You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
SİZLERLE YOLA DEVAM!<br />
Sabahattin Ali Anısına...<br />
ÖYKÜ<br />
Ölüş / Ian Crichton Smith<br />
Çev. Pınar Akseki<br />
ÖYKÜ<br />
Öykü<br />
Kayboluş- Şeniz Baş<br />
ÖYKÜ<br />
Garip Bir Hırsızlık Vakası<br />
Ferdi Demiray<br />
sayı<br />
2
SİZLERLE YOLA DEVAM<br />
İkinci sayımız bizim için önemli anlamlar taşıyor. İlk defa sizlerden gelen hikayeleri<br />
paylaşıyoruz. Çok heyecan ve umut verici hikayeler geldi. Bunlar arasından bir tanesini seçtik,<br />
üzerlerinde editörlük çalışması yaptık ve yazarından son hali için onay aldıktan sonra bu<br />
sayıda yayınladık.<br />
Bu sayımızda yer verdiğimiz hikaye Ferdi Demiray’ın akıcı bir dille kaleme aldığı Garip Bir<br />
Hırsızlık Vakası. Günlük hayatın basitliği içinde yaşanabilecek beklenmedik olayları hatırlatan<br />
bir sürpriz oldu bizim için hikayesi. Rahat ve sade bir üslupla, keyifle okunacak bir hikaye<br />
yazmış Ferdi Demiray. Kendisini tebrik ediyor, yeni hikayeleriyle buluşmak için<br />
heyecanlanıyoruz.<br />
Bu sayının başka bir anlamı da, geçen ay ölüm yıldönümünde andığımız Sabahattin Ali’ye<br />
ithaf ediyor olmamızdan geliyor. Bizden bir öykü ve bir çeviri paylaşıyoruz ona ithafen.<br />
Hayatını kendi hikayeleri gibi yaşamış ve kendi hayatı da hikayelerindeki gibi okuyucuyu<br />
çaresizlik içinde bırakan, sonunda ne olduğu bilinen ama kabul edilmek istenmeyen şekilde<br />
bitmiş. Onun öyküleri öykücülüğün nasıl yapılması gerektiğini, anlamın ve duygunun okura<br />
net bir şekilde nasıl aktarılması gerektiğini bize gösteren kılavuz eserler.<br />
Sizden gelen öyküler de bize doğru yolda olduğumuzu ve yalnız olmadığımızı gösteren<br />
kılavuzlar oldu. Önümüzdeki sayılarda da sizlerden öyküler yayınlamaya devam edeceğiz.<br />
Mutluyuz, umutluyuz! Sizlerle herşeye varız !<br />
Editörlerden
IAN CRICHTON SMITH<br />
“Sabahattin Ali'nin Anısına”<br />
Ian Crichton Smith (1928-1998) İskoçyalı şair ve yazar. Biyografilerinde özellikle belirtilmesini istediği bir husus<br />
İskoçya’nın ücra bir adası olan Lewis’te dünyaya geldiği. Babasını erken yaşta kaybetmiş ve annesi tarafından türlü<br />
zorluklarla büyütülmüş. Yaşadıklarının izdüşümlerini eserlerindeki ana temalarda görebiliyoruz; yaşlı kadınlar ve toplumdan<br />
izole insanlar. Dergimizin bu sayısı için seçtiğimiz hikayesinde de yaşlı bir kadının ölüş anında en yakınındakiyle vedalaşmasını<br />
konu etmiş. Konu, dergimizin bu sayısını ithaf ettiğimiz Sabahattin Ali’nin hayatını kaybetmesinin hikayesiyle tezat<br />
oluşturuyor çünkü Sabahattin Ali’nin ölümü bir veda edemeyiş hikayesi. Ne o sevdiklerine, ne sevdikleri ona veda etme<br />
fırsatı bulabilmiş. Bir sevdiğinin ölümünün yasından daha ağır olan, zamansız ve vedasız gidişleri kabullenmek olmalı.<br />
Okuyacağınız hikayenin bir ölüşü anlatmasına rağmen okura huzur veriyor olmasının altında, vedalaşabilmiş olmanın<br />
yarattığı hafiflik hissinin çok ustaca aktarılmasının bulunduğuna inanıyorum. Bu hikayeyi YKY’nın bir çeviri atölyesinde,<br />
Yurdanur Salman hocamın değerli katkılarıyla, severek çevirmiştim. Umarım sizler de severek okursunuz.<br />
Pınar Akseki
ÖLÜŞ<br />
Ian Crichton Smith John Berger<br />
Soluk alışlar kötüleşince yan odaya geçti ve Dante<br />
cildini aldı. O gece ve önceki gece boyunca, bunun<br />
bir ölüş olduğunu bilmese de ölüşü seyrediyordu. Başı<br />
çevreleyen kır saçlar, pusulanın ibresine benzer<br />
biçimde panik içindeymiş gibi görünüyordu, bazen<br />
açık bazen kapalı olan gözler de sürekli ona<br />
bakıyormuş gibi görünüyordu. Daha önce hiç ölüş<br />
görmemişti. Soluk yetmezliği, biraz astıma ya da ağır<br />
bronşite benziyordu; bazen de, istasyondan çıkan tren<br />
gibi yükselerek bir çeşit ıslık sesine dönüşüyordu. Ses,<br />
konuştuğunda kızgın ve tersti. Su, çok fazla su, süt,<br />
çok fazla süt, susuzluğunu giderecek bir şey istiyordu;<br />
o zaman bile o, bunun bir ölüş olduğunu bilmiyordu.<br />
Süt verirken dil ona çok soğukmuş gibi geliyordu.<br />
Soğuktu, neredeyse kaskatıydı. Bir keresinde, gece<br />
yarısına doğru, yanakların aniden kıpkırmızı kesildiğini,<br />
gözlerin üstlerinden zorla bakabileceği kadar şiştiğini<br />
gördü. Bir aynanın getirilmesini istediğinde kadın<br />
aynaya bakıyor, kafasını huzursuz huzursuz bir o yana<br />
bir öbür yana sallıyordu. O ise, şişliğin bir çeşit kanıt,<br />
