23.02.2017 Views

LETİŞİM KURAMLARI

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2803<br />

AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1761<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> <strong>KURAMLARI</strong><br />

Yazarlar<br />

Prof.Dr. Erkan YÜKSEL (Ünite 1)<br />

Doç.Dr. İncilay CANGÖZ (Ünite 2)<br />

Doç.Dr. Ömer ÖZER (Ünite 3)<br />

Doç.Dr. Ruhdan UZUN (Ünite 4, 5, 7)<br />

Doç.Dr. Banu DAĞTAŞ (Ünite 6)<br />

Prof.Dr. İrfan ERDOĞAN (Ünite 8)<br />

Editör<br />

Prof.Dr. Erkan YÜKSEL<br />

<br />

ANADOLU ÜNİVERSİTESİ<br />

<br />

i


Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir.<br />

“Uzaktan Öğretim” tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır.<br />

İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt<br />

veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz.<br />

Copyright © 2013 by Anadolu University<br />

All rights reserved<br />

No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted<br />

in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic tape or otherwise, without<br />

permission in writing from the University.<br />

UZAKTAN ÖĞRETİM TASARIM BİRİMİ<br />

Genel Koordinatör<br />

Doç.Dr. Müjgan Bozkaya<br />

Genel Koordinatör Yardımcısı<br />

Doç.Dr. Hasan Çalışkan<br />

Öğretim Tasarımcıları<br />

Yrd.Doç.Dr. Seçil Banar<br />

Öğr.Gör.Dr. Mediha Tezcan<br />

Grafik Tasarım Yönetmenleri<br />

Prof. Tevfik Fikret Uçar<br />

Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız<br />

Öğr.Gör. Nilgün Salur<br />

Kitap Koordinasyon Birimi<br />

Uzm. Nermin Özgür<br />

Kapak Düzeni<br />

Prof. Tevfik Fikret Uçar<br />

Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız<br />

Grafikerler<br />

Gülşah Karabulut<br />

Özlem Ceylan<br />

Kenan Çetinkaya<br />

Dizgi<br />

Açıköğretim Fakültesi Dizgi Ekibi<br />

İletişim Kuramları<br />

ISBN<br />

978-975-06-1464-4<br />

1. Baskı<br />

Bu kitap ANADOLU ÜNİVERSİTESİ Web-Ofset Tesislerinde 6.000 adet basılmıştır.<br />

ESKİŞEHİR, Ocak 2013<br />

<br />

ii


İçindekiler<br />

Önsöz ....<br />

iv<br />

1. İletişim Kuramlarına Giriş 2<br />

2. Çizgisel ve Sosyo-Psikolojik Yaklaşımlar.. 34<br />

3. Medyanın Etkilerine Yönelik Yaklaşımlar 60<br />

4. İzleyici Merkezli Yaklaşımlar.. 84<br />

5. Teknoloji Merkezli Yaklaşımlar.. 106<br />

6. Dilbilimsel ve Göstergebilimsel Yaklaşımlar. 132<br />

7. Eleştirel Yaklaşımlar 156<br />

8. Türkiye’de İletişim Araştırmaları.. 184<br />

<br />

iii


Önsöz<br />

Bir akademisyen olarak vermeyi en çok sevdiğim ders “araştırma yöntemleri”. Anadolu Üniversitesi’nde<br />

kesintilere uğramış olmakla birlikte yaklaşık 10 yıldır bu konuda dersler veriyorum. Yüksek lisans<br />

seviyesinde ise “İletişim Kuramları ve Araştırmaları I ve II” derslerini de iki ayrı dönemde işliyoruz.<br />

Bu kitapta söz konusu derslerde anlatılan pek çok konu özet bir şekilde ele alınıyor. Kitabı değerli kılan<br />

en önemli unsur, iletişim biliminin birbirinden farklı yaklaşımlarını bütünsel bir yapıda ele alarak<br />

sistematik bir şekilde okuyucuya anlatması. Kitabı değerli kılan bir başka unsur, kitabın farklı<br />

ünitelerinin, bu alanda farklı üniversitelerde dersler veren ve araştırmalar yapan farklı akademisyenler<br />

tarafından kaleme alınmış olması. İletişim biliminde Türkçe yayımlanmış bu konudaki birkaç kitap<br />

arasında bu kitabın bir başka özelliği dil ve anlatımının oldukça sade ve anlaşılır olması. Açıköğretim<br />

Fakültesi’nin uzaktan eğitim sistemine uygun formatta hazırlanan kitap, yüz yüze eğitimin öğrenciye<br />

sunduğu imkanları, formatı gereği, uzaktan eğitim öğrencilerine de sunmaya imkan tanıyor. Kitapta pek<br />

çok konuda görsel anlatımlar, şekil ve tablolar, hikayeleştirilmiş açıklamalar, faydalanılabilecek yararlı<br />

kitap ve internet sayfası önerileri ve ek bilgiler dikkat çekiyor. Konuyu daha anlaşılır kılıyor ve meraklı<br />

okuru daha çok araştırmaya, incelemeye yöneltiyor.<br />

Kitabın ilk ünitesinde öncelikle bilim, bilimsel araştırma, araştırma yöntemleri, kuram ve iletişim<br />

kuramları açıklanarak, bu alt yapı üzerine iletişim kavramı ve anlamı, iletişim tarihi, iletişim araştırmaları<br />

tarihi ve iletişim araştırmalarına yönelik sınıflandırma çabaları konu ediliyor. Ardından kitapta iletişim<br />

çalışmaları etki-süreç odaklı çalışmalar ve anlam-niyet odaklı çalışmalar çerçevesinde ikiye ayrılarak bu<br />

iki yaklaşımın iletişim olgusuna bakışı ve bu bakış çerçevesinde kullandığı temel kavramlar tanımlanıyor.<br />

İkinci ünitede iletişim biliminin ilk çalışmaları olan çizgisel ve sosyo-psikolojik yaklaşımlar, üçüncü<br />

ünitede etki araştırmaları arasında öne çıkan yaklaşımlar, dördüncü ünitede izleyici merkezli yaklaşımlar,<br />

beşinci ünitede de teknoloji merkezli yaklaşımlar ele alınıyor.<br />

Anlam odaklı çalışmalar bağlamında kitapta altıncı ünitede ayrıntılı olarak dilbilimsel ve göstergebilimsel<br />

yaklaşımlar üzerinde duruluyor. Yedinci ünitede ise oldukça geniş kapsamlı olan eleştirel yaklaşımlar<br />

özetlenmeye çalışılıyor. Bu bağlamda siyasal ekonomi yaklaşımı, kültürel emperyalizm, kültürel<br />

bağımlılık, medya emperyalizmi, Frankfurt Okulu, kültür endüstrisi, propaganda modeli ve İngiliz<br />

Kültürel Okulu konularına değiniliyor.<br />

Kitabın son ünitesi olan sekizinci ünitede de iletişimin temel unsurlarına ilişkin genel çerçeve özetlenerek<br />

bunun içinde Türkiye’deki iletişim araştırmalarının yeri irdeleniyor. Bu ünitede öne çıkan, özellikle<br />

Türkiye’de iletişim araştırmalarının oluşumunun temel doğası, gelişim ve koşulları konularını yalnızca<br />

iletişim özelinde değil, belki de genel anlamda diğer bilim dalları için de yorumlamak gerekiyor. Bu<br />

değerli değerlendirmelerin ardından ünitede; araştırma türleri, alanları, konuları ve yönelimler ayrı ayrı<br />

irdeleniyor ve son olarak günümüzdeki duruma değiniliyor. Dolayısıyla son ünitede bir anlamda da<br />

kitabın iletişim kuramları ve araştırmaları anlamındaki bir özeti ve Türkiye’nin bu özet içerisindeki yeri<br />

yorumlanmaya çalışılıyor.<br />

Kitabın yalnızca uzaktan eğitim öğrencileri için değil, örgün eğitimde iletişim fakültelerindeki öğrenciler<br />

ve bu alanda lisansüstü eğitim yapan araştırmacılar için de önemli bir başvuru kaynağı olarak<br />

yararlanılabilecek nitelikte olduğunu düşünüyorum.<br />

Kitapla ilgili her türlü görüş ve önerilerinizi de bana yazabilirsiniz. Kitabın “geribildirimi” için e-posta<br />

adresim şöyle: eyuksel@anadolu.edu.tr<br />

Tüm öğrencilerimize keyifli okumalar, derslerinde başarılar dilerim.<br />

Editör<br />

Prof.Dr. Erkan YÜKSEL<br />

iv


1<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

Bilimsel araştırma ve iletişim kuramlarını açıklayabilecek,<br />

İletişim kavramı ve anlamını tanımlayabilecek,<br />

İletişim tarihini özetleyebilecek,<br />

İletişim araştırmalarını sınıflandırabilecek,<br />

Etki-süreç odaklı çalışmaların temellerini açıklayabilecek,<br />

Anlam-niyet odaklı çalışmaların temellerini açıklayabilecek,<br />

Yakın dönemde dikkati çeken gelişmeleri tanımlayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Bilim ve Bilimsel Araştırma<br />

İletişim ve Kitle İletişimi<br />

İletişim Tarihi<br />

İletişim Araştırmaları<br />

Etki<br />

Süreç<br />

Anlam<br />

Niyet<br />

Kültür<br />

İdeoloji<br />

İçindekiler<br />

Bilimsel Araştırma ve İletişim Kuramları<br />

İletişim Kavramı ve Anlamı<br />

İletişim Tarihi<br />

İletişim Araştırmaları Tarihi<br />

İletişim Araştırmalarının Sınıflandırılması<br />

Yakın Dönemde Dikkati Çeken Gelişmeler<br />

2


İletişim Kuramlarına<br />

Giriş<br />

BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE İ<strong>LETİŞİM</strong> <strong>KURAMLARI</strong><br />

İlk insandan bu yana bilimsel araştırmanın temel nedeni insan ile doğa arasındaki ilişkiyi insan lehine<br />

değiştirebilme çabasıdır. İzafiyet teorisinin babası Albert Einstein “bilim denilen şey, günlük düşüncenin<br />

berraklaştırılmasından başka bir şey değildir” demektedir. Bilim, evrendeki olguları çeşitli yollarla<br />

inceleyen ve onları açıklayan, kabul edilen, sağlamlığı olan, geçerliliğe sahip, o an aksi ispat edilememiş<br />

sistemli bilgiler bütünüdür. Bilim olgusaldır, herkesçe gözlenebilir. Sistemlidir, belli bir bütünlük içinde<br />

açıklar. Akılcıdır, açıklamaları akla uygundur. Genelleyicidir, tek tek olayları değil, geneli açıklar.<br />

Evrenseldir, yer ve zamana göre değişmez. Birikimlidir, belli bir birikimin sonucudur. Kayıtlıdır, kaydı<br />

bulunur. Sağlam fakat görelidir, mutlak doğruluk ve yanılmazlık yerine gerçeğe geçici doğrlarla<br />

yaklaşmayı kabul eder. Bilimin sonuçları geçerlilik olasılığı yüksek genellemelerdir.<br />

Bilimin amacı anlamak, açıklamak, ilişkiler ve nedenler bulmak, geleceği tahmin etmek, gelişme ve<br />

ilerleme için önerilerde bulunmak ve kontroldür. Anlama “nedir” sorusunun yanıtını içerir. Açıklama ise<br />

“neden-niçin” sorusunu sormakla başlar. Öngörme, herhangi bir olguyla ilgili bilinenlerden yola çıkarak<br />

henüz bilinmeyenlerin bulunmaya çalışılmasıdır. Kontrol ise açıklamalar ve kestirimlerin ardından<br />

olguları başlatma, durdurma, devam ettirme ya da değiştirme gücüne erişmeyle birlikte üretilen bilgilerin<br />

uygulamaya aktarılmasıdır. Örneğin bulutlu bir havada yıldırım gözlemlenir, yıldırımı oluşturan unsurlar<br />

belirlenir, bu unsurlar arasındaki ilişkiler incelenir, nedensellik bağları araştırılarak yıldırımın neden<br />

olduğu açıklanır; unsurlar ve nedenlerden hareket ederek yıldırımın hangi koşullarda olacağı önceden<br />

tahmin edilebilir. Bir adım ötesine gidilerek, nedenler manipüle edilerek kontrol mekanizmaları<br />

kurulabilir. Hatta yapay yıldırım bile yaratılabilir. Kontrol aşaması, bilimin olgunluk safhası olarak<br />

yorumlanır ve bütün bilim dallarının bu bebeklik (anlama), çocukluk (açıklama), gençlik (öngörü) ve<br />

olgunluk (kontrol) aşamalarını geçerek geliştiği kabul edilir (Saruhan ve Özdemirci, 2011).<br />

Bilim, yeni kuramlar üretmeye ve var olan kuramları sınamaya yarayan sistematik veri toplama ve<br />

analiz etme süreci olarak da tanımlanır. Kuram en genel anlamda şeylerin nasıl çalıştığı hakkındaki<br />

kavrayıştır; bir olguyu açıklamaya, kestirmeye, kontrol etmeye yarayan ilişkiler bütünüdür. Başka bir<br />

deyişle; belirli bir konuda ortaya konulan geçerliliği ve güvenilirliği bilimsel yöntemlerle saptanmış genel<br />

açıklama düzlemidir. Hipotez; eş deyişle denence ise araştırmacının incelediği sorunla ilgili olarak<br />

araştırmasının başında öne sürdüğü, doğruluğu ya da yanlışlığı henüz test edilmemiş “denemelik” geçici<br />

önerme ya da genellemedir. Yapılan araştırmayla tersi kanıtlanmaz ise hipotez, bilimsel bir bilgi niteliği<br />

kazanır; aksi halde terk edilir. Kuramın hipotezden farkı, araştırma yapılan alanda ortaya koyduğu<br />

açıklamaların çalışılan alanın tamamını içine alması ya da o alanla ilgili kapsamlı ve köklü açıklamalar<br />

getirmesidir. Hipotezler de kuramsal gerekçelendirmelerden üretilir ve kuramdaki varsayımlara<br />

bağlıdırlar. Kuram geçmişe, şimdiye ve geleceğe ait bir açıklamadır. Ancak hiçbir zaman yanılmaz<br />

değillerdir. Kuramlar bilimsel kanıtlarla yeterince doğrulanır ve kimse tarafından doğruluğuna karşı<br />

konulamazsa artık “bilimsel yasa” ya da “bilimsel kanun” adını alırlar. Örneğin Newton’un yerçekimi<br />

kanunu gibi.<br />

3


Bilimsel yöntemin gelişiminden önce insanların gerçeğe ulaşma yöntemleri sezgi, otoriteye güvenme<br />

ve inandığı şeyde direnmeyi içermiştir. Hata ve yanlılık payı yüksek de olsa bu yöntemler bugün de<br />

kullanılabilmektedir. Bilimsel yöntem ise olgusal nitelikli problem çözmenin, bilim üretmenin bilinen ve<br />

belli süreçleri olan en güvenilir yoludur. Bilim adamı, gerçeğin doğası hakkında genellemeler yapmaya<br />

çabalar.<br />

Bilimsel yöntem; Bacon’ın “tümevarım” ve Aristo’nun “tümdengelim” yaklaşımlarının sentezidir.<br />

Tümdengelim, genel önermelerden daha az genel önermeleri çıkarma yöntemidir. Eş deyişle bütünden<br />

parçalara gidilir. A=B ise, B=C ise, A=C formülüne dayanır. Tümevarım ise deneyler ve gözlemler<br />

yoluyla elde edilmiş olgularla bilgileri genel ilkeler ve yasalar altında toplamaya çalışır. Tek tek<br />

olgulardan hareketle genel bir önermeye gider. Bilimin ve bilimsel yöntemin temeli kabul edilir. Bugün<br />

tümevarım ve tümdengelimin aynı anda kullanılması anlamına gelen tez ve antitez kavramları, birbirinin<br />

rakibi değildir ve birbirlerinden bağımsız düşünülemez.<br />

Toplumsal olayları ve insanların toplumsal özelliklerini inceleyen bilim dallarına genel olarak “sosyal<br />

bilimler” adı verilir. Doğa bilimlerinde kanunların değişmesi ya da kökünden yıkılması doğanın<br />

değişiminden değil, kanunların yetersizliğinden kaynaklanırken; sosyal bilimlerdeki kanunlar, olguları<br />

açıklamakta ne kadar başarılı olsalar da insan davranışı ve toplum yaşamıyla birlikte değişmek<br />

zorundadırlar. Sosyal bilimlerde yaygın olarak kullanılan iki ayrı araştırma yaklaşımı vardır: Niteliksel<br />

(qualitative) ve Niceliksel (quantitative) Yaklaşım.<br />

Tümdengelime dayanan “niteliksel yaklaşım” ya da “nitel araştırma”, sosyal bilimlerin uğraştığı<br />

sosyal gerçeklik ile fen bilimlerinin uğraştığı fiziksel gerçekliğin birbirinden farklı nitelikte olduğunu<br />

kabul eder. Nitel araştırmanın unsurları ve genel çerçevesi hakkında literatürde uzlaşılan bir tanımlama<br />

yoktur. Ancak yine de bir tanım vermek gerekirse, insan ve grup davranışlarının neden ve nasıl sorularını<br />

yanıtlamaya yönelik araştırmalardır denilebilir. Bu çalışmalarda kişilerin kanaatleri, tecrübeleri, algıları<br />

ve duyguları gibi öznel verilerle meşgul olunur; toplumsal olaylar doğal ortamı ve doğal oluşumu içinde<br />

tanımlanır. Araştırma sürecinde davranışlar doğal ortamında gözlemlenir, kaydedilir ve yorumlanır.<br />

Olayları yaşayan insanlar için o olayların anlamını keşfetmeyi amaçlanır. Nitel araştırmalar, birikmiş bilgi<br />

ve gözlemleri yorumlamaya dayanır. Daha çok disiplinlerarası yapıdadır. Standartlaşma yerine<br />

araştırmacının gücünü ön planda tutar. Herhangi bir istatistiksel test ya da hipotez testi kullanılmaz.<br />

Ancak konuyu desteklemek için istatistiksel verilerden yararlanabilir. Daha çok saha çalışması, doğal<br />

çalışma ya da etnografi gibi veri toplama tekniklerini kullanır. Başlıca yöntemler görüşme, gözlem, arşiv<br />

taraması / iz sürme çalışmaları, paydaş analizi, örnek olay/ vaka analizi yöntemi ve odak grup<br />

yöntemleridir. Veri kayıt teknikleri not alma, fotoğraf, ses ve video kayıtlarıdır.<br />

Tümevarıma dayanan “niceliksel yaklaşım”; görgül, deneysel, amprik, sayısal yaklaşım adlarıyla da<br />

bilinir. Bilim ile bilim dışını kesin sınırlarla ayırmayı; bilimin nesnel (objektif) gerçeklikle, bilim dışının<br />

ise öznel (kişisel) gerçeklikle uğraştığını savunan pozitivist felsefeden kaynaklanmıştır. Pozitivizm<br />

(olguculuk), yalnızca bilimsel yolla edinilen bilgileri kabul eder ve yine yalnızca bu bilgileri “üzerinde<br />

konuşmaya değer” bulur. Sosyolojinin de kurucusu sayılan Auguste Comte’un sistematik bir şekilde<br />

ortaya koyduğu pozitivizm akımına göre sadece duyumlar ve algılar güvenilir verilerdir ve bilimsel<br />

alanda yalnızca bunları incelemekle yetinilmelidir. Deneysel araştırma, en yüksek seviyedeki biçimiyle<br />

nedensellik sorusunun üstesinden gelinmesiyle ilgili klasik yöntemdir. Nedensellik tasarımına dayanan<br />

gerçek deney, araştırmacı tarafından bir değişkenin kontrolü ya da yönlendirmesini ve sonuçların nesnel<br />

ve sistematik bir biçimde gözlenmesini ya da ölçülmesini içerir. Dolayısıyla niceliksel yaklaşım; nesnel<br />

gerçekliğin, değer yargılarından ve yorumlardan bağımsız yapılabilen gözlemlerle elde edilen verilerden<br />

oluştuğunu kabul eder. Nicel araştırmada gözlemlenebilen, işlevsel tanımı yapılarak ölçülebilir hale<br />

getirilen her şey bilimin konusu olarak kabul edilir. Araştırmacı, veri toplama ve analizi süreçlerini kendi<br />

değer yargılarından ve yorumlarından arındırma çabası içindedir. Yanıtını aradığı sorulara ilişkin<br />

hipotezler kurar, hipotezleri test eder, aldığı sonuçları yorumlar. Niceliksel incelemede sorun yorumu,<br />

tartışmalar ve öneriler niceliksel bulgular ve kuramsal çerçeve üzerinde niteliksel değerlendirmeleri<br />

gerektirir.<br />

4


Günümüzde ise farklı yaklaşımları bir araya getiren “çoklu yöntem” ya da “disiplinler arası”<br />

çalışmalarının ilgi çekmeye başladığı söylenebilir. Bu çalışmalarda nitel ve nicel veri toplama yöntemleri<br />

birlikte kullanılarak bilimsel çalışmalar yürütülmektedir.<br />

Araştırma yöntemleri kitaplarında yukarıda özetlenen konu ve<br />

kavramlara ilişkin ayrıntılara erişebilirsiniz. Şu kitaplara bakabilirsiniz: Saruhan, Ş.C. ve<br />

Özdemirci, A. (2005), Bilim, Felsefe ve Metodoloji, İstanbul: Beta; Erdoğan, İ. (2012).<br />

Pozitivist Metodoloji ve Ötesi. Ankara: Erk; Karasar, N. (2010). Bilimsel Araştırma<br />

Yöntemi. 21. Baskı. İstanbul: Nobel; Geray, H. (2004). Toplumsal Araştırmalarda Nicel ve<br />

Nitel Yöntemlere Giriş. Ankara: Siyasal.<br />

Bu kitabın da konusunu oluşturan “iletişim kuramları” kavramı, iletişimi anlamak ve açıklamak için<br />

kullanılan şemsiye bir tanımlamadır. Gerek niteliksel ve gerekse niceliksel yaklaşımla ortaya konulmuş<br />

çalışmaların bütününü içine alır. Ayrıntıda ise bu çalışmaların ilgilendikleri konu ya da soruna, ulaştıkları<br />

bulgu ve getirdikleri yoruma göre de çalışmaları alt başlıklara ayırmak mümkündür. Konuyu daha iyi<br />

anlamak için işe öncelikle “iletişim” kavramına ilişkin farklı yaklaşımlara ve bu yaklaşımlara bağlı olarak<br />

geliştirilen tanımlara değinmek yerinde olacaktır.<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> KAVRAMI VE ANLAMI<br />

İletişimle ilgili temel kavramları bir hikayenin üzerinden anlatmaya çalışalım. Aşağıdaki metinde Adem<br />

ve Ewa’yı tanıyacak ve aralarında geçen diyaloğa şahit olacaksınız.<br />

Adem ile Ewa’nın hikayesi…<br />

Adem, Karadeniz’in küçük bir sahil kasabasında, lise 1. sınıf öğrencisiydi. Dersleri pek başarılı<br />

sayılmazdı. Ailesi, yaz tatilinde boş durmaması ve arkadaşlarından gördüğü ve beğendiği elektro gitarı<br />

satın alması için çalışması ve para biriktirmesi gerektiğini söylemişti. O da sahil yolunda, belediyenin<br />

çay bahçesini işleten bir tanıdıklarının yanında garsonluğa başlamıştı. Daha bar kaç gün olmuş ve işi<br />

yeni öğrenmeye çalışıyordu. Aslında işler yoğun sayılmazdı ama akşamları şehir halkı limanda yürümek,<br />

hava almak, dolaşmak ya da serinlemek gibi nedenlerle sahile akın ediyor ve çay bahçesi de doluyordu.<br />

O akşam Sümela Manastırı’na uzanan Karadeniz Turu düzenleyen şirketlerden birinin otobüsü parkın<br />

önünde durmuştu. Turistler de birşeyler içmek üzere çay bahçesine gelmişlerdi.<br />

Adem, ne içmek ya da yemek istediklerini sormak üzere turistlerin masasına yaklaşırken “şimdi ne<br />

konuşacağım, nasıl anlaşacağım” diye de içinden geçiriyordu. Sonra aklına geldi: “Tea (ti-çay), kola,<br />

ayran?” deyiverdi. Ewa, dört gündür uçak, otobüs, Avrupa gezisi derken yorgun düşmüştü. Kuzey<br />

Amerika’dan geliyordu. Aslında en çok buzlu çay içmeyi severdi ve şimdi iyi gider diye düşünmüştü ama<br />

olup olmadığından emin olamadı. Çay istediğinde de “siyah sıcak çay” geliyordu. Arkadaşları arasında<br />

kimin ne istediğine baktı ve kestirmeden gitti: “Coke (kok)” dedi.<br />

Adem bir yandan siparişleri almaya çalışırken, uzak masalardan birinden bir işaret gördü. Ona<br />

doğru bakan bir adam, elini havaya kaldırarak parmaklarıyla çay kaşığını tutar ve çayını karıştırır gibi<br />

bir hareket yaptı. Sonra da aynı parmaklarıyla “iki” işareti yaptı. Adem iki çay istendiğini anlamıştı ve<br />

başını yukarı aşağı salladı, elini “tamam” demek üzere havaya kaldırdı.<br />

Bu sırada Ewa, masanın üzerindeki gazetelere göz atıyordu. Yazılanları okuyamıyordu ama<br />

fotoğraflar ilgisini çekmişti. Fotoğrafta yangın yerine dönmüş görüntülerin kendi ülkesindeki binalara ait<br />

olduğunu anladı. Ülkesinin önemli ticaret merkezlerinden biri terörist bir saldırıya uğramıştı. Ancak bu<br />

anladıklarının ne kadar doğru olup olmadığından emin olamadı. Arkadaşına sorma ihtiyacı hissetti.<br />

Adem, turistlerin gazeteye bakarak kendi aralarında konuştuğunu gördü. Onlara olup biteni anlatmak<br />

istedi ama o kadar yabancı dil bilgisi yoktu. Sonra televizyonu açmaya ve haberleri göstermeye karar<br />

verdi. Turistler ülkelerinde yaşanan saldırının görüntülerini televizyonda gördüklerinde Adem onların<br />

yüzüne bakıyor ve şaşkınlıklarını anlamaya çalışıyordu.<br />

5


Ewa, elindeki cep telefonuyla internete bağlandı ve ülkesindeki son haberleri almaya koyulu. Neler<br />

olup bittiğini öğrenmeye çalışıyordu… Aslında buradan yapabilecekleri bir şey yoktu. Bir anda<br />

konuştukları konular, gündemleri değişmişti. Herkes olup biteni konuşuyordu.<br />

Ewa, bu yeşillikler içindeki tertemiz ve oldukça güzel sayılabilecek sahil kasabasının parkında kimi<br />

fotoğraflar çekmek üzere yerinden kalktı. Parkta gezinen birkaç kişinin ve özellikle de küçük çocukların<br />

fotoğraflarını çekti. İki çocuk, aileleriyle birlikte “dilek feneri” diye satın aldıkları fenerin fitilini<br />

yakmaya çalışıyordu. Ewa “Çin feneri ve burada…” diye düşündü. Bir yandan da bu geziye başlamadan<br />

önce Türkiye hakkında sahip olduğu düşünceler geldi aklına. Arkadaşları “Türkiye gezisi” dediklerinde<br />

fesli adamlar, uzaylı yaratıklar gibi her yerleri örtülü kadınlar, sokaklarda toprak yollar ve develer<br />

gözünün önünde canlanmıştı. Ancak havaalanından beri gördükleri kendi ülkesinden pek de farklı<br />

değildi. Şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyordu. Zihnindeki imajın ne kadar da gerçek dışı olduğunu bir kez<br />

daha anlamıştı. Sonra “acaba ben neden böyle düşünüyordum” diye kendi kendine sordu. Gülümsedi,<br />

“bilmem” dedi. Gözleri yeniden arkadaşlarının izlemekte olduğu televizyona kaymıştı.<br />

O sırada seyahat acentasının yetkilisi herkesin görebileceği şekilde, elindeki kendi şirketinin<br />

bayrağını havaya kaldırdı. Bunun anlamı “haydi yola çıkıyoruz” demekti. Bu kez Sümela Manastırı’na<br />

doğru uzanan yolda konuşacak çok şey vardı…<br />

Adem ve Ewa’nın hikayesinde bu kitapta bulabileceğiniz pek çok açıklamanın ip uçlarını yaklamak ve<br />

ilişkilendirmek mümkündür. Kitabınızın ilerleyen bölümlerinde öğrendikleriniz çerçevesinde bu hikayeye<br />

yeniden göz atabilirseniz söz konusu bağlantıları kurmak daha kolay olabilir.<br />

Canlılar dünyasında yeni bir günün anlamı yalnızca “güneşin doğuşu” demek değildir. Her yeni gün<br />

nefes almak, beslenmek, dinlenmek, uyumak ve bir şeylerle uğraşmak gibi doğal bir takım süreçleri de<br />

beraberinde getirir. Yaşamak iletişim etkinliklerini sürdürebilmekle eş değerdir. Dünyaya geldiği andan<br />

itibaren çevreyle iletişim içine giren birey; bilmeden çevresini etkilemeye, değiştirmeye, yine bilinçli ya<br />

da bilinçsizce etkilenmeye, çevresine uyarlanmaya ya da çevresini kendi kurallarına uydurmaya çaba<br />

gösterir. Bireyleşme süreci içerisinde oluşturulan kişilik, iletişim alışkanlık ve çabalarıyla ortaya konur.<br />

Bilinen, duyulan, yapılanlar iletişim tavrıyla belirlenir. Bireyler arası ilişkilerin aracı da iletişimdir.<br />

Anlamak, öğrenmek, anlatmak, başkalarına ulaşmak için iletişim kullanılır (Usluata, 1995). Gündelik<br />

yaşamda iletişim bize nesneleri, insanları tanımlar; iş bölümü içinde değişik toplumsal roller yüklenmiş<br />

insanlara bu rolleri yerine getirirken, bu rol dağılımından oluşan toplumun o tarihi dönemindeki hayat<br />

tarzını öğretir, olumlatır, yeniden üretimi için gereken değerlendirme biçimlerini aşılar. Toplumsal<br />

sistemin sürmesini, kendini yeniden üretmesini sağlar. İletişimde bulunmak için mutlaka bir sözel<br />

eylemde bulunmak da gerekmez. İnsan ile insanın karşılaştığı ya da ilişki kurduğu her yerde, her<br />

durumda, her mekanda ayrı bir dil biçimi içinde kodlanmış iletişim süreci yaşanır (Oskay, 1994). Kimi<br />

zaman yazılı, kimi zaman sözlü ya da sözsüz, yalnızca jest ve mimik hareketlerimizle iletişimde<br />

bulunuruz. Susmak bile konuşmak demektir ve bu yüzden “iletişimsizlik mümkün değildir” ifadesi<br />

iletişimin temel kuralı haline gelmiştir (Demiray, 1994).<br />

“İletişim” sözcüğünün kökenine bakılacak olursa; Fransızca ve İngilizce’de yazılışı aynı, söylenişi<br />

ayrı “communication” kavramı Latince’deki “Communicatio” sözcüğüyle karşılaşılır. Sözcüğün 14.<br />

yüzyıl Fransızca’sında ticaretin (merkantilizmin) geliştiği dönemde ticaret ve ilişkiler karşılığında<br />

kullanılması belli bir dönemdeki etkinliklerin sözcüklere yükledikleri anlamlar açısından ilginç bir<br />

örnektir. “Communication”ın kökeninde yine Latince’deki “communis” kavramı bulunur. Birçok kişiye<br />

ya da nesneye ait olan ve ortaklaşa yapılan anlamlarındaki bu kavramdan hareketle iletişim sözcüğünün<br />

özünde yalın bir ileti alışverişinden çok toplumsal nitelikli bir etkileşim, değiş tokuş ve paylaşım anlamı<br />

bulunur. Kavram, benzeşenlerin oluşturduğu ortaklık ya da topluluk anlamına gelen sözcükten<br />

kaynaklanmaktadır. Bu açısıyla iletişim, belirli bir coğrafya parçasında aynı doğa koşulları içinde<br />

varlıklarını sürdürmek için araç ve gereç bulan, bu konuda çeşitli bilgiler üretmiş bulunan, bunları belirli<br />

iş bölümü yöntemlerine göre kullanan, kendi aralarındaki bu iş bölümünden kaynaklanan farklılaşmaları<br />

haklılaştırmak için değerler ve inançlar üreterek toplumun farklı kesimlerini ortak üst kimlikler içinde<br />

kaynaştırmayı amaçlayan insanların etkinliği olarak tanımlanır. Bu doğrultuda iletişim; psikologları,<br />

6


sosyologları, siyasal bilimcileri, dilbilimcileri, zoologları, antropologları, felsefecileri, yöneticileri,<br />

pazarlamacıları, reklamcıları da ilgilendiren bir yapıda görülür (Zıllıoğlu, 1993; Oskay, 1994).<br />

Ülkemizde uzun yıllar batı dillerindeki “communication” sözcüğünün karşılığı yerine “haberleşme”<br />

sözcüğü kullanılmıştır. Kimi zaman da “information” sözcüğü aynı manada çevrilmiştir. Daha sonra<br />

“communication” sözcüğü “iletişim” sözcüğüyle Türkçeleşirken, “information” sözcüğü “enformasyon”<br />

sözcüğüyle dilimize geçmiştir.<br />

“Enformasyon”, bilgi sözcüğüyle de karıştırılmamalıdır. Çünkü “bilgi”, doğruluğu verili nesnel ve<br />

öznel koşullarda gerekli ve yeterli sayılan kanıtlarla temellendirilmiş önermeler biçiminde dile<br />

getirilebilen bir bilinç içeriği olarak tanımlanır. Bilgi ne denli yüksek ise onu iletmek de o denli güç<br />

görülür. Bilgi elde etmek için araştırma yapmak gerekir. Enformasyon ise ihtiyacımız olmadan gelir.<br />

Bilgi ayırdında olma ve bilme edimini yaratır. Enformasyon ise daha çok karmaşa yaratır. Bilgi, süreci<br />

verir. Enformasyon ise hükmü bildirir. Bilgi, neden ve niçin sorularını sorgular. Enformasyon ise kim ve<br />

ne sorularını yanıtlar. Bilgi net ve yalındır. Enformasyon ise aşırı derecede tekrar içerir. Enformasyon,<br />

beyinsel etkinin yerini duygusal etkiye bıraktığı veridir ve daha geniş kitlelere pazarlanabilir nitelik taşır.<br />

O nedenle medya içeriklerindeki bilginin enformasyon olarak tanımlanması daha anlamlıdır. Çünkü<br />

enformasyon, az bilgilendiren ama kolay iletilebilen, bilginin medyatik dile dönüştürülmüş halidir (Rigel,<br />

1991).<br />

Yaşamın bütün alanlarını sardığı belirtilen iletişim olgusu pek çok bilim dalının ilgi alanına girmekle<br />

birlikte zengin bir anlam hazinesine de kavuşmuştur. Bu nedenle iletişimle ilgilenenlerin sayısını bir kaç<br />

kalemde toparlamak ve iletişim kavramının tanımını sınırlandırmak güçtür. Sistematik bir açıklamayla<br />

Merten’e göre iletişimin 160’ın üzerinde tanımlanma şekli mevcuttur (Gökçe, 1993). Yazılı kaynakların<br />

taranması yöntemiyle yapılan bir başka araştırmada, sözcüğün 4560 kullanımı derlenmiş ve daha sonra 15<br />

ayrı anlam üzerinde uzlaşma sağlanmıştır. Bu anlamlar şöyle sıralanabilir (Oskay, 1993; Yumlu, 1994):<br />

1. Simge, konuşma dili: Düşüncenin sözel olarak (konuşma ile) karşılıklı alışverişi<br />

2. Anlama, mesajın alınması: Bireyde benlikle ilgili olarak belirsizliğin azaltılması<br />

3. Karşılıklı etkileşim, ilişki: İki kişinin birbirini anlaması, insanın karşısındakine kendisini<br />

anlatabilmesi<br />

4. Belirsizliğin aza indirilmesi: Organizma düzeyinde bile olsa ortak davranışa olanak veren<br />

etkileşim<br />

5. Süreç: Duyguların, düşüncelerin, bilgi ve becerilerin aktarılma süreci<br />

6. Aktarım, değişim: Bir kişi ya da bir şeyin başka bir kişiye/bir şeye içinden aktarımla, alışverişle<br />

dönüşme değişme süreci<br />

7. Bağlama, birleştirme: Yaşayan bir evrenin parçalarının ilintilenmesi, bağlantılarının kurulması<br />

süreci<br />

8. Ortaklık: Bir kişinin tekelinde olanın başkalarıyla paylaştırılması, başkalarına da aktarılması<br />

süreci<br />

9. Kanal: Askeri dilde iletinin (komutun) gönderilmesi ile ilgili araç, usul ve teknikler<br />

10. Bellek, depolama: İletiyi alanın belleğinin, iletiyi gönderenin beklentisine uygun yanıt verecek<br />

biçimde uyarılması<br />

11. Ayırımcı tepki: Organizmanın ortamdaki uyarıya verdiği farkedilir yanıt, ortamdaki değişme<br />

uyarlanma yanıtı, bu yanıtla diğerini etkileme<br />

12. Uyarıcı: Kaynaktan çıktıktan sonra iletiyi alan için bir uyaran olan davranış<br />

13. Amaç: Kaynağın karşı tarafı etkilemeyi amaçlayan davranışı<br />

14. Zaman ve durum: Belli bir konumdan, yapıdan bir diğerine geçiş süreci<br />

15. Güç: İktidar kaynağı olarak kullanılan mekanizma.<br />

7


Adem ile Ewa’nın hikayesini gözden geçirerek yukarıdaki iletişim<br />

tanımlarından hangilerinin geçerli olduğunu bulmaya çalışınız. Kaç tanesini bulabildiniz?<br />

Başta anlatılan hikayeye geri dönülecek olursa, toplumsal yaşam içinde iletişimin kullanım biçimlerini<br />

bu hikayenin içinde görmek mümkündür. Örneğin iletişimi (1) kişinin içsel iletişimi (kendiyle iletişim),<br />

(2) bireyler (kişiler) arası iletişim, (3) grup iletişimi, (4) örgüt iletişimi, (5) kitle iletişimi, (6) reklamcılık,<br />

(7) halkla ilişkiler, (8) ulusal iletişim, (9) uluslararası iletişim, (10) kişi dışı iletişim, (11) bilgisayar ve<br />

internet iletişimi gibi toplumsal kullanım biçimlerine göre çeşitlendirebiliriz.<br />

Kişinin içsel iletişimi kişiyi güdüleyen, motive eden, gereksinimleriyle kişinin kafasındaki kendisini<br />

kavramasına yardımcı olan bir iletişim biçimidir. Bireyler arası iletişim, kişiler arasındaki her türlü<br />

iletişime karşılık gelir. Grup iletişimi grup içindeki kişilerin yapıcı ve engelleyici iletişimlerini,<br />

üstlendikleri rolleri, etkileri kapsar. Örgüt iletişimi örgüt içindeki iletişimi, iç ve dış çevresiyle iletişimi<br />

konu alır. Kitle iletişimi ise kitle iletişim araçlarıyla ilgilenir ve bu araçlar sayesinde kurulan iletişime<br />

denir. İletilerin kitlelere ulaştırılmasını sağlayan teknolojilerin bulunuşu ile kitlesel kullanım alanlarına<br />

kavuşan kitle iletişimine, kaynağın kitleler halindeki hedefine ulaşma amacı nedeniyle bu ad verilmiş ve<br />

iletişimin gerçekleşmesini sağlayan teknolojik araçlara da “kitle iletişim araçları (KİA)” denilmiştir. Eş<br />

deyişle yazılı, sesli ya da görsel yapıtların dağıtımını ya da yayımını sağlayan her türlü teknik iletişim<br />

aracı “kitle iletişim aracı” olarak ifade edilmektedir. Kişi dışı iletişim, bir başka kişinin dışında herhangi<br />

bir şeyle, örneğin makinelerle ya da hayvanlarla kurulan doğrudan iletişim anlamında kullanılır. Bunlar<br />

dışında reklamcılık, halkla ilişkiler faaliyetleri de ayrı bir iletişim türünü oluşturur. Ulusal ve uluslararası<br />

iletişimin yapısı da farklı nitelikler taşır. Bilgisayar teknolojileriyle birlikte son yıllarda ise iletişimin daha<br />

farklı boyutlarına şahit olunmaktadır. Özellikle sosyal medyada yeni bir iletişim dili ve yapısının geliştiği<br />

söylenebilir.<br />

İletişim ve kullanım biçimleri konusunda “İletişim Bilgisi” ders<br />

kitabınızı gözden geçirebilirsiniz. Ayrıca şu kaynaklara da başvurabilirsiniz: Tekinalp, Ş.<br />

ve Uzun, R. (2006). İletişim Araştırma ve Kuramları, İstanbul: Beta; Erdoğan, İ. (2002),<br />

İletişimi Anlamak, Ankara: Erk; Gökçe, O. (2002). İletişim Bilimine Giriş, 4. Baskı, Ankara:<br />

Turhan; Usluata, A. (1995). İletişim. İstanbul: İletişim.<br />

Adem ile Ewa’nın hikayesinde iletişimin kaç farklı kullanım biçimi<br />

kullanılmıştır, hikayeyi inceleyerek bulmaya çalışınız.<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> TARİHİ<br />

İnsanlık tarihi gibi iletişimin de somut bir tarihi yoktur. Ancak iletişimin insanın kendisini tanımasıyla<br />

başladığı söylenebilir. İletişimin tarihi aşan niteliği, insanın ayrılmaz bir özelliği olan simge üretme ve<br />

kullanma yetisinden kaynaklanır. İnsan bu yeti sayesinde doğal olarak birbiriyle bağlantılı, içiçe<br />

nesneleri ayırır, sınıflandırır ve bu sınıflandırmalar aracılığıyla çevresini anlamlandırır. Daha ilk insanlar<br />

döneminde hırıltılar ve vücut hareketleri iletişimin tek anlamıyken; binlerce yıl sonra insanlık tarihinde<br />

ilk iletişim yeniliğinin geliştirilmesi, konuşmanın gücü ve sembolize etme olarak kendisini göstermiştir.<br />

Bu da insanlığın gruplar halinde birarada toplanmasına yani toplumların oluşmasına fırsat vermiştir. En<br />

eski görsel iletişim kalıntısı M.Ö. 45,000’lere ve eski duvara kazılmış hayvan resmi M.Ö. 30,000’lere<br />

aittir (Erdoğan, 2002).<br />

Bir sonraki önemli iletişim buluşu fonetik alfabenin geliştirilmesidir. Böylece bilgiler biriktirilip<br />

saklanır olmuştur. Bilginin “güç” anlamı kavranmış ve yazı dilini kontrol altında tutan, bilgiye ve böylece<br />

de güce sahip olmuştur. Tarih olarak ise bulgulara göre Sümer’lerde kil tabletlere resimlerle yazılı olaylar<br />

M.Ö. 3500’lere dayanır. Papirüs üzerine yazılı olarak bulunan en eski doküman M.Ö. 2200’lere aittir.<br />

Fenike alfabesinin M.Ö. 1000 yıllarına karşılık geldiği bilinir. T’sai Lun’un kağıdı bulması M.S. 105<br />

yılıdır. 1000 yılında Çin’de hareketle kil baskı yaratılmış, 1049’da Pi Sheng kil kullanarak hareketli baskı<br />

tipini geliştirmiştir (Erdoğan, 2002).<br />

8


Tarihte insanlar önce avcı-toplayıcı kabilelerden yerleşik hayata<br />

geçmiş, tarım ve hayvancılık ilerlemiş, ticaret gelişmiş, feodal (derebeylik) devletler<br />

kurulmuş, sanayi devrimiyle birlikte ulus devletler ortaya çıkmış ve son olarak da bilgi ve<br />

iletişim dönemi başlamıştır. Kitle iletişim tarihi, bu gelişim süreci içerisinde yalnızca son<br />

dönemi kapsamaktadır.<br />

Avrupa’da hareketli tip (harflerin dizilmesiyle) baskı yapılmasına Gutenberg tarafından 1446’dan<br />

sonra geçilmiştir. Böylece iletişimin üçüncü önemli buluşu olan matbaa ortaya çıkmıştır. Ardından<br />

1452’de baskıda metal tabakalar kullanılmaya başlanmıştır. Matbanın icadı, yazı dilinin gücünün de etkisi<br />

ile bilginin tekelden çıkmasına ve Batı’daki “Rönesans” hareketine ön ayak olmuştur. Türkiye’de ilk<br />

matbaa ise İbrahim Müteferrika tarafından 1626’da kurulmuştur. Türkiye’de ilk kitabın (Vankulu<br />

Lügatı) yayınlandığı tarih ise 1729’dur. Bu arada Avrupa’da ilk gazetelerin 1600’lü yılların başında<br />

görülmeye başlandığını, Türkiye’de ilk gazetenin ise (Takvim-i Vekayi) 1831’de yayınlanmaya<br />

başladığını eklemek yerinde olabilir.<br />

1844’te Washington ile Baltimore arasındaki 65 kilometrelik mesafede Morse’un telgrafla iletişim<br />

kurmasıyla birlikte elektronik dil devreye girmiş ve ilerlemelerin günlük olarak yaşandığı bir dönem<br />

başlamıştır. 1876’da Alexander Graham Bell, insanın konuşmasını elektrikle iletebilmesini sağlayan<br />

telefonu icat etmiştir. 1895 ise Lumiere kardeşlerin Paris’te ilk hareketli resim kamerasını yaparak ilk<br />

sinema salonunu açtığı ve ilk filmi gösterdiği tarihtir.<br />

1920’de ilk radyo istasyonu Pittsburgh’da (KDKA) kurulmuştur. 1923’te ise Rus asıllı Amerikalı<br />

Vladimir Komsa Zworykin görüntüleri elektrik işaretlerine dönüştüren ikonoskop lambasını bularak<br />

televizyonun gelişiminde en önemli adımlardan birini atmıştır. 1925’de hereket eden imaj, yel<br />

değirmeninin kolları yayınlanmıştır. Farnsworth Elektronik’in kurduğu ilk televizyon sistemi 1927 yılına<br />

rastlar. Berlin Olimpiyatları 1936’da kapalı devre televizyon sistemiyle yayınlanır. 1939’da New York<br />

Dünya Fuarı’nda halka televizyon gösterilmiştir. Düzenli televizyon yayınlarına ise ABD’de 1939’da<br />

başlanmıştır. 1954’de de ilk renkli televizyon yayınına geçilmiştir. Türkiye’de ise siyah beyaz ilk<br />

televizyon yayını 1952’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nde gerçekleştirilmiştir. Türkiye Radyo ve<br />

Televizyon Kurumu’nun yayına başladığında ise tarih 1966’yı göstermektedir.<br />

Dolayısıyla 1900’lerin başında radyo, 1930’ların başında televizyon elektronik eşya olarak satılmaya<br />

ve yaygınlaşmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) radyonun, İkinci Dünya Savaşı (1939-<br />

1945) televizyonun popülerliğini artırmıştır. İletişim biliminin doğumu da bu yıllara; 1900’lerin başlarına<br />

rastlar. Ardından başlayan Doğu Bloku (Sovyet Bloku, Demir Perde) ülkeleri ile Batı İttifakı (NATO)<br />

arasındaki Soğuk Savaş dönemi ise 1947’den 1991’e dek kendisini uluslararası siyasi ve askeri gerginlik<br />

olarak her alanda hissettirmiştir.<br />

Bu arada ilk bilgisayar ABD’li Vannevar Bush’un yönetiminde 1930’lu yıllarda Cambridge’de<br />

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde geliştirilmiştir. İlk elektronik bilgisayar ise 1945 yılında<br />

tamamlanmıştır. Yarı iletken teknolojisi sayesinde transistör kullanan ilk bilgisayar 1950 yılında ABD<br />

Standartlar Bürosu tarafından yapılmıştır. Öte yandan elektrik sinyallerinin yükseltilmesini,<br />

denetlenmesini ya da üretilmesini sağlayan yarı iletken ilk aygıt; yani transistör, ABD’deki Bell<br />

Laboratuvarları’nda John Bardeen, Walter Houser Brittain ve William Bradford Shockley tarafından 1948<br />

yılında icat edilmiştir. Bu iletişim teknolojilerinin dönüm noktalarından birini oluşturur.<br />

IBM, 1911’de kurulmasının ardından Model 650 isimli ilk bilgisayarını 1953’te çıkartmıştır. 1960’ler<br />

ilk bilgisayar oyunlarının görüldüğü yıllardır. İnternetin başlangıç noktası sayılacak ARPANET<br />

(Advanced Research Projects Agency Network), Amerikan Savunma Bakanlığı bilgisayar şebekesi<br />

1969’da kurulmuştur. İlk kişisel bilgisayarın IBM tarafından çıkarıldığı tarih ise 1975’tir. Grafik tabanlı<br />

Apple Macintosh bilgiyarlar da 1984’te piyasaya girer. Dünya genelinde bilgisayarların birbirine<br />

bağlanmasını sağlayan elektronik iletişim ağı, internetin yaygınlaşması ise 1990’lı yıllara rastlar.<br />

İnternetin Türkiye’ye gelişi ise 1994 yılında olmuştur.<br />

Yakın dönemde oldukça hızlı sayılabilecek gelişim, iletişim teknolojilerini bugünkü noktasına<br />

ulaştırmıştır. Bu hızı tanımlamak için şöyle bir bilgiye de yer verilebilir: Dünya genelinde 50 milyon<br />

9


kullanıcıya ulaşabilmek için radyo tarihinde 38 yıl, televizyon tarihinde 13 yıl ve internet tarihinde<br />

yalnızca 5 yıl geçmesi gerekmiştir.<br />

İletişim teknolojilerindeki gelişmenin itici gücünün ne olduğu sorgulandığında ise en başta askeri<br />

amaçların izine rastlanır. İnternetin başlangıçta askeri bir proje olarak gerçeklik kazanmasının gösterdiği<br />

gibi iletişim teknolojilerinin gelişmesindeki araştırma ve geliştirme harcamalarının finansmanı büyük<br />

ölçüde askeri ve dolayısıyla da kamu bütçesinden sağlanmıştır. 1990’ların sonlarına ilişkin bir veriye<br />

göre, ABD’de bilgisayarla ilgili akademik çalışmaların yaklaşık %71’i Savunma Bakanlığı desteklidir ve<br />

iletişim için belirlenmiş radyo frekanslarının yaklaşık yarısı askeri amaçlar için ayrılmıştır.<br />

İletişim tarihi konusunda daha fazla bilgi için şu kaynaklara<br />

başvurabilirsiniz: Ümit Atabek (2001), İletişim ve Teknoloji, Ankara: Seçkin Yayınevi;<br />

David Crowley ve Paul Heyer (2010), İletişim Tarihi, Çev. B. Ersöz, İstanbul: Phonix<br />

Yayınevi; Nurdoğan Rigel (1991), Elektronik Rönesans, İstanbul: Der.<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAŞTIRMALARI TARİHİ<br />

İletişim biliminin temellerini atan araştırmaların tarihi de iletişim teknolojilerinin tarihi gibi çok eskilere<br />

dayanmaz. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920’lere ve o yıllarda da Amerika Birleşik Devletleri’nde<br />

gerçekleştirilen çalışmalara uzanır. O yıllarda henüz adı konulmamış bir alanda yürütülen çalışmalar daha<br />

çok disiplinler arası bir yapıdadır. İlk çalışmalar çoğunlukla fizik, matematik, siyaset bilimi, sosyoloji,<br />

psikoloji, kültürel antropoloji, dil bilimi ve örgüt yönetimi gibi alanlardan gelen akademisyenler<br />

tarafından yürütülmüştür. Araştırmalarda genel olarak içinde bulunduğu dönem itibarıyle dikkati çeken<br />

radyo ve gazeteler aracılığıyla gerçekleştirilen propaganda faaliyetleri ve bu faaliyetlerin toplum<br />

üzerindeki etkileri konu alınmıştır.<br />

1900’lerin başında özellikle sosyologlar ve kültürel antropologların çalışmaları, 1920-30’lu yıllarda<br />

ise propaganda çalışmaları ön plana çıkmıştır. Gönderici, mesaj, alıcı modeline dayanan ve iletişimi bir<br />

“süreç” olarak tanımlayan modellerle birlikte insan ilişkilerinin adet edinilmiş karakterine eğilen simgesel<br />

etkileşim yaklaşımı; iletişimin gerçeğin üretildiği, tutulduğu, tamir edildiği ve dönüştürüldüğü sembolsel<br />

süreci konu almıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle insanların savaşı destekleyemeye yönelik<br />

olarak nasıl bilgilendirileceğinin ve etki altında bırakılacağının araştırılması anlamında sosyolog,<br />

psikolog, siyaset bilimci ve gazeteciler film, radyo ve televizyona yönelik iletişim araştırmasına<br />

girişmişler ya da yönlendirilmişlerdir.<br />

Model; yaşanan dünyanın kuramsal ve basitleştirilmiş bir sunumu<br />

dur. Model ne genelleyici ne de açıklama getirici bir araç değildir. Gerçeğin ya da umulan<br />

gerçeğin eşbiçimli bir yapılanmasıdır. Doğasında ilişkiyi ortaya koymak yatar.<br />

Bu noktada ABD’de iletişim çalışmalarının başlangıcında 1910-1940’lı yıllara damgasını vuran<br />

Chicago Okulu’ndan ayrıca söz edilmelidir. Bu çerçevede de öncelikle Charles Cooley, Herbert Mead ve<br />

John Dewey’in Amerikan sosyal bilimlerine yaptıkları katkılar unutulmamalıdır. Chicago Okulu’nun<br />

temel kavramlarından biri olan “simgesel etkileşimcilik” aynı zamanda okulun adı olarak da<br />

kullanılmıştır. Simgesel etkileşimcilik, insanların simgeler; yani dil ve diğer sistemler yoluyla birbirlerini<br />

etkilemesi ve bireylerin ortak bir anlayışa ulaşması sürecini ifade eder. Onlara göre iletişim, sürekliliği<br />

olan ve içinde kültürün inşa edildiği simgesel bir süreçtir. 1930’lardan sonra ise Amerikan kitle iletişim<br />

çalışmaları içerisinde sayısal araştırma teknikleri ağırlık kazanmış ve etki araştırmaları ön plana çıkmıştır.<br />

Stanford İletişim Araştırmaları Enstitüsü yöneticisi Wilbur Schramm, 1963’te yayımlanan “The<br />

Science of Human Communication (İnsan İletişiminin Bilimi)” adlı kitabında iletişim araştırmalarının<br />

“kurucu babalarından” söz eder. Bu dört kişiden ilki siyaset bilimci ve Nazi popagandasının insanlar<br />

üzerinde nasıl etkili olduğunu analiz eden Harold Lasswell’dir. Lasswell’in ikinci ünitede ayrıntılarıyla<br />

açıklanacak olan ve daha sonra da etkileri hissedilecek olan “kim, kime, hangi kanaldan, hangi etkiyle,<br />

ne der” şeklinde özetlenebilecek çizgisel iletişim modeli 1940’lara damgasını vurmuştur. Hitler’in<br />

10


soykırımından kurtulan sosyal psikolojist Kurt Lewin, grup içerisindeki bireyin davranışlarını<br />

araştırmıştır. Sosyolog, Colombia Üniversitesi Uygulamalı Sosyal Araştırmalar Bürosunun kurucusu<br />

Paul Lazarsfeld, radyo araştırması projesiyle anket ve “fokus” (odak) grup tekniklerini kullanarak<br />

yayınların duygusal etkilerini incelemiştir. Deneysel psikolojist Carl Howland, mesajın iknaya yönelik<br />

etkisinde kaynağın güvenilirliğini (söyleyen kişinin inanılırlığını) sorgulamıştır. Schramm, çok yönlü bir<br />

kişilik olarak 1960’larda kitle iletişimi üzerine ilk doktora programını Iowa Üniversitesi’nde açmış,<br />

İletişim Araştırmaları Enstitüsü’nü (İllinois Üniversitesi) kurmuş ve özel üniversitelerin (Stanford<br />

Üniversitesi) benzer programlar açmalarını sağlamıştır. Schramm, daha sonraları, pek çok iletişim bilimci<br />

açısından alanın kurucuları arasında gösterilmiştir.<br />

İletişim biliminin “kurucu babaları” olarak sayılan dört isim Harold<br />

Lasswell, Kurt Lewin, Paul F. Lazarsfeld ve Carl Howland’dır. Schramm’ı da daha sonra<br />

bu isimler arasına eklemek gerekir.<br />

1950-1970 dönemi ayrıca bir sanat olarak değerlendirilen retorik açısından geçerli kabul edilen ve<br />

kökenleri Aristo’ya kadar uzanan kimi düşüncelerin doğruluğunun test edilmeye başlandığı, kanıtlarının<br />

arandığı deneysel çalışmaların öne çıktığı bir zaman dilimidir. Ancak bulgular pek de umulduğu gibi<br />

sonuçlar doğurmamıştır. Bu yüzden iletişimin etkilerinin sanıldığı kadar güçlü olmadığına dair görüşler<br />

ön plana çıkmıştır.<br />

1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında Amerikan yayılmacılığına yönelik eleştirileri de kapsayan<br />

“eleştirel görüşler” gelişmeye başlamıştır. Amerika için bu yıllar sivil haklar hareketlerinin öne çıktığı,<br />

Vietnam Savaşı, hippi hareketi, cinsiyet devrimi, Başkan Kennedy’nin suikaste uğraması, ırkçılık karşıtı<br />

olarak Martin Luter King ve Malcolm X’in önderlik ettiği protest hareketlerle dolu bir dönemdir. Diğer<br />

yandan da Soğuk Savaş’ın izlerinden söz etmek gereklidir.<br />

Teknolojik gelişmelere yönelik ilgiyle de birlikte bu dönemde ilgi çeken önemli bir isim İngiliz<br />

Profesör Marshall McLuhan’dır. “Araç mesajdır” sözüyle McLuhan söylemde asıl önemli olanın<br />

kullanılan aracın kendisi olduğuna vurgu yapmıştır.<br />

1970’lerin sonlarına kadar Amerikalılar için Avrupa’daki iletişim ve kültür arasındaki ilişkiyi kuran<br />

görüşler dikkati çekmemiştir. Oysaki bu dönemde İngiliz, Fransız, İtalyan ve Alman bilim insanları<br />

detaylarda farklılaşan, çoğunlukla da toplumsal değerlerin şekillendirilmesinde medyanın rolüne vurgu<br />

yapan Marksist analiz üzerinde durmuşlardır.<br />

Eleştirel kuramcılar, sosyal bilim felsefecileri ve sosyologlar, özellikle nesnel bilim iddiasındaki<br />

Amerikan deneysel araştırmacıları eleştirmişlerdir. Bu çalışmaların siyasal ve ekonomik güce hizmet<br />

ettiklerini söylemişlerdir. Dönemin sonunda da bu görüşler Amerika’da seslendirilmeye başlanmıştır.<br />

1970-1980 döneminde bilim insanları daha çok ilgi alanlarına dönük olarak birbirlerinden ayrı bir<br />

şekilde iletişim sürecinin farklı yönlerine yönelik çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. 1970’ler boyunca<br />

iletişimi şekille anlatmaya çalışan iletişim süreci modelleri geliştirilmiştir. Bu arada grup dinamiklerini<br />

inceleyenler liderlik üzerine odaklanmış, ikna çalışanlar kaynak güvenilirliğine odaklanmış, kişilerarası<br />

iletişim çalışanlar sözsüz iletişim unsurları, güven, çatışma, kişisel güven, kişisel saygı ve benzeri<br />

konularla ilgilenmiş ve böylece disiplinler içinde disiplinler ortaya çıkmıştır.<br />

1980’lerden günümüze ise iletişim bilimindeki farklı yaklaşımların birbirine daha çok yaklaşmaya ve<br />

bir araya gelmeye başladığı söylenebilir. Sayısı giderek artan iletişim bilimciler farklı yaklaşım ve<br />

yöntemlerle iletişimi anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışmakta çoklu yöntem çalışmalarıyla arayışlarını<br />

sürdürmektedirler. Son zamanlarda daha çok eleştirel çalışmalara olan ilgi artmakta; özellikle kültürel<br />

çalışmalara ve feminist çalışmalara ilgi yoğunlaşmaktadır. Etnografi yöntemini kullanan daha fazla<br />

çalışma dikkati çekmektedir. Zihinsel yapıyı ve bilişsel süreci incelemeye yönelik, arkadaşlık ve aile<br />

ilişkilerini anlamaya yönelik, farklı disiplinlerin zenginliklerini de içine alan çalışmalar geliştirilmektedir.<br />

11


Şekil 1.1: İletişim Kuramları ve Araştırmalarının Tarihi Akışı (Griffin, 1997’den uyarlanmıştır).<br />

Şekil 1.1’de iletişim kuramları ve araştırmalarına yönelik tarihi gelişim bir nehrin (ırmağın) akışı gibi<br />

yorumlanmıştır. Em Griffin’in bu çizimi; retorik çalışmalarıyla bağlantılı olarak iletişim araştırmalarının<br />

gelişimini ortaya koymakta ve iletişim araştırmaları nehrinin nasıl geliştiğini tanımlamaktadır. Şekilde<br />

erken dönem retorik çalışmalarının tarihi 1900’lere dayanır. 1960-1970’li yıllar toplumsal hareketlerin<br />

yoğun yaşandığı yıllardır ve bu eleştirel hareketlerin ardından yeni retorik çalışmaları başlar. Aynı yönde<br />

eleştirel iletişim kuramlarının geliştiği görülür. Nehrin diğer yanında ise 1930’lardan başlatılan iletişim<br />

çalışmalarının ardından kurucu babaların çalışmaları dikkati çeker. Daha sonra deneysel çalışmalar ve<br />

model geliştirme çalışmaları öne çıkar. Bu görsel anlatımın dışında iletişim alanındaki çalışmaları farklı<br />

biçimlerde sınıflandıran farklı açıklamalardan da ayrıca söz edilebilir.<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAŞTIRMALARININ SINIFLANDIRILMASI<br />

Yukarıda oldukça özet nitelikte sayılabilecek iletişim çalışmaları tarihçesi içerisinde gerçekleştirilmiş<br />

olan çalışmaları birkaç farklı biçimde sınıflandırmak mümkündür. Çalışmaların odaklandığı etki, mesaj,<br />

araç, niyet, anlam, ideoloji gibi temel sorun, konu ya da özneye göre, ilgilendiği iletişim türüne ya da<br />

biçimine göre, araştırma yöntem ya da yaklaşımlarına göre, çalışmacıların bakış açılarına göre, sonuçta<br />

ortaya koydukları bulgu ve yorumlara göre bu ayrımlar farklılaşabilmektedir.<br />

Örneğin Berelson ilk baskısı 1959’da yapılan eserinde, iletişim araştırmasının 1930’ların ortasında<br />

Rockefeller Vakfı’nın semineriyle koordine edilen akademik ve radyonun dinleyicilerini kanıtlama<br />

gereksinimine yanıt olarak gelişen tecimsel ilgiden doğduğunu belirtmekte ve 25 yıl içinde 4<br />

büyük/birincil, 6 küçük/ikincil yaklaşım geliştiğini kaydetmektedir. Dört büyük yaklaşımdan ilki<br />

1930’ların başlarında Lasswell’in temsil ettiği siyasal yaklaşım, ikincisi 1930’ların sonlarında<br />

Lazarsfeld’in temsil ettiği alan araştırması yaklaşımı, üçüncüsü 1930’ların sonlarında Lewin’in<br />

temsil ettiği küçük grup yaklaşımı ve dördüncüsü de 1940’ların başlarında Hovland’ın temsil ettiği<br />

deney yaklaşımıdır.<br />

White ise 1964 tarihli eserinde iletişim üzerine araştırma yapanları üniversitedeki bölümlerine göre<br />

sınıflandırmıştır. White, o dönemde iletişim konusunda çalışma yapan 60 araştırmacı olduğunu belirtir ve<br />

12


unları (1) psikologlar, (2) sosyologlar, (3) siyaset bilimciler, (4) uluslararası ilişkiler çalışanlar, (5)<br />

antropolog, tarihçi ve edebiyatçılar, (6) gazetecilik ve iletişim okullarındaki araştırmacılar diye sıralar.<br />

1977’de Dennis McQuail iletişim araştırmaları tarihini “etki” unsurunu dikkate alarak sınıflandırır.<br />

Araştırmaların iletişimin etkisine ilişkin ortaya koydukları bulgulardan hareketle üç dönemde (özetle çok<br />

etkili, sınırlı düzeyde etkili, uzun vadede etkili gibi etki ölçeğinde) tanımlanabileceğini belirtir. Daha<br />

sonra ayrıntılarıyla ve sonradan eklenen dördüncü dönem (güçlü etki görüşüne geri dönüş) de açıklanarak<br />

üzerinde durulacak olan bu dönemler iletişimin etkisinin yoğunluğuna bağlı olarak yapılan çalışmaların<br />

dönemlere ayrılmasını konu almaktadır. Etki odaklı çalışmalar bağlamında McQuail’ın bu sınıflandırması<br />

üzerinde daha sonra ayrıca durulacaktır.<br />

Ancak bir yandan da yeni bir bilim dalı olarak farklı bakış açısı arayışları devam eden iletişim<br />

biliminde bu tür sınıflamaların dışında kalan çalışmalar dikkat çekmeye başlamıştır. Kitle iletişiminin<br />

sanıldığı kadar etkili olmadığını ileri süren araştırmalar davranışçı, işlevselci, liberal-çoğulcu olarak<br />

değerlendirilmiş ve “başat ya da hakim paradigma” olarak tanımlanmıştır. Bu paradigmanın karşı<br />

çıkışına ise “eleştirel paradigma” adı verilmiştir. Hall’ın 1982’de “anadamar” ve “eleştirel” araştırma<br />

ayrımı bu tanımların ortaya konulması anlamında önemlidir (Kejanlıoğlu, 2000).<br />

Paradigma, belirli bir bilimsel ekolün temsilcilerinde görülen düşün<br />

sel ve davranışsal ortaklıktır. Bir resmi, bir durumu görme tarzıdır. Ekol ise genel<br />

anlamıyla çevresinde toplanan ve izinde yürünen düşünce sistemi, okul olarak<br />

tanımlanır. Paradigma, belirli bir olguya nasıl bir gözlükle bakıldığıyla ilgiliyken, ekolde o<br />

olguya nereden bakıldığı öne çıkar.<br />

Paralel bir doğrultuda Lazarsfeld’in sınıflandırması da dikkat çekicidir. Lazarsfeld “yönetsel<br />

araştırma” ve “eleştirel araştırma” ayrımında bulunur. Ona göre yönetsel araştırma, özel ya da kamusal<br />

belli kurumların hizmetinde yürütülen çalışmadır. Eleştirel araştırma ise toplumsal sistem içinde<br />

medyanın genel rolünü belirlemeye çalışan araştırmadır. Ancak bu tanım da sorunlu bulunmuştur.<br />

Curran’a göre “amprik (deneysel) / yönetsel” ile “eleştirel araştırma” ayrımı, daha adlandırmadan<br />

başlayarak teori, yöntem ve kapsamı birbiriyle karıştırmaktadır. Biri amprik araştırmalara ve özellikle<br />

niceliksel tekniklere ağırlık veren, işlevselci ve etkiye odaklanan çalışmalar öbeği olarak görülürken,<br />

diğeri, felsefi vurguya ağırlık veren, Marksist, yapısal bağlamda kontrol meselesine odaklanan çalışmalar<br />

öbeği olarak sunulmaktadır (Kejanlıoğlu, 2000).<br />

Bu bağlamda Fiske’nin (1996) açıklamasına da değinilebilir. Ona göre literatürdeki iletişim<br />

çalışmaları Lazarsfeld’in görüşüne paralel biçimde iki ayrı şekilde tanımlanabilir. Bunlardan ilki<br />

“süreç/etki çalışmaları” adıyla anılır ve iletişimi “iletilerin aktarılması” olarak niteler. Kaynak<br />

(gönderici) ve alıcıların (hedef) nasıl kodlama yaptığı ve kod açtığı, aktarıcıların iletişim kanallarını ve<br />

araçlarını nasıl kullandığı soruları üzerinde durur. Bu bakış açısına göre iletişim “bir insanın diğerinin<br />

davranışına veya düşüncelerine etki etmede kullandığı bir süreç” olarak tanımlanır. Eğer etki istenenden<br />

değişik ya da daha azsa, ortada iletişimsel bir hatanın olduğu kabul edilerek hatanın nerede meydana<br />

geldiğini saptayabilmek için iletişim sürecinin işleyiş aşamaları tek tek incelenir. İletişimi “anlamların<br />

üretimi ve değişimi” olarak gören ve “kültürel çalışmalar” adıyla tanımlanan ikinci ekol ise anlamların<br />

üretilmesinde metinlerin insanlarla nasıl etkileştiği sorusu üzerinde durarak yanlış anlamların gönderici<br />

ile alıcı arasındaki kültürel farklılıklardan kaynaklanabildiği düşüncesini savunur. İnsanın ürettiği her şey<br />

anlamına gelen kültür üzerine eğilir. Daha çok semiotik (simgeler ve anlamlar bilimi, göstergebilim)<br />

yöntemlerini izler.<br />

Tekinalp ve Uzun (2006) da “pozitif yaklaşım”, “yorumsal yaklaşım” ve “eleştirel gerçekçi<br />

yaklaşım” olmak üzere üçlü bir ayrıma gider. Pozitif yaklaşım, pozitivizme karşılık gelir. Yorumsal<br />

yaklaşım, pozitif yaklaşımın önermelerini reddeder ve örneğin etnografi yöntemini öne çıkarır.<br />

Yapısalcılığı içine alır. Yapısalcılığa göre insanlar ancak dil yoluyla düşünebilirler. Bu nedenle insanların<br />

bilişleri dilin yapısı tarafından çerçevelenir ve saptanır. Anlam, anlamlandırma sistemindeki işaretler<br />

arasındaki fark tarafından çıkarılır. Yapısalcı analiz ikili zıtlıkların incelenmesini içerir. Anlamı üreten<br />

bireyin kendisi değil, yapıdır. Bireyin kimliği bir dilsel sistemin ürünüdür. Yapısalcılık metnin<br />

13


okunmasını ve kültürün okunmasını sağlar. Yorumsal yaklaşım, pozitif yaklaşımın nicel verilerinin<br />

insanın yapısını ve karmaşık kültürel etkileri basite indirgemek olduğunu savunurken, büyük ölçüde ve<br />

çeşitli nitel verilerden yararlanır. Yorumcu araştırmacıları pozitif araştırmacılardan ayıran özellik sayılara<br />

başvurulup başvurulmaması değil, sayıların kullanılış biçimidir. Pozitif araştırmacı araştırma sorularını<br />

yanıtlamak için sayılara başvurur, buna karşın yorumcu araştırmacı sayıları soruların kaynağı, daha<br />

doğrusu ileri düzeyde bir soruşturma ve inceleme için sıçrama tahtası olarak görür. Eleştirel gerçekçi<br />

yaklaşım çalışmaları ise genel olarak iktidarın devamlılığı için kullanılan araç ve yöntemler ile ideolojinin<br />

oluşumu ve baskısını konu ettikleri için ideoloji ve medya ilişkisine odaklanmışlardır. Bu yaklaşım,<br />

Frankfurt Okulu eleştirel kuramlarını, yapısalcı medya çalışmalarını, klasik Marksizmin ekonomipolitik<br />

yaklaşımını ve eleştirel kültürel çalışmaları içeren geniş bir araştırma alanını kapsar.<br />

Frankfurt Okulu, Almanya’da 1923 yılında kurulan Toplumsal Araştırma<br />

Enstitüsü üyelerince temsil edilen düşünce akımına verilen addır. “Eleştirel teori”<br />

olarak da tanımlanan bu görüşler ve temsilcileri hakkında kitabınızın yedinci ünitesinde<br />

ayrıntıları ile durulacaktır.<br />

Erdoğan’a (2012) göre ise iletişim çalışmaları idealist felsefeye, tarihsel materyalist felsefeye ve ikisi<br />

arasında bir yere düşen; ikisinden de çeşitli ölçüde etkilenmiş yaklaşımlara dayanan çok çeşitli<br />

tasarımlardan oluşur. Her yaklaşımın tasarımı doğru yapıldı ve kullanıldıysa kendi içinde içsel-geçerliliğe<br />

sahiptir. Açıklamak isteneni ne ölçüde geçerli açıkladıkları ise ciddi farklılıklar gösterir.<br />

Sonuç olarak en başa dönersek; iletişimi tanımlamanın güçlüğü hatırlanacak olursa, iletişim<br />

çalışmalarını sınıflandırmanın da bir o kadar zor olduğu söylenebilir. Ancak yine de konuyu özetlemek,<br />

daha anlaşılır hale getirmek ve genel bir bakış açısı kazandırmak adına Griffin’in iletişim kuramları<br />

kitabındaki oldukça basit sayılabilecek tanımlamaya dikkat çekilebilir. Mühendis Claude Shannon’un<br />

dediği gibi iletişimi “bilginin iletilmesi ve alınması” şeklinde tanımlamak mümkündür. İnsancıl bakış<br />

açısıyla Felsefeci I. A. Richards ise iletişimi “anlamın üretilmesi” şeklinde yorumlamak da mümkündür.<br />

Griffin ise iki yaklaşımı da bir araya getirmeye çalışan ve son dönemde gündeme gelmiş olan Lawrence,<br />

Frey, Carl Botan, Paul Friedman ve Gary Kreps’in tanımına dikkati çeker: “İletişim, anlam yaratmak<br />

için mesajların yönetimidir.”<br />

Bu ünitede de en genelleyici ve basit yapısıyla iletişim olgusuna yönelik farklı yaklaşımların<br />

bilinirliğini sağlamak ve belli başlı bakış açısı ve bu bakış açılarına ait temel kavramları tanımlamak<br />

adına ikili bir ayrıma gidilecektir:<br />

1. Bilgilerin iletilmesi ve alınması tanımına giren etki-süreç odaklı yaklaşımlar.<br />

2. Anlamın üretilmesi tanımına giren anlam-niyet odaklı yaklaşımlar.<br />

Bu ayrımlar çerçevesinde yaklaşımlar arasındaki farklılıkların en temelde nehrin iki ayrı yanındaki<br />

çalışmalar gibi görülmesi sağlanacaktır. Kitabın ilerleyen ünitelerinde ise nehri besleyen ayrı kolların ya<br />

da iletişim bilimine farklı yaklaşımların kendilerine özgü kavram ve bakış açıları ayrıntılı olarak<br />

açıklanacaktır.<br />

Bilginin İletilmesi ve Alınması Tanımına Giren Etki-Süreç Odaklı<br />

Çalışmaların Temelleri<br />

Ana akım, ana damar, ana yön, tutucu, yönetimsel, pozitivist, amprik, geleneksel, davranışçı,<br />

çoğulcu ya da daha sonraları liberal kuramlar gibi adlarla yapılan sınıflandırmalara giren çalışmalar, bu<br />

ünitede “bilgilerin iletilmesi ve alınması tanımına giren, etki-süreç odaklı çalışmalar” başlığı altında bir<br />

araya getirilmiştir. Söz konusu çalışmalar genel olarak iletişim araştırmalarının tarihiyle birlikte Amerika<br />

Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Doğal olarak da ABD’nin siyasal ve toplumsal<br />

özelliklerini bünyesinde barındıran bu çalışmalar aynı zamanda kitle iletişim araştırmaları tarihinin de<br />

oldukça önemli bir bölümünü oluşturur.<br />

14


Kitabınızın ikinci ünitesinde çizgisel ve sosyo-psikolojik yaklaşımlar,<br />

üçüncü ünitesinde medyanın etkilerine yönelik yaklaşımları, dördüncü ünitesinde izleyici<br />

merkezli yaklaşımlar, beşinci ünitesinde de teknoloji merkezli yaklaşımlar ayrıntılı olarak<br />

işlenecektir.<br />

Psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi gibi alanlardan ve bu disiplinlerin davranışçı düşüncelerinden<br />

yararlanan araştırmacıların başlıca sorunsalı medyanın etkileridir. Çeşitli biçimlerde kamu ve özel<br />

kurumlarca da desteklenen bu çalışmalarda genellikle insan doğasının ve toplumun davranışçı yorumları<br />

bazında etki konusu formülleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşımda iletişimin bir süreç halinde işlediği,<br />

kaynak tarafından kodlanan mesajların belirli bir kanal üzerinden hedef kitleye iletildiği ve bu kişilerin de<br />

şu ya da bu şekilde etkilendiği kabul edilir. Bu doğrultuda iletişim, bir kişinin diğerinin davranış ya da<br />

zihinsel durumunu etkileme süreci olarak da tanımlanır. Alıcının şu ya da bu şekilde geribildirimde<br />

bulunduğu ve bu şekilde sürecin devam ettiği düşünülür. Bu amaçla da çoğunlukla iletişimin “sonucu”<br />

olan “etkisi” üzerine; etkiyi anlamak, ölçmek ve değerlendirmek ve bir sorun (etkinin niyet edilenden<br />

daha farklı ya da az olması durumu) varsa da bu başarısızlığın ortaya çıktığı aşamaları arayıp bulmak için<br />

araştırmalar yapılır. Bir anlamda da “etki (uyarı) -tepki” şeklindeki yapısıyla bu araştırmalar “güç”<br />

araştırmaları olarak da yorumlanır.<br />

Liberal yaklaşıma bağlı olarak geliştirilen kuramların temelde birleştikleri üç önemli nokta vardır: (1)<br />

İnsanın yaşadığı çevreye uyması, gerektiğinde uydurulması görüşü, (2) varolan toplumsal yapıyı ve<br />

kurumları koruma ve geliştirme isteği, (3) sanayileşmiş ülkelerin seçecekleri en iyi yolun kapitalist<br />

ekonomik ve siyasal sistem olduğu görüşü.<br />

“Etki-tepki” kavramının kökeni psikolojiyi bir bilim dalı haline<br />

getirme çabasındaki “davranışçılık” akımına karşılık gelir. “Gerçek olduğu kanıtlanmayan<br />

hiçbirşeyin doğru ya da gerçek olmadığını” savunan pozitivist felsefe içinde, 1925 yılında<br />

J.B. Watson’ın “Davranışçılık” kitabıyla birlikte hızla gelişen davranışçı düşünce biçimi,<br />

toplumsal bilimlerde kullanılan araştırma yöntemlerini yakından etkilemiştir. Amprik<br />

çalışmalarda araştırmanın bilimsel olması için deney yöntemine dayandırılması koşulu<br />

aranmıştır. Güvenilir gözlemlere ulaşmak üzere değişkenleri ölçme, değerlerini sayısal<br />

olarak ifade etme ve bu nedenle istatistiksel tekniklerden yararlanma, niteliksel verileri<br />

göz ardı etme ve işlemselleştirme; yani kavramların gözlemlendikleri işlemlerle<br />

açıklanmaları gereği amprik geleneğin temel özellikleridir (Yumlu, 1994).<br />

Şekil 1.2: Etki ve Anlam Odaklı Çalışmaların Belli Başlı Kavramları<br />

15


Yukarıda dile getirilen kavramları Şekil 1.2’de sunulan iletişim modeli içerisinde görmek<br />

mümkündür. Şekilde bu ünitede ikiye ayrılarak açıklanan iletişim araştırmalarında kullanılan belli başlı<br />

kavramlar beyaz ve gri zeminler içerisinde gösterilmiştir. Beyaz zemin içindeki kavramlar “iletişim<br />

sürecini”, gri zemin içindeki kavramlar ise “anlam üretimini ve değişimini” konu almaktadır. Aşağıda<br />

etki-süreç odaklı çalışmaların temel kavramları ayrıntılı olarak açıklanmaktadır.<br />

Etki-Süreç Odaklı Çalışmaların Temel Kavramları<br />

Süreç, bir olayın düzenli olarak ve birbirini izleyen değişmelerle gelişmesi, başka bir olaya dönüşmesidir.<br />

Doğal süreçler organizmanın büyüyüp değişip gelişmesinde, kültürel süreçler kültürün süreklilik içinde<br />

değişip gelişmesinde rol oynarlar. Böylece sürecin hem sürekliliği hem de değişim ve gelişmeyi içeren bir<br />

kavram olduğu söylenebilir: Örneğin tarih, sürekli değişme ve gelişmelerden oluşan bir süreçtir. Herhangi<br />

bir gelişme ve değişme ise birçok işlemlerin ve koşulların sonucunda gerçekleşir. Bu nedenle süreç<br />

deyimi aynı zamanda süreçte yer alan tüm işlemleri ve koşulları (zihinsel tasarımlar, düşünsel<br />

planlamalar, bedensel çabalar gibi) da kapsar. Bu noktada önemli olan bir konu da süreç içinde yer alan<br />

öğelerin karşılıklı olarak etkileşim içinde değişime uğramalarıdır (Zıllıoğlu, 1993; Hançerlioğlu, 1982).<br />

İletişimi bir model çerçevesinde formüle etmeyi amaçlayan ilk çabaların sonucu ortaya atılan<br />

fikirlerde iletişim sürecinin kaynak, ileti, kanal ve alıcıdan oluşan dört temel öğesi yer almıştır. Ancak<br />

1950’li yıllarda hız kazanan iletişim araştırmaları, doğrusal olmayan iletişim sürecini ortaya çıkarmış ve<br />

iletişim sürecinin öğeleri arasına geribildirim ya da geri beslemeyi de eklemiştir. Alıcının seçici<br />

davranması, iletiyi yorumlaması ve ileti çıkarımlarda bulunması sürecinin sağlıklı çalışabilmesini<br />

engelleyen gürültü öğesi yine aynı yıllarda hız kazanan iletişim araştırmaları sonucunda iletişim süreci<br />

öğeleri arasına katılmıştır. Daha sonraları iletişim sürecini etkilediği belirtilen ve çeşitli kaynaklarda<br />

farklı farklı tanımlar getirilen pek çok öğe daha iletişim modeline eklenmiştir. Ayrıca bu sürecin çevresel<br />

ya da dış unsurlardan da etkilendiği ifade edilmiştir. Bunun için gürültü, toplayıcı yankı, ortam, seçici<br />

algı, zaman unsuru ya da iletişim stüasyonu gibi kavramlarla sürece etkide bulunan çeşitli unsurlar<br />

açıklanmıştır. Şekil 1.3’de iletişim sürecinin temel modeli sunulmaktadır.<br />

Şekil 1.3: İletişim Sürecinin Temel Öğeleri<br />

İletişim sürecinde kaynak (gönderici/ iletici), iletiyi gönderen iletisim ögesidir ve iletisimi<br />

baslatandır. İletiyi tasarlayıp, formüle ederek alıcıya ulastıran kişi, grup, kurum ya da organizasyondur.<br />

Bireyler arası iletişimde iletişim sürecinin başlayabilmesi için ilk önce bireyin bir düşünceyi ifade etme<br />

isteğinin olması gerekir. Kişinin zihnindeki düşünceler söze dönüştürülmeyen duygulardır; başka bir<br />

deyişle zihindeki imgelerdir. Bir sonraki aşamada imgeler sembollere (örneğin kelimelere) dökülür. Bu<br />

aşamaya “kodlama” adı verilir. Kodlama bir bilgi, düsünce, duygu ya da kanının iletilmeye uygun, hazır<br />

bir ileti biçimine dönüştürülmesidir. Alıcıda gerçeklesmesi gereken amaçlanmıs düşüncenin oluşması ve<br />

yüklendiği aktarım aracına uygun olması için iletinin “dil” ve “kod”a dönüştürülmesidir. Kod, insanlara<br />

16


anlamlı gelebilen bir biçimde düzenlenen herhangi bir semboller grubudur. İleti ise kaynaktan alıcıya<br />

gönderilen bir uyarı, düşünce, duygu, kanı ya da bilginin kaynak tarafından kodlanmış halidir. Kanal<br />

tarafından iletilen mesaj’dır. Ileti isaretlerden kuruludur ve bir işaret ise kazanılmış deneyim ve<br />

bilgilerden herhangi birisi yerine konulmuş bir belirticidir.<br />

Şekil 3’deki iletişim sürecini Adem ve Ewa’nın hikayesi bağlamında<br />

değerlendirerek her bir öğenin karşılığının ne olduğunu bulmaya çalışınız.<br />

İletiyi taşıyan sinyaller kaynaktan hedef kişi ya da kitleye kanal (oluk, araç) aracılığıyla iletilir.<br />

Örneğin telefonu kullandığımızda kanal telefonun telidir. Bunları fiziksel (ses, hava vb.) teknik (telefon,<br />

telgraf) ya da sosyal (okul, televizyon vb.) araçlar şeklinde sınıflandırabiliriz. Ayrıca araçları hitap<br />

ettikleri duyu organlarına göre de tanımlamak mümkündür (görsel, işitsel vb.) İletişim aracının iletişim<br />

sürecinin en önemli öğesi olduğunu söyleyen McLuhan’ın “araç iletidir” şeklindeki ünlü sözünü de<br />

burada not düşmekte yarar vardır. İletinin sunulduğu kanal, kitle iletişiminde kitle iletişim aracı ya da<br />

medya olarak tanımlanan kitlesel iletişime olanak sağlayan ortamlardır. Bunlar genel olarak gazeteler,<br />

dergiler, radyo ve televizyon kanalları, internet sayfaları, sinema filmleri, kitaplar vs. gibi çoğaltılabilir ve<br />

kitlelere mesaj taşıyabilir niteliklere sahip araçlardır. Yüz yüze iletişimde kanal, çıkardığımız ses ya da<br />

takındığımız tavırdır.<br />

Sinyal, kullanılan iletişim sistemine bağlı olarak farklı biçimlerde olabilir. Örneğin konuşmada sinyal,<br />

havada (kanal) ilerleyen ses basıncıdır. Radyo ve televizyonda elektromanyetik dalgalardır. Gazete, dergi<br />

ve kitapta ise sayfa (kanal) üzerindeki basılı kelime ya da görsel malzemelerdir. Bu anlamda kanal,<br />

sinyali kaynaktan alıcıya iletmek için kullanılan araçtır. Kanal kapasitesi ise bir bilgi kaynağınca üretilen<br />

şeyi kanalın iletebilme yeteneğidir.<br />

Her iletişimsel eylemin genellikle bir amacı ya da niyeti olduğu söylenebilir. Bu amaç kimi zaman<br />

açık ve seçik olsa da kimi zaman belirsiz olabilir. Karşılıklı iki kişinin konuşmasında kaynak kişi<br />

düşüncelerini sözcüklere dökerek doğrudan karşısındaki kişinin yüzüne söyleyebileceği gibi kimi zaman<br />

telefon ya da telgraf gibi kimi araçlar kullanarak da bir kanal aracılığıyla mesajını (iletisini) karşısındaki<br />

kişiye iletir. İletişim sürecinde alıcı (hedef) kaynağın gönderdiği iletiye hedef olan şey, kişi ya da<br />

kişilerdir; iletişimin ulaştığı yerdir. Iletişim sürecinde kaynak, çevresinden aldığı bir olayı, veriyi, iletiyi,<br />

içinde bulunduğu duygusal durumu işin içine katarak oluşturduğu mesajını kodlayıp sinyallere<br />

dönüştürmekte; alıcı da bu iletiyi duyarak, okuyarak ya da izleyerek aldığı, kendisine ulaştırılan bu<br />

sinyallerin kodunu açarak yorumlamaktadır. Başka bir deyişle alıcı kendisine mesaj olarak gönderilen<br />

sembollerden bir anlam çıkartır; yani mesajı çözümler. Eğer kaynak ve alıcının imgeleri birbirine<br />

uygunluk gösteriyorsa başarılı bir iletişim gerçekleşir. Eğer uygun değilse anlam paylaşımı gerçekleşmez<br />

ve iletişimin başarısı sekteye uğrar. Bu bağlamda “kod açma” kavramı, algılanan kodun (sinyalin)<br />

çözümlenmesi; iletinin yorumlanarak anlamlı bir biçime sokulması anlamına gelmektedir. İletişim<br />

sürecinde iletiler ancak kodaçma yoluyla bir takım ses, görüntü ya da anlamsız çizgiler- işaretler<br />

olmaktan çıkıp anlam kazanırlar.<br />

Şekilde sunulan iletişim modelinde iletişimin belirli bir ortam, koşul ve kimi unsurların etkisi altında<br />

bulunduğu da görülmektedir. Hiçbirşey diğerinden bağımsız değildir ve dışsal unsurların etkisi ile<br />

çepeçevre sarılıdır. Gürültü kimi zaman bir telefon görüşmesinde duyulan parazit sesi, kimi zaman<br />

gürültülü bir mekândaki kulakları sağır eden bir ses, kimi zaman gözlerimizle birşeyleri görmemizi<br />

engelleyen perdedir. Kaynağın isteği dışında sinyale eklenen herhangi bir şeye gürültü adı verilir. Daha<br />

geniş anlamda ise çevresel unsurlar (ortam), aslında iletişimi doğrudan etkileyen bu unsurlardan daha da<br />

fazlası olarak ortak paylaştığımız kültür, inanç, değer, dil ve diğer tüm kişisel, kurumsal ve toplumsal<br />

unsurların etkilerini de kapsar. İletişim, içinde bulunduğu ve parçası olduğu ortamla birlikte anlam<br />

kazanır. Ortam el verdiği sürece iletişim eylemi gerçekleşir ya da başarılı olur.<br />

İletişim sürecinde iletiyi gönderenin alıcıda oluşturmak istediği amacın ne düzeyde gerçekleştiğini<br />

öğrenmek üzere geliştirilen bilgi alma sürecine de geribildirim, geribesleme ya da yansıma adı verilir.<br />

Alıcının gönderilen mesajı anlayıp anlamadığı alınan geribildirim mesajı sayesinde anlaşılır.<br />

17


İletişim sürecindeki her bir öğe, kitle iletişiminde daha karmaşık bir yapıdadır. Bu karmaşıklığı bir<br />

parça olsun giderebilmek için aşağıda beş ayrı aşamada sözü edilen unsurlar üzerinde durulabilir. Bu basit<br />

anlatıma göre kitle iletişim süreci şöyle işler:<br />

1. Profesyonel iletişimcilerin hazırladıkları değişik içerikli iletiler,<br />

2. Mekanik araçlar aracılığıyla hızlı ve sürekli bir şekilde dağıtılır ya da yayınlanır.<br />

3. Söz konusu ileti çok sayıda, değişik ve çeşitli izleyici kitleye ulaşır.<br />

4. Kitle içindeki bireyler, iletiyi kendi deneyimlerindeki anlamlara göre yorumlarlar ve<br />

5. Sonuçta da bireyler şu ya da bu biçimde etkilenirler (Usluata, 1995).<br />

Kitle iletişiminin işleyişi üzerinde ileri sürülen pek çok yaklaşımı içine alan bu model; profesyonel<br />

iletişimcilerin, kalabalık ve homojen bir yapı göstermeyen izleyicileri çeşitli yollardan etkilemek ve<br />

amaçlanan anlamları yaratmak üzere ileti oluşturmalarını ve bu iletileri kitle iletişim araçlarını kullanarak<br />

ulaştırmalarını tanımlar.<br />

Adem ve Ewa’nın hikayesinde tanımlanan kitle iletişimini farkedebildiniz<br />

mi? Hikayede hangi kitle iletişim araçlarına başvuruluyordu?<br />

Kitle iletişiminde temel amaç iletinin uzak mesafelerdeki geniş kitlelere ulaşmasıdır. Özelde ise<br />

duruma yönelik amaçlar, içeriğe yönelik amacı belirlemektedir. Belli başlı olarak bu amaçlar “bilginin<br />

fikir, kültür ve bilgi formunda üretilmesi ve dağıtılmasına karışmak, gönderenlerden alıcılara, bir izleyici<br />

kitlesinden diğerine, toplumdaki herkese ve toplumun kurumlarını oluşturan kanaat önderlerine, diğer<br />

insanlara nakletmek ve onları etkilemek için kanallar hazırlamak, hemen hemen yalnızca halk sahasına<br />

etki etmeyi istemek, sosyal yükümlülük ve zorlama olmaksızın kuruluşa dinleyici ya da izleyici olarak<br />

gönüllü katılım sağlamak” şeklinde sıralanabilir (McQuail, 1994).<br />

Kitle iletişiminde kaynak genellikle bir kurum, kuruluş ya da bir organizasyondur. Buna “kurumsal<br />

kişilik” denilmesi aydınlatıcı olacaktır. Bu kişilik kitle iletişim aracının muhabirleri, editörleri, sermaye<br />

sahipleri ve onların sağladığı toplumun belirli kesimleri ile olan bağlar ve yakınlıklar, kullanılan<br />

teknolojinin düzeyi, kurumun kendi içindeki meslek etiğinin ve ticarileşmenin derecesi ile oluşur (Oskay,<br />

1994).<br />

Kitle iletişim araçları; eş deyişle medya, kaynaktan uzakta bulunan, birbirlerinden ayrı konumlanmış<br />

çok sayıda insanla aynı anda ilişki kurabilen teknolojik ortamlardır. Türdeş olmayan kitlelere mekansal<br />

bağ olmaksızın seslenebilen kitle iletişim araçları; istenilen her yerde, aynı zamanda bulunabilme ve olayı<br />

anında aktarabilme özelliğine sahiptirler. Halkın çoğu için kolayca elde edilebilir, ucuz, sürekli ve<br />

düzenlidirler.<br />

Günümüzde “medya” sözcüğü “kitle iletişim araçları” sözcüğüyle eş<br />

anlamda kullanılmaktadır. Medya; radyo, televizyon, gazete, dergi, internet gibi kitlesel<br />

iletişime olanak sağlayan her türlü ortam için kullanılan genel bir kavramdır.<br />

Kitle iletişiminde ileti; örneğin gazetede yazan yazı, televizyondaki ya da radyodaki programdır.<br />

İleti, gönderen kurumsal kişilik tarafından belirli amaçlara yönelik biçimde, kitlesel olarak, genel ilgi<br />

formatında üretilir ve kitlesel iletişime olanak sağlayan ortamlarla kitlelere ulaştırılır.<br />

Kitle iletişiminde alıcı, farklı toplumsal kümelerden gelen farklı niteliklere sahip insanlardan oluşan<br />

heterojen bir yapı sergileyen, kimliksiz bir topluluktur. Alıcı çoğu zaman kaynak tarafından hedeflenen<br />

belirli bir grup insandır. Bu nedenle alıcılar için “hedef kitle” de denir. Kaynak ve alıcı, kişisel olarak<br />

birbirlerini tanımaz. Kitle iletişim araçlarının herkes tarafından erişilebilir niteliği nedeniyle hedeflenen<br />

kişilerin dışındaki halk kitlelerinin de bu mesajı almalarının önünde de bir engel yoktur. Dolayısıyla<br />

medya mesajları halkın ya da kamuoyunun geneline yönelik olarak gönderilen mesajlardır. Örneğin<br />

18


televizyondaki herhangi bir reklam filmi yalnızca belli gruptaki kişilere yönelik olarak hazırlanır; ancak<br />

filmi, o anda ekran başında olan herkes izler.<br />

Bu arada “kitle” kavramını da ayrıca açıklamakta yarar vardır. Kitle kavramı toplumsal düşüncede<br />

olumlu ve olumsuz anlamda anılabilmektedir. Olumsuz anlamda “kanunsuzların, kültür, akıl ve mantıktan<br />

yoksun insanlar ve cahillerin oluşturduğu kitle”; olumlu anlamda ise “çalışan insanların dayanışması ve<br />

gücü” karşılığına gelir. Kitle iletişim araçlarının izleyicisi olarak ise “kitle”; grup, kalabalık ya da<br />

kamudan ayırt edilen nitelikler taşır.<br />

McQuail bu nitelikleri şöyle sıralar:<br />

1. Kitle, kalabalık ve kamu’dan büyüktür.<br />

2. Kitle, fazlasıyla dağınıktır; üyeler birbirini tanımaz, aynı zamanda izleyicileri bir araya getiren<br />

kişi de üyeleri tanımaz.<br />

3. Kitle, belirli amaçlar için bir araya gelip birlikte eylemde bulunabilme yeteneğinden yoksundur.<br />

4. Değişen sınırlar içinde kitleyi oluşturan birimler değişik yapılar gösterir.<br />

5. Kitle, kendi başına eylemde bulunamaz, aksine kitle üzerinde eylemde bulunulur (Yumlu, 1994).<br />

Yüz yüze iletişime oranla kitle iletişiminin geribildirim mekanizmaları çok daha zayıftır. Büyük<br />

kitlelere iletinin gönderilmesinden sonra, hemen ya da kısa sürede tepki alınması söz konusu değildir.<br />

Gecikmeli olarak işleyen bu geribildirim mekanizması sonuçlarının genelleştirilmesi hatalı<br />

olabilmektedir. Bu açıdan kitle iletişimi, çoğunlukla geri dönüştürülemezcesine tek yönlüdür. Alıcının<br />

aynı anda cevap verme olanağı fiilen yoktur ve bu yüzden iletişim sisteminde göndericiyle alıcı arasında<br />

keskin bir kutuplaşma söz konusudur.<br />

Peki, her iletişim eyleminin bir sonucu var mıdır? Kuşkusuz olmadığını ileri sürmek daha zordur. İleti<br />

ya da mesajla karşılaşan herkes şu ya da bu şekilde bir etki ile karşı karşıyadır. Her etki güçlü bir tepki<br />

doğurmayabilir. Ancak mesajın bir kişi tarafından şu ya da bu şekilde alınmış olması bile bir tür iletişim<br />

sonucu olarak yorumlanabilir. İletişim, bir anda olup biten bir olgu olarak değil, zaman içinde belki de<br />

kimi zaman insan algısından daha hızlı bir şekilde süregiden ve kimi zaman birikimci etkilere sahip bir<br />

eylem olarak düşünülürse etkilerini anlamak biraz daha kolay olabilir.<br />

Etki Kavramı ve Kitle İletişiminin Etkileri<br />

Etki kavramının en temel tanımı Piätilä’nın “İletişim sürecinin bir önemliliği olarak iletişim etkisi,<br />

bireyin zihninde daha önce olan ya da olmayan bir şeyin; iletişim olmasaydı olması ya da olmaması ile<br />

söz konusudur” ifadesinde anlam bulur (Windahl, Signitzer ve Olson, 1992). Eş deyişle iletişimden önce<br />

zihinde olmayan şeyin iletişimden sonra artık olması haline en genel anlamıyla “etki” adı verilmektedir.<br />

İletişimin sonuçları anlamındaki “uyarı-yanıt” formülünde karşılığını bulan ilkeye göre ise etkiler özel<br />

uyarılara karşılık gelen özel yanıtlar, eş deyişle tepkiler biçiminde nitelenmektedir. Bu anlamıyla kitle<br />

iletişim araçlarının iletileri ile izleyenlerin tepkileri arasında yakın bir bağlantı olması beklenir.<br />

Adem ile Ewa’nın hikayesinde kitle iletişiminin etkileri nasıl tanımlanıyor,<br />

hangi etkilerden söz ediliyor, bulabildiniz mi?<br />

19


Şekil 1.4: İletişimin Etkilerinin Hiyerarşik Modeli<br />

Ancak herkes aynı şeyden aynı şekilde etkilenmez. Her gazete okuyan ya da televizyon izleyen aynı<br />

şeyi düşünmez ve aynı şekilde davranmaz. Buna göre iletişimin etkileri en yaygın şekilde “farkında<br />

olma” düzeyinde, daha az olarak “bilgilenme” düzeyinde, daha az olarak tutumlarda ve daha da az<br />

düzeyde davranışlarda görülür. Bu ifadeyi Şekil 1.4’de görsel olarak daha anlaşılır hale getirebiliriz. Şekli<br />

açıklamak üzere bir örnek verilecek olursa; Etiyopya’da yaşanan açlık konusunda bir haber<br />

yayınlandığında pek çok insanın dikkati orada yaşanan açlık konusuna çekilmiş olur. Artık insanlar bu<br />

konudan haberdar hale gelir. Bir kısım insanlar bu konuda daha fazla bilgi talebinde bulunur ve duyarlı<br />

bir şekilde bilgi sahibi olurlar. Daha sonra bu konuya karşı insanların belli bir kısmının tutum geliştirdiği<br />

görülür. Ancak bu tutumların her zaman davranışa dönüşmediği de gözlemlenir. Etiyopya’daki açlık için<br />

gerçekleştirilen yardım faaliyetlerine katılım çeşitli biçimlerde farklılık gösterir. Pek çok insan<br />

Etiyopya’daki açlığı gözleriyle görmediği halde okuduğu, dinlediği ya da izlediği haberlerle bilir ama<br />

oradaki dram karşısında harekete geçen kişi sayısı “bilen” insan sayısı kadar değildir. Dolayısıyla<br />

davranış değişikliği en son aşamada ve çoğunlukla daha az bir kesim üzerinde kendisini gösterir. Aynen<br />

akşam televizyonda reklamı izlenen her ürünün ertesi sabah bütün izleyenler tarafından satın alınmadığı<br />

gibi...<br />

Televizyonda yeni çıkan bir ürünün reklamını izleyen herkes o ürünü<br />

satın alır mı? Ürünü satın alanlar reklamdan ikna olmu ve olumlu tutum gelitirmi<br />

kiiler midir?<br />

Etki kavramı ve kitle iletişiminin etkilerine yönelik özellikler bu şekilde özetlendikten sonra, artık etki<br />

araştırmaları ve tarihsel gelişimi üzerinde durulabilir.<br />

Etki Araştırmalarının Tarihsel Gelişimi<br />

İletişim araştırmalarının tarihi büyük ölçüde etki araştırmalarının tarihi olarak görülür. Bu da etki<br />

araştırmalarının iletişim çalışmalarındaki önemini yansıtır. Kitle iletişim sürecinin bütün boyutları<br />

arasında etkiler, üzerinde en çok çalışılan ve tartışılan boyutu oluşturur. Medyanın önemini de ortaya<br />

koyan bu araştırmalarda; insanları yeni siyasi ideolojilere inanmaya zorlama, belirli bir partiye oy verme,<br />

daha fazla mal satın alma, kültürel beğenileri değiştirme ya da bırakma, önyargıları azaltma ya da<br />

arttırma, kusur ya da suç işleme, cinsel ahlak standartlarını değiştirme gibi değişik açılardan, medyanın<br />

nasıl kullanıldığı ve insanları nasıl etkilediği sorularının yanıtları aranmıştır. Medyanın “esas gücü”<br />

anlamında da değerlendirilen bu çalışmalar; insanların dünya görüşünü şekillendirmede, düşünce ve<br />

kanaatlerin temel kaynağını oluşturmada ve de davranışlarını etkilemede medyanın gördüğü işlevleri<br />

konu almaktadır.<br />

İletişimin etkilerine ilişkin ilk çalışmalar İkinci Dünya Savaşı öncesinde ABD’de başlamıştır.<br />

Janowith ve Schulze, ilk ampirik (deneysel) çalışmaların temellerini atan isimlerdir. Ancak iletişim<br />

araştırmalarının ilk temsilcileri Paul F. Lazarsfeld, Harrold D. Laswell, Carl I. Howland ve Kurt Lewin<br />

olarak bilinir.<br />

Medya etkilerinin farklı dönemlerde farklı biçimlerde tanımlandığı görülür. Bu konuda Şekil 5’te<br />

sunulan McQuail (1983)’ın sınıflandırması yol göstericidir. Genel olarak 1930’ların sonuna kadar kitle<br />

20


iletişim araçlarının inanç ve düşünceleri şekillendirme, yaşam alışkanlıklarını, aktif olarak davranışları<br />

değiştirme ve politik sistemi etkilemede karşı konulmasına karşın güçlü etkilere sahip olduğu kabul<br />

edilmiştir. 1940’lardan 1960’ların başlarına dek uzanan ikinci dönemde, deneysel yöntemlerin ağırlık<br />

kazanmasıyla birlikte kitle iletişim araçlarının etkilerinin sınırlı kaldığı tezi ön plana çıkmıştır.<br />

1960’lardan sonra ise yeniden kitle iletişiminin etkilerinin fazlalığı yönündeki görüşler ağırlık kazanarak<br />

günümüze dek varlığını sürdürmüştür.<br />

<br />

i. Medya etkilerinin güçlü olduğunun savunulduğu dönem: Kitle iletişimi konusundaki ilk<br />

çalışmalar sinema ve radyonun yaygınlaşmasıyla popüler ürünlerin ortaya çıktığı 19. yüzyılda<br />

Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde ortaya konulmuştur. Kitle iletişiminin etkilerine<br />

yönelik bu çalışmalarda daha çok bu araçların güçlü etkilere sahip olduğuna yönelik düşünceler<br />

ön plana çıkmıştır. Bilim insanlarına göre kır yaşamından kent yaşamına geçen ve bu geçiş<br />

sürecinde toplumsal ve psikolojik zorluklarla karşılaşan dönemin insanları, karşılarında kitle<br />

iletişim araçlarını bulmuşlar ve bu buluşma, dönemin toplumsal hareketlerinde kitle iletişim<br />

araçlarının rolü üzerinde yorumlar yapılmasına neden olmuştur. Oluşan imajlar, kitle iletişim<br />

araçlarının insanların düşüncelerini, inançlarını ve yaşam biçimlerini değiştirebilecek kadar<br />

güçlü olduğunu zihinlerde canlandırmıştır. 1930’lara dek süren bu dönemde kitle iletişim<br />

araçlarının güçlü etkilerini açıklamak amacıyla Şırınga (İğne) Kuramı ya da Gümüş (Sihirli)<br />

Mermi Kuramı gibi görüşler ileri sürülmüştür. Kitle iletişim sürecini açıklayan ilk; ancak<br />

oldukça etkili modeller olan bu kuramlarla, kitle iletişim araçlarının bir “iğne” ya da “mermi”<br />

gibi izleyenlere hemen etki ettiği ve onları istediği yöne yöneltebildiği ileri sürülmüştür<br />

(McQuail, 1983).<br />

ii. Medya etkilerinin sınırlı olduğunun savunulduğu dönem: Genel görüşlerin ötesinde,<br />

araştırmalar yapılmaya başlandığında etkilerin sanıldığı kadar da güçlü ve çabuk olmadığı iddia<br />

edilmeye başlanmıştır. 1930’lu yıllarla birlikte deneysel araştırma yöntemlerinin gelişmesi,<br />

istatistiksel tekniklerdeki ilerlemeler sayesinde, kitle iletişiminin etkilerine yönelik<br />

araştırmalarda kitle iletişiminin sınırlı etkileri olduğuna ilişkin bulgular ortaya konulmuştur.<br />

Dönem içerisinde yapılan en önemli çalışmalar; 1940 ve 1948’deki ABD Başkanlık seçimleri ve<br />

1949’da Hovland’ın filmler üzerine yaptığı Amerikan Değerleri Araştırması’dır.<br />

<br />

Şekil 1.5: Kitle İletişim Araçlarının Etkilerinin Büyüklüğüne Yönelik Başlıca Araştırmalar ve Araştırma Yaklaşımları<br />

Kaynak: Severin ve Tankard, 1994; Yüksel, 2001’den uyarlanmıştır.<br />

21


Seçim kampanyaları ve seçmenlerin oy verme davranışları üzerinde yapılan çalışmalardan ilki,<br />

1940’da Ohio eyaletinin Erie kentinde gerçekleştirilmiştir. Seçmenlerin oy verme tercihlerini etkilemede,<br />

kitle iletişim araçlarının gücünü ortaya koymayı hedef alan bu ilk araştırmada Lazarsfeld, Berelson ve<br />

Gaudet, bireysel ilişkilerin oy verme kararını etkilemede, kitle iletişim araçlarına göre daha etkili olduğu<br />

sonucuna varmışlardır. Araştırma sonucunda İki Aşamalı Akış Kuramı geliştirilmiştir. İletilerin iki<br />

aşamada yayıldığını savunan kuram, kitle iletişim araçlarında iletilen iletilerin toplumda ilk önce kanaat<br />

önderlerine (muhtar, imam, öğretmen gibi toplumda saygı gören ve sözü dinlenen kişilere) ulaştığını,<br />

daha sonra da bu kişiler aracılığıyla daha az aktif olan yakın çevrelerindeki insanlara ve takipçilerine<br />

aktarıldığını ileri sürmüştür. Bu boyutuyla araştırma medya etkisinin az olduğunu ve modelin alıcı<br />

kitlenin sosyal gerçekliğini, politik bilgilenme ve düşünce oluşumu sürecini iyi yansıtmadığını<br />

göstermiştir.<br />

1948 tarihli ABD Başkanlık seçimleri üzerine yapılan ikinci araştırma ise New York’un Elmira<br />

kentinde gerçekleştirilmiştir. Aynı amaçlı araştırma sonucunda Berelson, Lazarsfeld ve Mc Phee,<br />

insanların kendi fikirlerine yakın buldukları haberleri izlediklerini ve dolayısıyla kitle iletişim araçlarının<br />

seçmenlerin önceden sahip oldukları fikirleri güçlendirici yönde bir etkide bulunduğunu ortaya koyarak<br />

seçmenlerin bakış açılarını değiştirmede kitle iletişim araçlarının tek başına başarılı olamadıklarını ileri<br />

sürmüşlerdir.<br />

Howland’ın İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan askerlerinin ideolojik eğitimi için kullanılan filmler<br />

hakkında yaptığı 1949 tarihli incelemelerini yayınladığı “Experiments on Mass Communication (Kitle<br />

İletişiminde Deneyler)” adlı eseri de kitle iletişim araçlarının tek başına bireylerin kuvvetle sahip<br />

oldukları tutumları değiştirmesinde etkili olamayacağını ispatlayan bir çalışma olarak döneme damgasını<br />

vurmuştur.<br />

Dönem boyunca yapılan daha pek çok araştırmada kullanılan yöntemler geliştikçe elde edilen bulgular<br />

ve ortaya konulan kuramlar kişisel farklılıklardan ve sosyal çevreden kaynaklanan yeni değişkenlerin<br />

hesaba katılmasını da beraberinde getirmiştir. Bu doğrultudaki çalışmalar arasında DeFleur’un üç kuramı<br />

dikkat çekicidir. Bireysel Farklılıklar Kuramı ile DeFleur, aynı iletinin kişisel özelliklerinden dolayı<br />

izleyicilerde farklı etkiler yaratacağını ileri sürmüştür. İzleyenlerin yaş, cinsiyet, eğitim, dini inanış, gelir<br />

düzeyi vb. bakımdan farklı sosyal kategorilere ayrıldığını ve kitle iletişim araçlarından gelecek iletiler<br />

karşısında bu kategorilerde yer alan izleyenlerin az çok benzer tepkiler gösterdiğini savunduğu Sosyal<br />

Kategoriler Kuramı’nda ise izleyenlerin içinde bulundukları resmi olmayan sosyal ilişkilerin, kitle<br />

iletişim araçlarından gelen iletilerin etkisini değiştirebileceğini söylemiştir. Kültürel Normlar<br />

Kuramı’nda da kitle iletişim araçlarının bazı konuları seçerek ve vurgulanarak toplumda bir ölçüye kadar<br />

da olsa belirli düşüncelerin yayılmasına katkı sağlandığı, ancak bu etkinin de bireylerin sahip olduğu<br />

kültürel normlar çerçevesinde gerçekleşebildiği ileri sürülmüştür.<br />

Kitle iletişiminin etkileri üzerine en etkili eleştirileri yazan Klapper’ın “Kitle iletişimi genellikle<br />

gerekli ve yeterli izleyen etkilerine yol açmaz, bunun yerine arabulucu faktörlerin bir parçası olarak işlev<br />

görür” şeklindeki sözü ise dönemi özetler niteliktedir (McQuail, 1983).<br />

iii. Medya etkilerinin güçlü olduğunun yeniden savunulduğu dönem: 1960’larla birlikte daha<br />

karmaşık hale gelen kitle iletişim kuramları ve istatistiksel yöntemlerin araştırmalara<br />

kazandırdığı yenilikler, kitle iletişim araçlarının sınırlı etkilerinden fazlasını ortaya koymaya<br />

başlamıştır. Dönem içerisinde teknolojinin yaşamın her alanına girmesi, özellikle televizyonun<br />

evlerin başköşe konuğu olması ve gelişen düşünce akımları ile birlikte, kitle iletişim araçlarının<br />

etkilerinin farklı boyutlarına bakılır olmuştur. Bir anlamda güçlü etkilere geri dönüş sayılan son<br />

dönemde “kitle iletişim araçlarının ekonomik, sosyal ve siyasal güç sahibi olabilmek için etkili<br />

birer araç olarak kullanılabileceğine” olan inanç giderek yaygınlaşmıştır.<br />

Bu dönemde genel olarak “ölçülebilen etkiler” düşüncesi bir mit haline gelmiştir. Sosyal psikolojiden<br />

etkilenerek ölçülebilen etkileri “tutum” kavramıyla ilişkilendiren liberal kuramcılar, tutum kavramıyla<br />

bireysel davranışı toplumsal analizden soyutlamış ve analitik bir çerçeveye oturtmuşlardır. Ölçme üzerine<br />

odaklanan çalışmalar pozitivist gelenekten hareketle nesnelliği ön plana çıkarmışlardır. Anket araştırması,<br />

içerik analizi, deneysel araştırma gibi niceliksel (sayısal) yöntemler yoğun olarak kullanılarak kuramlar<br />

test edilmeye çalışılmıştır.<br />

22


Etki odaklı yaklaşımlar arasında Katz’ın “Kullanımlar ve Doyumlar Kuramı” ile “Medya insanlarla<br />

ne yapıyor?” sorusu yerine, konuya tersten bakarak “İnsanlar medya ile ne yapıyor?” sorusunun gündeme<br />

gelmesi “yeni bir dönem” olarak nitelendirilir. Böylece çalışmaların odak noktası, iletişim sürecinin bir<br />

başka yönüne yönelmiştir.<br />

Etki odaklı çalışmalar anlamında son dönemde, kitle iletişiminin aynı zamanda kültürü, bilgi<br />

birikimini, normları ve toplumsal değerleri yakından etkilediği üzerinde durulmuştur. Bu türdeki<br />

araştırmalar ayrı bir biçimde “dolaylı ve uzun dönemli etki araştırmaları” tanımı çerçevesinde bir<br />

araya getirilebilir. Bu çalışmalar, kitle iletişimi sayesinde bireylerin dolaylı ve uzun dönemli olarak,<br />

zaman içinde kendi davranış kalıplarına uygun seçimleri çerçevesinde imaj, düşünce ve değer yargıları<br />

üzerinde değişiklikler olduğu düşüncesinden hareket ederler. Gündem Belirleme, Bilgi Açığı ve<br />

Suskunluk (Sessizlik) Sarmalı yaklaşımları söz konusu araştırmalar arasında ön plana çıkar. Gerbner’in<br />

Kültürel Göstergeler Projesini de unutmamak gerekir. Televizyonda şiddet gösterimini konu alan proje<br />

daha sonra farklı konularla devam etmiştir. Bulgular televizyonun düşsel dünyasına bağımlı kalmanın<br />

uzun dönemde birikimci bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir. Bu kuramlara kitabınızın ilerleyen<br />

ünitelerinde ayrıntılarıyla yer verilecektir.<br />

Ayrıca medyanın etkilerini sorgulayan 1973’de Mendelsonn’un yürüttüğü “Ulusal Sürücü Testi” ve<br />

“Bir Kadeh İçkinin Tarihi” adlı projeleri, 1975’te Maccoby ve Farguhar’ın “Kalp Hastalığını Azaltmak<br />

İçin Kitle İletişim Araçlarının Kullanılması” adlı çalışması ve 1984’te Ball-Rokeach ve Grube’nin<br />

“Büyük Amerikan Değerleri Araştırması” diğer önemli çalışmalar olarak sıralanabilir.<br />

Adem ile Ewa’nın hikayesinde yukarıda tanımlanan iletişim kuramlarından<br />

hangilerini görebiliyoruz?<br />

Anlamın Üretilmesi Tanımına Giren Anlam-Niyet Odaklı Çalışmaların<br />

Temelleri<br />

Medyanın etkilerine dönük çalışmalar bir yandan sürerken diğer yandan kökenleri Marksist toplum<br />

eleştirisine dayanan ve Frankfurt Okulu ile birlikte ekonomi-politik yaklaşımı da içine alan ve özellikle de<br />

medyanın toplumdaki rolüne işaret eden eleştirel eğilimler gelişmeye ve ilgi çekmeye başlamıştır.<br />

Kapitalist ekonomik düzene ve liberal sisteme yönelik eleştiriler getiren ve her biri var olan toplumsal ve<br />

iletişimsel yapının radikal ve dönüşümcü bir eleştirisinden yola çıkan bu görüşler “eleştirel”,<br />

“kuramsal”, “kültürel”, “toplumbilimsel” ya da “değişimci yaklaşımlar” gibi adlarla tanımlanmıştır.<br />

İngiltere ve Batı Avrupa’daki araştırmacılarca geliştirilen bu yaklaşımların niteliklerini etki odaklı<br />

çalışmalardaki gibi kesin çizgilerle ayırt etmek zor olsa da genel olarak endüstrileşmiş kapitalist<br />

toplumların Marksist eleştirisine dayanan daha geniş bir geleneğin içine konumlandıkları söylenebilir.<br />

Çıkış noktasını Karl Marx’ın görüşlerinin oluşturduğu ve onun toplum ve değişimi, tarih ve insan, fikirler<br />

ve ideoloji anlayışını çıkış noktası olarak kabul eden eleştirel yaklaşımların temelinde medyanın üretim<br />

faktörleriyle, kapitalist endüstriyel oluşumun genel tiplerine benzeyen üretime sahip olduğu düşüncesi<br />

yatar. Marksizmde var olan ve geçmişte var olmuş toplumlara ilişkin bir analiz yapılarak kapitalist<br />

topluma eleştiri getirilir. Daha sonra ise Marksizmle bağını çeşitli ölçülerde koparan dil bilimsel,<br />

göstergebilimsel ve edebiyat kökenli “kültürel incelemeler” de bu ünitede, anlam-niyet odaklı çalışmalar<br />

başlığı içinde değerlendirilmiştir.<br />

Kitabınızın altıncı ünitesinde dilbilimsel ve göstergebilimsel çalışmalara,<br />

yedinci ünitesinde de eleştirel çalışmalara ayrıntılarıyla yer verilmektedir.<br />

Sosyoloji, ekonomi, göstergebilim, siyasal felsefe, edebiyat çalışmaları, psikoloji ve tarih gibi farklı<br />

disiplinlerden gelen eleştirel kuramcılar, Batılı kapitalist dünyanın sınıfsal olarak katmanlaşmış<br />

toplumların ayakta kalmalarında medyanın oynadığı rolü sorgularlar. Davranışçı Amerikan<br />

araştırmacılarının nesnellik iddialarını reddederler. Genel olarak iletişimin “anlam” ve “anlamın üretimi”<br />

boyutuna odaklanan bu yaklaşımlar şu konuları ele alırlar (Sever, 1998; Yumlu, 1994; Erdoğan ve<br />

Alemdar, 2005):<br />

23


1. İletişimi toplumsal bir konu olarak çok boyutlu (tarihsel, ekonomik, teknolojik, siyasal,<br />

kurumsal, mesleki ve kişisel vs.) bir şekilde ele alırlar, kültürel çalışmalar ve iletişim sosyolojisi<br />

alanlarında çalışma yürütürler<br />

2. Kitle iletişim kurumlarını tek başlarına değil kurumlar ile birlikte, ulusal ve hatta uluslararası<br />

bağlamı içinde değerlendirirler, geliştirilen yeni iletişim teknolojilerinin toplum üzerindeki<br />

etkilerini sorgularlar<br />

3. Mülkiyet, yapı, kurum, üretim ilişkileri gibi konular üzerinde dururlar<br />

4. Araştırmayı yapı, örgüt, toplumsallaştırma, uzmanlaştırma, katılım ve diğer unsurlarla<br />

tanımlarlar<br />

5. Temel önermeleri sorgular, alternatif düzenmeleri araştırırlar.<br />

Anlam odaklı yaklaşımlarda iletişim, mesajın insanlar üzerindeki etkileri bağlamında değil, toplumsal<br />

oluşumun gidişatındaki toplumsal rolü çerçevesinde tanımlanır. Dolayısıyla bu yaklaşımlarda “medya ve<br />

toplumsal iktidar arasındaki ilişkiye” odaklanılır. Bu çalışmalarda iletişim; bir süreç olarak değil,<br />

anlamın oluşturulması olarak tanımlanır. Önemli olan iletişimin nasıl işlediği ya da nasıl daha verimli<br />

hale getirileceği değil; iletişim sistemi içerisinde gerçekleştirilen eylemlerin niyetlerini sorgulamaktır.<br />

Çünkü iletişim süreci yalnızca iletilerin aktarılmasından ibaret değildir. Bu nedenle anlam-niyet odaklı<br />

yaklaşımlar iletişimi “anlamın üretilmesi ve değişimi” olarak görürler. İletilerin ya da metinlerin anlam<br />

oluşturmak için insanlarla nasıl etkileşimde bulunduğuna bakarlar. Dolayısıyla anlam odaklı çalışmalarda,<br />

etki odaklı çalışmalardaki gibi iletişim süreci ya da kitle iletişim aracının kendisi yani medya merkeze<br />

alınmaz. İletişim sürecine dışarıdan bir pencereden ve daha bütüncül bir bakış açısıyla bakılmaya çalışılır.<br />

Kapitalizm, liberalizm ve Marksizm konusunda bakınız: http://tr.wiki<br />

pedia.org/wiki/Kapitalizm; http://tr.wikipedia.org/wiki/Liberalizm; http://tr.wikipedia.org<br />

/wiki/Marksizm<br />

Anlam-Niyet Odaklı Çalışmaların Temel Kavramları<br />

Anlam odaklı yaklaşımlarda iletişim olgusuna yaklaşım, etki odaklı yaklaşımlardan farklıdır. Eleştirel<br />

açıklamalar, öncelikle, doğrusal iletişim modellerine benzemediğinden ileti akışını gösteren modelleri,<br />

işleyişin öğelerini ve onlar arasındaki okları içermezler. Yapısal modellerdir ve içerdikleri her türlü ok,<br />

anlamların yaratılmasında yer alan öğelerin arasındaki ilişkileri gösterir. Eleştirel yaklaşımlar iletinin bir<br />

dizi basamak ya da aşamayı geçerek oluştuğunu varsaymazlar. Daha çok iletinin bir şeyi<br />

anlamlandırmasını mümkün kılan yapılandırılmış bir ilişki dizisinin çözümlenmesi üzerinde yoğunlaşırlar<br />

(Sever, 1998). Bu çerçevede anlam odaklı eleştirel yaklaşımların iletişim olgusunu tanımlarken<br />

kullandıkları belli başlı kavramlar özetle şöyle sıralanabilir:<br />

Anlam odaklı yaklaşımlarda “iletişim” insan etkinliklerinin tamamlayıcı bir parçası olarak tanımlanır.<br />

Bu yüzden onu toplumsal, ekonomik, siyasal ve tarihsel koşullar içinde anlamaya çalışmak gerekir.<br />

“Etki” konusu ideolojik egemenlik ve mücadele, bilinç yönetimi ve sahte bilinç biçiminde ele alınır.<br />

Bu yaklaşımlarda “kaynak” kavramı pek ender kullanılır. Kullanıldığında da kaynak bir iletişim<br />

örgütünde çalışan profesyonellerden toplumsal, siyasal, ekonomik örgütlere ve sınıflara kadar geniş bir<br />

alanı kaplar.<br />

“Alıcı”, sınıf ve sınıflar arası ilişkiler açısından dikkate alınır. Alıcılar tüketim araçlarına sahip, üretim<br />

ve dağıtım araçlarına sahip olmayan, fakat üretim ve dağıtımda “işçi” olarak çalışan işçi sınıfı ya da<br />

egemenlik altındaki gruplar durumundadır. Kısacası paketlenmiş bir ürünün tüketicileridirler.<br />

Teknolojik iletişim araçları sadece televizyon, radyo, gazete ya da dergiler olarak dar bir çerçevede<br />

değil, geniş anlamda, bilgisayarları, stüdyoları, kağıdı, mürekkebi, video ve ses donanımlarını, binaları,<br />

iletişimle ilgili “sermaye” olarak alır ve bunları iletişimin maddi teknolojik araçları olarak görür. İletişim<br />

araçları; iletişimi üretmede, dağıtma ve tüketmedeki araç ve gereçleri, yapısal ve ilişkisel biçimleriyle<br />

kapsar.<br />

24


“İleti” yerine çoğunlukla “metin” kavramı kullanılır. Metin; iletiden farklı olarak, amaçlı ve önceden<br />

mevcut bir anlamı taşıyan tamamlanmış ürün anlamına gelir. “Anlam” ise bir metinde ne söylendiğidir.<br />

Anlam, metinin yazarı belliyse, yazarın niyetidir; belli değilse metindeki niyettir. Anlam, asla yazara<br />

özgü, yazarın yoktan var ettiği anlam olamaz, sosyaldir ve süregelen egemen ya da mücadele<br />

geleneklerine bağlıdır.<br />

Anlam odaklı çalışmalarda tarihsel ve toplumsal konumları içinde alıcıların medyayı nasıl<br />

kullandıklarını anlamlandırma ve yorumlama çabası ön plana çıkar. Çünkü anlamdan söz ediliyorsa; aynı<br />

zamanda kültür ve toplumsallıktan da söz ediliyor demektir. Anlamların bireysel kalıplar içine<br />

hapsedilmesi mümkün değildir. Anlamlar ortaklaşa yaratılır ve ortaklaşa faaliyetlerin ürünüdür. Anlam<br />

toplumsal olarak oluşturulduğu için, oluşturulduğu toplumun kültürel izlerini taşır. Dolayısıyla iletişimi<br />

anlamak ve anlamlandırabilmek için kültür üzerine de yoğunlaşmak gerekir. İletişim faaliyeti bir anlam<br />

yaratma faaliyetidir ve iletişim, aynı zamanda belli bir tarihsel ve toplumsal bağlam içerisinde<br />

gerçekleştirilir. Bu yüzden insanı, toplumu ve iletişimi doğru bir şekilde ele alıp incelemek için tarihsel<br />

bir bakış açısına da sahip olmak gerekir. İletişim ilişkisinde üretilen her türlü anlam, toplumsal olarak<br />

üretilir ve ancak diğer insanlarla kurulan üretim ilişkileri bağlamında gerçekleştirilir. Bu nedenle iletişim<br />

çalışmaları bir anlamda kültür ve metinler üzerinde çalışmak anlamını taşır. Metinler, insanların<br />

kültüründeki rolünü dile getirir. Yanlış anlamaların iletişim hatalarının delili olmadığı; bunların kaynak<br />

ve alıcının kültürel farklılıklarından doğduğu öne sürülür (Yumlu, 1994; Yaylagül, 2010).<br />

Marx’a göre toplum, altyapı ve üstyapı kurumlarıdan oluşur. En basit<br />

anlamıyla “altyapı”, toplumda üretim-tüketim güçlerini, biçimlerini ve ilişkilerini içeren<br />

dinamik ekonomik yapıdır (maddi ilişkiler). “Üstyapı” ise, altyapının oluşturduğu ve bu<br />

altyapıyı tutmak, geliştirmek ve değiştirmek için karşılık veren örgütlenmeler, düşünceler,<br />

ideolojiler ve ilişkilerdir (din, sanat, bilim, ahlak, kültür). Toplumsal gelişme ve değişme<br />

açıklanırken “ekonomi” temel belirleyen unsur olarak vurgulanır.<br />

Kitle iletişimi üzerine çalışmaların anlamlı olabilmesi için incelenmesi gereken toplumsal yapı<br />

sadece anlam üzerinde belirleyiciliği ile değil ekonomik dinamikleriyle de önemlidir. Çünkü anlamı<br />

üreten yine ekonomik dinamiklerdir. Dolayısıyla toplumsal yapının kültürel ögelerinin yanı sıra siyasal<br />

ve ekonomik ögeleri de çözümlenmelidir. Medya ve kültür endüstrileri kapitalist sistemin ayrılmaz bir<br />

parçasıdır ve ancak kapitalist gelişim dinamikleri içerisinde açıklanıp anlamlandırılabilir. Ayrıca kitle<br />

iletişiminin ürünleri sadece toplumsal yapıdan etkilenmezler aynı zamanda onun varlığını sürdürmek ve<br />

tahakkümünü kolaylaştırmak gibi görevleri de vardır. İletişimin araçları olan dil, söz, anlam ve bu<br />

anlamların aktarılmasını sağlayan çeşitli teknolojik araçlar, toplumun materyal ilişkilerini sürdürmek ve<br />

desteklemek için kullanılır. Kitle iletişim araçları, diğer toplumsal kurumlar gibi “kapitalist sınıfın<br />

egemen fikir ve görüşlerinin topluma aktarıldığı aygıtlar” olarak değerlendirilirler. Dolayısıyla kitle<br />

iletişimi ve kitle iletişim araçları bu ilişkinin sürdürülebilmesi için “güç sahibi olanların” tekelindedir.<br />

Kitle iletişimi, örgütsel bir yapı altında gerçekleştirilmektedir. (Yaylagül, 2010).<br />

Medyanın konuşma özgürlüğünü geliştirdiğini savunan yaklaşımların aksine eleştirel yaklaşımlar,<br />

kitle iletişim araçlarının statükonun yeniden üretilmesinde kullanıldığını belirtirler. En genel anlamda<br />

medya, kapitalist sınıfın tekelci sahiplerine aittir ve onlara hizmet eder. Egemen sınıfın dünya görüşlerini<br />

yaymak için değişime liderlik edebilecek alternatif fikirleri inkar ederek “hakim (egemen) sınıfla” ve<br />

devletle iç içe ve onların değerlerini, ideolojisini yeniden üreten kurumlar olarak tanımlanan medya,<br />

“özerk” bir yapıda görülmez. İdeolojik arenanın bir parçasıdır ve sınıf görüşlerinin su yüzüne çıktığı bu<br />

arenada, medyanın kontrolü “tekelci sermaye”nin elindedir.<br />

Eleştirel çalışmalarda üzerinde durulan bir başka önemli kavram, kültürdür. “Kültür”; insanın üretken<br />

ve tarihsel yaşamının her yeni dönemi için temel oluşturan ve toplumsal iş ile mükemmelleştirilen insan<br />

bilgisinin bir biçimidir. Eleştirel yaklaşım, kültürü anlam verme sistemleri içinde tarihsel olarak inşa<br />

edilen materyal bir üretim olarak görür. Kültürel incelemelerde kültür ürünleri metinler olarak okunur ve<br />

medya içerikleri “metin” olarak yorumlanır. Günlük hayatta bu metinlerin “nasıl üretildiği” ve “yeniden<br />

üretildiği” üzerinde durulur. Dolayısıyla “üretim biçimi” ve “üretim ilişkileri” konu alınır. Medya<br />

25


içeriklerinin üretim biçimi ve üretim ilişkileri bu bağlamda sorgulanır ve eleştirilir. “Üretim” kavramı ise<br />

ne tür bir üretim olduğu belirtilmedikçe, sadece maddi üretim değil; düşünce, bilinç, yasa, ahlak, din,<br />

siyaset ve bütün toplumsal, kültürel örgütlerin, kısaca toplumsal yaşamın bütün üretimi anlamına gelir.<br />

