You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
<strong>YIL</strong>: <strong>2016</strong> <strong>SAYI</strong>: <strong>26</strong><br />
5
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
<strong>SAYI</strong> <strong>26</strong> / <strong>2016</strong><br />
BU BİR SÜRELİ YAYINDIR<br />
PARA İLE SATILMAZ<br />
YÖNETİM<br />
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi<br />
Ahmet SELAMET<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Nevzat KÜTÜK<br />
Yayın Danışma Kurulu<br />
Prof. Dr. İsmail KARA, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA,<br />
Prof. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU<br />
Yayın Koordinatörü<br />
Fatih YAVAŞ<br />
YAYIN<br />
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />
Nurten ŞAFAK TOPCU<br />
Editör<br />
Betül EREN<br />
Yayın Kurulu<br />
Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN,<br />
Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, M. Lütfi ŞEN,<br />
Nurten ŞAFAK TOPCU, Gülsüm SEZGİN, H. Halit ATLI<br />
Sanat Yönetmeni<br />
Aydın SÜLEYMANZADE<br />
Grafik Tasarım<br />
Nazlı ERÇETİN<br />
Reklam Koordinatörü<br />
Mustafa YALMAN<br />
Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili)<br />
İletişim<br />
iletisim@kultur.istanbul<br />
YAPIM<br />
KÜLTÜR A.Ş.<br />
Baskı - Cilt<br />
Mega Basım<br />
Cihangir mah. Güvercin cad. No:3/1<br />
Baha iş merkezi A Blok Kat:2 34310<br />
Haramidere/ İstanbul/TURKEY<br />
(0212) 412 17 23<br />
Yayınevi Sertifika No: 15321<br />
Matbaa Sertifika No: 120<strong>26</strong><br />
Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur.<br />
Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir.<br />
Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.<br />
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI<br />
İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.<br />
Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri<br />
34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL
İÇİNDEKİLER<br />
İSTANBUL’UN YİTİK<br />
“HAFIZA MEKÂNLARI”<br />
Turgay ANAR<br />
AMİR ATEŞ:<br />
MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR<br />
Söyleşen: Ayşegül ÜNAL İNAN<br />
9<br />
105<br />
TÜRK EDEBİYATININ<br />
KÜLLÜK DEVRİ<br />
Beşir AYVAZOĞLU<br />
17<br />
OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET<br />
DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ:<br />
XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ<br />
Zehra ÖKSÜZ<br />
113<br />
AHMED GÜNER SAYAR İLE<br />
İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI<br />
Söyleşen: Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />
27<br />
MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN<br />
RENKLİ MİSAFİRLERİ VE<br />
BİR SOHBET MECLİSİNDE<br />
YAŞANANLAR<br />
Kasım HIZLI<br />
125<br />
MARMARA<br />
KIRAATHANESİ<br />
VE MÜDAVİMLERİ<br />
Dr. Sakin ÖNER<br />
35<br />
SEZAİ KARAKOÇ’UN<br />
“HATIRALAR”INDA<br />
İSTANBUL KAHVELERİ<br />
Cem SÖKMEN<br />
135<br />
EDEBİYATÇILARIN VE<br />
GAZETECİLERİN<br />
BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR<br />
Erdem YÜCEL<br />
43<br />
İRFÂN MECLİSİ OLARAK<br />
"ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR<br />
DÜKKÂNI"<br />
Hasan Eren ULU<br />
141<br />
DOĞAN HIZLAN İLE<br />
İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI<br />
Söyleşen: Betül EREN<br />
BENİM EDEBİ<br />
MEKÂNLARIM<br />
Şakir KURTULMUŞ<br />
57<br />
147<br />
İLİM VE SANAT HAYATINDA<br />
KONAKLARIN ROLÜ<br />
Dr. Şemsettin ŞEKER<br />
65<br />
SOHBETİN<br />
OLMAZSA OLMAZI:<br />
KAHVE<br />
Cengiz AYGÜN<br />
151<br />
KAZANCIGİL KONAĞI’NDA<br />
BİR GECE<br />
Halil SOLAK<br />
75<br />
TÜRK SİNEMASININ BİLGE TARİHÇİSİ<br />
GIOVANNI SCOGNAMILLO’NUN<br />
ARDINDAN<br />
Metin ÖZTÜRK<br />
157<br />
BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ:<br />
DARÜLKEMÂL<br />
Ahmet KARA<br />
81<br />
HATIRALARLA İSTANBUL<br />
İSTANBUL’UN SANAT<br />
VE EDEBİYAT MAHFELLERİ…<br />
Gavsi BAYRAKTAR<br />
162<br />
SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ:<br />
EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ<br />
Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />
İSTANBUL MEKÂN<br />
NEVMEKAN<br />
87<br />
164<br />
ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN<br />
Rahşan TEKŞEN<br />
AJANDA<br />
97<br />
166
Fotoğraf: Nevzat <strong>YIL</strong>DIRIM
SUNUŞ<br />
Dünyanın değişik kentlerinde aydınların, sanatçıların, fikir ve kültür adamlarının mesken edindikleri,<br />
gündemini sanatın ve kültürel meselelerin oluşturduğu buluşmaların gerçekleştirildiği mekânlar<br />
vardır. İstanbul da yüzyıllardır sürdürdüğü kültürel merkez olma özelliğiyle, bu türlü kültür sanat<br />
mahfillerinin kurulmasına zemin teşkil eden şehirlerden biri olmuştur.<br />
Küllük gibi semt kahvelerinden âlimler ile paşaların köşk, konak ve yalılarına, saraydaki müzik meclislerinden<br />
Nisuaz, Markiz gibi pastanelere kadar pek çok farklı mekânda bir araya gelen aydınlar,<br />
edebiyatçılar, tarihçiler, musikişinaslar, gazeteciler ve siyasetçiler İstanbul’un, hatta ülkenin, kültür sanat<br />
gündemine yön veren toplantılar yapardı. İçinde bulundukları döneme göre çeşitlilik ve farklılık<br />
gösteren bu mekânlar, hâlen mahdut olarak varlıklarını sürdürmektedir.<br />
“Sohbet” geleneğimizi devam ettirmeleri sebebiyle ayrı bir öneme sahip olan İstanbul’un kültür ve<br />
sanat mahfillerinde, devirlerinin kıymetli insanları belirli bir takvime göre ya da rastgele zamanlarda<br />
bir araya gelmiştir. Nitelikli konuşmalara, icralara, bazen de münakaşalara şahitlik eden bu ortamlarda,<br />
sanat zevki ve fikrî meseleler her daim ön planda olmuştur.<br />
1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin, şehrimizin pek çok farklı semtinde, kimi müdavimleriyle<br />
kimi yazısız kurallarıyla özdeşleşen kültür sanat mahfillerini konu edinen bu sayısının, sözlü kültür<br />
geleneğimizin teknolojiye teslim olmadan mekânlarla ilişkisini devam ettirmeye vesile olmasını diliyorum.<br />
Dergimize kıymetli yazıları ve hatıralarıyla katkı sağlayan tüm kültür insanlarına, bu sayfaları<br />
sizlerle buluşturan mesai arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.<br />
Dr. Kadir Topbaş
Fotoğraf: Nevzat <strong>YIL</strong>DIRIM
TAKDİM<br />
Yeni bir yıla yeni ümitlerle girmek üzereyken 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin <strong>26</strong>. sayısını sizlerle<br />
buluşturmanın heyecanı içindeyiz. Kışın kendisini hissettirdiği bu Aralık ayında, kimi zaman sıcak<br />
sohbetlere kimi zaman hararetli tartışmalara kimi zaman ise neşeli nüktelere ev sahipliği yapan, kültürümüzün<br />
vazgeçilmez unsurlarından sohbet mekânlarıyla sizlerin karşısındayız.<br />
Bilindiği gibi, bu coğrafyaya yerleşmemizden öncesine dayanan çok güçlü bir sözlü edebiyata sahibiz.<br />
Âşıkların atıştığı, Dede Korkut’un dinlendiği, saraylarında müzik üstatları ağırlanan meclislerin tertip<br />
edildiği bir mirasa sahibiz. Bilhassa, 2500 yıl boyunca cihanşümul bir devlete başkentlik yapmış olan<br />
İstanbul, bu mirasın köklerini daha derine salıp bugüne aktarılmasında büyük rol oynamıştır.<br />
İstanbul’daki sohbet, edebiyat, musiki meclisleri, daha kapsamlı ifadesiyle, kültür sanat mahfilleri zaman<br />
içinde birbirinden yapısal olarak pek çok farklı mekânda farklı kişilere hitap edecek şekilde oluşmuştur.<br />
İstanbul’un kültür sanat mahfillerine ayırdığımız bu sayımız; bahsi geçen mekânların tarihi serüvenine,<br />
üstlendikleri işlevlere, sohbet konularına, müdavimlerine ve bulundukları döneme göre nasıl çeşitlendiklerini<br />
anlatan beş ana makaleden oluşuyor. Turgay Anar’ın “İstanbul’un Yitik Hafıza Mekânları”, Erdem<br />
Yücel’in “Edebiyatçıların ve Gazetecilerin Buluştukları Mekânlar”, Dr. Şemsettin Şeker’in “İlim ve<br />
Sanat Hayatında Konakların Rolü”, Zehra Öksüz’ün “Osmanlı Kültür ve Medeniyet Dünyasında Edebiyat<br />
Mahfilleri” ve Prof. Dr. Fazlı Arslan’ın “Söz ile Sazın Refakati: Edebiyat Mahfillerinde Mûsikî” başlıklı yazıları,<br />
mahfil kavramına kült örnekleriyle açıklık getirecek nitelikte.<br />
Bugün birer efsane olan Küllük ve Marmara Kıraathanesi ile devrinin büyük kültür adamı İbnülemin<br />
Mahmud Kemal’in, Dede Efendi’nin, Münif Paşa’nın, Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil’in konaklarını, rahmetli<br />
Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdar’daki meşhur attar dükkânını ele alan makaleler ise geleneksel<br />
sohbet kültürümüzün birer nişanesi sayılabilecek bu mekânların, aynı zamanda katılımcıları ve konuları<br />
nispetinde seçkinliğine de vurgu yapıyor.<br />
Ayrıca, bizi kırmayıp röportaj teklifimizi kabul eden kıymetli akademisyen Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar,<br />
Türkiye’nin en önemli kültür insanlarından Doğan Hızlan ve sanatkâr Amir Ateş ile yaptığımız, her biri<br />
kendi hayatları ve birikimleri üzerinden şehre bakışımıza başka ve yeni kapılar açan söyleşiler de dergimizin<br />
sayfalarında sizleri bekliyor.<br />
Günümüzün usta kalemlerinden Sezai Karakoç’un hatıralarındaki İstanbul kahvelerini, şair Şakir Kurtulmuş’un<br />
uğrak yeri olan mekânları anlatan yazıları ile Gavsi Bayraktar’ın her sayımızda anılarına yer<br />
verdiğimiz köşesinde keyifli anekdotlara rastlayacaksınız.<br />
İyi okumalar dileriz.<br />
Kültür A.Ş.
İSTANBUL’UN YİTİK<br />
“HAFIZA MEKÂNLARI”<br />
Turgay ANAR<br />
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi<br />
“<br />
Mahfiller, süreli yayınların idare<br />
merkezlerinde, eski devirlerde konak,<br />
köşk, yalı türünden mekânlarda,<br />
20. yüzyıldan sonra ise geçmiş<br />
mekânlardan daha farklı mekânsal<br />
çeşitlilik gösteren sahaf, kahve,<br />
kıraathane, çayhane, lokanta, otel gibi<br />
çok çeşitli kapalı ve açık mekânlarda<br />
kurulurdu.<br />
Edebiyat alanındaki sohbetler, mahfil<br />
müdavimlerince ilgiyle takip edilirdi.<br />
Mahfile katılanların görüşleri, fikirleri,<br />
itiraz ve beğenileri, burada bulunanları<br />
olumlu veya olumsuz yönde etkilerdi.<br />
Mahfiller, bu yönüyle de kültür-sanat<br />
ve edebiyat “belleği”, yani unutulmaya<br />
karşı direnç gösteren ve geleceğe<br />
çeşitli şekillerde kalmanın imkânlarına<br />
sahip olan bir “hafıza mekânı” kabul<br />
edilmiştir.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />
Bizim kültürümüzde, genelde bir “üstat<br />
önderliğinde” ve “düzenli” olarak<br />
yapılan kültür, sanat ve edebiyat<br />
eksenli toplantılara mahfil adı verilir.<br />
Türkçe sözlükler mahfil kelimesini genel<br />
olarak, “Konuşup görüşmek için bir<br />
araya gelinen yer, toplantı yeri; toplanmış<br />
heyet, meclis; oturulacak yer, görüşülecek<br />
yer” şeklinde açıklar. Öncelikle<br />
mahfil kavramını, “edebiyatçıların buluştuğu”<br />
yerlerle ilişkilendirerek kültür,<br />
sanat ve edebiyat mahfili kavramının<br />
çerçevesini çizebiliriz. Bir mahfilin oluşabilmesi<br />
için birden fazla sanatçı/edebiyatçıya<br />
ihtiyaç vardır. Sanatçı ve edebiyatçılar,<br />
günlük hayat meşgalesinin<br />
dışında veya bununla birlikte, edebiyat<br />
ve sanatla ilişkilendirilebilecek konu,<br />
kavram, eser, şekil, tür vb. üzerinde, bu<br />
türden “toplantı yerlerinde” bir araya<br />
gelerek görüş ve fikir alışverişinde bulunur<br />
ve iletişime geçerler.<br />
Tokatlıyan Oteli<br />
Mahfil, aynı zamanda geniş ve çok çeşitli bir “eleştiri”<br />
odağıdır. Odağın beklenti, ilgi, düşünce, gözlem, tenkit<br />
ve eleştirileri, eser(ler)in henüz yayımlanmamış, “görece”<br />
anlamda tam şeklini bul(a)mamış hali üzerinde daha<br />
iyiye, güzele, kaliteliye doğru düzenleme ve tadilatların<br />
yapıldığı, eser(ler)in bir nevi edebiyatçıların kamuoyuna<br />
sunulmuş, geçer not alıp alamayacağı merak edilen bir<br />
“yoklaması” gibi düşünülebilir.<br />
Mahfillerin kurulmasında, mahfillerde edebiyatçıların bir<br />
araya gelmesinde başka bir faktör daha etkilidir: Üstat<br />
edebiyatçı veya sanat/kâr hamisi. Mahfilleri kuran, mahfillerde<br />
kişiliği ve edebî birikimi yönünden otoritesini herkese<br />
kanıtlamış bu türden üstatlar, mahfillerdeki sistemi<br />
oluşturan ve sistemin düzenini layıkıyla sağlayan varlıklardır.<br />
Özellikle 19. yüzyılda kurulan bu tür mahfillerde, üstadın<br />
evi ve müdavimlerin davet ettiği mekân/lar da çoğunlukla<br />
mahfil olarak bilinir. Cumhuriyet sonrasında çeşitli<br />
sebeplerle “hami” ve “üstatlık” kavramları büyük oranda<br />
değişime uğrarken konak-köşk tipi yapılarda düzenlenen<br />
bu tür etkinlikler ekonomik, siyasi ve sosyo-politik sebeplerle<br />
kamusal alanlarda da yapılır. Bu yüzden 20. yüzyıldan<br />
itibaren eski tip “hami-üstad”ın yerini, “yönetici, toplayıcı,<br />
yönlendirici” gibi sıfatlara sahip olan insanlar alır.<br />
Edebiyat alanındaki sohbetler, mahfil müdavimlerince<br />
ilgiyle takip edilir. Bu yüzden mahfillerdeki bu tür sohbetlere,<br />
bir çeşit “hasbihal olarak edebiyat eleştirisi” de<br />
diyebiliriz. Tenkit, sohbet, dedikodu, muhabbet ve adı her<br />
ne olursa olsun bu türden bir eylem, mahfilin öz niteliğini<br />
ortaya koyar.<br />
Mahfile katılanların görüşleri, fikirleri, itiraz ve beğenileri, burada<br />
bulunanları olumlu veya olumsuz yönde etkileyecektir.<br />
Mahfil, bu yönüyle de toplumun kültür-sanat ve edebiyat<br />
“belleği”, yani unutulmaya karşı direnç gösteren ve geleceğe<br />
çeşitli şekillerde kalmanın imkânlarına sahip olan bir<br />
“hafıza mekânı” kabul edilmelidir. (Anar, Mekândan Taşan<br />
Edebiyat, s. 67-84.)<br />
Mahfiller, süreli yayınların idare merkezlerinde, eski devirlerde<br />
konak, köşk, yalı türünden mekânlarda, 20. yüzyıldan<br />
sonra ise geçmiş mekânlardan daha farklı mekânsal<br />
çeşitlilik gösteren sahaf, kahve, kıraathane, çayhane, lokanta,<br />
meyhane, bar, bahçe, apartman dairesi, otel gibi<br />
çok çeşitli kapalı ve açık mekânlarda kurulur. Bu kültür<br />
sanat ve edebiyat toplantılarını en geniş anlamda düşünerek<br />
öyle her okuryazarın kolayca bilemeyeceği, daha<br />
kıyıda köşede kalmış ama önemi dolayısıyla tekrar hatırlanması<br />
gereken İstanbul’un bazı mahfillerine şimdi odaklanmakta<br />
fayda var:<br />
Cafe Flamme<br />
Beyoğlu’nda Tokatlıyan Oteli’nin karşısında, İngiliz Kanzuk<br />
Eczanesi’nin sırasındaydı. Buranın müdavimleri için<br />
Cafe Flamme’ın çeşitli anlamları vardı. Mekân; amacı birkaç<br />
dost ve ahbabıyla buluşup sohbet etmek veya vakit<br />
geçirmek isteyenler için kahvehane, sanatçı- edebiyatçıların<br />
kolayca buluşmalarına imkân sağladığı ve bir şeyler<br />
okumak veya yazmak isteyenler için kıraathane, sazlı<br />
sözlü eğlence meraklıları için karanlık çökünce hemen<br />
şekil değiştiriverme özelliği dolayısıyla eskilerin deyimiyle<br />
10
İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Edebiyat üstatları bir arada. Soldan sağa; Süleyman Nazif, Cenap Şahabeddin, Abdülhak Hamid, Sami Paşazade Sezai, Mehmet Akif, Midhat Cemal.<br />
(Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)<br />
hanendehâne, Ramazanlarda ufak skeç ve kabarelerin oynanması<br />
yönüyle de bir nevi tiyatroydu.<br />
Beyoğlu’nda kahvelerin 1850’lerde çoğalmaya ve ünlenmeye<br />
başlaması, Café Flamme’nin de bu yıllarda hizmete<br />
açıldığını düşündürmektedir. Feriha Büyükünal, Bir Zaman<br />
Tüneli: Beyoğlu isimli eserinde Café Flamme’nin 1870’lerde<br />
ünlendiği yazar. (Büyükünal, Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu,<br />
s.1<strong>26</strong>)<br />
Azınlıkların işlettikleri mekânlar öyle her hafiyenin veya<br />
devlet görevlisinin elini kolunu sallayarak dolaştıkları, işlerini<br />
kolayca icra edebildikleri yerlerden değildi. Bu yüzden<br />
Cafe Flamme; Jön Türklerin, peşlerindeki hafiyelerden<br />
kurtuldukları zaman bir araya geldikleri ve meşrutiyeti<br />
ilan etmek ve devleti ele geçirmek için gözlerden uzak ve<br />
nispeten güven içinde toplanabildikleri yerlerden biriydi.<br />
Fransız Bilimler Akademisi üyesi Edmond Perrier İstanbul’a<br />
geldiğinde Cemiyet-i İlmiye-i Osmanî üyelerinin hemen<br />
hepsi ve Sadullah Paşa, Münif Paşa, Ethem Paşa’yla<br />
burada buluşmuştu. Perrier, aynı zamanda bu kahvenin<br />
müdavimlerinde olan İbrahim Şinasi ve Namık Kemal’le<br />
de tanışma fırsatını burada yakalamıştı. Mekân, devrin<br />
önemli simalarıyla tanışmak isteyen Perrier’in çok fazla<br />
işine yaramıştı. Başka bir zaman Ali Suavi, Hersekli Agâh<br />
Nuri, Reşat gibi Jön Türkler de burada Perrier ile tanışmış,<br />
onun düşüncelerini öğrenme fırsatını yakalamışlardı. (Fazlı<br />
Necip, Külhani Enteller / Edibler, s.29-30)<br />
Café Flamme’de tavla, piket, briç türünden iskambil oyunları<br />
da oynanırdı. Buranın bir özelliği de müşteriye hizmet<br />
eden garsonların hepsinin bayan olmasıydı.<br />
Ahmet Midhat Efendi de buraya uğramayı asla ihmal etmeyenlerdendir.<br />
Buranın asıl müdavimleri ise azınlıklardı.<br />
Onların yeme içme, eğlence tarzları çok farklıydı.<br />
Erzurumlu Küçük Emrah, buranın garipliklerini bir destanında<br />
şöyle hicveder:<br />
Meşhurdur efendim Kahve-i Flam<br />
Fransızca gerek orada kelâm<br />
Alafrangalık boncur, bonsuvar<br />
Merhaba der isen alınmaz selam<br />
(…)<br />
Ve hem garsonları hep seçme mahbup<br />
Emir verir iken olurum mahcup<br />
Hizmeti bir yana kendisi matlup<br />
Sakızlı İmrozlu Rumiyos gulâm<br />
11
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />
duvarında dükkânının bir nevi kanunu kabul edilen<br />
Farsça şu dizeler asılıydı: “Çay-ı mâ hoş-güvâr ü şîrin<br />
est/ Çün lebilal-i yâr renginest” (Çayımız lezzetli<br />
ve tatlıdır. Çünkü sevgilinin lâl dudağı rengindedir.)<br />
Burada başta Malumat olmak üzere bir sürü gazete<br />
de bulunurdu. Gelenler ya bunları okur ya da<br />
edebiyatçıların sohbetlerine kulak kabartırdı.<br />
İstanbul’da bir kahvehane<br />
Café Flamme’ye Şinasi ile tanışmak için birkaç kere Abdülhak<br />
Hâmid de gitmiştir. Hâmid bir seferinde burada, devrin<br />
padişahına karşı olanların yurt dışında çıkardıkları Hürriyet<br />
gazetesinde Ziya Bey’in -sonradan Paşa- Rüya isimli<br />
eserinden bir parçanın neşri dolayısıyla Şinasi’ye bir soru<br />
sormuştu. O keskin yazısında eleştirilerini sıralayan Ziya<br />
Paşa ve arkadaşı Namık Kemâl, âdeta bir muhalefet cihazı<br />
gibi hareket etmiş, bu yüzden İstanbul’a gelmeleri git gide<br />
zorlaşmıştır. İşte bu soru da bu konuyla ilgilidir. Şinasi ise<br />
Hâmid’in bu sorusuna kısacık ama çarpıcı bir cevap verir:<br />
“Evet, artık İstanbul’u rüyada görürler.” (Tarhan, Abdülhak<br />
Hâmid’in Hatıraları, s. 92)<br />
Kıraathanenin pek çok müdavimi vardı. Bunların<br />
en meşhurlarından biri Muallim Naci’ydi. Hak<br />
bildiği yoldan yürümeye ve doğruları eğip bükmeden<br />
söylemeye teşne bu cevval edebiyatçı,<br />
kıraathanede ara sıra yazılarını yazar, geleneksel<br />
edebiyat ve sohbet zincirinin kopmaması için<br />
kendince çalışmalar yapardı. Hoca Hayret Efendi,<br />
kıraathanenin bir diğer gediklisiydi. O, Cenap Şahabettin’in<br />
gözlerinin bozukluğu sebebiyle onun<br />
için söylediği “Yarasa kadar ışıktan korkar.” sözünü<br />
hak etmişçesine aydınlıkta bile gözlerini kırpıştırmadan<br />
duramazdı. Hoca Hayret’in bedeni ve giyim kuşamıyla<br />
ilgili kusurlarına rağmen, sehl-i mümteni kabul<br />
edilebilecek kalitede olan atasözü gibi cümleleri de vardı.<br />
Bunlardan biri şöyleydi: “Kitaba bakarak karşılık vermek,<br />
kabak bağlayıp yüzmek gibidir.”<br />
Kıraathanenin bir diğer önemli siması, Robert Kolej’de öğretmenlik<br />
yaparken Amerikalıların ondan İslamiyet’i kötüleyen<br />
kitapları çevirmesini istemeleri üzerine görevinden<br />
ayrılacak kadar dinine bağlı olan Muallim Feyzi Efendi’ydi.<br />
Hâmid, üstadı kabul ettiği ve şöhretinin zirvesinde olan<br />
Şinasi’nin, buranın orta yerinde, çalgıcılara mahsus tümsekçe<br />
bir yerin dibinde, kendi kendine oturup bastonunu<br />
hafif hafif dudaklarına dokundurduğunu, hasretini çektiği<br />
Avrupa âlemine dair düşüncelere dalmış, öylece dalgın bir<br />
halde oturduğunu Ruşen Eşref’e anlatmıştır. Mekân, Salah<br />
Birsel’in gözlemine göre II. Dünya Savaşı’na kadar açık kalabilmiştir.<br />
(Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.16)<br />
Hacı Reşid Ağa’nın Kıraathanesi<br />
Şehzadebaşı’ndaki kıraathanelerin arasında biri vardı ki<br />
diğerlerinden pek çok yönüyle ayrılırdı. Hacı Reşid Çayhanesi<br />
olarak da bilinen yer, devrin meşhur bir sürü şair ve<br />
yazarının yanı sıra devlet memurlarıyla birlikte farklı simaların<br />
da mekânıydı.<br />
Hacı Reşid Ağa, Salah Birsel’in tasviriyle cılız mı cılız, bodur,<br />
elâ gözlü, esmer ve olağan dışı bir şahsiyetti. Geriye<br />
doğru basık duran fesinde her zaman şebboy, menekşe,<br />
sümbül yahut da Hacı’nın ruh durumuna uygun bir çiçek<br />
bulunurdu. Harikulade çaylar demleyen ağanın kahvesinin<br />
Neyzen Tevfik<br />
12
İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Muallim Feyzi; görgülü, bilgili ve hatta şiirleri “aşırılacak”<br />
kadar da değerli bir şairdi. Ama ufak bir kusuru da yok<br />
değildi: Her şiiri kendi zevkine göre düzeltme hastalığı.<br />
Onun bu huyunu bilen Neyzen Tevfik, bir zamanlar kendisinin<br />
şiirlerini de kırmızı kalemiyle çizip sayfayı kan gölüne<br />
çeviren Muallim’e güzel bir ders vermek ister. Neyzen Tevfik<br />
bir gün, Fuzuli’nin bir dizesini kendisinin olduğunu ima<br />
ederek ona okuması için verir. Muallim, şiirleri tashih etme<br />
hastalığı sebebiyle daha fazla dayanamaz ve Neyzen’e ait<br />
sandığı dizeyi bir anda biçilmiş ekin tarlasına çeviriverir.<br />
Neyzen tam bu sırada, Muallim’in kelleler alan keskin<br />
bir kılıca benzeyen kalemine sarılıp muzip bir biçimde,<br />
“Aman hocam, dur. Bu benim değil, Fuzuli’nin. Yanlışlıkla<br />
onu vermişim sana. İşte benimki.” deyiverir. Ama gelin<br />
görün ki Muallim Feyzi Efendi duyduklarından çok fazla<br />
etkilenir ve beti benzi sararıverir.<br />
Buranın önemli bir özelliği<br />
de, şairlerin kendi şiirlerini<br />
mekânda bulunanların gözlerinin<br />
içine baka baka serbestçe<br />
ve onlardan hiç çekinmeden<br />
okumalarının bir<br />
gelenek halini almış olmasıdır.<br />
Müstecabizade İsmet,<br />
Muallim Naci, Hoca Hayret<br />
Efendi, Şeyh Vasfi, Muallim<br />
Feyzi, Ali Ruhi, Adanalı<br />
Ziya, Deli Celal şiirlerini<br />
değişik mimik ve ses tonlarıyla<br />
okumuşlardır. Kıraathanenin<br />
sahibi olan Hacı Reşid<br />
Ahmet Rasim<br />
Ağa da bu şiir okuma geleneğini kendi<br />
yazdığı şiirini okuyarak tamamlarmış.<br />
Ahmet Rasim, kıraathanenin belki de en cin fikirlisi ve Hacı<br />
Reşid’e en fazla takılan simasıdır. Ahmet Rasim, Servet-i<br />
Fünûnculara verilen “dekadan” sıfatının ayyuka çıktığı bir<br />
zamanda, ironi, hakaret, iğneleme, aşağılamanın hemen<br />
her tonunu barındıran bu kelimeyi, Hacı Reşid Ağa için de<br />
kullanır. O zamanlarda dekadan kelimesi, kelimenin bütün<br />
anlamları zorlanarak birilerini tenkit etmek ve daha çok da<br />
aşağılamak için “dinsiz, imansız” anlamına gelecek şekilde<br />
kullanılabiliyordu. Hacı Reşid, kendisi için böyle nahoş<br />
bir sıfatla karşılaşınca beyninden vurulmuşa döner ve bir<br />
daha o “zındığı” dükkânına asla almayacağına dair yeminler<br />
eder; hatta onu dava edeceğini bağıra çağıra dükkânındakilere<br />
söyler. Ahmet Rasim, kıraathaneye geldiğinde<br />
ona çay vermeyen Hacı’nın gönlünü ustalıkla alıvermesini<br />
bilir. Ahmet Rasim, Malumat’ta onu yanlışlıkla “dekadan”<br />
saydığını, Hacı’nın halis muhlis Müslüman olduğunu, diniyle<br />