dıştaki karanlıktan gelen bir ileti, bir kehanet olduğunu<br />
biliyordu.<br />
Dışarıda devamlı bir kar yağıyordu; karmakarışık<br />
kar taneleri, anlaşılmaz bir örüntü dokuyordu. Işığı<br />
kapatacak olsa, o zaman ölü bir gezegenden<br />
geliyormuş kadar yabancı olan o öteki ışık, ayın ışığı<br />
odaya girecekti, hasta bir pırıltı, neredeyse soyut bir<br />
ışık. Bu ışık, şimdi her zamankinden daha çok<br />
gereksinme duyduğu Dante’nin sayfalarını<br />
aydınlatacak, kof parlaklığını şiirin üzerine yayacaktı.<br />
Sayfaları açtı ama devamlı yüze bakıp<br />
durduğundan bu sayfalar hiçbir şey ifade etmiyordu.<br />
Ölen kişi ellerinin arasından kayıyordu. Kadın ölüşünün<br />
içine çekilmişti ve o neler olduğunu anlamıyordu.<br />
Ölmek öylesine olağandışı bir şeydi, öylesine özel bir<br />
meseleydi ki! Bazen elini uzatıyordu, kadın da bu eli<br />
sıkı sıkı kavrıyordu; o kendini sanki bir kayıktaymış,<br />
kadın da kayığı çevreleyen karanlık suların içindeymiş<br />
gibi hissediyordu. Bütün bu süre boyunca soluklar,<br />
sanki bir şey uzaklarda olmak istiyormuşçasına daha<br />
da hızlanıyordu. Alın soğuktu ama ağız hala su<br />
istiyordu. Vücut huzursuz huzursuz bir o yana, bir bu<br />
yana dönüyordu. Gittikçe güçsüzleşiyordu, üstüne bir<br />
şey gelmişti ve o güçten düşüyordu.<br />
Senin İradendedir Benim Huzurum... Dante’nin<br />
bu sözleri, onun zihnine aktı. Bu sözler, pencerenin<br />
ötesinde kaynaşarak yağan yoğun karlardan çıkıp<br />
geliyor gibi görünüyordu. Hayalinde Dante’nin<br />
evrenini bir saat olarak düşündü. Saat sabahın beşini<br />
gösteriyordu. Üşüdü, ışık pencereyi mavileştirmeye<br />
başlıyordu. Dışarıda sokak insansız ve trafiksizdi.<br />
Dünyada kendisinden başka canlı yoktu. Sokak<br />
lambaları, donuk ışıklarını sokağa yayıyorlardı. Bütün<br />
gece, kendi halelerinin üstüne eğilip öylece<br />
durmuşlardı.<br />
Tekrar baktığında, ıslık sesi takırtıya<br />
dönüşüyordu. O soğuk elleri kendi ellerine aldı. Baş<br />
yeniden yastığın üstüne düştü, ağız, karaya vurmuş<br />
bir balığın ağzı gibi açılmıştı, gözler geri dönülemez<br />
biçimde onun ötesine dikilmişti. Tek çubuklu elektirik<br />
sobası, odanın bir köşesinde mırıldanıyordu, koyu ve<br />
çiğ bir kırmızı. Dante cildi elinden düştü, yatağın<br />
yanında süt ve çorba lekeleriyle dolu kırmızı yün<br />
halının üstünde öylece kaldı. Baş aşağı asılı duran bir<br />
uzay gemisinde oturuyor ve bütün o masmavilik<br />
içinde siyah, ortaçağa özgü bir miğfer biçiminde<br />
kendisine doğru gelmekte olan başka bir gemi<br />
görüyor gibiydi. Uzay gemisinde siyah, kauçuk içine<br />
hapsolmuş en az bir adam vardı ama onun yüzünü<br />
göremiyordu. Adam ya ona fırlatacağı bir iple veya<br />
ona ateş edeceği bir tabancayla uğraşıyordu. Şekli bir<br />
Eskimo’nunki gibi tıknaz ve yabancıydı.<br />
Bütün bu süre boyunca pencere masmavi<br />
kesildi; vücut da kütüğe benziyordu; soluğun tümüyle<br />
çıkıp gittiği ağız çarpılmıştı. Yastığın bir tarafına doğru<br />
devrilmişti. Ölüm onurlu değildi. Ölü bir yüz, ölüşünün<br />
acısını, bir kütük haline gelmek için neler çektiğini<br />
gösteriyordu. Sessizce ağlayarak hiçbir yeşilliğin ve<br />
hiçbir eğretilemenin bulunmadığı geri dönülmez<br />
merkezin bu olduğunu düşündü. Böyle bir zamanda,<br />
şiir çaresizdir. Beden bir taş kadar boş, çarpılmış<br />
ağzıyla ona bakıyordu. Tanıdığı hiç kimseye ait değildi.<br />
Dante cildi bir uçuruma düşmüş gibi<br />
görünüyordu. Kırmızı halının üzerinde bir ateşin<br />
ortasındaymış gibi duruyordu. Oysa kendisi o kadar<br />
üşüyordu, öylesine uyuşmuştu ki! Yüzü buz gibi ve<br />
hareketsiz kalsa da, birden titreyişlerle sarsılmaya<br />
başladı. O yabancı mavi ışık, karların beyaz pırıltısıyla<br />
karışarak gittikçe artıyordu. Pencerenin dışındaki<br />
manzara, insana özgü bir manzara değildi. Yataktaki<br />
beden, insan değildi.<br />
Yaşlar gözlerinden yavaş yavaş akmaya başladı.<br />
Sağ elinde, her nasılsa eline almış olduğu küçük bir<br />
altın saat olduğunu farketti. Onu eline aldığını<br />
anımsayamıyordu. Saatin tiktak seslerini bile<br />
duyamıyordu. Nazik bir mekanizmaydı bu, küçük ve
altından. Kulağına tuttu ve o anda, beyaz, donuk<br />
pırıltının içinde göz yaşları boşanıverdi. Gözyaşlarının<br />
arasından saati, onun ötesinde kırmızı halının üstünde<br />
duran Dante cildini, onun da ötesinde gene, değişmez<br />
