20.01.2017 Views

YIL 2016 SAYI 26

1453_sayi_26_web

1453_sayi_26_web

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>YIL</strong>: <strong>2016</strong> <strong>SAYI</strong>: <strong>26</strong><br />

5


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

<strong>SAYI</strong> <strong>26</strong> / <strong>2016</strong><br />

BU BİR SÜRELİ YAYINDIR<br />

PARA İLE SATILMAZ<br />

YÖNETİM<br />

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi<br />

Ahmet SELAMET<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Nevzat KÜTÜK<br />

Yayın Danışma Kurulu<br />

Prof. Dr. İsmail KARA, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA,<br />

Prof. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU<br />

Yayın Koordinatörü<br />

Fatih YAVAŞ<br />

YAYIN<br />

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />

Nurten ŞAFAK TOPCU<br />

Editör<br />

Betül EREN<br />

Yayın Kurulu<br />

Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN,<br />

Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, M. Lütfi ŞEN,<br />

Nurten ŞAFAK TOPCU, Gülsüm SEZGİN, H. Halit ATLI<br />

Sanat Yönetmeni<br />

Aydın SÜLEYMANZADE<br />

Grafik Tasarım<br />

Nazlı ERÇETİN<br />

Reklam Koordinatörü<br />

Mustafa YALMAN<br />

Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili)<br />

İletişim<br />

iletisim@kultur.istanbul<br />

YAPIM<br />

KÜLTÜR A.Ş.<br />

Baskı - Cilt<br />

Mega Basım<br />

Cihangir mah. Güvercin cad. No:3/1<br />

Baha iş merkezi A Blok Kat:2 34310<br />

Haramidere/ İstanbul/TURKEY<br />

(0212) 412 17 23<br />

Yayınevi Sertifika No: 15321<br />

Matbaa Sertifika No: 120<strong>26</strong><br />

Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur.<br />

Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir.<br />

Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.<br />

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI<br />

İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.<br />

Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri<br />

34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL


İÇİNDEKİLER<br />

İSTANBUL’UN YİTİK<br />

“HAFIZA MEKÂNLARI”<br />

Turgay ANAR<br />

AMİR ATEŞ:<br />

MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR<br />

Söyleşen: Ayşegül ÜNAL İNAN<br />

9<br />

105<br />

TÜRK EDEBİYATININ<br />

KÜLLÜK DEVRİ<br />

Beşir AYVAZOĞLU<br />

17<br />

OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET<br />

DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ:<br />

XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ<br />

Zehra ÖKSÜZ<br />

113<br />

AHMED GÜNER SAYAR İLE<br />

İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI<br />

Söyleşen: Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />

27<br />

MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN<br />

RENKLİ MİSAFİRLERİ VE<br />

BİR SOHBET MECLİSİNDE<br />

YAŞANANLAR<br />

Kasım HIZLI<br />

125<br />

MARMARA<br />

KIRAATHANESİ<br />

VE MÜDAVİMLERİ<br />

Dr. Sakin ÖNER<br />

35<br />

SEZAİ KARAKOÇ’UN<br />

“HATIRALAR”INDA<br />

İSTANBUL KAHVELERİ<br />

Cem SÖKMEN<br />

135<br />

EDEBİYATÇILARIN VE<br />

GAZETECİLERİN<br />

BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR<br />

Erdem YÜCEL<br />

43<br />

İRFÂN MECLİSİ OLARAK<br />

"ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR<br />

DÜKKÂNI"<br />

Hasan Eren ULU<br />

141<br />

DOĞAN HIZLAN İLE<br />

İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI<br />

Söyleşen: Betül EREN<br />

BENİM EDEBİ<br />

MEKÂNLARIM<br />

Şakir KURTULMUŞ<br />

57<br />

147<br />

İLİM VE SANAT HAYATINDA<br />

KONAKLARIN ROLÜ<br />

Dr. Şemsettin ŞEKER<br />

65<br />

SOHBETİN<br />

OLMAZSA OLMAZI:<br />

KAHVE<br />

Cengiz AYGÜN<br />

151<br />

KAZANCIGİL KONAĞI’NDA<br />

BİR GECE<br />

Halil SOLAK<br />

75<br />

TÜRK SİNEMASININ BİLGE TARİHÇİSİ<br />

GIOVANNI SCOGNAMILLO’NUN<br />

ARDINDAN<br />

Metin ÖZTÜRK<br />

157<br />

BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ:<br />

DARÜLKEMÂL<br />

Ahmet KARA<br />

81<br />

HATIRALARLA İSTANBUL<br />

İSTANBUL’UN SANAT<br />

VE EDEBİYAT MAHFELLERİ…<br />

Gavsi BAYRAKTAR<br />

162<br />

SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ:<br />

EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ<br />

Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />

İSTANBUL MEKÂN<br />

NEVMEKAN<br />

87<br />

164<br />

ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN<br />

Rahşan TEKŞEN<br />

AJANDA<br />

97<br />

166


Fotoğraf: Nevzat <strong>YIL</strong>DIRIM


SUNUŞ<br />

Dünyanın değişik kentlerinde aydınların, sanatçıların, fikir ve kültür adamlarının mesken edindikleri,<br />

gündemini sanatın ve kültürel meselelerin oluşturduğu buluşmaların gerçekleştirildiği mekânlar<br />

vardır. İstanbul da yüzyıllardır sürdürdüğü kültürel merkez olma özelliğiyle, bu türlü kültür sanat<br />

mahfillerinin kurulmasına zemin teşkil eden şehirlerden biri olmuştur.<br />

Küllük gibi semt kahvelerinden âlimler ile paşaların köşk, konak ve yalılarına, saraydaki müzik meclislerinden<br />

Nisuaz, Markiz gibi pastanelere kadar pek çok farklı mekânda bir araya gelen aydınlar,<br />

edebiyatçılar, tarihçiler, musikişinaslar, gazeteciler ve siyasetçiler İstanbul’un, hatta ülkenin, kültür sanat<br />

gündemine yön veren toplantılar yapardı. İçinde bulundukları döneme göre çeşitlilik ve farklılık<br />

gösteren bu mekânlar, hâlen mahdut olarak varlıklarını sürdürmektedir.<br />

“Sohbet” geleneğimizi devam ettirmeleri sebebiyle ayrı bir öneme sahip olan İstanbul’un kültür ve<br />

sanat mahfillerinde, devirlerinin kıymetli insanları belirli bir takvime göre ya da rastgele zamanlarda<br />

bir araya gelmiştir. Nitelikli konuşmalara, icralara, bazen de münakaşalara şahitlik eden bu ortamlarda,<br />

sanat zevki ve fikrî meseleler her daim ön planda olmuştur.<br />

1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin, şehrimizin pek çok farklı semtinde, kimi müdavimleriyle<br />

kimi yazısız kurallarıyla özdeşleşen kültür sanat mahfillerini konu edinen bu sayısının, sözlü kültür<br />

geleneğimizin teknolojiye teslim olmadan mekânlarla ilişkisini devam ettirmeye vesile olmasını diliyorum.<br />

Dergimize kıymetli yazıları ve hatıralarıyla katkı sağlayan tüm kültür insanlarına, bu sayfaları<br />

sizlerle buluşturan mesai arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.<br />

Dr. Kadir Topbaş


Fotoğraf: Nevzat <strong>YIL</strong>DIRIM


TAKDİM<br />

Yeni bir yıla yeni ümitlerle girmek üzereyken 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin <strong>26</strong>. sayısını sizlerle<br />

buluşturmanın heyecanı içindeyiz. Kışın kendisini hissettirdiği bu Aralık ayında, kimi zaman sıcak<br />

sohbetlere kimi zaman hararetli tartışmalara kimi zaman ise neşeli nüktelere ev sahipliği yapan, kültürümüzün<br />

vazgeçilmez unsurlarından sohbet mekânlarıyla sizlerin karşısındayız.<br />

Bilindiği gibi, bu coğrafyaya yerleşmemizden öncesine dayanan çok güçlü bir sözlü edebiyata sahibiz.<br />

Âşıkların atıştığı, Dede Korkut’un dinlendiği, saraylarında müzik üstatları ağırlanan meclislerin tertip<br />

edildiği bir mirasa sahibiz. Bilhassa, 2500 yıl boyunca cihanşümul bir devlete başkentlik yapmış olan<br />

İstanbul, bu mirasın köklerini daha derine salıp bugüne aktarılmasında büyük rol oynamıştır.<br />

İstanbul’daki sohbet, edebiyat, musiki meclisleri, daha kapsamlı ifadesiyle, kültür sanat mahfilleri zaman<br />

içinde birbirinden yapısal olarak pek çok farklı mekânda farklı kişilere hitap edecek şekilde oluşmuştur.<br />

İstanbul’un kültür sanat mahfillerine ayırdığımız bu sayımız; bahsi geçen mekânların tarihi serüvenine,<br />

üstlendikleri işlevlere, sohbet konularına, müdavimlerine ve bulundukları döneme göre nasıl çeşitlendiklerini<br />

anlatan beş ana makaleden oluşuyor. Turgay Anar’ın “İstanbul’un Yitik Hafıza Mekânları”, Erdem<br />

Yücel’in “Edebiyatçıların ve Gazetecilerin Buluştukları Mekânlar”, Dr. Şemsettin Şeker’in “İlim ve<br />

Sanat Hayatında Konakların Rolü”, Zehra Öksüz’ün “Osmanlı Kültür ve Medeniyet Dünyasında Edebiyat<br />

Mahfilleri” ve Prof. Dr. Fazlı Arslan’ın “Söz ile Sazın Refakati: Edebiyat Mahfillerinde Mûsikî” başlıklı yazıları,<br />

mahfil kavramına kült örnekleriyle açıklık getirecek nitelikte.<br />

Bugün birer efsane olan Küllük ve Marmara Kıraathanesi ile devrinin büyük kültür adamı İbnülemin<br />

Mahmud Kemal’in, Dede Efendi’nin, Münif Paşa’nın, Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil’in konaklarını, rahmetli<br />

Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdar’daki meşhur attar dükkânını ele alan makaleler ise geleneksel<br />

sohbet kültürümüzün birer nişanesi sayılabilecek bu mekânların, aynı zamanda katılımcıları ve konuları<br />

nispetinde seçkinliğine de vurgu yapıyor.<br />

Ayrıca, bizi kırmayıp röportaj teklifimizi kabul eden kıymetli akademisyen Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar,<br />

Türkiye’nin en önemli kültür insanlarından Doğan Hızlan ve sanatkâr Amir Ateş ile yaptığımız, her biri<br />

kendi hayatları ve birikimleri üzerinden şehre bakışımıza başka ve yeni kapılar açan söyleşiler de dergimizin<br />

sayfalarında sizleri bekliyor.<br />

Günümüzün usta kalemlerinden Sezai Karakoç’un hatıralarındaki İstanbul kahvelerini, şair Şakir Kurtulmuş’un<br />

uğrak yeri olan mekânları anlatan yazıları ile Gavsi Bayraktar’ın her sayımızda anılarına yer<br />

verdiğimiz köşesinde keyifli anekdotlara rastlayacaksınız.<br />

İyi okumalar dileriz.<br />

Kültür A.Ş.


İSTANBUL’UN YİTİK<br />

“HAFIZA MEKÂNLARI”<br />

Turgay ANAR<br />

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi<br />

“<br />

Mahfiller, süreli yayınların idare<br />

merkezlerinde, eski devirlerde konak,<br />

köşk, yalı türünden mekânlarda,<br />

20. yüzyıldan sonra ise geçmiş<br />

mekânlardan daha farklı mekânsal<br />

çeşitlilik gösteren sahaf, kahve,<br />

kıraathane, çayhane, lokanta, otel gibi<br />

çok çeşitli kapalı ve açık mekânlarda<br />

kurulurdu.<br />

Edebiyat alanındaki sohbetler, mahfil<br />

müdavimlerince ilgiyle takip edilirdi.<br />

Mahfile katılanların görüşleri, fikirleri,<br />

itiraz ve beğenileri, burada bulunanları<br />

olumlu veya olumsuz yönde etkilerdi.<br />

Mahfiller, bu yönüyle de kültür-sanat<br />

ve edebiyat “belleği”, yani unutulmaya<br />

karşı direnç gösteren ve geleceğe<br />

çeşitli şekillerde kalmanın imkânlarına<br />

sahip olan bir “hafıza mekânı” kabul<br />

edilmiştir.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />

Bizim kültürümüzde, genelde bir “üstat<br />

önderliğinde” ve “düzenli” olarak<br />

yapılan kültür, sanat ve edebiyat<br />

eksenli toplantılara mahfil adı verilir.<br />

Türkçe sözlükler mahfil kelimesini genel<br />

olarak, “Konuşup görüşmek için bir<br />

araya gelinen yer, toplantı yeri; toplanmış<br />

heyet, meclis; oturulacak yer, görüşülecek<br />

yer” şeklinde açıklar. Öncelikle<br />

mahfil kavramını, “edebiyatçıların buluştuğu”<br />

yerlerle ilişkilendirerek kültür,<br />

sanat ve edebiyat mahfili kavramının<br />

çerçevesini çizebiliriz. Bir mahfilin oluşabilmesi<br />

için birden fazla sanatçı/edebiyatçıya<br />

ihtiyaç vardır. Sanatçı ve edebiyatçılar,<br />

günlük hayat meşgalesinin<br />

dışında veya bununla birlikte, edebiyat<br />

ve sanatla ilişkilendirilebilecek konu,<br />

kavram, eser, şekil, tür vb. üzerinde, bu<br />

türden “toplantı yerlerinde” bir araya<br />

gelerek görüş ve fikir alışverişinde bulunur<br />

ve iletişime geçerler.<br />

Tokatlıyan Oteli<br />

Mahfil, aynı zamanda geniş ve çok çeşitli bir “eleştiri”<br />

odağıdır. Odağın beklenti, ilgi, düşünce, gözlem, tenkit<br />

ve eleştirileri, eser(ler)in henüz yayımlanmamış, “görece”<br />

anlamda tam şeklini bul(a)mamış hali üzerinde daha<br />

iyiye, güzele, kaliteliye doğru düzenleme ve tadilatların<br />

yapıldığı, eser(ler)in bir nevi edebiyatçıların kamuoyuna<br />

sunulmuş, geçer not alıp alamayacağı merak edilen bir<br />

“yoklaması” gibi düşünülebilir.<br />

Mahfillerin kurulmasında, mahfillerde edebiyatçıların bir<br />

araya gelmesinde başka bir faktör daha etkilidir: Üstat<br />

edebiyatçı veya sanat/kâr hamisi. Mahfilleri kuran, mahfillerde<br />

kişiliği ve edebî birikimi yönünden otoritesini herkese<br />

kanıtlamış bu türden üstatlar, mahfillerdeki sistemi<br />

oluşturan ve sistemin düzenini layıkıyla sağlayan varlıklardır.<br />

Özellikle 19. yüzyılda kurulan bu tür mahfillerde, üstadın<br />

evi ve müdavimlerin davet ettiği mekân/lar da çoğunlukla<br />

mahfil olarak bilinir. Cumhuriyet sonrasında çeşitli<br />

sebeplerle “hami” ve “üstatlık” kavramları büyük oranda<br />

değişime uğrarken konak-köşk tipi yapılarda düzenlenen<br />

bu tür etkinlikler ekonomik, siyasi ve sosyo-politik sebeplerle<br />

kamusal alanlarda da yapılır. Bu yüzden 20. yüzyıldan<br />

itibaren eski tip “hami-üstad”ın yerini, “yönetici, toplayıcı,<br />

yönlendirici” gibi sıfatlara sahip olan insanlar alır.<br />

Edebiyat alanındaki sohbetler, mahfil müdavimlerince<br />

ilgiyle takip edilir. Bu yüzden mahfillerdeki bu tür sohbetlere,<br />

bir çeşit “hasbihal olarak edebiyat eleştirisi” de<br />

diyebiliriz. Tenkit, sohbet, dedikodu, muhabbet ve adı her<br />

ne olursa olsun bu türden bir eylem, mahfilin öz niteliğini<br />

ortaya koyar.<br />

Mahfile katılanların görüşleri, fikirleri, itiraz ve beğenileri, burada<br />

bulunanları olumlu veya olumsuz yönde etkileyecektir.<br />

Mahfil, bu yönüyle de toplumun kültür-sanat ve edebiyat<br />

“belleği”, yani unutulmaya karşı direnç gösteren ve geleceğe<br />

çeşitli şekillerde kalmanın imkânlarına sahip olan bir<br />

“hafıza mekânı” kabul edilmelidir. (Anar, Mekândan Taşan<br />

Edebiyat, s. 67-84.)<br />

Mahfiller, süreli yayınların idare merkezlerinde, eski devirlerde<br />

konak, köşk, yalı türünden mekânlarda, 20. yüzyıldan<br />

sonra ise geçmiş mekânlardan daha farklı mekânsal<br />

çeşitlilik gösteren sahaf, kahve, kıraathane, çayhane, lokanta,<br />

meyhane, bar, bahçe, apartman dairesi, otel gibi<br />

çok çeşitli kapalı ve açık mekânlarda kurulur. Bu kültür<br />

sanat ve edebiyat toplantılarını en geniş anlamda düşünerek<br />

öyle her okuryazarın kolayca bilemeyeceği, daha<br />

kıyıda köşede kalmış ama önemi dolayısıyla tekrar hatırlanması<br />

gereken İstanbul’un bazı mahfillerine şimdi odaklanmakta<br />

fayda var:<br />

Cafe Flamme<br />

Beyoğlu’nda Tokatlıyan Oteli’nin karşısında, İngiliz Kanzuk<br />

Eczanesi’nin sırasındaydı. Buranın müdavimleri için<br />

Cafe Flamme’ın çeşitli anlamları vardı. Mekân; amacı birkaç<br />

dost ve ahbabıyla buluşup sohbet etmek veya vakit<br />

geçirmek isteyenler için kahvehane, sanatçı- edebiyatçıların<br />

kolayca buluşmalarına imkân sağladığı ve bir şeyler<br />

okumak veya yazmak isteyenler için kıraathane, sazlı<br />

sözlü eğlence meraklıları için karanlık çökünce hemen<br />

şekil değiştiriverme özelliği dolayısıyla eskilerin deyimiyle<br />

10


İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Edebiyat üstatları bir arada. Soldan sağa; Süleyman Nazif, Cenap Şahabeddin, Abdülhak Hamid, Sami Paşazade Sezai, Mehmet Akif, Midhat Cemal.<br />

(Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)<br />

hanendehâne, Ramazanlarda ufak skeç ve kabarelerin oynanması<br />

yönüyle de bir nevi tiyatroydu.<br />

Beyoğlu’nda kahvelerin 1850’lerde çoğalmaya ve ünlenmeye<br />

başlaması, Café Flamme’nin de bu yıllarda hizmete<br />

açıldığını düşündürmektedir. Feriha Büyükünal, Bir Zaman<br />

Tüneli: Beyoğlu isimli eserinde Café Flamme’nin 1870’lerde<br />

ünlendiği yazar. (Büyükünal, Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu,<br />

s.1<strong>26</strong>)<br />

Azınlıkların işlettikleri mekânlar öyle her hafiyenin veya<br />

devlet görevlisinin elini kolunu sallayarak dolaştıkları, işlerini<br />

kolayca icra edebildikleri yerlerden değildi. Bu yüzden<br />

Cafe Flamme; Jön Türklerin, peşlerindeki hafiyelerden<br />

kurtuldukları zaman bir araya geldikleri ve meşrutiyeti<br />

ilan etmek ve devleti ele geçirmek için gözlerden uzak ve<br />

nispeten güven içinde toplanabildikleri yerlerden biriydi.<br />

Fransız Bilimler Akademisi üyesi Edmond Perrier İstanbul’a<br />

geldiğinde Cemiyet-i İlmiye-i Osmanî üyelerinin hemen<br />

hepsi ve Sadullah Paşa, Münif Paşa, Ethem Paşa’yla<br />

burada buluşmuştu. Perrier, aynı zamanda bu kahvenin<br />

müdavimlerinde olan İbrahim Şinasi ve Namık Kemal’le<br />

de tanışma fırsatını burada yakalamıştı. Mekân, devrin<br />

önemli simalarıyla tanışmak isteyen Perrier’in çok fazla<br />

işine yaramıştı. Başka bir zaman Ali Suavi, Hersekli Agâh<br />

Nuri, Reşat gibi Jön Türkler de burada Perrier ile tanışmış,<br />

onun düşüncelerini öğrenme fırsatını yakalamışlardı. (Fazlı<br />

Necip, Külhani Enteller / Edibler, s.29-30)<br />

Café Flamme’de tavla, piket, briç türünden iskambil oyunları<br />

da oynanırdı. Buranın bir özelliği de müşteriye hizmet<br />

eden garsonların hepsinin bayan olmasıydı.<br />

Ahmet Midhat Efendi de buraya uğramayı asla ihmal etmeyenlerdendir.<br />

Buranın asıl müdavimleri ise azınlıklardı.<br />

Onların yeme içme, eğlence tarzları çok farklıydı.<br />

Erzurumlu Küçük Emrah, buranın garipliklerini bir destanında<br />

şöyle hicveder:<br />

Meşhurdur efendim Kahve-i Flam<br />

Fransızca gerek orada kelâm<br />

Alafrangalık boncur, bonsuvar<br />

Merhaba der isen alınmaz selam<br />

(…)<br />

Ve hem garsonları hep seçme mahbup<br />

Emir verir iken olurum mahcup<br />

Hizmeti bir yana kendisi matlup<br />

Sakızlı İmrozlu Rumiyos gulâm<br />

11


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />

duvarında dükkânının bir nevi kanunu kabul edilen<br />

Farsça şu dizeler asılıydı: “Çay-ı mâ hoş-güvâr ü şîrin<br />

est/ Çün lebilal-i yâr renginest” (Çayımız lezzetli<br />

ve tatlıdır. Çünkü sevgilinin lâl dudağı rengindedir.)<br />

Burada başta Malumat olmak üzere bir sürü gazete<br />

de bulunurdu. Gelenler ya bunları okur ya da<br />

edebiyatçıların sohbetlerine kulak kabartırdı.<br />

İstanbul’da bir kahvehane<br />

Café Flamme’ye Şinasi ile tanışmak için birkaç kere Abdülhak<br />

Hâmid de gitmiştir. Hâmid bir seferinde burada, devrin<br />

padişahına karşı olanların yurt dışında çıkardıkları Hürriyet<br />

gazetesinde Ziya Bey’in -sonradan Paşa- Rüya isimli<br />

eserinden bir parçanın neşri dolayısıyla Şinasi’ye bir soru<br />

sormuştu. O keskin yazısında eleştirilerini sıralayan Ziya<br />

Paşa ve arkadaşı Namık Kemâl, âdeta bir muhalefet cihazı<br />

gibi hareket etmiş, bu yüzden İstanbul’a gelmeleri git gide<br />

zorlaşmıştır. İşte bu soru da bu konuyla ilgilidir. Şinasi ise<br />

Hâmid’in bu sorusuna kısacık ama çarpıcı bir cevap verir:<br />

“Evet, artık İstanbul’u rüyada görürler.” (Tarhan, Abdülhak<br />

Hâmid’in Hatıraları, s. 92)<br />

Kıraathanenin pek çok müdavimi vardı. Bunların<br />

en meşhurlarından biri Muallim Naci’ydi. Hak<br />

bildiği yoldan yürümeye ve doğruları eğip bükmeden<br />

söylemeye teşne bu cevval edebiyatçı,<br />

kıraathanede ara sıra yazılarını yazar, geleneksel<br />

edebiyat ve sohbet zincirinin kopmaması için<br />

kendince çalışmalar yapardı. Hoca Hayret Efendi,<br />

kıraathanenin bir diğer gediklisiydi. O, Cenap Şahabettin’in<br />

gözlerinin bozukluğu sebebiyle onun<br />

için söylediği “Yarasa kadar ışıktan korkar.” sözünü<br />

hak etmişçesine aydınlıkta bile gözlerini kırpıştırmadan<br />

duramazdı. Hoca Hayret’in bedeni ve giyim kuşamıyla<br />

ilgili kusurlarına rağmen, sehl-i mümteni kabul<br />

edilebilecek kalitede olan atasözü gibi cümleleri de vardı.<br />

Bunlardan biri şöyleydi: “Kitaba bakarak karşılık vermek,<br />

kabak bağlayıp yüzmek gibidir.”<br />

Kıraathanenin bir diğer önemli siması, Robert Kolej’de öğretmenlik<br />

yaparken Amerikalıların ondan İslamiyet’i kötüleyen<br />

kitapları çevirmesini istemeleri üzerine görevinden<br />

ayrılacak kadar dinine bağlı olan Muallim Feyzi Efendi’ydi.<br />

Hâmid, üstadı kabul ettiği ve şöhretinin zirvesinde olan<br />

Şinasi’nin, buranın orta yerinde, çalgıcılara mahsus tümsekçe<br />

bir yerin dibinde, kendi kendine oturup bastonunu<br />

hafif hafif dudaklarına dokundurduğunu, hasretini çektiği<br />

Avrupa âlemine dair düşüncelere dalmış, öylece dalgın bir<br />

halde oturduğunu Ruşen Eşref’e anlatmıştır. Mekân, Salah<br />

Birsel’in gözlemine göre II. Dünya Savaşı’na kadar açık kalabilmiştir.<br />

(Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.16)<br />

Hacı Reşid Ağa’nın Kıraathanesi<br />

Şehzadebaşı’ndaki kıraathanelerin arasında biri vardı ki<br />

diğerlerinden pek çok yönüyle ayrılırdı. Hacı Reşid Çayhanesi<br />

olarak da bilinen yer, devrin meşhur bir sürü şair ve<br />

yazarının yanı sıra devlet memurlarıyla birlikte farklı simaların<br />

da mekânıydı.<br />

Hacı Reşid Ağa, Salah Birsel’in tasviriyle cılız mı cılız, bodur,<br />

elâ gözlü, esmer ve olağan dışı bir şahsiyetti. Geriye<br />

doğru basık duran fesinde her zaman şebboy, menekşe,<br />

sümbül yahut da Hacı’nın ruh durumuna uygun bir çiçek<br />

bulunurdu. Harikulade çaylar demleyen ağanın kahvesinin<br />

Neyzen Tevfik<br />

12


İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Muallim Feyzi; görgülü, bilgili ve hatta şiirleri “aşırılacak”<br />

kadar da değerli bir şairdi. Ama ufak bir kusuru da yok<br />

değildi: Her şiiri kendi zevkine göre düzeltme hastalığı.<br />

Onun bu huyunu bilen Neyzen Tevfik, bir zamanlar kendisinin<br />

şiirlerini de kırmızı kalemiyle çizip sayfayı kan gölüne<br />

çeviren Muallim’e güzel bir ders vermek ister. Neyzen Tevfik<br />

bir gün, Fuzuli’nin bir dizesini kendisinin olduğunu ima<br />

ederek ona okuması için verir. Muallim, şiirleri tashih etme<br />

hastalığı sebebiyle daha fazla dayanamaz ve Neyzen’e ait<br />

sandığı dizeyi bir anda biçilmiş ekin tarlasına çeviriverir.<br />

Neyzen tam bu sırada, Muallim’in kelleler alan keskin<br />

bir kılıca benzeyen kalemine sarılıp muzip bir biçimde,<br />

“Aman hocam, dur. Bu benim değil, Fuzuli’nin. Yanlışlıkla<br />

onu vermişim sana. İşte benimki.” deyiverir. Ama gelin<br />

görün ki Muallim Feyzi Efendi duyduklarından çok fazla<br />

etkilenir ve beti benzi sararıverir.<br />

Buranın önemli bir özelliği<br />

de, şairlerin kendi şiirlerini<br />

mekânda bulunanların gözlerinin<br />

içine baka baka serbestçe<br />

ve onlardan hiç çekinmeden<br />

okumalarının bir<br />

gelenek halini almış olmasıdır.<br />

Müstecabizade İsmet,<br />

Muallim Naci, Hoca Hayret<br />

Efendi, Şeyh Vasfi, Muallim<br />

Feyzi, Ali Ruhi, Adanalı<br />

Ziya, Deli Celal şiirlerini<br />

değişik mimik ve ses tonlarıyla<br />

okumuşlardır. Kıraathanenin<br />

sahibi olan Hacı Reşid<br />

Ahmet Rasim<br />

Ağa da bu şiir okuma geleneğini kendi<br />

yazdığı şiirini okuyarak tamamlarmış.<br />

Ahmet Rasim, kıraathanenin belki de en cin fikirlisi ve Hacı<br />

Reşid’e en fazla takılan simasıdır. Ahmet Rasim, Servet-i<br />

Fünûnculara verilen “dekadan” sıfatının ayyuka çıktığı bir<br />

zamanda, ironi, hakaret, iğneleme, aşağılamanın hemen<br />

her tonunu barındıran bu kelimeyi, Hacı Reşid Ağa için de<br />

kullanır. O zamanlarda dekadan kelimesi, kelimenin bütün<br />

anlamları zorlanarak birilerini tenkit etmek ve daha çok da<br />

aşağılamak için “dinsiz, imansız” anlamına gelecek şekilde<br />

kullanılabiliyordu. Hacı Reşid, kendisi için böyle nahoş<br />

bir sıfatla karşılaşınca beyninden vurulmuşa döner ve bir<br />

daha o “zındığı” dükkânına asla almayacağına dair yeminler<br />

eder; hatta onu dava edeceğini bağıra çağıra dükkânındakilere<br />

söyler. Ahmet Rasim, kıraathaneye geldiğinde<br />

ona çay vermeyen Hacı’nın gönlünü ustalıkla alıvermesini<br />

bilir. Ahmet Rasim, Malumat’ta onu yanlışlıkla “dekadan”<br />

saydığını, Hacı’nın halis muhlis Müslüman olduğunu, diniyle<br />

ilgili hiçbir şüphenin olamayacağını beyan eder. Bu<br />

yanlışlığı bir yazısıyla ele güne açıklar. Ama bu eğlenceye<br />

Hacı Reşid Kıraathanesi, devrin<br />

meşhur şairleri, yazarları ve<br />

devlet memurlarının mekanıydı.<br />

Şairler burada şiirlerini mekanda<br />

bulunanların gözlerinin içine baka<br />

baka serbestçe ve hiç çekinmeden<br />

okurlardı.<br />

başkaları da müdahil olur. Hacı’nın hınzır müşterileri, fırsat<br />

bu fırsattır düşüncesiyle onun bu hassas noktasını sürekli<br />

deşmeye başlarlar. Hacı’nın dekadanlığını birbirlerine anlatan<br />

ve bunun da din değiştirmek anlamına geldiğini ima<br />

ederek laf arasında ona sataşıverenler, ondan ummadıkları<br />

bir cevap alırlar. Özene bezene meşin bir cilt içinde korumaya<br />

aldığı Ahmet Rasim’in tekzibini koynundan çıkarıp<br />

kendini alaya alanlara gösteren Hacı Reşid, zafer kazanmış<br />

bir eda ile kahkahalar atar. Ama elin ağzı susmak; hınzırın<br />

kafası hınzırlığı bırakmak bilmez. Yine böyle bir durumda<br />

rakibini tuş etmiş bir pehlivan gibi dükkânında dolaşan<br />

Hacı Reşid’e, bu hınzırlardan birisi, tekzip metnini işaret<br />

ederek “Demek dinini yenilemişsin.” şeklinde cevap verir.<br />

Hacı Reşid, bu söze tahammül edemez, bu hınzırı yaka<br />

paça dükkânından atar. (Birsel, Kahveler Kitabı, s.1<strong>26</strong>-130)<br />

Kıraathane, Meşrutiyet’ten sonra ölen Hacı Reşit Ağa’dan<br />

Mersin Efendi’ye geçmiş, toplantılar bir süre daha aynı<br />

mekânda devam etmiştir.<br />

Baylan Pastanesi<br />

Epir asıllı Rum Filip Lenas, Beyoğlu Deva Çıkmazı’nda ilk<br />

pastanesini 1923’te açtı. Pastanesinin adını, Fransızca L’Orient<br />

olan “şark” kelimesinin okunuşundan alan “Loryan”<br />

koydu. (Sönmez, A’dan Z’ye Sait Faik, s.49) Müşterilerine<br />

13


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />

iki yüz çeşit pasta ve şekerleme sunan pastane, devrin<br />

en ünlü ve kaliteli pastaneleri Markiz ve Lebon’a bile<br />

kısa sürede rakip oldu. Yabancı adların Türkçeleştirmesi<br />

sırasında pastanenin en kıdemli müdavimlerinden sanat<br />

tarihçisi Burhan Toprak’ın önerisiyle Loryan adı, Çağatayca’da<br />

“mükemmellik, kusursuzluk” anlamına gelen Baylan<br />

kelimesiyle değiştirilirdi. 1928’de İstiklâl Caddesi 148 numaradaki<br />

Luvr Apartmanı’nın zemin katında Baylan Pastanesi<br />

açıldı. Burası 1967 yılına kadar açık kaldı. Kadıköy<br />

Baylan ise 1961 yılında baba Lenas’ın küçük oğlu Minas<br />

Lenas tarafından kuruldu.(Durbaş, Rakı ile Edebiyat Muhabbeti,<br />

s.45)<br />

Beyoğlu Baylan Pastanesi’nin edebiyatçı müdavimleri<br />

1950-1960’lı yıllarda kırk kadardı. Buranın belli başlı müdavimleri<br />

olarak Attila İlhan, Yılmaz Gruda, Demir Özlü,<br />

Asaf Çiyiltepe, Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Ferit Edgü,<br />

Fikret Hakan, Orhan Çubukçu, Demirtaş Ceyhun, Ege Ernart,<br />

Oğuz Arıkanlı, Yüksel Arslan, Oğuz Haluk (Hayalet<br />

Oğuz), Türkân İldeniz, Erol Günaydın, Fazıl Hüsnü Dağlarca,<br />

Haldun Taner, Cemal Süreya, Salâh Birsel, Peyami Safa,<br />

Orhan Duru, Ahmet Oktay, Fethi Naci, Hilmi Yavuz, Ülkü<br />

Tamer, Leyla Erbil, Tomris Uyar, Sevim Burak, Metin Erksan,<br />

Şükran Kurdakul, Yılmaz Güney, Arif Keskiner, Doğan Hızlan’ı<br />

sayabiliriz. (Anar, a.g.e., s.317-318)<br />

Baylan’ı bir edebiyat mahfili hâline getiren aslında Attila<br />

İlhan’dı. Şöhretli bir şair olan Attila İlhan, buradaki sohbetleri<br />

ile devrin önemli bir kültür-sanat ve edebiyat üstadı,<br />

Ahmet Oktay’ın deyimiyle “Papa”sı haline geldi. (Oktay,<br />

Gizli Çekmece, s.84)<br />

Attila İlhan<br />

Attila İlhan, kendilerinden bir önceki kuşağın sanat eleştirisini<br />

yapmakta, bir yandan da Mavi dergisinde kendi<br />

sanat-edebiyat anlayışını açıklamakta, pastanede de bu<br />

akımın alt yapısı kabul ettiği düşünce ve tezlerini çevresine<br />

toplanan çoğu genç sanatçılara anlatmakta, onları<br />

büyülemektedir. Ankara kaynaklı Mavi dergisinin yazarları,<br />

üstatlarıyla buluşmak için Baylan’a<br />

akın akın gelmeye başlar.<br />

Bu edebiyatçılar Ahmet Oktay,<br />

Yılmaz Gruda, Demir Özlü, Fikret<br />

Hakan, Güner Sümer’dir.<br />

Baylancılar sadece edebiyat,<br />

kültür-sanat sohbetleri yapmıyorlardı.<br />

Onlar bir mahfil olma<br />

bilincinin göstergesi olarak<br />

protesto faaliyetlerine de katılıyorlardı.<br />

Bu faaliyetlerden biri,<br />

Tepebaşı’ndaki Dram Tiyatrosu’nda<br />

Türk Edebiyatçılar Birliği’nin<br />

2 Nisan 1956’da tertip<br />

ettiği şiir ve müzik toplantısını<br />

sabote etmek amacıyla düzenlenmişti.<br />

Protestonun tertip<br />

komitesinde Asaf Çiyiltepe,<br />

Hasan Pulur, Kıl Güngör, Bağırsak<br />

Süha, Cemal Hoşgör, Fikret<br />

Hakan, Demirtaş Ceyhun yer<br />

alıyordu. Toplantıda planlar ya-<br />

Baylan Pastanesi’nin içeriden görünümü<br />

14


İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

pılmış ve nihayet protesto için herkes yerini aldıktan sonra<br />

Behçet Kemal Çağlar, Dram Tiyatrosu’nda kürsüdeyken<br />

“yuh” sesleri ortalığı karıştırmıştı. “Devlet şairi” unvanına<br />

sahip olan Çağlar, bu mahfilin düşünce ve görüşlerine uymayan<br />

fikirleri sebebiyle protesto edilmişti. Bu protestolar<br />

sebebiyle güzel başlayan gece emniyette bitmiş, soruşturmalar<br />

soruşturmaları kovalamıştır. (Birsel, Ah Beyoğlu<br />

Vah Beyoğlu, s.218-224)<br />

Baylan’ı sadece sanatçılar değil “görevliler” de doldururdu.<br />

Baylan Pastanesi, bu protesto eyleminin olumsuz etkisi<br />

ile görevlilerin gözetledikleri bir mekân haline gelmiştir.<br />

Bunda Attila İlhan’ın başkanlığında yapılmış bir toplantıda,<br />

onun etrafını doldurmuş genç yazarlara dönerek “Biz<br />

sosyalistiz arkadaşlar.” diye bağırmasının da belki etkisi<br />

vardır. Hasan Pulur ise bir gün gazetesinin ortasındaki delikten<br />

arkadaşlarının masasını izleyen görevliyi fark edip<br />

-kendisinin de bir görevli olduğunu sonradan öğrenecekleri-<br />

Kıl Güngör ile bu adamı dövmüş, bir kültür sanat<br />

ve edebiyat mekânı bu ve bunun gibi olaylar sebebiyle<br />

macera filmlerindeki heyecanlı atmosfere bir süre sahip<br />

olmuştur.<br />

İşin ciddiyetini anlayan Baylancılar, aralarına yabancıları<br />

almamak için bir parola da tespit etmişlerdi. Baylancıların<br />

masasına oturmak için “Boğaz’da gölgeler var.” parolasını<br />

söylemek şarttır. Eğer parolayı söylemeden “masaya<br />

çökmek” isteyen çıkarsa, herkes en kısa yoldan tedbirini<br />

alıp ağzını sıkı tutar. (Oktay, Gizli Çekmece, s.203) Baylan<br />

Pastanesi, 1967’de kapanmış, buradaki toplantılar da maalesef<br />

sona ermiştir.<br />

Kaynaklar<br />

Anar, Turgay, Mekândan Taşan Edebiyat: Yeni Türk Edebiyatında<br />

Edebiyat Mahfilleri, İstanbul, 2012.<br />

Birsel, Salah, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Sel Yayıncılık, İstanbul,<br />

2002.<br />

Birsel, Salah, Kahveler Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,<br />

İstanbul, 1983.<br />

Buğra, Tarık, Bu Çağın Adı, Ötüken Yayınları, İstanbul,<br />

1995.<br />

Büyükünal, Feriha, Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu, Doğan Kitap,<br />

İstanbul, 2006.<br />

Durbaş, Refik, Rakı ile Edebiyat Muhabbeti, Heyamola Yayınları,<br />

İstanbul, 2007.<br />

Fazlı Necip, Külhani Enteller / Edibler, Arba Yayınları, İstanbul,<br />

1991.<br />

Oktay, Ahmet, Gizli Çekmece, Doğan Kitap, İstanbul, 2004.<br />

Sertoğlu, Midhat, “Gülmek için Kurulmuş Bir Topluluğun<br />

Hikâyesi”, Hayat, nr.28, 7 Temmuz 1977, s.9.<br />

Sönmez, Sevengül, A’dan Z’ye Sait Faik, Yapı Kredi Yayınları,<br />

İstanbul, 2009.<br />

Suner, Yasemin, “Letafet Apartmanı”, DBİA, c.V, s.203.<br />

Tarhan, Abdülhak Hâmid, Abdülhak Hâmid’in Hatıraları,<br />

Dergâh Yayınları, İstanbul, 1994.<br />

Kemal Behçet Çağlar, Şair Nedim’in mezarı başında<br />

15


TÜRK EDEBİYATININ<br />

KÜLLÜK DEVRİ<br />

Beşir AYVAZOĞLU<br />

Yazar<br />

“<br />

Küllük, üniversite öğrencileri ve<br />

kütüphanelerde çalışma yapanlar için<br />

ayrı bir anlam taşıyormuş. Sabahleyin<br />

erkenden bu kahveye damlayıp<br />

yuvarlak demir masalarından birini<br />

seçer, gözleri üniversite kapısındaki<br />

saatlerde, çay ve simitle kahvaltı<br />

ederlermiş. Küllük, saatler dokuza<br />

yaklaşırken boşalmaya başlarmış,<br />

çünkü o vakitte müşterilerinin<br />

bir kısmı derse, bir kısmı da<br />

kütüphanelere gidermiş; kimi Belediye<br />

Kütüphanesi’ne, kimi Beyazıt Devlet<br />

Kütüphanesi’ne, kimi de Hakkı Tarık<br />

Us veya İstanbul Üniversitesi Merkez<br />

Kütüphanesi’ne... Öğle vakti yeniden<br />

dolarmış Küllük; bitişikteki Emin<br />

Efendi Lokantası’nda yahut daha ucuz<br />

aşevlerinde öğle yemeklerini yiyenler<br />

çay ve kahvelerini burada içerken o<br />

gün gözden geçirdikleri gazete, dergi<br />

ve kitaplardan söz ederlermiş.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />

Tarık Buğra, 1974 yılı Ekim’inin başlarında<br />

ayaklarının kendisini sürüklediği<br />

Beyazıt’ta, bir zamanlar Küllük<br />

Kahvesi’yle Emin Efendi Lokantası’nın<br />

bulunduğu yerde sadece kavun, karpuz<br />

sergilerini ve mısır satıcılarını<br />

görünce hüzünlenmiş, Tercüman’daki<br />

köşesinde “Bizim Bayezid’imiz artık<br />

yoktur! Keşke tutsaydı şu Hürriyet<br />

Meydanı yakıştırması. Nerede o ufacık<br />

meydan? Havuz? Sonra, kitapçı<br />

kulübeleri ve bahçeleri kaldırıma<br />

uzanan kahveler? Hele Küllük?” diye<br />

yazmıştı. “Küllük” isimli hoş bir hikâyesi<br />

de bulunan Küçük Ağa yazarının<br />

şu cümleleri daha şaşırtıcıydı: “Küllük<br />

bir devirdir tek başına. Bilenler Küllüğü<br />

Darülfünun’un -ve üniversitenintamamlayıcısı,<br />

hattâ başlı başına bir<br />

üniversite sayarlar: ‘Küllük’ten mezunum’<br />

diyen yalnız ben değilim.”<br />

Küllük Kahvesi’nin tarihini az çok<br />

bilenler, Tarık Buğra’nın ne demek<br />

istediğini daha iyi anlarlar. Bayezid<br />

Camii civarında, Kanuni devrinden<br />

beri kahvelerin bulunduğu biliniyor.<br />

Bu bakımdan gerek Küllük Kahvesi,<br />

gerekse 1930’ların sonlarına kadar<br />

Bayezid Medresesi çevresindeki sıra<br />

kahveler, meydanda aynı zamanda<br />

bir sürekliliği ifade ederdi. Ancak<br />

Küllük Kahvesi’nin kültür ve edebiyat<br />

dünyamıza mal olması, Harbiye<br />

Nezareti’nin 1923 yılında Darülfünun’a<br />

tahsis edilmesinden sonradır.<br />

1933 Üniversite Reformu’ndan sonra<br />

davet edilen yabancı hocaların da<br />

rağbet göstermeleri Küllük ve Emin<br />

Efendi Lokantası’na özel bir itibar<br />

kazandırır. Çınaraltı da sevilen bir<br />

mekân olmakla beraber, bu ikisinin<br />

gölgesinde kalmıştır.<br />

Üniversite hocalarının yanı sıra, şair,<br />

yazar ve gazetecilerin buluşup sohbet<br />

ettikleri, her türlü fikrin serbestçe<br />

tartışılabildiği Küllük, İstanbul Üniversitesi,<br />

Sahhaflar Çarşısı, Beyazıt<br />

Devlet Kütüphanesi ve Belediye Kütüphanesi’nden<br />

ayrı düşünülemez.<br />

Daha açık bir ifadeyle, Beyazıt Meydanı,<br />

kendiliğinden bir üniversite<br />

muhiti, Küllük de Emin Efendi Lokantası’yla<br />

birlikte bu muhite mensup<br />

olanların yemek saatlerinde ve akşamüzerleri<br />

ders çıkışlarında bir araya<br />

geldikleri vazgeçilmez bir mekâna<br />

dönüşmüştü.<br />

Kahveden Kütüphaneye<br />

Küllük, üniversite öğrencileri ve kütüphanelerde<br />

çalışma yapanlar için<br />

ayrı bir anlam taşıyordu. Sabahleyin<br />

erkenden bu kahveye damlayıp<br />

yuvarlak demir masalarından birini<br />

seçer, gözleri üniversite kapısındaki<br />

saatlerde, çay ve simitle kahvaltı<br />

ederlermiş. Niyazi Akı’nın anlattığına<br />

göre, “hiçbir zaman aynı vakti göstermeyen”<br />

o iki saat, “severek bakan<br />

iki göz” gibi meydanda olup bitenleri<br />

seyreder ve düzenli tiktaklarla bu hatıraları<br />

“zamanın bir yerine” kaydedermiş.<br />

Küllük, saatler dokuza yaklaşırken<br />

boşalmaya başlarmış, çünkü o<br />

vakitte müşterilerinin bir kısmı derse,<br />

bir kısmı da kütüphanelere gidermiş;<br />

kimi Belediye Kütüphanesi’ne, kimi<br />

Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne, kimi<br />

de Hakkı Tarık Us veya İstanbul Üniversitesi<br />

Merkez Kütüphanesi’ne...<br />

Öğle vakti yeniden dolarmış Küllük;<br />

bitişikteki Emin Efendi Lokantası’nda<br />

yahut daha ucuz aşevlerinde öğle<br />

Küllük Kahvesi<br />

18


TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

yemeklerini yiyenler çay ve kahvelerini<br />

burada içerken o gün gözden<br />

geçirdikleri gazete, dergi ve kitaplardan<br />

söz ederlermiş.<br />

Küllük Kahvesi, uzun<br />

yıllar her fikirden ilim<br />

adamını ve aydını bir<br />

araya getiren, benzeri<br />

görülmemiş bir<br />

kulüptü.<br />

Küllük Kahvesi’nin nargile tiryakisi<br />

müdavimlerinin yanı sıra, tavla ve<br />

domino gibi oyunlara meraklı müşterilerinin<br />

bulunduğunu da unutmamak<br />

gerekir. Daha da önemlisi, Küllük<br />

bir buluşma merkeziydi, randevular<br />

burada verilirdi. Peyami Safa’nın<br />

Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adlı<br />

romanında, Ferid, kendisi için üç lira<br />

borç para bulacak sosyalist arkadaşı<br />

Saim’le Küllük’te buluşmuştur. Kemal<br />

Tahir’in Yol Ayrımı’nda da 1930’ların<br />

Küllük’ünün hoş bir tasviri vardır: “Saray<br />

Şoforu” Çorumlu Dadal, gazeteci<br />

hemşehrisi Selim’e o günlerde kurulmak<br />

üzere olan Serbest Fırka hakkında<br />

bilgi vermek için Küllük’e gelir:<br />

Cami duvarı dibindeki kahve yükünü<br />

tutmuştur. Şurada tavlaya kapanmış<br />

tavlacılar cehar atıp şeş oynarken beride<br />

kumarcı takımı pastıra, cimdallı,<br />

altmışaltı, piket, prafa veya dört başlı<br />

dominoya yumulmuştur. Kahveci yanaşmaları<br />

fırıldak gibi dönüp yel gibi<br />

seğirterek hizmete sıvanmış, tepsileri<br />

havada uçurmaktadırlar. Dadal Efendi,<br />

gölgeye oturup “İzmir işi nargileyi<br />

ve de tavşankanı çayı söyleyim derken”<br />

başka bir tanıdık gazetecinin,<br />

Murat Efendi’nin sesini duyar.<br />

İki Çeşit Müşteri<br />

Küllük, esas itibariyle bir açık hava<br />

kahvesiydi; baharla birlikte şenlenir<br />

ve yaz günlerinde arı kovanı gibi işlerdi.<br />

Yedigün dergisinde yayımlanan<br />

bir Asaf Hâlet Çelebi röportajındaki<br />

fotoğraflarda bu şenlikli hava hissedilmektedir.<br />

Ne var ki soğuklar<br />

bastırınca kahveye hüzünlü bir sessizlik<br />

ve inkıraz havası çökerdi. Tarık<br />

Buğra, Küllük’ün iki çeşit müşterisinin<br />

bulunduğunu söyler: Yazlık müşteriler<br />

ve yaz kış bu kahveyi mekân<br />

tutanlar... Küllük’ün hurda bir vagona<br />

benzeyen salaşına kapanarak kışı<br />

geçirenler, daha çok pansiyonlarda<br />

ve medrese odalarında barınan üniversite<br />

öğrencileriydi; “varı yoğu bir<br />

şilte ile bir bavul ve üç beş kitap olan<br />

odaları”ndan daha gün kendini bulmadan<br />

fırlar, şehrin her yönünden<br />

Küllük’e dökülürlerdi. Yazlık müşteriler<br />

onların nazarında “Kırlangıç”lardır;<br />

vefasız kırlangıçlar atkestaneleri<br />

daha güzelim yapraklarını dökmeden<br />

Şehzadebaşı ve Aksaray kahvelerine<br />

göç ediverirler.<br />

Sıtkı Akozan’ın Küllükname (1936)<br />

isimli manzum eserinde müdavim<br />

olarak zikrettiği isimler, çoğu “Esafil-i<br />

Şark” diye anılan aydınlar grubuna<br />

mensup, geçen asrın başlarından itibaren<br />

Türkiye’de ilim, kültür ve edebiyat<br />

hayatının yöneldiği istikametleri<br />

belirleyen isimlerdi. Bu da Küllük<br />

Kahvesi’nin uzun yıllar her fikirden<br />

ilim adamını ve aydını bir araya getiren,<br />

dünyada belki de benzeri<br />

görülmemiş bir kulüp olduğunu<br />

gösterir. Müdavimler, kendileriyle<br />

görüşmek isteyenlere burada randevu<br />

verirlerdi. Hasan İzzettin Dinamo,<br />

Yahya Kemal’le ilk defa Küllük’te<br />

görüşmüş, Nurullah Ataç’ın<br />

da bulunduğu bu görüşmeyi Edebiyat<br />

Anıları’nda anlatmıştır. Baki<br />

Süha Ediboğlu da Yahya Kemal’in<br />

“Beyazıt’ta, tramvay durak yerinin<br />

arkasındaki kahvede”, yani Küllük’te<br />

verdiği randevuya gidişini şöyle anlatır:<br />

“Saat dörde beş kala Beyazıt’taki<br />

kahvenin önündeydim. Resimlerine<br />

göre hayalimde canlanan Yahya<br />

Kemal’i şöyle göz ucu ile kahvede<br />

oturanlar arasında aramaya başladım.<br />

Hemen ilk bakışta tam da hayalimdeki<br />

insanı kahvenin ön sırasında<br />

tek başına oturur buldum. Sanki çift<br />

sandalyeye oturmuş gibi yayılmış,<br />

iri gövdesi öne doğru eğik, çenesini<br />

bastonuna dayamış, dalgın dalgın<br />

Beyazıt Camii’ine bakıyordu.”<br />

“Kahve ve Tabut”<br />

Bayezid Camii etrafındaki kahveler,<br />

muhtemelen namaz saatlerini bekleyenler<br />

için vakit geçirecekleri mekânlar<br />

olarak oluşmuş, meydan zamanla<br />

bir kültür ve üniversite muhitine dönüşünce,<br />

profesöründen öğrencisine<br />

üniversiteliler ve onlarla buluşup görüşmek<br />

isteyen yazarlar, şairler, gazeteciler<br />

vb. tarafından kullanılmaya<br />

başlanmıştı. Fakat Bayezid Camii aslî<br />

görevlerini sürdürüyor ve elbette civarda<br />

ölenlerin cenazeleri buradan<br />

kaldırılıyordu. Bu yüzden, türbe kapısının<br />

önündeki kahvelerde, yani<br />

Küllük’te oturanlar sık sık ölüm gerçeğiyle<br />

yüz yüze geliyorlardı. Necip<br />

Fâzıl, “Küllük Akademiyası” başlıklı<br />

yazısında, “İslâm cenazeleri” musalla<br />

taşına varabilmek için “her cinsten,<br />

sınıftan, mezhepden, zevkten, kılıktan,<br />

edadan” insanların bulunduğu<br />

kahve kalabalığını yarıp geçerken<br />

“Frenk muaşeret kitaplarındaki bir<br />

Asaf Halet Küllük Kahvesi’nde nargile içerken<br />

19


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />

kaide titizliğiyle ayağa kalkan zarif<br />

adamlar”dan alaylı bir dille söz eder.<br />

Bedri Rahmi Eyüboğlu da “Kahve ve<br />

Tabut” başlıklı yazısında bu tuhaflığa<br />

dikkati çekmiştir. Bir ağaç gölgesinde<br />

altın köpüklü kahvenizi höpürdetip<br />

nargile tokurtularıyla güvercinler<br />

arasındaki münasebeti keşfe çalışır<br />

ve hayatın güzelliği üzerinde düşünürken<br />

birden bütün kahve halkı<br />

ayağa kalkar; siz de kalkarsınız. “Bir<br />

tabut, kahve sakinlerini ikiye bölerek<br />

yanı başınızdan” geçmektedir. Rifat<br />

Ilgaz’ın “Beyazıt Kahveleri” şiirindeki<br />

sahnede çarpıklık daha güzel yansıtılır:<br />

Apaçık bir Beyoğlu hikâyesini<br />

keser bıçak gibi ortasından<br />

cenaze arabası.<br />

1940 Kuşağı Küllük’te<br />

Bedri Rahmi Eyüboğlu, Rifat Ilgaz,<br />

Orhan Veli, Abidin Dino, Fikret Adil,<br />

Asaf Hâlet Çelebi, Arif Dino, Hasan<br />

İzzettin Dinamo, Oktay Rifat,<br />

Celal Sılay, Tarık Buğra gibi,<br />

şiirde, romanda, resimde vb.<br />

yeni iddiaları olan, hattâ bir<br />

kısmı Karl Marx adını anmaya<br />

bile cesaret edebilen<br />

gençler, Küllük müdavimleri<br />

arasına 1940’larda katılmış<br />

ve kahvenin havasını hızla<br />

değiştirmişlerdi. Özellikle<br />

üniversiteli kızların ve asistan<br />

hanımların uzun bir mücadele<br />

sonunda rektörden<br />

Küllük Kahvesi’nde oturma<br />

iznini koparmış olmaları,<br />

onlar için burayı başlı başına<br />

bir cazibe merkezi haline<br />

getirmişti.<br />

Her fikrin rahatça tartışıldığı<br />

bir çeşit açık forum<br />

haline geldiği için muhtemelen<br />

Siyasi Şube polislerince<br />

de dikkatle izlenen<br />

Küllük’te gitgide derinleşen<br />

çatışmalar da yaşanıyordu.<br />

Sabahattin Ali’nin İçimizdeki<br />

Şeytan adlı romanında hem nesil<br />

farkından, hem ideolojik fikir ayrılıklarından<br />

kaynaklanan, zaman zaman<br />

yolların ayrılıp arkadaşlıkların bitirildiği<br />

çatışmalarla ilgili ipuçları vardır.<br />

Nihal Atsız, İçimizdeki Şeytan’da<br />

kendisini ve bütün eski dostlarını<br />

ahlâksız, satılmış, haysiyetsiz tipler<br />

olarak tasvir eden eski dostu Sabahattin<br />

Ali’ye İçimizdeki Şeytanlar adlı<br />

broşüründe cevap vermişti. Adı geçen<br />

roman Bozkurt dergisinde Reha<br />

Oğuz Türkkan tarafından da eleştirildi.<br />

Tefrikasına bu dergide başlanan<br />

ve Gökbörü dergisinde devam edilen<br />

Arayan Adam isimli romanın “Küllük’te<br />

Bir Sanat Münakaşası” başlıklı<br />

bölümünde kahvenin “sol” tarafıyla<br />

alay edilmiştir: Burada dört kişi oturmaktadır:<br />

Birincisi ayaklarını önündeki<br />

iskemlenin arkalığına uzatmış;<br />

ikincisi iskemleye ata biner gibi ters<br />

yerleşmiş; üçüncüsü masaya yayılmış<br />

simidini çaya batıra batıra yerken<br />

bir kesekâğıdı üzerine garip garip<br />

şekiller çizmekte, dördüncüsü de<br />

arkadaşının kese kâğıdından kopardığı<br />

bir parçaya uzunlu kısalı mısralar<br />

karalamaktadır. Yanlarında iki de<br />

kadın bulunan bu dört kişi arasında<br />

Abidin Dino’yla Asaf Hâlet Çelebi’yi<br />

fark edebiliyoruz. Daha sonraki paragrafta,<br />

kadın gibi kabarık ve uzun<br />

saçlı, hakimane tavırlı iriyarı biri olarak<br />

tasvir edilen üçüncü kişi Arif Dino<br />

olmalıdır. Biraz sonra, uzunlu kısalı<br />

mısralar yazan “üstad”ın uzun bıyıkları<br />

telaşlanır, gözündeki monokl<br />

düşer ve kalemi havada kalır. İlham<br />

gelmiştir. Hayretle açılan ağzından<br />

yeni bir şiirin mısraları dökülür:<br />

Hır, vır, zır.. Buda ho zulo!<br />

Orospu olan sevgilim, söylüyor bir<br />

solo!<br />

Esmeuetâ hum! (3 defa)<br />

Türkçüler, Küllük’ün “sol” tarafındakilerle<br />

hem ideolojik sebeplerle, hem<br />

de sanat anlayışlarını benimsemedikleri<br />

için alay ediyorlardı. Bir önceki<br />

nesle mensup yazarlarsa genellikle<br />

tuhaf şiirler yazıp resimler yapan bu<br />

çulsuz gençleri hiç ciddiye almamışlardır.<br />

Refik Hâlid Karay, 1940’larda<br />

Küllük Kahvesi’ni mekân tutan Arif<br />

Dino ve Asaf Hâlet Çelebi gibi şairlerle<br />

Üç Nesil Üç Hayat’ta tatlı tatlı<br />

alay etmişti.<br />

Atkestaneleri ve çınarlar altındaki<br />

iskemlelere ters oturmuş, tıraşsız,<br />

saçları yağlı ve kepekli, ceketleri gayet<br />

uzun ve bol, pantolonları çekik,<br />

çorapları düşük, sırtları kabarmış,<br />

omuzları kalkık, kırkına yaklaşmış<br />

“genç” şairler bir süre aralarında<br />

“Eskileri yerlerinden atmalı! Gazetelerin<br />

başköşeleri bizim hakkımızdır!<br />

Bunaklar ve cahiller defolsun!” diye<br />

haykırıştıktan sonra birbirlerine şiirler<br />

okumaya başlarlar. Birincisi, şimdiye<br />

kadar yapılanlarla kıyas kabul<br />

etmeyecek derecede nefis ve bütün<br />

yeni edebiyatın ruhunu iki mısrada<br />

özetleyecek bir şiir okuyacağını,<br />

bunun tabii ki bir şaheser olduğunu<br />

söyledikten sonra:<br />

Döner kebap<br />

Dönmez olsun<br />

20


TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

şiirini okur. Öbürleri “Harika! Mucize!”<br />

diye bağrışırlar. İçlerinden birinin<br />

“Bunu tek başına mı yazdın? Tek<br />

imza ile mi neşredeceksin?” sorusu<br />

üzerine, şiiri okuyan, “Hayır,” der, “o<br />

şeref bana fazladır; zaten ilham eden<br />

de sensin. Çift imza ile ikimizin imzalarıyla<br />

basarız.” Nargile içmekte olan<br />

şair, marpucu mânâlı mânâlı sallayarak<br />

“Hakkınız var!” diye araya girer:<br />

“Siz bu şiirle ‘Ağaca bir taş attım/<br />

Taşımı ağaç yedi’ ve ‘Gözlerim/ Gözlerim<br />

nerede?/ Şeytan aldı, götürdü/<br />

Satamadan getirdi’ şedövrlerini gölgede<br />

bıraktınız.” Öbürleri nargileliye,<br />

“Fakat senin şaheserine varamadık.<br />

Ah, o ne dâhiyane, mutlak ve ebedî<br />

bir eserdir. Hep birden tekrar edelim!”<br />

der. Hepsi birden ayağa kalkar,<br />

birbirlerinin elinden tutup goygoycular<br />

gibi sıraya dizilirler. Önce nargileli<br />

şair, kalın, mehabetli bir papaz<br />

sesiyle<br />

Sidharta buddhâ!<br />

Myagrodhâ!<br />

mısralarını ağır ağır okur. Daha sonra<br />

ötekiler bir ağızdan, seslerini kiliselerdeki<br />

ilâhici çocuklar gibi tiz bir<br />

ahenkle ve gittikçe yükselterek üç<br />

kere haykırırlar:<br />

Om mani padme hum!<br />

Om mani padme hum!<br />

Om mani padme hum!<br />

“Küllük Akademiyası”<br />

Necip Fâzıl da Son Telgraf gazetesinde<br />

16 Temmuz 1939 tarihinde çıkan<br />

“Küllük Akademiyası” başlıklı yazısından<br />

anlaşıldığına göre, Küllük’te kendisi<br />

hakkında yapılan dedikodulara,<br />

özellikle aleyhinde konuşan Ahmet<br />

Hamdi Tanpınar’a çok öfkeliydi. Söz<br />

konusu yazısında, o tarihte henüz<br />

önemli eserlerinden hiçbirini yazmamış<br />

olan Tanpınar’dan “masasındaki<br />

iki kişinin on misli kadar bir zümrece<br />

tanınmış ve tanyeri ağarırken pınar<br />

başında doğmuş bir şaircik” diye söz<br />

etti. Aynı gün, Peyami Safa’nın da<br />

Cumhuriyet’te “Muharrir Dedikodusu”<br />

başlıklı bir yazısı çıkmıştı. Necip<br />

Fâzıl’ın ertesi gün övgüyle söz ettiği<br />

bu yazıda, oturup yazı yazmak,<br />

eser vermek yerine, kahve ve lokanta<br />

köşelerinde dedikodu üretenler<br />

eleştiriliyor ve “en beğendikleri muharrirlerin<br />

en münakaşa götürmez<br />

kıymetlerini hart hart” ısıran kuduzlardan<br />

söz ediliyordu: “Çekiştirilen<br />

adam uzak bir masadaysa iyi; kapıdan<br />

dışarıdaysa daha iyi; ölmüşse<br />

çok daha iyi. Çünkü bunların maksadı<br />

ne tenkit, ne ıslah; sadece tahriptir<br />

ve mukavemetleri madde halinden<br />

çıkıp gölge haline düşmüş insanları,<br />

yani gaipleri seçerler.”<br />

Bu yazılar, aslında Küllük’teki çatışmanın<br />

ne kadar derinleştiği konusunda<br />

önemli ipuçları taşııyordu.<br />

Hasan İzzettin Dinamo, Edebiyat<br />

Anıları’nda, Nihal Atsız’ın hemen her<br />

gün beş on metre ileride karşılarına<br />

oturup gövde gösterisi yaptığını<br />

söyler. Bir süre sonra, Akbaba mizah<br />

dergisini de çıkaran Yusuf Ziya Ortaç<br />

ve Orhan Seyfi Orhon gibi Türkçüler,<br />

Bayezid Camii’nin kuzey tarafını güneye,<br />

yani Çınaraltı’nı Küllük’e tercih<br />

etmeye başlarlar. Bu tercih,<br />

ilk sayısı 9 Ağustos 1941 tarihinde<br />

çıkan ve “Türkçü” bir<br />

çizgide yayın yapan, Peyami<br />

Safa ve Nihal Atsız’ın da<br />

yazarları arasında yer aldığı<br />

derginin ismini belirleyecektir:<br />

Çınaraltı.<br />

Dinamo, kendilerinin Küllük<br />

dergisini çıkardıkları<br />

sırada Orhan Seyfi’nin de<br />

Çınaraltı’nı çıkardığını ve<br />

kendilerine “Bugünlerde<br />

yeni bir dergi daha çıktı:<br />

Küllük! Küllük, yani çöplük.<br />

Tam kendilerine yakışır<br />

bir ad. İçindeki yazılar da<br />

zaten bu çöplüğe yakışır<br />

şeyler!” diye ağız dolusu<br />

küfrettiğini iddia ediyor.<br />

Ancak Küllük’ün ilk ve tek<br />

sayısı Eylül 1940’ta, Çınaraltı’nın<br />

ilk sayısı ise aşağı<br />

yukarı bir yıl sonra, 9<br />

Ağustos 1941’de çıkar. Görebildiğim<br />

kadarıyla, Küllük dergisine sadece<br />

Yusuf Ziya’nın beşinci sayıda yayımlanan<br />

“Gençlik ve Çınaraltı” başlıklı<br />

yazısında sataşılmıştır: “Daha ilk sayılarında,<br />

kâğıtları fikirlerinin leşine<br />

kefen olan fesat mecmualarına karşı<br />

Çınaraltı’yı karşılayan büyük alâka…”<br />

Bu cümlenin Küllük’ü mekân tutan<br />

genç edebiyatçı neslini çok rahatsız<br />

ettiği, Arif Dino’nun<br />

Akbaba Çınaraltı’nda leş yesin!<br />

şiirinden anlaşılıyor.<br />

Çıkar Çıkmaz Kapatılan Dergi<br />

Yusuf Ziya’nın “fesat mecmuası”<br />

dediği ve ilk sayısı çıktıktan sonra<br />

kapandığını ima ettiği, ismini Küllük<br />

Kahvesi’nden alan Küllük, yirmi<br />

sayfalık büyük boy bir dergidir; kapağında<br />

Abidin Dino’nun Küllük ortamını<br />

büyük bir ustalıkla tasvir ettiği<br />

çarpıcı bir kompozisyon yer alır. Kim<br />

tarafından yazıldığı belirtilmeyen<br />

ve “Küllük bir kahvedir” cümlesiyle<br />

başlayan “Küllük Beyannamesi”nde,<br />

Arif Kaptan’ın çizgileriyle Küllük<br />

21


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />

kahvenin tarihçesi kısaca özetlendikten<br />

sonra yüzyıllarca saraya karşı<br />

“halk sanatının kalesi” olan kahvenin<br />

Türk toplumu için taşıdığı önemden<br />

söz edilmektedir. Beyannamede, son<br />

zamanlarda “kolektif sanatın ocağı”<br />

olma vasfını büyük ölçüde kaybeden<br />

kahveye, dolayısıyla halka dönmek<br />

gerektiği, “Türk sanatının büyük ızdırabı<br />

olan halktan ayrılmış olmak faciası”ndan<br />

kurtuluş için başka çarenin<br />

bulunmadığı ifade edilir.<br />

Sadri Ertem’in kahveden yola çıkarak<br />

“iman yerine müsbete, fikrin ve felsefenin<br />

rehberliğine” inandıklarını ifade<br />

ettiği ve “halkçı sanat”ın felsefesini<br />

yaptığı “Küllük” başlıklı yazısıyla<br />

Zahir Güvemli’nin “Küllükoloji” yazısı<br />

aynı sayfada kullanılmıştır. Güvemli,<br />

mizahî bir dille Küllük isminin etimolojisi<br />

üzerinde durduktan sonra,<br />

Küllük bibliyografyası hakkında bilgi<br />

vermektedir. Yazının bu bölümünde<br />

önce Sıtkı Akozan Küllükname’sinden<br />

söz edilir. Nurullah Ataç da Haber’deki<br />

bazı yazılarında Küllük’ten<br />

söz etmişse de önemli değildir. Asıl<br />

önemli yazı, Güvemli’ye göre, Necip<br />

Fâzıl tarafından yazılmıştır. Son<br />

Telgraf gazetesinde yayımlandıktan<br />

sonra şairin Çerçeve isimli kitabına<br />

da giren “Küllük Akademiyası”<br />

başlıklı bu yazı sayesinde<br />

profesör vekili Ahmet Hamdi Tanpınar<br />

meşhur olmuştur. Güvemli burada<br />

bir dipnot düşerek Sıtkı Akozan’ın<br />

Ses dergisinde yayımlanan “Terkib-i<br />

Münebbit” adlı şiirindeki “Sormadan<br />

Yahya Kemal’e Tanpınar’ı kim<br />

bilir” mısraını hatırlatır. Necip Fâzıl’ın<br />

söz konusu yazısında, birçok Küllük<br />

müdavimini isimlerini zikretmeksizin<br />

hicvettiğini, bu konuda daha fazla<br />

bilgi edinmek isteyenlerin kendisine<br />

başvurmaları gerektiğini söyleyen<br />

Güvemli, Cavit Yamaç’ın Ses’te çıkan<br />

“Gölge Çiftliği” başlıklı yazısını da<br />

hatırlatarak bu genç yazarın “hakiki<br />

telâkkisini serlevhada hülasa etmiş”<br />

olduğunu söyler.<br />

“Küllükoloji”de bazı önemli bilgiler de<br />

var. Küllük Kahvesi ortaya çıkmadan<br />

önce, Sultanahmet’te, Defterdarlığa<br />

sapan köşedeki setli sıra kahvelerin<br />

Akademi ismiyle aynı görevi yaptıklarını,<br />

çünkü Darülfünun’un bazı<br />

bölümlerinin yanan Adliye binasında<br />

bulunduğunu söyleyen Güvemli’ye<br />

göre, ilim ve kültür ocakları Beyazıt’ta<br />

toplanmaya başladıktan sonra<br />

Sultanahmet kahveleri gözden<br />

düşmüş ve Bayezid Camii’nin türbe<br />

kapısı tarafındaki ağaçlıklı bölge bir<br />

cazibe merkezi haline gelmişti. Aşağı<br />

yukarı iki yüz metrekarelik bir alanı<br />

işgal eden bu bahçede, yedi kahveci<br />

ve bir lokanta, yani Emin Efendi Lokantası<br />

faaliyet gösteriyordu.<br />

Asaf Hâlet Çelebi’nin “Mısrı Kadim”<br />

şiiriyle yer aldığı Küllük’ün üçüncü<br />

sayfasında, ismi yeni yeni duyulmakta<br />

olan genç bir şairin, Orhan<br />

Veli’nin “Tahattur” şiiri de iri puntolarla<br />

yayımlanmıştı. Abidin Nesimi’ye<br />

göre, Küllük, bu şiirde, barut alım<br />

satımında yapılan yolsuzluğa (“Barut<br />

İrtişası”) imada bulunulduğu; Hasan<br />

İzzettin Dinamo’nun yazdığına göre<br />

de Hasan Âli Yücel’le sevgilisinin hedef<br />

alındığı gerekçesiyle kapatılmıştı.<br />

Dinamo, asıl kapatılış sebebinin tam<br />

olarak anlaşılmadığını, fakat Hasan<br />

Âli Yücel’in “temelli bir rol oynadığı”dan<br />

şüphe etmediğini söyler. Sıtkı<br />

Akozan’ın Küllüknâme’sinde adı geçenlerden<br />

biri olan Hasan Âli’nin bu<br />

kahvede doğan bir dergiyi kapattırmış<br />

olması şaşırtıcıdır. Tabii, Fransa’yı<br />

bile on beş günde dize getiren Al-<br />

22


TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

man ordularının sınırlarımıza dayandığı<br />

gerçeği göz ardı edilirse…<br />

Küllük Kahvesi’nin Son Demleri<br />

Küllük Kahvesi’nin gazeteci müdavimlerinden<br />

Bedii Faik de hatıratında<br />

bu kahvenin Demokrat Parti kurulduktan<br />

sonraki havasını tasvir eder.<br />

O yıllarda bazıları için okudukları<br />

fakültelerden bile daha önemli olan<br />

Küllük’te 1946’dan sonra neredeyse<br />

sadece politika konuşulduğunu söyleyen<br />

bu ünlü gazetecinin anlattığına<br />

göre, pişpirikçiler kâğıtlarını “Al<br />

bu da CHP’nin canına!” diye bağırarak<br />

masalara çarpmaya, bezikçiler vidolarını<br />

“Celal Bayar için ikinci, üçüncü”<br />

diyerek çekmeye başlamışlardı.<br />

Sohbet gruplarında ise heyecanlı<br />

siyasî tartışmalar cereyan ediyordu.<br />

1946 seçimlerini sonuçların İstanbul’da<br />

CHP lehine ayarlayan Cevdet<br />

Kerim İncedayı hakkında söylenen<br />

“Rızk için Allah Kerim, fısk için Cevdet<br />

Kerim” sözü Küllük’ten yayılmıştı.<br />

O zamana kadar Edebiyat Fakültesi<br />

dedikodularını Küllük’e taşıyan ve<br />

önüne gelene Abdülkadir Karahan’la<br />

Ahmet Caferoğlu hakkında<br />

yazdığı ince hicviyeleri<br />

okuyan Kasım<br />

Küfrevî bile değişmiş,<br />

Karahan’dan çok Şükrü Saraçoğlu’nu<br />

hicvetmeye, Ahmet Caferoğlu aleyhinde<br />

konuşmak yerine de doğuda<br />

Celal Bayar’a desteğin nasıl çığ gibi<br />

büyüdüğünü anlatmaya başlamıştı.<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar da Küllük’te<br />

artık daha fazla görünüyor, edebiyat<br />

ve felsefeden değil politikadan söz<br />

ediyordu.<br />

Demokrat Parti, iktidara gelmeden<br />

atmosferini etkilemeye başladığı<br />

Küllük Kahvesi’ni, iktidara geldikten<br />

sonra başlattığı imar hareketlerinin<br />

önemli bir safhası olarak Beyazıt<br />

Meydanı’da yaptırdığı düzenleme<br />

çalışmaları sırasında ortadan kaldırdı.<br />

Civardaki kahvelere dağılan müdavimlerin<br />

Küllük’teki havayı bir daha<br />

bulamadıkları biliniyor. Uzun süre<br />

lezzetli hatıralarıyla müdavimlerinin<br />

hafızalarında yaşan Küllük, şimdi ise<br />

hatırat kitaplarında nefes alıp veriyor.<br />

Kaynakça<br />

Akı, Niyazi, “Bir Zamanlar Beyazıt Meydanı”,<br />

Yeditepe, nr. 164, Aralık 1969.<br />

Akozan, Sıtkı: Küllüknâme, İstanbul<br />

1936.<br />

Ataç, Nurullah: “Küllük’te Saatler”,<br />

Haber, Temmuz 1937.<br />

Ayvazoğlu, Beşir, Divanyolu: Bir Caddenin<br />

Hikâyesi, Kapı yayınları, İstanbul<br />

2010.<br />

Ayvazoğlu, Beşir, Kahveniz Nasıl Olsun,<br />

Kapı Yayınları, İstanbul 2011.<br />

Ayvazoğlu, Beşir, Üçüncü Tepede<br />

Hayat, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul<br />

2012.<br />

Birinci, Ali, “Kesriyeli M. Sıtkı ve Küllükname’si”,<br />

Müteferrika, nr. 19, Yaz<br />

2001-1.<br />

Birsel, Salah, Kahveler Kitabı, Koza<br />

Yayınları, İstanbul 1975.<br />

Buğra, Tarık, “Küllük”, Tercüman, 6<br />

Ekim 1974.<br />

Buğra, Tarık, Yarın Diye Bir Şey Yoktur,<br />

Yenilik Yayınevi, İstanbul 1952.<br />

Büyükşekerci, Hilmi, “Küllük Kahvesi”,<br />

Adam Sanat, Mart 1987.<br />

Büyükşekerci, Hilmi, “Marmara Kahvesi”,<br />

Adam Sanat, Nisan 1989.<br />

Dinamo, Hasan İzzettin, İkinci Dünya<br />

Savaşı’nda Edebiyat Anıları, İstanbul<br />

1984.<br />

Dino, Güzin, Gel Zaman, Git Zaman,<br />

Can Yayınları, İstanbul 1991.<br />

23<br />

Küllük Kahvesi


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />

Ediboğlu, Baki Süha, Bizim Kuşak ve Ötekiler, Varlık Yayınları,<br />

İstanbul 1968.<br />

Faik, Bedii, Matbuat Basın Derkeeen Medya I, Doğan Kitapçılık,<br />

İstanbul 2001.<br />

Giz, Adnan-Sertoğlu, Midhat, “Gülmek İçin Kurulmuş<br />

Bir Topluluğun Hikâyesi”, Hayat, nr. 21-33, 19 Mayıs-11<br />

Ağustos 1977.<br />

Ilgaz, Rıfat, Yarenlik, İstanbul, 1943.<br />

Kaplan, Mehmet, “Meşhur Küllük Kahvesi’nden İlhamlar:<br />

Yaşasın Sanatta Müsavat, Kahrolsun Sanat Firavunları”,<br />

Vatan, nr. 297, 19 Haziran 1941.<br />

Karay, Refik Halit, Üç Nesil Üç Hayat, Semih Lütfi Kitabevi,<br />

İstanbul 1943.<br />

Kemal Tahir, Yol Ayrımı, Sander Yayınları, İstanbul 1971.<br />

Kısakürek, Necip Fazıl, Çerçeve, Semih Lütfi Kitabevi,<br />

İstanbul 1940.<br />

Nesimi, Abidin, Yılların İçinden, İstanbul 1977.<br />

Okay, Orhan, Silik Fotoğraflar, Ötüken Neşriyat, İstanbul<br />

2001.<br />

Öngör, Sami, Geçen Yılları Düşündükçe, Tekin Yayınevi,<br />

İstanbul 1987.<br />

Öztürk, M., “Küllük’te Bir Sanat Münakaşası”, Gökbörü,<br />

nr. 5, 15 Ocak 1943; nr. 6, 1 Şubat 1943.<br />

Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Varlık Yayınları, İstanbul<br />

1966.<br />

Safa, Peyami, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Nebioğlu<br />

Yayınevi, İstanbul 1949.<br />

Safa, Peyami, “Muharrir Dedikodusu”, Cumhuriyet, 16<br />

Temmuz 1939.<br />

Selener, Necdet, “Bir Zamanlar Lokantalar 7: Kültür<br />

Hizmeti Yapan Lokanta”, Milliyet, 19 Aralık 1987<br />

Semih Mümtaz S., Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler,<br />

Hilmi Kitabevi, İstanbul 1948.<br />

Tanpınar, Ahmet Hamdi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü,<br />

Remzi Kitabevi, İstanbul 1961.<br />

re edilen Sahaflar Çarşısı’nda 43 modern kitap dükkânı var.<br />

24<br />

vardır. Daha sormadan biz<br />

rın kitaplarını hazırlar, ayıız”<br />

diyor Türkmenoğlu ve<br />

m o sırada dostça selam verip<br />

eri giren bir müşteriye hiç kouşmadan<br />

hazırlanmış kitap paketini<br />

verip parasını alıyor.<br />

İşte bu müşteri-esnaf ilişkileekselleştiği,<br />

büyük bir<br />

erleştiği asıra<br />

anbirer<br />

konuşma yapacakları törende<br />

geleneksel el sanatları, hat,<br />

ebru, tezhip, cilt, zerefşan, minyatür<br />

örnekleri, İbrahim Müteferrika<br />

tarafından basılan eserlerin<br />

asılları ve taş baskısında<br />

kullanılan taş kalıplar sergilenecek.<br />

Ayrıca Sahaflar Çarşısı’nın<br />

fotoğraflarına dayanılarak Ressam<br />

Onur tarafından yapılan<br />

yağlıboya tablolar da kronolojik<br />

rasına göre sergide yer alacak.<br />

eniyle çarşıda üç gün<br />

% 10 indirim­<br />

Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Milli Eğitim Bakanlığı<br />

Yayınları 1000 Temel Eser: 5, İstanbul 1969.<br />

Yamaç, Cavit, “Gölge Çiftliği”, Ses, nr. 4, Eylül 1939.