ilgili hiçbir şüphenin olamayacağını beyan eder. Bu<br />
yanlışlığı bir yazısıyla ele güne açıklar. Ama bu eğlenceye<br />
Hacı Reşid Kıraathanesi, devrin<br />
meşhur şairleri, yazarları ve<br />
devlet memurlarının mekanıydı.<br />
Şairler burada şiirlerini mekanda<br />
bulunanların gözlerinin içine baka<br />
baka serbestçe ve hiç çekinmeden<br />
okurlardı.<br />
başkaları da müdahil olur. Hacı’nın hınzır müşterileri, fırsat<br />
bu fırsattır düşüncesiyle onun bu hassas noktasını sürekli<br />
deşmeye başlarlar. Hacı’nın dekadanlığını birbirlerine anlatan<br />
ve bunun da din değiştirmek anlamına geldiğini ima<br />
ederek laf arasında ona sataşıverenler, ondan ummadıkları<br />
bir cevap alırlar. Özene bezene meşin bir cilt içinde korumaya<br />
aldığı Ahmet Rasim’in tekzibini koynundan çıkarıp<br />
kendini alaya alanlara gösteren Hacı Reşid, zafer kazanmış<br />
bir eda ile kahkahalar atar. Ama elin ağzı susmak; hınzırın<br />
kafası hınzırlığı bırakmak bilmez. Yine böyle bir durumda<br />
rakibini tuş etmiş bir pehlivan gibi dükkânında dolaşan<br />
Hacı Reşid’e, bu hınzırlardan birisi, tekzip metnini işaret<br />
ederek “Demek dinini yenilemişsin.” şeklinde cevap verir.<br />
Hacı Reşid, bu söze tahammül edemez, bu hınzırı yaka<br />
paça dükkânından atar. (Birsel, Kahveler Kitabı, s.1<strong>26</strong>-130)<br />
Kıraathane, Meşrutiyet’ten sonra ölen Hacı Reşit Ağa’dan<br />
Mersin Efendi’ye geçmiş, toplantılar bir süre daha aynı<br />
mekânda devam etmiştir.<br />
Baylan Pastanesi<br />
Epir asıllı Rum Filip Lenas, Beyoğlu Deva Çıkmazı’nda ilk<br />
pastanesini 1923’te açtı. Pastanesinin adını, Fransızca L’Orient<br />
olan “şark” kelimesinin okunuşundan alan “Loryan”<br />
koydu. (Sönmez, A’dan Z’ye Sait Faik, s.49) Müşterilerine<br />
13
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />
iki yüz çeşit pasta ve şekerleme sunan pastane, devrin<br />
en ünlü ve kaliteli pastaneleri Markiz ve Lebon’a bile<br />
kısa sürede rakip oldu. Yabancı adların Türkçeleştirmesi<br />
sırasında pastanenin en kıdemli müdavimlerinden sanat<br />
tarihçisi Burhan Toprak’ın önerisiyle Loryan adı, Çağatayca’da<br />
“mükemmellik, kusursuzluk” anlamına gelen Baylan<br />
kelimesiyle değiştirilirdi. 1928’de İstiklâl Caddesi 148 numaradaki<br />
Luvr Apartmanı’nın zemin katında Baylan Pastanesi<br />
açıldı. Burası 1967 yılına kadar açık kaldı. Kadıköy<br />
Baylan ise 1961 yılında baba Lenas’ın küçük oğlu Minas<br />
Lenas tarafından kuruldu.(Durbaş, Rakı ile Edebiyat Muhabbeti,<br />
s.45)<br />
Beyoğlu Baylan Pastanesi’nin edebiyatçı müdavimleri<br />
1950-1960’lı yıllarda kırk kadardı. Buranın belli başlı müdavimleri<br />
olarak Attila İlhan, Yılmaz Gruda, Demir Özlü,<br />
Asaf Çiyiltepe, Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Ferit Edgü,<br />
Fikret Hakan, Orhan Çubukçu, Demirtaş Ceyhun, Ege Ernart,<br />
Oğuz Arıkanlı, Yüksel Arslan, Oğuz Haluk (Hayalet<br />
Oğuz), Türkân İldeniz, Erol Günaydın, Fazıl Hüsnü Dağlarca,<br />
Haldun Taner, Cemal Süreya, Salâh Birsel, Peyami Safa,<br />
Orhan Duru, Ahmet Oktay, Fethi Naci, Hilmi Yavuz, Ülkü<br />
Tamer, Leyla Erbil, Tomris Uyar, Sevim Burak, Metin Erksan,<br />
Şükran Kurdakul, Yılmaz Güney, Arif Keskiner, Doğan Hızlan’ı<br />
sayabiliriz. (Anar, a.g.e., s.317-318)<br />
Baylan’ı bir edebiyat mahfili hâline getiren aslında Attila<br />
İlhan’dı. Şöhretli bir şair olan Attila İlhan, buradaki sohbetleri<br />
ile devrin önemli bir kültür-sanat ve edebiyat üstadı,<br />
Ahmet Oktay’ın deyimiyle “Papa”sı haline geldi. (Oktay,<br />
Gizli Çekmece, s.84)<br />
Attila İlhan<br />
Attila İlhan, kendilerinden bir önceki kuşağın sanat eleştirisini<br />
yapmakta, bir yandan da Mavi dergisinde kendi<br />
sanat-edebiyat anlayışını açıklamakta, pastanede de bu<br />
akımın alt yapısı kabul ettiği düşünce ve tezlerini çevresine<br />
toplanan çoğu genç sanatçılara anlatmakta, onları<br />
büyülemektedir. Ankara kaynaklı Mavi dergisinin yazarları,<br />
üstatlarıyla buluşmak için Baylan’a<br />
akın akın gelmeye başlar.<br />
Bu edebiyatçılar Ahmet Oktay,<br />
Yılmaz Gruda, Demir Özlü, Fikret<br />
Hakan, Güner Sümer’dir.<br />
Baylancılar sadece edebiyat,<br />
kültür-sanat sohbetleri yapmıyorlardı.<br />
Onlar bir mahfil olma<br />
bilincinin göstergesi olarak<br />
protesto faaliyetlerine de katılıyorlardı.<br />
Bu faaliyetlerden biri,<br />
Tepebaşı’ndaki Dram Tiyatrosu’nda<br />
Türk Edebiyatçılar Birliği’nin<br />
2 Nisan 1956’da tertip<br />
ettiği şiir ve müzik toplantısını<br />
sabote etmek amacıyla düzenlenmişti.<br />
Protestonun tertip<br />
komitesinde Asaf Çiyiltepe,<br />
Hasan Pulur, Kıl Güngör, Bağırsak<br />
Süha, Cemal Hoşgör, Fikret<br />
Hakan, Demirtaş Ceyhun yer<br />
alıyordu. Toplantıda planlar ya-<br />
Baylan Pastanesi’nin içeriden görünümü<br />
14
İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
pılmış ve nihayet protesto için herkes yerini aldıktan sonra<br />
Behçet Kemal Çağlar, Dram Tiyatrosu’nda kürsüdeyken<br />
“yuh” sesleri ortalığı karıştırmıştı. “Devlet şairi” unvanına<br />
sahip olan Çağlar, bu mahfilin düşünce ve görüşlerine uymayan<br />
fikirleri sebebiyle protesto edilmişti. Bu protestolar<br />
sebebiyle güzel başlayan gece emniyette bitmiş, soruşturmalar<br />
soruşturmaları kovalamıştır. (Birsel, Ah Beyoğlu<br />
Vah Beyoğlu, s.218-224)<br />
Baylan’ı sadece sanatçılar değil “görevliler” de doldururdu.<br />
Baylan Pastanesi, bu protesto eyleminin olumsuz etkisi<br />
ile görevlilerin gözetledikleri bir mekân haline gelmiştir.<br />
Bunda Attila İlhan’ın başkanlığında yapılmış bir toplantıda,<br />
onun etrafını doldurmuş genç yazarlara dönerek “Biz<br />
sosyalistiz arkadaşlar.” diye bağırmasının da belki etkisi<br />
vardır. Hasan Pulur ise bir gün gazetesinin ortasındaki delikten<br />
arkadaşlarının masasını izleyen görevliyi fark edip<br />
-kendisinin de bir görevli olduğunu sonradan öğrenecekleri-<br />
Kıl Güngör ile bu adamı dövmüş, bir kültür sanat<br />
ve edebiyat mekânı bu ve bunun gibi olaylar sebebiyle<br />
macera filmlerindeki heyecanlı atmosfere bir süre sahip<br />
olmuştur.<br />
İşin ciddiyetini anlayan Baylancılar, aralarına yabancıları<br />
almamak için bir parola da tespit etmişlerdi. Baylancıların<br />
masasına oturmak için “Boğaz’da gölgeler var.” parolasını<br />
söylemek şarttır. Eğer parolayı söylemeden “masaya<br />
çökmek” isteyen çıkarsa, herkes en kısa yoldan tedbirini<br />
alıp ağzını sıkı tutar. (Oktay, Gizli Çekmece, s.203) Baylan<br />
Pastanesi, 1967’de kapanmış, buradaki toplantılar da maalesef<br />
sona ermiştir.<br />
Kaynaklar<br />
Anar, Turgay, Mekândan Taşan Edebiyat: Yeni Türk Edebiyatında<br />
Edebiyat Mahfilleri, İstanbul, 2012.<br />
Birsel, Salah, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Sel Yayıncılık, İstanbul,<br />
2002.<br />
Birsel, Salah, Kahveler Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,<br />
İstanbul, 1983.<br />
Buğra, Tarık, Bu Çağın Adı, Ötüken Yayınları, İstanbul,<br />
1995.<br />
Büyükünal, Feriha, Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu, Doğan Kitap,<br />
İstanbul, 2006.<br />
Durbaş, Refik, Rakı ile Edebiyat Muhabbeti, Heyamola Yayınları,<br />
İstanbul, 2007.<br />
Fazlı Necip, Külhani Enteller / Edibler, Arba Yayınları, İstanbul,<br />
1991.<br />
Oktay, Ahmet, Gizli Çekmece, Doğan Kitap, İstanbul, 2004.<br />
Sertoğlu, Midhat, “Gülmek için Kurulmuş Bir Topluluğun<br />
Hikâyesi”, Hayat, nr.28, 7 Temmuz 1977, s.9.<br />
Sönmez, Sevengül, A’dan Z’ye Sait Faik, Yapı Kredi Yayınları,<br />
İstanbul, 2009.<br />
Suner, Yasemin, “Letafet Apartmanı”, DBİA, c.V, s.203.<br />
Tarhan, Abdülhak Hâmid, Abdülhak Hâmid’in Hatıraları,<br />
Dergâh Yayınları, İstanbul, 1994.<br />
Kemal Behçet Çağlar, Şair Nedim’in mezarı başında<br />
15
TÜRK EDEBİYATININ<br />
KÜLLÜK DEVRİ<br />
Beşir AYVAZOĞLU<br />
Yazar<br />
“<br />
Küllük, üniversite öğrencileri ve<br />
kütüphanelerde çalışma yapanlar için<br />
ayrı bir anlam taşıyormuş. Sabahleyin<br />
erkenden bu kahveye damlayıp<br />
yuvarlak demir masalarından birini<br />
seçer, gözleri üniversite kapısındaki<br />
saatlerde, çay ve simitle kahvaltı<br />
ederlermiş. Küllük, saatler dokuza<br />
yaklaşırken boşalmaya başlarmış,<br />
çünkü o vakitte müşterilerinin<br />
bir kısmı derse, bir kısmı da<br />
kütüphanelere gidermiş; kimi Belediye<br />
Kütüphanesi’ne, kimi Beyazıt Devlet<br />
Kütüphanesi’ne, kimi de Hakkı Tarık<br />
Us veya İstanbul Üniversitesi Merkez<br />
Kütüphanesi’ne... Öğle vakti yeniden<br />
dolarmış Küllük; bitişikteki Emin<br />
Efendi Lokantası’nda yahut daha ucuz<br />
aşevlerinde öğle yemeklerini yiyenler<br />
çay ve kahvelerini burada içerken o<br />
gün gözden geçirdikleri gazete, dergi<br />
ve kitaplardan söz ederlermiş.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />
Tarık Buğra, 1974 yılı Ekim’inin başlarında<br />
ayaklarının kendisini sürüklediği<br />
Beyazıt’ta, bir zamanlar Küllük<br />
Kahvesi’yle Emin Efendi Lokantası’nın<br />
bulunduğu yerde sadece kavun, karpuz<br />
sergilerini ve mısır satıcılarını<br />
görünce hüzünlenmiş, Tercüman’daki<br />
köşesinde “Bizim Bayezid’imiz artık<br />
yoktur! Keşke tutsaydı şu Hürriyet<br />
Meydanı yakıştırması. Nerede o ufacık<br />
meydan? Havuz? Sonra, kitapçı<br />
kulübeleri ve bahçeleri kaldırıma<br />
uzanan kahveler? Hele Küllük?” diye<br />
yazmıştı. “Küllük” isimli hoş bir hikâyesi<br />
de bulunan Küçük Ağa yazarının<br />
şu cümleleri daha şaşırtıcıydı: “Küllük<br />
bir devirdir tek başına. Bilenler Küllüğü<br />
Darülfünun’un -ve üniversitenintamamlayıcısı,<br />
hattâ başlı başına bir<br />
üniversite sayarlar: ‘Küllük’ten mezunum’<br />
diyen yalnız ben değilim.”<br />
Küllük Kahvesi’nin tarihini az çok<br />
bilenler, Tarık Buğra’nın ne demek<br />
istediğini daha iyi anlarlar. Bayezid<br />
Camii civarında, Kanuni devrinden<br />
beri kahvelerin bulunduğu biliniyor.<br />
Bu bakımdan gerek Küllük Kahvesi,<br />
gerekse 1930’ların sonlarına kadar<br />
Bayezid Medresesi çevresindeki sıra<br />
kahveler, meydanda aynı zamanda<br />
bir sürekliliği ifade ederdi. Ancak<br />
Küllük Kahvesi’nin kültür ve edebiyat<br />
dünyamıza mal olması, Harbiye<br />
Nezareti’nin 1923 yılında Darülfünun’a<br />
tahsis edilmesinden sonradır.<br />
1933 Üniversite Reformu’ndan sonra<br />
davet edilen yabancı hocaların da<br />
rağbet göstermeleri Küllük ve Emin<br />
Efendi Lokantası’na özel bir itibar<br />
kazandırır. Çınaraltı da sevilen bir<br />
mekân olmakla beraber, bu ikisinin<br />
gölgesinde kalmıştır.<br />
Üniversite hocalarının yanı sıra, şair,<br />
yazar ve gazetecilerin buluşup sohbet<br />
ettikleri, her türlü fikrin serbestçe<br />
tartışılabildiği Küllük, İstanbul Üniversitesi,<br />
Sahhaflar Çarşısı, Beyazıt<br />
Devlet Kütüphanesi ve Belediye Kütüphanesi’nden<br />
ayrı düşünülemez.<br />
Daha açık bir ifadeyle, Beyazıt Meydanı,<br />
kendiliğinden bir üniversite<br />
muhiti, Küllük de Emin Efendi Lokantası’yla<br />
birlikte bu muhite mensup<br />
olanların yemek saatlerinde ve akşamüzerleri<br />
ders çıkışlarında bir araya<br />
geldikleri vazgeçilmez bir mekâna<br />
dönüşmüştü.<br />
Kahveden Kütüphaneye<br />
Küllük, üniversite öğrencileri ve kütüphanelerde<br />
çalışma yapanlar için<br />
ayrı bir anlam taşıyordu. Sabahleyin<br />
erkenden bu kahveye damlayıp<br />
yuvarlak demir masalarından birini<br />
seçer, gözleri üniversite kapısındaki<br />
saatlerde, çay ve simitle kahvaltı<br />
ederlermiş. Niyazi Akı’nın anlattığına<br />
göre, “hiçbir zaman aynı vakti göstermeyen”<br />
o iki saat, “severek bakan<br />
iki göz” gibi meydanda olup bitenleri<br />
seyreder ve düzenli tiktaklarla bu hatıraları<br />
“zamanın bir yerine” kaydedermiş.<br />
Küllük, saatler dokuza yaklaşırken<br />
boşalmaya başlarmış, çünkü o<br />
vakitte müşterilerinin bir kısmı derse,<br />
bir kısmı da kütüphanelere gidermiş;<br />
kimi Belediye Kütüphanesi’ne, kimi<br />
Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne, kimi<br />
de Hakkı Tarık Us veya İstanbul Üniversitesi<br />
Merkez Kütüphanesi’ne...<br />
Öğle vakti yeniden dolarmış Küllük;<br />
bitişikteki Emin Efendi Lokantası’nda<br />
yahut daha ucuz aşevlerinde öğle<br />
Küllük Kahvesi<br />
18
TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
yemeklerini yiyenler çay ve kahvelerini<br />
burada içerken o gün gözden<br />
geçirdikleri gazete, dergi ve kitaplardan<br />
söz ederlermiş.<br />
Küllük Kahvesi, uzun<br />
yıllar her fikirden ilim<br />
adamını ve aydını bir<br />
araya getiren, benzeri<br />
görülmemiş bir<br />
kulüptü.<br />
Küllük Kahvesi’nin nargile tiryakisi<br />
müdavimlerinin yanı sıra, tavla ve<br />
domino gibi oyunlara meraklı müşterilerinin<br />
bulunduğunu da unutmamak<br />
gerekir. Daha da önemlisi, Küllük<br />
bir buluşma merkeziydi, randevular<br />
burada verilirdi. Peyami Safa’nın<br />
Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adlı<br />
romanında, Ferid, kendisi için üç lira<br />
borç para bulacak sosyalist arkadaşı<br />
Saim’le Küllük’te buluşmuştur. Kemal<br />
Tahir’in Yol Ayrımı’nda da 1930’ların<br />
Küllük’ünün hoş bir tasviri vardır: “Saray<br />
Şoforu” Çorumlu Dadal, gazeteci<br />
hemşehrisi Selim’e o günlerde kurulmak<br />
üzere olan Serbest Fırka hakkında<br />
bilgi vermek için Küllük’e gelir:<br />
Cami duvarı dibindeki kahve yükünü<br />
tutmuştur. Şurada tavlaya kapanmış<br />
tavlacılar cehar atıp şeş oynarken beride<br />
kumarcı takımı pastıra, cimdallı,<br />
altmışaltı, piket, prafa veya dört başlı<br />
dominoya yumulmuştur. Kahveci yanaşmaları<br />
fırıldak gibi dönüp yel gibi<br />
seğirterek hizmete sıvanmış, tepsileri<br />
havada uçurmaktadırlar. Dadal Efendi,<br />
gölgeye oturup “İzmir işi nargileyi<br />
ve de tavşankanı çayı söyleyim derken”<br />
başka bir tanıdık gazetecinin,<br />
Murat Efendi’nin sesini duyar.<br />
İki Çeşit Müşteri<br />
Küllük, esas itibariyle bir açık hava<br />
kahvesiydi; baharla birlikte şenlenir<br />
ve yaz günlerinde arı kovanı gibi işlerdi.<br />
Yedigün dergisinde yayımlanan<br />
bir Asaf Hâlet Çelebi röportajındaki<br />
fotoğraflarda bu şenlikli hava hissedilmektedir.<br />
Ne var ki soğuklar<br />
bastırınca kahveye hüzünlü bir sessizlik<br />
ve inkıraz havası çökerdi. Tarık<br />
Buğra, Küllük’ün iki çeşit müşterisinin<br />
bulunduğunu söyler: Yazlık müşteriler<br />
ve yaz kış bu kahveyi mekân<br />
tutanlar... Küllük’ün hurda bir vagona<br />
benzeyen salaşına kapanarak kışı<br />
geçirenler, daha çok pansiyonlarda<br />
ve medrese odalarında barınan üniversite<br />
öğrencileriydi; “varı yoğu bir<br />
şilte ile bir bavul ve üç beş kitap olan<br />
odaları”ndan daha gün kendini bulmadan<br />
fırlar, şehrin her yönünden<br />
Küllük’e dökülürlerdi. Yazlık müşteriler<br />
onların nazarında “Kırlangıç”lardır;<br />
vefasız kırlangıçlar atkestaneleri<br />
daha güzelim yapraklarını dökmeden<br />
Şehzadebaşı ve Aksaray kahvelerine<br />
göç ediverirler.<br />
Sıtkı Akozan’ın Küllükname (1936)<br />
isimli manzum eserinde müdavim<br />
olarak zikrettiği isimler, çoğu “Esafil-i<br />
Şark” diye anılan aydınlar grubuna<br />
mensup, geçen asrın başlarından itibaren<br />
Türkiye’de ilim, kültür ve edebiyat<br />
hayatının yöneldiği istikametleri<br />
belirleyen isimlerdi. Bu da Küllük<br />
Kahvesi’nin uzun yıllar her fikirden<br />
ilim adamını ve aydını bir araya getiren,<br />
dünyada belki de benzeri<br />
görülmemiş bir kulüp olduğunu<br />
gösterir. Müdavimler, kendileriyle<br />
görüşmek isteyenlere burada randevu<br />
verirlerdi. Hasan İzzettin Dinamo,<br />
Yahya Kemal’le ilk defa Küllük’te<br />
görüşmüş, Nurullah Ataç’ın<br />
da bulunduğu bu görüşmeyi Edebiyat<br />
Anıları’nda anlatmıştır. Baki<br />
Süha Ediboğlu da Yahya Kemal’in<br />
“Beyazıt’ta, tramvay durak yerinin<br />
arkasındaki kahvede”, yani Küllük’te<br />
verdiği randevuya gidişini şöyle anlatır:<br />
“Saat dörde beş kala Beyazıt’taki<br />
kahvenin önündeydim. Resimlerine<br />
göre hayalimde canlanan Yahya<br />
Kemal’i şöyle göz ucu ile kahvede<br />
oturanlar arasında aramaya başladım.<br />
Hemen ilk bakışta tam da hayalimdeki<br />
insanı kahvenin ön sırasında<br />
tek başına oturur buldum. Sanki çift<br />
sandalyeye oturmuş gibi yayılmış,<br />
iri gövdesi öne doğru eğik, çenesini<br />
bastonuna dayamış, dalgın dalgın<br />
Beyazıt Camii’ine bakıyordu.”<br />
“Kahve ve Tabut”<br />
Bayezid Camii etrafındaki kahveler,<br />
muhtemelen namaz saatlerini bekleyenler<br />
için vakit geçirecekleri mekânlar<br />
olarak oluşmuş, meydan zamanla<br />
bir kültür ve üniversite muhitine dönüşünce,<br />
profesöründen öğrencisine<br />
üniversiteliler ve onlarla buluşup görüşmek<br />
isteyen yazarlar, şairler, gazeteciler<br />
vb. tarafından kullanılmaya<br />
başlanmıştı. Fakat Bayezid Camii aslî<br />
görevlerini sürdürüyor ve elbette civarda<br />
ölenlerin cenazeleri buradan<br />
kaldırılıyordu. Bu yüzden, türbe kapısının<br />
önündeki kahvelerde, yani<br />
Küllük’te oturanlar sık sık ölüm gerçeğiyle<br />
yüz yüze geliyorlardı. Necip<br />
Fâzıl, “Küllük Akademiyası” başlıklı<br />
yazısında, “İslâm cenazeleri” musalla<br />
taşına varabilmek için “her cinsten,<br />
sınıftan, mezhepden, zevkten, kılıktan,<br />
edadan” insanların bulunduğu<br />
kahve kalabalığını yarıp geçerken<br />
“Frenk muaşeret kitaplarındaki bir<br />
Asaf Halet Küllük Kahvesi’nde nargile içerken<br />
19
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />
kaide titizliğiyle ayağa kalkan zarif<br />
adamlar”dan alaylı bir dille söz eder.<br />
Bedri Rahmi Eyüboğlu da “Kahve ve<br />
Tabut” başlıklı yazısında bu tuhaflığa<br />
dikkati çekmiştir. Bir ağaç gölgesinde<br />
altın köpüklü kahvenizi höpürdetip<br />
nargile tokurtularıyla güvercinler<br />
arasındaki münasebeti keşfe çalışır<br />
ve hayatın güzelliği üzerinde düşünürken<br />
birden bütün kahve halkı<br />
ayağa kalkar; siz de kalkarsınız. “Bir<br />
tabut, kahve sakinlerini ikiye bölerek<br />
yanı başınızdan” geçmektedir. Rifat<br />
Ilgaz’ın “Beyazıt Kahveleri” şiirindeki<br />
sahnede çarpıklık daha güzel yansıtılır:<br />
Apaçık bir Beyoğlu hikâyesini<br />
keser bıçak gibi ortasından<br />
cenaze arabası.<br />
1940 Kuşağı Küllük’te<br />
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Rifat Ilgaz,<br />
Orhan Veli, Abidin Dino, Fikret Adil,<br />
Asaf Hâlet Çelebi, Arif Dino, Hasan<br />
İzzettin Dinamo, Oktay Rifat,<br />
Celal Sılay, Tarık Buğra gibi,<br />
şiirde, romanda, resimde vb.<br />
yeni iddiaları olan, hattâ bir<br />
kısmı Karl Marx adını anmaya<br />
bile cesaret edebilen<br />
gençler, Küllük müdavimleri<br />
arasına 1940’larda katılmış<br />
ve kahvenin havasını hızla<br />
değiştirmişlerdi. Özellikle<br />
üniversiteli kızların ve asistan<br />
hanımların uzun bir mücadele<br />
sonunda rektörden<br />
Küllük Kahvesi’nde oturma<br />
iznini koparmış olmaları,<br />
onlar için burayı başlı başına<br />
bir cazibe merkezi haline<br />
getirmişti.<br />
Her fikrin rahatça tartışıldığı<br />
bir çeşit açık forum<br />
haline geldiği için muhtemelen<br />
Siyasi Şube polislerince<br />
de dikkatle izlenen<br />
Küllük’te gitgide derinleşen<br />
çatışmalar da yaşanıyordu.<br />
Sabahattin Ali’nin İçimizdeki<br />
Şeytan adlı romanında hem nesil<br />
farkından, hem ideolojik fikir ayrılıklarından<br />
kaynaklanan, zaman zaman<br />
yolların ayrılıp arkadaşlıkların bitirildiği<br />
çatışmalarla ilgili ipuçları vardır.<br />
Nihal Atsız, İçimizdeki Şeytan’da<br />
kendisini ve bütün eski dostlarını<br />
ahlâksız, satılmış, haysiyetsiz tipler<br />
olarak tasvir eden eski dostu Sabahattin<br />
Ali’ye İçimizdeki Şeytanlar adlı<br />
broşüründe cevap vermişti. Adı geçen<br />
roman Bozkurt dergisinde Reha<br />
Oğuz Türkkan tarafından da eleştirildi.<br />
Tefrikasına bu dergide başlanan<br />
ve Gökbörü dergisinde devam edilen<br />
Arayan Adam isimli romanın “Küllük’te<br />
Bir Sanat Münakaşası” başlıklı<br />
bölümünde kahvenin “sol” tarafıyla<br />
alay edilmiştir: Burada dört kişi oturmaktadır:<br />
Birincisi ayaklarını önündeki<br />
iskemlenin arkalığına uzatmış;<br />
ikincisi iskemleye ata biner gibi ters<br />
yerleşmiş; üçüncüsü masaya yayılmış<br />
simidini çaya batıra batıra yerken<br />
bir kesekâğıdı üzerine garip garip<br />
şekiller çizmekte, dördüncüsü de<br />
arkadaşının kese kâğıdından kopardığı<br />
bir parçaya uzunlu kısalı mısralar<br />
karalamaktadır. Yanlarında iki de<br />
kadın bulunan bu dört kişi arasında<br />
Abidin Dino’yla Asaf Hâlet Çelebi’yi<br />
fark edebiliyoruz. Daha sonraki paragrafta,<br />
kadın gibi kabarık ve uzun<br />
saçlı, hakimane tavırlı iriyarı biri olarak<br />
tasvir edilen üçüncü kişi Arif Dino<br />
olmalıdır. Biraz sonra, uzunlu kısalı<br />
mısralar yazan “üstad”ın uzun bıyıkları<br />
telaşlanır, gözündeki monokl<br />
düşer ve kalemi havada kalır. İlham<br />
gelmiştir. Hayretle açılan ağzından<br />
yeni bir şiirin mısraları dökülür:<br />
Hır, vır, zır.. Buda ho zulo!<br />
Orospu olan sevgilim, söylüyor bir<br />
solo!<br />
Esmeuetâ hum! (3 defa)<br />
Türkçüler, Küllük’ün “sol” tarafındakilerle<br />
hem ideolojik sebeplerle, hem<br />
de sanat anlayışlarını benimsemedikleri<br />
için alay ediyorlardı. Bir önceki<br />
nesle mensup yazarlarsa genellikle<br />
tuhaf şiirler yazıp resimler yapan bu<br />
çulsuz gençleri hiç ciddiye almamışlardır.<br />
Refik Hâlid Karay, 1940’larda<br />
Küllük Kahvesi’ni mekân tutan Arif<br />
Dino ve Asaf Hâlet Çelebi gibi şairlerle<br />
Üç Nesil Üç Hayat’ta tatlı tatlı<br />
alay etmişti.<br />
Atkestaneleri ve çınarlar altındaki<br />
iskemlelere ters oturmuş, tıraşsız,<br />
saçları yağlı ve kepekli, ceketleri gayet<br />
uzun ve bol, pantolonları çekik,<br />
çorapları düşük, sırtları kabarmış,<br />
omuzları kalkık, kırkına yaklaşmış<br />
“genç” şairler bir süre aralarında<br />
“Eskileri yerlerinden atmalı! Gazetelerin<br />
başköşeleri bizim hakkımızdır!<br />
Bunaklar ve cahiller defolsun!” diye<br />
haykırıştıktan sonra birbirlerine şiirler<br />
okumaya başlarlar. Birincisi, şimdiye<br />
kadar yapılanlarla kıyas kabul<br />
etmeyecek derecede nefis ve bütün<br />
yeni edebiyatın ruhunu iki mısrada<br />
özetleyecek bir şiir okuyacağını,<br />
bunun tabii ki bir şaheser olduğunu<br />
söyledikten sonra:<br />
Döner kebap<br />
Dönmez olsun<br />
20
TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
şiirini okur. Öbürleri “Harika! Mucize!”<br />
diye bağrışırlar. İçlerinden birinin<br />
“Bunu tek başına mı yazdın? Tek<br />
imza ile mi neşredeceksin?” sorusu<br />
üzerine, şiiri okuyan, “Hayır,” der, “o<br />
şeref bana fazladır; zaten ilham eden<br />
de sensin. Çift imza ile ikimizin imzalarıyla<br />
basarız.” Nargile içmekte olan<br />
şair, marpucu mânâlı mânâlı sallayarak<br />
“Hakkınız var!” diye araya girer:<br />
“Siz bu şiirle ‘Ağaca bir taş attım/<br />
Taşımı ağaç yedi’ ve ‘Gözlerim/ Gözlerim<br />
nerede?/ Şeytan aldı, götürdü/<br />
Satamadan getirdi’ şedövrlerini gölgede<br />
bıraktınız.” Öbürleri nargileliye,<br />
“Fakat senin şaheserine varamadık.<br />
Ah, o ne dâhiyane, mutlak ve ebedî<br />
bir eserdir. Hep birden tekrar edelim!”<br />
der. Hepsi birden ayağa kalkar,<br />
birbirlerinin elinden tutup goygoycular<br />
gibi sıraya dizilirler. Önce nargileli<br />
şair, kalın, mehabetli bir papaz<br />
sesiyle<br />
Sidharta buddhâ!<br />
Myagrodhâ!<br />
mısralarını ağır ağır okur. Daha sonra<br />
ötekiler bir ağızdan, seslerini kiliselerdeki<br />
ilâhici çocuklar gibi tiz bir<br />
ahenkle ve gittikçe yükselterek üç<br />
kere haykırırlar:<br />