göründüğü halde, herşey değiştiği için değişecek olan<br />
kütüğü gördü.<br />
O anda bunu düşünemeyecek olsa da,<br />
kendisinin de değişeceğini anladı. Değişeceğini<br />
biliyordu, kütük de değişecekti; onu ağlatan,<br />
herşeyden çok buydu; kütüğün bir zamanlar ne<br />
olduğunu düşünmek, acı çeken bir vücut, büyüyen,<br />
evlenen ve çocukları olan bir kız. Bu kütüğün bütün<br />
bunlar olabilmesi o kadar tufaftı ki! Bu kütüğün bir<br />
zamanlar, damatahtası gibi kareli elbiseler giymiş<br />
olması, onu yemeğe çağırmış olması,geleceği<br />
düşünerek geceleri uykusuz kalmış olması o kadar<br />
tuhaftı ki!<br />
Bu , öylesine tuhaf, öylesine yerine konamaz<br />
bir şeydi ki bir acı ve merhamet depremiyle sarsılıyor<br />
gibi sarsıldı. Dante’ye bakmayı göze alamıyordu;<br />
hareket etmesini bekliyormuş gibi kütüğe sadece<br />
bakabiliyordu. Kütük yanlızca kendisiyle ilgileniyordu.<br />
Hala nefes almak istiyormuş gibi duran o çarpık ağız<br />
hiçbir söz, hiçbir ödün vermiyordu.<br />
Orada otururken yavaş yavaş pencerenin<br />
dışından gelen çekiç seslerinin farkına vardı, aynı<br />
zamanda odanın bir ucundan bir ucuna çakan mavi<br />
şimşeğin de farkına vardı. Atölyeyi unutmuştu.<br />
Yürüyerek pencereye gitti ve akkor alevin üstüne<br />
eğilmiş kasklı adamları gördü. Mavi parlamalar başka<br />
bir dünyadan geliyormuş gibi soğuk ve garipti. Aynı<br />
anda, işle uğraşan insanlardan gelen anlaşılmaz<br />
bağırışları duydu; arkasına bakmak için dönen kasketli<br />
bir baş gördü. Onun ötesinde sabahın keskin mavisi<br />
yerine oturuyordu. Onun önünde de savrulan kar<br />
tanelerini gördü. Harap olmuş yüzüyle yere, Dante’ye<br />
baktı; çekiçlerin vuruşlarıyla çizgileri birleştirdiğini, bir<br />
evren oluşturduklarını, insanların mavi bir ışığın<br />
içinden bağırdıkları bir dünyayı bir arada tuttuklarını<br />
hissetti. Çekiç, kütüğü döve döve bir vazoya,<br />
mermere, mavi taştan yapılmış çiçeklere,<br />
eğretilemelerin en dayanıklısına dönüştürüyor gibiydi.
KAYBOLUŞ<br />
Şeniz Baş<br />
“Sonra çıkıyorsun dışarı, bakıyorsun güneş hala<br />
tepede. Bir cigara yakıyorsun ve yıllardır kurduğun<br />
cümleyi bilmem kaçıncı kez kuruyorsun; ne yapalım,<br />
kısmet değilmiş.” Sabahattin Ali<br />
Bir ıssızda taka tuka bir kamyonun arkasında<br />
köşeye sinmiş gidiyorsun. Araba taşların üstünden<br />
geçip hopladıkça senin de yüreğin hopluyor. Olsun<br />
ama iyi geliyor, biraz olsun ferahlıyorsun. Saatlerdir<br />
kımıldamadığından mı, evladından karından<br />
uzaklaştıkça karanlıklara daldığından mı için daralmış,<br />
o hoplama bulutları dağıtıyor sanki. Bir yaşam<br />
belirtisi, hareket ediyorsun en azından. Vücudun<br />
kaskatı, başını hafifçe kaldırıp bir delikten bir nefes<br />
aralığından dışarıya bakmaya dahi korkuyorsun.<br />
Birisi görür diye mi kendi göreceklerinden korktuklarından<br />
mı bilmiyorsun. Ama dağlardan geçiyorsun<br />
belli, yağmurun ıslattığı toprağın, ağaçların<br />
kokusu geliyor burnuna. Sert kokular bunlar, oldukça<br />
yükseklere çıkmış olmalıyız diye düşünüyorsun.<br />
“Dünya gözüyle görmediydim ben buraları, keşke<br />
daha çok yeri gezseydim, insan bir ideale kapıldı<br />
mı diğer güzellikleri unutuyor mu ne? Ama bir gün<br />
elbet bu kasvetli havalar dağılır, dönerim buralara.<br />
O zaman kendime söz, toprağıma söz kızı da alıp<br />
geleceğim buralara. Şu kokusu ıtırlı tıtırlı genzime<br />
dolan ağacın altında piknik yaparız.” Sonra<br />
kızın geliyor aklına; “Daha çok küçük, beni<br />
hatırlar mı ileride? Kimbilir bir daha<br />
hangi yaşında buluruz birbirimizi?<br />
Bulur muyuz? Elbet buluruz. Bu ne<br />
kasvet efendi!” Ama içinde bir<br />
boşluk, yalnızlık. Evlat özleminin<br />
çırası yüreğindeki bütün ateşleri iyice<br />
harlıyor.“Bir daha vatana döner miyim, İstiklalde<br />
şöyle bir yürür müyüm, iki kelam Türkçe laf<br />
eder miyim?” Daha toprağını terk etmeden<br />
binlerce özlem geçiyor. Boğazında bir<br />
yumru, gözünde birikmiş yaş, yüreğinde<br />
amansız bir korku. “Bu adamlara<br />
güvendik, hayırlısı! Güvendik mi<br />
değil de ne yapacaksın, başkaca<br />
çaren mi vardı. Vardı belki
aklın ermedi. İnsan körleşiyor bazen, en güçlü<br />
gelen ihtimale sarılıyorsun. Belki de gücünün yettiği<br />
ihtimale. Şuracıkta indirip boynumu sıkıverseler,<br />
bitti gitti. Yine gama kasavete bürüdüm yüreğimi,<br />
