You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Söz: Şenol Göka<br />
Beste - Solist: Kerem Demircioğlu<br />
Düzenleme: Murat Tunalı<br />
Tulum: Volkan Arslan<br />
Supervisor: Amber Türkmen
Şenol GÖKA<br />
TRT Genel Müdürü<br />
ZAMANIN BOYUTLARINDA MÜZİK...<br />
Müzik bir değil birçok disiplinle ilişki halindedir; psikoloji, matematik, fizik, felsefe, tarih, dilbilim…<br />
Bu çok yönlü terim haliyle etrafında da birçok cephe açmaktadır. Bu nedenle her bir dönem, her<br />
yenileniş, müziği yeni bir boyuta taşımıştır. Müziğin diğer disiplinlerle olan ilişkisinin doğal bir<br />
sonucu olarak yeni çalışma alanlarının doğuşu, toplumların üzerinde merak uyandıracağı bir zemin<br />
hazırlamıştır.<br />
Müzik bir zaman sanatıdır. Tıpkı tiyatro, opera, bale hatta şiir gibi var olmak için bir zamana gereksinim<br />
duyar. Ancak müziğin zamanla olan ilişkisi daha çok zamanı doldurmasıyla ilgilidir. Diğer sanat<br />
dallarında, örneğin resim, heykel, grafik veya plastik sanatları ele alırsak; zaman kavramı, bakan gözün<br />
tercihiyle sınırlı kalırken, müzikte dinleyici ve icracı zamanın içinde, müziğin gösterdiği yolda hareket<br />
eder. Her şey müziğin süresince yaşanmalıdır. Müziğin zamana, başka bir ifadeyle, geleceğe dönük<br />
hali, özneyi sürekli olarak gelecek zamandaki müzikal beklentilere yönlendirir. Üstelik bu beklentiler<br />
her zaman teorik bir bilgi alt yapısı da gerektirmez. Müzik eğitimi almamış, sıradan bir dinleyicinin<br />
de müzikal beklentiler geliştirmesi pek tabiidir. Ancak müzik eğitimi almış bireylerin, müzik dinleme<br />
etkinliği sırasında daha farklı tepkiler verdikleri görülmektedir. Burada beklentilere ait tepkilerin; ritim,<br />
melodi ve armonide bir sonraki adımda neler olacağına dair şekillendiği gözlenir. Yalnız bu durum<br />
tamamen duygusal beklentiler gibi anlaşılmamalıdır. Müziğin zamanla kurduğu ilişkinin matematiksel<br />
boyutu, bir anlamda zamanın eşit aralıklara bölünmesi mantığından farksızdır. Müziğin zamanla<br />
kurduğu diğer ilişki boyutları da belleğin taşıdığı geçmiş, deneyimlenen an ve beklenen gelecek<br />
arasındaki kopmaz akış çizgisini gösterir. Her duygu, her ne kadar yalın olsa da onu deneyimleyen<br />
varlığın, bütün geçmişini ve içinde bulunduğu zamanı taşır. Anın muğlak bir şekilde deneyimlendiği,<br />
yani akışın içinde zamanın ve mekânın net olarak algılanamadığı bir durumda, geçmişin ve anın bir<br />
birine kenetlenmesi kaçınılmazdır. Müzikal anların oluşumunda, geçmiş her türlü deneyim kendini<br />
gösterir. Yani geçmiş şimdiki zamanda yaşar. O halde geçmişin şimdiki zamanda yaşadığı yer olan<br />
bellek, zannedildiği gibi geride kalan bir deneyimin saklandığı yer değil, yeniden üretildiği, dolayısıyla<br />
şimdinin kurgulandığı yerdir. Geçmiş, zihnimizde istenildiği her an tekrar tekrar üretilebilmektedir.<br />
Bu üretilişte ise her müziksel deneyimin her defasında farklı sonuçlar verme eğilimi doğabilmektedir.<br />
Dolayısıyla müzik ve zaman arasındaki algısal, duygusal, bilişsel ve fiziksel her türlü ilişkinin yarattığı<br />
sonuç, müziğe biçilen anlama eşdeğerdir diyebiliriz.<br />
Müziğin, yaşamınızdaki tüm kıymetli anlara eşlik etmesini temenni ediyorum.<br />
Sevgiyle ve muhabbetle…
TÜRKİYE RADYO TELEVİZYON<br />
KURUMU ADINA SAHİBİ ve<br />
GENEL YAYIN YÖNETMENİ<br />
Amber TÜRKMEN<br />
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />
Birsen YÜKSEL TAYMAZ<br />
EDİTÖRLER<br />
Figen GÖKTAŞ<br />
Ümit DİRİCAN<br />
Nesri BÜYÜKTURAN<br />
GRAFİK TASARIM<br />
Birsen YÜKSEL TAYMAZ<br />
YÖNETİM YERİ<br />
TRT MÜZİK DAİRESİ BAŞKANLIĞI<br />
TRT SİTESİ A BLOK KAT 9<br />
Tel: (312)463 32 48<br />
ISSN 2149-7982<br />
SAYI 13 / AĞUSTOS 2016<br />
YAYIN TÜRÜ<br />
Yaygın/Süreli<br />
BİR DÜNYA KONU<br />
EVİN İLYASOĞLU<br />
“İnsanoğlu bir deniz minaresine üfleyip sesini<br />
gürleştirmeyi başardığında müzik de tarihini<br />
yazmaya başladı…” Müziğin tarihsel gelişimi ve<br />
müzik akımlarına bakış… Tarihin her sahnesinde<br />
insanoğlunun yaratıcı gücü o dönemin yaşama<br />
biçiminden nasıl etkilendiği üzerine keyifli bir<br />
sohbet…<br />
ZEKİ MÜREN<br />
“Size doyum olmaz sevgili dinleyicilerim. Ama<br />
napayım ki zamanı bize duyuran saatin iki<br />
siyah parmağı, akreple yelkovan, bana ‘hadi<br />
güle güle’ diye işaret ediyorlar.” Seyircilerine<br />
her zaman en samimi duygularla hitap eden<br />
sanat güneşimize ait muhteşem bir yazı<br />
dosyası…<br />
ŞARKILARDAN<br />
FAL TUTTUM<br />
ALİ BOZKURT<br />
12<br />
16<br />
22<br />
Haydi o zaman; evvel zaman içinde, kalbur<br />
saman içinde; pireler berber, develer tellal<br />
iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar<br />
iken diyerek başlayalım hem yazıya hem<br />
söze… Nesrin Büyükturan’dan Tarihe Müzikle<br />
Not Düşenlere dair duygu dolu satırlar…<br />
24<br />
TRT’de müzik programları özellikle de Türk<br />
Halk Müziği ve Türk folkloru ile ilgili programlar<br />
denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri o…<br />
TRT prodüktörlerinden Ali Bozkurt zamana,<br />
müziğe ve yaptığı programlara ilişkin<br />
deneyimlerini bizlerle paylaştı…<br />
YAYIN TARİHİ<br />
1 AĞUSTOS 2016<br />
YAYIN YERİ<br />
www.trtmuzikdairesibaskanligi.com<br />
TRT Bir Dünya Müzik<br />
@birdunyamuzik<br />
birdunyamuzik@trt.net.tr<br />
2
GENEL YAYIN YÖNETMENİ’NDEN<br />
Bir Dünya Selam,<br />
İSMAİL<br />
ALTUNSARAY<br />
28<br />
“Türküler şahit olduğu zaman diliminin<br />
acılarını, aşklarını, gurbet gibi yaşanan<br />
toplumsal gelişmeleri, bunların sonucunda<br />
yaşananları en yalın haliyle bizlere sunar…”<br />
SİNAN CANAN 32<br />
“Beyin olmadan zaman diye bir şeyden<br />
bahsetmek mümkün değil… Saat dakika,<br />
günler geceler diye saydığımız, sürekli<br />
hesapladığımız zaman algısı, beynimizin<br />
dünyadaki olayları sıraya koyma yöntemi<br />
aslında.” Beynimizin gizemleri üzerine tadına<br />
doyulmaz bir söyleşi…<br />
BİR SES USTASININ<br />
ARDINDAN…<br />
36<br />
Müzik tarihimizin gelmiş geçmiş en önemli<br />
sazendesi Tanburi Cemil Bey’in musiki<br />
yolculuğunu yine bir tanburiden dinlemeye<br />
ne dersiniz… TRT İstanbul Radyosu Tanbur<br />
sanatçısı Refik Hakan Talu’nun kaleminden<br />
etkileyici bir yazı…<br />
40<br />
BENİMLE OYNAR<br />
MISIN?...<br />
İngiliz pop-rock müziğinin temel taşlarını alıp<br />
kendisiyle harmanlayan ve folk müziğimizle<br />
şiirsel bir anlatımı iç içe sıkıştırıp müziğin<br />
en naif halini bizlere sunan, büyük ozan ve<br />
sanatçı Bülent Ortaçgil’e dair… Rahmi Mert<br />
Özcan’ın Müzik Kutusu’nda…<br />
Yayın hayatımıza başladığımız ilk günden bu yana müziğin<br />
tüm zenginliklerini bir arada sunmaya çalıştığımız<br />
yeni bir sayımızla daha siz değerli okuyucularımızla<br />
birlikteyiz. Dergimiz adına dolu dolu geçen bir senenin<br />
ardından, sizlerin de desteğiyle, adımlarımızı beraber<br />
atmanın heyecanı ve mutluluğu bizlere doğru yolda<br />
ilerlediğimizi hissettiriyor.<br />
Her ay olduğu gibi Ankara Radyosu spikerlerinin gönüllü<br />
olarak seslendirdiği, teknik personelinin de gönüllü katkılarıyla<br />
hazırladığımız sesli dergi CD’si bu ay da görme<br />
engelli okurlarımızla buluştu.<br />
Bu ay “Müzik Zaman İçinde” başlığıyla yola çıkarak, zamanın<br />
boyutları içerisinde müziğin gelişimini irdelemek,<br />
zaman kavramının müzikle yan yana geldiğinde nasıl bir<br />
etki yarattığını, farklı yönleriyle ele almak istedik. Zaman<br />
mı müzik içinde, yoksa müzik mi zaman içinde akıyor?<br />
Tarih hızla geçip giderken müzik nerede duruyor? Yoksa<br />
hiç durmadan yol mu alıyor? Bu sorulara ve daha fazlasına<br />
cevaplar aradığımız, heyecanla okuyacağınız bir sayı<br />
daha olacağına inanıyoruz. Müzik ve zaman ilişkisinin<br />
yakınında olan bir isim; bir piyanist ve akademisyen Evin<br />
İlyasoğlu, müziğin evrimleri ve müzik akımları üzerine<br />
görüşlerini keyifli bir söyleşide Ümit Dirican’la paylaşırken,<br />
Figen Göktaş bulunduğu zamana adını “Sanat Güneşi”<br />
olarak altın harflerle yazdıran Zeki Müren dosyasıyla, sanatçının<br />
sanat yaşamına dair renkli hatıralarına götürüyor.<br />
Nesrin Büyükturan “Şarkılardan Fal Tuttum” yazısında<br />
sizi zamanın ritminde, müziğin büyülü mısralarında dolaştırırken<br />
aynı zamanda Neşet Ertaş ekolünün yeni kuşak<br />
temsilcilerinden ve Anadolu Halk Kültürü’nün mirasını<br />
gelecek nesillere taşımaya çalışan TRT İstanbul Radyosu<br />
THM sanatçısı İsmail Altunsaray’la da bir söyleşi yaptı.<br />
TRT’de müzik programları, özellikle de Türk Halk Müziği ile<br />
ilgili programlar denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri<br />
olan TRT prodüktörlerinden Ali Bozkurt zamana, müziğe<br />
ve programlarına ilişkin deneyimlerini keyifli bir sohbette<br />
Nesrin Büyükturan’a aktardı. Türkiye’deki beyin ve sinirbilimleri<br />
araştırmalarının en renkli isimlerinden biri Prof.<br />
Dr. Sinan Canan, etkileyici, bir o kadar da aydınlatıcı bir<br />
sohbette Ümit Dirican’a beynimizin işleyişinden, zaman<br />
algısından ve bunların müziğe olan etkilerinden bahsetti.<br />
Müzik tarihimizin en önemli sazendesi Tanburi Cemil<br />
Bey’in musiki yolculuğunu TRT İstanbul Radyosu Tanbur<br />
sanatçısı Refik Hakan Talu kaleme aldı.<br />
Radyo-3 Sesli Kütüphane köşemizde bu ay Kadir Özdemir<br />
Kültürlerin Macerası programıyla konuğumuz oldu. Daimi<br />
yazarlarımızdan Rahmi Mert Özcan Müzik Kutusu’nda<br />
Bülent Ortaçgil’le bizi karşılarken, Reşit Saraçoğlu “Aşk<br />
Var” diyor ve yine zaman onunla keyifle akıyor… Murat<br />
Örem Ümit Yaşar Oğuzcan’a dair duygulu yazısıyla,<br />
Feridun Ertaşkan ise Zamanın Aynasından adlı hem<br />
konumuza, hem de dergimizin ilk yılına özel yazısıyla<br />
bizimleydi. Klasik albümler ve Albüm Ekşisi ile Murat<br />
Ekşi’nin yeni yorumları bizimleydi. Gel Zaman Git Zaman<br />
köşesinde ise Kubilay Dökmetaş Avni Özbenli’yi andı.<br />
Cahit Cesur’la müzik tarihine yolculuk, haberler, konserler,<br />
kitaplar dergimizin sayfalarında sizleri bekliyor.<br />
Eylül sayımızda görüşmek dileğiyle. Müzikle kalın…<br />
Amber TÜRKMEN<br />
3
Genç dansçılar<br />
yarıştı…<br />
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün<br />
iki yılda bir düzenlediği ve<br />
genç dansçıların uluslararası platforma<br />
taşınmasına fırsat yaratan Uluslararası<br />
İstanbul Bale Yarışması ve Festivali’nde<br />
ödüller sahiplerini buldu.<br />
Festivalde sekiz bin euroluk büyük<br />
ödül, Kazakistan’dan katılan Bahtiyar<br />
Adamzhan’nın oldu. Kazakistan’dan<br />
yarışmaya katılan Assel Askarova da<br />
büyükler kategorisi kızlar birincisi,<br />
Türkiye’den katılan Mehmet Batur<br />
Büklü ise büyükler kategorisi erkekler<br />
birincisi olarak dört bin Euro’nun sahibi<br />
oldular.<br />
Küçükler kategorisi kızlar birincisi<br />
Türkiye’den Katılan Oben Yıldırım ile<br />
küçükler kategorisi erkekler birincisi<br />
Rusya’dan katılan Dmitrii Vysubenko<br />
ise üç bin Euro almaya hak kazandı.<br />
“Türksoy Özel Ödülü” ise Türkiye’den<br />
katılan Yılmaz Berkay Günay’ın oldu.<br />
Işıl German hayatını kaybetti…<br />
Biliyorum Sensin O, Aşkın Kaderi, Ağlıyorsam Sen Aldırma gibi 1970´li yılların<br />
hit şarkılarına imza atan Işıl German, geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi.<br />
Ankara Üniversitesi, Devlet Konservatuvarı, Bale Bölümü´nden mezun olan Işıl<br />
German, müzik yaşamına 1972 yılında Ankara´da sahneye çıkarak başladı. Daha<br />
sonra İstanbul’a gelen sanatçı, burada plak çalışmalarını tamamladıktan sonra<br />
yine Ankara´ya döndü. 1975 yılında ilk plağını çıkaran sanatçı, bir yıl sonra Aşkın<br />
Kederi adlı şarkısıyla çıkış yaptı. 1979 Eurovision yarışması elemelerine katıldı.<br />
Sanatçı en son 1981 yılında bir filmde oyunculuk ve film müziği yaptı.<br />
Sting Antalya’da esecek...<br />
Müzik dünyasının efsanevi isimlerinden Sting, 9 Ağustos’ta Expo 2016<br />
Antalya’da hayranlarıyla buluşacak. İngiliz müzisyen, şarkı yazarı, aktör ve<br />
filantropist olan Sting, solo kariyerinde yaptığı “Englishman In New York”,<br />
“Shape of My Heart”, “Mad About You” ve “Desert Rose” gibi klasikleşmiş<br />
birçok parça ile müzikseverlerin kalbinde taht kurmuş sanatçı Türk müzikseverlerin<br />
de yakından takip ettiği müzisyenlerden birisi. Kariyeri boyunca<br />
pek çok ödül alan şarkıcı, 16 kez Grammy Ödülü, 3 Brit Ödülü, 1 Altın Küre,<br />
1 Emmy ve En İyi Orijinal Şarkı dalında 3 kez Akademi Ödülü sahibi...<br />
4
BİR DÜNYA HABER<br />
Bowie’nin özel koleksiyonu sergilenecek…<br />
69 yaşında kansere yenik düşen efsanevi<br />
İngiliz müzisyen David Bowie’nin 13 milyon<br />
sterlin değerindeki özel sanat koleksiyonu<br />
20 Temmuz itibarıyla sanatseverlerle<br />
buluşuyor. Bir döneme damgasını<br />
vuran unutulmaz şarkıları kadar olağanüstü<br />
kostümleri ile de her zaman konuşulan<br />
Bowie’nin, aralarında Damien Hirst<br />
ve Henry Moore’un da işlerinin yer aldığı<br />
sanat koleksiyonu Londra’dan başlayarak<br />
Los Angeles, New York ve Hong Kong’ta<br />
sergilenecek. Tasarıma dair ilgi alanlarını<br />
yansıtan yüz parça mobilyanın da dahil<br />
olduğu tüm koleksiyon Kasım ayında<br />
da mezata çıkacak. Toplam meblağın on<br />
milyon pound (yaklaşık kırk milyon lira)<br />
olacağı tahmin ediliyor ancak takıntılı<br />
Bowie hayranları düşünüldüğünde, bu<br />
miktar çok daha yükseğe çıkabilir.<br />
Genç<br />
İletişimciler ödüllerini aldı…<br />
Türkiye Radyo Televizyon Kurumu TRT’nin iletişim fakültelerinde okuyan öğrenciler arasında düzenlediği ’TRT<br />
Geleceğin İletişimcileri Yarışması 2016’ ödülleri sahiplerini buldu.<br />
Arı Stüdyoları’nda düzenlenen törenle radyo yayıncılığı, televizyon yayıncılığı, sesli-görüntülü haber yayıncılığı<br />
ve yeni medya yayıncılığı olmak üzere 4 ana dal ve 17 alt kategoride yarışan genç iletişimcilere ödülleri dağıtıldı.<br />
Gripin konserinin yanı sıra TRT sanatçılarının da sahne aldığı geceye, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın yanı<br />
sıra TRT Genel Müdürü Şenol Göka, milletvekiller ve çok sayıda davetli katıldı.<br />
5
BİR DÜNYA HABER<br />
Gece Yolcuları’ndan müjde!<br />
Gece Yolcuları grubu eski şarkıları “Meyhaneler Sen” ile Türkiye’nin ilk emoji alt<br />
yazılı klibini yayınladı. Grup sevenlerine yeni bir albüm müjdesi de verdi. Türkiye’de<br />
ilk kez yapılan bir uygulama olan emoji alt yazısı, akıllı telefon sahipleri<br />
tarafından kullanılan ikonlarla yaratılan bir alt yazı dili. Emojiyi evrensel yeni bir<br />
dil olarak tanımlayan grubun bir sonraki emoji alt yazılı klibini ise dinleyicileri<br />
hazırlayacak. Grup başvuranlar arasından en çok beğeniyi alarak yarışmayı kazanan<br />
şanslı dinleyicisi için bir de turne sürprizi vadediyor.<br />
Waits ve Prine’e PEN’den ödül<br />
Uluslararası Yazarlar Birliği (PEN) tarafından iki yılda bir verilen Şarkı Yazarlığı<br />
Ödülü’ne bu yıl Tom Waits ve John Prine değer bulundu. Daha önce Chuck Berry,<br />
Leonard Cohen ve Randy Newman’a verilen bu prestijli ödül ile ilgili olarak<br />
PEN sözcüsü, “Bu isimler olmadan Amerikan müziğini düşünmek imkansız, ikisi<br />
de bu ülkenin müziği için çok önemli şarkılar üretti,” dedi. PEN Şarkı Yazarlığı<br />
Ödülü’nün jürisinde Elvis Costello, Peter Wolf ve Bono yer alıyorlar.<br />
Genç<br />
klarnetçiden<br />
büyük<br />
başarı…<br />
Mersinli genç klarnetçi Sultan İpek<br />
Çelik, Gürcistan’da düzenlenen<br />
5. Uluslararası Müzik Festivali’nde<br />
Türkiye’ye birincilik kazandırdı.<br />
Farklı uluslardan genç ve yetenekli<br />
müzisyenleri desteklemek, onlar<br />
arasında dostane ilişkilerin oluşturulması<br />
ve geliştirilmesi amacıyla<br />
düzenlenen festivalde, ABD,<br />
İtalya, Rusya, Türkiye, Azerbaycan,<br />
Ermenistan, Kazakistan, Letonya<br />
ve Litvanya’dan pek çok genç yetenek<br />
yer aldı. Festivalde Türkiye’yi<br />
temsil eden Mersin Üniversitesi<br />
(MEÜ) Devlet Konservatuvarı Klarnet<br />
Bölümü lise öğrencisi olan Sultan<br />
İpek Çelik, ‘En İyi Romantik Eser<br />
Performansı’ dalında birinci oldu.<br />
Festivalde, Camille Saint-Seans’ın<br />
Klarinet Sonatı ve Michelle Mangini’nin<br />
Pagina D’Album eserlerini<br />
seslendiren Çelik, birincilik sertifikası<br />
elde etti. Çelik’in bu başarısından<br />
dolayı MEÜ Devlet Konservatuvarı<br />
Öğretim Görevlisi George<br />
Kovziridze’ye de ‘En İyi Öğrenci<br />
Yetiştirme Sertifikası’ verildi.<br />
6
Monopoly müzikal<br />
oluyor…<br />
Hemen hemen tüm dünyada büyük küçük demeden<br />
herkes tarafından sevilen Monopoly oyunu<br />
müzikal oluyor. Amerikalı oyuncak ve kutu oyunları<br />
firması Hasbro, Monopoly üzerine bir Broadway<br />
müzikali yapmayı planlıyor.<br />
Popüler kutu oyunun sahne uyarlaması, benzer<br />
projeleri içeren bir serinin ilk ürünü olacak. Hasbro,<br />
önümüzdeki dönemde Broadway ve ABD’nin çeşitli<br />
yerlerindeki eğlence parkları, tur gemileri ve<br />
benzer sahneler için hazırlanan tiyatro prodüksiyonları<br />
için kendi oyuncaklarını ve oyunlarını kullanacak.<br />
Monoply müzikali ise sadece Broadway için<br />
geliştirildi.<br />
Firmadan yetkililer müzikalin “oturup Monoply oynamak<br />
ile ilgili” olmayacağını, bunun yerine tıpkı<br />
BİR DÜNYA HABER<br />
“Lego Filmi”ndeki gibi oyunun dünyasını yaratıcı bir biçimde<br />
keşfedeceğini söyledi.<br />
“Monopoly the Musical”in ilk gösterim tarihi ya da kadrosunda<br />
yer alacak kişiler açıklanmadı ancak şovun hazır<br />
olması için üç ya da dört yıllık bir süreye ihtiyaç olduğu<br />
tahmin ediliyor.<br />
Trump’a<br />
Pavarotti’nin ailesinden<br />
itiraz…<br />
2007 yılında hayatını kaybeden ünlü tenör Luciano Pavarotti’nin ailesi,<br />
ABD’de Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump’ın, Pavarotti ile özdeşleşen<br />
Puccini’nin aryası “Nessum Dorma”yı seçim çalışmalarında kullanmasına<br />
karşı çıktı. New York Times’ın haberine göre, Pavarotti’nin eşi Nicoletta ve<br />
üç kızı, bu aryanın kullanımının durdurulması için çağrı yaptı. Avukatlarının<br />
yaptıkları çağrıda, aryanın Trump’ın seçim kampanyasında kullanılmasının<br />
utanç verici olduğunu belirttiler. Giacomo Puccini tarafından bestelenen<br />
üç perdelik “Turandot” operasının bir parçası olan “Nessum Dorma”<br />
adlı arya, 1990 Dünya Kupası sırasındaki “Üç Tenor” konserinde Pavarotti<br />
tarafından seslendirilmiş ve geniş kitlelerce tanınmıştı.<br />
Hollywood’un<br />
“görünmez<br />
sesi” hayatını<br />
kaybetti…<br />
Hollywood’un ‘görünmez sesi’ olarak<br />
tanınan Marni Nixon, 86 yaşında hayata<br />
veda etti. Şarkıcı Hollywood’un<br />
en önemli müzikallerinde oyuncuların<br />
sesi olsa da ismi jenerikte yer<br />
almamıştı. Nixon, ‘My Fair Lady/Benim<br />
Tatlı Meleğim’de Audrey Hepburn’ün,<br />
‘The King and I / Kral ve<br />
Ben’de Deborah Kerr’in söylediği<br />
şarkıları söyleyen isimdi. Ayrıca ‘Diamonds<br />
Are a Girl’s Best Friend’de<br />
Marilyn Monroe’nun, ‘West Side<br />
Story’de ise Natalie Wood’un söylediği<br />
şarkıları da onların yerine seslendirmişti.<br />
Nixon’ın kanser nedeniyle<br />
hayatını kaybettiği açıklandı.<br />
7
BİR DÜNYA KONSER<br />
AĞUSTOS<br />
KONSERLERİ<br />
İSTANBUL<br />
Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava sahnesi<br />
bu ay yıldızlı gecelere 5 Ağustos’ta<br />
Funda Arar ile başlıyor. Göksel,<br />
Hande Yener, Sibel Can, Berkay, Murat<br />
Dalkılıç, Sertap Erener, Ferhat Göçer,<br />
Şebnem Ferah, Ajda Pekkan ve Murat<br />
Boz, diğer sahne alacak ünlüler arasında…<br />
İspanyol şarkıcı Buica ve 2016<br />
Eurovision Şarkı Yarışması birincisi Ukraynalı<br />
Jamala da 7 ve 17 Ağustos’ta<br />
sahne alıyor.<br />
Dünyaca ünlü yıldızların sahne alıp<br />
unutulmaz konserler verdiği MASSTI-<br />
VAL geri dönüyor! 8 Ağustos’ta Küçük<br />
çiftlik Park’ta gerçekleşecek MASSTI-<br />
VAL 2016’nın yıldızı SIA… Sahne şovları<br />
da şarkıları gibi oldukça renkli ve<br />
heyecan verici olan SIA’nın özellikle<br />
dansçılarıyla süslediği enerjik performansları<br />
izleyicilere coşku dolu anlar<br />
