You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Bu Sayıda<br />
Cemal SÜREYA ‘Bir kaşık sevdada boğulur insan’ .............................................. 2<br />
Adnan ERCAN Yürek Uğraşı .................................................................................... 9<br />
Şebnem SÖZERLİ Fotoğraf 10<br />
Yusuf Ali RIZA Çevirme .......................................................................................... 11<br />
Adnan SUNGUR Buz Kırığı Rengi .......................................................................... 13<br />
İstiklal Mahkemesinin Aşk Mektubu Yazmaya Mahkûm Ettiği Yazar ........................................... 14<br />
Halikarnas Balıkçısı ................................................................. 14<br />
Yusuf ÇAĞLAR Ardından ......................................................................................... 17<br />
Ayşe YAZICI YAVUZ Havva’nın Ruju, Adem’in Sakalı .............................................. 18<br />
İsmail Hakkı ASLAN Hollywood-Paris ‘’Sınırların içi ve dışı’’ : LUC BESSON .. 21<br />
Hasan ULAŞ Gaza ................................................................................................. 24<br />
Samet ALICI Başka Türlü Sevişmek ............................................................... 25<br />
Can Alp TUNA Babam Ölecek ............................................................................... 26<br />
Baybars KALENDER Yeniden .......................................................................................... 28<br />
Recep METİN Canım Çok Acıyor ....................................................................... 29<br />
Demir ZENGİN Çıkmaz Sesler Sokağı ................................................................. 30<br />
Hasan ULAŞ Kadir Aydemir Söyleşisi-20. İzmir Kitap Fuarı ................. 31<br />
Alper KILINÇ Sonbahar ........................................................................................ 36<br />
İsmail Barın Karikatür 38<br />
Emine ÖZTÜRK KALAFAT Adımız Çocuktu ............................................................................ 38<br />
Mehmet ŞAHİN<br />
İki Sevda : Kul ve Vatan (Halil Efe ve Gördesli Makbule)41<br />
Fuat UÇAR Kırlangıçlar Giderken ................................................................. 43<br />
İpek AKGÜL Artemis Ne Demektir? İsmi Nereden Gelir? ....................... 44<br />
Simgelerin Görsel Dili Ve Atilla İlkyaz 47<br />
Sevil Türedi Dur Göç .................................................................................................. 51<br />
Yasemin YILMAZ Ç. Yiten ............................................................................................... 55<br />
Steinbeck'ten Oğluna Mektup: ''Aşk insanın başına gelebilecek en iyi şeydir'' 57<br />
Yunus ERGÜN Fotoğraf Üzerine ........................................................................ 58<br />
Emine UYSAL Bulamadım 60<br />
Gülgün YALVAÇ Huriye Saraç (Öğretmen Benisa) ....................................... 611<br />
Sayfa1
‘Bir kaşık sevdada bog ulur insan’<br />
Cemal SÜREYA<br />
Cemal Süreya, 1931 Erzincan doğumludur. Asıl adı Cemalettin Seber’dir.<br />
Cemalettin’in annesi Gülbeyaz Hanım, babası Hüseyin Beydir. Cemalettin, ailenin en<br />
büyük çocuğu olarak dünyaya gelir. Ailenin diğer çocukları Kemal, Perihan, Ayten’dir.<br />
Kemal, çocukken ölür.<br />
Şeyh Sait isyanından sonra devam eden bir dizi Kürt isyanı, ailenin 1938’de Erzincan’dan<br />
sürgün edilmesine sebep olur. Yük vagonunda uzun bir tren yolculuğuna çıkılır. Bu tren<br />
yolculuğu “Kişne Kirazını ve Göç, Mevsim” şiirine de aksetmiştir: “Ben bir yük vagonunda<br />
açtım gözlerimi”<br />
Kişne Kirazını ve Göç, Mevsim<br />
Bir kadın canıma mercan sokuyor<br />
Dayamış ağzıma bir memesini;<br />
Bir tel uzayıp gidiyor saçından<br />
Damağına muhabbetle gömülmüş dişleri.<br />
Bir mıknatıs tutkusunda ufuk,<br />
Acıyoncam, çocuğum, bozkır çiçeği,<br />
Bak şehla parmaklarının arasında<br />
Şaşırıyor akrep eski trafiğini.<br />
Sayfa2
Bir kan halkasından geçiyor ısınarak<br />
Boğazımdan dökülen sevda sözleri,<br />
Güzel olan her şeye sinmis o kederden<br />
Özür mü zafer sesi mi teşekkürler mi?<br />
Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi,<br />
Firavun'un ekinlerini yöneten Yusuf da<br />
Arkadan yırtılmış gömleğiyle<br />
Kanatları dökülmüş kuşa benzerdi.<br />
Muhammed dermiş ki hediyeler veriniz.<br />
Cinsel tarafı düşün hediyelerdeki<br />
Beş duyunun birliğini görmek istersen<br />
Yaklaştır şurama usulca bas hançerini<br />
Sonra su içtik ve uyuduk<br />
Uzakta duru kurtlar, çakal lekeleri,<br />
Dilsiz olandan karşılanmaz olana<br />
Çözüldü damar damar doğanın belleği.<br />
Gündoğusu ensekökümüz sırtımız<br />
Açlıkla aşkın sarsılmaz köşebendi<br />
Ve sonra günbatıdan - nasıl anlatsam<br />
Bir küçük bir yusufçuk geldi.<br />
Zorunlu göç Bilecik’te biter. Aile, Bilecik’te yaşamaya başlar. Hüseyin Bey, ağabeyi Memo<br />
ile birlikte nakliyecilikle uğraşır. Ailenin Bilecik’ten ayrılması yasaktır. Gülbeyaz Hanım 23<br />
yaşında ölür. Bu sırada yedi yaşında olan Cemalettin, annesinin ölümünden sonra iyi bir<br />
eğitim alması için halasının yanına İstanbul’a gönderilir. Beyoğlu 37. İlkokuluna başlar:<br />
“Ben ilkokula bir yıl geç gittim. Hastaydım. Gittiğim zaman okumayı yazmayı<br />
her şeyi biliyordum. Hatta amcam bana beş sıfırlı rakamlarla matematik yapmayı bile<br />
öğretmişti. Bu yüzden birinci sınıfta arkadaşlarımla aramızda büyük bir fark vardı. O<br />
fark hep devam etti. Bu beni tembel olmaya götürdü. Ama bir yandan da dışardan<br />
okumaya götürdü.”<br />
1942 yılında on bir yaşındayken tekrar Bilecik’e gönderilir. Babası karayollarında<br />
çalışmaktadır. Bilecik Birinci İlkokuluna yazdırılır. Okula uyum problemi yaşar. Hüseyin<br />
Bey, karısının ölümünden altı sene sonra Esma Hanımla evlenir. Üvey anne ile Cemalettin ve<br />
Sayfa3
kardeşlerinin yıldızları barışmaz. Esma Hanım, çocuklara eziyet eder. “11 Beyit” şiirinde<br />
yapılan kötü muamele şöyle anlatılır<br />
<br />
mutsuzluğumu yeterince hakketmek için<br />
geri döndüm kilometrelerce yürüdüm.<br />
baktım aşk dizesi ayakta duramıyor<br />
kadın adına da söylenmemişse.<br />
her aşkta en az on kişi vardır<br />
bunlar en yakınlar ve tanıdıklardır.<br />
sefih yazılardaki nem<br />
ilk giysiyi anımsatır.<br />
bir çadır bir dağın eteğinde<br />
doğaya odalar tanıtır.<br />
sığınacak yer kalmadı<br />
chagall'daki eşeğin gözünden başka.<br />
rüzgargülünü tıkayan kürk hayvanları<br />
atalarımız birlikte eleştirsin bizi.<br />
kuyuya sarkıtan kadın<br />
saçından kavrayıp kızkardeşimi.<br />
ey ışık ayı gönlübol eylül<br />
doğuda bekle bizi perdeli kentte.<br />
<br />
öncesiz bakışları yeryüzünün<br />
krater gölleri.<br />
gökyüzünden başka şey görmemiş<br />
o göller.<br />
Daha sonradan ilk eşi olacak olan Seniha Nemli ile ortaokul ikinci sınıfta tanışır. Seniha<br />
Nemli’nin ailesi, o yıl Bilecik’e taşınmıştır. Seniha, Cemalettin’in sınıfına verilir. Süreya,<br />
Sayfa4
ortaokuldan mezun olunca 1947-1948 eğitim öğretim yılında Haydarpaşa Lisesine yazılır. Bu<br />
okulda da parasız yatılı okur. Hafta sonu tatillerinde kardeşlerini ziyaret etmeye gider. Ama<br />
üvey annesi görüşmelerine engel olur. Sürekli problem çıkaran Esma Hanım, mahallede çıkan<br />
bir olay sonucu evden kaçar. Sonraları Hüseyin Bey, Refika Hanımla evlenir. Cemalettin,<br />
liseyi iyi dereceyle bitirir. Mülkiye (Siyasal Bilimler Fakültesi)’ye Maliye ve İktisat<br />
Bölümüne kaydolur. En yakın arkadaşları Sezai Karakoç, Hasan Basri, Muzaffer Erdost,<br />
Nihat Kemal Eren’dir. Cemal Süreya, 1952’de Seniha Nemli ile nişanlanır. Bir sene sonra da<br />
evlenirler.1954 yılında Mülkiye’den mezun olur. Eskişehir Vergi Dairesinde stajyer olarak<br />
göreve başlar. Seniha Nemli ile evliliği sıkıntılıdır. Süreya’nın maddî durumu iyi değildir.<br />
Üstelik aralarındaki eğitim farkı evliliği zora sokmaktadır. Süreya, zaman zaman şiddete<br />
başvurur. Karısıyla arasının bozuk olması onu başka maceralara iter. Bu boşlukta aynı iş<br />
yerinde çalıştığı, “Üvercinka” diye isimlendirdiği kadına âşık olur.<br />
ÜVERCİNKA<br />
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden<br />
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu<br />
kesmemeye<br />
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız<br />
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun<br />
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez<br />
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor<br />
Bütün kara parçalarında<br />
Afrika dahil<br />
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma<br />
Yatakta yatmayı bildiğin kadar<br />
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler<br />
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının<br />
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde<br />
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor<br />
Bütün kara parçaları için<br />
Afrika dahil<br />
Senin bir havan var beni asıl saran o<br />
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak<br />
Sabahları acıktığı için haklı<br />
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel<br />
Birçok çiçek adları gibi güzel<br />
En tanınmış kırmızılarla açan<br />
Bütün kara parçalarında<br />
Afrika dahil<br />
Sayfa5
Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü<br />
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse<br />
değerlendiremez<br />
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek<br />
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar<br />
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar<br />
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna<br />
diziyorlar<br />
Bütün kara parçalarında<br />
Afrika dahil<br />
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası<br />
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki<br />
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok<br />
Aklıma kadeh tutuşların geliyor<br />
Çiçek Pasajında akşamüstleri<br />
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor<br />
Bütün kara parçalarında<br />
Afrika hariç değil<br />
Onu arkadaşlarından kimse tanımaz, bilmez. Şairi çok etkilemesine rağmen<br />
Üvercinka’yla ilişkisi çok kısa sürer.. 1955’te kızı Ayçe dünyaya gelir. Müfettişlik sınavına<br />
girer ve kazanır. Müfettiş yardımcısı olarak İstanbul’a atanır.<br />
Süreya’nın bütün zamanı vergi dairesi, edebî çalışmaları ve kızı Ayçe arasında geçer. Seniha<br />
ile geçimsizliği had safhadadır. Dayağa karşı dayanacak gücü kalmayan Seniha, baba evine<br />
döner. 1958’de Maliye Müfettişliğine atanır. Süreya, Seniha ile tekrar bir araya gelir. Kız<br />
kardeşi Ayten’i de yanlarına alır. Ama Ayten ile Seniha geçinemez. Ayten, tekrar geri gitmek<br />
zorunda kalır. Seniha ile Süreya’nın geçimsizliği boşanma kararıyla neticelenir. Seniha,<br />
kızıyla beraber baba evine döner. Süreya, Ayten ve üvey annesi Refika Hanımla beraber<br />
yaşamaya başlar.1959 Temmuz ayında 50. dönem yedek subay olarak askere gider.<br />
31 Aralık 1959’da asteğmen, 30 Haziran 1960’ta teğmen olur.31 Aralık 1960’ta terhis olur.<br />
1961 Kasım ayında Paris’e görevli olarak gönderilir.<br />
Sayfa6
1967 yılında Zuhal Tekkanat’la evlenir. Zuhal Hanım, Yelken dergisinde düzeltmenlik<br />
yapmaktadır. Süreya, dergiye sık sık gitmektedir. Arkadaşlık evlilikle sonuçlanır. Oğlu Memo<br />
Emrah, Kasım 1969’da dünyaya gelir. Süreya, memuriyete dönmek zorunda kalır. İstanbul<br />
Hocapaşa Vergi Dairesinde işe başlar. Sonra Ankara’ya Maliye Tetkik Kuruluna atanır. Eşini<br />
İstanbul’da bırakarak görevine başlar. Ama yine de iki evin masrafları ekonomik sıkıntıya<br />
sebep olmaktadır. Zuhal Hanımın işi Ankara’ya naklettirilir. Aynı evi paylaşmalarına<br />
rağmen geçinemezler. İkisi de kıskançtır. Sürekli aldatıldıklarını düşünürler. Geçimsizliği<br />
daha ileriye götürmeden boşanırlar. Süreya, üçüncü evliliğini bir arkadaş toplantısında<br />
tanıştığı Güngör Demiray’la 1975’te yapar. Aynı yıl İstanbul Darphane ve Damga<br />
Müdürlüğüne atanır. Güngör Hanımla da büyük bir sevgiyle başlayan birliktelik uzun sürmez.<br />
Bir sene sonra noktalanır. Süreya’nın tutarsızlıkları, kıskançlıkları evliliği bitirmiştir.<br />
Tartışmalardan en çok etkilenen yine oğlu Memo’dur. Üstelik Memo aşırı kilolu, hastalıklı bir<br />
çocuktur. Darphane Müdürlüğünde devlete büyük hizmetlerde bulunur. Ama<br />
Bakanlıktan gelen baskılara dayanamaz. Darphanedeki görevinden de istifa eder. Maliye<br />
Tetkik Kurulundaki görevine geri döner.<br />
1976 yılında Zuhal Tekkanat’la yeniden birlikte olmaya karar verirler. Kendisi Ankara’da,<br />
Zuhal Hanım İstanbul’da, oğulları Memo Göztepe Pansiyonlu İlkokulundadır. Üstelik Memo<br />
derslerinde başarısız bir çocuktur. Süreya ise iki evin geçim yükünü zar zor<br />
kaldırabilmektedir. Zuhal Hanımla ikinci beraberliği de yürümez. Ayrılırlar. Memo,<br />
annesinin yanında kalır. Süreya oğlunu İstanbul’da bırakıp Ankara’ya geri döner. Teftiş<br />
yapmaya Erzincan’a gider. Süreya’nın son eşi Birsen Sağnak’tır. Birsen Hanım, kitabevi<br />
sahibi dört çocuklu dul bir hanımdır. Kitabevine gidiş gelişlerle başlayan tanışma evlilikle<br />
neticelenir. Birsen Hanım, Süreya’nın tutarsızlıklarını, iniş-çıkışlarını dizginler. Ona âdeta<br />
anne şefkatiyle yaklaşır. Süreya gerçek anlamda aile sıcaklığını onun yanında bulur.<br />
Düzenli bir aile hayatının yanı sıra Birsen Hanımın oğulları ve torunları evlerini cıvıl cıvıl<br />
eder.<br />
Sayfa7
Süreya, 1980 yılında başmüfettişliğe terfi eder. 1982’de Maliye’deki görevinden emekli olur.<br />
Bütün vaktini edebiyata ayırmak niyetindedir. Ama emekli aylığı masraflarını karşılamaya<br />
yetmez. Ortadoğu İktisat Bankasında çalışmaya başlar. Ancak, banka altı ay sonra iflas eder.<br />
Uzun bir süre yargılanır. Sonuçta beraat eder. Birsen Hanımla Kadıköy’deki evlerinde düzenli<br />
bir hayat yaşamaktadırlar. Sigara ve kahve alışkanlığını bırakır. Ama alkolden uzaklaşamaz.<br />
Düzenli hayatlarını bozan şey oğlu Memo’dur. Aşırı şişman, asosyal, uyumsuz bir gençtir.<br />
Taşkınlıklarıyla ailede huzur bırakmaz.CemalSüreya, ömrünün son bir senesini oldukça<br />