Om mani padme hum!<br />
Om mani padme hum!<br />
Om mani padme hum!<br />
“Küllük Akademiyası”<br />
Necip Fâzıl da Son Telgraf gazetesinde<br />
16 Temmuz 1939 tarihinde çıkan<br />
“Küllük Akademiyası” başlıklı yazısından<br />
anlaşıldığına göre, Küllük’te kendisi<br />
hakkında yapılan dedikodulara,<br />
özellikle aleyhinde konuşan Ahmet<br />
Hamdi Tanpınar’a çok öfkeliydi. Söz<br />
konusu yazısında, o tarihte henüz<br />
önemli eserlerinden hiçbirini yazmamış<br />
olan Tanpınar’dan “masasındaki<br />
iki kişinin on misli kadar bir zümrece<br />
tanınmış ve tanyeri ağarırken pınar<br />
başında doğmuş bir şaircik” diye söz<br />
etti. Aynı gün, Peyami Safa’nın da<br />
Cumhuriyet’te “Muharrir Dedikodusu”<br />
başlıklı bir yazısı çıkmıştı. Necip<br />
Fâzıl’ın ertesi gün övgüyle söz ettiği<br />
bu yazıda, oturup yazı yazmak,<br />
eser vermek yerine, kahve ve lokanta<br />
köşelerinde dedikodu üretenler<br />
eleştiriliyor ve “en beğendikleri muharrirlerin<br />
en münakaşa götürmez<br />
kıymetlerini hart hart” ısıran kuduzlardan<br />
söz ediliyordu: “Çekiştirilen<br />
adam uzak bir masadaysa iyi; kapıdan<br />
dışarıdaysa daha iyi; ölmüşse<br />
çok daha iyi. Çünkü bunların maksadı<br />
ne tenkit, ne ıslah; sadece tahriptir<br />
ve mukavemetleri madde halinden<br />
çıkıp gölge haline düşmüş insanları,<br />
yani gaipleri seçerler.”<br />
Bu yazılar, aslında Küllük’teki çatışmanın<br />
ne kadar derinleştiği konusunda<br />
önemli ipuçları taşııyordu.<br />
Hasan İzzettin Dinamo, Edebiyat<br />
Anıları’nda, Nihal Atsız’ın hemen her<br />
gün beş on metre ileride karşılarına<br />
oturup gövde gösterisi yaptığını<br />
söyler. Bir süre sonra, Akbaba mizah<br />
dergisini de çıkaran Yusuf Ziya Ortaç<br />
ve Orhan Seyfi Orhon gibi Türkçüler,<br />
Bayezid Camii’nin kuzey tarafını güneye,<br />
yani Çınaraltı’nı Küllük’e tercih<br />
etmeye başlarlar. Bu tercih,<br />
ilk sayısı 9 Ağustos 1941 tarihinde<br />
çıkan ve “Türkçü” bir<br />
çizgide yayın yapan, Peyami<br />
Safa ve Nihal Atsız’ın da<br />
yazarları arasında yer aldığı<br />
derginin ismini belirleyecektir:<br />
Çınaraltı.<br />
Dinamo, kendilerinin Küllük<br />
dergisini çıkardıkları<br />
sırada Orhan Seyfi’nin de<br />
Çınaraltı’nı çıkardığını ve<br />
kendilerine “Bugünlerde<br />
yeni bir dergi daha çıktı:<br />
Küllük! Küllük, yani çöplük.<br />
Tam kendilerine yakışır<br />
bir ad. İçindeki yazılar da<br />
zaten bu çöplüğe yakışır<br />
şeyler!” diye ağız dolusu<br />
küfrettiğini iddia ediyor.<br />
Ancak Küllük’ün ilk ve tek<br />
sayısı Eylül 1940’ta, Çınaraltı’nın<br />
ilk sayısı ise aşağı<br />
yukarı bir yıl sonra, 9<br />
Ağustos 1941’de çıkar. Görebildiğim<br />
kadarıyla, Küllük dergisine sadece<br />
Yusuf Ziya’nın beşinci sayıda yayımlanan<br />
“Gençlik ve Çınaraltı” başlıklı<br />
yazısında sataşılmıştır: “Daha ilk sayılarında,<br />
kâğıtları fikirlerinin leşine<br />
kefen olan fesat mecmualarına karşı<br />
Çınaraltı’yı karşılayan büyük alâka…”<br />
Bu cümlenin Küllük’ü mekân tutan<br />
genç edebiyatçı neslini çok rahatsız<br />
ettiği, Arif Dino’nun<br />
Akbaba Çınaraltı’nda leş yesin!<br />
şiirinden anlaşılıyor.<br />
Çıkar Çıkmaz Kapatılan Dergi<br />
Yusuf Ziya’nın “fesat mecmuası”<br />
dediği ve ilk sayısı çıktıktan sonra<br />
kapandığını ima ettiği, ismini Küllük<br />
Kahvesi’nden alan Küllük, yirmi<br />
sayfalık büyük boy bir dergidir; kapağında<br />
Abidin Dino’nun Küllük ortamını<br />
büyük bir ustalıkla tasvir ettiği<br />
çarpıcı bir kompozisyon yer alır. Kim<br />
tarafından yazıldığı belirtilmeyen<br />
ve “Küllük bir kahvedir” cümlesiyle<br />
başlayan “Küllük Beyannamesi”nde,<br />
Arif Kaptan’ın çizgileriyle Küllük<br />
21
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />
kahvenin tarihçesi kısaca özetlendikten<br />
sonra yüzyıllarca saraya karşı<br />
“halk sanatının kalesi” olan kahvenin<br />
Türk toplumu için taşıdığı önemden<br />
söz edilmektedir. Beyannamede, son<br />
zamanlarda “kolektif sanatın ocağı”<br />
olma vasfını büyük ölçüde kaybeden<br />
kahveye, dolayısıyla halka dönmek<br />
gerektiği, “Türk sanatının büyük ızdırabı<br />
olan halktan ayrılmış olmak faciası”ndan<br />
kurtuluş için başka çarenin<br />
bulunmadığı ifade edilir.<br />
Sadri Ertem’in kahveden yola çıkarak<br />
“iman yerine müsbete, fikrin ve felsefenin<br />
rehberliğine” inandıklarını ifade<br />
ettiği ve “halkçı sanat”ın felsefesini<br />
yaptığı “Küllük” başlıklı yazısıyla<br />
Zahir Güvemli’nin “Küllükoloji” yazısı<br />
aynı sayfada kullanılmıştır. Güvemli,<br />
mizahî bir dille Küllük isminin etimolojisi<br />
üzerinde durduktan sonra,<br />
Küllük bibliyografyası hakkında bilgi<br />
vermektedir. Yazının bu bölümünde<br />
önce Sıtkı Akozan Küllükname’sinden<br />
söz edilir. Nurullah Ataç da Haber’deki<br />
bazı yazılarında Küllük’ten<br />
söz etmişse de önemli değildir. Asıl<br />
önemli yazı, Güvemli’ye göre, Necip<br />
Fâzıl tarafından yazılmıştır. Son<br />
Telgraf gazetesinde yayımlandıktan<br />
sonra şairin Çerçeve isimli kitabına<br />
da giren “Küllük Akademiyası”<br />
başlıklı bu yazı sayesinde<br />
profesör vekili Ahmet Hamdi Tanpınar<br />
meşhur olmuştur. Güvemli burada<br />
bir dipnot düşerek Sıtkı Akozan’ın<br />
Ses dergisinde yayımlanan “Terkib-i<br />
Münebbit” adlı şiirindeki “Sormadan<br />
Yahya Kemal’e Tanpınar’ı kim<br />
bilir” mısraını hatırlatır. Necip Fâzıl’ın<br />
söz konusu yazısında, birçok Küllük<br />
müdavimini isimlerini zikretmeksizin<br />
hicvettiğini, bu konuda daha fazla<br />
bilgi edinmek isteyenlerin kendisine<br />
başvurmaları gerektiğini söyleyen<br />
Güvemli, Cavit Yamaç’ın Ses’te çıkan<br />
“Gölge Çiftliği” başlıklı yazısını da<br />
hatırlatarak bu genç yazarın “hakiki<br />
telâkkisini serlevhada hülasa etmiş”<br />
olduğunu söyler.<br />
“Küllükoloji”de bazı önemli bilgiler de<br />
var. Küllük Kahvesi ortaya çıkmadan<br />
önce, Sultanahmet’te, Defterdarlığa<br />
sapan köşedeki setli sıra kahvelerin<br />
Akademi ismiyle aynı görevi yaptıklarını,<br />
çünkü Darülfünun’un bazı<br />
bölümlerinin yanan Adliye binasında<br />
bulunduğunu söyleyen Güvemli’ye<br />
göre, ilim ve kültür ocakları Beyazıt’ta<br />
toplanmaya başladıktan sonra<br />
Sultanahmet kahveleri gözden<br />
düşmüş ve Bayezid Camii’nin türbe<br />
kapısı tarafındaki ağaçlıklı bölge bir<br />
cazibe merkezi haline gelmişti. Aşağı<br />
yukarı iki yüz metrekarelik bir alanı<br />
işgal eden bu bahçede, yedi kahveci<br />
ve bir lokanta, yani Emin Efendi Lokantası<br />
faaliyet gösteriyordu.<br />
Asaf Hâlet Çelebi’nin “Mısrı Kadim”<br />
şiiriyle yer aldığı Küllük’ün üçüncü<br />
sayfasında, ismi yeni yeni duyulmakta<br />
olan genç bir şairin, Orhan<br />
Veli’nin “Tahattur” şiiri de iri puntolarla<br />
yayımlanmıştı. Abidin Nesimi’ye<br />
göre, Küllük, bu şiirde, barut alım<br />
satımında yapılan yolsuzluğa (“Barut<br />
İrtişası”) imada bulunulduğu; Hasan<br />
İzzettin Dinamo’nun yazdığına göre<br />
de Hasan Âli Yücel’le sevgilisinin hedef<br />
alındığı gerekçesiyle kapatılmıştı.<br />
Dinamo, asıl kapatılış sebebinin tam<br />
olarak anlaşılmadığını, fakat Hasan<br />
Âli Yücel’in “temelli bir rol oynadığı”dan<br />
şüphe etmediğini söyler. Sıtkı<br />
Akozan’ın Küllüknâme’sinde adı geçenlerden<br />
biri olan Hasan Âli’nin bu<br />
kahvede doğan bir dergiyi kapattırmış<br />
olması şaşırtıcıdır. Tabii, Fransa’yı<br />
bile on beş günde dize getiren Al-<br />
22
TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
man ordularının sınırlarımıza dayandığı<br />
gerçeği göz ardı edilirse…<br />
Küllük Kahvesi’nin Son Demleri<br />
Küllük Kahvesi’nin gazeteci müdavimlerinden<br />
Bedii Faik de hatıratında<br />
bu kahvenin Demokrat Parti kurulduktan<br />
sonraki havasını tasvir eder.<br />
O yıllarda bazıları için okudukları<br />
fakültelerden bile daha önemli olan<br />
Küllük’te 1946’dan sonra neredeyse<br />
sadece politika konuşulduğunu söyleyen<br />
bu ünlü gazetecinin anlattığına<br />
göre, pişpirikçiler kâğıtlarını “Al<br />
bu da CHP’nin canına!” diye bağırarak<br />
masalara çarpmaya, bezikçiler vidolarını<br />
“Celal Bayar için ikinci, üçüncü”<br />
diyerek çekmeye başlamışlardı.<br />
Sohbet gruplarında ise heyecanlı<br />
siyasî tartışmalar cereyan ediyordu.<br />
1946 seçimlerini sonuçların İstanbul’da<br />
CHP lehine ayarlayan Cevdet<br />
Kerim İncedayı hakkında söylenen<br />
“Rızk için Allah Kerim, fısk için Cevdet<br />
Kerim” sözü Küllük’ten yayılmıştı.<br />
O zamana kadar Edebiyat Fakültesi<br />
dedikodularını Küllük’e taşıyan ve<br />
önüne gelene Abdülkadir Karahan’la<br />
Ahmet Caferoğlu hakkında<br />
yazdığı ince hicviyeleri<br />
okuyan Kasım<br />
Küfrevî bile değişmiş,<br />
Karahan’dan çok Şükrü Saraçoğlu’nu<br />
hicvetmeye, Ahmet Caferoğlu aleyhinde<br />
konuşmak yerine de doğuda<br />
Celal Bayar’a desteğin nasıl çığ gibi<br />
büyüdüğünü anlatmaya başlamıştı.<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar da Küllük’te<br />
artık daha fazla görünüyor, edebiyat<br />
ve felsefeden değil politikadan söz<br />
ediyordu.<br />
Demokrat Parti, iktidara gelmeden<br />
atmosferini etkilemeye başladığı<br />
Küllük Kahvesi’ni, iktidara geldikten<br />
sonra başlattığı imar hareketlerinin<br />
önemli bir safhası olarak Beyazıt<br />
Meydanı’da yaptırdığı düzenleme<br />
çalışmaları sırasında ortadan kaldırdı.<br />
Civardaki kahvelere dağılan müdavimlerin<br />
Küllük’teki havayı bir daha<br />
bulamadıkları biliniyor. Uzun süre<br />
lezzetli hatıralarıyla müdavimlerinin<br />
hafızalarında yaşan Küllük, şimdi ise<br />
hatırat kitaplarında nefes alıp veriyor.<br />
Kaynakça<br />
Akı, Niyazi, “Bir Zamanlar Beyazıt Meydanı”,<br />
Yeditepe, nr. 164, Aralık 1969.<br />
Akozan, Sıtkı: Küllüknâme, İstanbul<br />
1936.<br />
Ataç, Nurullah: “Küllük’te Saatler”,<br />
Haber, Temmuz 1937.<br />
Ayvazoğlu, Beşir, Divanyolu: Bir Caddenin<br />
Hikâyesi, Kapı yayınları, İstanbul<br />
2010.<br />
Ayvazoğlu, Beşir, Kahveniz Nasıl Olsun,<br />
Kapı Yayınları, İstanbul 2011.<br />
Ayvazoğlu, Beşir, Üçüncü Tepede<br />
Hayat, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul<br />
2012.<br />
Birinci, Ali, “Kesriyeli M. Sıtkı ve Küllükname’si”,<br />
Müteferrika, nr. 19, Yaz<br />
2001-1.<br />
Birsel, Salah, Kahveler Kitabı, Koza<br />
Yayınları, İstanbul 1975.<br />
Buğra, Tarık, “Küllük”, Tercüman, 6<br />
Ekim 1974.<br />
Buğra, Tarık, Yarın Diye Bir Şey Yoktur,<br />
Yenilik Yayınevi, İstanbul 1952.<br />
Büyükşekerci, Hilmi, “Küllük Kahvesi”,<br />
Adam Sanat, Mart 1987.<br />
Büyükşekerci, Hilmi, “Marmara Kahvesi”,<br />
Adam Sanat, Nisan 1989.<br />
Dinamo, Hasan İzzettin, İkinci Dünya<br />
Savaşı’nda Edebiyat Anıları, İstanbul<br />
1984.<br />
Dino, Güzin, Gel Zaman, Git Zaman,<br />
Can Yayınları, İstanbul 1991.<br />
23<br />
Küllük Kahvesi
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU<br />
Ediboğlu, Baki Süha, Bizim Kuşak ve Ötekiler, Varlık Yayınları,<br />
İstanbul 1968.<br />
Faik, Bedii, Matbuat Basın Derkeeen Medya I, Doğan Kitapçılık,<br />
İstanbul 2001.<br />
Giz, Adnan-Sertoğlu, Midhat, “Gülmek İçin Kurulmuş<br />
Bir Topluluğun Hikâyesi”, Hayat, nr. 21-33, 19 Mayıs-11<br />
Ağustos 1977.<br />
Ilgaz, Rıfat, Yarenlik, İstanbul, 1943.<br />
Kaplan, Mehmet, “Meşhur Küllük Kahvesi’nden İlhamlar:<br />
Yaşasın Sanatta Müsavat, Kahrolsun Sanat Firavunları”,<br />
Vatan, nr. 297, 19 Haziran 1941.<br />
Karay, Refik Halit, Üç Nesil Üç Hayat, Semih Lütfi Kitabevi,<br />
İstanbul 1943.<br />
Kemal Tahir, Yol Ayrımı, Sander Yayınları, İstanbul 1971.<br />
Kısakürek, Necip Fazıl, Çerçeve, Semih Lütfi Kitabevi,<br />
İstanbul 1940.<br />
Nesimi, Abidin, Yılların İçinden, İstanbul 1977.<br />
Okay, Orhan, Silik Fotoğraflar, Ötüken Neşriyat, İstanbul<br />
2001.<br />
Öngör, Sami, Geçen Yılları Düşündükçe, Tekin Yayınevi,<br />
İstanbul 1987.<br />
Öztürk, M., “Küllük’te Bir Sanat Münakaşası”, Gökbörü,<br />
nr. 5, 15 Ocak 1943; nr. 6, 1 Şubat 1943.<br />
Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Varlık Yayınları, İstanbul<br />
1966.<br />
Safa, Peyami, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Nebioğlu<br />
Yayınevi, İstanbul 1949.<br />
Safa, Peyami, “Muharrir Dedikodusu”, Cumhuriyet, 16<br />
Temmuz 1939.<br />
Selener, Necdet, “Bir Zamanlar Lokantalar 7: Kültür<br />
Hizmeti Yapan Lokanta”, Milliyet, 19 Aralık 1987<br />
Semih Mümtaz S., Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler,<br />
Hilmi Kitabevi, İstanbul 1948.<br />
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü,<br />
Remzi Kitabevi, İstanbul 1961.<br />
re edilen Sahaflar Çarşısı’nda 43 modern kitap dükkânı var.<br />
24<br />
vardır. Daha sormadan biz<br />
rın kitaplarını hazırlar, ayıız”<br />
diyor Türkmenoğlu ve<br />
m o sırada dostça selam verip<br />
eri giren bir müşteriye hiç kouşmadan<br />
hazırlanmış kitap paketini<br />
verip parasını alıyor.<br />
İşte bu müşteri-esnaf ilişkileekselleştiği,<br />
büyük bir<br />
erleştiği asıra<br />
anbirer<br />
konuşma yapacakları törende<br />
geleneksel el sanatları, hat,<br />
ebru, tezhip, cilt, zerefşan, minyatür<br />
örnekleri, İbrahim Müteferrika<br />
tarafından basılan eserlerin<br />
asılları ve taş baskısında<br />
kullanılan taş kalıplar sergilenecek.<br />
Ayrıca Sahaflar Çarşısı’nın<br />
fotoğraflarına dayanılarak Ressam<br />
Onur tarafından yapılan<br />
yağlıboya tablolar da kronolojik<br />
rasına göre sergide yer alacak.<br />
eniyle çarşıda üç gün<br />
% 10 indirim<br />
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Milli Eğitim Bakanlığı<br />
Yayınları 1000 Temel Eser: 5, İstanbul 1969.<br />
Yamaç, Cavit, “Gölge Çiftliği”, Ses, nr. 4, Eylül 1939.
AHMED GÜNER<br />
SAYAR İLE<br />
İSTANBUL’UN<br />
KÜLTÜR MEKÂNLARI<br />
Söyleşen:<br />
Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />
“<br />
Kıraathanelerin sohbete ihtiyaç<br />
duyan entelektüellerin toplanmalara<br />
imkân vermesi onların, zamanla,<br />
hem yapı hem de mekân değiştirip<br />
Beyoğlu’daki pastanelerde<br />
yuvalanmalarına sebebiyet verdi. Bu<br />
esaslı bir dönüşüm idi. Çünkü, çayın<br />
yanına pastalar gelince sohbetler<br />
de lükse kaçan servislerle farklı<br />
bir görünüm aldı. Kıraathanelerin<br />
mütevazı müşterilerinin Beyoğlu’na<br />
taşındıklarını zannetmiyoruz. Tuzu<br />
kuru, müreffeh sınıfın entelektüelleri,<br />
Garp dünyasıyla olan fikri temasları,<br />
onları Beyoğlu’ndaki pastahanelerde<br />
bir araya getirdi. Bu kendiliğinden bir<br />
oluşumdu.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />
İstanbul bir dünya şehri, mega bir kent olarak, devamlı<br />
bir değişim ve gelişme içerisinde. Bu gelişimin hızı,<br />
1970’lerden sonra, kabına sığmayan bir İstanbul yarattı.<br />
İstanbul’un içinde olup da İstanbul’u tanımak bu sebepten<br />
gitgide zorlaşıyor.<br />
Osmanlı Devleti’nin bir muhassalası olan İstanbul, birçok<br />
medeniyet ve farklı kültürlerden de izler taşıyor. İstanbul’da<br />
yaşamak, İstanbul Türkçesini konuşmayı, tarihî<br />
köşe taşlarını, doğal güzellikleriyle bitki örtüsüyle onun<br />
manevi ikliminde solumayı bu şehir, sakinlerine bahşediyor.<br />
İstanbullu olmak, İstanbul beyefendisi ve hanımefendisi<br />
olmak, dilden ziyade kendini âdâb-ı muaşerette<br />
kendisini gösteriyor. İstanbul kültürü içerisinde yetişmek<br />
insana, bu topraklarda var olmuş bin yıllık Türk kültürüne<br />
de, vasıtasız sirayet etmesine vesile oluyor. Bu çerçevede,<br />
Ahmed Güner Sayar hocamızla İstanbul'un kütlür mekânlarını<br />
konuştuğumuz röportajı sizlerin ilgisine sunuyoruz.<br />
Günümüzde "kültür mekânları" ifadesiyle tabir ettiğimiz<br />
yerlerin ortaya çıkışını anlatabilir misiniz?<br />
Osmanlı asırlarından Cumhuriyetli yıllara, kültürel bir susuzluk<br />
içerisindeki İstanbullular, birbirlerini arayıp bulup<br />
teselli etmek kadar, bilgilerini paylaşacakları, kültürel alışverişte<br />
bulunabilecekleri temas alanlarını meydana getirmiş.<br />
Osmanlı’nın formel eğitim kurumu olan medreselerin<br />
dışında, insanların bir araya gelip sohbet ettikleri, bilgi<br />
alışverişinde bulundukları yerler, zamanla Osmanlı mirası<br />
olarak, birer kültür mekânları haline gelmiş. Bu mekânları,<br />
kıraathaneler (kahvehaneler), pastaneler, kütüphaneler,<br />
Sahhaflar Çarşısı, bey-paşa konakları olarak kendi içinde<br />
sınıflandırmak mümkün.<br />
Bu mekânlar ne zaman ve nasıl birer kültür meclisine<br />
dönüşmüş?<br />
Tanzimat öncesinde kıraathanelerin doğuşu, Türkiye’ye<br />
kahvenin gelişiyle başlamış. Kahve içilirken sohbetler zamanla<br />
uzamış, kahvehaneler bir kültür merkezi olarak öne<br />
çıkarak, çeşitli eğilim ve beklentileri bir arada tutan kültür<br />
mekânlarından biri olmuş. Tek bir kahvehane tipinden söz<br />
etmek mümkün değil. Bunlara, işlevleri gereği, dönemlerinin<br />
sivil-toplum kuruluşları benzeri olarak görmek, bazı<br />
bilhassa, Yeniçeriliğin ilgası öncesinde, politik muhalefetin<br />
billurlaştığı yerler olarak ele almak daha doğru olur.<br />
Kahvehaneler, kendi aralarında çeşitlilik arz ediyor. Bazı<br />
kahvehanelerin, esnafın bir araya geldiği, işçi ve işverenin<br />
buluşma mekânı olarak bir hizmette bulunduğu görülüyor.<br />
Bu şekildeki kahvehaneler, giderek ayrışmaya yüz tutmuş<br />
bazı meslek kuruluşlarının, dolayısıyla iş arayanların<br />
gündelik iktisadi sıkıntılarına çare bulmak üzere devam<br />
ettikleri, mekân tuttukları yerlerdi.<br />
Kahvehanelerin kendi aralarındaki farklılarından<br />
bahsedebilir misiniz?<br />
Karagözcülerin, meddahların, hatta tulumbacıların mekân<br />
tuttukları kahvehaneler farklıydı. Mesela, iş bulmak için<br />
tulumbacı kahvesine gidilirdi. Bir de Yeniçerilerin gittiği<br />
kahvehaneler vardı. Tanzimat öncesinde buralarda, bazı<br />
sadrazamların ve devlet erkânının icraatları kıyasıya eleştirilirdi.<br />
Buraları, bir manada, eleştirirken tezvirin de bolca<br />
boca edildiği siyasi yerlerdi. 18<strong>26</strong>’da Yeniçeriliğin kaldırılması<br />
ile birlikte o kahvehaneler de ortadan kalktı. Ayrıca,<br />
âşık kahvehaneleri vardı. Bunlara, semâî kahvehaneleri de<br />
denirdi. Semaî kahvehaneleri, daha ziyade Kapalıçarşı-Nuruosmaniye<br />
ile Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin bulunduğu<br />
sokakta, Divanyolu Caddesi yakınlarındaydı. Tavukpazarı<br />
denilen bu mahalde sıralanan kahvehanelerde âşıklar, ellerinde<br />
sazlarıyla gönüllerine düşenleri kendi aralarında<br />
dolaştırarak, bazı hallerde atışarak ya da mizah yollu takılarak<br />
dile getiriyorlar, hasbî bir şekilde, bir geleneği canlı<br />
tutmanın gayreti içinde bulunuyorlardı. Âşık geleneği,<br />
sözlü kültürün, halk edebiyatının bir parçası olarak Tavukpazarı’ndaki<br />
kahvehanelerde yaşama mücadelesi vermişti.<br />
Kahvehanelerin zamanla nasıl bir değişime<br />
uğradığından söz edebiliriz?<br />
Ahmed Güner Sayar<br />
Zaman içerisinde, kahvehanelerdeki söz konusu toplanmalar,<br />
bilhassa Tanzimat sonrasında, okuma ve yazmanın<br />
ve Batı’nın yükselişi karşısında çehre değiştiriyor. Ayakta<br />
durabilmek için değişimin hassasiyetine inananlar, kahvehanelerden<br />
bazılarını kıraathane haline getiriyorlar.<br />
28
AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Kültür mekânı olan kıraathaneler deyince aklınıza<br />
hangileri geliyor?<br />
Bunların başında, Serafim Kıraathanesi geliyor. Yeni Osmanlılar<br />
dediğimiz gruplaşmada, Namık Kemal, Ebuzziya<br />
Teyfik, Agâh Efendi gibi münevverlerin daha ziyade gittiği<br />
kıraathane burasıdır. 19. yüzyıl ortalarında, biraz mübalağalı<br />
bir rakam ama, beş ilâ on bin kadar kitabın bu<br />
kıraathanede bulunduğu rivayeti vardır. Serafim Kıraathanesi’nin<br />
dışında Şehzadebaşı’nda şöhretli bir çayhane<br />
var; Hacı Reşit Efendi'nin Çayhanesi. Şöhreti çok yaygın,<br />
ancak 1908’den sonra ismi çok fazla duyulmuyor. Buranın<br />
Mehmed Akif Ersoy, Babanzâde Ahmed Naim Bey gibi<br />
birçok müdavimi var. II. Abdülhamid döneminde yasaklı<br />
olan gazeteler ve diğer neşriyat el altından burada elden<br />
ele aktarılıp okunuyor.<br />
Şehzadebaşı’nda, gene aynı muhitte, Yavru’nun Kıraathanesi<br />
adıyla anılan bir yer vardı. Burada sadece çay<br />
içiliyor ve sohbet ediliyor. Buraya gelenler, Mükrimin Halil<br />
Yinanç, Fuat Köprülü gibi mühim akademisyenler ile<br />
buranın tiryakileri olan kültür insanları idi. Yavru’nun Kıraathanesi’ne<br />
ait bilgileri rahmetli Ali Öztaylan’dan dinlemiştim.<br />
Bu zât, Bandırma’dan her ne zaman İstanbul’a<br />
gelse, görmek istediği kişilerin başında Neyzen Tevfik gelmekteydi.<br />
Bu kıraathane, Neyzen Tevfik’in adeta ikinci bir<br />
adresi gibiydi. Eğer, Neyzen’in keyfi yerindeyse, orada bir<br />
küçük konser verir, yapılan sohbeti neyi ile taçlandırırdı.<br />
Bunun dışında, dillere destan bir kıraathane de Beyazıt’taki<br />
Küllük’tür. Küllük’ün asıl şöhreti 1930’larda ortaya çıktı.<br />
1940’lı yıllardan sonra burası, daha çok genç edebiyatçıların<br />
buluştukları, üniversiteden çıkan öğrencilerle bir araya<br />
geldikleri bir yer oldu. Bu meyanda, II. Dünya Harbi’nin<br />
yarattığı iktisadi sıkıntılar Küllük’ün profilini değiştirdi. Bilhassa<br />
burada toplanan ehl-i tarîkin dağıldığı görülüyor.<br />
Yanında, Emin Mahir Efendi’nin dillere destan bir lokantası<br />
vardı. Bu lokantada, gayet ucuz yemek verilirdi. Küllük’ün<br />
etrafındaki kütüphaneler ile Sahhaflar Çarşısı, merkezde<br />
kültür adacıkları oluşturmuştu.<br />
Beyazıt’taki Küllük Kahvesi kapandıktan sonra, buranın<br />
müdavimleri olan sohbete teşne kültür insanlarının önemli<br />
bir kısmı Marmara Kıraathanesi’ne yönelmişti. Buradaki<br />
29
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />
sohbet merkezli kümeleşmenin üyelerine Marmaratör denilirdi.<br />
Sohbetler, ağırlıklı olarak tarih, edebiyat, tasavvuf<br />
ve güncel siyaset üzerine olurdu. Oluşan sohbet halkasında<br />
ya da Marmaratörler<br />
arasında bilhassa üç münevver<br />
bir sacayağı teşkil ederek<br />
öne çıkıyor ve bir sohbet ikliminin<br />
doğmasına katkıda<br />
bulunuyordu. Bu isimlerden<br />
ilki, 27 Mayısçı bir subay olan<br />
Dündar Taşer, ikinci isim Osmanlı<br />
tarihçisi Konyalı Ziya<br />
Nur Aksun, diğeri de akademisyen<br />
Erol Güngör’dü. Bu<br />
kişilerden her biri, birbirini<br />
tamamlayan isimlerdi. Bazen<br />
de Kıraathane’ye Sahhaflar<br />
Şeyhi Hacı Muzaffer Ozak gelirdi. Onun gelişi ile sohbetler<br />
hemen tasavvufa doğru yönelirdi. Müdavimler, Marmara<br />
Kıraathanesi’ne adeta koşarcasına geliyorlar, hasbi<br />
sohbetlerin oluşturduğu fikirler ikliminde, bir çay karşılığı<br />
o doyumsuz sohbetlerden müstefit olarak kendi kültürel<br />
dünyalarını inşa ediyorlardı. Demek ki, sohbete ihtiyaç duyuyorlar.<br />
Marmara Kıraathanesi’ne gitmeyenler, Lâleli’ye<br />
yakın, Acem’in Kıraathanesi olarak bilinen yerde toplanır,<br />
bilhassa sözün sahibi Mükrimin Halil Yinanç’ın dillere destan<br />
Selçuklu tarihi ağırlıklı sohbetinden müstefid olurlardı.<br />
Diğer önemli bir kıraathane de, Nuruosmaniye’de İkbal<br />
Kıraathanesi’dir. Bu kıraathane 1970’lere doğru, daha ziyade<br />
yazar Orhan Kemal ile meşhur olmuş. Ancak, Ahmed<br />
Hamdi Tanpınar’ın anılarının aydınlığında, Aziz Üstad Yahya<br />
Kemal’in İkbal Kıraathanesi’nde başköşede bir yer aldığını,<br />
sohbeti koyulaştırdığını öğreniyoruz. 1921’de, Dergâh<br />
Yahya Kemal, Park Otel'de<br />
Tanzimat öncesinde kıraathanelerin<br />
doğuşu, Türkiye’ye kahvenin gelişiyle<br />
başlamış. Kahve içilirken sohbetler<br />
zamanla uzamış, kahvehaneler bir<br />