yaşatıyor.<br />
İZMİR<br />
2010 yılında Ezginin Günlüğü grubundan<br />
ayrılan sanatçı Hüsnü Arkan,<br />
11 Ağustos’ta Volume Alsancak’ta<br />
sahne alıyor.<br />
Türkiye’nin önemli sanatçılarından<br />
Zuhal Olcay, “Başucu Şarkıları 3”<br />
isimli yeni albümünün şarkılarını<br />
seslendireceği konseri ile 10 Ağustos’ta<br />
Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu’nda<br />
sevenleriyle buluşuyor.<br />
Geçen sene Zorlu PSM’de 3 gece<br />
üst üste kapalı gişe konser veren<br />
efsanevi sanatçı Lara Fabian tekrar<br />
Türkiye’de… Lara Fabian 26 Ağustos’ta<br />
Çeşme Açık Hava Tiyatrosu’nda<br />
müzikseverlerle buluşuyor.<br />
ŞEHİR ŞEHİR<br />
12. Uluslararası D-Marin Klasik Müzik<br />
Festivali, 8 güne uzayan güçlü<br />
programıyla bu yıl 20-27 Ağustos<br />
tarihlerinde müzikseverleri Bodrum’da<br />
buluşturuyor. Festival İdil<br />
Biret’in Cumhurbaşkanlığı Senfoni<br />
Orkestrası eşliğinde gerçekleştireceği<br />
açılışla başlayacak. Bu gecede,<br />
müzik dünyasının en büyük piyano<br />
virtüözlerinden biri olan Biret’in,<br />
üstün yorumu ile Edvard Grieg’in<br />
piyano repertuarına kattığı başyapıtı<br />
olan La Minör Konçerto’yu dinleyeceğiz.<br />
8
BİR DÜNYA KONSER<br />
Balıkesir’de Dalyan Sahili’nde<br />
gerçekleşen, “Deniz, kum, güneş ve<br />
%100 rock müzik” sloganı ile yola çıkan<br />
Zeytinli Rock Festivali, bu yıl da<br />
rock ve alternatif müzik dünyasının<br />
en iyi sanatçı ve gruplarını bir araya<br />
getiriyor. Katılımcılarına yüzde yüz<br />
müzik, eğlence ve unutamayacakları<br />
bir rock tatili vaat eden Zeytinli Rock<br />
Festivali’nde 25-28 Ağustos tarihlerinde<br />
4 gün boyunca sahne alması<br />
kesinleşen isimler ; Duman, Şebnem<br />
Ferah, Athena, Pentagram, Teoman,<br />
Mor ve Ötesi, maNga, Hayko Cepkin,<br />
Feridun Düzağaç, Model, Kurban,<br />
Cem Adrian, Ceylan Ertem,<br />
Umut Kuzey, Ceza, Zakkum, Baba<br />
Zula, Büyük Ev Ablukada Fırtınayt,<br />
Metin Türkcan, The Ringo Jets,<br />
Yüzyüzeyken Konuşuruz, Adamlar,<br />
Blacktooth, Marsis, Deniz Tekin, Piiz,<br />
Gece, Fethi Okutan, Serkan Ferat, Seher<br />
Ahmetzade.<br />
Sevilen sanatçı Ceylan Ertem, 20<br />
Ağustos’da Kuşadası AVM Açık Hava<br />
Tiyatrosun’da “Amansız Gücenik”<br />
adlı albümünden şarkılarını seslendirecek.<br />
Kardeş Türküler ve Candan<br />
Erçetin de Balıkesir’de sahne alarak<br />
17 Ağustos’ta Altınoluk Açıkhava Tiyatrosu’nda<br />
sevenlerine birlikte seslenecek.<br />
9
MÜZİK VE ZAMAN<br />
Müzik Zaman İçinde<br />
“Var edilen her şey ‘ol’ emri yani bir ses ile yaratılmıştır. Bu<br />
nedenle hepsinin özünde ritim ve ton yani müzik vardır.”<br />
I. Khanx<br />
Bir sesle yaratıldı yaşam. Kâinat, ses ve titreşim üzerine<br />
kuruldu. Ritim, zaman boyunca devam eden yaşamın ta<br />
kendisi oldu. Denizlerin, nehirlerin, dağların, ovaların, çimenlerin,<br />
çayırların, gökyüzünün bir ritmi, müziği var. Bedenlerin<br />
de, ruhların da. Bedenin ritmi de tıpkı hayatın ritmi<br />
gibidir. “Müzik ve ritim, yollarını ruhun gizli köşelerinde<br />
bulurlar.” Eflatun söylemiş. Müziği ve ritmi, ruhumuzun derinlerinde<br />
yolculuğa çıkan iki yol arkadaşı olarak görmüş.<br />
Ritim kimi zaman düzenli, kimi zaman düzensiz olabilir.<br />
Müzik de öyle. Hayat da öyle. Düzenli ya da düzensiz ama<br />
mutlaka ritmik. Ninni ile uyurken bir yandan da sağa sola<br />
ritmik olarak sallanarak başlayan şey, ilk müzik deneyimi<br />
ve hatta ilk dans eğitimi değil mi? İnsan, müziği ve ritmi<br />
tüm yolculuğu boyunca ruhunda taşır. Nefes alıp verirken<br />
de bir ritim var, kalp atışlarımızda da… Uykunun da,<br />
açlığın da, susuzluğun da ritmi var. Günün, güneşin, ayın,<br />
kâinatın, mevsimlerin, saatlerin velhasıl kelam her anın bir<br />
ritmi, bir düzeni var. Ritmik aralıkların her biri bir zaman.<br />
Buradan bakınca, müzik bir yanıyla zamanın sese dönmüş<br />
hali.<br />
Müziği yaşayan bir organizmaya benzetiyor müzikolog<br />
Filiz Ali: “Zamanın akışı müziğin nabzı ile ölçülür. Sürekli<br />
atan bu nabız, sesleri düzene koyan bir çerçevedir aynı<br />
zamanda. Sesler, o hiç şaşmayan nabzın ve ölçünün yol<br />
göstermesiyle devinirler, dans ederler. Müziğin nabzının<br />
hangi hızda atacağını ise insanoğlu düzene koyar. Besteci<br />
burada işe karışır. ‘Presto’ çok hızlıdır, ‘Vivace’ ise canlı, nabız<br />
‘Allegro’ atıyorsa neşeli ve hızlı demektir, oysa ‘Moderato’<br />
mutedildir. ‘Andante’ yürüyüş temposunu simgeler, ‘Lento’<br />
ve ‘Adagio’da artık nabız iyice ağırlaşmıştır.”<br />
Müzik, ruhun her duygusuna, her mevsimine bir ritmi olan<br />
bir güzel dil. Şairin dediği gibi; “dillerin tükendiği yerdeki<br />
dil.” Duyguyu sese-söze dönüştüren, sonrasında bir başkası<br />
dinlediğinde yeniden duyguya dönüşen sihirli bir dil.<br />
Yüzlerce yıl öncesinden gelen bir müzik, hâlâ ruhumuzda<br />
kendine yer ve de yol buluyorsa, Eflatun’un söz ettiği müzik<br />
ve ritmin birlikte yolculuğu devam ediyor demektir.<br />
Her kültür, müzik üretmiş. Ulaşılabilen tarihin her anında<br />
müzik var. İnsanın bizatihi kendisi de bir enstrüman.<br />
Müzik yapmak için çok fazla bir şeye ihtiyaç yok. Derdini<br />
kederini, sevincini kıvancını, aşkını inancını, özlemini gurbetini<br />
önce ruhundaki gizli köşesinden çıkaracaksın, sonra<br />
da ağzından. Ruhundaki ritim, müziğin de ritmi olacaktır.<br />
Kendi çıkaramadığın sesler için de enstrüman yapacaksın<br />
çeşit çeşit. Ama o enstrümandan çıkan ses de, senin ruhunun<br />
sesi olacaktır.<br />
Tarih öncesi çağlara ait, belki de en saf müziğe dair ipuçlarını,<br />
mağara resimlerinde görüyoruz. Müzikbilimciler, insan<br />
kendi sesini kullanabilmeyi, nesneleri birbirine vurup<br />
ses yaratabilmeyi başardığında müziğin de tarihinin başladığını<br />
söylüyor.<br />
Toplumun düşünüşüne, inanışına paralel dönüşen müzik,<br />
antik çağlarda davetlerin, şölenlerin baş konuğu oluyor.<br />
Ortaçağ’da eski pagan alışkanlıklarına, geleneklerine sıcak<br />
bakmayan kilisenin tavrı dönemin müziğini de belirliyor.<br />
Şenlikli, danslı, coşkulu ritimler yerini ilahi dokunuşlara,<br />
abartısız ritimlere bırakıyor. Dünyevi coşkudan uzak bin<br />
yıllık bir dönemden sonra gelen “yeniden doğuş” dönemi<br />
yeryüzünün tamamını kucaklayan bir neşe, yaşamı tasdik<br />
eden bir coşkuyu ve umudu serpiştiriyor hayata da müziğe<br />
de. Yaşanan bu altın çağın hediyesidir bize opera.<br />
Dünya savaşları, göçler, karabasanlar çağıdır sonraki. Bir<br />
yandan da teknolojinin, hızlı gelişmenin çağıdır. Müziği de<br />
yeni çağın dilini konuşur. Her türlü sınırın zorlandığı, eğildiği<br />
büküldüğü, birçok sanat dalının birbirinin içine girdiği<br />
yılların da başlangıcıdır. Her dönem “post”uyla devam<br />
eder. Tüketim merkezli toplumsal pratikler aynen müziğe<br />
de yansır. Üretimi de tüketimi de piyasa koşullarına göre<br />
şekillenir.<br />
Bazen deltada başlayan bir müzik türü nehirle etrafa yayılır.<br />
Siyah bir çığlık olan o tür “beyaz” bir pazarda endüstriyel<br />
olarak üretilir. Bazen döneminin en kalabalık dinleyicisine<br />
sahip bir tür, küçüle küçüle bir azınlığın müziği haline gelir.<br />
Ama hepsinin de bize söylediği ortak cümle hayatın ileriye<br />
doğru yaşanıp, geçmişe doğru anlam kazandığıdır.<br />
Biz bu sayıda müziğin geçirdiği evrimi ve müzik akımlarıyla<br />
başladık işe ve uzağa gitmeden Anadolu halk kültürümüz<br />
üzerinden müziğin zaman içindeki seyrine bir göz<br />
attık. Bu toprakların yarattığı bir büyük usta “Sanat Güneşi”<br />
üzerinden dönemi ve müziğini anlamaya çalıştık. Sadece<br />
zamanda yolculuğuna değil bu süreçteki zihinsel yolculuğuna<br />
da değindik. Son olarak da yakın tarihimizin rengini<br />
estetize eden “şarkılardan fal tuttuk.” Sıradaki şarkı size gelsin…<br />
10
“Var edilen her şey ‘ol’<br />
emri yani bir ses ile yaratılmıştır.<br />
Bu nedenle hepsinin özünde ritim<br />
ve ton yani müzik vardır.”<br />
I. Khanx<br />
11
BİR DÜNYA SOHBET<br />
Zamanın Sonsuz<br />
Yolculuğunda<br />
Röportaj: Ümit DİRİCAN<br />
Müzik<br />
“İnsanoğlu bir deniz minaresine üfleyip sesini gürleştirmeyi<br />
başardığında müzik de tarihini yazmaya başladı.”<br />
Henüz yedi yaşındayken piyano çalmaya başlayan Evin<br />
İlyasoğlu, müzik eğitimine; İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda,<br />
Robert Kolej’de ve ABD Michigan Devlet Üniversitesi’nde<br />
devam etti. Marmara Üniversitesi İletişim<br />
Fakültesi’nde ve 1987’den beri Boğaziçi Üniversitesi’nde<br />
öğretim görevlisi olarak görev yapmakta olan İlyasoğlu,<br />
aynı zamanda 1991’den bu yana Boğaziçi Üniversitesi’nin<br />
Albert Long Hall Klasik Müzik Konserleri’nin direktörlüğünü<br />
üstlenmekte ve Zehra Yıldız Kültür ve Sanat Vakfı’nın<br />
da Mütevelli Heyeti Başkanlığını yürütmektedir. Akademik<br />
müzik kariyerinin yanı sıra; TRT İstanbul Radyosu’nda 19<br />
yıl boyunca klasik batı müziği programları ve TRT televizyonlarında<br />
da müzik söyleşileri ve dizileri hazırlayıp sundu.<br />
Sanatçı, 1968’de Yeni Dergi Eleştiri Yarışması’nda “Salkımsöğüt”<br />
şiirini müzik yapıtı olarak incelemesiyle Birincilik<br />
Ödülü; 1978’de Türk Dil Kurumu Radyo ve TV Dil Ödülü;<br />
2008’de Boğaziçi Üniversitesi “Senato Özel Ödülü”; 2013’te<br />
Paris “Société d’Encouragement au Progrés” tarafından<br />
meslekleriyle fark yaratanlara verilen “Médallie D’honneur”,<br />
2014’te Polonya Dışişleri Bakanlığı’nın Polonya’nın<br />
uluslararası alanda tanıtılmasına katkılarından ötürü<br />
“Bene Merito” Şeref Nişanı ve 2015’te ise ODTÜ Senatosu’nun<br />
“Takdir Ödülü ”’nü almıştır.<br />
12
EVİN İLYASOĞLU<br />
Tüm bu ödüllerin yanı sıra sanatçının;<br />
10 adet CD ekiyle birlikte sunulan Zaman<br />
İçinde Müzik, Çağdaş Türk Bestecileri,<br />
71 Türk Bestecisi gibi Türkçe/<br />
İngilizce yayınları; yine CD’ler eşliğinde<br />
sunulan Cemal Reşit Rey, Necil<br />
Kazım Akses, Zehra Yıldız, İlhan Usmanbaş,<br />
Ayla Erduran, Bülent Tarcan,<br />
Nevit Kodallı, Yalçın Tura, Gürer Aykal<br />
Müzik de diğer<br />
sanat dalları gibi çağın<br />
akışıyla şekillenen bir<br />
sanat dalıdır.<br />
Önce ilkel kavimlerin<br />
yaşamlarıyla ilgili olarak<br />
ortaya çıkmış: ninniler,<br />
haberleşme, savaşçıya<br />
güç verme,<br />
büyü yapma, hastaları<br />
iyileştirme ve tapınma<br />
gibi temel işlevler olarak<br />
yer almıştır.<br />
üstüne yazdığı biyografik kitapları da<br />
bulunmakta. Yıllar boyu yazdığı söyleşiler,<br />
portreler, değinmeleri 2014’te<br />
Salkımsöğütün Türküsü kitabında<br />
toplanmıştır. Ayrıca Arnavutköy’deki<br />
çocukluk yıllarını konu alan “Teodora’nın<br />
Düşmanları” başlıklı romanı ise<br />
Yunanca ’ya çevrilmiş ve Atina’da yayımlanmıştır.<br />
Yoğun konser çalışmaları arasında<br />
dergimize vakit ayıran Evin İlyasoğlu<br />
ile Zaman ve Müzik konulu keyifli bir<br />
söyleşi yaptık...<br />
Müziğin evrimlerinden ve değişen<br />
zaman içerisinde nasıl bir gelişim<br />
gösterdiğinden bahsedebilir misiniz?<br />
Müzik de diğer sanat dalları gibi çağın<br />
akışıyla şekillenen bir sanat dalıdır.<br />
Önce ilkel kavimlerin yaşamlarıyla<br />
ilgili olarak ortaya çıkmış: ninniler,<br />
haberleşme, savaşçıya güç verme,<br />
büyü yapma, hastaları iyileştirme ve<br />
tapınma gibi temel işlevler olarak yer<br />
almıştır. Değişen zaman içinde daha<br />
yerleşik toplumların gereksinimlerine<br />
ve coğrafi yörelere göre çalgılar yapılmış,<br />
destanlar, marşlar, dini ezgiler<br />
derken, Rönesansla birlikte ortaçağın<br />
bağnazlığına karşı doğan yaşama sevinci,<br />
dansları, dünyasal şarkıları ve<br />
giderek çalgısal müzikleri oluşturmuş.<br />
Tanrısal aşk ve dünyasal aşk birbirini<br />
tamamlarken müzik yapıtlarının konuları<br />
da bunu yansıtmış. 17.yüzyılın<br />
Barok dönemiyle müzik ve tiyatro<br />
birleşmiş, motet, kantat, madrigal ve<br />
nihayet opera sanatı doğmuş. Çalgılar<br />
artık yalnız şarkılara eşlik değil, kendilerine<br />
özgü anlatım kazanmışlar; vokal<br />
biçimlerin yanısıra sinfonia, sonat<br />
gibi biçimler doğmuş. Çağ sonundaki<br />
Aydınlanma akımıyla Klasizmin öz<br />
denge eşitliği, herkesin anlayacağı yalın<br />
anlatımı ortaya çıkmış. Sonra sanatın<br />
her dalında burjuvaya karşı 1789<br />
13
BİR DÜNYA SOHBET<br />
ihtilalinin yankıları yaşanmış. Sanatçı,<br />
kalabalık kentlerden kaçıp kendi iç<br />
dünyasına kapanmış ve karşısında<br />
onu hemen takdir edecek bir kitle<br />
için değil, elbet bir gün değerinin anlaşılacağı<br />
bir kitle için beste yapmaya<br />
başlamış. Böylece 19.yüzyılda müzik<br />
yapısı karmaşıklaşmış, müzik biçimleri<br />
de artık kalabalık orkestrayı içeren<br />
devasa ve uzun senfonik yapıtlar<br />
olarak ilerlemiş. Modern çağlar ise<br />
gelişen teknolojiyi müziğe de yansıtmışlar.<br />
Elektronik laboratuvarlarda<br />
bestelenen müzik yeni efektlere yol<br />
açarken elektronik donanımlı çalgılar<br />
da senfonik müzikte yer almış. Bugün<br />
müzik akımları teknolojik gelişmeler<br />
sayesinde uzak coğrafyalara ve tarihin<br />
derinliklerine uzanmakta; bir yandan<br />
da içinde bulunduğumuz çağın dilini<br />
konuşmakta.<br />
Müzik akımları dediğimiz şey tam<br />
olarak neyi ifade ediyor? Müzik<br />
akımlarıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?<br />
Müzik akımları zaman içindeki diğer<br />
sanat akımlarıyla aynı doğrultuda,<br />
insanların yaratma gücü belli doyumlara<br />
ulaştığında, ortaya çıkmıştır. Rönesans<br />
resmi perspektifi getirdiyse,<br />
Rönesans müziği de polifoniye adım<br />
atmıştır. Barok mimarideki yüksek<br />
kuleler, müzik dalında daha büyük<br />
biçimlere yol açmıştır. Yeniçağlardaki<br />
soyutlama, müzikte de belli bir tondan<br />
kaçış şeklinde yansımıştır. Tarihin<br />
her sahnesinde insanoğlunun yaratıcı<br />
gücü o dönemin yaşama biçiminden<br />
etkilenmiş, sanat akımları da böylece<br />
doğmuştur.<br />
Yaşa göre müzik dinleme alışkanlıklarının<br />
değişmesi söz konusu<br />
mu? Ya da müzik dinleme alışkanlığı<br />
ve kültürü nasıl kazanılıyor. Bunun<br />
belli bir yaşı veya zamanı var<br />
mıdır?<br />
Müzik dinleme alışkanlığı, insanın doğup<br />
büyüdüğü en yakın çevresiyle<br />
doğrudan bağlantılıdır. Evinizde piyano<br />
çalan bir anne varsa, sürekli müzik<br />
yayını yapan radyo kanalları dinleniyorsa,<br />
CD’lerle zenginleştirilmiş bir<br />
müzik kitaplığına sahipseniz, doğal ki<br />
siz de yaşam boyu bu alışkanlığınızı<br />
Rönesans’la birlikte<br />
ortaçağın bağnazlığına<br />
karşı doğan yaşama<br />
sevinci, dansları,<br />
dünyasal şarkıları ve<br />
giderek çalgısal<br />
müzikleri oluşturmuş.<br />
sürdürürsünüz. Bu üst düzey kültürü<br />
olan bir ev ortamı. Ama nota dahi bilmedikleri<br />
halde, kendi aralarında çalgı<br />
çalan, dans edip şarkı söyleyenler de<br />
bir kültür geliştiriyorlar. En azından<br />
müziğin ritmini öğreniyor onların çocukları<br />
da. Ne kadar küçük yaşta ve ne<br />
kadar “soylu” müzik dinletilirse çocukların<br />
kulağı da buna alışır. Dahası var:<br />
Şimdilerde anne karnındaki bebekler<br />
aylarca müzik dinletilerek geliştiriliyor.<br />
Bunların çoğunun müziğe yatkın<br />
çocuklar olarak dünyaya geldiği kanıtlanmakta.<br />
Burada ne yazık ki ülke-<br />
14
EVİN İLYASOĞLU<br />
Klasik bir sandalye,<br />
klasik bir araba, klasik bir ceket zamansızdır.<br />
Onlar her devirde birer başvuru kaynağı gibi<br />
yerlerinde dururlar. Pop müzik, gelip,<br />
geçen, parlayıp çabuk sönen, geniş kitleleri bir<br />
anda coşturan ve modası bitiveren bir daldır.<br />
Klasik müziğin (buna Türk sanat<br />
müziği de dâhil) adeta bir başvuru kaynağı<br />
olarak saklanması ve değerinin<br />
korunması gerekir.<br />
mizin ilköğretim kurumlarında müzik<br />
derslerinin ihmal edilmesine çok acıklı<br />
bir konu olarak değinmeliyiz. Müzik,<br />
küçük yaştaki eğitimle çocukları yönlendiren<br />
bir sanat dalıdır.<br />
Sorunuzun ilk bölümünü şimdi yanıtlıyayım:<br />
Yaşa göre müzik dinleme alışkanlıkları<br />
elbette değişir. Yaşama biçiminiz,<br />
birikiminiz, elinizdeki kaynaklar<br />
sizi her evrede yeni arayışlara sürükleyecektir.<br />
Yalnız klasik müzik değil,<br />
pop müzikte de, etnik müziklerde de,<br />
dinledikçe daha derine inmek, benzer<br />
örnekleri artırmak gerekecektir.<br />
Zaman ve müzik ilişkisi içerisinde<br />
ele alacak olursak; klasik müzik ve<br />
diğer müzik türlerini birbirinden<br />
ayıran özellikler nelerdir?<br />
Klasik bir sandalye, klasik bir araba,<br />
klasik bir ceket zamansızdır. Onlar<br />
her devirde birer başvuru kaynağı<br />
gibi yerlerinde dururlar. Pop müzik,<br />
gelip, geçen, parlayıp çabuk sönen,<br />
geniş kitleleri bir anda coşturan ve<br />
modası bitiveren bir daldır. Klasik müziğin<br />
(buna Türk sanat müziği de dâhil)<br />
adeta bir başvuru kaynağı olarak<br />
saklanması ve değerinin korunması<br />
gerekir.<br />
Bir müzik insanı için zaman kavramı<br />
diğer insanlardan farklılık gösteriyor<br />
mu?<br />
Evet, zamana karşı koşmak, doğru<br />
zamanlamayı bilmek, küçücük bir zaman<br />
diliminde yapacağınız hatanın<br />
dünyayı başınıza yıkabileceğini düşünmek,<br />
müzisyeni diğer insanlardan<br />
farklı kılar. Müziğin matematiksel hesaplarını<br />
da unutmamak gerek.<br />
Bu arada küçük bir not eklemek isteriz. Müzik ve zaman kavramının birbiriyle<br />
olan bu müthiş etkileşimini konu edinmişken; zamanın en önemli<br />
unsurlarından olan tarih sahnesinde müziğe dair neler yaşandığını merak<br />
ediyorsanız, Evin İlyasoğlu ‘nun müzik akımlarını derinlemesine işlediği<br />
“Zaman İçinde Müzik” kitabına da bir göz atmanızı öneririz. Zira<br />
müziğin dönemlere göre nasıl geliştiğine ışık tutan kitapta; Mısır ve Babil<br />
kazılarından Ortaçağ’a, oradan Gotik Çağ, Rönesans, Reform, Barok Dönem,<br />
Romantik ve Klasik Dönem aynı zamanda 20. Yüzyıl ve Türkiye’deki<br />
müzik akımlarına kadar çağa damgasını vurmuş tüm ayrıntıları, akıcı ve<br />
keyifli bir anlatımla bulabilirsiniz…<br />
15
ZAMAN VE MÜZİK<br />
Sahnelerin<br />
Sık Ve Zarif<br />
Beyefendisi…<br />
Zamana Ve Mekâna Meydan<br />
Okuyan Ses Zeki Müren<br />
Hazırlayan: Figen GÖKTAŞ<br />
“Halk sanatçıyı yaratıyor ve<br />
yaşatıyor, sanatçı da halkı<br />
çok saymalı,<br />
ben 30 yıldır henüz<br />
sahnede izleyenlere<br />
arkamı dönmedim”<br />
“Size doyum olmaz sevgili dinleyicilerim. Ama napayım<br />
ki zamanı bize duyuran saatin iki siyah parmağı, akreple<br />
yelkovan, bana ‘hadi güle güle’ diye işaret ediyorlar. Gelecek<br />
hafta aynı vakitte inşallah yine görüşmek üzere, hadi<br />
Allah’a ısmarladık…”<br />
Muhteşem sesiyle radyodan böyle sesleniyordu… Pek<br />
çok özelliğiyle kendi zamanına sığmayan, ne zaman<br />
dinlesek sesiyle yüreğimizi titreten Zeki Müren.<br />
Sadece icra sanatçısı olarak değil, besteleriyle, Türk<br />
Sanat Musikisi üzerine derin kültürüyle, Türkçeyi mükemmel<br />
kullanışıyla ve dinleyicilerine gösterdiği nadide<br />
özeniyle her daim andığımız “Sanat Güneşi” Zeki Müren’i,<br />
bu ay konuk ettik sayfalarımıza.<br />
Kaynaklarda doğum tarihi 1931 yılı olarak görünse de<br />
zat-ı muhteremleri 1933 doğumlu olduğunu söyler…<br />
Bursa’da dünyaya gelen sanatçı, liseyi İstanbul’da okur.<br />
Güzel Sanatlar Akademisinin Yüksek Süsleme Bölümünü<br />
birincilikle bitiren Zeki Müren, girdiği bir sınavla<br />
sanat kariyerine adım atar. İstanbul Radyosunun 1951<br />
yılında açtığı bu sınava 186 kişi girer ve sadece Zeki Müren<br />
kazanır. Radyoya başlar başlamaz mükemmel Türkçesi<br />
ve güzel sesiyle fark edilen sanatçıya solist olarak<br />
Cumartesi günleri 45 dakikalık emisyonlar ayrılır. Sanatçı,<br />
İlk plağı “Muhabbet Kuşu” nu da aynı yıl okur.<br />
16
Bu taş plak kaydı gramofondan hafif cızırtılı sesiyle sizin de<br />
kulağınıza geldi mi?<br />
“Kalbimi bezlederim minnet-ü zevk-e<br />
Dilesen dilesen dilesen<br />
Bir muhabbet kuşu da ben olurum<br />
Sev diye sen.<br />
Sevgimin meltemidir<br />
Şimdi şu ruhumda esen<br />
Ah esen…”<br />
