakından tanıma fırsatı buldum. ayrıca<br />

bu illerde yeni açılan üniversitelerin hocalarıyla ankara’da tanışma<br />

ve sorunlarını paylaşma fırsatım da oldu. Bu illerde üniversitelerin açılmış<br />

olması üniversiteye giden öğrencilerin kültürel birikimlerinin artmasına<br />

yetmiyor. Maalesef günümüzde üniversite eğitiminin lise eğitiminden bir<br />

farkı kalmadı. üniversitelerdeki öğrencilerimizin bilincini ancak kültürel<br />

aktivitelerle yükseltmek mümkün. Bu nedenle, okulların açık olduğu<br />

sonbahar ve kış aylarında yapılacak bu tip toplantıların önemli olduğunu<br />

ve devam etmesi gerektiğini ifade etmek isterim. avanos’ta bu yıl birincisi<br />

yapılıyor; inşallah onuncusu, ellincisi de yapılır ve avanos bölgede kültürel<br />

kimliğiyle öne çıkar.<br />

179


Bu tip toplantılarda çok uzun konuşmak istemiyorum; çünkü okuyucularımızla<br />

kitaplarımız yoluyla konuşuyoruz. Bu nedenle kısa bir selamlama<br />

konuşmasının akabinde, zamanı ve ortamı okuyucuyla interaktif<br />

bir şekilde paylaşmanın daha kıymetli olduğunu düşünüyorum. Böylece,<br />

okuyucular da görüşlerini ifade etme fırsatı bulur. Bizler, sizin görüşlerinizin<br />

bir aracısı olmak için burada olmalıyız; çünkü medya yoluyla, her<br />

zaman aynı insanların düşüncelerini ifadesine, aynı insanların konuşmalarına<br />

tanık oluyoruz. Oysa, sizlerin, yani yörede yaşayan insanların düşüncelerine<br />

tercüman olacak ortamlar pek olmuyor. aynı zamanda köşe<br />

yazarı da olduğum için sizlerin görüşlerine tercüman olmak üzere burada<br />

bulunduğumu ifade etmek isterim. Bu nedenle konuşmamı mümkün<br />

olduğunca kısa keserek sizlerden gelen sorularla konuyu açmak niyetindeyim.<br />

‘Modernleşme’nin kelime anlamından başlayarak yola çıkalım. Günümüzde<br />

modernleşme diyoruz, ama 19. yüzyılda süreç ‘Batılılaşma’<br />

olarak tanımlanmıştı. Batı toplumlarının doğal süreçleri içinde meydana<br />

getirdikleri gelişmeye ulaşamamış Batı dışı toplumların, bu gelişmeye<br />

ulaşabilmek için yaptıkları devrimler sürecine ‘modernleşme’ diyoruz.<br />

Batı toplumları, aydınlanma felsefesi, reformlar, Sanayi inkılabı ve Fransız<br />

Devrimi ile toplumun, siyasetin ve devletin yapısının tamamen değiştiği<br />

bir tecrübe yaşadılar.<br />

Bilimdeki gelişmeler sosyal dokuyu ve insanların algısını değiştirdi.<br />

Osmanlı’dan örnekleyecek olursak, dünya üzerindeki bu tasavvurların<br />

değişmesi doğu ülkelerinde kendisini yenilgi üzerinden gösterdi. 1699<br />

tarihine kadar, yani Osmanlı’nın toprak kaybettiği Karlofça antlaşması’na<br />

kadar Osmanlı hiçbir zaman Batı’yı ciddiye almadı. Batı, fethedilebilecek<br />

topraklar ve ciddiye alınmayan medeniyetlerdi. ancak toprak kaybetmeye<br />

başlayınca Batı’nın ciddiye alınması gerektiğini düşündü Osmanlı idarecileri<br />

ve “dün biz bunları yenerken bugün yeniliyoruz. Ne oldu da biz<br />

onların karşısında yenilmeye başladık?” sorusunu sormaya başladılar.<br />

Konuyla ilgili olarak karşımıza üç tane medeniyet çıkıyor: Japon,<br />

rus ve Osmanlı medeniyetleri. Bu üç devlet de Batılaşma macerasını<br />

kendi dokuları, zamanları ve tarihi süreçleri içinde yaşıyorlar. Coğrafya<br />

olarak bize daha yakın olduğu için örnek aldığımız rus modernleşmesi<br />

bizim açımızdan çok önemli. rus modernleşmesi 17. yüzyılın sonunda,<br />

Osmanlı modernleşmesi ise 18. yüzyılın başlarında başlıyor. rusya’da<br />

modernleşmeye karar veren liderin adı Petro; biz ona ‘Deli Petro’ diyoruz<br />

180


ve aslında ayıp ediyoruz. ruslar ‘Büyük Petro’ diyorlar. Kendi liderlerini<br />

hangi isimle anıyorlarsa o isimle anmak gerekir diye düşünüyorum.<br />

Petro, kendi ülkesini Batılı ülkelerin seviyesine çıkartmak için çaba sarf<br />

ederken, ondan sonra modernleşme sürecine giren Osmanlı ise eski gücüne<br />

kavuşmak için bir takım yeni düzenlemeler yapmak istiyor. Çünkü<br />

rusya’nın geçmişinde muhteşem bir tarih yok; ama Osmanlı tarihi başarılarla,<br />

zaferlerle dolu. Osmanlı 1699’dan itibaren Batı’nın askeri gücüne<br />

hayranlık duymaya başlıyor. Dolayısıyla Osmanlı, Batı’nın tekniğini<br />

kullanarak eski gücüne kavuşmak isterken, rusya Batı’nın tekniğini kullanarak<br />

Batı gibi güçlü olmak istiyor. Her iki ülke de amacına ulaşmaya<br />

çalışırken bir kimlik sıkıntısı yaşamaya başlıyor.<br />

18. yüzyılda 28. Mehmet Çelebi Fransa’ya daimi elçi olarak gönderiliyor;<br />

çünkü Osmanlı yönetici iradesi, ondan Fransa’yı görmesini istiyor.<br />

Bu noktada görmenin bütün nüanslarını dikkate almanızı isterim;<br />

“Fransa’da ne var ki, Fransızlar nasıl yaşıyorlar ki bizden üstünler?” sorusundan<br />

hareket ediyorlar. Çünkü Osmanlı elitleri, Batı’nın savaşlarda<br />

teknik olarak üstünlüğü ortaya çıkıp da yenilgiler başlayınca kendilerine<br />

şunu soruyorlar: “Biz artık eski eğitim sistemiyle yeni bilgi üretemiyoruz,<br />

yeni bilgiye ulaşmamız için bizim de yeni bir eğitim sistemine kavuşmamız<br />

gerekiyor. Dolayısıyla Batı’da ne var? Bizde ne yok?” Böylece üç modernleşme<br />

de aynı zamanda başlıyor. askeri modernleşme, tıbbi modernleşme<br />

ve eğitimin modernleşmesi. aslında askeri ve tıbbi modernleşme<br />

iç içe gelişiyor. Çünkü, tıbbın gelişmesi ilk olarak askeriyenin içinde gerçekleşiyor.<br />

eğitimde modernleşme ise abdülhamit döneminde başlıyor.<br />

Batıya giden 28. Mehmet Çelebi’nin ilk olarak dikkatini çeken şey<br />

Paris’in geceleri ışıl ışıl olan sokakları. Dolayısıyla bütün bu ışıltı, goblen<br />

tezgâhlarının muhteşemliği, sanayi üretiminin getirdiği şeyler üzerinden<br />

tasvirlerini yapıyor. ayrıca, Batı’da kadınlar ve erkeklerin omuz omuza<br />

olmaları, yani kamusal hayatı paylaşmaları dikkatini çekiyor.<br />

Kız çocuklarının da örgütlü bir zaman ve mekânda eğitilmesi gerektiği<br />

fikri, abdülhamit döneminde hayata geçiriliyor. Bu konu hep yanlış<br />

anlaşılarak daha önce kızların eğitimsiz olduğu ve eğitimin yeni başladığı<br />

düşünülür. Oysa yeni başlayan eğitim değil, ‘modern eğitim’dir. Mesela<br />

kızlar için ebe okulları kuruluyor. Kızlar daha önce de ebelik yapıyorlardı;<br />

fakat eğitimini alarak değil, usta çırak ilişkisi içinde öğreniyorlardı ebelik<br />

zanaatini. Bunları abdülhamit dönemi öncesindeki kızların eğitimini<br />

tasvir edebilmek açısından anlatıyorum. Örneğin, günümüzde turizm ve<br />

181


otelcilik bölümü öğrencilerine servis, sofra düzeni gibi konularda nasıl<br />

uygulamalı eğitim veriliyorsa, kızlar da mükemmel şekilde ev işlerine vakıf<br />

olabilmek için mahallede ehli namus diye bilinen bir hanımın yanına<br />

gönderiliyor ve pratik bilgiler içeren bir eğitim alıyorlardı. aynı zamanda<br />

mahalle mekteplerine giderek Kuran okumayı öğreniyorlar ve kabiliyetli<br />

olanlar devam ediyorlardı. abdülhamit döneminde eğitim sisteminin modernleşmesine<br />

kadar kızların eğitimi bu şekilde devam etti.<br />

Modernleşmeyle beraber Batı tarzı eğitime başlandı. abdülhamit dönemindeki<br />

eğitim uygulamalarıyla günümüzdeki uygulamalar arasında<br />

bazı paralellikler var. Kız çocuklarının okula kazandırılması için çabalar<br />

var; fakat halk kız çocuklarını okula göndermeye çok da sıcak bakmıyor.<br />

Çünkü erkeklerin kız çocuklarına hocalık yapmasını dinen caiz bulmuyorlar.<br />

Dolayısıyla kız öğrencilere hanım hocaların eğitim vermesi için<br />

‘Darül Muallimat’ kuruluyor ve buradan çıkan hanım hocalar kız öğrencilere<br />

hocalık yapıyor.<br />

Osmanlı modernleşmesi çok geniş bir mesele. Sadece eğitimin modernleşmesine<br />

bir giriş yaptık. asıl konumuz “Osmanlı Modernleşmesi<br />

ve Kimlik” olduğuna göre öncelikle bir kimlik tanımı yapmamız gerekiyor.<br />

Kimlik, hayatta çok kullandığımız ama çok kullanıldığı için de tanımı<br />

kolay olmayan bir kelime. Çok farklı kimlik tanımları var ama ben en<br />

işlevsel bulduğum ve eric ericson’a ait olan tanımı kullanmak istiyorum:<br />

“Bizim olmak istediğimiz ile dünyanın olmamıza izin verdiği şeyin kesişme<br />

noktasında oluşan şey bizim kimliğimizdir.” Yani istediğimiz kimliği<br />

her zaman edinemeyebiliriz. edinmek istediğimiz ile muhitimizin,<br />

zamanımızın, olanaklarımızın elverdiği şekilde çakıştığı noktada kimliğimiz<br />

oluşuyor. Osmanlı modernleşmesinde kız çocuklarının eğitiminin<br />

gerçekleştirilmeye çalışıldığı kısımda kimlik, Batılıların, oryantalistlerin,<br />

misyonerlerin Osmanlı kadını üzerine getirdikleri tanımlar üzerinden gerçekleşmeye<br />

başlıyor. 19. yüzyıldan itibaren Batı dünyası, teknolojik gelişmelere<br />

uygun olarak dünya üzerinde müthiş bir sömürgeleştirme sürecine<br />

gidiyor. Sömürgeleştirme süreci için de bir hikâye kurması gerekiyor.<br />

Örnek olarak amerika’nın Irak’ı işgalinden bahsedebiliriz. amerika Irak’ı<br />

işgal etmek istiyordu. Bunu açıkça ifade ederse dünya üzerinde meşru<br />

karşılanmazdı. Bu nedenle, Saddam’ın elinde nükleer bombalar olduğunu<br />

söyleyip onları imha etmek üzere Irak’a gitmek istediğini söyledi.<br />

Bu hikayeye, almanya, Fransa, ingiltere gibi güçlü devletler inanmadılar,<br />

ama inanmış gibi yaptılar. Çünkü bunu söyleyen çok güçlü bir devletti.<br />

182


O dönemdeki sosyal Darwinizm de bizi çok ilgilendiriyor. Çünkü<br />

Darwin, “güçlü olan ayakta kalır, güçlü olmayanlar yenilmeye mahkumdur”<br />

diyor. Dolayısıyla bütün ülkeler güçlü oldukları imajını vermeye çalışıyor<br />

ve “medeniyete en çok katkıyı yapmış milletler en güçlü ülkelerdir”<br />

deniyor. Hemen afrika’ya gözlerini dikiyorlar ve “Afrika medeniyete bir<br />

katkı yapmamıştır; dolayısıyla zayıftır. Biz oraya giderek onlara insanlık,<br />

medeniyet öğretelim” diyorlar. afrika’ya medeniyet öğretmeye giden misyonerler<br />

afrika’nın yeraltı, yerüstü bütün zenginliklerini sömürüyorlar.<br />

tabii bu aşamada islam medeniyetine “siz medeniyete hiçbir katkı yapmamışsınız”<br />

diyemediklerinden şöyle bir hikâye yazıyorlar: “İslamiyet<br />

kadınları eziyor ve biz kadınları kurtaracağız.” Bu hikâyeye örnek olarak<br />

da günümüzün afganistan’ını hatırlayın lütfen.<br />

Böylece, abdülhamit döneminde yoğun bir şekilde Batılı misyonerler<br />

geldi Osmanlı topraklarına. Bunların bir kısmı devlet görevlisiydi. Haremlerdeki<br />

kadınların erkekler tarafından ezildiği hikâyelerini ortaya atınca<br />

Müslüman kadınlar da cevap vermeye başladı. Dolayısıyla Osmanlı<br />

kadınlarının kimliği, misyonerlerin, seyyahların “siz şöylesiniz, böylesiniz”<br />

hükümleriyle beraber, “hayır, biz öyle değiliz” cevabının çatışma<br />

noktasından gelişmeye başladı.<br />

Burada konuşmamı bitiriyor, sözü nazife Hanım’a veriyorum. ardından,<br />

sorularınızla birlikte bu konuyu daha da açarız.<br />

Nazife Şişman<br />

Hepinizi saygı ile selamlıyorum. avanos’a ilk gelişim ve bu vesileyle<br />

çevreyi gördüm, burada yaşayanlarla tanıştım. Fatma Hanım’ın bu toplantıların<br />

sürekliliği konusundaki vurgusuna ben de katılıyorum.<br />

Sunumum sizlere de duyurulduğu gibi kadın kimliği ile ilgili olacak.<br />

Kadın kimliği konusunu sadece Osmanlı ve islam dünyası açısından<br />

değil, tarihsel bir süreç içinde, bugün gelinen noktadan geriye doğru<br />

giderek ve Fatma Hanım’ın anlattıklarıyla da bağlantılı olarak işlemek<br />

istiyorum. Peki neden kadın kimliğinden bahsediyoruz? Şimdiye kadar<br />

‘erkek kimliği’ diye başlayan bir panel ismi duydunuz mu? Bugüne kadar,<br />

Fatma Hanım’ın işaret ettiği gibi doğu batı medeniyetleri arasındaki çatışmanın<br />

ve toplumsal değişimin, hep kadın rolleri ve kimliği üzerinden<br />

tartışıldığını, dolayısıyla da pek çok sempozyumun, seminerin, toplan-<br />

183


tının konu başlığını “kadın kimliği” meselesinin oluşturduğunu görüyoruz.<br />

Peki neden hep kadınlardan bahsediyoruz? niye pek çok meseleyi<br />

kadınlar üzerinden tartışıyoruz? Çünkü sadece islam dünyasında değil,<br />

tüm dünyada modernleşmeyle birlikte sosyal değişmeyi çok hızlı yaşadık.<br />

Değişimin en hızlı yaşandığı ve hissedildiği alanlardan biri de kadınların<br />

hayatı oldu. Kadınların hayatında son iki yüzyılda çok ciddi somut<br />

değişiklikler yaşandı. Önce Batı’daki değişimi kısaca anlatmak istiyorum;<br />

çünkü Batı’daki değişim tüm dünyadaki değişimin belirleyicisi oldu.<br />

Batı’da Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesiyle birlikte yeni bir üretim<br />

sistemi ortaya çıktı. üretim eskiden evlerde ya da küçük işletmelerde yapılıyordu.<br />

Bu işletmelerin çoğu aile işletmesi olduğundan ‘üretim ev merkezliydi’<br />

diye özetleyebiliriz. üretim fabrikalara taşındığı zaman kadının<br />

hayatında çok büyük bir değişim ortaya çıktı. Çünkü daha önceki sistemde<br />

hem kadın hem erkek üreticiyken, üretimin fabrikalara taşınmasıyla<br />

kadınlar sadece tüketici olmaya başladı. Çünkü erkekler fabrikada çalışıp<br />

parayı eve getiriyordu. avrupa’da hem burjuva hem de işçi sınıfında böyle<br />

bir gelişim söz konusu oldu. aslında bu, sanayi devriminin getirdiği en<br />

köklü değişikliklerden biriydi. iş ile ev arasında keskin bir kopuş yaşandı.<br />

Böylece, işin kamusal dünyasıyla evin özel dünyası arasında keskin bir<br />

ayrım oldu. Bu gelişmeyle birlikte, özellikle orta sınıf kadınlar, yani burjuva<br />

diye nitelendirdiğimiz kadınlar kendilerini yeni toplumdan dışlanmış<br />

hissettiler ve bazı taleplerde bulunmaya başladılar. Bugün feminizm diye<br />

bildiğimiz akımın arka planında böyle bir hak arayışı hareketi vardır.<br />

Sanayi devrimiyle birlikte orta sınıf kadınlar sadece tüketici olarak<br />

ortaya çıktı. işçi kadınlar için durum daha farklıydı. Çünkü kapitalist<br />

sistem işçi olarak kadınları ve çocukları da istiyordu. Çocukların 19.<br />

yüzyılda fabrikalarda ve madenlerde günde 18 saat çalıştığını biliyoruz.<br />

Kadınlar da çok çalıştılar ama bu çalışma şartlarında eşit işe eşit ücret<br />

alamadılar. Kadın hakları hareketinin düşüncelerinden bir tanesi de ‘eşit<br />

işe eşit ücret’ oldu. Bu dönemden itibaren sosyal haklarda eşitlik talep<br />

eden bir kadın kitlesi ortaya çıktı. 19. yüzyılda başlayan bu ‘eşit işe eşit<br />

ücret’ davası maalesef pek çok ülkede günümüzde bile devam ediyor.<br />

Buna neden işaret ediyorum? Genellikle feminizm ve kadın haklarından<br />

bahsedildiğinde şöyle bir izlenim oluyor: “Durup dururken bazı kadınlar<br />

hak talep etmeye başladı.” Oysa bunun arkasında sosyal, siyasal ve iktisadi<br />

bir tablo var; yani toplumda pek çok şey değiştiği için kadınlar hak<br />

talep etmeye başladılar.<br />

184


Şimdiye kadar bahsettiğimiz değişiklikler hep 19. yüzyıldaydı. 20.<br />

yüzyıla geldiğimizde ise tabiri caiz ise kadınlar modern hayata dâhil oldular.<br />

ev işlerinde ve çocuk büyütmenin doğasında çok büyük değişiklikler<br />

oldu. Çamaşır makinesi, bulaşık makinesi gibi pek çok yardımcı alet<br />

kadınların yardımcısı olmaya başladı. aşılar bulundu ve çocuk ölümleri<br />

azaldı. ne alakası var diye düşünebilirsiniz, ama bu çok büyük bir değişikliğe<br />

neden oldu. Daha önce kadınlar “belki üç çocuğum hayatta<br />

kalır” ümidiyle on çocuk dünyaya getiriyorlardı. aşılar bulununca bebek<br />

ölümleri azaldı. Dolayısıyla kadınların hamilelik, doğum ve lohusalık sürecinde<br />

geçirdiği dönem kısaldı. Böylece kadınlar sosyal hayata katılabilecek<br />

zamana sahip oldular. Başka bir deyişle, daha fazla boş zamanları<br />

olmaya başladı. Böylelikle iş hayatına giren kadın sayısı artmaya başladı.<br />

Bu da evin özel alanıyla, işin kamusal alanı arasındaki ilişkide bir değişikliğin<br />

ortaya çıkmasına neden oldu. aslında bu süreç çok uzun anlatılabilecek<br />

bir süreç; çünkü her ülkede farklı yaşanıyor. Sonuçta kadınlar<br />

daha iyi eğitim aldılar, hukuki haklar kazandılar ve siyasete katıldılar. Son<br />

iki yüzyılda yaşanan bu değişiklik çok radikal bir değişiklikti.<br />

Daha çok siyasal, ekonomik ve hukuksal alandaki değişikliklere işaret<br />

ettim. ancak, bu değişiklikler sadece bunlarla sınırlı kalmadı. Özellikle<br />

kadın imgesinde çok ciddi ve dramatik bir değişim oldu. Bugün bu<br />

yüzden kadınların değişiminden, rollerinden bahsediyoruz ve pek çok<br />

değişikliği kadın üzerinden okuyoruz. tarihte hiçbir zaman son yüzyıldaki<br />

kadar hızlı bir değişiklik yaşanmamıştır. Başlıkla da ilişkilendirecek<br />

olursak kadının bir kategori ve kimlik olarak ortaya çıkışı 19. yüzyıldır.<br />

Bu noktada şaşırabilir, “daha önce kadın yok muydu? 19. yüzyılda mı ortaya<br />

çıktı?” diye sorabilirsiniz. elbette kadın vardı ama bir kimlik ve kategori<br />

olarak 19. yüzyılda ortaya çıktı. Kimliğin tarifini Fatma Hanım daha<br />

ziyade psikolojik olarak, kişisel kimlik üzerinden yaptı. ancak, bunun<br />

sosyal bir boyutu da olduğundan, kimlik sadece ‘kim olduğumuz duygusu’<br />

olarak açıklanamaz. “Ben kimim?” sorusuna kişinin “olmak istediğim<br />

ve başkalarının beni konumlandırdığı yer” şeklinde cevap vermesi hem<br />

kişisel kimlik boyutunda bir yere oturuyor, hem de islam dünyası ile Batı<br />

dünyası arasında varolan çatışma esnasında ortaya çıkan toplumsal kimlik<br />

açısından etkiliyor kişiyi.<br />

Bir örnek vermek gerekirse; ben şu anda üzerimde bulunan kıyafet<br />

nedeniyle ‘ezilen bir kadın’ olarak kategorize edilebiliyorum. Bu durum,<br />

medeniyetler çatışmasının kişisel kimliğime bir yansıması olarak değer-<br />

185


lendirilebilir. Fakat kadın ile ilgili konuya daha genel olarak baktığımızda,<br />

kimlik durumunun kadın üzerinden ifade edildiğini, sadece duygusal bir<br />

durum olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla kimlik sadece bir tanımlama<br />

değil. insanın kendisini “ben bir kadınım” şeklinde tanımlaması sadece<br />

bir tanımlama olarak kalmıyor; ona bir bakış açısı, belli bir görüş ve tavır<br />

kazandırıyor.<br />

Günümüzde “ben kimim?” sorusuna daha fazla kadının “ben bir<br />

kadınım” hatta “ben ezilmiş bir kadınım” diye cevap verdiğini görüyoruz.<br />

aslında bu yaklaşım, feminizmin kadını siyasi kategori olarak kabul eden<br />

yaklaşımının da bir izdüşümü; yani bugün hem kadınlar hem de erkekler<br />

kendilerini cinsiyet üzerinden tanımlama yoluna gidiyorlar. Böyle bir<br />

baskı altındalar; böyle bir zorunluluk hissediyorlar. Özellikle 20. yüzyıldan<br />

itibaren cinsiyet üzerinden bir kimlik tanımlamasıyla karşı karşıyayız.<br />

aslında bu durum, üzerinde ciddiyetle durmamız gereken bir durum.<br />

Cinsiyet üzerinden kimlik tanımlamasının bize ne kadar hitap ettiğini ve<br />

bize ne kadar uygun olduğunu tartışmamız gerekiyor.<br />

Peki, daha önce bu soruya kadınlar “ben bir kadınım” diye cevap<br />

veriyorlar mıydı? Hayır, vermiyorlardı. Çünkü bu şekilde bir kimlik tanımlaması<br />

çok yeni ve modern bir durum. Bu noktada aklınıza şu soru<br />

gelebilir: “Kadın ve erkek insanın ilk yaratılışından itibaren yok muydu?<br />

Hz. Adem ve Hz. Havva’dan itibaren insanlar ‘kadın ve erkek’ olarak iki<br />

cins halinde değiller miydi?” evet, öyleydi. Kadınlar ve erkeklerle ilgili<br />

sorular ilk insandan beri var. Uzak doğu felsefesinde de benzer şeyler<br />

görüyoruz. Örneğin tao felsefesi ‘ying ve yang’da olduğu gibi erkek ve<br />

dişinin birbirinin tamamlayıcısı olduğu düşüncesine dayanır. islam felsefesinde<br />

de kâinatın çiftler halinde yaratılışının bir hikmeti olduğunu bilir<br />

ve buna inanırız. Dikkat edersek bütün medeniyetlerde tarih boyunca<br />

cinsiyetin önemli bir yeri var ama günümüzde bunu farklı bir çerçevede<br />

tecrübe ediyor, farklı bir çatışma içinde yaşıyoruz.<br />

Son birkaç yüzyılda yaşanan hızlı değişim, kadınlığı da erkekliği de<br />

yeni bir tanıma sokmaya çalışıyor. az önce bahsettiğim ekonomik ve siyasal<br />

değişiklikler nedeniyle kadın yeni bir kategori olarak ortaya çıkıyor<br />

ve “kadın nedir, kimdir, nasıl yaşamalıdır?” sorularının cevaplandırılması<br />

gerekiyor. elbette kadınlar daha önceleri de kadın olduklarının farkındalardı<br />

ama bu farkındalık üzerinden bir kimlik tanımlaması ve siyaset<br />

yapmıyorlardı. Günümüzde ise “ben bir kadınım” demek, siyasi bir tavra<br />

dönüştü. Bu siyasetin çerçevesini de feminist söylem çiziyor.<br />

186


Diğer taraftan, kadınların günümüzde pek çok problemle karşı karşıya<br />

olduğuna da işaret etmemiz gerekiyor. Doğuda, Batı’da, amerika’da,<br />

islam dünyasında, özetle nerede olursa olsun bütün kadınların hayatlarını<br />

benzer kılan bir süreç var. Çünkü küreselleşme pek çok meseleyi ortak<br />

bir tecrübeye dönüştürdü. Kapitalizm küreselleşince, üretim sürecindeki<br />

gelişmeler tüm dünya için ortak bir gelişmeye dönüştü ve bütün kadınların<br />

hayatını etkiler hale geldi. Çünkü geçim ekonomisinden üretim ekonomisine,<br />

ardından da tüketim ekonomisine geçtik. Bu durum özellikle<br />

kadınların hayatında pek çok güçlüklere neden oldu. Bu güçlüklerin nasıl<br />

aşılacağına ilişkin verilen cevaplar belli kalıplarda bize sunuluyor. Örneğin,<br />

bir ülkede demokrasinin yerleşmesi ve insan haklarının daha iyi<br />

olması için yapılması gerekenlere dair nasıl amerika ve avrupa’nın tecrübelerinden<br />

yola çıkılarak oluşturulmuş paket çözümler kullanılıyorsa;<br />

kadınlarla ilgili konularda da “Batı’da kadınların geldiği nokta ideal bir<br />

noktadır ve tüm dünyadaki kadınlar aynı yolu takip ederek kurtuluşa ereceklerdir”<br />

şeklinde bir çözüm önerisi sunuluyor.<br />

Pek çok kişi tarafından kabul gören bu öneriyi bizler şu noktadan<br />

sorgulayabiliriz: “Bütün kadınlar ortak bir kadınlık durumunu paylaşırlar<br />

mı?” avrupa’daki kadının hayatıyla bir başka ülkedeki kadının hayatının<br />

çok da ortak bir tecrübede olmadığını, bütün kadınların sınıf ve ırk ayrımı<br />

olmaksızın ortak bir tecrübeyi yaşamadığını biliyoruz. avrupa’daki çok<br />

iyi bir eğitim görmüş, beyaz ve orta sınıf bir kadının hayatıyla, afrika’daki<br />

eğitimsiz, koyu tenli ve alt sınıftan bir kadının hayatının ortak bir noktadan<br />

hareket etmediğini görebiliyoruz. Buna Irak ve afganistan örneklerinden<br />

devam edebiliriz. Medyada çokça yer alan ve Irak’ın işgali esnasında<br />

çekilmiş ilginç bir fotoğrafta lynndie england adındaki kadın ingiliz asker,<br />

işkence yaptığı bir Iraklı savaş esirinin (onların tabiriyle mahkumun)<br />

üzerine ayağıyla basmış ve bir hatıra fotoğrafı çektirmişti. Şimdi şuradan<br />

bakalım; o işkence yaptığı erkeğin annesi, eşi ya da kız kardeşi de bir kadın;<br />

lynndie england da bir kadın. Bu iki kadın hangi ortak kadınlık durumunu<br />

paylaşıyor? Sorunları aynı mı? O sırada Condoleezza rice aBD<br />

Dışişleri Bakanı olarak bu işgali planlayan hareketin başındaydı. Buradan<br />

baktığımızda ortak bir kadınlık durumundan bahsetmenin sorunlu olduğunu<br />

görüyoruz. Daha ziyade, sömüren erkekler ve kadınlar ile sömürülen<br />

erkekler ve kadınlar var. Öyleyse kadınların ortak bir kategori olup<br />

olmadığının tartışılması gerekiyor.<br />

187


Günümüzde kadın hakları denildiğinde, hiçbir ırk, din vb. ayrımı<br />

olmaksızın bütün kadınların ortak ideallerle ortak hedeflere koşabileceği<br />

düşüncesi dile getirilmiş oluyor. Bazı kadınlar bütün kadınlar adına konuşabileceklerini<br />

düşünüyorlar. Oysa bütün kadınların ‘biz’ diye bir kalıp<br />

içine sıkıştırılabileceğini, böyle bir tanım yapılabileceğini düşünmüyorum.<br />

Bu tanım, ciddi anlamda sorunlu bir tanım. Kadınlarla ilgili bu ortak<br />

söylem, yani bütün kadınların ortak bir ideal ve ortak bir özgürlük etrafında<br />

gruplandırılabileceğini iddia eden söylem, özellikle kadın hakları<br />

konusunda, kadınların kendi bedenleri üzerinde hâkimiyet kurmalarının<br />

çok önemli olduğunu iddia ediyordu. Mesela 20. yüzyılın ikinci yarısından<br />

itibaren gen ve tıp teknolojisinde çok ciddi gelişmeler yaşandığına<br />

şahit olduk. Doğum kontrol haplarından kürtaja, genetik seçimden<br />

klonlamaya, kadınların yaşlanmasını geciktirecek tedavilerden üremeyi<br />

kontrol altına alan araçlara, örneğin bir kadının başka bir kadının rahmini<br />

kiralayarak kendi bebeğini dünyaya getirmesine kadar yeni bir kölelik<br />

ilişkisine kapı açan gelişmeler oldu.<br />

Kadının biyolojisi üzerinde kontrol sahibi olma iddiasının, ikinci<br />

dalga feminist hareketinin temel problematiklerinden birisi olduğunu biliyoruz.<br />

ikinci dalga feminist hareket, “bedenimiz bizimdir” diyerek kadının<br />

doğurmama hakkının, kadın özgürlüğünün temel anahtarı olduğunu<br />

iddia ediyordu. Bu düşünceye göre, doğurma işlemi kadınları eşitlik ve<br />

özgürlükten alıkoyduğu için, kadın doğası üzerinde hakimiyet kurmak<br />

özgürlüğün ve eşitliğin anahtarıydı. Oya günümüzde teknoloji o kadar<br />

ilerledi ki bir çocuğun cinsiyeti daha anne karnındayken bilinebiliyor.<br />

ayrıca aileler, nüfus fazla olduğundan tek çocuk uygulamasına gidiyor<br />

ve “madem tek çocuğum olacak, o da erkek olsun” diyebiliyor. Bu düşünce<br />

Hindistan’da da var, bizim ülkemizde de var. Bu sebeple doğum<br />

öncesinde kız çocukları ultrason sayesinde tespit ediliyor ve kürtaj ile alınıyor.<br />

Kürtaj 1970’lerde kadın özgürlüğünün sembolüydü ama bumerang<br />

gibi dönüp kadınları vurmaya başladı. Cahiliye döneminde kız çocuklarının<br />

öldürülmesini putperest toplumun doğası olarak görür ve bundan<br />

bahsederdik. Yeni Paganist toplumlar ise biyoteknoloji sayesinde kız çocuklarını<br />

doğmadan öldürüyorlar. O zaman “insanlık bir yere geldi mi?”<br />

sorusunu sorabiliriz burada. teknolojik ilerlemenin ve doğaya hakimiyet<br />

iddiasının insanlık için ne anlama geldiğini burada sorgulamamız ve tartışmamız<br />

gerekir. Biyoteknolojik gelişmelere dikkatle baktığımızda daha<br />

çok doğum ve ölüm gibi hayatın sınırlarında geziniyor. Hem insan doğa-<br />

188


sını değiştiren üreme teknikleriyle hayatın başlangıcına, hem de ötenaziyle<br />

ölüme müdahale ediyor. Böyle olduğu için de bunun sorgulanması<br />

gerekiyor. Kadınlara hizmet amaçlı gibi görünen, onları özgürleştiren bu<br />

teknolojiler aslında insanlığın tanımını değiştiren, insanı insan olmaktan<br />

çıkarabilecek süreçler.<br />

Kafa karışıklığı yaratan bir konuya daha işaret edip konuşmamı bitirmek<br />

istiyorum. Özellikle siyaset ve kadın konusu konuşulurken söylenen<br />

çok klişe bir söz var: “Siyasete kadın eli değerse dünyada savaş olmaz.<br />

Kadınlar her gittikleri yere annelik tavırlarını, barışı, hoşgörüyü, güzelliği,<br />

iyiliği, merhameti götürürler.” aslında bu yaklaşımın hepimizin kabul<br />

edebileceği bir noktadan yola çıktığı düşünülüyor: “Kadınlar hayat verir,<br />

annedirler; o yüzden de bütün dünyaya anne gibi bakarlar. Bu nedenle<br />

kep koruyucu ve kollayıcı olurlar; ölümü değil hayatı seçerler. Ahlaki<br />

tespitleri konusunda da bağlamsaldırlar; yani insan ilişkilerini daha çok<br />

benimserler, hedefi önemsemezler.” Hatta bu konuda sık sık şu örnek<br />

verilir: erkek çocuklar oyun oynarlarken önce kural koyar ve oyuna başlarlar;<br />

kural bozulduğu anda oyun bozulur. Kız çocuklar oyuna başlayıp<br />

belli kurallar koyarlar; birisi kuralı bozar ama kızlar oyunu bozmak istemezler.<br />

Onun yerine oyunun kurallarını bozmayı tercih eder, “şakacıktan<br />

şöyle olsun” diyerek oyunun kuralını değiştirerek oyuna devam ederler.<br />

Bu, kız çocuklarının bağlamsal düşündüklerini ve hedefi değil süreci<br />

önemsediklerini gösterir. Kadınların ve erkeklerin bu tip ahlaki davranışlarıyla<br />

ilgili araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalar kadınların ve erkeklerin<br />

ahlaki davranışlarının çok farklı olduğunu da vurgulamıştır. aslına<br />

bakarsanız, “siyasete kadın girsin ki dünyaya barış gelsin” diyenler bu<br />

düşünceyi temel alıyorlar; ama böyle bir düşüncenin sorgusuz, sualsiz<br />

kabul edilmesinden yana değilim.<br />

elbette kadınlar anne olmaları nedeniyle erkeklerden farklı davranışlar<br />

sergiler; bağlamsal düşünüp ilişkileri önemserler. Kuralları değil<br />

ilişkileri ön plana alırlar; yani ‘annece’ düşünürler. ancak, daha yüksek<br />

bir ahlaki seviye olmazsa, bu düşüncenin daha barışçıl bir dünya ortaya<br />

çıkartacağının bir garantisi yoktur. Kadın olmak, daha insani ve barışçıl<br />

bir davranışın tek başına garantisi olamaz. Örneğin, az önceki lynndie<br />

england olayını hatırlayalım. tarih, Hürrem Sultan zamanında olduğu<br />

gibi evlatlarının daha iyi mevkilere gelmesi için başka çocukları katleden<br />

kadın örnekleriyle doludur. Bu da gösteriyor ki sadece kadın olmak üzerinden<br />

bir duruş sergilemek çok isabetli değil.<br />

189


Cenab-ı allah’ın, merhametinin yüzde birini dünyadaki gelmişgeçmiş<br />

tüm anne olan canlılara dağıttığını, böylece yaratıcının merhamet<br />

sıfatının daha çok kadında tecelli ettiğini biliyoruz. Buna rağmen, kadın<br />

olmak merhametli olmanın garantisi değil. Çünkü kadınlar da, erkekler<br />

de ancak yüksek bir ahlaki değere talip olurlarsa insan onuruna yakışan<br />

davranışlar sergileyebilirler. Dünya üzerinde adalet, barış ve huzur, sadece<br />

kadınların merhametli olmasıyla değil, ancak tüm insanların merhametli<br />

olmasıyla sağlanabilir.<br />

Bizi birleştirecek olan cinsiyetimiz değil, dünyaya karşı genel tavır<br />

alışımızdır. Bizi birleştirecek olan “hayat nedir?” sorusuna verdiğimiz cevaptır;<br />

ahlaki duruşumuz ve öncelikler sıralamamızdır. Bu açıdan baktığımızda<br />

Fatma Hanım’ın ifadesini kullanacak olursak; dünyayı kalbi<br />

olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayırabiliriz. Kalbi olanlar, sorumluluk<br />

duygusu ile titreyenler, insana ve eşyaya merhamet ile yaklaşanlar, cinsiyetlerine,<br />

milliyetlerine, ırklarına bakılmaksızın aynı taraftadırlar. O<br />

yüzden de kimlik tanımlamasını cinsiyet üzerinden değil, ‘insan oluş’<br />

üzerinden yapmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.<br />

soru<br />

Sizce türkiye’de sivil toplum kuruluşları kadın haklarını yeterince<br />

savunuyor mu?<br />

Nazife Şişman<br />

Öncelikle, son yıllara kadar sivil toplum örgütlerinin, özellikle de<br />

kadın hakları konusunda çalışan sivil toplum örgütlerinin ne kadar sivil<br />

olduklarını konuşmakta yarar var. Çünkü, Cumhuriyet döneminde<br />

kadının çok merkezde olduğu bir modernleşme süreci yaşadık. Modern<br />

kadın imgesinin tüm Cumhuriyet dönemine damgasını vurduğunu göz<br />

önüne alırsak; kadın hakları adı altında kurulan derneklerin daha ziyade<br />

Cumhuriyet rejimini, laik rejimi korumak gibi sloganlarla yola çıktıklarını,<br />

doğrudan kadın haklarını savunan bir yapıya sahip olmadıklarını<br />

söyleyebiliriz. ancak, 1980’lerden sonra kadın haklarını savunan, hatta<br />

az önce bahsettiğim gibi feminizmi, kadının kurtuluşunu savunan ve<br />

daha uç noktalarda görüşlere sahip kadın derneklerinin kurulduğunu görüyoruz.<br />

Bu derneklerin içinde, radikal feminizm dediğimiz, kadın ve<br />

erkeği birbirinden tamamen ayıran, kadına cinsiyet üzerinden bir kimlik<br />

190


içip aileyi ve dini kadının üstünde en büyük baskı unsuru olarak gören<br />

dernekler de var. Bu açıdan, hangi sivil toplum örgütlerini ele alarak değerlendirme<br />

yapacağımızı belirlemek gerekir. Genel bir değerlendirme<br />

yapmak doğru olmayacaktır. ancak, türkiye’de kadın konusunda çalışan<br />

bazı sivil toplum örgütlerinin genelde ideolojik bir tavra sahip olduklarını,<br />

özellikle 1990’lardan itibaren, kadın haklarının arka plana atılıp<br />

rejimin öncelendiği bir tavır geliştirildiğini söyleyebiliriz.<br />

soru<br />

Kadınların kimliklerini cinsiyetleri üzerinden belirlemeleriyle birlikte<br />

feminist yaklaşımlara sahip olduklarından bahsettiniz. Bu akımın sonucu<br />

olarak, kadının aile içindeki konumunda ne gibi değişiklikler yaşandı?<br />

Nazife Şişman<br />

Özellikle 1970’lerden sonra kadın kimliğini vurgulayan ve feminist<br />

çerçeve içinde tanımlayan yaklaşım elbette aile ile ilgili bazı olumsuz görüşlere<br />

sahip. ancak, bu yaklaşım bizi “tüm dünyada aile ile ilgili yaşanan<br />

problemlerin hepsinden bu akım sorumludur” diye bir genel cevaba götürmemeli.<br />

aile çerçevesinde yaşanan değişikliklerin arka planında pek<br />

çok faktör etken oldu. Bugün ‘aile’ farklı şekillerde tanımlanıyor. 20. yüzyıldaki<br />

aile tanımı ile 18. yüzyıldaki aile tanımı artık aynı değil. “Eskiden<br />

aileler çok büyüktü; 20-30 kişi bir konakta yaşıyorlardı. Oysa bugün çekirdek<br />

ailelere mahkûm olduk. Bir dejenerasyon söz konusu” diye genel<br />

bir kanaat var. ama 19. yüzyılın istanbul’unda yapılan araştırmalara baktığımızda<br />

ailelerin çoğunun 5-6 kişiden oluştuğunu görüyoruz. Sadece<br />

paşaların konaklarında 20-30 kişilik, haremlik-selamlık bir yaşantı var.<br />

Kadın kimliğinin kategori olarak ortaya çıkışının arkasındaki siyasetten<br />

ve iktisadi gelişimden bahsettim ama bir siyasal hareket olarak<br />

kendi kimliğini bayraklaştıran kadın hakları hareketi, aileyi kadının<br />

ezilmesinin ana unsurlarından birisi olarak görüyor. Bu konuda dikkat<br />

çekmek istediğim bir nokta da ‘aile içi şiddet’ söylemi. Bu söylemi çok<br />

yanlış buluyorum. Şiddet bugün her yerde var; bireye yönelik şiddet,<br />

toplumsal şiddet, eğitim içindeki şiddet gibi çok farklı alanlarda olduğu<br />

halde, daha çok aile içindeymiş gibi algılıyoruz. Bu açıdan bakıldığında,<br />

kadın kimliğini bayraklaştıran siyasal bir akım olarak feminizmin,<br />

ailenin bazı olumsuz süreçler yaşamasında bir etkisi olabilir ama ai-<br />

191


lede yaşanan değişimin tamamen kadın kimliğindeki gelişmelerle tanımlanması<br />

yanlış; çünkü erkeklerin konumu da değişiyor. Özellikle<br />

21. yüzyılda erkeklerin aile içindeki rollerinde bir karmaşa, zayıflama<br />

yaşanıyor. aile sorumluluğu almakta güçlük çeken bir erkek kimliği ile<br />

karşı karşıyayız. Bence, “kadınlar çalışıyor ve sosyal hayata girdi; bu<br />

yüzden aile çökecek” şeklindeki klişe bir yaklaşımdan ziyade, “erkekler<br />

aile sorumluluğunu almak istemiyor, bunu nasıl halledebiliriz?” sorusuna<br />

geçmemiz gerekiyor.<br />

soru<br />

(Nevşehir Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet Cihan)<br />

Gerek Fatma Hanım, gerekse siz kadın kimliği üzerindeki konuşmalarınızı<br />

18. yüzyılda başlayan modernleşme sürecine ve 19. yüzyıldaki<br />

sanayi devrimine bağladınız. Gerçek anlamda kadına kimlik kazandıran<br />

öge bu süreç midir, yoksa daha gerilere gitmek gerekir mi? Daha önce,<br />

kadının kimliğindeki radikal değişimi pozitife doğru götüren daha geniş<br />

bir süreç yok mu? “Cahiliye toplumunda diri diri gömülen kızlar vardı<br />

ama onun üzerinden çok fazla bir süre geçmeden, kendisine vurgu yapılarak<br />

ifade edilen bir kadın kimliği ortaya çıktı” dediniz. aslında o süreci<br />

sizden dinlemeyi tercih ederdim.<br />

Nazife Şişman<br />

Konuşmamızı modern kimlik tanımlaması üzerinden yaptık; çünkü<br />

13. yüzyılda veya asr-ı Saadet’te kadın kimliğinden bahsedemeyiz. asr-ı<br />

Saadet’te Hz. Hatice’ye sorsanız kendini kadın olarak tanımlamıyordu.<br />

Önce bir kul, sonra Müslüman olarak tanımlıyordu. O yüzden kadın<br />

kimliğini ne olumlu ne de olumsuz olarak görüyor, nötr bir tespit yapıyorum.<br />

Kadın kimliğinden bahsedişimizin arka planında birtakım iktisadi<br />

süreçler var. Bu süreçleri dikkate almak zorundayız. insanların kendilerini<br />

başkaları karşısında tanımlama ihtiyacı hissetmeleri yeni bir olgu. Bu<br />

nedenle asr-ı Saadet’te kadın kimliğinden bahsedemeyiz. elbette kadınlık<br />

ve erkeklik durumu kadim bir mesele ama kadın-erkek çatışması ve<br />

insanların kendisini bir cins kimliği üzerinden tanımlıyor olması modern<br />

bir mesele. Ben bu modern meseleye olumlu bir vurgu yapmıyor, “ah ne<br />

güzel modernleştik ve kadınlar bir kimlik konusu haline geldiler” demiyorum.<br />

Sadece bir tespit yaparak “bu böyle” diyorum.<br />

192


Belki şunu vurgulamak gerekebilir; batıda bazı gelişmeler oldu ama<br />

asıl problem “İslam dünyasındaki kadınlar eziliyor ve Müslüman kadınlar<br />

tarihte yoktular” vurgusu. Bu durum bizim doğrudan doğruya Batı ile<br />

aramızdaki iktidar ilişkisiyle alakalı. Batılılar, islam dünyasını sömürgeleştirmek<br />

istediklerinde böyle bir gerekçeye ihtiyaç duydular. aynı gerekçe<br />

bugün de devam ediyor. Oysa 13. yüzyılda Müslüman kadınlar,<br />

batılıların bakış açısına göre ezilen kadınlar değildi. tam aksine, güçlü,<br />

at sırtında, hatta bedensel olarak iri yarı kadınlardı. aslında biraz da iktidarın<br />

ve gücün göstergesi olarak böyle temsil ediliyorlardı. Özellikle<br />

11. yüzyıldaki Fransız destanlarını ve çizimlerini örnek gösterebiliriz. O<br />

zamanlar güçlü olan kadınlar ne oldu da 18. yüzyılda ‘ezilen’ konumuna<br />

düştüler? Çünkü 18. yüzyılda avrupalıların böyle bir gerekçeye ihtiyacı<br />

vardı. Hatta islam dünyası koskoca bir harem şeklinde tahayyül edilip,<br />

“hepsi böyledir, koyun gibi itaat ederler” şeklinde bir imaj yaratıldı.<br />

avrupa’nın bütün metinlerde bu imajı besleyen söylemi, bizleri rencide<br />

eden bir mesele olarak gündemimize girdi. Biz de bu nedenle kendimizi<br />

savunan bir tavra teslim olup “13. yüzyılda kadınlar aslında şöyleydi,<br />

Asr-ı Saadet’te kadınlar vardı” tarzında konuşmaya başladık. evet, eskiden<br />

kadınlar ve erkekler vardı, ama kendilerini bu şekilde tanımlamaları<br />

gerekmiyordu. Onlar kadınlığı ve erkekliği doğal bir şekilde yaşıyorlardı.<br />

Bugünse kadınlığı ve erkekliği çatışmalı bir kimlik olarak yaşıyoruz. Bütün<br />

fark burada.<br />

soru<br />

Kadın kimliğine katkı yapmak için nasıl bir duruş sergilenmelidir,<br />

neler yapmalıdır?<br />

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu<br />

Öncelikle, doğru cevapları bulabilmek için doğru sorular sormak gerektiğini<br />

vurgulamam gerekir. Bu nedenle sorunuzu birlikte düzeltelim.<br />

Kadın kimliğine katkı yapmak için diyorsunuz; önce bundan vazgeçelim.<br />

Kadın kimliğine katkı yapmak için ‘bir şey olma’ veya ‘bir şey yapma’<br />

düşüncesinden vazgeçeceksiniz. Öncelikle siz “Allah’a nasıl doğru<br />

kulluk edebilirim?” sorusunu merkezde tutup, dindar bir kadın olarak<br />

“cemiyetin yüklediği sorunlardan nasıl kurtulabilirim?” üzerinden devam<br />

edeceksiniz. Bunun kadın kimliğiyle alakası yok. Zaten nazife Hanım’ın<br />

konuşmasının özü, tam da bu. Yani toplumsal kategori olarak bize kadın<br />

193


kimliği dayatıldığında, ölçülmüş, biçilmiş, her an denetime hazır bir kimliğe<br />

giriyoruz. Bu şekilde çerçevelendiğimiz zaman, kul olma bilincimiz<br />

zedeleniyor. Bizim asıl meselemiz dünyayı ve ahireti aynı anda yaşayabilme<br />

bilincinden hiç vazgeçmememiz.<br />

Bu soruyu yönelttiğiniz insanlar her zaman bizim kadar samimi davranmayabilir;<br />

“sizin adınıza bunu cevaplayamam” yerine “şöyle şöyle<br />

yapman lazım” diyebilir. Fakat siz “öyle yapmam gerekiyor” dediğiniz<br />

anda, onun gibi birisi olmak üzere o kurallara uymaya başlarsınız. Oysa<br />

allah-u teâlâ, Peygamber efendimizin şahsında bize nasıl olacağımızı<br />

öğretiyor. O örneği kendimize olabildiğince model edinmemiz gerekiyor.<br />

Mesela bir hukukçu olacağınızı varsayalım. Hukukun uyulması gereken<br />

kuralları var. Dolayısıyla, hukukçu olduğunuzda bu kurallara uyarken sizi<br />

iyi bir kul olmaktan alıkoyan toplumsal düzenin şartlarıyla nasıl mücadele<br />

edeceksiniz? Yaptığımız iş ne olursa olsun, birinci meselemiz adil<br />

olmak. Soru kadın kimliği, erkek kimliği değil, “ben her zaman Allah’ın<br />

adaletiyle dünyaya nasıl bakabilirim?” sorusudur.<br />

soru<br />

Kadın ve erkek arasındaki mal paylaşımı konusunu günümüz hukuk<br />

kuralları ile islam hukukunu karşılaştırarak kadın kimliği konusu üzerinden<br />

nasıl açıklarsınız?<br />

Nazife Şişman<br />

Ben islam hukukçusu değilim. Kadınların mal paylaşımı iktisadi bir<br />

mesele olduğundan bunun daha geniş bir platformda değerlendirilmesi<br />

gerektiğini düşünüyorum. ancak şunu demiyorum; “İslam hukukunda<br />

kadının hakkı ikiye birdir ve böyle verilmelidir.” Bunun bu kadar kolay<br />

olduğunu düşünmüyorum ama “bire bir eşitlik büyük bir idealdir o halde<br />

bir problem yoktur” da demiyorum. islam’da kadının şahitliği, mal paylaşımı,<br />

birden fazla kadınla evlilik, başörtüsü gibi soruların bugün bizim<br />

gündemimize çokça getiriliyor olması, batının gözüyle “İslam’da kadın<br />

eziliyor” izlenimi verme düşüncesinin devamıdır. Hukuki olarak bakıldığında<br />

islam hukuku ile günümüz hukukunun temel ilkelerinde farklılıklar<br />

var. Bunlar arasında karşılaştırma yapmamız pek mümkün değil.<br />

Çünkü, islam hukuku kanuni bir hukuk değil; kesinleşmiş bir maddesi<br />

yok. Karı-koca arasındaki mal paylaşımı “kadının hakkı ikiye birdir” gibi<br />

194


ir cümleyle açıklanabilecek kadar basit bir mevzu değildir. Bu çok daha<br />

geniş bir konudur. islam hukukunda mal paylaşımı kardeş sayısına göre,<br />

aileden aileye, ailelerin varlıklarına göre farklılıklar gösterebilmektedir.<br />

Günümüzde uygulanan Medeni Kanun’da kadının hakkı %50’dir; bunun<br />

da islami hukuka aykırı olduğu söylenemez.<br />

tekrar belirtiyorum; ben bir islam hukukçusu değilim ama bugün<br />

mirastaki eşit paylaşım aynı zamanda islami’dir, yani islami olmasına bir<br />

engel yoktur diyebilirim. Bunları tartışırken biz gerçek problemlerden mi<br />

bahsediyoruz, yoksa bize hesap soran bir yaklaşımın yansıması mı, bunu<br />

da dikkate almak zorundayız. O yüzden gerçek problemlerle uğraşmalıyız.<br />

Mal paylaşımı ile ilgili konu da ayrıca ele alınmalıdır ve bu konunun<br />

uzmanı olmadığım için daha fazla üzerinde durmak istemiyorum.<br />

195


Kürt Sorunu<br />

10 Temmuz 2010<br />

Altan Tan


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

Kızılırmak-avanos Kültür ve Sanat Günleri kapsamında gerçekleştirdiğimiz<br />

bu söyleşileri takip edenler ya da en azından etkinlik bültenimizi<br />

inceleme fırsatı bulanlar, yaptığımız bu etkinliklere ilişkin formatı<br />

zaten biliyorlar. türkiye’de yoğunlaştıkları konu üzerinde yazdıklarıyla<br />

öne çıkan ve halkımız tarafından da tanınan isimleri ilçemizde misafir<br />

ederek görüşlerini, fikirlerini ve o konuya ilişkin yaklaşımlarını değerlendiriyoruz.<br />