sıkıntılı geçirir. Birsen Hanımla huzurlu bir ev hayatı yaşarken Zuhal Tekkanat ve Memo<br />
onların yanına taşınırlar. Süreya kendini içkiye verir. Memo’nun davranışları taciz ve şiddet<br />
boyutuna varır. Süreya stres altındadır. İşkenceli günler yaklaşık bir ay sürer. 9 Ocak<br />
1990’da girdiği alkol komasından çıkamaz.<br />
Sizin hiç babanız öldü mü?<br />
Benim bir kere öldü kör oldum<br />
Yıkadılar aldılar götürdüler<br />
Babamdan ummazdım bunu kör oldum<br />
Siz hiç hamama gittiniz mi?<br />
Ben gittim lambanın biri söndü<br />
Gözümün biri söndü kör oldum<br />
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak<br />
Şöylelemesine maviydi kör oldum<br />
Taşlara gelince hamam taşlarına<br />
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi<br />
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm<br />
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü<br />
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum<br />
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?<br />
Sayfa8
YU REK UG RAŞI<br />
Adnan ERCAN<br />
Bıraktığın hevesler<br />
Nefesin verdiği sıcaklık<br />
Hala durur yüreğimde<br />
Yarı belli, bilinir<br />
Bilinmez belki.<br />
Çapı belli bir çemberdir<br />
Etrafında çizdiğim<br />
Sana bağlı,<br />
Ama uzağında.<br />
Uçuyorum<br />
Bir güçle tutup çekiyorum ellerinden<br />
Bırakamıyorum.<br />
Sevdiğim,<br />
Yüreğimin uğraşı.<br />
Sayfa9
Şebnem SO ZERLI<br />
Sayfa10
ÇEVI RME<br />
- Naaptın? Getirdin mi eşyaları?<br />
Yusuf Ali RIZA<br />
-Hepiciğini getirdim bu kere.<br />
-Aldı mı araba her şeyi?<br />
- Ulen bi valiz vaadı zaten. Bi de çuval muval, derkene yığdık arabanın bi tarafına. Araba bi<br />
tekmil tamam. Arka bagaj da, koltuk da ful. Orda kaldıyse bi iki kırık bi şeylee kaldı. Bi daha<br />
gitmem, ne gerek.<br />
-İyi yapmışsın. Yolculuk nasıl geçti?<br />
-İyiydi de, dönerkene acayip şeylee, bi şeylee bi şeyleeoldu.<br />
-Nasıl yani?<br />
-Ulen tam üç-beş kilometre kaldı, eve geldik gari derkene bi baktım önümüzde çevirme… Az<br />
öte, yolun kıyında arabanın tepe lambaları yanıp duru. Jandarmanın mı, yoğsa gari polisin mi<br />
hanginin bilmiyom, arabanın tepe lambası yanıp sönüp duru. Bi baktım, benim emniyet<br />
kemeri takılı değil. Ya anasına yandığımın, vize, sigorta hepiciğini yeni yaptırdım, arabanın<br />
herşeyi tamam, emniyet kemeri takılı değil. ‘Eyvah, meyvah kontrol mü acaba’ derken<br />
emniyet kemerini takeyim dedim, takemedim. Sıkışmış mı ne? ‘Ulen’ dedim ‘Ne olucek<br />
sanki, bi emniyet kemeri dedim, sürrrr’, durmadım sürdüm. Ulen buudan şu duvaa kadaa<br />
aramız. Başladı benim arabanın alarımı ötmeye. ‘Vayyyın vuyyyun. Tuu anasını, ‘Lan dur, ne<br />
oluyo ?’ dedim kendi kendime.<br />
- Senin arabanın alarmı mı ?<br />
- Hee.Başladı ötmeye. ‘Uleeen n’oluu da ötee bu araba?’ dedim kendi kendime. ‘N’oldu şimdi<br />
bi anda?’ Vıyyy gıyyy…acayip, bi tuhaf seslee. Ulen, kontak anahtarında ya alarımın şeysi,<br />
düğmesi. Benim elim mi dokandı acaba bi yerine? Durduk yere niye öttü bu araba?<br />
-Eee?<br />
- Ekip arabasının yanından ‘vıyyy gıyyy’ öte öte geçti bizim araba.Bi yandan alarım ötüyo, bi<br />
yandan ben basıyom düğmeye. Ulen az ilerde sesi kesti ammaaa, ben ter içinde. Sağa çektim<br />
arabayı, durdum. Tekrar bastım düğmeye. Bizim alarım şimdi ötmüyo. ‘Ulen’ dedim, ‘Ekip<br />
arabasından sinyal minyal mi kaptı da öttü acep yanlarından geçerkene?’<br />
-İyi ki çevirmemişler seni.<br />
Sayfa11
- O ara bi taksi vaadı kıyılarında. Onu çevirmişlee. Bizi çevirmedilee ya, bizim araba niye öttü<br />
o ara, ne oldu bilmiyom.<br />
- Elektirik şase yapmıştır.<br />
-Ulen şase yapıcek yeri taa onun kıyında mı buldu ? Hayret bi şey ya! Ulen araba nasıl bi<br />
alarım kopardı görsen, ‘vayyyn vuyyyn’. ‘ Lan n’oluyo ki’ dedim. Bastım şöyle kumandaya.<br />
Az geçtikten sonra sesi kesti.<br />
-Yahu bazı arabalarda telsiz melsiz bir takım şeyler var ya, sinyal kesici falan, o tip bir şeyler<br />
olmuş olabilir.<br />
-Yüzde doksan öyle, ordan bi şeylee, sinyallee minyallee kaptı araba.<br />
- Ya çevirselerdi?<br />
-Hıı ?<br />
-Napıyon sen, niye ötüyor senin araba diye?<br />
-Ulen arkamızdan baktı kaldılaa zaten.<br />
-İyi ki durdurmamışlar.<br />
-Durdursunlaa. Benim her şeyim tam ki. Durdurse n’apıcek? Durdurselee dururum ben de.<br />
- Ceza yazarlar, çevreye rahatsızlık falan…<br />
-Çevre mevre değil de, ‘niye çalıyo alarım?’ derlee. Ben de ne derim?, ‘bilmiyom’ derim.<br />
-Ya kemer?<br />
- Kemeri takeyim dedim, sıkışmış,takemedim. Mesafe daralınca biraz panik oldum.<br />
-Panik yaptın mı yakalanırsın valla.<br />
- Yakalanayım. Korkum yok da. Adam bana ceza yazsa kemerden yazar, başka ne yazar?<br />
Benim her şeyim tam ki niye yazsın?<br />
-Öyle de....<br />
- Hayır benim korkum yok. Kemer. Bi kemer takılı değil. Yazarsa ondan yazar, naapıcek?<br />
Kemer takmanın cezası kaç para bilmiyom da… Yazsa ondan yazıcek, naapıcek başka?<br />
Sayfa12
BUZ KIRIG I RENGI<br />
Adnan SUNGUR<br />
söylesene<br />
kaç kelimeden örülür insanın içindeki boşluk<br />
kaç metre kumaştan dokunur yalnızlık...<br />
içim buz kırığı rengi<br />
bütün mevsimler kış<br />
hangi çiçeğe baktımsa gözleri kör<br />
ve bütün kuşlar kanatsız<br />
dokuyorum yılları mevsimleri keserek<br />
yaşam yalan bahçesi<br />
sağır ve dilsiz içimdeki mekan<br />
ayak sesleri de yorgun argın<br />
merdivenlerde yıpranmış ve yaşlı<br />
kıyılarımı yitirdim<br />
dalgalarımın vuracağı bir yer de yok<br />
yüzümde kimliksiz bir gülüş<br />
anılarında masumiyeti kalmadı artık<br />
sen acıların toplandığı bir yaraydın<br />
gülmediğin zaman kendine benzerdin<br />
her gün soyunurdun aynaların karşısında<br />
bakardın içselliğini görmek için<br />
halbuki bütün aynalar sır(lı)dır<br />
söylesene hangi yılları çıkardın kendinden<br />
ya da kaç harf ekledin günahlarına<br />
yüküm ağırdır benim<br />
şimdi bir seyyahın heybesinde dolaşır<br />
yaşamdan kazandığım bütün birikimlerim<br />
Sayfa13
İstiklal Mahkemesinin Aşk Mektubu Yazmaya Mahkûm Ettiği Yazar<br />
Halikarnas Balıkçısı<br />
‘’Cevat Şakir Kabaağaçlı (17 Nisan 1890, Girit – 13 Ekim 1973, İzmir)’’<br />
Dört asker kaçağının kadersizliğiyle ilgili olarak Hüseyin Kenan takma adıyla<br />
kaleme aldığı 13 Nisan 1925 tarihli "Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile<br />
Bile Asılmağa Nasıl Giderler" başlıklı öyküsünden ötürü İstanbul İstiklal<br />
Mahkemesi'nde yargılandı. 'Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana<br />
teşvik edici yazı yazmak' tan suçlu bulundu. Mahkeme başkanı Ali Çetinkaya<br />
tarafından idama mahkûm edilmek istendiyse de, Kılıç Ali Bey'in önerisiyle<br />
kalebentlikle Bodrum'a sürüldü. 3 yıllık sürgünlüğünün yarısını Bodrum'da<br />
tamamladı.<br />
Halikarnas Balıkçısı, henüz Halikarnas Balıkçısı olmadan önce bir gün Üsküdar’daki evinin<br />
önünde bekleyen polislerce karakola davet edilir. Karakolda ise kendisine Ankara İstiklâl<br />
Mahkemesine götürüleceği söylenir. İstiklâl Mahkemesinin adı bile korkunçtur, gidenlerin<br />
çok azı kurtulmaktadır. Geceyi karakolda geçirdikten sonra Ankara trenine binmek üzere<br />
Haydarpaşa’ya gelirler. Haydarpaşa Garında aynı suçtan birlikte yargılanacağı M.Zekeriya ile<br />
karşılaşır. M.Zekeriya en azından suçlarını biliyordur. Zekeriya Bey’in Resimli<br />
Hafta dergisi için haftada bir yazı gönderen<br />
Balıkçı’nın bir yazısı sorun olmuştur. Yazı,<br />
Birinci Dünya Savaşının sonunda kaçak<br />
askerlerin çoğalması ve bu askerlerin idam<br />
edilmesiyle ilgilidir. Aslında darağacına<br />
götürülen askerlerin hikâyesinde o gün için suç<br />
olacak bir şey yoktur. Ayrıca Şeyh Said isyanı<br />
nedeniyle, Balıkçı Zekeriya Bey’e “Sen o<br />
yazıyı basma, başka yazıyı bas” dediyse de<br />
Zekeriya Bey o kadar işkillenecek bir şey<br />
olmadığını söyleyerek yazıyı basmıştır.<br />
Cevat Şakir Kabaağaçlı! Diğer<br />
adıyla Halikarnas Balıkçısı. Mavi<br />
Yolculuğu başlatan, doğa ve<br />
Bodrum aşığı, Bodrum'da dikmiş<br />
olduğu çeşitli türden ağaçlarla da<br />
adından söz ettiren Halikarnas<br />
Balıkçısı lakaplı; şair, gazeteci ve<br />
yazar<br />
Sayfa14
“Hiç Korkmayın Sizi İdama Mahkûm Edecekler”<br />
Cebeci Hapishanesinde bir süre kaldıktan sonra yargılanma günü gelir. Sabah, Nebizade<br />
Hamdi büyük bir müjde getirmiş gibi yanlarına uğrar: “Hiç korkmayın sizi idama mahkûm<br />
edecekler, fakat asmayacaklar, affedecekler” der. Bundan yaklaşık yirmi beş dakika sonra da<br />
mahkeme kararını açıklar: Zekeriya Bey ve Balıkçı üç yıl kalebentlik cezasına mahkûm<br />
edilmiştir. Zekeriya Bey Sinop’a, Balıkçı ise Bodrum’a yollanır ancak ulaşım olanakları<br />
bugünkü gibi değildir.<br />
Balıkçı, Ankara’dan Afyon’a, Afyon’dan İzmir’e, İzmir’den Aydın’a derken Muğla’ya ulaşır.<br />
Muğla Jandarma Komutanı mahkûmun bir yazar olduğunu öğrenince Balıkçıyı yanına çağırtır<br />
ve gönlünü kaptırdığı, bir seyyar tiyatro heyetinin baş<br />
aktristine, kendi adına bir aşk mektubu yazmasını ister. Balıkçı<br />
döktürür. Birkaç gün içinde Muğla’dan Bodrum’a<br />
gönderilmeyi bekleyen Balıkçı, hiçbir yere gönderilmeden art<br />
arda aşk mektubu siparişleriyle uğraşmaya başlayınca<br />
sinirlenir, notlarına: “Yahu beni İstiklâl Mahkemesi aşk mektubu<br />
yazmaya mı mahkûm etmişti? Artık durmadan sevda mektupları<br />
donatmaktan bıkıp usanmıştım” diye yazar. Valiye durumu<br />
anlatan bir mektup gönderir ve yeniden yola çıkartılmasını<br />
sağlar. Oradan Milas’a ve Bodrum’a uzanır Balıkçının yolu.<br />
Ankara’dan yola çıkalı dört aydan fazla olmuş ama henüz<br />
Bodrum’a varamamıştır. Yol üstünde yatmadığı il ve ilçe<br />
hapishanesi kalmamıştır Balıkçının. Milas’tan Bodrum’a yol<br />
olmadığından son bölümü at üstünde gitmek gerekir ancak<br />
Balıkçı dört ayaklı bir hayvana eziyet çektirmek istemez.<br />
Diğerleri at üstünde, Balıkçı ise yaya olarak yola koyulurlar.<br />
Sonunda karanlık hücreler dalga dalga mavi denizlere açılır.<br />
Bodrum’a yaklaşınca aşka gelir Halikarnas Balıkçısı, Ege’nin<br />
Akdeniz’in doğası karşısında büyülenir:<br />
“Âdemotu, kösele gibi ser yapraklı kurtotu, ılgın, sandal<br />
ağacı, renk renk hayıtlar, ay ışığında yaprakları mavi mavi<br />
çakan yabani sakız, karabaş, laden, adaçayı, yaban nanesi,<br />
kekik, çetinlik kırlalesi, çobançantası, civanperçemi, kardelen,<br />
gelincik papatya, gülhatmi, yabani hanımeli, çan çiçeği,<br />
kandilli sümbül, çayır güzeli, kadın tuzluğu, haseki küpesi,<br />
mersin. Daha sayayım mı?”<br />
Balıkçı Bodrum kıyılarında balık tutar, yurtdışından tohumlar<br />
getirtir, farklı ağaçlar ve meyva türleri yetiştirmeye başlar.<br />
Şöyle yazar notlarına: “Bükleri, Knidosları, Datçaları,<br />
Gökovaları, daha daha uzakları, açık denizlerin açıklıklarını<br />
özlüyordum. Oraları zaten cennetti; ama içimden, oraları on kat<br />
daha cennet yapmazsam, adam değilim diyordum.”<br />
<br />
<br />
<br />
Hikâye ve romancılığımızda<br />
“deniz çığırını” açan, deniz<br />
insanlarının yaşantılarını<br />
anlatmasıyla ün yapan<br />
sanatçı aynı zamanda usta<br />
bir balıkçı, sünger avcısı,<br />
botanik uzmanı ve iyi bir<br />
tarihçidir.<br />
Eserlerinde denizin içi ve<br />
dışına ait her şeyi, ömrünü<br />
verdiği Bodrum’u, Ege<br />
Denizi’nin efsanelerini,<br />
Akdeniz savaşlarını konu<br />
olarak seçen Cevat Şakir,<br />
anlattıklarını bir gözlemci<br />
gibi değil, olayları bizzat<br />
yaşayan bir insan duyarlılığı<br />
ile kaleme almıştır.<br />
Balıkçı, gemici, süngerci,<br />
dalgıç, kaptan ve tayfa gibi<br />
ekmeğini denizden çıkaran<br />
kişiler, yazarın hikâye ve<br />
romanlarının şahıs<br />
kadrosunu oluştururlar.<br />
Onun kahramanları<br />
kendisine göre “ötelerin<br />
çocukları”dır ve sonu ölüm<br />
bile olsa denize tutkun olan<br />
insanlardır.<br />
Bitki yetiştirmeyi yaradılışa karşı borç olarak tanımlayan<br />
Halikarnas Balıkçısı “Bir balıkçının avucuna tükürüp küreğe<br />
yapışması, bir rençberin toprağa diz çöküp de dünyada gıda olacak<br />
bir fasulye daha ekmesi, yaradılışça en geçerli duadır.” diye yazar.<br />
Sayfa15
Halikarnas Balıkçısının Bodrum için yazdığı şiiri:<br />
Bodrum'da<br />
Yokuş başına geldiğinde<br />
Bodrum'u göreceksin,<br />
Sanma ki sen<br />
Geldiğin gibi gideceksin<br />
Senden öncekiler de<br />
Böyleydiler<br />
Akıllarını hep Bodrum'da<br />
Bırakıp gittiler…<br />
Sayfa16
ARDINDAN<br />
Yusuf ÇAĞLAR<br />
Avludaki ağaç<br />
Otuz kere yaprak döktü<br />
Halden bilmez rüzgara<br />
Gök mavisini<br />
Yılan derisini döktü<br />
Hiç değişmeyesin<br />
Hep aynı kalasın diye<br />
Otuz kere çentik attım aklıma<br />
Cümle kapısı açık<br />
Seni beklerken kalbim<br />
Dinmedi rüzgar<br />
Her şey suretini yenilerken<br />
Kapandı Yakubi gözleri kalbimin<br />
İçinde onca yara bere<br />
Kalbim suretini döktü<br />
Sayfa17
HAVVA’NIN RUJU, ADEM’I N SAKALI<br />
Ayşe YAZICI YAVUZ<br />
Yine her ay olduğu gibi beş günlük ağlama krizlerine girdi. Ondan usanmadım, yeter artık<br />
demedim. Ondan usanamam. Bana baktıkça daha çok ağlayacağını bile bile yüzümü ondan<br />
esirgeyemem. Bende kendini görmeye alışalı beri onunlayım. Defalarca kırdığı yerlerimi<br />
onarmaya tenezzül etmese de seviyorum onu işte. Sabahları hangi rüyadan uyandığını bir tek<br />
ben bilirim. Kapalı gözlerinin altında nereleri gezdi, kiminle zar tuttu, kimleri tavladı, kimlere<br />
karşı kapı aldı da yüreğini bir tek kendine ipotekledi… Kimi aldattı, kime söz verdi de<br />
tutmadı, kime sundu kendini… Hepsini bir tek ben bilirim. Kaç defa döndü yaşamın<br />
kıyısından da bir ölüme tutundu bana anlatır. Yüzüme mi tükürecek yine, tükürsün. Sövecek<br />
mi bana yine, sövsün. Onsuz ben bir hiçim. Boşlukta bir eşyayım sadece. Duvara asılı bir<br />
ayna…<br />
Bu değiştirdiğimiz sekizinci ev. İlk evimiz çatı katında iki odalı bir bekâr eviydi.<br />
Pencereleri az, küçücük bir balkonu olan, bordo ahşap kapılı ve tabanları sürekli gıcırdayan<br />
bir evdi. Yavaş yavaş yerleşmiştik. Mukavvaları açıp içinden çıkanları yerlerine koyarken<br />
arada bir bana döner gülümserdi. Taşınma işinin iyi bir döneme denk gelmesinin tarifsiz<br />
mutluluğuyla ben de ona gülümsüyordum. Migreni azmadığında ne hoş bir insandı aslında.<br />