Müren, 1954 yılında adından çok söz ettirecek ilk filmi<br />
“Beklenen Şarkı” da arz-ı endam eder tüm zarafetiyle. “Son<br />
Beste” filminde ise, beyaz frak giyerek şarkı söyler Zeki Müren,<br />
siyah smokinli saz heyetinin önünde… Sonradan öğreniyoruz<br />
ki, sahnede frak ve smokin kullanan ilk sanatçı<br />
da kendisiymiş. Çünkü önceleri saz heyeti günlük kıyafetlerle<br />
çıkarmış. Bir sohbetinde bu konuyla ilgili “saz heyeti<br />
smokin giyince sahnelere bir güzellik bir ciddiyet geldi”<br />
der Zeki Müren.<br />
1957 yapımı “Berduş” filminde ise Müren’i Taksim’de tramvayın<br />
arkasına takılmış şarkı söylerken görürüz. Omzunda<br />
boyacı sandığı ile…<br />
“Sokaklarda gezerim güzelleri severim,<br />
Çok hoşuma giderse gözlerimi süzerim.<br />
Sevdadır beni yakan, var mı bana yan bakan…”<br />
Babasına diploma almadan sahneye çıkmayacağına söz<br />
veren Müren, diplomasını aldığı 1955 yılı 26 Mayıs’ta Küçük<br />
Çiftlik Parkta sahne almaya başlar. 1961 yılında el değiştirerek<br />
adeta küllerinden doğan ve orada sahne alan<br />
şarkıcının assolist unvanı aldığı “Maksim Gazinosu” da,<br />
uzun yıllar Sanat Güneşini ağırlayacaktır. Zeki Müren, pullu,<br />
payetli, tüylü, pelerinli, işlemeli kendi tasarladığı kostümler<br />
ve aksesuarlarla gazino geleneğine bambaşka bir<br />
boyut getirir.<br />
Maksim Gazinosu’nda aralıksız 11 yıl Behiye Aksoy ile dönüşümlü<br />
olarak sahne alan Zeki Müren, 1976’da Londra’daki<br />
Royal Albert Hall’da konser veren ilk Türk sanatçı<br />
olur. Burada verdiği muhteşem konser sonrasında, BBC<br />
Türkçe’de Sabih Aykolar bir söyleşi yapar Zeki Müren ile…<br />
Kusursuz Türkçesi ve muhteşem sesiyle olduğu kadar dönemi<br />
için marjinal sayılabilecek kostümleriyle de zamanın<br />
evvelinde ve ebedinde yer alan Sanat Güneşi, bakın bu<br />
söyleşide kostümleriyle ilgili neler söylemiş…<br />
“Ben 1955 yılından bugüne bütün giysilerimi, normal hayatta<br />
olsun, sahnede giydiklerim olsun onlar fantezi oluyor<br />
malumunuz kendim çiziyorum efendim. Modellerini<br />
kendim çiziyorum, renklerini kendim seçiyorum. Bu bir<br />
yaradılış meselesi, birazda buna ilave edilen ekol meselesi<br />
oluyor. 1955’den bu yana her sezon her şarkı için hemen<br />
hemen değişik anlam taşıyan kostümlerimi çizdim<br />
ve giydim. Beğenildiğini gördükçe de devam ettim. Ben<br />
smokinle de okuyorum, fantezi kostümlerle de okuyorum,<br />
eserine göre seçiyorum bunları. Ve zannediyorum ki bu<br />
dünyada, benden sonraki yıllarda tatbik edildi. Bu da bana<br />
ZEKİ MÜREN<br />
17
ZAMAN VE MÜZİK<br />
“Ben 1955 yılından<br />
bugüne bütün<br />
giysilerimi, normal<br />
hayatta olsun,<br />
sahnede giydiklerim<br />
olsun, onlar fantezi<br />
oluyor malumunuz<br />
kendim çiziyorum<br />
efendim.”<br />
bahtiyarlık veriyor. Mesela Liberace’yi<br />
(Amerikalı piyanist şarkıcı) bana benzetirler<br />
giysi bakımından, ben şu noktada<br />
hayır diyorum. Benim 1956’da giydiğimi<br />
60’lardan sonra Liberace giydi. Bu bir ruh<br />
benzerliği olabilir. Ama ben onu görüp<br />
de onu taklit etmedim.”<br />
Sunucu, Anadolu’da verdiği konserler<br />
sırasında giysilerinin nasıl bir tesir bıraktığını<br />
da sorar sanatçıya ve…<br />
“Müspet tesir ediyor. Aksi zannediliyor<br />
ancak şöyle oluyor; Ben Anadolu’muzun<br />
öz motiflerinden bazı pasajlar alıyor ve<br />
tatbik ediyorum ve Türk motifli kostümlerim<br />
de var, yerine göre onları yerine<br />
göre fantezi olanları giyiyorum. Hatta bazı kostümlerimi<br />
yalnızca içkili gazinolarda giyiyorum. Yani “helva” da diyoruz<br />
“halva” da naçizane…’’<br />
Zeki Müren 600’ü aşkın plak ve kaset doldurdu, 1955’te<br />
“Manolyam” adlı şarkısıyla Türkiye’de ilk kez verilen Altın<br />
Plak Ödülü’nü kazandı.<br />
“Uzun yıllar bekledim, hakikat oldu rüyam<br />
Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam<br />
Nazlı çiçeğimsin sen, sevdana dayanamam<br />
Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam…”<br />
Sanat Güneşi, 1991 yılında Devlet Sanatçısı seçildi. 300<br />
dolayında bestesi olan Zeki Müren’in, on yedi yaşındayken<br />
“Zehretme hayatı bana cananım”<br />
mısrasıyla başlayan acemkürdi şarkısı<br />
bestelediği ilk eseridir. Sanatçının<br />
“Şimdi Uzaklardasın”, “Manolyam”, “Bir<br />
Demet Yasemen”, “Gözlerinin İçine<br />
Başka Hayal Girmesin”, “Elbet Bir Gün<br />
Buluşacağız” gibi eserler sık sık okunan,<br />
en sevilen şarkılarıdır.<br />
Bunları yazarken, apartman topuklu<br />
çizmeleri ve pelerinli göz alıcı kostümüyle<br />
“Sanat Güneşi” podyumdan<br />
tüm zarafetiyle şarkı söyleyerek geliyor<br />
gibi hissettim sevgili okuyucu…<br />
Ya siz?<br />
Şimdi uzaklardasın /Gönül hicranla doldu<br />
Hiç ayrılamam derken /Kavuşmak hayal oldu<br />
Sevda bahçelerinin /Çiçekleri hep soldu<br />
Hiç ayrılamam derken /Kavuşmak hayal oldu …<br />
Şarkı söylemekle kalmayan sanatçı resimle uğraşır, beste<br />
yapar ve şiir yazar. 1965 yılın da Çay ve Sempati adlı tiyatro<br />
da başrolde oynayarak kariyerinde zirve yapan Zeki Müren<br />
oyunculuk dışında 100’e yakın şiir de yazar ve şiirlerini ‘‘Bıldırcın<br />
Yağmuru’’ adlı şiir kitabında toplar… Şiirlerin bazıları;<br />
18
Kazancı Yokuş ve Kendimi Arıyorum,<br />
Alınyazım, Çim Makası, Son Kavga,<br />
Bursa Sokağı vb.dir.<br />
“Halk sanatçıyı yaratıyor ve yaşatıyor,<br />
sanatçı da halkı çok saymalı, ben 30<br />
yıldır henüz sahnede izleyenlere arkamı<br />
dönmedim” diyen Zeki Müren<br />
zamanın ötesinde sevilen, sayılan bir<br />
sanatçı olmanın sırrını da satır arasında<br />
veriyor öyle değil mi?<br />
Bir döneme damgasını vuran arabesk<br />
akımı için de sanatçı; “Arabeske karşı<br />
değilim ama arabeskçi de değilim”<br />
der… Zeki Müren, gazino programlarında<br />
zaman zaman arabesk şarkılara<br />
da, hafif müzik eserlerine de yer verir<br />
ve “Türk Sanat Müziğini hiç bir etki<br />
yozlaştıramaz, arabesk bir modadır,<br />
geçecektir, klasikler öyle değildir. Torunumuzun<br />
torunu da dinleyecektir”<br />
sözleriyle duygularını ifade eder.<br />
“Sanat Güneşi” iltifatı, her sanatçıya<br />
nasip olmayacak dile kolay ama içerikte<br />
bir o kadar derin ve ağırlığı olan<br />
bir benzetme… Bu sıfatı kabul edip,<br />
ölene kadar taşıyabilmek de ayrı bir<br />
maharet gerektirir sanırım. Bu anlamda<br />
Zeki Müren birçok ilke imza atarak<br />
övgüleri hak ettiğini her zaman kanıtlamış…<br />
Sahnede el mikrofonunu ilk kullanan,<br />
ilk kez podyum yaptırıp hakkını veren<br />
(“gazinoda arkada oturanlara da aynı<br />
oranda ulaşmak istedim onun için<br />
podyum istedim” diyerek), her zaman<br />
konuşulacak kıyafetler giyen (onayladığınızı<br />
duyar gibiyim), sahne performanslarında<br />
koro ve renkli sahne<br />
ışıklarını kullanan, yine sahnede dekor<br />
kullanarak tiyatral bir hava yaratan…<br />
Evet bütün bunları son derece incelikle<br />
ve güvenli duruşuyla, tane tane<br />
ağzından dökülen sözcüklerle yapan,<br />
sahneye damgasını vuran, imzasını<br />
atan Zeki Müren…<br />
ZEKİ MÜREN<br />
“Bir sanatçı eskimeden<br />
kendini yenilemesini<br />
bilirse halk onu daha<br />
çok seviyor”<br />
19
ZAMAN VE MÜZİK<br />
Maksim Gazinosu’nda<br />
aralıksız 11 yıl<br />
sahne alan Zeki Müren,<br />
1976’da Londra’daki<br />
Royal Albert Hall’da<br />
konser veren ilk Türk<br />
sanatçı olur. Konser<br />
sonrasında, BBC<br />
Türkçe bir söyleşi yapar<br />
Zeki Müren ile…<br />
Müren, hayatının son zamanlarında<br />
kalp rahatsızlığı ve şeker hastalığından<br />
dolayı sahne hayatından uzaklaşır.<br />
TRT İzmir Televizyonunda kendisi<br />
için düzenlen tören sırasında kalp krizi<br />
geçiren Sanat Güneşi, 1996 yılının<br />
24 Eylül Salı günü hayatını kaybeder.<br />
Mekânın ötesine geçen Zeki Müren,<br />
ölümünden sonra tüm mal varlığını<br />
vasiyetle Türk Eğitim Vakfı ve Mehmetçik<br />
Vakfına bırakarak zamanın da<br />
ötesinde olduğunu son kez kanıtlamıştır.<br />
Zeki Müren’in bu bağışlarıyla<br />
birlikte 2012’ye kadar 1900’e yakın<br />
öğrenci okutulmuş.<br />
Yaşamı boyunca çok sevdiği halkına<br />
tüm kalbini açan Sanat Güneşi<br />
ölümüyle de bu toprakların insanına<br />
hizmet etti. Belki zor zamanlarında<br />
çekildiği inziva sırasında sıra bize<br />
gelmeliydi. İhtişamından öyle büyülendik<br />
ki ışığı gözümüzü aldı. Duygu<br />
dünyası bu kadar yoğun bir insanın<br />
çalkantılarını, naifliğini ve yalnızlığını<br />
görmedik. Biz onu hep Mesut Bahtiyar<br />
sandık…<br />
‘Kimsesizlerin kimsesiziyim kimsesizim<br />
Yalnızların yalnızıyım yalnızım<br />
Dertlilerin dertlisiyim dertliyim<br />
Aşıkların aşkıyım aşıkım<br />
İsmim mesut göbek adım bahtiyar<br />
Yıllarca hep böyle bildiniz siz<br />
Mesut bahtiyardan şarkılar dinlediniz”<br />
20
ZAMAN VE MÜZİK<br />
Şarkılardan Fal Tuttum<br />
Tarihe Müzikle Not Düşenler<br />
Hazırlayan: Nesrin BÜYÜKTURAN<br />
Masallar onunla başlar, zamanın evvelinde pireler<br />
berber olur, develer tellal olur, annelerin beşiğini<br />
çocuklar sallar, zaman hiç durmadan akar koca bir<br />
nehir gibi. Masal değil anlatacaklarımız ama âdet<br />
yerini bulsun, zaman denen beşikte herkes mutlu<br />
olsun. Haydi o zaman; evvel zaman içinde, kalbur<br />
saman içinde; pireler berber, develer tellal iken,<br />
ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken diyerek<br />
başlayalım hem yazıya hem söze.<br />
Ezeli bir geçmişle ebedi bir geleceğin arası bugün.<br />
Her nefes, geleceğe atılan bir adım. Zamanın içinde<br />
önce yer sonra yol aldığımız şeyin adı da hayatın ta<br />
kendisi. Ağlayarak başladığımız yolculukta hayat su<br />
gibi akacak ve nasıl ki her nehir bir ummana karışır,<br />
hayat da bir gün o sonsuz umman da yeniden başlayacak.<br />
Dualarla başlayan hayat yine dualarla ummana<br />
karışacak. Ol vakit kaybetmeden ninnilerle<br />
başlayan hayatın içindeki müziğe, zamanın ritmine<br />
bırakalım kendimizi Yahya<br />
Kemal Beyatlı’dan yardım alarak;<br />
çünkü zaman, şairin de şiirin<br />
de baş tacıdır:<br />
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,<br />
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.<br />
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;<br />
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.<br />
(Sessiz Gemi)<br />
Her ne kadar ölümü hatırlatsa da, Ada’dan ayrılan<br />
sevgilinin ardından yazılan bu şiir, 1970’li yıllarda Hümeyra’nın<br />
sesinden yerleşir kulaklarımıza. Fransızca bir<br />
şarkının (Sans Toi Je Suis Seul) bestesine Yeşil Giresunlu<br />
adapte eder sözleri, Hümeyra (Akbay) seslendirir.<br />
Şiir önce bestecisini, sonra icracısını bulur. Bazen de<br />
hepsi aynı isim olur.<br />
Zamanın oyunlarını çözmeye çalışır dururuz. Peşinden<br />
koştukça yetişme ihtimalimizin azalacağını biliriz. Dinleyecek<br />
ne çok şarkı, okunacak ne çok kitap, yaşanacak<br />
ne çok zaman var deriz. Belki bu eli kalbinde koşturmacanın<br />
ilacı da oyunda, müzikte gizlidir. İşte o şarkılardan<br />
birinde Fikret Kızılok, zamanın sözcükleriyle<br />
oynuyor.<br />
Bir gün olsun unutunca<br />
Dışımda kalıyorsun<br />
Oysa seni düşününce<br />
İçime sığmıyorsun<br />
Zaman zaman o zaman<br />
Zaman zaman o zaman.<br />
Ömür dediğin şey hem çok uzun hem de çok kısa olunca,<br />
güfteciler de besteciler de zamanı durdurmak için,<br />
daha doğrusu zamana bir iz bırakabilmek için sözcüklere,<br />
notalara sığınmışlar, tıpkı İlter Yeşilay güftesi, Bilge<br />
Özgen bestesinde olduğu gibi. Zeki Müren ne güzel<br />
söylerdi:<br />
21
ZAMAN VE MÜZİK<br />
Dediler zamanla hep azalırmış sevgiler,<br />
Olsun bana seninle geçen yıllarım yeter,<br />
Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok<br />
mu,<br />
Ömür dediğimiz şey küsecek kadar<br />
çok mu?<br />
Geçmiş zamanı özlemle yâd edenler<br />
de kâğıda kaleme sarılıp önce söz,<br />
sonra sese dökmüşler zamanı. Geçmişin<br />
sitemi de özlemi de yer bulmuş o<br />
şarkılarda.<br />
Ağla çeşmim eski lezzet kalmamış<br />
peymânede<br />
Nerde saki ehli dil yok meclis-i mesthanede<br />
Ey gönül âlem değişmiş gayrı feryad<br />
eyleme<br />
Nerde saki ehli dil yok meclis-i mesthanede.<br />
Cahit Öney’in bu güftesini, udî Selçuk<br />
Kurt bestelemiş. Yeri gelmişken;<br />
TRT’nin şarkı anonsları ne güzeldir, ne<br />
özeldir. Söz yazarını, bestecisini, icracısını,<br />
makamını ince ince, nezaketle,<br />
saygıyla anons eder sunucu. Sonra<br />
radyodan içinize akar zamanın müziği.<br />
Zaman bir şeyleri geride bırakırken,<br />
bir yandan da geleceğin ümididir. O<br />
umudu kanatlandırmak için de elbet<br />
bir şarkı vardır. Sözlerin coşkusunu,<br />
bestesinde sese çeviren muzip bir şarkı;<br />
‘Bir Gece Ansızın Gelebilirim.’<br />
Ümit Yaşar Oğuzcan’ın<br />
şiirini, Rüştü Şardağ<br />
bestelemiş. Yaşar Özel’in<br />
eşsiz sesinden dinledik.<br />
Bu kadar yürekten çağırma<br />
beni<br />
Bir gece ansızın gelebilirim<br />
Beni bekliyorsan uyumamışsan<br />
Sevinçten kapında ölebilirim.<br />
Ne güzel sözleri okurken fark<br />
etmeden şarkıyı mırıldanmaya<br />
başlamak. Ne güzel güfteler,<br />
besteler dolmuş içimize.<br />
Hem bir sevinç, hem<br />
nezaket hem de biraz geç<br />
kalmışlık yok mu sözlerde?<br />
Müzik yaşayan bir organizmadır.<br />
Zamanın akışı da müziğin<br />
nabzı ile ölçülür ya belki de ölçülen<br />
tam da yaşamın nabzıdır aslında.<br />
Zamanın nabzı, yazın ritminde atar,<br />
güzün, baharın ritminde, hem gençliğin<br />
hem yaşlılığın ritminde atar. Müzik<br />
bu ritimleri tutar, yol gösterir, dilimize<br />
tercüme eder. Fuat Edip Baksı’nın<br />
sözlerini, Selahattin Pınar bestelemiş.<br />
Nesrin Sipahi’nin sesinden yer etmiş<br />
kulaklarımıza. Yaşamın her mevsimidir<br />
anlatılan.<br />
Bir bahar akşamı rastladım size<br />
Sevinçli bir telaş içindeydiniz<br />
Derinden bakınca gözlerinize<br />
Neden başınızı öne eğdiniz<br />
İçimde uyanan eski bir arzu<br />
Dedi ki yıllardır aradığın bu<br />
Şimdi soruyorum büküp boynumu ah<br />
Daha önceleri neredeydiniz?<br />
Şair dediğin hem korkusuz hem uykusuz<br />
olur. “Ve saatler gecikmiş<br />
za- manları” çalarken, sevgilisini<br />
düşünür.<br />
Yine<br />
bir Ümit Yaşar Oğuzcan şiirini, yine<br />
Rüştü Şardağ bestelemiş:<br />
Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde<br />
Gözlerin uzun uzun karanlığa dalarsa<br />
Bir sıcaklık duyarsan üşüyen ellerinde<br />
Ve saatler gecikmiş zamanları çalarsa<br />
22
Bil ki seni düşünüyorum.<br />
Zamana karşı bitmeyen aşkın sözünü<br />
vermiş Enis Behiç Koryürek. Erol Sayan<br />
da bestelemiş. Bizim hanemize de sevmek<br />
düşmüş bu şarkıları:<br />
Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler,<br />
yıllar /Zaman sanki bir rüzgâr ve bir<br />
su gibi aksın / Sen gözlerimde bir renk<br />
kulaklarımda bir ses / Ve içimde bir nefes<br />
olarak kalacaksın<br />
Şarkıya türküye nefes verenlerden Allah<br />
razı olsun. Rahmeti bol olsun Kazancı<br />
Bedih’in sesine sığındığımız zamanlar<br />
çok olmuştur. İşte O’nun sesi,<br />
tükenen bir ömrün ahı, yeni bir hayatın<br />
başlangıcı:<br />
Tükendi nakdi ömrüm,<br />
Dilde sermayem bir ah kaldı<br />
Derun-i derdimi lokman’a gösterdim<br />
Dedi eyvah bu derdin defunine çare<br />
Hakiki bir ilah kaldı.<br />
Gözümüzün yaşı, gönlümüzün neş’esi,<br />
aşkımızın başköşesi Neşet Ertaş, sevgisiz,<br />
sevgilisiz bir an yaşamadan türkülerini<br />
bıraktı zamana, evvelden ahire…<br />
Cahildim dünyanın rengine kandım<br />
Hayale aldandım boşuna yandım<br />
Seni ilelebet benimsin sandım<br />
Ölürüm sevdiğim zehirim sensin<br />
Evvelim sen oldun ahirim sensin.<br />
Ahmet Rasim evden çıkarken, eşi hanımefendi,<br />
“sakın geç kalma, erken gel”<br />
der eşine. Dostlarıyla muhabbet uzar<br />
ve Ahmet Rasim karısının ricasını söyler<br />
muhabbet masasında. Sözler orada<br />
yazılır, masada olan Tatyos Efendi besteler,<br />
hep beraber Ahmet Rasim’in evine<br />
gidilir. Saz takımıyla birlikte şarkı ilk<br />
olarak evin pencerelerinin altında seslendirilir.<br />
Tuncel Kurtiz’den dinlemiştim<br />
bu şarkının hikâyesini:<br />
Bu akşam gün batarken gel<br />
Sakın geç kalma erken gel<br />
Tahammül kalmadı artık<br />
Sakın geç kalma erken gel.<br />
Söz zamandan açılmışken Münir Nurettin<br />
besteleri unutulur mu? Yahya<br />
Kemal Beyatlı’nın Rindlerin Akşamı<br />
şiirini ölümsüzleştiren, yüreğimize kazıyan<br />
müthiş beste. İnsana şarkı söyleten<br />
şairler var ne güzel. O zaman hep<br />
beraber:<br />
Ah, dönülmez akşamın ufkundayız<br />
Vakit çok geç<br />
Bu son fasıldır ey ömrüm<br />
Nasıl geçersen geç.<br />
İnsan yaşadıkça şarkı söyleyecek, müzik<br />
dinleyecek. Hep beraber söyleyelim<br />
şarkılarımızı. O zaman Bir Dünya Müzik<br />
okurları için gelsin bütün şarkılar.<br />
23
BİR DÜNYA SOHBET<br />
Anadolu’nun<br />
Kadim Sesi<br />
Ustalarının Yolunda Bir Büyük Usta:<br />
Ismail Altunsaray<br />
Röportaj: Nesrin BÜYÜKTURAN<br />
Duygular vardır bedene dar gelir. Büyür<br />
büyür de sanki tüm gökyüzünü<br />
yutmuşsunuz gibi nefes alamaz duruma<br />
getirir. Bazen ruhunuz o kadar<br />
kendi içine kapanır ki bedenin yılankavi<br />
sokaklarında kaybolur, gökyüzünü<br />
görecek küçücük bir pencere arar durur.<br />
Bazen her şeye geç kalmışsınızdır.<br />
Avcunuza bakarsınız parmaklarınızın<br />
arasından kum gibi süzülürken zaman.<br />
O ara kardeşiniz İsmail Altusaray’dan<br />
bir türkü paylaşır sosyal medya<br />
denen mektupla ta uzaklardan.<br />
Dokunamadığınız saçları, annesinin<br />
deyimiyle “ipek gibi savrulur”... Ruhunuz<br />
orta yerinden yırtılıverir... Ruhunuz<br />
yolunu bulmuştur. Çünkü kendini<br />
anlatan dili bulmuştur. Bu öyle bir dil ki<br />
kadim zamanlardan beri biriktirilmiş<br />
tüm sesleri içerir işin ve ruhun ehlinin<br />
elinde. İşte biz de Anadolu halkının diline<br />
tercüman olan, içinde birden çok<br />
ustanın ruhunu, sesini taşıyan bir sanatçıyla<br />
İsmail Altunsaray’la konuştuk<br />
bu kadim dili.<br />
Bu ayki konumuz; “zaman ve müzik”.<br />
Bu doğrultuda türkülerde ‘zaman’<br />
nasıl işler?<br />
Zaman, her daim müziğe yön veren<br />
ana unsurlardan bir tanesi olmuştur.<br />
Ben bu konuya kendi alanım türküler<br />
üzerinden değinmek isterim. Türküler,<br />
yaşanılan çağa göre şekillenir. Türküler<br />
24
şahit olduğu zaman diliminin acılarını,<br />
aşklarını, gurbet gibi yaşanan toplumsal<br />
gelişmeleri, bunların sonucunda<br />
yaşananları en yalın ve en derin haliyle<br />
bizlere sunar. Dolayısıyla şahit olduğu<br />
çağın yaşam iklimine göre gerçek hayat<br />
hikâyelerinin ruhunu ortaya koyar.<br />
Bu nedenle “Müzik ve Zaman”ı birbirinden<br />
ayırabilmek mümkün değildir.<br />
Kimisi yüzlerce yıl önce yakılmış<br />
olan türküleri bugün aynı duygularla<br />
dinlememizi sağlayan nedir?<br />
Türküleri diğer türlerden ayıran en belirgin<br />
ve en değerli özelliktir bu. Örneğin<br />
Karacaoğlan’ın 16. yüzyılda yazmış<br />
olduğu mısraların yaşadığımız<br />
çağda da aynı duygularla dinlenmesi<br />
ve sahiplenilmesi,<br />
hatta asla sahiplenilme kaygısı<br />
taşımadan üretilmiş olması, bu<br />
kadim ve bekasından asla ödün<br />
vermeyen geleneğin ne denli<br />
güçlü olduğunu bizlere açık bir<br />
biçimde göstermektedir. Muhtevasını<br />
yaşanılmış hikâyelerden alan,<br />
bünyesinde yalan barındırmayan, köklü<br />
edebi geçmişini geleneksel ögelerden<br />
ödün vermeden güncelleyen bu<br />
kadim kültür, varlığını dünya var oldukça<br />
sürdürecektir. Türküler, bu toprağın<br />
insanının ta kendisidir.<br />
Toplumun belleğini oluşturmada,<br />
kültürümüzün dünden bugüne aktarılmasında<br />
türkülerin işlevi nedir?<br />
Aslında geçmiş yüzyıllarda türkülere<br />
konu olmuş kavramlar hâlâ değişmiş<br />
değil. Belki günün şartlarına göre nasıl<br />
yaşandığı değişiyor olabilir ama temelinde<br />
duygular aynı… Aşk, acı, hasret,<br />
gurbet, göç gibi kavramların hâlâ var<br />
olduğu bir çağda yaşıyoruz. İnsanoğlu<br />
var oldukça da bu kavramlar yaşamaya<br />
devam edecek. Dolayısıyla geçmişte<br />