kültür merkezi olarak öne çıkarak,<br />
çeşitli eğilim ve beklentileri bir arada<br />
tutan kültür mekânlarından biri<br />
olmuş.<br />
isimli derginin etrafında toplanan, aralarında Ali Mümtaz<br />
Arolat, Hasan-Âli Yücel, Mustafa Nihat Özön, Necmeddin<br />
Halil Onan ve Ahmed Hamdi Tanpınar'ında bulunduğu<br />
genç şair ve yazarların sürekli<br />
İkbal Kıraathanesi’nde, Yahya<br />
Kemal’in koruyucu kanatları<br />
altında, toplandıkları, tarihten<br />
edebiyata derin sohbetlerde<br />
bulundukları görülüyor.<br />
Kurtuluş Savaşı sırasında,<br />
İkdam gazetesinde çalışan<br />
Hasan-Âli Bey, cepheden gelen<br />
haberleri sıcağı sıcağına<br />
burada aktarırdı. Bu mühim<br />
gruplaşmadan öte, İkbal Kıraathanesi’nde<br />
Osmanlı’dan<br />
Cumhuriyet’e geçiş sürecinde,<br />
buranın müdavimlerinin profiline baktığımız zaman,<br />
güngörmüş, umur sürmüş insanlar, II. Abdülhamid döneminden<br />
mütekait subaylar, kılıç artıklarını görüyoruz.<br />
Onlar, harp hatıralarını, anılar yumağını çözerek, burada<br />
anlatıyor ve bir kültür alışverişinin doğmasına sebep oluyorlar.<br />
Beyazıt merkezli kültür mekânlarını bırakıp Cağaloğlu–<br />
Hocapaşa eksenine geçince, burada dikkate değer bir<br />
kıraathane ile karşılaşıyoruz. Ankara Caddesi’ndeki Meserret<br />
Kıraathanesi’nin profili ise diğer kıraathanelerden<br />
farklı idi. Buraya, daha ziyade, Ankara Caddesi’ne kümelenen<br />
gazete idarehanelerindeki gazeteciler gelirdi. Meserret<br />
Kıraathanesi’nin işlevi neredeyse tamamen güncel<br />
politikaya odaklanmış olmasıydı.<br />
Kıraathanelerin sohbete ihtiyaç duyan entelektüellerin<br />
toplanmalara imkân vermesi onların, zamanla, hem yapı<br />
hem de mekân değiştirip Beyoğlu’daki pastanelerde yuvalanmalarına<br />
sebebiyet verdi. Bu esaslı bir dönüşüm idi.<br />
Çünkü, çayın yanına pastalar gelince sohbetler de lükse<br />
kaçan servislerle farklı bir görünüm aldı. Kıraathanelerin<br />
mütevazı müşterilerinin Beyoğlu’na taşındıklarını zannetmiyoruz.<br />
Tuzu kuru, müreffeh sınıfın entelektüelleri,<br />
Garp dünyasıyla olan fikri temasları, onları Beyoğlu’ndaki<br />
pastahanelerde bir araya getirdi. Bu kendiliğinden<br />
bir oluşumdu. Çayın yanına gelen pasta, Batı’da şekillenmeye<br />
başlamış fikirlerin sohbeti sürdüren mutavassıtlar<br />
tarafından sohbete katılanları bilgilendirmeye ve<br />
tartışmaya kapı açtı. Baylan, Markiz, Lebon, Nisuaz ve<br />
Pelit pastaneleri bu cümledendir. Kuru muhabbetin sulandırılması,<br />
daha sonra maddenin zenginleşmesi ile<br />
başka bir damara geçti. Çay, sonra çay-pasta derken<br />
uzun soluklu sohbetler Beyoğlu’nun bazı meyhanelerine<br />
taşındı. Beyoğlu Asmalımescit’te, Nil, Bacı, daha<br />
sonra Yakup ismindeki lokantalar, entelektüel anlamda<br />
sohbet edilen, fikirlerin tartışıldığı yerler oldu.<br />
30
AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Rahmetli Sabri Ülgener’den duyduğum kadarıyla, Salı akşamları,<br />
İstanbul Üniversitesi’nde görev yapan, Hitler’in<br />
idaresinden kaçmış Alman akademisyenlerin tertip ettiği,<br />
aralarına bazı Türk hocaları da davet edildiği bir ilim<br />
meclisi vardı. Bu mekâna dahil olmanın şartı, bir programa<br />
bağlı olarak, katılımcıların bir kitap okuması ve kitabın<br />
üzerine o toplantıda konuşulmasıydı.<br />
İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Raif Yelkenci'ye imzaladığı Midhat Paşa ve Yıldız<br />
Mahkemesi nüshası. Pek aziz ve muhterem Şeyh-ül-kutup Raif Yelkenci Beyefendi'ye<br />
tilmiz ermeganı. İ. H: Uzunçarşılı, 9.11.1967<br />
Bey-paşa konaklarındaki kültür meclisleri hakkında<br />
bize neler anlatabilirsiniz?<br />
Bey ve paşa konakları, içinde hem musiki meşklerinin yapıldığı<br />
hem de farklı gecelerde, kültürel sohbetlerin yapıldığı<br />
yerlerdi. Bunlardan en meşhur olanı İbnü’l-Emin<br />
Mahmud Kemâl [İnal]’in konağıydı. İbnü’l-Emin Mahmud<br />
Kemâl Bey, son Osmanlıdır. Konağında, hüsn-i hat ve yazma<br />
nadide kitaplarla çevrili bir salonda, musiki meşk edilir<br />
ve ilmî sohbetler yapılırdı. Konaklardaki, bir takvime bağlanmamış<br />
bu tarz toplanmaları çoğaltmak mümkündür.<br />
1940’lardan sonra, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin başını çektiği,<br />
Fatih Eskiali’deki müze yavrusu evinde, bu defa bir programa<br />
bağlanmış ilmî sohbetlerin müdavimlerinden oluşan<br />
küçük bir topluluk katılırdı. Aralarında, Ekrem Hakkı<br />
Ayverdi, Sabri Ülgener, Uğur Derman, Semavi Eyice, Fuad<br />
Bayramoğlu gibi isimlerin bulunduğu bu topluluk, muntazam<br />
aralıklarla birinin evinde toplanırdı. Toplantı günü,<br />
sıra kimde ise, ev sahibi yemek verirdi. Sonra, daha önceden<br />
belirlenmiş bir üye, görevi gereği, ilmî bir konuda<br />
konuşurdu. Mesela, Uğur Derman hat sanatı üzerine, Fuat<br />
Bayramoğlu Beykoz işi Türk cam sanatı üzerine konuşmasını<br />
yapar, bu minval üzerine sohbet de açılmış olurdu.<br />
Sabri Ülgener ise divan edebiyatı ustalarından hareketle,<br />
iktisadi zihniyet dünyamıza ışıklar salardı.<br />
İstanbul'da kültür mekânı olarak tanımlanabilecek<br />
oteller de vardı değil mi?<br />
Evet, kültür mekânlarının bir başkası da otellerdi. Beyoğlu,<br />
Tepebaşı’nda bulunan lüks otellerde varlıklı kimseler,<br />
küçük sohbet meclisleri oluştururdu. Yahya Kemâl Beyatlı’nın<br />
da bu şekilde, soluğu uzun düşmüş küçük bir meclisi<br />
vardı. Ayaspaşa’daki Park Otel’de bir araya gelinir, Yahya<br />
Kemal’in doyumsuz sohbetleriyle gece yarılarına kadar<br />
burada kalınırdı.<br />
Bir de Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeki toplanmalardan<br />
söz edebiliyoruz. Buraya, Mükremin Halil Yinanç, Ahmed<br />
Hamdi Tanpınar, Ali Nihat Tarlan, Rıfkı Melül Meriç ve Abdülbaki<br />
Gölpınarlı gibi, 1900 kuşağına mensup, üniversite<br />
de görev yapan akademisyenler gelirdi.<br />
Söz Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gelmişken<br />
kütüphanenin hemen yanıbaşındaki, sizin<br />
yetişmenizde de büyük bir tesiri olan Sahhaflar<br />
Çarşısı’ndan bahsedebilir misiniz?<br />
Bu mekân, ilim dünyasının kalbinin gayri resmi olarak<br />
attığı bir yerdi. Sahhaflar Çarşısı, yalnız kitap, makale, risalenin<br />
alınıp satıldığı yer değildi. Bu mekân, sanki görünmeyen<br />
bir üniversite, hemen her dükkân da, birer<br />
minyatür sohbet meclisiydi. Çarşı’ya beklenmedik anlarda<br />
sürpriz kitap girişleri olurdu. Belki çoktandır aranılan bir<br />
kitap yığınlar içerisinde gelir, Sahhaflar’a düşerdi. Bütün<br />
yapılacak iş, diz çöküp, yığın halindeki bu kitaplar arasından<br />
bir şeyler bulup çıkarmaktır. Asıl söylemek istediğim<br />
hadise, Sahhaflar Çarşısı’ndan alınan her nadide kitabın<br />
bir hazine olduğu. Satılan eserle beraber, birer minyatür<br />
ilim ve tasavvuf meclisi haline gelen dükkânlarda, o eserin<br />
mütalaası yapılır, sohbete konu olurdu. Mesela, satılan<br />
Niyazi Mısrî Divanı ise, kitapçı Niyazi’den beyitler okuyor,<br />
dinleyenler buna eklemeler yaparak tasavvufi bir hava esmesine<br />
neden oluyordu.<br />
Çarşıda farklı öneme haiz dükkânlardan biri<br />
Raif Yelkenci'ye aitti. Bu dükkân nasıl bir kültür<br />
meclisiydi?<br />
Raif Yelkenci’nin sahhaf dükkânı çok önemli bir kültür<br />
mekânı idi. Bu mekâna kimler gelmiyordu ki, isimlere bakın:<br />
Fuad Köprülü, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, İsmail<br />
Hakkı Uzunçarşılı, Süheyl Ünver, Muallim Cevdet İnançalp,<br />
Osman Nuri Ergin, Mükremin Halil Yinanç, Ali Öztaylan,<br />
Samiha Ayverdi, Faik Reşit Unat, Fevziye Abdullah Tansel.<br />
Elbette bu liste rahatlıkla daha da uzatılabilir, şu kadar ki,<br />
ünlü müsteşrikler bile bu dükkânın müdavimleri arasındaydı.<br />
Bir gün, ünlü Selçuklu tarihçisi Mükremin Halil Yinanç,<br />
Raif Efendi’nin dükkânına geliyor. Açılan sohbette<br />
konu, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna gelince Raif Efendi<br />
yerinden kalkıyor, raftan bir yazma kitap indiriyor. “Mükremin!<br />
Yanlış biliyorsun” diyor, o yazma kitabı okumasını<br />
31
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />
Raif Yelkenci'nin dükkânından bir manzara: (Soldan sağa) Raif Yelkenci, Hakkı Tarık Us, Osman Nuri Ergin, Kemal Salih Sel<br />
istiyor. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Cumhuriyet Türkiyesi’nin<br />
gayri-resmi bir vakanüvisi olan bu mühim tarihçimiz de,<br />
Raif Efendi’nin sohbetinden istifade edenlerden biridir.<br />
Efendi’nin kendisinin istifadesine sunduğu nadide yazma<br />
eserlerden dolayı kalbi ona şükran hisleriyle doludur.<br />
Geçenlerde, Raif Yelkenci’nin torununun arşivinde bulunan<br />
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın yazdığı bir kitabın Raif<br />
Bey’e imzaladığı ithaf sayfasını gördüm. Şu satırları yazmış<br />
Uzunçarşılı: “Aziz üstadım Raif Yelkenci’ye öğrencisinden<br />
armağan.” Ord. Prof. Dr. ünvanını taşıyan akademisyenlerden,<br />
henüz doktora çalışmalarına başlayan ve bilgi peşinde<br />
koşan bu insanlar hep Raif Efendi’nin dükkânından<br />
geçiyor.<br />
Hem oradaki sohbetlerden istifade edip müşküllerini çözüyorlar<br />
hem de kendilerine lâzım olan kaynaklara ulaşıyorlar.<br />
Kemal Erkel Bey, Raif Efendi’nin vefatı üzerine şu<br />
tarihi düşüyor:<br />
Hep kütüp etti dünya mâlini<br />
Dürdü Raif defter-i âmâlini<br />
İşte, bâki kalacak olan bu kubbede hoş bir seda bu olsa<br />
gerek. Oysa ölülerimizi toprağa gömüyoruz. Toprağın<br />
merhameti ne kadarsa o kadar. Ama görülüyor ki, bazı<br />
insanlar ölmüş olmalarına rağmen, yaşıyorlar. Raif Efendi’nin<br />
eline birçok yazma gelmiştir. Bu yazma eserlerden<br />
bazıları tek nüshadır. Mülkiyet anlayışı içerisinde, bir yazma<br />
esere ihtiyaç duyan akademisyen için bekletiyor. Şayet,<br />
Raif Efendi, servet anlayışının tipolojisi olan rasyonel<br />
iktisadi birey kafasına göre hareket etmiş olsaydı, dükkânı<br />
bir ilim meclisi hâline gelmez, tarih ve edebiyat araştırıcıları,<br />
onun sohbetinin tiryakisi olmazlardı.<br />
Bu büyük insanların hayatları yazılmadı, onlar da otobiyografik<br />
olarak bir şeyler kaleme almadılar. Oysa onların<br />
anıları derindi. Görülen odur ki, Türklerin garip bir hastalığı<br />
var. Şifahi kalıyorlar, yazmayı akledemiyorlar. Sohbette,<br />
dinlemenin verdiği rahatlık ve rehavet içerisinde,<br />
mest oluyorlar, fakat yazmıyorlar. Batılı bunu yapmıyor,<br />
kaydediyor, yazıyor. Türk kültür ikliminin bereketi Batı’da<br />
olmayacak kadar zengindir ve subjektif bilgi küresi, ağırlıklı<br />
olarak, varlığını ufak sohbet adacıklarda sürdürmenin<br />
çabası içindedir.<br />
Sohbetimiz esnasında bahsettiğiniz kültür mekânlarının<br />
büyük bir kısmı neden kayboldu?<br />
Her şey sonlanırken, musiki, hat ve şiir biterken, kısaca<br />
zevk-i selim küresinin içi boşalırken, bu boşalmanın akl-ı<br />
selimin bireyini kişisel çıkar alanına doğru götürmesiyle<br />
birlikte, sohbetler de hasbiliğini kaybetti, hatta, şairin dediği<br />
gibi; “Bir kuru sûret oldu ekser nâs” tevcihi, günümüzde,<br />
sinema, televizyon ve bilgisayarın da katkılarıyla, sohbeti<br />
bir çöl kuraklığının içine çekti. Esas boşluk buradadır.<br />
İşte bir toplumu payandalayan damarlardan biri de eski<br />
32
AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm <strong>YIL</strong>MAZ<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
gücünü kaybetti ve tıkanmaya yüz tuttu. İnsanlar birbirleriyle<br />
fikir alışverişi yapıp arayıp bulup, birbirlerinin araştırmalarını<br />
azdırıp, bilgi alışverişini arttıracak coşkuları, ona<br />
kaynaklar sunacak, bilgi verecek durumları kalmadı. Hele<br />
internet ortamı, sohbet yoluyla aktarılan bilginin içine sızan<br />
mistik boyutu, ruhaniyeti yok etti. Bu meyanda, kıraathaneler<br />
kahvehane çatısı altında kumara kapı açtı, okey<br />
oynanan salonlar haline dönüştü. Sahhaflar sarraflaştı.<br />
Netice itibariyle, kişisel çıkar, ya da paranın yaptırım gücü,<br />
sohbete açık insan-insan ilişkilerini de yaraladı.<br />
Osmanlı asırlarının zevk-i selimi, kalb-i selimi yerini Cumhuriyetli<br />
yıllarla beraber ortaya çıkan yarım yamalak rasyonel<br />
iktisadi bireye bıraktı. Diyeceğim şu ki, rasyonelliğin<br />
peşinde koşan insan, sohbet iklimini kaybediyor. Türk kültür<br />
fırını, dünün bereketli ve lezzetli kültür ekmeğini artık<br />
eskisi gibi üretemiyor. Yahya Kemal’in deyimiyle,<br />
Dil var mı kahr-ı dehr ile vîrân edilmedik<br />
Beytü’l-hazen mi kaldı perîşân edilmedik<br />
Bu beyitle Aziz Üstât Yahya Kemâl Bey, bir monarşinin<br />
sahneyi terk etmesiyle birlikte topyekûn bir bitişi noktalıyor.<br />
Bu kültürün ürünü olan insanlara, hamdolsun, yetişip<br />
istifade ettik. Onlar, mahfiyetkâr ve hasbî insanlardı. Meşk<br />
zincirinden gelen insanlar oldukları için çıkar gütmeden<br />
isteyenlere bildiklerini anlatırlardı. Bir neyzen hoca, talebesine<br />
ney üfletecekse talebesinden para almıyordu.<br />
Sohbetler hasbi idi, sohbetten akan bilgi teklifsizdi, dolayısıyla,<br />
bereketliydi. Bu insanlar, sohbetlerini Allah için<br />
yapıyorlardı. Süheyl Ünver Bey’in bir sözü var: “Biz alırız<br />
satarız kâr yapmayız” derdi.<br />
Üzülerek ifade edelim ki, eski kültür mekânlarımız kayboluyor.<br />
Kahvehaneler artık farklı fonksiyonlarda kullanılır hâle<br />
geldi. Sadece çay içilip sohbet yapılan yerlerin de çok az<br />
olsa var olduğunu düşünebiliriz. Ne var ki, bunların günümüzde<br />
sohbet mekânları olarak ortaya çıkmış bir şöhretleri<br />
yok. Bilebildiğim kadarıyla sadece Üsküdar, Altunizâde’de içi<br />
kitap dolu eski bir konak, Kitaplı Kahve adıyla hizmet veriyor.<br />
Bu meyanda, Beyolu’nun birer kültür mekânına dönüşen<br />
ünlü pastaneleri de kabuk değiştirerek kazanç yerleri<br />
haline döndü. Bey-paşa konakları kalmadı. Sahhaflar Çarşısı<br />
da geldiğimiz bu noktanın hazin akıbetinden, kişisel çıkarın<br />
kör kazmasından kendini kurtaramadı, Çarşı’da artık Naima<br />
Tarihi satılmıyor. Bu cins kitaplar nadir eserler olarak müzayede<br />
salonlarında açık artırma ile alıcı buluyor. Günümüzün<br />
Sahhaflar Çarşısı’ndaki dükkânlarda, daha çok üniversite test<br />
kitapları ile turistlere hitap eden objeler var. İktisat okuyan ve<br />
okutan bir insan olarak kişisel çıkarın işlevini reddetmiyorum.<br />
Çıkar esaslı iktisadi faaliyetler hayatın mühim bir parçası. Bu<br />
doğru, fakat, kitap alıp satmak herhangi bir iktisadi meta<br />
satmak gibi bir faaliyet değildir. İnsan, kitap satarken de alırken<br />
de kitaptan lezzet almalı. Kitabın içinde başka şeyler var.<br />
İnsanla Allah arasındaki bağlantının kitap olduğu düşüncesindeyim.<br />
Batılılar bu işin neresindeler onu kestiremiyorum.<br />
A. Süheyl Ünver<br />
33
MARMARA<br />
KIRAATHANESİ<br />
VE MÜDAVİMLERİ<br />
Dr. Sakin ÖNER<br />
Yazar<br />
“<br />
Marmara Kıraathanesi’nin efsunlu<br />
bir havası vardı. Bir müddet sonra<br />
hayatınızın ayrılmaz bir parçası<br />
oluyordu ve her gün oraya<br />
uğramadan edemiyordunuz.<br />
Onun bu çekiciliği entelektüel<br />
atmosferinden kaynaklanıyordu.<br />
Buranın müdavimlerine “marmaratör”<br />
deniyordu. Bu sıfatı bulanlar, biraz da<br />
1961 Anayasası ile siyasi hayatımıza<br />
giren “senatör” kelimesinden<br />
esinlenmişlerdi. Herkes bu sıfattan çok<br />
memnundu, bu sıfatı almak sanki o<br />
kişilere bir kariyer kazandırıyordu.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER<br />
Bugünkü kahveler, kafeler, dünün kıraathaneleriydi fakat<br />
kıraathaneler, bugünkü muadilleri gibi, sadece çay kahve<br />
içme, oyun oynama, magazin ve spor sohbetlerinin yapıldığı<br />
mekânlar değildi.<br />
Buralarda kitap ve gazete okunur, fikir ve sanat sohbetleri<br />
yapılır, memleket meseleleri tartışılırdı. Bazı zamanlarda<br />
halk ozanları konserler verir, ramazanlarda meddahlar kıssalar<br />
anlatır, taklitler yapardı. Oraların müdavimleri hem<br />
dinlenir, hem eşiyle dostuyla görüşür, hem de bir şeyler<br />
öğrenmiş olurdu.<br />
Özellikle bu tarz çok işlevli kıraathaneler şehir merkezlerinde<br />
bulunurdu. Geçmişte İstanbul’da bu tarz kıraathanelerin<br />
sayısı çoktu. Bunların en meşhurlarından biri de,<br />
İstanbul’daki Marmara Kıraathanesi idi. Beyazıt Camii’nin<br />
karşısında Yeniçeriler Caddesi üzerinde Marmara Oteli,<br />
Marmara Sineması, Yümni Pastanesi ve İstanbul Üniversitesi<br />
Talebe Birliği kompleksinin içinde yer alan bu kıraathanenin<br />
yanında Küllük Çay Bahçesi vardı. 1955 yılında yapılan<br />
meydan düzenlemesine kadar Beyazıt Meydanı’nda<br />
ise Küllük Kıraathanesi varmış. Küllük, zamanın şair, yazar,<br />
gazeteci ve sanatçılarının toplandığı bir mekânmış. Küllük<br />
bu işlevini ve müdavimlerini 1958 yılında açılan Marmara<br />
Kıraathanesi’ne devretmiş. Ben İstanbul’a 1965 yılında<br />
üniversite tahsili için geldim, birkaç ay sonra da Babıali’de<br />
Sabah gazetesinde muhabir olarak çalışmaya başladım.<br />
İstanbul’da ilk tanıştığım mekânlardan biri Marmara Kıraathanesi<br />
oldu. Müdavimlerin kışlık mekânı Marmara Kıraathanesi,<br />
yazlık mekânı ise Küllük Çay Bahçesi’ydi.<br />
Marmara Kıraathanesi’nin efsunlu bir havası vardı. Bir<br />
müddet sonra hayatınızın ayrılmaz bir parçası oluyordu<br />
ve her gün oraya uğramadan edemiyordunuz. Onun bu<br />
çekiciliği entelektüel atmosferinden kaynaklanıyordu.<br />
Buranın müdavimlerine “marmaratör” deniyordu. Bu sıfatı<br />
bulanlar, biraz da 1961 Anayasası ile siyasi hayatımıza<br />
giren “senatör” kelimesinden esinlenmişlerdi. Herkes bu<br />
sıfattan çok memnundu, bu sıfatı almak sanki o kişilere bir<br />
kariyer kazandırıyordu.<br />
Marmara Kıraathanesi’nin girişindeki bir bölüm, Marmara<br />
müdavimleri için ayrılmış, onlar için özel bir mekân oluşturulmuştu.<br />
Marmaratör gruplarının neredeyse masaları<br />
bile belliydi. Kimi hangi köşede, hangi masada bulacağınızı<br />
bilirdiniz. Herkes bu yerleşimi benimsemişti ve herkes<br />
birbirinin yerine saygı gösterirlerdi. Kimse de bu masalara<br />
rastgele oturamazdı. Masanın kıdemli marmaratörlerinin<br />
zımni onayını alanlar, bu masalara önce dinleyici sıfatıyla<br />
katılırlardı. Gençler ya büyüklerin konuşmalarını tamamen<br />
dinler, bazen izin alarak merak ettikleri bazı soruları sorabilirlerdi.<br />
Marmara Kıraathanesi’nin kendine has bir âdabı<br />
vardı.<br />
Marmara Kıraathanesi, son derece temiz, nezih ve düzenliydi.<br />
Burada çalışan garsonların, Marmaratörlerle ilişkileri<br />
de son derece düzeyliydi. Garsonlar da onların diğer<br />
müşterilerden farklı olduğunu görürdü. Bir kısmı orada<br />
yapılan sohbetleri dinleyerek kendilerini geliştirmişlerdi.<br />
Marmaratörleri öyle tanırlardı ki; kimin ne içtiğini, nasıl<br />
çay veya kahve içtiklerini, içilen çayların paralarını kimin<br />
ödeyeceğini, kimin ödeyemeyecek durumda olduğunu<br />
önceden bilirlerdi.<br />
Beyazıt Meydanı<br />
36
MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Erol Güngör Muzaffer Ozak Hilmi Oflaz Ziya Nur Aksun Osman Akkuşak<br />
Marmaratörlerin Profili<br />
Küllük ve Marmara Kıraathanesi’nin her sınıftan ve meslek<br />
grubundan müdavimleri vardı. 40’lı, 50’li yıllardaki<br />
Küllük’e daha çok zamanın ünlü şair, yazar, gazeteci ve<br />
akademisyenleri devam ederlermiş. 60’lı yıllarda bunlara<br />
siyasetçiler, fikir adamları, kanaat önderleri, bürokratlar,<br />
her meslekten halk filozofları, gençlik liderleri eklenmişti.<br />
Ayrıca, şoför, kitapçı, esnaf, avukat ve doktor gibi, çeşitli<br />
serbest meslek mensubu da bu entelektüel kadronun dinleyicileri<br />
arasında yer alırdı. Amma bunların ortak özelliği,<br />
kendini milli ve manevi meselelerde yetiştirmiş, ülke ve<br />
dünya aktüalitesini takip eden “ârifler” kategorisine mensup<br />
olmalarıydı. Bir kısmı “çarıklı erkanıharp” denilecek<br />
nitelikteydi.<br />
Marmara Kıraathanesi, beyin fırtınası yapılan bir “düşünce<br />
merkezi”, kültür, sanat ve fikir sohbetlerinin yapıldığı<br />
bir “kültür merkezi”, iç ve dış siyasetin konuşulduğu, hükümetlerin<br />
yıkıldığı ve kurulduğu, ihtilallerin yapıldığı bir<br />
“siyaset arenası” idi.<br />
Bu kıraathaneye gelenler, normal bir kıraathaneye uğrayan<br />
insanlar gibi değillerdi. Çoğu kendi alanında uzman,<br />
Sahaflar Çarşısı<br />
okuryazar münevver insanlardı.<br />
Marmara kıraathanesine, sağ,<br />
sol her gruptan farklı görüşte insanlar<br />
gelirlerdi. Ortak özellikleri,<br />
hepsinin vatansever, milliyetçi<br />
ve inançlı olmalarıydı. Bunlar,<br />
burada fikir münazaraları, çeşitli<br />
konularda sohbetler ve tartışmalar<br />
yaparlardı. Marmara Kıraathanesi’nin<br />
diğer müdavimleri<br />
de, bu konuşma ve tartışmaları<br />
dikkat ve heyecanla dinlerler,<br />
bir kelimesini bile kaçırmamaya<br />
çalışırlardı. Her ne kadar, bu tartışma<br />
ve sohbetlerde her fikre<br />
müsaade edilse de, ateizm, sosyalizm<br />
ve komünizme pek hoş<br />
bakılmaz, bu akımlara karşı bir<br />
duruş sergilenirdi.<br />
Muhittin Nalbantoğlu<br />
Ahmet Güner Elgin<br />
Marmara Kıraathanesi’nin entelektüel<br />
atmosferini besleyen<br />
üç kaynak vardı: 1. Üniversite,<br />
çalışan veya emekli üniversite<br />
Mümin Çevik<br />
hocalarının çoğunun bu semte<br />
yakın oturmaları. 2. Cağaloğlu’ndaki<br />
gazete ve yayınevleri, gazetecilerin ve yayıncıların<br />
sık sık buraya uğramaları. 3. Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı<br />
ve Beyazsaray İş Merkezi’ndeki tamamı dini ve milli kitap<br />
yayınlanan yayınevlerinin bulunduğu Kitapçılar Çarşısı.<br />
Marmaratörlerin meşguliyet alanları ve iş yerlerini incelediğimizde<br />
bunu açıkça görebiliriz.<br />
Önde Gelen Marmaratörler<br />
Marmara Kıraathanesi’nin 60’lı yılların sonu ve 70’li yılların<br />
başındaki hatırladığım başlıca müdavimleri şunlardı:<br />
Akademisyenler: Osman Turan, İzzettin Şadan, Nuri Karahöyüklü,<br />
İbrahim Kafesoğlu, Prof. Saip Ragıp Atademir,<br />
Asaf Ataseven, Faruk Kadri Timurtaş, Nuri Mugan, Ahmet<br />
Nuri Yüksel, Erol Güngör, Mehmet Genç, Mehmet Çavuşoğlu,<br />
Nevzat Yalçıntaş, Mustafa Erkal, Emin Işık (İlahiyatçı),<br />
Alev Arık, İsmail Erünsal<br />
37
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER<br />
Şair, yazar, fikir ve sanat adamları: Üstad Necip Fazıl<br />
Kısakürek, Nihal Atsız, Nurettin Topçu, Ahmet Kabaklı, Galip<br />
Erdem, Ziya Nur Aksun, İsmet Zeki Eyüboğlu (Zebanî),<br />
Sezai Karakoç, Arif Nihat Asya, A. Rahim Balcıoğlu, Tarık<br />
Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Durali Yılmaz, Kadir<br />
Mısıroğlu<br />
Politikacılar: İlhan Egemen Darendelioğlu (Komünizmle<br />
Mücadele Derneği Genel Başkanı, komünist militanlarca<br />
şehit edildi), Dündar Taser (Milli Birlik Komitesi üyesi,<br />
14’lerden), Osman Yüksel Serdengecti, Zeki Efeoğlu, Şadi<br />
Pehlivanoğlu, Hasan Korkmazcan, İhsan Toksarı (Vaiz),<br />
eski CHP Van Senatörü ve ünlü Çerkesköy Savcısı Mehmet<br />
Feyyat, Vehbi Sınmaz, Sadık Batumlu, İsmail Dayı<br />
Bilge kişiler: Fethi Gemuhluoğlu, Hacı Muzaffer Ozak<br />
(Sahaflar Şeyhi), Ziya Uygur (tarihçi, Siyonist Protokolları<br />
kitabının yazarı), Ali İhsan Yurt Hoca (Ayaklı Kütüphane),<br />
Muhittin Nalbantoğlu (Bibliyografya Arşivi)<br />
Farklı meslek sanat erbabından<br />
oluşan marmaratörler, Osmanlı’dan<br />
kalan sohbet geleneğin de son<br />
temsilcilerindendi.<br />
Gazeteciler ve yayıncılar: Ahmet Güner Elgin, Ahmet<br />
Karabacak (Milli Hareket Dergisi sahibi), Ergun Göze, Üstün<br />
İnanç, İrfan Derman, Yücel Hacaloğlu, İsmail Özdoğan<br />
(Enderun Kitabevi), Mehmet Şevket Eygi (Bugün gazetesi),<br />
Osman Akkuşak, Nazif Okumuş, Zeyyat Nemli, Agah Güçlü,<br />