Kafasını duvarlara vurmuyordu. Ya da duvarları kafasına… Kim kime vuruyordu aslında ayırt<br />
edilmiyordu. Baş vurmak böyle bir şey mi? Acıyı azaltmak mı, acıyı devretmek mi, az alttan<br />
al demek mi baş vurmak? Koridordaki halının orta yerinde oluşan aşınma onun kriz anında<br />
attığı voltalardan arta kaldı işte. İçinden dışına taşınmak istediği zamanlarda yürüdüğü<br />
patika… Yanlarında boylu boyunca kozalaklar, ibrikler, kirkitler, Fatma Ana Eli,<br />
koçboynuzları… Patikanın ortasında aşınmış Hayat Ağacı, timsah dişi, kurt pençesi… Oysa<br />
ikimiz de çok severdik bu Afşar Halısını. O halının orta yerinde bir defa… Belki iki… Üç<br />
oldu mu bilmiyorum. Belki üçüncüde çok karanlıktı evin içi ve ben göremedim. Ya da sırrımı<br />
önüme akıttım görmemek için. Bir, iki, üç, tıp dedim belki de. Buharı üstünde teniyle boylu<br />
boyunca, bornozunun açık kalan yerinden ‘Ben buradayım ‘ diye göz kırpan bir iz… Bana<br />
bakan kısık gözlerinde nefret, öfke, acı, kendim hallederim diyen dişil bir kuvvet… Seni her<br />
halinle çok seviyorum. Seni en çok ben seviyorum. En çok… Ben… Seviyorum. Ben! Ben<br />
kendimde seni seviyorum. Sende kendimi seviyorum. Kendimde senin acılarından nefret<br />
ediyor, sende kendi yüzüme haykırıyorum. Yaşayarak ölüyoruuumm! Ö-l-ü-y-o-r-u-m!<br />
Ölmeyi ve sonra yeniden dirilmeyi bile en güzel seninle yapabiliyorum. Kapatsaydı sırrını,<br />
ben de ona her defasında hatırlatmak yükünden kurtulsaydım. Karşıma dikilip de ‘Bana her<br />
istediğimde bunu hatırlatacaksın!’ dediğinde aynısını tekrarladım ‘Bana her istediğimde bunu<br />
hatırlatacaksın!’ İşaret parmağımı sallayarak ‘Duydun mu beni Havva?’ Gördüm! Bakmak<br />
istemedim ama gördüm işte.<br />
Sayfa18
Caddeden gelen seslere daha fazla tahammül edemediği için taşınmıştık o çatı katından.<br />
Daha fazla dayanamadı çünkü açlık naralarına. Köşe başlarını tutan et kokuları yüzünden her<br />
gece kusmaktan nefes nefese kaldı. Her sabah terliklerini sürükleyerek elektrik direğinin<br />
altına minderini koyan kız çocuğunun dualarını dinlemekten yoruldu. Allah rızası için sussun<br />
şu kız! Allah rızası için okşasınlar başını! Allah rızası için sıkıştırmasınlar bacaklarını! Allah<br />
rızası için insanlık saflarını sıklaştıralım beyler! Tanrı saflarınızı seyreltin de nefes alalım ve<br />
görelim Mevla neyler. Şimdi acaba o patikada kimler yürüyor Havva? Sus! Sus! Bana ne<br />
bundan! Bana ne bundan! Tekrarlama beni! Tekrarla…<br />
İkinci evimizde ilk zamanlarımız oldukça keyifli geçti. Sapı kırık kemik rengi kupasından<br />
kahve içerken bana daha çok gülümsüyor, daha çok konuşuyordu serçe telaşında sesiyle.<br />
Hatta rujuyla ‘Baba ve oğul deyince çarmıhlar geliyor aklıma / İşte babana bile<br />
güvenmeyeceksin İsa!’ yazdı sol kolumun üzerine. Akıllanmam ben dedi. Akıllanmam ben!<br />
Evlenmem der gibi bir çırpıda deyiverdi işte. Akıllanmam ben. Evlenmeden evleniliyordu<br />
aslında. Ama akıllanmak için ille bir akıl almak gerekiyordu. Oysa onun aklında zaten<br />
kendinden oluşan bir koloni yaşıyordu. Ve sen okuyucu, aklını kendinle tartsana şimdi.<br />
Hemen bir bak kendi içine ve söyle bana kafanda kaç tane sen var? Kaçına birden hâkimsin?<br />
Kendine hâkim ol dediklerinde kaç tane senin elinden tutup da ‘Otur şuraya benim kafamı<br />
bozma!’ diyebiliyorsun? O da diyemiyordu işte. Ne zaman ki alt komşumuz gelip de ‘Çok<br />
gürültü geliyor aşağı’ dedi, o zaman taşınmaya karar verdik bu evden de. Çok gürültü<br />
yapıyorduk. Ben, o ve onun kafasındaki bir sürü o.<br />
Üçüncü evimiz… Aslında istediği gibiydi. Bahçeli. Ufak bir veranda ve paslı peynir<br />
tenekelerine dikilmiş aslanağızları vardı. Yeşil pötikareli masa örtüsünün üzerini istediği gibi<br />
kullanabiliyordu. Pancar turşusu yerken damlayan ve ağır ağır yürüyen bir yalnızlık lekesi…<br />
Bir lekeden çıkan öykü, öykünün içinde yaşamaktan yorulmak ve gelip yine bana bağırıp<br />
çağırmak… Ne Ademsin ne Havva! Güzel bile değilsin. Yakışıklı hiç değilsin. Kadın için<br />
fazla baskın, erkek için fazla histeriksin. Nesin sen Havva? Nesin sen Havva? Bırak da<br />
gözyaşlarını sileyim demeye bile cesaret edemedim hiçbir zaman. Kendi kendine yetmeye<br />
çalışan ve bunu gözüme gözüme sokan duruşuna zarar vermek istemedim. Biz üçüncü<br />
evimizden bu sebeple, yani bile isteye seçtiği yalnızlıktan bunaldığı için taşındık tekrar<br />
kalabalık şehirlere.<br />
Dört, beş, altı, yedi. Hani nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi geliyor demiş ya<br />
Baudelaire, öylece taşındık içimizden ve içinde olduğumuz her yerden. O her yere, herkes<br />
geldi. Esmer delikanlılar, sarışın çapkınlar, kızıl saçlı afetler, kumral tazeler… Hepsiyle<br />
tanıştırdı beni, kendini. Hepsiyle müşerref olduk haddinden fazla. Hepsiyle şakalaştık,<br />
gülüştük, ağlaştık, şiir okuduk ‘Ben şair sevmem şiir severim’ dedik. Ama hiçbirisine âşık<br />
olmadık. Neden olmadık Havva? Minimalist bir aşk anlayışımız vardı. Üçgenin iç açıları<br />
toplamı umurumuzda olmazdı; çünkü baklava bulamazsak kazandibi yemeye de eyvallah<br />
diyebilecek kadar genişti gönlümüz. Gördüm işte Havva, gördüm. Kulaklarımla gördüm.<br />
Kanama artık Havva! Ağlama artık Havva! Ben bu sırrı taşıyamam, benim sırrım bana yetiyor<br />
zaten.<br />
Sayfa19
Onu kaç kere görmüştüm? Bir, iki, üç… Beni aldattığında da, ona fısıldayıp ‘Sus sakın<br />
kimseye söyleme’ dediğinde de, saatlerce onun karşısında yavaşça soyunup bir yandan<br />
ağlayıp acı çekerken de tüm yansımamla gördüm seni. Bornozun sıyrıldığında bir erkeğin<br />
kanamasına şahit oldum ben Havva! Bana rujunla ‘Ben bir ölü yaşayanım’ yazıp, banyodaki<br />
aynaya tıraş köpüğüyle ‘Ben yalınkat Ademim’ yazdığında da gördüm seni. Evlerimize gelen<br />
onca insanın bir tekiyle bile yatağını paylaşmadığında da gördüm. Kadın erkek herkese aynı<br />
gözyaşını akıttığında da, insanlara değil insanlığa koştuğunda da, ölmeden evvel sıkışıp<br />
kaldığın Araf’ta da… Ölemediğine ağlayıp, yaşayamadığına kederlendikçe bana olan<br />
öfkende… Ben, evden eve taşıyıp durduğun sırrına mahkum ayna! Seni tekrarladıkça kendimi<br />
tekrarladım. Kurtaramadığın bütün savaş çocuklarını seninle birlikte ben de evlat edinmek<br />
istedim. Etini, adamlık taslayan maganda mangallarında pişiren bir manga dolusu kadın<br />
kurtardım bütün yazılarında. Çöp kutularının yanına taze ekmek bıraktım, minderinde güzel<br />
rüyalar görsün diye bütün çocukların minderlerine seninle birlikte oturup dilendim. Kırma<br />
artık kalbimi Havva, seni en çok ben anladım. Sonra oturdum senin ellerinle, bir aynanın<br />
dilinden seni anlattım. İşte döktüm ben de sırrımı. Ne artık önüm saydam, ne ardım kapkara.<br />
Senin gibi ben de kaldım işte dünya içinde Araf’ta!<br />
Sus artık Ayna! Sus artık Ayna!<br />
Sus artık Adem! Sus artık Havva!<br />
Ayna ayna, benden daha acizi var mı dünyada?<br />
Sayfa20
HOLLYWOOD – PARI S “Sınırların içi ve dışı” : LUC BESSON<br />
İsmail Hakkı ASLAN<br />
Hollywood’un Sinema sanatındaki ezici etkisi kanıksanamayacak düzeyde olsa da<br />
yerelde birçok iş boynuz kulağı geçti misali büyük abiye kafa tutmaktadır. Fransız<br />
sinemasının usta yönetmeni Luc Besson’da bu çıraklardan birisi. Sinemasının hamurunda çok<br />
önemli iki maya kullanmıştır Besson ; Hollywood ve Fransa kültürü. Bu mayaları kenti<br />
yeteneği ile tuzlayıp biberleyip işin hakkını vermiştir.<br />
Hayallere ulaşmanın en akılcı yolunun eldeki imkanları maksimumda kullanıp, sabırla<br />
ilmek ilmek örmekten geçtiğinin farkında olan yönetmen, içinde fırtınalar kopmasına ve<br />
kafasında ki çılgın şeyler olmasına rağmen gerçekçi ve akılcı bir yol üzerinde yürümek usuyla<br />
hareket etti.<br />
Fransız sineması Hollywood ile birlikte sinema tarihinin en önemli aktörlerinden<br />
birisidir. Besson‘un dönemi ise yeni dalga (la Nouvelle Vague) idi. Sinemada kuralların<br />
yıkıldığı, devrimci olmaktan çok isyankar bir döneme girilmişti. Jean- Jacques Beineix ve Leo<br />
Carax Besson ile birlikte dönemin bayraktarlığını üstlenmiştiler. Besson içindeki bilim kurgu<br />
Sayfa21
tutkusuna rağmen (Avrupa sinemasını fütüristik bilimkurguyla tanıştıran yönetmen ünvanını<br />
alacak sonraları) akılcı ve doğru hamlelerle Fransız ekolünde ilk ürünlerini vermeye başladı.<br />
İlk filminde yenilikçi ve şok etkisinde bir film yapmak üzere çıktığı yolda Kıyamet<br />
Sonrasını çeken yönetmen serüvenine böylelikle başlamış oluyordu. Yaratıcılığına ve<br />
deneyselliğine Metro ile devam eden Besson, en büyük şansı ve dünyaya dolaşmasında çok<br />
büyük etkisi olan dalgıç olan anne ve babasından etkilenerek deniz biyoloğu olma yolunda<br />
giderken kendini The Big Blue’yu çekerken bulur.<br />
Yönetmenin filmlerinin değişmez oyuncusu Jean Reno ve müziklerinin değişmez<br />
yapımcısı Eric Serra olmasına rağmen Besson inanılmaz bir yetenek avcısıdır. Sinemanın<br />
özellikle birçok yeni nesil kadın oyuncusunun kaşifidir.<br />
Nikita’da bir kadın katilin gözünden hayata bakarken Nikita’nın temizlikçisini (Jean<br />
Reno) alıp Leon ‘un ana karakterine dönüştürmektedir. Leon yönetmenin dönüm noktası,<br />
sinema klasiği olan filmidir. Luk Besson sineması Leon ve diğerleri olarak ayrılmaktadır.<br />
Leon amaçlanan bir film değil, Besson’un 5. Element ile uğraşırken iki hafta gibi kısa bir<br />
sürede ilham perileri tarafından kendisine hediye edilen harika bir eserdir. En başından beri<br />
Hollywodvari filmler yapma peşinde koşarken 5. Element için Warner Brosun kapısını<br />
aşındırdığı sıralarda Jean Reno’da onun kapısını aşındırmaktadır. Nikita’da ki profesyonel<br />
temizlikçi rolünde kendini bulan Reno, bu karakterin baş rolde olduğu bir senaryo<br />
istemektedir. Vakti olmadığını ama ilk fırsatta bu konuda çalışacağını bildirir usta oyuncuya.<br />
Warner Bros bütçe için kendisine iki hafta verir (sonunda ret eder).Besson bu sürede<br />
hazırladığı senaryoyu Jean Reno’ya doğum günü hediyesi olarak sunar. Leon öyle bir filmdir<br />
ki yönetmenin bile tahmin edemeyeceği hatta hayalini kurduğu fütüristik bilim kurgu<br />
filmlerinden bile çok ses getirir. Bazılarına göre bu film dışındaki filmler eh işte Hollywood<br />
filmi niteliğindedir. Bu film sonrası zaten yönetmenlikten çok yapımcı kimliğini<br />
kabullenmiştir.<br />
Sayfa22
Fransız sinemasının devrimci kahramanı artık Hollywood’a kafa tutan büyük bütçeli,<br />
paralı işlerin yapımcısı olmuştur. Çoğunun yönetmen koltuğuna oturmaktan bile imtina<br />
etmiştir.<br />
Tüm eleştirilere rağmen yönetmen olduğu aksiyon filmlerinde o pencereden bakınca<br />
farklı olduğunu hissettirmektedir.5. elementin zarar etmesi üzerine Europocorp şirketini<br />
kurarak para ve daha büyüğün yanılgısında sinema kariyerinde yeni bir yol çizmiştir. Bu<br />
değişim şöyle bir sorunsal çıkara gelmektedir. Bizim istediğimiz yönetmen mi yoksa olmak<br />
istediği yolda ilerleyen yönetmen mi? Bu sorunsalın çözümünü belirleyecek olan ise zaman<br />
ve kader ikilisi olacaktır.<br />
Son işi Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu ile Valerien et Laureline isimli ünlü<br />
Fransız çizgi romanını beyaz perdeye aktarmıştır. Fransız köklerini Hollywood tarzıyla<br />
harmanlayıp Avrupa’nın Hollywood mümesilliğini en üst seviyeye getirmiştir.<br />
Sayfa23
GAZA<br />
Hasan ULAŞ<br />
Gün ile tutuştuğu savaşta<br />
Bitkin düşen gözlerin<br />
Uykuyu yardıma çağıran ulaklarından<br />
Hiç biri yanında rüyayla dönmedi.<br />
Ya gecenin zifirinde<br />
Yollarını kaybedip<br />
Doğuya aşıp gittiler.<br />
Ya uykusuzluğa esir düşüp<br />
Karabasana hapsedildiler.<br />
Gün ışır, sabah olur, çalar pilli sûr<br />
Kimi ölü toplar<br />
Kimi ala canlı<br />
Yataklar savaş meydanı<br />
Sayfa24
BAŞKA TU RLU SEVI ŞMEK<br />
Samet ALICI<br />
Onlar bedenlerin sevişmesini önemsiyorlar; kasıklarında arıyorlar orgazmı, mutluluğu. O ise...<br />
Oysa o fikirlerin sevişmesini her zaman daha çok önemsemişti. Fikirsel sevişme olmaksızın<br />
bedensel seviştiği için onların çoğu, işte tam da bu yüzden, sakat doğuyormuş gibi geliyordu<br />
ona "insanlık" asırlardır. Mekanik, teknolojik, tıbbı ve siyasi etkileşimler alabildiğine<br />
güçlüyken insanlar arasında; kültürel, sanatsal, edebî, felsefî ve insanî etkileşimlerin zayıf<br />
kalmasının nedenini de bedeni sevişmenin fikri sevişmeye üstün tutulmasına bağlıyordu.<br />
Fikirsel olarak da sevişilmesinesevişildiğini ama bu sevişmelerden yeterli sayıda "aydın"<br />
çocuk dünyaya gelmediği kanısındaydı. Bunu genellikle iki nedene bağlıyordu kendince:<br />
Belki fikri sevişenlerin ilk önce bu hazzı alıp bedeni sevişmeyi hiç düşünmemiş olmalarına,<br />
belki de bedensel olarak da sevişerek fikri sevişme hazzını kaybetme korkusundan az<br />
sevişmelerine. Bazen de suçu bunlardan doğan çocuklara atıyordu. Bu çocukların topluma<br />
uyup bedeni sevişmeyi önemseyerek fikir sevişmesi döngüsü yaratamamış olmasından<br />
kültüre, sanata, edebiyata, felsefeye ve genel olarak düşünceye yeterli etkinin yapılmadığını<br />
savunuyordu.<br />
Geçmişte ve günümüzde bedensel sevişmeyi önemseyenler, derin problemlerini mahza<br />
sevişerek aşabilirlerken; fikir sevişgenlerinin, çok daha basit, sudan sebeplerle ilişkilerine son<br />
vermelerine hayıflanır dururdu. Çünkü fikir sevişmesinin çocuğunun çoğu zaman "problem"<br />
olduğunu ve sabır, fikri sevişmelerde çok daha büyük bir gereklilik olduğuna kaniiydi aklı.<br />
Bu iki türün dışında bir de kalbi sevişme yaratmıştı kafasında. Ona göre bu “sevişmenin<br />
biraz ütopik bir türüymüş” ve aklının alabileceği tam bir açıklama yapamamakla beraber<br />
kabaca; hemen hemen hiç aynı yönde fikri olmayan, tümüyle zıt, bambaşka insanların<br />
içgüdüsel olarak fikrî sevişmesi olarak düşünürmüş bunu.<br />
Bedensel sevişmeye saymaya ömrünün yetmeyeceği milyarlarca örnek verilebileceğini,<br />
fikir sevişmesine ise Kafka- Milena, Nazım- Piraye, Ahmet Arif- Leyla Erbil, Frida- Diego,<br />
Sartre-Beauvoir gibi sınırlı örnekler verilebileceğini, oysa kalbi sevişmenin İnsanlık tarihinde<br />
gerçekleştiğine dair bir emarenin olmadığını ve belki hiç gerçekleşmeksizin dünyanın kendini<br />
infilaka uğratacağını inanıyormuş.<br />