yakılmış olan bu türküler, toplumda<br />
zaten sağlam bir bellek oluşturmuş ve<br />
oluşturuyor. Ancak bunun sürekliliğinin<br />
sağlanabilmesi için, küreselleşen<br />
dünya şartlarında bu devamlılığı sağlayacak<br />
sağlam devlet politikalarına<br />
ihtiyaç duymaktayız. Ben kendi adıma<br />
acilen bu gibi durumlar adına çalıştaylar<br />
başlatılmalı diye düşünüyorum.<br />
Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş gibi<br />
büyük ustaların vârisi, abdal geleneğinin<br />
günümüzdeki en iyi temsilcisi<br />
olarak görülüyorsunuz. Aradaki<br />
bu kadar zaman farkına rağmen<br />
aynı ruh nasıl devrediyor?<br />
Öncelikle Muharrem Ertaş ve Neşet<br />
Ertaş gibi ruhunu dünyaya bâki kılmış<br />
bütün ustalarımı saygı ve rahmetle<br />
anıyorum. Başlangıçta şunu söylemek<br />
istiyorum, ismimin büyük ustalarla<br />
birlikte anılması benim için tarifsiz bir<br />
onur ve mutluluk. Ancak bu “vâris”lik<br />
konusuna değinmeden edemeyeceğim.<br />
Kimse kimsenin “veliahtı”, “vârisi”<br />
Türkülerin en önemli özelliği<br />
doğal olmasıdır. Doğayla hemhâl<br />
olmamış bir insanın doğal<br />
olabilmesi ve türkü yakabilmesi<br />
mümkün değildir.<br />
asla olamaz. Herkesin kendine ait bir<br />
tavrı, lezzeti, rengi, dokusu vardır. Dolayısıyla<br />
kimsenin bu kıymetli ustalarımızın<br />
yerini doldurması mümkün değildir.<br />
Merhum büyük usta Neşet Ertaş’ın<br />
bu konuyla ilgili çok yerinde bir sözü<br />
vardır. “Gölgeye girenin gölgesi olmaz”<br />
der büyük usta. Bizler daima bu büyük<br />
ustaların yakmış olduğu ışıktan yolumuza<br />
devam etmeliyiz, edeceğiz de<br />
ancak gölgesinde kalmadan. Aynı ruhun<br />
devrettiği bu kültür, usta-çırak ilişkisinin<br />
ne yazık ki geçmişteki gücünü<br />
koruyamamasıyla beraber, eski gücünü<br />
yitirmeye başlamış ve bu işe gönül<br />
veren insanları sosyal medya unsurlarına<br />
mecbur bırakmıştır. Ben ve benim<br />
çağdaşım meslektaşlarım Neşet Ertaş’ı<br />
algılayabilecek akil baliğ çağlarımızda<br />
ustanın gönlüne şahitlik ettik. Bizler<br />
kadar şanslı olmayan nesiller kapıda.<br />
Dolayısıyla şartların eski olgunluğunda<br />
olmamasını ve birçok riski göz önünde<br />
bulundurduğumuzda, geleneksel<br />
çalıştayın elzem bir şekilde hayata geçirilmesinin,<br />
bu kültürün menfaatine<br />
atılacak en sağlam adım olacağını düşünüyorum.<br />
İSMAİL ALTUNSARAY<br />
Okullusunuz ama alaylı tavrı taşıyorsunuz.<br />
Bunları bir potada nasıl<br />
eritiyorsunuz, bu iki hâlin birbiriyle<br />
kaynaşması nasıl oluyor?<br />
Bu soruya cevap vermeden evvel<br />
doğduğum topraklara ve o yıllardaki<br />
gelişimime kısaca değinmek isterim.<br />
1980 yılında Kırşehir’de doğdum ve 17<br />
yaşıma kadar orada yetiştim. Marmara<br />
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde<br />
okuduğu yıllarda (1992) ablam, İstanbul’da<br />
bir müzik mağazasına, bana<br />
hediye etmek için bir keman almaya<br />
giriyor. Kendisine elindeki parayla sadece<br />
bağlama alınabileceği söyleniyor<br />
ve benim de bağlama ile tanışmam<br />
bu hikâyeyle başlıyor. 12<br />
yaşımda kendi olanaklarımla<br />
ilerlemeye başladığım enstrümanım<br />
ile 17 yaşıma kadar “alaylı”<br />
diye adlandırdığımız yetişme<br />
modelinin içinde bulundum. Bu<br />
süre içerisinde abdallık geleneğinin<br />
içinden gelen birçok usta<br />
ile meşk etme olanağı buldum. Hâlâ<br />
da performans alanlarının en değerlisi<br />
olduğuna inandığım düğünlerde, bu<br />
ustaların gönüllerinden faydalandım.<br />
Gerek icra, gerek gönül, gerekse vücut<br />
dili olarak onların derinliklerine şahit<br />
oldum. Daha sonra 1997 yılında kulakları<br />
çınlasın saygıdeğer müzik öğretmenim<br />
Adil Yenidünya’nın emekleriyle<br />
konservatuvar sınavlarına hazırlandım<br />
ve aynı yıl İTÜ Türk Mûsikîsi Devlet<br />
Konservatuvarı Temel Bilimler Bölümü’nü<br />
kazandım. İşin bilimsel tarafına<br />
yeni bir adım atmıştım ve okuldaki<br />
birçok öğretmen ve özellikle öğrenci<br />
arkadaşlarımın bilgilerine nail oldum<br />
ve kendimi akademik ve bilimsel ola-<br />
rak geliştirmeye çalıştım. Lisans eğitimim<br />
bittikten sonra Haliç Üniversitesi<br />
Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Müziği<br />
Anasanat Dalı yüksek lisans eğitimimi<br />
tamamladım. Bu yılların tamamını sahne<br />
ve stüdyo ortamlarında enstrümanist<br />
olarak birçok sanatçıya eşlik ederek<br />
geçirdim. Arkadaşlarımın ve çok<br />
kıymetli öğretmenlerimin baskısıyla<br />
albüm yapma kararı aldım. O zamana<br />
kadar kulağıma ve gönlüme dolmuş<br />
25
BİR DÜNYA SOHBET<br />
olan her ayrıntıyı sizin de değindiğiniz<br />
gibi aynı pota içerisinde eritmeye çalışıp<br />
insanlara sunmaya kendimi hazırlamıştım<br />
artık. Konservatuvar eğitimim,<br />
alaylı geçmişimi bilimsel anlamda analiz<br />
edebilmeme ve müziğe başka bir<br />
pencereden bakmama yardımcı oldu.<br />
Bilimin ışığında, geleneğin derinliğinde<br />
yeni bir yol çizmeye çalıştım kendime<br />
ve bu zorlu yolculuk, yaşadığım<br />
müddetçe bana yeni şeyler öğretmeye<br />
devam ediyor.<br />
Zaman içinde hareket etmeyen, zamana<br />
uymayan bir müzik türünün<br />
yaşaması mümkün müdür? Eskinin<br />
ve yeninin dengesi ne olmalı?<br />
Türü ne olursa olsun, sanatsal derinliğe<br />
erişmiş bir eserin yaşamaması mümkün<br />
değildir. Bu tür eserler popüler<br />
olma kaygısı taşımadan üretilmiş ve<br />
kendini zaman, madde, popülizm gibi<br />
kavramlardan bağımsız kılmış, soyutlamışlardır.<br />
Hatta bu bahsettiklerimizi<br />
dahi düşünmemişlerdir... Bana göre bir<br />
eserin ölümsüz olabilmesi için iki şeye<br />
ihtiyacı vardır; “doğruluk ve derinlik”. Bu<br />
iki özellik eseri her çağda kıymetli kılar.<br />
Bu noktada da eski ve yeninin bir önemi<br />
yoktur.<br />
Yaşam şartları değişiyor, algılar değişiyor,<br />
zevkler değişiyor ama sizi<br />
dinleyenler arasında çok genç müzikseverler<br />
de var bunu neye bağlamalıyız?<br />
Yaptığınız işi sahiplenen birçok insan<br />
modeli var ve bu insanlar olgunlaştıkça<br />
daha derin sanat anlayışına yöneliyor<br />
ve benimsiyor. Gençleri derin<br />
Bu kadim kültür,<br />
varlığını dünya var<br />
oldukça sürdürecektir.<br />
Türküler, bu toprağın<br />
insanının ta kendisidir.<br />
muhtevaya sahip bir sözlü kültür alanına<br />
çekmek gerçekten çok zor bir iş.<br />
Hem onların beğenisine hitap etmek<br />
hem de yaptığın iş adına doğruyu yapmak<br />
gerekiyor. Aslında burada sonuç,<br />
sizin neyi tercih ettiğinize bağlı olarak<br />
ortaya çıkıyor. Az önce bahsettiğim ve<br />
benim de benda fark edilmesi sadece<br />
ustalarımızın başarısıdır. Bize düşen de<br />
bu devraldığımız geleneği yozlaştırmadan,<br />
sadakatle sürdürmektir. Eserde<br />
verilen duygu derin ve doğruysa, geçmişte<br />
de şimdi de hedefine ulaşıyor ve<br />
yaşı da olmuyor.<br />
Türküleri besleyen toplumsal koşullar<br />
değiştiği için mi yeni türküler<br />
üretilmiyor?<br />
Türküleri besleyen en önemli unsurlardan<br />
bir tanesi de doğadır. Küreselleşen<br />
dünya şartlarında, bütün dünya<br />
ülkelerinin ekonomik ve sosyal olanaklarını<br />
büyütebilmek adına yaptığı girişimlerin<br />
tamamı doğaya ve Dünya’ya<br />
geri dönüşü olmayan zararlar veriyor,<br />
vermeye de devam ediyor. Örneğin bir<br />
kutup ayısını çölün ortasına koyduğunuzda<br />
orada yaşamasının imkânı yoktur.<br />
İnsanoğlunu doğadan ne kadar<br />
ayırır, onu kendi ikliminden ne kadar<br />
uzaklaştırırsanız, onu kendinden ve<br />
dünyadan o denli uzaklaştırırsınız. Böyle<br />
bir atmosferde aşk, sevgi gibi türkülerin<br />
yakılmasına konu olmuş kavramlar<br />
da yok olup gider ne yazık ki...<br />
Dolayısıyla bizim türkü yakabilmemiz<br />
için kendi iklimimizde ve doğamızda<br />
olmamız şarttır. Türkülerin en önemli<br />
özelliği doğal olmasıdır. Doğayla hemhâl<br />
olmamış bir insanın doğal olabilmesi<br />
ve türkü yakabilmesi mümkün<br />
değildir.<br />
Müzik, kültürel bir miras. Bu mirası<br />
korumanın ve aktarmanın yanı sıra<br />
çoğaltarak, zenginleştirerek aktar-<br />
26
İSMAİL ALTUNSARAY<br />
“Doğruluk ve derinlik”<br />
kavramlarını tercih eden<br />
ve özünde barındıran<br />
genç nesillerin artması,<br />
ışığından yürüdüğümüz<br />
ustaların ruhlarını şâd<br />
edecektir.<br />
mak da müzisyenin sorumluluğu<br />
değil mi? Mirası aktarmanın ötesinde<br />
zenginleştirme konusunda<br />
neler yapılmalı ve siz neler yapıyorsunuz?<br />
Öncelikle bizim bu mirası koruyabilmemiz<br />
için çok sağlam devlet politikalarına<br />
ihtiyacımız var. Bu kültürü korumak<br />
adına TRT ve Kültür Bakanlığı gibi<br />
kurumlar, şimdiye kadar birçok uygulamayı<br />
devreye sokmuş, birçok girişimde<br />
bulunmuştur. Bunların bir kısmı etkili<br />
ancak büyük bir kısmı da beyhude<br />
olmuştur. Ancak günümüz şartlarında<br />
birçok farklı tedbirlere ihtiyaç duymaktayız.<br />
Bununla ilgili yapılacak geleneksel<br />
çalıştay, bu kültürü korumak ve<br />
yeni nesillerin üretimlerini bu kültüre<br />
kazandırmak adına, devrim niteliğinde<br />
bir girişim olur, İnşallah da olur. Tabii ki<br />
bu kadar problemi devlet politikalarının<br />
eksikliklerine yormak yerine kişisel<br />
çabalarımızı arttırmaya çalışmak yerinde<br />
olacaktır. Yeni üretimler yapıp bu işi<br />
daha da zenginleştirebilmek için ise yineleyerek<br />
söylüyorum, bilimin ve aklımızın<br />
ışığında geleneğin derinliklerine<br />
uzun yolculuklar yapıp, gönlümüzü,<br />
dimağımızı bu zenginliklerle doldurmalıyız.<br />
Aksi takdirde bir hapishane avlusunda<br />
volta atan mahkûmlar misâli<br />
aynı avluyu döner döner dururuz.<br />
Yeni denemeler konusunda ne düşünüyorsunuz?<br />
Geleneksel değerlere ve derinliklere<br />
bağlı kalınmalı ancak, geleneğin etik,<br />
edebi ve müzikal ögelerine dair sınırların<br />
ihlâl edilmediği, yoruma ve özgürlüğe<br />
açık bir icra gelişmeli diye düşünüyorum.<br />
Gelenek kelimesi ismini<br />
nereden almıştır diye araştırdığımızda,<br />
“gelene ek” anlamını taşıdığını görürüz.<br />
Kendinden önce gelen Usta’nın ürettiğine<br />
katkıda bulunmak, gerçeğe yeni<br />
bir bakış kazandırmak gibi anlamlara<br />
ve derinliğe sahip olan ismiyle müsemma<br />
bu kelime, geçmiş ile geleceği<br />
harmanlayarak, yeni, kalıcı ve kadim bir<br />
gücün varlığını ortaya koyuyor.<br />
Buna bağlı olarak, müziğin ticari bir<br />
faaliyet konusu olması, bir bozulmaya-yozlaşmaya<br />
yol açıyor mu?<br />
Aslında dejenerasyon maalesef kültürümüzün<br />
her alanında mevcut. Anadolu<br />
halk kültürünün bütün unsurlarına<br />
sirayet etmiş bu tehlikeye elzem bir<br />
şekilde “dur” demek zorundayız. Bütün<br />
yörelerimizdeki türkülerimizden tutun<br />
da halk oyunlarına, giyimimizden<br />
tutun da dilimize ve hatta bir kısmını<br />
kaybetmenin eşiğine kadar geldiğimiz<br />
halk şairleri, töre ve törenler gibi<br />
sayısız folklor unsurunu bu tehlikeden<br />
kurtarmak bizim vatani görevlerimizin<br />
başında geliyor. Ben özellikle kendi<br />
yörem için de buna bir örnek vermek<br />
istiyorum. Orta Anadolu’nun tamamında,<br />
varlığını tüketime dair ürünler<br />
sunarak sürdüren, hiçbir edebi değere<br />
ve alt yapıya sahip olmayan, yakışıksız<br />
dost meclislerinden etrafımıza kontrolsüzce<br />
saçılan, ayrıca geniş kitleler tarafından<br />
kabul görmesi, ticari getirisi ve<br />
kamu denetiminin yoksunluğundan<br />
aldığı cesaretle kültürümüze yaptığı<br />
her türlü müdahaleyi kendine hak gören,<br />
müzikal olaraksa icra, entonasyon<br />
ve geleneksel form bilgisi vb. ögelerden<br />
olabildiğince uzak bir “müzik türü”<br />
empoze edilmek isteniyor. Üstelik de<br />
kültürümüzün bir parçası denilerek.<br />
Birçok değerli ustaya kucak açmış olan<br />
başkentimiz Ankara; büyükşehir olması,<br />
kozmopolitleşen yapısı, Orta Anadolu<br />
geleneksel kültürünün yeşerdiği<br />
ve saflığını koruyan birçok iline komşu<br />
olması ve aldığı sosyal-ekonomik<br />
tabanlı göçlerin sonrasında ne yazık<br />
ki bu dejenerasyon halkasının da başkenti<br />
olmuştur. Yüzyıllardır “Hakikât Elçileri”<br />
ustalarımız tarafından dilden dile<br />
aktarılmış ve gönülden gönüle köprüler<br />
kurmuş ve bugünlere taşınmış türkülerimize<br />
yapılan bu pervasız girişimleri,<br />
Anadolu halk kültürüne yapılmış<br />
bir ihanet olarak görüyorum.<br />
27
BİR DÜNYA SOHBET<br />
Hisler Âleminin Tercümanı:<br />
Ali Bozkurt<br />
Röportaj: Nesrin BÜYÜKTURAN<br />
Urfalı Kel Hamza’nın “Aşkın ne derin<br />
yâreler açtı sinemde” türküsünü<br />
ve hikâyesini biliyor musunuz? Biz<br />
TRT yapımcısı Ali Bozkurt’tan öğrendik.<br />
Söyleşi sonrasında türküyü<br />
dinledikçe sözcükler hükmünü yitirdi.<br />
Soluduğumuz duman gibi daha<br />
derinlere sızdı Kel Hamza’nın sesini<br />
çatallandıran keder. Hisler âleminin<br />
diliyle anlaştık. Anladık ki sohbetten<br />
çıkaracağımız en temel mesaj da<br />
buydu. Sevilen birçok müzik programında<br />
imzası olan Ali Bozkurt’u<br />
aslında izleyiciler çok yakından tanıyor.<br />
1988’de ilk programını yaptığı<br />
heyecan ve titizlikle üretmeye devam<br />
eden TRT yapımcısı Bozkurt, yaptığı<br />
işlere yüreğini koymakla kalmamış<br />
hep bir adım daha ileriye taşımış, imzası<br />
olacak kadar özgün programlar<br />
üretmiş. Geçen yirmi sekiz yılda<br />
Bergüzar, Çalsın Davullar, Ezgileri<br />
Yurdumun ve Senfonik Dokunuşlar<br />
gibi unutulmayan müzik programlarını<br />
türkü severlerle buluşturmuş.<br />
Müdürünün; “bildiğin işi yap, bir işi<br />
bilen adam ol” öğüdü, meslek hayatı<br />
boyunca yol göstermiş. Bu öğüde<br />
uyup hep daha iyi işlerle izleyicisinin<br />
karşısına çıkan Ali Bozkurt, müziğin<br />
ve müzik programı yapımcısının<br />
zaman içindeki değişimini anlattı.<br />
Okurken TRT tarihinde bir yolculuk<br />
yapacaksınız.<br />
TRT’deki yolculuğunuz nasıl başladı?<br />
1987 yılında sınava girdim ve 1988<br />
yılında yardımcı prodüktör olarak göreve<br />
başladım. Öncesinde 6 yıllık bir<br />
devlet memuriyetim vardı. Bir buçuk<br />
yıl Haber Dairesi’nde çalıştım. Sonrasında<br />
TRT’nin açtığı sınavla yardımcı<br />
prodüktör olarak Müzik ve Eğlence<br />
Programları Müdürlüğü’nde göreve<br />
başladım. Bu 28 yıllık süreçte müzik ve<br />
eğlence programları üretmeye devam<br />
ediyorum.<br />
Neden türkülere yoğunlaştınız?<br />
Göreve başladığımda, Müzik Eğlence<br />
Programları Müdürü Âdem Gürses’ti.<br />
Odasında kendisiyle görüştüğümde<br />
“ne yapmak istiyorsun” diye sordu<br />
bana. Ben de program yapmak istediğimi<br />
söyledim. Benim otuz yıla yakın<br />
süreçte hep kılavuzum olan şunları<br />
söyledi: “Sevdiğin işi yap, bildiğin işi<br />
yap ve bir işi bilen adam ol.” Benim türkülere<br />
özel ilgim vardı ve bu ilgimi geliştirmeye<br />
karar verdim. O günden bu<br />
yana da Türk halk müziği programları<br />
yapıyorum büyük bir keyifle. Türklerimizi<br />
öğrenmek için büyük çaba harcadım.<br />
Plak toplamaya başladım. Binlerce<br />
türkü plağından oluşan ciddi bir<br />
arşivim var. Çocukken, babamın verdiği,<br />
saman kâğıttan yapılmış bir defterim<br />
vardı. Radyoda yayınlanan türkülerin<br />
sözlerini yazardım ben bu deftere.<br />
Defterin adı da Türkü Defteri’ydi. Yıllar<br />
sonra bu isimde bir proje yapmak iste-<br />
28
Televizyonculukta, daha<br />
seri üretilebilen ürünler,<br />
müzik ve eğlence<br />
ürünleridir.<br />
Programınız prime<br />
timeda yer alır.<br />
Riski çok yüksektir.<br />
Yüksek bütçeli programlardır.<br />
O yüzden sizin<br />
zamanın ihtiyaçlarına<br />
uygun fark yaratmanız<br />
gerekir. Bu noktada da<br />
öncelikle yapımcının<br />
farklı olması gerekir.<br />
dim ama İstanbul Televizyonu’ndan bir<br />
yapımcı arkadaşım daha önce yapmış<br />
olduğu için proje olarak kaldı sadece.<br />
Türküler çok önemli kültürel ürünlerimiz<br />
ve ben türküleri layıkıyla öğrenmek<br />
için önemli bir süreç yaşadım.<br />
Plağın yanında eski radyo ve müzik cihazlarını<br />
da toplamaya başladım. Türküye<br />
dair ciddi bir mekân oluşturdum.<br />
Âdem Gürses’in öğütleri her zaman yol<br />
gösterici oldu. Oluşturduğum kültürel<br />
hafıza ve birikim sayesinde projeler<br />
üretebildim. Türküleri bildikten sonra<br />
proje üretmeniz mümkün oluyor çünkü<br />
ne yapacağınızı biliyorsunuz. Proje<br />
üretme noktasında dağarcığınız sizi<br />
yönlendiriyor. Bilmeden yaptıklarınız<br />
özgün olmaz. Ancak bir yapımcının<br />
en önemli ayırt edici özelliği, özgün<br />
olabilmesidir. Yoksa yaptıklarınız, daha<br />
önce yapılmış olanların tekrarından<br />
öteye geçmez. Kalıcı olabilmek için bu<br />
şarttır.<br />
Aynı zamanda vizyon sahibi olabilmek<br />
gerekiyor sanırım.<br />
Toplum değişiyor, dolayısıyla talepler<br />
de değişiyor zamana göre. Yapımcı<br />
hassasiyetlerinizi muhafaza ederek<br />
proje üretebilirsiniz. İlk başladığım yıllarda<br />
playback malzeme kullanırdık.<br />
Aynı kayıt defalarca kullanılırdı. Playback,<br />
duygu kaybına yol açar. Okur<br />
gibi yapmakla, gerçekten okumak çok<br />
farklı. Toplum bunun farkına vardıktan<br />
sonra, artık bu talebe uygun proje<br />
üretmek zorundasınız. Zaman noktasında<br />
bir basamak daha ileri gittik.<br />
Programlar, ufak tefek müzikal hatalara<br />
rağmen daha sıcak olmaya başladı.<br />
Hem sanatçı hem de yönetmen daha<br />
dikkatli olmak zorundaydı artık. İhtiyaca<br />
göre kendinizi yenilemek, geliştirmek<br />
zorundasınız. Televizyonculukta,<br />
daha seri üretilebilen ürünler, müzik<br />
ve eğlence ürünleridir. Programınız<br />
prime timeda yer alır. Riski çok yüksektir.<br />
Yüksek bütçeli programlardır.<br />
O yüzden sizin zamanın ihtiyaçlarına<br />
uygun fark yaratmanız gerekir. Bu noktada<br />
da öncelikle yapımcının farklı olması<br />
gerekir. Yapımcı biraz aykırı olmalı.<br />
Herkes aynı şeyi düşünürse, ortaya<br />
çıkanlar da birbirinin aynı olur. Kurumun<br />
da bunun önünü açması gerekir.<br />
Kurumsal motivasyon çok önemli.<br />
Dönemsel talepler programlarınıza<br />
yansıyor mu?<br />
Toplumsal gelişmelere ilk ayak uydurması<br />
gereken Kurum’un makro<br />
politikasını oluşturan üst yönetimdir.<br />
Onlar, talebi değerlendirip uygulama<br />
noktasındakilerden bu talebe uygun<br />
üretim isterler. Siz de mesleki ilkeleriniz<br />
doğrultusunda üretim yaparsınız.<br />
Sizin yaptığınız program, bir yazarın<br />
ALİ BOZKURT<br />
kitabı gibidir. Programı yaparsınız ve<br />
seyircinin beğenisine sunarsınız. Burada<br />
esas olan sizin mesleki doğrularınıza<br />
ne kadar bağlı kaldığınızdır.<br />
Çok popüler de olsa hiç çalışmadığım<br />
insanlar olmuştur. Dönemsel talebe<br />
göre programınızda revize yaparsınız.<br />
Talep yönlendiricidir. Ama sizin meslek<br />
doğrularınıza aykırı bir içerikle de<br />
ortaya çıkmanız doğru değil. Kendinize<br />
olan saygınızı kaybedersiniz. Konjonktür<br />
gereği bir içeriğe yer vermem.<br />
Bir kamu yayın kurumu olarak bizim<br />
bu toplumsal talebin şekillenmesinde<br />
rol almamız gerekir. Sektörün lokomotifi<br />
TRT olmalı.<br />
Günümüzde rekabetçi bir yayıncılık<br />
ortamı var. İzleyicinin çok fazla<br />
seçeneği var. Siz bugünün ihtiyaçlarına<br />
nasıl karşılık veriyorsunuz?<br />
Kanal sayısı arttı, müzisyen sayısı arttı,<br />
teknoloji gelişti ve tüketim arttı. Ben<br />
bu noktada biraz daha seçici olmaya<br />
ve bilerek tüketen izleyiciye hitap<br />
eden programlar yapmaya gayret ediyorum.<br />
Genel beğeniden uzak durmaya<br />
çalışıyorum. Popüler olanın peşinden<br />
gitmiyorum. Seçici bir içerik inşa<br />
etmeye çalışıyorum. Bergüzar böyle<br />
bir ihtiyaçtan doğmuştur. Altı yıllık bir<br />
projeydi ve kalıcı oldu. Çalsın Davullar,<br />
biraz daha dinamik ve neşeli içeriğe<br />
sahipti. O da talep gördü ve izleyiciyle<br />
buluştu. Talebi doğru değerlendirdiğimi<br />
düşünüyorum.<br />
29
BİR DÜNYA SOHBET<br />
Oluşturduğum kültürel<br />
hafıza ve birikim<br />
sayesinde projeler<br />
üretebildim. Proje<br />
üretme noktasında<br />
dağarcığınız sizi<br />
yönlendiriyor. Bilmeden<br />