Bu kapsamda on yazarımızı ilçemizde misafir ettik. Örneğin;<br />

gezi edebiyatıyla ilgili olarak Buket Uzuner’i, türk şiiri konusunda<br />

Hilmi Yavuz’u, Mehmet akif ersoy ve istiklal Marşımız hakkında Vehbi<br />

Vakkasoğlu’nu, latife Hanım konusunda ipek Çalışlar’ı ve Milli Mücadele<br />

ile ilgili olarak alev Coşkun’u dinledik. Dünya görüşleri, ideolojileri ve<br />

ilgi alanları birbirinden farklı misafirlerimizi ilçemizde konuk ettik. Yaklaşık<br />

iki saat süren etkinliklerde kendi fikirlerimizi tartışmak, bazı fikirlerin<br />

savunuculuğunu yapmak yerine, yazarlarımızdan en fazla istifade<br />

edebileceğimiz yöntemi seçmeyi tercih ederek onları dinlemeyi uygun<br />

gördük. Bunu yaparken de kendi dünya görüşümüz saklı kalmak kaydıyla<br />

ve söylenenlerin tamamını kabul etme kaygısı yaşamadan dinlemeyi<br />

daha verimli bulduk. Bugün de bu yöntemi izleyeceğiz.<br />

Bugünkü misafirimiz türkiye’nin çok güncel ve nispeten de nazik bir<br />

konusu üzerinde konuşacak. Konuyu belirlerken de özellikle bir noktaya<br />

atıfta bulunmaktan ziyade, sayın altan tan’ın son kitabını baz alalım istedik<br />

ve “Kürt Sorunu” adını verdiği kitabını konumuza başlık edindik. Son<br />

derece güncel ve hassas bir konu. Yaklaşık 30 yıldır ülkemizin önemli bir<br />

sorunu. Bu uğurda binlerce gencimiz, vatan evladımız şehit ya da gazi<br />

oldu. Yeri gelmişken şehit olmuş bütün vatan evlatlarımızı rahmetle ve<br />

şükranla anıyorum. “Onlara ölü demeyiniz, onlar diridirler, ancak siz bilmezsiniz”<br />

buyruğuna muhatap olan insanlar ve dinin mensupları olarak<br />

hepsinin mekanının cennet olduğuna eminiz. Gazilerimize de sevdikleriyle,<br />

aileleriyle birlikte uzun ömürler temenni ediyoruz.<br />

Sayın altan tan son kitabı ve konuya ilişkin düşüncelerini bizlerle<br />

paylaşacak. Bizlerin de katılmadığı kısımlar olmakla birlikte, başta anlattığım<br />

gibi o bakış açısından tanıma, dinleme ve bilgi sahibi olma yolunu<br />

tercih edeceğiz; çünkü anlamak, dinlemekle mümkün. toplantı bittikten<br />

199


sonra sayın yazarımız soruları alacak ve cevaplamaya çalışacak. Bu toplantı<br />

başta olmak üzere, tüm böyle toplantıların ayrılıklara, kutuplaşmalara,<br />

kamplaşmalara değil, birliğe, bütünlüğe, kardeşliğe ve barışa daha<br />

fazla hizmet etmesini temenni ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.<br />

SUNUŞ<br />

Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Fatma Şahin<br />

“Kürt Sorunu” konulu söyleşişi ile bugün aramızda bulunan Sayın altan<br />

tan, ilk ve orta öğrenimini Diyarbakır’da tamamladı. 1976 yılında Diyarbakır<br />

Maarif Koleji’nden, 1981 yılında ankara Devlet Mimarlık Mühendislik<br />

akademisi inşaat Fakültesi’nden mezun oldu. Girişim, Yeni Zemin,<br />

Sözleşme dergileri ile Zaman, Yeni Şafak, Demokrasi ve taraf gazeteleri<br />

başta olmak üzere birçok dergi ve gazetede yazı ve röportajları yayınlandı.<br />

Kürtçe, arapça, ingilizce bilen tan evli ve altı çocuk babasıdır. Şimdi<br />

Sayın altan tan’ı söyleşisini yapmak üzere sahneye davet ediyorum.<br />

Altan Tan<br />

Selamın aleyküm. Öncelikle bu nazik davetiniz için candan teşekkür<br />

ederim. Bu tip sohbetler, siyasi mevzular sayın başkanın da altını<br />

çizdiği gibi genelde netameli konulardır. Çünkü türkiye’de herkesin kendine<br />

göre fikri bir duruşu var. türkiye’de insanların genellikle kendinden<br />

farklı düşünenleri dinlememe gibi bir alışkanlıkları da var. Dinlese bile<br />

karşı çıkma, tepki gösterme ve anlamama gibi bir yaklaşım sergiliyorlar.<br />

Herkesin gezip dolaştığı bu güzel yaz gününde böylesine bir memleket<br />

meselesi üzerinde kafa yormak ciddi bir ilginin eseri; bu sebeple beni<br />

dinlemeye geldiğiniz için teşekkür ederim. Başkanımıza da ayrıca teşekkür<br />

ederim; çünkü siyasilerimiz genelde başlarını ağrıtacak mevzulardan<br />

uzak dururlar. Sağcıyı getirirsiniz “niye getirdiniz” derler; solcuyu getirirsiniz<br />

“bu adamın ne işi var burada” derler. Kürt meselesini konuşursunuz<br />

mayın, din meselesini, laiklik meselesini konuşursunuz, ayrı bir mayın.<br />

Bu nedenle, ‘kazadan, beladan ayrı durmak isteyen siyasiler’ etliye sütlüye<br />

karışmaz, başka işlerle uğraşırlar. Sayın başkanımızı kazalı belalı işlere<br />

girmesinden dolayı tekrar kutlar, teşekkür ederim. Çünkü gerçekten kalıcı<br />

olanlar bu tip faaliyetlerdir.<br />

Sevgili arkadaşlar, sohbeti fazla uzatmak istemiyorum. Çünkü on<br />

saat de konuşsanız, eğer sizi dinleyenlerin kafasındaki herhangi bir soruya<br />

yanıt verememişseniz, konuştuklarınız fuzuli kabul edilir. Bu toplantı-<br />

200


yı, 20-25 dakikalık kısa bir sunumdan sonra sohbet tarzında götürmenin<br />

daha faydalı olacağını düşünüyorum.<br />

Bu konu çok geniş bir konu olduğundan bir noktadan başlamak<br />

lazım. türkiye’de şu an ciddi bir siyasi gerginlik var. Yaşı müsait olanlar<br />

“bu ülkede her zaman siyasi gerginlik vardı” diyecekler. Doğru ama<br />

tansiyonun çok yükseldiği dönemler var. Mesela; Demokrat Parti’nin ilk<br />

kurulduğu yıllar, 1960 ihtilali, 12 Mart muhtırası, 1980 darbesi, 27 Şubat<br />

dönemi, 27 nisan Cumhurbaşkanlığı seçimi ve son milletvekili seçim dönemi.<br />

Bugün de ülke böyle gerilimli bir atmosfer içinde ve ülkenin sağlık,<br />

eğitim, tarım, turizm konuları yerine yıllardır farklı konular konuşuluyor.<br />

ne konuşuluyor? Birincisi, din konusu konuşuluyor; yani başörtüsünde<br />

simgeleşen, laikçilik ile Müslüman halk arasındaki gerilim. Bu hemen hemen<br />

85 senedir devam etmiş. Devletin yaklaşımı ile halkın dini değerleri<br />

arasında bir gerilim ve uyuşmazlık var. ikincisi Kürt meselesi; neredeyse<br />

Cumhuriyetle yaşıt. üçüncüsü, aleviler ve cemevleri meselesi. ayrıca,<br />

Heybeliada ruhban Okulu’nun açılmasından tutun da ermeni meselesine<br />

kadar henüz çözüme ulaşmamış birçok siyasi konu da var. Bugünkü<br />

konumuz olan Kürt meselesi hakkında konuşabilmek için önce doğru bir<br />

teşhiste bulunmalıyız. Bazılarına göre türkiye’de ciddi hiçbir sorun yok.<br />

Yani bu Cumhuriyet 1923’te doğru bir şekilde kuruldu; 1924 anayasası<br />

da, 1961 anayasası da, 1982 anayasası da doğruydu. Her şey doğruydu<br />

ve Cumhuriyetin hem dini hem de etnik anlayışında bir sorun yoktu. Peki<br />

sorun nerede? Sorun bazı hainlerle, bazı işbirlikçiler. Bunlar, doğru ve<br />

düzgün giden sorunsuz bir ülkeyi dış güçlerin de desteği ve tahrikiyle,<br />

biraz da kendi ahmaklıklarıyla karıştırıyorlar. Bugün CHP ile MHP’nin<br />

duruşunu sorgularsanız bunları söylediklerini göreceksiniz. Yani bu sorunların<br />

hepsini gerçek sorunlar olarak kabul etmiyorlar.<br />

Şimdi biraz geriye gidelim ve bu sorunlar gerçekten var mı, dışarıdan<br />

mı tahrik ediliyor, içeriden mi karıştırılıyor ona bakalım. Çok fazla tarih<br />

bilgisine girmeyeceğim; çünkü hızlı bir şekilde sohbet kısmına gelmek<br />

istiyorum. Hani bir kız istemeye gittiğiniz vakit, size “kimsin, nesin” diye<br />

biraz da tepeden bakarak sordukları zaman bir büyüğünüz dayanamaz,<br />

“bu çocuk da ağaç kovuğundan çıkmadı. Bunun da bir annesi, bir babası,<br />

amcası, dayısı, sülalesi var” der ya, işte türkiye Cumhuriyeti de ağaç<br />

kovuğundan çıkmadı. türkiye Cumhuriyeti’nin bugün üzerine oturduğu<br />

zemin 622 yıl süren Osmanlı imparatorluğu’nun bakiyesi üzerine kuruldu.<br />

Osmanlı imparatorluğu’nu incelerseniz Selçuklu’nun üzerine otur-<br />

201


duğunu, Selçuklu’yu incelerseniz emeviler’in, abbasiler’in üzerine oturduğunu,<br />

yani bu coğrafyanın kültüründe, yemeklerinde, etnik yapısında,<br />

müziğinde, siyasetinde bu tarihin izleri olduğunu görürsünüz. Çok geriye<br />

gitmeden, mesela Osmanlı’nın sosyal ve kültürel yapısını incelediğimiz<br />

vakit altını çizmek istediğim birkaç ana noktayla karşılaşıyoruz. Bunlardan<br />

birincisi, toplum çok dinli bir toplum; Müslümanlık, Hıristiyanlık, Yahudilik,<br />

Zerdüştlük ve hatta doğuya gittikçe Yezidilik gibi inanç grupları<br />

var. Örneğin, nevşehir’de Hıristiyanlar da Müslümanlar da vardı. Bölgeyi<br />

gezdiğimizde bunun izini görüyoruz. ayrıca, toplumumuz çok mezhepli<br />

bir yapı; yani sadece Sünnilik, Şiilik, alevilik değil çok farklı mezhepler<br />

var. tarih içinde islam dünyasında nusayriler’den tutun, Kadiyaniler’e<br />

kadar çok farklı mezhepler oluşmuş. Hıristiyanlara bakarsak onlarda da<br />

farklı mezhepler olduğunu görürüz. Ortodokslar, Katolikler, Protestanlar,<br />

hatta detayına inerseniz pek çok kilise var. Yahudilerde de Seferadlar, eskenaziler<br />

gibi farklı mezhepler söz konusu. Birincisi, toplumumuz çok<br />

dinli, ikincisi çok mezhepli, üçüncüsü çok dilli bir toplum. arap, türk,<br />

Kürt gibi tek bir halk yok ve bu halkların hepsi birbirine karışmış. Konuyu<br />

toparlarsak, toplumsal yapımız ve tarihi yapımız çok dinli, çok mezhepli<br />

ve çok dilli.<br />

Peki, bunların birbirleriyle ilişkileri nasıl? Kılıcı eline geçiren diğerini<br />

kılıçtan mı geçiriyordu? tarihe baktığımızda, Cumhuriyet Dönemine<br />

kadar geçen 1300 senelik dönemde bütün islam coğrafyasında bu farklılıkların<br />

muhafaza edildiğini görüyoruz. Yani kimse zorla Müslüman, arap<br />

ya da türk yapılmamış. Kiliseler, endülüs’ten tutun Şam’a, Kahire’ye,<br />

istanbul’a kadar açık olmuş. 1914’te 1. Dünya Savaşı henüz başlamamışken<br />

bugünkü türkiye Cumhuriyeti hudutları içindeki nüfusun toplamı<br />

12-13 milyon. Osmanlı belgelerine göre, bu 12-13 milyon insanın dörtte<br />

biri gayrimüslim. Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan veya Ortadoğu’dan bahsetmiyorum.<br />

Bugünkü türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde Diyarbakır<br />

şehir merkezinin %53’ü, istanbul’un %51’i, Samsun’un, izmir’in %60-<br />

70’i gayrimüslim. Bazı yerlerde daha yoğun ve nevşehir’de de mübadeleden<br />

önce ciddi oranda gayrimüslim nüfus var. Mübadelede 1,5 milyon<br />

rum gönderilirken, Müslüman türk nüfus ise anadolu’ya getirildi. ayrıca<br />

o zamanın kayıtlarına göre 1 milyon 200 bin ermeni var. toplumsal yapımız<br />

birbirini kesip doğrayan bir yapı değil. Diyelim ki adamın elinde<br />

kılıç var; mesela Sırbistan’daki Sırp’a gücünün yetmediğini varsayarsak<br />

nevşehir’dekilerin hepsini öldüremez miydi? Çorum’dakilerin hepsini<br />

kesemez miydi? teknolojinin olmadığı o günkü dünyada bunu yapabi-<br />

202


lirdi ve istanbul bundan ancak bir ay sonra haberdar olabilirdi. islam<br />

hukuku ve toplumsal yapı tüm bu farklılıkları muhafaza etti, mezhepleri<br />

ve dinleri korudu. Kimsenin dini zorla değiştirilmedi, inkar edilmedi,<br />

kılık kıyafeti, folkloru, müziği değiştirilmedi ve bu şekilde devam etti.<br />

Peki, 1925’den sonra ne oldu? ittihat ve terraki’den başlayan bir süreç var.<br />

ittihat ve terakki’nin bir kolu Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurdu. iktidarı<br />

Cumhuriyet Halk Fırkası ele geçirdi ve çok kısa bir sürede bu ülkedeki<br />

gayrimüslimler tasfiye edildi. ermeniler ve rumlar büyük oranda bu coğrafyanın<br />

dışına itildiler. Bunları yapanlar da çok dindar, şeriatçı, hilafetçi,<br />

ümmetçi insanlar değillerdi. el Kaide olsa, taliban olsa, “bunların bakış<br />

açısı bu” diyeceksin. Gayrimüslim düşmanı cumhuriyet, ceza hukukunu,<br />

medeni hukuku, yani kanunların büyük kısmını italya’dan, Fransa’dan ve<br />

isviçre’den aldı. ama gayrimüslim nüfusu da dışarı çıkarttı ve bu sayı her<br />

geçen gün daha da azaldı. Benim çocukluğumda bile istanbul’da ciddi<br />

bir rum nüfusu vardı. Şimdi binden daha az bir rakamın altına inmiş.<br />

ikincisi, islam dini laiklik adı altında kamusal alanın dışına çıkarıldı.<br />

türkiye’de uygulanan laiklik değil, laikçilik. Bu kelime türk dili ve grameri<br />

açısından doğru bir kelime değil ama dile yerleşerek kullanılır oldu.<br />

laiklikte dine bu kadar müdahale yok. Din ve devlet birbirlerine bu kadar<br />

müdahale etmiyorlar. ama burada din tamamen devletin kontrolüne alındı<br />

ve kamusal alanın dışına çıkarıldı. ezan 1932’de, islam tarihinin hiçbir<br />

döneminde rastlanmayacak şekilde türkçe’ye çevrildi.<br />

üçüncü bir nokta ise bütün bir topluma tek bir etnik kimlik yaratıldı:<br />

türk kimliği. Kürt, arap, Çerkez, laz gibi unsurların kendi kimliklerini,<br />

dillerini kullanma hakkı ellerinden alındı. eskiden herkes kendi diliyle,<br />

kültürüyle istediğini yapabiliyordu. lozan antlaşması’nda laik türkiye<br />

Cumhuriyeti islam hukukuna göre bir millet tanımı yaptı. lozan’da ismet<br />

Paşa “biz buraya Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olarak geldik” dedi. Yani<br />

türk, Kürt veya Çerkez olsun tüm Müslümanlar asli unsur, gayrimüslimler<br />

ise azınlık olarak kabul edildi. lozan’daki bu tanım islam hukukunun<br />

tanımıdır. işin enteresan tarafı şudur; azınlıklara bütün haklar verildi. Yani<br />

istanbul’da nişantaşı’nda ermeni Kilisesi, Fener rum lisesi var. ilkokuldan<br />

itibaren rumca, ermenice okuma yazma hakkı olmasına rağmen<br />

Müslüman diğer topluluklara, mesela Kürtlere, araplara bu hak verilmedi.<br />

azınlık olarak kabul edilen bir rum veya ermeni türk vatandaşının<br />

kendi dili, kültürü ile ilgili eğitim görme, dergi-gazete çıkartma hakkı<br />

lozan antlaşması’ndan beri var. Cumhuriyet tarihi boyunca bu çok dilli,<br />

203


çok dinli ve çok kültürlü yapının tek bir kalıba indirilmesine başlıca iki<br />

grup büyük itirazda bulundu. Buraya kadar söylediğim her şey yapılmış<br />

olan tespitlerdir; eğer katılmıyorsanız sohbet bölümünde söyleyebilirsiniz.<br />

Birçok grup bu düzene itiraz etti ama iki grup, örgütlü ve sürekli<br />

olarak muhalefet etti. Bunlardan birincisi dindar Müslümanlardır. Sünni<br />

dindar kesim, islam dininin kamusal alanın tamamen dışına çıkartılmasına<br />

ve dinin Diyanet işleri Başkanlığı vasıtasıyla doğrudan kontrol edilmesine<br />

muhalefet etti. Bunların arasında Said-i nursi, iskilipli atıf Hoca,<br />

Süleyman Hilmi tunahan ve necip Fazıl Kısakürek gibi isimleri sayabiliriz.<br />

Bu örnekleri çoğaltmak da mümkün. Birçok örgüt, cemaat, tarikat bu<br />

muhalefete halen devam ediyor ve iktidara %47 oyla gelmiş olan bir parti,<br />

anayasa Mahkemesi, statüko tarafından “laik düzene karşı eylemlerin<br />

odağı olmuştur” diye mahkum ediliyor. Saadet Partisi’nin %5’ini de koyarsanız,<br />

halkın yarısından fazlasının oy verdiği bir parti, diğer yarısının<br />

dini endişelerinden dolayı sistem tarafından doğrudan verilen bir hükümle<br />

cezalandırılıyor. Cezası basitleştirilerek para cezasına dönüştürüldü ve<br />

“gözümüz, kulağımız üzerinde; ayağını denk al” durumuna getirildi.<br />

ikinci olarak Kürtler itiraz ederek “biz ayrı bir halkız; dilimiz, kültürümüz,<br />

tarihimiz, müziğimiz, folklorumuz var. Bu asimilasyona karşıyız ve<br />

kendi kimliğimiz ile yaşamak istiyoruz” dediler. Bu uğurda birçok örgüt<br />

ve parti kuruldu. 1925’de ilk olarak Şeyh Sait isyanıyla hem dini, hem<br />

de yoğun olarak Kürtlerin katıldığı bir hareket olarak başladı. ardından<br />

1930’da ağrı isyanı geldi. 1950’lerden sonra da sayısı elliyi geçen modern<br />

örgütler kuruldu. Bunların içinden bir tanesi 1978’de kurulan PKK’dır;<br />

onu ayrıca konuşalım. Kürtler sadece türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde<br />

değil iran’da, Irak’ta ve Suriye’de de birçok parti ve örgüt kurdular. en<br />

sonunda birisi Irak Cumhurbaşkanı oldu; Celal talabani. Diğer kişi de üç<br />

ayrı federasyona bölünen Irak’ta Kürt federasyonunun başkanı olan Mesut<br />

Barzani’dir. ingiltere, amerika vb. ülkelerin bu duruma olan etkilerinden<br />

de bahsetmek mümkün ama bu noktada bir iki şey daha söyleyip durmak<br />

istiyorum. alevilerin de kendi kültürleriyle ilgili itirazları devam ediyor.<br />

Onlar da kendi kültürel kimliklerini veya özlerini tam olarak ifade edemediklerini,<br />

yaşayamadıklarını söylüyorlar. Peki, çare ne? MHP ve CHP’nin<br />

dediğine bakarsak Müslümanlar, Kürtler ve aleviler ile ilgili hiçbir sorun<br />

yok. Bunların hepsi satılmış, hain, alçak adamlar. Devlet bunların bulabildiğini<br />

hapseder, dağa çıkanını da öldürür, kabul eden eder, etmeyen gider;<br />

“ya sev ya terk et”. eğer işine gelmeyen herkes terk ederse ülkenin %80’i<br />

gidecek ve memleket boş kalacak. ayrıca, gideceği bir yer de yok.<br />

204


ikinci bir yol, bütün bu farklılıkları 1300-1400 yıl önce olduğu gibi var<br />

kabul edip, bir bütünlük içinde devam ettirebilmek. Bugün buna ‘çoğulcu<br />

demokrasi’ deniyor. Bu sadece türkiye’nin değil, tüm dünyanın sorunu.<br />

Diyelim ki bütün bir şehri Müslüman yaptınız, zorla da başını örttürdünüz,<br />

alevi, laik, sosyalist kimseyi bırakmadınız; peki diğer şehirler, ülkeler<br />

ne olacak? artık bugünün dünyasında “burası Arapların, burası Türklerin,<br />

burası dindarların veyahut burası laiklerin” diyerek toplumları, milletleri<br />

bölmeniz mümkün değil. Böyle bir dünya yok. Dünyada bütün fikirler,<br />

kültürler, inançlar özellikle new York, istanbul, Kahire, Hong Kong gibi<br />

büyük şehirlerde birarada yaşıyorlar. evlilik, ticaret, siyaset, moda, müzik<br />

sayesinde toplumlar sürekli birbirine karışıyor. Böyle bir dünyada insanları<br />

tek bir kalıba sokmanızın, tek bir inanç, kültür ve kimlikle yönetebilmenizin<br />

imkanı yok. O halde çare, böyle bir kainatı yaratanın da inancı doğrultusunda<br />

farklılıkların beraber yaşayabilecekleri bir dünyayı, türkiye’yi<br />

meydana getirmek. allah hiçbir insanın suretini, parmak izini ya da sesini<br />

bir diğeriyle aynı yaratmamış. Böylesine çoğulcu bir dünya var. Bu hayatta<br />

da öyle; çeşit çeşit balık, kelebek var. Hangi bakımdan bakarsanız bakın<br />

bir çeşitlilik, farklılık, renklilik var. Onun için, bizim mutasavvıfların, sufilerin<br />

dediği gibi ‘kesrette vahdet’tir; yani çoklukta birlik olmaktır. Çokluğu<br />

teke indirmek değil, bu farklılıkları, çokluğu bir ahenk içinde yaşatabilmektir.<br />

Kürtler de tıpkı araplar, Gürcüler, Çerkezler, Bulgarlar, Yunanlar,<br />

Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar gibi bir halktır. neticede Kürtlerin kendi dilini<br />

konuşması, kendi dilinde eğitim görmesi, kültürünü ifade etmesi bir<br />

demokrasi sorunudur ve çok büyük oranda çözülür. Fakat, PKK dağdan<br />

iner mi, esas gayesi bu mu, dağdan inse bile avrupa veya rusya ya da<br />

iran başka bir örgütü daha mı çıkarır, bu terör ve şiddet olayları biter mi,<br />

bitmez mi bunlar ayrı konular. isterseniz ben burada durayım ve bu konulara<br />

sohbet şeklinde devam edelim. Soru soranlar da lütfen kendilerini<br />

tanıtsınlar ve burada yaşayıp yaşamadıklarını belirtsinler.<br />

soru<br />

Benim ismim Güngör. istanbul’dan geldim, burada misafirim. Konuşmanızda<br />

bu farklılıkların geçmişte sorun yaratmadığını ve barış içinde<br />

yaşandığını söylediniz. Bu görüşünüze katılmıyor, Osmanlı Döneminde<br />

de bu konuda çok kabahatlerimiz olduğunu düşünüyorum. Yeniçerilerin<br />

ve Yavuz Sultan Selim’in yaptıklarını unutmamak gerek. Bunu bir alevi<br />

olarak özellikle belirtiyorum ve onun devamında da istanbul’da bir belediyenin<br />

alevilerin çok yaşadığı bir mahalleye Yavuz Sultan Selim adını<br />

205


vermesi gibi dramatik bir olayı da vurgulamak istiyorum. O zamanlardaki<br />

durum hâlâ devam ediyor.<br />

Bir Kürt ve alevi olarak her gün okulda “Türküm, doğruyum, çalışkanım”<br />

diye ant içmeye başladığım noktada sistemin beni baskılaması<br />

ve yok sayması benim için bir isyandır. O yüzden bu salona geldiğimde<br />

bana saygı duruşu ya da istiklal Marşı ile bir başlangıç yapmak çok da<br />

sevimli gelemiyor. Çünkü benim travmam var; çünkü bir alevi çocuğu<br />

olarak sıralara çıkartılıp namaz kıldırıldım. Bir Kürt çocuğu olarak sabahları<br />

okula “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diyerek başladım. Bunun<br />

bir çocukta yarattığı etki nedir biliyor musunuz? Varlığınızdan şüphe<br />

duymak, kimliğinizden dolayı aşağılanmak ve anormal olduğunuz hissini<br />

yaşamak. Ben bunların basit karşılıklarından bahsediyorum ve kişisel<br />

bulgularım olarak söylüyorum.<br />

Şimdi soruma geçmek istiyorum. Bugünkü taraf gazetesinde devlet<br />

ile örgütün düzenli olarak görüştüğüne dair bilgiler yer alıyor. Her politikacı,<br />

her parti dönem dönem sorunları çözecekmiş gibi yapıyor ama<br />

sonrasında bir bakıyoruz o kirli savaş bir şekilde devam ediyor. Siz bu<br />

konuda ne düşünüyorsunuz? Bu görüntü bu kadar içinden çıkılamaz bir<br />

halde mi ki her iktidar başlangıçta çözecekmiş gibi yapıyor ama sonrasında<br />

yeniden aynı süreci devam ettiriyor?<br />

Altan Tan<br />

Müsaadeniz olursa bir iki soru daha alalım. Benzer sorular gelirse<br />

hepsine birlikte cevap vereyim.<br />

Soru (Hüseyin Kırlangıç)<br />

avanosluyum ve istanbul’da yaşıyorum. Konuşmanızda hem katıldığım<br />

hem katılmadığım noktalar var. Fakat burada asıl amaç birbirimizi<br />

anlamak, çözüm üretmek ve empati yapmak diye düşünüyorum. Her kesimin<br />

kimliğine saygılı olmak gerekiyor. Konuşmanızda daha çok Cumhuriyet<br />

Dönemindeki sorunlardan bahsettiniz ama Osmanlı Döneminde<br />

de Kürt isyanları vardı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Altan Tan<br />

Buraya kadar olan kısma bir cevap vereyim ondan sonra devam<br />

edelim. Önce hanımefendinin söylediklerinden başlayalım. Benim ağ-<br />

206


zımdan “Osmanlı, Selçuklu veya Abbasi Dönemi bir ‘Asr-ı Saadet dönemi’<br />

gibiydi, hiç sorun yoktu” gibi bir şey çıkmadı. Vurgulamak istediğim<br />

şu; bu çoğulculuk muhafaza ediliyordu. Daha önceki dönemlerde de<br />

kavgalar sıkıntılar oldu. Hatta araplar arasında da oldu. Mesela emeviler<br />

ile abbasilerin kavgası. Bunların hepsi amcaoğlu; yani emeviler de<br />

peygamberin amcalarının oğulları. Yani Yezid’in ailesiyle peygamberin<br />

ailesi amcaoğulları. Ondan sonra abbasiler emeviler’e karşı peygamberin<br />

torunları ile birlikte, yani ehlibeyit ile birlikte başkaldırdılar. Bir<br />

müddet sonra da abbasiler ehlibeyte karşı düşmanlık yaptılar. Demek<br />

istediğim şu; toplumda kavgalar ve çatışmalar oldu. arapların da, Kürtlerin<br />

de kendi içinde çatışmalar oldu ama bu topyekûn birbirini yok<br />

etme veya bir kalıba dökme şekline dönüşmedi. Mesela, son beş yüzyılın<br />

en büyük travması Yavuz Sultan Selim’in alevilere karşı giriştiği<br />

katliam hareketidir. Bunları da konuşmak lazım, çünkü alevi kardeşlerimiz<br />

tepkililer; “Osmanlı zamanında Yavuz Sultan Selim 40.000 Alevi’yi<br />

kesti” diyorlar. ne sebeple olursa olsun insanların katliamdan geçirilmesi<br />

yanlıştır; hiçbir şekilde meşru gösterilemez. Fakat bir kavga çıkar<br />

kavgasıysa, bunu din kavgası olarak göstermeniz de yanlıştır. Şah ismail<br />

ile Yavuz Sultan Selim’in kavgası neydi? Şah ismail azeri, yani türk.<br />

Yavuz Sultan Selim de türk. Şah ismail şiirlerini azerice yazıyor, Yavuz<br />

Sultan Selim Farsça yazıyor. eğer bir türklük yarışmasına girerseniz Şah<br />

ismail, Yavuz Sultan Selim’den daha türk. Şah ismail yazdığı şiirlerde<br />

‘Hatayi’ mahlasını kullanmış ve bugün anlayabileceğiniz durulukta bir<br />

dili var. Pir Sultan abdal’ın dizelerinde de çok duru bir türkçe vardır;<br />

dili çok güzel kullanmıştır. aynı duruluğu o zamanın Osmanlı şairlerinde<br />

göremezsiniz. Bana sorarsanız Şah ismail’in Şiilik diye, Yavuz Sultan<br />

Selim’in de Sünnilik diye bir derdi yoktu. Zaten Osmanlı askerlerinin,<br />

yeniçerilerin büyük bir çoğunluğu Bektaşi’ydi. iki büyük türk imparatoru<br />

o dönemin siyasetinde rekabete girdiler. Bu rekabetin nedeni dini<br />

sebeplerden ziyade cihan imparatorluğuydu. Bunlardan önce, Yavuz<br />

Sultan Selim’in dedesi Fatih Sultan Mehmet ile Şah ismail’in dedesi (annesinin<br />

babası) akkoyunlu Uzun Hasan arasında 1473’de geçen Otlukbeli<br />

Savaşı var. Yine iki büyük türk hükümdarı karşı karşıya ama işin<br />

garip tarafı Uzun Hasan Sünni; Şah ismail gibi Şii değil. Bu sefer iki hükümdar<br />

da Sünni. Burada “dini faktör var” demek mümkün mü? Bana<br />

kalırsa nedeni siyasi. Daha da ilginci o zaman akkoyunluların başkenti<br />

Diyarbakır. tebriz’e çok daha sonraları gidiyorlar.<br />

207


Biraz daha geriye gidelim. Her ikisi de Sünni olan Yıldırım Beyazıt<br />

ile timurlenk, 1402 yılında ankara Meydan Savaşı’nı yaptılar. Savaşı timurlenk<br />

kazandı ve Yıldırım Beyazıt’ı esir aldı. Bir grup arkadaş olarak<br />

3 yıl önce gezmek için Özbekistan’a gitmiştik. içimizde tarih bilen de<br />

bilmeyen de var, hiçbir şeyden haberi olmayan, eyyamcı dediğimiz tipler<br />

de var. türkiye’de Fatih Sultan Mehmet’e ne kadar önem veriliyorsa<br />

Özbekistan’da da timur’a o kadar önem veriliyor. aynı zamanda büyük<br />

bir din adamı, Müslüman, dindar bir Sünni olarak biliniyor. Mezarına<br />

gittik, oraya imparatorluğun haritasını asmışlar. Yaptığı savaşları, yayıldığı<br />

yerleri gösteriyor. Bir şeyden haberi olmayan eyyamcı arkadaşlarımızdan<br />

biri bunu öğrenince “devletimizi yıkan adam demek bu. Ben buna Fatiha<br />

okumam” dedi. Orada evliya, burada hain olarak görülüyor. Dolayısıyla<br />

alevi ve Sünni kardeşlerimizin Yavuz Sultan Selim ile Şah ismail meselesini<br />

biraz sağduyu ve soğukkanlılıkla ile incelemesi lazım. Sünni ve türk<br />

timur geldi, katliam yaptı. arkasından Otlukbeli Savaşı’nda yine katliamlar<br />

oldu, her iki taraf da öldürdü. Şah ismail döneminde de yine bir taraf<br />

Şiiliğe, diğer taraf Sünniliğe dayandı. ilk başlarda Şah ismail Sivas’a kadar<br />

olan toprakları ele geçirmişti. Diyarbakır, Urfa, Malatya da Şiileşmeye,<br />

alevileşmeye başladı. O dönemde de o bölgedeki birçok Sünni öldürüldü.<br />

tarihte çok az bilinen bir meseleyi anlatacağım. O dönemdeki 25<br />

Sünni Kürt Beyi, ilk başta Şah ismail ile birlik oldular, çünkü Osmanlı çok<br />

uzaktaydı. O zamanki Osmanlı daha Konya’ya kadar bile gelememişti.<br />

Konya’da Karamanoğlu, adana’da ramazanoğlu, Maraş’ta ise Dulkadiroğlu<br />

Beylikleri var. Bunlar Şah ismail ile beraberler. Bu Kürt beylerinin<br />

içinde en meşhur ve yetkili olanı da Melik Halil eyyubi idi. Şah ismail’in<br />

kızkardeşiyle evliydi. Bu kadar yakınlık vardı aralarında. Bütün Kürdistan<br />

beyleri tebriz sarayına bir toplantıya gidiyorlar. toplantı sırasında aralarında<br />

tartışma çıkıyor ve Şah ismail kendi eniştesi eyyubi de dahil olmak<br />

üzere hepsini tutuklayıp tebriz zindanına atıyor. Ondan sonra da çıkıp<br />

gelip Yavuz Sultan Selim ile anlaşıyorlar ve neticede savaşta kazanan taraf<br />

diğerini öldürüyor. tekrar söylüyorum; hiçbir şekilde katliamlar meşru<br />

gösterilemez. ‘Savaşı kazandın, git hepsini öldür, malını, canını namusunu<br />

gasp et’ gibi bir şeyi tasvip etmek mümkün değil. Bunları olduğu<br />

gibi görürsek, en azından geçmişte yaşananları düşmanlığa çevirmemiş<br />

ve günümüze taşımamış oluruz. türkiye’deki aleviler 400 yıl boyunca<br />

toplumsal hayatın dışına itildiler. Dikkat edin, alevilerin oturduğu bütün<br />

yerler özellikle doğu memleketlerinde kuş konmaz kervan geçmez yerlerdir.<br />

Yani Sivas’ın, erzincan’ın, tunceli’nin şehir merkezlerinden uzak,<br />

208


sarp yerleridir. 400 yıl boyunca iktidar tarafından toplumsal hayatın dışına<br />

itilmişlerdir; bunları da görmek ve kesinlikle yanlış kabul etmek lazım.<br />

aksini düşünmek ırkçılık, faşizm olur.<br />

istiklal Marşı meselesine gelince; bu konuda bir şey söylemedim henüz.<br />

Hani derler ya, ben bu köyün yabancısıyım, sesimi çıkarmayayım.<br />

iki sene önce Urfa’da dindar bir sivil toplum kuruluşu tarafından bir toplantı<br />

düzenlendi. Bir arkadaş ayağa kalktı ve hepimizi Kurtuluş Savaşı<br />

şehitlerimiz, atatürk ve silah arkadaşları için saygı duruşuna davet etti.<br />

arkasından da istiklal Marşı okundu. toplantıda söz bana gelince “bu bir<br />

resmi toplantı değil, bir sivil toplum kuruluşunun toplantısı, bir sohbet.<br />

Bizim İstiklal Marşı ile hiçbir sorunumuz yok. Allah rahmet etsin, İslam<br />

mütefekkiri Mehmet Akif Ersoy’u büyük bir İslam şairi olarak görürüz. İstiklal<br />

Marşımızın ise Urfa tabiri ile başımızın gözümüzün üzerinde yeri var<br />

ama bu bir resmi toplantı değil. Yani bir futbol maçına gidince toplanıp<br />

“haydi topluca ezan okuyalım” demek ne kadar uygun düşmezse bu da<br />

uygun düşmez” dedim. O gece televizyon kanallarında “İslamcı yazar<br />

Altan Tan İstiklal Marşı’na karşı” diye yayınlar yapıldı ve Urfa Mahkemesine<br />

hakkımda dava açıldı. Mahkeme 18 ay sonra sonuçlandı. Onun için<br />

bugün çok fazla sesimi çıkarmadım ama bunlar doğru değil. Her şeyin<br />

bir yeri, sırası var; mesela bir düğünde “haydi İstiklal Marşı okuyalım”<br />

demek biraz komik kaçar değil mi?<br />

Osmanlı Döneminde de Kürt bölgelerinde isyanları var ama bu isyanlar<br />

etnik temelli isyanlar değil. Mesela, Balkanlar’da tepedelenli ali Paşa<br />

isyanı var, Mısır’da Kavalalı Mehmet ali Paşa’nın isyanı var. Biliyorsunuz<br />

Kavalalı bütün Mısır’ı Osmanlı’dan kopardı aldı ve hatta Kütahya’ya kadar<br />

geldi. Kürt bölgesindeki isyanlar da ‘biz Kürt’üz, Kürtlük için isyan<br />

ediyoruz’ diye yapılmış etnik isyanlar değil; ya Kürt beylerinden birinin<br />

yetkileri elinden alınmış, ya istediği tayinler yapılmamış veya rekabetten<br />

kaynaklanmış. Kürtlerin etnik, milli, kültürel haklarına bir tecavüz olduğu<br />

için yapılan isyanlar değil. Farkı bu; daha geleneksel yapıda olan şeyler.<br />

O noktada da sorunlar var ama bu sorunlar birbirini yok sayma veya<br />

imha noktasına dayalı şeyler değil. Cumhuriyet Döneminde ise tekçi bir<br />

politika var; insanlar tek bir kalıba sokuldu. Benim demek istediğim bu.<br />

1924 anayasası’nda “herkes Türk olarak kabul edilir” denildi. Halbuki<br />

1921 anayasası’nda bu yok. Osmanlı’nın ikinci meşrutiyetinde 1908’de<br />

yok, Osmanlı Devleti’nde şeriat var deniyor ama 1876 anayasası’nda<br />

“bütün vatandaşlar İslam’dır” demiyor; “hepsi Osmanlı kabul edilir” di-<br />

209


yor. Biz de diyoruz ki şimdi de anayasa türk, Kürt, islam ya da alevi<br />

demesin; türkiye Cumhuriyeti vatandaşı desin. nüfus cüzdanlarımızda<br />

din ibaresi var ama bu topraklarda yaşayan herkes Müslüman değil. Hıristiyanlar,<br />

ateistler, Yahudiler de var. Doğrusu isteyenin dinini yazdırması,<br />

istemeyenin yazdırmamasıdır. eskiden dinle birlikte mezhebini de<br />

yazıyorlardı. Benim de çocukken nüfus cüzdanımda Şafi yazıyordu. Sen<br />

vatandaşını dinine, diline, rengine göre tanımlama; ‘türkiye Cumhuriyeti<br />

Vatandaşıdır’ de.<br />

soru<br />

türk tanımı ırkçı bir tanım mıdır size göre?<br />

Altan Tan<br />

Bana göre ırkçı bir tanımdır. türk türk’tür, arap arap’tır, Kürt Kürt’tür<br />

ama ben öyle kastetmedim diyorsan bu tanımı kaldırmak en doğrusu.<br />

soru<br />

edebiyat öğretmeniyim ve nevşehirliyim. Bu etkinliklerden dolayı<br />

avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü’ye teşekkür ediyorum. etkinliklere<br />

nevşehir’den gelerek katılmaya çalışıyorum. Bir noktayı vurgulamak<br />

lazım; zalimin dini yoktur. Cumhuriyet’ten sonra gerek milliyetçi<br />

gerek sosyalist birçok insanımıza ve aydınımıza cezaevlerinde yapılanları<br />

hatırlayalım. Hepsi zulme uğramış ama ben diyorum ki zalimin kimliği<br />

üzerinde durmayalım. Zalim zalimdir. az önce alevi arkadaşımız da bazı<br />

hususları ifade etti. Ben de inancımın birçok noktasını halen ifade edemiyorum<br />

ve zulüm içindeyim. Siz de zulüm içindesiniz. Zalim zalimdir<br />

ama biz şu salonda birbirimizi dinleyebiliyorsak bunu devam ettirelim<br />

derim. Birbirimizle tartışmayalım, fikirlerimizden karşılıklı faydalanalım.<br />

tekrar teşekkür ediyorum.<br />

Altan Tan<br />

Ben de teşekkür ederim. Güzel bir noktayı hatırlattınız; zalimin dini<br />

yok. Bunu tersinden söylersek, yanılmıyorsam bir hadisi şerifte “mazlumun<br />

dini sorulmaz” diyor. Yani birisi zulme uğramışsa dini sorulmaz.<br />

Hatta islam hukukuna göre hayvanların ve bitkilerin bile hakları var. Bir<br />

merkebe haddinden fazla yük yükleyemezsiniz, güneşin altına bağlayamazsınız,<br />

susuz ve aç bırakamazsınız. Bir yerde bir yanlış varsa, Kürt,<br />

210


türk ya da alevi kim zulüm yapıyorsa bunu mazur görmek doğru değil.<br />

Çünkü mazlumun dini sorulmaz. işin siyasi boyutu varsa bunları konuşalım<br />

ama meselenin özünü bilmek lazım. Bu ülkede türkler, aleviler,<br />

Kürtler, dindarlar, ateistler, modern hayat tarzını benimsemiş insanlar var.<br />

Bir ailenin içinde bile farklılıklar var. Mesela benim erkek kardeşlerimden<br />

biri ömrü boyunca ağzına bir damla içki koymadı, diğeri ise ne bulduysa<br />

içti rahmetli. Bir kız kardeşimin başı açık. üniversite mezunu üç kızım<br />

var; ikisinin başı kapalı, bir tanesinin açık. toplumun tamamında bu böyle.<br />

Bazı insanlarımızın endişesi şu; “bunların eline güç geçerse bizi kıtır<br />

kıtır keserler. Bizi zorla çarşafa sokarlar, içkili lokantalara izin vermezler,<br />

plajların hepsini kapatırlar”. Dilimin döndüğünce Müslümanlar bunları<br />

yapmaz demeye çalışıyorum ama inanın öyle Müslümanlar var ki bunları<br />

da yaparlar. Bu gerçeği de kabul etmek lazım. Söylemek istediğim toplumdaki<br />

herkesin bir teminatının olması lazım. Yani plaja gitmek istiyorsa<br />

bana göre gitmeli. amcalarımdan biri ve hanımı 50-60 yıldır istanbul’da<br />

yaşıyor. Yengem başbakana çok kızıyor, “yavrum bunlar dinci, herkesi<br />

zorla çarşafa sokacaklar” diyor. Ben de “başbakan benim eski arkadaşım<br />

ama bazı uygulamalarını beğenmiyorum. Örneğin başörtüsü sorununu<br />

hâlâ çözmedi. Müslümanlara yeterince hizmet etmedi. Bu durumda o<br />

tehlikeliyse ben daha tehlikeliyim” diyorum. Yengemin söylediği şey “yok<br />

yavrum, ben senin çocukluğunu biliyorum, sen iyi çocuksun” oluyor. işte<br />

bir kesimde de böyle bir endişe var. islam dünyasındaki bazı uygulamalar<br />

bu endişeleri doğuruyor. Mesela iran’da 5-10 sene öncesine kadar erkeklerin<br />

kısa kollu gömlek giymesi bile yasaktı. Oysa iran bir afganistan gibi<br />

kabile devleti değil; 2 bin 500 yıllık bir tarihi geçmişi, kültürü, felsefesi<br />

olan bir devlet. Hiçbir kesimin diğerine bir şeyleri dayatmaması, zorlama,<br />

şiddet kullanmaması lazım. normal şartlarda nasıl istiyorlarsa öyle<br />

yaşayacaklar.<br />

soru<br />

15 yıldır avanos’ta yaşayan bir Bingöllüyüm. aslında zalimin hamasette<br />

rant devşirme dönemini yaşıyoruz. Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum.<br />

Kısa süre önce Dicle üniversitesi’nden Diyarbakırlı bir doçent<br />

misafirim vardı. asma köprünün üzerinde yaklaşık iki saat süren bir sohbet<br />

yaptık. Dicle üniversitesi ile Diyarbakır’ın arasından Dicle nehri geçer;<br />

avanos’un içinden Kızılırmak, eskişehir’den de Porsuk Çayı geçiyor.<br />

Diyarbakır’da yaşayan insanlar avanos’u, eskişehir’i göremiyor. niye?<br />

211


Çünkü hamaset bir kara çarşaf gibi onların üzerini örtmüş. Gerek doğuda<br />

gerek batıda bu hamaseti devam ettirme niyetinde olan insanların varlığı<br />

nedeniyle çözüm üretme noktasındaki sıkıntılar halen devam ediyor.<br />

toplum çatışma içinde olduğu vakit orada yaşayan insanlar Dicle nehrinin<br />

güzelliklerini fark edemiyor, toplumun müşterek yarası haline gelen<br />

bu bakış açısı insanlarımıza giydirilmeye devam ediyor. empati yaparak<br />

oraların sorunlarını burada anlatmaya çalışıyorum, oraya gittiğimde buraların<br />

güzelliklerinden bahsediyorum. Bu hamaseti gidermenin yolları<br />

ne olabilir?<br />

Altan Tan<br />

Önemli bir noktaya temas ettiniz. Bir-iki tespit yapıp oraya gelmek<br />

istiyorum. Birincisi, toplumumuz içinde allah’a çok şükür ki ciddi fay<br />

çatlaklıkları yok; ya da ciddi düşmanlıklar yok diyeyim. Biraz önce içki<br />

içen-içmeyen, plaja giden, çarşaf giyen düzleminde bir şeyler söylemeye<br />

çalıştık. toplumumuzda hemen hemen her ailenin üyeleri birbirinden<br />

farklıdır ama o aile düğünde, cenazede, sünnette birlik olur, yan yana<br />

gelir. O ilişkileri toplum kendi içinde tolere eder. istanbul, adana gibi şehirlere<br />

gidin alevi, türk, Kürt hepsini bir apartmanın içinde görürsünüz.<br />

Bu açıdan baktığımızda halkın içinde dini, etnik vb konularda gerilim,<br />

çatışma ya da kutuplaşma olmadığını görürüz. Peki sorun nerede? Sorun<br />

işin içine siyaset girdiğinde başlıyor ve sosyal hayatta birbirleriyle sorunsuz<br />

yaşan kitleler arasında çatlaklar ortaya çıkıyor. Siyaset bu çatlakları<br />

ortaya çıkarıyor. Büyükşehirlerde bir çarşıya girin ve esnafa sorun; ya<br />

Kürt, ya Çerkez veya alevi çıkar. Bunların 5’i çok dindar, 1-2’si hovarda<br />

olabilir ama çarşı içinde yaşam tarzlarından dolayı kavga etmezler. Kavga<br />

etseler bile nedeni işten veya gündelik hayattan kaynaklanan basit<br />

nedenlerden dolayıdır. Bu çatlaklar veya fay hatları siyasette meydana<br />

geliyor. Örneğin, ermeni meselesini ele alalım. ermenilerle Müslümanların<br />

karşılaşmaları Hz. Ömer zamanındadır. Herodot tarihinde ermenistan<br />

Botan nehri’nin yukarısındaki bölüm olarak tarif ediliyor. Herodot,<br />

nehrin aşağısında da Kürtlerin olduğunu söylüyor. Hz. Ömer zamanında<br />

Müslüman olan bölgede ermeni krallıkları, Kürt beylikleri var. 1071 Malazgirt<br />

Savaşı ile birlikte de türkler geliyor ve 1900’lere kadar bu halklar<br />

iç içe yaşıyor. Peki sonra ne oluyor da birbirlerini kesiyorlar? Buraya siyaset<br />

girmese bu halklar niye allak bullak olsun? Şuraya getirmek istiyorum<br />

lafı; Genel Kurmay Başkanlığı’nın verdiği rakamlara göre Kürt meselesi<br />

212


yüzünden 47.000 insanın hayatını kaybetmesine rağmen, allah’a çok şükür<br />

ki bu halklar arasında bir düşmanlık yok. Siyaset meseleyi öyle bir<br />

noktaya getiriyor ki, bu etnik zemin üzerinden siyaset yapan aktörler işi<br />

çatışmaya ve marjinal uçlara doğru çekiyorlar. toplumun tekrar çoğulcu<br />

yapıya oturması lazım.<br />

Çoğulcu toplum yapısını oluşturmak için ne yapabiliriz? Birkaç tane<br />

yol var. eğer dindar bir Müslümansan, “beni Kuran, hadis, sünnet bağlar”<br />

diyorsan islam hukukuna bakacaksın. islam hukukunda farklı dinlerin,<br />

dillerin, kültürlerin nasıl tolere edildiğine bakacaksın. “Ben İslam hukukuna<br />

bakmıyorum; bugün Türkiye çağdaş, laik, demokratik bir ülke olma<br />

yolundadır. Avrupa Birliği kriterlerine bakarım” diyorsan da öyle yapacaksın.<br />

Bugün türkiye avrupa Birliği kriterlerini önüne koymuş ve imzalamış<br />

bir ülkedir. Hatta bir maddeye göre türkiye Cumhuriyeti’nde çıkarılacak<br />

yasalar, altına imza koyulan uluslararası antlaşmaların hilafına olamaz.<br />

Sadece siyasi mevzularda değil, örneğin zirai bir meselede de bu geçerli.<br />

Mesela, “tarımda kullanılacak metotlar şunlardır” gibi. Çıkardığın yasalar<br />

imza koyduğun kriterlerin aksine olamaz. avrupa Birliği sürecinde çıkarılan<br />

birçok yasa da bu yönüyle mahkemelik oldu. Bizde herkes demokrasiyi<br />

kendine istiyor. Mesela bir alevi yurttaşımız cemevi meselesini öne<br />

çıkartıyor, başörtüsüne veya Kürt sorununa gelince ilgisiz kalıyor. Bunun<br />

en güncel örneğini anlatayım size. Biraz politikaya girelim; tehlikelidir<br />

ama tadı tuzu olsun. Mesela ak Parti’de abdülkadir aksu, Cemil Çiçek,<br />

Murat Başesgioğlu, Kürşad tüzmen’den Vecdi Gönül’e kadar bir kesim<br />

sürekli sağcı ve milliyetçi refleksler veriyor. taş atan çocuklar yasası da<br />

gelse karşı çıkıyor, başka yeni anayasa konusu gelse de karşı çıkıyor bir<br />

şekilde bunlar engelleniyor ve Kürt meselesinin çözümünde sürekli tekere<br />

taş koyucu veya askeri vesayetle daha uzlaşabilecek bir politika takip<br />

ediliyor. Öbür tarafta BDP’ye bakıyoruz, Iğdır milletvekili Pervin Buldan<br />

ile Van milletvekili Özdal üçer dediler ki “bizim laiklik anlayışımız ile<br />

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin laiklik anlayışı aynıdır. Türkiye’de esas tehlike<br />

siyasal İslamcılıktır, Van’daki bütün apartmanların bodrum katları yasadışı<br />

Kuran kursu haline geldi. Bununla mücadele etmemiz lazım”. Bir grup<br />

diyor ki “askerle bir olalım Kürtleri dövelim”, öbür grup da diyor ki “bir<br />

olalım İslamcıları dövelim”. Siyasette de böyle bir kafa karışıklığı var.<br />

Sırrı Sakık ile birlikte Haber türk’teki bir haber programına katıldık.<br />

Orada aysel tuğluk’un bir yazısını okudum. Kendisi, bir dönem milletvekillik<br />

yapmış, ideolojik yönden güçlü, entelektüel biridir. Programa ara<br />

213


verilince Sırrı Sakık biraz da gülerek “Aysel Abla sana çok kızmış Altan<br />

Bey” dedi. Ben de “bağlasınlar programa, konuşalım. Eğer bu yazıları<br />

yazmamışsa ‘yazmadım’, vazgeçmişse ‘vazgeçtim’ desin”. ardından da<br />

programın ikinci kısmında Van’daki Kuran kurslarından bahsedeceğimi<br />

söyledim. Sırrı Sakık, şakayla karışık “Aman, bahtına düştüm, Van’daki<br />

seçimi kazanıyoruz, ağzını açmayasın” dedi. Programdan sonra aysel hanım<br />

beni aradı, telefonda bir saat konuştuk.<br />

niyetim ak Parti’yi ya da BDP’yi yerden yere vurmak değil. Kendi<br />

hakları söz konusu olduğunda demokrat, yabancıya, ‘öteki’ne karşı tamamen<br />

despot olma durumuna karşıyım. Örneğin, bir alevi cemevine<br />

gidiyorsa beni niye rahatsız etsin? Bir lokantada birisi içki içiyorsa, inancıma<br />

göre haram olduğu için ben içmiyorsam kime ne? “İçip de nara<br />

atarsa” diyorlar. Be de “bir adam içmezse ve nara atarsa bunun meşruluğu<br />

var mı?” diyorum. ister içkili olsun ister olmasın, nara atarsa polis gelir<br />

götürür. Özgürlükleri veya demokrasiyi sadece kendinize has gördüğünüz<br />

vakit yol alınamıyor. Bugün türkiye’nin en büyük sorunu da budur,<br />

türkler, Kürtler, aleviler, laikler, dindar Müslümanlar ortak bir demokrasi<br />

paydasında yan yana gelemiyor ve bunun için de yeni bir anayasa yapılamıyor.<br />

toplumsal bir uzlaşma sağlanamıyor. Siyasetçiler oy alabilmek<br />

için bu konuyu uç noktalara çekiyorlar. Mesela MHP milletvekili Oktay<br />

Vural benim okul arkadaşımdır. Kendisi Siirtli bir arap’tır. Diyarbakır Maarif<br />