Şaban Gülbahar, Mümin Çevik (Üçdal Neşriyat), Yalçın<br />
Toker (Toker Yayınevi), Ali Hatipoğlu, İsmail Özen, Sinan<br />
Yıldız (Sinan Kitabevi), Ramazan Yıldız, İsmail Ünalmış<br />
(Akçağ Kitabevi), Ali Osman Babür (Dede Korkut Yayınları),<br />
Ahmet Tekin, Ahmet Semiz (Tohum dergisi)<br />
Bürokratlar: Hilmi Şener (Eski Darülaceze Müdürü), Mehmet<br />
Pomak, Kaymakam Melih Yuluğ<br />
Avukatlar: Erol Bey (Paşazade Erol), Nazım Durmuşoğlu,<br />
Necip Kunt, İsmet Karaoğlu, Halil Rışvanoğlu, Kâmil Öztürk,<br />
Bedrettin Ayrancıoğlu, Tuğrul Önder, Uğur Kökden,<br />
Hasan Bey (Le Monde Hasan Bey), Cavit Kalpaklıoğlu<br />
Doktorlar: Dr. Cevat Doğan, Dr. Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu,<br />
Dişçi Turan Bey<br />
Sendikacı: Ahmet Muşlu (Baba)<br />
İş adamı: Yurdakul Dağoğlu<br />
Noter: Macit Bakkaloğlu<br />
Necip Fazıl<br />
Gençlik liderleri ve genç aydınlar: Rasim Cinisli (MTTB<br />
Başkanı), Nevzat Kösoğlu, Ufuk Şehri (İstanbul Üniversitesi<br />
Talebe Birliği Başkanı), Mehmet Niyazi Özdemir, Özer<br />
Revanoğlu, Soner Karaman (TMSF Başkanı), Faruk Yücel,<br />
Erol Kılınç, Sakin Öner, Mustafa Ok (Komando Mustafa),<br />
Mustafa Lütfi Demirhan (Anarşist Mustafa), Niyazi Adıgüzel,<br />
Abdurrahman Çelik, Kubilay İmer, Özkan İbar, Paşa<br />
Güven, Cahit Atasoy, Gündoğdu Serhatlıoğlu, Abdülkadir<br />
Sezgin, Yılmaz Yalçıner, Ömer Aksu, Yusuf İmamoğlu (ilk<br />
ülkücü şehitlerden), Arif Özkök, Fethi Erhan (Sarı Fethi),<br />
Nezih Saruhanlıoğlu, Ahmet Yücel (Zaptiye Ahmet), Muzaffer<br />
Zorlu, Tuncer ve Dinçer Enginertanhan, Ertuğrul<br />
Düzdağ, Yener Oyman, İmdat Akmermer, Aytekin Yıldırım,<br />
Ergün Yıldırım, Reşat (THY’de görevli), Mehmet Çapar, Ali<br />
Karcı, İlhan Kuşçu<br />
Halk filozofları: Kamil Tuncer (Şoför Kamil), Belediyeci<br />
Zeki Bey (Köse Zeki), Bahri Yüzlüer (Bankacı, ülkücü<br />
marşların ilk bestekarı), Cemal Hatipoğlu (Filozof Cemal),<br />
Mehmet Özsoy (DAS Mehmet), Şaban Kırboz (Yahudi<br />
mütehassısı), Hilmi Oflaz (Necip Fazıl’ın mutemet adamı),<br />
Meteorolog Refik Bey (Teşkilat Refik), Reşat Hoca (Tarsuslu),<br />
Ahmet Öztürk (Papaz Ahmet-Çarşıkapı Camii imamı).<br />
Marmaratörlerin adını yazarken herhangi bir sıra takip etmedik.<br />
Çünkü, Marmaratörler arasında herhangi bir protokol,<br />
hiyerarşi, sıralama veya öncelik yoktu.<br />
Marmaratörler ve Siyaset<br />
Nurettin Topçu<br />
Ali İhsan Yurt<br />
Ayrıca marmaratörlerin arasına sızmış Siyasi Şube’nin sivil<br />
polisleri de Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerdendi.<br />
Onlar da netameli konuşmaları not alır, Şubelerine rapor<br />
ederlerdi. "İlmi siyaset" bilen marmaratörler, onları tanır,<br />
yanlarında ona göre konuşurlardı. Fakat "ilmi siyaset"<br />
bilmeyen marmaratörlerden biri, 27 Mayıs İhtilali’nin o<br />
sıkıntılı günlerinde bir gün çevresindekilere, Yassıada’da<br />
yargılanan Adnan Menderes ve arkadaşlarını düşünerek<br />
“Ah! Şöyle bir imkânımız olsa da, Yassıada’ya bir tünel kazsak”<br />
diyor. Bu konuşmayı ciddiye alan bir sivil polis memurunun<br />
raporu üzerine o kişi hapse atılıyor ve uzun süre<br />
hapiste kalıyor.<br />
Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerinin fikri profilini<br />
incelediğimizde, tamamına yakının sağ görüşlü aydın ve<br />
entelektüeller olduğunu görüyoruz. Aralarında çok az sa-<br />
38
MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
yıda da olsa ılımlı CHP’liler de vardı. Ahmet Güner Elgin’in<br />
ifadesiyle “Marmara Kıraathanesi, 27 Mayıs 1960 sonrasının<br />
karanlık günlerinde âdeta bir millî muhalefet merkezi<br />
gibi siyasi ve entelektüel tartışmalara, haberleşme ve sohbetlere<br />
vesile olmuştu. Marmara Kıraathanesi bir sığınma<br />
yeriydi. Ümit arama, başta siyasi, her türlü karamsarlığa<br />
karşı bir arınma, bir manevî güçlenme üssüydü”.<br />
O günlerde 27 Mayıs 1960 İhtilalinden sonra 1961 Anayasası’nın<br />
aşırı özgürlükçü yapısının da etkisi ile ülkede bir<br />
sosyalizm rüzgârı esiyordu. Aydınların bir kısmı ve üniversite<br />
gençliğinin çoğu bu rüzgârın etkisiyle sosyalizme yönelmişti.<br />
O tarihlerde Alparslan Türkeş, 1965 yılında Cumhuriyetçi<br />
Köylü Millet Partisi (CKMP) Genel Başkanı olmuş<br />
ve böylece ilk defa Türk milliyetçiliği fikrini siyasi arenaya<br />
taşımıştı. Bu durum, o tarihe kadar Adalet Partisi’ni destekleyen<br />
ve sosyalizme karşı olan milliyetçi gençliğin büyük<br />
çoğunluğunun MHP saflarında toplanmasına yol açtı.<br />
O tarihe kadar marmaratörlerin arasında “milliyetçi, Türkçü,<br />
İslamcı, muhafazakar ve dindar” veya “A-B-C Partili”<br />
ayrışması yoktu. 1965’te Türkeş’in CKMP Genel Başkanı<br />
olmasından sonra AP-CKMP ayrışması başladı. 1967’de<br />
Milli Mücadele Birliği sancakları kurulunca sağ aydınların<br />
bir kısmı “Mücadeleci” oldu.1968’de Türkiye Odalar ve<br />
Borsalar Birliği Genel Sekreteri Prof. Dr. Necmettin Erbakan<br />
siyasete atılacağının sinyallerini vermesinden sonra,<br />
kendini “İslamcı, muhafazakar ve dindar” olarak tanımlayan<br />
bazı marmaratörler, kendilerini “Erbakancı” olarak<br />
tanımlamaya başladılar. Bunların gençleri de, kendilerini<br />
“Akıncılar” olarak tanımlamaya başladılar. Bu ayrışma<br />
sürecinde bile marmaratörler, birlikte oturma, konuşma,<br />
tartışma ve yaşama kültürlerini sürdürdüler. Tartışmalarını<br />
küskünlüğe ve kırgınlığa yol açacak boyutlara taşımadılar.<br />
Bunda hoşgörüye dayanan tasavvuf kültürünün, İslami<br />
ahlak ve terbiyenin, Türk kültürü ve töresine uyumun,<br />
Münif Fehim'in çizimiyle Sahaflar Çarşısı<br />
39
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
MARMARA KIRAATHANESİ KÜLTÜR MERKEZİ / Dr. Sakin ÖNER<br />
ağabey durumundaki kanaat önderlerinin<br />
sakinleştirici tutumunun büyük<br />
payı vardı.<br />
Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerinin<br />
geniş bir tartışma ve konuşma<br />
portföyü vardı. Osmanlı’dan miras<br />
kalan sohbet geleneğinin son temsilcileri<br />
olan bu her meslekte, insan,<br />
bir araya geldiklerinde; Türk, İslam<br />
ve dünya tarihinden, günlük olaylardan,<br />
Türk ve dünya siyasetinden,<br />
tasavvuf felsefesinden, eğitimden,<br />
ekonomiden, sosyal ve kültürel konulardan<br />
söz ederlerdi. O masalarda<br />
hükümetler kurulur, hükümetler yıkılır,<br />
ihtilaller yapılırdı. Bu çok yönlü ve<br />
renkli sohbetler gece geç vakitlere<br />
kadar devam ederdi. Hatta 1968-<br />
1969 yıllarında Dündar Taşer’in İstanbul’a<br />
geldiği günlerde akşamları<br />
mutlaka Marmara Kıraathanesi’ne<br />
giderdi. Orada Ziya Nur Aksun ve<br />
Hacı Muzaffer Ozak’la bir araya gelirler<br />
ve sabaha kadar çeşitli konularda<br />
sabahlara kadar sohbet ederlerdi.<br />
Biz gençler de, onların sundukları<br />
kültür ziyafetinden azami istifadeye<br />
çalışırdık, vaktin nasıl geçtiğini anlamazdık.<br />
Sabah ezanı okunduğunda<br />
Erol Kılınç ve İlhan Kuşçu’yla Dündar<br />
Ağabeyi alıp Cağaloğlu’nda kaldığı<br />
Sipahi Palas Oteli’ne bıraktığımızı<br />
çok hatırlarım.<br />
Marmara Kıraathanesi, beyin fırtınası<br />
yapılan bir ‘düşünce merkezi’,<br />
kültür, sanat ve fikir sohbetlerinin<br />
yapıldığı bir ‘kültür merkezi’, iç ve<br />
dış siyasetin konuşulduğu, hükümetlerin<br />
yıkıldığı ve kurulduğu,<br />
ihtilallerin yapıldığı bir ‘siyaset<br />
arenası’ idi. Marmara Kıraathanesi,<br />
marmaratörleri ile en yoğun günlerini<br />
1958-1972 yılları arasında yaşadı.<br />
Önce 1970’li yılların kanlı sağ-sol<br />
çatışmalarının oluşturduğu ürkütücü<br />
anarşi ortamı, ardından 1980’li yılların<br />
ranta yönelik ekonomik düzenin<br />
öne çıkması, Marmaratörlerin Marmara<br />
Kıraathanesi ve Küllük’ten elini<br />
eteğini çekmesine sebep oldu. Oralar<br />
yıkılarak tamamen bir iş merkezi<br />
haline getirildi.<br />
Yakın geçmişimizin bir döneminde<br />
bir kültür merkezi işlevi üstlenen ve<br />
yüzlerce gencin kültür dünyasına<br />
büyük katkılar sağlayan Marmara Kıraathanesi<br />
ve Küllük gibi mekânların<br />
tarih olması gerçekten üzüntü verici<br />
bir durum. Bu mekânların gelecek<br />
nesillere tanıtılmasının hem vefa<br />
duygusunun bir gereği olduğunu,<br />
hem de ileride yeniden bu tür kültür<br />
mekânlarının oluşumuna katkıda bulunacağını<br />
düşünüyorum.<br />
40
Bir kuyumcu ustalığıyla, çay lizlerinin<br />
altın değerindeki en üst yapraklarından<br />
özel olarak harmanlandı.
EDEBİYATÇILARIN VE<br />
GAZETECİLERİN<br />
BULUŞTUKLARI<br />
MEKÂNLAR<br />
Erdem YÜCEL<br />
Arkeolog, Sanat Tarihçisi<br />
“<br />
Bazen geçmişe dalıyor, bir zamanların<br />
ünlü edebiyatçıları nerelerde buluşur,<br />
nerelerde edebi sohbetler ederlerdi<br />
diye kendimce düşünüyorum.<br />
Bazılarını yakından tanıma şansını<br />
yakalamış, bazılarını da yazı<br />
ustalarımdan dinlemiş, onlarla ilgili<br />
yazılanları okumuştum.<br />
O günlerin güçlü kalemleri çoğunlukla<br />
Cağaloğlu’nda, Beyoğlu’nda bir araya<br />
gelmişlerdi. Eskinin köhneleşmiş<br />
basımevlerine girdiğinizde; benim de<br />
çok sevdiğim kâğıt kokularını solur,<br />
rotatiflerin melodileri andıran seslerini<br />
duyardınız. Günümüzde ismi Ankara<br />
Caddesi olan Babıâli Yokuşu’nu<br />
tırmanırken tanınmış edebiyatçılar,<br />
gazeteciler ile karşılaşırdınız...<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />
Valilik binası, Babıali Yokuşu<br />
Zamanın acımasızlığını ve bir o kadar<br />
da süratle akıp gittiğini söylemeye<br />
gerek yok. Çok yakın sandığınız<br />
olaylara bakıyorsunuz; geçmiş yılların<br />
ötesinde kalmış. Bazen üzülüyor,<br />
bazen de biriktirdiğiniz o güzel<br />
anılar belleğinizden silinmediği için<br />
seviniyorsunuz. Geride yalnızca hoş<br />
bir sedadan başka bir şey kalmamış.<br />
Gideni geri getirmek nasıl mümkün<br />
değilse, yitirdiğimiz zaman da bir<br />
daha geri gelmiyor. Yapmanız gerekenleri<br />
ya zamanında yapacaksınız<br />
ya da yaşamadım diye hayıflanmayacaksınız…<br />
Bazen geçmişe dalıyor, bir zamanların<br />
ünlü edebiyatçıları nerelerde<br />
buluşur, nerelerde edebi sohbetler<br />
ederlerdi diye kendimce düşünüyorum.<br />
Bazılarını yakından tanıma<br />
şansını yakalamış, bazılarını da yazı<br />
ustalarımdan dinlemiş, onlarla ilgili<br />
yazılanları okumuştum. O günlerin<br />
güçlü kalemleri çoğunlukla Cağaloğlu’nda,<br />
Beyoğlu’nda bir araya gelmişlerdi.<br />
Henüz doğa katledilmemiş,<br />
gökdelenler dikilmemiş, bugünkü<br />
gelişmiş teknolojiler yoktu; ama edebi<br />
yönü ağırlıklı yazılar vardı. Eskinin<br />
köhneleşmiş basımevlerine girdiğinizde;<br />
benim de çok sevdiğim kâğıt<br />
kokularını solur, rotatiflerin melodileri<br />
andıran seslerini duyardınız. Günümüzde<br />
ismi Ankara Caddesi olan<br />
Babıâli Yokuşu’nu tırmanırken tanınmış<br />
edebiyatçılar, gazeteciler ile karşılaşırdınız…<br />
Geçmişte ülkemiz edebiyatçı ve gazetecilerinin<br />
sohbetlerini, birlikte<br />
oldukları mekânları basındaki ustalarımdan<br />
öğrenmiştim. Batı dünyasında<br />
yazarların anılarını içeren çok<br />
sayıda edebi kitaplar vardır. Oysa<br />
bizim ülkemizde edebiyatçılara hak<br />
ettikleri değer verilmemiş, çoğu<br />
ölümlerinden sonra kıymete binmiştir.<br />
Nedense bizim yazarlarımız; tevazudan<br />
olacak kendileriyle ilgili şeyleri<br />
yazmaktan hep kaçınmışlardır. Abdülhak<br />
Hâmid’i, Tevfik Fikret’i, Cenap<br />
Şahabettin’i, Halit Ziya Uşaklıgil’i,<br />
Hüseyin Cahit’i, Yusuf Ziya Ortaç’ı,<br />
Süleyman Nazif’i, Rıza Tevfik Bölükbaşı’nı,<br />
Mehmet Akif Ersoy’u, Celâl<br />
Sahir’i, Abdullah Cevdet’i, Mithat<br />
Cemal Kuntay’ı, Ahmet Haşim’i, Emin<br />
Bülent’i, Ziya Gökalp’ı, Mehmet Emin<br />
Yurdakul’u, Ömer Seyfettin’i, Enis Behiç’i,<br />
Yahya Kemal’i, Ercüment Ekrem<br />
Talu’yu, İbrahim Alâeddin Gövsa’yı,<br />
Halil Nihat Boztepe’yi, Reşat Nuri<br />
Güntekin’i, Mahmut Yesari’yi, İbnül<br />
Emin Mahmut Kemal’i ve Peyami<br />
Safa’yı konu alan birçok yazı dışında<br />
yaşamlarını, sohbetlerini, buluştukları<br />
yerleri; Reşad Ekrem Koçu, Cemal<br />
Kutay, Niyazi Ahmet Banoğlu, Elif<br />
Naci gibi yazın ustalarından öğrenmiştim.<br />
Basına ilk adımımı attığım yıllarda<br />
Ahmet Emin Yalman’ı, Yaşar Kemal’i,<br />
Nail Tirali’yi, Cemal Kutay’ı, Reşad<br />
Ekrem Koçu’yu, Oktay Akbal’ı, Oktay<br />
Burtböke’yi, Elif Naci’yi, Çelik Gülersoy’u,<br />
Ahmet Kabaklı’yı, İbrahim<br />
Hakkı Konyalı’yı, Niyazi Ahmet Banoğlu’nu,<br />
Recep Ekicigil’i ve Orhan<br />
Duru’yu tanıma şansına erişmiştim.<br />
44
EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Eski yazı ustaları<br />
Bir zamanların ünlü yazarlarından<br />
Abdullah Cevdet’in, bugün her nasılsa<br />
ayakta kalabilmiş, Cağaloğlu’nda<br />
üç buçuk katlı İçtihat Evi isimli<br />
bir apartmanı vardı. O zamanlar yayınladığı<br />
“İçtihat” isimli dergisinden<br />
ötürü ismini verdiği evinde tanınmış<br />
yazarlar edebiyatçılar buluşurlarmış.<br />
Çarşamba çayları ismi yakıştırılan<br />
bu toplantılarda o günlerin tanınmış<br />
edebiyatçıları, gazetecileri bir araya<br />
gelirmiş. Edebiyat, felsefe ve sanat<br />
konularının ağırlıklı olduğu sohbet<br />
günlerinde İçtihat Evi’nin özel salonunda<br />
rahat koltuklar ve sedirlerde<br />
misafirler ağırlanırmış. Salonun duvarları<br />
kitap raflarıyla kaplanmış, üzerlerinde<br />
dönemin tanınmış yazarlarının<br />
fotoğraflarına yer verilmişti.<br />
Bana anlatılanlara ve okuduklarıma<br />
göre Ahmet Cevdet doktorluğunun<br />
yanı sıra bilgi dolu insancıl bir kişiymiş.<br />
Ancak son derece cimri biri olduğu<br />
söylenirmiş. Nitekim Birinci Dünya Savaşı<br />
sırasındaki Çarşamba toplantılarında<br />
çaylar şeker yerine kuru üzümle<br />
içilirmiş!.. Oysa bu durum şekerin piyasada<br />
bulunmayışından değil okkasının<br />
üç lira olmasından kaynaklanıyormuş…<br />
Ahmet Cevdet ile ilgili pek çok anı vardır.<br />
Bir gün; “Vatanın öksüzüyüm. Öksüzlerin<br />
gözüyüm” diye başlayan bir<br />
yazı yazmış. O günlerde hurufatı düzenleyen<br />
mürettipler farkında olmadan<br />
öksüzün ‘s’lerini düşürünce yazı “Vatanın<br />
öküzüyüm. Öküzlerin gözüyüm”<br />
şeklini almış.<br />
Bu olay o günlerde çok konuşulmuş ve<br />
üstat epey alay konusu olmuş.<br />
Edebiyatımızın dâhilerinden sayılan<br />
Abdülhak Hâmid dostlarını ve bazı misafirlerini<br />
Teşvikiye’deki evinde kabul<br />
eder; edebi sohbetlerini orada sürdürürmüş.<br />
Bazen de Serkldoryan’da arkadaşlarıyla<br />
buluşurmuş…<br />
45
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />
Abdullah Efendi Lokantası<br />
Süleyman Nazif yaşamının sonlarına<br />
doğru Divanyolu’nda Şûle isimli batı<br />
görünümlü meyhaneye gelir, orada<br />
dostlarıyla siyaset ve edebiyat ağırlıklı<br />
sohbetler yaparmış. Abdülhak<br />
Hâmid, Süleyman Nazif, Halil Nihat,<br />
Hamamizâde İhsan, Enis Behiç ve<br />
Fuat Köprülü bu meyhanenin müdavimleri<br />
arasındaymış…<br />
Osmanlı’nın son dönemlerinde Bağdat,<br />
Basra ve Trabzon vilayetlerinde<br />
valilik yapmış olan Süleyman Nazif’in<br />
öldüğünde yelek cebinde yalnızca<br />
üç nikel kuruş çıktığı söylenmiştir.<br />
Arkadaşları sigara alacak parası olmadığından<br />
tütün sarmalı sigarayı<br />
bıraktığını söylemişlerdi. Kardeşi Faik<br />
Ali mezar taşına onun için; “Şimşek<br />
mürekkep olmalıdır, yıldırım kalem /<br />
Tahrir için kitabe-i seng-i mezârını!”<br />
dizelerini yazmıştır.<br />
Celal Sahir, Sultanahmet’te Toprak<br />
sokaktaki evinde dostlarıyla toplanmayı<br />
adet edinenlerdenmiş. Edebi<br />
sohbetler bazen uzadığında misafirleri<br />
onun evinde yatmak zorunda<br />
kalırlarmış. İttihat ve Terakki’nin<br />
çöktüğü günlerde “ben ittihatçıyım”<br />
diyebilecek kadar cesur bir kişiliğe<br />
sahip olduğu söylenirmiş. Ahmet<br />
Ağaoğlu anılarında onun için “Malta’da<br />
esir olduğum günlerde, yalnızca<br />
Celal Sahir’den mektup aldığını”<br />
yazarak cesaretini övmüştür. Gece<br />
gündüz beraber oldukları dostları,<br />
korkudan bir anda yok olmuşlar!<br />
Bir zamanların ünlü yazarı Mithat Cemal<br />
Kuntay da dostlarını Mısır Apartmanı’ndaki<br />
dairesinde kabul ederek<br />
edebi sohbetlerini sürdürmüştür.<br />
Abdullah Cevdet ile Süleyman Nazif<br />
onun dost toplantılarının müdavimleri<br />
arasındaymış. Onların dışında bazen<br />
Halil Nihat Boztepe’nin evinde,<br />
Abdullah Efendi Lokantası’nda, akşamüstleri<br />
de Lebon’da, Büyükada’da<br />
Anadolu Kulübü’nde dostlarıyla buluşurmuş.<br />
Yaşamının sonlarına doğru<br />
başına hiç kimsenin beklemediği bir<br />
olay başına gelmiş ve bir kadına âşık<br />
olmuştur. Kim olduğu bilinmeyen bu<br />
kadın için şu şiiri yazmıştır:<br />
O Kadına<br />
Kendi aşkımda ben vefâ ararım,<br />
Bana siz verdiniz o hârikayı.<br />
Uçurumsuz bir irtifa aradım,<br />
Sizde buldum bugün o şâhikayı.<br />
İstemem vuslatın hakikatini,<br />
Yetişir vuslatın hayali bana.<br />
Bahtiyar olmak istemem, yetişir<br />
Bahtiyar olmak ihtimali bana.<br />
Ömrümün günleriyle birliktir<br />
Gecelerden uzun tahayyülünüz,<br />
Talimi gülmemişse kendi bilir,<br />
Bana âlemde sade siz gülünüz.<br />
Ne gariptir ki; kadın da ona âşıkmış.<br />
Evlenememelerinin nedenini yalnızca<br />
Yusuf Ziya Ortaç’a anlatmıştır:<br />
“Almam Yusuf Ziyacığım, almam…<br />
Kadın zengin, ben züğürdüm. Parası<br />
için aldı derler…”<br />
Mithat Cemal Fransızcayı kendi kendine<br />
öğrenebilmeyi başarmıştı. Son<br />
derece zengin kütüphanesinde ise<br />
okumadığı kitabı yokmuş. Kitaplarının<br />
kenarlarına, derkenar denilen<br />
notlar yazmayı adet edinmişti. Edebi<br />
yöndeki ününe rağmen birçok yazar<br />
gibi o da güzel ama hep parasız bir<br />
yaşam sürdürmüştür.<br />
Maçka’daki apartmanına dostlarını<br />
davet eder onlarla edebi sohbetler<br />
yapardı. Kışın Abdullah Efendi Lokantası’nda,<br />
yaz aylarında da Büyükada<br />
Anadolu Kulübü bahçesinde<br />
onlarla buluşurdu. Öldüğü son gece<br />
on yıldır kapısını açmadığı ölmüş eşinin<br />
odasında yatmış ve orada yaşama<br />
veda etmiştir.<br />
Mezar taşını ise ölmeden çok önce<br />
yazmıştı: “Yolcu. Burada bir karı koca<br />
yatıyor. İkisine bir Fatiha yeter.”<br />
Misak Balamutoğlu tarafından işletilen Zaman Kütüphanesi’ne ait evrak<br />
Türk hikâyeciliğinde yeni bir çağ<br />
başlatan Ömer Seyfeddin, Babıâli<br />
Yokuşu'nda Zaman Kütüphanesi’nin<br />
sahibi Misak Efendi’ye sıkça uğrar,<br />
yazdığı hikâyeleri ayrı zarflar içerisi-<br />
46
EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
ne koyar, üzerlerine isimlerini yazıp<br />
bırakırmış. Hikâye isteyen gazete ve<br />
dergi sahipleri Misak Efendi’ye giderek<br />
zarflardaki hikâyelerden birini<br />
seçerek yayınlarlarmış.<br />
Ömer Seyfettin’in dostları ve onlarla<br />
nerede buluştuğu konusunda<br />
kaynaklarda yeterli bir bilgiye rastlanmamıştır.<br />
Yalnız yaşadığı sanılan,<br />
Süleymaniye Kütüphanesi’nde küçük<br />
bir görevi olan yazar, ardında dokuz<br />
cilt hikâye bırakmıştır. Henüz 36 yaşındayken<br />
hastalanmış ve hastalığına<br />
teşhis konulamadan ölmüştür. Büyük<br />
olasılıkla şeker hastalığından mustarip<br />
olan yazarın son günleri yokluk<br />
içerisinde geçmiş, yakınları da olmadığından<br />
cesedi ne yazık ki, kadavra<br />
yapılmıştır.<br />
Geçen yüzyılın ünlü yazarlarından<br />
Mahmut Yesari ile sohbet etmek<br />
isteyenler, İstanbul Vilayeti’nin yanındaki<br />
İlhami Safa’nın matbaasına<br />
giderek kendisiyle orada görüşürlermiş.<br />
Kırmızı aşı boyalı bu konağın<br />
üst katında “Nedim” isimli edebi bir<br />
dergi yayınlanırmış.<br />
Mahmut Yesari çoğunlukla Raşid<br />
Rıza’nın Bizim Lokantası’na giderek<br />
orada Mesut Cemil, Peyami Safa, İbrahim<br />
Çallı, Nurettin Artam ile sohbet<br />
edermiş. Bazen de Osmanzade<br />
Hamdi ile Kılıç Ali de onlara katılırmış.<br />
Kaynaklardan Yesari’nin dostlarıyla<br />
Cağaloğlu’ndaki Meserret Kıraathanesi’nde<br />
tavla oynarken edebi<br />
sohbetler yaptığı öğrenilmiştir.<br />
Yakın tarihte ender yetişen bibliyograf<br />
ve kültür insanlarından birisi<br />
de İbnü’l Emin Mahmut Kemal İnal<br />
idi. Beyazıt Bakırcılar’da en nadide<br />
eski eserlerin olduğu Emin Paşa Konağı’nda<br />
yaşayan İnal, eski Sahaflar<br />
Çarşısı’nın belli başlı müdavimlerinden<br />
birisiymiş. Çarşıya ne zaman<br />
girse sahafların hepsi yerlerinden<br />
kalkarak kendisini selamlarmış. O da<br />
onlardan bazılarına baştan savma bir<br />
el hareketiyle cevap verir, bazılarına<br />
da gülümsermiş. İnal’ın gülümsedikleri<br />
ise bundan büyük onur duyarlarmış.<br />
Mahmut Yesari<br />
İbnü’l Emin Mahmut Kemal’in yaşadığı<br />
konağında ender el yazmalarının<br />
yer aldığı zengin bir kütüphanesi<br />
varmış. Konağının duvarları sülüs,<br />
nesih, talik yazılı levhalarla bezeliymiş.<br />
Böylesine zengin bir ortamda<br />
dostlarını kabul eder, ara sıra da olsa<br />
onlara musiki ziyafetleri sunmaktan<br />
da geri kalmazmış. Konağına gelenleri<br />
başında takkesiyle karşılar, onları<br />
rütbelerine veya unvanlarına göre<br />
oturacakları yerlere kendisi yerleştirirmiş.<br />
Ne var ki, onun dostluğunu<br />
kazanmak da çok kolay değilmiş.<br />
Şair Halil Nihat Boztepe, Prof. Dr.<br />
Mükremin Halil, Mithat Cemal belli<br />
başlı dostları arasındaymış.<br />
Osmanlı tarihinin ünlü kişilerinin doğum<br />
ve ölüm yıllarından başlayarak<br />
kendisine sorulan her soruya doğru<br />
yanıtlar vermesiyle ünlüymüş. İleri<br />
düzeyde mizah ve hiciv gücü olduğu<br />
bilinirmiş. Bir zamanlar huzurunda<br />
iki büklüm eğilen, daha sonra biraz<br />
palazlanınca kendisine meydan okuyan<br />
birine yazdığı taşlaması dilden<br />
dile dolaşmıştır:<br />
“Cehl-ü günâhı bi hesap,<br />
Paspas-ı bâb-ı intisap<br />
Bed çehresinden ismeti<br />
Sünger ile silmiş kasap.”<br />
Abdullah Cevdet, İçtihat Evi’nde<br />
Peyami Safa<br />
Abdullah Cevdet’in cenazesi İçtihat Evi’nden çıkarılırken<br />
47
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />
Tokatlıyan Oteli, İstiklal Caddesi<br />
Kendisini her gün ziyaret eden Filorinalı<br />
Nazım’a da şu kıtayı söylemiştir:<br />
“Bir takım laf ile teşviş-i huzur<br />
Etme ey şair-i bi şi’r-i şuur.<br />
Her dakika bana gelmektense<br />
Yılda bir kendine gelsen ne olur?”<br />
Dostluğunu da düşmanlığını da sağlam<br />
temeller üzerine oturtan ender<br />
insanlardan birisiymiş. Beğendiği kişilere<br />
“Bize hürmeti vardır” demesiyle<br />
de tanınmıştır. Dostluğu çok eskilere<br />
dayanan Mithat Cemal’e bir iftar<br />
sofrasında darılınca ardından şunları<br />
söylemiştir:<br />
“Yıllarca ırz-u namusuna nigehban<br />
olduk. Nân-u nimetimizle perverde<br />
eyledik. Biraderim merhumun mübarek<br />
elleriyle hazırladığı nar ve turunç<br />
şerbetlerini içe içe büyüdü. Gözüne<br />
dizine dursun mel’unun.”<br />
Alerjisi olduğundan peynir yemez,<br />
peynire “sütün veled-i zinası” ismini<br />
yakıştırmıştır.<br />
Yakın tarihimizin ünlü yazarlarından<br />
Peyami Safa, Türk edebiyatını çok iyi<br />
bilenlerin başında gelirdi. O günlerin<br />
fikir ve sanat adamlarının hemen<br />
hepsiyle dostluğu varmış. Ahmet Rasim,<br />
Mahmut Sadık, Yunus Nadi ve<br />
Şekip Tunç onların başında gelirmiş.<br />
İçkiye aşırı derecede düşkün olduğundan;<br />
içtikçe coşar, coşunca da<br />
dostlarıyla sabahlara kadar sohbet<br />
edermiş.<br />
Günümüzde Tokatlıyan lokanta ve<br />
pastanesinin olduğu yerde bir zamanlar<br />
Paris Kahvehanesi vardı.<br />
Lokantanın müdavimlerinden olan<br />
Ahmet Rasim haftanın birkaç gecesi<br />
buraya gelir, parası olmadığı zamanlarda<br />
veresiye içer sonra da borcunu<br />