AHMED GÜNER<br />

SAYAR İLE<br />

İSTANBUL’UN<br />

KÜLTÜR MEKÂNLARI<br />

Söyleşen:<br />

Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />

“<br />

Kıraathanelerin sohbete ihtiyaç<br />

duyan entelektüellerin toplanmalara<br />

imkân vermesi onların, zamanla,<br />

hem yapı hem de mekân değiştirip<br />

Beyoğlu’daki pastanelerde<br />

yuvalanmalarına sebebiyet verdi. Bu<br />

esaslı bir dönüşüm idi. Çünkü, çayın<br />

yanına pastalar gelince sohbetler<br />

de lükse kaçan servislerle farklı<br />

bir görünüm aldı. Kıraathanelerin<br />

mütevazı müşterilerinin Beyoğlu’na<br />

taşındıklarını zannetmiyoruz. Tuzu<br />

kuru, müreffeh sınıfın entelektüelleri,<br />

Garp dünyasıyla olan fikri temasları,<br />

onları Beyoğlu’ndaki pastahanelerde<br />

bir araya getirdi. Bu kendiliğinden bir<br />

oluşumdu.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />

İstanbul bir dünya şehri, mega bir kent olarak, devamlı<br />

bir değişim ve gelişme içerisinde. Bu gelişimin hızı,<br />

1970’lerden sonra, kabına sığmayan bir İstanbul yarattı.<br />

İstanbul’un içinde olup da İstanbul’u tanımak bu sebepten<br />

gitgide zorlaşıyor.<br />

Osmanlı Devleti’nin bir muhassalası olan İstanbul, birçok<br />

medeniyet ve farklı kültürlerden de izler taşıyor. İstanbul’da<br />

yaşamak, İstanbul Türkçesini konuşmayı, tarihî<br />

köşe taşlarını, doğal güzellikleriyle bitki örtüsüyle onun<br />

manevi ikliminde solumayı bu şehir, sakinlerine bahşediyor.<br />

İstanbullu olmak, İstanbul beyefendisi ve hanımefendisi<br />

olmak, dilden ziyade kendini âdâb-ı muaşerette<br />

kendisini gösteriyor. İstanbul kültürü içerisinde yetişmek<br />

insana, bu topraklarda var olmuş bin yıllık Türk kültürüne<br />

de, vasıtasız sirayet etmesine vesile oluyor. Bu çerçevede,<br />

Ahmed Güner Sayar hocamızla İstanbul'un kütlür mekânlarını<br />

konuştuğumuz röportajı sizlerin ilgisine sunuyoruz.<br />

Günümüzde "kültür mekânları" ifadesiyle tabir ettiğimiz<br />

yerlerin ortaya çıkışını anlatabilir misiniz?<br />

Osmanlı asırlarından Cumhuriyetli yıllara, kültürel bir susuzluk<br />

içerisindeki İstanbullular, birbirlerini arayıp bulup<br />

teselli etmek kadar, bilgilerini paylaşacakları, kültürel alışverişte<br />

bulunabilecekleri temas alanlarını meydana getirmiş.<br />

Osmanlı’nın formel eğitim kurumu olan medreselerin<br />

dışında, insanların bir araya gelip sohbet ettikleri, bilgi<br />

alışverişinde bulundukları yerler, zamanla Osmanlı mirası<br />

olarak, birer kültür mekânları haline gelmiş. Bu mekânları,<br />

kıraathaneler (kahvehaneler), pastaneler, kütüphaneler,<br />

Sahhaflar Çarşısı, bey-paşa konakları olarak kendi içinde<br />

sınıflandırmak mümkün.<br />

Bu mekânlar ne zaman ve nasıl birer kültür meclisine<br />

dönüşmüş?<br />

Tanzimat öncesinde kıraathanelerin doğuşu, Türkiye’ye<br />

kahvenin gelişiyle başlamış. Kahve içilirken sohbetler zamanla<br />

uzamış, kahvehaneler bir kültür merkezi olarak öne<br />

çıkarak, çeşitli eğilim ve beklentileri bir arada tutan kültür<br />

mekânlarından biri olmuş. Tek bir kahvehane tipinden söz<br />

etmek mümkün değil. Bunlara, işlevleri gereği, dönemlerinin<br />

sivil-toplum kuruluşları benzeri olarak görmek, bazı<br />

bilhassa, Yeniçeriliğin ilgası öncesinde, politik muhalefetin<br />

billurlaştığı yerler olarak ele almak daha doğru olur.<br />

Kahvehaneler, kendi aralarında çeşitlilik arz ediyor. Bazı<br />

kahvehanelerin, esnafın bir araya geldiği, işçi ve işverenin<br />

buluşma mekânı olarak bir hizmette bulunduğu görülüyor.<br />

Bu şekildeki kahvehaneler, giderek ayrışmaya yüz tutmuş<br />

bazı meslek kuruluşlarının, dolayısıyla iş arayanların<br />

gündelik iktisadi sıkıntılarına çare bulmak üzere devam<br />

ettikleri, mekân tuttukları yerlerdi.<br />

Kahvehanelerin kendi aralarındaki farklılarından<br />

bahsedebilir misiniz?<br />

Karagözcülerin, meddahların, hatta tulumbacıların mekân<br />

tuttukları kahvehaneler farklıydı. Mesela, iş bulmak için<br />

tulumbacı kahvesine gidilirdi. Bir de Yeniçerilerin gittiği<br />

kahvehaneler vardı. Tanzimat öncesinde buralarda, bazı<br />

sadrazamların ve devlet erkânının icraatları kıyasıya eleştirilirdi.<br />

Buraları, bir manada, eleştirirken tezvirin de bolca<br />

boca edildiği siyasi yerlerdi. 18<strong>26</strong>’da Yeniçeriliğin kaldırılması<br />

ile birlikte o kahvehaneler de ortadan kalktı. Ayrıca,<br />

âşık kahvehaneleri vardı. Bunlara, semâî kahvehaneleri de<br />

denirdi. Semaî kahvehaneleri, daha ziyade Kapalıçarşı-Nuruosmaniye<br />

ile Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin bulunduğu<br />

sokakta, Divanyolu Caddesi yakınlarındaydı. Tavukpazarı<br />

denilen bu mahalde sıralanan kahvehanelerde âşıklar, ellerinde<br />

sazlarıyla gönüllerine düşenleri kendi aralarında<br />

dolaştırarak, bazı hallerde atışarak ya da mizah yollu takılarak<br />

dile getiriyorlar, hasbî bir şekilde, bir geleneği canlı<br />

tutmanın gayreti içinde bulunuyorlardı. Âşık geleneği,<br />

sözlü kültürün, halk edebiyatının bir parçası olarak Tavukpazarı’ndaki<br />

kahvehanelerde yaşama mücadelesi vermişti.<br />

Kahvehanelerin zamanla nasıl bir değişime<br />

uğradığından söz edebiliriz?<br />

Ahmed Güner Sayar<br />

Zaman içerisinde, kahvehanelerdeki söz konusu toplanmalar,<br />

bilhassa Tanzimat sonrasında, okuma ve yazmanın<br />

ve Batı’nın yükselişi karşısında çehre değiştiriyor. Ayakta<br />

durabilmek için değişimin hassasiyetine inananlar, kahvehanelerden<br />

bazılarını kıraathane haline getiriyorlar.<br />

28


AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Kültür mekânı olan kıraathaneler deyince aklınıza<br />

hangileri geliyor?<br />

Bunların başında, Serafim Kıraathanesi geliyor. Yeni Osmanlılar<br />

dediğimiz gruplaşmada, Namık Kemal, Ebuzziya<br />

Teyfik, Agâh Efendi gibi münevverlerin daha ziyade gittiği<br />

kıraathane burasıdır. 19. yüzyıl ortalarında, biraz mübalağalı<br />

bir rakam ama, beş ilâ on bin kadar kitabın bu<br />

kıraathanede bulunduğu rivayeti vardır. Serafim Kıraathanesi’nin<br />

dışında Şehzadebaşı’nda şöhretli bir çayhane<br />

var; Hacı Reşit Efendi'nin Çayhanesi. Şöhreti çok yaygın,<br />

ancak 1908’den sonra ismi çok fazla duyulmuyor. Buranın<br />

Mehmed Akif Ersoy, Babanzâde Ahmed Naim Bey gibi<br />

birçok müdavimi var. II. Abdülhamid döneminde yasaklı<br />

olan gazeteler ve diğer neşriyat el altından burada elden<br />

ele aktarılıp okunuyor.<br />

Şehzadebaşı’nda, gene aynı muhitte, Yavru’nun Kıraathanesi<br />

adıyla anılan bir yer vardı. Burada sadece çay<br />

içiliyor ve sohbet ediliyor. Buraya gelenler, Mükrimin Halil<br />

Yinanç, Fuat Köprülü gibi mühim akademisyenler ile<br />

buranın tiryakileri olan kültür insanları idi. Yavru’nun Kıraathanesi’ne<br />

ait bilgileri rahmetli Ali Öztaylan’dan dinlemiştim.<br />

Bu zât, Bandırma’dan her ne zaman İstanbul’a<br />

gelse, görmek istediği kişilerin başında Neyzen Tevfik gelmekteydi.<br />

Bu kıraathane, Neyzen Tevfik’in adeta ikinci bir<br />

adresi gibiydi. Eğer, Neyzen’in keyfi yerindeyse, orada bir<br />

küçük konser verir, yapılan sohbeti neyi ile taçlandırırdı.<br />

Bunun dışında, dillere destan bir kıraathane de Beyazıt’taki<br />

Küllük’tür. Küllük’ün asıl şöhreti 1930’larda ortaya çıktı.<br />

1940’lı yıllardan sonra burası, daha çok genç edebiyatçıların<br />

buluştukları, üniversiteden çıkan öğrencilerle bir araya<br />

geldikleri bir yer oldu. Bu meyanda, II. Dünya Harbi’nin<br />

yarattığı iktisadi sıkıntılar Küllük’ün profilini değiştirdi. Bilhassa<br />

burada toplanan ehl-i tarîkin dağıldığı görülüyor.<br />

Yanında, Emin Mahir Efendi’nin dillere destan bir lokantası<br />

vardı. Bu lokantada, gayet ucuz yemek verilirdi. Küllük’ün<br />

etrafındaki kütüphaneler ile Sahhaflar Çarşısı, merkezde<br />

kültür adacıkları oluşturmuştu.<br />

Beyazıt’taki Küllük Kahvesi kapandıktan sonra, buranın<br />

müdavimleri olan sohbete teşne kültür insanlarının önemli<br />

bir kısmı Marmara Kıraathanesi’ne yönelmişti. Buradaki<br />

29


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />

sohbet merkezli kümeleşmenin üyelerine Marmaratör denilirdi.<br />

Sohbetler, ağırlıklı olarak tarih, edebiyat, tasavvuf<br />

ve güncel siyaset üzerine olurdu. Oluşan sohbet halkasında<br />

ya da Marmaratörler<br />

arasında bilhassa üç münevver<br />

bir sacayağı teşkil ederek<br />

öne çıkıyor ve bir sohbet ikliminin<br />

doğmasına katkıda<br />

bulunuyordu. Bu isimlerden<br />

ilki, 27 Mayısçı bir subay olan<br />

Dündar Taşer, ikinci isim Osmanlı<br />

tarihçisi Konyalı Ziya<br />

Nur Aksun, diğeri de akademisyen<br />

Erol Güngör’dü. Bu<br />

kişilerden her biri, birbirini<br />

tamamlayan isimlerdi. Bazen<br />

de Kıraathane’ye Sahhaflar<br />

Şeyhi Hacı Muzaffer Ozak gelirdi. Onun gelişi ile sohbetler<br />

hemen tasavvufa doğru yönelirdi. Müdavimler, Marmara<br />

Kıraathanesi’ne adeta koşarcasına geliyorlar, hasbi<br />

sohbetlerin oluşturduğu fikirler ikliminde, bir çay karşılığı<br />

o doyumsuz sohbetlerden müstefit olarak kendi kültürel<br />

dünyalarını inşa ediyorlardı. Demek ki, sohbete ihtiyaç duyuyorlar.<br />

Marmara Kıraathanesi’ne gitmeyenler, Lâleli’ye<br />

yakın, Acem’in Kıraathanesi olarak bilinen yerde toplanır,<br />

bilhassa sözün sahibi Mükrimin Halil Yinanç’ın dillere destan<br />

Selçuklu tarihi ağırlıklı sohbetinden müstefid olurlardı.<br />

Diğer önemli bir kıraathane de, Nuruosmaniye’de İkbal<br />

Kıraathanesi’dir. Bu kıraathane 1970’lere doğru, daha ziyade<br />

yazar Orhan Kemal ile meşhur olmuş. Ancak, Ahmed<br />

Hamdi Tanpınar’ın anılarının aydınlığında, Aziz Üstad Yahya<br />

Kemal’in İkbal Kıraathanesi’nde başköşede bir yer aldığını,<br />

sohbeti koyulaştırdığını öğreniyoruz. 1921’de, Dergâh<br />

Yahya Kemal, Park Otel'de<br />

Tanzimat öncesinde kıraathanelerin<br />

doğuşu, Türkiye’ye kahvenin gelişiyle<br />

başlamış. Kahve içilirken sohbetler<br />

zamanla uzamış, kahvehaneler bir<br />

kültür merkezi olarak öne çıkarak,<br />

çeşitli eğilim ve beklentileri bir arada<br />

tutan kültür mekânlarından biri<br />

olmuş.<br />

isimli derginin etrafında toplanan, aralarında Ali Mümtaz<br />

Arolat, Hasan-Âli Yücel, Mustafa Nihat Özön, Necmeddin<br />

Halil Onan ve Ahmed Hamdi Tanpınar'ında bulunduğu<br />

genç şair ve yazarların sürekli<br />

İkbal Kıraathanesi’nde, Yahya<br />

Kemal’in koruyucu kanatları<br />

altında, toplandıkları, tarihten<br />

edebiyata derin sohbetlerde<br />

bulundukları görülüyor.<br />

Kurtuluş Savaşı sırasında,<br />

İkdam gazetesinde çalışan<br />

Hasan-Âli Bey, cepheden gelen<br />

haberleri sıcağı sıcağına<br />

burada aktarırdı. Bu mühim<br />

gruplaşmadan öte, İkbal Kıraathanesi’nde<br />

Osmanlı’dan<br />

Cumhuriyet’e geçiş sürecinde,<br />

buranın müdavimlerinin profiline baktığımız zaman,<br />

güngörmüş, umur sürmüş insanlar, II. Abdülhamid döneminden<br />

mütekait subaylar, kılıç artıklarını görüyoruz.<br />

Onlar, harp hatıralarını, anılar yumağını çözerek, burada<br />

anlatıyor ve bir kültür alışverişinin doğmasına sebep oluyorlar.<br />

Beyazıt merkezli kültür mekânlarını bırakıp Cağaloğlu–<br />

Hocapaşa eksenine geçince, burada dikkate değer bir<br />

kıraathane ile karşılaşıyoruz. Ankara Caddesi’ndeki Meserret<br />

Kıraathanesi’nin profili ise diğer kıraathanelerden<br />

farklı idi. Buraya, daha ziyade, Ankara Caddesi’ne kümelenen<br />

gazete idarehanelerindeki gazeteciler gelirdi. Meserret<br />

Kıraathanesi’nin işlevi neredeyse tamamen güncel<br />

politikaya odaklanmış olmasıydı.<br />

Kıraathanelerin sohbete ihtiyaç duyan entelektüellerin<br />

toplanmalara imkân vermesi onların, zamanla, hem yapı<br />

hem de mekân değiştirip Beyoğlu’daki pastanelerde yuvalanmalarına<br />

sebebiyet verdi. Bu esaslı bir dönüşüm idi.<br />

Çünkü, çayın yanına pastalar gelince sohbetler de lükse<br />

kaçan servislerle farklı bir görünüm aldı. Kıraathanelerin<br />

mütevazı müşterilerinin Beyoğlu’na taşındıklarını zannetmiyoruz.<br />

Tuzu kuru, müreffeh sınıfın entelektüelleri,<br />

Garp dünyasıyla olan fikri temasları, onları Beyoğlu’ndaki<br />

pastahanelerde bir araya getirdi. Bu kendiliğinden<br />

bir oluşumdu. Çayın yanına gelen pasta, Batı’da şekillenmeye<br />

başlamış fikirlerin sohbeti sürdüren mutavassıtlar<br />

tarafından sohbete katılanları bilgilendirmeye ve<br />

tartışmaya kapı açtı. Baylan, Markiz, Lebon, Nisuaz ve<br />

Pelit pastaneleri bu cümledendir. Kuru muhabbetin sulandırılması,<br />

daha sonra maddenin zenginleşmesi ile<br />

başka bir damara geçti. Çay, sonra çay-pasta derken<br />

uzun soluklu sohbetler Beyoğlu’nun bazı meyhanelerine<br />

taşındı. Beyoğlu Asmalımescit’te, Nil, Bacı, daha<br />

sonra Yakup ismindeki lokantalar, entelektüel anlamda<br />

sohbet edilen, fikirlerin tartışıldığı yerler oldu.<br />

30


AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Rahmetli Sabri Ülgener’den duyduğum kadarıyla, Salı akşamları,<br />

İstanbul Üniversitesi’nde görev yapan, Hitler’in<br />

idaresinden kaçmış Alman akademisyenlerin tertip ettiği,<br />

aralarına bazı Türk hocaları da davet edildiği bir ilim<br />

meclisi vardı. Bu mekâna dahil olmanın şartı, bir programa<br />

bağlı olarak, katılımcıların bir kitap okuması ve kitabın<br />

üzerine o toplantıda konuşulmasıydı.<br />

İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Raif Yelkenci'ye imzaladığı Midhat Paşa ve Yıldız<br />

Mahkemesi nüshası. Pek aziz ve muhterem Şeyh-ül-kutup Raif Yelkenci Beyefendi'ye<br />

tilmiz ermeganı. İ. H: Uzunçarşılı, 9.11.1967<br />

Bey-paşa konaklarındaki kültür meclisleri hakkında<br />

bize neler anlatabilirsiniz?<br />

Bey ve paşa konakları, içinde hem musiki meşklerinin yapıldığı<br />

hem de farklı gecelerde, kültürel sohbetlerin yapıldığı<br />

yerlerdi. Bunlardan en meşhur olanı İbnü’l-Emin<br />

Mahmud Kemâl [İnal]’in konağıydı. İbnü’l-Emin Mahmud<br />

Kemâl Bey, son Osmanlıdır. Konağında, hüsn-i hat ve yazma<br />

nadide kitaplarla çevrili bir salonda, musiki meşk edilir<br />

ve ilmî sohbetler yapılırdı. Konaklardaki, bir takvime bağlanmamış<br />

bu tarz toplanmaları çoğaltmak mümkündür.<br />

1940’lardan sonra, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin başını çektiği,<br />

Fatih Eskiali’deki müze yavrusu evinde, bu defa bir programa<br />

bağlanmış ilmî sohbetlerin müdavimlerinden oluşan<br />

küçük bir topluluk katılırdı. Aralarında, Ekrem Hakkı<br />

Ayverdi, Sabri Ülgener, Uğur Derman, Semavi Eyice, Fuad<br />

Bayramoğlu gibi isimlerin bulunduğu bu topluluk, muntazam<br />

aralıklarla birinin evinde toplanırdı. Toplantı günü,<br />

sıra kimde ise, ev sahibi yemek verirdi. Sonra, daha önceden<br />

belirlenmiş bir üye, görevi gereği, ilmî bir konuda<br />

konuşurdu. Mesela, Uğur Derman hat sanatı üzerine, Fuat<br />

Bayramoğlu Beykoz işi Türk cam sanatı üzerine konuşmasını<br />

yapar, bu minval üzerine sohbet de açılmış olurdu.<br />

Sabri Ülgener ise divan edebiyatı ustalarından hareketle,<br />

iktisadi zihniyet dünyamıza ışıklar salardı.<br />

İstanbul'da kültür mekânı olarak tanımlanabilecek<br />

oteller de vardı değil mi?<br />

Evet, kültür mekânlarının bir başkası da otellerdi. Beyoğlu,<br />

Tepebaşı’nda bulunan lüks otellerde varlıklı kimseler,<br />

küçük sohbet meclisleri oluştururdu. Yahya Kemâl Beyatlı’nın<br />

da bu şekilde, soluğu uzun düşmüş küçük bir meclisi<br />

vardı. Ayaspaşa’daki Park Otel’de bir araya gelinir, Yahya<br />

Kemal’in doyumsuz sohbetleriyle gece yarılarına kadar<br />

burada kalınırdı.<br />

Bir de Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeki toplanmalardan<br />

söz edebiliyoruz. Buraya, Mükremin Halil Yinanç, Ahmed<br />

Hamdi Tanpınar, Ali Nihat Tarlan, Rıfkı Melül Meriç ve Abdülbaki<br />

Gölpınarlı gibi, 1900 kuşağına mensup, üniversite<br />

de görev yapan akademisyenler gelirdi.<br />

Söz Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gelmişken<br />

kütüphanenin hemen yanıbaşındaki, sizin<br />

yetişmenizde de büyük bir tesiri olan Sahhaflar<br />

Çarşısı’ndan bahsedebilir misiniz?<br />

Bu mekân, ilim dünyasının kalbinin gayri resmi olarak<br />

attığı bir yerdi. Sahhaflar Çarşısı, yalnız kitap, makale, risalenin<br />

alınıp satıldığı yer değildi. Bu mekân, sanki görünmeyen<br />

bir üniversite, hemen her dükkân da, birer<br />

minyatür sohbet meclisiydi. Çarşı’ya beklenmedik anlarda<br />

sürpriz kitap girişleri olurdu. Belki çoktandır aranılan bir<br />

kitap yığınlar içerisinde gelir, Sahhaflar’a düşerdi. Bütün<br />

yapılacak iş, diz çöküp, yığın halindeki bu kitaplar arasından<br />

bir şeyler bulup çıkarmaktır. Asıl söylemek istediğim<br />

hadise, Sahhaflar Çarşısı’ndan alınan her nadide kitabın<br />

bir hazine olduğu. Satılan eserle beraber, birer minyatür<br />

ilim ve tasavvuf meclisi haline gelen dükkânlarda, o eserin<br />

mütalaası yapılır, sohbete konu olurdu. Mesela, satılan<br />

Niyazi Mısrî Divanı ise, kitapçı Niyazi’den beyitler okuyor,<br />

dinleyenler buna eklemeler yaparak tasavvufi bir hava esmesine<br />

neden oluyordu.<br />

Çarşıda farklı öneme haiz dükkânlardan biri<br />

Raif Yelkenci'ye aitti. Bu dükkân nasıl bir kültür<br />

meclisiydi?<br />

Raif Yelkenci’nin sahhaf dükkânı çok önemli bir kültür<br />

mekânı idi. Bu mekâna kimler gelmiyordu ki, isimlere bakın:<br />

Fuad Köprülü, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, İsmail<br />

Hakkı Uzunçarşılı, Süheyl Ünver, Muallim Cevdet İnançalp,<br />

Osman Nuri Ergin, Mükremin Halil Yinanç, Ali Öztaylan,<br />

Samiha Ayverdi, Faik Reşit Unat, Fevziye Abdullah Tansel.<br />

Elbette bu liste rahatlıkla daha da uzatılabilir, şu kadar ki,<br />

ünlü müsteşrikler bile bu dükkânın müdavimleri arasındaydı.<br />

Bir gün, ünlü Selçuklu tarihçisi Mükremin Halil Yinanç,<br />

Raif Efendi’nin dükkânına geliyor. Açılan sohbette<br />

konu, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna gelince Raif Efendi<br />

yerinden kalkıyor, raftan bir yazma kitap indiriyor. “Mükremin!<br />

Yanlış biliyorsun” diyor, o yazma kitabı okumasını<br />

31


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />

Raif Yelkenci'nin dükkânından bir manzara: (Soldan sağa) Raif Yelkenci, Hakkı Tarık Us, Osman Nuri Ergin, Kemal Salih Sel<br />

istiyor. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Cumhuriyet Türkiyesi’nin<br />

gayri-resmi bir vakanüvisi olan bu mühim tarihçimiz de,<br />

Raif Efendi’nin sohbetinden istifade edenlerden biridir.<br />

Efendi’nin kendisinin istifadesine sunduğu nadide yazma<br />

eserlerden dolayı kalbi ona şükran hisleriyle doludur.<br />

Geçenlerde, Raif Yelkenci’nin torununun arşivinde bulunan<br />

İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın yazdığı bir kitabın Raif<br />

Bey’e imzaladığı ithaf sayfasını gördüm. Şu satırları yazmış<br />

Uzunçarşılı: “Aziz üstadım Raif Yelkenci’ye öğrencisinden<br />

armağan.” Ord. Prof. Dr. ünvanını taşıyan akademisyenlerden,<br />

henüz doktora çalışmalarına başlayan ve bilgi peşinde<br />

koşan bu insanlar hep Raif Efendi’nin dükkânından<br />

geçiyor.<br />

Hem oradaki sohbetlerden istifade edip müşküllerini çözüyorlar<br />

hem de kendilerine lâzım olan kaynaklara ulaşıyorlar.<br />

Kemal Erkel Bey, Raif Efendi’nin vefatı üzerine şu<br />

tarihi düşüyor:<br />

Hep kütüp etti dünya mâlini<br />

Dürdü Raif defter-i âmâlini<br />

İşte, bâki kalacak olan bu kubbede hoş bir seda bu olsa<br />

gerek. Oysa ölülerimizi toprağa gömüyoruz. Toprağın<br />

merhameti ne kadarsa o kadar. Ama görülüyor ki, bazı<br />

insanlar ölmüş olmalarına rağmen, yaşıyorlar. Raif Efendi’nin<br />

eline birçok yazma gelmiştir. Bu yazma eserlerden<br />

bazıları tek nüshadır. Mülkiyet anlayışı içerisinde, bir yazma<br />

esere ihtiyaç duyan akademisyen için bekletiyor. Şayet,<br />

Raif Efendi, servet anlayışının tipolojisi olan rasyonel<br />

iktisadi birey kafasına göre hareket etmiş olsaydı, dükkânı<br />

bir ilim meclisi hâline gelmez, tarih ve edebiyat araştırıcıları,<br />

onun sohbetinin tiryakisi olmazlardı.<br />

Bu büyük insanların hayatları yazılmadı, onlar da otobiyografik<br />

olarak bir şeyler kaleme almadılar. Oysa onların<br />

anıları derindi. Görülen odur ki, Türklerin garip bir hastalığı<br />

var. Şifahi kalıyorlar, yazmayı akledemiyorlar. Sohbette,<br />

dinlemenin verdiği rahatlık ve rehavet içerisinde,<br />

mest oluyorlar, fakat yazmıyorlar. Batılı bunu yapmıyor,<br />

kaydediyor, yazıyor. Türk kültür ikliminin bereketi Batı’da<br />

olmayacak kadar zengindir ve subjektif bilgi küresi, ağırlıklı<br />

olarak, varlığını ufak sohbet adacıklarda sürdürmenin<br />

çabası içindedir.<br />

Sohbetimiz esnasında bahsettiğiniz kültür mekânlarının<br />

büyük bir kısmı neden kayboldu?<br />

Her şey sonlanırken, musiki, hat ve şiir biterken, kısaca<br />

zevk-i selim küresinin içi boşalırken, bu boşalmanın akl-ı<br />

selimin bireyini kişisel çıkar alanına doğru götürmesiyle<br />

birlikte, sohbetler de hasbiliğini kaybetti, hatta, şairin dediği<br />

gibi; “Bir kuru sûret oldu ekser nâs” tevcihi, günümüzde,<br />

sinema, televizyon ve bilgisayarın da katkılarıyla, sohbeti<br />

bir çöl kuraklığının içine çekti. Esas boşluk buradadır.<br />

İşte bir toplumu payandalayan damarlardan biri de eski<br />

32


AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

gücünü kaybetti ve tıkanmaya yüz tuttu. İnsanlar birbirleriyle<br />

fikir alışverişi yapıp arayıp bulup, birbirlerinin araştırmalarını<br />

azdırıp, bilgi alışverişini arttıracak coşkuları, ona<br />

kaynaklar sunacak, bilgi verecek durumları kalmadı. Hele<br />

internet ortamı, sohbet yoluyla aktarılan bilginin içine sızan<br />

mistik boyutu, ruhaniyeti yok etti. Bu meyanda, kıraathaneler<br />

kahvehane çatısı altında kumara kapı açtı, okey<br />

oynanan salonlar haline dönüştü. Sahhaflar sarraflaştı.<br />

Netice itibariyle, kişisel çıkar, ya da paranın yaptırım gücü,<br />

sohbete açık insan-insan ilişkilerini de yaraladı.<br />

Osmanlı asırlarının zevk-i selimi, kalb-i selimi yerini Cumhuriyetli<br />

yıllarla beraber ortaya çıkan yarım yamalak rasyonel<br />

iktisadi bireye bıraktı. Diyeceğim şu ki, rasyonelliğin<br />

peşinde koşan insan, sohbet iklimini kaybediyor. Türk kültür<br />

fırını, dünün bereketli ve lezzetli kültür ekmeğini artık<br />

eskisi gibi üretemiyor. Yahya Kemal’in deyimiyle,<br />

Dil var mı kahr-ı dehr ile vîrân edilmedik<br />

Beytü’l-hazen mi kaldı perîşân edilmedik<br />

Bu beyitle Aziz Üstât Yahya Kemâl Bey, bir monarşinin<br />

sahneyi terk etmesiyle birlikte topyekûn bir bitişi noktalıyor.<br />

Bu kültürün ürünü olan insanlara, hamdolsun, yetişip<br />

istifade ettik. Onlar, mahfiyetkâr ve hasbî insanlardı. Meşk<br />

zincirinden gelen insanlar oldukları için çıkar gütmeden<br />

isteyenlere bildiklerini anlatırlardı. Bir neyzen hoca, talebesine<br />

ney üfletecekse talebesinden para almıyordu.<br />

Sohbetler hasbi idi, sohbetten akan bilgi teklifsizdi, dolayısıyla,<br />

bereketliydi. Bu insanlar, sohbetlerini Allah için<br />

yapıyorlardı. Süheyl Ünver Bey’in bir sözü var: “Biz alırız<br />

satarız kâr yapmayız” derdi.<br />

Üzülerek ifade edelim ki, eski kültür mekânlarımız kayboluyor.<br />

Kahvehaneler artık farklı fonksiyonlarda kullanılır hâle<br />

geldi. Sadece çay içilip sohbet yapılan yerlerin de çok az<br />

olsa var olduğunu düşünebiliriz. Ne var ki, bunların günümüzde<br />

sohbet mekânları olarak ortaya çıkmış bir şöhretleri<br />

yok. Bilebildiğim kadarıyla sadece Üsküdar, Altunizâde’de içi<br />

kitap dolu eski bir konak, Kitaplı Kahve adıyla hizmet veriyor.<br />

Bu meyanda, Beyolu’nun birer kültür mekânına dönüşen<br />

ünlü pastaneleri de kabuk değiştirerek kazanç yerleri<br />

haline döndü. Bey-paşa konakları kalmadı. Sahhaflar Çarşısı<br />

da geldiğimiz bu noktanın hazin akıbetinden, kişisel çıkarın<br />

kör kazmasından kendini kurtaramadı, Çarşı’da artık Naima<br />

Tarihi satılmıyor. Bu cins kitaplar nadir eserler olarak müzayede<br />

salonlarında açık artırma ile alıcı buluyor. Günümüzün<br />

Sahhaflar Çarşısı’ndaki dükkânlarda, daha çok üniversite test<br />

kitapları ile turistlere hitap eden objeler var. İktisat okuyan ve<br />

okutan bir insan olarak kişisel çıkarın işlevini reddetmiyorum.<br />

Çıkar esaslı iktisadi faaliyetler hayatın mühim bir parçası. Bu<br />

doğru, fakat, kitap alıp satmak herhangi bir iktisadi meta<br />

satmak gibi bir faaliyet değildir. İnsan, kitap satarken de alırken<br />

de kitaptan lezzet almalı. Kitabın içinde başka şeyler var.<br />

İnsanla Allah arasındaki bağlantının kitap olduğu düşüncesindeyim.<br />

Batılılar bu işin neresindeler onu kestiremiyorum.<br />

A. Süheyl Ünver<br />

33


MARMARA<br />

KIRAATHANESİ<br />

VE MÜDAVİMLERİ<br />

Dr. Sakin ÖNER<br />

Yazar<br />

“<br />

Marmara Kıraathanesi’nin efsunlu<br />

bir havası vardı. Bir müddet sonra<br />

hayatınızın ayrılmaz bir parçası<br />

oluyordu ve her gün oraya<br />

uğramadan edemiyordunuz.<br />

Onun bu çekiciliği entelektüel<br />

atmosferinden kaynaklanıyordu.<br />

Buranın müdavimlerine “marmaratör”<br />

deniyordu. Bu sıfatı bulanlar, biraz da<br />

1961 Anayasası ile siyasi hayatımıza<br />

giren “senatör” kelimesinden<br />

esinlenmişlerdi. Herkes bu sıfattan çok<br />

memnundu, bu sıfatı almak sanki o<br />

kişilere bir kariyer kazandırıyordu.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER<br />

Bugünkü kahveler, kafeler, dünün kıraathaneleriydi fakat<br />

kıraathaneler, bugünkü muadilleri gibi, sadece çay kahve<br />

içme, oyun oynama, magazin ve spor sohbetlerinin yapıldığı<br />

mekânlar değildi.<br />

Buralarda kitap ve gazete okunur, fikir ve sanat sohbetleri<br />

yapılır, memleket meseleleri tartışılırdı. Bazı zamanlarda<br />

halk ozanları konserler verir, ramazanlarda meddahlar kıssalar<br />

anlatır, taklitler yapardı. Oraların müdavimleri hem<br />

dinlenir, hem eşiyle dostuyla görüşür, hem de bir şeyler<br />

öğrenmiş olurdu.<br />

Özellikle bu tarz çok işlevli kıraathaneler şehir merkezlerinde<br />

bulunurdu. Geçmişte İstanbul’da bu tarz kıraathanelerin<br />

sayısı çoktu. Bunların en meşhurlarından biri de,<br />

İstanbul’daki Marmara Kıraathanesi idi. Beyazıt Camii’nin<br />

karşısında Yeniçeriler Caddesi üzerinde Marmara Oteli,<br />

Marmara Sineması, Yümni Pastanesi ve İstanbul Üniversitesi<br />

Talebe Birliği kompleksinin içinde yer alan bu kıraathanenin<br />

yanında Küllük Çay Bahçesi vardı. 1955 yılında yapılan<br />

meydan düzenlemesine kadar Beyazıt Meydanı’nda<br />

ise Küllük Kıraathanesi varmış. Küllük, zamanın şair, yazar,<br />

gazeteci ve sanatçılarının toplandığı bir mekânmış. Küllük<br />

bu işlevini ve müdavimlerini 1958 yılında açılan Marmara<br />

Kıraathanesi’ne devretmiş. Ben İstanbul’a 1965 yılında<br />

üniversite tahsili için geldim, birkaç ay sonra da Babıali’de<br />

Sabah gazetesinde muhabir olarak çalışmaya başladım.<br />

İstanbul’da ilk tanıştığım mekânlardan biri Marmara Kıraathanesi<br />

oldu. Müdavimlerin kışlık mekânı Marmara Kıraathanesi,<br />

yazlık mekânı ise Küllük Çay Bahçesi’ydi.<br />

Marmara Kıraathanesi’nin efsunlu bir havası vardı. Bir<br />

müddet sonra hayatınızın ayrılmaz bir parçası oluyordu<br />

ve her gün oraya uğramadan edemiyordunuz. Onun bu<br />

çekiciliği entelektüel atmosferinden kaynaklanıyordu.<br />

Buranın müdavimlerine “marmaratör” deniyordu. Bu sıfatı<br />

bulanlar, biraz da 1961 Anayasası ile siyasi hayatımıza<br />

giren “senatör” kelimesinden esinlenmişlerdi. Herkes bu<br />

sıfattan çok memnundu, bu sıfatı almak sanki o kişilere bir<br />

kariyer kazandırıyordu.<br />

Marmara Kıraathanesi’nin girişindeki bir bölüm, Marmara<br />

müdavimleri için ayrılmış, onlar için özel bir mekân oluşturulmuştu.<br />

Marmaratör gruplarının neredeyse masaları<br />

bile belliydi. Kimi hangi köşede, hangi masada bulacağınızı<br />

bilirdiniz. Herkes bu yerleşimi benimsemişti ve herkes<br />

birbirinin yerine saygı gösterirlerdi. Kimse de bu masalara<br />

rastgele oturamazdı. Masanın kıdemli marmaratörlerinin<br />

zımni onayını alanlar, bu masalara önce dinleyici sıfatıyla<br />

katılırlardı. Gençler ya büyüklerin konuşmalarını tamamen<br />

dinler, bazen izin alarak merak ettikleri bazı soruları sorabilirlerdi.<br />

Marmara Kıraathanesi’nin kendine has bir âdabı<br />

vardı.<br />

Marmara Kıraathanesi, son derece temiz, nezih ve düzenliydi.<br />

Burada çalışan garsonların, Marmaratörlerle ilişkileri<br />

de son derece düzeyliydi. Garsonlar da onların diğer<br />

müşterilerden farklı olduğunu görürdü. Bir kısmı orada<br />

yapılan sohbetleri dinleyerek kendilerini geliştirmişlerdi.<br />

Marmaratörleri öyle tanırlardı ki; kimin ne içtiğini, nasıl<br />

çay veya kahve içtiklerini, içilen çayların paralarını kimin<br />

ödeyeceğini, kimin ödeyemeyecek durumda olduğunu<br />

önceden bilirlerdi.<br />

Beyazıt Meydanı<br />

36


MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Erol Güngör Muzaffer Ozak Hilmi Oflaz Ziya Nur Aksun Osman Akkuşak<br />

Marmaratörlerin Profili<br />

Küllük ve Marmara Kıraathanesi’nin her sınıftan ve meslek<br />

grubundan müdavimleri vardı. 40’lı, 50’li yıllardaki<br />

Küllük’e daha çok zamanın ünlü şair, yazar, gazeteci ve<br />

akademisyenleri devam ederlermiş. 60’lı yıllarda bunlara<br />

siyasetçiler, fikir adamları, kanaat önderleri, bürokratlar,<br />

her meslekten halk filozofları, gençlik liderleri eklenmişti.<br />

Ayrıca, şoför, kitapçı, esnaf, avukat ve doktor gibi, çeşitli<br />

serbest meslek mensubu da bu entelektüel kadronun dinleyicileri<br />

arasında yer alırdı. Amma bunların ortak özelliği,<br />

kendini milli ve manevi meselelerde yetiştirmiş, ülke ve<br />

dünya aktüalitesini takip eden “ârifler” kategorisine mensup<br />

olmalarıydı. Bir kısmı “çarıklı erkanıharp” denilecek<br />

nitelikteydi.<br />

Marmara Kıraathanesi, beyin fırtınası yapılan bir “düşünce<br />

merkezi”, kültür, sanat ve fikir sohbetlerinin yapıldığı<br />

bir “kültür merkezi”, iç ve dış siyasetin konuşulduğu, hükümetlerin<br />

yıkıldığı ve kurulduğu, ihtilallerin yapıldığı bir<br />

“siyaset arenası” idi.<br />

Bu kıraathaneye gelenler, normal bir kıraathaneye uğrayan<br />

insanlar gibi değillerdi. Çoğu kendi alanında uzman,<br />

Sahaflar Çarşısı<br />

okuryazar münevver insanlardı.<br />

Marmara kıraathanesine, sağ,<br />

sol her gruptan farklı görüşte insanlar<br />

gelirlerdi. Ortak özellikleri,<br />

hepsinin vatansever, milliyetçi<br />

ve inançlı olmalarıydı. Bunlar,<br />

burada fikir münazaraları, çeşitli<br />

konularda sohbetler ve tartışmalar<br />

yaparlardı. Marmara Kıraathanesi’nin<br />

diğer müdavimleri<br />

de, bu konuşma ve tartışmaları<br />

dikkat ve heyecanla dinlerler,<br />

bir kelimesini bile kaçırmamaya<br />

çalışırlardı. Her ne kadar, bu tartışma<br />

ve sohbetlerde her fikre<br />

müsaade edilse de, ateizm, sosyalizm<br />

ve komünizme pek hoş<br />

bakılmaz, bu akımlara karşı bir<br />

duruş sergilenirdi.<br />

Muhittin Nalbantoğlu<br />

Ahmet Güner Elgin<br />

Marmara Kıraathanesi’nin entelektüel<br />

atmosferini besleyen<br />

üç kaynak vardı: 1. Üniversite,<br />

çalışan veya emekli üniversite<br />

Mümin Çevik<br />

hocalarının çoğunun bu semte<br />

yakın oturmaları. 2. Cağaloğlu’ndaki<br />

gazete ve yayınevleri, gazetecilerin ve yayıncıların<br />

sık sık buraya uğramaları. 3. Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı<br />

ve Beyazsaray İş Merkezi’ndeki tamamı dini ve milli kitap<br />

yayınlanan yayınevlerinin bulunduğu Kitapçılar Çarşısı.<br />

Marmaratörlerin meşguliyet alanları ve iş yerlerini incelediğimizde<br />

bunu açıkça görebiliriz.<br />

Önde Gelen Marmaratörler<br />

Marmara Kıraathanesi’nin 60’lı yılların sonu ve 70’li yılların<br />

başındaki hatırladığım başlıca müdavimleri şunlardı:<br />

Akademisyenler: Osman Turan, İzzettin Şadan, Nuri Karahöyüklü,<br />

İbrahim Kafesoğlu, Prof. Saip Ragıp Atademir,<br />

Asaf Ataseven, Faruk Kadri Timurtaş, Nuri Mugan, Ahmet<br />

Nuri Yüksel, Erol Güngör, Mehmet Genç, Mehmet Çavuşoğlu,<br />

Nevzat Yalçıntaş, Mustafa Erkal, Emin Işık (İlahiyatçı),<br />

Alev Arık, İsmail Erünsal<br />

37


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER<br />

Şair, yazar, fikir ve sanat adamları: Üstad Necip Fazıl<br />

Kısakürek, Nihal Atsız, Nurettin Topçu, Ahmet Kabaklı, Galip<br />

Erdem, Ziya Nur Aksun, İsmet Zeki Eyüboğlu (Zebanî),<br />

Sezai Karakoç, Arif Nihat Asya, A. Rahim Balcıoğlu, Tarık<br />

Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Durali Yılmaz, Kadir<br />

Mısıroğlu<br />

Politikacılar: İlhan Egemen Darendelioğlu (Komünizmle<br />

Mücadele Derneği Genel Başkanı, komünist militanlarca<br />

şehit edildi), Dündar Taser (Milli Birlik Komitesi üyesi,<br />

14’lerden), Osman Yüksel Serdengecti, Zeki Efeoğlu, Şadi<br />

Pehlivanoğlu, Hasan Korkmazcan, İhsan Toksarı (Vaiz),<br />

eski CHP Van Senatörü ve ünlü Çerkesköy Savcısı Mehmet<br />

Feyyat, Vehbi Sınmaz, Sadık Batumlu, İsmail Dayı<br />

Bilge kişiler: Fethi Gemuhluoğlu, Hacı Muzaffer Ozak<br />

(Sahaflar Şeyhi), Ziya Uygur (tarihçi, Siyonist Protokolları<br />

kitabının yazarı), Ali İhsan Yurt Hoca (Ayaklı Kütüphane),<br />

Muhittin Nalbantoğlu (Bibliyografya Arşivi)<br />

Farklı meslek sanat erbabından<br />

oluşan marmaratörler, Osmanlı’dan<br />

kalan sohbet geleneğin de son<br />

temsilcilerindendi.<br />

Gazeteciler ve yayıncılar: Ahmet Güner Elgin, Ahmet<br />

Karabacak (Milli Hareket Dergisi sahibi), Ergun Göze, Üstün<br />

İnanç, İrfan Derman, Yücel Hacaloğlu, İsmail Özdoğan<br />

(Enderun Kitabevi), Mehmet Şevket Eygi (Bugün gazetesi),<br />

Osman Akkuşak, Nazif Okumuş, Zeyyat Nemli, Agah Güçlü,<br />

Şaban Gülbahar, Mümin Çevik (Üçdal Neşriyat), Yalçın<br />

Toker (Toker Yayınevi), Ali Hatipoğlu, İsmail Özen, Sinan<br />

Yıldız (Sinan Kitabevi), Ramazan Yıldız, İsmail Ünalmış<br />

(Akçağ Kitabevi), Ali Osman Babür (Dede Korkut Yayınları),<br />

Ahmet Tekin, Ahmet Semiz (Tohum dergisi)<br />

Bürokratlar: Hilmi Şener (Eski Darülaceze Müdürü), Mehmet<br />

Pomak, Kaymakam Melih Yuluğ<br />

Avukatlar: Erol Bey (Paşazade Erol), Nazım Durmuşoğlu,<br />

Necip Kunt, İsmet Karaoğlu, Halil Rışvanoğlu, Kâmil Öztürk,<br />

Bedrettin Ayrancıoğlu, Tuğrul Önder, Uğur Kökden,<br />

Hasan Bey (Le Monde Hasan Bey), Cavit Kalpaklıoğlu<br />

Doktorlar: Dr. Cevat Doğan, Dr. Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu,<br />

Dişçi Turan Bey<br />

Sendikacı: Ahmet Muşlu (Baba)<br />

İş adamı: Yurdakul Dağoğlu<br />

Noter: Macit Bakkaloğlu<br />

Necip Fazıl<br />

Gençlik liderleri ve genç aydınlar: Rasim Cinisli (MTTB<br />

Başkanı), Nevzat Kösoğlu, Ufuk Şehri (İstanbul Üniversitesi<br />

Talebe Birliği Başkanı), Mehmet Niyazi Özdemir, Özer<br />

Revanoğlu, Soner Karaman (TMSF Başkanı), Faruk Yücel,<br />

Erol Kılınç, Sakin Öner, Mustafa Ok (Komando Mustafa),<br />

Mustafa Lütfi Demirhan (Anarşist Mustafa), Niyazi Adıgüzel,<br />

Abdurrahman Çelik, Kubilay İmer, Özkan İbar, Paşa<br />

Güven, Cahit Atasoy, Gündoğdu Serhatlıoğlu, Abdülkadir<br />

Sezgin, Yılmaz Yalçıner, Ömer Aksu, Yusuf İmamoğlu (ilk<br />

ülkücü şehitlerden), Arif Özkök, Fethi Erhan (Sarı Fethi),<br />

Nezih Saruhanlıoğlu, Ahmet Yücel (Zaptiye Ahmet), Muzaffer<br />

Zorlu, Tuncer ve Dinçer Enginertanhan, Ertuğrul<br />

Düzdağ, Yener Oyman, İmdat Akmermer, Aytekin Yıldırım,<br />

Ergün Yıldırım, Reşat (THY’de görevli), Mehmet Çapar, Ali<br />

Karcı, İlhan Kuşçu<br />

Halk filozofları: Kamil Tuncer (Şoför Kamil), Belediyeci<br />

Zeki Bey (Köse Zeki), Bahri Yüzlüer (Bankacı, ülkücü<br />

marşların ilk bestekarı), Cemal Hatipoğlu (Filozof Cemal),<br />

Mehmet Özsoy (DAS Mehmet), Şaban Kırboz (Yahudi<br />

mütehassısı), Hilmi Oflaz (Necip Fazıl’ın mutemet adamı),<br />

Meteorolog Refik Bey (Teşkilat Refik), Reşat Hoca (Tarsuslu),<br />

Ahmet Öztürk (Papaz Ahmet-Çarşıkapı Camii imamı).<br />

Marmaratörlerin adını yazarken herhangi bir sıra takip etmedik.<br />

Çünkü, Marmaratörler arasında herhangi bir protokol,<br />

hiyerarşi, sıralama veya öncelik yoktu.<br />

Marmaratörler ve Siyaset<br />

Nurettin Topçu<br />

Ali İhsan Yurt<br />

Ayrıca marmaratörlerin arasına sızmış Siyasi Şube’nin sivil<br />

polisleri de Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerdendi.<br />

Onlar da netameli konuşmaları not alır, Şubelerine rapor<br />

ederlerdi. "İlmi siyaset" bilen marmaratörler, onları tanır,<br />

yanlarında ona göre konuşurlardı. Fakat "ilmi siyaset"<br />

bilmeyen marmaratörlerden biri, 27 Mayıs İhtilali’nin o<br />

sıkıntılı günlerinde bir gün çevresindekilere, Yassıada’da<br />

yargılanan Adnan Menderes ve arkadaşlarını düşünerek<br />

“Ah! Şöyle bir imkânımız olsa da, Yassıada’ya bir tünel kazsak”<br />

diyor. Bu konuşmayı ciddiye alan bir sivil polis memurunun<br />

raporu üzerine o kişi hapse atılıyor ve uzun süre<br />

hapiste kalıyor.<br />

Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerinin fikri profilini<br />

incelediğimizde, tamamına yakının sağ görüşlü aydın ve<br />

entelektüeller olduğunu görüyoruz. Aralarında çok az sa-<br />

38


MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

yıda da olsa ılımlı CHP’liler de vardı. Ahmet Güner Elgin’in<br />

ifadesiyle “Marmara Kıraathanesi, 27 Mayıs 1960 sonrasının<br />

karanlık günlerinde âdeta bir millî muhalefet merkezi<br />

gibi siyasi ve entelektüel tartışmalara, haberleşme ve sohbetlere<br />

vesile olmuştu. Marmara Kıraathanesi bir sığınma<br />

yeriydi. Ümit arama, başta siyasi, her türlü karamsarlığa<br />

karşı bir arınma, bir manevî güçlenme üssüydü”.<br />

O günlerde 27 Mayıs 1960 İhtilalinden sonra 1961 Anayasası’nın<br />

aşırı özgürlükçü yapısının da etkisi ile ülkede bir<br />

sosyalizm rüzgârı esiyordu. Aydınların bir kısmı ve üniversite<br />

gençliğinin çoğu bu rüzgârın etkisiyle sosyalizme yönelmişti.<br />

O tarihlerde Alparslan Türkeş, 1965 yılında Cumhuriyetçi<br />

Köylü Millet Partisi (CKMP) Genel Başkanı olmuş<br />

ve böylece ilk defa Türk milliyetçiliği fikrini siyasi arenaya<br />

taşımıştı. Bu durum, o tarihe kadar Adalet Partisi’ni destekleyen<br />

ve sosyalizme karşı olan milliyetçi gençliğin büyük<br />

çoğunluğunun MHP saflarında toplanmasına yol açtı.<br />

O tarihe kadar marmaratörlerin arasında “milliyetçi, Türkçü,<br />

İslamcı, muhafazakar ve dindar” veya “A-B-C Partili”<br />

ayrışması yoktu. 1965’te Türkeş’in CKMP Genel Başkanı<br />

olmasından sonra AP-CKMP ayrışması başladı. 1967’de<br />

Milli Mücadele Birliği sancakları kurulunca sağ aydınların<br />

bir kısmı “Mücadeleci” oldu.1968’de Türkiye Odalar ve<br />

Borsalar Birliği Genel Sekreteri Prof. Dr. Necmettin Erbakan<br />

siyasete atılacağının sinyallerini vermesinden sonra,<br />

kendini “İslamcı, muhafazakar ve dindar” olarak tanımlayan<br />

bazı marmaratörler, kendilerini “Erbakancı” olarak<br />

tanımlamaya başladılar. Bunların gençleri de, kendilerini<br />

“Akıncılar” olarak tanımlamaya başladılar. Bu ayrışma<br />

sürecinde bile marmaratörler, birlikte oturma, konuşma,<br />

tartışma ve yaşama kültürlerini sürdürdüler. Tartışmalarını<br />

küskünlüğe ve kırgınlığa yol açacak boyutlara taşımadılar.<br />

Bunda hoşgörüye dayanan tasavvuf kültürünün, İslami<br />

ahlak ve terbiyenin, Türk kültürü ve töresine uyumun,<br />

Münif Fehim'in çizimiyle Sahaflar Çarşısı<br />

39


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

MARMARA KIRAATHANESİ KÜLTÜR MERKEZİ / Dr. Sakin ÖNER<br />

ağabey durumundaki kanaat önderlerinin<br />

sakinleştirici tutumunun büyük<br />

payı vardı.<br />

Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerinin<br />

geniş bir tartışma ve konuşma<br />

portföyü vardı. Osmanlı’dan miras<br />

kalan sohbet geleneğinin son temsilcileri<br />

olan bu her meslekte, insan,<br />

bir araya geldiklerinde; Türk, İslam<br />

ve dünya tarihinden, günlük olaylardan,<br />

Türk ve dünya siyasetinden,<br />

tasavvuf felsefesinden, eğitimden,<br />

ekonomiden, sosyal ve kültürel konulardan<br />

söz ederlerdi. O masalarda<br />

hükümetler kurulur, hükümetler yıkılır,<br />

ihtilaller yapılırdı. Bu çok yönlü ve<br />

renkli sohbetler gece geç vakitlere<br />

kadar devam ederdi. Hatta 1968-<br />

1969 yıllarında Dündar Taşer’in İstanbul’a<br />

geldiği günlerde akşamları<br />

mutlaka Marmara Kıraathanesi’ne<br />

giderdi. Orada Ziya Nur Aksun ve<br />

Hacı Muzaffer Ozak’la bir araya gelirler<br />

ve sabaha kadar çeşitli konularda<br />

sabahlara kadar sohbet ederlerdi.<br />

Biz gençler de, onların sundukları<br />

kültür ziyafetinden azami istifadeye<br />

çalışırdık, vaktin nasıl geçtiğini anlamazdık.<br />

Sabah ezanı okunduğunda<br />

Erol Kılınç ve İlhan Kuşçu’yla Dündar<br />

Ağabeyi alıp Cağaloğlu’nda kaldığı<br />

Sipahi Palas Oteli’ne bıraktığımızı<br />

çok hatırlarım.<br />

Marmara Kıraathanesi, beyin fırtınası<br />

yapılan bir ‘düşünce merkezi’,<br />

kültür, sanat ve fikir sohbetlerinin<br />

yapıldığı bir ‘kültür merkezi’, iç ve<br />

dış siyasetin konuşulduğu, hükümetlerin<br />

yıkıldığı ve kurulduğu,<br />

ihtilallerin yapıldığı bir ‘siyaset<br />

arenası’ idi. Marmara Kıraathanesi,<br />

marmaratörleri ile en yoğun günlerini<br />

1958-1972 yılları arasında yaşadı.<br />

Önce 1970’li yılların kanlı sağ-sol<br />

çatışmalarının oluşturduğu ürkütücü<br />

anarşi ortamı, ardından 1980’li yılların<br />

ranta yönelik ekonomik düzenin<br />

öne çıkması, Marmaratörlerin Marmara<br />

Kıraathanesi ve Küllük’ten elini<br />

eteğini çekmesine sebep oldu. Oralar<br />

yıkılarak tamamen bir iş merkezi<br />

haline getirildi.<br />

Yakın geçmişimizin bir döneminde<br />

bir kültür merkezi işlevi üstlenen ve<br />

yüzlerce gencin kültür dünyasına<br />

büyük katkılar sağlayan Marmara Kıraathanesi<br />

ve Küllük gibi mekânların<br />

tarih olması gerçekten üzüntü verici<br />

bir durum. Bu mekânların gelecek<br />

nesillere tanıtılmasının hem vefa<br />

duygusunun bir gereği olduğunu,<br />

hem de ileride yeniden bu tür kültür<br />

mekânlarının oluşumuna katkıda bulunacağını<br />

düşünüyorum.<br />

40


Bir kuyumcu ustalığıyla, çay lizlerinin<br />

altın değerindeki en üst yapraklarından<br />

özel olarak harmanlandı.