Koleji’nde benden iki sınıf üstteydi. Konuştuklarını dinlediğim vakit<br />

“bu Oktay bizim okuldaki nazik, basketbol oynayan çocuk mu? Ne hale<br />

gelmiş” diyorum. 40 sene öncesine gitsen öyle değil ama bu oy kaygısı<br />

dili gittikçe keskinleştiriyor. Van meselesinde BDP milletvekilinin söylediği<br />

lafa dönersek; sen namaz kılmayabilirsin, Kuran kursuna da gitmeyebilirsin<br />

ama bazıları Kuran kursuna gidiyorsa niye rahatsız oluyorsun?<br />

referandumda olduğu gibi ülkeyi karpuz gibi ikiye bölecekler; hükümeti<br />

kabul edenler, etmeyenler diye. Farz et ki %55 ile geçti veya %53 ile geçmedi,<br />

sonuç ne olursa olsun halkı böyle ikiye bölmek doğru bir şey mi?<br />

Kim haklı olursa olsun, netice ne olursa olsun işin bu boyuta gelmiş olması<br />

yanlış. Uzlaştırıcı bir dilin hakim olması ve toplumun ikna edilmesi<br />

lazım. Ondan sonra da yeni bir anayasa çerçevesinde, yeni bir toplum ve<br />

millet tasavvuruyla yola devam etmek lazım.<br />

Burada sohbeti noktalayalım isterseniz. Saygılar sunuyor ve hepinize<br />

çok teşekkür ediyorum.<br />

214


Tasavvuf Sohbetleri<br />

17 Temmuz 2010<br />

Ömer Tuğrul İnançer


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

‘avanos-Kızılırmak Kültür ve Sanat Günleri’ kapsamında gerçekleştirdiğimiz<br />

toplantılara söyleşi adını verdik. Bu kelimenin tam karşılığı,<br />

eski demeyeceğim, esasında eskimeyen haliyle ‘hasbihâl’ olsa gerek. ancak,<br />

bilhassa gençlerimiz kolay anlasınlar diye söyleşi kelimesini tercih<br />

ettik. Bu toplantılardan maksadımız, seçtiğimiz konularda ansiklopedik<br />

bilgiden ziyade, konunun ehli misafirlerimizden esaslı ve özlü bilgi edinebilmek.<br />

Böylelikle bilhassa avanos halkında, katılımcılarda bir merak<br />

hissi uyandırmayı, merak sâikiyle onları araştırmaya sevk edip yeni okumalara<br />

kapı aralamaya vesile olmayı amaçladık.<br />

Hepimizin malumu olduğu üzere, yüce kitabımızda nâzil olan ilk<br />

emir “ikra”, yani ‘oku’ âyet-i kerîmesidir. Kendisi peygamber olmadığı<br />

halde kitabı olmakla taltif olunan yüce Pir Hz. Mevlânâ, Mesnevî-i<br />

Şerîf’ine “bişnev”, yani ‘dinle’ diyerek başlar. Dolayısıyla yüce kitabımızda<br />

ilk emir olunan ‘oku’, Mesnevî-i Şerîf’teki tavsiye olunan ilk husus<br />

da ‘dinle’ olmaktadır. Bu iki husus bizlerin önünde bir yol haritası gibi<br />

durmakta ve bundan sonra bize metodoloji konusunda en sağlam bilgileri<br />

vermektedir. Demek ki biz, öncelikle okuyacağız, sonrasında da<br />

dinleyeceğiz. Bu cümleden olmak üzere bugün sayın hocamız bizlere<br />

tasavvuf konusunda bir sohbette bulunacaklar. Her ne kadar sohbet diyorsak<br />

da, konuşmanın ana konusu Hz.Peygamber efendimiz, tasavvuf,<br />

Mesnevî ve bunların hepsinin temeli olan aşk olunca ve bu toplantıda<br />

konuşmacımız Sayın Ömer tuğrul inançer hocamız olunca artık söyleşiden,<br />

toplantıdan, hasbihâlden öte eminim bir muhabbet olacaktır. Yani,<br />

o meşhur sözde ifade edildiği şekliyle “Muhammed’ten muhabbet oldu<br />

hâsıl, Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl” vücut bulacaktır. Sözü daha<br />

fazla uzatmadan, sayın hocama davetimize icabet edip ilçemizi teşrif<br />

ettikleri ve bizleri şereflendirdikleri için, sizlere de gösterdiğiniz ilgi ve<br />

katılım için bir kez daha teşekkür ediyor, hoş geldiniz diyerek en içten<br />

saygılarımı arz ediyorum.<br />

217


SUNUŞ<br />

Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Fatma Şahin<br />

“tasavvuf Sohbetleri” konulu söyleşi ile bugün aramızda bulunan Sayın<br />

Ömer tuğrul inançer, 1946’da Bursa’da doğdu. Orta öğrenimini Bursa’da<br />

tamamladıktan sonra istanbul üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 20<br />

yıl kadar çeşitli şirketlerde müşavir avukatlık yaptıktan sonra 1991 yılında<br />

Kültür ve turizm Bakanlığı istanbul tarihi türk Müziği topluluğu’nda<br />

sanatçı müdür olarak çalışmaya başladı. Öğrenimi sırasında özel olarak<br />

müzik dersleri aldı. Çeşitli radyo ve tV programlarında misafir sanatçı ve<br />

konuşmacı olarak yer aldı. Birçok yurtiçi ve yurtdışı konserlerde müzik<br />

faaliyetlerinde bulundu. tasavvuf konularında çeşitli makaleleri ve kitapları<br />

vardır. evli ve iki çocuk babasıdır. Şimdi Sayın Ömer tuğrul inançer’i<br />

söyleşilerini yapmak üzere sahneye davet ediyorum.<br />

Ömer Tuğrul İnançer<br />

allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi hepimizin üzerine olsun. Ben de<br />

sayın başkan gibi sözlerime önce teşekkür ile başlamalıyım ama şahsî bir<br />

teşekkür değil. Ben belediyeciliğin eski anlayışta olduğu gibi yol, köprü,<br />

kanalizasyon hizmetlerinden ibâret olmadığı fikrindeyim. O hizmetleri<br />

müstemleke valileri de yapmıştır. Kongo’daki yolları Belçika yaptı. Güney<br />

afrika’daki yolları, köprüleri, kanalizasyonları Hollandalılar yaptı.<br />

Hindistan’dakileri ingilizler yaptı ama Kongo’daki insanlar millet olmayı,<br />

kültürleriyle başardılar. Hintliler kendilerine yol, su, elektrik hizmeti<br />

vermeyen Gandi sayesinde millet oldular. Onun için nasılsa herkes bir<br />

yol bulur, bedeninin gereklerini ve ihtiyaçlarını karşılar. ama gönlünün<br />

ihtiyaçlarını kim karşılayacak? insanı bedene indirgemenin vebalini kim<br />

çekecek? artık memleketimizde birçok belediye, bedenî hizmetlerin yanı<br />

sıra gönül hizmetleri de sunmaya başladı, çok şükür. Bunların içinde<br />

avanos’un olması ayrı bir teşekkür kaynağı. Sayın başkan bir tâbir kullandı<br />

“ehil adamlar” dedi. Vallahi benim ehliyetim yok; ben ehil falan<br />

değilim. ama bir şeyim varsa şudur; bu konuya çok muhabbetim var.<br />

ne akademik bir kariyerim var, ne de mektebine gittim; zaten bu işin<br />

mektebi yoktur. ibrahim tatlıses’in dediği gibi, “Urfa’da Oxford vardı da<br />

biz mi gitmedik?”. ama ben bu işi seviyorum. eğer, bu sevgimin bende<br />

bir birikimi varsa, bunu sizlerle paylaşmaya gayret edeceğim. Dolayısıyla<br />

bu davete de ayrıca teşekkür ediyorum. Beni dinlemeye lâyık bulmanız<br />

benim için çok özel bir iltifattır. Bu iltifatınıza lâyık olmaya çalışacağım.<br />

218


Herkesin bir huyu var ve bu huy mutlaka dışarıya davranış biçimi<br />

olarak aksediyor. eski tâbir ile “üslub-u beyân ayniyle insandır”. Bende<br />

de nedense bir itirazcılık huyu var, her şeye itiraz ederim. Sayın başkana<br />

da edeceğim affına sığınarak. lügat manası itibarıyla “ikra” kelimesi<br />

‘oku’ demektir, doğru. Bize çocukluğumuzdan beri hep aynı şey söylendi.<br />

Cebrâil aleyhisselam geldi Hz. Peygambere “oku” dedi, Peygamber<br />

efendimiz “ben okuma bilmem” dedi. Cebrâil onu kollarında sıktı bir<br />

daha “oku” dedi, Hz. Peygamber o zaman okudu. Cebrail aleyhisselam,<br />

efendimizin yazı okumak anlamında okuma bilmediğini bilmiyor<br />

da ona “oku” diye emrediyor öyle mi? Hep böyle anlatılıyor değil mi?<br />

elbette ki böyle değil. Her sene okullar açıldığı zaman bütün hatip efendiler<br />

Diyanet işleri Başkanlığı’nın emri ile okumaktan, tahsilden bahsederler.<br />

Cebrâil’in Peygamber efendimize emrettiği “oku”, ‘tahsil etmek’<br />

anlamında değildir, ‘idrak’tir. efendimizin hayât-ı seniyelerine çok dikkat<br />

etmemiz lâzım. Hepinizi tenzih ederim ama türkiye’deki Müslümanlar<br />

içinde ezvâc-ı mutahharayı ismen sayacak kaç kişi çıkar? annelerimiz değil<br />

mi? annelerimiz. Kaç tanesinin ismini sayabiliriz? Biz peygamberimizi<br />

tanımıyoruz ki! Bir ‘ümmî peygamber’ lafı duymuşuz, ümmîliği anadan<br />

doğma cahil zannediyoruz. Zât-ı şerîfinin anadan doğma âlim olduğunu<br />

kabul etmiyoruz; sonradan öğrendi zannediyoruz. “ikra”; ilim öğrenmek<br />

için okuma yazma aracına ihtiyaç duymayacak kadar yüksek bir bilgiye<br />

sahip olduğunu ama bu bilginin idrak ve daha sonra da bir davranış biçimi<br />

haline getirilmesinin yalnız başına yapılamayacağının emridir. “Bismi<br />

rabbikellezî halak, halakel insane min alak”, yani kendi kendine okuyamazsın;<br />

ancak seni yaradanın, rabbinin adını anarak, konuya O’nu dahil<br />

ederek okuyabilirsin, anlayabilirsin. Bu âyetin daha sonraki bir başka<br />

âyetteki yansıması ve sağlaması da şudur; kalbin tatmini ancak allah-u<br />

Zülcelâl’in herhangi bir konuya dahil edilmesiyle mümkündür, allahsız<br />

hiçbir şey olmaz. “Elâ bi zikrillâhî tatmainnül kulûb”.<br />

efendimizin hayat-ı seniyesini bilince, özellikle 30’lu yaşlarından<br />

itibaren sıkça inzivaya çekildiğini, 38-40 yaşlarında bu inzivaların sıklaştığını<br />

ve süresinin uzadığını görürüz. Halen Hira Dağı olarak bildiğimiz<br />

dağın adı da Cebel-i nûr’dur; “Hira, mağaranın adıdır. Hatta Hicaz’a gidenler<br />

bilir, bazı resmi görevli rehberler bile halen Hira Dağı diyorlar.<br />

itiraz edince “Bunlar teferruat” deniyor. evet, teferruat ama teferruatsız<br />

neyimiz var? Mesela fermuarsız pantolon, düğmesiz ceket yok değil mi?<br />

Herkes ne demek istediğimi anladı sanıyorum. resulullah efendimiz Hira<br />

219


mağarasında ne yapıyordu? ne yazık ki dinimizi tapınma ritüelleri haline<br />

indirgeyen zihniyet; namazı, yatıp kalkmaktan; orucu, aç kalmaktan;<br />

Haccı, tavaf etmekten ibaret sanan bir zihniyet çok önemli bir farzı hiç<br />

dile getirmiyor; tefekkür. Hiç tefekkürden bahseden bir vâiz duydunuz<br />

mu? Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de, allah-u Zülcelâl mü’mini târif ederken<br />

birçok vasıflarının yanında “onlar tefekkür ederler” diyor; yani îmanın vasıflarından<br />

biridir. işte Peygamber efendimiz Hira mağarasında inzivâya<br />

çekildiği zamanlar tefekkür ediyordu. neyi? nereden gelip nereye gittiğini,<br />

nerede, niçin ve nasıl olduğunu… ancak bunları okuyamıyordu.<br />

Okumak, kağıt okumak demek değildir, “ben senin kalbini okudum,<br />

gözlerindeki manayı okudum” gibi tâbirlerde kullandığımız okumak,<br />

‘kırâat etmek’ mânasındaki okumak değildir; ‘idrak etmek’ anlamındaki<br />

okumaktır. “Sen bütün bilgileri toplasan da Allah’ın varlığını işin içine<br />

katmazsan okuduğunu idrak edemezsin”; emir budur. Biz ‘ikra’yı böyle<br />

anlıyoruz. Kâinatı okumaktır ki her vücut bir kâinattır; okuyabilene aşk<br />

olsun! Gerçi çok da zor değil. Cebrâil’in sözünü dinlersek, yani işin içine<br />

“Bismi rabbikellezî halak, halakel insane min alak” katarsak olur. Bize<br />

büyüklerimiz öyle öğrettiler; yüksek sesle veya içinizden rabbe yönelin<br />

ve “Ya rabbim tesir halkeyle” diye duâ edin. allah tesir halketmezse istediğimiz<br />

kadar konuşalım, çağıralım, dinleyelim nâfile.<br />

Konuya başlarsak, tasavvuf deyince, “tasavvuf muz gibi, ne niyete<br />

yersen öyle olur” değildir. Şimdi öyle oldu herkesin ağzında. tasavvuf,<br />

her şeyden önce keşişlik değildir; tekke manastır, derviş de keşiş değildir.<br />

terketmek yoktur; çünkü Peygamber efendimiz “dünyası için âhiretini,<br />

âhireti için dünyasını terk eden bizden değildir” buyurmuştur. Her şeye<br />

dozunda, yerinde, zamanında ve mekânında yer vermektir. Benim Bursalı<br />

bir ailenin çocuğu olmam dolayısıyla tekstil ile de bir miktar alâkam<br />

var. tekstili tarif etmemi istediklerinde aklıma gelmişti, “kılı çul yapma sanatına<br />

tekstil derler” demiştim. Kıl, yani lif hiçbir işe yaramaz; dokunarak,<br />

kesilip, biçilip dikilerek yani terbiye edilerek elbise, perde veya döşeme<br />

olur. tasavvuf da kendi elinde olmadan, bir ana baba vasıtasıyla insan<br />

şeklinde dünyaya gönderilen varlığın, insan haline yükseltilmesi sanatıdır.<br />

Her bu şekli taşıyan insan değildir. Çok mu ağır oldu? Hakikat oldu,<br />

ağırmış hafifmiş beni alâkadar etmez. Bunun için tasavvuf herkesin ağzına<br />

sakız olacak bir mesele değildir. ama maalesef ülkemizde futbol, siyaset,<br />

ekonomi ve din herkesin bildiği bir konudur. üç kişilik aile bütçesini<br />

ayarlayamaz, bakkal ve kasap borcu bitmez ama devlet bütçesi ile ilgili<br />

220


eyanlarda bulunur. tabîi bu da islamiyet’e aykırı bir davranış biçimidir.<br />

Her ne kadar islam’ın şartı beş denilse de altıncısı da vardır; o da haddini<br />

bilmektir. Kuran-ı Kerim’de mûminin tarifi yapılırken “onlar Allah’ın kendilerine<br />

verdiği haddin dışına çıkmazlar” der. Haddini bilmeyenin imanı<br />

zayıf demektir. Biz islamiyet’i 5 şarta, imanı da 6 şarta sıkıştırmışız; 6666<br />

ayetten 5 tane kâide çıkmış öyle mi? Çok ucuz takıntılar bunlar. insan<br />

haysiyetine yakışmıyor. Kendi dünyamızın imârı için tahsiller, terbiyeler,<br />

kurslar görüyoruz. niçin? Daha yüksek bir mevkî elde etmek, daha çok<br />

para kazanmak, bedenimizi daha rahat ettirmek için; özetle 80-90 senelik<br />

ömrümüz için. ebedî hayata inandığımızı iddia ediyoruz ama ebedî<br />

hayatın refâhı için bilmemiz gerekenleri elde etmek amacıyla; dünya meselelerine<br />

sarf ettiğimiz gayretin onda birini sarf etmiyoruz. toplumun<br />

genel gidişatı budur. istisnâlar kâideleri kuvvetlendirir. Din ve bir dinî<br />

kurum olan tasavvuf da herkesin ağzına sakız olacak kadar ucuz bir konu<br />

değildir. tasavvufun tarihi, tasavvufî şahsiyetler, tasavvufî fikirler anlatılır<br />

ama bizâtihî kendisi anlatılmaz; çünkü lisana gelmez. Siz bana baklavanın<br />

tadıyla gülün kokusunu sadece lisan ile anlatın, ben de size tasavvufu<br />

anlatayım. Bu mümkün değildir; gülü, koklayan; baklavayı, yiyen bilir,<br />

tasavvufu da yaşayan bilir. Siz hiç okuyarak yüzme öğrenen birini gördünüz<br />

mü? Yüzmeyi öğrenmek için suya girmek gerek. Demek ki okuyarak<br />

öğrenilemeyecek şeylerden birisi de tasavvuftur.<br />

tasavvufun Hicrî 3. ve 5. asırda başladığını iddia ediyorlar. Bir kurumun<br />

isminin konduğu tarih o kurumun doğduğu tarih değildir. Bebeğe<br />

doğar doğmaz isim koymayız. Bebeğin dedesi ya da babası, 3-5 gün sonra<br />

kulağına ezan okuyup ismini koyar. ama adı konulmadan, doğmadan<br />

önce çocuk vardı. Hatta çocuk daha ana karnındayken anne ve babası ismine<br />

karar verirler. Henüz dünyaya doğmamış olması “yoktur” anlamına<br />

gelmez. Onun için, tasavvufun ismi Hicrî 3. ve 5. asırda konulmuş olabilir<br />

ama, tasavvuf Hz. Âdem ile birlikte başlar. Hayat değişik safhalarladır;<br />

biz hayat deyince doğum ile ölüm arasındaki zamanı anlıyoruz. Oysa<br />

hayat çok değişik safhalar içeren, başlangıcı “kün” emri ile olan ama<br />

sonu olmayan bir olgudur. Hayat ebedîdir. eğer böyle olmasaydı bize,<br />

“ne zamandan beri Müslümansın” diye sorduklarında “kâlû belâ’dan beridir”<br />

diyemezdik. Biz vardık ve hayat sahibiydik ama bu boyutta değil;<br />

sonra değişik safhalardan geçtik, maddî hayata intikalimiz ana rahmine<br />

düştüğümüz an oldu. ana rahminde 280 gün geçirdik, sonra doğduk, göbeğimiz<br />

kesildi ve dünya hayatına başladık. Bebeğin göbeği kesildikten<br />

221


sonra ilk yaptığı şey nefes alarak ağlamaktır. neden ağlar? aldığı nefesle<br />

birlikte dünya onun içine girer, dünya hayatı başlar ve ağlar. Dünya hayatı<br />

da çeşitlidir; talebelik, iş, evlilik, anne ve babalık, dede ve ninelik<br />

hayatı gibi. tasavvufî hayatın da bir başlangıcı vardır. tasavvufî hayat bir<br />

mürşit önünde ondan esmâ telkîni almakla başlar. tasavvuf dünyasına bu<br />

şekilde doğulur. Mürşit muallim değildir; mürşit irşâd edendir, yani kişiyi<br />

bilgi sahibi kılan değil, reşit kılandır. elindeki hamur ne yapmaya elverişli<br />

ise onu yapar, ona şekil verir ve kişiyi reşit kılar, olgunlaştırır. Mürit de<br />

kendi nefsânî irâdesini kullanmadan, irâdesini irâdesi ile terk eden kişiye<br />

denir. Kısacası tasavvuf hayatı şeyhten esmâ almakla başlar. Peki, tarihte<br />

esmâ alan ilk insan kimdir? Âdem aleyhisselam’dır. Kitabımızın başlarında,<br />

“Allah, Âdem’e esmâyı öğretti” buyurulmuştur. O halde dünya hayatında<br />

ilk şeyh allah, ilk derviş Âdem aleyhisselam’dır. Var mı aksini iddia<br />

edebilecek?<br />

ne yazık ki birçok kişinin sahip olduğu bir yanlış anlayış islâmiyet’in<br />

Hz. Muhammed Mustafa ile başladığıdır. islâmiyet Hz. Âdem aleyhisselam<br />

ile başlar. Muhammedî olmak başka, Müslüman olmak başkadır.<br />

Kur’ân-ı Kerim’de peygamberler ve o peygamberlere iman etmiş bazı<br />

zevâtın ağzından “nahnü Müslimîn” lafı yok mu? Örneğin “ene evvelil<br />

Müslimîn” diyen Hz. ibrahim aleyhisselam Müslüman değil midir? Dolayısıyla<br />

Muhammedî Müslümanlık elbette Hz. Muhammed Mustafa efendimiz<br />

ile olmuştur ama Müslümanlık Hz. Âdem ile başlar. Fakat hiçbirinin<br />

artık hükmü kalmadığı ve allah katında sadece Muhammedî Şerîat<br />

yürürlükte olduğu için “Efendimiz zamanında bu kurum var mıydı?” diye<br />

sorulursa cevabı gâyet basittir. Peygamber efendimizin 124 bin ashâbı<br />

olduğu rivâyeti çok kat’î bir rivâyettir. rivâyet kelimesi türkçe’de olduğu<br />

gibi ‘söylenti’ anlamına gelmez; özel bir tâbirdir. Sözlü kültürle yaşayan<br />

milletlerde, eski araplarda olduğu gibi rivâyet katî hüküm ifade eder, özel<br />

bir tâbirdir. Dolayısıyla Peygamber efendimizin 124 bin ashâbı olduğu ve<br />

yine Kendilerinin hâdis-i şerîflerinde buyurdukları gibi 124 bin peygamber<br />

olduğu rivâyeti de sahihtir. O zaman tekrar düşünecek olursak, Peygamber<br />

efendimizin “benim ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız<br />

uyun doğru yolu bulursunuz” dediği gibi, insanlar yaşadıkları dönemlerde<br />

hangi peygambere uyarlarsa uysunlar doğru yolu bulurlar; ‘ismail, ibrahim,<br />

ishak, Harun, Musa, Yusuf, Yakup’ hangisine uyarlarsa. Bunlar aynı<br />

zamanda yaşayan peygamberlerdir. Peki, o 124 bin ashâbın içinde kaç<br />

kişi ehl-i bîatti? Mürşit önünde oturup esmâ almak bîat etmek demektir.<br />

222


niçin Peygamber efendimiz 124 bin kişinin tamamından bîat almadı? ne<br />

yazık ki annelerin ismini bile ezberlemekten âciz, aşere-i mübeşşerenin<br />

ismini bilmeyen Müslümanların elbette ‘ashâb-ı soffe’den haberleri yok.<br />

Hac-ca, Umre’ye gidenler, ‘Bâb-ı nisâ’dan Mescid-i nebi’ye girildiğinde<br />

sol taraftaki yüksek sekiyi ashâb-ı soffe olarak biliyorlar. ashâb-ı soffe<br />

‘sofanın sahipleri’dir ve bunların da kim olduğunu bilen yok. Hz. Ömer’i<br />

herkes biliyor ama mesela Hz. Ömer’in ağabeyi Utbe bin Hattab’ı kimse<br />

bilmiyor. Mesela Sa’d bin ebî Vakkas’ın hem aşere-i mübeşşereden olduğunu<br />

hem efendimizin okçu kumandanı olduğunu biliyorlar ama ashâb-ı<br />

soffeden olduğunu bilen yok. ashâb-ı soffeyi bilmeden, tasavvuf kurumunun<br />

Muhammedî bünyedeki yer alışını öğrenmek mümkün değildir.<br />

Bizim ne eksiğimiz varsa, resulullah efendimizi bilmememizden<br />

kaynaklanan eksikliklerdir. efendimizi iyi bileceğiz. Mesela, Mekke’nin<br />

fethinden sonraki Huneyn seferinde, yani müşterek düşmana karşı putperestlerden<br />

de ordu ferdi olarak kabul edilip Mekke’nin güneyindeki tâif’e<br />

yapılan seferdeki olayı bileceğiz. Mekke’nin fethinden sonra ‘ashâb-ı<br />

kirâm’ arasında “biz artık araç gereç bakımından zenginleştik, karşımızdakini<br />

nasıl olsa yeneriz” düşüncesi yaygınlaştı ve ‘nasır-un min allah”<br />

unutuldu. Yani “yardım ve zafer ancak Allah’tandır” lafını unutuverdiler;<br />

silahlarına, güçlerine, o zamanın en büyük ordusu olan 30 bin kişilik ordularına<br />

güvendiler, ama putperestler fena halde bastırınca ricat ve hafif<br />

bozgun baş gösterdi. resulullah efendimizin amcası abbas bin abd-ul<br />

Muttalip hazretleri, iki rivâyetten birine göre efendimizden 6 ay, diğerine<br />

göre 2 yaş yaşlıdır. ‘Büyüktür’ lafını kullanmak çok tehlikelidir; çünkü<br />

abbas bin abd-ul Muttalip hazretleri bu lafı sevmez. Kendisine sormuşlar,<br />

“sen mi büyüksün, efendimiz mi?” diye, “ben O’ndan evvel dünyaya<br />

geldim ama Resulullah büyüktür” diye buyurmuştur. islam, böyle bir<br />

nezâkettir. Hz. abbas da böyle nâzik bir zattır. ayrıca çok gür bir sese sahipti.<br />

resulullah efendimizin sesi gür değildir. Fakat Cenâb-ı allah O’na,<br />

normal tonda konuştuğu halde, bulunduğu yerden en uzak bir mesafedeki<br />

insanın duymasını ihsan etmiştir. ama efendimiz, Huneyn seferinde<br />

ordusu bozguna yüz tuttuğunda amcasından şöyle seslenmesini istiyor;<br />

“ey ehl-i bîat nereye gidiyorsunuz?”. Dikkat edin, ‘ey Müslümanlar’ demiyor,<br />

‘ey ehl-i bîat’ diyor. Hz. abbas böyle bağırınca ehl-î bîatin kafasına<br />

dank ediyor, dönüyorlar ve 45 dakikada putperestleri bitiriyorlar.<br />

Kim dedi tasavvuf “Hicrî 3. ve 5. asırda başladı” diye? tasavvuf hayat-ı<br />

Peygamberiyede de var, Hz. Âdem’de de var. Dolayısıyla bu yanlışın dü-<br />

223


zeltilmesi lazım. Kâdirî, Mevlevî, nakşî, Şâzelî, rufâî diye isimlerinin konulması<br />

sonradan olmuştur. Bugün, bazı tasavvuf ekollerinin o isimlerle<br />

yaşıyor olması, o tasavvuf ekolünün ismini taşıyan zat tarafından içtihat<br />

edilmesiyle ilgilidir. Bu ekollerin isimlendirildiği zaman doğdukları fikri,<br />

fevkalâde yanlıştır. Bir tasavvuf ekolünün, yani tarîkatın olmazsa olmaz<br />

iki şartı vardır; birisi silsile, diğeri evrat. Her silsile bilâ istisnâ resulullah’a<br />

gitmelidir. Gitmiyor mu? Yalandır, uydurmadır.Ve mutlaka evrâdı vardır.<br />

Kusura bakmayın ben kızdım mı ağır konuşurum, bu da benim huyum;<br />

profesör unvanı kazanmış bir ekran maymunu, “evrât okuyacağınıza<br />

Kur’ân-ı Kerîm okuyun” dedi. Hiç evrât görmüş mü? evrâd’ı şeriflerde,<br />

resulullah efendimizin duâları, Kurân-ı Kerîm’in ağırlıklı olarak duâ<br />

âyetleri ve bazı esrâra müteallik esmâlar vardır. Kurân-ı Kerîm’den gayrı<br />

bir şey değil ki! “Efendim falanca yazmış” diyorlar; “hayır, yazmamış”<br />

diye düzeltiyorum. evrat yazılmaz, evrat tertip edilir. üç tane mi yoksa<br />

on iki tane mi ihlas okuyacak bunu ictihad eder (tabipler beden hastalığı<br />

tedavisi için nasıl belli dozlarda ilaç veriyorlarsa bu adetler de mânevî<br />

dozlardır; anlayan anlar). Buraya da bu şekilde temas etmiş olalım; yoksa<br />

bu konular tren katarı gibi alır başını gider. Hem konuştuğumuz, hem<br />

konuşmadığımız konularda aklınıza gelen sorular varsa, bunu yazılı veya<br />

sözlü olarak ifade ederseniz bu konuşmayı monologdan kurtarıp sohbet<br />

etmiş oluruz.<br />

Kuş deyince akla iki kanadıyla uçan bir mahluk gelir. Kanadının biri<br />

kırık veya hasta olsa, kuş şeklinde olsa da o kuş uçamaz. Din iki kanatlı<br />

bir kurumdur; birisi mükellefiyet, biri muhabbet. Mükellefiyetlerin edâ<br />

şekilleri, muhabbetin ise izhârı önemlidir; yani zuhur etmesi, ortaya çıkması.<br />

Muhabbette teslimiyet elden bırakılırsa lâubâlîlik ortaya çıkar,allah<br />

ve resulü ile lâubâlîlik olmaz. Muhabbet olur o ayrı ama lâubâlîlik olmaz.<br />

Onun için belli bir sisteme girmesi gerekir. işte mükellefiyetlerimizi<br />

nasıl edâ edeceğimizi bize öğretenlere ‘imam’ denir. imâm-ı Âzam Hazretleri<br />

gibi, imam Şâfî Hazretleri ve daha 300 küsur imam gibi. Herkesin<br />

ağzında bir sakız “dört mezhep vardır”; kim demiş bunu? Bugün sâliki<br />

en çok olan mezhep dört tanedir. O da ehl-i sünnetin amel mezhebi; zira<br />

îtikad mezhebimizden haberdar olan insanımızın az olduğunu gördüm,<br />

inşallah yanılıyorumdur. allah bize “cahillikten, tembellikten, korkaklıktan,<br />

faydasız ilimden sana sığınırım yarabbî” diyen bir peygamberin<br />

ümmeti olduğumuzu unutturmasın. işte imam ismini verdiğimiz önder<br />

kişiler ictihadla, yani Kurân-ı Kerim’den ve resullullah’ın yazılı ve fiilî<br />

224


davranışlarından aldıkları ışıkla teferruâta müteallik verdikleri hükümlerle<br />

bize mükellefiyetlerimizi nasıl yerine getirebileceğimizi öğretenlerdir.<br />

Muhabbetimizi nasıl izhar edeceğimizi ortaya koyan, bu hususta ictihad<br />

yapanlara da ‘pir’ denir. Mesela Hz. abdûlkâdir, Hz. Şah nakşibend, Hz.<br />

Mevlânâ ‘pir’dir.<br />

Bu kadar çok tasavvuf ekolü olması bazen kafaları karıştırabiliyor.<br />

allah-u Zülcelâl isteseydi insanları tornadan çıkmış gibi yaratırdı.<br />

Öyle yapmamış, parmak izimizden Dna’mıza kadar her şeyimiz farklı.<br />

Cenâb-ı allah’ın bir yarattığını bir daha yaratmama âdeti vardır. Bu<br />

O’nun aynı zamanda “Vâsî” ism-i şerîfinin bir tecellîsidir. Maddemiz bu<br />

kadar farklı olduğu gibi mânâmız da birbirimizden o kadar farklıdır. Bir<br />

davranış biçiminden misâl arz ederek bir yere varmak istiyorum. esas<br />

olan hasta ziyaretidir, hasta ziyareti islamî bir mükellefiyettir. Hediyeleşmek<br />

Peygamber efendimizin emriyle muhabbetin artması için bir şarttır;<br />

“hediyeleşin ki sevişesiniz” buyuruyorlar. Dolayısıyla hastaya giderken<br />

eli boş gitmemek bir kâidedir. Şimdi bunun tatbikatı var. Biz mânevî yapılarımız<br />

kadar maddî yapılarımız îtibariyle de çok farklıyız. Salondaki<br />

bir grup arkadaşımız çiçek sevdiği için “çiçek götürelim”, bir diğer grup<br />

da “pasta götürelim, limonata götürelim” diyen arkadaşlar olsun. Peki<br />

çiçek bir tane midir? Çiçek götürmek isteyenlerin bir bölümü “menekşe<br />

götürelim”, bir bölümü de “gül götürelim” diyor. Hepimiz hediye götürmekte<br />

müttefikiz; önemli olan budur. Kişi sevdiğini sevdiğine takdim<br />

eder. Gül sevenler de kendi içinde ayrılıyor; yediverenciler, morcular,<br />

kokulular, beyazcılar gibi. Yemek götürenler de, pastacılar, limonatacılar,<br />

şerbetçiler, baklavacılar, künefeciler diye ayrılıyor. Bir baklavacı ile bir<br />

beyaz gülcü hakikatte kavga edebilir mi? O da hastaya eli dolu gidiyor,<br />

diğeri de. ayrılık nerede? Sadece maddede. Bu maddî ayrılıklar, taban ayrılığı<br />

değildir. Gül götürenlere Kâdirî, baklava götürenlere nakşî, müzik<br />

kaseti götürenlere Mevlevî denmiş ve bitmiş gitmiştir. Ortada ayrılık falan<br />

yoktur. ama kendi doğrusunun başkalarının da doğrusu olmasını isteyen<br />

bir beyaz gülcü, bir kırmızı gülcüye bile itiraz ediyor. “Hayır kırmızı gül<br />

götürülmez, illâki beyaz gül götürülecek” diyen bir zat kendi cehaletini<br />

ortaya koyar. Öyleyse, bu kadar bol, çok ve ayrılık sebebi diye ortaya<br />

konulan bu kurum hakikatte hiçbir ayrılık sebebi değildir. Bu şuna benzer,<br />

biz çocukken sokakta oynar, her çocuk gibi kavga ederdik. Kavga<br />

sırasında bazen de sopa yer, çocukluk gururumuza o dayağı yediremez<br />

ve “benim babam senin babanı döver” derdik. Halbuki babalarımız hiç<br />

225


kavga etmezdi. işte ‘benim tarîkatım’, ‘senin tarîkatın’ demek de sokakta<br />

sopa yiyen çocuk seviyesinde olmak demektir. Öyleyse, rabbimizin bize<br />

bildirdiği tevhitte birleşmenin yolunu bulmamız lazım. Kendi mezhebimize<br />

uygun muhabbetimizi izhar ederiz, ama başkasının meşrebine karışmayız.<br />

aksi çok ilkel olur.<br />

tasavvuf herkese lâzım mıdır? tarihe baktığımız zaman insanlara<br />

faydalı ve faydası kendisi âhirete doğduktan sonra da devam eden kişilerin<br />

hep bir tasavvuf ekolüne mensup, en azından o terbiyeyi almış olduklarını<br />

görüyoruz. Son dönemden bir misâl arz edeyim. elmalılı ahmet<br />

Hamdi efendi Hazretleri’nin “Hak Dini Kuran Dili” tefsîri, Cumhuriyet<br />

döneminde yazılmış en iyi veya ilk tefsirdir diye konuşulur. elmalılı ahmet<br />

Hamdi efendi’nin bir Halvetî Şâbânî dervişi olduğunu hiç kimse bilmez.<br />

O da müntesip bir derviştir, ehl-i tasavvuftur, ehl-i tarîkattır. Ömer<br />

nasuhî efendi de öyledir; O da nakşî’dir. nedense bedenimizi gıdalamak<br />

hususunda asgarî standartlara inmeyi kabul etmiyoruz ama gönül<br />

meselesinde öyle mi? Oysa rab, yar-i hakikîdir; yani tek yar vardır, diğer<br />

sevgililer onun in’ikâsıdır yansımasıdır. Kendi cinsimizden tek sevgili ise<br />

Muhammed Mustafa’dır, O’ndan başka güzel yoktur. O güzeli görebilmek<br />

için mâsivâ perdesini, isyan ve nefs perdesini gözden kaldırmak lazımdır.<br />

Hz. ayşe validemiz buyuruyorlar; “Hz. Yusuf’un güzelliğini gören<br />

Mısırlı kadınlar, meyve keserlerken ellerini kestiler de Hz. Yusuf’un güzelliğini<br />

seyretmenin verdiği hazla o acıyı duymadılar. O kadınlar benim<br />

efendimin güzelliğini görselerdi o bıçağı kalplerine sokarlardı da yine acı<br />

duymazlardı” Kalbe bıçak sokulunca acı duyulmaması nasıl olur? Ona<br />

‘valeh hali’ denir. Vefat ettiyse allah rahmet eylesin, sağ ise allah selâmet<br />

versin, ankara’nın ilçelerinden Bâlâ ya da Keskin Müftüsü’nün anlattığı<br />

bir şeyi aktaracağım. O kasabanın eşrafından çok sevilen yaşlı bir zat,<br />

iki cuma üst üste namaza gelmeyince Müftü efendi merak edip sormuş,<br />

“falanca efendi yok, görünmüyor iki haftadır”. Demişler ki, “Hasta, haberin<br />

yok mu?”. Müftü, “O zaman hemen ziyarete gidelim” demiş. Yaşlı<br />

adamın evine varınca kapıyı büyük oğlu açmış, “babam altı gündür yatıyordu,<br />

iki gündür de kendini ve etrafındaki hiçbir şeyi bilmiyor” demiş.<br />

Girmişler içeriye; yorganı üzerine çekilmiş, sakalı yorganın üzerinde,<br />

nur yüzünde mütebessim bir çehreyle yatıyor. Bir ara yorganın içinde<br />

bir hareketlenme olmuş; ihtiyar zat yatağından doğrulup kalkmış, “Aman<br />

Ya Resulullah benim için niye zahmet ettiniz” demiş ve ölmüş. işte Hz.<br />

ayşe validemizin bahsettiği kalbe bıçak sokmak böyle olur. Bu güzellik<br />

226


görülürse olur, o güzelliği görmeye manî olan yalnız ve yalnız nefstir.<br />

tasavvuf nefsi terbiye edip güzelliği göz önüne koyabilmeye teşebbüs<br />

etmek demektir. Sözümüz “Bu kadar çok tarîkata ve mezhebe ne lüzum<br />

var?” diyenlere. Salata kelimesi bir tek kelime ama içinde kaç tane madde<br />

var. Hıyar, soğan, maydanoz, sirke, domates, tuz ama hepsi birden<br />

bir tek kelime; salata. neden domatesi tuza banıp yemiyorsun da salata<br />

yapıyorsun? Damak zevki diye bir şey var değil mi? ayrıca göz zevki de<br />

var. Öyleyse neden benim ibâdetimde gönül zevkim olmasın? Geçen yaz<br />

istanbul’dan Bursa’ya giderken eskihisar’daki camiye cumayı kılmak için<br />

girdim. Hatip efendi çıktı, “namazda sağ ayağının başparmağını dikmemek<br />

namazın kabul olmayacağına işârettir” dedi. Camiden “seferîyim,<br />

kılmıyorum” diyerek çıktım. allah’ın böyle bir emri yok; bu bir ictihad.<br />

Oturmak esastır. elini mutlaka şöyle bağlayacakmışsın ki bu parmakla bu<br />

parmak birleşecekmiş, yoksa şeytan girermiş! Bunlar anaokulu seviyesi.<br />

Mesela hiçbir Maliki namaz kılarken elini bağlamaz; Müslüman değil mi<br />

bu durumda? işte bu tarz şeyleri doğru anlamak için mutlaka ve mutlaka<br />

efendimizin hayat-ı senîyelerini öğrenmemiz gerekli. Bu mükellefiyetlerin<br />

edâsının doğruluğunu bilmiyorken, muhabbetin izhârının nasıl olacağını<br />

öğrenmeye geçit vermezler.<br />

Büyüklerimiz, allah’a yaklaşmanın iki ana yolunu tespit etmişler;<br />

birisine ‘kurb-ı ferâiz’, diğerine ‘kurb-ı nevâfil’ derler. Farzların edâ edilmesi<br />

ile allah’a yaklaşılır ama eğer bu yetecek olsaydı, Peygamber efendimiz<br />

5 vakit farzın yanına 5 vakit sünnet namazı eklemez, ayrıca nâfile<br />

ve ilâve nevâfil namazları kılmazdı. Cenâb-ı allah’a nâfileleri yerine getirmek<br />

sûretiyle yaklaşmak yolu vardır. nafile namazlar farz namazların<br />

evvelinde veya âhirindedir ama onlardan gayrı değildir. Farz namazı<br />

vakti içinde birçok nafile namaz kılınsa da farz kılınmış sayılmaz. işte<br />

ne yazık ki beş vakit namaz kılan, orucu tutan, Hacca giden, zekât diye<br />

bir miktar veren insanlar asla ve kat’a yükseklik iddia edemezler. (Kaldı<br />

ki türkiye’deki zenginlerin zekat vermediğine inanıyorum. türkiye’deki<br />

zengin Müslümanların potansiyelini nazar-ı dikkate aldığımızda, kazandıklarının<br />

%2.5’ini verseler türkiye’de fukara kalmaz. Vermiyorlar, “veriyoruz”<br />

demesinler!) Bu asgarî vazifeleri yapmadığı halde Müslüman<br />

geçinenler hakikatti çukurdurlar. namazını kılan, zekatını veren, orucunu<br />

tutan Müslümanlar çukur olmaktan kurtulur ve bu sadece sağlam bir<br />

zemin kazandırır. inşaatlardaki su basmanını düşünün, üzerine çadır da<br />

kursanız durur, bina da dikseniz olur. ama su basmanı yoksa batağın<br />

227


üzerine bina yapabilir misiniz? Onun için, kendini ehl-i tarik zannedip<br />

de “efendim onların namazı var, bizim niyazımız var” diyenlere karnımız<br />

tok; bunlar yalandır.<br />

Hz.resûlullah’tan başka örnek yoktur. Henüz o seviyeye gelemeyenler<br />

O’nu örnek aldığına inandığı kişilere tâbî olurlar ve dolayısıyla silsile<br />

yoluyla Peygamber efendimize tâbî olmuş olurlar. Bunların dışında başka<br />

şeyleri ve başkalarını örnek almak, allah’ın emrine karşı gelmek demektir<br />

ve küfürdür. resulullah’ı kendine örnek alamayıp da, Onu örnek aldığına<br />

inandığı kişiyi örnek almakta bir mahsur yoktur. Bunlardan gayri bir kurum<br />

veya kişi örnek alınamaz. resûlullah efendimiz nasıl nâfileleri farzın<br />

üzerine yaptıysa, nâfileler ancak farzın üzerine yapılır. namaz kılmadan,<br />

oruç tutmadan, zekât vermeden, Hacca gitmeden, kelle koltukta “ben<br />

dervişim” diye ortaya çıkılmaz. Zaten büyükler, hakikîler kabul etmezler.<br />

Herkes ömrü hayatında pek çok sebepten dolayı doktora gitmiştir.<br />

Peki, tıp fakülteleri kapatılırsa bedenin tabip ihtiyacı biter mi? Bitmez.<br />

ne olur? Sahte doktorlar türer. Dolayısıyla, gönül tabîbi olan mürşitler<br />

artık resmen yoktur. Onun için de sahteleri türemiştir. Bu sahtekârlara<br />

aldanmamak için mutlaka elimizde bir şablon olmalıdır. O şablonu birtakım<br />

insanların dediği ve yaptığı icraatlara koyarak bakacağız; islâm’a<br />

uyuyorsa ne âlâ, uymuyorsa uğurlar ola. elimizde şablon olmadığı için<br />

de birtakım insanlar; mehdîlerin, ‘Gündüz’lerin, ‘Kalkancı’ların peşine<br />

takılıyor. Kandıran suçludur âmenna! kananların hiç kabahati yok mu?<br />

Kabahati başkalarına atmak ve kendimizi sıyırmak babında “beni kandırdı”<br />

demekten vazgeçmeliyiz. Mükellefiyetin edası için ‘âkil olmak’ şartı<br />

vardır, biliyorsunuz. ne zaman başlar, namaz, oruç? Âkil baliğ olunca.<br />

Deliye mükellefiyet yoktur. Dolayısıyla, dinin iki kanadından biri olan<br />

yükümlülüklerin yerine getirilmesi vecîbesi âkil olanlar, yani akıl sahibi<br />

olanlar için geçerlidir. tasavvuf ise muhabbet sahipleri içindir. Muhabbeti,<br />

sevgisi olmayanın tasavvufla alâkası olamaz. ne yazık ki biz toplumumuzda<br />

sevginin izhâr edilmesini lâûbâlîlik, sululuk, yalakalık olarak<br />

gören ve gösteren bir toplumuz. asla ve kat’a peygamberimizin davranış<br />

biçimlerine uygun değildir bu hâlimiz.<br />

avanos-Kızılırmak Kültür ve Sanat Günleri çerçevesinde daha önce<br />

avanos’a gelen Vehbi Vakkasoğlu geçmişte bir olay anlatmıştı, bilmiyorum<br />

burada da anlattı mı? Başsağlığı için Karadeniz’de bir yere gitmiş.<br />

Âlim bir adamdır Vehbi Bey; namazında, niyâzında biridir. Orada demişler<br />

ki “Vehbi Bey, hazır gelmişken sohbet edin de biraz istifâde edelim”.<br />

228


Vehbi Bey de “Hayhay” diyerek sohbete başlamış. laf dönüp dolaşıp<br />

Peygamber efendimizin, Validelerimiz hazretlerine olan davranışlarına<br />

gelmiş. Mecliste olan laz bir amca ayağa kalkınca, Vehbi Bey “sohbetimiz<br />

bitmedi amca, nereye gidiyorsun?” diye sormuş. amca da Karadeniz<br />

şîvesiyle “seni protesto ediyorum” diye yanıtlamış. Vehbi Bey merak edip<br />

nedenini sorunca da “koca peygamberi kılıbık ettin” demiş. adam öyle<br />

cahil ki, kendisinin eşine gösterdiği gayrî insanî davranışları, Peygamberimizin<br />

de zevcesine gösterdiğini sanıyor. insan gibi davranışı da kılıbıklık<br />

sanıyor. Kusura bakmayın ama yatıp kalkmakla Müslümanlık olmaz; o<br />

senin şahsî mükellefiyetin sadece. Biz hadîs deyince namazın şurasında<br />

şunlar var, abdestin burasında bunlar var diye anlıyoruz. Peki, sosyal<br />

hadîsler nerede? Sadece camilerde yardım toplanacağı zaman Peygamber<br />

efendimizin bazı sosyal hadisleri söyleniyor, o da camiye çok para<br />

verin diye.<br />

Peygamberimizin hadîslerinden birini söyleyeyim. Mısır’daki Bizans<br />

Valisi Mukavkis, resûlullah efendimizin mektubunu büyük bir saygıyla<br />

ayağa kalkarak dinledi, hürmet etti. Sonra efendimize bir cins katır,<br />

yani önemli bir binek hayvanı, bir kılıç, bir elbise ve bir câriye gönderdi.<br />

resûlullah efendimiz de o zamanın sosyal adetleri gereğince o<br />

câriye yani Hz. Mâriye validemiz ile evlendi ve bir çocuğu oldu. ibrahim<br />

aleyhisselâm, efendimizin âhir ömründe olan son oğlu. Diğer validelerimizin<br />

çocukları yok. Peygamber efendimizin diğer çocuklarının hepsi<br />

Hz. Hatice’den. Son zamanında Mâriye validemizden bir çocuğu oldu.<br />

Diğer validelerimizin çocukları olmadığından, üzülmesinler diye, eşlerinin<br />

gönlü kırılmasın diye küçük bir hurmalığın içinde bir ev tutarak oraya<br />

Hz. Mariye ile Hz. ibrahim’i bıraktı. Kendisi özellikle cumartesi günleri<br />

onların yanına uğrar, yavrusu ile oynar, zevcesinin gönlünü alır, sohbet<br />

edip dönerdi. Bu, resûlullah efendimizin zevcelerine davranış biçimlerinden<br />

sadece biri.<br />

Çocukluğumda evimiz bahçeliydi. Kurban Bayramı’nda kurban kesilince<br />

ev kuzusuz kalmasın diye mutlaka dedemizi, ninemizi zorlar, onlara<br />

ufak bir kuzu aldırırdık; bu bir âdetti. Herhalde asr-ı saâdette de deve<br />

yavrusu alma gibi bir âdet varmış. Çünkü Hasan ile Hüseyin efendimiz<br />

Hz. ali’yi sıkıştırmışlar, “baba bize deve yavrusu al” diye. Hz. ali ise<br />

demiş ki “yavrularım deve yavrusu alacak paramız yok”. Onlar da “biz<br />

de dedemize söyleriz” diyerek efendimize gidip deve yavrusunu ondan<br />

istemişler. Peygamber efendimiz, “yavrularım deve alacak paramız yok,<br />

229


ister misiniz ben size deve olayım?” demiş ve dört ayak olmuş. Hz. Hasan<br />

ve Hz. Hüseyin Peygamber efendimizin üzerine binmiş, oynamışlar. O<br />

da dede, “benim torunum şımarmasın, ben onu yatakta uyurken severim<br />

diyen” de dede. Uyurken torununu seversen o yavru sevildiğini nasıl anlayacak,<br />

daha önemlisi nasıl hissedecek a dede! nikahta, ‘aldım-verdim’<br />

denir; oysa hiçbir ana-baba; yavrusunun sahibi değildir. Kimi kime veriyorsun?<br />

“Ben senin o delikanlı ile evlenmene rıza gösteriyorum” ya da<br />

“göstermiyorum” diyebilirsin; “verdim” diyemezsin. Senin mi ki veriyorsun?<br />

Yavrular, anaların babaların malları değil, allah’ın onlara ihsânıdır.<br />

Bu toplum sevgiden mahrum kaldığı için böyle. Daha açık söyleyeyim;<br />

kocasına iltifat eden kadına, kadın arkadaşları ‘yalaka’, hanımına iltifat<br />

eden beye erkek arkadaşları ‘kılıbık’ diyorlar. Öyle mi, değil mi? Bu çok<br />

yanlıştır, resûlullah efendimizin yapmadığı her şey çok yanlıştır. Gönül<br />

almak sevgiyle olur. Ve her kul, her varlık bir hayata ve o hayatı idâme<br />

ettirmek için gıdaya muhtaçtır. Bedenimizin gıdası yemek-içmektir. Sevginin<br />

de bir gıdası vardır; izhâr etmek. Ortaya konulmayan sevgi gıdasızlıktan<br />

ölür. Onun için Cenâb-ı Hak diyor ki “beni çok anın”. “Beni anın”<br />

demiyor, “beni çok sık anın” diyor.”Fezkurullâhe zikran kesira,, neden<br />

diyor? Seversen, sık anmamaktan başka bir şey yapamazsın ki zaten. allah<br />

bile kendisine olan sevginin izhâr edilmesini istiyor. allah’ın yeryüzündeki<br />

halîfesi olan insan elbette bunu ister. allah’ın diğer mahlukları<br />

da ister. Mesela bir kediyi kucağınıza alıp sevdiğinizde ne yapıyor? Başını<br />

uzatıyor, daha fazla sevgi istiyor. Karının ve kocanın bir kedi kadar değeri<br />

yok mu? niye sevmiyorsun? Seviyorsan neden izhâr etmiyorsun? niye<br />

alışkanlık haline getirmedin? “Ayıp”. Peki, Peygamber efendimizden gayrı,<br />

ayıp koyabilme yetkisine sahip miyiz?<br />

Çok önemli bir yanlışlığımız da özellikle bu hususta isrâiliyata tâbî<br />

olmamızdır. ne yazık ki münâfıkların reisi olan abdullah ibni Selül; tâ o<br />

zamandan beri, isrâiliyat denen şeyi, yani Yahudi milletinin kendine mahsus<br />

yanlışlıklarını, islâm toplumuna sokmaya çalışmıştır. az önce bahsettiğim<br />

konu da onlardan biridir ve halen devam etmektedir. islamiyette<br />

asla ve kat’a allah, muhabbetin izhârına hudut koymamıştır. ‘Âşikar’ ayrı,<br />

‘hudutlandırmak’ ayrıdır. Bu konuları böyle bir sohbette daha fazla açmak<br />

mümkün değil, ancak muhabbetin iki beden arasında değil iki gönül<br />

arasında olduğunu anlamamız gerekmektedir. Muhabbet, sevgi bahsi, af<br />

buyurun ama bu lafı söyleyeceğim, insanın belinden aşağıda değil, yukarıdadır.<br />

aklında ve gönlündedir, anlatabildim mi? lütfen sevgi bahsi-<br />

230


ni toplum olarak artık lâyık olduğu seviyeye çıkartalım. üreme faâliyeti<br />

hayvanda da var; insanın muhabbet muâmelesini üreme faâliyetine indirgemeye<br />

hiç kimsenin hakkı yok. üreme de bir ihsandır o ayrı mesele<br />

ama insan onun için sevmez; çünkü muhabbet Cenâb-ı allah’ın kâinâtı<br />

yaratış sebebidir. Hadîs-i kutsîde “ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi,<br />

dolayısıyla sevilmeyi arzu ettim, onun için yarattım” buyurulur. ‘allah’ı<br />

sevmek’ diye çok yükseklerden atıyoruz, oysa allah’ın sevdiği ve yarattığı<br />

mahlûkâtı sevmeyen Hâliki sevemez. Mahlûku sevmek, allah’ı sevmektir<br />

ve sevmek istifâde etmek demek değildir. Sevmek verme mesleğidir. “Şu<br />

kızı seviyorum ama keşke o da beni sevse” diyorsa o kızı sevmiyor; o<br />

kız tarafından sevilmeyi seviyor. Buna aşk, muhabbet demezler, menfaat<br />

derler. Ben onun için ne yapabilirim? Ben ona ne verebilirim? Hiçbir şey<br />

veremezsem duâ ederim. eğer böyle diyebiliyor ve düşünebiliyorsa bunun<br />

adı sevgidir. “O da beni sevsin” demek istemektir, sevgi mesleğinde<br />

değil almak, istemek bile ayıptır. Zaten isteyeni o meslekten kovarlar.<br />

Bu canım güzel havada, bu kapalı yerde sizleri daha fazla tutmak<br />

istemiyorum. Karşılıklı konuştuk, dinleştik, göz göze bakıştık, bir hakkımız<br />

husûle geldi, karşılıklı haklarımız doğdu. Bana hakkınızı helâl edin.<br />

Benim size hakkımı helâl edebilmem için sizlerden bir isteğim var. lütfen<br />

arkadaşınıza, eşinize, âmirinize, memurunuza, sokaktaki adama, evvela<br />

insana sevdiğinizi belli edin. ister söyleyerek, ister gülerek, ister okşayarak,<br />

ister hediye vererek belli edin. “Ben sevmiyorum ki” diyemezsiniz,<br />

çünkü sevmeyen mahluk yoktur; buna taş bile dahil. ama sevgi ortaya<br />

konularak beslenir, büyür, gelişir bizi de kapsar. Meselâ bizi buraya getiren<br />

