Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
DEVLET DENETİM ELEMANLARI DERNEĞİ<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123 • Temmuz-Eylül ’13<br />
ISSN: 2146-2992<br />
Devlet Denetim Elemanları Derneği<br />
Adına Sahibi<br />
Ali Alper Orkun<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
İbrahim Halıcı<br />
DERNEK YÖNETİM KURULU<br />
Ali Alper Orkun - Genel Başkan<br />
Kadir Kemaloğlu - Genel Başkan Yardımcısı<br />
Aslan Özdemir - Genel Sekreter<br />
Harun Cengiz Özmen - Genel Sayman<br />
Selim Gökçe - Kültür Yayın İşleri Sekreteri<br />
Ertan Örs - Sosyal İşler Sekreteri<br />
Ömer Yürekli - Üye<br />
Necip Feyzayi Uygun - Üye<br />
İsamettin Tolga Kara - Üye<br />
İbrahim Halıcı - Üye<br />
Erdoğan Şeker - Üye<br />
GENEL YAYIN YÖNETMENİ<br />
Ömer Yürekli - SB Sağlık Başdenetçisi<br />
REKLAM MÜDÜRÜ<br />
Aslan Özdemir - İç Denetçi<br />
YAYIN KURULU<br />
Dr. Şafak Başa - Mülkiye Başmüfettişi<br />
Dr. Yusuf Aydın - Sağlık Başdenetçisi<br />
Sedat Vahapoğlu - Sağlık Başdenetçisi<br />
Nurullah Kemaloğlu - Sağlık Başdenetçisi<br />
Emin Bardakçı - İçişleri Başkontrolörü<br />
Taha Kemal Keskin - SGK Müfettişi<br />
H. Cengiz Özmen - SGK Müfettişi<br />
M. Sait Yıldız - Sağlık Denetçisi<br />
Selim Gökçe - DMO Başmüfettişi<br />
Yasin Kaltar - SGK Müfettişi<br />
Tarık Akdaş - SB Sağlık Denetçisi<br />
DANIŞMA KURULU<br />
Prof. Dr. Hikmet Kavruk - Gazi Ünv. İİBF<br />
Dr. Ertan Toprak – Mülkiye Başmüfettişi<br />
Durdu Güneş - Gümrük ve Tic. Bak. Huk.Müşaviri<br />
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Balkanlı - İ.Ü.SBF<br />
Doç. Dr. Şeref İba - Çankaya Üniversitesi<br />
YÖNETİM YERİ - YAZIŞMA ADRESİ<br />
İzmir Caddesi Necipbey Apt. No: 22/6-7<br />
Kızılay/ANKARA<br />
Tel: 0(312) 419 71 50 - Faks: 418 97 39<br />
http://www.denetde.org.tr<br />
e-mail: denetde06@hotmail.com<br />
denetde06@gmail.com<br />
Dergi Bedeli (KDV Dahil): 10,00.- TL<br />
DERNEK HESAP NUMARASI:<br />
Vakıfbank Ankara Başkent Şubesi<br />
Hesap No: 00158007293623634<br />
IBAN: TR710001500158007293623634<br />
BASKI TARİHİ<br />
??? <strong>2013</strong><br />
TASARIM VE BASKI<br />
Allame Ajans&Bilişim&Telekomünikasyon<br />
San. ve Tic. Ltd. Şti.<br />
Uğur Mumcu Cad. Kız Kulesi Sok. No: 30/6<br />
G.O.P / Çankaya - ANKARA<br />
Tel: 0(312) 447 71 56<br />
www.allame.com.tr<br />
içindekiler<br />
Başkan’dan.........................................................................................2<br />
Ali Alper Orkun<br />
Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim<br />
Sistemi ................................................................................................4<br />
Metin Çakır<br />
Bakanlık Merkez Teşkilat Yapılarında 2011 Yılı KHK Değişiklikleri İle<br />
Gerçekleştirilen Teftiş-Denetim Dönüşümünün Değerlendirilmesi..... 21<br />
Ayhan Acar<br />
Denetimsiz Demokrasinin Fırsat Ürünü: Kleptokrasi (III)..................... 27<br />
Dr. Recep Sanal<br />
Denetimin Zorluklarına Büyükşehir Belediyeleri Açısından Bir Bakış.. 33<br />
Zeynep Tülin Baldan<br />
İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı Ve Temellendirilmesi.............................. 37<br />
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün<br />
Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve<br />
Nabucco Projelerinin Değerlendirilmesi.......................................... 45<br />
Kenan Şahin<br />
Kamu Görevlisi Olmayan Sözleşmeli Aile Hekimi Ve Aile Sağlığı<br />
Elemanı İstihdamı ............................................................................ 55<br />
Nihat Kayar<br />
Japon Ekonomisine Genel Bir Bakış.................................................... 64<br />
Hakan Alkan<br />
Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı................................... 70<br />
İbrahim Gül<br />
Atatürk’ ün Dış Türkler Siyaseti.......................................................... 81<br />
Mehmet Zülfi Camkurt<br />
Tarihin İçinden<br />
Müfettişlerle İlgili Meclis Zabıtlarına Yansıyan Görüş Ve<br />
Düşünceler (2) .................................................................................. 90<br />
Dr. Şafak Başa<br />
Denetim Anıları................................................................................. 92<br />
Ömer Yürekli<br />
Yaratıcılığı Tetikleyen Mizah............................................................... 95<br />
Durdu Güneş<br />
Teftiş Kurullarımızı Tanıyalım.......................................................... 98<br />
Necip F. Uygun<br />
Örnek Yargı Kararları..................................................................... 101<br />
Dr. Şafak Başa<br />
DENETDE’den Haberler.................................................................. 106<br />
Kadir Kemaloğlu, Ömer Yürekli<br />
Kitap Tanıtımı.................................................................................. 108<br />
Yayın İlkeleri................................................................................... 110<br />
Abonelik Formu.............................................................................. 111
Başkan’dan<br />
KAMU DENETİM KURULLARI MI - SAVCI / POLİS<br />
DENETİMİ Mİ?<br />
2<br />
Değerli Dostlar,<br />
Son aylarda yaşanan krizlerin ışığında;<br />
Kamu Denetim Kurullarının zayıflatılması, etkisizleştirilmesi<br />
ve kenara itilmesinin, vahim<br />
sonuçları ile karşı karşıya kalıyoruz.<br />
Kamu harcamaları ve denetimi konusunda<br />
uzmanlığı tartışmasız nitelikte olan kamu<br />
denetim kurullarının, kılı kırk yaran, soğukkanlı<br />
ve tarafsız yaklaşımı perde gerisinde<br />
bırakılınca; Zabıta kuvvetlerinin, sadece iletişimi<br />
dinleme yöntemiyle kurguladığı operasyon<br />
zihniyetinin, onarım yapmak üzere<br />
zücaciye mağazasına dalan fiilin verdiği zarardan<br />
çokta farklı olmadığı görüldü.<br />
Zamanın ruhunun, Kamu Denetim Kurullarının,<br />
yeni bir anlayışla içinde bulunduğu<br />
sorunların telafisi; tarafsızlığının, bağımsızlığının<br />
güçlendirilmesi ve mensuplarımızın<br />
özlük haklarının yükseltilmesini gerektirdiği<br />
açıktır. Karar vericilerin, bu gerekliliği biran<br />
önce fark etmelerini ve harekete geçmelerini<br />
bekliyoruz...<br />
123. sayımızda; yer bulan makale konuları<br />
ve yazarları hakkında sizlere kısa bilgiler<br />
arz etmek istiyorum.<br />
Bu sayımızda, aramıza ilk kez katılan Milli<br />
Eğitim Bakanlığı Denetçisi Sn. Metin Çakır,<br />
“Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde MEB<br />
Denetim Sistemi” başlıklı makalesiyle; kamu<br />
denetiminin temel ilkeleri ve ülkemizdeki<br />
mevcut denetim yapısı hakkında bilgiler verdikten<br />
sonra, makalesinin ana konusu olan<br />
Milli Eğitim Teşkilatı, il ve merkez denetim<br />
birimlerinin bir araya getirilip getirilmemesi<br />
tartışmalarını bilimsel bir yaklaşımla irdeleyerek<br />
konunun hukuki temellere oturmasını<br />
sağlıyor. Makalenin taraftarlık yaklaşımıyla<br />
konuyu karartan ve çözümsüz hale getiren<br />
yaklaşımlara ışık tutmasını diliyoruz.<br />
Sağlık Bakanlığı Başdenetçisi Sn. Ayhan<br />
Acar, makalesinde; Bakanlık Merkez Teşkilat<br />
Yapılarında, 2011 yılı KHK değişiklikleri ile<br />
gerçekleştirilen Teftiş/Denetim Dönüşümü<br />
ve sonrasında geçen iki yılın ardından, sistemin<br />
geldiği son durumun genel bir muhasebesini<br />
bizlerle paylaşıyor. Türk Kamu Denetim<br />
Sisteminin geleceği açısından önemli<br />
mahzurlar doğuran çelişkilere dikkat çekerek,<br />
mevcut durumun tekrar gözden geçirilmesi<br />
ve sisteme zarar veren yanlış ve eksiklerin<br />
çözümüne yönelik önerilerini bizlere<br />
sunuyor.<br />
Sn. Recep Sanal, demokrasinin kleptokrasiye<br />
dönüşüm sürecini ve bu sürecin vahim<br />
sonuçlarını incelediği makale serisinin<br />
üçüncüsü ile dergimize katkıda bulunmaya<br />
devam ediyor. Bu makalede, demokrasi kav-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Başkan’dan<br />
ramının altında siyasal sistemin nasıl işlediği,<br />
demokrasinin neden siyaset baronları<br />
ürettiği, siyaset baronlarının yaklaşım tarzları<br />
ve sistemin bu gidişe nasıl direneceği<br />
konuları analiz ediliyor. Makale serisi sona<br />
erdiğinde umuyoruz ki bu makaleler, kamuoyunda<br />
ses getirecek kalitede bir kitap haline<br />
dönüşecektir.<br />
Büyükşehir Belediyelerinde denetimin<br />
zorluklarına dair, yönetimin içinden bir bakış<br />
açısını, MESKİ Arıtma Tesisleri Daire Başkanı<br />
Sn. Zeynep Tülin Baldan, ortak aklın<br />
istifadesine sunuyor. Bu makale sayesinde,<br />
seçimle iş başına gelen kamu otoritelerinin,<br />
çevreyi koruma adına sanayici ve işadamlarına<br />
yönelik yaptırımları uygularken ortaya<br />
koydukları yaklaşım tarzlarını, karşılaştıkları<br />
zorlukları ve çözüm önerilerini görüp, yararlanma<br />
imkanı buluyoruz. Yönetici ve uygulayıcıların<br />
denetime yaklaşımlarını idrak<br />
etmenin bizim bilgi dağarcığımızı zenginleştireceğine<br />
ve tutarlılığımızı artıracağına<br />
inanıyoruz.<br />
Prof. Dr. Sn. Şaban Ali Düzgün hocamız,<br />
“insan onuru” kavramını işlediği makalesiyle;<br />
yine idrakimiz üzerindeki pasları silerek,<br />
bizleri tefekküre yöneltiyor. İnsan hakları ve<br />
mutluluğu söz konusu olunca, bunun sadece<br />
hukuki düzenlemelerle mümkün olmayacağı,<br />
insanın derununa hitap eden din ve<br />
ahlak mekanizması ile insanlık onuru anlayışının,<br />
olmazsa olmaz hale geldiği ana fikrini<br />
bizlerle paylaşıyor.<br />
Yine, aramıza ilk kez katılan Hazine Müsteşarlığı<br />
Uzmanı Sn. Kenan Şahin; Avrupa<br />
Birliği ve Türkiye açısından Enerji Güvenliği<br />
konusunu ve Nabucco projelerinin alternatiflerini<br />
irdelediği makalesiyle, Türkiye’nin,<br />
enerji kaynaklarının batıya taşınmasında<br />
transit ülke olarak önemini anlayıp, umutlarımızı<br />
tazeliyoruz.<br />
Japonya (eski) Ekonomi Müşaviri Sn.<br />
Hakan Alkan makalesinde bizlere, Japon<br />
ekonomisini ana hatlarıyla tanıtmakta ve<br />
bu ekonomik devin içine girdiği bunalım ve<br />
bu bunalımı çözmeye yönelik gayretleri, bir<br />
anlamda yakın zamana kadar bizzat içinde<br />
yaşadığı sistemin kodlarını anlatıyor. Aramıza<br />
ilk kez katılan arkadaşımıza hoş geldin<br />
diyoruz.<br />
Dergimizde ikince kez ağırladığımız akademik<br />
camiadan değerli yazarımız Sn. Nihat<br />
Kayar, yine özellikli ve uzmanlık yaklaşımı<br />
isteyen “kamu görevlisi olmayan sözleşmeli<br />
aile hekimi ve aile sağlığı elemanı istihdamı<br />
“ konusuyla, sayfalarımızda yer alıyor. Yaratılmaya<br />
çalışılan bu yeni kamusal istihdam<br />
şekliyle ilgili olarak önümüzdeki yıllarda karşılaşılacak<br />
krizlere dair yazarımızın uyarılarının,<br />
uygulayıcılar tarafından dikkate alınmasında<br />
sayısız faydalar görüyoruz.<br />
Üretken Yazarımız, Gümrük ve Ticaret<br />
Bakanlığı Hukuk Müşaviri Sn. İbrahim Gül,<br />
Makalesinde “ kamu yararı” kavramını, bir<br />
cerrah yaklaşımı ile ameliyat masasına yatırarak<br />
tüm yönleriyle, hukuk mantığımızın<br />
gözleri önüne sunuyor. Kamu yararı kavramının,<br />
idari Yargılama Usulü Kanuna derc<br />
edilmesi gerektiği önerisinin değerlendirilmesini,<br />
umut ediyoruz.<br />
SGK Başmüfettişi Sn. Zülfi Camkurt, dış<br />
politika ve uluslararası ilişkilerin her daim<br />
gündemde olduğu bugünlerde, Atatürk’ün<br />
dış Türkler siyasetini irdelediği makalesiyle<br />
günümüze dair ışık tutmayı başarıyor. Cumhuriyetimizin<br />
kurucusunun sahip olduğu vizyon<br />
ve ileri görüşlülüğü bir kez daha idrak<br />
etmek, bizleri gururlandırıyor.<br />
Değişmez klasiğimiz haline gelen ve<br />
zevkle okunduğunu düşündüğümüz; Tarihin<br />
İçinden - Denetim Anıları - Mizah - Teftiş Kurullarımızı<br />
Tanıyalım - Örnek Yargı Kararları<br />
- DENETDE ‘den Haberler ve Kitap Tanıtımı,<br />
bölümleri bu sayımızda da sizlerle birlikte olmaya<br />
devam ediyor. Emeği geçen arkadaşlarımıza<br />
şükranlarımızı sunuyoruz.<br />
Dergimizi, her türlü zor koşullar altında,<br />
ülkemizin dört bir yanında, ülkesine hizmet<br />
şuuru ile yılmadan, yorulmadan, koşturan<br />
saygıdeğer kamu denetimi meslek mensuplarımıza<br />
ithaf ediyoruz.<br />
Faydalı olmak umuduyla, Saygılar Sunarız.<br />
Ali Alper Orkun<br />
DENETDE Genel Başkanı<br />
3<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
TÜRK KAMU DENETİM SİSTEMİ<br />
İÇERİSİNDE MİLLİ EĞİTİM<br />
BAKANLIĞI DENETİM SİSTEMİ<br />
Metin Çakır 1<br />
4<br />
1. GİRİŞ<br />
Yönetim süreçlerinden denetim süreci;<br />
bir zırh görevi üstlenerek diğer tüm süreçleri<br />
koruyan ve bir lokomotif görevi üstlenerek<br />
tüm yönleriyle yönetimi geliştiren bir süreç<br />
olarak algılanmalıdır. Bu sürecin etkili işletilebilmesi,<br />
iyi bir hazırlık ve planlama ile ilgili<br />
olduğu kadar, sonuçların değerlendirilmesi<br />
ve düzenli bir geri bildirim sisteminin oluşturulmasıyla<br />
da ilgilidir. Zira, denetim büyük<br />
küçük her örgütte ve yaşamın her alanında<br />
ve her aşamasında var olan bir olgudur ve<br />
bir karşı devinim, bir tepki ve bunun sonucunda<br />
çeşitli dengeler oluşturan bir işlevdir.<br />
Denetim yönetime önderlik ederek,<br />
onun gelişmesine yardımcı olan, etkinliğini<br />
arttırıcı nitelikteki faaliyetleri kapsayan bir<br />
kavramdır (Tortop ve diğerleri, 2005:129).<br />
Denetim alanında önemli bir yeri olan soruşturma<br />
ise, içeriğini oluşturan suç boyutları<br />
açısından bir yönüyle yargıyla ilgili olsa<br />
da öncelikle, amaç ve yöntem bakımından<br />
kurumsal disiplinle ilgilidir (Uluğ, 2004:117).<br />
1<br />
Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Eğitim Denetçisi (Bakanlık Müfettişi),<br />
Kamu Yönetimi Uzmanı<br />
Denetim, soruşturmayı da içeren geniş bir<br />
kavramdır.<br />
Hukuk devleti anlayışında, örgütlerin ve<br />
bireylerin, davranışları, faaliyetleri, sorumlulukları/ödevleri<br />
ve hakları yasalarla tanımlanmıştır.<br />
Hukuk devletinin gereği olarak<br />
örgütlerin ve bireylerin bu doğrultuda hareket<br />
etmelerinin sağlanmasında denetim oldukça<br />
önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle<br />
son zamanlarda önemi iyice artan katılımcı,<br />
şeffaf, hesap verebilir yönetim anlayışı ile<br />
insan hak ve özgürlüklerini esas alan bir<br />
kamu yönetiminin oluşturulmasında denetim<br />
en üst düzeyde gerek duyulan bir süreçtir.<br />
Tarih boyunca denetim, yolsuzlukların<br />
oluşumunu engelleyen, yönetimin asıl<br />
amacından sapmasını önleyen bir kavram<br />
olarak algılanmıştır. Yöneticinin, becerilerini<br />
tam anlamıyla yerine getirebilmesi, örgütsel<br />
amaçlara en kısa sürede ve en ekonomik<br />
şekilde, yüksek düzeyde kaliteyle ulaşabilmesi<br />
için etkili bir denetim faaliyetinin varlığı<br />
şarttır. Denetim, yönetime mevcut uygulamalarını<br />
kontrol etme, gerekli değişiklikleri<br />
ve düzeltmeleri gerçekleştirme imkânı sağ-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Metin Çakır<br />
ladığı için örgüte, özellikle yöneticiye kılavuzluk<br />
eden bir araç niteliği taşımaktadır.<br />
Denetim yapılan her yerde genel olarak<br />
uyulması gereken bazı ilkeler bulunmaktadır.<br />
Bu ilkeleri; bağımsızlık, yasallık, nesnellik<br />
ve dürüstlük olarak betimlemek olasıdır<br />
(Geist, 1988:19).<br />
1. Bağımsızlık İlkesi: Denetimin kalitesi,<br />
büyük ölçüde denetçinin bağımsızlığına<br />
bağlıdır ve bağımsızlık, denetçilerin verecekleri<br />
kararlarda kamuya karşı sorumlu<br />
olmalarının bir sonucudur. Denetim yapılırken<br />
denetleme yapan organın, denetlenen<br />
organ karşısında bağımsız olmasının gerekip<br />
gerekmediği tartışılabilse de dış denetimlerde,<br />
bu bağımsızlık olmazsa olmaz bir<br />
kuraldır. Denetleme yapılan kurum karşısında<br />
tam bir bağımsızlıktan söz edilmesi zor<br />
olsa bile, görevin yerine getirilmesi sırasında<br />
ve denetlenen karşısında bağımsızlığın<br />
tam olarak sağlanması gerekir. Aksi takdirde,<br />
yönetim ve denetim fonksiyonu birbirine<br />
karışır ve bunun sonucunda da denetimin<br />
etkin olmasından söz edilemez (Atay,<br />
1999:45-46).<br />
İç denetimde ise bağımlılığın ne olduğu<br />
açıktır ve sınırları çizilmiştir. Ki, bu bağımlılık<br />
ancak denetim konusu, yeri ve zamanı<br />
belirlenirken söz konusudur. Zira, denetim<br />
tarzına ve denetim sonucuna karışıldığında<br />
artık denetim yapan kişi ya da organın inisiyatifi<br />
ve denetimin etkinliği bütünüyle ortadan<br />
kalkar ve biçimsel bir işleve dönüşür,<br />
denetim ve yönetim özdeşleşir.<br />
2. Yasallık İlkesi: Hukukilik diye de adlandırılan<br />
yasallık ilkesi iki yönde değerlendirilebilir.<br />
Birincisi, denetimin konusunda<br />
olan ve denetleme normları kapsamında<br />
incelenecek olan yasallığın denetlenmesi;<br />
ikincisi ise, özellikle kamu denetimlerinde<br />
görülen denetimin yani denetleme işinin<br />
hukuka uygun olmasıdır (Atay, 1999:46).<br />
Yasallık ilkesinin ikinci yönüne göre, denetimin<br />
konuları, alanları, denetim organları<br />
ve yetkileri hukuki düzenlemelerle (yasa,<br />
tüzük, vb) belirlenmelidir ve denetim belirlenen<br />
bu hukuksal çerçevede yapılmalıdır.<br />
Bunun içindir ki, üst denetim organları ya<br />
da hiyerarşik makamlar tarafından denetimin<br />
hukuka uygunluğunun denetlenmesi<br />
de yapılmaktadır (Atay, 1999:47).<br />
3. Nesnellik İlkesi: Nesnellik; denetçinin<br />
denetleme yaparken sadece olanı dikkate<br />
alması ve olması gerekenle karşılaştırma<br />
yaparak sonuca varmasıdır. Denetçinin<br />
görevini yerine getirirken taraf tutmaması,<br />
etki altında kalmaması, duygularına kapılmadan<br />
karar vermesi gerekir. Ancak denetçi,<br />
görev çerçevesinde ve hizmetin iyi işlemesi<br />
için değerlendirmenin özelliğine göre<br />
de takdir yetkisini kullanabilmelidir. Aksi<br />
durumda, denetim mekanikleşir ve denetçi<br />
durumsal hareket edemez. Özellikle kamusal<br />
nitelikli denetimlerde, kurumdaki faaliyetlerin<br />
amaçları ve ilkeleri önceden nesnel<br />
olarak belirlendiğinden, denetimin de nesnel<br />
olması gerekmektedir (Köse, 2000:57).<br />
Denetimde bir takım ölçütlerin bulunması,<br />
nesnellik açısından denetimin ilk ve<br />
ön koşulunu oluşturur. Zira denetim, tanımlarından<br />
da anlaşılacağı gibi, olması gerekenle<br />
olanların karşılaştırılmasıdır. Herhangi<br />
bir ölçüt bulunmadığı takdirde bu karşılaştırmanın<br />
yapılması mümkün değildir. Bu<br />
ölçüt, hukuksallık denetiminde denetleme<br />
konusuna göre değişirken, yasama işlemlerinin<br />
denetiminde anayasa, yönetim işlemlerinin<br />
denetiminde ise yasalardır. Bununla<br />
birlikte, denetlenen işlemin normlar<br />
hiyerarşisindeki yerine göre ölçütlerin sayısı<br />
daha da artabilir. Örneğin; bireysel işlem<br />
yetki ve şekil gibi görünebilen unsurlarla<br />
birlikte, neden, konu ve amaç yönlerinden<br />
de kendisinin üstünde yer alan tüm hukuk<br />
normlarına (yönerge, genelge, yönetmelik,<br />
tüzük, yasa, anayasa, gibi) uygun olmak<br />
zorundadır. Ayrıca, denetim ölçütlerinin belirli<br />
olması ve bilinmesi, denetlenenin faaliyetlerini<br />
neye göre yapması gerektiği konusunda<br />
da yardımcı olmaktadır.<br />
4. Dürüstlük İlkesi: Denetim işlevi, denetlenenin<br />
(organ ya da kişilerin) görevleri-<br />
5<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi<br />
6<br />
ni olması gerektiği gibi yapıp yapmadığını<br />
belirlemeye yönelik olduğundan, denetim<br />
faaliyetinin kendisinin de, kişisel duygulardan<br />
uzak, kin ve düşmanlık duygusu güdülmeden<br />
dürüst, bir şekilde yapılması gerekmektedir<br />
(Köse, 2000:57).<br />
Denetçilerin görevlerini yerine getirirken<br />
etki altında kalmadan, objektif davranmaları,<br />
denetim faaliyetini yasallık, etkinlik,<br />
verimlilik, yerindelik ve benzeri noktaları<br />
dikkate alarak gerçekleştirmeleri gerekmektedir.<br />
Bağımsızlık ilkesiyle bağlantılı<br />
olan dürüstlük ilkesi, denetçilerin nitelikleri<br />
ve denetçi seçimiyle doğrudan ilişkilidir.<br />
Bu bakımdan, denetçilerin seçilmesinden<br />
mesleki bilgilerden daha ziyade bu niteliklere<br />
önem verilmesi daha doğru bir yaklaşımdır.<br />
Denetim sürecinin işlemesi ve denetimde<br />
uygulanacak yöntem ve ilkeler, denetimin<br />
türüne göre farklılıklar göstermektedir.<br />
Denetim yazını incelendiğinde, denetimin<br />
amaç, konu, kapsam, yapılış gerekçesi, uygulama<br />
zamanı, yönetme ve denetim yerine<br />
göre pek çok çeşitlendirmeye gidildiği görülmektedir<br />
(Uluğ, 2004:99). Denetim türlerini<br />
aşağıdaki gibi gruplandırmak olasıdır:<br />
Yöntemleri Açısından Denetim Türleri:<br />
Yöntemleri açısından denetim türleri; hukuka<br />
uygunluk (biçimsel), yerindelik, etkinlik<br />
ve verimlilik denetimi olmak üzere dört<br />
grupta toplanabilir.<br />
Amaçları Açısından Denetim Türleri:<br />
Denetim türleri amaçlarına göre değerlendirildiğinde,<br />
klasik bir yaklaşım olan sorunları<br />
ve sorumluları tespit etmeye yönelik denetim<br />
ile sorunları gidermeye yönelik çağdaş<br />
denetimden söz etmek olasıdır.<br />
Zamanlaması Açısından Denetim Türleri:<br />
Denetim, karar almadan önce ve karar<br />
aldıktan sonra yapılabileceği gibi, anında<br />
veya sürekli olarak da yapılabilir. Ayrıca<br />
belli bir süreye ve düzene bağlı olmaksızın<br />
düzensiz olarak denetim yapıldığı zamanlar<br />
da olabilmektedir.<br />
Sonuçları Açısından Denetim Türleri:<br />
Sonuçları açısından, kararlar almaya yönelik<br />
ve kamuya bilgi vermeye yönelik olmak<br />
üzere iki tür denetim vardır.<br />
Niteliksel Anlamda Denetim Türleri:<br />
Niteliksel anlamda iki tür denetimden söz<br />
etmek olasıdır; yapıcı denetim ve düzeltici<br />
denetim.<br />
Konuları Bakımından Denetim Türleri:<br />
Denetim türlerindeki çeşitlilik en fazla konuları<br />
bakımından görülür. Zira, konuları bakımından<br />
denetim; yönetsel denetim, personel<br />
denetimi, performans denetimi, mali<br />
denetim, iç denetim, dış denetim, hiyerarşik<br />
denetim, vesayet denetimi ve özel denetim<br />
olmak üzere dokuz grupta toplanabilir.<br />
Bu çalışmada, Türk kamu yönetiminin<br />
denetlenmesi üzerinde durulmuş, Milli Eğitim<br />
Bakanlığının denetim sistemi açıklanmış<br />
ve denetimin yapılanma boyutu değerlendirilmiştir.<br />
İç denetim kapsam dışı tutulmuştur.<br />
2. TÜRK KAMU YÖNETİMİNDE<br />
DENETİM<br />
Yönetimin eylem ve işlemlerini değerlendirmek,<br />
güçlü ve zayıf yönlerini belirlemek<br />
ve aksayan yönlerini tespit etmek amacıyla<br />
çeşitli denetim yollarına başvurulur. Yönetim<br />
üzerindeki denetimler yönetsel kuruluşlar<br />
aracılığıyla bizzat yönetimin kendisi<br />
tarafından yapılabileceği gibi, yönetimin<br />
dışında kalan erkler tarafından da yapılabilir<br />
(Gözübüyük ve Akıllıoğlu, 1992:289).<br />
Yönetsel kuruluşlar tarafından yapılan denetime<br />
“yönetsel denetim”; yargı erekleri<br />
tarafından yapılan denetime “yargısal denetim”;<br />
yasama organı tarafından yapılan<br />
denetime “yasama denetimi”; kamuoyunu<br />
oluşturanlar tarafından yapılan denetime<br />
ise “kamuoyu denetimi”; bunların dışında,<br />
kamu denetçisi tarafından yapılan denetime<br />
de “kamu denetçisi (ombudsman) denetimi”<br />
denilmektedir.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Metin Çakır<br />
2.1. YÖNETSEL DENETİM<br />
Yönetsel denetim, idarenin işlem ve eylemlerini<br />
kendi kendine denetlemesidir. Diğer<br />
bir anlatımla, yürütme organının hizmet<br />
ve birimlerini, kendi örgütleri içinde yer alan<br />
kişi ve organlar tarafından yönetsel hukuki<br />
sonuçlar doğuracak şekilde yönetsel usul<br />
ve esaslara göre denetlenmesidir. Bu denetim<br />
türü organ, usul ve esas ile hukuksal<br />
sonuçları bakımından yönetsel olan bir denetimdir.<br />
Yönetsel denetim “bireysel denetim”,<br />
“kurulsal denetim”, “vesayet denetimi” ve<br />
“ön inceleme ve disiplin soruşturması” şeklinde<br />
alt başlıklara ayrılmaktadır.<br />
2.1.1. Bireysel Denetim<br />
Bireysel denetim, hiyerarşik denetim ile<br />
yarı siyasal ve yarı yönetsel nitelikte olan<br />
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanların<br />
denetimini kapsamaktadır. Cumhurbaşkanı<br />
ve Başbakanın bireysel denetimleri “Bireysel<br />
üst denetim”, bakanların ve diğer hiyerarşik<br />
makamların denetimi ise “Hiyerarşik<br />
denetim” olarak gruplandırılabilir (Atay,<br />
1999:78).<br />
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın anayasa<br />
hukuku ve yönetim hukuku içinde ayrı<br />
ve özel birer yeri vardır. 1982 Anayasasının<br />
104’üncü maddesinde Cumhurbaşkanının<br />
Devletin başı olduğu; bu sıfatla Türkiye<br />
Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini<br />
temsil edeceği; Anayasanın uygulanmasını,<br />
Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını<br />
gözeteceği belirtilmiştir (2709 S.K./<br />
Md.104). Ayrıca, “Anayasada ve kanunlarda<br />
verilen seçme ve atama görevleri ile diğer<br />
görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır”<br />
denilmek suretiyle denetim alanı genişletilmiştir.<br />
İlgili maddenin analizinden de anlaşılacağı<br />
gibi, Cumhurbaşkanının görevleri,<br />
icrai faaliyetlere ilişkin olduğu kadar denetime<br />
de ilişkindir. Bu yetkiler ya doğrudan<br />
doğruya denetim yetkileridir ya da denetim<br />
aracı olarak kullanılabilecek nitelikte icrai<br />
yetkilerdir.<br />
Cumhurbaşkanın denetim yetkilerini kullanması;<br />
bizzat kendisinin kullanması veya<br />
Devlet Denetleme Kurulu aracılığıyla kullanması<br />
olmak üzere iki şekilde gerçekleşir.<br />
Uygulamaya ilişkin yetkilerin yanında<br />
denetim yetkisine sahip olan organlardan<br />
bir diğeri de Başbakandır. Başbakan denetim<br />
yetkisini bizzat kendisi kullanabileceği<br />
gibi, Başbakanlık Teftiş Kurulu aracılığıyla<br />
da kullanabilir (Atay, 1999:83). Başbakanın<br />
bireysel denetim yetkisi Anayasanın<br />
112’inci maddesinde şu şekilde gruplandırılmıştır:<br />
“Başbakan, Bakanlar Kurulunun<br />
başkanı olarak, bakanlıklar arasında işbirliğini<br />
sağlar ve hükümetin genel siyasetinin<br />
yürütülmesini gözetir. Bakanlar Kurulu, bu<br />
siyasetin yürütülmesinden birlikte sorumludur.<br />
Her bakan, Başbakana karşı sorumlu<br />
olup ayrıca kendi yetkisi içindeki işlerden<br />
ve emri altındakilerin eylem ve işlemlerinden<br />
de sorumludur. Başbakan, bakanların<br />
görevlerinin Anayasa ve kanunlara uygun<br />
olarak yerine getirilmesini gözetmek ve<br />
düzeltici önlemleri almakla yükümlüdür.”<br />
(2709 S.K./Md.112).<br />
Yetki ile görev arasındaki ayrıma ve göreve<br />
ilişkin olarak emretme yetkisine sahip<br />
olanlar, yani yetkililerle bu emirleri yerine<br />
getirmek zorunda olan görevliler arasındaki<br />
ast-üst ilişkisine hiyerarşi denmektedir. Hiyerarşi<br />
diğer işlevlerinin yanında denetim<br />
işlevini de yerine getirir. Örgütün büyüklüğü<br />
ve yaygınlığına paralel olarak artan hiyerarşik<br />
kademeler sayesinde çalışanların eylem<br />
ve işlemlerinin örgütün amaç, ilke ve kurallarına<br />
uygunluğu denetlenebilmektedir.<br />
Daha çok hukuki işlemlerin yerindeliğini<br />
denetlemek şeklinde yapılmakta olan bu<br />
denetimlerde üstler, mevcut şartlar altında<br />
o hukuki işlemin yapılmasıyla yerinde bir<br />
hareket yapılıp yapılmadığına bakmaktadırlar<br />
(Tortop ve diğerleri, 1993:73).<br />
Üst, astlar üzerinde iki tür denetim yapma<br />
yetkisine sahiptir. Birincisi; esas itibarıyla<br />
memur hukukunu ilgilendiren sicil verme,<br />
disiplin cezası uygulama ve atama gibi kişisel<br />
durumla ilgili üstlerin astlar üzerindeki<br />
denetimi, ikincisi; emir verme, yön verme,<br />
işlemi uygun bulma ve işlemin uygulamasını<br />
geciktirme gibi üstlerin, astların yaptıkları<br />
işlem ve eylemleri üzerindeki denetim yetkisidir<br />
(Gözübüyük ve Tan, 2001:930-931).<br />
7<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi<br />
8<br />
2.1.2. Kurulsal/Kurumsal Denetim<br />
1982 Anayasasına göre, idarenin hukuka<br />
uygunluğunun, düzenli ve verimli<br />
şekilde yürütülmesinin ve geliştirilmesinin<br />
sağlanması amacıyla, Cumhurbaşkanlığına<br />
bağlı olarak kurulan Devlet Denetleme Kurulu,<br />
Cumhurbaşkanının isteği üzerine, tüm<br />
kamu kurum ve kuruluşlarında ve sermayesinin<br />
yarısından fazlasına bu kurum ve kuruluşların<br />
katıldığı her türlü kuruluşta, kamu<br />
kurumu niteliğinde olan meslek kuruluşlarında,<br />
her düzeydeki işçi ve işveren meslek<br />
kuruluşlarında, kamuya yararlı derneklerle<br />
vakıflarda, her türlü inceleme, araştırma<br />
ve denetlemeleri yapar. Silahlı Kuvvetler<br />
ve yargı organları, Devlet Denetleme Kurulunun<br />
görev alanı dışındadır (2709 S.K./<br />
Md.108). Diğer taraftan, bakanlıkların ve<br />
bazı kamu kurumlarının kuruluş yasalarında<br />
danışma birimlerinin yanı sıra denetim<br />
birimlerine de yer verilmiştir. Bu birimlerin<br />
teşkilatlanmaları da yasalara uygun olarak<br />
yapılan tüzük ve yönetmelik gibi düzenlemelere<br />
göre gerçekleştirilmiştir. Bununla<br />
birlikte, bazı disiplin cezaları hakkında karar<br />
verme yetkisi disiplin kurullarına bırakılmıştır.<br />
Kurulsal/kurumsal denetimin, genel yetkili<br />
denetleme kurulları (Devlet Denetleme<br />
Kurulu, Başbakanlık Teftiş Kurulu) ve sınırlı<br />
yetkili denetleme kurulları (bakanlıkların denetim<br />
birimleri) olarak iki kümede toplanabilir.<br />
Yönetimin geleneksel ve yaygın denetim<br />
birimi, teftiş kurullarıdır. Bakanlıkların kuruluş<br />
ve görev esaslarını düzenleyen kanuna<br />
göre, Teftiş Kurulu Başkanlığı, Bakanlık ve<br />
bağlı kuruluşlarının merkez teşkilatındaki<br />
danışma ve denetim birimleri arasında sayılmıştır<br />
(3046 S.K./Md.12). Teftiş Kurulu<br />
Başkanlığı, Bakanın emri veya onayı üzerine<br />
bakan adına Bakanlık teşkilatı ile Bakanlığa<br />
bağlı ve ilgili kuruluşların her türlü<br />
faaliyet ve işlemleriyle ilgili olarak teftiş,<br />
inceleme ve soruşturma işlerini yürütmek,<br />
Bakanlığın amaçlarını daha iyi gerçekleştirmek,<br />
mevzuata, plan ve programa uygun<br />
çalışmasını temin etmek amacıyla gerekli<br />
teklifleri hazırlamak ve bakana sunmak ve<br />
özel kanunlarla verilen diğer görevleri yapmakla<br />
görevlidir (3046 S.K./Md.12).<br />
Bakanlıkların denetim birimlerinin isimleri<br />
ve teşkilat içindeki bağlılıkları Tablo 1’de<br />
gösterildiği gibidir . 2<br />
Tablo 1. Merkez Teşkilatı (Bakanlıklar) Denetim Birimleri<br />
2<br />
İç denetim birimi kapsam dışı tutulmuştur.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Metin Çakır<br />
9<br />
Kaynak: Bakanlıkların mevzuatından<br />
düzenlendi (Haziran <strong>2013</strong>)<br />
Tablo 1’den de anlaşılacağı gibi, merkez<br />
teşkilatında, 21 bakanlıktan sadece 3<br />
tanesinde denetim birimi bulunmamaktadır.<br />
Denetim birimlerinin büyük çoğunluğu, neredeyse<br />
tamamına yakını (17 tanesi) Bakana<br />
bağlı olarak hizmet vermektedir. Bu da,<br />
Türk kamu yönetiminin ilkeleri bağlamında,<br />
hizmetlerin siyasal sorumluluğunun denetimi<br />
açısından gerekli ve doğru bir yapılanmadır.<br />
Hizmetlerinin izlenmesi, denetlenmesi<br />
ve değerlendirmesi müfettişlik ya da<br />
denetçi yeterliliği gerektirmeyen daha ziyade<br />
uzmanlık bilgi ve becerisi gerektiren 1<br />
bakanlıktaki denetim birimi müsteşara bağlı<br />
olarak faaliyet göstermektedir. Tüm denetim<br />
birimlerinin merkezi Ankara’dır ve taşra<br />
veya bölge teşkilatı bulunmamaktadır. Ancak,<br />
hizmetin özelliğine göre bazı denetim<br />
birimlerinin (Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı<br />
ve İş Teftiş Kurulu Başkanlığı gibi) bazı<br />
illerde merkeze bağlı olarak faaliyet gösteren<br />
grup başkanlıkları vardır.<br />
Denetim birimlerinde istihdam edilen<br />
denetim elemanlarının büyük çoğunluğunun<br />
(14 tanesinin) görev unvanı müfettiştir.<br />
Buna karşılık, 4 denetim birimindeki denetim<br />
elemanının unvanı denetçi iken bir denetim<br />
birimindeki ise uzmandır.<br />
Türk kamu yönetiminin yasal yapılanması<br />
gereği zorunlu olarak, bakanlıkların<br />
merkez teşkilatında yer alan denetim birimlerinin<br />
az da olsa Bakan dışında başka<br />
makamlara bağlı olması ve denetim elemanlarının<br />
unvanlarının farklılık arz etmesi,<br />
yönetimin bütünlüğü ilkesine aykırılık teşkil<br />
etmekle birlikte, eşitsizliğe yol açmakta ve<br />
farklı değerlendirmelere sebebiyet vermektedir.<br />
Zira, bakanlıklar bünyesinde yer alan<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi<br />
denetim birimleri/teftiş kurulları, genel ve<br />
özel denetim olarak iki türlü denetim yapmaktadırlar.<br />
Genel denetim; hizmetlerin kaliteli<br />
ve etkin sunulması açısından, hizmet<br />
birimlerinin amaçlara uygun, kendinden<br />
beklenen görev, yetki ve sorumlulukları<br />
doğrultusunda, usulüne göre ve etkin çalışıp<br />
çalışmadıklarının, herhangi bir birimden<br />
ya da kişiden istek veya şikâyet gelmese<br />
dahi incelenmesi ve araştırılması, bir başka<br />
genel müdüre/başkana bağlı olup, denetim<br />
elemanlarının unvanı müfettiştir ve bölge<br />
veya taşra yapılanması yoktur.<br />
Diğer taraftan, Tablo 2’de gösterildiği<br />
gibi, hizmet alanı coğrafi açıdan geniş ve<br />
yaygın olan bazı bakanlıkların (4 bakanlık)<br />
merkez teşkilatı dışında taşra örgütlerinde<br />
de, valiliklere (il idare şube başkanlıklarına;<br />
il müdürlüklerine) bağlı olarak faaliyet gösteren<br />
denetim birimleri yer almaktadır.<br />
Tablo 2. Taşra Teşkilatı Denetim Birimleri<br />
10<br />
ifadeyle kurumsal ve bireysel gelişimin sağlanmasıdır.<br />
Özel denetim ise; yolsuzlukların<br />
önlenmesi açısından, kamu görevlilerinin<br />
göreve ilişkin olarak, suç veya kusur (disiplin<br />
suçu) oluşturabilecek nitelikteki işlem ve<br />
eylemlerinin soruşturulmasıdır.<br />
Bunların dışında, bazı bakanlıklarda idari<br />
yapılanmalarına bağlı olarak (özerk bütçeli,<br />
bağlı, ilgili ve benzeri kuruluş gibi) genel<br />
müdürlük veya başkanlıklar bünyesinde<br />
de denetim birimleri vardır. Emniyet Genel<br />
Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı, Orman<br />
Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı,<br />
Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu<br />
Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı,<br />
Spor Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu<br />
Başkanlığı, Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü<br />
Teftiş Kurulu Başkanlığı ve Sosyal<br />
Güvenlik Kurumu Başkanlığı Rehberlik ve<br />
Teftiş Başkanlığı bu birimlere örnek olarak<br />
verilebilir. Bu denetim birimlerinin tamamı<br />
Kaynak: Bakanlıkların mevzuatından<br />
düzenlendi (Haziran <strong>2013</strong>)<br />
Görüldüğü gibi, taşra teşkilatlarında yer<br />
alan denetim birilerinde istihdam edilen denetim<br />
elemanlarının tamamı denetmen unvanına<br />
sahiptirler. Denetmenlerin atama ve<br />
yer değiştirme gibi iş ve işlemleri, merkez<br />
teşkilatı denetim birimlerince değil, kamu<br />
yönetiminin gereği olarak insan kaynakları/<br />
personel genel müdürlüğünce gerçekleştirilmektedir.<br />
Diğer taraftan uyarma, kınama ve aylıktan<br />
kesme cezaları dışındaki cezalar (kademe<br />
ilerlemesinin durdurulması ve devlet<br />
memurluğundan çıkarma cezası) ile kurumların<br />
özel yasalarında öngörülen buna<br />
eşdeğer cezalar, ağırlık derecesine göre<br />
disiplin kurulu veya yüksek disiplin kurulu<br />
kararı ile verilir (657 S.K./Md.126). Disiplin<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Metin Çakır<br />
ve soruşturma işlerinde kanunlarla verilen<br />
görevleri yapmak üzere kurum merkezinde<br />
bir Yüksek Disiplin Kurulu ile her ilde, bölge<br />
esasına göre çalışan kuruluşlarda bölge<br />
merkezinde ve her kurum merkezinde,<br />
ayrıca İl Milli Eğitim Müdürlüklerinde birer<br />
Disiplin Kurulu kurulur. Milli Eğitim Müdürlüklerindeki<br />
Disiplin Kurulunun adı İl Milli<br />
Eğitim Disiplin Kuruludur (Disiplin Kurulları<br />
Ve Disiplin Amirleri Hakkında Yönetmelik,<br />
1982/Md.3).<br />
2.1.3. Vesayet Denetimi<br />
Türkiye’de yönetsel örgütlenme (idari<br />
teşkilatlanma), merkezden yönetim ve yerinden<br />
yönetim şeklinde yapılandırılmıştır<br />
(2709 S.K./Md.123). Yerinden yönetim<br />
kuruluşları, merkezi yönetimin yönetsel<br />
hiyerarşisine tabi olmayan, nispi özerkliğe<br />
sahip kuruluşlardır. Yerinden yönetim<br />
kuruluşları üzerinde hiyerarşik denetim yapamayan<br />
merkezi yönetim, bu kuruluşlar<br />
üzerinde vesayet denetimi yapma yetkisine<br />
sahiptir (Karatepe, 1993:236).<br />
Vesayet denetimi, idarenin bütünlüğü ilkesinin<br />
vazgeçilemez bir unsurudur ve kaynağını<br />
Anayasadan alır. Nitekim, Anayasanın<br />
127’inci maddesinde yer alan; “Merkezî<br />
idare, mahallî idareler üzerinde, mahallî<br />
hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine<br />
uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde<br />
birliğin sağlanması, toplum yararının<br />
korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği<br />
gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen<br />
esas ve usuller dairesinde idarî vesayet<br />
yetkisine sahiptir.” hükmüyle, sosyal devlet<br />
ilkesinin bir gereği olarak toplum yararının<br />
korunması ve idarenin ahenk içinde çalışması<br />
hedeflenmiştir (2709 S.K./Md.127).<br />
Vesayet denetiminin amacı, merkezi idare<br />
tarafından vesayet denetimine tabi tutulmuş<br />
olan yerinden denetim kuruluşlarının<br />
hak ve menfaatlerini korumak değil, aksine<br />
tüzel kişilerin yapacağı işlem ve eylemlere<br />
karşı bireylerin ve toplumun yararını korumaktır<br />
(Günday, 1999:58).<br />
2.1.4. Ön İnceleme ve Disiplin Soruşturması<br />
Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa<br />
ve kanunlara sadık kalarak faaliyette<br />
bulunmakla yükümlüdürler. Memurlar ve<br />
diğer kamu görevlileri hakkında işledikleri<br />
iddia edilen suçlardan ötürü ceza kovuşturması<br />
açılması, kanunla belirlenen istisnalar<br />
dışında, kanunun gösterdiği idarî merciin<br />
iznine bağlıdır (2709 S.K./Md.129).<br />
Kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini<br />
sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin<br />
ve yönetmeliklerin Devlet memuru<br />
olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya<br />
dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını<br />
zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı<br />
işleri yapanlara durumun niteliğine<br />
ve ağırlık derecesine göre uyarma, kınama,<br />
aylıktan kesme, kademe ilerlemesinin<br />
durdurulması ve Devlet memurluğundan<br />
çıkarma cezalarından birisi verilir (657 S.K./<br />
Md.124,125). Ancak, memurlar ve diğer<br />
kamu görevlilerinin görevleri sebebiyle işledikleri<br />
suçlardan dolayı yargılanabilmeleri,<br />
yetkili makamların iznine bağlıdır.<br />
Gerek disiplin soruşturmaları ve gerekse<br />
memurların yargılanabilmelerine yönelik<br />
izin verme yetkisine sahip makamlar tarafından<br />
yapılan veya yaptırılan ön inceleme<br />
faaliyetleri, yönetsel denetimin bir türüdür<br />
ve literatürde özel denetim olarak kabul<br />
edilmektedir.<br />
2.2. YARGISAL DENETİM<br />
Gerek Kara Avrupa’sı ülkelerinde ve gerekse<br />
Anglo-Amerikan ülkelerinde olduğu<br />
gibi Türk hukuk sisteminde yönetimin eylem<br />
ve işlemlerinden zarar görenler, yargı<br />
yerlerine başvurarak yönetsel işlem ya da<br />
eylemin iptalini, durdurulmasını veya karşılaştığı<br />
haksızlığın giderilmesini isteyebilirler<br />
(Gözübüyük ve Akıllıoğlu, 1992:299). Ang-<br />
11<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi<br />
12<br />
lo-Amerikan ülkelerinde yargı birliği sistemi<br />
varken, yönetim yapısı itibariyle Türkiye’de,<br />
Kara Avrupa’sı ülkelerinde olduğu gibi, iki<br />
kanallı (adli yargı ve idari yargı) bir yargı sistemi<br />
vardır.<br />
Kamu yönetimi, yani idare üzerinde en<br />
etkili dış denetim yargısal denetimdir. Anayasanın<br />
125’inci maddesine göre, idarenin<br />
her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı<br />
yolu açıktır (2709 S.K./Md.125). Ancak,<br />
Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı<br />
işlemler ile Yüksek Askerî Şûranın kararları<br />
yargı denetimi dışındadır. Yargı yetkisi, idarî<br />
eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun<br />
denetimi ile sınırlıdır. Yürütme görevinin kanunlarda<br />
gösterilen şekil ve esaslara uygun<br />
olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idarî<br />
eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini<br />
kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez.<br />
İdarî işlemin uygulanması halinde<br />
telafisi güç veya imkânsız zararların doğması<br />
ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı<br />
olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda<br />
gerekçe gösterilerek yürütmenin<br />
durdurulmasına karar verilebilir (2709 S.K./<br />
Md.125).<br />
Diğer taraftan, yasama ve yürütme organları<br />
ile idare, mahkeme kararlarına uymak<br />
zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme<br />
kararlarını hiçbir suretle değiştiremez<br />
ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez<br />
(2709 S.K./Md.138). Böylece, hukuk<br />
devleti ilkesinin gereklerinden birisi olan,<br />
idarenin eylem ve işlemlerine karşı bireylerin<br />
yargıya başvurma yolu, bazı istisnalar<br />
dışında en üst hukuk normuyla güvence altına<br />
alınmıştır.<br />
Yargı denetimi, hukuk devleti düzeninin<br />
kökenini, tabanını ve kaynağını oluşturur<br />
(Erdoğdu, 1990:33). Çünkü demokratik hukuk<br />
devleti olmanın gereği, devletin tüm eylem<br />
ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olmasıdır.<br />
Devlet yaptığı tüm eylem ve işlemlerinde<br />
hukuka uymak zorundadır. Devletin<br />
hukuka uygun hareket etmemesi durumunda<br />
birtakım yaptırımlarla karşı karşıya kalması<br />
hukuk devleti olmanın bir sonucudur.<br />
2.3. YASAMA DENETİMİ<br />
Yasama organının, yani meclisin, yürütme<br />
organını, eylem ve işlemlerini denetlemesine<br />
siyasal denetim denmektedir. İdarenin<br />
Anayasaya ve yasalara uygunluğunun<br />
sağlanması, esas itibariyle yasama denetimi<br />
ile mümkündür. Çünkü kanun koymak,<br />
kanunları değiştirmek ve kaldırmak; Bakanlar<br />
Kurulunu ve bakanları denetlemek gibi,<br />
millet adına birçok görev ve yetkiye sahip<br />
parlamento, demokrasinin temelidir. Yasama<br />
denetimi ya da parlamento denetimi<br />
olarak da adlandırılan siyasal denetim, yasama<br />
organının yürütme organını denetleme<br />
yetkisi ve bu yetkiyi kullanma yollarıdır<br />
(Bozkurt ve Ergun, 1998:222).<br />
Siyasal denetimi diğer denetim unsurlarından<br />
ayıran en belirgin özellik; denetimin<br />
millet egemenliğini kullanan, devlet organları<br />
arasında seçkin ve üstün yeri olan bir<br />
organ tarafından yapılmasıdır. Demokratik<br />
temsile dayanan siyasal rejimlerde Parlamento<br />
halkı temsil eder ve yürütme organı<br />
olan idarenin her türlü eylem ve işlemlerini,<br />
egemenliğinin kaynağı olan millet adına denetler.<br />
Türkiye Büyük Millet Meclisi bu denetleme<br />
yetkisini soru, genel görüşme, Meclis<br />
araştırması, gensoru, Meclis soruşturması,<br />
dilek ve şikâyet dilekçelerinin incelenmesi<br />
yollarıyla kullanır (2709 S.K./Md.98). Bunların<br />
haricinde, Sayıştay aracılığıyla kamu<br />
idarelerinin bütün gelir ve giderleri ile mallarının<br />
denetimini yapar.<br />
2.4. KAMUOYU DENETİMİ<br />
Yönetim üzerindeki denetim türlerinden<br />
bir diğeri de kamuoyu denetimidir. Kamu;<br />
toplumu meydana getiren bütün kesimleri<br />
ifade eder ve sosyolojik anlamda grup kelimesi<br />
ile eş anlamlı olarak kullanılır. Kamuoyu<br />
ise, en genel ifadeyle halkın tercihleri, istekleri<br />
ve kanaatleridir. Türköne (2003:317),<br />
kamuoyunu belli bir zamanda, belli bir so-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Metin Çakır<br />
run karşısında, bu sorunla ilgilenen önemli<br />
sayıdaki insanın birleşmiş kanaatlerinin iktidarı<br />
belli oranda etkileyecek şekilde ifade<br />
edilmesi şeklinde tanımlarken, Tutkun (25<br />
Şubat 2005) ise, kamuoyunu, kendini etkin<br />
olarak duyuran kanaat olarak tanımlamıştır.<br />
Kamuoyu, toplumu oluşturan grupların,<br />
yine toplumu ilgilendiren bir konuda sahip<br />
olduğu genel eğilim olarak da tanımlanabilir.<br />
Yönetsel işlem, eylem ve kararlar kamuoyunu<br />
meydana getiren gruplar tarafından<br />
denetlenebilir (Ergun ve Polatlıoğlu,<br />
1992:337).<br />
Anayasada yer alan bu hükümlere paralel<br />
olarak, ilgili birçok hukuksal düzenlemede<br />
de düşünce ve ifade özgürlüğüne yer<br />
verilmiştir. Özellikle, kamuoyu denetiminin<br />
etkili bir şekilde kullanılmasına olanak veren<br />
bilgi edinme hakkıyla ilgili mevzuat bu<br />
düzenlemelerden en etkili olanıdır. Ancak,<br />
unutulmamalıdır ki, halkın bu düzenlemeleri<br />
bilmesi, gelişmelerden haberdar olması<br />
ve hukuksal düzenlemelerle getirilen hakları<br />
kullanma iradesini ortaya koyması çok<br />
daha önemlidir.<br />
2.5. KAMU DENETÇİSİ<br />
(OMBUDSMAN) DENETİMİ<br />
Ombudsman kelimesi temsilci, görevli,<br />
koruyucu anlamlarına gelmektedir. Kurum<br />
olarak ise ombudsman terimi parlamento<br />
tarafından parlamentoyu temsil etmek<br />
üzere seçilmiş kişiyi/kişileri ifade etmektedir<br />
(Akın, 1998:520-521). Daha çok yargı<br />
birliği sisteminin uygulandığı ülkelerde<br />
yönetimin hukuka uygun hareket etmesini<br />
sağlamada, diğer denetim organlarının<br />
yanında, ombudsman (kamu denetçisi)<br />
kurumu da yer almaktadır (Gözübüyük ve<br />
Akıllıoğlu, 1992:296). Ombudsman sistemi<br />
İsveç’te ortaya çıkmış ve birçok ülkeye örnek<br />
oluşturmuştur. Fransa’daki “mediateur”<br />
ile sosyalist ülkelerde uygulanmış ve halen<br />
bazı eski doğu bloku ülkelerde uygulanan<br />
“prokuratura” sistemi de kamu denetçisi<br />
sisteminin değişik uygulamalarıdır (Atay,<br />
1999:271). Ombudsman denetimi, yönetimin<br />
dışsal denetim araçlarından birisidir<br />
(Sezen, 2001:72). Daha ziyade, yönetimin<br />
denetlenmesinde diğer yolların yetersiz kalmasından<br />
doğmuştur.<br />
Ombudsman (Kamu Denetçisi) halkın,<br />
yönetimin karar, işlem ve eylemleriyle ilgili<br />
şikâyetlerini alan, bunları araştırıp inceleyerek<br />
ve gerekirse ilgililerle görüşerek sonuçta<br />
bir karara varan bir kurumdur. Aldığı<br />
kararı hem şikâyet edene hem de şikâyet<br />
edilen kuruma iletir. Ancak, ombudsmanın<br />
aldığı kararların bağlayıcılığı yoktur (Sezer,<br />
2001:75). Ombudsmanı yargı yerlerinden<br />
ayıran en belirgin özellik; aldığı kararların<br />
bağlayıcılığı olmaması ve yaptırım uygulama<br />
yetkisine sahip olmamasıdır.<br />
2.6. ULUSLARARASI DENETİM<br />
Özellikle insan hakları açısından, iç hukuk<br />
yollarından bir sonuç alınamaması durumunda,<br />
yönetsel denetim üzerinde ikincil<br />
bir denetim niteliği taşıyan uluslararası denetim<br />
yollarına da başvurulabilir. İnsan haklarına<br />
saygı, demokrasi, çevrenin korunması,<br />
terör gibi uluslararası nitelik kazanan ve<br />
ulusal düzeyde çözülemeyeceği düşünülen<br />
meseleler, uluslararası örgütlenmeler aracılığıyla<br />
çözülmeye çalışılmaktadır. Gittikçe<br />
önemi artan bu yöndeki örgütlenmeler, baskı<br />
aracı olarak, örgüt kapsamında yer alan<br />
ülkelerin ulusal politikalarına yön vermekte<br />
ve uluslararası denetimi de beraberinde<br />
getirmektedir. Uluslararası örgütlenmeye<br />
farklı bir boyut kazandırmış olan AB, uyum<br />
süreci çerçevesinde üye devletlerin hukuksal,<br />
ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal<br />
yapılarını, bütünleşmeye uygun hale getirmelerini<br />
istemektedir. Bu maksatla da ülke<br />
politikalarının oluşumunu etkilemektedir.<br />
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında uluslararası<br />
sözleşmelerin, iç hukuk statüsüne<br />
yönelik olarak getirilen hükümleri, bu denetim<br />
türünün yönetim üzerinde güçlenmesini<br />
sağlamıştır. İlgili hüküm ile uluslararası<br />
sözleşmelerin iç hukukun bir parçası olma-<br />
13<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi<br />
14<br />
sı, ayrı bir düzenleme yapılmasına gerek<br />
kalmadan kendiliğinden uygulanması ve<br />
Anayasaya aykırılıklarının ileri sürülememesi,<br />
uluslararası sözleşmeleri yasalardan<br />
daha ayrıcalıklı hale getirmiştir (2709 S.K./<br />
Md.90). Yönetimin bu şekilde uluslararası<br />
organlarca denetimi, önemli sonuçlar doğurmaktadır.<br />
Sözleşmeci (taraf) devletin,<br />
ilgili organların kesin kararına uymaması<br />
durumunda ağır yaptırımlara maruz kalabilmesi<br />
söz konusu olmaktadır. Bunun da<br />
ötesinde aykırı davranışlar sergilendiğinde<br />