EDEBİYATÇILARIN VE<br />

GAZETECİLERİN<br />

BULUŞTUKLARI<br />

MEKÂNLAR<br />

Erdem YÜCEL<br />

Arkeolog, Sanat Tarihçisi<br />

“<br />

Bazen geçmişe dalıyor, bir zamanların<br />

ünlü edebiyatçıları nerelerde buluşur,<br />

nerelerde edebi sohbetler ederlerdi<br />

diye kendimce düşünüyorum.<br />

Bazılarını yakından tanıma şansını<br />

yakalamış, bazılarını da yazı<br />

ustalarımdan dinlemiş, onlarla ilgili<br />

yazılanları okumuştum.<br />

O günlerin güçlü kalemleri çoğunlukla<br />

Cağaloğlu’nda, Beyoğlu’nda bir araya<br />

gelmişlerdi. Eskinin köhneleşmiş<br />

basımevlerine girdiğinizde; benim de<br />

çok sevdiğim kâğıt kokularını solur,<br />

rotatiflerin melodileri andıran seslerini<br />

duyardınız. Günümüzde ismi Ankara<br />

Caddesi olan Babıâli Yokuşu’nu<br />

tırmanırken tanınmış edebiyatçılar,<br />

gazeteciler ile karşılaşırdınız...<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />

Valilik binası, Babıali Yokuşu<br />

Zamanın acımasızlığını ve bir o kadar<br />

da süratle akıp gittiğini söylemeye<br />

gerek yok. Çok yakın sandığınız<br />

olaylara bakıyorsunuz; geçmiş yılların<br />

ötesinde kalmış. Bazen üzülüyor,<br />

bazen de biriktirdiğiniz o güzel<br />

anılar belleğinizden silinmediği için<br />

seviniyorsunuz. Geride yalnızca hoş<br />

bir sedadan başka bir şey kalmamış.<br />

Gideni geri getirmek nasıl mümkün<br />

değilse, yitirdiğimiz zaman da bir<br />

daha geri gelmiyor. Yapmanız gerekenleri<br />

ya zamanında yapacaksınız<br />

ya da yaşamadım diye hayıflanmayacaksınız…<br />

Bazen geçmişe dalıyor, bir zamanların<br />

ünlü edebiyatçıları nerelerde<br />

buluşur, nerelerde edebi sohbetler<br />

ederlerdi diye kendimce düşünüyorum.<br />

Bazılarını yakından tanıma<br />

şansını yakalamış, bazılarını da yazı<br />

ustalarımdan dinlemiş, onlarla ilgili<br />

yazılanları okumuştum. O günlerin<br />

güçlü kalemleri çoğunlukla Cağaloğlu’nda,<br />

Beyoğlu’nda bir araya gelmişlerdi.<br />

Henüz doğa katledilmemiş,<br />

gökdelenler dikilmemiş, bugünkü<br />

gelişmiş teknolojiler yoktu; ama edebi<br />

yönü ağırlıklı yazılar vardı. Eskinin<br />

köhneleşmiş basımevlerine girdiğinizde;<br />

benim de çok sevdiğim kâğıt<br />

kokularını solur, rotatiflerin melodileri<br />

andıran seslerini duyardınız. Günümüzde<br />

ismi Ankara Caddesi olan<br />

Babıâli Yokuşu’nu tırmanırken tanınmış<br />

edebiyatçılar, gazeteciler ile karşılaşırdınız…<br />

Geçmişte ülkemiz edebiyatçı ve gazetecilerinin<br />

sohbetlerini, birlikte<br />

oldukları mekânları basındaki ustalarımdan<br />

öğrenmiştim. Batı dünyasında<br />

yazarların anılarını içeren çok<br />

sayıda edebi kitaplar vardır. Oysa<br />

bizim ülkemizde edebiyatçılara hak<br />

ettikleri değer verilmemiş, çoğu<br />

ölümlerinden sonra kıymete binmiştir.<br />

Nedense bizim yazarlarımız; tevazudan<br />

olacak kendileriyle ilgili şeyleri<br />

yazmaktan hep kaçınmışlardır. Abdülhak<br />

Hâmid’i, Tevfik Fikret’i, Cenap<br />

Şahabettin’i, Halit Ziya Uşaklıgil’i,<br />

Hüseyin Cahit’i, Yusuf Ziya Ortaç’ı,<br />

Süleyman Nazif’i, Rıza Tevfik Bölükbaşı’nı,<br />

Mehmet Akif Ersoy’u, Celâl<br />

Sahir’i, Abdullah Cevdet’i, Mithat<br />

Cemal Kuntay’ı, Ahmet Haşim’i, Emin<br />

Bülent’i, Ziya Gökalp’ı, Mehmet Emin<br />

Yurdakul’u, Ömer Seyfettin’i, Enis Behiç’i,<br />

Yahya Kemal’i, Ercüment Ekrem<br />

Talu’yu, İbrahim Alâeddin Gövsa’yı,<br />

Halil Nihat Boztepe’yi, Reşat Nuri<br />

Güntekin’i, Mahmut Yesari’yi, İbnül<br />

Emin Mahmut Kemal’i ve Peyami<br />

Safa’yı konu alan birçok yazı dışında<br />

yaşamlarını, sohbetlerini, buluştukları<br />

yerleri; Reşad Ekrem Koçu, Cemal<br />

Kutay, Niyazi Ahmet Banoğlu, Elif<br />

Naci gibi yazın ustalarından öğrenmiştim.<br />

Basına ilk adımımı attığım yıllarda<br />

Ahmet Emin Yalman’ı, Yaşar Kemal’i,<br />

Nail Tirali’yi, Cemal Kutay’ı, Reşad<br />

Ekrem Koçu’yu, Oktay Akbal’ı, Oktay<br />

Burtböke’yi, Elif Naci’yi, Çelik Gülersoy’u,<br />

Ahmet Kabaklı’yı, İbrahim<br />

Hakkı Konyalı’yı, Niyazi Ahmet Banoğlu’nu,<br />

Recep Ekicigil’i ve Orhan<br />

Duru’yu tanıma şansına erişmiştim.<br />

44


EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Eski yazı ustaları<br />

Bir zamanların ünlü yazarlarından<br />

Abdullah Cevdet’in, bugün her nasılsa<br />

ayakta kalabilmiş, Cağaloğlu’nda<br />

üç buçuk katlı İçtihat Evi isimli<br />

bir apartmanı vardı. O zamanlar yayınladığı<br />

“İçtihat” isimli dergisinden<br />

ötürü ismini verdiği evinde tanınmış<br />

yazarlar edebiyatçılar buluşurlarmış.<br />

Çarşamba çayları ismi yakıştırılan<br />

bu toplantılarda o günlerin tanınmış<br />

edebiyatçıları, gazetecileri bir araya<br />

gelirmiş. Edebiyat, felsefe ve sanat<br />

konularının ağırlıklı olduğu sohbet<br />

günlerinde İçtihat Evi’nin özel salonunda<br />

rahat koltuklar ve sedirlerde<br />

misafirler ağırlanırmış. Salonun duvarları<br />

kitap raflarıyla kaplanmış, üzerlerinde<br />

dönemin tanınmış yazarlarının<br />

fotoğraflarına yer verilmişti.<br />

Bana anlatılanlara ve okuduklarıma<br />

göre Ahmet Cevdet doktorluğunun<br />

yanı sıra bilgi dolu insancıl bir kişiymiş.<br />

Ancak son derece cimri biri olduğu<br />

söylenirmiş. Nitekim Birinci Dünya Savaşı<br />

sırasındaki Çarşamba toplantılarında<br />

çaylar şeker yerine kuru üzümle<br />

içilirmiş!.. Oysa bu durum şekerin piyasada<br />

bulunmayışından değil okkasının<br />

üç lira olmasından kaynaklanıyormuş…<br />

Ahmet Cevdet ile ilgili pek çok anı vardır.<br />

Bir gün; “Vatanın öksüzüyüm. Öksüzlerin<br />

gözüyüm” diye başlayan bir<br />

yazı yazmış. O günlerde hurufatı düzenleyen<br />

mürettipler farkında olmadan<br />

öksüzün ‘s’lerini düşürünce yazı “Vatanın<br />

öküzüyüm. Öküzlerin gözüyüm”<br />

şeklini almış.<br />

Bu olay o günlerde çok konuşulmuş ve<br />

üstat epey alay konusu olmuş.<br />

Edebiyatımızın dâhilerinden sayılan<br />

Abdülhak Hâmid dostlarını ve bazı misafirlerini<br />

Teşvikiye’deki evinde kabul<br />

eder; edebi sohbetlerini orada sürdürürmüş.<br />

Bazen de Serkldoryan’da arkadaşlarıyla<br />

buluşurmuş…<br />

45


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />

Abdullah Efendi Lokantası<br />

Süleyman Nazif yaşamının sonlarına<br />

doğru Divanyolu’nda Şûle isimli batı<br />

görünümlü meyhaneye gelir, orada<br />

dostlarıyla siyaset ve edebiyat ağırlıklı<br />

sohbetler yaparmış. Abdülhak<br />

Hâmid, Süleyman Nazif, Halil Nihat,<br />

Hamamizâde İhsan, Enis Behiç ve<br />

Fuat Köprülü bu meyhanenin müdavimleri<br />

arasındaymış…<br />

Osmanlı’nın son dönemlerinde Bağdat,<br />

Basra ve Trabzon vilayetlerinde<br />

valilik yapmış olan Süleyman Nazif’in<br />

öldüğünde yelek cebinde yalnızca<br />

üç nikel kuruş çıktığı söylenmiştir.<br />

Arkadaşları sigara alacak parası olmadığından<br />

tütün sarmalı sigarayı<br />

bıraktığını söylemişlerdi. Kardeşi Faik<br />

Ali mezar taşına onun için; “Şimşek<br />

mürekkep olmalıdır, yıldırım kalem /<br />

Tahrir için kitabe-i seng-i mezârını!”<br />

dizelerini yazmıştır.<br />

Celal Sahir, Sultanahmet’te Toprak<br />

sokaktaki evinde dostlarıyla toplanmayı<br />

adet edinenlerdenmiş. Edebi<br />

sohbetler bazen uzadığında misafirleri<br />

onun evinde yatmak zorunda<br />

kalırlarmış. İttihat ve Terakki’nin<br />

çöktüğü günlerde “ben ittihatçıyım”<br />

diyebilecek kadar cesur bir kişiliğe<br />

sahip olduğu söylenirmiş. Ahmet<br />

Ağaoğlu anılarında onun için “Malta’da<br />

esir olduğum günlerde, yalnızca<br />

Celal Sahir’den mektup aldığını”<br />

yazarak cesaretini övmüştür. Gece<br />

gündüz beraber oldukları dostları,<br />

korkudan bir anda yok olmuşlar!<br />

Bir zamanların ünlü yazarı Mithat Cemal<br />

Kuntay da dostlarını Mısır Apartmanı’ndaki<br />

dairesinde kabul ederek<br />

edebi sohbetlerini sürdürmüştür.<br />

Abdullah Cevdet ile Süleyman Nazif<br />

onun dost toplantılarının müdavimleri<br />

arasındaymış. Onların dışında bazen<br />

Halil Nihat Boztepe’nin evinde,<br />

Abdullah Efendi Lokantası’nda, akşamüstleri<br />

de Lebon’da, Büyükada’da<br />

Anadolu Kulübü’nde dostlarıyla buluşurmuş.<br />

Yaşamının sonlarına doğru<br />

başına hiç kimsenin beklemediği bir<br />

olay başına gelmiş ve bir kadına âşık<br />

olmuştur. Kim olduğu bilinmeyen bu<br />

kadın için şu şiiri yazmıştır:<br />

O Kadına<br />

Kendi aşkımda ben vefâ ararım,<br />

Bana siz verdiniz o hârikayı.<br />

Uçurumsuz bir irtifa aradım,<br />

Sizde buldum bugün o şâhikayı.<br />

İstemem vuslatın hakikatini,<br />

Yetişir vuslatın hayali bana.<br />

Bahtiyar olmak istemem, yetişir<br />

Bahtiyar olmak ihtimali bana.<br />

Ömrümün günleriyle birliktir<br />

Gecelerden uzun tahayyülünüz,<br />

Talimi gülmemişse kendi bilir,<br />

Bana âlemde sade siz gülünüz.<br />

Ne gariptir ki; kadın da ona âşıkmış.<br />

Evlenememelerinin nedenini yalnızca<br />

Yusuf Ziya Ortaç’a anlatmıştır:<br />

“Almam Yusuf Ziyacığım, almam…<br />

Kadın zengin, ben züğürdüm. Parası<br />

için aldı derler…”<br />

Mithat Cemal Fransızcayı kendi kendine<br />

öğrenebilmeyi başarmıştı. Son<br />

derece zengin kütüphanesinde ise<br />

okumadığı kitabı yokmuş. Kitaplarının<br />

kenarlarına, derkenar denilen<br />

notlar yazmayı adet edinmişti. Edebi<br />

yöndeki ününe rağmen birçok yazar<br />

gibi o da güzel ama hep parasız bir<br />

yaşam sürdürmüştür.<br />

Maçka’daki apartmanına dostlarını<br />

davet eder onlarla edebi sohbetler<br />

yapardı. Kışın Abdullah Efendi Lokantası’nda,<br />

yaz aylarında da Büyükada<br />

Anadolu Kulübü bahçesinde<br />

onlarla buluşurdu. Öldüğü son gece<br />

on yıldır kapısını açmadığı ölmüş eşinin<br />

odasında yatmış ve orada yaşama<br />

veda etmiştir.<br />

Mezar taşını ise ölmeden çok önce<br />

yazmıştı: “Yolcu. Burada bir karı koca<br />

yatıyor. İkisine bir Fatiha yeter.”<br />

Misak Balamutoğlu tarafından işletilen Zaman Kütüphanesi’ne ait evrak<br />

Türk hikâyeciliğinde yeni bir çağ<br />

başlatan Ömer Seyfeddin, Babıâli<br />

Yokuşu'nda Zaman Kütüphanesi’nin<br />

sahibi Misak Efendi’ye sıkça uğrar,<br />

yazdığı hikâyeleri ayrı zarflar içerisi-<br />

46


EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

ne koyar, üzerlerine isimlerini yazıp<br />

bırakırmış. Hikâye isteyen gazete ve<br />

dergi sahipleri Misak Efendi’ye giderek<br />

zarflardaki hikâyelerden birini<br />

seçerek yayınlarlarmış.<br />

Ömer Seyfettin’in dostları ve onlarla<br />

nerede buluştuğu konusunda<br />

kaynaklarda yeterli bir bilgiye rastlanmamıştır.<br />

Yalnız yaşadığı sanılan,<br />

Süleymaniye Kütüphanesi’nde küçük<br />

bir görevi olan yazar, ardında dokuz<br />

cilt hikâye bırakmıştır. Henüz 36 yaşındayken<br />

hastalanmış ve hastalığına<br />

teşhis konulamadan ölmüştür. Büyük<br />

olasılıkla şeker hastalığından mustarip<br />

olan yazarın son günleri yokluk<br />

içerisinde geçmiş, yakınları da olmadığından<br />

cesedi ne yazık ki, kadavra<br />

yapılmıştır.<br />

Geçen yüzyılın ünlü yazarlarından<br />

Mahmut Yesari ile sohbet etmek<br />

isteyenler, İstanbul Vilayeti’nin yanındaki<br />

İlhami Safa’nın matbaasına<br />

giderek kendisiyle orada görüşürlermiş.<br />

Kırmızı aşı boyalı bu konağın<br />

üst katında “Nedim” isimli edebi bir<br />

dergi yayınlanırmış.<br />

Mahmut Yesari çoğunlukla Raşid<br />

Rıza’nın Bizim Lokantası’na giderek<br />

orada Mesut Cemil, Peyami Safa, İbrahim<br />

Çallı, Nurettin Artam ile sohbet<br />

edermiş. Bazen de Osmanzade<br />

Hamdi ile Kılıç Ali de onlara katılırmış.<br />

Kaynaklardan Yesari’nin dostlarıyla<br />

Cağaloğlu’ndaki Meserret Kıraathanesi’nde<br />

tavla oynarken edebi<br />

sohbetler yaptığı öğrenilmiştir.<br />

Yakın tarihte ender yetişen bibliyograf<br />

ve kültür insanlarından birisi<br />

de İbnü’l Emin Mahmut Kemal İnal<br />

idi. Beyazıt Bakırcılar’da en nadide<br />

eski eserlerin olduğu Emin Paşa Konağı’nda<br />

yaşayan İnal, eski Sahaflar<br />

Çarşısı’nın belli başlı müdavimlerinden<br />

birisiymiş. Çarşıya ne zaman<br />

girse sahafların hepsi yerlerinden<br />

kalkarak kendisini selamlarmış. O da<br />

onlardan bazılarına baştan savma bir<br />

el hareketiyle cevap verir, bazılarına<br />

da gülümsermiş. İnal’ın gülümsedikleri<br />

ise bundan büyük onur duyarlarmış.<br />

Mahmut Yesari<br />

İbnü’l Emin Mahmut Kemal’in yaşadığı<br />

konağında ender el yazmalarının<br />

yer aldığı zengin bir kütüphanesi<br />

varmış. Konağının duvarları sülüs,<br />

nesih, talik yazılı levhalarla bezeliymiş.<br />

Böylesine zengin bir ortamda<br />

dostlarını kabul eder, ara sıra da olsa<br />

onlara musiki ziyafetleri sunmaktan<br />

da geri kalmazmış. Konağına gelenleri<br />

başında takkesiyle karşılar, onları<br />

rütbelerine veya unvanlarına göre<br />

oturacakları yerlere kendisi yerleştirirmiş.<br />

Ne var ki, onun dostluğunu<br />

kazanmak da çok kolay değilmiş.<br />

Şair Halil Nihat Boztepe, Prof. Dr.<br />

Mükremin Halil, Mithat Cemal belli<br />

başlı dostları arasındaymış.<br />

Osmanlı tarihinin ünlü kişilerinin doğum<br />

ve ölüm yıllarından başlayarak<br />

kendisine sorulan her soruya doğru<br />

yanıtlar vermesiyle ünlüymüş. İleri<br />

düzeyde mizah ve hiciv gücü olduğu<br />

bilinirmiş. Bir zamanlar huzurunda<br />

iki büklüm eğilen, daha sonra biraz<br />

palazlanınca kendisine meydan okuyan<br />

birine yazdığı taşlaması dilden<br />

dile dolaşmıştır:<br />

“Cehl-ü günâhı bi hesap,<br />

Paspas-ı bâb-ı intisap<br />

Bed çehresinden ismeti<br />

Sünger ile silmiş kasap.”<br />

Abdullah Cevdet, İçtihat Evi’nde<br />

Peyami Safa<br />

Abdullah Cevdet’in cenazesi İçtihat Evi’nden çıkarılırken<br />

47


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />

Tokatlıyan Oteli, İstiklal Caddesi<br />

Kendisini her gün ziyaret eden Filorinalı<br />

Nazım’a da şu kıtayı söylemiştir:<br />

“Bir takım laf ile teşviş-i huzur<br />

Etme ey şair-i bi şi’r-i şuur.<br />

Her dakika bana gelmektense<br />

Yılda bir kendine gelsen ne olur?”<br />

Dostluğunu da düşmanlığını da sağlam<br />

temeller üzerine oturtan ender<br />

insanlardan birisiymiş. Beğendiği kişilere<br />

“Bize hürmeti vardır” demesiyle<br />

de tanınmıştır. Dostluğu çok eskilere<br />

dayanan Mithat Cemal’e bir iftar<br />

sofrasında darılınca ardından şunları<br />

söylemiştir:<br />

“Yıllarca ırz-u namusuna nigehban<br />

olduk. Nân-u nimetimizle perverde<br />

eyledik. Biraderim merhumun mübarek<br />

elleriyle hazırladığı nar ve turunç<br />

şerbetlerini içe içe büyüdü. Gözüne<br />

dizine dursun mel’unun.”<br />

Alerjisi olduğundan peynir yemez,<br />

peynire “sütün veled-i zinası” ismini<br />

yakıştırmıştır.<br />

Yakın tarihimizin ünlü yazarlarından<br />

Peyami Safa, Türk edebiyatını çok iyi<br />

bilenlerin başında gelirdi. O günlerin<br />

fikir ve sanat adamlarının hemen<br />

hepsiyle dostluğu varmış. Ahmet Rasim,<br />

Mahmut Sadık, Yunus Nadi ve<br />

Şekip Tunç onların başında gelirmiş.<br />

İçkiye aşırı derecede düşkün olduğundan;<br />

içtikçe coşar, coşunca da<br />

dostlarıyla sabahlara kadar sohbet<br />

edermiş.<br />

Günümüzde Tokatlıyan lokanta ve<br />

pastanesinin olduğu yerde bir zamanlar<br />

Paris Kahvehanesi vardı.<br />

Lokantanın müdavimlerinden olan<br />

Ahmet Rasim haftanın birkaç gecesi<br />

buraya gelir, parası olmadığı zamanlarda<br />

veresiye içer sonra da borcunu<br />

ödermiş. Cuma ve Pazar günleri öğleden<br />

akşama kadar ön pencerelerden<br />

birinin önündeki masayı kapatır,<br />

geleni geçeni seyredermiş. Lokantanın<br />

sahibi bu duruma içerlerse de<br />

sesini çıkarmazmış.<br />

Abdülhak Hâmid Brüksel elçiliğinden<br />

alınarak İstanbul’a döndüğünde<br />

Süleyman Nazif ve Süleyman Nesip<br />

ile Tokatlıyan’da bir öğle yemeği düzenlemişler.<br />

Yakup Kadri başta olmak<br />

48


EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

betlerini koyulaştırırlarmış.<br />

Ragıp Sarıca Fransızca gazetelerden<br />

dünya siyaseti<br />

ile ilgili yorumları okur ve<br />

okuduklarını onlara tercüme<br />

edermiş. Haldun Taner<br />

Markiz’in yanı sıra Tepebaşı’nda<br />

bugün yerinde olmayan<br />

Şehir Tiyatrolarının<br />

karşısındaki Pelit’e giderek<br />

Nahit Sırrı Örik, Sadri<br />

Ertem, Ertuğrul Şevket,<br />

Avni Dilligil, Sabri Berkel,<br />

İskender Fikret Akdora,<br />

Nurullah Berk, Salah Birsel,<br />

Kenan Yontuç, Salih<br />

Urallı gibi edebiyatçı ve<br />

sanatçılarla buluşurmuş.<br />

Tokatlıyan Oteli<br />

Çocukluk günlerimden hatırladığım<br />

kadarıyla İstiklal Caddesi ile Kumbaracı<br />

Yokuşu’nun birleştiği yerde<br />

Lebon Pastahanesi, onun karşısında<br />

da Markiz Pastahanesi vardı. Haldun<br />

Taner Markiz’e kitap okumak, notlar<br />

almak için sıkça gidermiş. Orada Abdülhak<br />

Şinasi ve Prof. Ragıp Sarıca<br />

ile karşılaşınca edebiyat üzerine sohüzere<br />

genç edebiyatçıları sohbet etmek<br />

için oraya çağırmışlar. Yemek<br />

sonrası karşılıklı konuşmalar, birbirlerine<br />

atışmalar yapılırken bunların en<br />

güzelini Hamdullah Suphi Tanrıöver<br />

söylermiş. Yahya Kemal, Yakup Kadri,<br />

Sahabettin Süleyman, Halit Fahri de<br />

zaman zaman buraya gelerek akşam<br />

yemeklerini birlikte yerlermiş. Fazıl<br />

Ahmet Aykaç, Celâl Nuri, Abdülhak<br />

Şinasi Hisar, Refik Halit Karay da restoranın<br />

müdavimlerindenmiş. Sohbetlerin<br />

ana noktasını siyasetten çok<br />

edebiyat ve gazetecilik oluştururmuş.<br />

Yahya Kemal’in bu sohbetlerde<br />

her zaman başı çektiği söylenirmiş…<br />

Bazen de birbirlerine sataşırlarmış.<br />

Bir gün Fazıl Ahmet yazdığı bir şiirle<br />

Celâl Nuri’yi yermiştir:<br />

İngiltere kaybolup dumanda<br />

Hikmet Saçıyor Celâl Nuri<br />

Ben esniyorum Tokatlıyan’da<br />

O günlerde Ahmet Rasim’in en sevdiği<br />

yerlerden birisi de Tokatlıyan’ın<br />

küçük bir benzeri olan Central’mış.<br />

Buranın bir özelliği de garsonların<br />

müşterilerle hiç konuşmamasıymış.<br />

Ahmet Rasim buraya her gelişinde<br />

kendisini dilsizler okulunda buldu-<br />

ğunu söylermiş. Ahmet Rasim bazen<br />

de Pappi’de içkisini içermiş. Aslında<br />

Pappi hem meyhane hem de bir<br />

bakkal dükkânıymış. Onun yakınında,<br />

Aznavur Pasajı’nın yakınında yine<br />

bir bakkal-meyhane olan Due Fratelli<br />

varmış. Ahmet Rasim, Yakup Kadri,<br />

Refik Halit ile Tokatlıyan’a gitmedikleri<br />

günlerde veya paraları az olduğu<br />

günlerde burada buluşur, sohbet<br />

ederlermiş.<br />

Yakın zamanlara kadar bakkal-meyhanelere<br />

şehirde sıkça rastlanırdı.<br />

Bakkalın güvendiği kişiler tezgâhın<br />

arkasında, müşterilerin göremeyeceği<br />

yerde küçük iskemlelere oturarak<br />

bakkaldan aldıkları sucuk, pastırma<br />

ve peynirle çilingir sofrası kurarlardı.<br />

Bunlardan bazılarına, özellikle Beşiktaş’ta<br />

olanlardan birine ben de şahit<br />

olmuştum.<br />

Yaşadığım Dönemin<br />

Ünlü Edebiyatçı ve Gazetecileri<br />

Basına ilk adımımı attığım günlerde<br />

teknolojinin henüz girmediği gazetelerin<br />

yazı işleri büroları günümüzdekilerden<br />

oldukça farklıydı. Onlar<br />

günün olaylarının tartışıldığı, edebiyat<br />

ve sanat eleştirilerinin yapıldığı<br />

mekânlardı. Öğleye kadar geçen<br />

saatlerde genel yayın yönetmeni ile<br />

yazı işleri müdürleri gazetenin servis<br />

şeflerini ve köşe yazarlarını toplayarak<br />

ertesi gün hangi haberlerin<br />

yayına verileceğini tartışırlardı. Bunu<br />

izleyen saatlerde köşe yazarları diğer<br />

günlük gazeteleri okuduktan sonra<br />

yazacakları konuları belirlerlerdi. Öğleden<br />

akşama kadar geçen süre içerisinde;<br />

yazarlar yazılarını bitirince o<br />

günün en hareketli ve en zevkli saatleri<br />

başlardı. Bu arada gazete dışındaki<br />

49


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />

diğer yazarlar, dostlar, okuyucular gazeteyi ziyaret ederlerdi.<br />

Siyasi olayların, gündemin yanı sıra edebiyat ve<br />

kültür ağırlıklı sohbetler edilir, çeşitli fıkralar, anılar anlatılırdı.<br />

Tercüman, Bizim Anadolu, Hergün, Yeni Tanin, Yeni<br />

İstanbul, Günaydın ve Cumhuriyet gazetelerinde yazdığım<br />

günlerde bu toplantılara çoğu kez katılmış ve ustalardan<br />

epeyce bilgilenmiştim. Cumhuriyet gazetesinde rahmetli<br />

Elif Naci’nin sohbetlerine doyum olmazdı. Topkapı Sarayı<br />

Müdür Yardımcılığı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi yöneticiliğini<br />

yapmasının yanı sıra D Resim Grubunu kuran ressamlardan<br />

Elif Naci’nin sohbetleri gerçekten insanın bilgi<br />

dağarcığını zenginleştirirdi. Gönülden sanatkâr ve daima<br />

neşeli olan Elif Naci, Çallı İbrahim’in öğrencilerindendi.<br />

Dönemin ünlü yazarlarından Celal Esat Arseven, İsmail<br />

Hakkı Baltacıoğlu, İ. Galip Arcan, Çetin Altan, Melih Cevdet<br />

Anday, Cevat Fehmi Başkut, Nurullah Berk, Recep Bilginer,<br />

Sedat Çetintaş, Atilla Dorsay, Muhsin Ertuğrul, Bedri<br />

Rahmi Eyüboğlu, Burhan Felek onun yakın dostlarından<br />

yalnızca birkaç örnektir. Bunların çoğunu yakından tanıma<br />

olanağını bulduğum için her zaman kendimi mutlu saymışımdır.<br />

Elif Naci çoğu kez bizlere anılarını anlatırdı. Vaktiyle Sultan<br />

Abdülhamid devrinde bir çeşmenin açılış merasiminde<br />

padişah Vilayetin Alaybeyi’nin (jandarma kumandanı) bir<br />

şeyler söylemesini istemiş... Kumandanın okuması yazması<br />

olmadığından eline tutuşturulan kâğıtta yazanlar kendisine<br />

ezberletilmiş. Gelgelelim halk huzurunda, Saye-i Şahanede<br />

nutuk vermek kolay değil. Adam kürsüye çıkmış<br />

bir temenna etmiş ve başlamış konuşmaya:<br />

“Şevketlû, kudretlû, mehabetlû, padişahımız essultan ibni<br />

sultan essultan El-gazi Abdülhamid han hazretleri…”<br />

Nutkun alt tarafını unutmuş. Bakmış ki olacak gibi değil<br />

bir kere daha aynı sözleri söylemiş gene arkası gelmemiş.<br />

Üçüncü defasında nutkun alt tarafını getiremeyince “Çeşmeyi<br />

yaptıran iyi adamdır vesselam” deyip kürsüden inmiş.<br />

Elif Naci’nin anlattıkları unutulur cinsten değildir. Vahdet<br />

Gültekin’in deyişiyle ölçülü, dengeli, bilgili ve görgülüdür.<br />

Hesaplı kitaplıdır; hazır cevaptır.<br />

-Nasılsınız Naci Bey<br />

-E, valla iyiyim… İyiyim ya, demin suratımda bir şey pır pır<br />

ediyordu, sizi gördüm geçti.<br />

-Bana güvenciniz, üfürüğe inancınız varsa, okuyayım mı;<br />

üfleyeyim isterseniz.<br />

-Beyefendi benim okunacak yerim kaldı mı ki. Ezelden<br />

çarkıma okunmuş benim.<br />

Yazarların Buluştukları Kitapçılar<br />

Edebiyatçıların, yazarların, gazetecilerin ve okumaya meraklı<br />

kişilerin çoğunlukla buluştukları yerlerin başında<br />

şehrin belli başlı yerlerindeki kitapçı dükkânları gelirdi.<br />

Beyazıt yapı topluluğunun arkasındaki tarihi Sahaflar Çarşısı<br />

eski ve yeni kitapların alınıp satıldığı, yazarların, okuyucuların<br />

kaynaştıkları şehrin en önemli kültür mekânlarından<br />

birisiydi.<br />

Beyazıt Camisi’nin solundaki taşlıktan Kapalıçarşı’nın Sedefçiler<br />

Kapısı’na açılan yerde bulunan Sahaflar Çarşısı<br />

1460 ve 1894 yıllarındaki İstanbul depremlerine kadar<br />

ayakta kalmıştır. Depremden sonra Sahaflar Çarşısı o zamanki<br />

ismiyle Hakkaklar Çarşısı denilen bugünkü yerine<br />

taşınmıştır.<br />

Evliya Çelebi’den öğrenildiğine göre; eski yazmaların alınıp<br />

satıldığı çarşıda Sahhaflar loncasına bağlı elli kitapçı<br />

dükkânı bulunuyormuş. Osmanlı döneminde tereke kitapları,<br />

ailelerden arta kalan kütüphaneler ve yazmalar<br />

buraya getirilir ve müzayede yoluyla satılırmış. Ne acıdır<br />

ki; bir insanın yaşamı boyunca topladığı, üzerine titrediği<br />

kitaplar ölünce mirasçıları tarafından yok pahasına elden<br />

çıkarılmaktadır. Çarşının kendine özgü tellalları, bohçalar<br />

içerisinde meraklılarına nadir yazmaları götüren bohçacıları<br />

varmış. Yazarların, kitap meraklılarının, ilim sahibi insanların<br />

sıkça uğradıkları yerlerin başında gelen çarşıdan<br />

medrese öğrencileri de çeşitli ihtiyaçlarını karşılarlarmış.<br />

Kitapları alıp satan sahaflar çıraklık ve kalfalık dönemlerini<br />

geçirmeden ustalığa yükselemezlermiş. Dükkânlar dua ile<br />

açılır ve kapatılırmış. Sahaflar Loncası’nın piri çarşının ilk<br />

kitapçılarından olduğu söylenen Basralı Abdullah Yetimi<br />

Efendi’ymiş.<br />

Ne yazık ki, tarihi Sahaflar Çarşısı 1950 yılında yanmış,<br />

içerisindeki binlerce yazma ve basılı eser kül olmuştur.<br />

İstanbul Belediyesi yanmayan yerleri kamulaştırıp, ahşap<br />

dükkânları da betonarmeye çevirerek, çarşıyı bugünkü<br />

durumuna getirmiştir. Ayrıca çarşının ortasına da ilk Türk<br />

matbaacısı İbrahim Müteferrika’nın büstünü yerleştirmiştir.<br />

Bugün çarşıda 17’si çift katlı, 23 dükkân bulunmaktadır.<br />

Ne var ki günümüzde Sahhaflar Çarşısı eski canlı görünümünden<br />

uzaklaşmış eski yazmaları satan bir-iki kitapçı<br />

dışında adeta kırtasiye dükkânlarına dönüşmüştür.<br />

Sahhaflar Çarşısı’ndaki dükkânlarda, benim de tanık olduğum<br />

gibi birçok edebiyatçı, bilimsel kişiler bir araya gelerek<br />

sohbet eder, birbirleriyle bilgi alışverişinde bulunurlardı.<br />

Bunların başında da rahmetli Hacı Muzaffer’in, Aslan<br />

Kaynardağ’ın ve İbrahim Manav’ın dükkânları gelirdi.<br />

Günün hemen her saatinde o dükkânlarda sohbet eden,<br />

tartışan yazarları, ilim adamlarını görebilmek mümkündü.<br />

50


EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Bugün onlardan geriye kalan, çarşının en eski sahaflarından<br />

ve sahaflık geleneğini sürdüren İbrahim Manav’dan<br />

öğrendiğimize göre, Sahaflar Çarşısı’na sıkça gelen edebiyatçılar<br />

arasında Neyzen Tevfik, Halide Edib Adıvar, Ahmet<br />

Hamdi Tanpınar, Orhan Kemal ve Hasan Ali Yücel,<br />

Elif Naci, Özdemir Asaf, Hamdi Varoğlu, Nâzım Hikmet’in<br />

yakın arkadaşı Müzehher Va-nü, Asaf Halet Çelebi, Ümit<br />

Yaşar Oğuzcan, Salah Birsel, Mehmed Şevket Eygi, Turan<br />

Oflazoğlu, Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Murat Bardakçı başta<br />

olmak üzere Sevgi Gönül ile Ömer Koç gibi ekonomi dünyasından<br />

meraklıları da vardı.<br />

Çocukluk yıllarımdan bu yana kitaba meraklı olduğumdan<br />

hemen her ay harçlığımı aldıktan sonra büyüklerimden<br />

biriyle o zamanlar ahşap olan çarşıya gelerek eski dergileri<br />

aldığımı anımsıyorum. Şimdilerde ise fırsat buldukça eski<br />

dostlarımdan İbrahim Manav’ın dükkânına gider, bir yandan<br />

onun çayını yudumlarken dükkânına gelen tanıdık<br />

veya orada tanıştığım kişilerle sohbet etmekten hoşlanır,<br />

bazı konularda da bilgilenirim.<br />

Günümüzde Sahaflar Çarşısı’nın benzerleri Beyoğlu’nda<br />

ve Kadıköy’de açılmış olmasına rağmen yine de Beyazıt’taki<br />

Sahaflar Çarşısı’nda birkaç dükkân eski günleri<br />

yaşatmaya çalışmaktadır.<br />

Sahaflar Çarşısı’nın yakınında, bugün yıkılmış olan bir de<br />

Kitapçı Nişanyan’ın dükkânı vardı. Nişanyan’ın dükkânının<br />

ortasındaki masaya son çıkan dergiler ve kitaplar gelişi<br />

güzel sıralanırdı. Müdavimleri sürekli olarak oraya gelir ve<br />

son çıkan eserler hakkında bilgilenirlerdi. Üniversite hocaları<br />

ve yazarlar orada ayaküstü sohbet eder, bazıları da<br />

birbirleriyle tanışmış olurlardı.<br />

Bedros Nişanyan, Osmanlı Tarihi ve Türkiye hakkındaki<br />

Avrupa baskısı eski kitaplar ve o yıllarda Halkevleri tarafından<br />

yayınlanan yerel monografilerin çoğunu getirten<br />

ve meraklılarına sağlayan bir kitapçıydı.<br />

Küllük Kahvesi<br />

Beyazıt Camisi’nin dış avlusunda ve Sahaflar Çarşısı’nın<br />

yanı başındaki Küllük Kahvehanesi’nde bir dönemin ünlü<br />

edebiyatçıları, yazarları ve kitap dostları buluşurlardı. İstanbul<br />

Üniversitesi’nin Beyazıt Medresesi’nin ve Sahaflara<br />

yakınlığından bilimsel kişilerin uğrak yeri olması kadar kitap<br />

meraklılarının da buluştuğu bir yerdi.<br />

Osmanlı’ya ilk kahve XVI. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman<br />

zamanında gelmiş ve ilk kahvehane Tahtakale’de<br />

açılmıştır. Bunun ardından büyük camilerin çevrelerinde<br />

51


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />

namaz vakitlerini bekleyenler için<br />

kahvehaneler kurulmaya başlamıştır.<br />

Küllük de Beyazıt Camisi’nin yanında<br />

kurulan ilk kahvehanelerden birisidir.<br />

Buraya Küllük denilmesinin nedeni<br />

tam olarak bilinmiyorsa da bazılarına<br />

göre Beyazıt Camisi’nin çevresi gül<br />

bahçesi olduğundan bu isimle anıldığı,<br />

Güllük’ün zamanla küllüğe dönüştüğü<br />

ileri sürülmüştür.<br />

Sahaflar Çarşısı’ndan veya üniversiteden<br />

çıkanların burada çay veya kahve<br />

içmeleri gelenekselleşmiş gibiydi.<br />

Bazılarına göre yazarların birbirlerini<br />

çekiştirdikleri dedikodusu bol olan<br />

bir mekândı. Küllük’ün yerinde bugün<br />

yeller esiyor. Buraya gelenler arasında<br />

Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar,<br />

Peyami Safa, Nurullah Ataç, Vala Nurettin,<br />

Abidin Dino, Rıfat Ilgaz, Sait<br />

Faik, Celal Sılay, Neyzen Tevfik, Nuri<br />

İyem, Abidin Nesimi, Suat Derviş, Orhan<br />

Veli, Cahit Sıtkı Tarancı, Abdülbaki<br />

Gölpınarlı, Ömer Lütfü Barkan, İ.<br />

Hakkı Uzunçarşılı, Şemseddin Günaltay,<br />

Necip Fazıl, Ahmet Muhip Dranas<br />

başta olmak üzere o yılların pek çok<br />

yazarı ile bilimsel kişisini görebilmek<br />

mümkündü. Küllük’e gelen yazarlar,<br />

edebiyatçılar bir ara “Küllük” isimli<br />

bir edebi dergi bile çıkarmışlardır.<br />

Küllük Kahvehanesi 1940’lı yıllarda<br />

solcuların uğrak yerlerinden biri olmuştu.<br />

Bunun üzerine milliyetçi ve<br />

dini görüşleri ağırlıklı olanlar Küllük’ü<br />

terk ederek Beyazıt Camisi’nin<br />

kuzeyindeki Çınaraltı Kahvesi’ne<br />

yönelmişlerdir. Bu kahveye Çınaraltı<br />

denilmesine rağmen aslında oradaki<br />

ağaç çınar değil atkestanesiydi. Bu<br />

arada milliyetçi veya Türkçü olarak<br />

isimleri çıkan Orhan Seyfi Orhon’la<br />

Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardıkları meşhur<br />

Çınaraltı Mecmuası da ismini bu<br />

kahveden almıştır. Yusuf Ziya Ortaç<br />

bir yazısında Küllük’ten “Fesat ocağı”<br />

olarak söz etmiş. Buna karşılık Abidin<br />

Dino’nun kardeşi Arif Dino da “Akbaba<br />

Çınaraltında leş yesin” diye bir şiir<br />

yazmıştır.<br />

Küllük Kahvehanesi romanlara da<br />

konu olmuştur. Sabahattin Ali İçimizdeki<br />

Şeytan isimli romanında Küllük’ten<br />

uzun uzun söz etmiştir. Ayrıca<br />

Kemal Tahir’in Yol Ayrımı, Peyami Sefa’nın<br />

Fatih-Harbiye isimli romanlarında<br />

da buraya değinilmiştir.<br />

Beyazıt Meydanı<br />

52


EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Ünlü yazarlardan Tarık Buğra da bazı<br />

üniversitelere devam etmiş ancak<br />

hiç birisinden mezun olamamıştır.<br />

Bu yüzden de “Ben Küllük’ten mezunum”<br />

demesiyle de tanınmıştır.<br />

Onun bu sözleri Küllük’ün bir bakıma<br />

üniversite niteliğinde olduğunu göstermektedir.<br />

Üstad Dönemeç isimli<br />

eserinde de buradan söz etmiştir.<br />

Beyazıt Meydanı’nın özelliklerini hiçe<br />

sayan çevre düzenlemesinin yapıldığı<br />

1980’li yıllarda Küllük Kahvesi yıkılmıştır.<br />

Buranın müdavimleri ise bir<br />

süre Marmara Kahvesine gitmişlerdir.<br />

Ancak Marmara Sineması ile kahvenin<br />

de yıkılmasıyla edebiyatçıların,<br />

bilimsel kişilerin bir arada olabilme<br />

imkanları da ortadan kalkmıştır.<br />

Marmara Kıraathanesi<br />

Marmara Kıraathanesi Beyazıt’ta<br />

edebiyatçıların bir araya geldiği<br />

mekânlardan birisiydi. Bu kıraathanenin<br />

ne zaman yapıldığı tam olarak<br />

bilinmemekle beraber, Osmanlının<br />

sonlarıyla Cumhuriyetin ilk yarısında<br />

edebiyatçıların, akademisyenlerin<br />

buluşup sohbet ettikleri yer olarak<br />

ünlenmiştir. Kıraathane 1958 yılında<br />

yeniden açılmış, Küllük’ün kapanmasından<br />

sonra oranın müdavimlerinin<br />

toplandıkları yer olmuştur.<br />

Necip Fazıl Emin Efendi Lokantası<br />

Beyazıt Camisi’nin yanı başında, Küllük<br />

ile Çınaraltı’nın yakınında iki katlı<br />

ahşap bir yapı olan lokanta birçok<br />

ünlünün buluştuğu yerlerden birisiydi.<br />

İstanbul’un ünlü lokantalarının<br />

başında isminden söz ettirmiş, yemeklerinin<br />

nefaseti ile tanınmıştır.<br />

Ahmet Haşim bir gün “Bu Emin Efendi<br />

nasıl bir adam ki her gün bütün İstanbul’u<br />

dört başı mamur lezzetlerle<br />

doyuruyor” demiştir.<br />

Ahmet Haşım’i dostları bir gün eve<br />

yemeğe davet etmiş, tıka basa yedikten<br />

sonra “Şimdi Emin Efendi’de olsak<br />

da ağız tadıyla bir yemek yesek”<br />

demiştir.<br />

Kıraathane, lokanta ve<br />

pastanelerde oluşan<br />

edebiyat mahfilleri,<br />

çoğu yazar ve şairlerin<br />

eserlerine konu<br />

olmuştur.<br />

1940’lı yıllarda üniversite hocalarının<br />

yanı sıra Nazi Almanya’sından kaçan<br />

Yahudi Alman öğretim üyeleri de yemeklerini<br />

burada yerlermiş.<br />

Degustasyon<br />

Beyoğlu’nda Çiçek Pasajı’nın yanındaki<br />

Degustasyon’un geçmişi oldukça<br />

eski yıllara inmektedir. İlk defa<br />

İtalyan subaylarından Maurandi tarafından<br />

1920 yılında açılmış, üç yıl<br />

sonra da Edmondo Morrigi’ye devredilmiştir.<br />

Degustasyon 1930-1960 yıllarında<br />

en parlak dönemini yaşamış, Orhan<br />

Veli’ye<br />

Canan ki Degustasyon’a gelmez<br />

Balıkpazarı’na hiç gelmez<br />

dizelerini yazdırmıştır. Bazılarına<br />

göre müdavimlerinden Ahmet Haşim’in<br />

özel bir iskemlesi bile burada<br />

bulunurmuş.<br />

Yahya Kemal, Ercüment Ekrem Talu,<br />

Faruk Nafiz Çamlıbel, Tarık Buğra,<br />

Eşref Şefik ve Sait Faik’in sık sık uğradığı<br />

Degustasyon zamanla eski<br />

havasından uzaklaşmış, 10 Mayıs<br />

1970’te Çiçek Pasajı çökünce diğer<br />

meyhanelerle birlikte kapanmıştır.<br />

Bu isim bir süre Balıkpazarı’ndaki bir<br />

meyhanede kullanılmış ise de eskisiyle<br />

hiçbir alakası bulunmamaktadır.<br />

Meserret Pastahanesi<br />

Sirkeci’de Ankara ile Ebussuut caddelerinin<br />

birleştiği köşede bulunan<br />

Meserret Pastahanesi dönemin ünlü<br />

yazarlarıyla gazetecilerinin sıkça uğradıkları<br />

yerlerden birisiydi. Salah<br />

Birsel Kahveler isimli kitabında Meserret’den<br />

“Meserret Kahvesi tüm<br />

İstanbul’un kahvesidir. Orada hiç değilse<br />

bir kez oturmamış edebiyatçı<br />

da gösterilemez” diye söz etmiştir.<br />

Meserret Pastahanesi 1900’lü yılların<br />

başında açılmış dönemin ünlü yazarlarının<br />

uğradığı yerlerden biri olmuştur.<br />

Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sait<br />

Faik, Edip Cansever, Melih Cevdet<br />

Anday, Muzaffer Buyrukçu, Mehmet<br />

Rauf, Halit Ziya Uşaklıgil, Necip Fazıl<br />

gibi edebiyatçılar sık sık burada sohbet<br />

etmişler, yazılarını birbirleriyle<br />

paylaşmışlardır. Orhan Kemal’in bazı<br />

eserlerini burada yazmaya başladığı<br />

söylenmiştir.<br />

İkbal Kahvesi<br />

Cağaloğlu’nda Nuruosmaniye Camisi<br />

ile Kapalıçarşı arasındaki İkbal<br />

Kahvesi 1960’lı yılların sonuna kadar<br />

edebiyatçıların buluşarak sohbet<br />

ettikleri bir yer olma özelliğini<br />

korumuştur. Orhan Kemal ve oranın<br />

müdavimleri olan Yahya Kemal,<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar ve Ahmet<br />

Haşim’in değişiyle “Kahvetül-ikbal”<br />

olarak tanınmıştır. Burada buluşan<br />

edebiyatçılardan Muzaffer Buyrukçu,<br />

Nurer Uğurlu ve Orhan Kemal, Edip<br />

Cansever, Musa Anter, Yaşar Kemal,<br />

Ece Ayhan, Rıfat Ilgaz, Oktay Akbal,<br />

Behçet Necatigil ve Sennur Sezer’in<br />

isimlerini biliyoruz.<br />

Papirus<br />

Beyoğlu sinemalarından Ses’in üzerinde<br />

Kulis Bar’ın garsonlarından Ertuğrul<br />

Bora tarafından 1972 yılında<br />

açılan Papirus 1977 yılında yanıncaya<br />

kadar Yaşar Kemal, Selim İleri, Cemal<br />

Süreyya gibi edebiyatçılara, sanatçılara<br />

hizmet vermiş, bir yönden onları<br />

orada bir araya getirmiştir. Yandıktan<br />

sonra da yakınındaki Ayhan Işık Sokak’ta<br />

Erman Han’da hizmet vermeye<br />

devam etmiştir.<br />

Papirus’un özelliklerinin başında,<br />

müdavimlerinin getirdikleri sinema<br />

ve tiyatro ilanlarıyla duvarlarının bezenmiş<br />

olması gelirdi.<br />

53


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />

Nisuaz Pastahanesi<br />

Nisuaz Pastahanesi<br />

Bugün Beyoğlu’nda Ayhan Işık Sokağı’nın<br />

girişinde bulunan Nisuaz<br />

Pastahanesi, 1930-1950 arasında<br />

edebiyatçıların uğrak yeriydi. Sait<br />

Faik 14 Mart 1941’de Orhan Veli’ye<br />

yazdığı mektubunda Nisuaz’dan<br />

“Burada eski tas eski hamam. Cumartesi<br />

günleri Nisuaz’da üdeba<br />

toplanır. Kararlar verilir” diye söz<br />

etmişti.<br />

Oldukça geniş ve yüksek vitrinleriyle<br />

adeta İstiklal Caddesiyle iç içe<br />

bir konumda olan pastanede dönemin<br />

pek çok ünlü yazarını görmek<br />

mümkündü. Bir yandan çaylarını<br />

içen edebiyatçılar henüz yayına<br />

vermedikleri yazılarını birbirlerine<br />

okuyarak onların fikirlerini alırlardı.<br />

Bazı dergilerin yayına girmelerinin<br />

temelleri bile burada atılmıştı. Örneğin<br />

Hilmi Ziya’nın “İnsan” ve Burhan<br />

Arpad’ın “İnanç” dergilerinin<br />

hazırlık aşamaları burada yapılmıştı.<br />

Beyoğlu’nda 1967 yangınında harap<br />

olan, ardından yıkılan pastaneye<br />

gelen ünlü yazarlar arasında Ahmet<br />

Hamdi Tanpınar, Edip Ayel, Cavit Yamaç,<br />

Sabahattin Kudret Aksal, Asaf<br />

Hâlet Çelebi, Abidin Dino, Arif Dino,<br />

Orhon Murat Arıburnu, Hilmi Ziya,<br />

Orhan Veli, Burhan Arpat, Cemal<br />

Süreyya, Sait Faik ve Sabahattin Ali<br />

bulunuyordu.<br />

Hatay Restoran<br />

İstanbul’un Kadıköy semtinde edebiyatçıların<br />

buluştukları ilk yerlerden<br />

birisi olan Hatay Restoran 1967<br />

yılında Ali Demir tarafından açılmıştır.<br />

Cemal Süreyya, Fazıl Hüsnü Dağlarca,<br />

Ece Ayhan, Salah Birsel, Arif<br />

Damar, Fethi Naci, Tomris Uyar, Adnan<br />

Özyalçıner, Sennur Sezer, Can<br />

Yücel ve Behzat Ay gibi isimler buraya<br />

sıkça gelenler arasındaydı. Bazı<br />

kaynaklardan öğrenildiğine göre,<br />

Cemal Süreyya bu restoran ile ilgili<br />

bir anı defteri tutmaya başlamış,<br />

1983 yılında bu anılar on bir cilde<br />

ulaşmış ve şairin ölümünden sonra<br />

Hatay Meyhanesi Defterleri ismiyle<br />

yayınlanmıştır.<br />

Ayasofya Müzesi Müdürlüğü yaptığım<br />

yıllarda bazı akşamlar bilimsel<br />

kişi, yazar ve sanatçıları müze<br />

bahçesindeki kafeteryada bir araya<br />

getirir, onlarla edebi ve kültürel konuları<br />

tartışırdık. Bunların başında<br />

da Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver,<br />

Cemal Kutay, Çelik Gülersoy, Edip<br />

Cansever, Necati Cumalı, Tacettin<br />

Diker, Orhan Kurt, Doğan Katırcıoğlu<br />

gelmektedir.<br />

Kaynakça<br />

Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra<br />

Hikâye ve Roman Antolojisi, C.1-3,<br />

İstanbul 1968.<br />

Yusuf Ziya Ortaç, Bir Varmış Bir<br />

Yokmuş Portreler, Akbaba Yayınevi,1963.<br />

Anonim, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi,<br />

Dergâh Yayınları, C.1-8,<br />

İstanbul 1977-1998.<br />

Anonim, Elif, 60 Yılı, İstanbul 1976.<br />

54


www.mehmetefendi.com<br />

İhap Hulusi’den bugüne…<br />

Her zaman sanatın destekçisi olmaktan gurur duyuyoruz.


DOĞAN HIZLAN İLE<br />

İSTANBUL'UN<br />

ESKİ MEKÂNLARI<br />

Söyleşen:<br />

Betül EREN<br />

“<br />

Pastane kültürü başka bir kültürdür.<br />

Her pastanenin güzel yapılan bir şeyi<br />

vardı. Hangi pastane hangi pastayı<br />

iyi yapar çok ilgilendiğim bir şeydir.<br />

Kurabiyeleri nasıldır, kukileri nasıldır,<br />

pötifurları nasıldır…<br />

Şimdi pek çok kimse bununla<br />

ilgilenmiyor, böyle bir meseleleri yok.<br />

Pastanın da bir kültürü vardır. Bazen<br />

rastlıyorum, öylesine soruyorlar bu<br />

neyli, o neyli diye.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN<br />

Yakın tarihimizde kültür sanat sohbetlerine ev sahipliği<br />

yapmış, döneminin entelektüellerinin mesken tutuğu İstanbul<br />

mekânları üzerine Doğan Hızlan ile söyleştik. Beyazıt<br />

Devlet Kütüphanesi’yle başlayan sohbetimiz İstanbul’un<br />

farklı semtlerinde pek çok durağa uğrayarak şehrin<br />

kült pastaneleri ve pastane kültürü bahsiyle nihayetlendi.<br />

Bir İstanbul beyefendisinin şahitlik ettiği İstanbul'u, onun<br />

yaşantısı ve seçkin zevkleri üzerinden dinlemek kentle ilişkimize<br />

yeni bir bakış kazandırdı. Okurken sizin de keyif<br />

alacağınızı umuyoruz.<br />

Doğan Bey, öğrencilik yıllarınızda Çınaraltı’nın<br />

arkadaşlarınızla buluştuğunuz mekânlar arasında<br />

olduğunu rahmetli Sennur Sezer’den dinlemiştim.<br />

50’li yıllarda Çınaraltı nasıl bir yerdi, anlatabilir<br />

misiniz?<br />

Beyazıt’ta üniversiteden çıkan herkes Çınaraltı’nda otururdu.<br />

Çınaraltı’nda oturmamızın bir nedeni Sahaflar Çarşısı’na<br />

yakın olmasıydı. İkincisi; aklımıza takılan bir şey olduğunda<br />

Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gitmemizdi. Beyazıt<br />

Devlet Kütüphanesi’nin benim hayatımda önemli bir yeri<br />

vardır. Oranın müdürü rahmetli Muzaffer Gökman, aile<br />

dostumuzdu. Ben sabahleyin bir görev gibi Beyazıt Devlet<br />

Kütüphanesi’ne giderdim. Yukarıda büyük, oda gibi<br />

bir yer vardı. Orada çalışırdım. Muzaffer Gökman, devlete<br />

müthiş bağlı biriydi. Odanın yüksek tavanında zayıf bir ışık<br />

vardı, hiçbir şey göremiyordum. Bir gün, “Efendim hiçbir<br />

Şimdi, Markiz yapıldığı zaman<br />

Markiz’e gelen kimse yok. Onun için<br />

de eski Markiz yok. Mekânları yeniden<br />

kurmanın faydası yok, o mekânları<br />

yaşatan kimseler, o mekânları<br />

yaşatacak insanlar olmadıktan sonra…<br />

şey göremiyorum” dedim. “Devlet bu kadar veriyor, sen<br />

git paranla al” dedi. Ben de gittim oraya paramla masa<br />

lambası aldım.<br />

Aşağıda tuhaf bir şekilde çay filan veriliyordu kütüphanede.<br />

“Çaylar içiliyor, akşam giderken parası veriliyor” dedi.<br />

“Aa, öyle mi, paralı mı? Ben ikram zannettim” dedim. “Evladım<br />

devlet sana mı bakacak zannediyorsun?” dedi. Böyle<br />

bir hatıram var orada.<br />

O kütüphanede çok çalıştım. Oradaki kütüphanecilerin<br />

birçoğunun bende büyük emeği vardır. Beyazıt Devlet Kütüphanesi<br />

daha sonraları bir ödül vermeye başladı ve ilk<br />

ödülü ben aldım yıllar önce. Muzaffer Gökman’ın kütüphanecilikte<br />

enteresan bir yönü vardı. O zamanlar küçük<br />

bir yerdeydi kütüphane. Yanda bir bina vardı, o binaya<br />

herkes talipmiş. Muzaffer Gökman da Ankara’ya gitmek<br />

için kendi cebinden bir otobüs bileti almış. Başbakanlığın<br />

kapısına gidip Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin müdürü<br />

Beyazıt Devlet Kütüphanesi<br />

58


DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

olduğunu ve Başbakan’la görüşmek istediğini söylemiş.<br />

Adnan Menderes de kendisini kabul etmiş. Muzaffer Bey<br />

makama çıkıp meseleyi anlatmış. Menderes, yanlış hatırlamıyorsam<br />

Emin Kalafat’ı çağırmış ve “Müdüre verin o binayı”<br />

demiş. Kütüphane ondan sonra gelişmeye başlamış.<br />

Bu sebeplerle Çınaraltı’nın bizde ayrı önemi vardır. Üniversiteden,<br />

kütüphaneden çıkınca orada toplanır, birbirimizle<br />

konuşurduk. Akşit Göktürk, Turan Oflazoğlu, Onat<br />

Kutlar, Ergin Ertem, Demir Özlü, Sina Akşin, Önay Sözer,<br />

Kemal Özer... Hepsi Çınaraltı’nda toplanırdı. Sahaflar Çarşısı’ndan<br />

da Babıali’ye giderdik.<br />

Hem arkadaşlarınızla hem de dönemin<br />

entelektüelleriyle buluşup sohbet ettiğiniz başka<br />

mekânlar var mıydı?<br />

Çınaraltı’ndan başka yerler de vardı tabii ama bizim kuşak<br />

oraya giderdi. Belki başkaları da gelirdi oraya ama biz<br />

en çok kendimizle meşgul olurduk. Sahaflar Çarşısı’nda<br />

Arslan Kaynardağ’ın felsefeci dükkânı vardı, oraya uğrardık.<br />

Ali Ertan vardı, Yeşil Hoca vardı. Oradan Kapalıçarşı’ya,<br />

Kapalıçarşı’dan Nuruosmaniye’ye çıkardık. Nuruosmaniye’den<br />

kitapçılara, dağıtımcılara ve dergilere giderdik.<br />

Bunun dışında arkadaşlarımızla toplandığımız, a dergisi<br />

üzerine konuştuğumuz Yenikapı’da Kemal Bey’in kahvesi<br />

vardı.<br />

a dergisi orada mı kuruldu?<br />

Evet, Kemal (Özer) Bey’in kahvesinde kuruldu. Tabii bütün<br />

gençliğimde sadece oralarda oturmadık. Diğer bir ekip de<br />

Baylan’da otururdu, ben Baylan’a da giderdim. Bir sevdiğim<br />

yer de Park Otel’in balkonuydu. Çok güzel bir yerdi.<br />

Park Otel’in balkonunda oturur, akşamleyin belli saatte<br />

evimize giderdik. Sonrasında evime gider, kitap okur, müzik<br />

dinlerdim. Bizim a kuşağı hep böyle, elli kuşağı daha<br />

doğrusu.<br />

Elli kuşağı birbirini tutan, birbirini seven, birbirini destekleyen<br />

bir kuşaktır. Çoğu, kitaplarını 1959’da çıkardı. Rahmetli<br />

Onat Kutlar, İshak kitabıyla ödül almıştı. Elli sene<br />

sonra, Ferit Edgü “Hepimiz ilk kitabımızın ellinci yılını çıkaralım<br />

ve başına da Doğan bir önsöz yazsın” dedi. Bütün<br />

kitaplar benim önsözümle çıktı. Sebahattin Karakurt da<br />

bizim antika bir otomobilde fotoğrafımızı çekti.<br />

Benim çok hoşuma gitti. Bir yazı yazdım, bütün kitapların<br />

başında o geldi. İlk defa yapılan bir şey oldu. Ondan sonra<br />

hepimiz ayrı ayrı yerlerde de bulunduk ama a birleşikliğimizi<br />

devam ettirdik. a kuşağının tek eleştirmeni ben olduğum<br />

için, eleştirmen olarak beni önemsiyorlardı, beni öne<br />

çıkarttılar. 50 kuşağının hikâyecisi var, romancısı var, şairi<br />

var ama tek eleştirmeni benim.<br />

Kendi kuşağınızın dışında da pek çok kıymetli yazar<br />

ve şairle de vakit geçirmişsiniz. Kemal Tahir’in<br />

evine gidip gelecek samimiyetiniz varmış. Nasıl<br />

tanışmıştınız?<br />

Evet, çok sık gider gelirdim. Kemal Tahir ile ben, bir yazıdan<br />

sonra ahbap olduk. Yorgun Savaşçı için bir yazı yazmıştım,<br />

onun üzerine beni aradı. Ölünceye kadar da büyük<br />

dostluğumuz devam etti. Dergide yazmazken benim<br />

yönettiğim Yeni Edebiyat’ta yazı yazdı. Belli adamlar vardı<br />

hayatında, Kemal Tahir onlarla idare ederdi. Benim de evine<br />

gittiğim insanlar, Kemal Tahir ve Behçet Necatigil’dir.<br />

Bir de rahmetli Mehmet Seyda’ya giderdim. Ben ev ziyaretlerinden<br />

hoşlanmam. Bana ev ziyareti yapılmasından<br />

da hoşlanmam.<br />

İstanbul'da doğmuş ve bilfiil burada yaşayan biri<br />

olarak şehirdeki buluşma mekânlarının uğradığı<br />

değişimi, belki teknolojinin de etkisiyle, nasıl<br />

görüyorsunuz?<br />

Benim bütün ailem, baba tarafım, İstanbullu. Onun için<br />

de İstanbul’u çok severim ve İstanbul’un her yerini bilirim.<br />

Ada’sından Balat’a Fener’e kadar, Samatya’ya kadar…<br />

Nereye gitsem İstanbul’u arıyorum. Buradayken kızıyorum,<br />

yahu bu kalabalık ne olacak, bu trafik ne olacak, diye ama<br />

gittiğimde de iki gün üç gece kalınca İstanbul’a dönmeyi<br />

istiyorum.<br />

59


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN<br />

İstanbul’un eski hayatlarıyla<br />

bugünkü hayatları farklı<br />

ama hep şunu söylüyorum;<br />

her şey değişiyor dünyada,<br />

değişmeyen bir şey yok. Bu,<br />

teknolojinin değişimi. Şimdi,<br />

toplanılmıyor konuşulmuyor,<br />

deniliyor. E bu kadar ağır<br />

trafikte toplanmak çok güç.<br />

Karşıda oturan birisi buraya<br />

iki saatte geliyor ancak. İnternet, bilgisayar, buluşmaları<br />

dijitale, sanala dönüştürdü, çoğunlukla onlar aracılığıyla<br />

görüşülüyor. Ama gene de, buluşuluyor, konuşuluyor.<br />

Bir yandan da mesela, Beyoğlu çöküyor, Beyoğlu bitiyor,<br />

deniyor. Çocukluğumuzda her şey Beyoğlu’ndaydı. Sinemaya<br />

gitmek isterseniz, iyi sinema Beyoğlu’ndaydı. Şehir<br />

tiyatroları Beyoğlu’ndaydı. Alışveriş merkezi, giyim, restoran,<br />

evin mefruşatının bile iyisi Beyoğlu’ndaydı. Şimdi<br />

Beyoğlu’na yok diyorlar. Fiyatlar o kadar arttı ki, kitapçılar<br />

ve plakçılar kiralarını ödeyemiyorlar. Çok pahalı oldu. Bir<br />

yandan AVM’lere kızıyoruz ama insanlar da AVM’leri tercih<br />

ediyorlar. Hayatın bütün işlerini orada yaptıkları için<br />

çok rahat. Alışverişe gidiyorsunuz, sinemaya gidiyorsunuz,<br />

yemeğinizi yiyorsunuz, kitabınızı alıyorsunuz, evinize<br />

gidiyorsunuz. Bir de hep böyle havalar güzel olacak diye<br />

düşünmeyin; yağmur var, kar var…<br />

Sinemaya gitmek isterseniz, iyi sinema<br />

Beyoğlu’ndaydı. Şehir tiyatroları<br />

Beyoğlu’ndaydı. Alışveriş merkezi,<br />

giyim, restoran, evin mefruşatının bile<br />

iyisi Beyoğlu’ndaydı.<br />

Kadıköy’de, Karaköy’de Baylan<br />

vardı. Bunun dışında Divan,<br />

Nisuaz, Markiz, Lebon,<br />

Pelit vardı. Onların hepsine<br />

giderdim. Pastane kültürü<br />

başka bir kültürdür. Bugün<br />

o kadar pastane kültürü olduğunu<br />

söyleyemem. Çünkü<br />

insanlar, belki de hayat artık<br />

çok hızlı, çok yüksek tempolu<br />

olduğu için böyle yerlere gitmeye vakit ayıramıyorlar.<br />

Yahut tadın değişimi var. Dürümler, sandviçler görüyorum<br />

bugün. Oysa her pastanenin güzel yapılan bir şeyi vardı.<br />

Hangi pastane hangi pastayı iyi yapar çok ilgilendiğim bir<br />

şeydir. Kurabiyeleri nasıldır, kukileri nasıldır, pötifurları nasıldır…<br />

Şimdi pek çok kimse bununla ilgilenmiyor, böyle<br />

bir meseleleri yok. Pastanın da bir kültürü vardır. Bazen<br />

rastlıyorum, öylesine soruyorlar bu neyli, o neyli diye.<br />

Pastaneler sonradan canlandırılmaya çalışıldı, Markiz gibi,<br />

ama olmadı. Ben Markiz’e hukukçu hocalarım Necip Kocayusufpaşaoğlu<br />

ve Ragıp Sarıca ile giderdim. Bir de Haldun<br />

Taner ile orada buluşurduk. Şimdi, Markiz yapıldığı<br />

zaman Markiz’e gelen kimse yok. Onun için de eski Markiz<br />

yok. Mekânları yeniden kurmanın faydası yok, o mekânları<br />

yaşatan kimseler, o mekânları yaşatacak insanlar olmadıktan<br />

sonra…<br />

Pek çok farklı mekândan bahsettik, bu<br />

mekânların ortak bir hüviyeti olduğunu<br />

söyleyebilir miyiz?<br />

Ortak bir hüviyet demeyelim, çok farklılar.<br />

Pastaneler ayrı mekânlar; Beyoğlu’nda,<br />

Bu mekânların dönemin İstanbul’unun, belki<br />

Türkiye’nin, kültür sanat gündemini belirlediğini<br />

iddia etmek doğru olur mu?<br />

Tabii ki, zaten Türkiye İstanbul demekti. Edebiyatçılar<br />

ressamlarla müzisyenlerle filan da buluşurdu. Yeni türler,<br />

60


DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

değişik türler arasında bir buluşma vardı. O zaman şimdiki<br />

kadar galeri de resim yayını da yoktu. Eskiden galeri<br />

davetleri, bir küçük dört-beş sayfalık broşürle olurdu. Bugünkü<br />

gibi katalogların basıldığı bir dönem değildi, sergiler<br />

yoktu. En çok Maya Galerisi’ne giderdik, zamanında<br />

çok meşhurdu. Galatasaray’da başka yerlerde de sergiler<br />

açılırdı ama az kişi, az yerde temerküz etmişti.<br />

İstanbul'un en iyi kitapçıları hangileriydi?<br />

Beyoğlu’nda da çok iyi kitapçılar vardı. Mesela, hukukta<br />

okuduğum halde Tanpınar’ın tiyatro dersine giderdim,<br />

Tanpınar’a özel bir ilgim olduğu için. İki tane İngilizce tiyatro<br />

kitabı tavsiye etti bana. Ben de çıktım gittim, Haşet’te<br />

buldum. Haşet, Kohen Hemşireler Kitabevi, French<br />

American vardı Tünel’de. Biraz gittiğinizde, Saray Kitabevi<br />

vardı, yabancı kitaplardan satardı. Sonradan orada Necdet<br />

Sander bir yer açtı, ama o da kapandı. Şimdi işte bu<br />

kitapları bulabileceğiniz Pandora var, Mefisto var orada.<br />

Diğerleri kapandı oraların yüksek kiralarını kitap karşılayamadığı<br />

için. Gerçi şimdi bütün AVM’lerde kitapçı var.<br />

Remzi, D&R ve İnkılap var bazı yerlerde.<br />

Babıali’deki önemli kültür ortamları arasında nereleri<br />

sayabilirsiniz?<br />

Bütün kitapçılar, bütün yayınevleri Babıali’deydi. Her<br />

gelen mutlaka Cumhuriyet’e veya sonra Yeni Gazete’ye<br />

uğrardı. İstanbul’a gelip de Cumhuriyet’e uğramayan<br />

ya da oraların bir kahvesine, pastanesine, meyhanesine<br />

uğramayan yoktu. Pek çok dergi idarehanesi de oradaydı,<br />

edebiyatın başkenti Babıali’ydi.<br />

O zaman gazetelerin üstlendiği fonksiyonların,<br />

bugünkünden daha fazla olduğunu söyleyebiliriz<br />

herhalde?<br />

Şüphesiz. Şimdi hayat değişti. Bir gazetede bunu düşünen<br />

var mı? Artık insanlar, teknolojiyle görüşüyorlar, konuşuyorlar.<br />

Cep telefonu denilen bir şey var, eskiden arasaydınız<br />

bulamazdınız. Teknoloji bazı şeyleri değiştiriyor ama<br />

yemek adabı, lezzeti, tadımı başka bir şey, teknolojiyle<br />

alakalı değil. Ama belki hayatın hızı, iş gücü, durumu, bu<br />

şehirdeki başka sorumluluklar, başka sıkıntılar da bu adetleri<br />

değiştiriyor. Bizde saat beşte herkes çay içer, kurabiyeler<br />

filan yerdi. Ama şimdi benim yardımcı arkadaşım da<br />

diyor ki, “Güzel de müsait miyiz?” Altıda mesaisi bitecek<br />

bir çalışan, “Müsaadenizle patron, beşte ben çaya gidiyorum”<br />

diyemez. Hayat şartları, koşullar, bunları mümkün<br />

kılmıyor. Başka tabii zorluklar da var. Ben, İstanbul’da merkezde<br />

çalıştım, Cağaloğlu’nda. Cağaloğlu her yere yakın.<br />

Bugün Cağaloğlu’na gittiğimde de arabamla, şoförümle<br />

gidiyorum. Ama mesela buraya (Hürriyet gazetesinin İkitelli’deki<br />

binası) gelmek çok zor. Babıali’deyken Yeşil Ev’e<br />

giderdik, orada oturur dönerdik. Şimdi, buradan çıkıp<br />

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bir zamanlar Cumhuriyet gazetesi binası olarak da kullanılan köşkü, 2015<br />

61


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN<br />

gezmeye gitmek gazetenin rutininde çalışan arkadaşlar<br />

için mümkün değil. Mesela buraya yakın bir alışveriş merkezi<br />

var. Oraya da bir saatte gidip gelmek mümkün değil.<br />

Merkezden ayrıldığınız anda, merkezin nimetlerinden yararlanamıyorsunuz.<br />

Merkezlerin nimetleri kaldı mı aslında<br />

o da başka bir tartışma konusu.<br />

Ben hâlâ Cağaloğlu’na giderim kırtasiyecim için. Kitapçılara<br />

giderim çünkü kültürel yarımada orası. Fatih ile orası<br />

önemli bir yer.<br />

Peki ya Beyoğlu?<br />

Beyoğlu ise başka, kozmopolit bir yer. Oranın kozmopolitliğini<br />

ben severdim. Kozmopolitlik de pek kalmadı tabii.<br />

Beyoğlu'nda Balık Pazarına girerdiniz. Çiçek Pasajı derlerdi<br />

oraya, çünkü çiçekçiler gelir, orada müzayede yaparlardı.<br />

Herkes çiçeklerini oradan alırdı, sonra balık pazarı oldu.<br />

Orada sadece Türklerin, Müslümanların yediği yiyecekler<br />

yoktu. Kozmopolit olduğu için Ermeni’nin, Rum’un, Musevi’nin<br />

de yediği yiyecekler vardı. Her çeşit vardı. Dürümcüyü,<br />

telefoncuları gördüğünüz yerde Havyar Mağazası diye<br />

mağaza vardı. Balık yumurtası satardı, anneannem çok<br />

Hangi pastanenin hangi pastayı iyi<br />

yaptığıyla çok ilgilenirim. Kurabiyeleri<br />

nasıldır, kukileri nasıldır, pötifurları<br />

nasıldır… Şimdi pek çok kimse bununla<br />

ilgilenmiyor, böyle bir meseleleri yok.<br />

Pastanın da bir kültürü vardır.<br />

severdi, oradan alırdık, güzel mağazaydı. Nisuaz diye bir<br />

pastane vardı, çok şıktı. Park vardı, Park Otel’in pastanesi.<br />

Pastaneler medeniyetti.<br />

Bugün hangi pastanelere gidiyorsunuz?<br />

Ataköy’de Divan var. Biraz ileri giderseniz Pelit var, Venüs’ün<br />

bahçeli yeri var. Ataköy bu açıdan pastane cenneti.<br />

Beyoğlu’na gittiğimde, ne yazık ki yine Divan’a uğrarsam<br />

uğruyorum. Divan’ın İstiklal Caddesi’ndeki yerine gidiyorum.<br />

Artık Divan gibi pastane yok orada. Pasta filan her<br />

yerde satıyorlar ama o lezzet yok. Belki de şu var, insan<br />

alıştığı şeyi seviyor. Alıştığı şeyin de en iyi olduğu kanaati<br />

var. O da ayrı mesele.<br />

62


İLİM VE SANAT HAYATINDA<br />

KONAKLARIN ROLÜ<br />

Dr. Şemsettin ŞEKER<br />

Yazar<br />

“<br />

Osmanlı asırlarında ilim ve sanat<br />

hayatını şekillendiren muhitler<br />

arasında konakların ayrı bir<br />

ehemmiyeti vardır. Bu meclislerde şiir,<br />

mûsikî, hat, kitap, tarih, hukuk gibi<br />

bahisler konuşulur; istidad ve iktidar<br />

sahibi kimselerin yazacağı mevzulara<br />

karar verilir; şairlerin iştihar edecekleri<br />

mahlaslar burada verilirdi. Konaklara<br />

devam eden şairler tarafından<br />

“dâriyye” adı verilen kasîdeler<br />

tanzîm olunup padişah, sadrazam,<br />

şeyhülislâm, vükelâ ve ricâle takdim<br />

edilirdi. Piyesler, Karagöz oyunları ve<br />

meddahların icrâ ettikleri sanatlar<br />

evvela buralarda sahneye çıkar, sonra<br />

cemiyet hayatına mal olurdu. Bir<br />

nevi muhitin ilgisi buralarda esere<br />

dönüşürdü. İlim ve sanat ehli bir araya<br />

geldikleri bu gibi yerlerde yeni anlayış<br />

ve fikirlerle temas kurarlardı.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />

Cümlenin malumu olduğu üzere kültür; bir muhitte doğar,<br />

büyür, gelişir ve oradan yayılır. Genelde sanat, özelde<br />

edebiyat sahasıyla ilgilenenler bilirler ki şahıs ve eser;<br />

devir ve muhitten bağımsız değerlendirilemez. Malumdur<br />

ki insanın ahlâkî, fikrî, siyasî temayülleri ile sanat zevkinin<br />

oluşmasında çevresinin önemli katkıları vardır. Bugün<br />

bile böyledir: Okunan–okunacak olan eserlerin, dinlenilen<br />

müziklerin, uğraşılan meşgalelerin belirlenmesinde–oluşmasında<br />

dâhil olunan çevrenin etkisi büyüktür. Osmanlı<br />

asırlarında ilim ve sanat hayatını şekillendiren muhitler<br />

arasında saray başta olmak üzere tekkeler, medreseler,<br />

camiler, kahvehaneler ile yalı ve konakları zikredebiliriz.<br />

Buralarda akdedilen şiir ve mûsikî meclisleri, eser mütalaaları,<br />

muhtelif ilimlere dair gerçekleştirilen sohbetler<br />

devrin ilim ve sanat hayatının ufkunu–mahiyetini tayin<br />

etmiştir. Bu muhitler arasında etki ve tesirinin devamlılığı<br />

açısından saray, tekke ve medresenin yanında konak, yalı<br />

veya köşklerin –daha umumî bir tabirle söyleyecek olursak<br />

evlerin– ayrı bir ehemmiyeti vardır.<br />

Siyaset, ilim ve şiirde zirve şahsiyetlerin konak yahut yalıları<br />

devrin siyasî, ilmî, edebî ufkunu tayin eden yerler arasındadır.<br />

İlimde, sanatta ve memuriyet hayatında hâmî–<br />

mahmî ilişkisinin devam ettiği asırlarda kişinin intisap<br />

ettiği daire, edebî ve fikrî gelişiminin yanında ilim, sanat<br />

veya memuriyet hayatındaki derecesini de belirleyecek<br />

evsaftadır. Kaynaklarda bezm-i edeb, daire, cemiyet, encümen,<br />

muhit, mahfil gibi kelimelerle de karşılanan bu meclislerde<br />

şiir, mûsikî, hat, kitap, tarih, hukuk gibi ilmî–bediî<br />

bahisler konuşulur; istidad ve iktidar sahibi kimselerin<br />

yazacağı mevzulara karar verilir; şairlerin iştihar edecekleri<br />

mahlaslar buralarda verilirdi. Konaklara devam eden<br />

şairler tarafından “dâriyye” adı verilen kasîdeler tanzîm<br />

olunup padişah, sadrazam, şeyhülislâm, vükelâ ve ricâle<br />

takdim edilirdi. Piyesler, Karagöz oyunları ve meddahların<br />

icrâ ettikleri sanatlar evvela buralarda sahneye çıkar,<br />

sonra cemiyet hayatına mal olurdu. Bir nevi muhitin ilgisi<br />

buralarda esere dönüşürdü. İlim ve sanat ehli bir araya<br />

geldikleri bu gibi yerlerde yeni anlayış ve fikirlerle temas<br />

kurarlardı.<br />

Memleketin ihsandan, sazdan ve sözden hoşlanan maruf<br />

zenginleri, hânelerinin kapısını her sınıftan halka açarlar,<br />

tabir-i maruf ile bunlara “kapusu açık hânedânından” denilir.<br />

Bunlar cedlerinden kalan mirasla “servet ü sâmân”<br />

sahibi olan kimselerdir. Her konağın kendine mahsus bir<br />

kütüphanesi ve kitapçı efendisi (hâfız-ı kütüb) bulunur.<br />

Hâfız-ı kütübler konakların birinci dereceden daimî muvazzaflarındandır.<br />

Önemli eserleri satın alır veya istinsah<br />

ettirir, araştırma yapar. Bir yerde konaktaki ilim ve sanat<br />

hayatının belirleyicisi odur. Bunların kıymetli kısmı ekseriya<br />

İlmiye ricâlindendir. Kişinin ilgisine göre tesis edilen<br />

66<br />

Bir zamanlar Üsküdar’da Ahmed Fethi Paşa Yalısı


İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

bu kütüphaneler ilme verilen kıymeti gösterir. Devrinin<br />

önemli ilim adamlarından Hoca Hayret Efendi’nin “Bir<br />

âdemin ilmine, yahud cehline, terekesinden çıkacak kitablar<br />

şehadet eder” sözünü burada zikretmekte fayda<br />

vardır. İbnülemin, bu sözün kitabın çokluğuna değil, ilmî<br />

kıymetine dikkat çekmek için ifade olunduğunu belirtir.<br />

Bu kütüphaneleri nefis ve nadir eserlerle tezyîn etmek<br />

adettendir. Teclîd ve tezhip meraklısı olan rical, “musavver<br />

kaplar, münakkaş yazma kitaplar, müzeyyen ve müzehheb<br />

meşâhir-i hattâtîn yazılarıyla tahrir olunmuş Mushâf-ı<br />

Şerîf ve elvâh-ı nefîseye sahiptirler. Konaklara hemen her<br />

gün bir hattat devam eder. Kurʽân-ı Kerîm, Buhâri-i Şerîf,<br />

Şifâ-i Şerîf gibi mühim eserlerden birkaç sayfa kendilerine<br />

yazdırılarak hâneler bereketlendirilir. 1 Buralarda akdedilen<br />

meclislerde bu gibi eserlerin “elvan ve dekâyıkına”<br />

müteallik mübahaselerde bulunulur. İran’ın minyatürüne,<br />

İstanbul’un şemsesine, Edirne’nin usulî kaplarına çok rağbet<br />

edilir. İslâmî ilimler genellikle naklî bilimler olduğu<br />

için, bilginin olduğu gibi korunması ve daha sonraki kuşaklara<br />

bozulmadan aktarılması önemlidir. Bunun en sağlam<br />

yolu da kitapların eski âlimlerin yazdığı şekliyle aynen<br />

hıfz ve istinsah edilmesidir. Harf inkilâbına kadar hat<br />

sanatı eski itibarını, ehemmiyetini kalemler, resmî yazışmalar<br />

ve özellikle konak sahiplerinin himayesiyle devam<br />

ettirmiştir. Ulemâ ve vüzerâ tarafından Mushâf-ı Şerîfler,<br />

Şifâ-i Şerifler, hilyeler, muhtelif camilere, köşklere meşk<br />

ettirilen âyet-i celîleler vasıtasıyla; diğer bir deyişle nadir<br />

ve nefis eserlerin istinsah edilmesi bu sanatın devamı<br />

için fevkalâde ehemmiyeti hâizdir. İslâm âleminde resme<br />

rağbet edilmemesi hüsni hattın millî bir resim ittihaz edilmesini,<br />

dolayısıyla millî sanatlarımızın en güzellerinden<br />

biri addedilmesini beraberinde getirmiş, terakkisine pek<br />

çok çalışılmıştır. Halkı teşvik etmek için Türk hükümdar<br />

ve şehzâdelerinin, mülkî ve ilmî ricalin hüsni hatta rağbet<br />

buyurmaları, okuryazar kesiminin pek çoğunun bir başka<br />

meslek ihtiyar etmeyerek bu sanatı medâr-ı maişet addetmelerine<br />

vesile olmuştur. 2 Diyebiliriz ki millî sanatların bu<br />

şubelerinin muhafazasında ve sonraki nesillere intikâlinde<br />

konak ve yalılar mühim bir fonksiyon icra etmişlerdir. Bu<br />

manada her bir yalı ve konağın sanat evi hüviyetini hâiz<br />

olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Konakların bir diğer hususiyeti de camiler, medrese ve<br />

mektepler haricinde eğitim hayatının feyizli bir devresini<br />

de ihtiva etmesidir. Geniş bir nüfusu da ihtiva eden konak<br />

ve yalılarda verilen eğitim şahısların ilmî, fikrî, edebî şahsiyetlerinin<br />

oluşması için fevkalâde önemli bir basamak<br />

hüviyetindedir. Biraz imkânı olanlar çocuklarını mektep<br />

yahut medreseye göndermeyip devrin ilim ve irfanıyla<br />

iştihar eden zatlarından ders almalarını sağlamışlardır.<br />

Lisan, edebiyat, mûsikî, hat, tezhip gibi konularda hususî<br />

muallimlik yapan hocalar, 3 hâne sahibinin çocukları ile sâir<br />

mensuplarına ilim ve hüner öğretip, sanat meşk ettirmişlerdir.<br />

4 Özellikle Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz<br />

devirlerinde her büyük konak “dârü’l-fünûn-ı millîden” bir<br />

şube hükmündedir. 5 Çocukluk ve mektep hatıraları okunduğu<br />

vakit görülür ki bu senelerde yaşadıkları ve okudukları,<br />

dimağlarına ve zihniyetlerine yön vermiş, müelliflerin<br />

evvela yetişme tarzına, daha sonraları da eserlerine yansımıştır.<br />

Özellikle 19. asırda konak ve köşklerdeki hususî<br />

kütüphanelerde okunan eserler;<br />

1. Geleneği temsil eden eserler<br />

2. Yeni devre ruh veren müelliflerin eserleri<br />

3. Batılı müelliflerin eserleri<br />

olmak üzere üç farklı zihniyete mahsustur. Evlerde okunan,<br />

diğer bir deyişle halk irfanının tesisinde rolü bulunan<br />

eserler arasında “Muhammediye, Mesnevî, Mevlîd-i Şerîf,<br />

Kısâs-ı Enbiyalar, Bostan ve Gülistan, Divanlar, Kerbelâ<br />

mersiyeleri, Mızraklı İlmihâl, Âşık Garip, Hz. Ali Cenkleri,<br />

Battalnâme, Bin Bir Gece Masalları, Yunus Emre ilahileri”<br />

dikkati çeker. Asrın son çeyreğine kadar yaygın olarak<br />

okunan bu eserlerin yerini önce Namık Kemâl, Ziya Paşa,<br />

Ahmed Midhat ve Abdülhak Hamid gibi yeni bir edebiyat,<br />

düşünce telâkkisiyle yazanlar almış, asrın sonlarına doğru<br />

ise Batılı müelliflerin yazdıklarının yavaş yavaş evlerde yerini<br />

almaya başladığını görürüz.<br />

Kitap meraklıları ile onların oluşturdukları hususî kütüphanelerin<br />

ilim ve edebiyat tarihimizde müstesna bir yeri<br />

vardır. Hastalık derecesinde kitap düşkünü olan zatlar ve<br />

hâneleri, eser kaleme alanların karşılaştıkları müşkilleri<br />

çözmek için müracaat ettikleri yerler arasındadır. Zamanın<br />

“ârif-i kâmil”i olan ve Cevdet Paşa’nın “millet-i İslâmiye<br />

içinde yerine konmaz âdemlerden biri” şeklinde tavsîf<br />

ettiği 6 Şeyhülislâm Arif Hikmet’in hânesinde 12 bin kitap<br />

vardır. Bunlardan üç bin kadarını Medine’de inşa ettirdiği<br />

kütüphaneye göndermiş, kalan kısmını da götürmek üzere<br />

hazırlık yaparken vefatı vuku bulmuştur. Cevdet Paşa<br />

Encümen-i Dâniş’te kendisine havâle olunan Tarih’inin yazımı<br />

sırasında Efendi’nin dillere destan kütüphanesinden<br />

pek ziyade istifade etmiştir. 7 Edebiyat, felsefe ve matematiğe<br />

dair ilimlerde verdiği derslerle meşhur Kethüdâzâde<br />

Arif Efendi’nin 8 her ilme mahsus kırk sandık dolusu nefis<br />

yazma kitaplarının büyük kısmını vefatından sonra Şeyhülislâm<br />

Ârif Hikmet Efendi satın alarak Medîne-i Münevvere’de<br />

tesis ettiği kütüphanesine göndermiştir.<br />

Bu devirde kütüphanesiyle meşhur ricalden biri de Yusuf<br />

Kamil Paşa’dır. “Dârü’l-Hikme” olarak nitelendirilen Vezneciler’deki<br />

konağında devrin ricali tefsîr-i şerîf okurlar. Bu<br />

mecliste Mustafa Fâzıl Paşa okuyucu, Cevdet ve Şîrvânîzâde<br />

Rüşdü Paşalar gibi ulemâ kökenli vezirler mukarrir, Âlî<br />

ve Fuad Paşalar ile bir kısım zevât dinleyici sıfatıyla bulunmuşlardır.<br />

Konağın sahibi ise bu mecliste mümeyyizlik<br />

vazîfesini îfâ eylemiştir. 9 Buraya devam edenler tarafından<br />

Paşa’ya takdim edilen kasîdeler birkaç cildi dolduracak<br />

67


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />

Bebek’teki Yusuf Kamil Paşa Yalısı. Boğaziçi’nin ziynetlerinden biri olan bu saray da maalesef güzel olan pek çok şey gibi hâtırâlarda kalmıştır.<br />

hacimdedir. Konağın kütüphanecisi meşhur Elhac Mehmed<br />

Zeki Efendi’dir (1821-1881). Burada kendisine tahsis<br />

olunan maaş mukâbilinde daire mensuplarına Mesnevî<br />

okutur ve Paşa’nın istediği kitapları istinsah eder.<br />

Kütüphanesiyle meşhur bir diğer rical de Ahmet Vefik<br />

Paşa’dır. Ömer Faruk Akün’ün de bahsettiği üzere onun<br />

kütüphanesi, doğu ve batının bilhassa tarih ve edebiyat<br />

sahasındaki külliyatları ve en muteber kitapları yanında,<br />

elde edilmesi güç Çağatayca eserleri, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi<br />

gibi yazma eserleri barındırmaktadır. Bu muazzam<br />

kütüphanenin bulunduğu köşkü (Rumelihisarı’ndadır),<br />

payitahta ayak basan Batılı âlim ve sanatkârların<br />

hem kitaplardan hem de sahibinin ilminden, sohbetinden<br />

istifade etmek için uğradıkları bir ziyaretgâh hükmündedir.<br />

Paşa’nın vefatından sonra borçlarını ödeyebilmek için<br />

kitapların bir kısmı satılmış, geri kalanları da ölümünden<br />

iki sene sonra basılı bir kataloğu yapılarak satışa sunulmuştur.<br />

Buradaki kitaplar, Rıza Paşa gibi kitap meraklılarından<br />

Prag Üniversitesi’ne kadar çeşitli yerlere dağılmış<br />

bulunmaktadır. 10 Eserlerin bir kısmı ise devrin hükümeti<br />

tarafından satın alınarak Dârülfünûn Kütüphânesi’ne konulmuştur.<br />

11 Ahmed Vefik Paşa’nın bu kitapları sadece kütüphanesini<br />

tezyîn etmekle kalmamış, efkâr-ı umûmiyenin<br />

istifadesine de sunulmuştur. Diğer bir deyişle paşa, “eski<br />

müelliflerin tarih ve edebiyat sahasındaki neşir imkânına<br />

kavuşamamış mühim eserlerinin basımını sağlamak suretiyle<br />

kültür ve fikir hayatımıza” katkı sağlamıştır. 12 Paşa’nın<br />

45-50 senede elde ettiği bu kitapların bir kısmını şerh,<br />

tenkit ve tashih ettiğini de torunu söylüyor. 13 Zamanının<br />

âlim ricalinden olan Sadrazam Said Paşa’nın hânesinde<br />

nefis ve nadir eserleri ihtiva eden bir de kütüphanesi vardır.<br />

İbnülemin, Said Paşa’nın avukatı tarafından kendisine<br />

gönderilen basma listede muhtelif ilimlere dair çeşitli lisanlarda<br />

yazılmış 1077 adet kitap ve mecmuanın -merhu-<br />

68


İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

mun müsellem olan ilim ve faziletine göre ümid edilenden<br />

azdır- varlığından söz eder. 14 Bu eserlerden nüshası<br />

nadir bazılarını İbnülemin daha sonra satın almıştır.<br />

Kitap meraklısı bir zat olan Maliye Nâzırlarından Nazif<br />

Paşa, resmî vazifeleri hâricinde konağında mütalâada bulunurdu.<br />

Zamanın bazı büyükleri ve kitapseverleri gibi o<br />

da nüshası nadir, hat ve tezhibi güzel kitabları satın alır,<br />

bunların iyi bir şekilde muhafazasına itina eylerdi. Vefatından<br />

sonra Paşa’nın bütün hayatı boyunca topladığı bu<br />

eserleri ailesi zaruret yüzünden satmak mecburiyetinde<br />

kalmıştır. Ali Emirî Efendi tarafından satın alınan bu kitaplar<br />

arasında sonradan Maarif Nazaretince bastırılmış olan<br />

Divanı Lügati’t-Türk isimli kıymetine paha piçilmez abidevî<br />

bir eserin de merhumun metrükâtı arasında zuhur etmesi<br />

kütüphanesinin önemine delâlet eyler. Ali Emirî Efendi bir<br />

zamanlar neşrettiği Tarih ve Edebiyat isimli mecmuasında<br />

Millet Kütüphanesi’nin kuruluşunu hikâye ederken dünyada<br />

yegâne olan bu nüshanın verese tarafından geçim<br />

sıkıntısı yüzünden satıldığını hikâye eylemiştir.<br />

Ders Vekîli ve Dârüşşafaka muallimlerinden Amasyalı<br />

Hoca Hâlis Efendi (1843-1913) de kütüphanesiyle iştihar<br />

eden zatlar arasındadır. Ömrünün sonuna kadar ilimle<br />

meşgul olan Hoca Halis Efendi, hafızasının kuvveti ve<br />

Arap edebiyatındaki vukufuyla meşhurdur. Kütüphanesinde<br />

her dilden, her fenden binlerce eser vardır. Çağdaşları,<br />

onun büyük sarığının yarım asırlık kemâlinin tantanalı<br />

tâcı; hitâbetinin ise geçmiş asırların ilmî ve mânevî intibâlarını<br />

câmi bir hazine olduğu hususunda hemfikirdir. Aynı<br />

isme bir diğeri ise, kötü şöhretiyle meşhur Hazine-i Hassa<br />

Muhasebecisi Hâlis Efendi’dir. Kitap meraklısı (bibliyofili)<br />

olan Hâlis Efendi’nin diğer erbâb-ı kitaptan farkı sahaflardan<br />

topladığı nadir ve nefis eserleri saklayıp büyük<br />

paralara ecnebilere satmasıdır. Büyük kitâbiyat âlimleri<br />

Ali Emirî Efendi ile İbnülemin eserlerinde doğrudan<br />

ve dolaylı olarak Hâlis Efendi’nin bu tarafını<br />

tenkit ederler. Bulunduğu her yeri tabiî bir edebî–fikrî<br />

mahfil hâline getiren İbnülemin’in 15 haftanın<br />

belirli günlerinde ilim, mûsikî ve edebiyat<br />

meclisleri akdettiği Beyazıt’ta Mercan’daki konağı<br />

da Osmanlı kitap kültürünün bütün safhalarının<br />

görüleceği yerler arasındadır. Süleyman Nazif’in<br />

söylediği vechile vaktiyle bazı maruf zatlar tarafından<br />

“Darü’l-Kemâl” 16 nâmı verilen konakta cuma ve<br />

pazar günleri 17 ulemâ ve üdebadan, şuara ve mûsikî<br />

erbabından pek çok kimsenin iştirakiyle ilmî,<br />

edebî sohbetler yapılır. Mühürdar Mehmet Emin<br />

Paşa Sokağı’ndaki konağı; Yusuf Kamil Paşa ve babası<br />

Mehmed Emin Paşa’dan kalma bir alışkanlıkla<br />

kadim Türk geleneğine uygun olarak bu asrın son<br />

yıllarından İbnülemin’in vefatına kadar elli yılı aşkın<br />

süre bir edebî ve fikrî mahfil işlevi görmüştür. 18<br />

Onun konağı, kültürümüzün bütün meselelerinin,<br />

69


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />

Hoca ve talebesi eski usul ders takrir ediyorlar.<br />

değerlerinin konuşulduğu ve yaşatıldığı; ilim, siyaset ve<br />

sanat muhitlerinden seçkin simaların her hafta uzun geceler<br />

etrafında buluştuğu bir yerdir. 19 Bugün büyük bir<br />

kısmı İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi’nde bulunan bu kütüphanenin<br />

en belirgin hususiyeti Türk kültür ve edebiyatının<br />

hemen bütün merhaleleri hakkında, özellikle de<br />

Türk şiirinin değişik devirleri açısından, zengin bir kaynak<br />

teşkil eden nadir ve nefis eserleri ihtiva etmesidir. Yakın<br />

tarihimizin ihmal edilmiş, üzerinde çalışma yapılmamış<br />

mühim şahsiyetleriyle alakalı çalışmalar için asıl kaynak<br />

vazifesini görecek şiir, münşeat, cönk vs. mecmuaları,<br />

matbû eserlerinin müsveddeleri ile neşir sahasına çıkmamış<br />

eser ve husûsî evrâkları bu kütüphanenin kıymetini<br />

gösterecek evsaftadır. Bu kütüphane, bütünüyle “muhafaza”<br />

hissinin harekete geçirdiği, “memleketin ilim ve<br />

marifet”ine katkıda bulunarak eslâfın ve ahlâfın hayır dualarına<br />

mazhar olma arzusunun ve eserlerinde sık sık dile<br />

getirdiği “Hayru’n-nâs men yenfa’u’n-nâs” [İnsanların en<br />

hayırlısı insanlara faydalı olandır] düsturunun harekete<br />

geçirdiği bitmek tükenmek bilmez bir azmin ve sabrın<br />

meyveleridir. 20<br />

Konaklar, ikbal ile idbar arasındaki yerlerdir. Vükelâ ve<br />

ulemanın kudemâsının hâneleri, bir diğer deyişle daireleri,<br />

devletin istikametini belirleyecek derecede etkili<br />

yerler arasındadır. Üst kademe memuriyetlere getirilenler,<br />

genellikle aynı daire mensuplarıdır. Ayrıca ricâl-i<br />

devletin husumetlerinden doğan politik dedikodular hep<br />

buralarda neş’et eder. Devlet erkânı arasında birtakım<br />

sürtüşmeleri, dargınlıkların esbabını yalı ve konaklar üzerinden<br />

rahatlıkla müşahede edebiliriz. Devletin kaderini<br />

ilgilendiren kararların bir kısmının konaklarda konuşulup<br />

alınması buraları tabiî bir siyasî mahfil hâline getirmiştir.<br />

Her konak zamanın sosyal ve siyasî hadiselerinden bir<br />

şekilde etkilenmiştir. Özellikle Halet Efendi yalısı ile Pertev,<br />

Akif, Hüsrev, Mustafa Reşid, Mütercim Rüşdü, Yusuf<br />

Kamil, Midhat ve Hüseyin Avni Paşaların konakları fikir ve<br />

sanatın yanında siyasî bir mahfil olarak da düşünülebilir.<br />

Buralar 1810-1877 arasında toplumu derinden etkileyen<br />

hadiselerin yaşandığı mekânlar olmaları hasebiyle önemli<br />

yerlerdir. Özellikle Mehmed Said Hâlet Efendi (1760-<br />

1823) şahsiyeti, ilmi, siyaseti, kıyâseti ve kendine mahsus<br />

hâlleriyle bir devri dolduran zatlardan biridir. XIX. asrın<br />

başlarında devlet idaresindeki etkisiyle, tarihimizin özellikle<br />

1811-1822 yılları, biraz da Hâlet Efendi’yle özdeşleştirilmiştir.<br />

Tarz-ı siyasetiyle sarayı, askeriyeyi, mülkiyeyi ve<br />

tasavvufî çevreleri neredeyse tek başına avucunun içine<br />

almıştır. Devrinin hemen hemen bütün kibarını, ulemâsını<br />

etrafına toplayan Hâlet Efendi’nin Beşiktaş’ta bulunan<br />

yalısı, Küplüce’deki sâhilhânesi, Süleymaniye ve Vezneciler’deki<br />

konakları; kibarın, ricalin, zurefânın toplanma<br />

yerleri arasındadır. Dairesinde bulunmak ikbâle ulaşma<br />

yollarından biridir. II. Mahmud devri ricalinden Kırım asıllı<br />

Mehmed Said Pertev Paşa’nın dairesi, Tanzimat sonrası<br />

ricalin kısm-ı azamını yetiştirmesi hasebiyle önemi<br />

hâizdir. Kabiliyetli, ehil kimseleri daima koruyup kollayan<br />

Pertev Paşa, Tanzîmat sonrasının mümtaz şahsiyetlerinin<br />

büyük bir kısmını himâye etmiştir. Bu zatlar arasında<br />

en çok dikkat çekeni Reşid Paşa’dır. Konağa devam<br />

eden şairler arasında Vakʽanüvis Esad Efendi, Şânizâde<br />

Atâullah Efendi, Âkif Paşa, Esad Muhlis Paşa, Şeyhülislâm<br />

Ârif Hikmet, Mehmed Arif Beyzâde Said, Şeyh Mehmed<br />

Emin Zâik Efendi, bir ara idamdan kurtardığı şair Lebib<br />

Efendi gibi devrin önemli kimseleri dikkat çeker. Pertev<br />

Paşa dairesinde yetişenler uzun süre umûr-ı devlete, ilim<br />

ve edebiyat âlemine hâkim olmuşlardır. II. Mahmud dönemiyle<br />

başlayıp Tanzîmat’la devam eden yeni uygulamaların<br />

Mülkiye ve İlmiye’deki yürütücüleri, yani Mustafa<br />

Reşid Paşa ile Şeyhülislâm Ârif Hikmet Beyefendi çevresi,<br />

Pertev Paşa’nın hususî dairesinde yetişen şahsiyetler olmaları<br />

itibariyle dikkat çekicidir.<br />

Konağında devlet adamı yetiştiren bir diğer devletlu da<br />

“adât-ı frengâne ve etvâr-ı lâubâliyânenin mürevvici hatta<br />

müessisi” olarak takdim edilen Hüsrev Paşa’dır. Hüsrev<br />

Paşa, kölelerini ve sair kimsesiz çocukları konağında eği-<br />

70


İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

terek büyük memuriyetlerde istihdamlarına delâlet etmiştir.<br />

Kaptanıderya Damat Gürcü Halil Rifat Paşa, Koca<br />

Hakkı Paşa, Sadrazam Gürcü Reşit Paşa, Tophane Müşiri<br />

Vasıf Paşa, Müşir Çerkez Sadullah Paşa, Müşir Çerkez<br />

Abdi Paşa, Sadrazam Edhem Paşa, Gözlüklü Reşit Paşa,<br />

Zaptiye Müşiri Hayrettin Paşa, Ferik Haydar Paşa, İskender<br />

Paşa, Selim Paşa, Ferhat Paşa, Liva Hüseyin Paşa ve<br />

Hattat Abdülfettah Efendi gibi zatlar hep Hüsrev Paşa’nın<br />

dairesinde yetişmişlerdir. Siyaset ve edebiyatta Âlî, Fuad,<br />

Mahmud Nedim, Rüşdü, Memduh ve Cevdet Paşalar<br />

başta olmak üzere Üsküdarlı Hakkı, Hafız Müşfik, Şair Âli,<br />

Ziya Paşa, Kâzım Paşa, Namık Kemâl gibi birbirinden kıymetli<br />

şahısları teşvik ve himaye edip devlete kazandıran<br />

Mustaf Reşid Paşa’nın dairesi de aynı devrin en mühim<br />

siyaset, edebiyat mahfilleri arasındadır.<br />

Servet-i Fünûn mecmuasının kapağı<br />

Mustafa Reşid Paşa’nın Baltalimanı’ndaki yalısı. (1942 yılı). Bir ara Damad<br />

Ferit Paşa’nın da oturduğu yalı, Cumhuriyet devrinde bir ara İstanbul Üniversitesi<br />

Fen Fakültesine tahsis edilmiştir.<br />

“İstanbul’un kendini ilme vermiş insanları<br />

arsında Darülkemâl ismini almış olan bu ev,<br />

üstat Mahmut Kemal İnal'ın, daha doğrusu<br />

İbnülemin Mahmut Kemal’in, bütün müştaklarına<br />

feyiz ve irfan serpen yuvasıdır.<br />

Darülkemâl artık üstadın evi olmaktan çıkmış,<br />

ilmî tetkikler yapan zümrenin hazine-i<br />

kemali olmuştur. Her ilim düşkünü oraya<br />

gider, üstadın elini öper, orada bilmediğini<br />

öğrenir, kafasını yeni baştan kemâlât ile<br />

doldurarak çıkar. Darülkemâl nev’i şahsına<br />

münhasır bir üniversite, İbnülemin Mahmut<br />

Kemâl de bu üniversitenin nev’i şahsına<br />

münhasır rektörüdür.” Hasan Âli Yücel.<br />

71


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />

Sultan II. Abdülhamid’in Tunuslu Hayreddin Paşa’ya ihsan ettiği konak. Nişantaşı’ndaki bu konağın tamir ve tadilatı da ceyb-i hümayundan karşılanmıştır.<br />

Reşid Paşa’dan sonra her sınıftan insanı himaye eden Yusuf<br />

Kamil Paşa’dır. Kıymet-şinas olan Paşa, kimde istiʽdât<br />

ve liyâkat görse “lisanen ve ihsânen” himaye eder, her<br />

suretle teşvik ve tergîb edermiş. Mustafa Reşid Paşa’nın<br />

vefatından sonra Şinasi’yi, Kemâl ve Ziya’yı himâye etmiştir.<br />

Yusuf Kâmil Paşa’nın bu hususiyetleri devrin edebiyat<br />

mahfillerinde de akis bulmuştur. Leskofçalı Galib, Hersekli<br />

Ârif Hikmet, Nâmık Kemâl, Ayaşlı Hayri, Recâizâde Mahmud<br />

Ekrem gibi zamanının mühim şairleri de yazdıkları<br />

kasîdelerle Paşa’yı methetmişler, onun kemâlini, ihsan<br />

ve atiyelerini hususen belirtmişlerdir. Midhat Paşa’nın<br />

Beyazıt’ta, Tavşantaşı Mahallesi’nde Soğanlı Camii’nin yanındaki<br />

konağı zamanın mühim bir edebiyat, hususen de<br />

siyaset mahfillerinden bir diğeridir. Midhat Paşa’nın konağı<br />

ihtilâl, hürriyet ve Kanûn-ı Esâsî hazırlıkları ve tartışmaları<br />

eşliğinde, parlamenter rejimi getirmek isteyenlerin<br />

uğrak yerlerindendir. Hatta denilebilir ki devlet idaresinde<br />

nüfuz ve kuvvetin Rüşdü, Avni Paşalar ile kendisinin elinde<br />

toplanmasının ve cumhuriyet, meşrûtiyet fikirlerinin kuvveden<br />

fiile çıkartılma faaliyetlerinin âdeta ana karargâhı<br />

hükmündedir. Zamanının en alafranga konaklarından birisidir.<br />

Sultan Abdülaziz’in son zamanları ile V. Murad ve<br />

Sultan Abdülhamid’in cülûsunun ilk senelerinde yeni fikirlere<br />

sahip olanların ekserisinin buluşma yeri olan bu konak,<br />

hakikâten son devrin en mühim meselelerinin konuşulduğu<br />

mekânlardan biridir. Osmanlı nüfus ve nüfuzunu<br />

temsil eden pek çok kimse buradadır.<br />

Sultan II. Abdülhamid devrine kadar tesirini bir şekilde<br />

sürdüren konaklar, bu devirde yerini büyük oranda mektepler<br />

ve matbuata bırakmıştır. Konaklardaki ilmî, edebî,<br />

fikrî meclislerin inhitatında devrin siyasi havasının yanında<br />

sosyal ve iktisadî hayatın değişmesi de etkili olmuştur. 21<br />

72<br />

Menâpirzâde Nuri Bey’in Yakacık'taki köşkü. Fotoğrafın mehazı Tütün Rejisi müdürlerinden<br />

Rambert; Nuri Bey’in ahşap köşkü ve buranın sakinleri hakkında hayli ilginç<br />

bilgiler aktarır. Rambert; “temeddün ve tahsil sahibi, hoş-sohbet, mültefit, herkesin<br />

hürmetine mazhar olmuş bir zât” olarak tavsîf ettiği Nuri Bey’in yanında ayakta<br />

duran küçük kızı Sabiha’nın da resim ve yağlı boyaya istidadı bulunduğundan bahsediyor.<br />

Sabiha, fotoğraf çekildiği esnada 12 yaşında, Nuri Bey ise 56. Resimden de<br />

anlaşılacağı veçhile, daha o yaşta, seksen yaşında bir “pîr-i fertut” hâline gelmiş.<br />

Dipnotlar<br />

1 Balcızâde Tahir Harimî, Tarihi Medeniyette Kütüphaneler,<br />

Vilayet Matbaası, Balıkesir 1931, s. 529-530.<br />

2 İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Son Hattatlar, MEB, İstan bul<br />

1955, s. 3.


İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Halife Abdülmecid Efendi’nin Bağlarbaşı’ndaki konağında tertip edilen Abdülhak Hamid gününde devlet adamları ve şairler...<br />

3 Mehmet Zeki Pakalın, Mâliye Teşkilâtı Tarihi IV, Maliye Ba<br />

kanlığı, Ankara 1978, s. 35.<br />

4 Balıkhâne Nazırı Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, haz.<br />

Ali Şükrü Çoruk, Kitabevi, İstanbul 2001, s. 20.<br />

5 Abdurrahman Âdil, “Yeni Osmanlılar Tarihi ve İnkılâbât-ı Fikriye<br />

Münâkaşaları”, Hâdisât-ı Hukukiye ve Târihiye, cüz 3, 15 Mayıs<br />

1341.<br />

6 Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir II, haz. Cavit Baysun, TTK, Ankara 1986, s.<br />

73.<br />

7 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih II, Dersaâdet 1309 s. 102.<br />

8 Muallim Naci, Osmanlı Şairleri, (Haz. Cemal Kurnaz), MEB<br />

Yay., İstanbul 1995, s. 172.<br />

9 İbnülemin Mahmud Kemâl, Kemâlü’l-Kâmil, İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi<br />

İbnülemin kısmı, T3341, v. 115/a-b.<br />

10 Bkz. Ömer Faruk Akün, “Ahmet Vefik Paşa”, DİA, c. II, İstan bul<br />

1989, s. 150-151.<br />

11 İbnülemin Mahmud Kemâl, Evkâf-ı Hümayun Nezareti’nin<br />

Târih-i Teşkilâtı ve Nuzzarin Terceme-i Hâli, Evkâf-ı İslâmiye<br />

Matbaası, Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliye 1335, s. 114.<br />

12 İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Osmanlı Devrinde Son<br />

Sadrıazamlar, İstanbul, 1940-1953, s. 704-705.<br />

13 Mehmed Cemaleddin, Osmanlı Tarih ve Müverrihleri (Ayîne-i<br />

Zurefâ), haz. Mehmet Arslan, Kitabevi Yayınları, İs<br />

tanbul 2003, s. 127.<br />

14 İbnülemin, Son Sadrıazamlar, s.1253.<br />

15 İbnülemin’in muhtelif meclislerdeki hâlleri ve bunların menkıbeleri<br />

için bkz. Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemin<br />

Mahmud Kemâl, haz. Fatih M. Şeker – İsmail Kara, Dergâh Yayınları,<br />

İstanbul 2009, s. 252 vd.<br />

16 Süleyman Nazif, Servet-i Fünûn, nr. 90-1564, 5 Ağustos 1925.<br />

17 İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1930-<br />

1942, s. 959. Bir ara İbnülemin’in konağına devam ederek müstefîd<br />

olan Mehmed Zeki Pakalın, daha sonraları aleyhinde bulunmuştur,<br />

konağın ve sahibinin hususiyetiyle alakalı şunları yazar:<br />

“Öteden beri tanıdığı, tanımadığı âdemler, nezdine gelir yahut tezkire<br />

yazar hatta sokakda yakalar, soracağını sorar, müşârun ileyh sorulan<br />

meseleyi bilirse derhal cevabını verir ve muhatabının –tanımadığı<br />

zât ise– hüviyetini öğrenmeğe de lüzum görmez. Bilmediği bir<br />

şey sorulsa “bilmiyorum. Fakat filân kitaba müracaat edilse aranılan<br />

bulunur zannederim” der.<br />

Kable’l-işgal kitaphânesinde pek mühim kitaplar, pek mühim evrak-ı<br />

kadîme –bugün emsâli mefkûd– eski gazete kolleksiyonları mevcut<br />

olduğundan ulemâ ve üdebâdan bazı zevât müracaatla müstefîd<br />

olurlardı. İkametgâhı dâru’l-ilm hükmünde olduğundan müdâvimlerden<br />

bazı zevât “Dâru’l-Kemâl” tesmiye etmişlerdi; birbirlerine<br />

“Mahmud Kemâl Bey’in hânesine gidiyor muyuz” makamında<br />

“Dâru’l-Kemâl’e gidiyor muyuz” diye sorarlardı. Ulemâdan, üdebâdan,<br />

şuarâdan, hattâtînden, erbâb-ı sanatdan, erbâb-ı mûsikîden<br />

el-hâsıl meslek-i muhtelife mensuplarından her fert aradığını<br />

Dârul’l-Kemâl’de bulur, istifade ederdi.” Hüseyin Vassaf, Kemâlü’l-<br />

Kemâl, s. 148.<br />

18 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s. 168.<br />

19 Ağabeyim Fatih M. Şeker, konağın devirleri ve nesilleri etkileyen bir<br />

mahfil olmasının arkasında Nakşî geleneğin de önemli bir etken<br />

olduğunu söyler: “İbnülemin’in dârü’l-kemâl diye isimlendirilen<br />

konağı sohbet meclislerinin kurulduğu bir yerdir. Erbabının dergâhı<br />

olan konağın mürşidi İbnülemin’dir. Kendisini Nakşîlikte idrak eden<br />

İbnülemin intisap ettiği tarikatte ve gelenekte olduğu gibi hayatında<br />

sohbete merkezi bir yer verir.”; Fatih M. Şeker, “İbnülemin İçin<br />

Bir Entelektüel Portre Denemesi: Osmanlı ile Cumhuriyet Arasında<br />

Sahih Bir Köprü”, Kemâlü’l-Kemâl, Haz. Fatih M. Şeker-İsmail Kara,<br />

İstanbul, Dergâh Yayınları, 2009, s. 18.<br />

20 Bkz. Metin Toker, “İstanbul’un Harab Bir Konağındaki Hazine”,<br />

Cumhuriyet, 08.10.1949, s.14. Yakın dostu Hüseyin Vassaf’ın kütüphane<br />

hakkındaki değerlendirmeleri için bkz. Hüseyin Vassaf,<br />

Bir Eski Zaman Efendisi, s. 152-153. İbnülemin’in konağındaki hat<br />

koleksiyonunu değerlendiren bir yazı için bkz. Ali Alparslan, “İbnülemin<br />

Mahmud Kemâl İnal’ın Kısa Hayatı ve Hat Koleksiyonu”,<br />

Müteferrika, Yaz 2000, nr. 17.<br />

21 İlmi ve edebi muhitler hakkında geniş bilgi için bkz. Şemsettin Şeker,<br />

Ders ile Sohbet Arasında: On Dokuzuncu Asır İstanbulu’nda İlim,<br />

Kültür ve Sanat Meclisleri, İstanbul 2013, s. 647<br />

73


KAZANCIGİL<br />

KONAĞI’NDA<br />

BİR GECE<br />

Halil SOLAK<br />

Yazar<br />

“<br />

En hurda teferruatı dahi hatırlayan,<br />

hafızasıyla ünlü tarihçimiz Mükrimin<br />

Halil Yinanç, Kazancıgil konağına<br />

birkaç saat erken gelirmiş Tevfik<br />

Remzi Bey’in oğlu Aykut’a Osmanlıca<br />

öğretmek için. İyi bir hoca olduğuna<br />

şüphe olmayan Mükrimin Halil Bey, üç<br />

ayda Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı<br />

Enbiya’sını okuyacak seviyeye getirmiş<br />

evin küçük oğlunu.<br />

Yinanç, toplantılarda heyecanlı<br />

konuşması ve tarihî hadiseleri âdeta<br />

yaşarmışçasına anlatmasıyla herkesi<br />

kendine hayran bırakırmış.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK<br />

İstanbul’un insanın nefesini kesen dik yokuşlarından<br />

biri Taksim’deki Kazancı Yokuşu.<br />

Bir zamanlar bu yokuşun başında bahçesinde güller<br />

ve tenis kortu olan 6 katlı 32 odalı muhteşem<br />

bir konak vardı desem inanır mısınız?<br />

Öyle bir konak ki, Yahya Kemal’den Peyami Safa’ya,<br />

İbnülemin Mahmud Kemal’den Hilmi Ziya Ülken’e<br />

Mesut Cemil’den Mükrimin Halil’e kudemânın kırk<br />

atlısından olup da yolu bu evden geçmeyen isim<br />

neredeyse yok gibi. Burayı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e<br />

geçiş sürecinin takımyıldızı entelektüelleri<br />

için bir câzibe merkezi yapan elbette evin sahibi<br />

Ord. Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil idi.<br />

Türkiye’de jinekolojinin kurucu isimlerinden biri<br />

olan Kazancıgil, Malatya’nın önde gelen ailelerinden<br />

birine mensuptur. Hem medreseli hem tıbbiyeli<br />

babası Osman Remzi Bey’in izinden giden<br />

Tevfik Remzi Bey, askerî tıbbiyeyi birincilikle bitirmesinden<br />

dolayı Ziya Gökalp tarafından uzmanlık<br />

eğitimi için Berlin’e gönderilmiş, buradan döndükten<br />

kısa bir süre sonra da kadın-doğum alanında<br />

uzmanlaşmak için İsviçre’ye gitmiştir. 1924’te İstanbul’a<br />

dönen Tevfik Remzi Bey, Kazancı Yokuşu’ndaki<br />

evi satın almış ve büyük masraflarla yenileyip<br />

“Kazancı Konağı” hâline getirmiş.<br />

76<br />

Büyük salonun bir köşesi.


KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Konağın iki kapısından alttakinin<br />

girişinde Tevfik Remzi<br />

Bey’in muayenehanesi, personel<br />

odaları ve kalorifer dairesi<br />

bulunuyormuş. Birinci<br />

katta ise sayısı 20 bini aşan<br />

kitaplarıyla dev bir kütüphane<br />

karşılarmış misafirleri. Burada<br />

sadece tıpla alakalı kitaplar<br />

olduğunu düşünürseniz yanılırsınız.<br />

Arapça, Farsça, Fransızca,<br />

Almanca ve Rumcaya<br />

vâkıf olan Tevfik Remzi Bey<br />

çocukluğundan son nefesine<br />

kadar bitmez tükenmez<br />

bir okuma aşkıyla yaşamıştır.<br />

O kadar ki, çok okumaktan<br />

dolayı gözleri genç yaşta bozulmuş<br />

ve taktığı gözlük yüzünden<br />

arkadaşları arasında<br />

“Camekân Tevfik” diye anılır<br />

olmuş. Lise arkadaşı Vedat<br />

Nedim Tör, ondan “Tevfik’i<br />

mütemadiyen kitap okurken<br />

hatırlıyorum” diye bahseder.<br />

Ömrü boyunca siyasete bulaşmayan,<br />

tarih, felsefe ve bilhassa sosyolojiye duyduğu<br />

büyük alaka dolayısıyla daima okuyan, zamanının çoğunu<br />

150 metrekare civarındaki bu kütüphanede geçiren Tevfik<br />

Remzi Bey için ünlü sosyoloji profesörü Ziyaeddin Fahri<br />

Fındıkoğlu ise şöyle der: “O sosyolojiyle hekimliği buluşturmuştur.”<br />

Yahya Kemal Sahnede<br />

Kütüphaneden merdivenlere yönelip üst katlara<br />

çıkıldığında, çeşitli büyüklüklerde yemek odaları,<br />

salonlar, yatak odaları ve en üst kattaysa eski usûl<br />

büyük bir çamaşırhaneyle evde çalışan iki hanımın<br />

kaldığı odalar bulunurmuş.<br />

Tevfik Remzi Bey kütüphanesinde istirahat halinde.<br />

Şayet günlerden perşembe, vakit de akşamüzeriyse,<br />

geniş bir ailenin ikâmet ettiği bu konakta,<br />

nüfus iki üç katına çıkarmış. Zira müdavimler birer<br />

birer kapıyı çalar, hafif bir akşam yemeğinden sonra,<br />

‘sohbet sanatı’nın en iyi icra edildiği sahnelerden<br />

biri olan Kazancı Konağı’nın klasik tarzda döşenmiş<br />

geniş ve güzel salonundaki yerlerini alırlarmış.<br />

Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sını<br />

okuyacak seviyeye getirmiş<br />

evin küçük oğlunu. Yinanç,<br />

toplantılarda heyecanlı konuşması<br />

ve tarihî hadiseleri<br />

âdeta yaşarmışçasına anlatmasıyla<br />

herkesi kendine hayran<br />

bırakırmış.<br />

Konağın bir başka önemli<br />

misafiriyse Yahya Kemal’miş.<br />

Kendi Gökkubbemiz şairi<br />

geldiğinde her zamankinden<br />

başka bir teşrifatın işlediğini<br />

tahmin edebiliriz. Türk<br />

ve Fransız şiirinden örnekler<br />

okuyup onları izah eden Üstad’ın,<br />

üslûbu, jest-mimikleri<br />

ve şakalarıyla şimdiki ‘talkshow’culara<br />

taş çıkarttığını<br />

söylüyor evin oğlu Aykut Kazancıgil.<br />

Ciddiyetiyle meşhur<br />

diplomat Numan Menemencioğlu<br />

bile onun esprilerine<br />

dayanamaz, kahkahalarla<br />

gülermiş. Sohbetiyle meclisleri<br />

süsleyip revnak veren,<br />

eskilerin ‘mîr-i kelâm’ dediği insanlardan olan Yahya Kemal<br />

konuşurken Sabri Esat Siyavuşgil, şairin ağzının içine<br />

bakarmış. Dikkatini çeken bu durum üzerine Aykut Bey,<br />

bir gün babasına, “Bu adam niçin Yahya Kemal’e düşman<br />

gibi bakıyor?” diye sormuş. Babası da gülümseyerek şöyle<br />

demiş: “Hayır, bilakis, söylediği bir kelimeyi dahi kaçırmak<br />

istemiyor da ondan öyle dinliyor.”<br />

En hurda teferruatı dahi hatırlayan, hafızasıyla ünlü<br />

tarihçimiz Mükrimin Halil Yinanç, birkaç saat erken<br />

gelirmiş konağa Tevfik Remzi Bey’in oğlu Aykut’a Osmanlıca<br />

öğretmek için. İyi bir hoca olduğuna şüphe<br />

olmayan Mükrimin Halil Bey, üç ayda Ahmed Cevdet<br />

Küçük salonun bir köşesi.<br />

77


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK<br />

Zıt Kutuplar Bir Arada<br />

Ünlü romancı Peyami Safa da evin müdavimlerinden biriymiş.<br />

Üstelik de Durkheim’ın öğrencisi eğitimci Sadrettin<br />

Celal Antel ile! Bir yanda gazete ve dergilerde polemikçi<br />

bir üslupla kaleme aldığı yazılarla gündemde olan ‘sağcı’<br />

Safa, diğer yanda Tan gazetesinde onun tam aksi istikamette<br />

yazılar yazan ‘solcu’ Sadrettin Celal Bey. Öyle ki,<br />

Aykut Bey, ertesi gün okulda “Dün akşam Peyami Safa ve<br />

Sadrettin Celal bizdeydi” dediğinde arkadaşları şaşırır, bir<br />

türlü inanmazlarmış. Köşelerinde son derece kavgacı, ancak<br />

yüz yüze gayet nazik davranan bu iki zıt kutbu bir araya<br />

getiren, Kazancıgil Konağı’nın yazısız kurallarıymış: Bu<br />

toplantılarda hemen hiç siyaset konuşulmaz, ailelerden,<br />

kültür olaylarından, yeni çıkan kitaplardan bahsedilirmiş.<br />

Çok önemli güncel siyasî gelişmeler, meselâ hükümet değişikliği<br />

gibi meseleler sohbet meclisinin gündemine ancak<br />

iki üç hafta sonra gelirmiş, o da birkaç cümle ile.<br />

Adnan Adıvar geldiğindeyse sohbetin seyri doğal olarak<br />

felsefeye kayarmış. Alman felsefesi, Hitler öncesi-Hitler<br />

sonrası, yeni Kantçı akımlar, bilimsel gelişmeler, Batı’daki<br />

büyük kültür hareketleri gibi konular konuşulurmuş.<br />

Aykut Bey, Adnan Adıvar’ın toplantılara bazen eşi Halide<br />

Edip ile geldiğini, ancak Sinekli Bakkal romancısının bu<br />

meclislerde yeni insanlarla tanışmayı pek tercih etmediğini,<br />

daha ziyade eski tanıdıklarıyla sohbet ettiğini söylüyor.<br />

Konağın zengin kütüphanesinden de istifade eden<br />

Adnan Bey, bir kitabı ödünç alır, iade edene kadar diken<br />

üstünde oturur, üç dört defa arayıp işinin çok az kaldığını,<br />

78<br />

Prof. Dr. Aykut Kazancıgil, babası ile


KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

kitabı derhal göndereceğini söylermiş. Tarih Boyunca İlim<br />

ve Din kitabının sonunda “Bu kitabı Tevfik Remzi Bey’in<br />

seçkin kütüphanesinde yazdım” diyerek bu duruma işaret<br />

etmiştir.<br />

En Ağır Misafir<br />

Modern Türkoloji araştırmalarının kurucusu Prof. Fuad<br />

Köprülü de Kazancıgillerin aile dostlarındanmış ve konaktaki<br />

sohbetlere sık sık katılırmış. O sıralarda eve gelen aydınların<br />

çoğu ya Halkevlerinin etrafında toplanırmış ya da<br />

CHP azalarıymış. Türk Ocağına mensup Köprülü ile CHP’liler<br />

Kazancıgil Konağı’nda bir araya geldiklerinde gergin<br />

değil, hoşgörülü bir ortam olurmuş. Vefatının ardından<br />

“Fuad Köprülü’ye Veda” başlıklı bir yazı kaleme alan Tevfik<br />

Remzi Bey, “Benim, ruh sarsıntım tarif edilemez. O derece<br />

derin ve samimi. Musalla taşında, uzanmış yatan, Türk milletinin<br />

kültür dünyasında açılmış bayrağı idi.” diyerek bu<br />

büyük âlime karşı hislerini dile getirmiştir.<br />

Konağın en ağır misafiriyse hiç şüphesiz İbnülemin Mahmud<br />

Kemal’dir. Tam manasıyla nevi şahsına münhasır bir<br />

insan olan bu “devr-i kadîm efendisi” geldiği zaman musikî<br />

olmasına dikkat edilir, Mesut Cemil Bey’i dinlerken ellerini<br />

dizlerine vurarak “Allah rahmet etsin babasına” diye<br />

mırıldanırmış.<br />

Misafirler arasındaki pek çok yabancı arasında, sanatta<br />

devlet yönlendirmesine karşı olduğu için Almanya’dan<br />

ayrılıp Türkiye’ye gelen heykeltıraş Rudolf Belling ile neredeyse<br />

aileden biri diyebileceğimiz Fransız mimar ve sanat<br />

tarihçisi Albert Gabriel’i sayabiliriz.<br />

Emin olun, burada isimlerini zikredemediğimiz devrin<br />

önemli kültür, sanat, ilim, tıp ve siyaset adamlarının yolları<br />

en az bir kez Kazancıgil Konağı’ndan geçmiştir. Onlar da<br />

Tevfik Remzi Bey’in sofrasına oturup nefis yemeklerden<br />

yemiş, tavşankanı çaylardan yudumlamış, o zengin kütüphaneden<br />

birkaç kitap ödünç almışlardır. Muhabbetten<br />

aldıkları lezzetten bahsetmeye gerek bile yok.<br />

Şimdi artık ne o insanlar var, ne o Kazancı Konağı, ne de<br />

o sohbetler…<br />

“Ol saltanatın yerinde yeller eser şimdi.”<br />

*<br />

Hâmiş: Prof. Dr. Aykut Kazancıgil ismine ilk kez Beşir<br />

Ayvazoğlu’nun Sîretler ve Sûretler isimli portreler kitabında<br />

rastladım. Ardından Kazancıgil ile yapılmış nehir<br />

söyleşi kitabı Her Doğum Bir Mucizedir’i okudum.<br />

Şükür ki, yıllar sonra kendisiyle tanışmak ve uzun<br />

sohbetler etmek nasip oldu. Bu metni yazarken de<br />

onun lütfettiği değerli bilgilerden ve aile albümündeki<br />

fotoğraflardan istifade ettim. Yardımları için değerli<br />

hocama müteşekkirim.<br />

Belling, beş çayı için geldiği Kazancıgil Konağı'nda Tevfik Remzi Bey'le.<br />

79


BEYAZIT’TA<br />

BİR KÜLTÜR MECLİSİ:<br />

DARÜLKEMÂL<br />

Ahmet KARA<br />

Yazar<br />

“<br />

Devrinin önemli simalarıdan Mahmud<br />

Kemal Bey, Beyazıt’taki konağında<br />

her hafta musiki toplantıları ile<br />

edebiyat, tarih ve günün meselelerinin<br />

konuşulduğu sohbet meclisleri<br />

düzenlerdi.<br />

Bu tarihi konak, İbnülemin’in vefatına<br />

kadar, yarım asırdan daha fazla bir<br />

süre, döneminin mühim edebi ve fikri<br />

mahfili olmayı sürdürmüştür.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA<br />

Mehmet Emin Yurdakul, Hasan Âli Yücel<br />

Halit Ziya Uşaklıgil, İbnülemin Mahmud Kemal İnal<br />

Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in ilk demlerinde,<br />

kültür hayatının önemli simalarından biriydi<br />

İbnülemin Mahmud Kemâl İnal Bey (1871-1957).<br />

Devrinin mühim biyografi yazarlarından, tarihçilerinden,<br />

koleksiyonerlerinden, arşivcilerinden<br />

hülasa kültür âleminin vazgeçilmezlerindendi.<br />

Mahmud Kemâl Bey, inanılmaz derecede güçlü<br />

bir hafızaya, keskin bir zekâya, vakit sınırlaması<br />

olmayan çalışkanlığa ve hikmet dolu nüktelere<br />

sahipti. Devrinde yaşayan pek çok ilim bekçisi<br />

gibi o da nev’i şahsına münhasır bir zattı. Yahya<br />

Kemâl’in dediği gibi “devr-i kadim efendisi”ydi.<br />

Yazdığı onca kitap ve makale ile muhtelif mevkilerdeki<br />

kültür hizmetinin haricinde, devrinin<br />

kültür hayatına sağladığı en mühim katkı,<br />

Beyazıt’taki baba mirası konağında haftanın<br />

belirli günlerinde düzenlediği mûsikî, ilim<br />

ve edebiyat meclisleriydi. Mahmud Kemâl<br />

Bey, Yusuf Kâmil Paşa ve babası Mehmed<br />

Emin Paşa’dan kalma bir kadim alışkanlıkla<br />

konağında, her hafta mûsikî toplantıları<br />

ile edebiyat, tarih ve günün meselelerinin<br />

konuşulduğu sohbet meclisleri düzenlemişti.<br />

Beyazıt’taki bu tarihî konak Mahmud<br />

Kemâl Bey’in vefatına kadar, yarım asırdan<br />

fazla süre, devrinin mühim edebî ve fikrî<br />

mahfili olmuştu.<br />

82


BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Konağın Meşhur Müdavimleri<br />

Süleyman Nazif, Mahmud Kemâl Bey’in konağı için “Darü’l-Kemâl”<br />

tabirini kullanmış ve konak bu tabir ile meşhur<br />

olmuştur. Darülkemâl’in müdavimleri devrin kültür,<br />

edebiyat ve mûsikî âleminin önemli şahıslarıydı. Bunların<br />

en bilinenleri; Said Halim Paşa, Münif Paşa, Hersekli Arif<br />

Hikmet Bey, Ali Emîrî Efendi, Mahmud Esad Bey, Beyazıt<br />

Kütüphanesi hafız-ı kütübü Tahsin Hoca, Mehmed Âkif,<br />

Babanzâde Ahmed Nâim, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamid,<br />

Yahya Kemâl, Mehmed Fuat Köprülü, Osman Turan,<br />

Mithat Cemal, Hüseyin Vassaf, Ahmet Hamdi Tanpınar,<br />

Hasan Âli Yücel, Mükrimin Halil Yinanç, Alaaddin Yavaşça,<br />

Faruk Kadri Timurtaş ve Hamid Aytaç’tır.<br />

Pek çoğu döneminin kuvvetli kalemşörlerinden olan<br />

müdavimler hatıralarında veya yazdıkları çeşitli yazılarda<br />

Darülkemâl’i anlatmaktadırlar. Kimi, bu kültür meclisine<br />

katıldığı ilk gecenin kendi ruh âleminde bıraktığı izleri<br />

anlatırken, kimi de hanenin ve aynı zamanda meclisin<br />

sahibi Mahmud Kemâl Bey ile meclise katılanlar arasında<br />

geçen hadiselere değinir.<br />

Dillere destan bu konak günümüze ulaşmadığı gibi ne<br />

yazık ki konağı, özellikle de içini, gösteren bir fotoğrafı<br />

yahut tasviri de bulunmamaktadır. Ancak konağa giden,<br />

meşhur meclislere katılanların yazdıklarından bir konak<br />

tasviri çıkarmak mümkün olabilir.<br />

Darülkemâl’in Tasviri<br />

Beyazıt’tan Mercan’a inerken Mühürdar Emin Paşa Sokağı,<br />

13 numarada bulunan ve Mahmud Kemâl Bey’e babadan<br />

kalma 3 katlı kâgir Mühürdar Emin Paşa Konağı’na az ışıklı<br />

ve bol rutubetli bir avludan geçilip, camekânlı bir kapıdan<br />

girilirdi. Her basamağı eski bir<br />

ses veren merdivenlerden yukarı,<br />

ikinci kata çıkıp tam ortasında<br />

uzunca bir masanın<br />

bulunduğu sofaya ulaşılırdı.<br />

Bu sofadan muhtelif odalara<br />

girilirdi. Birinci kapı Mahmud<br />

Kemâl Bey’in çalışma odasıydı.<br />

Bu odanın pencereleri bahçeye<br />

bakardı. İkinci kapı ise pencereleri<br />

sokağa bakan ve hiç<br />

bir zaman açılmayan misafir<br />

odasına açılırdı. Sağda yatak<br />

odası, mutfak ve banyoya açılan<br />

kapılar mevcuttu. Üst katta<br />

ise Mahmud Kemâl Bey’in kütüphanesi<br />

bulunuyordu. Buraya<br />

Kemâl Bey’den başka kimse<br />

giremezdi.<br />

İrfan Serpen Yuva<br />

“İstanbul’un kendini ilme vermiş insanları<br />

arasında Darülkemâl ismini almış olan bu<br />

ev, üstat Mahmud Kemâl İnal’ın, daha doğrusu<br />

İbnülemin Mahmud Kemâl’in, bütün<br />

müştaklarına feyiz ve irfan serpen yuvasıdır.<br />

Darülkemâl artık üstadın evi olmaktan çıkmış,<br />

ilmî tetkikler yapan zümrenin hazine-i<br />

kemâli olmuştur. Her ilim düşkünü oraya<br />

gider, üstadın elini öper, orada bilmediğini<br />

öğrenir, kafasını yeni baştan kemâlât ile<br />

doldurarak çıkar. Darülkemâl nev’i şahsına<br />

münhasır bir üniversite, İbnülemin Mahmud<br />

Kemâl de bu üniversitenin nev’i şahsına<br />

münhasır rektörüdür.”<br />

“Muhibbi kadirşinas Taha Toros’a” imzalı bu fotoğrafta İbnülemin İstanbul Üniversitesi'ndeki<br />

jübilesinde, 1953 (Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)<br />

Konağın en meşhur bölümü misafir odasıydı. Sofadan<br />

misafir odasına girildiğinde kapının hemen yanında bir<br />

koltuk, onun yanında kırmızı kadifeyle kaplanmış bir kanepe<br />

bulunurdu. Odaya girer girmez karşıda çini bir soba<br />

vardı. Sofa, çalışma odası ve misafir odasının duvarları boş<br />

yer kalmamacasına Osmanlı devrinin meşhur hattatlarının<br />

elinden çıkmış kimi tezhipli, kimi ebrulu levhalar ile<br />

kaplıydı. Sanat eseri hüviyeti taşıyan sehpaların üzerleri<br />

de her biri yine sanat eseri olan antika eşyalar ile doluydu.<br />

Mahmud Kemâl Bey, tarihî eşyalar, antikalar ve yazma<br />

kitaplarla dolu konağıyla, onu Topkapı Sarayı ile kıyaslayacak<br />

kadar övünürdü.<br />

Hasan Âli Yücel<br />

Mahmud Kemâl Bey, misafir<br />

odasına girildiğinde kapının<br />

yanında bulunan kadifeyle<br />

kaplanmış kanepede oturur ve<br />

gelen misafirleri ilmi hüviyetleri,<br />

yaşları, dostlukları ve vefa<br />

derecelerine göre karşılardı.<br />

Sevmediklerine pek aldırış<br />

etmezken, sevdiklerine, özellikle<br />

uzaktan gelen dostlarına<br />

özel alaka gösterirdi. Mahmud<br />

Kemâl Bey misafirlerini, ilmî<br />

seviyeleri veya dostluk derecelerine<br />

göre kendince belirlediği<br />

yerlere oturturdu. Mesela<br />

meclise yeni katılmaya başlayanlar<br />

soba ile duvar arasındaki<br />

sandalyelere otururlardı.<br />

83


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA<br />

Darülkemâl’in Kuralları<br />

Darülkemâl’e herkes katılamazdı.<br />

Katılanların da uyması<br />

gereken kurallar vardı. Bizzat<br />

Mahmud Kemâl Bey tarafından<br />

konulan ve yine onun<br />

tarafından takip edilen kurallar...<br />

Mahmud Kemâl Bey bu<br />

kurallara riayet etmeyenleri,<br />

mûsikî sırasında konuşanları,<br />

lâubali hareket edenleri dışarıdaki<br />

makam ve mevkiine<br />

bakmaksızın haşlarmış. Hatta<br />

bunu yapmaktan büyük<br />

keyif alırmış. Bir gün konağa<br />

ilk defa gelenlerden bir ilim<br />

adamı duvarlardaki nefis hat<br />

levhalarına dalınca “Efendi,<br />

sen buraya bizi dinlemek için<br />

mi geldin, yoksa bizim evin<br />

duvarlarında gezinmek için mi<br />

teşrif ettin.” diyerek azarlamış.<br />

İbnülemin Mahmud Kemal evinde kitap okurken, 1642<br />

(Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)<br />

Burada Her Şey Eskiydi<br />

“Bu odanın dört duvarından ikisinde Türk<br />

ve Acem hattatlarının el yazıları... Bu yazıların<br />

Türkçe olanları bile lâmelifleriyle bana<br />

o zaman Arapçadır hissini verir, iğrabında<br />

yanlış yapacağım diye korkumdan yüksek<br />

sesle okumazdım. Üçüncü duvarda çürük<br />

kaplı, ruhanî ciltli kitaplarla dolu kütüphane...<br />

İçinden I. Abdülhamid’in, III. Selim’in el<br />

yazılarını İbnülemin Mahmud Kemâl Bey’in<br />

çıkarıp misafirlerine uzaktan gösterdiği cilbentler...<br />

Dördüncü duvar hep pencere... Ve<br />

bu pencerelere asıldığı için perde sandığım<br />

sevaîler, Buhara işlemeleri... Bu odada dünya<br />

içkilerinden yalnız ikisi malumdu: Devetüyü<br />

renginde kulpsuz fincanlarda Yemen<br />

kahveleri... Bir de misafirler yudum yudum<br />

içmezlerse İbnülemin Mahmud Kemâl Beyin<br />

halâvetine yandığı turunç şerbetleri... Bu<br />

odada levhaların, kitapların üzerindeki tozlar<br />

bir veli türbesinin toprak zerreleri gibi<br />

mukaddesti. Hizmetçi bu mukaddes şeylere<br />

ancak ev sahibinin izniyle yalnız ayda bir<br />

defa el sürebilirdi.<br />

Burada her şey eskiydi. Okunan şiirler eski,<br />

oturulan sedirler eski, kelimeler eski, hattâ<br />

sesler bile eski.<br />

Bu odadan sokağa çıktığım zaman bir devrin<br />

cenaze namazından dönüyorum sanırdım.<br />

Fakat lâ-ekal iki asır eski olan bu odanın<br />

mâziliğine rağmen burada manevî bir<br />

aydınlık vardı. Buraya gelenler Fuzûli’nin bir<br />

imâlesinden başka tûl-i emel bilmezler, burada<br />

Naîmâ’nın bir nüktesiyle bütün mahrumiyetler<br />

unutulurdu. Ve bu oda mukaddes<br />

bir mahremiyetin rutubeti içinde yazın<br />

bile serindi. Ancak bu serinlik selvilerden<br />

inen gölgeler kadar loştu. Buradan çıkınca<br />

sokaklara, insanlara şaşırarak bakardım.<br />

Bu odada mühim ilim vakaları olurdu: Ali<br />

Emiri Efendi bir yazma kitapta bir sineğin<br />

bir damla münasebetsizliğini diliyle ıslatıp<br />

eliyle silerek ‘Revan sekarı’nın ‘Revan seferi’<br />

olduğunu bu odada keşfederdi. Ve 93 âyanından<br />

Bursalı Rıza Efendi’nin Şehname’yi<br />

ezber bildiğini Tarih-i Edebiyat müellifi Faik<br />

Reşat Bey gözlerini açarak bu odada söylerdi.<br />

Namık Kemâl’in temiz ve beyaz çoraba<br />

meraklı olduğunu da şâir Adanalı Hakkı<br />

Bey’den yine bu odada öğrenirdim. (...)”<br />

Mithat Cemal<br />

Mahmud Kemâl Bey’in ilginç<br />

bir huyu daha varmış. Konağa<br />

gelen konukları birbirleriyle<br />

tanıştırmazmış. Konağın<br />

misafir odasında icra edilen<br />

meclise katılanlar zaman içinde<br />

aşinalık kazanırlar ve bir<br />

gün konaktan çıktıktan sonra<br />

birbirlerine isimlerini sorarak<br />

öğrenirler, ancak bu şekilde<br />

tanışırlarmış.<br />

Konağın Başına Gelenler<br />

Bir konaktan ziyade esaslı bir<br />

mektep olan Mühürdar Emin<br />

Paşa Konağı, ne yazık ki günümüze<br />

ulaşamamıştır. Bugün<br />

yerinde, en üst katında İbnülemin<br />

Mahmud Kemâl İnal<br />

Vakfı’nın yer aldığı bir iş hanı<br />

bulunmaktadır. Konak daha<br />

önce de iki kez yanmış, bir kez<br />

İbnülemin, Taha Toros ile birlikte, 1954<br />

(Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)<br />

84


BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

de işgale uğramıştır. Konağı kullanılamaz hale getiren ilk<br />

yangın 1864 yılında yaşanmış ve içindekiler dâhil konaktan<br />

geriye hiçbir şey kalmamıştır. İkinci yangın ise 1911<br />

yılında çıkmış, Yakacık’taki yazlık evlerinde olan Emin Paşa<br />

ailesi yangından zarar görmese de konak ağır hasar almıştır.<br />

Dostlarının, konağı ve içindeki değerli eşyaları kurtarmak<br />

için yoğun çaba sarf etmesine rağmen fırsatı ganimete<br />

çeviren çapulcular yangından kurtulan yükte hafif<br />

pahada ağır ne kadar eşya varsa hepsini yağmalamışlardır.<br />

Mahmud Kemal evinde Cumhuriyet gazetesine demeç verirken<br />

Konak asıl darbeyi İstanbul’un işgal yıllarında Fransız ve<br />

İngiliz askerlerinden yemişti. İstanbul’u işgal etmekle yetinmeyen<br />

garbın askerleri Darülkemâl’i de işgal etmişlerdi.<br />

Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu bulunan dostları Said ve Abbas<br />