şey sevgidir; merak bile bir sevgi hâsılında ortaya çıkar, insan sevdiği<br />

şeyi merak eder. Demek ki farkında olarak veya olmayarak birçok şeyi<br />

seviyoruz. O zaman, o sevgiyi lütfen ortaya koyalım. O vakit sevgi beslenerek<br />

büyür ve bizi de kapsar.<br />

Monolog bitsin, sohbet başlasın isterseniz. Bu arada işi olan, sıkılan<br />

gidebilir, ayıp olmaz.<br />

soru<br />

Söyleşiye başlarken “tasavvuf terk etmek değildir” dediniz ama tasavvufta<br />

belli aşamaları geçip mutasavvıf olabilmek için dünyevi arzulardan<br />

sıyrılmak gerektiğini okumuştum. Bu da bir nevi terk etmek değil<br />

midir?<br />

231


Ömer Tuğrul İnançer<br />

terk derken, keşişlikten misâl vererek ‘terk yoktur’ dedim. Keşişler,<br />

meselâ sizin ürgüp-Göreme vadilerindeki eski Hıristiyan azizlerinden<br />

biri, sütunun üzerinde oturuyor, yani ayağını bile uzatabileceği yer yok.<br />

aşağıya yemek bırakıyorlar, sütundan aşağıya iniyor yemeğini alıp çıkıyor.<br />

Yani bir nevî kendine eziyet ediyor. tasavvufta, keşişlikteki gibi bu nevî<br />

terk yoktur; birçok unsur vardır ve bu unsurlardan sadece bir tanesi terktir.<br />

Bu unsurların da sembol şahsiyetleri vardır. Mesela ‘zühtü takva’ deyince<br />

akla Cüneyt-i Bağdâdî gelir, O bir sembol şahsiyettir. ‘irfan’ denince<br />

Bayezıd-ı Bestâmî, ‘terk’ denince ibrahim ethem Hazretleri gelir. ‘aşk’ denince<br />

Hz. Mevlânâ, ‘yardım’ denince abdülkâdir-i Geylâni gelir.<br />

Meselâ keşişlikte evlenme yasağı vardır, tasavvufta böyle bir yasak<br />

yoktur; çünkü Hazret-i Peygamber evlidir. Meselâ Bektaşîlerin bir kolu<br />

olan Mücerretler evlenmezler ama Mücerret Bektaşîlerden velî olmuş bir<br />

zat duymadık. evliyâ olmak için laf aramızda biraz karı dırdırı çekmek<br />

lazımdır; kadınlar için de aynı, herif dırdırı çekmeden evliyâ olunmaz.<br />

Kısacası oradaki terk seni allah ve resûlünden ayıran şeyleri terk etmektir.<br />

Meselâ ibrahim ethem Hazretleri tahtını terk etti, bir hükümdardı. Öte<br />

yandan imâm-ı Âzam zamanının en zengin adamlarından biriydi. Dolayısıyla<br />

önemli olan nokta şudur; allah cebinde çok, gönlünde yok etsin.<br />

eğer para seni allah’tan ayırıyor ise onu terk etmen lazım, ayırmıyorsa<br />

terk etmen gerekmez.<br />

soru<br />

Hz. Mevlânâ bugünkü bildiğimiz manada semâ yapmış mıdır?<br />

Ömer Tuğrul İnançer<br />

Hz. Mevlânâ semâ etmiştir. allah-ı Zülcelal Kitâb-ı Kerîm’inde “Ellezine<br />

yezkurûnellâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim” “Müminler<br />

Allah’ı oturarak, ayakta iken ve yatarak zikrederler” diyor. Zaten insan<br />

hayatında bu üç halden başka hal yoktur, yani bu üç halin dışında başka<br />

bir fizikî halimiz yok. Cenâb-ı Hak bunu Kitab-ı Kerîm’inde belirterek<br />

“beni her halinizde anabilirsiniz ve anmalısınız” diyor. Kurân-ı Kerîm’de<br />

geçen bu ifâdelerden istifâde ile tarîkatlardaki âyinlerin şekilleri oluşmuştur.<br />

Mesela ‘kuûdi’ tarîkatlar, oturarak, ‘kıyâmî’ tarîkatlar ayakta<br />

âyin yaparlar. Meselâ eşrefî Kâdirîler ve bütün Halvetîler yürürler ama<br />

232


Bektâşîler ve Mevlevîler hem ayakta durur, hem kendi etraflarında döner,<br />

hem de semâhanenin etrafında dönerler. ancak şunu bilmemiz lazım;<br />

her tarîkatta âyin, haftanın bir günü yapılır ve en uzunu iki saat sürer.<br />

Mutlaka namazla ilintilidir; yani yatsıdan sonra, ikindiden evvel gibi.<br />

Peki, o günün kalan 22 saati ile kalan 6 günün 24 saati bu adamlar ne<br />

yapar? esas soru, esas dervişlik odur.<br />

Semâdaki bu dönüş hareketi resûlulah efendimizin Uhud’da bizzat<br />

yaptığı bir hâldir. Bunu yaptığı bir sefer daha vardır; bunun şâhidi<br />

Uhud’dakinden çoktur. Mâlûm, ilk hicret Habeşistan’a yapıldı. Hicretteki<br />

en önemli şahsiyetlerden birisi de efendimizin amcazadesi Câfer Bin ebû<br />

tâlip’tir. O Habeşistan’dan sağ salim döndüğü vakit, efendimiz o kadar<br />

çok seviniyor ki yerinde duramıyor; ellerini çırpıyor, ayağa kalkıp bir defa<br />

dönüp oturuyor. Bu resûlullah efendimiz tarafından gösterilen bir sevinç<br />

ifâdesi. Her sevincin, mutluluğun hakikî muhatabı allah-u Zülcelâl’dir.<br />

allah sevinmemizi istemeseydi sevinemezdik; dönmemizi istemeseydi<br />

dönemezdik. Bu âyin şekli aradan geçen zaman içinde Hz. Mevlânâ’nın<br />

babasının şeyhi olan Hz. necmeddîn-i Kübrâ tarafından bir sistem haline<br />

getirilmiştir. Hz. Mevlânâ zaten var olan semâyı tercih etmiştir, icat<br />

etmemiştir. Âyin, Hz. Mevlânâ’dan sonra iki önemli değişiklik geçirerek<br />

bugünkü hâlini almıştır. Birincisi, aşağı yukarı Fatih zamanında yaşayan<br />

Pir Âdil Çelebi Hazretleri’nin tertip ettiği sistem, ikincisi ise daha sonra<br />

Pîr Hüseyin Çelebi’nin tertip ettiği bugünkü sistem. Hz. Mevlânâ da<br />

semâ etmiştir ama bu mânâda değildir. Meselâ ‘tennûre’ daha sonraki bir<br />

kıyafettir. Hz. Mevlânâ ‘sikke’yi bu şekilde giymemiştir; üzeri yuvarlak<br />

olarak dikilmiş şekilde giyerdi. Zaman içinde üstü kesik hale gelmiştir.<br />

Çok teferruâtı var ama velhâsıl Hz. Mevlânâ semâ etmiştir; kendisinin<br />

icâdı değildir, daha evveli vardır.<br />

soru<br />

Cemâat ve tarîkat tanımları arasındaki farklar neler? ne zaman<br />

cemâat, ne zaman tarîkat olunur?<br />

Ömer Tuğrul İnançer<br />

Cemâat, bütün Müslümanların üzerinde ittifak etmeleri gereken<br />

bir husustur. ne yazık ki bazı doğrular yanlış ifade edildiği için insanımız<br />

da yanlış anlıyor. Mesela hep duymuşsunuzdur, “cemâatle kılınan<br />

namaz 70 kat faziletlidir” diye. Bu laf hakikatte doğru değildir.<br />

233


Çünkü namaz zaten cemâatle kılınır, münferit kılmaya izin verilmiştir.<br />

O iznin kullanılmasıyla kılınan namaz, cemâatle kılınan namazdan<br />

70 derece daha aşağıdır. ifadenin doğrusu budur. Çünkü aksi takdirde<br />

müstakil namaz kılmak esas, cemâatle namaz kılmak mârifet zannediliyor.<br />

Doğrusu bilinmeyince, gazetecilerin söylediği gibi “toplu namaz<br />

kıldılar” gibi tanımlamalar kullanılıyor. namaz zaten böyle kılınır. Bu,<br />

cehâletten kaynaklanıyor ve bu cehaleti maalesef din görevlileri de besleyerek<br />

büyütüyorlar.<br />

Şimdiki türkiye’nin içinde bulunduğu şartlarda, ne yazık ki yazı devrimi<br />

ve devrimin devamı niteliğindeki dil sadeleştirmesi namı altındaki dil<br />

fukaralaştırılması faaliyeti birçok kavramın ve kelimenin içini boşaltmıştır.<br />

Bugün türkiye’de nurculara da, Fethullahçılara da, Süleymancılara da<br />

‘tarîkat’ diyebilen ve kendini allâme-i cihan sanan entelektüel köşe yazarları<br />

var. tarîkat, dinin mükellefiyet kısmının değil de muhabbet kısmının<br />

izhârı için ve mükellefiyetin üzerine ilâve edilecek nâfilelerin sistematize<br />

edildiği, şeyhten şeyhe el uzanarak resûlullah efendimize dayanan, belli<br />

prensipleri, âdetleri, mânevî yükselme usûlleri olan tasavvuf ekollerine<br />

denir. Cemâat bugün var, yarın yok birşeydir. ama tarîkat Hz. Âdem’den<br />

beri vardır. Cemâat, ‘belli bir fikir etrafında toplanan insanlar’ demektir.<br />

eskiden tarîkat merkezi olmuş yerlerde bugün bazı cemâatler toplanınca<br />

gazeteciler ‘tarîkat’ tanımını kullanıyor. Meselâ ismailağa cemâati deniyor,<br />

öyle bir cemâat yoktur. Bir kere o cami ismailağa Camisi değildir;<br />

Şeyhülislam ismail efendi Camisi’dir. Şeyhülislam ismail efendi isminde<br />

bir zat tarafından Kâbe’nin ölçülerine birebir uyularak yaptırılmış bir camidir.<br />

istanbul Fatih’tedir ve orası ismailağa cemâati değil, bir nakşıbendî<br />

tekkesidir. Mahmut efendi’nin etrafındaki insanlar da ismailağa cemâati<br />

değil, nakşıbendî dervişleridir. Onun için cemâatle tarîkat kavramları<br />

hep birbirine karışıyor. Cemâat topluluk demektir, tarîkat ise az önce tanımını<br />

yaptığım şekilde bir tasavvuf ekolüdür.<br />

soru<br />

Geçmişte müritler medreselerde çile çekerek nefislerini terbiye ediyorlardı,<br />

şimdiki müritlerse nefislerine yenik düşüyorlar. Bu durum ne olacak?<br />

Ömer Tuğrul İnançer<br />

Müritler medreselerde bulunmazlar. Medrese ‘tedris edilen yer’<br />

demektir. Medresede ilim öğrenilir. Müritler dergâh, tekke, zâviye gibi<br />

234


yerlerde bulunurlar. Çile demekse halk arasında anlaşıldığı gibi ‘eziyet’<br />

demek değildir. Bunun en güzel örneği de yine Kurân-ı Kerim’dedir.<br />

(ashâb-ı uhdud kıssası) islamiyet’ten önce de tek tanrılı dine inanan<br />

insanlar vardı. Bir putperest kral, putperest olmayanlar için hendekler<br />

kazdırıyor, o hendeklerde ateş yaktırıyor ve o ateşte tek tanrılı dine inananları<br />

yaktırıyor. Böyle bir hendekte yakılanların içinde genç bir delikanlı<br />

var ama annesi putperest. annesi yavrusunu kurtarmak için feryat<br />

edip üstünü başını yırtarken delikanlı ona şöyle bağırıyor “ah anneciğim<br />

burası senin gördüğün gibi bir yer değil, keşke sen de yanımda olsaydın”.<br />

Çile böyle bir şeydir. anne yavrusunu yanarken görür ama o ateşin<br />

içindeki yavru öyle hissetmez. Çünkü sevgili kardeşlerim, ateş yakmaz,<br />

allah yakar. ateş yaksaydı ibrahim aleyhisselâm’ı yakardı. nârın sırrını<br />

öğrenmek için nûr sahibi olmak lazımdır. O da çalışarak olmaz, ihsanla<br />

olur; allah ihsan eder. allah bizim gibi nekes değildir, vermeyi sever.<br />

affetmeyi, ihsan etmeyi sever; bunun için de avuç açanı geri çevirmez.<br />

tabiî o avuçtaki kara da tövbe sabunuyla, istiğfar beziyle biraz yıkanmış<br />

olmalı; o zaman içini doldurur. Dolayısıyla o çile uzaktan görüldüğü<br />

gibi bir eziyet değil, nefsin arzularını yapmama keyfini alma talimidir.<br />

nefsin arzularını yapmamak çok keyifli şeydir, bir öğrenebilsek!<br />

nefsi terbiyenin yolu elbette bugün de var. Bir şeyi yapmak istediniz<br />

ve yapma teşebbüsüne girdiğinizde çok keyif alıyorsunuz ama yaptıktan<br />

sonra da pişman oluyorsunuz. Bazen de bir şeyi yapma teşebbüsünde<br />

çok zorlanıyorsunuz; mesela abdest almak için ayakkabını, çorabını çıkar,<br />

soğukta ayağını yıka, amma zor iş! ama yaptıktan sonra müthiş keyif<br />

alıyorsanız yapmaya devam etmelisiniz. işte nefis terbiyesi budur. Pişman<br />

olduğunuz şeyleri bir daha yapmayın; nefis terbiyesi budur. Hz. Mevlânâ<br />

nefis terbiyesi konusunda bir misal verirken buyuruyorlar ki, “sen ateşi<br />

söndürmek istiyorsun, üzerine odun atıyorsun, söner mi?” ateş biraz<br />

azaldığında canlansın diye üzerine odun attığımızda ilk önce söner gibi<br />

yapar ama sonra daha kuvvetli yanmaya başlar. Hz. Mevlânâ da bunu<br />

söylüyor, “sen nefis ateşini söndürmek istiyorsun ama üzerine odun atıyorsun”<br />

diyor. Su at, yani tersini yap. nefis terbiyesinin yolu nefsin isteklerinin<br />

tersini yapmaktır. Yani bugün de o iş yapılır.<br />

soru<br />

allah’ı seviyoruz ama bu sevginin muhabbete dönüşmesi için neler<br />

yapmamız gerekir?<br />

235


Ömer Tuğrul İnançer<br />

Sevmeye devam etmemiz gerekir. Zaten muhabbet asla tek taraflı<br />

olmaz. arapça’da kelimelerin başına ‘mu’ geldi mi ‘karşılıklı yapılan<br />

şey’ manasını taşır; mesela muhabbet. allah zaten seni güzel yaratmış;<br />

herkeste güzellik vardır ama güzeli görecek göz herkeste yoktur. efendimizle<br />

ebu Bekir Hazretleri birlikte bir yere gidiyorlarmış. ebu Bekir başlamış<br />

yan yan gitmeye. efendimiz “gördüm ya Ebu Bekir, düz yürü” demiş.<br />

Çünkü yol kenarında bir köpek leşi varmış, efendimiz hazretlerinin<br />

mübârek gözü rencîde olmasın diye ebû Bekir onun gözüne siper oluyormuş.<br />

Sevgi budur işte; o kadar seviyor ki efendimizi, onun gözünün<br />

çirkin bir şey görmesine tahammülü yok. efendimiz, “gördüm Ebu Bekir”<br />

diyor ve arkasından ekliyor; “bak, Allah, onun dişlerini ne güzel dizmiş”.<br />

allah-u Zülcelâl’in yarattığı güzellikleri bir köpek leşinde bile bulabilmek<br />

için Peygamber efendimizin gözü lâzım. Çirkin bir şey yoktur; öyleyse bu<br />

karşılıklı güzellemeyi yaşayabilmek için sevmeyi öğrenmek gerekir.<br />

rumelililerden geçmiş yanlış bir şey vardır; şeyhe ‘baba’ demek. Şeyh<br />

‘baba’, derviş de onun yavrusu değildir. Şeyhe evlat olunmaz, tarîkat kardeşi<br />

olunur. Çünkü şeyh baba olursa şeyh öldü mü öksüz kalırsın. ama<br />

tarîkatta öksüz kalma yoktur; yeni şeyhe intisâb edersin, yol devam eder.<br />

Kişiyle sınırlı değildir ama göz cemâl ister; hiçbir derviş ilk mûrşidini<br />

unutmaz.<br />

Hz. Mevlânâ’nın aşkı da deminden beri bahsettiğimiz aşktır. Şunu<br />

bir kez daha ifade etmek istiyorum; muhabbet iki gönül arasındaki ilişkidir,<br />

iki beden arasındaki ilişki değildir. Birtakım insanların ağzına sakız<br />

olduğu gibi Hz. Mevlânâ da yalnız Hz. Şems’i sevmiş ve O’nun tarafından<br />

sevilmiş değildir. Hz. Mevlânâ’nın hayatında altı tane önemli isim<br />

vardır. Birincisi babasıdır. Ondan sonraki hilâfet aldığı mürşid-i azizi,<br />

Seyyîd Burhâneddîn’dir. ardından Hz. Şems gelir. Dördüncü ve beşinci<br />

isimler dünür oldukları Kuyumcu Selahattin Hazretleri ile onun göçmesinden<br />

sonra Çelebi Hüsamettîn’dir. Son kişi ise oğlu Sultan Veled’tir. Bu<br />

altı isimden hangisinin Hz. Mevlânâ için daha önde olduğunu tartmak<br />

kimsenin haddi değildir. O zaman sorarım; hangi teraziyle tarttın, sende<br />

onu tartacak takat ve tartı var mı? Cevabını da isterim.<br />

Hz. Şems; tebrizli olduğu için iranlılar tarafından özel olarak empoze<br />

ediliyor. Kanada toronto’da Hz. Mevlânâ ile ilgili bir konferansa katılmış<br />

ve bunları anlatmıştım. Konuşmamı da türkçe bilen iranlı bir hanım<br />

çeviriyor. “Hz. Şems’i es geçtin” dedi. “Hayır, Hz. Şems’i es geçmedim,<br />

236


tam yerine oturttum” dedim. “Şiî olduğu için mi inkar ediyorsun?” deyince<br />

sinirlendim, “Hz. Şems Şii değildir, ehl-i sünnettir; çünkü Hz. Şems’in<br />

şeyhi Ebû Bekr-î Sellebaf isimli bir zattır. Hiçbir Şiî, Hz. Ebûbekir, Hz.<br />

Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ayşe’nin ismine dahi tahammül etmez. Sen<br />

Şiîliği de bilmiyorsun, Hz. Şems’i de tanımıyorsun” dedim.<br />

Hz. Mevlânâ Dîvân-ı Kebîrine Hz. Şems’in ismini vermiş; doğru.<br />

ama ne yazık ki, Mesnevî ile meşgul olanların haricinde hiç kimse,<br />

Mesnevî’nin Hz. Mevlânâ tarafından verilmiş resmî adının ‘Hüsamînâme’,<br />

yani ‘Hüsâmeddin’in kitabı’ olduğunu bilmiyor. Dîvân-ı Kebîr, Divan-ı<br />

Şems diye de adlandırılmış. Bu durumda hangisini daha çok seviyordu?<br />

Sevginin ölçüsü, tartısı mı var? işte Hz. Mevlânâ’nın aşk sembolleri bir<br />

isimden, bin isimden ibâret değildir ama Hz. Şems sembolleşmiştir.<br />

Hz. Şems’i iyi anlayabilmek açısından, Hz. Mevlânâ’nın çok önemli bir<br />

ifâdesini bilmek lazım; “Babam beş sene daha yaşasaydı Şems’e ihtiyacım<br />

kalmazdı”. Bu lafı bilirsek, Hz. Şems’i de yerine oturtmuş oluruz.<br />

Ben bıkmadım ama sizin sabrınızı zorlamayayım. Çok teşekkür ederim,<br />

hakkınızı helâl edin. Yanlışlar bana, doğrular büyüklerimize aittir.<br />

tekrar hakkınızı helâl edin, teşekkür ederim.<br />

237


Şiir ve Müzik Dinletisi<br />

07 Ağustos 2010<br />

Ataol Behramoğlu<br />

Haluk Çetin


SUNUŞ<br />

Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Fatma Şahin<br />

Şiir ve müzik dinletisi için bugün aramızda bulunan ataol Behramoğlu<br />

1942 yılında Çatalca’da doğdu. 1966 yılında ankara üniversitesi<br />

D.t.C.F. rus Dili ve edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 1962 yılında türkiye<br />

işçi Partisi’ne girerek ilk örgütlenme çalışmalarına katıldı. Fikir Kulüpleri<br />

Federasyonu’nun kurucularındandır. 1972 yılında Moskova üniversitesi<br />

edebiyat Fakültesi’nde rus-Sovyet edebiyatı üzerine incelemeler yaptı.<br />

1974 yılında türkiye’ye dönüşünde istanbul Şehir tiyatroları’nda (1980<br />

yılına kadar sürecek) dramaturgluk görevinde çalışmaya başladı. 1975<br />

yılında kardeşi nihat Behramoğlu ile birlikte ‘Militan’ dergisini kurdu.<br />

1979 yılında türkiye Yazarlar Sendikası’nın genel sekreteri oldu. 1982<br />

yılında Barış Derneği davası nedeniyle on ay tutuklu kaldı. Şiirleri bütün<br />

büyük dillere çevrildi. Halen Beykent üniversitesi’nde profesör olarak<br />

çalışmakta ve Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.<br />

Sayın Haluk Çetin Bursa’da doğdu. ilk, orta ve lise eğitimini Bursa’da<br />

tamamladı. Uzun bir süre ara verdiği eğitimine istanbul üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi’nde devam etti. 14 yıldır birlikte şiir-müzik dinletileri<br />

gerçekleştirdiği ataol Behramoğlu ile ‘ataol Behramoğlu Şarkıları-aşk iki<br />

Kişiliktir’ adlı ortak albümü yaptı. Bu yıl, ilk solo albümü ‘Şiir için Şarkılar’<br />

ada Müzik’ten çıktı. Şimdi ataol Behramoğlu’nu dinletiyi gerçekleştirmek<br />

üzere sahneye davet ediyorum.<br />

Ataol Behramoğlu<br />

Sizler sanırsınız ki defalarca eline mikrofonu eline almış, televizyonlarda,<br />

programlarda, canlı yayınlarda konuşan kişi hiç heyecanlanmaz.<br />

Hiç de öyle değil; tam tersine, her seferinde “benim bu mikrofonun başında<br />

ne işim var, bir an önce bitse de kaçsam” diye düşünürüm. ama<br />

konuşmalar ve sohbet başladıktan sonra da bitmesini istemem. Sanıyorum<br />

ki sizler için de öyle olacak; bu şiir dinletisinin daha uzun sürmesini<br />

isteyeceksiniz.<br />

Haluk Çetin arkadaşımla yaklaşık 15 yıldır ülkemizin bütün yörelerinde<br />

şiirlerimi okuyarak dolaşıyorum. Haluk da benim şiirlerimden<br />

yapılan besteleri söylüyor. Bu bestelerin kimileri kendisinin yaptığı, kimileri<br />

ise başka müzisyen arkadaşların yapmış olduğu bestelerdir. Mesela<br />

edip akbayram’ın yorumladığı ‘Ben Ölürsem akşam üstü Ölürüm’,<br />

241


Zülfü livaneli’nin bestelediği ‘Yangın Yeri’ ve timur Selçuk bestesi olan<br />

‘Kızıma’ bunlardandır. Besteci arkadaşlarım bana böyle güzellikler yaşattılar.<br />

tabii her dinletide farklı bir çerçeve çiziyoruz; bulunduğumuz yere,<br />

o andaki psikolojik durumumuza ve hislerimize göre değişik bir hava<br />

oluşuyor. Bu dinleti için öngördüğüm bazı şiirleri okuyamayacağım, çünkü<br />

bir yanlış anlaşma nedeniyle bazı kitaplarım burada yok. Dolayısıyla<br />

ezbere bilmediğim bazı şiirleri okuyamayacağım, onların yerine başka<br />

şiirler okuyacağım.<br />

Dediğim gibi, içinde bulunduğumuz hislere göre dinletilerimiz değişebiliyor.<br />

Benim için bozkır gerçekten çok önemli; çünkü memur çocuğuyum.<br />

aslında istanbul yakınlarındaki Çatalca’da doğdum. aile kökenimiz<br />

azerbaycan’dır ama babamın memuriyeti nedeniyle pek çok kent<br />

dolaştık. Bunlardan bir tanesi de Çankırı’dır. Orta anadolu, bozkır benim<br />

için çok önemlidir. Şiirlerimde, kişiliğimde bozkırın sonsuz ve suskun<br />

büyüklüğü çok etkili olmuştur. tıpkı anadolu insanı gibidir. O sessizliğin<br />

içinde, o dingin görünüşün altında gerçekten büyük bir yaşama enerjisi<br />

ve büyük bir devamlılık vardır. Onun için ben hep Orta anadolu’yu<br />

türkiye’nin en ciddi garantisi olarak görürüm. Yurdumun hiçbir bölgesini<br />

temelde ötekinden ayırmam; her bölgemizin kendine özgü güzellikleri,<br />

zenginlikleri var. Orta anadolu insanının o suskun, zaman zaman mizah<br />

patlamalarıyla ortaya çıkan kişiliğinde Selçuklulardan, belki daha eskilerden,<br />

Hititlerden Cumhuriyet türkiye’sine kadar sürüp gelen bir güvenirlilik<br />

bir devamlılık niteliği var ki bu bana her zaman sevinç ve güven<br />

vermiştir. Mustafa Kemal’in başkent olarak ankara’yı seçmesi de bir rastlantı<br />

değildir; ankara Orta anadolu’nun kalbidir gerçekten. Bu nedenle,<br />

bizi davet ettiğiniz için çok mutluluk ve heyecan duydum; öncelikle<br />

avanos Belediyesi’ne ve değerli çalışanlarına çok teşekkür ederim. Şunu<br />

da hemen söylemek istiyorum; kültür biriminiz harika, mükemmel bir<br />

iş çıkartmış. Çok etkinlik dolaştığımız için karşılaştırma fırsatımız oldu.<br />

Hazırlanan broşürlerden, bir hanımefendinin elinden sunulan karşılama<br />

çiçeğine kadar gerçekten mükemmel bir organizasyon. Sayın belediye<br />

başkanını ve arkadaşları tebrik ediyorum.<br />

Herkes şöyle sanıyor; ataol Behramoğlu şiirlerini okuyacak, Haluk<br />

Çetin de bir şeyler çalacak. Öyle değil; ben birkaç şiir okuyorum, sonra<br />

Haluk bir şarkı söylüyor, derken şiirler ve şarkılar iç içe girercesine adeta<br />

senfonik bir bütünlük oluşturuyor. ilk bölümde okuyacağım ‘Çok Sevdim<br />

Bir Zamanlar’ şiirinde bir bozkır duygusu vardır. Çünkü, otobüslerle yap-<br />

242


tığım yolculuklarda, yollarda beni etkileyen duygular oluşturdu bu şiiri.<br />

Sonra ‘Melankoli’ diye bir şiir okuyacağım; benim ilk şiirimdir. Çankırı<br />

lisesi’nde öğrenciyken yazdığım bir küçük şehir duygusu. Ondan sonra<br />

‘Kızılırmak’ şiirimi okuyacaktım ama yanımda değil; son kitaplarımdan<br />

birinde ve maalesef ezbere bilmiyorum. Belki “taşra Kentlerinde akşam<br />

Kederi” diye bir şiir var onu okurum ve böylece devam ederiz.<br />

Çok Sevdim Bir Zamanlar<br />

Çok sevdim bir zamanlar, seviyorum yine de<br />

Alıp başımı gitmeyi yollar boyunca<br />

Seyretmek bir bozkır akşamını camından bir otobüsün<br />

Masal şehirlerini geçerken hızla<br />

Çok sevdim bir zamanlar, seviyorum yine de<br />

Ürpertili, sımsıcak tenini kadınların<br />

Salmak serin sulara gövdemi<br />

Düşüp gitmek peşine şiirin ve aşkın<br />

Çok sevdim bir zamanlar, seviyorum yine de<br />

Var olduğumu düşünmeyi, ürpererek…<br />

Karanlık bir odada küçük bir çocuk gibi<br />

Yağmurdan ve yalnızlıktan ürkek<br />

Çok sevdim bir zamanlar, seviyorum yine de<br />

Düşüncemi geniş ve sonsuz olanla birleştirmeyi<br />

Hırçın ve ele geçmezce atılgan<br />

Ürkek ve usulcacık benim olan şeyi...<br />

Çok sevdim bir zamanlar, seviyorum yine de<br />

Ve hep seveceğim beynim ve tenim var oldukça bu dünyada<br />

Pırıl pırıl olanı, her zaman bir güz diriliğinde<br />

Değişmez ve değişken olanı sonsuzca...<br />

243


Melankoli<br />

Ey sokaklarında yıllarca avare dolaştığım<br />

İçinde ilk aşkımı yaşadığım küçük şehir<br />

Umutsuz akşamlarımda sesini duyduğum lir<br />

Sihrinde ilk acıyı tattığım<br />

Ey sarhoş akşamlarımın biricik tesellisi<br />

İlk şiirlerimdeki biricik dert ortağım fener<br />

Soğuk kış geceleri ısındığım kalorifer<br />

Gitgide uzaklaşan tren sesi<br />

Ey en masum arzularımı gizleyen oda<br />

Yıldızlarla dost eden küçük pencere<br />

Her gece gönlümün dilediği yere<br />

Götüren sihirli araba<br />

Ey en içli en yanık türkülerimi duymayan<br />

Rüzgarı saçlarımı dağıtan sokak<br />

Ve ey saçı ak gönlü ak<br />

Anneciğim, pencerede ağlayan<br />

Ah biliyorum güç gelecek sizlere<br />

Ama artık gitmek geliyor içimden<br />

Bir sabah masmavi bir bulutun peşinden<br />

Dönüşü olmayan yerlere<br />

Taşra Kentlerinde Akşam Kederi<br />

Taşra kentlerinde akşam kederi<br />

Her yerinde aynı dünyanın<br />

Duru gök ve ev görüntüleri<br />

Ve üzgün bakışı kadınların<br />

Rüzgârın uzak kırlardan<br />

Getirdiği akşam sesi<br />

Dağların gecede gitgide<br />

Karanlıklaşan gövdesi<br />

244


Taşra kentlerinde geçti çocukluğum<br />

Akşamın o gri hüznü<br />

Yakındır bu yüzden yüreğime<br />

Yılardır bu hüznü yaşıyorum<br />

Hasretim, nasıl da hasretim<br />

Annemin adımı seslenişine<br />

Ataol Behramoğlu<br />

Madem ‘anne’ sözü geçti bu şiirde, annem için yazdığım bir şiirle bu<br />

bölümü bitireyim.<br />

Unuttum Nasıldı Annemin Yüzü<br />

Unuttum, nasıldı annemin yüzü<br />

Unuttum, sesi nasıldı annemin.<br />

Gece bir örtü olsun anılardan<br />

Kara yüreğime örtüneyim.<br />

Unuttum, nasıldı annemin gülüşü<br />

Unuttum, nasıldı ağlarken annem.<br />

Yaşam sallasın kollarında beni<br />

Küçücük oğluyum onun ben.<br />

Unuttum, elleri nasıldı annemin<br />

Unuttum, gözleri nasıldı bakarken.<br />

Kuru ot kokusu getirsin rüzgâr<br />

Yağmur usulcacık yağarken.<br />

245


Haluk Çetin (gitar eşliğinde)<br />

Koşu<br />

Şiir:Ataol Behramoğlu<br />

Beste: Mustafa Uysal<br />

Tutsaklığın dar sokaklarında büyürken<br />

Sevmek niye, yetmeden öncelere<br />

Seni düşünmek bir yağmur ansızın<br />

Akşamüstleri yorgun caddelere<br />

İçimde yeniden bir umut,<br />

Yeniden bir kahır sevgilere<br />

Söylenmemiş şiirler dudaklarımdan<br />

Savruluyor susuk gecelere<br />

Üstelik hep mutlu olmak gülünç<br />

Sığmak güç evlere, kahvelere<br />

Ellerinden bir tutsam, biliyorum<br />

Koşum ötelere ötelere…<br />

Ataol Behramoğlu<br />

Şimdi aşk şiirleri bölümüne geldik. ilki ‘alanya Günlükleri’ şiirimden ‘Çiçeklerin<br />

derin rüyasını’ diye başlayan bölüm. ardından ‘ilkbahar’, ‘Seni<br />

Düşündüğüm Zaman’ ve ‘Göre’ şiirleriyle devam edip ‘Yeni aşka Gazel’<br />

ile bu bölümü bitireceğim.<br />

Çiçeklerin derin rüyasını<br />

Bozamaz bir arının konuşu bile<br />

Tıpkı öyle, bir yaz gününün<br />

Büyüsündeyiz seninle<br />

Bir çocuk ağlıyor, bir sandal<br />

Usulca ayrılıyor kıyıdan<br />

Fesleğen kokusu dağılıyor<br />

Öptüğüm parmak uçlarından<br />

246


Denizin bitimsiz uğultusu<br />

Yoğunlaştırıyor sessizliği<br />

Uzanmak otlara yüzükoyun<br />

Ve susmak, bir ağaç gibi…<br />

İlkbahar<br />

Yüzümü bulutlara kaldırıp<br />

Dua eder gibi mırıldanıyorum<br />

Kuşlarla, otlarla yıkanıyorum<br />

Rüzgârla, ilkbaharla<br />

Güneş gözkapaklarımı ısıtıyor<br />

O güvenilmez ilkbahar güneşi<br />

Rüyada mıyım, gerçek mi bu<br />

Hem var gibiyim, hem yok gibi<br />

Bir güney kentinde, bir kıyı kahvesinde<br />

Başakların sonsuz salınışı<br />

Burada, kendimle baş başa<br />

Ömrümü böylece tamamlayabilirim<br />

Bir kuşu dilinden hiç öpmedim<br />

Belki bir gün öpebilirim<br />

Belki bir gün rüzgâr olurum ben de<br />

Eserim başakların üzerinden<br />

Kalbim bir yaz gününe karışsın isterim<br />

Bir kuş cıvıltısında doğmak için yeniden<br />

Seni Düşündüğüm Zaman<br />

Seni düşündüğüm zaman<br />

İçimde bir çocuk bahçesinin kapıları açılıyor<br />

Dünyanın bütün çocukları doluyor içeri<br />

Seni düşündüğüm zaman<br />

İlkbahar gibi bir şey oluyor<br />

Anlatılmaz bir sevinç kaplıyor her şeyi<br />

247


Elimdeki kalem<br />

Parmaklarımda şakıyan<br />

Bir kuşa dönüşüyor<br />

Masam bir güneş denizinde yüzüyor<br />

Seni düşündüğüm zaman<br />

Yalnızlık çeken sözcükler<br />

Kol kola giriyor birden<br />

Seni düşündüğüm zaman<br />

Bir bulut oluyorum<br />

Uçmaktan başka bir şey bilmeyen<br />

Göre<br />

Gözlerimiz birbirine göre<br />

Ellerimiz, dudaklarımız<br />

Ve aşk bize göredir<br />

Gece tam aşka göre<br />

Rüzgâr geceye göre<br />

Ve yağmur rüzgâra göredir<br />

Öpüşlerimiz yağmura göre<br />

Odamız öpüşlerimize göre<br />

Ve dünya odamıza göredir<br />

Ve biz dünyaya göreyiz<br />

Yeni Aşka Gazel<br />

Uçurumlardan geçerek gelirim sana<br />

Delice, uçarak gelirim sana<br />

Unutup kederle biteni nice kez<br />

Merak merak gelirim sana<br />

İçim şarkılarla dolup taşarken<br />

Dilim dolaşarak gelirim sana<br />

248


Aklım bir Pazar yerinden karışık<br />

Gönlüm tepetaklak gelirim sana<br />

Yeniden öğrenmek için her şeyi<br />

Bildiklerimi unutarak gelirim sana<br />

Dünyaya henüz gelenden farksız<br />

Çığlık çığlık, çırılçıplak gelirim sana<br />

Kopar diye köklerimden beni yine<br />

Uçur diye ey aşk, gelirim sana…<br />

Haluk Çetin (şarkı, gitar eşliğinde)<br />

Bu Aşk Burada Biter<br />

Şiir:Ataol Behramoğlu<br />

Beste: Kumdan Kaleler<br />

Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim<br />

Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver<br />

Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim<br />

Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider<br />

Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir<br />

Solarken albümlerde çocuklar ve askerler<br />

Yüzün bir kır çiçeği gibi usulca söner<br />

Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir<br />

Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler<br />

Ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!<br />

Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı<br />

Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler<br />

Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim<br />

Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver<br />

Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim<br />

Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider<br />

249


Ataol Behramoğlu<br />

Şiir nasıl şaşırtıcı bir şey, değil mi? Bildiğimiz kelimelerle yapılıyor<br />

ama insanı farklı bir dünyaya doğru alıp götürüyor. Bunları yazarken,<br />

hele çok gençken, insanların gelip beni dinleyeceğini düşünemezdim.<br />

Bir kızcağız vardı; lisede, ilk sevgilim oldu zaten. teneffüslerde sobanın<br />

başında şiirler okurdum o da beni dinlerdi; işte öyle başladı ilk şiirlerim.<br />

Şiir büyüleyici bir şey; ruhunuzdan, kalbinizden çıkan şeyler bir ortak<br />

duyarlılığa doğru genişliyor. Bu müthiş, olağanüstü bir şey gerçekten ve<br />

o ilgiye de layık olmayı candan istiyorum. Burada başı örtülü hanımefendiler,<br />

gençler, çocuklar, çeşitli yaşta insanlar var; eğer bir şair herkesin<br />

ortalamasını yakalarsa en güzel şeydir bence. Mesela Beşiktaş’taki<br />

dinletimizde arkalarda oturan, 60’lı yaşlarında, başı kasketli bir köylü<br />

yurttaş gelip masaya bir kâğıt koydu. Bizim dinletilerimizde âdet olmasa<br />

da, baktım, kargacık burgacık harflerle “Annen üzerine şiirini okursan<br />

çok teşekkür” yazıyor. Bu benim için çok değerli, müthiş bir şey.<br />

Bir halk insanı benden annem için yazdığım şiiri istiyor. imlası, yazısı<br />

bozuk ama şiir onun kalbine gitmiş ve ben o şiiri sevgiyle okudum. az<br />

önce burada okuduğum şiirdi. içtenlikle söylüyorum; bu, bir şairin alabileceği<br />

en büyük ödüldür. lotus ödülüm vardır, Puşkin nişanım vardır,<br />

ama üzerinde bu sözcüklerin yazılı olduğu kâğıtçık benim için en az<br />

onlar kadar değerlidir.<br />

Şimdi okuyacağım şiirlerin iki tanesi istanbul şiiri. Sonra,‘türkiye;<br />

üzgün Yurdum, Güzel Yurdum”. Ondan sonra bu bölümün son şiiri ‘Hapishanede<br />

Bir Sabah türküsü’ olacak.<br />

Kirazlı Mescit Sokağı<br />

Kirazlı Mescit Sokağı<br />

Haliç’e doğru iner<br />

Yoksul ahşap evler<br />

Cumbalı pencereler<br />

Yol üstünde kadınlar<br />

Oturmuş örgü örer<br />

Asmalı kahve önünde<br />

Çatık yüzlü erkekler<br />

250


Fabrika dönüşü, yorgun bir kırıtmayla<br />

Geçer solgun giysili kızlar<br />

Kürtçe bir şeyler konuşur<br />

Köşe başlarında delikanlılar<br />

Yüz yaşında bir hamal<br />

Yüz kiloyla didişir<br />

Minnacık oğlanlar<br />

Çöplükte küfürleşir<br />

Konuşsam bu bebelerle<br />

Söyleyebileceğim ne var<br />

Naylon talaşı topluyor<br />

Kışın yakmak için bir ihtiyar<br />

Kirazlı Mescit Sokağı<br />

Bir sokak, yoksul İstanbul’dan<br />

Aklımda bu dizeler<br />

Geçtim bir ikindiüstü ordan<br />

Parkta Rastladığım Adam<br />

Parkta rastladığım adamın<br />

Bir kolu kesikti bileğinden<br />

Çiftçiymiş<br />

Tekirdağ’ın köylüklerinden<br />

Bir kızı veremden ölmüş<br />

Bu şehri İstanbul’da<br />

Karısı tutturmuş:<br />

Kızımın mezarı nerde ben orda<br />

Satmış savmış ihtiyarcık<br />

Varını yoğunu<br />

Feriköy’de bir evceğize<br />

Sokmuşlar başcağızlarını<br />

251


İkinci kız desen<br />

Kibarca: Akıl hastası<br />

Anaya babaya<br />

Vermez bir rahat yüzü<br />

Oğlanlardan büyüğü<br />

Dört çocuklu bir şoför<br />

Küçük oğlan<br />

Bir tamirhanede ömür çürütür<br />

Fayda yok anlayacağın<br />

Ne oğlanlardan, ne kızlardan<br />

Bir fabrikada iş bulmuş<br />

Kaçak işçi çalıştıran<br />

Kırk yılın köylüsü<br />

Ne yapsın işçi olursa<br />

Daha yılı dolmadan<br />

Kaptırıvermiş elini çarka<br />

Gerisi bilinen hikâye<br />

Patrondan imdat görmez<br />

Evde karı ağlar<br />

Deli kız rahat vermez<br />

Kendisine rastladığımda<br />

Düşünüp duruyordu bir kanepede<br />

Ben sordum o anlattı<br />

Güzelim Tekirdağ şivesiyle...<br />

Ataol Behramoğlu<br />

aynen de böyle oldu…<br />

Türkiye; Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum<br />

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum<br />

Boynu bükük ay çiçeği<br />

Şiirin ve aşkın geleceği<br />

252


Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum<br />

Dağ rüzgarı, portakal balı<br />

Alçak gönüllü, hünerli, sevdalı<br />

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum<br />

Yazgısı kara yazılmış gelin<br />

Kurumuş sütü memelerinin<br />

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum<br />

Harlı bir ateş gibi derinde yanan<br />

Haramilerin elinde bunalan<br />

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum<br />

Güngörmüş, bilge toprağım<br />

Yunus, Pir Sultan ve Nazım<br />

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum<br />

Bozlak, ağıt, halay ve zeybek<br />

Dumanı üstünde ekmek<br />

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum<br />

Yüzü kırış kırış anam<br />

Ağlayan narım, gülen ayvam<br />

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum<br />

Asmaların üstünde gün ışığı<br />

En güzel geleceğin yakışığı<br />

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum<br />

Zinciri altında kımıldayan<br />

Bitecek sanıldığı yerde başlayan<br />

Ataol Behramoğlu<br />

teşekkürler. Bu bölümün son şiiri ‘Hapishanede Bir Sabah türküsü’,<br />

1982 yılında Maltepe askeri Cezaevi’nde yazıldı. Maltepe askeri Cezaevi<br />

cephanelikten bozma bir zindandı. Orada türkiye Barış Derneği’nin<br />

253


kurucularından biri olarak tutukluydum. türkiye’nin önemli yazar ve<br />

aydınlarından yaklaşık 35-40 kişi vardı; ben de hasbelkader aralarında<br />

oldum. Bizi Barış Derneği’ni kurmakla suçluyorlardı. Burada politika<br />

yapmak istemiyorum; çünkü edebiyat ve sanat için geldik, ama iki noktanın<br />

altını çizmek istiyorum. nihayet bizi 3 ay sonra yargıç karşısına<br />

çıkardılar; 10 ay sonra da tahliye olduk. ardından mahkemeler devam<br />

etti. Katılmadığım son duruşmada 8 yıla mahkûm oldum, 8 yıl sürgünde<br />

yaşadım, bunun altını çizmek lazım; bu bir. ikincisi, 12 eylül’ün yargılanması<br />

deniyor; olmalıdır, mantıklıdır, ama 12 eylül’ü gerçekleştirenler 1,<br />

3, 5 ya da 500 kişi değil. O dönemin sorumlularını bulup çıkaracaksınız.<br />

Mesela 12 eylül içinde boyun eğen bütün bürokratları yargılayabilecek<br />

misiniz? Ben bu konuda çok acı çekmiş bir insanım. Cezaevinde yatarken<br />

sürekli açılıp kapanan ışıklardan gözlerim sakatlandı; sürgün olarak<br />

gittiğim Paris’te gözlerimden birinin görme oranı 1/10’a düşmüştü, diğer<br />

gözüm de giderek kör oluyordu. Söylemek istediğim şu; 12 eylül’ün hesabı<br />

referandumla sorulmaz, ancak biz sorabiliriz, halk sorabilir. Halk<br />

hazır olduğunda bunun hesabını sorar. Bugün için sorunlarımız biraz<br />

daha farklıdır.<br />

Hapishanede Bir Sabah Türküsü<br />

Maltepe askeri cezaevinin avlusunda<br />

Sisler içindeki Büyükada’nın karşısında<br />

Oturmuş yazarım bu şiiri<br />

Eylül başlarında bir cumartesi sabahı<br />

Lodos titretiyor ağaçları<br />

Yağmur geceden yıkamış çiçekleri<br />

Gökyüzü mavi, bulutlar beyaz<br />

Ardından baharın geçti koca bir yaz<br />

Hapisteyiz hâlâ ve güzün ilk serinlikleri<br />

Avlunun dört yanı dikenli teller<br />

Tellerin gerisinde nöbetçiler bekler<br />

Kapanır uykusuzluktan gözleri<br />

254


On gündür çocuk sesi duymadım<br />

Özledim “baba” deyişini kızımın<br />

Özledim beni görünceki sevincini...<br />

Hayatım benim, kırk yıllık hayatım<br />

Seni başarabildiğimce dürüst yaşadım<br />

İçim burada da pırıl pırıl şimdi<br />

Geçer, güzelim, bugünler de geçer<br />

Sökülüp atılır dikenli teller<br />

Koparır halk bir gün zincirlerini<br />

Haluk Çetin (şarkı, gitar eşliğinde)<br />

Kadın İşçiler<br />

Bizler, biz kadın işçiler<br />

Köylüydük eskiden<br />

Hem tarladan sorumluyduk<br />

Hem evden<br />

Bir değil bin canın olsa<br />

Kalkamaz altından bu yükün<br />

Aklı olan, vicdanı olan<br />

Otursun düşünsün<br />

Bizler, biz kadın işçiler<br />

Evde çalışanlar<br />

Haklarımızı arayan yok<br />

Soran yok<br />

Bir değil bin canın olsa<br />

Kalkamaz altından bu yükün<br />

Aklı olan, vicdanı olan<br />

Otursun düşünsün<br />

Ataol Behramoğlu<br />

Halukcuğum ‘Kızıma’yı da söyle.<br />

255


Haluk Çetin (şarkı, gitar eşliğinde)<br />

Sevginin Önünde<br />

Şiir:Ataol Behramoğlu<br />

Beste: Timur Selçuk<br />

Bütün insanları dostun bil, kardeşin bil kızım<br />

Sevincin ürünüdür insan, nefretin değil kızım<br />

Zulmün önünde dimdik tut onurunu<br />

Sevginin önünde eğil kızım..<br />

Ataol Behramoğlu<br />

Şiirlere devam ediyoruz.<br />

Tek Başınalık<br />

Ben tek başına ne yapabilirim<br />

Diye düşündü biri<br />

Ve hiçbir şey yapmamaya<br />

Karar verdi<br />

Ben tek başına ne yapabilirim<br />

Diye düşündü bir öteki<br />

Ve yalnızlığının<br />

Kuytuluğuna çekildi<br />

Ben tek başına ne yapabilirim<br />

Diye düşündü bir üçüncü<br />

Ve tek başına<br />

Düşünmeyi sürdürdü<br />

Ben tek başına ne yapabilirim<br />

Diye düşündü yüz binler<br />

Ve tek başınalıklarını<br />

Sürdürdüler<br />

256


Ben tek başına ne yapabilirim<br />

Diye düşündü milyonlar<br />

Milyonlarcaydılar<br />

Ve tek başınaydılar<br />

Bu arada<br />

Birileri<br />

Onlar adına<br />

Kararlar vermekteydi<br />

Tek başına<br />

Olduklarını sananlar<br />

Topluca ortadan<br />

Kaldırıldılar…<br />

Bir Ülke Nedir?<br />

Bir ülke nedir diye sordum<br />

Düş kuranın birine<br />

Ülke düşlerdir dedi<br />

Gerisinden bana ne<br />

Bir ülke nedir diye sordum<br />

Kırda açan çiçeğe<br />

Ülke kokumdur dedi<br />

Gerisinden bana ne<br />

Bir ülke nedir diye sordum<br />

Gökte uçan şahine<br />

Ülke avımdır dedi<br />

Gerisinden bana ne<br />

Bir ülke nedir diye sordum<br />

Yerde sürünen yılana<br />

Ülke yuvamdır dedi<br />

Gerisinden bana ne<br />

257


Bir ülke nedir diye sordum<br />

Cebi dolu birine<br />

Ülke paramdır dedi<br />

Gerisinden bana ne<br />

Bir ülke nedir diye sordum<br />

Cebi delik birine<br />

Şöyle bir süzdü beni<br />

Dedi ki git işine<br />

Ağır Başlı Aydının Türküsü<br />

Bu ülke bir gün<br />

Mutlu olacak elbet<br />

Fakat şimdilik<br />

Biraz sabret<br />

Görüşlerimi<br />

Kimseden gizlemem<br />

Fakat şimdilik<br />

Sesimi çıkartmak istemem<br />

Özgürlük için<br />

Özveri gerek<br />

Fakat şimdilik<br />

En iyisi beklemek<br />

Görevimdir<br />

Gerçeği söylemek<br />

Fakat şimdilik<br />

Neme gerek…<br />

Ölüm ve Genelkurmayı<br />

Ölüm bir gece toplantıya<br />

Çağırdı genelkurmayını<br />

Kıtlığı, depremi<br />

258


Savaşı, hastalığı…<br />

Dedi neler oluyor<br />

İnsanların dünyasında?<br />

Ölüm oranı<br />

Gitgide azalmada…<br />

Ağıt yerine türkü sesleri<br />

Yükseliyor evlerden<br />

Ne oluyor?<br />

Nedir olup biten?...<br />

Kıtlık dedi,” Efendim,<br />

Bir şey gelmiyor elimden<br />

Suluyorlar tarlalarını<br />

Yağmura gereksinmeden<br />

Büyük havuzlar yapmışlar<br />

Suyu biriktirmek için<br />

İsterlerse değiştiriyorlar<br />

Yönünü nehirlerin…”<br />

Hastalık dedi,”Efendim,<br />

Doğrusu bunaldım…<br />

Karınları tok sırtları pek<br />

Şaşırdım kaldım…<br />

Hasta olduklarında da<br />

Etkili yöntemleri var<br />

Çok sürmüyor<br />

İyileşiyorlar…”<br />

Deprem dedi,” Efendim,<br />

Yapıları pek sağlam<br />

Yıkamıyorum<br />

Ne kadar abansam…”<br />

259


Yangın, kaza, su baskını…<br />

Tüm öteki kötülükler…<br />

Aşağı yukarı<br />

Aynı şeyleri söylediler…<br />

Savaşa dönerek<br />

Gürledi ölüm birden:<br />

“Peki ya ne güne<br />

Duruyorsun sen…”<br />

Savaş dedi,”Efendim,<br />

Zaten sorun da bu:<br />

Barış diye bir şey<br />

İcat olundu…<br />

Savaşta ölmek<br />

Bitti böylece<br />

Çoluk çocuk<br />

Yok olmak topluca…<br />

Ve silah yapımına<br />

Harcanmayan para<br />

Ömür ve sağlık<br />

Oluyor insana…”<br />

Haluk Çetin (şarkı, gitar eşliğinde)<br />

Bir Mavi Çiçek<br />

Şiir:Ataol Behramoğlu<br />

Beste: Orhan Orhon<br />

Önce top mermileriyle dövüldü alan<br />

Tarandı sonra mitralyözlerle<br />

Sonra boğaz boğaza dövüşüldü<br />

Ve sonra usulca indi gece<br />

260


Bir mavi çiçek kalmıştı sadece<br />

Ama yoktu koklayacak kimse<br />

Sabaha karşı dindi iniltiler<br />

Yan yana, üst üste yığılı ölüler<br />

Ağaçlar devrilmiş, kavrulmuş çimenler<br />

Boğulmuş yaşayan ne varsa bu yerde<br />

Bir mavi çiçek kalmıştı sadece<br />

Ama yoktu koklayacak kimse<br />

O sabah yine maviydi gökyüzü<br />

Başladı az sonra kuşların türküsü<br />

Sabah rüzgârı ne bilsin ölümü<br />

Esti durdu kırlarda keyfince<br />

Bir mavi çiçek kalmıştı sadece<br />

Ama yoktu koklayacak kimse<br />

Ataol Behramoğlu<br />

Konuşmanın başında söylemiştim; gerçekten farklı ve özel bir duygu<br />

içindeyim. Son zamanlarda şiir yazamıyorum. Şaşılacak şey, yaz aylarım<br />

şiirsiz geçiyor. Oysa yaz aylarım şiir yazarak geçer benim. iyi ki çağırmışsınız<br />

bizi, bozkırı özlemişim. Bozkır beni çok etkiliyor; bunu bir kez daha<br />

anladım ki Orta anadolu çok başka bir yer benim için. Çocukluğumla, ilk<br />

gençliğimle ilgili. Peribacaları da çok güzel ama şu bozkır var ya müthiş<br />

bir şey. Onun için gerçekten özel bir duygu içindeyim.<br />

Şimdi okuyacağım ‘Bebeklerin Ulusu Yok’ şiirinin hikâyesini anlatmak<br />

istiyorum. 1980 yılında Yunanistan’da bir arkadaşın evine davetliyim;<br />

hava sıcak, bahçedeyiz. arkadaşlarımın bebeği annesinin kucağında<br />

ağladı. O sırada benim kızım da bir yaşlarında… “Tıpkı benim kız gibi<br />

ağlıyor…” diye düşündüm… Gerçekten de, mimikler, ses tonu, her şey<br />

aynı… Bunları düşündüm ve aynı anda da kendimi ayıpladım… Yunan<br />

bebek türk bebekten farklı mı ağlayacaktı… Sonra bu gözlemimin, iç<br />

yaşantımın şiirini yazmak gerekir diye düşündüm… “Bebeklerin Ulusu<br />

Yok” böyle çıktı…<br />

261


Bebeklerin Ulusu Yok<br />

İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu<br />

Bebeklerin ulusu yok<br />

Başlarını tutuşları aynı<br />

Bakarken gözlerinde aynı merak<br />

Ağlarken aynı seslerinin tonu<br />

Bebekler çiçeği insanlığımızın<br />

Güllerin en hası, en goncası<br />

Sarışın bir ışık parçası kimi<br />

Kimi kapkara üzüm tanesi<br />

Babalar çıkarmayın onları akıldan<br />

Analar koruyun bebeklerinizi<br />

Susturun susturun söyletmeyin<br />

Savaştan yıkımdan söz ederse biri<br />

Bırakalım sevdayla büyüsünler<br />

Serpilip gelişsinler fidan gibi<br />

Senin benim hiç kimsenin değil<br />

Bütün bir yeryüzünündür onlar<br />

Bütün insanlığın gözbebeği<br />

İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu<br />

Bebeklerin ulusu yok<br />

Bebekler, çiçeği insanlığımızın<br />

Ve geleceğimizin biricik umudu...<br />

Beyaz, İpek Gibi Yağdı Kar<br />

Beyaz, ipek gibi yağdı kar<br />

Bir kız kardan hafif adımlarıyla yürüyüp geçti hayal içinde<br />

Arkadaşlarımı düşündüm, sevgili şeyleri<br />

Sanki her şey bizimle var ve bizimle olacak<br />

Şarkılar çaldı odalarda<br />

Beyaz ipek gibi yağdı kar<br />

Bir kız kelebek adımlarıyla<br />

Geçip gitti güvercinleri anımsatarak<br />

Uzaktaki şehir<br />

Uykuya dalmıştır şimdi.<br />

262


Düşündüm bir bir<br />

Kardeşlerimin ne yaptıklarını<br />

Nihat<br />

Uyumuyor olmalı.<br />

-Nefis bir şarkı<br />

Söylüyor yandaki odada bir kız<br />

Bir Rus<br />

Halk şarkısı.<br />

Ve şimdi koroyla<br />

Başladılar-<br />

Nihat düşünüyordur<br />

Karanlıkta.<br />

-Sanırım<br />

Bir saatten sonra<br />

Hapishanede<br />

Dışardan söndürüyorlar ışıkları-<br />

Beyaz ipek gibi yağdı kar<br />

Bir kız kelebek adımlarıyla<br />

Geçip gitti karın üzerinden.<br />

İnsanlar kendi şarkılarını<br />

Kendi hayallerini taşıyorlar.<br />

Çağdaş şarkılar<br />

Gerekli onlara<br />

Hem hayatlarının<br />

Derinliklerinden söz eden<br />

Gerçekleştirilmiş<br />

Gerçekleştirilmemiş duygularından,<br />

Hem<br />

Kavgayı ateşleyen<br />

Somut<br />

Anlaşılır<br />

Akıllı şarkılar.<br />

Beyaz, ipek gibi yağdı kar<br />

Acılarla dolu bu dünyaya.<br />

İnsafsızlık<br />

Vahşet<br />

Hâlâ güçlü<br />

Ve hâlâ iktidarda.<br />

263


İnsanlar<br />

Ölüyorlar.<br />

Gepgenç<br />

Sımsıcak<br />

Ölüyorlar<br />

Sanki<br />

Ölmüyorlarmış gibi.<br />

Bir yandan sürüp gidiyor<br />

Hayat;<br />

Bir yanda tel örgüler<br />

Parmaklıklar.<br />

Beyaz, ipek gibi yağdı kar<br />

Yağdı kirpiklerine bir kızın<br />

Yağdı mavi bir nehre<br />

Saçlarıma yağdı<br />

Otobüslere<br />

Ağaçlara<br />

Evlere.<br />

İçimden okşadım onu.<br />

Okşadım içimden<br />

Kelebek adımlarını<br />

Yanımdan geçen kızın.<br />

Herhangi bir kız<br />

Hayalleri olan.<br />

İstedim ki<br />

Daha güzel<br />

Olsun şu dünya.<br />

İstedim ki<br />

Beyaz<br />

İpek gibi yağan karın altında<br />

Bitsin artık<br />

Bu sürüp giden alçaklıklar.<br />

Bir bebek<br />

Ölüm tehdidi altında yaşamasın<br />

Beşiğinde.<br />

Ve paramparça olmasın<br />

Capcanlı<br />

264


Sımsıcak<br />

Yaşayıp giderken insanlar.<br />

Bırakın, beyaz<br />

İpek gibi yağan karın altında<br />

Hayallerimiz olsun.<br />

Yaşayalım<br />

Özgür<br />

Güzel<br />

Düşünceli.<br />

Anlatalım<br />

Düşündüklerimizi birbirimize.<br />

Sevinç egemen olsun her yerde<br />

İnsanca<br />

Bir kaygı.<br />

Beyaz, ipek gibi yağdı kar.<br />

Yağsın.<br />

Dünya daha güzel olacak<br />

İnanıyorum buna.<br />

Bir insan kalbinin güzelliğine<br />

Çocukluğuna<br />

Sonsuz cesaretine, olanaklılığına<br />

İnandığım kadar.<br />

Haluk Çetin (şarkı, gitar eşliğinde)<br />

Yangın Yeri<br />

Şiir:Ataol Behramoğlu<br />

Beste: Zülfü Livaneli<br />

Ataol Behramoğlu<br />

Sivas’ta yitirdiğimiz aydınların ve bütün demokrasi şehitlerimizin anısına…<br />