ödermiş. Cuma ve Pazar günleri öğleden<br />
akşama kadar ön pencerelerden<br />
birinin önündeki masayı kapatır,<br />
geleni geçeni seyredermiş. Lokantanın<br />
sahibi bu duruma içerlerse de<br />
sesini çıkarmazmış.<br />
Abdülhak Hâmid Brüksel elçiliğinden<br />
alınarak İstanbul’a döndüğünde<br />
Süleyman Nazif ve Süleyman Nesip<br />
ile Tokatlıyan’da bir öğle yemeği düzenlemişler.<br />
Yakup Kadri başta olmak<br />
48
EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
betlerini koyulaştırırlarmış.<br />
Ragıp Sarıca Fransızca gazetelerden<br />
dünya siyaseti<br />
ile ilgili yorumları okur ve<br />
okuduklarını onlara tercüme<br />
edermiş. Haldun Taner<br />
Markiz’in yanı sıra Tepebaşı’nda<br />
bugün yerinde olmayan<br />
Şehir Tiyatrolarının<br />
karşısındaki Pelit’e giderek<br />
Nahit Sırrı Örik, Sadri<br />
Ertem, Ertuğrul Şevket,<br />
Avni Dilligil, Sabri Berkel,<br />
İskender Fikret Akdora,<br />
Nurullah Berk, Salah Birsel,<br />
Kenan Yontuç, Salih<br />
Urallı gibi edebiyatçı ve<br />
sanatçılarla buluşurmuş.<br />
Tokatlıyan Oteli<br />
Çocukluk günlerimden hatırladığım<br />
kadarıyla İstiklal Caddesi ile Kumbaracı<br />
Yokuşu’nun birleştiği yerde<br />
Lebon Pastahanesi, onun karşısında<br />
da Markiz Pastahanesi vardı. Haldun<br />
Taner Markiz’e kitap okumak, notlar<br />
almak için sıkça gidermiş. Orada Abdülhak<br />
Şinasi ve Prof. Ragıp Sarıca<br />
ile karşılaşınca edebiyat üzerine sohüzere<br />
genç edebiyatçıları sohbet etmek<br />
için oraya çağırmışlar. Yemek<br />
sonrası karşılıklı konuşmalar, birbirlerine<br />
atışmalar yapılırken bunların en<br />
güzelini Hamdullah Suphi Tanrıöver<br />
söylermiş. Yahya Kemal, Yakup Kadri,<br />
Sahabettin Süleyman, Halit Fahri de<br />
zaman zaman buraya gelerek akşam<br />
yemeklerini birlikte yerlermiş. Fazıl<br />
Ahmet Aykaç, Celâl Nuri, Abdülhak<br />
Şinasi Hisar, Refik Halit Karay da restoranın<br />
müdavimlerindenmiş. Sohbetlerin<br />
ana noktasını siyasetten çok<br />
edebiyat ve gazetecilik oluştururmuş.<br />
Yahya Kemal’in bu sohbetlerde<br />
her zaman başı çektiği söylenirmiş…<br />
Bazen de birbirlerine sataşırlarmış.<br />
Bir gün Fazıl Ahmet yazdığı bir şiirle<br />
Celâl Nuri’yi yermiştir:<br />
İngiltere kaybolup dumanda<br />
Hikmet Saçıyor Celâl Nuri<br />
Ben esniyorum Tokatlıyan’da<br />
O günlerde Ahmet Rasim’in en sevdiği<br />
yerlerden birisi de Tokatlıyan’ın<br />
küçük bir benzeri olan Central’mış.<br />
Buranın bir özelliği de garsonların<br />
müşterilerle hiç konuşmamasıymış.<br />
Ahmet Rasim buraya her gelişinde<br />
kendisini dilsizler okulunda buldu-<br />
ğunu söylermiş. Ahmet Rasim bazen<br />
de Pappi’de içkisini içermiş. Aslında<br />
Pappi hem meyhane hem de bir<br />
bakkal dükkânıymış. Onun yakınında,<br />
Aznavur Pasajı’nın yakınında yine<br />
bir bakkal-meyhane olan Due Fratelli<br />
varmış. Ahmet Rasim, Yakup Kadri,<br />
Refik Halit ile Tokatlıyan’a gitmedikleri<br />
günlerde veya paraları az olduğu<br />
günlerde burada buluşur, sohbet<br />
ederlermiş.<br />
Yakın zamanlara kadar bakkal-meyhanelere<br />
şehirde sıkça rastlanırdı.<br />
Bakkalın güvendiği kişiler tezgâhın<br />
arkasında, müşterilerin göremeyeceği<br />
yerde küçük iskemlelere oturarak<br />
bakkaldan aldıkları sucuk, pastırma<br />
ve peynirle çilingir sofrası kurarlardı.<br />
Bunlardan bazılarına, özellikle Beşiktaş’ta<br />
olanlardan birine ben de şahit<br />
olmuştum.<br />
Yaşadığım Dönemin<br />
Ünlü Edebiyatçı ve Gazetecileri<br />
Basına ilk adımımı attığım günlerde<br />
teknolojinin henüz girmediği gazetelerin<br />
yazı işleri büroları günümüzdekilerden<br />
oldukça farklıydı. Onlar<br />
günün olaylarının tartışıldığı, edebiyat<br />
ve sanat eleştirilerinin yapıldığı<br />
mekânlardı. Öğleye kadar geçen<br />
saatlerde genel yayın yönetmeni ile<br />
yazı işleri müdürleri gazetenin servis<br />
şeflerini ve köşe yazarlarını toplayarak<br />
ertesi gün hangi haberlerin<br />
yayına verileceğini tartışırlardı. Bunu<br />
izleyen saatlerde köşe yazarları diğer<br />
günlük gazeteleri okuduktan sonra<br />
yazacakları konuları belirlerlerdi. Öğleden<br />
akşama kadar geçen süre içerisinde;<br />
yazarlar yazılarını bitirince o<br />
günün en hareketli ve en zevkli saatleri<br />
başlardı. Bu arada gazete dışındaki<br />
49
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />
diğer yazarlar, dostlar, okuyucular gazeteyi ziyaret ederlerdi.<br />
Siyasi olayların, gündemin yanı sıra edebiyat ve<br />
kültür ağırlıklı sohbetler edilir, çeşitli fıkralar, anılar anlatılırdı.<br />
Tercüman, Bizim Anadolu, Hergün, Yeni Tanin, Yeni<br />
İstanbul, Günaydın ve Cumhuriyet gazetelerinde yazdığım<br />
günlerde bu toplantılara çoğu kez katılmış ve ustalardan<br />
epeyce bilgilenmiştim. Cumhuriyet gazetesinde rahmetli<br />
Elif Naci’nin sohbetlerine doyum olmazdı. Topkapı Sarayı<br />
Müdür Yardımcılığı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi yöneticiliğini<br />
yapmasının yanı sıra D Resim Grubunu kuran ressamlardan<br />
Elif Naci’nin sohbetleri gerçekten insanın bilgi<br />
dağarcığını zenginleştirirdi. Gönülden sanatkâr ve daima<br />
neşeli olan Elif Naci, Çallı İbrahim’in öğrencilerindendi.<br />
Dönemin ünlü yazarlarından Celal Esat Arseven, İsmail<br />
Hakkı Baltacıoğlu, İ. Galip Arcan, Çetin Altan, Melih Cevdet<br />
Anday, Cevat Fehmi Başkut, Nurullah Berk, Recep Bilginer,<br />
Sedat Çetintaş, Atilla Dorsay, Muhsin Ertuğrul, Bedri<br />
Rahmi Eyüboğlu, Burhan Felek onun yakın dostlarından<br />
yalnızca birkaç örnektir. Bunların çoğunu yakından tanıma<br />
olanağını bulduğum için her zaman kendimi mutlu saymışımdır.<br />
Elif Naci çoğu kez bizlere anılarını anlatırdı. Vaktiyle Sultan<br />
Abdülhamid devrinde bir çeşmenin açılış merasiminde<br />
padişah Vilayetin Alaybeyi’nin (jandarma kumandanı) bir<br />
şeyler söylemesini istemiş... Kumandanın okuması yazması<br />
olmadığından eline tutuşturulan kâğıtta yazanlar kendisine<br />
ezberletilmiş. Gelgelelim halk huzurunda, Saye-i Şahanede<br />
nutuk vermek kolay değil. Adam kürsüye çıkmış<br />
bir temenna etmiş ve başlamış konuşmaya:<br />
“Şevketlû, kudretlû, mehabetlû, padişahımız essultan ibni<br />
sultan essultan El-gazi Abdülhamid han hazretleri…”<br />
Nutkun alt tarafını unutmuş. Bakmış ki olacak gibi değil<br />
bir kere daha aynı sözleri söylemiş gene arkası gelmemiş.<br />
Üçüncü defasında nutkun alt tarafını getiremeyince “Çeşmeyi<br />
yaptıran iyi adamdır vesselam” deyip kürsüden inmiş.<br />
Elif Naci’nin anlattıkları unutulur cinsten değildir. Vahdet<br />
Gültekin’in deyişiyle ölçülü, dengeli, bilgili ve görgülüdür.<br />
Hesaplı kitaplıdır; hazır cevaptır.<br />
-Nasılsınız Naci Bey<br />
-E, valla iyiyim… İyiyim ya, demin suratımda bir şey pır pır<br />
ediyordu, sizi gördüm geçti.<br />
-Bana güvenciniz, üfürüğe inancınız varsa, okuyayım mı;<br />
üfleyeyim isterseniz.<br />
-Beyefendi benim okunacak yerim kaldı mı ki. Ezelden<br />
çarkıma okunmuş benim.<br />
Yazarların Buluştukları Kitapçılar<br />
Edebiyatçıların, yazarların, gazetecilerin ve okumaya meraklı<br />
kişilerin çoğunlukla buluştukları yerlerin başında<br />
şehrin belli başlı yerlerindeki kitapçı dükkânları gelirdi.<br />
Beyazıt yapı topluluğunun arkasındaki tarihi Sahaflar Çarşısı<br />
eski ve yeni kitapların alınıp satıldığı, yazarların, okuyucuların<br />
kaynaştıkları şehrin en önemli kültür mekânlarından<br />
birisiydi.<br />
Beyazıt Camisi’nin solundaki taşlıktan Kapalıçarşı’nın Sedefçiler<br />
Kapısı’na açılan yerde bulunan Sahaflar Çarşısı<br />
1460 ve 1894 yıllarındaki İstanbul depremlerine kadar<br />
ayakta kalmıştır. Depremden sonra Sahaflar Çarşısı o zamanki<br />
ismiyle Hakkaklar Çarşısı denilen bugünkü yerine<br />
taşınmıştır.<br />
Evliya Çelebi’den öğrenildiğine göre; eski yazmaların alınıp<br />
satıldığı çarşıda Sahhaflar loncasına bağlı elli kitapçı<br />
dükkânı bulunuyormuş. Osmanlı döneminde tereke kitapları,<br />
ailelerden arta kalan kütüphaneler ve yazmalar<br />
buraya getirilir ve müzayede yoluyla satılırmış. Ne acıdır<br />
ki; bir insanın yaşamı boyunca topladığı, üzerine titrediği<br />
kitaplar ölünce mirasçıları tarafından yok pahasına elden<br />
çıkarılmaktadır. Çarşının kendine özgü tellalları, bohçalar<br />
içerisinde meraklılarına nadir yazmaları götüren bohçacıları<br />
varmış. Yazarların, kitap meraklılarının, ilim sahibi insanların<br />
sıkça uğradıkları yerlerin başında gelen çarşıdan<br />
medrese öğrencileri de çeşitli ihtiyaçlarını karşılarlarmış.<br />
Kitapları alıp satan sahaflar çıraklık ve kalfalık dönemlerini<br />
geçirmeden ustalığa yükselemezlermiş. Dükkânlar dua ile<br />
açılır ve kapatılırmış. Sahaflar Loncası’nın piri çarşının ilk<br />
kitapçılarından olduğu söylenen Basralı Abdullah Yetimi<br />
Efendi’ymiş.<br />
Ne yazık ki, tarihi Sahaflar Çarşısı 1950 yılında yanmış,<br />
içerisindeki binlerce yazma ve basılı eser kül olmuştur.<br />
İstanbul Belediyesi yanmayan yerleri kamulaştırıp, ahşap<br />
dükkânları da betonarmeye çevirerek, çarşıyı bugünkü<br />
durumuna getirmiştir. Ayrıca çarşının ortasına da ilk Türk<br />
matbaacısı İbrahim Müteferrika’nın büstünü yerleştirmiştir.<br />
Bugün çarşıda 17’si çift katlı, 23 dükkân bulunmaktadır.<br />
Ne var ki günümüzde Sahhaflar Çarşısı eski canlı görünümünden<br />
uzaklaşmış eski yazmaları satan bir-iki kitapçı<br />
dışında adeta kırtasiye dükkânlarına dönüşmüştür.<br />
Sahhaflar Çarşısı’ndaki dükkânlarda, benim de tanık olduğum<br />
gibi birçok edebiyatçı, bilimsel kişiler bir araya gelerek<br />
sohbet eder, birbirleriyle bilgi alışverişinde bulunurlardı.<br />
Bunların başında da rahmetli Hacı Muzaffer’in, Aslan<br />
Kaynardağ’ın ve İbrahim Manav’ın dükkânları gelirdi.<br />
Günün hemen her saatinde o dükkânlarda sohbet eden,<br />
tartışan yazarları, ilim adamlarını görebilmek mümkündü.<br />
50
EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Bugün onlardan geriye kalan, çarşının en eski sahaflarından<br />
ve sahaflık geleneğini sürdüren İbrahim Manav’dan<br />
öğrendiğimize göre, Sahaflar Çarşısı’na sıkça gelen edebiyatçılar<br />
arasında Neyzen Tevfik, Halide Edib Adıvar, Ahmet<br />
Hamdi Tanpınar, Orhan Kemal ve Hasan Ali Yücel,<br />
Elif Naci, Özdemir Asaf, Hamdi Varoğlu, Nâzım Hikmet’in<br />
yakın arkadaşı Müzehher Va-nü, Asaf Halet Çelebi, Ümit<br />
Yaşar Oğuzcan, Salah Birsel, Mehmed Şevket Eygi, Turan<br />
Oflazoğlu, Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Murat Bardakçı başta<br />
olmak üzere Sevgi Gönül ile Ömer Koç gibi ekonomi dünyasından<br />
meraklıları da vardı.<br />
Çocukluk yıllarımdan bu yana kitaba meraklı olduğumdan<br />
hemen her ay harçlığımı aldıktan sonra büyüklerimden<br />
biriyle o zamanlar ahşap olan çarşıya gelerek eski dergileri<br />
aldığımı anımsıyorum. Şimdilerde ise fırsat buldukça eski<br />
dostlarımdan İbrahim Manav’ın dükkânına gider, bir yandan<br />
onun çayını yudumlarken dükkânına gelen tanıdık<br />
veya orada tanıştığım kişilerle sohbet etmekten hoşlanır,<br />
bazı konularda da bilgilenirim.<br />
Günümüzde Sahaflar Çarşısı’nın benzerleri Beyoğlu’nda<br />
ve Kadıköy’de açılmış olmasına rağmen yine de Beyazıt’taki<br />
Sahaflar Çarşısı’nda birkaç dükkân eski günleri<br />
yaşatmaya çalışmaktadır.<br />
Sahaflar Çarşısı’nın yakınında, bugün yıkılmış olan bir de<br />
Kitapçı Nişanyan’ın dükkânı vardı. Nişanyan’ın dükkânının<br />
ortasındaki masaya son çıkan dergiler ve kitaplar gelişi<br />
güzel sıralanırdı. Müdavimleri sürekli olarak oraya gelir ve<br />
son çıkan eserler hakkında bilgilenirlerdi. Üniversite hocaları<br />
ve yazarlar orada ayaküstü sohbet eder, bazıları da<br />
birbirleriyle tanışmış olurlardı.<br />
Bedros Nişanyan, Osmanlı Tarihi ve Türkiye hakkındaki<br />
Avrupa baskısı eski kitaplar ve o yıllarda Halkevleri tarafından<br />
yayınlanan yerel monografilerin çoğunu getirten<br />
ve meraklılarına sağlayan bir kitapçıydı.<br />
Küllük Kahvesi<br />
Beyazıt Camisi’nin dış avlusunda ve Sahaflar Çarşısı’nın<br />
yanı başındaki Küllük Kahvehanesi’nde bir dönemin ünlü<br />
edebiyatçıları, yazarları ve kitap dostları buluşurlardı. İstanbul<br />
Üniversitesi’nin Beyazıt Medresesi’nin ve Sahaflara<br />
yakınlığından bilimsel kişilerin uğrak yeri olması kadar kitap<br />
meraklılarının da buluştuğu bir yerdi.<br />
Osmanlı’ya ilk kahve XVI. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman<br />
zamanında gelmiş ve ilk kahvehane Tahtakale’de<br />
açılmıştır. Bunun ardından büyük camilerin çevrelerinde<br />
51
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />
namaz vakitlerini bekleyenler için<br />
kahvehaneler kurulmaya başlamıştır.<br />
Küllük de Beyazıt Camisi’nin yanında<br />
kurulan ilk kahvehanelerden birisidir.<br />
Buraya Küllük denilmesinin nedeni<br />
tam olarak bilinmiyorsa da bazılarına<br />
göre Beyazıt Camisi’nin çevresi gül<br />
bahçesi olduğundan bu isimle anıldığı,<br />
Güllük’ün zamanla küllüğe dönüştüğü<br />
ileri sürülmüştür.<br />
Sahaflar Çarşısı’ndan veya üniversiteden<br />
çıkanların burada çay veya kahve<br />
içmeleri gelenekselleşmiş gibiydi.<br />
Bazılarına göre yazarların birbirlerini<br />
çekiştirdikleri dedikodusu bol olan<br />
bir mekândı. Küllük’ün yerinde bugün<br />
yeller esiyor. Buraya gelenler arasında<br />
Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar,<br />
Peyami Safa, Nurullah Ataç, Vala Nurettin,<br />
Abidin Dino, Rıfat Ilgaz, Sait<br />
Faik, Celal Sılay, Neyzen Tevfik, Nuri<br />
İyem, Abidin Nesimi, Suat Derviş, Orhan<br />
Veli, Cahit Sıtkı Tarancı, Abdülbaki<br />
Gölpınarlı, Ömer Lütfü Barkan, İ.<br />
Hakkı Uzunçarşılı, Şemseddin Günaltay,<br />
Necip Fazıl, Ahmet Muhip Dranas<br />
başta olmak üzere o yılların pek çok<br />
yazarı ile bilimsel kişisini görebilmek<br />
mümkündü. Küllük’e gelen yazarlar,<br />
edebiyatçılar bir ara “Küllük” isimli<br />
bir edebi dergi bile çıkarmışlardır.<br />
Küllük Kahvehanesi 1940’lı yıllarda<br />
solcuların uğrak yerlerinden biri olmuştu.<br />
Bunun üzerine milliyetçi ve<br />
dini görüşleri ağırlıklı olanlar Küllük’ü<br />
terk ederek Beyazıt Camisi’nin<br />
kuzeyindeki Çınaraltı Kahvesi’ne<br />
yönelmişlerdir. Bu kahveye Çınaraltı<br />
denilmesine rağmen aslında oradaki<br />
ağaç çınar değil atkestanesiydi. Bu<br />
arada milliyetçi veya Türkçü olarak<br />
isimleri çıkan Orhan Seyfi Orhon’la<br />
Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardıkları meşhur<br />
Çınaraltı Mecmuası da ismini bu<br />
kahveden almıştır. Yusuf Ziya Ortaç<br />
bir yazısında Küllük’ten “Fesat ocağı”<br />
olarak söz etmiş. Buna karşılık Abidin<br />
Dino’nun kardeşi Arif Dino da “Akbaba<br />
Çınaraltında leş yesin” diye bir şiir<br />
yazmıştır.<br />
Küllük Kahvehanesi romanlara da<br />
konu olmuştur. Sabahattin Ali İçimizdeki<br />
Şeytan isimli romanında Küllük’ten<br />
uzun uzun söz etmiştir. Ayrıca<br />
Kemal Tahir’in Yol Ayrımı, Peyami Sefa’nın<br />
Fatih-Harbiye isimli romanlarında<br />
da buraya değinilmiştir.<br />
Beyazıt Meydanı<br />
52
EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Ünlü yazarlardan Tarık Buğra da bazı<br />
üniversitelere devam etmiş ancak<br />
hiç birisinden mezun olamamıştır.<br />
Bu yüzden de “Ben Küllük’ten mezunum”<br />
demesiyle de tanınmıştır.<br />
Onun bu sözleri Küllük’ün bir bakıma<br />
üniversite niteliğinde olduğunu göstermektedir.<br />
Üstad Dönemeç isimli<br />
eserinde de buradan söz etmiştir.<br />
Beyazıt Meydanı’nın özelliklerini hiçe<br />
sayan çevre düzenlemesinin yapıldığı<br />
1980’li yıllarda Küllük Kahvesi yıkılmıştır.<br />
Buranın müdavimleri ise bir<br />
süre Marmara Kahvesine gitmişlerdir.<br />
Ancak Marmara Sineması ile kahvenin<br />
de yıkılmasıyla edebiyatçıların,<br />
bilimsel kişilerin bir arada olabilme<br />
imkanları da ortadan kalkmıştır.<br />
Marmara Kıraathanesi<br />
Marmara Kıraathanesi Beyazıt’ta<br />
edebiyatçıların bir araya geldiği<br />
mekânlardan birisiydi. Bu kıraathanenin<br />
ne zaman yapıldığı tam olarak<br />
bilinmemekle beraber, Osmanlının<br />
sonlarıyla Cumhuriyetin ilk yarısında<br />
edebiyatçıların, akademisyenlerin<br />
buluşup sohbet ettikleri yer olarak<br />
ünlenmiştir. Kıraathane 1958 yılında<br />
yeniden açılmış, Küllük’ün kapanmasından<br />
sonra oranın müdavimlerinin<br />
toplandıkları yer olmuştur.<br />
Necip Fazıl Emin Efendi Lokantası<br />
Beyazıt Camisi’nin yanı başında, Küllük<br />
ile Çınaraltı’nın yakınında iki katlı<br />
ahşap bir yapı olan lokanta birçok<br />
ünlünün buluştuğu yerlerden birisiydi.<br />
İstanbul’un ünlü lokantalarının<br />
başında isminden söz ettirmiş, yemeklerinin<br />
nefaseti ile tanınmıştır.<br />
Ahmet Haşim bir gün “Bu Emin Efendi<br />
nasıl bir adam ki her gün bütün İstanbul’u<br />
dört başı mamur lezzetlerle<br />
doyuruyor” demiştir.<br />
Ahmet Haşım’i dostları bir gün eve<br />
yemeğe davet etmiş, tıka basa yedikten<br />
sonra “Şimdi Emin Efendi’de olsak<br />
da ağız tadıyla bir yemek yesek”<br />
demiştir.<br />
Kıraathane, lokanta ve<br />
pastanelerde oluşan<br />
edebiyat mahfilleri,<br />
çoğu yazar ve şairlerin<br />
eserlerine konu<br />
olmuştur.<br />
1940’lı yıllarda üniversite hocalarının<br />
yanı sıra Nazi Almanya’sından kaçan<br />
Yahudi Alman öğretim üyeleri de yemeklerini<br />
burada yerlermiş.<br />
Degustasyon<br />
Beyoğlu’nda Çiçek Pasajı’nın yanındaki<br />
Degustasyon’un geçmişi oldukça<br />
eski yıllara inmektedir. İlk defa<br />
İtalyan subaylarından Maurandi tarafından<br />
1920 yılında açılmış, üç yıl<br />
sonra da Edmondo Morrigi’ye devredilmiştir.<br />
Degustasyon 1930-1960 yıllarında<br />
en parlak dönemini yaşamış, Orhan<br />
Veli’ye<br />
Canan ki Degustasyon’a gelmez<br />
Balıkpazarı’na hiç gelmez<br />
dizelerini yazdırmıştır. Bazılarına<br />
göre müdavimlerinden Ahmet Haşim’in<br />
özel bir iskemlesi bile burada<br />
bulunurmuş.<br />
Yahya Kemal, Ercüment Ekrem Talu,<br />
Faruk Nafiz Çamlıbel, Tarık Buğra,<br />
Eşref Şefik ve Sait Faik’in sık sık uğradığı<br />
Degustasyon zamanla eski<br />
havasından uzaklaşmış, 10 Mayıs<br />
1970’te Çiçek Pasajı çökünce diğer<br />
meyhanelerle birlikte kapanmıştır.<br />
Bu isim bir süre Balıkpazarı’ndaki bir<br />
meyhanede kullanılmış ise de eskisiyle<br />
hiçbir alakası bulunmamaktadır.<br />
Meserret Pastahanesi<br />
Sirkeci’de Ankara ile Ebussuut caddelerinin<br />
birleştiği köşede bulunan<br />
Meserret Pastahanesi dönemin ünlü<br />
yazarlarıyla gazetecilerinin sıkça uğradıkları<br />
yerlerden birisiydi. Salah<br />
Birsel Kahveler isimli kitabında Meserret’den<br />
“Meserret Kahvesi tüm<br />
İstanbul’un kahvesidir. Orada hiç değilse<br />
bir kez oturmamış edebiyatçı<br />
da gösterilemez” diye söz etmiştir.<br />
Meserret Pastahanesi 1900’lü yılların<br />
başında açılmış dönemin ünlü yazarlarının<br />
uğradığı yerlerden biri olmuştur.<br />
Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sait<br />
Faik, Edip Cansever, Melih Cevdet<br />
Anday, Muzaffer Buyrukçu, Mehmet<br />
Rauf, Halit Ziya Uşaklıgil, Necip Fazıl<br />
gibi edebiyatçılar sık sık burada sohbet<br />
etmişler, yazılarını birbirleriyle<br />
paylaşmışlardır. Orhan Kemal’in bazı<br />
eserlerini burada yazmaya başladığı<br />
söylenmiştir.<br />
İkbal Kahvesi<br />
Cağaloğlu’nda Nuruosmaniye Camisi<br />
ile Kapalıçarşı arasındaki İkbal<br />
Kahvesi 1960’lı yılların sonuna kadar<br />
edebiyatçıların buluşarak sohbet<br />
ettikleri bir yer olma özelliğini<br />
korumuştur. Orhan Kemal ve oranın<br />
müdavimleri olan Yahya Kemal,<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar ve Ahmet<br />
Haşim’in değişiyle “Kahvetül-ikbal”<br />
olarak tanınmıştır. Burada buluşan<br />
edebiyatçılardan Muzaffer Buyrukçu,<br />
Nurer Uğurlu ve Orhan Kemal, Edip<br />
Cansever, Musa Anter, Yaşar Kemal,<br />
Ece Ayhan, Rıfat Ilgaz, Oktay Akbal,<br />
Behçet Necatigil ve Sennur Sezer’in<br />
isimlerini biliyoruz.<br />
Papirus<br />
Beyoğlu sinemalarından Ses’in üzerinde<br />
Kulis Bar’ın garsonlarından Ertuğrul<br />
Bora tarafından 1972 yılında<br />
açılan Papirus 1977 yılında yanıncaya<br />
kadar Yaşar Kemal, Selim İleri, Cemal<br />
Süreyya gibi edebiyatçılara, sanatçılara<br />
hizmet vermiş, bir yönden onları<br />
orada bir araya getirmiştir. Yandıktan<br />
sonra da yakınındaki Ayhan Işık Sokak’ta<br />
Erman Han’da hizmet vermeye<br />
devam etmiştir.<br />
Papirus’un özelliklerinin başında,<br />
müdavimlerinin getirdikleri sinema<br />
ve tiyatro ilanlarıyla duvarlarının bezenmiş<br />
olması gelirdi.<br />
53
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL<br />
Nisuaz Pastahanesi<br />
Nisuaz Pastahanesi<br />
Bugün Beyoğlu’nda Ayhan Işık Sokağı’nın<br />
girişinde bulunan Nisuaz<br />
Pastahanesi, 1930-1950 arasında<br />
edebiyatçıların uğrak yeriydi. Sait<br />
Faik 14 Mart 1941’de Orhan Veli’ye<br />
yazdığı mektubunda Nisuaz’dan<br />
“Burada eski tas eski hamam. Cumartesi<br />
günleri Nisuaz’da üdeba<br />
toplanır. Kararlar verilir” diye söz<br />
etmişti.<br />
Oldukça geniş ve yüksek vitrinleriyle<br />
adeta İstiklal Caddesiyle iç içe<br />
bir konumda olan pastanede dönemin<br />
pek çok ünlü yazarını görmek<br />
mümkündü. Bir yandan çaylarını<br />
içen edebiyatçılar henüz yayına<br />
vermedikleri yazılarını birbirlerine<br />
okuyarak onların fikirlerini alırlardı.<br />
Bazı dergilerin yayına girmelerinin<br />
temelleri bile burada atılmıştı. Örneğin<br />
Hilmi Ziya’nın “İnsan” ve Burhan<br />
Arpad’ın “İnanç” dergilerinin<br />
hazırlık aşamaları burada yapılmıştı.<br />
Beyoğlu’nda 1967 yangınında harap<br />
olan, ardından yıkılan pastaneye<br />
gelen ünlü yazarlar arasında Ahmet<br />
Hamdi Tanpınar, Edip Ayel, Cavit Yamaç,<br />
Sabahattin Kudret Aksal, Asaf<br />
Hâlet Çelebi, Abidin Dino, Arif Dino,<br />
Orhon Murat Arıburnu, Hilmi Ziya,<br />
Orhan Veli, Burhan Arpat, Cemal<br />
Süreyya, Sait Faik ve Sabahattin Ali<br />
bulunuyordu.<br />
Hatay Restoran<br />
İstanbul’un Kadıköy semtinde edebiyatçıların<br />
buluştukları ilk yerlerden<br />
birisi olan Hatay Restoran 1967<br />
yılında Ali Demir tarafından açılmıştır.<br />
Cemal Süreyya, Fazıl Hüsnü Dağlarca,<br />
Ece Ayhan, Salah Birsel, Arif<br />
Damar, Fethi Naci, Tomris Uyar, Adnan<br />
Özyalçıner, Sennur Sezer, Can<br />
Yücel ve Behzat Ay gibi isimler buraya<br />
sıkça gelenler arasındaydı. Bazı<br />
kaynaklardan öğrenildiğine göre,<br />
Cemal Süreyya bu restoran ile ilgili<br />
bir anı defteri tutmaya başlamış,<br />
1983 yılında bu anılar on bir cilde<br />
ulaşmış ve şairin ölümünden sonra<br />
Hatay Meyhanesi Defterleri ismiyle<br />
yayınlanmıştır.<br />
Ayasofya Müzesi Müdürlüğü yaptığım<br />
yıllarda bazı akşamlar bilimsel<br />
kişi, yazar ve sanatçıları müze<br />
bahçesindeki kafeteryada bir araya<br />
getirir, onlarla edebi ve kültürel konuları<br />
tartışırdık. Bunların başında<br />
da Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver,<br />
Cemal Kutay, Çelik Gülersoy, Edip<br />
Cansever, Necati Cumalı, Tacettin<br />
Diker, Orhan Kurt, Doğan Katırcıoğlu<br />
gelmektedir.<br />
Kaynakça<br />
Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra<br />
Hikâye ve Roman Antolojisi, C.1-3,<br />
İstanbul 1968.<br />
Yusuf Ziya Ortaç, Bir Varmış Bir<br />
Yokmuş Portreler, Akbaba Yayınevi,1963.<br />
Anonim, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi,<br />
Dergâh Yayınları, C.1-8,<br />
İstanbul 1977-1998.<br />
Anonim, Elif, 60 Yılı, İstanbul 1976.<br />
54
www.mehmetefendi.com<br />
İhap Hulusi’den bugüne…<br />
Her zaman sanatın destekçisi olmaktan gurur duyuyoruz.