Her şeyin ötesinde sevişmeyi kategorize edebilecek yetkinliğe sahip olup olmadığından<br />
emin olmadığını ve en nihayetinde ömrünün “ne bedensele inebilmiş ne de kalbiye<br />
yaklaşabilmiş birkaç fikirsel sevişmeden ibaret” olduğunu düşünürmüş. O, onlardan farklıydı.<br />
Sayfa25
BABAM O LECEK<br />
Can Alp TUNA<br />
Babam bir gün ölecek. Bunu daha önce neredeyse hiç düşünmemiştim. Çocuklar<br />
büyümeden babaların ölmeye hakkı yok; bunu bildiğimden galiba. Henüz büyümemiştim ve babamın<br />
ölmeye hakkı olamazdı, dolayısıyla ölecek olma olasılığı da. Artık öyle değil. Sanırım büyüdüm ve<br />
babam bir gün ölecek.<br />
Ne güzeldi çocukluk! Her ihtiyacımızı karşılamak zorundaydı babam. Karşılamaması<br />
halinde her zaman için suçluydu. Her şeyi bilmek, her şeye muktedir olmak zorundaydı; bizlerse hiçbir<br />
şeyi bilmeyebilir, hiçbir şeye muktedir olmayabilirdik. Bununla birlikte bizim pek çok hakkımız olduğu<br />
halde, babamın haklarından söz etmek hemen hemen imkânsızdı. Onun görevleri vardı öncelikle.<br />
Haklarını, topu topu görevlerini yerine getirirken kullanmaya kalktığında bile kötü adam olmayı<br />
baştan kabul etmek zorundaydı. Bizlerse her an her şeyi kullanabilir ve her şeyin emrimize amade<br />
olmasını bekleyebilirdik. Hakkımızdı ne de olsa!<br />
Güzeldi ya, hiç değişmesin istermişiz meğer. Değişebileceğini bile düşünemedik. Hayatın<br />
en büyük hainliklerinden biri de bu, ne zaman neyi karşınıza çıkaracağını önceden söylemiyor.<br />
(Sanırım, kendisi de bilmiyor. Olsun, gene de hain!)<br />
Üç vakit sonra nasıl düşüneceğimizi, neler hissedebileceğimizi bilebilseydik ne güzel<br />
olurdu. Ona göre davranır, daha temkinli hareket ederdik. Olmuyor işte, kimse üç vakit sonra ne<br />
hissedeceğini bilmiyor. Bu yüzden de yarınına tam olarak hazırlanamıyor. Ben de hazırlanamadım.<br />
Babam hiç ölmeyecek zannettim.<br />
Bunda babamın payı da çok yüksek. Hiç küsmedi, hiç kapris yapmadı, yalancıktan da olsa<br />
yokluğunu hiç hissettirmedi bize, öyle bir olasılıktan söz etmedi. Bu bakımdan kusurludur. (Bakın hâlâ<br />
kusurlu bulabiliyorum onu. Çocukluktan çok da kurtulmamışım.)<br />
Ah babam, ah! Kusurlu da olsan çekip gidiyorsun işte. Ve ben senin için hiçbir şey<br />
yapamadım bugüne dek! Beni üzen, içimi dağlayan şey bu. Oysa ne çok yalnız, ne çok çaresizdin ve biz<br />
hiç anlayamadık bunu. Senin için bir şey yapmak adına seni anlamayı bile denemedik. Oysa biraz<br />
çabayla anlayabilirdik. Hiç yardımcı olmadın ki! Varlığının değerini bilebilmemiz için yokluğunu<br />
yaşamalıydık, yaşatmadın. Güler yüzünün değerini bilmemiz için, gülmez yüzünü göstermen<br />
Sayfa26
gerekiyordu, göstermedin. Tanrı bile yaptıklarına karşılık en azından dua istiyor, sen onu bile<br />
istemedin. Ve şimdi… Her an ölebilirsin.<br />
Sen her an ölebilirsin ve ben senin için hiçbir şey yapabilmiş değilim. Günün birinde belki,<br />
diyeceğim ki meğer gerek yokmuş… Bilmiyorum. Şu an başka bir şey söylüyorum ve bunu söylerken<br />
içim parçalanıyor.<br />
Senin için bir şey yapamıyorum çünkü hayat “henüz yeterince büyümedin!” diyor.<br />
“Büyümen, daha çok büyümen gerekir!” diyor. “Bu kadar büyümen yetmez. Büyümen durursa<br />
küçülürsün!” diyor. Korkuyorum. Küçülmekten, büyüme yarışında geride kalmaktan korkuyorum.<br />
Büyüğün büyüğü, küçüğün küçüğü var denilen bir çağda yaşıyorum, büyüğü küçüğü olmaz bu işin<br />
denilen çağlar geride kaldı artık. Öyle bir yarış ki bu, kimse sonuncu oldun demiyor. Hep, daha geriye<br />
düşebilirsin, diyorlar. Kimse birinci oldun demiyor, iyi gidiyorsun, hadi bakalım diyorlar. Yorgunum<br />
baba. Bu yarıştan fırsat bulup da senin için bir şey yapamıyorum.<br />
Annemi düşünmüyorum. Onun istediği gibi bir çocuk olarak ona olan borcumu ödediğimi<br />
düşünüyorum. Sense ne istediğini, nasıl bir çocuk istediğini söylemedin bile bugüne kadar. Benim ben<br />
olmamı istedin sanıyorum. Söyleseydin, bunun için çalışırdım hiç değilse. Bunu da söylemedin.<br />
Bir dolap beygiri gibi çalıştın ömrün boyunca. Ve sanırım bunun dışında bir yaşam<br />
şeklinin var olabileceğini kabul etmek istemedin hiçbir zaman. Doğal kabul ettin dolap beygirliğini.<br />
Bizim için de öyle olacağını düşündün. Benim bir dolap beygiri olmaktan kaçındığımı fark ettiğinde<br />
gözlerinin içi gülmüştü birden, o anı unutamam. Olmayacak bir şeyi oldurmak üzere olan bir oğulla<br />
karşı karşıyaydın sanki o an. Bir kez gördüm gözlerinin güldüğünü. Bir daha görebilmeyi öyle çok<br />
istiyorum ki. Düşlerini söylesen bana, özlemlerini, ideallerini. Sırtımda taşımaya, onlar için yaşamaya<br />
razıyım, o kadar uzak yaşadın ki düşlerinden. Sahi sen hiç düş gördün mü baba? Hiç düş uykusuna<br />
yattın mı? Bizleri yetiştirmek dışında bir idealin oldu mu hiç? Kendin için bir şey istedin mi hayattan?<br />
Olsaydı bunlar ve keşke bizimle paylaşmamış olsan, sanırım hiç yoktular… Bu beni ürkütüyor. Bir ibret<br />
gibisin benim için.<br />
Bu noktaya nasıl geldim bilmiyorum. Yaşlanıyor olmalıyım.<br />
Sayfa27
YENI DEN<br />
Açılır filizler yeniden<br />
Baybars KALENDER<br />
Güneşe döner yüzünü ayçiçeği<br />
Ve toprak kokar yerlerde<br />
Bulutlar gökyüzünde seyr-i alem ederler<br />
Yeniden tüter duman<br />
Soğuk külün üstünde<br />
Eski ahşap bir ev gibi<br />
Yakılmayı bekler insan<br />
Yeniden bakılır cama<br />
Yakılır bir sigara<br />
Ömür yanar yeniden<br />
Yeniden tene can gelir<br />
Sade bütün değil<br />
Her hücresi sevilir<br />
Ah göz nuru, emek<br />
Ah ömür<br />
Yeniden aşk uğruna verilir<br />
Yeniden başlar kalkar göğe<br />
İsyan eder Bedreddin<br />
Zulmeden düzene<br />
Selamlar söylenir<br />
Evvel giden ahbaba<br />
Yeniden çekilir<br />
Pir Sultan Abdal dara…<br />
Sayfa28
Canım Çok Acıyor<br />
Ah be çocuk,<br />
Recep METİN<br />
Sabredemedin azıcık daha.<br />
Ölmeseydin beraber öldürecektik tüm zulmleri,<br />
Yanımda koskocaman duracaktın.<br />
Belki binbir nasihat, durduracaktın beni yanlışa koştururken.<br />
Ama çocuk;<br />
Sen kendini öldürdüğünde ben sadece küsebildim sana. Yaşım gereği daha fazlasını yapamadım.<br />
İkimizin yaptığı da saçmaydı ama seninki hala can yakıyor. Günlerden bir cumartesi ben doğmuşum,<br />
bir cumartesi sen yokmuşsun.<br />
En kocamanından yaşattın sen tüm aileme süreğen acılarını. Seni affetmemek üzerine kurguladığım<br />
tüm senaryolarımı rafa kaldırdım. Affettim seni. Artık o dağdan inişimde pis pis bakmayacağım<br />
mezarına, söz. Yanmıştı değil mi tüm bedenin? Seni bana göstermediler hiç. Bilmiyorum o yüzden<br />
soruyorum. Ben yalancıktan ağlamanın ne olduğunu biliyorum, çok ağladım yalancıktan. Senin<br />
ardından ağlayanlardan bazıları gerçekten çok üzgündü. Neyse geçelim bunları.<br />
Ben senin gibiyim biraz. Senin kadar olmasam da benzer ruh hallerine bürünmüşlüğüm oldu. Şuraya<br />
gelmek istiyorum. Yenilsem de, bırakıp gitmeyeceğim sorumluluklarımı. Neyse, bunu da geçeyim.<br />
Senin o ölümüne sevdiğin, uğruna hayatından olduğun kadına denk geldim geçen sene bugün. Akıllı<br />
teknolojiler notumu hatırlattı bana. Şimdiye kadar gizledim herkesten. Ailemin, sevdiklerimin canı bir<br />
daha yanmasın diye içimde tuttum. Bugün senin, uğruna 16 yaşında öldüğün kadının küçük çocuğu<br />
takriben 16 yaşında. Görsen parlak bakışlı bir kız çocuğu. Senin annesine olan platonik aşkını anlatsam<br />
ne der sence?! Kocasını da gördüm. Kim olduğunu söylemeyeceğim. Tanıyormuşsun. Şimdi sen tepki<br />
vermezsin ama başka tanıyanlar çıkar. Daha fazla hayatı muzdarip etmemi sen de istemezsin sanırım.<br />
Ölümünün 34. yılına girdik. Birader huzurlu uyu. Herkes seni affetti. Mutsuzluğumuz yokluğundan.<br />
Birbirimize kızmıyoruz babamla, çünkü birlikte bir direnişimiz söz konusu. Biliyor musun?! Bunu daha<br />
önce hiç söyleyemedim: Ben babamı seviyorum!<br />
Sayfa29
ÇIKMAZ SESLER SOKAG I<br />
Siyah tutuştu..<br />
Ak tutuştu..<br />
Efkâr alel alev..<br />
Ayrık otları..<br />
Çöreklenmiş bir acıyla eşitliyorum kendimi..<br />
Demir ZENGİN<br />
Platonik bir aşk şiiri yazdım 'kimsesizliğe'<br />
Çay tortusu toprağa dönüşmüş<br />
Yumurta kabukları üzerine yazdım..<br />
ve siklamen çiçeklerine anlattım bahçemdeki<br />
Hep birlikte ağladık..<br />
Tut babanın elinden dedim, tut ulan ananın elinden..<br />
Düşü gerçeğe yaz..<br />
Teselli.. Teselli üstüne..<br />
Yorgun bir gülüş döküldü yüzümden<br />
Tütsüde Tanrı kokusu..<br />
Kasımpatı çiçekleri esti rüzgar..<br />
Soluk almak istedim..<br />
Balkon da havadarmış sonra,<br />
Sigara kırmızısı gök,<br />
akordiyonla çalınan bir gece..<br />
Sıcaklığın yankısı..<br />
Unutulmuş bir mavi..<br />
Sıkıntıya sataşacak yer arıyorum..<br />
Burası çıkmaz sesler sokağı..<br />
Sayfa30
KADİR AYDEMİR SÖYLEŞİSİ-20. İzmir Kitap Fuarı<br />
Hasan ULAŞ<br />
Kadir AYDEMİR<br />
Merhaba dostlar bu sayımızdaki konuğumuz, Şair, Yazar, Yayıncı Kadir AYDEMİR.<br />
Kendisiyle 20. İzmir Kitap fuarındaki kurucusu olduğu Yitik Ülke Yayınları standında sizler için sohbet<br />
ettik. Şimdi sizi bu güzel sohbetle baş başa bırakıyoruz.<br />
www.kadiraydemir.com<br />
H.U: Merhaba Kadir Bey. Nasılsınız?<br />
K.A: İyiyim teşekkür ederim.<br />
H.U: Bu yoğunluk ve koşturmaca içinde bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.<br />
K.A: Sizinle sohbet etmek benim için de büyük keyif olacak.<br />
H.U: Sizi biraz tanıyabilir miyiz?<br />
K.A: Tabii memnuniyetle. 1977, İstanbul doğumluyum. Bir işçi ailesinin iki çocuğundan biriyim.<br />
İşletme ve Halkla İlişkiler okudum. İlk şiirlerimi gençlik yıllarımda Gülsuyu'nda tek katlı bir<br />
gecekonduda yazmaya başladım. Şiirlerim ilk olarak Şiir-Oku dergisinde yayımlandı. Sonra çeşitli<br />
dergilerde yayımlanmaya devam etti. 1997-2003 arasında İstanbul Kadıköy'de 11 sayı süren Başka<br />
isimli şiir dergisini çıkarttım. Zaman ilerledikçe kitaplarım basılmaya ve şiirlerim birçok dile çevrilmeye<br />
devam etti.<br />
Sayfa31
H.U: Neden yazı?<br />
K.A: Bu yoğun ve yorucu yaşam; haberler, hastalıklar, ölümler, savaşlar, beton, kaybolan insan<br />
ilişkileri, yozlaşan dünya, ülkenin içinde bulunduğu şu karanlık dönem. Sadece yazmak değil okumak,<br />
şiir okumak bile başlı başına bir eylem ve nefes alma biçimi. Bizden öncekilere öykünüp okuyarak,<br />
kıskanıp gıpta ederek, taklit ederek, çalışarak kendi yolumuzu sesimizi bulmaya uğraştık... Bir Turgut<br />
UYAR'ı, Cemal SÜREYA'yı, NERUDA'yı, MAYAKOVSKİ'yi, LORCA'yı okuyup etkilenmemek mümkün mü?<br />
Gökyüzü altında söylenmemiş bir şey var mı bilmiyoruz ama şair, yazar, sanatçı dediğimiz insan onu<br />
arayandır. Sıradan sözcüklere yeni anlamlar, yeni hayatlar yükleyen... Kendinle, gölgenle köşe<br />
kapmaca oynadığın bir oyun aslında yazmak dediğin şey. Aynı zamanda bir tutku. Yaşamını ele<br />
geçiren seni yeni dünyalara, düşlere, insanlara ulaştıran bir kaçış alanı. Rüyamda, yazdığımı gördüğüm<br />
şiiri uyanıp yazdığım çok olmuştur.<br />
H.U: Kadir Bey, Şiir kitaplarınızdan gördüğüm kadarıyla Haiku ağırlıklı yazmayı çok seviyorsunuz. Bu<br />
aslında bizim pek alışık olmadığımız bir edebi tat. Bize biraz haikudan bahseder misiniz?<br />
Haiku nedir? Siz neden haiku yazmaya başladınız?<br />
K.A: Haiku, Japoncanın söz dizimi, sözcük yapısı, kaligrafisinin şekillendirdiği, az sözcükle çok şey<br />
anlatmayı amaçlayan üç dizelik, kısa, lirik, doğa şiiri diyebiliriz. Kolay gibi görünse de sağlam bir<br />
altyapı, felsefe, birikim ve gözlem gerektiren birçok inanç sistemiyle ilintili yumuşak pastoral yazımı<br />
hayli zor bir şiirdir. Doğayla insanı barıştıran, insana aslında mahvettiği, dengesini bozmaya çalıştığı<br />
doğanın bir parçası olduğunu hatırlatmaya çalışan geleneksel Japon şiiri. Türkçe ve japonca arasındaki<br />
yapısal farklılıklar nedeniyle Türkçe haiku yazan biri ancak haikunun ruhunu yakalamaya çalışabilir.<br />
Buna rağmen çok güçlü bir şiir.<br />
Neden haiku sorunuza gelince: Doğayı çok seven biriyim, insan, varoluş gibi temaları şiirimde,<br />
öykülerimde sıkça işlerim. Haikuyla tanıştıktan sonra bunun için en uygun formun bu olduğuna karar<br />
verdim diyebilirim. Yeteneğim de ona yatkındı, incir kayayı oradan deldi belki. Beni disipline eden<br />
fazlalıklarından kurtulmuş bir yalınlaşma şiiri. Şiirin ne olduğunu daha doğrusu; Şiirin ne olmadığını<br />
öğretti, öğretmeye de devam ediyor. Gerçek şiirin kişisel buhranlarımız, iç dökmelerimiz,<br />
kusmuklarımız değil de bu büyük ve büyülü akışın bir parçası olduğumuzu fark ettiren bir şiir pratiği.<br />
Dediğim gibi zor bir şiir. Hele ki bu keşmekeş ve dünya telaşının içinde ayaklarımız toprağa değmeden<br />
yaşarken haiku yazabilmek...<br />
H.U: Sizin dışınızda Haiku yazan kimler var? Ben Oruç Aruoba ve Sina Akyol'a rastladım.<br />
K.A:Evet. Onlara ilaveten; Gökçenur Ç., Savaş Çekiç, Mustafa Köz, Turgay Kantürk, Süreyya Berfe,<br />
Hakan Cem, Erol Özyiğit, Haluk Şahin, Necati Albayrak hemen aklıma gelenler. Saydığımız isimlerden<br />
bazılarının kitapları da zaten Yitik Ülke Yayınları'nın haiku şiir kitapları dizisinden çıktı.<br />
Sayfa32
H.U: Öykü mü? Şiir mi? Desem.<br />
K.A: Sanıyorum ikisi arasında bir seçim yapamam. İkisini de çok seviyorum. Şiir yazamadığım, şiir<br />
düşleyemediğim hayatın ağar bastığı zamanlarda kısa öyküye sığınıyorum. Kısa öyküyü çok şiirsel ve<br />
güçlü buluyorum. 'Aşksız Gölgeler' ve 'Sonsuz Unutuş' kısa şiirsel öykü kitaplarım. Ama şiirin yeri çok<br />
ayrı. Edebiyata, yazıya, kendi iç dünyama şiir yazarak adım attım. Bir sanatçı yeteneğinin elverdiği her<br />
disiplinde üretmeli. Resim de yapabilmeli, müzikle de uğraşabilmeli. İnsan korkmamalı. Sürekli<br />
üretmeli. Disiplinler arası geçiş yapılabilir. Her gün şiir gibi yaşayıp yazamıyoruz çünkü. Yirmili<br />
yaşlarımda her gün deli gibi şiirler yazardım. Kitaplar, ceplerimde kağıtlar... Son şiirim halâ yanımdadır<br />
mesela. Şiir babaevim. Ayrıldığım ve kavuşacağım yer. Belki de tek yer. Yazabildiğim sürece iyi şiirler,<br />
iyi öyküler yazmaya gayret edeceğim, ilerde bir roman yazmayı da düşünüyorum. Bunun içinde Türk<br />
ve Dünya edebiyatından çokça ve iyi okumalar yapmaya çalışıyorum. İyi bir yazar olmaktan çok iyi bir<br />
okur olamaya çalışıyorum. Alıp okumaya fırsat bulamadığım, yarım bıraktığım, zamanını bekleyen çok<br />