Göstergebilimciler tarafından dile getirilen “gösterge” kavramı; bir olayı, durumu ya da niteliğin<br />

varlığını öneren bir şey; bir fikir, arzu, enformasyon ya da emir iletmek için kullanılan jest ya da eylem;<br />

enformasyon, yön tayini ya da reklam için çevreye konan poster, levha ve benzerleri; bir kelime, aygıt ya<br />

da şekil; bir şeyin işareti, belirtisidir. Çıkar ve güç ilişkilerinin ve ideolojik biçimlendirmelerin bütünleşik<br />

parçalarıdır. Göstergeler ve çalışma biçimleri üzerinde duran “göstergebilim”; sözlü ve sözsüz<br />

göstergelerin anlamın kurulmasında ve yeniden kurulmasında nasıl bir rolü olduğunu sorgulamaktadır.<br />

Belli etkiler üretmek için belli insanlar arasında dil kullanımına da “söylem” adı verilir. Söylem<br />

analizi dilin ve diğer kodların anlamları ile uğraşır ve bu kodlarda güç ilişkileri üzerine odaklanır. Söylem<br />

üretimi her toplumda belli sayıdaki süreçlere göre kontrol edilir, seçilir, örütlenir ve dağıtılır.<br />

1950’li yıllarda Roland Barthes ve Levi Strauss tarafından geliştirilen “yapısalcılık”, görünen olay ve<br />

olguları anlamak için onların altında yatan yapıya bakmayı önerir. Farklı alanlar üzerinde etkili olan bu<br />

yaklaşım, dili ve kültürü yapısal sistemler olarak açıklamaya çalışır. Dilsel süreci bir şifreleme olarak<br />

görür ve bu şifrenin çözümü için dilin yapısının anlaşılması gerektiğini savunur.<br />

Anlam odaklı çalışmalar içinde “ideoloji” kavramı ayrıca açıklanmalıdır. İdeoloji; düşünceyi<br />

çevreleyen, bilgilendiren, yön veren, yönlendiren fikirler ağı ve bu yapının incelenmesi bilimi olarak<br />

tanımlanır. İdeoloji, siyasal ya da toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir partinin, bir toplumsal<br />

sınıfın davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel, moral, estetik düşünceler<br />

bütünü olarak da ifade edilir.<br />

İdeoloji Kavramı ve Anlamı<br />

İdeoloji kavramı ilk kez Napolyon’un kurduğu ve Fransız Devrimi’nin felsefesi yönünde bir eğitim<br />

sistemi oluşturmakla görevlendirdiği Ulusal Enstitü’nün üyesi ve devrim partizanlarından Antoine<br />

Destutt de Tracy kullanmıştır. İdeolojinin Öğeleri’nde (1801-1815) bir grup aydın ile birlikte bu düşünür,<br />

insanlığı derebeyci (feodal) toplumun yanlış inançlarından, düşüncelerinden, kutsallıklarından kurtarmak<br />

için yola çıkmış ve insanların inandıkları evrensel gerçekliklerin kökenlerini, doğalarını ve toplumsal<br />

işlevlerini incelemeye yönelmişlerdir. Amaçları, derebeyciliğe karşı yeni burjuva devriminin ideolojisini;<br />

dinin dünyayı açıklama biçimine karşı, yeni toplumun haklılaştırıcı açıklaması olan yeni ideolojiyi<br />

oluşturmaktır. Ancak daha sonra Napolyon bu kişileri kendi yönetimine zararlı bulmaya başlamış ve<br />

“hain metafizikçiler” diye suçlamıştır. 1789 Fransız Devrimi’nin vaatlerinden demokratik nitelikte<br />

olanların unutturulmasına büyük önem verilen bu dönemde Napolyon, “Fransa’yı kurtarmak için<br />

ideolojilerin değil, insan kalbinin bilinmesini ve tarihin öğrencilerinin (derslerinin) göz önünde<br />

tutulmasını” savunmaya başlamıştır (Oskay, 1980).<br />

Tarih sahnesinde 1830’lar, ekonomik alanda yeni ideolojilerin oluşumuna karşılık gelir. 1850’lerden<br />

1870’lere kadar ise toplumsal alanda (özel yaşam, aile yaşamı, eğitim, toplumsal yeni gruplar ve<br />

kurumların oluşumunda), kültürel alanda (değerler, din, sanat, bilim ve felsefe alanlarındaki oluşumlarda)<br />

ideolojik dönüşümler gerçekleşmeye başlamıştır. Kapitalist sınıfın, derebeyci toplumun yerine kendi<br />

toplumsal biçimini kurması öncelikle siyasal düzeyde başlamış ise de daha sonra ekonomik düzeydeki<br />

olanaklar çerçevesinde toplumsal ve kültürel alandaki değişim kendisini hissettirmiştir. İdeoloji<br />

kavramının anlaşılmasında en önemli dönüşüm, yine o yıllarda Marx ve Engels ile başlamıştır. Alman<br />

İdeolojisi’nde Marx ve Engels, o zamana kadarki başat (hakim) görüşe cepheden ve açık bir eleştiriye<br />

geçerek “yerden göğe doğru yükselen bir felsefe” oluşturmaya yönelmişler; insan’a erişmenin yolu,<br />

insanın söylediklerinden, düşünebildiklerinden, anlattıklarından ya da insana ilişkin olarak anlatılan<br />

şeylerden değil, gerçek, etkin insanlardan, insanların yaşam süreçlerinden geçer” anlayışı içinde yeni bir<br />

açıklama getirmeye başlamışlardır. Ahlak, din, metafizik ve ideolojiler kendi başlarına gelişebilen, kendi<br />

başlarına tarihleri olan şeyler sayılmasa da artık, insanların kendi özdeksel üretimlerini, özdeksel<br />

ilişkilerini ve gerçek var oluşlarını geliştirmeleriyle birlikte değişip gelişen şeyler olarak açıklanmaya<br />

başlanmıştır (Oskay, 1980).<br />

26


İdeoloji kavramının kullanılmasının asıl yaygınlaşması ve çeşitlenmesi ise Avrupa’daki devrimci<br />

hareketlerin yenilgisini izleyen 1920’li yıllarda olmuştur. Devrimci hareketin önderlerinin çoğu yenilgiyi<br />

kendi dışlarında aramışlar ve işçi sınıfının hareketinin dışarıdan, kentsoylu ideolojisi tarafından bloke<br />

edilmesi (beklemeye alınması) nedenini bulmuşlardır.<br />

Ardından İkinci Dünya Savaşı yaşanır. Hemen ardından ise Soğuk Savaş’la birlikte, 1960’da Daniel<br />

Bell, “ideolojinin sonu”nu ilanıyla dikkati çeker. Bu anlayışla bollukçu, çoğulcu, demokratik, “büyük<br />

Amerikan toplumunun” sınıf çatışmasının ertelenmesini ussallaştırdığını ve böylece Marksist kuramın<br />

geçerliliğini yitirdiğini, köktenci kuramların toplumsal gerçekliği yanlış gösterdiğini, yaşanan toplumda<br />

artık önemli çatışmaların sınıfsal nitelikte olmaktan çıkıp etnik, cinsel vb. farklılıklara dayanan “tabakalar<br />

arası çatışmalara” dönüştüğünü savunur. Bu çatışmalar ise sistemin giderebileceği çatışmalar sayıldığı<br />

için “ideolojiler çağı” sona ermiş sayılır. Artık “olanı iyi işletecek uzlaşmacı ve akılcı bir çağ”<br />

başlamıştır. Sanayi toplumu sona ermiş, sanayi sonrası “entelektüel teknoloji” toplumu çağına geçilmiştir<br />

(Oskay, 1980).<br />

Ancak 1960’larda başlayan Latin Amerika’ya açık müdahaleler, Vietnam Savaşı ve Refah Devleti<br />

uygulamaları gibi nedenler ve bunların doğurduğu sonuçlar çerçevesinde “ideolojinin sonu” düşüncesi<br />

bazı bağımsız toplum biliciler tarafından eleştirilmiştir. Ardından eleştirel görüşler, toplum bilim içinde<br />

tarih, ekonomi, siyaset ve kültür gibi alanları da kapsayarak genişlemiştir (Oskay, 1980).<br />

Eleştirel iletişim çalışmalarında ideoloji kavramı en geniş anlamda toplumda kontrol ve mücadele ile<br />

ilgili fikir kümesi olarak görülür. İdeoloji denildiğinde, değerlerden, kavramlardan, düşüncelerden ve<br />

sembol sistemlerinden geçerek düzeni meşrulaştırmak için egemen yapıların nasıl çalıştığı akla gelir.<br />

İdeoloji şeylerin nasıl olduğu, dünyanın gerçekte nasıl çalıştığı ve çalışması gerektiği hakkında fikirler<br />

verir. İdeoloji var olan şeyleri yapma yollarını, neyin doğal olduğunu ve toplumdaki rolleri kabul etmeye<br />

yönlendirir. Sosyal dünyamızın algısal ve duygusal yorumlarını biçimlendirme (sosyalizasyon süreci)<br />

Gramsci tarafından “hegemonya” olarak ifade edilir. Althusser devletin ideolojik araçlarından “okul,<br />

kilise, aile ve medya” olarak bahseder (Erdoğan ve Alemdar, 2005).<br />

Anlam-Niyet Odaklı Çalışmaların Sınıflandırılması<br />

Genel olarak anlam-niyet odaklı eleştirel yaklaşımlar, ideoloji sorununu ele alış ve tanımlayışlarıyla,<br />

izleyiciye getirdikleri yorum ve medya metinlerine olan yaklaşımları açısından farklılık gösterirler.<br />

1980’ler öncesinde kitle iletişimiyle ilgili Marksist yaklaşımlar temel olarak iki ayrı yönde gelişmiştir:<br />

1. İletişimin siyasal ekonomisi ile ilgili konulara eğilen yaklaşımlar: (a) İletişimin siyasal ekononin<br />

ulusal yanını inceleyen (kapitalist iletişim sistemini ve faaliyetlerini inceleyen) yaklaşımlar ile<br />

(b) uluslararası ekonomik düzene ve iletişimde emperyalizm sorusuna eğilen (yeni<br />

sömürgeciiğin ya da emperyalizmin genel iletişim yapısını inceleyen) yaklaşımlar.<br />

2. Üst yapıya (ideoloji, kültür ve kültürel örgütlere) eğilen yaklaşımlar: (a) Kültür ve ideoloji<br />

eleştirisiyle gelen Frankfurt Okulu’nun kitle kültürü eleştirisi, (b) Althusserci yapısalcılık ve<br />

Gramsci’nin anlayışından etkilenen kültürel incelemeler yaklaşımları ve (c) uluslararası iletişim<br />

kuramında, Marksist ve Neo-Marksist bağımlılık kurumından gelen kültürel emperyalizm tezi.<br />

Marks’ın düşünce, ideoloji, bilinç üretimi ve işlevleri üzerinde duran yaklaşım ve incelemeler başta<br />

ideoloji ile üretim ilişkileri arasında bağ kurmuşlar ve kültür endüstrilerinin yapılarıyla ideolojik<br />

egemenliği ilişkilendirmişlerdir. Bu yaklaşım ve incelemeler “eleştirel okul” ve “eleştirel incelemeler”<br />

olarak isimlendirilmiştir. Eleştirel okulun incelemeleri sonradan “kültürel incelemeler” olarak dönüşüme<br />

uğramıştır. Bu dönüşüm sırasında, özellikle 1980’lerde üretim biçimi ve üretim ilişkileri temelinden,<br />

bağımsızlık ve öncelik iddialarıyla koptartılmıştır. Eleştirel okul denince ilk akla gelen Frankfurt<br />

Okulu’dur. Kültürel incelemeler ise özellikle İngiltere’de 1960’larda kurulan merkezle başlamıştır.<br />

Kültürel incelemeler kendi içinde birbirini tamamlayıcı ve eleştirel olmak üzere farklı pozisyonlara<br />

sahiptir (Erdoğan ve Alemdar, 2005).<br />

Bir başka bakış açısı olarak Curan’ın sınıflandırmasına da değinilebilir. Curran, medyanın gücü<br />

konusunda farklı görüşler içeren, anlaşmazlık ve tartışma alanının tipini de tanımlayan “yapısalcı<br />

27


yaklaşım”, “ekonomi politik yaklaşım” ve “kültürel çalışmalar” adı altında üçlü bir ayrıma gider. Genel<br />

olarak medyayı ideolojik bir güç olarak tanımlayan “yapısalcı yaklaşım”ın öncelikli ilgisi, metin-ideoloji<br />

ilişkisi üzerinedir. Dilbilim, yapısalcı antropoloji, göstergebilim ve psikanaliz gibi farklı çalışma<br />

alanlarının katkılarıyla zenginleşen yapısalcı yaklaşım, psikanalizin iletişim çalışmalarına uyarlandığı ve<br />

metin-özne ilişkisinin yoğunlaştığı dönemle gelişim göstermiştir. “Ekonomi-politik yaklaşım” ise,<br />

medyanın ideolojik içeriğinden çok ekonomik yapısı üzerinde odaklanır ve kapitalist üretim dinamiklerini<br />

sorgular. Medyanın mülkiyet yapısını vurgulayarak, yine medyanın ekonomik tabanındaki ideolojik<br />

bağımlılığına dikkati çeken ekonomi-politik yaklaşım, ekonomik güçlerin etkisi üzerinde durur. Öte<br />

yandan ekonomik indirgemeciliğe karşı olarak güçlenen “kültürel çalışmalar”, medyayı toplumsal<br />

rızanın kazanıldığı ya da kaybedildiği bir mücadele alanı olarak tanımlar (Dursun, 2001).<br />

Bu kitapta da altıncı ünitede “dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımlar” açıklanmıştır. Yedinci<br />

ünitede ise “eleştirel yaklaşımlar” başlığı altında siyasal ekonomi yaklaşımı, kültürel emperyalizm,<br />

kültürel bağımlılık, medya emperyalizmi, Frankfurt Okulu, kültür endüstrisi, propaganda modeli ve<br />

İngiliz Kültürel Okulu konularına yer verilmiştir.<br />

Kitabınızın son ünitesinde ise Türkiye’deki iletişim çalışmaları konu edilecektir. Söz konusu ünitede<br />

“Araştırma Türleri, Alanları, Konuları ve Yönelimler” başlığı altında iletişim bilimindeki çalışmalara<br />

yönelik sınıflandırmaya gidilmektedir. Bu ayrımlara da ayrıca dikkat çekilmelidir.<br />

YAKIN DÖNEMDE DİKKATİ ÇEKEN GELİŞMELER<br />

İletişim kuramlarına ilişkin temellerin konu alındığı bu ünitede son olarak yakın dönemdeki gelişmeler<br />

üzerinde de kısaca durmak yerinde olacaktır.<br />

Erdoğan ve Alemdar’ın (2005) ifadesiyle 1990’lı ve 2000’li yıllarda bilgi teknolojilerindeki gelişime<br />

bağlı olarak bilgi toplumunun kurulduğu varsayımından hareketle; küreselleşme ile birlikte “ötesi” (post)<br />

ekiyle gelen (post-industrializm: sanayi ötesi, post-modernizm: modernizm ötesi gibi) yaklaşımlar öne<br />

çıkmıştır.<br />

Küreselleşme ve uluslararası ticaretin büyümesi, özelleştirme; yani kamu iktisadi kurumlarının özel<br />

sektöre devri ve buna paralel olarak serbest piyasa ekonomisinin uygulanmaya başlanması yakın dönemin<br />

temel belirleyicileri olmuştur. Bu bağlamda yeni toplumsal yapıyı anlatmak üzere “sanayi ötesi toplum”<br />

ve “bilgi toplumu” kavramları gündeme gelmiştir. Teknolojinin fetişleştirilmesi, yüceltilmesi ve “dertlere<br />

deva olduğu” görüşü de yeni dönemin bilgi toplumu görüşüne uygun düşmektedir.<br />

Bu yıllarda kitle iletişiminde yeni kuramlar ortaya atılmasa da Markiszm-ötesi, pozitivizm-ötesi,<br />

yapısalcılık-ötesi gibi “ötesi” eki alan yaklaşımlar “moda” haline gelmiştir. Marksist siyasal ekonomi ve<br />

tarihsel materyalizm kökenli yaklaşımlar çok daha marjinal bir duruma düşmüş, eleştirel okul ve<br />

Frankfurt Okulu geleneği ortadan kalkmıştır. Bunların yerini, onları reddeden ve Marksist kavramları<br />

kullanmayan ya da farklı bir biçimde kullanan sömürgecilik-ötesi, post-Althusserci, post-emperyalist<br />

“post-eleştirel” yaklaşımlar almıştır.<br />

Ayrıca 2000’li yıllar kültürel incelemlerin modasının geçtiği; ancak farklı yaklaşımlarıda içine alarak<br />

“kültürelcilik” bağlamında bu çalışmaların sürdürüldüğü söylenebilir. Kitle iletişiminde kuramsal<br />

yaklaşımlar disiplinler arası olmaya devam etse de, disiplinler arası sınırlar artık büyük ölçüde ortadan<br />

kalkmış ya da belirginliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Farklı yaklaşımlar arasındaki bölünmeler, kesin<br />

sınırlarla ayrılamayan bir duruma gelmiştir. Hangi kuramın hangi felsefi, epistemolojik ve metodolojik<br />

akıma ait olduğunu teşhis etmek oldukça güçleşmiştir.<br />

1990’lı ve 2000’li yıllar için ayrıca bakınız: Erdoğan, İ. ve Alemdar, K.<br />

(2005). Öteki Kuram. İkinci Baskı. Ankara: Erk.<br />

28


Özet<br />

Yaşamın bütün alanlarını sardığı belirtilen<br />

iletişim olgusu pek çok bilim dalının ilgi alanına<br />

girmekle birlikte zengin bir anlam hazinesine de<br />

kavuşmuştur. Bu nedenle iletişimle ilgilenenlerin<br />

sayısını bir kaç kalemde toparlamak ve iletişim<br />

kavramının tanımını sınırlandırmak güçtür.<br />

İnsanlık tarihi gibi iletişimin de somut bir tarihi<br />

yoktur. Ancak iletişimin insanın kendisini<br />

tanımasıyla başladığı söylenebilir.<br />

İletişim biliminin temellerini atan araştırmaların<br />

tarihi de iletişim teknolojilerinin tarihi gibi çok<br />

eskilere dayanmaz. Birinci Dünya Savaşı’nın<br />

ardından 1920’lere ve o yıllarda da Amerika<br />

Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen<br />

çalışmalara uzanır. ABD’de iletişim<br />

çalışmalarının başlangıcında 1910-1940’lı yıllara<br />

damgasını vuran Chicagio Okulu’ndan ayrıca söz<br />

edilmelidir. Bu çerçevede de öncelikle Charles<br />

Cooley, Herbert Mead ve John Dewey’in<br />

Amerikan sosyal bilimlerine yaptıkları katkılar<br />

unutulmamalıdır. Siyaset bilimci ve Nazi<br />

popagandasının insanlar üzerinde nasıl etkili<br />

olduğunu analiz eden Harold Lasswell’in “kim,<br />

kime, hangi kanaldan, hangi etkiyle, ne der”<br />

şeklinde özetlenebilecek çizgisel iletişim modeli<br />

1940’lara damgasını vurmuştur.<br />

1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında<br />

Amerikan yayılmacılığına yönelik eleştirileri de<br />

kapsayan “eleştirel görüşler” gelişmeye<br />

başlamıştır.<br />

İletişim araştırmaları tarihinde gerçekleştirilmiş<br />

olan çalışmaları birkaç farklı biçimde<br />

sınıflandırmak mümkündür. Geçmişteki iletişim<br />

çalışmalarına araştırmaların odak noktasına<br />

bakarak genel olarak iki ayrı biçimde tanımlamak<br />

mümkündür: Bunlardan ilki Claude Shannon’un<br />

dediği gibi iletişimi “bilgilerin iletilmesi ve<br />

alınması” şeklinde tanımlayan tümevarımcı<br />

yöntemi izleyen, daha çok niceliksel araştırma<br />

yöntemlerini kullanan, nesnel, pozitivist<br />

yaklaşımdır. Anadamar, liberel-çoğulcu, tutucu,<br />

yönetsel, süreç-etki çalışmaları gibi isimler<br />

verilen çalışmalar, bu bağlamda<br />

değerlendirilebilir. Bunlar daha çok etki-süreç<br />

odaklı çalışmalardır. İkinci yaklaşım daha çok<br />

eleştirel, kültürel, Marksist ya da değişimci gibi<br />

adlar altında görülen, I.A. Richards’ın da dediği<br />

gibi iletişimi “anlamın üretilmesi” şeklinde<br />

tanımlayan, tümdengelimci yöntemi izleyen, daha<br />

çok niteliksel araştırma yöntemlerini kullanan,<br />

öznel, yorumsal yaklaşımdır. Bu çalışmalar da<br />

daha çok anlam-niyet odaklı çalışmalardır.<br />

Etki-süreç odaklı çalışmalar, iletişim<br />

araştırmalarının tarihiyle birlikte Amerika<br />

Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkmış ve<br />

gelişmiştir. Doğal olarak da ABD’nin siyasal ve<br />

toplumsal özelliklerini bünyesinde barındıran bu<br />

çalışmalar aynı zamanda kitle iletişim<br />

araştırmaları tarihinin de oldukça önemli bir<br />

bölümünü oluşturur. Psikoloji, sosyoloji, siyaset<br />

bilimi gibi alanlardan ve bu disiplinlerin<br />

davranışçı düşüncelerinden yararlanan<br />

araştırmacıların başlıca sorunsalı medyanın<br />

etkileridir. Çeşitli biçimlerde kamu ve özel<br />

kurumlarca da desteklenen bu çalışmalarda<br />

genellikle insan doğasının ve toplumun<br />

davranışçı yorumları bazında etki konusu<br />

formülleştirilmeye çalışılmıştır.<br />

Anlam-niyet odaklı çalışmalar ise genel olarak<br />

kökenleri Karl Marx’a kadar uzanan ve Frankfurt<br />

Okulu’nun geliştirdiği eleştirel teoriyi de içine<br />

alan, daha da ötede radikal psikoterapi, feminist<br />

analiz, çatışmacı okul gibi tüm eleştirel görüşleri<br />

de içine alan yapısalcılık, sınıf analizi ve<br />

diyalektik materyalizm gibi yorumları kapsayan<br />

görüşleri ifade etmektedir.<br />

Anlam odaklı yaklaşımlarda iletişim olgusuna<br />

yaklaşım, etki odaklı yaklaşımlardan farklıdır. Bu<br />

bağlamda iletişim olgusunu tanımlarken<br />

kullanılan kavramlar da farklıdır. Eleştirel<br />

açıklamalar, öncelikle, doğrusal iletişim<br />

modellerine benzemediğinden ileti akışını<br />

gösteren modelleri, işleyişin öğelerini ve onlar<br />

arasındaki okları içermezler. Eleştirel yaklaşımlar<br />

iletinin bir dizi basamak ya da aşamayı geçerek<br />

oluştuğunu varsaymazlar. Daha çok iletinin bir<br />

şeyi anlamlandırmasını mümkün olan<br />

yapılandırılmış bir ilişki dizisinin çözümlenmesi<br />

üzerinde yoğunlaşırlar.<br />

29


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Aşağıdakilerden hangisi bilimin amaçlarından<br />

biri değildir?<br />

a. Anlamak<br />

b. Açıklamak<br />

c. İlişkiler bulmak<br />

d. Gelişme ve ilerleme için öneride bulunmak<br />

e. Gelecekte ne olacağını söylemek<br />

2. Aşağıdakilerden hangisi şeylerin nasıl çalıştığı<br />

hakkındaki kavrayış; bir olguyu açıklamaya,<br />

kestirmeye, kontrol etmeye yarayan ilişkiler<br />

bütünü karşılığına gelir?<br />

a. Kuram<br />

b. Hipotez<br />

c. Bilimsel kanun<br />

d. Paradigma<br />

e. Ekol<br />

3. İletişim sürecinde kaynağın kitleler halindeki<br />

hedefine ulaşmasını sağlayan teknolojik araçlara<br />

ne ad verilir?<br />

a. Radyo ve televizyon<br />

b. Teknolojik araçlar<br />

c. Kitle iletişim araçları<br />

d. Altyapı araçları<br />

e. Kitlesel ulaşım araçları<br />

4. Avrupa’da hareketli tip (harflerin dizilmesiyle)<br />

baskı yapılmasına ne zaman başlanmıştır?<br />

a. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra<br />

b. Marko Polo’nun Avrupa’ya dönüşünden sonra<br />

c. Gutenberk’le 1446’da sonra<br />

d. M.S. 105’te Papirüs’ün icadıyla birlikte<br />

e. 1600’lerde Rönesansla birlikte<br />

5. Televizyonun elektronik eşya olarak satılmaya<br />

ve yaygınlaşmaya başladığı yıllar aşağıdakilerden<br />

hangisine karşılık gelir?<br />

a. 1900’lü yılların başı<br />

b. Birinci Dünya Savaşı yılları<br />

c. 1930’lu yıllar<br />

d. İkinci Dünya Savaşı yılları<br />

e. 1950’li yıllar<br />

30<br />

6. Aşağıdakilerden hangisi Amerika Birleşik<br />

Devletleri’nde iletişim çalışmaları tarihinde öne<br />

çıkan ilk okuldur?<br />

a. Chicago Okulu<br />

b. Frankfurt Okulu<br />

c. Iowa Okulu<br />

d. Colombia Okulu<br />

e. Illinois Okulu<br />

7. Aşağıdakilerden hangisi iletişim biliminin<br />

kurucu babalarından biridir?<br />

a. Martin Luther King<br />

b. Karl Marx<br />

c. Roland Barthes<br />

d. Harold Lasswell<br />

e. Denis McQuail<br />

8. Aşağıdaki kavramlardan hangisi etki-süreç<br />

odaklı çalışmaların temel kavramlarından biri<br />

değildir?<br />

a. Hedef kitle<br />

b. Hegemonya<br />

c. Geribildirim<br />

d. Gürültü<br />

e. Kodlama<br />

9. İletişim sürecinde iletiyi gönderenin alıcıda<br />

oluşturmak istediği amacın ne düzeyde<br />

gerçekleştiğini öğrenmek üzere geliştirilen bilgi<br />

alma sürecine ne ad verilir?<br />

a. Etki ölçeği<br />

b. Niyet ölçeği<br />

c. Bilimsel araştırma<br />

d. Pozitivizm<br />

e. Geribildirim<br />

10. Aşağıdakilerden hangisi anlam-niyet odaklı<br />

çalışmaların temel kavramlarından biri değildir?<br />

a. İletişim süreci<br />

b. Üretim süreci<br />

c. Hegemonya<br />

d. İktidar<br />

e. İdeoloji


Kendimizi Sınayalım<br />

Yanıt Anahtarı<br />

1. e Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. a Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

3. c Yanıtınız yanlış ise “İletişim Kavramı ve<br />

Anlamı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

4. c Yanıtınız yanlış ise “İletişim Tarihi” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

5. c Yanıtınız yanlış ise “İletişim Tarihi” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

6. a Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları<br />

Tarihi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

7. d Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları<br />

Tarihi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

8. b Yanıtınız yanlış ise “Etki Odaklı<br />

Çalışmaların Temel Kavramları” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

9. e Yanıtınız yanlış ise “Etki Odaklı<br />

Çalışmaların Temel Kavramları” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

10. a Yanıtınız yanlış ise “Anlam Odaklı Çalışma<br />

ların Temel Kavramları” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

Neredeyse hepsinin bir şekilde geçerli olduğu<br />

söylenebilir.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Neredeyse hepsi kullanılmıştır. Adem’in kendi<br />

kendine kurduğu içsel iletişim, Ewa ile bireyler<br />

arası iletişimi, Ewa’nın tatile çıktığı grup içi<br />

iletişim, televizyon ve internetle kitle iletişimi bu<br />

bağlamda sıralanabilir.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Örneğin Adem’in Ewa’dan siparişini aldığı<br />

sahneyi düşünün. Adem ne içeceğini sormaya<br />

çalışmıştır. Ewa kendi geçmiş deneyimlerinden<br />

yararlanarak mesajın nasıl anlaşılacağı ve hangi<br />

sonuçları beraberinde getireceğini düşünerek<br />

“kola” istemiştir. Daha sonra aralarındaki iletişim<br />

gazetedeki ve televizyondaki haberle kesilmiştir.<br />

Gündem değişmiştir. Kültürel farklılık ve iletişim<br />

kurulan dilin farkı olması da aralarındaki<br />

iletişimin başarısını etkilemiştir. Hikayede daha<br />

başka iletişim süreci örnekleri de mevcuttur.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Hikayede gazete, televizyon ve internetten söz<br />

edilmektedir. Ewa “dünyanın diğer ucundan”<br />

ülkesinde olup bitenleri anında öğrenebilme<br />

şansına sahip olmuştur.<br />

Sıra Sizde 5<br />

Ewa’nın ülkesinde olup bitenleri fark etmesinin<br />

ardından televizyona ve internete yönelmesi<br />

önemli bir davranış değişikliği etkisine karşılık<br />

gelir. Gündem değişmiştir. Konuşulanlar<br />

değişmiştir. Artık medyanın söylediği “terör”<br />

konusu konuşulmaktadır. Ewa’nın Türkiye ve<br />

insanları hakkında daha önceden sahip olduğu<br />

bilgi ya da zihnindeki imajın da büyük ölçüde<br />

medya aracılığıyla oluşturulmuş bir görüntü<br />

olabileceği de göz ardı edilmemelidir.<br />

Sıra Sizde 6<br />

Elbette almaz. Ancak reklamda gördüğü ürünü<br />

fark eder, markete gittiğinde hatırlar, reklama ve<br />

kendi şartlarına bağlı olarak ürünü satın alabilir<br />

ya da almayabilir. Reklamı görerek ürünü satın<br />

alanlar büyük ölçüde ikna olmuş ve olumlu görüş<br />

edinmiş kişilerdir. Ancak ürünün ikinci kez satın<br />

alınmasında ise ürünün kullanılmasının ardından<br />

verilecek karar etkili olacaktır.<br />

Sıra Sizde 7<br />

En dikkat çekeni gündem belirlemedir.<br />

Haberlerin ardından konuşulan konu değişmiştir.<br />

Bilgi açığından söz edilebilir ama hikayede<br />

açıkça üzerinde durulmamaktadır. Ewa ve<br />

Adem’in bilgi durumları aynı düzeyde değildir.<br />

Sessizlik sarmalı için henüz erken denilebilir.<br />

Ancak Ewa’nın buzlu çay içmek istediğini<br />

söylememesi bir şekilde sesizlik sarmalı ile<br />

ilişkilendirilebilir. Ewa ortama bakarak buzlu çay<br />

isteğinden vazgeçmiştir. Belki terör konusunda<br />

söyleyebilecekleri başka şeyler de olmuştur ama<br />

hikayede bunlar yer almamaktadır. Bağımlılık<br />

modeli de hikayede anlamını bulmaktadır.<br />

Televizyon ve internet bağımlılığı buna örnektir.<br />

31


Yararlanılan Kaynaklar<br />

Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (1994). Popüler<br />

Kültür ve İletişim. Ankara: Ümit.<br />

Atabek, Ü. (2001). İletişim ve Teknoloji.<br />

Ankara: Seçkin Yayınevi.<br />

Aziz, A. (1982). Toplumsallaşma ve Kitlesel<br />

İletişim. Ankara: Ankara Üniversitesi Basın<br />

Yayın Yüksekokulu.<br />

Berberoğlu, G.N. (1991). Basın İşletmeciliği.<br />

İstanbul: Gazeteciler Cemiyeti Yayınları.<br />

Crowley, D. ve Heyer, P. (2010). İletişim Tarihi.<br />

Çev: B. Ersöz. İstanbul: Phonix Yayınevi<br />

Dağtaş, E. (2000). “İletişim Kavramının Gelişimi<br />

Üzerine Normatif Bir Bakış Açısı: Liberal Ve<br />

Eleştirel Paradigmanının Düşünsel Açılımı”,<br />

Kurgu 17, 249- 264.<br />

DeFleur, M. ve Ball-Rokeach, S. (1975).<br />

Theories of Mass Comunication. 3. Baskı.<br />

NewYork: David Mckay Company Inc.<br />

Demiray, U. (1994). İletişimötesi İletişim.<br />

Eskişehir: Turkuvaz Yayınları.<br />

Dursun, Ç. (2001). TV Haberlerinde İdeoloji.<br />

Ankara: İmge.<br />

Erdoğan, İ. (1995). Uluslararası İletişim.<br />

İstanbul: Kaynak Yayınları.<br />

Erdoğan, İ. (2002). İletişimi Anlamak. Ankara:<br />

Erk Yayınları.<br />

Erdoğan, İ. (2003). Pozitivist Metodoloji.<br />

Ankara: Erk<br />

Erdoğan, İ. (2012). Pozitivist Metodoloji ve<br />

Ötesi. Ankara: Erk<br />

Erdoğan, İ., Alemdar, K. (1990). İletişim ve<br />

Toplum. İstanbul: Bilgi Yayınları.<br />

Erdoğan, İ., Alemdar, K. (2005). Öteki Kuram.<br />

2. Baskı. Ankara: Erk Yayınları.<br />

Fiske, J. (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş.<br />

Çev: S. İrvan. Ankara: Ark Yayınları.<br />

Geray, H. (2004). Toplumsal Araştırmalarda<br />

Nicel ve Nitel Yöntemlere Giriş. Ankara:<br />

Siyasal.<br />

Gökçe, O. (2002). İletişim Bilimine Giriş. 4.<br />

Baskı. Ankara: Turhan.<br />

Griffin, E. (1997). A First Look at<br />

Communication Theory. 3. Baskı. New York:<br />

McGraw-Hill.<br />

Hançerlioğlu, O. (1982). Felsefe Sözlüğü. 6.<br />

Baskı. İstanbul: Remzi Kitabevi.<br />

İnal, A. (1996). Haberi Okumak. Ankara:<br />

Temuçin Yayınları.<br />

Karasar, N. (2010). Bilimsel Araştırma Yöntemi.<br />

21. Baskı. İstanbul: Nobel.<br />

Kaya, A.R. (1985). Kitle İletişim Sistemleri.<br />

Ankara: Teori Yayınları.<br />

Kejanlıoğlu, D. B. (2000). “Kitle İletişim<br />

Araştırmalarının Tarihyazımları Üzerine: Bir<br />

Alanın Tanımlanması”. Medya ve Kültür I.<br />

Ulusal İletişim Sempozyumu Bildirileri. Ankara:<br />

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları.<br />

Mattelart, A. ve Mattelart, M. (1998). Theories<br />

of Communication A Short Introduction.<br />

London: Sage.<br />

McCombs, M.E. ve Shaw, D.L. (1980). “The<br />

Agenda-Setting Function of the Press”, Media<br />

Power in Politics. Der: D.A. Graber. 2. Baskı.<br />

Washington: Cogressional Quarterly Press.<br />

McQuail, D. (1983). “The Influence and Effects<br />

of Mass Media”, Mass Communication and<br />

Society. Der: J. Curran, M. Gurevitch ve J.<br />

Woolacott. 2. Baskı. London: Erwards Arnold<br />

Ltd., Open University Press.<br />

McQuail, D. (1994). Kitle İletişim Kuramı.<br />

Çev: A. H. Yüksel. Eskişehir: Anadolu<br />

Üniversitesi Kibele Sanat Merkezi.<br />

McQuail, D. (2005). McQuail’s Mass<br />

Communication Theory. 5. Baskı. Londra:<br />

Sage.<br />

McQuail, D. ve Windahl, S. (1994). Kitle<br />

İletişim Çalışmaları İçin İletişim Modelleri.<br />

Çev: U. Demiray, B. Dağtaş. Eskişehir: Anadolu<br />

Üniversitesi ESBAV Yayınları.<br />

Mutlu, E. (1993). İletişim Sözlüğü. Ankara: Ark.<br />

Oskay, Ü. (1980). “Popüler Kültür Açısından<br />

‘İdeoloji’ Kavramına İlişkin Yeni Yaklaşımlar”,<br />

Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 35, 197-254.<br />

Oskay, Ü. (1993). Kitle İletişiminin Kültürel<br />

İşlevleri. İstanbul: Der Yayınları.<br />

Oskay, Ü. (1994). İletişimin ABC’si. 2. Baskı.<br />

İstanbul: Simavi Yayınları.<br />

Özkök, E. (1985). İletişim Kuramları<br />

Açısından Kitlelerin Çözülüşü. Ankara: Tan<br />

Yayınları.<br />

32


Rigel, N. (1991). Elektronik Rönesans. İstanbul:<br />

Der Yayınları.<br />

Rigel, N. E. (1991). Elektronik Rönesans.<br />

İstanbul: Der Yayınları.<br />

Saruhan, Ş.C. ve Özdemirci, A. (2005). Bilim,<br />

Felsefe ve Metodoloji. İstanbul: Beta.<br />

Sever, N. (1998). “Kitle İletişimin<br />

Araştırmalarında İki Yaklaşım: Liberal ve<br />

Eleştirel Kuramlar Farklılıklar ve<br />

Yakınlaşmalar” Kurgu 15, 44-53.<br />

Severin, W.J. ve Tankard, J.W. (1994). İletişim<br />

Kuramları. Çev: A.A. Bir ve N.S. Sever.<br />

Eskişehir: Kibele Sanat Merkezi.<br />

Slater, P. (1998). Frankfurt Okulu. Çev: A.<br />

Özden. İstanbul: Kabalcı.<br />

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2006). İletişim<br />

Araştırma ve Kuramları. İstanbul: Beta.<br />

Yazışma ve Görüşmeler<br />

Erdoğan, İ. (2012). Yazışma. Ağustos 2012.<br />

Özer, Ö. (2012). Yüzyüze görüşme. Ağustos<br />

2012.<br />

Uzun, R. (2012). Yazışma. Ağustos 2012.<br />

Usluata, A. (1995). İletişim. İstanbul: İletişim.<br />

Windahl, S., Signitzer, B.H., ve Olson, J.T.<br />

(1992). Using Communication Theory. London:<br />

Sage.<br />

Yaylagül, L. (2010). Kitle İletişim Kuramları.<br />

Ankara: Dipnot Yayınları.<br />

Yumlu, K. (1994). Kitle İletişim Araştırmaları.<br />

İzmir: Nam Basım.<br />

Yüksel, A.H. (1994). Bireylerarası İletişime<br />

Giriş. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi ESBAV<br />

Yayınları.<br />

Yüksel, E. (1996). Türk Basınının Gelişiminde<br />

Basında Ekonomi ve Ekonomi Basını.<br />

Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Eskişehir:<br />

Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.<br />

Yüksel, E. (1999). Türkiye’de Ekonomi Basını<br />

Gündemi ve Siyasal Gündem İlişkisi.<br />

Yayınlanmamış Doktora Tezi. Eskişehir:<br />

Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.<br />

Zıllıoğlu, M. (1993). İletişim Nedir. İstanbul:<br />

Cem.<br />

33


2<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

Kitle toplumu ile iletişim araçları etkileşimini tanımlayabilecek,<br />

İletişim araştırmalarının gündeme geliş koşullarını anlatabilecek,<br />

İlk dönem iletişim araştırmalarında kitle iletişim araçlarına yönelik bakışı betimleyebilecek,<br />

Propagandayı tanımlayabilecek, ilk propaganda ve iletişim çalışmalarını açıklayabilecek,<br />

II. Dünya Savaşı sonrasındaki iletişim araştırmalarını anlatabilecek,<br />

İknayı tanımlayabilecek ve ikna odaklı iletişim araştırmalarını açıklayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Etki<br />

Algı<br />

Tutum<br />

Uyaran-Tepki Modeli<br />

Sihirli Mermi Kuramı<br />

Kitle Toplumu<br />

İletişim Zinciri<br />

İki Aşamalı Akış Modeli<br />

Eşik Bekçileri<br />

Kanı Öndei<br />

Propaganda<br />

İkna<br />

İçindekiler<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Giriş<br />

Kitle Toplumunun Doğuşu ve İletişim Araçları<br />

İletişim Araştırmalarının Gündeme Geliş Koşulları<br />

Çizgisel ve Sosyo-Psikolojik Yaklaşımlar<br />

Propaganda Kavramı ve Propaganda Çalışmaları<br />

II. Dünya Savaşı Sonrasında İletişim Araştırmaları<br />

İkna Kavramı ve İkna Çalışmaları<br />

34


Çizgisel ve Sosyo-Psikolojik<br />

Yaklaşımlar<br />

GİRİŞ<br />

Kitle iletişim araçlarının ortaya çıkıp gelişim süreci Batılı toplumlardaki modernleşme serüvenine paralel<br />

bir seyir izler. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile kıta Avrupasındaki ülkeleri kapsayan Batı<br />

modernleşmesi, ekonomik alandan toplumsal yapıya pek çok radikal değişimleri içerir. Endüstri (sanayi)<br />

devrimi sonrasında genişleyen ve herkesin ortak kullanımına açık anlamına gelen kamusal alan, sayıları<br />

artan kentler ve kent kültürü; Amerikan ve Fransız Devrimleriyle birlikte anılan ve ivme kazanan siyasi<br />

temsil, eşitlik ve özgürlük olgularındaki dönüşümler ile devlet iktidarıyla merkezileşmenin güçlenmesi<br />

önemli yapısal dönüşümlerin başlıcalarıdır. Tüm bu köklü değişim dönüşüm sürecinde iletişim araçları,<br />

birer bilgi ve enformasyon yayma ve edinme araçları olarak hem değişimi hızlandırmış hem de bu<br />

değişimlerden doğrudan etkilenmiştir. Örneğin kara Avrupa’sından Amerika kıtasıyla haberleşme<br />

ihtiyacı, kabloların kullanımıyla aşılmıştır. Böylelikle kıtalar arasında hızlı, ucuz ve güncel haber, bilgi ve<br />

enformasyon paylaşma başlamıştır.<br />

Ondokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren medyanın insanları yönetme ve yönlendirmedeki gücü<br />

ekonomik, politik ve askeri seçkinler tarafından da fark edilmiş ve kendi politikalarını benimsetme<br />

amacıyla kullanılmaya başlamıştır. İletişim araştırmalarının 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılın başlarında<br />

ortaya çıkıp gelişme göstermesinin başlıca nedeni, medyanın gücünün fark edilmesidir.<br />

Başlangıcından günümüze iletişim araştırmaları, kitle iletişim araçlarının insanları nasıl etkilediği<br />

sorunsalına eğilmektedir. Araştırma sorusu ve kullanılan yöntemler farklılaşmakta, yararlanılan bilgi<br />

bilimsel kökenler ve yöntemsel yönelimler değişmektedir ama temelde hep bir “etki sorunsalı” var<br />

olmaktadır. Bu ünitede iletişim araştırmalarının ortaya çıkışından 1960’lı yıllara kadar olan çalışmalar ele<br />

alınacaktır.<br />

KİTLE TOPLUMUNUN DOĞUŞU VE İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAÇLARI<br />

Endüstri devrimi sonrasında artan kentleşme ve iletişim araçlarının yaygın kullanımı nedeniyle ulaşılan<br />

yeni toplum yapısı “kitle toplumu” diye adlandırılır. Kitle toplumu, kapitalizmin bir ürünüdür;<br />

sanayileşme, modernleşme ve kentleşme süreçlerinin bir sonucudur. Kitle toplumu; geniş ölçekli<br />

sanayileşmeyi, işbölümünde gelişkin uzmanlaşmayı ve bürokrasinin gelişimini, kentlerin ve kent<br />

nüfusunun hızlı artışını içerir. Bu süreçler sonucunda bireyler birbirlerinden yalıtılmıştır. Ancak kitle<br />

toplumu, yaşam tarzı itibariyle birbirlerine benzer insanların oluşturduğu bir toplumdur. Kitle toplumunda<br />

iletişim önemli oranda iletişim araçları aracılığıyla gerçekleştirilir. 20. yüzyılda yeni fikirlerin, imgelerin<br />

ve tüketim kalıplarının kendini göstermesiyle birlikte yerel ve bölgesel olan pek çok inanç, değer ve<br />

günlük yaşam alışkanlıkları ve uygulamaları da dayanaklarını yitirir. Kitle iletişim araçları da bu sürecin<br />

kaçınılmaz bir parçasıdır.<br />

Kablolar aracılığıyla, özellikle telefon ve telgraf sayesinde 19. yüzyılda uzak mesafelerle haber, bilgi<br />

ve enformasyon alma ve gönderme olanağı tüm dünyada iletişim alanını genişletir. Uzak mesafelerle,<br />

daha hızlı, daha güvenilir ve çok daha kısa zaman içinde bilgi ve haber paylaşımı mümkün hale gelir.<br />

Dolaşımdaki haber ve bilgiler ise güncel, ucuz ve güvenilir niteliktedir. Böylelikle haber üretimi ve<br />

dağıtımı yeni bir format kazanır; popüler eğlence türlerinde artış görülür ve yaygın bir tüketici kitlesi<br />

tarafından takip edilmeye başlanır. Tüm bu gelişmeler, endüstriyel ekonomiye geçiş ve sanayileşmenin<br />

35


ir sonucu olan kentleşmenin artışına paralel seyir izler ve kentlerin ekonomik canlanmasından doğrudan<br />

etkilenir. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başları; ulaşım araçları olarak bisiklet, otomobil ve uçağın<br />

önemli gelişme gösterdiği dönemdir. Bunların sağladığı mekân duygusu, demiryolu ve buharlı gemi<br />

yolculuklarının artan hızı zaman dilimleri aracılığıyla “Dünya Standart Zamanı”nın belirlenmesine yol<br />

açar.<br />

Bu dönem ayrıca köprüler, kanallar ve tüneller gibi büyük kamusal çalışmaların da dönemidir.<br />

Şehirlerin elektriklendirilmesi ile birlikte demiryolu ulaşımı devreye girer. Tramvay ve metro hatları da<br />

dünyanın başlıca şehirlerinde temel toplu taşıma sistemleri olarak kullanılmaya başlanır. Ulaşımdaki alt<br />

yapı iyileştirmeleri işçilerin çalıştıkları yerlerden daha uzak mesafelerde yaşamalarına olanak sağlar ve<br />

şehirleşmenin artmasını teşvik eder. Böylelikle hem bir tüketim toplumu hem de işten eve gidip gelen bir<br />

“kitle toplumu” ortaya çıkar. İşte bu yeni toplumda iletişim sistemleri ve insan ilişkileri de değişir ve<br />

yeni boyutlar kazanır.<br />

Şehirlerde toplu taşıma sistemlerinin gelişiminin gazetelerin yaygınlaşmasında ve okuma<br />

alışkanlığının yerleşmesinde olumlu etkileri olur. Tramvay ya da omnibüslere binmek yeni bir<br />

deneyimdir. Orta ve alt orta sınıftan insanlar ulaşım aracını kendileri kullanmak durumunda olmadıkları<br />

için gazeteleri rahatlıkla okuyabilir. Gazetelerin sayfa boyutlarını küçültmesi, uzun yazıları kısaltması;<br />

başlık, spot, fotoğraf ve manşet gibi rahat okunan kısımların eklenmesiyle de gazete okuma, şehir içi<br />

ulaşımda rağbet gören bir yaşam alışkanlığına dönüşür.<br />

Radyo yayınlarının 1920’lerde doğuşuyla birlikte kitle toplumuna geçiş daha da hızlanır. Savaşın sona<br />

ermesinin ardından bir grup amatör istasyon, canlı ve kayıtlı müzikle birlikte ses yayını yapmaya başlar.<br />

Bu yayınlar önceleri deneyim sahibi askerler, sivil ve denizcilik mesajlarını deşifre eden teknolojiye<br />

meraklı gençler tarafından dinlenir. Hobi olarak başlayan özel radyo yayıncılığı, hızla eğlenceye dönüşür<br />

ve aile bireyleri arasında radyo kulaklıklarını takanların sayısı da artar. Vakum tüplü radyoların ortaya<br />

çıkmasıyla profesyonel yayın yapan şirket istasyonlarının sayısında hızlı bir artış yaşanır. 1920’lerin<br />

sonları ve 1930’ların başlarında ekonomik bunalım yıllarına rağmen radyo sayısında ciddi bir artış<br />

kaydedilir. Radyo artık hanelerin oturma odasında yerini alır. İş yerlerinden ancak akşamın karanlığında,<br />

yorgun ve stresli olarak evlerine dönebilen insanlara, günün ve modern yaşamın sıkıntısından<br />

uzaklaştırmak için eğlence sunar. Evlerde “öykü anlatıcı”, eski günlerdeki gibi aile ya da cemaatin yaşlı<br />

bilgeleri değil; artık radyodur. Dünyada neler olup bittiğinin bilgisi; artık mitolojik öyküler ya da dinsel<br />

anlatılar aracılığıyla yapılmaz, gazete ve radyoların haberleri aracılığıyla verilir.<br />

dır?<br />

Kitle toplumu ile kitle iletişim araçları arasında nasıl bir etkileşim var<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAŞTIRMALARININ GÜNDEME GELİŞ KOŞULLARI<br />

Kitle iletişim araçlarının akademik bir ilgi konusu olması ve üniversitelerde araştırmaların yapılmaya<br />

başlaması; iki dünya savaşı arasındaki dönemde, bir savaş konjonktüründe (koşulları altında) başlar. İlk<br />

iletişim araştırmaları, 20. yüzyılın başlarında Amerika Birleşik Devletleri’nde daha sonraları da<br />

Kanada’da yapılır. Henüz ayrı bir “iletişim” alanı yoktur. Psikoloji, sosyoloji ve sosyal psikoloji<br />

disiplinleri içerisinde iletişime değinilir. Bu yıllar ayrıca son derece önemli ve çarpıcı olayların yaşandığı<br />

bir döneme karşılık gelir. Olayların siyasi boyutları bir yana; bu dönemde, geniş halk toplulukları ya<br />

doğrudan doğruya aktif bir biçimde siyasi, askeri ve toplumsal olaylar içinde yer almış ya da yine bu<br />

olayların yol açtığı siyasal çerçevede bilinçli bir şekilde denetim altında tutulmak, yönlendirilmek,<br />

biçimlendirilmek ve manipule edilmek istenmiştir.<br />

Sözkonusu askeri ve siyasi kaygıların kendi mantığı doğrultusunda “haklı nedenleri” de vardır. I.<br />

Dünya Savaşı daha önce olmadığı kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış; dolayısıyla da dört yıl boyunca<br />

geniş kitleleri kapsamıştır. Bu özelliğe bağlı olarak sadece aktif cephede çarpışanlar değil, cephe<br />

gerisinde fabrikalar, hastaneler gibi milyonlarca sivil insanı da seferber edebilmiştir. Çok geniş kitleleri<br />

hareket ettirmek ve bu hareketlerini de denetim altında tutmak zorunluluğu, yeni iletişim araçlarının<br />

geliştirilmesinde önemli bir dinamik olmuştur (Tüfekçioğlu, 1997). Tıpkı 20. yüzyılın sonunda ABD’nin<br />

36


Ortadoğu ve Afganistan’da savaşmakta olan ordusuyla daha hızlı ve güvenli haberleşmeyi sağlamak için<br />

okyanus altına kablo döşeyerek yeni bir haber ve enformasyon paylaşımı olanağı yaratması gibi. Askeri<br />

haberleşme amaçlı olarak başlayan Internet daha sonra sivillerin kullanımına da açılmış ve günümüzün<br />

sosyal medyasının alt yapısını oluşturur. Farklı bir anlatımla, iletişim teknolojileri ve araçlarının ortaya<br />

çıkışında dönemin askeri, siyasal ve toplumsal ihtiyaçları karşılama temel dinamiğini de göz ardı<br />

etmemek gerekir.<br />

Kitle iletişiminin bilimsel ilgi alanı olarak kabul gördüğü döneme ilişkin bir başka noktaya daha işaret<br />

etmek gerekir: 20. yüzyılın başında yaşanan bazı kitle hareketleri de geniş kitlelerin kolayca<br />

yönlendirilebileceği ve belli sonuçlar alınabileceği kanaatini artırmıştır. Hitler dönemi Almanyası’nın<br />

kuramcılarından Goebbels, bütünle olduğu kadar ayrıntılarla da ilgilenir. “Radyo sayesinde rejimin her<br />

türlü isyan düşüncesini ortadan kaldırdığını” belirterek, Hitler’in şu cümlesini tekrarlar: “Savaş zamanı,<br />

sözcükler birer silahtır” (Jeanneney, 2009). Goebbels’in radyoyu bir kitle iletişim aracı olarak bu kadar<br />

önemli görmesini sağlayan, Rusya’da yaşanan Sosyalist Devrim, Almanya ve Macaristan’da yaşanan<br />

büyük kitlesel hareketlerdir. Almanya, Spartaküs olaylarını yaşamıştır. Spartaküsler I. Dünya Savaşı<br />

boyunca Almanya’da etkinlik gösteren, savaş sonunda öncülük ettikleri başarısız ayaklanma girişimi<br />

sırasında dağıtılan devrimci bir topluluktur.<br />

Kitlesel hareketlerin en önemlisi Sosyalist Devrim’dir. Çünkü Sosyalist Devrim sadece ayaklanmayla<br />

kalmamış, kitlelerin yönlendirilmesiyle belli sonuçların alınabileceği ve toplumda radikal değişimlerin<br />

yapılabileceğini de göstermiştir. Sosyalist Devrim, I. Dünya Savaşı koşullarının bir ürünüdür. Sosyalist<br />

liderler, savaşın en kritik evresinde ayaklanma ile propaganda taktiklerini bütünleştirerek, savaş halinde<br />

bulunan Çarlık ordusunun cepheden çekilmesini sağlamışlardır. Başka bir deyişle, büyük savaşta<br />

Sosyalistlerin cephedeki etkili savaş karşıtı propaganda faaliyeti Çarlık rejiminin devrilmesinde ve I.<br />

Dünya Savaşı dengelerinin değişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Özellikle işçi ve askerlere yönelik<br />

propaganda faaliyetleri sosyalistlerce bir savaş ve mücadele yöntemi olarak tercih edilmiştir<br />

(Tüfekçioğlu, 1997). Konumuz açısından Sosyalist Devrim’in önemi, liderler öncülüğünde köylü ve<br />

işçilerin siyasal hâkimiyeti ele geçirme amaçlı sahneye çıkmasının yanında, halkın kitle iletişim araçları<br />

aracılığıyla sosyalist ilke ve hedefler doğrultusunda çok iyi motive edilmeleridir. Sosyalist Parti sadece<br />

yönetici, siyasal bir organ değil, aynı zamanda kitlelere dönük eğitim, propaganda ve denetim<br />

seferberliğinin de bir aracıdır. Sosyalistler yeni rejimi benimsetme ve halkı yeni sisteme motive etmede<br />

kitle iletişim araçlarına büyük önem vermişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nda da modernleşme<br />

hareketlerinde benzer bir tutum benimsenmiş; ilk Türkçe gazete olan Takvim-i Vekayi (1831) de<br />

hanedanlık tarafından modernleşme hareketinin halka anlatılması ve benimsetilmesi amacıyla yayın<br />

hayatına başlamıştır.<br />

Kitle toplumunun pek çok özelliği Sanayi Devrimini yapan öncü ülkelerden olduğu için ABD’de<br />

ortaya çıkar. Kitle kültürü, tüketim ve refah toplumu kavramları 1945 sonrasında kapitalist Amerika’nın<br />

tanımlanması ve analizinde sıklıkla başvurulan en yaygın ve çekici kavramlardır. İşte bu çabanın bir<br />

parçası olarak geniş kitlelere hitap edecek yeni iletişim araçlarından yararlandığı gibi bu yararlanmanın<br />

maksimum seviyede gerçekleşebilmesi için kitle iletişimi ile ilgili bilimsel çalışmaların öncülüğünü de<br />

ABD yapar.<br />

İLK ÇALIŞMALAR<br />

ABD’de ortaya çıkıp dünyanın her yerine yayılan “ana akım” iletişim kuramları, varolan sistemin; yani<br />

liberalizmin sorunlu işleyen yönlerinin uyarılması, tamir edilmesi ve devamlılığı genel felsefesine<br />

dayanır. Pozitivizmi ve amprizimi (deneycilik) temel alır. Bilgiyi ve sermaye birikimini yatırım, üretim<br />

toplumsal büyüme ve gelişme amaçlı olarak kullanır. Bu anlayışta toplum, canlı bir organizma olarak<br />

kabul edilir ve toplumdaki dengenin korunması, değişim ve iyileşme kanallarının açık tutulması,<br />

ayrımcılığın ve çatışmanın ortadan kalması ile önyargılarla mücadele hedeflenir (Tekinalp ve Uzun,<br />

2006). 1950’lerdeki anaakım iletişim araştırmalarının kökeninde tutucu sosyoloji kuramları vardır. Bu<br />

kuramların iletişime yaklaşımlarında birleştikleri üç nokta vardır:<br />

37


1. İnsanların çevreye uymaları gerektiğinde bu uyumun sağlanması gerektiği görüşü,<br />

2. Varolan toplumsal yapıyı ve kurumları koruma ve geliştirme isteği.<br />

3. Sanayileşmiş ülkelerin seçecekleri en iyi yolun kapitalist ekonomik ve siyasal sistem olduğu<br />

görüşüdür (Alemdar ve Erdoğan, 1990).<br />

İletişim alanında araştırma yapma isteğinin arka planında eğitim, propaganda, telekomünikasyon,<br />

reklam ve halkla ilişkiler alanlarında etkiyi artırma ve bunları da test edebilme arzusu yatar. Dolayısıyla<br />

iletişim araştırmaları toplumsal ve siyasal yaşama ilişkin pratik nedenlerle başlamış, sosyoloji ve psikoloji<br />

disiplinlerindeki gelişmelerden beslenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasına kadar da iletişim çalışmalarında<br />

önemli bir gelişme kaydedilemez. İlk amprik araştırmalar ABD’de yapılmış, ayrı bir “iletişim bilim dalı”<br />

olup olamayacağına dair ilk tartışmalar da yine bu ülkede yaşanmıştır. 1950’li yıllar model kurma<br />

çalışmalarının verimli olduğu ve bu modellerden hareketle de birlik sağlama ve büyüme arayışının olduğu<br />

yıllardır (Uzun ve Tekinalp, 2006). Kitle iletişim araçlarının etki gücü, propaganda, ikna teknikleri ve<br />

kamuoyu öncelikli çalışılan konular arasındadır. 19. yüzyılın sonlarından 1960’lara kadar olan süreci<br />

kapsayan, birinci ya da ilk dönem iletişim araştırmaları olarak kategorize edilen iletişim araştırmalarını<br />

daha yakından tanımaya çalışalım.<br />

Uyaran-Tepki Modeli<br />

İletişim alanında başlangıcı yapan ve 1940’ların sonlarına kadar egemen olan yaklaşım, psikoloji<br />

disiplininden gelen uyaran-tepki modelidir. Uyaran-tepki modeli bir uyarana yine bu uyaranın hedefi<br />

doğrultusunda cevap ya da bir tepki vermedir. Dolayısıyla sosyal bilimlerin değişik dalları içerisinde kitle<br />

iletişim araçlarına yönelik yapılan araştırmalara yön veren temel soru, iletişim araçlarının bireylerin<br />

tutumları ve davranışları üzerinde nasıl bir etki yaptığıdır. Buradaki etkinin anlamı ise “bireylerin tutum<br />

ve davranışları üzerinde kitle iletişim araçları vasıtasıyla değişiklik” yapmadır. Kuşkusuz burada<br />

arzulanan “değişiklik” ya da “etkileme” iletişim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar ile siyasal alandaki<br />

egemen olan siyasetçilerin istediği doğrultuda tutum ve davranış değişikliği yaratmadır. Kitle toplumunda<br />

bireylerin medya mesajları karşısında hayli savunmasız olacağı ön kabulüyle ilk iletişim araştırmalarına<br />

“Sihirli Mermi”, “Derialtı İğne” ya da “Hipodermik Şırınga” gibi “güçlü etki” yapma potansiyelini<br />

çağrıştıran metaforik (çağrışıma dayalı) adlar kullanılır. Bunlar daha çok sistemli bir kurama dönüşmeyen<br />

dağınık çalışmalardır (Erdoğan ve Korkmaz; 2002).<br />

Şekil 2.1: Uyaran-Tepki Modeli<br />

Kitle hareketleriyle anılan 19. yüzyılın ardından 20. yüzyılın ilk yarısı da iki büyük dünya savaşı, tüm<br />

dünyayı yok etme tehdidi taşıyan Soğuk Savaş’ın başlangıcı ve Sosyalist devrime tanıklık eder. Halkın<br />

savaşmaya motive edilmesi ve Sosyalist düzenin kabulünde propaganda teknikleri, siyasal iktidarların<br />

temel aracı haline gelir. 20. yüzyılın ilk yarısına “propaganda savaşları” damgasını vurduğu içindir ki<br />

bireylerin “algı” ve “tutum”larını incelemek önemli görülür.<br />

Tutum kavramı, özellikle psikoloji için merkezi bir öneme sahiptir. Ancak tutum kavramının böylesi<br />

merkezi bir konuma yerleşmesinde dönemin kitle iletişim araçları ile iletişim çalışmaları da önemli bir<br />

38


yere sahiptir. Özellikle de 1950’li yıllara değin yapılan pozitivist araştırma geleneği doğrultusunda<br />

iletişim alanında gerçekleştirilen amprik araştırmaların nerdeyse tamamı yöntem olarak tutum ölçme<br />

odaklıdır. Günümüzde reklamcılık alanında, imaj çalışmalarında ve propaganda araştırmalarında hala<br />

tutum ölçekleri kullanılmaktadır. Dolayısıyla sözkonusu çalışmalar günümüzde yapılan ikna ve tutum<br />

çalışmalarının kuramsal ve yöntemsel bilgi birikiminde temel basamağı kurmuştur. Bugünkü reklamcılık<br />

alanında güdüleme (motivasyon) araştırmaları olarak adlandırılan çalışmalara da önemli katkıları<br />

olmuştur.<br />

Algı ve Tutumlar<br />

Algı, “insanların çevresindeki uyaranların ya da olayların ayrımında olması ve onları yorumlama süreci”<br />

ya da “insanın yakınındaki dünyadan etkin bir şekilde malzeme seçimi yapması ve bu malzemeyi<br />

anlamlandırması” olarak tanımlanır (Mutlu, 1995). İnsan sahip olduğu beş duyu organı aracılıyla dış<br />

dünyadan bilgi edinir. Ancak algılama kavramıyla anlatılmak istenen insanın sadece duyu organları<br />

aracılığıyla dış dünyayla kurduğu bağ değildir. Psikolojik ve sosyal olarak, içinde yaşadığı ekonomik,<br />

politik ve toplumsal ortamla nasıl bir etkileşime sahip olduğu ve bu özelliği nedeniyle de dış müdahaleler<br />

aracılığıyla örneğin propaganda çalışmaları, kontrol edilme çabalarıdır.<br />

İletişim sürecinde etkilenmek istenen bireylerin algılamaları, algının nasıl oluştuğu ve tüm bunlara<br />

bağlı olarak bireyi harekete geçiren “motiv”in (güdü) uyarılması, tutumların değişimi ya da pekiştirilmesi<br />

ve savunulması gibi konular üzerinde araştırma yapmaya değer bulunan önemli noktalardır. Modern<br />

dönemde her türden etkilerle karşı karşıya bulunan toplumdaki insanlarda, yeni bir “değer”in<br />

oluşturulması ya da var olanın pekiştirilmesi için ne tür bir iletişim strateji gerektiği; bireyin grup<br />

dinamiği içerisindeki etkileşimi ve kendi içsel algılama işlemlerinin bilinmesi önemli görülür. Çünkü<br />

bireylerin dış dünyayla ve nesnelerle ilişki kurması ya da bunlara ilişkin sahip olduğu yargılar, davranış<br />

şekilleri vb. hep bu nesneleri algılamasıyla başlar. İşte bu aşamada algının, dışsal müdahalelerle<br />

örgütlenmesi (motivasyon), bireyin algılama eşiği, algılamaya ilişkin duyum enerjisi gibi pek çok etken,<br />

özellikle iletişim alanında çalışanlar için araştırılması ve ölçülmesi gereken konular olarak görülür<br />

(İnceoğlu, 2011). Örneğin süt içme alışkanlığı olmayan bir toplumda sütün her yaşta içilmesi gereken bir<br />

besin olduğunun halka nasıl anlatılacağı ve süt içme davranışının nasıl benimsetileceği halkın<br />

çoğunluğunun algı alanına girecek iletişim stratejisinin bilinmesi ile mümkün olacaktır.<br />

Üç tip algılama türü vardır (İnceoğlu, 2011):<br />

i. Görsel algılama: İnsanlar dış çevreye ilişkin izlenimlerini önemli oranda göz organı aracılığıyla<br />

yaparlar. Görsel algılama biyolojik bir süreç olmakla birlikte psikolojik etkenler de etkilidir.<br />

İnsanlar renkler, şekiller ve cisimlerden oluşan bir dünya ile çevrelenmiş şekilde yaşarlar. Görsel<br />

algılamanın gerçekleşmesi için psikolojik hatta duygusal yönden de görmeye hazır olması<br />

gerekir. İnsanlar çevresini kuşatmış halde pek çok renk, cisim ve şekille iç içe yaşar ancak onları<br />

algısal anlamda görebilmesi için onlara bakması da gereklidir. Bakmak ile görmek arasında sözü<br />

edilen ayrım buradan kaynaklanır.<br />

ii. Duygusal algı: İnsanlar olay ya da nesneleri algılarken aynı zamanda onu sevme ya da<br />

sevmeme, hoşlanma ya da hoşlanmama gibi duygusal bazı izlenimlerin etkisine de sahiptirler.<br />

Algılama sürecine duygusal tavırlar ve eğilimler de karışmaktadır. Dolayısıyla insanlardaki<br />

algılama, evrenin uyarıcı yanı ile bireyin kendi öz bilgi birikimi, yaşam deneyimleri ve duygusal<br />

tavırları ile tutumları arasındaki işlevsel ilişkiden kaynaklanmaktadır. Dünya görüşünün ve<br />

yaşam tarzlarının birer dışa vurumu olarak simge, sembol, inanç ve ideolojiler yaşam<br />

deneyimlerinin derin izlerini taşır.<br />

iii. Seçimleyici algı: Algılama içinde yaşanan dünyanın sübjektif bir görüntüsüdür. Bireyin<br />

algılamasında o zamana değin almış olduğu eğitim, toplumsallaştığı sosyal ortamlar ve onların<br />

kültür yapısı, inançlar, gelenek ve görenekler hep yönlendirici etkilere sahiptir. Bireysel tavır ve<br />

tutumlar gerçekte bireyin kendine özgü yapısının değil; içinde doğup büyüdüğü yapının birer<br />

dışavurumudur. İnsanın yüklendiği tüm bu etkenler diğer insanlarla ilişkilerinde ve etkileşiminde<br />

önemlidir.<br />

39


Her insan olayları, nesneleri ve durumları içine doğup büyüdüğü kültürel ortamın ve içinde yer aldığı<br />

ilişkilerin etkileşimi doğrultusunda algılar. Bireylerin çevrelerinde olup-bitenleri kendilerine özgü<br />

algılama eğilimleri “seçici algılama” olarak adlandırılır. İnsanların trafiğin akışı içerisinde pek çok araba<br />

modeli olmasına rağmen sevdiği ya da almak istediği modelde arabaları hemen algılaması ve ne kadar<br />

çok oldukları hissine kapılması gibi.<br />

Algılama bilincin ilk öğesidir. Bilinçli yaşam, dış dünyadaki nesnelerin, insanda var olan açık ya da<br />

gizli ön algılara sunulması yani algılanarak ön algılar kitlesine katılması olarak tanımlanır. İnsanların<br />

dünya ile ilişkileri duyular aracılığıyla gerçekleşmekte; “iyi” ya da “kötü” gibi değerlendirmeler hep<br />

duyular aracılığıyla edinilen mesajlarla yapılmaktadır. Dolayısıyla iletişim çalışmaları açısından da algı<br />

ve tutumların bilinmesi önemlidir.<br />

Tutum; bireyin kendine ya da çevresindeki herhangi bir nesne, toplumsal konu ya da olaya yönelik<br />

deneyim, bilgi, duygu ve güdülerine dayanarak örgütlediği zihinsel, duyusal ve davranışsal bir tepkinin<br />

ön eğilimidir. Burada sözkonusu olan toplumsal bir konu, bir birey, bir nesne ya da bireyin yarattığı<br />

herhangi bir şey de olabilir. Konumuz açısından önem taşıyan nokta; bireyin sahip olduğu deneyimlerini,<br />

bilgi birikimini, duygularını ve güdülerini nasıl bir örgütlenme içerisinde birbiriyle ilişkilendirdiğidir.<br />

Bireysel olarak konulara, olaylara ya da nesnelere yaklaşırken, bireylerin o güne kadar sahip oldukları<br />

tüm deneyim, bilgi birikimi ve güdülerini harmanlayarak bir değerlendirme işlemi sonucunda dışa vurma<br />

ya da davranışlarına yansıtma tarzıdır. Tutumların üç temel kurucu öğesi vardır ve bu öğeler arasında bir<br />

iç tutarlılık olduğu kabul edilir:<br />

i. Duygusal Öğe: İnsanın içinde yaşadığı çevre ile ilgili bilgi, duyum ve deneyimlerinin<br />

sınıflandırılmasıdır. Ayrıca olayların olumlu ve olumsuz gibi değerlendirmeler de duygusal<br />

boyutla ilgilidir; duygusal öğeler bireyin değer sistemiyle yakından ilgilidir.<br />

ii. Zihinsel (Bilişsel) Öğe: Bireyin düşünsel işleyiş süreciyle ilgilidir. Düşünsel ve zihinsel<br />

işleyişin sistemleştirilmesi ve sınıflandırılmasıyla ilgilidir.<br />

iii. Davranışsal Öğe: Bireyin belli bir uyarıcı grubundaki tutum konusuna karşılık davranış<br />

eğilimini yansıtır.<br />

İlk iletişim araştırmalarında uyaran-tepki modelinin etkileri rahatlıkla görülür. Medya mesajlarını<br />

insanların algılama şekilleri, tutum ve davranış değişiklikleri pekçok iletişim araştırmasının temel sorusu<br />

olur.<br />

Sihirli Mermi<br />

Medyanın insanlar üzerindeki etkilerine kafa yoran ilk iletişim araştırmaları, medya mesajlarının<br />

insanların tutumlarını istendik yönde etkileme ve yönlendirmede hayli güçlü etkilere sahip olduğu<br />

şeklinde abartılı bir ön kabule sahiptir. Bu yaklaşım medyanın etki gücünden de bir korku duyulması ya<br />

da tedirgin olunması gerektiğine işaret eder.<br />

Günümüzde nasıl ki Internet ve yeni iletişim teknolojileri taşıdıkları riskler açısından tehlikeli<br />

bulunmakta, bazı yasaklama ve sansür girişimleri yapılmakta ise gazete, radyo, sinema ve daha sonraları<br />

televizyon da ilk ortaya çıkıp yaygın kullanıma eriştiklerinde benzer bir kuşkuyla karşılanmıştır. Topluma<br />

özellikle çocuklar ve ergenler üzerinde olumsuz etkileri bazen kötümser bir abartıyla ele alınmıştır.<br />

Medyanın sınırsız derecede etkileme gücünden kuşku duymayan Sihirli Mermi Kuramına göre,<br />

medyanın bu kadar güçlü bir etkileme ve yönlendirme potansiyeline sahip olması, onu tüketenlerin yeni<br />

ekonomik ilişkiler içerisinde, şehir ortamında bir kitle toplumunda yaşamaları ve medya mesajlarının<br />

tüketiminde hayli savunmasız kalmasıyla açıklanır. Batı toplumlarının Fransız ihtilali ve sanayi devrimi<br />

sonrasında yaşadıkları radikal değişimlerin sonucunda sosyal bilimciler yeni kentlilerin ve göçmenlerin<br />

irrasyonel ve medya mesajları karşısında savunmasız kaldıklarına inanmışlardır. Uyaran-tepki<br />

Modelinden hareketle öne sürülen bu görüşler, tıpkı sihirli bir merminin insanlar arasında dolaşarak doğru<br />

hedefi bulması ve etkilemesi gibi tanımlanır. Dolayısıyla yapılan propaganda karşısında da halkın direnç<br />

gösteremeyeceği ve siyasal iktidarlar ya da medya sahipleri tarafından istendik yönde tutum<br />

değişikliğinin rahatlıkla yaptırılabileceği kabul görür. Bu yaklaşımı şekil 2’de görebiliriz.<br />

40


Şekil 2.2: Kitle İletişimi ve Uyaran-Tepki Modeli<br />

Düz, çizgisel ve tek yönlü bir enformasyon akışını anlatan bu modele göre, uyarıcı bireylerin duyacağı<br />

ya da göreceği herhangi bir ses, söz, uzun bir konuşma olabileceği gibi bir şekil, simge ya da sembol<br />

şeklinde bir etkendir. Bireyler bu mesajları algılar, içsel dünyasında değerlendirir ve bu uyarandan<br />

hareketle bir tepki gösterirler. Bu tepkiler süreğenlik (devamlılık) kazanırsa, bundan bir davranış ortaya<br />

çıkar. Dolayısıyla kitle iletişim araçlarının kısa süre içerisinde ve doğrudan etkileme potansiyelinin<br />

varlığı kabul edilir. Propaganda ve ikna çalışmalarında belirli uyarıcıyı tekrarlayarak belirli bir tepki<br />

yaratılabileceği ve bunun da bir davranış olarak pekiştirilebileceği düşünülür. Bu doğrultuda I. Dünya<br />

Savaşı sonrasında egemen olan propaganda yoğun ortamında, insanların siyasi liderlerin uzun<br />

konuşmalarının yanı sıra belirli sembollerle donatılmış afişlerle, el ilanlarıyla “ülke çıkarları” için<br />

savaşmaya olumlu bakmaları sağlanmaya çalışılır. Bireylerin tutumlarında değişiklik yaratılmaya<br />

çalışılarak; bizzat savaşma ya da oğlunu, eşini, kardeşini savaşa mutlu gönderme ve onlar için savaşma,<br />

motivasyonla uğurlama tutumları geliştirilmek istenmiştir.<br />

Uyaran-tepki modelinden hareketle düşünüldüğünde ise propaganda çalışmalarının vazgeçilmezi<br />

olarak politikacıların halk konuşmaları, afişler, ilan ve broşürler birer uyaran olarak alınmakta ve<br />

insanların bu mesajları sorgulamaksızın ya da eleştirel bir duruş sergilemeksizin aynen içselleştirdiği öne<br />

sürülmektedir. Bu yaklaşıma bugünkü koşullar altında bakıldığında ise hayli naif ve toplumları homojen,<br />

düşünme ve sorgulama yetisi olmayan bireylerden oluşan büyük bir küme olarak görme yanılgısı<br />

rahatlıkla görülmektedir. Ancak bu düşünce yapısının da dönemin ekonomik yapı, politik düzen ve<br />

kültürel iklimiyle yakından bağlantılı nedenleri olduğunun altını çizmek gerekir. Söz konusu nedenler<br />

şöyle sıralanabilir:<br />

1. Kitle toplumunda yaşayan insanlar sosyal olarak izole olmuşlardır ve hayli sınırlı bir toplumsal<br />

kontrol altındadır; çünkü her biri farklı bir kökene sahiptir ve ortak değerler, normlar ve<br />

inançlara sahip değildir.<br />

2. Tıpkı hayvanlar gibi insan varlıkları da doğuştan içinde yaşadıkları dünyada tepki vermelerini<br />

sağlayan bir dizi içgüdüye sahiptir.<br />

3. İnsanların yapıp-etmeleri toplumsal bağlar tarafından etkilenmediğinden ve benzer içgüdüler<br />

tarafından şekillendirildiğinden bireyler olaylar karşısında benzer şekillerde davranır ve tepki<br />

gösterirler.<br />

4. İnsanların kalıtsal özellikleri ve izole olmuş sosyal koşulları, medya mesajlarını benzer/aynı<br />

şekilde alma ve yorumlamalarına yol açar.<br />

5. Böylelikle medya mesajları sembolik bir mermi gibi her göze ve kulağa çarpar, düşünceleri ve<br />

davranışları doğrudan, anında, aynı tarzda ve hayli güçlü şekilde etkiler.<br />

Sonuç olarak bu görüşler sistemli bir kurama dönüştürülmemiş; ancak 20. yüzyılın başında kitle<br />

iletişim araçlarına ilişkin araştırmacıların kavrayışını yansıtması açısından önemli bulunmuştur.<br />

İlk iletişim araştırmalarının medya etkilerine bakışı nasıldır?<br />

Şermin Tekinalp ve Ruhdan Uzun (2006), İletişim Araştırma ve<br />

Kuramları, İstanbul: Beta Yayıncılık.<br />

41


Sessiz Sinema ve Çocuklar Üzerinde Etkisi<br />

1920’li yıllarda sessiz sinema Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük bir ilgiyle karşılanır. Örneğin 1922<br />

yılında her hafta 40 milyon bilet satılırken, 1929 yılına gelindiğinde bu rakam; iki katından fazlasına, 90<br />

milyona ulaşır. Sessiz sinemanın izleyicileri arasında çocuklar da vardır ve 14 yaşın altında 17 milyon<br />

çocuk sinemaya gitmektedir. Sinemaların içeriği ise günümüz filmlerinden farklı değildir; özellikle aşk,<br />

seks ve suç önde gelen temalardandır. Dolayısıyla Amerikalıların yeni tutkusu olan sessiz filmlerin<br />

çocukları nasıl etkileyeceği ya da onların ahlaki değerlerinde nasıl bir değişime yol açacağı daha o<br />

yıllarda kaygıyla karşılanmaya başlar. Eğitimciler, köşe yazarları, din insanları, psikologlar tarafından<br />

gündeme getirilen ve tartışmaya açılan bu konu, özel bir kuruluş olan Payne Fund tarafından<br />

araştırmacılara verilen ekonomik destekle çalışılır. 1929-1932 arasında filmlerin içerikleri, sinema<br />

izleyicilerinin özellikleri ve filmlerin etkilerini konu alan toplam 13 araştırma yapılır. Psikolog ve<br />

sosyologların öncülüğünde yapılan araştırmalarda araştırma sorusuna bağlı olarak birden fazla araştırma<br />

yöntemi kullanılır. Filmlerin içeriklerini analiz için nitel teknikler kullanılırken izleyicilerin özelliklerini<br />

ve sayısını tespit için anket yapılır. Sinema filmlerinin etkilerini ölçmek için de deneysel yöntemlere<br />

başvurulur; bireylerle görüşmeler yapılır, örnek olay çalışmaları ve anket uygulanır. 1920 ile 1930 yılları<br />

arasında gösterime giren 1500 filmin içeriği araştırıldığında on kategoride toplandığı görülür: suç, seks,<br />

aşk, gizem, savaş, çocuklar, tarih, gezi, komedi ve sosyal propaganda.<br />

Araştırma sonuçları sessiz filmlerin çocukların bilgi edinmesi, tutum değişikliği, duygu dünyaları, ruh<br />

sağlıkları ve davranışları üzerinde etkili olduğunu ortaya koyar. Etnik gruplar, ırkçılık ve toplumsal<br />

konularda çocukların fikirlerinin şekillenmesinde filmler önemli bir yere sahiptir. Irkçılık ya da farklı<br />

etnik gruplara ilişkin fikir ve tutumları, filmlerde yer alan kalıp yargıların etkisiyle oluşur. Savaş, aile<br />

hayatı, iş yaşamı, seks, romantizm, dini olgular, kadın ve erkek rolleri, aile-çocuk ilişkileri ile okul hayatı<br />

gibi gündelik yaşama ilişkin pek çok önemli davranış kalıbı ve tutumlarda sessiz filmlerin “rol modeli”<br />

olduğu ve çocuklar ile ergenlerin davranışlarında yönlendirici etkisinin olduğu görülür. Filmler çocuklara<br />

yeni fikirler vermekte, onların tutumlarını ve duygularını etkilemekte, yetişkinlerden farklı ahlaki<br />

değerler göstermelerine neden olmaktadır. Ayrıca sessiz filmleri çok izleyen çocuklarda, sağlık<br />

sorunlarına yol açtığı, uyku bozukluğu ve tedirginliğe yol açtığı tespit edilir. Dışsal dünyanın algılanması<br />

ve gündelik hayatlarının yönetilmesinde, hayalleri ve ideallerinin şekillenmesinde önemli bir aktör olarak<br />

onların hayatlarında yer almaktadır. Payne Fund tarafından desteklenerek hayata geçirilen bu araştırma,<br />

daha sonraki iletişim araştırmaları için hem kuramsal hem de yöntemsel açıdan önemli bir yere sahiptir.<br />

Çünkü medyanın etkilerini uzun vadeli çalışmanın önemi bu araştırmayla ortaya çıkmıştır. Soru formları<br />

yetersiz olmakla ve kontrol grubunun kullanılmayışı yöntemsel eksiklik olarak eleştirilse de bulguların<br />

analizindeki başarısı nedeniyle iletişim araştırmaları tarihinde bu çalışma, önemli bir yere sahiptir<br />

(Lowery and DeFleur, 1995).<br />

“Dünyalar Savaşı” ve New York’ta Panik<br />

ABD’nin New York kentindeki CBS radyo kanalında Orson Welles tarafından gerçekleştirilen “Yayında<br />

Mercury Tiyatrosu” adlı programda, 30 Ekim 1938 günü Welles, “Dünyalar Savaşı” adlı bir bilim kurgu<br />

romanından radyoya uyarlanmış bir bölümü okur ve programı şu anonsla başlatır: “Marslılar dünyaya<br />

indi ve Amerika Birleşik Devletleri topraklarını istila ediyor.”<br />

Programı dinlemekte olan milyonlarca Amerikalı, bu anonsu duyar duymaz hemen arabalarına koşar<br />

ya da buldukları ilk araçla bilinçsizce ülkeden kaçmaya yönelir. Pek çok insan da panik halinde sokaklara<br />

dökülmüş; kimileri dua etmekte, kimileri ağlamakta, kimileri de Marslılardan saklanmaya çalışmaktadır.<br />

Panik öyle büyümüştür ki, programın kapanış anonsu; yani “H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı adlı<br />

romanından uyarlanan radyo oyununu dinlediniz” cümlesi duyulmamıştır bile. New Yorklular’a bunun<br />

gerçek olmadığını, sadece bir radyo tiyatrosu olduğunu anlatmak pek de kolay olmaz. CBS kanalı bunun<br />

bir radyo oyunu olduğu defalarca anons eder ve halktan özür diler; polis halkı evlerine dönmeye zor ikna<br />

eder. Bir bilim kurgu romanından etkileyici bir tarzda okunan bu anons, binlerce insana gerçek olmayan<br />

bir olayın paniğini yaşatır. Wells’in oyun anonsuyla insanların sokaklara dökülmesi, medyanın insanları<br />

etkileme gücünü kanıtlayan bir örnek olarak kabul görür.<br />

42


Bu olaydan kısa süre sonra Hadley Cantril adlı araştırmacı, ekibiyle birlikte, olayı gerçek sanarak<br />

paniğe kapılan 135 kişiyle görüşme yapar. Cantril, görüşmelerden hareketle şu sonuçlara ulaşır:<br />

1. Radyo, önemli anonslar için en önemli araç olarak kabul görmektedir.<br />

2. Anonsta adı geçen (4 profesör, kaptanlar, generaller ve iç işleri bakanlığı genel sekreteri) kişiler<br />

itibar sahibidirler. Dolayısıyla yorumun etkisi daha güçlü olmuştur.<br />

3. Bütün konuşmacılar kendi alanlarındaki uzmanlıklarına rağmen olay hakkında şaşkındır.<br />

4. Bazı özel olaylar gerçek yer isimleri (örneğin Times Meydanı’nda yangın ya da 23. Yolu<br />

kullanmayın gibi) kullanılarak anlatılması olayın gerçek olduğu duygusu uyandırmıştır.<br />

5. Yayın boyunca yüksek bir gerilim bağlamının olması dinleyicilerde gerçeklik hissi yaratmıştır.<br />

Bir uyaran olarak radyo programının “gerçek” gibi algılanması tepkinin bir panik olarak dışa<br />

vurulmasına neden olur. Ancak bu sonuç yine de bazı insanlar paniğe kapılırken diğerlerinin neden<br />

paniğe kapılmadığını açıklamada yetersizdir. Cantril, panik yaşamayanları dört kategoriye ayırır: Birinci<br />

gruptakiler içsel olarak kontrolü iyi yapabilmiş, yayın boyunca bunun bir kurgu olduğunu<br />

düşünmüşlerdir. İkinci gruptakiler dışsal bir kontrol yapmış, farklı görüşlerle kıyaslamış ve bunun bir<br />

oyun olduğunu öğrenerek dışsal bir kontrol yapmıştır. Üçüncü gruptakiler anonsun doğruluğunu farklı<br />

kaynaklarla kıyaslamış, yayının gerçek olmadığı bilgisine ulaşmış ama yine de bunun yerel bir haber<br />

olduğuna inanmaya devam etmiştir. Dördüncü gruptakiler ise bilgiyi kontrol etme yoluna gitmemiş,<br />

paniğe kapılarak yayını dinlemeyi de bırakmıştır.<br />

İnsanların böylesi farklı davranmasının değişik sosyolojik ve psikolojik nedenleri vardır. Eğitimli<br />

insanlar yayını farklı yollarda kontrol etmiş ve eleştirel yaklaşabilmiştir. Eğitim seviyesi düştükçe radyo<br />

tiyatrosunun gerçek gibi kabul edilmesi de artmıştır. Daha dindar olanlar, Marslıların dünyayı işgal<br />

etmesini Tanrı’nın bir edimi (işi) olarak düşünmüş ve dünyanın sonuna yaklaşıldığı duygusuna<br />

kapılmıştır. Ayrıca kendini güvende hissetmeyenler, fobisi olanlar, özgüveni düşük insanlar ve kaderci<br />

olanlar daha fazla yayının gerçek olduğuna inanmıştır.<br />

Cantril’in çalışması daha sonraki iletişim araştırmaları için de önemlidir. Çalışma, “Sihirli Mermi”<br />

yaklaşımıyla sembolleşen 20. yüzyılın başındaki medyaya ilişkin güçlü etkiler ön kabulünün değişmesine<br />

de yol açmıştır. Çalışma, daha sonraki kuramsal çalışmalarda “seçici etki” yaklaşımının gelişmesine<br />

neden olur; çünkü bazı insanlar paniğe kapılırken bazıları bu paniğe kapılmamıştır. Dinleyiciler uyarana<br />

farklı tepkiler vermiştir; çünkü farklı demografik ve karakter özelliklerine sahiptirler. Böylelikle sosyal<br />

bilimciler tarafından üzerinde bilimsel çalışma yapmaya değer bulunan medya, insanları etkilemede güçlü<br />

bir araç olduğunu ispatlamasına rağmen; toplumu oluşturan bireylerin hepsinin birbirinin aynı tepkiyi<br />

veren, aynı norm ve değerlere sahip homojen bir topluluk olmadığı da görülür (Lowery and DeFleur,<br />

1995).<br />

II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI<br />

Yıkıcı II. Dünya Savaşı (1939-1945) her alanda olduğu gibi iletişim araştırmalarını da sekteye uğratır<br />

bilimsel çalışmalarda bir duraklama dönemi yaşanır. II. Dünya Savaşı sonrasında ise ABD’de iletişim<br />

alanındaki araştırmalarda önemli bir artış dikkati çeker. 1940 yılı ABD için önemli bir tarihtir; yeni<br />

politikaların hayata geçirildiği bir dönemin başlangıcıdır. Avrupa’da süren savaşa karışmama kararı terk<br />

edilir, ABD’nin dünyada daha aktif rol alma politikası benimsenir. Roosevelt’in rakipleri çoktur ve<br />

seçimler yoğun siyasal kampanyalarla geçer. Kampanyada radyo yoğun bir şekilde kullanılır.<br />

ABD’nin II. Dünya savaşı sonrası dinamik ve dışa dönük politik ikliminde iletişim araştırmaları<br />

açısından da dinamik ve yeni bir dönemdir. İlk dönemde yapılan CBS’in Radyo Tiyatrosu’nun yarattığı<br />

panik ya da sessiz sinemanın çocuklar üzerindeki etkileri medyanın doğrudan, anında ve güçlü etkileri<br />

olduğu varsayımını destekleyen bulgulara sahip değildir. Özellikle 1930’lu yıllarda yapılan iletişim<br />

araştırmalarının birikimine bakıldığında sonuçlar, medyanın sanıldığı kadar dramatik ve sınırsız etkilere<br />

sahip olmadığını gösterir. Kitle iletişim araçlarının insanların tutum ve davranışlarını nasıl etkilediği<br />

konusunda yeni bir perspektife ihtiyaç vardır ve iletişim çalışmalarında yeni açılımlara ihtiyaç duyulur.<br />

43


İlk dönem araştırmaları ise medyayı ve insanları toplumsal bağlamında soyutlayarak ele alan sınırlı bir<br />

bakışa sahip olmakla eleştirilir. Uyaran-tepki gibi basit bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde medya etkilerini<br />

ele almanın yanlış olduğu ve bu tür araştırmalarda kullanılan araştırma yöntem ve tekniklerinin yetersiz<br />

olduğu öne sürülür. İletişim sürecinin nasıl işlediğini anlama ve yeni model geliştirme çabaları devam<br />

eder.<br />

İletişim sürecini anlamaya çalışanlar sadece sosyal bilimciler değildir. Politikacılar, Amerikan ordusu<br />

ve sermaye sahipleri de II. Dünya Savaşı sonrasında sayısı artan günlük gazeteler ve radyo istasyonlarını<br />

daha yakından tanımak üzere konuya ilgi gösterirler. Kimi zaman doğrudan kullanmak ve kimi zaman da<br />

karşı strateji geliştirmek amacıyla propaganda ve iknanın nasıl çalıştığı, politikacılar ve sermayedarlar<br />

tarafından sahip olunmak istenen bilgilerin başındadır. Bu ilgi nedeniyle de tüketici davranışları,<br />

seçmenlerin oy kullanmada siyasal parti tercihleri ya da medya programlarının tüketimi konusundaki<br />

araştırmalar ivme kazanır. Bu çalışmalar çoğunlukla ordu, hükümetler ya da özel şirketler tarafından<br />

finanse edilir. Sosyal psikolog Carl Hovland ve Paul Lazarsfeld bu bağlamda araştırma yaparlar.<br />

Askerlerle yapılan deneysel çalışmalar ve seçmenlerin oy verme davranışı konusundaki araştırmalar,<br />

iletişim çalışmalarında ilk dönemin devamı gibi görünse de gerçekte iletişim çalışmaları açısından bir<br />

kopuştur. 1940’lardan sonra özellikle Lazarsfeld’in öncü çalışmasının da katkılarıyla kitle iletişim<br />

araçlarında “etki” konusu, istatistiktik biliminden de yararlanarak, bireylerin içinde bulunduğu toplumsal<br />

koşulları da göz ardı etmeyerek ve daha fazla değişkeni içeren yöntemlerle irdelenmeye başlanır. Önce II.<br />

Dünya Savaşı sonrasında iletişim sürecini açıklamaya çalışan model ve araştırmalara ardından da ikna ve<br />

propaganda çalışmalarına bakalım.<br />

Harold Lasswell ve İletişim Zinciri Modeli<br />

Harold Lasswell, “Lasswell formülü” ya da “iletişim zinciri” olarak adlandırılan modelini 1948 yılında<br />

geliştirir. Lasswell modelinde iletişim sürecinin öğelerini şöyle belirtir: “Kim, neyi, hangi kanalla, kime<br />

ve hangi etkiyle” söyler. Lasswell’e göre ister yüz-yüze isterse de dolaylı olsun her iletişim eylemi bu<br />

formüldeki öğelerin tümünü ya da bir kısmını kaçınılmaz bir şekilde içerir. Siyasetbilimci olan<br />

Lasswell’in modeli, 1936 yılında siyaset biliminin temel sorusu olarak öne sürdüğü “Kim, neyi, ne zaman<br />

ve nasıl elde eder” formülünün iletişim alanına uyarlanmasıdır.<br />

Şekil 2.3: Lasswell’in İletişim Zinciri<br />

Modelde vurgu alan nokta, her iletişim ediminde kaçınılmaz olarak bir “etki”nin olduğudur. İnsanlar<br />

iletişim sarmalı içerisinde yaşamlarını sürdürürken, muhtelif tarzlarda güdülenirler (motive edilirler) ve<br />

etkiye maruz kalırlar. Ona göre, medya teknolojileri çağında iletişimin toplumsal düzenin sağlaması ve<br />

kaynak ile aracı arasında etkili iletişim kurulmasında hayati bir işlevi vardır. Toplumsal uyum ve<br />

uzlaşının korunmasında iletişim zinciri, gerek hayvanlar âleminde gerekse de insana özgü herhangi bir<br />

toplumsal yapılanmada üç önemli işlevi yerine getirir:<br />

1. Çevreye egemen olmak: Ulus-devletler özel olarak egemenlik kurmakla ilgilenir; diplomatlar,<br />

askerler, casuslar gibi pek çok meslek grubundan insan bu işle görevlendirilir.<br />

2. Çevreyle etkileşimde verilen tepkinin bir parçası olarak topluma ilgi: Politikacılar, basın<br />

danışmanları ya da gazeteciler gibi uzman kişiler kitle iletişim araçları aracılığıyla halkla iletişim<br />

kurarlar.<br />

3. Toplumsal tarihi bir nesilden bir başka nesile aktarmak: Bu ise diğer kişilerin yanı sıra<br />

eğitim kurumlarındaki öğretmenler ile üniversitelerdeki akademisyenlerin görevidir.<br />

Lasswell modelinde, mesajın çok kültürlü bir toplumda farklı kültürlere sahip izleyiciler ile dolaşıma<br />

girdiğini belirtir. Mesaj tek bir kanaldan değil, farklı kanallardan izleyiciye ulaşır. Bununla birlikte<br />

model; geri bildirim içermeyen tek yönlü, düz ve çizgisel bir modeldir. Ona göre alıcılar pasif<br />

44


konumdadır. Lasswell’in ortaya koyduğu iletişim araştırmalarında izleyicilerin pasif olduğu savı<br />

1970’lere kadar devam eden bir yargı olur. Lasswell’in iletişime bakışı bir ikna sürecidir. Lasswell’e göre<br />

etki izleyicide iletişim sürecinde öğeler tarafından oluşturulan gözlenebilir ve ölçülebilir değişim<br />

yaratmadır. İletişim zincirindeki öğelerden bir tanesinde yapılacak bir değişim etkide de değişiklik<br />

olmasına yol açar (Erdoğan ve Alemdar, 2002).<br />

Lasswell, iletişim araştırmalarında önemli bir yere sahiptir. 1940’lı ve 50’li yılların propaganda<br />

çalışmalarında Lasswell’in formülü kullanılır. Fransa’da da 1960’lara kadar sorgulanmadan kabul gören<br />

bir model olur. Daha sonra ki iletişim araştırmalarında ise formülün parçalanarak, her bir soru tek başına<br />

ele alınarak iletişim sürecinin bir boyutunu analiz etmeye yönelik araştırmalar yapılır. Bu modelde “Kim”<br />

araştırma alanı olarak “Kontrol Analizi”ne karşılık gelir. “Ne söylendiği” mesajın içeriğidir ve daha<br />

sonraları “içerik analizi” olarak araştırmalar yapılır. “Hangi kanal” ile söylendiği ise medya<br />

kuruluşlarının çalışıldığı “medya analizi”dir. “Hangi etki” ile ise “etki araştırması”dır.<br />

Shannon ve Weaver’ın Matematiksel Modeli<br />

Claude Elwood Shannon ve Warren Weaver “İletişimin Matematiksel Teorisi” (1948) adlı makalelerinde<br />

iletişim sürecine teknik bir bakışla yeni bir model geliştirirler. Bilgi (Enformasyon) Teorisi’ni temel alan<br />

bu model, kaynaktan hedefe mesajın taşınması esnasında herhangi bir nedenle veri kaybı olmaması;<br />

dolayısıyla yüzde yüzlük bir mesaj aktarımının imkanlarını araştırır. Hayli teknik bir bakışa sahip olan bu<br />

model, makineler arasında veri akışını insan iletişimine uyarlama amacı taşır.<br />

Bu modelde gürültü kaynağı yani iletişim sürecini bozan her çeşit faktör vurgu alır. İletişim ne<br />

söyleneceğini seçen bir kaynak tarafından başlatılır, sinyal formunda taşıyabilen ve dönüştürebilen bir<br />

oluktan/kanaldan iletilir ve teknik cihaz olan alıcı tarafından hedefe ulaştırılır. Sinyal gürültüden<br />

etkilenerek azalmış ya da bozulmuş olabilir. Gönderilen mesaj ile alınan mesaj farklılaşabilir. Kaynak<br />

tarafında üretilen ve hedefe ulaşan mesaj aynı anlamı taşımıyor olabilir ve bu veri kaybı da iletişimde<br />

aksamalara yol açabilir. Shannon ve Weaver’ın yapmaya çalıştıkları da kaynak ile hedef arasındaki veri<br />

kaybını önleme ve başarılı iletişimi sağlamadır. Dönemin teknik alt yapı sorunları düşünüldüğünde bu<br />

anlamlı bir çaba olarak yorumlanabilir.<br />

Matematiksel model daha sonraki iletişim araştırmalarında, daha çok bireyler arası iletişimde<br />

kullanılmıştır. Her ne kadar doğrudan kitle iletişiminin içeriğiyle ilgili gibi görünmese de gerçekte ana<br />

akım iletişim çalışmalarında insan iletişiminin nasıl işlediğinin açıklamasında bir model olarak uzun süre<br />

kullanılır. Daha sonraki iletişim modellerinin düz, doğrusal tek yönlü bir çizgide kurulmasında ve<br />

bireylerin davranışlarındaki değişikliği ölçmeyi amaçlayan “etki” odaklı bir çalışma geleneğinin<br />

oluşmasında da hayli etkili olmuştur (McQuail, 2003).<br />

Şekil 2.4: Shannon ve Weaver’ın Matematiksel Modeli<br />

Wilbur Schramm ve İletişim Modelleri<br />

Wilbur Lang Schramm, iletişim sürecini anlatan modelinde (1954) üç temel bileşene veya öğeye ihtiyaç<br />

olduğunu belirtir. Bunlar “kaynak”, “mesaj (ileti)” ve “hedef (alıcı)” şeklinde sıralanır. Schramm<br />

modelini geliştirirken M.Ö. 300 yılında sözlü iletişim konusunda kafa yoran Aristo’nun görüşlerinden<br />

etkilenir. Aristo, retorik (rhetoric) de üç bileşen olduğunu söyler: Konuşmayı yapan “konuşmacı”, “konu”<br />

ve hedeflenen “dinleyici”dir. Aristo’nun modelinde dinleyici çok önemli bir yere sahiptir; çünkü etkili bir<br />

45


iletişimin gerçekleşip-gerçekleşmemesi tamamen ona bağlıdır. Eğer alıcı veya dinleyici de gerekli etki ya<br />

da ikna gerçekleştirilemediyse iletişim başarılı değildir.<br />

Şekil 2.5: Wilbur Schramm’ın İletişim Modeli<br />

Schramm’a göre her sağlıklı iletişimin işleyişi şöyledir: Kaynak tarafından mesaj kodlanır (anlamlı<br />

iletilere dönüştürür), hedefe belirli kanallar kullanılarak iletilir. Hedef (alıcı) ise aldığı mesajları kod<br />

açımına uğratır (anlamlandırır ve yorumlar).<br />

Schramm’ın Aristo’yu takip eden modeli aynı zamanda Shannon ve Weaver’ın matemetiksel<br />

modelinin de takipçisidir. Shannon ve Weaver’ın modelini teknik boyutundan çıkararak bireylerarası<br />

iletişimi daha iyi anlatabilmek için geliştirilmiş bir modeldir. Dolayısıyla Schramm, sosyolojik bir bakışla<br />

iletişim sürecinde olumlu ve sağlıklı bir etkileşimin olabilmesi için kaynak ile hedef arasında bazı ortak<br />

şeylerin olma zorunluluğuna dikkat çeker. Örneğin, kaynak ile hedef arasında ortak bir dil, benzer<br />

deneyimler ve kültürel birikim varsa bir iletişim gerçekleşir. Eğer kaynak ile hedefin referans<br />

çerçevelerinde ortaklık yoksa ya da çok az bir benzeşme varsa bir paylaşım sürecinin yaşanması; kaynak<br />

ile hedef arasında bir anlaşmanın gerçekleşmesi çok güçtür. Dolayısıyla iletişimin sağlıklı ilerlemesi için<br />

hedef ya da alıcı daha fazla öneme sahip değildir; iletişime geçen tarafların ortak yönlerinin olması daha<br />

önemlidir. Schramm’ın modelinde dikkat çeken bir başka nokta hem alıcı hem de hedefin aynı süreç<br />

içerisinde hem kodlayıcı hem de alıcı olmasıdır. Dolayısıyla bireylerin “yorumlama” süreci önemlidir.<br />

Scrahramm’ın görüşleri bireylerarası iletişimin yanısıra kitle iletişim araçlarının işleyişini de anlatır.<br />

Schramm, iletişim araçları ya da medyanın bireylere doğrudan etki etmediğini, öncelikle bireylerin içinde<br />

bulundukları grupları etkilediği ve medya mesajlarının grup dinamiği içerisinden süzülerek bireylere<br />

nüfuz ettiğini söyler. Kitle iletişiminin etkisi, doğrudan bireylere değil gruplardan bireylere ulaşan bir<br />

yansıma şeklindedir (Şekil 6).<br />

Şekil 2.6: Wilbur Schramm’ın Kitle İletişim Modeli<br />

Modele göre medya kuruluşlarına her gün binlerce olay ve gelişmenin bilgisi ulaşır. Medya<br />

profeyonelleri, tüm bu bilgileri okur ve tartışırlar. Kendi içlerindeki bu değerlendirme işlemi sonrasında,<br />

hangi haber ve bilgilerin halka duyurulacağı hangilerinin ise eleneceğine karar verirler. Bu seçme ve<br />

eleme işlemi sonucunda önemli gördükleri olaylara ilişkin yeni metinler yazar yani günün/haftanın<br />

haberlerini yaparlar. Mesleki normları gereği önemli görmediklerini ise hiç gündeme almazlar. Böylelikle<br />

medya örgütü aslında dış dünyada olan-bitene ilişkin bilgi ve haber verirken “kodlayıcı, yorumlayıcı ve<br />

46


kod açıcı” olmak üzere üç farklı işlevi yerine getirir. Hangilerinden halkın haberdar olması gerektiğini;<br />

yani bilgiyi seçen, nasıl verileceğine karar veren, yorumlayan ve iletişim aracının teknik özelliklerine<br />

göre bilgiyi yazarak ya da okuyarak, yeniden kodlayarak duyurumunu ya da yayınlama işini de yaparlar.<br />

Schramm’a göre bireyler kitle toplumunda yalnız yaşamamakta, aidiyet bağları kurdukları muhtelif<br />

gruplar içerisinde sosyal yaşamlarını sürdürmektedir. Aile gibi birincil gruplar ile dernek, vakıf vb. ikincil<br />

gruplara medyadan alınan mesajlar iletilmekte ve burada ayrı bir yorumlama süreci yaşanmakta, ardından<br />

da medyaya dolaylı da olsa tekrar bir geri bildirim yapılmaktadır. Tıpkı iletişim kuruluşları gibi toplumda<br />

medyadan aldığı bilgileri kod açımlama (alınan bilgileri anlama), ardından bir değerlendirme ya da<br />

yorumlama sürecine tabi tutma ve daha sonra da bu yorumlarını dışa vurma süreci yaşanır. Dolayısıyla<br />

Schramm’a göre toplum ile kitle ileşim araçları arasında gerçekleşen iletişim etkileşime dayalı bir<br />

süreçtir.<br />

PROPAGANDA KAVRAMI VE PROPAGANDA ÇALIŞMALARI<br />

Yirminci yüzyılın başlarında kamuoyu, siyaset biliminin temel çalışma konusu iken I. Dünya Savaşı<br />

yıllarında sıcak savaşın yanı sıra psikolojik savaşın da aktif uygulanması ve iletişim araçlarının artışıyla<br />

propaganda çalışmaları artış gösterir. Gazetenin yanı sıra toplumu etkilemek için sinema, radyo ve<br />

televizyonun da icadıyla fikir aşılama (telkin, beyin yıkama, ideoloji aşılama) süreçleri olağanüstü bir<br />

önem kazanır. İletişim araçlarının desteğiyle milyonlarca insanın dikkati tek bir noktaya çekilebilmekte,<br />

savunulan bir görüş için milyonların desteği sağlanabilmektedir. Dolayısıyla toplumsal çatışmaların<br />

özünü kavrayabilme, propagandacıları tanıma, onların tekniklerini anlayabilme ve değerlendirme,<br />

davranışlarının ardındaki gerçek güdüleri saptayabilme, mesajları çağdaş toplumun ihtiyaçları ve kişsel<br />

çıkarlar açısından irdelemek için bir demokrasideki siyasal süreçlerde propagandanın yerini anlama<br />

önemli ve gereklidir (Bektaş, 2000).<br />

İletişim Sözlüğü’nde (1995) propaganda “Örgütlü inandırma etkinliği; çeşitli inandırıcı araçlarla<br />

fikirlerin ve değerlerin yayılması” olarak tanımlanır. Belli çıkarları olan bireylerin ya da grupların,<br />

başkalarının kanılarını ve davranışlarını etkileme amacıyla önceden tasarlanmış, ikna ve telkin<br />

tekniklerini kullanarak yaptıkları eylem/ler propaganda olarak değerlendirilir. Propagandanın temel işlevi,<br />

insan davranışlarını belirli bir fikir etrafında güdüleme ve yönlendirmedir.<br />

Uzun bir tarihe sahip olan propaganda, başlangıçta herhangi bir fikir ya da ideolojiyi yayma amaçlı<br />

kullanılır. Daha sonraları fikirlerin bizatihi kendilerini anlatmada kullanılırken, güncel anlamı fikirleri<br />

yaymada kullanılan teknikleri ifade eder. Propaganda günümüzdeki önemini yöneticilerin, kitlelerin<br />

gönüllü desteğini kazanma ihtiyacından alır. Fransız ihtilalinden sonra genel olaya ya da halkın genel<br />

kanaatine olan inancın artması, yönetilenlerin de siyasal bilincinin artması da yönetenlerin kamuoyunun<br />

sürekli desteğini sağlamaya yöneltir (Tekinalp ve Uzun, 2006).<br />

Ortaçağdan günümüze uzanan tarihi serüveninde propagandayı planlamada strateji ve taktikler<br />

önemlidir. Propaganda stratejisi amaca uygun olarak planlanır. Strateji, kısa vadeli ve güncel gelişmeleri<br />

kullanabileceği gibi uzun vadeli olarak da planlanabilir. Propaganda stratejisi bir tarafın (bir ülke, siyasi<br />

parti ya da bir çıkar grubu olabilir) görünümünü (imajını) olumlu gösterme amacı taşır. Bu nedenle de<br />

kendi tarafı olumlu değerler ve sembollerle anlatılırken diğerleri olumsuzlanır. Kamuoyu önünde diğer<br />

taraflar kötülenir. Siyasi partinin temel simgelerini topluma kabul ettime en önemli propaganda<br />

stratejisidir. İnsanların gönüllü olarak parti rozetini takmaları veya parti liderinin kongre veya açık hava<br />

konuşmasında parti mensuplarının duygu yoğunluğuyla gözyaşı dökmesi propagandanın başarısıdır.<br />

Propagandanın Tarihçesi<br />

Propaganda kavramı ilk kez 1622 yılında Roma Katolik Kilisesi tarafından oluşturulan İtikatı Yayma<br />

Cemaati tarafından kullanılır. Bu dönem aslında Protestan kilisesinin ortaya çıkmasıyla sonuçlanan dinsel<br />

devrim dönemidir ve bu cemaat Roma Katolik Kilisesi’nin karşı-devriminin bir parçasıdır. Bu tarihten<br />

çok önceleri, Antik Yunan ve Roma’da da propaganda etkinlikleri vardır. Özgür bireylerin giyim-kuşam<br />

tarzları, bedenlerini temiz ve sağlıklı tutmada özenleri, şiir ve felsefe gibi uğraşları, özgür Aristokrat<br />

47


sınıfının farklılığını ve ayrıcalıklı konumunu ve bu konumun meşruluğunu kendilerine ve diğer sınıflara<br />

anlatma amacı taşır.<br />

Roma’da lejyonların Galya’ya ya da illirya’ya isyanları bastırmak için giderlerken törenlerle<br />

uğurlanmaları ve aynı lejyonların Roma’ya dönüşlerinde zafer alaylarıyla karşılanmaları da günümüzün<br />

propaganda sözcüğü ile açıklanması da aynı amaca; yani egemenlerin iktidarlarını elde tutmalarına ve bu<br />

iktidarı halka göstermelerine hizmet eder.<br />

Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olan Roma Katolik Kilisesi de tarihte ilk kez eylemini propaganda<br />

olarak adlandırır. Kilisenin ayinlerde cemaate kutsal metinleri öğretirken heyecanı artırmak için müzikten<br />

yararlanması da bir propaganda tekniğinin kullanılmasıdır. Ayin sırasında iletişimin yalnızca sözlerle<br />

değil, inanan insanların aynı yerde birbirleriyle karşılaşması, dekor ve ayinlerin biçimsel özellikleriyle<br />

ibadet eden insanların ruh hali ve gözyaşlarının dökülmesi hep birer propagandadır. Böylelikle<br />

Ortaçağ’da zümreler arasında mesafenin sıkı sıkıya korunduğu bir ortamda insanlar gündelik hayatta<br />

aldatıcı ve geçici de olsa eşitlik hissini yaşar (Bektaş, 2000).<br />

Propaganda kavramı 18. yüzyılda genel kullanıma girene kadar kilise tarafından kullanılır. Fransız<br />

İhtilali’nin ardından siyasal propaganda başlar. İlk propaganda konuşmaları ve ilk propaganda görevlileri<br />

Fransız İhtilali döneminde ortaya çıkar. İlk propaganda savaşları da yine aynı dönemde özgürlük, eşitlik<br />

ve kardeşlik kavramlarıyla sembolleşen burjuvazi öncülüğündeki topluluklar ile aristokratlar ile<br />

dayanışma içerisindeki din adamları arasında yaşanır.<br />

Birinci Dünya Savaşı dönemi propaganda tekniklerinin o zamana kadar ki en gelişkin şekilde<br />

kullanıldığı yıllara karşılık gelir. Savaşan ülkelerin yaralı ve sargılı askerleri mitinglerde konuşturulmuş,<br />

ABD’deki sinemalarda dört dakikalık insanlar tarafından yapılan konuşmalarda “düşman” ilan edilen<br />

ülkelerin uydurma şiddet öyküleri anlatılmıştır. Bu konuşmalar sonucunda, müttefik ülkelerde “düşman”<br />

ilan edilen, Almanya’ya karşı kin ve nefret duygularının uyandırılmasında başarılı da olunmuştur.<br />

Böylece propaganda konusu araştırmacıların ilgisini çeken bir alan haline gelmiş ve aynı zamanda bu<br />

alandaki gelişmelerden kuşku duyulmaya da başlanmıştır.<br />

Propaganda eğitimi ve tekniklerinin geliştirilmesi II. Dünya Savaşı öncesinde hız kazanır. ABD’de bir<br />

“Propaganda Analiz Enstitüsü” kurulur ve ikna edici iletişim konusunda çalışan araştırmacılar<br />

danışmanlık görevlerini üstlenir. Almanya’da da Adolf Hitler ve propaganda bakanı Dr. Joseph Goebels,<br />

Nazi propagandası konusunda önemli başarılar elde ederler.<br />

Propagandanın böylesi önem kazanmasında kitle iletişim araçlarının icadının ve yaygın kullanımın<br />

payı da büyüktür. II. Dünya Savaşı ilan edildiğinde, Fransa’da 5 milyon radyo alıcısına karşılık,<br />

Almanya’da kayıtlı 9.5 milyon radyo alıcısı vardır. Goebbels, en iyi Nazi militanlarını radyolarının ses<br />

ayarını yükseltmeye ve propaganda yayınları yapılırken simgesel anlamıyla “pencerelerini açık<br />

bırakmaya” teşvik etmiştir (Jeanneney, 2009). Böylelikle hopörlerlerden yapılan yayınlar ya da<br />

propagandalar evlerin içlerine kadar ulaşabilmiştir.<br />

Sinemada iki büyük savaş arası dönemde ve özellikle 1945 sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ile<br />

Sovyetler arasındaki rekabette “ideolojik bir araç” rolü üstlenmiştir. Böylece yalnızca toplumdaki ya da<br />

ülkenin kendi içindeki gelişmeleri değil, uluslararası gelişmeleri de yönlendirme araçlarında biri olarak<br />

kabul görmüştür.<br />

Propaganda Strateji ve Teknikleri<br />

Strateji ve taktik, propagandanın tekniğini oluşturur. Propaganda stratejisi, propagandanın amaçları<br />

doğrultusunda belirlenir. Örneğin bir siyasi parti kampanyasında temel strateji, diğer partiler<br />

olumsuzlanırken ilgili partinin olumlu bir görünümü (imajını) yaratmadır. Bu amaçla da diğer partilerin<br />

kamuoyu önündeki görünümleri olabildiğince kötülenir. Propaganda planlamasında, siyasi parti programı<br />

ile propaganda stratejisinin uyumlu olması gerekir. Stratejiyi oluşturacak ilkeler çoğunlukla parti<br />

programından alınır. Partinin temel siyasi sembolleri ve simgelerini halka kabul ettirmek temel bir<br />

propaganda stratejisidir.<br />

48


Genel strateji çerçevesinde güncel propaganda taktikleri belirlenir. Parti liderlerinin karizması<br />

yaratılır. Çevrelerinde olumlu bir efsane oluşturulur. Propaganda da kullanılacak simgeler, sloganlar,<br />

kalıplaşmış tutumlar saptanır. Alay, gülmece veya karşı parti yöneticilerini gülünç gösterecek olaylar<br />

birer “silah” olarak kullanılır. Karşı propaganda kaynakları hakkında güvensizlik yaygınlaştırılır. Bununla<br />

birlikte, karşı tarafın ne denli eleştirileceği önemli bir taktik sorun ve dozu iyi ayarlanması gereken bir<br />

tekniktir. Kendilerini haklı, diğer tarafı haksız gösterme yaygın kullanılan bir taktiktir. İktidar partisi<br />

büyümeden, ilerlemeden ve ülkede artan refah gibi başarılı yönlerden söz ederken muhalefet partileri<br />

pahalılık, sosyal politikalarda azalma, işsizlik gibi sorunlu ve başarısızlık içeren noktalara vurgu yapar.<br />

Başbakan ile muhalefet partisi liderlerinin, ülkenin geleceğini planlamaktansa karşılıklı eleştiri<br />

geliştirmeleri birer propaganda stratejisidir. Ayrıca, iş dünyası, kültür-sanat gibi alanların ünlü isimlerinin<br />

parti yönünde tavırlarını açıklamaları; uzmanların partiyi savunan konuşmaları etkili taktiklerdir.<br />

Propaganda kaynağının güvenilir olması etkiyi artırır.<br />

Uzun vadeli propaganda da bilimsel yayınlar, kitaplar, dergiler, milli eğitim müfredatı etkili olur.<br />

Partiye taraftar geniş bir kitle yaratılmaya çalışılır. Kısa vadeli propaganda da ise en çok kitleye en kısa<br />

sürede ulaşılmaya çalışılır. Bunun içinde radyo, televizyon, gazete, telefon ve sosyal medya temel iletişim<br />

araçlarıdır.<br />

En çok yararlanılan yedi propaganda tekniği ise şöyle açıklanabilir:<br />

• Ad takma: Bir düşünce ya da gruba kötü nitelendirici bir isim takma olarak da bilinir.<br />

Böylelikle söz konusu düşünce ya da grup hiç dinlenmeksizin reddedilir. Reklamcılık alanında<br />

rakip firmanın adı telaffuz edilmek istenmediği için pek kullanılan bir yöntem değildir. Ad<br />

takma daha çok siyasal kampanyalarda görülür. Örneğin bir taraf için “özgürlük savaşçısı” olan<br />

bir grup bir başka taraf için “asiler” ya da “direnişçiler” şeklinde nitelenebilir.<br />

• Gösterişli genelleme: Bir şeyi etkin bir sözcükle “iyi” kabul edilen bir deyimle ilişkilendirmek<br />

demektir. Böylelikle söz konusu şeyi kanıtları gözden geçirmeksizin kabullendirme amacı taşır.<br />

Reklamcılık alanında yoğun olarak kullanılır. Örneğin “Kola hayat katar” gibi bir ifade bu<br />

şekilde yorumlanabilir.<br />

• Transfer: Bir şeyi saygı duyulan ya da olumlu kabul edilen sembol, simge ya da sözcük gibi bir<br />

başka şeye transfer ederek anlatma anlamına gelir. Transfer tekniği çağrışım yoluyla işler.<br />

Transfer bazen iki insanın birlikte fotoğraf çetirmesi yoluyla da işler; ünlü bir kişiyle bir resim,<br />

film, beste aracılığıyla geniş kitlelere ulaşılabilir ve olumlu çağrışımlar yoluyla propaganda<br />

başarıya ulaşabilir.<br />

• Tanıklık: Toplumda itibarlı kişilerin desteğini kullanmadır. Tanıklık hem reklamcılık hem de<br />

siyasi kampanyalarda sıklıkla kullanılan bir tekniktir.<br />

• Halktan biri: İzleyicilerle aynı gruptan olan bir bireyin ortalama insanlara yakınlığını ve benzer<br />

özelliklerini vurgulamak şeklinde tanımlanır. Özellikle siyasi kampanyalarda parti liderinin<br />

toplumu yeterince tanıdığını anlatmak için yararlanılır.<br />

• Kağıt derme: Bir düşünce ya da tezin doğruluğunu anlatmak için onu destekleyen görüş ve<br />

uygulamalara yer verme şeklinde açıklanabilir. Örneğin bir kitabın tanıtımını yaparken o esere<br />

ait eleştirmenlerin söylediği sadece olumlu şeylerden söz etme ve olumsuz eleştirileri hiç<br />

kullanmama ya da daha az kullanma bu yönde bir propaganda tekniğidir.<br />

• Herkes yapıyor: Evrensel destek temasının desteklenmesi anlamına gelir. Örneğin savaş<br />

zamanlarında bütün ülkelerde insanların fedakarlık yaptığı ve devlete destek verdiğinin altının<br />

çizilmesi bu tür bir propagandadır. “Herkes bu ürünü alıyor, sen de al” demek de aynı teknik<br />

içine girer.<br />

Bugünlede medyada karşılaştığınız mesajları düşünerek bunlarda<br />

hangi propaganda tekniklerinin kullanıldığını anlamaya çalışın. Örneğin sizce reklamlarda<br />

hangi teknikler uygulanıyor?<br />

49


İki Aşamalı Akış<br />

Amerika Birleşik Devletleri’ne Almanya’dan göç eden Paul Lazarsfeld, Viyana’da matematik dalında<br />

doktora eğitimi almış dolayısıyla iyi istatistik bilen bir araştırmacıdır. Lazarsfeld Viyana çevrelerinin<br />

kuramsal tartışma geleneğinin aksine kurgusal teorik bir tartışmanın yerine bilgi toplamaya ve<br />

davranışların çözümlenmesine öncelik verir. Ona göre bilimsel etkinlik, bilgi edinme olasılıklarının<br />

hesaplanması değil, deney gerçeklerini düzenlemeye dayanmalıdır. Her soru kavramlarla<br />

biçimlendirilebilir, bunlar sınıflandırma dizgeleridir, her kavram da matematiksel göstergelere çevrilerek<br />

kodlanabilir. Sonuçlar çok boyutlu ve yalnızca olasılık düzeyindedir (Maigret, 2011). Böylelikle deneysel<br />

araştırma geleneğinin öncü çalışmaları Avrupa’dan Amerika’ya göç eden araştırmacı Paul Lazarsfeld ve<br />

ekibinin tarafından hayata geçirilir. “İnsanların Seçimi (The People’s Choice)” adlı çalışması (1944), 20.<br />

yüzyıl sosyal bilim çalışmaları içerisinde o zaman değin yapılmış en yaratıcı araştırma tasarımı olarak<br />

kabul edilir. Bu yöntem daha sonraki kamuoyu yoklamaları, pazar ve tüketici araştırmalarına temel<br />

oluşturur.<br />

Lazarsfeld’in yaptığı araştırmalar sonucunda, medyanın seçim kampanyalarının insanların oy verme<br />

davranışı üzerinde doğrudan etkisinin olmadığı ve aynı şekilde seçmenlerin edilgen şekilde tesadüfi<br />

olarak oy kullanmadığını gösterir. Seçmenlerin siyasi parti tercihi ve oy kullanma davranışının üç<br />

değişkenden hareketle açıklanabileceği görülür: Sınıf, coğrafi aidiyet ve din. Araştırmada dernekler ya da<br />

kiliseye üyelik, önceki politik tercihler, ikamet edilen mahalle ya da bölge, aile ve arkadaş gruplarına<br />

ilişkin yöneltilen sorular doğrultusunda ulaşılan demografik ve sosyo-ekonomik göstergeler<br />

doğrultusunda politik kararlar analiz edilir. Çalışmaların önemli bir sonucu olarak bireylerin içinde<br />

bulunduğu sosyal ağların kent yaşamında da devam ettiği dolayısıyla iletişim araştırmalarında ihmal<br />

edilmemesi gereken bir boyut olduğudur. Her ne kadar geleneksel toplumlarda olduğu gibi güçlü olmasa<br />

da yüz yüze iletişimin ya da bireyler arasındaki etkileşimin önemini koruduğu görülür. Aile, yakın dost ve<br />

arkadaşlar arasındaki konuşma ve tartışmalar politik tercihleri belirlemektedir. Özellikle kararsızlar<br />

seçimlerde oy verme tercihlerini aile ve arkadaş grupları arasındaki konuşmalarda hatta onların baskıları<br />

sonucunda netleştiğini belirtirler.<br />

Lazarsfeld ve ekibi, medya mesajlarının kendi başlarına etkili olmadıklarını, kanı önderi ya da<br />

kamuoyu lideri olarak adlandırılan insanların diğer insanların moda, oy kullanma gibi konularda etkileme<br />

gücüne sahip olduklarını belirtir. Onlara göre medyadan seçmenlere/izler kitleye doğrudan ulaşan bir<br />

mesaj akışı değil; medyadan kanı (kanaat) önderlerine ulaşan ve onlardan da kendi süzgeçlerinden<br />

geçirilmiş olarak grubun diğer üyelerine aktarılan bir mesaj akışı vardır. Bu nedenle kuramlarına “İki<br />

Aşamalı Akış” adı verilmiştir.<br />

Kamuoyu liderleri ya da kanı (kanaat) önderleri denilen kişiler, ortalama insanlara göre medyayı ve<br />

siyasal gelişmeleri daha çok takip eden, halk arasında eğitimi ve yaşam deneyimi fazla olan, kuvvetli<br />

öngörüye sahip, saygınlığı olan kişilerdir. Bunlar her zaman yüksek eğitim, zengin olmak gibi özelliklere<br />

sahip olmayabilirler. Ancak bu kişiler medyadan aldıkları bilgileri kendi bilgi, deneyim ve görüşleri<br />

doğrultusunda değerlendirip kendi yorumlarını da katarak çevrelerindeki insanlara aktarırlar. İki Aşamalı<br />

Akış Kuramı’na göre medya, tutum ve davranışları yönlendirmede yalnız başına etkili değildir; kanı<br />

önderlerinin yönlendirmeleri bu etkide daha üstün gelmektedir. İnsanlara ne yapmaları ya da nasıl<br />

davranmaları gerektiğini medyadan ziyade kendi cemaat ya da grup içinde saygınlığı olan kişiler telkin<br />

etmekte ve bu kişilerin etkisi medyadan daha fazla olmaktadır (Baran ve Davis, 2003).<br />

Örneğin özellikle seçim dönemlerinde cemaat ya da grup içi bağların kuvvetli olduğu ortamlarda<br />

insanlar, belirli kanı önderlerinin telkinleri doğrultusunda oy verebilmektedir. Kanı önderleri; din<br />

adamları, öğretmenler, muhtarlar, köyün en yaşlısı gibi eğitim, bilgi ya da yaşam deneyimine sahip<br />

insanlardan oluşmaktadır. Böylelikle ilk kez olmasa da Lazarfeld’in çalışmasıyla birincil gruplar, yeniden<br />

iletişim çalışmalarının ilgi alanına girer.<br />

Gerçekleştirilen araştırma sonucunda Lazarsfeld ve ekibi medya etkileri konusunda üç farklı ve<br />

önemli etki tespiti yapar:<br />

i. Aktifleme: Siyasal kampanyalar insanların var olan yönelimlerini aktifler. Çünkü insanlar zaten<br />

medyadan kendi yönelimlerine uygun olan içerikleri seçerler ve bu onlar için etkili tartışmaları<br />

50


takip ederler. Bu içerikler insanların toplumsal konumlarından kaynaklanan tercihlerini<br />

gerçekleştirmeleri için teşvik eder; bu aktifleme durumu doğrudan bireylerin davranışlarına<br />

yansır. Örneğin seçim günü geldiğinde zaten beğendiği siyasi parti liderine oyunu verir.<br />

ii. Güçlendirme: Lazarsfeld’in araştırmasında daha seçim için siyasal kampanyalar ya da<br />

propaganda çalışmaları başlamadan önce seçmenlerin yarısından çoğu bilinçli şekilde kime oy<br />

vereceğinin kararını almış durumdadır. Bu tür seçmenler için propagandanın anlamı farklıdır.<br />

Kampanyayı tasarlayanlar için de bu nokta önemlidir; kararlı seçmenler kendi adaylarının<br />

propagandasını seçerek takip etmekte; çünkü onlar da aslında doğru yerde olduklarından ve<br />

doğru siyasetçiye oy verdiklerinden emin olmak istemektedirler. Onların da kendi tutumları<br />

medyadan seçerek aldıkları içerikle pekiştirmektedir. Dolayısıyla medya, insanların sahip<br />

oldukları tutum ve fikirlerin daha da güçlenmesini ya da kuvvetlenmesini sağlamaktadır.<br />

iii. Değiştirme: Çok başarılı ve sözcüklerin yaratıcı ve etkin kullanımıyla insanların düşüncelerinin<br />

etkilenebileceği görüşü yaygın olsa da Lazarsfeld’in çalışmaları bu bakışı onaylamamaktadır.<br />

Siyasal kampanyalar, bireylerin adaylara ilişkin var olan tutum ve görüşlerini değiştirmede<br />

başarılı olamamaktadır. Medyanın en zor yapabildiği etki, bireylerin görüşlerinin<br />

değiştirilmesidir. Örneğin bireyler, kendi görüşleri ve yaşam tarzlarına uygun olmayan bir<br />

siyasal partinin seçim kampanyasından etkilenmemekte ve o partiye oy vermeleri nadiren<br />

gerçekleşmektedir.<br />

İKNA KAVRAMI VE İKNA ÇALIŞMALARI<br />

İkna iletişim çalışmalarında hayli ilgi çeken bir konudur. Bir ürünün satılması, siyasi bir lidere oy<br />

verilmesi, sigarayı bırakma ya da kan davasını sürdürmenin anlamsızlığına insanları ikna etmek<br />

gereklidir. İkna, akılcı ya da sembolik yollarla insanları yeni bir eyleme yöneltme, bir fikri ya da ürünü<br />

benimsetmede klavuzluk etmedir. İknada baskı ve zorlayıcı teknikler değil; fikri çekici kılma esastır.<br />

Ancak ikna, her zaman akılcı ve insanların yararına olmayabilir. İkna, bir davranış ya da tutum değişikliği<br />

gerçekleştirmedir. Siyasal alandan dini söylemelere kadar kamu spotları, büyük afişler, el ilanları ve<br />

broşürler, kısa ya da uzun metrajlı filmler gibi pek çok yöntem kitle iletişim araçları aracılığıyla insanları<br />

ikna etmede hep kullanılmıştır.<br />

İkna insan yaşamında her zaman var olmuştur. Çünkü insanlar kendi anne, baba, eş, arkadaş gibi özel<br />

çevrelerinden tutun da seçmenler ya da tüketiciler gibi daha geniş çevreleri ikna etmeye çalışırlar.<br />

Yüzyıllardır insanlar ikna etmede sağduyu ve içgüdülerini kullanmışlardır. Aristo, “ikna sanatı”<br />

anlamında kullanılan “rhetorik (retorik)” konusunda çalışan ilk düşünürlerdendir. Yıllar sonra kitle<br />

iletişiminin yaygınlık kazanmasının ardından ikna konusunda sistemli ve bilimsel çalışmalar yapılmaya<br />

başlanır. ABD’de 1937 yılında kurulan Propaganda Analizi Enstitüsü, “propagandanın yedi tekniği”<br />

sınıflandırması ile öncü ve detaylı çalışmasını 1938 yılında yayınlamıştır. İkna çalışmalarının arka<br />

planında kitle iletişim araçlarından korku vardır; çünkü iki dünya savaşının ardından propagandanın<br />

kitleleri nasıl peşinden sürükleyebildiği ve kalpleri fethedebildiği görülmüştür.<br />

Hovland’ın Askerlerle Laboratuvar Çalışmaları<br />

ABD’nin deniz üssü olan Pearl Harbor limanı 7 Aralık 1941 tarihinde Japonya tarafından bombalanır.<br />

Ardından da Japonlar, Amerika için önem taşıyan Filipinler’e saldırır. Bu gelişmeler üzerine dönemin<br />

ABD Başkanı Franklin D. Roosvelt, Japonya’ya savaş açtıklarını duyurur. Böylelikle II. Dünya Savaşı,<br />

ABD ve Japonya’yı da içine alarak Pasifik ülkelerini de kapsayacak şekilde geniş bir alana yayılır.<br />

ABD’de ülke çapında seferberliğin ilan edilmesinin ardından 15 milyon; çoğunluğu erkek olsa da<br />

kadınların aralarında da bulunduğu gönüllü siviller, orduya katılarak asker olmak için kayıt yaptırır. İşte<br />

bu ortamda ABD ordu komutanı Hollywood’dan destek ister ve yönetmen Frank Capra, 50’şer dakikadan<br />

oluşan yedi belgesel hazırlar. Belgeseller “neden savaşmalıyız” konusunu ele almakta ve Nazi<br />

askerlerinin başarılarını anlatmaktadır. ABD ordusu bu belgesellere, insanları savaşa hazırlamada ve ikna<br />

etmede birer eğitim materyali gözüyle bakar.<br />

Amerikalı araştırmacı Carl Hovland, askerlere propaganda içerikli filmler izlettirerek hem onları<br />

savaşma konusunda eğitmeye hem de medya aracılığıyla yapılan propagandanın askerler üzerindeki<br />

etkilerini ölçmeye çalışır. Hovland’ın çoğunluğu psikologlardan oluşan kalabalık bir araştırma ekibi<br />

51


vardır. Askerleri deney ve araştırma grubu olmak üzere ikiye ayırır. Capra’nın belgesellerini izlettikten<br />

sonra onlara anket verir ve anket sonuçları istatistik kullanılarak analiz eder.<br />

Çalışmanın amaçlarından biri askerleri neden savaşmaları konusunda bilgilendirmektir. Belgeseller<br />

hava savaşıyla ilgili askerlerin bilgilenmesinde işe yaramaktadır ve bilgilenmelerini sağlamakta etkilidir.<br />

Eğitim seviyesi yüksek olan askerlerin, eğitimi daha az olanlara göre daha fazla bilgilendiği ortaya<br />