Yaşamak bu yangın yerinde<br />

Her gün yeniden ölerek<br />

265


Zalimin elinde tutsak<br />

Cahile kurban olarak<br />

Yalanla kirli havada<br />

Güçlükle soluk alarak<br />

Savunmak gerçeği çoğu kez<br />

Yalnızlığını bilerek<br />

Korkağı, döneği, suskunu<br />

Görüp de öfkeyle dolarak<br />

Toplanıyor ölü arkadaşlar<br />

Her biri bir yerden gelerek<br />

Kiminin boynunda ilmeği<br />

Kimi kanını silerek<br />

Kucaklıyor beni Metin Altıok<br />

“Aldırma,” diyor gülerek<br />

“Yaşamak görevdir yangın yerinde<br />

Yaşamak, insan kalarak”<br />

Ataol Behramoğlu<br />

Son şiirimi okumadan önce bir şeyler söylemek isterim. Sanat siyasetin<br />

dışında değil ama üstündedir. Sanatçı duygularıyla, sözleriyle, iyilik,<br />

güzellik, barış, adalet duyguları uyandırır. Haksızlığa, eşitsizliğe, yalana<br />

karşı sesini yükseltir; bunun dar bir siyasetle ilgisi yoktur. Ben isterim ki,<br />

bir gün bizim türkiye’mizde, bağrışıp çağrışarak, hakaretlerle değil de<br />

bozkırın güzelliğine, enginliğine, genişliğine, bu coğrafyaya, gerçekten<br />

ahlâklı, derin ve eski tarihimize yaraşır bir noktada bütün insanlarımız<br />

buluşsun. Benim ve şiirlerimin amacı ve hedefi de esasında budur.<br />

266


Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir şey Var<br />

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:<br />

Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi<br />

Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten<br />

Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği<br />

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne<br />

Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa<br />

Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır<br />

Kopmaz kökler salmaktır oraya<br />

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını<br />

Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin<br />

Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara<br />

Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin<br />

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine<br />

Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına<br />

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın<br />

Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına<br />

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar<br />

Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın<br />

Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu<br />

Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın<br />

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle<br />

Çünkü acılar da, sevinçler gibi, olgunlaştırır insanı<br />

Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına<br />

Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı<br />

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:<br />

Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına<br />

Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır<br />

Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana<br />

267


Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

Burada toplanan bütün hemşerilerimize ve misafirlerimiz adına bu<br />

program için Sayın Hocam ataol Behramoğlu ve Sayın Haluk Çetin’e<br />

teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Siyasi görüş olarak Sayın Hocama pek<br />

çok noktada iştirak etmiyor, fakat sonuna kadar saygı duyuyorum. ayrıca<br />

bir noktaya daha işaret etmek istiyorum; özellikle son okuduğunuz<br />

“Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” şiirini bu topraklara kazandırmış<br />

bir şair olarak yüreğinize, kalbinize sağlık diyor, teşekkürlerimi<br />

sunuyorum. Şiirlerinizi dinlerken şiiri ne kadar özlediğimizi fark ettim ve<br />

bunu sağladığınız için de ayrıca minnettarız. Haluk Bey’e de bu güzel<br />

sahne performansından ve seslendirdiği bestelerdeki başarısından dolayı<br />

teşekkürler. Kendilerini bundan sonraki zamanlarda da misafir etmekten<br />

büyük mutluluk duyacağız.<br />

268


Divan Edebiyatı ve Aşk<br />

18 Eylül 2010<br />

İskender Pala


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

Bugünkü söyleşimizin konusu “Divan edebiyatı ve aşk”. Sayın hocamızdan<br />

olabildiğince fazla istifade edebilmek amacıyla son derece<br />

kapsamlı olduğuna inandığımız bu konuyu seçtik. Öncelikle halkımızın<br />

Divan edebiyatına bakışını özetleyen bir giriş yapmak istiyorum.<br />

Divan edebiyatı dendiği zaman öğrencilik yıllarımızdan gelen alışkanlıklarla<br />

şöyle bir değerlendirme yapıyoruz: Divan edebiyatı demek<br />

ağdalı bir Osmanlıca demek; arapça ve Farsça’nın karışımından oluşan<br />

ağır bir dil demek. ikincisi, ‘failatün failatün failün’ demek. teorisi ve<br />

tekniği son derece ağır, iskeleti ve kavrayışı son derece zor bir edebiyat<br />

türü demek. üçüncü olarak divan edebiyatı, bizlerin zihninde canlandığı<br />

şekliyle bir eli yağda bir eli balda olanların, tuzu kuruların, yani elitlerin,<br />

seçkinlerin, sarayın dili ve edebiyatı demek. Divan edebiyatı için olumsuz<br />

kabul edilebilecek bir başka değerlendirme biçimi ise ‘sanat sanat<br />

içindir’ anlayışının hüküm sürdüğü, gülden, bülbülden, aşktan, şiirden<br />

bahseden bir edebiyat demek. Konuya böyle bakınca da insanı yoran,<br />

zahmete sokan bir edebiyat biçimi demek. Öyleyse niye alakadar olalım,<br />

kendimizi niye yoralım? tabii ki bu sorunun cevabını sadece kendi bakış<br />

açımızdan verebiliriz. Şimdi sayın rektörümüz (nevşehir üniversitesi<br />

rektörü Prof. Dr. Filiz Kılıç) ve sayın hocam buradalar onlar bilimi temsil<br />

ediyorlar. Halk tarafından seçilen bizlerse, halkı temsil ettiğimize inandığımızdan<br />

bakışımız bu açıdan oluyor. Bundan sonra söyleyeceklerimin<br />

işin doğrusunu tarif etmek olarak algılanmasını istemem. Böyle bir tarzı<br />

bu topluluk karşısında haddimi aşmak olarak değerlendiririm. Fakat, ‘divan<br />

edebiyatıyla niye ilgilenmemiz gerektiği’ konusunun da konuşulması<br />

gerekiyor. Sayın hocam dün bizlere son derece istifade ettiğimizi düşündüğüm<br />

‘kültür ve medeniyet’ başlıklı bir konuşma yaptı. Konuşmasında<br />

da bu sorunun cevabını parçalar halinde verdi; bir kısmını burada paylaşmak<br />

istiyorum.<br />

Divan edebiyatıyla ilgilenmeliyiz; çünkü bu medeniyete mensup insanlar<br />

topluluğu olarak, Divan edebiyatıyla ilgilenmek üzerimize düşen<br />

bir görev. Medeniyet ya da kültür düzeyinde olmasa bile en azından<br />

bilgi sahibi olmamız gereken alanlardan bir tanesi. 13. yüzyılda başlayıp<br />

19. yüzyıla kadar devam etmiş, 600 yıl Osmanlıyla birlikte sürmüş bir<br />

271


edebiyat yok farz edilemez ve ilgi alanı dışında tutulamaz. elbette inişleri<br />

ve çıkışları olmuş bir edebiyat dalı. Mesela 15. yüzyıl ile 16. yüzyılın<br />

ortaları arasında zirvesini yaşamış. O dönemde siyaset bilimi ve idaresi<br />

açısından tüm batıda ‘Muhteşem Süleyman’ olarak bilinen, sultanlığıyla<br />

gurur duyduğumuz Kanun-i Sultan Süleyman’ ile nasıl övünüyorsak;<br />

onun mimarideki muadili, yaklaşık bir asırlık ömründe Süleymaniye, Selimiye<br />

gibi 350’den fazla eseri bulunan Mimar Sinan ile nasıl övünüyorsak;<br />

yine o dönemde yaşamış, akdeniz’i bir türk gölü haline getirmesiyle<br />

övündüğümüz, tarihin en büyük denizcilerinden biri olan Barbaros Hayrettin<br />

Paşa’yı nasıl sahipleniyorsak; dünya edebiyatında klasikler arasına<br />

girmeyi hak edecek bir eser vermiş, ‘leyla ile Mecnun’u yazmış Fuzuli’yi<br />

nasıl görmezden gelebiliriz?<br />

Divan edebiyatı ile ilgilenmek sadece bir görev mi olmalı? elbette<br />

hayır. Bu edebiyatla ilgilenmeye başladıktan sonra hayatımıza zarafetin,<br />

nezaketin ve güzelliğin gelmekte olduğunu da göreceğiz. Doğrusu, kendi<br />

düşünce, ruh ve zihin dünyamızı bu güzellikten, zarafetten, nezaketten<br />

mahrum etmemek gerekir. Kendi gelişimimiz açısından da ilgilenilmesi<br />

gereken bir alan olduğu ortada. Sayın hocamın gelecek olması sebebiyle<br />

son çıkan kitaplarından birisi olan ‘Katre-i Matem’i neredeyse toplu halde<br />

okuduk. Churchill’in çok sevdiğim bir sözü var: “Ne kadar uzak geçmişe<br />

bakarsanız o kadar ileriyi görürsünüz”. tarih için söylediği bir sözdür<br />

ama pekala edebiyata da uyarlanabilir. Bugünü anlayabilmek adına, tarihi<br />

konular kadar geçmişin edebiyatını da incelememiz gerekir. Mesela,<br />

1729-1730 yıllarına odaklanılmış olan ‘Katre-i Matem’in satır aralarında<br />

lale Devri anlatılıyor. Kitabı okuyup bitirdiğimde kafamda birbirine<br />

tezat iki görüş belirdi. Bunlardan bir tanesi şu: “Gökkubbenin altında<br />

söz ettiğimiz insansa değişen hiçbir şey yok; o günkü insanla bugünkü<br />

insan aynı”. Hatta daha eskiye gidersek Hz. adem’den bu yana insanın<br />

mayası aynı. Siyasi çekişmeler, iktidar kavgaları, faili meçhuller, insan<br />

hakları ihlalleri o zaman da varmış, bugün de dünyanın pek çok yerinde<br />

mevcut. aslında değişen bir şey yok. Mehmet akif’in “ders alınsaydı<br />

hiç tekerrür eder miydi?” dediği gibi her şeyin yeniden tekerrür ettiğine<br />

şahit oluyoruz. ama ikinci bir yönüyle de lale Devri’nden bu yana 300<br />

yıl gibi bir zaman geçmiş. insanlık tarihi için çok kısa bir süre olmasına<br />

rağmen değişen çok şey olduğunu hayretle görüyoruz. Dil değişmiş, kıyafetler<br />

değişmiş, teknoloji değişmiş, şehirler değişmiş, istanbul değişmiş<br />

ve çok büyük bir iştahla tüketmişiz. ‘Katre-i Matem’ bende böyle bir izle-<br />

272


nim uyandırdı; çok değişen bir dünya, fakat hiç değişmeyen bir insanlık.<br />

Kabuğu değişken, özü sabit bir yaklaşım. anlattığımız bu sebeplerden<br />

dolayı, en azından kendimize yeni birikimler, yeni dünyalar açabilmek<br />

açısından bu edebiyatla ilgilenmemiz gerekir.<br />

Söyleşinin ikinci konusu aşk. elbette o zamanki aşk ile bu zamanki<br />

aşkı karşılaştırdığımızda anlaması da anlatması da eminim biraz zor.<br />

Kitapta dikkatimi çeken bir bölümü paylaşmak istiyorum. romanın kahramanlarından<br />

Kara Şahin ile topaç Yeye arasında bir konuşma geçer.<br />

Konuşmanın bir yerinde birbirlerine geçmişlerini, hikayelerini anlatırlar.<br />

Söz döner dolaşır Kara Şahin’in gönül hikayesine gelir. Sevdiği kadın olan<br />

nakşıgül’ün öldürülüşünü anlatır. topaç Yeye, Kara Şahin’in yüzüne söylemez<br />

ama içinden “şimdi bunlar anlatılacak şey mi” diye geçirir. Çünkü<br />

ona göre, insanın sevdiği sadece gönlünde olmalıdır; dile getirilirse dile<br />

düşmüş demektir. Bu, o çağlardaki aşka ilişkin bir anlayış; şimdi dönüp bu<br />

çağa baktığımızda şunu görüyoruz: Platonik, ilahi olan aşktan, ızdırapla,<br />

elemle olgunlaşan ve ilahi aşka yükselen anlayıştan vazgeçtik. anlatılan,<br />

bahsedilen ve yaşanan sadece fiziksel bir aşk. aşık-maşuk ilişkilerinin<br />

haftalık, aylık periyotlar haline döndüğü bir çağda az önce bahsettiğimiz<br />

aşkı anlayabilmek elbette zor. Sağ olsun, sayın hocam gibi akademisyenler<br />

ve yazarlar yaptıkları çalışmalarla, eserlerle hem divan edebiyatını<br />

hem onun konularını bizlere aktarmaya çalışıyorlar. iyi ki varlar, iyi ki bu<br />

konulara giriyorlar ve farkındalık oluşturuyorlar.<br />

Halkın gözünden bu girişi yaptıktan sonra sayın hocama buraya kadar<br />

teşrif etmiş olmalarından ve birazdan yapacakları sohbetle bizleri<br />

ihya edecek olmalarından dolayı, sizlere de katılımınızdan dolayı teşekkür<br />

ediyor, saygılarımı sunuyorum.<br />

SUNUŞ<br />

Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Fatma Şahin<br />

“Divan edebiyatı ve aşk” konusuyla bugün aramızda bulunan Sayın<br />

Prof. Dr. iskender Pala, 1958’de Uşak’ta doğdu. edebiyatçı ve edebiyat<br />

araştırmacısıdır. Divan edebiyatı üzerine yaptığı çalışmalar ile tanındı. istanbul<br />

üniversitesi edebiyat Fakültesi türk Dili ve edebiyatı Bölümü’nden<br />

“Camiu’n nezair” lisans tez çalışması ile mezun oldu. Doktora çalışmasını<br />

ise yine istanbul üniversitesi’nde yaptı. Divan edebiyatı dalında<br />

1983’te doktor, 1993’te istanbul üniversitesi’nde doçent, 1998’de de<br />

Kültür üniversitesi’nde profesör oldu.<br />

273


İskender Pala<br />

Bugünkü sohbetimizde, divan edebiyatı ile aşkı en iyi şekilde buluşturan<br />

öykülerden biri olan ‘leyla ile Mecnun’ üzerinde duracağım.<br />

Kanuni Sultan Süleyman’ın ordusu 1534’de Bağdat şehrini teslim<br />

alır. O zamanlarda Bağdat’ta bir şair yaşamaktadır; ‘Mehmet bin Süleyman’<br />

ya da bildiğimiz adıyla Fuzuli. Kanuni’nin ordusundaki bazı askerler<br />

Fuzuli’yi bularak onunla sohbet ederler. Fuzuli kendisini imtihana<br />

tabi tutulmuş gibi algılar; çünkü istanbul çok birikimi olan bir şehirdir ve<br />

istanbul’dan gelen şairler tarafından sınanıyor olmak onu tedirgin eder.<br />

Ziyaretine gelenler, leyla ile Mecnun’un aşkını türkçe olarak yazmasını<br />

teklif ederler. O da, istanbul’dan gelen şairlere kendisini beğendirebileceği<br />

bir leyla ile Mecnun kitabını yazmak üzere hemen divitini hokkasına<br />

batırır ve bir-iki ay içinde de bitirir.<br />

Yıllardan 1605; italya Verona’da bir aşk yaşanmıştır ve ingiltere’de<br />

adı Shakespeare olan bir şair, bu aşkı ‘romeo ve Juliet’ adıyla hikaye etmeye<br />

başlar. Shakespeare ve Fuzuli aynı çağın insanlarıdır; ikisi de aynı<br />

güneşin altında nefes alıp vermişlerdir. Fuzuli’nin yazmış olduğu leyla<br />

ile Mecnun neyse, batı dünyasında da romeo ve Juliet odur. ikisi de sonu<br />

trajedi ile biten karşılıksız aşkı anlatır. Birisi doğu, diğeri batı masalıdır ve<br />

ikisi de halk arasında yıllarca anlatıldıktan sonra yazıya geçirilmiştir. leyla<br />

ile Mecnun’un hikayesini daha önce, yine bir türk olan nizami yazmıştır,<br />

nizami’den sonra 18 kişi daha leyla ile Mecnun’u yazmış; fakat<br />

bunlardan 6 tanesi sadece kendisinin yazdığını sanmıştır. O kitaplardan<br />

çoğunun adı ‘leyla-u Mecnun’, bazısı ‘leyli-i Mecnun’ ya da ‘Mecnun-i<br />

leyli’dir. Sadece bir tanesi ‘Kitabı leyla-u Mecnun’, bir diğeri de ‘Kitabı<br />

Mecnun-i leyli’dir. araya (u) değil de (i) harfi konulduğunda ‘leyla’nın<br />

Mecnunu’ yani leyla’nın çılgını, delisi anlamına gelir. romeo ve Juliet’i<br />

ise sadece bir kişi yazmıştır; Shakespeare. Bugün Shakespeare, romeo ve<br />

Juliet ile bütün dünyada adı duyulan bir isimdir. Bizim kitaplarımızda bile<br />

romeo ve Juliet’ten alınan okuma parçaları vardır.<br />

avrupa’daki ve dünyadaki meslektaşlarımla karşılaştığımda şu soruyu<br />

soruyorum: “Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’unu orijinalinden okuyacak<br />

kadar Osmanlı kültürüne aşinasınız, Romeo ve Juliet’i de orijinalinden<br />

okuyacak kadar araştırmacısınız. Elinizi vicdanınıza koyun, iki eseri de bir<br />

terazinin kefelerinde ölçün; hangisi ağır basar?” Genellikle aldığım cevap<br />

şu oluyor: “Leyla ile Mecnun, Romeo ve Juliet’i beş kere döver.” Çünkü,<br />

274


omeo ve Juliet yazılmadan önce aynı duyguları Fuzuli bir esere dönüştürmüş;<br />

Shakespeare ise eserini Fuzuli’den yaklaşık 50 yıl sonra yazmış.<br />

Bu noktada iki eseri karşılaştırmak istiyorum. Bunu, sayın başkanın “neden<br />

divan edebiyatını öğrenmek zorundayız?” sorusunu cevaplandırabilmek<br />

için yapmak durumundayım.<br />

Fuzuli leyla ile Mecnun’u yazdığında kafasında 18 bin sözcük vardı.<br />

Çünkü üç dil biliyor ve şiirlerini, kitaplarını üç dilde yazıyordu. Yazdığı<br />

kitaplardan bir tanesi tıp kitabıydı. Bir diğeri ilmihal, başka bir tanesi hadis<br />

kitabıydı. ayrıca Hz. Hüseyin’in şehit edilişini anlattığı bir islam tarihi<br />

kitabı yazdı. akait ile ilgili kitabı da vardı, astronomi kitabı da yazmıştı.<br />

Bugün ancak 5 ayrı kişide görebileceğimiz özellikleri Fuzuli tek başına<br />

üzerinde taşıyor ve 18 bin kelimelik bir düşünce dünyasından süzülen<br />

sözcüklerle kitaplar yazıyordu. türkiye’de bugün ortalama bir vatandaş<br />

350 kelimeyle, üniversiteden mezun olanlarımız ise 800 kelimeyle yaşıyor.<br />

Ben üniversite mezunuyum ve 1.800 kelime ile dünyamı kuruyorum,<br />

Fuzuli ise 18 bin kelime ile kurmuş. Bunu şöyle okuyabilirsiniz; Fuzuli<br />

hayatı benden on kat daha fazla anıyor; hayatın değerini benden on kat<br />

daha fazla biliyor. tam tersinden okuyalım; ben büyük dedeme göre hayatı<br />

on kat daha az yaşıyorum. Fuzuli benden on kat daha fazla acı çekiyordu;<br />

çünkü bilgi acı çekmek demektir aynı zamanda.<br />

Şimdi ingiltere’ye gidelim. UneSCO’nun verilerine göre, romeo<br />

ve Juliet’i yazdığında Shakespeare’in kafasında 21 bin kelime vardı.<br />

UneSCO, Shakespeare’in bütün eserlerini inceleyip, kaç kelime ile konuştuğunu<br />

saydı. O da Fuzuli gibi üç dil biliyordu. ikisi de 16. yüzyılda<br />

böylesine ileri bir noktada duruyorlardı. Bizlerse bu medeni çağda<br />

1.800 kelimeye sıkışmış bir haldeyiz. Shakespeare’in romeo ve Juliet’i<br />

16. yüzyıl ingilizcesi ile yazılmıştı. 16. yüzyıldaki bu ingilizce’yi günümüz<br />

ingiltere’sindeki herhangi bir vatandaş anlamaz. tıpkı Fuzuli’nin<br />

16. yüzyıldaki türkçesi’ni bugünkü bir lise öğrencisinin anlamadığı gibi.<br />

ingiltere’de aydınların yüzde 3’ü Shakespeare’i orijinalinden okuyabiliyor.<br />

türkiye’de ise Fuzuli’nin orijinal eserini aydınların binde 3’ü okuyabiliyor.<br />

işte hakikat budur! ama ingiltere’de şöyle yapılır; romeo ve Juliet,<br />

her yıl her kademedeki öğrenciler ve entelektüeller için ayrı ayrı basılır.<br />

Bununla yetinilmez; operası, sineması, çizgi filmi yapılır. Daha da yetmez;<br />

dünyanın her yerine onunla propaganda yapılır. Peki, ondan daha<br />

büyük olan, mirası ondan daha üstün olan Fuzuli için biz ne yapıyoruz?<br />

Şunu yapıyoruz; “Fuzuli çok fuzuli bir adam. Bu çağda Fuzuli’den mi<br />

275


ahsedeceksin?” diyoruz. Fuzuli’den bahsettiğinizde ya gerici olursunuz<br />

ya da medeniyeti ıskalamış bir adam konumuna düşersiniz.<br />

ingiltere’de bir delikanlı “Shakespeare’den bana ne? 16.yüzyılda yaşamış,<br />

ben onun dilini anlamıyorum” dese bu çocuğa çıldırmış gözüyle<br />

bakarlar ve “bu çocuğun tedaviye ihtiyacı var, psikiyatriste götürün”<br />

derler. ama bizde bir genç “Ben Fuzuli’yle hiç ilgilenmem, onunla işim<br />

olmaz” dediği zaman “bravo; geleceğin insanı” deriz.<br />

ne yazık ki, leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Zeliha, Kerem<br />

ile aslı, Dadaloğlu, Köroğlu, Dede Korkut, evliya Çelebi gibi hikayeler,<br />

masallar, isimler artık bize ulaşmıyor. Bu nedenle, bakış açılarımızı<br />

değiştirmeden, gözlerimizdeki kirleri yıkayıp tarihimize ve kendimize ait<br />

birikimlerimizi yeniden görmeden, keşfetmeden kendimiz olamayacağız;<br />

kimliklerimiz hep eksik kalacak.<br />

Not: İskender Pala’nın söyleşisi bu bölümden sonra, Fuzuli’nin Leyla<br />

ile Mecnun kitabından alıntılar, alıntıların Türkçe açıklamaları ve minyatürler<br />

eşliğinde yapılan bir sunumla devam etmiştir. Kitabımızda söyleşi<br />

metnine kendisinin arzusu üzerine özet olarak yer verilmiştir.<br />

276


Cemil Meriç<br />

25 Eylül 2010<br />

Dücane Cündioğlu<br />

Ümit Meriç


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

rahmetli Cemil Meriç’in kızı ile rahmetli Cemil Meriç üzerine pek<br />

çok araştırma yapmış Dücane Bey’in olduğu bir ortamda ve onların önünde<br />

Cemil Meriç hakkında söz söylemek Mevlânâ’nın huzurunda Mesnevi<br />

okumaya benziyor. Haddimi aşacak bir söz söylemeyi asla istemem.<br />

Beni, giriş konuşmasını yapma çabası içinde olan bir kişi, avamdan biri<br />

sıfatıyla görmelerini ve hoşgörüyle karşılamalarını istirham ediyorum;<br />

sürç-i lisan edersem affola.<br />

Konuşmama, sizlerle bir hatıramı paylaşarak başlamak isterim. 1987<br />

senesiydi. liseden mezun olmuş, erciyes üniversitesi tıp Fakültesi’ni<br />

kazanmıştım. Okul açılmadan önce Kayseri’deki bir vakfın özel öğrenci<br />

yurduna müracaat ettim. Yurdun ilgilileri “tıp fakültesinde öğretim üyesi<br />

olan ve vakfın başkanlığını yapan hocanız, yurdun müdürü ve öğrenci<br />

işleri temsilcisi öğleden sonra sizinle bir görüşme yapacaklar. Yurda<br />

kabul edilip edilmeyeceğinize ilişkin kesin kararımızı bu görüşmeden<br />

sonra bildireceğiz” dediler. Bunun üzerine öğleden sonra bahsedilen<br />

heyetin huzuruna çıktım. Biraz mülakat havasında bir sohbet başladı.<br />

Sohbet biraz ilerledikten sonra sayın hocamız “delikanlı, kitap okuyor<br />

musunuz?” diye sordu. “Evet, okuyorum” dedim. Okuduğum yazarları<br />

sordu. Zikrettiğim birkaç ismin arasında Cemil Meriç de vardı. Cemil<br />

Meriç’in adını duyunca hemen hangi kitabını okuduğumu sordu. “Hocam,<br />

daha ziyade okumaya gayret ediyorum diyelim” şeklinde yanıtladım.<br />

Okumaya çalıştığım kitabı ‘Umrandan Uygarlığa’ idi. Bu noktada,<br />

o dönemde bir lise öğrencisi için Cemil Meriç ve eserlerinin ne anlam<br />

ifade ettiğine dair bir-iki söz söylemem gerek. edebiyat öğretmenimiz,<br />

okul müdürümüz ve kaymakamımızın yönlendirmesi ile Cemil Meriç<br />

ve kitapları ile tanışmıştık. Sözcükler o kadar özenle seçilmiş ve öylesine<br />

güzel bir tertiple sunulmuştu ki kitabı büyük bir istek ve keyifle okuyordum.<br />

Sanki yayından çıkmış bir ok, fırlatılmış bir mızrak gibi hedefe<br />

doğru giden, insanı ateş gibi yapan kelimeler, müthiş bir ifade biçimi,<br />

çok etkileyici edebi bir dil. Kitabı elime alıp birkaç sayfa okuyordum;<br />

hatta bir kısmını da sesli olarak okuyordum. Fakat itiraf etmeliyim ki<br />

hiçbir şey anlamıyor ve şöyle hissediyordum: Okumaya yeni başlamış<br />

bir ilkokul öğrencisi, karşısında da edebiyat ya da sosyoloji bölümünden<br />

bir ordinaryüs profesör bulunuyor; bir konuyu ortaya getirmişler,<br />

279


münazara ediyorlar. aramızda adeta uçurumlar olan, bizden sekiz on<br />

gömlek daha yukarıda olan yazar, sanki tenezzül edip bizim seviyemize<br />

inmiş de bir konuyu bizimle paylaşıyor. Okuduğum şeyler sanki<br />

nesir değil de ilahi bir metin. anlamakta zorlanıyor ama anlamak için<br />

de çaba gösteriyordum. Bugün bile Cemil Meriç’i okurken böyle hissederim.<br />

Mülakat sırasında hocama “okumaya gayret ediyorum” derken<br />

bunu kastediyordum.<br />

O dönemde okuduğum şeyler arasında şöyle didaktik şeyler hatırlıyorum:<br />

“Kitaplar karanlıkta yolumuzu aydınlatan meşalelerdir. Bazı yazarlar<br />

vardır ki el feneri gibidir, yolunuzu gösterirler. Bazıları sokak lambası<br />

gibidir, yolunuzu aydınlatırlar.” Cemil Meriç ile tanıştıktan sonra bu<br />

söze kafamda şunu eklemiştim: “Cemil Meriç gibileri de öyle bir ışıktır<br />

ki gözlerinizi kamaştırırlar. Gözlerimizin kamaşmasından etrafı göremeyiz.<br />

Görebilmek için ya gözleriniz çok güçlü olmalı veya o ışığa biraz<br />

alışmış olmalısınız.” Hocama verdiğim cevapta bu düşüncenin etkisi<br />

fazlaydı. Mülakatın devamında hocam büyük bir samimiyetle “ben de<br />

birkaç kitabını aldım. Okumaya başladım ama ya odaklanamadığım için<br />

ya da hakikaten aramızda çok büyük bir seviye farkı olduğu için devam<br />

edemeyip bıraktım” dedi. Bu esnada müdür bey de büyük bir merakla<br />

konuşmayı dinliyordu ama konuşulanları bir yere oturtamadığı için en<br />

kısa yolu tercih ederek “hocam bu Cemil Meriç neci?” şeklinde bir soru<br />

sordu. Hocam da tahmin ediyorum ki çok fazla malumat sahibi olmadığı<br />

ve aslında beni konuşturmak maksadında olduğu için soruyu hemen<br />

bana pas etti: “Delikanlı okumuş, bunun cevabını o versin.” Ben de şöyle<br />

yanıtladım: “Hocam aynı soruyu rahmetli Cemil Meriç’e de sormuşlar. O<br />

da demiş ki; çocukluğumda koyu bir Müslümandım, sonra aşırı bir milliyetçi,<br />

ardından sosyalist oldum. Sonra iki arada bir derede araftaydım, bir<br />

ara Hint oldum, ardından da Osmanlı oldum.” Müdür bey, biraz da boş<br />

bulunarak “amma da karıştırmış” dedi ve konuyla ilgili konuşma burada<br />

sona erdi. Doğrusu ben de öyle düşünüyordum. ayrıca o dönemde Cemil<br />

Meriç ile arama mesafe koymayı gerektiren bir bahis daha okumuştum.<br />

Peygamber efendimizden bahsederken ‘hazret’ ifadesini kullanmamış olmakla<br />

itham ediliyordu. Bunun nedenini kendisine sorduklarında şöyle<br />

yanıtlamış: “Hazret ifadesi sıradan insanlar içinde konuşulan, söylenen<br />

bir sözdür. Peygamberin yüceliği ile bunu yan yana getirmek istemediğim<br />

için ‘hazret’ ifadesini kullanmıyorum.” Doğrusu, bu açıklama beni tam<br />

ikna edebilmiş değildi. Bu duygularla, Cemil Meriç hakkında kafamda<br />

280


eliren görüntü şuydu; lise yıllarında üslubuna çok hayran olduğum ama<br />

asla anlamadığım, düşünce dünyası karışık, peygamberimize de böyle<br />

söyleyen birisi.<br />

Cemil Meriç’in kitaplarını daha sonraki zamanlarda da muhtelif meraklarla<br />

okudum. ancak, sayın hocam Dücane Cündioğlu’nun o üç ciltlik<br />

kitabını okuduğumda kafamda daha arı ve duru bir Cemil Meriç oluşmaya<br />

başladı. Okumamış olanlara Cündioğlu’nun eserlerini hararetle tavsiye<br />

ederim. Kendisine hocam diye hitap etmekte bir sakınca görmedim;<br />

çünkü akademik bir ünvanı bulunmamakla birlikte böylesine derin araştırmalar<br />

yapmış biri olarak bu hitabı fazlasıyla hak ettiğine inanıyorum.<br />

Sayın hocam, Cemil Meriç ile ilgili eseri hakkında şöyle diyor: “Yıllarca<br />

Cemil Meriç denildiğinde hep methiyeler dizildi, övgüler söylendi. Bu yıllanmış<br />

sözlerden biraz uzaklaşıp Cemil Meriç’i dürüst ve adil bir biçimde<br />

hakikat içindeki yerine oturtalım istedim. Çünkü Hak, tarafsız olmanın<br />

keyfini sürmemizi değil, dürüst olmanın ızdırabını çekmemizi ister ve hiç<br />

kimse hakikatin üzerinde değildir.” Kendi tabiriyle “bir kuş ürkekliği içinde”,<br />

Cemil Meriç’in olumlu-olumsuz söylediği bütün sözleri ve cümleleri<br />

tekrar tekrar gözden geçirerek ve aynısını okurdan da talep ederek<br />

yazmış olduğu bu eser, kafamdaki pek çok soruyu cevapladı. Bu sebeple<br />

kendisine bir kez daha teşekkürlerimi ve hürmetlerimi iletmek isterim.<br />

Müsaade ederseniz, mikrofonu da elime geçirmişken ve Cemil<br />

Meriç’i hakikaten tanımaya çalışmış birisi olarak biraz daha konuşmak<br />

istiyorum. rahmetli, yetmiş yıllık ömründe pek çok hadise yaşamış, pek<br />

çok ilmî çalışma içinde olmuş ama ben bunların içinden birkaç tanesini<br />

cımbızla çekerek sizlerle paylaşacağım.<br />

Victor Hugo’nun ‘Sefilleri’ni, Şemsettin Sami’nin 1 mecidiyeye kiraladığı<br />

tercümesinden okuyabilmek için okuldan kaçan 15-16 yaşlarında<br />

bir genç düşünün. Bu konuda sonraki yıllarda şunu söyleyecek: “Aslında<br />

Fransızca’yı bizatihi Sefiller’i okumak için öğrendim.” Böylesine bir istidat.<br />

Henüz 22 yaşındayken ibn-i Haldun ile tanışıyor. Bu tanışma, biraz<br />

Marx’a olan ilgisinin sonucunda, biraz da tesadüfi oluyor. ibn-i Haldun’la<br />

40 yıllık tanışıklığının ve 30 yıllık meşguliyetinin neticesinde onun hakkında<br />

kitabına sadece 20 sayfalık bir önsöz yazıyor. Düşünün; çok hacimli<br />

olan ibn-i Haldun’un mukaddimesini hem Osmanlıca’dan hem<br />

Fransızca’dan hem de ingilizce orijinalinden yıllarca okuyor, inceliyor<br />

ve analiz ediyor. Bunun sonucunda kitabında 20 sayfalık bir metin yer<br />

alıyor. ilmî titizliği bu kadar yüksek ve hassas birinden bahsediyoruz.<br />

281


O dönemlerde Cemil Meriç sıklıkla bir metafordan, bir istiareden<br />

bahsediyor: Bir mabet ve bir bezirgânlar topluluğu. ‘Mabet’ diye bahsettiği<br />

yer, dünya edebiyatının abidelerinin, ulularının bulunduğu mekan.<br />

‘Bezirgân’ dediği de bu mabetten nemalananlar topluluğu. Çok güzel ve<br />

kısa bir sözü var: “Cihan edebiyatı her soydan tufeylinin yağma maksatlı<br />

saldırdığı bir mabet. Ankara Caddesi ise asırların öldüremediği dahileri birkaç<br />

kalem darbesiyle mahveden kahramanların randevu yeri.” Bu randevu<br />

yeri daha sonraki kısımlarda mezbahane şeklinde de ifade edilecek. ‘Kahraman’<br />

olarak tanımlananlar ise ehliyetsiz mütercimler, kalem haydutları<br />

ve haris yayıncılar. Bunların tamamına da ‘bezirgânlar’ diyor. Cemil Meriç<br />

o dönemlerde kendine bir misyon yüklüyor: ‘Gazaların en takdire şayan<br />

olanı’ yani ‘mabedi bezirgânlardan temizleme işi’. Bunu da tercümenin<br />

nasıl olması gerektiğini bizzat yaparak gösteriyor. Yanlış tercüme yapanları<br />

da yerden yere vurarak, kalemini olabildiğince sivrilterek aleme, cihana<br />

faş ediyor. Henüz 26 yaşındayken (1942) Honoré de Balzac’ın ‘Beşeri<br />

Komedya’sını tercüme ediyor. Balzac üzerine önce bir etüt yazıyor.<br />

ardından en güzel tercümelerinden birisi olarak hatırlanan ‘altın Gözlü<br />

Kız’ romanını tercüme ediyor. toplantıdan sonra hocamla özellikle onu<br />

da görüşmek istiyorum. Piyasada bulunmayan bu tercümeyi alıp okumak,<br />

gücüm yettiğince incelemek istiyorum. elazığ’da öğretmenlik yaptığı yıllarda<br />

(1945-46) Balzac’ın beş romanını daha tercüme ediyor. Ondan tercüme<br />

ettiği toplam altı eserin iki tanesi yayınevlerinde kaybolup gidiyor.<br />

Cemil Meriç’e göre Balzac roman sanatının zirvesindeki kişi ve Balzac’ı<br />

okumakla 100 yıllık avrupa tarihini öğrenmek mümkün.<br />

Sadece Balzac ile değil Victor Hugo ile de ilgileniyor. 1956’da 40<br />

yaşındayken manzum bir piyes halinde olan ‘Hernani’yi tercüme ediyor.<br />

Sizlerden, sayın hocamın kitabındaki Hernani tercümesini okumanızı<br />

istirham ediyorum. Bir şiirin, bir dilden başka bir dile nasıl bu kadar<br />

mükemmel tercüme edildiğine hayret edeceksiniz. tam bir şaheser. enteresan<br />

bir şekilde Jean-Jacques rousseau’dan yaptığı ilk tercümenin önsözü<br />

için tam bir ay uğraşıyor. Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ romanını 1959<br />

yılında tercüme etmeye başlıyor ama bitirmiyor. Sebebi de son derece<br />

enteresan. Kitabın başındaki ilk dört satırı layıkıyla ve içine sinerek tercüme<br />

edemeyeceğini düşündüğü için vazgeçiyor. Bu noktada aklınızdan<br />

“acaba Cemil Meriç’in Fransızca bilgisi yetersiz miydi?” sorusu geçebilir.<br />

Bu soruya Cemil Meriç’in “Hugo’yu müdafaa etmek bile ayıp” lafıyla<br />

cevap vermek istiyorum. Çünkü onun hakkında böyle bir soruyu sormak<br />

282


ile son derece ayıp ama yine de Fransızca bilgisine ilişkin iki anısını<br />

örnek vermek istiyorum.<br />

Cemil Meriç 1954 yılında, 38 yaşındayken gözlerini kaybediyor. Göz<br />

tedavisi için pek çok kliniğe, doktora gidip geliyor. Bu kliniklerden bir tanesi<br />

de Fransa’da. ‘Dejeneratif miyopi’ dediğimiz, ‘retina dekolmanı’ ile<br />

birlikte seyreden, arkadaki ağ tabakanın öne doğru çekilip yırtılması sonucunda<br />

körlüğe sebep olan bir rahatsızlığı var. Fransa’daki klinikte onu<br />

muayene eden doktor, olabilecek en kısa zamanda kendisini ameliyata<br />

alacağını söylüyor. Gerekçesi de “dilimizi bu kadar mükemmel konuşan<br />

bir başka yabancıya rastlamadım” oluyor. ikinci örneği, kızı olan sayın<br />

hocam ümit Meriç’in anılarından aktaracağım; lütfen hatam varsa düzeltsinler.<br />

Çocukluk dönemlerindeyken Cemil Meriç ondan kendisini imtihan<br />

etmesini ister, “Larousse sözlüğünü açıp herhangi bir kelime sorun;<br />

cevaplayamadığım her soru için size para vereceğim” dermiş. ümit Meriç<br />

diyor ki, “bu yolla babamızdan aldığımız tek kuruş olmamıştır.” Fransızca<br />

bilgisi bu düzeyde olan birisi ve Sefiller’in başındaki dört satırı tercüme<br />

etmek için bir hafta uğraşıp, layığıyla yapamayacağını düşündüğü için bırakıyor.<br />

Bu duruma sayın hocam Dücane Cündioğlu şöyle bir yorum yapıyor:<br />

“Ne trajik bir son değil mi? Ama Cemil Meriç için değil, bizler için.<br />

Çünkü bizler, bugün Sefiller’i onun tercümesiyle okuma keyfinden bu<br />

yüzden mahrumuz.” Hassasiyetine bir örnek de ibn-i Haldun ile uğraşırken<br />

“hayatımda çok hata yaptım ama Arapça öğrenmediğim için kendimi<br />

affetmiyorum. Herkes Arapça öğrenmeye uğraşırken ben öğrenmemek<br />

için uğraştım” demesi. Oysa o kitabı Osmanlıca, Fransızca ve ingilizce<br />

dillerinde defalarca okumuş. O dönemde Cemil Meriç şoven milliyetçilik<br />

düşünceleriyle olaylara yaklaştığı için arapça konusuna eğilmiyor.<br />

Sayın hocam Dücane Cündioğlu, Cemil Meriç’i tanımlarken “romancı,<br />

şair ya da tarihçi değildir; bir fikir adamıdır” diyor. Cemil Meriç,<br />

neden roman yazmadığını şu sözlerle ifade ediyor: “Balzac’ın Beşeri<br />

Komedya’sını tavaf etmiş birisi olarak roman yazmaya kalkışmak küstahlık<br />

olurdu.” türkiye’nin önemli romancılarını ise Kemal tahir, Peyami Safa,<br />

attila ilhan ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu olarak sayıyor. Şiir yazmamasının<br />

nedeni olarak şunu söylüyor: “Şiirin pınar başları tutulmuştu. Nazım<br />

Hikmet’in, Ahmet Haşim’in, Yahya Kemal’in, Necip Fazıl’ın olduğu<br />

bir yerde şiir yazmaya kalkışmak ya onlardan daha büyük bir kabiliyet<br />

olmayı, yahut da ikinciliğe, yani hiçliğe razı olmayı gerektirirdi.” Cemil<br />

Meriç, hayatında ikinciliğe hep ‘hiçlik’ gözüyle bakmış olmasına rağmen<br />

283


kendisini “hayatını Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir<br />

işçisi” olarak tarif etmek alçakgönüllülüğünü de göstermiştir.<br />

Cemil Meriç’in yaşamı hep böyle övünülecek şeylerle mi geçmişti?<br />

Dücane Cündioğlu bize diğer yönünü de işaret ederek, “Cemil Meriç<br />

tezatların, çelişkilerin insanıdır” diyor. Bu konuya girmek istemem ama<br />

ilgilenenlere sayın hocamın kitabından Ziya Gökalp ve Hilmi Ziya ülken<br />

bahsinin geçtiği bölümü okunmalarını tavsiye ederim. Onun için “hem<br />

yâra hem âyara hoş görünmek yüzünden halet-i ruhiyesi iniş çıkışlarla<br />

geçmiş olan birisidir” ifadesini kullanıyorlar. Zaman zaman sevilmek için<br />

yazmış ve toplum önünde maske takmak zorunda kalmıştır. Kendisine<br />

yöneltilen en önemli eleştirilerden biri de, kendisinin de bir yerde ifade<br />

ettiği gibi fazla avrupalı olmasıdır. Bizimle arasına mesafe koyduğu<br />

zamanlar vardır. Mesela, kızı ümit Meriç bir yerde, “çinilerini görmek<br />

için olsun bir defa Sultan Ahmet Camii’ne girmemiş olan Cemil Meriç,<br />

Sefiller’in baş kahramanı Jean Valjean’ın gezdiği bütün Paris sokaklarını<br />

ezbere bilirdi” diyor. Mesela, bir Konya yolculuğu sırasında yanında oturan<br />

bir gence çalışmalarını ve eserlerini anlatırken bir süre sonra gencin<br />

ilgisinin kaybolduğunu fark ediyor. nedenini sorduğunda ise gencin verdiği<br />

cevap “siz bizden bahsetmiyorsunuz” oluyor.<br />

Cemil Meriç 1965’li yıllardan sonra ‘biz’den olan tarafa biraz daha<br />

yöneliyor. Dücane Cündioğlu buradaki ‘biz’ kelimesini çok güzel açmış<br />

ama haddim olmayarak iki şekilde yorumlamak istiyorum. Birinci ‘biz’<br />

avrupa ile uğraşan tarafından bu tarafa doğru olan biz. ikincisi de edebiyattan<br />

sosyal bilimlere biraz daha yönelmiş olması. Dolayısıyla Cemil<br />

Meriç’in bu yönlerinin de çalışılması gerekiyor.<br />

Özetle, sizlere bu topraklardan bir Cemil Meriç’in geçtiğini hatırlatmak<br />

istiyorum. Geçen hafta Prof. Dr. iskender Pala, 15-16. yüzyıllardaki<br />

Osmanlı edebiyatını, Fuzuli ve onun eseri leyla ile Mecnun’un şahsında<br />

anlattı. Bence, o dönemlerdeki Kanuni, Fuzuli, Barbaros Hayrettin Paşa,<br />

Mimar Sinan ne ise Cumhuriyet dönemi aydını olarak onların bugünkü<br />

muadili Cemil Meriç’tir. Onları ne kadar sahipleniyorsak Cemil Meriç’i<br />

de o kadar sahiplenmeliyiz. Kültür boyutunda olmasa bile malumat boyutunda<br />

bilgi sahibi olmamız gerekir. Sayın hocalarım üzerlerine düşeni<br />

fazlasıyla yapıyorlar ama vaat ettikleri ‘Cemil Meriç Haritası’ adı altındaki<br />

biyografisini de bir an önce okumak istiyoruz. Bu çalışmayı kendilerinden<br />

hararetle bekliyoruz. Sadece bununla yetinmek niyetinde de değiliz.<br />

284


eserlerinin tenkitli neşrini de ihtiva eden bir külliyata acilen ihtiyacımız<br />

var. en azından benim gibi farklı disiplinlerden gelen kişiler Cemil Meriç’i<br />

anlamak için bu eserlere fazlasıyla ihtiyaç duyacaklardır.<br />

Sözlerimi bitirmeden önce, belki Dücane Cündioğlu biraz kızacak<br />

ama Cemil Meriç ile ilgili yapılan övgülerden birkaç tanesini daha sıralamak<br />

istiyorum. Cemil Meriç, gerçekten de “hayatını Türk irfanına adamış,<br />

münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi”dir. Kendisine önemli eleştiriler<br />

getirmesine ve düşüncelerinin büyük bir kısmına katılmamış olmasına<br />

rağmen, Mustafa armağan’ın ifadesiyle “düşüncenin gökkuşağı”dır. Zamanında<br />

Cemil Meriç’in ibn-i Haldun için söylediği, daha sonra da kendisi<br />

için söylendiği gibi “bulutları delen kartal, kendi semasındaki tek<br />

yıldız”dır. araftaki kahindir. Mağaradaki tecessüstür. “Kamus namustur”<br />

ifadesini kullandığı için kavramlar cangılının bilgesi, sözün sultanıdır. nihayetinde<br />

de tapınağını bezirganlardan koruyan, temizleyen, bekleyen<br />

mütercim Cemil Meriç’tir. Bu vesile ile rahmetli Cemil Meriç’i bir kere<br />

daha hayırla yâd ediyoruz. allah rahmet eylesin; mekanı cennet, ruhu<br />

şad olsun. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.<br />

SUNUŞ<br />

Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Fatma Şahin<br />

Sayın Prof. Dr. ümit Meriç 1946 yılında istanbul’da doğdu. Yazar ve<br />

düşünür Cemil Meriç’in kızıdır. Çamlıca Kız lisesi’ni, istanbul edebiyat<br />

Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirerek 1969’da asistan oldu. aynı bölümde<br />

devam ettiği akademik hayatını bölüm başkanı olarak 1999 yılına<br />

kadar sürdürdü. Cemil Meriç gözlerini kaybettiğinde henüz 8 yaşında<br />

olan ümit Meriç babasını ilim sohbetlerine taşıma sorumluluğunu üstlendi.<br />

41 yaşına kadar hemen her gün kitap, dergi, gazete okuyarak ve<br />

anlattıklarını kâğıda geçirerek babasının sağ kolu oldu.<br />

Sayın Dücane Cündioğlu 1962’de istanbul’da doğdu. 1980’de başladığı<br />

yazı hayatına çeşitli dergi ve gazetelerde devam etti. 1981’de Kuran-ı<br />

Kerim ilimlerini temel uğraş alanı olarak seçti. Yorumbilimin (ilm-i tefsir)<br />

yanı sıra uzun yıllar tarih, dilbilim (ilm-i belağat), düşüncebilim (ilm-i<br />

mantık) ve felsefe dersleri verdi. 1998’ten bu yana Yeni Şafak gazetesinde<br />

köşe yazarlığı yapmaktadır.<br />

Şimdi Sayın Prof. Dr. ümit Meriç’i ve Dücane Cündioğlu’nu söyleşilerini<br />

yapmak üzere sahneye davet ediyorum.<br />

285


Prof. Dr. Ümit Meriç<br />

Bismillahirrahmanirrahim. Muhterem hazırun (1) , avanos Belediye<br />

Başkanı çok muhterem Dr. Mustafa Körükcü’nün bu konuşmasını dinledikten<br />

sonra Dücane Bey’e yavaşça “Bize söyleyecek bir şey kalmadı,<br />

bohçamızı toplayıp gidelim buradan” dedim. Başkanımızı gerçekten<br />

kutluyor, bizler adına zahmet çeken insanların türkiye’nin siyasi erkinde<br />

bugün hangi seviyelere gelmiş olduklarını çok büyük bir zevkle, iftiharla<br />

tespit ediyorum. Bundan önce Dücane Bey’in gayretleriyle üsküdar<br />

Belediyesi’nde Mehmet Çakır Bey’in belediye başkanlığı zamanında düzenlenmiş<br />

olan bir toplantıya katılan -ki babam adına yapılmış en kapsamlı<br />

toplantıydı, inşallah daha kapsamlısı yapılır ama zor gözüküyor- Sayın<br />

Başbakanımız recep tayyip erdoğan’ın konuşması da bende benzer<br />

izlenimler uyandırmıştı. Bir hadis-i şerifi hatırlıyorum; “Her millet kendine<br />