ülkenin itibarı zedelenmektedir.<br />
Bu yüzden uluslararası denetim mekanizmalarının<br />
işletilmesine yönelik kişisel<br />
girişimlerin artması ve bu bilincin toplum<br />
içinde yerleşmesi, yönetimin isleyişinde<br />
hukuka uygunluk ve kişisel haklara saygı<br />
açısından önemli gelişmelere neden olmaktadır<br />
(Özer, 1998:157).<br />
Ancak, uluslararası siyasal denetim<br />
araçlarının her zaman olumlu sonuçlar vermeyeceği,<br />
kararlarının ulusal egemenliği<br />
zedeleyebileceği ve devletleri uluslararası<br />
örgütlere bağımlı yapabileceği göz ardı<br />
edilmemelidir.<br />
3. MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI<br />
DENETİM SİSTEMİ<br />
Bu bölümde Milli Eğitim Bakanlığında<br />
mevcut denetim sisteminin durum analizi<br />
yapılmış ve denetim sisteminin yapısal boyutu<br />
değerlendirilmiştir.<br />
3.1. DURUM ANALİZİ<br />
Türkiye’de eğitim ve öğrenim hakkı Anayasa<br />
ile güvence altına alınmıştır. Eğitim ve<br />
öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda,<br />
çağdaş bilim ve eğitim esaslarına<br />
göre, Devletin gözetim ve denetimi<br />
altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve<br />
öğretim yerleri açılamaz. Eğitim ve öğretim<br />
kurumlarında sadece eğitim, öğretim,<br />
araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler<br />
yürütülür. Bu faaliyetler her ne suretle olursa<br />
olsun engellenemez. Türkçeden başka<br />
hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında<br />
Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz<br />
ve öğretilemez (2709 S.K./Md.42).<br />
Eğitim ve öğretim hizmetinin, Devlet adına<br />
yürütülmesinden, gözetim ve denetiminden<br />
Milli Eğitim Bakanlığı sorumludur (1739<br />
S.K./Md.56). Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğundaki<br />
görevlerini merkez, taşra ve<br />
yurtdışı teşkilatlarıyla yerine getirmektedir<br />
(652 S.KHK./Md.3). Merkez teşkilatının örgütlenmesi;<br />
Bakan, müsteşar ve müsteşar<br />
yardımcıları ile hizmet birimleri (19 hizmet<br />
birimi), taşra teşkilatının örgütlenmesi; il<br />
ve ilçe milli eğitim müdürlükleri ile okul ve<br />
kurumlar, yurtdışı teşkilatının örgütlenmesi<br />
ise; 13/12/1983 tarihli ve 189 sayılı Kamu<br />
Kurum ve Kuruluşlarının Yurtdışı Teşkilatı<br />
Hakkında Kanun Hükmünde Kararname<br />
esaslarına uygun olarak, müşavirlik ve ataşelikler<br />
ile okullar şeklindedir (652 S.KHK./<br />
Md.4,5,6,30,31).<br />
Milli Eğitim Bakanlığının, Devlet adına<br />
yürüttüğü eğitim ve öğretim hizmetlerinin<br />
ulusal düzeyde izlenmesi, denetimi ve<br />
değerlendirmesi, merkez teşkilatı hizmet<br />
birimleri arasında yer alan ve doğrudan<br />
Bakan’a bağlı olan Rehberlik ve Denetim<br />
Başkanlığı tarafından gerçekleştirilir. Bu<br />
meyanda, Rehberlik ve Denetim Başkanlığının<br />
görevleri şunlardır (652 S.KHK./<br />
Md.17):<br />
a) Bakanlığın görev alanına giren konularda<br />
Bakanlık personeline, Bakanlık okul<br />
ve kurumlarına, özel öğretim kurumlarına<br />
ve gerçek ve tüzel kişilere rehberlik etmek.<br />
b) Bakanlığın görev alanına giren konularda<br />
faaliyet gösteren kamu kurum ve kuruluşları,<br />
gerçek ve tüzel kişiler ile gönüllü<br />
kuruluşlara, faaliyetlerinde yol gösterecek<br />
plan ve programlar oluşturmak ve rehberlik<br />
etmek.<br />
c) Bakanlık tarafından veya Bakanlığın<br />
denetiminde sunulan hizmetlerin kontrol<br />
ve denetimini ilgili birimlerle işbirliği içinde<br />
yapmak, süreç ve sonuçlarını mevzuata,<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Metin Çakır<br />
önceden belirlenmiş amaç ve hedeflere,<br />
performans ölçütlerine ve kalite standartlarına<br />
göre analiz etmek, karşılaştırmak ve<br />
ölçmek, kanıtlara dayalı olarak değerlendirmek,<br />
elde edilen sonuçları rapor hâline<br />
getirerek ilgili birimlere ve kişilere iletmek.<br />
ç) Bakanlık teşkilatı ile Bakanlığın denetimi<br />
altındaki her türlü kuruluşun faaliyet<br />
ve işlemlerine ilişkin olarak, usûlsüzlükleri<br />
önleyici, eğitici ve rehberlik yaklaşımını ön<br />
plana çıkaran bir anlayışla, Bakanlığın görev<br />
ve yetkileri çerçevesinde denetim, inceleme<br />
ve soruşturmalar yapmak.<br />
d) Bakanlık teşkilatı ile personelinin idarî,<br />
malî ve hukukî işlemleri hakkında denetim,<br />
inceleme ve soruşturma yapmak.<br />
e) Bakan tarafından verilen benzeri görevleri<br />
yapmak.<br />
Rehberlik ve Denetim Başkanlığı bu görevlerini<br />
milli eğitim denetçileri aracılığıyla<br />
yerine getirir. Bu amaçla Bakanlık merkez<br />
teşkilatında yeteri kadar milli eğitim denetçisi<br />
istihdam edilir. Milli eğitim denetçilerinde,<br />
genel şartların yanı sıra bazı yeterlilikler<br />
(yarışma sınavı, yeterlilik sınavı, mesleki<br />
yeterlilik, yabancı dil, vb) ile tez hazırlama<br />
becerisi aranır (652 S.KHK./Md.40).<br />
Diğer taraftan, il düzeyinde eğitim, öğretim<br />
ve yönetim faaliyetleri ile öğretim<br />
programlarının uygulamalarını izlemek,<br />
denetlemek ve değerlendirmek için, il millî<br />
eğitim müdürlükleri bünyesinde, millî eğitim<br />
müdürüne bağlı olarak eğitim denetmenleri<br />
başkanlığı oluşturulur (652 S.KHK./Md.40).<br />
Eğitim denetmenleri başkanlığının görevleri<br />
şunlardır (MEB, 2012/Md.7):<br />
a) Öğretim programlarının uygulamalarını<br />
izlemek ve rehberlik faaliyeti yürütmek,<br />
b) Öğretim materyalleri ile ilgili süreç ve<br />
uygulamaları izlemek ve değerlendirmek,<br />
c) Sistem boyutunda eğitim ve öğretim<br />
süreçleri ile uygulamaları izlemek ve değerlendirmek,<br />
ç) Eğitim-öğretim ve yönetim faaliyetlerinin<br />
denetim ve değerlendirme çalışmalarını<br />
yapmak,<br />
d) İzleme ve değerlendirme raporları hazırlayarak<br />
ilgili birimlerle paylaşmak,<br />
e) İl/ilçe millî eğitim müdürlükleri ile eğitim<br />
kurumlarının teftiş, denetim, rehberlik,<br />
işbaşında yetiştirme ve değerlendirme hizmetlerini<br />
yürütmek,<br />
f) İl millî eğitim müdürü hariç yönetici,<br />
öğretmen ve diğer memurların denetim ve<br />
rehberlik hizmetlerini yürütmek,<br />
g) İnceleme, soruşturma veya ön inceleme<br />
raporlarıyla ilgili iş ve işlemleri yürütmek,<br />
ğ) Öğretmen ve yöneticilerin uyum eğitimi<br />
ve gelişimlerine yönelik çalışmalar yapmak,<br />
h) Eğitim-öğretim ve yönetim süreçlerinin<br />
geliştirilmesinde rehberlik çalışmaları<br />
yapmak,<br />
ı) Eğitim-öğretim ve yönetim alanlarını<br />
geliştirici araştırma ve çalışmalar yapmak.<br />
Eğitim denetmenleri başkanlıkları bu görevlerini<br />
il eğitim denetmenleri aracılığıyla<br />
yerine getirir. Bu amaçla, il millî eğitim müdürlükleri<br />
bünyesinde oluşturulan eğitim<br />
denetmenleri başkanlığında il eğitim denetmenleri<br />
istihdam edilir. İl eğitim denetmenleri<br />
öğretmenler arasından yarışma sınavı<br />
ile mesleğe alınırlar ve yetiştirme dönemi<br />
sonunda yapılacak yeterlilik sınavına göre<br />
atanırlar (652 S.KHK./Md.41).<br />
3.2. TARTIŞMA ve YORUM<br />
Milli Eğitim Bakanlığının denetim sistemine<br />
ilişkin olarak yanlış ve yaygın olan en<br />
belirgin algı; iki başlı, ikili veya çoklu bir denetim<br />
sisteminin olduğu yönündedir. 3 Halbuki,<br />
Türkiye’de eğitim denetimi sisteminin<br />
yapılanması ulusal ve yerel olmak üzere iki<br />
3<br />
Bazı çevrelerce, 2003 yılında 5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi<br />
ve Kontrol Kanunu ile Türk kamu yönetimi uygulamalarına giren<br />
ve 2006 yılından itibaren Milli Eğitim Bakanlığında üst yöneticiye<br />
(Müsteşara) bağlı faaliyet gösteren, idarenin çalışmalarına değer<br />
katmak ve geliştirmek için kaynakların ekonomiklik, etkililik ve<br />
verimlilik esaslarına göre yönetilip yönetilmediğini değerlendiren<br />
ve rehberlik yapan İç Denetim Birimi Başkanlığı da Milli Eğitim<br />
Bakanlığının sunduğu eğitim hizmetlerinin denetimini yapan<br />
birimler arasında sayılmaktadır.<br />
15<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi<br />
16<br />
düzeydedir. Ulusal düzeyde yapılandırılan<br />
Rehberlik ve Denetim Başkanlığı, her kademe<br />
ve düzeyde sunulan eğitim ve öğretim<br />
hizmetlerinin izlenmesi, denetlenmesi ve<br />
değerlendirmesine yönelik faaliyetler ile<br />
rehberlik ve yol gösterici faaliyetler yaparken,<br />
yerel düzeyde yapılandırılan il eğitim<br />
denetmenleri başkanlıkları da il ve ilçe milli<br />
eğitim müdürlükleri ile okul ve kurum müdürlüklerinin<br />
kurumsal ve bireysel denetim<br />
ve rehberliğini yapmakta, öğretim programlarının<br />
uygulanma durumunu izlemektedir.<br />
Rehberlik ve Denetim Başkanlığı ulusal politika<br />
ve stratejilerin uygulanmasını izler ve<br />
denetler, eğitime erişimin kolaylaştırılması,<br />
fırsat ve imkân eşitliğinin teminat altına alınması<br />
ile iyileştirme ve geliştirmeye yönelik<br />
önerilerde bulunur ve rehberlik yapar.<br />
Diğer taraftan, bazı çevrelerce milli eğitim<br />
denetçileri ile il eğitim denetmenlerinin aynı<br />
görevleri yaptıkları ileri sürülmektedir. Oysa<br />
durum analizinde sunulduğu gibi, milli eğitim<br />
denetçilerinin ve il eğitim denetmenlerinin<br />
görevleri (hizmet alanı aynı olsa da), temel<br />
itibariyle birbirinden tamamen farklıdır.<br />
Şöyle ki; milli eğitim denetçileri, Rehberlik<br />
ve Denetim Başkanlığının görev tanımı kapsamında,<br />
eğitim hizmetlerinin ulusal düzeyde<br />
Bakanlığın amaç ve hedefleri ile politika<br />
ve stratejileri doğrultusunda sunulmasını<br />
izler, denetler ve değerlendirir. Buna karşın<br />
il eğitim denetmenleri, eğitim denetmenleri<br />
başkanlıklarının görev tanımları kapsamında,<br />
il düzeyinde öğretim programlarının<br />
uygulamaları (ders etkinlikleri/öğretimsel<br />
etkinlikler) ile eğitim kurumlarının (il ve ilçe<br />
milli eğitim müdürlükleri ile okul ve kurumlar)<br />
eğitim, öğretim ve yönetim faaliyetlerini<br />
izler, denetler ve değerlendirir. Nitekim, milli<br />
eğitim denetçileri ve il eğitim denetmenlerinin<br />
istihdam politikalarındaki farklılık, görev<br />
tanımı ve görev alanındaki bu farklılıklardan<br />
kaynaklanmaktadır.<br />
İl eğitim denetmenleri sadece öğretmenler<br />
(en az dört yıllık lisans mezunu) arasından<br />
seçilirler ve üç yıllık yetişme dönemini<br />
takiben yapılacak bir yeterlik sınavı sonucuna<br />
göre atanırlar. Milli eğitim denetçileri ise<br />
oldukça geniş bir alandan (en az dört yıllık<br />
lisans eğitimi veren eğitim, fen-edebiyat,<br />
hukuk, siyasal bilgiler, iktisadî ve idarî bilimler,<br />
iktisat, işletme fakülteleri ile hizmet birimlerinin<br />
görev alanına giren ve yönetmelikle<br />
belirlenen yükseköğretim kurumlarından<br />
veya bunlara denkliği Yükseköğretim<br />
Kurulu tarafından kabul edilen yurtiçindeki<br />
veya yurtdışındaki yükseköğretim kurumlarından<br />
mezun olanlar arasından) seçilirler,<br />
üç yıllık yetişme döneminde tez hazırlarlar,<br />
tezlerinin kabul olmasından sonra yeterlik<br />
sınavına girerler ve başarılı olmaları halinde<br />
yabancı dil yeterliliğine (en az C seviyesi:<br />
70) sahip olma şartıyla atanırlar.<br />
Hal böyle iken, Rehberlik ve Denetim<br />
Başkanlığı (milli eğitim denetçileri) ile eğitim<br />
denetmenleri başkanlıklarının (il eğitim<br />
denetmenlerinin) aynı görevi yaptıkları<br />
yönündeki görüş/yargı/algı/kabul/iddianın<br />
haklılık payı yoktur, bilimsel ve hukuksal temelden<br />
yoksundur.<br />
Öğretim programları, Bakanlığın amaç<br />
ve hedefleri ile okulun, alanın ve dersin<br />
amaç ve hedefleri doğrultusunda okullarda/kurumlarda<br />
uygulanır. Dolayısıyla uygulamalarının<br />
izlenmesi, denetlenmesi ve değerlendirilmesi<br />
de ancak okullarda/kurumlarda<br />
gerçekleştirilebilir. Ki, denetleyen organın<br />
ismi, yapılanma şekli ve denetim yöntemi<br />
ne olursa olsun, tüm dünyada öğretim<br />
programlarının uygulanmasının denetimi,<br />
temel sistemler olarak fiilen eğitim ve öğretimin<br />
gerçekleştirildiği okullarda/kurumlarda<br />
yapılmaktadır. Zira, 2012-<strong>2013</strong> öğretim yılı<br />
itibariyle Türkiye genelinde resmi ve özel<br />
toplamı olarak 75 324 okul/kurum (61 592<br />
örgün ve 13 732 yaygın), 944 000 öğretmen<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Metin Çakır<br />
(832 726 örgün ve 111 274 yaygın) ve 25<br />
305 960 öğrenci (17 234 452 örgün ve 8<br />
071 508 yaygın) vardır (MEB/SGB, <strong>2013</strong>:<br />
50). Bu kadar fazla sayıda okulun/kurumun<br />
kurumsal denetiminin, bu okullarda uygulanan<br />
öğretim programlarının izlenmesinin<br />
ve öğretmenlerin değerlendirilmesinin merkezden<br />
yapılması, rehberlikte bulunulması<br />
ve personelin (öğretmen, yönetici ve diğer)<br />
işbaşında yetiştirilmesi olanaklı gözükmemektedir.<br />
Ayrıca, il milli eğitim müdürleri görev ve<br />
sorumlulukları gereği, il düzeyinde sunulan<br />
eğitim ve öğretim hizmetleriyle ilgili olarak,<br />
kendilerine bağlı birimlerde (il milli eğitim<br />
müdürlüğü hizmet birimleri ve ilçe milli<br />
eğitim müdürlükleri ile okul ve kurumlar)<br />
yürütülen faaliyetlerin izlenmesi ve denetlenmesini<br />
eğitim denetmenleri aracılığıyla<br />
gerçekleştirir.<br />
Bu gerekçelerden hareketle, denetim<br />
sisteminin etkililiği açısından yerel düzeydeki<br />
(il düzeyinde) denetim birimlerinin<br />
merkeze bağlanmasının bilimsel olmadığı<br />
ve sistemin geliştirilmesine katkı sağlamayacağı<br />
değerlendirilmektedir. Keza, örneklem<br />
olarak seçilen 16 ülkenin (Almanya,<br />
Amerika Birleşik Devletleri, Avusturya,<br />
Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya,<br />
Fransa, Hollanda, İngiltere, İspanya, İsveç,<br />
İsviçre, Japonya, Kanada, Rusya ve Portekiz)<br />
büyük çoğunluğunda (9’unda), değişik<br />
adlarla ve değişik yapılanmalarla yerel<br />
düzeyde denetim birimi vardır. Hatta yerel<br />
düzeyde denetim birimi olan 7 ülkede aynı<br />
zamanda ulusal düzeyde merkezi bir denetim<br />
birimi bulunmaktadır.<br />
Yukarıda, imkânsızlığı gerekçeleriyle<br />
açıklanan, il milli eğitim müdürlükleri bünyesindeki<br />
eğitim denetmenleri başkanlıklarının<br />
(il eğitim denetmenlerinin) merkeze<br />
bağlanarak yerel otoritelerin baskısından<br />
kurtarılması yönündeki görüş, hem mevcut<br />
hukuksal düzenlemelere aykırılık teşkil<br />
etmekte, hem de Türk kamu yönetiminin<br />
değişim ilkelerine (yerele daha fazla yetki<br />
verilmesi ilkesi) ters düşmektedir. 5442 Sayılı<br />
İl İdaresi Kanununda valilerin hukuki durumları,<br />
görev ve yetkileri sayılırken, Devlet<br />
kurumlarını denetlemesi ve teftiş etmesine<br />
de yer verilmiştir (5442 S.K./Md.9). Valiler<br />
bu görevlerini bakanlıklardan (bakanlık<br />
veya genel müdürlük müfettişlerinden) denetim<br />
elamanı talep ederek yaptırabileceği<br />
gibi, emri altındaki memurlara ve/veya denetim<br />
birimlerine de yaptırabilirler. Kaldı ki,<br />
bu kadar fazla kurumu ve personeli olan ve<br />
çok geniş bir alanda hizmet veren milli eğitim<br />
müdürlüklerinin tüm birimleriyle sunduğu<br />
eğitim ve öğretim hizmetlerinin izlenmesi,<br />
denetlenmesi ve değerlendirilmesinin<br />
valiliklerin emri altındaki denetim birimlerince<br />
gerçekleştirilmesi olmazsa olmaz bir<br />
zorunluluktur.<br />
Nitekim, “Türk Kamu Yönetiminin Denetlenmesi”<br />
bölümünde açıklandığı ve Tablo<br />
2’de sunulduğu gibi, taşra teşkilatında<br />
denetim yapılanması sadece Milli Eğitim<br />
Bakanlığına mahsus bir uygulama değildir.<br />
Hizmet alanı coğrafi açıdan geniş ve<br />
yaygın olan başka bakanlıklarda da taşra<br />
teşkilatında denetim yapılanmasına gidilmiş<br />
ve denetim elemanları için denetmen<br />
unvanı kullanılmıştır. İstisnai olarak, Maliye<br />
Bakanlığında, daha önce taşra örgütlerinde<br />
görev yapan vergi denetmenleri, yeni<br />
bir yapılanmayla tek çatı altında toplanarak,<br />
misyonu; “Risk odaklı ve çağdaş denetim<br />
tekniklerini kullanarak vergi incelemeleri<br />
yapmak, vergi kayıp ve kaçağının neden olduğu<br />
kayıt dışı ekonomiyi en aza indirmek<br />
ve böylelikle mükelleflerin vergiye gönüllü<br />
uyumunu artırmak, idarenin etkin ve hukuka<br />
uygun işleyişinin sağlanması amacıyla<br />
teftiş ve soruşturma faaliyetlerini yürütmek<br />
ve maliye politikalarının oluşturulmasına<br />
17<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi<br />
18<br />
yönelik hukuki düzenlemelerin hazırlanmasına<br />
katkıda bulunmak” olan Vergi Denetim<br />
Kurulu Başkanlığı kadrolarına alınmıştır. Bu<br />
yeni yapılanmayla, Vergi Denetim Kurulu<br />
Başkanlığı; a) Küçük ve Orta Ölçekli Mükellefler<br />
Grup Başkanlığı, b) Büyük Ölçekli Mükellefler<br />
Grup Başkanlığı, c) Organize Vergi<br />
Kaçakçılığı ile Mücadele Grup Başkanlığı ve<br />
ç) Örtülü Sermaye, Transfer Fiyatlandırması<br />
ve Yurtdışı Kazançlar Grup Başkanlığı şeklinde<br />
örgütlenmiştir (646 S.K.H.K./Md.20).<br />
Vergi incelemesi yapmak, vergi kaçırma<br />
ve vergiden kaçınmayı önlemek gibi uygulamaların<br />
ülke genelini ilgilendirdiği ve yerelde<br />
sınırlandırılamadığı gerçeği dikkate<br />
alındığında, bu yapılanmanın MEB denetim<br />
sistemiyle kıyaslanması ve Milli Eğitim Bakanlığında<br />
buna benzer bir denetim yapılanmasına<br />
gidilmesinin dile getirilmesi gerçekçi<br />
ve tutarlı bir yaklaşım değildir.<br />
4. SONUÇ<br />
Önceki bölümlerde detaylı bir şekilde<br />
değerlendirildiği üzere, il milli eğitim müdürlükleri<br />
bünyesindeki eğitim denetmenleri<br />
başkanlıklarının (il eğitim denetmenlerinin)<br />
yapısal (organik) olarak merkez teşkilatına<br />
bağlanması hem bilimsel hem de hukuksal<br />
açıdan uygun görülmemekte ve eğitimin<br />
niteliğinin yükseltilmesine katkı sağlamayacağı<br />
düşünülmektedir. Bilakis, hizmet kargaşasına<br />
ve çatışmalara sebebiyet vereceği<br />
değerlendirilmektedir.<br />
Zira, Milli Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatında<br />
örgütlenen Rehberlik ve Denetim<br />
Başkanlığı, demokrasinin ve parlamenter<br />
rejimin gereği olarak, ulusal düzeyde eğitim<br />
hizmetinin sunulması noktasında, Milli<br />
Eğitim Bakanının (Bakanlığın tüm birimleriyle)<br />
parlamentoya ve kamuoyuna hesap<br />
verme sorumluluğu açısından hizmetlerin<br />
sunulması izler, denetler ve değerlendirir.<br />
Ayrıca, niteliğin arttırılmasına ve yolsuzlukların<br />
önlenmesine karşı önerilerde bulunur.<br />
Ülke genelinde eğitim hizmeti sunan (resmi<br />
ve özel) tüm aktörlere rehberlik yapar ve<br />
yol gösterir. Buna karşın, taşra teşkilatında<br />
il milli eğitim müdürlükleri bünyesinde örgütlenen<br />
il eğitim denetmenleri başkanlıkları<br />
il düzeyinde sunulan eğitim ve hizmetleri<br />
ile öğretim programlarının uygulanmasını<br />
izler, denetler ve değerlendirir. İl düzeyinde<br />
eğitim ve öğretim hizmeti sunan kişilere<br />
rehberlik yapar ve işbaşında yetişmelerine<br />
katkı sağlar.<br />
Eğitim hizmetinin hem ulusal düzeyde<br />
hem de yerel düzeyde etkili ve nitelikli<br />
sunulmasını saylayabilmek için, ulusal ve<br />
yerel düzeydeki denetim birimleriyle eşgüdümün<br />
sağlanmasına yönelik, süreç ve sonuçları<br />
ilişkilendirilebilen etkili bir izleme değerlendirme<br />
sisteminin oluşturulması, ortak<br />
denetim standartlarının ve çerçeve denetim<br />
planlarının oluşturulması önerilmektedir.<br />
KAYNAKÇA<br />
Akın, C. (1998) “Cumhuriyetimizin 75.<br />
Kuruluş Yıldönümünde Yönetimin Denetlenmesinde<br />
Yeni Bir Denetim Yolu: Ombudsman<br />
(Yüksek Yönetim Denetçisi)”,<br />
Türk İdare Dergisi, 421, 517-550.<br />
“652 Sayılı Milli Eğitim Bakanlığı Teşkilat<br />
ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde<br />
Kararname” (2011, 14 Eylül) T.C. Resmi Gazete,<br />
28054.<br />
“657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu”<br />
(1965, 23 Temmuz) T.C. Resmi Gazete,<br />
12056.<br />
“646 Sayılı Vergi Denetim Kurulu Başkanlığının<br />
Kurulması Amacıyla Bazı Kanun<br />
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik<br />
Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde<br />
Kararname” (2011, 10 Temmuz) T.C. Resmi<br />
Gazete, 27990.<br />
Atay, Cevdet (1999) Devlet Yönetimi ve<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Metin Çakır<br />
Denetimi, 2.Baskı, İstanbul: Alfa Yayınları.<br />
“Başbakanlık Teftiş Kurulu Yönetmeliği”<br />
(1993, 15 Haziran) T.C. Resmi Gazete,<br />
21608.<br />
“5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu” (1949, 18<br />
Haziran) T.C. Resmi Gazete, 7236.<br />
“5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve<br />
Kontrol Kanunu” (2003, 24 Aralık) T.C. Resmi<br />
Gazete, 25326.<br />
“1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu”<br />
(1973, 24 Haziran) T.C. Resmi Gazete,<br />
14574.<br />
Bozkurt, Ömer, Ergun, Turgay ve Sezen,<br />
Seriye (Ed.), (2008) Kamu Yönetimi Sözlüğü,<br />
2. Baskı, Ankara: TODAİE Yayınları.<br />
“Disiplin Kurulları Ve Disiplin Amirleri<br />
Hakkında Yönetmelik” (1982, 24 Ekim) T.C.<br />
Resmi Gazete, 17848.<br />
Erdoğdu, Ahmet (1990) “Yönetsel Yargının<br />
Sorunları” 1. Kitap İdari Yargı, 1.Ulusal<br />
İdare Hukuku Kongresi, Ankara: Danıştay<br />
Yayınları No: 53, 1-4 Mayıs.<br />
Geist, Benjamin (1988) Devlet Denetimi,<br />
Çev: Beyhan Ataç, Ankara: Sayıştay Yayınları.<br />
Gözübüyük, A. Şeref (2004) Yönetim Hukuku,<br />
Ankara: Turhan Kitabevi.<br />
Gözübüyük, A. Şeref (2001) Türkiye’nin<br />
Yönetim Yapısı, 7. Baskı, Ankara: Turhan Kitabevi.<br />
Gözübüyük, A. Şeref ve Tan, Turgut<br />
(2001) İdare Hukuku, Cilt 1, Genel Esaslar,<br />
2. Baskı, Ankara: Turhan Kitapevi.<br />
Gözübüyük, A. Şeref (2000) Yönetim Hukuku,<br />
14. Baskı, Ankara: Turhan Kitabevi.<br />
Gözübüyük, A. Şeref (1997) Anayasa<br />
Hukuku, 6. Baskı, Ankara: Turhan Kitabevi.<br />
Gözübüyük, A. Şeref ve Akıllıoğlu, Tekin<br />
(1992) Yönetim Hukuku, 5. Baskı, Ankara:<br />
Turhan Kitabevi.<br />
Günday, Metin (1999) İdare Hukuku, Ankara:<br />
İmaj Yayıncılık.<br />
“2709 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası”<br />
(1982, 9 Kasım) T.C. Resmi Gazete,<br />
17863 Mükerrer.<br />
Karatepe, Şükrü (1993) İdare Hukuku,<br />
İzmir: Üniversite Kitabevi.<br />
Köse, H. Ömer (2000) Dünyada ve<br />
Türkiye’de Yüksek Denetim, Ankara: Sayıştay<br />
Yayınları.<br />
Köse, H.Ömer (2004) “Küreselleşme<br />
Sürecinde Uluslararası Denetimin Artan<br />
Önemi ve Kamusal Denetimin Uluslararalılaşması<br />
Sorunu”, Amme İdaresi Dergisi, 37<br />
(3), Eylül, 37-62.<br />
MEB (<strong>2013</strong>), Milli Eğitim İstatistikleri Örgün<br />
Eğitim 2012-<strong>2013</strong>, Ankara: Strateji Geliştirme<br />
Başkanlığı Yayını.<br />
“Milli Eğitim Bakanlığı İl ve İlçe Milli Eğitim<br />
Müdürlükleri Yönetmeliği” (2012, 18 Kasım)<br />
T. C. Resmi Gazete, 28471.<br />
Özer, M. Akif (1998) “Yönetimin Denetiminin<br />
Temel Unsurları, İlkeleri ve Kamu Yönetimi<br />
Açısından Değerlendirilmesi”, Türk<br />
İdare Dergisi, 419 (70), Haziran, 141-161.<br />
Sanal, Recep (2002) Türkiye’de Yönetsel<br />
Denetim ve Devlet Denetleme Kurumu, Ankara:<br />
TODAİE Yayınları.<br />
Sezen, Seriye (2001) “Ombudsman:<br />
Türkiye İçin Nasıl Bir Çözüm?”, Amme İdaresi<br />
Dergisi, 34 (4), Aralık, 71-96.<br />
Türköne, Mümtaz’er (2003) Siyaset, Ankara:<br />
Lotus Yayınları.<br />
Uluğ, Feyzi (2004) “Kamu Yönetimi Temel<br />
Kanunu Tasarısı Işığında Kamu Denetim<br />
Sisteminde Yeniden Yapılanma” Amme<br />
İdaresi Dergisi, 37 (2), Haziran.<br />
“3056 Sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında<br />
Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek<br />
Kabulü Hakkında Kanun” (1984,<br />
19 Ekim) T.C. Resmi Gazete,18550.<br />
19<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi<br />
“3046 Sayılı Bakanlıkların Kuruluş Ve<br />
Görev Esasları Hakkında 174 Sayılı Kanun<br />
Hükmünde Kararname İle 13/12/1983 Gün<br />
Ve 174 Sayılı Bakanlıkların Kuruluş Ve Görev<br />
Esasları Hakkında Kanun Hükmünde<br />
Kararnamenin Bazı Maddelerinin Kaldırılması<br />
Ve Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi<br />
Hakkında 202 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin<br />
Değiştirilerek Kabulü Hakkında<br />
Kanun” (1984, 9 Ekim) T.C. Resmi Gazete,<br />
18540.<br />
20<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
BAKANLIK MERKEZ TEŞKİLAT<br />
YAPILARINDA 2011 YILI KHK<br />
DEĞİŞİKLİKLERİ İLE GERÇEKLEŞTİRİLEN<br />
TEFTİŞ-DENETİM DÖNÜŞÜMÜNÜN<br />
DEĞERLENDİRİLMESİ<br />
Ayhan Acar *<br />
21<br />
I- GİRİŞ<br />
Hukuk devletinde örgütlerin ve kişilerin<br />
faaliyetleri, hakları, sorumlulukları mevzuatla<br />
düzenlenmiştir. Bunların hukuk düzenine<br />
uygun yürütülüp yürütülmediğinin tarafsız<br />
ve bağımsız bir şekilde denetlenmesi gerekmektedir.<br />
Türk kamu yönetiminde denetim<br />
görevi çeşitli organlar eliyle yerine<br />
getirilmektedir. Bu organlardan en önemlisi<br />
Bakanlık merkez teşkilatlarındaki Teftiş Kurullarıdır.<br />
Teftiş Kurulları tüm Bakanlıklarda<br />
Bakana bağlı, bünyesinde müfettişlerin görev<br />
yaptığı denetim birimleridir. Ancak, 2011<br />
yılı KHK değişiklikleri ile bu standart uygulamaya<br />
son verilmiş ve köklü geçmişi olan<br />
Teftiş Kurullarının birçoğundan vazgeçilmiştir.<br />
Bunların yerine muhtelif adlarla yeni denetim<br />
birimleri oluşturulmuş, ancak bu yeni<br />
oluşturulan denetim yapısı bu alanda görev<br />
yapanlar için farklı sonuçlar doğurmuştur.<br />
Her bir bakanlıkta ortaya çıkan bu yeni durum<br />
incelemeye değer bulunmuştur.<br />
* S.B. Sağlık Başdenetçisi<br />
TEFTİŞ KURULLARI VE MÜFETTİŞLİK<br />
MESLEĞİ<br />
3046 sayılı Kanun ile kamu hizmetlerinin<br />
düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik<br />
bir şekilde yürütülebilmesi için bakanlıkların<br />
kurulmasına, teşkilat, görev ve yetkilerine<br />
ilişkin esas ve usuller düzenlenmiştir. Bu Kanun,<br />
Milli Savunma Bakanlığı hariç diğer bakanlıkların<br />
merkez, taşra, yurt dışı teşkilatları<br />
ile bağlı ve ilgili kuruluşlarını kapsamaktadır.<br />
Bakanlıkların yürütmekten sorumlu oldukları<br />
hizmet ve görevlerden bağlı kuruluş kurulmasını<br />
gerektirmeyenler, bakanlığın merkez<br />
teşkilatı bünyesinde kurulan ana hizmet birimlerince<br />
yerine getirileceği kanunun 7.<br />
maddesinde düzenlenmiştir. Kanunun 12.<br />
Maddesinde bakanlık ve bağlı kuruluşların<br />
merkez teşkilatındaki danışma ve denetim<br />
birimleri düzenlenmiş buna göre Teftiş Kurulu<br />
Başkanlığı danışma ve denetim birimleri<br />
arasında sayılmıştır.<br />
Bakanlık hiyerarşik yapılanmasının düzenlendiği<br />
15. madde de müsteşar en üst<br />
amirdir. Müsteşarın görev ve sorumluluklarının<br />
düzenlendiği 22. maddede ise, Bakanın<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Bakanlık Merkez Teşkilat Yapılarında 2011 Yılı Khk Değişiklikleri İle Gerçekleştirilen Teftiş-<br />
Denetim Dönüşümünün Değerlendirilmesi<br />
22<br />
emrinde ve onun yardımcısı olup bakanlık<br />
hizmetlerini Bakan adına ve bakanın direktif<br />
ve emirleri yönünde, Bakanlığın amaç ve politikalarına,<br />
kalkınma planlarına ve yıllık programlara,<br />
mevzuat hükümlerine uygun olarak<br />
düzenler ve yürütür, denilmektedir. Aynı kanun<br />
maddesinde, Müsteşarın, Bakanlık kuruluşlarına<br />
gereken emirleri vereceği belirtilmiş,<br />
buna karşın Bakanlık Teftiş Kurulu hariç<br />
tutulmuştur.<br />
Yine mezkur kanunun 23. maddesinde,<br />
Teftiş Kurulu Başkanlığının, bakanın emri<br />
veya onayı üzerine bakan adına aşağıdaki<br />
görevleri yapacağı yer almaktadır.<br />
“a) Bakanlık teşkilatı ile bakanlığa bağlı ve<br />
ilgili kuruluşların her türlü faaliyet ve işlemleriyle<br />
ilgili olarak teftiş, inceleme ve soruşturma işlerini<br />
yürütmek,<br />
b) Bakanlığın amaçlarını daha iyi gerçekleştirmek,<br />
mevzuata, plan ve programa uygun çalışmasını<br />
temin etmek amacıyla gerekli teklifleri<br />
hazırlamak ve bakana sunmak,<br />
c) Özel kanunlarla verilen diğer görevleri yapmak.”<br />
Genel itibari ile bakanlık merkez teşkilat<br />
yapıları içerisinde yer alan teftiş kurulları yukarıda<br />
sayılan görevler çerçevesinde kendilerine<br />
teşkilat yasaları ile verilen görevleri<br />
yürütmekte ve bu görevler bakanlıklara göre<br />
çok büyük farklılık arz etmemektedir. Dolayısıyla,<br />
bakanlık teşkilatlanmalarının 3046<br />
sayılı kanun uyarınca düzenlendiği, 3046<br />
sayılı Kanunun öngördüğü çerçevede danışma<br />
ve denetim birimleri arasında sayılan<br />
Teftiş Kurullarının bünyesinde müfettişlerin<br />
görev yaptığı, Bakan dışında hiçbir Makam<br />
tarafından emir ve görev verilemediği görülmektedir.<br />
Türk Kamu Yönetiminde Teftiş ve İç Denetim<br />
araştırmasında teftiş faaliyetinin, Türk<br />
kamu yönetimi uygulaması bakımından dört<br />
temel unsurdan oluştuğu, bunların “denetim”,<br />
“soruşturma”, “inceleme” ve “araştırma”<br />
olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla, teftişin<br />
denetime eş bir kavram yada olgu olmadığı<br />
görülmektedir. Soruşturma ve inceleme ile<br />
birlikte denetim faaliyeti ancak teftiş başlığı<br />
altında toplanabilecektir. Yine bu araştırmada<br />
denetim, doğrudan doğruya iş ve işle ilgili<br />
olarak personel ve süreçlerin denetimini<br />
içeren ve bunlarla birlikte bir bütünlük oluşturan<br />
bir faaliyet olduğu, buna karşın teftişin<br />
ise, örgütsel bazda işin denetiminden çok<br />
parlamento karşısında yürütülen hizmetten<br />
dolayı siyasi olarak sorumlu olan bakanın<br />
bu sorumluluğunun gereği olarak, hizmetin<br />
denetiminin gerçekleştirilmesi olduğu görülmektedir.<br />
Teftişin hizmet denetimi olması,<br />
onu yönetimin işlevi olarak denetimden<br />
farklılaştırmaktadır. Dolayısıyla, literatürde ve<br />
uygulamada sıkça ileri sürüldüğü gibi teftiş<br />
faaliyetinin siyasetten tamamen bağımsız bir<br />
denetim türü olduğunu iddia etmek zordur.<br />
Teftiş denetiminde bağımsızlık sisteminin<br />
mantığı gereği siyasi yapıdan değil yönetsel<br />
yapıdan ayrı ve müdahale edilemez olmayı<br />
içermektedir. Teftiş bakanın siyasi sorumluluğu<br />
ve hizmetin kamu adına yerine getirilişine<br />
ilişkin bir denetim türüdür. Bundan dolayı<br />
yönetim içinde doğrudan doğruya örgütlendirilemez.<br />
1 3046 sayılı Kanunla Bakanlık<br />
teşkilat yapılarında doğrudan Bakana bağlı<br />
olarak kurulmuş olan teftiş kurullarının neden<br />
doğrudan Bakana bağlanmış oldukları<br />
bu anlatımdan açıkça anlaşılmaktadır.<br />
2011 yılında hükümet tarafından bir dizi<br />
KHK çıkarılmıştır. Çıkartılan bu KHK’lar öncesi<br />
Teftiş Kurulları bünyesinde tüm bakanlıklarda<br />
denetim görevi müfettişler tarafından<br />
yürütülmüştür. Dolayısıyla, bu dönemde müfettiş<br />
dışında unvan kullanılmamıştır.<br />
Müfettişlik kariyer bir meslektir. Danıştay<br />
Birinci Dairesinin bir kararında; 2<br />
“…Kamu İdarelerinde teftiş hizmetleri, diğer<br />
idari hizmetlerden ayrı olarak dikkate alınmış ve<br />
bu hizmetler ayrı bir kariyer olarak düzenlenmiştir.<br />
Kuruluş yasalarında ve ilgili tüzük ve yönetmeliklerde<br />
müfettişlerin sınavla göreve alınmaları ve<br />
bu görev içinde yetiştirilmeleri öngörülmüştür. Bu<br />
nedenle müfettişlerin bu kariyer içinde yetiştiril-<br />
1<br />
Örsan Ö.Akbulut, Hande Mimaroğlu Özgen, Derya Fındık, Ömer<br />
Seymenoğlu, Oğuz Almış, Türk Kamu Yönetiminde Teftiş ve İç<br />
Denetim, TODAİE yayını, Ankara, 2012, s.4-7<br />
2<br />
Danıştay 5. Dairesi 17/12/1986 tarihli, E:1986/1443, K:1986/887<br />
sayılı karar,<br />
3<br />
Danıştay 5. Dairesi 24/10/2008 tarihli, E:2006/7083,<br />
K:2008/5144 sayılı karar<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Ayhan Acar<br />
meleri ve kamu hizmetinin selametle yürütülmesini<br />
önleyici neden olmadıkça bu hizmet dışında<br />
diğer idari hizmetlere atanmamaları gerekmektedir.<br />
…”<br />
Şeklinde hüküm kurulmak suretiyle müfettişliğin<br />
kariyer meslek olma özelliğine vurgu<br />
yapıldığı, Danıştay Beşinci Dairesinin bir<br />
kararında 3 ise,<br />
“657 sayılı Kanun’un 3. maddesinde de, “Sınıflandırma”,<br />
“Kariyer” ve “Yeterlik” ilkeleri bu<br />
Kanunun temel ilkeleri olarak belirlenmiş; kariyer<br />
ilkesi, Devlet memurlarına yaptıkları hizmetler için<br />
gerekli bilgilere ve yetişme koşullarına uygun şekilde,<br />
sınıfları içinde en yüksek derecelere kadar<br />
ilerleme olanağı sağlamak; yeterlik ilkesi ise, Devlet<br />
kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar<br />
içinde ilerleme ve yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini<br />
yeterlik sistemine dayandırmak ve bu<br />
sistemin eşit olanaklarla uygulanmasında Devlet<br />
memurlarını güvenliğe sahip kılmak olarak tanımlanmıştır.<br />
Görüldüğü üzere Yasa, Devlet memurluğunu<br />
bir meslek olarak kabul etmekte ve bunlara,<br />
sınıfları içinde en yüksek derecelere kadar ilerleme<br />
olanağı sağlanmasını, sınıflar içinde ilerleme<br />
ve yükselme işlemlerinin yeterlik sistemine dayandırılmasını<br />
öngörmektedir. Bu iki ilkenin temelinde,<br />
nesnel kurallar çerçevesinde işin ehline verilmesi<br />
ve hak etme kavramı yatmakta olup, kamu<br />
hizmetlerinin etkin ve verimli bir şekilde gerçekleştirilmesinin<br />
tek güvencesinin de, hizmetin yetişmiş,<br />
ehil kamu görevlilerince yerine getirilmesinden<br />
geçeceği tabiidir. Birçok yargı kararında<br />
da belirtildiği üzere kariyer bir meslek olan müfettişlik<br />
mesleğinin, geçmiş dönem hizmetleriyle<br />
birlikte bir bütün halinde değerlendirilmesi kariyer<br />
ve liyakat ilkelerinin mutlak vazgeçilmez niteliğini<br />
oluşturduğu gibi, bu yönde bir yapılanma Teftiş<br />
Kurullarının oluşması ve işleyiş sistematiğine de<br />
uygun düşmektedir.”<br />
denilmiş olduğu, dolayısıyla, müfettişliğin,<br />
Türk kamu bürokrasisinde kariyer bir<br />
meslek olarak ifade edildiği rahatlıkla söylenebilir.<br />
Müfettişlerin görev aldığı Teftiş Kurulları,<br />
Türk kamu bürokrasisine yönetici yetiştiren<br />
okul olma görevini de üstlenmiştir.Türk<br />
kamu bürokrasisinde ve hatta özel sektörde<br />
3<br />
Dairesi 24/10/2008 tarihli, E:2006/7083, K:2008/5144 sayılı karar<br />
üst düzey yöneticilerin birçoğunun kökeni<br />
müfettişlik mesleği yada muadili mesleklerdendir.<br />
Diğer taraftan Bakanlıklarda müfettiş<br />
olma hakkını elde edenler üçlü kararname<br />
ile müfettişliğe atanmaktadırlar. Üçlü kararname<br />
müfettişlerin bağımsız bir şekilde çalışabilmelerinin<br />
güvencesini oluşturan bir<br />
faktördür. Müfettişler, müfettişlik güvencesine<br />
sahiptirler, tüm teftiş kurulu tüzük ve yönetmeliklerinde<br />
yer verilen müfettişlik güvencesi<br />
teftiş hizmetleri, diğer idari görevlerden<br />
ayrı bir kariyer olarak düzenlendiğinden;<br />
müfettişler kendi istekleri dışında veya teftiş<br />
hizmetlerinin gerekleriyle bağdaşmayan sıhhi,<br />
ahlaki veya mesleki yetersizlikleri tespit<br />
edilmedikçe görevden alınamaz, diğer idari<br />
görevlere atanamazlar. Sıhhi, ahlaki veya<br />
mesleki yetersizlik hallerinin; yargı kararı,<br />
sağlık kurulu raporu, müfettiş raporu gibi<br />
belgelerle tevsiki esastır. Dolayısıyla bu durum<br />
müfettişin görevini ifa ederkenki bağımsızlığının<br />
da güvencesini oluşturmaktadır.<br />
Bakanlık müfettişleri 657 sayılı DMK’nın<br />
137 ve 138. maddelerinde tanımlanan, zorunlu<br />
hallerde kullanılması elzem olan görevden<br />
uzaklaştırma yetkisine sahiptir. Bu<br />
yetki denetim elemanlarından sadece Bakanlık<br />
müfettişlerine verilmiş bir yetkidir.<br />
TEFTİŞ-DENETİM DÖNÜŞÜMÜNE<br />
İLİŞKİN GENEL DEĞERLENDİRME<br />
3046 sayılı kanunda danışma ve denetim<br />
birimleri arasında sayılan Teftiş Kurullarının,<br />
2011 yılı KHK’ları sonrası değişiklik yapılmayan<br />
bakanlıklarda aynen devam ettiği, buna<br />
karşın, bazı bakanlıklarda Danışma ve Denetim<br />
birimleri arasında isim değişikliği yapılarak<br />
(Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı, İş<br />
Teftiş Kurulu Başkanlığı, Denetim Hizmetleri<br />
Başkanlığı gibi), bazı bakanlıklarda ise hizmet<br />
birimleri arasında sayılarak (Rehberlik<br />
ve Teftiş Başkanlığı, Rehberlik ve Denetim<br />
Başkanlığı, Denetim Hizmetleri Başkanlığı<br />
gibi) teşkilat içerisinde yerini aldığı görülmektedir.<br />
Teftiş Kurullarının yerine oluşturulan<br />
ve çoğu bakanlıkta, “Denetim Hizmetleri”<br />
adı ile ana hizmet birimleri arasında sayılan<br />
denetim birimlerinin görevleri bağlamında<br />
denetimin bir hizmet mi olduğu sorusu akla<br />
gelmektedir. Bu soruya Teftiş ve İç Denetim<br />
23<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Bakanlık Merkez Teşkilat Yapılarında 2011 Yılı Khk Değişiklikleri İle Gerçekleştirilen Teftiş-<br />
Denetim Dönüşümünün Değerlendirilmesi<br />
24<br />
Araştırmasında 4 Denetimde yeniden yapılanma<br />
kapsamında oluşturulacak yeni birimlerin,<br />
hizmet birimi olarak yapılandırılmamasının<br />
ve adlandırılmamasının önerilmesi ile cevap<br />
verildiğinin ve denetim faaliyetinin bir bütün<br />
olarak, hizmet niteliği taşımadığının açık bir<br />
şekilde belirtildiği görülmektedir. Ancak, bu<br />
öneriye karşın birçok Bakanlığın denetim biriminin<br />
isminin “denetim hizmetleri” şeklinde<br />
değiştirilerek, ana hizmet birimleri arasında<br />
sayıldığı da bir gerçektir.<br />
Teftiş-denetim dönüşümünde bazı bakanlıklarda<br />
kariyer meslek olan müfettişlik<br />
unvan ve sıfatının kaybedildiği, bazı bakanlıklarda<br />
ise müfettişlik unvan ve sıfatına haiz<br />
olmayan denetim görevlilerine bu unvan ve<br />
sıfatın verildiği görülmüştür. Örneğin, Aile ve<br />
Sosyal Politikalar Bakanlığı Denetim Hizmetleri<br />
Başkanlığına Denetçi olarak atananlar<br />
daha önce Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme<br />
Kurumu Genel Müdürlüğünde müfettişlik<br />
yapan denetim görevlileridir. Her ne<br />
kadar müfettişlik sıfatına haizseler de genel<br />
müdürlük müfettişi olduklarından üçlü kararname<br />
ile atamaları yapılmamaktadır. Dolayısıyla,<br />
bahse konu denetim görevlilerinin<br />
genel müdürlük bünyesinde müfettiş olarak<br />
görev yaparken doğrudan Bakan’a bağlı Denetçi<br />
sıfatına bürünmüşlerdir. Buna karşın,<br />
Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Enerji<br />
ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı müfettişleri için<br />
aynı durum söz konusu değildir. Çünkü adı<br />
geçen Bakanlık müfettişlerinin 2011 yılı KHK<br />
değişiklikleri ile Denetçi yapılması, hem unvan<br />
kaybına hem de özlük ve sosyal haklar<br />
bakımından bazı kayıplara neden olmuştur.<br />
Tüm bunların ötesinde Sağlık Bakanlığı müfettişlerinden<br />
bir bölümü Bakanlığın bağlı<br />
kuruluşlarına Denetçi olarak atanmışlardır.<br />
Bu olumsuz durumların yanı sıra, Gümrük<br />
ve Ticaret Bakanlığı’nda gümrük ve ticaret<br />
müfettişliğine, gümrük (müsteşarlığı) müfettişleri<br />
ile genel müdürlük kontrolörleri, Maliye<br />
Bakanlığı’nda vergi müfettişliğine, gelirler<br />
kontrolörleri ve taşra teşkilatında görevli<br />
vergi denetmenleri atanmıştır. Yine Çalışma<br />
ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda Türkiye<br />
4<br />
Örsan Ö.Akbulut, Hande Mimaroğlu Özgen, Derya Fındık,<br />
Ömer Seymenoğlu, Oğuz Almış, Türk Kamu Yönetiminde Teftiş<br />
ve İç Denetim, TODAİE yayını, Ankara, 2012, s.719<br />
İş Kurumunda görevli müfettişler Bakanlık<br />
iş müfettişliğine atanmışlardır. Bu sayılan<br />
kurumlardaki ilgililer açısından bunlar birer<br />
kazanımdır. Fakat, 2011 yılı KHK’ları ile yaşanan<br />
dönüşümlerden en ilginci ise, yeni kurulan<br />
Ekonomi Bakanlığında yaşanmıştır. Bu<br />
bakanlıkta Dış Ticaret Uzmanlarına denetim<br />
görevi verilmiştir. Ancak, bu uzmanlar daha<br />
evvel Dış Ticaret Müsteşarlığı Dış Ticaret<br />
Kontrolörleri Kurulunda görevli Dış Ticaret<br />
Kontrolörleri’dir.<br />
Diğer bir konu ise, teftiş-denetim birimlerinin<br />
bağlı olacağı birim konusunda belirsizliklerin<br />
bulunmasıdır. Bazı bakanlıklarda teşkilatlanmanın<br />
düzenlendiği yasal mevzuatta<br />
bu husus açık bir şekilde belirtilirken, bazı<br />
bakanlıklarda bağlılık konusu yönetmeliklerle<br />
düzenlenmiş, bazı bakanlıklarda ise ne<br />
yasal düzenlemelerle ne de ikincil mevzuatla<br />
bu hususa açıklık getirilmemiştir. Diğer<br />
taraftan bu belirsizliğin yanı sıra Bakanlıkların<br />
tüm iş ve işlemlerinin denetimi ile görevlendirilen<br />
teftiş-denetim birimlerinin Bakan<br />
dışında Müsteşar-Müsteşar yardımcısı gibi<br />
alt Makamlara bağlandığı yada bağlanmaya<br />
çalışıldığı görülmüştür. Bu uygulamalar denetimin<br />
bağımsızlığı açısından dikkat çeken<br />
noktalardır.<br />
Oysa, 2011 yılındaki tüm KHK’ların dayanağı<br />
olan 6223 sayılı Yetki Yasasının genel<br />
gerekçesinde kamu yönetimini hantal yapıdan<br />
kurtarabilmek, kamu hizmetinin düzenli,<br />
etkin, hızlı bir biçimde yürütülmesini<br />
sağlamak amaçlanmış ve yetki kanunun 2.<br />
maddesinde kanunun ilkeleri ve yetki süresi<br />
belirlenirken, “… benzer hizmetlerin tek<br />
kuruluş veya birim tarafından yürütülmesini<br />
ve kaynak kullanımında israfın önlenmesini,<br />
teşkilatların, hizmetlerin özelliğinden<br />
kaynaklanan zorunlu farklılıklar saklı kalmak<br />
kaydıyla, hiyerarşik bağlılık ve unvan standardizasyonu<br />
sağlanacak şekilde düzenlenmesini,<br />
…” açık bir şekilde hükme bağlanmışken,<br />
yapılan düzenlemelerde;<br />
Örneğin, Sağlık Bakanlığında Teftiş Kurulu<br />
Başkanlığı 5’e bölünerek bürokrasi arttırılmış,<br />
var olan birleşik yapı parçalanmış, aynı<br />
teşkilat içerisinde 5 ayrı (Bakanlık Denetim<br />
Hizmetleri Başkanlığı, Türkiye Kamu Hastaneleri<br />
Kurumu Denetim Hizmetleri Dairesi<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Ayhan Acar<br />
5<br />
Yakup Bozkurt, “Kamu Yönetiminde Teftiş Kurulu Başkanlığının<br />
Kaldırılmasına Dönük Sorunlar”, Ankara Barosu Dergisi, Yıl:68,<br />
Sayı:2010/4, s.274-275<br />
Başkanlığı, Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Denetim<br />
Hizmetleri Dairesi Başkanlığı, Türkiye<br />
İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Denetim Hizmetleri<br />
Dairesi Başkanlığı, Türkiye Hudut ve<br />
Sahiller Genel Müdürlüğü Sağlık Denetçileri)<br />
denetim birimi kurulmuştur. Uygulamada bu<br />
durum çeşitli sorunlara yol açabilecektir.<br />
Daha önce tüm Bakanlıklarda teftiş kurulları<br />
Bakan’a bağlı iken 2011 KHK değişiklikleri<br />
ile Bakan’ın yanı sıra alt makamlara<br />
bağlı denetim birimlerinin oluşturulduğu,<br />
daha önce Teftiş Kurulları olarak tek bir isim<br />
kullanılan denetim birimlerinde şimdi, Vergi<br />
Denetim Kurulu Başkanlığı, İş Teftiş Kurulu<br />
Başkanlığı, Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı,<br />
Rehberlik ve Denetim Başkanlığı, Denetim<br />
Hizmetleri Başkanlığı gibi isimler kullanılarak<br />
çok çeşitliliğe gidildiği görülmektedir. Daha<br />
önce müfettiş olan denetim elemanlarının<br />
şimdi, müfettişin yanı sıra, denetçi ve denetim<br />
yetkisi verilmiş uzmanlardan oluştuğu,<br />
dolayısıyla Bakanlık denetim birimlerinin örgüt<br />
yapısında bağlı olacağı birim konusunda,<br />
bu birimlerin isimlerinde, denetim elemanlarının<br />
unvanlarında varolan standardizasyonun<br />
ortadan kaldırıldığı dolayısıyla yetki<br />
kanununda yer verilen hiyerarşik bağlılık<br />
ve unvan standardizasyonunun sağlanması<br />
yönündeki ilkeye uyulmadığı söylenebilir.<br />
KHK’larda teftiş-denetimle ilgili olarak<br />
yapılan düzenlemelerle ilgili yukarıda yer<br />
verilen çoğu hususun, anayasaya aykırılığı<br />
nedeni ile Anayasa Mahkemesine iptal davası<br />
açıldığı, ancak bu açılan davalardan bu<br />
çalışmanın konusunu oluşturan hususlarda<br />
bir iptal kararı çıkmadığı, Teftiş ve Denetimle<br />
ilgili çıkan iptal kararlarının birkaç istisna<br />
dışında esas itibari ile kamu hizmetlerine girme<br />
hakkı ile sınırlı kaldığı görülmektedir.<br />
2010 yılı Nisan ayı içerisinde Ankara Barosunda<br />
yapılan “Yolsuzluk “ temalı konferansta,<br />
Danıştay Başkanı Mustafa BİRDEN’in<br />
teftiş ve denetim birimlerine ilişkin aşağıdaki<br />
yorumu önemli bir değerlendirmedir. 5<br />
“Yolsuzlukla mücadele de en etkili müesseselerden<br />
biri, teftiş ve denetim kurullarıdır. Bu kurullar<br />
çalıştırılmaz, teftiş ve denetime gereken önem<br />
verilmez, müfettiş raporlarına itibar edilmez ise,<br />
yolsuzluk girişimlerinin önlenmesi, yapılanların<br />
ise ortaya çıkarılması güçleşir. Hesap verebilirliğin<br />
temelinde, denetim ve kontrol mekanizması yatar.<br />
Yapılan işin, alınan kararın mevzuata ve hizmet gereklerine<br />
uygunluğu bakımından denetim ve kontrol<br />
mekanizması başlı başına bir caydırıcılık unsurudur.<br />
Bu işlevi, tarafsız ve liyakatli kişilerin elinde<br />
yerine getiren teftiş ve denetim birimlerinin, yolsuzlukların<br />
önlenmesi, sorumluların ortaya çıkarılıp<br />
cezalandırılması konusunda dava ve yargılama<br />
sürecine olan ciddi katkısı göz ardı edilemez. Bu<br />
nedenle, teftiş ve denetim kurullarını zayıflatan,<br />
etkisizleştiren, yasal düzenleme girişimlerinden<br />
vazgeçilmeli; aksine, bu kurullar güçlendirilerek,<br />
siyasi etki ve yönlendirmelerden uzak, bağımsız<br />
bir yapıya kavuşturulmalıdır.”<br />
2011 yılı KHK değişiklikleri ile yapılanlar<br />
ise bu değerlendirme ile örtüşmemektedir.<br />
Şöyle ki, bazı bakanlıklarda tüm denetim<br />
organları tek çatı altında toplanarak güçlü<br />
bir denetim birimi oluşturulurken (Maliye Bakanlığı,<br />
Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, Çalışma<br />
ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı), bazı bakanlıklarda<br />
ise var olan güçlü teftiş kurulları(Sağlık<br />
Bakanlığı) parçalanarak yada müfettişler;<br />
Denetçi yapılarak (Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim<br />
Bakanlığı, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı,<br />
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı) yetki<br />
yönünden zayıflatılmıştır. Hatta yeni kurulan<br />
Bakanlıkların bazılarında (Avrupa Birliği Bakanlığı,<br />
Gençlik ve Spor Bakanlığı, Kalkınma<br />
Bakanlığı) ise merkezde denetim birimi hiç<br />
oluşturulmamış, daha evvel Bakan’a bağlı<br />
olarak faaliyet gösteren Teftiş Kurulları ise<br />
bazı Bakanlıklarda (Çevre ve Şehircilik Bakanlığı,<br />
Ekonomi Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı<br />
gibi) hiyerarşik olarak daha alt birimlere ve<br />
makamlara bağlanmıştır. Bağlı olunan birim<br />
denetim elemanının bağımsızlığı ile yakından<br />
ilgilidir. Denetim birimlerine, kurumların<br />
merkez ve taşra teşkilâtı ile personelin idarî,<br />
malî ve hukukî işlemleri hakkında denetim,<br />
inceleme ve soruşturma yapma görevi verildiğine<br />
göre, bakanlık teşkilatlanması içerisinde<br />
doğrudan Bakan’a bağlı olmayan bir<br />
birimin bu görevi eksiksiz yerine getirmesi<br />
hiyerarşik anlamda mümkün olmayacaktır.<br />
Diğer taraftan, üçlü kararname müfettişlerin<br />
bağımsız bir şekilde çalışabilmelerinin<br />
güvencesini oluşturan diğer bir faktördür.<br />
25<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Bakanlık Merkez Teşkilat Yapılarında 2011 Yılı Khk Değişiklikleri İle Gerçekleştirilen Teftiş-<br />
Denetim Dönüşümünün Değerlendirilmesi<br />
26<br />
Oysa denetçiler yada denetim yetkisi verilmiş<br />
uzmanların atamasında üçlü kararname<br />
sözkonusu değildir. Müfettişler üçlü kararname<br />
ile göreve atanmış olmasına rağmen,<br />
bazı bakanlıklarda müfettişler denetçi yapılarak<br />
2451 sayılı Kanundan kaynaklanan<br />
müfettişlik mesleğinin sahip olduğu bu güvenceden<br />
mahrum kalmışlardır. Bu güvence<br />
şüphesiz yapılan denetimlerde denetim<br />
yapan kişinin gelecek kaygısı taşımadan,<br />
bağımsız, tarafsız, etkin ve verimli bir şekilde<br />
görev yapmasını sağlayacak en önemli<br />
unsurlardan birisini teşkil etmektedir.<br />
Öte yandan, 657 sayılı Devlet Memurları<br />
Kanununun 137 nci maddesinde sayılan hallerde<br />
memurların görevden uzaklaştırılması<br />
hüküm altına alınmış, 138 inci maddesinde<br />
ise bu hak ve yetkiyi kullanabilecek olan<br />
makam ve merciler arasında müfettişler de<br />
sayılmıştır. Bazı bakanlıklarda müfettiş yerine<br />
denetim görevi verilen denetçi ve uzman<br />
unvanındaki personelin anılan yetkiyi kullanma<br />
hak ve yetkisi ortadan kaldırılmış olup<br />
bu durum da denetim hizmetinin bağımsız,<br />
tarafsız ve hızlı bir şekilde yürütülmesini engelleyecektir.<br />
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 4483<br />
sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin<br />
Yargılanması Hakkında Kanun, 3628 sayılı<br />
Mal Bildiriminde Bulunulması Rüşvet ve<br />
Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu olmak üzere<br />
birçok kanunda müfettiş unvanına atıflar<br />