çıkmıştır.<br />

Bununla birlikte, filmlerin yapılmasının temel amaçlarından olan “savaşmaya motive etme”<br />

konusunda belgeseller başarılı bulunmamıştır. Deney grubunda bulunan askerlere yoğun propaganda<br />

içeren filmler izlettirilmesine rağmen bu grupta bulunan askerlerin savaşma motivasyonunda önemli bir<br />

artış yaratılamamıştır. Deney grubu ile kontrol grubu arasında savaşmaya ikna olma ve motivasyonun<br />

yükselmesinde anlamlı farklılıkların bulunmaması; ilk dönemin uyaran-tepki modelinden hareketle<br />

doğrudan, “güçlü ve ölçüsüz etkileme” görüşünün terk edilmesine yol açar. Çünkü bu araştırmaların<br />

bulguları ilk dönemde olduğu gibi medyanın, insanların tutumlarını değiştirmede ve ikna etmede sanıldığı<br />

kadar güçlü olmadığını ortaya koyar.<br />

Hovland ikna konusundaki araştırmalarına Yale Üniversitesi’nde kurduğu iletişim araştırmaları<br />

programında devam eder. “İletişim ve İkna”, “İknada Sunuş Sırası”, “Kişilik ve İkna Edilebilirlik”,<br />

“Tutum Örgütlenmesi ve Değişim” ve “Sosyal Yargı” bu programda yapılan araştırmalardan hareketle<br />

kaleme alınan kitaplardır. “İletişim ve İkna” daha sonraki çalışmalarda sıklıkla kullanılmıştır. Kaynak<br />

güvenirliği ve korku çekiciliği pek çok çalışmaya öncülük etmiştir. Bu iki konu ayrıca açıklanabilir<br />

(Severin ve Tankard, 1994).<br />

Kaynak Güvenirliği: İletişim etkinliklerinde iletişimcinin üzerinde kontrol kurabildiği<br />

değişkenlerden biri kaynağın seçimidir. Doğru kaynağın mesajın etkisini artırabileceğine ilişkin yaygın<br />

bir inanç vardır ve hem Hovland hem de takipçileri bu konuda pek çok çalışma yapmışlardır. Düşünce ya<br />

da ürünle ilgili konuşacak etkili kaynağın seçimi, temel olarak tanıklık adı verilen propaganda tekniğiyle<br />

ilgilidir. Kaynak, samimi ve güvenilir olarak algılandığında mesajın ikna gücü de artar. Ayrıca kaynağın<br />

inanılırlığı ve kaynağın sevilmesi iknanın kabulünü ve inanılırlığını etkileyen önemli etkenlerdir.<br />

Hovland ve Weiss kaynağın güvenirliğinde iki önemli faktöre dikkat çekerler: Uzmanlık ve güvene<br />

değerlik. Örneğin reklamlarda uzman kullanılması, ürüne olan güveni artırmaktadır. Bu nedenle de diş<br />

macunu reklamlarında marka önerisi sıklıkla diş hekimleri tarafıdan yapılmaktadır.<br />

Korku Çekiciliği: Kitle iletişiminde kullanılan tekniklerinden bir diğeri de izleyicide korku yaratmak<br />

ya da onu tehdit etmektir. Bu durum, ileri sürülen tavsiyelere uymadıklarında başlarına gelebilecek<br />

olumsuzluklara dikkat çekerek izleyicilerin korku aracılığıyla ikna edilmeye çalışılması şeklinde<br />

açıklanabilir. Trafik kazalarında emniyet kemeri takmayı özendirmek için “bağımlı olamamak için<br />

bağlanın”, sigara karşıtı kampanyada da “sigara sizi bırakmadan sizi onu bırakın” mesajlarının verilmesi<br />

bu yöndeki örnekler arasındadır.<br />

Siz de yakın dönemde gerçekleştirilen sosyal amaçlı kampanyaları<br />

düşününüz ve kaynak güvenirliğine ilişkin örneklerin yer aldığı kampanyaları bulmaya<br />

çalışınız. Örneğin Türkan Şoray’ın rol aldığı bir sosyal kampanyayı hatırlıyor musunuz?<br />

Riley ve Riley’in Sosyolojik Modeli<br />

Hovland’ın öncülüğünde pozitivist perspektiften, laboratuvar ortamında ve bireylerin tutumlarının<br />

psikolojik açıdan ölçmeye çalışan yaklaşımın ötesine geçilir. 1950’lerde toplumda kitle iletişiminin<br />

işleyişinin ve etkilerinin sosyolojik analizi yapılmaya başlanır. Sosyolog Talcott Parsons iletişimin<br />

sistemdeki anlamı ve sistemi bir arada tutmada rolünü irdeler. Riler ve Riley ise iletişimin sosyolojik bir<br />

modelini konusunda kafa yorar. L. Pye ve disiplinler arası araştırma ekibi ise geleneksel toplumdan<br />

modern topluma geçmede iletişim ve sorunlarını ele alır. 1960’larda, psikoloji disiplininden yararlanan<br />

çalışmaların yanısıra sosyoloji alanındaki gelişmelerden yararlanan iletişim araştırmalarında da artış<br />

görülür. Her ikisi de sosyolog olan John W. Riley ve Matilda W. Riley 1959 yılında bir iletişim modeli<br />

geliştirirler. Literatürde Riley ve Riley olarak anılan araştırmacıların modeli iletişime şu yenilikleri<br />

getirir:<br />

52


i. Lasswell’i takip eden araştırmacıların çalışmaları, kitle iletişiminde referans gruplarının önemini<br />

açığa çıkarır. Gönderici ya da kaynak, mesajın ya da iletinin kendisi ve alıcı arasındaki<br />

etkileşimde, alıcıların tutumlarını ve inançlarını oluştururken ya da eylemde bulunurken<br />

kendilerini karşılaştırdıkları veya özdeşleştirdikleri referans gruplarının etkili olduğu öne sürülür<br />

ve iletişim modeline dâhil edilir.<br />

ii. Araştırmaların devamında grubun yapısı, diğer gruplarla olan ilişkisi ve toplumsal yapı içindeki<br />

yeri gibi konularda çalışılır. Toplumdaki resmi kurum ve kuruluşlar, birinci ve ikinci referans<br />

grupları ve tüm bu grupların ilişkide bulunduğu daha geniş toplumsal yapı, modelde kitle<br />

iletişim sürecinin alıcı tarafına yerleştirilir. Böylelikle her çeşit grup üyelikleri ve aidiyetlerinin<br />

birbirinden bağımsız olmadığı ve gerçekte her birisinin bir etkileşim içerisinde olduğu<br />

vurgulanır.<br />

Şekil 2.7: Riley ve Riley Modeli I<br />

iii. Tıpkı alıcı (A) gibi kaynak (G) da toplumsal bir yapının içerisinde farklı referans gruplarıyla<br />

ilişki halindedir. Kaynağın içinde bulunduğu ilişkiler daha farklı bir nitelik sergiler. Ekonomik<br />

gruplar tarafından bir tekelden söz edilebilir ve bu tekel durumu alıcının geri bildiriminde daha<br />

da belirginleşir. Riley ve Riley’e göre kaynak mesajını aynı sistem içerisindeki öteki kişilerin ve<br />

grupların etkinlikleri ve beklentilerine uygun şekilde gönderir. Böylelikle modelin ikinci<br />

basamağı da kurulmuş olur.<br />

Şekil 2.8: Riley ve Riley Modeli II<br />

iv.<br />

Riley ve Riley son aşamada sosyolojik bir model geliştirirler ve onlara göre kitle iletişimi hem<br />

etki ettiği hem de etkilendiği daha geniş bir toplumsal sürecin parçasıdır. Bu model kitle<br />

iletişimini toplumsal yapıdan izole ele almaması açısından başarılıdır. Bununla birlikte yanıt<br />

veremediği pek çok soru vardır. Bu soruların bazıları şunlardır: Kitle iletişimi toplumun<br />

işleyişiyle nasıl bir ilişkiye sahiptir? Kitle iletişiminin toplumdaki rolü nedir?<br />

53


Şekil 2.9: Riley ve Riley’in Kitle İletişim Modeli<br />

Model incelendiğinde kaynak ile alıcı arasında karşılıklı bir mesaj alışverişi görülür. Dolayısıyla bu<br />

model, ilk iletişim araştırmalarının düz, doğrusal ve tek yönlü bir iletişim algılayışından farklıdır. Kaynak<br />

ile alıcı arasında basit bir mesaj alışverinden daha çok bir etkileşim söz konusudur. Bu etkileşim süreci<br />

ise bireylerin toplumsal bağlamlarından yalıtılmış ve onların bireysel yaşantıları üzerine kurulu bir<br />

paylaşım değil, her iki tarafında içinde bulunduğu toplumsal bağları dikkate alan bir yaklaşımdır.<br />

Doğrudan bir mesaj alışverişi değil içinde bulundukları referans gruplarının etkisinde ve bireylerin<br />

toplumdaki rollerinden süzülerek gerçekleşen bir iletişim edimidir. Gruplar önemlidir; bireyler medya<br />

mesajlarını gruplara taşırlar ve grup içerisinde değerlendirmeler sonucunda medya mesajları yorumlanır.<br />

İrfan Erdoğan ve Korkmaz Alemdar (2002), Öteki Kuram Kitle İletişimine<br />

Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi, Ankara: Erk Yayınevi.<br />

Sonuç olarak yüz yıllık iletişim araştırmaları tarihine bakıldığında temeli atan iletişim çalışmalarının<br />

dönemin iletişim araçlarından belli bir korkuya sahip olduğu görülür. Çünkü medya aracılığıyla insanları<br />

rahatlıkla manipüle ettiği (yönlendirdiği) düşüncesi hâkimdir. Bu nedenle de medyanın insanları etkileme<br />

kapasitesinin yüksek olduğu öne sürülür. Psikoloji ve sosyal psikoloji disiplinleri içerisinden yapılan ilk<br />

araştırmalar, Sihirli Mermi ya da Gümüş İğne kuramları medya mesajlarını birer uyaran olarak görürken<br />

insanların tepki olarak tutum ve davranış değişikliği göstereceğini belirtir. Şiddet içerikli sessiz sinemanın<br />

çocukları şiddet yatkını yapacağı ön kabulüyle çalışmalar yapılır. Çünkü medyanın kısa vadede, doğrudan<br />

ve istendik şekilde etkileyebileceği düşüncesi egemendir. Medyaya böylesi karamsar bakışın nedeni de<br />

19. yüzyılın kitle hareketleri sonucunda ulaşılan kitle toplumudur.<br />

1940’lı yıllardan 1960’lara uzanan zaman diliminde yani iletişim araştırmalarının ikinci döneminde<br />

medyanın öne sürüldüğü gibi çok güçlü bir etkileme potansiyeline sahip araçlar olduğu görüşünden<br />

uzaklaşılır. Çünkü laboratuvarda ve sahada yapılan bilimsel araştırmalar bu görüşleri desteklemez. Kitle<br />

iletişim araçlarının kültürel tüketicileri, edilgen izleyiciler olarak değil medyadan aldıkları mesajlar içinde<br />

bulundukları toplumsal gruplar, yerleşim alanı ve kültürel iklim gibi farklı toplumsallıklar bağlamında<br />

yorumlayan topluluklardır. Kitle iletişim araçları ise “sınırlı ya da zayıf etkilere” sahiptir. Dolayısıyla bu<br />

dönemin kuramları, süreç açısından ilk dönemin takipçisi gibi görünse de etki meselesine yaklaşımı,<br />

tanımlaması ile araştırma tasarlama ve verileri yorumlama bakımından farklı bir dönemdir.<br />

İletişim sürecini analiz etmeye çalışan modeller ise tek yönlü ve çizgiseldir. Başarılı ve olumlu bir<br />

iletişim için kafa yoran matematikçiler Shannon ve Weaver çizgisel modellerine gürültü öğesini dâhil<br />

ederek mesajın nasıl mükemmel taşınacağına kafa yorarlar. Lasswell’in çizgisel modeli de Shannon ve<br />

Weaver’la benzerliklere sahiptir; ancak teknik değil bireyler arası ve kitle iletişimini analiz amacı taşır.<br />

Kaynaktan hedefe uzanan her iletişim eyleminde “etki”nin kaçınılmaz olduğunu söyler. Schramm ise<br />

modelinde başarılı bir iletişimin kaynak ile alıcı arasındaki benzerlikle kurulabileceğini öne sürer.<br />

Dolayısıyla toplumdaki gruplar iletişim sürecinde önemli dinamikler olarak görülür. Riley ve Riley<br />

Modeli’nde ise sosyoloji disiplininin çerçeveyi çizer. Hem kaynak hem de alıcı mesajı kodlayan olduğu<br />

kadar yorumlayandır da. Tüm bu kodlama ve kod açma işlemlerinde etkili olan ise insanların içinde<br />

yaşadıkları gruplardır.<br />

54


Özet<br />

İletişim araştırmaları yaklaşık yüzyıllık bir tarihe<br />

sahiptir. İletişimin, bilimsel alanın gündemine<br />

girdiği yıllar dünya tarihi açısından da önemli ve<br />

geniş kitleleri ilgilendiren önemli olayların<br />

yaşandığı yıllardır. Bunların bir kısmı kitle<br />

iletişim araçlarıyla ilgilidir; gazete, radyo ve<br />

sessiz sinemanın yaygın üretim, dağıtım ve<br />

tüketimine geçilmiştir. Diğer kısmı ise askeri ve<br />

siyasi olaylardır: Sanayileşme ve Fransız<br />

devriminin ardından ulaşılan yeni toplum<br />

yapıları, büyük göçler ve Dünya savaşları ve<br />

ayrıca Rusya, Almanya, İtalya gibi Avrupa<br />

ülkelerinde görülen totaliter rejimler. Siyasal<br />

iktidarlar tarafından halkı ikna ve motive etmede<br />

özellikle radyo, gazete, afiş ve ilanların<br />

kullanılması ve bu araçlarla propagandaya<br />

başvurulması bu döneme rastlar.<br />

Uyaran-tepki olarak da adlandırılan ilk dönemin<br />

iletişim araştırmaları, sistemli bir kurama<br />

dönüşmemekle birlikte medyayı geniş halk<br />

topluluklarını etkileme, onların zihinlerini<br />

yönlendirme ve istendik yönde davranışlar<br />

sergilemede çok güçlü araçlar olduğunu öne<br />

sürer. Bu nedenle de modelleri düz, çizgisel ve<br />

tek yönlüdür. İzleyiciler, “kitle toplumu” olarak<br />

tanımlandığından medya karşısında savunmasız,<br />

eleştirel bakışı olmayan edilgen kişiler olarak<br />

kabul edilir. Bu nedenle, ilk dönemin çalışmaları<br />

“güçlü etkiler dönemi” olarak da adlandırılır.<br />

1940’lı yıllara kadar yapılan iletişim<br />

çalışmalarında medyaya sınırsız bir güç atfedilir.<br />

Propaganda ve ikna iletişim araştırmalarında<br />

başlangıcından itibaren önemli bir yere sahiptir.<br />

Propaganda, insan davranışlarını belirli bir fikir<br />

etrafında güdüleme (motive etme) ve<br />

yönlendirme olarak tanımlanır. Buradaki<br />

yönlendirme, belli çıkarları olan bir tarafın<br />

başkalarının kanılarını ve davranışlarını etkileme<br />

amacıyla planlanlı şekilde yapılan ikna teknik ve<br />

stratejilerinin kullanıldığı kampanyalardır.<br />

Propaganda çalışmalarında kendi tarafı<br />

olumlanırken karşı taraf olumsuzlanır.<br />

II. Dünya Savaşı sonrasında yapılan iletişim<br />

araştırmaları ilk dönemden bir kopuşu gerçekleştirir.<br />

Anket çalışmaları ve askerlerle laboratuvar<br />

ortamında yapılan çalışmalar, gelişen<br />

istatistiksel yöntemlerle çözümlenir ve bulgular<br />

“güçlü etkiler” varsayımını desteklemez. Lazarsfeld<br />

ve Hovland’ın çalışmaları, medyanın insanların<br />

tutumlarını değiştirmede ve ikna etmede<br />

sanıldığı kadar güçlü olmadığını ortaya koyar.<br />

İkinci dönemin çalışmaları da medyanın önemli<br />

bir araç olduğunu ancak düşünüldüğü gibi sınırsız<br />

etkilere sahip olmadığını; bireysel ve toplumsal<br />

değişkenler bağlı olarak sınırlı ya da zayıf<br />

etkilere sahip olduğunu öne sürer.<br />

1950’li yıllarda insanların içinde bulundukları<br />

gruplar ve medya tüketim ilişkisini ele alan<br />

kuramlar geliştirilir. İki Aşamalı Akış kuramı,<br />

grup liderine yani kanaat önderinin rolüne dikkat<br />

çeker. Riley ve Riley ise bireylerin medya<br />

mesajlarını gruplara taşıdığını ve grup içerisinde<br />

değerlendirmeler sonucunda medya mesajlarının<br />

anlamlandırıldığını belirtir.<br />

İkna, iletişim çalışmalarınıın başlangıcından<br />

itibaren önemli bir yere sahip olmuştur. İkna,<br />

toplumsal etkileme biçimidir. Sosyal<br />

kampanyalarda olduğu gibi her zaman akılcı ve<br />

insanların yararına olmayabilir. Sembolik yollarla<br />

insanları yeni bir eyleme yöneltme, bir fikri ya da<br />

ürünü benimsetmede klavuzluk etmedir.<br />

İnsanlarda davranış ya da tutum değişikliği<br />

gerçekleştirme amacı taşır. Politik liderlerden<br />

dinle ilgili konulara kadar ikna teknikleri<br />

kullanılır ve kitleleri ikna etme her zaman liderler<br />

tarafından arzu edilir. İknada iletişim araçları<br />

önemli bir yere sahiptir ve yüz yüze iletişim<br />

olanaklarının sınırlı olduğu günümüzde<br />

kampanyalar iletişim araçlarıyla yapılmaktadır.<br />

55


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Kitle iletişimi ilk kez hangi yüzyılda ve hangi<br />

ülkede bilimsel çalışma konusu olmuştur?<br />

a. 20. yüzyılda Fransa’da<br />

b. 20. yüzyıl başlarında İngiltere’de<br />

c. 20. yüzyıl başlarında Amerika’da<br />

d. 19. yüzyılda Rusya’da<br />

e. 20. yüzyıl sonlarında Amerika’da<br />

2. Kitle iletişim araçları 1920-1960 yılları arasında<br />

aşağıdaki amaçlardan hangisi için<br />

kullanılmamıştır?<br />

a. Kitleleri ikna etmek<br />

b. Savaşta motivasyon sağlamak<br />

c. Bir ideolojiyi yaymak<br />

d. Ticaret yapmak<br />

e. Ortak algı oluşturmak<br />

3. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1930’lu yıllar<br />

da sessiz sinemaların araştırma konusu edilmesinin<br />

nedeni aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Çocukları şiddeti özendirmesi<br />

b. Sinemanın yaygınlaşması<br />

c. Radyoya rakip olması<br />

d. Gazetelere rakip olması<br />

e. Tesadüf olması<br />

4. Medya mesajları karşısında halkı pasif kabul<br />

eden ve halkın tutum ve davranışlarını<br />

değiştirebileceğini öne süren model<br />

aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Propaganda modeli<br />

b. Etki modeli<br />

c. İki aşamalı kuramı<br />

d. Aktifleme kuramı<br />

e. Uyaran-Tepki modeli<br />

5. Bireylerin çevresindeki herhangi bir nesne,<br />

toplumsal konu ya da olaya yönelik deneyim,<br />

bilgi, duygu ve güdülerine dayanarak örgütlediği<br />

zihinsel, duyusal ve davranışsal bir tepkinin ön<br />

eğilimine ne ad verilir?<br />

a. Tutum<br />

b. Algı<br />

c. İçgüdü<br />

d. Davranış<br />

e. Tepki<br />

6. Aşağıdakilerden hangisi bir propaganda tekniği<br />

değildir?<br />

a. Ad koyma<br />

b. Gösterişli genelleme<br />

c. Transfer<br />

d. Tanıklık<br />

e. Sessiz sinema<br />

7. Aşağıdakilerden hangisi modeline gürültü öğesini<br />

dahil etmiştir?<br />

a. H. Lasswell<br />

b. P. Lazarsfeld<br />

c. Shannon ve Weaver<br />

d. Riley ve Riley<br />

e. C. Hovland<br />

8. Lasswell’e göre aşağıdakilerden hangisi iletişim<br />

zincirinin işlevlerinden biri değildir?<br />

a. Çevreye egemen olmak<br />

b. Toplumsal tarihi bir nesilden nesle aktarmak<br />

c. Kitle iletişim araçlarıyla halkla iletişim<br />

kurmak<br />

d. Meslekler arasında dayanışmayı geliştirmek<br />

e. Farklı eğilimlere destek vermek<br />

9. Aşağıdakilerden hangisi iletişim araştırmalarına<br />

sosyolojik bir bakış getirmiştir?<br />

a. Harold Lasswell<br />

b. Riley ve Riley<br />

c. Shannon ve Weaver<br />

d. Paul Lazarfeld<br />

e. Carl Hovland<br />

10. Kendi dışımızdaki insanları çekici bir öğe ile<br />

etkilemeye ne ad verilir?<br />

a. Propaganda<br />

b. İkna<br />

c. Kamuoyu<br />

d. Seçim<br />

e. Kanaat önderliği<br />

56


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. c Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. d Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları<br />

nın Gündeme Geliş Koşulları” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

3. a Yanıtınız yanlış ise “Sessiz Sinema ve<br />

Çocuklar Üzerine Etkisi” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

4. e Yanıtınız yanlış ise “Uyaran-Tepki Modeli”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

5. a Yanıtınız yanlış ise “Uyaran-Tepki Modeli”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

6. e Yanıtınız yanlış ise “Propaganda Kavramı ve<br />

Propaganda Çalışmaları” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

7. c Yanıtınız yanlış ise “İkinci Dünya Savaşı<br />

Sonrası” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

8. d Yanıtınız yanlış ise “Propaganda Kavramı ve<br />

Propaganda Çalışmaları” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

9. b Yanıtınız yanlış ise “İletişim Çalışmalarına<br />

Sosyolojik Bakmak” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

10. b Yanıtınız yanlış ise “İkna Kavramı ve İkna<br />

Çalışmaları” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

57<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

Kitle toplumu, kapitalizmle ulaşılan bir toplum<br />

yapısıdır. Sanayileşme, modernleşme ve<br />

kentleşme süreçlerinin bir sonucudur. Kitle<br />

toplumu geniş ölçekli sanayileşmeyi,<br />

işbölümünde gelişkin uzmanlaşmayı ve<br />

bürokrasiyi ifade eder. Toprağa bağımlı yaşam<br />

tarzlarından ziyade kent nüfusunun hızlı artışını<br />

ve kent kültürünü anlatır. Bu süreçler sonucunda<br />

bireylerin birbirlerinden yalıtılmış; ancak yaşam<br />

tarzı itibariyle birbirlerine benzer insanların<br />

oluşturduğu bir toplumdur. Kitle toplumunda yüz<br />

yüze iletişim olanakları sınırlıdır ve iletişim<br />

önemi oranda iletişim araçları aracılığıyla<br />

gerçekleştirilir. 20. yüzyılda yeni fikirlerin,<br />

imgelerin ve tüketim kalıplarının kendini<br />

göstermesiyle birlikte yerel ve bölgesel olan pek<br />

çok inanç, değer ve günlük yaşam alışkanlıkları<br />

değişiklik gösterir. Kitle toplumunda kitle<br />

iletişim araçları, insanların gündelik yaşamında<br />

vazgeçilmez araçlar olarak yerini alır. İletişim<br />

araçları, kitle toplumunu ortaya çıkaran<br />

sanayileşme, modernleşme ve kentleşme<br />

oluşumlarının bir sonucudur. Ancak kitle<br />

toplumunun işleyişi de kitle iletişim araçlarının<br />

varlığına bağlıdır.<br />

Sıra Sizde 2<br />

İlk dönemin iletİşim araştırmaları düz, çizgisel ve<br />

tek yönlü bir bilgi, haber ve enformasyon akışını<br />

anlatan modellere dayanır. Araştırmaların temel<br />

amacı kitle iletişim araçlarının insanları nasıl<br />

etkilediğinin açığa çıkarılmasıdır. İlk iletişim<br />

araştırmaları, medya mesajlarının insanların<br />

tutumlarını istendik yönde etkileme ve<br />

yönlendirmede hayli güçlü etkilere sahip olduğu<br />

şeklinde abartılı bir ön kabule sahiptir. Bu<br />

yaklaşım medyanın etki gücünden de bir korku<br />

duyulması ya da tedirgin olunması gerektiğine de<br />

işaret eder ve bu nedenle de ilk dönem güçlü<br />

etkiler olarak da adlandırılır.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Son yıllarda sağlıklı yaşamı özendirmek için kitle<br />

iletişim araçlarından sıklıkla sigarayı bırakma<br />

kampanyaları yayınlanmaktadır. Bu<br />

kampanyalarda geçmiş yıllarda çok sigara içmiş<br />

ve kalp ve ciğer hastalığına sahip ortalama<br />

insanlar kullanılmaktadır. Bu hastalar sigara<br />

kaynaklı yaşadıkları sağlık sorunlarını anlatmakta<br />

ve sigara içmenin insan sağlığı için zararlarını<br />

telkin etmektedir. Buradaki teknik “halktan


iri”dir. Burada uygulanan teknik seçkin birisinin<br />

halka yaklaştırılması değildir. İkna gücünün<br />

artırılması için zaten halktan birisinin sesi ve<br />

sözü aracılığıyla korku faktörü kullanılmaktadır.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Örneğin UNICEF tüm dünyada olduğu gibi<br />

ülkemizde de çocukların durumlarını iyileştirmek<br />

için çalışmalar yapmaktadır. Çocukların<br />

sorunlarına dikkat çekmek ve farkındalık<br />

yaratmak için de sıklıkla kampanyalar<br />

düzenlemektedir. Kampanya sürecinde ve diğer<br />

zamanlarda mesajlarını vermek için ilgili ülkenin<br />

sevilen ve itibarlı ünlülerini “İyi Niyet Elçisi”<br />

olarak kabul eder. “Türk Sineması’nın Sultanı”<br />

lakaplı Türkan Şoray, Türkiye’de uzun yıllar<br />

sevilen bir sinema sanatçısıdır. Halk nezdinde<br />

saygınlığı, popüler bir yüz olması ve uzun yıllar<br />

sinemaya emek veren bir sanatçı olması<br />

nedeniyle UNICEF’in “İyi Niyet Elçisi” olarak<br />

seçilmiştir. Kız çocuklarının okullaşma oranını<br />

artırma kampanyalarında anne-babalara<br />

UNICEF’in kampanya mesajını iletmiştir. Annebabaların<br />

kız çocuklarını okula göndermeye ikna<br />

etmek için Türkan Şoray gibi hayran kitlesi geniş<br />

bir sanatçıdan güvenilir kaynak olarak destek<br />

alınmıştır.<br />

Yararlanılan Kaynaklar<br />

Baran, S. J. ve Davis, D.K. (2003). Mass<br />

Communication Theory. 3. Baskı. Toranto:<br />

Thomson Wodswoth.<br />

Bektaş, A. (2000). Kamuoyu, İletişim ve<br />

Demokrasi. İstanbul: Bağlam.<br />

David C. ve Heyer, P. (2011). İletişim Tarihi<br />

Teknoloji Kültür Toplum. 2. Baskı. Çev: B.<br />

Ersöz. Ankara: Siyasal Kitabevi.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki Kuram<br />

Kitle İletişim Yaklaşımların Tarihsel ve<br />

Eleştirel Bir Değerlendirmesi. Ankara: Erk.<br />

Dan, L. (2010). Medya Çalışmaları Teoriler ve<br />

Yaklaşımlar. İstanbul: Kalkedon.<br />

Dan, L. (2007). Key Themes in Media Media<br />

Theory. London: Open University Press.<br />

İnceoğlu, M. (2011). Tutum Algı İletişim. 6.<br />

Baskı. Ankara: Siyasal Kitabevi.<br />

Lowery, S. A. ve DeFleur, M. L. (1995).<br />

Milestones in Mass Communication Research<br />

Media Effects. 3. Baskı. New York: Longman<br />

Maigret, E. (2011). Medya ve İletişim<br />

Sosyolojisi. Çev: H. Yücel. İstanbul: İletişim.<br />

Mutlu, E. (1995). İletişim Sözlüğü. 2. Baskı.<br />

Ankara: Ark.<br />

Severin, W.J. ve Tankard, J. (1994). İletişim<br />

Kuramları Kökenleri, Yöntemleri ve Kitle<br />

İletişim Araçlarında Kullanımları. Çev: A.A.<br />

Bir ve N. S. Sever. Eskişehir: Anadolu<br />

Üniversitesi.<br />

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2006). İletişim<br />

Araştırma ve Kuramları. İstanbul: Beta<br />

Tüfekçioğlu, H. (1997). İletişim Sosyolojisine<br />

Başlangıç. Der Yayınları.<br />

58


3<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

Kamuoyunun oluşumunu tanımlayabilecek,<br />

Suskunluk sarmalı kuramını açıklayabilecek,<br />

Gündem belirleme kuramını tanımlayabilecek,<br />

Yetiştirme kuramını açıklayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Kamuoyu<br />

Suskunluk Sarmalı Kuramı<br />

Gündem Belirleme Kuramı<br />

Önceleme ve Çerçeveleme<br />

Kültürel Göstergeler Projesi<br />

Yetiştirme Kuramı<br />

İkinci Aşama Gündem Belirleme<br />

İçindekiler<br />

Giriş<br />

Kamuoyu Oluşturma<br />

Suskunluk Sarmalı Kuramı<br />

Gündem Belirleme Kuramı<br />

Önceleme ve Çerçeveleme<br />

İkinci Düzey Gündem Belirleme<br />

Yetiştirme Kuramı<br />

60


GİRİŞ<br />

Denis Mc Quail iletişim araştırmalarını üç ayrı dönem halinde sınıflandırır: Birinci dönem 19. yüzyıl<br />

sonları-1930’lar arasını, ikinci dönem 1940-60 arasını ve üçüncü dönem de 1960’lar sonrasını kapsar.<br />

1940’a kadarki ilk dönem iletişim araştırmalarında medyanın oldukça etkili bir şekilde insanları<br />

yönlendirme gücünün varlığına inanılmıştır. Bu dönemdeki anlayışa göre medya; insanların düşünce,<br />

inanç ve yaşam biçimlerini değiştirmekte, davranış ve tutumlarını etkilemektedir. Bunun nedenleri<br />

arasında; iletişim teknolojisindeki gelişmeler, şehirleşme ve endüstrileşmenin etkisi, atomize olmuş insan<br />

ve Birinci Dünya Savaşı’nda medyanın insanların beynini yıkadığına ve İkinci Dünya Savaşı öncesi<br />

faşizmin yükselişini sağlamasına olan inanç yer almaktadır. Bu doğrultuda da medyanın kamuoyuna<br />

yönelik sözcük mermileri fırlattığı ya da sihirli bir iğne yaptığı ve bunların da oldukça güçlü bir şekilde<br />

etkide bulunduğu savunulmuştur. “Sihirli mermi/hipodermik iğne” kuramları bu dönemde medyanın<br />

etkilerini açıklayan ilk çalışmalar olarak tarihteki yerini almıştır.<br />

1940’lardan başlayarak 1960’ların başına kadar olan dönemde medyanın etkilerine yönelik farklı<br />

bakış açıları geliştirilerek tutumların oluşumu ve değişimine odaklanılmıştır. İki aşamalı akış ve birincil<br />

grup etkisi gibi çalışmalar, medyanın etkilerinin hiç de sanıldığı gibi olmadığını, medyanın sınırlı etkilere<br />

sahip olduğunu ortaya koymuştur. Hâlâ da değerliliğini sürdüren bu yöndeki çalışmalarla birlikte seçici<br />

izleyici davranışına yönelik saha araştırmaları, “yararlar ve doyumlar” yaklaşımının çalışmalarınca<br />

desteklenmiştir. Joseph T. Klapper, bu dönem araştırmalarını “sınırlı etkiler” kavramıyla tanımlamıştır.<br />

1960’lardan sonra ise “sınırlı etkiler” anlayışına karşılık ortaya konulan araştırmalarda medyanın kimi<br />

düzeylerdeki etkilerine dönük anlamlı sonuçlar alınmıştır. Bu bağlamda gündem belirleme ve suskunluk<br />

sarmalı gibi kuramlar geliştirilerek “güçlü etkilere dönüş” anlamında etki araştırmaları etkisini<br />

göstermeye başlamıştır. Halen de bu yöndeki çalışmalar, sınırlı etkilere yönelik araştırmalarla birlikte<br />

devam etmektedir.<br />

Bu ünitede söz konusu süreç içerisinde önemli bir yere sahip olan suskunluk sarmalı, gündem<br />

belirleme ve yetiştirme kuramları üzerinde açıklamalarda bulunulacaktır. Ancak bu kuramların ortak<br />

noktasında yer alan kamuoyu kavramını öncelikle tanımlamak, kuramların anlaşılmasını<br />

kolaylaştıracaktır.<br />

KAMUOYU OLUŞTURMA<br />

Medyanın Etkilerine<br />

Yönelik Yaklaşımlar<br />

Üzerinde pek çok araştırma yapılmasına ve pek çok yerde sözü geçmesine karşın, kamuoyu kavramının<br />

anlamı konusunda ortak bir uzlaşı mevcut değildir. Bunun temel nedeni farklı bilim alanlarından düşünür<br />

ve araştırmacıların kavrama kendi bakış açılarından yaklaşmalarıdır.<br />

Kamuoyu kavramı Latince’deki “publicus” ve “opinion” sözcüklerinden türetilerek Batı dillerine<br />

girmiştir. Kavram, Fransızca’da “opinion publique”, İngilizce’de “puclic opinion” ve Almanca’da<br />

“offentliche meinung” şeklinde kullanılmaktadır. Dilimize Batı dillerinden geçen kavrama karşılık olarak<br />

ilk zamanlarda “efkâr-ı umumiye, umumi efkârı, amme efkârı, halk efkârı, kamu efkârı“ gibi ifadeler<br />

kulanılmıştır. Günümüzde ise kavram, kamu ve oy sözcüklerinin birleştirilmesiyle kamuoyu şeklinde<br />

kullanılmaktadır. Kamu sözcüğü şu anlama sahiptir: “Topluluk oluşturucu ortak çıkarlar çevresinde<br />

oluşan ve üyeleri bu ortak çıkarlar konusunda karar birliğine ulaşmak için etkileşimde bulunan toplumsal<br />

kesim.” Oy sözcüğünün anlamı da şu şekildedir: “Bir toplantıya katılanların, bir sorunla ilgili birkaç<br />

seçenekten birini tercih etmesi, rey.” Bu doğrultuda kamuoyu ise şu anlama gelmektedir: “Bir konuyla<br />

ilgili halkın genel düşüncesi, halkoyu.”<br />

61


Kavramın tarihçesine bakıldığında ise 18. yüzyıla uzanmak mümkündür. Kavramın ilk kez, 1741’de<br />

halkın düşüncesi, kamunun düşüncesi şeklinde İngilizler tarafından kullanıldığı belirtilmektedir.<br />

Fransızlar da kavramı 1744’te Rousseau’yla birlikte kullanmaya başlamışlardır. Ancak başka kaynaklarda<br />

kamuoyu kavramından, Montaigne tarafından 1588’de Fransızca olarak “I’opinion publique” şeklinde söz<br />

edildiği de yazılmaktadır. Bu anlamda, kavramı ilk kullanan düşünürün Montaigne olduğu kabul<br />

edilebilir (Atabek ve Dağtaş, 1998).<br />

18 ve 19. yüzyıllarda bazı ülkelerde şehirleşme, endüstrileşme, demoktarikleşme, medyanın<br />

yaygınlaşması ve okur yazarlık oranında görece bir artış yaşanmıştır. Bu da kamuoyu olgusunu<br />

beraberinde getirmiştir. Ancak kavram 20. yüzyılda sosyal bilimcilerin ilgisiyle birlikte, yoğun olarak ve<br />

bugünkü anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bazı bilim adamları kamuoyunun ölçüm tekniklerini<br />

incelemiş, geliştirmiş ve yaygınlaştırmıştır. Bazıları da kamuoyunun oluştuğu sosyal, siyasal ve<br />

psikolojik süreçleri incelemişlerdir.<br />

20. yüzyılda kamuoyu konusundaki çalışmalar üç temel yönde gelişmiştir (Atabek ve Dağtaş, 1998).<br />

Bunlar (1) Lowell’in etkili çoğunluk kuramı, (2) Lasswell’in siyaset biliminde psikolojiyi esas tutan<br />

iktidar kuramı, (3) Albig’in öncülüğünü yaptığı grup kavramı üzerine dayanan sosyolojik kuramdır.<br />

Lawrence A. Lowell’e göre belli bir konuda belirli bir kamuoyundan söz edilebilir. Ancak bunun bir<br />

koşulu vardır. Hem çoğunluğun hem de azınlığın kanaatlerinin açıklanması gerekir. Herkesi içeren<br />

kamuoyu olamaz. Dolayısıyla bir görüş kamuoyu olarak kabul edilebilir ama bu görüşün yurttaşların<br />

büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmesi zorunludur. Elbette, kamuoyundan söz edilebilmesi için<br />

azınlıkta kalanların baskı altında kalmadan, çoğunluğun görüşlerini paylaşmaları gerekmektedir. Ayrıca,<br />

kamuoyunun demokratik bir rejimde herkese açık olması gerekmektedir.<br />

Harold D. Lasswell’e göre ise siyasal güç ile bireylerin değer yargıları arasında bir ilişki<br />

bulunmaktadır. Lasswell, kamuoyu ile kamuoyunu oluşturan bireylerin kişisel kanaatleri arasında yakın<br />

bir ilişki görmüştür. Buna bağlı olarak, kamuoyunu yaratan düşüncelerin temellerini kişilerin<br />

psikolojilerinde aramaktadır. Siyasal iktidar, azınlık olan seçkinlerin elindedir. Bu seçkinler toplum<br />

üzerinde etkili olmayı denemektedirler. Bu nedenle kamuoyunu aktif ve pasif olarak iki başlıkta toplamak<br />

yararlı olacaktır. Düşünüre göre kamuoyu, üç toplumsal işleve sahiptir. Kamuoyu; kanaatlerin uyumuna,<br />

kanaatlerin gevşemesine ve kanaatlerin şiddet yoluna dökülmesine neden olabilir.<br />

Albig ise kamuoyunu sosyolojik açıdan açıklamıştır. Ona göre kamuoyu, bir grubun bireylerinin<br />

tartışmalı bir konuda birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileşimleri sonucu ortaya çıkan kanaatlerdir. Söz<br />

konusu grup içinde egemen bir kanaat bulunabilir. Ancak, farklı kanaatler de ortaya konulabilir.<br />

Günümüzde ise kamuoyunun ne olduğu ve nasıl öğrenilebileceği konusunda iki hâkim görüşün<br />

varlığından söz edilebilir. İlkine göre kamuoyu, bireysel düşüncelerin bir yığınıdır ya da kamuoyu<br />

araştırmacılarının ölçmeye çalıştığı şeydir. İkincisine göre ise çeşitli sorunlar hakkında kamuoyunun<br />

görüşü anket yöntemiyle tam olarak ortaya konulamaz. Bunun yerine birey kanaatlerinin biçimlendiği ve<br />

açıklandığı kolektif süreçlerin incelenmesi gereklidir. Çünkü kamuoyu, karşılıklı etkileşimin ve iletişimin<br />

bir ürünüdür.<br />

20. yüzyıla kadar kamuoyuna yönelik araştırmalar Avrupa’daki bilim insanları tarafından<br />

gerçekleştirilmiştir. Ardından özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki<br />

araştırmalar ön plana çıkmıştır. Medyanın propaganda ile kitleleri yönlendirmedeki etkisinin fark<br />

edilmesi, farklı düşünce akımlarının bu dönemde gelişme şansı yakalaması gibi unsurlarla birlikte halkın<br />

sesi, halkın vicdanı gibi nitelemelere sahip olan kavram, daha farklı anlamlar da kazanmaya başlamıştır.<br />

“Kamuoyu oluşturma” kavramı ise daha çok iletişim ve siyaset bilimi alanlarında medyanın rolü<br />

sorgulanırken kullanılmaya başlamıştır. Kamuoyu oluşturma, bir konu hakkında oluşan düşüncelerden<br />

hareketle, iletişim yoluyla karar vermeye kadar uzanan sürece karşılık gelmektedir. Kamuoyu oluşturmak<br />

ya da yaratmak, bir düşünceyi yaygınlaştırmak ve halkın dikkatini o düşünce etrafında toplamak ve<br />

yoğunlaştırmak anlamlarına gelmektedir.<br />

Literatürde kamuoyunu oluşturan araçlar denildiğinde dolaylı olarak aile, eğitim, kültür, toplumsal<br />

kontrol mekanizmaları gibi kurumsal sosyolojik araçlar ve kanaat, motivasyon, algı, tutum gibi bireysel<br />

psikolojik araçlarla; doğrudan siyasal grup ve partiler, baskı grup ya da örgütleri gibi siyasal araçlar ve<br />

medyanın etkilerine işaret edilir (Anık, 1994).<br />

62


Şekil 3.1: Kamuoyu Oluşturan Araçlar<br />

Kaynak: Anık, 1994’den uyarlanmıştır.<br />

Medya aracılığıyla “kamuoyunun oluşturulması”, aslında özgür ve demokratik toplumlarda<br />

kanaatlerin yönlendirilmesine karşılık gelen eleştirilere konu olmuştur. Demokratik rejimlerde kamuoyu,<br />

serbestçe oluşmaktadır. Demokratik olmayan rejimlerde ise kamuoyu oluşturulmaktadır. Serbest bir<br />

kamuoyunda haber ve düşünceler özgürce yayılabilir ve tartışılabilir. Ancak bunun için, tüm temel hak ve<br />

özgürlüklerin sağlandığı bir hukuk düzenine gereksinim bulunmaktadır. Böyle bir ortamda, başta<br />

haberleşme ve ifade özgürlüklerinin de aynı hukuk düzeni içerisinde garantiye alınması gerekli<br />

görülmüştür. Bu doğrultuda sağlıklı kamuoyu oluşumunun üç koşulu şöyle sıralanmıştır: İlk koşul<br />

bireylerin doğru haber almalarıdır. Bu da özgür iletişim ortamına bağlıdır. Diğer ikisi ise aldıkları bilgileri<br />

duygularından uzak, akıllarıyla değerlendirmeleri ve çıkar sağlama umuduyla kamu işlerine yakın bir ilgi<br />

göstermeleridir.<br />

Medya etkilerine dönük araştırmalar arasında kamuoyu kavramına en çok vurguda bulunan<br />

yaklaşımlar gündem belirleme ve suskunluk sarmalı olarak gösterilebilir.<br />

Kamuoyunun sağlıklı oluşabilmesinin üç koşulu nelerdir?<br />

SUSKUNLUK SARMALI KURAMI<br />

Suskunluk sarmalı kuramı (spiral of silence), Alman sosyolog Elisabeth Noelle-Neumann tarafından<br />

geliştirilmiştir. Kuram özünde, insanların azınlıkta olduklarını hissettiklerinde neden düşüncelerini<br />

açıklamaktan çekindiklerini açıklamaktadır. Noelle-Neumann suskunluk sarmalı kuramını, medya ve<br />

kamuoyu ilişkisini tanımlamak için geliştirmiştir. 1974 yılında geliştirilen kuram, 1980’li yıllarda medya<br />

araştırmalarında güçlü etkilere dünüşün öncülüğünü yapan kuramlardan biri olmuştur.<br />

Noelle-Neumann’ın “kamuoyu araştırmalarınca saptanan bireysel fikirlerin toplamı, kamuoyu olarak<br />

bilinen korkunç bir siyasal güce nasıl dönüşüyor?” sorusuna yanıt ararken geliştirdiği kuram; güçlü<br />

etkilere dönüşü temsil etmesinin yanında, Amerika dışında geliştirilmesi ve liberal-çoğulcu gelenek içine<br />

dahil edilmesi açısından da önemlidir.<br />

Noelle-Neumann kuramın nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatır: “Hipotezi her şeyden önce 1960’ların<br />

sonu 1970’lerin başındaki öğrenci olaylarına borçluyum; belki özellikle bir kız öğrencime. Ona bir gün<br />

amfinin önünde rastladım. Yakasında Hristiyan Demokrat Parti’nin bir rozeti vardı. ‘Sizin Hristiyan<br />

Demokrat Partili olduğunuzu bilmiyordum’ dedim. ‘Değilim zaten’ dedi. ‘Rozeti, Hristiyan Demokratik<br />

Partili olmanın nasıl olduğunu merak ettiğim için taktım’ dedi. Öğleleyin yeniden karşılaştığımızda<br />

yakasında rozet yoktu. Nedenini sordum. ‘Rozeti çıkarmak zorunda kaldım; öyle korkunçtu ki’ dedi”.<br />

Noelle-Neumann, suskunluk sarmalı kuramının önermelerine tarihte bazı düşünürlerin de değindiğini<br />

belirtir: “Suskunluk sarmalı gibi bir süreç hipotez olarak karşımıza çıktığında, bu sürecin gerçekliğini,<br />

geçerliliğini kontrol etmek için önümüzde iki seçenek vardı. Eğer böyle bir süreç varsa ve kanaatlerin<br />

63


oluşmasında ya da yok olmasında rol oynuyorsa, bu durumun önceki yüzyıllarda da bir yazar tarafından<br />

fark edilmiş olması gerekir. Böyle bir sürecin, duyarlı gözlemciler olarak dünya ve insanlık tarihi üzerine<br />

yazan filozofların, tarihçilerin ve hukukçuların gözünden kaçmış olması düşünülemez. Be nedenle<br />

geçmişte arama tarama yapmak üzere yola çıktığımda, Alexis de Tocqueville’in 1856 yılında yayımlanan<br />

Fransız Devriminin Tarihi adlı eserinde, suskunluk sarmalı dinamiğinin tasvirine rastlamam benim için<br />

bir umut işareti oldu. Tocqueville 18. yüzyılın ortalarında Fransız kilisesinin çöküşünden ve dini<br />

küçümsemenin Fransızlar arasında nasıl yaygın bir tutku haline geldiğinden söz eder. Kilisenin<br />

suskunluğunu ya da dilsizleşmesini bu durumun önemli bir nedeni olarak görür: Eski dini inançlarına<br />

bağlı kalanlar, yalnızca kendilerinin böyle düşünmesinden ürktüler ve bir yanılgıya düşmekten çok<br />

toplum dışı kalmaktan korktukları için, durum hiç de öyle olmadığı halde çoğunluk gibi düşünüyormuş<br />

gibi yapmaya başladılar. Böylece, toplumun yalnızca bir kısmının görüşü, herkesin görüşüymüş gibi<br />

algılandı ve bu aldatıcı görüntüyü verenler için bile karşı konulamaz hale geldi”.<br />

Tocqueville’nin düşüncelerinin yanında, suskunluk sarmalı kuramının önermeleri, Jean-Jacques<br />

Rousseau, David Hume, John Locke, Martin Luther, Machieavelli ve Johannes Hus’un düşüncelerinde de<br />

yer almaktadır.<br />

Temel olarak suskunluk sarmalı kuramı şu görüşe dayanır: İnsanlar belli bir görüşü benimsemede<br />

yalnız olduklarını düşünüyorlarsa bunu açık olarak dile getirmekten kaçınırlar; ancak bu görüşlerinin<br />

paylaşıldığını ya da destek göreceğini düşünüyorlarsa çevrelerindeki diğer insanlarla bu görüşleri<br />

hakkında konuşurlar. Birey belli bir görüşün toplumda ne kadar geçerli olduğunu saptamada kitle iletişim<br />

araçlarını bir ölçüt olarak kullanabilir. Benimsediği görüş bu araçlarda yeteri düzeyde yer almıyor, dile<br />

getirilmiyorsa, bunun yeterince kabul gören bir görüş olmadığı sonucuna varır. İletişim araçlarının hemen<br />

hepsi az ya da çok tekelci bir şekilde aynı kanıları dile getirme eğiliminde olup insanları toplumdaki kanı<br />

iklimine ilişkin çoğu kez yanlış bir görüntüyle başbaşa bırakmaktadırlar. Buradan hareketle belli bir<br />

görüşe sahip birçok insan, toplumdan, bulunduğu çevreden dışlanma korkusuyla görüşünü<br />

savunamayacaktır. Suskun kalındıkça bu görüş olduğundan daha az yaygın ve geçerli sayılacak ve bu<br />

durum ise bir suskunluk sarmalının oluşmasına neden olacaktır. Genel-geçer görüşlerden farklı görüşleri<br />

olan insanlar giderek seslerini duyurmada daha az istekli olacak ve iletişim araçlarının görüşü giderek<br />

baskın ve doğru olarak algılanacaktır.<br />

Şekil 3.2: Suskunluk Sarmalı Modeli<br />

Kaynak: Severin ve Tankard, 1994: 445.<br />

Noelle-Neumann, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, eşi Erich Peter Neumann ile birlikte,<br />

Allensbash Instütüt für Demoskopie isimli bir kamuoyu araştırma enstitüsü kurmuştur. O dönemden<br />

başlayarak da Hristiyan Demokrat Parti adına birçok seçim araştırması gerçekleştirmiştir. Tanınması ise<br />

suskunluk sarmalı kuramını geliştirmesiyle olmuştur. 1974 yılında Journal of Communication isimli<br />

dergide “Suskunluk Sarmalı: Bir Kamuoyu Kuramı” isimli makalesi yayımlanmıştır.<br />

Noelle-Neumann, suskunluk sarmalı kuramına nasıl ulaştığını şu şekilde anlatmaktadır: “1965 yılının<br />

sonbaharında, Allensbach kamuoyu araştırma kurumunun başkanı olarak Almanya federal seçimleri<br />

64


üzerinde araştırmalar yapıyordum. Araştırmam sırasında süpriz bir bulgu elde ettim. Altı ay süresince iki<br />

büyük partinin oy desteği birbirine çok yakındı. Ancak seçimleri kimin kazanacağına ilişkin beklentilerde<br />

dramatik sayılabilecek bir değişim söz konusuydu. İlk anketler yapıldığında beklentiler hemen hemen eşit<br />

düzeydeydi. Ancak altı ay sonra eşdeyişle seçime iki ay kala Hristiyan Demokratların seçimleri<br />

kazanacağı yönündeki beklentilerde büyük artış oldu. Seçimlerin hemen öncesinde başa baş giden yarış<br />

çözüldü ve oy eğilimleri beklentiler yönünde değişti. Seçime iki hafta kala Hristiyan Demokratlar dört<br />

puan kazanırken, Sosyal Demokratlar beş puan geriledi. Seçimleri Hristiyan Demokratlar dokuz puan<br />

farkla kazandı.”<br />

Suskunluk sarmalı kuramında kamuoyu kavramına özel bir anlam yüklenmiştir. Kuram, toplumsal<br />

kolektiflik içinde uyumun, amaçlar ve değerler üzerinde elverişli bir katılım seviyesi tarafından<br />

sağlandığını varsayar. Bu katılım da kamuoyu olarak ifade edilir. Her bireyin üyesi olduğu kamuoyu,<br />

toplum içindeki bir ahlaki ve estetik yönelim olarak, kimsenin geri çekilemeyeceği kamu gözünden insan<br />

davranışlarının yönetilmesini sağlar.<br />

Araştırmacı, kamuoyu konusundaki yaklaşımları ise iki temel gruba ayırır: Ussallık ve toplumsal<br />

denetim. Ona göre kamuoyu toplumsal bir denetim aracıdır. Dışlanma tehditi ve korkusu, suskunluk<br />

sarmalının yaşamsal kavramlarındandır. Kamuoyu baskısına yalnızca hükümetler değil, toplumun bütün<br />

üyeleri uğrar. Bu kabuller uyarınca kavramı şu şekilde tanımlanır: “Kamuoyu, dışlanma riski<br />

tanımaksızın kamu önünde açıklanan kanaatler ya da dışlanmaktan kaçınmayı arzulayan birisinin<br />

açıklamak zorunda olduğu kanaatlerdir.”<br />

Kuram, yalnızca üyelerinin birbirlerini tanıdıkları grupların değil, toplumun da oydaşmadan<br />

(uzlaşmadan) sapan bireyleri tehdit ettiği varsayımına dayanır: Kişi, kendi görüşünün azınlıkta kaldığına<br />

inanırsa, dışlanma korkusuyla onu açıklamaktan çekinir. Çoğunluğun görüşünü oydaşma olarak kabul<br />

eder. Bu süreç içinde medya, temel bilgi kaynağı olarak aktif rol oynar. Medyanın önemli bir rol<br />

oynamasının nedeni ise insanların kamuoyunun dağılımı için baktıkları kaynak olmasıdır. Medya<br />

suskunluk sarmalını üç şekilde etkiler:<br />

• Medya hangi düşüncelerin toplumda baskın olduğuyla ilgili izlenimleri şekillendirir<br />

• Hangi düşüncelerin çoğalmakta olduğuyla ilgili izlenimleri şekillendirir<br />

• Hangi düşüncelerin bir kimse tarafından toplum önünde, soyutlanmadan söylenebileceğiyle ilgili<br />

izlenimleri şekillendirir.<br />

Baskın düşünce ortamının; eş deyişle toplumda egemen olan çoğunluğun görüşünün bireysel olarak<br />

nasıl algılandığını belirleyen iki önemli unsurdan biri medya, diğeri de kişiler arası iletişimdir. Noelle-<br />

Neumann bu durumu şöyle açıklar: “Düşünce ortamının belirlenmesi iki kaynaktan çıkar: Bireylerin<br />

kendi yaşam alanlarında anında gözlemde bulunması ve kitle iletişim araçlarının gözüyle dolaylı gözlemi.<br />

Eğer belirli bir görüş kitle iletişim araçlarını sürekli meşgul ediyorsa, bu durum, medyanın bakış açısının<br />

fazlasıyla onaylanması ile sonuçlanmaktadır.”<br />

Suskunluk sarmalı açısından “dışlanma tehdidi” önemli bir unsurdur. Noelle-Neumann bu düşünceyi,<br />

grup dinamikleri konusunda yapılan araştırmalardan elde etmiştir. Örneğin Cartwright ve Zander’e göre<br />

grup, grup normlarına aykırı davranan bireyleri önce ikna etmeye çalışır. İkinci aşamada, dışlamakla<br />

tehdit eder. Son aşamada ise gruptan dışlar. Sigara içme konusunda yapılan bir araştırma, dışlanma<br />

tehditinin varolduğunu ortaya koymuştur. Ancak suskunluk sarmalı yaklaşımına bir eleştiri olarak, aynı<br />

araştırmada tam beklenilen sonuçlara ulaşılamadığının da altı çizilmelidir. Çünkü sigara içmeyenlerin<br />

yanında sigara içme hakkını savunanlar, sözlü tehditten sonra, bu konuda konuşmaya istekli<br />

olmamışlardır. Deneysel araştırmalar da farklı sonuçlara ulaşılmıştır. Moscovici’ye göre grup içerisinde<br />

bir çatışma olduğunda, grup bu çatışmayı tartışmayla gidermeye çalışmaktadır. Tartışma sonunda<br />

oydaşma sağlanmakta ya da yeni oydaşma yaratılmaktadır. Dikkat edilirse uzlaşı, tehditle değil<br />

tartışmayla sağlanmaktadır (İrvan, 1997).<br />

Suskunluk sarmalı açısından önemli bir diğer kavram da “dışlanma korkusu”dur. Noelle-Neumann’a<br />

göre televizyon sesi ve görüntüyü birlikte verdiği için daha güçlü bir araçtır. Olaylara ve sorunlara ilişkin<br />

yayınlarında büyük oranda bir türdeşlik söz konusudur. İnsanlar dışlanma korkusu nedeniyle sürekli<br />

65


olarak düşünce iklimini gözlemlerler. Diğer insanların ne düşündüklerini anlamak için medyanın<br />

yayınlarını takip ederler. Böylece medya, insanların düşüncelerinin oluşmasında oldukça güçlü etkilere<br />

sahiptir.<br />

Suskunluk sarmalı kuramı açısından önemli iki kavram hangisidir?<br />

GÜNDEM BELİRLEME KURAMI<br />

Medyanın sınırlı etkilere sahip olduğu görüşünün hâkim olduğu dönemde geliştirilen gündem belirleme<br />

kuramı (agenda-setting theory), bu görüşe bir karşı çıkış anlamına gelmektedir. Kuram, medyanın<br />

etkilerinin en azından farkındalık yaratma anlamında bilişsel düzeyde geçerli olduğunu vurgulamaktadır.<br />

Gündem belirleme kuramının isim babaları Maxwell McCombs ve Donald Shaw, düşüncenin<br />

temellerinin ilk iletişim araştırmacılarından, siyaset bilimci Walter Lippmann’ın 1922’de yayımlanan<br />

Kamuoyu (Public Opinion) adlı eserine dayandırırlar. Lippmann bu çalışmasında iki kavram kullanmıştır:<br />

“Dışımızdaki dünya” ve “kafamızdaki resimler”.<br />

Eserde Lippmann şu olayı aktarır: Olay, Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında bir adada yaşanmıştır.<br />

1914’de bu adada çok az sayıda İngiliz, Fransız ve Alman yaşamaktadır. Adada telefon ve telgraf hatları<br />

bulunmamaktadır. Adanın dünya ile bağlantısını altı günde bir gelen buharlı posta gemisi sağlamaktadır.<br />

Dolayısıyla adanın gündemi, bu geminin getirdiği İngiliz gazetelerindeki haberler üzerinden<br />

belirlenmektedir. Eylül 1914’de ada halkı, bir konuda konuşmakta ve sonucunu merak etmektedir. Bu<br />

konu bir cinayeti içermektedir. Halk, Gaston Calmette’yi vuran Madame Caillaux’u konuşmaktadır. Ada<br />

halkı jürinin verdiği kararı öğrenmek için rıhtıma iner. Ancak posta gemisi o hafta gelmez. Gemi bir süre<br />

daha gelmez. En son gelen posta gemisinin üzerinden altı hafta geçer. Gemi geldiğinde ada halkı çok<br />

farklı bir gerçekle karşılaşır. Bu gerçek Almanya ile Fransa ve İngiltere’nin savaş halinde olmasıdır. Ada<br />

halkı ise savaştan haberdar olmadığı için dostça yaşamaktadır. Dolayısıyla Lippmann’a göre ada halkının<br />

zihnindeki dünya tahayyülü ile Avrupa’da yaşananlar arasında fark bulunmaktadır. Ona göre bu olaya<br />

baktığımızda çevremiz hakkında bildiklerimizin ne kadar dolaylı olduğunu görürüz. Yavaş ya da hızlı,<br />

bize gelen haberleri görürüz. Ama haber ne olursa olsun inanırız ve gerçekmiş gibi davranırız (Yaşin,<br />

2008).<br />

Lippmann, zihnimizde resmettiğimiz dünya tablosunun iki kaynaktan beslendiğini belirtir. Bunlardan<br />

ilki yaşam pratikleridir; eş deyişle kendi yaşadığımız ve deneyimlediğimiz olaylar. İkincisi ise kitle<br />

iletişim araçlarının bizlere aktardığı bilgilerdir. Lippmann şöyle kaydeder: “İçinde yaşadığımız çevre ile<br />

ilgili bildiklerimizin çoğunun bize doğrudan deneyimlerimizle değil de; dolaylı yollarla, örneğin kitle<br />

iletişim araçları aracılığıyla gelir ve bunlar yalnızca bir görüntüden ya da anlam haritasından ibarettir…<br />

Başımızdan geçmemiş bir olay hakkında sahip olabileceğimiz tek duygu, söz konusu olayın zihnimizdeki<br />

imajının yarattığı duygudur… Zihnimizdeki resimler bireysel olarak, doğrudan kişisel<br />

deneyimlerimizden, kitaplarda, dergilerde ve gazetelerde ne okuduğumuzdan, televizyon ve sinemada ne<br />

seyrettikse onlardan inşa edilir. Kitle iletişim araçları, kafamızdaki resimlerin inşasında baskın rol oynar<br />

(Aktaran: Yüksel, 2001)”<br />

Bu noktada Bernard Cohen’in 1963’de yayımlanan “The Press and Foreign Policy (Basın ve Dış<br />

Siyaset)” adlı eserindeki sözlerine atıfta bulunulabilir. Cohen “Basın, çoğu zaman insanlara ne<br />

düşüneceklerini söylemede başarılı olmayabilir, fakat okurlara ne hakkında düşüneceklerini söylemede<br />

fevkalade başarılıdır... Dünya farklı insanlara; kendilerine okudukları (gazete) sayfaların yazarları,<br />

editörleri ve yayıncıları tarafından çizilen haritaya bağlı olarak, farklı görülecektir” demiştir. Cohen bu<br />

sözüyle medyanın tutumlar yönünde değil belki ama farkındalık yaratma anlamında başarılı etkilere sahip<br />

olduğunu söylemeye çalışmıştır.<br />

Öncü Çalışmalar<br />

1968 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen Başkanlık seçimi sürecinde medya işlenen<br />

konuların önemlilik derecesi ile kamuoyundaki aynı konulara yönelik önemlilik derecesi arasındaki<br />

ilişkiyi sorgulayan McCombs ve Shaw, pozitif bir ilişkinin varlığını kanıtlamışlardır. 1972’de Journalism<br />

66


Quarterly adlı dergide yayımlanan araştırma şu şekilde özetlenebilir: Araştırma North Carolina’nın<br />

Chapel Hill şehrinde gerçekleştirilmiştir. Kararsız 100 seçmene “bugünlerde ülkeyi ilgilendirdiğini<br />

düşündüğünüz en önemli sorun sizce nedir?” diye sorulmuştur. Beş ana kampanya konusu (dış politika,<br />

yasa ve düzen, mali politika, halkın refahı ve sivil haklar) en çok belirtilen konular olarak kamu<br />

gündemini oluşturmuştur. Araştırma kapsamında medya içerikleri beş gazete, iki dergi ve iki televizyon<br />

kanalının akşam haberlerine uygulanan içerik analizi çalışmasıyla tanımlanmıştır. Haberleri televizyonda<br />

veriliş süresi ve öncelik sırasıyla, gazete ve dergilerde kapladığı alan ve bulunduğu sayfa gibi özelliklerle<br />

değerlendirerek bir önemlilik sıralaması oluşturan bilim insanları, seçim kampanyasıyla ilgili haberlerin<br />

büyük bir kısmının önemli siyasal konuları tartışmaya değil de, seçim kampanyasının kendini analiz<br />

etmeye yönelik olduğunu fark etmişlerdir. Seçime katılan üç aday ise bu konulara farklı oranda vurguda<br />

bulunmuştur. Daha sonra kamu ve medya gündemi karşılaştırıldığında bunlar arasında güçlü bir ilişki<br />

(+.976) olduğu görülmüştür. Seçim döneminde kamudaki en önemli konuya medyada da en çok ilginin<br />

gösterildiği belirlenmiştir. Bu doğrultuda, medyanın gündeminin kamu gündemini belirlediği sonucuna<br />

ulaşılmıştır. Bilim insanları, bu durumu, “medyanın gündem belirleme rolü” olarak tanımlamışlardır<br />

(Yüksel, 2001).<br />

Chapel Hill çalışmasının ardından bilim insanları, ilişkinin yönünü belirlemek üzere 1977’de bir<br />

başka araştırmayı ortaya koymuşlardır. Charlotte çalışmasında medya ve kamu gündemleri arasındaki<br />

ilişkide medyanın mı, yoksa kamu gündeminin mi öncü rolde olduğunu sorgulamışlardır. Başka bir<br />

deyişle medya gündemi mi kamu gündemini etkilemekte; kamu gündemi mi medya gündemini<br />

etkilemektedir sorusunu yanıt aramışlardır. Üç farklı zaman aralığında (haziran, ekim ve kasım aylarında)<br />

medya ve kamu gündemindeki konular ayrı ayrı ölçülmüş, sonra da hangi gündeminin diğerini takip ettiği<br />

sorgulanmıştır. Bulgular, medya gündeminin kamu gündemine öncülük ettiğini ortaya koymuştur. Bu<br />

durum da medyanın kamu gündemini belirlediği şeklinde yorumlanmıştır.<br />

McCombs ve Shaw, kitle iletişim araçlarının bir konuya verdiği önemle kamuoyunun aynı konuya<br />

verdikleri önem arasında bir paralellik olduğunu şekil 1’de yer alan modelle açıklamışlardır. Modele göre<br />

kitle iletişim araçlarının belirli bir konuya ayırdığı (dergi ve gazete için) yer ya da (televizyon ve radyo<br />

için) zaman miktarının ölçülmesi ile elde edilecek veriler, izleyenlerin (kamunun) aynı konuya gösterdiği<br />

ilgi miktarıyla ya da onların bu konunun önemliliğine ilişkin yargılarıyla yakından ilişkilidir. Medyada<br />

büyük yer tutan konular, kamu gündeminde de önemli konulardır.<br />

Gündem belirleme yaklaşımının temel hipotezi, medyanın insanların ne hakkında düşüneceklerini<br />

belirlediği düşüncesine dayanır. Buna göre medya, haberleri sunuş yoluyla kamuoyunun düşündüğü ve<br />

konuştuğu konuları, eş deyişle kamu gündemini belirlemektedir. Geleneksel gündem belirleme<br />

yaklaşımına göre medyanın belirli bir konuya ayırdığı (gazete ve dergi için) yer ya da (radyo ve<br />

televizyon için) zaman miktarının ölçülmesi ile elde edilecek veriler, izleyenlerin (kamuoyunun) aynı<br />

konuya gösterdiği ilgi miktarıyla ya da onların bu konunun önemliliğine ilişkin yargılarıyla yakından<br />

ilişkilidir. Medyada büyük yer tutan konular, kamu gündeminde de önemli konulardır. Başka bir deyişle<br />

gazetelerde manşete çıkarılan, televizyon kanallarında ilk haber olarak verilen konular bir süre sonra<br />

kamunun zihninde de “önemli konular” olarak yer etmektedir.<br />

Şekil 3.3: McCombs ve Shaw’ın Gündem Belirleme Modeli<br />

Kaynak: McQuail ve Windahl, 1994: 96.<br />

<br />

67


Gündem, zamanın belli bir noktasında önem sırasına dizilmiş olaylar<br />

ya da konulara yönelik sıralama anlamına gelir. Gündemde, her birine gündem maddesi<br />

adı verilen konuların bir sıralaması yapılır. Gündem belirleme süreci medya, kamu ve<br />

siyaset gündemleri ile süreci etkileyen diğer unsurları kapsar.<br />

Gündem Belirleme Süreci<br />

Gündem belirleme alanındaki çalışmaları sistematik bir şekilde bir araya getiren Rogers ve Dearing;<br />

medya gündeminin kamu gündemini belirlediğini, bu süreçten de bir şekilde siyasal gündemin<br />

etkilendiğini bir model çerçevesinde ortaya koymuştur. Buradaki siyasal gündem ya da siyaset gündemi<br />

siyaset adamlarının, hükümetlerin, meclislerin gündemi şeklinde tanımlanmıştır. Rogers ve Dearing,<br />

gündem belirleme süreci modellerinde ayrıca sürece etkide bulunan unsurları da tanımlamışlardır. Tüm<br />

süreci etkilediği belirtilen unsurlardan ilki kişisel deneyimler, elitler ve diğer bireyler arasındaki kişisel<br />

iletişim, ikincisi ise gündemdeki konulara ilişkin gerçek yaşam göstergeleri; eş deyişle olayların gerçek<br />

yaşam ortamındaki büyüklükleridir. Modelde ayrıca medya gündeminin belirleyicileri olarak da<br />

eşikbekçilerine; eş deyişle hangi haberlerin ya da konuların nasıl yayınlanacağına karar veren medya<br />

yöneticilerine de ayrı bir yer verilmektedir.<br />

Gündem belirleme süreci bir konunun medya gündeminde yer almasıyla başlar. Konuya medya<br />

gündeminde verilen önem derecesine bağlı olarak, kamu gündeminde de konunun önemine ilişkin algı<br />

şekillenir. Bir gazetenin ilk sayfasında işlenen konular, ilk sayfada da manşette ya da sür manşette işlenen<br />

konular en önemli konulardır. Radyo ve televizyon haber bültenlerinde ise ilk haber, en önemli haberdir.<br />

Bir konu medyada ne kadar sık yayımlanırsa, ne kadar çok haber yapılırsa o kadar önemli görülür. Kamu<br />

gündemini ölçmek için genellikle anket uygulanır. Tek soruluk bu ankette şu soru sorulur: “Bugün<br />

ülkenin karşı karşıya bulunduğu en önemli problem nedir?” Bu soruyla hangi konunun kaç kişi tarafından<br />

dile getirildiği noktasından hareketle kamu gündemindeki konuların önemlilik sıralaması elde edilir.<br />

Siyasal gündem ise daha karmaşık bir yapıdadır. Gündem belirleme sürecinde siyasal gündem, seçim<br />

gündemi, yasama gündemi ve yürütme olarak sisteme göre başkan veya hükümet gündemi gibi farklı<br />

siyasal süreçlerle ilgili konu önceliklerini içermektedir. Siyasal gündemin göstergesi olarak da pek çok<br />

araştırmada bir konu için hükümetlerin ayırdığı bütçe, o konuda açılan ofis, mecliste yapılan<br />

konuşmaların süresi gibi birbirinden farklı ölçütler değerlendirmeye alınmıştır. Siyaset bilimciler gündem<br />

belirlemeyi, hükümet, parlemento, siyasi parti gibi politik aktörlerin önceliklerini nasıl belirledikleri, nasıl<br />

bir konunun göz ardı edildiği veya dikkatin verildiği bir başlıkla ilgili duruş veya kararın nasıl alındığı ile<br />

açıklamışlardır. Siyasal gündem araştırmalarında şu varsayım da dikkati çeker: Medyada önemli bulunan<br />

konular, bir şekilde kamuoyu tarafından da önemli konular olarak algılanmaktadır. Kamuoyu, oy vererek<br />

yetki verdiği siyaset adamlarından önemli sorunları çözmesini beklemektedir. Seçmenlerine karşı hesap<br />

vermek durumundaki siyaset adamları en fazla bütçeyi, en fazla mesaiyi ve en fazla çalışmayı önemli<br />

konulara ayırmak durumundadır. Seçmenlerin her gün anket yapıp kamuoyunun hangi konuları önemli<br />

olarak tanımladığını araştırmak gibi bir seçenekleri çoğunlukla bulunmamaktadır. Bunun yerine medya<br />

her gün hangi konuların önemli olduğunu hem kamuoyuna hem de siyaset adamlarına duyurmaktadır.<br />

Medyanın bu rolü karşısında siyaset adamlarının da kayıtsız kalması beklenmemektedir. Medyada önemli<br />

bulunan konuları savunan siyasal adaylar, kamuoyunun da önemli gördüğü siyaset adamları olacak ve bu<br />

nedenle, yapılacak seçimlerde daha fazla oy alacaklardır. Bu durum da medyanın siyaset üzerindeki gücü<br />

şeklinde yorumlara karşılık gelmektedir. Ancak süreç her zaman bu kadar tek düze ve tek yönlü olarak<br />

işlememektedir. Araya giren başka unsurlar da süreci bir şekilde etkileyebilmektedir.<br />

<br />

68


Ne Kadar Zaman Alır?<br />

Şekil 3.4: Gündem Belirleme Sürecinin Başlıca Unsurları<br />

Kaynak: Rogers ve Dearing, 1987’den aktaran: Yüksel, 2001: 29.<br />

Bir konu ya da sorun medya gündeminde yer alır almaz kamu gündemini etkilemekte midir; yoksa bunun<br />

için belli bir zamanın geçmesi mi gereklidir? Bu süre ne kadardır? Bir hafta mı, altı hafta mı, yoksa bir ay<br />

mı? İşte bu sorular, medya gündeminin incelendiği ve kamuoyu araştırmasının yapıldığı zaman<br />

dilimlerini sorgulamaktadır.<br />

Gündem belirleme çalışmalarında incelenecek zaman dilimlerinin belirlenmesi, ölçümlerin nasıl<br />

yapıldığı kadar hayati bir önem taşımaktadır. Bir konunun medya gündeminden kamu gündemine<br />

geçmesinin ne kadar zaman aldığı ve hangi dönemler arasında yapılan araştırmaların daha sağlıklı<br />

sonuçlar verdiği soruları, gündem belirleme araştırmalarının en temel soruları arasındadır. Araştırma<br />

geçmişlerine bakıldığında bu yönde kimi çalışmalarda zamanın belirli bir noktasının ele alındığı, kimi<br />

çalışmalarda da daha uzun dönemli araştırmaların yapılandırıldığı ortaya çıkmaktadır.<br />

Gündem belirleme çalışmalarında zaman unsurunu görebilmek için öncelikle McCombs’un<br />

sınıflandırmasına dikkat etmek gereklidir. Bunlar gündem belirleme sürecinin unsurlarıyla da ilişkili<br />

biçimde, medya gündeminin ölçümünü ortaya koymak için medya içeriğinin ne kadar zamanlık bir<br />

bölümünün analiz edileceği, kamu gündeminin ölçülmesi için uygulanacak anketin ne zaman<br />

uygulanacağı ve ne kadar zaman alacağı, incelenen medya içeriğinin son günü ile kamudan toplanan<br />

verilerin ilk günü arasında kaç günün geçtiğine yönelik zaman aralığı unsurlarını içine almaktadır. Bu<br />

sorularla birlikte kamu gündemini ölçmek için hangi sorunun nasıl bir ifade tarzıyla sorulduğu ve medya<br />

gündeminin ölçümü için hangi kitle iletişim araçlarının nasıl bir içerik analizi uygulaması ve hangi<br />

kategorilerle gerçekleştirildiği de önemlidir.<br />

Stone ve McCombs, gündem belirlemenin ne kadar zaman aldığına yönelik olarak değişik veri<br />

grupları üzerine yaptıkları medya ve kamu gündemlerini karşılaştıran araştırmalarında, bir konunun<br />

medya gündeminden halkın gündemine geçmesi için iki aydan altı aya kadar bir sürenin gerekli olduğu<br />

sonucuna ulaşmışlardır. Winter ve Eyal ise bir tek konu üzerinde odaklanarak gündem belirleme için<br />

gerekli zamanı uzun dönemli bir çalışma ile araştırmışlardır. Bilim insanları, insan hakları konusunda<br />

medya gündemi ve toplum gündemi arasındaki en güçlü ilişkilerin dört ile altı haftalık süre içinde<br />

olduğunu elde ederek bu devrenin diğer konular için değişik olabileceğini belirtmiş ve buna “en uygun<br />

etki süresi” adını vermişlerdir. Salwen de bu etkinin beş ile yedi hafta arasında olduğunu belirtmektedir.<br />

Shoemaker, Wanta ve Leggett ise uyuşturucu sorunuyla ilgili çalışmalarında sözü edilen her iki zaman<br />

aralıklarının da doğru olduğunu bulmuşlardır. Bunlarla birlikte Gandy ise en uygun zaman aralığının tam<br />

olarak ne olması gerektiğini söylemede yapılan araştırmaların yetersiz olduğunu ileri sürmektedir.<br />

69


Zaman aralığı konusundaki tartışmalardan çıkan sonuç, değişik konuların kamuoyunun dikkatini<br />

çekmek için “yeterli gürültü uyandırmada” değişik miktarda zamana ihtiyaç duyduklarını göstermektedir.<br />

Ancak genellikle bu süre birkaç aylık bir dönem şeklinde belirlenmektedir.<br />

Medya Gündemini Belirleyen Unsurlar<br />

Medya gündemini ne ya da kim belirler sorusu gündem belirleme araştırmacılarının üzerine eğildikleri<br />

sorulardan biridir. Burada bir parantez açarak literatürdeki medya içeriklerine etkileyen unsurlara yönelik<br />

çalışmalara ayrıca değinilebilir.<br />

Medya içeriklerini etkileyen unsurlara yönelik pek çok tanımlama mevcutsa da bunlar arasında<br />

Shoemaker ve Reese’nin sınıflandırması oldukça kapsayıcıdır. Etki kaynağına göre medya içerikleri<br />

üzerindeki etkileri bilim insanları, birbirinin üzerine sıralanan beş ayrı düzeyde (katmanda) tanımlarlar:<br />

• Medya çalışanlarından kaynaklanan etkiler: Bireysel etkiler düzeyi de denilen bu düzeydeki<br />

etkiler; medya çalışanlarının kişisel özellikleri, tutumları, değerleri, inançları, etnik kökenleri,<br />

mesleki birikimleri ve rollerini kapsar.<br />

• Çalışma düzeninden kaynaklanan etkiler: Medya rutinleri düzeyi de denilen bu düzeyde daha<br />

çok sosyolojik yaklaşım çerçevesinde incelenen ve yayın periyodu, zaman kısıtlılığı, yer<br />

sınırlılığı, haber yazım kuralları, haber değeri, objektiflik ve haber kaynağına olan bağlılıktan<br />

doğan etkiler tanımlanır.<br />

• Kurumsal amaçlardan kaynaklanan etkiler: Kitle iletişim araçlarını sahip oldukları amaçlara<br />

yönelik etkilerdir. Genel olarak kurumsal ve ekonomi politik yaklaşım olmak üzere iki temel<br />

grupta ifade edilmektedir. Kurumsal yaklaşım, liberal çoğulcu gelenek içinde geliştirilen ve<br />

medya kurumlarını analiz birimi olarak ele alan çalışmalardan oluşmaktadır. Örgüt kuramından<br />

hareket eden bu çalışmalar medya kurumlarının da diğer kurumlar gibi hiyerarşi yapılarının<br />

bulunduğunu, kurum içi işbölümünün gerçekleştirildiğini, kurumların ekonomik amaçları<br />

doğrultusunda faaliyette bulunduklarını içermektedir. Ekonomi politik yaklaşım ise medya<br />

kurumlarının gücü üzerinde durmaktadır. Buna göre medya içeriğini asıl belirleyen unsur,<br />

ekonomik çıkarlar ve medya kurumlarının mülkiyet yapılarıdır. Bu çalışmalarda da medyadaki<br />

yoğunlaşmalar ve tekelleşme eğilimleri üzerinde durularak medya sahiplerinin ve medyayı<br />

denetleyenlerin sözcülüğü rolü nedeniyle medyanın güç aracı haline getirildiğine işaret<br />

edilmektedir.<br />

• Kurum dışından gelen etkiler: Daha çok haber kaynakları anlamında baskı gruplarının belirli<br />

bir içerik için yürüttükleri lobi faaliyetlerinin medyada yer alabilmek için olaylar yaratmalarının<br />

ve yasal anlamda hükümetin baskılarının doğurduğu türdeki etkiler bu grupta toplanmaktadır.<br />

• İdeolojik eğilimlerin etkileri: İdeolojik eğilimler ya da kitle iletişim aracının herhangi bir<br />

ideolojiye olan yakınlığının doğurduğu etkiler tüm diğer unsurların üzerinde yer alır. Eş deyişle<br />

medya içerikleri üzerindeki temel belirleyici olarak ideoloji en tepeye konulmaktadır.<br />

• Medya çalışanları anlamında görülebilecek “mikro” düzeyle, ideolojinin yarattığı “makro”<br />

düzey arasında değişen bu beş kategori “etkiler hiyerarşisi” diye adlandırılmaktadır. Bu<br />

hiyerarşide ideoloji en tepede görülerek diğer tüm seviyelere doğru bir süzgeç işlevinin<br />

varolduğu ileri sürülmektedir. Bir olayın haber olabilmesi için öncelikle bu süzgeçten geçmesi<br />

gerektiği düşünülmektedir. Eş deyişle, en üstteki düzey olan ideolojik düzey en önemli<br />

belirleyici niteliği taşımaktadır.<br />

• Bu noktada medya gündemini etkileyen özel bazı unsurlardan söz etmek yerinde olacaktır.<br />

Gündem belirleme araştırmalarında ortaya konulan bulgular daha çok ABD Başkanı, konu<br />

teklifçiliği, medya savunuculuğu, ateşleyici olaylar, halkla ilişkiler faaliyetleri, kitle iletişim<br />

araçları arası etkileşim, gerçek yaşam göstergeleri ve gündem yanlılığının rolü gibi unsurları<br />

konu almaktadır (Yüksel, 2001).<br />

• ABD Başkanı: Medya gündemi alanında Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan yoğun<br />

araştırmalarda, Başkan’ın ulusal konularda medya gündemini belirlemede önemli bir rolü olduğu<br />

kanıtlanmıştır. Buna karşın Kongrenin daha az derecede medya gündemine girebildiği ve gerçek<br />

yaşam göstergelerinin genellikle önemli görülmediği ortaya konulmuştur. Beyaz Saray’da ABD<br />

Başkanı’nın yaptığı konuşmalarda seçtiği konular, bir konunun ulusal gündeme yerleşmesinde<br />

etkili bulunmaktadır. Başkan tarafından yapılan konuşmalarda herhangi bir konuya verilen<br />

70


politik önem, o konunun ulusal gündeme yerleşmesini sağlamaktadır. Eş deyişle ABD medya<br />

gündemi belirlenmesinde Başkan’ın önemli bir belirleyici rolü bulunmaktadır.<br />

• Konu Teklifçiliği: Bir soruna işaret etmek amacıyla habercilere haber yapılması için önerilerde<br />

bulunan konu teklifçilerinin de önemli bir rolü bulunmaktadır. Konu teklifçileri, bir konu<br />

hakkında medyanın dikkatini çeken, bir konuya önem veren, ilgi gösteren bireyler ya da bir grup<br />

insandır. Çünkü onlar olmasa belki bu konular gündeme girmeyebilecektir. Örneğin Türkiye’de<br />

TEMA Vakfı’nın başlattığı erozyonla mücadele kampanyası bu tür bir konu teklifçiliği rolüne<br />

işaret etmektedir.<br />

• Medya Savunuculuğu: Medya kuruluşları bazı konularda o konunun belirli bir yönünü<br />

savunarak kamuoyunu ve siyaseti etkilemeye çalışmaktadırlar. Medya kuruluşunun yaptığı bu<br />

konu savunuculuğu gündem belirleme çalışmalarında etkili görülerek literatürde “medya<br />

savunuculuğu” adını almıştır. Örneğin sigara karşıtı yayınlarla ABD medyası bir konu<br />

savunuculuğu rolü üstlenmiş ve başarılı olmuştur.<br />

• Ateşleyici Olaylar: Ateşleyici ya da ani gelişen olayların bir konuyu gündeme yerleştirmedeki<br />

rolü oldukça fazladır. Örneğin Susurluk yakınlarında meydana gelen bir trafik kazası, devletmafya<br />

ve siyaset üçgeni anlamındaki ilişkileri gündeme getirmiştir. 11 Eylül’de New York’ta<br />

Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı terörizm konusunun gündeme gelmesine neden<br />

olmuştur. Marmara depremi, Türkiye’nin deprem gerçeği konusunu gündeme getirmiş ve bu<br />

konu uzun süre gündemde kalmıştır.<br />

• Halkla İlişkiler Faaliyetleri: Birer konu teklifçisi olarak da değerlendirilebilecek halkla ilişkiler<br />

uzmanları, konu yönetimleriyle medya içeriklerine etki eden diğer dışsal faktörler arasında<br />

önemli bir paya sahiptirler. Medya kuruluşları üzerinde halkla ilişkiler uzmanlarının yoğun bir<br />

baskısı söz konusudur. Bu ilişki ABD’de daha da dikkati çeker boyuttadır. Çünkü orada 130 bin<br />

muhabire karşı 150 bin halkla ilişkilerci bulunmaktadır ve haber merkezlerine akan haberlerin<br />

yüzde 40’ı halkla ilişkiler şirketlerince gönderilmektedir.<br />

• Kitle İletişim Araçları Arası Etkileşim ve New York Times’ın Gücü: Bir kitle iletişim aracında<br />

bir konunun nasıl işlendiğine bakılırsa, aynı konuda başka araçların da benzer içerikte ve<br />

miktarda o konuya yer verdikleri görülür. ABD’de yapılan araştırmalar; eğer bir konu New York<br />

Times’da ele alınırsa, diğer haber kurumları tarafından bu konunun haber değerliliği olan bir<br />

konu olarak görülüp, işlenmeye başladığını ortaya koymuştur. Times’ın o günkü kapağı, ertesi<br />

günkü gazetelerin gündemini oluşturmaktadır. Dolayısıyla ABD basınının en etkili gazetesi New<br />

York Times olarak kabul edilir ve bir konuyu gündeme getirmede bu gazete oldukça etkili<br />

bulunur.<br />

• Gerçek Yaşam Göstergeleri: Bir sosyal sorunun riskinin ya da şiddetinin derecesini çok ya da az<br />

nesnel bir şekilde ölçen değişken ya da değişkenlere gerçek yaşam göstergesi adı verilmektedir.<br />

Medyanın özgül sorunlara ilgisinin ne ölçüde gerçek yaşam olaylarını yansıttığı sorusuna<br />

dayanan bu göstergeler, genellikle tek bir değişken göstergesi şeklinde çerçevelenmektedir.<br />

Örneğin, yıllar içerisinde uyuşturucu kullanımı nedeniyle meydana gelen ölümlerin sayısı,<br />

işsizlik oranı ya da enflasyon rakamları gibi değerler bir sosyal problemin gerçek şiddetinin bir<br />

ifadesi olarak kabul edilerek, bu konulardaki gerçek yaşam göstergeleri biçiminde<br />

tanımlanmaktadır. Ancak yapılan araştırmalar büyük ölçüde medya içerikleriyle olayların gerçek<br />

yaşamdaki büyüklükleri arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığını ortaya koymaktadır.<br />

• Gündem Yanlılığı: Shoemaker ve Reese’nin hiyerarşi sıralamasında en tepede görülen ideolojik<br />

eğilimler, gündem belirleme çalışmaları içerisinde “gündem yanlılığı” kavramıyla ifade<br />

edilmektedir. Bu yöndeki çalışmalarda medya kuruluşlarının haber olarak seçtiği konular belirli<br />

ideolojiler “lehine” ya da “aleyhine” yorumlanabilmektedir.<br />

Kamu Gündemini Belirleyen Unsurlar<br />

Kamu gündemi araştırmalarının pek çoğunda medya ve kamu gündemi ilişkisini etkileyen farklı<br />

değişkenler hesaba katılarak, farklı yöntemlerle değerlendirmelerde bulunulmuştur. Aşağıda bu<br />

unsurlardan belli başlıları sıralanmaktadır.<br />

71


• Bireysel Nitelikler ve Deneyimler: Medyayı takip edenlerin yaş, cinsiyet, eğitim, gelir ve meslek<br />

grupları gibi bireysel nitelikleri yansıtan sosyo-ekonomik yapıları, medya içeriklerine yönelik<br />

olarak daha fazla ilgi duyulan konuların farklılaşmasını beraberinde getirmektedir. Gençlerle<br />

yaşlıların, erkeklerle kadınların ya da öğrencilerle çalışanların ilgi duydukları özel konular<br />

olduğu açıktır. Örneğin eğitim durumu medyanın gündem belirleme etkisini azaltan bir unsur<br />

olarak dikkati çekmektedir. Eğitim düzeyi yükseldikçe bireylerin alternatif enformasyon<br />

kaynaklarına başvurma oranı da yükselmektedir. Bireylerin siyasal tutumları da medya<br />

seçimlerini ve dolayısıyla medya etkilerini belirlemektedir. Bir diğer unsur da deneyimdir. Bir<br />

kişinin bir konuya olan yakınlığı; örneğin işsiz olması ya da yakın bir arkadaşını bir hastalık<br />

nedeniyle yitirmesi, o konu hakkında deneyim kazanma yollarından birisidir. Bu türde kişisel<br />

deneyimler, medyanın neyin önemli olduğuna ilişkin belirleyiciliğini hükümsüz bırakmakta ve o<br />

konuya karşı bireyi duyarlılaştırabilmektedir.<br />

• Medya Etkilerine Maruz Kalma Derecesi: Medyanın gündem belirleme etkisinin<br />

gerçekleşebilmesinin önkoşulu izleyenlerin medya içeriğine açık olmasıdır. Ancak medyayı<br />

takip etmeyenlerin de diğer medya takipçileri ile yaptıkları bireyler arası iletişimle bu açıklarını<br />

kapattıkları söylenebilir. İnsanlar, düzenli olarak medyayı takip etmeseler de medya<br />

içeriklerinden haberdar olmaktadırlar.<br />

• Mesajın Tekrarlanması: Kamu gündemi çalışmalarında sorulan önemli sorulardan birisi<br />

medyanın bir konunun önemliliğini kamuya nasıl ilettiğidir. Bu soruya verilen en temel yanıt,<br />

konunun sürekli tekrarlanmasıyla söz konusu iletimin gerçekleştiğidir. Tekrarlama sayesinde<br />

kamuya herhangi bir konunun önemliliğinin işaretleri verilerek bu konuda medyada sürekli<br />

yinelenen mesajın biriken etkisi aracılığıyla kamu gündemi etkilenmektedir.<br />

• Yönelim Gereksinimi: McCombs ve Shaw, 1972 Amerikan Başkanlık Seçimlerine ilişkin<br />

çalışmalarında ele aldıkları kişisel niteliklerin gündem belirleme etkisi üzerindeki rolü<br />

konusunda medyaya maruz kalmada üç önemli unsurdan söz etmektedirler: Birincisi, seçmenin<br />

ilgi düzeyi, eş deyişle seçmenlerin medyada dile getirilen sorunun kendileri için önemli<br />

olduklarını düşündüklerine bu soruna daha fazla ilgi göstermeleri; ikincisi, seçmenlerin sahip<br />

oldukları bilgilerdeki belirsizlik derecesi, eş deyişle bilgi edinme gereksinimleri ve üçüncüsü de<br />

gerekli bilgileri edinmede gösterilecek çabanın miktarıdır. Bilim insanları ilk iki unsuru<br />

yönlendirme gereksinimi olarak nitelemişlerdir. Bu gereksinimin büyüklüğü medyaya gösterilen<br />

dikkati ve dolayısıyla medyanın gündem belirleme etkisini artırmaktadır. Müdahaleci<br />

değişkenlerin gerekçeleri konusunda Weaver ise izleyenlerin bilgisel çevrelerini anlamak ve<br />

kontrol etmek için uyum gereksinimi içinde bulunmalarına işaret etmiştir. Birey; eğer bir konu<br />

hakkında yüksek belirsizliğe sahipse, o konu hakkında uyum sağlayabilmek için yüksek iletişim<br />

gereksinmesi duyacak ve bu da bireylerin belirsizliklerini karşılayabilecek olan medyanın<br />

bilgilerini daha çok araması anlamına gelecektir. Sonuçta medyaya maruz kalma etkisi; eş<br />

deyişle gazete okuma, televizyon izleme, radyo dinleme süresi artacak ve daha fazla gündem<br />

belirleme etkisi görülecektir.<br />

• Kaynağın Güvenilirliği: Milburn ve diğerleri çalışmalarında, medyada verilen haberlerin<br />

doğruluğuna inanılması durumunda haberlerin, izleyicinin siyasal düşüncelerinin karmaşıklık<br />

düzeyi üzerinde oldukça etkili olduğunu belirlemişlerdir. Bu türdeki çalışmalarda anahtar soru<br />

medyanın gerçeği yansıttığına halkın ne ölçüde inandığıdır. Ancak bu noktada “güvenilirlik ve<br />

inanılırlık” arasında önemli bir çizgi çekilmektedir. Medyayı güvenilir bulanlar medya<br />

içeriklerine de bağımlı olma eğilimindedirler. Güvenilirliğin derecesi bireylerin medyayı bilgi<br />

kaynağı olarak kullanma oranlarını etkilemektedir. Dolayısıyla medyayı güvenilir bulanlar daha<br />

fazla medya içeriklerine maruz kalmaktadırlar.<br />

• Bireylerarası İletişim: En çok üzerinde durulan noktalardan birisi de bir konu hakkında yapılan<br />

bireyler arası tartışmalardır. Örneğin Illinois seçimleri üzerine Ekim 1990’da yaptıkları<br />

çalışmada Wanta ve Hu, medyanın kamu gündemini oluşturması etkisinin bireyler, medyanın<br />

daha önceden belirttiği konular üzerinde sohbet ettiklerinde kuvvetlenmekte olduğunu<br />

belirlemişlerdir. Ayrıca bireyler arası iletişimin, medyanın gündem belirleme etkisini diğer<br />

konular hakkında konuşulduğunda kestiği de kanıtlanmıştır.<br />

• Haber Eleyiciler: Hedef kitlenin beklentileri doğrultusunda, haber eleyicilerin seçtiği belirli<br />

haberlerle, medya gündeminin oluşturulması, bilim insanlarına göre çok yavaş ve uzun dönemli<br />

bir süreci gerektirmektedir. Buna karşın medya gündeminin kamu gündemi üzerinde belirli<br />

72


haber konularına ilişkin etkisi doğrudan ve ani bir şekilde gerçekleşmektedir. İzleyenler,<br />

herhangi bir haber hakkında kişisel deneyimleri nedeniyle bilgi sahibi değillerse ya da aynı<br />

haberi farklı bakış açılarından veren alternatif haber kaynaklarından mahrumsalar, medya<br />

gündeminin kamu gündemini belirleme etkisi daha doğrudan ve hızlı olmaktadır.<br />

• Gündemin Sıfır Toplam Oyunu: Kamuoyunun belirli bir şekilde, belirli bir konu üzerinde uzun<br />

süre odaklanması için o konunun toplum için sürekli bir önemliliğinin sağlanması gereklidir.<br />

Ancak bu zor bir iştir. Kamuoyu araştırmalarında bireylerin en fazla dört ya da beş konu ile<br />

ilgilendikleri doğrultusunda elde edilen bulgular gündeme girebilecek konular arasında yoğun<br />

bir rekabetin yaşanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu kısıtlılık baskı gruplarının gündemi, medya<br />

gündemi, izleyici kitlenin gündemi, siyasilerin gündemi ve siyasal gündem için de söz<br />

konusudur. Gündemler, teorik olarak sıfır-toplam oyunu gibi sınırlı sayıda konuyu ancak<br />

taşıyabilmektedir. Konular aynen köşe kapmaca oynar gibi gündemde yer değiştirmektedir. O<br />

halde bir konunun gündeminde tırmanması, mutlaka üstündeki konuların gündemden aşağıya<br />

inmesi ve sonuçta gündemde daha önce var olan bir konuyu aşağıya itmesi anlamına<br />

gelmektedir. Böylece konular arasında gündeme girebilmek için bir rekabet yaşanmaktadır.<br />

• Konuların Niteliği: Gündem belirleme çalışmalarında üzerinde önemle durulan konulardan<br />

birisi de ele alınan konuların niteliğidir. Örneğin hayat pahalılığı kamuoyunun kendi<br />

deneyimiyle öğrenebileceği bir konu iken, küresel ısınma sorunu aynı biçimde farkına<br />

varılabilecek bir konu değildir. Doğal özellikleri nedeniyle kimi konuların kişisel deneyimle<br />

farkına varılması zor ya da olanaksızdır. 1984’te Etiyopya’daki açlık ve 1992-1993’te ABD<br />

askerlerinin Somali çıkarması bu tür konulara örnek gösterilebilir. Bu konular hakkındaki<br />

bilgiler doğrudan medya aracılığıyla elde edilebilmektedir. Ancak daha az oranda olmak üzere<br />

bireyler arası iletişimle; örneğin söz konusu olayların yaşandığı yerlere giden bir arkadaş ya da<br />

akraba gibi diğer bireylerle kurulan iletişimle bu tür bilgilere ulaşılabilmektedir. Dolayısıyla, söz<br />

sahibinin kaçınılmaz bir şekilde medya olduğu birtakım konuların varlığı ortaya çıkmaktadır. Bu<br />

da medyaya bağımlılık anlamına gelmektedir. Böylece konuların niteliğine bağlı olarak, her bir<br />

konu için gündem belirleme süreci aynı biçimde işlememektedir. Gündem belirleme<br />

çalışmalarında ele alınan konuları iki ayrı biçimde gören yaklaşım ise insanların doğrudan<br />

deneyimleriyle öğrendikleri konulara “doğrudan öğrenilen”; insanların ilgilendiği fakat asıl olarak<br />

medya aracılığıyla öğrenebildiği uzaktaki konulara da “dolaylı öğrenilen” konular tanımını<br />

getirmektedir.<br />

Gündem belirleme süreci, unsurları ve müdahaleci unsurlara ilişkin<br />

olarak şu kitaba başvurulabilir: Erkan Yüksel (2001). Medyanın Gündem Belirleme Gücü,<br />

Konya: Çizgi Kitabevi.<br />

Gündem Belirleme Araştırmalarının Sonuçları<br />

Gündem belirleme süreci ve sürecin farklı boyutları ve unsurları üzerine bugüne dek dünyanın farklı<br />

coğrafyalarında, farklı kültürlerinde, farklı zaman aralıklarında, saha ve laboratuvar ortamlarında yüzlerce<br />

araştırma gerçekleştirilmiştir. Elde edilen bulgular genel olarak medya ve kamu gündemleri arasındaki<br />

ilişkinin varlığını desteklemiştir. Araştırmalardan ortaya çıkan sonuçları özetle şu şekilde genelleştirmek<br />

mümküdür:<br />

• Belirli bir zaman aralığı içinde ya da zamanın herhangi bir noktasında farklı medya kurumları<br />

benzer konulara ilgi gösterir ya da önemlilik atfederler.<br />

• Konu ya da olayların gerçek yaşamdaki durum ya da göstergeleri medya gündemini belirlemede<br />

nispeten önemsizdir. Kuru istatistiklere dayalı gerçek yaşam göstergelerinin medya gündeminde<br />

yer alma olasılığı düşüktür.<br />

• Bilimsel araştırma sonuçları gündem belirleme sürecinde önemli bir rol oynamaz.<br />

• Gündem belirleme bazen ateşleyici ya da anidan ortaya çıkan, içinde kimi zaman trajedi de<br />

barındırabilen ve sosyal olay olarak adlandırılabilecek nitelikteki konulara karşı gösterilen<br />

duygusal bir tepkidir. Bu yüzden bu tür olaylar medya gündeminde daha ön plandadır.<br />

73


• Amerika Birleşik Devletleri’nde Beyaz Saray, New York Times ve ateşleyici olaylar bir konuyu<br />

medya gündemine yerleştirmede baskın bir rol oynar.<br />

• Bir konunun medya gündemindeki konumu önemli derecede bu konunun kamu gündemindeki<br />

önemliliğini belirler.<br />

ÖNCELEME VE ÇERÇEVELEME<br />

Medya gündemindeki konu ya da kişilerin niteliklerinin kamu gündemindeki etkilerini konu alan ikinci<br />

düzey gündem belirleme araştırmalarıyla yakın ilişkide bulunan iki kavram, önceleme (öne çıkarma,<br />

önemlileştirme) ve çerçevelemedir. Aslında bu iki kavram, gündem belirleme araştırmalarından ayrı<br />

araştırma alanlarına karşılık gelir.<br />

Önceleme, öne çıkarma ya da önemli hale getirme, gündem belirleme kuramının bir uzantısı olarak<br />

kullanılmaktadır. Iyengar ve Kinder’e göre medya, bazı sorunları görmezden gelir ama bazı sorunlara<br />

dikkatimizi çeker. Böylece bizim siyasal partileri, başbakanları, politikaları değerlendirdiğimiz ölçütleri<br />

belirler. Bir sorunun gündeme gelişiyle birlikte bu sorunun siyasal kararları etkilemedeki ağırlığı da artar.<br />

Medyanın bazı sorunlara kamuoyunun dikkatini çekmesi ve bazılarını görmezden gelmesi, eş deyişle<br />

bazı konularda bol bol haberler yayınlayarak bu konuları önemli ve öncelikli hale getirmesi hükümetlerin,<br />

mevcut politikaların ve siyasal adayların değerlendirileceği ölçütlerin belirlenmesi anlamına gelmektedir.<br />

Bu bakış açısıyla ele alındığında medyanın değerlendirme ölçütlerini belirleyici rolü ortaya çıkmaktadır.<br />

Dolayısıyla medya, siyasal güç aktörlerine yönelik değerlendirme ölçütlerinin belirleyicisi olarak önemli<br />

bir güce sahip bulunmaktadır. Medya önem verdiği konularla hangi siyasal yargıların ve tercihlerin<br />

yapılacağını belirlemektedir. Bu da medyanın izleyenlerin zihninde nelerin canlanacağını belirleyen en<br />

güçlü araç olarak görülmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden, bir konunun sunumuyla izleyenler<br />

üzerinde o konuya yakın olan siyasal lideri destekleme eğilimi yaratılabilmektedir.<br />

Bir haberde ele alınan konunun genellikle kamuoyunun istendik yönde dikkatini çekebilecek şekilde<br />

bazı yönlerinin seçilerek kimi zaman belirli çağrışımlarla birlikte sunulduğu da söylenebilir. Çerçeveleme<br />

ele alınan bir sorunun bazı boyutlarını seçerek metin içerisinde daha görünür hale getirmektir. Örneğin<br />

haber çerçeveleri, ele alınan sorunun ne olduğunu belirli bir bakış açısından tanımlar. Soruna kimlerin ve<br />

nelerin neden olduğunu vurgular. Ahlaki yargılarda bulunur ve sorunun nasıl çözüleceğini belirtir. Medya<br />

içeriklerinde kimi kavram, kurum ve kişilere yönelik sıklıkla tekrarlanan bazı kalıp ifadeler en çok dikkat<br />

çeken haber çerçevelerini oluşturur. Çerçeveleme ile konuların istendik yönde kamuoyunun dikkatini<br />

çekebilmek üzere bazı yönlerin seçilerek belli çağrışımlarla birlikte sunulması konu alınır. Tıpkı bir resmi<br />

duvardaki diğer nesnelerden ayıran resim çerçevesi gibi haberlerde de ele alınan konulara ilişkin durum<br />

tanımlarının yapıldığı ve bu sayede o sorunun nasıl tartışılacağının da söylendiği ifade edilir. Çünkü<br />

medyanın sorunları sunum biçimi, kamuoyunun herhangi bir olaya ya da resme nasıl bakacağını, eş<br />

deyişle konuyu nasıl görüp, değerlendirip, düşüneceğine yönelik mesaj ve bakış açılarını içeren<br />

çerçevelerden oluşmaktadır (İrvan, 2001; Mutlu, 1994; Yüksel, 2001).<br />

Önceleme ve çerçeveleme kavramlarını kullanarak gerçekleştirilen araştırmalar, medyanın kamuoyu<br />

üzerindeki etkisinin sadece gündemi belirlemekle sınırlı olmadığını, dahası, belirlediği bu gündem<br />

çerçevesinde insanların siyasal liderleri değerlendirme ölçütlerini etkilediğini ve sorunlara getirilen<br />

çözüm önerilerini önemli ölçüde dayattığını göstermektedir.<br />

Çarpıcı bir örnek olarak, açlık konusunda birbirine yakın durumdaki Brezilya ve Etiyopya’daki<br />

duruma yönelik haberler ele alınabilir. Bu iki ülke arasındaki ilişki bağlamında yapılan çerçeveleme ve<br />

öne çıkarma sonucu medya, Etiyopya’ya daha çok ilgi göstermiş ve kamuoyunun dikkatleri bu ülkeye yöneltilmiştir.<br />

Etiyopya’da yaşanan kıtlık konusu 1984’te uluslararası gündeme yerleşirken, Brezilya’daki<br />

kuraklık objektif ölçümlemelere göre daha ciddi boyutlarda olmasına karşın gündemde yer<br />

edinememiştir. Etiyopya’da altı milyondan fazla insan devletin besleme istasyonlarına giderken,<br />

Brezilya’da da 24 milyon insan kuraklık felaketi ile karşılaşmıştır. Buna karşın Etiyopya’daki açlık<br />

gündeme gelmiş ve yardım elleri bu ülkeye uzanmıştır. Bunun nedenleri arasında Etiyopya’daki beslenme<br />

istasyonlarından elde edilebilen dramatik görüntüler ilk sırayı almaktadır. Bu konu üzerine yaptığı<br />

çalışmada Boot, Etiyopya’da her ay 7000 kişi ölürken olaylara duyarsız kalındığı ama Kameraman<br />

74


Mohammed Amin ve BBC muhabiri Michael Buerk’ın birlikte hazırladıkları Korem’deki göçmen kampı<br />

haberinde üç yaşındaki bir çocuğun ölümü ve yetişkinlerin Auschwitz cezaevini andıran izdihamı<br />

görüntüleri üzerine medya ilgisinin birden arttığını kaydetmektedir. Bu muhabirlerin etkili haber<br />

sunumuyla gerçekleştirdikleri konu teklifçiliği ve kitle iletişim araçları arası etkileşim sonucu uluslararası<br />

bir konu haline gelen Etiyopya’daki açlık 3.5 dakikalık görüntülerle sunulurken, Başkanlık seçimleriyle<br />

ilişkilendirilmiştir. Ardından yardım kampanyaları ve milyarlarca dolarlık organizasyonlar birbirini<br />

izlemiştir. Ancak bütün bunlar olurken ne yazık ki aynı dönemde Etiyopya ile aynı konumdaki Brezil’de<br />

ölümler devam etmiştir. 10 ay sonra ise Etiyopya konusu da ABD medya gündeminden neredeyse<br />

tamamen düşmüştür ve orada da ölümler devam etmiştir (Dearing ve Rogers, 1996).<br />

Günümüzde ise çerçeveleme kavramı gündem belirleme çalışmalarında daha çok ikinci aşama<br />

çalışmalarla birlikte anılır olmuştur. Haber çerçeveleri konulara yönelik tutumları da içinde barındırmakta<br />

ve medyanın tutumlar yönündeki etkilerine dönük çalışmaların odak noktasını oluşturmaktadır.<br />

İKİNCİ DÜZEY GÜNDEM BELİRLEME<br />

Cohen’in medyanın “ne hakkında” ya da “hangi konuda” düşüneceğimizi belirlediğine ilişkin sözlerinden<br />

hareketle, ikinci düzey gündem belirleme araştırmalarında “ne düşüneceğini”; eş deyişle “nasıl<br />

düşüneceğini” de belirleme yönündeki etkisinin varlığı araştırılmaktadır. Bu sayede şu hipotez test<br />

edilmektedir: “Bir konunun medyadaki sunulan niteliği, o konunun kamuoyunun zihnindeki niteliğini<br />

belirler.”<br />

İkinci düzey araştırmada medya gündemine ilişkin olarak yine içerik analizi uygulanır. Ancak bu kez<br />

olay ya da kişilere ilişkin medya içeriklerinde tanımlanan nitelikler kategorileştirilir. Olay ya da kişilere<br />

ilişkin kamuoyunun nasıl bir nitelik tanımlamasında bulunduğu da yine bir anket uygulamasıyla ortaya<br />

konur. Bu kez ankete katılanlara konu alınan olay ya da kişinin niteliklerini tanımlamak üzere bir soru<br />

sorulur. Örneğin “yakınlarda yapılacak şeçimlerde ilk kez oy kullanılacak bir yakınınız olsa, seçimler<br />

öncesinde adayları tanımak için size sorsa, X adayı hakkında ona ne söylerdiniz?” diye sorulur. Alınan<br />

yanıtlar medya gündemindeki gibi kategorileştirilir. Daha sonra da medya ve kamu gündeminden elde<br />

edilen kategoriler birbiriyle karşılaştırılır.<br />

İlk kez McCombs ve diğerlerince İspanyol seçmenler üzerine gerçekleştirilen ve 1997’de yayınlanan<br />

çalışmada, seçmenlerin adaylara yönelik imajları ile medya haberleri ve reklamları arasında tutum<br />

transferini gösteren sıkı bir ilişki bulunmuş ve bilim insanları medyanın insanların nasıl düşüneceklerini<br />

de belirleme gücünün olduğunu ileri sürerek bu duruma “İkinci Aşama Gündem Belirleme Çalışması”<br />

adını vermişlerdir.<br />

Aslında, 1990’ların sonlarında yaygınlaşmaya başlayan bu yöndeki çalışmaların kökenlerinin daha<br />

eskilere dayandığını da söylemek mümkündür. 1976 ABD Başkanlık seçimleri dönemini inceleyen iki<br />

çalışma, ilk ikinci aşama gündem belirleme düşüncesinin basit bir yansımasını ortaya koymaktadır.<br />

Weaver ve diğerlerinin panel çalışması, seçimler döneminde Chicago Tribune ve Illinois seçmenlerinin<br />

Başkan adayları Jimmy Carter ve Jerry Ford’a yönelik tutumları arasında yüksek oranda bir ilişki<br />

olduğunu belirlemiştir. Aynı seçim dönemine yönelik Becker ve McCombs’un çalışmasında ise,<br />

Newsweek dergisiyle ve New York demokratlarının tutumları arasındaki ilişkinin aylar içerisinde daha da<br />

arttığını ortaya koymuştur.<br />

McCombs ve arkadaşları bugüne dek gerçekleştirdikleri pek çok çalışmada olay ve kişilere ilişkin<br />

medyada sunulan niteliklerle kamuoyunun o konudaki görüşlerinin paralel olduğu sonucuna<br />

ulaşmışlardır. Bu çerçevede de şu görüşü dile getirmişlerdir: “Cohen’in klasik açıklamasını yeniden ifade<br />

etmek gerekirse; medya sadece ne hakkında düşünmemiz gerektiğini değil, aynı zamanda nasıl ve ne<br />

hakkında düşünmemiz gerektiğini ve dahası, bununla ilgili ne yapmamız gerektiğini de<br />

söyleyebilmektedir.”<br />

Söz konusu çalışmaların esin kaynaklığını daha çok “yetiştirme” ve “suskunluk sarmalı” yaklaşımları<br />

oluşturmuş ve gündem belirleme araştırması çerçevesinde bilim insanları bunu “çerçeveleme” kavramı ile<br />

ilişkilendirmişlerdir. Bu da olay ya da konuların belirli bir yönünün, belirli bakış açılarıyla ile ele alınıp<br />

önemliliklerinin bu bakış açısıyla vurgulandığı; eş deyişle çerçevelenerek sunulduğu düşüncesine<br />

dayanmaktadır.<br />

75


YETİŞTİRME KURAMI<br />

Yetiştirme kuramı (Cultivation Theory), Amerika Birleşik Devletleri’nde 1960’ların sonu ve 1970’li<br />

yılların başında Gerorge Gerbner tarafından Kültürel Göstergeler Projesi adı altında geliştirilmiştir. Bu<br />

yüzden Gerbner ve arkadaşlarına kültürel göstergeler grubu denilmektedir. Proje, şiddet örneği açısından<br />

geliştirilmiş; ancak sonraki yıllarda farklı konular açısından araştırmalar yapılmıştır. Kültürel göstergeler<br />

projesi; kurumsal süreç çözümlemesi, mesaj sistem çözümlemesi ve yetiştirme çözümlemesi<br />

bileşenlerinden oluşmaktadır.<br />

Kültürel göstergeler kavramı, ekonomik ve sosyal göstergeleri tanımlamak ve onların bütünlüğünü<br />

sağlamak için geliştirilmiştir. Kavram, önemli kültürel sorunların bir barometresini sağlamaktadır. Ancak<br />

artık, kültürel göstergelerin, ekonomik ve sosyal göstergelerden daha önemli olduğu ve onların önüne<br />

geçtiği kabul edilmektedir. Kültürel göstergeler grubunun önemli bir bulgusuna göre televizonun<br />

yansıttığı dünya, gerçek dünyadan farklılaşmaktadır. Televizyon, çok seyredenlerin inançlarını içeriğe<br />

uygun bir şekilde homojenleştirmektedir.<br />

Temel Bakış Açısı<br />

Kültürel göstergeler projesinin iletişim ve kültüre bakışı diğer kuramlardan farklı nitelikler taşır. Gerbner,<br />

iletişimi iki dönemde ele alır: Bunlar doğrudan deneyimli iletişim ve dolaylı deneyimli iletişim<br />

dönemleridir. Ona göre iletişim, mesajlar aracılığıyla etkileşimdir. Kitle iletişimi ise sembolik çevrenin<br />

kitlesel üretimidir. İletişim; en geniş insancıl anlamında, insanoğlu tarafından ne, neyin önemli ve doğru<br />

olduğu konularını içeren mesajların üretimi, elde edilmesi ve algılanmasıdır. Bu tanım, yetiştirme<br />

kuramının temelini oluşturur. Nitekim mesajların üetilmesi kurumsal süreci, elde edilmesi mesaj sistemini<br />

ve algılanması da yetiştirme boyutunu karşılar.<br />

Yetiştirme kuramı açısından hikâye anlatma oldukça önem taşımaktadır. Gerbner, medyada anlatılan<br />

hikâyeleri üç kategoride ele alır. Bunlardan birincisi, şeylerin nasıl işlediğiyle ilgilidir. Bu hikâyelerde<br />

insan yaşamının görünmeyen dinamikleri aydınlatılmaktadır. Bu hikâyeler hayâl ürünü olarak<br />

adlandırılmaktadır. Söz konusu hikâyeler, insanların gerçeklik olarak nitelendirdiği bir kurmacayı<br />

sağlamaktadır. İkinci tür hikâyeler, şeylerin ne olduğuyla ilgilidir. Bunlar ise haber olarak<br />

adlandırılmaktadır. Bunlar geleceğe yönelik görüşleri, kuralları ve belli bir toplumun amaçlarını<br />

onaylatmaya yöneliktir. Ne yapılması gerektiğiyle ilgili hikâyeler ise, üçüncü tür hikâyeleri<br />

oluşturmaktadır. Bu tür hikâyeler, tercihler ve değerlerle ilgilidir. Bunlar söylevler, eğitim ve yasalar<br />

olarak adlandırılmaktadır. Günümüzde ise reklam olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu üç tür hikâye,<br />

birbiriyle organik olarak ilişkilendirilmiş biçimde kültürü oluşturmaktadır. Bu hikâyeler mitoloji, din,<br />

destan, eğitim, sanat, bilim, yasalar, peri masalları ve politikadan elde edilmektedir. Üçü de büyük ölçüde<br />

paketlenmiş olarak televizyondan yayılmaktadır.<br />

Yetiştirme kuramına göre, televizyon kültürde yaşanılanları ekmektedir. Bu, basit bir neden-sonuç<br />

ilişkisi değildir. Kültür, içinde insanların yaşadığı ve öğrendiği temel bir araçtır. Yetiştirme ise kültürel<br />

çevre içerisinde bir deniz değişimini işaret etmektedir. Yetiştirmenin, kültürleme ve sosyalleştirmeye<br />

katkısı yaşamsaldır. Ancak bu katkının, ne yönde olduğu bilinmelidir ve sonuçları olumlu değildir.<br />

İnsanlar, yakın çevrenin tehdit ve ödüllerinden daha geniş bir dünyada yaşamaktadırlar. Bu dünya<br />

anlattığımız hikâyelerden gelmektedir. Bu hikâyeler, örneğin sanat, bilim, din gibi alanlardan elde<br />

edilmekte ve televizyondan yansıtılmaktadır. Bu anlamda şarkılar, türküler, imgeler vb. insanların<br />

çevrelerinin tekdüze düzenlenişinde işlevseldir. Nitekim bütün hayvanlar davranır ama sadece insanlar<br />

sembolik çevrenin oluşumlarının dünyasında hareket eder.<br />

Kültürel Göstergeler Projesinin Bileşenleri<br />

Yetiştirme kuramının üç bileşeni bulunmaktadır: Bunlar kurumsal süreç çözümlemesi, mesaj sistem<br />

çözümlemesi ve yetiştirme çözümlemesidir. Bunlara ek olarak, yapılan eleştiriler de dikkate alınarak<br />

yaygın görüş haline getirme de geliştirilmiştir.<br />

Kültürel göstergeler projesinin birinci sırasında yer alan kurumsal süreç çözümlemesi bileşeniyle;<br />

kitle iletişiminin diğer kurumlarla nasıl ilişkili olduğu, nasıl karar alındığı, mesaj sistemlerinin nasıl<br />

76


oluşturulduğu ve bir toplumda işlevlerini nasıl yerine getirdiği gibi konular çözümlenmektedir. Bu<br />

bileşenin önemi, kitle iletişim politikalarının, yalnızca sosyal ilişkilerin genel yapısını ve endüstriyel<br />

gelişmede bir aşamayı değil, aynı zamanda belli tür kurumsal ve endüstriyel güçleri ve bunların<br />

baskılarını yansıtmasından da kaynaklanmaktadır.<br />

Mesaj sistem çözümlemesi, yetiştirme çözümlemesine temel oluşturmaktadır. Kültürel göstergeler<br />

projesinin ikinci aşamasıdır. Mesaj sistem çözümlemesi, önemini yetiştirme çözümlemesine temel<br />

oluşturan sorulara kaynaklık etmesinden almaktadır. Yetiştirme çözümlemesinde kullanılan sorular<br />

televizyon dünyasının tanımlanmasından sonra hazırlanmaktadır. Sorular, televizyon mesaj sisteminde<br />

yer alan içerik görünümlerinden yansımaktadır. Mesaj sistem çözümlemesinde yapılacak bir yanlış<br />

çözümeleme, saha araştırmasında kullanılan soruların yanlış hazırlanmasına ve araştırmanın yanlış<br />

sonuçlar vermesine neden olabilecektir. Bu nedenle mesaj sistem çözümlemesinin son derece dikkatli<br />

yapılması gerekmektedir. Nitekim mesaj sistem çözümlemesiyle televizyonda en çok yinelenen ve sabit<br />

unsurlar elde edilmektedir. Bu görüntüler çoğu program türlerinde yer almaktadır. Örneğin şiddet unsuru<br />

haberlerde, dizilerde, filmlerde ve hatta reklamlarda bile gösterilmektedir. Televizyonu çok seyredenlerin<br />

bu görüntülerden kaçınması mümkün değildir.<br />

Yetiştirme kuramı bağlamında başlangıçta yetiştirme deliline yönelik bir araştırma yapılmamıştır.<br />

Yetiştirme delili televizyonun insanların sosyal gerçeklik ve dünya algılaması üzerinde rolü olduğuna<br />

ilişkin bulgudur. Bunun yerine televizyon dünyası çözümlenmiştir. Gerbner ve arkadaşlarına göre,<br />

televizyonun kendine özgü bir dünyası vardır ve bu dünya gerçek dünyadan ayrılmaktadır. Bu<br />

farklılıklara mesaj sistem çözümlemesi yapılarak ulaşılır. Mesaj sistem çözümlemesi, televizyon içeriği<br />

hakkında sistematik, güvenilir ve toplam gözlemler için bir aygıttır. Mesaj sistem çözümlemesiyle<br />

bireysel ya da bir izleyici grubunun gördükleri çözümlenmez. Aksine en çok yinelenen, temsil edilen,<br />

durağan toplam mesaj örnekleri ortaya konulur. Nitekim tüm topluluklar uzun zaman boyunca bu mesaj<br />

örneklerini izlemektedirler. Mesaj sistem çözümlemesiyle ilgili bazı kavramlar şunlardır: Program, şiddet<br />

eylemi, karakterler, program örnekleri, kodlayıcı eğitimi ve güvenilirliği.<br />

Yetiştirme çözümlemesi, kültürel göstergeler projesinin üçüncü bileşeni ve aşamasıdır. Yetiştirme<br />

kavramı televizyonun insanların sosyal gerçeklik kavramlaştırması ve dünya algılaması üzeuindeki rolünü<br />

tanımlamak için kullanılmaktadır. İzleyicinin sosyal gerçeklik kavramlaştırmasıyla, televizyon<br />

içeriğindeki en çok yinelenen ve yayılmacı imge ve ideolojiler arasındaki ilişkiyi incelemektedir.<br />

Yetiştirmenin anlamı şudur: Kültürel üretimin egemen tarzları, mesajları ve temsilleri oluşturmaya<br />

eğilimlidir. Bu mesaj ve temsiller kültürel bağlamları, kurumların pratiklerini, yönelimlerini, dünya<br />

görüşlerini ve ideolojilerini beslemektedir. Söz konusu mesaj ve temsiller de zaten bu kültürel bağlam ve<br />

kurumlardan kaynaklanmaktadır. Televizyon izleyicisi bilinçsizce, televizyon dünyasının demografik<br />

gerçeklerini edinir, rastlantısal ve kasıtlı olmaksızın bu dünyanın gerçeklerini öğrenir. Bu ise<br />

yetiştirmedir.<br />

Yetiştirme kuramına göre bazı insanlar, televizyon başında fazla zaman geçirmektedirler. Televizyon<br />

da bazı ortak ve yinelenen mesajlara sahiptir. Söz konusu insanlar televizyonun en ortak ve yinelenen<br />

mesaj ve derslerinden yansıyan bir dünya görüşüne sahip olacaktırlar. Kuram televizyonun düşsel<br />

dünyasına bağımlı kalmanın uzun dönemli toplam rolünü sorgulamaktadır. Yetiştirme araştırmaları<br />

televizyonun kültürlemedeki uzun dönemli, yavaş değiştirme rolünü anlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla<br />

birkaç program izlemenin izleyicinin davranışında ne yönde bir değişiklik yaptığıyla ilgilenmemektedir.<br />

Yetiştirme çözümlemesi, kültürel medyayı toplam izlemenin genel ve kapsayıcı sonuçlarıyla<br />

ilgilenmektedir. Bu yönüyle diğer etki kuramlarından ayrılmaktadır. Ayrıca özel televizyon<br />

programlarıyla, seçici izlemeyle ve kullanımlar ve doyumlar kuramının televizyon izlemeyle ilgili<br />

kabulleriyle ilgilenmemektedir. Yetiştirme kuramı televizyon temsillerinin kapsayıcı ve yinelenen<br />

örnekleri ve derslerine odaklanan bir proje olarak kurgulanmıştır. Yetiştirme çözümlemesi, televizyonla<br />

büyümenin ve yaşamanın toplam sonuçlarıyla ilgilenmektedir.<br />

Yetiştirme çözümlemesi genellikle, televizyon içeriğindeki sabit ve en çok yinelenen örneklerin<br />

seçilmesi ve değerlendirmesiyle başlamaktadır. Bu işlemde çoğu program türünde yer alan değerler,<br />

görüntüler ve imgelere vurgu yapılmaktadır. En basit haliyle söylendiğinde yetiştirme çözümlemesi,<br />

televizyonu çok seyredenlerin, en çok ortak ve yinelenen mesajlardan oluşan televizyon dünyasının<br />

mesajlarını, gerçek dünya olarak algıladığını ortaya koymaya çalışır. Televizyonu çok seyredenlerle az<br />

seyredenlerin yanıtlarını, demografik değişkenleri de dikkate alarak karşılaştırır. Televizyon dünyasıyla<br />

77


gerçek dünya arasında farklılık bulunmaktadır ve televizyon dünyası seyrek olarak objektif gerçekliği<br />

yansıtmaktadır. Bunun yerine egemen ideoloji ve değerleri dikte etmektedir.<br />

İlk yetiştirme araştırmasının yayımlanması ile 1980’li yılların başları arasında kalan dönemde bazı<br />

bilim insanları, yetiştirme kuramına kimi eleştiriler getirmişlerdir. Bu eleştiriler yetiştirme kuramı<br />

açısından yaygın görüş haline getirme (mainstreaming) kavramını ve çözümlemesini doğurmuştur. Bir<br />

süreç olarak yaygın görüş haline getirme, televizyonun ortak yönelimleri yetiştirdiği iddiasının, kuramsal<br />

sunumunu ve deneysel kanıtını temsil etmektedir. Yaygın görüş haline getirme, görece bir<br />

homojenleşmeyi, farklı görüşlerin emilmesini ve farklı izleyicilerin bir araya getirilmesini ifade<br />

etmektedir. Bir ölçüde basılı kültür tarafından geliştirilen ve geçmişten gelen geleneksel farklılıklar,<br />

televizyon dünyası içinde kültürlenen ve birbirini izleyen gruplar ve kuşaklar düzeyinde<br />

bulanıklaşmaktadır. Yaygın görüş haline getirme, çok seyredenlerin, televizyon dünyasını öteki etken ve<br />

etkilerden kaynaklanan davranış ve yönelimlerdeki farklılıkları yok ederek algılaması anlamına<br />

gelmektedir. Başka bir deyişle farklı izleyici gruplarının yanıtlarındaki farklılıklar, bu grupların farklı<br />

kültürel, sosyal ve politik özellikleriyle uyumlu duruma getirilmiş farklılıklar, anılan grupların çok<br />

seyredenlerinin yanıtlarında azalmakta ya da yok olmaktadır.<br />

Kültürel Göstergeler Projesinin bileşenleri nelerdir?<br />

Yetiştirme Kuramı Bakımından Televizyon ve Şiddet<br />

Yetiştirme kuramının önermeleri aslında tüm kitle iletişim araçları için geçerlidir ama televizyonun önemi<br />

daha büyüktür. Yetiştirme araştırmaları hep televizyon özelinde yapılmıştır. Ayrıca yetiştirme kuramı<br />

şiddet özelinde başlamış ve diğer alanlara da kaymıştır. Bu nedenle yetiştirme kuramı bakımından<br />

televizyon ve şiddet konusuna ayrı bir biçimde değinmek yararlı olacaktır.<br />

Televizyon dünyası diğer kitle iletişim araçlarının içeriğinden farklı bir içeriğe sahiptir. Bunun en<br />

önemli nedeni televizyonun merkezileşmiş kitlesel üretim yapmasıdır. Toplam nüfus için yapılan bu<br />

üretimle gelen uyumlu bir mesaj grubu seçmeden izlenmektedir. Televizyon merkezileşmiş hikâye<br />

anlatıcı konumundadır. Hikâye anlatma ve günümüzde televizyon aracılığıyla yapıldığı düşüncesi<br />

yetiştirme kuramının temel önermelerinden birisidir. Gerbner’a göre insanlarla diğer canlılar arsındaki<br />

temel farklılık, insanların kendi anlattıkları hikâyelerin dünyasında yaşıyor olmalarıdır. Yalnızca insanlar,<br />

karmaşık sembollerin güdümü altında iletişim kurmaktadırlar. Böylece sadece insanlar, hikâye<br />

anlatmanın bazı formları ve tarzları aracılığıyla oluşturulmuş ve deneyimlenmiş bir dünyada yaşarlar.<br />

İnsanlar, bildiklerini ve düşündüklerini ne kişisel ne de doğrudan deneyimle elde etmektedirler. Ne<br />

biliyorlarsa bunları, anlatıkları ve duydukları hikâyelerden edinmektedirler. Dolayısıyla günümüzde<br />

hikâye anlatma işlevini televizyon yerine getirmektedir.<br />

Gerbner ve arkadaşlarına göre televizyonun en önemli işlevlerinden biri sosyalleşmenin bir aracı<br />

olmasıdır. Televizyon dünyasında yer alan sosyal hiyerarşi, sosyalleşmenin diğer güçlü özneleri<br />

tarafından ortaya konulanlardan kolayca ayırt edilemez. Televizyonu tek yapan; standartlaştırma,<br />

doğrusal bir akış haline getirme ve genişletme kapasitesidir. Daha da önemlisi neredeyse toplumun tüm<br />

üyelerine ortak kültürel normları paylaştırmasıdır. İnsanlar televizyonun sembolik çevresi içine<br />

doğmaktadırlar. Çocuklar okumaya başlamadan yıllar önce hatta konuşmayı öğrenmeden televizyon<br />

izlemeye başlamaktadırlar. Televizyon ise gerçekliğin sosyal olarak kurulmuş çeşidini aynı zamanda aynı<br />

yönelimde tüm sınıflar, gruplar ve yaşlara yağdırmaktadır. İzleyici, televizyonu programa göre<br />

izlememektedir. Seçerek de izlememektedir. Rastlantısal olarak seçmeden izlemektedir. Açık olan<br />

televizyon insanları etkileyebilmektedir. Televizyon sinsidir, yavaş yavaş etkiler. En sert ve kalıcı etkiyi<br />

bırakan kitle iletişim aracı televizyondur. Televizyon, okuma yazmanın tarihsel sınırlarını kırmış,<br />

insanların bilgi kaynağı olmuştur. Televizyon belirtilen işlevleriyle artık, kültürle doğrudan etkileşim<br />

içerisindedir. Televizyonun etkisi ani değişiklikte ya da benzerlikte bulunamaz. Fark televizyonu az<br />

izleyenlerle çok izleyenlerin sosyal gerçekliği kavramlaştırmalarında yatar. Televizyon kapitalist<br />

endüstriyel düzenin kültürel koludur.<br />

Öte yandan televizyon, izleyenlerde korku duygusu yaratır. Berbat bir dünya algılamasına neden olur.<br />

Yetiştirme kuramına göre şiddet, fiziksel bir gücün silahlı ya da silah kullanmadan, kişinin kendisine ya<br />

da başkasına karşı, kurbanın kendi rızası dışında, acı verecek biçimde incitilmesi, öldürülmesi ya da<br />

olayın bir parçası olarak kurban olacak derecede tehdit edilmesi unsurlarının açık bir ifadesidir. Boş<br />

tehditler, sözlü saldırılar, inandırıcı şiddet sonuçları doğurmayan jestler şiddet olarak kodlanmamaktadır.<br />

78


Ancak kaza ve doğal şiddet, daima belli karakterleri kurban eden amaçlı dramatik eylemler olarak kabul<br />

edildiğinden şiddet kapsamına girmektedir.<br />

Gerbner’a göre bugüne kadar insanlık çok fazla kan akışına tanık olmuştur ama günümüzdeki gibi bir<br />

kan akışına tanık olmamıştır. 1974’te şiddet içerikli program sayısı 58 iken, bu sayı 1984’te 73, 1994’te<br />

de 75’e çıkmıştır. En çok izlenen zamanda, saat başı 5 şiddet sahmesi yer almaktadır. Ortalama her<br />

geceye 2 ya da 3 cinayet düşmektedir. 4 ya da 5 haber şiddet içerikli olmaktadır. Çocuk programları<br />

şiddet sahneleriyle doludur. Medya ve özellikle televizyon, günümüzde her evi istila eden şiddet<br />

kültürünün yaratanıdır. Şiddet dikkat çekici bir kamu sorunudur. Televizyonda dikkate değer ölçüde<br />

sunulmaktadır. Dramalardaki ve haberlerdeki şiddet iktidara işaret etrmektedir. Nitekim kurban edenler<br />

gibi kurban olanları da sunmaktadır. Şiddeti tetiklediği gibi yıldırmaktadır da... Silahlı eylem de sakat<br />

bırakma da olabilmektedir. Açıkça sosyal kıdem sırasını göstermektedir. Azınlıklar, kadınlar, yaşlılar gibi<br />

bazı gruplar daha çok kurban olmaktadır. Dolayısıyla televizyonda sunulan şiddetin taklitten daha önemli<br />

sonuçları da vardır denilebilir. Nitekim televizyon korku, endişe ve güvensizlik hissi yerleştirerek<br />

güvenlik isteklerinin, sivil haklar ihlalleri ve baskıya daha ağır basan bir iklim yaratmaktadır.<br />

Televizyonda sunulan şiddet, beyaz ve erkek iktidarının yansıtıcısıdır. Global pazara bağlıdır. Para için<br />