aklımı. Ben niye çıktım bu yola, umuda yolculuk<br />
etmiyor muyum? Şu zavallı ömrümü biraz daha<br />
uzatabilmek değil ki tek muradım, kızıma karıma<br />
biraz daha omuz verebilmek, birkaç kelime daha<br />
olsun kâğıda nakşedebilmek için değil mi! Silkin bir<br />
kendine gel. Azıcık dursaydık, bacakları açıp biraz<br />
yürüseydim, bir cigara yaksaydım, şu hava iyice bir<br />
yüzüme çarpsaydı toparlardım hemen.”<br />
Neden sonra kamyon duruyor, biraz ara verelim<br />
diyor adamlardan biri. Dileğin kabul oluyor. Belki<br />
bütün dileklerim kabul olmuştur. Demek ki döneceğim,<br />
evladıma kavuşacağım, yine kalemimi kağıdımı<br />
masamın üzerinde bulacağım. Hadi bakalım, in<br />
efendi in. Kurtul şu aklının cenderesinden,” deyip<br />
atlıyorsun kamyonun kasasından aşağı. Derin nefes<br />
alıyorsun, şöyle bir gökyüzüne bakıyorsun. Şükür<br />
diyorsun yine de hayat güzel, yaşıyoruz be kardeşim.<br />
Son nefesin, son bakışın, son düşüncelerin<br />
oluyor. Önce bir acı bütün iyi dileklerini dağıtıyor,<br />
sonra bir karanlığın içine doğru düştüğünü hissediyorsun,<br />
dudaklarından tek kelime dökülüyor. “Filiz!”<br />
Sesin İstanbul’da bir sokakta bir kadınla bir kız çocuğunun<br />
içinde yankılanıyor o an. Sonra, ama çok<br />
zaman sonra seni hiç görmemiş ama kardeşi kadar<br />
sevmiş milyonlarca insanın kalbinde...
GARİP BİR HIRSIZLIK VAKASI<br />
Ferdi Demiray<br />
Mahalle kahvesinde gereksiz bir konu üzerine çok sert<br />
bir tartışmanın en can alıcı yerinde aniden bir sessizlik<br />
oldu. Kahveden içeri giren küçük çocuk tüm masalara şöyle<br />
bir göz gezdirdikten sonra, aradığını bulmuş olmanın<br />
sevinciyle, üzeri kırmızı masa örtüsü ile örtülmüş okey<br />
taşlarının ve tahtalarının bulunduğu masaya doğru<br />
yönelerek heyecanla bağırdı:<br />
-Koş, Zeki Abi koş! Senin eve hırsız girdi.<br />
Zeki Abi boş gözlerle şöyle bir çocuğa baktı, afalladı,<br />
önündeki ıstakaya bir göz attı, eli çok güzeldi ve tek taşa<br />
bitmek üzereydi. Ne yapacağını bir saniye düşündü<br />
düşünmedi, yerinden fırladı. Kalkmak için tüm gücüyle<br />
yüklendiği masa ve üzerindekiler önce bir sallandılar sonra<br />
hızla yere saçıldılar. Düşmeden yakaladığı ıstakayla Zeki<br />
Abi, peşinden mahallenin gençleri, hemen arkalarından<br />
kahvedekiler hızla dışarı çıktılar. Kapıdan çıkarken küçük<br />
eşiğe takılan Hacı Ömer sendeleyip hızını kesince, arkadan<br />
koşan ihtiyar Faik Amca, Hacı Ömer’e arkadan bindirdi.<br />
İkisi birden yere kapaklandılar. Haydar Abi yerdeki ikilinin<br />
üzerine basmamak için o koca gövdesiyle zıpladı<br />
zıplamasına ama önce yerde yatmakta olan ve kalkmaya<br />
uğraşan Faik Amca’nın üzerine yıkıldı. Faik Amca, Haydar’ın<br />
gölgesini gördü görmedi, ağrıyan belinin üzerine bir çuval<br />
gibi yeniden düştü. Haydar’ın iri vücudunun üzerindeki<br />
kellesi gitti bir de Hacı Ömer’le kafa kafaya toslaştı.<br />
Arkadan gelen birkaç kişi artık hırsız kovalamak için koşmak<br />
yerine yerde aygın baygın yatan bu zavallıları kaldırmaya<br />
uğraşıyorlardı. Haydar ile Hacı Ömer kafalarını tutarak<br />
birbirlerine bakıyor, kızıyor ama hiç bir şey söylemiyorlardı.<br />
Yine de içlerinde en ağır yarayı zavallı Faik Amca almıştı.<br />
Tıslıyor, inliyor yardım etmeye gelen Kahveci Hasan’ın<br />
uzattığı eli tutmuş tutmasına ama yerden bir türlü<br />
kalkamıyor, bu arada ikinci çarpışma sırasında cebinden<br />
düşen bir kaç bozuk parayı uzattığı eliyle yakalamaya<br />
uğraşıyordu.<br />
Kahveden fırlayan Zeki Abi nefes nefese kalmıştı. Kilolu<br />
olduğu için çok iyi koşamıyordu. Mahallenin gençleri içinde<br />
Zeki Abi’nin evini bilmeyenler ile Zeki Abi ile akran olanlar<br />
bu koşuda bilerek onu geçmiyor, evini bilenler ise arkadan<br />
gelen grupla arayı fazla açmamaya özen gösteren<br />
tempoda koşuyorlardı. Zeki Abi’nin evi yokuşun hemen<br />
sonunda iki katlı eski bir binaydı, evin önündeki ağaç ile<br />
penceresindeki korkuluk arasına gerilmiş ipte bembeyaz<br />
çarşaflar salınıyordu. Kahve halkı evi kuşattı, Zeki Abi<br />
elinde ıstaka kapının önüne geldiğinde bacakları titriyordu.<br />
Önce soluk soluğa çıkan kısık bir sesle:<br />
-Nebiye, diye hırladı sonra kendini topladı. Daha gür<br />
bir sesle bir yandan kapıyı yumruklarken bir yandan<br />
bağırdı:<br />
-Nebiye, aç kapıyı Nebiye!<br />