yapılarak bazı özel yetkiler tanınmıştır. Yine,<br />
Sayıştay Kanununda Bakanlık merkez denetim<br />
elemanı olarak bir yıl görev yapanlara<br />
Sayıştay Üyesi ve dolayısıyla da Başkanı<br />
olma hakkı tanınmıştır. Oysa yeni düzenlemelerle<br />
birlikte, müfettiş dışındaki denetim<br />
elemanları yani denetçiler ile denetim yetkisi<br />
verilmiş uzmanlar bu haklardan faydalanamayacaklardır.<br />
SONUÇ VE ÖNERİLER<br />
Netice itibariyle; güçlü bir denetim yapısının<br />
oluşturulabilmesi ve bu şekilde yolsuzluklarla<br />
mücadele edilebilmesi için çalışmada<br />
irdelenen konular kapsamında sınırlı<br />
olmak kaydıyla aşağıdaki öneriler geliştirilmiştir:<br />
- Bakanlık teftiş-denetim birimlerinin tüm<br />
Bakanlıklarda doğrudan Bakan’a bağlanması,<br />
- Bazı bakanlıklarda teftiş-denetim birimleri,<br />
danışma ve denetim birimleri arasında<br />
sayılmışken, bazılarında hizmet birimleri<br />
arasında sayıldığı dikkate alınarak, eskiden<br />
olduğu gibi denetimin bir hizmet olmadığı<br />
kabulünden yola çıkıldığında, teftiş-denetim<br />
birimlerinin yine danışma ve denetim birimleri<br />
altında ve benimsenecek tek bir isim ile<br />
yeniden yerini alması,<br />
- Bazı bakanlıkların merkez teşkilatında<br />
yer verilmeyen teftiş-denetim birimlerinin<br />
ilerleyen zamanda bu bakanlıklarda yaşanabilecek<br />
muhtemel yolsuzluk ve usulsüzlüklerde<br />
çıkmaza girilmesine yol açabileceği<br />
düşüncesinden ve bakanlıklarda benzer<br />
fonksiyonlara sahip birimlerde standardizasyon<br />
sağlanması açısından hareketle, merkez<br />
teşkilatında teftiş-denetim birimi oluşturulmayan<br />
bakanlıklarda da teftiş-denetim<br />
biriminin kurulması,<br />
- Görev ve sorumluluklar tüm denetim<br />
elemanları için aynı iken, yetki yönünden<br />
müfettiş dışındaki denetim elemanları sınırlı<br />
yetkilere sahiptirler. Mevzuatta müfettişlerin<br />
üçlü kararname ile atanma, görevden uzaklaştırma<br />
vb. hak ve yetkileri vardır. Dolayısıyla<br />
Bakanlık teftiş-denetim birimlerinde tek bir<br />
unvan kullanılması ve mevcut mevzuat yapısı<br />
içerisinde atıflar müfettiş unvanına yapıldığından,<br />
tüm Bakanlık denetim elemanlarına<br />
müfettiş unvanının verilmesi önerilmektedir.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
DENETIMSIZ DEMOKRASININ<br />
FIRSAT ÜRÜNÜ: KLEPTOKRASI<br />
(III)<br />
Dr. Recep Sanal *<br />
Makalenin ikinci bölümünde, insanlığı<br />
yönetme görevini üstlenen siyasal yapılar ve<br />
bunları işbaşına getiren seçim sistemleri ile<br />
ilgili bazı tespitler yapmış; dünyanın herhangi<br />
bir yerinde yönetme yetkisini eline geçiren<br />
gücün (bunu hangi siyasal sistem içerisinde<br />
ve hangi yöntemle ele geçirmiş olursa olsun)<br />
meşruiyetinin sorgulanması gerektiğine<br />
değinmiştim.<br />
Dışı fevkalade göz alıcı görünen fakat<br />
içi yeterince boşaltılmış olan eşitlik, özgürlük,<br />
kardeşlik gibi soyut kavramlar üzerinde<br />
zaman harcamak yerine; reel gerçeklikten<br />
hareketle demokrasi paravanı arkasındaki<br />
siyasal sistemlerin nasıl işlediğini analiz etmekte<br />
yarar vardır. Ardından da bu sistemlerin<br />
tüm insanlık adına etkili bir şekilde nasıl<br />
denetlenebileceği konusuna odaklanmalı<br />
veya daha etkili işleyebilecek yeni sistemler<br />
üzerinde kafa yormak gerekir.<br />
Yeryüzündeki siyasal sistemleri incelerken,<br />
bunlar arasında en katılımcı görünenin<br />
ve meşruiyet açısından en az sorgulanabilecek<br />
seçeneğin “demokrasi” olduğunu belirtmiştim.<br />
Fakat bu seçeneğin de bir uçta<br />
* Emekli Kamu Görevlisi<br />
“tam demokrasi” diğer uçta ise “göstermelik<br />
demokrasi” olmak üzerine değişik tonlarda<br />
tezahür ettiğine dikkat çekmiştim.<br />
Demokrasinin tanımı üzerindeki tartışmalar<br />
(belirli bir milat atfedilememekle birlikte)<br />
Antik Dönem’den bu yana süregelmektedir.<br />
Yeryüzündeki siyasal aktörlerin hemen<br />
hepsi, kendi yönetim sistemlerini (kapitalist,<br />
liberal, muhafazakâr, komünist, faşist…) diğer<br />
yönetim sistemlerden üstün göstermek<br />
ve uygulamalarını daha meşru bir temele<br />
oturtmak amacıyla birbirinden farklı “demokrasi<br />
tanımı” yapmakta ve siyasi pratiklerini<br />
buna göre şekillendirmektedirler. Her<br />
sistemin kendine göre bir hikâyesinin olması<br />
ve diğerleri üzerinde üstünlük iddiasında<br />
bulunması doğaldır. Fakat konuya başka bir<br />
açıdan bakıldığında; uygulandığı ülkelerdeki<br />
toplumsal yapıya ve siyasal birikimlere<br />
uyumlu olarak, siyasal sistemlerin başkalaşım<br />
geçirmelerinin ve her birinin diğerlerinden<br />
belirli dozlarda ötekileşmesinin doğal<br />
bir süreç olduğunu da belirtmek gerekir.<br />
Devlet yönetimi açısından demokrasi<br />
kavramına bakıldığında; devlet politikasını<br />
şekillendirmede tüm vatandaşların eşit hakka<br />
sahip olduğu bir sistem olarak algılamak<br />
27<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Denetimsiz Demokrasinin Fırsat Ürünü: Kleptokrasi (III)<br />
28<br />
gerektiği düşünülebilir. Rejimlerin demokratiklik<br />
derecesi tartışılırken değişik ölçütler<br />
esas alınmaktadır Burada temel nirengi, eşit<br />
haklara sahip oldukları varsayılan her vatandaşın<br />
kendi hür iradesidir. Hangi coğrafyada<br />
yaşarsa yaşasın veya hangi yönetim sitemine<br />
tabi olursa olsun, her vatandaşın ülkesindeki<br />
siyasal karar süreçlerine “özgür iradesi”<br />
ile ve eşitçe katılması esastır. Öte yandan bu<br />
özgür iradenin, siyasal süreçlerde çok çeşitli<br />
biçimlerde manipüle edilebildiği bilinmektedir.<br />
Bu konuya yeri gelince değineceğiz.<br />
Demokrasinin araçları denildiğinde karşımıza<br />
temel olarak; anayasa, parlamento ve<br />
siyasal partiler çıkmaktadır. Farklı siyasal yapılarda<br />
bunlar arasına başka araçlar da (sivil<br />
toplum kuruluşları, kanat önderleri, dinsel<br />
kuruluşlar vb.) eklenmektedir. Halkın kendini<br />
yönetme işlevini doğrudan veya dolaylı<br />
olarak (temsilcileri vasıtasıyla) yerine getirebilmesi<br />
mümkündür. Doğrudan temsil coğrafi<br />
açıdan küçük ölçekli devletlerde kolay<br />
olmakla birlikte, büyük ölçekli devletlerde<br />
uygulamaya elverişli bulunmamaktadır. Bu<br />
nedenle söz konusu ülkelerde seçimler yoluyla<br />
belirlenen temsilcilere (dolaylı temsil)<br />
yetki verilmesi yoluna gidilmektedir.<br />
Temsili demokrasi açısından en fazla kabul<br />
gören parlamenter demokrasinin odağında<br />
“yasama” işlevini üstlenen parlamento<br />
yer aldığından, öncelikle bunun yapısını<br />
irdelemekte yarar vardır. Çünkü bir devletin<br />
yönetimini üstlenen “yürütme” aygıtı bu organ<br />
içinden çıkmaktadır. Keza güçler ayrılığının<br />
diğer ayağını oluşturan “yargı” organının<br />
biçimlenmesi de yasama organının kararları<br />
doğrultusunda gerçekleşmektedir.<br />
Demokrasi, siyaset baronu üretme<br />
aracına mı dönüşmektedir?<br />
Parlamentoların oluşumunda, seçmenlerin<br />
hür iradesini esas alan seçim sistemlerinin<br />
belirleyici olması gerektiği savunulmaktadır.<br />
Ama günümüz demokrasilerinde uygulanan<br />
tüm seçim sistemlerinin, seçmenlere geniş<br />
bir tercih alanı sağlamaktan ziyade; sadece<br />
seçime katılan siyasal partilerin belirlediği<br />
adaylar arasından tercih yapmakla sınırlandırıldığını<br />
görmekteyiz. Bu durum, herhangi<br />
bir siyasal partinin dar kalıpları içerisinde<br />
şekillendirilmiş adayların devlet yönetiminde<br />
söz sahibi olmaları sonucunu doğurmaktadır.<br />
Seçmenler, ülkeye ve halka daha iyi<br />
hizmet edeceğine inandığı kişileri seçebilme<br />
hakkından yoksun bırakılmaktadır. Bu<br />
durum “hür irade” kavramı ile çelişmektedir.<br />
Çünkü mevcut seçim sistemleri, seçim sürecinde<br />
hür iradeyi sınırlayıcı kimi yöntemleri<br />
esas almaktadırlar. Bunlardan en belirgin<br />
olanlarının başında, seçime katılacak siyasal<br />
partilerin belirlenmesi; ikinci olarak söz<br />
konusu siyasal partilerin belirlediği adayların<br />
dışında bir başkasına oy verilememesi hususları<br />
gelmektedir. Her ne kadar seçimlere<br />
“bağımsız aday” olarak katılma olanağı da<br />
sağlanmakla birlikte; seçim barajı veya başka<br />
tür engellemeler neticesinde bağımsız<br />
adayların seçilebilmeleri güçleştirilmektedir.<br />
Tam demokrasi pratiğinde bu tür engellemelerden<br />
bahsedilmesi mümkün değildir.<br />
Temsilde adaletin ve yönetimde istikrarın<br />
sağlanması gerekçesiyle, sadece belirli<br />
siyasal partilere mensup kişilerin “siyaset<br />
baronu” haline getirilmesinin gerçek demokrasiyle<br />
ilgisi yoktur. Bu sorun, günümüz<br />
modern demokrasileri arasında gösterilen<br />
ülkelerde dahi yaşanmaktadır. Örneğin;<br />
devlet hayatında çok kısa sayılacak otuz yıl<br />
gibi bir sürede ABD’de aynı ailenin içinden<br />
iki “Başkan” çıkmıştır ve siyasal önsezilerime<br />
göre üçüncüsü de yoldadır. Bu durum<br />
söz konusu ülkede yaşayan yaklaşık üç yüz<br />
milyon insan arasından (belirttiğim ailenin<br />
fertleri dışında) Başkan olmaya layık başka<br />
birilerini bulmakta güçlük çekildiği şeklinde<br />
yorumlanabilir. O halde, yönetim erki babadan<br />
oğula geçen anti-demokratik sistemler<br />
ile vatandaşın özgür iradesine dayanması<br />
gereken demokratik sistemler arasında ne<br />
fark kalmaktadır? Çağımızda siyasal partiler<br />
üzerinden yürütülen içi boşaltılmış bir demokrasi<br />
pratiği ile mi karşı karşıyayız acaba?<br />
Şimdi şu kritik sorunun cevabını aramalıyız:<br />
Siyasal partilerin demokratik hayat içindeki<br />
rolleri nasıl gerçekleşmekte ve bunlar<br />
üzerinden güç sahibi olan siyasal aktörlerin<br />
topluma hizmet idealinden uzaklaşmalarına<br />
hangi faktörler yol açmaktadır?<br />
Siyasal partilerin, başlangıçta belirli top-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Dr. Recep Sanal<br />
lumsal gruplarının (sınıfların) devlet aygıtını<br />
ele geçirerek kendi çıkarlarını korumak ya<br />
da artırmak amacıyla kuruldukları ve bu nedenle<br />
keskin söylemler ürettikleri bilinmektedir.<br />
Fakat zaman içerisinde daha geniş<br />
kitlelerden oy alabilmek amacıyla sivri yönlerini<br />
törpülemek ve söylemlerini topumun<br />
tümüne hitap edebilecek tarzda yuvarlamak<br />
(merkeze çekmek) ihtiyacını duymuşlardır.<br />
Bu yüzden tüm ülkelerdeki “kitle partisi” niteliğindeki<br />
partilerin programları neredeyse<br />
birbirinin kopyası haline gelmiştir. Bunların<br />
kadroları da aynı mantık ekseninde oluşmuştur.<br />
Seçmenler, neredeyse birbirinin ikizi<br />
durumundaki partiler arasından bir tercih<br />
yapmaya zorlanmışlardır. Öte yandan, siyasal<br />
partilerin kuruluşuna ve işleyişine ilişkin<br />
yasal düzenlemeler, parti mensuplarını<br />
anlamsız bir “parti disiplini” girdabında boğacak<br />
biçimde kurgulanmıştır. Tam demokrasiye<br />
uymayan bu durum Anti-demokratik<br />
sistemlerdeki tek adam (diktatör, kral, emir,<br />
şeyh vb.) sultasının, demokratik sistemlerde<br />
parti başkanları üzerinden sürdürülmesine<br />
yol açmıştır.<br />
Dünyadaki kitle partilerinin (özellikle iktidar<br />
alternatifi olabilecek durumdaki partilerin)<br />
başına getirilecek kişilerin nasıl belirlendiği<br />
ilginç bir araştırma konusu olabilir. Bu<br />
düzeneğin nasıl çalıştığı, komplo teorilerine<br />
fazla itibar etmeden de sorgulanabilir. Örneği<br />
görünüşte her hangi bir siyasal partiye<br />
kayıtlı üyeler arasından genel kurul delegesi<br />
olarak belirli kişiler seçilmekte ve bunlar da<br />
parti başkanını seçmektedirler. Bu aşamada<br />
delege kararını etkilemek için hangi faktörlerin<br />
devreye girdiğini dikkatlice incelemek<br />
gerekir.<br />
Makalenin önceki bölümlerinde, demokrasinin<br />
kleptokrasiye evrimi sürecinde küresel<br />
sermayenin oynadığı kritik role değinmiştim.<br />
Jeopolitik açıdan önem taşıyan, stratejik<br />
yer altı veya yerüstü zenginliklerine sahip<br />
bulunan ülkelerin yöneticilerinin ve halklarının,<br />
küresel sermaye güdümündeki güçler<br />
tarafından değişik yollarla taciz edildikleri bilinen<br />
bir durumdur. Bu yollardan biri de o ülkenin<br />
yönetim sistemine örtülü müdahalelerde<br />
bulunmaktır. Bu açıdan en pratik yöntem,<br />
siyasal partiler üzerinde çeşitli operasyonlar<br />
yaparak, o partilerin başkanlarını (veya yöneticilerini)<br />
kendilerine hizmet edecek kişilerden<br />
oluşturmaktır. Böylelikle bir ülkedeki<br />
siyasal iktidarın oluşumu sürecinde, iç dinamiklerden<br />
ziyade dış dinamiklerin daha etkili<br />
olduğu bir aşamaya geçilmektedir. Hiç kuşku<br />
yok ki, bu aşamada hizmet alacak ve hizmet<br />
verecek olanlar arasında işbirliği anlaşması<br />
yapılması gereği vardır. Her iki tarafın<br />
da birbirine destek vererek ortaklaşa kazanç<br />
temini esasına dayanan işbirliği kısaca “kazan,<br />
kazan” formülü ile ifade edilmektedir.<br />
Parti yöneticilerinin belirlenmesi sürecinde<br />
delegenin kararının nasıl etkilendiği konusu<br />
“algı yönetimi” uzmanlarının alanına girmektedir<br />
ve seçmen davranışlarını etkilemek için<br />
oldukça sofistike teknikler kullanılabilmektedir.<br />
Belki de insanın yaratılışından kaynaklanan<br />
“kaz gelecek yerden tavuğun esirgenmemesi”<br />
duygusu, insanların kişiliğini ciddi<br />
biçimde esneten bir duygudur. Bunun için<br />
seçmen üzerinde, yönetim görevlerine seçeceği<br />
kişiden “kaz geleceği” algısının yaratılması;<br />
hatta başlangıçta muhtemel kazın bazı<br />
uzuvlarının gösterilmesi bile istenen sonucu<br />
almaya yeterli olabilir.<br />
Parti içi demokrasi adıyla işletilen sistemin<br />
içeriğine baktığımızda, seçme ve seçilme<br />
işinin fasit bir daire içerisine hapsolduğu<br />
görülmektedir. Parti genel başkanın kongre<br />
delegelerini seçmesi ve onların da genel<br />
başkanı seçmesi gibi adeta dar alanda paslaşmalar<br />
ile siyasal alan yeni gelebilecek<br />
kişilere kapatılmaktadır. Bir partinin daha<br />
dinamik bir yapıya ve daha nitelikli kadrolara<br />
sahip olmasının önünü kesen bu durum,<br />
“küçük olsun ama benim olsun!” sözüyle<br />
özetlenebilir. Öte yandan kendi geleceğini<br />
genel başkanın varlığı ile özdeşleştiren parti<br />
mensupları hemen her konuda yeni fikirlerin<br />
önünü kesme gayreti içine girmektedirler.<br />
Herhangi bir konuda uzmanlaşmış kişilerin<br />
yeni görüş ve önerileri “sen genel başkandan<br />
daha mı iyi bileceksin?” yaklaşımıyla<br />
dikkate alınmayabilmektedir. Siyasal yaşamda<br />
partilerin genel başkanlarını adeta putlaştıran<br />
söylem ve eylemler, aslında üzeri örtülü<br />
bir diktatörlüğe veya tiranlığa giden yolun<br />
taşlarını döşemeye yaramaktadır.<br />
Burada üzerinde düşünmemiz gereken<br />
29<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Denetimsiz Demokrasinin Fırsat Ürünü: Kleptokrasi (III)<br />
30<br />
diğer bir husus da şudur: Genel başkan<br />
seçilen kişi demokratik değerleri yeterince<br />
özümsememiş biri ise ne olacaktır? Tıpkı bir<br />
gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi<br />
halinde sonraki düğmelerin de yanlış iliklenmesi<br />
gibi, yanlış genel başkanla başlayan<br />
siyasal süreç başka yanlışlarla devam edecektir.<br />
Bunun devlet ve toplum hayatındaki<br />
en ciddi yansıması yönetimin her geçen gün<br />
daha fazla “yozlaşması” olacaktır. Siyaseti<br />
düzenleyen kanunlarla veya parti içi denetim<br />
aygıtlarıyla da bu aşınmanın önüne geçilemezse<br />
ne olacaktır? İşte demokrasinin<br />
siyasal partiler ve onun kadroları aracılığıyla<br />
kleptokrasiye evrilmesinin belirginleştiği bir<br />
noktaya gelmiş bulunuyoruz. Siyaset baronlarının<br />
elinde oyuncak olan iktidar/muhalefet<br />
aygıtının, devlet hayatı ve toplumsal yaşam<br />
üzerindeki olası risklerini tahmin edebiliriz.<br />
Bu risklerden biri de halkın vergilerinin kitabına<br />
uydurularak aşırılmasıdır.<br />
Halkın vergileri siyaset baronlarınca<br />
aşırılıyor mu?<br />
Dünyanın varoluşundan bu yana, adına<br />
ne denilirse denilsin küresel ölçekte etkili<br />
güçlerin var olduklarını biliyoruz. Buna ne<br />
kadar örnek teşkil edeceğini kestirememekle<br />
birlikte günümüzdeki bazı yapılanmalar<br />
üzerinde de (illuminati, opus dei, localar,<br />
tarikatlar, lobiler…) benzer kuşkular vardır.<br />
Bunların ortak yönleri, ülkelerdeki siyasal<br />
aktörlere direktif verici pozisyonda olmak istemeleridir<br />
ve ülke yönetimlerini kendi amaç<br />
veya çıkarları doğrultusunda yapılandırma<br />
alışkanlıklarından vazgeçmiş değillerdir.<br />
Ulusların kendi kaderlerini tayin etmelerinin<br />
veya halkların kendi yöneticilerini özgür bir<br />
şekilde seçememelerinin önündeki engeller<br />
arasında bu türden gizli yapılanmalar da yer<br />
almaktadır.<br />
Yukarıda belirttiğimiz gibi, eğer iktidar<br />
potasındaki bir partinin (iktidarda veya muhalefette<br />
olabilir) genel başkanlığına yanlış<br />
bir kişi seçilmiş ise kendisinin ve ekibinin<br />
üzerindeki muhtemel diyet/minnet yükü nasıl<br />
hafifletilecektir? Keza o partinin cari giderleri<br />
ve girilecek seçimlerin masrafları nasıl<br />
finanse edilecektir? Siyasal partilere hazine<br />
yardımı konusu ise sadece örtülü finansman<br />
araçlarını perdelemek amacıyla kullanılan<br />
bir kılıf niteliğinde olabilir. Esasen siyasal örgütlerce<br />
varlıklı kesimlerden toplanan mali<br />
yardımlar bir şekilde geri ödenmesi gereken<br />
paralardır. Bunlar kimin cebinden ve nasıl<br />
ödenecektir? İktidarın ele geçirilmesinden<br />
sonraki süreçte en önemli konular arasında,<br />
bu işlerin planlanması ve uygulaması için<br />
gereken kadroların oluşturulması ile amaca<br />
uygun kişilerin uygun yerlerde konumlandırılması<br />
hususları yer almaktadır. Bunun anlamı<br />
şudur: Küresel güçlerle eklemlenmiş bir<br />
şekilde iktidara gelen siyasal partiler, çalışacakları<br />
kadroları seçerken azami dikkati göstermedikleri<br />
takdirde, küresel ve ulusal güç<br />
odakları nezdinde “ettikleri hayrın ürküttükleri<br />
kurbağaya değmeyeceği!” sorunlara davetiye<br />
çıkarma riskiyle karşı karşıya kalırlar.<br />
Dünyanın herhangi bir ülkesinde demokrasinin<br />
araçlarını kullanarak siyasal iradeyi<br />
ele geçiren kadroların, iktidara taşınmalarına<br />
katkı sağlamış olanlara yönelik muhtemel<br />
davranış biçimlerinden biri, onlara kamu<br />
kaynaklarından menfaat sağlamak olabilir.<br />
Parlamenter demokrasilerde eğer bir siyasal<br />
parti seçimlerde galip gelmiş ise onun genel<br />
başkanı “başkan veya başbakan” olmaktadır.<br />
Hükümet üyelerini de bu kişi belirlediğine<br />
göre “tek adam” yönetimine geçilmiş demektir.<br />
Keyfi yönetim tehlikesinin belirdiği bu<br />
süreçte amaca uyumlu kadroların işbaşına<br />
getirilmelerinin yanı sıra ülke mevzuatının da<br />
gerektiğinde belirli odaklara diyet ödemeyi<br />
kolaylaştıracak şekilde yeniden düzenlenmesi<br />
gerekir. Bu iş için tek adamın işaretiyle<br />
hareket eden parlamentodaki çoğunluk<br />
devreye sokulur. Amaca uygun mevzuat<br />
düzenlemeleri parlamentodaki bu çoğunluğun<br />
katkısıyla süratle yapılır. Bu durum bir<br />
çeşit “yapılacak iş kanuna aykırı ise kanunu<br />
yapılacak işe uygun hale getirme” operasyonudur.<br />
Buna, yolsuzlukları gizleme veya<br />
aklamaya ilişkin diğer hamleler de dâhildir.<br />
Kamu kaynaklarının siyaset baronlarınca<br />
aşırılmasının çok sayıda yöntemi vardır. Yeryüzündeki<br />
uygulamalara bakıldığında bunların<br />
başlıca; kamu alımları ve satımları, devlet<br />
teşvikleri, kamu finans kuruluşları aracılığıyla<br />
kullandırılan kredi veya hibeler, imar düzenlemeleri,<br />
kamuya eleman alımı gibi nokta-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Dr. Recep Sanal<br />
larda yoğunlaştığı görülmektedir. Özellikle<br />
kamu alım ve satımları Dünya Ticaret Örgütünün<br />
(WTO) en fazla önemsediği konulardan<br />
biri olup, bu alandaki uygulamaların sıkı<br />
takipçisi ve ulusal düzenlemelerin gönüllü<br />
çözüm ortağıdır. Ülkelerdeki kamu alım ve<br />
satımına ilişkin mevzuatın gerek düzenlenmesi<br />
gerekse uygulamaların takibi açısından<br />
son derece ilgili ve heveslidir. Çünkü bu<br />
pastanın küresel tüccarlar usulünce bölüştürülmemesi<br />
halinde, yolunacak kazın elden<br />
kaçırılması tehlikesi baş gösterebilmektedir.<br />
Halkın birikimlerinin siyaset yoluyla aşırılması<br />
sürecinin üç silahşoru durumundaki<br />
işadamı, siyasetçi ve bürokratlardan oluşan<br />
sacayağı kurulduktan sonra sıra bunun üzerine<br />
sacın (mevzuatın) konulmasına gelir.<br />
Bundan sonrası, aşırılacak kamu kaynaklarının<br />
sacın üzerine konularak pişirilmesi ve<br />
katkıları oranında muhataplarına dağıtılmasından<br />
ibarettir. Arada bir “sen çok yedin,<br />
ben az yedim!” türünden kayıkçı kavgaları<br />
patlak vermekle birlikte, küresel ve ulusal<br />
paylaşımcılar arasındaki dostane ilişkiler “kazan,<br />
kazan” prensibi dahilinde devam eder.<br />
Bunun istisnası, metal yorgunluğu benzeri<br />
bir yönetim yorgunluğunun baş göstermesi<br />
ve o ülke halkının da bu yorgunluğun farkına<br />
varması durumudur. Böyle bir risk belirdiğinde,<br />
yedekte tutulan siyasal parti ve onun<br />
kadroları piyasaya sürülür. Yerküre üzerinde<br />
asırlardır işleyen sistemin özeti budur. Peki,<br />
hangi ülke söz konusu olursa olsun o ülkenin<br />
vatandaşları bu kirli oyunu bozabilirler<br />
mi? Kamu kaynaklarını vatandaşın yararına<br />
kullanabilecek bir sistemi kurmak, erdemli<br />
(bilgili, dürüst, çalışkan) insanları iş başına<br />
getirmek mümkün müdür? Tam demokrasiye<br />
geçiş olarak niteleyebileceğimiz bir süreci,<br />
halkların kendi iç dinamikleriyle gerçekleştirmeleri<br />
mümkün müdür? Halkların daha<br />
fazla özgürlük ve daha fazla refah istekleri,<br />
küresel ve ulusal güçlerin oluşturduğu kirli<br />
ittifakın çelik ağlarını yırtmaya yetebilir mi?<br />
Geleceğe ilişkin umutlarımız ve beklentilerimiz<br />
bizleri iyimser olmaya zorlamaktadır.<br />
Yeryüzünde herkesin mutlu olmasını sağlayacak<br />
adil bir sistemin bir gün mutlaka<br />
kurulabileceğini veya kurulması gerektiğini<br />
kavramak zorundayız. Yoksa zaten kozmik<br />
bir cezaevi niteliğindeki yerküre hepimiz için<br />
yaşanmaz bir hale gelecektir. Buna kendileri<br />
de kozmik mahkûm durumunda olan (bu<br />
yönüyle diğer insanlardan farkı kalmayan)<br />
küresel ve ulusal güç odaklarının mensupları<br />
da dâhildir. O halde “tam demokrasi” arayışımızda<br />
onları da müttefikimiz olarak görebilmemiz<br />
gerekir. Çünkü “mahkeme kadıya<br />
mülk değildir!” sözü onlar için de geçerlidir.<br />
Dünyanın kuruluşundan beri üzerinde çalışılan<br />
“felsefe” ve yeni arayışların öncüsü<br />
olan “filozoflar” eğer bir işe yarayacak iseler,<br />
tam demokrasinin kurulması için daha fazla<br />
emek harcamalarının zamanı gelmiş demektir.<br />
Yapısal sorunlarına değinmekte olduğumuz<br />
eksik demokrasinin, tam demokrasi yönünde<br />
geliştirilebilmesi için bazı küçük katkılar<br />
yapmamızda yarar vardır. Demokratik sistemlerdeki<br />
siyasal partilerin yozlaşma riskini<br />
anlatmış ve buna kaynaklık eden kimi çarpık<br />
uygulamalara değinmiştik. Parlamentonun<br />
oluşumunu belirleyen seçim sistemi konusu<br />
da üzerinde durulması gereken hususlardan<br />
biridir. Bu konuda neler yapılması gerektiğini<br />
bugünün gözüyle sıralamaktan ziyade,<br />
insanlığın geçmişten geleceğe akan siyasal<br />
yaşam pratiğinde önem taşıyan bazı ilkeler<br />
üzerinde kafa yormayı daha doğru buluyoruz.<br />
Konumuz belirli bir ülkedeki demokrasi<br />
uygulamalarını incelemek ve onu iyileştirmek<br />
değildir. Tüm evrende geçerli olabilecek bir<br />
yönetim sisteminin arayışı içerisinde olmaya<br />
çalışmalıyız. Kendi ülkemizdeki sistemin sorgulanması<br />
ve iyileştirilmesi de yukarıda belirttiğimiz<br />
bütünün parçası olarak bir anlam<br />
taşır. Dizi halinde yayımlanan makalemizin<br />
son bölümlerinde buna ilişkin bazı konulara<br />
yer vermeye çalışacağız.<br />
Demokrasinin kolayca kleptokrasiye<br />
dönüşmesi önlenebilir mi?<br />
Demokrasinin en önemli zaafı, hür iradeyi<br />
beslemesi gereken damarların kolayca tıkanabilmesidir.<br />
Demokrasinin kalbi olan parlamentonun<br />
sağlıklı çalışmasını engelleyen<br />
hususların ortadan kaldırılması için belki günümüzde<br />
var olan sistemlerin dışında yeni<br />
bir “özdenetim” sistemini bulmamız gerekmektedir.<br />
31<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Denetimsiz Demokrasinin Fırsat Ürünü: Kleptokrasi (III)<br />
32<br />
Demokratik sistemlerde yapılan seçimlerde,<br />
siyasi partiler aracılığıyla temsilci seçilen<br />
kişilerin (ilgili yasalarda görevini sürdürmesine<br />
engel sayılan durumlar hariç)<br />
dönem sonuna kadar görevini sürdürmesi<br />
esas alınmaktadır. Siyasal iktidarlar bunların<br />
sayısına ve kararlarına bağlı olarak iş başında<br />
kalabilmektedir. Temsilciler, seçimlerin<br />
yenilenmesini gerektiren istisnai durumlar<br />
dışında, seçildikleri dönem boyunca görev<br />
yapmaktadırlar. Erken seçimi gerekli kılan<br />
yasal hükümler dışında, temsilcilerin erken<br />
seçim kararı alma arzuları son derece zayıftır.<br />
Hiç kimse elde ettiği yasama veya yönetme<br />
gücünü mevzuatta öngörülen süreden<br />
önce bırakmak istememektedir. Halkın sokaklara<br />
dökülerek istifa çağrıları yapması,<br />
başlangıçta kaba kuvvetle bastırılmaya çalışılmakta<br />
ve ancak önü alınmayacak şekle<br />
dönüştüğünde erken seçim gündeme getirilebilmektedir.<br />
Bu süreçte maddi veya manevi<br />
açılardan zarar gören halkın kayıpları ise<br />
telafi edilememektedir. İşte tam bu aşamada<br />
“seçmenin bıkma hakkı” olarak adlandıracağımız<br />
bir kavramı gündeme getirmemizde<br />
yarar vardır.<br />
Vatandaşların seçim yoluyla iş başına<br />
getirdikleri temsilcilerinden herhangi bir nedene<br />
dayalı olmaksızın bıkma hakkına sahip<br />
olması neden önemlidir? İnsan doğası gereği,<br />
belirli bir süreden fazla aynı işle uğraşanlarda<br />
açık ya da gizli bir bıkkınlık oluşur.<br />
Bu durum siyasal aktörler için de geçerlidir.<br />
Belirli bir süreden fazla iktidarda kalan yöneticiler<br />
kendilerini yenilemekte güçlük çekerler<br />
ve eski bilgilerini ya da alışkanlıklarını<br />
tekrar etme sürecine girerler. Bu durum, ticari<br />
hayatta “işletme körlüğü” denilen duruma<br />
benzetilebilir. Yani bir insan uzun süre aynı<br />
ortamda yaşadığında oradaki eksiklik veya<br />
aksaklıkları tespit etmekte güçlük çekebilmektedir.<br />
Örneğin; yeni bir ev edinmiş olan<br />
bir aile, bu evin eksiklerini taşındığı ilk birkaç<br />
ayda daha kolay tespit edebilmekte; bu süreden<br />
sonra gözün alışması veya kanıksama<br />
diyebileceğimiz kimi psikolojik nedenlerle<br />
mecazi anlamda körlük olarak nitelenebilecek<br />
bir durum oluşmakta ve eksik tespitinde<br />
zaaf doğmaktadır. Siyasal sistem içerisinde<br />
belirli bir dönemden fazla kalan kişilerde de<br />
çeşitli psikolojik etkiler sonucunda bir tür “siyasal<br />
körlük” oluşmaktadır. Bu durum hem<br />
siyasetçiler hem de onların içinde yer aldıkları<br />
kurumsal yapılar durumundaki siyasal<br />
partiler açısından geçerlidir. Bunlar siyasal<br />
konumlarından kendiliklerinden ayrılmak<br />
istemediklerinde, yönetim uygulamalarında<br />
hata veya donukluk (eskiyi tekrar) riski artmaktadır.<br />
Bu durum toplum hayatına olumsuz<br />
biçimlerde yansımakta, seçen ve seçilen<br />
arasındaki gönül bağı gevşemekte veya<br />
iletişim kanalları tıkanmaktadır. O halde bu<br />
tıkanıklık nasıl aşılabilecektir?<br />
Siyasal aktörlerle ilgili diğer bir sorun da,<br />
seçilen kişinin siyasal görevini yerine getirirken<br />
seçmen ile arasındaki siyasal bağının<br />
zayıflaması halinde nasıl ıskat edileceğidir?<br />
Burada kastettiğimiz husus, yasalarda belirtilen<br />
seçilme yeterliliğinin kaybedilmesi haricindeki<br />
durumlardır. Örneğin; bir kişi temsilci<br />
seçildikten sonra seçim bölgesine uğramıyorsa<br />
veya seçmenlerinin yasal zeminde<br />
çözülmesi gereken sorunlarıyla ilgilenmiyorsa<br />
ne olacaktır? Seçmenler, seçim dönemi<br />
sonuna kadar o kişiye katlanmak zorunda<br />
mıdır? Nitekim bazı ülkelerde adına “geri çağırma”<br />
denilen bir sistemle bu türden sorunlar<br />
aşılmaya çalışılmaktadır. Söz konusu sistemde<br />
seçmenler, temsilci seçtikleri kişileri<br />
yasal sürenin bitimini beklemeden görevden<br />
alabilmektedirler. Yani temsilci seçilen kişi<br />
“artık seçildim ve bunun sefasını sürmeme<br />
kimse engel olamaz!” şeklinde düşünemeyecektir.<br />
Yeniden seçilme arzusu taşımayan<br />
bir temsilci için bu durum, onun sürekli hizmete<br />
hazır durumda olmasını engelleyici niteliktedir.<br />
Makalenin bundan sonraki bölümünde,<br />
kamu kaynaklarının aşırılmasını önleme bağlamında<br />
nasıl bir “kamu denetim sistemine”<br />
ihtiyaç olduğu konusu irdelenecektir. Keza<br />
tam demokrasiye giden yolda, her kademede<br />
kendini özgürce ifade edebilecek temsilcilerin<br />
seçimini kolaylaştırabilecek alternatif<br />
bir seçim sistemine olan ihtiyaç sorgulanacaktır.<br />
Devam edecek…<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
DENETİMİN ZORLUKLARINA<br />
BÜYÜKŞEHİR BELEDİYELERİ<br />
AÇISINDAN BİR BAKIŞ<br />
Zeynep Tülin Baldan *<br />
GİRİŞ<br />
Kentsel veya evsel bir atıksu arıtma tesisinin<br />
verimli çalışabilmesi için arıtma tesisine,<br />
bu tesisin dizayn parametrelerine uygun<br />
atıksuyun giriş yapması gerekir. Bunu<br />
sağlamak için de kentte bulunan ve altyapı<br />
sistemine deşarj yapan endüstriyel nitelikli<br />
atıksu üreticileri, 1988 yılında yürürlüğe giren<br />
Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’ne göre<br />
ön arıtma sistemleri kurmalıdır. Kentsel ve<br />
Evsel Atıksu Arıtma Tesisleri yapan/yaptıran<br />
ve işleten/işlettiren Büyükşehir Belediyeleri<br />
Su ve Kanalizasyon İdareleri bu ön arıtma<br />
sistemlerini kentsel veya evsel arıtma tesisleri<br />
işletmeye alınmadan önce yaptırmak zorundadır.<br />
Aksi takdirde bu kapsamlı tesisler<br />
arıtma verimini sağlayamadıkları için istenilen<br />
amaca tam olarak hizmet edemezler.<br />
Sözlük anlamı ile Denetlemek; bir işin<br />
doğru ve usulüne uygun olarak yapılıp yapılmadığını<br />
incelemek, murakabe etmek, teftiş<br />
etmek, kontrol etmektir.<br />
Yukarıda tarif edildiği halde bile denetleme<br />
eylemi, denetlenen ve hatta çoğu zaman<br />
* MESKİ Genel Müdürlüğü Arıtma Tesisleri Dairesi Başkanı<br />
denetleyen taraflar için zor ve gergin olabilmektedir.<br />
Bundan daha zor olan ise daha<br />
önce hiç denetlenmemiş bir sistem, işletme<br />
ya da kurumun değişen veya yeni uygulamaya<br />
konulan kanun ve yönetmeliklerle denetlenmeye<br />
başlanmasıdır. Bu geçiş süreci<br />
özellikle kamuda, denetleyen için daha da<br />
güç olmaktadır. Denetleyen taraf Büyükşehir<br />
Belediyeleri gibi kuruluş amaçları içerisinde<br />
çevresel yatırımlar ve vatandaşa hizmet olan<br />
kurumlar ise, denetlenen tarafın bir sabah iş<br />
yerini açtığında gelen bir ekibin, kendilerinden<br />
çevreyi ve altyapı sistemlerini koruma<br />
amaçlı yatırımlar yapmalarını talep ettiğini ve<br />
bu yatırımların yapılmaması durumunda cezai<br />
yaptırımlar olacağını bildirmekte olduğunu<br />
düşünün. Denetlenen taraf bu durumda:<br />
“Seni ben seçtim, şimdi hizmet sırası sende,<br />
benden böyle bir yatırımı neden istiyorsun?<br />
‘’demekle başlıyor söze.<br />
İşte ben de bu makalemde, seçimle iş başına<br />
gelmiş Büyükşehir Belediyelerinin bazı<br />
birimlerinin vatandaş ve vatandaşın oy verdiği<br />
yönetim arasında denge kurmaya çalışarak,<br />
vatandaşın kâr amacı ile kurduğu tesise<br />
gelir getirisi olmayan, üstelik önemli işletme<br />
maliyetleri olabilen yatırımlar yapmaya ikna<br />
etmeye çalışan bir birimin kurucusu olarak<br />
deneyimlerimi anlatmaya çalışacağım.<br />
33<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Denetimin Zorluklarına Büyükşehir Belediyeleri Açısından Bir Bakış<br />
34<br />
KAOS, DEĞİŞİM VE GELİŞİM<br />
Eskiyi bırakmak ile yeniyi başlatmak<br />
arasında bir karmaşa ve boşluk dönemi<br />
yaşanır. İnsanlar genelde bu dönemde<br />
kendilerini kaybolmuş hisseder ve o kaybolmuşluğu,<br />
bir şeyin yanlış olduğunu<br />
gösteren başka bir işaret olarak yorumlar.<br />
Oysa bu sadece, tarafsız bölgenin verimli<br />
kaosuna girmiş olduklarını gösteren bir<br />
işarettir(William Bridges)<br />
Antik Yunan Mitolojisi’ne göre de her şey<br />
Kaostan oluşmuştur.<br />
… Başlangıçta “Kaos” vardı. Kaos, karışık<br />
ve hiçbir şekil almamış olan uçsuz<br />
bucaksız boşluğu ve karanlığı temsil ediyordu.<br />
Kaos’ tan her şeyin dayanağı olan<br />
Gaia (yeryüzü) çıktı. Sonra sevginin temeli,<br />
her şeyi birbirine çeken, birleştiren ve<br />
çoğalma sembolü olan Eros (aşk) doğdu.<br />
Antik Yunan Mitolojisi’ ne göre bir şeyin<br />
oluşabilmesi için önce hiçlik ve belirsizlik<br />
hali gereklidir. Sonra evrensel sevgi, sizin<br />
için tüm parçaları uygun bir şekilde birleştirecektir<br />
(Karaaslan,F 2011/08).<br />
Değişime direnç göstermek, değişimin<br />
statükoyu bozması, bilinenden uzaklaşmayı<br />
gerektirmesi, alışılandan vazgeçmeyi<br />
öngörmesi nedeni ile rahatsız edici<br />
bir olaydır. Bir cismi hareket ettirmek için<br />
kuvvet uygulamak gerektiği gibi, insanlarla<br />
ilgili değişim için de bir nevi kuvvet uygulamak<br />
gerekir (Koçel, Tamer, 1998:485).<br />
2004 yılında Mersin Büyükşehir Belediyesi<br />
Su Ve Kanalizasyon İdaresi (MES-<br />
Kİ) Genel Müdürlüğü’nde Kimyager olarak<br />
görev yapmakta ve o yıllarda eksikliği duyulan<br />
kapsamlı ve akredite bir Su Analiz<br />
Laboratuvarı’nı kurmak için çaba göstermekte<br />
iken; Mersin’in Karaduvar Mahallesi’nde<br />
faaliyet göstermekte olan Petrol Dolum<br />
Tesislerinden kaynaklanan ve yeraltı suyuna,<br />
denize, toprağa yayılan, arıtılmadan çok<br />
yüksek debilerde alt yapı sistemine verilen<br />
petrol ürünü içerikli atıksular, önemli ölçüde<br />
çevre kirliliği ve aynı zamanda Karaduvar<br />
Mahallesi kanalizasyon şebekesinde’ nde<br />
ciddi bir patlama tehlikesi de oluşturuyordu.<br />
Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği 1988 yılında<br />
çıkarılmış ve altyapı tesislerine yapılan<br />
endüstriyel nitelikli atıksuların kontrolü ve<br />
ruhsatlandırma yetkisi Büyükşehir Belediyeleri<br />
Su ve Kanalizasyon İdareleri’ne verilmişti.<br />
Bu Yönetmelik, endüstriyel nitelikli atıksu<br />
üreten tesislere, atıksularını bağlı bulundukları<br />
altyapı sisteminin deşarj parametrelerine<br />
uygun hale getirmek için ön arıtma yapma<br />
zorunluluğu getiriyordu. MESKİ 1993 yılında<br />
kurulmuş ve o yıllara kadar kanalizasyon<br />
şebekesine deşarj edilen endüstriyel nitelikli<br />
atıksular ile ilgili bir denetim mekanizmasını<br />
ve bu konuda deneyimli bir teknik personel<br />
ve altyapıyı da oluşturamamıştı. Diğer bir<br />
çok Su ve Kanalizasyon İdaresi’de (İstanbul<br />
İSKİ ve birkaç Büyükşehir Belediyesi dışında)bu<br />
konuda MESKݑden daha deneyimli<br />
değildi. Ancak Karaduvar Mahallesi’ndeki<br />
durum birdenbire öylesine bir hal aldı ki; bu<br />
durum MESKİ’nin bir an önce çözüm bulması<br />
için ivmesini arttırdı. Vatandaşlar evlerinde<br />
tuvalet ve lavabolarından petrol kokusu alıyor,<br />
bahçe sulama amacı ile açtıkları kuyularından<br />
petrol ürünleri karışmış sular çekiyordu.<br />
İşte bu dönemde daha önce Adana<br />
Büyükşehir Belediyesi’nde görev yapmakta<br />
iken endüstriyel atıksu üreten tesisleri denetlerken<br />
edindiğim deneyimlerden faydalanarak<br />
MESKİ’de bir atıksu denetim biriminin<br />
oluşturulmasını önerdim. O dönemde<br />
Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapan<br />
şu an ki Genel Müdürümüz Sayın M. Kamil<br />
ÜLGEN’in gerek laboratuvarın bu yeni duruma<br />
uygun hale getirilmesi, gerekse atıksu<br />
biriminin kurulması ve personel temini açısından<br />
güçlü desteği ile bu birim çok kısa<br />
zamanda kurularak denetlemeye esas olacak<br />
MESKİ Atıksuların Kanalizasyon Şebekesine<br />
Deşarj Yönetmeliği hazırlandı.<br />
Daha önce yalnızca içme suyu analizleri<br />
yapılması hedeflenen laboratuvarımıza hızla<br />
yeni cihazlar alınarak atıksu analizleri de<br />
yapılmaya başlandı. Bu arada yeni kurulan<br />
ekibimiz, Karaduvar Mahallesi’nde etkin denetimler<br />
yaparak kirlilik kaynaklarını tespit<br />
etmeye çalıştı. Karaduvar Mahallesi’nde iki<br />
tür kirlilik vardı; petrol dolum tesislerinin sızıntı<br />
yapan borularından yeraltı sularına ve<br />
toprağa geçen kirlilik ve bu tesislerin ürün<br />
doldurma işlemleri sırasında tanklarındaki<br />
atıkları altyapı sistemine deşarj etmelerinden<br />
kaynaklı kirlilik. MESKİ’nin sorumluluk alanı<br />
bu ikinci tür kirliliği kapsıyordu. Diğer alan-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Zeynep Tülin Baldan<br />
daki (toprak, yeraltı suyu ve deniz kirliliği)<br />
kirlilik için de kirlilik kaynağının tespiti konusunda<br />
ilgili kurumlarla iletişim haline geçilmiş<br />
ve ayrıca Üniversitelerle de görüşmeler<br />
yapılıyordu. Bu çalışmalar sonucunda petrol<br />
ürünü içerikli atıksularını kanalizasyon şebekesine<br />
deşarj eden tesis tespit edildi ancak;<br />
kanıtlanabilmesi için deşarj anında atıksu<br />
deşarj noktasından numune alınması gerekiyordu.<br />
Ekibimiz numune almaya gittiğinde<br />
ise tesisin deşarjı kesilerek numune alınması<br />
engelleniyordu. Akşam saatlerinde ise atıksu<br />
deşarjı tekrar başlatılıyordu. Bunun üzerine<br />
akşam saatlerinde aniden giderek atıksu<br />
numunesi alabilmek için organize olduk ve<br />
aynı gün petrol ürünü içerikli atıksu deşarjından<br />
numune alarak firmanın itiraz kanallarını<br />
kapattık. Ancak numunenin mühürlenmesi<br />
sırasında tesis sahibi korumaları ile birlikte<br />
saldırgan bir tavırla şahsımı hedef alarak çeşitli<br />
hakaretler ve tehditlerde bulundu. Buna<br />
rağmen tesisin deşarj noktasından atıksu<br />
numunelerini almayı başardık ve hemen yakındaki<br />
karakola giderek suç duyurusunda<br />
bulundum. Daha sonra ise memura hakaret<br />
nedeni ile firma sahibine dava açarak kazandım.<br />
Bu olaydan sonra Karaduvar<br />
Mahallesi’nde kanalizasyon sistemine deşarjlar<br />
hızla kontrol altına alındı ve tüm petrol<br />
dolum tesisleri üretim sistemlerini kuru sisteme<br />
geçirerek atıksu üretmemeye başladılar.<br />
Bu çalışmalar, yalnızca vatandaşlarda değil<br />
mesai arkadaşlarımın da farklı bir boyutta<br />
direncine neden oluyordu. Ben de aslında<br />
zaman zaman yılgınlığa düşmüyor değildim.<br />
Mesai arkadaşlarım o zamana kadar bu tür<br />
bir denetime çok yabancıydılar ve yaptığım<br />
işe temkinli yaklaşarak, vatandaştan bir ön<br />
arıtma sistemi yatırımını istemenin siyasi bir<br />
yerde çok zor olduğunu söylüyorlardı. Çünkü<br />
yaptığımız iş; ön arıtma sistemini yaptırmakla<br />
kalmıyor, bu sistemin çalışıp çalışmadığını<br />
kontrol etmek için her tesisin debisine<br />
göre yıl içerisinde belirlenen aralıklarla atıksu<br />
numuneleri alınarak analize gönderiliyor<br />
ve bu analiz ücretleri de tesis tarafından ‘’kirleten<br />
öder’’ ilkesine göre ödeniyordu. Analiz<br />
sonuçlarının uygun çıkmaması halinde<br />
ise büyük rakamlarla ifade edilebilen cezai<br />
yaptırımlar uygulanabiliyordu. Bu yüzden<br />
oluşturmaya çalıştığım denetim ekibine eski<br />
personel katılmak istemiyor, yeni işe başlayanlardan<br />
alabiliyor ve onları eğitimlere yolluyorduk.<br />
Ama yeni mezunlardan oluşan bir<br />
denetim ekibi çok daha motive ve idealist çalışarak<br />
daha da verimli oldu. Bu arada Laboratuvarımız<br />
hızla gelişmeye devam ederken<br />
çekirdeğini 3 kişilik laboratuvar personeli ve<br />
2 kişilik atıksu denetim ekibinin oluşturduğu<br />
Arıtma Tesisleri Dairesi Başkanlığımız 2007<br />
yılında kurularak; bugün 3 Şube Müdürlüğü<br />
ve Kalite Yönetim Birimi’nden oluşan ve<br />
bünyesinde 7 Kimyager,3 Biyolog, 6 Çevre<br />
Müh., 3 Gıda Müh., 1 Kimya Müh., teknisyenler,<br />
teknikerler ve klorlama ekibiyle toplam<br />
35 kişilik teknik personele sahip son<br />
derece dinamik bir Daire Başkanlığı haline<br />
geldi. Başlangıçta 2 kişi ile çıkılan denetimler<br />
bu gün 24 saat çalışma esasına dayalı 2 ayrı<br />
ekiple yapılmaktadır.<br />
2010 yılında ise Mersin’in atıksularını arıtan<br />
Karaduvar Atıksu Arıtma Tesisi işletmeye<br />
alındı. MESKİ olarak, bu tesis işletmeye alınmadan<br />
endüstriyel deşarjları büyük ölçüde<br />
kontrol altına almayı başarmıştık. Böylece<br />
bugün Karaduvar Atıksu Arıtma Tesisimiz<br />
ilgili yönetmeliklerin deşarj parametrelerine<br />
uygun ve sorunsuz işletilebilmektedir.<br />
Bu süreç zarfında yalnız petrol dolum tesisleri<br />
değil, sorumluluk alanımızdaki bir çok<br />
endüstriyel atıksu üreticisi denetimlerimize<br />
direnç gösterdiler. O zamana kadar altyapı<br />
sistemine kontrolsüz olarak yaptıkları deşarjları<br />
bir yurttaşlık hakkı olarak görüyorlar<br />
ve ‘’arıtma tesisi yapmak bizim işimiz değil”<br />
diyorlardı. Zamanla bu algı değişti ve artık<br />
MESKİ Atıksu Denetim Ekibi birkaç istisna<br />
tesis dışında hoşgörü ile karşılanarak, atıksu<br />
üreticisi ile bir ön arıtma tesisi gerekliliği<br />
konusunda uzlaşmayı kolaylıkla sağlayabilecek<br />
hale gelerek nasıl bir ön arıtma tesisi<br />
yapılacağı konusunda karşılıklı görüş alışverişinde<br />
bulunmaya başladı.<br />
Yine hiç unutmadığım bir olaydan kısaca<br />
söz etmek istiyorum. Arıtma tesisi yapmasını<br />
istediğimiz bir yemek fabrikası, üst düzeyde<br />
çok önemli bir tanıdığının olduğunu, bunu<br />
neden kendisinden de istediğimizi sordu.<br />
Ben de ‘’Eğer o kişiye bir söz gelmesini<br />
istemiyorsanız ilk önce sizin arıtma tesisi<br />
35<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Denetimin Zorluklarına Büyükşehir Belediyeleri Açısından Bir Bakış<br />
36<br />
yapmanız gerekir” dedim. O yemek fabrikası<br />
çok kısa zamanda güzel bir arıtma tesisi<br />
yaptı.<br />
Değişimi kontrol altında tutma isteğiyle,<br />
direnç enerjisi yaratılmış olur. Direnç,<br />
kontrol etmektir. Bu kontrol arzusu<br />
bilinmeyene, yeniye duyulan korkudan<br />
kaynaklanır. Kontrol, sizi bir yol ayrımına<br />
götürür. Olayları istediğiniz yönde<br />
kontrol etmeye çabalamak için harcanan<br />
güç, aynı zamanda sizin dışınızda kalan<br />
ve istemediğiniz yöne doğru bir itişi de<br />
gerçekleştirecektir(Karaaslan,F 8/2011).<br />
Yukarıda anlattığım Karaduvar<br />
Mahallesi’nde yaşanan olay sanki bir milat<br />
oldu ve sorumluluk alanımızdaki tüm atıksu<br />
üreticileri bu kuralların herkese eşit biçimde<br />
uygulandığına ikna oldular.<br />
Bu günlere gelinmesinde MESKİ olarak<br />
politikamız; uygulamakla yükümlü olduğumuz<br />
Kanun ve Yönetmeliklere göre ön arıtma<br />
tesisinin neden gerekli olduğundan yola<br />
çıkarak, bunun bir zorunluluk olduğu kadar<br />
sorumluluk olduğunu da sabırla anlatmaktır.<br />
Ön arıtma tesisinin yapımı için denetlenen<br />
tarafı sıkıntıya sokmayacak şekilde süreler<br />
vermek, denetim ekibine eğitimler vererek<br />
vatandaş odaklı bakış açısıyla görev yapmalarını<br />
ve iletişim tekniklerini kullanmalarını<br />
sağlamak ve yalnızca eksiklikleri dikkate almak<br />
değil, yapılan iyi işleri de takdir etmektir.<br />
Bu amaçla da, denetimler sırasında alınan<br />
atıksu numunelerinin analiz sonuçları MES-<br />
Kİ kabul kriterlerine uygun çıktığında atıksu<br />
üreticilerine teşekkür yazıları yazılmaktadır.<br />
Ayrıca MESKİ olarak, ön arıtma tesisi yapan<br />
firmaların bu çalışmalarının gerek söz konusu<br />
firmanın motivasyonunun arttırılması, gerekse<br />
diğer atıksu üreticilerine örnek olması<br />
amacıyla da yerel basında yer alması sağlanmaktadır.<br />
Kamudaki Değişimin Gerekliliği ve Zorluğu:<br />
Kamu yönetimi mekanizmasının sağlıklı<br />
bir şekilde işlemesi, toplumda meydana<br />
gelen değişim ihtiyacı ve beklentileri, uluslararası<br />
düzeyde ortaya çıkan dönüşümü<br />
karşılamasına bağlıdır. Değişim ve dönüşüm<br />
yeniden yapılanma çalışmaları ile gerçekleştirilir…<br />
Etkin ve verimli bir yönetim sistemi<br />
için özel sektör uygulamalarının kamuya<br />
uyarlanabilirliğini savunan yeni kamu yönetimi<br />
anlayışı ihtiyaç duyulan paradigmanın<br />
adıdır. Bu anlayış devletin kamu hizmetlerinin<br />
sunum sürecinde çeşitli araç ve yöntemlerle<br />
küçültülerek etkin bir yapıya kavuşmasını,<br />
kaliteli, vatandaş odaklı, yönetişim ilkeleri<br />
doğrultusunda düzenlenmesini amaç edinir<br />
(Yalçın,2011:IV) .<br />
SONUÇ<br />
Bana göre kurallar, uygar toplumların, yasaklar<br />
ise kuralları uygulatmak için az gelişmiş<br />
toplumların kullandığı araçlardır. Uygar<br />
toplumlarda birey, kuralların toplumun tüm<br />
unsurlarının güvenliği ve düzeni için konulduğunu<br />
bilir ve bir otokontrol geliştirerek<br />
bunu uygular. Böylece sistemin işleyişinde<br />
görev alanların işleri kolaylaşır. Bu sağlanabilirse<br />
denetlenen taraf, parçası olduğu toplumun<br />
menfaatine olacak her kuralı benimser.<br />
Denetim mekanizması da bu sistemde<br />
sorgulayan, yargılayan, ceza veren değil,<br />
takımın bir üyesi algısı uyandırır. Bu amaç<br />
için bir adım bile yol kat edebildim ise, çalışma<br />
hayatımda benden sonra gelen gençlere<br />
anlatabileceğim en önemli şey bu olacaktır<br />
diye düşünüyorum.<br />
KAYNAKÇA<br />
1-Karaaslan,Figen (08/2011)” Değişime<br />
Direnmek “ İNDİGO DERGİSİ<br />
2- KOÇEL, Tamer (1998) “İşletme Yöneticiliği”<br />
Beta Yayınevi, İstanbul<br />
3-TÜRKYILMAZ,A(<strong>2013</strong>/1) “Kamuda<br />
Müşteri/Vatandaş Odaklılık ve Uygulanabilirliği<br />
“, DENETİM -Devlet Denetim Elemanları<br />
Derneği Dergisi -YIL 26 SAYI 121<br />
4- Yalçın, Rukiye Ülkü (2011).Türk Kamu<br />
Yönetimi Reformu Sürecinde Kamu Hizmet<br />
Sunumu:Değişim ve Etkinlik Bağlamında<br />
Kamu Hizmet Standartları ve Uygulamaları.<br />
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
İNSAN ONURU: KAYNAĞI,<br />
SINIRI ve TEMELLENDİRİLMESİ<br />
Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün*<br />
*A.Ü. İlahiyat Fakültesi Kelam ABD Başkanı, duzgun@ankara.edu.tr<br />
‘İnsan onuru’ Kavramsallaştırmasına<br />
Duyulan İhtiyaç<br />
‘İnsan onuru’, insanın kimliğini ve kişiliğini<br />
tanımlayan, hiç kimsenin bahşetmesine<br />
bağlı olmadığı için dokunulmazlığı/mahremiyeti<br />
de kendiliğinden garantiye alınmış olan<br />
insanın verili yapısıdır. Bazı şeylerin onuru,<br />
bazılarının ise değeri vardır. Kendisine az ya<br />
da çok paha biçilebilen şeyler değer kategorisi<br />
içinde yer alır. İnsanın başka varlıklardan<br />
bütünüyle farklılığını göstermek üzere onun<br />
için değer değil onur terimini kullanırız.<br />
Özellikle son yıllarda insanın bedenen<br />
ve hakları itibariyle istismar edildiğine ilişkin<br />
kanaatlerin yaygınlaşması, insan onuru kavramını,<br />
insana dair bir koruma duvarı vazifesi<br />
görmek üzere gündeme taşımıştır. Örneğin,<br />
sperm bankacılığı, taşıyıcı annelik, kök hücre,<br />
klonlama, kozmetik (estetik) cerrahi gibi<br />
alanlarda, insanlık sınır deneyimleri yaşamaya<br />
başlamıştır. Tıptaki bu gelişmelere paralel<br />
olarak insanın bedeni üzerindeki haklarının<br />
sınırı tartışmaya açılmıştır. Aynı şekilde politik<br />
bağlamda bütün insanların eşit olduğu<br />
söylemi kendine pratik zeminde hiçbir şekilde<br />
karşılık bulamamış, insanın hiç değilse<br />
asgari seviyede yararlanacağı temel hakların<br />
garantörü olarak insan onuru kavramı<br />
burada eşitliğin yerine ikame edilmiştir. İnsanlığa<br />
karşı işlenen suçlar, nefret suçları<br />
gibi, insanların birbirlerine karşı uyguladıkları<br />
maddi ve manevi her türlü şiddete karşı da<br />
artık insan onuru terimine sığınılmakta ve bu<br />
yönde yasal düzenlemelere gitmenin zorunluluğu<br />
kabul edilmektedir. Bu ve benzeri gerekçelerle<br />
kaçınılmaz olarak bu süreçte, ‘insan<br />
onuru’ terimi insanın dokunulmazlığını/<br />
mahremiyetini korumayı amaçlayan kırmızı<br />
çizgi terimi olarak iş görmeye başlamıştır. Bu<br />
yönüyle de terim bir tür savunma (apoloji)<br />
özelliği taşımaktadır.<br />
Bu savunmanın tıpta nasıl çalıştığına bir<br />
bakalım. Modern söylem, bedenin insan<br />
üzerinde hakkı olduğu yönündeki kanaatin<br />
aksine, insanın bedeni üzerindeki hakkı olduğunu<br />
bir öncül olarak kabul eder ve beden<br />
üzerinde sınırsız tasarruf yetkisi olduğunu<br />
düşünür. 1 İnsanın kendi bedeni veya<br />
başka insan bedenleri üzerindeki haklarının<br />
sınırını belirlemek gerçekten büyük bir sorundur.<br />
Bu noktada tıp, ahlak, hukuk, din vb.<br />
alanlar işin içerisine zorunlu olarak girmektedir.<br />
Tıbbî gelişmelerin önünü bloke etmeyecek<br />
ama aynı zamanda hukuki ve ahlaki sorunlar<br />