şiddet satılmaktadır. Dünyadaki toplumlara en uygun filmler, şiddet içerikli filmlerdir. Şiddetin dili<br />

yoktur. Her topluma uymaktadır. Korku, evrensel bir duygudur ve patlamaya hazırdır. Sembolik şiddet,<br />

etkili biçimde yetiştirilmek için en ucuz yoldur.<br />

Yetiştirme kuramının şiddet tanımlaması nasıldır?<br />

79


Özet<br />

Bu bölümde suskunluk sarmalı, gündem<br />

belirleme ve yetiştirme kuramları açıklanmıştır.<br />

Bunlardan önce kamuoyu oluşturmaya ilişkin<br />

bilgi verilmiştir. Nitekim kamuoyu kavramı,<br />

suskunluk sarmalı kuramı açısından önem<br />

taşımaktadır. Daha da önemlisi kamuoyu<br />

oluşturma ile gündem belirleme arasına ince bir<br />

çizgi çekilmektedir.<br />

Günümüzde, kamuoyunun ne olduğu ve nasıl<br />

öğrenilebileceği konusunda iki hâkim görüşün<br />

varlığından söz edilebilir. İlkine göre kamuoyu,<br />

bireysel düşüncelerin bir yığınıdır ya da kamuoyu<br />

araştırmacılarının ölçmeye çalıştığı şeydir.<br />

İkincisine göre ise çeşitli sorunlar hakkında<br />

kamuoyunun görüşü anket yöntemiyle tam olarak<br />

ortaya konulamaz. Bunun yerine birey<br />

kanaatlerinin biçimlendiği ve açıklandığı kolektif<br />

süreçlerin incelenmesi gereklidir. Nitekim<br />

kamuoyu, karşılıklı etkileşimin ve iletişimin bir<br />

ürünüdür.<br />

Suskunluk sarmalı kuramıyla Elisabeth Noelle-<br />

Neumann, çağdaş toplumlarda medyanın<br />

konumunun özel önemine dikkat çekmiştir.<br />

Noelle-Neumann’ın “kamuoyu araştırmalarınca<br />

saptanan bireysel fikirlerin toplamı, kamuoyu<br />

olarak bilinen korkunç bir siyasal güce nasıl<br />

dönüşüyor?” sorusuna karşılık bulmaya çalışırken<br />

geliştirdiği kuram, güçlü etkilere dönüşü temsil<br />

etmesinin yanında, Amerika dışında geliştirilmesi<br />

ve liberal-çoğulcu gelenek (etki kuramı) içine<br />

dahil edilmesi açısından da önemlidir. Kuram,<br />

yalnızca üyelerinin birbirlerini tanıdıkları<br />

grupların değil, toplumun da oydaşmadan sapan<br />

bireyleri tehdit ettiği varsayımına dayanır: Kişi,<br />

kendi görüşünün azınlıkta kaldığına inanırsa,<br />

dışlanma korkusuyla onu açıklamaktan çekinir.<br />

Çoğunluğun görüşünü oydaşma olarak kabul<br />

eder. Bunda medya temel bilgi kaynağı olarak<br />

aktif rol oynar. Medyanın önemli bir rol<br />

oynamasının nedeni ise insanların kamuoyunun<br />

dağılımı için baktıkları kaynak olmasıdır.<br />

McComs ve Shaw’ın isim babası oldukları<br />

gündem belirleme kuramına göre medyanın<br />

gündemine alarak önemli olduğunu belirttiği<br />

konularla kamu gündemindeki bu konulara ilişkin<br />

algının ilişkili olduğu ortaya konulmuştur. Başka<br />

bir deyişle bir konunun medya gündemindeki<br />

önemlilik derecesi, aynı konunun kamu<br />

gündeminde de benzer şekilde önemli olarak<br />

kabulünü beraberinde getirmektedir.<br />

Yetiştirme kuramı, Amerika Birleşik<br />

Devletleri’nde 1960’ların sonu ve 1970’li yılların<br />

başında Gerorge Gerbner tarafından Kültürel<br />

Göstergeler Projesi adı altında geliştirilmiştir.<br />

Proje, televizyondaki şiddet gösterimi üzerine<br />

geliştirilmiş, ancak sonradan farklı konular<br />

açısından da araştırmalar devam etmiştir.<br />

Kültürel göstergeler projesi, kurumsal süreç<br />

çözümlemesi, mesaj sistem çözümlemesi ve<br />

yetiştirme çözümlemesi bileşenlerinden<br />

oluşmaktadır. Yetiştirme kuramına göre bazı<br />

insanlar televizyon başında fazla zaman<br />

geçirmektedirler. Televizyon da, bazı ortak ve<br />

yinelenen mesajlara sahiptir. Sözkonusu insanlar,<br />

televizyonun en ortak ve yinelenen mesaj ve<br />

derslerinden yansıyan bir dünya görüşüne sahip<br />

olacaktırlar. Kuram televizyonun düşsel<br />

dünyasına bağımlı kalmanın uzun dönemli<br />

toplam rolünü sorgulamaktadır.<br />

80


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Aşağıdaki ifadelerden hangisi dilimizde kamuoyu<br />

kavramına karşılık olarak kullanılmaz?<br />

a. Efkar-ı umumiye<br />

b. Amme efkarı<br />

c. Halk efkarı<br />

d. Kamu efkarı<br />

e. Efkar-ı beşer<br />

2. Aşağıdakilerden hangisi kamuoyunu oluşturan<br />

unsurlardan biri değildir?<br />

a. Medya<br />

b. Okul<br />

c. Aile<br />

d. Siyaset bilimi<br />

e. Siyasal partiler<br />

3. Aşağıdakilerden hangisi kamuoyu kavramını<br />

ilk kullanan düşünür olarak gösterilebilir?<br />

a. Machiavelli<br />

b. Yaşar Kemal<br />

c. Montaigne<br />

d. Dostoyevski<br />

e. Tolstoy<br />

4. Aşağıdakilerden hangisi suskunluk sarmalı<br />

kuramını geliştiren isim olarak bilinir?<br />

a. Elisabeth Noelle-Neumann<br />

b. McCombs ve Shaw<br />

c. George Gerbner<br />

d. Michael Morgan<br />

e. Dennis McQuail<br />

5. Suskunluk sarmalı kuramı açısından en önemli<br />

iki kavram aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Gündem belirleme<br />

b. Yetiştirme çözümlemesi ve mesaj sistem<br />

çözümlemesi<br />

c. Yaygın görüş haline getirme<br />

d. Yetiştirme kuramı<br />

e. Dışlanma korkusu ve dışlanma tehditi<br />

6. Aşağıdakilerdan hangisi gündem belirleme kuramının<br />

ortaya konulduğu ilk çalışmaya karşılık<br />

gelir?<br />

a. Chapell Hill çalışması<br />

b. Charlotte çalışması<br />

c. North Carolina çalışması<br />

d. Spiral of silence çalışması<br />

e. Agenda setting çalışması<br />

7. Gündem belirleme araştırmalarında birbiriyle<br />

ilişkili kaç farklı gündemden söz edilmektedir?<br />

a. 1<br />

b. 2<br />

c. 3<br />

d. 4<br />

e. 5<br />

8. Kültürel göstergeler projesinin kaç bileşeni<br />

bulunmaktadır?<br />

a. 2<br />

b. 3<br />

c. 4<br />

d. 5<br />

e. 6<br />

9. Aşağıdakilerden hangisi yetiştirme kuramını<br />

geliştiren bilim insanıdır?<br />

a. Michael Morgan<br />

b. George Gerbner<br />

c. Nancy Signorielli<br />

d. Lary Gross<br />

e. James Shanahan<br />

10. Mesaj sistem çözümlemesi, hangi kuramın<br />

bir bileşenidir?<br />

a. Gündem belirleme<br />

b. Kamuoyu oluşturma<br />

c. Gündem kurma<br />

d. Yetiştirme kuramı<br />

e. Suskunluk sarmalı<br />

81


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. a Yanıtınız yanlış ise “Kamuoyu Oluşturma”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. d Yanıtınız yanlış ise “Kamuoyu Oluşturma”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

3. c Yanıtınız yanlış ise “Kamuoyu Oluşturma”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

4. a Yanıtınız yanlış ise “Suskunluk Sarmalı<br />

Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

5. e Yanıtınız yanlış ise “Suskunluk Sarmalı<br />

Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

6. a Yanıtınız yanlış ise “Gündem Belirleme<br />

Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

7. c Yanıtınız yanlış ise “Gündem Belirleme<br />

Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

8. b Yanıtınız yanlış ise “Yetiştirme Kuramı”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

9. b Yanıtınız yanlış ise “Yetiştirme Kuramı”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

10. d Yanıtınız yanlış ise “Yetiştirme Kuramı”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

Bunlardan biri bireylerin doğru haber almalarıdır.<br />

Bu da, özgür iletişim ortamına bağlıdır. Diğer<br />

ikisi ise, aldıkları bilgileri duygularından uzak,<br />

akıllarıyla değerlendirmeleri ve çıkar sağlama<br />

umuduyla kamu işlerine yakın bir ilgi<br />

göstermeleridir.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Dışlanma tehditi ve dışlanma korkusudur.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Kurumsal süreç çözümlemesi, mesaj sistem<br />

çözümlemesi ve yetiştirme çözümlemesi.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Yetiştirme kuramına göre şiddet, fiziksel bir<br />

gücün silahlı ya da silah kullanmadan, kişinin<br />

kendisine ya da başkasına karşı, kurbanın kendi<br />

rızası dışında, acı verecek biçimde incitilmesi,<br />

öldürülmesi ya da olayın bir parçası olarak<br />

kurban olacak derecede tehdit edilmesi<br />

unsurlarının açık bir ifadesidir. Boş tehditler,<br />

sözlü saldırılar, inandırıcı şiddet sonuçları<br />

doğurmayan jestler şiddet olarak<br />

kodlanmamaktadır. Ancak kaza ve doğal şiddet,<br />

daima belli karakterleri kurban eden amaçlı<br />

dramatik eylemler olarak kabul edildiğinden<br />

şiddet kapsamına girmektedir..<br />

82


Yararlanılan Kaynaklar<br />

Anık, C. (1994). “Kamuoyunu Oluşturan<br />

Araçlar”, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi<br />

Dergisi İletişim 1-2, 83-110.<br />

Atabek, N. ve Dağtaş, E. (1998). Kamuoyu ve<br />

İletişim. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.<br />

Bektaş, A. (1996). Kamuoyu, İletişim ve<br />

Demokrasi. İstanbul: Bağlam.<br />

Dearing, J.W. ve Rogers, E.M. (1996).<br />

Communication Concepts 6: Agenda-Setting.<br />

Thousand Oaks: Sage.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki<br />

Kuram Kitle İletişimine Yaklaşımların<br />

Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi.<br />

Ankara: Erk.<br />

Gökçe, O. (1996). “Kamuoyu Kavramının Anlam<br />

ve Kapsamı”, Anadolu Üniversitesi İletişim<br />

Bilimleri Fakültesi Dergisi Kurgu 14, 211-227.<br />

İrvan, S. (1997). “Suskunluk Sarmalı Kuramı ve<br />

Elisabeth Noelle-Neumann’ın Özgeçmişi”,<br />

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi<br />

6, 421-450.<br />

İrvan, S. (2008). “Gündem Belirleme Yaklaşı<br />

mının Genel Bir Değerlendirmesi”, Gündem<br />

Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C.<br />

Yaşin. Ankara: Yargı.<br />

McCombs, M. E. ve Shaw, D. (2008). “Kitle<br />

İletişiminin Gündem Belirleyici İşlevi”, Gündem<br />

Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C.<br />

Yaşin, Çev: A. L. Türer. Ankara: Yargı.<br />

McQuail, D. ve Windahl, S. (2005).İletişim<br />

Modelleri. Çev: K. Yumlu. Ankara: İmge<br />

Kitabevi.<br />

Noelle-Neumann, E. (1998). Kamuoyu Sus<br />

kunluk Sarmalının Keşfi. Çev: M. Özkök.<br />

Ankara: Dost Kitabevi.<br />

Özer, Ö. (2004). Yetiştirme Kuramı: Televizyo<br />

nun Kültürel İşlevlerinin İncelenmesi.<br />

Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.<br />

Severin, W. J. ve Tankard, J. W. (1994). İletişim<br />

Kuramları: Kökenleri, Yöntemleri ve Kitle<br />

İletişim Araçlarında Kullanımları. Çev: A. A.<br />

Bir ve N. S. Sever. Eskişehir: Kibele Sanat<br />

Merkezi.<br />

Severin, W. J. ve Tankard, J. W.<br />

(2001).Communication Theories Origions,<br />

Methods, and Uses in the Media, New York:<br />

Longman.<br />

Yaşin, C. (2008). “Gündem Belirleme Kuram ve<br />

Araştırmalarının Tarihsel Gelişimi”, Gündem<br />

Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C.<br />

Yaşin. Ankara: Yargı.<br />

Yüksel, E. (2001). Medyanın Gündem Belirle<br />

me Gücü. Konya: Çizgi Kitabevi.<br />

Yüksel, E. (2008). “Kamuoyu Oluşturma ve<br />

Gündem Belirleme Kavramları Nerede<br />

Kesişmekte, Nerede Ayrılmaktadır?”, Gündem<br />

Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C.<br />

Yaşin. Ankara: Yargı.<br />

<br />

83


4<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

İletişim alanındaki izleyici merkezli yaklaşımları açıklayabilecek,<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını tanımlayabilecek,<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımıyla diğer izleyici merkezli yaklaşımlar arasındaki farkları<br />

açıklayabilecek,<br />

İzleyici merkezli araştırma tasarımlarında kuramsal çerçeveyi betimleyebilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

İzleyici<br />

Gereksinim<br />

Kullanım<br />

Doyum<br />

Etki<br />

Bağımlılık<br />

Aktif İzleyici<br />

Beklenti-Değer<br />

İçindekiler<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Giriş<br />

İzleyicinin Aktifliği Tezi<br />

Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı<br />

Kullanımlar ve Etkiler Modeli<br />

Bağımlılık Modeli<br />

Kullanımlar ve Bağımlılık Modeli<br />

Beklenti-Değer Yaklaşımı<br />

84


İzleyici Merkezli<br />

Yaklaşımlar<br />

GİRİŞ<br />

Pasif izleyici; yani kitle iletişim araçlarının etkisine maruz kalan izleyici merkezli araştırmalar, 1970’li<br />

yıllara kadar iletişim alanında büyük bir egemenlik kurmuştur. Tek yönlü iletişim modelini izleyen ve<br />

insanların kitle iletişim araçlarının pasif tüketicileri olduğu fikrini taşıyan bu yaklaşımların izleyiciyi geri<br />

planda bırakması, daha sonra izleyiciyi merkez alan modellerin doğmasına neden olmuştur. Ardından<br />

izleyici merkezli yaklaşımlar önem kazanmaya başlamıştır. Bu çalışmalarda araştırmacılar, kitle iletişim<br />

araçlarının izleyicilere neler yaptığını değil, izleyicilerin kitle iletişim araçlarıyla neler yaptığını sorgular<br />

hale gelmişlerdir. İzleyici merkezli çalışmalarda izleyiciler, iletişim araçlarının etkilerine maruz kalan<br />

pasif nesneler değil, çok çeşitli gereksinimlerini karşılamak için iletişim araçlarını arayan, seçen, hangi<br />

mesajdan nasıl etkileneceğine kendisi karar veren aktif özneler olarak tanımlanmıştır. Böylece iletişim<br />

araştırmalarında odak; mesajın içeriği, etkisi ve mesajı gönderen kaynak olmaktan çıkıp bu mesajı alan<br />

izleyiciye doğru kaymıştır.<br />

İzleyici merkezli yaklaşımların günümüzde hala kullanılan önemli araştırma yaklaşımlarından biri<br />

kullanımlar ve doyumlar kuramı adıyla anılır. Bu yaklaşım, kişilerin ihtiyaçlarını ya da gereksinimlerini<br />

gidermek ve haz ya da doyum sağlamak amacıyla kitle iletişim araçlarını ve bu araçların içeriklerinin<br />

kullandıkları düşüncesi üzerine odaklanır. İzleyici merkezli yaklaşımlar arasında en çok dikkati çeken<br />

kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kitle iletişim sürecinde toplumsal boyutu bir kenara bırakarak daha<br />

çok bireysel düzeyde psikolojik unsurlar üzerine yoğunlaşması ise eleştiri konusu olmuştur. Söz konusu<br />

eleştiriler, “aktif izleyici” tezinden vazgeçmeden yaklaşımın sorunlu yanlarını gidermeye çalışan<br />

“kullanımlar ve bağımlılık”, “kullanımlar ve etkiler”, “beklenti-değeri” gibi çeşitli modellerin ortaya<br />

atılmasına neden olmuştur.<br />

İZLEYİCİNİN AKTİFLİĞİ TEZİ<br />

İletişim araçlarının etkisine maruz kalan pasif izleyiciyi odak alan araştırmalar, 1970’li yıllara kadar<br />

iletişim alanında egemen olmuştur. Genel olarak bu araştırmalarda kitle iletişiminin hedefi konumundaki<br />

izleyicilerin, iletişim süreci içinde aktif olarak herhangi bir role sahip olmadıkları ve iletişim mesajları<br />

karşısında savunmasız ve pasif konumda kaldıkları görüşü hâkim olmuştur. Ancak 1970’lerden sonra<br />

kitle iletişiminin alıcısı konumundaki kişilerin pasif durumda olmadıklarına ilişkin araştırmalar öne<br />

çıkmaya başlamıştır. Bu araştırmalarda dilbilim, göstergebilim, kodlama, kodaçımlama, okuma gibi<br />

açılımlarla izleyicinin bir mesajı anlamlandırma yeteneği ön plana çıkarılmıştır. Aslında izleyici odaklı bu<br />

araştırmaları tetikleyen şeyin pazar araştırmaları kapsamında ele alınması gereken kullanımlar ve<br />

doyumlar yaklaşımı olduğunu belirtmek gerekir.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, toplum bilimlerindeki anaakım araştırma geleneğinden çıkmıştır.<br />

İnsanların medyayı neden kullandığıyla ilgilenmektedir. Bu yaklaşım okuyucu, dinleyici ya da<br />

izleyicilerin hangi iletişim araçlarını ya da içeriklerini hangi gereksinimlerle kullandıklarını ve ne gibi<br />

doyumlar sağladıklarını açıklamaya çalışır. İzleyici odaklı diğer araştırmalarda da izleyicinin bir mesajı<br />

nasıl okuduğu ve anlamlandırdığı açıklanır. Burada ortaya konulmak istenen fikir, izleyicilerin her<br />

verileni sünger gibi emen pasif alıcılar olmadığı, mesajları kendilerine uygun bir şekilde<br />

yorumladıklarıdır.<br />

85


Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, iletişim araştırmalarına “aktif izleyici” tezini getirmiştir. Aktif<br />

izleyici tezinde, izleyicilerin kendi gereksinimlerine göre iletişim araçlarını ve içeriklerini seçtikleri ve<br />

kendi etkilerini kendilerinin aradığı görüşü savunulur. Buna göre insanlar basit bir biçimde davranmak<br />

yerine, çevrelerine etkide bulunan aktif özneler olarak kabul edilir. Bu özneler, etkinlikleri seçme yolları<br />

arasından amaçlarına uygun tercihler yapma gücüne sahiptirler. İletişim alanında, kişi kendi<br />

enformasyonunun yaratıcısıdır. “Enformasyon” burada kişinin zaman ve mekânda hareket ederken<br />

yaşamdan çıkardığı anlam olarak nitelenir. Kitle iletişim araçları da dünyanın seyredildiği mercekler<br />

olarak görülür. Bu merceklerle kişiler, dünyanın kendilerine özgü anlamlarını oluştururlar.<br />

“Aktif izleyici” düşüncesiyle yürütülen araştırmalar bilimsel amaçlarla gerçekleştirildiği gibi kültür<br />

ürünlerini ticari olarak kar amaçlarıyla pazarlayan kurumları, kapitalist sistemin eleştirisini yapan<br />

değişimci ya da eleştirel düşünceye sahip yaklaşımlara karşı savunmak amacıyla da yürütülmüştür. Daha<br />

açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, bu araştırmalarla dolaylı olarak kitle iletişiminin etkilerine yönelik<br />

eleştirilerine karşı şöyle bir savunma söz konusudur: Siz izleyiciyi aptal mı sanıyorsunuz? O kendi<br />

seçimini yapacak olgunluktadır, kendine uygun bir biçimde mesajları yorumlar, bir başka deyişle kitle<br />

iletişim araçlarının sundukları şeyler sizin abarttığınız gibi insanları tek taraflı etkileyecek biçimde<br />

tehlikeli değildir, korkmanıza gerek yok.<br />

İzleyici merkezli yaklaşımlar konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için<br />

Erdoğan ve Alemdar’ın “Öteki Kuram” (2010) adlı kitabını okuyabilirsiniz.<br />

KULLANIMLAR VE DOYUMLAR YAKLAŞIMI<br />

Kullanımlar ve doyumlar, medya araştırmalarındaki etkili geleneklerden biridir. Kullanımlar ve doyumlar<br />

yaklaşımı, genel olarak Gerbner’in yetiştirme modelinin bir bakıma alternatifi olarak değerlendirilebilir.<br />

Bu yaklaşım, neden insanların gereksinimlerini doyurmak amacıyla aktif olarak belli iletişim araçlarını ve<br />

belli içerikleri aradığını anlamaya çalışır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre insanların çeşitli gereksinimleri vardır ve bu<br />

gereksinimlerini doyuma ulaştırmaya çalışırlar. İnsanların gereksinimlerini doyuma ulaştırmak için<br />

kullandıkları araçlardan bazıları da kitle iletişim araçlarıdır. İnsanlar bu araçlar ve araçların ürünleri<br />

arasında gereksinimlerini karşılamak için seçme yaparlar. Bu amaçlı etkinlikler sonucu gereksinimler<br />

giderilir ve gerginlikler azaltılır.<br />

Katz, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının üç hedefi olduğunu belirtir ve bu hedefleri şöyle sıralar:<br />

• Kitle iletişim araçlarının, bireyler tarafından gereksinimlerini gidermek amacıyla nasıl<br />

kullanıldığını açıklamak<br />

• Medya davranışının güdülerini anlamak<br />

• İletişim davranışını, güdüleri ve gereksinimleri izleyen işlevleri ve sonuçları belirlemek.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, iletişim araçlarının etkilerini medya tüketimi açısından inceler.<br />

Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları, medya tüketicilerinin çeşitli medya içeriklerini tüketmenin<br />

nedenlerinin farkında olduklarını ve bunu açıkça söyleyebileceklerini varsayarlar. Fiske, kullanımlar ve<br />

doyumlar araştırmalarının temellendiği varsayımları şöyle belirtir:<br />

1. İzleyici aktiftir. Medyanın yayımladığı her şeyin pasif bir alıcısı değildir. Program içeriğini seçer<br />

ve kullanır.<br />

2. İzleyiciler kendi gereksinimlerine en iyi doyumu sağlayacak medyayı ve programları özgürce<br />

seçerler. Medya yapımcısı programın kullanım biçimlerinin farkında olmayabilir ve farklı<br />

izleyiciler aynı programı farklı gereksinimleri gidermek amacıyla kullanabilirler.<br />

3. Medya doyumun tek kaynağı değildir. Tatile gitmek, spor yapmak, dans etmek de medyanın<br />

kullanıldığı gibi kullanılır.<br />

86


4. İnsanlar belirli durumlarda kendi çıkarlarının ve güdülerinin farkındadırlar ya da farkında<br />

olmaları sağlanabilir.<br />

5. Medyanın kültürel önemi konusundaki değer yargıları göz ardı edilmek zorundadır. Örneğin<br />

belli bir dizinin saçma sapan bir dizi olduğunu söylemek gereksizdir. Eğer bu dizi çok sayıda<br />

kişi tarafından izleniyor ve çok sayıda kişinin gereksinimlerine yanıt veriyorsa yararlıdır.<br />

Belli bir televizyon programının yararlı olup olmadığını yalnızca<br />

izlenme oranlarına bakarak değerlendirmek doğru mudur?<br />

Rosengren’in Genel Modeli<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında açıklanan temel düşünceyi Karl Eric Rosengren, model haline<br />

getirmiştir.<br />

Şekil 4.1: Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımının Genel Bir Modeli<br />

Kaynak: Rosengren, 1974: 271.<br />

Modelin başlangıç noktasını bireyin gereksinimleri (1) oluşturur. Ancak bu gereksinimlerin uygun bir<br />

eyleme dönüşebilmesi için, ilk başta bunların sorun (4) olarak algılanması gerekir. Ayrıca bu sorunlara<br />

olası çözüm (5) yollarının da algılanması gerekmektedir. Modelde gereksinimlerin deneyimi (3) gelişme<br />

düzeyi ve siyasal sistemin biçimi gibi toplumsal yapının özellikleri tarafından (11) ve ayrıca kişilik,<br />

toplumsal konum veya yaşam öyküsü gibi bireysel özellikler (2) tarafından biçimlendirilir veya etkilenir.<br />

Sorunların algılanması ve olası çözümler, kitle iletişim araçlarını (7) ya da diğer davranış (8) biçimlerini<br />

kullanmak üzere güdülerin (6) oluşmasına yol açar. Sonuçta, başlangıçta var olan gereksinimler tatmin<br />

edilerek birey doyuma (9) ulaşır. Rosengren’e göre güdülerin ampirik olarak gereksinim ve sorunlardan<br />

ayırt edilmesi zordur, ancak bunlar analitik olarak farklıdırlar. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre<br />

içerik, algılanan sorunların çözümüne yardım edecek biçimde seçilir ve kullanılır. Alternatif, yani kitle<br />

iletişim araçlarına alternatif davranış da (8) örneğin arkadaşımızı ziyaret ederek sağlanabilir. Böylece<br />

toplumsal ilişki gereksinimimizi daha doğrudan ve doğal olarak sağlayabiliriz. Modelin son aşaması ise<br />

başlangıçta var olan gereksinimlerin giderilmesi deneyimidir ya da deneyimsizliğidir. Doyumun tekrar<br />

toplumsal yapı (10) ve bireysel özelliklerle (11) birleştirilmesi, güdülenmiş kitle iletişim araçları<br />

kullanımının bireyler ve toplum üzerinde birtakım bağımsız etkileri olabileceğini anımsatmak içindir.<br />

87


Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımının Temelleri<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kökleri aslında 1940’lı yıllara kadar gider. Bu dönemde<br />

araştırmacılar insanların neden radyo dinleme ya da gazete okuma gibi farklı medya davranış biçimleri<br />

gösterdikleri sorusunun yanıtıyla ilgilenmeye başlamışlardır. Bu ilk araştırmalar, aslında izleyici<br />

tepkilerini anlamlı kategoriler içinde sınıflandırmaya çalışan betimleyici çalışmalardan oluşmaktadır.<br />

Örneğin Herzog, “radyo soap operalarını” dinlemeyle ilgili üç tip doyum belirlemiştir. Bunlar duygusal<br />

rahatlama, hüsnükuruntu ve tavsiye almadır.<br />

Soap opera, radyo ya da televizyon programı olarak dizi biçiminde<br />

yayınlanan dramatik kurmacalardır. Radyo tiyatrosu olarak yayınlandıkları dönemlerde<br />

sponsorluklarının sabun (soap) üreten firmalar tarafından yapılması nedeniyle bu<br />

kurmaca türüne “soap opera” adı verilmiştir. Bu tür, Türkiye’de daha çok “pembe dizi”<br />

adıyla anılmaktadır.<br />

Berelson ise insanlara neden gazete okuduklarını sormak için bir New York gazetesinin grevinden<br />

yararlanmıştır. Yanıtlar beş ana kategoride toplanmıştır. Bu kategorilere göre insanların gazete okuma<br />

nedenleri şunlardır:<br />

1. Enformasyon edinmek için okuma,<br />

2. Toplumsal saygınlık kazanmak için okuma,<br />

3. Kaçış amaçlı okuma,<br />

4. Günlük yaşam için bir araç olarak okuma<br />

5. Toplumsal bir bağlam için okuma.<br />

Bu ilk çalışmaların kuramsal tutarlılığı çok azdır. Gerçekte çoğu, gazete yayımcıları ve radyo<br />

yayıncılarının pratikte daha etkili hizmet sunabilmek için izleyicilerinin motivasyonlarını bilme<br />

gereksinimlerinden esinlenmişlerdir.<br />

Araştırma yaklaşımının gelişiminde, bir sonraki aşama, 1950’lerin sonunda başlamıştır ve 1960’larda<br />

da devam etmiştir. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının temelleri ilk kez Elihu Katz tarafından<br />

1959’da yazılan bir makalede açıklanmıştır. Katz, bu makalesinde, iletişim araştırmalarının hep ikna<br />

konusuyla ilgilendiğini ve “medya insanlara ne yapıyor?” sorusuna yanıt aradıklarını, asıl sorulması<br />

gereken sorunun ise “insanlar medya ile ne yapıyor?” sorusu olduğunu ileri sürmüştür. Katz yaptığı<br />

çalışmalarda, izleyicilerin iletişim araçlarını kullanma nedenlerini ortaya koymaya çalışarak her<br />

kullanımın bir gereksinimi giderme amacı taşıdığını savunmuştur.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı ile 1960’lı yıllarda yapılan araştırmalar farklı tüketim ve doyum<br />

kalıplarının öncülleri olduğu varsayılan çok sayıda toplumsal ve psikolojik değişkeni tanımlamaya ve<br />

işlemselleştirmeye yönelmiştir. Örneğin Schramm, Lyle ve Parker çalışmalarında, çocukların televizyonu<br />

kullanımlarının başka şeyler yanında bireysel zihin yetenekleri ile anne-baba ve akranlarla ilişkileri<br />

tarafından etkilendiğini ortaya koymuşlardır. Gerson ise ergenlerin medyayı nasıl kullandığını öngörmede<br />

ırkın önemli olduğu sonucuna varmıştır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı 1970’ler ve ardından 1980’lerde yeniden canlanmıştır. Toplum<br />

bilimlerindeki işlevselci paradigmadan kaynaklanan araştırmalar, medya kullanımını bireyin toplumsal ya<br />

da psikolojik doyumları açısından irdelemişlerdir. Buna göre kitle iletişim araçları diğer doyum<br />

kaynaklarıyla yarışma halindedir. Kitle iletişim araçlarından sağlanan doyumlar ise bir iletişim aracının<br />

içeriğinden elde edilebilir. Örneğin seyirci belli bir programı izleyerek doyum sağlayabilir ya da izleyicin<br />

doyumu iletişim araçlarındaki belli bir program türünü bilmekten kaynaklanabilir. Örneğin seyirci pembe<br />

dizileri izleyerek doyum elde edebilir. Doyum, genel olarak kitle iletişim aracına maruz kalmaktan;<br />

örneğin televizyon izlemekten ya da belli bir iletişim aracının kullanıldığı toplumsal bağlamdan; örneğin<br />

aile ile birlikte izlemekten de elde edilebilir.<br />

Blumler ve Katz, hem gereksinimlerin doyurulması hem de genellikle istenmeyen başka sonuçlara yol<br />

açan farklı maruz kalma kalıplarından söz etmişlerdir. Bilim insanları izleyicilerin gereksinimlerinin kitle<br />

iletişim araçları konusunda belli beklentiler oluşturan toplumsal ve psikolojik kaynaklara sahip olduğunu<br />

öne sürmüşlerdir. Buna karşılık McQuail, bu gelenekteki araştırmaların egemen duruşunu şöyle açıklar:<br />

88


“Kişisel toplumsal koşullar ve psikolojik eğilimler hem genel olarak iletişim araçlarını kullanma<br />

alışkanlıklarını hem de iletişim araçlarının sunduğu yararlara ilişkin inanç ve beklentileri etkiler.<br />

Deneyimlerin değerlendirilmesi ise izleyicilerin iletişim aracı seçimlerini ve bu araçları tüketim<br />

eylemlerini biçimlendirir”.<br />

İletişim Araçlarını Kullanım Nedenleri ve Doyumlar<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, her ne kadar kişisel gereksinimlerimizi ve isteklerimizi gidermek<br />

için toplumsal ilişkileri kullandığımızı öne süren yüz yüze iletişim kuramlarıyla uyumluysa da kitle<br />

iletişim sürecini açıklamak için geliştirilmiş bir kuramdır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında iletişim araçlarının kullanım nedenleri, kişilerin<br />

gereksinimleriyle açıklanır. Kişilerin bireysel ve toplumsal gereksinimleri vardır ve bu gereksinimleri<br />

giderip, gerginlikten kurtulmaya çalışırlar. Bu gerginliği gidermenin yollarından biri de iletişim araçlarını<br />

aktif olarak kullanmaktır. Elbette gereksinimleri gidermek için tatile çıkmak, spor yapmak, çeşitli<br />

hobilerle uğraşmak ve çalışmak gibi başka yollar da vardır. Ancak gereksinimleri karşılamakta kullanılan<br />

kişisel ve çevresel olanaklar yetersiz kaldığında, izleyici iletişim araçları ve bunların içeriği arasından<br />

seçimler yapar. Böylelikle gereksinimlerini doyuma ulaştırıp gerginlikten kurtulmaya çalışır. Bu açıdan,<br />

kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, işlevselciliğin denge görüşüne dayanır.<br />

Gereksinimler ve Güdüler<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını benimseyen araştırmacılar, başlangıç noktası olarak temel bir<br />

psikolojik kavram olan “gereksinim”den hareket ederler. Bireylerin yaşamlarını devam ettirebilmek için<br />

karşılamaları gereken bazı gereksinimleri; yani ihtiyaçları vardır. Gündelik yaşamda herhangi bir<br />

gerginlik yaşanmaması için bu gereksinimlerin doyuma ulaştırılması gerekmektedir.<br />

Maslow’un gereksinimler hiyerarşisi modeli bu doyumlarla ilgilidir. Maslow, insan güdülerini bir<br />

piramit biçiminde değerlendirerek gereksinimlerin aşamaları olduğunu belirtmiştir (Şekil 4.2). Buna göre<br />

açlık, susuzluk ve cinselliğin fizyolojik doyumu, gereksinimler piramidinin en alt basamağını<br />

oluşturmaktadır. Bu basamaktaki gereksinimler giderilmeden bir üst basamağa geçmek oldukça zordur.<br />

Gereksinimlerin tatmin edilmesi bireyin kendisini iyi hissetmesini sağlar, ancak bir gereksinimin tatmin<br />

edilmesiyle birey bir sonraki aşamaya geçer ve bu sefer de bir üst aşamadaki gereksinimlerini gidermeye<br />

çalışır. Açlık, susuzluk ve cinsellik gereksiniminin fizyolojik doyumu aşamasından sonra piramitte<br />

sırasıyla şu aşamalar yer almaktadır: Emniyet, güven, düzen ve değişmezlik; ait olma ve sevgi; değer,<br />

başarı, kendine saygı; kendini gerçekleştirme.<br />

Şekil 4.2: Maslow’un gereksinimler hiyerarşisi modeli<br />

Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Maslow%27s_hierarchy_of_needs’den uyarlanmıştır.<br />

Daha yüksek düzeyli gereksinimler; biyolojik gereksinimler ve güvenlik gereksinimi gibi daha<br />

zorunlu gereksinimlerin karşılanmasının ardından ortaya çıkar. Psikologların çoğu, insanların biyolojik<br />

gereksinimleri yanında keşfetme, yükselme, statü edinme, paylaşma, eğlenme gibi istek ve gereksinimler<br />

içinde olduğuna inanırlar.<br />

89


Güdü (motiv) ise insanın davranışını bir hedefin gerçekleşmesine ya da bir nesneyi elde etmeye doğru<br />

yönelten ya da uyaran içsel bir güçtür. Bireyin bu gücün etkesiyle harekete geçmesine de güdülenme<br />

(motivasyon) denir. Güdüler, doğrudan doğruya idare ve kontrol edilemezler, doğrudan doğruya<br />

gözlemlenemezler; ancak davranışların gözlenmesi yoluyla anlaşılırlar. Örneğin bir kişi yiyecek<br />

gereksinimini karşılamak için güdülenebilir ve yiyeceğe doğru yönelir ya da takdir edilme gereksinimini<br />

karşılamak için güdülenebilir. Bu amaçla farklı davranışlara yönelebilir; örneğin resim yapabilir, belli bir<br />

alanda uzmanlık geliştirebilir ya da iyi futbol oynayabilir.<br />

Güdü, insanların davranışını bir hedefin gerçekleşmesine ya da bir<br />

nesneyi elde etmeye doğru yönelten ya da uyaran içsel bir güçtür. Bireyin bu gücün<br />

etkesiyle harekete geçmesine de güdülenme (motivasyon) denir.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kuramsal kaynağını psikolojideki gereksinim ve güdü<br />

kavramları oluşturur. Kişilerin biyolojik gereksinimleri yanında toplumsal ve bireysel gereksinimleri de<br />

vardır. Kişiler, içinde yaşadıkları kişisel çevre ve içinde bulundukları olanaklar gereksinimlerini<br />

karşılamakta yetersiz kaldığında, bu gereksinimlerini kitle iletişim araçlarını kullanarak gidermeye<br />

çalışırlar. Bu bağlamda kitle iletişim araçları arasından ve bu araçların sunduğu ürünler arasından bir<br />

seçim yaparlar ve böylece gereksinim giderilerek gerginlik ortadan kaldırılır ya da azaltılır.<br />

Bireyin emniyet ve güven aşamasında doyuma ulaştırması gereken gereksinimlerden biri de<br />

“haberleşme” gereksinimidir. Birey yakın ve uzak çevresinde olup bitenlerle ilgili haber alabilmek için<br />

kitle iletişim araçlarını kullanır. Kitle iletişim araçları, haberdar etmenin yanında bireyin ürün ve<br />

hizmetlere ilişkin bilgi edinme, oyalanma/zaman geçirme ve eğlenme gibi gereksinimlerinin<br />

karşılanmasında da işlev görür. Dolayısıyla bireyin günlük yaşamının sürdürülmesinde kitle iletişim<br />

araçlarının önemli bir yeri vardır. Bireyler kitle iletişim araçlarını kullanarak birtakım gereksinimlerini<br />

karşılamakta ve bu araçlardan elde ettikleri doyumlarla psikolojik olarak rahatlamakta ve gerginliklerini<br />

azaltmaktadırlar.<br />

Bireylerin kişisel özellikleri ve toplumla kurdukları ilişkiler birbirinden farklıdır. Dolayısıyla her<br />

bireyin sorunları ve gereksinimleri de farklıdır. Bu farklılık kişilerin doyum ararken farklı güdülerle<br />

davranmalarına neden olur. Sonuç olarak bireyler, iletişim araçlarını farklı nedenlerle ve farklı biçimde<br />

kullanırlar. Kullanımlar ve doyumlar araştırmaları da kitle iletişim araçları ve bu araçların içeriği ile<br />

insanları bu araçları kullanmaya yönelten gereksinimler, güdüler, kullanımlar sonucunda elde edilen<br />

doyumlar arasındaki ilişkileri araştırırlar.<br />

Kullanım ve Doyumlar<br />

Araştırmalarda ortaya konulan bulgular çerçevesinde, kitle iletişim araçlarının kullanım nedenlerine bağlı<br />

olarak elde edilen kişisel doyumlar genel olarak şu şekilde sıralanabilir:<br />

• Günlük yaşamın baskılarından kurtulmak<br />

• Dünyada ne olup bittiği hakkında bilgi edinmek<br />

• Zaman öldürmek/vakit geçirmek<br />

• Yiyecek, giyecek ve eşyalar hakkında bilgi almak,<br />

• Dinlenmek<br />

• Kişisel ilişki ve arkadaşlık gereksinimini karşılamak<br />

• İçinde yaşadığımız zamandan geri kalmamak (zamana ayak uydurmak).<br />

Farklı araştırmacılar, kitle iletişim araçlarından sağlanan doyumları farklı biçimlerde sınıflandırmakta<br />

ve farklı doyum kategorileri oluşturmaktadırlar. Bu bilim insanları arasında McQuail, kitle iletişim<br />

araçlarının kullanımının genel nedenlerini enformasyon, kişisel kimlik, eğlence, bütünleşme ve sosyal<br />

etkileşim başlıkları altında toplamaktadır. Bu başlıklar ise şöyle açıklanabilir:<br />

90


Enformasyon<br />

• Yakın çevredeki, toplumdaki ve dünyadaki olaylarla ve koşullarla ilgili enformasyon bulmak<br />

• Pratik konularda tavsiye ya da fikir ve karar seçenekleri araştırmak<br />

• Merak ve genel ilgiyi tatmin etmek<br />

• Öğrenme, kendi kendine eğitim<br />

• Bilgi sayesinde bir güvenlik duygusu kazanmak<br />

Kişisel kimlik<br />

• Kişisel değerlere destek bulmak<br />

• Davranış modelleri bulmak<br />

• (Kitle iletişim araçlarındaki) değerli öteki ile özdeşleşmek<br />

• Kendine ilişkin içgörü kazanmak<br />

Bütünleşme ve sosyal etkileşim<br />

• Başkalarının koşullarına ilişkin içgörü kazanmak; sosyal empati<br />

• Başkalarıyla özdeşleşmek ve bir aidiyet duygusu kazanmak<br />

• Sohbet ve sosyal etkileşim için bir temel bulmak<br />

• Gerçek yaşamdaki arkadaşlığın yerini tutacak bir şey bulmak<br />

• Sosyal rollerin yürütülmesine yardımcı olmak<br />

• Kişinin aileye, arkadaşlara ya da toplumla bağlantı kurmasını sağlamak<br />

Eğlence<br />

• Sorunlardan kaçmak ya da uzaklaşmak<br />

• Rahatlamak, gevşemek<br />

• İçsel kültürel ya da estetik zevk almak<br />

• Zaman geçirmek, zaman öldürmek<br />

• Duygusal rahatlama/boşalma<br />

• Cinsel uyarılma<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre insanların neden televizyon<br />

izlediği açıklanabilir mi?<br />

Doyum Sağlayan İçerik<br />

Kişiler, gereksinimlerini gidermek için iletişim araçlarının içerikleri arasında da seçim yaparlar. Erdoğan,<br />

kişilerin doyum sağlamak için kullandıkları kitle iletişim araçlarının içeriğini üç sınıfa ayırmaktadır:<br />

1. Gerçek enformasyon veren içerik: Çevresel, ulusal ve uluslararası haberler, belgesel sunuşlar,<br />

yorumlar.<br />

2. Gerçek-duygusal içerik: Tiyatro ve oyun gibi estetik bir biçimde sunulan ve aynı zamanda<br />

hayali olmayan içerik. Gerçeğe dayanmasına karşın bu tür içerik kaçış, çevreden uzaklaşma ve<br />

hayali ilişkilere girmek için kullanılabilir. Bu içeriğe örnek olarak canlı spor yayınlarını,<br />

konuşma programlarını, yarışma programlarını ve reklamları verebiliriz.<br />

3. Hayali-duygusal içerik: Romanlar, hikâyeler, melodramik, komedi ya da polisiye filmler ve<br />

televizyon eğlence oyunları, çocuk dergileri. Bu tür içerik kişileri toplumsal ilişkilerde daha çok<br />

yalnızlığa götürür ve çoğunlukla kişiye sorunlarını çözme yerine sorunlardan kaçma olanağını<br />

verir.<br />

91


Kullanılan İletişim Aracına Göre Sağlanan Doyumlar<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını temel alan araştırmalarda incelenen konulardan biri de farklı<br />

iletişim araçlarının farklı gereksinimlerle farklı doyumlar elde etmek için kullanılmasıyla ilgilidir. Bu<br />

türdeki araştırmaların en çok bilinenleri ve bulguları aşağıda açıklanmaktadır.<br />

Schramm, Lyle ve Parker, çocukların televizyonla ne yaptıklarını incelemişlerdir. Buldukları<br />

sonuçlara göre çocuklar genellikle büyüklerin seyrettiği programları seyretmektedirler ve seyrettiklerinin<br />

çoğu fantezi ve eğlence programlarıdır. Okul öncesi yıllarında fantezi programlarından öğrenirler,<br />

büyüdükçe basılı iletişim araçlarını gerçeği deneme ve ciddi öğrenme için kullanmaya başlarlar, çocuğun<br />

toplumsal ilişkileri kötüleştikçe, televizyon kullanımı ve fantastik içerik arayışı artar.<br />

Johnson, gençler arasında iletişim araçlarının kullanımı ve toplumsal bütünleşmeyi incelemiş ve<br />

yoğun televizyon izleme ile statü düş kırıklığı arasında doğrudan bir ilişki bulmuştur. Buna göre,<br />

toplumsal bütünleşmede başarısızlık hissi kişileri, yetersizlik duyguları veren bir durumdan kaçmak<br />

amacıyla bir “duygusal onarma” aracı olarak televizyonu kullanmaya yöneltmiştir.<br />

Katz ve Peled savaş gibi özel bir durumda televizyonun iki önemli görevi olduğuna işaret etmişlerdir:<br />

Bilmek gereksinimi ve gerginlikten kurtulma. Gazetelerin ek bir bilgi kaynağı olduğunu ve radyo ile<br />

televizyonun verdiği materyallerin yorumu için kullanıldığı ortaya çıkmıştır.<br />

Diğer yandan Katz, Gurevitch ve Haas, çeşitli araçları kullanma ve elde edilen doyumlarla ilgili<br />

araştırmalarında televizyonun daha çok “zaman öldürmek”, “aile ile vakit geçirmek”, “eğlenmek”,<br />

“sıkıntıları atmak” ve gazetelerin “dünya olaylarını anlamak”, özellikle kendi ülkeleri İsrail hakkında<br />

haber almak için kullanıldığını ortaya koymuşlardır.<br />

Kullanımlar Doyumlar Araştırmalarında Televizyon<br />

Etkili sunumu nedeniyle televizyon, gereksinimlerin doyurulmasında sıkça kullanılan sosyo-kültürel bir<br />

kaynaktır. Televizyonun toplumsal olarak kullanımının çeşitli biçimlerini keşfetmek için yıllardır<br />

etnografik araştırma teknikleri verimli bir biçimde kullanılmaktadır. Genel olarak izleyiciler televizyonu,<br />

çevrelerini düzenlemek ve inşa etmek, kişilerarası iletişimi kolaylaştırmak, çok sayıda insana ulaşmak,<br />

toplumsal davranışları ve rolleri öğrenmek, kişisel beceri göstermek ve bazen de diğerlerine egemen<br />

olmak amacıyla kullanmaktadırlar.<br />

İnsanların televizyonu kullanma amaçları ve biçimleri kültürden kültüre önemli farklılıklar<br />

göstermektedir. Lull, Tablo 1’de açıklandığı gibi televizyonun sosyal kullanımının sağladığı yararlarını<br />

yapısal ve ilişkisel olarak ikiye ayırmaktadır.<br />

Tablo 4.1: Televizyonun sosyal kullanımı<br />

YAPISAL<br />

Ortamsal: Arkaplan ses; arkadaşlık, eğlence<br />

Düzenleyici: Zaman ve etkinlik ayarlama;<br />

konuşma kalıpları<br />

İLİŞKİSEL<br />

İletişimi kolaylaştırma: Deneyim örnekleme;<br />

ortak zemin; sohbete giriş; endişe azaltma;<br />

konuşma gündemi; değer açıklama.<br />

Bağlanma/kaçınma: Fiziksel, sözel temas/ihmal;<br />

aile dayanışması, aile rahatlığı; çatışma<br />

azaltma; ilişki sürdürme<br />

Toplumsal öğrenme: Karar verme; davranış<br />

modelleme; sorun çözme; değer aktarma;<br />

meşrulaştırma; enformasyon yayma; eğitimin<br />

yerine geçme<br />

Yeterlik/baskınlık: Rol oynama; rol pekiştirme;<br />

rol tanımlamanın yerine koyma; entelektüel<br />

geçerlik; otorite uygulama; eşik bekçiliği;<br />

tartışma olanağı.<br />

92


Yarışma Programlarının Kullanımı<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımıyla yapılan araştırmaların soruşturduğu konulardan biri de<br />

izleyicilerin belli tür bir programı izleme nedenleridir. McQuail, Blumler and Brown yaptıkları bir<br />

çalışmada izleyicilerin televizyonlardaki yarışma programlarını neden izlediklerini araştırmışlardır.<br />

Araştırmanın bulgularına göre izleyiciler yarışma programlarını dört temel doyum için kullanmaktadırlar.<br />

Bunlar aşağıda açıklandığı gibi kendini takdir etme, sosyal etkileşim, heyecan ve eğitimdir.<br />

Kendini takdir etme çekiciliği<br />

• Kendimi uzmanlarla karşılaştırabiliyorum<br />

• Programa katıldığımı ve başarılı olabileceğimi hayal etmeyi seviyorum<br />

• Desteklediğim taraf kazanırsa memnun oluyorum<br />

• Okul yıllarımı anımsıyorum<br />

• Yarışmacıların hatalarına gülüyorum<br />

Toplumsal etkileşim için temel<br />

• Yarışmalar hakkında başkalarıyla konuşmak için sabırsızlanırım<br />

• Benimle birlikte yarışmaları izleyen insanlarla yarışmaktan hoşlanırım<br />

• Ailemle yanıtları aramayı severim<br />

• Çocuklar yarışmalardan çok şey öğrenirler<br />

• Aynı ilgileri paylaşan aile üyelerini bir araya getirir<br />

• Daha sonrası için bir sohbet konusu oluşturur<br />

Heyecan çekiciliği<br />

• Birbirine yakın bir sonucun heyecanlandırmasından hoşlanıyorum<br />

• Endişelerimi bir süre unutmak hoşuma gidiyor<br />

• Kazananı tahmin etmeye çalışmak hoşuma gidiyor<br />

• Doğru cevabı bildiğimde kendimi iyi hissediyorum<br />

• Yarışmaya dahil oluyorum<br />

Eğitimsel çekicilik<br />

• Sandığımdan daha fazlasını bildiğimi keşfediyorum<br />

• Kendimi geliştirdiğimi keşfediyorum<br />

• Programa katılanlara saygı duyuyorum<br />

• Daha sonra bazı sorular üzerinde tekrar düşünüyorum<br />

• Yarışmaları eğitici buluyorum.<br />

Araştırmada sosyal sınıfın da doyumlarla ilgili olduğu ortaya çıkmıştır. Araştırmacılar kendini takdir<br />

etmek için yarışma programlarını seyredenlerin çoğunun sosyal konutlarda oturduklarını ve işçi<br />

sınıfından olduklarını keşfetmişlerdir. Bu insanların kendilerine, toplumsal yaşamın vermediği bir kişisel<br />

statü vermek amacıyla kitle iletişim araçlarını kullandıkları düşünülmüştür. Bu, kitle iletişim araçlarının<br />

toplumsal yaşamın karşılayamadığı gereksinimleri gidermede telafi edici kullanımının bir örneğini<br />

oluşturmaktadır. Yarışma programlarını heyecan için izlediklerini belirtenler, çoğunlukla pek de sosyal<br />

olmayan işçi sınıfı kökenli izleyicilerdir. En önemli doyum olarak eğitimsel çekiciliği gösterenler ise<br />

okulu erken bırakanlardır. Programları toplumsal etkileşime temel olarak kullananlar komşuları arasında<br />

birçok arkadaşı olduğunu belirten sosyal kişilerdir. Bunlar kitle iletişim araçlarının içeriğini başka<br />

insanlarla etkileşime girmede sohbet konuları sağlaması için kullanmaktadırlar.<br />

93


TV’deki Pembe Dizilerin Kullanımı<br />

İnsanların neden ve nasıl televizyon izlediklerine ilişkin araştırmaların seçtikleri türlerden biri de soap<br />

operalar; yani pembe diziler olmuştur. Richard Kilborn kullanımlar ve doyumlar bakış açısını kullanarak,<br />

bu dizileri seyretmenin genel nedenlerini şöyle özetlemektedir:<br />

• Ev içi rutinin gündelik bir parçası ve ev işi için eğlenceli bir ödül<br />

• Toplumsal ve kişisel etkileşim için başlama noktası<br />

• Bireysel gereksinimleri karşılamak: yalnız kalmayı seçmenin ya da dayatılmış yalnızlığı<br />

sürdürmenin bir yolu<br />

• Karakterlerle özdeşleşme ve ilişkide olma<br />

• Gerçek yaşamdan kaçmaya izin veren fantezi dünyası<br />

• Güncel konularla ilgili tartışma konusu<br />

• Türün kurallarının ve geleneklerinin bilgisini içeren bir çeşit eleştirel oyun.<br />

Cinayet Dizilerinin Kullanımı<br />

Yapılan araştırmalarda insanların cinayet dizilerini de değişik amaçlarla kullandıkları ortaya çıkmıştır.<br />

İzleyiciler bu dizileri heyecan ve kaçış için kullanmaktadırlar. Bazı izleyiciler cinayet dizilerini kent<br />

yaşamına ilişkin bilgi edinmek için kullanırken, bazıları da güven tazeleme amaçlı kullanmaktadır. Yasa<br />

ve düzenin sonunda galip gelmesini görmek seyircilerin hoşuna gitmektedir.<br />

Cinayet dizilerinin kullanımında yaş faktörünün önemli olduğu da ortaya çıkmıştır. 18-30 yaş arası<br />

insanlar, bu dizileri heyecan/kaçış amacıyla izlerken 50 yaşın üstündekiler bilgi ve güven tazelemek için<br />

bu dizileri izlemektedirler.<br />

Yeni Medyada Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, 1990’lı yıllardan itibaren yeni teknolojilerin izleyiciler üzerindeki<br />

etkisini keşfetmek için kullanılmaya başlanmıştır. Örneğin Lin; kablo, video kaydedicileri ve uzaktan<br />

kumanda ile geliştirilen izleme seçenekleri nedeniyle izleyici etkinliğinin (izleme planlaması, içerik<br />

tartışması, programın hatırlanması) doyum arama sürecinde önemli bir değişken olduğunu öne sürmüştür.<br />

Araştırmacının bulgularına göre en aktif olan izleyiciler, daha yüksek doyum beklentisine sahip olanlardır<br />

ve aynı zamanda daha çok tatmin elde ettiklerini belirtmişlerdir.<br />

Albarran ve Dimmick, video eğlence endüstrisinin yararlarına ilişkin çalışmalarında kullanımlar ve<br />

doyumlar yaklaşımını kullanmışlardır. Araştırmacılar, kablolu televizyon ve video kaydedicilerin duygu<br />

ve duygusal durumlarla ilgili gereksinimlerin karşılanmasında en etkili araçlar olduğunu, karasal yayın<br />

yapan televizyonların ise izleyicilerin bilişsel doyumlarına hizmet etmede çeşitlilik sağladığını<br />

bulmuşlardır.<br />

İnternetin ortaya çıkması ise kullanımlar ve doyumlar araştırmasında önemli bir dönüm noktası<br />

olmuştur. İnternetin geleneksel iletişim araçlarından farklı olarak etkileşime olanak vermesi nedeniyle<br />

izleyicinin aktifliğini temel kavram olarak alan kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, bu aracın<br />

incelenmesinde en etkili kavramsal temellerden biri olarak kullanılmaya başlanmıştır. Birçok araştırmacı<br />

insanların interneti neden kullandıklarını, bu kullanımdan elde ettikleri doyumların neler olduğunu,<br />

internet kullanıcılarının psikolojik ve davranışsal eğilimlerini araştırmaya koyulmuştur. Araştırmacılar,<br />

ayrıca yeni medya konusundaki araştırmalar ile geleneksel medya araştırmalarının sonuçlarını<br />

karşılaştırarak da aradaki farkı anlamaya çalışmışlardır.<br />

Yeni medya; yeni ortamlar, yeni araçlar kavramları daha çok<br />

1980’lerle birlikte gelişen elektronik ya da bilgisayar teknolojisine dayalı bilgisayar<br />

oyunları, sanal gerçeklik ortamları, internet, multimedia, interaktif televizyon, mobil<br />

medya, podcast, hypertext, blog, e-posta gibi uygulamalarla birlikte anılmaktadır.<br />

Geleneksel medya kavramıyla ise kökenleri daha önceki yıllara uzanan gazete, dergi,<br />

radyo, televizyon ve sinema gibi kitle iletişim araçları konu edilmektedir.<br />

94


Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları, yeni medya ile ilgili olarak genellikle şu konularda<br />

çalışmalar yapmaktadırlar:<br />

• YouTube’u izleme güdüleri (motivleri)<br />

• Kullanıcı kaynaklı (user-generated) medyanın sağladığı doyumlar<br />

• Sosyal medyanın kullanımları ve doyumları<br />

• E-posta, cep telefonları ve anında mesajlarla ilgili doyumlar<br />

İnternet kullanımları ve doyumları üzerine yapılmış araştırmaların sonuçları incelendiğinde, insanların<br />

pek çok etken doğrultusunda internete yöneldikleri ortaya çıkmaktadır. Araştırmacılar, farklı kullanım<br />

kategorileri kullansalar da bütün araştırma sonuçlarında ortak olan iki motivasyon; enformasyon ve<br />

eğlence aramadır. İnternetle ilgili kullanımlar ve doyumlar araştırmalarında ortaya çıkan kullanım ve<br />

doyumlar genel olarak şöyle özetlenebilir:<br />

• Bilgilenme (enformasyon arama, araştırma, sosyal gözetim, yenilikleri takip etme)<br />

• Eğlenme (Boş zamanları değerlendirme, vakit geçirme, sosyal kaçış, günlük gerilimden kaçma,<br />

rahatlama, fantezi arama, cinsellik, oyun, müzik, video)<br />

• Toplumsal etkileşim (sohbet etme, arkadaşlık, kişisel iletişim, ilişki sürdürme, yalnızlıktan kaçış,<br />

statü kazanma, rehberlik)<br />

• Ekonomik yarar (mesleki iş arama, tüketici bilgi işlemi, alışveriş seyahat)<br />

• Online işlemler<br />

• Yükleme (download)<br />

Kullanımlar ve Doyumlar Araştırmalarında Kullanılan Yöntemler<br />

Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları verilerini büyük oranda gözleme dayalı olarak elde etmekte ve<br />

istatistiksel analize dayanan ampirik (deneysel) alan araştırması tekniklerine başvurmaktadılar.<br />

İlk adım olarak, araştırmacılar odak grupları yönetirler ya da deneklerden kitle iletişim araçlarını<br />

neden tükettikleri hakkında kompozisyon yazmalarını isterler. Daha sonraki aşamada, odak gruplarda<br />

söylenenler ya da kompozisyonlarda yazılanlarla ilgili olarak kapalı uçlu Likert tipi ölçekler oluşturulur.<br />

Kapalı uçlu ölçümler genel olarak doyumların değişik boyutlarını ortaya çıkaran faktör analizi gibi çok<br />

değişkenli istatistiksel tekniklere tabi tutulur.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını esas alarak yapılan araştırmalara bir örnek olarak Rubin ve<br />

Bantz’ın araştırması verilebilir. Video kaydedicilerin kullanımları ve doyumlarıyla ilgili çalışmalarında<br />

araştırmacılar, önce seçilmiş denek grubundan video kaydedicilerini kullanma biçimlerini 10 madde<br />

halinde listelemelerini ve bu kullanımların nedenlerini belirtmelerini istemişlerdir. Bu işlem sonucunda,<br />

video kaydedici kullanımını betimleyen bir kategoriler ve ifadeler listesi ortaya çıkmıştır. Daha sonra bu<br />

temel listeden bir anket formu geliştirilmiş ve deneklere yöneltilmiştir. Deneklerden video kaydedicilerini<br />

listedeki amaçlar için hangi sıklıkta kullandıklarını işaretlemeleri ve kullanım nedenlerini ayrıntılı olarak<br />

belirten ifadelerin her birinin önem derecesini puanlamaları istenmiştir. Bu işlemin sonucunda, nihai bir<br />

anket formu geliştirilmiştir. Formda video kaydedicisi kullanımındaki güdüleri belirten 95 ifade yer<br />

almıştır. Daha sonra bu anket formu, 424 video kaydedici sahibine yöneltilmiştir. Faktör analizi<br />

aracılığıyla 95 ifade 8 ana güdü kategorisine indirilmiştir. Örneğin: “Programın kalıcı bir kopyasını<br />

saklamak istiyorum” (Arşiv); “Partiler için müzik videoları kullanıyorum” (Müzik videoları); “Bir<br />

egzersiz sınıfına katılmak zorunda değilim” (Egzersiz kasetleri). Araştırmacılar bu faktörleri demografik<br />

değişkenler ve medyaya maruz kalma değişkenleriyle ilişkilendirmişlerdir.<br />

Söz konusu teknik, izleyicilerin belli bir programı izleme nedenlerinin farkında olduklarını ve<br />

kendilerine sorulduğunda bu nedenleri açık seçik söyleyebileceklerini varsaymaktadır. Kullanılan yöntem<br />

aynı zamanda anketin güvenilir ve geçerli bir ölçüm skalası olduğunu varsayamaktadır. Diğer<br />

95


varsayımlar, amacına yönelen aktif bir izleyiciyi; bireysel eğilimler, sosyal etkileşim ve çevresel<br />

faktörlerden kaynaklanan kitle iletişim araçlarını kullanım beklentilerini ve birey tarafından yapılan<br />

iletişim aracı seçimini içermektedir.<br />

Deneysel yöntem, kullanımlar ve doyumlar araştırmalarında yaygın biçimde kullanılmamaktadır. Bu<br />

yöntemi kullanan araştırmacılar, deneye katılan kişilerin motivasyonlarını yönlendirir ve onların kitle<br />

iletişim araçlarını tüketimlerindeki farklılıkları ölçerler. Örneğin Bryant ve Zillmann, araştırmalarında<br />

deneklerini bir sıkıntı ya da gerginlik durumuna sokmuşlar ve sonra da onlardan rahatlatıcı ve uyarıcı<br />

televizyon programları arasında bir seçim yapmalarını istemişlerdir. Gergin denekler daha yatıştırıcı<br />

programları, sıkılan denekler ise heyecanlandırıcı olanları izlemeyi seçmişlerdir.<br />

Bir başka araştırmada ise denekler, güncel konularla ilgili dergilerin bulunduğu bir salona<br />

oturtulmuşlardır. Bir grup özneye bir süre sonra Pakistan’daki durum konusunda kendilerine test<br />

uygulanacağı; ikinci bir gruba ise Pakistan’a ABD askeri yardımı hakkında bir kompozisyon<br />

yazmalarının isteneceği söylenmiştir. Kontrol grubuna ise hiçbir özel yönerge verilmemiştir. Tahmin<br />

edilebileceği gibi test ve kompozisyon koşullarındaki özneler dergilerin kullanımını kontrol<br />

grubundakilerden daha fazla artırmışlardır. Bu gruplardaki deneklerin dergilerden hatırladıkları<br />

enformasyon tipi de birbirinden farklı olmuştur. Benzer deneyler, farklı bilişsel ve duygusal durumların<br />

çeşitli gereksinimleri gidermek için medya kullanımını kolaylaştırdığını ortaya çıkarmıştır.<br />

Kullanımlar ve Doyumlar’ın Sorunlu Yanları<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, iletişim alanında çok ilgi gören ve yaygın olarak kullanılan bir<br />

kuramsal çerçeve sunmasına karşın ciddi eleştirilere de maruz kalmıştır. Bu eleştiriler yaklaşımın içerdiği<br />

ideolojik imalar yanında araştırma tasarımındaki sorunlarla ilgilidir.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında izleyicinin iletişim süreci içinde aktif olarak<br />

konumlandırılması bir anlamda eleştirel medya kuramlarına karşı savunma platformu oluşturmaktadır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında, medyadan çok izleyici performansı masaya yatırılarak medyanın<br />

yarattığı toplumsal olumsuzluklar hafifletilmeye çalışılmaktadır. İzleyici kendi etkisini kendi seçtiği<br />

zaman, bu seçimin sonuçlarından kendisi sorumludur. Başka bir deyişle, kitle iletişimcileri<br />

gönderdiklerinin içeriği ve etkisi nedenleriyle eleştirmek haksızlık olacaktır. Dolayısıyla kitle iletişim<br />

örgütleri ve çalışanları hiçbir şeyden sorumlu tutulamaz. Çünkü izleyici izlememek, başka kanalı ya da<br />

kaynağı seçmek özgürlüğüne sahiptir.<br />

Kuramcılar, kendilerini sorumluluktan kurtaran bu yaklaşımı, iletişim politikalarının merkezine<br />

alırlar. Bu politika “halka istediği verme” olarak özetlenebilir.<br />

Kullanımlar ve doyumlar kuramcıları aktif ve bilinçli seçimi abartma eğilimindedirler. Oysa medya<br />

tüketimi çoğu zaman özgür seçimin ürünü değildir; çoğu zaman dayatılmıştır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı “kaba hazcılıkla” da eleştirilmektedir. Sosyo-kültürel bağlamı<br />

ihmal etmekte, bireyci ve psikolojiyi ön plana koyan bir duruş sergilemektedir. Bireysel psikolojik ve<br />

kişilik etkenlerini ön plana çıkarmış, toplumsal yorumları arka plana itmiştir. Yaklaşım, bu yönüyle<br />

kişilerin var olan toplumsal yapı içinde biçimlendiğini göz ardı ederek statükoyu korumaya yaramaktadır.<br />

Kullanımlar ve doyumların işlevselci vurguları siyasi olarak tutucudur: Eğer insanların herhangi bir<br />

medya kullanımından her zaman bazı doyumlar sağlayacağı düşüncesinde ısrar edersek, kitle iletişim<br />

araçlarının sürekli güncel olarak ne sunduğunu umursamayan, halinden memnun ve eleştirel olmayan bir<br />

duruşu benimseyebiliriz.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında enformasyonla doyumun amacı arasında da çelişki vardır.<br />

Yaklaşım, kişinin önceden bilmediği bir şey ile nasıl doyuma ulaşabileceğini açıklayamaz. Ayrıca,<br />

kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı izleyicinin ne dereceye kadar aktif olduğunu açıklayamaz. Bunun<br />

yanında, iletişim sürecindeki diğer ögelerin (gönderici/kaynak, iletişim örgütleri) önemini de görmezden<br />

gelir.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına yöneltilen bir başka eleştiri, toplumsal ögeleri göz ardı<br />

etmesidir. Bu yaklaşım, kişilerin kitle iletişim araçlarını diğer olanaklara tercih edip kullanmalarının<br />

96


toplumsal sonuçlarını açıklayamaz. Toplumsal yapıyı görmezden geldiği ve kitle iletişimini toplumsal<br />

yapıdan soyutlayarak incelemeye çalıştığı için yaklaşım, ciddi biçimde sınırlı ve basit kalmaktadır. Kitle<br />

iletişimine konu olan ürünlerin üretim sürecini görmezden gelmesi de eleştirilen noktalar arasındadır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar araştırmalarına yöneltilen eleştirilerin bazıları da kullanılan yöntemle<br />

ilgilidir. Gereksinimler, güdüler, amaçlar ve doyumlar kuramsal ve yöntemsel bakımdan yeterince<br />

açıklanamamıştır.<br />

KULLANIMLAR VE ETKİLER MODELİ<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı ile etki modelinin birleşmesiyle kullanımlar ve etkiler modeli ortaya<br />

atılmıştır. Kullanımlar ve etkiler, Sven Windahl’ın iletişim araçlarının farklı kullanım türlerinin farklı<br />

sonuçlar ürettiği hipotezine dayanan bir iletişim modelidir. Windahl’a göre (1981), geleneksel etki<br />

yaklaşımları ile kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı arasındaki esas farklılık, bir medya etkisi<br />

araştırmacısının kitle iletişimini genellikle iletişimcinin bakış açısından araştırırken, kullanımlar ve<br />

doyumlar araştırmacısının izleyiciyi kalkış noktası olarak görmesinden kaynaklanır. Windahl, farklılıkları<br />

vurgulamanın benzerlikleri vurgulamaktan daha yararlı olduğuna inanarak iki yaklaşımın bir sentezini<br />

savunur.<br />

Kullanımlar ve etkiler modeline göre tüketilen kitle iletişim içeriğinin türü, ne miktarda kullanıldığı<br />

ve nasıl tüketildiği bu içerik tüketiminin sonuçlarını kestirmede önemli rol oynar. Belli tür içerikler belli<br />

tür etkiler yaratma eğilimi gösterirler. Bunun yanı sıra bizzat iletişim araçlarını kullanma biçimleri de<br />

bazı etkiler yaratır.<br />

Kullanımlar ve etkiler modeli, aynı zamanda iletişim araçları kullanımlarının uzantılarının kökenlerini<br />

aydınlatmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle esas olarak iletişimin içeriğinden kaynaklanan sonuçlarla<br />

iletişim araçlarını kullanma biçimlerinin uzantıları birbirinden ayrılır. İletişim araştırmacıları ileti ile<br />

sonucu arasındaki ilişkiye etki adını verirler. Belli tür iletişim içerikleri belli tür etkiler yaratma eğilimi<br />

gösterir. İletişim araçlarını kullanım ve doyum süreci iletinin etkilerini güçlendirir ya da zayıflatır.<br />

Bunun yanında bazı iletişim araçlarını kullanma biçimlerinin de belli uzantıları olmaktadır. Bir başka<br />

deyişle birçok durumda etkiler, içeriğin özelliğinden çok iletişim araçlarının kullanımından kaynaklanır.<br />

Medya kullanımı diğer etkinlikleri önleyebilir, kısıtlayabilir ya da onların önüne geçebilir. Aynı zamanda<br />

belli bir medyaya bağımlılık gibi psikolojik sonuçlara da yol açabilir. Salt iletişim aracının kullanımıyla<br />

ortaya çıkan duruma sonuç denilebilir.<br />

Bazen de iletişim araçlarının kullanımı ile içerik; Windahl’ın “uzantı etkiler” (conseffects) diye<br />

adlandırdığı şeyi ortaya çıkaracak biçimde, birbirleriyle etkileşmektedir. Windahl, kısmen kendinde içerik<br />

kullanımının sonucu olan (etki araştırmacıları tarafından yaygın olarak benimsenen bir görüş) kısmen de<br />

kullanım tarafından dolayımlanan içeriğin sonucu olan (çoğu kullanımlar ve doyumlar araştırmacısının<br />

benimsediği bir görüş) gözlemleri kategorize etmek için medya içeriği ve kullanıma ilişkin uzantı etkiler<br />

terimini kullanır. Bir başka deyişle kullanımın sonucunun bir bölümü içeriğin yönlendirmesi,<br />

öğrenmeyle; bir bölümü de iletişim araçlarını kullanmanın otomatik olarak neden olduğu bilgiyi elde<br />

etme ve depolama süreci sonucu oluşur. Bu sonuçlar bireysel ve toplumsal düzlemlerde gözlenebilir.<br />

Windahl’ın kullanımlar ve etkiler modeline uygun olarak yapılan araştırmalar, geleneksel etki<br />

yaklaşımı ile doyumlar bakış açısı arasındaki boşluğu doldurmayı amaçlamıştır.<br />

BAĞIMLILIK MODELİ<br />

Bağımlılık modeli, kitle iletişim araçlarına bağımlılık kuramı olarak da adlandırılan bir yaklaşımdır.<br />

DeFleur ve Ball-Rokeach tarafından geliştirilen bu model, sınırlı etkiler ile güçlü etkiler modellerini<br />

uzlaştırmaya çalışır. Bağımlılık modeli, kitle iletişim kuramlarının mikro düzeyde çözümlemelerle kısıtlı<br />

kalması ve insanların kitle iletişim araçlarına makro düzeydeki bağlılıkları üzerinde durmamasına<br />

seçenek olarak geliştirilmiştir. Bu model, kitle iletişiminin niçin kimi zaman çok güçlü ve dolaysız, kimi<br />

zaman da dolaylı ve oldukça zayıf etkide bulunduğu sorusunu yanıtlamaya çalışır.<br />

97


Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı dar bir biçimde bireyin psikolojik gereksinimleri üzerinde<br />

odaklanır. Bağımlılık modeli ise iletişim araçlarına bağımlılıkların belirleyicisi olarak toplum, iletişim<br />

araçları ve izleyici kitlesi arasındaki üçlü ilişkiyi vurgular. Modele göre kitle iletişim araçlarının etkisi<br />

toplumsal sistem, kitle iletişim araçlarının bu sistemdeki rolü ve izleyicilerin bu araçlarla ilişkileri ile<br />

belirlenir.<br />

Bu model, sanayileşmiş toplumlarda kitle iletişim araçlarının çok önemli olduğunu ve belli toplumsal<br />

işlevler için insanların iletişim araçlarına çeşitli bağımlılıkları olduğunu öne sürer. Bağımlılık, bir tarafın<br />

gereksinimlerini doyurma ya da amaçlarını elde etmede bir başka tarafın kaynaklarına bağlı olduğu bir<br />

ilişkidir. Modern toplumlarda kitle iletişim araçlarına maruz kalan bireyler, içinde yaşadıkları toplumda<br />

olan bitenle ilgili olarak bilgi sahibi olabilmeleri ve buna göre kendi duygusal ve düşünsel yapılarını<br />

yönlendirebilmeleri için bu araçlara bağımlı hale gelmişlerdir.<br />

Bağımlılığın çeşitli türlerinden söz edilebilir. Bağımlılığın bir türü, kişinin toplumsal dünyasını<br />

anlama gereksinimine dayanır. Başka bir türü, dünyada etkili ve anlamlı bir biçimde davranma<br />

gereksiniminden kaynaklanır. Bir diğer bağımlılık türü ise günlük sorunlar ve gerginliklerden kaçma<br />

gereksiniminden doğar. Kitle iletişim araçlarına bağımlılıklar kişiden kişiye, gruptan gruba ve kültürden<br />

kültüre değişir.<br />

Burada sözü edilen bağımlılık modeli neo-Marksist bağımlılık<br />

kuramlarıyla karıştırılmamalıdır. Burada işlevsel bir bağımlılık söz konusu iken; neo-<br />

Marksist bağımlılık kuramları kültürel emperyalizm tezlerine kaynaklık eden ve<br />

modernleşme kuramlarına tepki olarak yapılan çalışmaları içermektedir.<br />

İzleyicinin kitle iletişim araçlarına bağımlılığı arttıkça verilen enformasyonun izleyicinin algı, duygu<br />

ve davranış biçimlerini değiştirme olasılığı ortaya çıkar. Bu modelde bağımlılık işlevsel olarak<br />

sunulmaktadır.<br />

Bağımlılık modeli toplumsal yapıyı ve tarihi ön plana çıkarması nedeniyle olumlu bulunurken,<br />

toplumsal sistem dışındaki etkenlere, özellikle kitle iletişim araçları sistemine toplumsal sistemden<br />

abartılı bir ölçüde bağımsızlık atfetmesi nedeniyle de eleştirilmektedir. Kitle iletişim araçları sisteminin<br />

toplumun baskın gelen kurumlarıyla yakından ilişkili olduğu unutulmamalıdır.<br />

Bağımlılık modeli, aslında kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını meşrulaştıran ve kitle iletişim<br />

araçlarını işlevsel bağımlılıkla yücelten bir yaklaşıma sahiptir. Kitle iletişim araçlarının etkilerini,<br />

izleyicilerin gereksinimlerini gideren yararlı sonuçlar olarak görür.<br />

KULLANIMLAR VE BAĞIMLILIK MODELİ<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına yöneltilen eleştirilerden biri de toplumsal etkenleri bir yana bırakıp<br />

yalnızca bireysel etkenlere eğilmesidir. Rubin ve Windahl kullanımlar ve doyumları toplumsal yapısal<br />

koşulları da ekleyerek bağımlılık modeliyle birleştirmişler ve kullanımlar ve bağımlılık modelini<br />

geliştirmişlerdir. Bu modele göre, kişi gereksinimlerini gidermek için medyaya daha çok bağlandıkça,<br />

medyanın o kişi için önemi de o kadar artacaktır.<br />

Bağımlılık modeli, kitle iletişimini sosyal sisteme bağlar. Bu modele göre çağdaş toplumlar gelişip<br />

karmaşıklaştıkça halk, toplumsal örgütlerle ilişkilerinde kitle iletişimine daha çok dayanmaya başlar.<br />

İletişim araçlarının etkisi sosyal sistem, iletişim sistemi ve izleyici arasındaki ilişkilere dayanır.<br />

İlk ilişki, sosyal sistemle kitle iletişimi sistemi arasında olandır. Bu ilişki iletişim araçlarının<br />

kullanılmaya hazır ve elde edilir olmalarına etki eder. Araçların hazır olması araçların fiziksel varlığının<br />

olması demektir. Örneğin bulunduğunuz yerde bilgisayar satan bir mağaza ve internet bağlantısı vardır.<br />

Araçların elde edilir olması ise kullanabilme olanağıdır. Bilgisayar mağazası ve internet bağlantısı var,<br />

fakat paranız yoksa bunları elde edemezsiniz.<br />

İkinci ilişki, iletişim aracı ile izleyiciler arasındadır. Serbest girişim toplumlarında iletişim araçları<br />

varlıklarını sürdürebilmek için geniş sayıda izleyiciye sahip olmak zorundadır. İzleyicilerin enformasyon<br />

98


gereksinimleri arttıkça iletişim araçlarına bağımlılıkları da artar. Bunun sonucu olarak da iletişim<br />

araçlarının izleyicilerin algı, tutum ve davranışlarını etkileme olasılığı artar.<br />

Üçüncü ilişki ise toplumla izleyiciler arasındadır. Burada, siyasal sistem izleyicilere oy vericiler,<br />

ekonomik sistem ise tüketiciler oldukları için bağımlıdır. İletişim araçları bu ilişkilerde önemli bir aracı<br />

rolü oynar.<br />

Şekil 4.3: Kullanımlar ve Bağımlılık Modeli<br />

Kaynak: Erdoğan ve Alemdar, 2002: 240<br />

Kullanımlar ve bağımlılık modeli kişisel gereksinimlerle güdülerin sosyal ve psikolojik kaynağını,<br />

bireysel ve araçlı iletişim kanallarını, enformasyon arama stratejilerini ayrıntılı olarak inceler. Model aynı<br />

zamanda kitle iletişiminin etkisi konusunda “deneyci” bir çerçeve de getirir. Bir iletişim aracının bizim<br />

toplumsal konuları algılamamıza etkisi, aynı zamanda, bizim bu aracın sunduğu içeriği nasıl<br />

kullanacağımızdan etkilenir. Bir başka deyişle Rubin ve Windahl, kitle iletişim sürecinde “etki” konusunu<br />

izleyiciye yükleme yerine, diğer iletişim ögelerini de ekleyerek bir denge kurmaya çalışmışlardır.<br />

Kişinin enformasyon arama stratejisi darsa ve alternatif kaynaklar arama ve kullanma güdüsü zayıfsa<br />

bu kişinin bir kaynağa bağımlılığı daha yüksektir. Benzer biçimde, bu kaynaktan sunulan görüşü kabul<br />

etme ve bu görüşle aynı çizgide olma olasılığı da daha yüksek olacaktır. Buna karşılık, eğer kişinin<br />

enformasyon arama stratejisi daha geniş, var olan kaynakların nicelik ve nitelikleri yüksek, kişinin<br />

işlevsel alternatif arama isteği daha güçlü ise belli bir iletişim kaynağına bağlılık daha azdır. Dolayısıyla<br />

bu kaynağın algıları, tutumları ve davranışları etkileme olasılığı da daha az olur.<br />

İletişim araçlarının bağımlılığı sistemin siyasal, ekonomik ve kültürel özelliklerine göre değişir.<br />

İletişim aracı siyasal sisteme adli, idari ve yasal koruma, sınırlama, kolaylaştırma, siyasal enformasyonu<br />

elde etme gibi yollardan bağımlıdır. Siyasal sistemler ise iletişim araçlarına siyasal değerlerin<br />

benimsenmesi, düzenin ve toplumsal bütünlüğün korunması gibi yönlerden bağımlıdır.<br />

99


BEKLENTİ-DEĞER YAKLAŞIMI<br />

Beklenti-değer yaklaşımları, İnsan davranışını önceden kestirmeyi amaçlayan ve insanların davranışsal<br />

tercihler yapmalarına yol açan bilişsel süreçleri tanımlayan çeşitli kuramsal yaklaşımlardır. Bu<br />

yaklaşımların ortak önermesi; bir kişinin davranışının, o kişinin olası davranışlarının sonuçları ve<br />

bunların kişi için taşıdığı değere ilişkin algısıyla belirlendiğidir.<br />

Beklenti-değer yaklaşımları, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında izleyicinin iletişim davranışını<br />

kestirme mekanizmalarını saptamak amacıyla kullanılmaktadır. Bu yaklaşıma göre davranış, sahip olunan<br />

beklentilerin bir işlevi ve ulaşılmak istenilen amacın değeridir. Birden çok davranış olasılığı olduğunda,<br />

hangi davranışın seçileceği geniş bir beklenen başarı ve değer birleşimi içinden belirlenir.<br />

Bu yaklaşım, insanları amaçlı davranışlara sahip bireyler olarak görür. İnsanların kendilerini<br />

beklentileri ve gelişimleri doğrultusunda yönlendirdiklerini varsayar. İnsanların inançlarına ve değerlerine<br />

bağlı olarak gerçekleşen davranışlar, başarılı bir sona ulaşması için yapılan davranışlardır. Davranışların<br />

gerçekleşmesi için motivasyonu arttıran gereksinimlerin toplumsal ve psikolojik kökenlerini, medya<br />

tüketimini ve medya dışı davranışlardaki çeşitli doyumların toplumsal koşullarını araştırmak; beklentideğer<br />

modelinin, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı ile kesişen noktalarıdır.<br />

Palmgreen ve Rayburn beklenti modelini geliştirerek kullanımlar ve doyumlarla ilişkilendirmişlerdir.<br />

İzleyicilerin iletişim araçlarından sağladıkları doyumlar genellikle bu araçları kullanım nedenleri ile yakın<br />

ilişkidedir. Kişiler iletişim araçlarını belli gereksinimlerini gidermek için kullanırlar. Bu, belli doyumlar<br />

aradıklarını gösterir. Kişiler, iletişim araçlarını kullandıktan sonra da belli bir şey elde ederler. Aranan<br />

doyumlar gereksinim ya da güdüden çıkar ve araç kullanma davranışından önce gelir. Elde edilen<br />

doyumlar ise bu kullanma sonu kazanılan hazlardır. Bu çerçevede, kişilerin kitle iletişim araçlarından<br />

bekledikleri doyum ve elde ettikleri doyumlarla ilgili araştırmalar yapılmıştır.<br />

Modeldeki ögeler şu şekilde birbiriyle ilintilidir:<br />

ADi =İi Di<br />

X: iletişim aracı, program veya içerik biçimi<br />

Şekil 4.4: Beklenti-Değer Modeli<br />

Kaynak: McQuail ve Windahl, 2005:171<br />

ADi: Herhangi bir kitle iletişim aracından (x) aranan i’ninci doyum<br />

İi: X’in herhangi bir sıfata sahip olduğu ya da X ile ilgili bir davranışın belirli bir sonucu olacağına<br />

ilişkin inanç (öznel olasılık)<br />

Di: Sonucun duygusal değerlendirmesi<br />

Beklenti-değer modeli, kitle iletişim araçlarını kullanma davranışında zaman içinde potansiyel bir<br />

artış olacağını ifade eder. Örneğin modelde elde edilen doyumun beklenilen (veya aranan) doyumdan<br />

gözle görülür biçimde daha fazla olduğu durumlarda yüksek düzeyde izleyici tatmini sağlandığı görülür.<br />

Böylelikle yüksek oranlarda beğeni ve ilgi oluşacağı tahmin edilir ya da tam tersi olabilir. Elde edilen<br />

doyum, beklenen doyumdan çok az olduğunda izleyici tatmini sağlanamaz ve söz konusu araç, program<br />

ya da içerik biçiminden kaçma eğilimi oluşur.<br />

100


Beklenti-değer yaklaşımı kitle iletişim araçlarının benimsenmesi, kullanılması ve tüketilmesi<br />

konusunda bir bakış açısı sunar. İletişim aracı tarafından sunulan yararların algısı ile bu yararlara bağlı<br />

olarak farklılaşan değerlerin bir birleşimini çözümleyerek medya kullanımını açıklamaya çalışır. Medya<br />

tüketiminin bireyin kontrolünde olduğu ve potansiyel sonuçların olasılığı ve değerine ilişkin algılarıyla<br />

yönlendirildiği varsayılır. Bir başka deyişle, davranış ya da davranışın niyetleri ve tutumları değer<br />

beklentisi ya da inançların bir işlevidir.<br />

İnsanlar, bir eylemin belirli bir sonucu olacağı olasılığına dayanarak davranışta bulunur ve bu sonucu<br />

farklı derecelerde değerlendirirler. Genel olarak bu model, kitle iletişim araçlarını kullanmanın hem araç<br />

tarafından sunulan yararların algılanmasıyla hem de bu algılanan yararların farklı değerlendirilmeleri ile<br />

dikkate alınmasını önerir. Bu önerme, kitle iletişim araçlarını kullanmanın olumlu seçim ve beklenilen<br />

farklı derecelerdeki olumlu doyum kadar bu araçlardan kaçma ile de biçimleneceği gerçeğini göz önünde<br />

tutmaya yarar. Kullanım ve doyumlarla ilgili ilk araştırmalar geçmişte elde edilen doyumlar ile gelecekte<br />

ümit edilen doyumlar arasında ayrım yapma eğiliminde değildir. Beklenti-değer modeli, kullanımlar ve<br />

doyumlara inanç ve değerlendirme boyutlarını da katmıştır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı hangi noktalarda eleştirilmiş ve bu<br />

eleştiriler doğrultusunda hangi yaklaşımlar geliştirilmiştir?<br />

101


Özet<br />

İletişim araçlarının etkisini soruşturan<br />

araştırmalarda genel olarak okuyucu, dinleyici ya<br />

da izleyiciler araçtan ulaştırılan mesajı alan ve<br />

bunun sonucunda düşüncesini tercihini veya<br />

tutumunu değiştiren pasif kişiler olarak<br />

görülmektedir. Tek yönlü iletişim modelini<br />

izleyen ve insanların kitle iletişim araçlarının<br />

etkisine maruz kalan pasif tüketiciler olduğu<br />

fikrini taşıyan bu yaklaşımların izleyiciyi geri<br />

planda bırakması, daha sonra izleyiciyi merkez<br />

alan modellerin doğmasına neden olmuştur.<br />

İzleyici merkezli araştırmalarda en çok kullanılan<br />

yaklaşım, kullanımlar ve doyumlar olmuştur. Bu<br />

yaklaşımla iletişim araştırmalarında odak,<br />

mesajın içeriği, etkisi ve mesajı gönderen<br />

kaynaktan bu mesajı alan izleyiciye doğru<br />

kaymıştır. Araştırmacılar kitle iletişim araçlarının<br />

izleyicilere neler yaptığını değil, izleyicilerin<br />

kitle iletişim araçlarıyla neler yaptığını<br />

soruşturmaya başlamışlardır. Bu araştırmalarda<br />

izleyiciler, iletişim araçlarının etkilerine maruz<br />

kalan pasif nesneler değil, çok çeşitli<br />

gereksinimlerini karşılamak için iletişim<br />

araçlarını arayan, seçen, hangi mesajdan nasıl<br />

etkileneceğine kendisi karar veren aktif özneler<br />

olarak konumlandırılmıştır. Kitle iletişim<br />

araçlarının kullananlar üzerindeki etkileri yerine<br />

kullananlara ne gibi yararlar sağlayacağı üzerinde<br />

durulmuştur.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, kitle iletişim<br />

araçlarının bireyler tarafından gereksinimlerini<br />

gidermek amacıyla nasıl kullanıldığını<br />

açıklamayı ve bu kullanımların sonuçlarını<br />

belirlemeyi amaçlar. Bu yaklaşım, insanların<br />

medyayı çok çeşitli amaçlar için kullandığını ve<br />

kitle iletişiminin kullanıcısının denetiminde<br />

olduğunu öne sürer.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre<br />

insanların çeşitli gereksinimleri vardır ve bu<br />

gereksinimlerini doyuma ulaştırmaya çalışırlar.<br />

İnsanlar kitle iletişim araçları ve bu araçların<br />

ürünleri arasında gereksinimlerini karşılamak için<br />

seçme yaparlar. Böylece gereksinimler giderilir<br />

ve gerginlikler azaltılır.<br />

Farklı araştırmacılar, kitle iletişim araçlarından<br />

sağlanan doyumları farklı biçimlerde<br />

sınıflandırmakta ve farklı doyum kategorileri<br />

oluşturmaktadırlar. İletişim araçlarının kullanım<br />

nedenleri ve doyumlar genellikle şu konular<br />

etrafında toplanmaktadır:<br />

• Dünyada ne olup bittiği hakkında bilgi<br />

edinmek<br />

• Kişisel ilişki ve arkadaşlık gereksinimini<br />

karşılamak<br />

• Eğlenmek, hoşça vakit geçirmek<br />

• Günlük yaşamın baskılarından kurtulmak<br />

• Yiyecek, giyecek ve eşyalar hakkında bilgi<br />

almak.<br />

Bu araştırmalar izleyicileri arayan, seçen ve<br />

kendi etkilerini kendileri yaratan kişiler olarak<br />

konumlandırır. İzleyici kendi etkisini kendi<br />

seçtiği zaman, bu seçimin sonuçlarından da<br />

kendisi sorumludur.<br />

Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları<br />

izleyicilerin farklı medya içeriklerini tüketmenin<br />

sonuçlarının farkında olduklarını ve bunu dile<br />

getirebildiklerini varsayar. Bireyin bir kitle<br />

iletişim aracına ilgi ve gereksinim duymaması<br />

halinde söz konusu kitle iletişim aracından<br />

etkilenmesinin de mümkün olmayacağı ileri<br />

sürülür.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının toplumsal<br />

yanı bir kenara bırakarak daha çok psikolojik<br />

ögelerde yoğunlaşması eleştirilere neden<br />

olmuştur. Yaklaşım aynı zamanda araştırma<br />

yöntemleri açısından da eleştirilmiştir. Söz<br />

konusu eleştiriler, aktif izleyici tezinden<br />

vazgeçmeden yaklaşımın sorunlu yanlarını<br />

gidermeye çalışan kullanımlar ve bağımlılık,<br />

kullanımlar ve etkiler, beklenti-değeri gibi çeşitli<br />

modellerin ortaya atılmasına neden olmuştur.<br />

102


Kendimizi Sınayalım<br />

1. İzleyici odaklı araştırmalar hangi yıllardan itibaren<br />

yaygınlık kazanmıştır?<br />

a. 1950’ler<br />

b. 1960’lar<br />

c. 1970’ler<br />

d. 1980’ler<br />

e. 1990’lar<br />

2. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı için aşağıdaki<br />

ifadelerden hangisi yanlıştır?<br />

a. Medya araştırmalarındaki etkili geleneklerden<br />

biridir.<br />

b. Medya davranışının güdülerini anlamaya<br />

çalışır.<br />

c. İletişim araçlarının etkilerini medya tüketimi<br />

açısından inceler.<br />

d. Neden insanların gereksinimlerini doyurmak<br />

amacıyla aktif olarak belli iletişim araçlarını<br />

ve belli içerikleri aradığını anlamaya çalışır.<br />

e. İletişim sürecinde toplumsal ögelere ağırlık<br />

verir.<br />

3. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında açıklanan<br />

temel düşünceyi, aşağıdakilerden hangisi<br />

model haline getirmiştir?<br />

a. Elihu Katz<br />

b. Karl Eric Rosengren<br />

c. Denis McQuail<br />

d. Sven Windahl<br />

e. John Fiske<br />

4. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını benimseyen<br />

araştırmacılar, başlangıç noktası olarak<br />

hangi temel psikolojik kavramdan yola çıkarlar?<br />

a. Benlik<br />

b. Gereksinim<br />

c. Algı<br />

d. Bellek<br />

e. Çağrışım<br />

5. Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları verilerini<br />

toplamak için en çok hangi teknikten<br />

yararlanmışlardır?<br />

a. Anket<br />

b. Laboratuar deneyi<br />

c. Katılımcı gözlem<br />

d. İçerik analizi<br />

e. Söylem analizi<br />

103<br />

6. Aşağıdakilerden hangisi kullanımlar ve doyumlar<br />

yaklaşımına getirilen eleştirilerden biri<br />

değildir?<br />

a. Medyanın yarattığı toplumsal olumsuzlukları<br />

hafifletmeye çalışır.<br />

b. Toplumsal ögeleri göz ardı eder.<br />

c. Var olan yapıyı korumaya yöneliktir.<br />

d. Hazcı bir yaklaşıma sahiptir.<br />

e. Medyanın siyasal yapıdaki yerini ön plana<br />

çıkarır.<br />

7. Kullanımlar ve etkiler modeli hangi araştırmacı<br />

tarafından geliştirilmiştir?<br />

a. Elihu Katz<br />

b. Karl Eric Rosengren<br />

c. Denis McQuail<br />

d. Sven Windahl<br />

e. John Fiske<br />

8. Bağımlılık modeli hangi araştırmacılar tarafından<br />

ortaya atılmıştır?<br />

a. DeFleur ve Ball-Rokeach<br />

b. Katz ve Blumler<br />

c. Blumler ve Gurevitch<br />

d. McQuail ve Windahl<br />

e. Katz ve Klapper<br />

9. Kişinin gereksinimlerini gidermek için medyaya<br />

daha çok bağlandıkça, medyanın o kişi için<br />

öneminin o kadar artacağını öne süren model<br />

aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Kullanımlar ve doyumlar modeli<br />

b. Kullanımlar ve etkiler modeli<br />

c. Bağımlılık modeli<br />

d. Kullanımlar ve bağımlılık modeli<br />

e. Beklenti-değer modeli<br />

10. Kullanımlar ve doyumlar araştırmalarına<br />

inanç ve değerlendirme boyutlarını da katan<br />

model aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Kullanımlar ve doyumlar modeli<br />

b Kullanımlar ve etkiler modeli<br />

c. Beklenti-değer modeli<br />

d. Bağımlılık modeli<br />

e. Kullanımlar ve bağımlılık modeli


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. c Yanıtınız yanlış ise “İzleyicinin Aktifliği<br />

Tezi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. e Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve Doyum<br />

lar Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

3. b Yanıtınız yanlış ise “Rosengren’in Genel<br />

Modeli” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

4. b Yanıtınız yanlış ise “Gereksinimler ve Güdüler”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

5. a Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve<br />

Doyumlar Araştırmalarında Kullanılan<br />

Yöntemler” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

6. e Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve Doyumlar<br />

Yaklaşımının Sorunlu Yanları” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

7. d Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve Etkiler<br />

Modeli” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

8. a Yanıtınız yanlış ise “Bağımlılık Modeli”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

9. d Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve<br />

Bağımlılık Modeli” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

10. c Yanıtınız yanlış ise “Beklenti-Değer Yaklaşımı”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

İzlenme oranı, rating sistemi ile ilgili bir<br />

kavramdır. Bir program diliminde veya zaman<br />

diliminde her dakikaya düşen ortalama izleyici<br />

yüzdesini gösterir. Aslında 2500 kadar<br />

izleyiciden alınan ölçmeler yoluyla reklam<br />

fiyatlarının belirlenmesi aracıdır. Bir programın<br />

yararlı ya da zararlı olması ise o programın<br />

izleyici üzerindeki etkilerinin olumlu ya da<br />

olumsuz olması ile ilgilidir. Programın izlenmiş<br />

olması, söz konusu programın izleyiciye yarar ya<br />

da doyum sağladığı anlamına gelmez. Rating<br />

sistemi ile yapılan ölçme ve değerlendirme<br />

kişilerin isteklerini, arzularını, gereksinimlerini,<br />

beklentilerini, zevklerini ya da tercihlerini temsil<br />

etmez. Dolayısıyla bir programın izlenmiş<br />

olması, söz konusu programın izleyiciye doyum<br />

ya da yarar sağladığını öne sürmenin bilimsel bir<br />

gerekçesi olamaz.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre<br />

insanların neden televizyon izlediği açıklanabilir.<br />

Bu konuda yapılan araştırmalar enformasyon,<br />

kişisel kimlik, bütünleşme ve sosyal etkileşim ve<br />

eğlence gibi kimi kategorilerde açıklanabilecek<br />

nedenleri ortaya koymuştur.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının toplumsal<br />

yanı bir kenara bırakarak daha çok psikolojik<br />

ögelerde yoğunlaşması eleştirilere neden<br />

olmuştur. Yaklaşım aynı zamanda araştırma<br />

yöntemleri açısından da eleştirilmiştir. Söz<br />

konusu eleştiriler, aktif izleyici tezinden<br />

vazgeçmeden yaklaşımın sorunlu yanlarını<br />

gidermeye çalışan kullanımlar ve bağımlılık,<br />

kullanımlar ve etkiler, beklenti-değeri gibi çeşitli<br />

modellerin ortaya atılmasına neden olmuştur.<br />

104


Yararlanılan Kaynaklar<br />

Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (1990). İletişim ve<br />

Toplum. Ankara:Bilgi.<br />

Chomsky, N. (2008). Medya Denetimi. 2. Baskı.<br />

İstanbul: Everest.<br />

Elliott, P. (1974). “Uses and Gratifications<br />

Research: A Critique and a Sociological<br />

Alternative”, The Uses of Mass<br />

Communications. Ed: Blumler, J., G. ve Katz, E.<br />

ABD: Sage.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki<br />

Kuram. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki<br />

Kuram. 3. Baskı. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (2011). İletişimi Anlamak. 4. Baskı.<br />

Ankara: Erk.<br />

Fiske, J. (2003). İletişim Çalışmalarına Giriş.<br />

Çev: S. İrvan. 2. Baskı. Ankara:Bilim ve Sanat.<br />

Günbulut, Ş. (1983). Küçük Felsefe Tarihi.<br />

Ankara: Maya Matbaacılık.<br />

Güngör, N. (2011). İletişim: Kuramlar<br />

Yaklaşımlar. Ankara: Siyasal Kitabevi.<br />

Katz, E., Blumler, J. G. ve Gurevitch, M. (1974).<br />

“Utilization of Mass Communication by the<br />

Individual”, The Uses of Mass<br />

Communications. Ed: Blumler, J., G. ve Katz, E.<br />

ABD: Sage.<br />

Lull, J. (2001). Medya İletişim Kültür. Çev: N.<br />

Güngör. Ankara: Vadi Yayınları.<br />

McQuail, D. ve Gurevitch, M. (1974).<br />

“Explaining Audience Behavior: Three<br />

Approaches Considered”, The Uses of Mass<br />

Communications. Ed: Blumler, J., G. ve Katz, E.<br />

ABD: Sage.<br />

McQuail, D. ve Windahl, S. (2005). İletişim<br />

Modelleri. Çev: K. Yumlu. 2. Baskı. Ankara:<br />

İmge.<br />

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. 3. Baskı.<br />

Ankara: Ark<br />

Ogan, C. L. ve Cagiltay, K. (2006). “Confession<br />

Revelation and Storytelling: Patterns of Use on a<br />

Popular Turkish Website”, New Media Society<br />

2006, 8: 801.<br />

Özcan, Y.Z. ve Koçak, A. (2003) “Research<br />

Note: A Need or a Status Symbol? Use of<br />

Cellular Telephones in Turkey”, European<br />

Journal of Communication 18(2): 241–54.<br />

Rosengren, K.E. (1974). “Uses and<br />

Gratifications: A Paradigm Outlined”, The Uses<br />

of Mass Communications. Ed: Blumler, J., G.<br />

ve Katz, E. ABD: Sage.<br />

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2009). İletişim<br />

Araştırmaları ve Kuramları. 3. Baskı. İstanbul:<br />

Beta.<br />

Wimmer, R. D. ve Dominick, J. R. (2006). Mass<br />

Media Research: An Introduction. 8. Baskı.<br />

ABD: Thomson Wadsworth.<br />

İnternet Kaynakları<br />

Chandler, D. (t.y). “Why the People Watch<br />

Television”,<br />

http://www.aber.ac.uk/media/Documents/short/us<br />

egrat.html<br />

105


5<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

İletişim alanındaki teknoloji merkezli yaklaşımları tanımlayabilecek,<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımını açıklayabilecek,<br />

Modernleşmede kitle iletişimini ele alan yaklaşımları açıklayabilecek,<br />

Yeniliklerin yayılımı araştırmalarında kullanılan kuramsal çerçeveyi ve yöntemi açıklayabilecek,<br />

Enformasyon toplumu, bilgi açığı hipotezi ve sayısal eşitsizlik kavramlarını tanımlayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Teknolojik Belirleyicilik<br />

Marshall McLuhan<br />

Küresel Köy<br />

Sıcak ve Soğuk Araçlar<br />

Gutenberg Galaksisi<br />

Enformasyon<br />

Yöndeşme<br />

Enformasyon Toplumu<br />

Bilgi Açığı<br />

Sayısal Eşitsizlik<br />

İçindekiler<br />

Giriş<br />

Teknolojik Belirleyicilik Yaklaşımı<br />

Modernleşmede Kitle İletişimi Teknolojisi<br />

Yeniliklerin Yayılımı<br />

Yeniliklerin Yayılımında Yeni Yaklaşımlar<br />

Enformasyon Toplumu ve İletişim Teknolojileri<br />

Bilgi Açığı Yaklaşımı<br />

Sayısal Eşitsizlik<br />

106


Teknoloji Merkezli<br />

Yaklaşımlar<br />

GİRİŞ<br />

İletişim teknolojileri, iletişim araştırma ve kuramlarında önemli yer tutan konulardan biridir. Kitle iletişim<br />

araçlarının gelişmesi ve bu araçların günümüzde bilgisayar ve ağ teknolojileriyle bütünleşmesi, iletişim<br />

alanında teknolojinin belirleyici olduğu bir yaklaşımı ortaya çıkarmıştır.<br />

İletişim ya da medya teknolojileri tarihini araştıranlar arasında teknoloji ve edebiyat tarihçileri,<br />

toplumbilimciler, iktisatçılar, siyasal bilimciler, antropologlar ve bilişimciler gibi çok çeşitli bilim<br />

insanları vardır. Bu bilim insanları arasındaki merkezi tartışma, teknolojinin toplumsal değişmeyi nasıl ve<br />

ne kadar biçimlendirdiğidir. Her yorumcu, kendi uzmanlık alanına göre teknolojik değişmedeki farklı<br />

faktörleri vurgular. Ancak, bu konuda yeterli ve sağlam kanıtlara dayanan bir açıklama olanaksız değilse<br />

de çok zordur.<br />

Bu tür alanlarda, fazla geniş genellemelerden kaçınmak gerekir. Çünkü genişletilen genellemeler,<br />

teknolojik belirleyicilik olarak bilinen oldukça ikna edici bir yaklaşımın doğasını gözden kaçırmaya<br />

neden olur.<br />

Teknolojik belirleyicilik, hâlâ teknoloji ve toplum arasındaki ilişki konusundaki en popüler ve etkili<br />

kuramdır, ancak giderek artan eleştirilere maruz kalmaktadır. “Belirleyicilik” teriminin birçok<br />

toplumbilimci için olumsuz çağrışımlar yaptığının ve özellikle modern toplumbilimcilerin sözcüğü<br />

genellikle istismar ettiklerinin farkında olunması gerekir.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımının iletişim alanındaki en çok bilinen temsilcisi Marshall<br />

McLuhan’dır. McLuhan, iletişim araçlarının etkisinin mesajın içeriğinde değil, kullanılan aracın<br />

kendisinde olduğunu öne sürerek bu görüşünü “araç iletidir” savıyla özetlemiştir. Ona göre, bir iletişim<br />

aracının asıl etkisi, duyularımız arasındaki oranları değiştirerek algılama kalıplarımızı etkilemesindedir.<br />

McLuhan elektronik medyanın da dünyayı küresel bir köye dönüştürdüğünü öne sürmüştür.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, modernleşme ve yeniliklerin yayılımı araştırmalarında da önemli<br />

bir rol oynamıştır. Modernleşme kuramcıları, kitle iletişiminin modernleşme ve kalkınmada önemli rol<br />

oynadığını savunmuş, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasını modernleşmenin ölçütü olarak<br />

görmüşlerdir.<br />

Bir toplumsal değişme durumu olan kalkınma, yeniliklerin toplumsal sisteme yayılması ile<br />

gerçekleşir. Dolayısıyla yeniliklerin yayılımı araştırmaları da yeniliklerin bir topluma nasıl sokulduğunu<br />

ve insanların bu yenilikleri nasıl benimsediklerini ya da reddettiklerini açıklamaya çalışan bir iletişim<br />

araştırmaları alanı olarak ortaya çıkmıştır. Yeniliklerin yayılımı modeli, kitlesel ve kişilerarası iletişim<br />

arasında bir etkileşimi içermektedir.<br />

İletişim ile modernleşme ve kalkınma arasında ilişki kuran ve teknolojinin yayılmasına hizmet eden<br />

bu yaklaşımlar günümüzde geçerliliklerini yitirseler de söz konusu yaklaşımların temelindeki teknolojik<br />

belirleyicilik görüşü benzer yaklaşımlarla sürmektedir. Bunlardan biri enformasyon toplumu<br />

kavramlaştırmasıdır. 1980’lerden itibaren, iletişim araçları, bilgisayarlar ve ağ iletişimi teknolojilerinin<br />

egemen olduğu toplumlara genel olarak “enformasyon toplumu” adı verilmiştir.<br />

107


Enformasyon toplumu kuramcıları, enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmeleri, yeni bir çağa<br />

devrimci bir geçişi sağlayacak çarpıcı gelişmeler olarak yorumlamışlardır. Bu kuramcılar endüstri<br />

toplumunun geride bırakılıp enformasyon toplumuna geçildiğini ve böylelikle önceki dönemlerde<br />

yaşanan bütün toplumsal aksaklıkların, sorunların, dengesizliklerin kendiliğinden giderileceğini öne<br />

sürmüşlerdir.<br />

Bu süreçte, toplumda bilginin eşit olarak dağıtılmadığını öne süren bilgi açığı hipotezinden yola çıkan<br />

araştırmalar hız kazanmıştır. Bilgi açığı kuramı bir yandan yeni teknolojilerin toplumsal kesimler<br />

arasındaki bilgi uçurumunu artırdığını ortaya koyarken, diğer yandan çözüm olarak da teknolojilerin<br />

yaygınlaşmasını önermiştir.<br />

Bilgi açığı kuramı, sayısal teknolojilerin gelişmesiyle önem kazanmıştır. 1980 sonrası dönemde<br />

iletişim ve bilişim teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, sayısal eşitsizlik kavramı kullanılmaya<br />

başlanmıştır. Bilginin üretilmesi, işlenmesi ve paylaşılması sürecindeki dengesizlikleri anlatan sayısal<br />

eşitsizlik, hem gelişmekte olan hem de gelişmiş ülkelerde önemli bir sorun olarak değerlendirilmiş ve bu<br />

eşitsizliğin giderilmesi yönünde politikalar geliştirilmeye başlanmıştır. Sayısal eşitsizlik, günümüz<br />

toplumlarında önemli bir sorun olmasına karşın, ekonomik ve toplumsal dengesizliklerin iletişim<br />

teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla çözülebileceği önermesi, teknolojik belirleyicilik yaklaşımının hâlâ<br />

etkili olduğunu göstermektedir.<br />

TEKNOLOJİK BELİRLEYİCİLİK YAKLAŞIMI<br />

“Belirleyicilik” doğa bilimlerinde, evrende bütün olup bitenlerin nedensellik bağlantısı içinde<br />

belirlendiğini öne süren görüştür. Toplum bilimleri kuramlarında belirleyiciliğin çeşitli türleri vardır.<br />

Örneğin biyolojik (ya da genetik) belirleyicilik toplumsal ya da psikolojik olayları biyolojik ya da genetik<br />

özelliklerle açıklamaya çalışır. Bu yaklaşım, kadınlar “özünde” dünyevi, doğal ve kendiliğindendir<br />

(“özcülük” olarak bilinen bir argüman) gibi fikirlerin arkasında yatar.<br />

Gelişim psikolojisindeki “çevreye karşı doğa” üzerindeki tartışma ise bireyin gelişiminde ve anormal<br />

davranışın kökeninde kalıtsal ve yapısal etkenlerle (doğa) ortama ilişkin etkenlerin (çevre) görece etkileri<br />

konusunda sürüp gitmektedir. Doğalcılar kalıtımın rolünü vurgularken; çevreciler aile içi tutumlar, çocuk<br />

yetiştirme uygulamaları, sosyoekonomik statü gibi toplumsal ve kültürel etkenlerin belirleyici olduğunu<br />

savunmaktadır.<br />

Bir başka belirleyicilik türü, dilsel belirleyiciliktir. Dilsel belirleyicilik, dilin dünyayı yorumlama<br />

biçimimizi belirlediğini, böylelikle düşüncenin dile bağlı olduğunu, kısacası dilimizin varlığımızı<br />

belirlediğini öne süren bir görüştür.<br />

Bütün bu belirleyici kuramlar gibi teknolojik belirleyicilik de toplumsal ve tarihsel olayları bir ilkeye<br />

ya da belirleyici bir faktöre göre açıklamaya çalışır. Tarihsel ya da nedensel önceliğe ilişkin bir öğretidir.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımında teknoloji, tarihteki “temel hareket ettirici” olarak görülür.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımını benimseyenlere göre belli teknik gelişmeler, iletişim teknolojileri ya<br />

da medya veya daha geniş olarak genelde teknoloji toplumdaki değişimlerin tek ya da temel önce gelen<br />

nedenidir ve teknoloji toplumsal örgütlenme kalıplarının altında yatan temel koşul olarak görülebilir.<br />

Teknolojik belirleyicilik terimi, Amerikalı toplumbilimci ve iktisatçı Thorstein Veblen (1857-1929)<br />

tarafından icat edilmiştir.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımını benimseyenler, genelde teknolojiyi ve özelde iletişim<br />

teknolojilerini geçmişte, şimdi ve gelecekte toplumun temeli olarak değerlendirirler. Yazı, baskı,<br />

televizyon ya da bilgisayar gibi teknolojilerin toplumu değiştirdiğini söylerler. Bu yaklaşımın en aşırı<br />

ucunda, bütün toplumsal biçim teknoloji tarafından belirlenmiş olarak görülür: Yeni teknolojiler<br />

kurumları, toplumsal etkileşimi ve bireyleri de içine alacak biçimde toplumu her düzeyde dönüştürürler.<br />

En azından geniş bir dizi toplumsal ve kültürel olaylar teknoloji tarafından belirlenmiş olarak görülür.<br />

İnsani faktör ve toplumsal düzenleme ise ikincil olarak görülür. Teknoloji toplumsal olandan ayrılırsa,<br />

teknoloji ile toplumsal öğeler arasındaki ilişkiler, birbirinden ayrı alanların etkileşimleriymiş gibi<br />

kavranır. Böylece teknoloji kendisine ait bir dünyadaymış gibi görünür. Ayrıca, teknoloji insanlara veya<br />

108


canlılara ait özellikler atfedilen bir özne gibi görünür. Bir başka deyişle belirleyici yaklaşıma göre<br />

teknoloji, toplumdan bağımsız olarak toplumu biçimlendirmektedir.<br />

20. yüzyılda yeni iletişim teknolojilerinin kullanımının yaygınlaşmasıyla iletişim teknolojisinin<br />

belirleyiciliği görüşü ön plana çıkmıştır. İletişim kuramlarında teknolojik belirleyiciliğin önde gelen<br />

temsilcileri Harold Innis ve Marshall McLuhan’dır.<br />

Innis, toplumsal örgütlenmenin değişiminin kaynağının teknolojik yenilikler olduğunu savunur.<br />

Innis’e göre, insan kendi teknolojisi ile birlikte vardır. Aile ve örgütler gibi toplumsal biçimlerdeki<br />

değişiklikler iletişim teknolojisindeki değişikliklerin bir sonucudur. Teknolojik araçların çoğu, insanın<br />

fiziksel yeteneklerini geliştirir. İletişim teknolojisi ise düşüncenin, bilincin, insanın kavramsal<br />

yeteneklerinin bir uzantısıdır.<br />

Innis, iletişim teknolojilerinin imparatorlukların yapıları ve değişimleri üzerinde etkileri olduğunu<br />

belirtir. İletişim araçlarının maddi biçimi, toplumsal biçimlerin kendilerini belli coğrafi alanlarda yönetim<br />

ve ideoloji temelinde yeniden-üretme becerisiyle yakından ilişkilidir.<br />

Innis’e göre yeni iletişim araçlarını elde etmek için oluşan rekabet, toplumdaki rekabetçi uğraşın<br />

temel eksenidir. Var olan iletişim araçları toplumsal örgütlenme biçimini çok güçlü bir biçimde etkiler.<br />

Yeni teknolojik yapılar eski düzenlerin ortadan kalkmasına neden olur. Egemenlik iletişim araçlarının<br />

denetimi ile oluşur ve yeni iletişim araçlarının bulunması ve bu araçların yeni örgütlenmelere yol açması<br />

ile toplumsal değişim meydana gelir.<br />

McLuhan’ın Temel Varsayımları<br />

Marshall McLuhan, kendi çalışmalarını Innis’in çalışmalarının bir uzantısı olarak görür. Her iki düşünür<br />

de iletişim teknolojisini uygarlık tarihinin merkezi olarak alırlar. Onlara göre uygarlık tarihini yapan ve<br />

değiştiren iletişim teknolojisidir. Ancak Innis ve McLuhan etki konusunda ayrılırlar. Innis’te teknoloji<br />

toplumsal örgütlenmeye ve kültüre etki eder, değiştirir ve biçimlendirir. McLuhan ise teknolojinin ana<br />

etkisinin duyu organları ve düşünce üzerinde olduğunu savunur; dolayısıyla tartışması tamamıyla algı<br />

psikolojisinin dar temellerine dayanır. McLuhan’ın görüşleri aşağıda başlıklar halinde özetlenmektedir.<br />

Araç Egemen Değişim Gücüdür<br />

McLuhan’a göre iletilerin üretimi ve alımı için biçimlerin biyolojik var oluşu gereklidir. Bu biçimler bir<br />

başka deyişle görme, dokunma, tatma, duyma ve koklama birbirine bağlıdır. Dolayısıyla bir biçimin<br />

kapasitesinin değişmesi duyular arasındaki toplam ilişkileri değiştirir. Bunun sonucu olarak da kişinin<br />

deneyimlerini ve algılarını düzenleme yolları değişir. Örneğin körlük koklama, sağırlık da görme gücüne<br />

daha çok dayanmayı gerektirir.<br />

İletişim araçları kişilere duyularla ilgili belli ilişkileri yerleştirir, pekiştirir ve böylece toplumun dünya<br />

görüşünü belirlerler. Sonuç olarak iletişim araçları bizi yalnızca dünyaya yöneltmez, aynı zamanda<br />

kullandığımız duyular arasındaki oranı değiştirerek karakterimizi de değiştirir. İletişim teknolojisi,<br />

yalnızca kişilerin ne düşüneceğini değil, nasıl düşüneceğini de belirler. Örneğin, konuşmaya dayanan<br />

kültürde kulak (=dinleme), basına dayanan kültürde ise göz (=görme) önem kazanır.<br />

Araç İnsanın Uzantısıdır<br />

McLuhan’a göre bir birey ya da toplum, insan bedeninin ve zihninin alanını yeni bir tarzda genişletecek<br />

bir biçimde bir şeyleri yaptığı ya da kullandığı zaman bir uzantı meydana gelir. Bu uzantı akla gelen her<br />

şeyi kapsar: Sözcük, giysi, ev, para, saat, basın, yol, araba, tekerlek, uçak, fotoğraf, telgraf, daktilo,<br />

telefon, sinema, radyo, televizyon, silah…<br />

Araç insanların uzantısıdır. Örneğin çukur kazmak için kullandığımız kürek, ellerin ya da ayakların<br />

bir uzantısıdır. Kepçe çanak gibi açılmış ellere benzer, fakat daha güçlüdür, daha az aşınır ve molozları<br />

elden daha uzak bir alana taşıma kapasitesi vardır. Bir mikroskop ya da teleskop ise görmenin farklı bir<br />

biçimidir ve gözün bir uzantısıdır.<br />

109


Daha karmaşık uzantılara bakıldığında; örneğin otomobil, ayakların bir uzantısı olarak düşünülebilir.<br />

Otomobil, insanın ayaklarıyla olduğu gibi her yeri gezebilmesini sağlar; fakat bunu daha hızlı ve daha az<br />

çabayla yapar. Ayrıca, bu uzantı zorlu hava koşullarında göreceli bir konforla seyahat etmeyi de sağlar.<br />

McLuhan’a göre giysiler derimizin uzantısıdır. Ev, sığınak olarak, vücut açısından ısı kontrol<br />

mekanizmasıdır. Kentler, vücut organlarının, geniş grupların gereksinimlerini sağlamada daha da ileri<br />

uzantılarıdır. Küresel elektronik ağı ise bizim sinir sistemimizin bir uzantısıdır.<br />

McLuhan’ın ampütasyon (bir organı kesme) diye adlandırdığı kavram ise uzantıların bir benzeridir.<br />

İnsanoğlunun her uzantısı; özellikle teknolojik uzantıları, diğer uzantılarda bir ampütasyon ya da<br />

değiştirme etkisine sahiptir. Ampütasyona bir örnek olarak, barut ve ateşli silahların gelişmesiyle birlikte<br />

okçuluk becerilerinin yok oluşu verilebilir. Yeni silah teknolojileri, hata yapmamayı gerektiren okçuluk<br />

pratiğini işe yaramaz hale getirmiştir. Otomobil gibi bir teknolojinin uzantısı ise kentlerin ve ülkelerin<br />

farklı biçimlerde gelişmesine yol açarak gelişkin bir yürüme kültürü gereksinimini “kesip atar”. Telefon<br />

sesi genişletir, fakat aynı zamanda düzenli mektuplaşma ile kazanılan yazı yazma sanatını kesip atar.<br />

Bunlar birkaç örnektir ve aklımıza gelebilecek hemen her şey benzer gözlemlere konu olabilir.<br />

McLuhan’a göre, insanoğlu bu uzantılarla her zaman büyülenmiş ve zihnini yormuştur, fakat<br />

çoğunlukla ampütasyonları görmezden gelmeyi ya da en aza indirmeyi seçeriz. Örneğin otomobilin<br />

sağladığı yüksek hızda kişisel seyahatin üstünlüklerini överiz; fakat otonomilin neden olduğu hava<br />

kirliliğinin anımsatılmasını gerçekten istemeyiz. Ayrıca otomobillerimizde diğer insanlardan yalıtılmış<br />

olarak tek başına geçirdiğimiz zamanı düşünmek istemeyiz ya da otomobil kullanımının sonucu olan<br />

ampütasyonların bizi daha şişman ve genellikle daha sağlıksız hale getirdiğini de anımsamak istemeyiz.<br />

McLuhan’a göre bizler, giderek bütün uzantıları düzenli olarak öven ve bütün ampütasyonları en aza<br />

indiren insanlar haline geliyoruz ve kendi zararımıza da olsa bu şekilde davranmayı sürdürüyoruz.<br />

Araç İletidir<br />

McLuhan, her kültür çağında bilginin kaydedilip aktarıldığı “medium”un (ortam, araç) o kültürün<br />

karakterinin belirlenmesinde kesin bir rol oynadığını öne sürmüş ve bu görüşünü “araç iletidir (medium is<br />

the message)” deyişiyle özetlemiştir.<br />

McLuhan’a göre sözcüğün yazıldığı şeyler sözcüklerden daha önemlidir. Bunu açıklamak için elektrik<br />

ışığını örnek olarak veren McLuhan’a göre elektrik ışığı saf enformasyondur. Bir markayı veya sözlü bir<br />

reklamı bir araçla hecelemese bile kendi başına iletisiz bir iletişim aracı olduğu söylenebilir. Her aracın<br />

belirgin niteliği olan bu gerçek, herhangi bir aracın içeriğinin daima bir başka araç olması demektir.<br />

Örneğin yazılı kelime nasıl basılının ve basılı olan nasıl telgrafın içeriği ise yazının içeriği sözdür. Eğer<br />

“Sözün içeriği nedir?” diye sorulursa “Kendinde sözlü olmayan güncel bir düşünce sürecidir” yanıtının<br />

verilmesi gerekir.<br />

McLuhan’a göre aslında bir iletişim aracının ya da teknolojinin iletisi insani işlerde yarattığı ölçek,<br />

ritim ya da model değişikliğidir. Araçlar içeriği ne olursa olsun, doğalarında var olan özellikleri nedeniyle<br />

etkilere sahiptir, içerik önemsizdir. Örneğin elektrik ışığının beyin cerrahisinde ya da gece oynanan bir<br />

beyzbol maçını aydınlatmak için kullanılmasının hiç bir önemi yoktur. Bu işler elektrik ışığı olmaksızın<br />

gerçekleşemeyeceği için bir bakıma onun içeriği oldukları söylenebilir. Bu olgu tek başına “ileti iletişim<br />

aracının kendisidir” düşüncesini vurgular; çünkü insan birliklerinin ve eylemlerinin biçim ve ölçeğini<br />

şekillendiren ve denetleyen iletişim aracıdır.<br />

McLuhan, iletişim araçları karşısında “önemli olan nasıl kullanıldıklarıdır” diyen geleneksel tutumu<br />

“teknolojik mankafalılık” olarak nitelendirerek, iletişim aracının içeriğini şöyle tanımlar:<br />

“Bir iletişim aracının içeriği, köpeğin dikkatini dağıtmak için hırsızın ona verdiği nefis bifteğe benzer.<br />

İletişim aracının etkisi güçlü ve yoğundur, çünkü başka bir araç ona içerik olarak verilir. Bir filmin içeriği<br />

bir roman, bir piyes ya da bir operadır. Film türünün etkileri onun program içeriği ile ilgili değildir.<br />

Yazının ya da basılı olanın içeriği sözdür; oysa okuyucu basılı olana ya da söze hemen hiç dikkat etmez.”<br />

Reklamdan bıkılan bir ortamda, çok kültürlü insanların “ben reklamlara hiç dikkat etmem” diye<br />

övünmesinin işe yaramayacağını anımsatan McLuhan’a göre teknolojinin etkileri düşün ve kavramlar<br />

düzeyinde değildir, o duyu ilişkileri ve algılama modellerini dirençle karşılaşmadan yavaş yavaş<br />

değiştirir.<br />

110


Gazeteyi sadece gazete olduğu için mi; yoksa okumak için mi<br />

alıyorsunuz? Eğer içerik önemli değilse neden herkes aynı gazeteleri okumuyor?<br />

Sıcak ve Soğuk Araçlar<br />

McLuhan, araçları sıcak ve soğuk olmak üzere ikiye ayırmıştır. Sıcak araçlar, tek duyuyu uzatan ve<br />

izleyiciye tamamlaması için çok şey bırakmayan araçlardır. Bu bağlamda radyo, sinema ve fotoğraf sıcak<br />

araçlardır. Soğuk araçlar ise az şey veren ve izleyici tarafından çok şey eklenen araçlardır. Televizyon<br />

ve telefon gibi. Televizyon soğuk araçtır, çünkü enformasyon bakımından verdiği azdır. Dolayısıyla<br />

iletiyi tamamlamak için izleyici tarafından aktif katılmayı gerektirir. Bu da televizyon ekranındaki<br />

noktaları ve çizgileri birleştirerek yapılır. Telefon da soğuk araçtır. Sözgelişi alıcı, bir telefon<br />

konuşmasında atlanan bir bilgiyi sağlamak zorundadır. Oysa sıcak araçlar, gerekli tüm verileri<br />

sağladıkları için alıcının iletiyi algılarken etkin bir rol oynaması gerekmez.<br />

McLuhan bu sıcak ve soğuk kavramını insanlara, kültürlere, danslara, giysilere, arabalara, sporlara da<br />

uygular.<br />

McLuhan’a göre, sıcak iletişim araçlarının egemenliğindeki çağ “mekanik çağ”dır. Mekanik çağın<br />

karakteristik aracı olan kitabın, anti-demokratik, tek yönlü, baskıcı ve güdümleyici olduğu görüşündedir.<br />

Fakat artık “elektronik iletişim çağı”ndayızdır ve bu çağın iletişim teknolojisinin yarattığı iletişim araçları<br />

da alfabe öncesi toplumlarda olduğu gibi, soğuk iletişim araçlarıdır.<br />

McLuhan’ın görüşleriyle ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek için<br />

McLuhan’ın “Yaradanımız Medya” (2005) adıyla Türkçeye çevrilen kitabını okuyabilirsiniz.<br />

Gutenberg Galaksisi<br />

McLuhan, basının görmeye ağırlık verdiğini söyler. Bu nedenle basına dayanan kültürde insanlar<br />

duyduklarına inanmakta ve konuşmayı hatırlamakta zorluk çekerler. Basın gerçeği; tekdüze, uyumlu,<br />

nedenselliği olan ve farklı ilişkiler içinde düzenler. Toplumsal düzeyde basın, millet olma olasılığına ve<br />

milliyetçiliğin doğuşuna yol açmıştır. “Çünkü matbaa aracılığıyla bir halk kendisini ilk kez olarak görür.<br />

Yüksek görsel tanımı haliyle anadil, kendi sınırlarıyla toplumsal birliğin bir görünüşünü sunar. Ve<br />

insanlar kendi dillerinin bu görsel birliğini kitaptan çok gazete aracılığıyla yaşamıştır.”<br />

McLuhan, Gutenberg Galaksisi adlı eserinde “alfabe ve tipografi aracılığıyla görsel duyunun<br />

yalıtılması ile bilginin parçalara ayrılması yanılsamasının nasıl yaratılmış olduğunu” açıklamaya çalışır.<br />

McLuhan’a göre matbaa ulusal birörnekliği, devlet merkeziyetçiliğini yaratmış, aynı zamanda bireysel<br />

hakların coşkuyla savunmasına yol açmış ve devlete karşı muhalefeti de doğurmuştur.<br />

Küresel Köy<br />

McLuhan, televizyonun ise duyuların çoğuna ağırlık veren görsel, işitsel ve dokunsal bir araç olduğunu,<br />

dünyayı milliyetçilikten “küresel köy” olmaya yönelttiğini ileri sürer. McLuhan’a göre “Telgraf ve<br />

radyodan bu yana, yerküre uzaysal olarak büzüşerek tek bir küçük köye dönüşmüştür.” Tıpkı bir köyde<br />

yaşayan insanın köyde olan biten her şeyi kolayca öğrenebilmesi gibi insanlar dünyanın her yanında olup<br />

biten her şeyi kolayca öğrenebilmektedir.<br />

McLuhan’a göre yazı bulunana kadar insanlar sınırlanmayan, yönü olmayan, işitsel bir uzamda<br />

yaşamıştır. Bu nedenle alfabe öncesi toplumlar zamanı ve mekanı bütünleşmiş tek bir şey olarak<br />

algılamışlardır. Mekanik çağda bu algı parçalanmıştır. Ancak şimdi elektrik devresi bizde tekrar çok<br />

boyutlu uzam kavrayışına geçişe yol açmaktadır. Günümüzün elektronik teknolojisi her şeyin birbiri ile<br />

karşılıklı ilintilenmesine neden olmaktadır. Günümüz elektroniği, dünyamızı yeniden küresel bir köy<br />

olarak biçimlendirmektedir. Bugün, okur-yazarlıkla geçirdiğimiz birkaç yüzyıldan sonra yitirdiğimiz<br />

kabile duygusunu, insanın başlangıçtaki duyumsamalarını yeniden yaşıyoruz. Elektronik enformasyon<br />

ortamında herkes, herkes hakkında gereğinden çok şey biliyor.<br />

111


Elektronik iletişim çağının başat medyası McLuhan için televizyondur. Televizyon sayesinde bütün<br />

duyularımızın işin içinde yer aldığı aktif ve keşfedici bir duyumsama yetisi kazandığımızı öne süren<br />

McLuhan, televizyonun, insanlığı bugüne dek süren parçalanmış, farklılaşmış ve bölünmüş hayatından<br />

kurtarıp yeniden alfabe öncesi çağın köy topluluğu yaşamına kavuşturacağı inancındadır. McLuhan<br />

elektronik medya sayesinde, sözel geleneğin yeniden oluştuğunu ve insanların bütün duyuları yeniden eşit<br />

oranda kullanmaya başladığını savunur. Küresel bir köyde yaşadığımızı ve bu köyde her şeyin aynı anda<br />

olduğunu ve zaman ile yer kavramının yok olduğunu söyler. McLuhan’a göre dünya, modern uydu<br />

iletişimi ve kapitalist üretim biçimindeki gelişmelerle bütünleşik bir dünya olmuştur.<br />

Tetrad (Dörtlü)<br />

Marshall McLuhan, medyaya ilişkin gözlemlerini bilimsel bir temele oturtmadığı için eleştirilmiştir. Son<br />

yıllarında ve kısmen eleştirilere yanıt olarak, McLuhan düşüncesine “tetrad” diye adlandırdığı bir temel<br />

geliştirmiştir. Ölümünden sonra yayınlanan Medya Yasaları kitabında McLuhan, medya konusundaki<br />

görüşlerini ortaya koyarken, bir aracın toplum üzerindeki etkilerini dört kategoriye ayırarak incelemiştir.<br />

McLuhan araç kelimesini insanın oluşturduğu her şey için kullanır. Ona göre insanın oluşturdukları<br />

insanın bir uzantısıdır. Bütün teknolojiler de dâhil olmak üzere insan gücünün dâhil olduğu bütün<br />

faaliyetler ve ürünler, her toplumda ve bütün zamanlarda dört yasaya bağlıdır.<br />

Tetrad, McLuhan’ın sorularla çerçevelediği dört yasayı insanoğlunun çevresindeki geniş bir alana<br />

uygulamasına olanak sağlar ve böylece kültüre bakmada yeni bir araç ortaya koyar.<br />

McLuhan bir aracın etkilerini anlamak için dört soru sorulabileceği görüşündedir. Bu sorulardan ilki,<br />

“araç ya da teknoloji neyi genişletiyor ya da uzatıyor?” sorusudur. McLuhan’a göre her araç, bir insan<br />

organının uzantısı olarak onu desteklemek amacıyla gündeme gelir. Dolayısıyla söz konusu sorunun<br />

yanıtı, bir otomobil söz konusu olduğunda “ayak” olacaktır; bir telefon söz konusu olduğunda ise “ses”<br />

olacaktır.<br />

İkinci soru “Araç, medya ya da teknoloji neyi yerinden ediyor, neye önemini kaybettiriyor?”<br />

sorusudur. Çünkü her yeni teknoloji eski teknolojilerin egemenliklerini sarsıp onların egemen<br />

konumlarını devralır. Yine, otomobilin yürümeyi yerinden ettiği ve telefonun da duman sinyallerini ve<br />

güvercin beslemeyi gereksiz kıldığı söylenebilir.<br />

McLuhan’ın yaşamı, eserleri ve görüşleriyle ilgili dokümanlara ulaşmak<br />

için http://www.marshallmcluhan.com sitesini gezebilirsiniz.<br />

Üçüncü soru “Medya ya da teknoloji neyi telafi ediyor ya da geri kazandırıyor?” sorusudur.<br />

McLuhan’a göre her yeni teknoloji modası geçmiş teknolojilerin ya da doğanın bazı işlevlerini<br />

sürdürmeye devam etmekte ve yeni teknolojiler eski teknolojileri kendi içerikleri haline getirmektedir. Bu<br />

bağlamda otomobil ile macera ya da araştırma eğilimi telafi edilir ve telefon hizmetinin yaygınlaşması ile<br />

de topluluk anlayışı geri gelir. Yurt içi tatilin yaygınlaşmasıyla otomobil sahipliğindeki artışın birlikte<br />

gittiği görülebilir.<br />

Dördüncü soru “Sınırlarına ulaştığında teknoloji neyi tersine çeviriyor ya da geri döndürüyor?”<br />

sorusudur. Aşırı genişlemiş, sınırlarına ulaşmış bir otomobil kültürü, yaya yaşam biçimine özlem<br />

duyulmasına neden olur ve aşırı uzatılmış bir telefon kültürü de yalnız kalma gereksinimine yol açar.<br />