Kapı açıldı, içerden küçük bir kız kafasını uzatıyordu ki<br />
Zeki Abi tüm gücü ile kapıya yüklendi. Küçük kız<br />
kaçamadan kafasını önce kapıya, ardından duvara vurup<br />
kapı ardına düşüp öylece bakakaldı. Dışarıdaki kalabalık<br />
içeri girmekle girmemek arasında tereddüt ediyordu ki<br />
kimden geldiği anlaşılmayan “Dalın içeri” komutuyla<br />
harekete geçip eve girdiler. Mutfak kapısında Zeki Abi’nin<br />
eşi Nebiye Yenge elinde taze fasulye dolu plastik kapla<br />
olan biteni anlamaya çalışıyordu. Üst katlara doluşan<br />
mahalleli neden sonra şaşkınlık içinde birbirine bakmaya<br />
başladı. Zeki Abi sedire oturmuş soluk alıp veriyor,<br />
aşağıdan küçük kızın ağlama sesi geliyor, bir de Nebiye<br />
Yenge’nin teselli edici sözleri duyuluyordu. Çok geçmeden<br />
kapıda iki polis de göründü. Herkes oradaydı ama hırsız<br />
filan yoktu. Zeki Abi, Nebiye Yenge’yi sorguya çekerken<br />
mahalleli kadınlar kapı önüne toplanmış, olan biteni<br />
anlamaya çalışıyorlardı.<br />
***<br />
O sırada yokuşun başında, bir taksinin arka koltuğuna<br />
boylu boyunca uzanmış Faik Abi geçiyordu. Ön koltukta<br />
Kahveci Hasan perişan durumdaki adamcağıza ağrılarının<br />
yerini soruyordu.<br />
Çok geçmeden kahveye dönenler hırsız mırsız yokmuş<br />
diye hayıflanırken, bir köşede oturmuş belini tutan Hacı<br />
Ömer ile başka bir köşede oturmuş kafasını ovuşturan<br />
Haydar sükûnetle ve boş gözlerle gençleri dinliyorlardı.<br />
Kahvenin çevirmeli eski telefonu çaldı, telefona bakan<br />
Emanetçi Halil Abi:<br />
-Tamam, tamam! Olsun. İyi, iyi, dedikten sonra<br />
telefonu kapattı. Tüm kahve halkı pür dikkat ona<br />
bakıyordu.<br />
-Arkadaşlar Faik Amca iyiymiş, birkaç ezik varmış,<br />
düşerken kafasını bir yere çarpmış, biraz da şişi varmış o<br />
kadar, geliyorlarmış.<br />
“Oh oh iyi şükür!” sesleri duyuldu. Ne olmuştu böyle<br />
kimse anlayabilmiş değildi, herkes birbirine bir şeyler<br />
soruyor, olayı anlamaya çalışıyorlardı. Küçük bir çocuk<br />
gelmişti, kimin çocuğuydu onu bile bilmiyorlardı, doğrudan<br />
o sırada okey oynayan Zeki Abi’nin masasına gitmiş “abi<br />
sizin eve hırsız girdi” demişti sonrası, sonrası işte buydu.<br />
Üç kişi yaralanmış, Zeki Abi’nin evi ile bahçedeki çamaşırlar<br />
yardıma koşanlar sayesinde çamur olmuştu.<br />
Herkes çayını yudumluyor, sakinleşmeye çalışıyordu.
Sakın mahallenin çocukları böyle bir oyun edip bir kenardan<br />
olup biteni seyredip eğleniyor olmasınlar! Bu oradaki<br />
herkesin aklına gelmişti ama böyle şaka mı olurdu?<br />
Zeki Abi’nin evi katar katar mahalleli kadınlarla<br />
doluyordu. Nebiye Yenge’ye geçmiş olsuna gelenler de<br />
vardı, olayı çözmeye gelenler de, yeni dedikoduların<br />
peşinde olanlar da. Nebiye Yenge’nin küçük kızı kafası<br />
tülbentle sarılı bir elinde çıplak oyuncak bebeği, diğer elinde<br />
bir bardak şerbet oturuyordu. Yaşlı kadınlardan biri dualar<br />
okuyup küçük kızın yüzüne üflüyordu, bir başka yaşlı kadın<br />
yüreğini ölçmek lazım, yavrucak çok korkmuş belli diyordu.<br />
Nebiye Yenge şaşkın gözlerle konu komşuya olan biteni<br />
anlatmaya çalışıyor, ama eve her yeni gelen aynı soruyu<br />
sorduğundan, döne döne anlatmaktan yorulmuş ve sıkılmış<br />
bir halde bir yandan eve ayakları ile dalan mahallenin<br />
erkeklerine içinden söyleniyor, bir yandan da evin derli<br />
toplu olmamasından mahcubiyet duyuyor, keşke dün azıcık<br />
ortalığı toplasaydım diye hayıflanıyordu. Kurusun diye sağa<br />
sola asılmış çamaşırlara gözü takılıyor, utancından yerin<br />
dibine geçiyor sonra komşu bir kadının saçma sapan<br />
sorusunu yanıtlamak için lafa atılıyordu. Ama heyecan ve<br />
yılgınlıkla yarım yamalak cevaplar veriyordu.<br />
-Hırsız vurmadı Hafız Ana, çocuk kapı ile duvar arasında<br />
sıkıştı. Yok yok, hırsız girmedi zati. Eksik bir şey yok, hem<br />
neyimiz var ki, her şey ortada.<br />
Fazla meraklı bir komşu:<br />
-Çocuklar sesini mi duydular?<br />
-Yok, ben bağırmadım ki duysunlar.<br />
-Eee, ama sen de niye bağırmadın?<br />
-Yahu, niye bağırayım hırsız falan yoktu ki!<br />
-Hiç hırsız olmasa bu kadar insan dökülür mü? Ateş<br />
olmayan yerden duman çıkmaz. Sen görmemişsindir,<br />
çocuklar görmüşler.<br />
Bir başka teyze:<br />
-Hani şu masa örtüsünün örneğinden verecektin.<br />
Bir diğeri:<br />
-Kız televizyon başında uyuya mı kaldın duymadın<br />
hırsızı?<br />
Bir başkası:<br />