yaptıklarınız özgün<br />
olmaz. Ancak bir<br />
yapımcının en önemli<br />
ayırt edici özelliği,<br />
özgün olabilmesidir.<br />
Yoksa yaptıklarınız,<br />
daha önce yapılmış<br />
olanların tekrarından<br />
öteye geçmez.<br />
Yapımcı olmanız yanında iyi bir türkü<br />
dinleyicisiniz bu işinizi kolaylaştırıyor<br />
mu?<br />
Bir türkü sever olarak, kendi beklentilerim<br />
yol gösterici oluyor. Bu beklentileri<br />
paylaşacak insanlar olduğuna inanıyorum.<br />
Kurum benden her türlü talepte<br />
bulunabilir. Ben de her türlü müzik<br />
programı yapabilirim. Ama klasik müziği<br />
ya da Türk Sanat Müziğini seven,<br />
bilen bir yapımcının programı, benim<br />
yapacağımdan daha iyi olur. Ben bir<br />
gün, bir operayı çekmekle görevlendirildim.<br />
Bir yapımcı olarak genel prensipleri<br />
biliyorum tabii. Gittim çektim<br />
ama eminim operayı seven, bilen birisi<br />
çekse çok daha iyi olurdu. İdarenin<br />
bunu gözetmesi gerekir. Yapımcı bir<br />
konuda ihtisas sahibi olmalı. İhtisasınız<br />
olan bir alanda iş üretirseniz, bu mutlaka<br />
programa yansır. Seyircinin nabzını<br />
da daha kolay tutarsınız.<br />
Zaman çok hızlı akıyor ve ihtiyaçlar<br />
değişiyor. Yüzlerce yıllık türkülerimizi<br />
zamanın bu değişimine karşın<br />
koruyabilmek, aktarabilmek, dinletebilmek<br />
gittikçe zorlaşıyor mu?<br />
Ben türkülerin, müzikal mirasımızın<br />
otantikliğinden uzaklaşmaması gerektiğini<br />
düşünüyorum. Çağa ayak uydurmak<br />
adına yapmanız gereken şeyler<br />
var. Günün ihtiyaçlarına uygun düzenlemeler<br />
yapabilirsiniz ama türkü tadını<br />
kaybedemezsiniz. Yapımcının da bu<br />
konuda dikkat etmesi gerekir. Örneğin<br />
Neşet Ertaş türküleri senfoni orkestrası<br />
eşliğinde seslendirildiğinde, siz o icranın<br />
içinde Acem Kızı’nı ya da Gönül<br />
Dağı’nı duyarsınız. Bu tür bir sunumda<br />
bir sıkıntı yok çünkü onun da bir alıcısı<br />
vardır. En azından klasik müzik alıcısına<br />
da ulaşmış olursunuz. Ama o icranın<br />
içinde Neşet Ertaş’ı kaybederseniz, o<br />
artık Neşet Ertaş değildir. Tehlike burada.<br />
Klasik müzik dinleyicisinin algısını<br />
da bozarsınız.<br />
Müzik programlarında müzikle<br />
birlikte görüntü de sunumda çok<br />
önemli bir hale geldi.<br />
Müzik programlarında, yönetmen olarak<br />
tarzınızı yerleştirmeniz çok önemli.<br />
İçerik ve üslup sizin imzanızdır. Işığından<br />
dekorunu, kamera geçişinden<br />
resim seçimine kadar size ait bir şey<br />
olmalı. Bunun için de yönetmenin müziği<br />
bilmesi gerekir. Hangi ölçülerde<br />
nerede resim değiştirilir, estetik bilgisine<br />
sahip olmanız gerekir. Altta türkü<br />
varken, resimde pop müzik tarzı bir<br />
akış varsa bu olmaz.<br />
30
ALİ BOZKURT<br />
Müzik programlarında,<br />
yönetmen olarak<br />
tarzınızı yerleştirmeniz<br />
çok önemli. İçerik ve<br />
üslup sizin imzanızdır.<br />
Işığından dekorunu,<br />
kamera geçişinden resim<br />
seçimine kadar size ait<br />
bir şey olmalı.<br />
Bunun için de<br />
yönetmenin müziği<br />
bilmesi gerekir. Hangi<br />
ölçülerde nerede resim<br />
değiştirilir, estetik<br />
bilgisine sahip olmanız<br />
gerekir.<br />
Türkülerin farklı enstrümanlar eşliğinde,<br />
örneğin senfoni orkestrası<br />
eşliğinde icra edilmesi, türkünün<br />
ruhunda bir kayıp yaratmıyor mu?<br />
Ben evimde türküleri mahalli sanatçıların<br />
icrasından dinlemeyi tercih ediyorum.<br />
O icralarda ayrı bir duygu, ayrı<br />
bir lezzet var. Müziğin en saf halini<br />
sunuyor size. Siz bunu, tüketime uygun<br />
hale getirmek için otantikliğinden<br />
uzaklaştırdığınızda, müzikal bir kayba<br />
uğramaması düşünülemez. Burada<br />
dengeyi iyi kurgulamak lazım. Kaybettiklerinizle<br />
kazandırdıklarınızı tartmanız<br />
lazım. Zenginleştirme hanesi ağır<br />
basıyorsa tercih edebilirsiniz. En sevdiğim<br />
uzun havalardan biridir, “aşkın ne<br />
derin yaralar açtı ciğerimde.” Urfalı Kel<br />
Hamza okumuş. Kızı ölmüş ve kızının<br />
mezarı başında yakmış türküyü. Masa<br />
başında oturup böyle bir şey yapabilir<br />
misiniz?<br />
Kel Hamza gibi değerlerimizin zamana<br />
direnebilmesi için yapımcının<br />
katkısı ne olabilir?<br />
Popüler kültür ve onu getirdiği talep o<br />
kadar baskın ki, hızla üretilip hızla tüketilmeli<br />
ki yeni ürünler satılabilsin. Bu<br />
döngüyü kırmak çok güç. Bir yapımcının<br />
ya da bir kurumun kendi dinamikleriyle<br />
bunu geri çevirmek çok zor.<br />
Devletin kültür ve eğitim politikasıyla<br />
desteklenmesi gerekiyor. Her şey kolay<br />
üretim hızlı tüketim üzerine kurulu.<br />
Ama Urfalı Kel Hamza’yı dinlemek için<br />
zaman ayırmanız, emek harcamanız<br />
gerekiyor.<br />
Bir atmosfere dâhil olmanız gerekir.<br />
Ama bugünkü hayat koşulları, sizi hızlı<br />
tüketmeye zorluyor ve yönlendiriyor.<br />
İhtiyaçlarınız ve algınız sizin dışınızda<br />
şekillendiriliyor. Ama kaliteye her zaman<br />
talep var. Sayısal olarak değerlendirmemek<br />
gerekiyor. Bu talep var<br />
olduğu sürece de üretmeye devam<br />
edeceğiz.<br />
Yakında yeni bir programınızı izleme<br />
şansı bulacağız.<br />
Aşina isimli bir program. Ankara Radyosu’ndan<br />
Muzaffer Ertürk’le birlikte<br />
yapıyoruz. Aşina olduğumuz ama biraz<br />
üzeri tozlanan bir repertuvar anlayışımız<br />
var. Özel bir repertuvarla izleyicilerimizin<br />
karşısına çıkacağız. İcrası zor<br />
eserleri tercih ettik. Muzaffer Ertürk,<br />
bugüne kadar pek seslendirmediği<br />
gazelleri icra etti. Sadece türkü değil<br />
şarkı icraları da var. İyi sanatçılarla iyi<br />
bir müzik programı yaptığımıza inanıyorum.<br />
31
BİR DÜNYA SOHBET<br />
Müzik Ve Zamanın<br />
Beyinsel Gizemleri<br />
Röportaj: Ümit DİRİCAN<br />
“Hayat tek bir işle uğraşmak için fazla<br />
uzun; insan ise, tek bir işle ömrünü tüketmek<br />
için fazla karmaşık”<br />
Sinan Canan<br />
Prof.Dr. Sinan Canan bilim yolculuğuna<br />
Hacettepe Üniversitesi Biyoloji<br />
bölümüne girerek başlamış, ardından<br />
tıbbi fizyoloji ve psikoloji eğitimleri<br />
almış. Çeşitli üniversitelerde öğretim<br />
görevlisi olarak nice bilim neferi yetiştiren<br />
Canan, bir yandan da kendini<br />
zihin, beyin, psikoloji ve sinirbilimleri<br />
araştırmalarına adamış… Kendi söylemiyle;<br />
amatör parantezinde müzik,<br />
fotoğrafçılık, dijital sanat gibi işlerle<br />
vakit dolduran, “kaotik ve fraktal”<br />
olan her şeye tutkun, içindeki çocuk<br />
büyümesin diye elinden geleni yapan<br />
ve insanoğlunun tek bir işle ömür tü-<br />
ketmek için fazla muazzam olduğuna<br />
inanmış, renkli bir sima… “Kimsenin<br />
Bilemeyeceği Şeyler” ve “Değişen<br />
Be(y)nim” adlı kitapları da bulunan<br />
Canan, 2013 yılında bir bilimsel anlatı<br />
ve araştırma merkezi olan [n]Beyin‘i<br />
kurmuş ve halen [n]Beyin’de Bilimsel<br />
Kurul Başkanlığı görevini sürdürmektedir...<br />
Bu ayki konumuz olan müzik ve<br />
zaman ilişkisiyle ilgili, tüm yoğunluğu<br />
Zaman dışarıda fiziksel olarak mevcut olmayan bir<br />
hadise. Beyin olmadan zaman diye bir şeyden<br />
bahsetmek mümkün değil çünkü şu saat,<br />
dakika, günler geceler diye saydığımız,<br />
içimizden sürekli hesapladığımız zaman algısı,<br />
bizim beynimizin ve zihnimizin dünyadaki olayları<br />
sıraya koyma yöntemi aslında.<br />
32
içerisinde bize zaman ayıran sevgili<br />
Prof. Dr. Sinan Canan’ın, zihnimizde<br />
açacağı pencerelere gelin heyecanla<br />
tanıklık edelim…<br />
Öncelikle beynimizin saati nasıl<br />
işliyor diye sormak isterim? Zihnimizdeki<br />
zaman algısından biraz<br />
bahsedebilir misiniz?<br />
Öncelikle zaman denen şeyi bir tanımlayalım.<br />
Zaman dışarıda fiziksel<br />
olarak mevcut olmayan bir hadise.<br />
Beyin olmadan zaman diye bir şeyden<br />
bahsetmek mümkün değil çünkü şu<br />
saat, dakika, günler geceler diye saydığımız,<br />
içimizden sürekli hesapladığımız<br />
zaman algısı, bizim beynimizin<br />
ve zihnimizin dünyadaki olayları sıraya<br />
koyma yöntemi aslında. Fizikte de<br />
malum zaman 4. bir boyut. Nasıl en,<br />
boy, yükseklik gibi 3 boyut var, zaman<br />
da bunun gibi bir boyut. Bir yerden<br />
bir yere doğru akıyor olması algısı bizim<br />
beynimizin yarattığı bir illüzyon.<br />
Hatta birçok fizikçi bu boyutu olduğu<br />
için teorik olarak zamanda ileri geri<br />
gidebileceğini iddia ediyor. Neticede<br />
beyin yoksa zaman da yok diye söylemek<br />
lazım. Bizim zamana bağlı olarak<br />
değişen biyolojik ritimlerimiz var.<br />
Beynimizin şuursuz olarak çalışan ve<br />
iç otomatik mekanizmalarını yöneten<br />
hipotalamus diye bir bölgesi ve burada<br />
da biyolojik bir saatimiz var, suprakiazmatik<br />
çekirdek. Böyle havalı da bir<br />
ismi var… Bu çekirdek moleküler bir<br />
saat içeriyor. Biz bu moleküler faaliyetlerin<br />
sonucunda içsel bir saat ritmi<br />
yaşıyoruz aslında. İnsanı tamamen güneşten,<br />
dış şartlardan izole bir yere kapatırsanız,<br />
yaklaşık birkaç gün içinde,<br />
25 saatlik bir günlük döngüye uymaya<br />
başladığını görürsünüz. Bizim içsel saatimiz<br />
25 saat ama dış işaretlerle bunu<br />
sürekli 24 saate ayarlıyoruz. Bu neyi<br />
sağlıyor. Uyku, üreme, yumurtlama<br />
döngüleri bunların hepsi bu içsel saatin<br />
orkestrasyonunda cereyan ediyor.<br />
Biz ritmik canlılarız zamansal açıdan.<br />
Sadece biz değil dünyada yaşayan<br />
bütün organizmalar, dünya bir gündüz<br />
gece döngüsünden geçtiği için,<br />
biz bunlara uygun ritimlere sahip olacak<br />
şekilde ayarlanmışız. Bir de günlük<br />
hayatta zaman dediğimiz şey var. Çok<br />
meşhur bir deyiş var, Einstein’ın söylediği<br />
görecelik kavramı. Sevgilinizin yanında<br />
geçirdiğiniz bir dakika ile sobanın<br />
üzerinde oturduğunuz bir dakika<br />
birbirinden çok farklıdır diye. Gerçekten<br />
de öyle, dışsal zaman ile algıladığımız<br />
zaman birbirinden çok farklı olabiliyor.<br />
Beynimizin ön kabuk bölgesinde<br />
frontal korteks dediğimiz bölgede, gelecek<br />
bir dakikayı, bir saati, bir ayı, bir<br />
yılı ya da bir yüzyılı hayal edebilen bazı<br />
devreler var. Bu devrelere baktığınızda<br />
bu devrelerin en gelişmiş şekli biz insanda.<br />
İnsan beyninin hangi özelliği,<br />
diğer canlılara göre gelişmiştir derseniz<br />
ben size bunu zamansal tahmin<br />
yeteneği olarak söylemeyi seviyorum.<br />
Bu konuda o kadar iyiyiz ki sadece bir,<br />
iki, beş sene sonrasını değil, yüz sene<br />
bin sene sonrasını, ölümümüzden<br />
sonrasını, 1-2 milyar sene sonra bu<br />
dünyanın ne hale geleceğini falan bilmek<br />
zorunda hissediyoruz kendimizi.<br />
Einstein’ın bir varsayımı olan zaman<br />
algısının göreceliğinden bahsettiniz.<br />
Bu algının bulunduğumuz<br />
SİNAN CANAN<br />
zamana, harekete, koşullara göre<br />
değişebileceği düşünülürse, bunu<br />
müzik için de söyleyebilir miyiz?<br />
Müzik için de zaman algısı değişken<br />
ve göreceli midir?<br />
Tabii şimdi müzik zaten kendisi duygusal<br />
içerikli bir aktarım olduğu için zaman<br />
algımızı doğrudan etkiliyor. Mesela<br />
ölümcül araba kazaları geçirmiş<br />
insanlar ortak bir şey deneyimliyorlar<br />
genellikle. Böyle zaman algısının anormal<br />
yavaşladığı bir şekilde hatırlıyorlar<br />
o hadiseyi. Bu tehlikeli durumlarda<br />
beyin bir çözüm bulmak için, algı çözünürlüğünü<br />
çok fazla arttırıyor. Duygusal<br />
sistem sizin zaman algınızı çok<br />
değiştiriyor. Bir de 60-70 yaşına gelen<br />
insanlar diyor ya; kendimi 20 yaşında<br />
hissediyorum falan diye. Beyin, zamanı<br />
biraz deneyime göre hesaplıyor.<br />
Bunları niye söyledim; müzik, insana<br />
has bir faaliyet ve duygu aktarımında<br />
mucizevi bir etkisi var. 7 tane notayı,<br />
14 tane aralığı kullanarak insanlara<br />
her türlü duyguyu aktarabiliyorsunuz,<br />
onların ruh durumunu değiştirebiliyorsunuz.<br />
Hatta Farabi için bir şey söylenir.<br />
Farabi elinde enstrüman olduğu<br />
33
BİR DÜNYA SOHBET<br />
Beyin, zamanı biraz deneyime göre hesaplıyor.<br />
Bunları niye söyledim; müzik, insana has bir faaliyet ve duygu<br />
aktarımında mucizevi bir etkisi var. 7 tane notayı, 14 tane<br />
aralığı kullanarak insanlara her türlü duyguyu aktarabiliyorsunuz,<br />
onların ruh durumunu değiştirebiliyorsunuz.<br />
zaman, bir meclistekileri istediği zaman<br />
güldürür, istediği zaman ağlatır, makam<br />
ve müzik ilmine hakim birisiymiş. Müziğin<br />
böyle bir etkisi var. Bu etkilerden önemli bir<br />
kısmı da zaman üzerine. Zaten müziğin 2<br />
temel bileşeni var; birisi ritim diğeri melodi<br />
ya da armoni. Dolayısıyla ritim arkada zamanlamayı<br />
veriyor. Mesela dünyadaki neredeyse<br />
tüm insanların hoşuna giden ritimler<br />
kalp ritmine yakın ritimler. Anne karnında o<br />
sesle oluşup büyüdüğümüz için. Çok yavaş<br />
ve hızlı ritimler de duruma göre eğlenceli<br />
ya da depresif olduğumuz durumlara göre<br />
tercih ediliyor. İşin melodik kısmı da işin<br />
içine girdiği zaman aslında tamamen bize<br />
duygusal bir paket iletilmiş oluyor. Bu paket,<br />
bütün zaman algımız üzerine doğrudan<br />
oynayabilme yeteneğine sahip. Birkaç<br />
dakikalık bir zamanda onlarca yıllık anıları<br />
düşünebilir bir hale geliyoruz.<br />
Buradan yola çıkarsak; bir müzik eseri<br />
düşünelim, bu müzik eseri belli bir<br />
zamanda dinlediğimizde bize çok güzel<br />
gelirken, ondan çok farklı hisler almışken,<br />
aynı müziği farklı bir zamanda<br />
dinlediğimizde o kadar etkilenmeyebiliyoruz.<br />
Bu da böyle bir özellikten mi<br />
kaynaklanıyor? O an yaşadığımız durum<br />
ve yaşanan deneyimlerimizle mi<br />
ilgili?<br />
Tabii ki çoğu zaman müzik parçaları insanlarda<br />
bazı anlarla doğrudan ilişkili. Eğer yoğun<br />
duygusal bir şeylerle ilişkilendirmişseniz<br />
ve o parçayı nadiren duyuyorsanız, her<br />
duyduğunuzda aynen koku gibi o deneyimi<br />
hemen aklınıza getiriyor. Bizim zihnimizin<br />
şöyle bir özelliği var; duygusal olarak<br />
önemli her şeyi çok kolay ulaşılabilir yerlere<br />
kaydediyor önemli addediyor bunu. Dolayısıyla<br />
böyle bir uyaran aldığınızda hemen<br />
o hatıralar tetikleniyor, nasıl ki kokulu silgi<br />
koklayan ilkokul günlerine dönüyor öyle<br />
34
Müziğin böyle bir etkisi<br />
var. Bu etkilerden önemli<br />
bir kısmı da zaman<br />
üzerine. Zaten müziğin 2<br />
temel bileşeni var; birisi<br />
ritim diğeri melodi ya da<br />
armoni. Dolayısıyla ritim<br />
arkada zamanlamayı<br />
veriyor. Mesela dünyadaki<br />
neredeyse tüm<br />
insanların hoşuna giden<br />
ritimler kalp ritmine yakın<br />
ritimler.<br />
bir etkisi oluşuyor. Ama çok sık olarak,<br />
farklı ortamlarda aynı şarkıyı dinlemeye<br />
devam ettiniz diyelim, işte o zaman<br />
beyninizde duygusal bağlantı ölmeye<br />
başlıyor. O yüzden şimdi müziği de<br />
çok hızlı tüketiyoruz. Müzik sadece<br />
uğraştığım için söylemiyorum ama<br />
insan beyni açısından gerçekten ciddi<br />
bir uğraş. Şu anda müzikle tedavilerin<br />
eskisi kadar işe yaramamasının en<br />
önemli nedeni müzik gürültüsü çok<br />
fazla. Her yerde müzik kaliteli, kalitesiz<br />
bir birine karışmış vaziyette. Eskiden<br />
Osmanlıda şifahanelerde, müzikle terapi<br />
yapılırmış ama insanların o zaman<br />
müzik duyabileceği tek yer ya oralar ya<br />
müzikhollermiş, yani dışarıda sokakta<br />
bangır bangır müzik dinleme şansınız<br />
yok. Dolayısıyla müziğin gerçekten<br />
beyni böyle yakalayabileceği bir etkisi<br />
olabiliyor. Bir de müzik dinleyen beyne<br />
baktığınızda, müzik beynin her tarafını<br />
meşgul eden bir aktivite. Sadece dinlemek<br />
bile bir sürü beyin alanının devreye<br />
girmesini gerektiriyor. Hele ki dikkatli<br />
dinliyorsanız, müziği okuyorsanız<br />
ve duyguyla senkronize olmuşsanız o<br />
zaman işiniz daha zor. Yani beyin bayağı<br />
bir efor harcıyor buna. Fakat müzik<br />
sürprizlerle dolu bir şey. Hele ki dinlediğiniz<br />
daha doğrusu size dinletilen<br />
ortamdaki parçaların duygusal içerikleri<br />
bugün oldukça çelişkili olabiliyor.<br />
Sözlerde ah ölüyorum, yandım, bittim<br />
derken, arkadaki ritim düğün müziği<br />
gibi şenlikli olabiliyor. Bunlar bizim sistemimizi<br />
hakikaten yoran şeyler. Hâlbuki<br />
müziği, insanı diğer canlılardan<br />
ayıran ve insanın zihinsel melekelerinin<br />
en üst düzeydeki tezahürlerinden<br />
biri olarak ele alacak olursak, müziğe<br />
biraz daha ciddi yaklaşmanın faydalı<br />
olacağını düşünüyorum. Günümüzde<br />
anne babalar çocuğumuz müzisyen<br />
olsun diye kurslara falan ha bire gönderiyoruz.<br />
Neredeyse herkesin evinde<br />
bir piyano olmaya başladı. Ben anne<br />
babalara şunu soruyorum; evde sizler<br />
aile olarak müzik dinlemeye ne kadar<br />
özel zaman ayırıyorsunuz diyorum.<br />
Nasıl bir şey o falan diyorlar. Bu kültür<br />
bitmiş. Hâlbuki düşünün siz bir çocuksunuz,<br />
bir enstrüman öğrenmek son<br />
derece zor. O zorluk içerisinde bakıyorsunuz<br />
arka planda milleti eğlendirecek<br />
bir şey öğreniyorsunuz aslında,<br />
özel dikkat gerektirmeyen. Bunların<br />
hepsi birleştiği zaman çocuk diyor ki:<br />
Ben niye uğraşacağım, takarım mp3<br />
çalarımı keyfime bakarım. Bu yetenekli<br />
çocuklarımızı da müzikten uzak tutan<br />
bir kıyıma dönüşüyor aslında. Dolayısıyla<br />
müzik hediyedir, ciddiye alınması<br />
gerekir, zaman ayrılması gerekir. Müziğe<br />
zaman ayıran, buna zaman yatıran<br />
ödülünü de ciddi olarak alır.<br />
Çocuklardan bahsetmişken aklıma<br />
şu geldi. Siz müziğin bir kültürel<br />
kod taşıyıcısı olduğunu söylüyorsunuz.<br />
Bulunduğumuz yaşa göre<br />
müzik dinleme alışkanlıklarımız ve<br />
algılarımız nasıl gelişiyor ve değişiyor?<br />
Şimdi müzik zaten kültürel bir şey. Belli<br />
temel müzik kalıpları var, mesela bazı<br />
temel gamlar değişik kültürlerde algılanıyor,<br />
müziğin temelini oluşturuyor<br />
zaten. Özellikle Ortadoğu, Uzakdoğu<br />
müziğinin baz aldığı bazı nota dizgeleri<br />
var. Onlar bütün kültürler tarafından<br />
bir şekilde tanınıyor. Muhtemelen<br />
insanın ana vatanından gelmiş olma<br />
SİNAN CANAN<br />
ihtimali yüksek olduğu için. Fakat daha<br />
sonra anne karnından, özellikle hamileliğin<br />
son dönemlerinden başlayarak,<br />
kabaca 10 yaşına kadar karşılaştığımız<br />
müzikal ortam ve kompozisyon bizim<br />
müzik zevkimizi belirleyen şeyi oluşturuyor.<br />
Müzik bizim beynimiz için neden<br />
bu kadar önemli çünkü biz sesle<br />
iletişim kuran canlılarız ve sesimize<br />
duygu yükleyebilmek için aslında konuşurken<br />
müziği kullanıyoruz. Yani<br />
bizim ses dalgalanmalarımız, yükselip<br />
alçalmalar gibi… Müzik aslında bir iletişim<br />
aracı. Fakat biz bunu bir tık daha<br />
üste taşımış müzik dediğimiz garip bir<br />
icat da yapmışız. Doğar doğmaz anneyle<br />
bebeğin etkileşimi ile başlayan,<br />
çocuğun sesleri tanıması, o seslerin<br />
aralıklarından duygusal yorumlar yapabilmeyi<br />
öğrenmesi için birkaç sene<br />
geçmesi gerekiyor. Bu dönemde de<br />
hem insan sesi, hem etrafta karşılaştığı<br />
müzikal dizgeler çocuğun beyninde<br />
bazı bağlantılar oluşmasına sebep<br />
oluyor. Şu çok önemli; beyin doğduğu<br />
zaman ne iş yapacağını bilmeyen tek<br />
organ olduğu için, dış ortamla karşılaşması,<br />
onunla bir interaksiyona girmesi<br />
gerekiyor. Müzik bunun en üst noktası.<br />
Çocuk hangi tür müzikle, hangi tip<br />
nota dizgeleriyle karşılaşır, bu nota<br />
dizgeleriyle insanların neler yaptığını<br />
nasıl gözlemlerse, ona göre bir etki<br />
geliştirmeye başlıyor. Mesela ben işte<br />
o dönemlerde bir şekilde nasıl oldu<br />
bilmiyorum, Ankara’da yaşayan bir<br />
Türk ailesinin çocuğu olarak, bol miktarda<br />
rock müziğe maruz kalmışım. Şu<br />
anda rock müzik dışında çok fazla müzik<br />
dinleyemiyorum. 30’lu yaşlarımda<br />
Türk Sanat müziği ve Türk Halk müziğinin<br />
çok enteresan bir şey olduğunu<br />
öğrendim ama onu istemli olarak dinlemem<br />
gerekiyor. Yani, araştırıp bakıp<br />
zaman ayırıp dinlemek gibi. Kulağım<br />
onu doğrudan üretmiyor ya da beste<br />
yaparken o ezgiler benden çıkmıyor.<br />