kitabım var. Onlar vakti geldiğinde beni çağırıp kendilerini okutuyorlar. Bu hep böyle oldu. İyi bir okur<br />
olup yarıştan ve egodan sıyrıldığın zaman ancak iyi bir yazar olabiliyorsun. Yazmanın diyetini<br />
ödedikten sonra önünde birçok kapı açılabiliyor. Yazamadığın zamanlarda sokaktan, filmlerden,<br />
evrenden gelen kriptolu mesajları biriktiriyorsun. Bir anda gelen bir anahtar sözcükle bütün o şifreleri<br />
çözmeye başlıyorsun.<br />
H.U: Günümüz edebiyatından kimleri sever, takip edersiniz?<br />
K.A: Elden geldiğince pek çok ismi takip edip düzenli şekilde okumaya çabalıyorum. İsim vermeyi pek<br />
sevmiyorum, hep unttuğumuz birileri oluyor.<br />
H.U: Yayıncılık hayatına girişiniz nasıl oldu?<br />
Bir şekilde hep bu dünyanın içindeydim. Kitapçılarda, yayınevlerinde, dergilerde çalıştım. Bir<br />
derginin, kitabın yayına nasıl hazırlandığını işin mutfağını öğrendim. Sevdiğim işi yaptım. 90'ların<br />
sonunda bilgisayar ve internetin henüz yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı yıllarda arkadaşlarımızla<br />
sanal ortamda şiir ve edebiyat sohbetleri yaptığımız, çeşitli şairlerden şiirler paylaştığımız bir blok<br />
sayfası olarak başlayan serüven bir web sitesine, ardından da 2006 yılından bugüne Onur<br />
Behramoğlu, Gökçenur Ç., Doğan Ergül, Turgay Yılmaz, Göksel Bekmezci, Yaprak Öz'ün ilk kitaplarının<br />
basımıyla demir alan “Yitik Ülke Yayınları” çatısı altında devam ediyor.<br />
Yitik Ülke'yi beş parasız, büyük zorluklarla, dayanışma içinde kurduk. Kendi hayallerimizin peşinden<br />
yılmadan koştuk. Başlangıçta kendi kitaplarımızı basabilmek için 'Alternatif Yayınevi' sloganıyla<br />
kurduğumuz Yitik Ülke Yayınları, bugün edebiyatın her dalında ürün veren, yaklaşık 170 kitaplı<br />
profesyonel bir yayınevi oldu. Okurlarının desteğiyle de büyümeye devam edecek.<br />
H.U: Yanılmıyorsam Yitik Ülke Türkiye'de İnternet üzerinde kurulan ilk yayınevi.<br />
Sayfa33
K.A: Evet doğru. Sosyal medya üzerinde projelendirildi, kuruldu ve hayat buldu. Bu özelliğiyle<br />
Türkiye'de bir ilk.<br />
H.U: Peki internet ve teknolojinin kitabı öldürdüğü, okuma oranlarını düşürdüğü görüşüne katılıyor<br />
musunuz?<br />
K.A: Bunun birçok nedeni var elbet. Etkisi varsa bile bir oran vermek mümkün değil. Günden güne<br />
azalan bir okur grafiği zaten mevcut. Satışlardan, fuarlara olan ilgiden bunu görebiliyoruz. Teknolojiyi<br />
tek başına günah keçisi ilan etmek haksızlık olur. Bu daha çok bir sistem ve politika sorunu. Madem<br />
hepimizin cebinde bir akıllı telefon var ve bundan vazgeçemiyoruz, bununla yaşamayı ve bu duruma<br />
adapte olmayı öğrenmek durumundayız.<br />
Biz Yitik Ülke olarak sosyal medyayı okurla kitabı tanıştıran, onları buluşturan bir mecra olarak<br />
kullanmaya çalışıyoruz. Zaman zaman yaptığımız kampanyalarla, hediye ettiğimiz kitaplarla,<br />
okurlarımıza dağıttığımız ağaç ve sebze tohumlarıyla farkındalık yaratmaya ve sosyal medyayı yaşayan<br />
bir kitapçı vitrini mantığıyla kullanmaya çalışıyoruz.<br />
H.U: Son çıkan kitaplarınızdan benim en çok ilgimi çeken, Ahmet Zeki MUSLU'nun 'Mor Cepkenliler'<br />
romanı oldu. Yazımı 30 yıl gibi kısa zamanda tamamlanmış bir efe romanı. :) Yeni çıkan ya da çıkacak<br />
olan kitaplarınızdan birkaçını da sizden öğrenebilir miyiz?<br />
K.A: 2015'in Eylül-Aralık yayın dönemi için Haluk Şahin, Gökçenur Ç., Burç Doğu, Gökçe İspi Turan,<br />
Yaprak Öz, Ömer Turan, Ahmet Zeki Muslu, Hamdi Tuncer, Nalan Tuntaş, Sema Fener, Elmas Şahin,<br />
Nilgün Şimşek gibi birçok yazarımızın yeni kitaplarını yayına hazılıyoruz.<br />
H.U: Yitik Ülke, sosyal projeler ve çok yazarlı kitaplarla göze çarpıyor. Yayıncılık dünyasında tabir-i<br />
caizse suyun başında duran, kartelleşen ama elini taşın altına sokmayan onca yayıncı varken bunları<br />
sizin yapmazız taktire şayan.<br />
K.A: Teşekkür ederim. Evet biz yayınevi olarak bu ülkenin gerçeklerinin farkındayız. Acısı acımız.<br />
Sevinci sevincimiz. Gururu gururumuz. Onun için özellikle çok yazarlı dayanışma kitaplarıyla üzerimize<br />
düşen görevi yerine getirmeye çalışıyoruz. Sanıyorum bunda da hatırı sayılır bir başarı sağladık.<br />
H.U: Birkaç örnek verebilir misiniz?<br />
K.A: Tabii. Ağaca dönüşen kitabımız “Yitik Öykü” yayımlandı, bu kitabın geliriyle ağaç tohumları<br />
alıyoruz ve tohumları okurlarımıza hediye ediyoruz. Kız çocuklarının okuyabilmesi için gelirini<br />
bağışladığımız “İmza Kızın” adlı bir kitabımız var. Soma'daki maden şehitlerimiz için yaptığımız<br />
kampanyalar var. Köy okullarına gönderdiğimiz kitaplar ve kurduğumuz, destek olduğumuz<br />
kütüphaneler günden güne çoğalıyor.<br />
H.U: Bir de sizin çok güzel bir tohum projeniz var.<br />
Sayfa34
K.A: Evet. Yitik Ülke'den fuarlarda -ya da fuar dışında topluca- kitap alan herkese ağaç ve sebze<br />
tohumu hediye ediyoruz. Bugüne kadar on binlerce tohum dağıttık okurlarımıza. Zamanla aramızda<br />
bir tohum takası başladı ve bu devam ediyor. Bunu kitap, defter, kalem için doğadan kestiğimiz<br />
ağaçların bitkilerin bir diyeti-özrü olarak görüyoruz. Okurlarımız o fidanları yetiştirip fotoğraflarını<br />
bize gönderiyorlar. Aramızda güzel ve sıcak bir bağ kuruluyor. Biz de çok mutlu oluyoruz. Dünya için<br />
iyi bir şey yaptığımıza olan inancımız artıyor.<br />
H.U: Son olarak okurlarımıza, edebiyat ve şiirle ilgilenen genç arkadaşlarımıza ne söylemek istersiniz?<br />
K.A: Dünyayı insanlar, insanı ise kitaplar değiştirir. Yitik Ülke Yayınlarımızın özellikle sosyal sorumluluk<br />
proje kitaplarını okumaya davet ediyorum tüm okurları. Sinada dergi ekibine ve size teşekkür ederim,<br />
nice sayıya...<br />
Sayfa35
SONBAHAR<br />
Alper KILINÇ<br />
Sahi hiç sonbahar oldum mu sana.<br />
Sonbahar gibi döküldü mü yapraklarım.<br />
Ilık ılık damladım mı?<br />
Usul usul estim mi elmacıklarına<br />
Kızıllıklarıma kadar soyundum mu ?<br />
Sahi hiç sonbahar oldum mu sana<br />
Çırılçıplak kaldım mı<br />
Tek tek çürüdü mü<br />
Nefretlerim<br />
Üzüntülerim<br />
Bir gece ıslandım mı<br />
Özüm gibi toprak koktum mu<br />
Kuru yaprak gibi düştüm mü saçlarına<br />
Dokundu mu kızıllıklarım<br />
Artık donuyorum, sevdiğim<br />
Son baharın, son çiçeği gibi<br />
Ö(z)lüyorum<br />
Sayfa36
I smail BARIN<br />
Sayfa37
ADIMIZ ÇOCUKTU<br />
Emine ÖZTÜRK KALAFAT<br />
Esaret altındaki yıllar, her gece korkuyla boyanan düşler. Çocukluk, ergenlik, gençlik<br />
bilmez savaş. Ölümdür, kandır ilkesi. Acıya çığlık saplanmıştı. Ne bağırabilirsin, nede<br />
ağlayabilirsin. Yüreğin göğüs kafesini yarmak için cebelleşir. Birer çarmıhtı o yıllar.<br />
Ruhumuzu çarmıha azapla mıhladılar. Çocukluğumdan kalma güzel bir düş arıyorum<br />
zihnimde. Yoksulluk içindeyim. Savaşta adımız çocuktu. Eskimiş ruhlardan ibarettik. Ne<br />
güzel dostluklarımız, arkadaşlıklarımız vardı, Ermenilerle. Aynıydı gülüşlerimiz,<br />
sevinçlerimiz, alkışlarımız, oyunlarımız. Geceleri yarardı kahkahalarımız. Ellerimiz<br />
düğünlerde kenetlenir, aynı nağmelerle coşardık. Ah bu kör olası toprak sevdası… Asırları<br />
deviren dostlukları yerle bir eden gözü dönmüş devletler. Biri Marmara, diğeri, Ege,<br />
Akdeniz, Doğu Anadolu, Karadeniz, iç Anadolu, Güneydoğu Anadolu parsel parsel<br />
bölünmüştü topraklarımız. Yaşamak ne mümkündü? Nefes almak zulmün gölgesinde ne<br />
kadarsa o kadardı soluklarımız. Topraktaki ayak izlerimizi bile silmek istediler. Rusya,<br />
İngiltere, Fransa ve diğerleri… Acımasız planlarla Ermeni ve Türk dostluklarını<br />
parçalamayı başardılar. Ermenilere verilen devlet sözü. Rusya’nın Akdeniz sevdası…<br />
Soğuk demirlere sarıldı parmaklar. Tutsaklık bitecek deniliyordu, Ermenilere. Onlar tutsak<br />
değillerdi ki! Onlarda bizim gibi hürdü, bu topraklarda. Ermeniler çarçabuk kendi<br />
aralarında çeteler kurdular. Ve sonra Rusların yanında, yanı başında harpte bizde varız<br />
dediler. Ağlıyordu gök, yanıyordu toprak. Gözün gördüğü her yer kızıla boyanmıştı.<br />
Büyümüştü Rusların orduları. Durmaksızın ilerlerken vicdanları düşüyordu yüreklerinden.<br />
Koştukça kana susar olmuşlardı. Kana kana, içtikçe içtiler. Acıya kadeh kaldırdıkça daha<br />
çok doldu kadehleri. Avazımız dudaklarımızı yarardı. Göğe vururdu, haykırışlarımız.<br />
Korkuya onca ibadet… Her secdede ölüme adım adım yürüdüğümüzü bilirdik. Günler<br />
korkunun pençesindeyken yaşamak, yaşamak değildi. Çocukluğumuzdan düşen her yaprak<br />
yaşanmamışlığın temsilidir. Her şey sizin olsun. Bize çocukluğumuzu verin, verebilirseniz.<br />
Koşalım korku bilmeden, kırmızıyı gülün renginde bilelim, Azrail’i beklemeden uyuyalım,<br />
öyle kahkahalar atalım ki boyansın tüm dünya çocukluğa.<br />
Biz onlara eziyet etmedik diyordum. Nedendi ayrı gayrı isteği. Bir adım ötedeki toprakta<br />
olmak, bizden kalan anıları silecek miydi? Oysa biz bir bütündük. Bizi bizden ayıran sadece<br />
dinimizdi. Ermenilerin çoğu Gragoryendi. Zaten Hıristiyanlar tarafından sevilmemelerinin,<br />
dışlanmalarının nedeni mezhepleriydi. Bağlandığımız, yüreğimizi, ellerimizi açtığımız tanrı<br />
tek değil miydi? Biz hep bir ağızdan tek olana bağlıydık. Evet, ben savaşta bir çocuktum.<br />
Geceleri karanlıkla dertleşen, at nalı seslerinde ölümü tanıyan. Ölümü karanlığa<br />
anlatırdım. Ölüm zaten karanlık değil miydi? Toprakta hep yeşil büyür, çiçekler açar<br />
sanırdım. Toprağın ölüm olduğunu öğretti savaş. Biz çocuktuk bir silahın gölgesinde ne<br />
kadar oyun oynanırsa o kadar oynadık. Bir avazlık türkülerimizi içimizin mahpusluğuna<br />
Sayfa38
gömdük. Birçok şeyi düşürdük o yıllara. En çok canımı yakan kaybettiğim çocukluğumdur.<br />
Soğuk bir odada kaç gece eceli bekler bir yürek? Kaç gecenin düşünü düşürür karanlığa?<br />
Kaç günlük ömrünün hesabını yapar? Kana doyan topraklarda kaç adımlık yürünür?<br />
Şimdi o karmaşaların yaşandığı yerlerdeyim. Toprak kapatmış kanı, bedenleri. Hatırımda<br />
kalan seslerle oyalıyorum yenilgimi. Ermeni arkadaşlarımın sesleri dağların yamaçlarında<br />
yankılanıyor. Dudaklarımda sonbahar hüznü… Gök aynı gök, yer aynı yer. Yeni yetme<br />
fidanlar büyüdü ağaç oldu. Dağların rengini rengârenk çiçekler çaldı. Mahallede sessizlik<br />
kol geziyor. Hepimize yeterdi bu dağlar. Bizi bizden edenleredir sitemim. Onca şeytaniliği<br />
soykırım adı altında kapatmaya çalışanlaradır sitemim. Çocukluklarımızı çalanlara,<br />
yoksulluğa itekleyenlere, öksüz bırakanlaradır sitemim.<br />
Sayfa39
I KI SEVDA: KUL VE VATAN (HALI L EFE VE GO RDESLI MAKBULE)<br />
Mehmet ŞAHİN<br />
Halil Efe Makedonya’nın Usturumca kasabasındandır. Balkan savaşıyla 1. Dünya<br />
savaşında Bulgar ve Yunan çeteleri ile mücadele etmiş kahraman bir askerdir. 30 Ekim<br />
1918’de Mondros Ateşkes anlaşması imzalanmış, savaş sona ermiştir. Savaş sona erince Halil<br />
efe hemen Manisa’ya yerleşmiş daha sonra da ailesini Ankara’ya yerleştirmiştir. Halil Efe<br />
Manisa’da Parti Pehlivan’la (Mehmet Baskak) tanışmış ve bu sayede Kuvay-ı Milliye’ye<br />
katılmıştır.<br />
Halil Efe Salihli’de Çerkez Ethem’le birlikte Yunan’a karşı bir süre savaştıktan sonra<br />
Demirci akıncılarına katılmak üzere Demirci’ye döner. Bu sırada Halil Efe’nin kardeşi Necip<br />
Gediz Muharebelerinde şehit düşmüştür.<br />
Yunanlar Halil Efeyi Makedonya’dan beri aramaktaydı. Yunanlar 15 Mayıs 1919’da<br />
İzmir’den çıkarma yapınca Batı Anadolu’da Kuvay-ı Seyyare ve Kuvay-ı Milliye orduları<br />
kurulmuş, bu orduların başında da Çerkez Ethem bulunmaktaydı. Çerkez Ethem düzenli ordu<br />
kurulasıya kadar Salihli ‘de kurmuş olduğu Çaltılı- Saz mahalle- Bintepeler hattında Yunan’ı<br />
durdurmayı başardı. Yunanlara geçit vermeyen Çerkez Ethem, düzenli ordu kurulduktan<br />
sonra, düzenli ordu komutanlarıyla anlaşamayınca kendi ordusunu dağıtmıştı.<br />
Bu olaylar karşısında Halil Efe, Parti Pehlivanla anlaşmış ve ele geçirdikleri ağır<br />
silahları hemen arkalarından gelen Derviş Paşaya teslim ederek onlarla birleşmişlerdir.<br />
Birleşen bu kuvvetler Gördes’e gelerek burada bulanan Demirci Kaymakamı İbrahim Ethem<br />
Beyle toplantı yapıp Kütahya’ya çekilmişlerdir.<br />
Kütahya’ya çekilen Halil Efe, burada düzenli ordu tarafından tutuklanmaya çalışılmış,<br />
tutuklama işlemi bir süreliğine Derviş Paşa tarafından engellenmiştir.<br />
Halil Efe’nin Kütahya’da Tutuklanmak İstenmesinin Perde Arkası<br />
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya Ankara’da Halil Efe diye biri suikast yapmaya<br />
kalkmış ve bu suikastın Çerkez Ethem tarafından yaptırıldığı sanılmıştır. Bu sebeple Halil<br />
Efe’nin o kişi olabileceği şüphesiyle tutuklanması istenmiştir. Oysa Kuvay-ı Seyyare’de<br />
Demircili Küçük Halil Efe, İştipli Halil Efe ve Usturumcalı Halil Efe olmak üzere Halil<br />
adında 3 efe vardır. Yanlış anlaşılmayla tutuklanıp hain damgası yemek istemeyen Halil Efe,<br />
Kütahya’dan adamlarıyla birlikte kaçıp Gördes’te Parti Pehlivan ve Kaymakam İbrahim<br />
Ethem Beyle birleşmişti.<br />
İbrahim Ethem Bey, Halil Efe’nin suçsuz olduğunu Ankara’ya bildirmiş böylece Halil<br />
Efe kurtulmuştur. Bu olaylar yüzünden artık savaşmak istemeyen Halil Efe eline silah almak<br />
istemez. Parti Pehlivan’ın düğününde Halil Efe Gördesli Makbule’yi görmüş ve çok<br />
beğenmiştir. Halil Efe Makbule’ye sevdalanır ve hemen ailesinden onu ister. Ailesinin de<br />
rızasıyla Gördes’te Halil Efe ile Makbule’nin nişanı yapılacağı sırada Yunan Gördes’e baskın<br />
Sayfa40
yapmıştır. Gördes’te Yunan’ın zulmünü gören Halil Efe, Gördes kızına olan bir kaşık aşkıyla<br />
vatan aşkını birleştirir ve eline silahı tekrar alır. Halil Efe 11. Akıncı müfreze komutanlığına<br />
getirilerek düşmanla savaşmaya başlamıştır.<br />
Gördes’te yağma ve işgal gittikçe artmaya başlamıştı. Gördes’in Yunan tarafından<br />
iyice kuşatılmasının ardından, Halil Efe Gördesli Makbule’yle ailesini Gördes’ten çıkararak<br />
Demirci’ye götürmüştü. Demirci’de kısa bir süre içinde Halil Efeyle Gördes kızı Makbule’nin<br />
düğünü yapılmıştı. Evlendikleri günlerde Yunan iyice zıvanadan çıkmış, tüm gücüyle zulmü<br />
artırmıştı. Bunu gören Halil Efe’nin arkadaşları, Efeyi akıncılık görevinin başına geri<br />
çağırdılar. Halil efe sevdalısı Makbule’yle vedalaşırken yine sevdalısı olduğu vatan görevine<br />
kavuşmak için sabırsızlanıyordu. Gördesli Makbule kocasının arkasından hemen yola<br />