McLuhan, kendisine aşırı yüklenilen her teknolojinin işlevsiz kalacağını belirtmektedir. Buna hızlı<br />

seyahati olanaklı kılan kişisel otomobillerin beraberinde getirdikleri trafik tıkanıklığı dolayısıyla seyahat<br />

olanağını ortadan kaldırmasını örnek gösterebiliriz.<br />

McLuhan’a göre radyo ve televizyonla birlikte tüm dünyadaki olaylara eşzamanlı olarak<br />

erişebilmekteyiz. Bununla birlikte televizyon kültürü sözlü iletişime dayanan aile yaşamının sıkı bağlarını<br />

gevşetir ya da kesip atar. Basit bir televizyon açma eylemi bir odadaki insanların sessizliğini azaltabilir.<br />

Telafi edilen kabile ya da birbirleriyle ilişkisi olan insanların görünümüdür. Olan ya da geri dönen,<br />

insanların sahnedeki aktörler olduğu küresel tiyatrodur. Burada bir kimse, uçak kazası ya da doğal<br />

felakete tanık olma gereksinimi duyabilir.<br />

112


Tetrad sürecinde sorulan sorular, dört etki dizisi ile sonuçlanır. Bunlar genişletme, yerinden etme, geri<br />

döndürme ve telafi etmedir. Bu dört öge birbirleri ile tamamlayıcı bir ilişki içindedir. Etkilerin kesişen<br />

doğasını anlatmak için oluşturulan tetrad, değişim ya da süreklilik noktaları olarak dört ögeyle birlikte<br />

genellikle grafik biçiminde gösterilir.<br />

Tablo 5.1: Tetradın ögeleri arasındaki ilişkiler<br />

GENİŞLETME<br />

Yeni medya neyi geliştiriyor, genişletiyor,<br />

uzatıyor, mümkün kılıyor ya da hızlandırıyor.<br />

GERİ DÖNDÜRME<br />

Yeni biçim, potansiyelinin sınırlarına<br />

ulaştığında, ilk halindeki özelliklerini ters<br />

çevirecektir. Yeni biçimin potansiyel zıtlıkları<br />

nelerdir?<br />

TELAFİ ETME<br />

Yeni biçimin oyuna geri getirdiği daha önceki<br />

eylem ya da hizmet nedir? Geri getirilen<br />

daha eski, önceden önemini kaybetmiş ve<br />

yeni biçimin temel bir parçası olan zemin<br />

hangisidir?<br />

YERİNDEN ETME<br />

Yeni medya tarafından bir kenara itilen,<br />

yerinden edilen, önemi kaybettirilen nedir?<br />

<br />

McLuhan bu dört yasanın (genişletme, geri döndürme, telafi etme ve yerinden etme) yalnızca iletişim<br />

teknolojileri için değil insan emeğinin olduğu her şey için; örneğin “bütün işlemler, üsluplar, nesneler,<br />

bütün şiirler, şarkılar, resimler, hileler, küçük aletler, teoriler, teknolojiler” söz konusu olduğunda da<br />

geçerli olduğunu öne sürer.<br />

McLuhan’ın yasalarını cep telefonlarına uygulayabilir misiniz?<br />

McLuhan bu dört yasanın kaçınılmaz ve evrensel yasalar olduğunu savunmuştur. Teknolojinin bazı<br />

sonuçlarının toplumda gözlenebilmesi yıllar alırken; McLuhan bu değişimlerin tamamen eşzamanlı olarak<br />

oluştuğu konusunda ısrar etmiştir.<br />

Tetrad ile nedenselliğe dayanan bir model kullanmak yerine teknolojinin toplam etkisini tartışmak için<br />

geçmişi, şimdiyi ve geleceği bir araya getiren bir model önermiştir. McLuhan’ın kitapları da mozaik<br />

gibidir. Yan yana birçok düşünceyi içerir ancak bu düşünceler birbirini izlemez.<br />

McLuhan’ın Eleştirisi<br />

McLuhan’ın görüşlerine getirilen en büyük eleştiri “teknolojik belirleyici” olmasıdır. McLuhan’ın kuramı<br />

ontolojik anlamda insanlara çok az özgür irade şansı verir. Onun yerine toplumu biçimlendirenin<br />

teknoloji olduğunu belirtir. McLuhan’ın yaklaşımında insanın kaderini belirleyen insanın kendisi değil,<br />

uzantısı olan teknolojidir. Bu görüş var olan teknolojik düzenin sorgusuz savunuculuğunu yapmaktadır.<br />

McLuhan, teknolojiyi kimin, hangi amaçla ürettiğini ve denetlediğini göz önüne almaz. Dolayısıyla, çoğu<br />

zaman, görüşleriyle büyük şirketlere, özellikle enformasyon ve iletişim teknolojilerini üretenlere hizmet<br />

veren bir kapitalizm savunucusu olmakla eleştirilmiştir.<br />

Teknolojik Belirleyicilik Yaklaşımının Eleştirisi<br />

Teknolojik belirleyicilik, karmaşık toplumsal olguları, düzenleri ve ilişkileri yalnızca teknoloji etkenine<br />

bağlı olarak açıklamaya çalıştığı için indirgemecilikle eleştirilmektedir. Bu yaklaşıma göre teknoloji,<br />

113


insanların hayatını değiştiren en önemli güçtür. Buradaki değişim ise neredeyse gelişmeyle eşanlamlı<br />

olarak hemen her zaman olumlu olarak görülür. Oysa kapitalist üretim koşullarında ortaya çıkacak her<br />

yeni teknolojinin ya da teknolojik gelişme isteğinin öncelikle kâr ekonomisinin çıkarları için çalışacağı<br />

açıktır.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, teknolojinin kullanımını yöneten toplumsal süreçleri ve seçimleri<br />

göz ardı ettiği için eleştirilir. Yaklaşım, bu kusurunun yanı sıra farklı tür teknolojilerle birlikte var olan<br />

olası toplumsal düzenlemeler çeşitliliğini de göz önüne almaz.<br />

Günümüz dünyasında iletişim ve bilgi teknolojileri baş döndürücü bir hızla gelişmesini sürdürdüğü<br />

için teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, tüm indirgemeciliğine karşın hâlâ güncelliğini korumaktadır.<br />

Ancak tüm bu teknolojik belirleyicilik türlerinin ortak özelliği; teknolojiyi, gelişimini, uygulamasını ve<br />

etkilerini parçası oldukları toplumsal ilişkilerden çıkarması ve dolayısıyla toplumsal ilişkileri<br />

marjinalleştirmesi ya da analiz dışı bırakması ve teknolojiye nesnelerin doğasından kaynaklanan<br />

özellikler yerine insanlar arası toplumsal ilişkilerden kaynaklanan güç ve nitelikler atfetmesidir.<br />

MODERNLEŞMEDE KİTLE İ<strong>LETİŞİM</strong>İ TEKNOLOJİSİ<br />

Modernleşme ve yeniliklerin yayılımı yaklaşımları, iletişim alanında teknolojik belirleyiciliğin izlerini<br />

taşıyan yaklaşımlardır. Modernleşme kuramcıları az gelişmiş, geleneksel ve geri kalmış olarak nitelenen<br />

ülkelerde toplumsal, siyasal ve ekonomik kurumlara ve teknoloji-insan ilişkisine yönelik sorunları ve<br />

çözümlerini insanı modernleştirme çerçevesi içinde değerlendirirler. Bu kuramcılar kitle iletişiminin de<br />

modernleşme ve kalkınmada önemli rol oynadığını savunurlar. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasının<br />

modernleşme ve kalkınmanın hem ölçüsü hem de itici gücü olduğunu öne sürerler.<br />

Modernleşme kuramcılarına göre, kitle iletişimi modernleşme süresinde şu görevleri yerine<br />

getirmektedir:<br />

• Kitle iletişimi, modernleşme yönünde davranış biçimleri, yeni değerler ve tutumları yayarak<br />

toplumda bir değişim atmosferi yaratabilir.<br />

• Kitle iletişimi kalkınma ve modernleşme yolunda eğitim, tarım, endüstri, tarım ve sağlık<br />

alanlarında yeni beceriler yaratabilir.<br />

• Kitle iletişim araçları bilgi kaynaklarının çoğaltıcısı olarak işlev görebilir.<br />

• Kitle iletişimi, televizyon izleyerek ya da radyo dinleyerek öğrenme sağlamak yoluyla eğitim<br />

maliyetini azaltabilir.<br />

• İletişim, kişinin beklenti düzeyini yükseltebilir ve böylece etkinliğe teşvik eder.<br />

• İletişim, halkın kendi önemini anlamasını sağlayarak siyasal etkinlikleri artırabilir.<br />

• Kitle iletişim araçları, ulus duygusu yaratmada etkilidir.<br />

• İletişim kalkınma planlarının hazırlanmasını ve uygulamaya geçirilmesini kolaylaştırır.<br />

• İletişim ekonomik, toplumsal ve siyasal kalkınmayı kendi kendini sürdüren bir süreç haline<br />

getirebilir.<br />

Bu çerçevede 1958’de Daniel Lerner’in Geleneksel Toplumun Çöküşü adlı araştırması yayınlanmıştır.<br />

Söz konusu araştırma Ortadoğu’nun geleneksel toplumdan modern topluma geçişini ve modern iletişimin<br />

rolünü incelemektedir. Lerner’e göre Batı ülkelerinin geçirdiği bazı süreçler evrenseldir. Buna göre:<br />

1. Kentleşmenin artması okuma yazma oranının artmasına yol açar,<br />

2. Okuma yazma oranının artması kitle iletişim araçlarına açık olmayı artırır,<br />

3. İletişim araçlarına açık olmak daha geniş ekonomik katılma ve siyasal katılmaya neden olur.<br />

Lerner’e göre endüstrileşmiş Batı ülkelerinin geçirdiği bu modernleşme sürecinin benzeri Ortadoğu<br />

ülkelerinde de yaşanmaktadır. Sürecin merkezinde ise düşünce ve tutumların iletilme biçimindeki<br />

değişiklik vardır. Bu değişiklik sözel iletişimden kitle iletişimine geçiştir.<br />

114


Bu gelişmenin belirleyicisi ise “hareketli kişilik” olacaktır. “Hareketlilik artırıcı” araçlar olan kitle<br />

iletişim araçlarının yayılması da modernleşmiş kişiliğin yayılmasına neden olacaktır. Lerner hareketli<br />

kişilik ile kitle iletişim araçları arasındaki bağı “empati” kavramı ile kurmuştur. Empati, kişinin kendini<br />

başkasının yerine koyması ya da başkalarıyla özdeşleştirmesi sonucu geleneksel kişilikten modern<br />

kişiliğe geçiş olarak tanımlanır. Empati, kentleşme ve okuryazarlığın yaygınlaşmasıyla üretilen yeni<br />

deneyimleri kitle iletişim araçlarına katılma yoluyla siyasal ve ekonomik katılmaya dönüştürür.<br />

Lerner, geleneksel kişilik tipinden modern kişilik tipine doğru gidildikçe, kitle iletişimine açık olma<br />

düzeyinin yükseldiğini belirtir. Lerner’e göre sözlü iletişim nüfusun önemli bir bölümünün uzak bir<br />

merkeze bağımlılığını yansıtır. Modern iletişim sistemi ise aydınlanmış bir kamuoyu yaratır. İletişim,<br />

toplumsallaşmanın temel aracıdır. Toplumsallaşma da toplumsal değişimin temel aracısıdır.<br />

Bir başka modernleşme kuramcısı Frederick W. Frey ise 1960’larda Türkiye’deki siyasal<br />

modernleşme, güç ve iletişimi incelemiştir. Frey, kitle iletişim araçlarının Türkiye’de köylülerin birçok<br />

tutum ve davranışlarına geniş etkide bulunduğunu belirtmiştir. Frey çalışmasında, Türkiye’nin yeni<br />

kurulan birçok ülkeden çok daha fazla geliştiğini ileri sürer.<br />

Modernleşme Kuramlarına Yöneltilen Eleştiriler<br />

Modernleşme kuramcılarına kalkınmada kitle iletişimine verdikleri önemli rol ve bu rolün anlamı<br />

konusunda çeşitli eleştiriler yöneltilmiştir.<br />

Kitle iletişim teknolojilerinin kalkınmadaki rolü üzerinde durulmasının çeşitli nedenleri vardır.<br />

Bunlardan biri ekonomiktir. Kitle iletişim teknolojisinin (radyo, televizyon, gazete, dergi, vb.) diğer<br />

ülkelerde yayılması, bu teknolojileri üreten Batılı ülkeler için kâr anlamına gelir. Kitle iletişim<br />

teknolojileri ne kadar çok yayılırsa, bu teknolojileri üreten Batılı şirketler, o kadar fazla kâr ederler.<br />

Kitle iletişimin kalkınmadaki rolünün vurgulanmasının bir başka nedeni kültürel ve siyasaldır. Medya<br />

teknolojilerinin yaygınlaşması, Batının tüketim ve siyasal kültürünün de benimsenmesi, yayılması ve<br />

egemen olmasına yol açar.<br />

YENİLİKLERİN YAYILIMI<br />

Yeniliklerin yayılımı, teknolojik belirleyiciliğin izlerini taşıyan bir yaklaşımdır. Yeniliklerin yayılımı,<br />

yeniliklerin bir topluma nasıl sokulduğunu ve insanların bu yenilikleri nasıl benimsediklerini ya da<br />

reddettiklerini açıklamaya çalışan bir iletişim araştırmaları alanıdır.<br />

Yayılım araştırmalarında bugün en fazla tanınan kişi Everett M. Rogers’dir. Diğer yeniliklerin<br />

yayılımı kuramları gibi Rogers’in kuramı da kitlesel ve kişilerarası iletişim arasında bir etkileşimi<br />

içermektedir.<br />

Rogers’a göre kalkınma, kişi başına daha yüksek gelir ve yaşama düzeyine ulaşabilmek amacıyla, bir<br />

toplumsal sisteme yeni fikirlerin sokularak daha modern üretim yöntemlerine ve toplumsal örgütlenmeye<br />

geçilmesidir. Bu süreç toplumsal boyutta ise modernleşmedir. Bir toplumsal değişme durumu olan<br />

kalkınma, yeniliklerin toplumsal sisteme yayılması ile gerçekleşir. Yenilikler toplumsal sisteme iletilerek<br />

yayıldığı için yeniliklerin yayılması araştırmaları aslında iletişim araştırmalarıdır.<br />

Yeniliklerin Yayılımındaki Ögeler<br />

Rogers, Yeniliklerin Yayılımı adlı kitabında yayılımı, bir yeniliğin belli kanallar aracılığıyla zaman içinde<br />

iletildiği bir süreç olarak tanımlar. Rogers’a göre yeniliklerin yayılımındaki dört temel öge yenilik,<br />

iletişim kanalları, zaman ve toplumsal sistemdir. Bu ögeler her yayılım araştırmasında ve her yayılım<br />

kampanyasında ya da programında belirlenebilir.<br />

Yenilik<br />

Rogers yeniliği “bir birey ya da başka bir kabullenme birimi tarafından yeni olarak algılanan düşünce,<br />

uygulama veya nesne” olarak tanımlar. Bir fikrin birey tarafından algılanan yeniliği onun bu fikre karşı<br />

115


tepkisini belirler. Eğer fikir bireye yeni gibi geliyorsa, bu bir yeniliktir. Bu kitapta sözü edilen yeni<br />

fikirlerin çoğu teknolojik yeniliklerdir. Bir teknoloji, istenen bir sonuca ulaşmayla ilgili olan neden-sonuç<br />

ilişkilerindeki belirsizliği azaltan araçsal bir eylem için oluşturulan bir tasarımdır. Çoğu teknolojinin iki<br />

bileşeni vardır:<br />

1. Donanım, maddi ya da fiziksel bir nesne olarak teknolojiyi somutlaştıran aracı oluşturur.<br />

2. Yazılım, aracın bilgi temelini oluşturur.<br />

Bir yeniliğin özellikleri, bir toplumsal sistemin üyeleri tarafından algılandığı gibi benimsenme oranını<br />

belirler.<br />

Rogers, yeniliğin benimsenme süresini etkileyen özellikleri ise şöyle sıralamaktadır:<br />

1. Göreli üstünlük: Yeniliğin yerine geçtiği düşüncelerden, daha iyi olarak algılanmasının derecesi<br />

2. Uyumluluk: Yeniliğin mevcut değerler, geçmiş deneyimler ve olası kabullenicilerin<br />

gereksinimleri ile uyumlu olarak algılanma derecesi<br />

3. Karmaşıklık: Yeniliğin anlaşılması ve kullanılmasının karmaşık olarak algılanma derecesi<br />

4. Denenebilirlik: Yeniliğin sınırlı olarak denenebilme derecesi<br />

5. Gözlenebilirlik: Yeniliğin sonuçlarının diğerleri tarafından gözlenebilirlik derecesi.<br />

Yeniden icat etme ise bir yeniliğin değişme ya da bir kullanıcı tarafından benimsenme ve uygulama<br />

sürecinde değiştirilme derecesidir.<br />

Rogers “genelde alıcılar tarafından daha büyük göreli üstünlüğe, uyumluluğa, denenebilirliğe,<br />

gözlenebilirliğe ve daha az karmaşıklığa sahip olduğu görülen yeniliklerin diğerlerinden daha çabuk<br />

benimsenebileceğini” belirtir.<br />

İletişim Kanalları<br />

Bir iletişim kanalı mesajların bir bireyden diğerine geçtiği araçtır. Kişiler arası kanallar yeni bir fikre<br />

karşı tutumların biçimlendirilmesinde ve değiştirilmesinde ve böylece yeni bir fikrin benimsenme ya da<br />

reddedilme kararını etkilemede daha etkili iken kitle iletişim araçları kanalları yenilik bilgisinin<br />

yaratılmasında daha etkilidir. Çoğu birey yeniliği uzmanların yaptığı bilimsel bir araştırma temelinde<br />

değil de söz konusu yeniliği benimseyen yakın akranlarının öznel değerlendirmeleri temelinde<br />

değerlendirir. Bu yakın akranlar, böylelikle rol modelleri olarak hizmet ederler.<br />

Rogers, yeniliklerin yayılmasını bir iletişim modeli olarak incelemiştir. İletişim kanalları kitle<br />

iletişimi ya da yüz yüze iletişim kanalları olabilir. Rogers, yeniliklerin yayılımı araştırmalarında en az<br />

araştırılan konulardan birinin iletişim kanalları olduğunu belirtir. Bunun nedeni bu araştırma geleneğinin<br />

daha çok bireyler üzerinde yoğunlaşması ve açık davranış değişiklikleri üzerinde durmasıdır.<br />

Zaman<br />

Zaman, yeniliklerin yayılımında üç öge ile ilişkilidir:<br />

1. Yenilik yayılım süreci,<br />

2. Yenilikçilik,<br />

3. Bir yeniliğin benimsenme oranı.<br />

Rogers’a göre yenilik-karar süreci bir bireyin (ya da bir başka karar verme biriminin) bir yeniliğe<br />

ilişkin ilk bilgiden yola çıkarak yeniliğe ilişkin bir tutum biçimlendirmeye, bir benimseme ya da reddetme<br />

kararına, yeni bir fikri uygulamaya ve bu kararı doğrulamaya geçme sürecidir.<br />

Rogers yeniliğin benimsenmesi sürecini; bilgi, ikna etme, karar, uygulama ve sağlamlaştırma<br />

evrelerinden oluşan beş aşamada kavramlaştırır.<br />

116


• Bilgi: Bilgi evresi, bireylerin yeniliğin farkında oldukları, yeniliğe ve bu yeniliğin işlevine maruz<br />

kaldıkları aşamadır.<br />

• İkna: İkna etme evresinde bireyler yeniliğe ilişkin olumlu ya da olumsuz bir kanı ya da tutum<br />

oluştururlar.<br />

• Karar: Karar evresinde birey için iki seçenek bulunmaktadır: Yeniliği ya benimseyecek ya da<br />

reddedecektir.<br />

• Uygulama: Uygulama evresinde bireyler yeniliği kullanmaya başlarlar.<br />

• Sağlamlaştırma: Sağlamlaştırma evresinde ise insanların bir karar aldıktan sonra çoğunlukla<br />

kararlarına neden olan bilgiyi pekiştirmek istedikleri göz önüne alındığından, yenilikle ilgili<br />

olumlu bilgi akışı devam eder. İnsanlar bu aşamada, kararlarının doğru olduğunu güçlendirecek<br />

türde bilgileri ararlar. Kişiler yenilik konusunda karşıt mesajlara maruz kalırlarsa önceki<br />

kararlarını değiştirebilirler.<br />

Bir birey yenilik-karar sürecinin farklı aşamalarında, bir yeniliğin beklenen sonuçları hakkındaki<br />

belirsizliği azaltmak için enformasyon arar. Bu karar aşaması<br />

a. Benimsemeye,<br />

b. En iyi mevcut eylem yolu olarak bir yenilikten tam olarak yararlanma kararına ya da<br />

c. Reddetmeye, bir yeniliği benimsememe yönünde bir karara götürür.<br />

Karar verme süreci içinde, kitle iletişim araçları bilgi aşamasında görece olarak daha çok önem taşır.<br />

Yüz yüze iletişim kanalları ise ikna olma aşamasında önem kazanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde<br />

yüz yüze iletişim kanalları gelişmiş ülkelerde kitle iletişim araçlarının oynadığı rolü üstlenmektedirler.<br />

Yenilikçilik ise bir birey ya da başka bir benimseme biriminin yeni fikri bir toplumsal sistemin diğer<br />

üyelerinden göreceli olarak daha erken benimseme derecesidir. Rogers, bir toplumsal sistemin üyelerini<br />

yenilikçilikleri temelinde beş benimseyici kategorisine ayırmaktadır. Bunlar:<br />

1. Mucit (yenilikçi)<br />

2. İlk benimseyiciler<br />

3. Erken çoğunluk<br />

4. Geç çoğunluk ve<br />

5. Yavaş davrananlardır.<br />

Benimseme oranı ise bir yeniliğin bir toplumsal sistemin üyeleri tarafından benimsenmesine ilişkin<br />

hızdır.<br />

Toplumsal Sistem<br />

Bir toplumsal sistem, ortak bir amacı gerçekleştirmek için sorun çözümüne katılan ilgili birimler setidir.<br />

Sistemdeki düzenlemeler bireysel davranışa istikrar ve düzenlilik veren bir yapıya sahiptir.<br />

Rogers bir toplumsal sistemde üç yenilik-karar tipi belirlemiştir:<br />

1. İsteğe bağlı yenilik-kararı: Sistemin diğer üyelerinin kararlarından bağımsız olarak bir birey<br />

tarafından yapılan bir yeniliği benimsemeye ya da reddetmeye ilişkin seçimdir.<br />

2. Kolektif yenilik-kararı: Bir yeniliğe ilişkin olarak bir sistemin bütün üyelerinin ortaklaşa aldığı<br />

reddetme ya da benimseme seçimidir.<br />

3. Otoritenin yenilik kararı: Bir sistem içinde iktidar, statü ya da teknik uzmanlığa sahip ilgili<br />

birkaç birey tarafından bir yeniliğin benimsenmesi ya da reddedilmesine ilişkin seçimdir.<br />

117


Ayrıca bu üç yenilik karar verme tipinin iki ya da daha fazlasının ardışık bir birleşiminden oluşan<br />

dördüncü bir kategoriden söz edilebilir: Rastlantısal yenilik-kararı. Bu yalnızca önceki yenilikkararından<br />

sonra yapılan benimseme ya da reddetme seçimleridir.<br />

Bir sosyal sistem içindeki yayılımı etkileyen nihai biçim, sonuçlardır. Sonuçlar bir yeniliğin<br />

benimsenmesi ya da reddedilmesi sonucunda bir bireyde ya da bir toplumsal sistemde meydana gelen<br />

değişikliklerdir. Sonuçlar üç kategoride toplanabilir:<br />

1. İstenenlere karşı istenmeyen sonuçlar, bir yeniliğin bir toplumsal sistemdeki etkisinin<br />

fonksiyonel ya da disfonksiyonel olmasına bağlıdır.<br />

2. Dolaysıza karşı dolaylı sonuçlar, bir birey ya da toplumsal sistemdeki değişikliklerin bir yeniliğe<br />

hemen tepki verilmesiyle mi; yoksa bir yeniliğin dolaysız sonuçlarının ikincil sonucu olarak mı<br />

meydana geldiğine bağlıdır.<br />

3. Öngörülmüş olanlara karşı öngörülmemiş sonuçlar, tepkilerin bir toplumsal sistemin üyeleri<br />

tarafından onaylanan ve amaçlanan tepkiler olup olmadığına bağlıdır.<br />

Şekil 5.1: Rogers ve Shoemaker’ın bilgi, ikna, karar ve onaylama olmak üzere dört basamaktan oluşan “yenilik yayılımı”<br />

sürecinin kuramsal çerçevesi.<br />

Kaynak: McQuail ve Windahl (2005)<br />

Rogers’a göre, gelişmekte olan ülkelerde kitle iletişim araçlarının daha az etkili olması şu etkenlere<br />

bağlı olabilir:<br />

• Kitle iletişim kanallarının yaygınlığının düşük olması nedeniyle kişilerin bunlara daha az açık<br />

kalması.<br />

• Düşük okuryazarlık düzeyi.<br />

• Kitle iletişim kanallarında yeniliklerle ilgili uygun mesajların yer almaması.<br />

Rogers da Lerner gibi iletişim teknolojilerinin gelişmekte olan ülkelerdeki varlıklarını veri olarak<br />

almıştır. Teknolojilerin yaygınlaşmamasından söz etmiş; ancak bunun nedenlerini ve teknolojinin<br />

donanım ögesinin etkilerini incelememiştir. İletişim araçlarının içeriği, uygun olmayan mesajlar<br />

yaratmaktan sorumlu tutulmuş, ancak bunun nedeni üzerinde durulmamıştır.<br />

118


1980’lerden sonra yeniliklerin yayılımı araştırmaları bilgisayar,<br />

internet, cep telefonu gibi iletişim teknolojilerinin yayılımına uygulanmaya başlanmıştır.<br />

Yeniliklerin yayılması farklı iletişim kaynaklarını içerir. Bu kaynaklar kitle iletişim araçları,<br />

reklamcılık veya promosyon ürünleri, resmi değişim kurumları, resmi olmayan toplumsal ilişkiler<br />

olabilir. Bu modele göre farklı kaynaklar yeniliklerin benimsenmesinin farklı evrelerinde ve farklı işlevler<br />

için önemli olabilirler. Böylece kitle iletişim araçları ve reklamcılık bilgi ve duyarlılık üretebilir; yerel<br />

kamu kurumları ikna edebilir; kişisel etki, kararı kabul etmek ya da etmemek açısından önemli olabilir;<br />

kullanma deneyimi en önemli onaylama kaynağı haline gelebilir ya da gelmeyebilir.<br />

Rogers, 1980’lerde yeniliklerin yayılımı modelini kişisel bilgisayarlar ya da videotekst gibi yeni<br />

iletişim teknolojilerine de uygulamış ve bazı farklı özelliklere dikkat çekmiştir. Bu farklılıklar şöyle<br />

özetlenebilir:<br />

1. Etkileşimci iletişim teknolojisini benimseyen eleştirel kitleye ulaşma sorunu vardır.<br />

2. Yeni iletişim araçları kendi başlarına sonuç değil araç teknolojileridir. Uyarlama ve uygulama<br />

belirli gereksinimlere uygun düşecek yeniden yaratmaya dayanır.<br />

3. Böylesi bir uyarlama sürekli uygulama ve kullanmaya göre daha az önemlidir. Bu durum aynı<br />

zamanda farklı yenilik biçimlerinin farklı tür ve dizilerde yenilik süreçleri içerebileceğini<br />

anımsatmaktadır.<br />

İletişim kuramları açısından yayılım konusundaki araştırmaların en önemli özelliklerinden biri, kitle<br />

iletişim araçları dışındaki kaynaklara; örneğin komşulara, uzmanlara, vb. önem verilmesidir. Bu<br />

araştırmaların bir başka özelliği ise enformasyon verme yoluyla güdü ve tutumları etkilemeye çalışarak<br />

davranış değişiklikleri yaratmayı amaçlayan bir kampanya ortamının varlığıdır.<br />

Kalkınma kuram ve yaklaşımlarında önemli bir yer tutan yeniliklerin yayılması, hem gelişmiş hem de<br />

azgelişmiş ülkeleri ilgilendiren bir araştırma konusu olmuştur. 1920’li ve 30’lu yıllarda ABD’de çiftçiler<br />

üzerinde tarım alanındaki yeniliklerin benimsetilmesiyle ilgili araştırmalar yapılmıştır. Aynı biçimde,<br />

üçüncü dünya ülkelerinde sağlık, tarım alanlarının yanı sıra, sosyal ve politik alanlarda da yeniliklerin<br />

benimsetilmesi çalışmaları yürütülmüştür.<br />

Yeniliklerin yayılmasıyla ilgili Türkiye’deki ilk kapsamlı araştırma Aysel Aziz tarafından Ankara’nın<br />

Çubuk yöresinde yapılmıştır. Aziz, 1982’de yayınlanan Toplumsallaşma ve Kitlesel İletişim adlı<br />

çalışmasında tarım, hayvancılık, kooperatifçilik ve doğum kontrolü ile ilgili yeniliklerin kırsal kesimde<br />

yayılımını incelemiştir. Araştırma sonucunda, kitle iletişim araçlarının kullanımı ile yeniliklerin yayılması<br />

arasında açık bir ilişki olduğu sonucuna varmıştır. Aziz, araştırmasında çok radikal bazı yenilikler dışında<br />

kalan yeniliklerin benimsenmesinde ve uygulanmasında kitle iletişim araçlarının özellikle yeniliklerin<br />

duyurulması aşamasında etkili olduğunu belirlemiştir. Araştırmanın bir başka bulgusu ise katı geleneksel<br />

değerlerin ve dinin egemen olduğu toplum kesimlerinde kitle iletişim araçlarının etkilerinin sınırlı<br />

olmasıdır. Buna karşın araştırmada ulaşılan genel sonuç, kitle iletişim araçlarının yeniliklerle ilgili<br />

iletilerinin etkili olduğu, Türk toplumunun yeniliklere açık olduğu ve insanların özellikle kendi<br />

değerlerine uygun olan iletilerden çok daha fazla yararlandıklarıdır.<br />

Yeniliklerin yayılımı araştırmaları, iletişim sürecindeki hangi tür<br />

mesajları konu edinirler?<br />

Yeniliklerin Yayılımı Yaklaşımının Eleştirisi<br />

Yeniliklerin yayılımı, kitle iletişim araçları ve diğer öğelerin planlı değişim amacına yönelik<br />

uygulamalarından ortaya çıkan çok sayıda deneyimin ve önceki araştırmaların bir sonucu olarak ortaya<br />

atılmıştır. Bu model, iletişim ile kalkınma arasındaki ilişkide artık geçerliliğini yitirmiş temel bir<br />

kuramsal çerçeveyi temsil eder.<br />

119


Yeniliklerin yayılımı, teknolojilerin ve ideolojilerin yayılmasına hizmet etmektedir. Bu alandaki<br />

araştırmacılar, kapitalist kültürü ve pratikleri modern olarak tanımlarken, bu ülkelerdeki geleneksel<br />

kültürün gelişmeye engel olduğunu, modernleşmenin, kendi geleneklerini bırakıp kapitalist batının<br />

geleneklerini kabul etmek olduğunu öne sürmüşlerdir.<br />

Bu yaklaşım, değişimin dışarıdan yönlendirildiğini varsaydığı için yenilik hareketinin ve değişimin<br />

tabandan ya da değişime gereksinim duyan kesimlerden de başlayabileceğini göz önüne almaz.<br />

Dolayısıyla, tabanın ortaya çıkardığı değişimi açıklayamaz.<br />

Yeniliklerin yayılımı yaklaşımına yönelik diğer eleştiriler şöyle özetlenebilir:<br />

• Gerçek yaşamda karar oluşturmakta rastlantısallık ve birçok şans ögesi rol oynar. Bir yenilik,<br />

bilgi azlığı nedeniyle ya da prestij için veya bir başkasını taklit etme, ona benzeme amacıyla<br />

uygulanabilir.<br />

• Yaklaşım, yayılma sürecinin daha önceden planlanmış, bir dizi düz çizgisel rasyonel olay<br />

olduğunu varsayar. Böylelikle farklı yenilik türlerinin farklı yayılma süreçleri içerebileceğini<br />

göz ardı eder.<br />

• Modelde sonraki basamaklardan öncekilere doğru bir etkileşim, bir başka deyişle geri beslemeye<br />

yer verilmemiştir.<br />

• Bu yaklaşımı benimseyen araştırmacılar, dikkatlerini mesaj sisteminin tüketici tarafı üzerinde<br />

toplamışlardır. Toplumdaki güç merkezlerinin yaydığı mesajları iletişim araçlarının nasıl bir<br />

etkinlik içinde hedef izleyicisine ulaştırdığını araştırırken var olan toplum yapısını ve özellikle<br />

mesaj oluşturma ve yaymada kullanılan araçları verili olarak almışlar ve hiç sorgulamadan kabul<br />

etmişlerdir.<br />

• Modelde ikna ve tutum değişimi bilgi ve karar arasına yerleştirilmiştir. Oysa tutum değişiminin<br />

genellikle ilgili davranış değişikliğinden önce geldiği oldukça tartışmalı bir konudur. Çoğu kez<br />

davranış değişikliği tutum değişiminin başlıca nedeni olabilir. Ayrıca karar oluşturmanın da<br />

karar verici tutumun oluşmasından başka dayanakları vardır.<br />

YENİLİKLERİN YAYILIMINDA YENİ YAKLAŞIMLAR<br />

Yeniliklerin yayılımı araştırmalarında empati aracılığıyla otomatik olarak gerçekleşeceği varsayılan<br />

modern kişilik sonucu ortaya çıkacak kalkınmanın gerçekleşmemesi “yanlış iletişim stratejileri”ne<br />

bağlanmıştır. Lerner ve Schramm, 1975’te yayınlanan Gelişmekte Olan Ülkelerde İletişim ve Değişim adlı<br />

derleme kitaplarında yeni bir paradigma ortaya koymuşlardır. Modernleşme araştırmalarında eski<br />

modelin yanlışlığının anlaşılması sonucu ortaya çıkmaya başlayan yeni eğilime bağlı olarak iletişime<br />

yüklenen görevlerde de değişiklik meydana gelmiştir. Geçerli kalkınma modelini eleştirilmesiyle birlikte<br />

iletişim geniş iletişim ve örgütlenme sisteminin bir parçası olarak kabul edilmeye başlanmıştır.<br />

Yeni kalkınma modelinde emek-yoğun bir kalkınma stratejisi benimsendiğinden daha çok sayıda ve<br />

uzak yörelerde yaşayan az eğitimli kişilere ulaşılması gerekliliği kitle iletişiminin rolünü daha da önemli<br />

hale getirmiştir. Köylere verilen öneme bağlı olarak dünya genelinde kalkınma çabalarının temel hedef<br />

kitlesi kırsal alanda, yani “dördüncü dünyada” yaşayan kırsal nüfus olarak görülmüştür. Bunlara kent<br />

yoksulları da eklenmiştir. Yaklaşımda iletişim, iki yönlü olarak tanımlanmış, ileri teknoloji gerektiren<br />

araçlar yanında teknolojik olarak küçük ölçekli ve az karmaşık araçlar da dikkate alınmıştır. Ayrıca yerel<br />

ve yatay iletişim sistemlerinin kullanılması gerektiği vurgulanmıştır. Bu yeni yaklaşımla beraber teknoloji<br />

ögesi üzerinde daha çok durulmaya, ileri teknoloji ve basit teknoloji ayrımı yapılarak, iletişim<br />

teknolojilerinin olanakları, özellikleri ve sınırlamaları sorgulanmaya başlanmıştır. Ancak bu<br />

araştırmalarda da teknolojinin varlığı ya da yokluğu bir veri olarak alınmıştır. Teknoloji girişi<br />

sorgulanmamış, teknolojiye ilişkin sorular sistemli ve ayrıntılı bir biçimde ele alınmamıştır. İki yönlü<br />

iletişim önerisi ise yalnızca geri besleme düzeyinde kalmıştır. Ampirik (deneysel) ve davranışçı araştırma<br />

geleneğini kalkınma ve yeniliklerin yayılımı bağlamında sürdüren araştırmacılar, iletişimi etkililik<br />

açısından ele almışlardır. Dolayısıyla araştırmalar, hem kalkınma ve toplum hem de iletişim sürecinin<br />

anlaşılmasında yetersiz kalmıştır.<br />

120


Ürün Yaşam Devresi Yaklaşımı<br />

Küreselleşme sürecinin hız kazanmasıyla birlikte teknolojik yeniliklerin yalnızca ülke içinde değil,<br />

uluslararasında da yayılımı araştırmalara konu olmuştur. Bazı toplumbilimciler iletişim teknolojilerinin<br />

uluslar arası ölçekteki yaygınlaşmasını iktisatçı Raymond Vernon’un geliştirdiği “uluslararası ürün yaşam<br />

devreleri” modelinden hareketle incelemişlerdir. Vernon’un modeline göre her ürünün dört aşamalı bir<br />

yaşam devresi vardır. Bunlar şöyle sıralanmaktadır:<br />

1. Doğuş aşaması: Ürün ABD’de ortaya çıkar. Vernon’a göre malların bu ülkede doğması; kişi<br />

başına gelirin yüksekliği, iç pazarın büyüklüğü, askeri satışların etkisi ve iletişim araçlarının<br />

yaygınlığı nedeniyledir.<br />

2. Yaygınlaşma: Ürünün yaygınlaşması ve ihraç edilmesiyle büyüme dönemine geçilir. Diğer<br />

firmaların araştırma ve geliştirme çalışmaları sonucu, ürünü ilk piyasaya süren firmanın tekel<br />

durumu sarsılmaya başlayınca, şirketler başka ülkelerin görece refah içinde yaşayan kesimlerine<br />

ihracat yaparak kârlarını artırma yoluna giderler.<br />

3. Olgunluk dönemi: Dış pazarlardaki genişlemenin yavaşlamasıyla olgunluk dönemine girilir.<br />

İthalatçı ülkeler, teknoloji transferi yoluyla aynı malı üretmeye başlar ve Amerikan firmalarına<br />

rakip olurlar. Buna karşılık Amerikan firmaları da üretim sürecinin bir bölümünü maliyeti<br />

azaltmak için denizaşırı ülkelere kaydırarak üstünlüklerini korumak isterler.<br />

4. Düşüş devresi: Amerikan firmaları düşük maliyet avantajlarını yavaş yavaş yitirirken denizaşırı<br />

işletmeleri de rekabet üstünlükleri yitirmeye başlarlar. Bu durumda firma ya malın üretimini<br />

durduracak ya da maliyetleri azaltmak için gelişmekte olan ülkelere yatırım yapacaktır. Bir<br />

başka seçenek ise satışlarını artırmak için büyük reklam kampanyaları düzenlemek ve üründe<br />

farklılık yaratmaya çalışmaktır.<br />

Ürün yaşam devresi, bazı gelişmiş ülkelerin Amerika’da doğan bir ürünü Amerika’ya ihraç edebilecek<br />

yeteneğe ulaşmalarıyla tamamlanır. Bazı araştırmacılar bu modele dayanarak iletişim teknolojilerinin<br />

uluslararası hareketliliğini ve yayılımını donanım ve yazılım açısından incelemişlerdir.<br />

ENFORMASYON TOPLUMU VE İ<strong>LETİŞİM</strong> TEKNOLOJİLERİ<br />

Enformasyon toplumu kuramcıları, enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmeleri yeni bir çağa<br />

devrimci bir geçişi sağlayacak çarpıcı gelişmeler olarak yorumlamışlardır. İletişim ve bilgisayar<br />

teknolojilerindeki gelişmeler, endüstri toplumunun taşıdığı tüm eksikliklerin giderileceği yeni bir<br />

toplumsal yapının kurucu ögeleri olarak tanımlanmıştır. Çünkü bu gelişmeler, enformasyon toplumundaki<br />

tüm süreçlerin asıl kaynağı olan enformasyonun üretilmesi, işlenmesi ve dağıtılması için gereken<br />

altyapıyı sağlamakta ve herkesin enformasyona erişebilmesinin olanaklarını yaratmaktadır.<br />

“Enformasyon toplumu” bilginin en değerli kaynak, üretim aracı, aynı zamanda temel ürün olduğu bir<br />

toplumdur.<br />

Enformasyon toplumu kuramcılarının hemen hepsi birbirinin tamamlayıcısı iki sav (tez) öne sürerler.<br />

Bunlardan ilki endüstri toplumunun geride bırakılıp enformasyon toplumuna geçildiğidir. İkincisi ise bu<br />

geçişle birlikte önceki dönemlerde yaşanan bütün toplumsal aksaklıkların, sorunların, dengesizliklerin<br />

kendiliğinden giderileceği yolundadır. Hem toplum içi dengesizliklerin hem de ülkeler arası<br />

dengesizliklerin çözümü, iletişim ve enformasyon teknolojilerinde aranmaktadır.<br />

“Enformasyon” terimi (kavramı) yerine “bilgi” sözcüğünü kullanmak<br />

yanıltıcıdır. Enformasyon veriden daha üst, bilgiden daha alt bir konumu temsil eder. Veri<br />

işlenmemiş, ham bilgidir. Enformasyon, düzenlenmiş veridir. Bilgi ise düşünme,<br />

yargılama, akıl yürütme gibi düşünsel işlemler sonucunda elde edilen, özel bir amaca<br />

yönelik olarak çözümlenen, sınıflanan, gruplanan ve düzenlenen enformasyondur.<br />

1980’lerden itibaren iletişim araçları, bilgisayarların ve ağ iletişiminin gelişip yaygınlaşmasıyla<br />

birlikte bilişim teknolojileri ile birleşerek enformasyon ve iletişim teknolojileri terimi kullanılmaya<br />

başlanmıştır. Bu teknolojilerin egemen olduğu toplumlara da genel olarak “enformasyon toplumu” adı<br />

121


verilmiştir. Bu yeni toplumsal evrede, artık kitle iletişim araçlarından çok “yeni medya”dan söz<br />

edilmektedir. Medya konusundaki eski ayrımları olanaklı kılan sınırlar ortadan kalkmaya başlamıştır.<br />

Çünkü 1980’li yıllar, iletişim alanında köklü bir dönüşüme sahne olmuştur. Birbirinden kesin çizgilerle<br />

ayrılan iletişim sistemlerinin aralarındaki sınırlar geçerliklerini yitirmektedir. Yakın zamanlara değin;<br />

örneğin telefon ile televizyon iki farklı iletişim aracı olarak görülmüştür. Bilgisayar ise tamamen farklı bir<br />

alanın konusu olarak değerlendirilmiştir. Ancak günümüzde telefon, televizyon ve bilgisayar aynı araç<br />

içinde birleşmiştir. Farklı iletişim araçlarının birbirlerine entegre olmasıyla (iç içe geçmesiyle) ortaya<br />

çıkan yeni sistemler iletişim alanına egemen olmuştur. Yüz yüze iletişim dışında kalan bütün iletişim<br />

süreçleri elektronik hale gelmiştir. Bu süreç doğrultusunda eskiden birbirinden farklı olarak<br />

değerlendirilen üç ortam ve bu ortamlara ilişkin iletişim iç içe geçmiştir. Bunlar kitle iletişim araçları,<br />

telekomünikasyon ve bilgisayar sistemleridir. Ses, veri, metin ve görüntü tek bir altyapı üzerinden<br />

iletilebilmekte ve aynı ortamda işlenmektedir.<br />

İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ses, video ve veri iletişiminin tek bir kaynakta, tek bir vericide<br />

ve tek bir alıcıda birleşmesine “yöndeşme” denmektedir. Bu yöndeşme olgusunu olanaklı kılan ise<br />

sayısallaşma ilkesidir. Günümüzde hem telefon, hem radyo ve televizyon yayınları hem de basım<br />

işlemleri giderek daha fazla oranda sayısal hale gelmektedir.<br />

İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ses, video ve veri iletişiminin tek<br />

bir kaynakta, tek bir vericide ve tek bir alıcıda birleşmesine “yöndeşme” denmektedir.<br />

Yöndeşmenin sağladığı bir diğer olanak ise karşılıklı etkileşimdir. Genellikle bir kaynaktan alıcıya<br />

mesaj iletme biçiminde işleyen geleneksel tek yönlü iletişim sistemleri yerini hızla iki yönlü etkileşime<br />

olanak veren sistemlere bırakmaktadır.<br />

Enformasyon Toplumunun Özellikleri<br />

Enformasyon toplumunun tanımlanmasında kullanılan temel özellikler şunlardır:<br />

• Enformasyon ekonomisinin gelişmesi (Enformasyonun ekonomik bir değer haline gelmesi).<br />

• Enformasyon teknolojilerinin yaygınlaşması<br />

• Mesaj ve bu mesajları taşıyan kanal sayısındaki artış<br />

• Karşılıklı bağımlılık<br />

• Enformasyon alanında çalışan işgücünün artışı<br />

• Bilimsel bilginin özel konumu<br />

Gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasındaki farkı kapatacak ögenin iletişim teknolojileri olduğu<br />

düşüncesi tüm enformasyon toplumu düşünürlerinin paylaştıkları bir görüştür. Yalnızca ülkeler arası<br />

eşitlik için değil, bireyler arasındaki eşitliğin sağlanması için de enformasyon ve dolayısıyla iletişim<br />

teknolojileri en önemli gereksinimdir.<br />

Enformasyon toplumu kuramcıları tüm ağırlığı teknolojik faktörlere vererek evrimci bir yaklaşım<br />

benimseme eğilimindedirler. Bu yaklaşımda, sanayi devrimiyle nasıl sanayi toplumuna geçiş sağlandıysa<br />

elektronik devrimiyle de enformasyon toplumuna geçilmekte olduğu belirtilir. Bu değişimle toplumun ve<br />

insanın değiştiği, bilgisayarların yaşama yoğun bir şekilde girdiği, iletişimin ve dolaşan enformasyonun<br />

arttığı, dünyanın her tarafından bilgi alma olanağının insana sağlandığı vurgulanır. Buna göre<br />

enformasyon devrimi ile biçimlenen toplum (enformasyon toplumu) değişim sürecinin en son halkasını<br />

oluşturur. Daha önce tarım ve sanayi devrimleri gibi enformasyon devrimimin temelinde de yeni teknikler<br />

ve enerji türleri, yeni üretim biçimleri ve güçleri vardır. Bilginin belirleyici rolünü vurgulamak açısından<br />

bazen bilgi, bazen enformasyon toplumu tanımları kullanılmaktadır.<br />

Enformasyon toplumunu karakterize eden özellikler şöyle özetlenebilir: Enformasyon toplumunda<br />

hizmetler sektöründe çalışanların oranı, tarım ve sanayi sektörlerindeki istihdama göre çok fazladır. Bilgi<br />

122


irikimi, özellikle gelişme ve kalkınmanın temelinde bulunan teknolojik bilgi, kuramsal bilginin<br />

kodlanması ile daha da gelişmektedir. Enformasyon toplumlarında üretim faktörlerinde göreli bir değişme<br />

gözlenmektedir. Endüstrileşme sürecinde son derece gerekli olan hammaddeye sahip olmak, enformasyon<br />

toplumlarında önemli değildir. Ülkeler, daha çok enerji kullanımı isteyen ve kitle üretimine dayanan<br />

sanayileri büyük ölçüde terk etmekte, yüksek teknolojiye dayanan mikro elektronik ve nanoteknoloji gibi<br />

sektörlere yönelmektedirler. Bu yeni endüstriler ise hammadde ve emeğin üretim sürecindeki ağırlığını<br />

azaltarak bilginin önemini ön plana çıkartmışlardır.<br />

Enformasyon toplumunu önceki dönemlerden ayıran özellikler ise şöyle sıralanabilir:<br />

• Enformasyon toplumunda işletmeler bilgi teknolojilerine dayalı olarak etkinlik gösterirler.<br />

• Enformasyon toplumunda iş süreçleri verimlilik artışına dönüşmektedir.<br />

• Enformasyon toplumunun başarısı bilgi teknolojilerinin kullanımında etkinlik ile ölçülmektedir.<br />

• Enformasyon toplumunda pek çok ürün ve hizmet bilgi teknolojileri ile iç içe geçmiş<br />

durumdadır.<br />

Teknolojiyi toplumsal gelişme ve değişmenin merkezine koyan kuramcılar, enformasyon ve iletişim<br />

teknolojilerinin yol açtığı toplumsal yapıyı anlatmak için değişik isimler kullanmışlardır. Bunlar şöyle<br />

özetlenebilir:<br />

Endüstri sonrası toplum: Daniel Bell, ABD ve Avrupa toplumları gibi modern toplumların giderek<br />

enformasyon toplumları olarak görülmeleri gerektiğini belirtmiştir. Bell’e göre bu toplumlar büyük bir<br />

gelişme düzeyine ulaşarak endüstri sonrası toplum aşamasına geçmişlerdir. Endüstri sonrası toplumlarda<br />

bilgi yeniliğin anahtarı ve toplumsal örgütlenmenin temeli haline gelmektedir. Bu toplumlarda sermaye<br />

birikimi, yatırım ve üretim geri plana düşer. Bilginin elde edilmesi, örgütlenmesi, denetimi ve kullanımı<br />

endüstri sonrası toplumun temelini oluşturur. Endüstri sonrası toplum ile enformasyon toplumu bazı<br />

farklılaşmalara karşın aynı toplumsal yapıyı anlatmaktadır.<br />

Küresel kent: Siyaset bilimci Zbigniew Brzezinski, İki Çağ Arasında: Teknetronik Çağda<br />

Amerika’nın Rolü adlı kitabında enformasyonun özellikle Amerika’da yeni bir toplum yarattığını öne<br />

sürmektedir. Brzezinski endüstri sonrası toplumun bir “teknetronik” topluma dönüştüğünü belirtmektedir.<br />

Bu toplum kültürel, psikolojik, toplumsal ve ekonomik olarak bilgisayar ve iletişim teknolojileri<br />

tarafından biçimlenmektedir. Endüstriyel süreç artık toplumsal değişimin temel belirleyicisi değildir.<br />

Endüstriyel toplumda teknik bilgi üretim tekniklerini geliştirmek için kullanılmıştır. Teknetronik<br />

toplumda ise bilimsel ve teknik bilgi üretim kapasitesini artırmanın yanı sıra, hızla yayılarak doğrudan<br />

yaşamın tüm yönlerini etkiler. Brzezinski’ye göre, teknetronik çağda yeni gerçeklik “küresel köy” değil,<br />

“küresel kent” olacaktır. McLuhan bir köydeki kişisel istikrar, kişilerarası yakınlık, örtük olarak<br />

paylaşılan değerler ve köy gelenekleri gibi ögeleri görmezden gelir. Oysa teknetronik çağa “küresel kent”<br />

deyimi daha uygundur. Küresel kentte elektronik beyin, televizyon cihazı ve telekomünikasyonların<br />

buluşmasının ürünü ağlar örgüsü, dünyayı “birbirine bağımlı, sinirli, taşkın ve gergin ilişkiler ağına”<br />

dönüştürmektedir. Brzezinski dünyadaki iletişim aygıtlarının yüzde 65’ine sahip olduğu için teknetronik<br />

devrimin merkezi durumuna geldiğini savunduğu Amerika’nın tarihin ilk küresel toplumu olduğunu ifade<br />

eder.<br />

Ağ toplumu: Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi adlı çalışmasında, içinde bulunduğumuz yeni<br />

toplumsal evreyi ele almak amacıyla bir dizi yeni tanım getirmektedir. Castells’e göre bir önceki gelişme<br />

biçimi “endüstriyalizm”dir ve günümüzde damgasını vuran gelişme biçimi ise “enformasyonalizm”<br />

olarak tanımlanmalıdır. Endüstriyel gelişme biçimlerinde verimliliğin temel kaynağı yeni enerji<br />

kaynaklarının devreye sokulmasıdır. Yeni enformasyonel gelişme biçiminde verimlilik kaynağını<br />

enformasyon yaratma teknolojisi ve bilgi-işlem becerisi ile simge iletişimi oluşturmaktadır. Enformasyon<br />

artık sadece üretimi ve hizmetleri destekleyici bir öge olmaktan çıkarak, kendisi en geniş etkinlik ve<br />

istihdam alanını oluşturmaya başlamıştır. Ortaya çıkan yeni topluma ise Castells “ağ toplumu” demeyi<br />

yeğlemektedir. Yerküreyi kucaklayan bu toplumda “akışların oluşturduğu mekan” ile “yerlerin<br />

oluşturduğu mekan” arasında bir karşıtlık ortaya çıkmakta ve yeni enformasyon teknolojilerinin sağladığı<br />

olanaklar üzerine kurulan “yersiz iktidarlar” ile “iktidarsız yerler” arasındaki çelişkilerin temelini<br />

123


oluşturmaktadır. Castells ağ tabanlı girişimlerin küresel ve bilgiye dayalı bir ekonomiye en uygun<br />

örgütlenme biçimi olduğunu ileri sürer. Örgütlerin bir ağın parçası olmadan varlıklarını sürdürebilmeleri<br />

giderek olanaksız hale gelmektedir. Ağların işler hale gelmesine izin veren ise enformasyon<br />

teknolojileridir. İnternet bireyler için yeni iş ve serbest çalışma bileşimlerini, bireysel ifade, işbirliği ve<br />

sosyalliği olanaklı kılmakta; siyasi eylemcilere ise birleşme, eşgüdüm ve iletilerini dünya çapında yayma<br />

fırsatı vermektedir. McLuhan’ın “araç mesajdır” düşüncesini kullanarak Castells “ağ mesajdır” görüşünü<br />

savunmaktadır. Castells’in çözümlemesi teknolojiyi toplumsal olandan bağımsız bir değişken gibi<br />

değerlendirmekte ama onun dönüp toplumdaki ilişkilere biçim verebildiğini görmeye de olanak<br />

sağlamaktadır.<br />

Kompütopya (computopia): Yoneji Masuda yeni oluşan toplumsal biçimi anlatmak için<br />

“kompütopya” terimini kullanmaktadır. Masuda’ya göre enformasyon toplumu bilgisayar ve iletişim<br />

teknolojilerine yatırım yapan ve pek çok özelliğiyle endüstri toplumundan farklılıklar gösteren bir<br />

toplumdur. Endüstri toplumunda temel itici güç, maddi değerin üretilmesi olduğu halde, enformasyon<br />

toplumunun itici gücü enformatik değerlerin üretilmesidir. Endüstri toplumunda itici rol oynayan<br />

teknoloji buhar makinesidir. Enformasyon toplumunda itici rol oynayan teknoloji ise bilgisayar<br />

teknolojisidir. Bu toplumda bilgisayarlar, enformatik üretim gücünü olağanüstü artırmakta,<br />

enformasyonun kitle halinde üretilmesine, işlenmesine, dağıtılmasına, saklanmasına ve tüketilmesine<br />

olanak sağlayan bir enformasyon devrimine yol açmaktadır. Artık ilerlemenin ve modernleşmenin<br />

simgesi fabrikalar değil, bu bilgisayar merkezleridir.<br />

Enformasyon Toplumu Kuramlarının Eleştirisi<br />

Enformasyon toplumu kuramları, her şeyden önce teknolojik belirleyiciliğin indirgemeciliğinin<br />

sınırlılıklarına sahiptir. Bunun yanında toplumun içsel ilişkilerini ve toplumlar arası ilişkileri<br />

temellendiren eşitsizlik kaynaklarını göz ardı ederek neo-liberal politikaların meşrulaştırılmasında işlev<br />

görür. Bu politikalar kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, kamu harcamalarının kısılması, ekonomide<br />

düzenlemelere son verilmesi, küresel finans akışları önündeki engellerin kaldırılması gibi ilkelerle çok<br />

uluslu şirketlerin egemenlik alanlarını artırmayı amaçlar. Küresel pazarın birimleri arasında bilgi<br />

alışverişinin gerekliliği, üretim ve tüketimin eşgüdümlenmesi zorunluluğu, çok uluslu şirketlerin kendi<br />

içlerinde anında ve karşılıklı bilgi iletişimine gereksinim duymaları iletişim alanında bu gerekliliklere<br />

yanıt verecek gelişmeleri dayatmıştır. Bu süreçte iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması toplumun geniş<br />

kesimlerinin bilgi gereksinimlerini karşılamaktan çok küresel düzeyde iş gören çok uluslu şirketlerin<br />

gereksinimlerini karşılamaya yönelmiştir. Dolayısıyla enformasyon toplumu kuramları, teknolojiyi<br />

toplumdaki eşitsizlikler karşısında tarafsız bir konuma yerleştirdiği için ideolojik yönlendirmede de<br />

işlevseldir.<br />

Enformasyon toplumu düşüncesi, kapitalizmin sonuçları olarak karşımıza çıkan kitlesel işsizlik,<br />

yoksulluk, artan otomasyon, doğal çevrenin yıkımı gibi sorunların çözümünü kapitalizmin temel<br />

dinamiklerinde aramaktadır.<br />

Ek olarak, enformasyon toplumunun gerçekten bilgili bir toplum olup olmadığı konusu da yaygın bir<br />

biçimde tartışılmaktadır. Gelişmiş toplumlarda enformasyon arzı giderek artmakta, buna karşılık bu<br />

enformasyonun bilgiye dönüştürülmesi, bu bilginin talep edilmesi ve kullanımı aynı hızla artmamakta;<br />

ikisi arasındaki uçurum giderek genişlemektedir.<br />

BİLGİ AÇIĞI YAKLAŞIMI<br />

“Bilgi açığı” (knowledge gap), Türkçe’de “bilgi uçurumu”, “bilgi gediği” ya da “bilgi farkı” olarak da<br />

adlandırılır. Bu yaklaşıma göre bilgi toplumda eşit olarak dağıtılmamıştır. Servette olduğu gibi bilgide de<br />

sahiplik vardır. Kitle iletişim araçlarıyla aktarılan bilgi, bu bilgiye daha fazla erişme olanağı olan bazı<br />

toplumsal kesimlerin diğerlerine oranla daha fazla bilgi sahibi olmasını sağlar. Bunun sonucu olarak<br />

toplumdaki bilgi artışı yüksek statü kesimlerinde alt kesimlere göre daha fazladır.<br />

Özellikle üzerinde durulmasa da bilgi açığı yaklaşımı, kitle iletişiminin etkilerine ilişkin<br />

araştırmalarda örtük olarak yer almıştır. Bu görüşün temeli eğitimin kamu meseleleri ve bilim konusunda<br />

124


kitle iletişim araçlarından bilgi edinme ile güçlü bir biçimde ilgili olduğu yönündeki genel bulgudur.<br />

Giderek artan örgün eğitim, daha çok sayıdaki referans grubu, bilim ve diğer kamusal sorunlarla daha<br />

ilgili olmanın ve bu konularda daha çok birikmiş bilgiyi içeren genişletilmiş ve daha farklılaştırılmış<br />

yaşam alanlarının göstergesidir.<br />

Bilgi açığı yaklaşımı, ilk kez 1970 yılında Tichenor, Dnohue ve Olien imzalı bir makalede ileri<br />

sürülmüştür. Kitle İletişim Araçları Akışı ve Bilgide Farklı Büyüme adlı makalede yazarlar, bilgi açığını<br />

şöyle tanımladılar:<br />

“Kitle iletişim araçları yoluyla sosyal sistem içinde bilgi verişi arttıkça, yüksek sosyo-ekonomik statü<br />

katmanları, düşük sosyo-ekonomik statüdeki katmanlara oranla, verilen bilgiyi daha hızlı alma eğilimi<br />

gösterirler. Böylece bu katmanlar arasındaki bilgi açığı azalma değil çoğalma gösterir”.<br />

Bilgi açığı, enformasyon kaynaklarının dengesiz dağılımı ile ilgilidir ve özellikle yeni teknolojilerin<br />

gelişmesi sonucu görülür. Fakat herkes teknolojiyi kullanma olanağına sahip olursa, aradaki açık daha az<br />

olur. Teknolojideki her yenilik toplum içinde yayıldığında demokratikleşmeyi ve açığı ortadan kaldırmayı<br />

sağlar. Ancak birbiri ardından çıkan yeni teknolojiler, avantajsız kişileri sürekli daha geride bırakır.<br />

Örneğin televizyon ilk çıktığında toplumun ona sahip olan kesimlerinin bilgisini artırarak, bilgi açığını<br />

büyütür ama topluma yayıldığında, bilgi açığı azalır. Daha sonra yeni bir teknoloji örneğin, internet<br />

çıktığında herkes bilgisayara ve internet bağlantısına sahip olmadığından bilgi açığı yine artacaktır.<br />

gelir?<br />

Bilgi açığı yaklaşımına göre, bilgi açığının kapatılması ne anlama<br />

Bilgi açığı yaklaşımına göre, toplumda bilgide daha büyük farklılıklar yaratılmasının kendisi derin bir<br />

toplumsal etkiye sahiptir ve bu gelecekteki toplumsal değişimde merkezi bir etken olabilir. Daha yüksek<br />

eğitimli kişilerin toplumsal ve teknolojik değişimin öncüsü oldukları ölçüde, aracılı bilginin hızlıca<br />

edinilmesi toplumsal olarak işlevsel olabilir. Aynı zamanda bilgide farklılaşmalar, toplumsal sistemde<br />

gerginliğe neden olabilir. Örneğin siyah ve beyazlar arasındaki var olan eşitsizliklerden biri, yeni<br />

enformasyona ilişkin farkındalık kazanılmasındaki görece farklılıktır. Tanımı gereği bir bilgi açığı,<br />

aslında bir iletişim açığı ve toplumsal sorunların çözümünde özel bir zorluk anlamına gelir.<br />

Bilgi açığı yaklaşımına birçok eleştiri de yöneltilmiştir. Bunlardan biri kuramın, insanların toplumsal<br />

konularda bilgilenme için sadece kitle iletişimine bağımlı olmadığı, kişisel deneyim ve kişiler arası<br />

iletişimin de önemli rol oynadığını göz ardı etmesidir. Ayrıca yaklaşımın alıcı-yönelimli olması da<br />

eleştirilere neden olmuştur. Standart olarak mutlak ve nesnel bir bilgi kavramına dayanan bu yaklaşım,<br />

insanların kendi anlamlarını ve bilgilerini yaratmasını da göz ardı etmektedir.<br />

Bilgi açığı yaklaşımına yöneltilen eleştirilerden bir diğeri de açığa neden olan bilginin niteliğiyle<br />

ilgilidir. İnsanlar yaşantılarını sürdürmede ve çevrelerini denetlemede yararlı bilgilere sahip oldukları<br />

sürece, onların kendilerini pek de ilgilendirmeyen başka bilgilerden yoksun olmaları ne denli önemlidir?<br />

Ancak kıt kaynakları olan bazı kesimlerin, ekonomi, meslek, sağlık, vb. bakımından değerli ve<br />

kendilerine yararlı olacak bilgileri elde etmelerinin hâlâ sorun olduğu da unutulmamalıdır.<br />

Bilgi açığı yaklaşımı, sayısal teknolojilerin gelişmesiyle önem kazanmıştır. Günümüzde bilgi açığına<br />

işaret eden sayısal eşitsizlik (digital divide) konusundaki araştırmalar giderek artmaktadır.<br />

SAYISAL EŞİTSİZLİK<br />

Türkçede “sayısal bölünme” ya da “sayısal uçurum” adlarıyla da bilinen “sayısal eşitsizlik”; bilginin<br />

üretilmesi, işlenmesi, paylaşılması ve değer yaratması sürecinin dışında kalan büyük çoğunluk ile bu<br />

sürece etkin olarak katılan küçük azınlık arasındaki eşitsizliği anlatan bir kavramdır. Sayısal eşitsizlik<br />

ülkeler arasında olabileceği gibi aynı ülkenin farklı toplumsal kesimleri ve bireyleri arasında da olabilir.<br />

Sayısal eşitsizlik yalnızca gelişmekte olan ülkeler açısından değil, gelişmiş ülkeler açısından da giderek<br />

önem kazanmaktadır. Gelir ve eğitim düzeyi, cinsiyet, kullanılan dil, kültürel farklılıklar gibi etkenler<br />

sayısal eşitsizlikte etkilidir. Sayısal eşitsizlikle ilişkilendirilen çok sayıda değişken bulunmaktadır. Bu<br />

125


değişkenlerden bazıları bilgi, ekonomi, yaş, cinsiyet, eğitim, demokrasi, iletişim, ağ, yenilik, erişim,<br />

katılım, kullanılabilirlik, okuryazarlık, kültür, sosyal sermaye, yaşam boyu öğrenim olarak sıralanabilir.<br />

Sayısal eşitsizlikle ilgili olarak genellikle üç göstergeden söz edilir: Erişim, kullanım ve enformasyon<br />

okuryazarlığıdır. Enformasyon okuryazarlığı, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin etkin biçimde<br />

kullanılma miktarını anlatır.<br />

Enformasyon ve iletişim teknolojileri, toplumların ve ekonomilerin temeli haline geldikçe sayısal<br />

eşitsizlik, enformasyona sahip olmayanların yeni teknolojiye dayanan işlere, e-devlete, enformasyon<br />

teknolojisi kullanan sağlık ve eğitim hizmetlerine katılımdan yoksun kalmasına neden olmaktadır.<br />

Dolayısıyla enformasyon/bilgi toplumunun önündeki en büyük engeldir. Enformasyon çağının<br />

kaynaklarını kullanabilen bireyler ve topluluklar ile kullanamayanlar arasındaki bu açığın kapatılabilmesi<br />

için maddi ve toplumsal kaynakları adil ve eşitlikçi bir temelde değerlendirmek, herkesin bilgi ve<br />

enformasyon teknolojine ve içeriğine eşit erişimini sağlamak, enformasyon okuryazarlığını geliştirmek<br />

gerekmektedir.<br />

Enformasyon ve iletişim teknolojileri, toplumların ve ekonomilerin<br />

temeli haline geldikçe, sayısal eşitsizlik, enformasyona sahip olmayanların yeni<br />

teknolojiye dayanan işlere, e-devlete, enformasyon teknolojisi kullanan sağlık ve eğitim<br />

hizmetlerine katılımdan yoksun kalmasına neden olmaktadır.<br />

Sayısal eşitsizlik konusu, son dönemlerde uluslararası toplantılarda tartışılmakta, ülkeler bu konuda<br />

kendi politikalarını oluşturmaya çalışmaktadır. UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür<br />

Kurumu) 2000 yılında, enformasyonu kalkınmanın temeli olarak gören “Herkes İçin Enformasyon” adlı<br />

hükümetler arası bir program başlatmıştır. Sayısal eşitsizlik, buna karşı alınacak önlemler ve işbirliği<br />

olanakları, Birleşmiş Milletler (BM) yanında Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve G-8<br />

(ABD, Almanya, Birleşik Krallık -İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Kanada ve Rusya) toplantılarında da<br />

ele alınmaktadır.<br />

Sayısal veriler, enformasyon zenginleri ve enformasyon yoksulları arasındaki uçurumun hızla<br />

açıldığını göstermektedir. Ancak bu iki kesim arasındaki enformasyon eşitsizliğinin sosyo-ekonomik<br />

eşitsizlikle koşut gittiği de gözden uzak tutulmamalıdır.<br />

126


Özet<br />

Belirleyicilik, doğa bilimlerinde evrende bütün<br />

olup bitenlerin nedensellik bağlantısı içinde<br />

belirlendiğini öne süren görüştür. Belirleyici<br />

kuramlardan biri olan teknolojik belirleyicilik de<br />

toplumsal ve tarihsel olayları, genelde teknolojiyi<br />

özelde ise iletişim teknolojilerini merkeze alarak<br />

açıklamaya çalışır. Bu yaklaşıma göre teknoloji,<br />

toplumdan bağımsız olarak toplumu<br />

biçimlendirmektedir.<br />

20. yüzyılda yeni iletişim teknolojilerinin<br />

kullanımının yaygınlaşmasıyla iletişim<br />

teknolojisinin belirleyiciliği görüşü ön plana<br />

çıkmıştır. İletişim kuramlarında teknolojik<br />

belirleyiciliğin önde gelen temsilcileri Harold<br />

Innis ve Marshall McLuhan’dır. Onlara göre<br />

uygarlık tarihini yapan ve değiştiren iletişim<br />

teknolojisidir.<br />

McLuhan’a göre, araç insanların uzantısıdır ve<br />

her kültür çağında bilginin kaydedilip aktarıldığı<br />

araçlar kültürün karakterinin belirlenmesinde<br />

kesin bir rol oynamıştır. “Araç iletidir” savını öne<br />

süren McLuhan’a göre, araçlar içeriği ne olursa<br />

olsun, doğalarında var olan özellikleri nedeniyle<br />

etkilere sahiptir, içerik önemsizdir. Elektronik<br />

iletişim araçlarının kültürü yaygınlaştırarak<br />

dünyayı “küresel bir köye” dönüştüreceklerini<br />

öne sürmüştür.<br />

Modernleşme ve yeniliklerin yayılımı<br />

yaklaşımları da iletişim alanında teknolojik<br />

belirleyiciliğin izlerini taşırlar. Modernleşme<br />

kuramcıları, kitle iletişiminin modernleşme ve<br />

kalkınmada önemli rol oynadığını savunurlar. Bu<br />

kuramcılar, kitle iletişim araçlarının<br />

yaygınlaşmasının modernleşme ve kalkınmanın<br />

hem ölçüsü hem de itici gücü olduğunu öne<br />

sürerler.<br />

Yeniliklerin yayılımı ise yeniliklerin bir topluma<br />

nasıl sokulduğunu ve insanların bu yenilikleri<br />

nasıl benimsediklerini ya da reddettiklerini<br />

açıklamaya çalışan bir iletişim araştırmaları<br />

alanıdır. Yayılım araştırmalarında en fazla<br />

tanınan kişi Everett M. Rogers’dir. Rogers’a göre<br />

kalkınma, kişi başına daha yüksek gelir ve<br />

yaşama düzeyine ulaşabilmek amacıyla, bir<br />

toplumsal sisteme yeni fikirlerin sokularak daha<br />

modern üretim yöntemlerine ve toplumsal<br />

örgütlenmeye geçilmesidir.<br />

Küreselleşme sürecinin hız kazanmasıyla birlikte,<br />

teknolojik yeniliklerin yalnızca ülke içinde değil,<br />

uluslararasında da yayılımı araştırmalara konu<br />

olmuştur. Bazı toplumbilimciler, iletişim<br />

teknolojilerinin uluslararası ölçekteki<br />

yaygınlaşmasını iktisatçı Raymond Vernon’un<br />

geliştirdiği “uluslararası ürün yaşam devreleri”<br />

modelinden hareketle incelemişlerdir.<br />

1980’lerden itibaren iletişim araçları,<br />

bilgisayarların ve ağ iletişiminin gelişip<br />

yaygınlaşmasıyla birlikte bilişim teknolojileri ile<br />

birleşerek enformasyon ve iletişim teknolojileri<br />

terimi kullanılmaya başlanmıştır. Bu<br />

teknolojilerin egemen olduğu toplumlara da genel<br />

olarak enformasyon toplumu adı verilmiştir.<br />

Enformasyon toplumu kuramcıları, enformasyon<br />

teknolojilerinde yaşanan gelişmeleri, yeni bir<br />

çağa devrimci bir geçişi sağlayacak çarpıcı<br />

gelişmeler olarak yorumlamışlardır. Gelişmiş<br />

ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasındaki farkı<br />

kapatacak ögenin iletişim teknolojileri olduğu<br />

düşüncesi tüm enformasyon toplumu<br />

düşünürlerinin paylaştıkları bir görüştür.<br />

Teknolojiyi toplumsal gelişme ve değişmenin<br />

merkezine koyan kuramcılar, enformasyon ve<br />

iletişim teknolojilerinin yol açtığı toplumsal<br />

yapıyı anlatmak için değişik isimler<br />

kullanmışlardır. “Endüstri sonrası toplum”,<br />

“küresel köy”, “küresel kent”, “ağ toplumu”,<br />

“kompütopya” bunlar arasındadır.<br />

Bilgi açığı yaklaşımı ise iletişim teknolojileri ile<br />

çeşitli toplum kesimlerinin bilgisi arasında<br />

bağlantı kurmakta, enformasyon kaynaklarının<br />

dengesiz dağılımına işaret etmektedir. Bu<br />

yaklaşım, sayısal teknolojilerin gelişmesiyle<br />

önem kazanmıştır. Günümüzde, bilgi açığına<br />

işaret eden sayısal eşitsizlik konusundaki<br />

araştırmalar giderek artmaktadır. Sayısal veriler,<br />

enformasyon zenginleri ve enformasyon<br />

yoksulları arasındaki uçurumun hızla açıldığını<br />

göstermektedir.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, karmaşık<br />

toplumsal olguları, düzenleri ve ilişkileri yalnızca<br />

teknoloji etkenine bağlı olarak açıklamaya<br />

çalıştığı; teknolojinin kullanımını yöneten<br />

toplumsal süreçleri ve seçimleri göz ardı ettiği<br />

için eleştirilir. Ancak günümüz dünyasında<br />

iletişim ve bilgi teknolojileri baş döndürücü bir<br />

hızla gelişmesini sürdürdüğü için bu yaklaşım,<br />

tüm indirgemeciliğine karşın hâlâ güncelliğini<br />

korumaktadır.<br />

127


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Teknolojik belirleyicilik yaklaşımında teknoloji<br />

nasıl görülür?<br />

a. Tarihteki temel hareket ettirici<br />

b. Toplumsal gelişmenin engelleyicisi<br />

c. Toplumun belirlediği bir biçim<br />

d. Siyasi bir karar<br />

e. Kültür karşıtı<br />

2. McLuhan’a göre aşağıdaki ifadelerden hangisi<br />

yanlıştır?<br />

a. Araç iletidir<br />

b. Araç insanın uzantısıdır.<br />

c. Araç egemen değişim gücüdür.<br />

d. Matbaa dünyayı küresel köy olmaya<br />

yöneltmiştir.<br />

e. Sinema sıcak araçtır.<br />

3. “Araç insanın uzantısıdır” görüşü kime aittir?<br />

a. Harold Innis<br />

b. Marshall McLuhan<br />

c. Everett Rogers<br />

d. Manuel Castells<br />

e. Daniel Lerner<br />

4. McLuhan’a göre aşağıdakilerden hangisi soğuk<br />

araçtır?<br />

a. Radyo<br />

b. Televizyon<br />

c. Sinema<br />

d. Fotoğraf<br />

e. Kitap<br />

5. Daniel Lerner’ın Ortadoğunun modern<br />

topluma geçişini ve bu süreçte modern kitle<br />

iletişimin rolünü incelediği araştırması<br />

aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Geleneksel Toplumun Çöküşü<br />

b. Gutenberg Galaksisi<br />

c. Yeniliklerin Yayılımı<br />

d. Gelişmekte Olan Ülkelerde İletişim ve<br />

Değişim<br />

e. Ağ Toplumunun Yükselişi<br />

128<br />

6. Aşağıdakilerden hangisi yeniliğin benimsenme<br />

süresini etkileyen özelliklerden biri değildir?<br />

a. Göreli üstünlük<br />

b. Uyumluluk<br />

c. Çabukluk<br />

d. Karmaşıklık<br />

e. Denenebilirlik<br />

7. İletişim teknolojilerinin uluslararası ölçekteki<br />

yaygınlaşmasını açıklayan yaklaşım hangisidir?<br />

a. Çevresel belirleyicilik<br />

b. Ulusal belirleyicilik<br />

c. Küresel yayılım<br />

d. Göreli üstünlük<br />

e. Ürün-yaşam devresi<br />

8. İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ses,<br />

görüntü ve veri iletişiminin tek bir kaynakta, tek<br />

bir vericide ve tek bir alıcıda birleşmesine ne ad<br />

verilmektedir?<br />

a. Küreselleşme<br />

b. Belirleyicilik<br />

c. Entegrasyon<br />

d. Ampütasyon<br />

e. Yöndeşme<br />

9. “Ağ toplumu” kavramı kime aittir?<br />

a. Marshall McLuhan<br />

b. Daniel Lerner<br />

c. Everett Rogers<br />

d. Manuel Castells<br />

e. Harold Innis<br />

10. Aşağıdaki kavramlardan hangisi bilginin<br />

üretilmesi, işlenmesi, paylaşılması ve değer<br />

yaratması sürecinin dışında kalan büyük<br />

çoğunluk ile bu sürece etkin olarak katılan küçük<br />

azınlık arasındaki eşitsizliğini ifade etmektedir?<br />

a. Teknolojik belirleyicilik<br />

b. Bilgi belirleyiciliği<br />

c. Sayısal eşitsizlik<br />

d. Sözel eşitsizlik<br />

e. Teknetronik çağ


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. a Yanıtınız yanlış ise “Teknolojik<br />

Belirleyicilik Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

2. d Yanıtınız yanlış ise “McLuhan’ın Temel<br />

Varsayımları” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

3. b Yanıtınız yanlış ise “McLuhan’ın Temel<br />

Varsayımları” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

4. b Yanıtınız yanlış ise “Sıcak ve Soğuk<br />

Araçlar” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

5. a Yanıtınız yanlış ise “Modernleşmede Kitle<br />

İletişim Teknolojileri” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

6. c Yanıtınız yanlış ise “Yeniliklerin<br />

Yayılımının Ögeleri” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

7. e Yanıtınız yanlış ise “Ürün Yaşam Devresi<br />

Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

8. e Yanıtınız yanlış ise “Enformasyon Toplumu<br />

ve İletişim Teknolojileri” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

9. d Yanıtınız yanlış ise “Enformasyon<br />

Toplumunun Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

10. c Yanıtınız yanlış ise “Sayısal Eşitsizlik”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

İletişim sürecinde yalnızca iletiye bakarak her<br />

şeyi anlayamayız. Aynı şekilde, iletişim aracını<br />

her şey sanarak da toplumsal gerçekliği<br />

kavrayamayız. Amaçlar, araçlar, içerikler ve<br />

sonuçlar birbiriyle ilişkilidir. Bütün bu ögeleri<br />

birlikte ve birbirleriyle ilişkileri içinde<br />

değerlendirmek gerekir.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Cep telefonları kişiler arası iletişimi, kişilerin<br />

erişilebilirliklerini artırmakta, bir iletiye yanıt<br />

verme sürelerini hızlandırmaktadır. Bu<br />

“genişletme” örneğidir.<br />

Cep telefonlarının yaygınlaşması arttıkça, telefon<br />

kabinlerine gereksinim kalmamaktadır. Cep<br />

telefonları kişilerin mahremiyetlerinin önemini<br />

azaltmakta, kişilerin yalnızlıklarını<br />

gidermektedir. Bunlar da “yerinden etme”<br />

etkisine örnektir.<br />

Cep telefonları kabile kültürünü ve işitsel uzayı<br />

yeniden canlandırmakta, kişiler arasında coğrafi<br />

yakınlık duygusu yaratmakta, kameraların<br />

önemini tekrar artırmaktadır. Bunlar da cep<br />

telefonlarının “telafi etme” etkisine örnektir.<br />

Cep telefonlarının “geri döndürme” etkisine ise<br />

harfler ve mektuplar örnek verilebilir. Sabit<br />

telefonlardan farklı olarak, cep telefonlarının<br />

mesaj gönderme işlevi harflerin iletişim sürecine<br />

geri gelmesine ve mektup yazmanın tekrar önem<br />

kazanmasına neden olmuştur.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Yeniliklerin yayılımı araştırmaları, diğer iletişim<br />

araştırmalarında olduğu gibi, tüm mesajları değil,<br />

yalnızca yenilikçi mesajları konu edinirler.<br />

Ayrıca diğer iletişim araştırmaları, bilme ve<br />

tutumlardaki değişiklikleri ele alırken, yayılım<br />

araştırmaları bireylerdeki açık davranış<br />

değişiklikleri üzerinde odaklanır. Davranış<br />

değişiklikleri yenilikleri kabul ederek olabileceği<br />

gibi reddederek de olabilir. Doğum kontrolünü<br />

reddetmenin nüfus artışına yol açması gibi.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Bilgi açığı hipotezine göre, bilgi açığının<br />

kapatılabilmesi için toplumdaki herkesin bilgiye,<br />

dolayısıyla bu bilgiyi edinebileceği teknolojik<br />

araçlara erişebilmesi gerekmektedir. Bu da<br />

çoğunlukla, yeni iletişim teknolojilerini satın<br />

almakla gerçekleşmektedir.<br />

129


Yararlanılan Kaynaklar<br />

Aziz, A. (1982). Toplumsallaşma ve Kitlesel<br />

İletişim. Ankara: Ankara Üniversitesi Basın<br />

Yayın Yüksek Okulu Yayınları.<br />

Bilgi Toplumuna Geçiş. (2005). 2. Baskı.<br />

Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları.<br />

Brzezinski, Z. (1970). Between Two Ages:<br />

America’s Role in the Technetronic Era. New<br />

York: The Viking Press.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki<br />

Kuram. 3. Baskı. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (2000). Kapitalizm Kalkınma<br />

Modernizm ve İletişim. Ankara: Erk.<br />

Geray, H. (1994). Yeni İletişim Teknolojileri:<br />

Toplumsal Bir Yaklaşım. Ankara: Kılıçaslan<br />

Matbaacılık.<br />

Göngör, N. (2011). İletişim: Kuramlar ve<br />

Yaklaşımlar. Ankara: Siyasal Kitabevi.<br />

McLuhan, M. (2005). Yaradanımız Medya.<br />

Çev: Ü. Oskay. İstanbul: Merkez Kitaplar.<br />

McLuhan, M. (1983). “İleti İletişim Aracının<br />

Kendisidir”, Kitle İletişiminde Temel<br />

Yaklaşımlar. Ed: K. Alemdar ve R. Kaya.<br />

Ankara: Savaş.<br />

McLuhan, M. (2001). Gutenberg Galaksisi.<br />

Çev: G.Ç. Güven. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.<br />

McQuail, D. ve Windahl, S. (2005). İletişim<br />

Modelleri. Çev: K. Yumlu. 2. Baskı. Ankara:<br />

İmge.<br />

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. 3. Baskı.<br />

Ankara: Ark<br />

Rogers, E. M. (2003). Diffusion of Innovation.<br />

5. Baskı. New York: Free Press.<br />

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2009). İletişim<br />

Araştırmaları ve Kuramları. 3. Baskı. İstanbul:<br />

Beta.<br />

Tichenor, P.J., Donohue, G.A. ve C.N. Olien.<br />

(1970). “Mass Media Flow and Diffential Growth<br />

in Knowledge”, The Public Opinion Quarterly<br />

34 (2), 159-170.<br />

Wayne, M. (2009). Marksizm ve Medya<br />

Araştırmaları. İstanbul: Yordam Kitap.<br />

İnternet Kaynakları<br />

Chandler, D. (t.y). Technological or Media<br />

Determinism,<br />

http://www.aber.ac.uk/media/Documents/tecdet/t<br />

ecdet.html<br />

130


6<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

İletişim kuramlarında yapısalcı dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımları tanımlayabilecek,<br />

Postyapısalcılık ve metin ilişkisini açıklayabilecek,<br />

İzleyiciyi etken gören yaklaşımları değerlendirebilecek,<br />

Baudrillard’ın hipergerçeklik, simülasyon ve simülakra kavramlarını tanımlayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Gösterge/Gösteren/Gösterilen<br />

Düzanlam/Yananlam<br />

Okurcul Metin/Yazarsıl Metin<br />

İkon/İndeks/Simge<br />

Eğretileme/Düzdeğişmece<br />

Hakim/Tartışmalı/Karşıt okuma<br />

Metinlerarasılık<br />

Hipergerçeklik<br />

Simülasyon<br />

Simülakra<br />

İçindekiler<br />

Giriş<br />

Yapısalcı Dilbilimsel ve Göstergebilimsel Yaklaşımlar<br />

Postyapısalcılık ve Medya Metinleri<br />

Baudrillard ve Göstergeler<br />

132


Dilbilimsel ve<br />

Göstergebilimsel Yaklaşımlar<br />

GİRİŞ<br />

Göstergebilimin temel konusu iletişim bilimlerinin de konularından olan dilsel ve dil dışı göstergelerdir.<br />

Özellikle son yıllarda popüler kültür ve görsel kültürün gündelik yaşamda artan rolüyle birlikte, dil dışı<br />

göstergeler üzerinde yapılan çalışmalar da artmıştır. Göstergebilimsel açıdan toplumsal olan her şey aynı<br />

zamanda bir gösterge unsurudur. Toplumsal olan her şey var olmaya başladığı andan itibaren kendisinin<br />

bir göstergesine dönüşür.<br />

Gösterge (işaret) herhangi bir somut nesne, durum ya da kavramın yerine geçen ve onu işaret eden<br />

resim, yazı ya da görüntüdür. Göstergebilim de göstergelerin ve çalışma biçimlerinin araştırıldığı<br />

disiplindir. Göstergebilimin üç temel çalışma alanı söz konusudur:<br />

1. Göstergenin kendisi: Bu alan gösterge çeşitlerinin, bunların çeşitli anlam iletme yollarının ve<br />

göstergeleri kullanan insanlarla ilişkilendirilme biçiminin araştırılmasını içerir. Göstergeler<br />

insanlar tarafından inşa edildiği için, yine insanların onları kullanma biçimi ile anlaşılır hale<br />

gelir.<br />

2. İçinde göstergelerin düzenlendiği kodlar ya da sistemler: Bu çalışmalar içinde, toplumun ya<br />

da kültürün gereksinimlerini karşılamak için geliştirilen kodları ya da bu kodların iletilmesi için<br />

varolan iletişim kanallarının incelenmesi yer alır.<br />

3. Kodlar ve göstergelerin içinde işlediği kültür: Kültürün kendi varoluşu ve biçimi de bu<br />

kodların ve göstergelerin kullanımına bağlıdır (Fiske, 1996).<br />

Göstergebilim iletişim bilimindeki doğrusal modellerden farklı olarak dikkatini öncelikle metinlere<br />

(text) yöneltir. Göstergebilimin doğrusal modellerden diğer bir farkı, alıcının konumuyla ilgilidir.<br />

Öncelikle göstergebilim “alıcı” terimi yerine “okuyucu” terimini tercih eder. Göstergebilim, alıcı ya da<br />

okuyucunun birçok süreç modelinin iddia ettiğinden çok daha aktif bir rol oynadığını kabul eder.<br />

Dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımlar hakkında daha fazla bilgi<br />

için şu kitaba başvurulabilir: Rıfat, Mehmet (1990). Dilbilim ve Göstergebilimin Çağdaş<br />

Kuramları, İstanbul: Düzlem Yayınları.<br />

YAPISALCI DİLBİLİMSEL VE GÖSTERGEBİLİMSEL<br />

YAKLAŞIMLAR<br />

Yapısalcılık insan eylemlerinin tüm sorumluluğunu özgür bireye bırakan Hümanizmin tersine, bireyin<br />

eylemlerinin toplumsal yapı tarafından belirlendiğini savunan ve özellikle 1960’lı yıllara damgasını vuran<br />

düşünce akımıdır. Akım, Fransa’dan yükselmiştir; ancak tüm dünyada takipçileri olmuştur. Önde gelen<br />

yapısalcı düşünürler dilbilimci Saussure ve Jakobson, antropolog Levi-Strauss, göstergebilimci Barthes,<br />

felsefeci Althusser ve Foucault ve psikiyatri alanında Lacan’dır. Bu bölümde iletişim çalışmalarını<br />

etkileyen ve yapısalcı dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımlar ele alınacaktır. Bu bağlamda dilbilimci<br />

Saussure Peirce ve Jakobson, antropolog Levi-Srauss ve göstergebilimci Barthes’ın düşünceleri ve<br />

çalışmaları özetlenecektir.<br />

133


Saussure<br />

İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure modern dilbilimin tartışmasız kurucusu olarak kabul<br />

edilmektedir. Saussure’ün modern dilbilimi oluşturan tezleri, 1907-1911 yılları arasında Cenevre<br />

Üniversitesi’nde verdiği derslerde ortaya çıkmıştır. 1913’te ölümünden sonra öğrencileri ve iş arkadaşları<br />

tarafından düzenlenen ders notları “Genel Dilbilim Dersleri” adıyla kitap olarak basılmıştır. Saussure’ün<br />

dil kuramının temel ilkeleri yapısalcılığın ve göstergebilimin gelişmesini etkilemiştir.<br />

Saussure dilin düşünceleri ifade eden bir göstergeler sistemi olduğunu ve diğer gösterge sistemleri<br />

(alfabe, yazı gibi) içinde en önemlisi olduğunu vurgulamıştır. Dili incelerken üç önemli ayrıma işaret<br />

etmiştir:<br />

• Dil (la langue) ve söz (parole) ayrımı,<br />

• Gösterge (işaret) kavramının ikili bir yapıya (gösteren/gösterilen) sahip olması,<br />

• Eş-süremli (synchronic) ve art süremli (diachronic) dil analizidir.<br />

Saussure’ün birinci ayrımı dil (la langue) ve söz (parole) üzerinedir. Saussure’de dil olgusu toplumsal<br />

bir yapıya işaret eder. Söz ise bireyin söylediklerinin toplamıdır. Sasussure düşüncesinde dilbilimin temel<br />

araştırma konusu dilin yapısı; yani langue’dir. Dil üstündeki ortak kodlar toplumsal uzlaşma ile oluşur.<br />

Diğer bir deyişle bizim masaya masa, koltuğa koltuk dememiz için mantıksal bir neden yoktur. Bu<br />

tercihlerimiz keyfi (arbitraray)’dir. Ancak bu keyfilik, mantıksal bir neden sonuç ilişkisi olmaması ve<br />

toplumsal uzlaşmaya dayalı olması anlamına gelmektedir. Ellis ve Coward (1985) Saussure düşüncesinde<br />

dilin toplumsal uzlaşmaya dayalı olmasını şöyle açıklar: “Doğadaki hiçbir şey belli bir gösterenin belli bir<br />

gösterileni telaffuz etmesini gerektirmez. Belirli bir sesle onun kavramı arasında hiçbir doğal bağ yoktur;<br />

çünkü gösterilenleri fiziksel olarak taklit etmesi gereken sesler bile dilden dile farlılık gösterir. Gösterge,<br />

gösterenle gösterilen arasındaki eşdeğerlik ilişkisinin toplumsal olarak yerleşmesinde,<br />

kurumsallaşmasında meydana gelir”.<br />

Gösterge kavramı işaret olarak da isimlendirilir. Saussure’de gösterge, ses imgesi ve bir kavramı<br />

işaret eden sözcükten oluşur. Saussure, göstergeyi gösteren (signifier) ve gösterilen (signified) olarak<br />

ikiye ayırır. Gösteren, bir kavramı işaret eden ses imgesidir. Örneğin kedi göstergesindeki k–e-d–i<br />

harflerinden oluşan ses gibi. Gösterilen ise zihnimizde kediyle ilgili toplum tarafından üzerinde uzlaşılmış<br />

imajdır. Toplumsal uzlaşıya göre kedi isimli hayvan tüylü ve yumuşaktır ve bizim toplumumuzda<br />

“nankör” olarak da bir imaja sahiptir.<br />

Saussure’ün kullandığı ancak geliştirmediği bir kavram da gönderge (referent) kavramıdır. Gönderge,<br />

kedi örneğindeki tüylü, yumuşak hayvan yerine daha farklı anlamların oluşmasıdır: kötü bakışlı hayvan,<br />

tiksinç hayvan, muhteşem güzel hayvan, vefalı hayvan gibi… Burada gönderge kavramıyla, bireylerde<br />

oluşan farklı anlamlar ifade edilmektedir. Gönderge kavramı daha yakın zamanlarda postyapısalcı<br />

çalışmalar tarafından geliştirilmiştir ve farklı okumalara işaret etmektedir.<br />

Saussure “gösterge”, “gösteren”, “gösterilen” ve “gönderge” kavramlarını<br />

nasıl tanımlamıştır?<br />

Saussure’de bir gösterge aynı zamanda diğer bir göstergeyle olan ilişkisiyle anlam kazanır. Bir erkek<br />

göstergesinin anlamı kadın, insan, çocuk, gibi diğer göstergelerden nasıl ayırt edildiği ile belirlenir. Ya da<br />

bazı parfüm ve kremlerin ünlü bir yüzü vardır ve bu yüz o ürünün göstergesidir. Örneğin ünlü Fransız<br />

aktris Catherine Deneuve, Channel markasının bir göstergesidir: geleneksel Fransız şıklığı. Catherine<br />

Deneuve’un anlamını belirleyen, toplumda birer gösterge olan diğer yıldızlardır. Bir Susan Hampshire<br />

fazla İngiliz tipidir, bir Twiggy ise fazla genç ve benimsediği modayı çabuk değiştiren bir imajdır.<br />

Brigdot Bardot ise aptal sarışındır (Fiske, 1996).<br />

Saussure’ün yapısalcı dilbiliminde üçüncü ayrım, eşsüremli (synchronic) ve art süremli (diachronic)<br />

dil analizi ayrımıdır. Eşsüremli dil analizi, dilin herhangi bir dilsel bir topluluk tarafından kullanılan<br />

dilin, herhangi bir zaman dilimindeki durumunun analizidir. Art süremli dil analizi ise, dilsel sistemde<br />

134


zaman içinde ortaya çıkan değişimlerin analiz edilmesidir. Dildeki yenilikler dilin bireysel kullanımıyla;<br />

yani “söz”de ortaya çıkar ve bu değişikler dilin yapısını (langue) dönüştürür. Bu durum da dilin<br />

tarihselliğini ve gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin toplumsal uzlaşımsal olduğunun kanıtıdır. Eğer<br />

gösteren ile gösterilen arasındaki ilişki uzlaşımsal olmayıp doğal olsaydı, zaman içinde dilde bazı<br />

değişiklikler de olmazdı. Ancak Saussure’ün yoğunlaştığı analiz dilin yapısını gösteren eşsüremli<br />

analizdir.<br />

Saussure’ün dilin yapısı üstüne yoğunlaşması, yapısalcı düşüncedeki<br />

“yapı” kavramının temelini oluşturur. Yapısalcılık bireyin eylemlerinin toplumsal yapı<br />

tarafından belirlendiğini savunur.<br />

Saussure’ün dil analizinin iletişim kuramları açısından önemi, dil dışı göstergelerin çalışılmasına yol<br />

açmasıdır. Dil dışı göstergeler, toplumsal göstergelerdir ve bu göstergelerle medya ürünlerinde sık sık<br />

karşılaşırız. Bir sinema filminde, bir reklam filminde, bir haber fotoğrafında, bir haber metninde, bir<br />

televizyon dizisinde ve yaşamın içinde toplumsal göstergelere rastlarız. Örneğin Türkiye’de eskiden<br />

Mercedes marka bir otomobil bir zenginlik göstergesiyken, günümüzde lüks spor arabalar ve lüks jipler<br />

bir zenginlik göstergesidir. Eski Yeşilçam filmlerinde apartman dairesi zenginlik göstergesi iken, bugün<br />

televizyon dizilerinde havuzlu süper lüks villalar bir zenginlik göstergesidir. Yine eski Yeşilçam<br />

filmlerinde uçakla Avrupa seyahatine çıkmak, kadınların manikür pedikür yaptırması zenginlik<br />

göstergesiyken, bugün bunlar orta sınıfların da sahip olabildiği yaşam tarzı göstergeleridir.<br />

İşte Saussure’ün açtığı yolda dil dışı göstergelerin, diğer bir değişle toplumsal göstergelerin<br />

çalışılması göstergebilimi ortaya çıkarmıştır. Saussure bir bilim dalı olarak göstergebilimin tanımını,<br />

toplumdaki göstergelerin yaşamını araştıracak bir bilim dalı olarak yapar. Göstergebilim, 1960’ların<br />

yapısalcılığı ile birlikte, Saussure’ün dilbilim kavramları temel alınarak geliştirilmiş ve çalışılmıştır.<br />

Göstergebilime önemli katkılardan biri de yapısalcı çalışmalarıyla ünlü Fransız antropolog Claude Levi-<br />

Strauss’tan gelmiştir.<br />

Levi-Strauss<br />

Antropolog Levi-Strauss Saussure’ün dilbiliminden etkilenerek, farklı kültürler arasındaki benzerlikleri<br />

dilin yapısı gibi incelemiş ve yapısalcı antropolojisini oluşturmuştur. Levi-Strauss’un en bilinen<br />

çalışmaları; Yapısal Antropoloji (Structural Antropology) (1963), Yaban Düşünce (Savage Mind) (1966),<br />

Mitin ve Totemizmin Yapısal Çalışılması (The Structural Study of Myth and Totemism) (1967), Çiğ ve<br />

Pişmiş (The Raw and Cooked) (1970) ve Baldan Küle (From Honey to Ashes) (1972)’dir. Levi-<br />

Strauss’un “Yapısal Antropoloji” çalışması, 20. yüzyılın en etkileyici 10 çalışmasının arasında kabul<br />

edilmektedir.<br />

Levi-Strauss için, “Saussure’ün dilbilim kuramını yemek pişirme, giyim, akrabalık sistemleri ve<br />

özellikle de mitler ve masallar gibi tüm kültürel süreçleri içerecek şekilde genişleten yapısalcı<br />

antropolog” tanımlaması yapılmaktadır. Levi-Strauss farklı kültürlerin evrensel kanunlarını, Saussure’ün<br />

dil-söz ayrımındaki “dil”e benzetir. Çeşitli toplumların dilleri farklı olabilir ancak evrensellik taşıyan<br />

ortak gramer ve sentaks kuralları vardır. İşte Levi-Strauss da farklı toplumlardaki farklı kültürlere ait<br />

ortaklıkları “yapı” kavramından hareketle incelemiştir. Levi-Strauss’a göre her kültür dil, evlenme<br />

yasaları, sanat, bilim, ekonomik ilişkiler ve din gibi simgesel sistemler bütünüdür.<br />

Levi-Strauss yapısal antropolojide “aile içi cinsel ilişki tabusunun” tüm toplumlar için geçerli<br />

olduğunu ve kadınların erkek kardeşleri tarafından saklanmaları yerine, aileler arasında değiştirilmesinin<br />

ortak ve evrensel bir tavır olduğunu ortaya koymuştur. Bu evrensel ortaklığı da toplumların akrabalık<br />

sistemleri olarak görür. Levi-Strauss’un dil gibi incelediği ve yapı olarak kavramsallaştırdığı bir diğer<br />

ortaklık, farklı toplumlara ait olan mitlerdir. Levi-Staruss farklı toplumların mitlerini inceler ve bu<br />

mitlerin yapısındaki ikili karşıtlıkların ortak bir kullanım olduğunu görür: iyi-kötü, güzel-çirkin, zenginyoksul,<br />

açlık-tokluk gibi. Levi-Strauss’a göre farklı toplumların mitlerinde ortak olan bu ikili karşıtlığın<br />

nedeni; insan türünün evreni A ya da B kategorisi olarak, ikili karşıtlıkla algılamasıdır. A kategorisi tek<br />

135


aşına olamaz; karşıtı olan B kategorisi ile anlam kazanır. Bu anlamlandırma Levi-Staruss düşüncesinde<br />

insan türüne özgüdür. Yapısalcılık açısından “Yaratılış (Genesis) öyküsü” dünyanın yaratılması olarak<br />

değil, onu anlamlandırmaya yarayan kültürel kategorilerin yaratımı olarak okunabilir. Dünya kara ve su<br />

kategorilerine ayrılır; sular deniz sularına (verimsiz) ve gök kubbe sularına yani yağmura (verimli) ayrılır.<br />

Burada doğal kategoriler olan deniz suyu ve yağmur suyu arasındaki karşıtlık, daha soyut ve kültüre özgü<br />

olan verimli ve verimsiz kategorilerini açıklamak ve doğallaştırmak için kullanılmaktadır.<br />

Gündelik dilde mit “masal, efsane, temeli olmayan olağanüstü öykü”<br />

anlamında kullanılır. Mitlerin toplumların değerlerini onaylayan ve bunların<br />

sorgulanmasını engelleyen anlatılar, hikâyeler oldukları genel kabul gören bir görüştür.<br />

Levi-Strauss’a göre tüm toplumların mitlerinde ortak olan ikili karşıtlıklar evrenseldir. Çünkü insan<br />

beyninde hücreler gönderilen iletiler açık/kapalı biçimindeki basit karşıtlıklardır. İnsan beyni sonsuz<br />

sayıda ikili karşıtlık üretmeye elverişlidir. Ancak doğada aydınlık ve karanlığı birbirinden ayıran kesin<br />

çizgiler yoktur ve saf ikili karşıtlıklara karşı koyan “kural dışı kategoriler” vardır. Kural dışı kategoriler<br />

niteliklerini birbirine karşıt olanların her ikisinden de alır. Bu nedenle çok fazla anlam yüklü ve<br />

kavramsal olarak çok güçlüdürler. Bu özellikleriyle bir kültürün temel anlamlandırma sistemlerine<br />

meydan okuduğu için kural dışı kategoriler kontrol altına alınırlar ve “tabular” ya da “kutsal” kategoriler<br />

olarak düzenlenirler. Örneğin doğada bulunan yılan hayvanı ne sadece toprakta yaşayan bir sürüngen ne<br />

de sadece suda yaşayan bir balıktır. Yılan her iki niteliği de taşır. Bu nedenle yılanın, Yahudi ve Hristiyan<br />

kültürlerinde sayısız anlamı vardır ve göstergebilimsel açıdan çok güçlüdür (Fiske, 1996). Levi-Strauss<br />

doğada bulunan bu kural dışı kategorilerden hareketle, farklı kültürlerin, sınırların çok katı olduğu, çok<br />

ürkütücü göründüğü iki karşıt kategori arasında aracılar oluşturduğunu belirtir. İnsanlar ve hayvanlar<br />

arasında aracılık eden sayısız mitolojik ve dinsel figür oluşturulmuştur (kurt adam, insan başlı at gibi).<br />

Yine ölüler ve canlılar arasında oluşturulmuş figürler vardır (vampir, hayalet, hortlak gibi).<br />

Farklı toplumların mitlerinin ortak bir yapı göstermesinin diğer bir nedeni de insan türünün farklı<br />

topluluklarda yaşarken kültürle-doğa, insanlarla-tanrılar, ölümle-yaşam arasındaki ilişkilerde ortak endişe<br />

duymalarıdır. Bu ortak endişeler, farklı topluluklarda ortak ikili karşıtlıklar üretirler. Bu nedenle de farklı<br />

toplumların mitleri arasındaki farklar yüzeyseldir, ancak yapı ortaktır. Levi-Strauss’a göre tüm<br />

toplumların en temel çelişkisi, doğa-kültür karşıtlığıdır. Toplumlar önce kendilerini doğadan<br />

farklılaştırarak bir kültür oluştururlar. Fakat daha sonra oluşturdukları bu kültürü doğayla karşılaştırır ve<br />

kültürel olanı doğallaştırmaya çalışırlar. İşte Levi-Strauss’ta mitlerin temel işlevi, kültürel olanı<br />

doğallaştırmak ve çelişki gidermektir. Örneğin bizim Keloğlan Masalları’nda, bir yanda yaşlı ve yoksul<br />

annesiyle yaşayan Keloğlan, diğer yanda ise zengin padişahın kızı vardır. Keloğlan yoksul, padişahın kızı<br />

zengindir. Keloğlan kel, padişahın kızı güzeldir. Masalda Levi-Strauss’un analizinde olduğu gibi ikili<br />

karşıtlıklar ve çelişkiler vardır. Ama masalın sonunda Keloğlan padişahın güzel kızıyla evlenir ve mutlu<br />

sona kavuşulur ve topluma dair bir çelişki bu masalda giderilmiş olur.<br />

Levi-Strauss “Çiğ ve Pişmiş” ve “Baldan Küle” çalışmalarında ise farklı toplulukların ortak yemek<br />

pişirme yöntemlerini inceler. İnsanlar için yiyecek tüketmek tıpkı hayvanlar gibi doğal bir süreçtir, ancak<br />

yiyeceği tüketme biçimi kültüreldir. Levi-Strauss farklı topluluklarda misafirlere sunulan etin kızartılarak<br />

tüketildiğini, yine farklı topluluklarda hasta yemeği olarak haşlama etin tüketildiğini bulgulamıştır.<br />

Yiyecek tüketme biçimlerindeki bu ortaklık, kültür ve anlamlandırma sistemlerindeki ortaklıktır, yapıdır.<br />

Levi-Strauss’un farklı toplulukların gösterge sistemi üstüne yaptığı çalışmalarla ortaya koyduğu temel<br />

tez, farklı kültürlerin anlamlandırma biçimlerinin dil gibi örgütlendiğidir.<br />

Levi-Strauss’un mit analizinden özellikle reklamcılık alanındaki çalışmalarda yararlanılmıştır.<br />

Langholz Leymore, Chapman ve Egger ve Valentine, Levi-Strauss’un mit analizinden reklamcılık<br />

alanında yararlanan araştırmacılardır. Langholz Leymore, reklam metinlerinde insanlıkla ilgili temel<br />

çelişkilerin ortaya konup, bunların giderildiğini ve reklamcılığın endişe giderici mekanizma gibi hareket<br />

ettiğini ileri sürer. Chapman (1986), Avustralya’daki sigara reklamları metinlerinin analizinde Levi-<br />

Strauss’un mit analizinden ve Langholz Leymore’un çalışmasından yararlanarak bir analiz modeli<br />

geliştirir ve şu analitik öğeleri kullanır: Gösterenler, Gösterge Sistemleri, Derin Yapısal Karşıtlıklar, Vaat<br />

Edilenler, Problemler, Mitler, Analiz.<br />

136


Yine Chapman ve Egger (1983), reklamcılığın modern mitolojiyi incelemek için çok zengin bir<br />

kaynak olduğunu savunur. Williamson (1978) da reklam metinlerinin, ürünler arasında farklılık yaratmak<br />

için toplumsal mitlerdeki farklılıkları kullandığını söylemektedir. Bazı ürünlerin reklam imajları mitolojik<br />

kahramanlarla oluşturulur. Levi-Staruss’un mit analizinin karşımıza çıkabileceği bir diğer medya ürünü<br />

televizyon dizileridir. Türkiye’de büyük televizyon kanallarının ana yayın kuşağında yayınlanan yerli<br />

dizilerdeki mitsel anlatımlarda, hep ikili karşıtlıklar ve çelişkiler kurulur ve bu çelişkiler dizinin olay<br />

örgüsü içinde hep çözüme kavuşturulur ve çelişkiler giderilir. Bazı dizilerde, örneğin Kapodokya’da<br />

çekilen “Asmalı Konak” dizisinde olduğu gibi tamamen “mitsel” (masalsı) bir ortam da yaratılmaktadır.<br />

Barthes<br />

Levi-Strauss ilkel mitlerin ortak yapılarıyla ilgilenirken, aynı yıllarda Roland Barthes, “çağdaş mitler”<br />

olarak adlandırdığı popüler kültüre ait göstergeleri, yapısalcı bir düşünür olarak incelemiştir. Barthes’a<br />

göre çağdaş mitler ideolojiktir, sınıfsaldır ve kapitalist sistemi meşrulaştırıcı olarak işlev görür. “Mitler”<br />

(Mythologies) (1952) çalışmasında Barthes, Fransız toplumundaki yeme içme alışkanlıkları, tatil<br />

ritüelleri, reklam metinleri gibi popüler kültür ürünlerini; burjuva sınıfının değerlerini gündelik hayatta<br />

temsil eden ve doğallaştıran mitler ve gösterge sistemleri olarak çalışmıştır.<br />

Barthes 1963 yılında “Göstergebilimin İlkeleri” ve 1967 yılında “Modanın Sistemi” çalışmalarını<br />

yayınlamış ve modayı göstergebilimsel yöntemle incelemiştir. Bu çalışmasında Barthes, insanların giyim<br />

kuşamlarının, moda sistemi içinde nasıl iletişimsel özellikler gösterdiğini tartışmıştır. Barthes’ın 1970<br />

yılında yayınlanan “S/Z” çalışması ve 1973 yılında yayınlanan “Metnin Verdiği Haz” çalışmaları da<br />

metinlerin postyapısalcı okumalarının başlangıcı olarak kabul edilmektedir. 1950’li ve 1960’lı yıllara<br />

“yapısalcı düşünür” olarak damgasını vuran Barthes 1970’li yıllarda “postyapısalcılığa” (yapısalcılık<br />

sonrası anlamına gelen ve yapısalcılığın tam tersi tezleri olan yaklaşım) yaklaşmıştır.<br />

Barthes’ın Fransız toplumunun popüler kültür göstergelerini incelediği<br />

“Mitler” çalışması, “dil dışı göstergelerin” ve dolayısıyla toplumsal göstergelerin ve<br />

görsel imajların, göstergebilimsel analizi açısından alanda çok önemli bir çalışmadır.<br />

İletişim alanındaki göstergebilimsel çalışmalarda bir başvuru kaynağı olan “Mitler” çalışmasında<br />

Barthes, mit, ideoloji, düzanlam, yananlam kavramlarını kullanmıştır. Barthes’ın bu kavramlarını kendi<br />

verdiği bir örnek üstünden anlamaya çalışalım. Barthes berberdeyken, Fransa’da popüler bir dergi olan<br />

Paris Match’in bir sayısının kapağını görür. Derginin kapağında Fransız üniforması giymiş genç bir<br />

siyahi erkek, gözleri yukarıda Fransız bayrağını selamlamaktadır. Barthes bu fotoğrafta büyük bir<br />

göstergebilimsel sistemle karşı karşıya olduğumuzu söyler. Fotoğraftaki düzanlam bir siyahi askerin<br />

Fransız bayrağını selamlamasıdır. Barthes’a göre fotoğrafın yananlamı şöyledir: “Fransa büyük bir<br />

imparatorluktur, bütün oğulları, herhangi bir renk ayrımı olmaksızın onun bayrağı altında bağlılıkla<br />

hizmet eden ve sözde sömürgecilik suçlayıcılarına bu fotoğraftan daha iyi bir cevap olamaz” (Barthes,<br />

1990). Fransa’da yaşayan siyahiler, Fransa’nın eski sömürgesi olan Cezayir kökenlidir. Fransa’da<br />

yaşayan bir Cezayir kökenli, Fransız bayrağını üniformasıyla selamlıyorsa, artık sömürgecilik geçmişte<br />

kalmış ve bu Cezayir kökenli Fransız asker artık kendini Fransa bayrağına ve Fransa’ya bağlı<br />

hissetmektedir.<br />

Göstergebilim açısından Barthes’ın bu çalışmada ortaya koyduğu düzanlam, metnin birincil<br />

göstergesidir. Bu birincil gösterge başka bir şeyin, mitsel anlamın da göstereni haline gelir. Burada mitsel<br />

olan ve yukarıda Cezayirli asker örneğinde tartışılan anlam, metnin yananlamıdır. Barthes’ın “Mitler”<br />

çalışmasında, yananlam ideolojiye ve mitsel olana eşittir. Barthes’ın buradaki ideoloji anlayışı, hakim<br />

burjuva değerlerini meşrulaştıran, mitsel işleyiştir ve Marks’ın yanlış bilinç kavramına eşdeğerdir. Marks<br />

“Alman İdeolojisi” isimli eserinde emekçi kitlelerin (o dönem için işçi sınıfının), burjuva sınıfının<br />

(sermayeye sahip olan sınıf) değerlerini sahiplenmesini ve içselleştirmesini “yanlış bilinç” olarak<br />

tanımlamıştır.<br />

137


“Burjuvazi kendi temel statüsüne sahip olmayan ve hayalin dışında da bu statüyü yaşayamayacak<br />

olan tüm insanlığı sürekli olarak kendi ideolojisinin içine çeker, bunun insanlık için maliyeti bilincin<br />

fakirleşmesi ve donuklaşmasıdır. Burjuvazi temsil etme biçimlerini, küçük burjuva imgelerinin bütün<br />

kurumlarına yayarak, toplumsal sınıflar arasındaki hayali eşitliği onaylar (Barthes, 1973).”<br />

Barthes bir diğer örneği yine Fransa’da popüler olan Elle ve Express dergilerinden verir. Elle geniş<br />

halk kitlelerine, Express ise üst sınıfa hitap eden dergilerdir. Barthes’ın tespitine göre Elle dergisinde<br />

geniş halk kitleleri için ulaşılması çok güç olan, altın renkli keklik palazı ya da istakoz yemeği tarifi<br />

verilmektedir. Express dergisinde ise kolayca hayata geçirilebilecek Nice Salatası tarifi verilmektedir.<br />

Barthes burada geniş halk kitlelerine hitap eden Elle dergisinin büyülü, masalsı ve mitsel bir mutfak<br />

sunduğunu; burjuvalara hitap eden Express dergisinin ise gerçeği sunduğu tespitini yapar. Burada Elle<br />

dergisindeki altın renkli keklik palazının yananlamı; bunlara ulaşamayacak insanlara bir düş sunması,<br />

diğer bir deyişle, çağdaş bir mit yaratarak “altın renkli keklik palazına ulaşamayanlara”, kendilerini<br />

ulaşanlarla eşitmiş gibi hissetmelerini sağlayan bir ideolojik meşrulaştırmadır. Türkiye’de yerli dizilerde<br />

de yeni zenginlik göstergesi olan havuzlu lüks villaların sürekli olarak yer verilmesi gibi. Türkiye’deki<br />

yerli dizilerde de geniş halk kitlelere “asla ulaşamayacakları lüks yaşam tarzları” sunulmaktadır. Yine bu<br />

dizilerde zengin ve yoksul insanların, çatışma ve sınıf farkı olmaksızın bir arada yaşadıkları bir dünyanın<br />

temsili sunularak, mitsel ve ideolojik bir işlev yerine getirilmektedir. Bu dizilerin tamamına yakınında,<br />

dizi ilerledikçe yoksul olan insanlar da zenginleşerek, masal mutlu sonla bitirilmektedir.<br />

Barthes’ın göstergebilimsel kavramlarına sinema, reklam ve haber metinlerinin analizinde<br />

başvurulmaktadır. Barthes’ın, Balzac’ın “Sarrazine” adlı öyküsünü incelediği “S/Z” (1970) isimli<br />

çalışmasında ise postyapısalcılığın izleri görülmektedir. Bu çalışmasında Barthes, her metnin okunmasını<br />

bir üretim etkinliği olarak görür ve okurcul metinler ve yazarsıl metinler ayrımını yapar. Okurcul<br />

metinler daha pasif alımlanan, metnin kodlayıcının niyeti doğrultusunda anlamlandırıdığı, görece kapalı<br />

metinlerdir. Yazarsıl metinler ise, okurun metni tekrardan yazdığı, kodlanan niyetin dışında da<br />

anlamlandırabildiği, metne katılabildiği açık metinlerdir. Barthes, Balzac’ın özgün metninden yola<br />

çıkarak Sarrazine öyküsünü yeniden yorumlamış ve tipik bir yazarsıl metin üretimi yapmıştır. Barthes S/Z<br />

çalışmasında, okurun metni yeniden oluşturarak okuması gündeme geldiği için, bu çalışmanın, izleyiciyi<br />

etken kabul eden postyapısalcılığın izlerini taşıdığı kabul gören bir tespittir.<br />

Barthes’ın okurcul metin/yazarsıl metin kavramları iletişim çalışmalarını<br />

nasıl etkilemiştir?<br />

Pierce<br />

Amerikan göstergebiliminin kurucusu kabul edilen felsefeci ve mantıkçı Charles Saunders Pierce de<br />

göstergelerle ilgilenmiştir. Pierce gösterge kavramıyla birlikte, nesne ve yorumlayıcı kavramlarını<br />

kullanmıştır. Peirce’ın göstergebiliminde, bir gösterge, bir dış gerçekliğe, nesneye göndermede bulunur<br />

ve yorumlayıcının zihninde bir etki yaratır. Diğer bir deyişle yorumlayıcı, gösterge ile nesne arasındaki<br />

ilişkiyi üreten zihinsel bir süreç yaşar. Örneğin kütüphane göstergesinin, herhangi bir yorumlayıcısı için<br />

anlamı, bu göstergenin işaret ettiği nesneye (raflardan ve kitaplardan oluşan mekan) ilişkin deneyiminin<br />

bir sonucu olacaktır. Dolayısıyla göstergeye yüklenen anlam, yorumlayıcının deneyimine paralel olarak<br />

belli sınırlar içinde değişebilir. Yine bir örnekle açıklamak gerekirse, örneğin öğrenciyken benim için<br />

kütüphane daha çok sınavlara hazırlandığım bir yerdi ve kasvetli bir anlam taşıyordu. Oysa akademisyen<br />

olduktan sonra kütüphanenin benim için anlamı; yeni makaleler, yeni kitaplar ve eski gazete ve dergileri<br />

taradığım, heyecan ve zevk verici bir mekan haline geldi. Kütüphane göstergesiyle yaşadığım mekan<br />

(nesne) deneyimlerime göre, bir yorumlayıcı olarak oluşturduğum anlam sınırlı olarak değişti. Sınırlı<br />

olmasının nedeni şudur: Kütüphane göstergesi geçmişte de şimdiki deneyimimde de, bol raf ve kitap<br />

anlamını taşımaktadır.<br />

Pierce düşüncesinde göstergeden daha çok, bu anlam oluşumu üstüne yoğunlaşılmıştır. Peirce’deki<br />

yorumlayıcı kavramı ile Peirce’den çok sonraları ortaya çıkan kodaçma kavramı arasında paralellik<br />

vardır. Peirce’in göstergebiliminin diğer bir özelliği de, göstergelerin üç çeşide ayrılmasıdır: Görüntüsel<br />

gösterge (ikon), belirtisel gösterge (indeks) ve simge.<br />

Görüntüsel göstergenin (ikon) en temel özelliği, işaret ettiği nesnesiyle benzerlik taşımasıdır.<br />

Örneğin herhangi birinin fotoğrafı görüntüsel göstergesidir, çünkü kişinin kendisine benzer. Bir ülkenin<br />

138


haritası da görüntüsel göstergedir, çünkü o ülkenin gerçek coğrafi konumunu temsil eder. Tuvalet<br />

kapılarına konan kadın ve erkek figürleri, kadın ve erkeği işaret ettiği için görüntüsel göstergelerdir.<br />

Beethoven’ın “Pastoral Senfonisi” doğal seslerin müzikteki görüntüsel göstergeleri olarak kabul edilir.<br />

Yine yoga ve meditasyon merkezlerinde, gerçek doğa seslerine benzer müziklerle terapiler yapılmaktadır.<br />

Bu müzikler de doğadaki seslerin görüntüsel göstergeleridir.<br />

Belirtisel göstergede (indeks), göstergenin nesnesiyle doğrudan varoluşsal ve neden-sonuç ilişkisine<br />

dayalı bağlantısı vardır. Örneğin duman ateşin, hapşırma refleksi de soğuk algınlığının belirtisel<br />

göstergelerinden birisidir.<br />

Simge’de ise, gösterge ve nesne arasında ne bağlantı ne de benzerlik vardır. Simgenin anlaşılmasını<br />

sağlayan tek neden, simgenin yerine geçtiği nesne ya da canlıyı nitelemesi konusunda, toplumların<br />

üstünde anlaşmış olmalarıdır. En çok bilinen simge, sözcüklerdir. Kullandığımız tüm sözcükler belli bir<br />

anlaşmaya dayalıdır. Pierce’deki anlaşma kavramı ile Saussure’ün uzlaşma kavramı arasında benzerlik<br />

vardır. Rakamlar da çok bilinen simgelerdendir. Beyaz güvercin ve zeytin dalı da evrensel ve çok bilinen<br />

simgelerdendir ve bilindiği gibi barışı simgelerler. Zafer işareti, sıkılmış yumruk yine çok bilinen<br />

simgeler arasındadır.<br />

Peirce’ın göstergebiliminde bir gösterge her üç gruba da ait olabilir. Diğer bir deyişle, bir gösterge<br />

hem görüntüsel gösterge, hem belirtisel gösterge, hem de simge olabilir. Örneğin hastane koridorlarında<br />

asılı olan ve işaret parmağını dudaklarına doğru tutarak, hastanede sessiz olmamızı hatırlatan hemşire<br />

fotoğrafını ele alalım. Bu fotoğraf, hastanede sessiz olunması gerektiği kuralının bir simgesidir. Bu<br />

gösterge aynı zamanda görüntüsel bir göstergedir, çünkü hastanede sessiz olunması gerektiğini hatırlatan<br />

bir hemşirenin fotoğrafıdır, onun benzeridir. Bu gösterge bir belirtisel göstergedir, çünkü bu fotoğraf,<br />

hastanede olduğumuzu belirtmektedir. Diğer bir deyişle neden sonuç ilişkisi mevcuttur.<br />

nelerdir?<br />

Peirce’e göre kaç çeşit gösterge vardır? Bunların temel özellikleri<br />

Jakobson<br />

Yapısalcı dilbilimin önemli temsilcilerinden olan Roman Jakobson, Rus kökenli olup çok çeşitli dilbilim<br />

çevrelerinde bulunmuş ve 1940’lardan sonra akademisyenliğe A.B.D.’de devam etmiştir. Göstergebilimin<br />

en çok kullanılan (iletişim alanında da) analitik kavramları olan eğretileme (metafor) ve düzdeğişmece<br />

(metanomi), Jakobson’ın alana kazandırdığı kavramlardır. Eğretileme ve düzdeğişmece, günümüzde<br />

sinema metinlerinden haber metinlerine; fotoğraf metinlerinden reklam metinlerine, tüm medya<br />

ürünlerinin analizinde kullanılmaktadır.<br />

Jakobson 1. Dünya Savaşı yıllarında, Moskova Üniversitesi’nde dilbilim, Slav dilleri, ve halkbilim<br />

alanında öğrenim görmüştür. Bu yıllarda arkadaşlarıyla birlikte “Moskova Dilbilim Çevresi”ni<br />

kurmuştur. Bu dilbilim çevresi etkinliklerini yazınsal inceleme, lehçebilim, halkbilim ve dilbilimsel<br />

coğrafya konusunda araştırmalar yapmıştır. Jakobson 1920 yılında gittiği Çekoslavakya’da “Prag<br />

Dilbilim Çevresi” nin kurucuları arasında yer almış ve 1938 yılına kadar bu çevrenin çalışmalarını<br />

yönetmiştir. Prag Dilbilim Çevresi’nin çalışmalarının odak noktası da dilbilim ve yeni yapısal yöntemler<br />

olmuştur. Birkaç yıl çalıştığı İskandinav ülkelerinden ise 1941 yılında ayrılarak A.B.D.’ye geçmiş ve<br />

orada Levi-Strauss ile olan çalışmaları başlamıştır. 1967 yılına kadar A.B.D.’nin en saygın okullarında<br />

(Colombia, Harvard, MIT gibi) akademisyenlik yapan Jakobson, emekli olduğundan ölümüne kadar da<br />

çeşitli ülkelerde konferanslar vermiştir. Jakobson’un dört dilde yazdığı eserleri (Rusça, İngilizce,<br />

Almanca, Fransızca), çeşitli dillere çevrilmiştir.<br />

Jakobson A.B.D.’de yaptığı araştırmalarda sesbilim kuramını geliştirmiş ve çocukların dil<br />

bozuklukları üstüne çalışmıştır. Amerikan dilbiliminin uzun süre dışladığı anlam sorunlarına yönelmiş ve<br />

dilde parça ve bütün ilişkilerini irdelemiştir. Yine dil ile gösterge sistemleri ve dilbilim ile diğer bilim<br />

dalları arasındaki ilişkiler üstüne kafa yormuştur. Jakobson’un dilbilimin çok farklı alanlarında yazdığı<br />

makalelerinin dışında, A.B.D.’de yazdığı eserleri ortak çalışmalardır: “Söz İncelemesine Giriş”<br />

139


(Preliminaries to Speech Analysis, 1952; G. Fant ve M. Halle ile birlikte); “Dilin Temelleri”<br />

(Fundamentials of Language, 1956; M. Halle ile birlikte); “Dilin Ses Biçimi” (The Sound Shape of<br />

Language, 1979; L. Waugh ile birlikte). Bilimsel ve sanatsal bakış açılarını kaynaştırdığı ve dört dilde<br />

yazdığı tüm eserlerini orijinal dilleriyle, “Seçme Yazılar” (Selected Writings) başlığı altında, her biri 800<br />

sayfalık yedi büyük ciltte toplamıştır.<br />

Jakobson iletişim sürecini öne çıkaran, doğrusal iletişim modeline karşı bir modelleme geliştirmiştir.<br />

Jakobson, “gönderen-ileti-alıcı” şeklindeki doğrusal modele, göstergebilimsel kavramlar eklemiştir.<br />

Jakobson’un doğrusal iletişim modeline eklediği kavramlar; bağlam, temas ve kod’dur.<br />

Gönderen<br />

Bağlam<br />

İleti<br />

Temas<br />

Kod<br />

Alıcı<br />

Şekil 6.1: İletişimin Oluşturucu Unsurları<br />

Kaynak: Fiske, 1996<br />

Bağlam, iletinin nitelendirdiği, diğer bir deyişle gösterdiği, işaret ettiği şeydir. Jakobson’ göre bir ileti,<br />

kendisinden başka bir şeyi nitelemelidir. Temas, gönderen ve alıcı arasındaki fiziksel ve psikolojik<br />

bağlantılardır. Kod, ise iletinin içinde anlam kazandığı ortak anlam sistemidir. Jakobson, iletişimin<br />

oluşturucu etmenlerinden oluşan bu modelini, iletişim işlevlerini ekleyerek geliştirir.<br />

Duygulandırıcı işlev<br />

Göndergesel işlev<br />

Şiirsel işlev<br />

İlişki amaçlı işlev<br />

Üstdilsel işlev<br />

Çağrı işlevi<br />

Şekil 6.2: İletişimin İşlevleri<br />

Kaynak: Fiske, 1996<br />

Şekil 6.1’deki oluşturucu unsurların her biri dilin farklı bir işlevini belirler ve her iletişim eyleminde<br />

işlevlerin hiyerarşisi bulunur. Duygulandırıcı işlev, iletinin gönderenle ilişkisini betimler. Gönderenin<br />

duyguları, tutumları, statüsü ve sınıfı bu işlev tarafından açığa çıkartılır. Tüm bu öğeler, iletinin<br />

gönderene ait olmasını sağlar. Duygulandırıcı işlev, aşk mektubu ya da kalabalığa hitap gibi iletişim<br />

edimlerinde, bir gazete haberine göre daha üst konumdadır. Sürecin diğer ucunda çağrı işlevi vardır. Bu<br />

işlev iletinin alıcı üzerindeki etkisini nitelemektedir. Komut verirken ya da propaganda yaparken, işlevler<br />

hiyerarşisi açısından bu işlev daha üst konumdadır. Göndergesel işlev, iletişimin gerçekliği yansıtması ile<br />

ilgili işlevdir. İlişki amaçlı işlev, gönderen ve alıcı arasındaki ilişkinin sürdürülebilir olmasıdır ve<br />

gönderen ve alıcı arasındaki fiziksel ve psikolojik temas etmeye yöneliktir. Gönderen ve alıcı arasındaki<br />

ilişkinin sürdürülebilir olması, iletilerin tekrar edilmesiyle sağlanır. Üstdilsel işlev, iletişim sürecinde<br />

kullanılan kodun tanımlanmasını sağlar. Fiske (1996), üstdilsel işlevle ilgili şöyle bir pop sanatı örneği<br />

verir: Eski bir gazete parçası içinde atılan boş bir sigara paketi çöptür. Ancak eğer paket gazeteye<br />

yapıştırılıp, çerçevelenip, bir sanat galerisinin duvarına asılmışsa (pop art), bir sanat yapıtı haline gelir.<br />

Diğer bir deyişle çerçeve “bu sigara paketini güzel sanatlar koduyla yorumlayın” demenin üstdilsel<br />

işlevini yerine getirir. Şiirsel işlev de iletiyle ilgilidir. Bu işlev, estetik iletişimde hiyerarşinin en üstünde<br />

yer alır. Jakobson, siyasal sloganların bile şiirsel işlevi yüksek, kulağa hoş gelen bir şekilde<br />

kodlandığında kalıcı olduğunu söylemektedir.<br />

Jakobson’un dilbilimsel çalışmalarında alana kattığı ve göstergebilimsel analizlerde, özellikle de<br />

görsel imajların analizlerinde yoğun olarak kullanılan analitik araçlar, eğretileme (metafor) ve<br />

düzdeğişmece (metanomi)’dir. Jakobson şiirin tarzının eğretileme, gerçekçi romanın tarzının ise<br />

düzdeğişmece olduğunu savunur. Jakobson’a göre eğretileme, imgesel ya da gerçeküstü etki yaratırken<br />

düzdeğişmece gerçeklik etkisi yaratmak üzere kullanılır.<br />

140


Eğretileme (metafor); bir olguyu, bir olayı, bir nesneyi yine başka bir olay, olgu ve nesneyle<br />

açıklamaktır. Örneğin, “Gemi su içinde hareket etti” ifadesi yerine; “Gemi suyu yarıp geçti”, “Gemi suyu<br />

kesip geçti”, “Gemi suyu ayırıp geçti” ifadelerini kullandığımızda eğretileme yapıyoruz. İletişim<br />

dünyasında görsel dili eğretilemesel olarak en çok reklamcılar kullanmaktadır. Reklam metinlerinde bir<br />

olay ya da nesne, sıklıkla bir ürünün eğretilemesi olarak kullanılmaktadır. Banka reklamlarında kullanılan<br />

bir dürbün, bankanın “uzak görüşlülüğünün” eğretilemesi; bir izci çocuk bankanın “dürüstlüğünün”<br />

eğretilemesi; sıkılmış bir yumruk bankanın “gücünün” eğretilemesi olabilmektedir. Türkçe atasözlerinde<br />

de eğretilemelere çok sık rastlanabilmektedir: “Damlaya damlaya göl olur” atasözündeki göl, maddi bir<br />

birikimin eğretilemesi; “Cep delik cepken delik” atasözündeki cep ve cepkenin delik olması ifadesi de<br />

maddi yokluğun eğretilemesidir.<br />

Reklam metinlerindeki eğretileme ve düzdeğişmece örneklerini görmek<br />

için şu kitaba başvurulabilir: Dağtaş, Banu (2003). Reklamı Okumak, Ankara: Ütopya<br />