Genellikle rock, blues ya da heavy<br />
metal müzik dedikleri yarım aralıklara<br />
benim kafam daha çok çalışıyor, çünkü<br />
erken dönemde kafa biraz buna göre<br />
kurgulanmış vaziyette.<br />
35
RADYO<br />
Bir ses ustasının ardından<br />
‘‘Tanburi Cemil Bey’’<br />
Nice üstatlar, nice sesler, nice sazlar geçti<br />
radyonun koridorlarından.<br />
Hala yankılanır sesleri bu duvarlarda.<br />
Öyle derin ki izleri, silinmez, silinemez.<br />
Kimler geldi kimler geçti<br />
radyo koridorlarından.<br />
Hazırlayan: R.Hakan TALU<br />
Müzik tarihimizin gelmiş geçmiş en<br />
önemli sazendesi olan Tanburi Cemil<br />
Bey hakkında bildiklerimizin büyük bir<br />
çoğunluğunu oğlu Mesut Cemil Bey’in<br />
1947 yılında Sakarya Matbaası tarafından<br />
basılan babasının hayatını anlattığı<br />
kitaptan öğrenmekteyiz. Geriye kalan<br />
küçük kısım ise çeşitli hatıratlarda ve<br />
gazetelerde yazılmış makalelerde karşımıza<br />
çıkıyor.<br />
Mesut Cemil Bey kitabına şöyle bir<br />
cümle kurarak başlıyor; “Zapt edilmiş<br />
büyük bir şikâyetin tükenmez kederini<br />
taşıyan dargın bakışlarıyla bu adam<br />
bir esir ve bir kral gibi tecessüsümün<br />
önünden gelir geçerdi. Kimin esiri ve<br />
neyin hâkimiydi? Ogün gibi bugünde<br />
bilmiyorum.”<br />
Yine aynı kitabın ilerleyen sayfalarında<br />
Mesut Bey’e yazdığı mektupta Tanburi<br />
Cemil’i anlatan Mahmut Demirhan şu<br />
satırları yazıyor: “Fakat bizim musikimiz<br />
için benim tefekkür tarzım ve seziş hislerim<br />
başkadır; bence bizimki ne Türk<br />
musikisi, ne şark musikisi, ne de hududu<br />
ve mefhumesi içine dergâh, enderun<br />
ve meyhane giren Osmanlı musikisidir.<br />
Bu benim görüşüm ve ihtisasımla<br />
ancak İstanbul musikisidir. Kökleri ve unsurları ile melodilerini<br />
bu güzel şehrin cennetpare İstanbul’un o emsalsiz<br />
şafaklarından, mehtaplarından, tuluğ ve guruplarından ve<br />
her tarafı saran aşk ve zarafet tecelliyatından alıp bizi esiri bir<br />
istiğrak içinde bayıltan bir musikidir ki bunu da halk eden<br />
büyük Tanburi Cemil’dir. Daha kati bir ifade ile diyebilirim<br />
ki İstanbul musikisi ancak Tanburi Cemil’dir.”<br />
Mahmut Demirhan’ın bu satırlarını okuduğumuzda<br />
şunu rahatlıkla söyleyebiliriz<br />
Tanburi Cemil Bey İstanbul musikisinin<br />
esiri ve yine İstanbul musikisinin<br />
hâkimidir. Mahmut Demirhan’ın kısaca<br />
anlattığı İstanbul musikisi makam müziğinin<br />
merkezinde yer almaktadır ve makam<br />
müziğinin kullanıldığı Selanik’ten<br />
Bağdat’a Bakü’den Kahire’ye kadar uzanan<br />
büyük coğrafya içinde en çok tanınan,<br />
peşinden gidilen, saygı ile anılan<br />
sazendelerin başında Tanburi Cemil Bey<br />
gelmektedir.<br />
Tanburi Cemil Bey 1871 yılında Babası<br />
Tevfik Bey ve Annesi Zihniyar Hanımın<br />
dördüncü çocukları olarak İstanbul’da<br />
doğmuştur. Babası Tevfik Bey Rumeli’de,<br />
İşkodra’da devlet memurluğunun çeşitli<br />
kademelerinde çalışmış yedi yıl Tahran<br />
sefirliği görevinin ardından İstanbul’a<br />
dönmüş ve son olarak Beyoğlu ceza<br />
mahkemesi azalığında bulunmuştur.<br />
Annesi ise Sultan II. Mahmud’un kızı<br />
Adile Sultan’ın yanında yetişmiş Çerkez<br />
cariyelerindendir.<br />
Erken yaşta babasını kaybeden Cemil<br />
Bey çocukluk yıllarını amcası Refik Bey’in himayesinde yaşamıştır.<br />
İlköğretiminin ardından rüştiyeye başlamış, amcasının<br />
vefatından sonra dört yıl kadar amcasının oğlu Mahmud<br />
Bey’in gözetiminde dönemin lisesi olan idadiyi bitirmiş, bir<br />
yıl Mekteb-i Mülkiye’de okumuş ondokuz yaşında Harbiye<br />
nezaretinde kâtip olarak çalışmaya başlamış ancak kısa bir<br />
36
İSTANBUL RADYOSU<br />
süre sonra bu işinden ayrılmıştır. Yirmi bir yaşında eşi Side<br />
Hanım’la evlenen Cemil Bey’in bu evlilikten 1902 yılında<br />
oğlu Mesud Cemil Bey doğmuştur.<br />
1916 yılı 28 Temmuz’da vefat eden Cemil Bey’in Fatih Camii’nden<br />
kalkan cenazesi Merkezefendi Mezarlığına defnedilmiştir.<br />
Çocukluk yaşlarında tanbur çalmaya başlayan Cemil Bey’e<br />
amcasının oğlu Mahmud Bey’e keman dersi vermeye gelen<br />
Aleksan Efendi Hamparsum ve batı notasını öğretmiştir.<br />
Yine amcasının kızlarının piyano hocalarından genel müzik<br />
bilgilerini öğrenen Cemil Bey’in Horhor’daki amcasına ait<br />
olan konakta sesler ile olan ilişkisi başlamıştır. Cemil Bey on<br />
sekiz yaşına geldiğinde İstanbul’da Tanburi olarak tanınmıştı.<br />
Bir iki sene sonra şehirdeki müzik camiası içinde sadece<br />
Tanbur değil kemençe, lavta ve viyolonsel sazlarında da<br />
önde gelen icracılar arasında adı geçecekti.<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar bir makalesinde Hammamizâde İsmail<br />
Dede için “zamanında ve hatta daha ötesinde konuşan<br />
tek ses, onun sesidir” şeklinde bir cümle kullanmıştır.<br />
Eğer bu cümle üzerinden Cemil Bey’i anlatmak istersek o<br />
kendi devrinde ve ölümünden bugüne kadar süren yüz yıl<br />
boyunca daima zirvede olan tek sazendedir.<br />
Cemil Bey’in Tanbur, Kemençe, Lavta, Viyolonsel veya Yaylı<br />
tanbur icralarının ulaşılamaz bir seviyede olduğu gerçektir.<br />
Sanırım bugün bizim için önemli olan konu bu icraları<br />
dinleyerek onun bize gösterdiği yoldan yürüyerek müzik<br />
yapmaktır.<br />
Buradaki ince detayında Cemil Bey’in icralarının aynısını çalmak<br />
yani onu kopya etmek olmayıp kullandığı sesler arasındaki<br />
ilişkiyi anlamak olduğu inancındayım.<br />
Tanburi Cemil Bey’in plak kayıtlarına 1905 yılında başlamıştır.<br />
Daha öncesi için çeşitli hatıratlarda Fonograf kayıtlarından<br />
bahsedilse de şu ana kadar bu kayıtlara tam olarak içeriğini<br />
bilememekteyiz.<br />
Büyük bir çoğunluğu Cemil Bey tarafından tek başına yapılan<br />
bu kayıtlarda zaman zaman ona eşlik eden isimler Tanburi<br />
Kadı Fuad Efendi, Kemani Bülbüli Salih Efendi, Udi Şevki,<br />
Fethi ve Nevres Beyler, Piyanist Cemal Bey’dir. Gazellerin<br />
kayıtlarında ise Hafız Osman, Hafız Sabri, Hafız Yakub, Hafız<br />
Aşir ve Hafız Yaşar Cemil Bey’e eşlik etmişlerdir.<br />
Tanburi Cemil Bey’den günümüze kalan sözlü eserler birer<br />
Gülizar, Hüseyni, Şehnaz, Muhayyer, Sultanı yegâh, Müstear,<br />
Suzinâk, Nihavend ve ikişer Eviç, Hicaz, Kürdîlihicazkâr, Segâh,<br />
Mahur makamlarında şarkı ile bir Hicaz makamında<br />
ninni olmak üzere on dokuz adettir.<br />
Cemil Bey’in bütün bu şarkılarının arasında sadece Şehnaz<br />
makamındaki “Feryad ki feryadıma imdat edecek yok” mısralı<br />
şarkısının güfte sahibi Nigâr Hanım belli olup diğer hiçbir<br />
şarkısının güfte yazarı bilinmemektedir.<br />
Ayrıca bu güfte Musullu Hafız Osman Efendi tarafından Nihavend<br />
makamında Sengin semai usulünde ve yine Cemil<br />
Bey’in Eviç makamındaki şarkısındaki “Nazirin yok senin ey<br />
mah yerde” mısralı güftede Selânikli Ahmet Efendi tarafından<br />
Karcığar makamında Devrihindî usulünde bestelenmiştir.<br />
Cemil Bey bu on dokuz sözlü eserde birer defa semai, sofyan,<br />
yürük semai, aksak semai- curcuna (beraber) usullerini,<br />
devrihindî usulünü iki, ağır aksak usulünü üç, sengin semai<br />
usulünü dört ve aksak usulünü altı kez kullanmıştır.<br />
Günümüze sekiz adet peşrevi kalan Cemil Bey bu peşrevlerinde<br />
Ferahfeza, Hicazkâr, Isfahan, Kürdîlihicazkâr, Mahur,<br />
Muhayyer, Neva, Şedaraban makamlarını ve usul olarak<br />
dört kez muhammes, üç kez devrikebir, bir defa fahte usullerini<br />
kullanmıştır.<br />
Cemil Bey’in yedi adet saz semailerinin hepsi Aksak semai<br />
usulünde olup Bestenigâr, Ferahfeza, Hicazkâr, Isfahan, Muhayyer,<br />
Suzidilâra, Şedaraban makamlarında bestelenmiştir.<br />
Tanburi Cemil Bey’in klasik anlamdaki bu saz eserleri dışında<br />
longa, sirto, zeybek formlarında bestelediği veya ona<br />
atfedilen Hüseyni, Rast, Nihavend, Nikriz makamlarında<br />
eserleri de mevcuttur.<br />
37
SESLİ KÜTÜPHANE<br />
Kültürlerin Macerası<br />
Hazırlayan: Kadir ÖZDEMİR<br />
Her Kültürün bir müziği<br />
vardır her müziğin<br />
bir macerası ve<br />
her maceranın kendi<br />
zamanına uygun<br />
eskimeyen bir tadı...<br />
Nereden baktığın ile<br />
ilgilidir ya yaşam<br />
kültürlerin macerası da<br />
öyle.<br />
TRT Radyo-3 Dünya Kuşağında yer<br />
alan “Kültürlerin Macerası” gözden<br />
düşmüş bir avluda kaybolmuş yankıların<br />
izlerini sürüyor. Her Kültürün<br />
bir müziği vardır her müziğin bir<br />
macerası ve her maceranın kendi<br />
zamanına uygun eskimeyen bir<br />
tadı.<br />
Dünya müziğinin geçmişle ve yaşamla<br />
canlı diyaloğundan her zaman<br />
söz edebiliriz. Bu yönüyle de<br />
onları döneminin hikâyelerinden<br />
kopartamayız. Kültürel yaşam benzerlikleri<br />
gerçekliğinden yola çıkarak<br />
sunulan program, çok kültürlü<br />
dünyanın müziğine “adeta bir macera”<br />
olarak bakmakta ve her kültürün<br />
müzikal hikâyesini dinleyicilere<br />
ulaştırmakta.<br />
Nereden baktığın ile ilgilidir ya yaşam<br />
kültürlerin macerası da öyle;<br />
her program bambaşka yerlerden<br />
bambaşka bakışlar ile buluşturuyor<br />
bizi. Bazen Kuzey kutup dairesinde<br />
arktik kıyılardan seslenmekte bazen<br />
de sahra çölünden binlerce yıllık<br />
kültürlerin müzikleri ile bize ulaşmakta.<br />
Programın yapımcısı ve sesi Kadir<br />
Özdemir yaşamını hem Almanya’da<br />
hem de Türkiye’de sürdürmekte.<br />
Her bölüm için bir gerçeklikten yola<br />
çıkarak yazdığı kısa keyifli metinler<br />
38
ile sunmakta olduğu programı ile<br />
çok kültürlü dünyanın binlerce yıllık<br />
“eski” müziğine “yenilenen” olarak<br />
bakmakta.<br />
Müziğin temelini hislerin ve hayal<br />
gücünün oluşturduğunu bunun<br />
için de müziğin eskimeyeceğini<br />
vurgulayan Özdemir “Farklı kültürel<br />
yaşam formlarının ürettiği eski<br />
müzik, günümüzün müziğidir,<br />
yani eskiyen müzik değildir. Çünkü<br />
her zaman yeniden derlenerek<br />
ve yorumlanarak günümüze kadar<br />
gelir. Ancak yazılı olmadan gelişen<br />
yaşam alanları bizlere onların hep<br />
eskiye dönük olduğunu çağrıştırır.<br />
Oysa tarihsel süreç göz önüne<br />
alındığında bestelerin yer yer doğaçlamayla<br />
yer yer de hissiyat ve<br />
hayal gücü ile geliştiğini söyleyebiliriz.<br />
Belki de yüzyıllardır dillendirilmeyen<br />
bu müziklerin yeniden<br />
keşfedilmesi ve adeta dinleyicide<br />
bir duyma alışkanlığı oluşturulması<br />
gerekiyor. Aslında onlar hep yanımızdaydı<br />
ve biz onları tavan aralarındaki<br />
sandıkların küflü kokuları<br />
arasında bıraktık.” diyor.<br />
RADYO-3<br />
Program içeriği,<br />
dünyadaki müzik<br />
topluluklarının,<br />
festivallerin, konserlerin<br />
yapımcı tarafından<br />
takip edilmesi ve<br />
gözlemlenmesi ile<br />
oluşturuluyor.<br />
Farklı kültürlerin maceralı müzikleri<br />
bize aynı zamanda ilginç hikâyeler<br />
çağrıştırır. Bildiğimiz gibi, eski dönemlerde<br />
akşamları ocağın başında,<br />
gezginin anlatılarını, kocaman<br />
açılmış gözleriyle dinleyen sadece<br />
çocuklar değil aynı zamanda yetişkinlerdi.<br />
Hangimiz hikâye dinlemek istemeyiz<br />
ki?<br />
İşte bu kışkırtıcı sorunun cevabı<br />
“Kültürlerin Macerası” programının<br />
derinliklerinde saklı…<br />
Programın yapımcısı, dinleyicilerin<br />
damaklarında kalan bu hikâye tadının<br />
hiç çıkmamasını, onların küçük,<br />
masum anılar ile donanmalarını<br />
ve programın uzun yıllar boyunca<br />
anılarda kalmasını istiyor. “Bir kuşun<br />
kanadında hatta kepenklerin<br />
açılışında ses verir yaşam bize. Bu<br />
sesleri tıpkı bir orkestranın çaldığı<br />
senfoninin melodileri gibi tek tek<br />
içimize akıtırız ve kolayca karışırız<br />
yaşamın izlerine” diyor yapımcı ve<br />
tüm dünyadan melodilerin peşine<br />
düşüyor. Program içeriği, dünyada<br />
ve özellikle Avrupa’daki müzik topluluklarının,<br />
festivallerin, konserlerin<br />
yapımcı tarafından bire bir yerinde<br />
takip edilmesi ve gözlemlenmesi<br />
ile oluşturuluyor.<br />
Ve işte size adeta bir hikâye tadında<br />
TRT Radyo 3 Dünya Kuşağında<br />
sunuluyor. Her Çarşamba saat<br />
22.05’te bu tadı sizlerle paylaşmak<br />
dileğiyle…<br />
39
KENT HİKAYELERİ<br />
Reşit SARAÇOĞLU<br />
kenthikayeleriankara@gmail.com<br />
Aşk Var!<br />
Zaman herkes için akar. Bir gün 24 saat, bir saat 60 dakika,<br />
bir dakika 60 saniye çeker herkes için. Saatler ileri gider,<br />
saatler geri gelir, takvimler coğrafyadan coğrafyaya değişir<br />
ama güneş hep doğar, güneş hep batar… Zaman, herkes<br />
için akar.<br />
Zamanın akışını durdurmak, zamanda ileri sıçramak insanoğluna<br />
bahşedilmemiş bir yetenektir. Yine de, insanoğlu<br />
doğası gereği bunun hayalini kurar.<br />
Becerebilir mi sıçramayı zamanda ileri? Becerir. Hem de nasıl<br />
becerir. Nasıl becerir? Yaratarak.<br />
Kanadalı yönetmen François Girard’ın 1998 senesinde çektiği<br />
“Kırmızı Keman” (The Red Violin) filmi, en başarılı anlatılarından<br />
biridir insanın zamanda ileri gitme becerisinin.<br />
Film, zamanda yolculuk eden bir kemanı konu eder kendisine.<br />
Devrinin namlı ustalarından olan Nicolo Busotti’nin<br />
17. yüzyılda yarattığı kemanın özelliği, ustanın yaptığı en<br />
başarılı keman olması ve hasretle bekledikleri çocuklarını<br />
doğururken can veren eşinin kanıyla verniklenmesidir. Elleriyle<br />
emek emek yarattığı kemana tüm becerisini, tüm acısını,<br />
kaybettiği karısına duyduğu tüm aşkı katan Busotti, bu<br />
kemanla zanaatının doruğuna çıkar. Ve film, o kemanın 300<br />
yıllık hikâyesini sunar izleyicisine. Ve izleyici, kemanın elden<br />
40
ele gezindiği o 300 yıllık hikâyeyi<br />
soluksuz takip eder. İnsan<br />
Nicolo Busotti zamanın çarkları<br />
arasında kaybolup gitmiştir ama<br />
yarattığı keman, beraberinde<br />
yaratıcısını da taşıyarak zamanda<br />
ileri sıçrar.<br />
Mesele zaman denen makinenin<br />
dişlilerinden ezilmeden<br />
geçmekse, galiba bunu en iyi,<br />
müzik yapar. Bunu en iyi, “iyi<br />
müzik” yapar. “İyi müzik” nedir?<br />
İşte o… Bilinmez. İyi müzik nedir?<br />
Aslında gayet iyi bilinir.<br />
İnsanı yüreğinden yakalayan,<br />
kendisinden büyük, kendisinden<br />
kudretli bir hadiseye baktığını<br />
anlatan müzik iyidir. İnsanın<br />
en temel dürtülerini harekete<br />
geçirir, insanı kendisinden alıp<br />
bambaşka yerlere götürür. İyi<br />
müzik… iyidir… derindir… zorlayıcıdır…<br />
kalitelidir.<br />
İsimler? Konu “iyi müzik” olunca<br />
bambaşka zamanlardan, bambaşka<br />
coğrafyalardan isimler<br />
yan yana gelir, kardeş olur. İnsan,<br />
Wagner ile Âşık Veysel’in,<br />
Sezen Aksu ile Andrew Llyod<br />
Webber’in isimlerini yan yana<br />
yazabilir rahatlıkla. Fikret Kızılok’un<br />
ismi hiç sönük durmaz,<br />
bilakis pırıl pırıl parlar Beethoven’in adının yanında zira “iyi<br />
müzik” yapan ustalar, dünyevi olmasa da manevi olarak kardeştir.<br />
Sanatın tüm dalları gibi müziğin de merkezi duygudur. Aslolan<br />
hissetmektir, aslolan hissettirebilmektir. İnsana kendi<br />
hikâyesini anlatır ya iyi müzisyenler aslında, belki de bu<br />
yüzden, birçok iyi müzisyen şarkılarını iyi şairlerin kıymetli<br />
satırlarına yaslar.<br />
Misal, Duman grubunun solisti olarak nam kazanan Kaan<br />
Tangöze 2015 yılında çıkardığı solo albümünde Türk dilinin<br />
büyük ustası Özdemir Asaf’ın ölümsüz dizelerine hayat verir.<br />
Sadeliğin dilidir konuşan ve ezgiyle sözün müthiş uyumu,<br />
çarpıcı ve zamanın ötesine sıçraması muhtemel bir<br />
şarkı çıkartır ortaya:<br />
“Bekle dedi gitti,<br />
Ben beklemedim,<br />
O da gelmedi.<br />
Ölüm gibi bir şey oldu,<br />
Ama kimse ölmedi.”<br />
Tutulmayan sözlerin kısacık destanıdır Asaf ustanın şiiri ve<br />
Mesele zaman denen makinenin<br />
dişlilerinden ezilmeden<br />
geçmekse, galiba bunu en iyi,<br />
müzik yapar.<br />
iyi müzisyen Kaan Tangöze bu<br />
şiire gerekli duyguyu layıkıyla<br />
verir.<br />
Şair-müzisyen işbirliği daha<br />
geniş zaman aralıklarında da<br />
gerçekleşir bazen. Misal, iyi müzisyen<br />
Nadir Göktürk, iyi şair William<br />
Shakespeare’in bir sonesini<br />
şarkı haline getirir ve iki ustanın<br />
yüzyılları aşarak kurduğu köprü<br />
ortaya müthiş bir şarkı çıkartır.<br />
Ezginin Günlüğü grubunun müzikal<br />
yolculuğunda mütevazı fakat<br />
ağır bir yeri olan şarkı gerek<br />
sözleri, gerek bestesi, gerek düzenlemesi,<br />
gerekse söylenişiyle<br />
tokat gibi çarpar insanın suratına:<br />
“Yas mas tutma sevgilim, öldüğüm<br />
zaman.<br />
Toprakta böceklere güldüğüm<br />
zaman.<br />
Duyurunca paslı sesiyle, ölüp<br />
gittiğimi bir çan,<br />
Yas mas da tutma sevgilim öldüğüm<br />
zaman.<br />
Çürüyen gövdem gibi, yitip gitsin<br />
aşkın da.<br />
Ne bir mektup kalsın bizden, ne<br />
bir söz, ne bir eşya.<br />
Unut gitsin adımı, arkamdan da<br />
ağlama.<br />
Gözyaşınla da eğlenir, onu da alıp satar bu dünya.”<br />
Almanın ve satmanın ziyadesiyle muteber hale geldiği bir<br />
dünyaya daha 17. yüzyılda ağır bir eleştiri çivisi çakar Shakespeare<br />
usta çarpıcı dizeleriyle ve Nadir Göktürk usta da<br />
21. yüzyılda incelikli notalarıyla hayat verir bu delici sözlere.<br />
Almak ve satmak dünya düzeninin odağı haline gelirken,<br />
alış-veriş hadisesinin sosyal düzende yarattığı etkiden müzik<br />
de nasibini alır. Forma aşkına yapılan maçların bittiği bir<br />
döneme girilirken yaratıcı akıl ve kâlp giderek müziğin odağından<br />
uzaklaşır. Müzik bir endüstridir artık ve piyasa odaklı<br />
sanayi tipi üretim ile beslenir. Vasatın “piyasa” ile gerekçelendirilmesi<br />
midir aslında olan? İşte ona, her zaman olduğu<br />
gibi en büyük usta “zaman” karar verir.<br />
Ve büyük usta Bülent Ortaçgil zamanın ötesine şimdiden<br />
uzanan şarkısında sakin sakin seslenir:<br />
“Paranın esiri olduk,<br />
Ne kadar iktisat, o kadar mutluluk.<br />
Birer birer yeniliyorduk,<br />
Önce adalet, sonra güzellik<br />
Ama aşk var.<br />
Bir tek aşk var.”<br />
41
MÜZİK KUTUSU<br />
“Yüzünü dökme küçük kız<br />
Bırak üzülmeyi.<br />
Yalnız sen misin bir düşün.<br />
Unutan sevilmeyi...”<br />
(Yüzünü Dökme Küçük Kız)<br />
Her şeyin başlangıcı olan bu samimi<br />
dizeler... Yıl 1970... 20 yaşında kimya<br />
mühendisliği okuyan bir üniversite<br />
öğrencisi tüm dünyayı kasıp kavuran<br />
İngiliz pop-rock müziğinin temel taşlarını<br />
alıp kendisiyle harmanlıyor ve<br />
folk müziğimizle şiirsel bir anlatımı iç<br />
içe sıkıştırıp müziğin en naif halini bizlere<br />
sunuyor. Bu kişi hayatın her alanında<br />
egolarını bir kenara bırakıp mütevazı duruşuyla kalplere<br />
seslenen, sanatın pek çok noktasından geçmiş, Türk müziğinin<br />
yetiştirdiği büyük ozan ve gerçek bir sanatçı Bülent<br />
Ortaçgil.<br />
“Mavi kuş sanki bir düş,<br />
Kaşla göz arasında.<br />
Geceyle gündüz arasında.”<br />
(Mavi Kuş)<br />
İlk olarak okul yıllarında davul ve gitarıyla topluluklar oluştururken<br />
diğer yandan da tiyatroya merak saldı ve bu<br />
alanda da çeşitli başarılar yakaladı. Sanatın çeşitli kollarından<br />
tutan, bence en önemlisi de müzikal samimiyet kavramını<br />
yaratmış Ortaçgil, o büyük hayranlıkla dinlediğimiz<br />
The Beatles, Cat Stevens, Bob Dylan gibi müzisyenlerin<br />
Rahmi Mert ÖZCAN<br />
rahmimertozcan@gmail.com<br />
karşısında bizim<br />
de batıya açılan<br />
ve gurur duyduğumuz<br />
önemli<br />
bir kapı olmuş<br />
ve herkesin<br />
adından söz<br />
edeceği, Türk<br />
müziği için<br />
vazgeçilmeyecek<br />
bir kimlik<br />
oluşturmuştur.<br />
Şarkıcılığı, besteciliği,<br />
aranjörlüğü ve söz yazarlığı ile müziğin temel taşlarını<br />
gerçekleştirmiş, zaman içerisinde de pek çok değerli<br />
müzisyeni bizlere kazandırmıştır.<br />
“Su olsam, ateş olsam,<br />
Göklerdeki güneş olsam.<br />
Konuşmasam taş olsam,<br />
Yine de oynar mısın benimle?”<br />
(Benimle oynar mısın?)<br />
Bu dizeler 1974 yılına götürüyor bizleri. Sanırım Türk<br />
pop-rock tarihinin en önemli albümlerinden biridir. Onno<br />
Tunç ve Ergun Pekakcan ile çalıştığı bu albümde “Olmalı<br />
mı olmamalı mı”, “Şık Latife”, “Suna Abla” gibi herkesin diline<br />
dolaşan, zamana meydan okuyan şarkılar da ortaya<br />