-Bu aralar mahallede yabancılar dolaşıp dururmuş,<br />
demek ki hırsızlığa gelmişler.<br />
Öteki:<br />
-O fasulyeden zeytinyağlı olmaz, çok kılçıklı hiç<br />
uğraşma.<br />
Kötü niyetli bir komşu:<br />
-Hırsız evi de çok dağıtmış. Nebiye, hırsız girmedi diyor<br />
ama şu evin haline bakılırsa bir değil birkaç hırsız birden<br />
girmiş.<br />
Nebiye Yenge iyice daralmıştı bir ara mutfağa gitti<br />
Hacer’in küçük kızı Meryem de mutfakta küçük televizyonun<br />
başındaydı. Meryem, Nebiye Yenge’yi görünce yüzünü<br />
kaçırdı, hatta bir ara oradan uzaklaşmayı düşündü ama<br />
vazgeçti.<br />
-Meryem kızım ne yapıyorsun burada?<br />
-Hiç, televizyona bakıyorum<br />
-Okula gitmedin mi?<br />
Meryem gülümsedi, kulakları kızarmıştı.<br />
-Yok, gitmedim bugün. Son sınıfların deneme sınavı var<br />
o yüzden bize okul yok.<br />
-İyi kızım, meyve suyu vereyim mi?<br />
-Yok, sağ olun.<br />
Nebiye Yenge az soluklandıktan sonra telaşlı telaşlı odaya<br />
geri dönerken kapının önündeki terlik ve ayakkabılara şöyle<br />
bir baktı, ev mevlit evi gibiydi.<br />
Akşam büyük kız Hande okuldan geldi. Evdeki karmaşa<br />
yeni bitmiş, el ayak konu komşu çekilmişti. Olan biteni<br />
annesinden dinleyen Hande çok korkmuş ve üzülmüştü.<br />
Biraz sonra elinde ekmek poşeti ile Zeki Abi de evdeydi.<br />
Ailece salondaki büyük masada yemeklerini yediler, çaylarını<br />
televizyonun karşısında içtiler. Nebiye Yenge, Zeki Abi’ye<br />
olup biteni bir türlü anlayamadığını söyledi, Zeki Abi de “Al<br />
benden de o kadar!” dedi, biraz daha oturduktan sonra ışıkları<br />
kapatıp yatmaya çekildiler. Hande ve kafası sarılı küçük<br />
kardeşi olan bitenin sersemliğiyle derin bir uykuya daldılar.<br />
Sabah uyandıklarında Nebiye Yenge’nin “Gitti, gitti!<br />
Kefenliklerim gitti,” çığlıklarıyla soyulduklarını anladılar. Gece<br />
eve hırsız girmişti. Nebiye Yenge’nin tüm mal varlığını<br />
sakladığı, turşu kavanozlarının arkasındaki sarı kapaklı<br />
kavanozu eliyle koymuş gibi bulmuş, ne var ne yok<br />
götürmüştü. Nebiye Yenge’nin dişinden tırnağından artırdığı<br />
üç beş kuruş, bir kaç bilezik, ata yadigârı kolye ile rahmetli<br />
anacığının Hac’dan getirdiği, takmaya kıyamadığı saat uçup<br />
gitmişti. Polisler geldiğinde ağlamaktan gözleri şişmiş Nebiye<br />
Yenge ile sinirden kıpkırmızı kesilmiş Zeki Abi ve yine dışarıda<br />
toplanmış ne olup bittiğini anlamaya çalışan mahalleli belki<br />
de tüm hayatları boyunca karşılaştıkları en ilginç olayın<br />
şaşkınlığı içindeydiler. Polisler etraflıca sorup soruşturduktan<br />
sonra Zeki Abi’yi alıp karakola götürdüler.. Nebiye Yenge ise<br />
yarı baygın halde geçmiş olsuna gelen komşularına bir şeyler<br />
söylüyor, sıkça hırsıza ileniyor, yaşlı teyzelerin “sidiği<br />
bağlansın” beddualarına tüm komşular hep bir ağızdan âmin<br />
diyorlardı.<br />
Hacer’in küçük kızı Meryem yine mutfaktaydı, yanında<br />
Hande vardı.<br />
-Murat’laydın dün değil mi?<br />
-Sana ne kızım kimle olduğumdan, sen ne karışıyorsun?<br />
-Senden nefret ediyorum, çok adiymişsin.<br />
-Ya gitsene sen kızım. Evimize hırsız girdi sen ne<br />
diyorsun!<br />
-Sen benim ne dediğimi çok iyi biliyorsun. Bizi ayırmak<br />
için yaptıklarını unutmadım.<br />
-Ben kimseyi ayırmadım. Murat ile sen anlaşamadınız,<br />
kendin söylüyordun.<br />
-Allah belanızı versin ikinizin de.<br />
-Kızım defol git evimden!<br />
Mutfak kapısına doğru elinde bardak dolu tepsiyle gelen<br />
bir komşu bu ikilinin konuşmasını böldü.<br />
-Hadi kızlar yardım edin azıcık, bak bir de genç<br />
olacaksınız.<br />
***
GARİP BİR HIRSIZLIK VAKASI<br />
Zeki Abi kahvenin önünden geçerken içerdekilerin daveti<br />
üzerine bir masaya oturdu. Kahve ahalisi geçmiş olsun<br />
dedikten sonra Zeki Abi’yi sorguya aldılar. Hiç ses duymadınız<br />
mı? Kavanoza değerli şey saklanır mı? Kapıyı kilitlemiyor<br />
musun? Dünkü olaydan sonra bu garip değil mi?<br />
Kahvenin nispeten sakin bir köşesinde oturan ihtiyar<br />
kurt Memduh elindeki on yedilik sarı kehribar tespihini<br />
çekerken kafasını sağa sola salladı. İçinden çok eski bir<br />
numara, ama kim yaptı bunu diye geçirdi. Memduh’un<br />
mazisini bilen yoktu, herkes onu eski bir balıkçı sanıyordu.<br />
Velâkin çarşının eskileri ile emekli polisler nam-ı diğer<br />
Matkap Memduh’u çok iyi tanırlardı. “Hey gidi günler, hey!”<br />