Yayınevi.<br />

Düzdeğişmece (metanomi) ise, bir parçanın bütünü temsil etmesidir. Jakobson’a göre gerçeklik<br />

temsilleri her zaman için düzdeğişmece kullanılmasını gerektirmektedir. Bizler dili kullanırken, her<br />

zaman gerçekliğin bir parçasını bütünü temsil etmesi için seçeriz. Bu nedenle de düzdeğişmeceler güçlü<br />

göstergelerdir. Örneğin Türkiye’de majör televizyon kanallarının ana yayın kuşağında yayınlanan yerli<br />

dizilerde, son on yıldır “havuzlu süper lüks villalar” konut mekanı olarak seçilmektedir. Havuzlu süper<br />

lüks villalar, Türkiye’de “yeni zenginliğin” düzdeğişmecesidir. Diğer bir deyişle, yeni zenginliği temsil<br />

eder. Barthes’ın meşhur örneği, Paris Match dergisinin kapağındaki siyahi asker, Cezayir kökenli Fransız<br />

vatandaşlarının düzdeğişmecesidir. Düzdeğişmeceler, Peirce’ın belirtisel göstergelerine benzerler: temsil<br />

ettiği gerçekliğe benzerler.<br />

Fiske’ye göre (1996) mitler, düzdeğişmeceli olarak işlerler. Çünkü bir gösterge, miti oluşturan<br />

kavramlar zincirinin geri kalanını inşa etmemiz için bizi uyarır. Tıpkı bir düzdeğişmeceli göstergenin,<br />

parçası olduğu bütünü inşa etmemiz için bizi uyarması gibi. Bu bağlamda Fiske, haber görsellerinin de<br />

düzdeğişmeceler dikkate alınarak okunmasını önerir. Çünkü haber görselleri de gerçekliğin bir parçasını<br />

sunarlar ve biz sunulan parça ile bütüne ulaşırız. Haberlerle ilgili yazılı ve görsel metinler öncelikle<br />

hakim haber değerleri açısından inşa edilirler: haberin seçkin kişilerle ilgili olması, olumsuz olması,<br />

güncel olması ve şaşırtıcı olması gibi. Haber metinlerinin ikinci ölçüt dizgesi; kültürel değerler,<br />

ideolojiler ve mitlerdir. Bu dizgede seçilen parçalar (temsiller), tercih edilmiş bir gerçekliğin parçalarıdır<br />

(düzdeğişmeceleridir).<br />

Mitler ve düzdeğişmeceler arasında nasıl bir ilişki vardır?<br />

POSTYAPISALCILIK VE MEDYA METİNLERİ<br />

Anlamın metnin kendisinde oluştuğunu savunan yapısalcı dilbilimden farklı olarak, anlamın özne-metin<br />

ilişkisi ile kurulabileceğini savunan postyapısalcı dilbilim çalışmaları, “etken izleyici” kavramının<br />

oluşması için bir temel hazırlamıştır. Barthes’ın S/Z çalışması, “okurcul metinler” ve “yazarsıl metinler”<br />

ayrımıyla bu yoldaki diğer bir kilometre taşıdır. İletişim çalışmalarında etken izleyici yaklaşımıyla çalışan<br />

önemli isimler; kültürel çalışmalardan Hall, Morley, Fiske ve Ang ve Radway gibi bazı feminist<br />

araştırmacılardır.<br />

İzleyicinin yorumlayıcı etkinliğine yönelik olan postyapısalcı yaklaşımlarda, genellikle Frankfurt<br />

Okulu’nun medya izleyicisini kültür endüstrilerinin ‘pasif kurbanları’ olarak gören kültürel<br />

kötümserliğine yönelik güçlü bir eleştiri vardır. Yine medya metinlerini postyapısalcı yaklaşımla<br />

inceleyen çalışmaların, “medyanın izleyiciye ne yaptığını” sorgulayan etki çalışmalarından farklı olarak,<br />

“izleyicinin medyayla ne yaptığını” sorgulayan kullanımlar ve doyumlar yaklaşımından ilham aldıkları<br />

söylenebilir.<br />

<br />

141


Hall ve Çoklu Okuma<br />

“Etken izleyici” ve “çoklu okuma” kavramları iletişim alanında, “Kültürel Çalışmalar” yaklaşımının<br />

ortaya attığı kavramlardır. Özellikle çoklu okuma kavramı Kültürel Çalışmalar’ın yaşayan en önemli<br />

temsilcisi Stuart Hall’a aittir. Etken izleyici ve çoklu okuma kavramları medya metinlerinin tüketimiyle<br />

ilgilidir. Kültürel Çalışmalar başlangıçta “İngiliz Kültürel Çalışmaları”, olarak Birmingham Çağdaş<br />

Kültürel Çalışmalar Merkezi’yle birlikte tanınmıştır.<br />

Stuart Hall ilk kez 1980’de yayınlanan “Kodlama Kodaçma” (Encoding Decoding) isimli<br />

makalesinde, iletişimde daha çok anadamar ilk çalışmalarda öne sürülen, iletişimin gönderenden alıcıya<br />

doğru olan doğrusal boyutuna yeni yorum getirmiştir. Hall bu çalışmasında iletişim sürecinin döngüsel<br />

(dairesel) olup, gönderenden alıcıya olduğu kadar, alıcıdan da gönderene doğru olduğunu ortaya<br />

koymuştur. Yine “Kodlama Kodaçma” makalesinde Hall, anlamın gönderen tarafından kodlandığı<br />

biçimde açılabileceği gibi, kodlandığından daha farklı anlam oluşumlarıyla açılabileceğini öne sürmüştür.<br />

Hall, çoklu okuma üst başlığında kavramsallaştırdığı üç çeşit okuma şeklinin varlığından söz eder: Hakim<br />

okuma, tartışmalı okuma ve karşıt okuma.<br />

Hakim okuma, medya metinlerinin izleyici tarafından metinleri üretenlerin kodladığı niyetle kod<br />

açımını yapmasıdır. Tartışmalı okuma, kodlanan niyetlerin bir kısmının kodlandığı niyetle, bir kısmının<br />

ise tartışmalı olarak okunmasıdır. Karşıt okumada ise, metni üretenlerin kodladıkları niyetlerin karşıt bir<br />

bakış açısıyla kod açımı yapılır. Etken izleyici ise, medya metinleri üstünde tartışmalı ve karşıt okuma<br />

yapabilen ve kendi anlamını üretebilen izleyicidir. Zaten Hall düşüncesinde anlam üretimi bir göstergeler<br />

ve mücadele alanıdır. Anlamlar izleyiciye verilmez, anlamı izleyici kendisi üretir.<br />

Hall medya iletilerinin güç/iktidar sahiplerince kodlanması ve karşıt olarak kodlanmasının ideolojik<br />

önemi üzerinde durur. Bu bağlamda medya profesyonellerini, güç/iktidar sahiplerinin (birincil<br />

tanımlayıcılar) tanımlarına başvuran ikincil tanımlayıcılar olarak kavramsallaştır. Hall’a göre medya<br />

hakim toplumsal güç/iktidarı ve eşitsiz ilişkileri yeniden üreten bir kurumdur. Hall’un medyayı böyle<br />

tanımlaması neo-marksist düşünür Louis Althusser’in düşüncelerine dayanmaktadır.<br />

Althusser medyayı kapitalizmin yeniden üretimini sağlayan ideolojik bir kurum olarak görür. Ancak<br />

Hall’un medya analizi aynı zamanda Gramsci’nin hegemonya/karşı- hegemonya, rıza ve direnç<br />

kavramlarına dayanır. Gramsci kapitalizmin 20. yüzyıldaki gücünü zora dayalı bir sistem olmaktan ziyade<br />

toplumun rızasını sağlayan bir hakim ideoloji üreterek (hakim hegemonyayı inşa ederek), kendini yeniden<br />

ürettiğini öne sürmüştür. Ancak Avrupalı bir sosyalist olarak kapitalizmin kendini hakim bir hegemonya<br />

olarak kurmasına karşın, sosyalist mücadelenin karşı hegemonya üretmesi gerektiğini savunmuştur.<br />

Gramsci’nin sınıf merkezli yaptığı hegemonya/karşı-hegemonya kavramsallaştırması, Kültürel Çalışmalar<br />

ve Hall tarafından sınıf, etnisite, toplumsal cinsiyet, ırk gibi eşitsiz güç ilişkilerini içerecek şekilde<br />

genişletilmiştir. Medya ve kültür endüstrileri hakim hegemonyanın kurulmasında ve karşı-hegemonyanın<br />

inşasında çok önemli kurumlardır.<br />

Hall’un tartışmalı ve karşıt okuma yapabilen etken izleyici kavramları, karşı-hegemonya ve iktidara<br />

karşı gösterilebilecek direnç kavramlarından hareketle oluşturulmuştur. Hall’a göre toplumun hakim<br />

değerlerinden hareketle kodlanan metinlerin, toplumun çoğunluğu tarafından hakim okumayla, yani<br />

kodlayıcıların niyetleri doğrultusunda okuyacağını fakat bu alanın hegemonya ve karşı-hegemonyanın ve<br />

dolayısıyla mücadelenin alanıdır. Hall’un kavramsallaştırdığı bu okuma biçimleri izleyicinin etken<br />

okumalarıdır. Hall’un medya metinlerinin çoklu okunması kavramı, izleyici merkezli odak grup ve<br />

etnografik çalışmalar için de bir başlangıç noktası olmuştur.<br />

Morley ve Etken İzleyici<br />

David Morley’in etken izleyici yaklaşımı Stuart Hall’un “kodlama-kodaçma” çalışmasına dayanır.<br />

Morley özellikle televizyon izleyicisinin yorumlama kapasitesi ve yorumlama bağlamlarına<br />

yoğunlaşmıştır. Morley’e göre izleyici kendi aralarında farklılığı olmayan bireylerden oluşan bir<br />

homojen kitle değil, herbiri kendine özgü tarihsel ve kültürel geleneği olan, birbirine geçmiş pek çok alt<br />

kültür gruplarının toplamıdır.<br />

142


Morley’in çalışmalarıyla birlikte, iletişim çalışmalarında etnografik yöntem, katılımlı gözlem ve<br />

derinlemesine görüşme teknikleri kullanılmaya başlanmıştır. Etnografik yöntem ve katılımcı gözlem<br />

tekniği ile izleyicinin ortamı (medya ürünlerini tükettiği) ve ortamdaki diğer insanlarla etkileşimi<br />

gündeme gelmiştir. Diğer yandan Morley’in izleyici araştırmaları, medya metinlerinin sadece tüketim<br />

aşamasına yoğunlaşıp, bu tüketimin üretimle ilişkisini kurmadığı için eleştirilmiştir.<br />

Morley’in ses getiren ilk çalışması “Nationwide” (1980)’dır. Bu çalışmada Morley, güncel olaylarla<br />

ilgili popüler bir televizyon programı olan Nationwide üstüne çalışmıştır. Morley önce bu programın<br />

içerik analizi yapmıştır. Morley’in yaptığı içerik analizinin sonucuna göre, program ulusal birlik mesajları<br />

vermektedir ve sınıf çelişkilerinin üstünü örten bir söyleme sahiptir. Ardından Morley farklı eğitim, yaş,<br />

cinsiyet ve meslek gruplarına dahil 29 odak grup oluşturmuştur. Bu gruplar arasında hakim okuma<br />

yapanlar; orta sınıf banka ve yayıncılık yöneticileri ve işçi sınıfından lise öğrencileri ve çıraklardır.<br />

Tartışmalı okuma yapanlar; orta sınıf öğretmen okulu öğrencileri, sanat eğitimi öğrencileri, fotoğraf<br />

eğitimi öğrencileri ve işçi sınıfından sendika çalışanlarıdır. Karşıt okuma yapanlar; işçi sınıfından siyahi<br />

öğrenciler ve mağazalarda çalışan sendika temsilcileridir. Morley bu çalışmasında işçi sınıfı okumalarının<br />

hakim, tartışmalı ve karşıt olabileceğini bulgulamıştır. Diğer bir deyişle, sınıf çelişkilerinin üstünü örten<br />

bir içeriğe sahip olan Nationwide televizyon programı, işçi sınıfına ait olan grupların tümü tarafından<br />

karşıt ve tartışmalı okunmamıştır. Morley’e göre tartışmalı ve karşıt okuma yapan sendika üyelerinin<br />

Nationwide televizyon programını okuması, sendikanın söylemine paraleldir ve bu okumalar sınıf<br />

konumlarıyla açıklanamaz.<br />

Morley’in “Aile Televizyonu: Kültürel Güç ve Eviçi Boş Zaman” (Family Television: Cultural Power<br />

and Domestic Leissure) (1986) çalışması, “Nationwide” çalışmasından daha gelişkin bulunmaktadır.<br />

Morley “Aile Televizyonu” çalışmasında seçtiği gruplarla evlerde etnografik yöntemle görüşmeler<br />

yapmıştır. Morley bu çalışmasında şöyle bir hipotez kurmuştur: “Nationwide çalışmasında tartışmalı ve<br />

karşıt okuma yapan sendika üyelerinin muhalifliği, daha ailevi bir ortamda yoğunluğunu kaybedecektir”.<br />

“Aile Televizyonu” çalışması 1985 yılında İngiltere’de, işsiz, işçi sınıfı ve orta sınıf 18 beyaz aile ile<br />

gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmada Morley, televizyon izleme etkinliği ile toplumsal cinsiyet arasında bir<br />

ilişki saptar. Erkekler televizyonu daha kendilerini vererek izlemekte; ancak kadınlar ev içi<br />

sorumluluklarından dolayı dağınık duygular ve suçluluk hisleriyle izlemektedir. Diğer bir deyişle kadınlar<br />

televizyon izlediklerinde, ev işlerini ertelemekten ya da yapmamaktan dolayı suçluluk hissetmekteler.<br />

Morley bu nedenle kadınların ev işi yaparken televizyon seyretmeyi tercih ettiklerini saptamıştır.<br />

Morley’in diğer bir bulgusu ise, görüşülen ailelerin çoğunda evin yetişkin erkeklerinin, diğer aile<br />

bireylerinin televizyon izleme pratikleri üzerinde denetim sahibi olmasıdır.<br />

Morley, Nationwide ve Aile Televizyonu çalışmalarıyla, iletişim alanında<br />

ne tür veri toplama tekniklerinin ve yöntemlerinin gelişmesine katkıda bulunmuştur?<br />

Fiske ve Etken İzleyici<br />

Morley’in çalışmalarından etkilenen John Fiske’nin önde gelen çalışmaları “Televizyon Kültürü”<br />

(Television Culture) (1987), “Popüler Kültürü Okumak” (Reading the Popular) (1989) ve “İktidar<br />

Oyunları ve İktidarın İşleyişi” (Power Plays Power Works) (1993)’dir. Fiske’nin çalışmaları izleyicinin<br />

medya metinleri karşısında “etken” olduğu varsayımına dayanır. Fiske düşüncesinde anlamın inşa<br />

edilmesinde ne metin ne de izleyici öncelikli bir öneme sahiptir. Fiske’ye göre “bir medya metni<br />

okunduğu anda bir metin olur”.<br />

Fiske’nin metin-izleyici ilişkisiyle ilgili geliştirdiği kavramların bazıları televizyon metinleri ile<br />

ilgilidir. Bu kavramlardan bir tanesi açık metin/kapalı metin ikiliğidir. Açık metin izleyicinin farklı<br />

anlamlandırma ve müzakerelere açık olması, kapalı metin ise potansiyel anlamların hakim okuma lehine<br />

kapanmasıdır. Fiske’ye göre televizyon yayınları sadece bir program değil, aynı zamanda<br />

göstergebilimsel bir deneyimdir.<br />

143


Fiske’nin diğer bir kavramı Barthes’ın yazarsıl ve okurcul metin ayrımından geliştirdiği, yapımcıl<br />

metin (producerly text) kavramıdır. Fiske’ye göre televizyon programları açık metinlerdir ve çok<br />

anlamlıdır. Yapımcıl metin, izleyicinin televizyon metinlerinden ürettiği anlamları işaret eder.<br />

Fiske’nin metin-izleyici ilişkisi üstüne kullandığı diğer bir kavram da, “Hall ve Çoklu Okuma”<br />

bölümünde değinilen dilbilimci Kristeva’nın metinlerarasılık (intertextuality) kavramıdır.<br />

Metinlerarasılık metnin hem yazılırken hem de okunurken, anlamın diğer metinlere başvurularak<br />

biçimlendirilmesidir. Metni yazan kişi başka metinlerden alıntı yaparken, metni okuyan izleyici de metni<br />

anlamdırırken başka başka metinlere başvurur. Böylelikle bir metin kendi başına bir anlam taşımaktan<br />

ziyade, diğer metinlerle olan ilişkileriyle anlam kazanır.<br />

Metinlerarasılık yatay ve dikey olarak kavramsallaştırılmaktadır. Yatay metinlerarasılık, aynı tür<br />

metinler (örneğin televizyon dizileri gibi) arasında cinsiyet, karakter ve içerik olarak birbirine<br />

göndermede bulunulmasıdır. Dikey metinlerarasılık ise, anlam oluşumunda farklı türden metinlerle<br />

kurulan ilişkidir. Örneğin televizyon dizisi ile gazete yazısı ya da bir sinema filmi arasında kurulan ilişki<br />

gibi.<br />

Medya metinlerinin izleyici tarafından okunması ve metinlerarasılık kavramıyla ilgili şöyle örnekler<br />

verilebilir: Bir reklam filminin tanınmış bir filme, örneğin Baba filmine göndermede bulunulması.<br />

Örneğin bir reklam filminde 68 kuşağına gönderme yapılması. Böyle yapıldığında reklamı yapılan ürünün<br />

imajı, ancak 68 kuşağının imajıyla birlikte ancak okunabilir.<br />

Yine bir sinema filminde edebi metinlere ya da daha önce çekilmiş başka filmlere göndermede<br />

bulunabilir. Örneğin bir filmde Goethe’nin Faust ya da Shakespeare’in Romeo ve Juliet eserine gönderme<br />

yapılabilir. İzleyici bu filmi izlerken bu göndermenin farkına varır ve göndermede bulunulan eserin de<br />

anlamını bilirse, yapacağı okuma daha farklı olacaktır. İzleyici burada Romeo ve Juliet eserine yapılan<br />

göndermeyle ilgili, bu filmin senaristi ya da yönetmeni ile aynı anlamı paylaşmak zorunda değildir.<br />

Filmin senaristi bu esere gönderme yaparken bir anlam oluşturur. Ancak izleyici filmi izlerken aynı esere<br />

göndermede bulunarak kendi anlamını inşa ederken, senaristle aynı anlamı oluşturabilir de<br />

oluşturmayabilir de. Çünkü metinler aynı referans noktalarından hareket edilse de farklı farklı<br />

anlamlandırılabilir.<br />

Fiske düşüncesinde izleyici tarafından anlam oluşturulması, aynı zamanda medya metinleri ya da<br />

popüler metinler karşısında bir direnme olasılığıdır. Fiske özellikle popüler kültür metinlerinin tartışmalı<br />

ve karşıt okumasının, hakim kültüre karşı bir direnme oluşturacağını ileri sürmektedir. Fiske popüler<br />

kültür ürünlerinin çoklu okunmasıyla, hakim kültüre karşı direnç oluşacağı tezini “İktidar Oyunları<br />

İktidarın İşleyişi” (1993) çalışmasında ortaya koymuştur. Morley’de izleyicilerin medya metinlerini<br />

çoklu okuyarak etken olması, güç/iktidar anlamına gelmezken, Fiske bu konuda çok iyimserdir ve en çok<br />

bu iyimser tavrı eleştirilmiştir. Fiske bu iyimserliğini De Certeau’nun “gerilla taktikleri” kavramına<br />

dayandırmaktadır.<br />

De Certeau’ya göre egemenlere karşı gündelik hayatta işletilebilecek bazı gerilla taktikleri vardır.<br />

Örneğin işyerinde çalışırken iş zamanı içinde aşk mektubu yazmak için zaman ayırmak gibi. Burada zayıf<br />

güçlünün alanını işgal etmekte ve araçsal bir zamanı aşk mektubu yazarak yaratıcı bir zamana<br />

dönüştürmektedir. Fiske, De Certeau’dan hareketle, güçlünün egemenliğindeki kültür endüstrilerinden<br />

çıkan ürünlerin, zayıf tarafından işgal edilip, dönüştürülebileceğini savunmaktadır. Fiske popüler kültür<br />

ürünleriyle ilgili o çok bilinen “kot yırtma” etkinliğini örnek olarak verir: Fiske’nin düşüncesinde yırtık<br />

kot giyme egemen Amerikan değerleri karşısında bir direniştir.<br />

Fiske ve De Certeau’ya göre medeniyetin temel çelişkilerinden birisi, sistemin ürettiği enformasyon<br />

oranı arttıkça, iktidarların bu enformasyonun nasıl tüketildiği ve yorumlandığı konusunu<br />

denetleyememeleridir. Buradan hareketle Fiske’ye göre popüler kültür, zayıf olanın simgesel taktikleri ile<br />

gerçekleşen açık, akışkan ve değişken bir kültürdür. Diğer bir deyişle de medya metinlerinin içinde<br />

ağırlıklı olarak yer aldığı popüler kültür metinleri bir mücadele alanıdır. Buradan hareketle popüler kültür<br />

metinleri hem hakim güç/iktidarın kurulabileceği metinlerdir, hem de bağımlı konumdaki öznelerin<br />

hakim güç/iktidara karşı koyabileceği ve direneceği metinlerdir.<br />

144


Fiske’nin bu görüşlerini örnekleyelim: Popüler kültür ikonu Madonna’nın yeni bir CD’sini satın<br />

aldığımız anda, o ürün kapitalist değerlerden sıyrılmış olur. Böyle yorumlandığında Madonna’nın müziği<br />

yalnızca kapitalist kültür endüstrileri tarafından üretilmiş standartlaşmış bir ürün değil, aynı zamanda<br />

gündelik hayatın kültürel bir kaynağıdır.<br />

Fiske anlamın oluşumu için üç metinsellik düzeyinin irdelenmesi gerektiğini savunur ve üç<br />

metinsellik düzeyini popüler kültür ikonu Madonna örneği ile açıklar. İlk düzeyde bir medya olayı olarak<br />

Madonna’nın yeni çıkan bir albümüyle birlikte üretilen kültürel biçimler vardır. Bunlar Madonna’nın yeni<br />

albümüyle ilgili konserler, kitaplar, posterler ve kliplerdir. Bir sonraki düzeyde Madonna’nın yeni<br />

albümüyle ilgili çeşitli yorumlar sunan popüler dergi ve gazetelerde çıkan yazılar, televizyon ve radyoda<br />

yayınlanan pop müzik programlarında yapılan konuşmalar yer alır. Fiske’nin en dikkate değer bulduğu<br />

son metinsellik düzeyinde ise, Madonna’nın nasıl gündelik hayatımızın bir parçası haline geldiğinin<br />

analizi yer alır.<br />

Fiske’nin gazete metinleri konusunda da düşünceleri vardır. Fiske’ye göre popüler basın, tıpkı<br />

Madonna örneğindeki popüler kültür metinleri gibi akışkan, değişken ve zayıf olanın taktiklerine açıktır.<br />

Popüler basın skandal haberleriyle okuyucuların katılımlarını teşvik ederek, onların yazarsıl bir metin<br />

üretmelerini sağlar. Fiske’ye göre daha ciddi bulunan fikir basını inanç üretirken, popüler basın katılım<br />

üretir (fikir basını tasarım olarak renksiz ve içerik olarak da hem haberleri arka planıyla verir hem de<br />

magazinel ve sansasyonel haberlerden uzak durur. Popüler basın ise tasarım olarak renklidir. İçerik olarak<br />

ise haberleri fikir basınına göre daha yüzeyseldir ve magazin ve sansasyonel haberlere daha fazla ağırlık<br />

verir). Fiske’ye göre popüler basın haber ile eğlence arasındaki karşıtlığı yıkar ve haber okumayı daha<br />

eğlenceli ve üretken bir etkinlik haline getirir. Böylece okuyucu/izleyici de daha etken hale gelmiş olur.<br />

Fiske’nin izleyicinin etkenliği ve hakim sisteme popüler kültürle direnme konusundaki iyimserliği<br />

tartışılan ve eleştirilen yönlerini oluşturmaktadır.<br />

İletişim çalışmalarında “etken izleyici” kavramından ne anlıyorsunuz?<br />

Bu konuda çalışan önemli isimler kimlerdir?<br />

Feminist İzleyici Çalışmaları<br />

Feminist izleyici çalışmalarının öne çıkan isimleri Ang’in (1985) “Dallas” dizisine ilişkin araştırması,<br />

Radway’in (1994) popüler aşk romanları üstüne yaptığı izleyici çalışması ve Hobson’un “Crossroads”<br />

(1980) çalışmasıdır.<br />

Ang’in Amerikan dizisi Dallas’la ilgili çalışması “Dallas’ı İzlemek” (1985)’tir. Ang, Hollanda’da bir<br />

kadın dergisine ilan vererek, kendisinin diziyi izlemekten zevk aldığını ve diziyi izleyen diğer<br />

izleyicilerin görüşlerini kendisine iletmesini duyurur. Ang bu çalışmada temel olarak izleyicinin diziden<br />

aldığı hazzı yorumlar ve kendi aldığı hazla birlikte dizinin popülerliğini açıklamaya çalışır. Ang’e göre de<br />

bir metin (text) dünyayı yansıtmaz, onu üretir.<br />

Ang’in Dallas’la ilgili temel bulgularından birisi, izleyicide katılım duygusu yaratmasıdır. İzleyicinin<br />

dizinin kahramanları J. R., Sue Ellen, Pamela ve Bobby’nin dünyalarına kapılması, “kavga, entrika,<br />

sorunlar, mutluluk ve ızdırap” gibi yaşam deneyimleriyle özdeşleşmesinin sonucudur. Bazı izleyiciler,<br />

Dallas’ın dünyasını duygusal açıdan gerçekçi buldukları için izlediklerini belirtmişlerdir.<br />

Ang bu çalışma ile izleyicinin, bir Amerikan dizisinin Hollanda’da özellikle kadın izleyiciler<br />

tarafından neden beğenildiğini ve izlendiğini araştırırken, kültürel emperyalizm tezini de sorgulamış ve<br />

izleyicilerin medya metinleriyle kurdukları katılımcı ve anlam üreten okumalarını ortaya koymuştur.<br />

Ang’e göre diziyi kültürel emperyalizm (gelişmiş kapitalist devletlerin kendi kültürel ürünlerini,<br />

gelişmemiş ülkelere doğru yayması, hakim kılması anlamına gelen Markist yorum) açısından eleştirenler,<br />

izleyicilerin diziden aldıkları haz ile ve dolayısıyla da dizinin neden popüler olduğu sorusuyla<br />

ilgilenmemiştir.<br />

Kültürel Çalışmalar’dan Hobson, hem metinler hem de izleyiciler üstüne yoğunlaşmıştır. Hobson,<br />

“Crossroads” (1982) isimli çalışmasında bir İngiliz dizisini incelemiştir. Hobson bu diziyle ilgili olarak<br />

145


yaptığı metin analizlerine ek olarak, metnin üreticileri olan metin yazarı ve yapımcılarla ve metni tüketen<br />

izleyiciler ile derinlemesine görüşmeler yapmıştır. Hobson “Ev Kadınları ve Medya” (1980) isimli<br />

çalışmasında ise, ev kadınlarının medya kullanımıyla ilgili görüşmeler yapmıştır. Hobson yaptığı bu<br />

çalışmada, ev kadınlarının radyo ve televizyon metinlerini ev işi yaparken ve çocuklarıyla ilgilenirken<br />

tükettiklerini bulgulamıştır. Bu çalışmada Hobson ayrıca radyo metinlerini de incelemiş ve radyodaki<br />

diskjokeyin ev kadınları için “destekleyici bir arkadaş” gibi hissedildiğini ve radyo metinlerinin ev içi<br />

kadınlık rollerini pekiştirici bir içeriğe sahip olduğunu tespit etmiştir.<br />

Radway de popüler aşk romanları metinlerini, kadın okuyucuların nasıl anlamlandırdığını araştırmış<br />

ve onlarla derinlemesine görüşmeler yapmıştır. Radway’in yaptığı derinlemesine görüşmelerden çıkardığı<br />

sonuç şöyledir: Kadın okuyucular romantik aşk romanlarını simgesel bir ‘kadın zaferi’ olarak<br />

yorumlamaktadır. Çünkü aşk romanlarının başlangıcındaki soğuk, mesafeli ve yalnız adamlar, romanların<br />

sonunda şefkatli, koruyucu ve ‘kadınsı’ hale gelmektedir. Zaten bu anlatıya sahip olmayan romanları<br />

kadın okuyucular yarım bırakmakta ya da arkadaşlarına tavsiye etmemektedir. Yine Radway’in yaptığı<br />

derinlemesine görüşmelerde; aşk romanı okuyan kadınların, kendilerini disiplin altına almaya çalışan<br />

ataerkil düzen içinde, bu romanlarda kendilerine duygusal destek bulduklarını belirttiği görülmektedir.<br />

Radway’in görüştüğü kadınlar, “aşk romanı okumayı” ataerkil düzen içinde tanımlanmış ev içi<br />

sorumluluklarına karşı bir tür ‘bağımsızlık’ olarak yorumlamışlardır.<br />

BAUDRİLLARD VE GÖSTERGELER<br />

Fransız düşünür Jean Baudrillard postmodern olarak adlandırılan 1970 sonrası Batılı toplumlardaki<br />

değişimleri hipergerçeklik, simülasyon ve simülark gibi bazı metaforlarla açıklamaya çalışmıştır.<br />

“Sanayi ötesi toplum” olarak da adlandırılan postmodern dönem, Baudrillard için göstergeler çağıdır.<br />

Baudrillard 1970’li yıllarda hocası Roland Barthes’ın izinde tüketim toplumu, moda ve medya<br />

göstergeleri üstüne yoğunlaşmıştır. Bu döneme ait çalışmaları “Nesnelerin Sistemi” (1968) ve “Tüketim<br />

Toplumu” (1970)’dur. Bu çalışmalarda gündelik hayatın metalaşması konusu, göstergebilime dayalı<br />

olarak çalışılmıştır.<br />

Baudrillard ve Postmodernizm<br />

Baudrillard’ın 1980 sonrası çalışma konuları olan hipergerçeklik, simülasyon ve simülark kavramları, onu<br />

“postmodern düşünürler” arasına yerleştirmiştir. Postmodernizm kavramı, kültürel kuram alanında<br />

modernist sanat biçimleri ve pratiklerinden koptuğu iddia edilen bir dizi kültürel eseri tanımlayan mimari,<br />

edebiyat, resim, sinema vb. alanlarda yeni biçimleri işaret etmek için kullanılmaktadır. Ancak<br />

postmodernizm üzerinde uzlaşılmış bir kavram değildir.<br />

Toplumsal kuram alanında da postmodernizm kavramı kullanılmaktadır. Toplumsal kuram alanında<br />

postmodernizm; Aydınlanma Felsefesi, pozivitizm ve Marksizmin evrensel değerlerine ve ilerleme<br />

anlayışına bir karşı çıkış olarak tanımlanmaktadır. Yani toplumsal kuramda postmodernizm, hem<br />

Aydınlanma Felsefesi’nin, hem de Marksist kuramın bütüncül ve evrensel yaklaşımlarını eleştirmektedir.<br />

Diğer yandan toplumsal kuramda postmodernizm, 20. yüzyılda araçsal aklın (sistemin amaçlarına hizmet<br />

eden akıl), eleştirel aklın (varolan sistemi ve değerlerini sorgulayan akıl) önüne geçtiğini ve atom<br />

bombası örneğinde olduğu gibi tahripkâr bir şekilde çalıştığını öne sürmektedir.<br />

Postmodernizm kelimesindeki “post” ön eki, “sonra” anlamına<br />

gelmektedir. Bu bağlamda postmodernizm kavramı, “modernizm sonrası” anlamına<br />

gelmektedir. Bazı sosyal bilimciler ve sanatçılar, “modernizm sonrası” anlamına gelen<br />

postmodernizm kavramını kabul etmemekte; modernizmin sürdüğünü düşünmektedir.<br />

Postmodernizm kavramsallaştırmasına katılmayan araştırmacıların, bir kısmı kavramı<br />

post-modern (tire kullanarak) şeklinde kullanmaktadır.<br />

Baudrillard’ın da ilgilendiği sosyal bilimlerle ilgili olarak postmodernizmin öngörüleri şöyledir:<br />

Sosyal bilimler Batı’da hem hükümetlere ve iş çevrelerine projeler hazırlayıp, hem de bilginin<br />

evrenselliğini savunarak ikiyüzlülük etmektedir. Batı merkezli sosyal bilimler iki ilkeye dayanmaktadır:<br />

(1) Sosyal bilimler kanunlara sahip olmalıdır, (2) Sosyal bilim toplumsal gelişmeye ve ilerlemeye hizmet<br />

etmelidir. Bu iki ilke, iki karşıt kamp olan pozitivizm ve Marksizm için de geçerlidir. Postmodernizm<br />

insana ilişkin bilginin, genel yasalara bağlanmasına ve araçsallaşarak “sözde” toplumsal ilerleme için<br />

146


hizmet vermesine karşı çıkar. Postmodernizm, pozitivizmin yasalara bağlanmış bilgi ile toplumsal<br />

ilerlemenin gerçekleşmesi fikrine katılmamaktadır.<br />

Aydınlanma Felsefesi Ortaçağ Avrupası’nda kilise kurumunun günlük<br />

hayatı dinsel kurallara göre belirlenmesine karşın, bireyin bu dünyadaki mutluluğunu ve<br />

aklını ön plana çıkaran düşünce sistemidir. Pozivitizm ise toplumların da doğa gibi<br />

yasaları olduğunu ve sistematik olarak çalışılmasını öne süren ve kapitalizmi bir sistem<br />

olarak onaylayan bilim felsefesidir. Marksizim de kapitalist sistemin emekçilerin ürettiği<br />

artık değere el koyan bir sömürü sistemi olduğunu öne süren bilim felsefesi ve<br />

ideolojinin adıdır.<br />

Postmodernizm Marksizmi ise, fazla “ekonomik temelli” olmasından dolayı eleştirir. Postmodernizm,<br />

Marksizmi toplum bilimi olarak ekonomik temelli sınıf çıkarlarından yola çıktığı için ve ırk, yaş,<br />

toplumsal cinsiyet, etnik köken ve hetereoseksüel olmayan cinsel kimlikler ayrımına dayanan toplumsal<br />

ve politik dinamikleri yok saydığı için de eleştirmektedir.<br />

Baudrillard’a göre de modernitenin sınıf ve sınıf çatışmasını öne çıkaran kuramları, postmodernite<br />

çağında içe doğru patlayarak (implosion) anlamlarını yitirmektedir. Çünkü artık kitleler sınıf eylemliliği<br />

içinde değil, “olağanüstü uyumluluk” (hyperconformity) aşamasında yaşamaktadırlar. Baudrillard’a göre<br />

kitleleri böylesine uyumlu bir “sessiz çoğunluk” haline getiren temel motivasyon; medya devrimi sonucu<br />

oluşan enformasyon ve göstergelerin aşırılığıdır. Postmodern çağda gerçeklik medya tarafından kodlanan<br />

göstergeler aracılığı ile oluşturulur. Göstergeler aracılığı ile oluşturulan hipergerçekliktir.<br />

Bazı yaklaşımlar postmodernizmi, özellikle kültürel bir hareket olarak görmektedir. Örneğin<br />

reklamların son dönemde hedeflediği tüketicinin yaşam tarzı gibi unsurlar, postmodern süreçle de yakın<br />

ilişki içinde değerlendirilmektedir. Tüketim sürecinde bireyin karşı karşıya olduğu her tüketim nesnesi,<br />

aynı zamanda onun yaşam tarzında potansiyel olarak sembolik düzeyde bir etkileşim unsuru olarak<br />

değerlendirilir. Bu anlamda tüketim kültürü postmodern bir kültür olarak da tanımlanmaktadır. Bu kültür<br />

içerisinde tüketici bireyin sadece üzerine giydiği elbiseleri ile değil, oturduğu evi, bindiği otomobili,<br />

mobilyaları ve bunları kullanımı ile birlikte ortaya çıkan farklılık kanısı söz konusudur. Bu farklılığa<br />

anlam kazandıran ise sadece bireyin kendisi olmaktan ziyade, aynı zamanda içinde yaşamakta olduğu<br />

tüketim toplumunun göstergesel karakteridir.<br />

Postmodernizm hakkında ayrıntılı bilgi için şu kitaba başvurulabilir:<br />

Şaylan, Gencay (2002). Postmodernizm (2. Baskı), Ankara: İmge Yayınevi.<br />

Göstergeler ve Tüketim Toplumu<br />

Baudrillard, “Tüketim Toplumu” çalışmasında mal ve hizmetlerin değişim değerlerinin, bir “göstergeler<br />

hiyerarşisi” tarafından belirlendiğini savunur. Diğer bir deyişle, tüketim toplumunda mal ve hizmetler,<br />

simgesel değerleriyle alınıp satılırlar. Baudrillard’a göre mal ve hizmetlerin tüketilebilmesi için, gösterge<br />

haline gelmesi gerekir. Tüketim toplumunda ihtiyaç bir nesneye değil, nesneler arasındaki simgesel<br />

farklılıklara duyulur.<br />

Baudrillard metaya, toplumsal değerlerin bir aracı ve kamusal söylemin bir modeli olarak yaklaşır.<br />

Buna göre nesnenin metaya dönüşümü; onun bir değişim değeri olarak ölçülebilen ve diğer değişim<br />

değerleri ile mübadele edilebilen bir nitelik göstermesinden çok, onun bir gösterge oluşundan<br />

kaynaklanmaktadır. Başka deyişle ona göre nesne, kendi varlığından dolayı değil, bir gösterge olduğu için<br />

meta özelliği göstermektedir. Baudrillard burada metanın ya da nesnelerin belirli gerçeklikleri<br />

gösterdikleri bir sistemden söz etmez. Tam tersine burada modern anlamda metaların aslında belirli bir<br />

gerçekliği “temsil etmesi” bile söz konusu değildir. Bir gösterge olarak meta, sürekli olarak toplumsal<br />

alanı tüketmektedir. Baudrillard, boş zamanın tüketim eylemi ve medya yoluyla manipüle edilmesi<br />

konusu üzerinde durur. Burada metaların klasik ekonomik değişim değerinin ötesinde, göstergesel<br />

değişim değeri ile dayattıkları ya da ikna yoluyla dolaylı toplumsal koşullanma yarattıkları, yeni bir<br />

düzen söz konusudur. Baudrillard bu konuda ilkel toplumlar örneğine kadar giderek, onlarda bile yöneten<br />

sınıfların sırf lüks ve israf yoluyla bile nesnelere belirli anlamlar yüklendiğini vurgulamaktadır.<br />

147


Hipergerçeklik, Simülasyon ve Simülakra<br />

Baudrillard postmodern dönemdeki bireyin medya ile ve özellikle de televizyon ile kapsanmış yaşamını<br />

ve bu yaşamın “gerçekliğini” sorgular. Postmodern dönemde birey artık o kadar yoğun bir şekilde medya<br />

göstergeleri, taklitler ve temsil süreçleriyle çevrilmiştir ki, Baudrillard’a göre medya tarafından<br />

oluşturulan bu kod düzeni bireyin yeni gerçekliğidir. Medya tarafından oluşturulan bu kod düzeninin adı<br />

hipergerçekliktir. Bu kod düzeni içindeki göstergelerin bir göndergesi yoktur. Diğer bir deyişle,<br />

Baudrillard’ın düşüncesinde medyanın kendi gerçekliği vardır, yani hipergerçeklik ve hipergerçekliğin<br />

reel yaşamdaki gerçekliği temsil etmesi söz konusu olmamaktadır.<br />

Türkçe’de “benzeşim” olarak da tanımlanan simülasyon, Baudrillard’da gösteren konumundaki<br />

görüntünün, gösterilen konumundaki nesnel gerçeği yansıtma niteliklerinin kaybolması ile ilgilidir. Artık<br />

bireyler gerçeğe bakarak modeli değil, kendilerine sunulan modele bakarak hipergerçekliği inşa<br />

etmektedir. Örneğin her insan için özlemi duyulan ev, yuva mekanları, gerçeklikten hareketle<br />

modellenmemekte; dergilerden, reklamlardan yani medya dünyasından alınan modellerle inşa<br />

edilmektedir. Hipergerçeklik medya uzamında oluşturulmuş bir kurgudur, ancak birey tarafından gerçek<br />

olarak yaşanmaktadır. Medya ya da televizyon tarafından kodlanan bu hipergerçeklik, insan ya da toplum<br />

yaşamıyla ilgili olguların taklididir. Bu taklit, Baudrillard tarafından simülasyon olarak adlandırılır.<br />

Burada reel yaşama dair gerçeğin simüle edilmesi söz konusudur. Bu simülasyonları bireyler “aşırılaşmış<br />

imajlar” olarak yaşarlar. İmajların ve enformasyonun çoğalması ile beraber kitleler “sessiz çoğunluk”<br />

haline gelirler ve bu da Baudrillard’a göre “toplumsalın sonu”dur. Bireylerin reel yaşama dair<br />

gerçekliklerinin, simülasyonlarla temsil edilen bir evrene dönüşmesini, Baudrillard simülakra olarak<br />

adlandırır. Bu evrende artık birey gerçeklikten izole şekilde hapsolmuş şekilde yaşar. Bunu sağlayan,<br />

bireye hipergerçeklik sunan medya ve özellikle televizyondur. Medyanın ve özellikle televizyonun<br />

görevi, bireyin tepki göstermesini, karılaştığı sorulara cevap aramasını önlemektir.<br />

Baudrillard’ın hipergerçeklik, simülasyon ve simülakra kavramları 1990 Körfez Savaşı örneği ile<br />

daha iyi anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi 1990 Körfez Savaşı tüm dünyaya, ABD kökenli CNN<br />

International televizyon kanalı tarafından aşırı örtük bir şekilde ve bir video oyuna benzer bir temsille<br />

sunulmuştu. Televizyonda savaş sürekli olarak karanlığı delen ışıklar ve teknoloji harikası bir oyun olarak<br />

aktarılmıştı. Bu video oyun gibi sunulan savaş görüntüleri arasında ölen ya da yaralanan insanlar yoktu.<br />

Oysa çok sonraları ortaya yanarak ölen insan fotoğrafları çıkmıştı. Savaş görsel bir imaj (simülasyon)<br />

olarak televizyondan evlerimize ulaştığı için, “çayımız, kahvemiz, kolamız ve cipsimiz eşliğinde<br />

izlediğimiz bir “hipergerçeklik” haline gelmişti. Savaşın ‘gerçekliği’ bir simülakra ağı (video oyun<br />

şeklindeki imajlar çokluğu) içinde bize ulaştığı için, bir hipergerçektir. Baudrillard’ın düşüncesini temsil<br />

eden diğer olgular Disneyland ve Amerika’nın kendisidir. Baudrillard düşüncesinde Disneyland ve<br />

Amerika, bir simülakralar ağından oluşan hipergerçekliktir. Baudrillard’ın kavramlarına haber<br />

bağlamında bakılacak olduğunda, haber metinlerinde bir temsil olduğu görülmektedir. Baudrillard<br />

düşüncesinde bu temsil, toplumsalın bir yansıması yerine, toplumsala ilişkin bir taklit, bir simülasyondur<br />

(Fiske’nin “haber metinleri gerçekliğin bir parçasını temsil ettiği için düzdeğişmeceseldir” önermesini<br />

burada hatırlamak faydalı olacaktır).<br />

Baudrillard’a göre 1990 Körfez Savaşı’nı, neden ve nasıl bir<br />

“simülasyon” olarak izledik?<br />

Baudrillard gerçeklik ve onun simülakrası açısından tarihsel bir dönemleme yapar. Birinci Simülakra<br />

Çağı Rönesans’la başlar. Rönesans’tan önce feodal dönemde katı hiyerarşik bir toplumsal düzen vardı.<br />

Bu toplumdaki grupların statü göstergeleri şeffaf ve belirgindir. Yani Ortaçağ’da bir kişinin giysilerine<br />

bakarak, onun toplumsal statüsünü kestirmek kolaylıkla yapılabilmektedir. Büyük toplumsal dönüşüm ve<br />

Rönesans’la birlikte tiyatro, moda, barok sanat gibi değişimler ve yenilikler aynı zamanda birer gösterge<br />

ağıdır ve bunlar feodalitenin göstergelerinin yerini almıştır. Birinci Simülakra Çağı ile birlikte<br />

simülasyonlar da başlamıştır. Örneğin feodal lordların sarayındaki mermer sütunlar taklit edilerek, yeni<br />

zenginlerin konaklarına mermer gibi gözüken alçı sütunlar yapılmıştır ve bunlar eski mermer sütunların<br />

simülasyonudur.<br />

148


İkinci Simülakra Çağı ise Sanayi Devrimi ile ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte nesneler,<br />

metalar sonsuz sayıda yeniden üretilebilmiştir. İkinci Simulakra Çağı’nda sanat eseri de mekanik olarak<br />

üretilebilmiş ve çoğaltılmıştır. Bu dönemde sonsuz sayıda nesneler, metalar ve reprodüksiyon sanat<br />

ürünleri simulark evrenini oluşturmuştur.<br />

Üçüncü Simülakra Çağı’nda (postendüstriyel/postmodern dönem), bilişim teknolojileri ortaya<br />

çıkmış, hizmet sektörü genişlemiş ve imajlar çoğalmıştır. Artık bir meta, nesne, olgu gösterge olarak<br />

karşımıza çıkmakta ve simule edilmektedir. Yeni bilişim teknolojileri ve medyayla artık her şeyin gerçeği<br />

bize birer gösterge ve imaj olarak kodlanarak ulaşmaktadır. Baudrillard düşüncesinde bu göstergeler ve<br />

imajlar kitlelere daha somut olarak televizyon ile ulaşmaktadır. Gündelik yaşamın gerçekliğini<br />

tanımlayan aynı gereklilikler, bugün hipergerçekliğin de alanına girmektedir. Hipergerçekliğin, bugün<br />

artık gündelik hayat gerçekliği ile rekabet eden bir seviyeye ulaşmakta olduğunu söylenebilir.<br />

149


Özet<br />

İletişim kuramlarında yapısalcı dilbilimsel ve<br />

göstergebilimsel yaklaşımlar; dilbilimci Saussure<br />

ve Jakobson, yapısalcı antropolog Levi-Strauss<br />

ve göstergebilimci Barthes ve Peirce’in<br />

çalışmalarına dayanır. Saussure, dil-söz ayrımı<br />

yapar. Dil, tüm toplumlarda ortaklıklar taşıyan bir<br />

yapı olarak kavramsallaştırılmıştır. Söz ise,<br />

konuşulan dildir. Saussure’e göre dildeki ortak<br />

kodlar, mantıka dayalı olarak değil, toplumsal<br />

uzlaşımlara dayalı olarak oluşturulmuştur.<br />

Saussure göstergebilime, gösteren ve gösterilen<br />

olarak ikiye ayırdığı gösterge ve gönderge<br />

kavramlarını kazandırmıştır.<br />

Levi-Strauss da çeşitli toplumların mitlerini,<br />

akrabalık ilişkilerini, yeme içme alışkanlıklarını,<br />

Saussure’ün dil kuramını temel alarak incelemiş<br />

ve “ortak yapıları” ortaya koymuştur. Levi-<br />

Strauss’un mit analizi, özellikle mitlerin ikili<br />

karşıtlıklıklara dayalı yapısı; medya metinlerinin,<br />

özellikle de reklam metinlerinin analizinde<br />

kullanılmıştır.<br />

Barthes, popüler kültüre ait yazılı ve görsel<br />

metinleri, göstergebilimsel analizle incelemiştir.<br />

Barthes, popüler kültürdeki çağdaş mitleri,<br />

özellikle ideolojik bulduğu için incelemiştir.<br />

Barthes’ın yapısalcı dönemine ait önemli<br />

kavramları düzanlam ve yananlam; S/Z<br />

çalışmasıyla da ortaya koyduğu önemli kavramlar<br />

okurcul metinler ve yazarsıl metinlerdir.<br />

Düzanlam metnin görünen anlamı, yananlam ise<br />

mitsel ve ideolojik anlamıdır. Okurcul metinler,<br />

daha pasif alımlanan, metnin kodlayıcının<br />

niyetiyle anlamlandırıldığı, görece kapalı<br />

metinlerdir. Yazarsıl metinler ise, okurun metni<br />

tekrar yazdığı, kodlayanın niyetinin dışında da<br />

anlamlandırılabildiği, metne katılabildiği, açık<br />

metinlerdir.<br />

Pierce’in göstergebilime kazandırdığı kavramlar<br />

ise; görüntüsel gösterge (ikon), belirtisel gösterge<br />

(indeks) ve simge’dir. Görüntüsel göstergenin en<br />

temel özelliği, işaret ettiği nesneyle benzerlik<br />

taşımasıdır. Belirtisel göstergede, göstergenin<br />

nesnesiyle doğrudan varoluşsal ve neden-sonuç<br />

ilişkisine dayalı bağlantısı vardır. Simge’de ise<br />

gösterge ve nesne arasında ne bağlantı ne de<br />

benzerli vardır. Simgenin anlaşılması, toplumsal<br />

uzlaşmaya dayalı olarak gerçekleşir.<br />

Jakobson’un eğretileme (metaphor) ve<br />

düzdeğişmece (metanomi) kavramları, özellikle<br />

görsel metinlerin analizinde kullanılmaktadır.<br />

Eğretileme, bir nesne, bir olay ya da bir olgunun;<br />

başka bir olay ya da olguyla yer değiştirmesidir<br />

ve imge yoğunlukludur. Düzdeğişmece ise, bir<br />

parçanın bütünü temsil etmesidir ve gerçeklik<br />

temsillerinde önemlidir.<br />

Postyapısalcılık, bireyin eylemlerini toplumsal<br />

yapının belirlediğini savunan yapısalcılığa karşı,<br />

bireyin etken eylemliliğini savunur.<br />

Postyapısalcılıktan etkilenen dilbilimsel iletişim<br />

çalışmaları; anlamın metinde olmadığını ve<br />

öznenin metne anlam verdiğini savunur.<br />

Postyapısalcı iletişim çalışmaları, bu bağlamda<br />

“etken izleyici” kavramını geliştirmiştir. Etken<br />

izleyici; medya metinlerini kodlandığı haliyle<br />

okuyabileceği gibi, kodlandığından farklı farklı<br />

kod açımını yapabilen izleyicidir.<br />

Postyapısalcı yaklaşımları iletişim çalışmalarına<br />

taşıyan araştırmacıların önde gelen isimleri Hall,<br />

Morley, Fiske ve bazı feminist araştırmacılardır.<br />

Kültürel Çalışmalar’dan Hall’un “Kodlama<br />

Kodaçma” makalesi, medya metinlerinin<br />

kodlandıkları niyetlerden daha farklı<br />

açımlanabileceğini savunmuştur. Hall, medya<br />

metinlerinin hakim, tartışmalı ve karşıt<br />

okunabileceğini öne sürmüştür. Hakim okuma,<br />

medya metinlerinin kodlandığı niyetle; tartışmalı<br />

okuma, kodlanan niyetlerin bir kısmının kodlanan<br />

niyetle, bir kısmının ise tartışmalı olarak; karşıt<br />

okuma ise kodlanan niyetin karşıtı olarak<br />

okunmasıdır.<br />

Morley’in etken izleyici yaklaşımı, Hall’un<br />

“kodlama kodaçma” çalışmasına dayanır.<br />

Morley’e göre izleyici homojen bir kitle değil,<br />

herbiri kendine özgü tarihsel ve kültürel geleneği<br />

olan, birbirine geçmiş pekçok alt kültür<br />

gruplarının toplamıdır. Morley’in Nationwide ve<br />

Family Television çalışmalarıyla, iletişim<br />

çalışmalarında etnografik yöntem, katılımlı<br />

gözlem ve derinlemesine görüşme teknikleri<br />

kullanılmaya başlanmıştır.<br />

150


Fiske’nin çalışmalarında da izleyicinin medya<br />

metinleri karşısında etken olduğu varsayılır.<br />

Fiske, etken izleyicinin hakim kültüre karşı<br />

“direnç” direnç göstereceği konusunda çok<br />

iyimserdir. Fiske’nin başvurduğu kavramlar;<br />

açık/kapalı metin, yapımcıl metin ve Kristeva’nın<br />

metinlerarasılık kavramıdır. Açık metin,<br />

izleyicinin medya metinlerine karşı farklı<br />

anlamlandırma ve müzakerelere açık olması;<br />

kapalı metin ise, potansiyel anlamların hakim<br />

okuma lehine kapanmasıdır. Yapımcıl metin,<br />

izleyicinin televizyon metinlerinden ürettiği farklı<br />

anlamları işaret eder. Metinlerarasılık kavramı<br />

da; bir metnin hem yazılırken hem de okunurken,<br />

anlamın diğer metinlere başvurularak<br />

oluşturulmasıdır. Aynı tür metinlere<br />

başvurulması yatay metinlerarasılık, farklı tür<br />

metinlere başvurulması ise dikey<br />

metinlerarasılıktır.<br />

Baudrillard postmodern olarak adlandırılan, 1980<br />

sonrası Batı’lı toplumlardaki değişimleri<br />

hipergerçeklik, simülasyon ve simulakra<br />

kavramlarıyla açıklar. Baudrillard’a göre<br />

postmodern dönem, göstergeler çağıdır. Medya<br />

göstergeleri, taklitler ve temsillerle oluşturulan<br />

kod düzeninin adı hipergerçekliktir ve<br />

postmodern dönemde yaşadığımız tek<br />

gerçekliktir. Baudrillard insan ve toplumla ilgili<br />

gerçeklerin, medya uzamı içindeki taklitlerine<br />

simülasyon ve bu simülasyon evrenini de<br />

simulakra olarak kavramsalllaştırır.<br />

151


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Aşağıdakilerden hangisi göstergenin Türkçedeki<br />

bir diğer adıdır?<br />

a. Gösteren<br />

b. Gösterilen<br />

c. Göstergebilim<br />

d. Gönderge<br />

e. İşaret<br />

2. Aşağıdakilerden hangisi göstergebilimde<br />

gösteren ve gösterilen olarak ikiye ayrılan<br />

kavramdır?<br />

a. Gösterge<br />

b. Gönderge<br />

c. Dil<br />

d. Söz<br />

e. Metinlerarasılık<br />

3. Aşağıdakilerden hangisi Levi-Strauss’un ikili<br />

karşıtlığına örnek değildir?<br />

a. Güzel-Çirkin<br />

b. İyi-Kötü<br />

c. Çok-Çokluk<br />

d. Zengin-Yoksul<br />

e. Açlık-Tokluk<br />

4. Aşağıdakilerden hangisi Barthes’ın Fransız<br />

popüler kültürünü, göstergebilimsel yaklaşımla<br />

incelediği çalışmasının adıdır?<br />

a. Göstergebilimin İlkeleri<br />

b. Modanın Sistemi<br />

c. S/Z<br />

d. Metnin Verdiği Haz<br />

e. Mitler<br />

5. Aşağıdakilerden hangisi Barthes’ın göstergebiliminde,<br />

metnin “ideolojik ve mitsel”<br />

anlamıdır?<br />

a. Düzanlam<br />

b. Yananlam<br />

c. Dil dışı gösterge<br />

d. Yazarsıl metin<br />

e. Okurcul metin<br />

152<br />

6. Aşağıdakilerden hangisi Peirce düşüncesinde,<br />

nesnesiyle doğrudan varoluşsal ve neden-sonuç<br />

ilişkisine dayalı bağlantısı olan göstergedir?<br />

a. Görüntüsel gösterge<br />

b. Belirtisel gösterge<br />

c. Dilsel gösterge<br />

d. Dil dışı gösterge<br />

e. Simge<br />

7. Aşağıdakilerden hangisi anlamın özne-metin<br />

ilişkisiyle oluştuğunu ve izleyicinin etkenliğini<br />

savunan, dilbilimsel yaklaşımdır?<br />

a. Feminist Çalışmalar<br />

b. Yapısalcı Dilbilim<br />

c. Postyapısalcı Dilbilim<br />

d. Postmodernizm<br />

e. Frankfurt Okulu<br />

8. Aşağıdaki kavramlardan hangisi Stuart Hall’a<br />

ait bir kavramdır?<br />

a. Düzanlam<br />

b. Yananlam<br />

c. İkon<br />

d. Simge<br />

e. Karşıt okuma<br />

9. Aşağıdaki çalışmalardan hangisi, David<br />

Morley’in iletişim çalışmalarını etnografik<br />

yöntemle tanıştırdığı çalışmasıdır?<br />

a. Family Television (Aile Televizyonu)<br />

b. Simülasyon ve Simülakralar<br />

c. Kodlama Kodaçma<br />

d. Popüler Kültürü Okumak<br />

e. Televizyon Kültürü<br />

10. Aşağıdakilerden hangisi Baudrillard’a göre<br />

kitleleri uyumlu ve “sessiz bir çoğunluk” haline<br />

getiren temel nedenler arasında değildir?<br />

a. Hipergerçeklik<br />

b. Simülasyon<br />

c. Simülakra ağı<br />

d. Ekonomik krizler<br />

e. Medyanın aşırı enformasyon üretmesi


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. e Yanıtınız yanlış ise “Saussure” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. a Yanıtınız yanlış ise “Saussure” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

3. c Yanıtınız yanlış ise “Levi-Strauss” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

4. e Yanıtınız yanlış ise “Barthes” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

5. b Yanıtınız yanlış ise “Barthes” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

6. b Yanıtınız yanlış ise “Peirce” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

7. c Yanıtınız yanlış ise “Postyapısalcılık ve<br />

Medya Metinleri” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

8. e Yanıtınız yanlış ise “Hall ve Çoklu Okuma”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

9. a Yanıtınız yanlış ise “Morley ve Etken<br />

İzleyici” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

10. d Yanıtınız yanlış ise “Baudrillard ve Göstergeler”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

153<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

Gösterge kavramı işaret olarak da isimlendirilir.<br />

Saussure’de gösterge, ses imgesi ve bir kavramı<br />

işaret eden sözcükten oluşur. Saussure,<br />

göstergeyi gösteren (signifier) ve gösterilen<br />

(signified) olarak ikiye ayırır. Gösteren, bir<br />

kavramı işaret eden ses imgesidir. Örneğin kedi<br />

göstergesindeki k–e-d–i harflerinden oluşan ses<br />

gibi. Gösterilen ise, zihnimizde kediyle ilgili<br />

toplum tarafından üzerinde uzlaşılmış imajdır.<br />

Toplumsal uzlaşıya göre kedi isimli hayvan tüylü<br />

ve yumuşaktır ve bizim toplumumuzda “nankör”<br />

olarak da bir imaja sahiptir. Saussure’ün<br />

kullandığı ancak geliştirmediği bir kavram da<br />

gönderge (referent) kavramıdır. Gönderge, kedi<br />

örneğindeki tüylü, yumuşak hayvan yerine daha<br />

farklı anlamların oluşmasıdır: kötü bakışlı<br />

hayvan, tiksinç hayvan, muhteşem güzel hayvan,<br />

vefalı hayvan gibi… Burada gönderge<br />

kavramıyla, bireylerde oluşan farklı anlamlar<br />

ifade edilmektedir. Gönderge kavramı daha yakın<br />

zamanlarda postyapısalcı çalışmalar tarafından<br />

geliştirilmiştir ve farklı okumalara işaret<br />

etmektedir.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Barthes, Balzac’ın “Sarrazine” adlı öyküsünü<br />

incelediği “S/Z” (1970) isimli çalışmasında, her<br />

metnin okunmasını bir üretim etkinliği olarak<br />

görür ve okurcul metinler ve yazarsıl metinler<br />

ayrımını yapar. Okurcul metinler daha pasif<br />

alımlanan, metnin kodlayıcının niyeti<br />

doğrultusunda anlamlandırıdığı, görece kapalı<br />

metinlerdir. Yazarsıl metinler ise, okurun metni<br />

tekrardan yazdığı, kodlanan niyetin dışında da<br />

anlamlandırabildiği, metne katılabildiği açık<br />

metinlerdir. Barthes, Balzac’ın özgün metninden<br />

yola çıkarak Sarrazine öyküsünü yeniden<br />

yorumlamış ve tipik bir yazarsıl metin üretimi<br />

yapmıştır. Barthes S/Z çalışmasında, okurun<br />

metni yeniden oluşturarak okuması gündeme<br />

geldiği için, bu çalışmanın, izleyiciyi etken kabul<br />

eden postyapısalcılığın izlerini taşıdığı kabul<br />

gören bir tespittir.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Peirce’e göre üç çeşit gösterge vardır. Bunlar:<br />

Görüntüsel gösterge (ikon), belirtisel gösterge<br />

(indeks) ve simgedir. Görüntüsel gösterge, işaret<br />

ettiği nesnesiyle benzerlik taşır. Belirtisel<br />

göstergede, göstergenin nesnesiyle doğrudan<br />

varoluşsal ve neden-sonuç ilişkisine dayalı


ağlantısı vardır. Simge’de ise, gösterge ve nesne<br />

arasında ne bağlantı ne de benzerlik vardır.<br />

Simgenin anlaşılmasını sağlayan tek neden,<br />

simgenin yerine geçtiği nesne ya da canlıyı<br />

nitelemesi konusunda, toplumların üstünde<br />

anlaşmış olmalarıdır.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Fiske’ye göre (1996) mitler, düzdeğişmeceli<br />

olarak işlerler. Çünkü bir gösterge, miti oluşturan<br />

kavramlar zincirinin geri kalanını inşa etmemiz<br />

için bizi uyarır. Tıpkı bir düzdeğişmeceli<br />

göstergenin, parçası olduğu bütünü inşa etmemiz<br />

için bizi uyarması gibi. Bu bağlamda Fiske, haber<br />

görsellerinin de düzdeğişmeceler dikkate alınarak<br />

okunmasını önerir. Çünkü haber görselleri de<br />

gerçekliğin bir parçasını sunarlar ve biz sunulan<br />

parça ile bütüne ulaşırız. Haberlerle ilgili yazılı<br />

ve görsel metinler öncelikle hakim haber<br />

değerleri açısından inşa edilirler: haberin seçkin<br />

kişilerle ilgili olması, olumsuz olması, güncel<br />

olması ve şaşırtıcı olması gibi. Haber<br />

metinlerinin ikinci ölçüt dizgesi; kültürel<br />

değerler, ideolojiler ve mitlerdir. Bu dizgede<br />

seçilen parçalar (temsiller), tercih edilmiş bir<br />

gerçekliğin parçalarıdır (düzdeğişmeceleridir).<br />

Sıra Sizde 5<br />

Morley’in Nationwide ve Family Television<br />

çalışmalarıyla, iletişim çalışmalarında etnografik<br />

yöntem, katılımlı gözlem ve derinlemesine<br />

görüşme teknikleri kullanılmaya başlanmıştır.<br />

Etnografik yöntem ve katılımcı gözlem tekniği ile<br />

izleyicinin ortamı (medya ürünlerini tükettiği) ve<br />

ortamdaki diğer insanlarla etkileşimi gündeme<br />

gelmiştir. Diğer yandan Morley’in izleyici<br />

araştırmaları, medya metinlerinin sadece tüketim<br />

aşamasına yoğunlaşıp, bu tüketimin üretimle<br />

ilişkisini kurmadığı için eleştirilmiştir.<br />

Sıra Sizde 6<br />

Anlamın metnin kendisinde oluştuğunu savunan<br />

yapısalcı dilbilimden farklı olarak, anlamın öznemetin<br />

ilişkisi ile kurulabileceğini savunan<br />

postyapısalcı dilbilim çalışmaları, “etken<br />

izleyici” kavramının oluşması için bir temel<br />

hazırlamıştır. Önceki bölümde değinildiği gibi<br />

Barthes’ın S/Z çalışması, “okurcul metinler” ve<br />

“yazarsıl metinler” ayrımıyla bu yoldaki diğer bir<br />

kilometre taşıdır. İletişim çalışmalarında etken<br />

izleyici konusunda, önde gelen isimler; Hall,<br />

Morley ve Fiske’dir<br />

Sıra Sizde 7<br />

Baudrillard’ın hipergerçeklik, simülasyon ve<br />

simülakra kavramları 1990 Körfez Savaşı örneği<br />

ile daha iyi anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi 1990<br />

Körfez Savaşı tüm dünyaya, ABD kökenli CNN<br />

International televizyon kanalı tarafından aşırı<br />

örtük bir şekilde ve bir video oyuna benzer bir<br />

temsille sunulmuştu. Televizyonda savaş sürekli<br />

olarak karanlığı delen ışıklar ve teknoloji harikası<br />

bir oyun olarak aktarılmıştı. Bu video oyun gibi<br />

sunulan savaş görüntüleri arasında ölen ya da<br />

yaralanan insanlar yoktu (oysa çok sonraları<br />

ortaya yanarak ölen insan fotoğrafları çıkmıştı).<br />

Savaş görsel bir imaj (simülasyon) olarak<br />

televizyondan evlerimize ulaştığı için, “çayımız,<br />

kahvemiz, kolamız ve cipsimiz eşliğinde<br />

izlediğimiz bir “hipergerçeklik” haline gelmişti.<br />

Savaşın ‘gerçekliği’ bir simülakra ağı (video<br />

oyun şeklindeki imajlar çokluğu) içinde bize<br />

ulaştığı için, bir hipergerçektir.<br />

Yararlanılan Kaynaklar<br />

Barthes, R. (1990). Çağdaş Söylenler. Çev: T.<br />

Yücel. İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.<br />

Barthes, R. (1979). Göstergebilim İlkeleri. Çev:<br />

B. Vardar ve M. Rifat. Ankara: Kültür Bakanlığı<br />

Yayınları.<br />

Baudrillard, J. (1997). Tüketim Toplumu. Çev:<br />

H. Deliceçaylı ve F. Keskin. İstanbul: Ayrıntı<br />

Yayınları.<br />

Baudrillard, J. (1998). Simülakralar ve<br />

Simülasyon. Çev: O Adanır. İzmir: Dokuz Eylül<br />

Yayınlaru.<br />

Bauman, Z. (2000). Postmodernlik ve<br />

Hoşnutsuzlukları. Çev: İ. Türkmen. İstanbul:<br />

Ayrıntı.<br />

Cangöz, İ. (2000). “Bir İzleyici Araştırması<br />

Uygulama Çabası Örnek Olay: Arena”, İletişim<br />

(8), 53-92.<br />

Chapman, S. (1986). Great Expectorations:<br />

Advertising and the Tobacco Industry.<br />

London: Comedia.<br />

Chapman, S. ve Egger, G. (1983). “Myth in<br />

Cigarette Advertising and Health Promotion”,<br />

Language, Image, Media. Der: H. Davis ve P.<br />

Walton. London: Basil Blackwell.<br />

Coward, R. ve Ellis, J. (1985). Dil ve<br />

Maddecilik: Semiyolojideki Gelişmeler ve<br />

Özne Teorisi. Çev: E. Tarım, İstanbul: İletişim.<br />

154


Culler, J. (1985). Saussure. Çev: N. Akbulut.<br />

İstanbul: Afa Yayınları.<br />

Dağtaş, B. (2003). Reklamı Okumak. Ankara:<br />

Ütopya Yayınları.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki<br />

Kuram. Ankara: Erk Yayınevi.<br />

Fiske, J. (1996). İletişim Araştırmalarına Giriş.<br />

Çev: S. İrvan. Ankara: Ark Yayınevi.<br />

Hall, S. (1980). “Encoding/Decoding”, Culture,<br />

Media and Language: Working Papers in<br />

Cultural Studies 1972-79, London: Hutchinson,<br />

ss. 128-138.<br />

İnal, A. (1996). Haberi Okumak. İstanbul:<br />

Temuçin.<br />

Rifat, M. (1990). Dilbilim ve Göstergebilimin<br />

Çağdaş Kuramları. İstanbul: Düzlem Yayınları.<br />

Stevenson, N. (2008). Medya Kültürleri Sosyal<br />

Teori ve Kitle İletişimi. Çev: G. Orhon ve B.E.<br />

Aksoy. Ankara: Ütopya.<br />

Şaylan, G. (2002). Postmodernizm. 2. Baskı.<br />

Ankara: İmge Yayınevi.<br />

Özbek, M. (2006). Popüler Kültür ve Orhan<br />

Gencebay Arabeski. 7. Baskı. İstanbul: İletişim<br />

Yayınları.<br />

Özer, Ö. ve Dağtaş, E. (2011). Popüler<br />

Kültürün Hakimiyeti. Konya: Literatürk<br />

Yayınları.<br />

Yaylagül, L. (2006). Kitle İletişim Kuramları.<br />

Ankara: Dipnot Yayınları.<br />

155


7<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

İletişim alanındaki eleştirel yaklaşımları tanımlayabilecek,<br />

Siyasal ekonomi yaklaşımını açıklayabilecek,<br />

Frankfurt Okulu’nu ve eleştirel kuramı açıklayabilecek,<br />

Medya, propaganda ve kültürel emperyalizm arasındaki ilişkileri betimleyebilecek,<br />

Medya alanındaki eşitsizlik, sahiplik ve yoğunlaşma konularını açıklayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Siyasal Ekonomi<br />

Frankfurt Okulu<br />

Eleştirel Kuram<br />

Kültür Endüstrisi<br />

Bilinç Endüstrisi<br />

Kültürel Emperyalizm<br />

Propaganda Modeli<br />

Medyada Sahiplik Yapısı<br />

İngiliz Kültürel Okulu<br />

Elektronik Sömürgecilik<br />

İçindekiler<br />

Giriş<br />

Siyasal Ekonomi Yaklaşımı<br />

Kültürel Emperyalizm<br />

Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi<br />

Diğer Eleştirel Yaklaşımlar<br />

156


Eleştirel Yaklaşımlar<br />

GİRİŞ<br />

Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişimini anlama ve incelemede anaakım yaklaşımlardan farklı seçenekler<br />

sunan çok sayıda çalışmayı içerir. Kitle iletişimiyle ilgili araştırmalarda; pozitivist, deneysel, davranışçı,<br />

yapısal-işlevselci yönelimlerle belirlenen anaakım iletişim çalışmalarının toplumsal olguları soyutlayan,<br />

var olan sistemin dengesini sürdürme yollarını araştıran mantığına ve hipotezlerine karşı gelişen<br />

araştırmaların bütününe “eleştirel yaklaşımlar” adı verilmektedir.<br />

Eleştirel araştırmalar deyimi, iletişim alanında ilk kez Paul F. Lazarsfeld tarafından 1941’de iletişim<br />

kurumlarının taleplerini ön plana alan “yönetsel çalışmalar”dan farklı bir yaklaşımı, çalışmalarını<br />

ABD’de sürdürmek zorunda Frankfurt Okulu üyelerinin araştırmalarını tanımlamak için kullanılmıştır.<br />

İletişim alanındaki eleştirel yaklaşımların ortak noktası, tüm toplumsal ilişkilerin ve iletişim<br />

ilişkilerinin aynı zamanda iktidar ilişkileri olduğu; bu iktidar ilişkilerinin de karmaşık bir toplumsal<br />

sistemde tahakküm (baskı, zorbalık, hükmetme) biçimini aldığı varsayımıdır. Eleştirel yaklaşımlar<br />

“toplumsal bütünleşme”yi “toplumsal denetim” olarak yeniden tanımlarlar. Ancak toplumsal denetimin<br />

aldığı biçimler ve tahakküm ilişkileri konusunda birbirinden farklı açıklamaları benimserler.<br />

Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişiminin ulusal ve uluslararası bağlamlardaki siyasal ekonomisinden<br />

egemen ideolojiler ve bilinç yönetimi ilişkisine kadar çeşitlenen geniş bir araştırma alanını kapsar.<br />

Pozitivist-deneyci yaklaşımlarla belirlenen anaakım kuramlarını eleştiren bu yaklaşımların çıkış noktası,<br />

büyük oranda Karl H. Marx’ın görüşleridir.<br />

1818-1883 yılları arasında yaşamış olan Karl Heinrich Marx,<br />

komünizmin kuramsal kurucusu olarak bilinir. Yahudi bir ailenin oğlu olarak Almanya’da<br />

doğmuş, Fransa ve Belçika yıllarının ardından iltica ettiği İngiltere’de ölmüştür. En<br />

önemli eseri “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” alt başlığını taşıyan “Das Kapital” olarak<br />

gösterilebilir.<br />

Marksist ekol (okul), iletişim olgusunu “kaynak-ileti-alıcı” çizgisel modelinden farklı olarak ele alır.<br />

Anaakım kuramlar için büyük önem taşıyan etki konusu, eleştirel yaklaşımlarda ideolojik egemenlik ve<br />

mücadele, bilinç yönetimi ve sahte-bilinç biçiminde incelenir. İletişim, insan etkinliklerinin ayrılmaz bir<br />

parçası olarak; insanın kendini ve toplumunu üretmesinin zorunlu bir koşulu olarak görülür.<br />

Marx’a göre her toplumda “ekonomik temel ya da altyapı” ve “üstyapı” ayırt edilir. Altyapı, üretim<br />

güçleri ve üretim ilişkilerinden oluştur. Üstyapıda ise yasal ve siyasal kurumlar, düşünme biçimi,<br />

ideolojiler ve felsefeler birlikte yer alır. Tarihsel hareketin gücü, evrimin belirli anlarında üretim güçleri<br />

ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Marx’a göre, toplumsal yaşamın temelini üretim süreci<br />

oluşturur. Üretim sürecinin temel ögesi işgücüdür. İşgücünün temel amacı ise doğal kaynakları ya da<br />

hammaddeleri işleyerek yaşamın temel gereksinmelerini üretmektir. Üretim sürecinde kullanılan<br />

hammadde ve doğal kaynaklarla araç ve gereçler de üretim araçlarını oluştururlar. İşgücü ve üretim<br />

araçları da toplumun üretim güçlerini oluştururlar. Üretim güçleri, üretim sürecinin yalnızca bir yanıdır.<br />

Öteki yanı da üretim ilişkileridir. Üretim ilişkileri, üretim süreci sırasında, toplumun bireyleri arasında,<br />

mülkiyet ilişkileri çerçevesinde gelişen toplumsal ilişkileri kapsar. Çünkü üretim, şu ya da bu biçimde bir<br />

157


mülkiyet ilişkisine dayalı olarak yürütülür. Üretim araçları mülkiyetinin de toplum bireyleri arasındaki<br />

dağılımı, toplumda üretilen mal ve hizmetlere el konuluş biçimini, bir başka deyişle, üretilen mal ve<br />

hizmetlerin bölüşümünü belirler. Böylelikle, sınıflar ve sınıf ilişkileri oluşur. Üretim ilişkileri ve üretim<br />

güçleri bir bütün olarak toplumdaki üretim biçimini belirlerler. Üretim tarzı da bir altyapı kurumu olarak,<br />

topulumun siyasal ve ideolojik üstyapılarıyla, söz konusu üstyapıların kurumsal düzeydeki<br />

örgütlenmelerini belirler. Üretim biçimi ile belirlediği üstyapı kurumu sosyo-ekonomik oluşumu meydana<br />

getirir. Kapitalist sosyo-ekonomik oluşumda proletarya işgücünü oluşturur. Burjuvazi de üretim<br />

araçlarının mülkiyetine sahiptir. Üretim sürecinde çalıştırdığı proletaryanın ürettiği mal ve hizmetlerin<br />

büyük bir bölümüne el koyar, bir kısmını da emeği karşılığında, ancak işçilerin yalnızca temel<br />

gereksinimlerini karşılayacak ve yaşamlarını sürdürmeye yetecek miktarda, ücret olarak proletaryaya<br />

öder. Artı değerin burjuvazinin el koyduğu bölümü de sermaye birikiminin, burjuvazinin tüketiminin ve<br />

yatırımının kaynağıdır.<br />

Marx, kapitalizme işin zorunlu, yabancılaşmış, anlamsızlaştırılmış hale getirilmesi nedeniyle<br />

eleştiriler yöneltir. Genel olarak “yabancılaşma” kavramıyla anlatılmak istenen; insanların birbirinden ya<br />

da içinde bulunduğu ortam ya da zamandan uzaklaşmalarıdır. Ona göre yabancılaşmış bir insan hayatı,<br />

insanın özüne aykırı, doğasına uygun düşmeyen bir yaşam biçimidir. “Yabancılaşma” maddi alanda ya da<br />

duygu ve düşünce alanında olabilir. Örneğin iş ve emek yabancılaşmıştır; çünkü insanlar köleleşmiştir,<br />

sömürülmektedir. Ücret artışı kölelerin ödüllendirilmesinden başka bir şey değildir. İnsanlar (burjuvazi,<br />

üst sınıf, seçkinler, alt sınıf, işçi sınıfı, köylüler, köleler gibi) toplumsal sınıfların varlığı nedeniyle;<br />

rekabet olgusu nedeniyle yabancılaşmıştır. Öte yandan insan emeğinin doğanın üstündeki etkisiyle oluşan<br />

ürünler de insana yabancılaşmıştır. Para üreticilerin yaşamına egemendir. Kapital (sermaye), üretim<br />

araçlarını gerçek yaratıcılardan ayırıp, onlara yabancılaştırarak topluma kendi yasalarını zorla kabul<br />

ettirir. Toplumsal yabancılaşmanın bir başka görünümü ise her türden fetişizmdir. Modern kapitalist<br />

toplum, teknolojiye çok değer verir ve teknolojinin ürünlerine tapar. Saygı ve değer, teknolojinin ürettiği<br />

nesnelere sunulur. İnsanlar birbirlerini değeri olmayan makine ya da araçlar gibi görürken makineler<br />

adeta putlaştırılır, tanrılaştırılır.<br />

Marx’a göre egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir. Başka bir deyişle her<br />

tarihsel dönemde toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi<br />

üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretimin araçlarını da elinde<br />

bulundurur. Bu araçlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki; zihinsel üretim araçlarına sahip<br />

olmayanların düşünceleri de bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler ise egemen maddi<br />

ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir. Marx’a göre maddi üretime sahip olan veya üretimi<br />

denetleyen sınıf, aynı zamanda düşünsel üretimi de denetler. Örneğin herkes düşüncesini açıklama<br />

özgürlüğüne sahiptir; fakat bunu ancak dağıtım araçlarına ve olanaklarına sahip olanlar kullanabilir. Bu<br />

nedenle Marx, düşünceyi açıklama özgürlüğünü; özellikle basın özgürlüğünü “mülkiyet özgürlüğü”<br />

olarak niteler. Üretim araçlarına sahip egemen sınıfın düşünceleri o dönemin egemen düşünceleri olur ve<br />

düşünsel üretim araçlarından yoksun olanlar bu egemenliğin altına girerler.<br />

Marx’a göre eski egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amaçlarına ulaşmak için kendi çıkarlarını<br />

toplumdaki herkesin çıkarları olarak sunmak zorundadır. Bu nedenle çıkarlarını düşünceler halinde<br />

açıklarken bu düşünceleri tek akılcı ve geçerli olan düşünceler olarak gösterir. Devlet de kendini<br />

toplumsal çatışmaların ötesinde bağımsız bir varlık gibi sunar. Oysa devlet, toplumun zenginliğini<br />

denetim altında bulunduran egemen sınıf tarafından kullanılan bir araçtır. Devletin tüm öğe ve birimleri<br />

de egemen sınıfın iktidarını sürdürebilmesi için ayarlanmıştır.<br />

Yukarıda özetlenen görüşler altında biçimlenen eleştirel yaklaşımların kitle iletişimine bakışı temel<br />

olarak iki yönde gelişmiştir. Birincisi, siyasal ekonomi yaklaşımıdır. İletişim araştırmalarında temel<br />

eleştirel yaklaşımlardan biri olan bu yaklaşım, maddi üretim ve ilişkilere ağırlık vererek kitle iletişiminin<br />

kapitalist ülkelerde gelişmesini iletişimin üretimi bağlamında ele alır. Siyasal ekonomi yaklaşımı,<br />

toplumdaki iletişim olgusunu üretim biçimi ve üretim ilişkileri bağlamında anlamaya çalışır. İletişim<br />

süreci, kitle iletişim araçları ve örgütleri ile bu araçların içerikleri siyasal ekonomik bakımdan tanımlanır.<br />

Kitle iletişim araçları endüstrilerinde görülen sahiplikteki yoğunlaşma ve tekelleşmeler, bu yaklaşımı<br />

benimseyen çalışmaların ana konularını oluşturur.<br />

158


İkincisi, kültürel ve ideolojik alana ağırlık veren yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar Marx’ın düşünce,<br />

ideoloji ve bilincin üretimi konusundaki düşüncelerinden kaynaklanır. Söz konusu yaklaşımlar, başlarda<br />

ideoloji ile üretim ilişkileri arasında bağ kurarak kültür endüstrilerinin yapılarıyla ideolojik egemenliği<br />

ilişkilendirmişlerdir. Bu yaklaşımlar literatürde genel olarak “eleştirel okul” adıyla bilinmektedir.<br />

“Eleştirel okul” denince ilk akla gelen ise Frankfurt Okulu’dur. Frankfurt Okulu düşünürleri daha çok<br />

kültür ve modernizm sorunlarına yoğunlaşmışlar ve Marksist toplum kuramını varoluşçuluk ve<br />

psikanalizle tamamlamaya çalışmışlardır.<br />

Eleştirel gelenek içinde otoritenin doğası gereği tehlikeli ve baskıcı olduğuna inanan ve proletarya<br />

diktatörlüğünün otoriter yönlerine karşı oldukları için Marksistlerden ayrılan düşünür ve araştırmacılar da<br />

yer almaktadır. Kapitalist sistem eleştirilerini daha çok otoriterlik karşıtlığına dayandıran çok sayıdaki<br />

farklı eleştirel yaklaşımlar bu ünitede “diğer eleştirel yaklaşımlar” başlığı altında ele alınabilir. Bu başlık<br />

altında toplanabilecek kültürel çalışmalar, eleştirel yapısalcılık, çatışma kuramı, sembolik etkileşimcilik,<br />

post-Marksizm, anarko-liberteryenizm, araçsalcılık, vb. yaklaşımların ortak noktası, tüm toplumsal<br />

ilişkilerin ve iletişim ilişkilerinin iktidar (erk) ilişkileri olduğu, otoritenin olduğu yerde özgürlüğün<br />

olmadığıdır. Bu yaklaşımlar daha çok düşünsel üretim, dil, ideoloji, hegemonya gibi konular üzerinde<br />

yoğunlaşırlar.<br />

İletişim alanındaki eleştirel yaklaşımlar konusunda ayrıntılı bilgi<br />

edinmek için İrfan Erdoğan ve Korkmaz Alemdar’ın “Öteki Kuram” (2010) adlı kitabını<br />

okuyabilirsiniz.<br />

SİYASAL EKONOMİ YAKLAŞIMI<br />

“Ekonomi politik” olarak da anılan “siyasal ekonomi”, “ekonomi” disiplininin 19. yüzyılın sonunda<br />

çıkmasından önce ekonomiyi inceleyen disiplindir. Siyasal ekonomi en geniş anlamıyla insan<br />

toplumlarında temel maddi gereksinimlerin üretim ve değiş tokuşunu yöneten yasaları inceleyen bir bilim<br />

dalıdır. Bu yasalar evrensel bir değişmezliğe sahip değildir, tam tersine ülkelere ve tarihin dönemlerine<br />

göre değişir. Siyasal ekonomi, kaynakların tahsisinde, üretiminde ve dağıtımında örgütlenmiş iktidarın<br />

nasıl baskın çıktığını; sivil toplumun örgütlenmesini ve toplumsal eşitsizliklerin yönetimini inceler.<br />

“Siyasal ekonomi” kavramının ilk kez 1611’de Louis de Mayerne-Turquet’nin çalışmasında “egemen<br />

devletin yurttaşları karşısındaki görevleriyle ilişkili” olarak kullanıldığı bilinmektedir. 18. yüzyılın ikinci<br />

yarısından sonra ise “devlet-sivil toplum” ayrımı ortaya çıkmış ve ekonomi “sivil topluma özgü bir iş”<br />

olarak görülmeye başlanmıştır.<br />

Siyasal ekonominin bir bilim olarak daha kesin ifadelerine ise fizyokratlarda rastlanır. 18. Yüzyıldaki<br />

fizyokratlar, tarım emeğinin üretici emek olduğunu ve yalnızca bu emeğin değeri yarattığını ileri<br />

sürmüşlerdir. Onların görüşleriyle birlikte siyasal ekonomi kitaplarının temel ilgi alanı üretim ve bölüşüm<br />

konusuna kaymıştır.<br />

Siyasal ekonomi bir bilim dalı olarak Adam Smith ile birlikte yerleşmiştir. Kavram, 1700’lü yılların<br />

ikinci yarısında hem bir “ekonomi kuramı”nı hem de “ekonomi politikası”nı ifade etmeye başlamıştır.<br />

Adam Smith ve David Ricardo ile birlikte temellendirici bir ilke olan değer sorunsalı yanında üretim ve<br />

bölüşüm siyasal ekonominin içeriğine egemen olmuştur.<br />

1723-1790 yılları arasında yaşamış olan İskoç filozof Adam Smith,<br />

ahlak felsefesi profesörü olarak ekonomik açıklamalarda bulunmuştur. Fiyat, rant ve<br />

emek teorileriyle bilinen, liberal / kapitalist ekonominin babası sayılan Smith’in en çok<br />

tanınan eseri “Ulusların Zenginliği” adını taşır.<br />

Bugün bir toplumsal bilim dalı olarak adlandırılan “ekonomi” 19. yüzyılın ortalarına kadar kullanılan<br />

bir kavram olmamıştır. Ancak o yıllarda kullanılan “siyasal ekonomi” kavramı rahatsız edici gelmeye<br />

başlayınca onun yerine ekonomi kavramı kullanılmaya başlamıştır. Siyasal ekonomi kavramının rahatsız<br />

159


edici hale gelmesinin başlıca nedeni “siyasal” sözcüğünden kaynaklanmıştır; çünkü siyasal çıkarlar<br />

genellikle bir ulusun bir kısmının ya da belli kısımlarının çıkarları anlamına gelmektedir. Bu nedenle bir<br />

bilimin adı olarak “siyasal ekonomi” deyimi ulusun bütününün çıkarlarını ima ve telkin etmediği<br />

gerekçesiyle ve zamanla ekonomi kavramıyla yer değiştirmiştir. 1920’lere gelindiğinde yaygın olarak<br />

“ekonomi” kavramı kullanılır hale gelmiştir.<br />

Karl Marx ve Friedrich Engels’in “siyasal ekonomi” kavramlaştırması ise hem Smith ve Ricardo gibi<br />

klasik iktisatçılardan hem de sonraki kavramlaştırmalardan farklıdır. Klasik siyasal ekonomi yaklaşımı,<br />

emeği ekonomik değerin kaynağı olarak düşünen bir kurama dayanır. Marksist düşüncedeki siyasal<br />

ekonomistler ise kapitalist sistemde üretilen ekonomik değerin temelinin; bir başka deyişle “kâr”ın<br />

kaynağının emeğin sömürüsüne dayandığını belirtirler. Marx’ın temel eseri Kapital’in alt başlığı<br />

“Ekonomi Politiğin Eleştirisi” adını taşır. Marx, kitabının önsözünde amacının “modern toplumun<br />

ekonomik hareket yasasını ortaya çıkarmak” olduğu belirtir. Engels de bu kitap için yazmış olduğu bir<br />

tanıtım yazısında siyasal ekonominin “çağdaş burjuva toplumunun kuramsal çözümlemesi” olduğunu<br />

ifade eder.<br />

Ekonomik temel/üstyapı modelini kullanan siyasal ekonomi yaklaşımının ana hatları Marx’ın Alman<br />

İdeolojisi’ndeki ekonomi ve zihinsel üretim arasındaki temel ve üstyapı arasındaki karmaşık bağların,<br />

maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf ile zihinsel üretim ve dağıtım arasındaki ilişkinin araştırılmasına<br />

dayanır. Marx’ın bu görüşlerinden çıkan bir ideoloji kavramına dayanan siyasal ekonomi yaklaşımı, kitle<br />

iletişim araçlarının kendilerini denetleyen ve sahipliğini elinde bulunduran sınıfların çıkarlarını<br />

meşrulaştıran bir yanlış bilinç ürettiğini ve bunu yaydığını ileri sürer.<br />

İletişim alanındaki siyasal ekonomik yaklaşımlar, genel olarak ulusal ve uluslararası olmak üzere iki<br />

alt bölümde de sınıflandırılabilir: (1) Ulusal siyasal ekonomi konularına eğilen yaklaşımlar, kapitalist<br />

iletişim sistemini ve etkinliklerini incelerler. Bu yaklaşımlar iletişim konusunda sosyo-ekonomik yapıya<br />

öncelik verirler. Bu bağlamda iletişim kurumlarının ekonomik yapısı, pazar ilişkileri, pazarın denetimi,<br />

tekelleşme, iletişim ürünlerinin üretimi ve dağıtımındaki ilişkiler, üretim biçiminin yapısı, iletişim<br />

alanında çalışanların örgütsel yapı içindeki yerleri, medya kuruluşlarının sahiplik yapısı gibi konuları<br />

araştırırlar. (2) Uluslararası ekonomik düzeni temel alan siyasal ekonomi yaklaşımları ise emperyalizm ya<br />

da yeni sömürgeciliğin genel iletişim yapısını incelerler. Bu yaklaşımla yapılan araştırmalar, iletişimle<br />

ilgili kurumsal ve teknolojik yapılarla ürünlerin ve ideolojilerin uluslar arasındaki transferi gibi konulara<br />

eğilirler.<br />

1960’lardan sonra dünyadaki siyasal atmosferde solun önem kazanmasıyla birlikte iletişim<br />

araştırmalarında da siyasal ekonomi yaklaşımı ağırlık kazanmıştır. Belli tarihsel üretim biçimlerine eğilen<br />

ve farklı üretim örgütlenmelerinin farklı dağıtım/bölüşüm kalıpları üreteceğini vurgulayan bu çalışmalar,<br />

daha çok kitle iletişim araçlarının örgütleri içindeki denetim yapılarını, denetimin dinamiğini, pazar<br />

baskısını, kültürün endüstrileşmesini ve kültürel egemenliği incelemişlerdir.<br />

1970’li yıllar ise haber üretimini yöneten endüstriyel mekanizmalar, kitle kültürü, uluslararası akış ve<br />

iletişim dengesizlikleri açısından tarihsel bir dönüm noktasıdır. 1960’lardan itibaren uluslararası arenada<br />

bağımsızlıklarına kavuşan eski sömürge devletleri, daha önceki sömürgeci ülkelerin kurdukları sömürgeci<br />

iletişim düzenine karşı savaş açmışlardır. Dolayısıyla iletişim araştırmaları 1970’lerden itibaren iletişimin<br />

uluslararası boyutuna değinmeye başlamıştır.<br />

Bu çerçevede anaakım iletişim kuramları, eski sömürge devletleriyle sömürgeci devletler arasındaki<br />

uluslararası ilişkileri, kalkınma, modernleşme kuramlarıyla değerlendirirken, Marksist yönelimli<br />

yaklaşımlar bu süreci kültürel bağımlılık, yeni sömürgecilik, kültürel emperyalizm gibi kavramlarla<br />

anlamlandırmışlardır. Bu araştırmalar, sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçiş ve bu geçişteki siyasal<br />

ve ekonomik yapı transferi ile teknoloji ve ürün transferinin bilinç üzerindeki etkilerine eğilmişlerdir. Bu<br />

arada ülkeler arasındaki ekonomik ve siyasal eşitsizlikler de kapitalizmi hedef alan kültürel emperyalizm<br />

söylemlerini güçlendirici bir etki yaratmıştır.<br />

Daha sonraları ise Murdock, Golding, Elliot ve Curran gibi araştırmacılar, ekonomik oluşumları ve<br />

süreçleri, sahiplik ve denetim konularına eğilerek incelediler. Murdock ve Golding, kapitalist<br />

ekonomilerde kitle iletişimi denetiminin iki düzeyde, kaynaklar ve işlemler düzeyinde olduğunu<br />

160


elirttiler. Kaynak denetimi genel politika ve stratejinin belirlenmesini, genişleme kararlarını, yatırım<br />

parçalarının nasıl ve ne zaman satılacağı veya işçilerin işlerine son verme kararlarını, temel finans<br />

politikasının geliştirilmesini ve kârların dağıtımı üzerindeki denetimi içerir. İşlem denetimi ise sağlanan<br />

kaynakların etkili kullanılması hakkındaki kararları ve belirlenmiş politikaların uygulanmasını kapsar.<br />

Murdock, şirketlerde ekonomik sahipliğin yalnızca en çok payı olan grubun büyüklüğüne değil, aynı<br />

zamanda, öteki oy veren pay sahiplerinin dağılımına ve birlikte davranma güçlerine de bağlı olduğunu<br />

belirtir. Dolayısıyla denetimin çözümlenmesi pay sahipleri arasında değişen güç dengesini de göz önüne<br />

alan dinamik bir bakış açısını gerektirir.<br />

Medya kuruluşları üzerindeki sahiplik denetiminin çözümlenmesi için<br />

hangi unsurların göz önünde tutulması gerekir?<br />

Sonuç olarak siyasal ekonomik yaklaşımda, küresel kapitalist piyasa ekonomisinin oluşturduğu dünya<br />

sistemi içinde Batı’nın insani ve doğal kaynakları egemenliği altına alması sonucunda üçüncü dünya<br />

ülkelerinin siyasal ekonomik gelişmelerinin engellenmesi, çok uluslu şirketlerin ekonomik ve siyasi<br />

üstünlükleri, medya kurumlarının sahiplik ve denetim mekanizmaları, dünya ticaret sisteminin bir uzantısı<br />

olan medya emperyalizmi konu edilir. Bir üst yapı kurumu olan siyasetin kapitalist yapılanma içinde güç<br />

odaklarına ve özellikle en önemli güç merkezi haline gelen medyaya eklemlenmesi ve bunun yarattığı<br />

etki ve yönelimler, siyasal-ekonomik eleştirel yaklaşımın en yoğun eleştiri alanıdır.<br />

Siyasal ekonomi yaklaşımı, kitle iletişim araçlarının hem “meta üretimi” ve değiş tokuşunda “artıdeğer”<br />

yaratıcıları olarak doğrudan bir rolü olduğunu hem de reklamcılık yoluyla meta üretiminin diğer<br />

kesimlerinde artı-değer üreterek dolaylı bir rol oynadığını gösterir. Bir mal yalnızca kullanım amacıyla<br />

değil de başka bir ürünle değiştirme ya da satma amacıyla üretiliyorsa “meta” olur. Kapitalizm bir meta<br />

üretimi sistemidir ve doğası gereği her şeyi metalaştırır. Üretilen malın fiyatı ile bu malın üretimi için<br />

ödenen ücret arasındaki fark ise artı-değerdir. Kitle iletişim araçları da doğrudan meta üretirler ve bu<br />

üretim sırasında artı-değer yaratırlar. Kitle iletişim araçları metaların reklamını yaparak da dolaylı olarak<br />

başka alanlardaki meta üretiminde artı-değer yaratırlar.<br />

Klasik siyasal ekonomi yaklaşımı ile eleştirel siyasal ekonomi yakla<br />

şımının birbirine karıştırılmaması gerekir. Klasik siyasal ekonomi tekelci yapıyı<br />

küreselleşme olgusu ile doğallaştırırken, eleştirel siyasal ekonomi pazar yapısının<br />

işleyişindeki bozuklukları ve eşitsizlikleri temel alarak, bunların nasıl değiştirileceği<br />

konusuyla ilgilenir.<br />

Eleştirel Siyasal Ekonomi<br />

İletişimi ele alan siyasal ekonomi yaklaşımlarına bakıldığında tek bir araştırma çizgisi olmadığı görülür.<br />

Bu çalışmalardan bazıları, ekonomik ilişkilerin ve yapılanmaların somut çözümlemelerinden başlayarak,<br />

bu ilişkilerin ve dinamiklerin kültürel üretim sürecini ve sonuçlarını belirleme yollarına uzanan bir çizgiyi<br />

izler. Bazıları ise kültürel yapıların biçim ve içeriğini incelemekle başlar ve bunların ekonomik temelini<br />

soruşturmakla sonuçlanarak temele doğru gider. Peter Golding ve Graham Murdock’un çalışmalarında<br />

özetlenen eleştirel siyasal ekonomi yaklaşımı ise eleştirel gelenek içerisinde iki farklı yaklaşım olan<br />

“siyasal ekonomi” ve “kültürel çalışmalar” arasındaki bir birleştirme çabası olarak görülür.<br />

Eleştirel siyasal ekonomi, incelediği konulara ilişkin gerçekçi bir kavrayışı varsayar. Bir başka deyişle<br />

çalışırken kullandığı kuramsal yapılar, olayları, iç yüzünü ve temelindeki nedenleri düşünmeksizin<br />

yalnızca dış görünümleri ile incelemez. Eleştirel çözümleme, gerçek dünyadaki gerçek aktörlerin<br />

yaşantılarını ve fırsatlarını biçimlendiren gerçek sınırlamaları açığa çıkarmak üzere asıl olarak eylem ve<br />

yapı sorunlarıyla ilgilenir. İnsanların maddi çevreleriyle etkileşimine odaklandığı ve maddi kaynakları<br />

üzerindeki eşit olmayan denetimi ve eşitsizliğin simgesel çevrenin doğası üzerindeki sonuçlarıyla<br />

ilgilendiği için maddeci bir anlayışı yansıtır.<br />

161


Eleştirel siyasal ekonomi, anaakım ekonomi biliminden dört özellik açısından farklılaşır. Golding ve<br />

Murdock, bu özellikleri şöyle sıralamaktadırlar:<br />

a. Eleştirel siyasal ekonomi bütüncüldür. Ekonomiyi ayrı ve uzmanlaşmış bir alan olarak ele almak<br />

yerine, ekonomik örgütlenme ile siyasal, toplumsal ve kültürel yaşam arasındaki etkileşimle<br />

ilgilenir. Kültür konusunda, özellikle ekonomik dinamiklerin kamusal kültürel anlatımın yayılım<br />

alanı ve çeşitliliği ile bunlardan farklı toplumsal grupların yararlanabilirliği üzerindeki etkiyi<br />

araştırırlar.<br />

b. Eleştirel siyasal ekonomi tarihseldir. Hem dinamik hem de sorunlu olarak tanımladığı geç<br />

kapitalizmin incelenmesi ve betimlenmesiyle ilgilenir. Eleştirel siyasal ekonomi, bu tarihsel<br />

konumlanışı nedeniyle zaman ve mekanın tarihsel özelliklerini dikkate almayan yaklaşımlardan<br />

farklıdır.<br />

c. Merkezi olarak kapitalist girişim ile devlet müdahalesi arasındaki dengeyle ilgilenir.<br />

d. Adalet, eşitlik, kamu yararı gibi temel ahlaki sorunlarla ilgilenebilmek için verimlilik gibi teknik<br />

konuların ötesine gider.<br />

Eleştirel siyasal ekonomi yaklaşımına göre ekonomik dinamikler, içinde iletişim etkinliklerinin<br />

gerçekleştiği genel çevrenin temel özelliklerini belirler.<br />

Eleştirel siyasal ekonomi, dünyayı çözümlediği ölçüde onu değiştirmekle de ilgilenir. Klasik siyasal<br />

ekonomiciler ve onların günümüzdeki destekçileri, devlet müdahalesinin en aza indirilmesi ve pazar<br />

güçlerine olası en geniş işleme serbestisinin verilmesi gerektiği varsayımından çözümlemeye başlarlar.<br />

Öte yandan eleştirel siyasal ekonomiciler, pazar sistemlerinin bozukluklarına ve eşitsizliklerine işaret<br />

ederler ve pazar sisteminin kusurlarının ancak devlet müdahalesi tarafından düzeltilebileceğini<br />

savunurlar.<br />

Kültürel Bağımlılık<br />

Kültürel bağımlılık yaklaşımı, özellikle Latin Amerika ülkelerine ilişkin araştırmalarla geliştirilmiştir. Bu<br />

yaklaşım, merkez (endüstrileşmiş) ülkeler ile periferi (yan/üçüncü dünya ülkeleri) arasında bir tarafın<br />

egemenliğine dayanan dengesiz ekonomik ilişki varsayımına dayanır. Ülkeler arasındaki ekonomik<br />

bağımlılığın beraberinde kültürel bağımlılık getirdiği üzerinde durulur.<br />

İdeolojik egemenlik kavramını temel alan kültürel bağımlılık yaklaşımı, bağımlılık ilişkilerinin<br />

pekiştirildiği her yerde ideolojik egemenlik sürecinin var olduğunu belirtir. Bu sürecin bir aracı olarak<br />

kitle iletişim araçlarının görevi, kapitalizme özgü değerleri yaymak ve temel nitelikleriyle ulusal<br />

bağlamın dışında olan davranışlara özendirmektir. Bu değerler kapitalizmin hegemonyacı merkezlerinde<br />

yaratılmakta, bu nedenle de dış çıkarlar tarafından yönetilmekte ve ulusal çıkarlara karşıt olmaktadır.<br />

Kültürel bağımlılık yaklaşımına göre ideolojik egemenliğin işleyiş biçimlerinin yanında ideolojik<br />

egemenliğin içeriği de bağımlılığın sürdürülmesinden sorumludur. Örneğin uluslararası şirketlerin özel<br />

pazarlama yöntemleri, reklam teknikleri ve tüketici kredileri politikalarıyla oluşturdukları tüketim<br />

ideolojisi gelişmekte olan ülkelerde halkın gelir düzeyi düşük olan çoğunluğu için ulaşılması güç<br />

beklentiler yaratarak bağımlılığı pekiştirmektedir.<br />

İletişim kuramcıları, kültürel bağımlılığın temel bir ilkesi olarak az gelişmiş ve gelişmekte olan<br />

ülkelerin gerçek kültürüne karşıt, yabancılaşmış değerlerin bu toplumlara zorla dayatılması üzerinde<br />

dururlar. Onlara göre haberlerin ve reklamların dıştan denetlenmekte oluşu bağımlılığın sürdürülmesinin<br />

önemli araçlarıdır. Kitle iletişim araçları üretiminde ve ileti dağıtımında yer alan kurumların nitelikleri<br />

kapitalist dünyadaki güç dengesizliğinin bir göstergesidir. Bu sürecin sonucu olarak, gelişmekte olan<br />

toplumların bireyleri “yalnızca alıcı” ya da “eleştiri yeteneği olmayan pasif ögeler” olarak sunulmaktadır.<br />

Kültürel bağımlılık kuramcılarına göre insanların yaşamları kendi tercihlerinin bir sonucu olarak<br />

değil, uluslararası kapitalist sistemle bütünleşme modelinin bir parçası olarak dıştan biçimlenir. Bütün<br />

insanlar uzakta bir yerlerde belirlenen tercihlere bağımlı hale getirilir. Aslında bağımlılık, uluslararası<br />

yayılma aşamasına geldiğinde kapitalist üretim biçiminin çevre ülkelere yönelen siyasal yayılmasından<br />

başka bir şey değildir.<br />

162


Kültürel bağımlılık yaklaşımı, egemenlik sürecini açıklamasıyla ve egemenliğin yalnızca baskıcı<br />

yöntemlerle sağlanamayacağını, aynı zamanda karmaşık ideolojik yapıları da içerdiğini göstermektedir.<br />

Bağımlılık yaklaşımının bir türevi olan kültürel bağımlılık, kendisini Marksist emperyalizm kuramının bir<br />

tamamlayıcısı olarak sunar. Kültürel bağımlılık yaklaşımları, basit merkez ve yan ülke ilişkisinden<br />

gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki daha karmaşık ekonomik, siyasal ve kültürel bağımlılığı<br />

inceleme yönünde gelişmiştir. Bu kültürel bağımlılık, kültürel emperyalizm olarak betimlenmiştir.<br />

Kültürel Bağımlılık Yaklaşımının Eleştirisi<br />

Kültürel bağımlılık yaklaşımlarıyla yapılan araştırmaların çoğunun genelleme düzeyinde kalması,<br />

ideolojik sürecin özgün dinamiklerini ve bu dinamiklerin gelişmekte olan ülkelerin bireyleri üzerindeki<br />

etkilerini açıkça ortaya koyamamaktadır.<br />

Önemli bir nokta da bağımsızlık yaklaşımı içinde baskın olanın toplumsal sınıflar değil, ulus kavramı<br />

olduğudur. Benzer biçimde, kültürel bağımlılık yaklaşımı da ideoloji çözümlemesinde sınıf çelişkileriyle<br />

ilgilenmez. Böylelikle Marksist ideoloji ve emperyalizm kavramlarını gözden kaçırır. Pek çok yazar,<br />

kültür sorunuyla ilgili çözümlemelerini öne sürerken kalkınmacı bakış açısından daha ileri<br />

gidememişlerdir.<br />

Ayrıca kimi kültürel bağımlılık kuramcıları, sermayelerin uluslararası yayılma süreci gerçeğinin çevre<br />

ülkelerin egemen sınıflarının uluslar arası sermaye ile birleşmelerine yol açtığını görmezden gelerek<br />

egemen sınıfların emperyalist çıkarlara karşı birleşebileceğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle de antiemperyalizm,<br />

sınıf mücadelesinin değişik biçimlerini ve bunların farklı toplumlarda belirtilerini bir<br />

kenarda bırakarak temel konu haline gelmektedir.<br />

Kültürel bağımlılık, yönetici-egemen sınıfın, halkın tüm bilincine egemen olan, gücün sınırsız, tek<br />

parça bir blok olmayıp, aslında kendi içsel çelişkileri de bulunan bir sınıf olduğunu görmezden gelir.<br />

Ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde gelir dağılımı piramidinin farklı basamaklarında yer alan tüm<br />

insanların bir iletiyi aynı biçimde algılayacağını beklemek de gerçekçi değildir.<br />

Bu yaklaşım çerçevesinde iletişime kapitalist ilişkilerin üretilmesinde çok güçlü, neredeyse özerk bir<br />

rol verilmektedir. Oysa kitle iletişim araçlarını kapitalist üretim ilişkilerinin küresel bir bakış açısında<br />

yerleştiren bir çözümleme, bu araçların çok uluslu şirketlerin egemenliğinin belirgin olduğu bir üretim<br />

sürecinin bir parçası olduklarını ortaya çıkaracaktır.<br />

KÜLTÜREL EMPERYALİZM<br />

Marksist görüşte emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Kapitalizmin temel özelliklerinin<br />

gelişmesi ve kendi içinde oluşan zıtlara dönmesi ile meydana gelir. Emperyalizmde firmaların büyümesi<br />

ve çeşitli şekillerde birleşmesiyle tekeller ortaya çıkmıştır. Böylece ekonomik bakımdan serbest rekabetin<br />

yerini tekel pazarı almıştır. Küçük sanayi yerini büyük sanayie bırakmış, banka sermayesi de sanayi<br />

sermayesi ile birleşerek finans sermayesini ve finans oligarşisini oluşturmuştur. Tekeller, uluslararası<br />

kapitalist tekelleri kurmuşlardır. Güçlü kapitalistler tarafından dünyanın paylaşılması tamamlanmıştır ve<br />

ilerideki çatışmalar yeniden paylaşım için olacaktır.<br />

Emperyalizm, eşitsiz bir ilişkinin ürünüdür ve bu eşitsizlik, zayıf tarafın yararına çalışmamaktadır.<br />

Emperyalist ilişkide merkez ülkenin egemen güçleri, çevre ülkenin egemen güçlerine nüfuz ederler.<br />

Böylece her ikisinin egemen güçlerinin yararına işleyen bir süreç yaratılır. Merkez ve çevre ülkelerin<br />

egemen güçleri arasında bir ittifak kurulurken her iki ülkenin çalışan sınıfları arasında bir ittifakın<br />

doğması ise önlenmeye çalışılır.<br />

Emperyalizm olgusunun kültürel boyutunu tanımlamak için “kültürel emperyalizm” kavramı<br />

kullanılmaktadır. Emperyalizm, burada ülkeler arasındaki eşitsiz ilişkilerin daha güçlü ülke lehinde<br />

oluşturulması ve sürdürülmesini anlatır. Kültürel emperyalizm de ekonomik sömürü ya da askeri kuvvetin<br />

ötesine geçen bir sürecin boyutlarını ayırt eder. İletişim alanının yanı sıra uluslararası ilişkiler,<br />

antropoloji, eğitim, bilim, tarih, edebiyat ve spor alanlarındaki olayları açıklamak için de bir çerçeve<br />

olarak kullanılan kültürel emperyalizm kavramı, 1960’larda ortaya çıkmış ve 1970’lerden beri bir<br />

araştırma odağı olmuştur.<br />

163


Kültürel emperyalizm kavramını, gelişmekte olan ülkeleri egemenliği altına alan gelişmiş ülkelerin<br />

medyayı da içeren çokuluslu şirketlerini açıklamak ve betimlemek için kullanmayı öneren Herbert<br />

Schiller (1919-2000), kapitalist sistemin yayılması, korunması ve daha iyiye gitmesi için çalışan bir aracı<br />

olarak medya teknolojisi ve iletişim üzerinde durur. Schiller’e göre kültürel emperyalizm, “Bir toplumun<br />

modern dünya sistemi içine çekilmesi amacıyla onun hakim toplumsal katmanının, dünya sisteminin<br />

tahakküm merkezinde geçerli değer ve yapılara uygun hale getirilmek, hatta bunlara güç katmak üzere<br />

kendi toplumsal kurumlarını şekillendirmesi için cezbedildiği, baskı altına alındığı, zorlandığı, bazen<br />

rüşvetle elde edildiği bir süreçler toplamıdır.”<br />

Schiller’in kültürel emperyalizm tezine göre, iletişimde kültürel emperyalizm, genel emperyalist<br />

sistemin bir alt setidir. Kültürel ve ekonomik alanlar birbirinden ayırt edilemeyecek biçimde beraberdir.<br />

Kültürel üretim, otomobil üretiminden aşağı kalmayacak kadar, kendi siyasal ekonomisine sahiptir.<br />

Schiller’e göre, sonuçta kültürel ürün olarak nitelenen her şey aynı zamanda ideolojiktir ve geniş ölçüde<br />

sistemin çıkarına hizmet eder.<br />

Kültür emperyalizmi konusunda en çok siyasal ekonomik yorumlar ve kurum incelemelerinde<br />

bulunulmuştur. Schiller, medyanın dünya kapitalizmi içindeki yerini işaret ederek modern dünya<br />

sisteminin ideolojik bilişimsel altyapısı olan “çok uluslu şirketleri (ÇUŞ)” merkeze alarak, bu şirketler<br />

aracılığıyla modern dünya sisteminin nasıl reklamının yapıldığını, korunup yayıldığını anlatır.<br />

Nordenstreng ve Schiller’in 1979’da yayınladığı National Soverignty and International Communication<br />

(Ulusal Egemenlik ve Uluslararası İletişim) eseri de dünya sisteminin kurumsal ve politik incelemelerini<br />

içerir.<br />

Schiller, haberleşme özgürlüğü görüşünün dayandığı varsayımların maskesini indirerek iletişimde<br />

kullanılan araçların çözümlenmesini, sermayenin uluslararası yayılması bağlamına yerleştirmiştir.<br />

Schiller’e göre bireysel ifade özgürlüklerinin korunması gibi ifadelerin ardında; hem ekonomik (kendi<br />

ürünlerinin dağıtımı) hem de (kapitalizmle tutarlı değerlerin korunması yoluyla) ideolojik olarak içeriğin<br />

belirlenmesinde merkezi yeri emperyalist çıkarlara veren, uluslararası şirketler bulunmaktadır.<br />

Diğer önemli bir siyasal-ekonomik medya eleştirmeni Armand Mattelart’ın da uluslararası ticari<br />

sistemle ilgili olarak benzer görüşleri vardır. Armand Mattelart ve Ariel Dorfman, ABD emperyalizminin<br />

siyasi, ekonomik ve kültürel olarak medya metinlerine nasıl yansıdığını gösteren How to Read Donald<br />

Duck: Imperialist Ideology in The Disney Comic (Vak Vak Amca Nasıl Okunmalı: Disney Çizgi<br />

Romanlarında Emperyalist İdeoloji) adlı incelemelerinde Disney dünyasının masum görüntüsünün<br />

altındaki emperyalist ideolojiyi tartışırlar. Onlara göre bu okumada, Amerikan yaşam biçiminin<br />

üstünlüğü, tahakküm altındaki insanların geriliği, tüketicilik, paranın üstünlüğü, basmakalıp çocuklaşmış<br />

üçüncü dünya, kapitalizmin doğallığı ve anti-devrimci propaganda vurgulanır. Amerika’nın ticari ve<br />

teknolojik üstünlüğü ile bütün dünyaya dağıttığı emperyalist ideoloji taşıyan medya ürünleri eleştirilir.<br />

Nordenstreng ve Varis’in birlikte ve tek başlarına yaptıkları çalışmalar da “serbest haber akışı”<br />

kavramının tek yönlü haber akışı gerçeğini gizlediğini deneysel olarak göstermiştir. ABD’de ortaya çıkan<br />

bu akış, uluslararası iletişim pazarında egemendir. Varis ve Nordenstreng aynı zamanda hem eğlence<br />

programları sunulurken hem de haberler aktarılırken kitle iletişim araçlarının içeriklerinin taşıdığı belirli<br />

bir ideolojik yönü de önemle belirtmişlerdir. Bu tür araçların içerikleri, sınıf çatışmalarının görünümünü<br />

küçültürken kapitalizme herhangi bir somut alternatifi de meşruluğu olmayan bir yapı olarak sunarlar.<br />

Kültürel Emperyalizm Yaklaşımının Eleştirisi<br />

Kültürel emperyalizm görüşüne yöneltilen eleştirilerden biri; iletişim sürecinde izleyicilerin pasif<br />

olmadıkları, kendilerine değişik yollardan ulaşan iletilerden kendi anlamlarını yaratabildikleri,<br />

hegemonyacı anlamlara karşı direniş noktaları oluşturabildikleri yönündedir. “Aktif izleyici” varsayımına<br />

dayanan bu tür araştırmalar, aynı sonuca varmasalar da etki araştırmaları geleneğine dayanır. Aktif<br />

izleyici ve alımlama kuramının eleştirileri ise izleyicinin küresel medya holdingleri ya da kültürel politika<br />

üzerinde çok az etkisi olduğu yönündedir. Medya holdingleri izleyiciye, farklı haklar ve tercihlere sahip<br />

vatandaşlar olmaktan çok ürünlerinin farklılaştırılmamış tüketicileri gözüyle bakarlar. Schiller’e göre ise<br />

aktif izleyici fikri, birinin bir ileti akışına direndiğini söylemekten başka bir şey değildir.<br />

164


Ulusal kültür söylemiyle bütünleşen kültürel emperyalizm görüşüne yöneltilen bir başka eleştiri de<br />

ulusal kültürler ve kimliklerin de etnik, dinsel, cinsel ve sınıfsal farklılıklar temelinde çatışma halinde<br />

oldukları, ulus-devlet kavramına dayanan kültürel emperyalizm görüşlerinin ideoloji çözümlemesinde<br />

sınıf çelişkileriyle ilgilenmedikleri yönündedir.<br />

1960’lı yıllarda üçüncü dünya ülkelerinin savunduğu kültürel emperyalizm tezleri, 1990’lı yıllarda<br />

iletişim teknolojisindeki, özellikle de uydu teknolojisindeki gelişmelerle yeniden gündeme gelmiştir.<br />

Ancak bu sefer üçüncü dünya ülkeleri ile gelişmiş ülkeler arasındaki çatışmadan çok, Avrupa-ABD kültür<br />

çatışması, iletişim alanındaki tartışmalara egemen olmuştur.<br />

Medya Emperyalizmi<br />

Oliver Boyd-Barrett tarafından 1977’de ortaya atılan medya emperyalizmi tezi, güç dengesizlikleri ve<br />

medya akışını ele almaktadır. Boyd-Barrett’e göre medya emperyalizmi, herhangi bir ülkedeki medya<br />

sahipliği, yapısı, dağıtım veya içeriğinin tek başına veya birlikte, diğer ülke veya ülkelerin medya<br />

çıkarlarının önemli miktarda dış baskısına maruz kalması sürecidir. Buna göre, medya emperyalizminin<br />

dört biçimi vardır:<br />

a. İletişim medyasının şekli: Alıcının kullandığı teknoloji<br />

b. Endüstriyel yapı setleri<br />

c. Medya firmalarındaki ideal pratikle ilgili neyin nasıl yapılacağını içeren değerler<br />

d. Belli kitle iletişim araçları içeriklerinin (ürünlerin) ithali.<br />

Medya emperyalizmi genellikle ABD ve Batı Avrupa’nın medya ürünlerinin çoğunu ürettikleri, ilk<br />

kârlarını yurt içinde yaptıkları ve daha sonra üçüncü dünya ülkelerinin aynı ürünleri topraklarında<br />

üretmeyi göze alabileceklerinden çok daha düşük bir maliyetle bu ülkelere pazarladıkları bir süreç olarak<br />

betimlenmektedir.<br />

Medya emperyalizmi genel güç kaynaklarının dengesiz bir şekilde bölüşüldüğü bir dünya düzeninin<br />

sonucudur. Medya emperyalizmi ilişkisinde egemenlik altında kalan taraf, bu durumu iki şekilde<br />

benimser: (1) Ticari ve sayasal strateji olarak kalkınma, modernleşme adı altında bilinçli olarak ithal eder<br />

ya da (2) İlişki sonucunda üzerindeki bu egemenlik etkenliğini yansıtmasız benimser.<br />

Medya emperyalizmi ve kültür emperyalizmi birbirine sıkıca eklemlenmiş iki tezdir. Her ikisi de<br />

birbirinin nedeni ve sonucudur. Bu nedenle birlikte incelenmesi gerekir. Her ikisinde de sistem eleştirisi<br />

(siyasal ekonomi) ve kurumsal analiz vardır; ancak kültürel incelemelerin belirsizliği, yüzeyselliği,<br />

esneklikten uzak ve maddeci oluşu eleştiri almaktadır.<br />

Medya emperyalizminin deneysel olarak incelenebilen göstergeleri ve düzeyleri belirlenebilir; örneğin<br />

medyanın akışı, yabancı yatırımlar, yabancı modellerin benimsenmesi ve kültür üzerindeki etkileri.<br />

Meta Olarak İzleyici<br />

Kanadalı ekonomist Dallas Smythe’e göre kitle iletişim araçları tekelci kapitalist sistemin bir buluşudur.<br />

Bu araçlar, izleyicileri kitle halinde üretirler ve reklamcılara satarlar. Smythe, kitle iletişim araçlarının<br />

içeriğini; yani haber, eğlence, müzik, spor, film, tartışma gibi her türlü programı, “bedava öğle yemeği”<br />

olarak niteler. Kapitalist ilişkilerde birinin yemeğe götürülmesi, herhangi bir esas amaç için bir vesileden<br />

başka bir şey değildir. Yemek yenirken alışveriş, iş tartışması yapılır. Kitle iletişiminin içeriği de bedava<br />

öğle yemeği olarak “balığı oltaya çekmek” için sunulan yemdir.<br />

Smythe dikkatleri, medyanın ideolojik aygıt olmasından, kapitalizmdeki ekonomik görevine çeker.<br />

“Görünmez üçgen” adını verdiği yayıncılar, reklamcılar ve izleyiciler arasındaki ilişkileri araştırır. Smthe,<br />

İletişim: Batı Marksizminin Kör Noktası adlı eserinde, tekelci kapitalizmin bir bireyin işçi ve müşteri<br />

rolleri arasındaki sınırları ortadan kaldırdığını savunur. Bütün uyku dışı zamanın çalışma zamanı<br />

olduğunu belirten Smythe, çalışma zamanının malların üretimine, işgücünün üretimine ve yeniden<br />

üretimine ayrıldığını anlatır. İşten arta kalan ancak uyanık geçen zaman, bir mal olarak reklamcılara<br />

satılmaktadır.<br />

165


Chomsky’nin deyişiyle medyanın önemli bir özleyici kitlesine ulaşabilen kesimleri büyük<br />

kuruluşlardır ve kendilerinden daha büyük holdinglerle sıkı sıkıya bütünleşmişlerdir. Diğer işyerleri gibi<br />

medya kuruluşları da alıcılara bir ürün satar. Onların piyasası reklamcılar, “ürün” ise izleyicilerdir ve<br />

gözler reklam oranlarını büyüten daha zengin izleyicilere dikilmiş durumdadır. Kısacası, büyük medyalar,<br />

ayrıcalıklı izleyicilerini diğer işyerlerine “satan” kuruluşlardan oluşur.<br />

Zihin Yönlendirenler<br />

Herbert Schiller’e göre Amerika’da medya yöneticileri imajların ve haberlerin yaratılması işlenmesi,<br />

inceltilmesi ve bunlara uyulması; dolayısıyla inançlarımızı ve tutumlarımızı, sonuç olarak da<br />

davranışlarımızı belirlemeyi kendilerine iş edinmişlerdir. Shchiller 1974’te yayınlanan The Mind<br />

Managers (Zihin Yönlendirenler) adlı kitabında, küresel ekonominin işleyiş mantığını betimler. Schiller’e<br />

göre medya yöneticileri, toplumsal varlığın gerçeklerine uymayan iletileri kasıtlı olarak ürettiklerinde<br />

zihin yöneticileri haline gelirler. Gerçekliğin kusurlu olarak algılanmasına, yaşamın gerçeklerini kavrama<br />

gücünden yoksun bırakılmış bir bilincin oluşmasına neden olan iletiler, zihin yönlendiricileri tarafından<br />

kasıtlı olarak üretilmiş manipülasyon (yönlendirme) amaçlı iletilerdir. Manipülasyon, en önemli<br />

toplumsal denetim aracıdır.<br />

Schiller’e göre, manipüle edenler varlığın egemen koşullarını açıklayan, meşruiyet kazandıran, hatta<br />

zaman zaman öven mitleri kullanarak, çoğunluğun çıkarları doğrultusunda oluşturulmamış bir düzenin<br />

devamını sağlamak için çoğunluğun desteğini kazanırlar. Manipülasyonun başarılı olması ise alternatif<br />

toplumsal düzenlemelerin gündem dışına itilmesini sağlar.<br />

Shchiller, manipülasyonun pek çok yolu olduğunu belirtir. Haber akışını denetim altında tutmak,<br />

beyinleri amaca uygun ideallerle doldurmak, bu yollardan en etkin olanları arasındadır. Pazar<br />

ekonomisinin ilkeleri bu alanda çok işe yarar. Medyaya egemen olmak, para ile olanaklıdır. Televizyon<br />

istasyonları, gazeteler, radyo istasyonları, yayınevleri, vb. ait oldukları holdinglere bağlı olarak çalışırlar.<br />

Amerika’da medya yöneticileri hem ülke içinde hem de ülke dışında istedikleri etkiyi yaratabilmek<br />

için yoğun ve bilinçli bir çaba içinde çalışmaktadır. Amerikan kültür endüstrisi Amerikan kültürünü<br />

dünyaya pazarlayarak, hem ticari kazanç sağlamakta hem de kendi ideolojisinin propagandasını<br />

yapmaktadır. Çıkar uyuşmazlığı olan durumlarda ise ihtilaflı olunan ülkedeki farklılıklar öne çıkartılarak<br />

taraflar kışkırtılmaktadır. Bunun sonucunda ortaya çıkan çatışmaya demokrasi adına müdahale edilerek<br />

denetim ele geçilmektedir. Böylece ABD ekonomisi, hükümeti ve ordusu işbirliği içinde dünya<br />

egemenliğini sürdürmeye çalışır.<br />

Elektronik Sömürgecilik<br />

Elektronik sömürgecilik kavramı ilk olarak Thomas McPhail’in 1981’de yayınlanan “Electronic<br />

Colonialism: The Future of International Broadcasting and Communication (Elektronik Sömürgecilik:<br />

Uluslar arası Yayıncılık ve İletişimin Geleceği)” adlı kitabında kullanılmıştır. McPhail elektronik<br />

sömürgeciliği mühendisler, teknisyenler ve ilgili enformasyon protokolleri ile birlikte iletişim<br />

donanımının, dışarıda üretilen yazılımın ithali yoluyla kurumlaşan bağımlılık ilişkisi olarak tanımlar. Bu<br />

ilişki, farklılaşan derecelerde yerli kültürleri ve toplumsallaşma süreçlerini değiştirebilecek bir dizi<br />

yabancı norm, değer ve beklentiyi dolaylı yoldan kurumlaştırır.<br />

McPhall’a göre elektronik sömürgeciliğin işleyişi şöyle gerçekleşir: İletişim teknolojileri ithal<br />

edilmekte, ithal edilen bu teknolojiyi kurmak için yabancı mühendisler ve teknik elemanlar görev almakta<br />

ve bunun için resmi protokoller yapılmaktadır. Bu süreçte yalnızca teknoloji değil, iletişim ürünleri de<br />

ithal edilmekte ve yabancıların değerleri, yaşam biçimleri ve beklentileri bu ürünler aracılığıyla egemen<br />

kullanmaktadır.<br />

Elektronik sömürgecilik yaklaşımına göre kitle iletişim araçları, ülkeleri bağımlılık ilişkileri içine<br />

çeken araçlardır. Yaklaşım, kitle iletişim araçlarının reklamlar da dahil olmak üzere tekrarlanan<br />

iletilerinin dünya çapındaki izleyicilerin zihinleri üzerindeki etkileriyle ilgilidir. Kitle iletişim araçları,<br />

yerli filmler ve yapımlar yüksek kaliteli ve kitlesel olarak üretilen medya iletileri ve sistemlerinin<br />

166


yarattığı kültürel bir tsunami tarafından önemsizleştirildiği için esas olarak İngilizceyi kullanarak zaman<br />

içinde giderek daha fazla bireyi daha benzer hale gelmeleri için etkileyecektir.<br />

Elektronik sömürgecilik, kitle iletişim araçlarının nasıl yeni bir imparatorluk kavramına neden<br />

olduğunu açıklar. Bu imparatorluk, askeri güce ya da toprak kazanımına dayanmayacak fakat zihinlerin<br />

denetlenmesine dayanacaktır. Bu, küresel olarak gelişen psikolojik ve zihinsel bir imparatorluktur.<br />

Küresel medya, tüm dünyadaki bireylerin zihinlerini, tutumlarını, değerlerini ve dilleri ortaklaşa<br />

etkilemektedir. Bu, zamanla çok uluslu iletişim şirketlerinin sınırlarını genişletecek biçimde elektronik<br />

kitle iletişim araçları merkezli bir olgudur.<br />

Medyada Yoğunlaşma ve Tekelleşme<br />

Dünya çapında özellikle son bir kaç on yılda giderek yaygınlaşan liberal ekonomi politikaları, belirli<br />

alanlarda ticari işletmelerin yoğunlaşmalarına ve tekelleşmelerine neden olmuştur. Bu durum medya<br />

açısından “çok seslilik” ortamının bozulması ve potansiyel zararlı etkileri nedeniyle liberal-çoğulcu<br />

yaklaşımlar tarafından eleştirilirken, eleştirel yaklaşımlar tekelleşmenin siyasal ekonomisi üzerinde<br />

durmaktadır.<br />

Çok seslilik, liberal-çoğulcu kuramda önemli bir yer tutar. Farklı düşüncelere sahip kişilerin bu<br />

düşüncelerini toplumsal yaşamda açıkça dile getirebilmeleri anlamına gelen çok seslilik çağdaş<br />

demokrasilerin temelidir. Çok seslilik, düşünceyi açıklama ve ifade özgürlüğü ile yakından bağlantılıdır<br />

ve demokratik toplumlarda serbest pazarda iş gören kitle iletişim araçları çok sesliliğin sağlanmasının<br />

güvencesi olarak görülür. Ancak serbest pazar, doğası gereği tekelleşmeyi beraberinde getirir ve medya<br />

alanındaki tekelleşme farklı düşüncelerin ifade edilmesine engel olacağı için “tek sesliliğe” neden olur.<br />

Bu da çoğulcu demokrasiye tehdit oluşturduğu için liberal-çoğulcular tarafından endişeyle karşılanır.<br />

Liberal politikaların tekelleşmeye karşı önlemleri ise etkili anti-tröst (tröst karşıtı) yasalarının<br />

çıkarılmasıdır. Tröst, aynı alanda iş yapan çeşitli ortaklıkların hisse senetlerinin bir denetim<br />

örgütlenmesine teslim edilmesi ve yönetimin bu örgütlenmeyi yöneten gruba aktarılmasıyla oluşan tekelci<br />

kapitalizme dayalı bir ortaklıklar birliğidir. Tekelciliğin gelişmiş bir biçimi olan tröstleri engellemek ve<br />

firmalar arası serbest rekabet koşullarını korumak için bir çok devlet anti-tröst yasalar çıkarmıştır. Buna<br />

karşılık, eleştirel ekonomi politik yaklaşımlar, tekelleşmeyi serbest pazar ekonomisinin bir sonucu olarak<br />

ele alır ve çözümlerler. Bu bağlamda 1980’li yıllarda, kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinde iletişim<br />

alanındaki değişimler de siyasal ekonomik yaklaşımların inceleme konusu olmuştur.<br />

Çok seslilik, farklı düşüncelere sahip kişilerin bu düşüncelerini<br />

toplumsal hayatta açıkça dile getirebilmeleri anlamına gelir. Bu da çağdaş<br />

demokrasilerde düşünceyi açıklama ve ifade özgürlüğü ile bağlantılı görülür. Tekelleşme<br />

ise “tek seslilik” kavramıyla ilişkilidir. Belirli bir alanda tek olma, başkasının ol(a)maması<br />

anlamına gelir.<br />

1980’li yıllardan itibaren tüm dünyada özelleştirme ve deregülasyon politikaları kitle iletişimin<br />

görünümünü değiştirmiştir. Özelleştirme, kamu mülkiyetinde bulunan işletmelerin özel sektöre<br />

aktarılmasıdır. Örneğin daha önce devlet eliyle yürütülen posta, telefon, telekomünikasyon hizmetleri<br />

özelleştirilerek özel sektöre devredilmiştir. Deregülasyon ise yasal düzenlemelerin ortadan kaldırılarak<br />

kamu mallarının özel sektöre devredilmesidir. Kavram olarak “kuralsızlaştırma” ya da “serbestleştirme”<br />

gibi karşılıkları olan deregülasyon, kitle iletişiminin kamu gücünün denetiminden çıkmasını ifade eder.<br />

Bir başka deyişle kamu hizmeti sunması için devletler tarafından yönetilen ya da korunan medyalarla<br />

ilgili yasal düzenlemelerin kaldırılarak bu medyaların işletmesinin özel sektöre açılmasını anlatır.<br />

Örneğin televizyon yayınları kamu tekeli biçiminde düzenlenirken, deregülasyon politikalarıyla pazara<br />

girişteki bu tekel kaldırılmış ve yayıncılık alanı özel sektöre açılmıştır.<br />

Deregülasyon, yasal düzenlemelerin ortadan kaldırılarak kamu<br />

mallarının özel kesime devredilmesidir. Kavram olarak “kuralsızlaştırma” ya da<br />

“serbestleştirme” gibi karşılıkları olan deregülasyon, kitle iletişiminin kamu gücünün<br />

denetiminden çıkmasını ifade eder.<br />

167


Deregülasyon politikaları, medya sisteminin metalaşmasını hızlandırmıştır. Bu politikalar birçok<br />

Avrupa ülkesinin yayın sistemlerinde olduğu gibi daha önce rekabete kapalı olan pazarları özel<br />

girişimcilere açmıştır. Yine düzenleme rejimleri, şirket sahipleri ile reklamcıların hareket serbestisi lehine<br />

değiştirilmiştir. Deregülasyon sürecinde kamusal yayıncılığın önemi azalmış, yayın içerikleri kâr ve<br />

rekabete dayanan pazarın işleyişine bırakılmıştır.<br />

Özelleştirme ve deregülasyon politikalarının bir sonucu da iletişim alanındaki yoğunlaşmanın<br />

artmasıdır. Medya sektöründeki yoğunlaşma hareketlerine ilişkin kapsamlı bir çalışma ABD’de Ben<br />

Bagdikian tarafından yapılmıştır. Bagdikian The Media Monopoly (Medya Tekeli) adlı kitabında, 2004’te<br />

medya sektöründe egemen olan şirket sayısının beşe düştüğünü belirtmektedir. Bu şirketler Time Warner,<br />

Disney, Murdoch’s News Corporation, Bertelsmann of Germany ve Viacom’dur (eski CBS).<br />