çıkmıştır. Albüm tam 40 yıl sonra folk-rock ve psychedelic<br />
tınıların yoğun olmasının etkisiyle de ABD’ de de piyasaya<br />
42
sürülmüştür. Folk, pop, rock ve hatta 2003 yılındaki “Gece<br />
Yalanları” albümünü de dâhil ettiğimizde caz tınılarını da<br />
bizlere fazlasıyla hissettiren Ortaçgil psychedelic tavrını da<br />
müziği ile karıştırmış, zengin ama bir o kadar da kendisine<br />
ait bir karakter yaratmayı başarmıştır.<br />
“Pencerenin önünde arkadaştan ayrı<br />
Porselen saksıda bir süs çiçeği.<br />
Pencere önü çiçeğine,<br />
Ne ansızın yağmur ne gök kuşağı. “<br />
(Pencere Önü Çiçeği)<br />
Ortaçgil 1976 yılında yeni bir albüm yayınladı ve plak başarısız<br />
oldu. Başarısızlığın getirdiği moral bozukluğu onu<br />
yaklaşık on yıl müzikten uzaklaştıracaktı. Bundan sonraki<br />
süreçte mühendisliğe devam eden sanatçı verdiği bir röportajda;<br />
“mühendis oldum çünkü korktum. İstemediğim<br />
müziği çalarak kendime kurduğum müzik dünyasını yok<br />
etmek istemedim” diyerek verdiği kararın duygusal tavrını<br />
da bu şekilde dile getiriyordu. Ortaçgil 80’li yılların başına<br />
doğru Fikret Kızılok ve Erkan Oğur ile tanıştı ve bu buluşma<br />
sonrası birlikte canlı kaydedilmiş iki albüm yaptılar ama<br />
yayınlamadılar. Aynı dönemde TRT için çocuk şarkıları da<br />
kaydettiler. Asıl olarak Fikret Kızılok ile 1986 yılında “Pencere<br />
Önü Çiçeği” adlı bir albüm yayınlamış ve yarım bıraktığı<br />
müzik yolculuğuna da kaldığı yerden devam etmiştir.<br />
“Yarım gün uzakta Ankara<br />
Sokaklarda uslu kentliyi oynamak için.<br />
Yine gazeteleri okumak, yine gece bıkkınlığı...<br />
Yine sabah telaşlarına alışmak için<br />
Deniz kokusu getiriyorum.”<br />
(Deniz Kokusu)<br />
Türk pop-rock müziğinin<br />
en önemli isimlerinden biri olan Ortaçgil<br />
şarkılarıyla, yazdıklarıyla, duruşu<br />
ve verdiği huzurla<br />
her zaman adından bir şekilde<br />
bahsettirmeyi başarmıştır.<br />
BÜLENT ORTAÇGİL<br />
90’lı yıllarda müzikte daha aktif olan, 1998 yılında o muhteşem<br />
“Light” albümüne tanık olduğumuz Ankaralı müzisyen,<br />
Türk müziğinin o dönemki “La minör” esaretinden de<br />
kendisini sıyırmış, farklı introlarla bizleri büyülemiş, kişisel<br />
olarak devrik cümleler ve prozodi hatalarıyla da kendisini<br />
daha çok sevdirmiş ve yine kendine has bir müzisyen<br />
olduğunu herkese göstermiştir. Hayatı iyi anlayan ve iyi<br />
anlatan, hemen hemen her şarkısında ondan bir şeyler<br />
bulup ruh haline yansıtabileceğimiz dünyanın en sakin ve<br />
huzur verici müzisyenidir Ortaçgil.<br />
“Hiç bir neden yokken ya da bilmezken<br />
Tepemiz atmış ve konuşmuşuzdur...<br />
Onca neden varken ve tam sırası gelmişken,<br />
Hiç bir şey yapmamış ve susmuşuzdur...<br />
Olamaz mı? Olabilir...”<br />
(Eylül Akşamı)<br />
Türk pop-rock müziğinin en önemli isimlerinden biri<br />
olan Ortaçgil şarkılarıyla, yazdıklarıyla, duruşu ve verdiği<br />
huzurla her zaman adından bir şekilde bahsettirmeyi<br />
başarmıştır. Onun için söylenenlerin hiç birisi abartılmış<br />
değildir aksine görmesi gereken değeri de çoğu zaman<br />
görememiştir. Ha bir de sahnede oturuşuna takanlar var<br />
günümüzde hala... Kendi gibi, olması gerektiği ve kendisine<br />
yakıştığı gibi müziğini icra eden bir değerdir Ortaçgil.<br />
Hiç bir neden yokken ya da biz bilmezken veya onca neden<br />
varken ve tam sırası gelmişken siz de kendinizi Bülent<br />
Ortaçgil şarkıları dinlerken bulabilirsiniz.<br />
Olamaz mı? Olabilir...<br />
45
BİR DÜNYA İNSAN<br />
Her Sevdadan alacaklı olan Şair...<br />
Murat ÖREM<br />
murat.orem@trt.net.tr<br />
“Ben acılar denizinde boğulmuşum,<br />
İşitmem vapur düdüklerini, martı çığlıklarını,<br />
Dalgalar her gün bir başka kıyıya atar beni,<br />
Duyarım yosunların benim için ağladıklarını…”<br />
Bundan tam 90 yıl önce, 1926 yılının 22 Ağustosunda doğmuştu<br />
Ümit Yaşar Oğuzcan… Şairdi… Hakkıyla şairdi…<br />
Hayatıyla, düşüp kalkmalarıyla, acılarıyla umutsuz aşklarıyla<br />
da şairdi. Çok dalgalı bir hayat yaşadı. Evlat acısını<br />
da gördü, 60 yıla bile ulaşamayan ömründe Ümit Yaşar…<br />
1984 yılı Kasımında öldüğünde 58 yaşındaydı. Geride yüzlerce<br />
şiir, taşlama ve bestelenmiş onlarca eser bıraktı.<br />
Münir Nurettin Selçuk bestesi ve Timur Selçuk yorumunda<br />
unutulmazlar arasına girmiş şiirinde de şunları demişti<br />
Ümit Yaşar;<br />
“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,<br />
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,<br />
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı,<br />
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.”<br />
Herkes bu dizeleri bir aşk şiiri sansa da, Galata Kulesi’nden<br />
atlayan oğlu Vedat’ın ardından yaktığı ağıttı bu dizeler<br />
Ümit Yaşar’ın…<br />
Türkçenin en güzel şiirlerinde, şarkılarında Ümit Yaşar’ın<br />
imzası vardır dedik ya işte bir örnek daha;<br />
“Bir gün gelir de unuturmuş insan,<br />
En sevdiği hatıraları bile,<br />
Bari sen her gece yorgun sesiyle,<br />
Saat on ikiyi vurduğu zaman,<br />
Beni unutma...”<br />
Yıllar sonra Selda Bağcan’ın sesinde bu şiir de unutulmazlar<br />
arasına girmiştir… Bir dinlerseniz ne demek istediğimizi<br />
daha iyi anlarsınız. Sevgili okur, bir gün birileri size, “Türk<br />
Şiirinde marazi aşkın, mazoşist acının ve bitmeyen özlemin<br />
delidolu, naif şairi kim” diye sorarsa hiç düşünmeden<br />
Ümit Yaşar Oğuzcan yanıtını verebilirsiniz.<br />
Yaşarken küçümsenen bir isim de oldu Ümit Yaşar… Parasızlığın<br />
getirdiği çaresizlikle vasat politik taşlamalar,<br />
çalakalem şiirler de yazınca eleştiriler kaçınılmaz oldu…<br />
Kendisine yönelik eleştirilerin belki farkındaydı Ümit Yaşar<br />
Oğuzcan ama uyarılara çok da kulak asmadı… İçinden<br />
geldiği gibi yaşamayı seçerken hayatının iniş çıkışları şiirlerine<br />
de yansıdı.<br />
Türk edebiyatı ve gazeteciliğinin kadri kıymeti maalesef<br />
hiç bilinmemiş ve artık aramızda olmayan ismi Halit Çapın’ın<br />
da yazdığı gibi, neredeyse iki ayda bir intihar giri-<br />
44
şiminde bulundu Ümit Yaşar… Bu girişimlerin altında<br />
ölmek istemekten çok yaşarken farkına varılmak, kendini<br />
değerli hissetmek, sevilmek duyguları vardı oysa…<br />
Sözün başında anlattığımız gibi Ümit Yaşar Oğuzcan’ın evladı<br />
Vedat, Galata Kulesi’nden başka bir dünyaya atlarken<br />
babasına da adeta “öyle olmaz böyle olur bu işler...” dedi.<br />
Yalnızca sıradan güzellikleri ister görünse de, sanki derinlerde<br />
bir yerlerde hep yeni duygular aradı Ümit Yaşar… Bir<br />
İstanbul sevdalısıydı hakkıyla.<br />
Matematik dersini sevmeyip<br />
Matematik öğretmeninin<br />
Güzellik ve zarafetine vurgun<br />
Yeniyetme bir genç öğrenci gibi<br />
Hep kırık, hep isyan dolu, hep uzaktan<br />
Ve hayalindeki haliyle sevdi o şehri...<br />
İstanbul’u...<br />
Tevfik Fikret’in, “Bin kocadan arta kalan bakire…” diye tanımladığı<br />
İstanbul’un da verebileceği bir şeyler yok muydu<br />
Ümit Yaşar’a diye bir soru yöneltecek olursanız, “Hayat”<br />
deriz sana ey okur...“Hayat, biraz da yanıtsız sorular, sorusuz<br />
yanıtlardır” işte…<br />
Bestelenmiş hali milyonlarca kere dinlenen bir başka unutulmaz<br />
şiirinde de şunları söyledi Ümit Yaşar;<br />
“Yollarımız burada ayrılıyor,<br />
Artık birbirimize iki yabancıyız,<br />
Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa,<br />
Her şeyi evet her şeyi unutmalıyız,<br />
Her kederin tesellisi bulunur, üzülme,<br />
İnsan ne kadar sevse unutabilir,<br />
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN<br />
Mevsimler, gelir geçer, yıllar geçer,<br />
Sen de unutursun bir gün gelir,<br />
Hiç yaşamamışçasına, hiç sevmemişçesine,<br />
Unutursun o günlerimizi, gecelerimizi,<br />
O günlerce gecelerce sevişmelerimizi,<br />
Her şeyi evet her şeyi unutabilirsin,<br />
Hatta bütün yazdıklarımı satır satır,<br />
Kalırsa, içinde bir derin sızı kalır...”<br />
Gittiğiniz yerlerde “Ayrılanlar İçin’i, Beyaz Güvercin’i, Beni<br />
Unutma’yı, Kum şarkısını dinlemek isteriz” diye tempo tutarken<br />
bu şarkıların bestelenmiş Ümit Yaşar şiirleri olduğunu<br />
unutma değerli okur...<br />
Hayatında resim sanatı da olan ve tabloları bulunan Ümit<br />
Yaşar Oğuzcan’ın Rıhtımda şiiri de adeta hüzünlü bir tablo<br />
kadar sahihtir.<br />
“Bir beyaz gemiydi ayıran onları,<br />
Kadın güvertedeydi, adam rıhtımda,<br />
Şimdi unuttum yüzünü kadının,<br />
Adamın gözleri aklımda,<br />
Kana bulanmış bıçaklar gibi,<br />
Uzun kirpikleri ıslaktı,<br />
Adam dertli, adam darmadağın,<br />
Dokunsalar ağlayacaktı,<br />
Adam bitkindi, adam seviyordu,<br />
Kalan kederdi, giden gemiyse,<br />
Taş olduğu içindir dedim,<br />
Rıhtım taşları erimediyse,<br />
Derken bir düdük öttü ansızın,<br />
Bembeyaz gemi gitgide ufaldı,<br />
Korkunç yalnızlığıyla baş başa,<br />
Rıhtımda bir adam kaldı…”<br />
Üstüne titrediği oğlu Vedat’ın, Galata Kulesi’nden yokluğa<br />
atlayışını yaşamış bir babadır Ümit Yaşar Oğuzcan. Bunca<br />
dramdan önce de sonra da sevginin ve aşkın üvey evlat<br />
muamelesi gördüğü bir çağda “Aslolan daima aşktır” diyerek<br />
yollara düştüyse Ümit Yaşar Oğuzcan, biraz da hayat,<br />
ölüme teslim olmasın diyedir.<br />
Kötü yazdığı, çalakalem yazdığı şiirler ve taşlamalar için ne<br />
kadar borçluysa insanlara Ümit Yaşar Oğuzcan, sonu keyif<br />
ya da hüzünle biten her sevdadan da bir o kadar alacaklıdır…<br />
Çünkü;<br />
Sevda gençlerin işi değildir<br />
Sevda gençleştiren bir iştir...<br />
Ne diyordu yine bestelenmiş bir şiirinde Ümit Yaşar;<br />
“Süzülüp mavi göklerden yere doğru,<br />
Omuzuma bir beyaz güvercin kondu,<br />
Aldım elime, usul usul okşadım,<br />
Sevdim, gençliğimi yeniden yaşadım…”<br />
Türk Şiirini Türk Müziğiyle bin yıllık dost kılan Ümit Yaşar<br />
90 yaşında…<br />
Ümit Yaşar öldü mü diyorsunuz, siz öyle sanın… Bazı isimler<br />
hiç ama hiç ölmez.<br />
( Murat Örem / Temmuz 2015 / Ankara...)<br />
45
BİR DÜNYA ZAMAN<br />
Zamanın Aynasından<br />
Feridun ERTAŞKAN<br />
Cazkolik.com<br />
“Bir Dünya Müzik” dergisi ilk yılını tamamladı. Karınca<br />
kararınca bendenizin de bu ilk yılın önemli bölümünde<br />
yazılarımla katkım oldu. Özellikle müzikle soluk<br />
alıp veren bir kalem sahibi olarak şunu söylemeliyim<br />
ki hem müzikte hem yayıncılıkta ilk yıl gelecek yılların<br />
en önemli basamağıdır. Buna, müsaade ederseniz<br />
yine müzikten bir örnek vereyim, oradan esas konuya<br />
geçerim... Müzisyenlerin kendini ispat etme aşamasındaki<br />
en önemli sınavı ilk albümleridir. O ilk albüm<br />
hayatlarının kalanını belirleyecek, gelen övgüler veya<br />
eleştiriler genç sanatçıların yaşamını tayin edecek,<br />
dahası, profesyonel hayatına yön verecektir. Bu nedenle,<br />
hem tüm yaratıcılıklarını göstermeye çalışırlar<br />
hem içtenliklerini, orijinalliklerini yansıtmak isterler.<br />
Kendinden önceki sanatçıların ürettiklerine bakarak<br />
yeni bir şeyler söylemek zorunda olduklarını bilirler.<br />
“Bir Dünya Müzik” önemli bir ihtiyaca cevap veriyor.<br />
Zaman ve değişen teknoloji bildiğimiz tüm alışkanlıkları<br />
altüst ediyor. Zamanın böyle yıkıcı bir akışı var<br />
ama yeniden yapmanın, yeni olanı inşa etmenin de<br />
fırsatını sağlıyor. Ayakta kalmanın zorunluluğunu<br />
insanoğluna yeniden hatırlatıyor. Bundan otuz, kırk<br />
yıl önce gündemi yönlendiren basılı medya, günlük<br />
gazeteler ve dergilerdi. Basılı medya hâlâ etkisini korumaya<br />
çalışsa da internet ve sosyal medyanın karşısında<br />
giderek zorlanıyor. Medya artık herkesin cep<br />
telefonunda, bir tık uzağında. Ama bütün bu kaçınılmaz<br />
gerçekliğin yanında basılı medyanın hâlâ yoğun<br />
bir iknâ kabiliyeti var. Basılı medya eski gücünden kaybetmeye<br />
ilk dergilerle başladı. Haftalık, aylık dergiler<br />
ama daha da çok tematik dergiler, müzik dergileri. “Bir<br />
Dünya Müzik” gibi dergilerin önemi bu açıdan artık<br />
daha büyük ve kıymetli. Buralarda kaleme aldığımız<br />
notların, cümlelerin okuyucuyla buluşmasının değeri<br />
ve önemi kapanan her dergiyle biraz daha artıyor.<br />
Birinci yaşın zaman ve müzik ilişkisinde hatırlattıkları.<br />
Zaman, yapılan işin kıymetini ve önemini doğruluğu<br />
tartışılmaz biçimde tesciller. Karşı konulmaz bir<br />
doğruluk süzgecidir zaman. Beethoven veya Mozart,<br />
Bach ya da Itrî veya Dede Efendi niye çağları aşan<br />
güce sahip? Zaman bu insanların ürettiği müzikleri<br />
niye eskitemedi? Batı literatüründe ‘contemporary’<br />
denen kavram sanatın güncel olanını kasteder ama<br />
o sanatın on yıl sonra hatırlanacak kadar güçlü olduğuna<br />
dair ipucu vermez, bu cevabı sadece zaman<br />
verebilir.<br />
Müzik ve zamanın karmaşık görünen ilişkisi aslında<br />
basit bir formüle mi dayanıyor?<br />
Klasik müziğin yüzyıllara uzanan bir gelişim ve olgunlaşma<br />
süreci var ama sanayileşme ve teknolojinin hızlanmasıyla<br />
paralel zamanın da adeta hızlanması caz<br />
müziği gibi geçmişi sadece bir yüzyılı henüz aşan<br />
ömrü kendi klasikleşme sürecini çoktan tamamladı<br />
bile. Eğer bu formülle hesaplarsak, klasik müziğin yüzyılları,<br />
cazın yüzyılı bulan sürecini pop ve rock elli yıla<br />
sığdırmayı başardı. Bugün ellili, altmışlı yıllara damga-<br />
46
sını vuran Elvis Presley, The Beatles gibi ikonların kendi<br />
tarzlarının klasikleri olmadığını kim iddia edebilir?<br />
Kimse edemez ama bu isimlerin şarkıları henüz bir<br />
insan ömrü süresini aşmadı bile. Bu demek ki, müzik<br />
ve zamanın ilişkisi insanoğlunun ürettiği teknolojinin<br />
dayattığı bir telaş ve acelecilikle ilerlerken bir yandan<br />
kendi normlarını ve klasiklerini üretiyor. Yani, anlaşılan,<br />
zaman aralıkları daraldıkça kıymetlendirmenin<br />
süresi de kısalıyor. Bugün, Hip Hop gibi geçmişi otuz<br />
yılı bile bulmayan bir müzik kendi klasiklerini kabul<br />
ettirmeye başladı bile.<br />
Nasıl ki müzik zamanın akışına kendini adapte etmeyi<br />
başarıyorsa müziğin zaman içinde dinleyiciyle buluşma<br />
yolları tıpkı bugün medyanın kendini yenileme<br />
ve değiştirme hızıyla aynı seyrediyor. Müzik de, medya<br />
gibi artık internet üzerindeki anlık aktarım hızıyla<br />
kendini ifade ediyor. Günümüz insanının yayınlanan<br />
bir müziği ya da yeni bir haberi öğrenmek için sabahı<br />
ya da bir saat sonrasını beklemeye tahammülü yok,<br />
hemen, o an müzik ve haber eşit hızla dolaşıma sokuluyor<br />
ve tüketilmeye başlanıyor. Böyle<br />
bir dönem kendi<br />
klasiklerini sizce<br />
ne kadar sürede<br />
üretir?<br />
İşte, bu sebeplerle<br />
“Bir Dünya Müzik”<br />
gibi dergilerin<br />
önemi (tıpkı geçen<br />
sayıda radyolar için<br />
söylediğimiz gibi)<br />
daha da artıyor. Yaşadığımız<br />
hızı, değişimi<br />
ve tüketimi sorgulayacak<br />
daimî mecralara<br />
ihtiyacımız var.<br />
Bugün artık Snapchat gibi bir<br />
anda yüzbinlerce kişiye ulaşan<br />
ama bir kaç saniye sonra yok<br />
olan anlık iletimler insanoğlunun<br />
ortak hafızasını alzheimer<br />
benzeri bir hastalığı dönüştürmeden<br />
böylesi dergilerin sayfalarında<br />
hayatın ve kültürün<br />
akışını analiz eden yazılar ve görüşlerle<br />
kendimizi aynada daha<br />
sağlıklı görmeye ihtiyacımız var.<br />
Bu yüzden, birinci yaşın bininci<br />
yaşına ulaşsın “Bir Dünya Müzik”<br />
diyorum.<br />
47
BİR DÜNYA ALBÜM<br />
Murat EKŞİ<br />
tarumiske@yahoo.com<br />
80’lerin İngiliz pop yıldızı olarak isim yapmış Kim Wilde’ın<br />
1981 yılındaki çıkış albümü “Kim Wilde”. Kendi adını taşıyan<br />
bu albümün aslında Kim Wilde’ın ileride yapacaklarının da<br />
ötesinde bir albüm olduğunu hemen belirtelim ve ekleyelim:<br />
Ah şu ticari müzik endüstrisi.<br />
29 Temmuz 1981 çıkışlı albümün ilginç bir yanı var. Albüm<br />
aslında bir aile albümü. Albümdeki tüm şarkılar Kim’in<br />
babası olan ve eski bir rock’n roll’cu Marty Wilde ile Kim’in<br />
kendisinden 1 yaş küçük kardeşi Ricky Wilde tarafından<br />
yazılmış. Eh, Kim de o farklı ve yakalayıcı ses rengi ile zamanında<br />
gereğini yapıyor ve albüm oluşuyor.<br />
KIM WILDE – Kim Wilde<br />
48
KİM WILDE<br />
“Kim Wilde” genel geçer bakıldığında 70’leri uğurlayan ve<br />
fakat 70’lerin müzik dünyasını sonsuza dek değiştiren ve<br />
etkileyecek olan punk akımından etkilenmiş bir albüm.<br />
New-wave olarak nitelediğimizde bir eksiklik varmış gibi<br />
hissettiren albüm aslında ileride yapılacak pop-punk<br />
albümlerinin atalarından da pekala sayılabilir. Proto-poppunk<br />
desek yeridir bu kayıda. Ara ara –“Evereything We<br />
Know” gibi şarkılarda olduğu gibi- reggae/dub- etkisinin<br />
de görülebildiği albüm new-wave’in gitarlardan da nasibini<br />
almış, parlak syntler’den geri kalmayan, yakalayıcı pop<br />
yönü kuvvetli, Wilde’ın ses karakterinin şekil verdiği güçlü<br />
bir kayıt.<br />
Albümdeki şarkılar sırası ile şu şekilde:<br />
1 – Water On Glass<br />
2 – Our Town<br />
3 – Evereything We Know<br />
4 – Young Heroes<br />
5 – Kids in America<br />
6 – Chequered Love<br />
7 – 2-6-5-8-0<br />
8 – You’ll never Be So Wrong<br />
9 – Falling Out<br />
10 – Tuning In Tuning On<br />
Albümün ve özellikle de “Kids in America”nın hem listelerde<br />
hem de ticari olarak gösterdiği olağanüstü başarı bu<br />
albümü klasik yapan en önemli öge değildir. “Kim Wilde”ı<br />
klasik yapan en önemli şey, punk’ın evrilebileceği ve etkileşebileceği<br />
yerler noktasında sınırının bulunmadığının en<br />
önemli kanıtlarından birini oluşturmasıdır. Punk ruhunun<br />
pop’un tam merkezine bile yerleşebileceğinin, popüler<br />
kültürün tam aksi istikametinde bulunan bir alt kültürün<br />
uzak yakın demeden etki alanının ne olabileceğinin erken<br />
dönem bir uyarısıdır “Kim Wilde”. Ama bunu yaparken sert<br />
elini değil de eline geçirdiği yumuşak eldiveniyle size dokunarak<br />
bunu yapar. Popu pop yapar, yumuşak ve anlaşılır.<br />
Hemen herkes bu albümün adı geçince “Kids in America”<br />
der, evet. Fakat albümün asıl ağır topu tartışmasız “Falling<br />
Out”dur. Britanya kokan, mesafeli insanların hissiyatının<br />
ısısına ait ve seri ve kesik ritimlerin içine serpiştirilmiş kalp<br />
parçalarını içerir “Falling Out”.<br />
İmkanı olanı albümün plağına, benim gibi plağına sahip<br />
olmayanları popüler video izleme sitelerine davet ederek<br />
yazıyı noktalayalım. İster albümün tamamına ister de<br />
benim gibi “Falling Out”un hızlı romansına...<br />
49
BİR DÜNYA ALBÜM<br />
Murat EKŞİ<br />
tarumiske@yahoo.com<br />
KENAN DOĞULU<br />
İhtimaller<br />
Albümde Doğulu’nun yıllar içerisinde müzikseverlere sunduğu<br />
bir çok hit parçasının, Ercüment Orkut, Can Çankaya<br />
ve Bulut Gülen tarafından caz müzik formlarında yeniden<br />
düzenlenmiş versiyonlarının yanı sıra söz ve müziği Doğulu’ya<br />
ait ‘‘İhtimal’’ adında yepyeni bir şarkı da yer alıyor.<br />
Türkiye’de ve dünyada farklı caz sahnelerinde yer alan<br />
birbirinden önemli Türk caz müzisyenlerinin oluşturduğu<br />
orkestraya Doğulu da yorumu ve gitarıyla eşlik ediyor. Albüm,<br />
Kenan Doğulu ve caz severlere keyifli dakikalar yaşatacak.<br />
IŞIL YÜCESOY<br />
Zamansız<br />
Dile kolay tam tamına 37 yıl sonra yeni bir kayıt Yücesoy’dan!<br />
Albümün giriş parçası olan “Büyümedim” yeni<br />
yazılmış bir şarkı. Geride kalan şarkılar ise sanatçının kalbi<br />
hedef alan yerel pop şarkılarından seçerek oluşturmuş olduğu<br />
bir sıralama içeriyor. Elbette bu şarkılar Yücesoy’un<br />
kendi yorumuyla yeniden hayat buluyor. Türk pop müziğinde<br />
yer edinmiş Sezen Aksu, Nilüfer, Mithat Körler, Işın<br />
Karaca, Yeşim Salkım gibi isimlerin müzik dünyasına hediye<br />
ettiği şarkıları Işıl Yücesoy şaşırtıcı bir teatral tatta yorumlamış.<br />
Sanatçının oyunculukla alakasının bu etkide payı olduğu<br />
yadsınamaz bir gerçek. Öte yandan yıllanmış bir ses<br />
ve eskiye öykünen bir vokal stilinin de bunda payı büyük.<br />
Sakinlik, romantizm ve kalp yarası ile ilgililerin bu topraklara<br />
alakası oranında tat alabilecekleri bir kayıt “Zamansız”.<br />
HANDE YENER – Hepsi Hit Vol 1<br />
Sanatçının 12. albümünün adına baktığınızda<br />