layık olan yönetici tarafından idare edilir”.<br />

Bugün belediye binasına girerken gördüğüm Seyrani’nin beyti içimi<br />

ürpertti. Sizlerin çok iyi bildiği bu beyitte Seyrani şöyle diyor:<br />

“Kör de bilir Avanos’un yolunu<br />

Testi bardak kırığından bellidir.”<br />

Bu beyit bugünkü toplantımız açısından bana son derece ifşakar,<br />

adeta bir kahin tarafından söylenmiş bir cümle gibi hem yaralayıcı<br />

hem sağaltıcı geldi. evet, Cemil Meriç bir kör ama avanos’un yoluna düştü,<br />

buraya geldi. Burada kendisini tanıyan, ruhunun mağaralarında onunla<br />

el ele dolaşan bir belediye başkanıyla ve siz kıymetli dinleyicilerle<br />

karşılaştı. Cemil Meriç’in dizlerindeki kırıklar, aslında çevresi tarafından<br />

anlaşılamamaktan doğan, manevi manada yaralar açan anlaşılamayışlar,<br />

hatta Cemil Meriç’in kendi kendisinin peşine düşüp kendi kendisini anlamak,<br />

kendi kendisini bulmak, kendi kendisiyle kucaklaşmak için yaptığı<br />

gayretler esnasında yine diz üstü kapaklanıp yaralarından akan kanlarla<br />

huzur bulmaya çalışma cesareti, bence Seyrani’nin bu beytinde adeta<br />

kâhinvari bir anlama kavuşmuş bulunuyor.<br />

Cemil Meriç bugün avanos’ta. Bundan 4-5 ay önce, sevgili Pınar<br />

kardeşimin muhterem belediye başkanımızdan almış olduğu telkinle<br />

beni aradığı anda defterime yazdığım “25 Eylül Avanos’ta Cemil Meriç<br />

konuşması” notuna çok sıkı sıkıya takılı olduğum halde, muhatap kitleyi<br />

_______________<br />

(1) Hazırun: Bir toplantıya katılanlar.<br />

286


ilemediğim için bir konuşma hazırlamakta zorlandım. Zihnim patinajlar<br />

yaptı ve şunu fark ettim: Her doğum ve her ölüm gününde Cemil Meriç<br />

hakkında bir konuşma yapmaya biyolojik kaderim doğrultusunda mahkum<br />

edildim. Cemil Meriç öleli 23 yıl doldu ve bugüne kadar 46 tane<br />

konuşma yaptım. Beşinci baskısına giren ‘Babam Cemil Meriç’ isimli bir<br />

kitabım var ama onunla ilgili yaptıklarım Cemil Meriç’in kendisinden<br />

çok benim iç yolculuğumun dinleyicilere ifşası gibi oluyor. Ben, Cemil<br />

Meriç’e bir türlü Cemil Meriç olarak bakamıyorum. Bulunduğum veya<br />

geldiğim yer her neresiyse, orada durup geriye dönüyor, o noktadan,<br />

benden bir hayli uzaklarda kalan Cemil Meriç’e bakıyorum. Bu yüzden,<br />

Cemil Meriç hakkında bir konuşma yapmak, her seferinde yeni bir Cemil<br />

Meriç doğurmak kadar zor ve ızdıraplı oluyor benim için. Bugün size<br />

takdim edeceğim bebeği de dün gece Uçhisar Kaya Otel’in 330 numaralı<br />

odasında dünyaya getirdim. Yazı bittiğinde sabah ezanı okunuyordu. latince<br />

bir tabir var (Biraz fazla batılı olan Cemil Meriç’in kızı olduğum için<br />

arada sırada böyle Latince lügatlar da dilimden dökülüyor): Prolem sine<br />

matkre kreatam. Yani “anasız doğan çocuk”. Cemil Meriç benim hem<br />

babam hem çocuğum, hem dedem hem torunum. Benden ne zaman Cemil<br />

Meriç hakkında bir konuşma yapmam istense, ‘bendeki Cemil Meriç’<br />

hakkında yeni bir konuşma hazırlıyor, Hazreti Meryem gibi babasız bir<br />

çocuk dünyaya getiriyorum. Size sunacağım yazıyı tek bir defa dahi başından<br />

sonuna kadar okumadım. Zira dün gece 23:00’de yattım; yattıktan<br />

8 saat sonra nihayet uykum geldi ve Kapadokya’nın yan yana dizilmiş<br />

beyaz kavun dilimlerine pek benzeyen vadilerindeki tarihin ağırbaşlılığına,<br />

yaşamakta olan beşeriyetin sevincini rengârenk bir neşeyle taşıyan<br />

balonlar konvoyu girdiğinde uykuya çekildim.<br />

Yazımın başlığı “Kültürden İrfana Giden Yolda Bir Trajedi Kahramanı”.<br />

aslında bugün sizlere Cemil Meriç hakkında bir konuşma yapmayacağım.<br />

Onunla ilgili bir konuşma yapacak olan Sayın Dücane Cündioğlu’nun<br />

konuşmasına bir giriş yapmaya gayret ve cesaret edeceğim. Zira cenazesinde<br />

tabutunu taşımak isteyen gençler, benden kızı olarak izin istediklerinde<br />

verdiğim cevabı şimdi burada sizlerin huzurunda da tekrarlamak<br />

ihtiyacını hissediyorum: “Buyurun alın Cemil Meriç’i, çünkü o artık<br />

benim değil bütün Türkiye’nindir.” Gerçekten de Cemil Meriç, 1970’ten<br />

itibaren herhalde türkiye’nin en çok okunan, en çok konuşulan ve artık<br />

ciddiyetle de eleştirilen ilk üç yazarından biridir. Cemil Meriç’i altında<br />

ezilip kalınan bir heykel olmaktan çekip çıkaran ve onun izini münek-<br />

287


kit, mütefekkir ve mütercim olarak 3 ayrı kulvarda sürerek 3 ciltlik bir<br />

Cemil Meriç monografisini bir çırpıda önümüze koyan Sayın Dücane<br />

Cündioğlu’na, türkiye’nin yolunu kısalttığı için huzurlarınızda bir kere<br />

daha teşekkür ediyorum. Ben burada Cemil Meriç’in ömrünün son 40 yılını,<br />

ömrünün ilk 41 yılında onunla paylaşan bir insan olarak, sizleri onu<br />

hissetmeye davet etmek için bulunuyorum. “Kalbin öyle hakikatleri vardır<br />

ki aklın aklı onlara erişemez” fetvasınca Cemil Meriç’in hakikatini sizlerle<br />

beraber keşfetmeye çalışmak istiyorum. Biyolojik ve hemen arkasından<br />

sosyal ve kültürel mirasının, daha doğrusu kaderinin bana kazandırdığı<br />

bir ayrıcalıkla, buraya gelen sizler adına, bir kez daha babam hakkında<br />

düşünüp, onu hissetmek fırsatını bana verdiği için avanos Belediye Başkanı<br />

Sayın Dr. Mustafa Körükcü’ye teşekkür ediyorum.<br />

nevşehir’e, bu nev eda şehre, bu nev eda kültür ve irfan sarkacının<br />

rüzgârı pek yakışıyor. Onbinlerce yıllık bir doğanın sahnesinde binlerce<br />

yıllık bir beşer tarihinin şahidi olmak eminim ki maneviyatıyla aramızda<br />

bulunan Cemil Meriç’in ruhunu da şad etmiştir. Onun ölümünden<br />

24 yıl sonra, erciyes’in ve Hasan Dağı’nın karşılıklı infilakıyla önce havaya<br />

fışkıran, sonra yer kabuğunu yalayarak yayılan küllerin ortasında<br />

rüzgârlarla, fırtınalarla, -30 °C soğukluklarla, + 40 °C sıcaklıklarla taş<br />

kesilen bir vadinin ortasındayız. Burada doğu ile batı yarım kürelerinin<br />

indifaı ortasında kalan ve varlığı bir kül kadar yumuşakken kişisel trajedisinin<br />

travmalarıyla kayalaşan Cemil Meriç’i konuşuyoruz.<br />

Cemil Meriç bir trajedinin kahramanıdır. Kendisi için yazılmış bu<br />

trajediyi bazen bağıra bağıra ağlayarak, bazen sessiz gözyaşlarını içine<br />

akıtarak oynamış, kaderin kendine biçtiği rolden (‘haklı olarak’ demeye<br />

hakkımız var mı?) her zaman değil, hemen hiçbir zaman memnun olmamıştır.<br />

Buna rağmen, rolünü oynamayı tek bir saniye dahi aksatmadan<br />

sürdürmüş ve ahirete intikal etmiştir. Ben, Cemil Meriç’in sadece birkaç<br />

kromozomunun âlemi imkândan, âlemi dünyaya intikal ederek gerçekleşmiş<br />

bir nüshası değilim. Ben, Cemil Meriç’in şu anda türkiye’de 35.<br />

baskıya gelmiş eserlerinin, onun imzasını taşıyan kitaplarının bazen ilk,<br />

bazen son okumasını ve yazmasını yapan bir suflörüm. Babam hayattayken<br />

aramızdaki ilişki dünya tarihinde başka hiçbir örneği olmayan bir<br />

ilişkidir. Bu bir şikâyet olarak anlaşılmasın; bu sadece bir tespittir. O yaşarken,<br />

Cemil Meriç’in seyircileri beni hiç görmediler. Ben, Cemil Meriç<br />

trajedisinin oynandığı sahnenin tam ortasında, sırtım seyircilere dönük,<br />

küçücük bir kutuya saklanmış, sadece başımın olduğu, vücudumu benim<br />

288


ile unuttuğum bir orta yerde, herkesten saklanarak ama varlığıma alıp<br />

verdiği nefes kadar ihtiyacı olan bir trajedi kahramanına bazen okuyarak<br />

bazen yazarak 41 sene yaşadım. Ben bir trajedi yaşamadım ama trajedinin<br />

yaşandığı bir sahnede yaşadım, o trajediyi paylaştım. O trajedinin<br />

en gizli suflörü, sufle etmekten başka rolü olmayan kahramanı oldum.<br />

Varlığım sahnedeki aktörden anlamını alıyordu; aktör ise kendi trajedisini<br />

yaşıyordu. O beni sadece ben sustuğum zaman, omuzlarıma yüklenen<br />

görevde sesim kesildiği zaman hatırlıyordu. Dev bir baba ve minicik bir<br />

kız çocuğu. Kör bir yazar ve gencecik bir kız, zavallı bir felçli ve artık<br />

yorgun bir hemşire. Cemil Meriç öldüğü gün ben doğdum; Cemil Meriç<br />

yaşarken henüz ‘ben’ olarak doğmamıştım. Kendi kaderim 13 Haziran<br />

1987’de devreye girdi. Cemil Meriç’siz bir dünyadaydım artık. Hayatımı<br />

kendisi için tehir ettiğim kahramanım artık sahnede değildi. “Senin zavallı<br />

gölgen belki de hayat sahnesine çıkmayacak” diyen Cemil Meriç’in<br />

varlığı hayat sahnesinden çekilmişti ama O unutulan bir kukla değildi. Bu<br />

nedenle, çok hızlı bir şekilde zaman zaman düşündüklerini ve yazdıklarını,<br />

yani bize düşündürdüklerini ve yazdırdıklarını bir kenara bırakarak,<br />

‘insan’ Cemil Meriç’in trajedisini adım adım izleyelim istedim.<br />

Bir entelektüel olarak değil, bir insan olarak Cemil Meriç’in hayat<br />

trajedisini üç safhaya ayırıyorum. Birincisi, 1916’daki doğumundan kör<br />

olduğu 1955 yılına kadarki safha. “Hacı-hocalığa özendim” dediği ve<br />

Sayın Dücane Cündioğlu’nun çok haklı olarak eleştirdiği bir dönem.<br />

trajedinin birinci sahnesi gözleriyle okuduğu ve gözleriyle yazdığı, 4<br />

Balzac romanını (aslında kaybolanlarla birlikte 6-7 romanını) gözleri görerek<br />

tercüme ettiği, soğuktan üşüyen ellerini, üsküdar Gümüş arayıcı<br />

Sokağı’ndaki o küçük ahşap evde hohlayarak ısıttığı ve tercümelerini,<br />

makalelerini kaleme aldığı yıllar. Cemil Meriç’in kültürünü tuğla tuğla<br />

ördüğü ama irfan dünyasına çok uzak olduğu dönem.<br />

ikinci dönem, kör olmasıyla başlayan ve felç olduğu 1987’ye kadar<br />

süren dönem. Okuyan değil ‘okutan’, yazan değil ‘yazdıran’ Cemil Meriç<br />

dönemi. trajedinin çok karanlıklaştığı, Cemil Meriç’in artık kendi kendisini,<br />

ellerini ve önünde açılacak olan nurlu kitapları göremediği dönem.<br />

Babamın bu dönemde Kadıköy’deki Stüdyo Kenan’da çektirdiğimiz bir<br />

fotoğrafı var. Bir koltuğa oturmuş, önündeki masada açık bir kitap duruyor<br />

ve gözlerinde kara gözlüklerle kitaba bakıyor. iddia ediyorum, fotoğraf<br />

makinesi icat edildi edileli bundan daha trajik bir fotoğraf çekilmemiştir.<br />

Kör bir adam önündeki ışık dolu kitaba bakıyor ama okuyamıyor.<br />

289


Okumak isteyen, fakat okuyamayan Cemil Meriç. Gözlerinin kör olduğu<br />

1955 yılında, şimdi Fethi Paşa Korusu’nda Büyükşehir Belediyesi’nin lokanta<br />

haline getirdiği evimizin sol taraftaki kütüphane odasına geceleri<br />

sessizce giren, çocukları ve eşi uyanmasın diye sükûtu kırmamaya gayret<br />

ederek kapıyı sessizce kapatan, iki elini kullanarak kütüphanesinden<br />

çektiği herhangi bir kitabı açıp içine başını gömerek hüngür hüngür ağlayan<br />

Cemil Meriç. aradan 30 yıl geçtikten sonra körlüğünü kabullenemeyişinin<br />

intikamını aldığı bir fotoğraf. Bütün eserlerini yazdığı değil<br />

yazdırdığı, bütün kitaplarını okuduğu değil okuttuğu bir dönem. Cemil<br />

Meriç trajedisinin en yoğun olduğu, onun kendisini aynada görmeyi henüz<br />

denemediği dönem.<br />

Cemil Meriç’in hayatının üçüncü dönemi, en az yazılan ama bence<br />

bir insan olarak değerlendirdiğimizde üzerinde en çok durulması gereken,<br />

yarı şuurlu olduğu ve beyin kanaması geçirdikten sonra yatağa mahkûm<br />

edildiği bir dönem. Muhterem başkanımız bir doktor olduğu için daha iyi<br />

anlayacaktır; 20 santimlik bir iğnenin omuriliğine saplanarak oradan sıvı<br />

alınmasının neden olduğu acıyla beyni uyanan bir Cemil Meriç’in zihnindeki<br />

şafak karanlığı döneminin başladığı yıl. Felç olduğu dönemden son<br />

nefesini verdiği ana kadar geçen dönem. tekrar ediyorum; burada bir düşünce<br />

insanı olan Cemil Meriç’ten bahsetmiyorum, onun insani trajedisini<br />

destanlaştırmak istiyorum. Bu dönem, Cemil Meriç’in artık başkalarına<br />

okutmadığı ve yazdırmadığı, yani okur ve yazar olma vasfının tamamen<br />

yok olduğu dönem. Felçli biri olarak ayağa kalkamadığı, yatağa Güliver<br />

misali incecik iplerle, çelikten halatlarla bağlandığı son dönem.<br />

Çok karanlık bir tablo çizdim fakat biz aydınlıklardayız. ruhlarımızdan<br />

ruhlarınıza şerareler gözlerimizin bebeklerinden akıyor. Sizin ilginizi<br />

gördüğüm için bu konuşmayı akşam hazırladığım metinden dışarı çıkarak<br />

yapıyorum. Öncelikle, Cemil Meriç’in kişisel trajedisini çok güzel buluyorum.<br />

Cemil Meriç’in yaratıcılığını kanırta kanırta, tahrik eden zalim<br />

tanrıçayla inatlaşması çok güzeldir. Uzun yıllar babama yazı arkadaşlığı<br />

yapan ve halen Kuzguncuk’ta oturan, çok sevdiğim, saydığım, Cemil<br />

Meriç’in Jurnallerini edebiyatımıza kazandıran izzet tanju’ya göre “nemezis<br />

nemezis” yazısı Cemil Meriç’in en güzel yazısıdır. Cemil Meriç’in<br />

kader tanrıçasıyla konuşması. reyhaniye’de (2) doğan ve büyüyen, rumelili<br />

bir ailenin kimsesiz, çelimsiz, arkadaşsız çocuğu. Kitaplara sığınışı…<br />

_______________<br />

(2) reyhaniye (reyhanlı): Hatay’ın bir ilçesi.<br />

290


O dönemin bütün hocaları gibi bildiklerini unutmaya mahkûm edilen<br />

ve sukuta bürünen çatık kaşlı bir baba, topraklarından koparılmış bir<br />

kiraz ağacı gibi çiçekleri yabancı bir toprakta solan mızmız bir anne. Bu<br />

yalnız ve çelimsiz çocuk dört yaşında okumaya başlıyor ve ondan sonra<br />

toplumsal trajedisini idrak ediyor. 600 yıllık devletin elinden düşürdüğü,<br />

Fransızlar’a kaptırdığı bir coğrafyada patlayan bir tohum olmak, boy<br />

atmak, kendini aramak, bulmak ya da bulamamak. Dünyanın en eski<br />

kiliselerinden biri olan Saint Pierre Kilisesi eteklerinde Habib-i neccar’ın<br />

koşa koşa indiği “Yapmayın! Onlar Allahın elçileri!” diye bağırdığı bayırın<br />

tam dibinde, antakya’da, bütün insanları karartan rasyonalizmin,<br />

Voltaire’in, Hugo’nun, Marx’ın yedeğinde, ezanların sustuğu, ezanların<br />

henüz hiç okunmadığı batı diyarına hicret edişi, kültürün adamı oluşu,<br />

kültürün kutbuna koşuşu ve orada demir atışı. 1954-1984 yılları arası -ki<br />

gözlerini kaybetmeden bir yıl öncesinde de okuması artık çok zor olmuştu,<br />

satırlar kararıyordu gözlerinin önünde- çocukluğundan itibaren başlamış<br />

olduğu batı kültür dünyasının zihnine getirdiği fikir aydınlatmasının<br />

bir iç karartmasıyla son bulması. Karanlıklara çivilenişi, çok erken yazıya,<br />

kelimeye, harfe tutunan Cemil Meriç’in sevdasının kara sevdaya dönüştüğü<br />

sırada gözlerini kaybedişi.<br />

Bir derviş değildir Cemil Meriç. Gözlerini Mısır’da dama yatıp yaz<br />

boyunca güneşe kırpmadan bakarak, bile isteye terk eden bir ahmet Bedevi<br />

değildir. Kitaplar, yani her gece bir vuslat yaşadığı sevgililer ondan<br />

vuslatlarının bedeli olarak, kurban olarak gözlerini istemişlerdir. Cemil<br />

Meriç vermek istemediği halde, o zarif parmaklar, batı düşünce dünyasının<br />

en büyük sanatkârlarının, en büyük elitlerinin parmakları, zorla, söke<br />

söke Cemil Meriç’ten gözlerini almışlardır. Cemil Meriç bu perdede, trajedinin<br />

ilk sahnesinde olduğundan çok daha yalnız, güçsüz ve zavallıdır.<br />

Değil başkalarının yazdıklarını, kendi yazdıklarını dahi görememektedir.<br />

Cemil Meriç’in sararmış kâğıtlara aldığı, o dönemden kalma notlar var.<br />

Satırlar bazen çok geniş aralarla gidiyor, bazen sayfanın dışından başlıyor,<br />

bazen sayfanın dışına taşıyor, bazen üst üste binerek iyice okunmaz<br />

hale geliyor. Derviş için çile, ruhuyla buluşması, ruhunun irtifa kaydetmesi<br />

için bir terk basamağıdır ama Cemil Meriç gibi akılla yola çıkan<br />

bir insan için bu acı, yeni acıların membaıdır. Cemil Meriç bir trajedinin<br />

kahramanıdır; dolayısıyla o çilesini reddedecek kadar korkak değildir.<br />

evet, gece kalkmakta, kütüphanesine gitmekte, herhangi bir kitabı çekip,<br />

“Gitme, ne olursun gitme, beni terk etme” diye onu terk eden o<br />

291


sevgilinin arkasından ağlamaktadır. Kitaplar, evet, hepsi oradadırlar ama<br />

Cemil Meriç için hiçbiri orada değildir. Baş başa kaldıklarında, Cemil<br />

Meriç vuslata hazırken, ona kendilerini vermemekte, naz ederek “ille de<br />

yanımızda bir gözcü bulunsun” demektedirler. Cemil Meriç çaresizdir;<br />

sevgilileri ile arasında bir başkasının bulunmasına hep rıza göstermek<br />

zorundadır. Bazen karısı, bazen kızı, bazen talebesi, bazen sevgilisi olan<br />

kadın (ama hep bir başkası) Cemil Meriç için, gerçek sevgilisiyle arasına<br />

giren, için için kızdığı ama mecburen katlandığı bir yabancıdır. Okutup<br />

yazdırır, yazdırıp okutur. On bir bin ciltlik bir kütüphane kurmuştur. Yıllar<br />

sonra evine gelen bir Fransız’ın, “Beyefendi, bu bir Fransız entelektüelinin<br />

kütüphanesi ama siz bir Türksünüz ve Müslümansınız. Sizin kütüphaneniz<br />

nerededir?” cümlesiyle dayak yediği bir kütüphaneyle baş başadır.<br />

irfanımızın kitapları Cemil Meriç’in kütüphanesinde yoktur. iki sebepten<br />

yoktur. Birincisi, kendisine Osmanlıca okuyacak ciddi, çalışkan, sabırlı<br />

bir sekreteri hiç olmadığından. annemin hakkını yemeyeyim, annem<br />

babama çok okurdu. Mesela, ahmet Mithat efendi’nin ‘avrupa’da bir<br />

Cevelan’ adlı eserini okurdu ama bir Fransız filozofundan Osmanlıca’ya<br />

çevrilmiş bir kitabı okumaya annemin tansiyonu elvermezdi. Gayretliydi,<br />

sonuna kadar okurdu, yanakları pençe pençe al olurdu ama annemin<br />

takati Cemil Meriç’in iştahını doyurmaya yetmezdi. O testiden akan<br />

su çok çabuk biterdi. ikincisi, on bir bin cilde varan bilgi yelpazesinde<br />

kendi irfanıyla ilgili bin tane kitap yoktu. Bunu, Cemil Meriç’in kızı olarak<br />

söylemekle inşallah Karacaahmet’teki babamın kemiklerini sızlatmış<br />

olmuyorumdur. O, çok kızdığı müstağripler kervanının bir yolcusudur<br />

demeye cesaret ediyorum. ama bu müstağripler kervanına hemen veda<br />

edip, sırtını dönüp, topukları üzerinde dönerek yeni bir fikir kervanının<br />

ilk yolcusu olmaya adaylığını koyan bir yolcu. Bütün günahlarını silip<br />

atacağınız bir sevabın ilk namzedi. Hece dergisi Cemil Meriç’e özel bir<br />

sayı ayırdı. Cemil Meriç’i ne kadar hecelemeye gayret ederse etsin, tek<br />

başına bu dönüş, bu şeref, şimdi yaşayan ülke insanının ve gelecek bin<br />

yılların insanının önünde Cemil Meriç’in namusunu kurtarmaya yeter.<br />

Cemil Meriç trajedisinin üçüncü sahnesine geldik; onun felç olduktan<br />

sonraki dönemi. Gözlerini kaybettiği zaman bedeniyle baş başa kalmıştı;<br />

sol kolu ve sol bacağı tamamen atıl hale gelince bu defa, belki<br />

de ömründe ilk defa ruhu ile baş başa kaldı. Bu dönem Cemil Meriç’in<br />

entelektüel şahsiyetinin noktalandığı, dolayısıyla hakkında bir fikir adamı<br />

olarak düşünce üretenlerin hemen hiç üzerinde durmadığı bir dönemdir.<br />

292


Fakat bence, bir trajedinin son perdesi olarak, insan olan Cemil Meriç’in<br />

bu dönemi üzerinde mutlaka durulmalı ve düşünülmelidir. Zira, son kitabına<br />

‘Kültürden irfana’ adını vermiş, yapılan röportajlarda “Eserimin<br />

kültür ciltleri aşağı yukarı tamamlandı, bundan sonra irfan ciltlerine sıra<br />

geldi” demiştir. ama Cemil Meriç’in trajedisi bu irfan ciltlerinin kapağını<br />

bile açma imkânını bizlere vermemiştir. Cemil Meriç, kör bir kuyunun<br />

dibinde hareketsiz yatmaktadır. O yılmayan iştah ilk defa kendi kendini<br />

idrak etmektedir. Kör bakışlarını, başkalarının gözleriyle fethettiği satırlardan,<br />

ilk defa mecburen kaçacak başka hiçbir yer olmadığından kendi<br />

sadrına çevirmiştir. Cemil Meriç kulaklarını belki bilerek, belki bilmeyerek<br />

tıkadığı içindeki sesi ilk defa duymaktadır. Kendisine şah damarından<br />

daha yakın olan rabbine ilk defa kendi sadrını açmaktadır. artık sadece<br />

kendi içini görmekte, sadece kendi kulağına fısıldanan kendi sesini duymaktadır.<br />

Dışa kapandığını zannettiğimiz idraki kendi içine açılmaktadır.<br />

ilk defa kendi kendisi ile, Dimetoka Müftüsü’nün torununun oğluyla,<br />

binbir tane Kuran-ı Kerim istinsah etmiş olan babasının dedesinin oğluyla<br />

tanışmaktadır.<br />

Bize kısa ama Cemil Meriç’e bir ebediyet kadar uzun gelen dönemin<br />

serüvenini, Cemil Meriç’in ömrünün son 34 ayını hiçbirimiz bilmiyoruz.<br />

O demler Cemil Meriç’in rabbiyle demlendiği demlerdir. Mezarına tahta<br />

döşenip, üzerine kürek kürek toprak atılmadan önce kuyunun dibinden<br />

verdiği sesle, taşınacağı âlemi, yıldırım hızı kadar kısa bir sürede bize<br />

ifşa edip “Muhammet sevgilim” deyip dar-ı bekaya intikal eden bir er<br />

kişinin son 34 saatidir. Cemil Meriç 50 yıl sonra ana dili türkçe olan<br />

üniversitelerde okunacak mıdır? 100 yıl sonra türkiye’nin lise kitaplarında<br />

ondan seçilmiş parçalar yer almaya devam edecek midir? 500 yıl<br />

sonra ispanyolca yazılmış bir türk edebiyatı antolojisinde onun imzasına<br />

rastlanacak mıdır? Okunacaksa, rastlanacaksa, Cemil Meriç imzası<br />

orada olacaksa, Cemil Meriç trajedisinin bu üç döneminden hangisinin<br />

imzasıyla yer alacaktır? Bence bu sorular sadece Cemil Meriç için değil,<br />

eser sahibi olan ve türkiye’de kalem oynatmış olan her mütefekkir için<br />

sormamız gereken sorular. Ben bu soruların cevabını bilmiyorum. Cemil<br />

Meriç bir trajedi kahramanı olarak ülke insanının da dünyalı kardeşlerimizin<br />

de ilgisini her zaman çekecektir. Bu açıdan Cemil Meriç sadece bir<br />

trajedi kahramanı değildir, kendisini karanlığa mahkûm eden prangaları<br />

parçalayarak zindanından çıkmayı başarmış bir iradedir. Hiç kimsenin<br />

azımsama hakkına sahip olmadığı insani bir başarının, trajediyi insan-<br />

293


ca yaşayarak, insanca ve Müslümanca ölmeyi bilmiş olan bir başarının<br />

hikâyesidir. Örnek alınması ve takdir edilmesi gerekir. Cemil Meriç ikinci<br />

trajedi sahnesinin sonuna kadar, arayan ve yolda olan, hatta belki yolda<br />

kalan adamdır. Bu açıdan eserleri tuz katılmış su gibi doyurmaz susatır.<br />

Kendisine, ülkesine, bu ülkenin tarihine ayna tutmak ister ama kördür;<br />

kendisini ve kendi irfanını göremez, gösteremez. Ondan bir sonuç çıkarmak<br />

isteyenlere, delf mabedinin kâhini gibi “Kendi kendini tanı” der<br />

ama kendisi kendini çok iyi tanıyan bir irfanın örneği olamaz. Çevrede<br />

dolaşmaktan, dizlerini kırık testilerle kanatmaktan bir türlü kendisine gelememiş,<br />

kendi irfanına doğamamıştır ama artıları ve eksileriyle hakkını<br />

teslim etmek gerekir. Bir dönemin kültürünün meydanlarında ya da ara<br />

sokaklarında elinde Diyojen’in feneriyle, gündüz vakti görmeyen gözleriyle<br />

dolaşmış ama mahallemizin burası olmadığını bize fısıldamıştır.<br />

eksik kaldığını, kendisinin de gidemediği ufku işaret etmiştir. “Kültürden<br />

irfana gidin” diye ölüm döşeğinde inlemiş, son nefesini bu namuslu cümleyle<br />

vermiştir. Bence Cemil Meriç’in eserleri kadar, hatta onlardan daha<br />

da önemli olan bu son nefesindeki vasiyet cümlesidir. Bu vasiyeti hayatımıza,<br />

türkiye’nin hayatına, dünyanın hayatına geçirmezsek bunun vebali<br />

Cemil Meriç’e değil, biz okurlarına aittir.<br />

Hepinize teşekkür ediyorum.<br />

294


Dücane Cündioğlu<br />

Hakkında bir üçleme yazmaya karar verene kadar iyi bir Cemil Meriç<br />

okuyucusu olduğumu söyleyemem. Kendisiyle ilgili tedkiklere başladığımda<br />

kütüphanemde sadece Jurnaller’i vardı. Bu Ülke isimli kitabını<br />

bir-iki defa okumayı denemiş ama bir türlü bitirmeyi başaramamıştım. Bu<br />

durum elbette kitabın/kitapların değersizliğinden değil, bendenizin müfrit<br />

bir ukala olmasından kaynaklanıyordu. aklımsıra ilahiyat/Metafizik gibi<br />

itibarı yüksek mesail-i ilmiye ile uğraştığımdan o yıllarda edebiyat bana<br />

dedikodu yapmak gibi geliyordu. üstelik üslûb ve belağatı da önemsemiyordum,<br />

ki bugün bile bir yazarın sadece üslûbundan etkilenmeyi pek<br />

olumlu bir tutum olarak görmem. Muhabbet kusurları örter çünkü. Kişi<br />

sevdiği insanın kusurlarını göremez. Dostluklar zayıflamaya görsün hemen<br />

kusurlar görünür. Ben de ister istemez bir şeyden etkilenmektense o<br />

şeyi öğrenmeyi yeğledim. Gerekçem de sıkıydı: 16 yaşındayken öğrenmek<br />

yerine etkilenmiş ve bedelini de pek ağır ödemiştim.<br />

Bu bakımdan, benim Cemil Meriç’e olan ilgim, takdir ettiğim, hayranı<br />

olduğum bir yazarın kitaplarını takip etmek şeklinde olmadı. Hikâyesini<br />

kitabımın girişinde yazdığım için burada ayrıca tekrarlamayıp kısaca değineceğim:<br />

Bir dil kursu için Paris’e ikinci gidişim, kış aylarına denk geldiğinden<br />

yanımda haylice kitap götürmüştüm. Kısa zaman içinde hepsinin de<br />

hakkından geldim, zira hava sıcaklığı -5, -10 °C civarında seyrettiğinden<br />

evden fazla çıkamıyor ve zamanımı bolca kitap okuyarak geçiriyordum.<br />

en nihayet sıra, evinde kaldığım talebemin kütüphanesindeki kitaplara<br />

geldi. Çoğu ucuz romanlardı. Balzac, Dickens, Victor Hugo... Balzac’ın<br />

romanlarını okumak, edebiyatla aramdaki mesafenin uzaklığını iyiden<br />

iyiye hissettirmiş olmalı ki türkiye’ye dönünce ilk işim Balzac külliyatını<br />

okuyup bitirmeye karar vermek oldu. Mizaç olarak hiçbir şeyi yarım<br />

bırakmam. Çaresiz Balzac kitaplarını toplamaya başladım. Kitap kurdu<br />

bir arkadaşım, bir sohbet sırasında, “Cemil Meriç’in Balzac tercümelerini<br />

okudun mu?” diye sormasın mı, şaşkınlıkla “Cemil Meriç’in Balzac tercümeleri<br />

mi var?” diye tepki verdim. Meriç’in Balzac’tan dört tercümesi<br />

olduğunu söyledi. Bu tercümelerden üç tanesini o arkadaşımdan, birini<br />

de sahaflardan temin edip bir çırpıda okudum.<br />

Balzac çevirilerini okurken Cemil Meriç’in dikkat çekici bir özelliğini<br />

görmüştüm: dipnotlar.<br />

295


etkilenmemek elde değildi. üstelik zaten yazı hayatına eleştirilerle<br />

başlamış ve sürdürmüş, kalemi keskin biri olarak...<br />

niçin önce eleştiri?<br />

Şundan: ilgisi sebebiyle yayınevleri ve kitapçılar çevresinde yetişen<br />

bir genç olarak okumak yetmiyor, yazmak da gerekiyordu. Dergi çıkaran<br />

arkadaşlarım benden yazı talep ediyorlardı. Oysa benim iddialarım<br />

vardı, inançlarım vardı, ideallerim vardı ve fakat söyleyecek doğru dürüst<br />

sözüm yoktu. Doğrunun ne olduğunu bilmesem de yanlışı gözünden<br />

tanıyacağıma inanıyordum. Kitap ve çeviri eleştirilerini öncelemem biraz<br />

da bu nedenleydi. Bir eserin çeviri sıhhati pekâlâ ölçülebilirdi. ayrıca<br />

uzun süre dikkat gerektiren bir işle, redaksiyon işiyle de uğraştığım için<br />

dil hatalarını süratle fark etmek benim için işten bile değildi. O hâlde<br />

çeviri hataları üzerine yazmak en iyisiydi. Böylelikle yazarlık hayatımın<br />

çeviri eleştirileriyle başlamış oldu.<br />

Cemil Meriç’in daha 25 yaşlarındayken gösterdiği titizlik beni çarpmıştı.<br />

Çevirisine koyduğu dipnotlar, hasretini çektiğim bir dikkat ve rikkatin<br />

ürünüydü.<br />

Dipnotlarında şöyle şeyler söylüyordu: “Bu kelimeyi şu şekilde de<br />

tercüme edebiliriz ama ben bu şekilde tercüme ettim. iktisat bilgimin<br />

eksikliği sebebiyle bu tercihimin yerinde olup olmadığını iddia edemem.<br />

ancak daha iyi bir karşılık bulana kadar böyle idare edeceğiz.”<br />

Zaman zaman tercihlerinden emin olamayan ve kelimelerin tam karşılığını<br />

bulup bulamadığını kesinlemekten kaçınan bir zekâ.<br />

Bu konuya dikkat çeken kısa bir makale yazmaya karar verdim.<br />

Çeviri eleştirisi yaptığı birkaç makalesinden haberdardım, bir talebemden<br />

bu yazıları bulmasını istedim. Makaleler gelmeye başladıkça<br />

baktım 60-70 yıl evvelinin Dücanesi! üstelik kılıcı benden de keskin!<br />

Kılıç da söz mü, elindeki koca bir pala! Benimkisi en nihayet eskrim kılıcı<br />

mesabesindeyken, genç Meriç’in elindeki âdeta bir zülfikar. eleştirdiklerine<br />

karşı bazen mübalağa, bazen haksızlık etmiş de olsa bu kusurların<br />

genç ve cevval bir zekâda olması gayet tabii idi. Böylelikle bendenizin<br />

makale tasarısı risale tasarısına evrildi. ne var ki okumalarım ilerledikçe,<br />

her geçen gün yeni yazılar, yeni çeviriler, yeni bahislerle karşılaştıkça<br />

kısa zaman da tasarı kitap boyutlarına erişti.<br />

296


Bu süre içinde üç cildi yayımlanan, üç cildi ertelenen altı ciltlik bir<br />

çalışma gerçekleştirdim. Yıl 2006 idi. nisan gibi başladım, altı ay sonra<br />

kitaplar yayımlanmaya başladı.<br />

Değerli Başkanımız Mustafa Bey’in irfanına hayran kaldığım itiraf<br />

etmeliyim. az önce konuşmalarını dinlerken tüylerim ürperdi. Cemil<br />

Meriç’i bir âşığının gözlerinden görmek ne kadar da heyecan verici! Onu<br />

nasıl büyük bir aşkla okumuş, nasıl hazmetmiş! Bir ara Meriç hakkındaki<br />

standart övgülerin beni kızdırabileceğine ilişkin bir latife yaptılar. Bendeniz<br />

övmeye/övgüye karşı değilim. Değilim, çünkü sevdiklerine tapan<br />

biriyim. Beğenmekten daha yüksek muhabbet gösterilerine itirazım yok.<br />

Yüceltmeye. ama bir tek koşulla. Bu yüceltmenin hakkının verilmesi kaydıyla.<br />

Ferhat, Şirin’i istediği kadar övebilir. niçin? Dağları deldiği için.<br />

Mecnun, leyla’sını dilediği kadar göklere çıkarabilir. niçin? aç susuz<br />

çöllerde dolaştığı için.<br />

Mecnun’un gözleriyle leyla’ya bakılırsa elbette yolculuk çöllere<br />

doğru olacaktır. Çöllere düşen de elbette leyla’yı başkalarının göremeyeceği<br />

şekilde görecektir. Bu Hakkın bir ihsanıdır. Âşıkların hakikaten böyle<br />

bir ayrıcalıkları vardır.<br />

Çalışmalarım sırasında yansızlığımı muhafaza edebilmek adına Cemil<br />

Meriç’in aile fertleriyle temas etmekten bilhassa kaçındığı belirtmeliyim.<br />

ta ki iki cilt yayımlanana kadar. ümit Hanım bu iki cildi okuduktan<br />

sonra nezaket gösterip beni aradılar, hem teşekkür hem tebrik ettiler. ağır<br />

sayılabilecek eleştirilerimin yer aldığı ikinci cildi, “Mabed işçisi”ni heyecanla<br />

okuduklarını, hatta babasıyla ilgili hiç dikkat etmedikleri, hatıra<br />

getirmedikleri hususları farkedip öğrenme imkânı bulduklarını söyleyince<br />

şaşırdım. nezaketleri -tanıyan herkesin itiraf edeceği üzere- muhataplarını<br />

fevkalâde mahcup edici ölçülerdedir.<br />

Kendileri az önce çok enteresan bir konuşma yaptılar. Bizlerin ümit<br />

Hanım’la hakkını vermek suretiyle empati kurmakta veya hislerini yeterince<br />

anlamakta güçlük çekeceğimiz âşikâr. Bir kız çocuğu, babasını,<br />

duygularının konusu olmaktan ne kadar çıkarabilir, babasını ne kadar<br />

düşüncenin konusu haline getirebilir? Bu da kendileri için hiç kolay olmamalı.<br />

Kabul etmek gerekir ki ümit Hanım da, Mahmut ali Bey de her şeye<br />

rağmen babalarıyla ilgili, mümkün olabilecek en mesafeli duruşu sergilemeyi<br />

başarmışlardır.<br />

297


Mahmut ali Meriç’in Cemil Meriç’in külliyatında takip ettiği yayın<br />

standartlarını doğru bulmadığımı muhtelif vesilelerle ifade ettiğim hâlde,<br />

Jurnalleri yayımlama kararındaki rolünü takdirle anmak isterim. ümit<br />

Hanım Jurnallerin yayınlanmasına -kendince haklı sebeplere istinadentaraftar<br />

değildi. Günlüklerde Meriç’in zaafları da yer alıyordu çünkü,<br />

ve bir kız çocuğu olarak babasının kimi zaaflarının kamuoyunca bilinmesini<br />

istememesi de gayet doğaldı. Mahmut ali Bey ise muhtemelen<br />

biraz da Fransız eğitiminin tesiriyle -ki doğrusu da buydu- Meriç’in kendisiyle<br />

yaptığı sert hesaplaşmanın iz ve kayıtlarını türk okurunun önüne<br />

koymakta tereddüt etmemiştir. ümit Hanımın da, kimi talebelerinin de<br />

endişelendikleri üzere sonunda kıyamet de kopmamıştır. Bugün Cemil<br />

Meriç’e yönelik sevgi hâlesinin temelinde kitaplarından çok Jurnallerinin<br />

yer aldığı sanırım inkâr edilemez.<br />

eğer bir mâni olmasaydı, Jurnallerin, ilk iki cildinin eksiklerini tamamlayan<br />

üçüncü cildini de ben yayınlayacaktım. ama nasip olmadı.<br />

Çalışma arşive kalktı.<br />

ümit Hanım’ın işaret ettiği bir dönem var; “felç olduktan sonraki dönemi<br />

bilinmiyor” diyorlar. Hakikaten Cemil Meriç’in hâlâ eli yüzü düzgün<br />

bir biyografisi yoktur. Bu çok büyük bir eksiklik. Ciddi bir biyografi<br />

yazılmadan Cemil Meriç tasavvuru tamamlanamaz. Bir aralar ben şahsen<br />

yazmayı düşündüysem de vazgeçtim. Çünkü bu benim işim değildi.<br />

Cemil Meriç’in hayatında karanlıkta kalan iki bölüm var. elazığ dönemi<br />

ve Paris günleri. üçüncü bir bölümün daha olduğu biraz önce kerimeleri<br />

tarafından belirtildi: felç olduktan sonraki dönemi. Cemil Meriç’in<br />

okuma ve yazma eyleminin bittiği bu dönemin fikri açıdan incelenmeye<br />

layık olup olmadığı akla gelebilir ama psikolojik ve pek tabii ki biyografik<br />

açıdan mutlaka incelenmesi gerekir.<br />

Yazılması gereken dönemlerinden biri, malum elazığ’da öğretmenlik<br />

yaptığı yıllar. O dönemle ilgili hiçbir çalışma yok. Karanlıkta. ikincisi ise<br />

Paris’te, hastanede kaldığı, hatta sokaklarında dolaştığı dönem.<br />

Bu iki dönemle ilgili epey malzeme toplamış, hatta mahallî bir gazetede,<br />

Cemil Meriç’e Paris’te refakat eden ve sonradan doktor olan bir<br />

talebesinin anılarını yeniden yayıma hazırlamıştım. O anılar sayesinde<br />

Cemil Meriç’in Paris’teki günlerini kendisiyle birlikte dolaşan 30 yaşlarındaki<br />

bir gençten dinleme imkânımız vardı. Bu çok önemli.<br />

298


Daha sonra belgesel yapımı sırasında daha Paris günlerine dair birkaç<br />

talebesiyle konuşmak imkânı bulduk. Meselâ Cemil Meriç’in kahve<br />

sohbetlerine katılan ve ilginç ayrıntıları öğrenmemizi sağlayan Prof. nevzat<br />

Yalçıntaş’ın anlattıkları önemlidir. Keza Cemil Meriç’in hastanede yanında<br />

yattığı bir hasta: Mösyö Fouché. Cemil Meriç, onun hanımı Madam<br />

Fouché’ye de âşık olmuştur. Bir talebem aracılığıyla araya sonra Paris’teki<br />

izlerini bulmuştuk. nitekim daha sonra -belgesel hazırlığı sırasında- ümit<br />

Hanımla birlikte Paris’e gidip Fouché’lerin çocuklarıyla temas etmek imkanı<br />

da bulduk. Kızları rahibe olmuş. Oğluyla eşi ise belgeselin galası<br />

için -Ümit Hanım’ın davetlisi olarak- istanbul’a geldiler.<br />

Buna benzer bir sürü anekdot var. Bunların biriktirilmesi ve Cemil<br />

Meriç biyografisi yazılırken kullanılması lâzım. Şu anda bir Cemil Meriç<br />

biyografisinden mahrumuz diyoruz. Unutmamalı ki aynı şekilde bir necip<br />

Fazıl, bir nazım Hikmet biyografisinden de mahrumuz. Bunu sebebi<br />

ise çok basit: Hayranlık.<br />

etkilendiğimiz, sevdiğimiz insanları düşünmenin konusu haline getiremiyoruz.<br />

Kimse âşık olduğu kızın ana-babasının kimler olduğunu<br />

tahkik etmez. Mecnun, “leyla’nın ana-babası kim?” diye sormaz. insan<br />

ancak evleneceği kişinin ailesini tahkik eder; âşık olduğu kişinin değil.<br />

Hayranlık, o duygusal yoğunluk, incelemeyi, düşünmeyi, araştırmayı engeller<br />

çoğu kez. Bu da gayet doğaldır. ne ki yine de bir toplumun kendi<br />

bağrından yetiştirdiği düşünür ve sanatçılara karşı iştiyakı kadar duyması<br />

gereken bir sorumluluğu da vardır. Olmalıdır. Onları sevelim ama onlar<br />

üzerinde düşünme görevimizi de aksatmayalım.<br />

Cemil Meriç okurları, onun iki isme olan aşkının ve atıflarının hakikaten<br />

söz ötesi olduğunu bilirler: Biri Balzac -ki “Her mayıs Balzac’la<br />

yeniden doğarım” der-, diğeri “Dosto” diye andığı Dostoyevski.<br />

Meriç’i okuyan, ona değer veren insanlar onu sadece methetmekle<br />

yetinmeselerdi, belki de türkiye’de Balzac ve Dostoyevski okumaları<br />

olay haline gelir, ardısıra Balzac ve Dostoyevski külliyatları yayımlanırdı.<br />

Siz, Cemil Meriç’i sevenlere sormak isterim: Bırakınız edebiyatın hatırını,<br />

Meriç’in hatırına Balzac’ın, Dostoyevski’nin kaç romanını okudunuz?<br />

Meriç hakkında yazıp çizenler de cevap vermeli: Cemil Meriç’in<br />

Balzac ve Hugo çevirilerini okuyan kaç kişi var aralarında? Altın Gözlü<br />

Kız’ı? Marion de Lorme’u?<br />

299


insan sevdiği adamın sevdiklerini de sevmelidir. Bir adamı seven,<br />

okumaya değer bulan biri onun okuduklarını da gücü yettiğince okumaya<br />

değer bulmalıdır.<br />

Cemil Meriç’i sevmek, okumak, ona hayran olmak demek, biraz da<br />

onun okuduklarını okumak, hayran olduklarına hayran olmak demek<br />

değil midir? aynı şekilde -meselâ- Said-i nursi’nin peşinden gittiklerini<br />

söyleyenlerin, o zâtın okuduklarını okumaya iştiyak duymaları gerekmez<br />

mi? efendimiz (s.a), “Hud suresi beni yaşlandırdı, saçlarımı ağarttı” der.<br />

Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber’in takipçisi olmak iddiasında birinin Hud<br />

suresine hususî bir ehemmiyet atfetmesi lâzım gelmez mi?<br />

Cemil Meriç ile ilgili övgülerden niçin rahatsız olayım? Hep alkış<br />

olmaz, biraz da anlamak gerek diyorum, hepsi bu! Bendeniz muhabbet<br />

değil, merak saikasıyla Cemil Meriç hakkında aylarca çalıştım ve üç cilt<br />

kitap yayımladım. Kendisine karşı muhabbetim de bu yolculuk boyunca<br />

arttı. Sözün özü, sevmek, övmek, alkışlamak, aslâ gayrete mani olmamalı!<br />

Cemil Meriç, türk düşüncesine a’raf metaforunu hediye etmiştir. Ondan<br />

önce düşünce dünyamızda a’raf diye bir metafor yoktu. Hıristiyanlıktaki<br />

gibi. Cennet, cehennem vardı ama a’raf yoktu. Batı düşüncesinde<br />

a’rafa rastgelinen ilk yer Dante’nin İlahî Komedyası. Dante’nin bu kavramı<br />

Müslüman dünyadan ithal ettiği artık biliniyor. Özellikle Şeyhi ekber’in<br />

risalelerinden. ne garip değil mi, Dante’nin ilahî Komedyası’ndaki a’raf,<br />

bu sefer Cemil Meriç aracılığıyla edebiyatımıza girmiştir. Şeyh-i ekber<br />

aracılığıyla değil, Dante aracılığıyla.<br />

Meriç’in kendisi de hakikaten a’raftadır. Bir tarafında cennet, diğer<br />

tarafında cehennem. tam ortasında a’raf. Cemil Meriç’i büyük kılan taraf<br />

ise sırtını cehenneme dönmüş olmasıdır. Cennet tarafına bakarken nefesini<br />

verdi. O yüzden “Muhammed sevgilim!” dedi. Başlığının fiilen hakkını<br />

verip vermediği bir yana, “kültürden irfana gitmeliyiz” dedi. Kültürden<br />

İrfana muhtelif makalelerden müteşekkildir. Bir derlemedir birçok kitabı<br />

gibi. içinde yer alan makaleler bu başlığın altını doldurabilecek zenginlikte<br />

olmasa da başlığın işaret ettiği cihet bizim için önemlidir.<br />

a’raf, bir fikir adamının, bir sanatçının bulunduğu tarafsız bölge mi<br />

demektir? Hayır! a’raf kutuplara işaret edebilen ve kesin yargılardan çıkarı<br />

olmayan adamların ikametgâhıdır.<br />

300


Düşünce cevaptan çok soruyu önemser. Sepetlerinde yığınla cevap<br />

taşıyan adamlara yüz vermemeli. Sorusu cevabından çok olan adamlar<br />

önemlidir. Bütün peygamberler, bütün veliler, tarihin tanıdığı, kaydettiği<br />

bütün büyük insanlar cevaplarıyla değil -zannedildiğinin tam da aksinesorularıyla<br />

büyüktürler. O yüzden mümin, “allah’ın varlığından emin<br />

olan adam” demek değildir. Mümin, kuşkunun hasını yaşayan adam<br />

demektir. “Var mıdır, yok mudur bilmiyorum ama var olmalıdır” diyen<br />

adamdır. Yani tercihini yokluktan değil, varlıktan; havf’tan (korku’dan)<br />

değil reca’dan (ümit’ten) yana koyan adam demektir. Mümin olmak ‘budur’<br />

değil, “bu olsa iyi olur” demektir. Garip gelecek ama insanın imanı<br />

arttıkça kuşkusu da artar. Şeriat mertebesindeki adamın, yani camideki,<br />

medresedeki adamın mı kuşkusu çoktur, tekkedeki adamın mı? tekkedeki<br />

adam meseleyi daha ciddiye aldığı içindir daha kesin konuşamaz. O<br />

yüzden günaha karşı daha şefkatlidir.<br />

Medresedeki adam mı günahkâra karşı daha acımasızdır, tekkedeki<br />

adam mı? elbette medresedeki. Medresedeki için ya siyah, ya beyaz<br />

vardır. tekkedeki beyazdan yanadır, ama siyahın varlığına hürmet eder.<br />

Bir, geçmişinde siyah vardır. iki, geleceğinde de siyah olabilir. Sonunu<br />

bilemez. O nedenle de hüküm verirken daha ürkek davranır. Kuşku kelimesinin<br />

kökeninde de bu îma vardır. Kuşku, ‘kuş’tan gelir. Kuşku duymak,<br />

esasında kuş gibi ürkek olmak demektir. Düşüncenin namusu bu<br />

ürkekliği terk etmemeyi gerektirir. Kişi ne zaman bu ürkekliği terk ederse,<br />

ne zaman daha kalın ve keskin çizgilerle konuşmaya başlarsa bilmelidir<br />

ki o ya artık bir miting alanında nutuk atmaya karar vermiştir, ya da kötü<br />

yola düşmüş olmaktan pişmandır. Çünkü namuslu adam kuşku içinde<br />

yaşamaktan, a’rafta gezinmekten korkmaz.<br />

Cemil Meriç’in bulunduğu dönemi hatırlayınız. aranızda yaşı o dönemlere<br />

yetişen insanlar var. Bu ülkede günde 30-40 kişi öldürülüyordu.<br />

Memleketin evlatları bir tarafta sağ, bir tarafta sol, birbirlerine mermi sıkıyorlar,<br />

bomba atıyorlardı. Cemil Meriç o dönemde iki tarafa da “yanlış<br />

yapıyorsunuz” diyen adamdı. O günlerin sağcı gençleri Cemil Meriç’e<br />

hayrandırlar. Çünkü ona minnettardırlar: “Biz o yıllarda vatanı kurtardığımızı<br />

zannederken, Cemil Hoca bize ‘Bu iş silahla olmaz, yanlış yapıyorsunuz,<br />

okumak lazım’ demişti” diye onu minnetle anarlar. Buraya Beşir<br />

ayvazoğlu’nu çağırın, size Cemil Meriç’i anlatsın. Satır aralarına dikkat<br />

edin, işaret etmeye çalıştığım minnettarlığın izlerini göreceksiniz. Keza<br />

301


çağırın Murat Belge’yi, size Meriç’i anlatsın. Onun hatıralarının ardında<br />

da benzer duyguların gizlendiğini hissedeceksiniz. nitekim biz bunu<br />

yaptık. Cemil Meriç’in 70 kadar yakınını, talebesini, okurunu konuşturduk.<br />

O yılların gençlerini çağırdık. Murat Belge demişti ki: “O dönemde<br />

lenin’in Dönek Kautsky’sini okumuştuk, ama Kautsky’yi okumaya gerek<br />

duymamıştık. engels’in Anti-Dühring’ini okumuştuk, ama Dühring’i okumak<br />

ihtiyacı hissetmemiştik.”<br />

O dönemlerde Cemil Meriç kimlerden söz ediyor? Proudhon’dan,<br />

Saint Simon’dan... Oysa o devrin Marksistleri için ne Saint Simon, ne de<br />

Proudhon var. Meriç’in Marksist literatüre eklediği iki isim var, ikisi de<br />

yarım asırlık sosyalist geleneğin üzerinde düşünmeye ihtiyaç hissetmediği<br />

isimler.<br />

O zamanlar devrimci gençlerin uğraşı militanlık idi. niye bu isimleri<br />

önemsesinler ki? Okudukları metin ‘Militanın el Kitabı. Bu nedenle onların<br />

Cemil Meriç’e olan müsbet duygularının kökeninde de aynı etken<br />

rol oynuyor: minnettarlık. Meriç, “Silahı bırakın, adam gibi okumanın<br />

hakkını verin!” diyen bir adam!<br />

az önce necip Fazıl, nazım Hikmet ya da Cemil Meriç hakkında<br />

itibar edebileceğimiz bir biyografi olmadığına işaret etmiş ve sebeplerine<br />

de kısaca temas etmiştim. Bugün 48 yaşındayım. 12 eylül’den bu yana 30<br />

sene geçmiş. 12 eylül olduğunda, 17 yaşında ben de bir militan olarak<br />

cezaevindeydim. Belirtmem gerekir mi emin değilim ama hayranlığın bedelinin<br />

nasıl ödendiğini sadece okuduklarımdan değil, yaşadıklarımdan<br />

da biliyorum.<br />

türkiye’de sağın da solun da hürmetle ve sevgiyle yaklaştığı tek isim<br />

Cemil Meriç. ikinci bir ismi hatırlayanınız var mı? Yok. alevisi, Sünnisi,<br />

sağcısı, solcusu, lümpeni, zekisi, aptalı hiç fark etmez; türkiye’de biraz<br />

kitap okuyan herkesin hürmetle ve muhabbetle yaklaştığı/yaklaşacağı tek<br />

isim Cemil Meriç olacaktır. Bunun bir diğer nedeni de 12 eylül sonrası<br />

politikalardır. Postmodern dönemde taraf olmak değerini yitirdiğinden<br />

Cemil Meriç tarafsız bir isim gibi gösterilmek istenmiştir. Oysa bu doğru<br />

değildir. Cemil Meriç hayatı boyunca taraf olmuştur. namuslu olmakla<br />

taraf olmayı birbirine karıştırmamak gerekir. elbette taraf olabilirsiniz,<br />

hatta mutaassıp da olabilirsiniz, ki bence olunmalıdır da. taassubu olmayan<br />

adama güvenilmez çünkü. ilkeleri. Değişmezleri. Bağlılıkları.<br />

302


Cemil Meriç’in tüm kesimlerce itibar görmesi, türkiye’nin ihtiyaç<br />

duyduğu bir şeyi başarmasındandır. Kalemini herhangi bir siyasi çıkarın<br />

emrine vermeyi reddetmiştir, bu çok önemlidir. Dilerseniz, bu tutumu<br />

“megalomanisinden dolayı hepsini aptal yerine koyuyordu” diye yorumlayın,<br />

fark etmez. Büyük adamların böyle bir lüksü vardır; tüccarları ve<br />

siyasetçileri kendilerince aşağılama hakları vardır. Bir savunma refleksi<br />

olarak. Bu onları komik durumlara da düşürebilir. Düşürsün. Âşık olmanın<br />

bedeli. Cemil Meriç işbu bedeli ödemiştir.<br />

Meriç’le ilgili yaklaşık 60 dergi ve gazete tarayıp o dergilerden bine<br />

yakın makale elde ettik. içlerinde Cemil Meriç’in dahi hatırlamadıkları<br />

vardı.<br />

Bir tanesi Tan gazetesi. Sırf bir yerde “tan gazetesinde birkaç makalem<br />

çıktı” dediği için o gazetenin beş yıllık tüm sayılarını tarattım. Sekiz<br />

sayfalık bir gazetenin beş yıllık sayılarını düşünün. iki talebeme, tan’ın<br />

beş yıl boyunca çıkmış tüm nüshalarını baştan sona üç kez daha tarattım.<br />

neden? Sadece ‘bir’ değil, “birkaç makalem yayımlandı” dediği için.<br />

nihayet bir makale bulmuştuk. Fransızca bir gramer kitabıyla ilgili:<br />

Cürüm ve Deha. Makaleyi Cemil Meriç kendi adıyla değil, Cemil Şaman<br />

adıyla, yani müstear isim kullanarak yazmış. tarayan talebem bana sürekli<br />

telefonla bilgi veriyor, ben de “şu isimler olursa veya içinde şu kelimeler<br />

geçiyorsa o makaleye bak ve fotokopisini al” diyorum. Fakat talebem<br />

“bir tane var sadece” diyor. Bir tane? Hiç bir taneyle fetih olur mu? iki kez<br />

daha taradık, çıkmadı. içimde bir yaradır; acaba eksik bir sayı mı vardı ki<br />

sadece bir tane bulabildik diye hâlâ düşünürüm.<br />

Cemil Meriç’in hepimizin ilgisini bu kadar çekiyor olmasının nedenlerinden<br />

biri de onu yârine ulaşamamış bir âşık olarak görmemizdir.<br />

ümit Hanım biraz önce babasının“trajik bir kahraman” olduğunu ifade<br />

etti ama “dramatik bir kahraman” demedi. niçin? Dram ile trajedi arasındaki<br />

temel farktan dolayı. Dram insanın başına kötü bir şey gelmesi,<br />

trajedi ise insan nefsinin iki karşıt zorunluluğu da aynı anda yaşamasıdır.<br />