Özelleştirme, tekelleşme ve deregülasyon tartışmaları özellikle 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında<br />

Türkiye’de de uzun süre gündemi işgal etmiştir. Ancak daha sonra konuya olan ilgi düzeyi düşmüştür.<br />

olmuştur?<br />

Deregülasyon politikalarının medya alanındaki sonuçları ne<br />

Medya alanındaki yoğunlaşma ve tekelleşme eğilimlerinin artmasıyla yakından ilgili bir kavram<br />

“küreselleşme”dir. Çok yönlü bir kavram olarak küreselleşme, insanların ilgi alanına göre iktisadi,<br />

siyasal ve kültürel yönleriyle gündeme gelir. Küreselleşme kavramı 1980’lere doğru Harvard, Stanford,<br />

Columbia gibi saygın Amerikan işletme okullarında kullanılmaya başlanmış ve yine bu çevrelerden<br />

çıkmış bazı iktisatçılar tarafından yaygınlaştırılmıştır. Hemen aynı yıllarda uluslararası iktisadi<br />

kuruluşların yayınlarında ve raporlarında da yer almaya başlamıştır.<br />

Küreselleşme sözcüğü, dünya ekonomisinin örgütlenmesine ilişkin işletmeci bir anlayıştan<br />

doğmuştur. Bu sözcüğün benimsenmesi, iletişim ağlarının serbestleşmesi (deregülasyon) ve<br />

özelleştirilmesi süreciyle aynı zamana rastlar. Mattelart’a göre bu süreç 1970’li yıllarda Amerika Birleşik<br />

Devletleri’nde bankacılık etkinliklerinden düzenlemenin kaldırılmasıyla başlamış, ancak 1984’te<br />

telekomünikasyonda hemen hemen tek özel tekel olan ATT (American Telegraph and Telephone)<br />

şirketinin yıkılışından itibaren yayılmış ve o zamandan beri en değişik ekonomik etkinlik kesimleriyle<br />

ilişkili olarak “gezegensel” bir boyut kazanmayı sürdürmüştür.<br />

Düzenlemenin kaldırılması; toplumun ağırlık merkezinin pazara kaydırılması, özel işletmeye ve çıkara<br />

ilişkin değerlerin giderek egemen konuma gelmesi anlamına gelir. Mattelart, küreselleşmenin “yeni<br />

dünya düzeninin düzensizliklerini gizleyen hazır bir ideoloji” oluşturduğunu savunur.<br />

Küreselleşme sürecinin hız kazanmasıyla birlikte, özellikle 1980’li yıllardan itibaren iletişim<br />

holdinglerinin yükselişi, mülkiyet sahibinin gücünün potansiyel olarak kötüye kullanılmasıyla ilgili eski<br />

tartışmaya yeni bir öge eklemiştir. Artık söz konusu olan, yalnızca şirket sahiplerinin yazı işlerinin<br />

kararlarına müdahale etmeleri ya da siyasal görüşleri farklı olan kilit noktalardaki personeli işten<br />

çıkarmaları gibi basit bir durum değildir. Kültürel üretim, şirketin farklı medya çıkarları arasındaki<br />

kesişmeleri kullanan ortak istekler çevresinde inşa edilen ticari stratejilerce de güçlü bir biçimde<br />

etkilenmektedir. Şirketin gazeteleri, kendi televizyon istasyonlarına bedava reklam olanağı verebilir ya da<br />

müzik ve kitap bölümleri film bölümünün pazara sürdüğü yeni bir filmle bağlantılı ürünler çıkartabilir.<br />

Bunun etkisi, dolaşımdaki kültürel malların çeşitliliğini azaltmak biçiminde ortaya çıkmaktadır. Basit<br />

nicel anlamda, dolaşımda daha fazla meta olmasına karşın, bunların aynı temel temaların ve imgelerin<br />

değişkeleri olmaları daha olasıdır.<br />

Medya holdinglerinin, pazarlarında etkinlik gösteren ya da pazarlara girmeye çalışan daha küçük<br />

gruplar üzerinde de önemli ölçüde dolaylı iktidarları vardır. Bunlar, büyük mali güçlerini yüksek<br />

maliyetli promosyon kampanyaları başlatarak reklamcılara indirimler önererek ya da kilit noktalardaki<br />

yaratıcı personeli satın alarak pazara yeni giren şirketleri yok etmek için kullanırlar.<br />

Diğer yandan büyük medya kuruluşları, önemli ölçüde medya dışından gelen iş ve siyaset<br />

dünyasından kişilerce yönetilmektedir. Medya sektöründeki holdingler, bir alanda birbirleriyle rekabet<br />

168


ederken, bir başka alanda da ortak iş yapmaktadırlar. Birbirleriyle rakip-ortak değişen rollerinin<br />

bulunduğu bir ortamda ilişkilerini sürdürdükleri için de hiçbir grup diğeriyle arasının bozulmasını göze<br />

almamaktadır. Dolayısıyla aralarındaki rekabet çok sınırlıdır.<br />

Medyada tekelleşme olgusu, eleştirel yaklaşımlar yanında liberal yaklaşımlar tarafından da<br />

eleştirilmektedir. Çünkü haber ve bilgi tekelleri, bu tekelleri oluşturanlara haksız bir güç kazandıracağı<br />

gibi aynı zamanda liberalizmin yadsıdığı toplumsal gerçeğin tek bir kaynak tarafından belirlenmesi<br />

durumuna neden olur. Liberal kurama göre demokrasinin temel ilkelerinden biri olan düşünce ve bilgide<br />

çoğulculuk, serbest pazarda karşıtların çatışması yoluyla güvenceye alınır. Tekelciliğe, tekelleşmeye<br />

yönelecek her türlü oluşum ise tek sesliliğe neden olurken, gerçeğe uzanan yolu da tıkamaktadır.<br />

Medya sektöründeki yoğunlaşma ve tekelleşme eğilimleri, düşünce<br />

ve ifade özgürlüğünü nasıl etkilemektedir?<br />

Kültürel Maddecilik<br />

Nicholas Garnham kültürel etken ile ekonomik yapı arasında ilişki kurulması gerektiğini vurgulayarak bu<br />

ilişkinin "kültürel maddecilik” ile kurulabileceğini belirtir. Garnham'a göre toplumsal ve tarihsel olmayan<br />

kuramların tuzağından kaçınmak için kitle iletişim araçları incelemeleri toplum bilimleriyle ve tarihsel<br />

maddecilik geleneğiyle bağlarını yeniden kurmalıdır. Bu gelenekte, kapitalist üretimle gelen üç ana soru<br />

vardır:<br />

1. Bunalım sorusu: Maddi üretim sisteminin kendini sürdürme yolu.<br />

2. Devrim sorusu: Artı ürünün eşitsiz dağıtımını meşrulaştırma yolu.<br />

3. Belirleyicilik sorusu: Ekonomik ve ideolojik düzey arasındaki bağ ve eğer varsa belirleyiciliğin<br />

doğası.<br />

Garnham'a göre ideolojik biçimlerin toplumsal koşulları anlamak ve böylece ideolojinin üreticileri ve<br />

tüketicilerinin konumlarını açıklamak için ideolojinin kendisine değil, yaşamın maddi koşullarına bakmak<br />

gerekir. Garnham’ın belirttiği gibi kültürel maddecilik simgesel ilişki süreçlerinin indirgenemez maddi<br />

belirleyicileri üzerine eğilmeyi ve kapitalist üretim biçiminin genel gelişmesi içinde tarihsel olarak bu<br />

süreçlerin mal üretimi ve değişimi alanı içine getirilme ve bu alanları etkileme biçimlerine odaklanmayı<br />

gerektirir. Üretim ve tüketim diyalektik bir ilişki içindedir. Üretimin doğası ve yapısı ile tüketimin doğası<br />

ve yapısı karşılıklı olarak birbirini belirler. Belirleme dengesi (hangisinin daha çok rol oynadığı) ise<br />

tarihsel olarak değişebilir. Pazar yaratma zorunludur ve kullanım değerlerinin yaratılması, bu değerlerin<br />

alışveriş değerine dönüşümü mücadele ve çelişkiyi içeren bir süreçtir. Dolayısıyla hem teknik hem de<br />

ekonomik belirleyicilik reddedilmelidir.<br />

Garnham’a göre pazarın maddi olarak sınıfsal anlamda yapılanma biçimi nedeniyle tüketicilerin<br />

enformasyon zengini ve enformasyon yoksulu olarak ikiye ayrıldığı iki katmanlı gelişimi giderek daha<br />

çok gözlenebilir olmaktadır. Bu pazarda kültür işçilerinin rolünü ve konumlarını çözümlemek için üç<br />

etken dikkate alınmalıdır:<br />

1. Entelektüellerin durumunun kapitalist sistemdeki diğer kültür işçileri ile hangi bakımlardan<br />

benzeştiği<br />

2. İşbölümü temelindeki toplumsal farklılaşma süreci nedeniyle entelektüellerin durumlarının özel<br />

nitelikler gösterme biçimleri<br />

3. Bu özel niteliklerin kültür işçilerinin kendileri tarafından yanlış tanınmış olması ve yanlış temsil<br />

edilme biçimleri.<br />

Enformasyonun Siyasal Ekonomisi ve Ödemeli Toplum<br />

İletişimin siyasal ekonomisiyle ilgili çalışmalar yapan Vincent Mosco, enformasyon toplumu, endüstri<br />

sonrası toplum, üçüncü dalga, mikroelektronik çağ, bilgisayar çağı, ağ pazarı, beşinci kuşak gibi adlar<br />

verilen toplumsal değişimi anlatmak için enformasyonun siyasal ekonomisi kavramını kullanır. Çünkü<br />

günümüzdeki toplumsal değişimi anlamak için iktidarın bir meta olarak enformasyonun üretimini,<br />

dağıtımını ve kullanımını nasıl düzenlediğini incelemek gerekir.<br />

169


Mosco, günümüzde bilgisayar ağları ve iletişimin değişikliğe uğrattığı toplumu, “ödemeli toplum”<br />

(pay-per society) olarak adlandırır. Ödemeli telefon araması, ödemeli televizyon izleme ve ödemeli<br />

internet bağlantısı bu toplumun göstergeleridir.<br />

Mosco, sayısal teknolojinin gelişmesi, telefon hizmetlerinin deregülasyonu ve özelleştirilmesi ile<br />

birlikte Amerika ve Avrupa’daki telefon şirketlerinin konuşulan saniye başına ödeme tarifeleri<br />

uygulamaya başladıklarını belirtir. Bu ödemeli arama yönteminin kullanılması telefon hizmeti veren<br />

şirketlerin iş yaptıkları müşterilerine cazip ödeme seçenekleri sunmalarına, kârlarını ise bireysel<br />

müşterilerden sağlamalarına olanak vermiştir. Bu yolla şirketler, ödemeli arama hizmetine geçemeyen<br />

şirketlere karşı rekabet avantajı yakalamışlardır. Ödemeli televizyon izleme hizmeti ile birlikte de artık<br />

aylık kablolu televizyon ödemesi yerine bireysel, etkileşimli televizyon hizmetlerine geçilmiştir. Bilişim<br />

teknolojilerinin yapılan her işlemi ölçme ve izlemeye olanak vermesiyle de enformasyon, bit (bilişimde<br />

en küçük bilgi birimi) ya da telefon hattı süresi başına ödeme yapılmaya başlanmıştır. Böylece her türden<br />

enformasyon paketlenerek ve yeniden paketlenerek piyasaya sunulabilir bir biçime sokulmuş;<br />

enformasyonlar ve veri tabanları özel şirketler tarafından pazarda satılmaya başlanmıştır.<br />

Mosco, ödemeli toplumlarda şirketlerin yeni teknolojiyi, denetimlerini uluslararası ölçekte<br />

genişletebilmek için kullandıklarını belirtir. Bu teknoloji firmaların önemli finansal, pazarlama, araştırma<br />

ve planlama kararlarını, küresel bilişim ve iletişim ağları aracılığıyla düzenli bir güncel enformasyon akışı<br />

sayesinde şirketin genel merkezinde alabilmelerini sağlar. Böylelikle, şirketler dünyayı ürünler ve emek<br />

gücü için, düşük ücretli bölgeler, sendika karşıtı politikalar ve direniş gösteren siyasal koşullar açısından<br />

üstünlük sağlayabilecekleri bir pazar olarak kullanabilmektedir. Yeni teknoloji iş gücünün de uluslararası<br />

olarak bölünmesine olanak sağlar. Şirketler bu esneklik sayesinde değişen siyasal ya da ekonomik<br />

koşullara göre daha ucuz ve istikrarlı bölgelere taşınabilmektedir.<br />

Mosco’ya göre ödemeli toplum, söz konusu ödemeli hizmetlere erişebilenlerle erişemeyenler<br />

arasındaki eşitsizlikleri derinleştirmenin yanında temel mahremiyet haklarını da tehdit eder ve<br />

yaşamlarımızın yönlendirilmesinin yolunu açar. Ödemeli toplumda satın alma işlemi gerçekleştirmek,<br />

internetten alışveriş yapmak ya da film izlemekten daha başka anlamlara gelir. Satın alma yoluyla,<br />

yaşamımızı sürdürme biçimimize ilişkin çok büyük miktarlarda enformasyonu özel şirketlere ve devlet<br />

kuruluşlarına sunmuş oluruz. Yeni teknolojilerin bankacılık, alışveriş ve başka hizmet alanlarındaki<br />

kullanımı arttıkça, insanlar giderek artan biçimde mahremiyetlerinden vazgeçmek zorunda kalmaktadır.<br />

FRANKFURT OKULU VE KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ<br />

“Frankfurt Okulu” kavramı, 1923’te Almanya’nın Frankfurt kentinde kurulan “Toplumsal Araştırmalar<br />

Enstitüsü” düşünürlerinin ortak görüşlerini ifade etmek için kullanılır. Frankfurt Okulu düşünürlerinin<br />

genel yaklaşımı “eleştirel kuram” olarak adlandırılmakta, okula “eleştirel okul” da denmektedir.<br />

Frankfurt Okulu’nun ortaya çıkışında, Batı Avrupa’daki işçi sınıfı hareketlerinin I. Dünya Savaşı’nı<br />

izleyen yıllardaki ağır yenilgisi, Rus Devriminin Stalinizme dönüşmesi, Faşizm ve Nazizmin yükselişi<br />

etkili olmuştur. Okul, 1933’te Adolf Hitler’in egemenliği tamamıyla ele geçirmesinden sonra New York’a<br />

taşınmış; ancak 1950’lerin başında Frankfurt’ta yeniden kurulmuştur.<br />

Frankfurt Okulu’nun en önemli üyeleri Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Herbert Marcuse, Leo<br />

Lowenthal ve Franz Neumann’dır. Bu düşünürler, kültür ve modernizmle ilgili sorunlar üzerine<br />

yoğunlaşmışlar, Marksist toplum teorisini varoluşçuluk ve psikanalizle tamamlamaya çalışmışlardır.<br />

Horkheimer’ın Geleneksel Kuram ve Eleştirel Kuram adlı makalesi, eleştirel okulun başlangıcını ve<br />

oluşum temelini belirler. Horkheimer bu makalesinde, modern bilimin yapısını Marksist çizgide inceler.<br />

Yabancılaşma, fetişizm, sahte-bilinç gibi kavramlar üzerinde durur. Horkheimer’a göre günümüzde<br />

insanlar hâlâ bireysel kararlarıyla hareket ettiklerini sansalar da aslında davranışları toplumsal<br />

mekanizmalar tarafından biçimlendirilmiştir. Dolayısıyla gelecekleri, bağımsız bireylerin rekabetiyle<br />

değil; yöneticiler ve ekonomik sistem arasındaki ulusal ve uluslararası çatışmalarla belirlenir. İnsanlığın<br />

günümüzdeki durumu, kâr/çıkar üretimine dayanan bir toplumun temel yapısının sonucu olarak ortaya<br />

çıkar.<br />

170


Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde, amaçlarının “insanlığın gerçekten<br />

insani bir düzeye çıkmak yerine niçin yeni türden bir barbarlığa düştüğünü anlamak” olduğunu ifade<br />

ederler. Düşünürlere göre ekonomik üretkenliğin artışı bir yandan adil bir dünya için gereken koşulları<br />

yaratırken, diğer yandan da teknik aygıta ve bunu elinde tutan toplumsal gruplara halkın geri kalan kısmı<br />

üzerinde hadsiz hesapsız bir üstünlük kurmalarını sağlamaktadır. Ekonomik güçler karşısında birey<br />

tamamen hükümsüz bırakılmakta ve bu güçler toplumun doğa üzerindeki egemenliğini akla hayale<br />

gelmez bir düzeye çıkarmaktadır. Birey kullandığı aygıtın önünde görünmez hale gelirken geçimi yine bu<br />

aygıt tarafından çok daha iyi bir biçimde sağlanmaktadır. Kendilerine dağıtılan metaların niceliğiyle<br />

birlikte kitlenin acizliği ve güdülme olasılığı da adaletsiz bir biçimde artmaktadır.<br />

Genel anlamda ise eleştirel okulun düşünürleri arasında tam bir görüş birliğinden söz edilemez. Bazı<br />

düşünürlerin birbirine benzer çalışmaları olsa da aralarında temel görüş ayrılıkları vardır. Gerçekte tüm<br />

karşı duruş ve direnişleri bir araya getiren Frankfurt Okulu düşünürlerinin ortak noktası, eleştirel bir<br />

duruşu benimsemeleridir. Bu düşünürler öncelikle özeleştiri biçiminde kendi duruşlarını sorgulamayı,<br />

ardından da insanı köleleştiren tüm baskıcı sistemleri sorgulamayı hedeflemişlerdir. Frankfurt Okulu<br />

düşünürlerinin aydınlanma düşüncesi ve pozitivist bilim anlayışıyla hesaplaşmakla başlayan toplum<br />

eleştirileri, zamanla eleştirel toplum kuramına dönüşmüştür. Geleneksel kuram, toplumu yalnızca<br />

anlamayı ve açıklamayı amaçlarken; eleştirel kuram, toplumu ve insanı tutsak eden tüm kurumları<br />

eleştirerek değiştirmeyi amaçlamıştır.<br />

Frankfurt Okulu’na göre kitle iletişim araçları, kültürel yaşamı piyasada elde edilebilir asgari ortak<br />

noktaya indirgeyerek tek biçim ve sıradan bir kitle kültürü yaratmıştır. Dinamik, yenilikçi veya yaratıcı<br />

olan her şey kitlesel pazara uygun görülmeyerek yerini düpedüz üstünkörülüğün bitmek bilmeyen<br />

yinelenişine bırakmıştır.<br />

Frankfurt Okulu düşünürlerine göre insanlar, dilin yorumlayıcı (hermeneutic) dairesi içinde bağımlı<br />

kültürün tutsağıdır. Kitle iletişim araçlarının kullandığı dil kavramsal düşünceyi engeller. “Kültür<br />

endüstrisi” olarak adlandırılan kitle iletişim araçları ve kitle eğlencesi, endüstrileşmiş bireylerin bilincini<br />

artık direnmeyi bile düşünemez hale getirmiştir.<br />

Adorno ve Horkheimer’in ölümü ve 1970’lerin başındaki radikal öğrenci hareketlerinin çöküşüyle<br />

birlikte Frankfurt Okulu’nun tarihinde önemli bir dönem sona ermiştir. Bir anlamda kesinlikle Marksist<br />

düşüncenin bir biçimi olarak Okul’un varlığı bitmiştir; çünkü Marksizmle ilişkisi giderek azalmaya ve<br />

artık siyasal hareketlerle bağı kalmamaya başlamıştır. Ancak başka bir anlamda Okul; eleştirel kuramın<br />

merkezi düşüncelerinden bazıları toplumsal düşünceyi etkilemeye devam ettiğinden, yaşamayı<br />

sürdürmüştür.<br />

Frankfurt Okulunun Eleştirisi<br />

Genel olarak Frankfurt Okulu düşünürleri kitle iletişim araçları konusunda kötümserdirler. Okulun<br />

çalışmaları kitle iletişim araçlarına ve kültür endüstrisine hem burjuva bireyciliğini hem de işçi sınıfının<br />

devrimci potansiyelini yıkan ideolojik baskınlık rolü verir.<br />

Frankfurt Okulu düşüncesine getirilen eleştirilerden biri, kuramsal çerçevesinin yapısal bütünlüğünün<br />

olmayışıdır. Eleştirel kuram, ayrıntılı çözümlemelerden çok genellemelerden oluşmuştur.<br />

Frankfurt Okulu düşünürleri daha çok ideoloji konusu üzerinde odaklanırlar. Bu nedenle<br />

indirgemecilikle, seçkincilikle ve “Hegelci idealizmle” eleştirilirler. Frankfurt Okulu’nun öğretisi, siyasal<br />

bir güç olarak işçi sınıfının ortadan kayboluşu ya da çöküşü kavramı nedeniyle “proletaryasız (emekçi<br />

sınıfsız) Marksizm” olarak betimlenir. Okul, sınıf hakkındaki yargılarını sınıfların tarihsel gelişimi veya<br />

sınıf yapısı hakkında herhangi bir çözümlemeyle desteklemediği ve yalnızca sağduyusal bilgiye<br />

dayandığı için eleştirilmiştir.<br />

Frankfurt Okulu’nun yetersiz olarak işaret edilen yönlerinden biri de ilgilerinin gerçekte son derece<br />

sınırlı olmasıdır. Disiplinler arası çalışmayı gerçekleştirme amacına karşın Okul’un etkinliklerine katılan<br />

bir tarihçinin bulunmayışı nedeniyle Adorno ve Horkheimer’in etkisiyle şimdiki zamanın eleştirisiyle<br />

yetinilmiştir. Frankfurt Okulu Marx’ın tarih kuramını bir bütün olarak yeniden kurmaya girişmemiş, basit<br />

bir biçimde görmezden gelmiştir.<br />

171


Kültür Endüstrisi<br />

Adorno ve Horkheimer, 1940’lı yılların ortalarında okulun genel yaklaşımını ifade eden “kültür<br />

endüstrisi” kavramını geliştirmişlerdir. Kültür endüstrisi düşüncesi Adorno ve Horkheimer tarafından<br />

Kültür Endüstrisi: Kitle Aldanımı Olarak Aydınlanma denemesinde açıklanmıştır. Burada tekellerin<br />

egemenliği altındaki bütün kitle kültürünün özdeş olduğu savunulmuş, aynı zamanda kültür ve eğlencenin<br />

karışımının bir sonucu olarak bu kültürün kargaşa olduğu belirtilmiştir.<br />

Adorno ve Horkheimer’a göre rasyonalite insanı mistik düşünceden kurtarmayı amaç edinirken, kendi<br />

kendisinin tutsağı olup çıkmıştır. Onlara göre parçalarına ayrılmış bir toplumsal yapı, kaçınılmaz olarak<br />

totaliterliğe yol açmaktadır. Kapitalist uygarlıktaki merkezi olgu, elverişli bir toplumsallaştırıcı toplumsal<br />

kurum olarak ailenin giderek yıkılması ve aracı işlevinin “barbarca anlamsızlık”, benzerlik ve can<br />

sıkıntısı üreten kültür endüstrisine devredilmesidir.<br />

Kültür varlıklarının endüstriyel üretimini, kültürün meta gibi toptan üretildiği bir hareket olarak<br />

inceleyen Adorno ve Horkheimer’e göre kültürel ürünler; bir başka deyişle filmler, radyo programları,<br />

dergiler de arabaların ya da kentleşme projelerinin seri olarak yapımındaki örgütlenme ve planlama<br />

şemasına ait teknik mantığın aynısını yansıtırlar. Çağdaş uygarlık her şeye bir benzerlik havası verir.<br />

Kültürün kendisi bir endüstri haline gelmiş ve kültür ürünleri de metalaşmıştır. Kültür endüstrisi çok<br />

sayıda isteği karşılamak üzere her yerde standart mallar sunar. Endüstriyel bir üretim biçimi içinde kültür<br />

endüstrisinin serileştirme, standartlaştırma, işbölümü izini taşıyan bir dizi üründen oluşan kitle kültürü<br />

elde edilir. Bu durum teknolojinin evrimiyle ilgili bir yasanın kendiliğinden sonucu değildir, onun güncel<br />

ekonominin içindeki işlevinin sonucudur. Günümüzde teknolojik mantık, egemenlik mantığının ta<br />

kendisidir. Tekniğin toplum üzerinde güç kazandığı alan, ona ekonomik olarak egemen olanların alanıdır.<br />

Kültür endüstrisi, kültürün çöküşünü, ticari bir mala indirgenmesini kesinleştirir. Kültürel eylemin ticari<br />

değere dönüştürülmesi ise onun eleştirel gücünü ortadan kaldırır ve ondaki özgün yaşantının izlerini siler.<br />

Kültür endüstrisi, bilinçli bir biçimde kendi çıkarlarını savunacak özerk ve bağımsız bireylerin<br />

gelişmesine engel olmaktadır.<br />

Adorno’nun kültür endüstrisine yönelttiği en önemli eleştirilerden biri de bu endüstrinin gerçekliği<br />

mistifiye etme işlevini yüklenmiş oluşudur. Kültür endüstrisinin ürünleri, yaşamdaki olumsuz ögelerin<br />

doğal nedenlere ya da tesadüflere bağlı olduğunu düşündürür.<br />

Adorno’ya göre kültür endüstrisinin ürünleri metaya dönüşen sanat ürünleri değil; zaten daha en<br />

baştan, pazarda satılabilmek için imal edilmiş uydurma şeylerdir. Sanat ile reklam arasındaki farklılık,<br />

artık ortadan kalkmış gibidir. Kültürel ürünler gerçek bir gereksinmenin karşılanmasından çok, pazarda<br />

paraya dönüşmesi için üretilmektedir.<br />

Kültür endüstrisi kavramına göre, kültürel ürünler de diğer mallar gibi<br />

seri olarak üretilmekte, dağıtılmakta ve tüketilmektedir. Kültür ürünlerinin metalaşması<br />

ise boyun eğmeyi, tektipleşmeyi ve totaliterliği beraberinde getirmektedir.<br />

Kültür endüstrisi kavramı, kapitalist sistemin ve endüstri toplumunun kendini altyapıda ve üstyapıda,<br />

her düzeyde nasıl yeniden ürettiğini ve meşrulaştırdığını açıklamada kullanılmaktadır. Bu kavramla,<br />

kültür ile endüstrinin birleşiminden doğan yeni bir ekonomik, toplumsal ve siyasal gerçekliğin eleştirel<br />

değerlendirilmesi yapılır.<br />

Adorno ve Horkheimer’a göre kültür endüstrisinde “memnuniyet” hiç bir şey hakkında düşünmeme,<br />

çekilen acıyı çekildiği yerde unutma ve “evet” deme anlamındadır. “Bu bir kaçıştır, harap olmuş<br />

gerçekten ve en son kalan direnme düşüncesinden kaçıştır”. Amacı gündelik yaşamın sıkıcılığına karşı<br />

geçici bir kaçış olanağı sunmak olan kültür endüstrisi, insanların oyalanmasını ve gerçeklikten zihinsel<br />

uzaklaşmasını sağlayarak sistemin sürekliliğine katkıda bulunur. Ancak kaçış geçicidir ve gerçek değildir;<br />

insanların yaşamlarındaki temel gerçeklikleri, karşılaştıkları baskıları ve yoksunluklarını unutmaları ve<br />

“çalışma azimlerini yeniden bulmaları” amacını taşır.<br />

172


Boş zamanın; bir başka deyişle iş dışındaki zamanların, nasıl denetlendiği ve yönlendirildiği de kültür<br />

endüstrisi anlayışının araştırma konusudur. Buna göre boş zaman, aynı çalışma gibi “zorunlu bir etkinlik”<br />

ve “bir eğlencedir”; yabancılaşmış işçinin işe yeniden başlayabilmesi için psikolojik ve fiziksel olarak<br />

gücünü toplamasını sağlayarak çalışma zamanının uzatılması anlamına gelir. Birey hem üretim hem de<br />

tüketim alanlarında belirlenmiş ve yönlendirilmiştir. Bireylerin boş zamanlarında ürünlerini tükettikleri<br />

araçlardan biri de kitle iletişim araçlarıdır. Adorno ve Horkheimer’a göre kitle iletişim araçları baskıcıdır.<br />

Bu araçların ürünlerinde kapitalizme yönelik eleştiriler boğulur; mutluluk itaatle ve bireyin var olan<br />

toplumsal ve siyasal düzene tamamen eklemlenmesiyle sağlanır.<br />

Kitle Bilincinin Koşullandırılması<br />

Frankfurt Okulu, tutucu “kitle toplumu” kavramından etkilenmiştir. Frankfurt Okulu’nun 1960’lı<br />

yıllardaki en parlak düşünürü olan Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan adlı eserinde medyayı kötümser<br />

biçimde karşı konulmaz bir güç olarak sunar. Marcuse’ye göre kitle iletişim araçları dünya hakkında<br />

düşüneceğimiz “kavramları” belirler. Siyasal egemenliğin yeni biçimlerinin iç yüzünü açığa çıkarmak<br />

isteyen Marcuse’ye göre, dünya giderek teknoloji ve bilim tarafından biçimlenmektedir. Ancak bu<br />

dünyada ussallık (akılcılık) görünümlerinin altında, bireyi özgürleştirmek yerine onu köleleştiren bir<br />

toplumsal örgütlenme modelinin us dışılığı görünür. Teknik ussallık ve araçsal us söylem ve düşünceyi,<br />

nesne ile görevini, gerçek ile görünüşü, öz ile var oluşu birbirlerine uyduran bir tek boyuta<br />

indirgemişlerdir. Bu “tek boyutlu toplum” eleştirel düşünce alanını ortadan kaldırmıştır.<br />

Marcuse’ye göre reklamlarla uyum içinde dinlenme, eğlenme, davranma ve tüketme, başkalarının<br />

sevdiklerini sevme ve nefret ettiklerinden nefret etme gibi yürürlükteki gereksinimlerin çoğu “yanlış<br />

gereksinimler”dir. Böyle gereksinimlerin toplumsal içerik ve işlevleri vardır ve bunlar, üzerlerinde<br />

bireyin hiçbir denetiminin olmadığı dışsal güçler tarafından belirlenirler. Bu yanlış gereksinimler refah<br />

toplumunun baskıcı işlevini sürdürmesine yarar. Baskıcı bir bütünün yönetimi altında, özgürlük güçlü bir<br />

egemenlik aracına dönüştürülebilir. Geniş bir mallar ve hizmetler çeşitliliği içinde özgür seçim, özgürlüğü<br />

anlatmaz. Eğer bu mal ve hizmetler bir zahmet ve korku yaşamı üzerindeki toplumsal denetimleri<br />

destekliyorsa; bir başka deyişle yabancılaşmayı destekliyorsa, yukarıdan dayatılan gereksinimlerin birey<br />

tarafından kendiliğinden yeniden-üretimi, özerklik anlamına gelmez, yalnızca denetimlerin etkili<br />

olduğunu gösterir. Bireyler bu yanlış gereksinimlere koşullandırılmışlardır.<br />

Ön-koşullandırma radyo ve televizyonun kitlesel üretimleri ile ve denetimlerinin merkezileşmesi ile<br />

başlamaz. İnsanlar bu evreye uzun bir süre boyunca ön-koşullandırılmış alıcılar olarak girer; belirleyici<br />

ayrım verili ve olanaklı, doyurulmuş ve doyurulmamış gereksinimler arasındaki zıtlığın<br />

düzleştirilmesidir. Burada “sınıf ayrımlarının eşitlenmesi” denilen şeyin ideolojik işlevi ortaya çıkar. Eğer<br />

işçi ve patronu, aynı televizyon programından zevk alıyor ve aynı dinlence yerlerine gidiyorlarsa; eğer<br />

sekreter işvereninin kızı kadar çekici bir makyaj yapabiliyorsa; eğer bir zenginlik göstergesi olarak siyah<br />

ırktan biri bir Cadillac otomobil alabiliyorsa ve tümü de aynı gazeteyi okuyorlarsa, o zaman bu benzeşme<br />

sınıfların yitişini değil ama zengin sınıfın korunmasına hizmet eden gereksinim ve doyumların altta yatan<br />

nüfus tarafından paylaşıldığı düzeyi belirtir. Bu çerçevede haber alma ve eğlence araçları olan kitle<br />

iletişim araçları, aynı zamanda kitle bilincini ayarlama ve koşullandırma araçları olarak tanımlanır.<br />

Bilinç Endüstrisi<br />

Bilinç endüstrisi kavramı, Frankfurt Okulu’nun önerdiği “kültür endüstrisi” fikrinin bir benzeridir. Hans<br />

Magnus Enzensberger, 1974’te yayınlanan The Consciousness Industry: On Literature, Politics and the<br />

Media (Bilinç Endüstrisi: Edebiyat, Siyaset ve Medya) adlı eserinde insan aklının toplumsal bir ürün<br />

olarak yeniden üretilmesine yarayan mekanizmaları tanımlamıştır. Bu mekanizmalar arasında kitle<br />

iletişim araçları ve eğitim kurumları vardır.<br />

Kültür endüstrisi çok geniş ve kapsamlı bir kavramlaştırmayı anlatmasına karşın, Enzensberger’in<br />

önerdiği “bilinç endüstrisi” kavramı, düşüncenin endüstrileşmesini özendiren, en son ürünü anlam olan<br />

büyük ölçekli kuruluşları, örgütleri, pratikleri, en genel biçimiyle çağdaş iletişim araçlarını anlatır.<br />

İletişim araçları; eğitim, din, vb. kurumlarla birlikte bireylerin yerleşik bilinç yapılarını ve anlamlarını<br />

173


yeniden üretir. Enzensberger’e göre bilinç endüstrisi özgün hiçbir şey üretmez; onun yerine, onun asıl işi<br />

insanın insan üzerindeki egemenliğinin mevcut düzenini sürdürür.<br />

Enzensberger, kitle kültürünün kitlelere sahte bilinç ve sahte gereksinimler dayattığı iddiasında<br />

yanıldığını öne sürer. Ona göre, kitle kültürünün stratejileri insanların gerçek gereksinimlerine ve<br />

arzularına seslendikleri ölçüde başarılı olabilir, her ne kadar bu gereksinimler ve arzular kaçınılmaz<br />

olarak bilinç endüstrisi tarafından çarpıtılmış olsa da.<br />

DİĞER ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR<br />

Bu ünitede “Diğer eleştirel yaklaşımlar” başlığı, eleştirel gelenek içerisinde proletarya diktatörlüğünün<br />

otoriter yönlerine karşı oldukları için Marksistlerden ayrılan Pierre Joseph Proudhon, Michael Bakunin,<br />

Peter Kropotkin gibi sosyalistlerden etkilenen otorite karşıtı birbirinden çok farklı siyasal hareket ve<br />

kuramcıları anlatmak için kullanılmıştır. Bu yaklaşımlar, tüm toplumsal ilişkilerin iktidar ilişkisi<br />

olduğunu ve bu ilişkilerin karmaşık bir toplumsal sistem bağlamında tahakküm biçimini aldığını<br />

vurgularlar.<br />

Sol yapısalcılık, toplumsal tahakkümün niteliğini açıklayan daha durağan, işlevselci bir yaklaşımı<br />

benimser. Siyasal ekonomik çözümlemenin tarihsel vurgusunun tersine yapısalcı çözümleme, toplumsal<br />

eylem için gereken ekonomik, siyasal ve ideolojik yapıları araştırır. Buna göre iktidar, bireylerin<br />

kendilerini bir toplumsal yapı içinde tanımlayan ve konumlandıran ideolojiye gönüllü boyun eğlemeleri<br />

yoluyla gerçekleşir.<br />

Louis Althusser’den ve sonra Antonio Gramsci’den etkilenen “kültürel çalışmalar”, iletişim alanını<br />

toplumsal tahakküm ve iktidar için çeşitli sınıfların bir söylem savaşı verdiği yerlerden biri olarak<br />

tanımlar. Post-yapısalcılar ise gözle görülür toplumsal uygulama biçimlerinin eleştirisini onları ortaya<br />

çıkaran temel yapıların çözümlenmesine tercih ederek farklı bir yol çizerler. Örneğin Michel Foucault<br />

hastane ve hapishane gibi kurumların ayrıcalıklı söylemsel uygulamalarını ve bu söylemleri dile<br />

getirenleri eleştirirken iktidar ve bilgi arasındaki ilişki üzerinde durur. Temelinde haberdar olmak bilmek<br />

kaygısı ve görme isteği yatan gözetimin, toplumsal denetimin bir aracı olduğunu belirten Foucault,<br />

iktidarın bilgiye, bilginin de iktidara sürekli eklemlendiğini öne sürer.<br />

Jean Baudrillard ise gerçek, görünüm ve yanılmasa üstüne düşünceleriyle tanınır. Ona göre işaretler<br />

giderek kendileri dışında gerçek bir dünyaya değil, bizzat kendi gerçekliklerine gönderme yaparak<br />

kendilerine ait bir yaşam sürdürmeye başlamıştır. Baudrillard’a göre kitlelerin yabancılaşması kırılganlık<br />

ve edilginlik ile değil toplumsal düzeni reddetme ile sonuçlanır. Kitleler için tek direnç anlamın<br />

reddedilişidir.<br />

Kitabınızın 6. Ünitesine konu olan dilbilimsel ve göstergebilimsel<br />

yaklaşımları gözden geçiriniz.<br />

Medya ve Propaganda Modeli<br />

Amerikan dilbilimci Noam Chomsky’ye göre medyanın temel görevleri arasında en önemlisi<br />

propagandadır. Medya içte egemenliği, dışta ise emperyalizmi desteklemektedir. Sınıf çıkarlarının<br />

çatıştığı ve zenginliğin belli ellerde toplandığı dünyada, medyanın üstlendiği rolü gerçekleştirmesi<br />

sistemli propagandayı gerektirir.<br />

Propaganda modeli, Chomsky’nin 1988’de Edward Herman’la birlikte geliştirdiği bir modeldir.<br />

Demokrasilerde, yönetenlerle medyanın nasıl el ele verip halkı yönettiklerinin anlatıldığı bu modele göre;<br />

kitle iletişim araçları, ileti ve simgeleri halka yayarak bir sisteme hizmet eder. Onların işlevleri bireyleri<br />

daha geniş bir toplumun kurumsal yapılarıyla birleştirecek değerler, inançlar ve davranış kodları ile onları<br />

eğlendirmek, güldürmek, oyalamak, avutmak, bilgilendirmek ve eğitmektir. Sınıf çıkarları çatışması ve<br />

zenginliğin belli ellerde toplandığı dünyada, medyanın üstlendiği rolü gerçekleştirmesi sistemli<br />

propagandayı gerektirir.<br />

174


Propaganda modeline göre “medya, haberlerin ve çözümlemelerin çatısını yerleşik ayrıcalıkları<br />

destekleyen bir çerçevede kurarak ve bu doğrultuda her türlü tartışmayı sınırlayarak, birbiriyle sıkı sıkıya<br />

kaynaşmış olan devletin ve şirketlerin çıkarlarına hizmet etmektedir”. Bu modelde haberler, firmaların<br />

kâr amacı, reklamcıların etkisi, gazetecilerin enformasyon kaynağı olarak hükümete, iş çevrelerine ve<br />

uzmanlara dayanması gibi çeşitli süzgeçlerden geçerek biçimlenmekte ve uygun olanlar<br />

yayınlanmaktadır.<br />

Herman ve Chomsky, güçlülerin söylemin öncüllerini saptama, halkın neyi göreceğine, duyacağına ve<br />

düşüneceğine karar verme ve düzenli propaganda kampanyalarıyla kamuoyunu yönetme yetisine sahip<br />

olduklarını savunurlar. Çünkü hükümetin ve iş dünyasının seçkinlerinin haberlere ayrıcalıklı erişimi söz<br />

konusudur. Büyük reklamcılar da seçmeci biçimde bazı gazeteleri ve televizyon programlarını<br />

destekleyerek ertesi günün ruhsat verme otoritesi gibi işlerler; medya sahipleri ise sahip oldukları<br />

gazetelerin ve yayın istasyonlarının yorum çizgisini ve kültürel duşunu belirleyebilirler.<br />

Propaganda modeli, zenginliğin ve iktidarın eşitsizliği ve onun kitle medyasının ilgileri ve seçimleri<br />

üzerindeki çeşitli düzeylerdeki etkileri üzerinde odaklanır. Pazar ve iktidarın basılmaya uygun haberleri<br />

süzgeçten geçirebildiği, muhalefetin önemini azaltabildiği ve hükümet ve baskın özel çıkarların iletilerini<br />

kamuya yaymalarına olanak sağlayabildiği yolları izler.<br />

Propaganda Süzgeçleri<br />

Chomsky’nin propaganda modelinin süzgeçleri şöyle sıralanır:<br />

• Birinci süzgeç, egemen medya şirketlerinin büyüklüğü, sahiplik yapısındaki yoğunlaşma,<br />

sahibinin serveti ve kâr yönelimidir.<br />

• İkinci süzgeç, kitle iletişim araçlarının özel gelir kaynağı olarak reklamcılıktır.<br />

• Üçüncü süzgeç, medyanın hükümet, iş dünyası ve finanse edilen“uzmanlar” tarafından sağlanan<br />

ve bu birincil kaynaklar ve iktidar temsilcileri tarafından onaylanan enformasyonu esas<br />

almasıdır.<br />

• Dördüncü süzgeç, medyayı disiplin altına alma yoluyla “sert eleştiri”dir.<br />

• Beşinci süzgeç, bir ulusal din ve denetim mekanizması olarak “antikomünizm” yani komünizm<br />

karşıtlığıdır.<br />

Bu ögeler birbirleriyle etkileşir ve birbirlerini güçlendirirler. Haber hammaddesi, yalnızca basılmaya<br />

uygun temizlenmiş kalıntıları bırakarak ardışık süzgeçlerden geçmelidir. Bu süzgeçler söylemin, yorumun<br />

ve birinci sırada haber değeri olanın tanımının öncüllerini belirlerler ve propaganda kampanyalarıyla aynı<br />

anlama gelen ilke ve işlemleri açıklarlar.<br />

Chomsky’ye göre, bu süzgeçlerin işlemesinin sonucu olan medyadaki seçkin egemenliği ve<br />

muhalefetin önemsizleştirilmesi öyle doğal bir biçimde meydana gelir ki genellikle tam bir doğruluk ve<br />

iyi niyetle iş gören medya haber çalışanları, haberleri “objektif olarak” ve profesyonel haber değerleri<br />

temelinde seçtikleri ve yorumladıklarına kendilerini inandırabilirler. Haber çalışanları, süzgeç<br />

kısıtlamalarının sınırları içinde genellikle nesneldirler. Kısıtlamalar öyle güçlüdür ki ve sistem içine o<br />

kadar köktenci bir biçimde yerleşmiştir ki alternatif haber seçme ilkeleri neredeyse düşünülemez bile.<br />

Propaganda modeline göre haberciler, iyi niyetle ve etik değerlere<br />

bağlı kalarak nesnel bir biçimde haber vermeye çalışsalar da süzgeçlerden kaynaklanan<br />

kısıtlı bir alan içinde çalıştıklarından medyanın genel propaganda işlevinin çizdiği<br />

çerçeve dışına çıkamazlar.<br />

İktidar araçlarının bir devlet bürokrasisinin elinde bulunduğu, medya üzerinde tekelci denetim<br />

uygulanan, genellikle resmi sansür uygulanan ülkelerde, medyanın egemen seçkinlerin amaçlarına hizmet<br />

ettiği açıkça bellidir. Özel ve resmi sansürün olmadığı yerde iş başında olan bir propaganda sistemini<br />

görmek daha zordur. Bu, özellikle medyanın etkin olarak rekabet ettiği, düzenli olarak saldırdığı ve şirket<br />

175


ve hükümet suistimalini gösterdiği ve saldırgan biçimde kendini özgür ifadenin ve genel topluluk<br />

yararının sözcüsü olarak betimlediği yerde doğrudur. Açık olmayan ve medyada tartışılmayan şey,<br />

kaynakların denetimindeki büyük eşitsizlik ve bunun hem özel bir medya sistemine erişim hem de onun<br />

tutum ve işleyişi üzerindeki etkisi kadar bu eleştirilerin sınırlı doğasıdır.<br />

Propaganda modelini medyanın dilbilimsel ve içeriksel çözümlemesini yaparak örneklerle ortaya<br />

koyan Chomsky, entelektüel kültürün medya ve ona bağlı öğeler aracılığı ile yarattığı düşünce denetimi<br />

ve demokratik toplumlarda kendilerini bu denetimden korumak ve daha ılımlı bir demokrasinin temelini<br />

atmak üzere geliştirilmesi gereken öz-savunma üzerinde durur.<br />

Rıza’nın İmalatı<br />

Propaganda modeline göre medya-yönetici ikilisinin temel amacı “rızanın imalatı” dır. Bunu da<br />

Chomsky’nin “gerekli yanılsamalar” adını verdiği tekniklerle sağlarlar. “Gerekli yanılsamalar”, insanları<br />

ilgisiz düşüncelere yönlendirerek asıl gündemden ve asıl bilgiden uzaklaştırmaya yarar. Türkçeye Medya<br />

Gerçeği olarak çevrilen kitabında (Necessary Illusions: Thought Control in Democratic Societies)<br />

Chomsky, Amerika’nın ilişki içinde olduğu uysal ülkelerle kafa tutan ülkelerin ya da grupların medyaya<br />

nasıl yansıdığını inceler ve medyanın Amerikan yanlısı açık propaganda işlevini gözler önüne serer.<br />

Kitap, medyanın “rıza oluşturma”, “cezalandırma”, “çarpıtma”, “otosansür”, “marjinalleştirme”, “temel<br />

sorunlardan uzaklaştırma”, “kasıtlı göz yumma”, “unutulmaya terk etme” gibi yöntemlerle Amerika’yı<br />

gücün temsilcisi simgesel bir yıldıza nasıl dönüştürdüğünü açıklar. Kitapta, Amerikan halkının medya<br />

demokrasisi kandırmacası altında nasıl aldatıldığı, mevcut durumun nasıl daha iyi gösterildiği ve halkın<br />

sistemin parlak başarılarını yansıtan partiyi nasıl seçtikleri anlatılır. Halkın medya aracılığıyla tutarlı,<br />

bilgili, dürüst bir başkan adayının değil, ABD’nin gücünü temsil eden bir yıldızın arkasından nasıl<br />

koştuğu ortaya konulur.<br />

Noam Chomsky’ye göre medya ABD’yi hangi yöntemlerle gücü temsil<br />

eden simgesel bir yıldıza dönüştürmektedir?<br />

Chomsky’ye göre, ABD ve onun destekçisi ülkelerde üst ve orta sınıflar fikir pazarına egemen olmuş<br />

ve tüm toplumun siyasal ve sosyal gerçeğini biçimlendirmektedirler. “Piyasanın gizli yumruğu” da<br />

devletin güçlü yumruğu kadar etkili bir denetim aracıdır. Medya bu piyasanın yarattığı bir kurumdur ve<br />

kendi sınıf çıkarlarını savunan bir propaganda aracıdır.<br />

Chomsky’ye göre gazeteciler; propaganda modelinin öngörülerine yakından bağlı kalan medyaya<br />

haber getirenlerin pek çoğu dâhil olmak üzere, genelde çalışmalarında cesaret, erdemlilik ve atılganlık<br />

sergileyerek ileri derecede bir profesyonellik tuttururlar. Bunda hiçbir çelişki yoktur. Sorun yaratan şey,<br />

ifade edilen düşüncelerin dürüstlüğü ya da gerçekleri arayanların erdemliliği değil; daha çok, konuların<br />

seçimi ve sorunlara ışık tutulması, dile getirilmesine izin verilen düşünceler yelpazesi, haberciliğe ve<br />

yorumlara kılavuzluk eden tartışılmaz öncüller ile belirli bir dünya görüşünün sunulmasında zorunlu<br />

tutulan genel çerçevedir.<br />

Kapitalistlerin kamusal enformasyon akışının kendi çıkarlarıyla uyumlu olmasını garantilemek için<br />

ticari pazar sistemi içinde ekonomik güçlerini kullanma biçimleri üzerine odaklanan Comsky, araçsalcı<br />

olmakla eleştirilir. Propaganda modelinin stratejik müdahalelere odaklanarak sistemdeki çelişkileri<br />

gözden kaçırdığı eleştirisi getirilir.<br />

İngiliz Kültürel Okulu<br />

İngiliz kültürel çalışmaları ya da Birmingham Okulu, İkinci Dünya Savaşı sonrası İngilteresinde kültür,<br />

endüstri, demokrasi ve sınıf arasındaki ilişkileri, medya içerikleri, popüler kültür ürünleri ve edebi<br />

metinleri inceleyerek ortaya koyan bir okul olarak tanımlanabilir. 1960'larda İngiltere'de ortaya çıkan bir<br />

araştırma akımı olan “kültürel incelemeler”, adını 1964'te Richard Hoggart tarafından Birmingham'da<br />

kurulan CCCS'ten (Centre for Contemporary Culturel Studies-Çağdaş Kültürel İncelemeler Merkezi) alır.<br />

Yaklaşım, kültürel üretimin ve simgesel biçimlerin toplumsal koşullanması; kültürel deneyim ve bu<br />

176


deneyimin sınıf, yaş, cinsiyet ve etnik ilişkilerce biçimlenmesi, ekonomik ve siyasal kurumlar ve<br />

süreçlerle kültürel biçimler arasındaki ilişkiler üzerinde durur.<br />

İngiliz Kültürel Okulu, Frankfurt Okulu’na benzer şekilde kitle kültürüne eleştirel bir bakış açısı<br />

sunmuştur. Kültürel çalışmaların biçimlenmesinde Richard Hoggart, Raymond Willams ve Edward<br />

Palmer Thompson’ın çalışmaları önemli olmuştur.<br />

Hoggart ve Williams, 1950’lerin sonlarında kitle iletişimini toplumda egemen ideolojilerin üretimi ve<br />

yeniden üretimi işlevini ele alıp incelemişlerdir. Hoggart ilk çalışmalarında kültürün yönlendirici olduğu<br />

ve halkın tümüyle edilgenliğini savunan yaklaşıma karşı çıkmış, örnek olarak da çağdaş işçi sınıfının<br />

yaşamının yaratıcılığını ve yapay olmayan yönlerini ele almıştır. Williams ise toplumsal etkinliğe önem<br />

vermiş ve kültürü “yaşam biçiminin tümü” olarak tanımlamıştır.<br />

Başlangıçta kültürel incelemeler, medya metinlerinin yapısını çözümlemek ve bunların tahakküm<br />

sistemlerini sürdürmedeki rolünü ortaya koymakla ilgilenmiştir. Kültürel incelemeleri 1950’lerde<br />

başlatanlar, Marx, Malınowski ve Lukacs’dan etkilenmiştir. Daha sonraları, kültürel incelemelerde iki<br />

temel yaklaşım biçimi egemen olmuştur. Bunlar, kültürelcilik ve yapısalcılıktır. Sınıf çözümlemesi yapan<br />

ilk kültürelcilerin ve Althusserci yapısalcılığın yerini önce Gramsci’ye dayanan kültür ve hegemonya<br />

anlayışı ve sonra da post-modern ve post-yapısalcı yaklaşımlar almıştır. 1960’lardan sonra ise kültürel<br />

incelemeler, eleştirel ve Marksist niteliğini hemen hemen tümüyle yitirmiş ve liberal-çoğulcu kültürel<br />

incelemelere dönüşmüştür.<br />

Eleştirel okulun kültürel çalışmaları da liberal okulun kültürelci çalışmaları gibi aktif özne anlayışını<br />

içerir. Ancak bu aktif özne metne meydan okuyan değil, boyun eğişini aktif olarak yaşayan öznedir.<br />

Kültürel çalışmaların temelinde toplumsal koşulların ortaya çıkardığı sorunlar ve bu sorunların<br />

irdelenmesi yatar.<br />

Günümüzdeki kültürel çalışmalar, kültürel endüstrilerin işleme biçimlerinin analizi ve bunların<br />

endüstri olarak fiilen nasıl işledikleri ve ekonomik örgütlenmelerinin anlamın üretimi ve dolaşımına nasıl<br />

nüfuz ettiği konusunda pek bir şey söylemez. Kültürel çalışmalar insanların tüketim tercihlerinin daha<br />

geniş ekonomik oluşum içindeki konumları tarafından yapılandırılma biçimlerini de incelemez.<br />

Son dönemlerde kültür çalışmalarını tekrar maddeci hale getirme çabalarından biri, kültürün<br />

incelenmesinin kültürel çalışmalara “altyapı” sağlamak için siyasal ekonomi (esas olarak ekonomik ve<br />

kurumsal analiz) geleneklerinden yararlanması gerektiği iddiasıdır. Örneğin Garnham, kültür<br />

çalışmalarının nasıl maddi etmenleri büyük ölçüde bir kenara iterek simgesel metinler dünyasına<br />

odaklandığına dikkat çeker. Dolayısıyla bilinç dünyasının veya medya açısından simgesel malların maddi<br />

dünya ile nasıl ilişkilendirileceği sorusu, kültürel çalışmalara yöneltilen önemli bir eleştiridir.<br />

Eleştirel siyasal ekonomik yaklaşımın temsilcilerinden Golding ve Murdock’ın çalışmaları da siyasal<br />

ekonomik yaklaşımla kültürel yaklaşımı birleştirme çabalarını içerir. Golding ve Murdock, egemenliğin<br />

kitle iletişim personelinin etkinliklerinden ve tüketicinin yorumlama işlemlerinden geçerek nasıl yeniden<br />

üretildiğini göstermek için, üretimin ve alımlamanın ekonomik ve toplumsal koşullarının da<br />

çözümlenmesine gereksinim olduğunu belirtirler.<br />

Alımlama (reception) çözümlemesi, izleyicilerin mesajları/metinleri nasıl “okudukları” veya<br />

yorumladıkları (şifre çözme, anlam verme) üzerine eğilir. Alımlama çalışmaları, “aktif izleyici” savının<br />

ve anaakım “kullanımlar ve doyumlar” yaklaşımının günümüzdeki liberal-çoğulcu biçimlerinden biridir.<br />

Kültürel çalışmaların izleyiciye yönelen anlayışı, medya mesajlarının kodlanması ve bu kodların çeşitli<br />

biçimlerde kodaçımına tabi tutulabilir olması düşüncesine dayanır. Bu çalışmalarda incelenen, medyanın<br />

egemen ideolojik tanımların ve temsillerin dolaşımında ve sağlamlaştırılmasında oynadığı roldür. İngiliz<br />

kültür araştırmalarının Amerika’dakilerden temel farkı, iletişimi parçası olduğu tarihsel süreçlerle birlikte<br />

anlamaya çalışmasıdır. Amerika’daki araştırma geleneği ise daha çok, medya, içerikler ve izleyiciler<br />

üzerindeki etkiler konusunda ampirik araştırmalarla yetinmektedir.<br />

177


Özet<br />

İletişimi anlama ve incelemede anaakım<br />

yaklaşımları eleştiren ve bu yaklaşımlardan farklı<br />

bir bakış açısı geliştiren yaklaşımlara genel<br />

olarak “eleştirel yaklaşımlar” adı verilmektedir.<br />

Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişim araçlarını daha<br />

çok kapitalizm, sınıf çatışması, toplumsal iktidar<br />

ilişkileri, ideoloji gibi kavramlar üzerinden<br />

tartışır. Pozitivist-deneyci yaklaşımlarla<br />

belirlenen anaakım kuramlarını eleştiren bu<br />

yaklaşımların çıkış noktası, büyük oranda Karl H.<br />

Marx’ın görüşleridir<br />

Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişiminin ulusal ve<br />

uluslararası bağlamlardaki siyasal ekonomisinden<br />

egemen ideolojiler ve bilinç yönetimi ilişkisine<br />

kadar çeşitlenen geniş bir araştırma alanını<br />

kapsar. Çok sayıdaki eleştirel yaklaşımın ortak<br />

noktası, tüm toplumsal ilişkilerin ve dolayısıyla<br />

iletişim ilişkilerinin aynı zamanda iktidar<br />

ilişkileri olduğunu vurgulamasıdır. Bu<br />

yaklaşımlar, kitle iletişiminin ulusal ve<br />

uluslararası bağlamlardaki siyasal ekonomisinden<br />

egemen ideolojiler ve bilinç yönetimine kadar<br />

çeşitlenen geniş bir alanda çalışmalarını yürütür.<br />

Eleştirel yaklaşımlar temel olarak iki yönde<br />

gelişmiştir. Birincisi, toplumdaki iletişim<br />

olgusunu üretim biçimi ve üretim ilişkileri<br />

bağlamında inceleyen “siyasal ekonomi”<br />

yaklaşımıdır. Kitle iletişim araçları<br />

endüstrilerinde görülen sahiplikteki yoğunlaşma<br />

ve tekelleşmeler, bu yaklaşımı benimseyen<br />

çalışmaların ana konularını oluşturmaktadır. Bu<br />

bağlamda, medya emperyalizmi, elektronik<br />

sömürgecilik, izleyicinin metalaştırılması gibi<br />

olgular iletişim alanında tartışılmaya<br />

başlanmıştır.<br />

İkincisi kültürel ve ideolojik alana ağırlık veren<br />

yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar Marx’ın düşünce,<br />

ideoloji ve bilincin üretimi konusundaki<br />

düşüncelerinden kaynaklanır. Bunların en<br />

önemlilerinden biri, “eleştirel okul” olarak da<br />

adlandırılan Frankfurt Okulu’nun çalışmalarıdır.<br />

Frankfurt Okulu düşünürleri, kültür ve<br />

modernizmle ilgili sorunlar üzerine<br />

yoğunlaşmışlar, Marksist toplum teorisini<br />

varoluşçuluk ve psikanalizle tamamlamaya<br />

çalışmışlardır.<br />

“Kültür endüstrisi” kavramını geliştiren Frankfurt<br />

Okulu düşünürleri Adorno ve Horkheimer, kültür<br />

varlıklarının endüstriyel üretimini, kültürün meta<br />

gibi toptan üretildiği bir hareket olarak<br />

incelemişlerdir. Kültürün endüstri haline<br />

geldiğini belirten düşünürlere göre kültür<br />

endüstrisi, bilinçli bir biçimde kendi çıkarlarını<br />

savunacak özerk ve bağımsız bireylerin<br />

gelişmesine engel olmaktadır. Marcuse ise haber<br />

alma ve eğlence araçları olan kitle iletişim<br />

araçlarının, aynı zamanda kitle bilincini ayarlama<br />

ve koşullandırma araçları olduklarını ve bireyleri<br />

yanlış-gereksinimlere koşullandırdıklarını savunur.<br />

Eleştirel iletişim çalışmaları arasında proletarya<br />

diktatörlüğünün otoriter yönlerine karşı oldukları<br />

için Marksistlerden ayrılan düşünür ve<br />

araştırmacılar da yer almaktadır. Kapitalist sistem<br />

eleştirilerini daha çok otoriterlik karşıtlığına<br />

dayandıran çok sayıdaki farklı eleştirel yaklaşım<br />

arasında kültürel çalışmalar, eleştirel yapısalcılık,<br />

çatışma kuramı, sembolik etkileşimcilik, post-<br />

Marksizm, anarko-liberteryenizm, araçsalcılık,<br />

vb. bulunmaktadır. Bu yaklaşımların ortak<br />

noktası, tüm toplumsal ilişkilerin ve iletişim<br />

ilişkilerinin iktidar ilişkileri olduğu görüşüdür.<br />

Kapitalist sisteme radikal eleştireler getiren<br />

Noam Chomsky’nin Propaganda Modeline göre<br />

medyanın ana görevlerinin en önemlisi<br />

propagandadır. Propaganda modeline göre,<br />

medya ileti ve simgeleri halka yayarak içte<br />

egemenliği, dışta ise emperyalizmi<br />

desteklemektedir. Medya-yönetici ikilisinin temel<br />

amacı rızanın imalatıdır.<br />

Diğer yandan İngiliz Kültürel Okulu da kitle<br />

kültürüne eleştirel bir bakış açısı sunmuştur.<br />

Başlangıçta kültürel incelemeler, medya<br />

metinlerinin yapısını çözümlemek ve bunların<br />

tahakküm sistemlerini sürdürmedeki rolünü<br />

ortaya koymakla ilgilenmiştir. 1960’lardan sonra<br />

ise eleştirel niteliğini yitirerek liberal-çoğulcu<br />

kültürel incelemelere dönüşmüştür.<br />

178


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Eleştirel yaklaşımlar için aşağıdaki nitelemelerden<br />

hangisi kullanılabilir?<br />

a. Pozitivist<br />

b. Deneyci<br />

c. Davranışçı<br />

d. Yapısal-işlevselci<br />

e. Marksist<br />

2. Aşağıdakilerden hangisi eleştirel siyasal ekonomi<br />

yaklaşımının özelliklerinden biri değildir?<br />

a. Bütüncüldür.<br />

b. Tarihseldir.<br />

c. Maddecidir.<br />

d. Statükocudur.<br />

e. Gerçekçidir.<br />

3. Aşağıdakilerden hangisi kültürel bağımlılık<br />

yaklaşımlarında baskın bir ögedir?<br />

a. Toplumsal sınıflar<br />

b. Toplumsal gruplar<br />

c. Bireyler<br />

d. Aile<br />

e. Ulus<br />

4. Kültürel emperyalizm kavramını gelişmekte<br />

olan ülkeleri egemenliği altına alan gelişmiş<br />

ülkelerin medyayı da içeren çokuluslu şirketlerini<br />

açıklamak ve betimlemek için kullanmayı öneren<br />

kimdir?<br />

a. Hans Magnus Enzensberger<br />

b. Theodor W. Adorno<br />

c. Sean MacBride<br />

d. Herbert Schiller<br />

e. Noam Chomsky<br />

5. Kitle iletişim araçlarının izleyicileri kitle<br />

halinde ürettiklerini ve reklamcılara sattıklarını<br />

belirten ekonomist hangisidir?<br />

a. Leo Lowenthal<br />

b. McPhail<br />

c. Dallas Smythe<br />

d. Franz Neumann<br />

e. Max Horkheimer<br />

6. Nicholas Garnham kültürel etken ile ekonomik<br />

yapı arasındaki ilişkinin hangi yöntemle<br />

kurulabileceğini belirtir?<br />

a. Kültürel maddecilik<br />

b. Tarihsel maddecilik<br />

c. Kültürel emperyalizm<br />

d. Kültürel bağımlılık<br />

e. Kültürel çalışmalar<br />

7. Vincent Mosco, günümüzde bilgisayar ağları<br />

ve iletişimin değişikliğe uğrattığı toplumu nasıl<br />

adlandırmaktadır?<br />

a. Enformasyon Toplumu<br />

b. Ödemeli Toplum<br />

c. Üçüncü Dalga<br />

d. Endüstri Sonrası Toplum<br />

e. Bilgi Toplumu<br />

8. Aşağıdaki isimlerden hangisi Frankfurt Okulu<br />

düşünürlerindendir?<br />

a. Hans Magnus Enzensberger<br />

b. Theodor W. Adorno<br />

c. Sean MacBride<br />

d. Herbert Schiller<br />

e. Noam Chomsky<br />

9. Tek Boyutlu İnsan adlı yapıtında kitlelerin<br />

bilincinin koşullandırılmasını anlatan düşünür<br />

hangisidir?<br />

a. Herbert Marcuse<br />

b. Sean MacBride<br />

c. Theodor W. Adorno<br />

d. Max Horkheimer<br />

e. Leo Lowenthal<br />

10. Propaganda Modeline göre medya-yönetici<br />

ikilisinin asıl amacı nedir?<br />

a. İzleyicinin metalaşması<br />

b. Kültür endüstrisi<br />

c. Rızanın imalatı<br />

d. Bilinç endüstrisi<br />

e. Kârı artırmak<br />

179


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. e Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. d Yanıtınız yanlış ise “Eleştirel Siyasal<br />

Ekonomi” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

3. e Yanıtınız yanlış ise “Kültürel Bağımlılık<br />

Yaklaşımının Eleştirisi” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

4. d Yanıtınız yanlış ise “Kültürel Emperyalizm”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

5. c Yanıtınız yanlış ise “Meta Olarak İzleyici”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

6. a Yanıtınız yanlış ise “Kültürel Maddecilik”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

7. b Yanıtınız yanlış ise “Enformasyonun Siyasal<br />

Ekonomisi ve Ödemeli Toplum” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

8. b Yanıtınız yanlış ise “Frankfurt Okulu ve<br />

Kültür Endüstrisi” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

9. a Yanıtınız yanlış ise “Kitle Bilincinin<br />

Koşullandırılması” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

10. c Yanıtınız yanlış ise “Rızanın İmalatı” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

19. yüzyılın ikinci yarısında, endüstri<br />

kuruluşlarında önemli değişiklikler olmuştur.<br />

Şirketler, tek sahiplikten ortaklıklara, sahip<br />

denetiminden yöneticilerin denetimine doğru<br />

gelişti. Yöneticiler, en önde gelen denetimciler<br />

olarak şirket sahiplerinin yerini aldılar.<br />

Dolayısıyla günümüzde yöneticilerin denetim<br />

uygulama gücü göz önünde tutulmalıdır. Bununla<br />

birlikte sahiplikte en çok payı olan grup yanında,<br />

diğer pay sahiplerinin ortak hareket etme güçleri<br />

ve pay sahipleri arasında değişen güç dengesi de<br />

dikkate alınmalıdır.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Deregülasyon politikaları birçok Avrupa<br />

ülkesinin yayın sistemlerinde olduğu gibi, daha<br />

önce rekabete kapalı olan pazarları özel<br />

girişimcilere açmıştır. Yine düzenleme rejimleri,<br />

şirket sahipleri ile reklamcıların hareket serbestisi<br />

lehine değiştirilmiştir. Deregülasyon sürecinde<br />

Kamusal yayıncılığın önemi azalmış, yayın<br />

içerikleri kâr ve rekabete dayanan pazarın<br />

işleyişine bırakılmıştır.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Haber ve bilgi tekelleri, bu tekelleri oluşturanlara<br />

haksız bir güç kazandıracağı gibi, aynı zamanda<br />

liberalizmin yadsıdığı toplumsal gerçeğin tek bir<br />

kaynak tarafından belirlenmesi durumuna neden<br />

olur. Demokrasinin temel ilkelerinden biri olan<br />

düşünce ve bilgide çoğulculuk, serbest pazarda<br />

karşıtların çatışması yoluyla güvenceye alınır.<br />

Tekelciliğe, tekelleşmeye yönelecek her türlü<br />

oluşum ise tek sesliliğe neden olurken, gerçeğe<br />

uzanan yolu da tıkamaktadır.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Noam Chomsky, Türkçeye Medya Gerçeği olarak<br />

çevrilen kitabında Amerika’nın ilişki içinde<br />

olduğu uysal ülkelerle kafa tutan ülkelerin ya da<br />

grupların medyaya nasıl yansıdığını inceler ve<br />

medyanın Amerikan yanlısı açık propaganda<br />

işlevini gösterir. Kitap, medyanın “rıza<br />

oluşturma”, “cezalandırma”, “çarpıtma”,<br />

“otosansür”, “marjinalleştirme”, “temel<br />

sorunlardan uzaklaştırma”, “kasıtlı göz yumma”,<br />

“unutulmaya terk etme” gibi yöntemlerle<br />

Amerika’yı gücün temsilcisi simgesel bir yıldıza<br />

nasıl dönüştürdüğünü açıklar.<br />

180


Yararlanılan Kaynaklar<br />

Adorno, T. ve Horkheimer, M. (2006). “The<br />

Culture Industry: Enlightenment as Mass<br />

Deception”, Media and Cultural Studies:<br />

KeyWorks. Ed: Durham ve Kellner. USA ve<br />

UK: Blackwell.<br />

Aron, R. (2006). Sosyolojik Düşüncenin<br />

Evreleri. Çev: K. Alemdar. İstanbul:Kırmızı<br />

Yayınları<br />

Bagdikian, B. H. (2004). The New Media<br />

Monopoly. Boston: Beacon Press.<br />

Bottomore, T. (1997). Frankfurt Okulu. Çev: A.<br />

Çiğdem. 2. Baskı. Ankara: Vadi Yayınları.<br />

Chomsky, N. (1999). Medya Gerçeği. Çev: A.<br />

Yılmaz. 2. Baskı. İstanbul:Tüm Zamanlar.<br />

Congdon, T. ve Graham, A., Green, D. ve<br />

Robinson, B. (1995). The Cross Media<br />

Revolution: Ownership and Control. Great<br />

Britain: John Libbey.<br />

Drazen, A. (2001). Political Economy in<br />

Macroeconomics. Princeton University Press.<br />

Dursun, Ç. (2001). Televizyon Haberlerinde<br />

İdeoloji. Ankara: İmge Yayınevi.<br />

Elteren, M. V. (1999). “Amerikan Popüler<br />

Kültürünün Etkisinin Global Bir Yaklaşım İçinde<br />

Değerlendirilmesi”, Popüler Kültür ve İktidar.<br />

Der: N. Güngör. Ankara: Vadi.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki<br />

Kuram. 3. Baskı. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (1995). Dünyanın Çarpık Düzeni:<br />

Uluslararası İletişim. İstanbul: Kaynak<br />

Yayınları.<br />

Erdoğan, İ. (2007). “Siyasal Ekonomi ve Kültürel<br />

İncelemeler Çatışması”, İletişim Kuram ve<br />

Araştırma Dergisi 25.<br />

Erdoğan, İ. (2012). “Missing Marx: The Place of<br />

Marx in Current Communication Research and<br />

the Place of Communication in Marx’s Work”,<br />

tripleC 10(2): 349-391.<br />

Fejes, F. (1981). “Media Imperialism: An<br />

Assesment”, Media Culture and Society 3, 281-<br />

289.<br />

Gandy Jr, Oscar H. (1992). “The Political<br />

Economy Approach: A critical challenge”,<br />

Journal of Media Economics 5:2, 23-42<br />

Garnham, N. (1979). “Contribution to Political<br />

Economy of Mass Communication”, Media,<br />

Culture and Society 1(2):123-146.<br />

181<br />

Garnham, N. (1983). “Toward A Theory of<br />

Cultural Materialism”, Journal of<br />

Communication 33 (3): 314-329.<br />

Giddens, A. (2008). Sosyoloji. İstanbul: Kırmızı<br />

Yayınları.<br />

Golding, P. ve Murdock, G. (1997). “Kültür,<br />

İletişim ve Ekonomi Politik”, Medya Kültür<br />

Siyaset. Der: S. İrvan. Ankara: Ark.<br />

Graber, D., McQuail, D. ve Norris, P. (1998).<br />

The Politics of News The News of Politics.<br />

Washinton D.C.: Congressional Quarterly.<br />

Grossberg, L. (1984). “Strategies Marxist<br />

Cultural Interpretation”, Cultural Studies in<br />

Mass Communication 1, 392-421.<br />

Hardt, H. (1992). Critical Communication<br />

Studies: Communication, History and Theory<br />

in America. USA and Canada: Routledge.<br />

Hardt, H. (1994) “Eleştirelin Geri Dönüşü ve<br />

Radikal Muhalefetin Meydan Okuyuşu: Eleştirel<br />

Teori, Kültürel Çalışmalar ve Amerikan Kitle<br />

Araştırması”, Medya İktidar İdeoloji. Der: M.<br />

Küçük. Ankara: Ark.<br />

Herman, E. S. ve Chomsky, N. (1988).<br />

Manufacturing Consent. New York: Pantheon<br />

Books.<br />

Horkheimer, M. ve Adorno, T.W. (1995).<br />

Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi<br />

Fragmanlar I. Çev: O. Özügül. İstanbul: Kabalcı<br />

Yayınevi.<br />

Jay, M. (2001). Adorno. Çev: Ü. Oskay.<br />

İstanbul: Der Yayınları.<br />

Kaya, R. (2009). İktidar Yumağı: Medya<br />

Sermaye Devlet. Ankara: İmge.<br />

Keane, J. (1993). Medya ve Demokrasi. Çev: H.<br />

Şahin. 2. Baskı. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.<br />

Marcuse (1997). Tek Boyutlu İnsan. Çev: A.<br />

Yardımlı. 3. Baskı. İstanbul: İdea.<br />

Marks, K. ve Engels, F. (1976). Alman<br />

İdeolojisi. Sol Yayınları<br />

Mattelart, A. (2001). İletişimin<br />

Dünyasallaşması. İstanbul: İletişim<br />

Mattelart, A. ve Mattelart, M. (1998). İletişim<br />

Kuramları Tarihi. Çev: M. Zıllıoğlu. İstanbul:<br />

İletişim


Modleski, T. (1998). Eğlence İncelemeleri:<br />

Kitle Kültürüne Eleştirel Yaklaşımlar.<br />

İstanbul: Metis Yayınları.<br />

Mosco, V. (2012). “Marx is Back, But Which<br />

One? On Knowledge Labour and Media<br />

Practise”, tripleC 10(2): 570-576.<br />

Mosco, V. (1988). “Introduction: Information in<br />

the Pay-per Society”, The Political Economy of<br />

Information. Ed: V. Mosco ve J. Wasko.<br />

London: The University of Wisconsin Press.<br />

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. 3. Baskı.<br />

Ankara: Ark.<br />

Salwen, M. B. (1991). “Cultural Imperialism: A<br />

Media Effects Approach”, Cultural Studies in<br />

Mass Communication 8(1991), 29-38.<br />

Sarti, I. (1983). “İletişim ve Kültürel Bağımlılık:<br />

Yanlış Bir Kavram”, Kitle İletişiminde Temel<br />

Yaklaşımlar. Der: K. Alemdar ve R. Kaya,<br />

Ankara: Savaş Yayınları.<br />

Saybaşılı, K. (1985). Siyaset Biliminde Temel<br />

Yaklaşımlar. Ankara: Birey ve Toplum<br />

Yayınları.<br />

Schiller, D. (2006). How to Think About<br />

Information. Urbana ve Chicago: Universtiy of<br />

Illinois Press.<br />

Schiller, H.(1991). “Not Yet the Post-Imperialist<br />

Era”, Critical Studies in Mass Communication<br />

8(1991), 13-28.<br />

Schiller, H. (1993). Zihin Yönlendirenler. Çev:<br />

C. Cerit. İstanbul: Pınar Yayınları.<br />

Schiller, H. (1994). “Media, Technology and the<br />

Market: The Interacting Dynamic”, Culture on<br />

the Brink: Ideologies of Technology. Ed: G.<br />

Bender ve T. Druckrey. Seattle: Bay Press.<br />

Straubhaar, J. D. (1991). “Beyond Media<br />

Imperialism: Assymetrical Interdependence and<br />

Cultural Proximity”, Cultural Studies in Mass<br />

Communication 8, 39-59.<br />

Swingewood, A. (1996). Kitle Kültürü<br />

Efsanesi. Çev: A.Kansu. Ankara:Bilim ve Sanat<br />

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2009). İletişim<br />

Araştırmaları ve Kuramları. 3. Baskı. İstanbul:<br />

Beta.<br />

Timur, T. (2000). Küreselleşme ve Demokrasi<br />

Krizi. 2. Baskı. Ankara:İmge<br />

Tomlinson, J. (1999). Kültürel Emperyalizm.<br />

Çev: Ç. Zeybekoğlu. İstanbul: Ayrıntı.<br />

Üşür, İ. (2003) “Ekonomi Politik: Zarif Mezar<br />

Taşları”, Praksis 10.<br />

Wasko, J. (2004). The Political Economy of<br />

Communications, in The SAGE Handbook of<br />

Media Studies, Ed: J. D.H. Downing. ABD:<br />

Sage.<br />

Wayne, M. (2009). Marksizm ve Medya<br />

Araştırmaları. Çev: B.Cezar. İstanbul: Yordam<br />

Kitap.<br />

Williams, R. (2003) Televizyon, Teknoloji ve<br />

Kültürel Biçim. Çev: A. U. Türkbağ. Ankara:<br />

Dost<br />

182


8<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının doğasını tanımlayabilecek,<br />

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının gelişimini irdeleyebilecek,<br />

Araştırmaların türleri, alanları, konuları ve yönelimlerini açıklayabilecek,<br />

Araştırmaların son durumunu betimleyebilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Türkiye’de İletişim Araştırmaları<br />

Araştırmaların Gelişimi<br />

İletişim Araştırma Türleri<br />

Oluşum Koşulları<br />

Araştırma Yönelimleri<br />

Ampirik (Deneysel) Araştırmalar<br />

Alan Araştırmaları<br />

Araştırma Konuları<br />

Araştırma Amaçları<br />

Araştırma Nedenleri<br />

İçindekiler<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Giriş<br />

Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Oluşumun Temel Doğası<br />

Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Gelişim ve Koşulları<br />

Araştırma Türleri, Alanları, Konular ve Yönelimler<br />

Türkiye’de Günümüzdeki Durum<br />

184


Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları<br />

GİRİŞ<br />

Her alanda olduğu gibi iletişim alanında da bilme, bilme gereksiniminin olması ve bu gereksinime bağlı<br />

olarak araştırma tasarımı yapılması, uygulanması, toplanan bulguların/bilgilerin değerlendirilmesi,<br />

sonuçların çıkarılması ve böylece gereksinimin ya da gereksinimlerin karşılanması ile ilgili insan<br />

faaliyetlerini içerir. İletişim araştırmaları, iletişim ile ilgili gereksinimleri belirsizlikleri mümkün olduğu<br />

kadar ortadan kaldırarak karşılama, bilme ve karar verme ile ilgilidir. İletişimde araştırma gereksinimini<br />

hissetme, faaliyette bulunma ve bu gereksinimi giderme; yaşanan toplumun bilgi, teknoloji, örgütlenme,<br />

araştırmaya ilgi ve bilmeye karşı tutumu, uluslararası koşuldaki yeri gibi koşullara bağlıdır. Bu nedenlerle<br />

bazı insan topluluklarında iletişimle ilgili araştırmalara hiç gereksinim duyulmazken bazılarında çok az,<br />

bazılarında ise çok fazla gereksinim duyulur. Bazılarında en küçük bir gereksinim karşılanırken,<br />

bazılarında gereksinim ne denli ciddi ve hayati olursa olsun var olan güç yapısı ve ilişkilerinin doğası<br />

nedeniyle bastırılır, engellenir ve hatta mahkûm edilir.<br />

Bu bölümde Türkiye’deki iletişim araştırmaları konusu ilişkili olduğu temel belirleyici koşullar ve<br />

öğelerle bağlar kurularak irdelenmiştir. Ünitede, kronolojik bir öyküleme yerine iletişimin temel unsurları<br />

değerlendirilerek belirleyici ulusal ve uluslararası unsurlarla ilişkiler ortaya konulmuştur.<br />

TÜRKİYE’DE İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAŞTIRMALARI: OLUŞUMUN TEMEL<br />

DOĞASI<br />

Araştırmaya Gereksinim ve Belirleyici Etkenler<br />

Bir ülkede her alanda olduğu gibi iletişim alanında da araştırmaların başlaması ve gelişmesi için önce<br />

“araştırmaya gereksinim duyulması” gerekir. Bu gereksinim örgüt yapıları içindeki ya da dışındaki<br />

bireyler tarafından hissedilebilir. Fakat gereksinimin hissedilmesi yeterli değildir. Bu gereksinimden<br />

başlayarak gereksinim ile ilgili faaliyetlerin oluşması, yapılması ve gereksinimin giderilmesine ve bu<br />

giderilmeyle başlayan gelişme olasılığına uygun ve onu destekleyen bir toplumsal yapının var olması<br />

gerekir.<br />

Araştırmaya gereksinim: Gereksinimler günlük yaşam pratikleri içinde hissedilir ya da dış etkenler<br />

veya güçler tarafından hissettirilir. Türkiye örneğinde kimlerin, ne zaman, nerede ve neden bir araştırma<br />

gereksinimi hissettiği ve gereksinimin neden bastırıldığı ya da teşvik edildiği bilinemez; ancak iletişimle<br />

ilgili var olan ilk araştırmaya bakarak çıkarımlar yapılabilir. Bu bağlamda ilk araştırma 1914 yılında<br />

Amerika’da eğitim yapan bir Türk öğrencinin (Ahmet Emin Yalman) akademik derece alma<br />

gereksiniminden kaynaklanmıştır. Bu gereksinimi gidermek için gerekli destek ve teşvik yazarın çalıştığı<br />

üniversite tarafından sağlanmış ve yazar da Türkiye’de iletişim konusu ile ilgili ilk eseri hazırlamıştır.<br />

185


Şekil 8.1: Gereksinimden araştırmaya giden akış<br />

<br />

Gereksinim üzerinde düşünme: İnsan hangi konuda olursa olsun ortaya çıkan gereksinimler<br />

üzerinde düşünür. Bu düşünme ile gereksinimle ilişkili araştırma yapıp yapmayacağı, araştırmanın yapılıp<br />

yapılamayacağı, herhangi bir engel olup olmadığı olanaklar, engeller ve riskler üzerinde düşünerek karar<br />

verir.<br />

Tercihler ve faaliyetler: Eğer yapısal koşullar araştırma gereksinimini engellemiyorsa ve teşvik<br />

ediyorsa, o zaman araştırma yapma olasılığı ortaya çıkar ve ilgili faaliyetler başlar. Bu faaliyetler<br />

araştırma tasarımına götürürse, o zaman tasarım hazırlanır, uygulanır, analizler ve sentezler yapılır,<br />

bulgular sunulur, sonuçlar çıkarılır ve gerekiyorsa çözüm önerileri sunulur.<br />

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının oluşumunun geç olmasının nedeni hem gereksinimi hisseden<br />

insan faktörü hem de insanların örgütlü yapılar içinde oluşturdukları bilmeye ve bilimsel araştırmaya<br />

karşı olan kültürel, siyasal ve ekonomik koşullardır. Tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de araştırma<br />

yapma, koşullar, tercihler ve faaliyetler yapısıyla ilişkilidir.<br />

Gereksinim giderme ve yeni gereksinimlerin çıkması: Araştırmayla ilgili her safhada insan<br />

düşüncesini gereksinimler, alternatifler/seçenekler, düşünceler ya da faaliyetler üzerine yansıtarak,<br />

açıklamalar getirir, nedensellik bağları kurar ve sonuçlar çıkartır. Bu sonuçlara dayanarak “kendini içinde<br />

bulduğu koşulları” sürdürme ve daha iyiye dönüştürme üzerinde düşünür ve hatta çaba harcar.<br />

Dolayısıyla, her araştırma ile gereksinim giderme, yetersiz giderme veya giderememe sonucunda, yeni<br />

araştırma gereksinimleri olasılığı ortaya çıkar.<br />

<br />

İletişim Araştırmasına Götüren İlgi ve Bilgi Üretimi<br />

Türkiye’de diğer alanlarda olduğu gibi iletişim alanında da araştırmaya ilgi ve bilgi üretimi ülkenin kendi<br />

iç dinamiklerinden kaynaklanan bir gereksinim ve destekleme olarak başlamamıştır. İlk kapsamlı<br />

araştırmayı yapanlar, tek bir örnek dışında, Amerikalı akademisyenler olmuştur. Dolayısıyla Türkiye’deki<br />

akademisyenlerin araştırma girişimleri bağlamında ilgi ve bilgi üretiminde gecikme olmuştur. Osmanlıda<br />

ve ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde (a) iletişim alanında teknolojik bilgi birikimiyle üretilen<br />

iletişim araçlarının ve örgütlenmesinin olmaması, (b) dış güçlerin ürettiklerine ve bu ürettikleriyle elde<br />

ettikleri kontrolü sürdürme politikalarına bağlı kalması, (c) araçların ve örgütlenmelerin Batı’dan ithal<br />

edilmesi ve (d) bilgiden geçerek kontrol gereksiniminin araştırmaya dayanma yerine baskılara ve<br />

yasaklara dayanması gibi bir yapıya sahip olması bu gecikmenin başlıca nedenleridir. İlgiyle ilgili olarak<br />

günümüzde de yaygın olan çok önemli bir yan ise, Atatürk’ün 1923’de Konya Gençleriyle Konuşmasında<br />

belirttiğidir: “Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genellikle şu hatamız vardır ki,<br />

araştırma ve çalışmamıza zemin olarak çok vakit kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi<br />

geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı almalıyız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün<br />

diğer milletleri tanır, ama kendimizi bilmeyiz”.<br />

186


Her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de -geç de olsa- oluşuma giden yola bakıldığında temel olarak<br />

aşağıdaki koşulların belirleyici rol oynadığı görülür (Şekil 2):<br />

Şekil 8.2: İletişim araştırmasının oluşum ve gelişmesi için en temel koşullar<br />

a. Şirketlerin ve kurumların ekonomik ve siyasal üstünlük, kontrol ve gelişme için bilgiye<br />

gereksinim duymaları: Ekonomik, kültürel ve siyasal yönetim için faydalı bilgi daima en<br />

değerli ve çoğu kez gizlenmesi gereken bilgidir. Bu tür bilgi üretimi örgütlü düzenin<br />

sürdürülebilirliğinin zorunlu koşuludur. Türkiye’de iletişim alanında bu tür bilgiye gereksinim<br />

devlet kurumlarında çok eskilerden beri hissedilmiş olabilir; fakat kurumların bu alanda<br />

bilimsel araştırma yapmaları çok yakın zamanda başlamıştır. Ülkenin genel siyasal kültür ve<br />

ilişkilerinin, düşüneni ve soruşturanı destekleme yerine çoğunlukla engelleme ve cezalandırma<br />

geleneği, üniversitelerden üretken ve soruşturan insanların uzaklaştırılması, atılması,<br />

küstürülmesi, akademik üretimden çok başka işlerle meşgul olan ve üretme kaygısı olmayan<br />

kadroların üniversitelerde giderek artması, bilimin dilini bilmeyenlerin üniversiteleri doldurması<br />

da bu geç başlamayı tetiklemiştir. Ne yazık ki “zorunlu kalmadıkça üretmeyen bir akademik<br />

ortam” hala devam etmektedir: Üretim yapma için en olgun zaman olan profesörlükte üretme<br />

(zorunluluk olmadığı için ve egemen üretmeme kültürü nedeniyle) büyük çoğunlukla<br />

durmaktadır. Örneğin 17 iletişim fakültesinin 55 profesörü arasında yapılan bir pilot inceleme<br />

sonucuna göre profesörlerin % 67.3’ü doçentlikten sonra hiçbir hakemli ulusal veya uluslararası<br />

dergide makale yazmamıştır. Son beş yılda dört profesör dört makale yazmıştır; iki profesör üç,<br />

üç profesör iki ve 11 profesör bir makale yazmıştır ve 36 profesör yazmamıştır. Pilot<br />

incelemedeki profesörlerin % 18.2’sinin 20 yılı aşan zamandan beri hiçbir hakemli dergide<br />

makalesi bulunmamaktadır. Umut verici olan ise şudur: Makale yazanların çoğu (genellikle<br />

dışarıda eğitim görmüş veya herhangi bir nedenle araştırma yapmaya devam eden) yeniprofesörler<br />

olmaktadır ki bu da bize olumlu bir değişimi işaret etmektedir.<br />

Bu duruma ek olarak, Türkiye’deki şirketlerin de örgüt iletişimi gibi iletişimle ilgili kendileri için<br />

araştırma yapmaları ya da yaptırmaları çok daha yavaş oluşmuştur; fakat özellikle pazarlama, müşteri<br />

ilişkiler ve reklamcılık gibi alanlardaki araştırmaların önemini büyük şirketlerin son yıllarda anlamasıyla<br />

bir gelişme seyrine girilmiştir.<br />

b. Bilgi üretiminin örgütlenmesi ve örgütlü yapılar içine taşınması koşullarının ve<br />

gereksiniminin çıkması: Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde acil kaygı, özellikle ekonomi<br />

alanında en temel bilgi birikimini ve kullanımını sağlamak olmuştur. İletişim alanında bilgi<br />

üretiminin örgütlenmesi de Kurtuluş Savaşı sırasında ve hemen sonrasında ciddi bir gereksinim<br />

olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle telgraf ağı yanında, ülkenin davasını acil olarak anlatma<br />

amacıyla Anadolu Ajansı ve Radyo kurulmuştur. Ancak “etkili kullanım” gibi gereksinimlere<br />

bağlı olarak gelen bilimsel araştırma yapılmamıştır. Amerikalıların Birinci Dünya Savaşı’nda ve<br />

ardından 1930’larda yaptıklarının aksine, Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında sosyal<br />

bilimciler araştırmayı toplum yönetimi amaçlı örgütleme, yönlendirme ve bilgi toplamak için<br />

kullanma gibi bir yol izlenmemiştir. Çünkü ülkede böyle bir yönetsel gelenek, akademik işgücü<br />

ve örgütlü çıkar yapısı yoktu. Gereksinimi hissedenler elbette olmuştur ama araştırma yapacak<br />

akademik veya profesyonel kadro, örgütlenme ve diğer gerekli olanaklar mevcut değildi. Bu<br />

koşullar hem bilginin kontrolünü hem de yönetimsel bilgi (= insanları yönetmek için üretilen<br />

bilgi) için gerekli araştırma faaliyetlerin yapılmasına olanak vermemiştir. Buna karşın, Osmanlı<br />

imparatorluğunun duraklama devrinden beri “hazır” yol seçilmiş ve bilgi gereksinimini<br />

187


karşılamak için fen ve sosyal bilimler alanlarında (özellikle savaş ve savaş iletişimi araçları ve<br />

örgütlenmesi bağlamında) Batı’dan “paketlenmiş bilgi” ve profesyonellik transferi<br />

geliştirilmiştir. İletişim alanında bilgi üretiminin örgütlenmesi ve örgütlü yapılar içine taşınarak<br />

sistemli ve kapsamlı üretim haline getirilmesi ancak son zamanlarda gerçekleşmeye başlamıştır.<br />

c. Endüstriyel yapının çıkarlarına uygun bilişlerin, duyguların, duyarlılıkların ve<br />

davranışların kitleler halinde biçimlendirilmesi gereksiniminin zorunlu hale gelmesi:<br />

İletişim alanında da önemli araştırma gereksinimi çıkaran bu gelişme, Batı’da 20. Yüzyılın<br />

başından itibaren hızla artan bir şekilde kitle üretimi yapılmasıyla ivme kazanmıştır. Kitleler<br />

için üretim yapan endüstriyel yapı, tüketimi, kullanımı, rızayla katılmayı ve oy vermeyi de<br />

üretmek zorunda kalmıştır. Bu zorunluluk da bilgi üretiminin özellikle endüstriyel yapılar<br />

çıkarına uygun bir şekilde örgütlenerek üretim yapmasını, özellikle iletişim odaklı araştırma<br />

yapmasını gerekli kılmıştır.<br />

Türkiye açısından yukarıda sıralanan gereksinimlerin eksikliği, oluşmaması ve olanın da gelişmeye<br />

yönelik olmaması ya da destek bulamaması, iletişimde araştırmaya giden bilgi üretiminin oluşumunun<br />

geç ve yavaş olmasını beraberinde getirmiştir. Türkiye ve benzeri ülkelerde oluşumun hızlanması ve<br />

gelişmelerin ivme kazanması, ancak kapitalizmin küresel pazar serüveninin 1980’lerde ivme kazanması<br />

ve bunu destekleyen yeni-liberal siyasi ve ekonomik politikaların uygulatılması ile gerçekleşmiştir. Bu<br />

oluşum ve gelişme de kaçınılmaz olarak küresel pazarın “damgasını” taşımaktadır (Tezcek, 2007; Malott,<br />

2009; Reppy, 1998; Drahos ve Braithwaite, 2003; McNeely ve Wolverton, 2008; Cunningham, 1998).<br />

Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Temel Amaç ve Sonuçlar<br />

İnsanın fiziksel ve toplumsal varoluşunun zorunlu koşulu olan iletişimin doğası ve iletişim<br />

araştırmalarının karakteri, insanın kendini maddi ve düşünsel olarak nasıl ürettiğine ve ilişkilerini nasıl<br />

kurup yürüttüğüne bağlıdır.<br />

20. Yüzyılın başında “Fordist seri üretimle” başlayan ve gelişen kitle üretimi, kitlelerin ekonomik<br />

pazar için “üretilmesi” gereksinimi ortaya çıkarmıştır. Bu da kaçınılmaz olarak reklamların etkisi, tüketici<br />

ve izleyici tercihleri ile ilgili araştırmaların çıkışını ve desteklenmesini getirmiştir. Türkiye’deki<br />

ekonomik koşullar ve üretim yapısı bu tür karaktere ve gereksinime o zamanlar sahip olmamıştır. Bu<br />

nedenle böyle bir gereksinim ve amaç, ancak 20. Yüzyılın sonlarında çıkıp hızla gelişmiştir.<br />

Amerika’da ve Avrupa’da 20. Yüzyılın başlarında, yarım asırdan beri artan kitlelerden korkuyla<br />

oluşan “yönlendirerek yönetme” gereksinimine, Birinci Dünya Savaşı’nda, kitleleri savaşa hazırlama ve<br />

bu hazırlığın sürekli olarak yapılması gereği eklenmiştir. Kitlelerin kendilerini ve ilişkilerini düşünsel<br />

olarak yeniden-üretmeyi egemen siyasal ve ekonomik amaçlar doğrultusunda biçimlendirme<br />

gereksiniminden propaganda, ikna, retorik, kamuoyu ve halkla ilişkiler oluşmuş ve örgütlü etkileme/ikna<br />

faaliyetleri ve araştırmaları gelişmiştir. Osmanlı’nın son anlarını yaşadığı ve ardından da Kurtuluş<br />

Savaşı’yla bir Cumhuriyet kuran Türkiye’deki koşullarda bu tür araştırma gereksinimi de ortaya<br />

çıkmamıştır. Bunun yerine tarih boyu insanlara işlenmiş duyguları, düşmanlığı ve dini inançları sömüren<br />

siyasal anlayışların getirilmesi, yönetici siyasal güç yapıları arası yoğun çekişmelerin egemen olması, bu<br />

çekişmelerin medya ve üniversite ortamlarına yansıtılması, üniversitelerde çoğulcu ve üretken düşünce<br />

ortamının oluşmasının engellenmesi, buna uluslararası soğuk savaşın gerçeği saptıran ve düşmanlıkları<br />

körükleyen propagandasının eklenmesi ve 1990’lardan sonra bu propagandanın terörizm öcüsünü yaratma<br />

ve “böl, birbirine düşür ve ekonomik ve siyasal amaçları gerçekleştirmek için yönet” amaçlı kimlik<br />

politikaları biçimine dönüştürülmesi gibi sağlıklı oluşumu ve gelişimi köstekleyen olumsuz gelişmeler<br />

olmuştur. Öykünülen Batı tipi demokrasinin sağlıklı gelişmesinin önü çeşitli şekillerde kesilmiştir. Bu<br />

koşullar içinde toplumsal yarara yönelik sağlıklı iletişim araştırmaları ortamının ve amaçlarının oluşması<br />

da beklenemez. Bu olumsuzluklara ek olarak, günümüzde daha çok “kadro almak” ve “para kazanmak<br />

için yaşamak” temeline dayanan, dolayısıyla araştırmayı bir amaç değil de araç olarak gören bir yapının<br />

yaygınlaşmaya başladığını görürüz. Bu yapıda iletişim araştırmaları özellikle iki amaç etrafında<br />

yoğunlaşır:<br />

188


1. Şirket merkezli ekonomik kontrole ve kurum merkezli enformasyon toplamaya katkıda<br />

bulunarak para kazanmak;<br />

2. Klasik etki arayan araştırmalar yanında, küresel pazar politikalarının popülerleştirdiği günlük<br />

yaşamda mikro-seviyedeki ifadeler, temsiller/metinler, mekanlar, çoğul kimlikler ve mikrokimlik<br />

politikaları gibi konular ve yaklaşımlarla çalışmalar yaparak kadroda yükselmek, egemen<br />

çevrelerden birine dahil olmak, öznel çıkarları gerçekleştirebilmek için çevre yapmak ve statü<br />

elde etmek.<br />

Normal olarak iletişim alanında araştırma, sistemli ve tutarlı tasarım ve uygulama yoluyla<br />

belirsizlikleri azaltma ya da ortadan kaldırma ve böylece anlama, açıklama ve kontrol mekanizmaları<br />

kurma ve sürdürme arayışına ve amacına dayanır. Ancak iletişim araştırmalarının her zaman ve her<br />

koşulda belirsizlikleri ortadan kaldırdığı ve tutarlı sonuç ve öneriler getirdiği söylenemez (Erdoğan,<br />

2012). Araştırmayla bilimin genel amacı olan “fenomendeki (şeydeki, olaydaki, görüngüdeki) düzeni,<br />

tekrarlanan kalıpları, oluşum ve değişim nedenlerini” bulmaya katkı amaçlanır. Ancak Türkiye’de<br />

işletme, reklam, halkla ilişkiler, televizyon ve sinema gibi alanlarda anket çalışmalarıyla yapılan<br />

araştırmalarda genellikle bu amaç güdülmez. Çünkü bu tür iletişim araştırmalarının amacı; endüstriyel<br />

yapının verimlilik, pazarlama, iletişim, etki ve meşrulaştırma sorunlarını çözme temeli üzerine inşa<br />

edilmiştir. Bu doğrultuda, örneğin “aktif izleyici” tezi vardır; izleyicinin tercihleri ve izleyicinin<br />

özelliklerini bilmeye yönelik araştırma ve ölçme yöntemleri geliştirilmiştir. Pozitivizmin bu tür<br />

biçimlendirilmesine dayanan bu araştırma yönelimi yanında, “dışarıda bilinebilir bir gerçek yoktur,<br />

gerçek görecedir, çoğuldur, sürekli değişim vardır ve tekrarlanan kalıplar yoktur, post-modernlik<br />

modernizmin bir devamı değildir” gibi açıklamalar (örneğin post-pozitivist, post-yapısalcı ve postmodern<br />

açıklamalar) popülerleştirilmiştir.<br />

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının amacı ve araştırmalarda aranan sonuçlar, dünyada yaygın<br />

olandan farklı değildir:<br />

• Güvenilir, geçerli ve faydalı verilere dayanarak tanımlamak, betimlemek, nedensellik<br />

bağlarıyla tahminlerde bulunmak, dolayısıyla tutarlı bir biçimde bilmek ve anlamak ve kontrol<br />

mekanizmaları kurmak ve geliştirmek, çareler bulmak ve önlemler almak.<br />

• Sürdürme ve gelişme planları tasarlayıp uygulamak.<br />

• İletişim araştırması, aynı zamanda, iletişim alanının kendi var oluş nedenleriyle gelen koşulları<br />

yeniden-üreterek kendini ve kendini var eden koşulları sürdürme ve geliştirme faaliyetidir: Bu<br />

faaliyet iletişim araştırmacısına para kazandırır ve statü sağlar.<br />

• Özel şirkette çalışan araştırmacı için iletişim araştırması yapmak, pazarda şirketin ve<br />

kendisinin ilerlemesini sağlamaktır; işsiz kalmamak için kendini işinde garantiye almaktır.<br />

• İletişim araştırmaları, firma için, ürün geliştirme, arz ve talebi kontrol ederek pazarda üstünlük<br />

yolunu açar.<br />

Araştırma yapma, öğretme ve öğrenme, aynı zamanda, bilimsel politikanın doğasını büyük ölçüde<br />

biçimlendiren sosyal politika konusudur. En yanlış ya da en anlamsızından en anlamlısına kadar tüm<br />

aştırmalar bu politikanın kaçınılmaz parçalarıdır. Araştırmayla ilgili sosyal (ekonomik, siyasal ve<br />

bilimsel) politikalarını sistemli bir şekilde hazırlayan ve yürüten güçler ve ülkeler diğerleri üzerinde<br />

egemen olur. Bu tür planlı ve kontrollü yapılarda, iletişim araştırmaları öncelikle siyasal ve ekonomik<br />

pazarın içte ve uluslararasında kontrol gereksinimlerini karşılamak için geliştirilir, desteklenir ve<br />

kullanılır. Bu amaca “eleştirel, radikal veya alternatif ” olarak nitelenen yaklaşımlarla gelen araştırmaların<br />

büyük çoğunluğu da dâhildir; çünkü onlar itici güç ve kontrollü alternatif olarak işlev görürler.<br />

Elbette her yapıda, “sosyal faydaya dayanan” ya da sosyal fayda ile endüstriyel çıkar bağını birlikte<br />

taşıyan araştırmalar da vardır. Bu tür iletişim araştırmaları çoğunlukla sağlık ve yaşam koşullarını<br />

iyileştirme gibi alanlarda yapılır. Örneğin işitme ve konuşma terapisi ile ilgili araştırmalar böyledir.<br />

Ancak Türkiye’de işitme ve konuşma terapisini geliştirme araştırmaları henüz yoktur ve Batı’da tıp<br />

fakültelerinde yapılan türde, hastanın kendi kendisiyle iletişimiyle gelen terapiyle ve hastanın yaşamını<br />

düzenlemesiyle ilgili araştırmalar da henüz mevcut değildir.<br />

189


İletişim Araştırmalarında Üretilen Bilginin Doğası<br />

Araştırmalarda üretilen bilginin bilimsel bir karaktere sahip olması gerekir. Bunun olabilmesi; bilmek<br />

isteyenin amacına, araştırma tasarımının birikmiş bilgiye dayanarak belirsizlikleri azaltan ve mümkünse<br />

ortadan kaldıran bir karaktere sahip olmasına, üretilen bilginin kullanılıp kullanılmadığına ve<br />

kullanılıyorsa, kullanımın karakterine bağlıdır. Yukarıda belirtilen gereksinimler ve değişimler<br />

sonucunda, üniversitelerden kitle iletişim araçlarına kadar tüm örgütlü yapılarda milyonlarca profesyonel<br />

insanın katılımıyla birkaç tür bilgi üretimi yapılmaya başlanmıştır. Bu üretilen bilginin doğası, özellikle<br />

iletişim alanında, aşağıdaki temel özelliklere sahiptir (Şekil 3):<br />

Birinci Tür Bilgi: Teknolojik Bilgi<br />

Şekil 8.3: Araştırılan bilginin genel doğası<br />

Bu tür bilgi, bilim ve teknolojinin üretimi için zorunlu olan bilginin üretimini ve bu üretim için yapılan<br />

araştırmaları içerir. Bu tür bilgi ve araştırmalar günümüzde dünyadaki teknolojik seviyeyi ve teknolojik<br />

biçimi ve yapıyı belirleyen bilgi ve araştırmalardır. Bu tür işlevsel bilgi üretimi, toplumlar içi ve<br />

toplumlar arası yarışın bütünleşik bir parçasıdır. Bu bilgi üretimi, kapitalizmde özel şirketlerin ve devletin<br />

özellikle ordu, polis ve istihbarat teşkilatları gibi meşrulaştırılmış baskı ve ikna kurumlarının kendi<br />

bünyelerinde açtıkları bölümlerde kiraladıkları bilim insanlarıyla planlanır ve yürütülür; bu amaçla<br />

araştırma merkezleri kurulur. Bu tür bilgi değerlidir; dolayısıyla gizlidir, pazara sürülen emtia değildir,<br />

“herkes aydınlansın” diye internete de konmaz, televizyonlarda tartışılmaz, üniversite kitaplarında yer<br />

almaz. Bu gizli bilgi, ancak kullanabilme olanaklarına sahip olanların elinde güçtür; sahip olmayanlar<br />

bilse bile, olanaklara sahip ol(a)madıkları için kullanamazlar. Bu tür üretimle ve bilgiyle ilgili bir diğer<br />

önemli yan da şudur: Eğer birileri iletişimle ilgili olarak egemen üretim güçlerinin çıkarına aykırı olan<br />

bilgi üretirse; (a) bu kişi ve “aykırı bilgisi” herhangi bir nedenle “işe yarar, değerli” bulunursa desteklenir,<br />

ücretle/maaşla işe alınır; (b) bu kişi ve ürettiği “işe yaramaz” olarak nitelenirse, desteklenmez ve marjinal<br />

duruma itilir; (c) bu kişi ve ürettiği “tehlikeli” olarak nitelenirse, tehlikenin kapsamına göre engelleme<br />

yöntemleri kullanılır. (d) Eğer gücün çıkarına aykırı bilgi üreten ve kullanmaya çalışan herhangi bir<br />

ülkeyse, o ülke çeşitli yollarla yönlendirilir ya da “dünya barışını tehlikeye soktuğu” için özgürlük,<br />

demokrasi ve insan hakları gibi kimi gerekçelerle o ülkeye ambargolar uygulanır, işgalle tehdit edilir ve<br />

kimi zaman işgal edilir. Çünkü güç yapılarını yönetenler, sadece kendilerine işlevsel olan bilgiyi<br />

üretmekle kalmazlar, rakiplerinin üretimini durdurma mekanizmalarını kurar, geliştirir ve uygularlar.<br />

Endüstriyel bilgi “ürün üreten teknolojiyi” üreten bilgidir. Bu bilgiyle teknoloji üretimi yönetilir. İletişim<br />

alanında, iletişim teknolojileriyle ilgili araştırmalardan geçerek üretilen bu birinci tür bilgi iletişim<br />

fakültelerinde üretilmez. İletişimle ilgili bu tür bilgi fizik, matematik, iletişim mühendisliği, elektrik ve<br />

elektronik mühendislik gibi dallarda yapılan ve hemen hepsi “deneysel tasarım” karakterinde olan<br />

araştırmalarla üretilir. Teknolojik/endüstriyel bilgiyle üretilen teknolojik ürünler/araçlar (örneğin cep<br />

telefonları, tabletler) pazara satış için sunulur, fakat ürünleri üreten bilgi, gerekli görülmedikçe, asla<br />

pazara sunulmaz.<br />

190


İkinci Tür Bilgi: Yönetme/Yönetim Bilgisi<br />

Bu tür bilgi özellikle pazarlama, işletme ve kamu yönetimi, propaganda ve siyasal kampanyalar için<br />

gerekli olan ve insanları yönetmenin nasıl yapılacağıyla ve yapıldığıyla ilgili bilmeyi içerir. Bu tür bilgi<br />

üretimi toplumsal yönetim politikaları ve uygulamalarıyla ilgili araştırmalarla üretilir: Bu türdeki bilgi de<br />

gerekli görülmedikçe paylaşılmaz, çünkü yönetmek için kullanılır. İletişim alanındaki bu tür araştırmalar<br />

psikologların ve sosyal-psikologların kullandığı deneysel laboratuar araştırmalarından, sosyal bilimcilerin<br />

kullandığı “deneyselimsi tasarım” türlerine kadar değişir. ABD’de 20. yüzyılda başlayan ve 1950’lerde<br />

uluslararası alana taşınan bu tür araştırmalar, kamu kurumlarından üniversitelere kadar birçok yapılar<br />

yoluyla açıktan ve gizli olarak yapılır. Bu araştırmalar ve bu araştırmalarla desteklenen ulus içi ve<br />

uluslararası politika ve uygulama bilgileri de gizlidir. Bu bilgileri açığa vuranların hayatları tehlikeye<br />

girer. Örneğin Wikileak ile yapılan açıklamaları nedeniyle Julian Assange ve Bradley Manning uzun<br />

yıllar hapis tehlikesiyle karşı karşıyadır.<br />

Üçüncü Tür Bilgi: Kitlelerin Kullanımı İçin Üretilen Bilgi<br />

Bu tür bilgi üretimi kitlelere belli bilmeleri, bilişleri ve davranış kalıplarını işlemek için yapılır. Bu<br />

bağlamda en az iki tür üretim görürüz: Birincisi, araştırma yapanların, uygulayanların, üzerinde<br />

uygulananların, öğrencilerin ve diğer eğitimli kitlelerin bilişlerini biçimlendirmeyle ilgilidir; ikincisi de<br />

genel halka yönelik olanlardır. Birinci türdeki araştırmalarla üretilen ve yayılan “bilme üretiminin” (bilinç<br />

işlemenin) çoğu kez araştırmayı yapanlar bile farkında değildir. Bu türde, araştırmacılar belli işlevsel<br />

kalıplar içinde araştırma tasarımı ve uygulaması yaparlar; araştırmayı uygulayanlara, araştırmanın<br />

üzerinde uygulandığı insanlara ve araştırmayı veya araştırmayla ilgili yapıtları okuyanlara da<br />

araştırmacıya işlenen bilişler ekilir. Dikkat edilirse bu bağlamda yapılan iletişim araştırmasında birincil<br />

amaç “belli tarzda bilmeyi ekmedir”. Bu nedenle milyonlarca iletişim araştırmalarının bu türde olanlarını<br />

endüstriyel ve siyasal yapılar kendi karar verme ve uygulama süreçlerinde kullanmazlar; çünkü bu<br />

araştırmalar böyle bir faydaya ve değere sahip değildirler. Bu tür bir faydaya sahip iletişim araştırmaları<br />

farklı araştırmalardır. İkinci türdeki üretim, iletişim araştırmalarının da çeşitli şekillerde parçası olduğu ve<br />

desteklediği halkın cahilleştirilmesi ve cehalete-bilgiçlik taslatma üzerine inşa edilen bilmedir (bilinç<br />

işlemedir).<br />

Bu tür “bilgi/bilme üretimi” tarih boyu birbirine bağlı birkaç temel üzerine kurulmuştur:<br />

a. İnsanların inancının ve inanç sistemini kötüye kullanan örgütlenmiş din (Bunun anlamı: sorun<br />

dinde ve inançta değil; sorun birilerinin çıkar için dini kötüye kullanmasındadır): Bu örgütlenme<br />

resmi olabileceği gibi din adına hurafeyle çıkar sağlayan bir yapı da olabilir; aslında tarihte her<br />

ikisi de birlikte var olmuştur.<br />

b. Cinsel ilişkiye ve alkollü içki gibi madde kullanımına indirgenen örgütlenmiş ahlak.<br />

c. Bizi her an yutmak, yok etmek isteyen; en az bir öcü/düşman: Kötü ve tehlikeli ötekiler.<br />

d. Kendini toplumdan geçerek değil de, toplumu kullanarak gerçekleştirmeye dayanan bireysel<br />

çıkar bilişi/bilinci: Kendini toplumdan geçerek tanımlayan bireysel çıkar bilincinde bireycilik<br />

sosyal içinde sosyalle birlikte algılanır ve benimsenir. Toplumu kullanarak kendini<br />

gerçekleştiren bireysel çıkar bilincinde, birey topumla değil, toplumdan faydalanarak bireydir.<br />

Birincisinde genel faydayla oluşan bir bireycilik vardır; diğerinde genel faydayı sömüren ve<br />

kendi çıkarı için kullanan veya ortadan kaldıran bireycilik vardır.<br />

Kitleler için bilgi üretimi, toplumlarda tarihsel olarak çeşitli biçimlerde ve yoğunlukta<br />

süregelmektedir. Günümüzde çeşitli örgütlü yapılar yanında özellikle kitle iletişim araçları ve belli ölçüde<br />

resmi eğitim yoluyla yapılır. Bu biliş yönetiminde ahlak, inanç ve bireyin kendini düşünsel ve duygusal<br />

olarak üretmesi dahil her şeyi, örgütlü yapılarda biçimlendirilir ve ona “satılır ya da hediye” edilir.<br />

Örneğin (a) kitle iletişiminde eğitim, kültür, haber, enformasyon, eğlence ve spor gibi çeşitli isimlerde<br />

gelen bilgiler ve (b) tüketicinin, izleyicinin ya da oy verenin, satılan ürünle, verilen hizmetle, tüketimle,<br />

izlemeyle ve oy vermeyle ilgili olarak bilmesi gereken bilgiler.<br />

Kitlelerin kullanımı için üretilen bilgi, faydasız ya da geçersiz gibi görünür. Fakat aslında, bunlar<br />

teknolojik bilgi kadar değerlidir, çünkü tarih boyu toplumlar bu tür bilişlerle, duyarlılıklarla, düşüncelerle,<br />

191


inançlarla ve beklentilerle yönetilmektedir. Yani bu tür işlevsel bilgilerin (örneğin dizilerde ve filmlerde<br />

sunulan bilmelerin, duyarlılıkların ve ilgilerin), “egemen güçlerin kendilerini ve teknolojiyi üretmek için<br />

kullanması” bağlamında faydası yoktur ama kitlelerin hayatı ve yaşamlarını doğru anlama ve düzenleme<br />

bağlamında, yönetenler için hayati değere sahiptir. Çünkü yönetenler için işlevsel olan madde/ürün<br />

promosyonu ve satışı yanında yanlış yönlendirme işini görürler. Bu tür bilme, duyarlılık, duygu ve ilgi<br />

yaratma işinin doğasını irdeleyen araştırmalar oldukça azdır. Onun yerine araştırmalar tüketiciyi,<br />

izleyiciyi, dinleyiciyi, çalışanı ve seçmeni “anlama” ve bu anlamadan geçerek onlar üzerinde yaygın<br />

kontrol mekanizmaları kurma ve onları yönlendirme çabalarına katkıda bulunmak amacını taşır.<br />

Hangi tür bilgi üretimi üzerinde durursa dursun ya da hangi tür bilgiyi üretirse üretsin, araştırma<br />

yoluyla sosyal bilimlerde “bilmekten” geçerek ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, psikolojik ve fiziksel<br />

kontrol mekanizmaları kurulur, uygulanır, test edilir; gerekirse bu mekanizmalarda değişiklikler yapılır;<br />

yeni kontrol mekanizmaları kurulur. Aksi takdirde ne bugünkü teknolojik seviyeye ne de toplumsal<br />

yönetim seviyesine gelinebilir. Dolayısıyla kontrol yaşam için kaçınılmaz ve olması gerekenler<br />

arasındadır. Kontrol olumsuz ise nedeni, amacı ve sonucuyla ilişkilidir.<br />

Türkiye’de iletişim araştırmalarının oluşumuna giden bilgi üretiminin<br />

temel karakterini belirtiniz.<br />

TÜRKİYEDE İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAŞTIRMALARI: GELİŞİM VE<br />

KOŞULLARI<br />

Türkiye’de iletişim üzerinde düşünme ve araştırma yapma ülkenin kendi içinden çıkan<br />

gereksinimlerinden doğup gelmemiştir. Bunun en önde gelen iki nedeni vardır. Birincisi kendi tarihsel<br />

koşullarının karakteri ve ikincisi ise birinci nedenle ve uluslararası bilgi üretimindeki pozisyonu<br />

nedeniyle dışa bağımlılığın gelişmesidir. Her durumda Türkiye’de ya da herhangi bir ülkede iletişim<br />

araştırmalarının gelişmesi ve gelişmenin doğası dünyadaki ve o ülkedeki üretim tarzı ve ilişkilerinin<br />

karakterine bağlıdır.<br />

Şekil 8.4: İletişim araştırmalarının gelişme durum göstergeleri<br />

Teknolojik Bilgi ve Teknolojik Üretim<br />

Teknolojik bilgi teknolojinin üretimi ve gelişmesi için zorunludur; çünkü ancak bu bilgi varsa teknolojik<br />

araç üretimi yapılabilir. Türkiye’de iletişim teknolojilerinin üretimiyle ilgili “mühendislik alanındaki”<br />

bilgi ve araştırmaların varlığı 1900’lerin başlarında yoktur ve sonradan gelişmesi de güçlü uluslararası<br />

yapılar tarafından kontrol edilmiş ve engellenmiştir. Bu yeni bir şey değildir; tarih boyu gelişerek<br />

günümüzdeki biçime gelmiştir. Günümüzdeki biçimde, her alanda olduğu gibi iletişim alanında da hem<br />

teknolojik araç üretimi hem de bilgi üretimi üzerinde küreselleşen pazar güçlerinin kontrol mekanizmaları<br />

ve süreçleri egemendir. Yerel üretimin doğası, marjinalleştirilmiş gelenekselliğin ve montaj bilgisinin ve<br />

pratiğinin ötesine geçemez ve geçme olanakları da kısıtlanır. Türkiye bağlamında da, ülke çağdaş iletişim<br />

teknolojilerinin üretim sürecinin dışında kalmış/bırakılmış, şimdiye kadar kullanıcısı olmuştur. Bu sırada,<br />

parça toplama ve birleştirme ve montaj yapma bilgisi geliştirilmiştir ki bu tür bilgi “üretme bilgisi”<br />

değildir.<br />

192


Osmanlı İmparatorluğu Batı'daki teknolojik gelişmelerin dışında kalmıştır. Bu yapıda seçkin bir<br />

yönetici elitin iktidarını sürdürmesi için gerekli olanların dışında hiç bir iletişim olanağından<br />

yararlanılmamıştır. Matbaa 1727'da kurulmuş ama hiç bir zaman bilginin yayılma aracı olamamıştır. İlk<br />

gazeteler 1795’den itibaren Fransızlar tarafından Fransızca olarak yayınlanmış ve gelişmeye başlaması<br />

19. Yüzyılın ortalarında olmuştur. Osmanlı aydınlarının halka ulaşmada büyük umut bağladıkları<br />

gazetecilik, devlet kurumlarının denetim politikası ve profesyonelliğin Türkiye’ye özgü “melezleşmiş”<br />

doğası nedeniyle gelişememiştir. Cumhuriyet yönetimi başlangıçtan itibaren iletişim alanına önem<br />

vermiş; Anadolu Ajansı ve radyo ilk kitle iletişimi araçları olarak 1920’lerde örgütlenmiştir. Fakat<br />

matbaa, gazete, telefon, telgraf, ajans ve radyo ile ilgili bir araştırma gereksinimi, siyasal kültürün<br />

getirdiği engellemeler ve bilimsel araştırmaya ve soruşturmaya ilgi azlığı gibi nedenlerle olmamıştır.<br />

İlgisi olanlar ya engellenmiş ve yerlerinden edilmiş ya da çok sınırlı çerçeveler içinde kalmıştır. Son<br />

zamanlardaki gelişmeler daha çok teknolojik ürün/araç kullanımı çerçevesinde olmaktadır. Elbette,<br />

iletişim teknolojileriyle ilgili araştırmalar Türkiye’de de günümüzde olmaktadır, fakat gelişme olanakları<br />

ve olasılıkları ilgi ve motivasyon çok olsa bile, iletişim fakültelerinde teknolojiyle ilgili araştırmalar;<br />

örneğin internet konusunda olduğu gibi, teknolojik bilgi üretimi üzerine inşa edilememektedir, çünkü<br />

iletişim fakültelerinin eğitim ve öğretim yapısı bu şekilde biçimlendirilmemiştir.<br />

Örgütsel Yapılar, Yönetimsel Kültür ve Akademik İlgi<br />

Araştırma yapılması örgütlü yapıların varlığını ve desteğini gerektirir. Bu varlık ve destek araştırmaya<br />

gereksinim duymayan ve araştırmaya ilgisi olmayan yapılarda oluşmadığı için her alanda olduğu gibi<br />

iletişim alanında da araştırma girişimlerinin çıkıp gelişmesi olasılığı azalır. Araştırmaların yapılması için<br />

radyo ve televizyon gibi inceleme araçlarının ve faaliyetlerinin olması yeterli değildir; iletişim alanında<br />

eğitim ve araştırma kurumlarının kurulması gerekir. Bu bağlamda da Türkiye’de sadece iletişim alanında<br />

değil, aynı zamanda iletişim alanının gelişmesini belirleyen sosyal bilimlerde araştırmayı teşviki<br />

beraberinde getiren örgütsel yapıların oluşması ve gelişmesi de geç ve yavaş olmuştur (Payaslıoğlu,<br />

1970). Siyasal ve kurumsal iş kültürünün yapısı da araştırma yapacak kalitede, bilgide ve ilgide olan<br />

insanların artmasını destekleyecek bir karakterde olmamıştır. Bu gecikme ve yavaşlık iletişim<br />

incelemelerinin çıkışını da çok sonralara ertelemiştir. Örneğin araştırma enstitülerine, araştırma<br />

kurumlarına ve araştırmayı destekleyen derneklere 1970’lere kadar rastlanmaz. Dört yıllık eğitim veren<br />

okul 1965 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) bünyesinde Basın Yayın Yüksek Okulu (BYYO)<br />

adıyla kurulmuştur. Nicel olarak öğretim üyesi yeterlidir; fakat daha ilk başında Tahir Çağatay, Nermin<br />

Abadan-Unat, İlhan Öztrak, Ünsal Oskay ve Feyyaz Gölcüklü gibi belli sayıdaki kişilerin önemli katkıları<br />

dışında, okul iletişimdeki birikimin gelişimine katkıda bulunacak ilgiden ve destekten yoksun başlamıştır.<br />

Osmanlı İmparatorluğundan da hiçbir araştırma geleneği mirası almayan Cumhuriyet Türkiye’sinde<br />

tarih, sosyoloji, siyaset bilimi, hukuk, felsefe, dilbilim, antropoloji, sosyal psikoloji, sanat ve arkeoloji<br />

çalışmalarının da iletişim alanındaki bilgi birikimine katkısı, 1960’ların ortasına kadar çok az olmuştur.<br />

İletişim alanı tüm bu alanların içinde ve kesişme noktasında yer aldığı için, bu katkı azlığı iletişim<br />

alanının zayıf kalmasına ve yeterince gelişmemesine neden olmuştur.<br />

Bu nicel azlığa rağmen elbette bazı olumlu ve olumsuz karakterdeki “ilk ilgiler” ortaya çıkmıştır.<br />

Cumhuriyetle birlikte özellikle gazeteciliğin, radyo ve sinemanın topluma yapabileceği olumlu ve<br />

olumsuz etkiler üzerinde tartışmalar da başlamıştır. Atatürk’ün medya ile ilgili düşünceleri yanında;<br />

örneğin Öztürk’ün belirttiği (2008) Adnan Hilmi Malik, Burhan Cahit ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi<br />

bazı aydınlar dışarıdan gelen filmlerin ekonomik ve toplumsal sonuçları ve yerli film üretiminin<br />

engellenmesi (kitle iletişiminin etkisi ve kültürel boyutu) gibi konularda 1920’lerde ve 1930’larda<br />

görüşler sunmuşlardır. 1929’da Yeni Resimli Ay dergisinin ilk sayısındaki bir yazıda sinema filmlerinin<br />

yabancı propaganda aracı olduğu üzerinde durulmaktaydı. İkinci sayıda ise Bible House’un bastığı kitap<br />

ve mecmualar, misyonerler ve yabancı okulların gençler üzerine etkilerini ele alan yazı vardı. Baltacıoğlu<br />

(1937) Türkiye’de gösterilen filmleri “emperyalist filmler” olarak nitelemekte; topluma kötü etkileri<br />

olduğunu belirtmekte ve çözüm olarak da (1) dışarıdan gelen filmlerin denetlenmesi, (2) kilise, büyü,<br />

militarizm propagandası gibi içerikte olanların yasaklanması ve (3) rejimin ideallerine ve çağdaş kültür<br />

değerlerine uygun yerli filmlerin desteklenmesi gerektiğini öne sürmektedir. Gerçi, temel amaç iletişim<br />

alanında bir inceleme yapma olmasa da, Adnan Adıvar ve Niyazi Berkes gibi aydınların yaptığı<br />

193


çalışmalarda da iletişime yer verildiği görülür. Bu aydınlar Osmanlı toplumunda matbaanın yerini ve<br />

gecikme nedenlerini açıklamışlar ve iletişimi yakından ilgilendiren toplumsal süreçler konusunda da<br />

açıklama getirmişlerdir. Benzer biçimde Nermin Abadan-Unat ve Şerif Mardin siyaset bilimi, kamuoyu<br />

ve siyasal düşünce çalışmaları; Mübeccel Kıray, Behice Boran ve Emre Kongar sosyolojik ve siyasalsosyolojik<br />

çalışmaları ve Pertev Naili Boratav halkbilimi ve edebiyat alanındaki çalışmaları içinde<br />

iletişim alanındaki bilgi birikimine katkıda bulunmuştur.<br />

Toplumsal-yapısal incelemelerden medyanın örgütlü pratiğine ve profesyonel pratiklere kadar<br />

çeşitlenen sosyolojik araştırmalar da yavaş bir gelişme göstermiştir. Aynı yönelim kitle iletişiminin<br />

düşünsel/ideolojik ve kültürel üretim bağlamında incelenmesinde de dikkati çeker. Elbette demokrat,<br />

liberal-demokrat ve eleştirel incelemeler bağlamında, son zamanlarda, N. Erdoğan, Ç. Dursun, İ.<br />

Erdoğan, A. Girgin, A. İnal, R. Uzun, S. Adalı, E. Dağdaş, Ö. Özer, F. Başaran, S. Öztürk, S. Çelenk, S.<br />

R. Öztürk, N. T. Cheviron ve diğer birçoklarının eserleriyle bu alandaki çalışmalar artmaktadır. Fakat<br />

izleyici, dinleyici, alımlayıcı ve okuyucu olarak ele alınan bireyleri incelemeyle karşılaştırıldığında<br />

iletişim alanında örgüt yapılarını ve örgütsel ilişkileri inceleme sayı olarak çok geride kalmaktadır.<br />

İletişim araştırmalarının önemli bir ilgi alanı da iletişimin türleri içindeki gelişmeleri ele alan tarihsel<br />

temalardır. Uygur Kocabaşoğlu ve diğer araştırmacıların da belirttiği gibi Türkiye'de basın, radyo,<br />

Anadolu Ajansı, televizyon, dergi ve sinema tarihine ilişkin olarak yapılan çalışmalar yetersizdir; ilgi de<br />

yavaş gelişmiş, bir ara hızlanmış, fakat günümüzde azalmıştır. Bu bağlamda S. İskit, S. N. Gerçek, M. N.<br />

Özön, O. Koloğlu, U. Kocabaşoğlu, H. Topuz, N. Yazıcı, C. Koçak, K. Alemdar, O. Tokgöz aydınlatıcı<br />

eserler ortaya koymuşlardır; genç akademisyenler de günümüzde bu bağlamda araştırmalara devam<br />

etmektedir.<br />

Elbette siyasal iktidarın ve güç yapılarının yönetsel kültürü ve ilgisinin karakteri, bilimsel gelişmeyi<br />

olumlu veya olumsuz yönlerde etkiler. Ne yazık ki, Türkiye’de toplumsal gelişme sürecini anlamaya<br />

yardım eden araştırmalar siyasal iktidarların endişe kaynağı olmuş, alternatif düşüncelerden yararlanma<br />

yerine, bastırma ve engelleme politikaları güdülmüş, hatta zaman zaman bilim çevresini sindirmeye<br />

yönelik sert müdahaleler tercih edilmiştir. Bunun sonuçlarından biri de günümüzde çoğu kez akademik<br />

hayatta özgür üretimi engelleyen “aynı/benzer düşüncede olanların çıkar işbirliğiyle” desteklenen bir<br />

otokontrol yapısının oluşmasıdır. Bu tür koşullar doğal olarak bilimsel merakı ve bu merakın giderilmesi<br />

yollarını arama çabalarının gelişimini belli ölçüde engellemiş; soru sormayı ve yaratıcılığı önemli ölçüde<br />

kısıtlamış, bilimde de çeşitli türdeki olumsuz bağımlılıkları arttırmıştır. Bu durum elbette değişmektedir,<br />

fakat bu değişimin kısa zamanda olacağını bekleyemeyiz, çünkü köklü bir geçmişe ve yapılaşmış bir<br />

ilişkisel kültüre sahiptir. Bu tür koşulda, sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede düşünme ve yaratma<br />

yerine üretilmiş, paketlenmiş malların ve düşüncelerin satın alınarak tüketimi yaygınlaştırılmıştır. Bu tür<br />

yaygınlaştırmanın egemenliği, bizden farklı nedenlerle, Amerika ve Avrupa’da bile görülmeye<br />

başlanmıştır. Amerika”daki ve Avrupa’daki çalışmaların bilinmesine, izlenmesine hatta benzerlerinin<br />

yapılmasına karşı olmak anlamsızdır ve yanlıştır ama yukarıda belirtilen türdeki Batı kalıplarının<br />

izlenmesi, bir ülkenin her sorunu gibi iletişim sorunlarının ve konularının da doğru anlaşılması,<br />

açıklanması ve çözülmesi bağlamında olumsuzluklarla dolu olacaktır.<br />

Bilmeye ve Bilime Karşı Toplumsal İlgi ve Tutum<br />

Araştırmanın oluşması ve gelişmesi için toplumda genel olarak bilmeye ilgiyi destekleyen bir kültürün<br />

olması gerekir. Toplumsal ilgi yoksa ya da azsa, araştırma için diğer olanakların varlığının anlamı olmaz.<br />

Kütüphanelerin boş olduğu, öğrencilerin kütüphaneyi kitapçı sandığı, ancak ödev yapmak için zorunlu<br />

olarak kütüphaneye gittiği, internetin facebook ve chat için kullanıldığı, “kopyala ve yapıştır” yönteminin<br />

egemen olduğu, bilmenin para kazanmaya endekslendiği, becerikli ve yeteneklinin iş adamı olduğu ve<br />

yeteneksizin okula gönderildiği gibi görüşlerin dolaşımda olduğu, “ben yirmi yıldır bir şey yazmadım,<br />

ama sen yazdın da ne oldu” gibi sözlerle tembellik kültürünü yeniden üretenlerin yaygın olduğu<br />

ortamlarda bilgi ve bilime karşı ilgi zor yeşerir ve büyür. Hele bilme resmi ve işlevsel bilme yolları<br />

çerçevesi içine hapsedilirse ve onun dışındaki “anlamak için soruşturma” dışlanır ve bastırılırsa, bu<br />

durum daha da kötüleşir. Günümüzdeki değişim bu durumu giderek ortadan kaldırmaktadır, ama bu kez<br />

194


de tembellik kültürünün ve resmi olanın yerini “bireysel çıkarların öznel şirket ve kurum çıkarlarıyla<br />

birleştirildiği bir egemenlik” almaktadır.<br />

1900’lerde ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş dönemlerinde iletişimle ilgili bilmeye ve bilime ilgi;<br />

ancak toplum yönetimi seviyesinde gazetelerin, dergilerin, Anadolu Ajansı’nın ve radyonun kurulması<br />

gibi temel iletişim yapılarının oluşturulması biçiminde gelişmiştir. Halkın büyük çoğunluğunun okuma<br />

yazma bilmediği bir ortamda ve diğer önemli koşullardan yoksun ve yoksul bir koşulda, temel çaba ancak<br />

bu tür başlangıçlar olabilmiştir. Dolayısıyla iletişim alanında bilmeye ve bilime ilgi konularında araştırma<br />

yapma gereğinin hissedilmemesi olağandır. İlginin ve gelişmenin ancak bu başlangıçlardan sonra olma<br />

olasılığı vardır. Ne yazık ki, Türkiye önemli yapısal sorunları, özellikle sanayi devrimini<br />

gerçekleştirememesi ve Aydınlanma Çağı'nı yaşamaması gibi nedenlerle bilimin Batı'da sahip olduğu<br />

işlevleri yerine getirecek koşullardan yoksun kalmış ve insan ve toplumuyla ilgili olarak sorgulama ve<br />

sorulara bilimsel yanıt arama geleneğini geliştirip yaygın hale getirememiştir. Bu genel toplumsal<br />

karakterin, araştırma alışkanlığının ve geleneğinin sosyal bilimlerde gereği gibi gelişmesini sağlayacak<br />

teşviki ve desteği verebilmesi de zordur.<br />

Uluslararası Egemenlik ve Mücadele Koşulları<br />

Dünyada iletişim araştırmalarının en yoğun ilgi alanlarından biri de uluslararası yapılar ve ilişkilerdir.<br />