diye iç geçirdi. Büyük caminin arkasındaki eski pazarda az<br />
işe yaramamıştı bu numara. Bilen bilir, hırsızlar yolsuz<br />
kaldıklarında en çok bu numarayı yaparlar. Bazen artık<br />
bilmem kaçıncı kez bir zavallının daha ağına düştüğünü<br />
görmemek için kahveciler, Memduh dükkâna girdimi usulca<br />
yanına yanaşır, çayını iç topukla, diye uyarırlardı. Bir tek<br />
büyük kahvenin sahibi Topal Haşmet, Memduh’u gördü mü<br />
elini ovuşturur, kulağına eğilip zekâtımı isterim, derdi. Hiç<br />
sevmezdi Topal Haşmet’i ama iş için kabul eder, her<br />
seferinde bir daha gelmem bu son der, ama sıkışınca aynı<br />
oyun için yine uğrardı. Kahvenin en kalabalık zamanı<br />
önceden gelip masalara oturan hırsızlar beklemeye başlarlar.<br />
Biri kahveden içeri dalar soluk soluğa ağabeylerim,<br />
amcalarım az önce hırsızlık oldu herkes emanetini parasını<br />
kontrol etsin, hırsız karakolda eksiği olan salınmadan gitsin<br />
alsın diye figan eder, o telaşla herkes elini cüzdanı ya da<br />
Ferdi Demiray<br />
değerli eşyası neredeyse oraya atar, kimi ceketinin iç cebini,<br />
kimi pantolonunu, kimi gömlek cebini yoklar çıkarır, bakar<br />
tabii. Etraftaki hırsız takımı da gözlerine kestirdikleri<br />
kurbanlarının cüzdanlarının, paralarının yerini böylece<br />
öğrenmiş olurlar. Bir sonraki iş olarak, kurbanı takip edip en<br />
uygun kalabalıkta yanlışlıkla çarpıverirler, elleriyle koymuş<br />
gibi buldukları cüzdanı mesleki hünerle kendi ceplerine<br />
atarlar ve bin bir özür ile kurbanın gönlünü alarak hızla<br />
uzaklaşırlar. Matkap Memduh akşama doğru Topal Haşmet’e<br />
uğrar, içinden küfür ederek, işin tüm pisliğini, tehlikesini<br />
kendi ve tayfası yaşamasına rağmen olan bitene ses<br />
çıkarmadığı için mecburen kazançtan birazını verirdi.<br />
Gözlerini cebinden çıkardığı mendile silen Memduh,<br />
gırtlağından gelen sesi ile herkesin duyacağı şekilde lafa<br />
girdi:<br />
-Dikkat edin beyler, hırsız karda gezer izini belli etmez.<br />
Herkes hep bir ağızdan haklısın, dedi. Ben öyle hırsızın<br />
deyip küfür sallayan birkaç gence gülümsedi Memduh.<br />
***<br />
Emekliliği gelmiş Komiser masasının karşısında oturmuş,<br />
yakın zamanda kendi yerine geçeceği belli genç komiserin<br />
açık çayını karıştırmasını izledi.<br />
-Bu hırsızlık olayında bir gariplik var, dedi.<br />
Genç komiserin cevap vermesini beklemeden;<br />
-Şu kahveye gelip evine hırsız girdi diyen çocuğu bulalım,<br />
diye devam etti.<br />
Genç komiser, tamam bulalım amirim der gibi kafasını<br />
salladı.
Mahallenin bütün veletlerini köşe bucak bulup tatlı dille<br />
sorup soruşturdular. Kimi şu top oynayanların arasındaki sarı<br />
kafalı çocuktu dedi, kimi sevmediği ne kadar akranı varsa<br />
ismini verdi. Ama nafile, ta ki küçük Ahmet olaydan birkaç<br />
gün sonra annesine Meryem’den aldığı parayla<br />
yakalanıncaya kadar. Annesinin sorgusu yanında polislerinki<br />
hiç kalırdı, terlikle evire çevire dövdüğü küçük Ahmet’in<br />
babasını çalıştığı bisiklet tamircisinden çağırttı. Olayı dinleyen<br />
adam bir anlam veremedi ama tuttuğu gibi oğlunu karakola<br />
getirdi.<br />
Halef-selef komiserler çocuğu ve babasını oturtup<br />
korkutmadan sohbet eder gibi konuştular.<br />
-Dışarıda oynuyorduk, Hacer Teyze’nin kızı Meryem Abla<br />
geldi, beni usulca bir kenara çekti. Kimseye söylememem<br />
için yemin billâh ettirdi para verdi, git kahveye Hande’nin<br />
babası Zeki Amca’ya, sizin eve hırsız girdi de. Ama benim<br />
söylediğimi kimseye söyleme, dedi.<br />
İki polis birbirlerine baktılar, yeni olan neyse de eskisi<br />
bunca yıllık meslek hayatında böyle bir olay duymamıştı.<br />
Çocuğu ve babasını gönderdiler, karakoldan iki polisi Hacer<br />
Hanım’ın evine yollayıp kızı ile birlikte gelmesini istediler.<br />
Hacer Hanım okuldan yeni gelen kızı ile birlikte korka<br />
çekine karakola geldi.<br />
Yaşlı komiser rahatlatıcı ses tonuyla olan biteni anlattı.<br />
Hacer Hanım kıpkırmızı oldu, Meryem oturduğu sandalyede<br />
dikleşti, kafasını kaldırdı gözleri ateş gibiydi, şirretleşti.<br />
-Murat ile Hande bana bunu yapmayacaklardı. Birisi<br />
sevgilim, diğeri birlikte büyüdüğüm kapı komşum, ikisinin<br />
de… dedi sustu.<br />
Sonra o diklenmiş hali gitti, ağlamaklı bir sesle devam<br />
etti.<br />
-Ben Murat için deli oluyorum. O da beni seviyor<br />
biliyorum. Ama en başından bu işin içine o köpek Hande’yi<br />