Yener’in önceden ün kazanmış<br />
şarkılarından oluşmuş bir toplama ile<br />
karşılaşacağınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.<br />
Hande Yener, sayıları 3<br />
haneyi bulan yeni şarkıların arasından<br />
hemen hepsi “hit” potansiyeli taşıma<br />
özelliği çerçevesine bir atıfta bulunarak<br />
böyle bir albüm oluşturmuş. Sözlerde<br />
ve bestelerde Mert Ekren, Ersay<br />
Üner ve Altan Çetin dikkati çekiyor.<br />
Dikkatinizi bu müzik adamlarına çekmişken<br />
söyleyeyim: Albümde dikkat<br />
çekecek hemen hiç bir yenilik yok, farklı<br />
bir yaklaşım, devrimci fikir denebilecek<br />
hemen hiç bir an mevcut değil. Ve fakat<br />
“Kavuşabilir miyiz?” de olduğu gibi yerel<br />
pop seven dinleyicileri, radyo istasyonlarını,<br />
kalp acısı çeken bazı kesimleri tam<br />
12’den vuracak şarkılar da yok değil.<br />
Hande Yener bildiğiniz gibi. Ne bir eksik,<br />
ne bir fazla...<br />
50
ALBÜM EKŞİSİ<br />
THE AVALANCHES<br />
Wildflower<br />
Yıl 2000. “Since I Left You”. Sistematik ve planlı kolajı, müziği<br />
kullanarak prestijli bir sanat eseri haline getirme işlevi.<br />
Sonuç: Bir Plunderphonics başyapıtı...<br />
Yıl 2016. “Wildflower”. Sistematik ve planlı kolajı, müziği<br />
kullanarak prestijli bir sanat eseri haline getirme işlevi. Sonuç:<br />
Bir Plunderphonics başyapıtı...<br />
MAXWELL<br />
black SUMMERS’night<br />
R&B ve soul’un soğuk ve entelektüel kısma yakın tarafından<br />
Maxwell’in 5. Stüdyo albümü ile karşı karşıyayız.<br />
Nu-soul’un zaman içerisinde en önemli birkaç isminden<br />
biri haline gelen sanatçının bu albümü de aynı rotasından<br />
sapmıyor: Afro-Amerikan kökenlerden gelen rhythm<br />
and blues’un şık gece kulüplerinde yerinde hareketsiz<br />
dinlenebilir bir hale getirilmiş hali, ama en şık hali. Soğuk,<br />
enerjisini aktarmaktan öte kişinin içerisinde oluşturmaya<br />
çalışan, Maxwell’in boşu olmayan organik şarkılarıyla bir<br />
yandan da gerçeklik hissini sıkı verebilen bir müzik. Tam<br />
bir usta işi… Yılın en iyi albümlerinden birini takdim edelim<br />
ve ekleyelim: “blackSUMMERS’night” baştan sona ışıldıyor;<br />
siz koşarken yerde en küçük pürüzü olmayan satıh<br />
gibi parlak ve akıcı.<br />
THE AMAZING – Ambulance<br />
İsveçli beşlinin bu 5. albümleri. Psikedelik-rock / indie<br />
rock’ın dallanıp budaklanması ile jazz’a bile bulaşabilen<br />
grubun yeni albümünde –belki zamanın önlenemez ilerlemesinin<br />
getirdiği yaş ilerlemesi ile- kendini belli eden<br />
bir dream-pop durumu mevcut. Elbette bu psikedelik<br />
hissiyatın önüne henüz- geçmiş değil ama ilerleyen albümlerde<br />
olur ise- bizi neyin bekleyeceğine emin olamayız.<br />
Albümle aynı adı taşıyan fantastik “Ambulance” olsun,<br />
sizi alıp bulutlara çıkaran “Floating” olsun, içerisinde belli<br />
bir ortalamayı çok aşan şarkıların olduğu albüm, yeni nesil<br />
psikedelik grupları sevenlerden dream-pop sevenlere,<br />
oradan organik-indie seven güruhtan sakinleştirici etkisi<br />
olan tını takıntılılarına kadar geniş çerçevede kendine yer<br />
bulabilir. Çok iyi demeye az var, iyiden daha iyi.<br />
‘‘The Amazing’’ ilgiyi kesinlikle hak ediyor.<br />
51
YURTTAN SESLER’İN<br />
UNUTULMAYAN SESİ<br />
“AVNİ ÖZBENLİ”…<br />
Kubilay DÖKMETAŞ<br />
kubilay.dokmetas@trt.net.tr<br />
(TRT Türk Halk Müziği Müdürü)<br />
Yurttan Sesler’in ilk kuşak sanatçılarından (bir diğer ismiyle<br />
çekirdek kadro) Avni Özbenli, 23 Haziran 1919’da Kastamonu’da<br />
doğdu. Babası Hüseyin Rüştü Bey, annesi ise Emine<br />
Hanımdır.<br />
Henüz çocuk yaşlarında iken saza ilgi duymuş ve yöresinin<br />
ünlü sanat ustalarından, Âşık İhsan Ozanoğlu, Yorgansız<br />
Hakkı Âşık Mümin Meydani ve Sarı Recep Giray’dan büyük<br />
ölçüde yararlanmıştır. O günleri şöyle anlatır Özbenli: “Kastamonu’da<br />
iki evli bir köyde dahi genellikle saz çalan olur.<br />
İlgimi saz çektiği için ben de saza heves ettim. Saza 1935’te<br />
başladım. İnsan gözünden öğrenirmiş. Ustalar bize saz vermezlerdi.<br />
Verseler bile düzenini, akordunu bozarlardı. Çabuk<br />
öğrenmemizi istemezlerdi. Onun için ben bağlamayı<br />
satın alır almaz çalmaya başladım. Okul müsamerelerinde<br />
görev aldım. Artık, okula dışardan bağlamacı getirmediler.”<br />
İlk orta ve lise öğrenimini Kastamonu’da tamamlayan Avni<br />
Özbenli 1941 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya<br />
Fakültesi’nin Felsefe Bölümünü kazandı. 1945 yılında<br />
bu okuldan mezun oldu. Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki<br />
öğrencilik yıllarında hemşehrisi Sarı Recep’in<br />
önerisi, Mesud Cemil ve Muzaffer Sarısözen’in onayı ile Ankara<br />
Radyosu’nun halk müziği çalışmalarına ve yayınlarına<br />
katıldı. Bu olay şöyle gelişti; Sarı Recep 1941 yılında hastalandı<br />
ve 55 gün kadar hasta yattı. O yıllarda Ankara’da okuyan<br />
öğrencisi Avni Özbenli’yi yerine önerdi. Avni Özbenli<br />
bu olayı Süleyman Şenel’e 3 Mart 2000<br />
tarihinde şöyle anlatmıştır:<br />
“1941 yılında bana Ankara Radyosu’ndan<br />
bir telefon geldi. Telefon<br />
eden Mesut Cemil idi. Radyoevi’ne<br />
kadar gelmemi rica etti. Hemen heyecanla<br />
bir koşu Radyoevi’ne gittim.<br />
Bana, ustam Sarı Recep’in hasta olduğunu,<br />
Yurttan Sesler’in yürümesi<br />
için beni tavsiye ettiğini söyledi. Ben<br />
o cesaretle derhal kabul ettim ve 55<br />
gün Yurttan Sesler Topluluğu’nda<br />
tek saz olarak çaldım. Kimse de ‘Sarı<br />
Recep nerede’ demedi. Sarı Recep iyi<br />
olup Radyoya dönünce Mesut Cemil<br />
52
AVNİ ÖZBENLİ<br />
Bey’den izin istedim. O sırada odasında olan Muzaffer Sarısözen<br />
ile birlikte bana ‘sizi bırakmayacağız’ dediler. Böylece<br />
4 yıl sürecek olan radyo yıllarım başladı.”<br />
Ankara Radyosu’nda çalışmalara katıldığı yıllardaki topluluğu,<br />
Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği diye ayrılmayıp;<br />
Ankara Radyosu Türk Musikisi adıyla icraatlar da bulunan<br />
bir topluluktu. Vedat Nedim Tör’ün isim babalığını yaptığı<br />
“Yurttan Sesler” topluluğunun henüz oluştuğu yıllardı.<br />
Memleketi Kastamonu’nun duyulmadık türkülerini derleyip<br />
notaya alarak Radyo repertuvarına kazandırdı.<br />
Fakülteden mezun olduktan sonra Kastamonu Gölköy Köy<br />
Enstitüsü’ne öğretmen olarak atandı. Askerliğini yaptıktan<br />
sonra tekrar aynı görevine tayin edildi. 1950 yılında Mukaddes<br />
Hanım ile evlendi. Gölköy Enstitüsü’ndeki öğretmenlik<br />
görevinden sonra eğitim başı görevine yükselen Avni<br />
Özbenli, öğretmenlik ve yöneticilik görevlerinin yanı sıra<br />
oluşturduğu korolarda repertuvar çalışmaları yaptırıp sanatsal<br />
faaliyetlerini öğrencileriyle birlikte pek çok kez Kastamonu’da<br />
halka sergiledi. Kısa sürede 120 öğrenciye ulaşan<br />
halk müziği topluluğuyla ilgili anılarını şöyle anlatmıştır: “Az<br />
zamanda büyük ilerleme kaydettik. Öyle ki okulun kendilerine<br />
verdiği mandolinleri, bazı öğrenciler iade etmeye başladılar.<br />
Zaten, mandolini de saz gibi bütün tellere vurarak<br />
çalıyorlardı.” Sadece öğrencilerine bağlama ve halk müziğini<br />
sevdirmekle kalmamış Özbenli. Kastamonu merkezindeki<br />
Tekeli Kardeşlere nasıl iyi bağlama yapılacağını tarif ederek,<br />
onların iyi birer bağlama ustaları olmalarını sağlamıştır.<br />
1949 yılında İstanbul Radyosu yeni binasında faaliyete ge-<br />
çince “Yurttan Sesler” ve “Memleket Havaları Ses ve Tel Birliği”<br />
adlı programlarda çalışmalara katıldı. 1951 yılına kadar<br />
sürdürdüğü bu çalışmalarının ardından bu görevinden istifa<br />
ederek yeniden Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki eski görevine<br />
döndü. 1952 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir yıllığına<br />
Amerika’ya gönderilen Avni Özbenli, gittiği yerlerde<br />
radyo ve üniversitelerde sazı ve sesiyle konserler vermiştir.<br />
Avni Özbenli için, Türk halk müziği alanında yurt dışında<br />
müziğimizi duyuran ve temsil eden ilk sanatçılarımızdan birisidir<br />
diyebiliriz. 1953 yılında Amerika’dan döndükten sonra<br />
Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’ne müdür olarak atandı. 4 yıl<br />
süren bu görevinden sonra, bakanlık müfettişliği görevine<br />
atandı.<br />
Avni Özbenli, eğitim kurumlarındaki görevini sürdürürken<br />
bir yandan fırsat buldukça Radyo çalışmalarına katılıp, diğer<br />
yandan ise görev yaptığı okullarda korolar kurup Türk halk<br />
müziğini sevdirme gayreti içerisindeydi. Bir dönem Milli<br />
Folklor Enstitüsü Müdürlüğü görevinde bulunan Avni Özbenli<br />
görevi gereği bir baştan bir başa dolaştığı ülkemizin<br />
çeşitli yörelerinden derlediği türküleri derleyip notalayarak<br />
TRT repertuvarına kazandırmıştır. Derlediği türkülerden bazıları<br />
şunlar: Yaş Nane Kuru Nane, Sepetçioğlu, Ördeğisen<br />
Göle Gel, Su Çırdaktan Gece Geçtim, Bülbül Olmuş Gülistanı<br />
Beklerim, Asmaların Üzümü. Başta eğitim, folklor ve müzik<br />
olmak üzere birçok konuda çeşitli dergi ve gazetelerde çok<br />
sayıda makalesi yayınlanmıştır. 26 Temmuz 2007 tarihinde<br />
Samsun’da hayata gözlerini yuman Yurttan Sesler‘in güzide<br />
evladına Allahtan rahmet diliyoruz.<br />
53
Cahit CESUR<br />
cahit.cesur@trt.net.tr<br />
SEMİHA BERKSOY<br />
İlk Türk kadın opera sanatçısı Semiha Berksoy 1913’te İstanbul’da<br />
doğdu. Küçük yaşlarda annesinden mimik ve jest dersleri aldı. Ortaokuldan<br />
sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. Namık İsmail Atölyesi’nde<br />
resim çalıştı. 1928 yılında sınavla tiyatro okuluna alındı. İstanbul<br />
Belediye Konservatuarı’nda Nimet Vahit’in şan öğrencisi oldu.<br />
1931 yılında “İstanbul Sokakları” adlı filmde rol aldı. Tiyatro okulunu<br />
bitirdikten sonra Süreyya Opereti’nde “Asaletmeab” oyununda oynadı.<br />
1932 yılında Darülbedayi’e (İstanbul Şehir Tiyatrosu) girdi. Cemal<br />
Reşit ve Ekrem Reşit Rey’in “Lüküs Hayat”, “Deli Dolu”, Saz-Caz”, “Adalar<br />
Revüsü” operetlerin ilk temsillerinde başarılı oyunculuğu ve sesiyle<br />
dikkati çekti.<br />
Paul Lohmann’ın İstanbul’da açtığı yarışmayı kazanarak öğrenim görmek<br />
üzere Almanya’ya gitti. 1936 yılına kadar Berlin Devlet Yüksek<br />
Müzik Akademisi Opera Bölümünde Clemens Schmalstich ve Paul<br />
Lohmann’ın şan ve sahne öğrencisi oldu ve okulu birincilikle bitirdi.<br />
Opera kariyerine 1934’de başlayan Semiha Berksoy, Türkiye, Almanya<br />
ve Portekiz’de sahneye çıktı. 19 Haziran 1934 tarihinde ilk Türk operası<br />
olan Ahmet Adnan Saygun’un bestelediği Özsoy Operası’nda<br />
Ayşim başrolünü oynadı ve Atatürk tarafından takdir gördü. Richard<br />
Strauss’un doğumunun yetmiş beşinci yıldönümü dolayısıyla sahnelenen<br />
“Ariadne auf Naxos” operasında Ariadne rolü ile Avrupa’da sahne<br />
alan ilk Türk opera sanatçısı oldu. 2. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine<br />
yurda döndü. Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilişinin<br />
50. yılında, TBMM tarafından ilk kadın opera sanatçısı olarak ‘Atatürk<br />
Opera Ödülü’ne layık görüldü. 1942 yılında Türkiye’ye gönderilen bir<br />
belge ile Berlin Yüksek Müzik Akademisi’nin sahne olgunluk diplomasına<br />
hak kazandı. Yurda döndükten sonra orkestra eşliğinde konserler<br />
verdi. Bunlar arasında, Ernst Praetorius yönetimindeki Riyaseticumhur<br />
Filarmoni Orkestrası eşliğinde verdiği konserler önemlidir.<br />
Karl Ebert’in sahneye koyduğu operalarda oynadı. 1943 yılında Berlin’de<br />
konserler verdi. 1946’da Ankara’ya dönerek Madam Butterfly<br />
başrolünde başarı kazandı. 1949’da Viyana’da konser verdi. “Kadınlar<br />
Arasında” ve “Figaro’nun Düğünü” operalarında roller aldı. 1950 yılında<br />
Ankara Devlet Tiyatrosu ve Ankara Devlet Opera ve Balesi solist<br />
sanatçısı oldu.<br />
1951 yılından sonra rol aldığı başlıca eserler şunlardır: Cavallerie Rusticana,<br />
Yanlışlıklar Komedisi, Tosca, Köşebaşı, Elektra, Lady Frederick,<br />
Dünkü Çocuk, Bu Gece Başka Gece, Dışardakiler, Cadı Kazanı, Karayar<br />
Köprüsü, Felsefe Doktoru, Kanaviçe, Büyük Jüstinyen, Macun Hokkası,<br />
Çalıkuşu.<br />
Berksoy, ayrıca 1961 yılından başlayarak Türkiye ve yurtdışında birçok<br />
resim sergisi açtı. 1998 yılında Devlet Sanatçısı unvanı aldı. 1999’da<br />
New York City Lincoln Center’da Robert Wilson’ın The Days Before:<br />
Death, Destruction and Detroit III isimli operasında sahneye çıktı.<br />
2003 yılında Viyana’da Samlung Esly Modern Müze’de sergiye katıldı.<br />
Türk sahne sanatlarında yarım yüzyıl boyunca başarılar kazanan ve<br />
bu alanda kültürümüze büyük hizmetler veren Berksoy 15 Ağustos<br />
2004’de 94 yaşında hayata gözlerini yumdu.<br />
54
27 Ağustos 1892 9 Ağustos 1942<br />
ZAMAN TÜNELİ<br />
15 Ağustos 1944<br />
New York Metropolitan<br />
opera binası yandı.<br />
J. Cleaveland Cady’nin tasarımı olan ve<br />
22 Ekim 1883’te “Faust” ile perdelerini<br />
açmış olan eski New York Metropolitan<br />
opera binası (old met) henüz dokuz yaşındayken<br />
bir yangınla harap olmuştu.<br />
Batı 39 Cadde ile 40. Cadde arasındaki<br />
tüm bloğu işgal eden Opera Evi 1903 yılında<br />
Carrera ve Hastings tarafından orijinal<br />
çizgisinde yeniden tasarlanarak inşa<br />
edilmiş ve açılmıştı. Opera binasının salonu<br />
3625 kişilikti ve buna ek olarak 224<br />
adet de ayakta izlenilebilen kabin vardı.<br />
Eski Metropolitan Opera binası 16 Nisan<br />
1966 tarihinde Soprano Zinka Milanov’un<br />
katıldığı bir jübile galası ile kapılarını kapatmış,<br />
korunması için yürütülen kampanyalara<br />
rağmen 1967 yılında da tamamen<br />
yıkılmış ve yerine 1970 yılında 40 katlı bir<br />
ofis binası inşa edilmişti.<br />
2 Ağustos 1921<br />
İtalyan tenor Enrico Caruso<br />
hayata gözlerini yumdu.<br />
Güçlü ve lirik bir tenor olarak tanınan<br />
Caruso, müzik yapıtlarının teknik olanaklarla<br />
çoğaltılması, konser ve opera gösterisinin<br />
özgünlüğünü kısmen yitirmesi<br />
döneminin bağladığını ilk fark eden<br />
opera sanatçısıdır. Yaptığı kayıtlarla operanın<br />
dünya çapında popülerleşmesinde<br />
önemli katkısı olmuştur. Belirgin bir<br />
sahne korkusu olan ve gereğinden fazla<br />
heyecanlanan sanatçı, bu korkusunu<br />
yenmek için aşırı miktarda içki ve sigara<br />
tüketirdi. Bu yüzden son dönemde sesi<br />
eski yumuşaklığını kaybetti.<br />
Dimitri Şostakoviç’in<br />
“Leningrad” isimli 7. Senfonisi<br />
Nazi kuşatması altındaki<br />
Leningrad şehrinde ilk kez<br />
seslendirildi.<br />
Do Majör Senfoni No. 7, op. 60, Dmitri<br />
Şostakoviç’in bestesini 27 Aralık 1941’te<br />
tamamladı. Leningrad şehrine adadığı<br />
eseri “Leningrad Senfonisi” olarak da bilinir.<br />
II. Dünya Savaşı sırasında yaklaşık<br />
900 gün Alman kuşatması altında kalan<br />
Leningrad şehrindeki direnişin sembolü<br />
olan eser, Sovyet yönetimi tarafından<br />
propaganda aracı olarak kullanılmıştı.<br />
Senfonini 9 Ağustos 1942’de kuşatma<br />
altındaki Leningrad kentinde seslendirilişi,<br />
tarihin en sıra dışı konserlerinden biri<br />
olarak kabul edilir.<br />
Fransız sinemacı ve soul, caz,<br />
pop şarkıcısı Sylvie Vartan<br />
Sofya’da dünyaya geldi.<br />
Gerçek adı Sylvie Georges Vartanian olan<br />
sanatçı, 60’lı ve 70’li yıllar boyunca, kocası<br />
Johnny Hallyday’le birlikte, Olympia<br />
ve Palais des congrès de Paris’de verdiği<br />
konserlerle dünyada adından çok söz<br />
ettirdi ve ülkemizde de geniş bir hayran<br />
kitlesine ulaşmayı başardı. Müziğe 1961<br />
yılında Frankie Jordan ile seslendirdiği<br />
“Panne d’essence” şarkısıyla başladı ve<br />
İlk albümü “Sylvie” 1962 yılında piyasaya<br />
çıktı. Kariyeri boyunca 50’den fazla<br />
albüm yapan sanatçı ayrıca “Pod Igoto”,<br />
“Un Clair de Lune à Maubeuge”,<br />
“Cherchez l’idole”, “D’où viens-tu,<br />
Johnny?”, “Patate” gibi birçok filmde rol<br />
aldı.<br />
7 Ağustos 1955<br />
İlk Transistörlü Radyo satışa<br />
çıktı.<br />
Günümüz radyoları her ne kadar transistörlü<br />
olsa da geçmişte radyoların hepsi<br />
transistörlü değildi. Bu yüzden radyoyu<br />
açar açmaz çalışmaz biraz beklemek gerekirdi.<br />
Transistörün keşfiyle radyolar hemen<br />
çalışmaya başladı ve radyolar çok<br />
büyük bir teknik özelliğe kavuştu. Bu<br />
özelliğe sahip radyoların üstünde<br />
“Transistörlü Radyo” yazardı. Günümüzde<br />
çok büyük bir anlam ifade etmeyen<br />
bu özellik radyolar için yeni bir çağın<br />
başlangıcıydı. 1955 yılında Sony firmasının<br />
öncül kuruluşlarından “Tokyo<br />
Telecommunications Engineering” tarafından<br />
üretilen ilk transistörlü radyonun<br />
satışına Japonya’da başlandı.<br />
55
ZAMAN TÜNELİ<br />
7 Ağustos 1962<br />
“Aşkı fısıldayan ses” Neveser<br />
Kökdeş geçirdiği kalp krizi<br />
sonucu vefat etti.<br />
Babasının sürgünde olduğu yıllarda<br />
1904’de Drama’da doğan sanatçı Fransız<br />
okulunda piyano çalmasını öğrendi.<br />
Daha çok ağabeyi Muhlis Bahaddin Ezgi’nin<br />
yanında sanatını ilerletmek fırsatını<br />
buldu. Sesi de güzel olduğu için, aynı<br />
zamanda solistlik de yaptı. Kendine has<br />
bir tekniği olan sanatçımız Türk müziğinin<br />
geleneklerine bağlı kalmamış, kendine<br />
özgü eserler vermiştir. Bu nedenle<br />
Mesud Cemil, onun eserleri için “Neveser<br />
Musikisi” demiştir.<br />
15 Ağustos 1969<br />
Woodstock Müzik ve Sanat Festivali, New York yakınlarında<br />
bir mandırada 400 bin kişinin katılımıyla başladı.<br />
İnsanların kendilerini ifade etmek ve bir özgürlük düşünü gerçekleştirmek amacıyla,<br />
New York eyaletinin Woodstock kasabası yakınlarındaki geniş bir kırsal alanda bir<br />
konser düzenlenir. Festivalin ilk gecesi sahneye, Richie Havens, Country Joe<br />
McDonald, Bert Sommers, Tim Hardin, Ravi Shankar, Melanie, Arlo Guthrie ve Joan<br />
Baez çıkar. Gece yarısını geçtikten sonra müthiş bir yağmur başlar. Ertesi gün şiddetli<br />
rüzgâr ve yağmur yüzünden sahne bir süre boş kaldıysa da, gelenlerin coşkusu<br />
ve müzisyenlerin içindeki durdurulamaz özgürlük aşkıyla konsere devam edilir. Üç<br />
günlük bu festival, müzik tarihinde asla unutulmadı ve dünya tarihi bir daha böylesine<br />
kalabalık bir coşku görmedi.<br />
20 Ağustos 1980<br />
Şarkıcı ve söz yazarı Joe<br />
Dassin geçirdiği kalp krizi<br />
sonucu öldü.<br />
1960’larda ve 1970’lerde Fransızca şarkılarıyla<br />
tanınan ABD’li şarkıcı ve söz yazarı<br />
Joe Dassin, 1950’li yıllarda ailesiyle birlikte<br />
Avrupa’ya yerleşti. 1970’larin başlarında<br />
Dassin’in şarkıları Fransa’da meşhur<br />
oldu. Fransızca ve İngilizce dışında 5 ayrı<br />
dilde şarkıları tanındı. Annesi ve çocuklarıyla<br />
tatil yaptığı Tahiti’de geçirdiği kalp<br />
krizi nedeniyle 42 yaşında hayata gözlerini<br />
yumdu. L’été indien, Et si tu n’existais<br />
pas, Le chemin de papa, Salut, A Toi,<br />
Siffler sur la colline sanatçının unutulmaz<br />
şarkılarından bazılarıdır.<br />
20 Ağustos 1990<br />
Pop Müzik şarkıcısı Ayla Dikmen<br />
kansere yenik düştü.<br />
Parla Nur takma adıyla müzik hayatına<br />
başlayan Ayla Dikmen, 1965 Balkan Melodileri<br />
Festivali’nde “Niksar’ın Fidanları”<br />
ile birinci oldu. 1970’li ve 1980’li yıllar<br />
boyunca TRT’de pek çok müzik programında<br />
yer alan sanatçı piyasaya çıkan<br />
tüm 45’likleriyle büyük başarılara imza<br />
attı. Niksar’ın Fidanları, Yanan Mum,<br />
Anlamazdın, Nereye, Aşk Defteri, Yolcu<br />
Yolunda Gerek, Çoban Pınarı, Onu Bunu<br />
Bilmem Kararlıyım ve Zehir Gibi Aşkın<br />
Var sanatçının unutulmaz şarkılarından<br />
bazılarıdır.<br />
10 Ağustos 2008<br />
Amerikalı siyahi sanatçı<br />
Isaac Hayes öldü.<br />
Müzik kariyerine 1960’lı yılların ortalarında<br />
söz yazarı ve prodüktör olarak başlayan<br />
sanatçı, 60’lı yılların sonunda kendi<br />
albümlerini çıkarmaya başladı.<br />
Hot Buttered Soul (1969) ve Black<br />
Moses gibi albümleri ile şöhret kazandı<br />
ve stüdyosunun en önemli sanatçılarından<br />
biri haline geldi. 1971’de yazdığı<br />
Shaft filminin müzikleri ile Oscar, iki<br />
Grammy Ödülüne layık görüldü. Üçüncü<br />
bir Grammy Ödülü’nü de Black<br />
Moses albümü ile aldı.<br />
56