Sözgelimi insan bütün hücreleriyle yaşamaya kodlanmış bir varlıktır, bu<br />

zorunludur, ancak yine de ölecektir. Ölecek olması da zorunludur ve<br />

ikisinin yan yana idrak etmesi trajiktir.<br />

trajedi’nin bir diğer karşılığı ‘yazgı’. trajik olan yazgısal olandır.<br />

Hem zorunludur, hem olumludur. Cemil Meriç’in yaşamını trajik kılan,<br />

303


ir okuma delisinin gözlerinin kör olmasıdır. Herhangi birinin gözlerinin<br />

kör olması dramatik bir durumdur, ancak bir ressamın ya da bir kitap<br />

hastasının gözlerinin kör olması trajik bir durumdur.<br />

Bir âşığın tutkusuyla gayr-ı mütenasib bir yalnızlık içinde yaşayıp hayatını<br />

sürdürmesi de fevkalâde trajiktir.<br />

Cemil Meriç’in gözlerini kaybetmesi dramatik midir, trajik midir?<br />

Meselâ Cemil Meriç, ahmed el-Bedevî gibi bir derviş olsaydı da günlerce<br />

güneşe bakarak gözlerini kendi kör etseydi buna trajedi diyebilir miydik?<br />

Hayır! Gözlerini kaybetmiş olması bir dervişi derviş olmaktan çıkarmaz;<br />

tam tersine dervişliğini güçlendirir, kemal yolculuğunu hızlandırır. Oysa<br />

Cemil Meriç bir derviş değil, bir entelektüel; yaşamın özüne/kendisine<br />

dair düşünen biri değil. Bilâkis o yaşamı kitaplardan tanıyor.<br />

Cemil Meriç’in trajedisiyle kitaplarında karşılaşmıyoruz; çünkü kitaplarının<br />

tamamı o trajediyi örtmeye yöneliktir. Biz bu trajediyle Jurnallerinde<br />

karşılaşıyoruz. Jurnallerinde çırılçıplaktır Cemil Meriç. isyan halindedir.<br />

ağlar, bağırır, kızar, öfkelenir. Her satırında kendisidir. ne kadar<br />

mümkünse o kadar!<br />

Böyle bildiğim iki jurnal var; biri ahmet Hamdi tanpınar’ın, diğeri<br />

Cemil Meriç’in. ikisi de çırılçıplaktır. Ben tanpınar’ı jurnallerini okuduğumda<br />

sevdim. Yeterince sefil durumdaydı ve insani zaafları açıkça<br />

ortadaydı. Kumara düşkünlüğü var. Bir kadının elini bile tutmamış gibi<br />

görünüyor ama bütün kadınlara âşık oluyor. Cemil Meriç’in jurnallerinde<br />

de aynı sevme ve sevilme ihtiyacı hissedilir. tanpınar yoksulluk çekiyor,<br />

insanlarla ilişki kuramıyor. Dar bir kafese kapatılmış aslan gibi dolanıyor.<br />

ekonomik, sosyal, siyasal sınırlarını aşamıyor. Biraz maddî imkânı olsa<br />

selam verdiği çoğu kimseyi çevresinden uzaklaştıracak ama o lüksü yok.<br />

Günlüklerini okurken sanırım her okuru gibi satır aralarında kendimden<br />

parçalar buldum. O duyguyla, kızdığım zavallılıklarına saygı duymaya<br />

başladım.<br />

aynı analizi Cemil Meriç için de yapabiliriz. Kişisel zaaflarını gördükçe<br />

insanın hürmeti artıyor. en nihayet, “işte insan!” diyorsunuz. Kendimi<br />

akif’ten çok Cemil Meriç’e yakın hissettiğimi söylememin bir nedeni<br />

de bu! Çünkü akif ideallerimi, Cemil Meriç ise gerçeğimi temsil ediyordu.<br />

akif kusursuz ve dürüsttür; o yüzden de çok can sıkıcıdır. Çünkü<br />

onun gibi olamazsınız; örneğin randevusuna gelmeyen bir arkadaşınızı<br />

304


karda kışta tüm gün boyunca beklemezsiniz. Cemil Meriç ise farklı bir<br />

kişiliktir. eğer çocuksu beklentilerinizi terbiye etmeyi öğrenmişseniz, Cemil<br />

Meriç’i bütün zavallılıklarına, bütün insanî kusurlarına rağmen çok<br />

seversiniz.<br />

Cemil Meriç’i anlamak için biraz gâvurlaşmak, yani Batı düşüncesini<br />

iyiden iyiye hazmetmiş olmak lâzım. Oysa bizim Fransız edebiyatına<br />

olan ilgimiz birkaç roman okumaktan ibaret. Dindar çevreleri de dikkate<br />

alarak söylemek gerekirse, Cemil Meriç’in hakkının verilemeyişinin saklı<br />

nedenlerinden biri budur. Mütercim ve münekkid tarafıyla ilgilenen kimse<br />

çıkmamıştır. niçin? Çünkü Batı düşüncesiyle, Fransızcayla, edebiyatla<br />

tutku derecesinde ilgilenen pek kimse yoktur da ondan.<br />

Meriç denince sağcıların aklına gelen şey, kılıçlarından kelleler damlayan<br />

Osmanlı edebiyatı. Bu belki de ona yapılabilecek en büyük haksızlık.<br />

Çünkü Cemil Meriç, böylelikle düşüncenin değil, duygunun konusu<br />

yapılıyor. Psikolojik nedenlerle, 60’lardan sonra Batı’yı aşağılamaya başlıyor,<br />

çünkü yeni tanıştığı sağ kesimle arasını iyi tutma ihtiyacı hissediyor,<br />

“Bari bunlar beni sevsin!” diye düşünüyor. Bu tutumunun örneklerini<br />

kitaplarımda ayrıntılı olarak örneklendirdim. Meselâ 1970’li yılların başında<br />

Balzac ve Hugo çevirileri nedeniyle kendisini Batı’nın çizmelerini<br />

yalayan bir soytarıya benzetirken, 1978’e gelindiğinde o satırları ‘Mağaradakiler’<br />

kitabından çıkarıyor. Çünkü artık tanınan, özgüveni yerine<br />

gelmiş bir Cemil Meriç vardır. 1970’li yıllarda kendisinden bahsederken<br />

sürekli günah çıkaran bir Cemil Meriç varken, 1980’lere doğru faklı bir<br />

Cemil Meriç vardır. Kendisini azımsanmayacak ölçüde kabul ettirmeyi<br />

başaran bir Meriç.<br />

Burada daha da ilginç olanı, Cemil Meriç’in sözde itirafı sırasında da<br />

gerçeği ifade etmeyişidir. Zira kendisinin -Balzac ve Hugo çevirilerinden<br />

ötürü- Batı mütegallibesinin çizmelerinin altını yalıyormuş gibi hisseden<br />

biri olduğuna ilişkin itirafı da gerçeği yansıtmaz. ihtida eden bir mühtedinin<br />

kendi cahiliye devrini biraz abartılı olarak, hatta haksızca tasvir etmesinden<br />

ibarettir yaptığı. Bu hâli pekâlâ anlayabiliriz, gerekirse hürmet<br />

de duyarız, ancak bu türden itirafları hakikate hamledemeyiz.<br />

“Zirvelerde hep aynı şarkı okunur” der Marx. Yukarı çıkıldığında, tırmananların<br />

hepsi aynı melodiyi terennüm ederler. Hani Cemil Meriç de<br />

der ya, “Hepimizin başları aynı kitaplar üzerine düşüyor; bizden daha<br />

yakın dost mu olur?”<br />

305


aynı kitapları okuyorsak, aynı melodileri dinliyorsak, aynı konularda<br />

düşünüyorsak, yani eğer âşık isek, yüksek sanatın ve düşüncenin ürünleriyle<br />

irtibat kurmaya, anlamaya, açıklamaya dair tutkumuz varsa, bizden<br />

önceki geçmiş âşıklara hürmet etmekten kendimizi alabilir miyiz?<br />

aslâ! Hâl sâridir. Hüznüne ve aşkına tanıklık ettiğimiz adamları severiz.<br />

Hiç kuşku yok ki Cemil Meriç de onlardan biriydi.<br />

Cenab-ı aşk aşkımız kadar gayretimizi de artırsın!<br />

Hürmet ve muhabbetle...<br />

306


Osmanlı’yı<br />

Yeniden Anlamak<br />

02 Ekim 2010<br />

Mustafa Armağan


AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

Avanos Belediye Başkanı Dr. Mustafa Körükcü<br />

Bugün, 1. avanos-Kızılırmak Kültür ve Sanat Günleri kapsamında<br />

yazarlarla yaptığımız söyleşilerin sonuncusunu gerçekleştirmek üzere<br />

biraraya gelmiş bulunuyoruz. Bilindiği üzere, 08 Mart Dünya Kadınlar<br />

Günü’nde Sayın ipek Çalışlar, “latife Hanım” isimli konuşmasıyla bu etkinliklerin<br />

başlangıcını yapmıştı. Bugün 16.’sını gerçekleştireceğimiz bu<br />

son etkinlikte de Mustafa armağan, “Osmanlı’yı Yeniden anlamak” isimli<br />

söyleşiyi gerçekleştirecek.<br />

aslında, bu yıl yaptığımız etkinlikleri bir pilot çalışma gibi değerlendiriyor<br />

ve düzenli olarak sürdürmeyi planlıyoruz. 2011 yılında gerçekleştireceğimiz<br />

2. avanos-Kızılırmak Kültür ve Sanat Günleri’nin hazırlık<br />

çalışmalarına çoktan başladık. Önümüzdeki yıl için davet edeceğimiz<br />

yazarlarımızı ve sanatçılarımızı belirliyor ve kendileriyle irtibata geçmeye<br />

çalışıyoruz. Çünkü, bir şeyi bir kez gerçekleştirmenin önemli olmadığı,<br />

sürdürülebilir olmanın temel ilke haline geldiği bir çağda yaşıyoruz.<br />

Onun için de eksikliklerimizi tespit edip gidererek ve daha iyiye doğru<br />

götürerek bu etkinlikleri sürdürmeyi hedefliyoruz. Bu etkinliklerle ilgili<br />

değerlendirmeleri önümüzdeki günlerde yapmak üzere şimdilik bir kenara<br />

bırakıyor, bugünkü konumuza gelmek istiyorum. Bugünkü söyleşimiz<br />

‘Osmanlı’yı Yeniden anlamak’ üzerine. Buradaki anahtar kelime, ‘yeniden’<br />

kelimesi. Çünkü, Osmanlı hakkında bilgiye sahip olmakla birlikte<br />

bugün bunu yeniden gözden geçirecek, değerlendirecek ve ‘yeniden anlamaya’<br />

dönük bir çaba sarf edeceğiz.<br />

Bilindiği üzere, bir ilimle uğraşılmaya başlandığı zaman, öncelikle o<br />

ilmin usul ve esasları öğretilir. Örneğin bir ilahiyatçı hadis ilmi ile uğraşacaksa,<br />

önce hadis usullerini, her sözün hadis olmadığını ve bunun sebeplerini<br />

öğrenir. Keza tıp ilmi ile uğraşacaksa, kası, siniri bilecek kadar<br />

latince ile ünsiyet kurması beklenir. Keza tarih ilmi ile uğraşacaksa, o kişiye<br />

önce tarih usulleri anlatılır. Bu klasik bilim anlayışında her ilmin bir<br />

usulü, bir yöntemi vardır ve ilim hakkında söylenenler o yöntem içinde<br />

konuşulduğu müddetçe bir anlam ifade eder. tarih ilmi denince de; (tarihle<br />

amatör düzeyde bile ilgisi olmayan, sadece okur düzeyinde, halktan<br />

birisi olarak söylüyorum) benim anladığım ve çoğumuzun da anladığını<br />

düşündüğüm şey ‘tarih = geçmiş’ demektir. Geçmişin de iki temel unsu-<br />

309


u vardır. Birincisi, geçmişte olan an itibariyle tarih, zaman; ikincisi de<br />

vuku bulmuş olan olay, mevzu. Bunlardan birisi, bildiğimiz anlamıyla<br />

‘kronoloji’dir. tarihi uzun yıllar boyunca sadece kronolojiden ibaret zannettik.<br />

tarih, orta öğretimde hatta üniversitede bu yönüyle angaje edilmeye<br />

çalışıldı ve biz de bu yönüne odaklanmaya çalıştık. Geçen hafta<br />

Cemil Meriç’i anma toplantısında da bahsedildi; rahmetli “kronoloji aptalların<br />

tarihidir” diyor. Sadece kronoloji üzerine odaklanarak yapılmış<br />

bir tarih anlayışı vakanüvisliktir; kronolojiyi alt alta, üst üste getirmekten<br />

ibarettir. Daha önemlisi, vuku bulmuş mevzu üzerinde yapılacak yorumlar<br />

ve onun okunma biçimidir. Örneğin, 29 Mayıs 1453’de istanbul fethedilmiştir.<br />

tarih bize hep kronolojik anlamda öğretilmiştir. ancak konu<br />

‘istanbul’un fethi’ ise onun nasıl okunması gerektiği apayrı bir konudur<br />

ve bu da ilmi yöntemlerle yapılmak zorundadır.<br />

Yakın zamanda tarihe ilişkin önemli bir kavramla karşı karşıya geldik;<br />

‘alternatif tarih’. alternatif tarih içinde değerlendirme yöntemlerinden birincisi;<br />

bir şey geçekleşmemiş olsa bile “acaba öyle olsaydı nasıl olurdu?”<br />

varsayımından hareketle yapılan çalışma. Mesela, Osmanlı Viyana’yı almış<br />

olsaydı ne olurdu? Bu tarz bir çalışma son derece spekülatiftir. Yani, olmamış<br />

bir şey üzerinde fikir yürütmek, beyin jimnastiği yapmak, bir tür düşünce<br />

fırtınası estirmektir. elbette bundan da çıkan sonuçlar vardır. alternatif<br />

tarihin ikinci konusu ise şudur: “Bize bu olaya ilişkin şunlar anlatıldı ama<br />

ulaştığım belge, bilgi ve evraktan, konuştuğum şahıslardan ve o şahısların<br />

aktardığı başka kaynaklardan, üçüncü şahıslardan olayın şu yönlerinin de<br />

olduğunu tespit ettim. Olaya bir de bu açıdan bakılmasını öneriyorum” anlayışı.<br />

Bu da alternatif tarihin önemli taraflarından bir tanesi. Burada karşımıza<br />

bir de resmi tarih anlayışı çıkıyor. Yıllardır okullarda, resmi kanallarda<br />

anlatılan tarih “bu böyle olmuştur, bunun sonucunda da şöyle olmuştur,<br />

bunun neticesi de şudur” şeklinde bir kesinlik içinde anlatılmıştır.<br />

Gazeteci yazar Hasan Cemal, “gerçeğin binbir yüzü vardır” der.<br />

ancak, o gerçeği anlatabilmek için bazen bir tarafına projektör tutmak,<br />

odaklanmak gerekebilir. Gerçekten de alternatif tarih, olayların kuytuda<br />

kalmış kısımlarına projektör tutmak vasıtasıyla, “bir de bu tarafına bakın”<br />

diyerek farklı bakış açıları geliştiriyor. Bu anlamıyla, sayın yazarımız Mustafa<br />

armağan son zamanlarda alternatif tarih üzerinde türkiye’de adı önde<br />

geçen kişilerden biri ve “Osmanlı’yı Yeniden anlamak” başlığı altında bizimle<br />

görüşlerini paylaşacak. Bu etkinliklerin son buluşmasında verimli<br />

bir toplantı olmasını temenni ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.<br />

310


SUNUŞ<br />

Avanos Belediyesi Halkla İlişkiler Sorumlusu Pınar Domaniç<br />

“Osmanlı’yı Yeniden anlamak” konusu ile bugün aramızda bulunan<br />

Sayın Mustafa armağan 1961’de Cizre’de doğdu. istanbul üniversitesi edebiyat<br />

Fakültesi türkoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra çeşitli yayınevlerinde<br />

editör olarak çalıştı. 1995-1996 arasında İzlenim dergisinin,<br />

2000-2002 arasında da DA (Diyalog Avrasya) dergisinin yayın yönetmenliklerini<br />

yürüttü. Halen serbest yazar olarak çalışmaktadır. türkiye Yazarlar<br />

Birliği tarafından 3 defa ödüle layık görüldü: Batı Düşüncesinde Dönüm<br />

Noktası (Fritjof Capra’dan, tercüme dalında, 1989); Şehir, Ey Şehir (deneme<br />

dalında, 1997); Osmanlı: İnsanlığın Son Adası (fikir dalında, 2003).<br />

Sevgili avanoslular;<br />

Mustafa Armağan<br />

Peribacalarının gölgesinde bir konferans vereceğim hiç aklıma gelmezdi<br />

ama bazen akla gelmeyen şeyler başa gelebiliyor. Böyle güzel vesilelere<br />

sebep olan değerli kardeşlerime ve bu etkinlikler dizisini tasarlayan,<br />

düzenleyen, hayata geçiren sayın yetkililere gayretlerinden dolayı<br />

huzurunuzda teşekkür etmek istiyorum. Hem sizlerle yüz yüze gelmemize,<br />

hem de sizlerin başka yerde öğrenemeyeceğiniz, farkına varamayacağınız<br />

bazı güzellikleri fark etmenize vesile oldular.<br />

Kültür çapraz aşı yoluyla birtakım ipuçlarını bulup öbür uçlara bağlama<br />

sanatıdır. Dolayısıyla kültüre dışarıdan ne kadar katkı gelirse o<br />

toplumun kültürü de o oranda zenginleşir. Zenginliklerin içinden gelen,<br />

fakat üzerinde oturduğu zenginliklerin nasıl değerlendirileceğini bilmediği<br />

için sefalet çeken, çaresizlik içindeki insanlar gibiyiz. Oysa üzerinde<br />

oturduğumuz sandıkları açmış olsak, içlerindeki altınlarla karnımızı doyurmakla<br />

kalmayacak, etrafımızı da şenlendireceğiz.<br />

Uzun yıllar türkiye’de tarihsel açıdan kendimizi yeterince geliştirememenin<br />

sıkıntısını yaşadık. Bunun sebeplerine şimdi girerek vakit<br />

kaybetmeyeceğim. eğer söyleşi sonrasında sizlerden türkiye’nin “reddi<br />

miras” dönemine dair bir soru gelirse ayrıntılarını konuşuruz. Şimdi asıl<br />

konumuz olan “Osmanlı’yı Yeniden anlamak” üzerine sohbetimize başlayalım.<br />

acaba siyasi varlığı 90 küsur yıl önce ortadan kalkan Osmanlı’yı günümüzde<br />

neden yeniden anlama ihtiyacı duyuyor, bunun için toplanıyor<br />

311


ve bu toplantılardan bir şeyler çıkmasını ümit ediyoruz? acaba o çıkması<br />

beklenen şey ne?<br />

türkiye, çok uzun yıllar Ortadoğu’yla, yani geleneksel kültür köklerinin<br />

yattığı coğrafyayla olan bağlantısını büyük ölçüde kesmiş bir ülke görünümündeydi.<br />

Gün geldi, “Biz Osmanlı’nın devamı değiliz, sıfırdan kurulduk<br />

ve geçmişle hiçbir bağlantımız yok” şeklindeki söylemden, başını<br />

taşa vurunca uyanan insanlar gibi uyanmaya başladık. ne zaman uyandık?<br />

Bosna Hersek’te katliamlar olduğunda uyandık; bir baktık ki Bosna<br />

diye, vücudumuzun parçası olan bir yer var. Orada insanların çektiği zulümleri<br />

görünce sanki içimizde bir yerler hareketlendi. Çeçenistan’daki<br />

katliamda vücudumuzun bir kısmı hissedildi, Filistin aynı şekilde… Yeryüzünde,<br />

arap halkları da dahil olmak üzere, Filistinlilere türkiye kadar<br />

gözyaşı döken, onlar için canıyla malıyla çabalayan, çalışan bir Müslüman<br />

halk olmadığını yakın zamanlarda gördük. Dolayısıyla devlet, toplum<br />

ve kültür olarak, zamanında Osmanlı’nın gitmiş, yayılmış olduğu<br />

coğrafyaya doğru yeni bir açılım içindeyiz.<br />

Geçtiğimiz günlerde, özel bir toplantıda Dışişleri Bakanımız ahmet<br />

Davutoğlu ile konuşma fırsatımız oldu. Şunu söyledi:<br />

“Son zamanlarda Sırplarla Bosna’da Müslümanları, Boşnakları ve<br />

Hırvatları buluşturduk.” Yani bir zamanlar orada sadece Boşnakların savunucusu<br />

olan türkiye’nin, artık Hırvatların ve Sırpların da itimat ettiği<br />

bir konum kazandığını ve ancak türkiye’nin bunları bir araya getirebileceğini<br />

anlattı. Sırp dışişleri bakanı ile görüşmüşler. Sırp Bakan cebinden<br />

bir kâğıt çıkararak “Efendim, biz bu Boşnaklara derdimizi anlatamıyoruz.<br />

Lütfen siz yardımcı olun, şu mektupta yazan isteklerimizi kendilerine<br />

iletin, bizi dinlemiyorlar, belki sizi dinlerler” demiş. Sırp dışişleri bakanı<br />

türk dışişleri bakanına ricada bulunuyor! Sayın Davutoğlu bu ricayı şöyle<br />

diyerek geri çevirmiş: “Ben bu mektubu almam. Bana Bosna ile ilgili<br />

hiç kimse mektup veremez. Gelip Bosna ile ilgili ne varsa söylersiniz,<br />

bizimle konuşursunuz ama ben Bosna konusunda kimseye aracılık yapmam.<br />

Çünkü Bosna benim bir parçam, ben de Bosna’nın bir parçasıyım.”<br />

Bunun üzerine Davutoğlu’ndan “Peki, o zaman bizi görüştürün lütfen”<br />

ricasında bulunmuşlar.<br />

Boşnaklarla Sırplar görüştürülmüş; anlaşma sağlanarak her iki tarafın<br />

da memnun olması sağlanmış. Bunlar olup bittikten sonra aBD’nin Bosna<br />

yetkilisi Sırp dışişleri bakanına şunu sormuş: “Çok uğraştık ama sizi<br />

bir türlü bir araya getiremedik. Türklerde artı olarak ne var ki siz bizim<br />

312


değil de onların sözünü dinlediniz?” Sırp dışişleri bakanının cevabı ise<br />

“Türklerin yönetiminde 400 sene yaşasaydınız, siz de Türklerin dediğini<br />

yapardınız” olmuş.<br />

Sadece bu örnek bile türkiye Cumhuriyeti sınırlarının 777 bin kilometkareden<br />

ibaret olmadığını, bunun dışında da organik olarak bize<br />

bağlı, bizi seven, destekleyen, her an kapısını bize açabilecek genişlikte<br />

muazzam bir coğrafyanın var olduğunu gösteriyor.<br />

Osmanlı Devleti, zamanında büyük bir kıta büyüklüğündeydi; sonra<br />

etrafındaki sular yükseldi ve şimdi türkiye denilen bir adaya sıkıştı, kaldı.<br />

türkiye, bu adanın sadece görünen kısmıdır. Bir gün o sular yeniden çekilmeyecek<br />

midir? Bizler de o suyun altında kalan kısımları fark etmeyecek<br />

miyiz? Fark ediyoruz; orada bir kolumuz, diğer tarafta bir bacağımız,<br />

bir başka yerde kalbimiz var. Bu coğrafyaları keşfettikçe türkiye kendine<br />

geliyor ve Ortadoğu’da olsun, Balkanlar’da olsun büyük ilgi topluyor.<br />

Kendimize Osmanlı gözüyle baktığımızda farklı bir ‘biz’ görüyoruz<br />

çünkü. Biz, sadece bugünkü varlığımızla, bugünkü kimliğimizle var değiliz.<br />

Biz bu topraklarda bin yıldır varız; üstelik bu topraklarda iki büyük<br />

imparatorluk kurduk. Dünyada peş peşe iki imparatorluk kurmuş millet<br />

çok nadirdir. iki büyük imparatorluğun ikincisi, birincisinden de ihtişamlı<br />

ve uzun ömürlü oldu.<br />

elbette kendi tarihimize hangi gözlüklerle baktığımız çok önemlidir.<br />

az önce sayın Belediye Başkanımız güzel bir metodolojik giriş yaptı. Ben<br />

de tarihimize doğru bakabilmemiz için aynı çerçevede bir iki örnekle<br />

konuyu açmak istiyorum.<br />

‘alkış’ kelimesi Osmanlı arşivlerindeki metinlerde geçer: “Padişah<br />

geldi, cemaat heman alkış tuttu.” Biz, eski metinlerde de alkış kelimesinin<br />

el çırpmak anlamında kullanıldığını sanıyoruz. Oysa ki alkış eski<br />

türkçe’de ‘alkamak’ fiilinden gelir; onun karşıtı ise ‘kargış’tır. Kargış lanetlemek,<br />

beddua; alkış ise dua demektir. Dolayısıyla, padişah gelince<br />

el çırpmamışlardır. Onun anlamı şudur: inşallah muvaffak olur, hayır<br />

üzerine olsun anlamında dua ettiler’. el çırparak yapılan alkış Batıdan<br />

gelen bir adettir ve bu adet gelince ona da alkış demişiz. Bu yüzden bir<br />

karışıklık meydana gelmiş.<br />

‘Halep oradaysa arşın burada’ diye bir atasözümüz var. Yapılan bir<br />

hesabın yanlış olması durumunda doğrusunun yeniden ölçülerek ortaya<br />

konulacağını ifade eder. Fakat bir şehir ismi olan ‘Halep’ ile bir uzunluk<br />

313


ölçüsü birimi olan ‘arşın’ kelimelerinin arasındaki bağlantıyı uzun süre<br />

anlayamamıştım. Günün birinde, Mehmet Zeki Pakalın’ın Osmanlı Tarih<br />

Deyimleri ve Terimleri Lügati’ni karıştırırken “Halebî” diye bir maddeyle<br />

karşılaştım. Ve o maddeyi okuyunca yaklaşımım değişti. Çünkü oradaki<br />

ifade “Halebî oradaysa arşın burada” şeklindeydi. ‘Halebî’ bir uzunluk<br />

birimi ölçüsüymüş. Malum, Osmanlı’da her yerde aynı uzunluk ölçüsü<br />

birimi kullanılmazdı. Kimi yerde endaze, kimi yerde arşın, kimi yerde ise<br />

halebî kullanılırdı. istanbullu bir tüccar Halep’e gittiğinde veya Halep’ten<br />

bir tüccar istanbul’a geldiğinde, kumaşını halebî ölçüsüne göre hesap<br />

edip, “Ben bu kadar kumaş getirdim, şu kadar eder diyor” diyordu. Ortadaki<br />

hilafı kaldırmak amacıyla da halebîyi arşına çeviriyor ve hesaplarını<br />

ona göre yapıyorlardı. ‘Halebî oradaysa arşın burada’ derken, oradaki<br />

halebî kelimesinin anlamını öğrenmek bile o atasözünün anlamını farklı<br />

bir boyuta taşıyor ve biz biraz daha tarihin içine girmiş oluyoruz.<br />

Bir örnek daha vereyim. Sözleri Karacaoğlan’a ait meşhur bir elif<br />

türküsü vardır. Meşhur dörtlüğü şöyledir:<br />

“İncecikten bir kar yağar,<br />

Tozar Elif Elif diye.<br />

Deli gönül Abdal olmuş<br />

Gezer Elif Elif diye.”<br />

Bunu da şöyle yorumlarız; kar incecik, toz gibi yağıyor. Ben de uzun<br />

zaman böyle zannettim. Bir gün Münip Utandı’dan bu türküyü dinlerken<br />

birden “incecikten” kelimesine farklı bir anlam yükledim ve araştırma<br />

ihtiyacı duydum. Dikkatimi çekti: Karacaoğlan’ın divanında başka hiçbir<br />

yerde ‘incecikten’ diye bir kelime geçmiyor. Başka şairlerin eserlerinde<br />

de ‘incecikten’ diye bir kullanım yok. Bu kelimenin başka bir anlamı olabileceğini<br />

düşünüp Karacaoğlan’ın yaşadığı coğrafyayı harita üzerinden<br />

araştırmaya başladım. Ve sonunda Maraş’ın elbistan ilçesinin ‘incecik’<br />

diye bir köyü olduğunu gördüm. Maraşlı arkadaşlarımı arayarak bu köyün<br />

muhtarının telefonunu istedim. Muhtar, yanılmıyorsam Hüseyin Bey<br />

diye birisiymiş. Onu telefonla arayarak Karacaoğlan’ın köyleriyle herhangi<br />

bir bağlantısı olup olmadığını sordum. Bana ne dedi biliyor musunuz?<br />

“Bizim köyün kızlarının yarısının adı Elif’tir. Bir rivayete göre, Karacaoğlan<br />

bizim köyün altında bir tepedeymiş. Hemen önünde de kuyu ya<br />

da dere gibi bir su varmış. Köyden bir kız oraya su doldurmaya gelmiş,<br />

ismi de Elif’miş. Karacaoğlan kızı görmüş ve sevdalanmış. Tabii ondan<br />

sonra da oralarda dolaşmaya başlamış. Derken yine böyle kıza bakındığı<br />

314


günlerden birinde kar yağıyormuş. ‘İncecik’ten, yani ‘İncecik köyünün<br />

üzerine kar yağar’ manasında bu şiiri okumaya başlamış. Elif’in köyünün<br />

tarafından tozuduğu için de ‘İncecikten bir kar yağar, tozar Elif Elif diye’<br />

demiş”. Bu telefon konuşmasından sonra gerçekten de ‘incecik’ kelimesinin<br />

anlamının Maraş’ın elbistan ilçesinin incecik köyü olduğunu anladım.<br />

Bunu dinlerken belki biraz hayal kırıklığına uğradınız ama ‘incecik’,<br />

Karacaoğlan’ın yaşadığı coğrafyadaki yer isimlerinden bir tanesidir.<br />

Bu örnekler, gerçeğin bize anlatıldığı gibi olmadığını, gerçeğe ulaşmamız<br />

için elimizde bazı araçlar olması gerektiğini göstermiş olmalı.<br />

“Osmanlı” denilince karşımıza muazzam bir dünya çıkıyor, fakat biz<br />

o dünyaya yabancıyız, sağırız, körüz ve bunu yeterince anlayamıyoruz.<br />

Peki onu nasıl anlayacağız? nasıl kavrayacağız?<br />

Osmanlı’yı anlamak, onu diriltmek, tekrar dünya hâkimiyeti peşinde<br />

koşmak demek değil kuşkusuz. Bir ülkeyi işgal etmek, fethetmek gibi bir<br />

hayalin peşinde değiliz. Fakat her şey önce beyinde ve ruhta biter. insan<br />

hayal ettiği müddetçe yaşar demiş ya şair. Öyle. eğer dünyanızı büyük<br />

kurarsanız, büyük düşünürseniz, büyük hayal ederseniz o dünyanın içindeki<br />

zenginliklere göre büyük hareket edersiniz. ama küçük düşünürseniz,<br />

“Türkiye bana yetiyor, bulunduğum coğrafya neyime yetmiyor?”<br />

derseniz, o zaman dünyayı başkalarının at koşturma sahası haline getirmiş<br />

olursunuz.<br />

Her millet, her toplum bu dünyada söz sahibi olmaya, kendi sözünün<br />

daha çok geçmesi için çalışmaya gayret ediyor. Bizim de önümüzde<br />

Osmanlı gibi renkli bir örnek var. Bir yandan Hindistan’ın Diu limanı’na<br />

çıkarma yapacaksınız, öte yandan Viyana’da at koşturacaksınız. Bir taraftan<br />

Hint Okyanusu, Kızıldeniz, Kenya, Somali ve Cebelitarık boğazında<br />

hâkimiyet kuracaksınız, öbür taraftan da Ukrayna içlerine kadar muazzam<br />

bir coğrafyanın hâkimiyetini elinizde bulunduracaksınız. Ve bunu<br />

bir-iki gün değil, 600 yıl boyunca yapacaksınız.<br />

emin olun, o zamanki dünya bu zamankinden daha kolay değildi;<br />

üstelik teknoloji de bugünkü kadar gelişmiş değildi. Peki o zaman o coğrafyalara<br />

nasıl gittiler? Oralarda nasıl egemenlik kurdular ve o insanları<br />

nasıl yönettiler? asıl mesele de bu yönetme becerisi.<br />

Mesela Cengiz Han 50 senede dünyanın yarısını fethetti; bu askeri<br />

bir başarı ama bugün Cengiz Han’ı hayırla yâd eden bir tek insan yok.<br />

Moğollar biraz sahip çıkmaya çalışıyorlar ama onlar da çok küçük bir<br />

315


topluluk olarak kaldılar ve kimliklerini de Sovyetlerin baskısıyla büyük<br />

ölçüde yitirdiler.<br />

Osmanlı’nın gittiği coğrafya, bugünkü türkiye Cumhuriyeti sınırlarının<br />

yaklaşık 25 katı büyüklüğünde muazzam bir coğrafyaydı. Yani türkiye<br />

haritasını elinize alın, 25 tane türkiye’yi yan yana yerleştirin. Bu<br />

kadar geniş bir kara parçasını, beğenmediğimiz, deli dediğimiz, cahil<br />

dediğimiz padişahlar, paşalar yönetti. Görüyorsunuz bugün türkiye’yi<br />

yönetmek ne kadar zor değil mi? Sürekli iç ve dış baskılarla yaşıyoruz.<br />

Örneğin, Kıbrıs’ı alsak alamıyoruz, versek veremiyoruz. üstelik sadece<br />

Kıbrıs’ın tamamından değil, üçte birinden bahsediyoruz. Öte yanda<br />

onlarca din, dil ve kültürün yaşadığı, dolayısıyla zaman itibarıyla çok<br />

uzun, coğrafya itibarıyla çok büyük ve içinde yaşayan insanların farklılığı<br />

itibarıyla da milletler koleksiyonunu andıran zengin bir beşeri profilin<br />

karşısındayız. Sadece lübnan’ı ele alsanız orada göreceğiniz insan ve<br />

millet profili sizi adamakıllı şaşırtacaktır. Oysa saysanız, bunun içinden<br />

Ukrayna, romanya, Moldova, Slovenya, Bulgaristan, Yunanistan gibi 30-<br />

40 tane devlet daha çıkar.<br />

Dolayısıyla bunu bugünkü anlayış seviyemizle Osmanlıyı doğru tahlil<br />

etmek ve çözümlemek, “Osmanlı budur” demek hiç kolay değil. az<br />

önce gördüğünüz gibi, Osmanlı’nın bazı kavramlarını bile ne kadar güçlükle<br />

anlayabiliyoruz.<br />

Osmanlı’nın emperyalist olduğu, gittiği yerleri sömürdüğü söylenir.<br />

Bir hocamız, tunus’ta Osmanlı imparatorluğu ile ilgili bir konferans vermiş.<br />

tunuslu öğrenciler konferanstan sonra da kendisine sorular sormuşlar.<br />

Biri de şöyle demiş: “Osmanlı 400 yıl boyunca bizi sömürdü, ezdi<br />

ve geri kalmamıza neden oldu.” Hocamızın cevabı şu olmuş: “Evladım,<br />

Osmanlı sizi sömürseydi bu soruyu Fransızca değil Türkçe sorardınız. Biz<br />

sizi sömürmüş olsaydık dilinizi, kültürünüzü unuttururduk ama Fransızlar<br />

100 yıl içinde sizi Fransızca konuşur hale getirdi. İşte sömürge ülkesi olmak<br />

budur; 400 yıl kendi dilinizi, kültürünüzü koruma imkânı veren bir<br />

devlete sömürgeci diyemezsiniz.”<br />

işte Osmanlı’nın bu altın sentezi nasıl kurduğunu anlamaya çalışmak<br />

gerekir. Örneğin, bugün 80 senede bu hale gelen Kürt sorununu çözmek<br />

için Osmanlı’nın bu dengeyi 400 sene boyunca nasıl koruduğuna bakıyoruz.<br />

Mesela, her 10 yılda bir Balkan ülkeleri birbirini yerler. Peki Osmanlı<br />

Balkanlar’da barışı 500 sene süresince nasıl tesis etti? Bugün bilim<br />

adamları bunu araştırıp öğrenmeye çalışıyorlar.<br />

316


Hepsinin özünde karşımıza çıkan gerçek şu: Osmanlı tek tip bir yönetim<br />

şekli ve insan modeli oluşturmak için çalışmadı. Her milletin, dinin,<br />

kültürün kendi özelliklerini koruyabilmesi için uğraştı. Kendi kültürlerini/<br />

dinlerini bozup dejenerasyona uğramamaları için onları uyardı, hatta onlara<br />

bunu engellemek adına müdahale etti. Bu durum bugün bize epeyce<br />

tuhaf geliyor; tek hukuklu bir sistemde yaşadığımız için Osmanlı’nın bu<br />

çok kültürlü barışı nasıl kurabildiğini çözemiyoruz.<br />

Bu noktada sizlere izmir örneğini anlatmak istiyorum.<br />

aslen Yahudi olan araştırmacı Siren Bora İzmir Yahudileri diye bir kitap<br />

yazdı. (1) Yazarın aslı doktora tezi olan bu araştırmadan ortaya çıkardığı<br />

sadece izmir’deki Yahudiler için değil, diğer yerlerdeki Yahudiler için de<br />

geçerlidir.<br />

Osmanlı, ‘millet’ kelimesini ırk manasında değil, din manasında kullanır.<br />

Örneğin, ‘rum milleti’ deyince tüm Ortodoks rumları kasteder. ‘ermeni<br />

milleti’ deyince Katolik, Protestan, Gregoryen bütün ermenileri bu<br />

tanımın içinde toplar. izmir’deki Yahudiler için o kitapta anlatılan husus<br />

şudur:<br />

Bir Yahudi, diğer bir Yahudi ile hele zengin bir Yahudi fakir bir Yahudi<br />

ile sorun yaşarsa, Hahambaşılarına başvururlardı. Bunlar Osmanlı<br />

Devleti’nin tanıdığı yetki dâhilinde davalarını görme hakkına sahipti.<br />

Yani iki Yahudi’nin aralarında bir anlaşmazlık olduğunda hemen Osmanlı<br />

mahkemesine başvurmak zorunda değillerdi. Kendi kiliselerine giderek<br />

Hahambaşı’nın kurduğu mahkemede yargılanabiliyorlardı. Cinayet ya da<br />

kamu davası olursa o zaman Osmanlı mahkemesi bakardı elbette ama<br />

diğer konularda cemaatler iç işlerinde serbestti.<br />

Bu durum sadece Yahudiler için değil, diğer gayrimüslimler için<br />

de geçerliydi. ayrıca, kendi mahkemesine başvurmak istemeyen olursa<br />

doğrudan Osmanlı mahkemesine de gidebiliyorlardı. Osmanlı onlara bu<br />

noktada iki seçenek sunuyordu. Diyordu ki: “Sizi kendi hukukunuza göre<br />

mi yoksa İslâm hukukuna göre mi yargılayayım?” Yani, Yahudi hukukuna<br />

göre islâm mahkemesinde ya da islâm hukukuna göre islâm mahkemesinde<br />

yargılanmaları mümkündü. Kitapta bu konuda şöyle deniyor:<br />

“Özellikle zengin Yahudilerle davalık olan fakir Yahudiler, Hahamların<br />

zenginlere iltimas geçip onları koruyacağı endişesiyle davayı İslâm hukukuna<br />

göre yargılanmak üzere İslâm mahkemelerine taşımışlardır.”<br />

_______________<br />

(1) Siren Bora, İzmir Yahudileri Tarihi (1908-1923), istanbul 2005, Gözlem Yayınları.<br />

317


Bu bilgiler araştırmalar sonucu elde edilen belgelerden çıkartılmış.<br />

Bu çok hukukluluk, bizim bugünkü ‘üniter’ anlayışımızla pek bağdaşmıyor<br />

ama Osmanlı’nın, birçok milletin, dinin ve kültürün yaşadığı bir<br />

imparatorluk olduğunu düşünürsek bu düzenin başka türlü yürütmesinin<br />

de mümkün olmadığını görürüz. Dolayısıyla Osmanlı’nın yıkılmasının<br />

arkasından diller, dinler, milletler yine kendi kimlikleriyle varolmaya devam<br />

ettiler. Osmanlı’nın hoşgörüsü olarak özetleyebileceğimiz bu tavırla<br />

ilgili pek çok örnek vermek mümkündür.<br />

Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi Osmanlı gerçekten de büyük ve<br />

karmaşık bir dünya. Bu yüzden anlaşılması zor. Bu yüzdendir ki, Osmanlı<br />

hakkındaki önyargılarımızı ve bu büyük dünyayı anlayamamamızdan<br />

kaynaklanan eksikliklerimizi onu karikatürleştirerek halletmeye çalışıyoruz.<br />

Böylesine büyük bir dünyada, bu kadar farklılıklara açık ve günümüzden<br />

çok başka bir düzenin varolmasını yeterince kavrayamadığımız<br />

için canımız sıkılıyor ve Osmanlı’yı karikatürize ederek, eğerek, bükerek<br />

anlamaya çalışıyor, “Osmanlı budur” diyoruz. Osmanlı’nın geri kaldığını<br />

ve yönettiği toplumları geri bıraktığını iddia ediyoruz. Çünkü Osmanlı’yı<br />

anlayabilecek kapasiteden henüz mahrumuz.<br />

Osmanlı’nın gerçekte nasıl bir dünya olduğunu yavaş yavaş kendini<br />

göstereceğine inanıyorum. Son 10 yılda yapılan çalışmalarda, televizyon<br />

programlarında vs. bunu açıkça görüyoruz. Gazete ve televizyonlarda<br />

10 sene önce tarih programı yoktu. Şimdi birçok konuyu neredeyse tarih<br />

üzerinden tartışır hale geldik. Seçim meydanlarında bile tarih konuşuluyor.<br />

Gazete köşelerinde tarih tartışmaları yaşanıyor.<br />

aslında tarihin bize söyleyecekleri var ve kapısını çalmamızı bekliyor.<br />

O kapıyı çalmayı akıl edemiyorsak bu elbette bizim kaybımız olacak.<br />

Osmanlı coğrafi olarak da büyük dedik. ancak Osmanlı’nın bir ulaştığı<br />

sınırlar var, bir de kültürel etkisinin, yani sesinin ulaştığı sınırlar var.<br />

Meydana getirdiği kültür aktarım mekanizması sayesinde avrupa ile asya<br />

arasında çok önemli etkileşimleri gerçekleştirmiş. Mesela Bosna’dan Sudi<br />

diye birini almış, eğitmiş, yetiştirmiş ve Hafız-ı Şirazi uzmanı yapmış.<br />

Öyle ki, bugün dahi iranlılar -ki Hafız’ın en azından bir şiirini ezberlemeyeni<br />

adam yerine koymazlar- Hafız’ın Divanı’nı Sudi efendi’nin meşhur<br />

şerhinden okuyup anlamaya çalışırlar.<br />

Geçenlerde bir bakanımız Meksika’ya gitmiş. Orada, Sultan reşad<br />

zamanında, 1911 yılında yaptırılmış, üzerinde Osmanlı yazıları, altında<br />

318


da bir çeşme ve iznik ya da Kütahya çinileriyle kaplı bir saat kulesini<br />

ziyaret etmişler. Kitaplarımızda Sultan reşad aciz ve beceriksiz bir padişah<br />

olarak bilinirken, bugün bile gitmekte zorlandığımız Meksika’da saat<br />

kulesi ve çeşme yaptıran birisi olarak karşımıza çıkıyor.<br />

aBD’nin başkenti Washington’da Senato binasının karşısında ‘Washington<br />

Memorial’ denilen bir dikilitaş var. Kulenin her katında, ülkelerden<br />

gönderilmiş taş, plaket gibi çeşitli hatıralar var. Örneğin, Fransızlar<br />

Waterloo Savaşı’nın geçtiği yerden bir taş göndermişler. Bir başka ülke<br />

yeşim taşı göndermiş. Bizden giden hatıra sanırım 338. basamağın olduğu<br />

yerde; abdülmecit’in tuğrası ile Osmanlıca yazılmış nefis bir kitabe.<br />

Meali de şöyle: “Abdülmecid’in temiz ismi Washington’da bu yüksek taşa<br />

yazıldı.” Diğer ülkelerin gönderdiği taşlar içinde en sanatkârane eser bizimkisi.<br />

Hattatı sanatkâr tosyalı Mustafa izzet efendi, tuğracısı bir başka<br />

büyük sanatkâr, şiiri yazan yine büyük bir sanatkâr. Giderseniz mutlaka<br />

görün. Washington’un göbeğinde böyle bir eserimiz var.<br />

Güney afrika’ya gittiğinizde okullarımızı göreceksiniz, Singapur’da<br />

abdülhamid Müzesi’ni göreceksiniz. türkiye’de bir abdülhamid müzesi<br />

yokken Singapurlular yapmış. Çünkü vaktiyle abdülhamid’den yardım<br />

isteyerek, “imkânlarımızın darlığı nedeniyle bu toplumda İslâmiyet’i yaymada<br />

sıkıntı çekiyoruz. Kuran-ı Kerim’i öğretecek hocalarımız yok. Ne<br />

olur bize Malay diliyle basılmış Kuran-ı Kerim gönderin” demişler. Bunun<br />

üzerine istanbul’da bir matbaada Malay diliyle Kuran-ı Kerim basılıp gemiyle<br />

Singapur’a gönderilmiş. Böylece orada onbinlerce insan kutsal kitabımızı<br />

okuyarak islâmiyet ile bağlarını kuvvetlendirmişler. “Biz bugün<br />

Müslüman isek Abdülhamid sayesindedir” diyerek ona mahsus bir müze<br />

yaptırıyorlar. Müzede abdülhamid’in yağlıboya bir tablosu bulunuyor.<br />

Her ölüm yıldönümünde, yani her 10 Şubat’ta sanki abdülhamid’in karşısındaymışlar<br />

gibi yere diz çökerek onun ruhuna Kuran-ı Kerim okuyup<br />

gönderiyorlar. Yine abdülhamid’in Pekin’deki Müslümanlar için yaptırdığı<br />

bir üniversite/medrese var. Bugün de ayakta olan bu yapının fotoğrafları<br />

kitaplarımda yayınlandı.<br />

Diyanet işleri Başkan Yardımcısı (2) Prof. Dr. Mehmet Görmez bey çok<br />

yakın dostumdur ve Diyanet işleri Başkanlığı adına önemli çalışmalara<br />

imza atmıştır. Geçen seneki ziyaretlerimden birinde bana Diyanet işleri<br />

Başkanlığı’nın son açılımlarını anlattı.<br />

_______________<br />

(2) Prof. Dr. Mehmet Görmez, Kasım 2010’da Diyanet işleri Başkanlığı’na atanmıştır.<br />

319


Sayın Görmez,“Dünyada nerede bir Müslüman topluluk varsa biz<br />

oraya ulaşmalıyız. Müslüman bir köy, ufak bir topluluk veya küçük bir<br />

kabile bile olsa bizim görevimiz onlara ulaşmak, onları desteklemektir”<br />

diyordu. Hakikaten bir harita çıkarmışlar ve dünyanın en ücra köşesinde<br />

küçücük bir Müslüman köyü olsa bile oraya gidip onlarla ilgileniyorlar;<br />

cami, kitap, halı gibi ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Osmanlı nasıl dünyadaki<br />

Müslümanların bir merkezi idiyse, bugün de Diyanet yavaş yavaş o konuma<br />

doğru ilerliyor.<br />

Bu bağlamda, Belarus diye bildiğimiz Beyaz rusya’nın başkenti<br />

Minsk’te 13 tane tatar köyü tespit etmişler. Çarlık zamanında ve S.S.C.B.<br />

döneminde ayakta kalmayı başaran bu köyler, allah’ın bir lütfu olarak<br />

kimliklerini kaybetmeden bugüne kadar gelebilmişler. Diyanet, bu köylerin<br />

ihtiyaçlarını tespit edebilmek üzere hemen bir ateşe tayin etmiş.<br />

S.S.C.B. döneminde camileri yıkıldığından camilerinin yeniden yapılmasını<br />

istemişler. Diyanet bu isteği kabul edip gerekli parayı toplamış. Plan<br />

ve projeler hazırlanmış. ancak, cami yapmaya gidildiğinde hükümet izin<br />

vermemiş. Hükümet, “Biz Ortodoks bir ülkeyiz, yeniden cami yapılmasına<br />

izin veremeyiz” diye reddetmiş. eskiden olsa ‘ne yapalım, adamlar<br />

istemiyor’ deyip geri dönerdik ama türkiye’de artık zihniyet değişiyor.<br />

Kendine güvenen, dünyaya bir şeyler verebileceğine inanan insanlar çoğalıyor.<br />

Mehmet Görmez Bey de onlardan biri. Orada gördüğü terk edilmiş<br />

evleri kullanmayı düşünüyor. tanesi 5-10 bin dolara satılan bu ucuz evleri<br />

alıp “Sizin üzerinize zimmetleyelim, varsın minaresi olmasın. Yeter<br />

ki Allah’ın adının zikredildiği mescitler olsun” diyerek evleri mescide dönüştürmüş,<br />

tam 13 köye 13 tane mescit yapmışlar. Önceki ramazanda da<br />

tatar Müslümanlar mescitlerin açılışı için Mehmet Bey’i ülkelerine davet<br />

etmişler. Mehmet Bey oraya gittiğinde de “Türkiye Diyanet işleri başkan<br />

yardımcısının arkasında namaz kılmak kadar güzel bir şey yok” diyerek<br />

teravih namazı için onu mihraba geçirmişler. Her iki rekâtta bir arkadan<br />

ilahi gibi bir uğultu duyuluyormuş: “La ilahe illallah Âdem nebiyullah, La<br />

ilahe illallah Nuh neciyullah.” Bu durum diğer peygamberlerin isimleri<br />

eklenerek devam etmiş. en sonunda da “La ilahe illallah Muhammed Rasulullah,<br />