Hilmi Paşaları ziyaret eden Mühürdar Emin Paşa ailesi<br />

Fransızların dikkatini çekmiş, bir cuma sabahı kapıya dayanan<br />

işgalci askerler, 24 saat içinde konağı boşaltmalarını<br />

istemişti. Binlerce cilt kitap, oda dolusu mecmualar,<br />

gazeteler ve sanat eserleri devrin şartları içinde 24 saatte<br />

nasıl taşınabilirdi? Çaresizlik içinde başvurulan birkaç kapının<br />

ardından karar verilmiş; kitap ve levhalar güç bela<br />

bulunan arabalarla Evkaf Müzesi’ne, ev eşyalarının da<br />

taşınabilecek evsafta olanları Babıali civarında kiralanan<br />

eve taşınmıştı. Ancak bir buçuk sene sonra, Mekteb-i<br />

Sultani’de görevli Fransız hocaların aracılığıyla konak<br />

kurtarılabilmişti.<br />

Not: “Darülkemâl’in Tasviri” isimli bölüm devrin konak<br />

müdavimlerinin hatıralarında ve muhtelif yazılarında<br />

yazdıkları bilgilerden derlenerek yazılmıştır.<br />

Kaynaklar<br />

Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi: İbnülemin<br />

Mahmud Kemâl İnal Kemâlü’l-Kemâl, haz: Fatih M.<br />

Şeker-İsmail Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul 2009.<br />

Yusuf Ziya Ortaç, Bir Varmış Bir Yokmuş: Portreler,<br />

İstanbul 1963.<br />

Midhat Sertoğlu, İstanbul Sohbetleri, Bedir Yayınları,<br />

İstanbul 1992.<br />

Taha Toros, Mazi Cenneti I, İletişim Yayınları, İstanbul<br />

1998<br />

Beşir Ayvazoğlu, Üçüncü Tepede Hayat, Kubbealtı<br />

Yayınları, İstanbul 2012<br />

Şemsettin Şeker, Ders ile Sohbet Arasında, Zeytinburnu<br />

Belediyesi Yayınları, İstanbul 2013<br />

Dursun Gürlek, “Vefatının 50. Yıldönümünde İbnülemin<br />

Mahmud Kemal İnal”, Türk Edebiyatı<br />

Dergisi, s. 60-63 S. 403<br />

85


SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ:<br />

EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE<br />

MÛSİKÎ<br />

Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi<br />

“<br />

Birçok edebiyat mahfilinde mûsikî,<br />

mûsikî mahfilinde de edebiyat<br />

adeta etle tırnak olmuştur. Osmanlı<br />

döneminde sarayda, konaklarda,<br />

köşklerde, daha sonraları hususi<br />

hanelerde, hatta kıraathanelerde<br />

otellerde, kitapçılarda ortaya<br />

çıkan bu mahfillerde, edibler, hep<br />

mûsikîşinaslarla beraber olmuş,<br />

sanatlarını birlikte icra etmiş, birlikte<br />

yazmış, birlikte söylemişlerdir. Hatta<br />

sadece mûsikî değil diğer sanat<br />

dallarının da konuşulduğu, tartışıldığı<br />

mahfillerdir edebiyat mahfilleri. Bir<br />

yandan şiirler inşad edilirken diğer<br />

yandan bazı mahfillerde piyano<br />

eşliğinde, bazılarında sadece Türk<br />

mûsikîsi sazları ile icralar yapılırdı.<br />

Kısacası mahfillerdeki iki temel unsur,<br />

söz ve mûsikîdir.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />

18. yüzyıl ortalarında Osmanlı müzisyenleri<br />

“Mûsikî, millî şuurun en aşikâr sırlarından<br />

biri sayılmalıdır.”<br />

Abdülhak Şinasi Hisar<br />

Ses ve mûsikî insanlık kadar kadîmdir.<br />

Mûsikînin kökenini aramak adeta<br />

konuşmanın başlangıcını aramak<br />

gibidir. Yaratılan insan, duygularını<br />

ifade etmek için evvela sesi, mûsikîyi<br />

kullanmıştır. İnsanın çocukluğuna<br />

bakıldığında mûsikînin konuşmadan<br />

önce geldiği açıkça görülür. Çocuklar<br />

henüz ağızlarından tek bir harf çıkaramadıkları<br />

hâlde türlü türlü seslerle<br />

isteklerini anlatabilirler. Yine insan,<br />

çocukluğunda henüz kendisine hitap<br />

edilen kelimelerden hiçbirisini anlamazken<br />

seslerin perdeleri ile bunların<br />

sırası ve terkiplerinden birtakım<br />

manalar sezebilmektedir. Anneler,<br />

çocukları ile iletişim kurmak için,<br />

özel kelimeleri farklı ses tonlarıyla<br />

çıkarırlar. Hele ninnilerin vahşilere<br />

kadar yaygınlaşmasının sebebi, annelik<br />

şefkat hissinin tercümesi olan<br />

bu nağmelerden mutlaka çocukların<br />

bir şey anlamaları ve anladıkları şeyle<br />

kalplerine huzur gelmesidir. 1<br />

Asırlar geçtikçe söz ve ses gelişip, güzel<br />

sanatların önemli iki dalı olmuş ve<br />

aynı yolda birbirlerine refakat etmişlerdir:<br />

Şiir ve mûsikî. Üstad Banarlı,<br />

“Rakseden dil” derken şiiri kastediyor<br />

ve şiirin, mûsikîden ayrı olamayacağını<br />

söylüyordu. Ona göre dünyanın<br />

neresinde büyük bir şair yetişmişse<br />

mutlaka şiirine mûsikî katmıştır ve bu<br />

anlayışa göre şiir, kelimelerle yapılan<br />

mûsikîdir. 2 Evet, birçok şair, edib mûsikî<br />

ile birçok mûsikîşinas da şiirle,<br />

edebiyatla ilgilenmiş, bazıları her iki<br />

sahada da eşit seviyede malumat sahibi<br />

olup eserler vermişlerdir. Bunun<br />

sebebi bu iki sanatın yukarıda andığımız<br />

ünsiyetidir.<br />

Mahfillerdeki iki<br />

temel unsur söz ve<br />

mûsikîdir. Mûsikînin<br />

icra edilmediği ya<br />

da konuşulmadığı<br />

edebiyat mahfili yok<br />

gibidir.<br />

Şiir mûsikîyle var olan bir sanattır.<br />

Hem manzumelerin kendilerinde<br />

mündemiç olan mûsikîleri, hem<br />

manzumelerin sesli eserlere dönüşmüş<br />

besteli hallerini kastediyoruz. 3<br />

İslamî edebiyatın ve mûsikînin tarihine<br />

göz atıldığında bu birlikteliğin<br />

çok sayıda örneğini görürüz. Divan<br />

şairlerinden, 4 halk şairlerine kadar<br />

birçok şair ve edib mûsikî ile ilgili de<br />

eserler vermişlerdir. Osmanlı şiirinde<br />

Sûrnâmeler, Sâkînâmeler, Nasihatnâmelerde<br />

ve dahi diğer divanlarda<br />

mûsikî ile ilgili birçok mazmuna yer<br />

verilir. 5 İnsana önce “sesi dinle” diyen<br />

Mevlânâ’nın, Mesnevi’nin ilk on sekiz<br />

beytini ney sazı üstüne kurması tesadüfi<br />

değildir. Yine Sultan Veled’in<br />

Rebabnâme’sinde, Ahmed-i Dâ‘i’nin<br />

Çengnâme’sinde mûsikî terimleri ve<br />

sazları, manzumeler içinde işlenmiş<br />

ve tasavvufi edebiyat çerçevesinde<br />

yorumlanagelmiştir. 6 Mûsikî, İbnülemin’in<br />

ifadesiyle “lisan-ı aşktır”. 7 Şiir<br />

de öyle değil midir?<br />

Bu kısacık bilgiler bize şiirin ve dahi<br />

edebiyatın mûsikî ile münasebetini<br />

göstermek için kâfidir. Edebiyat ve<br />

mûsikî bu denli iç içe olunca, edebiyatın<br />

ve mûsikînin birlikte konuşulduğu,<br />

birlikte icra edildiği mahfiller,<br />

kültür ve medeniyet tarihimizin en<br />

nadide üretim ve terakki merkezleri<br />

olarak göz önünde durmaktadır.<br />

88


SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Osmanlı döneminde sarayda, konaklarda,<br />

köşklerde, daha sonraları<br />

hususi hanelerde, hatta kıraathanelerde,<br />

otellerde, kitapçılarda ortaya<br />

çıkan bu mahfillerde, edibler, hep<br />

mûsikîşinaslarla beraber olmuş, sanatlarını<br />

birlikte icra etmiş; birlikte<br />

yazmış, birlikte söylemişlerdir. Hulasa<br />

kanaatimce edebiyat mahfillerini<br />

mûsikî mahfilleri gibi düşünmek ve<br />

öyle kabul etmek daha doğru olacaktır.<br />

Çünkü örneklerine baktığımız<br />

zaman mûsikînin icra edilmediği ya<br />

da en azından konuşulmadığı, tartışılmadığı<br />

bir edebi mahfil yok gibidir.<br />

Hatta sadece mûsikî değil diğer<br />

sanat dallarının da konuşulduğu, tartışıldığı<br />

mahfillerdir edebiyat mahfilleri.<br />

Bir yandan şiirler inşad edilirken<br />

diğer yandan bazı mahfillerde piyano<br />

eşliğinde, bazılarında sadece<br />

Türk mûsikîsi sazları ile icralar yapılırdı.<br />

Kısacası mahfillerdeki iki temel<br />

unsur, söz ve mûsikîdir. Mahfillerin<br />

karakterini dikkate aldığımızda, yani<br />

bu mahfiller, meyhaneler, gazinolar,<br />

kahvehaneler, lokantalar, pastaneler<br />

olunca söylenebilir ki mûsikî sözün<br />

de önündedir. Bu defa bu meclislerin<br />

ana unsurunun mûsikî olduğu düşünülebilir.<br />

Recaizade Mahmut Ekrem’in bir portresi<br />

Edebiyat mahfilleri hakkında birçok<br />

yazı bulunmakla beraber son yıllarda<br />

yapılan iki çalışma çok önemlidir:<br />

Şemsettin Şeker’in Ders ile Sohbet<br />

Arasında 8 adlı kitabı ile Turgay<br />

Anar’ın Mekândan Taşan Edebiyat’ı. 9<br />

Bu iki çalışma Osmanlı son dönemini<br />

ve Cumhuriyet dönemi ilim,<br />

sanat ve edebiyat meclislerini derli<br />

toplu sunması bakımından kıymetli<br />

eserlerdir. Bunlara şöyle bir göz attığımız<br />

zaman ilim, kültür ve sanatın<br />

nerelerde temerküz ettiğini, hangi<br />

mekânlarda neşv ü nema bulduğunu<br />

görüyoruz. Şemsettin Şeker, konuya<br />

sadece edebiyat penceresinden bakmamış,<br />

ilim, kültür ve sanatın hayat<br />

bulduğu mekânları ele almıştır. Saray<br />

ve çevresinden başlayarak, camii,<br />

tekke, kütüphane ve meyhaneler gibi<br />

farklı dinî ve ictimaî muhitlerden, vezir,<br />

âlim ve şair konaklarına varıncaya<br />

kadar örnekler vermiştir. Turgay Anar<br />

ise, Tanzimat’tan günümüze kadar<br />

ortaya çıkan edebiyat mahfillerini<br />

kronolojik olarak dokuz başlık altında<br />

toplamıştır. Konaklar, köşkler, yalılar,<br />

evler, kıraathaneler, pastaneler,<br />

kitabevleri, matbaa ve edebiyat dergileri<br />

çevresindeki birliktelikler vb.<br />

Yazımızın devamında edebiyat mahfilleri<br />

ve bu mahfillerin müdavimlerinden<br />

örnekler verirken bu eserlerden<br />

ve İbnülemin’in Hoş Sada’sından<br />

yararlanacağız.<br />

Edebiyatçı ve mûsikîşinası yakınlaştıran<br />

husus, iki sanatın birbirine ünsiyetidir,<br />

dedik. Bu sebeple mahfillere<br />

katılan edebiyatçı ve mûsikîşinaslar<br />

birbirlerini beslemişlerdir. Edebi eserler<br />

okunup mahfile katılanların zevkine<br />

sunulduğu gibi bazı mûsikî eserleri<br />

de mahfillerde ortaya çıkar, hemen<br />

oracıkta ediblerin zevk-i seliminin<br />

Ahmet Mithat Efendi’nin meşhur yalısı<br />

89


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />

muvafakatını alırlardı. Yapılan tenkidlerle<br />

oracıkta tashihler yapılır, besteler<br />

geliştirilirdi. Bazen mahfil müdavimleri<br />

bir hususta yazı yazarlar,<br />

o yazıyı birbirlerine okurlardı. Yeni<br />

şairler eskilerle tanışmak, onlardan<br />

hem feyz almak hem tensib görmek<br />

isterlerdi. Kuvvetle muhtemel,<br />

mûsikîşinaslar bestelerinde kullanacakları<br />

bazı güfteleri bu mekânlarda<br />

tespit ederler, bazı şairler de mûsikîşinasların<br />

kolayca besteleyecekleri<br />

şiirleri oralarda te’lif ederlerdi.<br />

Ahmet Rasim, Şevki Bey ile; Dikran<br />

Çuhacıyan, Ahmet Mithat ile; Yahya<br />

Kemal, Münir Nurettin ile; Ekrem<br />

Hakkı Ayverdi, Neyzen Niyazi Sayın<br />

ile birlikteyken birbirlerinden ne ölçüde<br />

feyz aldıkları izahtan vârestedir.<br />

Hatta bu mahfillerdeki anlayışların<br />

tesiri edebiyatçıların ya da mûsikîşinasların<br />

eserlerinde bile kendini gösterecektir.<br />

10<br />

Bazı mahfil müdavimleri arasında<br />

mûsikîşinasların çok olması sebebiyle,<br />

edebiyat kadar mûsikînin de<br />

konuşulduğu ve icra edildiği muhakkak.<br />

Mesela, İbnülemin Mahmut<br />

Kemal Bey’in konağı, yine Recaizade<br />

Mahmut Ekrem’in, Şair Nigâr’ın,<br />

İhsan Raif Hanım’ın evleri, Ahmet<br />

Midhat Efendi’nin yalısı sadece birkaç<br />

örnektir.<br />

Bazı mahfillere yakından bakalım ve<br />

oralardaki mûsikîyi görmeye çalışalım.<br />

Ahmet Mithat Efendi’nin özel<br />

desteğini gören, 11 iltifatına mazhar<br />

olan Recaizade’nin edebiyat mahfilini<br />

ele alalım.<br />

Recaizade’nin evindeki edebiyat<br />

mahfilinde edebiyat kadar mûsikî<br />

de yer almaktaydı. Hatta resim de.<br />

O dönem bazı hanelerde olduğu<br />

gibi bazı mahfillerde de Batılılaşmanın<br />

etkisiyle Batı ve Türk mûsikîsinin<br />

birlikte icra edildiğini görüyoruz.<br />

Turgay Anar’ın Ercüment Ekrem Talu’dan<br />

naklettiğine göre Recaizade’nin<br />

evi her iki mûsikînin de icra<br />

edildiği bir mekândır. Recaizade’nin<br />

kendisi de piyano çalar, resim yapardı.<br />

Bazı parçaları gelen misafirlere piyanoda<br />

çaldığı da resimleri üzerinde<br />

bazı konuklarla tartıştığı da vakidir. 12<br />

Bu mahfilin müdavimlerine baktığımızda<br />

kimleri görüyoruz? Piyanist<br />

Devlet Efendi, Kemanî Tatyos, Udî<br />

Afet, Hacı Arif Bey, Şevki Bey ve<br />

daha niceleri. Bu kadar mûsikîşinasın<br />

iştirak ettiği meclisten, nasıl hoş<br />

bir sada yükselir ve İstanbul kültür<br />

muhitinde yankılanır, düşünmek<br />

gerek. İşte İstanbul’da bu mekânlarda,<br />

edebiyatımız ve<br />

mûsikîmiz inceliklerini<br />

kazanarak hususi bir şekil<br />

almıştır. Abdülhak Şinasi<br />

Hisar’ın dediği gibi,<br />

Şark’ın en Garplı öğrencisi<br />

olan İstanbul’dur ve<br />

bu şehir Şark mûsikîsini<br />

sazla birçok inceliklerine<br />

vardırmış ve onu kendi<br />

edasının hususiyetleriyle<br />

bezemiştir. 13 İşte bu<br />

mûsikî Ziya Gökalp’in<br />

tanımladığı Bizans’tan<br />

alınan, Arap ve İran tarzı<br />

ile karıştırılmış hastalıklı<br />

bir Şark mûsikîsi değil,<br />

İstanbul ve Anadolu hâkim<br />

kültür havzasının ve<br />

aydınlarının kendilerine<br />

ait hususiyet ile bezedikleri,<br />

bu topraklara ait<br />

olan mûsikî idi ve bu mahfillerde hayat<br />

bulup terakki ediyordu.<br />

Batılılaşmanın etkisiyle kültürün değişmesi,<br />

sanatın dönüşmesi sebebiyle<br />

mahfillerde tabii olarak en çok<br />

konuşulan tartışılan meselelerden<br />

birisi de, mûsikîde yenilik hareketleri,<br />

Doğu-Batı, eski-yeni mukayesesi idi<br />

şüphesiz. Alaturka alafranga, daha<br />

Şair Nigar Hanım Osmanbey'deki konağında<br />

90<br />

Şair Nigar Hanım'ın Osmanbey'deki konağı.<br />

(Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)


SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

genel başlıkla “millî mûsikî” mevzuu<br />

idi. Ünlü lisancı Necip Asım ile Ahmet<br />

Mithat Efendi’den başlayarak Peyami<br />

Safa’ya, Hakkı Süha Gezgin’e, İsmail<br />

Hakkı Baltacıoğlu’na 14 kadar birçok<br />

aydın ve mûsikî yazarı bu mevzuda<br />

hararetli tartışmalar yapmış ve dönemin<br />

matbuatı bu hususta kaleme<br />

alınan yazılarla doldurulmuştur. Pek<br />

tabii ki tartışmaların en hararetle yapıldığı<br />

yerler bu mahfillerdi. Buralar,<br />

mûsikî tekniği yanında, tarihi mevzuların,<br />

mûsikî beğenisi bağlamında<br />

mûsikî sosyolojisinin de yapıldığı<br />

yerlerdi. Hacı Ârif Bey’in yeni tarzı,<br />

Şevki Bey’in halka dönük eserleri,<br />

Dede’nin yenilik hareketleri içinde<br />

mûsikîsini nasıl muhafaza ettiği ya<br />

da edemediği, Osmanlı’dan miras<br />

alınan mûsikînin nasıl geliştirileceği,<br />

Batılılaşma cereyanıyla Osmanlı’dan<br />

tevarüs edilen klasik mûsikînin gözden<br />

düşmesine karşı neler yapılması<br />

gerektiğine dair tartışmaların bu<br />

mahfillerde yapıldığını tahmin ediyoruz.<br />

Çünkü o dönem, matbuatta,<br />

kitaplarda yer alan mevzuların o<br />

mahfillerde konuşulduğu bir hakikat.<br />

Alaturka alfranga demişken, hatırlatalım<br />

ki bazı mahfillerde piyanoyla<br />

misafirlere mûsikî icra edildiğini<br />

görüyoruz. Bu durum, son dönem<br />

Osmanlı toplumundaki mûsikî anlayışının<br />

geçirdiği değişim sürecini<br />

göstermektedir. O dönemde piyanonun<br />

birçok hanede olmazsa olmaz<br />

bir saz olarak bulunması, en azından<br />

bir kesimin meylinin Batı müziğine<br />

doğru evrildiğinin işaretidir. Bu zaviyeden<br />

Şair Nigâr’ın evindeki mahfile<br />

bir göz atalım.<br />

Şair Nigâr’ın evinde de piyano vardır<br />

ve bizzat kendisi piyano çalarak<br />

mahfile iştirak edenlere dinletmektedir.<br />

Evet Şair Nigâr’ın edebiyat mahfiline<br />

iştirak edenlere baktığımızda,<br />

Ahmet Mithat Efendi, Piyanist Furlani,<br />

Piyanist Hegye, Kemani Tatyos,<br />

Bimen Şen, Selim Sırrı, Leyla Hanım<br />

(Saz), Carmen Sylvia gibi isimleri<br />

görüyoruz. Kemani Tatyos ile Bimen<br />

Şen’i, Leyla Saz ile Piyanist Hegye’yi<br />

bir araya getiren Osmanlı son dönem<br />

fikir dünyası, her iki mûsikînin<br />

de bir arada bulunmasını ve icrasını<br />

beraberinde getirmekteydi. Pek tabii<br />

ki mûsikiyle ilgili elliye yakın yazıyı<br />

kaleme alan Mithat Efendi’nin iştirak<br />

ettiği bir toplantıda Osmanlı mûsikîsinin<br />

geleceği tüm sıcaklığıyla tartışılırdı.<br />

Bu mahfillerde<br />

pişirilip kotarılan fikirler<br />

gazetede sofraya konurdu.<br />

Bu yönüne bakıldığında<br />

mahfillerin<br />

eğitici, geliştirici yanı<br />

inkâr edilemez.<br />

Sözü, bu kültür ve sanat<br />

atmosferinin vazgeçilmez<br />

ismine, yukarıda<br />

adını andığım Ahmet<br />

Mithat’a ve onun yalısına<br />

getirmek isterim.<br />

Kalemi, fikir tarlasında<br />

inkıtasız nadaslar yapan<br />

bir sabana benzetilen,<br />

Türkiye’nin kalem<br />

şampiyonu 15 Ahmet Mithat yaşadığı<br />

dönemde birçok yazarla tartışan, birçok<br />

mevzuda kitaplar yazan bir isimdir.<br />

Tercüman-ı Hakikat’te çok sayıda<br />

yazıyı kaleme alacak ve mûsikîye ilişkin<br />

yazdıklarının merkezine Osmanlı<br />

mûsikîsinin muhafazası ve terakkisini<br />

Leon Hancıyan<br />

Kemani Tatyos Efendi'nin karakalem portresi<br />

koyacaktır. 16 Ahmet Mithat, edebiyat<br />

mahfillerinden bazılarının da müdavimidir.<br />

Mithat Efendi’nin Beykoz’daki<br />

yalısı, edebiyat ve mûsikînin de<br />

merkezlerinden biri idi. Beykoz’daki<br />

yalısında özellikle hem<br />

edebiyatçılarla konuşur<br />

tartışır hem de mûsikî<br />

fasılları tertip ederdi. 17<br />

Oğlu Kâmil Yazgıç’ın<br />

ifadesiyle, babasının<br />

değişik sanat dallarına<br />

merakı vardı, Beykoz’daki<br />

yalısında müziğe<br />

olan düşkünlüğü<br />

nedeniyle orgdan saksafona,<br />

piyanodan uda<br />

çeşitli mûsikî aletleri<br />

bulundurur, çocukları<br />

ve torunlarını mûsikî ile<br />

iç içe yetiştirirdi. 18 Bu yalının<br />

mûsikî hocası meşhur<br />

mûsikîşinas Leon Hancıyan’dır.<br />

Halil Ethem (Eldem)’in verdiği bilgilere<br />

göre haftada bir-iki defa mükemmel<br />

saz çalınır ve kendi de beraber<br />

okurdu. Eldem, Ahmet Mithat’ın<br />

kendi bestelediği şarkılar ve gazeller<br />

olduğunu da ifade eder 19 ancak<br />

Şerif Muhittin Targan ud çalarken<br />

91


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />

notası günümüze ulaşmış bir bestesini<br />

bilmiyoruz.<br />

Beykoz’daki yalısında mûsikî meclisleri<br />

yanında 31 Mart Vakası’na kadar<br />

devam eden “millî temaşa akademisi”nde<br />

kabiliyetli gençlere tiyatro<br />

dersleri verilmiş, piyesler sahnelenmiştir.<br />

Baltacıoğlu, Namık Kemal’in<br />

Vatan Yahut Silistre’si ile Ahmet<br />

Midhat’ın kendi eseri Deli Kim isimli<br />

oyunların isimlerini verir. Bu tiyatroları<br />

dönemin birçok meşhur ismi izlemiştir.<br />

20<br />

Mahfillerde hem azınlık bestecilerin<br />

hem yabancı mûsikî insanlarının<br />

olması da, aralarında yapılan sohbetlerin<br />

ne kadar farklı mecralarda<br />

olduğu konusunda fikir verir. Bazen<br />

bu mahfiller bizzat bir mûsikîşinasın<br />

evi olmuştur. Peygamber torunu olan<br />

ud virtüözü Şerif Muhittin Targan’ın<br />

Çamlıca’daki köşkleri böyle bir mahfildir.<br />

Bizzat Mehmet Âkif’in de iştirak<br />

ettiği bu sohbet meclisinde mûsikî<br />

ağırlıktadır. Âkif, Şerif Muhittin’in<br />

evinde çok sayıda yerli ve yabancı<br />

mûsikîşinası dinler hatta aralarında<br />

mukayese yapar. Targan’ın sanatına<br />

hayran kalır. Targan, Amerika’ya<br />

gittiğinde bu ayrılık ona güç gelir.<br />

“Şark’ın En Büyük Dahisine” başlıklı<br />

şiirini Targan’ın Amerika’ya gidişi üstüne<br />

yazmıştır. Yine Safahat’ın “Gölgeler”<br />

kitabını Targan’a ithaf etmiştir.<br />

İstanbul’da bu ve benzeri birçok<br />

hanede edebiyat ve mûsikî meclisi<br />

olduğu şüphesizdir. Adı duyulmayan<br />

belki niceleri var.<br />

Yahya Kemal, sevdiği kahvelerden birinde<br />

Tevfik Fikret’in evindeki edebiyat<br />

mahfiline baktığımızda, oraya katılanlardan<br />

bir isim dikkat çekiyor:<br />

Nuri Şeyda Bey. Tevfik Fikret ile şarkı<br />

terennüm ettiklerine göre kuvvetle<br />

muhtemel ki bu zat İkdam’da<br />

mûsikîşinas biyografileri yazan Nuri<br />

Şeyda’dır. Bu hizmeti için Ahmet<br />

Midhat Efendi ona teşekkür etmiş<br />

ve bir yazı kaleme almıştır. 21 Ancak<br />

“Kafile-i Mûsikî-i İnsânân-ı Osmaniye”<br />

başlıklı bu yazıların kaynaksız<br />

olduğu, çok fazla hurafe içerdiği iddiasıyla<br />

devrin önemli mûsikî insanı<br />

Rauf Yekta tarafından eleştirilmiştir.<br />

Tartışmaya Midhat Efendi de katılmış<br />

ve Şeyda’nın yazdıklarının hurafe olmadığını,<br />

bunlara menkıbe denmesi,<br />

hurafe olsa bile bu rivayetlerin korunması<br />

gerektiğini anlatmış ve Rauf<br />

Yekta’dan mûsikîşinas biyografilerini<br />

yazmasını talep etmiştir. Daha sonra<br />

Rauf Yekta, mûsikîşinas biyografileri<br />

yazacaktır. Hulasa, Nuri Şeyda gibi<br />

bir mûsikî yazarı ve gazete sayfalarında<br />

yer alan bu tartışmaları yapan<br />

sair insanlar, belli ki bu mahfillerde<br />

fikirlerini zikre döküp, konuşup tartışıp<br />

sunuma hazır hale getiriyorlardı.<br />

Bu mahfiller mûsikîşinasların da<br />

mutfağı idi denebilir.<br />

Mahfillerde icra<br />

edilecek mûsikî<br />

türünü mahfil<br />

sahibinin anlayışı ve<br />

katılımcıların durumu<br />

belirlerdi.<br />

Özellikle bazı münevverlerin konaklarındaki<br />

mahfillerde mûsikînin<br />

hususi bir yeri vardır, dedik. Midhat<br />

Efendi’nin yalısı gibi mûsikî için müstakil<br />

bir-iki gün ayrılan başka mekân<br />

İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın<br />

konağıdır. Mûsikîşinaslar kadar mûsikî<br />

bilgisine sahip aynı zamanda bu<br />

sahanın velûd bir yazarı olan İbnülemin’in<br />

konağını bir mûsikî mektebi<br />

kabul etmek gerek. Bu sahada Hoş<br />

Sada, Son Asır Türk Mûsikîşinasları<br />

adlı muhteşem bir eseri de kaleme<br />

almış olan İbnülemin, mûsikî ile<br />

hemhal bir münevverdir. Tercüman-ı<br />

Hakikat’te de mûsikî üstüne bazı teorik<br />

yazılar yazmış ve bunları bir küçük<br />

kitapçıkta Mûsikî başlığı altında<br />

bir araya getirmiştir. Konağına devrin<br />

tanınmış birçok devlet, sanat ve<br />

mûsikî erbabı devam etmiştir. Yakın<br />

zamanda vefat etmiş, bazıları hâlâ<br />

hayatta olan birçok ünlü mûsikîşinas<br />

İbnülemin’in Darü’l-Kemal’inden 22 feyz<br />

almışlardır.<br />

Kimler yok ki? Sadi Irmak, Nevzat Atlığ,<br />

Alaattin Yavaşça, Kâni Karaca gibi<br />

mûsikî icracıları, Ekrem Karadeniz<br />

gibi iddialı bir kitap yazarı, mûsikî teorisyeni;<br />

çeşitli mecmualarda mûsikî<br />

yazıları kaleme alan edebiyatçı Hakkı<br />

Süha Gezgin 23 ve daha niceleri. Gelen<br />

hanende ve sazendeler, eski besteler,<br />

nakışlar, kârlar, semailer şarkılar<br />

çalar okurlardı. Salı akşamları tertip<br />

edilen bu mûsikîli toplantılar akşam<br />

namazından önce gelenlere yemek<br />

ikramıyla başlar ardından akşam namazı<br />

eda edilir, sonrasında başlayan<br />

92


SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

sohbet yatsıya kadar sürerdi. Yatsı<br />

namazı da eda edildikten sonra mûsikî<br />

bölümü başlar. Hitamına doğru<br />

ise na‘tler, ilahiler okunur ve mutlaka<br />

bir aşr-ı şerifle bitirilirdi. 24 Görülüyor<br />

ki bazı mahfillerde mûsikî meşklerinde<br />

daha eski ve nitelikli eserler okunurmuş.<br />

Mahfil sahibinin anlayışına ve katılanların<br />

durumuna göre icra edilen<br />

mûsikî türlerinde farklılıklar oluyor.<br />

Tamamen geleneğe bağlı kalınarak<br />

klasik mûsikî fasılları icra edilen<br />

mekânlar -Midhat Efendi, İbnülemin,<br />

İsmail Hami Danişment’in mahfilleri-<br />

olduğu gibi özellikle Batı müziği<br />

eğitimi almış müdavimleri sebebiyle<br />

piyano ile icra edilebilecek eserlerin<br />

seçildiği yerler de vardı. Bazı konaklarda<br />

da türküler söylendiği görülüyor.<br />

Bu mesele, o dönem için çok<br />

önemli bir ayrıntıyı veriyor bize. Sabahattin<br />

Eyüboğlu’nun evine bakalım<br />

kimler gidiyor? Hasan Âli Yücel,<br />

Adnan Saygun, Pertev Naili Boratav,<br />

Melih Cevdet Anday, Fakir Baykurt,<br />

Ruhi Su… Halkbilimi uzmanları, halk<br />

mûsikîsi üstadlarının da katıldığı<br />

meclislerde türkülerin de söylendiği<br />

vakidir. 25<br />

Yine Ekrem Hakkı Ayverdi’nin evindeki<br />

mahfile; Halil Can, Neyzen Niyazi<br />

Sayın, Ulvi Erguner, Hafız Kemal<br />

Batanay, Sadettin Heper, Münir Nurettin,<br />

Uğur Derman gibi dinî mûsikînin<br />

mümtaz isimleri katılıyor. Bu<br />

misafirlerin olduğu bir mahfil tabii ki<br />

saz, söz, sohbet muhabbet ve Mesnevî<br />

ile dolu olacaktır. Ayverdi’nin<br />

evinde önce Mesnevi şerhinden bir<br />

bölüm okunur, ardından Halil Can<br />

bazen Hulusi Bey ya da Ahmet Bîcan<br />

ayağa kalkıp el bağlayarak Itrî’nin<br />

na‘tinden iki veya üç bölüm okur<br />

sonra da ney faslı başlar. Kur’an tilavetinin<br />

ardından çay ve pasta ikramına<br />

geçilir. Sonra edebiyat sohbetleri<br />

ve arkasından ilahi ve şarkılar okunur.<br />

“Herkes mest, medhûş, ve pür cûş u<br />

hurûş…” <strong>26</strong> Mesnevî’nin, neyin, dinî<br />

mûsikînin ağırlıkta olduğu bir mahfildir<br />

Ekrem Hakkı Ayverdi’nin evi.<br />

Bambaşka bir mahfil, Abdullah Cevdet’in<br />

İctihat dergisinin idarehanesidir.<br />

Daha ziyade devrin edebi ve<br />

siyasi olayları konuşulsa da M. Doubresse’in<br />

Musicotherapie kitabını Mûsikî<br />

ile Tedavi başlığı ile tercüme edip<br />

yayımlayan (Kahire 1908) Abdullah<br />

Cevdet’in dostlarıyla bu mevzuları<br />

konuşmaması imkânsız.<br />

Münir Nurettin piyanosunun başında<br />

Belki adı hiç duyulmamış nice hanelerde,<br />

şöhret olmamış nice konaklarda<br />

mûsikî meşklerinin yapıldığı<br />

muhakkak. Abdülhak Şinasi Hisar’ın<br />

tahassürle andığı o zaman, İstanbul<br />

semalarında sazın ve sesin eksik olmadığı<br />

yıllar. Üstelik kendi zamanında,<br />

azaldığını teessüfle söylediği<br />

mûsikînin, Boğaziçi Mehtapları’nda,<br />

hissiyatımıza ne kadar dokunduğu<br />

ortada. “Sükut mabetleri gibi sazları<br />

ve sözleri susmuş olmakla beraber<br />

yine yerli yerinde nice yalılar<br />

ve köşkler”den bahseder. 27 “O zamanlarda<br />

İstanbul’da köşklerde ve<br />

Boğaziçi yalılarında olduğu gibi en<br />

küçük evlerde de -vücudun dokunulur<br />

dokunulmaz ürperen en hisli<br />

damarları gibi- mutlaka bir saz aleti<br />

bulunur ve mutlaka bunlara dokunarak<br />

söyletmesini bilen biri de bulunurdu.<br />

İstanbul’un tabii hayatında<br />

bu yalılardan ve bu evlerden arada<br />

sırada mutlaka bir saz sesi gelirdi. Ya<br />

bir tanbur çalınır, ya bir ney inler, ya<br />

bir kanun tıngırdar, ya bir ud mırıldanır,<br />

ya bir def usûl tutar, bir şarkı<br />

söylenir ya bir keman meşk eder, bir<br />

başka keman cevap verir, uzun uzun<br />

söylerdi. İnik kafesli pencereler arkasından<br />

duyulan bu sesler o zamanki<br />

hayat zevklerinin iç bayıltıcı bir içkisi<br />

gibi gönlümüzü yakarak ta derinliklerimize<br />

kadar nüfuz etmesini nasıl<br />

bilirdi! Kendimi dinlesem vaktiyle<br />

önlerinden geçmiş olduğum yabancı<br />

evlerden içimde kalmış böyle bir sesler<br />

duyarım ki bende o uzak zamanları<br />

yeşerten tohumlar gibidir.” der<br />

Hisar ve günümüz insanının nasibine<br />

de Abdülhak Şinasi Hisar’ın tahassürünün<br />

bin katı düşer.<br />

Söz Hisar’da iken onun birkaç önemli<br />

cümlesini anarak mevzuu bağlamak<br />

istiyorum. Merkezine tamamen mûsikîyi<br />

koyduğu, “Sükut Faslı”nı okurken<br />

bile bin bir ezgiyi kulağınızda<br />

hissettiren Boğaziçi Mehtapları’nda,<br />

edebiyatı “bir milletin hafızası, fikrinin<br />

ve hayatının hatıraları” 28 olarak<br />

tavsif ederken, başka bir yerde<br />

93


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />

Ulvi Erguner<br />

94<br />

mûsikîyi, “millî şuurun en aşikâr sırlarından<br />

biri” olarak değerlendirir.<br />

Mûsikî ve edebiyatın evvelemirde<br />

yakınlıklarını vurgulayarak yazıya<br />

girdim, bitirirken de bu iki sanatın,<br />

milletlerin kültür ve medeniyetlerinin<br />

devamında nasıl bir hizmet gördüklerini<br />

Hisar’a atıf yaparak vurgulamış<br />

olalım.<br />

Bugün kaybettiğimiz nedir? Sokaklarından<br />

geçerken baştanbaşa<br />

mûsikî dinlenen bu şehrin sadasını<br />

duyamayışımız bu seslerin kaybolmasından<br />

mı yoksa bu seslerin bastırılmasından<br />

mıdır? Saadettin Ökten<br />

Hoca’ya göre mûsikî ve şiir insanların,<br />

şehirlerin hazzını yakalayabilmeleri<br />

için ihtiyaç duydukları iki sanattır.<br />

Ancak bu iki güzellikle beslenen insan<br />

şehrin çağrısını duyabilir ve büyük<br />

cedlerin manevi iklimine kabul<br />

olunabilir. 29 Kayboluş alabildiğine<br />

artarken yok ediciler alabildiğine azgınlaşmakta<br />

ise medeniyet mensuplarının<br />

mazilerini korumaları ve ihya<br />

etmeleri, yok oluşlarına mani olacak<br />

hayati öneme sahiptir.<br />

Dipnotlar<br />

1 Mûsikînin ilk mebdei, milel-i kadimenin<br />

mûsikî hakkında mütalaaları, mûsikînin<br />

talakatle münasebeti gibi birçok konu<br />

için, ülkemizde mûsikî tarihi üstüne yazılar<br />

kaleme alan ilk isimlerden Ahmet<br />

Mithat Efendi’nin “Târîh-i Mûsikî”(Müntehabât-ı<br />

Tercümân-ı Hakîkat, Kırkanbar<br />

Matbaası, İstanbul, 1302, I, 658-692)<br />

başlıklı yazısına bakılabilir.<br />

2 Türkçe’nin Sırları, Kubbealtı, İstanbul 2007,<br />

s. 93. Bilindiği gibi Banarlı kelimelerle nasıl<br />

resim yapıldığını da Akif, Yahya Kemal<br />

Neyzen Halil Can<br />

Hafız Kemal Batanay<br />

ve Ahmet Haşim’i örnek vererek anlatır.<br />

3 Mehmet Kaplan hocamıza ait örnek bir<br />

çalışmayı hatırlatmak isterim: “Cenab<br />

Şahabeddin’in Şiirlerinde Ses ve Musiki”,<br />

Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. 7 sayı<br />

1-2’den ayrı basım, İstanbul 1956, s. 45-<br />

60.<br />

4 Avni Erdemir, Musikişinas Divan Şairleri,<br />

kitabında Anadolu sahasında çok sayıda<br />

divan şairi mûsikîşinası bir araya getirmiştir.<br />

Tüsav Yayınları 1999.<br />

5 Hayali Bey Divanı, Nev’î Divanı, Şeyhî Divanı<br />

vb. birçok Divan’ın tetkik ve tahlillerini<br />

yapan yeni çalışmalara baktığımız<br />

zaman mûsikînin bir başlık olarak yer<br />

aldığını görürüz. Ayrıca Cemal Kurnaz<br />

hocamızın Halk Şiiri ve Divan Şiirinin<br />

Müşterekleri kitabını burada hatırlatmak<br />

isterim.<br />

6 Türkan Alvan, M. Hakan Alvan, Saz ve Söz<br />

Meclisi, Şule Yayınları, İstanbul <strong>2016</strong>. s.<br />

378.<br />

7 Hoş Sada, Maarif Matbaası 1958, s. 1.<br />

8 Zeytinburnu Belediyesi Yayınları, 2013.<br />

9 Kapı Yayınları 2012.<br />

Ekrem Hakkı Ayverdi<br />

10 Tanpınar, bilhassa musikiyle münasebeti<br />

olan muhitlerde yetişen şairlerde ve onların<br />

bestelenmek üzere yazdıkları kısa<br />

ölçülü manzumelerdeki çözük ve basit<br />

dil anlayışına dikkat çeker ve bu hususta<br />

Recaizade’yi örnek gösterir. Bkz. 19 uncu<br />

Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi<br />

İstanbul 2001, s. 479-480.<br />

11 Ahmet Mithat, Recaizade’ye hitaben bizzat<br />

bir yazı kaleme alarak onun mûsikî<br />

yetkinliğine işaret etmiştir. Bir eser için<br />

seçtiği makam ve usûlü fevkalade uygun<br />

bulmuştur. Onu çok yönlülüğü sebebiyle<br />

“müstecmiü’l-kemalât” olarak tavsif<br />

etmiştir. “Ekrem Beyefendi Hazretleri”,<br />

Tercümân-ı Hakîkat, sayı 3442, (30 Teşrîn-i<br />

sânî 1889), s. 3-4.<br />

12 Mekândan Taşan Edebiyat, s. 114.<br />

13 Boğaziçi Mehtapları, Ötüken 1978, s. 39.<br />

14 Tüm bu isimlerin “millî mûsikî” mevzuunda<br />

neler yazdıklarını ve mûsikîde batılılaşma<br />

ekseninde hangi tartışmalara<br />

girdiklerini görmek için bu satırların<br />

sahibinin Müzikte Batılılaşma ve Son<br />

Dönem Osmanlı Aydınları, adlı çalışmasına<br />

bakılabilir. (Beyan Yayınları, İstanbul<br />

<strong>2016</strong>).<br />

15 Cenab Şahabettin “Ahmet Mithat’ın Eserleri”,<br />

İdeal Gazeteci Efendi Babamız<br />

Ahmet Mithat, (Hzl. Münir Süleyman<br />

Çapanoğlu), Gazeteciler Cemiyeti yay.<br />

İstanbul 1964, s. 41. (Servet-i Fünûn sayı<br />

1480’den (1925).<br />

16 Tüm yazıları için bkz. Fazlı Arslan,<br />

Başmuharrir’in Mûsikîşinaslığı: Ahmet<br />

Mithat ve Müzik, Yayın Evi Yayınları Ankara<br />

2009.<br />

17 Şemsettin Şeker, “Ahmet Midhat Efendi<br />

Yalısı”, Ahmet Midhat Efendi, Kültür ve<br />

Turizm Bakanlığı, (Ed. Mustafa Miyasoğlu),<br />

Ankara 2012, s. 87-106.<br />

18 Kâmil Yazgıç, Ahmet Mithat Efendi Hayatı<br />

ve Hatıraları, s. 59-60.<br />

19 Halil Edhem, “Terâcim-i Ahvâl, Ahmed Midhat<br />

Efendi”, Şehbal, sayı, 70 (15 Şubat<br />

1328), s. 429.<br />

20 Şeker, s. 101.<br />

21 “Nuri Şeyda Bey’e Teşekkür ve Rica”,<br />

Tercüman-ı Hakikat, sayı, 6222, (23<br />

Ağustos 1898), s. 1<br />

22 Süleyman Nazif’in tavsifidir. Anar, s. 162.<br />

23 Bu yazılar için bkz. Arslan, Müzikte<br />

Batılılaşma ve Son Dönem Osmanlı<br />

Aydınları, s. 145.<br />

24 Anar, s. 167.<br />

25 Anar, s. 183. (Melih Cevdet Anday’dan<br />

naklen).<br />

<strong>26</strong> Anar, 193-194.<br />

27 Boğaziçi Mehtapları, s. 11.<br />

28 Boğaziçi Mehtapları, s. 202.<br />

29 Sadettin Ökten, “İstanbul’da Bir Bahar Gezintisi”,<br />

İzlenim, Sayı: 33-34, (Mayıs-Haziran<br />

1996), s. 9.


ŞEREFU’L-MEKÂN<br />

Bİ’L-MEKÎN<br />

Rahşan TEKŞEN<br />

Yazar<br />

“<br />

Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin<br />

Akbıyık Camii’nin karşısındaki aşı<br />

boyalı konağında, Dellalzade İsmail<br />

Efendi, Mûtafzade Ahmed Efendi,<br />

Çilingirzade Ahmed Ağa, Yağlıkçızade<br />

Ahmed Ağa, Eyyûbi Mehmed Efendi,<br />

Hoca Vehib Efendi, Nikogos Ağa gibi<br />

nice isimler Dede’nin şakirtleri olarak<br />

yaşanan demlere katkıda bulundu.<br />

Rebabın, tamburun, neyin, kudümün<br />

sesiyle şifa bulan konak, girip<br />

çıkan nice musikişinasın yüzü suyu<br />

hürmetine giderek güzelleşti. Sarayla<br />

dergâh arasında geçen bir hayatın<br />

mahremi ve Dede Efendi’nin sadık<br />

bir hizmetkârı oldu. Ömrünün sadece<br />

yirmi sekiz yılını onunla geçirmesine<br />

rağmen, iki asır boyunca Dede<br />

Efendi’nin Evi nişanıyla zikredildi.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN<br />

Elini çenesinin altına koymuş, sahibinin yolunu gözlüyordu<br />

Akbıyık’ta bir konak. Beraberinde gelecek olan herkesin<br />

yolunu; ailesinin, dostlarının, şakirtlerinin… En çok da<br />

bestekârların, hânendelerin, nâyilerin, tamburîlerin… Belli<br />

ki uzun bir zaman daha bekleyecekti. Zira ileride onu temellük<br />

edecek olan İsmail, henüz on yaşına bile girmemiş<br />

bir sabiydi. Evvela Çamaşırcı Mektebi’ne başlayıp sesinin<br />

güzelliğiyle temeyyüz edecek, mektepte ilahicibaşı olup<br />

Uncuzade Mehmed Efendi’nin dikkatini çekecek ve musiki<br />

nehrine düşecekti. Sonra akıntı nereye götürürse… Önce<br />

Yenikapı Mevlevîhanesi’ne, ardından Enderun’a ve nihayet<br />

Akbıyık’taki konağa.<br />

Mektebin tertip ettiği bir merasimde çocuklar hep bir<br />

ağızdan ilahiler okurken, sürünün içindeki kuşlardan bir<br />

tanesinin başka renkte olması gibi İsmail’in sesi de diğerleri<br />

arasından sıyrılıyordu. Musikide bir üstat olan Uncuzade<br />

Mehmed Efendi’nin kulağı, bu sesi yakalamakta vakit<br />

kaybetmedi. Ailesinden müsaade isteyip onu rahle-i tedrisine<br />

aldı ve kendi konağında meşke başladı. 2 Geniş ağızlı<br />

bir kaptan dar ağızlı bir kaba su boşaltır gibi tek damlayı<br />

zayi etmeden, yüzlerce eser nakletti İsmail’in hafızasına.<br />

Bir gün Tab’î Mustafa Efendi’nin “Yâr hemîşe dilde sühan<br />

elde saz kârımdır” eserini meşkediyorlardı. Nasıl olduysa<br />

meyan kısmı Uncuzade’nin hatırına gelmedi ve devamının<br />

bestelenmesi için talebelerini vazifelendirdi. Eseri<br />

daha önce hiç dinlemediği halde aslıyla aynı şekilde<br />

tamamlayan tek kişi sadece İsmail oldu ve bu vesileyle<br />

musikideki kudretini bir kez daha ispat ederek icazetini<br />

aldı. 3 Hazırladığı besteyi hocasına okurken, sahibinin<br />

sesini ta Akbıyık’tan duyup hayranlıkla dinleyen<br />

konak, dört duvarının arasında derslerin verileceği,<br />

fasılların yapılacağı, eserlerin okunacağı günlerin<br />

giderek yaklaşması heyecanıyla bir kez daha uzattı<br />

başını yola. Bu defa Uncuzade Mehmed Efendi’nin<br />

evladı gibi sevdiği İsmail, hocasının yönlendirmesiyle<br />

Ali Nutkî Dede’nin önüne diz çökmüştü.<br />

Yenikapı Mevlevîhanesi’nin şeyhiydi Ali Nutkî<br />

Dede. Uncuzade Mehmed Efendi’nin yedi yılda<br />

yoğurduğu hamuru şekillendirmesi için ellerine<br />

teslim ettiği büyük musiki üstadı… Takdir-i ilahi<br />

devrin en güzîde hocalarını çıkarmıştı onun karşısına.<br />

Zamanla Ali Nutkî Dede’nin manevî yönünü<br />

de keşfeden İsmail, yirmi yaşlarında olmasına<br />

rağmen, maişetini temin ettiği kalemdeki<br />

görevinden ayrılıp dergâhın bir dervişi olmaya<br />

ve çileye girmeye karar verdi.<br />

98


ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Bu sırada Keçecizade İzzet Molla’nın “Zülfündedir benim<br />

baht-ı siyahım / Sende kaldı gece gündüz nigâhım” diye<br />

devam eden eserini besteledi. Kendisi çilehanede gün<br />

yüzü görmeden vaktini geçirirken buselik makamında<br />

bestelediği bu eser, bütün İstanbul’u dolaşarak Saray’a<br />

kadar ulaştı ve Sultan III. Selim’in huzurunda okundu. Eserin<br />

bestekârını merak edip dergâhta çileye kapanmış bir<br />

derviş olduğunu öğrenen Sultan, onun huzura getirilmesini<br />

irade etti. Ali Nutkî Dede’nin müsaadesiyle çile kırıldı<br />

ve İsmail huzura çıkarıldı. Eseri iki defa dinledikten sonra,<br />

bu delikanlıdaki istidadı ve mahareti fark eden Sultan’ın<br />

nazarı, karanlıkta İsmail’in üzerine düşen ay ışığı gibi bütün<br />

dikkatleri ona çevirdi. Dergâhın yolunu dahi bilmeyen<br />

insanlar, onu görmek için dergâhtan çıkmaz oldular.<br />

Ali Nutkî Dede, İsmail’in ahdine sadık kalarak çilesine geri<br />

döndüğünü ve Sultan’ın huzuruna çıkacak kadar yetenekli<br />

olmasına rağmen mütevazı kaldığını görünce çileyi vaktinden<br />

önce bitirdi. Diğer dervişandan ziyade sevdiği<br />

talebesi İsmail’e, dergâhta bir hücre verdi; başına<br />

Mevlevî sikkesi geçirdi ve onu dede unvanıyla<br />

şereflendirdi. O günden sonra Dede Efendi, dönemin<br />

en muazzam musiki mahfili olan Yenikapı<br />

Mevlevîhanesi’ndeki hücresinde öğrenciler yetiştirmeye<br />

başladı. Bestelediği bütün eserler, onlar vasıtasıyla<br />

İstanbul’un musiki çevrelerine yayılıp hayranlıkla<br />

icra edildi.<br />

Bu hücreden yetişen talebeler, gün gelip Akbıyık Camii’nde<br />

toplanacak, teravih namazından sonra Dede<br />

Efendi’nin evine geçecek ve sahura kadar ferahfezadan<br />

nihavende, hicazdan sabâya nice makamda eserler<br />

icra edecekti. Mutfak penceresinden yayılan nefis<br />

bir kokunun bütün sokağı sarması gibi ahşap duvarlar,<br />

sofada okunan ilahilerin, ayinlerin; geçilen peşrevlerin,<br />

semâîlerin sesini zapt edemeyecek ve Akbıyık sokakları,<br />

ruhlarına ulaşan lezzetten nasibini doyasıya alacaktı. Bu<br />

musiki ziyafetleri, alelâde bir mesken olmaktan çıkaracaktı<br />

konağı. Asırlar sonra bile önünden geçen insanlar<br />

birbirlerine onu gösterecek ve Dede Efendi’nin evi olduğunu<br />

söyleyeceklerdi. İşte o zaman bir yandan geçmişiyle<br />

iftihar ederken bir yandan da o günlere duyduğu hasretle<br />

iç çekecekti konak.<br />

Lakin tüm bunlardan önce Dede Efendi’nin “Ey çeşm-i âhû<br />

hicr ile tenhâlara saldın beni / Çün nâfe bağrım hûn edip<br />

sahralara saldın beni” eserini bestelemesi icap ediyordu.<br />

Zira bu hicaz eseri dinleyen III. Selim, Dede’nin artık dergâhta<br />

değil Enderun’da olması gerektiğini söyleyecek ve<br />

ona sarayın kapılarını açacaktı. Dede ise şükranlarını ifade<br />

için “Müştâk-i cemâlin gece gündüz dil-i şeydâ / Etdi nigeh-i<br />

âtıfetin bendeni ihyâ” dizelerini besteleyip bu eseri<br />

Sultan’a takdim edecek; bestekâr, nâyî ve tamburî olan<br />

III. Selim kendisine hediye edilen bu eserden ziyadesiyle<br />

memnun olup Dede’nin musikide daha fazla mesafe<br />

katetmesi için vefatına kadar onun üzerinden himayesini<br />

çekmeyecekti. Hatta Sultan’ın takdir ve teşviki sayesinde,<br />

Saray’a girdikten sekiz yıl sonra Sadullah Ağa, Küçük<br />

Mehmed Ağa, Vardakosta Ahmed Ağa, Abdülhalim Ağa<br />

gibi dönemin en meşhur bestekârlarından biri olacaktı<br />

Dede Efendi.<br />

99


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN<br />

Evliliği de bu yıllara tekabül etti Dede’nin. Sene 1802’ydi.<br />

Dergâhtaki hücresinden ayrılıp Saray’da yetişen Nazlıfer<br />

Hanım’la Akbıyık’ta bir konağa yerleşti. Fakat bu, kendisini<br />

sabırsızlıkla bekleyen konak değildi henüz. Kira ile tutulmuş<br />

bir evdi. Üstelik burada geçirdiği yıllar, Dede’nin naif<br />

ruhunda derin tesirler bırakan kayıplarla doluydu. Evliliğinin<br />

ikinci yılında, çok sevdiği şeyhi ve hocası Ali Nutkî<br />

Dede’yi kaybetti. Daha kendisini toparlamaya fırsat bulamadan<br />

üç yaşındaki oğlunu… Evinin içini aydınlatan çocuk<br />

sesinin bir anda sönmesi ve evladını kendi elleriyle toprağa<br />

vermesi, onu fazlasıyla mahzun etti. Oğlunun ardından<br />

duyduğu acıyı “Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde /<br />

Ateş dökülürse yeridir âh serimde” dizelerini kaleme alıp<br />

bayatî makamında besteleyerek ifade etti.<br />

1808’de gelen vefat haberi ise Dede’nin ruhunu yerle bir<br />

eden depremlerin en büyüğü oldu. Zira bu kez, dergâhtaki<br />

derviş İsmail’i saraya hânende yapan III. Selim katledilmişti.<br />

Aynı yıl annesi Rukiye Hanım, iki yıl sonra da<br />

altı yaşındaki oğlu Mustafa... Bu yaşadıklarından sonra Saray’dan<br />

ayrılan Dede Efendi, dergâha geri dönüp Abdülbakî<br />

Nasır Dede’den ney dersleri alarak ruhundaki yaraları<br />

onunla tedavi etmeye çalıştı. Yenikapı Mevlevîhanesi,<br />

yine eskisi gibi onu dinlemek için gelen insanlarla dolup<br />

taştı. Hele Itrî’nin rast na’tını okumaya başladığında, tüyleri<br />

diken diken eden manevî bir ürperti sarardı herkesi.<br />

Yüzlerce kişinin nefes almaya bile çekindiği semahanede<br />

Dede’nin sesi, gürül gürül akan bir şelâle gibi duvarlara<br />

çarpar; böylesi demlerde dergâhtan ayrılıp dünyaya dönmek,<br />

baharı atlayıp yazdan kışa geçmek gibi gelirdi.<br />

Dede Efendi’nin, Akbıyık’ta kendisini bekleyen konağına<br />

yerleşmesine ramak kalmıştı. Ancak bu kez, üç kız babası<br />

olarak gidecekti yeni evine. Daha konuşmayı bile öğrenmeden<br />

nevanın manevî neşesi, sabanın hüzünlü havasıyla<br />

demlenecekti ruhları. Merdivenlerin ahşap tırabzanlarına<br />

yüzlerini yaslayıp kudümü döven tokmakların iki yukarı<br />

bir aşağı hareket edişini bir oyun gibi izleyecek ve bu sayede<br />

usûlü öğreneceklerdi. Konakta icra edilen her fasıl<br />

onlar için yeni bir oyun, yeni bir eğlence sayılacak;<br />

günü geldiğinde musiki ilminde söz sahibi<br />

birer hanımefendi olacaklardı.<br />

Fakat bunun için III. Selim’in vefatından<br />

sonra ortaya çıkan karışıklığın giderilmesi,<br />

Sultan II. Mahmud’un<br />

askerî ve mülkî düzeni temin<br />

ettikten sonra fikrî ve fennî<br />

meselelere de eğilebilmesi,<br />

Dede’nin varlığını hatırlayıp<br />

onu yeniden saraya alması<br />

ve mezkûr konağı ona hediye<br />

edecek kadar aralarında muhabbet ve yakınlık hâsıl olması<br />

gerekiyordu.<br />

Yenikapı Mevlevîhanesi’ndeki mukabelelerden biriydi. Semazenler,<br />

âyinhanlar ve mutrib heyeti yerini almıştı. Cemaatle<br />

namaz kılındı, şeyh efendinin duasının ardından<br />

Itrî’nin na’tı okundu ve sema eşliğinde Dede Efendi’nin<br />

kendi bestelediği âyin başladı. O sırada dergâhta hazır<br />

bulunan Sultan II. Mahmud, onu dinlerken saraya alındığı<br />

ilk günü hatırladı. Kendisi on üç yaşında bir şehzade idi<br />

ve o günün üzerinden yıllar geçmiş; Dede, musikide ele<br />

avuca sığmaz bir deha olmuştu. Bu dehanın yeri dergâh<br />

değil, elbette saraydı. Bunları düşünürken kudümzenbaşının<br />

birkaç darbıyla ney taksimi ve şeyh efendinin okuduğu<br />

Fatiha ile mukabele sona erdi. Sultan II. Mahmud,<br />

Dede Efendi’yi yeniden Saray’a çağırdı. Önce musâhib-i<br />

şehriyar, sonra da sermüezzinlik görevi vererek onu yanı<br />

başından hiç ayırmadı.<br />

Sene 1818’di. Sultan II. Mahmud, Akbıyık Camii’nin karşısındaki<br />

aşı boyalı konağı alarak Dede Efendi’ye tahsis etti.<br />

İşte o vakit, yıllardır sabırla bekleyen mezkûr konak, sahibine<br />

kavuşmuş oldu. Hemen duvarı dibinde, kendisine<br />

yaslanmış olan mermer çeşme, daha suyunu akıtmadan<br />

insanın içini serinletiyor, burada kederden uzak günler yaşanacağını<br />

müjdeliyordu. Nitekim kızı Aişe’nin on üç yaşında<br />

vefat etmesi haricinde büyük bir acı görmedi Dede<br />

Efendi. Hatice’sini ve Fatıma’sını burada yetiştirip mürüvvetlerini<br />

gördü ve evini bir dershaneye çevirdi. Bu dershanede<br />

yetişen Fatıma, haremdeki kadınlara musiki eğitimi<br />

verecek kadar ilerledi. 4 Her ikisi de babaları gibi kendi evlatlarını<br />

birer musikişinas olarak yetiştirdiler. Bestekâr Rıfat<br />

Bey, Hatice Hanım’ın; hânende Şevket Bey de Fatıma Hanım’ın<br />

evladı, aynı zamanda Dede Efendi’nin talebeleriydi.<br />

Dellalzade İsmail Efendi, Mûtafzade Ahmed Efendi, Çilingirzade<br />

Ahmed Ağa, Yağlıkçızade Ahmed Ağa, Eyyûbi<br />

Mehmed Efendi, Hoca Vehib Efendi, Nikogos Ağa 5 gibi<br />

nice isimler Dede’nin şakirtleri olarak bu konakta yaşanan<br />

demlere katkıda bulundu. Rebabın, tamburun, neyin,<br />

kudümün sesiyle şifa bulan konak, girip çıkan nice musikişinasın<br />

yüzü suyu hürmetine giderek güzelleşti. Sarayla<br />

dergâh arasında geçen bir hayatın mahremi ve Dede<br />

Efendi’nin sadık bir hizmetkârı oldu. Ömrünün sadece yirmi<br />

sekiz yılını onunla geçirmesine rağmen, iki asır boyunca<br />

Dede Efendi’nin Evi nişanıyla zikredildi. Zira her mekân,<br />

kıymetini sahibinden alır yahut sahibiyle kıymetten düşerdi.<br />

Şeref’ul-mekân bi’l-mekîn diyen ecdadın kastı da bu<br />

olsa gerekti.<br />

Yıllarını saray ile dergâh arasında geçiren Dede Efendi’nin<br />

evinde, birbirine çok uzak olan bu iki dünyanın da izleri<br />

vardı. Sedirlerin döşendiği kadife kumaşlar, üzerine dizilen<br />

nakışlı yastıklar ve yerlere konan atlas minderler gösteriyordu<br />

burada nasıl bir zevkiselim ile yaşandığını. Kapıları<br />

100


ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

karşılıklı birbirine bakmayacak şekilde inşa edilen odalara;<br />

kabından tenceresine, yatağından yorganına kadar türlü<br />

eşyayı muhafaza edecek gömme dolaplar yapılmıştı. Gusülhaneler<br />

bile bu dolapların içine saklanmıştı ki mahrem<br />

hayata dair hiçbir iz ayak altında olmasın. Hele gün içinde<br />

onlarca kişinin girip çıktığı bir konakta… Odanın içine açılan<br />

pencerelerin bir de dış cephede ahşap kanatları vardı.<br />

Bu kanatlar örtüldüğünde, güneşin hükmü geçmez, ne<br />

kadar ısrar ederse etsin konağa alınmazdı. Uzun yoldan<br />

gelmiş bir misafir yahut ıstırap çeken bir hasta istirahate<br />

alındığında, insanoğlunun emrine girerdi gece ile gündüz.<br />

İnşa edildiği günden beri Dede Efendi’nin evi olmayı<br />

hayal eden konak, onunla geçirdiği günlere doymuyor;<br />

Enderun’daki fasıllardan ve dergâhtaki mukabelelerden<br />

kalan vakitle yetinmiyordu. Üstelik Dede’nin kimi zaman<br />

Saray’dan mahzun dönmesine üzülüyor, ahşap zemini<br />

uyandırmadan ağır adımlarla içeri giren ayak sesinden anlıyordu<br />

bunu. Enderun’daki kimi hanendelerin Dede’yi istemediğini<br />

ve onun gölgesinde kalmaktan rahatsız olduklarını<br />

da biliyordu. Hatta bazı planlar tertip ederek Dede’yi<br />

Sultan’ın huzurunda mahcup etmeye çalıştıkları oluyordu<br />

ki bu hadiselerden biri hanende Şakir Ağa’yla yaşanmıştı.<br />

Sonunda mahcubiyet duyan Şakir Ağa olmasına rağmen,<br />

Dede Efendi bu olaydan kâfi derecede etkilenmiş, neredeyse<br />

bir sene boyunca ne konakta ne de başka bir yerde,<br />

tek bir eser bestelememişti. Hariçte yaşanan hadiseler ister<br />

istemez evdeki hayata tesir ediyor, Dede’nin yüzündeki<br />

ifade, şeffaf bir kâğıt gibi kırgınlığını ele veriyordu.<br />

Musikinin bütün inceliklerine vâkıf olan Sultan II. Mahmud,<br />

huzurunda gerçekleşen bu rekabeti fark ediyor;<br />

hiçbir şekilde söze ve davranışa yansımayan, sadece eser<br />

icra ederken ustalıklarını konuşturarak yaptıkları çekişmeleri<br />

yakalıyordu. Bu durumdan rahatsızlık duymadığı<br />

gibi benzer hadiseleri, onların kabiliyetlerinin bir alâmeti<br />

olarak görüyordu. Yine böyle bir fasıl sonrası, Dede Efendi’nin<br />

yakasına taktığı murassa nişan, musikisinin bükülmeyen<br />

bileğine verilmiş bir mükâfattı. Neyzen Mustafa<br />

İzzet Efendi, Ali Ağa, Suyolcuzade Salih Efendi, Numan<br />

Ağa, Bamacızade Abdi Efendi 6 gibi Dede’nin arkadaşları<br />

olan nice isimler şahitti buna. Hatta onun son zamanlarına<br />

yetişmiş olan Zekâi Dede, Dede Efendi’yi bizzat konağında<br />

ziyaret ettiği gün, yıllar önce II. Mahmud’un taktığı<br />

bu nişanı, bir madalya gibi hâlâ yakasında taşıdığına şahit<br />

olmuştu. 7<br />

Sultan Abdülmecid, tıpkı babası gibi Dede Efendi’ye saygıda<br />

kusur etmedi ve onun saraydaki mevkiini korudu.<br />

Lakin bu, onu sarayda tutmaya yetmedi. Zira Abdülmecid’in<br />

kendisine duyduğu hürmetin altında bir vefa borcu<br />

olduğunu; alafranga müzikle büyüdüğü için sunî gıdalarla<br />

beslenen bir çocuk gibi kendi musikisinin tabiî lezzetini<br />

almadan yetiştiğini biliyor ve buna içerliyordu. Halbuki<br />

Dede Efendi<br />

II. Mahmud, bu lezzeti bildiği için Dede Efendi’yi takdir<br />

ediyor ve sahip çıkıyordu. Buna rağmen Giuseppe Donizetti’yi<br />

bando eğitimi için İstanbul’a getiren, Enderun-ı<br />

Hümayun’u kaldırıp yerine Mızıka-i Hümayun’u kuran 8 ve<br />

alafranga müziği kendi musikisinin kanına bulaştıran da II.<br />

Mahmud’du. III. Selim’in Dede Efendi’ye hürmetinde ise<br />

ne sadece vefa vardı ne de takdir. Ana dilleriyle konuşur<br />

gibi kendi musikileriyle konuşan iki insanın birbirini anlaması<br />

vardı.<br />

Üç ayrı sultan görmüştü Dede Efendi. Kaç sultan görmüştü<br />

Dede Efendi’nin evi. Ayakları olsa, sahibi gibi o da kaçardı<br />

belki İstanbul’dan. Beytullah’ın gölgesine sığınır, orada<br />

vefat ederdi. Fakat gidemedi. Neredeyse iki asır boyunca<br />

yerinden hiç kımıldamadan, inşa edildiği yerde bekledi.<br />

Yakut gibi kırmızı, yakut gibi kıymetli… Garb’ın müziğini<br />

değil, tek bir notasını bile konağına almayan Dede Efendi<br />

gibi kıymetli. Musikimiz gibi. Anadilimiz gibi.<br />

101


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN<br />

Dipnotlar<br />

1 Yılmaz Öztuna, Dede Efendi, Kültür Bakanlığı<br />

Yayınları, Ankara 1997, sf.62-108.<br />

2 Rauf Yektâ, Esâtiz-i Elhân, Evkaf-ı İslamiye<br />

Matbaası, İstanbul 1925, 3.Cüz, sf. 141-<br />

150.<br />

3 M. Fatih Salgar, Ölümünün Yüz Ellinci<br />

Yılında Dede Efendi, Ötüken, İstanbul<br />

1995, sf. 13-28.<br />

4 M. Fatih Salgar, Ölümünün Yüz Ellinci<br />

Yılında Dede Efendi, Ötüken, İstanbul<br />

1995, sf. 13-28.<br />

5 Yılmaz Öztuna, Dede Efendi, Kültür Bakanlığı<br />

Yayınları, Ankara 1997, sf.62-108.<br />

6 Rauf Yektâ, Esâtiz-i Elhân, Evkaf-ı İslamiye<br />

Matbaası, İstanbul 1925, 3.Cüz, sf. 174-<br />

175.<br />

7 Yılmaz Öztuna, Dede Efendi, Kültür Bakanlığı<br />

Yayınları, Ankara 1997, sf. 10-21.<br />

8 M. Fatih Salgar, Ölümünün Yüz Ellinci Yılında<br />

Dede Efendi, Ötüken, İstanbul 1995, sf.<br />

29-40.<br />

Dede Efendi'nin Cankurtaran'daki evi<br />

Tanımadığımız Meşhurlar<br />

(...) " Bilhassa Zekâi Dede bu çocukta<br />

parlak bir istikbal gördüğü<br />

için, meseleyi büyük Dede<br />

efendiye anlatıyor ve şu cevabı alıyor:<br />

— Bir gün getir de dinleyelim!.<br />

İşte bu suretle bestekâr Arif beyi<br />

Zekâi Dede de, büyük Dede<br />

efendiye tanıştırıyor. Bunun da<br />

nasıl olduğunu bestekâr Arif bey<br />

talebelerine ve yakınlarına bir<br />

kaç kere şu suretle anlatmıştır:<br />

— Zekâi Dede, beni İsmail Dedenin<br />

evine götürmek üzere annemden<br />

izin almış. Fakat bana nereye gideceğimizi<br />

hiç söylemedi. Kalktık.<br />

Sultanahmette Kabasakalda Dede<br />

efendinin konağına gittik. [Dede<br />

efendi için vaktile ihtifal yapılan konak].<br />

Hiç unutmam. Şöyle geniş bir avlu.<br />

Yatık, alçak basamaklı çifte merdivenlerde,<br />

limon gibi sarı, ince mısır<br />

hasırları... Sofalar da öyle. Devrin<br />

musiki ilâhları hep orada. Ben bir<br />

köşeye büzüldüm. Evvelâ düğün<br />

var zannetmiştim. Cemaatle namaz<br />

kılınınca kendi kendime: «Düğün<br />

olsa namaz kılınmaz!.» dedim. Nihayet<br />

tahta tablalarla yemek geldi.<br />

Yer sofraları kuruldu. Tahta kaşıklar,<br />

büyük bakır lengerlerle yemekler...<br />

Hepimiz yedik. Yemekten sonra:<br />

— Buyrunuz meşk odasına!.. dediler.<br />

Dede efendinin konağında büyük bir<br />

meşk odası vardı. Köşede yüksek bir<br />

minderde saz benizli kısa sakallı iyi<br />

yüzlü bir adam, Dede efendi oturuyordu,<br />

ötekiler, hepsi de sakallı sakallı,<br />

ihtiyar musikişinaslar Dede ile<br />

aralarında epey bir hürmet mesafesi<br />

bırakarak çok ileriye yere, saygılı tavırla<br />

diz çökmüşlerdi. Buradaki ak<br />

sakallı telâmizden, talebelerden en<br />

genci Zekâi Dede idi. Ve yaşının nispeten<br />

küçüklüğü dolayısile en başta<br />

oturuyordu ötekilerin yaşlarını bundan<br />

çıkarmak kabildir.<br />

Ak sakallı şakirtler başlar öne eğilmiş<br />

sükût içinde duruyorlar. Nihayet<br />

Zekâi Dede, büyük Dede efendiye:<br />

— Geçen hafta bahsettiğim Arif<br />

bendenizi getirdim efendim.. dedi.<br />

Büyük Dede efendi cevap verdi:<br />

— Öyleyse bize bir şey okumazlar<br />

mı?<br />

Ben fena halde sıkıldım. Ter içinde<br />

kaldım, Zekâi Dede kulağıma eğildi:<br />

— Oku oku.. diye mırıldandı.<br />

Ve bir ilahi okudum…” Hikâyenin<br />

buraya kadar olan kısmını Arif beyin<br />

talebelerine anlattğı şekilde tesbit<br />

edebiliyoruz.<br />

Küçük Arif, büyük musiki üstadının<br />

karşısında ilâhiyi okuyunca Dede<br />

efendi o kadar mütehassis oluyor ki o<br />

sakalları göbeklerinde büyük musiki<br />

üstatlarının en gerisinde olan Arife:<br />

— Gel, otur buraya oğlum!..<br />

sözlerile, minderde ve yanında<br />

yer gösteriyor. Ve işte o zaman<br />

meşhur sözünü söylüyor:<br />

— Bu çocuk hepimizi geçecektir!..<br />

Dede efendi bunun üzerine kendi çıraklarından<br />

Eyübî Mehmet efendiyi,<br />

Arif beye hoca tâyin ediyor. Yalnız<br />

Arif beyle Eyübî Mehmet efendinin<br />

sanat zevkleri pek kaynaşamıyor.<br />

Hikmet Feridun Es, Akşam gazetesi<br />

102


AMİR ATEŞ:<br />

MUSİKİYE ADANMIŞ<br />

BİR ÖMÜR<br />

Söyleşen:<br />

Ayşegül ÜNAL İNAN<br />

Fotoğraflayan:<br />

Şeyma KILIÇ<br />

“<br />

Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın,<br />

Eylül Akşamları, Seni Ben Unutmak<br />

İstemedim ki gibi dillerden düşmeyen,<br />

unutulmaz bestelere imza atan Amir<br />

Ateş ile gençliğinden itibaren talebelik<br />

ve hocalık yaptığı, nihayetinde de<br />

başkanlığını yürüttüğü Üsküdar Musiki<br />

Cemiyeti üzerine konuştuk.<br />

Yaklaşık yüz yıldır musiki geleneğimizi<br />

yaşatan, verdiği eğitimlerle pek çok<br />

kıymetli sanatçı yetiştiren Emin Ongan<br />

Üsküdar Musiki Cemiyeti, musiki<br />

kültürümüzde eşine az rastlanır bir<br />

yere sahiptir.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN<br />

Küçük yaşta Kocaeli'nin Kandıra ilçesinde hafızlığını tamamlayarak<br />

on beş yaşlarında İstanbul’a gelen Amir Ateş,<br />

Nuruosmaniye Kuran kursunda, dönemin en kıymetli hafız<br />

ve kıraat âlimlerinden biri olan Hasan Akkuş’tan dersler<br />

almış. Nuruosmaniye tedrisatını bitirmesiyle birlikte Kadıköy’e<br />

taşınmış ve burada bir musiki çevresine dahil olmuş.<br />

Çevresinin yönlendirmesiyle kısa süre sonra Üsküdar Musiki<br />

Cemiyeti’nde talebelik yapmaya başlamış. Burada da<br />

Avni Anıl, Şekip Ayhan Özışık, Arif Sami Toker, İnci Çayırlı,<br />

Emin Ongan gibi döneminin en önemli musikişinaslarından<br />

musiki eğitimleri almış. Genç yaşlarından itibaren talebesi<br />

olduğu Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde hâlâ hocalık<br />

ve başkanlık yapmaya devam eden Amir Ateş’le yaptığımız<br />

keyifli söyleşiyle sizleri baş başa bırakıyoruz.<br />

Emin Ongan Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin kuruluş<br />

hikâyesinden bahsedebilir misiniz?<br />

Üsküdar Musiki Cemiyeti 1918 yılında kurulmuş. Kurucuların<br />

hemen hemen tamamı rahmetli olmuş kişiler. Çünkü<br />

bir asırlık süre içinde elbette kuruculuğun tarihinde doğmuş<br />

olsalar bile neredeyse yüz yaşına basmış olacaklar.<br />

Bu nedenle kimse yok kuruculardan. Ancak torunları var.<br />

Çocukları var bazılarının. Telgrafçı Ata Bey gibi namıyla<br />

maruf bir zatın önderliğinde Zeki Arif Ataergin, Hafız Arap<br />

Cemal, Udi Sami Bey, onlardan hemen sonra da cemiyete<br />

adını verdiğimiz hocamız Emin Ongan. Selahattin Pınar<br />

ve ilk öğrencilerden Arif Sami Toker, Müzeyyen Senar, bu<br />

cemiyetin ilk temelini teşkil eden kurucu, hoca ve talebeleri<br />

olarak o günden bugüne kadar faaliyetlerini aralıksız<br />

sürdürmektedir. Bunun yaklaşık elli beş senesinde ben de<br />

varım naçizane Amir Ateş olarak. Benden sonra otuz beşkırk<br />

yıllık arkadaşlar da var burada. Mesela Ahmet Özhan,<br />

Ömer Tuğrul İnançer de talebe arkadaşlarımızdı bizim.<br />

Daha önceki tarihlerden olanlar da var ama onlar faal biad<br />

içinde değiller, herkes işiyle gücüyle meşgul.<br />

Bir röportajınızda Üsküdar ile ilgili “Üsküdar, bütün<br />

duygu ve düşünceleri birlikte barındırır. İstanbul<br />

denildiğinde önce Üsküdar aklıma gelir. Salacak<br />

gelir” diyorsunuz. Cemiyetin Üsküdar’da olmasının<br />

sizin için özel bir anlamı var mı? Üsküdar’ın cemiyete<br />

yahut cemiyetin Üsküdar’a katkısı olmuş mudur?<br />

Burası her ne kadar Üsküdar Musiki Cemiyeti adı altında<br />

olsa da tamamen Türkiye’ye mâl olmuş, gerek ismi itibariyle,<br />

gerek kültürel faaliyetleri itibariyle sınırları aşmıştır.<br />

Şöyle ki benim Üsküdar’a bir vefa borcum var. Eğer ben,<br />

ufacık tefecikken ‘ben’ olduysam Üsküdar Musiki Cemiyeti<br />

bana bir basamak olmuştur. Ben de mehma-imkan<br />

yararlandığım bir yere faydalı olmak durumundayım.<br />

Cemiyete yeni başkan olduğum tarihlerde, hiç unutmuyorum<br />

rahmetli olan bir belediye başkanımız vardı; Mehmet<br />

Çakır. Bizi tebriğe gelip “Hayırlı olsun Amir Beyciğim, bizden<br />

herhangi bir arzunuz var mı?” diye sordu, “Estağfurullah”<br />

dedik. “Peki, sizin bizden bir emriniz arzunuz var mı?”<br />

dedim, “Ne olabilir ki” dedi. “Üsküdar, İstanbul’un hatta<br />

dünyanın en tarihi, en köklü mazisi olan semtlerinden biri.<br />

Üsküdar gibi bir yer Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur<br />