doğurmayacak uygulamaların önünü<br />
açmak gerekir. Bu dengeyi sağlama adına,<br />
bireyciliğin çok yüceltildiği bu yeni söylemi<br />
1<br />
İnsanın bedeni üzerindeki haklarının kontrolsüzlüğün ne tür ütopyaları tetikleyip<br />
insanlığı bir drama sürükleyeceğini Nisa suresi 119. ayetten takip<br />
edebiliriz: “Allah şeytanı lanetlemiş; o da: “Yemin ederim ki, kullarından belli<br />
bir pay edineceğim; onları saptıracağım, onları ütopyalar peşinde koşturacağım,<br />
onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve Allah’ın<br />
yaratmasını değiştirecekler” dedi. Kim Alah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse<br />
elbette apaçık bir kayba uğramıştır”. (Hayvan klonlamasında kök hücrenin<br />
hayvanların kulağı yarılarak alındığını burada hatırlamakta yarar var.)<br />
37<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı Ve Temellendirilmesi<br />
38<br />
dengeleyecek unsurlar olarak dinî ve ahlaki<br />
standartların otoritesine ihtiyaç duyulmaktadır.<br />
Bu üst otoritelere başvurularak, insanın<br />
bedenine yahut başka bedenlere her istediğini<br />
yapmasına sınır getirilmektedir.<br />
İnsanların onurlarına dayalı dokunulamaz<br />
hakları Kur’an’da ‘Hudûdullah/Allah’ın<br />
sınırları’ olarak ifadesini bulmaktadır. 2 ‘Sadaka<br />
verirken insanları incitmeme’ emri, Abdullah<br />
İbn Mektum’un incinmesine sebep olan<br />
olayın ardından Hz.Peygamber’e yapılan<br />
ilahî sitem gibi, Allah’ın insan lehine yaptığı<br />
bütün müdahaleler, insan onurunun Kur’anî<br />
çerçevesini oluşturur. Daha açık ifadesiyle<br />
hudûdullah (Allah’ın sınırları) ifadesi, insan<br />
onurunun korumaya alındığı sınırlardır.<br />
İnsan onuru kavramsallaştırması, bu<br />
onuru insana bahşeden bir Varlık fikrinden<br />
hareket etmekte ve dokunulmazlığını buraya<br />
dayandırmaktadır. İnsanın onurunu koruyacak<br />
ilkelere kaynaklık eden bu otoriteler; yerine<br />
göre din, yerine göre ahlak, yerine göre<br />
de devlet olarak öne çıkar. Ama meselenin<br />
bu otoritelere başvurularak tartışılması, konuyu<br />
başka bir mecraya taşımaktadır. İnsan<br />
onurunu korumada bu kadar çok otoritenin<br />
söz sahibi oluşu, insan onuru açısından sorunlu<br />
bulunmaktadır. Buna bağlı olarak, hem<br />
otorite kullanımının önünü açtığı hem de insanın<br />
tıp üzerinden elde edeceği başarıları<br />
bloke ettiği iddia edilerek insan onuru kavramsallaştırması<br />
bazı düşünürlerce reddedilmektedir.<br />
3 Bunlara göre insan onuru ifadesi,<br />
sübjektif/indî/temelsizdir; totaliter eğilimlere<br />
hizmet edecek şekilde kullanılmaya müsaittir<br />
ve topluma tahakkümde bulunmak isteyenlerin<br />
eline kozlar vermektedir. 4<br />
2<br />
Bkz. Bakara 2/187; Talak 65/1.<br />
3<br />
Bkz. Steven Pinker, “The Stupidity of Human Dignity”, The New Republic,<br />
2008.<br />
4<br />
Totaliter kullanımlara karşı insanı korumak üzere felsefi ve dini temelde<br />
insan onuru terimini ilk kullananlardan biri olan İtalyan düşünür Pico della<br />
Mirandola’yı burada anmak gerekir. Düşünürün, ölümünden sonra Oration<br />
on the Dignity of Man (İnsan Onuru Üzerine Söylev) adıyla yayınlanan çalışması,<br />
insan felsefesi olması ve Hıristiyanlığın temel kabulleriyle çatışması<br />
yönüyle önemsenmektedir. Pico della Mirandola (1463-1494), Hıristiyan düşünürler<br />
içinde Yahudi teolojinin mistik eğilimlerini içinde barındıran Kabala<br />
öğretisini en iyi bilen ve kendi doktrini içinde eriten bir isimdir. Teolojik olarak<br />
Allah’ın isimleri, sıfatları ve teslis meselesini Yahudi teolojisini dikkate alarak<br />
yeniden yorumlamaya da çalışmıştır. Pico’yu bizim açımızdan önemli kılan<br />
şey ise, hümanizmin kaynağı olarak referans alan bu önemli ismin hocasının<br />
İbn Rüşt’çü Yahudi düşünür Elia del Medigo olmasıdır. İbn Rüşd, Siger de<br />
Brabant üzerinden Fransa’yı; Spinoza üzerinden Hollanda’yı etkilediği gibi<br />
Elia del Medigo üzerinden de İtalyan rönesansını tetiklemiş görünmektedir.<br />
Batı’da insan onuru kavramsallaştırmasını yapanların, İbn Rüşt’ün tilmizleri<br />
olduklarını dikkatten kaçırmamak gerekir.<br />
İnsan Onurunun Dinî ve Ahlakî Zemini<br />
İnsanın kendi kararlarını verebilen, kendine<br />
amaçlar belirleyebilen, akli yeteneklerini<br />
kullanarak işlerini yürütebilen bir varlık<br />
oluşu, insan onurunun ahlaki temeli olarak<br />
kabul edilmektedir. İnsan onuru ahlaki temelde,<br />
insanın bir araç değil amaç olarak<br />
görülmesini sağlar. Bu ahlaki temele göre,<br />
insanın arzuları ve amaçları vardır: Başka<br />
şeyler de bu arzulara ve amaçlara araçtırlar.<br />
Araç olanlar bilinçsiz varlıklardır. Bu durumda<br />
hiçbir insan, doğuştan getirdiği bu onur<br />
sebebiyle, başkalarının amaçlarına hizmet<br />
edecek bir araca dönüştürülemez.<br />
‘Sana nasıl davranılmasını istiyorsan<br />
sen de başkalarına öyle davran’ altın kuralı,<br />
insan onurunun uygulama zeminidir.<br />
İnsan onuruna aykırı duran uygulamalar,<br />
ancak bu zeminde anlaşılabilir. Şöyle ki,<br />
başkasına zarar veren kişi, kendisine zarar<br />
verilmesinin kapısını aralamış olmaktadır. Bu<br />
durumda kendisine yapılanın insan onuruna<br />
aykırı oluşu, onun başkasına yaptığının insan<br />
onuruna aykırı oluşuyla bağlantılıdır. İnsanın<br />
dört duvar arasına hapsedilmesi insan<br />
onuruna aykırıdır; ama böyle bir insan hapse<br />
atılmayı gerektirecek bir eylemde bulunarak<br />
zaten kendisine onursuzca davranılmasına<br />
sebep olmuştur.<br />
Hümanizm Üzerine Mektup adlı çalışmasında<br />
Martin Heidegger, bir dünyası olmayan<br />
aksine sadece bir çevre içinde konumlanan<br />
hayvanın aksine, insanın kendine<br />
has bir dünyasından bahsederken, aslında<br />
insanın amaç varlığı oluşuna işaret etmektedir.<br />
İnsanın bu dünyasını, içinde bulunduğu<br />
tabiat ve bu tabiata anlam yükleyen metafizik<br />
oluşturur. İnsana evrende yer tutan bütün<br />
diğer varlıklardan farklı olduğunu hissettiren<br />
bu metafiziksel kökendir. Bu köken; haysiyet,<br />
şeref, kendine saygı gibi norm ve değerlerin<br />
kaynağıdır. İnsan onuru dediğimiz<br />
şeyin kendini hissettirmesi için anılan bu<br />
normların, mücadeleyi hak eden birer değere<br />
dönüştürülmesi gerekir. Nebileri ve nebevî<br />
değerlerle donananları, etkin tarih yapıcıları<br />
olarak farklılaştıran, insana onurlu bir varlık<br />
olduğunu hissettirecek bu değerler için verdikleri<br />
mücadeledir.<br />
Bu metafiziksel veya dinî köken, kutsal<br />
metinlerce daha açık dile getirilir ve insanın<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün<br />
evrende tuttuğu seçkin yere sık sık referansta<br />
bulunulur. Tevrat’ın, ‘Allah’ın insanı kendi<br />
imgesinde yarattığı’ 5 ifadesi Yahudi-Hıristiyan<br />
gelenek içerisinde insan onurunun dini<br />
temeli olarak kabul edilir ve kevod ha-beriyot<br />
(yaratılmış olanın onuru) ifadesiyle karşılanır.<br />
İnsan onurunun kaynağının Tanrı olduğunu<br />
göstermek üzere İbranicede kevod ha-adam<br />
(insanın onuru) yerine, kevod ha-beriyot (yaratılmış<br />
olanın onuru) ifadesi kullanılmaktadır.<br />
Kur’an’ın insanın diğer varlıklar içindeki<br />
seçkin yerini göstermek üzere kullandığı<br />
terimler çok daha fazladır. İnsanın halifeliği,<br />
emaneti yüklenmiş olması, aklî yetilerinin<br />
(lübb, fuâd, sadr, kalb, nühâ, hicr) yanı sıra<br />
sürekli vahiyle desteklenmiş olması (lütuf ve<br />
fadl) 6 bu yerin farklılığını göstermektedir.<br />
İnsanlar Onura Eşit Olarak Sahip midirler?<br />
Bilindiği gibi, insan onuru hukukta ‘doğal<br />
hukuk’ adı altında temellendirilmektedir. Doğal/fıtrî<br />
halimiz, insanların eşitliği fikrinin en<br />
güçlü zeminidir. Zira doğal/fıtrî olanın üzerine<br />
giydirilen her kimlik (din, mezhep, meşrep,<br />
etnisite, vs.), insanların eşit olduğu savını<br />
biraz daha zedelemektedir. Dinlerin mutlak<br />
hakikat iddiaları, cennete kimin hak kazandığı<br />
gibi tartışmaları, bu çerçevede hatırlamak<br />
yeterlidir. Eşitlik fikrinin bu kabuller üzerinden<br />
zedelenmesini önlemek üzere, insanın<br />
bütün bu kabullerden önceki haline yani fıtrî/<br />
doğal durumuna inerek insanın onurunu<br />
temellendirme zorunluluğu doğmaktadır ve<br />
bu temellendirme zorunluluğu hangi kimlikten<br />
(din, mezhep, etnisite, vs. ) olursa olsun,<br />
yapılan hak ihlalinin insan onuruna yapılmış<br />
bir ihlal olduğunu ve insan olan herkesin bu<br />
hak ihlaline karşı çıkabilmesini sağlayacak<br />
temel hakların varlığının kabulü sonucunu<br />
doğurmuştur. Can, mal (mülkiyet), nesil, akıl<br />
(düşünce) gibi temel hak ve özgürlükler söyleminin<br />
kaynağı bu zemindir.<br />
Bu tespitten sonra, insanlar onura eşit<br />
olarak sahip midirler, sorusuna daha yakından<br />
bakabiliriz. Sorunun cevabı, insanların<br />
eşit olup olmadıkları sorusuna verilecek<br />
cevapla bağlantılıdır. Yine bu soruya cevap<br />
verirken dikkate alacağımız bir nokta da,<br />
insanların diğer varlık sınıflarıyla aralarındaki<br />
farktır. İnsanlar diğer varlıklardan derece<br />
olarak mı sınıf olarak mı farklıdırlar. Bu sınıf<br />
farklılığı bütün insanlar için geçerlidir ve bu<br />
durum onları diğer varlıklardan farklı olmaları<br />
yönüyle eşitler. Pekiyi, diğer varlıklardan<br />
farklılıkta eşitlik, bütün insanları birbirine de<br />
eşitler mi? Sorumuzu insan onuru bağlamına<br />
alarak sorarsak, sadece insan olmak,<br />
herkesi aynı derecede saygın yapar mı?<br />
Yoksa insanı ‘onurlu’ yapan ve daha saygın<br />
kılan, insanlığa eklenen artı değerler midir?<br />
Kur’an açısından bakıldığında insan olmaklığı<br />
yönüyle herkes onurlu/saygınlığı<br />
ilahi korumaya alınmış bir varlık olarak yaratılmaktadır.<br />
İnsanın onuruna göndermede<br />
bulunan ayet, onu diğer varlıklarla da karşılaştırmaktadır.<br />
Bu durumda onurun ilk kaynağı,<br />
insanın diğer varlıklardan farklılığı ve<br />
taşıdığı artı donanımlardır:<br />
“Biz insanı onurlu/saygın bir varlık olarak<br />
yarattık ... ve onu başka varlıkların çoğunda<br />
bulunmayan üstünlükler/fazlalıklar ile donattık.”<br />
7<br />
İnsanoğlu ‘onurlu/saygın’ kılınmıştır, bu<br />
doğru; ama saygın varlığın saygınlığını kaybettiği<br />
anların olduğu da bir o kadar gerçektir.<br />
Bu durumda onur doğrudan kazanımlarla<br />
ve eylemlerle ilişkilendirilmekte ve insan<br />
onurunun kaynağı ‘ahlak’a gömülü hale gelmektedir;<br />
ahlakı ortaya çıkaran ve anlamlı kılan<br />
da, insanın farklı eylemler arasında ayrım<br />
yapabilecek özgür bir iradeye sahip olması<br />
yani gerçek anlamda fail olmasıdır. Ahlak<br />
felsefecileri açısından meseleye bakıldığında,<br />
faile ahlaki eylemleri üzerinden onur kazandıran<br />
şey de, ya kötülüklerden kaçınmak<br />
(I.Kant’ta olduğu gibi) ya da iyi işler yapmak<br />
(A.Gewirth’te olduğu gibi) şeklinde tezahür<br />
eder. Kur’an, hem iyi işler yapmayı, hem de<br />
kötülüklerden kaçınmayı birlikte tavsiye ederek,<br />
her iki talebi de karşılamış olmakta ve<br />
ahlaka dayalı onuru iki yönlü olarak görmektedir.<br />
Dinin insan onuruna yaptığı ek, özgür<br />
iradesi, özgür iradesiyle seçtiği eylemler ve<br />
bütün bunların onun Allah’la olan ilişkisine<br />
verdiği renktir. Bu durumda insan onuru bir<br />
potansiyel olarak ortaya çıkmakta; bunun<br />
39<br />
5<br />
Tekvin 1/26.<br />
6<br />
Nisa 4/83. 7<br />
İsra 17/70.<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı Ve Temellendirilmesi<br />
40<br />
aktüel hale gelmesi ise iman ve eylemlerle<br />
olmaktadır. “Biz insanı en güzel ve kalıcı<br />
değerlerle donattık. Bunun ardından onu<br />
(yaptıklarıyla sebebiyle) aşağıların aşağısına<br />
indirdik. İman eden ve salih amel işleyenlere<br />
ise kesintisiz bir ödül (onuru muhafaza ederek<br />
esfeli safiline düşmeme ödülü) verdik.” 8<br />
Kur’an açısından bakıldığında onurun<br />
varlığı ve devamı şu aktlara bağlanmaktadır:<br />
İman etmek; doğruya yönelmek; değer<br />
üretmek ve hayatın üzerine oturduğu değerleri<br />
korumak için mücadele vermek. Doğru<br />
iman, insanda sorgulama kudretini ve hakikate<br />
yakın sonuçlar üretme kabiliyetini<br />
yaratır. İçinde yaşadıkları toplumsal yapıları<br />
aşma kudretini gösteren mağara arkadaşlarından<br />
(ashab-ı kehf) behseden ayet, onların<br />
iman etmiş olmalarının, onlarda önce hakikat<br />
arayışını tetiklediğini sonra da bu anlayışa<br />
uygun eylemlerde bulunma cesareti<br />
yarattığını anlatır:<br />
“Onlar iman ettiler biz de doğruyu bulma<br />
kabiliyetlerini (hidayet) artırdık” (Kehf 18.13)<br />
ve keşfedilebilecek hakikatlere ulaşmalarını<br />
mümkün kılacak bir irtibat imkânını onların<br />
kalplerine yerleştirdik” (Kehf 18.14). Kalbin<br />
irtibat gücünü artıran bu doğru bağlılık, ardından<br />
verili olmayan daha birçok doğrunun<br />
keşfini mümkün kılmaktadır. Bu keşif gücüyledir<br />
ki, mağara arkadaşları, “Bizim Rabbimiz,<br />
göklerin ve yerin Rabbidir ...” 9 hakikatini dile<br />
getirme yeteneğini ve bu hakikati açıkça dile<br />
getirme cesaretini (kıyam edebilme gücü, iz<br />
kâmû) gösterebildiler.<br />
Hakikatin insanın hem zihninde hem de<br />
kalbinde yer tutmasının getirdiği bu çifte<br />
kudret, insana en derin sorgulamaları yapabilme,<br />
bunun ardından yanlış bağlılıklardan<br />
kurtulabilme ve doğru bağlılıklar geliştirebilme<br />
yeteneği ve cesareti verir. Ayette mağara<br />
arkadaşlarıyla ilgili anılan iz kâmû ifadesi,<br />
böyle bir ayağa kalkışı ve yeni değerler (aynı<br />
kelimeden türeyen kıymet’e dayalı olarak)<br />
üretme gücünü gösterir. Hakikati bulma (akli<br />
süreç) ve bunu dile getirme kudreti (kalbi<br />
süreç), insanın yapıp ettiklerinin doğru mu<br />
yanlış mı olduğunu gösterecek bir basiret<br />
geliştirmesini mümkün kılar; zira mağara<br />
arkadaşları bu sürecin sonunda şunu dillendirmektedirler:<br />
Bütün bunlardan sonra biz,<br />
asla başka birine yakarmayız (kesin inançlılar).<br />
Yerin ve göğün yaradanının başka biri olduğunu<br />
söylememiz artık çok saçma olurdu<br />
(kesin bilgililer). 10<br />
Bu ayette, doğru iman, doğru düşünce,<br />
doğru değer üretme ve bunlar için mücadele<br />
verme azmi, insanın onurunun kaynağı<br />
olarak ortaya çıkmaktadır. Böyle bir arayış<br />
içinde olanlar, ölü iken diriltilen ve doğruyu<br />
bulmalarını sağlayacak bir ışıkla donatılanlar<br />
olarak ilan edilmektedir:<br />
“Ölü iken (hidayetle) dirilttiğimiz, kendisine<br />
insanlar arasında yürüyecek bir nur verdiğimiz<br />
kimse, karanlıklar içinde kalmış ve<br />
ondan çıkamayan kimse gibi olur mu?” 11<br />
Kur’an’ın insanın onurunu imana, doğru<br />
düşünceye ve değer yüklü eylemlere bağlaması,<br />
varoluşçuluğun insan onuru tanımlamasıyla<br />
kesişmektedir. İnsanı düşüncelerinin<br />
ve eylemlerinin toplamı olarak tanımlayan<br />
varoluşçuluk, içinde yaşadığı toplumsal<br />
şartların belirlemesini aşma yönündeki iradenin<br />
insanı tanımlamak için kullanılabilecek<br />
en iyi unsur olduğunu kabul etmektedir. İnsan<br />
hürriyetinin temelindeki bu iradeye yapılan<br />
vurgunun, varoluşçuluğun en büyük<br />
belirleyeni olduğunu biliyoruz. M.Heidegger,<br />
J.P.Sartre ve G.Marcel modern zamanlardaki<br />
bu varlık hissinin ve anlamın kaybediliyor<br />
oluşunu eleştirmektedirler. Buna göre, varlık<br />
statik değil, dinamik bir tanım alanıdır. İnsan,<br />
tabiattaki statik sebep-sonuç kanunlarına indirgenemeyecek,<br />
yahut evrensel kavramlar<br />
altında tanımlanamayacak dinamik bir yapıya<br />
sahiptir. Böylece insandan bir varlık olarak<br />
bahsetmek, aslında ondan bir potansiyel<br />
yahut oluş olarak bahsetmek demektir.<br />
Buradan insanın kimliği ve neliği tartışmasına<br />
geçerek insan onurunu salt nominal<br />
bir kabulün ötesine geçirip onu aktüelleştirmenin<br />
imkânlarının yolunu aramaya devam<br />
edebiliriz.<br />
İnsan Onurunun Kaynağı: İnsanın Kimliği<br />
ve Neliği<br />
Kim ve ne sorusu, insanın doğuştan ge-<br />
8<br />
Tin 95/4-6.<br />
9<br />
Kehf 18/14.<br />
10<br />
Kehf 18/14.<br />
11<br />
En’am 6/122.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün<br />
tirdikleri ve sonradan kazandıkları dikkate<br />
alınarak cevaplandırılmaktadır.<br />
Kim sorusu, özneyle ilgilidir. Buna verilecek<br />
yanıt, insanın zihinsel ve bedensel emeğiyle<br />
yarattıklarıyla ilgilidir. İnsanın bireysel,<br />
toplumsal ve politik olaylar karşısında verdiği<br />
tepki de bunların içindedir. Dolayısıyla<br />
insan kimliği, geliştirilebilen dinamik bir yapıdır;<br />
doğumla değil, toplumsal deneyim ve<br />
eylemsel iletişim sürecinde kazanılır. Bireyin<br />
diğer bireylerle, toplumla, doğayla ve Tanrıyla<br />
iletişimi; onun kendini gerçekleştirmesini<br />
ve kendi değerini tanımasını sağlamaktadır.<br />
Bireyin kimliğinin oluşması da bu sürecin<br />
ürünüdür. İnsan bu ilişkilerinin ve kendini<br />
farklı kılabilme potansiyelinin farkında olarak<br />
birey olur. Birey olabilme yeteneği, aynı zamanda,<br />
insanın onur kaynağıdır. Dolayısıyla<br />
insan, olmakta olan, toplumsal etkileşim<br />
içinde özneleşen ve özgürleşen; özgürleştikçe<br />
de kendine tahakküm potansiyeli taşıyan<br />
tüm hiyerarşileri reddeden bir varlıktır.<br />
İnsan bireyselliğini ve kimliğini, yaratacağı<br />
yeni toplumsal anayapıdan alır. Kimlik;<br />
toplumsal, siyasal, tarihsel, etnik, dinsel<br />
veya kültürel hiçbir kimliğin esiri olmamak,<br />
aksine onu değerlendirecek, gözden geçirecek<br />
ve aşacak yeni bir kültür yaratabilme<br />
yeterliliğidir. Bu sebeple, insanın kimliğine<br />
ilişkin sorular, onun ürettikleri ve anlam kazandırdıkları<br />
ile cevaplandırılmalıdır. Bireyin<br />
belirlemediği ve üretmediği nitelikler, insanı<br />
sadece yaratılan değerlerin taşıyıcısı kılar. Bu<br />
durumda artık değer kaynağı bir insandan<br />
değil, araçsallaştırılmış insandan söz ediyor<br />
oluruz. Dolayısıyla insan değil, taşıdığı miras<br />
daha anlamlı hale gelmekte ve insan kültür<br />
yahut gelenek kargoculuğu yapmaktan öteye<br />
geçememektedir.<br />
İnsanın neliği ise, insanın dışında gelişen<br />
ve oluşan nesnel kriterlerle tanımlanan<br />
yapısıdır. İnsanı tanımlarken neliğini öne<br />
çıkarmak; onu birey dışı kategorilere göre<br />
sınıflandırmak, kurulu ve verili paradigmaların<br />
esiri haline getirmek ve yabancılaştırmak<br />
demektir. İrademizin dışında bizi belirleyen,<br />
yönlendiren veya biçimlendiren her sistem,<br />
kaçınılmaz olarak yabancılaştırmanın yeni<br />
bir yöntemidir. Bütün insanları, kendi dışında<br />
oluşturulan objektif verilerin ışığında değerlendirmek,<br />
total kimlikler oluşturmanın bir<br />
yoludur; bunu en iyi yapan da ideolojilerdir.<br />
Değerin, kimliğin ve onurun kaynağını insandan<br />
alıp ırk, milliyet, din, kültür gibi nesnel<br />
(tamam nesnel alanlar ama buraya nesnel<br />
değil de nesne olan mı desek ? bi sonraki<br />
cümleyle de bağlantı kurulmuş olur hem<br />
de nesnel daha farklı çağrışımlar yaptı bana)<br />
alanlara kaydırmak ve insanın bireyselliğini<br />
bu total kimlikler altında soluklaştırmak, en<br />
yaygın kimlik tahrifidir. İnsanı kim sorusu yerine<br />
ne sorusuna verilecek yanıtlarla tanımlama<br />
çabası, insanı nesneleştirmektedir. Bu<br />
total verilere dayalı kimlik tanımı, hegemonyalar<br />
üretmekte, insan bu hegemonyacı yapı<br />
içindeki yerine göre değerini almakta, sürgit<br />
işleyen bu süreçte insan, Kur’an’ın ifadesiyle<br />
‘yakıtı insan olan bir cehennem’ yaratmaktadır.<br />
12 Sonra Tebbet Sûresinde ifadesini<br />
bulduğu gibi (tebbet yedâ), iki eliyle, yani<br />
maddi ve entelektüel birikimiyle, yarattığı bu<br />
dünyanın ateşinde (çatışmalarda, dünya savaşlarında)<br />
yanmaya mahkûm olmaktadır.<br />
Niceliksel ve Niteliksel Tanım Alanı<br />
İnsan maddi yapısıyla, içinde yaşadığı<br />
âleme uyum gösterebilmekte, ruhsallığı/<br />
benliği ile de kendisini bütünüyle bu âlemin<br />
sonluluğuna mahkûm etmeyerek onun yok<br />
olmasından sonra bile varlığa devam edecek<br />
bir öze sahip olduğunu sezinlemektedir.<br />
İnsanda süreklilik sezgisine kaynaklık eden<br />
bu anlam dünyası, onu kendini salt maddi<br />
yapısıyla ve maddi ilişkiler ağıyla tanımlamanın<br />
yaratacağı kısırlıktan kurtarmaktadır. Bu<br />
bağlamda, varoluşsal psikolojinin kurucularından<br />
olan Ludwig Binswanger, insanın<br />
ayak uydurmak durumunda olduğu nesneler,<br />
biyolojik güdüler ve doğal kanunlar dünyasının<br />
(umwelt), insanın bilincinin, zihninin<br />
ve ruhunun oluşturduğu kendi dünyasını<br />
(Eigenwelt) ele geçirmesine izin verilmemesi<br />
gerektiğini söylerken önemli bir noktaya<br />
dikkat çekmektedir. İnsanın bilinç ve zihin<br />
üstünlüğü hakim kılınmalıdır. Bu yaklaşım,<br />
Freud’un insanı, biyolojik içgüdüleriyle doğa<br />
gibi kabul eden ve insanın paralelliğini doğa<br />
ile kuran (Homo natura) görüşünü reddederek,<br />
bu paralelliği Tanrı ile kurmaya çalışmaktadır.<br />
İnsanın doğa ile ortak olan tarafları<br />
olduğu gibi, doğaüstü ile ortak olanları da<br />
12<br />
Detay için bkz. Osman Can, Kimsiniz? Nesne, Yalnızca Bir Nesne! Radikal<br />
2, 3 Aralık 2006.<br />
41<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı Ve Temellendirilmesi<br />
42<br />
vardır. Bu yönlerin birbiriyle ilişkisinde, hangi<br />
yönün ağırlık taşıması gerektiği hususu, düşünce<br />
sistemlerini birbirinden ayırmaktadır.<br />
Din, insanın içgüdülerini değil akıl ve<br />
sezgi yetilerini dikkate alarak tanımlar. Bu<br />
insanın içgüdülerinin yok sayıldığı anlamına<br />
gelmez. Zira içgüdüler dâhil insanın yapısına<br />
(fıtratına) yerleştirilen her şeyin bir anlamı<br />
vardır. Bu içgüdüler bizatihi kötü değildir.<br />
Kötülük, insanın içgüdülerinin hâkim olduğu<br />
tutkular alanını kontrol edemediğinde ortaya<br />
çıkar. İnsan aklı ve sezgileriyle bu içgüdüleri<br />
kontrol eder ve dengeli bir yaşam sürer.<br />
Kur’an, akletme yetisinin kaybedilip, içgüdülerin<br />
hâkim olmaya başladığı andan itibaren,<br />
insanın akıl hastalığına tutulduğunu göstermek<br />
üzere ‘maraz’ terimini kullanmaktadır. 13<br />
İnsanı antropolojik yönden tanımlamak<br />
için onun bilinç, akıl, konuşma yeteneği gibi<br />
nitelikleri öne çıkarılır. İnsanın bu niteliklerine<br />
eklenmesi gereken bir de dinî boyut vardır.<br />
Bu boyut, insanın kendisiyle, diğer insanlarla,<br />
çevresiyle ve Tanrı ile ilişkisinde keşfedilir.<br />
Dinî ilişkide insan, şüphesiz, sadece ruhsal<br />
yönü öne çıkarılarak tanımlanan bir varlık<br />
değildir. Bu ruhsallığın dinamizm kazandırdığı<br />
maddi bir beden ve ilişkiler ağı (ahlak<br />
alanı) vardır. İnsanın kendini ve sosyal çevresindeki<br />
kuşatıcı şartları aşma ve fiziksel<br />
varlık yapısı içine hapsolup kalmama arzusu,<br />
onun Tanrısal değerlerle ilişkisinden kaynaklanmaktadır.<br />
Kur’an, bu Tanrısal değerlerle ilişkisini<br />
devam ettirdiği sürece, insanın hayatına<br />
kaynaklık eden değer ve normlarda bir gelişmenin<br />
yaşanacağına vurgu yapmakta ve<br />
yaratılan her bir değerin, daha öncekilerden<br />
çok daha gelişmiş olacağını müjdelemektedir:<br />
“Biz bir değerin işlerliğini kaldırırsak veya<br />
yeni bir değer koyacak olursak, ya öncekinin<br />
benzerini yahut daha iyisini getiririz.” 14<br />
“Onlara gönderdiğimiz her ayet, önceki<br />
kardeşlerinden daha büyüktür” 15<br />
Daha sonra gelen peygamberin, kendinden<br />
öncekilerden daha mütekâmil bir<br />
13<br />
Bakara 2/10.<br />
14<br />
Bakara 2/106.<br />
15<br />
Zuhruf 43/48.<br />
din getirdiği bu âyetten anlaşılmaktadır. Bu<br />
tekâmül, dinin gittikçe yerel karakterden kurtulup<br />
daha evrensel ilkeler getirme eğiliminden<br />
kaynaklanmıştır.<br />
İnsanın Anlam Arayışı: Anlamlı Evrenin<br />
Anlamlı Sakini<br />
İnsan onurunun dinî ve ahlakî zeminde<br />
temellendirilmesine imkân veren bir başka<br />
soru, insanın bir anlam dünyasına sahip<br />
olup olmadığı yahut anlamlı bir dünyanın<br />
sakini olup olmadığıdır. İnsanın, anlamlı bir<br />
evren içinde yaşamadığı, dolayısıyla onurlu<br />
bir varlık olarak burada hayat sürme çabasının<br />
beyhude olduğu seslerinin varoluşçu<br />
cepheden geldiğini ve insanın nasıl bir anlama<br />
sahip olduğunun varoluşçuluk zemininde<br />
20. yüzyılda sorgulandığını biliyoruz. Bu<br />
çerçevede, varlığın anlamsızlığı üzerinde düşünerek<br />
kendi varlığının anlamsızlığına nasıl<br />
ulaştığını anlattığı eseri Nausea (Bulantı) ile<br />
J.P.Sartre’ı; Rebel (Asi) romanında, saçma<br />
bir hayata karşı sürekli isyan halinde olduğumuzu<br />
seslendiren Albert Camus’yü; yine,<br />
evrenin bir bütün olarak saçmalığını, düşüncesinin<br />
nirengi noktası yapan ve saçma bir<br />
evrende anlamlı bir hayat sürmenin ne kadar<br />
mümkün olduğunu sorgulayan F.Kafka’yı<br />
hatırlamak gerekir.<br />
Varoluşçuluk, varlıkların yaşam ilkelerinin<br />
kendi yapılarında birer öz olarak bulunmadığını,<br />
aksine bunların sonradan insanlar<br />
tarafından yaratıldığını iddia etmektedir.<br />
Buna göre varoluş (existence), özü (essence)<br />
öncelemektedir. Bu sebeple de, uyum<br />
göstermemiz gereken hiçbir doğal kanun,<br />
hiçbir ilahi amaç, hiçbir objektif önem yahut<br />
değerler hiyerarşisi yoktur. Aksine varoluş<br />
sürecinde bütün bu değerleri biz yaratırız.<br />
Bütün bunları değerli kılan da sadece onları<br />
seçmiş olmamızdır, yoksa kendilerinde bir<br />
değerleri yoktur.<br />
B.Russell bu anlamsızlığı şöyle betimlemektedir:<br />
“İnsan, önceden ulaşacakları amaçları<br />
bulunmayan sebep-sonuç zincirinin bir ürünüdür;<br />
kökeni, büyümesi, ümitleri, korkuları,<br />
aşkları ve inançları atomların tesadüfi birlikteliğinin<br />
yarattıklarından başka şeyler değildir;<br />
hiçbir ateş, hiçbir kahramanlık, hiçbir düşünce<br />
ve his yoğunluğu, insan hayatını mezarın<br />
ötesine geçiremez; bütün çağların işleri, bü-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün<br />
tün adamalar, bütün ilhamlar, insan dehasının<br />
gün-ortası parlaklığı, güneş sisteminin engin<br />
ölümlülüğü içinde yok olmaya mahkûmdur.<br />
İnsan başarılarının bu büyük mabedi, kaçınılmaz<br />
olarak, kalıntılar içindeki evrenin enkazı<br />
altında yok olacaktır...” 16<br />
Russell, insanın bu kapasitesiyle değerler<br />
yarattığını, onları idealleştirdiğini ve<br />
peşine takıldığını söylemektedir. Ona göre,<br />
mutlak madde olan evrenin nihai yaratıcısı<br />
maddeye tapmaktansa, kendi yarattığımız<br />
ideallerimize tapmamız daha iyidir:<br />
“Kısa ve güçsüzdür insanın yaşamı; insanın<br />
ve bütün insan ırkının üzerine yavaş ve<br />
emin bir şekilde çöker acımasız ve karanlık<br />
felaketler. İyi ve kötüye kör olan, durmadan<br />
yıkan, her şeye gücü yeten madde, durmadan<br />
dinlenmeden hükmünü sürer; bugün en<br />
sevdiklerini kaybetmeye, yarın ise karanlığın<br />
kapısından kendisi geçmeye kaçınılmaz bir<br />
şekilde yazgılanan insana düşen, bütün esip<br />
gürlemelerine rağmen, bu kısa zamanını şereflendiren<br />
gururlu düşüncelerle değer bulmaya<br />
çalışmak, kader’in kölesinin korkak terörüne<br />
burun kıvırmak ve kendi elleriyle inşa<br />
ettiği mabette ibadete dalmaktır…” 17<br />
Aynı şekilde, objektif değerlerin olmadığını<br />
söyleyen nihilist postmodernism, bir<br />
ahlaki görecelik yaratmış ve dünyanın anlamsızlığını<br />
ileri sürmüştür. Evrenin anlamsız<br />
bir alan olduğu konusunda varoluşçularla<br />
nihilist postmodernistler aynı görüşü paylaşmakla<br />
birlikte, bu anlamsızlığa karşı geliştirdikleri<br />
tepki birbirinden oldukça farklıdır.<br />
Bu anlamsız alan içinde insanın otantik bir<br />
‘ben’inin olduğunu ve bu ‘ben’iyle anlamsızlığa<br />
isyan etmesi gerektiğini söyleyen varoluşçulara<br />
karşı, nihilistler insanın otantik bir<br />
‘ben’inin de olmadığını, dolayısıyla herhangi<br />
bir hakikat yahut doğruluk değerini dikkate<br />
alarak bir isyan yahut mücadelenin başlatılmasının<br />
da imkânsız olduğunu iddia etmişlerdir.<br />
Bu nihilist yaklaşım, ‘bütün dünya görüşlerine<br />
karşı olma’ durumunu yaratmıştır.<br />
B.Russell başta olmak üzere varoluşçuların<br />
betimlediklerinin aksine, varlıklarda bir<br />
anlam vardır ve anlamlı bir şekilde var olabilmek,<br />
varlıklardaki bu anlamlılığı dikkate<br />
alarak var olmaktan geçer. İnsan, kendini<br />
içinde bulduğu bu varlık yapısına ya uyum<br />
gösterecek ya da isyan edecektir. Kör tesadüflerin<br />
sonucu var olduğuna inanılan<br />
bir varlık alanına uyum göstermek, insanı<br />
daha anlamlı kılmaz. Eğer evrende olup biten,<br />
kör tesadüflerle oynanan bir oyun ise<br />
ve bu oyuna biz de kendimizi katacaksak,<br />
yaratacağımız bütün değerler ve katkılar bu<br />
anlamsızlığın bir parçası olmaktan öteye gidemez.<br />
Orwell’in 1984’ü ve Huxley’in Brave<br />
New World’unda olduğu gibi yapacağımız<br />
yegâne şey, sosyolojik mühendisliklerle iyi<br />
vatandaşlar yetiştirmeye çalışmaktan ibaret<br />
olur. Modern dünyanın gidişatı, varoluşçuların<br />
anlamsız saydıkları bir dünya ile mücadele<br />
etme ve ona anlam katmaktan daha ziyade,<br />
bu anlamsızlığa katkıda bulunmaktan<br />
ibaret gibi görünmektedir. 18<br />
Paul Tillich, The Courage to be’ (Varolma<br />
Cesareti) adlı eserinde, bütün objektif<br />
anlamsızlığına rağmen insanın anlamlı bir<br />
hayat yaratmaya çalışarak var olması gerektiğini<br />
savunmaktadır; ama modern yaşam<br />
biçimi içinde, kendine bir anlam alanı<br />
yaratmak için isyan etmesi istenen insanı<br />
mumla arıyoruz. İşin daha ilginci, Tanrı ve<br />
objektif değerleri inkâr eden nihilist dünya<br />
görüşü içinde, anlamsızlığa isyan ederek<br />
değerini kazanacak bir ‘ben’e de yer kalmamıştır.<br />
Nihilist düşünce içinde, belli öz değerleri<br />
dikkate alarak, kendi kaderini kendisi<br />
tayin eden insan görüşü yıkılması gereken<br />
bir illüzyon olarak görülmüştür. Buna göre,<br />
sözde ‘ben’ sadece dilsel alışkanlıklar ve<br />
gelenekler gibi kişisel olmayan güçlerin bir<br />
ürünüdür. Anlamsız bir evren içinde bir anlam<br />
ve hakikat yaratmak için mücadeleyi<br />
öngören varoluşçuların aksine, nihilistler bir<br />
anlam ve hakikat kavramının varlığını da reddetmekte<br />
ve bütün dünya görüşlerine karşı<br />
durmaktadırlar.<br />
43<br />
16<br />
Bertrand Russell, “A Free Man’s Worship”, The Basic Writings of Bertrand<br />
Russell 1903-1959, Robert Enger ve Lester Dennon, ed. (New York: Simon<br />
and Schuster, 1961), 67.<br />
17<br />
Russell, age, 72<br />
18<br />
Detay için bkz. David Ray Griffin, God and Religion in the Postmodern<br />
World, (State Univ. of New York Press, 1989), 19.<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı Ve Temellendirilmesi<br />
44<br />
19<br />
Furkân 25/2.<br />
20<br />
Tâ-Hâ 20/50.<br />
21<br />
Bkz. Ludwig Binswanger, “Freud’s Conception of Man in the Light of Anthropology”,<br />
Meaning-in-the-World. Selected Papers of Ludwig Binswanger,<br />
Jacob Heedleman (terc.) Basic boks, New York, 1963.<br />
İnsan Onurunun ve Benlik Şuurunun<br />
Aktüelleşmesi<br />
Doğru Bilgi ve Doğru Eylem<br />
Benliğin gelişmesinde düşünce kadar<br />
eylem de önemlidir. Benlik, hem düşünmek<br />
(Descartes, cogito) hem de ‘eylemek’ (Kant,<br />
categoric imperative) şeklinde tezahür eder.<br />
Düşünce eyleme dönüştüğü zaman ancak<br />
gerçek kudretini göstermiş olur. Dünya sadece<br />
kavramlar aracılığıyla görülen, tanınan<br />
bir idealar alanı değil, aksine sürekli faaliyetle<br />
tekrar tekrar inşa edilmesi gereken bir eylemler<br />
alanıdır. Bunun için de doğru düşünce<br />
kadar doğru eyleme ihtiyaç vardır.<br />
Tanrı tek taraflı yaratmaz, aksine içlerine<br />
bir önem duygusu yerleştirerek yarattıklarının<br />
da yaratma sürecine katılmalarını sağlar.<br />
Yaratılmış varlık alanının kendi amacına<br />
uygun davranış sürekliliği, doğal sürecin<br />
zorunlu bir parçasıdır; dışarıdan anlık müdahalelerle<br />
gerçekleşmez. Bunu şu Kur’an<br />
ayetlerinden takip edelim:<br />
“Allah her şeyi yaratmış ve yarattığı her<br />
şeyi de kendi amacına uygun olarak belirlemiştir.”<br />
19<br />
“Allah her şeye gerçek doğasını veren ve<br />
kendi amaçlarına yönlendirendir.” 20<br />
İnsan tarih içinde öğrenebilir. Bu da önceden<br />
belirlenmişliği (determinizmi) değil,<br />
bilimde, ahlakta, sanatta ve dinde ifadesini<br />
bulduğu şekliyle, insanın yaratıcılığını gösterir.<br />
Burada insan tabiatının gelişmekte ve<br />
genişlemekte olduğuna işaret eden bir antropoloji<br />
söz konusu edilmektedir. 21<br />
İnsan olmuş bitmiş bir varlık değildir, aksine<br />
hür olduğu için, nasıl olması gerektiğine<br />
kendisi karar verebilen sonsuz esnek bir<br />
varlıktır. İnsanın sahip olduğu bu esneklik ve<br />
potansiyel durum, bir süreç dâhilinde kendini<br />
açığa vuran bir oluş durumudur.<br />
Bu oluş durumu Hegelci-Marx’çı diyalektiği<br />
andıran ve insanı tarihin bir kuklası haline<br />
getiren ‘oluş’tan farklıdır. İnsan ne olması gerektiğine<br />
kendisi karar verir ve bu karar aynı<br />
zamanda tarihi oluşturur. Diyalektik, tersten<br />
işler; insan, tarihi evirip çevirir ve tarih salt<br />
tarih olmanın ötesinde insan(ın) tarihi de<br />
oluverir. Böylece insan, kaçınılmaz (iyi ya<br />
da kötü) bir sona giden sürece eşlik eden<br />
edilgen bir varlık değil, aksine, bu sürecin<br />
gidişini sağlama sorumluluğunu omuzlayan<br />
özgür bir varlıktır.<br />
Sonuç<br />
İnsanlık evreni keşfederek, dünyada<br />
daha iyi yaşamanın imkânlarını araştırarak<br />
daha güvenli ve müreffeh bir yaşam sürmek<br />
için elinden geleni yaptı. Maddi dünyayla<br />
olan bağlantımızdaki bu hassasiyetimiz ve<br />
orayı kendimiz için güvenli bir alana çevirme<br />
gayretimiz, maddi dünyada yaşayan<br />
diğer dinler, ırklar, mezhepler hülâsa başka<br />
‘ben’ler söz konusu olunca tam bir başarısızlık<br />
hikâyesidir. Savaşların, etnik temizliklerin,<br />
haçlı seferlerinin, sömürge dönemlerinin<br />
inkâr ve imha politikalarının tamamı insanın<br />
başka insanlarla dünyada bir arada yaşamadaki<br />
beceriksizliğinin teknik ifadesiyle ‘insanlığa<br />
karşı işlenen suçlar’ın sicil kayıtları<br />
durumundadır. Geldiğimiz noktada ‘nefret<br />
suçları’ adı altında insanları birbirine karşı<br />
korumak için yasa çıkarmak zorunda oluşumuz<br />
bile insanlığımızın sınıfta kaldığının resmidir.<br />
Bir Arap atasözü ‘sevginin olmadığı<br />
yerde adalet onun vekilidir’ der. İnsanlığın sınıfta<br />
kaldığı yerde artık işimiz yasalara ve kanunlara<br />
kalmış görünüyor. Sırf belli bir dine<br />
yahut ırka ait olduğu için bir insandan nefret<br />
etmeyi veya ayrım yapmayı artık ‘nefret<br />
suçu’ kapsamında yasalaştırmaya başladık.<br />
İnsanı insandan korumaya çalışan bütün bu<br />
çabaların ortak paydası ‘insan onuru’ kavramsallaştırmasıyla<br />
önümüze gelmektedir.<br />
Unutulmaması gereken şudur; mesele insan<br />
olunca konuyu sadece hukukî düzenlemelerle<br />
çözmek mümkün değildir. Özellikle<br />
mücadele verilerek elde edilen hakların sadece<br />
yasa ile korunması mümkün değildir.<br />
Bu tür meseleler çok katmanlıdır ve bunlarda<br />
insanın derununa hitap eden din ve ahlak<br />
mekânizmasının etkin bir şekilde işletilmesi<br />
zorunludur.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
AVRUPA BİRLİĞİ ENERJİ GÜVENLİĞİ<br />
VE TÜRKİYE AÇISINDAN GÜNEY<br />
AKIM VE NABUCCO PROJELERİNİN<br />
DEĞERLENDİRİLMESİ*<br />
Kenan Şahin**<br />
GİRİŞ<br />
Doğal gaz, günümüz dünyasında enerji,<br />
çevre ve güvenlik politikalarının merkezinde<br />
yer alan önemli bir doğal kaynaktır.<br />
Henüz dünya ölçeğinde entegre bir piyasaya<br />
sahip olmayan doğal gazın üç önemli<br />
bölgesel piyasası vardır. Bunlar Kuzey<br />
Amerika, Avrupa ve Asya piyasalarıdır. 1<br />
Dünya doğal gaz rezervlerinin %<br />
18’i İran, % 17,6’sı Rusya, % 13,4’ü Katar,<br />
% 9,3’ü Türkmenistan, % 4,5’i ABD,<br />
4,4’ü Suudi Arabistan, % 2,8’i Nijerya, %<br />
2,4’ü Cezayir’de bulunmaktadır. Azerbaycan,<br />
Kazakistan, Türkmenistan ve<br />
Özbekistan’ın toplam doğal gaz rezervleri<br />
ise dünya rezervlerinin % 11,4’ü kadardır.<br />
Doğal gaz üretiminin % 20,4’ü ABD, %<br />
* Bu makalede yer alan görüşler yazarın kişisel fikirleri olup hiçbir<br />
kurum veya kuruluşu bağlamamaktadır.<br />
** Hazine Uzmanı, Hazine Müsteşarlığı KSKİ Genel Müdürlüğü<br />
1<br />
The Future of Natural Gas, An Interdiciplinary MIT Study, Interim Report,<br />
2010<br />
17,6’sı Rusya, % 4,8’i İran, % 4,6’sı Kanada,<br />
% 3,4’ü Norveç tarafından gerçekleştirilmektedir.<br />
AB’nin dünya doğal gaz<br />
üretimindeki payı ise % 4,4 kadardır. Öte<br />
yandan, dünya doğal gaz tüketiminin %<br />
21,9’u ABD, % 13,4’ü AB, % 12,5’i Rusya<br />
tarafından yapılmaktadır. 2<br />
AB tükettiği toplam enerjinin % 48’ini<br />
kendisi üretip yaklaşık % 52’sini ithal etmektedir.<br />
Enerji türü açısından bakıldığında<br />
petrolde dışa bağımlılığın % 84, doğal<br />
gazda dışa bağımlılığın ise % 64 civarında<br />
olduğu görülmektedir.<br />
AB tarafından ithal edilen gazın % 34’ü<br />
2<br />
Bu çalışmada kullanılan istatistikler aksi belirtilmedikçe, BP Statistical<br />
Review of World Energy 2012, BP Energy Outlook 2030 ile European<br />
Commission, Direktorate-General for Energy, Market Observatory for<br />
Energy Key Figures 2011 adlı çalışmalardan derlenmiştir. Öte yandan<br />
Dünya gaz rezervlerinin her yıl yapılan keşiflerle gerek toplamda ve gerekse<br />
ülkeler bazında sürekli değiştiği ve bu sebeple yukarıda gösterilen<br />
sıralamanın geçici olabileceği unutulmamalıdır. Nitekim <strong>2013</strong> yılına kadar<br />
ispatlanmış rezervlerde Rusya birinci iken, <strong>2013</strong> yılında ilk defa İran öne<br />
geçmiş gözükmektedir. Ayrıca sözkonusu istatistikleri düzenleyen kuruluşların<br />
da zaman zaman farklı saiklerle bu istatistiklerle oynayabilecekleri<br />
göz önünde bulundurulmalıdır.<br />
45<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve Nabucco Projelerinin<br />
Değerlendirilmesi<br />
46<br />
Rusya, % 31’i Norveç, % 14’ü Cezayir, %<br />
21’i ise başta Katar olmak üzere diğer ülkelerden<br />
sağlanmaktadır. Görüldüğü üzere<br />
AB gaz ithalatında üç ülkeye bağımlı<br />
haldedir. AB’nin en fazla doğal gaz ithal<br />
ettiği Rusya’nın, AB petrol ithalatının %<br />
33’ünü gerçekleştirdiği de dikkate alındığında<br />
AB’nin enerji alanında Rusya’ya bağımlılığı<br />
daha iyi anlaşılmaktadır.<br />
2010 yılında Rusya’nın AB’ye ihraç ettiği<br />
doğal gazın yaklaşık olarak % 70’i Ukrayna<br />
ve Belarus üzerinden taşınmıştır. 2006 ve<br />
2009 yıllarında Rusya ile Ukrayna ve Belarus<br />
arasında yaşanan siyasi ya da ekonomik<br />
problemler Rusya’dan Avrupa’ya gaz<br />
akışını zaman zaman kesintiye uğratmış<br />
ve AB enerji güvenliği açısından tehdidin<br />
büyüklüğünü ortaya koymuştur. 3 Özellikle,<br />
bu hatlardan gaz alan bazı Doğu Avrupa<br />
ülkeleri bu durumdan olumsuz etkilenmişlerdir.<br />
Bir yandan Rusya’nın AB enerji güvenliği<br />
açısından taşıdığı önem ve riskin<br />
büyüklüğü bu şekilde gündeme gelirken,<br />
öte yandan yapılan projeksiyonlar AB’nin<br />
doğal gaz tüketiminin ve bu çerçevede<br />
Rusya’ya bağımlılığın artacağını göstermektedir.<br />
AB’nin enerji tüketimi içinde doğal gazın<br />
payı 1990 yılında % 18’ken 2009 yılında<br />
% 24’e çıkmıştır. Aynı dönemde yenilenebilir<br />
enerji kaynaklarının payı % 4’den<br />
% 9’a, nükleer enerjinin payı ise % 12’den<br />
% 14’e çıkmıştır. Toplam enerji tüketiminde<br />
payı azalan enerji kaynağı kömürdür.<br />
Karbondioksit emisyonunu azaltmak amacıyla<br />
bir yandan yenilenebilir kaynaklar ve<br />
doğal gaza ağırlık verilirken, öte yandan<br />
kömürün toplam enerji tüketimindeki payı<br />
% 27’den % 16’ya düşürülmüştür. Greenhouse<br />
gazları ve karbondioksit emisyonunun<br />
azaltılması için önümüzdeki yıllarda<br />
da AB enerji tüketimi içinde doğal gaz ve<br />
3<br />
Gazprom’a göre yaşanan bu sorunların mağdurlarından birisi de<br />
Gazprom’un kendisidir ve 2009 yılında yaşanan 20 günlük kesintilerden<br />
dolayı Gazprom’un uğradığı zarar 2 milyar dolar civarındadır. Bkz. Gazprom,<br />
South Stream Energising Europe, Presentation, Brüksel, 25 Mayıs<br />
2011.<br />
yenilenebilir kaynakların payının artırılması<br />
beklenmektedir. Yapılan projeksiyonlara<br />
göre, AB enerji tüketimi içinde doğal gazın<br />
payı 2030 yılına kadar % 30’a çıkacaktır.<br />
Almanya’nın 17 nükleer reaktörün tamamını<br />
2017 yılına kadar kapatmayı planlaması<br />
ve bunun yaratacağı enerji ihtiyacı ile Fransa<br />
ve Bulgaristan gibi ülkelerde başlayan<br />
kaya gazı çıkarma faaliyetlerine yönelik<br />
çevreci tepkiler ve yapılan düzenlemeler<br />
de göz önüne alındığında, AB’nin doğal<br />
gaz talebinin büyümeye devam edeceği<br />
anlaşılmaktadır. 4 Avrupa Komisyonu’na<br />
göre 2030’da AB enerji ihtiyacının % 30’nu<br />
karşılayacak olan doğal gazın da % 80’i ithalatla<br />
sağlanacaktır.<br />
AB’nin doğal gaz ihtiyacının ve buna<br />
bağlı olarak ithalatının artması, dünyanın en<br />
büyük doğal gaz rezervlerine sahip olan ve<br />
AB’ye enerji ihracı açısından en iyi konumda<br />
bulunan Rusya’nın, AB açısından önemini<br />
daha da artırmaktadır. Halen AB’nin<br />
doğal gaz ihtiyacının % 34’ünü karşılayan<br />
Rusya’nın önümüzdeki yıllarda AB enerji ithalatı<br />
içindeki önemini artırarak sürdürmesi<br />
beklenmektedir.<br />
Öte yandan, Rusya açısından doğal gaz<br />
ihracatı sadece ekonomik bir faaliyetten<br />
ibaret değildir. Rusya Hükümeti hidrokarbon<br />
kaynaklarını ekonomik ve siyasi açıdan<br />
stratejik kabul etmektedir. Nitekim bugünkü<br />
enerji stratejisinin ilk ipuçlarının yer aldığı<br />
Rusya Devlet Başkanı Putin’in ‘Rusya Ekonomisinin<br />
Kalkınma Stratejisinde Mineral<br />
Hammaddeler’ başlıklı tezinde (1997) ve bu<br />
teze istinaden yine kendi imzası ile yayımlanan<br />
kısa makalede (1999) Rusya’nın doğal<br />
kaynaklarının sadece ekonomik kalkınma-<br />
4<br />
Almanya’nın nükleer enerji santrallarının devre dışı bırakılması ile beraber<br />
ihtiyaç duyacağı enerjinin nasıl karşılanacağına dair tartışmalar<br />
devam etmektedir. Bu konuda yapılan derli toplu bir değerlendirme için<br />
bkz. Friedrich Ebert Stiftung, Expert Opinions and Studies on Economic<br />
and Social Policy, Diskurs, Scenarios for Phasing Out Nuclear Energy<br />
in Germany, Ekim 2011. Öte yandan AB’de doğal gaza alternatif olarak<br />
kaya gazının değerlendirilmesine ilişkin tartışmalar da devam etmektedir.<br />
Halen uygulanan fracturing metodu ile kaya gazı çıkarılması Fransa ve<br />
Bulgaristan’da yasaklanmışken, bazı AB ülkelerinde lisanslar verilmektedir.<br />
Bu konuda bkz. Philippe&Partners, Final Report on Unconventional<br />
Gas in Europe, Brüksel, 8 Kasım 2011 ve European Greens Say No to<br />
Shale Gas Extraction (Fracking) in Europe, 16. Council Meeting European<br />
Green Party Resolution, Kopenhag, 11-13 Mayıs 2012.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Kenan Şahin<br />
sını güvenceye almayacağı, aynı zamanda<br />
uluslararası pozisyonunu da belirleyeceği<br />
vurgulanmaktadır. Aynı makalede sektör<br />
için önceliklerin devlet tarafından belirleneceği,<br />
kamu planlamasının gerekliliği, hammadde<br />
kaynaklarının değerlendirilmesinde<br />
özel teşebbüsün ve yabancı sermayenin de<br />
önemli rol oynayacağı, ancak devletin yol<br />
göstericiliği ve planlayıcılığının vazgeçilemez<br />
olduğu belirtilmektedir. 5<br />
AB enerji piyasasında ağırlığı artan<br />
Rusya’nın enerji kaynaklarını siyasi amaçlara<br />
ulaşmada bir araç olarak ele alması<br />
ile geçmişte Ukrayna ve Belarus’la yaşanan<br />
krizlerde görüldüğü gibi, AB’ye doğal<br />
gaz akışını kesmekte tereddüt etmemesi,<br />
AB’nin artan doğal gaz ihtiyacının kısmen<br />
de olsa Rusya dışındaki kaynaklardan<br />
sağlanmasının önemini ortaya koymuştur.<br />
Bu sebeple kaynakların çeşitlendirilmesi<br />
açısından Kafkaslarda Azerbaycan, Orta<br />
Doğu’da Irak, Mısır ve İran ile Orta Asya’da<br />
Türkmenistan ve belki Kazakistan’ın doğal<br />
gaz kaynaklarının Nabucco projesi ile<br />
Avrupa’ya taşınması önem ve öncelik kazanmıştır.<br />
Ancak, AB içinde enerji politikaları<br />
alanında yeknesaklık bir türlü sağlanamadığından,<br />
Nabucco’da da bir liderlik<br />
problemi hep var olmuş ve AB üyesi ülkelerin<br />
enerji politikalarını oluştururken bir<br />
bütün olarak Birliği değil, kendi ülkelerini<br />
esas almaları Birliğin enerji güvenliği açısından<br />
önemli sakıncalar yaratmıştır.<br />
Nabucco Projesi’nin gündeme gelmesi<br />
ile beraber Rusya hemen alternatif arayışlarına<br />
girmiş ve daha önce Kuzey Akım ile<br />
Almanya’ya ulaştığı gibi bu kez de Güney<br />
Akım ile Güney Avrupa ülkelerine ulaşmayı<br />
hedeflemiştir.<br />
GÜNEY AKIM DOĞAL GAZ BORU<br />
HATTI PROJESİ 6<br />
Güney Akım Projesi, Rus doğal gazını<br />
5<br />
Şahin Kenan, Rusya Federasyonu Enerji Sektörünün Yapısı, Sektörde<br />
Yaşanan Gelişmeler ve Rusya Federasyonu’nun G-8 Başkanlığı, TC Dışişleri<br />
Bakanlığı, Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi, Sayı XX, Şubat<br />
2006.<br />
6<br />
Bu bölümdeki bilgiler Gazprom ve South-Stream web sitelerinden alınmıştır.<br />
Karadeniz’e döşenecek bir boru hattıyla<br />
Bulgaristan’a ve oradan da muhtelif rotalarla<br />
AB’nin diğer ülkelerine taşımak için<br />
tasarlanmış bir projedir. 2012 yılı sonunda<br />
inşasına başlanan boru hattına ilk gazın<br />
2015 yılı Aralık ayında verilmesi beklenmektedir.<br />
Bulgaristan’a giriş noktasında 63 bcm/<br />
yıl kapasiteye sahip olması planlanan hattın<br />
923 kilometresi Karadeniz’in altından<br />
geçecektir. Hattın deniz dışındaki uzunluğu<br />
seçilen rotalara bağlı olarak 1600-2540<br />
km arasında değişmektedir.<br />
Hattın başlıca rota opsiyonları;<br />
• Rusya-Bulgaristan-Sırbistan-Macaristan-Avusturya<br />
• Rusya-Bulgaristan-Sırbistan-Macaristan-Avusturya<br />
ve<br />
Bulgaristan -Yunanistan-İtalya<br />
• Rusya-Romanya-Sırbistan<br />
olarak sıralanabilir.<br />
Güney Akım Boru Hattı, ilk aşamada<br />
Rusya’nın Karadeniz kıyısındaki Beregovaya<br />
doğal gaz pompa istasyonundan başlayarak<br />
Karadeniz’den Bulgaristan’ın Varna şehrine<br />
ulaşmaktadır. Daha sonra Bulgaristan’da<br />
Varna-Plevne güzergahını izleyecek olan<br />
hat, buradan güneyde Yunanistan-İyonya<br />
Denizi-Güney İtalya, kuzeyde ise Sırbistan-<br />
Macaristan-Avusturya yolunu izleyecektir.<br />
Hattın Macaristan’dan sonra bir kolunun<br />
Slovenya-Kuzey İtalya güzergahını takip etmesi<br />
de düşünülmektedir.<br />
Proje maliyetinin, 10 milyar avro Karadeniz<br />
geçiş hattı, 5.5 milyar avro da kıtasal<br />
hatlar olmak üzere toplam 15.5 milyar<br />
avro olması beklenmektedir. Güney Akım<br />
Projesi’nin inşa ve işletme sürecinde Rusya-<br />
Gazprom, İtalya-Eni, İngiltere-eDF, Almanya-<br />
Wintershall, Bulgaristan-Bulgarian Energy<br />
Holding, Yunanistan-DESFA, Sırbistan-Srbijagas,<br />
Hırvatistan-Plinacro, Slovenya-Plinovodi,<br />
Macaristan-MFB, Avusturya-OMV firmaları<br />
görev alacaklardır.<br />
Güney Akım Boru Hattı Projesi<br />
Nabucco’ya bir alternatif olarak 23 Haziran<br />
2007 tarihinde Rus Gazprom ve İtalyan Eni<br />
şirketleri tarafından imzalanan bir memo-<br />
47<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve Nabucco Projelerinin<br />
Değerlendirilmesi<br />
48<br />
randum ile dünya kamuoyuna duyurulmuştur.<br />
Aynı yıl Kasım ayında da söz konusu iki<br />
firma Moskova’da yaptıkları bir anlaşma ile<br />
projenin fizibilite çalışmalarının yapılmasını<br />
teminen ortak bir proje şirketi kurma kararı<br />
almışlardır.<br />
Bulgaristan’ın projeye katılımına ilişkin<br />
ön anlaşma 18 Ocak 2008 tarihinde yapılmış<br />
ve bu anlaşma Bulgaristan Parlamentosu<br />
tarafından aynı yıl 25 Temmuz’da<br />
onaylanmıştır. Gazprom ve Sırbistan arasında<br />
Bulgaristan’dan Sırbistan’a doğal gaz<br />
taşıyacak bir boru hattına ilişkin çalışmalar<br />
yapılmasına dair bir anlaşma 2006 yılında<br />
zaten yapılmış olduğundan 25 Ocak 2008<br />
tarihinde Rusya ve Sırbistan arasında Güney<br />
Akımın Sırbistan kısmına dair anlaşma imzalanmıştır.<br />
Bu anlaşma ile Gazprom ve Srbijagas<br />
hattın Sırbistan bölümünün işletilmesi<br />
ve bir gaz depolama tesisi kurulması için bir<br />
joint venture kurma kararı almışlardır.<br />
Yine 25 Ocak 2008 tarihinde Rusya ve<br />
Macaristan arasında hattın Macaristan bölümünün<br />
işletilmesi için gerekli anlaşma<br />
imzalanmış ve Macaristan bölümü için bir<br />
joint-venture kurulması karara bağlanmıştır.<br />
29 Nisan 2008 tarihinde ise Rusya ve Yunanistan<br />
arasında hattın Yunanistan bölümüne<br />
ilişkin anlaşma imzalanmıştır.<br />
Nihayet, 15 Mayıs 2009 tarihinde<br />
Rusya’nın Karadeniz kıyısındaki şehri<br />