koyulur, onu takip ederek karargâha gelmişti. Halil Efe ve arkadaşları şaşkındı. Bir kadın ve<br />
askerlik… Halil Efe sevdiği kadına bir şey olmasından korkmuştu. Bu yüzden hemen<br />
Makbule’ye eve dönmesini söylemişti. Fakat küçüklüğünden beri vatanına deliler gibi sevdalı<br />
olan Makbule asla geri dönmeyi kabul etmedi. Çünkü ona küçüklükten beri asker Makbule<br />
diyorlardı.<br />
Makbule kimseyi ikna edememiş en sonunda akıncıların komutanı Kaymakam<br />
İbrahim Ethem Beyden; yanlarında kalıp Yunandan ülkesinin intikamını almak istediğini<br />
belirtmişti. Ethem Bey bu vatan sevdalısı cesur kadının ısrarlarına dayanamamış ve kabul<br />
etmişti. Herkes şaşırmıştı bu karara. Bir kadın neden asker olmasın ki Tomris Hatun da ülke<br />
yönetip Amazon savaşçıları unvanını almamış mıydı?<br />
Halil Efeyle Gördesli Makbule 12. Akıncı müfrezesini kurmuşlardı. Bu emir onlara<br />
Türk’ün son Başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk’ten gelmişti. Böyle yüce bir Komutandan<br />
emir gelirde emre uymamak olur muydu hiç?<br />
Halil Efe komutasındaki 12. Akıncı müfrezesi özellikle Demirci, Gördes ve Selendi’de<br />
etkili olmuştu. Bu akıncılar Makbule’nin eşiyle birlikte bir Amazon savaşçısı gibi<br />
savaşmasına şaşırmışlardı. Çünkü çatışmalar başlar başlamaz kaçacak sanmışlardı. Ama<br />
Makbule birçok askerden daha yiğit savaşıyordu. 12. Akıncı müfrezesi Yunan’ı birçok kez<br />
pusuya düşürmüş ve önemli kayıplar verdirmişti.<br />
Halil Efe komutasındaki 12. Akıncı müfrezesi Koca yaylada düşmanın işgali<br />
artırdığını duyar duymaz harekete geçmişti. Koca yaylaya yaklaşan Akıncı müfrezesi silah<br />
seslerini duymaya başlamış bir anda kendini çatışmanın ortasında buluvermişti. Bu kez<br />
Yunanlar, Türk akıncılarına pusu kurmuşlardı. Çembere alınan Türk akıncıları geriye doğru<br />
çekilmeye başlamıştı. Tam da bu sırada Makbule geri çekilmeyi görmemiş tam aksine<br />
çatışarak Yunanın içine doğru ilerliyordu. Bir anda tek el silah sesi duyulmuş Gördes’in<br />
Amazon savaşçısı Makbule atından sessizce yere düşmüştü. Akıncılar gözlerine<br />
inanamamışlardı. O yiğit kadın şehit olmuştu. Makbule kanlar içinde öylece yerde kalakalmış,<br />
hiçbir kıpırtı yoktu. Halil Efe deliye dönmüş “-Makbuleee” diye bağırmıştı. Çatışma sona erer<br />
ermez Halil Efe hemen biricik eşi kahraman Makbule’ye koştu. Kucağına aldı ve ağlamaya<br />
başladı. O yiğit kadın nefes almıyordu, şehit olmuştu. Al kanlara boyanan Makbule’nin nur<br />
yüzünü sildi ve ona son kez sevdiğini, intikamını alacağını söylemişti. Koskoca Halil Efe<br />
yıkılmıştı ve bütün müfreze çok üzülmüş ağlıyorlardı. Halil Efe bir aslan gibi kükreyerek:<br />
Sayfa41
“Allah’ım benimde al canımı ben bu acıya dayanamam” diye bağırıyordu. Arkadaşlarına<br />
seslenerek: “Eğer bende şehit olursam beni de Makbule’min yanına gömün beni onsuz<br />
bırakmayın” dedi.<br />
12. Akıncı müfrezesi Selendi yönüne gidip Selendi’yi zulümden kurtarmak istiyordu.<br />
Selendi’yi Yunanların kuşattığını öğrenen Halil Efe ve arkadaşları Şehit Makbule’nin<br />
intikamını almak için sabaha kadar durmadan savaşmışlardı, zayiat oldukça fazlaydı. Askerler<br />
sabahın ilk ışıklarıyla şehit ve yaralıları toplarken şehitlerin arasında Halil Efeyi de<br />
görmüşlerdi. Hepsinin nutku tutulmuş donup kalmışlardı adeta. Askerler hemen toparlandılar<br />
ve akıllarına Halil Efenin vasiyeti gelmişti. Halil Efeyi Makbule’nin yanına götürmeye karar<br />
veren askerler hemen yola koyulmuşlardı. Fakat Halil Efenin şehit bedeni yaz sıcaklığında<br />
kokmaya başlamıştı. Bu yüzden Halil Efe Demirci ile Selendi arasında bir yere defnedilmişti.<br />
Dünyada güzel bir hayat süremeyen iki sevdalı insan inşallah diğer tarafta<br />
buluşmuşlardır. Allah bir kaşık kul ve vatan sevdası için toprağa düşen bu iki yiğit insanın<br />
mekânını cennet eylesin. Bugün iki kahramanımızın da mezarları bulunup yaptırılmıştır.<br />
Ruhları şad olsun…<br />
Sayfa42
Kırlangıçlar Giderken<br />
kırlangıçlar giderken<br />
seni de götürmüşlerdi<br />
şimdi tekrar geldiler<br />
elleri bomboş<br />
baharı getirdiklerini söylüyorlar<br />
oysa<br />
sen yoksun sen<br />
söyle<br />
nereye bıraktılar seni<br />
şimdilerde<br />
tepemde ötüşüyorlar<br />
benden özür dilercesine<br />
ve bu kez giderken<br />
beni de götüreceklerini<br />
söylercesine<br />
kim bilir<br />
belki bu kez ben de giderim<br />
kırlangıçlar giderken<br />
Fuat UÇAR<br />
Fotoğraf: Hüseyin AŞAN<br />
Sayfa43
Artemis ne demektir? I smi nereden gelir?<br />
İpek AKGÜL<br />
Artemis Yunan mitolojisine göre Leto ile Zeus kızı, Apollon’un kız kardeşidir. Efes’te<br />
doğduğu bilinen Artemis’in ismi Apollon’un ismi gibi Yunanca değildir. Dokunulmamış,<br />
bozulmamış anlamına gelen “artemes” sözcüğünün türetilmesinden Artemis’in ortaya çıktığı<br />
düşünülebilir. DelosluApollon'a övgüde şöyle denir:<br />
Selam sana ey ulu Leto Bu parlak çocukların anası mutlu ana.<br />
Sensin kral Apollon'u, okçu Artemis’i doğuran.<br />
Kayalı Delosta doğurduydun oğlunu,<br />
Vermiştin sırtını koca dağa, Kynthos'un sarp eteklerine<br />
Kızını Ortygie'de doğurduydun,<br />
İnopos akıntılarının orada,<br />
Bir fenike ağacı dibinde.<br />
Bu metinden anlaşıldığına göre, Leto, önce Apollon'u Delosta, sonra Artemis'i Ortygie ya da<br />
Ortygia denilen yerde doğurmuştur.<br />
Artemis için “ok ve yay” anlamları da nitelendirilir. Çünkü Artemis yayını sadece<br />
avlanmak için değil, kardeşi Apollon gibi insanları cezalandırmak ve öldürmek için de<br />
kullanır. Örneğin bugün Manisa’daki Niobe’nin hikâyesine bakalım; bir kerede 14 çocuk<br />
doğurduğu için tanrıçaya nispet yapan Niobe’nin çocuklarını Artemis oklarıyla öldürmüştür.<br />
Efsanelerde Artemis, doğa güçlerine sahip özellikle de hayvanları elinde tutan<br />
PotniaTheron olarak gösterilmiştir. Ama daha çok Artemis’te avcılık ve bakire özellikleri yer<br />
almıştır. Özellikle yunan mitolojisine baktığımızda Apollon Güneşle bağlantılı iken<br />
Artemis’te Ayla bağlantılıdır. Tanrıça Artemis gökte, yerde ve yer altında farklı isimlerle<br />
anılacaktır. Şairler tarafından gökte “Selene”, yeryüzünde “Artemis”, yeraltında ise<br />
“Hekate”yle bir tutulmaktadır.<br />
Artemis yunan kentlerinin hemen hemen hepsinde tapınılan bir tanrıydı. Fakat ikincil bir<br />
tanrı olarak görülmekteydi. Anadolu’da bulunan yunanlar için ayrıca bir önem taşımaktaydı.<br />
Bu yüzden Efes’te onuruna bir tapınak inşa edildi. MÖ 550 yılında Lidya kralı Krezus(Karun)<br />
tarafından verilen bir emirle Artemis için yaptırılmıştır. Giritli mimarlar tarafından inşa edilen<br />
tapınağa Krezus finansal destek sağlamıştır. Bu tapınak dünyanın yedi harikasından biridir.<br />
Efes’te Artemis doğurganlık tanrıçası olarak bilinmekteydi. Ayrıca Anadolu’da “Kibele”yle<br />
özdeşleştirilmiştir.<br />
Sayfa44
Helenistik devrin en büyük İon tarzı tapınaklarından birisi olan Sardes Artemis<br />
(Sardeis Artemision) Tapınağı<br />
Dünya’da İon tarzındaki dördüncü büyük tapınak olan Sardes Artemis tapınağı Lidya<br />
Sarayının bulunduğu akropolis’in batısında kurulmuştur. Tmolos dağının hemen aşağısında<br />
“altın akan nehir” Paktolos’un akıp geçtiği vadide uzun sütunlarıyla görkemli bir şekilde<br />
tarihe tanıklık etmektedir.<br />
Yapımı M.S. 3. Yüzyılda bitirilen Tapınak iki kısımdır. Arkeologlara göre doğu<br />
yandaki kısım Zeus’a, batı yandaki kısım ise Artemis’e ayrılmıştır. İç kısımdaki kutsal yerlere<br />
giriş bölümlerinin karşısında sekiz sütun, yan kanallar boyunca da yirmi sütun vardır. İon tarzı<br />
sütunların yüksekliği 18 metreyi bulmaktadır. Üzerlerindeki taş bloklar 20 ton kadar<br />
ağırlıktadır. Doğu tarafındaki sütunlar daha iyi durumdadır. Bunların çoğu deprem ve sel<br />
felaketlerinden sonra Romalılar tarafından yerlerine konulmuşlardır.<br />
Artemis tapınağının özelliği, tapınağın batı kısmında kuzey duvarının iç yüzeyindeki<br />
bir yazıtla ortaya çıkmaktadır. Yunanca bu yazıt, tanrıçanın Mnesimadeas isimli bir kişiye<br />
taşınmaz mal üstüne kredi/ipotek verdiği ve bu tapınağın bir banka gibi kullanıldığını<br />
göstermektedir. Bu, antik Sardes’in niteliklerine uygun bir işlevdir.<br />
Romalılar zamanında onarılan tapınağın içindeki iki kutsal yer imparatorların dini<br />
törenleri için kullanılmıştır. Bu kısımlarda büyük heykeller vardır. Doğu yandaki kısma (yani<br />
Zeus’a ait olduğu sanılan yere) AntoninusPius’a; batı yandaki bölüme de (yani Artemis’e ait<br />
olduğu sanılan yere) AntoninusPius’un karısı AnniaGaleriaFaustina’ya ait heykeller<br />
konulmuştur. Faustina’ya ait heykelin başı halen British Museum’dadır. Faustina öldükten<br />
sonra kocası tarafından tanrıçalık derecesine yükseltilmiştir.<br />
Sayfa45
Simgelerin Go rsel Dili Ve Atilla I LKYAZ<br />
Prof.Dr. Atilla İLKYAZ (Alaca, 1962)<br />
Gazi Üniversitesi, Mesleki Eğitim Fakültesi<br />
Atilla İlkyaz'ın, resim serüvenine tanık olduğumuz zaman, ilk günlerden itibaren sembollere<br />
dayandırdığı kavramları okuruz tuvallerinde. Çam ağaçları, yatan başlar, yüzeyde dolaşan<br />
bazen gerilimli, bazen gevşek çizgiler, uyumsuzluğun, güzel ve çirkin gibi karşıtlıkların,<br />
ölüme meydan okumak isteyen sert çizgiler, postlar...<br />
İlkyaz’ın Sorgu (1994) ve Herkes Kendi Uçurumuna Bakar (1996) enstalasyonları bu konuya<br />
yaklaşımının yetkin örneklerini içerir.<br />
'Atilla İlkyaz’ın sanatsal düşüncesinin temel dayanakları değerli olana (yaşam) yönelen, bir<br />
anımsatma çizgisi üzerine kurulmuştur. Çizgisel – anlatımcı tavır onun sanatsal ifadesinin<br />
dinamizmini oluşturur. Sanatçı, kendi içsel sorgulamasını, görünürdeki bütün bağlantıları<br />
çalışmanın kendi koşulları içinde özgün bir dille sunmaktadır. Görselleştirdiği her anlatımında<br />
İlkyaz, duyusal, kavramsal ve simgesel özellikleri öne çıkarmaktadır. Sanatçı kendi yaşam<br />
serüveninin fragmanlarından ortaya çıkardığı resimgesel biçimler etrafında farklı<br />
Sayfa46
yorumlamalara girişmiştir. Sanatçının resim veya enstalasyonlarında, anlatılmak istenen<br />
konunun değişkenlerine göre, her duruma uyarlanabilir çok yönlü yaratılmış özgün biçimleri<br />
vardır. Bu biçimler yatan baş, post, çam ağacı, öpüşenler gibi. Bir enstalasyonda veya resimde<br />
görünüre taşıdığı imgelerin yan yana gelişleri, hareketleri ve bütün bağlantıları düşünceyeanlama<br />
giden yolun ipuçlarını izleyiciye veriyor. Bu imgeler yan yana gelişleri ve oluşlarıyla<br />
simgesel anlamlar da üstlenebilmektedirler. Özellikle yatan baş ve post imgesi tarihten gelen<br />
simgesel rolleriyle de anlam katmanlarını çoğaltmaktadırlar. Sanatçının birçok işinde ölüm<br />
konusu, yaşamın gerçekliğinden gelen -üst üste katlanan, dönüşen ve yenilenen bir çizgideanlatımcı<br />
bir dilin referanslarıyla sunulur izleyicisine. Ölüm yaşam karşıtlığı, izleyicinin<br />
imgeleminde -kendi varoluş kaygılarıyla birlikte biri diğerine baskın veya eşit- anlamı<br />
çoğaltır.' (Cebrail ÖTGÜN)<br />
İlkyaz’ın yatan baş referansları<br />
.<br />
'İlkyaz’ın yatan başı bu tarihsel kimliklere göre okunabilir ama sanırım daha çok sanatçının<br />
konu ile ilgili düşündürten bağlamı ve kişisel anlatım diliyle ulaştığı biçimsel etkide<br />
aranabilir. Çünkü tek tek dönüştürülmüş simgesel biçimlerin özel bir imgesel gücü vardır. Bu<br />
imgeler; duvarda ve küçük odada sanatçının yaşamından kesitler olarak, bir sahne düzeni<br />
içinde ritmik, bir o kadar da enerjik görünümle merkezinde yer alan durağan, adeta bir ‘öte<br />
dünya’ imgelerini çağrıştıran tehditkâr ‘demon’ larla hesaplaşma halindedir. Bir ritüel ortamı<br />
var. Hastalık, çaresizlik, ağıt, akıp giden zamanda elden kaçan yaşam veya özlemi duyulan<br />
kişinin ruhuyla iletişim kurma çabası olarak da görülebilir.'<br />
(Cebrail ÖTGÜN)<br />
Sayfa47
'...sanatın kubbesinde yankılanan seda ile, resimle sözcükler arasında kurulan köprü'<br />
Edebiyat ve resim birlikteliği;<br />
Sanatın iki farklı disiplinini organik bir şekilde bir araya getirerek sözcüklerle çizgi, leke ve<br />
renklerin, ortak bir şiir evrenini, ortak bir “aura”yı, ortak bir “dünya algı”sını ifade ettiği bir<br />
zemin Moskova Defterleri.<br />
Sembol figürler, Atilla İlkyaz’ın resim dilinin “harf”leridir ve İlkyaz, cümlelerini bu harfler<br />
aracılığıyla kurmaya devam eder bu çalışmalarında.<br />
Her bir rakamın bir sembol-figürle ikame edildiği bu resimde, saatin, akrep ve yelkovanın<br />
birbirine ve saate mıhlandığı merkezinde, “ölüm”ü sembolize eden “yatan baş” motifinin<br />
kullanılması, insanoğlunun zamanla olan trajik ilişkisini dramatik bir şekilde ifade etmesi<br />
açısından dikkate değerdir.<br />
Sayfa48
'Menşure ile Zülküf’ün aşkının anlatıldığı, “Sarılış” adlı resim Klimt’in meşhur “öpücük”<br />
(The kiss) tablosunu hatırlatır. Birbirinin içine geçmiş, iki başlı ancak tek vücut olmuş iki<br />
insanın “aşk” halini başarıyla ortaya koymaktadır. Tek bir “post” içerisindeki Zülküf ile<br />
Menşure’nin vaziyeti, bize, yıllardır, Aragon tarafından bilinçaltımıza işlenmiş, “Mutlu aşk<br />
yoktur.” doktrinine inat, “Mutlu aşk vardır”, mesajını vermektedir. '<br />
Michalengelo’nun, Sistene Chapel’inin tavanındaki “Adem’in Yaradılışı” adlı fresko<br />
eserinde, iki parmağın birbirine değecek olmasındaki, yani, “Allah”ın parmağının<br />
“Adem”’in parmağına değmesiyle Adem’in yaratılacak olmasındaki alegorik gerilimle, iki<br />
turnanın gagalarının birbirlerine değecek olmasıylakurulacak yeni “hayat”ın gerilimi birbirine<br />
benzerdir. “Dokunma” eylemi, her iki resimde de, yeni bir hayatın başlangıcını işaret eder.<br />
Sayfa49
Annemin Cennet Bahçesi- My Mother’s<br />
Garden of Eden, Tuval üzerine yağlıboya,<br />
Oil on canvas, 160 x 200 cm., 2003.<br />
Yas 1, Mourning- 1, Tuval, üzerine, yağlı boya, Oil on canvas 80x200 cm.,1994. ('Beyaz '<br />
serisinden)<br />
'Boşluk', 'Şimdi Haberler', 'Örgü', 'Foto-Resimler' ve diğerleri... Atilla İLKYAZ'ın resim<br />
macerası son kişisel sergisi 'KIRK YAMA, KIRK HİKAYE' adlı ile devam ediyor. (15<br />
Aralık2017-15 Ocak <strong>2018</strong> Detay Sanat Galerisi ANKARA)<br />
Sayfa50
GO Ç<br />
Sevil Türedi Dur<br />
[ Kendi kararlarını kendileri verebilen cesur kadınlar , kaderlerini şikayetsiz yaşarlar. ]<br />