şarkısıyla mı kalsın? Bir şiir yarışması açalım, iyi şiirleri<br />

bestekarlara dağıtalım. O şiirlerden en azından sekiz-on<br />

tane daha Üsküdar konulu beste olsun” dedim.<br />

Aradan iki üç ay geçti, bir telefon, “Buyurun sayın başkanım,<br />

buyurun hadi göreve. Bir öneride bulundunuz, öneri<br />

babalığınızı devam ettirin. Şiir yarışması açtık, şiirler geldi.<br />

Bestekarlara yolladık besteler de geldi. Sıra jüride. Jüri<br />

başkanı olarak bu organizasyonda bulunacaksınız dedi.”<br />

O arada hakikaten güzel eserler geldi. Ben boş durabilir<br />

miyim, duramam tabi. Bir şeyler karalamaya başladım ve<br />

Üsküdar’la ilgili şöyle bir güfte yazdım:<br />

Üsküdar’ın güzelliği dünyaya bedel<br />

Kız kulesi gelin gibi özel mi özel<br />

Martıların, dalgaların, serin suların,<br />

Şarkıların, türkülerin, güzel mi güzel<br />

Cemiyetin ikinci binası, Dişçi Hamdi Bey'in konağı, Ahmediye<br />

106


AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Cemiyetin İmrahor'daki binası<br />

Üsküdar’ın yamaçları tarih kokuyor<br />

Çamlıca’dan gönüllere huzur akıyor<br />

Camilerin türbelerin minarelerin<br />

Orda Bilal Habeşi ezan okuyor.<br />

Bir ezan koydum son kısma ama sözsüz, sadece ses. Ve şu<br />

anda piyasada tek bu var. O yarışmada gönderilip seçilen<br />

eserlerden okunan pek duymadım. Buraya vefa borcumuzu<br />

bu şekilde ödüyoruz. Üsküdar konulu daha yedi sekiz<br />

tane şarkım var, bestem var.<br />

Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin müzik eğitimine ve kültürümüze<br />

olan katkılarından bahseder misiniz?<br />

Üsküdar Musiki Cemiyeti musiki kültürümüze büyük katkılar<br />

sağlayan kuruluşlardan biridir. Şöyle ki, daha henüz<br />

radyolar kurulmamış, konservatuvarların kuruluş tarihi zaten<br />

yirmi beş sene gibi bir zamana tekabül ediyor. Ve konservatuvarların<br />

tüzüğünün hemen ilk sayfasında der ki,<br />

“Şablon olarak Üsküdar Musiki Cemiyeti örnek alınmıştır.”<br />

Hesap edin ki şu anda devlet konservatuvarlarının dahi<br />

107


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN<br />

Hakkı Özkan hocamız, “Yetiştiğim yere şöyle bir atfı nazar<br />

edeyim; ne halde, ne yapıyorlar…” dediğinde biz de kendisine<br />

dedik ki, “Hocam evet buradan yetiştiniz ve yıllardır<br />

da konservatuvarlara, birçok yere hocalık yapmaktasınız<br />

ama artık buradaki görevinizi yerine getirin; tekrar hocalığınıza<br />

devam edin” diye kendisine teklifte bulunduk. Bu<br />

arada kendisinden konservatuvar tedrisat nazariyat kitabını<br />

rica ettik, o da bizimkini aldı. Bir hafta sonra gelip,<br />

“Burada olan tedrisat konservatuvarda yok, konservatuvarın<br />

eksikleri var buranın yok, onun için beni bağışlayın”<br />

dedi. Şunu da belirtmek gerekir. Musikinin asıl kaynağı<br />

hafızlıktır. İşte gelmiş geçmiş en büyük bestekarlardan<br />

biri Sultan Ahmed Camii imam hatibi Saadeddin Kaynak,<br />

Süleyman Erguner de Yavuz Selim Camii müezzini. Daha<br />

ilerilere gidersek Hafız Post, Hammâmîzâde İsmail Dede<br />

Efendi, Hacı Sadullah Efendi… Bunlar hep müezzin, imam<br />

vs. kişilerdir. Hafız Burhan, Hafız Kemal, Hafız Sami musikinin<br />

en yüksek mertebelerine ulaşan ve oralarda halkı<br />

hazdan hazza koyan değerlerdi. Ben de bu değerlerin ışığı<br />

altında kendim bir şeyler öğrendikten sonra arkadaşlarıma<br />

da yavaş yavaş öğrendiklerimi öğretme gayreti içinde<br />

oldum hep.<br />

Cemiyetteki musiki sohbetlerinizden, hocalarınızla ve<br />

arkadaşlarınızla ilgili anılarınızdan bahsedebilir misiniz?<br />

Üsküdar Musiki Cemiyeti’nden yararlandığı bir vaka. Hocaların<br />

da zaten çoğu, gerek konservatuvarların ilk hocaları,<br />

radyoların saz sanatçıları, birçok ses sanatkarı yine<br />

Üsküdar Musiki Cemiyeti menşelidir. Üsküdar Musiki<br />

Cemiyeti sayılamayacak kadar çok sanatkar ve öğrenci<br />

yetiştirmeye halen devam eden fevkalade bir ilim yuvası<br />

ve bir feyiz menbası deme durumunda olduğumuz bir<br />

kurum ve kuruluştur. Oysaki hiçbir yerden hemen hemen<br />

yardım görmemiş ancak naçizane bizim çabalarımızla devam<br />

eden bir dernek. O bakımdan buranın ulviyet ve kutsiyeti<br />

anlatılamaz. Siyasi, şu, bu gibi şeylere karışmamıştır.<br />

İşi gücü sırf musiki. Musikiye ses sanatçısı, saz sanatçısı,<br />

besteci vs. hoca yetiştiren Üsküdar Musiki Cemiyeti adı<br />

altında devam edegelen bir dernektir.<br />

Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde görev yapan kıymetli<br />

hocaların ekseriyetle yine bu cemiyetten mezun olduklarını<br />

biliyoruz. Bu bağı sağlayan etken nedir?<br />

Evet, hocalarımızın hemen hemen çoğu cemiyetimizin<br />

bünyesinden yetişmiştir. Mesela cemiyetimizden yetişmiş,<br />

konservatuvarın nazariyat hocalığını yapan bir hocamız<br />

emekli oldu oradan ve bizi ziyarete geldi. Rahmetli İsmail<br />

Biraz uzun ama şunu anlatayım: Rahmetli hocam Emin<br />

Ongan sağken onunla bütün gizli aşikar şeyleri konuşabiliyordum.<br />

Takıldığım şeyleri arayıp soruyordum, gün geldi<br />

dasdazlak kaldım böyle ortalıkta. Fakat hocamın zamanında<br />

da ahbabım olan kişiler vardı. Mesela rahmetli Yıldırım<br />

Gürses ile şimdiki tabirle kankaydık. Avni Anıl ile Alaaddin<br />

Yavaşça abimle hocamla, Erol Sayan ile derken en çok içli<br />

dışlı olduğum, mazisi en eskilere dayanan biri vardı: Yesari<br />

Asım Arsoy. Hoca zamanında da onunla gene talebe hoca<br />

ilişkisi değil de ahbaplık, dostluk ilişkisi içindeydik. Rahmetli<br />

Sadettin Kaynak ile pek fazla hoca talebe ilişkisi içinde<br />

olamadık ama çok şeyler öğrendim sohbetinden. Hastaydı<br />

o, felç geçirmişti. Benim de tam çocukluk çağlarıma<br />

rastladığı için pek fazla iletişimim olamadı. Her gün gider<br />

gelirdim. İçecek su götürürdüm Kayışdağı çeşmesinden,<br />

şuradan buradan. Yesari Asım Arsoy ile gece gündüz beraberdik.<br />

İşinden gücünden sonra arar beni, “bekliyorum<br />

neredesin” derdi. Ben de şiirle<br />

Bekliyordun işte geldim<br />

Yollar açtım dağlar deldim<br />

Bir zamanlar ben bir eldim<br />

Bekliyordun işte geldim<br />

falan diye böyle hiç olmamış sözlerden bir şeyler söylerdim,<br />

çok hoşuna giderdi. Bir gün kendisinin göz ameliyatı<br />

olma durumu icap etti ama kimse ikna edemiyor. Seksen<br />

108


AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

beş-doksan yaşını bulmuştu göz ameliyatını yaptırdığı yıllarda.<br />

En son Alaaddin Yavaşça’ya gidiyorlar diyorlar ki,<br />

“Seninle çok içli dışlı hoca, ikna edebilirsen bir sen ikna<br />

edebilirsin, gözlerini ameliyat edelim.” “Valla o Nuh der,<br />

Muhammed demez” diyor Alaaddin Yavaşça, “Amir’e gidin,<br />

Amir onu ikna eder” diye de ekliyor. Turgut Özal da<br />

talebesi olmuş Ogan Hoca'nın. Bu mesele de kendisine<br />

kadar ulaşınca "Hocam, doktorlar emrinizde, gelip sizi<br />

ameliyat etsinler" diyince, ‘‘Turgut, otur oturduğun yerde.<br />

Sen Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanıysan, ben de<br />

gönlümün cumhurbaşkanıyım’’ diye cevap veriyor hoca.<br />

‘’Beni böyle azarladı.’’ diyor Özal.<br />

Bir gün oturuyoruz. “Hocam” dedim, “kayınpeder kayınvalideyi<br />

Bursa’da muazzam bir göz operatörüne ameliyat<br />

ettirdi, öyle memnun ki sormayın.” “Deme” dedi hoca da.<br />

“Üstadımız emrederlerse niye gitmeyelim.” Telefon ettim<br />

randevu aldım. Benim hanım, onun hanımı -Fanika<br />

yengeydi onun hanımı, Suzan ismini kullanırdı- yola koyulduk.<br />

Suzan Hanım Yahudi idi, ama çok Osmanlıcı bir<br />

hanımdı. Ondan sonra kızım da o zaman üç yaşlarında.<br />

Kavga ederlerdi biz Bursa’ya gidip gelene kadar. Kızım<br />

ona “dede” der, hoca da ona “sus Şevval Hanım, ben baba<br />

bile olmadım, nasıl dede olurum” derdi. Sohbet ede ede<br />

giderdik. Son gidişlerimizden bir tanesinde -asıl manahu-<br />

fihimize geldik şimdi- evden aldık, geldi oturdu yanıma.<br />

Şoför mahallinde ben vardım. Yenge bizim hanımla arkada<br />

oturuyor. Tam hareket edeceğim, “bir dakika” dedi.<br />

“Hocam gidebilir miyiz artık” dediğimde, “Kaç adet besten<br />

var?” dedi. Birden şaşırdım. O gün bile hocanın eserlerinden<br />

fazla bestem vardı. Hoca doksan küsur yaşında,<br />

ben daha o zamanlar varsa işte kırk beş yaşlarımdayım.<br />

“Hocam” dedim, “beste denecek olursa sizinkine yakın sayılır.”<br />

“O zaman bir zat-ı aliniz, bir ben; bir zat-ı aliniz, bir<br />

ben. Oldu mu? Haydi yallah” dedi. “Ya Allah, ya bismillah”<br />

dedik başladı hocam. Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır<br />

hüzzam şarkısını okudu. Ben de hüzzam bir şarkıma<br />

girdim. (Amir Ateş bize şarkıları nağmeleriyle söyleyerek<br />

okuyor.) O bir hicaz okudu, ben bir hicaz okudum. O bir<br />

rast okudu, ben bir rast okudum…<br />

En meşhur bestelerinizden Bir kızıl goncaya benzer<br />

dudağın’nın şaşırtıcı bir hikâyesi olduğunu biliyoruz.<br />

Bunu bir de sizden dinleyebilir miyiz?<br />

Alt yolun göbeği, bir taraf söğütlüğe iner, sağ taraf yoğurtçuya<br />

iner, orada da bir sokak var, o cadde değildir<br />

de sokak vardır. Orada yıllardır oturduğum ev, tam karşımıza<br />

gelen bir binada oturuyorum. O binanın bitişiğinde<br />

bir aile dostumuz vardı. Çocukları var, biri de Mehmet.<br />

İlk solda Amir Ateş; ilk sağda Şekip Ayhan Özışık;sağda oturan Emin Ongan<br />

109


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN<br />

Akşam daireden -ben de Mezarlıklar Müdürlüğü’nden<br />

emekliyim- çıkınca evvela kendi evime gitmeden onların<br />

evine giderdim. Yedi sekiz aylık o zamanlar Mehmet.<br />

O yıllarda hep elektrikler kesilir, sular akmaz zaman zaman.<br />

Evde bebeği sevmeye bahaneler arıyorum, fırsat<br />

arıyorum. Annesiyle babaannesi mutfağa girdiler yemek<br />

hazırlıyorlar, yemeğimi de orada yiyorum. Sonra birden<br />

elektrikler kesilince ben kundağından hemen Mehmet’i<br />

kaptım ağlamasın diye, o da zaten korktu, başladı hemen<br />

mırıldanmaya. Yan tarafta bir tane piyano var. Piyanonun<br />

başına geçtim, “Mehmet bak dımdım, ağlama, dımdım<br />

dımdıdımdıdımdım” filan diye Bir kızıl goncayı sanki besteymiş<br />

gibi okumaya başladım. Zaten o evin bir tek oğlu,<br />

açılan tek gülüsün sen bu bağın, bu evin... Aklımdaydı o<br />

güfte- şiir, onu orada kısa bir zaman içinde besteledim.<br />

Şarkı bir çocuğa bestelendi yani?<br />

Tabi tabi, fakat aradan kısa bir zaman geçti bir tutuldu<br />

şarkı, ondan çok güzel şarkılarım var aslında benim: Ben<br />

seni unutmak için sevmedim, Seni ben unutmak istemedim<br />

ki… Onlar hep benim o günlerde çok sevilen şarkılarımdı.<br />

Yahu bu niye bu kadar fazla sevildi diye düşünürdüm... Televizyonda<br />

program yapıyoruz birileriyle -televizyonda da<br />

o zaman tek kanal var, o da siyah beyaz- bu şarkıyı okuduk,<br />

Bir kızıl goncaya benzer dudağın şarkısını. Avrupa’dan<br />

şuradan buradan, Ankara’dan bağlantılar oldu. Avusturya<br />

veya Avusturalya’dan bir telefon bağlandı. “Amir bey çok<br />

teşekkür ederiz, rahmetli Melek hanım teyzemin Peygamber<br />

Efendimiz için yazdığı şiiri-güfteyi bu kadar güzel<br />

bestelediğiniz için..” dedi. Ondan sonra anladım, şarkının<br />

fazla tutulup beğenilmesinin sebebi demek buymuş.<br />

Bir de ablası var Mehmet’in, iki kardeş bunlar. Adı Nükhet.<br />

Ondan birkaç yaş büyük. “Amir Abi aşk olsun” dedi. “Ne<br />

oldu Nükhet” dedim. “Mehmet’e beste yaptın, bana yapmıyorsun<br />

di mi”. Daha ortaokula gidiyor o yıllarda. “Nükhet”<br />

dedim, “sen bak şiir de yazıyorsun bana birkaç tane<br />

gösterdin bir ara. Sen de yaz bir şiir, güfte yaz, ben de<br />

besteliyim” dedim. “Ne yazayım” dedi. Aklımdaydı, bir şiir<br />

vardı severdim çok, ama pek fazla besteye gelmiyordu.<br />

“Eylül akşamları, diye bir şiir yaz” dedim “öyle bitsin.” Bana<br />

bir şiir getirdi;<br />

Sevenler hep ağlarmış<br />

Yanar bağrın dağlarmış<br />

Çiçekler yas bağlarmış<br />

Eylül akşamlarında<br />

Ne olursun kal gitme<br />

Beni sevginden etme<br />

Sana hasret bekletme<br />

Eylül akşamlarında<br />

Şu anda en çok sevilen iki bestem bu şarkılardır.<br />

110


OSMANLI KÜLTÜR VE<br />

MEDENİYET DÜNYASINDA<br />

EDEBİYAT MAHFİLLERİ:<br />

XVIII. ASIR İSTANBUL<br />

ÖRNEĞİ<br />

Zehra ÖKSÜZ<br />

İZÜTEM Türkçe Eğitimi ve Öğretimi Uygulama ve<br />

Araştırma Merkezi Müdür Yardımcısı<br />

“<br />

XV. asırdaki fetihlerle birlikte<br />

İstanbul’un merkez olması, Osmanlı<br />

toplumunda kültürel faaliyetlerin<br />

büyük bir ivme kazanmasında adeta<br />

bir dönüm noktası oluşturmuştur.<br />

Bu devirden itibaren İstanbul’daki<br />

edebiyat mahfilleri de hem nitelik<br />

hem nicelik itibariyle artış göstererek<br />

İstanbul’un büyük bir kültür başkenti<br />

hâline gelmesinde katkı sağlamış<br />

ve sonraki asırlarda da bu gelişimini<br />

devam ettirmiştir.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />

Marifetin iltifata tâbi olduğu gerçeğine bakılırsa bir sanatkârın,<br />

sanatını ve icraatını o toplumda hâkim olan sosyal<br />

ve kültürel yapı içerisinde ortaya koyması pek tabiidir.<br />

Osmanlı toplumu gibi patrimonyal bir toplumda yaşadığı<br />

devre ve topluma yön veren, doğrudan veya dolaylı olarak,<br />

farklı alanlarda toplumun gelişimini sağlayan “hami”<br />

ya da “patron” sıfatını almış şahsiyetlerin varlığı bilinmektedir.<br />

1 Her fırsatta sanatkârı koruyup kollayan, maddi ve<br />

manevi desteğini ondan esirgemeyen hami, sanatkârı bir<br />

nevi terbiye edendir. Hatta onun ortaya koyduğu bu himayeci<br />

gelenek, zaman zaman belirli bir mekâna taşınıp<br />

devam ederek kültürel bir yapı olan mahfillerin oluşumunu<br />

sağlamıştır.<br />

Bir kavram olarak “mahfil”; “oturulacak, görüşülecek yer,<br />

toplantı yeri; konuşup görüşmek için bir araya gelinen<br />

yer; toplanmış heyet, meclis” 2 gibi anlamlara sahiptir.<br />

“Edebiyat mahfili” ise, belirli bir mekânda ve belirli zaman<br />

aralığıyla bir araya gelen ve edebiyatla iştigal eden şahsiyetlerin<br />

meydana getirdiği edebî toplantıların merkezidir.<br />

Bu itibarla mahfiller, bir milletin sosyo-kültürel yapısını,<br />

ilim ve irfan seviyesini ve bu sosyo-kültürel yapıdaki fikirlerin<br />

gelişimini gösteren, sanatın ve edebiyatın zirveleştiği<br />

cazibe merkezleri olarak hemen her devirde rağbet görmüştür.<br />

Bir edebiyat mahfili, birçok farklı misyona sahiptir. Kültürel<br />

mirasımızın unutulmadan nesilden nesile aktarılması,<br />

edebiyat dünyamız için önemli şahsiyetler yetiştirip onların<br />

başarılı eserler ortaya koymasını sağlaması ve günümüzdeki<br />

kültür merkezlerine örnek teşkil etmesi bunların<br />

başlıcalarıdır. Ayrıca bir edebiyat mahfilinin en önemli<br />

hususiyetlerinden biri, eğitici olmasıdır. Bu yönüyle adeta<br />

bir eğitim merkezi hüviyetindedir. Mahfilde icra edilen faaliyetlerin<br />

ve ortaya konan eserlerin her defasında daha<br />

mükemmel olanı yakalama çabasıyla meydana getirilmiş<br />

olması, bunun en güzel ifadesidir. Nitekim bu mekânlarda<br />

şair ve sanatkârlar, her zaman daha güzel eserler ortaya<br />

koymaya gayret ederek adeta bir yarış haline girmişler,<br />

birbirilerine ve kendilerinden önceki üstat sanatkârlara<br />

öykünüp nazireler yazmışlardır. Böylece sanat ve edebiyat<br />

zevklerini gün geçtikçe artırarak kendilerini yetiştirmişlerdir.<br />

Ancak onların kendilerini yetiştirmesinde sanatkâr<br />

hamisinin/mahfil sahibinin sahip olduğu edebî zevkin seviyesinin<br />

önemli bir ölçüt olduğunu unutmamak gerekir. 3<br />

114<br />

Van Mour'un çizimiyle 18. yüzyılda<br />

Hollanda Elçiliğinden İstanbul manzarası


OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

XV. asırdaki fetihlerle birlikte İstanbul’un merkez olması,<br />

Osmanlı toplumunda kültürel faaliyetlerin büyük bir ivme<br />

kazanmasında adeta bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bu<br />

devirden itibaren İstanbul’daki edebiyat mahfilleri de hem<br />

nitelik hem nicelik itibariyle artış göstererek İstanbul’un<br />

büyük bir kültür başkenti hâline gelmesinde katkı sağlamış<br />

ve sonraki asırlarda da bu gelişimini devam ettirmiştir.<br />

Osmanlı kültürel hayatında edebiyat mahfillerinin boy gösterdiği<br />

devirlerden biri de XVIII. asır olmuştur. Bu asırdaki<br />

edebiyat mahfilleri, özellikle kültür ve sanat faaliyetlerinin<br />

hüküm sürdüğü Lale Devri’nde (1718-1730) ve Osmanlı<br />

topraklarındaki yenileşme hareketlerinin filizlendiği asrın<br />

son çeyreğinde önemli vazifeler üstlenmiş; kültür dünyamızdaki<br />

gelişme ve değişmeleri en canlı şekilde yansıtan<br />

mekânlar olmuştur. XVIII. asrın zihnî yapısının en çarpıcı<br />

örnekleri de yine bu mekânlarda gözler önüne serilmiştir.<br />

XVIII. asırda irili ufaklı pek çok edebiyat mahfilinin varlığı<br />

söz konusu olmakla beraber bu hususta daha çok padişah,<br />

şehzade ve vezirlerin sarayları ile devlet büyüklerinin,<br />

paşaların ve beylerin köşk, yalı ve konakları ön plana<br />

çıkmıştır. Ayrıca çevresinde saygın ve “üstat” olarak kabul<br />

gören şahsiyetler de kendileriyle bütünleşen mekânlarda<br />

kurdukları edebî meclisleriyle sanatkârı himaye edip kendi<br />

mahfillerini oluşturmuşlardır. Edebiyat mahfilleri, kültürel<br />

mirasın taşıyıcısı rolüne sahip olarak yetiştirilen şahsiyetler<br />

ve ortaya konan eserler bakımından ehemmiyetli<br />

merkezler olduğu kadar mahfilde okunan eserler ve örnek<br />

alınan sanatkârlar bakımından da önem arz etmektedir.<br />

Birçoğu şair ve yazarlardan oluşan bu mahfillerin müdavimleri,<br />

bağlı oldukları mahfilde kendilerine model olarak<br />

seçtikleri, çoğunluğu bedii zevke sahip hamilerinin öncülüğünde<br />

Doğu kültürünün şaheserlerini okuyup tetkik<br />

etmişler; Batılılaşma dönemine kadar, kendilerini Doğu<br />

medeniyetinin sanat zevkine göre yetiştirmeye çalışmışlardır.<br />

Nitekim bu duruma en güzel örnek, XVIII. asrın ve<br />

Osmanlı’nın son büyük şairi olduğu kabul gören Şeyh<br />

Gâlib’tir. Onun Türk edebiyatının şaheseri olarak tavsif<br />

edilen “Hüsn ü Aşk” mesnevisini yazma fikrine böyle bir<br />

mahfildeki sohbet esnasında karar verdiği bilinmektedir.<br />

XVIII. asır İstanbul’unun edebiyat mahfilleri nitelik itibariyle<br />

farklı büyüklükteki meclislerden oluşurdu. Nicelik bakımından<br />

durumları ise, kaynaklarda yeterli derecede işlenmemesi<br />

hasebiyle, tam olarak bilinmemektedir. Bu itibarla<br />

XVIII. asır İstanbul’undaki edebiyat mahfillerinin ön plana<br />

çıkan örneklerine değinmek yerinde olacaktır.<br />

XVIII. Asırda Edebiyat Mahfilleri<br />

XVIII. asırda Osmanlı sarayı, toplumun kalbinin her alanda<br />

attığı bir merkez olmaya devam etmiştir. Sarayın önemli<br />

bir kültür merkezi olduğu bu devirde sarayda cereyan<br />

eden edebiyat faaliyetlerinin ve şairlerin de çok olması<br />

tabiidir. Nitekim padişah ve devlet adamları sanatkârı teşvik<br />

için son derece cömert davranmış, onları himayesine<br />

alarak lütuf ve ihsan ile taltif etmişlerdir. 4 Ayrıca Osmanlı<br />

sultanlarının birçoğunun devlet yönetiminin yanı sıra sanat<br />

ve edebiyatla da yakından ilgilendikleri bilinmektedir.<br />

Hatta sultanlar arasında başarılı eserler ortaya koyacak<br />

kadar sanat ve edebiyatla meşgul olan ve sarayında ilmî<br />

ve edebî meclisler tertip edenleri de vardır.<br />

XVIII. asır Osmanlı İstanbul’unda saray merkezli edebiyat<br />

mahfillerinin en meşhurları, biri asrın başında diğeri<br />

sonunda olmak üzere III. Ahmed ve III. Selim olmuştur.<br />

Bunlardan Sultan III. Ahmed, Lale Devri padişahı olarak<br />

da bilinmektedir. Sultan, edebiyat ve sanat meclisleriyle<br />

donattığı sarayını devrin önemli kültür merkezlerinden<br />

biri hâline getirmiştir. Dönemindeki âlim, şair ve faziletli<br />

kişileri himayesine alarak onlara ihsanlarda bulunmuş,<br />

ilmi ve sanatı teşvik edici hizmetler yapmış; böylece Osmanlı<br />

coğrafyasında görülen saray şiiri, III. Ahmed devrinde<br />

zirveye ulaşmıştır. 5 Osmanlı sarayında cömert bir hâmi<br />

olarak bilinen ve kendisi de Necîb mahlasıyla şiirler yazan<br />

Sultan’ın meclislerine gelenlerin sayısı o kadar çok olmuştur<br />

ki huzuru, her çeşit ilmin neşv ü nemâ bulduğu bir<br />

mahfil olarak zikredilmiştir.<br />

115


“Bu suretle aslında saray şiiri Türkiye’de her<br />

devirde görülmüş olmakla birlikte hiçbir zaman<br />

III. Ahmed’in hükümranlığının sonlarında olduğu<br />

kadar, ne bu denli başarıyla işlenmiş ve ne de<br />

böyle parlak bir üstünlüğe sahip olmuştur.” 6<br />

Etrafında çok geniş bir edebî zümre toplayan III.<br />

Ahmed’in mahfilindeki şairlerin en meşhurları, Nedîm,<br />

Seyyid Vehbî Safayî, Sâbit, Ahmed Refi’ Efendi,<br />

Ahmed Neylî, Nahîfî, Koca Râgıb Paşa ve Osman-zâde<br />

Tâib olarak zikredilebilir. Osman-zâde Tâib, Sultan III.<br />

Ahmed’in fermanı üzerine dönemindeki bütün şairlerin<br />

başına sultanü’ş-şuara (şairlerin sultanı) olarak atanmış;<br />

böylece şiirlerin düzenine dikkat etmeyi ve ölçülerine<br />

uymayan şiirler yazanlara düzgün söz söylemenin kurallarını<br />

öğretmeyi amaçlamıştır. Ünlü tarihçi Ahmed Refik,<br />

Lale Devri adlı eserinde Sultan’ın bu amacını vurgulayarak<br />

hem III. Ahmed devrindeki edebiyat faaliyetlerin ciddiyetine<br />

hem de onun sahip olduğu mahfilin Türk kültür tarihi<br />

açısından ne derece önem arz ettiğine dikkat çekmiştir. 7<br />

Ayrıca III. Ahmed’in sarayındaki edebî meclislerde methiye<br />

ve nazire türünün en orijinal örnekleri ortaya konmuştur.<br />

Sultan III. Ahmed gibi, Sultan III. Selim de kültürel donanıma<br />

sahip bir Osmanlı hükümdarıdır. Henüz şehzade iken<br />

sanatla ilgilenmeye başlamış; İlhâmî mahlasıyla şiirler yazmış,<br />

musiki alanında icracı ve besteci olarak başarılı eserler<br />

ortaya koymuş ve geliştirdiği metotlarla, terkip ettiği<br />

yeni makamlarla eserler besteleyerek Türk musiki tarihine<br />

büyük katkı sağlamıştır. Daha genç yaşlarında etrafında<br />

seçkin bir edebî zümre oluşmaya başlamıştır. Kaynaklar<br />

onun şiir ve musiki alanlarındaki üstün meziyetlerini, ta’lik<br />

hattı güzel yazdığını, sanatkârı himaye etmesini ve yüce<br />

belâgatine yaraşır “divan sahibi” bir padişah olduğunu<br />

naklederler. Şiirlerine taştirler ve tahmisler yazılan padişah,<br />

bu yönüyle devrindeki ve kendisinden sonrasındaki<br />

şairlere örnek olmuştur. Kendisi âlim, şair ve sanatkârların<br />

himayeliğini yapmış bir padişah olarak onlara ziyadesiyle<br />

saygılı davranmış ve onları sarayındaki edebî mahfilinde<br />

ağırlayıp taltif etmiştir. 8 Nitekim şairleri seven III. Selim,<br />

daha tahta çıkar çıkmaz mahfilinin müdavimlerinden olan<br />

Sünbül-zâde Vehbî (ö. 1809)’nin rahat ve mutlu bir hayat<br />

yaşamasını sağlamış, buna mukabil Vehbî de tertip ettiği<br />

Divan’ını sultana ithaf etmiştir. III. Selim’in edebî zümresinde<br />

yaşayan Vehbî, doksan yaşını aşkın bir süre ömür<br />

sürmüş, hamisi sayesinde de hayatını refah içinde şiir yazarak<br />

ve eğlenerek geçirmiştir. 9 Her ne kadar devrindeki<br />

şairleri taltif etse de III. Selim’in şiire ve şairlere olan lütuf<br />

ve ihsanı Şeyh Gâlib’in varlığıyla son hadde ulaşmıştır. İki<br />

yakın dost olan bu sultan ve şair, mümkün oldukça sohbet<br />

meclislerinde bir araya gelmişler; sultanın şaire olan<br />

Joseph Warnia-Zarzecki'nin fırçasından Sultan III. Selim<br />

himaye ve iltifatı da giderek artmıştır. Çok sevdiği şair<br />

dostu sultana methiyeler sundukça sultan da her fırsatta<br />

onu manevî değeri büyük caizelerle lütuflandırmıştır.<br />

Bir edebî sohbet meclisinde şair dostuna Cevrî’nin ta’lik<br />

hattıyla yazılan ve sayıca az bulunan bir Mesnevî-yi Şerîf<br />

hediye etmiş ve Gâlib de bu hediye karşılığında:<br />

Bana Sultân Selîm-i kâmver kâm-ı cihân virdi<br />

Bütün dünyâ değer bir genc-i hâs u râygân virdi 10<br />

beytiyle başlayan “virdi” redifli kasidesini kendisine takdim<br />

etmiştir.<br />

Şeyh Gâlib, şiirlerinde III. Selim devrinde himaye gören<br />

âlim ve şairlerin, bilhassa kendisinin, padişahtan çokça lütuf<br />

gördüğünü, Çağatay dönemindeki Baykara meclislerinde<br />

izzet ü ikram gören Molla Câmî’nin ve Kızılarslan’ın<br />

teveccühünü kazanan Nizâmî-i Gencevî’nin bile bu devrin<br />

şairleri kadar lütfa mazhar olmadığını şiirlerinde ifade<br />

etmiştir. 11 III. Selim’in sanatkârı bu derece himayesi neticesinde<br />

Dede Efendi gibi meşhur sanatkârlar da sultanın<br />

sarayındaki mahfile iştirak etmiş, onun mahfili devrin şair<br />

ve sanatkârıyla dolup taşmıştır.<br />

116


OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Osmanlı’da saray yönetimindeki devlet ricali de edebî<br />

zümreleri kendi etrafında toplayarak bulundukları yeri birer<br />

mahfil haline getirmiştir. Bunlardan biri olan Damad<br />

İbrahim Paşa (ö. 1730), Sultan III. Ahmed devrinin en meşhur<br />

sadrazamı olup Lale Devri adı verilen ve on üç sene boyunca<br />

devam eden bir barış dönemine hem siyasi hem de<br />

kültürel açıdan yön veren önemli bir devlet adamıdır. Sadrazamlığı<br />

boyunca onun gayret ve teşvikleriyle edebiyat<br />

ve sanat çok büyük gelişme göstermiştir. 12 İbrahim Paşa,<br />

kaynaklarda şehri yeniden mamur edecek derecede hayrat<br />

sahibi, âlim, edip, şair ve hünerli bir devlet adamı olarak<br />

nitelendirilmektedir. 13 Damad İbrahim Paşa, Beşiktaş<br />

Mevlevihanesi’ne bitişik yalısında lale eğlenceleri, küme<br />

faslı âlemleri düzenletmiştir. 14 Onun mahfili, usta şairlerin<br />

de içlerinde bulunduğu, zamanın pek çok şair ve sanatkârı<br />

için bir cazibe merkezi konumundadır. Nitekim devrindeki<br />

sanatkâr ve şairlere bakılırsa onun sanata ve sanatkâra ne<br />

derece rağbeti olduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklarda onun<br />

sadrazamlık süresi boyunca, sadece edebî mahfilinde yıldızı<br />

parlayan yaklaşık yüz şair ve yazarın varlığından söz<br />

edilmektedir. 15 İlim adamlarına karşı gösterdiği bağış cömertliğini<br />

edebî çalışmalardan da esirgemeyen İbrahim<br />

Paşa, böylece Osmanlı coğrafyasında birçok faydalı eserin<br />

yayınlanmasını da sağlamıştır. 16 Onun bu lütufkâr tavrına<br />

mukabil şairler de adına çokça kitaplar ithaf etmiş; Sâmî,<br />

Sâbit, Keçecizâde Vehbî, Nâbî, Nedîm ve benzeri pek çok<br />

şair, divanlarında ona methiyeler yazmışlardır. Ayrıca bazı<br />

sebeplerden ötürü İbrahim Paşa sarayının dışında kalarak<br />

onun edebî meclislerinden uzak olan şair ve yazarlar da<br />

olmuştur. Fakat Sadrazam İbrahim Paşa, içlerinden cesaret<br />

edip yardım dileyenlere de himmet elini uzatmaktan geri<br />

durmamıştır. Hatta bu şairlerden bazılarının şairlik kudreti<br />

bakımından -Nedîm hariç- saraydaki pek çok şairi dahi<br />

gerisinde bıraktığı kaydedilmiştir. 17<br />

İbrahim Paşa’nın yenileşmeye ve eğlenceye olan eğilimi<br />

en çok edebiyatın gelişmesini sağlamış, sadrazamın hamiliğinde<br />

gerçekleştirilen Lale Devri eğlencelerinin ve<br />

kültür faaliyetlerinin etkisiyle duygularda oluşan incelikler,<br />

sanatta ve edebiyatta seçkin eserlerin vücuda gelmesine<br />

zemin hazırlamış ve kültürel mirasın gelecek nesillere taşınmasına<br />

katkı sağlamıştır. Şair Nedîm, İbrahim Paşa’nın<br />

edebî mahfilinde en önde yerini almış, devrin güzellik ve<br />

ihtişamını, kültürel yaşantısını tüm canlılığıyla şiirlerinde<br />

yaşatmıştır. İbrahim Paşa meclislerinin müdavimlerinden<br />

Seyyid Vehbî, Neylî, Küçük Çelebi-zâde Âsım, İzzet Ali<br />

Paşa gibi şairler, bu meclislerde Nedîm ile arkadaş olup<br />

onun etkisinde şiir yazmışlardır. Bunlardan başka Nahifî,<br />

Safâyî, Vakanüvis Râşid Efendi, Rahimî, Vakanüvis Sâmî,<br />

Tezkiretü’ş-Şuara sahibi Safâyî, Vakanüvis Şakir Bey, Sultanü’ş-Şu’ara<br />

Osman-zâde Tâib gibi şairler onun mahfilindeki<br />

meşhur şairler arasındadır. 18<br />

Devrin önde gelen tarih yazıcılarından biri olan Râşid<br />

Efendi (ö. 1734/35) 19 , devlet adamlığının yanı sıra hem<br />

şairliği hem de sanatı ve sanatkârı koruyan hami kimliğiyle<br />

kaynaklara geçmiştir. Onun Üsküdar’daki yalısı, sadece<br />

kendi çevresindekilerle değil, farklı şehir ve ülkelerden<br />

gelip misafir olan şairler ve faziletli kişilerle de dolmuştur.<br />

Hatta meclislerden birinde mahfilindeki şairlerden<br />

Antakyalı Münif, 20 “Bütün faziletli kişilerin Râşid Efendi’ye<br />

sığınmasına sakın şaşma / Allah’ın bütün âlemi bir (nokta)’de<br />

toplaması (ona) zor değildir.” 21 anlamındaki Arapça<br />

beytini söyleyerek Râşid Efendi’nin fazilet erbabını himayesi<br />

edişine değinmiştir. Râşid Efendi’nin şiirlerinden Nâbî<br />

etkisinde kaldığı görülmektedir.<br />

Sadrazam Râgıb Paşa’nın Evi<br />

Sultan III. Osman ve Sultan III. Mustafa devirlerinin en mühim<br />

ve başarılı sadrazamı olarak bilinen Koca Râgıb Paşa<br />

(ö. 1763) zeki bir devlet adamı olmasının yanı sıra hikmetli<br />

söz söyleyen, belâgat ve nesirde üstat bir ilim adamı olarak<br />

vasıflandırılmıştır. 22 Kendisi de kudretli denebilecek derecede<br />

bir şair olan Râgıb Paşa, âlim ve sanatkârların hamiliğini<br />

üstlenmiş, her fırsatta onları ödüllendirerek teşvik etmiştir.<br />

117


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />

Nitekim Paşa, sanatkârları milletin en güzel, en değerli süsleri<br />

olarak görmüştür. 23 Koca Râgıb Paşa’nın ilmî ve edebî<br />

toplantıların merkezi konumundaki evi, XVIII. yüzyılın kültür<br />

hayatında epey rağbet gören bir edebiyat mahfili hüviyetindedir.<br />

24 Şeyhülislâm Küçük Çelebizade Asım Efendi,<br />

kazaskerlerden Haşmet, Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin kızı<br />

ve Anadolu kadın şairlerinin en önde geleni Fıtnat Hanım,<br />

Koca Râgıb Paşa mahfilindekilerden bazılarıdır. 25 Onun<br />

mahfilinde bir araya gelen şairlerin müşterek en önemli<br />

hususiyetleri, şiirlerinin büyük bir kısmını Nâbî tesirinde<br />

söylemeleridir. Bunda, Nâbî ekolünün mühim takipçisi ve<br />

temsilcisi bir şair olarak bilinen Koca Râgıb Paşa’nın tesiri<br />

büyüktür. Paşa’nın bu fikir dünyası, mahfilindeki pek<br />

çok şair tarafından benimsenmiş; “hikemî tarz”ın solukları<br />

onun edebî meclislerinde yoğun bir şekilde hissedilmiştir.<br />

<strong>26</strong> Ayrıca mahfildekilerin Râgıb Paşa’ya ve birbirilerine<br />

yazdığı nazireler, onun edebî mahfilinin XVIII. yüzyılın nazirecilik<br />

geleneği açısından mühim bir merkez olduğunu<br />

da göstermektedir. Mahfilin önde gelen isimlerinden Haşmet<br />

ile Koca Râgıb Paşa arasındaki şakalaşmalar, hem bu<br />

iki dostun latife ve nüktelerden hoşlanan mizacını ortaya<br />

koyması bakımından hem de mahfildeki samimi havayı<br />

vermesi bakımından dikkate değerdir. 27<br />

“Tarihçibaşı-zade” adıyla tanınan Şeyh Muhammed Âgâh<br />

Ağa (ö.1770), devrin meşhur mesnevîhanlarından biridir.<br />

Âgâh Ağa, Galata Mevlevîhanesi’nin az ilerisindeki bir konakta<br />

oturarak burayı bir mahfile dönüştürmüştür. Türk<br />

edebiyatının başyapıtlarından biri olan Mesnevî-i Şerif,<br />

onun mahfilinde okunan ve şerh edilen en temel eserdir.<br />

Mesnevî’nin incelikleri üzerine oluşturulan sohbetlerle<br />

mahfili mühim bir rol üstlenmiştir. Hatta bu vesile ile konağı<br />

ilim ve edebiyat ehlinin uğrak yeri olmuştur. Devrin<br />

şiir ve inşa ile meşgul olan zevatı onun mahfiline gelip<br />

birbirileriyle görüşme ve sohbet etme imkânı bulmuştur.<br />

Şeyh Gâlib’in Meclisi<br />

Sultan ve devlet ricali dışında devrin önde gelen şair ve<br />

sanatkârların yaşadığı mekânlar da birer mahfil hüviyetindedir.<br />

XVIII. asrın ikinci yarısında yaşayan ve Klasik Türk<br />

Edebiyatının son büyük şairi olarak zikredilen Şeyh Gâlib,<br />

önce Yenikapı, daha sonra da Galata Mevlevihanesi’ndeki<br />

irfan meclislerinde sık sık âlim ve şairlerle bir araya<br />

gelmiştir. 28 Gâlib, daha genç yaşındayken hocası Neş’et<br />

Efendi’nin konağında meydana gelen şiir ve inşâ meclislerinden<br />

aldığı feyizle tıpkı hocası Neş’et Efendi gibi, bu<br />

mekânları birer edebî mahfil hâline getirmiştir. 29 Galata<br />

Mevlevihanesi’nde postnişin olduktan sonra mahfili başta<br />

Mesnevî-i Şerîf ve Mevlânâ’nın diğer eserleri olmak üzere<br />

pek çok edebî eserin okunup şerh edildiği, şiirlerin değerlendirildiği<br />

bir merkez hâline gelmiştir. 30 Derviş Neyyir,<br />

Mehmed Esrar Dede, Derviş İsmail Hulûsî, Sultan III.<br />

Selim, Hafız Manastırî, Said Halet Efendi, Ahmed Hâmid<br />

Efendi gibi isimler onun mahfilinin müdavimlerindendir.<br />

Ayrıca Esrâr Dede, Gâlib ile yakın dost olması hasebiyle<br />

Mevlevihane’de tertip edilen pek çok irfan meclisinin oluşumunda<br />

ve gelişiminde etkin rol oynamıştır. 31<br />

Nakşibendî ricalinden ve Mevlevî müntesiplerinden olan<br />

Şeyh Ali Behçet Efendi (1727-1823) 32 , Üsküdar’daki Selimiye<br />

Dergâhı’na şeyh olduktan sonra burada geniş bir<br />

sohbet halkası oluşturmuş; derslerine şeyhler, âlimler,<br />

şairler, sanatkârlar ve devlet ricâli de dâhil olmak üzere<br />

zikredilemeyecek kadar çok sayıda isim teşrif etmiştir.<br />

Kendisinden ilim talep edenlere pek çok alanda dersler<br />

vermiştir. O devrin edebiyat mahfillerinin adeta başyapıtı<br />

hâline gelen Mevlânâ’nın Mesnevîsi, onun mahfilinde de<br />

yerini almıştır. Onun Mesnevî derslerine mahfildekiler tarafından<br />

büyük ilgi gösterilmiştir. Kethüdazâde Mehmed<br />

Ârif Efendi ve Mülkiye Nazırı Muhammed Said Pertev<br />

Paşa; Şeyh İbrahim-i Hayranî Efendi, Mesnevihan-ı şehir<br />

Hacı Hüsameddin Efendi, şair Lebib Efendi, Ali Behçet<br />

Efendi’nin edebî sohbet halkasına dâhil olanlardan sadece<br />

birkaçıdır. 33<br />

Ressam Liotard'ın Sadrazam portresi, 1738-43<br />

Beşiktaş’taki Sinan Paşa Tekkesi postnişinlerinden olan<br />

Neccarzâde Şeyh Rıza Efendi (ö.1746), Osmanlı kültürel<br />

hayatında şiir söylemekle meşhur şeyhler arasında yer almıştır.<br />

Şeyh Rıza, Mesnevî-i Şerîf okutmakla meşgul olan<br />

devrin önde gelen Mesnevihanlarından biridir. Onun Beşiktaş<br />

Camii’nin karşısındaki dergâhı ilim ve irfan erbabı-<br />

118


OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

bir mahlasname yazarak “Vahyî” mahlasını hediye etmiş;<br />

Süleyman Mustafa Efendi, o günden sonra “Hoca Süleyman<br />

Vahyî” adıyla meşhur olmuştur. Vahyî Efendi, hocasını<br />

örnek alarak Çatladıkapı civarında bulunan evinde kendi<br />

mahfilini kurmuştur. İstidadı olan talebelere sabah akşam<br />

Farsça ve Mesnevî dersleri okutmuş, Mesnevî’nin hakikatlerinden<br />

ve inceliklerinden bahsetmiştir. 37 Aynı zamanda<br />

bir şair olan Hoca Vahyî, devrinde kemal ve faziletiyle herkesin<br />

hürmetine mazhar bir zattır. Mahfili Doğu edebiyatının<br />

klasik eserlerinin okunduğu, şair ve münşilerin himaye<br />

edilip eğitildiği bir merkez konumundadır. 38<br />

Osmanlı ricali arasında çok büyük nüfuza sahip bir devlet<br />

adamı olarak tanınan Hâlet Efendi (ö. 1822), şair kimliği,<br />

sanatı ve sanatçıyı koruyup kollaması itibariyle de mühim<br />

bir şahsiyettir. Şiir ve edebiyata karşı temayülü ve istidadı<br />

ile Şeyh Gâlib’in mahfiline dâhil olup onunla yakın dostluk<br />

kurmuştur. 39 Hâlet Efendi, Gâlib’in sohbet meclislerinden<br />

aldığı feyizle Süleymaniye’deki konağında ilmî ve edebî<br />

toplantılarla bilgi ve sanat zevkini artıran sohbetler tertip<br />

etmiştir. Konağındaki meclislere kayıtsız kalamayan Hâlet<br />

Efendi, bu meyanda güzel şiirler ve musiki parçaları vücuda<br />

getirmiştir. Onun yazdığı şiirlerin birçoğu yine mahfilinin<br />

ürünüdür. 40 Hâlet Efendi’nin sanatı ve sanatçıyı himaye<br />

etmesine mukabil muhitindekiler tarafından da kendisine<br />

methiyeler yazılmış, dualar edilmiştir. Onun mahfilindekilerden<br />

Keçecizâde İzzet Molla, Bahâr-ı Efkâr, Hazân-ı Âsâr<br />

ve Mihnetkeşân adlı eserlerinde kendisine kasideler yazıp<br />

methiyeler düzmüştür. 41<br />

Süleyman Neş’et Efendi Konağı<br />

Şeyh Gâlib<br />

nın ziyaret ettiği bir mahfildir. Kaynaklarda mahfilinden istifade<br />

etmek isteyenlerin çokluğu sebebiyle meclislerinin<br />

dolup taştığı nakledilmiştir. Nakşibendî-Müceddidîler arasında<br />

Neccarzâde ile başlayan Mesnevî okuma geleneği,<br />

kendisinden sonraki silsilede yer alan Muhammed Âgâh<br />

(ö.1770), Mehmed Emîn-i Bursevî (ö.1813) ve Ali Behçet<br />

(ö.1823) gibi Nakşıbendî-Müceddidî şeyhleri tarafından<br />

devam ettirilmiştir. Râgıb Paşa’nın mühürdarı olan Nüzhet<br />

Efendi 34 ve meşhur Hoca Neş’et Efendi 35 onun mahfilinden<br />

istifade edenlerin meşhurlarındandır.<br />

Ulemadan olan Süleyman Mustafa Vahyî Efendi<br />

(ö.1817/18), ilimleri tahsil edip hoca olduktan kısa bir<br />

süre sonra Hoca Neş’et Efendi’nin mahfiline devam edip<br />

onunla yakın iki arkadaş olmuş ve bu arkadaşının edebî<br />

yönünden bol bol istifade etmiştir. 36 Neş’et Efendi, mahfiline<br />

gelen yakın dostu ve talebesine âdeti olduğu üzere<br />

XVIII. asrın Osmanlı kültür ve medeniyet dairesine adını<br />

yazdıran mühim şahsiyetlerden biri de hocalığı ile meşhur<br />

olan Süleyman Neş’et Efendi’dir. Konağını ilim âleminin<br />

istifadesine açarak ilim ve irfan talep edenlere dersler<br />

vermiştir. Talebelerinden kabiliyeti olanlara hususi bir<br />

ihtimam göstererek onların yetişip faydalı işlerle meşgul<br />

olmaları için gayret sarf etmiştir. 42 İstanbul’un Aksaray<br />

semtindeki Molla Güranî mahallesinde bulunan Neş’et<br />

Efendi konağı, onun edebî mahfilini oluşturduğu devrin<br />

tanınmış mekânlarından biridir. 43 Burada ömrünün sonuna<br />

kadar arzu edenlere ve meraklılarına çeşitli dersler<br />

vererek talebeler yetiştirmiştir. Mahfilinin kırk yıldan fazla<br />

bir süre devam ettiği bilinmektedir. O, mahfilindeki sohbetlerle<br />

devrindeki herkes tarafından ilmi ve irfanıyla tanınan<br />

ve sevilen bir üstat hâline gelmiştir. Hatta şöhreti<br />

Arabistan, İran ve Çin’e kadar “Baba-yı âlem” olarak yayılmış<br />

ve konağı sadece şehrin edebiyat erbabının uğrak<br />

yeri olmakla kalmayıp İran, Turan ve Frenk diyarından gelen<br />

ziyaretçilerle de dolup taşmıştır. 44 Böylece Molla Güranî’deki<br />

konağı kısa zamanda medreselere gıpta ettirecek<br />

hale gelmiştir. 45 Yakın talebesi Pertev Efendi, Neş’et’in<br />

bizzat yetiştirdiklerinin yanı sıra dolaylı olarak yetiştirdiği<br />

119


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />

talebelerinin de çokluğundan söz etmiştir. 46 Neş’et, kalem<br />

erbâbını çoğaltmağa çalışan bir üstat 47 ve çalışmalarında<br />

öğrencilere şevk verecek kadar iyi bir hoca olması hasebiyle<br />

kendisine büyük sevgi ve saygı duyulmuştur. Hatta<br />

Faik Reşat, vaktin en ileri gelen kalem erbabının Neş’et’in<br />

talebesi olduğuna dikkat çekmiş, Muallim Naci ise kalem<br />

erbabını yetiştirdiği için Osmanlıların kendisine daima<br />

minnettar olması gerektiğini dile getirmiştir. 48 Ayrıca talebelerinin<br />

çoğu şiir sanatında kendisini geçmiş olmasına<br />

ve Neş’et’in şairlikte fevkalâde olmadığını bilmelerine rağmen<br />

hiçbiri ona karşı saygısız bir davranışta bulunmamış;<br />

aksine, bir talebenin hocasına göstermesi gerektiği saygı<br />

ve hürmeti fazlasıyla göstermiş ve divanlarında hep ondan<br />

övgüyle bahsetmişlerdir. Bu durum, Neş’et mahfilinin<br />

sahip olduğu havayı aksettirmesi ve mahfildekilerin ahlakî<br />

hususiyetlerine işaret etmesi bakımından ayrıca dikkate<br />

değerdir. Onun şiirleri şekil ve muhteva bakımından<br />

talebelerine model oluşturmuştur. Neş’et, mahfilindeki<br />

derslerde talebelerine Farsça’nın incelikleri üzerinde durarak<br />

hadis ve edebiyat gibi çeşitli ilimleri de öğretmiş; 49<br />

Mesnevî-i Şerif 50 başta olmak üzere, Gülistan ve Bostan<br />

ile Molla Câmî, 51 Sâ’ib ve Şevket’in eserlerini okutmuştur.<br />

Neşet Efendi, adeta bir kültür merkezini andıran mahfilinde<br />

haftada iki gün Farsça, diğer iki gün de hatm-i hâce<br />

dersleri vermiştir. 52 Neş’et Efendi, ilim talep edeni vakit ne<br />

olursa olsun geri çevirmemiş, konağını gece gündüz ilim<br />

âleminin istifadesine açmıştır. 53<br />

Hoca Neş’et Efendi, kısa zamanda Mesnevî okutmakla<br />

şöhret bulmuş bir “mesnevîhan” vasfına sahip, 54 “İstanbul’un<br />

parmakla gösterilen bir Farsça hocası” 55 olmuştur.<br />

Devrinin ileri gelen kalem erbabının da hocası olup talebelerinden<br />

şiir yazmaya kabiliyeti olanlara birer mahlas<br />

vermiştir. Hatta o, teveccühüne mazhar olanlara manzum<br />

birer “mahlas-nâme” yazıp hediye etmiştir. Nitekim<br />

Divan’ında yirmiye yakın mahlas-nâme bulunmaktadır.<br />

Neş’et’in mahfilinin müdavimleri arasında olup Neş’et tarafından<br />

kendisine mahlas-nâme yazılan şairler şunlardır:<br />

Şeyh Galib, Vakanüvis Pertev Efendi, Sadrazam Muhammed<br />

Pertev Paşa, Kethüdazâde Mehmed Ârif Efendi, İbrahim<br />

Hanîf Efendi, Beylikçi İzzet, Süleyman Vahyî Efendi,<br />

Bitlisî Müştak Mustafa Efendi, Reisülküttab Mehmed Ârif<br />

Efendi, Mîr Âmir Mehmed Beg, Muîn Efendi, Ferrî, Ali Hâtif<br />

Efendi, Zâhir Efendi, Ali Efendi, Niyâz, Nâyâb, Âkif Efendi,<br />

Hoca Vehbî, Nâbud.<br />

İlmî ve edebî sohbet meclislerinin bir mekânla bütünleştiği<br />

edebiyat mahfilleri, hemen her devirde boy göstermiş,<br />

XVIII. asırda da varlığını devam ettirmiştir. Bu itibarla<br />

padişah, sadrazam, vakanüvis, vb. devlet büyüklerinin saray,<br />

yalı ve köşklerinin yanı sıra sanat erbabı şahsiyetlerin<br />

köşk, yalı ve konakları da mahfil vazifesi görmüştür.<br />

Mahfiller, edebiyat dünyasının önde gelen eserlerinin örnek<br />

alınarak benzerlerinin ortaya konması, kültürel birikimin<br />

nesilden nesile aktarımı, yetişmekte olan sanatkârların<br />

en güzel şekilde yetişmesine katkı sağlamaları bakımından<br />

Osmanlı’nın hemen her devrinde varlığını sürdürmüş<br />

ve giderek gelişme göstermiş kültür merkezleridir.<br />

Dipnotlar<br />

1 Halil İnalcık, Şâir ve Patron, Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerine<br />

Sosyolojik Bir İnceleme, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2011, s.7; Tûbâ<br />

Işınsu Durmuş İsen, Tutsan Elini Ben Fakîrin, Osmanlı Edebiyatında<br />

Hamilik Geleneği, Doğan Yayıncılık, İstanbul, 2009, s.18.<br />

2 Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, (Sâhib ü Nâşiri: Ahmed Cevdet),<br />

Dersaadet, 1317, s.1302; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe<br />

Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara, 2003, s. 566;<br />

İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı: Asırlar Boyu Târihî Seyri İçinde<br />

Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. II, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul,<br />

2011, s.2153; Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları,<br />

Ankara, 2005, s.13<strong>26</strong>; Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî,<br />

(Haz.: Recep Toparlı), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2000,<br />

s.709.<br />

3 Halil İnalcık, a.g.e., s.28.<br />

4 E. J. Wilkinson Gibb, Osmanlı Şiir Tarihi, III-V, (Çev. Ali Çavuşoğlu),<br />

Akçağ Yayınları, Ankara, 1999, s. 412.<br />

5 a.g.e., s.275.<br />

6 a.g.e., s.275.<br />

120


OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

28 Ali Enver Bey, Mevlevî Şâirler -Semahâne-i<br />

Edeb-, (Haz.: Tahir Hafızoğlu), İnsan Yayınları,<br />

İstanbul, 2010, s.95.<br />

29 Esrar Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye,<br />

İnceleme-Metin, (Haz.: İlhan Genç), Atatürk<br />

Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları,<br />

Ankara, 2000, s. XII, 4; İlhan Genç, Hoca<br />

Neş’et Hayatı, Edebî Kişiliği ve Dîvân’ının<br />

Tenkidli Metni, İzmir, 1998, s.60.<br />

30 Ali Enver Bey, a.g.e., s.95; Esrar Dede, a.g.e.,<br />

s.4; İlhan Genç, a.g.e., s.60.<br />

31 Muallim Naci, Osmanlı Şairleri, (Haz.: Cemal<br />

Kurnaz), Akçağ Yayınevi, Ankara,<br />

2000, s.150.<br />

32 Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ,<br />

(Haz: Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz) Kitabevi<br />

Yayınları, C.II, İstanbul, 2006, s.194.<br />

33 a.g.e., s.194-195; 199; 211.<br />

34 Muallim Naci, a.g.e., s. 145-147.<br />

35 Murad Molla Nakşibendî, Murad Molla<br />

Divanı, (Haz. Davut Köse), Fatih Üniversitesi<br />

Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış<br />

Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2008, s.<br />

128-129.<br />

36 Fatîn Efendi, Tezkire-i Hatîmetü’l-Eş’âr, İstanbul,<br />

1283/1867, s.433; Vassâf, a.g.e., s.<br />

203.<br />

37 a.g.e., s.433; Vassâf, a.g.e., s.203.<br />

38 Fatîn, a.g.e., s.433.<br />

Topkapı Sarayı'ndaki bir köşkün dış görünümü, Abdullah Biraderler, 19. yüzyıl sonu<br />

7 Ahmet Refik (ALTINAY), Geçmiş Asırlarda<br />

Osmanlı Hayatı - Lâle Devri (1730-1718),<br />

(Çev.: Ziver Öktem), Tarih Vakfı Yurt Yayınları,<br />

İstanbul, 2011, s.57-58.<br />

8 M. Nuri Çınarcı, Şeyhülislâm Ârif<br />

Hikmet Beyin Tezkiretü’ş-Şu’ârâsı ve<br />

Transkripsiyonlu Metni, Gaziantep Üniversitesi,<br />

Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep,<br />

2007, s.24.<br />

9 Gibb, a.g.e., s.432.<br />

10 M. Muhsin Kalkışım, Şeyh Gâlib Dîvânı,<br />

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi<br />

Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi,<br />

İstanbul, 1992, s.128.<br />

11 a.g.e., s.129; 131; 159.<br />

12 Ahmet Refik, a.g.e., s.13-14; 23.<br />

13 (Çaylak) Mehmed Tevfik, Kâfile-i Şu’arâ,<br />

(Haz. Fatma Sabiha Kutlar Oğuz, Müjgân<br />

Çakır, Hanife Koncu), Doğu Kütüphanesi<br />

Yayınevi, İstanbul, 2012, s.76.<br />

14 a.g.e., s.75-76; İ. Hakkı, Uzunçarşılı,<br />

Osmanlı Tarihi IV. Cilt, 1. Bölüm-Karlofça<br />

Anlaşmasından XVIII. Yüzyılın Sonlarına<br />

Kadar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,<br />

1995, s.163-166.<br />

15 Gibb, a.g.e., s.275; Mehmed Tevfik, a.g.e.,<br />

s.76; J. Von Hammer, Büyük Osmanlı<br />

Tarihi 7, Üçdal Neşriyat, İstanbul, s. 356.<br />

16 a.g.e., s.356-357.<br />

17 Gibb, a.g.e., s.275.<br />

18 Uzunçarşılı, a.g.e., s.163-166; Ahmet Refik,<br />

a.g.e., s. 55-58; Abdurrahman Şeref,<br />

Osmanlı Devleti Tarihi, Târîh-i Devlet-i<br />

Osmâniyye, (Haz. Musa Duman), Gökkubbe,<br />

İstanbul, 2005, s.358.<br />

19 Sâlim Efendi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ, (Haz.: Adnan<br />

İnce), Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı<br />

Yayınları, Ankara, 2005, s.320.<br />

20 Gibb, a.g.e., s.315-316.<br />

21 Muallim Naci, Osmanlı Şairleri, (Haz.:<br />

Cemal Kurnaz), Akçağ Yayınevi, Ankara,<br />

2000, s.101.<br />

22 Abdurrahman Şeref, a.g.e., s.358.<br />

23 Hammer, a.g.e., s.341.<br />

24 Gibb, a.g.e., s.333.<br />

25 Abdurrahman Şeref, a.g.e., s.358.<br />

<strong>26</strong> Gibb, a.g.e., s.333.<br />

27 Ali Canip Yöntem, (Derleyen), Kahkaha<br />

Dergisi, Sayı: 6, İstanbul, Nisan 1949, s.31-<br />

32; Dursun Gürlek, Kültür Dünyâmızdan<br />

Manzaralar, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul,<br />

2012, s.342; Sedit Yüksel, “Koca Ragıb Paşa’nın<br />

Sanatında ve Yaşantısında Haşmet’in<br />

ve Fitnat’ın Yerleri”, Ankara Üniversitesi<br />

Türkoloji Dergisi, Cilt 7, Sayı:1, 1977, s.32.<br />

39 Ayvansarâyî Hüseyîn Efendi, Alî Sâtı’ Efendi,<br />

Süleymân Besîm Efendi, Hadîkatü’l-<br />

Cevâmi’, İstanbul Câmileri ve Diğer Dînî-<br />

Sivil Mi’mârî Yapılar, (Haz.: Ahmed Nezih<br />

Galitekin), İşaret Yayınları, İstanbul, 2001,<br />

s.446.<br />

40 a.g.e., s.446.<br />

41 a.g.e., s.444.<br />

42 Gibb, a.g.e., s.412.<br />

43 Vassâf, a.g.e., C.I, s.159; C.II, s.188; Bursalı<br />

Mehmet Tâhir Efendi, Osmanlı Müellifleri<br />

1915-1299, C.II, (Haz.: A. Fikri Yavuz, İsmail<br />

Özen), Meral Yayınları, İstanbul,<br />

1972, s. 279; Fatîn, a.g.e., s. 405; Faik<br />

Reşat, Eski Bilginler, Düşünürler, Şairler<br />

- Eslâf, (Baskıya Haz.: Şemsettin Kutlu),<br />

Tercüman, İstanbul, (tarih yok), s.311;<br />

Gibb, a.g.e., s. 412; Bitlisî Müştâk Mustafâ<br />

Efendi, Âsâr-ı Müştâk Esrâr-ı ‘Uşşâk,<br />

Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmud<br />

Efendi, Sınıflama: 297.9, Demirbaş:<br />

02421, 1247, vr. 19b.<br />

44 Gibb, a.g.e., s. 412.<br />

45 Muallim Naci, a.g.e., s. 73; Gibb, a.g.e., s.<br />

412.<br />

46 Beylikçi İzzet, Pertev Dîvânı Dîbâcesi, Süleymaniye<br />

Ktp. Pertevniyal Valide Sultan,<br />

No: 801, yk. 176a.<br />

47 Muallim Naci, a.g.e., s. 73.<br />

48 Faik Reşat, a.g.e., s. 312; Muallim Naci,<br />

a.g.e., s. 73.<br />

121


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />

49 Fatîn, a.g.e., s. 405; Bitlisî Müştâk Mustafâ<br />

Efendi, a.g.e., vr. 19b. Faik Reşat, a.g.e., s.<br />

311; Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, a.g.e.,<br />

C. II, s. 279; Vassâf, a.g.e., C. I, s. 159; Hüseyin<br />

Vassâf, Risâle-i Müştâkıyye (Yayına<br />

Hazırlayan: Sinan Doğan), Kırkambar Yayınları,<br />

İstanbul, 2012, s.22-23.<br />

50 Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, C.I, s.159; Vassâf,<br />