Uluslararası ilişkilerde örgütsel yapılar transfer edilirken; aynı zamanda, düşünsel ve profesyonel iş yapış<br />

biçimleri, profesyonel ideolojiler, profesyonel anlayışlar ve duyarlılıklar da transfer edilir. Bu transferin<br />

bir kısmı aynen korunurken bir kısmı da egemenliği destekleyen melez bir yapıya dönüştürülür. Bunun<br />

iletişim araştırmalarındaki yansıması, araştırma yöntemlerinden araştırma amaçları ve konularına kadar<br />

araştırma ile ilgili her şey üzerinde görülür. Her durumda, bu bağlamdaki araştırmalar, uluslararası<br />

iletişim örgütleri, örgüt yapıları, iletişim sistemleri, iletişim teknolojileri, tekelleşme, araç transferi,<br />

medya ürün ticareti, profesyonel pratikler ve ideolojiler gibi konular üzerinde dururlar. Bu tür<br />

araştırmalar günümüzde Türkiye’de de bulunmaktadır.<br />

Uluslararası egemenlik ilişkileri Türkiye gibi ülkelerde hem iletişimin örgütlenme biçimlerini ve<br />

iletişim eğitiminin kitle iletişimi türü içine sıkıştırılmasını getirmiştir hem de kuram, yöntem ve araştırma<br />

alanlarındaki yönelimleri de belirlemiştir: Amerikan sosyal-psikolojisi, psikolojisi, sosyolojisi, siyaset<br />

bilimi, dil/gösterge bilimi önde olmak üzere, Batı’nın ana akım kuramlarının ve araştırmalarının en<br />

egemen olanları Türkiye’de öne çıkarılmıştır. Batıdaki iletişim araştırmalarında Plato, Aristo ve Cicero<br />

gibi filozoflara dayanan tartışma ve retorik yan, (çok az da olsa) Marx’ın Alman İdeolojisi ve<br />

Grundrisse’de ele aldığı düşünsel ve materyal yan, Pavlov ve Freud ile zenginleşen psikolojik yan, dil<br />

bilimcilerle işlenen dilsel yan, Chicago Okuluyla oluşturulan ve özellikle Cooley ile işlenen sosyolojik<br />

yan ile iletişimin tutucu anlatılarından liberal ve eleştirel anlatılarına kadar çeşitlenen biçimleri dikkati<br />

çeker. Türkiye tüm bu yanları dışarıdan öğrenmiş ve transfer etmiştir; transfere de yoğun bir şekilde<br />

devam etmektedir.<br />

Uluslararası egemenlik ve mücadele koşulları aynı zamanda uluslararası kontrol mekanizmalarını<br />

kurmak ve geliştirmek isteyen güçlerin Türkiye gibi ülkelerde araştırma yapmaları ve araştırma<br />

yaptırmalarını da beraberinde getirmiştir. Bu araştırmaların önemli bir kısmı da iletişim alanındadır.<br />

İletişimle ilgili bu tür araştırmalar özellikle 1950’lerde modernleşme ve kalkınma adı altında kapitalist<br />

sistemin dünya görüşünün ve ürünlerinin dünyaya yayılmasını amaçlayan Amerikalılar tarafından<br />

yapılmasıyla başlanmış ve çeşitli fonlar ve desteklerle yerel kurumları ve araştırmacıları da katarak halen<br />

devam etmektedir.<br />

Araştırma Tasarım ve Yöntem Bilgisi<br />

Araştırma yöntemleriyle ilgili gelişmelerin dünyadaki çıkış yeri Batı ve özellikle ABD’dir. Yöntem ile<br />

ilgili gelişmeler araştırma tasarımında ve uygulamasında oluşturulacak gelişmelerle siyasal ve ekonomik<br />

çıkarları en etkili bir şekilde gerçekleştirme amaçlıdır. Bu doğrultuda yöntem konusunda ölçme ve<br />

değerlendirme ile ilgili gelişmeler iletişim alanında Lazarsfeld ve arkadaşlarının, siyaset bilimcilerinin ve<br />

sosyal psikologların çalışmalarıyla olmuştur. Batı’da geliştirilen tasarım ve yöntem bilgisini sosyal bilim<br />

araştırmalarında kullanmanın ilk örnekleri Türkiye’de 1940’larda ortaya çıkmış, fakat kullanımın nicel<br />

195


artışı ve doğru kullanım ile ilgili gelişim çok yavaş olmuştur (Kıray, 1970). Son zamanlarda Batı’dan<br />

transfer türü çalışmaların sayısı artsa da araştırma tasarım ve yöntem bilgisi henüz belirli bir seviyeye<br />

gelememiştir. Araştırmalardaki tasarım ve yöntem sorunları bu çalışmaların güvenilirlik ve geçerliliğini<br />

sorunlu kılmaktadır.<br />

Türkiye’deki nicel araştırmalarda sorunlar çoğunlukla (a) araştırmanın içeriğini yansıtmayan<br />

başlığında başlamakta, (b) giriş olmayan bir girişle ve yöntem olmayan bir yöntemle devam etmekte, (c)<br />

araştırma bulgu ve istatistiksel analizin yanlış ve geçersiz sunumuyla tümüyle geçersiz hale gelmektedir.<br />

Benzer sorunlar niteliksel tasarımlarda da yaygın bir şekilde görülmektedir: İçeriği yansıtmayan araştırma<br />

başlıkları, başlıklarda çekici ama yanlış kavramların kullanılması, araştırmanın ana metninin keyfi ve<br />

gereksiz bilgilerle doldurulması, keyfi ve alakasız alt-başlıkların kullanılması, kuramsal çelişkilerle dolu<br />

tutarsız nedensellik bağlarına dayanan açıklamaların sunulması, sistemli bir analiz yerine “önemli<br />

birilerinin” söylediklerinin ardı ardına sıralanması bu sorunların önde gelenleri arasındadır (Kıray, 1970;<br />

Erdoğan, 2001, 2008 ve 2012b).<br />

Yöntem bilgisi yöntembilimle ve bilgi kuramıyla ilişkilidir: Seçilen yöntem ve yöntemin kullanım<br />

biçimi; (a) belirsizlikleri ortadan kaldırma yerine artırabilir, (b) konuyu belli çıkarlar çerçevesine uygun<br />

bir şekilde analiz edebilir ve irdeleyebilir, (c) açıklamak istediğini gereği gibi açıklayabilir. Ne yazık ki<br />

iletişim araştırmalarındaki yaygın yönelim, kullanmayı yeterince ve doğru bilmeme yanında, araştırma<br />

tasarımlarının ve yöntemin daha çok öznel çıkarlar çerçevesinde kullanılması yönündedir. Bunun en<br />

belirgin göstergeleri iletişimde televizyon, halkla ilişkiler, pazarlama ve reklamcılık endüstrilerine hizmet<br />

merkezli araştırma tasarımı bolluğudur.<br />

Alternatifler ve Kontrolü<br />

Alternatif, işlevsel olduğu zaman kullanılır ve işlevsel olmadığı zaman ya ortadan kalkar ya direnir ya da<br />

işlevsel olmadığı, fakat varlığını sürdürdüğü için dışlama, dışarıda bırakma, kötüleme, yanlışlama, önünü<br />

tıkama gibi çeşitli mekanizmalar yoluyla “kontrol” edilmeye çalışılır.<br />

İletişim alanında alternatif araştırmalar egemen olan ve yaygın olarak dolaşıma sokulan<br />

araştırmalardan farklı kuramsal yaklaşım, konu, sorun, ilgi ve açıklamalarla gelen araştırmalardır. Bu<br />

araştırmalar egemen olanların konularını ele alabilir; fakat aynı konuyu inceleyerek farklı sonuçlar çıkarır<br />

ve farklı çözüm önerileriyle gelir. Egemen araştırmalarla aynı, benzer ya da çok farklı yöntemler<br />

kullanabilir. Kullandığı kuramsal çerçeveler farklı olabilir.<br />

Alternatif araştırma anlayışları insan, toplum, ilişkiler, değişim, sürdürme ve gelişme gibi birçok<br />

önemli konular üzerinde sistemli ve tutarlı düşünmeyle başlar. Dolayısıyla tarihi çok eskidir. Bu<br />

anlayışlar dünyayı düşünceden/akıldan geçerek anlamaya çalışan idealist ve akıl taşıyan insanın kendini<br />

ve toplumunu nasıl ürettiğinden geçerek anlamaya çalışan tarihsel materyalist felsefelere dayanır.<br />

Günümüzde alternatif araştırma ve açıklama olarak sunulan yaklaşımların başında post-yapısalcı, postmodern<br />

ve post-Marksist denenler gelir. Bu anlayışlarla birlikte araştırmalarda ve açıklamalarda dilin,<br />

düşüncenin, ideolojinin ve kültürün belirleyiciliği vurgulanmaya başlanmıştır; dilin, düşüncenin ve<br />

kültürün üretim tarzı ve ilişkileriyle olan bağı önce ihmal edilmiş ve ardından da reddedilmiştir.<br />

Araştırmaların bazıları eleştirmeden geçerek veya eleştiriyor duygusunu vererek egemen güç<br />

yapılarını ve ilişkilerini destekleyen karakter taşır ya da egemen yapının içindeki güç ve çıkar<br />

çekişmelerinin ifadeleridir. Bu tür “alternatif” araştırmalar “kontrollü alternatif” olarak nitelenirler.<br />

Çünkü egemen yapıya meşrulaştırılmış ve yaygın dolaşıma sokulmuş “işlevsel alternatif” olarak dururlar.<br />

Bu kontrollü alternatifler sadece ele aldıkları konular ve yönelimleriyle egemen yapıları eleştirerek<br />

desteklemezler, aynı zamanda gerçek/anlamlı alternatiflerin yerini alırlar, gerçek alternatif çalışmaların<br />

marjinalleştirilmesine yardım ederler. Eleştirel yaklaşım demek bir şeyi kötüleyen, eksiklerini bulan,<br />

aşağılayan, değersizleştiren” demek değildir; anlamlı bir şekilde soruşturan ve irdeleyen demektir. Bir<br />

şeyi eleştirmek (criticism) bireyi eleştirel okula ait yapmaz, çünkü eleştirel yaklaşım çok hassas, ciddi ve<br />

önemli konuları ele alan, sistemli bir analiz yapan veya bilginin geçerliliğini inceleyen demektir.<br />

İletişim alanında, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de alternatif çalışmalarda en yaygın olan ideolojik<br />

analizdir. Onun yerini, ideolojik analizi de içeren “kültürel incelemeler” denen ve oldukça çeşitli kültür<br />

196


ağlamındaki konular üzerinde duran araştırma yaklaşımı almıştır. Dil bilimi ve göstergebilim alanında<br />

kültürel incelemeler, göstergebilimsel ve söylem analizleri yapılmaya başlanmıştır.<br />

Türkiye’de de çağdaş psikolojik savaşın kontrollü alternatifler olarak dolaşıma soktuğu ve yaydığı<br />

medya ve (toplumsal) cinsiyet, etnik kimlikler, kültürel kimlikler, çoklu kültürellik, küresel kültür, mikroseviyeye<br />

indirgenen yorumsamacılık, post-yapısalcılık ve diğer “post” ekiyle gelen yaklaşımların işlediği<br />

konular üniversitelerden medyadaki günlük üretime kadar yaygınlaşmıştır. “Gündelik hayatta bireyin<br />

kendisini ifadesini” incelemeler artmıştır.<br />

Öte yandan neredeyse günlük hayatın diğer yönleri; örneğin diplomalı olup iş bulamama, işsizlik,<br />

asgari ücret politikası, sigortasız çalışma, iş güvenliği eksikliği, çalışma saatlerinin fazlalığı, fazla mesai<br />

ücreti alamama, kredi kartı mağduriyeti, açlık ve sefalet gibi şeyler “gündelik hayatın ifadeleri” dışında<br />

bırakılmıştır. Medya endüstrileri ve bu endüstrilerin metinleri nasıl ürettiği ve dolaşıma soktuğu da ilgi<br />

dışına itilmiştir. Kalıcılığı, düşünmeyi ve nedensellik bağları kurmayı gerektiren tarih, ekonomi, siyasal<br />

ekonomi, kuram gibi “eskinin kalıntıları” değersizleştirilmeye ve akademik bilişten silinmeye<br />

başlanmıştır. Bu yönelimde küresel pazar kendi ekonomik ve siyasal pazarına uygun bilişi ve kültürü<br />

yaratmayı sadece egemen yaklaşımlarla değil aynı zamanda yaygınlaştırılan “kontrollü alternatif”<br />

yaklaşımlarla yapmaktadır.<br />

Kontrollü alternatifler yoluyla yaratmada, yukarıda belirtilen türdeki konulara ilgiyle birlikte, “yerel<br />

ve anlık zevkler”, “hızlı ve kaliteli tüketim” ve “melez kimlikler” ile “bireyin kendini ve dünyasını inşası”<br />

gibi anlatılar popülerleştirilmekte ve yaygın dolaşıma sokulmaktadır. Öğrenciler, tez yazanlar ve<br />

araştırma yapanlar da bu popülerleştirilen yaklaşım, anlayış, konular ve açıklamalar üzerinde<br />

durmaktadır.<br />

Türkiyede iletişim araştırmalarının dışa bağımlı durumunun temel<br />

göstergelerinden önde gelen üçü hangileridir?<br />

ARAŞTIRMA TÜRLERİ, ALANLARI, KONULAR VE YÖNELİMLER<br />

Batıda olduğu gibi Türkiye’de de temel olarak iki araştırma türü ve bu türler içinde farklı alt-türler<br />

kullanılmaktadır: (1) Niteliksel araştırmalar ve (2) niceliksel araştırmalar. Araştırmaların iletişim içinde<br />

eğildiği alanlar kendi-kendine ve bireylerarası iletişimden başlayarak uluslararası iletişime kadar<br />

çeşitlenir. Araştırmaların ele aldığı konular ve yönelimler ise her alan içinde farklılıklar ve benzerlikler<br />

gösterir ve oldukça zengin çeşitliliğe sahiptir.<br />

Temel Araştırma Türleri İçindeki Çalışmalar<br />

Niteliksel Çalışmaların Gelişmesi<br />

Niteliksel çalışma, seçilen bir konuda veya sorunda gerekli olan verileri, enformasyonu ve bilgileri<br />

toplayan, bu toplananı mantıksal nedensellik süreçlerinden geçirerek analiz eden ve sonuçlar çıkaran<br />

araştırma biçimidir. Sosyal bilimler tarihinin en başından beri var olan en köklü araştırma türüdür.<br />

Batıdaki ve Türkiye’deki niteliksel iletişim araştırmalarında Amerikan yapısal işlevselci sosyolojisinin ve<br />

sosyal-psikolojisinin türleri egemen olmuştur.<br />

İletişim araştırmalarının siyasal alanda propaganda ve kamuyu biçimlendirme işi yönünde başlaması<br />

ve gelişmesi Türkiye dışında, özellikle kapitalist sistemin kitlelerin demokrasi taleplerini boğmak<br />

gereksinimiyle gelişmiştir. Faşizm, Nazizm ve Komünizm gibi kitleleri harekete geçiren akımlarla gelen<br />

durumla yaygınlaşmıştır.<br />

Niteliksel olan bu ilk yapıtların iletişimi de ele alan ilk kapsamlı örneklerini 20. yüzyılın başlarında<br />

Chicago Üniversitesi'nin önemli üç entelektüeli; John Dewey, George H. Mead, R. E. Park ve Michigan<br />

Üniversitesi’nden Charles Cooley iletişimde liberal-demokratik çalışmanın kurucuları olarak ortaya<br />

koymuşlardır. Bu aydınlar iletişimin demokrasinin reformuna hizmet edeceğini umut etmişlerdir; ancak<br />

197


u aydınların makro-seviyedeki niteliksel iletişim araştırmaları ve bu araştırmaların kuramsal<br />

yaklaşımları 1930’larda bir kenara itilmiştir.<br />

İkinci örnekleri ise 1910’larda ve 1920’lerde kamuoyu ve propagandayla ilgili çalışmalarda görülür.<br />

Kamuoyunu biçimlendirerek yönetme işinin önderlerinden olan Walter Lippmann 1914’de “Drift and<br />

Mastery” başlıklı yazdığı kitapta, İtalyan faşist entelektüeli Pareto ve benzerlerinden farklı olmayan bir<br />

görüş ortaya sürmüştür: Lippmann’a göre gerçeği halka açıklama ve reformlar kimsenin otoriteye saygı<br />

göstermediği bir toplumun yükselmesine neden olmuştur. Lippmann, bu duruma çözüm olarak ilericilerin<br />

işinin bu kaos içindeki dünya üzerinde kontrol kurmak ve “daha az bilgilendirilmiş halka” ve “daha çok<br />

sosyal kontrolü kurmaya” odaklanma olduğunu belirtmiştir. 1922’de yazdığı “Kamuoyu” (Public<br />

Opinion) kitabında şöyle demektedir: “Alelade halk yaşadıkları toplumu ve toplumun nereye gittiğini<br />

kavrayacak mental kapasiteye sahip değildir. Halkın dünya kavramı gerçekler temeline dayanmaz, onun<br />

yerine ‘kafalarındaki resimler’ tarafından yönlendirilerek oluşmuştur”. Lippmann’a göre eğer halka<br />

gerçeği/doğruyu sunarsan, işleri karıştırırsın. Çünkü onu tartışmak isteyeceklerdir. Halk tartışmaya<br />

başladığında ise problemle karşılaşırsın.<br />

Lippmann halkın mantıktan tümüyle yoksunluğunu belirtmemiş; fakat halkın mantığının liderliğin<br />

yolunun önüne köstek olarak çıkacağını ifade etmiştir. Lippmann demokrasiyi uygulamak arzusunda da<br />

değildir; demokrasi hayalini yaratmak istemiştir. İşte bu demokrasi hayalini yaratma isteği ve gerekçesi,<br />

kapitalizmin gerçekler hakkında imajlar (illüzyonlar) yaratma yoluyla dünyada başarılı bir şekilde<br />

yürüttüğü biliş ve davranış yönetimini çabalarının özünü oluşturur ve meşrulaştırır. Bu tür “kitleler<br />

üzerinde kontrolü gerçekleştirmeye ilgi” sosyal bilimlerin öncelikle sosyoloji, psikoloji, siyasal bilimler<br />

ve gazetecilik başta olmak üzere hemen hepsinden gelmiştir. Yeni iletişim teknolojileri (film, radyo ve<br />

gazeteler) insanları etkileme aracı olarak kullanılmaya ve bu kullanımın etkilemedeki başarısı ele alınıp<br />

incelenmeye başlanmıştır. Buna ABD’nin dünya egemenliği serüveniyle giriştiği yoğun soğuk savaş<br />

propagandası eklenmiştir. Aynı zamanda, siyasal kampanya iletişimi de hızla önem kazanmıştır. Tüm<br />

bunlar, iletişimle ilgili araştırmaların sayıca artmasını ve konu olarak çeşitlenmesini beraberinde<br />

getirmiştir.<br />

Osmanlı İmparatorluğu ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde ise bu gelişmeler yaşanmamıştır.<br />

Türkiye bu gelişmelerden uzak kalmıştır; çünkü ABD’de bunu ortaya çıkaran kontrol etme gereksinimi<br />

ve koşulları Türkiye’de oluşmamıştır.<br />

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının başlangıcı olarak sunulan araştırmalar da Türkiye’nin kendi<br />

yapısal dinamikleri içinde gelişmemiştir. Türkiye'deki modernleşmeyi basındaki gelişmeyle<br />

ilişkilendirerek imceleyen Ahmet Emin Yalman’ın araştırması, ABD'nin Colombia Üniversitesi Siyasal<br />

Bilgiler Fakültesinde yaptığı “The Development of Modern Turkey as Measured by Its Press, (1914)”<br />

başlıklı tez bir Türk’ün iletişim alanında Türkiye ile ilgili yaptığı ilk çalışma olarak bilinir.<br />

İkinci Dünya Savaşından sonra, Soğuk Savaş ile dünya egemenliği serüvenine başlayan ABD dışişleri<br />

politika yapıcıları, üçüncü dünya ülkelerini iknada psikolojinin anahtar olduğunu savunmuşlardır. Bu<br />

inanç, Amerikan istihbarat örgütü CIA’da da kitle iknasının “beyin kontrolü araştırmasının” önemli<br />

parçası olarak görülmesini sağlamıştır. Kitle iletişimi alanında Savunma Bakanlığı ve CIA destekli<br />

milyarlarca dolar harcanan psikolojik savaş araştırmaları geliştirilmiştir (Simpson, 1994; Summers,<br />

2008). Federal devletin parası (ordu, CIA, Devlet Bakanlığı ve bunların Rockefeller, Rand, Carnegie ve<br />

Ford Foundation gibi kuruluşlarla yakın işbirliğiyle), üniversitelerde açılmış araştırma merkezlerine<br />

yağdırılmıştır. Örneğin Lazarsfeld’in Columbia Üniversitesi’ndeki araştırma bürosu, Cantril’in<br />

Princeton’daki Institute for International Social Research ve Ithiel de Sola Pool’un MİT<br />

Üniversitesi’ndeki Center for International Studies gelirlerinin büyük kısmı bu şekilde elde edilmiştir. Bu<br />

tür merkezler ABD yönetiminin psikolojik savaş programlarına eklemlenmiş fiili (de facto) kuruluşlar<br />

olarak kurulmuş, kapanmış ve yenileri kurulmuştur ve bu tür faaliyetler sadece Amerika içinde değil tüm<br />

dünyada yapılmaktadır.<br />

Bu iletişim ve araştırma merkezleri ve komiteleri belirledikleri propaganda ve psikolojik savaş ve<br />

istihbarat alanlarında öğrenciler ve özellikle sosyal bilimciler yetiştirmişlerdir (Glander, 2000; Hardt,<br />

1992). 1950’lerden beri ülkelere yapılan müdahaleler, ülkelerde insanların (özellikle gençlerin)<br />

katledilmesi, bu araştırmalarda sunulan açıklamalara bağlı olarak gelen politika uygulamaları nedeniyle<br />

orkestra edilmiştir.<br />

198


Bu akademisyenler sorunu çözmek için propaganda kampanyaları, kontrgerilla operasyonları<br />

(gerillalara karşı operasyonlar) ve askeri cuntaları önermişlerdir. Bunların yanında elbette 1960 ve<br />

1970’lerde, “düşük yoğunluktaki dış savaş” (low-intensity warfare abroad) olarak isimlendirilen<br />

faaliyetler de “medyanın kalkınmadaki rolü,” “yeniliklerin yayılması” ve “modernleşme” gibi çerçevele<br />

içinde sunan Rogers, Frey, Pye, Apter, Almond, Lipset ve Lerner gibiler hem ülke içinde hem de diğer<br />

ülkelerde yaptıkları çalışmalar ve konuşmalarla yürütmüşlerdir (Erdoğan, 2000). Project Camelot ve Iron<br />

Mountain Debate gibi ABD kontrgerilla projeleri ve operasyonları, psikolojik savaş projeleriyle ve bu<br />

projeleri şekillendiren kalkınma teorisi ile büyümüş ve gelişmiş, akademik konferanslar, kitaplar ve<br />

makalelerle yayılmıştır. Örneğin Siebert ve diğerlerinin “Basının Dört Kuramı” (1954) ve Lerner'in<br />

“Geleneksel Toplumun Geçişi” (1958) yapıtı tüm dünyada yaygın dolaşıma sokulmuştur. Bu çalışmaları<br />

Pye ve grubunun İletişim ve Siyasal Gelişme (1963) kitabı izlemiştir. Buna Schramm, “Kitle İletişimi ve<br />

Ulusal Kalkınma” yaklaşımıyla katılmıştır (1964). O yıllarda, UNESCO yayınları ABD'nin propaganda<br />

etkinliklerinin aracı olarak çalışmaya başlanmıştır. Rostow'un kalkınma modeli adapte edilmeye<br />

çalışılmıştır. 1965'lerde kırsal alanlardaki modernleşmede Rogers'ın Yeniliklerin Yayılması (1962)<br />

araştırmalarıyla teknolojilerin ve ideolojilerinin yayılması meşrulaştırılmıştır. Bu kitaplar ve görüşler<br />

iletişim fakültelerinde de yoğun bir şekilde okutulmuştur.<br />

Bu yayılma, Cumhuriyetin kuruluşundan beri yavaş yavaş ivme kazanan sosyal bilimleri Batı’dan<br />

transfer etme ağırlıklı süregelen yönelim ile Türkiye’de yoğunluk kazanmaya başlamıştır. Sadece<br />

akademik yönelim değil, eğitim de bu yayılmanın parçası olmuştur. Türkiye’de ilk kurulan iletişim<br />

okulunda 1965’de derslere başladığında ilk öğretilenler Schramm, Lerner, Rogers, Osgood ve Huntington<br />

gibi Amerika’nın soğuk savaşçıları ve Amerikan sosyal-psikologlarına aittir. ABD egemenliğindeki bu<br />

dünya koşulunda, Türkiye’de 1960 sonları ve 1970 başlarında iletişim temeline dayanan nitel çalışmalar<br />

çıkmaya başlamıştır. Bu başlangıçlar, Oya Tokgöz‘ün haber ajansları ve radyo ve televizyon sistemleri ile<br />

ilgili çalışmaları, Nermin Abadan Unat’ın “Batı Avrupa ve Türkiye'de basın yayın öğretimi” (1972)<br />

çalışması ve Ünsal Oskay’ın Frankfurt Okulu çevirileri ve iletişimle ilgili nitel çalışmaları ile olmuştur.<br />

Tarih çalışmaları anlamında, Türkiye’de radyo yayıncılığını ele alan Uygur Kocabaşoğlu’nun (1978)<br />

çalışması ve Korkmaz Alemdar’ın (1981) Türkiye’deki iletişimin sosyolojik ve tarihsel kökenlerini<br />

inceleyen çalışması önemli kilometre taşlarıdır. Sinemada çok geç başlayan akademik araştırmalar<br />

Türkiye’nin Hollywood’u Yeşilçam’ın yeşermesi, gelişmesi, kaybolması ve 1990’ın ortalarından itibaren<br />

Yeşilçamsız sinemanın yeniden canlanmaya başlamasına paralel zikzaklı bir seyir izlemiştir (Abisel, 1982<br />

ve 2006; Kayalı, 2005; Erdoğan ve Solmaz, 2005; Öztürk, 2012).<br />

İlk çalışmaların bazıları, özgün olanlar yanında, çevirilerden, derleme bilgilerden oluşan kitaplardan<br />

oluşmuştur. Günümüzde Türkiye’de farklı kuramsal yapılara bağlı olarak gelen birçok çeviri, derleme,<br />

özgün çalışma, tez ve makaleler bulunmaktadır. Niteliksel çalışmaların çokluğu, aynı zamanda, postyapısalcı,<br />

post-modernist, post-pozitivist ve post-Marksist gibi niteliksel yöntemi kullanarak çalışma<br />

yapmayı gerektiren yaklaşımların günümüzde popüler olması nedeniyledir.<br />

Niceliksel Çalışmalar<br />

Niceliksel araştırma, verileri istatistik süreçlerden geçiren tasarıma dayanan araştırma türüdür. Bu tür<br />

tasarım Avrupa’da 1900 başlarında “Vienna Circle” denen grubun mantıksal pozitivizm (mantıksal<br />

ampirizm) anlayışıyla oluşmuş ve gelişmiştir. Ampirik araştırma yönelimi birbiriyle rekabet halinde olan<br />

iki grubun yoğun araştırmalar yapmasıyla yaygınlaşmıştır: Birinci grubu psikolojik ve sosyal psikolojik<br />

seviyede deneysel araştırmalar yapanlar oluşturmuştur. Bu tür araştırmayı teşvik için Rockefeller<br />

Foundation 1929’da Yale Üniversitesinde bir iletişim programı kurmuştur. Programın amacı kamu<br />

kampanyalarındaki, reklamlardaki ve propagandadaki ikna iletişimi üzerinde çalışmak ve bunun düşünce<br />

ve davranışlar üzerindeki etkilerini incelemektir. Tutum değişimi, iletişim ve eğitim (ve propaganda)<br />

araçlarıyla sunulanları öğrenme ile ilgili sosyal davranış araştırmaları böylece destek bulmaya başlamış<br />

ve İkinci Dünya Savaşı sırasındaki propaganda çalışmalarıyla hızlanmıştır. Bu tür araştırmalar ne o<br />

zamanlar Türkiye’de vardı ne de şimdi yapılmaktadır.<br />

İkinci grubu ise 1930’larda Paul Lazarsfeld’in New York’ta Columbia University’de kurduğu<br />

“Bureau of Applied Social Research” isimli araştırma merkeziyle ivme kazanmıştır. Bu gelenek kısa<br />

199


zamanda endüstrilerin çıkarlarına uygun yönetimsel karar verme ve pazarlama bilgileri sağlayan ve pazar<br />

için dağılım ve yönelim (trend) istatistikleri sunan bir yapıya dönüşmüştür. Ekonomik ve siyasal güçlerin<br />

desteklemesiyle kısa zamanda araştırmalarda egemenlik kurmuştur. Lazarsfeld ve arkadaşlarının<br />

çalışmaları iletişimde iletişimin klasikleri olarak bilinir.<br />

Gerçi Türkiye’de o zamanlar akademik denebilecek sistemli bir çalışma gelişmemişti; fakat “Son<br />

Posta” gazetesinde 1936 sonbaharında “Büyük sineme anketimiz” diye sunulan bir “dizi yazı” “doktor ve<br />

sinema” başlığı altında doktorlara açık uçlu sorulardan oluşan anket uygulamıştır. Fakat uygulama bir<br />

analiz sunmamaktadır; onun yerine soruları ve sorulara doktorların yanıtlarını vermektedir.<br />

İkinci Dünya Savaşı sonrası, bu iki yönelim Türkiye dahil dünyaya yayılmıştır. Uluslararası<br />

yayılmada, Schramm, Amerikan federal devlet kurumlarıyla verimli ilişkisine devam etmiştir; Pool<br />

Amerikan Savunma Bakanlığı'nın ateşli sözcülüğünü yapmıştır. Lerner ve benzerleri entelektüel<br />

akademik araştırmaları ve girişimleriyle bunlara katkıda bulunmuştur. İletişim, ABD dış politikasının<br />

gerçekleştirilmesi ve güçlendirilmesinde rol oynayan güdümlü akademik bir alan olmuştur.<br />

Kısa dalga radyo yayınlarıyla 1950'lerde “Uluslararası Radyo Savaşı” başlamıştır. Radyo ile Soğuk<br />

Savaş propagandası uluslararası iletişim kavramını ortaya çıkarmıştır. Okullarda uluslararası iletişim<br />

dersleri verilmeye başlanmıştır. Aynı zamanda hem nitel hem de nicel çalışmalardan oluşan kültürlerarası<br />

iletişim araştırmaları, kültürel ilişki ve kültürel temas yaklaşımlarıyla devreye sokulmuştur.<br />

Schramm, Lazarsfeld ve Klapper önderliğinde radyo propagandası, uluslararası izleyici ve etki<br />

araştırmaları yürütülmüştür (Mattelart, 1994). Bunlardan en sürekli olanlarından biri de Radio Free<br />

Europe ve Voice of America tarafından desteklen izleyici araştırmaları olmuştur ve bu araştırmalar hala<br />

yapılmaktadır. Bu araştırmaların önde gelen amacı araştırma bulgularına dayanarak etkili propaganda<br />

politikaları çizmektir. Araştırmalar kitle iletişimiyle ikna, biliş ve yönlendirmenin egemenliğine girdiği<br />

için alan araştırmaları (survey research) en egemen araştırma türü olmuştur.<br />

Alan araştırmaları nüfus kontrolü, modernleşme ve kalkınma çerçeveleri içinde ABD dışına Asya ve<br />

Afrika’ya taşınmıştır: Soğuk Savaş ve ideolojik egemenlik amaçlarıyla bilgi toplama ve değerlendirmede<br />

kullanılmaya başlanmıştır. Elbette bu tür amaç ve girişim ne o zaman ne de günümüzde, Türkiye’nin<br />

siyasal ve ekonomik güçlerinin önem verdiği bir şey oluştur. Genel anlamda Türkiye, Batı’da inşa edilen<br />

geleneklerin taşıyıcısı olmuştur. Gerçi BYYO 1965’de kurulduğunda, kitle iletişim alanında Lazarsfeld<br />

geleneği çerçevesinde iletişim araştırması, Nermin Abadan’ın 1961’deki “Cumhuriyet ve Ulus Gazeteleri<br />

Hakkında Muhteva Tahlili” başlıklı içerik analizi ve 1964’deki “Türkiye’nin Üç Büyük Şehrinde Radyo<br />

ile İlgili Halkoyu Yoklaması” yapıtı dışında görülmemiştir. Gelişme, 1990’lara kadar yavaş olmuştur:<br />

Nermin Abadan-Unat’ı 1960 sonları ve 1970’lerde Aysel Aziz (2006) ve Oya Tokgöz (2000 ve 2003)<br />

radyo ve televizyon izleme, reklamlar, kadın ve siyasal katılım gibi konuları içeren deneyselimsi ampirik<br />

temel dağılım araştırmalarıyla izlemiştir. Bu tür araştırma yönelimi 1990’lardan itibaren Türkiye’de hızla<br />

hem tezlerde (Tokgöz, 2003) hem de diğer çalışmalarda (Aziz, 2006; Türkoğlu, 2009) egemen olmaya<br />

başlamıştır. İletişim eğitiminin endüstriye endeksli olma yönelimindeki yaygınlaşan ilgisiyle, bu tür<br />

araştırmalar çok daha yaygınlaşacaktır.<br />

Niceliksel araştırmalar dünyaya 1970’lerde “Kullanımlar ve Doyumlar” araştırmalarıyla yayılmıştır.<br />

McLuhan’ın niteliksel teknolojik determinist (belirleyicilik) çalışmaları ve 1980’lerde de “Gündem<br />

Belirleme” araştırmaları eklenmiş ve ardından 1990larda “gündem birleştirme/kaynaştırma”<br />

araştırmalarıyla geliştirilmiştir. 1990’larda izleyici bireyin “bağımsızlığını” ve “inşa-yıkan ve kendine<br />

göre yeniden-inşa yapan egemenliğini” ilan eden post-yapısalcı, kültürelci ve post-modern anlatılar<br />

yaygınlaşmıştır.<br />

Post-modern durumu yaşadığı söylenen insan, artık her şeyin farkında olan ve kendi değişkenliği,<br />

tutarsızlığı ve çoğulculuğunda “işine gelen her türlü etkiyi kendisi kendi için çıkartan özne” olarak<br />

sunulup incelenmeye başlanmıştır. Böylece, aktif izleyici tezine dayanan etki araştırmalarıyla medya<br />

endüstrilerini sorumluluktan kurtarma ve hizmet işine post-modern araştırmalar da katılmışlardır.<br />

Baudrillard, Deleuze, Derrida, Foucault, Guattari, Lacan, Lyotard ve Virilio gibi önderleri izleyenlerin bir<br />

kısmı (örneğin Poster, 1990 ve 1995; Bogart, 1996; Kellner, 1995; Turkle, 1995) post-modern iletişim<br />

teorisi üzerinde durmuşlar ve bu bağlamda iletişim araştırmalarının yaygınlaştırılmasına katkıda<br />

bulunmuşlardır.<br />

200


Lasswell’in Formülüne ve İletişim Türüne Göre Araştırmalar<br />

Araştırmaların ilgisel yönelimi Lasswel’in formülüne veya iletişimin türüne göre değişiklikler gösterir<br />

(Şekil 5).<br />

Genel Alanlar, Konular ve Yönelimler<br />

Şekil 8.5: Lasswell’in formülüne ve iletişimin türüne göre araştırmalar<br />

Nitel tasarımlar dahil iletişimde laboratuar, klinik ve alan araştırmaları çoğunlukla Lasswell’in<br />

formülündeki dört temel öğe (unsur) üzerinde dururlar ve her öğedeki araştırmalar konuyu/sorunu etki<br />

bağlamında ele alırlar: İleten (kim), iletilen (ileti, mesaj), kanal/araç ve izleyici.<br />

Lasswell’in formülüne göre araştırmalar<br />

İleti gönderenle ilgili araştırmalar: Bu tür araştırmaların ampirik olanları (deneysel ve deneyselimsi<br />

olanları) en etkin etkiyi sağlama ile ilgili olarak kaynağın (gönderenin, şirketin, kurumun, konuşmacının)<br />

inanılırlığı, imajı, saygınlığı ve güvenirliği üzerine odaklanırlar. Ampirik olmayan araştırmalar ise<br />

göndericinin (radyonun, basının, televizyonun, reklamın, halkla ilişkilerin ve konuşmacının) örgütsel<br />

oluşumu ve gelişmesi, toplumsal rolü, şiddet ve etik gibi konular üzerinde dururlar.<br />

İletiyle ilgili araştırmalar: Bu araştırmaların önemli bir kısmı iletinin taşıdığı içeriğin "etkisi"<br />

(olumlu ya da olumsuz yöndeki teşvikleri) üzerinde durur. Başarılı mesaj hazırlama için içerikte korku<br />

dozu, güvenilir bilgi ve güvenilir kaynak gibi öğelerin etkilerini incelerler. Etkili mesaj hazırlama ve<br />

sunum biçiminin, yanlı veya yansız sunumun, savunan ve karşıt görüşün nasıl yapılırsa etkili olacağı,<br />

anti-propagandaya karşı direncin nasıl kurulacağı, olumlu ve olumsuz imajların nasıl inşa edileceği ve<br />

enformasyonun ve etkinin akış biçiminin karakteri gibi konular üzerinde dururlar.<br />

Kanal/araç ile ilgili araştırmalar: Bu tür araştırmalarda çoğunlukla araçların işlevleri üzerinde<br />

durulur; araçların birbiriyle karşılaştırılması yapılır; araçların topluma, demokrasiye, özgürlüğe, iletişime<br />

ve insan hayatına demokrasi, seçim özgürlüğü, enformasyon zenginliği, enformasyon toplumu ve bilgi<br />

toplumu gibi getirdiği şahane değişimler sunulur.<br />

İzleyiciyle ilgili araştırmalar: Bu araştırmalar izleyiciyi bilerek izleyici üzerinde bilişsel ve<br />

davranışsal kontrol mekanizmaları kurma amacını taşır. Bu amaçla izleyicinin akla gelebilecek tüm<br />

karakteri ve özellikleri incelenir. İzleyicinin aktifliği ve pasifliği, katılması, üçüncü şahısların ve<br />

toplumsal baskıların izleyicideki etkileri, grup üyeliği, aitlik duygusu, kimlik algısı, medya, program ve<br />

içerik tercihleri, izleme biçimleri ve mesajlara (örneğin kampanyalara, reklamlara) karşı tutumları,<br />

görüşleri ve algıları gibi konular üzerine eğilinir.<br />

İletişim türüne göre araştırmalar<br />

Bireyin kendisiyle (içsel) iletişimi doğumundan başlayarak egemenlik ve mücadele yapıları içinde<br />

biçimlenir ve bu biçimlenmeyle bu yapılara sosyalleşir. Bu bağlamdaki incelemeler, psikoloji ve sosyalpsikoloji<br />

temeline dayanan ve öncelikle kişinin kendini nasıl algıladığı (self perception) ve BEN’in<br />

(kişiliğin) nasıl oluştuğu ve geliştiği üzerinde dururlar. Bunu yaparken iletişimde, bireyin “anlam<br />

vermesi” gibi iletişim sürecinin kişinin algısına, düşüncesine, karar vermesine, tutumlarına ve inançlarına<br />

ait yanları üzerinde odaklanırlar. Psikolojik ve sosyal-psikolojik araştırmaların da geç başladığı<br />

201


Türkiye’de (Kağıtçıbaşı, 1970), iletişim fakültelerinde gerekli seviyede ilginin, bilginin ve araştırmanın<br />

olduğu asla söylenemez. Ayrıca bu tür araştırmayı yapmak hem ciddi psikoloji ve sosyal psikoloji bilgisi<br />

hem de araştırma tasarımı ve yöntem bilgisi gerektirir.<br />

Bireyler arası iletişimle insanlar çeşitli ilişkiler kurar, yürütür, geliştirir ve bitirir; sorun çözer,<br />

görevler yerine getirir, kendi gereksinimlerini ve diğer insanların gereksinimleri karşılar. Böylece insanlar<br />

kendi ve diğerlerinin fiziksel, psikolojik ve sosyal varlıklarının ve kurduğu yapıların yeniden-üretimini<br />

gerçekleştirirler. Her ilişki koşulunda “iletişimde bulunan insan” vardır ve insanın iletişiminde bireyler<br />

arasılık en egemen olandır. Bireyler arası iletişim araştırmaları ilişki kurma, kendini açma, bağlanma ve<br />

muhafaza etme, ilişki geliştirme, yakınlaşma ve belirsizlik azaltma, güven, hayal kırıklığı, kötüye gidiş,<br />

çatışma, kaçınma ve çözüm gibi konular üzerine eğilen geniş bir yelpazeye sahiptir. Türkiye’de ise bu<br />

alan da bireyin kendisiyle iletişiminde olduğu gibi reçete biçiminde çözümler sunan bazı popüler kitaplar<br />

ve kişisel gelişim kitapları hariç, çok kısır kalmıştır. Bireyin kendi kendisiyle iletişimi ve bireyler arası<br />

iletişim bağlamlarında var olan araştırmaların büyük çoğunluğu, iletişim fakülteleri dışında psikoloji,<br />

sosyal-psikoloji ve tıp alanlarında sürdürülmektedir.<br />

İnsanlar gününü bir veya birden fazla çeşitli yoğunlukta örgütlenmiş gruplar içinde geçirir: Grup<br />

iletişimi alanındaki araştırmalar grup performansı, beyin fırtınası, grup içi ve gruplar arası çatışma ve<br />

çatışma çözümü, liderlik ve grup bağlılığına eğilirler. Grup rollerini, rol türlerini ve rollerle ilgili sorunları<br />

araştırırlar. Grubun oluşması ve gelişmesi, karar süreçleri, etkili iletişimi etkileyen içsel ve dışsal faktörler<br />

üzerinde dururlar. Grupta teknolojiyle aracılanmış iletişim ve bunun etkilerine bakarlar. Türkiye’de grup<br />

iletişimi bağlamında da iletişim araştırmalarına rastlamak çok zordur.<br />

Örgütler, en geniş anlamıyla insanların belli örgütlü zaman ve örgütlü yerde birlikte olduğu, belli<br />

üretim tarzı ve ilişkileriyle üretim yapmak için oluşturulmuş amaçlı yapılardır. İletişim Yıllıkları’na<br />

bakıldığında, örgüt iletişimiyle ilgili bölümdeki makalelerde yönetici ve çalışan iletişimi (dikey iletişim),<br />

iletişim şebekeleri, çatışma, motivasyon, etki, iletişime engeller, örgütteki birimler arası iletişim sorunları<br />

ve çözümleri, örgütün dış çevresiyle iletişimi ve dış çevrede engel olan ve teşvik eden yapılar, iletişim<br />

atmosferi, iletişim çökmesi, vücut dili ve empati gibi konuların işlendiği görülür. Yeni araştırmalar aynı<br />

zamanda işyerinde koordinasyonu, iş akışı yönetimi, insan mühendisliği ve bilgisayarla aracılanmış<br />

iletişim sistemleri üzerine eğilmektedir. Bu tür ticari ve siyasi örgütlü yapıların çıkarını gerçekleştirme ve<br />

sorunlarını belirleme ve çözme ile ilgili çalışmalar Türkiye’de de oldukça çoktur. Fakat, örneğin en temel<br />

örgütsel yapılardan biri olan aile ile ilgili iletişim konularını ele alan araştırmalara ender rastlanır.<br />

Yönetimsel karakteri ve siyasal ve endüstriyel yapılar için önemi nedeniyle, kitle iletişimi dünyada<br />

araştırmaya en çok konu olan alandır. Siyasal iletişim araştırması alanının parlamento ve seçim<br />

süreçlerine indirgendiği gibi kitle iletişimi alanı da “etki” konusuna (reklamın, halkla ilişkilerin,<br />

propagandanın, biliş ve davranış yönetiminin başarısı konusuna) indirgenmiştir. Dolayısıyla “etki”<br />

dışında kalan; örneğin medya sahiplerinin tercihleri ve tutumları veya editörlerin ve dizi yapımcıların<br />

“yaptıklarını neden öyle yaptıkları” gibi konular/sorunlar, araştırmacıların ilgi ve gündemi dışındadır.<br />

Uluslararası iletişim de kitle iletişimi içine sıkıştırılmıştır. Diplomatik iletişim, turizmle olan iletişim<br />

ve uluslararasında şirketler arası iletişim gibi konularda, özellikle Türkiye’de anlamlı araştırma bulmak<br />

zordur. Bu tür araştırmalar, en iyi şekliyle kültür ve kültürlerarası iletişim içine sıkıştırılmıştır ve en kötü<br />

şekliyle de ekonomik veya siyasal aktörlerin vücut diline indirgenerek iletişim alanı entelektüel bağlamda<br />

en düşük seviyeye çekilmiştir.<br />

<br />

Çalışma Alanları, Konuları ve Yönelimlere Göre Araştırmalar<br />

Anlamlı bir bilimsel girişimde araştırma konusunu belirleyen temel faktörlerin başında toplumsal<br />

anlamlılık, toplumsal önem, toplumsal fayda, o alanda veya konuda yanıt verilmesi gereken bir<br />

belirsizliğin olması gelir (Kongar, 1970; Erdoğan, 2012). Ne yazık ki günümüze gelindiğinde, bu<br />

önceliklerin yerini bireysel ekonomik, siyasal, kültürel ve psikolojik çıkar ve güç elde etme temeline<br />

dayanan “özel çıkarlara hizmet” almıştır. Bu değişim de kaçınılmaz olarak araştırmalarda ele alınan<br />

konuların ve yönelimlerin neler olacağını beraberinde getirmiştir. Her durumda konusal ve yönelimsel<br />

bağlamlarda araştırmalar oldukça çok çeşitlilik gösterir (Şekil 6).<br />

202


Retorikle İkna Çalımaları<br />

Şekil 8.6: Önde gelen çalışma alanları, konuları ve yönelimi<br />

İletişimle doğrudan ilgilenen ilk niteliksel yapıtlar “retorik”; özellikle siyasal ikna alanında olmuştur.<br />

Ekonomik, siyasal ve onların ortağı olan teolojik güçler tarafından kitlelerin yönetiminde eski<br />

imparatorluklardan beri kullanılan retorik ile ilgili çalışmalar, feodaliteden ve aydınlanma çağından<br />

geçerek 21. yüzyıla kadar gelmiştir. Belagat (iyi konuşma, sözle ikna etme, retorik) ve siyasal söylev,<br />

Birinci Dünya Savaşı sonrası yükselen Nazizmin ve Faşizmin başarısından, kitlelerin kontrolü<br />

gereksiniminden ve sistemi ve ürünlerini satış çabasından kaynaklanan propaganda, kamuoyu,<br />

reklamcılık ve halkla ilişkiler önem kazanmış ve gelişmiştir.<br />

Retorik ve etkili iletişimle uğraşanlar, 1960’ların sistem karşıtı gösterilerle dolu atmosferinde iyi<br />

hazırlanmış konuşmaların ve mantıklı mesaj kurgularının başkaldıran insanların üzerinde hiçbir etkisi<br />

olmadığını görmüşlerdir. İletişimde, retorikle ilgili olarak “Zenci Gücü Retoriği”, “Çatışma Retoriği” ve<br />

benzeri çalışmalar başlamıştır. Günümüzde bu tür çalışmalar retorik dergileri ve araştırmalarıyla devam<br />

etmektedir.<br />

Türkiye’de iletişim fakültelerinde “retorik” konusunda araştırma geleneği yok denecek kadar azdır.<br />

Olanlar da ya ikna konusunu işleyen ve bir iletişimsel eylemi münazara ilmi (ilm-i münazara) sanan<br />

teolojik açıklama ya da günümüzde moda olan “söylem” temeline dayanır. İletişimde retorik alanından<br />

yetişmemiş bazıları “konuşma ve ikna” ile ilgili “etkili iletişim ve ikna için öneriler” gibi bilimsel değeri<br />

olmayan “bir şeyler” yazmaktadır. Bunların çoğu derleme, toplama ve kopyalayıp yapıştırma<br />

biçimindedir. Eleştirel retorik Türkiye’deki iletişim alanında yoktur. Orta çağın teolojik düşüncesinin<br />

yine o çağın teolojik yorumsamacılığı (hermeneutics) ile birleştirilerek günümüze uzatılmıştır ve bunun<br />

Türkiye’deki örneklerine rastlayabiliriz.<br />

Kültürü Ele Alan Aratırmalar<br />

Kültür ve kültürün yayılması ile ilgili araştırmaların tarihi, iletişim araştırmalarından çok önceye gider;<br />

oldukça eskidir. Bu bağlamdaki yaklaşımlar ve araştırmalar kültürel alışveriş ve kültürel karşılıklıbağımlılık<br />

anlayışından kültürel egemenlik ve kültür emperyalizmi anlayışına kadar çeşitlilik gösterir<br />

(Erdoğan ve Alemdar, 2012b).<br />

Bazı araştırmacılar basit ampirizmi hümanist gelenek ile birleştirerek, özellikle 1950’lerin sonlarından<br />

itibaren, İngiltere’de E. T. Hall ile başlatılan “kültürlerarası iletişim” araştırmasının gelişmesine öncülük<br />

ettiler. Bu öncülük günümüzde “kültürlerin birbirini anlamasını, barış içinde ve karşılıklı anlayış ve<br />

empati kurarak yaşamasını işleyen ‘süpermarket kültürünün’ de iletişimdeki ilk başlangıçları olmuştur.<br />

Bu başlangıç akademik alanda günümüzde kültürde kırılan kalıplarla, kültürlerarası diyalogla, çok<br />

kültürlülükle ve kültürel kimliklerle ilgili araştırmalara doğru gelişmiştir (Selçuk, 2005; Bilgili ve Uslu,<br />

2011; Soydaş, 2010). Bu başlangıcın bir kanadı da Amerikan siyasetçilerine ve iş adamlarına dünyayı<br />

nasıl yönetmesi gerektiğini ve yapılanı yanlışları sunarak anlatan, en popüler kitaplardan biri olan “Çirkin<br />

Amerikalı” (Lederer ve Burdick, 1958) ile yaygınlaştırılan “kültürleri anlayarak yönetme” merkezli<br />

<br />

203


incelemeler olmuştur. Bu incelemeler “yöneticilere faydalı öneriler sunan” ve özellikle “kurum ve şirket<br />

kültürünü” ele alan biçimde gelişip yaygınlaşmıştır.<br />

İletişimde kültür ile ilgi, çoğunlukla alt kültür/kimlik ve üst-kültür/kimlik, kültürler/kimlikler arası<br />

ilişki, kültürler arası alışveriş, örgüt kültürü, kültürel uçurum, kuşaklar arası kültür uyuşmazlığı, kültür<br />

bozulması ve kültürü koruma gibi temalar üzerinde durur. Günümüzde kültürler arası iletişim özellikle<br />

uluslararası firmaların diğer ülkelerde kurdukları iş yerlerinde kontrolü ve verimliliği artırmak için<br />

önemle üzerinde durduğu bir konudur. Dolayısıyla bu alanda araştırmalar giderek artmaktadır. Kültürün<br />

açıklaması ve hatta kültür eleştirisi çoğu kez bireyin (tercihleri) eleştirisine dönüşmektedir. Son<br />

zamanlarda, kültür “bireysel zevk, damak tadı, haz, gündelik deneyim” olarak ele alınmaktadır. Bu tür ele<br />

alışlar iletişim (ve pazarlama) araştırmacıları için zorunludur, çünkü amaçlanan “insan varlığının siyasal<br />

ve ekonomik ticarileştirilmesidir” ve bu ticarileştirmeyle, siyasal güçler “oy alır” ve ekonomik güçler de<br />

“tüketici” kazanır. Türkiye’de iletişim bağlamında kültürel yapı, ilişki ve ürün üzerine düşünme elbette<br />

var olmuştur; fakat bilimsel araştırma olarak iletişim alanında başlaması ve gelişmesi 1970’lere rastlar.<br />

Örneğin daha 1930’larda İsmail Hakkı Baltacıoğlu sinemayı kültürel bir ürün olarak ele almakta,<br />

“emperyalist filmler” olarak nitelediği filmlerin halkımıza “büyü, sır ve militarism” aşıladığını<br />

açıklamakta ve radyo ile sinemanın gücü ve tehlikesini bilmemiz gerektiğini belirtmektedir.<br />

<br />

Teknolojik Belirleyicilik Çalışmaları<br />

Teknolojik araçları “insanlara ve toplumlara bir şeyler yapan özne” olarak ele alan ve araçların doğası<br />

hakkında şahane mitler yaratan yaklaşımlara “teknolojik belirleyicilik / determinizm” denir. İletişim<br />

teknolojisinin belirleyiciliği görüşü 19. yüzyılda yeni iletişim teknolojilerinin, özellikle trenin<br />

kullanımının yaygınlaşmasıyla ön plana çıkmıştır. Sömürgelerdeki talanı ve denetimi perçinlemek için<br />

döşenen raylar gelişmenin, uygarlığın yayılmasının sembolü olarak sunulmuştur (Mattelart, 1994). 1950<br />

ve 60'larda bu belirleyicilik modernleşme kuramlarına eklemlenmiştir. Bu bağlamda siyasal ve ekonomik<br />

alanda kapitalist sistemi, materyal ve kültürel ürünlerini ve ideolojisini pazarlamak/satmak için<br />

“modernleşme, kalkınma, gelişme” teorileri kurgulanmış ve bu teoriler çerçevesinde “az gelişmiş,<br />

gelişmemiş, gelişmekte olan” ülkelerin durumları analiz edilmiş, gelişme potansiyelleri saptanmış ve<br />

gelişmeleri için “yeniliklerin yayılmasını” benimseyen modern insanın yaratılması, modern yapıların<br />

Batı’dan transfer edilmesi, Batı’nın teknolojik ürünlerinin yaygın kullanılması önerilmiştir. Bunları<br />

ölçmek ve değişimi sağlamak için incelemeler yapılmış ve programlar uygulanmıştır. Modernleşme ve<br />

kalkınma teorileriyle gelen araştırmalar, modernleşmeyi “modern teknolojik ürünlere” sahiplikle ve<br />

modern insanı da “bu ürünleri tüketmeyle/kullanmayla” tanımladılar. Bu tür etkiyle gelen ve iletişim<br />

araçlarının önemi üzerinde duran ilk çalışma Nermin Abadan Unat tarafından 1960’da “Kitle Haberleşme<br />

Vasıtaları” başlığı altında yapılmıştır.<br />

Teknolojinin insanı ve toplumu değiştirdiği anlayışı, 1970’lerde Mc Luhan ile “araç mesajdır”<br />

düşüncesiyle zenginleştirilmiştir. Asıl özne ve yüklenen içerik bir kenara itilmeye başlanmış ve aracın<br />

belirleyiciliği üzerine odaklanılmıştır. Televizyonun önce küresel köy yarattığı, ardından küresel kent<br />

oluşturduğu ve 1990 sonlarında ise “enformasyon toplumu” getirdiği müjdelenmiştir. Çoğunluğun<br />

demokrasisi propagandası yerine “katılımcı demokrasi” propagandasının getirilmesiyle ve İnternetin<br />

yaygınlaşmasıyla birlikte, internetin “bilgi toplumunu” getirdiği yaygın dolaşıma sokulmuş ve bunu<br />

destekleyen çoğu geçersiz şahane kavramlar ve mitler bilişlere işlenmeye başlanmıştır.<br />

Modernleşmenin göstergeleri olarak sunulan radyo ve televizyon sahipliğinin nicel yoğunluğu ve bir<br />

ülkedeki sinema koltuk sayısı ile insanın ve ülkenin modern olacağına inanmak oldukça güçtür.<br />

Günümüzde bu tür göstergelerin yerini internete sahiplik ve kullanımı ile “bilgi toplumunun” yaratıldığı<br />

düşüncesi almıştır. Bu yeni yönelimle birlikte internetin bilgi toplumu getireceği varsayımını test etme<br />

yerine, internete erişim ve internet kullanımıyla ilgili nitel ve nicel çalışmalar yaygınlaşmıştır. Aslında bu<br />

çalışmaların önce kullanımın ve internetteki popüler içeriklerin doğasını inceleyerek, bilgi toplumu<br />

varsayımının geçerliliğini test etmesi gerekir ki yaptıklarının bilimsel geçerliliği olsun.<br />

Teknolojik araç ve yapı transferi aynı zamanda örgütsel iş yapış biçimlerini, iş ve dünya görüşünü ve<br />

ideolojik/kültürel varsayımları da beraberinde getirir. Profesyonellik teknolojik araç ve ürün transferine<br />

paralel olarak ithal edilmiş bir ideolojidir. Kültürel bağımlılığın en önemli parçalarından biridir. Bu<br />

204


ideoloji yerel iş anlayışı üzerine oturtulur ve bu karışımdan melez bir yapı doğar. Bu melez yapı hem<br />

transfer edilenin hem de yerel olanın en bayağılaşmış ve etikten en yoksun biçimlerini ifade eder.<br />

Örgütlerdeki profesyonellik özellikle işletme ve iletişim alanlarındaki egemen kuramlar ve araştırmaları<br />

yapan benzer profesyoneller tarafından beslenir.<br />

<br />

Aktif İzleyici ve Alımlama Araştırmaları<br />

1960’larda ilan edilen “izleyicinin aktif olduğu”; dolayısıyla “kendi zehrini ve balını kendinin seçtiği” ve<br />

“medyanın insanlara bir şey yapamadığı” görüşü üzerine kurulan “aktif izleyici” anlayışı ve araştırmaları<br />

gelişmiş ve 1970’de egemenlik kazanmıştır. Ardından bu egemen anlayış tüm dünyaya yayılmıştır.<br />

1990’lara gelindiğinde bu anlayış, “alımlama araştırması” denen anlayışla desteklenmeye başlanmıştır.<br />

Alımlama incelemeleri, metinsel yorumlama teorilerinin kitle iletişimi izleyicilerinin gündelik<br />

faaliyetlerine uygulanmasıdır. Temel ilgi, izleyicilerin kitle iletişiminden çıkardıkları “anlam”<br />

üzerindedir. Metinlerin alımlanması ile ilgili incelemelerin anlamlı olabilmesi için “alımlama” ile<br />

“ideolojik pozisyonun” ya da “sınıfsal aitliğin” ilişkilendirilmesi gerekir. Bunun yerine, bu ilişkilendirme<br />

reddedilir ve cinsiyet, ırk, cinsel tercihler, etnik ve diğer kimlikler üzerinde durulur. Alımlama ile ilgili<br />

önemli araştırmacılar arasında Radway (1988), Ang (1996), Allor (1988), Fiske (1989), Grossberg (1993)<br />

ve Jenkins (1992) vardır.<br />

Alımlamacı açıklamalarda, izleyici bireyin bağımsızlığı/özgürlüğü, post-modern ve post-yapısalcı<br />

“inşa yıkma” (alınan mesajı parçalarına ayırıp yeniden kendine göre inşa etme) anlayışıyla ilan edilmiş;<br />

gerçeğin sürekli değiştiğini, çoğul karaktere sahip olduğu ve bireyin “anlam yıkma ve anlam inşasına”<br />

göre sayısız çeşitliliğe sahip olduğu öne sürülmüştür. Aynı zamanda öz ile ilgilenmenin yerini “bireyin<br />

nasıl hissettiği”, “haz” ve “gündelik hayatta bireyin kendini nasıl ifade ettiği” almıştır.<br />

Liberal-Çoğulcu Araştırmalar<br />

İletişim sorununu ve konusunu bireysel seviyeye indirgeyen liberal-çoğulcu anlayış ve bu anlayışa bağlı<br />

olan iletişim araştırmaları 1980’lerde görünür olmuş ve hızla destek bulup gelişmiştir. Bu görüşle birlikte<br />

1980’lerde hızla artan bir şekilde anayol (ana akım) kitle iletişim kuramları toplumu serbest rekabetteki<br />

gruplar ve karşılıklı çıkarlar karışımı olarak görmeye devam etmişlerdir. Medya örgütlerinin devletten,<br />

siyasal partilerden ve örgütlü baskı gruplarından özerklik kazanmış örgütsel sistemler olarak sunulması<br />

artmıştır. Medyanın kontrolü, medya profesyonellerine önemli ölçüde özgürlük veren özerk yönetici elitin<br />

elinde olduğu düşüncesi güçlenmiştir. “Aktif izleyici” kavramı yerini “televizyon önünde çoğulcu<br />

çözümleme yapan özgür ve bağımsız izleyici” teziyle gelen ve aktif izleyicili tezini yineleyen liberalçoğulcu<br />

görüş almıştır: Öz aynı kalırken öz hakkındaki imaj, yeni söylemlerle post-modern duruma<br />

uyarlanmıştır. Medya kuruluşlarıyla izleyiciler arasında simetrik bir ilişki olduğu varsayılmıştır:<br />

“İzleyiciler medyayı kendi arzu ve tutumlarına göre manipüle edebilirler; çünkü izleyiciler “toplumun<br />

çoğulcu değerlerine” sahiptirler; bu değerler onların “uyma, katılma veya reddetmesini” mümkün<br />

kılarlar”.<br />

Bu tür açıklamalar, özellikle 1990’dan beri Fiske ve Grossberg gibi liberal-çoğulcu kültürel<br />

incelemecilerin ve onları Türkiye gibi ülkelerde izleyenlerin egemenliği altına girmiştir. Günümüzde bu<br />

aydınların ilgilendiği (ve post-yapısalcıların da üzerinde durduğu) aynı konular işlenmeye devam<br />

etmektedir. Örneğin medyada temsil ve bu temsile karşı, örneğin televizyon önünde yapılan<br />

çözümlemeler yoluyla “direniş”, evde ve medyada kadına karşı şiddet, kadının medyada dengesiz temsili,<br />

alt-kimlikler ve bu kimliklerin temsili, medya ve özellikle internete erişim ve böylece katılımcı<br />

demokrasinin gerçekleşmesi, enformasyon toplumu ve bilgi toplumu, dijital uçurum ve bu uçurumun<br />

kapatılması araştırma ve tartışmaları bu araştırma konularından önde gelenleridir.<br />

Liberal-Demokrat Çalışmalar<br />

Chicago Okulunun oluşturduğu Liberal demokrat anlatı ve çalışmalar Amerika’da 1930’larda<br />

marjinalleştirilmiş ve 1960’lara kadar gözden uzak kalmıştır. Bu sırada sembolsel etkileşim bireysel<br />

seviyede açıklanmaya başlanmış ve ampirik araştırmanın etkisi gelmiştir. Bu tür değişimdeki liberal-<br />

205


demokrat gelenek 1960’ların sonunda Gerbner’in Yetiştirme (Ekme) Kuramına dayanan araştırmalarda<br />

temsilini bulmuştur. Günümüzde, Gerbner’in kültürün ekilmesiyle, medyanın etkisinin “eklenerek biriken<br />

ve yoğunlaşan bir karakter” taşıdığıyla ve medyada temsilin ideolojik olduğuyla ilgili “eleştirel yanlar”<br />

atılmış; medyada şiddet, sansür, nesnellik, medyanın yanlılığı ve etik anlayışına dayalı yanlar<br />

vurgulanmaya başlanmıştır. Gerbner geleneğini bu şekilde sürdürme Türkiye’de de son zamanlarda<br />

oluşmuş ve gelişmiştir.<br />

Gerbner’in ampirik araştırmayla desteklenen bu yaklaşımı yanında, Chicago Okulunun niteliksel<br />

tasarım kullanan liberal-demokrat eleştirel geleneği 20. yüzyılın ikinci yarısında devam ettirilmiştir.<br />

İletişim konusunu ve sorununu daha çok yapısal seviyede ele alan liberal-demokrat geleneğin niteliksel<br />

araştırma yapan bu tür yöneliminde, özellikle medya sahiplik/mülkiyet, tekelleşme, kontrol ve ideoloji<br />

üzerinde durulur. Bu bağlamda Erik Barnouw’un “The Sponsor” (1978/ 2003) ve “Conglomerates and<br />

the Media” (1998) eserleri, Gaye Tuchman’ın “The Tv Establishment” (1974), Ben Bagdikian’ın “Medya<br />

Monopoly” (1983) ve yenilenmiş baskısı “The New media Monopoly” (2004) eserleri, Compaine’in<br />

(1979/2000) “Who Owns the Media?” eseri, E. J. Epstein’in “The Big Picture: Money and Power in<br />

Hollywood” (2006) eseri örnek gösterilebilir.<br />

Ayrıca, Chicago Okulu’nun Cooley ve Dewey ve liberal demokratik geleneği 1970’lerde James Carey<br />

ile yeniden canlanmıştır. Carey’e göre Walter Lippman, Chicago Okulunu yerinden eden niceliksel ve<br />

bireyci “etkiler geleneğinin” büyükbabasıdır. Carey hem davranışçı okulun iletişimdeki egemenliğine<br />

karşı mücadele vermiş hem de iletişim alanındaki kültürel incelemeci ve siyasal-ekonomistler arasındaki<br />

derinleşen çatışmada arabulucu rol oynamaya çalışmıştır. Çalışmalarında davranışçı okulun ve egemen<br />

Amerikan medya sosyolojisinin eleştirisini sunmuş, kültürel incelemelerin Amerika’daki biçimini<br />

eleştirmiş, medyanın siyasal ekonomi bağlamında açıklanmasının değerini ve önemini vurgulamıştır.<br />

Carey’e göre sosyal bilimin görevi bazı-akılların (bireylerin) bağımsız gerçeği anlaması olmamalı, onun<br />

yerine, insanların kolektif olarak yaptığı anlamları sembollerden geçerek yeniden-inşa (anlama) olmalıdır.<br />

Carey, post-yapısalcılığın ve benzeri yorumsamacı yaklaşımların bireyi ve bireysel anlamlandırmayı<br />

merkeze koymasını doğru bulmamaktadır. Carey, Chicago Okulunun sembolsel etkileşimcileri gibi<br />

toplumun kalıcılığını süregiden sembolsel etkileşime bağlar. Günümüzde bu araştırma geleneği de<br />

iletişim alanında, Türkiye’de genellikle liberal-çoğulcu karakter taşıyan Bianet kitapları gibi sınırlı<br />

çevreler dışında pek görünmese de, dünyada önemli yer kaplamaya devam etmektedir.<br />

Karl Marx ve İletişimde İnsanı Merkeze Alan Çalışmalar<br />

İletişim alanında en anlamlı alternatiflerden önde geleni Marx’ın yaklaşımına dayanan araştırmalardır.<br />

Marksist araştırma bir şeyi kötüleyen veya yeren temele değil, maddi ve düşünsel üretim tarzı ve ilişkileri<br />

temeline dayanır.<br />

Marx’ın ilk iletişimle ilgili yazıları ve analizi 1840’lardaki gazete makalelerinde “sansür, basın<br />

özgürlüğü, ifade ve iletişim özgürlüğü” gibi liberal-demokrat açıklamalarla başlar ve 1848 ulaşıldığında<br />

Marksist olarak nitelenen biçime dönüşür. Marx sonraki araştırmalarında özellikle Kapital ve<br />

Grundrisse’de insan ve toplumla ilgili açıklamalarında iletişim önemli bir faktör olarak işlemiştir<br />

(Erdoğan, 2007b ve 2012). Bu analizlerinde Marx iletişim konusunu; malların üretimi ve dağıtımını ve<br />

bunlar için gerekli teknolojiyi ve iletişim araçlarını üretim, dağıtım, tüketim, devlet, sınıfların oluşması ve<br />

toplumların değişmesi ile ilişkileri ve bağları içinde ele almıştır. Diğer bir deyimle Marx, iletişimi insanın<br />

kendini ve toplumunu üretmesindeki sosyal faaliyetler (sosyal üretim faaliyetleri) içinde ele almış ve<br />

insanın nasıl olduğunu insanın kendini nasıl ürettiğinde ve insandaki değişimi üretim biçimindeki<br />

değişimle açıklamıştır.<br />

Marx’a göre kendi varlıklarının sosyal üretiminde, insanlar kaçınılmaz olarak kendi iradeleri dışında<br />

ilişkilere girerler. Bu ilişkiler insanların yaşamlarını üretim ilişkileridir. Bu üretim ilişkileri, üretimin<br />

materyal güçlerinin belli bir tarihsel gelişme safhasına uygundur. Kendini ve sosyali üreten insan, bu<br />

üretim biçimlerini ve ilişkilerini ancak iletişimle başlatabilir ve yürütebilir. Üretimi de sadece materyal<br />

hayatın üretimi (ekonomik üretim) değil, aynı zamanda emeğin, fikirlerin, duyguların, bireyin kendisinin,<br />

geleneklerin, adetlerin vb. üretimi olarak ele alır. Bu üretimin de insanlar arası ilişkiden/iletişimden<br />

geçerek geliştiğini belirtir: “Her bireyin üretimi bütün diğer bireylerin üretimine bağlıdır; ve bireyin<br />

206


ürününün kendi hayatının gereksinimlerine dönüştürmesi, benzer şekilde, tüm diğerlerinin tüketimine<br />

bağlıdır (Haye, 1980)”.<br />

Bireylerin karşılıklı ve her yönlü bağımlılığı bireylerin sosyal bağını şekillendirir. Bu sosyal bağ<br />

değişim değerinde ifade edilir. Değişim değeriyle her bireyin kendi faaliyeti (ilişkisi, iletişimi) ya da<br />

ürünü kendisi için bir faaliyet ve ürün olur. Birey genel bir ürün üretmelidir. Bu genel ürün parayla ifade<br />

edilen değişim değeridir. Her bireyin diğer bireylerin faaliyetleri üzerinde veya sosyal zenginlik üzerinde<br />

uyguladığı güç, kendinde değişim değerinin (paranın) sahibi olarak var olur. Birey sosyal gücünü ve<br />

topluma bağını cebinde taşır. Her birey bir “şey” şeklinde sosyal güce sahip olur. Bireysel ürünleri veya<br />

faaliyetleri değişim değerine, paraya, dönüştürme zorunluluğu ve böylece bu nesnel şekilde kendi sosyal<br />

güçlerine sahip olmaları ve sosyal güçlerini göstermeleri iki şeyi kanıtlar: Artık bireyler sadece toplum<br />

içinde toplum için üretirler. Üretim doğrudan bir şekilde sosyal değildir; birlikten doğan bir şey değildir.<br />

Bireyler sosyal üretim altında toplanmıştır. Sosyal üretim onların dışında onların kaderi olarak var<br />

olmaktadır. İnsanlar arasında üretim ve tüketimdeki genel bağ ve karşılıklı bağımlılık tüketiciler ve<br />

üreticilerin birbirine ilgisizliği ve bağımsızlığı ile birlikte artar. Bu çelişki krizlere götürür. Bu<br />

yabancılaşmanın gelişmesiyle birlikte, bunun üstesinden gelmek için çabalar da gelir: Bireylerin diğer<br />

bireylerin faaliyetleri hakkında enformasyon elde ettiği ve kendi faaliyetlerini ona göre ayarlamaya<br />

çalıştığı kurumlar çıkar. Aynı zamanda iletişim araçları/yolları da gelişir (Haye, 1980).<br />

Marx iletişimi, gelişmesini ve anlamını üretim, üretim araçları, üretim güçleri, iletişim araçlarına<br />

sahiplik, araçların gelişmesi ve bu gelişmenin toplum değişimindeki sonuçları, iletişim araçları ve dünya<br />

pazarının kontrolü, dolaşımda zaman ve maliyet konusunda iletişim araçlarının işlevleri, değer ve<br />

yabancılaşmada iletişim araçlarının yeri, dağıtım, bölüşüm, alışveriş ve tüketim ilişkilerinin karakteri<br />

içinde ve bu karaktere getirdiği sonuçlar bağlamında ele alıp irdelemektedir.<br />

Marx’ın yaklaşımını kullanarak araştırma yapanlar da bu çerçevede araştırmalarını tasarlarlar. Bunları<br />

yaparken; örneğin kitle iletişiminin örgütlenme biçimleri, bu biçimlenmelerin ulus içi ve uluslararası<br />

ekonomik ve siyasal yapılarla olan bağlarını, tarihsel gelişimini, belli bir zaman ve yerdeki durumunu,<br />

kitle iletişimi teknolojileriyle aracılanmış iletişimin üretimi ve üretim ilişkilerini, ilişkilerdeki karşılıklı<br />

bağları açıklamaya çalışırlar; sahiplik, pazar ilişkileri, tekelleşme, pazar kontrolü, kitle iletişimi<br />

örgütlerinde iş koşulları, çalışma politikaları ve pratikleri, toplu sözleşme gibi konulara eğilirler. İletişim<br />

ürünlerinin üretimi ve dağıtımındaki yapısal durum ve ilişkiler, üretim biçiminin ve teknolojisinin yapısı,<br />

iletişim profesyonelleri ve emekçilerinin iletişim örgütleri içindeki yeri, iletişimde mülkiyet ilişkileri,<br />

mülkiyet ilişkilerinin ürünün yapısını belirlemesini ele alırlar. Bu yaklaşım ve incelemeler, aynı zamanda,<br />

uluslararası iletişimde kurumsal ve teknolojik yapıların transferi, ürün transferi ve bu yapılarla birlikte<br />

gelen profesyonel pratiklerin transferi üzerine eğilirler. Böylece sistemin nasıl oluştuğu, çalıştığı, geliştiği<br />

ve sonuçlarını incelerler.<br />

Bu yaklaşımın iletişimde düşünsel üretimi incelemelerinde en önde gelen konular arasında ideolojinin<br />

açıklanması, maddi üretim ile düşünsel (ideolojik) üretim ilişkisi, profesyonel ideolojiler ve bunların<br />

transferi, kültür emperyalizmi, ürünlerin ideolojik içerikleri ve bilinç yönetimi, profesyonel ideolojiler ve<br />

medya pratikleri, yabancılaşma ve fetişleştirme (bir mala kendinde olmayan değerler yükleme) vardır.<br />

Bu tür araştırmalar üç ana grup içine yerleştirilebilir:<br />

1. İletişimin siyasal ekonomisini ulusal seviyede ele alan ve kapitalist iletişim sistemini ve<br />

faaliyetlerini inceleyenler;<br />

2. Uluslararası ekonomik düzene ve iletişimde emperyalizm konusuna eğilen yaklaşımlar (yenisömürgeciliğin<br />

veya emperyalizmin genel iletişim yapısını inceleyenler)<br />

3. Üretim tarzı ve ilişkileriyle bağlar kurarak yapılan ideoloji ve kültürel incelemeler.<br />

Türkiye’de bu bağlamlarda oldukça çok “çeviriler” bulunmaktadır; fakat Marksist yaklaşım<br />

çerçevesinde kitle iletişimini veya herhangi bir iletişim türünü gereğince ve doğru araştırıp açıklayan<br />

ürünler azdır.<br />

207


Marksist Kültürel İncelemelerden Anti-Marx Kültürelci İncelemelere<br />

1900’lerin başlarında Almanya’da Frankfurt’ta yaşayan liberal-sol sermayenin kendileri için faydalı bir<br />

araştırma yönelimi arayışı, Frankfurt Okulu ve Marx’ın yaklaşımından önemli ölçüde etkilenmiş olan<br />

kuram ve araştırma geleneğinin oluşturmasını getirmiştir. Adorno, Horkheimer, Mills, Benjamin,<br />

Marcuse ve Fromm gibi Frankfurt Okulu aydınları birbirinden önemli farklılıklar gösteren yaklaşımlarla<br />

toplum ve toplum değişimi, medya, kültür endüstrisi, ve biliş ve davranış yönetimi analizleri yaptılar.<br />

Türkiye’de Frankfurt Okulu geleneğine tercümeleriyle ve yapıtlarıyla, iletişim alanında öncülük eden<br />

Ünsal Oskay olmuştur.<br />

Frankfurt Okulu geleneğiyle gelişen eleştirel okula (Critical School), 1960’larda “kültürel<br />

incelemeler” yönelimi eklenmiştir. 1950 sonlarında Hoggart ve Williams’ın Arnold-Elliot-Leavis<br />

üçlüsünün düşüncelerine dayanan kültür anlayışına alternatif arayışlarında giderek Marx’ı keşfetmesiyle<br />

gelişen ve “kültürel incelemeler” adı verilen gelenek gelişmiştir. Bu yönelim Marksist etkiyle başlamış ve<br />

ardından Marksizmden uzaklaşan birkaç kola ayrılmıştır: 1970’lerde yapısalcı ve göstergebilimci<br />

Fransızlar ve bunları İngiltere’ye taşıyan Stuart Hall’ın da katkılarıyla dönüşüme uğratılmış; kültürel<br />

incelemelerde post-yapısalcılığın egemenliği getirilmiş; sonunda Marksist üretim tarzı ve ilişkilerine<br />

eğilmeyi reddeden ve Marksizm’den uzaklaşıp küresel pazarın kontrollü alternatif olarak “eleştirel<br />

sözcülüğünü” yapan kültürelci çalışmalara dönüştürülmüştür.<br />

Bu farklılaşmada Richard Johnson (1983) gibi kişilerin tarihsel, siyasal ve kurumsal analizle ele aldığı<br />

ve üretim ve dağıtımın önemini vurgulayan Marksist kültürel incelemelerin yaklaşım tarzı, diğer yapısalcı<br />

anlatılar ve Barthescilerin (1977) meşhur “yazarın ölümü” ve “okuyucunun doğumu” sözüyle özetlenen<br />

(aktif alımlama teziyle) iddiasıyla konu dışına itilmiştir. Onun yerine metinsel analiz ve alımlama üzerine<br />

odaklanılmış ve Screen dergisindeki örnekleriyle, mücadele ve sınıf konusu terk edilerek yerine dil, ırk,<br />

cinsiyet ve alt-kültürler getirilmiştir. Siyasal olan ve siyasal olanı savunan (ideolojik/kültür analizini<br />

örgütlü güç yapısına bağlayan) hızla “kapı dışarı” edilmiştir. Foucaultçular İngiltere ve Avrupa’da<br />

Amerikan liberal çoğulcu biçime benzeyen, fakat “metin” veya “semiyotik anlam” üzerindeki<br />

çoğulculuğu vurgulayan açıklamalar getirmişlerdir. Böylece, kapitalist pazar sisteminin egemen maddi<br />

üretim ve ilişki gerçeğini masallaştıran ideolojik yeni eleştirel çerçeveler kurulmuştur. Bu çerçevelerle<br />

kapitalist sistem “post-modern durumu” yaşatan, tarihin son bulduğu ve tüketimin metindeki<br />

diskorslarıyla (söylemleriyle) her gün yeniden tarihsiz bir tarihin üretildiği küresel süper sistem olarak<br />

sunulmaktadır. Bu sunuş, eskisinden farklı olarak, kapitalist sistemin övgüsüyle değil; “sonsuz türde<br />

anlam vermeler” içinde yüzdüğünü iddia edilen bireyin anlamlandırmadaki tercihsel özgürlüğü ve<br />

çoğulcu alımlama iddialarıyla ve izleyiciyi/tüketiciyi “belirleyici aktör/özne” konuma yerleştirmeyle<br />

yapılmıştır. Bunu yaparken çalışmalarda kapitalizmin getirdiği koşullar eleştirilse bile kapitalizm<br />

izleyiciye sunduğu çeşitlilik ve çoklukla sağladığı zengin metinsel olanaklardan (tüketim olanaklarından)<br />

dolayı kutlanmış ve yeniden-meşrulaştırılmıştır. Bu durum kültürel incelemeciler ile siyasal ekonomistler<br />

arasında ciddi tartışmaların çıkmasını beraberinde getirmiştir (Erdoğan, 2007c ve Erdoğan ve Alemdar,<br />

2010).<br />

İletişim alanında kültürel incelemeler temel olarak üç sorunsaldan biri ya da birden fazlası üzerinde<br />

durur:<br />

1. Medya kültürünün siyasal ekonomisi (Bu yönelimi çoğunluk terk etmiştir)<br />

2. Kültürel metin olarak medya metinleri (Metinsel analiz)<br />

3. Metinlerin izleyicilerce alınması ve kullanılması (Alımlama).<br />

Türkiye’de günümüzde kültürel çalışmalarla ilgili bölümler kurulması, yüksek lisans programları<br />

açılması, kültürle ilgili Türkiye koşullarından zengin denecek sayıda dergilerin olması, iletişim<br />

dergilerinde kültürel çalışmalara önemli yer verilmesi, kültürel çalışmaları yoğun bir şekilde teşvik edici<br />

niteliktedir. Fakat Tutal Chevron’un incelemesinde de belirttiği gibi (2005), Türkiye’de sosyal bilimlerde<br />

yaşanan “Avrupa ve Amerika menşeli kuramlara sadakat sorunuyla, popüler kültür incelemelerinde de<br />

karşılaşırız”.<br />

208


Yapısalcı, Post-Yapısalcı ve Baudrillardçı Analizler<br />

Althusser 1990’larda kaba Marksist fonksiyonalizmin (işlevselciliğin) savunucusu olarak nitelenmeye<br />

başlanmıştır. Post-Althussercilerin çoğu ekonomik belirleyiciliği, hatta zayıf ve indirgemeci olmayan<br />

biçimlerini bile reddettiler. Baudrillard’ı izleyenler “tahtından indirilen ekonominin yerini öznelliğin<br />

aldığını” belirterek buna katıldılar. 1970’de Marx ile başlayıp 1980’lerde simülasyonlar ve hipergerçeklerden<br />

oluşan post-modern toplum anlayışı ile noktalanan Baudrillardçı çalışmalarda “farklı dilde<br />

okunan dua gibi büyüleyici” kavramlarla dolu sefil bir medya açıklaması sunulur (Kellner, 1993; Sokal<br />

ve Bricmont, 1999). Araştırmalarını “kitlelerin ne geçmiş ne de gelecek için yazacak bir tarihi vardır”,<br />

“simülasyon, başlangıçsız ve gerçeksiz bir gerçeğin modellerle üretimidir” ve “hiper gerçek” gibi çarpıcı<br />

sözler, güzel edebiyat üzerine inşa eden ama açıklamak istediğini genellikle belirsizliği artıran anlatılarla<br />

sunan Buadrillardçı araştırmacılar, daha en baştan geçerliliği şüpheli bir araştırma inşasına başlarlar.<br />

Bazılarına göre Baudrillard “postmodern bir şakadır” ve karmaşıklığı ise “gösterişli anlamsız sözdür”.<br />

http://theoryandacademy.blogspot.com/2007/10/guest-lecture-kenru<br />

fo-on-baudrillard.html<br />

1980'lerde yaygın olarak dolaşıma sokulan çalışmalarda kalkınma ve modern ulus devlet kurma fikri<br />

kötülenmeye ve değersizleştirilmeye başlanmıştır. Post-modernist çalışmalarda modernizm<br />

geçersizleştirilmiş; post-pozitivizmle pozitivizm geçersiz ilan edilmiş; post-endüstriyalizm ile endüstri<br />

toplumunun bittiği müjdelenmiştir. Kalkınma ve modernizm yerine küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık<br />

anlayışına dayanan çalışmalar popüler yapılmıştır.<br />

eserleri verebiliriz?<br />

Türkiyede niceliksel araştırmanın öncüleri olarak kimleri ve hangi<br />

TÜRKİYE’DE GÜNÜMÜZDEKİ DURUM<br />

Türkiye’de 1990lardan beri iletişim araştırmalarının sayısı giderek artmıştır. Bu artış, daha önce<br />

gruplandırarak açıkladığımız oluşturucu, destekleyici ve teşvik edici koşullardaki değişimlerle gelmiştir:<br />

Yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin artması, yeni iletişim fakülteleri kurulması ve kurulmaya devam<br />

etmesi, iletişim dergilerinin sayısının artması, akademik kadro almak için araştırma ve bildiri yayınlama<br />

gibi araştırmaya yönlendiren kuralların sıkılaştırılması, Avrupa birliği, UNESCO ve UNICEF gibi<br />

bölgesel ve uluslar arası yapıların araştırma ve geliştirme projeleri için fon ayırması ve buna Türkiye’nin<br />

de katılması, ülke içinde Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK), Türkiye Sosyal<br />

Ekonomik Siyasal Araştırma Vakfı (TÜSES), Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV), Sosyal<br />

Araştırmalar Vakfı (SAV), Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA), İletişimliler Vakfı<br />

(İLEV) gibi birçok vakıfların ve Gazeteciler Cemiyeti gibi cemiyetlerin iletişim araştırmalarına destek<br />

vermesi, TRT ve RTÜK gibi kuruluşların araştırmalar yaptırması, iletişim araştırması derneklerinin ve<br />

üniversitelerde araştırma merkezlerinin kurulması, ve TELEKOM, TURKCELL ve diğer büyük kuruluş<br />

ve şirketlerinin araştırma gereği duyması gibi önde gelen nedenler araştırmaların çeşitlenmesini ve sayıca<br />

artmasını sağlamıştır. Fakat iletişim dergilerinin “iletişim çalışmaları alanında bilgi ve düşünce üretilen<br />

bilimsel etkileşim forumları” olmamaları (Sarı, 2005) yanında, genel olarak nicellik değil nitellik ölçü<br />

olarak alındığında, iletişim araştırmalarının durumu, A. İnal’ın (2005) da “bu durum gittikçe kötüye<br />

gidecek” diyen saptamasıyla ve en azından M. C. Öztürk’ün sosyal sorunluluğa ilgi azlığı açıklamasıyla<br />

özetlenebilecek bir takım olumsuzluklara sahiptir. Kısaca, bilimsel bilgi üretimi ve bu üretimin gelişmesi<br />

bağlamında umut verici bir gelişme olmaktadır, fakat bu gelişmenin toplum ve insanlık için çok daha<br />

anlamlı olabilmesi için araştırmalarla ilgili çözülmesi gereken önemli sorunlar bulunmaktadır.<br />

Öte yandan dünyada 2007’nin başı ile 2011’in ortalarına kadar Social Science Citation Index<br />

kapsamındaki iletişimle ilgili 77 dergide 10.104 makale yer almıştır. Makalelerin sadece yüzde 20 kadarı<br />

akademik karakter taşımaktadır ve çoğu endüstriyel ve kurumsal çıkarlara hizmet için tasarlanmıştır.<br />

Araştırmaların çoğunda (özellikle ampirik araştırmalarda) araştırmayı geçersiz yapacak ciddi tasarım<br />

209


sorunları vardır (Erdoğan, 2012b). Bu durumun Türkiye’de de farklı olacağı beklenemez. 2000 yılından<br />

beri Türkiye’de iletişim alanında 800’ün üzerinde kitap basılmıştır ve 2000’e yakın makale<br />

yayınlanmıştır. Ancak kitapların çoğunluğu “süpermarket kitapları” seviyesindedir; bir kısmı değerli ve<br />

değersiz derlemelerden oluşmaktadır. Geri kalan azınlık ise özgün çalışmalardır. Özgün çalışmalar,<br />

makaleler, tezler ve bildiriler arasında ele aldığı konuyla ve sistemli ve tutarlı analizle iletişim alanındaki<br />

bilgi birikimine katkıda bulunanların sayısı azdır. Eserlerin çoğunluğu ciddi ele aldıkları konular veya<br />

sorunlar, tasarım hataları ve yöntemi doğru kullanamama gibi nedenlerle akademik değerlerini<br />

yitirmektedir. Bu durumun farkına varılması ve kabullenilmesi ya da yapılanların konusal, amaçsal,<br />

sonuçsal ve yöntembilimsel bağlamlarda soruşturulması (özellikle araştırma yapanların kendilerini<br />

soruşturması) gerekir ki anlamlı bir gelişme olabilsin.<br />

Yöntembilimsel durum: Günümüzde Türkiye’de iletişim yapıtları kullanılan yöntem bağlamında<br />

özellikle iki yönde ilerlemektedir:<br />

Birincisi kitle iletişiminde pozitivist-deneyci yaklaşımla gelen deneyselimsi araştırmalar (gerçek<br />

deneysel olmayan, gözleme dayanan alan araştırmaları) çerçevesinde yapılanlardır. Bu araştırmaların<br />

büyük çoğunluğu iletişimde etki konusunun bir yanını ele almakta ve “üretilmiş iletişimi kullanan”<br />

(izleyici, alıcı, okuyucu, dinleyici, interneti kullanıcı, kampanyanın hedef kitlesi, oy veren, tüketici)<br />

üzerinde durmaktadır. Bu araştırmalarda genellikle ciddi yöntem sorunları bulunmaktadır. Bu bulgu<br />

benzer sonuçlarla gelen önceki araştırmaların bulgularını desteklemektedir. Tasarımda kuram ve<br />

yöntemle ilgili benzer sorunlara Türkiye’deki tezlerde ve makalelerde de yaygın olarak karşılaşırız<br />

(Erdoğan, 2001). Dolayısıyla, ampirik tasarımla yapılan araştırmaların geçerli ve sosyal bağlamda faydalı<br />

olabilmesinin birinci koşulunun sağlanması (doğru tasarımın yapılması ve istatistiksel analizlerin doğru<br />

yapılması) gerekmektedir.<br />

İkincisi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de en eski ve köklü araştırma geleneğiyle yapılan<br />

niteliksel araştırmalardır. İletişim alanında bu bağlamda da sayısı giderek artan kitaplar, tezler ve<br />

makaleler bulunmaktadır. Bu eserleri kabaca ikiye ayırabiliriz: (a) Avrupa kökenli klasik nitel<br />

değerlendirmeyi geçerli nedensellik bağları kurarak yapan eserler ve (b) geçerli nedensellik bağlarından<br />

çeşitli ölçüde yoksun, sistemli ve tutarlı analizden çeşitli ölçüde uzak, var olan bilgileri ardı ardına<br />

sıralayan ve derleyip toplayan yapıtlar. Her iki türdeki yapıtlara rastlamak giderek artmaktadır; fakat<br />

ikinci türün artışı çok daha fazla olmaktadır. Bu durumu post-yapısalcı, post-modernist, yorumsamacı,<br />

post-Marksist, post-oryantalist, göstergebilimsel analiz, söylem analizi gibi isimlerle gelen kötü-taklitçilik<br />

ve eleştirdiği için eleştirel sanılan kültürel incelemeler ve geçersiz öznel değerlendirmeler durumu daha<br />

da kötüleştirmektedir. Dolayısıyla nitel araştırma tasarımları yapanların da eksikliklerini ve yanlışlıklarını<br />

belirtenleri dışlama ve yaptıkları yanlışları yeniden-üretmeye devam etme yerine kendilerini ve<br />

kendilerini soruşturanları soruşturmaları ve böylece gelişme olasılıkları yaratmaları gerekir.<br />

Nicel kapsam ve artışın anlamları: Türkiye’de iletişimle ilgili araştırmalar, özellikle artan<br />

üniversiteler, dergiler, akademisyen olmak isteyenler, akademisyenler ve araştırmayı finansal olarak<br />

teşvik eden yapılanmalar ile birlikte, nicel bağlamlarda giderek artmaktadır. Bu artış yeni iletişim<br />

fakültelerine toplumsal gereksinim olması ve artan gereksinimlerden (örneğin medya endüstrisinde<br />

iletişim mezunlarına talebin patlamasından) dolayı bu fakültelerin kurulması ve sayısının 50’leri geçen bir<br />

“enflasyon” seviyesine ulaşması, akademik alanda bilgi üretimine susamış bir yapının olması ve<br />

akademisyenlerin ilgilerinin akademik araştırma üzerine yoğunlaşması gibi nitel dönüşümlerden çok az<br />

kaynaklanmaktadır. Bunun yerine sayısal artışın ve ilgi farklılaşmasının nedenlerinden önde gelenleri<br />

şöyle sıralanabilir:<br />

a. Türkiye’de var olan egemen kültürel yapı (süregelen iş yapış biçimi ve anlayışı) üzerine<br />

çökertilen ve küresel pazara entegre olma zorlamaları ve çabalarıyla oluşturulan zorlama<br />

koşulları: Küresel pazarın planlı olarak getirdiği ve kaçınılmaz olarak oluşturduğu koşullar<br />

altında sadece üniversiteler değil, aynı zamanda devlet kurumları ve özel sektör, kendileri için<br />

işlevsel olan ve amaçlarına ulaşmayı kolaylaştıran yönetimsel bilgi elde etme amacıyla<br />

kullanılan araştırmalar yapma/yaptırma zorunda kalmışlardır. Bu zorunluluk yönetim<br />

kadrolarına “araştırma yapma gereği ve faydası” düşüncesini de kaçınılmaz olarak işlemektedir.<br />

210


. Türkiye’de var olan egemen kültürel yapı (süregelen iş yapış biçimi ve anlayışı) üzerine<br />

çökertilen ve küresel pazara entegre olma zorlamaları ve çabalarıyla oluşturulan zorlama<br />

koşulları: Küresel pazarın planlı olarak getirdiği ve kaçınılmaz olarak oluşturduğu koşullar<br />

altında sadece üniversiteler değil, aynı zamanda devlet kurumları ve özel sektör, kendileri için<br />

işlevsel olan ve amaçlarına ulaşmayı kolaylaştıran yönetimsel bilgi elde etme amacıyla<br />

kullanılan araştırmalar yapma/yaptırma zorunda kalmışlardır. Bu zorunluluk yönetim<br />

kadrolarına “araştırma yapma gereği ve faydası” düşüncesini de kaçınılmaz olarak işlemektedir.<br />

c. Devlet kurumlarının araştırma yoluyla ulusal bütçeden ayrılan ve/veya uluslararası kuruluşlardan<br />

alınan fonları harcama gereği<br />

d. Çeşitli kuruluşların araştırma projelerine destek vermesi ve böylece akademisyenlere maaşları<br />

ötesinde para kazanma olasılığının çıkması<br />

e. Yardımcı doçent, doçent ve profesör olmak için gerekli koşullar arasında makale, kitap ve bildiri<br />

gibi eserlerin olması.<br />

Okul, dergi ve akademisyen sayısının artması gibi nicel artış nedenleriyle birlikte, yukarıda belirtilen<br />

ve benzeri nedenlerle araştırmalarda ciddi nicel artış olmaktadır. Dikkat edilirse, bu nedenler arasında en<br />

önde olması gereken neden çok daha gerilerden gelmektedir: “İnsan ve toplumuyla ilgili belirsizlikleri<br />

veya sorunları azaltarak ya da ortadan kaldırarak insanlığın ve toplumların daha iyiye doğru gelişmesini<br />

sağlamak”.<br />

Araştırma yapmada temel amaç: Araştırmaların hemen hepsinde “amaç” olarak “araştırmada ne<br />

yapıldığı” sunulmaktadır, dolayısıyla asıl amaç ya gizlenmekte ya da bilinmemektedir. Araştırmalarda<br />

amaçlar giderek bilimsel bilgiye katkı ve sosyal fayda temelinden uzaklaşmaktadır. Amaç kadro alma,<br />

kadroda yükselme, öznel çıkar ve baskı çevresi kurma, şirketler, kurumlar ve çeşitli kuruluşlardan<br />

araştırma projesi alarak para kazanma gibi bilimi ve araştırmayı amaç değil de araç olarak kullanma<br />

yönüne doğru kaymaktadır. İletişim alanında yazılan tezler ve akademik kadroda yükselme amacıyla<br />

yapılan araştırmaların doğası da yukarıdaki egemen gidişe bağlı olarak, çoğunlukla yönetimsel inceleme<br />

karakterini taşımaktadır; ama bu tür araştırmalar endüstriyel yönetimsel karar vermeye doğrudan<br />

yardımcı bir karaktere sahip değildir. Yönetimsel karar vermeye doğrudan yardımcı olacağı amacını<br />

belirten araştırmaların ne kadarının bu amacı gerçekleştirdiği de şüphelidir.<br />

Erdoğan’ın örnek araştırmasına (2008) göre, bu tür araştırmalardan faydalanması gerekenler<br />

faydalanmamaktadır; faydalanmak istese bile faydalanabileceği geçerli ve anlamlı analiz, sonuç ve<br />

öneriden yoksunlukla karşılaşacaktır; dolayısıyla, şirketlerin ve devlet kurumlarının bazılarının gizli<br />

olarak yaptırdığı veya açık olarak yaptırdığı ama bilgileri paylaşmadığı araştırmalar dışındaki yönetimsel<br />

araştırmaların muhtemelen büyük çoğunluğu kaynak israfı ve kaynakların birilerine aktarılmasından<br />

öteye en küçük bir yönetimsel karar vermeye yardımcı karaktere sahip değildir.<br />

Ele alınan konular ve sorunlar: İletişim araştırmalarının Türkiye’nin gündeminde olması gereken<br />

önemli sorunlarla ilgilenmesi, başlarda sayılı akademisyenler dışında, nicel azlık nedeniyle de azdır.<br />

Şimdi nicel bağlamda hızlanan artış olmaktadır, fakat bu nicel çokluk içinde önemli konular çok az yer<br />

almaktadır. Çünkü değişen akademik atmosfer, güç ilişkilerinin yapısı ve yukarıda belirtilen çeşitli<br />

nedenler araştırmalarda çoğu ilginin belli yönlere kaymasını sağlamaktadır. Bilimsel girişimin geleceği<br />

için kuşku duyulması gereken bu durumu, özellikle ele alan konuların ve sorunların yüzeyselliği,<br />

sudanlığı, ilgileri ve bilişleri yanlış yönlendiriciliği daha da kötüleştirmektedir. Bu tür ilgilere, ürünlere ve<br />

konulara örnekler oldukça çoktur: Konuşmak ve anlaşılmak, bedenin dili, vücudun konuşması, etkili ikna<br />

stratejileri, kültürde dirilme, kültürel farklılıklarla birlikte yaşama, iletişim odaklı reklam ve pazarlama,<br />

empati kurma becerisi ve sanatı, iletişim becerileri ve beceri geliştirme, doğru iletişim el kitabı, iletişim<br />

yönetiminde mükemmelliğin yolları, holistik iletişim ve faydaları, sağlıklı iletişim kurmanın yolları,<br />

iletişim becerisini kazanma, kolay iletişim kurma yolları, kaliteli iletişimin sihirli anahtarları, kişilerarası<br />

iletişimde dinleme ve etkileme becerisi, NLP teknikleriyle aile içi iletişimi sorunlarını çözme, iletişimin<br />

sırlarıyla etkileme ve başarma, iletişimin taosuyla Nirvanaya ulaşma, insan ilişkilerinde 4x4’lük iletişim<br />

kurma, etkili reklam yapma, başarılı kampanya hazırlama, iletişimsizliği çözme, mekanın dilini anlama,<br />

mekanın cinsiyeti, iş yerinde verimliliği artırma yolları, şirket yönetiminde simetrik iletişim, halkla<br />

ilişkilerin simetrik ilişki olması, demokratikleşme getiren internet mucizesi, yaşamın anlamının artık haz<br />

211


olduğu, nasıl hissedildiğinin neden’in yerini alması, faydasız düşünceyle değil tüketerek var olma,<br />

iletişimde göndericinin ölümü (gönderen, örneğin medya şirketidir) ve alıcının (alıcı, örneğin medya<br />

izleyicisidir) hükümranlığı (egemenliği).<br />

Günümüzde, iletişim araştırmalarında konusal ilgi bağlamında da olumlu gelişmeler olmaktadır, fakat<br />

ele alınan konuların ve sorunların önemli bir kısmı ciddi veya eleştirel makro sosyolojik, ekonomik,<br />

kültürel, ideolojik veya anlamlı siyasal karakterden büyük ölçüde yoksundur ve bu yoksunluk artarak<br />

devam etmektedir. Tezler, bildiriler ve makalelerdeki yaygın yönelim paketlenmiş iletişimin (programın,<br />

haberin, kampanyanın, mesajın) rolü ve etkisi üzerine odaklanmakta ve bu bağlamda izleyicinin konumu,<br />

özellikleri ve tercihleri, mecra pazar payı, tüketim davranışları, talep belirleme, segmentasyon, program<br />

değerlendirme, bireylerin/izleyicilerin memnuniyeti, imaj ve markalaşma, konsept testleri ve çeşitli<br />

iletişim ölçümleri ile ilgili konular işlenmektedir.<br />

Araştırmayı destekleyen örgütsel yapılar: Günümüzde yerel, bölgesel ve uluslararası kurumlar,<br />

şirketler, çeşitli kuruluşlar ve üniversiteler artan bir şekilde araştırma için fonlar ayırmakta ve araştırma<br />

girişimlerini desteklemektedir. Türkiye’de yabancı ve özel şirketlerin ve çeşitli kuruluşların ortak<br />

araştırma faaliyetleri artmaktadır, çünkü firmalar ve kuruluşlar siyasal, ekonomik ve kültürel kontrolü<br />

gerçekleştirmek için demografik karakterleri, tutumları, sevileri, tercihleri ve yönelimleri bilmek<br />

zorundadırlar. Bu gelişme doğal olarak araştırmacılara ve öğrencilere gereksinimi de artırmaktadır. Bu<br />

olumlu bir gelişmedir. Fakat araştırma gereksinimlerinin önemli bir kısmı, bilimsel amaç taşımamaktadır<br />

ya da toplumsal gelişmeye faydalı olacak doğaya sahip değildir; onun yerine bilimi araç olarak kullanarak<br />

öznel maddi çıkar gerçekleştirme amacını taşımaktadır.<br />

Araştırmada ilgi ve yönelimler: Günümüzde post-pozitivist ve post-modern yaklaşımların çoğulculuk<br />

iddialarına uygun olarak, çeşitli kimlikler üzerine eğilen niteliksel kültürel incelemeler, kadın<br />

incelemeleri, feminist incelemeler ve söylem üzerine kurulu araştırmalar yaygınlaşmıştır. Mesaj ve<br />

yorumlarını sunan kültürel ve kültürler arası etnografik incelemeler artmıştır. İletişim davranışlarını<br />

inceleyen ve bilişsel (cognitive) psikolojiye dayanan yaklaşımlar yenilenerek devam etmektedir. İletişim<br />

alanına işletme okullarının el atmasıyla, iletişim incelemeleri karar verme, reklam, halkla ilişkiler<br />

süreçlerinden geçerek pazarlamanın, pazarda pay kazanmanın, örgüt içi ve örgütler arasında etkili<br />

olmanın yollarını araştıran ve bu bağlamlarda sorunlara çözüm arayan bir işlevsellik kazanmaktadır.<br />

2010’ların Türkiye’sinde iletişim ve kuram konusuna ilgi, iletişimde post-modern, post-yapısalcı,<br />

post-sömürgeci (post-colonialist) ve popüler/moda kitap çevirileriyle “Batıyı transfer ve kopyalama”<br />

biçiminde devam etmektedir. Eleştirel gelenekle ilgili çeviriler yapılmakta, fakat özgün yapıtlar, görece<br />

olarak giderek artmasına rağmen, hala marjinal kalmaktadır.<br />

İletişimde araştırma, aynı zamanda, derleme kitaplar biçiminde olan yapıtlarda da sunulmaktadır. Son<br />

zamanlarda “derleme kitap basma salgını” dikkati çekmektedir. Değerli derleme çalışma “tanıdık<br />

birilerinden yazılar alıp bastırmakla” oluşturulmaz. Akademik “editörlük” sürecinden geçirmeksizin; yani<br />

yazıları o alanda otorite/uzman olan kimselere göndermeksizin yapılan “derleme” kitabın akademik<br />

değeri (içinde bir veya iki değerli parça olsa bile), şüphelidir: Sosyal bilim araştırması kimin ne dediğini<br />

toplayıp, birkaç başlık ve alt başlıklarla arka arkaya sıralayarak yapılan “dedikodu derlemesi” değildir.<br />

Araştırma, birikmiş bilgi ve deneyimleri temel alarak yapılan sistemli ve tutarlı bir tasarımla başlar.<br />

Benzer şekilde bir eserin basılmasında kullanılan ölçütün “satış potansiyeli” olduğu bir kitap yayınlama<br />

ortamında, basılan özgün yapıtların da bilimsel/akademik değeri şüphelidir; dolayısıyla tanımış ya da<br />

herhangi bir yayınevinde basılmış olması, akademik/bilimsel değer ölçüsü olamaz.<br />

Günümüzde iletişim araştırmaları Batı'nın entelektüel egemenliği altında devam etmektedir. Dayanak<br />

noktası Batı olunca, Batı'da en son çıkan ve gelişen yaklaşımlar ve yönelimler önemli hale gelmekte ve<br />

getirilmektedir. Bunların neden, hangi amaçla, nasıl geliştirildiği irdelemeden sadece yapıları, süreçleri ve<br />

görünür sonuçları aktarma ve taklitle kullanma Türkiye'deki akademik geleneğin kurtulması gereken<br />

önemli özelliklerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sorun, sadece Türkiye’nin sorunu değildir ve<br />

Gunaratne’nin araştırmasında belirttiği gibi (2010) diğer ülkelerin de sorunudur.<br />

İletişim araştırmaları konusunda tüm bu olumsuzluklara rağmen farklı birikimlere sahip araştırıcılar<br />

alana gösterdikleri ilgi ümit vericidir. Bu ilgiyle bazılarının küreselleşen dünya ve Türkiye koşullarında<br />

212


özgün ve bağımsız çalışma yapma gereğini hissetmeleri, iletişim araştırmalarının gelişmesine katkıda<br />

bulunacak önemli bir etken gibi görünmektedir. Kitabın kaynakçasında bu tür çalışanları bulabilirsiniz.<br />

Türkiyedeki iletişim araştırmalarının durumuyla ilgili olumsuz ve<br />

olumlu gelişmelerin başında gelenlerden birkaç tanesini belirtiniz.<br />

213


Özet<br />

İnsan hem gereksinimler, seçenekler, olanaklar<br />

ve olasılıklar, faaliyetler, ilişkiler hem de<br />

düşünceler üzerinde düşünen ve faaliyette<br />

bulunan bir araştırmacıdır. Fakat her insan<br />

bilimsel araştırmaya dayanan bilgi üretemez,<br />

çünkü bu tür bilgi üretimi; var olan bilgi<br />

birikimini bilmeyi, irdelemeyi, sistemli ve tutarlı<br />

araştırma tasarımı yapmayı, uygulamayı, analiz<br />

etmeyi ve sonuçlar çıkarmayı, tüm bunları<br />

yapabilmek için gerekli olanaklara sahipliği ve<br />

belli güce ve ilişkilere sahipliği gerektirir.<br />

İletişim araştırmaları, iletişim ile ilgili<br />

gereksinimleri ve belirsizlikleri mümkün olduğu<br />

kadar ortadan kaldırarak karşılama, bilme ve<br />

karar verme ile ilgilidir. Gereksinim<br />

yoksunluğunda ya da gereksinimlerin karşılanmasının<br />

desteklenmediği, güç ve baskılarla bastırıldığı<br />

yerlerde iletişim araştırmalarının da çıkıp<br />

gelişmesi olasılıkları yoktur ya da gelişme<br />

olasılıkları engellenir. Bunun aksine, gereksinimi<br />

karşılama düşüncesinin, ilgisinin ve çabasının<br />

desteklendiği yerlerde iletişim araştırmaları da<br />

doğar, büyür ve gelişir.<br />

Türkiye’de iletişim araştırmalarının oluşması,<br />

gelişmesi ve karakteri özellikle sosyoloji, siyaset<br />

bilimi ve sosyal-psikoloji alanları içinden geçerek<br />

olmuştur. Plato, Aristo ve Cicero gibi filozoflara<br />

dayanan tartışma ve retorik yan, Marx’ın Alman<br />

İdeolojisi ve Grundrisse’de ele aldığı düşünsel ve<br />

materyal yan, Pavlov ve Freud ile zenginleşen<br />

psikolojik yan, dil bilimcilerle işlenen dilsel yan,<br />

Chicago okuluyla oluşturulan ve özellikle Cooley<br />

ile işlenen sosyolojik yan ile iletişimin tutucu<br />

anlatılarından liberal ve eleştirel anlatılarına<br />

kadar çeşitlenen araştırma biçimlerini görürüz.<br />

Gerçi, iletişimin her türü ve öğesi üzerinde duran<br />

araştırmalar, dünyanın hemen her yerinde olduğu<br />

gibi Türkiye’de de çoğunlukla etki ile ilgili<br />

konuları ele almakta ve bireylerin (örneğin<br />

izleyicilerin) psikolojik, bilişsel, düşünsel,<br />

duygusal ve davranışsal karakterlerini ve<br />

yönelimlerini incelemektedirler.<br />

Kendi gelişmesini kendisi üretmediği gibi,<br />

Batıdaki oluşum ve gelişmeleri, ülkenin içsel<br />

koşularının doğası nedeniyle, çok geç takip eden<br />

Türkiye’de iletişim araştırmaları alanında her<br />

bakımdan önemli yetersizlikler ve sorunlar<br />

vardır: Türkiye çağdaş iletişim teknolojilerinin<br />

üretim ve araştırma sürecinin dışında kalmıştır;<br />

her zaman dış pazarların ürettiği iletişim<br />

araçlarının ve ürünlerin kullanıcısı olmuş, örgüt<br />

yapılarının ve profesyonel pratiklerini transfer ve<br />

taklit etmiştir. Cumhuriyet Türkiye’sinde tarih,<br />

sosyoloji, siyaset bilimi, hukuk, felsefe, dilbilim,<br />

antropoloji, sosyal psikoloji, sanat ve arkeoloji<br />

çalışmalarının iletişim alanındaki bilgi birikimine<br />

katkısı Batı’dakilerle karşılaştırıldığında, yok<br />

denecek kadar azdır. İletişim alanı tüm bu<br />

alanların içinde ve kesişme noktasında yer aldığı<br />

için bu katkı azlığı iletişim alanının zayıf<br />

kalmasına, gerektiği biçimde gelişmemesine de<br />

neden olmuştur.<br />

Gecikmeye, yavaş ve çarpık gelişmeye etki eden<br />

faktörlerden önde gelenleri arasında (a) tarihsel<br />

olarak oluşmuş koşullar, (b) bu koşullarda ulus<br />

içi ve uluslar arası güç ve çıkar ilişkileri yapısı,<br />

(c) Türkiye’deki örgütlenme biçiminin, (d) örgüt<br />

kültürünün, (e) yönetim anlayışının ve (f) iletişim<br />

alanında profesyonelleşmenin doğası, (g) bilmeye<br />

ve bilgiye ilginin azlığı, (h) dışarıyı (kötü) taklit,<br />

(i) araştırma tasarımı ve yöntem bilgisinden<br />

yoksunluk, (j) dışarıdan gelen popülerleri<br />

kopyalarken, motive edici alternatif görüşlere<br />

ilgisizlik veya düşmanlık, (k) egemen akademik<br />

atmosfer ve güç ilişkilerinin geliştirici olma<br />

yerine engelleyici ve yanlış yöne yönlendirici<br />

olması gibi faktörler vardır.<br />

İletişim araştırmaları konusunda tüm bu<br />

olumsuzluklara rağmen, giderek artan farklı ve<br />

anlamlı birikimlere sahip araştırmacıların alana<br />

gösterdikleri artan ilgi ümit vericidir. Bu ilgiyle<br />

bazılarının küreselleşen dünya ve Türkiye<br />

koşullarında özgün ve bağımsız çalışma yapma<br />

gereğini hissetmeleri, iletişim araştırmalarının<br />

gelişmesine katkıda bulunacak önemli bir etken<br />

gibi görünmektedir.<br />

214


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Aşağıda Türkiye’de iletişim araştırmalarının<br />

oluşmasında ciddi gecikmelerin olmasına neden<br />

olarak sunulanların hangisi yanlıştır?<br />

a. Şirketlerin bilgiye gereksinim duymaması<br />

b. Bilgi üretimi örgütlenmeleri yoksunluğu<br />

c. Ekonomik gelişmemişlik<br />

d. Kurumsallaşmada geri kalmışlık<br />

e. Tüketiciye özgür tercih sunma<br />

2. Aşağıdakilerden hangisi iletişim araştırma<br />

larının durumunun göstergesi değildir?<br />

a. Teknolojik araç üretimi<br />

b. Akademik ilgi<br />

c. Yöntem bilgisi<br />

d. İzleyici ilgisizliği<br />

e. Ulusal ve uluslararası koşullar<br />

3. Lasswell’in formülünden hareket eden araştırma<br />

grupları aşağıdekilerden hangisini içermez?<br />

a. Gönderenle ilgili araştırmalar<br />

b. Mesajla/iletiyle ilgili araştırmalar<br />

c. Geribesleme ile ilgili araştırmalar<br />

d. Araçla ilgili araştırmalar<br />

e. Alıcıyla/izleyiciyle ilgili araştırmalar<br />

4. İletişim araştırmalarının oluşumunda rol almayan<br />

alan aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Sosyoloji<br />

b. İnternet<br />

c. Psikoloji<br />

d. Siyaset bilimi<br />

e. Retorik<br />

5. İletişim araştırmalarıyla ilgili olarak aşağıdakilerden<br />

hangisi yanlıştır?<br />

a. Başlangıç deneysel araştırmalarla olmuştur<br />

b. En çok “etki” üzerinde durulmaktadır<br />

c. Daha çok izleyiciler incelenir<br />

d. Alımlama izleyicinin aktifliğe dayanır<br />

e. Çoğulculuk araştırmada bireye odaklanır<br />

6. Türkiye’de iletişim araştırmasının gecikmesine<br />

neden aşağıdakilerden hangisi değildir?<br />

a. Okur yazarlık koşulu<br />

b. İletişim eğitiminin geç başlaması<br />

c. Teknolojik üretimin doğası<br />

d. Siyasal iktidarın karakteri<br />

e. Bilimsel bilmeye ilginin azlığı<br />

7. Türkiye’deki iletişim araştırmalarının yaygın<br />

özelliklerini aşağıdakilerden hangisi içermez?<br />

a. Yöntemlerin batı merkezli olması<br />

b. Özgün kuramlara dayanması<br />

c. Kitle iletişimine odaklanması<br />

d. Tasarım sorunları<br />

e. Yöntem bilgisinin eksikliği<br />

8. Aşağıdakilerin hangisi Türkiyede alternatif<br />

görüşlerle gelen araştırmaların özelliği değildir?<br />

a. Yavaş gelişmesi<br />

b. Marjinal seviyede olması<br />

c. Genellikle kontrollü alternatif olması<br />

d. Hepsinin Marxist olması<br />

e. Yöntem sorunlarının olması<br />

9. Aşağıdakilerden hangisi araştırmalarda yeni<br />

yönelim olarak nitelenmez?<br />

a. Post-yapısalcı incelemeler<br />

b. Post-modern incelemeler<br />

c. Ampirik alan araştırmaları<br />

d. Kültürel incelemeler<br />

e. İnternet ve bilgi toplumu konusu<br />

10. Aşağıdakilerden hangisi Türkiye’de iletişim<br />

araştırmalarının günümüzdeki durumunu<br />

yansıtmaz?<br />

a. Pozitivist ampirik araştırmaların yaygınlığı.<br />

b. Post-yapısalcı taklitçilik<br />

c. Post-modern taklitçilik<br />

d. Derleme kitap azlığı<br />

e. Tezlerde tasarım ve yöntem sorunları<br />

215


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. e Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmasına<br />

Giden Bilgi Üretimi” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

2. d Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları: Gelişmesi ve Doğası” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

3. c Yanıtınız yanlış ise “Çalışma Alanları,<br />

Konuları ve Yönelimleri” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

4. b Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları:<br />

Gelişmesi ve Doğası” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

5. a Yanıtınız yanlış ise “Araştırma Tasarım ve<br />

Yöntem Bilgisi” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

6. a Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları: Gelişmesi ve Doğası” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

7. b Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları: Gelişmesi ve Doğası” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

8. d Yanıtınız yanlış ise “Alternatifler ve<br />

Kontrolü” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

9. c Yanıtınız yanlış ise “Araştırma Türleri,<br />

Alanları, Konular ve Yönelimler.” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

10. d Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de Günümüzdeki<br />

Durum” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

Gerekli eğitim, ekonomik ve siyasal yapılarının<br />

ve bilgi birikiminin olmaması.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Teknolojik bilgi ve araç üretimi; uluslararası<br />

yapıda Türkiye’nin konumu; örgütsel yapılar.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Nermin Abadan’ın 1961’deki “Cumhuriyet ve<br />

Ulus Gazeteleri Hakkında Muhteva Tahlili” ve<br />

1964’deki “Türkiye’nin Üç Büyük Şehrinde<br />

Radyo ile İlgili Halkoyu Yoklaması” yapıtı; 1960<br />

sonları ve 1970’lerde Aysel Aziz ve Oya<br />

Tokgöz’ün radyo ve televizyon izleme,<br />

reklamlar, kadın ve siyasal katılım gibi konuları<br />

içeren çalışmaları.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Bilgi, ilgi, örgütlenme ve yönetim ile gelen<br />

olumsuz etkiler. Örgütlenme ve ilginin artması.<br />

Yararlanılan Kaynaklar<br />

Abadan, N. (1960). “Kütle Haberleşme<br />

Vasıtaları”, SBF Dergisi 15(1), 132-156.<br />

Abadan, N. (1964). “Türkiye’nin Üç Büyük<br />

Şehrinde Radyo ile İlgili Halkoyu Yoklaması”,<br />

SBF Dergisi 19 (3-4), 71-102.<br />

Abisel, N. (1982). “1928-1983 Dönemi<br />

Türkiye’sinde Sinema Üzerine Düşünceler”,<br />

Yıllık 1981. Ankara: A.Ü. BYYO Yayınları.<br />

Abisel, N. (2006). Türk Sineması Üzerine<br />

Yazılar. 2. Baskı. Ankara:Phonix.<br />

Adaklı, G. (2006). Türkiye’de Medya<br />

Endüstrisi, Neoliberalizm Çağında Mülkiyet<br />

ve Kontrol İlişkileri. Ankara: Ütopya.<br />

Alemdar, K. (2001) İletişim ve Tarih. Ankara:<br />

Ümit.<br />

Alemdar, K. (1981). Türkiye’de Çağdaş<br />

Haberleşmenin Tarihsel Kökenleri. Ankara:<br />

AİTİA.<br />

Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (1998). “İletişim”,<br />

Cumhuriyet Döneminde Türkiye'de Bilim:<br />

Sosyal Bilimler II. Ankara: TÜBA, 1-10.<br />

216


Aziz, A. (2006). Dünyada ve Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları, Kültür ve İletişim, 9(1), 9-31.<br />

Baltacıoğlu. İ. H. (1937). Kiliseci, Büyücü ve<br />

Emperyalist Filmler. Yeni Adam, 1937, S. 198,<br />

G. 2.<br />

Başaran, F. (2000). İletişim ve Emperyalizm:<br />

Türkiye'de Telekomünikasyonun Ekonomi-<br />

Politikaları, Ankara: Utopya.<br />

Bilgili, C. ve Uslu, Z. K. (2011). Kültürlerarası<br />

İletişim, Çokkültürlülük. İstanbul: Beta.<br />

Bogard, W. (1996). The Simulation of<br />

Surveillance. Hypercontrol in Telematic<br />

Societies. Cambridge, England: Cambridge<br />

University Press.<br />

Childe, V. G. (1967/1974). What Happened in<br />

History. NY: Pelican Books.<br />

Dağdaş, E. ve Özer, Ö. (2011). Popüler<br />

Kültürün Hakimiyeti. İstanbul: Litera Türk.<br />

Drahos, P. ve Braithwaite, J. (2003).<br />

Information Feudalism: Who Owns the<br />

Knowledge Economy? London: Eartscan.<br />

Dursun, Ç. (2004). “Türkiye’de Haber ve<br />

Habercilik Çalışmalarının Genel Bir<br />

Değerlendirilmesi (1980-2003)”, Haber Hakikat<br />

ve İktidar İlişkisi. Der: Çiler Dursun. Ankara:<br />

Elips.<br />

Erdoğan, İ. (1995). Uluslararası İletişim.<br />

İstanbul: Kaynak.<br />

Erdoğan, İ. (1997). İletişim, Egemenlik ve<br />

Mücadeleye Giriş. Ankara: İmge.<br />

Erdoğan, İ. (2000) Kapitalizm, Kalkınma,<br />

Postmodernizm ve İletişim. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (2001). “Sosyal Bilimlerde Pozitivist-<br />

Ampirik Akademik Araştırmaların Tasarım ve<br />

Yöntem Sorunları”, Anatolia: Turizm<br />

Araştırmaları Dergisi 12, 17-34.<br />

Erdoğan, İ. (2001a). “Popüler Kültürde Gasp ve<br />

Popülerin Gayrimeşruluğu”. Doğu Batı 15(2),<br />

65-106.<br />

Erdoğan, İ. (2005/2011). İletişimi Anlamak.<br />

Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (2007). “Temel Bilgiler: Eleştirel<br />

Yaklaşımlarda İletişim Anlayışı”, İletişim<br />

Kuram ve Araştırma Dergisi 24, 153-198.<br />

Erdoğan, İ. (2007a). “Temel Bilgiler: Eleştirel<br />

Yaklaşımlarda İletişim Anlayışı”, İletişim<br />

Kuram ve Araştırma Dergisi, 25, 153-198.<br />

Erdoğan, İ. (2007b). “Karl Marx, İnsan, toplum<br />

ve iletişim”, İletişim Kuram ve Araştırma<br />

Dergisi 25, 199-228.<br />

Erdoğan, İ. (2007c). “Siyasal Ekonomi ve<br />

Kültürel İncelemeler Çatışması”, İletişim<br />

Kuram ve Araştırma Dergisi 25, 267-280.<br />

Erdoğan, İ. (2008). Ampirik Araştırmada<br />

Sorunlar: TRT ve RTÜK Kamuoyu<br />

Araştırmaları üzerine bir inceleme. Ankara:<br />

G.Ü.İ.F.<br />

Erdoğan, İ. (2012). Pozitivist Metodoloji ve<br />

Ötesi: Bilimsel Araştırma Tasarımı,<br />

İstatistiksel Yöntemler, Analiz ve Yorum.<br />

Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (2012b). “Missing Marx: The Place<br />

of Marx in Current Communication Research and<br />

the Place of Communication in Marx’s Work”,<br />

TripleC 10(2), 349-391.<br />

Erdoğan, İ. ve P. B. Solmaz (2005). Sinema ve<br />

Müzik. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki<br />

Kuram. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2012b). Kültür ve<br />

İletişim. Ankara: Erk.<br />

Frey, F. (1963). “Political Development, power,<br />

and communication in Turkey”, Communication<br />

and Political Development. Ed: L. Pye. NJ:<br />

Princeton University Press.<br />

Geray, H. (2003). İletişim ve Teknoloji: Uluslar<br />

arası Birikim Düzeninde Yeni Medya<br />

Politikaları. Ankara: Utopya.<br />

Girgin, A. (2007) Uluslararası İletişim.<br />

İstanbul: Der.<br />

Gunaratne, S. A. (2010) “De-Westernizing<br />

communication/social science research:<br />

opportunities and limitations”, Media Culture<br />

Society 32, 473-500.<br />

Hardt, H. (1997). “Beyond Cultural Studies -<br />

Recovering the 'Political' in Critical<br />

Communications Studies”, Journal of<br />

Communication Inquiry 21(2), 70-79.<br />

Haye, Yves de la (1980). Marx and Engels on<br />

The Means of Communication. Paris:<br />

International general.<br />

217


Kağıtçıbaşı, Ç. (1970). “Türkiye’de Sosyal-<br />

Psikolojik Araştırmaların Genel Görünümü,<br />

Gruplanması ve Bazı Problem Sahaları”,<br />

Türkiye’de Sosyal Araştırmaların Gelişmesi.<br />

Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Türk<br />

Sosyal bilimler Derneği Seminerinde sunulan<br />

bildiriler, 23-25Şubat 1970. Ankara: Hacettepe<br />

Üniversitesi Yayınları D-11.<br />

Kamhawi, R. and D. Weaver (2003). “Mass<br />

Communication Research Trends From 1980 to<br />

1999”, Journalism & Mass Communication<br />

Quarterly 80 (1), 7-27, 7.<br />

Kayalı, K. (2005). Türk Sineması<br />

Çalışmalarının Ulaştığı Düzey Konusunda<br />

Genel Bir Değerlendirme Denemesi. Türkiye'de<br />

İletişim Araştırmaları Sempozyumu, Ankara<br />

Üniversitesi İletişim Fakültesi, 20-21 Ekim 2005.<br />

Kellner, D. (1995) Media Culture. Cultural<br />

studies, identity and politics between the<br />

modern and the postmodern. London; New<br />

York: Routledge.<br />

Kıray, M. (1970). “Sosyal Değişme ve Sosyal<br />

Bilimler”, Türkiye’de Sosyal Araştırmaların<br />

Gelişmesi. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve<br />

Türk Sosyal bilimler Derneği Seminerinde<br />

sunulan bildiriler, 23-25 Şubat 1970. Ankara:<br />

Hacettepe Üniversitesi Yayınları D-11.<br />

Kongar, E. (1970). “Araştırılacak Konu ve<br />

Sorunlarda Öncelikler. İçinde: Türkiye’de Sosyal<br />

Araştırmaların Gelişmesi”, Hacettepe Nüfus<br />

Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal bilimler<br />

Derneği Seminerinde sunulan bildiriler, 23-25<br />

Şubat 1970. Ankara: Hacettepe Üniversitesi<br />

Yayınları D-11.<br />

McNeely, I. ve Wolverton, L. (2008). Reinven<br />

ting Knowledge: from Alexandrea to İnternet.<br />

New York: W.W.Norton &Company<br />

Mosco, V. (1996). The Political Economy of<br />

Communication: Rethinking & Renewal.<br />

Thousand Oaks, CA: Sage.<br />

Oskay, Ü. (1982) Müzik ve Yabancılaşma.<br />

Ankara: Dost.<br />

Oskay, Ü. (1968). “Azgelişmiş Ülkelerde Deği<br />

şim ve Haberleşme”, Ankara üniversitesi Siya<br />

sal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 238 (2), 239-284.<br />

Özbek, M. (2010). Popüler Kültür ve Orhan<br />

Gencebay Arabeski. 9. Baskı. İstanbul: İletişim<br />

Yayınları.<br />

Özer, Ö. (2011). Haber Söylem İdeoloji. İstan<br />

bul: Litera Türk.<br />

Özer, Ö. (2012). Haberi Eleştirmek. İstanbul:<br />

Litera Türk.<br />

Öztürk, S. (2008). Türkiye’de İletişim<br />

Düşüncesinin Kökenleri. Ankara: G. Ü. İletişim<br />

Fakültesi 40. Yıl Kitaplığı No:15.<br />

Öztürk, S. R (2012). “Türkiye'de Sinema”,<br />

1920'den Günümüze Türkiye'de Toplumsal<br />

Yapı ve Değişim. Der: F. Alpkaya ve B. Duru.<br />

Ankara: Phoenix.<br />

Payaslıoğlu, A. T. (1970). “Türkiye’de Sosyal<br />

Araştırma Sorunları ve Çözüm yolları üzerinde<br />

bazı Düşünceler”, Türkiye’de Sosyal<br />

Araştırmaların Gelişmesi. Hacettepe Nüfus<br />

Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal bilimler<br />

Derneği Seminerinde sunulan bildiriler, 23-25<br />

Şubat 1970. Ankara: Hacettepe Üniversitesi<br />

Yayınları D-11.<br />

Poster, M. (1990) The Mode of Information.<br />

Poststructuralism and Social Context.<br />

Chicago: The University of Chicago Press.<br />

Sarı, E. (2005). İletişim Çalışmaları Alanında<br />

Dergicilik: İletişim Fakültelerinde Çıkan<br />

Dergiler Üzerine Bir Değerlendirme.<br />

Türkiye'de İletişim Araştırmaları<br />

Sempozyumu, Ankara Üniversitesi İletişim<br />

Fakültesi, 20-21 Ekim 2005.<br />

Selçuk, A. (2005). Dil-Kültür Bağlamında<br />

Kültürlerarası İletişim. Konya: Çizgi Kitapevi.<br />

Shaw, D. L., Hamm, B. J. ve Knott, D. L. (2000).<br />

“Technological Change, Agenda Challenge and<br />

Social Melding: Mass Media Studies and the<br />

Four Ages of Place, Class, Mass and Space”,<br />

Journalism Studies 1 (1), 57–79.<br />

Siebert, F. et al. (1956). Four theories of the<br />

Press. Urbana, ILL: University of Illinois Press.<br />

Simpson, C. (1994). Science of Coercion:<br />

Communication Research and Psychological<br />

Warfare 1945-1960. New York: Oxford.<br />

Soydaş, A. U. (2010). Kültürlerarası İletişim.<br />

İstanbul: Parşömen Yayınları.<br />

Sungur, S. (2007). “Marksist Düşünce<br />

Sisteminde Kitle Kültürü ve Televizyonda<br />

Yayınlanan Çizgi Filmlerin İdeolojik İşlevlerine<br />

Bir Bakış”, İstanbul Üniversitesi İletişim<br />

Fakültesi Dergisi, 2007,(30),125-140.<br />

Tokgöz, O. (2006). “Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmalarında İletişim Eğitiminin Rolü ve<br />

Önemi”, Küresel İletişim Dergisi 1, 1-12.<br />

218


Tokgöz, O. (2000). “Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları Nereden Nereye?”, Kültür ve<br />

İletişim, 3(2),12-30.<br />

Tokgöz, O. (1972). “Haber Toplayan ve Satan<br />

Kuruluşlar: Haber Ajansları”, Siyasal Bilgiler<br />

Fakültesi Dergisi, (17)2, 143-157.<br />

Tutal, N. (2006) Küreselleşme İletişim<br />

Kültürlerarasılık. İstanbul: Kırmızı.<br />

Tutal Chevron, N. (2005). Popüler Kültür<br />

Araştırmaları : Batı’nın Kavramları Yerelin<br />

Olguları. Türkiye'de İletişim Araştırmaları<br />

Sempozyumu, Ankara Üniversitesi İletişim<br />

Fakültesi, 20-21 Ekim 2005.<br />

Türkoğlu, N. (2009). “Medya ve İletişim<br />

Çalışmalarının İçerisi-Dışarısı”, Methodos:<br />

Kuram ve Yöntem Kenarından. Der: D.<br />

Hattatoğlu ve G. Ertuğrul. İstanbul: Anahtar.<br />

Turkle, S. (1995). Life on the Screen. Identity<br />

in the Age of the Internet. New York:<br />

Touchstone.<br />

Uluç, G. (2003). Küreselleşen Medya: İktidar<br />

ve Mücadele Alanı. Ankara: Anahtar.<br />

Uslu, Z. K. (2009). Bilinç Endüstrisinin İktidar<br />

ve Siyaset Pratikleri. İstanbul: Beta.<br />

Üşür, İ. (1997). Ma'lumat Toplumu Ya Da<br />

Buharlaşan Herşey Katılaşıyor. Türk-İş Yıllığı,<br />

293-320.<br />

Uzun, R. (2007). “İstihdam sorunu bağlamında<br />

Türkiye’de iletişim eğitimi ve öğrenci<br />

yerleştirme”, İletişim Kuram ve Araştırma<br />

Dergisi 25, 117-134.<br />

Williams, R. (1977). Marxism and Literature.<br />

Oxford: Oxford University Press.<br />

İnternet Kaynakları<br />

Cunningham, C. (1998). “Cultural Studies and<br />

the Politics of Knowledge Production”,<br />

http://lectures.eserver.org/1003<br />

İnal, A. (2005). http://ilef.ankara.edu.tr/goru<br />

num/2005/12/iletisim-arastirmalari-etkinplatform-arayisinda/<br />

Malott, C. (2009). “The Evolution of Knowledge<br />

Production in Capitalist Society”, http://radical<br />

notes.com/content/view/89/39/<br />

Tezcek, Ö. (2007). “1980 sonrasında Türkiye’de<br />

bilgi üretiminin kurumsal değişimi: tepav<br />

örneği”,<br />

http://www.kongrekaraburun.org/gecmis_kongrel<br />

er/2007/ozetler/C1_2.pdf<br />

219

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!