Soçi’de Putin ve Berlusconi’nin de hazır<br />
bulundukları bir toplantıda Rusya, İtalya,<br />
Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın gaz<br />
şirketleri Güney Akım Boru Hattı’nın inşasına<br />
dair anlaşmayı imzalamışlardır.<br />
6 Ağustos 2009 tarihinde hattın<br />
Karadeniz’de Türk karasularından geçmesine<br />
ilişkin protokol, 28 Aralık 2011’de ise,<br />
bu konudaki nihai anlaşma Türkiye ile Rusya<br />
arasında imzalanmıştır.<br />
Hattın Hırvatistan bölümüne ilişkin anlaşma<br />
Rusya ile Hırvatistan arasında 2 Mart<br />
2010 tarihinde, Slovenya kısmına ilişkin anlaşma<br />
ise Rusya ile Slovenya arasında 21<br />
Mart 2011’de imzalanmıştır.<br />
16 Haziran 2011 tarihinde ise hattın Karadeniz<br />
bölümünün inşası için Gazprom, Eni,<br />
Électricité de France ve Wintershall arasında<br />
South Stream Transport AG’nin kurulmasına<br />
ilişkin hissedarlar anlaşması imzalanmıştır.<br />
Nihayet bu şirket 3 Ekim 2011’de İsviçre’de<br />
kurulmuştur.<br />
Bütün boru hattı projelerinin sorunu olan,<br />
boru hattını besleyecek gazın hangi kaynaklardan<br />
geleceğine ilişkin soru Güney Akım<br />
Boru hattı için de açıkça cevaplanmış değildir.<br />
AB’nin güney ülkelerine gaz taşıyacak<br />
Güney Akım Projesini, kuzeyde Almanya’ya<br />
gaz taşıyacak olan Kuzey Akım’dan ayıran<br />
en önemli fark da budur. Bu noktada aşağıdaki<br />
sorular akla gelmektedir.<br />
• Güney Akımı dolduracak doğal gaz<br />
Rusya’nın hangi bölge ve projelerinden elde<br />
edilecektir?<br />
• Güney Akımın doldurulabilmesi için<br />
Rusya, Ukrayna’dan geçen hattan ilettiği gazın<br />
bir kısmını bu hatta mı aktaracaktır?<br />
• Uzun vadede Avrupa’nın hem kuzeyine<br />
hem de güneyine iki ayrı hat ile doğal<br />
gaz sağlayacak olan Rusya, AB’nin kuzeyi<br />
ile güneyi arasındaki ekonomik-siyasi farkları<br />
kendi lehine değerlendirecek güce mi erişmektedir?<br />
Bu soruların cevapları farklı kesimler tarafından<br />
farklı şekillerde verilmektedir.<br />
Rusya, AB’nin doğal gaz ihtiyacının artacak<br />
olması sebebiyle, Güney Akım yoluyla<br />
ihraç edilecek gazın Rusya’nın AB’nin gaz<br />
ithalatındaki payını artırmayacağını, 2010 yılında<br />
Rusya’dan AB’ye taşınan doğal gazın<br />
% 70’inin Ukrayna’dan geçtiğini, Ukrayna<br />
ile arasında yaşanan problemlerin hem AB<br />
Enerji Güvenliği açısından risk oluşturduğunu<br />
hem de kendisi açısından mali kayıplar<br />
yarattığını dünya kamuoyuna ilan etmiştir.<br />
Nitekim, Güney Akım Boru Hattı’nın Karadeniz’deki<br />
bölümünün Ukrayna yerine Türkiye<br />
karasularından geçmesi tercih edilmektedir.<br />
Güney Akım CEO’su Marcel Kramer Güney<br />
Akım Boru Hattı inşa edilse dahi Ukrayna’dan<br />
geçen hattın önemini koruyacağını da özellikle<br />
vurgulamıştır.<br />
Rusya’nın boru hatlarıyla doğal gaz ihraç<br />
kapasitesi:<br />
• Ukrayna 130bcm/y<br />
• Belarus 30 bcm/y<br />
• Mavi Akım 16 bcm/y<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Kenan Şahin<br />
• Finlandiya, Litvanya, Letonya, Estonya<br />
10 bcm/y<br />
• Kuzey Akım 55 bcm/y<br />
• Güney Akım 63 bcm/y<br />
kadardır.<br />
Görüldüğü üzere Kuzey ve Güney Akım<br />
Projelerinin tam kapasite çalışmaya başlamaları<br />
ile beraber Rusya’nın boru hattıyla<br />
doğal gaz ihraç kapasitesi 300 bcm/y’ın üstüne<br />
çıkacaktır. Rusya’nın halen yıllık ortalama<br />
180-190 bcm/y doğal gaz ihraç ettiği göz<br />
önüne alındığında yeni hatların işletmeye<br />
alınması ile beraber 100 bcm/y’ın üstünde<br />
ek gaz üretimine ihtiyaç olacağı anlaşılmaktadır.<br />
İhtiyaç duyulan bu gaz kısmen Yamal-<br />
Bovanenkovskoye ve Shtokman sahalarının<br />
üretime başlaması ile karşılanacak ve muhtemelen<br />
Türkmenistan’dan alınan gaz miktarının<br />
da artırılmasına çalışılacaktır. Ancak,<br />
bu iki kaynak da ihtiyacı tam karşılayamayacağından<br />
var olan hatların kapasite kullanım<br />
oranları değiştirilerek Kuzey ve Güney Akım<br />
öncelikli hale getirilecektir. Özellikle, Ukrayna<br />
üzerinden geçen hattaki gazın önemli<br />
bir kısmının Güney Akıma aktarılması beklenmektedir.<br />
Öte taraftan Nabucco Projesinin<br />
akamete uğraması halinde Nabucco’ya<br />
verilmesi planlanan Türkmen gazının da<br />
Rusya’ya dolayısıyla Güney Akım’a verileceği<br />
düşünülmektedir.<br />
NABUCCO VE NABUCCO’NUN<br />
ALTERNATİFLERİ<br />
Güney Akım Projesi’nin kendisi<br />
Nabucco’ya bir alternatif olarak geliştirilmiştir<br />
ve dolayısıyla en önemli rakibi de Nabucco<br />
Projesi’dir.<br />
Nabucco Projesi Azerbaycan, Türkmenistan,<br />
Kazakistan, Irak ve hatta Mısır ve<br />
İran’dan elde edilecek doğal gazı, Türkiye-<br />
Gürcistan ve Türkiye-Irak sınırından başlayıp<br />
Türkiye-Bulgaristan-Romanya-Macaristan-<br />
Avusturya güzergahını izleyecek bir boru<br />
hattıyla Avrupa’ya taşımayı hedefleyen bir<br />
projedir. AB’nin enerji alanında Rusya’ya<br />
bağımlılığını azaltmayı hedefleyen bu proje<br />
ile Rusya dışındaki ülkelerden sağlanacak<br />
doğal gaz, yine Rusya by-pass edilerek<br />
Avrupa’ya taşınacaktır. Uzunluğu 3900 km<br />
ve kapasitesi 31 bcm/y olan proje AB ve ABD<br />
tarafından desteklenmektedir. Bir fikir olarak<br />
ilk defa 2002 yılında gündeme gelen projenin<br />
önce ekonomik ve teknik açıdan uygunluğu<br />
tespit edilmiş, daha sonra da projenin<br />
hayata geçirilmesi için 2005 yılında Nabucco<br />
Gas Pipeline International GmbH şirketi<br />
kurulmuştur. 7 Başlangıçta şirketin BOTAŞ,<br />
OMV (Avusturya), MOL (Macaristan), Transgaz<br />
(Romanya), Bulgargaz (Bulgaristan) olmak<br />
üzere beş ortağı varken, 2008 yılında<br />
RWE (Almanya)’nin katılmasıyla ortak sayısı<br />
altıya çıkmıştır. Nihayet 13 Temmuz 2009<br />
tarihinde, geçiş ülkelerini oluşturan Türkiye,<br />
Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya<br />
Başbakanları tarafından Ankara’da Hükümetler<br />
arası Anlaşma imzalanmıştır. İmzalanan<br />
anlaşma imzacı ülkelerin parlamentoları<br />
tarafından 2010 yılında onaylanmaya<br />
devam edilmiş ve proje popülerliğini 2011<br />
yılına kadar sürdürmüştür.<br />
Nabucco Projesi başta arkasındaki politik<br />
destek olmak üzere önemli avantajlara<br />
sahip olmakla beraber ciddi dezavantajlara<br />
da sahiptir. Her şeyden önce hattı doldurması<br />
gereken doğal gazın kaynağı belirsizdir.<br />
Hattın ilk aşamada Azerbaycan Şah Denizi<br />
II’den elde edilecek gaz ile doldurulması ve<br />
daha sonraki aşamalarda başta Türkmenistan<br />
olmak üzere diğer ülkelerden alınacak<br />
gazın kullanılması düşünülmüştür. Ancak,<br />
Şah Denizi II’den elde edilecek gaz konusunda<br />
Nabucco’nun ciddi rakipleri olduğu<br />
gibi Hazar Denizi’nin doğusundaki ülkelerde<br />
üretilen gazın Hazar’ın batısına geçirilmesi<br />
konusu da Hazar Denizi’nin hukuki statüsü<br />
konusundaki tartışmalar sebebiyle ciddi belirsizlikler<br />
ve riskler taşımaktadır. Öte yandan<br />
Orta Doğu’da yaşanan siyasi gelişmeler bu<br />
bölgeden elde edilecek gazın en azından<br />
kısa vadede Nabucco için bir kaynak teşkil<br />
etmeyeceğini göstermektedir.<br />
Orta Doğu ve Hazar bölgesi’nden gelmesi<br />
beklenen gaza ilişkin belirsizliklerin çok<br />
yüksek olması, Şah Denizi II gazını Nabucco<br />
için olmazsa olmaz noktasına taşımaktadır.<br />
Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan Şah<br />
Denizi sahası Azerbaycan’ın en büyük doğal<br />
gaz sahasıdır. 1,2 tcm doğal gaz rezervine<br />
sahip olan bu sahayı işleten konsorsiyum<br />
BP (% 25,5), Statoil (% 25,5), SOCAR (% 10),<br />
Total S.A. (% 10), LukAgip (% 10), NIOC (%<br />
Çisel İleri, İKV Değerlendirme Notu, Dünden Bugüne Nabucco Projesi,<br />
Aralık 2011.<br />
49<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve Nabucco Projelerinin<br />
Değerlendirilmesi<br />
50<br />
10), TPAO’dan (% 9) oluşmaktadır. Varlığı,<br />
Şah Denizi II’den elde edilecek doğal gaza<br />
son derece bağlı olan Nabucco’yu oluşturan<br />
şirketlerin hiçbirinin bu sahayı işletmek amacıyla<br />
oluşturan konsorsiyumda yer almaması<br />
da Nabucco’nun zayıf yönlerinden birisi<br />
olarak değerlendirilebilir.<br />
Şah Denizi II gazı için Nabucco ile yarışan<br />
projeler aşağıda kısaca ele alınmıştır.<br />
1- Interkonnektör Türkiye, Yunanistan,<br />
İtalya (ITGI) 8 : Türkiye-Yunanistan-İyonya<br />
Denizi-İtalya güzergahında yapılması düşünülen<br />
hattın kapasitesi 10 bcm/y kadardır.<br />
Türkiye’yi Yunanistan’a bağlayan 11,5<br />
bcm kapasiteli interkonnektör zaten 2007<br />
Kasım ayından beri faal vaziyettedir. ITGI<br />
Projesi ile Yunanistan İtalya’ya 600 km’si<br />
karada Yunanistan’da, 200 km’si ise İyonya<br />
Denizi’nde olmak üzere 800 km uzunluğunda<br />
ve 9 bcm/y kapasiteli bir boru hattı<br />
ile bağlanacaktır. Proje ayrıca Bulgaristan’ı<br />
Yunanistan’a bağlayacak 170 km uzunluğunda<br />
ve 3-5 bcm/y kapasiteli Bulgaristan-Yunanistan<br />
Interkonnektörü inşasını da<br />
içermektedir. ITGI projesinin katılımcıları<br />
BOTAŞ, DEPA (Yunanistan), Edison (İtalya)<br />
şirketleridir. ITGI Şah Denizi II gazını İtalya’ya<br />
taşımak üzere Şah Denizi II Konsorsiyumuna<br />
teklif vermişse de söz konusu Konsorsiyum<br />
Trans-Adriyatik Projesini (TAP) ITGI’ye<br />
tercih edeceğini açıklamıştır. Bu tercihte<br />
Yunanistan’da yaşanan krizin ve DEPA’nın<br />
özelleştirilmesine yönelik çalışmaların da etkili<br />
olduğu iddia edilmiştir. 9<br />
2- Trans-Adriyatik Boru Hattı (TAP): Yunanistan-Arnavutluk-Adriyatik<br />
Denizi-İtalya<br />
güzergahında yapılması düşünülen projenin<br />
kapasitesi de amacı da ITGI ile aynıdır.<br />
Ancak, hat Yunanistan’dan İtalya’ya İyonya<br />
Denizi’nden geçmemekte, bunun yerine<br />
Arnavutluk-Adriyatik Denizi yolunu takip etmektedir.<br />
Projenin katılımcıları EGL (İsviçre),<br />
E.ON.Ruhrgas (Almanya), Statoil (Norveç)<br />
firmalarıdır. Şah Denizi Konsosiyumu TAP’ı<br />
Azeri gazını İtalya’ya taşıyacak proje olarak<br />
tercih ettiğini bildirmiştir.<br />
3- Güney Doğu Avrupa Boru Hattı<br />
9<br />
Euroactiv, Greek Crisis Kills ITGI Pipeline Project, 21 Şubat 2012<br />
http://www.euractiv.com/energy/greek-crisis-kills-itgi-pipelinenews-510994<br />
(SEEP): BP tarafından hiçbir fizibilite yapılmadan<br />
gündeme getirilen SEEP, projeden<br />
ziyade bir fikir niteliğindedir. 10 bcm/y taşıma<br />
kapasitesine sahip olması hedeflenen<br />
SEEP, Şah Denizi II’den elde edilecek gazı<br />
Nabucco’ya benzer bir rota ile Avusturya’ya<br />
taşımayı planlamaktadır. Hattın bir kolu ayrıca<br />
Hırvatistan’a ulaşacaktır. SEEP BOTAŞ’ın<br />
Türkiye’de sahip olduğu boru hatlarını kullanmayı<br />
ve Avrupa’daki mevcut interkonnektörlerden<br />
faydalanmayı planladığından<br />
sadece 1300 km yeni hat inşa edilmesini<br />
öngörmektedir. Projenin maliyetine ilişkin<br />
henüz ciddi bir fizibilite çalışması yapılmamış<br />
olmakla beraber, Nabucco ile kıyaslandığında<br />
inşa edilecek hat uzunluğunun 3900<br />
km’den 1300 km’ye düşmesi ile beraber maliyetlerin<br />
de önemli oranda azalması beklenmektedir.<br />
4- Trans-Anadolu Boru Hattı (TANAP):<br />
17 Kasım 2011 tarihinde Üçüncü Karadeniz<br />
Enerji ve Ekonomi Forumu’nda, Azerbaycan<br />
petrol şirketi SOCAR’ın Başkanı Rovnag<br />
Abdullayev tarafından açıklanan TA-<br />
NAP Projesi, 16 bcm/y kapasiteli bir hattın<br />
Azerbaycan’dan Türkiye-Bulgaristan sınırına<br />
kadar inşa edilmesini öngörmektedir. Daha<br />
önce (25 Ekim 2011) SOCAR ile BOTAŞ<br />
arasında yapılan görüşmelerde 2017-18<br />
yıllarından başlamak üzere Azerbaycan’ın<br />
Türkiye’ye, 6 bcm Türkiye’nin kendi iç ihtiyacını<br />
karşılamak 10 bcm de transit olarak<br />
Avrupa’ya ihraç edilmek üzere yıllık 16 bcm<br />
gaz göndermesi konusunda anlaşmaya<br />
zaten varılmıştı. 10 TANAP’ın açıklanması ile<br />
beraber BP’nin SEEP projesine son derece<br />
benzer bir proje de Azerbaycan petrol şirketi<br />
SOCAR tarafından açıklanmış oldu. 11<br />
Verilen teklifler ve oluşturulan konsorsi-<br />
10<br />
Ferruh Demirmen, BP-SOCAR duo deliver ‘coup de grace’ to Nabucco,<br />
19 Aralık 2011, News.Az,<br />
11<br />
Burada ele alınan Nabucco’ya rakip bu dört projenin dışında;<br />
• Bakü-Tiflis-Erzurum Hattı olarak da bilinen Güney Kafkasya Boru<br />
Hattı’nın kapasitesinin 7 bcm/y ’dan 16 bcm/y’a çıkarılmasına ilişkin proje<br />
(SCP),<br />
• Azerbaycan-Gürcistan-Karadeniz-Ukrayna ve/veya Romanya- Macaristan-Slovakya-Polonya-Litvanya<br />
güzergahını izleyecek 8 bcm/y kapasiteli<br />
Beyaz Akım Projesi ve<br />
• Azerbaycan-Gürcistan-Romanya Interconnector (AGRI) LNG projeleri<br />
de mevcuttur.<br />
Ancak, bu projeler Şah Denizi II üretimi için Konsorsiyuma teklif vermediklerinden<br />
ve Konsorsiyum üyeleri tarafından açıkça desteklenmediklerinden<br />
ayrıca ele alınmamışlardır.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Kenan Şahin<br />
yumlar incelendiğinde, Şah Denizi II gazının<br />
Güney Avrupa’da İtalya’ya ve Orta Avrupa’da<br />
Avusturya’ya taşınmasının öncelikli olduğu<br />
anlaşılmaktadır. Bu çerçevede ITGI ile TAP<br />
İtalya güzergahı için rekabet etmişlerdir ve<br />
yarışın şimdilik TAP tarafından kazanıldığı<br />
görülmektedir. Avusturya güzergahı için ise<br />
yarışın Nabucco, SEEP ve TANAP arasında<br />
olacağı anlaşılmaktadır. SEEP ve TANAP birbirine<br />
son derece yakın iki proje olduğundan<br />
büyük olasılıkla bu iki projeyi ayrı ayrı ortaya<br />
koyan şirketler bir noktada bir araya gelebileceklerdir.<br />
Nabucco Konsorsiyumu da<br />
yarışta geri kalmamak için Nabucco Projesinin<br />
kapsamı daraltılmış bir versiyonu olan<br />
Batı Nabucco projesini ortaya koymuştur.<br />
Batı Nabucco Projesi de Türkiye-Bulgaristan<br />
sınırından başlayıp Bulgaristan-Romanya-<br />
Macaristan-Avusturya yolunu izleyecektir ve<br />
uzunluğunun 1300 km olması planlanmaktadır.<br />
Özetle, Şah Denizi II’nin üreteceği bütün<br />
gaza talip olmayı hedefleyen Nabucco önce<br />
Güney Avrupa Hattı için TAP’a verilen destek<br />
ve daha sonra da Şah Denizi Konsorsiyumunu<br />
oluşturan iki ayrı şirket tarafından ortaya<br />
atılan SEEP ve TANAP projeleri ile darbe almıştır.<br />
Nabucco Konsorsiyumu bunlara cevap<br />
olarak Batı Nabucco’yu ortaya koymuşsa<br />
da Batı Nabucco’nun orijinal Nabucco’ya<br />
göre bir geri adım olduğu açıktır.<br />
Orijinal Nabucco Projesinin ağır darbeler<br />
almasının önde gelen sebepleri gaz kaynaklarındaki<br />
belirsizlik ve Şah Denizi II gazı için<br />
sürdürülen rekabet olmakla beraber yaşanan<br />
küresel ekonomik kriz de projeyi olumsuz<br />
etkilemiştir. Öte yandan, projenin maliyetine<br />
ilişkin tartışmalar da hiç bitmemiştir.<br />
2008 yılında yapılan fizibilite çalışmaları sonucunda<br />
proje maliyetinin 7,9 milyar avro civarında<br />
olacağını tahmin edilmişse de, başta<br />
BP olmak üzere farklı kaynaklar proje maliyetinin<br />
14 milyar avroya kadar çıkabileceğini<br />
belirtmekten ve projenin maliyetine ilişkin<br />
spekülasyonlar yapmaktan geri durmamışlardır.<br />
12<br />
Projenin gaz kaynaklarına ilişkin belirsizlikler,<br />
yaşanan global ekonomik kriz ve proje<br />
maliyetinin artma olasılığı Nabucco’yu oluşturan<br />
Konsorsiyumun bazı ortaklarını projeyi<br />
yeniden değerlendirmeye itmiştir. Nitekim,<br />
2012 yılı içinde önce Avusturya Başbakanı<br />
Viktor Orban, Nabucco Gas Pipeline International<br />
GmbH’in ortaklarından MOL’in projeden<br />
çekilebileceğini söylemiş 13 , sonra da<br />
Alman RWE şirketi projeye katılımlarını yeniden<br />
değerlendirdiklerini açıklamıştır. 14<br />
Sonuç olarak, Güney Akım’ın en ciddi rakibi<br />
olan Nabucco en azından kısa vadede<br />
Batı Nabucco’ya indirgenmiş ve Güney Akıma<br />
ciddi bir alternatif olma şansını kaybetmiş<br />
görünmektedir. Her ne kadar Nabucco Konsorsiyumu<br />
ve projeyi destekleyen muhtelif<br />
ülkelerden Nabucco’nun varlığını sürdürdüğü<br />
açıklansa da Nabucco’yu dolduracak gazın<br />
kaynağı, projenin maliyeti ve bu maliyete<br />
katlanmaya hazır güçlü konsorsiyum üyeleri<br />
bulunmadığı takdirde bunlar boş temenniler<br />
olmaktan öteye geçemeyeceklerdir.<br />
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ<br />
Rusya sahip olduğu doğal kaynaklar ve<br />
coğrafi konumu itibariyle Avrupa enerji güvenliği<br />
için son derece önemli bir ülkedir.<br />
Halen AB enerji talebinin önemli bir kısmını<br />
karşılayan Rusya, Orta Asya ve Hazar bölgesindeki<br />
ülkeler için de bir transit ülke konumundadır.<br />
Avrupa enerji güvenliği açısından<br />
Rusya’ya alternatif enerji kaynakları bulma<br />
ve bu kaynakları Rusya’yı dışarıda bırakarak<br />
tüketici ülkelere ulaştırma çabaları önce<br />
Bakü-Tiflis-Ceyhan daha sonra da Bakü-Tiflis-Erzurum<br />
Projeleri ile önemli bir mesafe<br />
kaydetmiş ve Nabucco Projesi ile bu çabalar<br />
Hazar Denizi’nin doğusuna geçmeye<br />
çalışmıştır. Bu süreç enerji taşımacılığında<br />
Türkiye’yi Rusya’nın potansiyel bir rakibi konumuna<br />
getirmiştir.<br />
Güney Akım Projesi bu çerçevede Rus-<br />
51<br />
12<br />
Nabucco could cost up to 14 bln euros, Oettinger, Reuters, 13<br />
Ekim 2011, http://www.reuters.com/article/2011/10/13/nabucco-idUK-<br />
L5E7LD2X520111013<br />
ayrıca Vladimir Socor, Nabucco faces cost surge, Asia Times, 26 Şubat<br />
2011,<br />
http://www.atimes.com/atimes/Central_Asia/MB26Ag01.html<br />
13<br />
Hungarian Leader Says Pipeline Project Is In Trouble, The New York<br />
Times, 23 Nisan 2012, http://www.nytimes.com/2012/04/24/business/<br />
global/hungarian-leader-says-pipeline-project-is-in-trouble.html<br />
14<br />
Germany’s RWE Revises Nabucco Participation, RIANOVOSTI, 13 Mayıs<br />
2012 http://en.rian.ru/world/20120513/173424873.html<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve Nabucco Projelerinin<br />
Değerlendirilmesi<br />
52<br />
ya tarafından Nabucco’ya alternatif olarak<br />
hazırlanmış bir projedir. Zira Nabucco, Rusya<br />
tarafından, Rusya’nın gerek Orta Asya,<br />
Kafkaslar ve Hazar bölgesindeki ve gerekse<br />
Avrupa’daki ekonomik ve siyasi çıkarları açısından<br />
bir tehdit unsuru olarak algılanmıştır.<br />
Projenin gerçekleşmesi halinde bir yandan<br />
Rusya’nın transit bir ülke olarak Orta Asya<br />
ve Hazar bölgesi ülkeleri üzerindeki siyasi<br />
ve ekonomik nüfuzu azalacak, öte yandan<br />
projeyle taşınacak gaz Avrupa’da Rus gazı<br />
ile rekabet edebilecektir.<br />
Rusya açısından gerek Orta Asya-Hazar<br />
bölgesinde ve gerekse Avrupa’da stratejik<br />
üstünlüğün korunabilmesi için Orta Asya ve<br />
Hazar bölgesi kaynaklarının arada Rusya<br />
olmaksızın Avrupa’ya ulaşmasının mutlaka<br />
engellenmesi gerekmektedir. Rusya-Gürcistan-Ermenistan-İran<br />
ekseni bu fonksiyonu<br />
görme kapasitesine sahip olmakla birlikte,<br />
Gürcistan’ın Rusya ekseninden çıkması sonucu<br />
Bakü-Tiflis-Ceyhan ve Bakü-Tiflis-Erzurum<br />
projeleri gündeme gelmiş ve Rusya bu<br />
anlamda kısmen güç kaybına uğramıştır. Bunun<br />
üzerine Rusya, doğuyu batıdan ayıran<br />
ikinci bir hat oluşturma çabasına girmiştir.<br />
Bu hat Rusya-Hazar Denizi-İran hattıdır. Rusya<br />
Hazar Denizi’ni hukuken sorunlu bir yer<br />
noktasına taşıyarak ve İran’ın ne savaş ne<br />
de barışla aşılmasına müsaade etmeyerek,<br />
Orta Asya ve Hazar bölgesi doğal kaynaklarının<br />
batıya ulaşmasını engellemektedir.<br />
Doğuda Orta Asya ve Hazar bölgesi ile<br />
Türkiye arasında duvar örerek bölgenin doğal<br />
kaynaklarının kendi aracılığı olmadan<br />
batıya ulaşmasını engelleyen Rusya, batıda<br />
Avrupa pazarına doğrudan ulaşmak için<br />
eski Baltık Ülkeleri, Ukrayna ve Belarus’un<br />
oluşturduğu duvarı yıkmaya çalışmaktadır. 15<br />
Rusya nasıl Orta Asya ülkelerinin doğal kaynaklarının<br />
batıya aktarılmasında bir transit<br />
ülke ise bu ülkeler de gerek Orta Asya ülkelerinin<br />
ve gerekse Rusya’nın kaynaklarının<br />
batıya aktarılmasında transit ülke konumundadırlar.<br />
Bu açıdan Rusya bir yandan kendi<br />
transit konumunu korumaya çalışırken öte<br />
15<br />
Polonya’yı da bu ülkeler grubu içinde ele almak mümkündür. Zira<br />
aynı anda hem Polonya hem de Ukrayna ile sorun yaşayan Rusya’nın<br />
Avrupa’ya karayolundan ulaşması imkansızdır.<br />
yandan kendisi açısından transit olan ülkeleri<br />
by-pass etme amacını taşımaktadır.<br />
Bu çerçevede Rusya, batısında bulunan<br />
Baltık Ülkeleri-Ukrayna-Belarus hattını bypass<br />
etmek ve Almanya’ya doğrudan doğal<br />
gaz taşımak için önce Kuzey Akım Boru Projesini<br />
ortaya koymuştur. Bu proje ile Baltık<br />
Denizinden Almanya’ya uzanan 1.224 km<br />
uzunluğunda ve 55 bcm doğal gaz taşıma<br />
kapasitesine sahip bir hattın inşasına başlanmıştır.<br />
Kuzey Akım Projesi, Rusya’dan<br />
Almanya’ya karadan yapılacak doğal gaz<br />
boru hatlarına kıyasla daha pahalı olması<br />
ve bazı AB üyesi ülkeleri de by-pass etmesi<br />
sebebiyle ciddi eleştirilere hedef olmuştur.<br />
Zira daha ucuza yapılması mümkün olan<br />
hatlar varken, üye ülkelerin by-pass edilmesi<br />
amacıyla daha pahalı hatların tercih edilmesi<br />
AB’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. Ancak,<br />
Rusya’nın enerji açısından taşıdığı önem<br />
ve Almanya’nın AB içindeki ekonomik-siyasi<br />
ağırlığı bu projenin sorunsuz olarak gerçekleşmesini<br />
mümkün kılabilmiştir. Böylece,<br />
Doğu Avrupa ülkelerinin kaderleri tarihte<br />
örnekleri defalarca görüldüğü gibi bir kez<br />
daha Rus-Alman anlaşmaları ile tayin edilmeye<br />
başlanmıştır.<br />
Kuzey Akım Boru Hattı ile en önemli hedeflerinden<br />
birine ulaşan ve batısındaki ülkeleri<br />
by-pass etmeyi başaran Rusya, Nabucco<br />
Projesini gerek Orta Asya-Hazar bölgesi<br />
ülkeleri ve gerekse AB üzerindeki ekonomiksiyasi<br />
nüfuzuna bir tehdit olarak gördüğünden,<br />
bu defa Güney Akım Boru Hattı Projesini<br />
ortaya koymuştur. Güney Akım Boru<br />
Hattı Projesi Nabucco’yu (en azından kısa<br />
dönemde) devre dışı bırakarak Rusya’nın<br />
Orta Asya-Hazar bölgesinde siyasi ve ekonomik<br />
ağırlığını korumasını ve AB pazarında<br />
ekonomik ağırlığını artırmasını sağlayacak<br />
bir proje olarak tasarlanmıştır.<br />
AB’nin artan doğal gaz ihtiyaçlarının güvenli<br />
bir şekilde temini için ortaya konulan<br />
Nabucco Projesinin, gaz kaynaklarındaki<br />
belirsizlikler, yaşanan ekonomik kriz ve bu<br />
krizin Nabucco Konsorsiyumu üyesi firmalar<br />
üzerindeki etkileri ile proje maliyetine ilişkin<br />
belirsizlikler sebebiyle geri plana düşmesi<br />
Güney Akımın şansını büyük oranda artırmıştır.<br />
Ancak Nabucco Projesi asıl darbeyi Gü-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Kenan Şahin<br />
ney Avrupa Hattı için TAP’a verilen destek ve<br />
daha sonra da Şah Denizi Konsorsiyumu’nu<br />
oluşturan iki ayrı şirket tarafından ortaya atılan<br />
SEEP ve TANAP projeleri ile almıştır. Güney<br />
Akım Projesi’nin de doğal gaz kaynaklarına<br />
ilişkin sorunları olduğu düşünülmekte<br />
ise de, projenin Rusya açısından taşıdığı büyük<br />
önem ve dolayısıyla Rusya’nın projeye<br />
verdiği büyük destek sebebiyle bu sorunlar<br />
ikinci plana itilebilmektedir.<br />
Nabucco’nun ikinci plana düşmesi ve<br />
Güney Akım Projesinin ön plana çıkması<br />
Rusya’nın elini güçlendirirken, Azerbaycan<br />
Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi (SO-<br />
CAR) tarafından ortaya konulan TANAP da<br />
Azerbaycan’ı kuvvetlendirmiştir. Sürecin<br />
kaybedenleri ise şimdilik Türkiye, Ukrayna<br />
ve Hazar Denizi’nin doğusundaki başta<br />
Türkmenistan olmak üzere Türk Dünyası olmuştur.<br />
Bir yandan Türkiye’nin enerjide transit<br />
ülke olma konumu zayıflarken, öte yandan<br />
İran-Rusya işbirliği marifetiyle Avrupa’ya<br />
doğrudan ulaşması engellenen Türkmenistan<br />
ve Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri,<br />
Rusya, İran ve Çin arasında tercihler yapmaya<br />
zorlanmakta ve yapılan bu tercihler bu<br />
ülkelerin rejimlerinden ekonomilerine kadar<br />
her alanda belirleyici olabilmektedir.<br />
Halen ABD ve AB’nin Türkmen gazının<br />
önce Azerbaycan’a ve oradan da Avrupa’ya<br />
taşınması amacıyla Trans-Hazar boru hattının<br />
inşa edilmesi için girişimlerini sürdürdüğü<br />
bilinmektedir. Trans-Hazar boru hattı<br />
Hazar’ın doğusu ile batısını birleştirerek, Hazar<br />
Denizi’ni doğu ile batı arasında örülmek<br />
istenen duvarın bir taşı olmak yerine, doğuyla<br />
batıyı birleştiren bir köprü haline getirecektir.<br />
Hazar’ın iki kıyısının bir boru hattı ile<br />
birbirine bağlanması, bölgenin doğal kaynaklarının<br />
Azerbaycan-Türkiye güzergahından<br />
batıya taşınmasını mümkün kılacaktır.<br />
Bu çerçevede, Nabucco Projesi akamete<br />
uğrasa ve Güney Akım inşa edilse bile,<br />
Türkiye’nin Trans-Hazar hattının yapılmasına<br />
yönelik çabaları desteklemeye devam etmesinin,<br />
uzun vadede hem Orta Asya-Hazar<br />
bölgesi ülkeleri, hem de Türkiye açısından<br />
son derece faydalı olacağı düşünülmektedir.<br />
Unutulmamalıdır ki Türkiye transit ülke olarak<br />
Rusya’nın en ciddi rakibidir ve eğer Orta<br />
Asya bölgesi kaynakları Türkiye üzerinden<br />
batıya taşınırsa Türkiye hem doğuda, hem<br />
de batıda bugünkünden çok daha yüksek<br />
bir ekonomik ve siyasi nüfuza sahip olacaktır.<br />
KAYNAKLAR<br />
BP Energy Outlook 2030<br />
http://www.bp.com/sectiongenericarticle800.do?categoryId=9037134&content<br />
Id=7068677<br />
BP Statistical Review of World Energy<br />
<strong>2013</strong>,<br />
http://www.bp.com/content/dam/bp/<br />
pdf/statistical-review/statistical_review_of_<br />
world_energy_<strong>2013</strong>.pdf<br />
Demirmen Ferruh, BP-SOCAR duo deliver<br />
‘coup de grace’ to Nabucco, 19 Aralık<br />
2011, News.Az,<br />
http://www.news.az/articles/economy/51212<br />
Edison, Fact sheet: Information and Details<br />
on the ITGI and IGB Pipelines,<br />
http://www.edison.it/media/ITGIpipeline.<br />
pdf<br />
Euroactiv, Greek Crisis Kills ITGI Pipeline<br />
Project, 21 Şubat 2012<br />
http://www.euractiv.com/energy/greekcrisis-kills-itgi-pipeline-news-510994<br />
European Commission, Direktorate-General<br />
for Energy, Market Observatory for<br />
Energy Key Figures 2011<br />
http://ec.europa.eu/energy/observatory/<br />
countries/doc/key_figures.pdf<br />
European Greens Say No to Shale Gas<br />
Extraction (Fracking) in Europe, 16. Council<br />
Meeting European Green Party Resolution,<br />
Kopenhag, 11-13 Mayıs 2012.<br />
http://europeangreens.eu/sites/europe-<br />
53<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve Nabucco Projelerinin<br />
Değerlendirilmesi<br />
54<br />
angreens.eu/files/NO%20to%20Shale%20<br />
Gas%20Fracking%20in%20Europe%20<br />
as%20Adopted.pdf<br />
Friedrich Ebert Stiftung, Expert Opinions<br />
and Studies on Economic and Social Policy,<br />
Diskurs, Scenarios for Phasing Out Nuclear<br />
Energy in Germany, Ekim 2011.<br />
http://library.fes.de/pdf-files/wiso/08506.<br />
pdf<br />
Gazprom, South Stream Energising Europe,<br />
Presentation, Brüksel, 25 Mayıs 2011.<br />
http://www.gazprom.com/f/<br />
posts/85/290063/presentation.pdf<br />
Germany’s RWE Revises Nabucco Participation,<br />
RIANOVOSTİ, 13 Mayıs 2012 http://<br />
en.rian.ru/world/20120513/173424873.html<br />
Hungarian Leader Says Pipeline Project<br />
Is In Trouble, The New York Times, 23 Nisan<br />
2012,<br />
http://www.nytimes.com/2012/04/24/<br />
business/global/hungarian-leader-sayspipeline-project-is-in-trouble.html?_r=0<br />
İleri Çisel, İKV Değerlendirme Notu, Dünden<br />
Bugüne Nabucco Projesi, Aralık 2011.<br />
http://www.ikv.org.tr/images/upload/<br />
data/files/dunden_bugune_nabucco_projesi.pdf<br />
MİTei, The Future of Natural Gas, An<br />
Interdiciplinary MIT Study, Interim Report,<br />
2010,<br />
http://mitei.mit.edu/publications/reportsstudies/future-natural-gas<br />
Nabucco could cost up to 14 bln euros,<br />
Oettinger, Reuters, 13 Ekim 2011, http://<br />
www.reuters.com/article/2011/10/13/nabucco-idUKL5E7LD2X520111013<br />
Philippe&Partners, Final Report on Unconventional<br />
Gas in Europe, Brüksel, 8 Kasım<br />
2011<br />
http://ec.europa.eu/energy/studies/<br />
doc/2012_unconventional_gas_in_europe.<br />
pdf<br />
Şahin Kenan, Rusya Federasyonu Enerji<br />
Sektörünün Yapısı, Sektörde Yaşanan Gelişmeler<br />
ve Rusya Federasyonu’nun G-8 Başkanlığı,<br />
TC Dışişleri Bakanlığı, Uluslararası<br />
Ekonomik Sorunlar Dergisi, Sayı XX, Şubat<br />
2006.<br />
http://www.mfa.gov.tr/rusya-<br />
federasyonu-enerji-sektorunun-yapisi_-<br />
sektorde-yasanan-gelismeler-ve-rusyafederasyonu_nun-g-8-baskanligi-.tr.mfa<br />
Vladimir Socor, Nabucco faces cost surge,<br />
Asia Times, 26 Şubat 2011,<br />
http://www.atimes.com/atimes/Central_<br />
Asia/MB26Ag01.html<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
KAMU GÖREVLİSİ OLMAYAN<br />
SÖZLEŞMELİ AİLE HEKİMİ VE AİLE<br />
SAĞLIĞI ELEMANI İSTİHDAMI<br />
Nihat Kayar*<br />
*Öğr. Gör., Mersin Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü<br />
1<br />
Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Kanun, No: 5258,Tarihi:<br />
24/11/2004, R.G.: 9/12/2004, 25665.<br />
2<br />
Resmi Gazete: 6.7.2005, 25867.<br />
3<br />
Resmi Gazete: 12.08.2005, 25904.<br />
4<br />
Danıştay, 5. D., Karar: 2009/2011, Esas: 2007/6860, Karar Tarihi:<br />
15/04/2009.<br />
5<br />
Resmi Gazete: 25.05.2010, 27591.<br />
A. KONUYA İLİŞKİN MEVZUAT<br />
24 Kasım 2004 tarih ve 5258 sayılı Aile Hekimliği<br />
Pilot Uygulaması Hakkında Kanun’la,<br />
Sağlık Bakanlığı’nın pilot olarak belirleyeceği<br />
illerde aile hekimi ve aile sağlığı elemanı istihdamına<br />
karar verilmiştir. 1 Kanun’un yürürlüğe<br />
girmesinden sonra, 6 Temmuz 2005<br />
tarihli Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında<br />
Yönetmelik 2 ve 12 Ağustos 2005 tarihli<br />
Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Kapsamında<br />
Sağlık Bakanlığınca Çalıştırılan Personele<br />
Yapılacak Ödemeler ve Sözleşme Şartları<br />
Hakkında Yönetmelik yürürlüğe girmiştir. 3 12<br />
Ağustos 2005 tarihli Yönetmeliğin iptali için<br />
İzmir Tabip Odası tarafından açılan davada<br />
Danıştay red kararı vermiştir. 4 Daha sonra 6<br />
Temmuz 2005 tarihli Yönetmeliği yürürlükten<br />
kaldıran 25 Mayıs 2010 tarihli Aile Hekimliği<br />
Uygulama Yönetmeliği 5 ve son olarak da 12<br />
Ağustos 2005 tarihli Yönetmeliği yürürlükten<br />
kaldıran 30 Aralık 2010 tarihli Aile Hekimliği<br />
Uygulaması Kapsamında Sağlık Bakanlığınca<br />
Çalıştırılan Personele Yapılacak Ödemeler<br />
İle Sözleşme Usul Ve Esasları Hakkında Yönetmelik<br />
çıkarılmıştır. 6<br />
Günümüzde konu 5258 sayılı Kanuna ve<br />
bu iki yönetmeliğe göre yürütülmektedir. Ancak<br />
5258 sayılı Aile Hekimliği Pilot Uygulaması<br />
Hakkında Kanun yerine Aile Hekimliği<br />
Uygulama Kanunu çıkarılacağı ve bunun alt<br />
mevzuatının oluşturulacağı Sağlık Bakanlığınca<br />
söylenmektedir. 7<br />
B. TANIMI, STATÜLERİ VE MALÎ HAK-<br />
LARI<br />
1. Aile Hekimi.- Aile hekimi, kişiye yönelik<br />
koruyucu sağlık hizmetleri ile birinci basamak<br />
teşhis, tedavi ve rehabilite edici sağlık<br />
hizmetlerini yaş, cinsiyet ve hastalık ayrımı<br />
yapmaksızın her kişiye kapsamlı ve devamlı<br />
olarak belli bir mekânda vermekle yükümlü,<br />
gerektiği ölçüde gezici sağlık hizmeti veren<br />
ve tam gün esasına göre çalışan aile hekimliği<br />
uzmanı veya Sağlık Bakanlığı’nın öngördüğü<br />
eğitimleri alan uzman tabip veya tabipdir<br />
(5258 m. 2).<br />
Tanımın unsurları.-<br />
- Aile hekimi, “aile hekimliği uzmanı” ola-<br />
6<br />
Resmi Gazete: 30/12/2010, 27801.<br />
7<br />
Sağlık Bakanlığı, 2010 Mali Yılı İdare Faaliyet Raporu, s. 37.<br />
55<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Kamu Görevlisi Olmayan Sözleşmeli Aile Hekimi Ve Aile Sağlığı Elemanı İstihdamı<br />
56<br />
8<br />
Mustafa Özyurt - ... sevk ettiği hasta, gönderdiği kurum<br />
tarafından geri çevrilmeyecek şekilde sevk edilmelidir. Aile hekimi<br />
hastayı sevk ettiğinde, sevk ettiği üniversite hastanesi veya daha<br />
büyük bir gelişmiş hastane diyebilecektir ki, ben bu hastayı kabul<br />
etmiyorum, al başına çal, geri gönderiyorum... Buna da mutlaka<br />
bir müeyyide konulması lazım; mesela “hekimin gönderdiği hasta<br />
geri döndürülmeyecektir” veya “aile hekiminin gönderdiği hastaya<br />
mutlaka hastanede bakılacaktır” şeklinde bir müeyyide konulması<br />
lazım. Bana sorarsanız arkadaşlar -bir hekim olarak söylüyorumbu<br />
tasarı çalakalem yazılmıştır, hiç üzerinde düşünülmemiştir./ ...<br />
yıllar önce, bazı iktidarlar aile hekimliğine geçmek için girişimlerde<br />
bulunmuşlardır. 1990 yılında İngiltere’den Prof. Abel Smith isminde<br />
bir hekim çağrılmıştır Türkiye’ye “biz aile hekimliğine geçmek<br />
istiyoruz, ne dersiniz” diye kendisine sorulmuştur. Prof. Abel<br />
Smith “sakın aile hekimliğine geçmeyin; çünkü, birincisi, ücretsiz<br />
olarak bütün hastalarınıza bakamazsınız. İkincisi, sağlık alanındaki<br />
insangücünü ülkenize tamamen yaymadıktan sonra, eşit şekilde<br />
yaymadıktan sonra, bunda -kelimenin tam anlamıyla, kusura<br />
bakmayın- çuvallarsınız” demiştir. Bunları, 1990 yılında söylemiştir.<br />
Biz, 2004’e geliyoruz... hekim sayımız da yeterli. Türkiye’nin şu<br />
anda 95 000 hekimi var, 10 000 hekimi de işsiz, şurada burada<br />
çalışan hekim. Yani, siyasî iktidar, eğer isterse, bu hekimleri<br />
düzgün bir şekilde dağıtabilse, ülkenin her tarafına dağıtabilse, şu<br />
anda uygulanan 224 sayılı Yasayla çok daha iyi sonuç alınacaktır.<br />
bileceği gibi, Sağlık Bakanlığı’nın öngördüğü<br />
eğitimleri alan uzman tabip veya tabip de<br />
olabilir.<br />
- Aile hekimi, kişiye yönelik koruyucu<br />
sağlık hizmetleri ile birinci basamak teşhis,<br />
tedavi ve rehabilite edici sağlık hizmetlerini<br />
vermekle yükümlüdür. Bu hizmet, Anayasaya<br />
göre, yönetsel bir kamu hizmeti olan ve<br />
Devletin yürütmekle yükümlü olduğu asli ve<br />
sürekli sağlık kamu hizmetlerinin bir parçasıdır.<br />
- Bu hizmetlerin, yaş, cinsiyet ve hastalık<br />
ayrımı yapmaksızın her kişiye sunulması<br />
zorunludur. 5258 sayılı Kanunun TBMM görüşmelerinde<br />
tartışmalar yaşanmış ve doktorların<br />
hastalık ayrımı yapabilecekleri dile<br />
getirilmiştir. 8<br />
- Aile hekimlerine, hizmetleri, kapsamlı ve<br />
sürekli olarak ve belli bir mekânda vermek<br />
yükümlülüğü getirilmiştir. Kapsam konusu<br />
muğlak ve belirsizdir. Mekân konusunda<br />
Kanuna hüküm konulmuştur. Buna göre,<br />
Hazine, belediye veya il özel idaresine ait taşınmazlardan<br />
aile sağlığı merkezi olarak kullanılması<br />
uygun görülenler, Maliye Bakanlığı,<br />
belediye veya il özel idarelerince bu amaçla<br />
kullanılmak üzere doğrudan aile hekimine kiraya<br />
verilebilir (m.4).<br />
- Aile hekimi, gerektiği ölçüde gezici sağlık<br />
hizmeti ve yerinde sağlık hizmeti de verebilecektir.<br />
Gezici sağlık hizmeti, aile hekimi<br />
ve/veya aile sağlığı elemanının, il sağlık müdürlüğü<br />
tarafından belirlenen uzak mahalle,<br />
belde, köy, mezra gibi yerleşim birimlerine<br />
Bakanlıkça belirlenen usul ve esaslara göre<br />
giderek mahallinde vereceği sağlık hizmetidir<br />
(A.H.U. Yön. m.3/1-ğ ). Yerinde sağlık hizmeti<br />
ise, aile hekimi ve/veya aile sağlığı elemanının,<br />
belirlenen cezaevi, çocuk ıslahevi,<br />
huzurevi, korunmaya muhtaç çocukların<br />
barındığı çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtları<br />
gibi toplu yaşam alanlarına giderek yerinde<br />
vereceği sağlık hizmetidir (m.3/1-k ).<br />
- Aile hekimi, tam gün esasına göre çalışan<br />
kişidir. Bu nedenle, hizmetin sürekli verilmesi<br />
zorunluluğu nedeniyle, A.H.U.Y.’nde<br />
“Geçici aile sağlığı elemanı” da öngörülmüştür.<br />
Bu kişi, aile sağlığı elemanının yıllık<br />
izin, hastalık izni ve benzeri nedenlerle görev<br />
başında bulunamadığı sürede yerine bakan<br />
veya boş aile sağlığı elemanı pozisyonuna<br />
yerleştirme yapılıncaya kadar bu pozisyona<br />
görevlendirilen aile sağlığı elemanıdır<br />
(A.H.U. Yön. m.3/1-g ).<br />
2. Aile Sağlığı Elemanı.- 5258 sayılı<br />
Kanun’da aile sağlığı elemanı, aile hekimi<br />
ile birlikte hizmet veren hemşire, ebe, sağlık<br />
memuru “gibi” sağlık elemanı olarak tanımlanmıştır<br />
(m.2). 12 Ağustos 2005 tarihli Yönetmelik<br />
bu tanımı aynen tekrarlamış, ancak<br />
halen yürürlükteki Aile Hekimliği Uygulama<br />
Yönetmeliği’nde (m. 3/1-c) ise, aile sağlığı<br />
elemanı, “Aile hekimi ile birlikte hizmet veren,<br />
sözleşmeli olarak çalıştırılan veya Bakanlıkça<br />
görevlendirilen hemşire, ebe, sağlık memuru<br />
(toplum sağlığı) ve acil tıp teknisyeni” olarak<br />
tanımlanarak “gibi” kelimesinden “sağlık<br />
memuru (toplum sağlığı) ve acil tıp teknisyeni”<br />
anlaşılması gerektiği hükme bağlanmıştır.<br />
Yönetmelikteki bu hüküm değişmediği sürece,<br />
aile sağlığı elemanı olarak çalıştırılacaklar<br />
yalnızca dört grup çalışan yani hemşire,<br />
ebe, sağlık memuru (toplum sağlığı) ve acil<br />
tıp teknisyenidir. Nitekim Sağlık Bakanlığı’nın<br />
kamu görevlisi olmayan 3.000 aile sağlığı<br />
elemanı istihdamına ilişkin Temmuz 2011 tarihli<br />
yazısında, ilgili pozisyonlara; Türkiye’de<br />
mesleğini icra etmeye yetkili ve ortaöğretim<br />
veya yüksek öğretim kurumlarının ebelik,<br />
hemşirelik, sağlık memuru (toplum sağlığı),<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Nihat Kayar<br />
acil tıp teknisyenliği bölümlerinden mezun<br />
olanların başvurabileceği belirtilmiştir. 9<br />
3. Kamu Görevlisi Olmayan Aile Hekimi<br />
Ve Aile Sağlığı Elemanı Alınması.- Sağlık<br />
Bakanlığı; Bakanlık veya diğer kamu kurum<br />
veya kuruluşları personeli olan uzman tabip,<br />
tabip ve aile sağlığı elemanı olarak çalıştırılacak<br />
sağlık personelini, kendilerinin talebi<br />
ve kurumlarının veya Bakanlığın muvafakatı<br />
üzerine, 657 sayılı Kanun ile diğer kanunların<br />
sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki<br />
hükümlerine bağlı olmaksızın, sözleşmeli<br />
olarak çalıştırmaya veya bu nitelikteki Bakanlık<br />
personelini aile hekimliği uygulamaları<br />
için görevlendirmeye yetkilidir (5258 m.<br />
3/1). Pilot ilde boş aile hekimi ve aile sağlığı<br />
elemanı pozisyonları görevlendirme suretiyle<br />
doldurulur. Farklı ilçeden görevlendirme<br />
yapılması halinde, görevlendirme süresi,<br />
personelin rızası olmadıkça 6 ayı geçemez. 10<br />
Aile sağlığı elemanları, aile hekimi tarafından<br />
belirlenen ve Sağlık Bakanlığı tarafından<br />
uygun görülen, kurumlarınca da muvafakati<br />
verilen Bakanlık veya diğer kamu kurum<br />
ve kuruluşları personeli arasından seçilir ve<br />
bunlar sözleşmeli olarak çalıştırılır. Bu suretle<br />
eleman temin edilememesi halinde, Sağlık<br />
Bakanlığı, personelini bu hizmetler için<br />
görevlendirebilir. İhtiyaç duyulması halinde,<br />
Türkiye’de mesleğini icra etmeye yetkili ve<br />
657 sayılı Kanunun 48/(A) bendinin (4), (5)<br />
ve (7) numaralı alt bentlerindeki şartları 11<br />
taşıyan kamu görevlisi olmayan uzman tabip,<br />
tabip ve aile sağlığı elemanları; Sağlık<br />
Bakanlığının önerisi, Maliye Bakanlığının uygun<br />
görüşü üzerine sözleşme yapılarak aile<br />
hekimliği uygulamalarını yürütmek üzere çalıştırılabilir<br />
(5258 m. 3/2).<br />
Sözleşmeli olarak çalışan aile hekimi ve<br />
aile sağlığı elemanları kurumlarında aylıksız<br />
veya ücretsiz izinli sayılırlar ve bunların kadroları<br />
ile ilişkileri devam eder. Bu personel,<br />
9<br />
Vekil ebe-hemşire- sağlık memuru (toplum sağlığı) olarak çalışan<br />
kişiler de başvuru yapabilecektir.<br />
10<br />
EK-1 Aile Hekimliği Uygulamasında Atama ve Nakillerle İlgili<br />
Usul ve Esaslar m. 4.<br />
11<br />
4. Kamu haklarından mahrum bulunmamak. 5. ... suçlarından<br />
mahkûm olmamak. 7. 53 üncü madde hükümleri saklı kalmak<br />
kaydı ile görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl<br />
hastalığı bulunmamak.<br />
talepleri halinde eski görevlerine atanırlar<br />
ve sözleşmeli statüde geçen süreleri kazanılmış<br />
hak derece ve kademelerinde veya<br />
kıdemlerinde değerlendirilir. Sözleşmeli personel<br />
statüsünde çalışmakta iken aile hekimi<br />
ve aile sağlığı elemanı statüsüne geçenlerden<br />
önceki sözleşmeli personel statüsüne<br />
dönmek isteyenler, eski kurumlarındaki boş<br />
pozisyonlara öncelikle atanırlar ve bu kapsamdaki<br />
çalışmaları hizmet sürelerinde dikkate<br />
alınır.<br />
6 Temmuz 2005 tarihli Yönetmelik Ek 1<br />
Aile Hekimliği Uygulamasında Atama ve Nakille<br />
İlgili Usul ve Esaslar’da (m. 2), aile hekimliği<br />
uygulamasına geçilen illerde öncelik<br />
sıralaması, aile hekimleri için sözleşme ile<br />
çalıştırılacak aile hekimleri (kamu görevlisi<br />
olmayanlar dahil değil); ve görevlendirme<br />
ile çalışacak aile hekimleri; Aile sağlığı elemanları<br />
öncelik sıralaması ise, sözleşme ile<br />
çalıştırılacak aile sağlığı elemanları (kamu<br />
görevlisi olmayan dahil değil) ve görevlendirme<br />
ile çalışacak aile sağlığı elemanlarına<br />
tanınmıştır. Görüldüğü gibi kamu görevlisi<br />
olmayan sözleşmeli istihdamına yönelik bir<br />
hüküm bu Yönetmeliğe konulmamıştır.<br />
25 Mayıs 2010 tarihli yürürlükteki Yönetmelik<br />
Ek 1 Aile Hekimliği Uygulamasında<br />
Atama ve Nakille İlgili Usul ve Esaslar’da ise<br />
açıkça kamu görevlisi olmayan aile hekimi<br />
(m. 2/2-b) ve kamu görevlisi olmayan sözleşmeli<br />
aile sağlığı elemanı (m. 3/2-b) istihdamı<br />
düzenlenmiştir.<br />
- Kamu görevlisi olmayan uzman tabip ve<br />
tabiplerin yerleştirilmeleri.- Pilot ilde aile hekimliği<br />
pozisyonlarının doldurulamaması halinde<br />
Valilik kamu görevlisi olmayan tabip ve<br />
uzman tabiplerden aile hekimi olarak çalıştırılmak<br />
üzere ihtiyaç duyulan sayıyı belirleyerek<br />
Bakanlıktan talepte bulunur. Bakanlığın<br />
önerisi ve Maliye Bakanlığının uygun görüşü<br />
ile pozisyon adedi belirlenir. Kanunun 3<br />
üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki şartları<br />
taşıyıp kamu görevlisi olmayan uzman tabip<br />
ve tabiplerin başvuruları alınır ve prim ödenmek<br />
suretiyle kamu sektörü dışında çalıştıkları<br />
süreler de dahil edilerek hizmet puanları<br />
hesaplanır. Bu hizmet puanı sadece aile hekimliği<br />
ilk yerleştirme ve nakillerinde geçerlidir.<br />
Kamu görevlisi olmayan uzman tabip ve<br />
57<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Kamu Görevlisi Olmayan Sözleşmeli Aile Hekimi Ve Aile Sağlığı Elemanı İstihdamı<br />
58<br />
tabiplerin yerleştirilmeleri belirlenen usule 12<br />
göre yapılır.<br />
- Kamu görevlisi olmayan ebe, hemşire<br />
veya sağlık memurlarının (toplum sağlığı)<br />
yerleştirilmesi.- Pilot ilde aile sağlığı elemanı<br />
pozisyonlarının doldurulamaması halinde<br />
Valilik aile sağlığı elemanı olarak çalıştırılmak<br />
üzere ihtiyaç duyulan yerleri ve sayıyı<br />
belirleyerek Bakanlıktan talepte bulunur.<br />
Bakanlığın önerisi ve Maliye Bakanlığının<br />
uygun görüşü ile pozisyon adedi belirlenir.<br />
Kanunun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki<br />
şartları taşıyıp pozisyona yerleşme<br />
tarihi itibari ile altı ay öncesine kadar kamu<br />
görevlisi olmayan ebe, hemşire veya sağlık<br />
memurlarından (toplum sağlığı) aile hekimi<br />
ile anlaşanlar anlaştıkları pozisyon için aile<br />
sağlığı elemanı sözleşmesi imzalarlar.<br />
Bu düzenlemeden sonra kamu görevlisi<br />
olmayan uzman tabip ve tabip istihdamı yoluna<br />
gidilmiştir. En son 2011 yılının Temmuz<br />
ayında kamu görevlisi olmayan aile sağlığı<br />
elemanı pozisyonunda 3.000 ebe, hemşire<br />
veya sağlık memuru (toplum sağlığı) ve acil<br />
tıp teknisyeni alımına karar verilmiştir. Sağlık<br />
Bakanlığı verilerine göre, ülke genelinde Aile<br />
Hekimliği uygulamasına geçildikten sonra<br />
31 Aralık 2010 tarihi itibariyle, toplam 20,185<br />
12<br />
a) Kamu görevlisi olan tabip ve uzman tabiplerin yerleştirilmeleri:<br />
... Başvuru yapan aile hekimliği uzmanları birinci grup, tabipler ve<br />
diğer uzman tabipler ise ikinci grup olacak şekilde hizmet puanına<br />
göre sıralanırlar… Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışıp,<br />
aile hekimliği eğitimi alarak sertifika sahibi olan ve Bakanlıkça<br />
belirlenen usul ve esaslara göre seçilerek birinci aşama uyum<br />
eğitiminde eğitici olarak yer aldığını belgeleyenler eğitici olarak<br />
katıldıkları her bir eğitim için ..., ek puanlamaya tâbi tutulurlar...<br />
Yerleştirmeler önce birinci grup olmak üzere en yüksek hizmet<br />
puanından başlanarak yapılır./ Birinci grubun yerleştirilmesi: Aile<br />
hekimliği uzmanları, grup çalışmasının sağlanması, uzmanlık<br />
hizmetlerinin yaygınlaştırılması ve kişilerin hizmet unsurlarından<br />
dengeli bir şekilde yararlanabilmeleri için her aile sağlığı<br />
merkezinden bir pozisyonu tercih ederek yerleşme hakları<br />
vardır. Bununla birlikte dört (dahil) - altı (dahil) birim planlanmış<br />
aile sağlığı merkezlerinde ikinci bir aile hekimliği uzmanı, altının<br />
üzerinde birim bulunan aile sağlığı merkezlerinde ise her üç birim<br />
için bir aile hekimliği uzmanı daha o pozisyonlardan birini tercih<br />
ederek yerleşebilir. Aile hekimliği uzmanı, aile hekimliği uzmanı<br />
kontenjanı dolan bir aile sağlığı merkezine ancak bir alt gruptan<br />
hizmet puanları sıralamasına göre yerleşebilir./ İkinci grubun<br />
yerleştirilmesi: Birinci grubun yerleştirilmesinde tercih hakkını<br />
kullanmayan aile hekimliği uzmanları, tabipler ve diğer uzman<br />
tabipler en yüksek hizmet puanından başlamak üzere tercihlerine<br />
göre boş kalan aile hekimliği pozisyonlarına yerleşirler.<br />
hekim görev yapmaya başlamıştır. 13 2010<br />
sonu itibariyle 3.600 kişiye bir aile hekimi<br />
hizmet vermektedir. Yıllar itibariyle aile hekimine<br />
kayıtlı kişi sayısının kademeli olarak<br />
azaltılması planlanmıştır. 14<br />
- Döner sermaye payı ve verilecek ücret.-<br />
Kadroya bağlı olarak veya sözleşmeli personel<br />
pozisyonlarında görev yapan personelden<br />
Sağlık Bakanlığınca aile hekimi veya<br />
aile sağlığı elemanı olarak görevlendirilenlere,<br />
209 sayılı Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına<br />
Bağlı Sağlık Kuruluşları ile Esenlendirme<br />
(Rehabilitasyon) Tesislerine Verilecek<br />
Döner Sermaye Hakkında Kanun uyarınca<br />
ek ödeme yapılmaz. Bunlara, aylıklarına ve<br />
ücretlerine ilaveten, çalıştıkları günler dikkate<br />
alınarak belirlenen miktarların yarısını aşmamak<br />
üzere tespit edilecek tutarda ödeme<br />
yapılır. Sözleşme yapılan aile hekimi ve aile<br />
sağlığı elemanlarına, 657 m. 4/(B) bendine<br />
göre belirlenen en yüksek brüt sözleşme ücretinin<br />
aile hekimi için (6) katını, aile sağlığı<br />
elemanı için (1,5) katını aşmamak üzere tespit<br />
edilecek tutar, çalışılan ay sonuçlarının ilgili<br />
sağlık idaresine bildiriminden itibaren 15<br />
gün içerisinde ödenir.<br />
Sözleşmeli olarak çalışmaya başlayanların,<br />
daha önce bağlı oldukları sosyal güvenlik<br />
kuruluşlarıyla ilişkileri aynı şekilde devam<br />
ettirilir. Ancak, her türlü prim, kesenek ve kurum<br />
karşılıkları verilecek ücretlerden kesilerek<br />
ilgili sosyal güvenlik kuruluşuna aktarılır.<br />
Bunlar önceki durumları çerçevesinde tedavi<br />
yardımlarından yararlanmaya devam ederler.<br />
Aile hekimi ve aile sağlığı elemanlarının<br />
durumları ve aile hekimliği uzmanlık eğitimi<br />
almış olup olmadıkları da dikkate alınmak<br />
suretiyle yapılacak ödeme tutarlarının tespitinde;<br />
çalıştığı bölgenin sosyo-ekonomik<br />
gelişmişlik düzeyi, aile sağlığı merkezi giderleri,<br />
tetkik ve sarf malzemesi giderleri, kayıtlı<br />
kişi sayısı ve bunların risk grupları, gezici<br />
sağlık hizmetleri ile aile hekimi tarafından<br />
karşılanmayan gider unsurları gibi kriterler<br />
esas alınır. Sağlık Bakanlığınca belirlenen<br />
standartlara göre, koruyucu hekimlik hizmetlerinin<br />
eksik uygulaması halinde bu öde-<br />
13<br />
Sağlık Bakanlığı 2010 Mali Yılı İdare Faaliyet Raporu, s. 48.<br />
14<br />
Sağlık Bakanlığı 2010 Mali Yılı İdare Faaliyet Raporu, s. 49.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Nihat Kayar<br />
me tutarından brüt ücretin %20’sine kadar<br />
indirim yapılır. Sosyo-ekonomik gelişmişlik<br />
düzeyi ücreti, aile sağlığı merkezi giderleri,<br />
tetkik ve sarf malzemesi giderleri ve gezici<br />
sağlık hizmetleri ödemelerinden Damga Vergisi<br />
hariç herhangi bir kesinti yapılmaz.<br />
Aile hekimleri ve aile sağlığı elemanları,<br />
mevzuat ve sözleşme hükümlerine uygunluk<br />
ile diğer konularda Bakanlık, ilgili mülkî<br />
idare ve sağlık idaresinin denetimine tâbidir.<br />