Risâle-i Müştâkıyye, s. 22-23; Bursalı<br />

Mehmet Tâhir Efendi, a.g.e., C. II, s. 279;<br />

Fatîn a.g.e., s. 405; Faik Reşat, a.g.e., s.<br />

311.<br />

51 Bitlisî Müştâk Mustafâ Efendi, a.g.e., vr.<br />

78a-78b.<br />

52 Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, C. II, s. 188.<br />

53 Fatîn, a.g.e., s. 405.<br />

54 Faik Reşat, a.g.e., s. 312; Muallim Naci,<br />

a.g.e., s. 73; Gibb, a.g.e., s. 412.<br />

55 Faik Reşat a.g.e., s. 312; Muallim Naci,<br />

a.g.e., s. 73.<br />

Kaynakça<br />

Ahmet Refik (Altınay). Geçmiş Asırlarda Osmanlı<br />

Hayatı - Lâle Devri (1718-1730), (Çev.:<br />

Ziver Öktem), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul,<br />

2011.<br />

Ahmet Vefik Paşa. Lehçe-i Osmanî, (Haz.: Recep<br />

Toparlı), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara,<br />

2000.<br />

Ali Enver Bey. Mevlevî Şâirler -Semahâne-i<br />

Edeb-, (Haz.: Tahir Hafızoğlu), İnsan Yayınları,<br />

İstanbul, 2010.<br />

Ayvansarâyî Hüseyîn Efendi, Alî Sâtı’ Efendi,<br />

Süleymân Besîm Efendi. Hadîkatü’l-Cevâmi’,<br />

İstanbul Câmileri ve Diğer Dînî-Sivil Mi’mârî<br />

Yapılar, (Haz.: Ahmed Nezih Galitekin), İşaret<br />

Yayınları, İstanbul, 2001.<br />

Ayverdi, İlhan. Kubbealtı Lugatı: Asırlar Boyu<br />

Târihî Seyri İçinde Misalli Büyük Türkçe Sözlük,<br />

C.II, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2011.<br />

Beylikçi İzzet, Pertev Dîvânı Dîbâcesi, Süleymaniye<br />

Ktp. Pertevniyal Valide Sultan, No:<br />

801, yk. 176a.<br />

Bitlisî Müştâk Mustafâ Efendi, Âsâr-ı Müştâk<br />

Esrâr-ı ‘Uşşâk, Süleymaniye Kütüphanesi Hacı<br />

Mahmud Efendi, Sınıflama: 297.9, Demirbaş:<br />

02421, 1247, vr. 19b.<br />

Bursalı Mehmet Tâhir Efendi. Osmanlı Müellifleri<br />

1299-1915, C. I-III, (Haz.: A. Fikri YAVUZ,<br />

İsmail ÖZEN), Meral Yayınları, İstanbul, 1972.<br />

(Çaylak) Mehmed Tevfik, Kâfile-i Şu’arâ, (Haz.<br />

Fatma Sabiha Kutlar Oğuz, Müjgân Çakır,<br />

Hanife Koncu), Doğu Kütüphanesi Yayınevi,<br />

İstanbul, 2012.<br />

Çınarcı, M. Nuri. Şeyhülislâm Ârif Hikmet Beyin<br />

Tezkiretü’ş-Şu’ârâsı ve Transkripsiyonlu<br />

Metni, Gaziantep Üniversitesi, Yüksek Lisans<br />

Tezi, Gaziantep, 2007.<br />

Devellioğlu, Ferit. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik<br />

Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara,<br />

2003.<br />

Esrar Dede. Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye,<br />

İnceleme-Metin, (Haz.: İlhan Genç), Atatürk<br />

Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara,<br />

2000.<br />

Faik Reşat. Eski Bilginler, Düşünürler, Şairler -<br />

Eslâf, (Baskıya Haz.: Şemsettin KUTLU), Tercüman,<br />

İstanbul, (tarih yok).<br />

Fatîn Efendi. Tezkire-i Hatîmetü’l-Eş’âr, İstanbul,<br />

1283/1867.<br />

Genç, İlhan. Hoca Neş’et Hayatı, Edebî Kişiliği<br />

ve Dîvân’ının Tenkidli Metni, İzmir, 1998.<br />

Gürlek, Dursun. Kültür Dünyâmızdan Manzaralar,<br />

Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul<br />

Hammer, J. Von. Büyük Osmanlı Tarihi 7, Üçdal<br />

Neşriyat, İstanbul.<br />

Hüseyin Vassâf, Risâle-i Müştâkıyye (Yayına<br />

Hazırlayan: Sinan Doğan), Kırkambar Yayınları,<br />

İstanbul, 2012.<br />

İnalcık, Halil. Şâir ve Patron, Patrimonyal Devlet<br />

ve Sanat Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme,<br />

Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2011.<br />

İsen, Tûbâ Işınsu Durmuş. Tutsan Elini Ben<br />

Fakîrin, Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği,<br />

Doğan Yayıncılık, İstanbul, 2009.<br />

Kalkışım, M. Muhsin. Şeyh Gâlib Dîvânı, İstanbul<br />

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal<br />

Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul,<br />

1992.<br />

Muallim Naci. Osmanlı Şairleri, (Haz.: Cemal<br />

Kurnaz), Akçağ Yayınevi, Ankara, 2000.<br />

Murad Molla Nakşibendî. Murad Molla Divanı,<br />

(Haz. Davut Köse), Fatih Üniversitesi<br />

Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek<br />

Lisans Tezi), İstanbul, 2008.<br />

Osmânzâde Hüseyin Vassâf. Sefîne-i Evliyâ,<br />

(Haz: Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz) Kitabevi Yayınları,<br />

C. II, İstanbul, 2006.<br />

Sâlim Efendi. Tezkiretü’ş-Şu’arâ, (Haz.: Adnan<br />

İnce), Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları,<br />

Ankara, 2005.<br />

Şemseddin Sami. Kâmûs-ı Türkî, (Sâhib ü Nâşiri:<br />

Ahmed Cevdet), Dersaadet, 1317.<br />

Şeref, Abdurrahman. Osmanlı Devleti Tarihi,<br />

Târîh-i Devlet-i Osmâniyye, (Haz. Musa Duman),<br />

Gökkubbe, İstanbul, 2005.<br />

Türk Dil Kurumu. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu<br />

Yayınları, Ankara, 2005.<br />

Uzunçarşılı, İ. Hakkı. Osmanlı Tarihi IV. Cilt, 1.<br />

Bölüm-Karlofça Anlaşmasından XVIII. Yüzyılın<br />

Sonlarına Kadar, Türk Tarih Kurumu Basımevi,<br />

Ankara, 1995.<br />

Yöntem, Ali Canip (Derleyen). Kahkaha Dergisi,<br />

Sayı: 6, İstanbul, Nisan 1949.<br />

Yüksel, Sedit. Koca Ragıb Paşa’nın Sanatında<br />

ve Yaşantısında Haşmet’in ve Fitnat’ın Yerleri,<br />

Ankara Üniversitesi Türkoloji Dergisi, Cilt 7,<br />

Sayı:1, 1977.<br />

122


MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN<br />

RENKLİ MİSAFİRLERİ VE<br />

BİR SOHBET MECLİSİNDE<br />

YAŞANANLAR<br />

Kasım HIZLI<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Personeli<br />

“<br />

İlim meclisleri ve salonlar, yeni<br />

şairlerin hünerlerini gösterip isbat-ı<br />

vücud ettikleri1, bir nevi reklamlarını<br />

yaptıkları yerlerdi. Buralarda hem<br />

bilgi alışverişi hem gelenek ve görgü<br />

aktarımı olduğu gibi yeni fikirler neşv<br />

ü nema imkânı bulurdu. Bu husus,<br />

yani fikirlerin yayılması, özellikle<br />

Tanzimat sonrası salonlarının ve<br />

kültür meclislerinin icra ettiği bir<br />

fonksiyondu. “Bu konaklarda yapılan<br />

tartışmalar, Batı’nın kültürel mirasının<br />

parçası olan fikirleri Türkiye’ye getirme<br />

teşebbüsleriyle eş zamanlı olarak<br />

yürütülmüştü. Kültürel Avrupalılaşma,<br />

bu salon faaliyetlerinin neticelerinden<br />

biri idi.”<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI<br />

Eski İstanbul’un eğlence ve tenezzüh<br />

âlemlerini şiirlerine yansıtarak bugün<br />

tarih olmuş devirleri kelimelerle tasvir<br />

eden şair Nedim, İstanbul’u methettiği<br />

“Bu şehr-i Stanbul ki bî misl<br />

ü bahâdır/Bir sengine yekpâre Acem<br />

mülkü fedadır” kasidesinin bir beytini,<br />

kıymet yetiremediği bu şehrin ilim<br />

ve irfan hayatına hasretmiştir:<br />

Kâlâ-yı maarif satılır sûklarında<br />

Bâzâr-ı hüner, maden-i ilm ü ulemâdır<br />

İlim ve irfan menbaı olan İstanbul’un<br />

bu özelliği, şark toplumları için bilinen<br />

ve her zaman istifade için can<br />

atılan bir durumdur.<br />

İstanbul’un ilim irfan kaynayan bir<br />

şehir olması hem medrese ulemasının<br />

bolluğundan hem de bu ilim<br />

irfan hayatına katkıda bulunan hatta<br />

çoğu kez bu ortamları oluşturan<br />

devlet adamlarının varlığından ileri<br />

gelmekteydi. Zira marifet iltifata tabiydi<br />

ve her şey gibi bilgi ve hüner de<br />

tâlibini bulamadığı yerden elini ayağını<br />

çekiyordu. Fakat İstanbul kendi<br />

iç dinamikleri vasıtasıyla ve en çok<br />

da ilim irfana hâmî olan devletlûler<br />

vasıtasıyla merkez olmayı sürdürdü.<br />

İlim meclisleri ve salonlar, yeni şairlerin<br />

hünerlerini gösterip isbat-ı vücud<br />

ettikleri 1 , bir nevi reklamlarını yaptıkları<br />

yerlerdi. Buralarda hem bilgi<br />

alışverişi hem gelenek ve görgü aktarımı<br />

olduğu gibi yeni fikirler neşv ü<br />

nema imkânı bulurdu. Bu husus, yani<br />

fikirlerin yayılması, özellikle Tanzimat<br />

sonrası salonlarının ve kültür meclislerinin<br />

icra ettiği bir fonksiyondu.<br />

“Bu konaklarda yapılan tartışmalar,<br />

Batı’nın kültürel mirasının parçası<br />

olan fikirleri Türkiye’ye getirme teşebbüsleriyle<br />

eş zamanlı olarak yürütülmüştü.<br />

Kültürel Avrupalılaşma, bu<br />

salon faaliyetlerinin neticelerinden<br />

biri idi.” 2<br />

Münif Paşa<br />

Tanzimat devrinin hem fikir hem<br />

de idari vazifelerdeki velûdluğuyla<br />

dikkat çeken siması Münif Paşa ve<br />

birkaç defa değiştirdiği konağı, geniş<br />

yelpazeden ilim, sanat ve politika<br />

adamının toplanma yeri idi. Tabi<br />

bunda Münif Paşa’nın tabiatının katkısı<br />

büyüktü:<br />

“Münif paşa hassas bir şair, ince bir<br />

nâsir, mütevazi, maârif-perver zarif<br />

bir zat idi. Zamanının nazırları içinde<br />

firavuna rahmet okutacak kadar vezaret<br />

şânını muhafaza için ceberrut<br />

görünenlere hiç benzemezdi. Zamanımızın<br />

tabirince tam demokrat bir<br />

nâzır idi. Küçükle küçük büyükle büyük<br />

idi, fakat daima büyük idi.<br />

Salonunda her biri birer meziyet sahibi,<br />

içtimaî rütbece en düşüğünden<br />

en yükseğine kadar zevat bulunurdu.<br />

Mesela bir gece orada bulunan zevat<br />

şunlardı: Hasan Fehmi Paşa, Meclis-i<br />

Maarif reisi Dağıstanlı Hamdi Efendi,<br />

Aristidi Paşa, Tüccarbaşı Halil Efendi,<br />

bu zatın damadı, bir Buharalı, Hindli<br />

Çermeçer (Mecusi İskender), on dört<br />

yaşında idadi talebesinden Kilisli Necib<br />

Asım Efendi ve diğerleri. Bu zevatın<br />

hepsi de paşanın ayrı ayrı hürmetine,<br />

iltifatına nail olurdu.” 3<br />

Münif Paşa İstanbul’da birkaç konak<br />

değiştirmişti. İlki Cağaloğlu’nda idi.<br />

Sonra Bozdoğan Kemeri civarında<br />

bir konağa taşındı. “Bozdoğan Kemeri<br />

konağının yukarı katında ve selamlık<br />

kısmında salonlar vardı. Bu salonlar<br />

ufak ufak odalar idi. Salonlara<br />

çıkılınca sohbet başlar, çaylar içilirdi.<br />

İlimden, fenden, yeni icatlardan bahsedilirdi.”<br />

4<br />

Münif Paşa kadar renkli olmasa da<br />

onun gibi konağında zevk sahibi insanlarla<br />

görüşüp konuşmayı seven<br />

bir devletlû daha vardı. Geniş kütüphanesi<br />

Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne<br />

bağışlanan Batumlu Hasan<br />

Fehmi Paşa, Münif Paşa’nın konağına<br />

gider, yârenlik eder, Münif Paşa ve<br />

misafirleri ise bazen ona gelirdi. Münif<br />

Paşa ve Hasan Fehmi Paşa’nın misafiri<br />

olup hem kitap meraklısı hem<br />

politikaya yakın, heveskâr müşterek<br />

dostları vardı. Zira bu konaklar bürokratlık<br />

ve politika âlemine atlayabilmek<br />

için pek müsait mekânlardı.<br />

Bu heveskârlardan biri Louis Sabuncu,<br />

bir diğeri ise Şekip Arslan idi.<br />

Her ikisi de Ortadoğulu Osmanlı vatandaşı<br />

olan bu zıt karakterli adamlar,<br />

birkaç defa Münif Paşa konağında<br />

görüşme fırsatı buldular. Sabuncu<br />

aslen Süryani olan Mardinli bir gazeteci<br />

idi. Evvela Beyrut’ta sonra Amerika<br />

ve İngiltere’de Osmanlı hilafeti<br />

aleyhine yayınlar yapmış, o günlerde<br />

ise İngiliz menşeli bir demiryolu<br />

şirketine ihale kapabilmek için İstanbul’a<br />

gelmişti. Şekip Arslan ise<br />

Cebel-i Lübnanlı bir Dürzî idi. Müslüman,<br />

kendini ve dünyayı tanımaya<br />

çalışan, Başkent’te kendine bir çevre<br />

edinmeye çalışan bir gençti.<br />

1<strong>26</strong><br />

Şekib Arslan, Sabuncu ile tartışmanın geçtiği<br />

yıllarda, 25 yaşında iken


Şekib Arslan’ın Sabuncu ile yaptığı tartışmayı saraya bildiren jurnali<br />

(Başbakanlık Osmanlı Arşivi Y.PRK.TKM, 4/47)<br />

Paşa Konağında Sıcak Saatler<br />

Emir Şekib Arslan, babasının vefatı<br />

üzerine onun yerine nahiye müdürü<br />

olmuş ve bu görevde iki yıldan fazla<br />

kalmıştı. Fakat bu 18 yaşındaki delikanlı,<br />

Cebel’e sığacak gibi değildi. O<br />

günleri kendisi şöyle anlatıyor: “Derken<br />

Cebel bölgesi bana dar gelmeye<br />

başladı, çünkü gözüm daha yükseklerdeydi.<br />

Müdürlükten istifa edip İstanbul’a<br />

gittim. İstanbul’da yaklaşık<br />

iki yıl kaldım. En çok Maarif Nazırı<br />

Münif Paşa ve Maliye Nazırı Hasan<br />

Fehmi Paşa ile görüşüyordum. Her<br />

iki nâzır da âlim ve faziletli kişilerdi.<br />

"Münif Paşa beni Maarif Encümeni<br />

denilen bir meclise üye yapmak istiyordu.”<br />

5<br />

Louis Sabuncu ihale kapabilmek<br />

için İstanbul’da paşaların kapısını<br />

aşındırsa da hiçbir imtiyaz almaya<br />

muvaffak olamadı. Yorgun, bıkkın,<br />

sinirli ve umutsuzdu. 12 Şubat 1900<br />

gecesi, kendisi için tek ümit vadeden<br />

adamın, Münif Paşa'nın konağındaki<br />

toplantıya iştirak etti. Toplantıda Ahmet<br />

İzzet Holo ve Emir Şekip Arslan<br />

ile Selavî Efendiler vardı. Burada ilmî<br />

mevzulardan bahsedildi. Sabuncu<br />

toplantı esnâsında mecliste bulunanların<br />

hoşuna gitmeyecek sözler sarf<br />

etti. Tabi söylediği sözlerin saraya aksetmemesi<br />

söz konusu olamazdı. Sabuncu’nun<br />

mecliste söylediği sözleri<br />

saraya bildiren Şekip Arslan idi. Şekip<br />

Arslan, Sabuncu hakkındaki jurnalinde<br />

hem mecliste yaşananları anlatıyor<br />

hem de Sabuncu’nun Osmanlı’nın<br />

Ortadoğu politikası ve İslam<br />

dini aleyhinde sarfettiği hakâretâmiz<br />

sözleri sıralıyordu: “Louis Sabuncu<br />

ile birinci mülâkâtım Münif Paşa’nın<br />

konağında olup esnâ-yı mükâlemede<br />

Mısır’ı İstanbul’a rabt eden iplerin<br />

altı senden sonra kesileceğini alenen<br />

söylediğinden bu adamın kim olduğunu<br />

suâl eylediğimde Londra’da<br />

devlet aleyhinde bulunmuş Louis<br />

Sabuncu olduğunu anladım. Daha<br />

sonra Münif Paşa’nın konağında<br />

127


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI<br />

Hasan Fehmi Paşa<br />

kendisiyle görüştüğümde Afrika’nın<br />

istikbali, Amerika’nın haline girip<br />

Avrupalıların oraları taksimiyle zîr ü<br />

zaptlarına geçirmekte olduklarından<br />

ora ahâlî-i asliyyesinin mahv ü mütelâşi<br />

olacaklarını dermeyân eylemesi<br />

üzerine ben dahi cevaben kendisine<br />

Afrika’nın Amerika’ya müşabih<br />

olmadığını ve Afrika ahâlîsi pek çok<br />

ve ehl-i İslâm bulundukları cihetle<br />

hiçbir vechile mütelâşi olmayacakları<br />

gibi din-i mübin-i İslâm’ın dahi<br />

daima bâkî ve mahfuz kalacağını<br />

ifâde eyledim. Münif Paşa da ifâdemi<br />

tasdikiyle kendisini iknâ ve iskâta<br />

çalışmış ise de yine fikr-i evvelinde<br />

ızhâr-ı sebât ve inad eylediğinden<br />

bu adamı hakikaten din ve devlet<br />

düşmanı anlayıp memuriyet istihsâli<br />

zımnında buraya gelmiş iken ricâl-i<br />

devlet muvâcehesinde bile buğz ve<br />

düşmanlığını ketm etmemesinden<br />

taacüpte kaldım. Yine paşa-yı müşârun<br />

ileyhin huzurunda diğer defa<br />

vukûbulan mülâkâtta Liverpool’da<br />

din-i mübin-i İslâm’ı kabûl eden İngilizler’den<br />

bahs eylediğimde kendisinin<br />

çok senelerden beri İngiltere’de<br />

bulunduğunu ve böyle bir haberi<br />

orada işitmemiş olduğu cihetle bunun<br />

yalan ve gayr-ı mümkün idiğini<br />

istiğrâbı mûcib bir cüret ve vekâhatle<br />

söylemişdir. Birkaç günden sonra<br />

Abdullah Gulyâm Efendi 6 burada idi.<br />

Louis Sabuncu ile Hasan Fehmi Paşa’nın<br />

konağında bir kere daha görüşülüp<br />

din ile ilim ve sanayinin ittihadından<br />

bahs edilerek din-i İslâm’ın<br />

ulum ve sanayi-i cedîdenin tahsil<br />

ve takaddümüne mani olduğunu<br />

makâm-ı itirazda iddia eyleyerek<br />

din-i mübini tahkir eylemek istediğinden<br />

din-i İslâm’ın ulûm ve sanayie<br />

hiçbir sûretle mani olmadığını<br />

cevaben kendisine tefhimle dinimize<br />

sarf etmek istediği mâniiyyetin diyânet-i<br />

Nasraniyye’de (Hıristiyanlık)<br />

mevcut bulunduğunu ve hatta Amerikalı<br />

meşhur Doktor (Draper) buna<br />

dâir telif edip (Ahlâku’l-İlm ve’d-Din)<br />

tesmiye eylediği ve tarafımdan lisan-ı<br />

Arabi’ye tercüme edilmiş olan<br />

kitapta diyânet-i Nasraniyye’nin terakkiyât-ı<br />

ilmiyyeye mani olan cihetleriyle<br />

Nasara’nın teehhür-i ulûma<br />

bâis olmuş olan engellerini tarihe<br />

müstenid bast u beyân eylediğini ve<br />

diyânet-i İslâmiye’nin ez her cihet<br />

terakkiyât-ı ilmiyyeye müsâadede<br />

bulunmuş olduğunu mezkûr kitabda<br />

mufassalan ve sarâhaten münderiç<br />

bulunduğunu kendisine söyledim.<br />

Münif Paşa Konağı,<br />

geniş yelpazeden<br />

ilim, sanat ve politika<br />

adamlarının toplanma<br />

yeriydi.<br />

Louis Sabuncu İngiltere’de iken<br />

Ancak kendisi filhakîka dine düşman<br />

bulunduğundan adâvetini ketm edemeyip<br />

Kur’ân’da varid olan Miraç<br />

kaziyyesi, ilm-i tabiiyyet mûcebince<br />

merdûd ve gayr-ı makbûl iken bunu<br />

ilme ne vechile tatbik edeceksin diyerek<br />

din aleyhinde itâle-i lisana<br />

başladığında orada hazır bulunan<br />

Hüseyin Fikri Efendi'yle bana hiddet<br />

gelip Hasan Fehmi Paşa’nın dahi<br />

yüzü kızararak hanesinde bulunduğu<br />

cihetle merkûmu tard edemediğinden<br />

bu mesâilden bahs olunmamasını<br />

emr eylemiş ise de Louis<br />

Sabuncu bu emre kulak vermeyi istemeyerek<br />

itâle-i lisanda devam eylediğinden<br />

Hüseyin Fikri Efendi Hazret-i<br />

Peygamber Efendimizin semâya<br />

urûc edip etmemiş olmasını itikâd<br />

etmekte Müslümanlar muhayyerler<br />

fakat Mescid-i Aksa’ya isrâ olunduğu<br />

Kur’ân’da musarrah bulunduğundan<br />

bu isrânın sıhhatini itikâd eylemek<br />

ferâiz-i diniyyeden demesi üzerine<br />

Louis Sabuncu Nübüvvet-i Muhammediye’nin<br />

kâzib olduğunu söylemeye<br />

cüret etmesine mebnî Hüseyin<br />

Fikri Efendi bunu ikna etmek<br />

için birkaç burhân gösterip ezcümle<br />

eğer keyfiyet dediği gibi olmuş olsa<br />

idi Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali<br />

gibi fuhûl ve ukalâ ve sanâdîd-i ricâl<br />

Hazret-i Muhammed’e (s.a.v) tâbî olmazlar<br />

idi, diyerek merkûmu iskâta<br />

çalışmış ise de kendisi yine sözünde<br />

ısrâr ile Hazret-i İsa’nın vâlidesi<br />

olan Meryem, Kur’ân’da (Meryem<br />

binti İmran) nâmıyla zikrolunup diğer<br />

bir âyette kendisine hitâben (Yâ<br />

üht-i Harun) ibaresi vârid olduğundan<br />

ve İsa’nın vâlidesi olan Meryem<br />

ile İmran ve Harun’un aralarında<br />

kurûn-ı adîde mürûr etmiş olduğundan<br />

gerek Hz. Muhammed’in<br />

128


MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

ve gerek Kur’ân’ın tarihçe câhil oldukları<br />

bundan anlaşılır dediğinde,<br />

Hazret-i İsa’nın vâlidesi olan Meryem’e<br />

Kur’ân-ı Kerim’de bint-i İmran<br />

ve üht-i Harun namlarının verilmesi<br />

büyük cedleri olan İmran’a ve Harun’a<br />

mensub olduğunu izhâr eylemek<br />

olup bu kâide ise Araplarda cârî<br />

ve ma’rûf bulunduğu cihetle sülâle-i<br />

nebeviyyeden bulunanlara elyevm<br />

(Yâ İbni’n-Nebi) denildiği gibi bir kabîle<br />

ve tâifeye mensub olanlara dahi<br />

(yâ eha Kabîle-i kezâ) denilmekte idiğini<br />

merkûm Louis’e tefhîm eyledim.<br />

Louis Sabuncu, bir İngiliz şirketi adına Haleb-Basra demiryolu imtiyazını almaya uğraştığı ve<br />

yazıdaki tartışmanın gerçekleştiği yıllarda. Vakit Gazetesi, 28 Nisan 1952<br />

Binâenaleyh Hasan Fehmi Paşa cümlemizi<br />

bu mübâhaseden iskât ettirip<br />

meclis dağılmış ise de hamiyet-i<br />

diniyem bu düşmanın halini hazm<br />

eylemediğinden ferdâsı gün mahsûsan<br />

Beyoğlu’na giderek kendisini<br />

Uzun Cadde’de bularak tevbîh eylemiş<br />

isem de yine vakâhatında sâbit<br />

idiğini anladığımdan ve bunu tedib<br />

eylemek yed-i iktidârımda bulunmadığından<br />

vukû-ı hali tesadüf eylediğim<br />

zevâta maa’t-teessür nakl ve<br />

hikâye etmekten başka elden bir şey<br />

gelmemiştir.” 7<br />

Yazdığı yazılar dolayısıyla zaten mimli<br />

olan Sabuncu’nun, muhtelif meclislerde<br />

sarf ettiği sözler dolayısıyla<br />

sarayın dikkatini iyice çektiği söylenebilir.<br />

Yurtdışında iken aleyhte olan<br />

bu keskin muhalif, yurtiçinde de aynı<br />

muhalefetini devam ettirince saray<br />

kendisini yola getirmenin yollarını<br />

aramaya koyuldu. Bu arada Sabuncu,<br />

Münif Paşa’dan birtakım vaatler<br />

almaya devam ediyordu. Sabuncu’ya<br />

ya Şam Maârif Müdürlüğü’ne ya da<br />

Londra’ya hususi memuriyetle gönderileceğini<br />

vaat eden paşa, onun<br />

boş bırakıldığı takdirde Osmanlı<br />

Devleti aleyhine çalışacağını düşünüyordu<br />

ki yaptıkları ve söyledikleri<br />

ortadayken böyle düşünmemesinin<br />

safdillik olacağı söylenebilir. Nitekim<br />

Sabuncu’nun başka devletlere angaje<br />

olabileceği ihtimalini, saraya birtakım<br />

isteklerini iletmek için hazırladığı<br />

dilekçede görmek mümkündür.<br />

Louis Sabuncu’nun yayınladığı En-Nahle Mecmuası’nın kapağı. (Vakit gazetesi, 7 mayıs 1952)<br />

129


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

MÜNİF PAŞA KONAĞININ RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI<br />

Louis Sabuncu’dan Sultan Abdülhamid’e Miraç Kandili Tebriği (Başbakanlık Osmanlı Arşivi Y.PRK.TKM, 37/8)<br />

Sabuncu çok geçmeden Sultan Abdülhamid tarafından<br />

Mâbeyn Mütercimliği’ne tayin edildi. Sabuncu bu hadiseler<br />

yaşandıktan bir buçuk sene sonra saray hizmetine<br />

girdiği vakit, aleyhindeki iddialar artınca saray ve saraya<br />

yakın zevata üst üste arizalar sunarak kendisi hakkındaki<br />

ithamları çürütmeye çalıştı. Bu arizalardan birisi Şekip<br />

Arslan’ın yukarda anlattığı vakalardan birine cevaptır:<br />

“Şeyh Ebülhüda Efendi’nin evine gittim. Güya Hasan Fehmi<br />

Paşa’nın evinde yapılan bir toplantıda Kur’ân ayetlerinden<br />

bazısını tenkit ettiğime dâir Emir Arslan denilen bir<br />

adam tarafımdan zât-ı şahaneye yapılan ihbar hakkında<br />

Şeyh Ebülhüda ile aramızda bir konuşma oldu. Şeyh Efendi’ye<br />

dedim ki, bir buçuk sene evvel Hasan Fehmi Paşa’nın<br />

evine gittim. Tarihi meselelerden ve Mısır ehramlarından<br />

bahsettik. Orada itibarlı birçok Müslüman vardı. O akşam<br />

Kur’ân’dan hiç bahsedilmedi. Bunu paşanın evinden kendi<br />

evime döndükten sonra hatıra defterime geçirdiğim ken-<br />

di notlarım ispat eder. Çünkü yatmaya gitmeden evvel o<br />

toplantıda geçen bahislerin hülasasını kaydetmiştim. Arzu<br />

ederseniz günü, ayı ve senesi belli olarak bu hakikati öğrenmeniz<br />

için hatıra defterimi getireyim. Şu halde şeyh efendi<br />

hazretleri lütfen protestomu şu ibarelerle zât-ı şahaneye<br />

arz ediniz: Şevketli padişahın kulu Sabuncu, dinleri tezyif<br />

etmek ve dinlerin müntesipleri arasına fesat tohumları atmak<br />

yaratılışında olsaydı, Cenab-ı Hak ona Emirü’l-Müminine<br />

intisap şerefini bahşetmezdi. (14 Ekim 1891)” 8<br />

Sabuncu, geçmişini silmek ve sultanın gözüne girebilmek<br />

için daha başka yollara da tevessül etti. Mesela sultanın<br />

kandilini tebrik etti, hem de yukardaki toplantıda ayrıntısını<br />

verdiğimiz, ısrarla inkâr ettiği hadisenin geçtiği Miraç<br />

kandilini: “Kulları bu defa mübarek Miraç kandilinizi tebrik<br />

ediyorum. Heman Cenab-ı Hak halife-i ruy-ı zemin ve<br />

Emirü’l-müminin hazretlerini daha böyle nice mesud günleri<br />

idrak ettirsin ve saltanatınızı daim kılsın, âmin.”<br />

130


MÜNİF PAŞA KONAĞININ RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Louis Sabuncu’dan Sultan Abdülhamid’e Miraç Kandili Tebriği<br />

“Kulları bu defa mübarek Miraç<br />

kandilinizi tebrik ediyorum. Heman<br />

Cenab-ı Hak halife-i ruy-ı zemin ve<br />

emirü’l-müminin hazretlerini daha<br />

böyle nice mesud günleri idrak<br />

ettirsin ve saltanatınız daim kılsın,<br />

âmin.<br />

Kandil tebriğinde sultan için yazdığı<br />

Arapça şiirin tercümesi:<br />

“Arş-ı mukaddesin huzurunda meleklerin<br />

medh ü sena ettikleri esnada<br />

böyle bir mübarek gecede Hazret-i<br />

Muhammed miraç buyurdular.<br />

Ey melâik! Ebedi kalınacak cennetin<br />

Bâb-ı Muallâsını açıverin<br />

Zira hem Cenab-ı Hakka temcid ve<br />

tazim hem de mülk ve milletin devamı<br />

Hem dahi hazret-i halife-i ruy-ı zemine<br />

şefaatçi olmak zımnında kâinatın<br />

en hayırlısı bulunan hazret-i<br />

peygamber teşrif buyurmuşlardır.<br />

Bu mübarek gecede meleklerle<br />

beraber Abdülhamid’in ibadet ettiğine<br />

bütün mahlûkat sana gıbta<br />

etmekle iftihar eder.<br />

10 Ocak 1896<br />

Kulları Louis Sabuncu 9<br />

Sultan II. Abdülhamid<br />

2 Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, Çev. Mümtazer Türköne,<br />

Fahri Unan, İrfan Erdoğan, İstanbul 2015, İletişim Yay, s.<strong>26</strong>2<br />

3 Necib Asım Yazıksız, “Gazi Ayıntab Tarihi-1” İkdam Gaz. Nu. 9388, 5<br />

Mayıs 1339<br />

4 Abdurrahman Adil Eren, “Übeydullah ve Hatıralarım”, Yarım Ay Mec.,<br />

Nu. 62, 1 Eylül 1937; bkz. M. Kayahan Özgül, XIX. Asrın Benzersiz<br />

Bir Politekniği Münif Paşa, İstanbul 2014, Dergâh Yay.<br />

5 “Emir Şekib Arslan, İttihatçı Bir Aydın’ın Anıları (Arap Gözüyle Osmanlı),<br />

Çev. Halit Özkan, İstanbul 2009, Klasik Yay., s.9<br />

6 Abdullah Gulyâm, Liverpool Müslümanlarının imamıdır.<br />

7 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.TKM, 4/47<br />

8 Sabuncuzade Louis Alberi, Yıldız Sarayı’nda Bir Papaz, İstanbul 2007<br />

Selis Kitaplar, s.112<br />

9 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.TKM, 37/8<br />

Dipnotlar<br />

Louis Sabuncu, Yıldız Sarayı’ndaki son senelerinde<br />

(Başbakanlık Osmanlı Arşivi Y.PRK.TKM, 37/8)<br />

1 Şeyh Gâlib, klâsik edebiyatın önemli metinlerinden olan Hüsn ü Aşk<br />

mesnevisini bir şiir meclisindeki tartışma sonrasında yazmaya karar<br />

verdi. Şeyh Gâlib, eserinin sebeb-i telif kısmında, bir mecliste,<br />

Nâbî’nin Hayrâbâd adlı eserinin fazlaca övüldüğünü, meclistekilerin<br />

ona benzer bir eserin yazılamayacağında birleştiklerini ifade<br />

eder. Şeyh Gâlib ise Hayrâbâd’ın konusunun Attâr’dan alındığını,<br />

eserde orijinallik bulunmadığını, ayrıca Nâbî’nin dil ve üslup açısından<br />

övüldüğü kadar iyi olmadığını iddia eder. Bunun üzerine<br />

mecliste bulunanların kendisine, adeta imtihan mahiyetinde bir<br />

eser yazmasını teklif etmeleri üzerine Hüsn ü Aşk’ı yazdığını anlatır.<br />

10 Abdrurrahman Âdil Bey’in Hintli bir avukat şeklinde tarif ettiği garip<br />

sima Sabuncu’dan başkası değildi. Uzun yıllar sonra hatırında kaldığı<br />

kadarıyla konağın müdavimlerini tasvir eden Abdrurrahman<br />

Âdil Bey’in Sabuncu’yu unutmaması gayet doğaldır. Bu eksantrik<br />

adam, sohbeti ve tavırlarıyla her zaman sivrilmeyi ve hatırda kalmayı<br />

başarmıştır. Abdrurrahman Âdil Bey, tasvir ettiği zattan için<br />

Hintli, Müslüman ve avukat sıfatlarını kullanıyor. Sabuncu kardeşleri<br />

dolayısıyla Hindistan’dan günlüğünde ve muhtemelen konakta<br />

sık sık bahsetmiştir. Sabuncu’nun şirket danışmanlığı Abdrurrahman<br />

Âdil Bey’in aklında avukatlık olarak yer etmişe benziyor. Sabuncu’ya<br />

Müslüman demesi ise İslam tarihi hakkındaki bilgisi ve<br />

konaktaki muhabbetlerde bu konudaki ifadelerinden olsa gerek.<br />

Sabuncu bazen kendisini Müslüman gibi lanse etse de birçok kez<br />

İslam’ın mukaddes değerlerine karşı uluorta hakaretlerde bulunabilmektedir.<br />

131


Münif Paşa Konağı’nın Renkli Simaları<br />

Bu konağa (Süleymaniye’deki)<br />

yerleştikten sonra Münif Paşa<br />

dairesi bir antropologie müzesi<br />

haline geldi. Her cins âlim, her cins<br />

kıyafet ve her cins lisan o konakta<br />

ictima ederdi. Konağın ziyaretçileri<br />

içinde başta şeyh Şıngıtî gelirdi. Sofrada<br />

Münif Paşa’nın sağında otururdu.<br />

Münif Paşa ile Arapça konuşurdu.<br />

Münif Paşa düz bir siyah lata giyerdi.<br />

Başındaki sarık tuhaf bir şekilde idi.<br />

Sarığının arkasından Hint askerlerinde<br />

olduğu gibi bir kuyruk sarkardı.<br />

Bu biçim sarığa Telisman derler.<br />

Şeyh Şıngıtî’yi Maarif Nazırı Münif<br />

Paşa İstanbul'a getirmişti. Onu iki<br />

defa Endülüs’e gönderdi ve Endülüs<br />

kitaphanelerindeki İslamiyet’e dair<br />

mevcut eserleri tetkik ettirdi. Şeyh<br />

Şıngıtî birçok zamanlar Münif Paşa<br />

konağında yerleşip kaldı. Şeyh Şıngıtî’nin<br />

bulunmadığı zamanlar sofrada<br />

yerini Miss Mary işgal ederdi.<br />

Miss Mary fâzıl bir İngiliz kızı idi. Münif<br />

Paşa onunla İngilizce konuşurdu.<br />

Miss Mary’nin sağda oturduğu zamanlar<br />

Mell. Mary de sol sandalyeyi<br />

işgal ederdi. Vazifesi Münif Paşa’nın<br />

kızlarına yani Leyla ve Fitnat’a Fransızca<br />

öğretmek idi.<br />

Süleymaniye konağına bazen Enderun-ı<br />

Hümayun’dan yani Topkapı Sarayı’ndan<br />

misafirler gelirlerdi. Bunları<br />

Abdülhamid Çin’den getirtmişti.<br />

Topkapı Sarayı’nda onlara daire tahsis<br />

etmişti. Bu Çinliler sofrada yanyana<br />

otururlar, pilavı çöpler ile çabuk<br />

çabuk yerlerdi. Konuşmaları Türkçe<br />

idi. Çinlilerden birinin ismi Ahmet,<br />

diğerinin Mehmet Efendi idi.<br />

Üzerlerinde önü kapalı İstabulin setre<br />

bulunurdu.<br />

Misafir ve ziyaretçilerden biri de yeni<br />

ihtida etmiş olan Mister Nuring idi.<br />

Mister Nuring Norveçli idi. İhtiyar bir<br />

karısı vardı. İhtiyar karısından kurtulmak<br />

için İslam dinini kabul etmiş idi.<br />

O zaman ihtida ile talak vaki olurdu.<br />

Mister Nuring genç ve çok güzeldi.<br />

Zannım Münif Paşa delaletiyle genç<br />

ve güzel bir hanımefendi ile evlendi.<br />

Bu hanımefendi Tunuslu Mahmud<br />

bin Ayyad’ın en küçük kızı idi. Mister<br />

Nuring kırmızı fesi, kırmızı sakalı, redingotu<br />

ile sofraya güzel bir süs verirdi.<br />

Konuşması İngiliz kırması Fransızca<br />

idi. Dığdığı söyler idi. Mister<br />

Nuring Ali Nuri Beyefendi (Dilmeç)<br />

oldu ve şehbenderliklerde istihdam<br />

edildi. Ali Nuri Bey Hamid devrinin<br />

kahrına uğradıkça Kopenhag’da, İstokholm’da<br />

Abdülhamid aleyhine<br />

konferanslar vererek maişetini temin<br />

ederdi. Hâlâ hayattadır.<br />

Süleymaniye konağının gördüğü<br />

garip çehrelerden biri de bir Hintli<br />

avukat idi. Bu Hintli avukat bir İngiliz<br />

idi fakat Müslüman idi. Her akşam<br />

yemeği Münif Paşa konağında yer ve<br />

her gün Başmâbeynci Ali bey ile aralarında<br />

Pall Mall Gazette nerede çıkar<br />

diye münakaşa olurdu. Bu münakaşaları<br />

gülerek, istihfaf ederek Münif<br />

Paşa konağında hikâye ederdi. 10<br />

Bozdoğan Kemeri konağının yukarı<br />

katında ve selamlık kısmında salonlar<br />

vardı. Bu salonlar ufak ufak odalar<br />

idi. Salonlara çıkılınca sohbet başlar,<br />

çaylar içilirdi. İlimden, fenden, yeni<br />

icatlardan bahsedilirdi.<br />

Münif Paşa’nın iştikak ilmine merakı<br />

çoktu. O devirde ikinci bir ethimologie<br />

meraklısına dahi tesadüf ettim;<br />

Altıparmak Süreyya Efendi. Fakat<br />

Süleymaniyeli Süreyya Efendi’nin<br />

merakı daha âlimâne, daha vâkıfâne<br />

idi. Her kelimenin aslını Sanskrit lisanına<br />

icra ederdi. ‘Türkçe (kız) kelimesi<br />

(kini)den, (king), (hung), (hungar)<br />

kelimeleri de hep bu asıldan gelir ve<br />

Sanskritçedir’ der idi.<br />

Kermanşah şehbenderi Süleymaniyeli<br />

Ali Yümni Efendi, Maarif memurlarından<br />

ve hukuk mektebi muallimlerinden<br />

Dağıstanlı Ali Enveri Efendi<br />

Bozdoğan konağından eksik olmazlardı.<br />

Münif Paşa konağına devam eden o<br />

devrin tanınmış ilim adamları arasında<br />

bir de Ubeydullah Efendi vardı.<br />

Yemekten kalkılıp üst kata çıkılınca<br />

Celal Münif Bey, Mahrukizâde Cafer<br />

Bey ve Ubeydullah Efendi’nin ayrı bir<br />

salona geçtikleri, ayrı bir fiskos kurdukları<br />

nazar-ı dikkatimi celb ederdi.<br />

Günün birinde Ubeydullah Efendi<br />

ortadan kayboldu. Sorup soruşturduk,<br />

‘Paris’e kaçtı!’ dediler.*<br />

*Abdurrahman Adil Eren, “Übeydullah<br />

ve Hatıralarım”, Yarım Ay Mec.,<br />

Nu. 62, 1 Eylül 1937


SEZAİ KARAKOÇ’UN<br />

“HATIRALAR”INDA<br />

İSTANBUL KAHVELERİ<br />

Cem SÖKMEN<br />

Kırklareli Üniversitesi Öğretim Görevlisi<br />

“<br />

Sezai Karakoç’un edebiyat ve düşünce<br />

odaklı “insan adaları”na dâhil oluşu<br />

en azından 1950’lerin başına dayanır.<br />

Bu meclislerde bir yandan kendi yaş<br />

kuşağından arkadaşlarla “birbirini<br />

yetiştirme” bir yandan da yazdığısöylediği<br />

takip edilen ustalarla<br />

“birlikte öğrenme” hikâyesi ortaya<br />

çıkar. Ankara’dan sonra İstanbul<br />

yılları hem Büyük Doğu’dan Diriliş<br />

dergisine uzanan bir süreci hem de<br />

Baylan, Eftalikos, Meserret, Bahar,<br />

Acem’in Kahvesi, Marmara gibi kültür<br />

mahfillerinde yeni dostlukları ve yeni<br />

usta-çırak ilişkilerini doğurur.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN<br />

1960’lardan günümüze ellinin üzerinde edebiyat ve düşünce<br />

eseriyle Türk okuyucusuna seslenen Sezai Karakoç,<br />

hatıralarını 1988-92 yılları arasında Diriliş dergisinde<br />

“Hatıralar” başlığı altında kaleme almıştır. Yayınlanması<br />

beş yıllık bir sürece yayılan hatıralarda insanlar, şehirler<br />

ve mekânlar ayrıntılı bir şekilde anlatılır. Çocukluğu ve ilk<br />

eğitim yılları Ergani, Maraş ve Gaziantep’te, üniversite yılları<br />

Ankara’da geçer. 1955’ten sonraki dönemi ise iş gereği<br />

yapılan seyahatler haricinde büyük ölçüde İstanbul<br />

merkezlidir.<br />

İstanbul yılları Sezai Karakoç’un şiiri, gazete yazıları, Diriliş<br />

dergisi ve tanıdığı insanlarla birlikte okur-yazar çevrelerce<br />

bilinen bazı mekânları da içerir. Bu mekânların arasında<br />

Aksaray’da Bulvar Pastahanesi, Beyazıt’ta Bahar Pastahanesi,<br />

Acem’in Kahvesi, Marmara Kıraathanesi, Babıali’de<br />

Meserret Kıraathanesi ve Beyoğlu’nda Eftalikus Kahvesi ile<br />

Baylan Pastanahesi’ni saymak mümkündür. Sezai Karakoç,<br />

1955’lerden 1990’lara kadar uzanan bir zaman diliminde<br />

saydığımız mekânlarda farklı çevrelerden insanlarla bir<br />

araya gelir. Eğer sohbet halkası henüz oluşmamışsa hangi<br />

mekânda olursa olsun Sezai Karakoç’un usulü bellidir: “…<br />

akşam daireden çıkmadan önce ya da öğle vakitleri sanat<br />

edebiyat çevreleriyle temaslarım oluyordu. Çok defa pastanelerde<br />

1-2 saatlik edebiyat çalışması yapıyordum. Dergilere<br />

bakmak, kitap karıştırmak, şiir yazmak, bir yazının<br />

müsveddesiyle uğraşmak gibi.” 1<br />

Beyazıt’taki Bahar Pastahanesi Sezai Karakoç’un ilk durağı<br />

olur. Burada Ankara yıllarından arkadaşı Ziya Nur Aksun<br />

ile karşılaşır: “Bayazıt’ta ‘Bahar’ isimli bir pastahane keşfetmiştim.<br />

Bazı akşamları da oraya giderdim. Gerek Baylan<br />

gerek Bahar pastahanesi, saat 9-9.30’da kapanırdı. Ondan<br />

sonra ya sinemaya ya eve gitmek mümkündü. Tabii ki ailem<br />

İstanbul’a geldikten sonra çoğu akşam eve gidiyordum.<br />

Bahar Pastahanesinde Ankara’dan arkadaşım Ziya<br />

Nur’u buldum. Yedek subay olarak İstanbul’daymış. Bir de<br />

Necip Fazıl Bey’in bir gün çağırmak için evine gönderdiği<br />

Kamil (Öztürk) O da Ziya’nın arkadaşıydı. Fikirdaş arkadaşlar<br />

böylece buluştuk.” 2<br />

Sezai Karakoç’un Bahar Pastahanesi’nden sonraki uğrağı<br />

Acem’in Kahvesi olur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin<br />

karşısında bulunan bu kahve o yıllarda bir yandan<br />

Laleli sakinlerini bir yandan da üniversitenin hocaları<br />

ve öğrencilerini ağırlar. Sezai Karakoç’un satırlarında buranın<br />

önde gelen simaları Mükrimin Halil Yınanç ve Muzaffer<br />

Ozak olarak belirir: “Beyazıt kahveleri de genellikle<br />

tıklım tıklım olurdu. Bu sebeple Laleli’de Laleli Kahvesine<br />

gidiyorduk arkadaşlarla. Tarihçi Mükrimin Halil bir köşede<br />

otururdu. Bir köşede de 10-15 kadar esnaftan kişi otururdu.<br />

Fötr şapkalı, paltolu, şişman bir zat gelince bunlar<br />

ayağa kalkar, kimi şapkasını, kimi paltosunu alırdı. Sonra<br />

o zat konuşur, öbürleri dinlerdi. Bazan da hafif sesle ilâhi<br />

vb. parçalar söylerlerdi. Sürekli çay gelir, leblebi yenir ve<br />

Sait Faik, Asaf Özdemir ve Sabahattin Eyüboğlu Eftalikus’ta (Fotoğraf: Sabahattin Kömürcüoğlu)<br />

136


SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

çay içilirdi. Biz de acaba ne konuşuluyor diye yanlarına<br />

gitmişsek, bize de çay gelirdi. Ödemeye kalkarsak: ‘olmaz<br />

ocaktandır’ derlerdi, ödetmezlerdi. Sonra tanışmış olduk.<br />

Bu grup Muzaffer Hoca (Muzaffer Ozak) ve cemaatiydi.<br />

Muzaffer Hoca hikâyeler anlatırdı.” 3 Laleli’deki Acem’in<br />

Kahvesi'nden sonra sıra en uzun süre devam ettiği Beyazıt’taki<br />

Marmara Kıraathanesi’ne gelir. Marmara Kıraathanesi’nin<br />

müdavimleri arasında yine Ziya Nur Aksun ve<br />

Muzaffer Ozak gibi önceden tanıdığı simalar vardır: “Laleli<br />

Kahvesinin ön kısmı oturmaya elverişliydi. Arka kısmında<br />

tavla oyunundan dolayı büyük bir gürültü olurdu.<br />

Bizim için sürekli oturulabilecek bir kahve değildi.<br />

Gayr-i şuuri bir şekilde bir kahve arıyorduk arkadaşlarla.<br />

İşte, bu sırada, İstanbul Üniversitesi’nin<br />

Beyazıt Camii ve Meydanının alt tarafında, ana<br />

cadde üzerinde bir kahve açıldı. Kahve önceleri<br />

bilardo salonu şeklinde idi. Sonra bilardo masaları<br />

belli bir sınırda kaldı. Kahvenin kapısı Beyazıt<br />

Meydanına, Üniversiteye bakıyordu, güneyinde<br />

ise Marmara görünüyordu penceresinden (tabii<br />

gündüzleri). Kahveye Marmara Kıraathanesi ismi<br />

verilmişti. Kahve, üniversite öğrencileri ve halkın<br />

her kesimi tarafından dolup taşıyordu. Biz kapı<br />

tarafında birkaç masada oturuyorduk. Zamanla<br />

bizi tanıdılar ve o kısımda oyuna izin vermediler<br />

kahveyi işletenler. Kapısı her zaman açıktı<br />

kahvenin. O zamanlar kahvede kalorifer de bulunmadığından<br />

kışın üşüyüp dururduk. Genç<br />

olduğumuz için dayanırdık herhalde. Arkadaşlarımızdan<br />

Ziya Nur’un bir masası vardı adeta.” 4<br />

yerindeki muhafazakar insanlar nezdinde tanınmasına yol<br />

açar. Görüşmek isteyenler artık onu Marmara Kıraathanesi’nde<br />

bulabileceklerini bilirler. Sezai Karakoç o günleri şu<br />

cümlelerle hatırlar: “Ve yine İstanbul. Bayazıt ve civarında<br />

iftarlar. Gençlerle birlikte. Teravih ve sonra kıraathane. İstanbul<br />

Üniversitesinin karşısında. Arkadaşlarla buluşma.<br />

Sohbetler. Sağ-sol kavgalarının kızıştığı ortamda yazdığımız<br />

yazılar. Gelenler gidenler Anadolu’dan gelenler de bizi orada<br />

arıyor. Kitaplarımız orada gazete yazılarımız ilkin orada<br />

ortaya çıkıyor. Dostluklar, nadiren de olsa kırgınlıklar. Sanki<br />

ikinci ev, ikinci yazıhane orası. Ramazan bütün cepheleriyle<br />

Sezai Karakoç, Marmara Kıraathanesi’ni benimsedikten<br />

sonra 1958-70 arasındaki yıllarda<br />

dostları ve talebeleriyle en çok bu mekânda<br />

görüşür. Marmara’daki ilk yıllarında tanıdığı<br />

isimleri şöyle anlatır: “Marmara Kıraathanesine<br />

arkadaşlarımızdan Ziya’dan başka Kamil (Öztürk),<br />

S.B.F.’yi bitirdikten sonra İktisat Fakültesi’ne<br />

asistan olan Mehmet Genç, o zamanlar<br />

öğrenci olan Mehmet Çavuşoğlu ve Erol Güngör<br />

gelirdi. Yine oraya devam edenlerden<br />

birçok arkadaşımız oldu. Cemal Hatiboğlu<br />

(Filozof Cemal), Hilmi Oflaz, Refik Demir ve<br />

Mehmet Levendoğlu (Yazıcıoğlu) ve daha<br />

birçok arkadaş. Giderek Marmara’da bizler<br />

olaylar kızıştıkça birbirimizle daha yakın bir<br />

arkadaşlık kurmuş olduk. Siyasi toplumsal<br />

olaylar bizi birbirimize yaklaştırmıştı. İhtilalden<br />

sonra bu daha da arttı.” 5 Sezai Karakoç<br />

27 Mayıs sonrasında ve özellikle Diriliş dergisinin<br />

ikinci döneminde edebiyata eğilimli<br />

üniversite öğrencileriyle de ilgilenir. Aynı<br />

yıllardaki gazete yazarlığı Türkiye’nin her<br />

137


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN<br />

yansıyor oraya. Işığıyla, aydınlığıyla,<br />

aynalığıyla, loşluğuyla, gölgeleriyle,<br />

kabartmalarıyla. Kuruluşunu ve çok<br />

sonraları kapanışını gördüğümüz kahve.<br />

Sonra ona bir yazlık kısım eklendi.<br />

1962-1970 arasında geceleri genellikle<br />

oradaydık. 1965’e kadar yazları<br />

memuriyet dolayısıyla Anadolu’nun<br />

muhtelif yerlerine gittim. 1965’de Maliye<br />

Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü<br />

kontrolörlüğünden ayrıldım. Diriliş’in<br />

ikinci ve kesin doğuşu 1966’da<br />

oldu. Geceleri kıraathanedeydik. Evlerimiz<br />

elverişli değildi buluşmalara.<br />

Yazıhanelerimize gündüz gelenler çok<br />

sayıda değildiler. İşleri ve okulları dolayısıyla<br />

gündüz gelemeyenler gece<br />

Sezai Karakoç<br />

kahvede yanımıza geliyorlardı. Diriliş’in çıkışı kahvede bir<br />

esinti, dalgalanma doğururdu. Olaylar farklı ve çeşitli yorumlarıyla<br />

oraya yansırdı. Dergi kapandıktan bir süre sonra<br />

yazmaya başladığım Babıali’de Sabah Gazetesi daha geceden<br />

kıraathaneye gelirdi. Çok defa Sütun yazılarımı orada<br />

yazmıştım. Ve ordan götürür, matbaaya verirdik. Bütün<br />

bunlar gece olurdu. Ramazan geceleri, bu faaliyetlere bir<br />

bereket ufku ve sağnağı gibi tesir ederdi.” 6<br />

Sezai Karakoç’un tarihi yarımadadaki başka bir mekânı da<br />

Babıali ile Sirkeci’nin ortasında bulunan Meserret Kıraathanesi’dir.<br />

Meserret Kıraathanesi 1900’lerin başına dayanır.<br />

Meserret, Babıali’nin hem hükümet merkezi olarak hem de<br />

basın merkezi olarak bilindiği dönemlerin tanıdığıdır. Gazetelerin<br />

muhabirleri burada birbirleriyle haber alış-verişi<br />

yapar, haberleri konuşurlar. Sezai Karakoç Meserret’i en<br />

çok Necip Fazıl’la hatırlar. Hatıralar’ında en çok yer verdiği<br />

isimlerden biri olan Necip Fazıl’la yakınlığı 1950’lerin başına,<br />

Mülkiye yıllarına dayanır. Bu yıllarda Necip Fazıl Ankara’ya<br />

geldikçe başta Ulus’taki İstanbul Pastahanesi olmak üzere<br />

değişik mekânlarda görüşürler. Sezai Karakoç İstanbul’a gelince<br />

ilk uğradığı yerlerden biri yönetim yeri Babıali’de bulunan<br />

Necip Fazıl’a ait Büyük Doğu dergisidir. Karakoç, Necip<br />

Fazıl’la Meserret’te buluştuğu günleri şöyle anlatır: “Meserret<br />

Kıraathanesi zaman zaman uğradığım bir yerdi. Vaktiyle<br />

pek meşhur olan kahvenin eski özelliği pek kalmamıştı.<br />

Ayaküstü ya da kısaca uğranabilecek bir yerdi. Eskiden<br />

kalma büyük aynalar toz içindeydi. Ben espri olarak: ‘bu<br />

aynaların herhalde Meşrutiyet’ten bu yana tozu alınmamış.<br />

Acaba ne zaman temizlenecek bunlar?’ derdim.<br />

Necip Fazıl Bey’le de kısa süreli oturmalarımız olmuştu<br />

Meserret’te. Bir yazının provasını yapmak için falan. Kahveye<br />

bir dilsizler grubu devam ederdi. Bir masaya otururlar,<br />

elleriyle, kollarıyla müthiş bir sohbete dalarlardı. Arada<br />

bir de hep birlikte gülerlerdi. Kahvedekiler de dönüp bakardı.<br />

Hatta 27 Mayıs İhtilali’nden sonra Necip Fazıl Bey,<br />

bir günlük fıkrasının başlığını ‘Meserret’in<br />

Dilsizleri’ diye koymuştu. O dilsiz<br />

grubunu fevkalade tasvir ettikten<br />

sonra onların ihtilalin baskı havasında<br />

bile istedikleri gibi konuştuklarını<br />

ama bizim sustuğumuzu söylüyor ve<br />

yazısını şöyle bağlıyordu: ‘Onlar Meserret’in<br />

dilsizleri, bizse hürriyetin!’ 7<br />

Yazının başlarında Sezai Karakoç’un<br />

farklı çevrelerle olan beraberliklerinden<br />

bahsetmiştik. Beyazıt kahvelerinde<br />

ağırlıklı olarak Türkiye’deki<br />

muhafazakârlık birikimi içinde yer<br />

etmiş isimlerle bir araya gelen Sezai<br />

Karakoç’un bir de Mülkiye yıllarına<br />

dayanan dostlukları vardır. Şiir<br />

ve edebiyat merkezli bu çevrede daha sonra “50 kuşağı”<br />

olarak adlandırılacak isimlere rastlanır. Sezai Karakoç İstanbul’a<br />

geldikten sonra bu isimlerden bazılarıyla Aksaray’daki<br />

Bulvar Pastahanesi’nde görüşür. “İstanbul’a geldiğimde<br />

gerek liseden tanıdığım, gerek edebiyat alanındaki<br />

görüşüm sebebiyle beni tanıyan bazı gençler beni görmeye<br />

gelmişlerdi. Birkaç defa Aksaray’da Bulvar’da, Bulvar<br />

Çay Salonunda buluştuk. Adnan Özyalçıner, Kemal Özer,<br />

Onat Kutlar, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer ve arkadaşlarıyla, bu<br />

gençler ki bizim hemen arkamızdan gelen kuşağı temsil<br />

ediyorlardı edebiyatta.” 8 Sezai Karakoç, bu kuşağın en bilinen<br />

isimlerden biri olan Cemal Süreya ile İstanbul’da görüşmeye<br />

devam eder. Bu görüşmelerin adresi genellikle<br />

Beyoğlu’ndaki Baylan Pastahanesi’dir. “Beyoğlu’nda Baylan<br />

Pastahanesi, şairlerin, yazarların uğradığı bir yerdi. Ben<br />

de oraya giderdim. Yazı ve şiirlerimi orda yazardım. Bazan<br />

da Cemal’le giderdik. Fazıl Hüsnü Dağlarca ve bazı gençler<br />

oraya gelirdi.” 9 Baylan Pastahanesi 50’li yıllarda Attila<br />

İlhan’ın müdavimi olduğu, Kemal Tahir’in zaman zaman<br />

gittiği bir mekândır. Sezai Karakoç anılarında Baylan’dan<br />

söz ederken bu pastanenin bir geleneğin parçasına oluşuna<br />

vurgu yapar: “Baylan, Tanzimatla başlayan Batı tipi<br />

kahve, pastahane sohbetlerinin yapıldığı sonuncu buluşma<br />

yeriydi edebiyatçılar için. Daha önceleri edebiyatçılar<br />

Löbon, Tokatlıyan vb. de buluşurlarmış.” 10 Baylan Pastanesi’nin<br />

1967’de kapandığı bilinmektedir. Sezai Karakoç<br />

1965’te memuriyetten ayrıldıktan sonra maddi açıdan<br />

sıkıntılı geçen günleri hatırlarken “Geceleri Marmara kahvesinde<br />

gündüzleri Baylan pastanesinde, evde ve sokakta<br />

geçen bu aylar üzüntü, düşünce, umutsuzluk ve hayal ayları<br />

oldu.” ifadesini kullanır. Bu sözlerden Sezai Karakoç’un<br />

İstanbul’a geldiği 1955’ten Baylan Pastanesi’nin kapandığı<br />

1967 yılına kadar bu mekâna devam ettiği anlaşılmaktadır.<br />

Sezai Karakoç’un Beyoğlu’nda Baylan’la beraber andığı<br />

bir diğer mekân da İstiklal caddesinin hemen girişinde<br />

bulunan Eftalikos Kahvesi’dir. Sait Faik’in bir hikayesine<br />

138


SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

konu olan bu kahve Sezai Karakoç’un hatıralarına Fazıl<br />

Hüsnü Dağlarca ile yaptıkları bir sohbetle dahil olur: “Bir<br />

gün Taksim Meydanı’na bakan Eftalikos Kahvesine gitmiştim.<br />

Fazıl Hüsnü Dağlarca, oturmuş meydanı seyrediyordu.<br />

Beni görünce çağırdı. Çay içip sohbet ettik…. Eftalikos<br />

Kahvesi. İlhan Berk’in şiirinde de adı geçen kahve. Cumartesi<br />

günleri öğleden sonra iyice hareketlenen meydanı<br />

güneşli havalarda oturup seyredebileceğiniz ya da kendi<br />

başınıza orada hayallere ve düşüncelere dalabileceğiniz,<br />

açık ve kapalı yeri olan bir kahveydi.” 11<br />

…<br />

Sezai Karakoç’un edebiyat ve düşünce odaklı “insan adaları”na<br />

dâhil oluşu en azından 1950’lerin başına, Mülkiye<br />

kantinine dayanır. Zamanla Mülkiye kantininin yanına<br />

Ulus’taki İstanbul Pastanesi de eklenir. Buralarda bir yandan<br />

kendi yaş kuşağından arkadaşlarla “birbirini yetiştirme”<br />

bir yandan da yazdığı-söylediği takip edilen ustalarla<br />

“birlikte öğrenme” hikâyesi ortaya çıkar. Ankara’dan sonra<br />

İstanbul yılları hem Büyük Doğu’dan Diriliş dergisine uzanan<br />

bir süreci hem de Baylan, Eftalikos, Meserret, Bahar,<br />

Acem’in Kahvesi, Marmara gibi kültür mahfillerinde yeni<br />

dostlukları ve yeni usta-çırak ilişkilerini doğurur. Andığımız<br />

mekânların ortadan kalkması, ölümler, şehir değiştirmeler<br />

ve hayat tarzı/görüşümüzdeki büyük değişimlere<br />

rağmen Sezai Karakoç okuyucu ve takipçileriyle yüz yüze<br />

iletişimi devam ettirmiştir. 1980’lerde Beyazıt’taki Yıldız<br />

Kıraathanesi ve zaman zaman Erenler Çay Bahçesi’nde<br />

sohbet halkalarının merkezinde bulunmuştur. Uzun yıllar<br />

Cağaloğlu’nda faaliyet gösteren ve birkaç yıl önce Haseki’ye<br />

taşınan Diriliş Yayınevi bürosu ile yine Haseki’de bulunan<br />

Yüce Diriliş Partisi İstanbul il temsilciliğinde takipçilerini<br />

ağırlamaya devam etmektedir.<br />

Dipnotlar<br />

1 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:72, 1 Aralık 1989, s.9<br />

2 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:70, 17 Kasım 1989, s.14<br />

3 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:82, 9 Şubat 1990, s.9<br />

4 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:82, 9 Şubat 1990, s.9<br />

5 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:82, 9 Şubat 1990, s.9<br />

6 Sezai Karakoç, "Samanyolunda Ziyafet", İstanbul, Diriliş Yayınları,<br />

2004, s.127-128<br />

7 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:81, 2 Şubat 1990, s.7<br />

8 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:71, 24 Kasım 1989, s.8<br />

9 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:70, 17 Kasım 1989, s.7<br />

10 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:74, 15 Aralık 1989, s.9<br />

11 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:74, 15 Aralık 1989, s.8-9<br />

Meserret Kıraathanesi’nin bulunduğu bina, 2015<br />

139


İRFÂN MECLİSİ OLARAK<br />

"ÜSKÜDAR’DA<br />

BİR ATTÂR DÜKKÂNI"<br />

Hasan Eren ULU<br />

Yazar<br />

“<br />

Üsküdarlıların mâzi ile bağ<br />

kurmasında önemli bir yeri olan,<br />

yazımızın konusu attâr dükkânı,<br />

hem bir ticârethâne hem de devrini<br />

aydınlatanların sık sık sohbetleriyle<br />

ısıttıkları bir irfân meclisi olma vasfını<br />

taşımıştı.<br />

Üsküdar’da Hâkimiyet-i Millîye<br />

Caddesi üzerinde, Mîmâr Sinan<br />

Hamamı’nın hemen hemen karşısında<br />

yer alan bu dükkânın İstanbul’un dört<br />

bir yanından gelen müşterilerce kabûl<br />

görmesinin sebebi, belki de insanî<br />

ilişkilere gösterilen özen olsa gerektir.<br />

Geçmişten bir sayfanın günümüze<br />

‘değer yargısı’ olarak aktarılması<br />

gibi; bu ticârethânede, müşterinin<br />

hakkının geçmemesi için çok hassas<br />

davranıldığı öteden beri söylenmiştir.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

İRFÂN MECLİSİ OLARAK "ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI" / Hasan Eren ULU<br />

Osmanlı Devleti’nin Avrupa karşısında<br />

zamanla neden güçten düştüğüne<br />

yıllar boyu kafa yoranlar; gerileme<br />

nedenleri arasında, cehâlete<br />

işâret kabilinden, okuryazar oranının<br />

düşüklüğünü göstererek istatistikî<br />

verilerle iddialarını kanıtlamaya çalışmışlardır.<br />

Oysa bilgi sahibi olmanın kestirme<br />

yollarından birisi de sohbet meclislerinden<br />

istifâde etmektir. Süheyl Ünver,<br />

‘Emir Sultan’ başlıklı kitaba yazdığı<br />

ön sözde, Jean Book’un “İnsan;<br />

yüzde yirmi okumakla, yüzde seksen<br />

sohbetle yetişir” dediğini nakletmektedir.<br />

Doğrusu Osmanlı kültür ve medeniyetinin<br />

temeli de sözlü kültüre dayanmaktaydı.<br />

Câmide, konakta, kahvehâne<br />

ya da bir attâr dükkânında<br />

kurulan sohbet meclisi; dinleyenleri<br />

aydınlatmak için âdeta bir‘ akademi’<br />

işlevi görmüştür.<br />

Böylesi sohbet meclislerinde yetişen<br />

Sâmiha Ayverdi Hanımefendi,<br />

konuyla alâkalı olarak “Osmanlı medeniyeti<br />

şifâhî bir medeniyetti. Bu<br />

şifâhi kültür nesilden nesile gürül<br />

gürül akar ve cehâleti sürüp götürürdü”<br />

ifâdesini kullanmıştır. Tıpkı onun<br />

dediği şekilde; yüzlerce kitaptan edinilen<br />

bilgi birikimi, bir arının bal özü<br />

toplayıp bal yapmak için çalıştığı gibi<br />

ustaca, sohbete katılanların istifadesine<br />

sunulurdu. Bu yüzden bizim<br />

kültürümüzde sohbet meclisinin bir<br />

adı da ‘irfân meclisi’dir. Bilgiye kanat<br />

çırpanların kendilerini ve dünyâyı tanıdıkları<br />

bir meclis…<br />

Üsküdar’da Bir İrfân Meclisi<br />

Üsküdarlıların mâzi ile bağ kurmasında<br />

önemli bir yeri olan, yazımızın<br />

konusu attâr dükkânı, hem bir ticârethâne<br />

hem de devrini aydınlatanların<br />

sık sık sohbetleriyle ısıttıkları bir<br />

irfân meclisi olma vasfını taşımıştı.<br />

Kubbealtı Lûgatı’nda attâr; güzel kokular,<br />

baharat, şîfâlı otlar ile iğne, iplik,<br />

kâğıt gibi ufak tefek ev eşyâsının<br />

satıldığı yer olarak tanımlanmaktadır.<br />

Ahmet Yüksel Özemre (Fotoğraf: http://www.ozemre.com/)<br />

Üsküdar’ı ve Üsküdar’daki attâr dükkânını<br />

tüm renkleriyle anlatan Ahmed<br />

Yüksel Özemre Hoca, Üsküdarlıların<br />

attâr kelimesini aktar olarak<br />

telâffuz ettiğini ve bu dükkânı işleten<br />

Bekir Efendi ile Sâim Efendi’nin<br />

de Üsküdar’da “Aktar Hocalar” diye<br />

anıldığını söylemiştir.<br />

Üsküdar’da Hâkimiyet-i Millîye Caddesi<br />

üzerinde, Mîmâr Sinan Hamamı’nın<br />

hemen hemen karşısında yer<br />

alan bu dükkânın İstanbul’un dört bir<br />

yanından gelen müşterilerce kabûl<br />

görmesinin sebebi, belki de insanî<br />

ilişkilere gösterilen özen olsa gerektir.<br />

Geçmişten bir sayfanın günümüze<br />

‘değer yargısı’ olarak aktarılması<br />

gibi bu ticârethânede, müşterinin<br />

hakkının geçmemesi için çok hassas<br />

davranıldığı öteden beri söylenmiştir.<br />

Misal vermek gerekirse; tartılması<br />

gereken malın darasının alınmasıyla<br />

yetinilmediği, tartılan malın daha<br />

ağır çekmesine dikkat edildiği; hattâ<br />

baharat alacaklara, baharatın bayatlayınca<br />

kokusunu kaybedebileceği<br />

bu yüzden daha az almalarının lehlerine<br />

olacağı bile hatırlatılırmış.<br />

Daha fazla para kazanmaya duyulan<br />

istek, demek ki ‘fütüvvet ahlâkı’ ile<br />

böylece ahlâkî bir çizgiye çekilebiliyordu<br />

attâr dükkânında.<br />

Üsküdar’a farklı bir hava katan bu<br />

küçücük fakat şirin dükkân neredeyse<br />

ağzına kadar dolu olmasına<br />

rağmen hafta sonları 7-8 kişinin toplanıp<br />

sohbet ettiği bir meclis hâline<br />

dönüşürdü.<br />

O dönemde Üsküdar’da benzer sohbetlerin<br />

tertip edildiği farklı sohbet<br />

meclisleri vardı elbette. İçlerinde Hacı<br />

Selim Ağa Kütüphânesi’nin büyük<br />

142


İRFÂN MECLİSİ OLARAK "ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI" / Hasan Eren ULU<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