DOĞAN HIZLAN İLE<br />
İSTANBUL'UN<br />
ESKİ MEKÂNLARI<br />
Söyleşen:<br />
Betül EREN<br />
“<br />
Pastane kültürü başka bir kültürdür.<br />
Her pastanenin güzel yapılan bir şeyi<br />
vardı. Hangi pastane hangi pastayı<br />
iyi yapar çok ilgilendiğim bir şeydir.<br />
Kurabiyeleri nasıldır, kukileri nasıldır,<br />
pötifurları nasıldır…<br />
Şimdi pek çok kimse bununla<br />
ilgilenmiyor, böyle bir meseleleri yok.<br />
Pastanın da bir kültürü vardır. Bazen<br />
rastlıyorum, öylesine soruyorlar bu<br />
neyli, o neyli diye.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN<br />
Yakın tarihimizde kültür sanat sohbetlerine ev sahipliği<br />
yapmış, döneminin entelektüellerinin mesken tutuğu İstanbul<br />
mekânları üzerine Doğan Hızlan ile söyleştik. Beyazıt<br />
Devlet Kütüphanesi’yle başlayan sohbetimiz İstanbul’un<br />
farklı semtlerinde pek çok durağa uğrayarak şehrin<br />
kült pastaneleri ve pastane kültürü bahsiyle nihayetlendi.<br />
Bir İstanbul beyefendisinin şahitlik ettiği İstanbul'u, onun<br />
yaşantısı ve seçkin zevkleri üzerinden dinlemek kentle ilişkimize<br />
yeni bir bakış kazandırdı. Okurken sizin de keyif<br />
alacağınızı umuyoruz.<br />
Doğan Bey, öğrencilik yıllarınızda Çınaraltı’nın<br />
arkadaşlarınızla buluştuğunuz mekânlar arasında<br />
olduğunu rahmetli Sennur Sezer’den dinlemiştim.<br />
50’li yıllarda Çınaraltı nasıl bir yerdi, anlatabilir<br />
misiniz?<br />
Beyazıt’ta üniversiteden çıkan herkes Çınaraltı’nda otururdu.<br />
Çınaraltı’nda oturmamızın bir nedeni Sahaflar Çarşısı’na<br />
yakın olmasıydı. İkincisi; aklımıza takılan bir şey olduğunda<br />
Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gitmemizdi. Beyazıt<br />
Devlet Kütüphanesi’nin benim hayatımda önemli bir yeri<br />
vardır. Oranın müdürü rahmetli Muzaffer Gökman, aile<br />
dostumuzdu. Ben sabahleyin bir görev gibi Beyazıt Devlet<br />
Kütüphanesi’ne giderdim. Yukarıda büyük, oda gibi<br />
bir yer vardı. Orada çalışırdım. Muzaffer Gökman, devlete<br />
müthiş bağlı biriydi. Odanın yüksek tavanında zayıf bir ışık<br />
vardı, hiçbir şey göremiyordum. Bir gün, “Efendim hiçbir<br />
Şimdi, Markiz yapıldığı zaman<br />
Markiz’e gelen kimse yok. Onun için<br />
de eski Markiz yok. Mekânları yeniden<br />
kurmanın faydası yok, o mekânları<br />
yaşatan kimseler, o mekânları<br />
yaşatacak insanlar olmadıktan sonra…<br />
şey göremiyorum” dedim. “Devlet bu kadar veriyor, sen<br />
git paranla al” dedi. Ben de gittim oraya paramla masa<br />
lambası aldım.<br />
Aşağıda tuhaf bir şekilde çay filan veriliyordu kütüphanede.<br />
“Çaylar içiliyor, akşam giderken parası veriliyor” dedi.<br />
“Aa, öyle mi, paralı mı? Ben ikram zannettim” dedim. “Evladım<br />
devlet sana mı bakacak zannediyorsun?” dedi. Böyle<br />
bir hatıram var orada.<br />
O kütüphanede çok çalıştım. Oradaki kütüphanecilerin<br />
birçoğunun bende büyük emeği vardır. Beyazıt Devlet Kütüphanesi<br />
daha sonraları bir ödül vermeye başladı ve ilk<br />
ödülü ben aldım yıllar önce. Muzaffer Gökman’ın kütüphanecilikte<br />
enteresan bir yönü vardı. O zamanlar küçük<br />
bir yerdeydi kütüphane. Yanda bir bina vardı, o binaya<br />
herkes talipmiş. Muzaffer Gökman da Ankara’ya gitmek<br />
için kendi cebinden bir otobüs bileti almış. Başbakanlığın<br />
kapısına gidip Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin müdürü<br />
Beyazıt Devlet Kütüphanesi<br />
58
DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
olduğunu ve Başbakan’la görüşmek istediğini söylemiş.<br />
Adnan Menderes de kendisini kabul etmiş. Muzaffer Bey<br />
makama çıkıp meseleyi anlatmış. Menderes, yanlış hatırlamıyorsam<br />
Emin Kalafat’ı çağırmış ve “Müdüre verin o binayı”<br />
demiş. Kütüphane ondan sonra gelişmeye başlamış.<br />
Bu sebeplerle Çınaraltı’nın bizde ayrı önemi vardır. Üniversiteden,<br />
kütüphaneden çıkınca orada toplanır, birbirimizle<br />
konuşurduk. Akşit Göktürk, Turan Oflazoğlu, Onat<br />
Kutlar, Ergin Ertem, Demir Özlü, Sina Akşin, Önay Sözer,<br />
Kemal Özer... Hepsi Çınaraltı’nda toplanırdı. Sahaflar Çarşısı’ndan<br />
da Babıali’ye giderdik.<br />
Hem arkadaşlarınızla hem de dönemin<br />
entelektüelleriyle buluşup sohbet ettiğiniz başka<br />
mekânlar var mıydı?<br />
Çınaraltı’ndan başka yerler de vardı tabii ama bizim kuşak<br />
oraya giderdi. Belki başkaları da gelirdi oraya ama biz<br />
en çok kendimizle meşgul olurduk. Sahaflar Çarşısı’nda<br />
Arslan Kaynardağ’ın felsefeci dükkânı vardı, oraya uğrardık.<br />
Ali Ertan vardı, Yeşil Hoca vardı. Oradan Kapalıçarşı’ya,<br />
Kapalıçarşı’dan Nuruosmaniye’ye çıkardık. Nuruosmaniye’den<br />
kitapçılara, dağıtımcılara ve dergilere giderdik.<br />
Bunun dışında arkadaşlarımızla toplandığımız, a dergisi<br />
üzerine konuştuğumuz Yenikapı’da Kemal Bey’in kahvesi<br />
vardı.<br />
a dergisi orada mı kuruldu?<br />
Evet, Kemal (Özer) Bey’in kahvesinde kuruldu. Tabii bütün<br />
gençliğimde sadece oralarda oturmadık. Diğer bir ekip de<br />
Baylan’da otururdu, ben Baylan’a da giderdim. Bir sevdiğim<br />
yer de Park Otel’in balkonuydu. Çok güzel bir yerdi.<br />
Park Otel’in balkonunda oturur, akşamleyin belli saatte<br />
evimize giderdik. Sonrasında evime gider, kitap okur, müzik<br />
dinlerdim. Bizim a kuşağı hep böyle, elli kuşağı daha<br />
doğrusu.<br />
Elli kuşağı birbirini tutan, birbirini seven, birbirini destekleyen<br />
bir kuşaktır. Çoğu, kitaplarını 1959’da çıkardı. Rahmetli<br />
Onat Kutlar, İshak kitabıyla ödül almıştı. Elli sene<br />
sonra, Ferit Edgü “Hepimiz ilk kitabımızın ellinci yılını çıkaralım<br />
ve başına da Doğan bir önsöz yazsın” dedi. Bütün<br />
kitaplar benim önsözümle çıktı. Sebahattin Karakurt da<br />
bizim antika bir otomobilde fotoğrafımızı çekti.<br />
Benim çok hoşuma gitti. Bir yazı yazdım, bütün kitapların<br />
başında o geldi. İlk defa yapılan bir şey oldu. Ondan sonra<br />
hepimiz ayrı ayrı yerlerde de bulunduk ama a birleşikliğimizi<br />
devam ettirdik. a kuşağının tek eleştirmeni ben olduğum<br />
için, eleştirmen olarak beni önemsiyorlardı, beni öne<br />
çıkarttılar. 50 kuşağının hikâyecisi var, romancısı var, şairi<br />
var ama tek eleştirmeni benim.<br />
Kendi kuşağınızın dışında da pek çok kıymetli yazar<br />
ve şairle de vakit geçirmişsiniz. Kemal Tahir’in<br />
evine gidip gelecek samimiyetiniz varmış. Nasıl<br />
tanışmıştınız?<br />
Evet, çok sık gider gelirdim. Kemal Tahir ile ben, bir yazıdan<br />
sonra ahbap olduk. Yorgun Savaşçı için bir yazı yazmıştım,<br />
onun üzerine beni aradı. Ölünceye kadar da büyük<br />
dostluğumuz devam etti. Dergide yazmazken benim<br />
yönettiğim Yeni Edebiyat’ta yazı yazdı. Belli adamlar vardı<br />
hayatında, Kemal Tahir onlarla idare ederdi. Benim de evine<br />
gittiğim insanlar, Kemal Tahir ve Behçet Necatigil’dir.<br />
Bir de rahmetli Mehmet Seyda’ya giderdim. Ben ev ziyaretlerinden<br />
hoşlanmam. Bana ev ziyareti yapılmasından<br />
da hoşlanmam.<br />
İstanbul'da doğmuş ve bilfiil burada yaşayan biri<br />
olarak şehirdeki buluşma mekânlarının uğradığı<br />
değişimi, belki teknolojinin de etkisiyle, nasıl<br />
görüyorsunuz?<br />
Benim bütün ailem, baba tarafım, İstanbullu. Onun için<br />
de İstanbul’u çok severim ve İstanbul’un her yerini bilirim.<br />
Ada’sından Balat’a Fener’e kadar, Samatya’ya kadar…<br />
Nereye gitsem İstanbul’u arıyorum. Buradayken kızıyorum,<br />
yahu bu kalabalık ne olacak, bu trafik ne olacak, diye ama<br />
gittiğimde de iki gün üç gece kalınca İstanbul’a dönmeyi<br />
istiyorum.<br />
59
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN<br />
İstanbul’un eski hayatlarıyla<br />
bugünkü hayatları farklı<br />
ama hep şunu söylüyorum;<br />
her şey değişiyor dünyada,<br />
değişmeyen bir şey yok. Bu,<br />
teknolojinin değişimi. Şimdi,<br />
toplanılmıyor konuşulmuyor,<br />
deniliyor. E bu kadar ağır<br />
trafikte toplanmak çok güç.<br />
Karşıda oturan birisi buraya<br />
iki saatte geliyor ancak. İnternet, bilgisayar, buluşmaları<br />
dijitale, sanala dönüştürdü, çoğunlukla onlar aracılığıyla<br />
görüşülüyor. Ama gene de, buluşuluyor, konuşuluyor.<br />
Bir yandan da mesela, Beyoğlu çöküyor, Beyoğlu bitiyor,<br />
deniyor. Çocukluğumuzda her şey Beyoğlu’ndaydı. Sinemaya<br />
gitmek isterseniz, iyi sinema Beyoğlu’ndaydı. Şehir<br />
tiyatroları Beyoğlu’ndaydı. Alışveriş merkezi, giyim, restoran,<br />
evin mefruşatının bile iyisi Beyoğlu’ndaydı. Şimdi<br />
Beyoğlu’na yok diyorlar. Fiyatlar o kadar arttı ki, kitapçılar<br />
ve plakçılar kiralarını ödeyemiyorlar. Çok pahalı oldu. Bir<br />
yandan AVM’lere kızıyoruz ama insanlar da AVM’leri tercih<br />
ediyorlar. Hayatın bütün işlerini orada yaptıkları için<br />
çok rahat. Alışverişe gidiyorsunuz, sinemaya gidiyorsunuz,<br />
yemeğinizi yiyorsunuz, kitabınızı alıyorsunuz, evinize<br />
gidiyorsunuz. Bir de hep böyle havalar güzel olacak diye<br />
düşünmeyin; yağmur var, kar var…<br />
Sinemaya gitmek isterseniz, iyi sinema<br />
Beyoğlu’ndaydı. Şehir tiyatroları<br />
Beyoğlu’ndaydı. Alışveriş merkezi,<br />
giyim, restoran, evin mefruşatının bile<br />
iyisi Beyoğlu’ndaydı.<br />
Kadıköy’de, Karaköy’de Baylan<br />
vardı. Bunun dışında Divan,<br />
Nisuaz, Markiz, Lebon,<br />
Pelit vardı. Onların hepsine<br />
giderdim. Pastane kültürü<br />
başka bir kültürdür. Bugün<br />
o kadar pastane kültürü olduğunu<br />
söyleyemem. Çünkü<br />
insanlar, belki de hayat artık<br />
çok hızlı, çok yüksek tempolu<br />
olduğu için böyle yerlere gitmeye vakit ayıramıyorlar.<br />
Yahut tadın değişimi var. Dürümler, sandviçler görüyorum<br />
bugün. Oysa her pastanenin güzel yapılan bir şeyi vardı.<br />
Hangi pastane hangi pastayı iyi yapar çok ilgilendiğim bir<br />
şeydir. Kurabiyeleri nasıldır, kukileri nasıldır, pötifurları nasıldır…<br />
Şimdi pek çok kimse bununla ilgilenmiyor, böyle<br />
bir meseleleri yok. Pastanın da bir kültürü vardır. Bazen<br />
rastlıyorum, öylesine soruyorlar bu neyli, o neyli diye.<br />
Pastaneler sonradan canlandırılmaya çalışıldı, Markiz gibi,<br />
ama olmadı. Ben Markiz’e hukukçu hocalarım Necip Kocayusufpaşaoğlu<br />
ve Ragıp Sarıca ile giderdim. Bir de Haldun<br />
Taner ile orada buluşurduk. Şimdi, Markiz yapıldığı<br />
zaman Markiz’e gelen kimse yok. Onun için de eski Markiz<br />
yok. Mekânları yeniden kurmanın faydası yok, o mekânları<br />
yaşatan kimseler, o mekânları yaşatacak insanlar olmadıktan<br />
sonra…<br />
Pek çok farklı mekândan bahsettik, bu<br />
mekânların ortak bir hüviyeti olduğunu<br />
söyleyebilir miyiz?<br />
Ortak bir hüviyet demeyelim, çok farklılar.<br />
Pastaneler ayrı mekânlar; Beyoğlu’nda,<br />
Bu mekânların dönemin İstanbul’unun, belki<br />
Türkiye’nin, kültür sanat gündemini belirlediğini<br />
iddia etmek doğru olur mu?<br />
Tabii ki, zaten Türkiye İstanbul demekti. Edebiyatçılar<br />
ressamlarla müzisyenlerle filan da buluşurdu. Yeni türler,<br />
60
DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
değişik türler arasında bir buluşma vardı. O zaman şimdiki<br />
kadar galeri de resim yayını da yoktu. Eskiden galeri<br />
davetleri, bir küçük dört-beş sayfalık broşürle olurdu. Bugünkü<br />
gibi katalogların basıldığı bir dönem değildi, sergiler<br />
yoktu. En çok Maya Galerisi’ne giderdik, zamanında<br />
çok meşhurdu. Galatasaray’da başka yerlerde de sergiler<br />
açılırdı ama az kişi, az yerde temerküz etmişti.<br />
İstanbul'un en iyi kitapçıları hangileriydi?<br />
Beyoğlu’nda da çok iyi kitapçılar vardı. Mesela, hukukta<br />
okuduğum halde Tanpınar’ın tiyatro dersine giderdim,<br />
Tanpınar’a özel bir ilgim olduğu için. İki tane İngilizce tiyatro<br />
kitabı tavsiye etti bana. Ben de çıktım gittim, Haşet’te<br />
buldum. Haşet, Kohen Hemşireler Kitabevi, French<br />
American vardı Tünel’de. Biraz gittiğinizde, Saray Kitabevi<br />
vardı, yabancı kitaplardan satardı. Sonradan orada Necdet<br />
Sander bir yer açtı, ama o da kapandı. Şimdi işte bu<br />
kitapları bulabileceğiniz Pandora var, Mefisto var orada.<br />
Diğerleri kapandı oraların yüksek kiralarını kitap karşılayamadığı<br />
için. Gerçi şimdi bütün AVM’lerde kitapçı var.<br />
Remzi, D&R ve İnkılap var bazı yerlerde.<br />
Babıali’deki önemli kültür ortamları arasında nereleri<br />
sayabilirsiniz?<br />
Bütün kitapçılar, bütün yayınevleri Babıali’deydi. Her<br />
gelen mutlaka Cumhuriyet’e veya sonra Yeni Gazete’ye<br />
uğrardı. İstanbul’a gelip de Cumhuriyet’e uğramayan<br />
ya da oraların bir kahvesine, pastanesine, meyhanesine<br />
uğramayan yoktu. Pek çok dergi idarehanesi de oradaydı,<br />
edebiyatın başkenti Babıali’ydi.<br />
O zaman gazetelerin üstlendiği fonksiyonların,<br />
bugünkünden daha fazla olduğunu söyleyebiliriz<br />
herhalde?<br />
Şüphesiz. Şimdi hayat değişti. Bir gazetede bunu düşünen<br />
var mı? Artık insanlar, teknolojiyle görüşüyorlar, konuşuyorlar.<br />
Cep telefonu denilen bir şey var, eskiden arasaydınız<br />
bulamazdınız. Teknoloji bazı şeyleri değiştiriyor ama<br />
yemek adabı, lezzeti, tadımı başka bir şey, teknolojiyle<br />
alakalı değil. Ama belki hayatın hızı, iş gücü, durumu, bu<br />
şehirdeki başka sorumluluklar, başka sıkıntılar da bu adetleri<br />
değiştiriyor. Bizde saat beşte herkes çay içer, kurabiyeler<br />
filan yerdi. Ama şimdi benim yardımcı arkadaşım da<br />
diyor ki, “Güzel de müsait miyiz?” Altıda mesaisi bitecek<br />
bir çalışan, “Müsaadenizle patron, beşte ben çaya gidiyorum”<br />
diyemez. Hayat şartları, koşullar, bunları mümkün<br />
kılmıyor. Başka tabii zorluklar da var. Ben, İstanbul’da merkezde<br />
çalıştım, Cağaloğlu’nda. Cağaloğlu her yere yakın.<br />
Bugün Cağaloğlu’na gittiğimde de arabamla, şoförümle<br />
gidiyorum. Ama mesela buraya (Hürriyet gazetesinin İkitelli’deki<br />
binası) gelmek çok zor. Babıali’deyken Yeşil Ev’e<br />
giderdik, orada oturur dönerdik. Şimdi, buradan çıkıp<br />
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bir zamanlar Cumhuriyet gazetesi binası olarak da kullanılan köşkü, 2015<br />
61
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN<br />
gezmeye gitmek gazetenin rutininde çalışan arkadaşlar<br />
için mümkün değil. Mesela buraya yakın bir alışveriş merkezi<br />
var. Oraya da bir saatte gidip gelmek mümkün değil.<br />
Merkezden ayrıldığınız anda, merkezin nimetlerinden yararlanamıyorsunuz.<br />
Merkezlerin nimetleri kaldı mı aslında<br />
o da başka bir tartışma konusu.<br />
Ben hâlâ Cağaloğlu’na giderim kırtasiyecim için. Kitapçılara<br />
giderim çünkü kültürel yarımada orası. Fatih ile orası<br />
önemli bir yer.<br />
Peki ya Beyoğlu?<br />
Beyoğlu ise başka, kozmopolit bir yer. Oranın kozmopolitliğini<br />
ben severdim. Kozmopolitlik de pek kalmadı tabii.<br />
Beyoğlu'nda Balık Pazarına girerdiniz. Çiçek Pasajı derlerdi<br />
oraya, çünkü çiçekçiler gelir, orada müzayede yaparlardı.<br />
Herkes çiçeklerini oradan alırdı, sonra balık pazarı oldu.<br />
Orada sadece Türklerin, Müslümanların yediği yiyecekler<br />
yoktu. Kozmopolit olduğu için Ermeni’nin, Rum’un, Musevi’nin<br />
de yediği yiyecekler vardı. Her çeşit vardı. Dürümcüyü,<br />
telefoncuları gördüğünüz yerde Havyar Mağazası diye<br />
mağaza vardı. Balık yumurtası satardı, anneannem çok<br />
Hangi pastanenin hangi pastayı iyi<br />
yaptığıyla çok ilgilenirim. Kurabiyeleri<br />
nasıldır, kukileri nasıldır, pötifurları<br />
nasıldır… Şimdi pek çok kimse bununla<br />
ilgilenmiyor, böyle bir meseleleri yok.<br />
Pastanın da bir kültürü vardır.<br />
severdi, oradan alırdık, güzel mağazaydı. Nisuaz diye bir<br />
pastane vardı, çok şıktı. Park vardı, Park Otel’in pastanesi.<br />
Pastaneler medeniyetti.<br />
Bugün hangi pastanelere gidiyorsunuz?<br />
Ataköy’de Divan var. Biraz ileri giderseniz Pelit var, Venüs’ün<br />
bahçeli yeri var. Ataköy bu açıdan pastane cenneti.<br />
Beyoğlu’na gittiğimde, ne yazık ki yine Divan’a uğrarsam<br />
uğruyorum. Divan’ın İstiklal Caddesi’ndeki yerine gidiyorum.<br />
Artık Divan gibi pastane yok orada. Pasta filan her<br />
yerde satıyorlar ama o lezzet yok. Belki de şu var, insan<br />
alıştığı şeyi seviyor. Alıştığı şeyin de en iyi olduğu kanaati<br />
var. O da ayrı mesele.<br />
62
İLİM VE SANAT HAYATINDA<br />
KONAKLARIN ROLÜ<br />
Dr. Şemsettin ŞEKER<br />
Yazar<br />
“<br />
Osmanlı asırlarında ilim ve sanat<br />
hayatını şekillendiren muhitler<br />
arasında konakların ayrı bir<br />
ehemmiyeti vardır. Bu meclislerde şiir,<br />
mûsikî, hat, kitap, tarih, hukuk gibi<br />
bahisler konuşulur; istidad ve iktidar<br />
sahibi kimselerin yazacağı mevzulara<br />
karar verilir; şairlerin iştihar edecekleri<br />
mahlaslar burada verilirdi. Konaklara<br />
devam eden şairler tarafından<br />
“dâriyye” adı verilen kasîdeler<br />
tanzîm olunup padişah, sadrazam,<br />
şeyhülislâm, vükelâ ve ricâle takdim<br />
edilirdi. Piyesler, Karagöz oyunları ve<br />
meddahların icrâ ettikleri sanatlar<br />
evvela buralarda sahneye çıkar, sonra<br />
cemiyet hayatına mal olurdu. Bir<br />
nevi muhitin ilgisi buralarda esere<br />
dönüşürdü. İlim ve sanat ehli bir araya<br />
geldikleri bu gibi yerlerde yeni anlayış<br />
ve fikirlerle temas kurarlardı.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />
Cümlenin malumu olduğu üzere kültür; bir muhitte doğar,<br />
büyür, gelişir ve oradan yayılır. Genelde sanat, özelde<br />
edebiyat sahasıyla ilgilenenler bilirler ki şahıs ve eser;<br />
devir ve muhitten bağımsız değerlendirilemez. Malumdur<br />
ki insanın ahlâkî, fikrî, siyasî temayülleri ile sanat zevkinin<br />
oluşmasında çevresinin önemli katkıları vardır. Bugün<br />
bile böyledir: Okunan–okunacak olan eserlerin, dinlenilen<br />
müziklerin, uğraşılan meşgalelerin belirlenmesinde–oluşmasında<br />
dâhil olunan çevrenin etkisi büyüktür. Osmanlı<br />
asırlarında ilim ve sanat hayatını şekillendiren muhitler<br />
arasında saray başta olmak üzere tekkeler, medreseler,<br />
camiler, kahvehaneler ile yalı ve konakları zikredebiliriz.<br />
Buralarda akdedilen şiir ve mûsikî meclisleri, eser mütalaaları,<br />
muhtelif ilimlere dair gerçekleştirilen sohbetler<br />
devrin ilim ve sanat hayatının ufkunu–mahiyetini tayin<br />
etmiştir. Bu muhitler arasında etki ve tesirinin devamlılığı<br />
açısından saray, tekke ve medresenin yanında konak, yalı<br />
veya köşklerin –daha umumî bir tabirle söyleyecek olursak<br />
evlerin– ayrı bir ehemmiyeti vardır.<br />
Siyaset, ilim ve şiirde zirve şahsiyetlerin konak yahut yalıları<br />
devrin siyasî, ilmî, edebî ufkunu tayin eden yerler arasındadır.<br />
İlimde, sanatta ve memuriyet hayatında hâmî–<br />
mahmî ilişkisinin devam ettiği asırlarda kişinin intisap<br />
ettiği daire, edebî ve fikrî gelişiminin yanında ilim, sanat<br />
veya memuriyet hayatındaki derecesini de belirleyecek<br />
evsaftadır. Kaynaklarda bezm-i edeb, daire, cemiyet, encümen,<br />
muhit, mahfil gibi kelimelerle de karşılanan bu meclislerde<br />
şiir, mûsikî, hat, kitap, tarih, hukuk gibi ilmî–bediî<br />
bahisler konuşulur; istidad ve iktidar sahibi kimselerin<br />
yazacağı mevzulara karar verilir; şairlerin iştihar edecekleri<br />
mahlaslar buralarda verilirdi. Konaklara devam eden<br />
şairler tarafından “dâriyye” adı verilen kasîdeler tanzîm<br />
olunup padişah, sadrazam, şeyhülislâm, vükelâ ve ricâle<br />
takdim edilirdi. Piyesler, Karagöz oyunları ve meddahların<br />
icrâ ettikleri sanatlar evvela buralarda sahneye çıkar,<br />
sonra cemiyet hayatına mal olurdu. Bir nevi muhitin ilgisi<br />
buralarda esere dönüşürdü. İlim ve sanat ehli bir araya<br />
geldikleri bu gibi yerlerde yeni anlayış ve fikirlerle temas<br />
kurarlardı.<br />
Memleketin ihsandan, sazdan ve sözden hoşlanan maruf<br />
zenginleri, hânelerinin kapısını her sınıftan halka açarlar,<br />
tabir-i maruf ile bunlara “kapusu açık hânedânından” denilir.<br />
Bunlar cedlerinden kalan mirasla “servet ü sâmân”<br />
sahibi olan kimselerdir. Her konağın kendine mahsus bir<br />
kütüphanesi ve kitapçı efendisi (hâfız-ı kütüb) bulunur.<br />
Hâfız-ı kütübler konakların birinci dereceden daimî muvazzaflarındandır.<br />
Önemli eserleri satın alır veya istinsah<br />
ettirir, araştırma yapar. Bir yerde konaktaki ilim ve sanat<br />
hayatının belirleyicisi odur. Bunların kıymetli kısmı ekseriya<br />
İlmiye ricâlindendir. Kişinin ilgisine göre tesis edilen<br />
66<br />
Bir zamanlar Üsküdar’da Ahmed Fethi Paşa Yalısı
İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
bu kütüphaneler ilme verilen kıymeti gösterir. Devrinin<br />
önemli ilim adamlarından Hoca Hayret Efendi’nin “Bir<br />
âdemin ilmine, yahud cehline, terekesinden çıkacak kitablar<br />
şehadet eder” sözünü burada zikretmekte fayda<br />
vardır. İbnülemin, bu sözün kitabın çokluğuna değil, ilmî<br />
kıymetine dikkat çekmek için ifade olunduğunu belirtir.<br />
Bu kütüphaneleri nefis ve nadir eserlerle tezyîn etmek<br />
adettendir. Teclîd ve tezhip meraklısı olan rical, “musavver<br />
kaplar, münakkaş yazma kitaplar, müzeyyen ve müzehheb<br />
meşâhir-i hattâtîn yazılarıyla tahrir olunmuş Mushâf-ı<br />
Şerîf ve elvâh-ı nefîseye sahiptirler. Konaklara hemen her<br />
gün bir hattat devam eder. Kurʽân-ı Kerîm, Buhâri-i Şerîf,<br />
Şifâ-i Şerîf gibi mühim eserlerden birkaç sayfa kendilerine<br />
yazdırılarak hâneler bereketlendirilir. 1 Buralarda akdedilen<br />
meclislerde bu gibi eserlerin “elvan ve dekâyıkına”<br />
müteallik mübahaselerde bulunulur. İran’ın minyatürüne,<br />
İstanbul’un şemsesine, Edirne’nin usulî kaplarına çok rağbet<br />
edilir. İslâmî ilimler genellikle naklî bilimler olduğu<br />
için, bilginin olduğu gibi korunması ve daha sonraki kuşaklara<br />
bozulmadan aktarılması önemlidir. Bunun en sağlam<br />
yolu da kitapların eski âlimlerin yazdığı şekliyle aynen<br />
hıfz ve istinsah edilmesidir. Harf inkilâbına kadar hat<br />