Aile hekimi ve aile sağlığı elemanları, görevleriyle<br />
ilgili ya da görevleri başında işledikleri<br />
veya kendilerine karşı işlenen suçlarda Devlet<br />
memurları gibi kabul edilir. Aile hekimi ve<br />
aile sağlığı elemanları, 3628 sayılı Mal Bildiriminde<br />
Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla<br />
Mücadele Kanunu gereğince mal bildiriminde<br />
bulunmakla yükümlüdür (m.6).<br />
C. SÖZLEŞMENİN HUKUKİ NİTELİĞİ<br />
Aile hekimliği konusunda, Sağlık Bakanlığı<br />
personeli veya diğer kamu kurum ve kuruluşları<br />
personeli ile yapılan sözleşmenin yönetsel<br />
hizmet sözleşmesi olduğunda tartışma<br />
yoktur. Burada asıl sorun, kamu görevlisi<br />
olmayan ve serbest çalışan uzman tabip,<br />
tabip, ebe, hemşire, sağlık memuru (toplum<br />
sağlığı) ve acil tıp teknisyenleri ile imzalanan<br />
sözleşmenin niteliğidir.<br />
Yönetsel hizmet sözleşmesi, yönetsel<br />
sözleşmelerin bir türüdür. Bunlar, Anayasanın<br />
128’inci maddesi kapsamında “Devletin,<br />
kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin<br />
genel idare esaslarına göre yürütmekle<br />
yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin<br />
gerektirdiği aslî ve sürekli görevler”i yürütecek<br />
olan diğer kamu görevlileri ile yönetim<br />
arasında yapılan iki yanlı bir idari işlemdir.<br />
Burada karşımıza başka bir sorun çıkmaktadır.<br />
O da, kamu görevlisi olmayan aile hekimleri<br />
ve aile sağlığı elemanları diğer kamu<br />
görevlisi midir? Çünkü, bunların diğer kamu<br />
Tablo 3.5: Aile Hekimi ve Aile Sağlığı Elemanı İstihdamı<br />
59<br />
görevlisi olarak kabul edilmeleri durumunda,<br />
bunlarla yapılan sözleşmeler, yönetsel<br />
hizmet sözleşmesi olarak kabul edilecektir.<br />
Anayasa Mahkemesinin Çoğunluk Görüşü.-<br />
5258 sayılı Kanunla ilgili olarak açılan<br />
iptal davasında Anayasa Mahkemesi, aile<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Kamu Görevlisi Olmayan Sözleşmeli Aile Hekimi Ve Aile Sağlığı Elemanı İstihdamı<br />
60<br />
15<br />
Anayasa Mahkemesi, Esas: 2005/10, Karar: 2008/63, Karar<br />
Günü: 21.2.2008, R.G.: 7.11.2008, 27047.<br />
hekimleri ve aile sağlığı elemanlarınca sunulacak<br />
olan aile hekimliği hizmetlerinin, Devletin<br />
genel idare esaslarına göre yürütmekle<br />
yükümlü olduğu kamu hizmetinin gerektirdiği<br />
asli ve sürekli görevlerden olduğunu<br />
kabul etmiş ve aile hekimliği uygulamasında<br />
çalıştırılacakları da diğer kamu görevlileri<br />
içerisinde saymıştır. Mahkemeye göre,<br />
128’inci maddedeki “diğer kamu görevlileri”<br />
kavramı, memurlar ve işçiler dışında, kamu<br />
hizmetinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerde,<br />
kamu hukuku ilişkisiyle çalışanları kapsamakta<br />
olup, kamu hizmetlerinin gerektirdiği<br />
asli ve sürekli görevlerde memur ve/<br />
veya diğer kamu görevlilerinden hangisinin<br />
çalıştırılacağına ilişkin tercih yasakoyucunun<br />
takdir alanı içindedir. Mahkeme’ye göre, ihtiyaç<br />
duyulması halinde, belirtilen nitelikleri<br />
taşıyan kamu görevlisi olmayan kişilerle idari<br />
hizmet sözleşmesi yapılarak aile hekimliği<br />
uygulamalarını yürütmek olanaklıdır. Çünkü,<br />
aile hekimliği uygulamasında çalıştırılacak<br />
olan kamu görevlisi olmayan kişiler, “diğer<br />
kamu görevlisi” kapsamındadır. 15<br />
Mahkeme, kamu görevlisi olmayan kişilerle<br />
yapılacak olan sözleşmenin niteliği<br />
üzerinde ve diğer kamu görevlilerinin kimlerden<br />
oluştuğu konuları üzerinde, herhangi bir<br />
gerekçe ve açıklama getirmeden ya da çok<br />
zayıf gerekçelerle, doğrudan bunların diğer<br />
kamu görevlileri kapsamına girdiği ve bu<br />
nedenle de imzalanan sözleşmenin kamu<br />
hukuku ilişkisi anlamında bir yönetsel hizmet<br />
sözleşmesi olduğu varsayımı üzerinden<br />
hareketle bu sonuca ulaşmıştır. Mahkeme<br />
bu görüşe, 6’ya karşı 5 oyla ulaşmıştır. İptal<br />
isteminin reddine, Fulya KANTARCIOĞLU,<br />
Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket<br />
APALAK ile Zehra Ayla PERKTAŞ’ın karşıoyları<br />
ve oyçokluğuyla karar verilmiştir.<br />
Kararın bir başka ilginç yönü de, çoğunluk<br />
görüşünü oluşturan 6 üyeden biri olan<br />
Serdar ÖZGÜLDÜR ise, bu görüşe değişik<br />
gerekçe ile katılmıştır. Özgüldür, Anayasa’nın<br />
56. ve 47. maddelerine atıfta bulunarak,<br />
aile hekimliği uygulamasında istihdam edilen<br />
kamu görevlisi olmayan kişilerin “diğer<br />
kamu görevlisi” sayılamayacaklarını söylemektedir.<br />
Bunların sunduğu sağlık hizmetinin<br />
özelliği dikkate alındığında “farklı” bir<br />
kategoriyi teşkil ettiği ve kamu hukukundan<br />
ziyade özel hukuk hükümlerine tâbi oldukları<br />
görülmektedir.<br />
Bu “farklı” kategoriye tâbi personelin<br />
“sözleşmeli” olarak çalıştırılmaları, kendilerinin<br />
657 sayılı Kanun’un 4. maddesi kapsamına<br />
girdiklerini göstermediği gibi, bu sözleşmenin<br />
“idari hizmet sözleşmesi” olarak<br />
da nitelendirilmesi mümkün değildir. Çünkü,<br />
“idari hizmet sözleşmesi” kamuda istihdam<br />
edilen ve işçi sayılmayan kişilerle idare arasında<br />
akdedilen bir sözleşme türüdür ve<br />
söz konusu kişiler 657 sayılı Kanun’un 4.<br />
maddesindeki dört istihdam türünden birini<br />
oluşturur. Bu sözleşmelerden kaynaklanan<br />
uyuşmazlıklar idari yargıda çözümlenmektedir.<br />
Sonuç olarak, bu kişileri “diğer kamu görevlisi”<br />
saymak mümkün olmadığından, bu<br />
kişilerle imzalanan sözleşmeyi de bir “idari<br />
hizmet sözleşmesi” saymaya olanak yoktur.<br />
Çünkü 5258 sayılı Kanunun tüm hükümleri<br />
incelendiğinde, bunların yönetim karşısında<br />
güçsüz bırakılmadıkları, bilakis karşılıklı iradelerin<br />
uyuşması esasına dayanan ve özel<br />
hukukun öngördüğü bir hizmet sözleşmesi<br />
olduğu görülür. Gerek anılan yönetmelik hükümleri,<br />
gerek bu yönetmelik uyarınca hazırlanan<br />
sözleşme metinleri incelendiğinde<br />
de, tek taraflı kamu gücünün söz konusu<br />
olmadığı, sözleşme feshi nedenlerinin karşılıklı<br />
ve dengeli bir biçimde düzenlendiği<br />
görülmektedir.<br />
Özgüldür, bu farklı gerekçelerle, yani<br />
bunların “diğer kamu görevlileri” kapsamına<br />
girmediği, bunlarla akdedilen sözleşmenin<br />
bir “idari hizmet sözleşmesi” olmayıp, özel<br />
hukuka tâbi bir hizmet sözleşmesi niteliğinde<br />
bulunduğu, dolayısıyle iptal isteminin bu<br />
gerekçelerle reddi gerektiğini düşünmektedir.<br />
Bu durumda, 6 üye, aile hekimliği hizmetlerinde<br />
çalıştırılan kamu görevlisi olmayanların<br />
Anayasanın 128’inci maddesi kapsamında<br />
diğer kamu görevlisi olmadıkları ve<br />
bunlarla yönetsel yargı denetimine tabi olan<br />
yönetsel hizmet sözleşmesi imzalanamayacağını<br />
söylemektedirler.<br />
Danıştay’ın Görüşü.- İzmir İlinin 5258<br />
sayılı Kanuna dayanılarak pilot il olarak<br />
belirlenmesine ilişkin 16 Şubat 2006 tarihli<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Nihat Kayar<br />
Sağlık Bakanlığı işlemi ile 2005/9142 sayılı<br />
Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konulan<br />
Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Kapsamında<br />
Sağlık Bakanlığı’nca Çalıştırılan Personele<br />
Yapılacak Ödemeler ve Sözleşme Şartları<br />
Hakkında Yönetmeliğin tüm hükümlerinin<br />
iptali istemiyle açılan iptal davasında, Danıştay,<br />
Anayasa Mahkemesinin daha önce verilmiş<br />
red kararındaki gerekçeye dayanarak<br />
red kararı vermiştir. 16<br />
Danıştay’a göre, kamu kesiminde, özellikle<br />
de Sağlık Bakanlığı’nda sözleşmeli<br />
personel istihdamı çok yaygın biçimde uygulanmakta<br />
olup, asli ve sürekli görevlerde<br />
memur ve/veya diğer kamu görevlilerinden<br />
hangisinin çalıştırılacağına ilişkin tercih Yasakoyucunun<br />
takdir alanı içindedir. Sözleşmeli<br />
personel istihdamı, genel olarak,<br />
uzmanlık gerektiren yaşamsal önemi haiz<br />
sağlık hizmetinin özelliğinden, yurdun tüm<br />
bölgelerine sağlık hizmetlerinin sürekli ve<br />
düzenli bir biçimde ulaştırılması zorunluluğundan<br />
kaynaklanmakta ve sağlık personelinin<br />
ücret düzeyinin iyileştirilmesinde bir araç<br />
olarak da kullanılmaktadır. Aynı durum, aile<br />
hekimliği pilot uygulamasında da geçerlidir.<br />
Bu uygulama ile, aile hekimliğinde, birinci<br />
basamak sağlık hizmetlerinin kamu hizmeti<br />
olma niteliği değişmemekte, bu hizmetler<br />
her koşulda kamu görevlileri tarafından yerine<br />
getirilmekte ve sözleşme koşulları hizmetin<br />
özelliği dikkate alınarak belirlenmektedir.<br />
Anayasa Mahkemesinin Azınlık Görüşü.-<br />
Kantarcıoğlu ve Perktaş’a göre, Aile hekimliği<br />
sağlık hizmetleri, devletin genel idare<br />
esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu<br />
asli ve sürekli görevler kamu hizmetleri<br />
kapsamında olduğu için,bu hizmetler, kamu<br />
görevlisi niteliği taşımayanlar tarafından yürütülemez.<br />
Erten ve Özler’e göre, Devletin<br />
asli ve sürekli görevlerinden olan ve genel<br />
idare esaslarına göre memur veya diğer<br />
kamu görevlileri eliyle yürütülmesi gereken<br />
aile hekimliği uygulamasına ilişkin sağlık<br />
hizmetleri, özel hukuk sözleşmesi ile çalışan<br />
ve idari hizmet sözleşmesi olmadığı için<br />
kamu hukuku bağlantısı bulunmayan bu nedenle<br />
de memur ya da kamu görevlisi sayılması<br />
mümkün olmayan kimseler tarafından<br />
16<br />
Danıştay, 5. D., Karar: 2009/2011, Esas: 2007/6860, Karar<br />
Tarihi: 15/04/2009.<br />
yerine getirilemez. Apalak ise yazdığı azlık<br />
oyunda, 657 sayılı Kanunda, memurlar, sözleşmeli<br />
personel, geçici personel ve işçiler<br />
dışında bir çalıştırma biçimi yasaklandığını,<br />
bu kişilerle yapılacak sözleşmenin hukuksal<br />
niteliği ve Anayasa’da yer almayan farklı<br />
bir görevlendirme yarattığını belirtmektedir.<br />
Ayrıca, bunlara sözleşmeli personelle ilgili<br />
ücretlerinin üstünde bir ödeme yapılması,<br />
Anayasa’nın amaçladığı dizgenin dışına çıkıldığı,<br />
kendine özgü, konum ve ücretleriyle<br />
eşitlikle de çelişir sonuçlara etken olmaktadır.<br />
1982 Anayasası’na göre, sağlık hizmetleri,<br />
yönetsel kamu hizmeti niteliğindedir.<br />
“A. Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması”<br />
başlıklı 56’ncı maddeye göre, “Herkes, sağlıklı<br />
ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına<br />
sahip” olduğu için, “Devlet, herkesin hayatını,<br />
beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini<br />
sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf<br />
ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek<br />
amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden<br />
planlayıp hizmet vermesini düzenler.” ve bu<br />
görevini “kamu ve özel kesimlerdeki sağlık<br />
ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları<br />
denetleyerek yerine getirir.”.<br />
Anayasanın 47’nci maddesine 13 Ağustos<br />
1999 tarih ve 4446 sayılı Kanunun birinci<br />
maddesi ile eklenen son fıkrasına göre, Devlet,<br />
KİT ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından<br />
yürütülen yatırım ve hizmetlerden hangilerinin<br />
özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya<br />
tüzelkişilere yaptırılabileceği veya devredilebileceği<br />
kanunla belirlenir.<br />
1982 Anayasası’nın 128’inci maddesine<br />
göre, Devletin, kamu iktisadî teşebbüsleri<br />
ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare<br />
esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları<br />
kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve<br />
sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu<br />
görevlileri eliyle görülür.<br />
Anayasadaki hükümlere bakıldığında,<br />
aile hekimliği uygulamalarının Devlet<br />
tarafından ya da Devletin sıkı gözetim<br />
ve denetimi altında özel kişiler tarafından<br />
da yürütülmesi gereken asli ve sürekli bir<br />
kamu hizmeti olduğu anlaşılmaktadır. Asli<br />
ve sürekli kamu hizmetlerinin Devlet eliyle<br />
yürütülmesi durumunda, bunun memurlar<br />
ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütülmesi<br />
gerekir. Genel idare genel idare esaslarına<br />
61<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Kamu Görevlisi Olmayan Sözleşmeli Aile Hekimi Ve Aile Sağlığı Elemanı İstihdamı<br />
62<br />
göre yürütülmesi gereken aslî ve sürekli<br />
görevlerin 657 sayılı Kanunun 4’üncü maddesinde<br />
belirtilen dört istihdam türü (memur,<br />
sözleşmeli personel, geçici personel,<br />
işçi) dışında bir kategori ile yürütülmesi,<br />
128’inci madde değişmediği sürece olanaklı<br />
değildir.<br />
Aile hekimliği hizmetlerinin ihtiyaç duyulması<br />
halinde kamu görevlisi olmayan<br />
kişilere yaptırılması uygulaması, esas itibariyle<br />
“hizmet satın alma”dan başka bir şey<br />
değildir. Hizmet satın alma denilen durum<br />
ise, ihale sistemine göre yürütülen süreç<br />
sonunda akdedilen sözleşmeye benzemektedir.<br />
Yönetim Hukukunda kabul edildiği<br />
şekliyle, ihalenin, ihaleyi kazananla<br />
sözleşme akdedilmesine kadar olan aşama<br />
yönetsel aşama olup, bu aşamadan<br />
kaynaklanan anlaşmazlıklar kamu hukuku<br />
ilişkisi olup, yönetsel yargı denetimine<br />
tabidir. İhaleyi kazananla akdedilen sözleşme<br />
ise özel hukuka tabi olup, bundan<br />
kaynaklanan anlaşmazlıklar ise adli yargı<br />
denetimine tabidir.<br />
Özgüldür’ün atıfta bulunduğu Anayasanın<br />
47’nci madde hükmüne bakıldığında,<br />
Devletin, yürütülen yatırım ve hizmetlerden<br />
(genel idare esaslarına göre yürütülmesi<br />
gereken asli ve sürekli kamu hizmetlerinden<br />
bahsedilmemektedir.) hangilerinin<br />
özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya<br />
tüzelkişilere yaptırılabileceği veya devredilebileceğinin<br />
kanunla belirlenmesi konusunda<br />
TBMM’ne takdir yetkisi tanındığı görülmektedir.<br />
Bu maddeye dayanılarak bazı<br />
yatırımların Yap-İşlet 17 ve Yap-İşlet-Devret 18<br />
yöntemiyle özel kişilerle akdedilen sözleşme<br />
gereğince yürütülmesi sırasında bu kişiler<br />
ve çalıştırdıkları kişiler kamu görevlisi olarak<br />
kabul edilmemektedirler. Çünkü bu kişilerin<br />
üstlendiği hizmetler, üretimi ve işletilmesi<br />
ekonomik boyut içeren ve genel idare esaslarına<br />
göre yürütülmeyen faaliyetlerdir.<br />
17<br />
Yap-İşlet Modeli İle Elektrik Enerjisi Üretim Tesislerinin<br />
Kurulması Ve İşletilmesi İle Enerji Satışının Düzenlenmesi<br />
Hakkında Kanun, Kanun No: 4283, Kabul Tarihi: 16/7/1997, R.G.:<br />
19/7/1997, 23054. Madde 3/son (Ek fıkra: 1/7/2006-5539/1<br />
md.) Bu sözleşmeler özel hukuk hükümlerine tâbidir.<br />
18<br />
Bazı Yatırım Ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli<br />
Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanun, 3996, K.T.:<br />
8/6/1994, R.G.: 13/6/1994, 21959. Sözleşme M.5-(Değ.:<br />
20/12/1999-4493 m.2) Yüksek Planlama Kurulunca belirlenen<br />
idare ile sermaye şirketi veya yabancı şirket arasında yapılacak<br />
sözleşme, özel hukuk hükümlerine tabidir.<br />
Bu maddeye dayanılarak çıkarılacak bir<br />
kanun, ancak, akdedilecek sözleşmenin<br />
niteliğini belirlemeye yarar. Yoksa bu kapsamda,<br />
özel hukuka tabi olacak sözleşme<br />
ile 128’inci madde değişmediği sürece,<br />
genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken<br />
kamu hizmetleri, memurlar ve diğer<br />
kamu görevlileri dışında “farklı” kategorideki<br />
kişileri kamu görevlisi statüsüne sokarak<br />
yürütülemez. Zaten Anayasa Mahkemesinin<br />
çoğunluk görüşünü oluşturan 5 üyesinin<br />
görüşü de buna dayanmaktadır. Bunlara<br />
göre, aile hekimliği hizmetlerinde çalıştırılacak<br />
olan kamu görevlisi olmayan kişilerin,<br />
sözleşme akdedildikten sonra “diğer kamu<br />
görevlisi” olarak kabul edilmesi bunu göstermektedir.<br />
Aksi düşünüldüğünde, yani bu<br />
kişilerin diğer kamu görevlisi kabul edilmemesi<br />
durumunda, aile hekimliği hizmetlerinin<br />
bu yolla yürütülmesinin olanaksızlığı da<br />
kabul edilmiş olmaktadır.<br />
5258 sayılı Kanunda (m. 6), aile hekimi<br />
ve aile sağlığı elemanları, görevleriyle ilgili<br />
ya da görevleri başında işledikleri veya<br />
kendilerine karşı işlenen suçlarda Devlet<br />
memurları gibi kabul edilecekleri ve 3628<br />
sayılı Kanun gereğince mal bildiriminde bulunmakla<br />
yükümlü oldukları belirtilmiştir. Bu<br />
hüküm dahi, bunların kamu görevlisi olarak<br />
kabulüne olanak tanımaz. Anayasa Mahkemesi<br />
1987 yılında verdiği bir kararda, il genel<br />
meclisi ve belediye meclisi üyelerinin,<br />
“hizmet kadrosuna sürekli biçimde girmiş ve<br />
onunla kaynaşmış olmadıkları, kamu hizmetlerine<br />
geçici ve arızi katıldıkları, örgüt içinde<br />
ve aralarında hiyerarşi bağı bulunmadığı, üstlendikleri<br />
kamu hizmetleri dışında varlıklarını,<br />
iş ve mesleklerindeki yerlerini korudukları,<br />
kamu hizmetlerinin gerektirdiği alan ve ölçülerde<br />
uzmanlaşmadıkları için” memur ya da<br />
kamu görevlisi sayılamayacaklarını ve bunların<br />
olsa olsa kamusal ajan olarak nitelendirilmesi<br />
gerektiğini kabul etmiştir. Bunların,<br />
görevleri sırasında ve görevlerinden dolayı<br />
işledikleri suçları bakımından T.C.K. uygulamasında<br />
memur durumunda sayılmaları,<br />
ellerinde kamu gücünü ve diğer araçları<br />
bulundurmaları nedeniyle ayrı bir korumaya<br />
tabi tutulma gereksinimine dayanmaktadır.<br />
Ceza hukukuna özgü bu nedenler, onların<br />
yönetim hukuku ilkelerine göre de memur<br />
ya da kamu görevlisi olarak kabulüne yeterli<br />
değildir. 19 Bu gerekçeler, kamu görevlisi ol-<br />
19<br />
Anayasa Mahkemesi, Esas: 1987/18, Karar: 1988/23, Karar<br />
Günü: 22.6.1988, R.G.: 26.11.1988, 20001.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Nihat Kayar<br />
mayan aile hekimi ve aile sağlığı elemanları<br />
için de geçerlidir.<br />
SONUÇ<br />
Kanunun uygulama biçimine bakıldığında,<br />
memur ve sözleşmeli personel statüsünden<br />
aile hekimliğine geçiş, yeni bir istihdam<br />
türü yaratma amacıyla yüksek maaş vererek<br />
özendirilmektedir. Kamu görevlisi olmayan<br />
aile sağlığı elemanı çalıştırma yaygınlaştıkça<br />
ve bunların sayısı arttıkça, bir süre sonra,<br />
4/C’li personel krizine benzer sorunlarla<br />
karşılaşılacaktır. Mevcut sistem içinde, sözleşmeli<br />
personel ve geçici personel uygulamaları<br />
nedeniyle zaten sorunlu bir alan olan<br />
kamu istihdamı, “kamu görevlisi olmayan<br />
aile hekimi ve aile sağlığı elemanı” çalıştırılması<br />
ile Anayasaya aykırı biçimde, çok sınırlı<br />
güvencesi olan farklı bir kamusal istihdam<br />
biçimi yaratılmaya çalışılmaktadır.<br />
Kutu 3.2: 5258 Sayılı Kanunun TBMM Görüşmeleri 20 .<br />
CHP Grubu Adına Mehmet Uğur Neşşar (Denizli) - ... aile hekimleri ve aile sağlığı<br />
elemanlarının memur veya diğer kamu görevlileri statüsünde olmayacakları açık... bu<br />
hizmetlerin genel idare esaslarına göre yürütülmekle yükümlü bulunan kamu hizmetlerinin<br />
gerektirdiği aslî ve sürekli görevler niteliğinde olmadığı anlamı hâsıl olur ki, bu,<br />
anayasal açıdan kabul edilebilir bir şey değildir...<br />
... tasarıyla getirilen statü, özel hukuk hükümlerine tabi sözleşmeli personel çalıştırılması<br />
statüsüdür. Bu statünün Anayasaya aykırılığı çok açık biçimde görüldüğü için<br />
hükümetin teklif ettiği kanun tasarısının 7 nci maddesinde yer alan “aile hekimi ile aile<br />
sağlığı elemanlarının nitelikleri, hak ve yükümlülükleri, (...) Sağlık Bakanlığınca çıkarılacak<br />
yönetmelikle düzenlenir” hükmü, Plan ve Bütçe Komisyonunda değiştirilerek “çalışma<br />
usul ve esasları; (...) Sağlık Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir” haline<br />
getirilmiştir.<br />
... bu değişikliğin sözleşmeli çalıştırılacak aile hekimleri ve aile sağlığı elemanlarının<br />
istihdam biçimlerinin Anayasaya aykırılığını ortadan kaldırmaya yönelik olduğu şüphesizdir;<br />
... tasarıya göre, aile hekimleri ve aile sağlığı elemanları memur veya diğer kamu<br />
görevlileri statüsünde olmadığı için, böyle bir değişiklik Anayasaya aykırılığı da ortadan<br />
kaldırmaz. Gereksiz yere yapılmış bu değişiklik, tasarıyı hazırlayanların da bir kafa karışıklığı<br />
içerisinde olduğunu bu şekilde ortaya koymaktadır.<br />
Maddenin uzunluğu dikkate alındığında, bu maddenin içerisinde bir şeylerin saklanmakta<br />
olduğu zaten anlaşılıyor... yeni bir sözleşmeli çalışma statüsü ihdas edilmek istenmektedir.<br />
Hukuk dili olduğu için biraz daha fazla okuyacağım bu sefer. Söz konusu statü,<br />
Sağlık Bakanlığının ve hükümetin aile hekimliği uygulamasıyla oluşturmayı hedeflediği<br />
kamusal düzen değişikliğini deşifre etmektedir.<br />
... Hükümet, bu yasayla, devlet memurluğu ve diğer kamu görevlileri tanımlaması<br />
dışında, ülkemizde bugüne kadar emsali olmayan yeni bir sözleşmeli personel tanımı<br />
ortaya atmaktadır. Bu yolla, Anayasanın kamu hizmetlerinin kimlerle ve nasıl verileceğiyle<br />
ilgili hükümleri by-pass edilmek istenmektedir. Biz, bu tanımlamayı, verilmesi amaçlanan<br />
hizmetin özelliği ve dolayısıyla Anayasayla çelişkili buluyor ve reddediyoruz.<br />
… mevcut anayasal ve idarî yapımız, sözleşmeli personel çalıştırmanın çerçevesini<br />
bu şekilde çizmişken, görüşmekte olduğumuz tasarı, bu çerçevenin dışında ve anayasal<br />
çerçeveyi zorlayan düzenlemeler getirmektedir. Örneğin, kanun tasarısının 3üncü maddesinin<br />
ikinci fıkrasının son cümlesinde özetle, ihtiyaç duyulması halinde, kamu görevlisi<br />
olmayan uzman tabip, tabip ve aile sağlığı elemanları sözleşme yapılarak çalıştırılabilir<br />
hükmü yer almaktadır... getirilen statü, özel hukuk hükümlerine tabi sözleşmeli personel<br />
çalıştırılması statüsüdür..<br />
63<br />
20<br />
TBMM Genel Kurul Tutanağı 22. Dönem 3. Yasama Yılı, 21. Birleşim 24/Kasım /2004 Çarşamba, Dönem: 22, Yasama Yılı: 3, TBMM<br />
Tutanak Dergisi, Cilt: 65, 21 inci Birleşim, 24 Kasım 2004 Çarşamba.<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
JAPON EKONOMİSİNE<br />
GENEL BİR BAKIŞ<br />
Hakan Alkan*<br />
64<br />
* Japonya Eski Ekonomi Müşaviri<br />
1868 Meiji reformları döneminden itibaren<br />
piyasa ekonomisi kavramını benimsemiş<br />
olan Japonya, ekonomik yapısını İngiltere ve<br />
ABD’nin özel sermayeye dayalı serbest girişim<br />
modeline göre yapılandırmıştır. Ancak<br />
Japon ekonomik modelinin kendine özgü birçok<br />
özelliği bulunmaktadır. II. Dünya savaşı<br />
öncesi dikey olarak tekelleşmiş aile şirketlerine<br />
(Zaibatsu) dayalı olan Japon ekonomisi,<br />
savaş sonrası işgal kuvvetleri komutanı General<br />
MacArthur tarafından uygulanan tekellerin<br />
dağıtılması politikası sonrası yine kendine<br />
özgü yapılanma süreci içine girerek bu kez<br />
Keiretsu adı verilen ve büyük bankalar etrafında<br />
örgütlenen çok sayıda şirketten oluşan bir<br />
yapıya sahip olmuştur. 1990 yılında başlayan<br />
durgunluk öncesi altı büyük Keiretsu bulunmaktaydı.<br />
Bunlar sırasıyla; Mitsubishi ( Mitsubishi<br />
Bank), Mitsui ( Mitsui Bank), Sumitomo<br />
( Sumitomo Bank), Fuyo (Fuji Bank), Dai-Ichi<br />
Kangyo ( Dai-Ichi Kangyo Bank) ve Sanwa<br />
(Sanwa Bank) şirketlerinden oluşmaktaydı.<br />
Ekonomik durgunluk sonrası başlatılan yeniden<br />
yapılanma ve reformlar döneminde,<br />
Japon hükümeti bu şirketleri birleşmeye zorlamış<br />
ve bu nedenle bugün bu şirketlerin ticari<br />
ilişkileri ve ortaklık yapıları karmaşık bir<br />
yapıya kavuşmuştur.<br />
Günümüze geldiğimizde Japon ekonomisinde<br />
onyıllardır yaşanan durgunluğun sadece<br />
dış talebin ve ekonomi canlandırma teşviklerinin<br />
bitmesi nedenleriyle tarif edilemez<br />
olduğu görülmektedir. Japonya’nın global<br />
ekonomik krizin olumsuz etkileri ile ciddi bir<br />
durgunluk içine düştüğü bir gerçektir, fakat<br />
iyileşme hızının yetersiz olmasının önemli nedenlerinden<br />
biri yurtiçindeki ekonomik parametrelerden<br />
kaynaklanmaktadır. Özellikle,<br />
uzun zamandır yaşanan deflasyon ve yüksek<br />
seviyede bulunan devlet borcu, nüfusun giderek<br />
azalması ve yaşlanması Japonya’nın<br />
İkinci Dünya Savaşından beri ilk defa yaşadığı<br />
ağır durgunluğun üstesinden gelmesini<br />
engellemektedir.<br />
2010 yılında Japon ekonomisi, global ekonomik<br />
krizin etkilerine rağmen ABD ve Avrupa<br />
ülkelerine göre daha çok ilerleme kaydetmiştir.<br />
Ancak, ekonomideki bu düzelme 2010<br />
Ağustos ayından itibaren yavaşlama trendine<br />
girmiştir. Devlet tarafından uygulanan teşviklerin<br />
kaldırılması, Yen değerinin yükselmesi<br />
ve diğer bölge ekonomilerindeki, özellikle Avrupa<br />
ülkelerindeki belirsizlikten dolayı ihracatta<br />
ve dolayısıyla ekonomide durgunluk söz<br />
konusu olmuştur. Diğer yandan Japonya’nın<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Hakan Alkan<br />
Japonyanın Sosyal ve Ekonomik Göstergeleri<br />
65<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Japon Ekonomisine Genel Bir Bakış<br />
66<br />
doğu bölgesinde 11 Mart 2011 tarihinde meydana<br />
gelen büyük deprem felaketi ekonomiyi<br />
olumsuz şekilde etkilemiştir. Özelikle depremden<br />
etkilenen bölgede tedarik zicirinin<br />
bozulması ve TEPCO (Tokyo Electric Power<br />
Company) ve Tohoku Elecktric Power Co.’nin<br />
elektrik verdiği bölgedeki kesintiler nedeniyle<br />
endüstriyel üretim ve ihracat azalmıştır.<br />
Dünya ekonomisindeki gelişmeler , Japon<br />
Hükümetinin yeniden yapılanma politikaları,<br />
vergi ve sosyal güvenlik alanında yapılması<br />
düşünülen reformlar dikkate alınarak Japon<br />
ekonomisinin gelecek 10 yıl içerisinde yıllık<br />
bazda nominal olarak % 2,4 ; reel olarak %<br />
1,8 oranında büyüyeceği tahmin edilmektedir.<br />
Japon ekonomisinin büyümesi bağlamında<br />
göz önünde bulundurulması gereken üç<br />
önemli husus bulunmaktadır. Bunlardan birincisi<br />
kurlardaki dalgalanmanın ekonomiye<br />
doğrudan etkisi ve dolaylı olarak ihracatçının<br />
rekabet edebilmesini etkileyen dolaylı etkisi.<br />
İkincisi, 11 Mart depreminden zarar gören<br />
Nükleer Santrallerin üretimini durdurması<br />
nedeniyle oluşan elektrik sıkıntısının; termal<br />
santrallerle ve enerji talebinin kontrol altına<br />
alınması yöntemleri ile üstesinden gelinmeye<br />
çalışılmasıdır. Üçüncüsü ise bugün hemen<br />
hemen tüm ülkelerde artarak devam eden<br />
kamu borcu problematiğidir. Japon kamu<br />
maliyesinin durumuna bakıldığında kamu<br />
borcu’nun GSYIH’ye oranının % 200 seviyesinde<br />
olduğu görülmektedir. Bu yüksek kamu<br />
borcunun hafifletilmesi amacıyla vergi sisteminde<br />
ve sosyal güvenlik sisteminde bazı değişiklikler<br />
yapılması planlanmaktadır.<br />
Japon nüfüsünun azalması ekonominin<br />
önündeki en büyük engellerden birisidir. Zira<br />
nüfus azalışı büyüme potansiyelini düşürerek<br />
kamu borcunun azaltılması sürecini uzatmaktadır.<br />
Bu problem gelişmiş ülkelerin çoğunda<br />
görülmekle beraber; nüfusun azalması ve<br />
yaşlanması Japonya için daha ciddi bir problem<br />
olarak görülmektedir. Japonyadaki nüfus<br />
artış oranı ABD ve birçok Avrupa ülkesinden<br />
düşüktür.<br />
Yaklaşık iki onyıldır Japon ekonomisinin<br />
muzdarip olduğu deflasyon dünya ekonomi<br />
literatürüne “Japanization” olarak geçmiştir.<br />
Japon Merkez Bankası 14 Şubat 2012 tarihinde<br />
almış olduğu parasal kararlar ile orta ve<br />
uzun vadede fiyat istikrarını, parasal genişlemeye<br />
devam ederek tüketici fiyatları endeksi-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Hakan Alkan<br />
ni % 1 oranında artırarak deflasyondan çıkışı<br />
hedeflemiş ve bu amaçları gerçekleştirmek<br />
için Varlık Satınalma Programındaki (JGB satın<br />
almak için) miktarları yükseltmeye karar<br />
vermiştir.<br />
2011 yılı itibariyle satın alma gücü paritesine<br />
göre ABD ve Çin’in ardından dünyanın<br />
üçüncü büyük ekonomisi olan Japonya dünyanın<br />
en büyük dördüncü ihracat ve ithalatçı<br />
ülkesi konumundadır.<br />
Yüksek kaliteli tüketim mallarını ve gelişmiş<br />
sermaye mallarını ihraç eden bir ülke<br />
olarak Japonya’nın, rekabet gücünün sürekli<br />
yüksek seviyede tutulması çok önemlidir. Bu<br />
konuda, ekonomik büyümeyi desteklemek<br />
açısından, Trans-Pacific Partnership (TPP) ile<br />
ticaretin serbest bırakılmasının geliştirilmesine<br />
önem verilmekte ve bu bağlamda TPP için<br />
üye ülkeler ile müzakereler devam etmektedir.<br />
Japonya’nın TTP’ye girmesi halinde üretimde<br />
ortalama olarak % 0,5 oranında bir artış<br />
olacağı tahmin edilmektedir. Ayrıca, Japon<br />
ekonomisindeki yurtiçi talebin artırılması ve<br />
iş imkanlarının yaratılması anlamında yeni<br />
bir ekonomik dengenin oluşturulması gerekmektedir.<br />
Zira, Japonya’da işgücünün yaklaşık<br />
dörtte üçü, yurtiçi için üretilen mal veya<br />
hizmetlerin üretiminde çalışmaktadır. Ancak,<br />
son 10 yıldır devam eden düşük büyüme oranı<br />
ve kronik deflasyon nedeniyle, söz konusu<br />
yurtiçi mal ve hizmetler için yapılan yatırımlar<br />
sürekli düşük seviyede kalmıştır. Yaşlanan<br />
nüfus, yaşlı bakımı ve sağlık hizmetleri gibi<br />
benzer ihtiyaçları karşılamak için canlı bir piyasa<br />
oluşturamamıştır.<br />
II. Dünya Savaşında yaşadığı büyük yıkıma<br />
rağmen Japonya, kısa süre içinde hızla<br />
gelişerek, birçok ülke için örnek bir kalkınma<br />
modeli oluşturmuştur. Özellikle 1960-1980<br />
döneminde çok hızlı büyüyen Japon ekonomisi,<br />
1980’ li yıllarda yaşadığı “balon” (bubble<br />
economy) büyüme döneminin arkasından<br />
1990’ların başlarından itibaren finans sektöründe<br />
başlayan ve reel ekonomiye yayılan<br />
durgunluk sürecine girmiştir.<br />
Japon ekonomisi, 1990’ların sonları ve<br />
2000’li yılların başlarında da deflasyon, bankacılık<br />
ve finansal piyasalar krizi, nüfus, istihdam<br />
ve sosyal güvenlik sorunları, yüksek<br />
oranda kamu borçları gibi sorunlarla boğuşmaya<br />
devam etmiştir. Ancak, 2002 yılı başından<br />
itibaren dünyada yaşanan hızlı büyüme<br />
ve uzakdoğu’nun dünya ekonomisinde dinamizmi<br />
ve ağırlığının giderek artmasına paralel<br />
olarak bir gelişme ve iyileşme dönemi yaşanmıştır.<br />
2006 yılının sonlarına doğru ekonomik<br />
büyümedeki istikrarlı seyir, bu büyümenin gerek<br />
ihracatla, gerek iç piyasadaki talep artışı<br />
ve sabit sermaye yatırımlarındaki büyüme ile<br />
desteklenmesi, böylece ekonomik büyümenin<br />
piyasaları canlandırması, Japon ekonomisini<br />
yeniden iyimser bir havaya sokmuştur.<br />
Bu dönemde ekonomi üzerindeki deflasyonist<br />
baskının kalktığına dair işaretler ve Japon<br />
Merkez Bankası’nın sıfır faiz ve gevşek<br />
para politikalarını terketmesi de ekonomideki<br />
olumlu sinyalleri güçlendirmiştir. Şubat 2002<br />
tarihinde başladığı ve Ekim 2007 tarihinde<br />
sona erdiği kabul edilen savaş sonrası yaşanan<br />
en uzun (69 ay) ekonomik genişleme döneminde<br />
Japon ekonomisi yıllık ortalama % 2<br />
büyümüştür. Bu dönemde yaşanan büyüme<br />
diğer genişleme dönemlerinden farklı olarak<br />
büyük oranda dış talepten kaynaklanmıştır.<br />
Alınan bütün tedbirlere rağmen iç tüketim<br />
canlandırılamamıştır. Nitekim 2007 yılı sonlarında<br />
ABD ekonomisinde başlayan, hızla<br />
tüm dünyaya yayılan mali krizin reel sektöre<br />
sirayet etmesi ve dış talebin hızla azalmaya<br />
başlaması ile , son dönem büyümesi ihracata<br />
dayalı olan Japonya yeniden ve daha büyük<br />
bir durgunluk sürecine girmiştir. Böylece 12<br />
yıllık durgunluk döneminin ardından yaşanan<br />
6 yıllık toparlanma dönemi ve bunun yarattığı<br />
iyimser hava bu kez küresel durgunluğun<br />
etkisi ile yerini büyük bir karamsarlığa bırakmıştır.<br />
Diğer yandan Japon ekonomisi, 2008<br />
yılı Eylül ayında ABD’li dev yatırım bankası<br />
Lehman Brothers’ın iflası ile başlayan büyük<br />
global krizin etkilerinden kurtulmaya<br />
başladığı dönemde, 11 Mart 2011 tarihinde<br />
Japonya’nın doğu bölgesinde meydana gelen<br />
büyük deprem ve sonrasındaki tsunami<br />
felaketi ile sarsılmıştır. Depremin meydana<br />
geldiği bölge imalat sanayine yedek parça<br />
67<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Japon Ekonomisine Genel Bir Bakış<br />
68<br />
temin eden üretim tesislerinin, ülkenin enerji<br />
ihtiyacını karşılayan nükleer santrallerin (Fukushima<br />
Daichi Nükleer Santrali) ve tarımsal<br />
üretimin yapıldığı bir bölge olup sadece Japonya’daki<br />
şirketleri değil çevre ekonomileri<br />
de etkilemiştir. Bu bağlamda, üretimdeki tedarik<br />
zincirinin bozulması, deprem ve tsunami<br />
felaketinden zarar gören nükleer santralden<br />
yayılan radyoaktif serpinti nedeniyle tarım ve<br />
balıkçılık sektörünün büyük zarar görmesi ve<br />
belkide en önemlilerinden biri olan nükleer<br />
santrallerden elektrik üretimi konusu, depremde<br />
meydana gelen kaza nedeniyle tekrar<br />
gözden geçirilerek ülkede mevcut 54 nükleer<br />
santralin 53’nün devre dışı bırakılması nedeniyle<br />
oluşan enerji sıkıntısı Japonya’nın büyüme<br />
beklentilerinin aşağı yönde revize edilmesine<br />
neden olmuştur.<br />
Japon ekonomisindeki kötüleşme şirketlerin<br />
performası açısından da çok kritik bir<br />
seviyeye ulaşmıştır. İsviçrede IMD Business<br />
School tarafından yayınlanan verilere göre<br />
Japonya 1990 yılında rekabet gücü açısından<br />
ilk başlarda iken 2009 yılında bu sıralamada<br />
17. sıraya <strong>2013</strong> yılında ise 24. sıraya gerilemiştir.<br />
Bu sonucun arkasındaki sebep ise<br />
ülke ekonomisinin büyümesinin lokomotifi<br />
olan Japon şirketlerinin yatırımlarını yurtdışında<br />
yapmalarıdır.<br />
Japon ekonomisindeki talep eksikliği fiyatlar<br />
üzerinde aşağı yönlü baskı yapmakta ve<br />
kronik deflasyona sebep olmaktadır. Japon<br />
hükümeti talebin canlı tutulması bağlamında<br />
çevre dostu olarak tabir edeceğimiz elektrikle<br />
çalışan otomobillerin ve enerji tasarrruflu ev<br />
aletlerinin satın alınması gibi indirim ve teşvik<br />
sistemlerini uygulamıştır.<br />
11 Mart 2011 tarihinde meydana gelen<br />
büyük deprem felaketi sonrasında Tohoku<br />
bölgesindeki altyapı yatırımları, binalar ve<br />
konutların büyük zarar görmesi nedeniyle<br />
hükümet yapmış olduğu ek bütçelerle zarar<br />
gören bölgenin yeniden imarını ve yeniden<br />
yapılandırılmasını amaçlamıştır. Bu bağlamda<br />
yapılan ve yapılacak olan kamu harcamalarının<br />
GSYH’yı artıracağı düşünülmüştür.<br />
Yapılan kamuoyu yoklamalarında, insanların<br />
geleceklerine ilişkin belirsizliklerinden dolayı<br />
memnuniyetsizlikleri dikkat çekmektedir. Bu<br />
itibarla devletçe yapılan sübvansiyonlar ve<br />
verilen teşviklerden ziyade daha çok istihdam<br />
imkanı sağlanması ve bireylerin ekonomik<br />
olarak desteklenmelerinin gerektiği düşünülmektedir.<br />
Bu noktada Japon hükümeti<br />
istihdam yaratılması için yaşlanan nufusunun<br />
bakım ve medikal ihtiyaçlarının karşılanması<br />
alanlarında iş alanları açmaya çalışmaktadır.<br />
Bu alanda yaşanan en önemli sorun yorucu<br />
iş ortamına karşılık ücretlerin düşük olması ve<br />
çalışanların işi çabuk bırakmaları nedeniyle<br />
kronik bir işçi eksikliği yaşanmasıdır. Bu nedenle<br />
bu sektörlerde çalışanların iş koşullarının<br />
ve ücretlerinin artırılması gerekmektedir.<br />
Japonya’nın ekonomik ölçeğinin, doğum<br />
oranlarının düşmesi ve yaşlanma sebebiyle<br />
daha da küçüleceği düşünülmektedir. Bu<br />
nedenle bazı ekonomistler arasında öncelikle<br />
yurtdışı talep yoluyla gelirleri artırmak gerektiği<br />
görüşü hakimdir. Bu amaç için Japonya<br />
orta gelirli yükselen piyasalar denilen ülkelerde<br />
, demiryolu, elektrik santrali ve diğer büyük<br />
projeleri inşa etmek için çaba sarfetmektedir.<br />
Diğer yandan istikrarlı bir büyümeyi yakalamak<br />
amacıyla innovative teknoloji alanı<br />
kullanılmaya çalışılmaktadır. Bilindiği üzere<br />
global ısınma nedeniyle çevre dostu teknolojilere<br />
olan talep gün geçtikçe artmaktadır. Bu<br />
durum 1970’lerdeki petrol krizinde ileri teknoloji<br />
geliştirmeyi başaran Japon şirketleri için<br />
büyük bir fırsat olarak görülmektedir. Örneğin<br />
prize takılarak şarj edilebilen eletrikli binek<br />
araçlarda olduğu gibi buna benzer çevre<br />
dostu teknolojiler diyebileceğimiz alanlarda<br />
Japonya oldukça ileri düzeyde bir teknolojiye<br />
sahiptir.<br />
Japonyanın büyümesinde ve rekabet koşulları<br />
bağlamında uygulanmakta olan % 40<br />
oranındaki kurumlar vergisi diğer ülkelerle<br />
kıyaslandığında oldukça yüksek bir seviyede<br />
olduğu ve bu durumun da Japon şirketlerinin<br />
rekabette diğer ülke şirketlerinin gerisinde<br />
kalmasında önemli bir etken olduğu düşünülmüş<br />
ve 2012 mali yılından itibaren uygulanmak<br />
üzere bu oran % 35,64’e düşürülmüştür.<br />
Japonya’nın orta vadeli makroekonomik<br />
görünümüne bakıldığında; Japon ekonomi-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Hakan Alkan<br />
sinin negatif büyüme alanına gireceği ve bir<br />
çok problemle karşılaşacağı öngörülmektedir.<br />
Japon ekonomisinin çözmesi gereken<br />
dört ana problem mevcuttur.<br />
1- İşgücü azlığı nedeniyle oluşacak düşük<br />
büyüme öncesinde işgücü piyasasında reform<br />
yapılması,<br />
2- Yüksek kamu borcunun uzun vadede<br />
faiz oranlarını artırmadan önce kamu maliyesinin<br />
yeniden yapılandırılması ve sosyal<br />
güvenlik harcamalarına yönelik yeniden yapılandırmanın<br />
gerçekletirilmesi,<br />
3- Tarım sektöründe ve tarımsal endüstride<br />
yapılacak reformlarla karlılığın artırılması,<br />
4- Yedi milyara ulaşan Dünya nufüsu ve<br />
artan nufusları ile gelişmekte olan ekonomiler<br />
enerji fiyatlarının ve tarımsal ürün fiyatlarının<br />
artmasına neden olacaktır bu bağlamda Japon<br />
sanayinin ve şirketlerinin uluslararası rekabeti<br />
güçlendirmeleri gerekmektedir.<br />
Japon ekonomisinin duraklamaya başladığı<br />
dönemden bu yana iki on yıl geçmiş<br />
ve yukarıda belirtilen sorunlarla ilgili olarak,<br />
siyasi belirsizlik ve güçlü bir siyasal iradenin<br />
bulunmayışı nedeniyle hiçbir reform gerçekleştirilememiştir.<br />
69<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
DANIŞTAY KARARLARINDA<br />
“KAMU YARARI “ KAVRAMI<br />
İbrahim Gül*<br />
70<br />
GİRİŞ<br />
Makale, üzerinde çok konuşulan bir kavram<br />
kamu yararının Danıştay uygulamasındaki<br />
yeri hakkındadır. Zaman zaman Danıştay’ı<br />
bir felsefe ekolü gibi ele alıp “kamu yararı”<br />
kavramını kendine has içeriği ve mahkeme<br />
kararındaki müessiriyeti göz ardı edilerek bir<br />
çeşit olmayana ergi yoluyla kavramı yeniden<br />
bir ucube gibi üretim muamelesi görüldüğünü<br />
de yadsınamaz bir hukuksal gerçeklik olarak<br />
kabul edilmesini göz önüne almaktadır.<br />
Oysa, kavram salt bir değer ölçütü olarak içerik<br />
bakımından, yalınlık ifade etmemektedir.<br />
Somutlaştırma adına, “…kavramın kullanıldığı<br />
mahkeme kararının içeriğinden de esasen<br />
ayrık” olduğuna vurgu yapmak gerekir. Bir<br />
gazete köşesinde yer aldığı şekliyle;<br />
“Danıştay’ın ilgili dairesi, ALES sınavına<br />
türbanlı fotoğrafla girilmesini iptal ettirmek<br />
için bir sendikanın dava açmasının, genel<br />
kamu yararına uygun olduğuna karar verdi<br />
ve davayı kabul etti! Vahim derecede yanlış<br />
bir karardır bu. Çünkü Danıştay, “genel kamu<br />
yararı” var mı, yok mu diye bakamaz, bu açıdan<br />
karar veremez! Bunu yapması, “yerindelik<br />
denetimi”dir, yetki aşımıdır. Davadan bağımsız<br />
olarak kavramların anlamını görüştüğüm Prof.<br />
*Avukat, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Hukuk Müşaviri<br />
Erdoğan Teziç ve Prof. Necmi Yüzbaşıoğlu<br />
dün şunu söylediler: “Danıştay, önüne gelen<br />
bir davada kamu yararı güdülüp güdülmediğine<br />
bakar, fakat kamu yararı nedir, nerededir,<br />
nasıl olmalıdır diye bakamaz. Kamu yararının<br />
nerede, nasıl olduğuna idare karar verir.” Sınav<br />
şartlarını yani bu alanda “genel kamu<br />
yararı”nın kurallarını belirleme yetkisi idarenindir.<br />
Yargı ise, sınava giriş şartlarının kişisel çıkar<br />
amacıyla mı, “genel” bir düzenleme olarak mı<br />
yapıldığını inceleyebilir sadece... “Kamu yararı<br />
denetimi”nin anlamı bundan ibarettir. Yargının<br />
kamu yararı kavramını “genel”leştirmesi,<br />
yargıyı hukuka uygunluk denetiminin dışında<br />
bir vesayet makamı haline getirir ki fevkalade<br />
yanlıştır.Kararda eleştirilecek başka yönler de<br />
var, “genel kamu yararı” kavramını fevkalade<br />
yanlış bulduğum için hukukçuların dikkatine<br />
sunuyorum.”<br />
Yazar, Danıştay’ın “genel kamu yararı var<br />
mı yok mu diye bakamaz!” şeklindeki çıkışı<br />
izahtan vareste bir totolojik ve demogojik<br />
karşı duruştur. “Kamu yararının genelleştirilmesini”<br />
hukuk vehameti olarak gören yazar,<br />
görüşüne destek olarak da iki hukukçu profesörün<br />
eksik önermelerini kullanmıştır. Kamu<br />
yararının haddi zatında “genel”, “objektif” ve<br />
idarî işlemlerin gayî unsuru olduğunu göz<br />
ardı ederek Yüksek Mahkemenin işlevinin dayandığı<br />
bir ilkeyi “uydurma!” bulmak hukuka<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
İbrahim Gül<br />
saygı ilkesinin ilkelleştiği ülkemizde bir ilkel<br />
yorum olarak kalacaktır, düşüncesindeyim. 1<br />
Kavrama ait özgül ağırlık ve çerçevesinin<br />
göreceli olduğuna değinmekle başladıktan<br />
sonra, “kamu yararı” kavramının, idari örgütlerin<br />
iş ve eylemlerini denetleyen idarî yargı<br />
mercilerinin yargısal denetimlerini yaparken<br />
temel ölçüt olarak kullandığı, kavramın değişik<br />
Danıştay kararlarında evrilmesi ve formel<br />
bir prensip olarak anılan kararlarda somutlaşmasına<br />
ilişkin karar bazında incelemelerde<br />
bulunulmuştur.<br />
Kararlar seçilirken hemen hemen tüm Danıştay<br />
kararları taranmış, kamu yararı kavramının<br />
yeniden inşa edildiği değişik Danıştay<br />
Daire kararlarında farklı bağlamda kullanılmasına<br />
atıflarda bulunan kararlar seçilmiştir.<br />
Makalede, belirsiz ve esnek bir kavram<br />
olan kamu yararı kavramının Danıştay kararlarındaki<br />
fonksiyonu, içeriğinin özgül ağırlığı,<br />
benzeşen kavramlar, düzenleme ve sınırlama<br />
kriteri olarak kararlarda somutlaşma biçemleri,<br />
kamu yararının üstün tutulup tutulmadığına<br />
ilişkin değerlendirmelere somut kararlar dolayımı<br />
ile cevaplar bulunmaya çalışılmakdadır.<br />
Kamu yararı kavramı ile idari istikrar, hizmet<br />
gerekleri ve taktir hakkı kavramlarına ilişkili ve<br />
ilgili kavramlar olarak değinilmiştir. Makalede<br />
1<br />
Taha Akyol, ALES kararı üzerine kamu yararı nedir?<br />
Milliyet, 25 Ocak 2011, http://gundem.milliyet.com.tr/<br />
als-karari-uzerine-kamu-yarari-nedir-/taha-akyol/guncel/<br />
gundemyazardetay/25.01.2011/1343679/default.htm, (Erişim,<br />
18/11/2011). Sayın yazar Danıştay’ın verdiği kararı okumadan<br />
makaleyi yazdığı anlaşılıyor keza anılan kararda bu makalede<br />
yer verildiği gibi Sendikanın aleyhine ve dava açma ehliyeti<br />
olmadığına karar verilmiştir! Yazar lehe karar verildiği zannıyla<br />
yazıyı kaleme almış. Burada mesele zaten başörtüsü değil dava<br />
açma ehliyeti.<br />
Danıştay 8. Dairesine ait 28.09.2011 tarihli ve olan E. 2010/8496, K.<br />
2011/4223 sayılıkararda, “Genel kamu yararı bulunduğu açık olan<br />
dava konusu uyuşmazlıkta davacı Sendikanın yukarıda aktarılan<br />
kuruluş amacı ile uyuşmazlık konusu kılavuz hükümlerinin laiklik<br />
ilkesini zedelediği ve yargı kararlarına aykırılık taşıdığı iddiaları<br />
birlikte değerlendirildiğinde, davacının dava konusu kararlar<br />
ile menfaat ilgisinin bulunduğunun kabulü zorunlu olup, davalı<br />
idarelerin davacı Sendikanın dava açma ehliyeti bulunmadığı<br />
yolundaki iddiaları yerinde görülmeyerek işin esasına geçildi”<br />
şeklinde karar verilmişti. Sayın yazar Danıştay’ın verdiği kararı<br />
okumadan makaleyi yazdığı anlaşılıyor keza anılan kararda bu<br />
makalede yer verildiği gibi Sendikanın aleyhine ve dava açma<br />
ehliyeti olmadığına karar verilmiştir! Yazar lehe karar verildiği<br />
zannıyla yazıyı kaleme almış. Burada mesele zaten başörtüsü<br />
değil dava açma ehliyeti.<br />
tartışılan kavram boyunca “Genel olarak idari<br />
merciiler kamu menfaatlerini korumak için yaratılırlar,<br />
bireysel menfaatleri değil/Generally,<br />
administrative agencies are created to protect<br />
a public interest rather than to vindicate<br />
private rights.” 2 De jure ve de facto durumu<br />
göz önünde tutulmalıdır.<br />
I. Kamu Yararı<br />
Kamu yararı, (common good of public/<br />
l’interet general) 1789 Fransız Devriminden<br />
sonra ortak iyilik (common good) kavramının<br />
yerini almıştır. İngilterede “public interest”<br />
olarak yer bulmuş bir kavramdır. Türk Anayasa<br />
Mahkemesi, kamu yararını, “kişinin ve<br />
toplumun huzur ve refahını sağlamak” 3 olarak<br />
tanımlaya gelmiştir. Kamu yararı kavramının<br />
anayasal yargıda ve akademik ortamda<br />
kamu menfaati olarak kullanılması yaygındır.<br />
“Kamu yararı kavramı, devlet organlarının taktir<br />
yetkisini de beraberinde getiren bir unsusurdur.<br />
Kural olarak, Avrupa Mahkemesinin<br />
kararlarından izlediği genel şema uyarınca,<br />
kamu yararının Sözleşme ile bağdaşır biçimde<br />
uygulanıp uygulanmadığının, ilk once<br />
somut olayda kamu yararının mevcur olup<br />
olmadığı saptanmalı, daha sonra da genel<br />
yarar ile birey yararı arasındaki adil dengenin<br />
sağlanıp sağlanmadığı incelenmelidir. Kamu<br />
yararının objektif bir tanımı bulunmamakta,<br />
anılan kavram “zamana ve yere gore farklılık”<br />
göstermektedir. 4<br />
Kamu yararı kavramının idare hukuk bağlamı<br />
ve kapsamında ele alınması, bu kavrama<br />
çeşitli bilim alanları tarafından atfedilen esas<br />
veya anlamları göz ardı etmek anlamına gelmeyecekse<br />
de anılan kavramın salt hukuk<br />
2<br />
Cornell University, Law School, Legal Information Institute, http://<br />
www.law.cornell.edu/wex/administrative_law, (Erişim 14/01/2014)<br />
3<br />
Tekin Akıllıoğlu, “Kamu Yararı Kavramı Üzerine Düşünceler”,<br />
Amme İdaresi Dergisi, Cilt:24, S:2, 1991, s.11<br />
4<br />
Bkn.Lami Bertan Tokuzlu, “Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü”,<br />
Sibel İnceoğlu (ed.), İnsan hakları Avrupa Sözleşmesi ve<br />
Anayasa,Ankara, <strong>2013</strong>, s,518<br />
Yazar her nekadar yukarıda alıntı yapılan makalesinde kamu yararı<br />
kavramına denk düşen Fransızca “ l’interet general” kelimesini/<br />
karamını kullanmış ise de Fransız İdarî yargılama Kanunun da<br />
bu ibare “l’intérêt public” olarak kullanılmaktadır. Bkn. “Code de<br />
justice administrative” http://legislationline.org/topics/country/30/<br />
topic/83, (Erişim, 14/12/<strong>2013</strong>).<br />
71<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı<br />
72<br />
nosyonu olarak ele alınması zorunluluğunu<br />
ortadan kaldırmayacaktır.<br />
A. Kamu Yararı Kavramı ve İdare<br />
Hukuku İlişkisi<br />
Kamu yararı, kamu hizmeti ile somutlaşabilen<br />
bir kavramdır. ONAR kamu hizmetini;<br />
“Devlet veya diğer amme hükmi şahısları<br />
(kamu tüzel kişileri) tarafından veya bunların<br />
nezaret ve murakabaları, kontrolleri altında<br />
umumi ve kolektif ihtiyaçları karşılamak ve<br />
tatmin etmek, amme menfaatini sağlamak<br />
için icra edilen ve umuma arzedilmiş bulunan<br />
devamlı ve muntazam faaliyetler” olarak<br />
tanımlamıştır. 5 Kamu yararı bize göre birey<br />
ve topluluk menfaatleri yarışmasında tercih<br />
edilen üst yarardır. Kamu yararının topluluk,<br />
toplum ve devlet lehine bireysel veya topluluk<br />
yararından vazgeçme, topluluk, toplum<br />
ve devlet yararlarının yarışması durumunda<br />
da büyük olan menfaati koruma amaçlı olarak<br />
mahkeme kararlarında yargısal tercihte<br />
bulunma durumudur, esasen.<br />
Kamu yararı kavramı idarelerin tüm eylem<br />
ve işlemlerinde birincil amaç olduğuna gore<br />
idareler ve onların hukuksal rejimi olan idare<br />
hukuku ile organik bağı olan bir kavramdır.<br />
II. Yasal Düzenlemelerde Kamu<br />
Yararı<br />
İdarelerin, İdari Yargılama Usulü Kanunu 2<br />
inci madddesi “İdarî işlemler hakkında yetki,<br />
şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri<br />
ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri<br />
için menfaatleri ihlâl edilenler tarafından açılan<br />
iptal davaları,” 6 şeklindeki düzenleme ile<br />
yapalacak iş ve işlemlerin amaç/maksad yönünden<br />
hukuka uygun olmasını icbar etmiş<br />
bulunmaktadır. Bu maksat ise, kamu yararıdır.<br />
“Bütün idari işlemler, biçimi ve konusu ne<br />
olursa olsun, kamu yararı için yapılır. Yönetimin<br />
kamu yararı dışında bir amaç gütmesi<br />
durumunda yapmış olduğu işlem “amaç” yönünden<br />
hukuka aykırı olur ve iptali gerekir. 7<br />
Burada, Anayasa Mahkemesinin yerinde<br />
tespiti ile “…Türkiye Cumhuriyeti… sosyal bir<br />