öneme sahip olduğu da bilinmektedir.<br />

Fakat; Üsküdar Mevlevîhânesi’nin<br />

son şeyhi Ahmed Remzi Akyürek’in<br />

müdürlüğünü üstlendiği bu kütüphânedeki<br />

sohbet meclisi bile ‘Aktar<br />

Hocalar’ın dükkânına uğrayanlar kadar<br />

geniş bir kitle oluşturamamıştır.<br />

Peki attâr dükkânına kimler gelirdi?<br />

Ahmed Yüksel Özemre Hoca’ya kulak<br />

verelim:<br />

“Buraya Rufaî Şeyhi Sarı Hüsnü Efendi,<br />

Sandıkçı Dergâhı Şeyhi Haydar<br />

Efendi, Eşref Ede, Özbekler Tekkesi<br />

Şeyhi Necmeddin Özbekkangay, Üsküdar’daki<br />

Mihrimah Sultan Câmiî<br />

Başimamı Nâfiz Uncu, Necmeddin<br />

Okyay, Osmanlı hânedânının son<br />

müezzinbaşısı Hâfız Muhiddin Tanık,<br />

Abdulbâki Gölpınarlı, Hâfız Âma Tevfik,<br />

Ressam Hoca Ali Rıza Bey gelirdi.”<br />

Bir de bu irfân meclisinden yetişenlere<br />

göz atalım:<br />

Mustafa Düzgünman, Ahmed Yüksel<br />

Özemre, Niyâzi Sayın, Sâcid Okyay,<br />

Nezih Uzel, Ali Alpaslan, Uğur Derman,<br />

Güngör Şatıroğlu gibi çok kıymetli<br />

isimler ‘Attâr Dükkânı’ndaki bu<br />

irfân meclisinde yetişmişlerdir.<br />

Hemen burada yine Sâmiha Ayverdi<br />

Hanımefendi’nin naklettiği bir konuya<br />

dikkat çekmeliyiz. Bağdad Müftüsü<br />

Zevâhi, geniş bilgi birikimine<br />

rağmen neden kitap yazmadığını soranlara,<br />

"Öğreticiliğim beni yazı yazmaktan<br />

alıkoydu. Ama pişman değilim.<br />

Talebelerimin mecmuundan öyle<br />

bir eser meydana getirdim ki bunların<br />

her satırı, ilim adına bir müelliftir."<br />

cevabını vermiştir.<br />

Üsküdar’daki attâr dükkânında oluşturulan<br />

sohbet meclisinde öğretici<br />

konumda olanlar, Zevâhi’nin dediği<br />

gibi öyle şahsîyetlerin yetişmesine<br />

vesile olmuştur ki kültür târihimize<br />

dâir büyük bir kırılmanın önüne geçilebilmiştir.<br />

Neyzen Niyâzi Sayın da bu attâr dükkânında<br />

kavuştuğu maddî ve mânevî<br />

Hattat Necmettin Okyay, talebesi Uğur Derman ile (Hayat Magazin Dergisi)<br />

müktesebâta dikkat çekmek için “Biz<br />

bu dükkândan geçmemiş olsaydık<br />

şimdi yedi dükkân süprüntüsünden<br />

beter olurduk” demiştir.<br />

Yarım asırdan uzun bir süre Üsküdar’ın<br />

kültür hayâtına etki eden attâr<br />

dükkânı zamanın başkalaşması,<br />

insan profilinin değişmesi nedeniyle<br />

ne yazık ki 1991 yılında kapandı.<br />

Attâr dükkânında kurulan irfân meclisi<br />

olmasaydı; Yahyâ Kemâl’in “Fethi gören<br />

Üsküdar” diye övdüğü Üsküdar’ın<br />

büyük bir yönü eksik kalacaktı…<br />

Kaynakça<br />

Ayverdi, Sâmiha, İbrâhim Efendi Konağı,<br />

Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul,<br />

1973<br />

Derman, M. Uğur, Mustafa Düzgünman,<br />

TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt:<br />

10, Sf: 62-63, İstanbul, 1994<br />

Derman, M. Uğur, Mehmed Necmeddin<br />

Okyay, TDV İslâm Ansiklopedisi,<br />

Cilt: 33, Sf: 343-345, İstanbul, 2007<br />

Özemre, Ahmed Yüksel, Hasretini<br />

Çektiğim Üsküdar, Kubbealtı Neşriyâtı,<br />

İstanbul, 2009<br />

Özemre, Ahmed Yüksel, Üsküdar Ah<br />

Üsküdar, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul,<br />

2013<br />

Özemre, Ahmed Yüksel, Üsküdar’da<br />

Bir Attar Dükkânı, Kubbealtı Neşriyâtı,<br />

İstanbul, 2013<br />

Özemre, Ahmed Yüksel, Üsküdar’ın<br />

Üç Sırlısı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul,<br />

2004<br />

Şen, Yâsin, Türk Sohbet Kültürü Üzerine<br />

Bir Araştırma Sohbet Medeniyeti,<br />

Erdem Yayınları, İstanbul, <strong>2016</strong><br />

143


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

İRFÂN MECLİSİ OLARAK "ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI" / Hasan Eren ULU<br />

Nâfiz Uncu Hoca<br />

Attâr dükkânının müdâvimlerinden<br />

ve ‘Aktar Hocalar’ın dostlarından<br />

olan Nâfiz Uncu; Üsküdar’daki<br />

Mihrimah Sultan Câmiî’nin başimamıdır.<br />

Ahmed Yüksel Özemre’nin<br />

“Üsküdar’ın Üç Sırlısı” başlıklı kitabında<br />

Nâfiz Hoca’nın gençliğinde<br />

İstanbul’daki hâfızları kıskandıracak<br />

kadar güzel bir sese ve mûsıkî bilgisine<br />

sahip olduğu yazmaktadır.<br />

Zamanın meşhur hâfızlarından İdris<br />

Efendi’nin kızının Ayasofya Câmiî’nde<br />

hâfızlık icâzetini aldığı merasimde,<br />

Nâfiz Hoca’dan Kur’ân-ı Kerim<br />

okuması istenilir. Hoca, Kur’ân<br />

okurken câmide kendinden geçip<br />

çığlık atanlar, bayılanlar olur. Gel<br />

zaman git zaman; Nâfiz Hoca Ayasofya<br />

Câmiî’nde mukabele okurken<br />

halk, akın akın câmiye gelir. Fakat<br />

bir müddet sonra Nâfiz Hoca’nın<br />

nefsinde ortaya çıkan benlik onu<br />

rahatsız eder. Bunun sebebinin,<br />

güzel sesi ve halkın kendisine ilgi<br />

göstermesi olduğunu düşünerek<br />

pişman olur. Benliğini öldürmek,<br />

enâniyetinden kurtulmak için Allah’tan<br />

bu güzel sesi kendisinden<br />

almasını ister, duâ eder; duâsı kabûl<br />

olunur ve ertesi güne kısık, çatlak<br />

ve boğuk bir sesle uyanır.<br />

Necmeddin Okyay Hoca<br />

Attâr dükkânının bir diğer müdâvimi<br />

Necmeddin Okyay Hoca’dır.<br />

Necmeddin Hoca, Üsküdar’daki<br />

Gülnûş Vâlide Sultan Câmiî’nde<br />

imamlık yapmasının yanı sıra birçok<br />

sanat dalında ihtisas kazandığı<br />

için kendisine ‘hezarfen’ denilmiştir.<br />

Necmeddin Hoca; Özbekler<br />

Tekkesi Şeyhi Edhem Efendi’den<br />

ebrû san’atını, Sultan Abdulazîz’in<br />

Okçubaşısı Seyfeddin Bey’den kemankeşliği,<br />

bunların yanı sıra hattatlığı,<br />

ciltçiliği öğrendi. Ebrû sanatında<br />

daha ileriye giderek kendi adı<br />

ile anılacak çiçekli ebrûlar yapmayı<br />

başardı. Evinin bahçesinde yetiştirdiği<br />

güllerin nâmı İstanbul’da yayılan<br />

Necmeddin Hoca’nın yaklaşık<br />

400 çeşit gül yetiştirdiği ve bunların<br />

isimlerini de tek tek bildiğini<br />

Mehmed Şevket Eygi Bey nakletmektedir.<br />

Mustafa Düzgünman<br />

‘Aktar Hocalar’dan Sâim Efendi’nin<br />

oğlu olan Mustafa Düzgünman,<br />

özellikle ebrû sanatındaki kabiliyeti<br />

ile ön plâna çıkmıştı. Ebrûnun yanı<br />

sıra eski tarz cilt yapımı ve tespihçilikle<br />

de uğraşan Mustafa Düzgünman’a,<br />

annesinin dayısı olan Necmeddin<br />

Okyay özel ilgi göstermişti.<br />

Henüz 20’li yaşlarının başında yaptığı<br />

ebrûlar Güzel Sanatlar Akademisi’nde<br />

açılmış olan yıl sonu sergisinde<br />

sergilenmiş ve sergiyi gezen<br />

İsmet İnönü, Mustafa Düzgünman’ın<br />

eserleri karşısında hayranlığını<br />

ifâde ederek kendisini tebrik<br />

etmişti.<br />

Üsküdar’da yoğun şekilde ziyâretçi<br />

akınına uğrayan Azîz Mahmud<br />

Hüdâyî Hazretleri’nin türbedarlığını<br />

yaklaşık çeyrek asır kadar yapan<br />

Mustafa Düzgünman’a dâir<br />

Uğur Derman Bey şöyle bir hâtıra<br />

nakletmektedir: Mustafa Düzgünman,<br />

hayâtının son yıllarını süren<br />

Necmeddin Okyay Hoca’ya yaptığı<br />

bir karanfil ebrûsunu hediye eder.<br />

Hoca, o kadar memnun olur ki; o<br />

anda, Mustafa Düzgünman’ın Hüdâyî<br />

Hazretleri’ne bağlılığını ifâde<br />

edecek şekilde<br />

“Hüdâyî türbedârı Mustafa Bey kârı<br />

bu ebrû<br />

Kopartıp koklamak ister, gören her<br />

bir zen-i hûb-rû*”<br />

beyitiyle cevap verir.<br />

Ahmed Yüksel Özemre<br />

73 yıllık hayâtını Üsküdar’ın geçmişten<br />

gelen değerlerini tanıtmaya<br />

vakfeden Ahmed Yüksel Özemre<br />

Hoca zamanını aşan öyle bir isimdi<br />

ki tıpkı İbnül Emin Mahmud Kemâl<br />

İnal gibi<br />

“Hezar gıpta o devrin kadîm<br />

efendisine<br />

Ne kendi kimseye benzer ne kimse<br />

kendisine”<br />

beyitini hak edecek bir yaşam sürmüştü.<br />

“Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı”<br />

başlıklı kitabında bu irfân meclisine<br />

53 sene hizmet ettiğini yazan Ahmed<br />

Yüksel Özemre, Türkiye’nin ilk<br />

atom mühendisi olmasının yanı sıra<br />

kültür târihimize dâir birçok kitaba<br />

imza atmış tam bir devr-i kadîm<br />

efendisiydi. Üsküdar’da “Son Osmanlı<br />

Beyefendisi” olarak anılmasının<br />

sebebi de budur.<br />

Ahmed Yüksel Özemre, olağanüstü<br />

denilebilecek bir hafıza gücüne sahipti.<br />

Böylece çocukluğunda tanıdığı<br />

Üsküdar’ı, o dönemin isimlerine<br />

dâir anektodları sıcacık üslûbu ile<br />

anlatarak kaybolmaktan kurtardı.<br />

* Zen-i hûb-rû:<br />

Güzel yüzlü hanım<br />

144


BENİM<br />

EDEBİ<br />

MEKÂNLARIM<br />

Şakir KURTULMUŞ<br />

Şair<br />

“<br />

Gençlik yıllarımızda yazılarımız<br />

için, İstanbul’un güzel mekânlarını<br />

seçerken, edebiyat sohbetlerini takip<br />

edebilmek için gittiğimiz belli başlı<br />

mekânlar da sayılıydı. Bunlar arasında<br />

en çok ilgi gören yerler Beyazıt’ta<br />

sahafların hemen çıkışındaki Çınaraltı<br />

Kahvehanesi ile Çorlulu Ali Paşa<br />

Medresesi’ydi. Sahafların çok canlı<br />

bir kültürel yaşamı vardı o tarihlerde.<br />

Meşhur sahafların dükkânları her<br />

zaman kapı ağzına kadar dolu olur ve<br />

gelenler buraya gelip giden hocaların<br />

sohbetleriyle beslenirdi.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

BENİM EDEBİ MEKÂNLARIM / Şakir KURTULMUŞ<br />

Edebiyat, sanat ve kültür insanlarının<br />

her dönemde kendi<br />

alanlarında çalışmalarını<br />

sürdürdükleri özel mekânları<br />

ola gelmiştir. Edebi mahal<br />

olarak nitelendirdiğimiz bu<br />

mekânlar, kültür ortamlarının<br />

gelişmesine katkı sağladığı<br />

gibi, yazar ve şairlerin<br />

çalışmalarını rahatlıkla sürdürebildikleri<br />

yerler olarak iz<br />

bırakmıştır. Edebiyatçıların kimi zaman dergi idarehanesi<br />

olarak bile kullandıkları mekânlar olmuştur toplandıkları<br />

yerler.<br />

Öncesinde de çeşitli yerlerde esnaflar da dâhil değişik<br />

meslek gruplarının bir arada toplandıkları mekânlar ortaya<br />

çıkmış olsa da daha çok 19. yüzyılda ortaya çıkan<br />

bu mekânlar aydınların ve sanatçıların bir araya geldikleri<br />

yerler olarak üniversite çevresinde başlamış ve etrafa yayılmış.<br />

Uzun yıllar edebiyatçılar ve üniversite hocalarının<br />

bir araya geldiği bu yerlerde edebiyata ilgi duyanlar ve<br />

hocalarının ders dışında anlattıklarını dinlemek için dışarıdaki<br />

bu mekânları tercih ederlerdi.<br />

Katılan aydın ve sanatçılar arasında düşünce ayrılığı da<br />

dikkate alınmaz, sağ görüşlü olsun sol görüşlü olsun<br />

edebiyat, sanat ve felsefi konularda konuşmalar yapılırdı.<br />

Kimsenin sahip olduğu görüş üzerinde durulmaz her biri<br />

ayrı görüşlere sahip olsalar bile bir arada konuları tartışıp<br />

konuşabiliyorlardı. Aylık edebiyat dergilerinde yayınlanan<br />

şiirler üzerinde değerlendirmeler yapılır, henüz yayınlanmayan<br />

şiirler üzerinde ustaların değerlendirmeleri alınırdı.<br />

1970’li yılların sonunda İstanbul’da devam etmekte olan<br />

bu toplantılara zaman zaman yetişme şansına biz de sahip<br />

olduk. Marmara’da, Küllük Kıraathanesi’nde bir araya<br />

gelen sanatçıların ve üniversite hocalarının toplantılarına<br />

katılıp kenardan izlerdik. Çeşitli dernek, vakıf gibi sivil<br />

toplum örgütlerinde önceden belirlenmiş belli konularda<br />

yapılan seminer ve konferanslar da bu mekânların kültürel<br />

etkinlikler için kullanıldığı, edebi mekânlar olarak<br />

anılmalıdır. Bunlar arasında MTTB, Birlik Vakfı, Türk Ocağı,<br />

Aydınlar Ocağı, Kubbealtı, Fetih Cemiyeti gibi kurumların<br />

mekânları, seminer ve konferansların yapıldığı, özellikle<br />

üniversite gençliğinin ilgiyle takip ettiği yerlerdi.<br />

Yazı hayatımız Mavera Dergisi ile başladı. Şiirlerimiz Mavera<br />

Dergisi’nde yayınlanırken Yeni Devir gazetesinde düzenlediğimiz<br />

sanat-edebiyat sayfasında da bu çerçevede<br />

yazılarımız yayınlandı. İstanbul’un denizle, camilerle ve<br />

kuşlarla birleşen güzelliğini yaşayabildiğimiz yerlere daha<br />

çok yalnız gitmeyi tercih ediyor ve oralarda yazdıklarımız<br />

Teknolojik imkânların insani ilişkileri<br />

zayıflattığı son dönemde, özellikle<br />

şair ve yazarların bir araya gelmek için<br />

çeşitli mekânları kullanarak, edebiyat<br />

ve kültür mahfilleri oluşturma<br />

gayretleri anlamlıdır.<br />

üzerinde çalışıyorduk. Sahile<br />

yakın bir kahve, denizi gören<br />

bir yer olursa daha çok ilgimi<br />

çekiyordu. Böyle mekânları<br />

bulmak da gittikçe zorlaşıyor.<br />

Gençlik yıllarımızda yazılarımız<br />

için, İstanbul’un güzel<br />

mekânlarını seçerken, edebiyat<br />

sohbetlerini takip edebilmek<br />

için gittiğimiz belli başlı<br />

mekânlar da sayılıydı. Bunlar arasında en çok ilgi gören<br />

yerler Beyazıt’ta sahafların hemen çıkışındaki Çınaraltı<br />

Kahvehanesi ile Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ydi.<br />

Sahafların çok canlı bir kültürel yaşamı vardı o tarihlerde.<br />

Meşhur sahafların dükkânları her zaman kapı ağzına<br />

kadar dolu olur ve gelenler buraya gelip giden hocaların<br />

sohbetleriyle beslenirdi. Pek çok edebiyat ve kültür adamıyla<br />

sahaflarda karşılaşmak mümkündü. İçlerinde Abdullah<br />

Uçman, Mustafa Miyasoğlu, Durali Yılmaz, Bekir<br />

Oğuzbaşaran, Ebubekir Eroğlu, Kamil Eşfak Berki, Mustafa<br />

Ruhi Şirin gibi isimleri kitapevlerinde yeni çıkan kitapları<br />

incelerken görebilirdiniz.<br />

Ebubekir Eroğlu öncülüğünde Yönelişler Dergisi yayınlanmaya<br />

başlayınca Nejat Çavuş, İhsan Deniz, Osman Konuk,<br />

Mehmet Ocaktan, Yüksel Kanar, İlhan Kutluer, Adnan Tekşen,<br />

Mehmet Çetin gibi arkadaşlarla birlikte çoğu zaman<br />

derginin idarehanesi olarak kullanılan Ekin Yayınları’nın<br />

küçücük ofisinde bir araya gelmeye başladık. Yönelişler<br />

Dergisi’ndeki arkadaşların çoğunun kullandığı mekân ise<br />

Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ydi. Burada edebiyat sohbetleri,<br />

şiir değerlendirmeleri yapılıyor, müzik dinleniyordu.<br />

O dönemde ilk kez sol çevrelerle de yakın ilişki kurulmuş,<br />

bazı arkadaşlarımız Üç Çiçek Dergisi’ne katkı sunmuş,<br />

ilk şiir kitaplarını Üç Çiçek Yayınları arasından çıkarmıştı.<br />

Çorlulu Ali Paşa Medresesi o tarihlerde daha çok şairlerin<br />

tercih ettiği bir mekân olarak öne çıkmıştı. Mavera’nın<br />

İstanbul’daki bürosu, Yazıevi ve Aycan Grafik büroları ile<br />

Yedi İklim Dergisi’nin idarehanesi yıllarca edebiyat sohbetlerinin<br />

düzenli olarak yapılageldiği mekânlar olarak<br />

anılmalıdır.<br />

Son dönemde İstanbul’da yazı ve çalışma mekânı olarak<br />

yine çeşitli kahveler anılmaya başladı. Sultanahmet çevresindeki<br />

kimi yerler, Fatih’te, Kadıköy, Kuzguncuk, Beylerbeyi,<br />

Ortaköy, Rumelihisarı, Sarıyer gibi daha çok turistik<br />

sayılabilecek yerler, edebiyat çevrelerinin oturmak için<br />

tercih ettikleri mekânlarla dolu.<br />

Üsküdar bu anlamda kültür adamlarının tercih ettiği yerlerin<br />

başında geliyor denebilir. Üsküdar’da yoğun bir turist<br />

ilgisinden söz edilemez. Edebiyat ve sanat çevrelerinin<br />

148


BENİM EDEBİ MEKÂNLARIM / Şakir KURTULMUŞ<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Şakir Kurtulmuş, çalışma mekanı olarak tercih ettiği Abbare Kahve'de<br />

tercih ettikleri mekânlar çoğunluktadır. Yedi İklim, Ay Vakti,<br />

Bir Nokta, Mektebi Üsküdar, Fayrap gibi dergilerin yayınlandığı<br />

bir yer olarak düşünüldüğünde Üsküdar’ın zenginliği<br />

daha iyi anlaşılacaktır. Dergi idarehanelerine gidip<br />

gelen şair ve yazarlar edebiyat sohbetleri için bu civardaki<br />

mekânları tercih etmekteler.<br />

Abbare Kahve benim çalışmak için tercih ettiğim bir<br />

mekân. Üsküdar’da sahile yakın, ulaşımı kolay, en önemlisi<br />

sessizliği… Çalışma ortamı için çok uygun; şehrin gürültüsünü,<br />

trafik kaosunu, stresinizi dışarıda bırakarak, okumalarınızı,<br />

yazılarınızı yapabileceğiniz bir yer. Edebiyat, sanat<br />

çevrelerinden çok kişinin tercih etmesinin bir nedeni de<br />

çalışma ortamının uygun oluşu. Kültürel etkinlikler için de<br />

mekân olarak oldukça geniş imkânlara sahip bir yer. Bu<br />

konuda işletme sahibi ile görüşmeler sürüyor yakın bir zamanda<br />

‘Abbare Sohbetleri’ başlayabilir. Şair ve yazarların<br />

imza ve söyleşileri olmak üzere çeşitli etkinliklere ev sahipliği<br />

yapabilecek bir mekân.<br />

Teknolojik imkânların insani ilişkileri zayıflattığı son dönemde,<br />

özellikle şair ve yazarların bir araya gelmek için<br />

çeşitli mekânları kullanarak, edebiyat ve kültür mahfilleri<br />

oluşturma gayretleri anlamlıdır. Kendi çalışmalarını yapabildikleri<br />

gibi, kültür insanlarının bir araya gelerek, edebiyat<br />

ve sanat gündemi çerçevesinde sohbetleri devam<br />

ettirmeleri, kitabın, derginin konuşulduğu mekânların<br />

önemini daha çok artıracaktır.<br />

149


SOHBETİN<br />

OLMAZSA OLMAZI:<br />

KAHVE<br />

Cengiz AYGÜN<br />

Yazar<br />

“<br />

Mademki gelmişiz köhne cihana<br />

Derdimizi çeksin şu viranhane<br />

Gönül ne kahve ister, ne kahvehane<br />

Gönül ahbab ister, kahve bahane<br />

Kültür dünyamızın vazgeçilmez<br />

mekânlarından olan sohbet<br />

meclislerinde kahve fincanları<br />

dudaklara değdikçe, şairlerin dilinden<br />

de kahveye dair mısralar dökülmesi<br />

adeta kaçınılmaz olurdu. İzine pek<br />

çok dizede rastladığımız muhabbetin<br />

bu kadim yareni üzerine lezzetli bir<br />

yazıyla başbaşa bırakıyoruz sizleri…<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

SOHBETİN OLMAZSA OLMAZI: KAHVE / Cengiz AYGÜN<br />

Biri Halepli, diğeri Şamlı iki Suriyelinin<br />

İstanbul Tahtakale’de ilk kahvehaneyi<br />

açmasının üzerinden neredeyse<br />

5 asır geçti. Bu zaman zarfında değişen<br />

onca şeye rağmen çay ve kahve,<br />

hâlâ eş-dost ziyaretlerindeki ve sohbet<br />

meclislerindeki ayrıcalıklı yerini<br />

koruyor. Bugün çay çok daha revaçta<br />

olsa da işin başında aslında sadece<br />

kahve var. Kahve adeta Yemen’le<br />

bütünleşmiştir ama bu nebatın anavatanı<br />

Habeşistan yaylalarıdır. Buraların<br />

Osmanlı toprağı olduğu devirlerde<br />

kahvenin kaynatılarak içilmesi<br />

önce Yemenli sufiler arasında başlamış,<br />

sonra Mekke-i Mükerreme ve<br />

Medine-i Münevvere’ye, oradan da<br />

Kahire’ye sıçramıştır. Suriye’ye gelişi<br />

ise 1540’lı yıllardır.<br />

Hemen ardında Anadolu’da yayılmaya<br />

başladığında, haram olduğuna<br />

dair fetvalar verilse bile 10 yıl gibi<br />

bir sürede ilk kahvehaneler devletin<br />

başkentinde açılır. Müdavimler<br />

arasında her<br />

kesimden insan vardır.<br />

Osmanlı’nın meşhur tarihçilerinden<br />

Gelibolulu<br />

Mustafa Âlî, toplantı mahalleri<br />

olarak bahsettiği bu ilk kahvehanelerin<br />

iyi ve kötüleri barındırdığını,<br />

dervişlerin ve ilim erbabının buralara<br />

devam ettiğini, sığınacak yeri olmayan<br />

yabancıların ve yoksulların da<br />

uğrak yeri olduğunu yazmaktadır.<br />

Diğer bir tarihçi, Peçevi’nin verdiği<br />

bilgiler biraz daha detaylıdır. Yazdığına<br />

göre, yukarıda bahsettiğimiz iki<br />

Suriyeliden birinin adı Hakem ve diğerinin<br />

adı Şems’tir. Bazı ehl-i keyf ve<br />

özellikle kalem-kitap bilir okuryazar<br />

takımından birçok kişi, bu kahvehanelere<br />

gelmeye başlamışlardır. Bazıları<br />

kitaplar okumakta, bazıları yeni<br />

yazılmış şiirlerden bahsetmektedir.<br />

Böylece eskiden büyük masraflarla<br />

yapılan bu ahbap toplantıları bir-iki<br />

akçe kahve parasıyla temin edilir olmuştur.<br />

En Makbul Kahve<br />

Günlük hayatımızda kahvenin vazgeçilemez<br />

bir içecek haline gelişi çok<br />

hızlıdır. Öyle ki, önce yasaklanmışken<br />

kısa bir süre sonra artık devlet idaresindeki<br />

tahmishanelerde onlarca<br />

dibekte kahve öğütülür ve İstanbul<br />

kahvehanelerine dağıtılır olmuştur.<br />

Fakat buralarda üretilen kahvede<br />

istediği lezzeti bulamayan İstanbullular<br />

zamanla çekirdek kahveye yönelmiş,<br />

bizzat kavurup toz haline<br />

getirdikleri kahveyi içer olmuş-<br />

lardır. Zira kahvenin tazesi makbuldür.<br />

Hele “taze elden taze pişmiş” ise<br />

aliyyülaladır.<br />

Osmanlı sarayına kahvenin ne zaman<br />

girdiği tam olarak bilinmese de<br />

sarayın mutfak defterlerinde kahveye<br />

dair ilk kayıtlar, XVII. asra aittir.<br />

Her şeyin belli usuller ve teşrifat dâhilinde<br />

işlediği sarayda elbette kahve<br />

ikramının da bir adabı, erkânı vardı.<br />

Nitekim “kahve ocağı” dahi teşkil<br />

edilerek başına kahvecibaşı tayin<br />

edilmişti. Padişaha kahve hazırlamak<br />

onun göreviydi ve bu işi, emrindeki<br />

kahvecilerle beraber adeta özel<br />

bir ritüelle yapardı. Kahve, son devre<br />

kadar Osmanlı sarayındaki yerini<br />

korumuş, özellikle de kahvesini,<br />

üzerinde tuğrası yer alan fincanlarla<br />

içen Sultan İkinci Abdülhamid’in<br />

hayatında ayrı bir<br />

mevkii olmuştur. Bugün bu<br />

kahve takımlarını ve üzerinde<br />

bazı padişahların<br />

portrelerinin yer aldığı<br />

fincanları, müzelerde<br />

görmek mümkün.<br />

Esasında Türk kahvesi<br />

denilince, yeşil kahve<br />

çekirdeklerinin kararınca<br />

kavrulması, öğütülmesi, pişirilmesi<br />

ve ikram tarzını da içine alan<br />

bir merasimi anlamak gerekir. Cezve,<br />

dibek, değirmen, fincan, zarf, sitil,<br />

mangal ise bu merasimin çoğu kere<br />

sanatkârane hazırlanmış birer öğesidir.<br />

Özellikle çeşitli kıymetli malzemeden<br />

mamul fincan zarfları, zengin<br />

konaklarında zarafetin ve servetin<br />

delili sayılırdı.<br />

Sohbet meclislerinde kahve fincanları<br />

dudaklara değdikçe, şairlerin dilinden<br />

de kahveye dair mısralar dökülmesi<br />

adeta kaçınılmaz oluyordu.<br />

İşte bir misal:<br />

Madem ki gelmişiz köhne cihana<br />

Derdimizi çeksin şu viranhane<br />

Gönül ne kahve ister, ne kahvehane<br />

Gönül ahbab ister, kahve bahane<br />

152


SOHBETİN OLMAZSA OLMAZI: KAHVE / Cengiz AYGÜN<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

Ve kahve kültürü hayatla o kadar iç<br />

içeydi ki, ilgili bilmeceler zuhur etmişti:<br />

Çanağı beyaz, çorbası kara (fincan);<br />

sürdüm kustu, çektim küstü (cezve)…<br />

Kahvenin Avrupa macerası da hayli<br />

ilginçtir. Cem Sökmen’in Hilmi Yavuz’dan<br />

naklettiğine göre kahveden<br />

söz eden ilk Avrupalı seyyah Leonhard<br />

Rauwolf’tur. 1570’li yıllarda<br />

Halep’te kahveyle tanışmış ve bunu,<br />

1582’de bastığı kitabında dile getirmiştir.<br />

Türk kahvesinin Avrupa’da revaç<br />

bulması ise bu tarihten yaklaşık<br />

bir asır sonradır. Sultan IV. Mehmed<br />

devrinde (1648-1687) Fransa’ya gönderilen<br />

Müteferrika Süleyman Ağa,<br />

Paris’te Şark usulü döşettiği hususi<br />

konağında Fransızları Türk kahvesiyle<br />

tanıştırmış ve büyük sükse yapmıştır.<br />

“Bu içecek siyah<br />

renkli ve acıdır, biraz<br />

da yanık konar… Bu içecek midedeki<br />

sarhoşluğun başa doğru yükselmesini<br />

engellemek… için iyidir. Türkler<br />

onun her türlü hastalığa iyi geldiğini<br />

söyler ve işin aslı, kesinlikle en az çaya<br />

atfedilen kadar meziyete sahiptir… Kimileri<br />

içine karanfil ve birkaç kakule<br />

atar, kimileri biraz şeker koyar ama<br />

tadını güzelleştiren bu karıştırma işlemi<br />

yararını azalttığı gibi onu daha<br />

sağlıksız bir içecek yapar. Türklerin<br />

yaşadığı ülkelerde bol miktarda kahve<br />

içilir. İster fakir, ister zengin olsun,<br />

günde iki veya üç fincan kahve içmeyen<br />

yoktur…” (Jean Thevenot, Thevenot<br />

Seyahatnamesi, çev.: Ali Berktay,<br />

İstanbul 2009)<br />

Hayatlarında ilk defa içtikleri bu siyah<br />

maiye ve bütün Batılılar nazarında<br />

gizemini hep korumuş Şark havasına<br />

iyiden iyiye merak saran Fransız<br />

sosyetesi, Süleyman Ağa’nın konağından<br />

çıkmaz olmuştur. Paris’te<br />

1683’te açılan ilk Türk kahvehanesi<br />

bugün hâlâ mevcuttur ve lokanta<br />

olarak işletilmektedir. Fransa’da ve<br />

sonra da Avrupa’da Türk kahvesi modasının<br />

başlaması böyledir.<br />

Kaynaklar<br />

Cem Sökmen, Eski İstanbul Kahvehaneleri,<br />

İstanbul <strong>2016</strong>; Beşir Ayvazoğlu,<br />

Kahveniz Nasıl Olsun?, İstanbul<br />

2012; Veysel Sekmen, “Doğu’nun<br />

Siyah Çekirdeği Avrupa’da”, Yedikıta<br />

Dergisi, Sayı 88, s.34-38; İdris Bostan,<br />

“Kahve”, DİA, Cilt 24, s.202-205,<br />

İstanbul 2001.<br />

153


TÜRK SİNEMASININ<br />

BİLGE TARİHÇİSİ<br />

GIOVANNI<br />

SCOGNAMILLO’NUN<br />

ARDINDAN<br />

Metin ÖZTÜRK<br />

Yazar<br />

“<br />

İsmi yabancı, kendi yerli bir insandı<br />

Giovanni Scognamillo.<br />

Uzun yıllar ikâmet ettiği İstiklâl<br />

Caddesi Postacılar Sokağı’ndaki<br />

Glavani Apartmanı’nın 13 numaralı<br />

dairesi adeta bir dergâh ve mahfil<br />

gibiydi. Yüksek tavanlı geniş<br />

salondaki büyük soba, kitaplarla<br />

dolu duvarlar ve geniş koltuklarla her<br />

misafirin kendisini rahat hissettiği,<br />

mekânla bütünleştiği ve hemen<br />

ayrılmak istemediği bir havası<br />

vardı. Bu evin kapısını çalan hiç<br />

kimse geri çevrilmez, içeri buyur<br />

edilir, genç-yaşlı, ünlü-ünsüz ayırt<br />

edilmeden ağırlanırdı. Beyoğlu’nun<br />

beyefendisinin huzurunda kendinizi<br />

şimdiki zamandan kopmuş, geniş<br />

zamanların içine düşmüş bir çocuk<br />

gibi hissederdiniz.<br />


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

TÜRK SİNEMASININ BİLGE TARİHÇİSİ GIOVANNI SCOGNAMILLO’NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK<br />

1980’li yılların sonunda Türk sinema tarihine dair kaynak<br />

kitap yokluğu sinema üzerine araştırma yapmak isteyenler<br />

ve bu sanata merak salanlar için ciddi bir boşluk oluşturuyordu.<br />

Nijat Özön’ün araştırmaları, Rakım Çalapala ve<br />

Nurullah Tilgen’in incelemeleri kaynak ve belge açısından<br />

sıkıntılardan dolayı “tarih” olarak nitelendirilmeyi zorlaştırmaktaydı.<br />

Boşluğu dolduracak bir kaynağa ihtiyaç vardı.<br />

Bu kaynak da yıllardır sinema dünyasının ve bu dünyanın<br />

merkezi Beyoğlu’nun yerlisi bir isimden başkası değildi.<br />

Giovanni Scognamillo’nun “Türk Sinema Tarihi” adlı iki<br />

ciltlik kitabı 1988 yılında yayınlandı. Babası İtalyan, annesinin<br />

ailesi de aslen İtalyan olmakla birlikte Yunanistan’ın<br />

Tinos Adası’ndan gelmişti. İtalyan bir Türk vatandaşıydı<br />

Giovanni Scognamillo. (Babası Leone Scognamillo İstiklal<br />

Caddesi’ndeki El Hamra Sineması’nda uzun yıllar yöneticilik<br />

yapmıştı). O zamanlar bu ismin “yabancı” bir yazara ait<br />

olabileceğini düşünmüş ve Türk sinemasının tarihini Türk<br />

olmayan bir yazarın kaleme almasını şaşkınlıkla karşıla-<br />

158


TÜRK SİNEMASININ BİLGE TARİHÇİSİ GIOVANNI SCOGNAMILLO’NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

mıştım. Tıpkı Türklerin tarihini Lamartine ya da Hammer’in<br />

yazması gibi. Kitabı gördüğümde anlayabildim<br />

ancak: Yazarımız doğma büyüme İstanbulluydu. 1987<br />

yılının Kasım ayında Metis yayınları tarafından yayınlanan<br />

kitabın girişinde yazar şu cümlelerle tanıtılıyordu:<br />

“Scognamillo 1929’da İstanbul’da doğdu. 1948-1961<br />

yıllarında başta İtalyan ve Fransız basını olmak üzere<br />

yabancı basında, 1961’den sonra ise Türk basınında<br />

sinema yazarlığını sürdürdü. Türk Film Arşivi yayını<br />

olan Türk Sinemasında 6 Yönetmen adlı kitabın yanı<br />

sıra Agah Özgüç’le birlikte Türk Sinemasında Kadın ve<br />

Cinsiyet’i ve 1965 Sinema Yıllığı’nı hazırladı. Dünyamızın<br />

Gizli Sahipleri, Uzaydan Geldiler ve Geleceğimizin<br />

Anahtarları (Koza Yayınları)’nın yazarı ve Batının İnanç<br />

Temelleri (Dergâh Yayınları) kitabının çevirmenidir.”<br />

Türk Sinema Tarihi kitabının 1. cildi 1896-1956 yıllarını,<br />

2. cilt 1957-1986 yıllarını kapsamaktaydı. Kitabın editörü<br />

Fatih Özgüven sunuş yazısında, Scognamillo’nun sinema<br />

tarihi gibi nankör ve çabuk başarılar getirmeyen<br />

bir alanı yıllardır titizlikle koruyup gözeten iki, üç kişiden<br />

biri olduğunu, kitabın yargılardan ziyade olgularla<br />

ilgilendiğini ifade eder. Belki de sinema bu coğrafyada<br />

ilk kez Beyoğlu’nda gösterildiğinden bu sanatın tarihini<br />

yazmak da Beyoğlu’yla özdeşleşen bir yazara yakışırdı.<br />

Beyoğlu Osmanlı döneminde Pera (öte taraf) olarak<br />

adlandırıldı. Tıpkı anlamı gibi, “öteki” olarak nitelenebilecek<br />

gayrimüslimler, levantenler genelde Beyoğlu ile<br />

birlikte anılır oldu.<br />

Yine 1980’li yılların sonunda bu kez kült bir kitap<br />

olan İstanbul’un Gizemleri ile karşımıza çıktı Giovanni<br />

Scognamillo. Kitap İstanbul’daki yeraltı tünellerinden<br />

evliya türbelerine,<br />

büyü-muska yazma<br />

geleneğinden sihirli<br />

mekânlara kadar<br />

akılla açıklanması güç<br />

olayları konu ediyordu.<br />

Yıllar sonra (90’lı<br />

yıllar) Atatürk Kitaplığı’nda<br />

gerçekleştirdiğimiz<br />

“Gizli Filimler<br />

Hazinesi” programının<br />

ismini, bu kitapta bahsi<br />

geçen ve büyü, muska,<br />

astroloji bilgileri içeren<br />

“Gizli İlimler Hazinesi”nden<br />

ilhamla koymuştuk.<br />

Giz, gizem, parapsikoloji,<br />

vampirler, karanlık,<br />

fantastik dünyalar Scognamillo’nun<br />

ilgi duyduğu<br />

alanlardı.<br />

“Gizli Filimler Hazinesi”nin<br />

bir programında Orhan<br />

Atadeniz’in “Tarzan İstanbul’da”<br />

filmini göstermiştik.<br />

90’lı yıllarda video<br />

kasetten gösteriliyordu<br />

filmler. Video kaseti Scognamillo’dan<br />

almıştık. Filmin<br />

maalesef son kısımları eksikti.<br />

O kısımları kendisi anlatmıştı seyirciye. Seyirci de bu<br />

sıra dışı gösterimden hayli memnun kalmıştı. Giovanni<br />

Scoganmillo’nun hoşsohbet bir anlatımı vardı.<br />

Kendine özgü aksanı, tonlaması,<br />

mizahi yaklaşımı, sakin<br />

ve bilge üslubuyla dinlemesi<br />

keyif veren bir üstâddı.<br />

Scognamillo ailesi İstanbul'da bir haftasonu gezintisinde<br />

159<br />

Giovanni Scognamillo, annesi ve babasıyla birlikte


İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

GIOVANNI SCOGNAMILLO'NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK<br />

1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’nin<br />

düzenlediği etkinlikler arasında sinema programları dikkat<br />

çekiyordu. Türk sinemasının 80. yılı dolayısıyla düzenlediğimiz<br />

etkinliklerde Giovanni Scognamillo da konuşmacı<br />

olarak yer almıştı. Kendi “mahallesi”ndeki (Beyoğlu<br />

– Tünel) sevimli mekân Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde<br />

düzenlenen “Dünü ve Bugünüyle Yeşilçam” açık<br />

oturumunda duayen sinema yazarları Atilla Dorsay, Burçak<br />

Evren ve usta senaryo yazarı Bülent Oran ile birlikte<br />

Türk sinemasının macerasını etraflıca dile getirmişti.<br />

Ünlü senarist, sinema yazarı rahmetli Ayşe Şasa, Yeşilçam<br />

Günlüğü’nün 20 Haziran 1990 tarihli “Nasıl Bir Sinematografi?”<br />

başlıklı yazısına şöyle başlıyor:<br />

“Sevgili dost, eleştirmen, sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo’yu<br />

Tünel’deki evinde ziyaret ediyorum. Ezan sesinin,<br />

Pera kiliselerinden gelen çan sesine karıştığı bu evde,<br />

Giovanni’nin kişiliğinden ortalığa bir dinginlik, bir huzur<br />

yayılır. Yeni kitabına Bir Levantenin Anıları adını veren<br />

Giovanni, Türk sinemasının sorunlarına hep sahici bir konumdan,<br />

bilgili, eleştirel, dikkat ve sevgi dolu, samimi bir<br />

açıdan bakmaya çalışmıştır.<br />

Konumuz yine Türk sineması. ‘Bir meselede gerçekçi olalım.<br />

Türk sinemasının henüz doğru dürüst bir grameri, bir sentaksı<br />

bile olduğu söylenemez’ diyor Giovanni. ‘Bir çok insan, falan<br />

kamera açısını neden seçtiğini, filan yerde neden yakın ya<br />

da uzak plan kullandığını hâlâ bilmiyor’. Sesinde keder var.”<br />

Söyleyin Genç Kızlara filminde Hülya<br />

Koçyiğit, Ekrem Bora ve Salih Güney'le<br />

birlikte<br />

160<br />

Sevmek Seni filminden bir kare. Scognamillo, Selma Güneri ve<br />

Beklan Algan ile birlikte görülüyor.<br />

Giovanni Scognamillo’nun uzun yıllar ikâmet ettiği İstiklâl<br />

Caddesi Postacılar Sokağı’ndaki Glavani Apartmanı’nın<br />

13 numaralı dairesi bir dergâh ve mahfil gibiydi adeta<br />

(13 rakamı meşhur gizeminden dolayı gizemlere meraklı<br />

Scognamillo için manidardır). Yüksek tavanlı geniş salondaki<br />

büyük soba, kitaplarla<br />

dolu duvarlar ve geniş koltuklarla<br />

her misafirin kendisini<br />

rahat hissettiği, mekânla bütünleştiği<br />

ve hemen ayrılmak<br />

istemediği bir havası vardı. Bu<br />

evin kapısını çalan hiç kimse<br />

geri çevrilmez, içeri buyur<br />

edilir, genç-yaşlı, ünlü-ünsüz<br />

ayırt edilmeden ağırlanırdı.<br />

Beyoğlu’nun beyefendisinin<br />

huzurunda kendinizi şimdiki<br />

zamandan kopmuş, geniş<br />

zamanların içine düşmüş<br />

bir çocuk gibi hissederdiniz.<br />

Yazarımız bu evde


GIOVANNI SCOGNAMILLO'NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK<br />

İSTANBUL<br />

KÜLTÜR ve SANAT<br />

DERGİSİ<br />

kiracıydı, ev sahibi de apartmanın kapıcısıydı. Yakın tarihin<br />

acı bir hatırası olan 6-7 Eylül olaylarında memleketi<br />

terk etmek zorunda kalan gayrimüslimlerin boşalttığı<br />

evlere fırsatçı insanlar el koymuş, zamanaşımı sürelerinin<br />

de sona ermesiyle bu gayrimenkullerin sahibi olmuşlardı.<br />

Scognamillo’nun ikamet ettiği ev de bu süreci yaşamıştı<br />

ve ev sahibi oğlunun evlenmesini gerekçe göstererek üstadı<br />

kendisiyle bütünleşen bu hâneden ayırmak zorunda<br />

bırakacaktı.<br />

Giovanni Scognamillo, Ayşe Şasa’nın eşi senaryo ve hikâye<br />

yazarı Bülent Oran ile Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde<br />

düzenlediğimiz bir söyleşiye daha katılmıştı. Yakın<br />

arkadaşı Bülent Oran’ın en önemli özelliğini vurgularken<br />

aslında, bir bakıma kendisini de tarif ediyor gibiydi: “Bülent,<br />

içinde küçük bir çocuk taşıyan büyük bir adam”.<br />

Scognamillo’nun 90’lı ve 2000’li yıllarda uğrak yerlerinden<br />

biri de yine kendi mahallesinde, İstiklal Caddesi Atlas Pasajı’ndaki<br />

Atılgan bilim-kurgu dükkânıydı. Dükkânın ortaklarından<br />

genç yaşta vefat eden karikatürcü Metin Demirhan<br />

ile iyi dosttular. Kültür A.Ş.’den şair-sinema yazarı-çevirmen<br />

Hasan Aydın bu iki kafadar ile “Fantastik Filmler Festivali”ne<br />

imza attı. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi ve<br />

Atatürk Kitaplığı’nda, 1997-2000 yılları arasında dört kez<br />

düzenlenen festival, gösterilen filmler ve söyleşiler ile ciddi<br />

ilgi gören bir etkinlik olmuştu.<br />

Son dönemde İBB Kültür Daire Başkanlığı Kültürel Etkinlikler<br />

Müdürlüğü tarafından Türk Sinemasının 99. Yılı vesilesiyle<br />

Giovanni Scognamillo’ya Saygı Gecesi düzenlendi.<br />

13 Kasım 2013 tarihinde (yine o meşhur 13’ler) Fatih Kültür<br />

Merkezi’nde düzenlenen programa üstad Scognamillo<br />

manevi kızı Nalan Söylemez ile birlikte katıldı. Üstad<br />

tekerlekli sandalyedeydi ama gözleri sevimli bir çocuk<br />

neşesiyle ışıldıyordu. Açılış konuşmasını İBB Kültür Daire<br />

Başkanı Abdurrahman Şen’in yaptığı programa Burçak<br />

Evren, İhsan Kabil, Kaya Özkaracalar ve Barış Saydam konuşmacı<br />

olarak katıldı.<br />

7 Ekim <strong>2016</strong> Cumartesi günü bu dünyadaki görevini tamamlayan<br />

Giovanni Scognamillo 9 Ekim Pazartesi günü<br />

Kurtuluş’taki Latin Katolik Kilisesi’ndeki törenin ardından<br />

Feriköy Latin Katolik Mezarlığı’na defnedildi. Törene hakkında<br />

“Bay Sinema” kitabını yazdığı Türker İnanoğlu ve eşi<br />

Gülşen Bubikoğlu, Abdurrahman Şen, dostları, sevenleri<br />

ve sinema yazarları katıldı.<br />

İsmi yabancı, kendi yerli bir insandı Giovanni Scognamillo.<br />

Ruhu şad olsun.<br />

161


“İSTANBUL’UN SANAT<br />

Şunu kabul etmeliyim ki ben şanslı, hem de çok şanslı bir<br />

çocuktum. Çok küçük yaşlarda, ilkokul çağımda ve sağlık<br />

nedenleriyle on bir, on iki yaşlarıma kadar okula gitmemek,<br />

gidememek durumunda kaldığım için akranlarım<br />

okula giderken ben rahmetli babam ile gezip dolaşıyordum.<br />

Bir ağabeyim daha olmasına rağmen, her nedense<br />

beni yanında taşırdı rahmetli. Her yere; işe, tekkeye, gezintiye…<br />

Her yere benimle giderdi. Bunların arasında Sütlüce<br />

Mezbahası olduğu kadar, Küllük gibi sanat mahfelleri<br />

de vardı. Arkadaşlarıyla orada buluşurlar, saatlerce sohbet<br />

ederler, tartışırlardı. Ben çocuk da üstümüze eğilmiş atkestanesi<br />

ağaçlarından dökülen meyveleri toplar, onlarla<br />

sohbet ederdim. Geçtiğimiz yıl büyük bir şans eseri elime<br />

geçen “Küllükname”yi nasıl bir iştiha ile okuduğumu tarif<br />

edemem. Sıtkı Akozan, Küllükname’yi 1936 yılında mesnevi<br />

formunda yazmış, bir formaya sığdırmış ve doğru sayabildiysem<br />

yüz yirmi seçkinimizin adını kaydetmiş orada<br />

Küllük müdavimi olarak…<br />

O günlerde, Bayezid Camii’ni ortaya alırsak, bir yanında<br />

Küllük varken öbür tarafta, Sahaflara girmeden önce solda,<br />

sanırım şimdi Bayezid Devlet Kütüphanesi olan binada<br />

cumartesi günleri, benim yakıştırmamla ‘etfal’e mahsus<br />

bir edebiyat mahfeli vardı. Evet, çocuklara tahsis edilmiş<br />

bir salon vardı binanın içinde ve dediğim gibi hafta sonu<br />

cumartesi günleri oraya gider, inanılmaz bir uğultu içinde<br />

kitap okur, okuduğumuz kitapların tartışmasını yapıyoruz<br />

diye kavgasını yapar, sıra gelirse mikrofona çıkar şiir okurduk.<br />

Başımızda görevli hocalar vardı, her sorumuza cevap<br />

vermeye çalışırlar, akşam olunca da yığıldıkları sandalyelerden<br />

gidişimizi izlerlerdi. Zaman geçtikçe orada bulunmaya<br />

alıştık, dinlemeyi öğrendik. Dahası ilgi sahalarımıza<br />

göre, bir nevi, gruplara ayrıldık farkına varmadan.<br />

Sahaflarda, tezgâhlarda eşinip kitap seçmeyi de oraya<br />

gidiş gelişlerimde öğrendim. Bir defasında babamın okul<br />

arkadaşı ve evimizin müdavimi olan merhum Cemalettin<br />

Server Revnakoğlu’na, “Şeyh Çocuk” amcama rastlamaz<br />

mıyım? Tuttu elimden, o abartmalı tavrıyla başladık dükkân<br />

dükkân gezmeye… Her girdiğimiz mekânda beni, babamın<br />

kim olduğunu anlatarak tanıştırdı. Anlayacağınız<br />

Batılıların “sosyeteye takdim” töreni gibi fakir de Sahaflar<br />

âlemine Şeyh Çocuk amcam tarafından takdim edildim.<br />

Bu, okuyanı rahatsız edebilir ama “Mekteb-i Sultanî” diye<br />

de tanınan Galatasaray Lisesi’nde Cemalettin Server Bey’e<br />

uygun görülen lâkab bu imiş.<br />

Gel zaman, git zaman, gün geçti, devran döndü; okullar<br />

bitti, elimiz ekmek tuttu. Vazife gereği İstiklal Caddesi’nden<br />

her gün geçer olduk. Yuvarlak Masa’da bir müzik<br />

mahfeline nasıl üye olunabildiğini öğrenirken karşı sıradaki<br />

tenha bir sinema mahfelinde Cahide Sonku gibi bir<br />

efsanenin nasıl bir kadeh şarap dilendiğini gördük.<br />

Gavsi BAYRAKTAR<br />

Tünel başında İstiklal Caddesi’nin başlangıcında yer alan<br />

tarihi Botter Apartmanı’nda bulunan iş yerimizde öyle<br />

olaylar yaşadık ki, hangi birini anlatsak bir mahfel çıkar<br />

karşımıza. Yabancı dilde haberleşmemizde görevlendirilmek<br />

üzere bir elemana gerek vardı. Verilen gazete ilanına<br />

göre başvuranlar arasında bir genç vardı ki, aranan nitelikleri<br />

fazlasıyla karşılıyordu. Almanca isteğimize karşı, İngilizceye<br />

de hâkim olan biriydi ama ancak yaz başına kadar<br />

çalışabileceğini söylüyordu. Bu beyanını da dürüst davranış<br />

olarak niteleyip işe aldık. Sarışın, uzun boylu ve mavi<br />

gözlü bir arkadaş idi. Rahat tavırları ve açık konuşmasından<br />

etkilenmiştim. İşe başladı. Her gün mesai saatinden<br />

çok önce gelmesi dikkatimi çekmişti. Açıkça sordum; aynı<br />

açıklıkta cevap verdi: Zemin katta bir Amerikalı bayan oturuyordu.<br />

Bizim genç mütercim erken gelerek kadının posta<br />

kutusuna bırakılan İngilizce gazeteleri okuyup yerine<br />

bırakıyormuş. Birtakım olaylarda gelen raporları okurken<br />

ve telefon görüşmelerini dinlerken anladık ki sadece iki dil<br />

değil çok daha fazlasını biliyordu. Romence, İtalyanca ve<br />

Fransızca bunlardan birkaçıydı. Sorduk ve anladık ki, Genç<br />

arkadaş dil öğrenme konusunda özel bir heves ve yetenek<br />

sahibiydi. Ankara’da bir Katolik rahip bularak Latince ders<br />

almıştı. Yazın işten ayrılma nedeni de Afganistan’a gidip<br />

Urduca öğrenmek idi. Her yıl bir yere gider ve oranın dilini<br />

öğrenirmiş. Bu durumda işten ayrılacağına şirket hesabına<br />

giderek hem dil öğrenmesini hem de bu faaliyetini bizim<br />

karşılamamızı, masraflarını ödeyebileceğimizi teklif ettim<br />

ama kader, onun seyahatinden önce ben işten ayrılmak<br />

zorunda kaldım. Ertesi yıl sanırım, ilk çeviri kitabı yayınlandı.<br />

Gılgamış Destanı’nı orijinal dilinden çevirmişti. Yıllar<br />

sonra sanal alemde karşılaştık. Mesleğinde yükselmiş ama<br />

tevazuunu hiç bırakmamıştı. İstanbul Üniversitesi öğretim<br />

üyelerinden Profesör Teoman Duralı idi. Şimdi nerededir<br />

bilmem. Yaş farkımıza rağmen arkadaşlığından onur duyduğum<br />

bir kimsedir.<br />

Beraberliğimiz sırasında başka bir iş arkadaşımız vardı; çalışkan,<br />

başarılı, nazik ve duygusal biriydi. Hayatta uğradığı<br />

terslikler, alkole sığınmasına sebep olmuştu. Hayatını düzene<br />

sokmak için desteğimizi istedi. Peki, dedik ve iş dışı hayatına<br />

ister istemez girdik. Bir otelde kalıyor ve yemeklerini<br />

hep aynı yerde yiyordu. Yemek yediği yeri görmek istedim,<br />

öğle yemeğine götürdü. Asmalımescit’te küçük bir köfteci<br />

dükkanı idi. Büyücek, on-on iki kişinin çevresine oturabileceği<br />

tek bir masa vardı içeride. Bir pişirici ve bir de servisi<br />

üstlenen patron vardı. Mehmet Abi dedikleri patron badem<br />

bıyıkları ve ayağındaki yumurta ökçe yemenilerle tam da İstanbul<br />

usulü bir efendi külhan beyi olduğunu saklamıyordu.<br />

Saygılı bir tavırla bizi ağırladı. Çıkışta bizimkine bir şeyler<br />

fısıldadı. Sonra öğrendim ki, akşama davet etmiş bizi… Akşam<br />

ne var dediğimde anlatıldığına göre her akşam aynı kişilerin<br />

katıldığı musiki seansları yapılır, yabancı alınmazmış.<br />

Birkaç gün sonra gittim.


VE EDEBİYAT MAHFELLERİ…<br />

Çok büyük nezaketle karşıladılar. Çevrede çalışan ya da<br />

yaşayan orta sınıf insanlarıydı çoğu; Aralarındaki nezaket<br />

ve samimiyet dikkati çekiyordu. Biraz havadan sudan<br />

sohbet sonrası “doktor” diye hitap ettikleri biri bana sordu;<br />

biraz musikiye itirazım olur muydu. Mutlu olacağımı<br />

söyledim. Makam tercihimi sordu; ben fark etmeyeceğini<br />

söyleyince aralarında kısa bir müzakereden sonra Yahya<br />

Kemal ve Münir Nureddin şarkılarında karar kılındı. Giriş<br />

makamı ‘segah2 olacaktı. Ve başladı. Saz yok, sadece insan<br />

sesi! O gece aldığım zevki, çok az yerde aldım, inanın.<br />

Bu gösterişsiz köfteci dükkânı benim ilk musiki mahfelim<br />

olmuştur.<br />

Asmalımescid deyince akla gelen bellidir. Biraz bohem,<br />

çokça tartışma… -Edebi ya da siyasal olması fark etmez,<br />

tartışma olsun yeter!- Bunlara bir okul arkadaşımız da<br />

katkıda bulunmak istemiş, bir yer açmış; açılışına bizi de<br />

davet etmişti, gittik. Okuldan olaylı ayrılmamızdan sonra<br />

kurtuluşu devrimcilikte bulmuş ve epeyce gayret göstermiş<br />

bir arkadaşımızdı. Ne var ki, okul, asker ve cezaevi<br />

arkadaşlıklarının tamamını paylaştığımız için aramızda<br />

siyaset ancak espri konusu kalırdı. O gece de öyle oldu.<br />

Mekânın adı “Intermezzo” idi. Sorduk bizim arkadaşın derin(!)<br />

Türkçesine güvenerek; Ne demek oluyordu bu intermezzo?<br />

Her zamanki rahatlığı ile cevap verdi; ne bilsindi<br />

ne demek olduğunu, dostları öyle istemişler, bizimki de<br />

he demişti.<br />

Onun tarzına uygun tartışma açtık; ne demek oluyordu<br />

bu intermezzo? Akla ziyan düşünce beyanlarından sonra<br />

karar(!) verildi ki, intermezzo, “iki arada bir derede” demek<br />

olup bizim arkadaşı da pek güzel tarif etmektedir.<br />

Sonra duyduk ki, bir ay sonra kapatmış orayı. Sonraki ilk<br />

karşılaşmamızda sordum: “Intermezzo ne demek, öğrenebildin<br />

mi bari?” Her zamanki coşkusuyla cevap verdi:<br />

“He! Öğrendim vallahi!.. Kapitalist müziğinde ara nağmesi<br />

demekmiş.”<br />

Pera’da, Cadde-i Kebir çevresine dağılmış yüzlerce meyhaneden<br />

çoğu sanat erbabı tarafından mahfel olarak<br />

kullanılmış, mekân sahipleri de bu unvanla anılmaktan<br />

memnun, bir hay-huydur gitmiştir. Bunlardan birinde<br />

kümelenmiş olan şair takımı, çekişmeler, kıskançlıklar ve<br />

hazımsızlıklar ile bulundukları mekânı yaşanmaz hale getirmekteyken;<br />

Orhan Veli Kanık ile Celal Sahir Erozan arasında<br />

geçtiği rivayet olunan bir atışma dikkatleri çekerek<br />

dışarı sızmıştır.<br />

Edebi anlayışları farklı olduğu için farklı gruplarla yiyip<br />

içen bu iki şair, bir akşam her nasılsa aynı masaya düşer.<br />

Celal Sahir daha yaşlı ve fiziksel açıdan pek göze hoş gelmediği<br />

için aşk meşk işlerinde çekingen ve içine kapalı<br />

bir zat imiş. Orhan Veli ise aksine pek uçarı bir tip olduğu<br />

için o akşam, edebi açıdan ikna edemediği rakibini belden<br />

aşağı vurmak maksadıyla, tam kapıdan çıkmak üzereyken<br />

arkasından bağırarak şöyle der:<br />

“Sarhoş Sahir, sarhoş Sahir;<br />

Ne anlarsın aşka dair.”<br />

Mekânda bir sessizlik olur. Herkes Celal Sahir’in ne yapacağını<br />

merak ederken, O da aynı tarzda cevap vererek<br />

kapıdan çıkar, gider:<br />

“Halkı aldatmaktan sanık,<br />

Şair Orhan Veli Kanık.”<br />

Eski zamanlarda Beyoğlu


İSTANBUL MEKÂN<br />

Nevmekan<br />

Bağlarbaşı’nda, “kitaplı kahve” fikriyle tasarlanan bir kafe Nevmekan. Neoklasik<br />

üslupta inşa edilmiş, kökleri geçen yüzyılın başına uzanan bir yapıda<br />

kurulan yepyeni bir mekân. Üsküdar Belediyesi’nin restorasyonu sonucu, İstanbulluların<br />

kentin karmaşasından kaçıp soluklanacağı bir durak haline gelmiş.<br />

Pek çoğunu Prof. Dr. Mete Tunçay ve Prof. Dr. Uğur Derman gibi önemli isimler<br />

ile Üsküdar Sahaf Festivali’ne katılan sahafların bağışladığı 5000’e yakın<br />

kitabın oluşturduğu kitaplığı ile portatif sahnesinin kimi zaman kültür sohbetlerine<br />

kimi zaman dünya müziği ezgilerine ev sahipliği yapan sahnesi,<br />

Nevmekan’ı muadillerinden ayıran en önemli özellikleri.<br />

Lezzetli ikramları, sahnesi, bahçesi ve sergi alanıyla hizmet veren bu mekân,<br />

on üç ay gibi kısa bir sürede gerek tarihî bir atmosferde çayını kahvesini yudumlamak<br />

isteyenlerin gerekse kentin kültürel gündemini takip edenlerin<br />

uğrak yeri haline gelmiş, kendi müdavimlerini oluşturmuş.<br />

Haftanın her günü 08:00-00:00 arasında hizmet veren Nevmekan, İstanbul’un<br />

kültür mahfilleri arasında sayılacak en taze mekan.<br />

Adres: Selami Ali Mh., Gazi Cd., No: 12 Üsküdar / İstanbul<br />

Telefon: 0216 655 7475


İSTANBUL MEKÂN


AJANDA<br />

DERS İLE SOHBET<br />

ARASINDA<br />

Şemsettin ŞEKER<br />

Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları<br />

İstanbul, 2013<br />

647 Sayfa<br />

Şemsettin Şeker, yedi yıl gibi oldukça uzun bir süre<br />

zarfında, elyazması ve matbu pek çok kaynaktan<br />

faydalanarak hazırladığı bu eserinde; 19. asır İstanbul’unda<br />

var olan ilim, kültür ve sanat meclislerini<br />

detaylı bir şekilde incelemeye tabii tutuyor. Kitabı<br />

saray ve çevresi, resmî müesseseler, dinî-içtimai<br />

muhitler, mûsikî meclisleri ve konaklar olmak üzere<br />

beş kategoriye ayırarak ilim-sanat ve muhit ilişkisini<br />

de ortaya koyuyor.<br />

SAZ VE SÖZ<br />

MECLİSİ<br />

Türkân ALVAN<br />

M. Hakan ALVAN<br />

Şule Yayınları<br />

İstanbul, <strong>2016</strong><br />

550 sayfa<br />

Sözün ve sazın yarenliğini anlatan bu kitapta, klasik<br />

Türk şiiri ve mûsikîsinin saz ve söz meclisleriyle ilişkisine<br />

dem vuruluyor. Bu meclislerden çıkan güftelerden<br />

ve bestelerden hikâyeleriyle bahsediliyor. Bol<br />

bol şiir ve musiki şaheserlerinin yer aldığı Saz ve Söz<br />

Meclisi'nde , okuyucuya bazı dinleti tavsiyeleri de<br />

veriliyor. Türkân Alvan ile M. Hakan Alvan'ın birlikte<br />

kaleme aldığı bu değerli eser, alanındaki önemli bir<br />

boşluğu dolduruyor.<br />

IŞIK DENİZİNDE<br />

BİR GEZGİN<br />

Félix Ziem<br />

Yer: Pera Müzesi<br />

Tarih: 10 Kasım <strong>2016</strong> - 29 Ocak 2017<br />

19. yüzyıl resmine damgasını vuran, çoğunlukla İstanbul ve Venedik konulu yağlıboyalarıyla tanınan Fransız ressam Ziem’in eserleri,<br />

ilk kez İstanbullu sanatseverlerle buluşuyor. Sergide, Ziem’in, izlenimci ressamlarla üslupsal ilişkilerini yansıtan yağlıboyaları<br />

ile Kırım Savaşı döneminde İstanbul’da gerçekleştirdiği desen çalışmaları öne çıkıyor. Resimlerinde kentin canlı bölgelerini yansıtan<br />

sokaklar, öküzlerin çektiği arabalar, köpekler, Boğaz ve Haliç sularında kayıp giden kayıklar betimleniyor. Işıl ışıl su yansımaları,<br />

göz kamaştıran gökler, puslu görüntüler ise tuvallerinin temelini oluşturuyor. İstanbul’u ressam ve gezgin Félix Ziem’in gözünden<br />

seyretmeye davet eden bu sergi, Ocak ayının sonuna kadar ziyaret edilebilir.


AJANDA<br />

MEKÂNDAN TAŞAN<br />

EDEBİYAT<br />

Turgay ANAR<br />

Kapı Yayınları<br />

İstanbul, 2012<br />

674 sayfa<br />

İstanbul'da köşk, yalı ve konaklardan çayhanelere,<br />

meyhanelere kadar pek çok farklı mekân, edebiyat<br />

mahfili olarak kullanılmıştır. Turgay Anar, 19.<br />

yüzyıldan günümüze kadar kullanılan bu edebiyat<br />

mahfillerini doktora tezini Mekândan Taşan Edebiyat<br />

başlığıyla kitaplaştırmış.<br />

Mahfillerin nerelerde olduğu, müdavimlerinin arasında<br />

kimlerin yer aldığı ve sohbet konularına dair<br />

geniş çaplı bilgiler veren bu kitap, titiz bir çalışmanın<br />

ürünü olarak okuyucuyla buluşturulmuş.<br />

ESKİ İSTANBUL<br />

KAHVEHANELERİ<br />

Cem SÖKMEN<br />

Ötüken Neşriyat<br />

İstanbul, <strong>2016</strong><br />

256 sayfa<br />

Cem Sökmen, Eski İstanbul Kahvehaneleri kitabının<br />

ilk bölümünde; kahveden ve kahvenin Türkiye’ye<br />

gelişi ile birlikte açılan farklı türlerdeki kahvehanelerden<br />

bahsediyor. Kitabın ana bölümünde ise, aydınların<br />

iletişim ortamı olarak kullandıkları İstanbul<br />

kahvehaneleri ele alınıyor. Sökmen, bu mekânları<br />

Beyazıt, Babıali, Şehzadebaşı ve Beyoğlu semtlerine<br />

göre kategorize ederek dört başlıkta inceliyor.<br />

Kahvehanelerin yanında şifahi kültürü yaşatan kıraathaneler,<br />

pastaneler, lokantalar; müdavimleri olan<br />

aydınlarla birlikte anlatılıyor. Üçüncü ve son bölümde<br />

ise İstanbul’da kahvehanelerin toplandığı dört ana<br />

merkez üzerinden dünden bugüne modernleşme ile<br />

birlikte şehirlerin değişen iletişim mekânları değerlendiriliyor.<br />

CYMINOLOGY MEETS MARTIN STEDNER<br />

& KORHAN EREL<br />

Yer: Borusan Müzik Evi<br />

Tarih: 25 Ocak 2017<br />

Saat: 20.30<br />

Edebiyatı ve çağdaş müziği başarılı bir şekilde harmanlayan Alman caz dörtlüsü Cyminology, Rumî, Hafız ve Hayyam’ın üslubundan<br />

ilham alarak eserlerinde Fars ritimleriyle cazı birleştiriyor.<br />

İlk albümleri Get Strong’u 2002 yılında müzik piyasasına sunan grup, farklı diller ve kültür birikimlerinin müziğe kattığı renklerle<br />

birlikte Alman cazını zenginleştirmeye devam ediyor. Cyminology, Samawatie’nin bestelerini Stegner ve Korhan Erel ile birlikte<br />

seslendirirken, chamber caz, açık doğaçlama, deneysel ve elektronik müzik, modern kompozisyon, izlenimcilik ve minimalizm gibi<br />

farklı müzik türleri ve akımlarının unsurlarını titizlikle yansıtacak.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!