Hava iyice kararmıştı. Yeşil tahta kapının rengi kaybolmak üzereydi. Camın yanında duran<br />
gece lambasına uzandı bir parmak gazyağı kalmıştı, olsun yeterdi. Kararlıydı hava<br />
aydınlanmadan yola koyulacaktı onu buraya bağlayan hiçbir şey yoktu. Şehre indiği günden<br />
beri hiç uyumamıştı , hareket başlamıştı herkes vatana dönüyordu. Bu büyük bir göçtü,<br />
köylerde ve kasabalarda son zamanlarda başka hiç birşey konuşulmuyordu. Düşündükce<br />
heyecandan nefesi daralıyordu ama korkmuyordu.<br />
Lambayı yakmadan önce yağdan biraz parmaklarını ıslattı, usulca tahta sandığa yaklaştı,<br />
menteşeleri bir güzel yağladı lambayı yaktı. Gözlerindeki heyecan ışığı lambanın yüzünü<br />
aydınlatan ışığından daha güçlü parlıyordu. Biraz bekledi. Sandığı açarken kesik bir kaç<br />
gıcırdamadan sonra rahat bir nefes aldı. İğne oyası ucu püsküllü dört küçük kese, usulca<br />
uzandı cesaret edemedi geri çekildi, tekrar uzandı başka çaresi yoktu ve küçük keselerini alıp<br />
divana oturdu. Sarı güllü basma perdeyi araladı, avlu kapısı akşam bıraktığı gibi aralıktı,<br />
sokakta kimsecikler yoktu.<br />
Elini kuşağına attı. Tek anne yadigarı kuşağını ,seve okşaya buğulu gözlerle çözdü.<br />
Uçları gümüş tel kırma, iğne işi çiçeklerle süslü ,o değerli hatırayı kucağına serdi, üstüne<br />
kapanıp saatlerce ağlayabilirdi. Dudaklarını ısırdı, elinin tersiyle gözlerini silerken. Küçük<br />
keselerini bir bir açtı.Saydı. Sonra tekrar saydı. Tam yirmiiki sarı lirası vardı hatıra kalan<br />
,savaştan dönmeyen eşinden. Herkes şehit diyordu, şehadet şerbetini içti, dönmez artık. İçi<br />
eziliyordu, biraz zayıf narin yapısı söylenenler karşısında daha da küçülüyordu , sanki<br />
azalıyordu. Canı yanıyordu canı, sızısını bir kendi birde Allah biliyordu. Yalnız kayınvalidesi<br />
dönecek diyordu, esir kampında olduğunu ve bir gün mutlaka geri döneceğini söylüyordu.<br />
Önceleri ana yüreği işte kendini oyalıyor zannetmişti. Yıllar geçtikçe, durmadan doğurduğu<br />
bebelerine bakması için onu oyaladığını anlamıştı sonunda. Tam yedi yıl oldu. Dile kolay yedi<br />
yıl, hep gidenler döndü bir eşinden haber yoktu. Esirler takas da edilmişti, bunu duyduğu bile<br />
bir yıl olmuştu neredeyse. Gelse gelirdi. Gelirdi ya ,başka gidecek yerimi var?<br />
Duvarda asılı duran ,muska şeklindeki kırkpare iğnedanlığa yaklaştı, incecik<br />
parmaklarıyla dokundu her bir parçaya, o da ondan bir hatıra kalacaktı memleketine. En uzun<br />
ip takılı iğneyi aldı. Ve sarı liralarını bir bir dikti kuşağına. Sonra sımsıkı kuşandı. Ne bitmek<br />
bilmez bir gece , ne buruk bir vedaydı yaşadığı, tek kişilik!<br />
Odaya lambanın sarımtırak ışığıyla şöyle bir göz gezdirdi. İlk önce yerde yatan<br />
kayınlarına, o üç küçük delikanlıya baktı. Hüseyin henüz ondördündeydi, çatık kaşları<br />
uyurken bile yüzüne hakimdi. Onun ileride diktatör bir adam olacağını, kaşları tayin etmişti,<br />
Sayfa51
fazla çaba sarfetmesine gerek kalmayacaktı. Dediğim dedik, inatçı ve bir o kadar da hırslı<br />
,kısa boylu tıknaz bir çocuktu. Genelde kızgın olduğundan hep kıpkırmızı dolanırdı. Kıskançtı<br />
biraz , Hasan’ı hiç çekemezdi ,kızgınlığı da ondandı, öfkesi de. Hasan onbir yada çok olsun<br />
onikisinde falandı ,daha olgun daha aklı başındaydı . Onun yüzü aydınlıktı. Mahçup, utangaç<br />
ama yardım etmeyi çok seven bir çocuktu. Bahçe toplanacak olsa sepetin ucuna Hasan<br />
yapışırdı. Su taşınacak olsa yine ilk o koşardı. Hiç üşenmez, hiç yorulmaz, hiç şikayet<br />
etmezdi. Hüseyin’in tersine, Hasan tam bir iyilik meleğiydi. Belki de bu yüzden hiç<br />
geçinemezlerdi, olan arada hep Mehmet’e olurdu. Mehmet, geniş alnı, yakın yakın gözleri,<br />
hafif kepçe kulakları olan çok mu çok sevimli, tabiri yerindeyse cin gibi de akıllı bir çocuktu.<br />
Sabahtan akşama kadar hep onların peşinde dolanırdı. Hüseyin bütün işlerini ona yaptırırdı.<br />
Ona ne buyrulmuşsa, aynen Mehmet’e iade ederdi. Çatık kaşları ile ters ters bir baktı mı,<br />
sıkıyorsa yapmasın.Hasan yakalayıp elinden alırsa, kurtula bilirdi ancak ağbeyinin hışmından.<br />
Sonrası kavga döğüş, hep böyle hatırlayacaktı onları. Ve bu yüzleri hiç unutmayacaktı.<br />
Gözlerini oğlanlardan ayırıp, divanda yatan Züleyha’ya baktı.<br />
Ah Züleyha, ağlayabilse bağıra bağıra ağlayacaktı. Doğduğu günden beri koynundaydı,<br />
hep eteğinin ucunda, bahçede sırtında ,eliyle besleyip büyüttüğü bu cılız küçük kızı şimdi<br />
nasıl bırakıp gidecekti. Hep en büyük sızısı olarak kalacaktı Züleyha. Henüz altı yaşındaydı<br />
bu küçük gül goncası bebe. Güneş yanığı sarı saçları kıvır kıvırdı. Abilerinin tersine, ona<br />
Allah vergisi bir güzellik bahşedilmişti sanki. Küçüçük bir yüz, nokta kadar bir burun,<br />
gülünce yanağında güller açan gamzeler, pırıl pırıl aydınlık gözler. Derin bir iç çekti, yanına<br />
yaklaştı. Eğilip yanağından öptü, bir damla gözyaşı düştü Züleyhanın şakağına, küçücük<br />
kınalı elini yorganın altından çıkarıp alnına doğru götürdü, uyanır gibi oldu ama hemen sonra<br />
derin bir uykuya bıraktı kendini.<br />
Alıp götürse, sahip çıkabilirmiydi ? Henüz kendi yolu bile belli değildi. Ne güzel olurdu<br />
aslında… Ona bir can yoldaşı, bir kardeş bir arkadaş olurdu ama vicdanı asla izin vermezdi<br />
bunu yapmasına. Et tırnaktan ayrılır mıydı hiç, ne kadar vicdansız olursa olsun onun bir anası<br />
vardı, onunla kalmalıydı. Hem abileri vardı. Her şeyden, özellikle annesinin hışmından<br />
korurlardı onu, o çatık kaşlı gaddar Hüseyin’e bile Züleyha dedin mi akan sular dururdu.<br />
Onun yüzünü yumuşatan yegane varlık oydu. Züleyha’nın kalması gereken yerde ailesinin<br />
yanıydı kalmalıydı. Gerçi yokluğunu gerçekten hissedecek ve onu gerçekten özleyecek tek<br />
kişi oydu, ama o da çok küçüktü çok çabuk unutup yokluğuna alışacaktı. Son kez eğilip, o<br />
küçücük kınalı eli öpüp yorganın altına koydu. Ayak ucuna oturup seyretmeye koyuldu, daha<br />
vakit vardı. Vatan diye yola koyulup memleketini terk ettiğinde, ardına dönüp bakacak olsa<br />
göreceği tek yüz bu küçük kızın yüzüydü. Tek hasretliği ,tek özlemi, tek acısı Züleyha!<br />
Akşam üzeri henüz herkes bahçedeyken hazırladığı bohçasını aldı, giysiden çok yiyecek<br />
vardı. Biraz meyve, bolca ekmek, bir kese lor ve bir deri muska içinde bir avuç akşam sefası<br />
tohumu. Ne olur ne olmaz deyip almıştı onları yanına, gideceği yerde maazallah ya yoksa!<br />
Varınca hemen dikecekti kendi cennetini yaratmak için, umut çıkısında ekmek,<br />
muskasındakiler akşam sefalarıydı .<br />
Zaman yaklaştıkça daha sıkı sarılıyordu bohçasına ve biraz sonra şu kapıdan çıkınca<br />
oluşacak olan o büsbütün yalnızlığına .Usul usul parmaklarının ucuna basa basa kapıya<br />
yöneldi, oniki yılını sığdırdığı şu üç adımlık odaya son bir kez daha bakmak istedi. Koşup bir<br />
çırpıda kucaklayıp Züleyha’yı , bir solukta taş avluyu geçebilirdi vazgeçti. Yavaş fakat<br />
sağlam adımlarla ilerlemeye devam etti.<br />
Sayfa52
Taş avluya açılan kapının arkasında asılı duran feracesine büründü, gecenin karanlığında<br />
kaybolmak için en koyu renkli giysileri seçmişti .Sessizliğin içinde kendi nefesi bile ona<br />
ürkütücü geliyordu, işte bu yüzden kesik kesik ,kısa kısa nefes alıp veriyordu. Süzülen siyah<br />
bir gölge gibi taş avluyu geçti.Çıngırağın sesi duyulmasın diye , akşamdan aralık bıraktığı<br />
sokak kapısındaydı artık ve bir adım sonra...<br />
Narin ince zayıf bedenini sokağa bıraktı, adımlarını hızlandırmaya başladı. Sokaklar<br />
çiğden ıslanmış otlar ve taşlarla doluydu, kayıp düşmemek için çabalıyordu. Dizlerinin<br />
titremesine aldırmamaya çalışarak sırtını dikleştirdi, daha bir sağlam basarak yürümeye<br />
devam etti. Henüz onüç yaşındaydı ardında bıraktığı şu eve gelin olarak girdiğinde. Ne de<br />
çabuk büyümüştü sonra, her gün bir yaş atar gibi, günleri değil yılları devirir gibi, bir çok<br />
insanın yılda öğreneceğini günde öğrenerek , hızla koşar adım ne de hızlı büyümüştü. Oysa o<br />
ailesinin tek kızı tek nazıydı. Beş erkek kardeşten sonra gelen evin tatlı küçüğüydü, onbir<br />
yaşındayken babasını savaşta kaybetmişti . Balkan savaşında. Hemen ardından annesini de<br />
kaybedince, hayat bütün acımasızlığı ile yüzünü göstermeye başlamıştı. Abileri bir bir savaşa<br />
gidiyordu, yaşadığı köy Balkan Savaşı ile birlikte boşalmaya başlamıştı. Anavatana göç asıl o<br />
yıllarda baş göstermişti. Yaşanan baskınlar sonucu huzursuzlanan insanlar, bir bir Koçani’yi<br />
terkediyordu. İşte öyle bir dönemde, konu komşu toplanıp karar vermişti gelin olmasına .<br />
Ortalık böyle karışıkken, yalnız kalmasına kimsenin gönlü razı değildi.<br />
Birkaç yıl süren yoğun göç zamanla azalmaya başladı, beş on yıl kadar bu sakinliğini<br />
koruyan halk, şimdi yeniden hareketlenmişti.Anavatandan gelen güzel haberler herkesi<br />
heyecanlandırıyordu. Bağımsızlık ilan edilmiş, Cumhuriyet yönetimine geçilmiş ve nihayet<br />
savaş sona ermişti.<br />
Aklında oluşan bütün bu düşüncelerle yol boyunca uzanan taş duvarın kenarından<br />
yürürken, bu karanlığın ne kadar korkutucu olduğunu farketti. Bir ayı ile burun buruna gelmiş<br />
gibi irkildi. Düşüncelerini dağıtmaya çalıştı fakat çok zordu, sabahın ilk ışıklarıyla İştip’e<br />
ulaşması gerekiyordu. Korku düşüncesinin onu teslim almasına izin vermemek için,<br />
çocukluğuna ve ailesine ait ne kadar anı varsa, hepsiyle vedalaşarak zihninden geçirmeye<br />
başladı, anılarına bile elveda demenin burukluğu ile dalıp gitti o güzel günlere. Bir gün babası<br />
onu Köprülü’ye götürmüştü, uzun boylu, geniş omuzlu o adamın omuzlarında saltanat<br />
koltuğuna oturmuş kraliçe gibiydi. Bu yolu babasıyla geçişini anımsayarak güzelleştirdi.<br />
Korku da neydi yürümeye başladığı yolun karanlığının yanında, bir bilinmeze doğru<br />
ilerlerken sadece inancı vardı. İnanarak çıkılan bütün yollar muhakkak ki aydınlığa varırdı.<br />
Bütün masallar kötü bitmezdi, bazıları Papati’nin masalı gibi ihtişamlı sonlarla bitebilirdi.<br />
Umut etmek,hayal etmek tek gerçek dayanağıydı ve kendi yolunu kendi seçtiği taşlarla inşa<br />
etmek en büyük arzusuydu.<br />
Köyden ne kadar uzaklaştığını anlamak için ardına döndü. Silik , soluk sarımtırak bir ışık<br />
hüzbesi farketti peşinde. Yakınındaki büyük kayanın dibine sokuldu hemen. Neler olduğunu<br />
anlamaya çalışıyordu. Şaşkına dönmüştü. Dönüp tekrar ardına baktığında ışığın yoğunlaştığını<br />
ve yaklaştığını fark etti. Derinden doğuk bir uğultu duymaya başladı, onu aramaya çıktıklarını<br />
anlaması uzun sürmedi. Asla bekleyemezdi, yakalanması an meselesiydi. Koşar adım<br />
uzaklaşmaya başladı. Ayakları birbirine dolanıyor, feracesi yol kenarındaki çalılara<br />
takılıyordu. Aklına gelen bütün duaları sonlandıramadan, korku içinde yarım yamalak<br />
okuyarak devam ediyordu.<br />
Sayfa53
Bir çığlık duydu, kıyametin koptuğunu ilan edercesine onu bir anda buz gibi yapan o sesi<br />
duydu.<br />
-Naciyee..!<br />
-Boyun devrilsin bolaki!<br />
Tedirgin soluk soluğa durdu. Asla dönmeyecekti. Arkasına dönerse, tufanda kocasının emrine<br />
rağmen arkasına dönüp bakan o kadın gibi taş kesilecekti. Dönmedi. Koşar adım<br />
uzaklaşmaya devam etti.<br />
Sabahın ilk ışıklarıyla İştip’teydi. Dilinde bu türkü:<br />
İştip sokakları<br />
Dardır geçilmez<br />
Muradiye’m beyaz yüzü<br />
Kardan seçilmez<br />
Kalk be Muradiye<br />
Gidelim bize<br />
On beş sene mapsaneyi<br />
Almışım göze<br />
Fotoğraf: Hüseyin AŞAN<br />
Sayfa54
YI TEN<br />
Yasemin YILMAZ Ç.<br />
Gün aldırmadan sürerken tarlasını,<br />
Biz, yitik şehrin kalıntıları.<br />
Gün ışığına kavuşma sevdasıyla<br />
Işığa sürüklenip yitiyor muyuz<br />
Bunu ne sen, ne ben<br />
Ne de üzerimizden savrulan toz<br />
Zerreler biliyor!<br />
Yaralara bastık toz toprağı,<br />
SUSTUK!<br />
Sustukça büyüdü, gece oldu.<br />
Gece kaldı her gün.<br />
Toprak, sürüldüğüyle kaldı!<br />
Sayfa55
Steinbeck’ten og luna mektup: “Aşk,<br />
insanın başına gelebilecek en iyi şeydir”<br />
Fareler ve İnsanlar‘ın Nobel ödüllü yazarı John<br />
Seinbeck’in büyük oğlu Thom 1958 yılında, yatılı<br />
okulda okurken, Susan isimli bir kıza âşık olur.<br />
Steinbeck’in oğlu Thom’un mektubuna, bilgelikle,<br />
şefkatle, iyimserlikle, zamansızlıkla alakalı son<br />
derece etkileyici sözlerle verdiği cevap:<br />
John Steinbeck (1902-1968)<br />
New York<br />
10 Kasım 1958<br />
Sevgili Thom,<br />
Bu sabah mektubunu aldık. Mektubuna kendi bakış açımdan cevap vereceğim, Elaine de<br />
kendi bakış açısından.<br />
İlk olarak, eğer âşıksan bu iyi bir şeydir, hatta bir insanın başına gelecek en iyi şeydir. Sakın<br />
bunu küçümsemelerine izin verme.<br />
İkincisi, aşkın çok çeşidi vardır. Biri bencil, cimri, açgözlü, egoist ve aşkı kendini beğenmek<br />
için kullanır. Bu aşkın, çirkin ve “kötü” çeşididir. Diğeri, senin içindeki iyi olan her şeyi dışa<br />
vurmanı sağlar. İyilik, itibar ve saygı. Sadece toplumsal saygı meselesi değil, bir başkasını<br />
eşsiz ve değerli görebilmeni sağlayan o daha yüce saygıyı da.<br />
İlk çeşidi, seni hasta, küçük ve zayıf yapabilir, ikincisi seni güçlendirir, sahip olduğunu<br />
bilmediğin cesareti, iyiliği ve bilgeliği ortaya çıkarmanı sağlayabilir.<br />
Bunun gelip geçici bir gençlik aşkı olmadığını söylüyorsun. Eğer bu kadar yoğun duygular<br />
hissediyorsan elbette gençlik aşkı değildir.<br />
Sayfa56
Fakat benden sana neler hissettiğini söylememi istemiyorsun diye düşünüyorum.<br />
Hissettiklerini, sen herkesten daha iyi biliyorsun. Sana bu konuda ne yapman gerektiğiyle<br />
ilgili yardımcı olmamı istiyorsun; bunu yapabilirim.<br />
Öncelikle sonuna kadar hissettiklerinin tadını çıkar, müteşekkir ol ve şükran duy.<br />
Aşkın amacı, en iyi ve en güzel amaçtır. Ona ulaşmaya çalış.<br />
Eğer birine âşıksan o kişiye açılmakta bir tehlike yoktur; yalnızca bazı insanların çok<br />
çekingen olabileceğini unutmamalısın, bazen ilan-ı aşk ederken bu çekingenliği göz önünde<br />
bulundurmak gerekir.<br />
Kızlar senin ne hissettiğini bilmek gibi bir özelliğe sahiplerdir ama yine de hissettiklerini<br />
duymak isterler.<br />
Bazen hislerine bazı sebepler dolayısıyla karşılık alamazsın; ama bu hissettiklerinin değerini<br />
ya da güzelliğini azaltmaz.<br />