hukuk devletidir” denilmektedir, hukuk devletinin<br />
tanımına giren unsurlardan birisi de,<br />
kamu yararı düşüncesi olmaksızın, yalnızca<br />
özel çıkarlar için veya yalnızca belli partilerin<br />
veya kişilerin yararına olarak herhangi bir yasanın<br />
kabul edilmeyeceğidir. 8<br />
Kamu yararı, “kanun, kamu yararıdır” 9<br />
B. Anayasal Düzenlemede Kamu<br />
Yararı<br />
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında;<br />
“ 11- (20.9.1971-1488) (1) Temel hak<br />
ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle<br />
bütünlüğünün, Cumhuriyetin, millî güvenliğin,<br />
kamu düzeninin, kamu yararının, genel<br />
ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile<br />
veya Anayasanın diğer maddelerinde gösterilen<br />
özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve<br />
ruhuna uygun olarak, ancak kanunla sınırlanabilir.<br />
Yine, (ispat hakkı m.34), (Mülkiyet hakkı<br />
m. 36),(kamulaştırma m.38), (devletleştirme,<br />
m 39), (çalışma ve sözleşme hürriyet m.40),<br />
( devlet ormanları m. 131) maddeleri temel<br />
haklar zümresinden olan yukarıda sıralı hakları<br />
kamu yararı söz konusu olduğunda kısıtlama<br />
olanağı veya onları tümüyle ortadan<br />
kaldırma olanağı tanımaktadır.<br />
Kanun, temel hak ve hürriyetlerin özüne<br />
dokunamaz.” Şeklinde bir düzenlemeye sahip<br />
olup, “kamu yararı” söz konusu olduğunda<br />
temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanabileceğine<br />
hükmetmiştir. İşte bu noktada kamu yararının<br />
ne olduğunun ve ne olmadığının yargı<br />
mercilerince yorumlanması gerekmektedir.<br />
Makalede Danıştay tarafından kavramın nasıl<br />
algılandığı irdelenecektir.<br />
III. Danıştay Kararlarında Kamu Yararı<br />
Kavramı<br />
5<br />
İnanç İşten, “Kamu Hizmeti Kavramı Ve Unsurları”, http://www.<br />
msb.gov.tr/ayim/Ayim_makale_detay.asp?IDNO=74 (Erişim,<br />
11/10 <strong>2013</strong>) s.1<br />
6<br />
20/1/1982 tarihli ve 17580 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan<br />
2577 sayılı İdari yargılama Usulü kanununun 2 nci maddesi.<br />
7<br />
Şeref Gözübüyük, İdari Yargılama Usulü, Ankara, Turhan<br />
Kitapevi,1996, s. 85.<br />
8<br />
AMK, 31.10.2008 tarih ve E.2008/34, K.2008/153 sayılı, Resmi<br />
Gazete tarih-sayı, 06.12.2008-27076<br />
9<br />
Tekin Akıllıoğlu, “Kamu Yararı Kavramı Üzerine Düşünceler”,<br />
Amme İdaresi Dergisi, Cilt:24, S:2, 1991, s,3.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
İbrahim Gül<br />
İdarenin dayandığı sebebin nitelendirilmesinde<br />
denetiminin yargı tarafından yapılabileceği<br />
ancak bunun yerindelik denetimi<br />
olmaması gerektiği önemli bir temel kabuldür.<br />
Örneğin; kamulaştırılacak taşınmazın iyi<br />
seçilip seçilmediği, başka taşınmazın seçilmesi<br />
gerektiği yönünde bir değerlendirme<br />
yapılmaması aksi halde Danıştay’ın idarenin<br />
yerine geçerek karar vermesi başka bir ifade<br />
ile “yerindelik denetimi” yapmış olacaktır.<br />
İdari işlemlerin maç unsuru ile takdir yetkisi<br />
ilişkisine değinmek gerekirse bir durum<br />
karşısında idare şu veya bu şekilde karar almakta<br />
serbestse, hareket tarzı sınırlandırılmamışsa,<br />
“ idarenin takdir yetkisi”nden söz edilir<br />
bu takti yetkisi ise hizmet gerekleri ve kamu<br />
yararı ile sınırlıdır.<br />
İdari işlemin amaç unsuru bakımından<br />
idarenin takdir yetkisi bulunmamaktadır.<br />
Çünkü, idari işlemin amacı mutlaka kamu yararıdır.<br />
İdare, bu konuda bağlıdır. Kanunlarda<br />
özel amaç belirtilse dahi bu da sonuçta genel<br />
amaç olan kamu yararının içinde yer alacaktır.<br />
Takdir yetkisinin hangi unsurlar açısından<br />
geçerli olduğu konusunda farklı görüşler bulunmaktadır.<br />
Ancak genel görüş, sebep ve<br />
konu bakımından takdir yetkisinin olabileceği,<br />
yetki, şekil ve amaç bakımından takdir yetkisinin<br />
olamayacağına dair içtihadi ve doktrinsel<br />
kabul vardır.<br />
İdari işlemin genel amaç bakımından hukuka<br />
aykırılık halleri; idarenin kişisel amaç<br />
gütmesi, üçüncü kişileri koruma amacı gütmesi<br />
ve siyasi amaç gütmesi olarak sayılabilir.<br />
C. Kamu Yararının Derecelendirilmesi<br />
Danıştay kararlarında, kamu yararı ve<br />
benzer ifadeler arasında bir derecelendirme<br />
olup olmadığını ayrımlaştırmak zor görünse<br />
de “üstün kamu yararı” kavramının öncel ve<br />
en üst kamu yararı olduğuna dair kararlar<br />
mevcuttur. Benzer biçimde, Anayasa Mahkemesi<br />
bir kararında; 10<br />
A. Tolunay – M. Korkmaz tarafından Süleyman<br />
Demirel Üniversitesi Dergisinde (8-1,<br />
2004, 47-58) yayımlanan “Ormancılıkta Kamu<br />
Yararı ve Üstün Kamu Yararı Üzerine Analizler”<br />
isimli inceleme yazısında:<br />
“Orman kaynaklarından topluma sağlanan<br />
faydaların tümünde “kamu yararı” bulunmaktadır.<br />
Fakat günümüzde orman ekosistemlerinin<br />
kullanımında, başka etkinliğe izin verilmesi<br />
gibi durumlarla karşılaşılmakta, bu etkinliğin<br />
gerçekleştirilmesinde de “kamu yararı” nın var<br />
olduğu belirtilmektedir. Bu durumda, kamu yararı<br />
sağlayan iki etkinlikten hangisinde “kamu<br />
yararının” daha çok olduğunun, hukuksal anlamda<br />
“üstün kamu yararının” hangisinde olduğunun<br />
belirlenmesi gerekmektedir.<br />
Şeklinde hüküm gerekçesi teşkil ederek<br />
yüksek yargı içtihatlarında kamu yararı kavramının<br />
lehine bir devinimsel yaklaşım benimsemiştir.<br />
Aşağıda yer alan seçilmiş Danıştay<br />
Kararlarında da bu hususun vurgulanmaya<br />
çalışıldığı görülecektir.<br />
Danıştay’ın çeşitli kararlarında, baskın<br />
kamu yararı, üstün toplum yararı ifadelerine<br />
de rastlanılmaktadır<br />
Doktrinde kamu yararı “dar anlamda<br />
kamu yararı” ve “geniş anlamda kamu yararı”<br />
ayrımları yapılarak da belirlenmeye çalışılmıştır.”<br />
11 Ancak Danıştay kararlarında gerçeklik<br />
bulmayan bir ayırımdır, bu.<br />
1. Kamu Yararının Yarışması Durumu<br />
Kamu yararı olduğu şüphe götürmeyen<br />
ve kamu yararı il korunması gerekli olan iki<br />
“menfaatin” olduğu hallerde doğal olarak<br />
kamu yararları yarışacaktır. Danıştay bu hallerde<br />
kamu kavramı kavramını derecelendirerek<br />
bir yararı üstün kamu yararı olarak ele<br />
alarak sorunsala çözüm bulmuştur. Üstün<br />
kamu yararı kavramın toplum yararını koruyan<br />
kamu yararı olarak (doğal olarak) benimsemiştir.<br />
Danıştay 1950 yıllarından önce<br />
kararlarında hükümet devlet teorisi bağlamın-<br />
73<br />
10<br />
Anayasa Mahkemesi Kararı, (E.2004/67), Resmi Gazete,<br />
26761, 19 Ocak 2008.<br />
11<br />
Ayaydın, Cem, 1982 Anayasası Çerçevesinde Kamu Yararı<br />
Kavramı ve Anayasa Mahkemesi, XII Levha, İstanbul, 2010,<br />
s.3, Aktaran, C., Kaya, Kamu Yararından Hareketle Kamu Yararı<br />
Kavramına Danıştay’ın Bakışı, Ankara, Levha, 2011.<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı<br />
74<br />
dan devletin yüksek yararı/siyaseti gerekçesiyle<br />
görev yönünden ret ettiği kararlara da<br />
rastlanılmaktadır.<br />
a) Kamu Yararı Bireysel Menfaat<br />
Danıştay 6. Dairesine ait 18.10.2011 tarihli<br />
ve E.2009/10109, K.2011/3784 Sayılı Kararı-<br />
Kamu yararı kavramına denk olarak toplumsal<br />
yarar kavramını da kullanan Danıştay,<br />
“Demokratik hukuk devletinin amacı kişilerin<br />
hak ve özgürlüklerden en geniş biçimde yararlanmalarını<br />
sağlamak olduğundan, yasal<br />
düzenlemelerde insanı öne çıkaran bir yaklaşımın<br />
esas alınması gereklidir… Avrupa<br />
İnsan Hakları Mahkemesi de 23.9.1981 tarihli<br />
Sporrong ve Lönnroth kararında, kamulaştırma<br />
izni ile inşaat yasağının uzun bir süre<br />
için öngörülmüş olmasının, toplumsal yarar<br />
ile bireysel menfaat arasındaki dengeyi bozduğu<br />
sonucuna varmıştır. Kamu yararı adına<br />
fedakârlığa katlanmak durumunda kalan<br />
maliklerin bekletilmesi uygun görülmemiştir.”<br />
Gerekçeleriyle idarenin işlemini iptal etmeyen<br />
yerel mahkeme kararını bozmuştur. Bu<br />
kararda, dikkat çekici husus; kamu ve bireysel<br />
menfaat çatışmasında bireysel menfaatin<br />
demokratik hukuk devleti gereği olarak tercih<br />
edilmesi ile kamu yararı yerine toplumsal yarar<br />
kavramını kullanılmasıdır. Başka bir deyişle,<br />
menfaatlerin yarışması durumunda açıkça<br />
kamu menfaatinin öncellenmesi gerektiğine<br />
hükmedilmiştir.<br />
2. Kamu Yararı kavramının<br />
Çeşitlenmesi<br />
Aşağıda yer verilen kararda, “baskın<br />
kamu yararı” kavramı kullanılmakla, kamu yararı<br />
kavramının derecelendirilmesini mümkün<br />
kılınmıştır. Baskın kamu yararı bu kararda “üstün<br />
kamu yararı” kavramına denk bir kavram<br />
yükü taşımaktadır. Kamu yararı, toplum yararı,<br />
üstüm kamu yararı kavramlarından sonra<br />
“baskın kamu yararı” kavramının içtihadi bir<br />
terim olarak kullanılmaya başlanıldığına şahit<br />
olunulmaktadır.<br />
a) Üstün Kamu Yararı<br />
Danıştay 6. Dairesine ait 15.5.2001 tarihli<br />
ve E.1999/3929, K. 2009/2617 Sayılı Kararı ile<br />
“Okul ya da maden işletmeciliği arasındaki<br />
kamu yararı çatışmasında üstün kamu yararının<br />
maden ocağı lehine olacağı tartışmasızdır.”<br />
Şeklindeki ifadesi ile Danıştay kamu<br />
yararının yarıştığı durumlarda içtihadi bir<br />
kavram yaratarak “üstün kamu yararı” kavramını<br />
kullanmıştır. Bu yaklaşım neredeyse<br />
ilgili tüm Danıştay kararlarında yerleşik hal almıştır.<br />
Danıştay, 6. Dairesine ait E.1995/5161,<br />
K.1996/1464, K.T. 25.3.1996 sayılı kararı ile<br />
Danıştay 5. Dairesine ait 22.5.2009 tarihli ve<br />
E.2007/8867, K.2009/5992 sayılı kararlar da<br />
bu eğilim görülmektedir.<br />
Danıştay 6. Dairesine ait, 23.12.1998 tarihli<br />
ve E.1997/6678, K.1998/6744 Sayılı Kararı<br />
ile<br />
“İmar planlarının yargısal denetimi sırasında<br />
şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve<br />
kamu yararı kriterlerinin yanı sıra özelliği itibari<br />
ile ilh… gibi olguların yanı sıra “üstün kamu<br />
yararı” ilkesinin de gözetilmesi zorunludur.”<br />
Şeklinde karar vererek kamu yararı ile üstün<br />
kamu yararı arasında bir ayrıma gitmiştir.<br />
Dolayısıyla Danıştay’ın artık “kamu yararı” ve<br />
“üstün kamu yararı” arasında bir derecelendirme<br />
yaptığı anlaşılmaktadır.<br />
D. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi<br />
Atıflar<br />
Danıştay’ca öncelikle Avrupa İnsan Hakları<br />
Mahkemesi’nin “toplum yararı”na ilişkin<br />
verdiği kararların Danıştay tarafından bir üst<br />
ve yerleşik içtihat mercii tarafından oluşturulmuş<br />
gibi kararlarından bir atıf veya referans<br />
olarak ele alması 12 Anayasanın 90 ıncı<br />
maddesi ile verilen açık çek hükmünde olan<br />
12<br />
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve 20.III.1952 tarihli Ek<br />
Protokol’ünde “kamu yararı” kavramı Türkiye Anayasası ile paralel<br />
düzenlemeler içermektedir. Burada Anayasa’nın 90 ıncı maddesi<br />
olan “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası Andlaşmalar<br />
kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık<br />
iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre<br />
yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası<br />
andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi<br />
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma<br />
hükümleri esas alınır.” Hükmünün bu tavra açık bir yasal dayanak<br />
oluşturduğu da yadsınamaz. 1963 tarihli 4 numaralı Ek protokolün,<br />
2 inci maddesinde “…demokratik toplum içinde, “toplum yararı”<br />
kavramına yer verildiği de göz önünde tutulmalıdır. Bkn. European<br />
Human Right Convention, http://www.echr.coe.int/Documents/<br />
Convention_ENG.pdf, (Erişim 28/12/<strong>2013</strong>).<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
İbrahim Gül<br />
“usulüne uygun yürürlüğe girmiş Milletlerarası<br />
Andlaşmalar kanun hükmündedir” hükmünün<br />
iç hukuka etkisi yadsınamaz. Bu bağlamda<br />
Danıştay’ın özellikle Avrupa İnsan Hakları<br />
Sözleşmesine atıfla karar inşaası sıkça görülür<br />
bir durum arz etmektedir.<br />
Danıştay 6 ıncı Dairesine ait E.2012/4525,<br />
K: 2012/462 sayılı aşağıda yer alan kararda<br />
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin bağlayıcı<br />
iç hukuk metni gibi değerlendirilerek karara<br />
esas tutulmasına şahit olunmaktadır.<br />
Anayasanın “Milletlerarası andlaşmaları<br />
uygun bulma” başlıklı 90. maddesinin son<br />
fıkrasında: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş<br />
milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.<br />
Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası<br />
ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek<br />
cümle: 07.05.2004 günlü, 5170 sayılı Yasanın<br />
7. maddesi) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş<br />
temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası<br />
andlaşmalarla kanunların aynı konuda<br />
farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek<br />
uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma<br />
hükümleri esas alınır.” hükmü getirilmiştir. Bu<br />
hüküm ile usulüne göre yürürlüğe konulmuş<br />
uluslararası andlaşmaların iç hukuk sistemine<br />
yansıtılma yöntemi belirlenmiştir. Buna göre,<br />
bu andlaşmalardan temel hak ve özgürlüklere<br />
ilişkin olanlarla yasaların aynı konuda farklı<br />
hükümler içermesi durumunda uluslararası<br />
andlaşma kurallarının esas alınması anayasal<br />
bir gerekliliktir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin<br />
(Sözleşme, AİHS) 6/1. maddesinde:<br />
“Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle<br />
ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda<br />
kendisine yöneltilen suçlamaların esası<br />
konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş,<br />
bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından,<br />
kamuya açık olarak ve makul bir süre<br />
içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir.”<br />
kuralı yer almıştır. 13<br />
Danıştay 4. Dairesine ait 21.5.<strong>2013</strong> tarihli<br />
ve E.2011/15285, K.<strong>2013</strong>/3842 Sayılı Kararı<br />
“gerekçede karşı oy” kısmında,<br />
13<br />
Danıştay Dergisi, <strong>2013</strong>, Sayı, 132, S,39-44, http://www.danistay.<br />
gov.tr/dergiler/dergiler.html, (Erişim12/01/<strong>2013</strong>).<br />
“19.03.1954 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan<br />
6366 sayılı Kanun ile Türkiye tarafından<br />
da kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi<br />
Ek Protokolünün “Mülkiyetin Korunması”<br />
başlıklı 1 inci maddesinde; “Her gerçek ve<br />
tüzel kişinin mal mülk dokunulmazlığına saygı<br />
gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse<br />
ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada<br />
öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun<br />
genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden<br />
yoksun bırakılabilir.”, “AİHM, … sonuç<br />
olarak, mülkiyetin korunması ve kamu yararı<br />
gereklilikleri arasında kurulması gereken adil<br />
dengeyi başvuranlar aleyhine bozduğuna kanaat<br />
getirmektedir.” Şeklindeki hukuki tartışma<br />
ve irdelemelerle kamu yararını uluslararası<br />
sözleşmeler ile de korunan yüksek bir değer<br />
haline getirmiştir. Ayrıca ulusal mevzuatın<br />
yorumlanıp uygulanmasında usulüne uygun<br />
olarak yürürlüğe giren uluslararası antlaşmalara<br />
da saygı göstermek ve hatta kararlarda<br />
atıflarda bulunmasının yolunu açmaktadır.<br />
E. Taktir Hakkı ve Kamu Yararı<br />
Danıştay 5. Dairesine ait 14.3.2006 tarihli<br />
ve E.2003/3647, K.2006/1140 Sayılı Kararı<br />
Baskın kamu yararının bulunmadığı durumlarda,<br />
kamu görevlilerinin haklı beklentilerin<br />
zedelenmemesinin gerektiği hakkında<br />
verilmiş bir karardır. Kamu görevlilerinin haklı<br />
beklentilerinin korunması, ancak kişisel kararlarda,<br />
yönetimin takdir yetkisini kullanma<br />
alanlarında söz konusu olduğundan, baskın<br />
kamu yararı olmadığı durumlarda, kamu görevlilerinin<br />
haklı beklentilerinin zedelenmemesi<br />
gerekirdi.<br />
Toplumsal hayatının gereklilikleri idareye<br />
takdir yetkisini tanımasını kaçınılmaz hatta,<br />
zorunlu kılmaktadır. Ortak ve medenî ihtiyaçların<br />
günden güne artması ve devletin görevleriyle<br />
ilgili anlayışların değişmesi sonucu<br />
idarenin yerine getirmekle yükümlü olduğu<br />
kamu hizmetlerinin alanı sürekli genişlemekte<br />
ve pek çok bakımlardan teknik ve uzmanlığı<br />
gerektirir bir hal almakta olduğundan ve<br />
her türlü idari eylemi kodifiye etmek mümkün<br />
olmadığından dolayı taktiri hakkı kaçınılmaz<br />
olarak gelişmiş bir kavramdır.<br />
Bu kavram, İnsan Hakları avrupa Mahke-<br />
75<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı<br />
76<br />
14T<br />
Lami Bertan Tokuzlu, “Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü”,<br />
Sibel İnceoğlu (ed.), İnsan hakları Avrupa Sözleşmesi ve<br />
Anayasa,Ankara, <strong>2013</strong>, s, 525<br />
15<br />
Mahmut Şen, “İdarenin yargısal Denetiminin Sınırlarına<br />
İlişkin Modeller”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi C.<br />
XVII, Y. <strong>2013</strong>, S, 1635,<br />
mesinde, genel yarar ile kamu yararı ifadelerinin<br />
biribirlerinden farklı kavramlar olduğu,<br />
genel yararın devlete daha çok taktir hakkı<br />
tanıdığı ileri sürülmüşse de bu ayrım fonksiyonel<br />
bulunmamıştır. 14 Şeklinde anlaşılmıştır.<br />
Bu durum yargı kararlarının takdir yetkisinin<br />
varlığına değil, takdir yetkisinin sınırına<br />
ilişkin olarak değerlendirilmelidir.<br />
F. Kamu Yararı Yerindelik Denetimi<br />
İlişkisi<br />
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun<br />
“İdari dava türleri ve idari yargı yetkisinin<br />
sınırı” başlıklı 2 nci maddesinde yer<br />
alan “İdari mahkemeler; yerindelik denetimi<br />
yapamazlar, yürütme görevinin kanunlarda<br />
gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine<br />
getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve<br />
işlem niteliğinde veya idarenin takdir yetkisini<br />
kaldıracak biçimde yargı kararı veremezler.”<br />
hükmü Danıştay’ı bağlayıcı bir kıstastır.<br />
İdari yarcı merciilerin Danıştay da dahil olmak<br />
üzere idarenin yerine geçerek karar vermesi<br />
mümkün olmadığından bu prensibe Danıştay<br />
tarafından sıkıca riayet edildiği görülmektedir.<br />
“Mahkemenin fonksiyonu, idarenin<br />
yerine geçerek yerindelik denetimi yapmak<br />
olmayıp, karar verme süreçlerinde bireylere<br />
eşit ve adil muamele sağlandığından emin olmakla<br />
sınırlıdır. Dolayısıyla yargısal denetimin<br />
amacı, idarenin tercihinin isabetli olup olmadığını<br />
değerlendirerek bu tercihi gerektiğinde<br />
hakimin kendi tercihi ile değiştirmek değil,<br />
karar verme sürecinin eşit ve adil olmasını<br />
sağlamaktır.” 15<br />
G. Bireysel Hak İhlaline Yaslanmayan<br />
Davalar<br />
Bireysel hak ihlaline yaslanmayan davalarda<br />
Danıştay kesin ve kati bir tutum benimsemiş<br />
bulunmaktadır. Danıştay emsal niteliğindeki<br />
kararlarında yoruma olanak verilmeyecek<br />
şekilde kamu yararını öncelemektedir.<br />
Danıştay 10. Dairesine ait 11.5.2011 tarihli<br />
ve E.2010/13350, K.2011/1738 Sayılı Kararı<br />
ile “Bireysel hakkın ihlaline dayanmayan<br />
kamu yararını doğrudan ilgilendiren konularda<br />
açılan iptal davaları, objektif ve somut<br />
nitelikte olup; bütünüyle kamu yararını amaçlamaktadırlar.<br />
Dolayısıyla iptal davalarında<br />
feragat isteminin de kamu yararı ölçütü kullanılarak<br />
karara bağlanması gerekir.” Şeklinde<br />
hüküm tesis edilmiştir.<br />
Bu kararda; bireysel hakkın ihlaline dayanmayan<br />
konularda açılan iptal davalarında<br />
da kamu yararı ilkesine riayetle karar verileceğine<br />
ilişkin karar verilmiş olup, kamu yararının<br />
İdari Yargı Kararlarında temel müessir<br />
halinde olduğunu teyit edilmiştir. İdari eylem<br />
ve işlemlerin asıl amacının “Kamu Yararına<br />
Uygunluk” olduğu bu kararla teyit edilmiştir.<br />
H. Genel Kamu Yararı<br />
Danıştay 2. Dairesine ait 02.2.2011 tarihli<br />
ve E.2010/7168, K.2011/307 Sayılı Kararı<br />
Kamu Emekçileri Sendikasının taraf olduğu<br />
kararda yer alan Danıştay Tetkik Hakimi,<br />
Nafi Alantar’a ait düşüncede, “… İnsani davranışların<br />
soyut kamu yararı ve hizmet gerekleri<br />
kavramlarına feda edilmesinde başkaca<br />
amacı olmadığı gibi, kamu yararı ve hizmet<br />
gereklerinden amaçlanın da robot insanlar<br />
oluşturulmasının olmadığı dikkate alındığında<br />
dava konusu uygulamanın hukuki olmadığı…”<br />
şeklindeki hukuksal betimlemeleri<br />
kamu yararının idari işlem tesis edenlerce<br />
bireyin temel hak ve hürriyetlerini kısıtlayıcı<br />
argümanlar olarak kullanamayacağı, diğer<br />
bir deyişle idarelerin takdir haklarını keyfilik<br />
olarak algılayamayacaklarının altı çizilmiştir.<br />
Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun<br />
E:2001/1, K:2001/4 sayılı kararı, “…toplumun<br />
doğru bilgi edinme hakkı ve genel kamu yararı<br />
gözetilerek, kamuya sunulan hizmetin<br />
yansız, objektif biçimde yürütülmesi için düzenlenmesi<br />
gerektiği açıktır. Bir başka deyişle,<br />
radyo ve televizyon işletmeciliği düzenlenirken,<br />
basın özgürlüğünün toplumun doğru<br />
bilgilendirilmesi amacı doğrultusunda ve genel<br />
olarak kamu yararı zedelenmeden kulla-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
İbrahim Gül<br />
16<br />
Ahmet Arslan, Tuncay Dündar, Danıştay İçtihadı Birleştirme<br />
Kurulu Kararları, Ankara:Seçkin, s.459<br />
17<br />
Yakup Bal, Mustafa Karabulut, Yahya Şahin, İdari Yargılama<br />
Usulü ile İlgili Danıştay 10. Dairesinin Seçilmiş kararları,<br />
Ankara:Seçkin, 2003, s.538.<br />
nılmasının sağlanması bir zorunluluk olarak<br />
ortaya çıkmaktadır.”<br />
Şeklindeki kullanımı ile kamu yararı “genel<br />
kamu yararı” olarak terimleştirmiştir. Oysa<br />
kamu yararının özel kamu yararı genel kamu<br />
yararı olarak sınıflandırılması pek mümkün<br />
gözükmemektedir. 16<br />
İ. Kamu Yararı Kavramı ile Kamu<br />
Düzeni kavramı İlişkisi<br />
Aşağıda yer verilen kararda “kamu düzeni”<br />
ve “kamu yararı” kavramlarının eşit etkiye<br />
sahip ve benzer içerikte kullanılması bakımdan<br />
kayda değer görülmektedir. Kamu<br />
yararı kavramı ve kamu düzeni kavramının<br />
ayrılmaz bir bütün olduğu ve idari işlemlerin<br />
amaçlarının kamu düzeni (korumak/devam<br />
ettirmek) yani kamu yararı olduğunun altı<br />
çizilmiştir.<br />
Danıştay 10. Dairesine ait 25.5.199 tarihli<br />
ve E.1998/7189, K.1999/2637 Kayılı Kararı ile<br />
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile görevli<br />
şirketler arasında imzalanacak olan imtiyaz<br />
sözleşmelerinde yer alan bazı hususlara<br />
ilişkin öneriler içeren kurul kararının ve bunun<br />
dayanağı olduğu iddia olunan Tebliğin,<br />
BEDAŞ’ta sözleşmeli personel olarak çalışan<br />
davacının güncel, kişisel ve aktüel menfaatini<br />
ihlal etmediğinden dava açma ehliyetinin<br />
bulunmadığı hakkında verilen karardır.<br />
Karar metninde, “2577 sayılı İdari Yargılama<br />
Usulü Kanununun 4001 sayılı yasa<br />
ile değişik 2 nci maddesinin 1/a fıkrasında;<br />
idari işlemler hakkında, yetki, şekil, sebep,<br />
konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka<br />
aykırı olduklarından dolayı iptalleri için çevre,<br />
tarihi ve kültürel değerlerin korunması,<br />
imar uygulamaları gibi kamu yararını yakından<br />
ilgilendiren hususlar hariç olmak üzere,<br />
kişisel menfaatleri ihlal edilenler tarafından<br />
açılan iptal davalarının idari dava türlerinden<br />
olduğu vurgulanmıştır. Burada kullanılan kişisel<br />
hakları ihlal edilenler ibaresi Anayasa<br />
Mahkemesinin 21.9.1995 tarih ve 1995/47<br />
sayılı Kararı ile Anayasaya aykırı bulunarak<br />
iptal edilmiştir. 10.04.1996 tarih ve 22607<br />
sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Anayasa<br />
Mahkemesi kararından iptal nedeniyle<br />
doğan “kamu düzenini” ve “kamu yararını”<br />
olumsuz etkileyecek hukuksal boşluğun giderilmesi<br />
için iptal kararının Resmi Gazetede<br />
yayımından başlayarak üç ay sonra yürürlüğe<br />
gireceğini belirlemiş bulunmaktadır. 17<br />
J. Kamu Yararı kavramı ve Hukuk<br />
Devleti<br />
Aşağıda yer verilen kararda Sendikanın<br />
Tüzel Kişiliğinden kaynaklanan genel hak<br />
ve fiil ehliyetine dayanarak menfaatinin ihlal<br />
edilmesi, üyelerin ortak çıkarlarını etkilemesi,<br />
…durumunda dava açmasının mümkün<br />
olup olmadığına dair tartışma yapılmıştır. Bu<br />
karara karşı Danıştay Dava Daireleri Kuruluna<br />
temyizde bulunulması üzerine yukarıda<br />
yer verilen karar metni neredeyse aynen tekrar<br />
edilerek kamu yararı bulunmadığı savına<br />
yaslanarak anılan Danıştay kararı onanmıştır.<br />
Ayrık oy ile sübjektif ehliyet ve hukuk devleti<br />
ilişkisi irdelenerek yargı denetiminin hukuk<br />
devletinin vazgeçilmez unsuru olduğuna dair<br />
davacının dava açma ehliyetini olduğu tartışılmıştır.<br />
Hukuk devleti ile kamu yararı kavramlarının<br />
başat ve ayrık düşünülmesi olanaksız<br />
kavramlar olarak ele alınmıştır.<br />
Danıştay 8. Dairesine ait 28.09.2011 tarihli<br />
ve E.2010/8496, K.2011/4223 Sayılı Kararı ile<br />
“ALES Sınavına başörtülü olarak girilebilmesi”<br />
konulu olarak açılan davada Eğitim<br />
ve Bilim İş Görenleri Sendikasının (Eğitim-İş)<br />
dava açabilme ehliyetine ilişkin karar verilen<br />
davada; yasa ile belirlenen ve yukarıda<br />
açıklanan dava açma ehliyeti ile ilgili koşullar<br />
arasında yer almayan “genel kamu yararı”<br />
kavramından hareketle dava açma ehliyeti<br />
bulunduğu sonucuna varılmasına hukuken<br />
olanak bulunmamaktadır.” Şeklinde karar verilmiştir.<br />
Bu karara, Azlık Oyunda Anayasanın<br />
51. maddesi ve 4688 sayılı Kamu Görevlileri<br />
Sendikaları Yasası uyarınca kurulan Sendikanın<br />
Tüzüğü “…laik düzenini, demokratikleş-<br />
77<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı<br />
78<br />
me ve ulusal eğitim hedefini geliştirerek korumak<br />
ve sonsuza kadar yaşatmak için elinden<br />
gelen çabayı göstermeye çalışmak, sendikanın<br />
amaçları arasında sayılmıştır. Genel kamu<br />
yararı bulunduğu açık olan dava konusu…”<br />
şeklinde görüş serdedilmiştir. Kararda ilginç<br />
bir biçimde Danıştay Savcısı görüşüne yer<br />
verilmemiştir.<br />
K. Kamu Yararı ve İdari İstikrar İlkesi<br />
İdari iş ve işlemlerde esas alınan idari istikrar<br />
ilkesi idare hukukunda önemli bir yönlendirici<br />
bir kavramdır. Aşağıda yer verilen<br />
kararda idari istikrar ilkesinin kamu yararı<br />
söz konusu olduğunda korunamayacağını<br />
ilkeleştirmiştir. Bu karar ile idare hukukunun<br />
temel normlarının ve ilkelerinin kamu yararı<br />
kavramı karşısında korunmayacağı vurgulanmıştır.<br />
Kaldı ki tüm idari iş ve işlemlerde asli<br />
amaç kamu yararıdır. Bu karar bu varsayımı<br />
teyid eder vaziyettedir. Aşağıda bu hususta<br />
verilen karar yer almaktadır.<br />
Danıştay 5. Dairesine ait 13.12.2012 tarihli<br />
ve E.2012/7438, K.2012/8775 Sayılı<br />
Kararı ile Ankara 15. İdare Mahkemesince,<br />
Danıştay Beşinci Dairesinin 23.9.2011 tarihli,<br />
E:2011/638, K:2011/4781 sayılı bozma<br />
kararına uyularak verilen 7.5.2012 tarihli,<br />
E:2012/611, K:2012/664 sayılı kararın dilekçede<br />
yazılı nedenlerle temyizen incelenerek<br />
bozulması isteminden ibaret olan kararda;<br />
“Ancak söz konusu İçtihadı Birleştirme Kurulu<br />
kararları ile sağlanan korunmanın kamu<br />
yararı ve kamu düzeni ile sınırlı olduğunu,<br />
idarede istikrar ilkesi esas alınarak sağlanan<br />
bu korumanın, kamu düzenini ve bunun sonucu<br />
olarak kamu yararını ihlal eden, bozan<br />
bir sonuca ulaştığında artık sürdürülmesinin<br />
olanaklı olmadığını; korumanın, hukuka aykırı<br />
işlemin düzeltildiği tarihe kadar ilgili kişi için<br />
doğurduğu kişisel kazanımlarla sınırlı kalacağını<br />
kabul etmek gerekmektedir. Daha açık<br />
bir anlatımla hukuka aykırı idari işlemle elde<br />
edilen statü ve bu statüye dayanılarak yapılan<br />
işlem ve eylemler kamuya yönelik etki ve sonuçlar<br />
doğruyorsa bu statü korunmayacak,<br />
ancak idarece hatalı işlem düzeltilinceye kadar<br />
ilgili kişinin bu statü nedeniyle elde ettiği<br />
kişisel kazanımlara da dokunulmayacaktır.”<br />
L. Milli Yarar<br />
Kanunlarda alan bir kavram olan “milli yarar/menfaat”<br />
kavramı da Danıştay tarafından<br />
kullanılagelen bir kavramdır. Tıpkı kamu yararı<br />
gibi üst müessir kavram olarak kullanılmaktadır.<br />
Bu kavram üstün kamu yararı kavramına<br />
denk hatta daha üst bir kıstas muamelesi<br />
görmektedir. Türk Telekomun %55 oranındaki<br />
hissesinin blok olarak satılmasına ilişkin ihalenin<br />
iptali ile ilgili açılan davada “milli yarar” ifadesi<br />
vurgulanmıştır. Bu ifadenin esasında üstün<br />
kamu yararının devlet ve tüm vatandaşları<br />
alakadar eden menfaat öncelemekten ziyade<br />
korunması gereken en üst değere atıfta bulunulmuştur.<br />
Böylelikle, üstün kamu yararından<br />
da üst bir kavram olarak milli yarar kavramının<br />
inşaa edildiği söylenebilir. Buna ilişkin Danıştay<br />
13 üncü Dairesine ait, 22.05.2007 tarihli<br />
ve E.2005/7666, K.2007/3376 sayılı kararı<br />
bulunmaktadır. 18<br />
IV. SONUÇ<br />
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun<br />
2 nci maddesi ile “İdarî işlemler hakkında<br />
yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden<br />
biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı<br />
iptalleri için menfaatleri ihlâl edilenler tarafından<br />
açılan iptal davaları…” şeklinde va’z edilen<br />
hüküm kamu yararı ve hizmet gerekleri<br />
kavramlarında somutlaştırılmıştır. Yine, hukuk<br />
devleti ilkesinin yer aldığı Türkiye Cumhuriyeti<br />
Anayasası 2. maddesi dolayısı ile Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nin idari eylem ve işlemlerin hukuka<br />
uygun ve yargı denetimine bağlı olan bir<br />
devlet olduğu kesindir. Durum bu iken, kamu<br />
yararı (yargı içtihat ve kararlarındaki değişkenlikleri<br />
ile) kavramı İdari Yargılama Usulü<br />
Kanununa açıkça derç edilmelidir. İdari Yargılama<br />
Usulü Kanunu,<br />
” Madde 2 – 1. (Değişik: 10/6/1994 -<br />
4001/1 md.) İdari dava türleri şunlardır:<br />
(İptal: Ana.Mah.nin 21/9/1995 tarih ve<br />
E:1995/27, K:1995/47 sayılı kararı ile; Yeni-<br />
18<br />
Age,s.43-44.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
İbrahim Gül<br />
19<br />
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2 nci maddesi.<br />
20<br />
Takdir yetkisine ilişkin 657 sayılı DMK.nun 76. maddesi ile<br />
idarelere tanınan takdir yetkisinin kullanımı mutlak ve sınırsız<br />
olmayıp, kamu yararı ve kamu hizmetinin gerekleriyle sınırlıdır.<br />
Şeklinde, Danıştay İkinci Dairesine ait Esas sayısı 2004/3266,<br />
Karar sayısı 2005/831, Karar tarihi 04.03.2005 olan kararı<br />
mevcuttur.<br />
21<br />
Bkn.Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na ait 06.10.2005<br />
günlü ve E.2003/1145, K.2005/2539 kararı ile Danıştay 109,110<br />
,111,112,113,114,115,116,117,118,119 sayılı Dergilerde yer alan<br />
kararlar.<br />
22<br />
Bkn. Danıştay 10 uncu Dairesine ait 16.10.2008 tarihli ve<br />
E.2007/5777, K.2008/6696, http://www.danistay.gov.tr/dergiler/<br />
dergiler.html (Erişim 11Ocak 2014).<br />
den Düzenleme: 8/6/2000 - 4577/5 md.) İdarî<br />
işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve<br />
maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından<br />
dolayı iptalleri için menfaatleri ihlâl<br />
edilenler tarafından açılan iptal davaları,” 19<br />
Şeklinde düzenlenmiş olup, Kanun metnine,<br />
“kamu yararı” ibaresinin eklenmesi gerekmektedir.<br />
Diğer türlü, idari yargı kararlarında<br />
temel müessir olan kamu yararı kavramının<br />
soyut ve (tartışmalı) içeriği ile mutlak etkisinin<br />
sağlıksız devinimine şahit olmaya devam<br />
edeceğiz. Çağın gelişen ve değişen koşulları<br />
idarenin hizmetlerini komplike bir çeşitliliğe<br />
büründürmekte olduğundan kamu yararının<br />
nerede ve nasıl gerçekleştirileceği idari mercilerce<br />
bilinememekte olduğundan idari iş ve<br />
işlemleri tesisi ederken kamu yararını gözetmekte<br />
zorluk çekmektedirler. Bu durum, Danıştay’daki<br />
dava yüküne olumsuz etki etmekle<br />
birlikte kararlarında sürekli bir kamu yararı<br />
kavramı buhranı yaşamaktadır.<br />
Tekrarında fayda görmekteyim,” bir idari<br />
işlemin kamu yararına uygun olup olmadığının<br />
denetlenmesi yerindelik denetimi değil,<br />
hukuka uygunluk denetimi “ olduğu incelenen<br />
Danıştay kararlarında açıkça görülmektedir.<br />
Hizmet gerekleri 20 ve kamu yararı kavramı<br />
Danıştay kararlarında kamu düzeninin işleyişini<br />
sağlayan idari kararlarda ereksel bir<br />
kavramlar olarak esas alınmış olup idarenin<br />
tüm işlemlerine şamil olmak üzere idarenin<br />
tekelinde bulunan “takdir hakkının” da hangi<br />
yönde kullanılacağına ışık tutmaktadır.<br />
Kamu yararı ile kişisel yararın yarışmasında<br />
esasen birey ve devlet yararı karşılaştırılmaktadır.<br />
Bireyin yararın korunmasında<br />
devlet yararına olduğu gerçekliğine rağmen<br />
birisinin uğruna diğeri feda edilmektedir. Bireyin<br />
özel çıkarlarının topluluk çıkarı için ihlal<br />
edilmesinin gerekçesi Danıştay’da kamu yararı<br />
kavramı dolayısı ile yapılagelmektedir.<br />
Son olarak, Danıştay’ın 2008 yılına kadar<br />
olan kararlarında toplum yararı, üstün kamu<br />
yararı, baskın kamu yararı kavramları yerine<br />
“kamu yararı ve hizmet gerekleri” iki kavramının<br />
birlikte kullanıldığı anlaşılmaktadır. Tadat<br />
olarak sayılan kavramların Danıştay kararlarında<br />
kullanılmasının kamu yararı kavramının<br />
evrilmeye başladığının somut göstergesi olmaktadır.<br />
21<br />
Danıştay üstün kamu yararı kavramını,<br />
toplumun genelinin menfaatlerini ilgilendiren,<br />
toplumun genel yararına olan hususlar için<br />
üretmiştir. 22<br />
Danıştay, bütün idari işlemlerin ortak ve<br />
mutlak amacının kamu yararı olması dolayısı<br />
ile yargısal denetim üst derece yetkili<br />
mahkeme mercii olarak inşaa ettiği içtihat<br />
ve verdiği kararlarda kamu yararı kavramını<br />
temel belirleyici kıstas olarak tutmuştur. Bu<br />
maksatla, toplum yararı, devlet yararı, milli<br />
yarar, mahalli yarar, idare yararı, üstün kamu<br />
yararı, baskın kamu yararı kavramlarını kullanması<br />
kamu yararı kavramın evrildiği gösteren<br />
somut kanıtlardır.<br />
Kamu yararı kavramını, Anayasada düzenlenmiş<br />
bulunan, mülkiyet hakkı, çalışma<br />
hakkı, eğitim ve öğrenim hakkı başlıklarından,<br />
imar, ihale, kamulaştırma, kolluk kuvvetlerinin<br />
kullanımı, idari personel rejimi,<br />
(atanma, terfii vs.), idare mallarının tasarrufu<br />
ve onlara yönelik işlemler, idari sözleşmeler,<br />
idarenin vesayet yetkisi, taktir hakkı, hatta<br />
idari yargılama usulüne ilişkin hususlarda<br />
21<br />
Bkn.Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na ait 06.10.2005<br />
günlü ve E.2003/1145, K.2005/2539 kararı ile Danıştay 109,110<br />
,111,112,113,114,115,116,117,118,119 sayılı Dergilerde yer alan<br />
kararlar.<br />
22<br />
Bkn. Danıştay 10 uncu Dairesine ait 16.10.2008 tarihli ve<br />
E.2007/5777, K.2008/6696, http://www.danistay.gov.tr/dergiler/<br />
dergiler.html (Erişim 11Ocak 2014).<br />
79<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı<br />
80<br />
kullanıla gelen bir kavramdır. Kamu yararı<br />
kavramı durağan ve içeriği somut bir kavram<br />
olmadığından sürekli gelişmekte olan<br />
dinamik bir kavramdır. Dolayısı ile Danıştay<br />
kararlarının inşaa sürecinde reelpolitik ve<br />
sosyo-ekonomik koşullara göre devinim kazanan<br />
bir kavramdır.<br />
KAYNAKÇA<br />
Arslan, Ahmet, Tuncay Dündar, (2002),<br />
Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu Kararları,<br />
Ankara:Seçkin,<br />
Bal, Yakup, Mustafa Karabulut, Yahya Şahin,<br />
(2003), İdari yargılama Usulü ile ilgili<br />
Danıştay 10. Dairesinin Seçilmiş kararları,<br />
Ankara:Seçkin<br />
Danıştay Dergisi, (2012) sayı, 129,130,<br />
131.<br />
Gözübüyük, Ş., Dinçer G., (1996), İdari<br />
Yargılama Usulü, Ankara: Turhan<br />
Günday, Metin,(2003), İdare Hukuku,<br />
İmaj, 7. b., Ankara<br />
İnceoğlu, S., (<strong>2013</strong>), İnsan Hakları Avrupa<br />
Sözleşmesi ve Anayasa, Ankara:Şen<br />
Kaya, Cemil,(2011), Kamu Yararından<br />
Hareketle Kamu Yararı Kavramına<br />
Danıştay’ın Bakışı, Ankara, Levha<br />
İNTERNET KAYNAKLARI<br />
http://www.danistay.gov.tr/dergiler/dergiler.html<br />
http://emsal.danistay.uyap.gov.tr/VeriBankasiIstemciWeb/<br />
http://www.echr.coe.int/Pages/home.<br />
aspx?p=home<br />
http://www.msb.gov.tr/<br />
http://www.mevzuat.gov.tr/<br />
http://legislationline.org/topics/country/30/topic/83<br />
http://www.resmigazete.gov.tr<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
ATATÜRK’ ÜN<br />
DIŞ TÜRKLER SİYASETİ<br />
Mehmet Zülfi Camkurt*<br />
1. GİRİŞ<br />
Atatürk’ ün Türk dünyası hakkındaki görüş<br />
ve düşünceleri; Türk Dünyasının geniş<br />
bir coğrafyaya yayıldığı ve bunun tek bir merkezden<br />
yönetilmesinin hem çok güç olacağı<br />
hem de bu toprakları yaşam alanı olarak gören<br />
uluslara hedef teşkil edeceği realitelerinden<br />
hareketle, kültür birliğinin gerçekleşmesi<br />
temeline dayanmaktadır. Atatürk’ün, Türkler<br />
arasında kültür birliğinin sağlanmasına yönelik<br />
fikirlerini gerçekleştirmeye yönelik kararlılığı<br />
Kurtuluş Savaşı yıllarında ve Cumhuriyeti<br />
kurduktan sonra takip ettiği kültür siyasetinden<br />
anlaşılmaktadır.<br />
Atatürk’ ün ölümünden sonra, Türk soylu<br />
toplulukları birbirine yakınlaştırma ve kaynaştırmayı<br />
amaçlayan ortak dil ve tarih bilinci<br />
oluşturma çalışmaları durdurulmuş, aynı<br />
köklü geleneğe sahip; büyük çoğunluğu<br />
Sovyetlerin demir pençesi altında ezilen toplulukların<br />
tek yürek, tek ses olmasını sağlayabilecek<br />
politikalardan vazgeçilmiştir. Uzağı<br />
göremeyen politikalar yüzünden 90’lı yıllarda<br />
iki büyük imparatorluktan birinin yıkılacağı<br />
görülememiş; Atatürk’ ün 60 yıl sonrası için<br />
* SGK Başmüfettişi, Rehberlik ve Teftiş Ankara Grup Başkanı,<br />
Yönetim ve Organizasyon Uzmanı<br />
öngördüğü dağılmayı toparlayıcı mahiyette<br />
çalışmalar olmadığından, Türk Soylu Cumhuriyetler<br />
hiçte hazırlıklı olmadıkları bir hayatla<br />
baş başa bırakılmışlardır.<br />
Bu yazımızda, Atatürk’ ün yüksek lisans<br />
ve doktora tezleri ile kitaplara konu olmuş,<br />
“Dış Türkler” hakkındaki fikirleri ve bu fikirlerini<br />
gerçekleştirmeye yönelik çalışmaları üzerinde<br />
durulacaktır.<br />
2. DIŞ TÜRKLER MESELESİ<br />
2.1. Dış Türkler Kavramı<br />
Sovyet Rusya’nın dağılmasıyla birlikte,<br />
1990’ lı yılların başından itibaren Türkiye’nin<br />
gündemine giren en önemli konulardan birisi<br />
de, “Dış Türkler” olarak ifade edilen ve esas<br />
itibariyle Türkiye coğrafyası dışında yaşayan<br />
Türk topluluklarıdır. Günümüzde Türkiye dışında<br />
yaşayan Türkleri; Azerbaycan Türkleri,<br />
Türkistan Türkleri (Özbekistan, Kazakistan,<br />
Kırgızistan, Türkmenistan, Uygur ve Doğu<br />
Türkistan), Hindistan ve Afganistan Türkleri,<br />
Balkan Türkleri, Ortadoğu Türkleri ve Kuzey<br />
Türkleri şeklinde sınıflandırmak mümkündür.<br />
Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra<br />
bugün gerek komşu ülkelerin sınırları içersinde<br />
olan ve gerekse kendi bağımsız devletlerini<br />
kuran Özbek, Kırgız, Kazak, Azeri, Uygur,<br />
Tatar, Türkmen gibi çeşitli adlarla altında Orta<br />
Asya’dan Balkanlara, Kafkasya’dan Afrika’ya<br />
81<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Atatürk’ ün Dış Türkler Siyaseti<br />
82<br />
kadar geniş bir coğrafyada yaşayan ve büyük<br />
Türk milletinin bir parçası olan soydaşlarımız<br />
“Dış Türkler” daha doğru bir ifadeyle “Türkiye<br />
Dışındaki Türkler” şeklinde tanımlanabilir.<br />
2.2. Dış Türkler Meselesinin Ortaya Çıkışı<br />
ve Türkçülük<br />
“Dış Türkler” konusunun ortaya çıkışı Osmanlı<br />
Devletinin çöküş yıllarına rastlamaktadır.<br />
Fransız İhtilali (1789)’ yle birlikte Avrupa’<br />
da ivme kazanan milliyetçilik fikirlerinin etkisi<br />
ve emperyalist devletlerin de kışkırtmasıyla,<br />
gayrimüslim ve gayri Türk unsurların birer<br />
birer kendi devletlerini kurarak Osmanlı Devletinden<br />
ayrılması, beraberinde, Osmanlı devlet<br />
idaresinde ve aydınlarda “Türk” kimliğinin<br />
daha açık dille ortaya konulması sonucu getirmiştir.<br />
Sultan II. Abdülhamid’ in bu parçalanmayı<br />
önlemek için ortaya attığı Pan-İslamizm<br />
(İslam Birliği), Osmanlıcılık (Osmanlı Birliği)<br />
gibi fikirler de parçalanmayı önlemekten uzak<br />
kalmıştır. Önceleri etnik olarak Türk kimliğine<br />
vurgu yapmanın, çok milletli Osmanlı Devletinin<br />
parçalanmasına yol açacağı düşüncesinden<br />
hareketle, “Osmanlı kimliği” tek başına<br />
yeterli görülmüş, gerek Osmanlı devlet idaresinde<br />
ve gerekse aydınlar arasında “Türk”<br />
kimliğine vurgu yapılmamıştır.<br />
Osmanlı Devletinin bünyesinden kopmalar<br />
başlayınca ve parçalanma kaçınılmaz hale<br />
gelince, Osmanlı Devletinin parçalanmasını<br />
önlemeye yönelik Pan-İslamizm ve Osmanlıcılık<br />
düşüncelerinin yeterli olmayacağını anlayan<br />
başta İttihat ve Terakkiciler ile aydınlar,<br />
Türk kavramını öne çıkarmak zorunda kalmışlardır.<br />
Türk milliyetçiliği, Türk birliği gibi<br />
kavramlar bu süreçte telaffuz edilmeye başlanmıştır.<br />
Annesiyle birlikte henüz yedi yaşındayken<br />
Rusya’ dan göç ederek Türkiye’ ye gelen<br />
Kazanlı aydınlardan Yusuf Akçura, 1904<br />
yılında “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesinde,<br />
“Dış Türkler” meselesini “Türkçülük” adıyla<br />
siyasallaştırmıştır. Akçura, bu makalesinde<br />
Osmanlıcılık ve Panislamizm akımlarını değerlendirerek,<br />
bunların başarılı olamadıklarını<br />
vurgulayarak, Türkleri birleştirmeye yönelik<br />
Türkçülük akımının temellerini atmıştır. Tarih,<br />
dil ve edebiyat alanında başlayan çalışmalarla<br />
önce “Türk” kavramı, sonra da “Türkçülük”<br />
kavramı olgunlaşmaya başlamıştır. Bu aşamadan<br />
sonra hem Türkçülük akımının felsefi<br />
temelleri atılmaya başlanmış, hem de “Dış<br />
Türkler” meselesi aydınların ve devlet adamlarının<br />
gündemine girmiştir. 1 Böylece “Dış<br />
Türkler” meselesi, yani Osmanlı Devletinin<br />
sınırları dışında da Türklerin olduğu hususu<br />
ortaya çıkmıştır. Akçura’ yla temelleri atılan<br />
Türk Birliği tezi daha sonra diğer aydınlarca<br />
tartışılmış, geliştirilmiş ve değişik dönemlerde<br />
farklı tezler de ileri sürülmüştür.<br />
Bu dönemin aydınları arasında, Türk Birliği<br />
konusunda esas itibariyle iki ayrı görüşün<br />
ortaya çıktığı görülmektedir. Yusuf Akçura ve<br />
Ahmet Ağaoğlu’ nun önderliğindeki grubun,<br />
Türkler arasında hem kültürel, hem de siyasi<br />
birlik fikrini savundukları, buna karşılık Ziya<br />
Gökalp’ in sözcülüğünü yaptığı grubun ise,<br />
Türklerin geniş bir coğrafyaya yayıldıklarını<br />
ileri sürerek, yalnızca kültürel birlik üzerinde<br />
durdukları söylenebilir.<br />
1940’ lı yıllardan başlayıp 1980’ li yılların<br />
sonlarına kadar süren 40 yıl gibi uzun<br />
bir zaman diliminde, Dış Türkler konusunda<br />
ileri sürülen görüşler, yaklaşımlar ve akımlar<br />
“ırkçılık, Turancılık, faşistlik” şeklinde değerlendirmelere<br />
tabi tutulmuştur. 2 Türkiye üzerinde<br />
oynanan ve başrolünü de Rusya’ nın<br />
oynadığı oyunun da etkisiyle bu suçlama ve<br />
yakıştırma kampanyası 1990 yılının başlarına<br />
kadar hızını hiç kaybetmemiştir. Bırakın Türklerin<br />
birleşmesini, Turan’ ın gerçekleşmesini<br />
isteyen görüşleri, sadece Türkiye dışındaki<br />
soydaşlarımızla yakın ilişkiler kurulması gerektiğini<br />
iyi niyetle dile getirenler bile bu suçlamalardan<br />
kendilerini kurtaramamışlardır. Bir<br />
siyasi partinin ve birkaç derneğin kısıtlı imkân<br />
1<br />
1900’lü yılların başında Türkçülük akımının önde gelen isimleri<br />
olarak; Rusya’dan kaçarak Türkiye’ye gelenler, Yusuf Akçura,<br />
Gaspıralı İsmail, Ali Hüseyinzade, Ahmet Ağaoğlu, Zeki Velidi<br />
Togan ile Türkiye’deki Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul ve<br />
Hamdullah Suphi Tanrıöver sayılabilir.<br />
2<br />
3 Mayıs 1944 tarihinde, Türkçülük fikrini savunan başta Alparslan<br />
Türkeş, Hüseyin Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Orhan Şaik Gökyay<br />
olmak üzere 23 kişi “Turancılık” suçuyla işkencelere maruz kalmış,<br />
değişik hapis ve sürgün cezalarına maruz kalmışlardır.<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Mehmet Zülfi Camkurt<br />
ve platformlarda bu konuyu gündemde tutma<br />
gayretleri de aynı şekilde ve anlaşılmaz<br />
biçimde kösteklenmiştir. 3<br />
Birkaç siyasi ve kültürel kuruluşun Dış<br />
Türkler konusunu gündeme taşımaya çalıştığı<br />
ve çoğunlukla da tepkiyle karşılandığı çıkışlar<br />
hariç tutulduğunda, aradan geçen yarım asra<br />
yakın süre içinde Türkiye dışında da Türkler<br />
olduğu gerçeğinin görmezden gelindiği<br />
söylenebilir. Türkiye’ deki insanların büyük<br />
bir çoğunluğu, Türkiye Cumhuriyeti dışında<br />
da soydaşlarımız, din kardeşlerimiz olduğunu,<br />
Sovyetler Birliği’ nin çöküşünden sonra,<br />
Türk Cumhuriyetlerinin kurulması esnasında<br />
öğrenmiştir. Özellikle de, çocuklar ve gençler,<br />
ancak bu tarihten sonra ders kitaplarına konan<br />
bilgiler ışığında Azerbaycan, Özbekistan,<br />
Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan adında<br />
ülkeler olduğunu, buralarda Türklerin yaşadığını<br />
öğrenmişlerdir. 4<br />
2.3. Atatürk’ ün Milliyetçilik Anlayışı ve<br />
Dış Türkler Konusundaki Politikası<br />
Pan-İslamizm ve Osmanlıcılık düşüncelerinin<br />
Osmanlı Devletinin parçalanmasını önlemeye<br />
yeterli olmayacağını anlayan başta<br />
İttihat ve Terakkiciler ile bazı aydınların Türk<br />
kavramını ön plana çıkarmaya başladıkları<br />
daha önce açıklanmış idi. Bu aydınlardan<br />
Ziya Gökalp’ in sözcülüğünü yaptığı, kültürel<br />
birlik fikrini savunan grubun görüşleri, daha<br />
sonra İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet yıllarında<br />
Mustafa Kemal Atatürk’ ü çok etkilemiştir.<br />
Atatürk, milleti; “Dil, kültür ve ideal birliği<br />
ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu<br />
siyasi ve içtimai bir heyet olarak tanımlamaktadır.<br />
5 Atatürk’ ün milliyetçilik anlayışının,<br />
Ziya Gökalp’ in “hars milliyetçiliği” kavramına<br />
dayandığı söylenebilir. Atatürk milliyetçiliği,<br />
Osmanlı’ nın son zamanındaki milliyetçiliğin<br />
romantik safhasından tamamen farklı ve ayrı<br />
3<br />
http://www.mustafatasar.gen.tr/yayinlar/dusunce_g/dunden_<br />
bugune_disturkler.htm 05.04.2008<br />
4<br />
http://www.mustafatasar.gen.tr/yayinlar/dusunce_g/dunden_<br />
bugune_disturkler.htm 05.04.2008<br />
5<br />
Ayşe Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün<br />
El Yazıları, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2000, s.8-18,<br />
niteliktedir. Atatürk milliyetçiliği; antiemperyalist<br />
bir düşünceyi esas almış olup, ulusal bağımsızlık<br />
ve laiklik, temellerine oturmaktadır.<br />
Atatürk’ ün milliyetçilik anlayışı akılcı, çağdaş,<br />
medenî, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı,<br />
birleştirici, yüceltici, insanî ve barışçıdır. 6<br />
Türk milliyetçiliği düşüncesinin, Kemalist<br />
projenin teorik altyapısını oluşturduğunu söylemek<br />
yanlış olmayacaktır. Belirtmek gerekir<br />
ki, Devletin milliyetçilikle batılılaşmayı uzlaştırmak<br />
şeklindeki hedefinin fikir babası da Ziya<br />
Gökalp’ dir. Türk dilinin eskiliğinin, köklülüğünün<br />
ve zenginliğinin kanıtlanmasına yönelik<br />
Güneş Dil Teorisi 7 ve kadın hakları konusu<br />
da tarihi temelleriyle birlikte Ziya Gökalp’ in<br />
fikirlerinin uygulamaya dönüşen kültürel nitelikli<br />
yeniliklerdendir. 8 Bu anlamda, Cumhuriyet’<br />
in ilk yıllarında Ziya Gökalp’ in fikirlerinin<br />
uygulama alanı bulduğunu söylemek yanlış<br />
olmayacaktır. 9<br />
Atatürk, her şeyden önce büyük bir Türk<br />
milliyetçisiydi. Uzun süre Atatürk’ ün yanında<br />
bulunmuş Mahmut Esat Bozkurt; Atatürk’ ün<br />
Türk birliği ve Türklük hakkında kendisine;<br />
“Şu kadarını belirteyim ki, ben her şeyden<br />
evvel Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum.<br />
Böyle öleceğim. Türk birliğinin bir gün hakikat<br />
olacağına inancım vardır. Ben görmezsem<br />
bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları<br />
içerisinde kapayacağım. Ben Türk birliğinin<br />
gerçekleşeceğine inanıyorum. Onu görüyorum.<br />
Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliği<br />
ile açacaktır. Dünya ancak böyle sükûn bulacaktır.<br />
Kaşğarlı Mahmut’ un Divan-ı Lugati’t<br />
Türk adlı eserinde dediği gibi Tanrı, Türk’ ü<br />
6<br />
Cem Özer, Atatürk’ün Türk Dünyasıyla İlişkileri, Ankara<br />
Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek<br />
Lisans Tezi, Ankara, 2007, s.9-10<br />
7<br />
Güneş Dil Teorisi, içinde ve yurt dışında büyük yankı uyandıran<br />
teori, hem Türkçe konuşma yazma bilincinin gelişmesine katkı<br />
sağlamış; hem de Türkçe’nin tarihi ve etimolojisi (kökenbilimi) ile<br />
ilgili birçok eserin hazırlanmasına vesile olmuştur.<br />
8<br />
Seçil Deren, “Kültürel Batılılaşma”, Modern Türkiye’de Siyasi<br />
Düşünce, Modernleşme ve Batıcılık, İletişim Yayınları, İstanbul,<br />
C.3, 2002, s.382<br />
9<br />
Mustafa Talas, “Örnek Bir Dış Siyaset Modeli Olarak Atatürk’ün<br />
“Yurtta Barış Dünyada Barış” Politikası,” Türkiyat Araştırmaları<br />
Dergisi, Konya, C.15, Güz 2004, s.342<br />
83<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Atatürk’ ün Dış Türkler Siyaseti<br />
84<br />
insanlık şakilerden kurtulsun diye yarattı.” dediğini<br />
aktarmaktadır. 10<br />
Belirtmek gerekir ki, Atatürk, Türk milletini<br />
oluşturan unsurları “siyasî varlıkta birlik”, “dil<br />
birliği”, “yurt birliği”, “ırk ve menşe birliği”,<br />
“tarihî yakınlık” ve “ahlâkî yakınlık” olarak sıraladıktan<br />
sonra Türk milletinin oluşumunda<br />
yer alan bu şartların diğer milletlerin çoğunda<br />
olmadığını ifade etmiştir. 11 Millî Mücadele ile<br />
kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’<br />
nin milletler topluluğu görünümünden<br />
sıyrılmış ve Türklerden oluşan bir millî devlet<br />
hüviyetine kavuşmuştur. Yapılan nüfus değişimleriyle<br />
bu yapı daha da güçlendirilmiştir.<br />
Atatürk kurduğu ülkenin en temel özelliğini<br />
ise, “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu,<br />
İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın<br />
evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır.”<br />
sözleri ile ifade etmiştir. 12 Bundan hareketle,<br />
Atatürk milliyetçiliğinin, ırkçılığı ve dinî farklılıkları<br />
reddeden, millî birlik ve beraberliği sağlayıcı<br />
bir anlayışa sahip olduğu söylenebilir.<br />
Atatürk, Türk milletinin yalnızca Türkiye<br />
Türklerinden ibaret olmadığını bildiği için,<br />
Türkiye dışındaki Türk halklarına karşı büyük<br />
bir sevgi ve yakınlık duymuş, onlarla olan gönül<br />
ve kültür bağını devamlı sıcak tutmuştur.<br />
Atatürk’ ün Türkiye dışındaki Türklere olan<br />
sevgi ve ilgisini birçok defalar ifade etmiştir.<br />
13 29 Ekim 1933 tarihinde Cumhuriyetin<br />
10.yıl kutlamalarında, “Bugün Sovyetler Birliği<br />
dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir.<br />
Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne<br />
olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı<br />
Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi<br />
parçalanabilir, ufalanabilir.<br />
Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından<br />
kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye<br />
ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını<br />
bilmelidir… Bizim dostluğumuzun idaresinde<br />
dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır.<br />
Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır<br />
olmak yalnız o günü susup beklemek değildir.<br />
Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl<br />
hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak.<br />
Dil bir köprüdür…<br />
İnanç bir köprüdür…<br />
Tarih bir köprüdür…<br />
Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin<br />
içinde bütünleşmeliyiz. Onların (dış<br />
Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz.<br />
Bizim onlara yaklaşmamız gerekli. Tarih bağı,<br />
kurmamız lazım. Bunları kim yapacak? Elbette<br />
biz. Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz,<br />
dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor.<br />
Dilimizi onun diline yaklaştırmaya ve böylece<br />
birbirimizi daha kolay anlar hale gelmeye çalışıyoruz.<br />
Tarihimizi ona yaklaştırmaya çalışıyoruz.<br />
Ortak bir mazi yaratma peşindeyiz. …” 14<br />
sözleri, Atatürk’ün konuya olan ilgisini, uzak<br />
görüşlülüğünü ve dış Türklerle ilgili düşüncelerini<br />
ortaya koyması açısından son derece<br />
önemlidir.<br />
Atatürk, dış Türkler üzerindeki politikaların<br />
sağlam bir kültür politikası üzerine oturtulması<br />
gerekliliğini vurgulamış ve bu doğrultuda<br />
hareket etmiştir. Şu sözü bu fikrini açıkça<br />
göstermektedir: “Türkiye dışında kalmış Türkler,<br />
ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler.<br />
Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet<br />
ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine<br />
Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine,<br />
eski Türk eserlerine önem veriyoruz.”<br />
Millî Mücadele sırasında ve sonrasında ortaya<br />
çıkan iç ve dış gelişmeler ve bunun ortaya<br />
çıkardığı sonuçlar ile Sovyetler Birliğinin<br />
dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetleriyle<br />
geliştirmeye çalıştığımız ilişkiler sırasında or-<br />
10<br />
İbrahim Yılmazçelik, “Atatürk’ün Dış Türkler Politikası ve Dış<br />
Türkler”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, C.8.No:89, Mayıs 1994,<br />
s.35-37<br />
11<br />
İnan, age, s.455<br />
12<br />
Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk<br />
Araştırmaları Merkezi, Ankara, 1999, s.206<br />
13<br />
Hikmet Tanyu, Atatürk ve Türk Milliyetçiliği, Töre Devlet<br />
Yayınları, Ankara,1981, s.71<br />
14<br />
Harp Akademileri Komutanlığı, Türkiye ve Türk Dünyası,<br />
Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1997., s.447, İsmet<br />
Bozdağ, Atatürk’ün Avrasya Devleti, Tekin Yayın Dağıtım San.<br />
Ltd., İstanbul, 1999., Muharrem Öçalan, Kırgız Türkçesi Türkiye<br />
Türkçesi Arasında Halk ve Çocuk Edebiyatı Alanında Karşılıklı<br />
Eser Aktarımlarının Önemi ve Moldo Kılıç’ın “Buudayıktın Toyu”<br />
Eserinin Çevirisi”, III.Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler<br />
Kongresi, Kırgızistan, Celalabad, 07-09 Haziran 2005, s.232-243<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Mehmet Zülfi Camkurt<br />
taya çıkan sorunlar, Atatürk’ ün bu düşünceleri<br />
doğrulamıştır . 15<br />
Atatürk, kimilerinin aksine, Türkiye dışındaki<br />
Türklerin Türkiye’ ye topyekûn göçlerini<br />
çözüm olarak görmemiş ve Türkiye dışındaki<br />
Türklerin, bulundukları ülkelerde ulusal kimliklerini<br />
koruyarak varlıklarını sürdürmeleri gerektiğini<br />
düşünmüştür. Bu düşüncenin doğal<br />
bir sonucu olarak da, dış Türkler konusundaki<br />
temel politikalarını da bu yönde belirlemiştir.<br />
Bu temel politikanın en somut örneklerine<br />
Lozan Barış Konferansı tutanaklarında rastlanmaktadır.<br />
Herhangi bir nedenle, yurt dışından<br />
gelen Türk asıllı göçmenleri, “kaybedilmiş<br />
ülkelerimizin milli hatıraları” kapsamında<br />
değerlendiren ve gereken önemi veren<br />
Atatürk, diğer taraftan, Lozan Antlaşmasına<br />
ek “Mübadele Protokolü”nde de görüleceği<br />
üzere, İstanbul’ daki Rumlara karşılık yaklaşık<br />
üç kat daha fazla nüfusa sahip Batı Trakya’<br />
daki Türklerin yerlerinde kalmaları, bir başka<br />
ifadeyle mübadele kapsamına alınmamaları<br />
için kararlılık göstermiştir . 16<br />
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye dışındaki<br />
Türklerin kültürel yapılarını koruyup geliştirmeleri<br />
ve bulundukları ülkelerin vatandaşlarıyla<br />
eşit haklara ve koşullara sahip olarak yaşamalarını<br />
sağlayacak politikaların üretilmesi<br />
gerektiği düşüncesine sahiptir. Bu bağlamda,<br />
Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak isteyen ülkelerin<br />
içlerindeki Türk azınlığa karşı duyarlı ve haklarına<br />
saygılı olmalarının sağlanması gerektiğini<br />
düşünmüştür.<br />
Bilindiği üzere, Türk İstiklal Savaşı’nın ana<br />
hedefi olan ve daha sonraki Atatürk döneminde<br />
de Türk dış politikasının ruhunu oluşturan<br />
“Misak-ı Millî” önce Erzurum ve Sivas Kongrelerinde<br />
kabul edilip şekillendikten sonra,<br />
28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’<br />
ında oy birliği ile kabul edilmiştir. Misâk-ı Millî<br />
sınırları dahilinde ise, başta Boğazlar hakimiyeti,<br />
Batı Trakya, Ege Adaları, Hatay, Musul<br />
Vilâyeti, Elviye-i Selâse’ nin ülkemize dahil<br />
edilmesi ve iktisadî bağımsızlığın sağlanması<br />
yer almaktaydı. Yani Türklerin çoğunlukta<br />
bulunduğu yerlerde, her bakımdan bağımsız<br />
bir Türk Devleti’ nin kurulması amaçlanmıştır.<br />
Misak-ı Milli sınırlarıyla ilgili olarak Atatürk’<br />
ün yaptığı bazı açıklamalar, aslında dış Türkler<br />
konusundaki düşüncelerini de tartışmaya<br />
yer vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır.<br />
TBMM’ nin açılışından sonra, Tayfur (Sökmen)<br />
Bey’ in gönderdiği mektupta Hatay’ la<br />
ilgili “Sancak Millî Misâk’a dahil midir?” sorusuna<br />
Mustafa Kemal Atatürk telgrafla, verdiği<br />
cevapta “Türklerin yaşadığı her yer Millî<br />
Misâk’ a dahildir.” demektedir . 17 Aynı tarihlerde<br />
kendisine Berlin’ den mektuplar yazan<br />
Talat Paşa’ ya verdiği bir cevapta da, sınırlarımızdan<br />
bahsederken: “Türkçe ve Kürtçe konuşulan<br />
bütün vilâyetlerimiz bizim olacaktır.”<br />
ifadesini kullanmıştır . 18<br />
Amerikalı General Mc. Arthur’ un, “Hatıralarında”,<br />
“Büyük devlet adamlarından biri”<br />
olarak tanıdığını ifade ettiği Atatürk’ le 1933’<br />
te Ankara’ da yaptığı bir mülâkatta “Sizin Türkiye’<br />
nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir?”<br />
diye sorusuna, Atatürk’ ün, “Allah nasip<br />
eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, ve<br />
Adalar’ı geri alacağım. Selânik de dahil Batı<br />
Trakya’ yı Türkiye hudutları içine katacağım.”<br />
cevabını verdiğini nakletmektedir . 19<br />
Atatürk’ ün, “Dış Türkler” kapsamında üzerinde<br />
durulması gereken düşüncelerinden birisi<br />
de Türk tarihinin kısa zamanda araştırılıp<br />
ortaya çıkarılması için kesin direktiflerdir. Bu<br />
direktiflerin esas itibariyle aşağıdaki amaçlara<br />
yönelik olduğu görülmektedir:<br />
“1- Türk tarihi başlangıçtan itibaren iyi<br />
bir şekilde araştırmak ve Türklerin kültür ve<br />
medeniyet dünyasına katkılarını, yetiştirdiği<br />
büyük şahsiyetlerin insanlığa hizmetlerini ortaya<br />
koymak. Türk milletinin milli birliğini ve<br />
85<br />
15<br />
Kenan Ziya Taş, “Atatürk’ün Doğu ve Güneydoğu Anadolu<br />
Politikası ve Bunun Orta Asya ve Ortadoğu Politikasındaki<br />
Yeri” http://www.dicle.edu.tr/dictur/suryayin/khuka/adgp.htm<br />
02.04.2008<br />
16<br />
Reha Parla, Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti’nin Uluslararası<br />
Temelleri Lozan-Montrö: Türkiye’nin Komşularıyla İmzaladığı<br />
Başlıca Belgeler, Lefkoşa, 1985, s. 72-77 ve 101.<br />
17<br />
Tayfur Sökmen, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar,<br />
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1978, s.35<br />
18<br />
Tahsin Banguoğlu, “Millî Misak ve Lozan”, Türk Edebiyatı,<br />
İstanbul, Ekim, 1987, s.7<br />
19<br />
Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı<br />
Yayınları, İstanbul, 1990, s.52-53<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Atatürk’ ün Dış Türkler Siyaseti<br />
86<br />
20<br />
Mehmet Saray, Atatürk’ün Sovyet Politikası, Veli Yayınları,<br />
İstanbul, 1984, s.18, Mehmet Saray, “Atatürk ve Türk Tarihi”, Türk<br />
Kültürü, S.249, Ocak 1984, s.1<br />
21<br />
Necip Hablemitoğlu, “Ebediyetinin 61. Yıldönümüne Armağan:<br />
Kemal’in Öğretmenleri Kemal’in Öğretmenleri”, Kırım, 6, 21,<br />
Ekim-Aralık 1997, s. 3-13<br />
22<br />
Bu konuda geniş bilgi için bkz. Yalçın Özalp, Yurt Dışındaki Türk<br />
Şehidlikleri, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü,<br />
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 3 Cilt 1987<br />
heyecanını kuvvetlendirecek bu çalışmalar<br />
neticesinde milli mücadele yıllarında olduğu<br />
gibi, Türkler için güçlükleri yenmede ve muasır<br />
(çağdaş) medeniyet seviyesine ulaşmada<br />
büyük bir bilinç oluşması sağlanacaktır. Aynı<br />
zamanda diğer Türklerle olan ortak tarihimiz<br />
ve kültürümüz ortaya çıkacaktır.<br />
2- Batılıların bize vatan olarak çok gördükleri<br />
Anadolu’nun tarihinin araştırılması idi. Şayet,<br />
tarihin ilk çağlarında, Asya’dan gelerek<br />
Anadolu’da medeniyetler kurmuş milletler<br />
arasında Türklerin de bulunduğu tespit edilirse,<br />
batılı çevrelerin, “Türkler Anadolu’ya sonradan<br />
gelen bir millettir, geldiği yere dönmelidir”<br />
20 iddiasını çürütmek mümkün olacaktır.<br />
2.4. Atatürk’ ün Dış Türkler Konusundaki<br />
Çalışmaları<br />
Atatürk’ e göre, Türkiye dışındaki Türklerin<br />
kültürel yapılarını ve ulusal kimliklerini<br />
koruyup geliştirmelerini, bulundukları ülkelerde<br />
eşit ve rahat yaşamalarını mümkün<br />
kılacak politikaların üretilmesi şarttır. Bu açıdan,<br />
Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak isteyen<br />
özellikle komşu ülkelerin (Yunanistan, Bulgaristan,<br />
İran gibi), içlerindeki Türk azınlığa<br />
karşı duyarlı ve saygılı olma zorunluluğunu<br />
hissetmesi sağlanmalıdır. Bu nedenle, Lozan<br />
Barış Antlaşması başta olmak üzere,<br />
komşu ülkelerle yapılan ikili antlaşmalarda<br />
Türk azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin<br />
yer alması, bu politikanın somut bir sonucudur<br />
. 21 Atatürk, bu antlaşmalarda, Türkiye<br />
sınırları dışında yaşayan Türklerin temel<br />
insan haklarının güvence altına almanın yanı<br />
sıra, burada yaşayan Türklerde tarih bilinci<br />
oluşturmaya yönelik olarak bu topraklarda<br />
şehit düşmüş askerlerimizin mezarlarını bir<br />
araya getirmek suretiyle şehitlikler açılmasını<br />
da sağlamıştır . 22<br />
Atatürk, ortak dil ve tarih bilincine sahip<br />
olan toplulukların birbirlerini anlama güçlüklerinin<br />
ortadan kalkmasının siyasi bir irade göstermenin<br />
birinci şartı olduğunu düşünüyordu.<br />
Atatürk dil, yazın, tarih, coğrafya ve diğer ilgili<br />
alanlar üzerinde yoğunlaşarak, Türklerin görkemli<br />
tarihlerini öğrenmesi ve araştırılmasına<br />
büyük önem vermiştir. Bu dönemde, Türk<br />
tarihinin yeniden yazılması ile ilgili yoğun çalışmalar<br />
yapıldığı gibi, dil alanında da çalışmalar<br />
gerçekleştirilmiş, özellikle Türk dilinin<br />
arındırılmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır<br />
ki, bu durum Türkiye Türkleri ile Dış Türklerin<br />
ortak dilinin yaratılması konusunda bir adım<br />
olarak da yorumlanabilir. Türk dünyasının dilinin,<br />
tarihinin, kültürünün ilmi biçimde incelenmesi<br />
ve tarihi gerçeklerin ortaya çıkarılması<br />
için amaçlarına yönelik olarak Atatürk’ün talimatıyla<br />
Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu<br />
tesis edilmiş ve Ankara Üniversitesi Dil Tarih<br />
Coğrafya Fakültesi faaliyete geçirilmiştir. 23<br />
Türk kültür birliğinin sağlanmasında kurumsallaşmanın<br />
önemini fark eden Atatürk’ ün<br />
öncelikle Türk Dil ve Tarih Kurumlarını kurması,<br />
Türkiye Türkleri’ nin ve Dış Türklerin dünü<br />
ve bugünün bilimsel anlamda incelenmesine<br />
zemin hazırlamıştır . 24<br />
Atatürk’ ün Türkiye dışındaki Türk topluluklarına<br />
olan ilgisi, siyasal ve dinsel sınırlar<br />
tanımamaktaydı. Türk tarihini, dünya tarihi<br />
içinde olması gereken konuma getirmek<br />
için Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesini kuran;<br />
Sümeroloji dahil Anadolu uygarlıkları kapsamında<br />
ölü dilleri bile araştıracak bölümler<br />
açtıran; Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu<br />
gibi bilimsel merkezlerin oluşumunda öncülük<br />
yapan Atatürk, İslamiyet dışı dinlere mensup<br />
Türk topluluklarına da -Türk ulusunun ve<br />
tarihinin bütünlüğü açısından- özel ilgi duymaktaydı.<br />
Örneğin, Türklük bilincine sahip<br />
olmayan Anadolu’ daki Ortodoks mezhebine<br />
mensup Türklerin, kendilerini dinsel aidiyet<br />
duygusu ile “Rum” kabul ederek Lozan<br />
sonrası “Mübadele Protokolü” çerçevesinde<br />
23<br />
Belkıs Ulusoy, “Atatürk’ün Rusya Türkleri ve Sovyetler Birliği ile<br />
İlişkileri”, 4.Boyut, Ekim 2003, s.4, http://www. istanbul.edu.tr/4.<br />
boyut/cumhuriyet/dosyalar/belkis_ulusoy.htm 04.04.2008<br />
24<br />
Cem Özer, Atatürk’ün Türk Dünyasıyla İlişkileri, Ankara<br />
Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek<br />
Lisans Tezi, Ankara, 2007, s.1<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Mehmet Zülfi Camkurt<br />
Yunanistan’ a göç etmeleri, Atatürk’ü derinden<br />
etkilemiştir. Atatürk, bu Türk soylu vatandaşlarımızı<br />
Türkiye’de bırakabilmek için, geç<br />
de olsa son bir girişimde bulunarak, Papa<br />
Eftim’ e İstanbul’ da bir Türk Ortodoks Patrikhanesi<br />
kurdurtmuştu. Bugün, Türkiye’ nin<br />
ve Dünya Türklüğünün çıkarlarını, tüm Ortodoks<br />
merkezlerine ve de Rusya, Yunanistan,<br />
Ermenistan gibi ülkelere karşı en radikal biçimde<br />
savunan Türk Ortodoks Patrikhanesi,<br />
Atatürk’ ün ileri görüşlülüğünün ve de bilimsel<br />
temellere dayalı duygusallıktan uzak Türklük<br />
bilincinin bir göstergesi olarak varlığını sürdürmektedir.<br />
Gagavuzlar (Gök Oğuzlar), bu<br />
patrikhanenin yönetsel dairesi içinde yer almışlardır<br />
. 25<br />
Atatürk’ ün Dış Türklere olan ilgisi savaş<br />
dönemlerinde bile azalmamıştır. Dış Türklerle<br />
ilgili olarak 1920’ de Bekir Sami Bey ve Ali<br />
Fuat Paşa başkanlığında iki ayrı heyet Moskova’<br />
ya gönderilmiştir. Moskova’ ya gönderilen<br />
Ali Fuat Paşa başkanlığındaki ikinci heyet,<br />
tamamen ilmî araştırma amaçlı olup Türkistan’<br />
la ilgilenmeyi de ihmal etmeyen sefaret<br />
heyeti niteliğini taşımaktaydı . 26<br />
Atatürk, Rusya’ dan Türkiye’ ye sığınmış<br />
Türk liderlerini ve aydınlarını sıcak bir ilgiyle<br />
kabul etmiş ve hatta bu kadrolara son derece<br />
önemli görevler vermiştir. Kazan Türklerinden<br />
Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Dr.<br />
Yusuf Akçura, Başkurt Türklerinden Prof. Dr.<br />
Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Abdülkadir İnan,<br />
Kırım’dan Cafer Seydahmet Kırımer ve Azeri<br />
Türklerinden Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Ahmet<br />
Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade, Mirza<br />
Bala Mehmetzade ve daha pek çokları Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nin kuruluş kadroları içinde<br />
yer almıştır. Örnek vermek gerekirse, Prof. Dr.<br />
Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu, Türkiye Büyük<br />
Millet Meclisi’ nde milletvekili olarak hizmet<br />
verirken, Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal,<br />
Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. İsmail H.<br />
Ertaylan, Prof.Dr. İzzet Kantemir, Prof. Dr. Ahmet<br />
Caferoğlu, Prof. Reşit Rahmeti Arat, Prof.<br />
25<br />
Hablemitoğlu, agm, s. 3-13<br />
26<br />
Mehmet Saray, Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu<br />
Yayınları, Ankara, 1995, s.1-2<br />
Dr. Ahmet Temir, Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat,<br />
Dr. Hamit Zübeyr Koşay gibi çok sayıda bilim<br />
adamı Türk üniversitelerinin kuruluşunda görev<br />
almışlar ve uluslararası alanda başarı ile<br />
Türkiye’ yi temsil etmişlerdir . 27<br />
15 Nisan 1931 yılında Atatürk, yeni bir yapılanma<br />
içinde ve “bilgisiz fikir olmaz” mantığı<br />
çerçevesinde, Türkiye, Rusya, Balkanlar, kısaca<br />
tüm Türk Dünyası’ nın tarihini bilimsel nitelikte<br />
ele alacak “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni<br />
kurdurmuştur. Atatürk, Hamdullah Suphi Tanrıöver’<br />
i Romanya Büyükelçiliği görevine tayin<br />
ederek, kendisine Türkçülük ülküsünü hayata<br />
geçirme şansı vermiştir. Hamdullah Suphi<br />
Tanrıöver de, Bükreş’ teki Büyükelçiliğimizin<br />
kapılarını Hristiyanlığın Ortodoks mezhebine<br />
mensup Gagavuz Türklerine açmıştır. Bu<br />
kapsamda, büyükelçilik çalışanları Gagavuz<br />
Türklerinden seçilmiş, bölgelerinde seçkin<br />
konumda bulunan yerel liderlerin çocuklarına<br />
öncelik vererek, öğrenim görmeleri için Türkiye’<br />
ye gönderilmiştir . 28<br />
Atatürk, hem Sovyetlerin alfabe değişikliği<br />
ile Türk dünyasında yarattıkları dil ve kültür<br />
kopukluğunun giderilmesi hem de “Dış Türk”<br />
lerle dilde ve kültürde birliğin sağlanması,<br />
Türk milleti için hedef olarak gösterdiği Batı<br />
âlemi ile olan münasebetlerini daha düzenli<br />
bir şekilde yürütülmesi için, öğrenimi daha<br />
kolay olan Latin Alfabesi’ne geçişi 1 Kasım<br />
1928’ de gerçekleştirmiştir. 29,30<br />
Atatürk’ün Balkanlarda bıraktığımız -daha<br />
doğrusu bırakmak zorunda kaldığımız- Türklerin<br />
eğitim ve kültürel sorunlarına ilgisini<br />
gösteren pek çok örnek verilebilir. Atatürk’ün<br />
“Güvenlik Kuşağı” stratejisi bağlamında gerçekleştirdiği<br />
“Balkan Antantı”, “Sadabad Paktı”<br />
gibi uluslararası yapılanmaların ve de ikili<br />
27<br />
Necip Hablemitoğlu, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Dış<br />
Türkler Stratejisi”, http://hablemitoglu.com/millimerkezler. htm,<br />
04.04.2008<br />
28<br />
Hablemitoğlu, “Ebediyetinin…….”, s. 3-13<br />
29<br />
Ancak Sovyetler, Atatürk’ün bu hamlesine karşılık, Türk<br />
dünyasında dil ve kültür birliğinin gerçekleşmemesi için idaresinde<br />
yaşayan Türklere 1927-1930 yılları arasında Arap alfabesi<br />
yerine Latin alfabesini, Türkiye’nin 1928 yılında harf inkılâbını<br />
gerçekleştirerek Latin alfabesine geçmesi üzerine Kiril alfabesini<br />
kullandırmıştır.<br />
30<br />
Özer, age, s.1<br />
87<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Atatürk’ ün Dış Türkler Siyaseti<br />
88<br />
antlaşmaların özünde, bölgesel güvenliğin<br />
yanında, mütekabiliyet ilkesi ile birlikte, aynı<br />
zamanda taraf ülkelerde yaşayan Türk azınlıkların<br />
durumlarıyla ilgili düzenlemelerde vardır.<br />
Bir başka deyişle, Türkiye ile dost olmanın<br />
en önemli ve temel koşulunun, bünyelerindeki<br />
Türk azınlığa iyi davranmak ve gereken<br />
önemi vermek olduğunu dost-düşman bütün<br />
bölge ülkeleri kavramışlardır . 31<br />
Atatürk, Balkan ve Sadabad Paktlarını<br />
kurmakla, Balkanlar’ dan Türkistan’ a, kadar<br />
uzanan bir ittifak zinciri meydana getirmiştir.<br />
Bununla, hem Türkiye’nin, hem de üzerlerinde<br />
milyonlarca Türk’ün yaşadığı bu komşu<br />
memleketlerin emniyetini sağlamayı düşünmüştür.<br />
Böylece Atatürk, Türk nüfusunun<br />
yaygın olduğu bu dost ülkelerde yaşayan<br />
Türkler arasında da bir birlik kurmayı ümit etmiş<br />
ise de, bunu gerçekleştirmeye ömrü vefa<br />
etmemiştir.<br />
3. DEĞERLENDİRME ve SONUÇ<br />
Atatürk, Türk milletinin ve Türk dünyasının<br />
milli varlığının ve bütünlüğünün devamı için,<br />
milli kültürümüzün esası olan milli tarihimizin<br />
ve dilimizin mutlaka iyi bir şekilde araştırılması<br />
ve geliştirilmesi gerektiği düşüncesine sahipti.<br />
Bu kapsamda, Atatürk ’ün Dış Türkler<br />
politikası; Türkiye dâhilinde milli, gururun ve<br />
beraberliğin sağlanması, bütün Türk dünyasında<br />
dil ve kültür birliğinin gerçekleşmesi,<br />
Dış Türklerin yaşadıkları ülkelerde huzur ve<br />
güvenini sağlamak şeklinde özetlenebilecek<br />
üç ana hedefe yöneliktir.<br />
Atatürk, Dış Türkler politikasının hedeflerini<br />
gerçekleştirmeye yönelik olarak; Arap alfabesinden<br />
Latin alfabesine geçmiş, şimdiki<br />
adlarıyla Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumlarını<br />
kurdurmuş, Türkiye dışındaki Türklerle<br />
sıcak ilişkiler geliştirmeye özel önem vermiştir.<br />
KAYNAKÇA<br />
1. BANGUOĞLU Tahsin, “Millî Misak ve<br />
Lozan”, Türk Edebiyatı, İstanbul, Ekim, 1987<br />
31<br />
Hablemitoğlu, “Ebediyetinin…….”, s. 3-13<br />
2. BOZDAĞ İsmet, Atatürk’ün Avrasya<br />
Devleti, Tekin Yayın Dağıtım San. Ltd. İstanbul,<br />
1999<br />
3. İNAN Ayşe Afet, Medeni Bilgiler ve<br />
Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Türk<br />
Tarih Kurumu, Ankara, 2000<br />
4. DEREN Seçil, “Kültürel Batılılaşma”,<br />
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Modernleşme<br />
ve Batıcılık, İletişim Yayınları, İstanbul,<br />
C.3, 2002<br />
5. YILMAZÇELİK İbrahim, “Atatürk’ün<br />
Dış Türkler Politikası ve Dış Türkler”, Türk<br />
Dünyası Tarih Dergisi, C.8.No:89, Mayıs<br />
1994<br />
6. KOCATÜRK Utkan, Atatürk’ün Fikir<br />
ve Düşünceleri, Atatürk Araştırmaları Merkezi,<br />
Ankara, 1999<br />
7. HABLEMİTOĞLU Necip, “Türkiye<br />
Cumhuriyeti Devleti ve Dış Türkler Stratejisi”,<br />
http://hablemitoglu.com/millimerkezler. htm,<br />
04.04.2008<br />
8. HABLEMİTOĞLU Necip, “Ebediyetinin<br />
61. Yıldönümüne Armağan: Kemal’in Öğretmenleri”,<br />
Kırım, 6, 21, Ekim-Aralık 1997<br />
9. Harp Akademileri Komutanlığı, Türkiye<br />
ve Türk Dünyası, Harp Akademileri Basımevi,<br />
İstanbul, 1997<br />
10. http://www.mustafatasar.gen.tr/yayinlar/dusunce_g/dunden_bugune_disturkler.htm<br />
05.04.2008<br />
11. KABAKLI Ahmet, Temellerin Duruşması,<br />
Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul,<br />
1990<br />
12. ÖÇALAN Muharrem, Kırgız Türkçesi<br />
Türkiye Türkçesi Arasında Halk ve Çocuk<br />
Edebiyatı Alanında Karşılıklı Eser Aktarımlarının<br />
Önemi ve Moldo Kılıç’ın “Buudayıktın<br />
Toyu” Eserinin Çevirisi”, III.Uluslararası Türk<br />
Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi, Kırgızistan,<br />
Celalabad, 07-09 Haziran 2005<br />
13. ÖZALP Yalçın, Yurt Dışındaki Türk<br />
Şehidlikleri, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap<br />
Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi,<br />
Ankara, 3 Cilt, 1987<br />
14. ÖZER Cem, Atatürk’ün Türk Dünyasıyla<br />
İlişkileri, Ankara Üniversitesi, Türk<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Mehmet Zülfi Camkurt<br />
İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek<br />
Lisans Tezi, Ankara, 2007<br />
15. PARLA Reha, Belgelerle Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nin Uluslararası Temelleri Lozan-<br />
Montrö: Türkiye’nin Komşularıyla İmzaladığı<br />
Başlıca Belgeler, Lefkoşa, 1985<br />
16. SARAY Mehmet, Atatürk’ün Sovyet<br />
Politikası, Veli Yayınları, İstanbul, 1984<br />
17. SARAY Mehmet, “Atatürk ve Türk Tarihi”,<br />
Türk Kültürü, S.249, Ocak 1984<br />
18. SARAY Mehmet, Atatürk ve Türk<br />
Dünyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara,<br />
1995<br />
19. SÖKMEN Tayfur, Hatay’ın Kurtuluşu<br />
İçin Harcanan Çabalar, Türk Tarih Kurumu<br />
Basımevi, Ankara, 1978<br />
20. TAŞ Kenan Ziya, “Atatürk’ün Doğu<br />
ve Güneydoğu Anadolu Politikası ve Bunun<br />
Orta Asya ve Ortadoğu Politikasındaki Yeri”<br />
http://www.dicle.edu.tr/dictur/suryayin/ khuka/<br />
adgp.htm 02.04.2008<br />
21. TANYU Hikmet, Atatürk ve Türk Milliyetçiliği,<br />
Töre Devlet Yayınları, Ankara,1981<br />
22. TALAS Mustafa, “Örnek Bir Dış Siyaset<br />
Modeli Olarak Atatürk’ün “Yurtta Barış<br />
Dünyada Barış” Politikası,” Türkiyat Araştırmaları<br />
Dergisi, Konya, C.15, Güz 2004<br />
23. ULUSOY Belkıs, “Atatürk’ün Rusya<br />
Türkleri ve Sovyetler Birliği ile İlişkileri”, 4.Boyut,<br />
Ekim 2003, s.4, http://www. istanbul.<br />
edu.tr/4.boyut/cumhuriyet/dosyalar/belkis<br />
_ulusoy. htm 04.04.2008<br />
89<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
TARİHİN İÇİNDEN<br />
MÜFETTİŞLERLE İLGİLİ MECLİS ZABITLARINA<br />
YANSIYAN GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELER (2)<br />
Hazırlayan: Dr. Şafak Başa *<br />
90<br />
Aydın Mebusu Tahsin Bey’in 22 Şubat<br />
1921 tarihli bütçe görüşmelerinde Türkiye<br />
Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmadan<br />
bir kesit: “Dâhiliye Vekili Beyefendinin<br />
buyurdukları gibi, mülkiye müfettişliklerine<br />
lüzum vardır. Çünkü memurin hakkında,<br />
muhik ve gayri mühik, bir takım şikâyet vaki<br />
oluyor. Onu herhalde tetkik edip ya memurun<br />
hakkını veyahut müstedinin hakkını muhafaza<br />
etmek için Dâhiliye Vekâleti o teşkilatı<br />
muhafazaya mecburdur. Fakat bu şikâyete<br />
meydan vermemek için evvela iyi, mücerrep<br />
ve memleketi idareye muktedir adamlar tayin<br />
etmek, bu hususu nazarı dikkate almak lazım<br />
gelir…” (TBMM Zabıt Ceridesi: Devre: 1, İçtima<br />
Senesi: 1, Cilt: 8, Sayfa: 364, İ: 155, C: 2).<br />
Kastamonu Mebusu Dr. Suat Bey’in 22<br />
Şubat 1921 tarihli bütçe görüşmelerinde<br />
Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı<br />
konuşmadan bir kesit: “Efendim; bu mülkiye<br />
müfettişliği ihdas edildiği zaman gösterilen<br />
esbabı mucibe layihasında deniliyor ki,<br />
Devleti Osmaniye’de muntazam bir teşkilatı<br />
idariye yoktur. Bunun hakkında lazım gelen<br />
kavmi, milli, coğrafi, tarihi tetebbuatta (arayıp<br />
inceleme) bulunsunlar ve Dâhiliye Nezaretine<br />
göndersinler. Memleketin icraatı atiyesinde<br />
* Mülkiye Başmüfettişi<br />
bu hayırlı bir netice olur. Zikrolunan esbabı<br />
mucibe meyanında bu vardır. Efendiler bunun<br />
kabul edildiği tarihten sonra Memaliki<br />
Osmaniyenin her tarafında bir takım mülkiye<br />
müfettişleri bulunuyordu ve diyorlardı ki, bir<br />
de bunlara tahkik vazifesini vereceksiniz. Mesela<br />
falan yerde bir memur fena icraat yapıyor,<br />
bunun tahkiki da mülkiye müfettişlerine<br />
verilecektir. Bunun birinci kısmını yapabilmek<br />
çok yüksek bir vazifedir. Ben kendi hesabıma<br />
Anadolu’da bulunduğum sırada mülkiye<br />
müfettişleri içerisinde böyle kavmi, ırki, coğrafi,<br />
tarihi tetebbuat yapıp da Devletin işine<br />
ve icraatına istikamet verecek mülkiye müfettişlerine<br />
hiç rastlamadım. Diğer mesele,<br />
yalnız mucibi teftişat ahval zuhurunda orada<br />
teftişatı muntazama yapmak meselesi, bunun<br />
mahiyeti nihayet bir tahkik memurluğundan<br />
ibarettir. Şimdiye kadar yapılmış olan bir takım<br />
icraat bu kadar büyük fedakârlığı icabetmiyor.<br />
Bu mülkiye müfettişliği ihdas edildiği<br />
zaman hakikaten tasavvurumuzun fevkinde<br />
fedakârlıklar ihtiyar edilmiş, bir takım masarifat<br />
icra edilmiştir. Halbuki bugün bir vilayette,<br />
beş vilayette mülkiye müfettişliği ihdas edildiğinden<br />
dolayı elde edilen netice nedir rica<br />
ederim?...mülkiye müfettişliği teşkil ve kabul<br />
edildikten sonra ne kadar erbabı iktidar varsa<br />
memurini idare içerisinde hepsi mülkiye<br />
müfettişliğine inhisar etti. O erbabı iktidar<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Dr. Şafak Başa<br />
müfettişlikte vazife alıyorlar. Asıl idarenin<br />
başında aciz memurlar kalıyor. İkincisi ve<br />
en mühimi, bir Teşkilatı Esasiye Kanunu<br />
kabul ettik. Onun umuru idare kısmında<br />
bir takım vezaifi mahalliye, mahalli idareler<br />
teşkiline ve bunun da 1337 de tetkikine<br />
Meclis azmetmişti. Onun için müfettişlik<br />
idaresinin şimdilik lağvı daha muvafıktır<br />
zannederim.” (TBMM Zabıt Ceridesi: Devre:<br />
1, İçtima Senesi: 1, Cilt: 8, Sayfa: 364,<br />
İ: 155, C: 2).<br />
91<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
DENETİM ANILARI<br />
Derleyen: Ömer Yürekli *<br />
92<br />
Hop Hemşerim Nereye…<br />
Her müfettişin teftiş yaptığı yerlerde yaşadığı<br />
ilginç, ilginç olduğu kadar komik anıları<br />
olmuştur. Bazen öyle anlar olur ki yıllar geçse<br />
de unutulmaz, hatırlandığında yüzde bir gülümseme<br />
oluşur. O günlere gidilir, hafızada<br />
kalan bilgiler yeniden hatırlanır.<br />
Bu şekilde unutulmayan, unutulması<br />
mümkün olmayan hatıralarımdan birisini aktarmaya<br />
çalışacağım.<br />
Sene 2009 aylardan Haziran ayı. Şırnak<br />
Devlet Hastanesinde verilen teftiş görevinin<br />
ifası amacıyla bu hastaneye sabah saat 09.00<br />
gibi geldim. İşe başlamadan önce Başhekim<br />
beyi ziyaret etmek için Başhekimlik odasına<br />
doğru yöneldim. Tam bu sırada arkamdan<br />
tok bir sesin “Hoooop hemşerim nereye..”<br />
dediğini duydum. Üzerime alınmayarak yoluma<br />
devam edecek iken bu sefer daha yüksek<br />
sesle, “Hemşerim duymuyor musun, hop nereye...”<br />
diye birisinin bana seslendiğini anladım.<br />
Dönüp arkama baktığımda 50 yaşlarında<br />
bir güvenlik görevlisi olduğunu gördüm. Ben<br />
yanında gitmeden o koşarak yanıma geldi ve<br />
“Neden durmuyorsun hemşerim, öyle elini<br />
kolunu sallayarak buraya giremezsin” dedi.<br />
Bunun üzerine kendimi tanıtma gereği<br />
duydum, Müfettiş olduğumu, bu hastaneye<br />
teftiş için geldiğimi ve Başhekim ile görüşeceğimi<br />
söyledim. Bu açıklamam üzerine bana<br />
* S.B., Başdenetçi<br />
yol gösterip Başhekimliğe götüreceğini düşünürken<br />
tam tersine “Yok yaaaa, ne müfettişi,<br />
buraya müfettiş gelmez, sen kimi kandırıyorsun,<br />
hadi hemşerim hadi, beni uğraştırma,<br />
hadi çık dışarı” demez mi?<br />
Çevreme baktım başka personel görmeyince<br />
Müfettişlik Kimliğimi çıkarıp bir türlü<br />
ikna olmayan güvenlik görevlisine gösterdim.<br />
“Bak, bu müfettişlik kimliği, şimdi inandın mı<br />
müfettiş olduğuma” dedim. Güvenlik görevlisi<br />
kimliğimi aldı, sağına soluna baktı, bir süre<br />
kararsız kaldı, bir şey söylemedi. Ben kimliği<br />
elinden alıp Başhekimlik odasına doğru tekrar<br />
yürümeye başlamıştım ki, aynı ses arkamdan<br />
tekrar “o kimliğin müfettiş kimliği olduğunu<br />
nerden bileyim, sen beni mi kandırıyorsun”<br />
diyip kolumdan tutarak beni dışarı çıkarmaya<br />
çalıştı. Baktım olmayacak, Müfettiş olduğumu<br />
bu güvenlik görevlisine inandıramayacağım,<br />
gerginlik olmasın diye sinirlerime hakim olup,<br />
çaresiz güvenlik görevlisiyle birlikte dışarı çıkmak<br />
için hastanenin dış kapısına doğru yürüdüm.<br />
Bu sırada bir hemşireyi gördüm, yanına<br />
giderek Müfettişlik kimliğimi gösterdim ve güvenlik<br />
görevlisinin Başhekimliğe girmeme izin<br />
vermediğini söyleyerek yardım istedim. Hemşire<br />
hanım kimliğime baktıktan sonra, “Ben<br />
sizi Başhekimliğe götüreyim” diyerek o önde<br />
ben arkada Başhekimlik odasına geçtik. Güvenlik<br />
görevlisi ise hiç bir şey söylemeden arkamızdan<br />
baktı.<br />
Başhekimlik odasına girdikten sonra durumu<br />
Başhekim beye anlattım. Güvenlik gö-<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Ömer Yürekli<br />
revlisinin eşkalini tarif ettim. Bunun üzerine<br />
Başhekim bey hemen telefon ederek bu güvenlik<br />
görevlisinin getirilmesi için sekreterine<br />
talimat verdi. Yaklaşık 15 dakika bekledikten<br />
sonra sekreter odaya gelerek, güvenlik görevlisini<br />
bulamadığını, hastanede araştırmaya<br />
devam ettiğini söyleyince hem ben hem<br />
Başhekim bey güvenlik görevlisinin acaba<br />
bu olay nedeniyle mi ortadan kaybolduğunu<br />
merak edip, bulunur bulunmaz hemen haber<br />
verilmesini istedik.<br />
Bunun üzerine hastanenin her yerinde<br />
aranan bu güvenlik görevlisi yaklaşık yarım<br />
saat sonra hastane bahçesinin bir köşesinde<br />
oturur vaziyette bulunmuş. Meğer hemşire<br />
beni Başhekimin odasına bıraktıktan sonra<br />
güvenlik görevlisinin yanına gidip “Müfettişe<br />
engel olduğun için kesin sana ceza verirler,<br />
sen nasıl olur da Müfettişin Başhekim odasına<br />
gitmesine engel olursun” diye korkutmuş.<br />
Bunun üzerine güvenlik görevlisi işinden olacak<br />
korkusuyla ne yapacağını bilemeyerek<br />
kendini bahçeye atmış, bir köşede öylece<br />
oturup kalmış.<br />
Güvenlik görevlisini Başhekimin odasına<br />
getirdiklerinde adamcağız süklüm püklüm bir<br />
halde başını önüne eğmiş, sürekli “özür dilerim,<br />
özür dilerim” diyordu. Ben yanına gidip,<br />
“Tamam önemli değil, ama bir daha böyle bir<br />
şey olduğunda daha dikkatli ve kibar ol” dedim.<br />
“Beni işten çıkaracak mısınız” diye titrek<br />
sesiyle sorunca hem ben hem de Başhekim<br />
bey “ Yok böyle bir şey, içini rahat tut, işine<br />
devam edeceksin” dedik. Üzerinden büyük<br />
bir yük kalkmış gibi yüzünde bir rahatlama ve<br />
gülümseme oluştu ve “Allah razı olsun” diyerek<br />
odadan çıktı.<br />
Başhekim bey bu güvenlik görevlisinin<br />
yaşı büyük olmasına rağmen işe aldıklarını,<br />
işe almalarının sebebinin ise bu kişinin oğluyla<br />
beraber korucu olduğunu, dağda karakol<br />
binasına giden yolu tutma görevinin verildiğini,<br />
ordan kimsenin geçmesine izin vermeyeceksiniz<br />
diye askerden talimat aldığı için kimseyi<br />
geçirmediğini, ancak bir çatışmada oğlu<br />
şehit olunca hem oğlunun hem de kendi ailesinin<br />
geçimini sağlayabilmesi için hastaneye<br />
güvenlik görevlisi olarak aldıklarını, koruculuk<br />
döneminden kalma alışkınlık ile tanımadığı<br />
kimselerin Başhekimlik katına gitmesine izin<br />
vermediğini, Müfettişin ne olduğunu bilmediği<br />
için de bana izin vermemiş olabileceğini<br />
anlattı.<br />
Müfettişlik kimliğimi gösterdiğim halde<br />
neden beni bırakmadı diye sormam üzerine<br />
Başhekim bey, “Ama o okuma yazma bilmiyor<br />
ki..” dedi.<br />
Evet dostlar, hiçbir şey göründüğü gibi değildir.<br />
Size karşı yapılan olumsuz şeylere karşı<br />
sabırlı olup bu olumsuz davranışın nedenini<br />
öğrenmeye çalışın ve asla ön yargılı olmayın.<br />
(Gönderen: Dr. Yusuf Aydın/SB Başdenetçisi,<br />
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı<br />
Eski Başmüfettişi)<br />
Pes Doğrusu!<br />
Genel denetim için gittiğim bir İlçe Devlet<br />
hastanesinde, uzun süre yönetim boşluğu<br />
yaşandıktan sonra Bakanlık tarafından yeni<br />
uzman olmuş bir genel cerrahın baştabip<br />
olarak atandığını öğrendim. Teftişi bitirdikten<br />
sonra hastaneden ayrılmadan önce yeni atanan<br />
Başhekimi, makamında ziyaret ederek<br />
görevinin hayırlı olmasını diledikten sonra<br />
geçmiş tecrübelerimden örnekler vererek<br />
bundan sonra onun için faydalı olacağını<br />
düşündüğüm bazı nasihatlerde bulunmak<br />
istedim. Zira, yeni baştabibi henüz genç ve<br />
tecrübesiz bulmuştum. Filhakika o dönemlerde<br />
kamuda çalışan hekimlerin, özel muayenehanelerini<br />
ön planda tuttukları, Devlet<br />
Hastanesini aracı olarak kullandıkları ve birbirleri<br />
ile servet yarışına girdikleri, dolaysıyla<br />
kısa sürede çok para kazanma hırsı ile hareket<br />
ettikleri için başlarını sıkıntıya soktuklarını<br />
müfettiş olarak yapmış olduğumuz inceleme<br />
ve soruşturmalardan biliyorduk. Bu nedenle,<br />
dürüst bir hekimin de bu İlçede para kazabileceğini,<br />
önemli olanın kendisini halka sevdirmesi<br />
gerektiğini, Devlet Hastanesi ne kadar<br />
kaliteli hizmet verir ve çalışır ise kendisinin<br />
de branşında isim yapabileceğini, dolaysıyla<br />
özel muayenehanesinden meşru bir şekilde<br />
para kazanabileceğini, yine de her şeyin para<br />
olmadığını, vatandaşın duyarlı olduğunu,<br />
parası olmasa dahi etiyle sütüyle yani zirai<br />
93<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Denetim Anıları<br />
mahsulü ile minnet borcunu karşılayacağını,<br />
özetle servet edinmede sabırlı olmasını tavsiye<br />
ettikten sonra Hastaneden ayrıldım. Genel<br />
denetimi bitirip Ankara’ya döndükten kısa<br />
bir süre sonra müfettiş bir arkadaşımın aynı<br />
ilçeye soruşturmaya gideceğini, konunun da<br />
kendine nasihatte bulunduğum hekimin olduğunu<br />
öğrendiğimde çok şaşırdım. Demek<br />
ki ben yanlış yapmaması için telkinde bulunduğum<br />
sırada adam o anda aklından başka<br />
şeyler geçiyormuş. Ne diyebilirim! Üstelik<br />
cesaretine de pes demek gerekir. Zira, rüşvet<br />
olayı özel muayenehanesinde değil de başhekimlik<br />
makamında suçüstü yapılmıştı.<br />
(Gönderen: M. Ali Yasemin/SB Başdenetçisi)<br />
94<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
YARATICILIĞI TETİKLEYEN MİZAH<br />
Durdu Güneş *<br />
Yazıya başlamadan önce özel bir parantez<br />
açarak yaratıcılık kavramı üzerine bir açıklama<br />
yapmak istiyorum.<br />
Yaratıcılık kavramı eski dilde inşa ve ibda<br />
kavramları ile ifade ediliyordu. İnşa kavramı<br />
var olan şeylerden yeni bir şey oluşturma,<br />
yapı yapma, kurma anlamında, ibda kavramı<br />
ise yoktan var etme anlamındaki yaratma anlamında<br />
kullanılıyordu.<br />
Diğer yandan Kuran’da insan için “Sonra<br />
onu şekillendirip ona ruhundan üfledi” ayeti<br />
yer almaktadır. İnsanda bu nedenle ilahi özellikler<br />
vardır. Yaratıcılık da bu özelliklerden biridir.<br />
Ama bu insana mahsus bir yaratıcılıktır.<br />
Allaha mahsus yaratıcılıkla karıştırılmamalıdır.<br />
Günümüzde inşa ve ibda kavramları kullanılmayarak,<br />
bu sözcüklerin yerine yaratıcılık<br />
kavramı kullanılır olmuştur.<br />
Durum böyle olunca inşa anlamındaki<br />
insana mahsus yaratıcılıkla, yoktan var etme<br />
anlamındaki Allah’a mahsus yaratıcılık birbirine<br />
karışarak bir anlam bulanıklığına yol açmaktadır.<br />
Yanlış anlaşılma çekincesiyle yaratıcılık<br />
kavramı birçokları tarafından tereddütlü<br />
kullanılıyor ya da hiç kullanılmıyor.<br />
Yazı boyunca kullanacağımız yaratıcılık<br />
kavramı eski dilde yer alan inşa anlamında ve<br />
insana mahsus yaratıcılık kastedilmektedir.<br />
Yaratıcılık kavramının kullanılmaması beraberinde<br />
düşüncede fikirde ve üretmede<br />
* Yazar, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Hukuk Müşaviri<br />
yenilik getirmeyi de olumsuz etkilemektedir.<br />
Çünkü biz kavramlarla düşünüyoruz. Önemli<br />
kavramları zihnimizden sildiğimizde ona<br />
mahsus düşünce geliştirmeyi de ortadan kaldırmış<br />
oluruz.<br />
Yaratıcılığın çok değişik tanımları yapılmıştır.<br />
Yaratıcılık genel olarak yeni şeyler ortaya<br />
koyma yeteneği olarak tanımlanabilir. Bu<br />
yeni bir fikir, eser, yöntem olabilir.<br />
Yaratıcılığın doğuştan gelen bir yetenek<br />
olduğunu söyleyenler olduğu gibi sonradan<br />
geliştirilen öğrenilen bir yetenek olduğunu<br />
kabul edenler vardır.<br />
Her insanda bir yaratıcılık potansiyeli vardır.<br />
Ancak bu eğitim ve yaratıcılık yöntemleriyle<br />
geliştirilebilir.<br />
İnsanlığın gelişmesi, temelinde yaratıcı<br />
düşünce vardır. Yaratıcı düşünce ile bizler<br />
hayvanlardan farklı olarak sürekli gelişme<br />
kaydederiz.<br />
Ülkemizde yaratıcılık kültürüne o kadar<br />
çok ihtiyacımız var ki. “Eski köye yeni adet<br />
getirme. Böyle gelmiş böyle gider. İcat çıkarma”<br />
gibi sözlerle yaratıcı yeteneklere ket vururuz.<br />
Yaratıcı düşünceye sahip olanlarda; mizah,<br />
matematik, estetik ve felsefe yeteneği de<br />
vardır. Yaratıcılık ve mizah arasında çok yakın<br />
ilişkinin olduğu tespit edilmiştir.<br />
Bir grup öğrenci üzerinde yapılan bir<br />
araştırmada, öğrencilerin bir kısmına ciddi diğer<br />
bölümüne komedi filmi izlettiriyor. İzleme<br />
sonrası yapılan testte komedi filmi izleyen-<br />
95<br />
Temmuz-Eylül <strong>2013</strong>
Yaratıcılığı Tetikleyen Mizah<br />
96<br />
lerin yaratıcılık seviyeleri diğerlerine oranla<br />
daha yüksek çıkıyor.<br />
Mizah ve Yaratıcılık Arasındaki Benzerlikler:<br />
• Mizah ve yaratıcılık özgür düşünmeyi<br />
ve bağımsız olmayı gerektirir.<br />
• Mizah ve yaratıcılıkta eleştirel düşünce<br />
vardır.<br />
• Mizah ve yaratıcılık esnek düşünme<br />
sonucu ortaya çıkar.<br />
• Mizah ve yaratıcılık alışılagelen kalıpları<br />
değiştirir.<br />
• Mizah ve yaratıcılıkta özgün olmak<br />
esastır.<br />
• Mizah ve yaratıcılıkta hata yapmaktan<br />
korkmaya yer yoktur.<br />
• Mizah ve yaratıcılıkta önyargılar yıkılarak<br />
ilerlenir.<br />
• Mizah ve yaratıcılıkta farklılıklar arasında<br />
orijinal bağlantılar kurulur.<br />
Burada kastettiğimiz mizah; düşündüren,<br />
güldüren zekâ ürünü mizahtır. Şive farklılıkları,<br />
argo ve küfür ile veya cinsel içeriğinden<br />
kaynaklanan salt güldürme amaçlı mizah<br />
ürünleri yazımız kapsamı dışındadır.<br />
Mizahın yaratıcılığı körüklediği eğitimciler<br />
tarafından da kabul gören bir düşüncedir.<br />
Şimdi işin felsefi tarafına fazla dalmadan<br />
birazda fıkra yardımıyla yaratıcılık ve mizah<br />
ilişkilerine açıklık getirelim.<br />
Mizah Yaratıcılığı Nasıl Tetiklemektedir?<br />
1. Mizah yaratıcılıktaki farklı bakış<br />
açısını geliştirir. İki batılı turist Afrika’da safariye<br />
çıkmış ve yanlarına da iki yerli almışlar.<br />
Ormana girdiklerinde yolu kaybetmeyelim<br />
diye büyük bir ağaca çaput bağlamışlar. Avlanma<br />
sonrası otele dönmek istediklerinde,<br />
çaput bağladıkları ağacı bulamayıp paniğe<br />
kapılmışlar. İki batılı turist korku içinde “Eyvah<br />
ormanda kaybolduk.” diye söylenirken,<br />
yerliler ise gayet sakin “Hayır biz kaybolmadık.<br />
Biz buradayız. Çaput bağladığımız ağaç<br />
kayboldu.” demişler.<br />
2. Mizah yaratıcılıktaki alternatifli düşünmeyi<br />
geliştirir. Temel arkadaşı Dursun’a<br />
dert yanmış “Muhasebecimle karımı divan<br />
üzerinde densizlik yaparken yakaladım.” demiş,<br />
“ama ne yapacağımı düşünüyorum.”<br />
Aradan zaman geçmiş karşılaşmışlar Dursun<br />
sormuş “ O meseleyi ne yaptun?” Temel “O<br />
mesele halloldu” demiş. Dursun “Muhasebeciyi<br />
mi öldürdün?” “hayır” demiş Temel “Bütün<br />
defterler onda ölse, ben mahvolurum.”<br />
“Karıyı mı boşadın?” “ Hayır çocuklar var,<br />
perişan olurum. Dursun bu kez “Peki nasıl<br />
hallettin?” deyince Temel “Divanı sattum.”<br />
demiş.<br />
3. Mizah yaratıcılıktaki kavramları<br />
farklı anlamda kullanmayı geliştir. Dört fakir<br />
Yahudi çok yakın arkadaşlar. İçinden bir<br />
tanesi çok zengin olmuş. Bir davet verecek.<br />
Diğer üç fakir arkadaşı duymuş, gelmişler.<br />
“Bizi de davet et, bizde istifade edelim.” Zengin<br />
Yahudi “Olmaz sizin üstünüz başınız çok<br />
kötü davetin tadını kaçırırsınız.”demiş. Fakir<br />
Yahudiler “ Eğer sorun elbiselerimizse onu<br />
elbiselerimizi değiştiririz.” deyip davetiyelerini<br />
almışlar. Davet günü zengin Yahudi bakmış<br />
ki arkadaşları yine eski ve pis elbiselerle<br />
gelmiş. Hemen yanlarına yaklaşıp “Rezil ettiniz<br />
beni, hani elbiselerinizi değiştirecektiniz?”<br />
Fakir Yahudi’nin biri sakince “ Biz elbiselerimizi<br />
değiştirdik.”demiş. “Ama biz fakir adamız,<br />
nerden yeni elbise alacağız. Benim elbisemi<br />
arkadaş giydi, arkadaşınkini ben giydim<br />
böylelikle değiştirdik.”<br />
4. Mizah ve yaratıcılıkta farklı durumlar<br />
arasında orijinal bağlantı kurulur.<br />
Pazarda kellik ilacı satan delikanlının başı<br />
kelmiş. Kadının biri yanaşıp “Senin başın kel<br />
saçın yok ki kellik ilacı satıyorsun.” demiş.<br />
Satıcı başını sallayıp “Yürü git bacım. Kardeşim<br />
de aşağıda ikizlere takke satıyor. Ama<br />
kimse sormuyor. Senin ikizlerin var mı diye”<br />
demiş.<br />
5. Mizah ve yaratıcıkta özgünlük<br />
esastır. Sürekli yeni şeyler üretmek gerekir.<br />
Okuyucu tarafından ne yazacağı tahmin edilen<br />
mizah yazarı artık bitmiş sayılır. Çünkü<br />
beyin öğrendiği her yeni şeyle kalıplar oluşturur<br />
ve yeni şeyleri bu kalıplarla değerlendirir.<br />
Mizah sürekli bu kalıpları bozarak zihni<br />
tuzağa düşürür. Yaratıcılıkta mevcut kalıpları<br />
Yıl: 26 • Sayı: 123
Durdu Güneş<br />
değiştirerek ortaya çıkmaktadır. Mizah ve yaratıcılıkta<br />
alışılagelen kalıplar kırılır. Bir İngiliz,<br />
bir Fransız, bir Endonezyalı ve bizim Temel<br />
bir tren kompartımanında gidiyormuş. Temel<br />
Endonezyalıya bakıp “Sen bu âlemde yenisin<br />
galiba” demiş.<br />
6. Mizah ve yaratıcılık ancak otoriteye<br />
karşı çıkarak ilerler. Nasreddin Hoca ile<br />
Timur hamamda yıkanırken Timur sorar “ben<br />
kaç akçe ederim.” “Elli akçe der. Nasreddin<br />
Hoca “Timur “bre gafil üzerimdeki peştamal<br />
elli akçe eder.” deyince Nasreddin Hoca,<br />
“Bende zaten ona değer biçtim.” der.<br />
Mizah ve yaratıcılıkla ilgili örnekleri uzatmak<br />
mümkündür. Ancak mizahla; zihinsel<br />
esneklik, eleştirel yaklaşım, zihnin özgürleşmesi,<br />
beynin keyiflenmesi gibi kazanımların<br />
yaratıcılığı da harekete geçirdiğini bilmek yeterli<br />
sanıyorum.<br />
Mizahla İlgili Neler Yapılmalıdır?<br />
1. Çocuklarda mizah yeteneğinin gelişmesi<br />
için komedi filmlerinin izlettirilmesi,<br />
mizah dergilerinin, mizah kitaplarının okutulması<br />
sağlanmalıdır. Yaratıcı düşünce açısından<br />
Türkçe ve edebiyat derslerinde mizaha<br />
gereken ağırlık verilmelidir.<br />
2. Toplumun seçilmişleri olarak siyasetçilerin,<br />
özellikle parti liderlerinin argo, küfür<br />
ve galiz ifadelerden kurtulması, gerginliğin<br />
azaltılması ve yaratıcılıklarının artırılması için<br />
mizah eğitimi almaları ya da en azından mizah<br />
danışmanı bulundurmaları örnek olmaları<br />
açısından çok önemlidir.<br />
3. Mizah bir çeşit neşeli düşündürme<br />
sanatıdır. Mizah; gevezelik, sululuk, ciddiyetsizlik<br />
olarak algılanmamalıdır. Kişisel gelişim<br />
kursları gibi mizah kültürü kursları açılarak<br />
mizah ve yaratıcılık işlenmelidir.&l