sokmakla hata ettim. Onunla dertleştim, sırlarımı açtım.<br />
Birlikte büyümüştük, oysa o ilk fırsatta bana kazık attı.<br />
Murat’la bozulan aramı düzeltmek bahanesiyle onunla<br />
konuşmaya, takılmaya başladı. O gün son sınıfların sınavı<br />
vardı, bize okul yoktu ama aynı sınıfta okuduğum o köpek<br />
süslenip püslenip okula gidiyor gibi evden çıktı. Camdan<br />
gördüm, Murat’la buluşmaya gidiyordu. Ben de delirdim.<br />
Aklıma bu geldi. Küçük Ahmet’e para verip kahveye yolladım,<br />
Zeki Amca’nın evine gelmesini sağlamak istedim. Ben de<br />
oralarda olacak, okula gitmediğimi gösterecektim. Tüm<br />
mahalle ve Nebiye Teyze, kızlarının ne işler çevirdiğini<br />
öğrensinler istedim, dedi ve hüngür hüngür ağlamaya<br />
başladı.<br />
Hacer Hanım elindeki çantayı kaldırıp olanca hızıyla<br />
kızının kafasına indirdi. İkinci darbeyi ise genç komiser<br />
engelledi.<br />
Yaşlı komiser, iyi de kızım bir sonraki gün yaşanan<br />
hırsızlık nasıl oldu peki, diye şaşkın şaşkın sordu.<br />
-Valla billa bilmiyorum Komiser Amca, diye ağlarken<br />
gözlerini siliyordu.<br />
Hacer Hanım ve kızı karakoldan çıkarken itişiyorlardı.<br />
Kadın ellerini gökyüzüne kaldırıp kaldırıp önce dua eder bir<br />
hal alıyor, sonra kızının sırtına sırtına indiriyordu.<br />
***<br />
Okul çıkışı buluşan Murat ile Hande çarşıda el ele<br />
geziyorlardı, hava açık ve güzeldi. Kalabalık çarşıda bir o<br />
yana bir bu yana sürüklenen insan yığınları sırtlarında küfeleri<br />
ile koşuşturan hamallar, çıraklar, bir dükkândan diğerine<br />
giren ama pek fazla para harcamayan ihtiyarlar, çarşı adeta<br />
bir insan cümbüşü içindeydi. Genç sevdalıların az önce<br />
önlerinden geçtikleri kuyumcuda sırtı vitrine dönük Zeki Abi<br />
sıkı bir pazarlık sonunda sattığı bileziklerle değerli saatin<br />
parasını cebine koydu. Bu zamanda bir emekli için sadece<br />
emekli maaşı ile geçinmek ölüm gibiydi. Çok sevdiği<br />
Nebiye’sine bunu yaptığı için vicdanı son derece rahatsızdı,<br />
birlikte ne zor günler atlatmışlar, aç kalmışlar ama asla<br />
yılmamışlardı. Yaşlandıkça insan paranın kıymetini anlıyordu.<br />
Büyük kızı kendini kurtarmış sayılırdı, çok zeki değildi. Lise<br />
bitince mahalleden biri gelip isteyecekti. Göz açıp<br />
kapayıncaya kadar büyümüştü ama ya küçük kız, onun<br />
önünde daha yılları vardı.<br />
O velet gelip evine hırsız girdi demese, gece boyu<br />
yatakta dönüp dururken şeytan aklını çelmese, belki de bu<br />
iş hiç aklına gelmeyecekti. Yıllardır Nebiye’sinin dişinden,<br />
tırnağından, pazardan, yorgandan artırdığı paraları ile bu<br />
bilezikler ve şu koluna bir gün bile takmadığı saat yine turşu<br />
kavanozlarının arkasındaki kavanozda öylece duruyor<br />
olacaktı. “Nebiye ne yapacaksın onları?” dediğinde “Zor<br />
günler için Zeki Bey,” diye parmağını sallardı hep. Eh be<br />
Nebiye, al sana zor gün, sakın üzülme elimiz rahatlayınca<br />
ben bu işi telafi ederim.<br />
***<br />
Çok geçmeden şehrin karşı yakasında bir kahveden içeri<br />
kara kuru bir çocuk girdi, oyun oynayanların şaşkın bakışları<br />
arasında bir masanın önünde durdu.<br />
-Koş abi koş, sizin eve hırsız girdi, diye bağırdı.<br />
Zavallı adam karşısında duran çocuğa ağlamaklı şaşkın<br />
bir gözle baktı. Ayağa kalktı, kahvenin kapısına doğru<br />
yayından çıkan bir ok gibi fırladı. O ilk şaşkınlığı üzerlerinden<br />
atan kahvedekiler hep birden ayağı fırladılar.<br />
Her şey ocağın önündeki masada oturan Matkap<br />
Memduh‘un istediği gibi olmuştu. Eski günlerdeki gibi<br />
heyecanlanmıştı, yanındaki delikanlının kolunu sıktı, usulca<br />
kulağına eğildi.<br />
-Hadi bakalım sıra sende, öğrettiğim gibi tamam mı, evin<br />
anahtarını al ve neyi nereye sakladıklarını iyi belle, dedi.<br />
Son
Yazdıklarınızdan Hemen Vazgeçmeyin!<br />
Bugüne kadar metinlerinizi hiç kimseye okutamamış<br />
Eserinizi gönderdiğiniz yayınevlerinden geri dönüş alamamış<br />
Edebiyat dergilerinde kendinize yer bulamamış olabilirsiniz<br />
Bu Yolda Yalnız Değilsiniz<br />
Her eseriniz için bir yazar, bir editör ve Yazım Kılavuzu’ndan<br />
kapsamlı değerlendirmeler gönderelim<br />
İlk cümlenizden son cümlenize kadar sizinleyiz<br />
www.yazimkilavuzu.com.tr<br />
Redaksiyon<br />
Yazar Danışmanlığı<br />
Yazar Koçluğu<br />
Atölyeler<br />
Geliştirici Editorlük<br />
Yayın Danışmanlığı<br />
Kurumsal Yazarlık