La ilahe illallah Abdülhamid halifetullah” demişler.<br />

Mehmet Bey çok şaşırmış ve namaz sonrasında “Türkçe bilmiyorsunuz,<br />

bunları nereden öğrendiniz?” diye sormuş. Hakikaten de tatarlar ne<br />

okuduklarını bilmiyorlarmış. Bazı eski kitap ve defterler getirip “Bunlar<br />

320


ize dedelerimizden kaldı. Abdülhamid zamanında İstanbul’dan bir hoca<br />

gelip bize İslâmiyet’i öğretmiş, bunları ezberletmiş ve gitmiş. O zamandan,<br />

yani yaklaşık 100 seneden beri, babadan oğula aktararak söylemeye<br />

devam ediyoruz” demişler.<br />

Görüyorsunuz, hiçbir zaman Beyaz rusya’yı fethetmedik, askerlerimiz<br />

o topraklara girmedi ama abdülhamid’in ismi orada yaşıyor. Demek<br />

ki, temel mesele, gönüllerin fethedilmesidir. Şimdi Beyaz rusya’da 13<br />

tane köyümüz var. Osmanlı böyle çalışmış. Peki, biz neden bu birikime<br />

arkamızı dönelim? Böyle bir birikimin arkasından gelen bizler, neden bu<br />

birikimin bize vereceği mesajları, üfleyeceği nefesleri görmezden gelelim?<br />

tarihimizde Kanuni Sultan Süleyman diye 46 yıl padişahlık yapan<br />

bir hükümdar yaşadı. Yönettiği coğrafyayı fetihlerle genişleterek iki katına<br />

çıkaran, sarayda neredeyse hiç oturmayan, seferden sefere koşan bir<br />

padişah. Fakat kitaplarımızda onu “Hürrem Sultan’a uydu, oğlunu öldürttü,<br />

bir kadının oyuncağı oldu”, “Osmanlı’nın çöküşü Kanuni zamanında<br />

başlar”, “Osmanlı’nın kökünü o kuruttu” gibi sözlerle anıyoruz. Farkına<br />

varmadan, tarihte yetiştirdiğimiz en büyük hükümdarlardan birini yerin<br />

dibine sokup çıkarıyoruz. “Zirvedeki cüce”, “hanım sözü dinleyen<br />

adam” gibi küçültücü tabirler yapıştırıyoruz.<br />

Böylece Osmanlı tarihinin erkek gözüyle yazılmış olduğunu da görmüş<br />

oluyoruz. “Kadınlar devlet işlerine burnunu sokmaya başladıktan<br />

sonra Osmanlı bozuldu, çöktü ve bitti” diyoruz. neden kadınlar devlet<br />

işlerine burnunu sokunca her şey kötü gitsin ki? Kösem Sultan kardeş<br />

katlini durdurarak hanedanın geleceğini kurtaran kadındır. Hatice turhan<br />

Sultan, oğlu 4 yaşında tahta geçtiğinde, IV. Mehmed’i kurdun kuşun eline<br />

mi bıraksaydı? Oğlu bir padişah gibi yetişene kadar devlet işlerine el koydu.<br />

Yoksa sadrazamın, Yeniçeri ağasının, harem ağasının elinde oyuncak<br />

olup harcanacaktı. Bir anne olarak riskli bir girişimde bulundu. Hürrem<br />

Sultan’ın yazdığı mektuplar ortada. Kanuni sefere gidince Hürrem Sultan<br />

ona raporlar yazıyor. raporlarında devlet işleri hakkında bilgiler veriyor;<br />

sarayda duyduklarını anlatarak kimi konularda Kanuni’yi uyarıyor.<br />

Hürrem Sultan’ın, zekâsıyla Kanuni’nin başarısının arkasında yer aldığını<br />

görmeliyiz. Kardeş Mustafa’yı öldürtme konusu da abartılmıştır. Çünkü<br />

kendi çocuklarını tahta geçirmek için bir mücadele vermiştir. Bu mücadelede<br />

yenik düşebilir, onun çocukları da öldürülebilirdi. O ortamda şansını<br />

bu yönde kullandı ve kendi çocuğunun tahta geçmesini temin etti.<br />

321


erkekler devleti hep mükemmel mi yönetti? Başarısız, beceriksiz<br />

padişahlar olmadı mı? Oldu. Kadınlar da iktidar oldu bir dönem. Buna<br />

bir Meşrutiyet devri tarihçisi, ahmed refik “Kadınlar saltanatı” dedi. Bu<br />

dönemde yaşananlara rağmen devlet yine de ayakta kalarak yüzyıllarca<br />

yaşadı.<br />

nitekim Kanuni 1566’da öldü; Osmanlı’nın parçalanması ise ondan<br />

3,5 asır sonra gerçekleşmiştir. asıl ömründen daha fazlasını yıkılmakla<br />

geçiren bir devlet tasavvur edilebilir mi? tarih konusundaki yeni yaklaşımlara<br />

bakarsak bir devletin 350 yılda çökemeyeceğini söylediklerini<br />

görürüz. eğer Osmanlı bütün bu söylenenlere, akılsızlıklara, beceriksizliklere<br />

rağmen 350 yılda çökebildiyse bu gerçek bir mucizedir. Mehmet<br />

Genç’in dediği gibi tarihçilerin asıl bu mucizeyi açıklamaları gerekir.<br />

Çünkü, ‘çökme’ dediğiniz şey, en fazla 50 yıl sürer.<br />

Öte yandan Kanuni 46 yıl boyunca sarayında oturup keyif çatabilirdi.<br />

Macar kralının başından tacını alıyor ve kendi adamının başına koyuyor;<br />

yani avrupa politikasını yönetiyor. O zaman avrupa’nın en kuvvetli<br />

ülkesi olan ispanya’nın politikasını etkiliyor, hatta yönetiyor. ispanya’da<br />

Şarlken’in başını çektiği Habsburgları siyasi olarak sıkıştırıyor ve Şarlken’i<br />

savaş meydanına çekiyor. ispanyolların tarihte yetiştirdiği en büyük komutan<br />

olan Şarlken, Kanuni’nin karşısına hiçbir zaman bir erkek gibi çıkamıyor;<br />

ondan köşe bucak kaçıyor.<br />

Fransa kralı ispanyollarla başa çıkamayınca Barbaros Hayrettin Paşa’yı<br />

oraya gönderiyor. Fransızlar, bir kış boyunca Fransa’da kalan Paşa’yı göndermek<br />

istemiyorlar; “Siz giderseniz Habsburglar bizi mahveder” diyerek<br />

ona rüşvet vermeye kalkıyorlar. O da almayıp geri dönüyor.<br />

Kanuni, tarihteki en kesin ve en kısa sürede gerçekleşen imha muharebelerinden<br />

biri olan Mohaç’ı sadece iki saatte kazanıyor. Babası Yavuz<br />

ile birlikte 13 yaşından itibaren seferlere çıkan biri. Yaşı 72’ye geldiğinde<br />

artık dünyada rakibi olmayan, para ve şöhrete doymuş, yenmediği<br />

hükümdar, ordu kalmamış bir padişah. ancak iki kişinin yardımıyla<br />

tuvalete gidebilecek kadar da hasta. Osmanlı padişahları uzun süre at<br />

bindikleri için eklem hastalıklarına yakalanırlardı. IV. Murad ve Kanuni<br />

de bunlardandı. Günümüzde bile kesin bir tedavisi olmayan gut (damla)<br />

hastalığında bacaklar iltihaplandığı için şişer, ağır seyreder ve genetiktir.<br />

Osman Gazi’den başlar ve hanedanlığın sonuna, Sultan reşad’a kadar<br />

sürer gider. Kanuni, hastalık yüzünden müthiş bir acı içindeyken, ayakta<br />

duracak dermanı yokken Zigetvar’a sefere çıkmıştır. Bu sefere çıkar-<br />

322


ken yazdığı mektupta “Artık yaşayacağımı yaşadım, göreceğimi gördüm<br />

Cenab-ı Allah’tan son bir arzum vardır ki o da şehit olarak ölmek” diyor.<br />

adeta bu sefere şehit olmak için çıkıyor ve sefer sırasında Cenab-ı Hak<br />

ona şehitliği nasip ediyor.<br />

Gitmemesi için her türlü sebep varken, bir insan bir kaleyi fethetmek<br />

için sefere çıkıyorsa burada başka bir şey aramalıdır. işte bu mektupta<br />

bunu görüyoruz. Seferde ayakta duramayacağı için özel bir sedye yapılıyor;<br />

gideceği mesafe istanbul’dan yaklaşık 1.500 kilometre uzakta. O<br />

zamanlar doğru dürüst yol yok; çoğu ormanlardan ve dağlardan oluşan<br />

zorlu bir güzergahtan gidiyor. arabaya yatırıyorlar; sadrazamı çağırarak<br />

“Bir köye, kasabaya ya da şehre yaklaştığımız zaman bana haber verin”<br />

diyor. Giderken “Efendim, filanca köyün yanına geldik, ne emredersiniz?”<br />

dediklerinde de “Atımı hazırlayın, kaftanımı getirin” diyerek o köyün sınırlarını<br />

geçene kadar giyinip kuşanıp atının üzerinde dimdik gidiyor.<br />

Boş bir araziye gelir gelmez tekrar yatağına geçiyor. 1500 kilometreyi<br />

işte böyle gidiyor. Çünkü halk padişahını hasta bilmesin, “padişahımız<br />

dimdik ayakta” desinler istiyor.<br />

Kanuni sefer sırasında Şeyhülislam ebussuud efendi’ye yazdığı mektubunda<br />

“Bizi dualarınızdan uzak tutmayın. Burada Allah rızası için cihad<br />

ediyoruz. İnşallah dualarınızla bu zaferi kazanacağız” diyor ve bundan<br />

kısa süre sonra vefat ediyor. Ölmeden önce hep “Burayı fethetmeden<br />

beni geri göndermeyin” dediği için cenazesini vefat ettiği yatağın altına<br />

ilaçlayarak geçici olarak gömüyorlar. Kale, 3-5 gün sonra fethedilince<br />

mezardan çıkartıp istanbul’a getiriyorlar. tabii cenazesinin istanbul’a gelmesi<br />

15-20 gün sürüyor ve moralleri bozulmasın diye oğlu II. Selim tahta<br />

çıkana kadar askerlere ölümünü açıklamıyorlar. elimizde bu defin törenine<br />

ilişkin bir Osmanlı minyatürü var. Siyahlar giymiş devlet adamları,<br />

Kanuni’nin tabutunu ağlayarak Süleymaniye Camisi’nin yanında Mimar<br />

Sinan’ın yaptığı türbeye defnedilmek üzere götürüyorlar. Minyatürde türbenin<br />

yanında elinde cetvel tutan beyaz sakallı yaşlıca bir adam durur;<br />

işte o adam Mimar Sinan’dır ve bildiğimiz tek resmi de budur. Piyasada<br />

dolaşan Mimar Sinan resimlerinin tamamı hayalidir ve hepsi de 20.<br />

yüzyılda yapılmıştır. Sadece o minyatürde mezarının başında resmedilen<br />

kişi Mimar Sinan’dır. Çünkü o çağda, onu gören birisi tarafından resmi<br />

yapılmıştır.<br />

Minyatürde enteresan olan nokta şudur: Cenazenin önünde bir adam<br />

başının üzerinde altın yaldız kaplamalı bir sandık taşımaktadır. Şimdiye<br />

323


dek okuduğumuz kitaplarda, yaptığımız araştırmalarda böyle başka bir<br />

örneğe rastlamadık.<br />

Bu sandık nedir? içinde ne vardır? neden padişahın tabutunun önünde<br />

gitmektedir? Çünkü Kanuni bu sandıkla birlikte defnedilmek istiyorum”<br />

diye vasiyet etmiş. eski türklerde atıyla, silahıyla, cariyesiyle gömülme<br />

âdeti var ama Osmanlı’da böyle bir defin geleneği yoktur. islâmî usullere<br />

göre hiçbir eşya cenazeyle beraber gömülmez; ölen kişi doğduğu haliyle<br />

bir kefene sarılarak toprağa defnedilir.<br />

ebussuud efendi, Kanuni’nin sandıktaki şeylerle gömülmesine “Dinimizde<br />

yeri yok. Kanuni bile olsa izin veremem” diyerek itiraz ediyor.<br />

“Kanuni’nin vasiyeti” diye itiraz edenler olunca sandığı açmaya karar veriyorlar.<br />

Sandığın içinden rulo halinde kâğıtlar çıkıyor. Bu kâğıtlar ebussuud<br />

efendi’nin kendisine verdiği fetvalardır. Kanuni halka, “Ne yaptıysam,<br />

bir hukuk adamına, bir bilim adamına danışarak yaptım. Verdiğin<br />

fetvalarla bu ömrü tamamlıyorum” demek istiyor.<br />

Kanuni elbette fetvaların kendisi ile gömülmeyeceğini bilen bir insan.<br />

Oradakilere, hukuku, kanunu ve meşruiyeti önemsediğini anlatan<br />

manidar bir mesaj vermek istiyor. O meşruiyet sıkıntısını bugün nasıl<br />

yaşadığımızı hep beraber görüyoruz değil mi? Dolayısıyla amerikan<br />

Senatosu’nda dünyadaki büyük kanun yapıcılar arasında Kanuni’ye özel<br />

bir yer verilmesi, onun büstünün Senato’daki özel duvara asılması anlamsız<br />

değil. Çünkü biz ona “Kanuni” demişiz; kanun yapıcı, kanuna uygun<br />

hareket eden özelliğini layık görmüşüz. Oysa Batılılar ona “Muhteşem”<br />

adını vermişler. Kanuni Sultan Süleyman’ı tarih kitaplarında sadece savaşçılığıyla,<br />

büyük bir hükümdar olmasıyla, 60 yıl boyunca yaptığı seferleri<br />

ile biliyoruz. elbette bu özellikler bir insanı unutulmazlar arasına<br />

sokabilir ama ondaki kanun yapıcı özelliği unutmamak gerek.<br />

Kanuni’nin seferlerinden birinde, Van civarında bir dağdan geçerken<br />

ani bir hava değişimiyle bütün ordunun üzerine kar yağmaya başlar.<br />

Mevsim ağustos ayının sonudur. Osmanlı askeri kara hiç alışkın değildir.<br />

Herkes üşümeye başlıyor ve can derdine düşüyor. ancak çok büyük<br />

bir komutan ordusunu böyle bir panikten kurtarabilir derler. işte Kanuni<br />

bunu başarıyor; askerlerini sakinleştirerek sefere devam ediyor ve iran<br />

Şahına karşı harekâtını tamamlıyor.<br />

Bununla birlikte şunu da söylemek istiyorum ki, Kanuni’nin bütün<br />

şartlar onu aksi yönde davranmaya zorlamasına rağmen sefere çıkmayı<br />

324


tercih etmesinin, her şeye rağmen kendisini o ihtiyarlık çağında feda etmesinin<br />

ve hukuku önemseyen tavrının tarih kitaplarında daha çok vurgulanması<br />

gerekmiyor mu?<br />

Öte yandan Kanuni, aynı zamanda Divan edebiyatının gazel rekorunu<br />

kıran kişidir. Şairlerimizin hepsinden daha fazla yazmıştır; 3 ciltlik<br />

divanında 3000’in üzerinde gazel mevcuttur. Bunların her biri onun özel<br />

dünyasına ışık tutan çok önemli belgelerdir.<br />

Gördüğünüz gibi burada sadece Kanuni’yi konuşsak saatlerimizi,<br />

günlerimizi alır. Keza abdülhamid’i, Yavuz’u, Fatih’i konuşsak da öyle.<br />

Bunları benim kitaplarımdan ya da başka kitaplardan okuyup öğrenmeniz<br />

mümkün. isterseniz bu noktada bunları bir tarafa bırakalım ve sohbetimizin<br />

başına dönelim: neden 2010 yılında avanos’ta Osmanlı’yı konuşuyoruz?<br />

Sadece “tarihte ne güzel şeyler olmuş, ne büyük adamlar yetiştirmişiz,<br />

ne parlak günler yaşamışız” demek için mi? eğer öyle diyorsanız ben<br />

sizin tarafınızda değilim. Çünkü ben tarihe, ‘neler olmuş, neler bitmiş?’<br />

şeklinde, bir ansiklopedi okur gibi, envanterini tutar gibi yaklaşmıyorum.<br />

tarih ile birlikte düşünmeye çalışıyorum. Kanuni’yi Zigetvar’a kilitleyen<br />

hedef neydi? Fatih’i 19 yaşındayken, hatta daha da önceden istanbul’un<br />

fethine kilitleyen “ya ben İstanbul’u alacağım, ya da İstanbul beni!” dedirten<br />

sır neydi? Bunlar umursanmayacak motifler değil.<br />

nitekim Fatih, istanbul’un fethini gerçekleştirdikten sonra çok aşamalı<br />

bir medrese yaptırıyor: Sahn-ı Seman medreseleri. Fatih Camii’nin<br />

etrafında muazzam şekilde duran ve ilkokuldan başlayıp doktora seviyesine<br />

kadar her aşamada eğitim verilen bir kampüs. Fatih Belediyesi’ndeki<br />

bir toplantıda “Osmanlı’nın üniversite kampusudur burası. İnsanlar gelsinler,<br />

Fatih’in arada sırada dersten kaçıp üzerinde uyuduğu taşı görsünler”<br />

bakışından hareketle buranın müze yapılmasını teklif ettim. Bir padişahsınız<br />

ve medrese odasında uyumayı, ilim adamlarıyla hemhal olmayı<br />

özlüyorsunuz. Fatih rivayete göre geceleri medreseye gelir, bazı hocalarının<br />

kapısını çalıp hal hatır sorarmış. Bu ayrıntılar bize bir şeyler anlatıyor<br />

olmalı. Fatih, kendi ağzıyla yazdığı medrese kitabesinde ise şöyle diyor:<br />

“İstanbul’un fethi nasip oldu. Şimdi küçük cihad bitti, büyük cihad başlıyor.”<br />

Bunu okuyunca donup kaldım; istanbul’un fethi hiç küçük cihad<br />

olabilir mi? Öyle bir bakış açısına sahip ki Fatih,“İstanbul’un fethi bile<br />

şimdi yapacaklarımızın yanında küçük kalır” diyebiliyor. Peki yapacağı<br />

şey nedir? ilim öğrenmek. Çünkü ilmin yapacağı fetihler mekânın fethin-<br />

325


den çok daha uzun ömürlü, çok daha kalıcı olacaktır. Düşünün: Daha 30<br />

yaşındaki Fatih bunun bilincinde.<br />

Fatih’in fark ettiği ancak bizim fark edemediğimiz, kitaplarımızda anlatamadığımız<br />

şey şuydu: istanbul’da öyle bir enerji, öyle bir bereket, öyle<br />

bir hamle yapma yeteneği var ki, Peygamber efendimiz (sav) de “İstanbul<br />

muhakkak fetih olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan,<br />

onu fetih eden asker ne güzel askerdir” diyerek, ‘muhakkak’ vurgusuyla<br />

bizi fethe yönlendirmiştir. Demek ki, istanbul’da bizim göremediğimiz<br />

örtük bir enerji var. Dolayısıyla Fatih istanbul’a bakarken orada bizim göremediğimiz<br />

bir şeyi görüyor. Kitabede “Asıl fetih şimdi başlıyor ey millet.<br />

Yürüyün, ilim öğrenin, ilim aşkını kazanın” demesi işte bundandır.<br />

Peki, kitaplarımızda Fatih’i hiç böyle anlatıyor muyuz? Şu kadar top<br />

döktürdü, gemileri kızaklarla çektirdi… elbette bunlar da çok önemli ve<br />

anlatılmalı ama aslında fethin neden yapıldığını anlatmak daha doğru<br />

olsa gerek. eğer bunu yapabilirsek, bugün neden Osmanlı’yı konuştuğumuzu<br />

daha iyi anlarız.<br />

Biz bu topraklarda bir Osmanlı tecrübesi yaşadık; onu bu toplum, bu<br />

millet var etti. Peki bir kere yaşanan bir daha neden yaşanamasın? neden<br />

türkiye yeniden dünya üzerinde söz sahibi bir ülke olmasın? Sohbetin<br />

başında anlattığım Sırbistan-Bosna örneği gibi, etrafımızda türkiye’den bir<br />

şeyler bekleyen toplumlar çoğalıyor. Filistin’de, iran’da, Suriye’de gözler<br />

türkiye’ye dönüyor. Öyleyse bu milletin her şeyden önce kendine güvenen<br />

ve tarihinden utanmayan bir millet olması gerekir. tarihindeki başarıları<br />

bilerek yetişen bir milletin çıtası da yüksek olur. Dolayısıyla, bu<br />

toplum Osmanlı’yı kurmayı başardı, bugün bir daha neden başaramasın?<br />

Bizim de iki elimiz, iki kolumuz, aklımız var; onların da vardı. Onlar bunu<br />

nasıl başardı? Biz neden başaramadık? Kendimize bu soruları sorarsak,<br />

tarihi ve Osmanlı’yı yeniden anlamanın faydası da ortaya çıkacaktır.<br />

Okul kitaplarındaki tarih anlatımı yetersiz ve mantıksız. tarih dersi<br />

verecekseniz, insan ve bir millet olmak açısından insanları uyandıracak,<br />

harekete geçirip ruhlarına enerji üfleyecek şeyler anlatmalısınız.<br />

türkiye’de okuyan Özbekistanlı bir öğrenci bana şunu sormuştu: “Türklerin<br />

atalarına neden bu kadar kızdığını, kötülediğini anlamıyorum. Bizim<br />

kitaplarımızda hep ecdadımızın iyi yönleri, kahramanlıkları anlatılır. Oysa<br />

sizde tam tersi. Bunun bir açıklaması var mı?” Ben de ona “sana verecek<br />

cevabım çok ama bunu açıklamak hem çok acı, hem de çok uzun zaman<br />

ister” demiştim.<br />

326


inanıyorum ki, tarihi doğru okuyup bugüne doğru aktarırsak, türkiye<br />

geleceği geçmişinden daha parlak bir ülke olacak. Çünkü bu topraklarda<br />

müthiş bir potansiyel var. elhamdülillah, bu millet dualı bir millet.<br />

anadolu’ya 1071 yılında girdik; o yıl başka bir olay daha oldu ama<br />

tarihimiz bu olayı yazmıyor. Şimdi ben size anlatayım.<br />

Sicilya yüzyıllarca Müslümanların toprağıydı. emeviler döneminde<br />

fethedilmişti; sonra abbasilere kaldı. Sicilya dediğimiz, italya’yı uygarlaştıran,<br />

medenileştiren adadır. Medeniyet, rönesans oradan italya’ya geçmiştir.<br />

1071’de anadolu islâmiyet’e açılırken maalesef Sicilya haçlıların<br />

eline düştü. Görüyorsunuz, Cenab-ı Hak bir kapıyı kapatıyor ama bir<br />

başka kapıyı da açıyor; siz buna tesadüf diyebilir misiniz?<br />

Başka bir şey daha anlatmak istiyorum. Moğollar, 1258 yılında<br />

Bağdat’ı taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmayıncaya kadar tahrip<br />

ettiler. O dönemde bu coğrafyaya bakan insan şunu görür: islâmiyet’in<br />

kafası kopartıldı, kalbi söküldü. Çünkü Bağdat, yüzyıllardır yüzbinlerce<br />

kitabın yazıldığı, gözlemevinin kurulduğu, ibn-i Sina ve Farabi gibi birçok<br />

alimin yetiştiği bir yerdi. Bunun sonucunda islâm medeniyetinin parçalanıp<br />

dağılacağını, diğer medeniyetlerin arasına karışıp unutulacağını<br />

beklersiniz değil mi? aynı 1258 yılında, Kuzeybatı anadolu’da, Söğüt’te<br />

bir çocuk dünyaya geldi. Babası ertuğrul Gazi, oğlunun ismini Osman<br />

koydu.<br />

Görüyorsunuz, Sicilya ile Malazgirt aynı yıl, Bağdat’ın yıkılmasıyla<br />

Osman Gazi’nin doğumu aynı yıldır. islâm medeniyetinin bir kapısı<br />

kapandı ama islâm medeniyetini 20. yüzyıla kadar taşıyacak hanedanın<br />

reisi olan çocuk o yıl dünyaya geldi. Onun torunları Bağdat’ı yeniden<br />

aldılar; Viyana’ya kadar gittiler ve bize kendileri ile gurur duyacağımız<br />

muazzam bir miras bıraktılar.<br />

Dolayısıyla ben tesadüfe inanmıyorum; yeryüzünde bir kelebek bile<br />

kanadını tesadüfen çırpmaz. Buraya gelişimiz ve sizlerin burada bulunması<br />

da tesadüf değildir. Bu etkileşimimiz hangi hayırlara vesile olacak,<br />

kim bilir?<br />

Sevgili kardeşlerim, son sözümü söyleyip sorularınızı almak istiyorum.<br />

atalarımızla elbette övüneceğiz; onların güzelliklerini, olumlu işlerini<br />

yeni nesillere aktaracağız ama şu soruyu sakın ama sakın hiç unutmayalım:<br />

327


Acaba atalarımızın da bizimle övünmeye hakları yok mu? Hep biz mi<br />

onların sermayesinden yiyeceğiz? Onlar da bir gün ‘Keşke onların zamanında<br />

yaşasaydık’ demeye layık olmayacaklar mı?”<br />

Böyle bir türkiye’yi hepimiz özlemeli ve bunu oluşturmak için var<br />

gücümüzle çalışmalıyız. Bunun için en büyük cephanemiz, en büyük<br />

akıl ve bilgi kaynağımız ise tarihtir. Bu nedenle Osmanlı’yı yeniden anlayıp<br />

bugünü yeniden değerlendirmek çok önemlidir. Bugün nasıl bir<br />

ülke olmak istediğimize Osmanlı aynasına bakarak bir cevap bulmaya<br />

çalışıyoruz. tarih bu işe yaramıyorsa bırakın tarihçilere kalsın, insanlar<br />

da kendi işlerine baksın. tarihin en büyük görevinin insanlara manevi<br />

bir enerji aktarmak olduğunu düşünüyorum. O enerjiden birkaç tabloyu<br />

sizlere aktarabildiysem ne mutlu bana.<br />

soru<br />

Kürt meselesinin çözümü için Osmanlı’dan günümüze aktarabileceğiniz<br />

örnekler var mı?<br />

Mustafa Armağan<br />

Konuşmamın başında diğer milletlerin Osmanlı imparatorluğu’nda<br />

barış içinde yaşadıklarına dair bazı misaller zikretmiştim. tekrar etmemek<br />

için özet olarak şunu söyleyeyim:<br />

Osmanlı’nın kimsenin diliyle, diniyle, kimliğiyle bir derdi olmamış<br />

ve 1923’e kadar bu topraklarda pek çok gayrimüslim vatandaşımız yaşamıştı.<br />

Çünkü Osmanlı bir islâm devleti konsepti ile düşünüyordu. Peki<br />

islâm devleti nasıl çalışır? Fetih ne demektir?<br />

eğer kökenine indirgersek fetih ‘açmak’ demektir. eğer burada kapalı<br />

bir perde olsaydı, benim bu perdeyi açmam bir fetih olacaktı. Malum,<br />

Kuran-ı Kerim’in ilk suresinin adı Fatiha’dır. Çünkü Fatiha, ‘açıcı’, ‘açan<br />

sure’ demek. Mesela fütuhat ‘fetihler’ demek. Yani dilimizde fetihle ilgili<br />

pek çok kelime mevcut. Fetih, insan ile hakikat arasındaki perdeyi kaldırır.<br />

Bir Müslüman açısından hakikat islâmiyettir.<br />

Balkanlar’dan bir örnek verelim. Kral Vlad Drakula, yani Kazıklı Voyvoda<br />

romanya’da müthiş bir despotluk rejimi kurmuştu. astığını asıyor,<br />

kestiğini kesiyordu. Osmanlı da orada yaşayan insanlara islâmiyet’in<br />

mesajını ulaştırmak istiyor ve “bunun için fetih gerekli” diyordu. Fatih<br />

Drakula’yla mücadele ediyor. Drakula yaralanıyor ve bir mağarada ölü-<br />

328


yor. Burada, filmlerden tanıdığımız meşhur Drakula’dan bahsediyoruz.<br />

Meşhur hikaye buradan çıkıyor ama romanda Fatih anlatılmaz. Fatih, insanların<br />

hakikati görmelerine engel olan zümreyi temizliyor. ardından<br />

da hanlar, hamamlar, yollar, köprüler yapıyor. Bir karakol kurarak oraya<br />

bir hakim-kadı atıyor. Yani insanların hakkını arayabilecekleri bir merci,<br />

onları koruyabilecek bir güvenlik örgütü oluşturuyor. insanlara da “Ben<br />

böyle inanıyor, böyle yaşıyorum ama sizin yaşamınıza da karışmıyorum.<br />

Siz de kilisenizde ibadetinizi istediğiniz gibi yapma hürriyetine sahipsiniz;<br />

çünkü benim zimmetimdesiniz” diyor. Osmanlı’da ‘zimmi’ kelimesi<br />

kullanılır. Zimmi, Osmanlı tabiiyetine giren gayrimüslimlerdir. ‘Zimmetlenmiş’<br />

demektir. Örneğin ben bu masada çalışıyor olsaydım, belediye<br />

başkanı bu masayı bana zimmetleyecekti. Masanın ayağı kırılacak olursa<br />

“neden kırdın?” diye benden hesap soracak, onun parasını benden<br />

alacaktı. Gayrimüslimler de islâm toplumunda Müslümanların üzerine<br />

zimmetlenmiş insanlardır. Ben ceza almamak için bu masaya gözüm gibi<br />

bakmak zorundaysam, bir islâm devleti de tabiiyetinde yaşayan gayrimüslimlerin<br />

haklarını aynı şekilde korumak zorundadır. Özetle gayrimüslimler<br />

ümmete, devlete zimmetlenmiştir.<br />

Burada, Hz. Ömer ile ilgili anlatılan bir olayı örnek olarak zikretmek<br />

istiyorum. Hz. ebubekir zamanında bir savaşa çıkılacak, zırh lazım<br />

olmuş. Hz. Ömer’in de zırhı satın alacak parası yokmuş. Demek ki o<br />

zamanlar, askerler silahlarını kendileri temin ediyorlardı. Bunun üzerine<br />

Hz. Ömer zırhı bir Yahudi’den kiralamış; fakat kira ücretini zamanında<br />

ödeyememiş. Yahudi de onu mahkemeye vermiş. en yakın arkadaşı Hz.<br />

ebubekir, Hz. Ömer’i yargılamak için mahkemeye çağırıyor. Mahkemede<br />

mübaşir konumundaki kişi Hz. Ömer’i çağırırken soyunu sayıyor: “Filan<br />

filan oğlu Ömer Bin Hattab”. Hz. Ömer ise suratı asık, morali bozuk bir<br />

şekilde içeriye geliyor ve yargılama boyunca da canı sıkkın bir şekilde<br />

oturuyor. Parayı ödemeyi kabul ediyor ama üzerinde para olmadığı için<br />

gidip bir başkasından borç alarak Yahudi’nin parasını ödüyor. Mahkeme<br />

sonrasında Hz. ebubekir, Hz. Ömer’i çağırtıp şunu soruyor: “Seni mahkemeye<br />

çağırdığım için mi canın sıkkın? Ne bu halin” Hz. Ömer şöyle cevaplıyor:<br />

“Beni içeriye herhangi bir vatandaş gibi değil, soyumla sopumla<br />

çağırdınız. Bu şekilde çağrılmak senin adaletin üzerinde tesir edebilir endişesine<br />

kapıldım. Ayrıca o insanı da burada adaletin tecelli etmeyeceği<br />

inancına sevk edebilir diye üzüldüğümden canım sıkıldı. O insanın aklına<br />

böyle bir şüphe gelmesi bile beni üzer. Bir daha böyle yapmayın, beni<br />

düz ismimle çağırın. Mahkemede soy sop yoktur.”<br />

329


işte Osmanlı Devleti böylesine zengin bir mirasın üzerinde oturuyor,<br />

bunu esas alıyor. Osmanlı’nın gayrimüslimlere davranışı kendisinin icat<br />

ettiği bir şey değil, Müslüman bir devlet olmanın gereği olarak tecelli etmiştir.<br />

Bu konuda sonsuz örnek verebiliriz. ama bu kadarı yeterli sanırım.<br />

soru<br />

redd-i miras konusuna değinebilir misiniz?<br />

Mustafa Armağan<br />

türkiye’de 1920’lerde daha ziyade alt yapı inkılapları yapıldı. 1930’lu<br />

yılların başlarında ise kültürel ve tarihî değişim başladı. türklük eksenli<br />

bir devlet kurmanın başlangıç tarihi 1923 yılı olarak kabul ediliyor ama<br />

bunun tarihe aksetmesi 1930’ları buluyor. Bu akım, aslında lozan’da başlar.<br />

Yöneticilerimizi etkileyen en önemli kırılma noktası lozan’dır. Çünkü<br />

lozan’a gitmeden önce gerek ismet Paşa’nın, gerek Mustafa Kemal<br />

Paşa’nın, gerekse o dönemdeki diğer devlet yetkililerinin tavrı Hilafeti<br />

korumaktan yanaydı. 1922 Kasım’ında, büyük zafer kazanılmış, izmir’de<br />

Yunan dökülmüştü. ardından ismet Paşa, barış görüşmeleri yapmak üzere<br />

trenle lozan’a gidiyor. trende Hindistanlı bir gazetecinin “Hilafet işi ne<br />

olacak?” sorusuna “Halife için gerekirse kan dökmeye hazırız; halifeliği<br />

sonuna kadar savunacağız” şeklinde cevap veriyor. ne var ki, ismet<br />

Paşa lozan’dan döndükten sonra bu tavrı tamamen değişiyor. analiz edebildiğim<br />

kadarıyla bunun nedeni şu: lozan’da ısrarla bizi Osmanlı’nın<br />

borçlarından ve onların deyişiyle Osmanlı zamanında yapılan ermeni<br />

katliamından sorumlu tutuyorlar. Özetle, Osmanlı dönemindeki birçok<br />

hesabı bizden soruyorlar. lozan’a giden ekip de “Biz tarihimizde yeni bir<br />

sayfa açıyoruz. Osmanlı’nın devamı değiliz, yeni bir devletiz. Bizden niye<br />

onların hesabını soruyorsunuz ki?” diyor. işte bu panikle lozan’dan sonra<br />

‘Osmanlı’dan koptuk, onun devamı değiliz’ tavrını takınmak zorunda<br />

kaldık. Bu tavrın 1920’lerde, 1930’larda devam etmesi anlaşılabilir ama<br />

2000’lerde devam etmesinin hiç bir mantığı yok.<br />

Cumhuriyetin kurucuları, Osmanlı’yı reddederek, beyaz bir sayfa açmanın,<br />

işe sıfırdan başlamanın avantajını yakalamak istediler ama bu bir<br />

avantaj olmadı. Örneğin, ermeni katliamının olmadığını söyledik durduk.<br />

Haklıydık, bu bir katliam değildi ama bunu bilimsel bir yoldan açıklamak<br />

yerine yekten inkâra, redde sapınca başka bir manzara çıktı karşımıza.<br />

330


Geçenlerde, izmir’de bir zamanlar devlet tarafından desteklenen bir<br />

profesörle aynı panelde konuşurken bana şöyle dedi: “1973 yılında büyükelçilerimiz<br />

ASALA tarafından öldürülmeye başlandığında, devlet beni<br />

Ermeni meselesini araştırmaya memur etti. Araştırmaya başlayınca hayretle<br />

benden önce hiçbir şey yapılmadığını gördüm ve işe sıfırdan başladım.”<br />

Benim kızdığım nokta burası. Cumhuriyetin kuruluşundan o güne<br />

kadar 50 yıl geçmiş ve siz hiçbir şey yapmamışsınız. Sadece böyle bir<br />

soykırımın olmadığını söylemişsiniz ama bunu kanıtlamaya çalışmamışsınız.<br />

Halbuki eserler yazacaksınız, uzman yetiştireceksiniz, doktoralar<br />

yaptıracaksınız. Şu anda ermenice bilen bir tarihçiniz var mı? ermenice<br />

de bu topraklarda konuşulmuş bir dil. Bir toplum her türlü dili öğrenmek<br />

zorunda. Dil bir kültür, medeniyet demek. Dilin dostu düşmanı olmaz.<br />

Bugün tarihçilerimiz ermenice bilmiyor; böyle bir tarihçilik olur mu? Bu<br />

konuda ermeniler ne yazmış, o dönemde hangi yayınlar yapılmış, hangi<br />

dergiler çıkmış, bunları merak etmeyen bir tarihçilik olur mu?<br />

redd-i miras bu noktada bize pahalıya patlamış. ermeniler dünya<br />

üzerinde önemli tarihçiler yetiştirdiler. Onların çok genç yaşta uzmanlık<br />

kazanan, onlarca kitap yazan, dergi çıkaran insanları var ama türkiye’de<br />

ermenice bilen tarihçi yok. ermeni konusunda uzmanlaşmış, örneğin Halil<br />

inalcık gibi dünya tarihçileri arasında söz sahibi olan bir tarihçimiz yok.<br />

işte bu utanılacak bir şeydir. Bugün biz uzman yetiştirmeye çalışıyoruz<br />

ama türk tarih Kurumu’nda uzman diye çalıştırılan insanlar 50’sinden<br />

sonra bu konuda bir şeyler yapmaya çalışıyor. 50’sinden sonra ermeni<br />

meselesini çalışmakla uzman olamazsın, dünyada herkes buna güler. ermeni<br />

meselesinde kolları sıvayıp harekete geçmek ve zararın neresinden<br />

dönersek kârdır mantığıyla bir şeyler yapmak durumundayız.<br />

Dolayısıyla redd-i miras belki o günü kurtardı; kendimizi geçici bir<br />

fanusun içine aldık ama dışarıdaki olaylar devam etti, yaşandı yazıldı,<br />

çizildi. redd-i miras aynı zamanda sorunları görmemizi de engelledi.<br />

ayrıca kendine güvenen nesiller yetiştirme konusunda ciddi handikaplar<br />

yaşadık. Bugün de yaşıyoruz; bir zamanlar Mao’ya, Stalin’e, lenin’e<br />

yönelen gençler vardı. Bunlar ufuksuz kalmanın, ideal eksikliğinin hazin<br />

sonuçlarıdır.<br />

soru<br />

redd-i miras, lozan’da bir panik halinden öte seküler bir ulus devleti<br />

kurmakla ilgili değil midir?<br />

331


Mustafa Armağan<br />

evet, o da var ama devleti kurarken bir türk kimliği oluşturmak başlıca<br />

kaygıyı oluşturuyor. Örneğin harf inkılâbını ele alalım. latin harflerinin<br />

türklükle bir alakası olduğunu düşünüyoruz ama yok. türkçülüğün pekala<br />

Osmanlıca harflerle de başarılabileceğini görüyoruz. Ziya Gökalp,<br />

Hüseyinzade ali, Mehmet emin Yurdakul gibi türkçülerin oluşturduğu<br />

literatürün arap harfleriyle yazılıp basıldığını biliyoruz. Yani pekala arap<br />

harfleriyle de türkçülük yapılabilir, türk ulusal kimliği bunun vasıtasıyla<br />

inşa edilebilirdi. Osmanlıca kullanırken türk değildik de latince’ye geçince<br />

mi türk olduk?<br />

Harf inkılabı meselesi bence tamamen Batıya entegrasyon sürecinde<br />

verilen tavizlerle ilgili bir husustur. Biliyorsunuz, Batıya entegrasyon<br />

çalışmaları günümüzde de devam ediyor. Bu tür girişimler, Osmanlı kültürüne,<br />

medeniyetine değil, Batı medeniyetine dahil olduğumuzun gösterilmesi<br />

amacına matuftur. Demek ki, burada bir medeniyet değiştirme<br />

tavrı söz konusu.<br />

Dünyada iki büyük medeniyet temsilcisi ülke harf inkılâbı yapmıştır.<br />

Bunlardan birisi türkiye, diğeri de israil’dir. Fakat türkiye harf inkılâbını<br />

arap alfabesinden latin alfabesine çevirmek şeklinde yaptığı halde israil<br />

bunun tersini yapmıştır. 1948’de bütün israilliler latin alfabesini biliyor<br />

ve kullanıyorken arapçanın kız kardeşi denilen ve ölü bir dil olan ibraniceye<br />

geri döndüler. ibranice ile arapça çok yakındır; hatta birçok kelime<br />

ortaktır (selam ve şalom gibi). Bugün israil ileri bir devlet değil mi?<br />

Demek ki harf inkılâbı gelişme için o kadar da önemli değilmiş. Japonlar<br />

harf inkılâbını yapmadan da gelişebildiler. Bunun rusya’dan Çin’e kadar<br />

pek çok örneği var.<br />

Demek ki, bu gerçek bir zorunluluk değil, Batılılaşma için bir gerekçeydi;<br />

çünkü asıl mesele medeniyet değişimiydi ve lozan’da bununla ile<br />

ilgili bir meydan okumaya şahit olduk. O meydan okumaya karşı “Biz<br />

artık Osmanlı’nın, İslam aleminin devamı değiliz, Batı medeniyetinin bir<br />

parçasıyız” diyerek hukuktan dile kadar bu reformları yaptık. Örneğin,<br />

medeni kanun isviçre’den, ceza kanunu italya’dan aktarılmıştır. Bunların<br />

türkçülükle hiçbir bir alakası yoktur. türkçü olan birisi, israilliler gibi<br />

Orta asya türk töre ve hukukunu diriltirdi.<br />

332


soru<br />

tarih kitaplarımızda erkek egemen bir bakış anlayışı hakim.<br />

Osmanlı’yı yeniden anlamak hususunda tarih kitaplarımız üzerinde bir<br />

düzenleme söz konusu mu?<br />

Mustafa Armağan<br />

Ben çocuklarımın tarih kitaplarını atmam, her sene sonunda alırım.<br />

Böylece güzel bir koleksiyonum oldu. Bizim zamanımızda tarih kitaplarımızın<br />

üzerinde yazar ismi olarak ‘emin Oktay’ bulunurdu. Meğer öyle<br />

bir tarihçi yokmuş. araştırdık ve kaynaklarda bu isimde bir tarihçiye rastlamadık.<br />

Demek ki bu bir takma isimdi. Yoksa bu kadar uzun zaman boyunca<br />

okutulan bir tarih kitabı yazarının biyografisi mutlaka bir yerlerde<br />

bulunurdu. Onun kitaplarından bir örnek vereyim.<br />

Diyelim ki Mohaç Savaşı anlatılıyor, mutlaka bir kroki vardır; merkezde<br />

Kanuni ordugâhında, sağ kolda şu Paşa, sol kolda bu Paşa gösterilir,<br />

üzerinde çeşitli ok işaretleri vardır. Bilmem gözünüzde canlandırabildiniz<br />

mi? Peki, ben şunu soruyorum: 15 yaşında bir kız ya da erkek<br />

öğrenci bundan ne anlayacak? Bu tarz bir anlatımın ne faydası var? Böyle<br />

bir kroki kime lazım olur? Cevap: askeri okulda okuyan bir öğrenciye!<br />

Çünkü dünyada yapılan savaşların tarihini, stratejisini öğrenmesi gerekir.<br />

Bunlar askeri liselerde okutulabilir. ama sivil okullarda okuyan çocuklarımıza<br />

bunun yerine Osmanlı medeniyetini, Kanuni’nin, Sokollu Mehmed<br />

Paşa’nın kim olduğunu anlatsak daha faydalı olur ve daha büyük<br />

bir tarih birikimine sahip olurlar. Olayları anlatmayalım demiyorum ama<br />

bunların bu kadar ayrıntılı anlatılmasının gereği yok. nitekim yarım asır<br />

kadar önce bir yazarımız, tahsin ünal bu hastalığımızı şöyle veciz bir<br />

şekilde dile getirmiş:<br />

Biz orta, lise, hatta tarih enstitüsünde çocuklarımıza tarih ismi<br />

altında yalnız harb (savaş) ve siyaset tarihi okutuyoruz. Onun için de<br />

tarih tedrisatında (öğretiminde) istenilen gayeye varamıyoruz. Halbuki<br />

çocuklarımıza tarih olarak içtimaî (toplumsal), iktisadî tarih, müesseseler<br />

(kurumlar) tarihi, yani cemiyetin (toplumun) iç oluşlarının tarihini<br />

okutmalıyız. Harb tarihi, siyaset tarihi okutmakla hadiseleri kronolojik<br />

olarak verip çok defa iç oluşlarda mündemiç (içkin) olan sebepleri<br />

ihmal ediyoruz. Bu itibarla da çocuklarımıza tarih kültürü veremiyor,<br />

onlarda tam millî bir şuur uyandıramıyor, cemiyet olayları hakkında<br />

fikir sahibi edemiyoruz. (3)<br />

_______________<br />

(3) Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 3-75, Mart 1956, s.164.<br />

333


Modern tarih kitaplarının kaynağını, ilk ne zaman yazıldıklarını<br />

bulmak amacıyla bir araştırma yaptım. tanzimat’tan önceki dönemde<br />

tarih Hz. adem ile başlar, oradan da islâm tarihine gelir, sonra Osmanlıya<br />

bağlanırdı. ilk modern tarih kitaplarımız askeri liseler için yazılmış.<br />

askeri mühendislik okulları olan Mühendishane-i Berri-i Hümayun ve<br />

Mühendishane-i Bahri-i Hümayun açıldığında müfredata tarih dersleri de<br />

konuldu. Böylece askeri öğrencilere yönelik tarih kitapları yazıldı. Onlar<br />

da doğal olarak tarihi krokiler, stratejiler, taktikler üzerinden öğrenmeye<br />

çalıştılar. Sonra modern sivil okullar açıldı ama onların önünde de bir<br />

model olmadığından askeri okullar için yazılmış tarih kitaplarını okuttular.<br />

Böylece 150 yıldır, o askeri krokileri ve tarih anlatımını kitaplarımızdan<br />

silip atamadık.<br />

tarih anlatılırken elbette hangi padişahın önce hangisinin sonra tahta<br />

çıktığı, neler olup bittiği verilmeli. Çocuklar, tarih okumanın kendilerine<br />

ne faydası dokunacağını kavrayabilmeli. aksi takdirde ‘oku, ezberle,<br />

unut’ oluyor. Oysa aklınızda tarihten bir iz, bir işaret, bir bilinç mutlaka<br />

kalmalı. Sonradan üzerinde düşünebileceğiniz, geliştirebileceğiniz, tartışabileceğiniz<br />

bir şeyler.<br />

Bazen seminerler için liselere gidiyorum. Her seferinde, “Hocam<br />

sizin söylediklerinizi dinledikten sonra tarih kitaplarında yazılan şeylere<br />

inanmıyorum” diyen birkaç öğrenci çıkıyor. işin garip tarafı, öğrenci<br />

bunu söylerken tarih hocası da başını sallayarak onaylıyor. Durumun vahametini<br />

düşünebiliyor musunuz? Böyle bir durumda ortada öğrenci de,<br />

hoca da aforoz edilmeli ama ikisi de kalıyor ve ikisi de devam ediyor.<br />

Yani bir tür oyun oynuyoruz. Hoca da, öğrenci de okuttuğu ve okuduğu<br />

tarihe inanmıyor. Kitabı basan yayınevleri ve kurumlar dahi inanmıyor.<br />

Buradan bir tarih çıkmaz; çünkü tarih yazımındaki samimiyet ve gerçekçilik<br />

kaygısı resmi ideoloji tarafından bastırılıyor.<br />

Birçok inkılâp tarihçisi arkadaşıma “Nutuk’ta şöyle bir şey var, Kazım<br />

Karabekir’in şu söylediğiyle mukayese ettiniz mi?” diye sorduğumda şöyle<br />

cevaplıyorlar: “Hayır, bizim için Nutuk esastır. Kazım Karabekir dikkate<br />

alınmaz.” Peki neden alınmaz? ikisi de tarihsel materyal, en azından mukayese<br />

etmek gerekmez mi? Farklı fikirlere açık olmazsak ve öğrenci de<br />

farklı fikirleri geliştirme konusunda bir arzu duymazsa tarih ne işe yarar?<br />

Öğretmen okur, öğrenci ezberler, sınavda yazar ve her şey biter. Öyle mi?<br />

334


Halbuki öğrencinin bu bilgileri yeniden üretmesi, düşünmesi, tartışması,<br />

müzakere etmesi lazım. Çünkü bu tarih onun da malı.<br />

elhasıl tarih öğretimimizin de, tarih yazımımızın da büyük sıkıntıları<br />

var. Bu açıdan türkiye’de alınması gereken mesafe maalesef çok büyük<br />

ama son zamanlardaki bazı gelişmeleri de umut verici bulduğumu söyleme<br />

istiyorum.<br />

Bu sene orta öğretime geçen bir kızım var; 9. sınıfta okuyor. Onun<br />

kitaplarına baktığımda bazı şeylerin değiştiğini görüyorum. Örneğin,<br />

Osmanlı’nın kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme, çöküş şeklindeki<br />

tasnifi yerine, cihan devletinin kurulması, sonra Osmanlı’nın bir dünya<br />

gücü haline gelmesi ve bunun pekiştiği dönem, ardından arayışlar ve<br />

tanzimat’tan sonra da yeni yönelişler şeklinde anlatılmış. Çöküş ya da<br />

duraklama deyince o tarihi okumak ister misiniz? insanlar hep gelişen,<br />

yükselen başarılı olan şeyleri okumak ister. Osmanlı’nın son 350 yılını<br />

bir başarısızlık tarihi olarak damgaladığınızda o dönem ister istemez karanlıkta<br />

kalır. Dolayısıyla alttan gelen bu gelişmenin 3-5 sene sonra liselere<br />

de yansıyacağını ve orada da farklı bir tarih okuma şansına erişeceğimize<br />

inanıyorum. Bu toplum artık bunu hak ediyor diye düşünüyorum<br />

ve hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.<br />

335


337<br />

İpek Çalışlar


İpek Çalışlar<br />

Mehmet Sadık Öke ve İpek Çalışlar<br />

338


Göreme Açık Hava Müzesi<br />

339<br />

İpek Çalışlar


Vehbi Vakkasoğlu<br />

340


341<br />

Vehbi Vakkasoğlu


Vehbi Vakkasoğlu<br />

342


343<br />

Hilmi Yavuz


Hilmi Yavuz<br />

344


345<br />

Hilmi Yavuz<br />

Belediye Bşk. Dr. Mustafa Körükcü, Kaymakam Aylin Kırcı Duman, Nevşehir Ü. Rektörü Prof. Dr. Filiz Kılıç,<br />

Hilmi Yavuz, Dr. Mehmet Kılıç, Vali Osman Aydın, Aksaray Valisi Orhan Alimoğlu.<br />

Fatma Şahin, Belediye Bşk. Dr. Mustafa Körükcü, Hilmi Yavuz ve Pınar Domaniç


Serdar Özkan<br />

346


347<br />

Serdar Özkan


Serdar Özkan<br />

Avanos’taki çömlekçilerden birinde<br />

Avanos - Kızılırmak kenarı<br />

348


349<br />

Ahmet Ümit


Ahmet Ümit<br />

350


351<br />

Ahmet Ümit


Alev Coşkun<br />

352


353<br />

Alev Coşkun


Alev Coşkun<br />

354


355<br />

Nihal Bengisu Karaca


Nihal Bengisu Karaca<br />

356


Paşabağları - Avanos<br />

Avanos’taki çömlekçilerden birinde<br />

357<br />

Nihal Bengisu Karaca


Rasim Özdenören<br />

358


359<br />

Rasim Özdenören


Rasim Özdenören<br />

Şeyhülislam Hayri Efendi’nin mezarı - Ürgüp<br />

Göreme Açık Hava Müzesi<br />

360


361<br />

Fatma K. Barbarosoğlu<br />

Nazife Şişman


Fatma K. Barbarosoğlu<br />

Nazife Şişman<br />

362


363<br />

Fatma K. Barbarosoğlu<br />

Nazife Şişman


Fatma K. Barbarosoğlu<br />

Nazife Şişman<br />

364


365<br />

Altan Tan


Altan Tan<br />

366


367<br />

Altan Tan


Ömer Tuğrul İnançer<br />

368


369<br />

Ömer Tuğrul İnançer


Ömer Tuğrul İnançer<br />

370


371<br />

Ataol Behramoğlu<br />

Haluk Çetin


Ataol Behramoğlu<br />

Haluk Çetin<br />

372


373<br />

Ataol Behramoğlu<br />

Haluk Çetin


Ataol Behramoğlu<br />

Haluk Çetin<br />

374


375<br />

İskender Pala


İskender Pala<br />

376


377<br />

İskender Pala


Dücane Cündioğlu<br />

Ümit Meriç<br />

378


379<br />

Dücane Cündioğlu<br />

Ümit Meriç


Dücane Cündioğlu<br />

Ümit Meriç<br />

380


381<br />

Dücane Cündioğlu<br />

Ümit Meriç


Mustafa Armağan<br />

382


383<br />

Mustafa Armağan


Mustafa Armağan<br />

384


Avanos Belediyesi tarafından 2010 yılı<br />

mart ve ekim ayları arasında birincisi<br />

gerçekleştirilen ‘Avanos-Kızılırmak<br />

1. Kültür ve Sanat Günleri’ kapsamında,<br />

farklı düşünce ve görüşlere sahip<br />

yazarlar, şairler, akademisyenler ve<br />

müzisyenlerden oluşan 19 sanat ve<br />

düşün insanı Avanos’a davet edilmiştir.<br />

Bölgedeki otellerde 1-4 gün arasında<br />

ağırlanan konuklar, söyleşilerin yanı<br />

sıra bölge gezileri ve çeşitli etkinliklere<br />

de katılmışlardır. Bu kitap, bölge<br />

halkının da davetli olduğu toplantılarda,<br />

konuklarımızın söyleşileri, onlara<br />

sorulan sorular ve sorulara verilen<br />

yanıtların biraraya getirilmesi ile<br />

Avanos Belediyesi tarafından<br />

hazırlanmıştır.<br />

Avanos Belediyesi Yayınları - 2010<br />

ISBN 978-975-978-605-2<br />

Sertifika No: 20307

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!