Son olarak, senin ne hissettiğini biliyorum, çünkü ben de aynı şeyleri hissediyorum; sen de<br />
böyle hissettiğin için memnunum.<br />
Susan’la tanışmayı çok isteriz. Bu görüşmenin planlarını Elaine yapacak, çünkü bu onun<br />
uzmanlık alanı; çok da memnun olacaktır. O da aşkı biliyor, belki sana benden daha fazla<br />
yardımcı bile olabilir.<br />
Ve sakın kaybetmekten korkma. Eğer doğruysa devam edecektir. Acele etme yeter. İyi şeyler<br />
asla elden kaçmaz.<br />
Sevgiler,<br />
Baban<br />
Sayfa57
FOTOG RAF U ZERI NE…<br />
Yunus ERGÜN<br />
Emile Zola, der ki : “Benim fikrimce bir şeyi fotoğraflayana kadar onu gerçekten gördüğünüzü iddia<br />
edemezsiniz.”<br />
Var olan güzelliğe şahitlik etmek, belgelemek ve paylaşmak,..<br />
Robert Haas’ın fotoğrafçının büyük ironisi olarak ifade ettiği gerçek bu noktada daha bir<br />
berraklaşıyor. “Bir görüntüyü çıplak gözle görüp onu çıplak gözün göremeyeceği şekilde kayda alırım.”<br />
Fotoğraf diğer bir çok sanat dalı gibi teknolojik gelişimden ziyadesi ile etkilenmiş ve bunun doğal bir<br />
sonucu olarak oldschool olarak tabir edebileceğimiz, eski yöntemleri savunan ve dijital fotoğraf<br />
makineleri ile çekilerek dijital görüntü işleme uygulamaları ile işlenen çalışmaların fotoğraf<br />
olamayacağını iddia eden bir kitlenin de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Neyin fotoğraf<br />
olduğundan emin olmak gibi bir sorun da bu şekilde ortaya çıkmıştır.<br />
Fotoğraf: Yunus ERGÜN<br />
Bu noktada ‘fotoğraf’ın kelime anlamından yola çıkmak ve çerçeveyi buna göre belirlemek doğru bir<br />
noktaya varmanın en kolayı ve mantıklısı gibi görünmektedir. Takip eden bölümde fotoğraf, “Anlam<br />
olarak ışık etkisi ile iz bırakmak eyleminin sonunda ortaya çıkan şeyi ifade eder” şeklinde<br />
tanımlanmıştır. Eğer fotoğrafın ‘ışık yardımı ile iz bırakmak eyleminin sonunda ortaya çıkan şey’<br />
olduğunu kabul ediyorsanız, analog bir makine ile çekilen ve karanlık odada baskısı yapılan şey ne<br />
kadar fotoğraf ise dijital bir makine ile çekilen ve bilgisayar ekranında gördüğümüz şey de, bir kibrit<br />
Sayfa58
kutusu üzerine açılan bir delik ile ışığın kutu içerisindeki filmi etkilemesi sonucu ortaya çıkan görüntü<br />
de, bir fotokopi makinesinin bastığı kağıt da, bir röntgen filmi de fotoğraf olarak yorumlanmalıdır<br />
düşüncesine de katılıyor olmalısınız. Zira bu noktada ‘ışığın etkisinin bir yüzey üzerinde saklanması’<br />
sürecine bir sınır çizmek kimsenin haddi olmadığı gibi anlamlı bir sınır çizilmesi de bence mümkün<br />
değildir.<br />
Yine Gelişen teknolojiyle birlikte fotoğraf hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldu. Gittiğimiz gezdiğimiz<br />
yerler, yediğimiz yemekler, arkadaşlarımız, dostlarımız, mekanlar… Her an her yerde çeşitli nedenlerle<br />
fotoğraf çekiyoruz, çekiliyoruz. Tek amacımız var o da yaşadığımız anı ölümsüzleştirmek.İleride o<br />
fotoğraflara bakıp anılarımızı canlandırmak.Peki fotoğraf çekerken nelere dikkat ediyoruz? Yada<br />
fotoğraf makineleri ve fotoğrafçılık hakkında neler biliyoruz… Bana kalırsa yaptığımız hafif bi renk<br />
ayarlarıyla oynamaktan ileri gidemiyor. Diyorum ya teknolojiyle artık bu işler çok kolay. Kolay ama<br />
doğal değil...<br />
İşte bu doğallığı yakalayabilmenin sırrı ise kafada bitirebilmektir ışık tamam ortam tamam kafanda<br />
tasarladığın görüntü tamam... geriye ise sadece deklanşöre basmak kalır ve çektiğin fotoğrafın kelime<br />
anlamı ise şudur "Yaratıcılık ve hayal gücü" yada " iç dünyamızın dışavurumu " sonuç mu ? sonuç az<br />
önce vizörden baktığınız görüntünün ta kendisi..<br />
Cümlelerime şöylesine anlamlı bir sözle son vermek istiyorum...<br />
"Eğer hikayeyi sözcüklerle anlatabilseydim, yanımda sürekli bir fotoğraf makinesi taşımaya ihtiyaç<br />
duymazdım." (Lewis Hine).<br />
Fotoğraf: Yunus ERGÜN<br />
Sayfa59
BULAMADIM<br />
Emine UYSAL<br />
Akıl firardayken sevmiştim onu<br />
Girdiğim gönülde yer bulamadım<br />
Sırılsıklam oldum etmedim konu<br />
Bir damlacık onda ter bulamadım<br />
Dünya gözü ile edince seyir<br />
Onsuz çekilmiyor şimdi bu şehir<br />
Artıyı eksiyi saydım da bir bir<br />
Hep zararda gönül, kâr bulamadım<br />
Sevenler nazarda, alem dilinde<br />
Fırtına önünde seher yelinde<br />
Yandım cayır cayır sevda elinde<br />
Zalim sevgilide har bulamadım<br />
Oturdum kendimce empati yaptım<br />
Kimini çıkardım kimini çarptım<br />
Derdimden iyice inceldim koptum<br />
Sevgimde zerrece kir bulamadım<br />
Dikiş tutmaz gönül, söküldü yamam<br />
Ümidimi kesip desem ki tamam<br />
Tatlı candan bezip gidip atlasam<br />
Koskoca dünyada yar bulamadım<br />
Sayfa60
HURİYE SARAÇ (ÖĞRETMEN BENİSA)<br />
Gülgün YALVAÇ<br />
Huriye SARAÇ nam-ı değer Benisa Öğretmen<br />
1940'lı yılların kırsalında, ağanın beyin saltanat<br />
sürdüğü; kıracın, yoksulluğun, cehaletin yol kestiği; genç<br />
Cumhuriyet'in köylere ulaşma atılımlarını, umudu ve<br />
karamsarlığı iç içe yaşadığı yıllarda Çifteler Köy<br />
Enstitüsü'nü bitirmiş. Okulunu, dönemin unutulup giden<br />
ayrıntılarını, o günlerden bugünlere uzanan zamanı yalın,<br />
içtenlikli bir duyarlıkla kitaplarında anlatmış, usta işi dört<br />
yapıt çıkarmış ortaya.<br />
Kısaca özgeçmişinizden bahsedecek olsanız…<br />
Afyon-Emirdağ ilçesinin Aslanlı köyünde Dünya' ya gelmişim (1933).<br />
Beşinci kardeşim yaşına bile giremeden annem; köylünün 'Şeytan Çarpması’<br />
dediği apandisit hastalığından rahmetli olunca evimize üvey ana geldi. Dört yıl sonra üvey<br />
ana da veremden ölünce, büyüğü iki yaşında, küçüğü dokuz aylık iki oğlan çocuğu<br />
da ondan katıldı aramıza… Sonra yine bir üvey ana daha!..<br />
1941 yılında ilkokula başladım.1.2.3. sınıfı köyümdeki eğitmende okudum.<br />
09.Mayıs. 1944’te (Eskişehir) Çifteler Köy Enstitüsünün hazırlık sınıfına alındım. İlkokulun<br />
4 ve 5. sınıfı ile enstitünün 1.2.3. sınıflarını Mahmudiye köyündeki ilk bölümünde<br />
bitirdim. Daha sonra 10 km kadar uzaktaki Enstitünün Hamidiye köyündeki ikinci<br />
bölümüne gönderildim.<br />
1949-1950 de Köy Öğretmeni oldum ve Afyon-Emirdağ’ın Ekizce<br />
(Leblebici) köyüne atandım Bir yıl çalıştıktan sonra kendi köyüme iki km uzaklıktaki<br />
Burun Arkaç köyüne atandım. Öğretmenliğimi köyde sürdürüp hayallerimi gerçekleştirmeyi<br />
düşlerken, üvey anamın tuzağıyla, yaşamım karardı ve mesleğimden istifa ettirildim.<br />
(Ağustos.1952).<br />
Bir yıl olmadan o esaretten kurtuldum. Ancak; ağa tarafından sicilime olumsuz işlem<br />
yapıldığı için, öğretmenliğe dönemediğim gibi başka işlere de alınmadım.<br />
Sayfa61
İkinci kez evlendim. Üç yıl sonra iki yaşındaki oğlumu da yanıma alarak oradan ayrıldım..<br />
İstifa ettirilişimin dördüncü yılında dönebildim mesleğime. Bilecik, Afyon, İzmir, Aydın,<br />
İstanbul ve en son Eskişehir’de çalışırken, malulen (işitme engeli) emekliye ayrılıp turist<br />
olarak Belçika’ya gittim.. Şubat 1972’ kısa sürede işçi oldum.<br />
Okumaya olan sevgimi sürekli her yere taşıdım. Bu bağlamda<br />
kendi ürünlerimi vermek emeklilik döneminde başladı.<br />
Belçika da çalışırken (9 yıl), Türk çocuklarına Türkçe-Sosyal Bilgiler<br />
öğretmenliği için Hollanda’ya alındım. Hollanda da işitme engelimden dolayı<br />
ikinci kez emekliye ayrıldım. (1984-1985)<br />
Oğlum , Belçika da işçidir. Yaşamımı halen Türkiye –Belçika-<br />
Hollanda arasında sürdürmekteyim.<br />
Kültür ve Dayanışma derneklerinde de üye, gönüllü bir eğitimciyim.<br />
“Bu esere roman mı demeli, yoksa Emirdağ’ın Aslan köyünde 1930’lu yıllarda dünyaya<br />
gelen Benisa adlı çilekeş bir kızın yaşam öyküsü mü demek daha doğru… Kitabı,<br />
geldim gittim okudum, yattım kalktım okudum; çoğu geceler uykusuz kaldım. Son<br />
yıllarda, bir kitabı bu denli merak ve istekle okuduğumu hatırlamıyorum.”<br />
Ne zaman yazmaya başladınız? Ve neden kitaplarınız bunca yıldan sonra çıktı?<br />
Otuz beş yaşına girmiştim. Yaşadıklarımın acısı dineceğine, derinleşiyordu. İnsanlar<br />
“okusun” istiyordum. Yazmak isteğimi babam kabul etmedi. Çok ısrar edince;<br />
“(Ölümümden 15 yıl sonra yaz!) dedi.<br />
“Neden 15 yıl?”<br />
“Beni tanıyanlar da ölmüş olurlar.” dedi.<br />
Anlamıştım...<br />
16.Haziran.1985 te rahmetli oldu babam. Ben de 2000 de yazmaya başladım.<br />
Huriye Saraç acıların kadını. O acılar olgunlaştırmış büyütmüş onu. O acılar neleri aldı<br />
sizden, neler kazandırdı?<br />
Bitmek bilmez bir sabır, büyük bir cesaret ve yılmaz bir yaşam mücadelesi.<br />
Kısa bir süre önce 4.kitabınız da çıktı bana her kitabınızı birkaç cümle ile özetler misi<br />
niz?<br />
1.Kitap: (Kayayı delen tohum) Çocukluğumu, okul yaşamımı...<br />
2.Kitap: (Sevgiyle Işır Yaşamak) Mesleğimden ayrılışımı ve yeniden<br />
mesleğe dönüşümü...<br />
3.Kitap : (Adanmış Aydınlık) Okullarımı, yurt dışına gidişimi...<br />
4.Kitap Yurt dışı çalışmalarımı ve oradaki öğretmenliğimi.<br />
Sayfa62
Sizin zamanınızdaki öğretmenlikle bugünkü öğretmenlik arasındaki farklar. Bu konuda<br />
neler düşünüyorsunuz?<br />
Bizim zamanımızın öğretmeni.<br />
1. Siyasetçi olmaz ama oyunu kullanırdı.. Öğretmeni olduğu köy insanlarından ücretsiz<br />
bir şeyler almazdı. Çünkü bu rüşvet anlamına gelirdi.<br />
2. Biz öğretmenler : o köyün muhtarı, o köyün doktoru, hakimi, hekimi,<br />
kadısı, kaymakamı, bekçisi, imamı, yardımcısıydık.<br />
3. Bizim ihtiyaçlarımızı kasabaya giden köylüler alıp getirirdi.<br />
Siz örnek bir öğretmen, örnek bir kadın örnek bir annesiniz. Günümüz annelerine<br />
günümüz öğrencilerine neler söyleyeceksiniz?<br />
Anneler kesinlikle telefon, tablet, bilgisayarı belli bir zamanda kısa süreli olarak<br />
çocuğuna vermeli.<br />
Akşam çocuğunun yatağa kitapla girmesini sağlayıp, çocuğunu okuyarak uyumaya<br />
alıştırılmalı. Evde annesinin işlerine yardım etmesini sağlamalı. Kız veya erkek<br />
çocuklarımıza yaşamsal sorumluluklar aşılamalıyız.<br />
Sık sık Salihli dışına gidiyorsunuz? Gittiğiniz yerlerde neler anlatıyorsunuz? İnsanların<br />
tepkileri nasıl?<br />
Köy enstitülü olduğumu anlatınca, herkes ellerime sarılıp “Ne olur bu okulların tekrar<br />
açılmasına rehberlik yapın. Bizim çocuklarımız da sizler gibi bilgili yetişsin.” diyorlar.<br />
Kitaplarımdan çok etkilenmişler. ”Doğru mu?” diye sorduklarında kulağımdaki cihazı<br />
gösteriyorum.<br />
Onların sevgi dolu yaklaşımlarından mutluyum. Bana “Sizin gibi bilgili, köy enstitülü<br />
öğretmenlerin varlığının çoğalmasını istiyoruz” diyorlar.<br />
Hızla internet çağına geçtik. Çok şey değişti yaşamımızda. Siz bunca yıllık yaşamınızda<br />
karasabandan uçağa erişimimizi gördünüz. Dün acıların dibine vurmuşken bugün sevgi<br />
ve ilginin doruklarında çok sevilen biri olarak gelecek hakkında neler düşünüyorsunuz?<br />
Gençlerimiz çok eğitimsiz. Günümüzde eğitim hiç yok. Okuyan bir neslimiz yok.<br />
Öğretmenlerimiz de okumuyor , çocuklarımız da. Kitap okuma sevgisi hiç yok.<br />
Teknoloji insanımızı tembelliğe alıştırdı. Bizler yaparak öğrendik, şimdiki nesil sadece hazıra<br />
konuyor. Biz birbirimizle paylaşımı öğrenmişken, şimdiki nesil sanal ortamda hayal dünyası<br />
şeyleri paylaşıyor. Sahte arkadaşlıklar, sahte sevgiler çoğaldı. İnsan olduğumuzu unuttuk.<br />
Bir eğitimci olarak öğretmenlere tavsiyeleriniz<br />
Bol bol kitap okusunlar. Kitapsız bir öğretmeni düşünemiyorum. Kolunun, yastığının altında<br />
her zaman kitap olmasını, bol kitap okumalarını istiyorum.<br />
Sayfa63
Bir kadın olarak kadınlarımıza tavsiyeleriniz.<br />
Önce okusunlar. Kitaplar annelerin çocuklarına verdiği ana sütü gibidir. Kendilerine uygun<br />
kitapları okuyup, belirli öğretici kurslara katılsınlar. Hem öğrenecekler, hem bilgi hazineleri<br />
çoğalacak. Türk kadının ne kadar başarılı ve akıllı olduğunu, Avrupa’da gördüm. Ki okuma<br />
yazmaları yoktu ama çok zeki ve başarılıydılar. Öğrenmenin yaşı yok ki...<br />
Öğretmenlerin öğretmeni olarak gençliğe neler söyleyeceksiniz?<br />
Oku, oku oku diyeceğim her şeyden önce... Okuyan gençlik; topluma faydalı bir birey olur.<br />
Çocuğu anne sütü büyütür. Anne sütünü çocuğuna karşılıksız verir. Anne sütü ne kadar<br />
sağlıklı olursa o çocukta sağlıklı olur. Çocuğun ikinci annesi kitaptır. Yani yaşam annesi<br />
okuduğu kitaplardır. Kitaplar çocuğun beynini besler, ufkunu genişletir. O da annelerimiz gibi<br />
karşılık beklemez. Varlığımızın iki canı bir anne sütü, diğeri<br />
kitaptır. Gençlerimiz Teknolojiden faydalansınlar ama bağımlı olmasınlar.<br />
5.kitap olacak mı? Ben kendi adıma bekliyorum. Bu kez yazarsanız neleri<br />
anlatacaksınız mesela…<br />
Düşünüyorum. Kitaplarımdan sonra yaşadıklarım. Bana yeni şeyler öğreten güzel çok şeyler<br />
yaşadığım anılarımı. Ayrıca rahmetli bir dostumun yaşamını anlatan bir kitabı da yazmayı<br />
düşünüyorum.<br />
Son olarak neler söyleyeceksiniz?<br />
‘Romanda her insanın<br />
hayatından kesitler vardı. Ama<br />
Anadolu kadınının sır gibi<br />
sakladığı, kimselere<br />
anlatmadığı olayları açık<br />
yüreklilikle, cesaretle, ibret<br />
olsun diye yazıya dökmüş<br />
Huriye SARAÇ. Anladım ki;<br />
insan isterse her türlü<br />
zorlukları sabırla, sevgiyle, dik<br />
duruşuyla, alnının akıyla<br />
yenebilirmiş. ‘<br />
Sevgili okuyucularıma ve tüm güzel yürekli insanlarıma <strong>2018</strong> de başarılı sağlıklı bir yaşam<br />
içerisinde iyilikler, güzellikler ve sağanak yağmurların bol kitaplar yağdırdığı: Güpgüzel<br />
günler geçirmesini diliyorum<br />
Her okuyanın benliğine kazınacak olan Öğretmen Benisa’yı edebiyatımıza ve okuyucularına<br />
kazandırdığı için Sayın Huriye SARAÇ’A teşekkür ediyoruz.<br />
Sayfa64
İletişim:<br />
artemisdergi@gmail.com<br />
salihlisardessanatmerkezi@gmail.com<br />
Sardes Sanat Merkezi Eski Cami Mah. 34. Sok. NO: 9 Salihli-Manisa<br />
Facebook: Artemis Kültür Sanat Edebiyat<br />
İnstagram: artemis_dergi<br />
Artemis dergi yayın ilkeleri<br />
- Artemis dergi, bir kültür, sanat, edebiyat dergisidir.<br />
- Bağımsızdır. Bağlantısızdır. Hiç bir siyasi ve ideolojik yapıyla organik ilişkisi yoktur.<br />
- Dergide yayınlanan her bir eserin yayın hakkı dergiye aittir. Kaynak gösterilerek alıntı<br />
yapılabilir.<br />
-Yayınlanan yazılı ve görsel eserlerin hukuki sorumluluğu eser sahibine aittir.<br />
-Yayınlanan eserler için telif ödenmez.<br />
Sayfa65
Sayfa66