sanatı eski itibarını, ehemmiyetini kalemler, resmî yazışmalar<br />
ve özellikle konak sahiplerinin himayesiyle devam<br />
ettirmiştir. Ulemâ ve vüzerâ tarafından Mushâf-ı Şerîfler,<br />
Şifâ-i Şerifler, hilyeler, muhtelif camilere, köşklere meşk<br />
ettirilen âyet-i celîleler vasıtasıyla; diğer bir deyişle nadir<br />
ve nefis eserlerin istinsah edilmesi bu sanatın devamı<br />
için fevkalâde ehemmiyeti hâizdir. İslâm âleminde resme<br />
rağbet edilmemesi hüsni hattın millî bir resim ittihaz edilmesini,<br />
dolayısıyla millî sanatlarımızın en güzellerinden<br />
biri addedilmesini beraberinde getirmiş, terakkisine pek<br />
çok çalışılmıştır. Halkı teşvik etmek için Türk hükümdar<br />
ve şehzâdelerinin, mülkî ve ilmî ricalin hüsni hatta rağbet<br />
buyurmaları, okuryazar kesiminin pek çoğunun bir başka<br />
meslek ihtiyar etmeyerek bu sanatı medâr-ı maişet addetmelerine<br />
vesile olmuştur. 2 Diyebiliriz ki millî sanatların bu<br />
şubelerinin muhafazasında ve sonraki nesillere intikâlinde<br />
konak ve yalılar mühim bir fonksiyon icra etmişlerdir. Bu<br />
manada her bir yalı ve konağın sanat evi hüviyetini hâiz<br />
olduğunu söyleyebiliriz.<br />
Konakların bir diğer hususiyeti de camiler, medrese ve<br />
mektepler haricinde eğitim hayatının feyizli bir devresini<br />
de ihtiva etmesidir. Geniş bir nüfusu da ihtiva eden konak<br />
ve yalılarda verilen eğitim şahısların ilmî, fikrî, edebî şahsiyetlerinin<br />
oluşması için fevkalâde önemli bir basamak<br />
hüviyetindedir. Biraz imkânı olanlar çocuklarını mektep<br />
yahut medreseye göndermeyip devrin ilim ve irfanıyla<br />
iştihar eden zatlarından ders almalarını sağlamışlardır.<br />
Lisan, edebiyat, mûsikî, hat, tezhip gibi konularda hususî<br />
muallimlik yapan hocalar, 3 hâne sahibinin çocukları ile sâir<br />
mensuplarına ilim ve hüner öğretip, sanat meşk ettirmişlerdir.<br />
4 Özellikle Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz<br />
devirlerinde her büyük konak “dârü’l-fünûn-ı millîden” bir<br />
şube hükmündedir. 5 Çocukluk ve mektep hatıraları okunduğu<br />
vakit görülür ki bu senelerde yaşadıkları ve okudukları,<br />
dimağlarına ve zihniyetlerine yön vermiş, müelliflerin<br />
evvela yetişme tarzına, daha sonraları da eserlerine yansımıştır.<br />
Özellikle 19. asırda konak ve köşklerdeki hususî<br />
kütüphanelerde okunan eserler;<br />
1. Geleneği temsil eden eserler<br />
2. Yeni devre ruh veren müelliflerin eserleri<br />
3. Batılı müelliflerin eserleri<br />
olmak üzere üç farklı zihniyete mahsustur. Evlerde okunan,<br />
diğer bir deyişle halk irfanının tesisinde rolü bulunan<br />
eserler arasında “Muhammediye, Mesnevî, Mevlîd-i Şerîf,<br />
Kısâs-ı Enbiyalar, Bostan ve Gülistan, Divanlar, Kerbelâ<br />
mersiyeleri, Mızraklı İlmihâl, Âşık Garip, Hz. Ali Cenkleri,<br />
Battalnâme, Bin Bir Gece Masalları, Yunus Emre ilahileri”<br />
dikkati çeker. Asrın son çeyreğine kadar yaygın olarak<br />
okunan bu eserlerin yerini önce Namık Kemâl, Ziya Paşa,<br />
Ahmed Midhat ve Abdülhak Hamid gibi yeni bir edebiyat,<br />
düşünce telâkkisiyle yazanlar almış, asrın sonlarına doğru<br />
ise Batılı müelliflerin yazdıklarının yavaş yavaş evlerde yerini<br />
almaya başladığını görürüz.<br />
Kitap meraklıları ile onların oluşturdukları hususî kütüphanelerin<br />
ilim ve edebiyat tarihimizde müstesna bir yeri<br />
vardır. Hastalık derecesinde kitap düşkünü olan zatlar ve<br />
hâneleri, eser kaleme alanların karşılaştıkları müşkilleri<br />
çözmek için müracaat ettikleri yerler arasındadır. Zamanın<br />
“ârif-i kâmil”i olan ve Cevdet Paşa’nın “millet-i İslâmiye<br />
içinde yerine konmaz âdemlerden biri” şeklinde tavsîf<br />
ettiği 6 Şeyhülislâm Arif Hikmet’in hânesinde 12 bin kitap<br />
vardır. Bunlardan üç bin kadarını Medine’de inşa ettirdiği<br />
kütüphaneye göndermiş, kalan kısmını da götürmek üzere<br />
hazırlık yaparken vefatı vuku bulmuştur. Cevdet Paşa<br />
Encümen-i Dâniş’te kendisine havâle olunan Tarih’inin yazımı<br />
sırasında Efendi’nin dillere destan kütüphanesinden<br />
pek ziyade istifade etmiştir. 7 Edebiyat, felsefe ve matematiğe<br />
dair ilimlerde verdiği derslerle meşhur Kethüdâzâde<br />
Arif Efendi’nin 8 her ilme mahsus kırk sandık dolusu nefis<br />
yazma kitaplarının büyük kısmını vefatından sonra Şeyhülislâm<br />
Ârif Hikmet Efendi satın alarak Medîne-i Münevvere’de<br />
tesis ettiği kütüphanesine göndermiştir.<br />
Bu devirde kütüphanesiyle meşhur ricalden biri de Yusuf<br />
Kamil Paşa’dır. “Dârü’l-Hikme” olarak nitelendirilen Vezneciler’deki<br />
konağında devrin ricali tefsîr-i şerîf okurlar. Bu<br />
mecliste Mustafa Fâzıl Paşa okuyucu, Cevdet ve Şîrvânîzâde<br />
Rüşdü Paşalar gibi ulemâ kökenli vezirler mukarrir, Âlî<br />
ve Fuad Paşalar ile bir kısım zevât dinleyici sıfatıyla bulunmuşlardır.<br />
Konağın sahibi ise bu mecliste mümeyyizlik<br />
vazîfesini îfâ eylemiştir. 9 Buraya devam edenler tarafından<br />
Paşa’ya takdim edilen kasîdeler birkaç cildi dolduracak<br />
67
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />
Bebek’teki Yusuf Kamil Paşa Yalısı. Boğaziçi’nin ziynetlerinden biri olan bu saray da maalesef güzel olan pek çok şey gibi hâtırâlarda kalmıştır.<br />
hacimdedir. Konağın kütüphanecisi meşhur Elhac Mehmed<br />
Zeki Efendi’dir (1821-1881). Burada kendisine tahsis<br />
olunan maaş mukâbilinde daire mensuplarına Mesnevî<br />
okutur ve Paşa’nın istediği kitapları istinsah eder.<br />
Kütüphanesiyle meşhur bir diğer rical de Ahmet Vefik<br />
Paşa’dır. Ömer Faruk Akün’ün de bahsettiği üzere onun<br />
kütüphanesi, doğu ve batının bilhassa tarih ve edebiyat<br />
sahasındaki külliyatları ve en muteber kitapları yanında,<br />
elde edilmesi güç Çağatayca eserleri, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi<br />
gibi yazma eserleri barındırmaktadır. Bu muazzam<br />
kütüphanenin bulunduğu köşkü (Rumelihisarı’ndadır),<br />
payitahta ayak basan Batılı âlim ve sanatkârların<br />
hem kitaplardan hem de sahibinin ilminden, sohbetinden<br />
istifade etmek için uğradıkları bir ziyaretgâh hükmündedir.<br />
Paşa’nın vefatından sonra borçlarını ödeyebilmek için<br />
kitapların bir kısmı satılmış, geri kalanları da ölümünden<br />
iki sene sonra basılı bir kataloğu yapılarak satışa sunulmuştur.<br />
Buradaki kitaplar, Rıza Paşa gibi kitap meraklılarından<br />
Prag Üniversitesi’ne kadar çeşitli yerlere dağılmış<br />
bulunmaktadır. 10 Eserlerin bir kısmı ise devrin hükümeti<br />
tarafından satın alınarak Dârülfünûn Kütüphânesi’ne konulmuştur.<br />
11 Ahmed Vefik Paşa’nın bu kitapları sadece kütüphanesini<br />
tezyîn etmekle kalmamış, efkâr-ı umûmiyenin<br />
istifadesine de sunulmuştur. Diğer bir deyişle paşa, “eski<br />
müelliflerin tarih ve edebiyat sahasındaki neşir imkânına<br />
kavuşamamış mühim eserlerinin basımını sağlamak suretiyle<br />
kültür ve fikir hayatımıza” katkı sağlamıştır. 12 Paşa’nın<br />
45-50 senede elde ettiği bu kitapların bir kısmını şerh,<br />
tenkit ve tashih ettiğini de torunu söylüyor. 13 Zamanının<br />
âlim ricalinden olan Sadrazam Said Paşa’nın hânesinde<br />
nefis ve nadir eserleri ihtiva eden bir de kütüphanesi vardır.<br />
İbnülemin, Said Paşa’nın avukatı tarafından kendisine<br />
gönderilen basma listede muhtelif ilimlere dair çeşitli lisanlarda<br />
yazılmış 1077 adet kitap ve mecmuanın -merhu-<br />
68
İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
mun müsellem olan ilim ve faziletine göre ümid edilenden<br />
azdır- varlığından söz eder. 14 Bu eserlerden nüshası<br />
nadir bazılarını İbnülemin daha sonra satın almıştır.<br />
Kitap meraklısı bir zat olan Maliye Nâzırlarından Nazif<br />
Paşa, resmî vazifeleri hâricinde konağında mütalâada bulunurdu.<br />
Zamanın bazı büyükleri ve kitapseverleri gibi o<br />
da nüshası nadir, hat ve tezhibi güzel kitabları satın alır,<br />
bunların iyi bir şekilde muhafazasına itina eylerdi. Vefatından<br />
sonra Paşa’nın bütün hayatı boyunca topladığı bu<br />
eserleri ailesi zaruret yüzünden satmak mecburiyetinde<br />
kalmıştır. Ali Emirî Efendi tarafından satın alınan bu kitaplar<br />
arasında sonradan Maarif Nazaretince bastırılmış olan<br />
Divanı Lügati’t-Türk isimli kıymetine paha piçilmez abidevî<br />
bir eserin de merhumun metrükâtı arasında zuhur etmesi<br />
kütüphanesinin önemine delâlet eyler. Ali Emirî Efendi bir<br />
zamanlar neşrettiği Tarih ve Edebiyat isimli mecmuasında<br />
Millet Kütüphanesi’nin kuruluşunu hikâye ederken dünyada<br />
yegâne olan bu nüshanın verese tarafından geçim<br />
sıkıntısı yüzünden satıldığını hikâye eylemiştir.<br />
Ders Vekîli ve Dârüşşafaka muallimlerinden Amasyalı<br />
Hoca Hâlis Efendi (1843-1913) de kütüphanesiyle iştihar<br />
eden zatlar arasındadır. Ömrünün sonuna kadar ilimle<br />
meşgul olan Hoca Halis Efendi, hafızasının kuvveti ve<br />
Arap edebiyatındaki vukufuyla meşhurdur. Kütüphanesinde<br />
her dilden, her fenden binlerce eser vardır. Çağdaşları,<br />
onun büyük sarığının yarım asırlık kemâlinin tantanalı<br />
tâcı; hitâbetinin ise geçmiş asırların ilmî ve mânevî intibâlarını<br />
câmi bir hazine olduğu hususunda hemfikirdir. Aynı<br />
isme bir diğeri ise, kötü şöhretiyle meşhur Hazine-i Hassa<br />
Muhasebecisi Hâlis Efendi’dir. Kitap meraklısı (bibliyofili)<br />
olan Hâlis Efendi’nin diğer erbâb-ı kitaptan farkı sahaflardan<br />
topladığı nadir ve nefis eserleri saklayıp büyük<br />
paralara ecnebilere satmasıdır. Büyük kitâbiyat âlimleri<br />
Ali Emirî Efendi ile İbnülemin eserlerinde doğrudan<br />
ve dolaylı olarak Hâlis Efendi’nin bu tarafını<br />
tenkit ederler. Bulunduğu her yeri tabiî bir edebî–fikrî<br />
mahfil hâline getiren İbnülemin’in 15 haftanın<br />
belirli günlerinde ilim, mûsikî ve edebiyat<br />
meclisleri akdettiği Beyazıt’ta Mercan’daki konağı<br />
da Osmanlı kitap kültürünün bütün safhalarının<br />
görüleceği yerler arasındadır. Süleyman Nazif’in<br />
söylediği vechile vaktiyle bazı maruf zatlar tarafından<br />
“Darü’l-Kemâl” 16 nâmı verilen konakta cuma ve<br />
pazar günleri 17 ulemâ ve üdebadan, şuara ve mûsikî<br />
erbabından pek çok kimsenin iştirakiyle ilmî,<br />
edebî sohbetler yapılır. Mühürdar Mehmet Emin<br />
Paşa Sokağı’ndaki konağı; Yusuf Kamil Paşa ve babası<br />
Mehmed Emin Paşa’dan kalma bir alışkanlıkla<br />
kadim Türk geleneğine uygun olarak bu asrın son<br />
yıllarından İbnülemin’in vefatına kadar elli yılı aşkın<br />
süre bir edebî ve fikrî mahfil işlevi görmüştür. 18<br />
Onun konağı, kültürümüzün bütün meselelerinin,<br />
69
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />
Hoca ve talebesi eski usul ders takrir ediyorlar.<br />
değerlerinin konuşulduğu ve yaşatıldığı; ilim, siyaset ve<br />
sanat muhitlerinden seçkin simaların her hafta uzun geceler<br />
etrafında buluştuğu bir yerdir. 19 Bugün büyük bir<br />
kısmı İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi’nde bulunan bu kütüphanenin<br />
en belirgin hususiyeti Türk kültür ve edebiyatının<br />
hemen bütün merhaleleri hakkında, özellikle de<br />
Türk şiirinin değişik devirleri açısından, zengin bir kaynak<br />
teşkil eden nadir ve nefis eserleri ihtiva etmesidir. Yakın<br />
tarihimizin ihmal edilmiş, üzerinde çalışma yapılmamış<br />
mühim şahsiyetleriyle alakalı çalışmalar için asıl kaynak<br />
vazifesini görecek şiir, münşeat, cönk vs. mecmuaları,<br />
matbû eserlerinin müsveddeleri ile neşir sahasına çıkmamış<br />
eser ve husûsî evrâkları bu kütüphanenin kıymetini<br />
gösterecek evsaftadır. Bu kütüphane, bütünüyle “muhafaza”<br />
hissinin harekete geçirdiği, “memleketin ilim ve<br />
marifet”ine katkıda bulunarak eslâfın ve ahlâfın hayır dualarına<br />
mazhar olma arzusunun ve eserlerinde sık sık dile<br />
getirdiği “Hayru’n-nâs men yenfa’u’n-nâs” [İnsanların en<br />
hayırlısı insanlara faydalı olandır] düsturunun harekete<br />
geçirdiği bitmek tükenmek bilmez bir azmin ve sabrın<br />
meyveleridir. 20<br />
Konaklar, ikbal ile idbar arasındaki yerlerdir. Vükelâ ve<br />
ulemanın kudemâsının hâneleri, bir diğer deyişle daireleri,<br />
devletin istikametini belirleyecek derecede etkili<br />
yerler arasındadır. Üst kademe memuriyetlere getirilenler,<br />
genellikle aynı daire mensuplarıdır. Ayrıca ricâl-i<br />
devletin husumetlerinden doğan politik dedikodular hep<br />
buralarda neş’et eder. Devlet erkânı arasında birtakım<br />
sürtüşmeleri, dargınlıkların esbabını yalı ve konaklar üzerinden<br />
rahatlıkla müşahede edebiliriz. Devletin kaderini<br />
ilgilendiren kararların bir kısmının konaklarda konuşulup<br />
alınması buraları tabiî bir siyasî mahfil hâline getirmiştir.<br />
Her konak zamanın sosyal ve siyasî hadiselerinden bir<br />
şekilde etkilenmiştir. Özellikle Halet Efendi yalısı ile Pertev,<br />
Akif, Hüsrev, Mustafa Reşid, Mütercim Rüşdü, Yusuf<br />
Kamil, Midhat ve Hüseyin Avni Paşaların konakları fikir ve<br />
sanatın yanında siyasî bir mahfil olarak da düşünülebilir.<br />
Buralar 1810-1877 arasında toplumu derinden etkileyen<br />
hadiselerin yaşandığı mekânlar olmaları hasebiyle önemli<br />
yerlerdir. Özellikle Mehmed Said Hâlet Efendi (1760-<br />
1823) şahsiyeti, ilmi, siyaseti, kıyâseti ve kendine mahsus<br />
hâlleriyle bir devri dolduran zatlardan biridir. XIX. asrın<br />
başlarında devlet idaresindeki etkisiyle, tarihimizin özellikle<br />
1811-1822 yılları, biraz da Hâlet Efendi’yle özdeşleştirilmiştir.<br />
Tarz-ı siyasetiyle sarayı, askeriyeyi, mülkiyeyi ve<br />
tasavvufî çevreleri neredeyse tek başına avucunun içine<br />
almıştır. Devrinin hemen hemen bütün kibarını, ulemâsını<br />
etrafına toplayan Hâlet Efendi’nin Beşiktaş’ta bulunan<br />
yalısı, Küplüce’deki sâhilhânesi, Süleymaniye ve Vezneciler’deki<br />
konakları; kibarın, ricalin, zurefânın toplanma<br />
yerleri arasındadır. Dairesinde bulunmak ikbâle ulaşma<br />
yollarından biridir. II. Mahmud devri ricalinden Kırım asıllı<br />
Mehmed Said Pertev Paşa’nın dairesi, Tanzimat sonrası<br />
ricalin kısm-ı azamını yetiştirmesi hasebiyle önemi<br />
hâizdir. Kabiliyetli, ehil kimseleri daima koruyup kollayan<br />
Pertev Paşa, Tanzîmat sonrasının mümtaz şahsiyetlerinin<br />
büyük bir kısmını himâye etmiştir. Bu zatlar arasında<br />
en çok dikkat çekeni Reşid Paşa’dır. Konağa devam<br />
eden şairler arasında Vakʽanüvis Esad Efendi, Şânizâde<br />
Atâullah Efendi, Âkif Paşa, Esad Muhlis Paşa, Şeyhülislâm<br />
Ârif Hikmet, Mehmed Arif Beyzâde Said, Şeyh Mehmed<br />
Emin Zâik Efendi, bir ara idamdan kurtardığı şair Lebib<br />
Efendi gibi devrin önemli kimseleri dikkat çeker. Pertev<br />
Paşa dairesinde yetişenler uzun süre umûr-ı devlete, ilim<br />
ve edebiyat âlemine hâkim olmuşlardır. II. Mahmud dönemiyle<br />
başlayıp Tanzîmat’la devam eden yeni uygulamaların<br />
Mülkiye ve İlmiye’deki yürütücüleri, yani Mustafa<br />
Reşid Paşa ile Şeyhülislâm Ârif Hikmet Beyefendi çevresi,<br />
Pertev Paşa’nın hususî dairesinde yetişen şahsiyetler olmaları<br />
itibariyle dikkat çekicidir.<br />
Konağında devlet adamı yetiştiren bir diğer devletlu da<br />
“adât-ı frengâne ve etvâr-ı lâubâliyânenin mürevvici hatta<br />
müessisi” olarak takdim edilen Hüsrev Paşa’dır. Hüsrev<br />
Paşa, kölelerini ve sair kimsesiz çocukları konağında eği-<br />
70
İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
terek büyük memuriyetlerde istihdamlarına delâlet etmiştir.<br />
Kaptanıderya Damat Gürcü Halil Rifat Paşa, Koca<br />
Hakkı Paşa, Sadrazam Gürcü Reşit Paşa, Tophane Müşiri<br />
Vasıf Paşa, Müşir Çerkez Sadullah Paşa, Müşir Çerkez<br />
Abdi Paşa, Sadrazam Edhem Paşa, Gözlüklü Reşit Paşa,<br />
Zaptiye Müşiri Hayrettin Paşa, Ferik Haydar Paşa, İskender<br />
Paşa, Selim Paşa, Ferhat Paşa, Liva Hüseyin Paşa ve<br />
Hattat Abdülfettah Efendi gibi zatlar hep Hüsrev Paşa’nın<br />
dairesinde yetişmişlerdir. Siyaset ve edebiyatta Âlî, Fuad,<br />
Mahmud Nedim, Rüşdü, Memduh ve Cevdet Paşalar<br />
başta olmak üzere Üsküdarlı Hakkı, Hafız Müşfik, Şair Âli,<br />
Ziya Paşa, Kâzım Paşa, Namık Kemâl gibi birbirinden kıymetli<br />
şahısları teşvik ve himaye edip devlete kazandıran<br />
Mustaf Reşid Paşa’nın dairesi de aynı devrin en mühim<br />
siyaset, edebiyat mahfilleri arasındadır.<br />
Servet-i Fünûn mecmuasının kapağı<br />
Mustafa Reşid Paşa’nın Baltalimanı’ndaki yalısı. (1942 yılı). Bir ara Damad<br />
Ferit Paşa’nın da oturduğu yalı, Cumhuriyet devrinde bir ara İstanbul Üniversitesi<br />
Fen Fakültesine tahsis edilmiştir.<br />
“İstanbul’un kendini ilme vermiş insanları<br />
arsında Darülkemâl ismini almış olan bu ev,<br />
üstat Mahmut Kemal İnal'ın, daha doğrusu<br />
İbnülemin Mahmut Kemal’in, bütün müştaklarına<br />
feyiz ve irfan serpen yuvasıdır.<br />
Darülkemâl artık üstadın evi olmaktan çıkmış,<br />
ilmî tetkikler yapan zümrenin hazine-i<br />
kemali olmuştur. Her ilim düşkünü oraya<br />
gider, üstadın elini öper, orada bilmediğini<br />
öğrenir, kafasını yeni baştan kemâlât ile<br />
doldurarak çıkar. Darülkemâl nev’i şahsına<br />
münhasır bir üniversite, İbnülemin Mahmut<br />
Kemâl de bu üniversitenin nev’i şahsına<br />
münhasır rektörüdür.” Hasan Âli Yücel.<br />
71
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />
Sultan II. Abdülhamid’in Tunuslu Hayreddin Paşa’ya ihsan ettiği konak. Nişantaşı’ndaki bu konağın tamir ve tadilatı da ceyb-i hümayundan karşılanmıştır.<br />
Reşid Paşa’dan sonra her sınıftan insanı himaye eden Yusuf<br />
Kamil Paşa’dır. Kıymet-şinas olan Paşa, kimde istiʽdât<br />
ve liyâkat görse “lisanen ve ihsânen” himaye eder, her<br />
suretle teşvik ve tergîb edermiş. Mustafa Reşid Paşa’nın<br />
vefatından sonra Şinasi’yi, Kemâl ve Ziya’yı himâye etmiştir.<br />
Yusuf Kâmil Paşa’nın bu hususiyetleri devrin edebiyat<br />
mahfillerinde de akis bulmuştur. Leskofçalı Galib, Hersekli<br />
Ârif Hikmet, Nâmık Kemâl, Ayaşlı Hayri, Recâizâde Mahmud<br />
Ekrem gibi zamanının mühim şairleri de yazdıkları<br />
kasîdelerle Paşa’yı methetmişler, onun kemâlini, ihsan<br />
ve atiyelerini hususen belirtmişlerdir. Midhat Paşa’nın<br />
Beyazıt’ta, Tavşantaşı Mahallesi’nde Soğanlı Camii’nin yanındaki<br />
konağı zamanın mühim bir edebiyat, hususen de<br />
siyaset mahfillerinden bir diğeridir. Midhat Paşa’nın konağı<br />
ihtilâl, hürriyet ve Kanûn-ı Esâsî hazırlıkları ve tartışmaları<br />
eşliğinde, parlamenter rejimi getirmek isteyenlerin<br />
uğrak yerlerindendir. Hatta denilebilir ki devlet idaresinde<br />
nüfuz ve kuvvetin Rüşdü, Avni Paşalar ile kendisinin elinde<br />
toplanmasının ve cumhuriyet, meşrûtiyet fikirlerinin kuvveden<br />
fiile çıkartılma faaliyetlerinin âdeta ana karargâhı<br />
hükmündedir. Zamanının en alafranga konaklarından birisidir.<br />
Sultan Abdülaziz’in son zamanları ile V. Murad ve<br />
Sultan Abdülhamid’in cülûsunun ilk senelerinde yeni fikirlere<br />
sahip olanların ekserisinin buluşma yeri olan bu konak,<br />
hakikâten son devrin en mühim meselelerinin konuşulduğu<br />
mekânlardan biridir. Osmanlı nüfus ve nüfuzunu<br />
temsil eden pek çok kimse buradadır.<br />
Sultan II. Abdülhamid devrine kadar tesirini bir şekilde<br />
sürdüren konaklar, bu devirde yerini büyük oranda mektepler<br />
ve matbuata bırakmıştır. Konaklardaki ilmî, edebî,<br />
fikrî meclislerin inhitatında devrin siyasi havasının yanında<br />
sosyal ve iktisadî hayatın değişmesi de etkili olmuştur. 21<br />
72<br />
Menâpirzâde Nuri Bey’in Yakacık'taki köşkü. Fotoğrafın mehazı Tütün Rejisi müdürlerinden<br />
Rambert; Nuri Bey’in ahşap köşkü ve buranın sakinleri hakkında hayli ilginç<br />
bilgiler aktarır. Rambert; “temeddün ve tahsil sahibi, hoş-sohbet, mültefit, herkesin<br />
hürmetine mazhar olmuş bir zât” olarak tavsîf ettiği Nuri Bey’in yanında ayakta<br />
duran küçük kızı Sabiha’nın da resim ve yağlı boyaya istidadı bulunduğundan bahsediyor.<br />
Sabiha, fotoğraf çekildiği esnada 12 yaşında, Nuri Bey ise 56. Resimden de<br />
anlaşılacağı veçhile, daha o yaşta, seksen yaşında bir “pîr-i fertut” hâline gelmiş.<br />
Dipnotlar<br />
1 Balcızâde Tahir Harimî, Tarihi Medeniyette Kütüphaneler,<br />
Vilayet Matbaası, Balıkesir 1931, s. 529-530.<br />
2 İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Son Hattatlar, MEB, İstan bul<br />
1955, s. 3.
İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Halife Abdülmecid Efendi’nin Bağlarbaşı’ndaki konağında tertip edilen Abdülhak Hamid gününde devlet adamları ve şairler...<br />
3 Mehmet Zeki Pakalın, Mâliye Teşkilâtı Tarihi IV, Maliye Ba<br />
kanlığı, Ankara 1978, s. 35.<br />
4 Balıkhâne Nazırı Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, haz.<br />
Ali Şükrü Çoruk, Kitabevi, İstanbul 2001, s. 20.<br />
5 Abdurrahman Âdil, “Yeni Osmanlılar Tarihi ve İnkılâbât-ı Fikriye<br />
Münâkaşaları”, Hâdisât-ı Hukukiye ve Târihiye, cüz 3, 15 Mayıs<br />
1341.<br />
6 Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir II, haz. Cavit Baysun, TTK, Ankara 1986, s.<br />
73.<br />
7 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih II, Dersaâdet 1309 s. 102.<br />
8 Muallim Naci, Osmanlı Şairleri, (Haz. Cemal Kurnaz), MEB<br />
Yay., İstanbul 1995, s. 172.<br />
9 İbnülemin Mahmud Kemâl, Kemâlü’l-Kâmil, İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi<br />
İbnülemin kısmı, T3341, v. 115/a-b.<br />
10 Bkz. Ömer Faruk Akün, “Ahmet Vefik Paşa”, DİA, c. II, İstan bul<br />
1989, s. 150-151.<br />
11 İbnülemin Mahmud Kemâl, Evkâf-ı Hümayun Nezareti’nin<br />
Târih-i Teşkilâtı ve Nuzzarin Terceme-i Hâli, Evkâf-ı İslâmiye<br />
Matbaası, Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliye 1335, s. 114.<br />
12 İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Osmanlı Devrinde Son<br />
Sadrıazamlar, İstanbul, 1940-1953, s. 704-705.<br />
13 Mehmed Cemaleddin, Osmanlı Tarih ve Müverrihleri (Ayîne-i<br />
Zurefâ), haz. Mehmet Arslan, Kitabevi Yayınları, İs<br />
tanbul 2003, s. 127.<br />
14 İbnülemin, Son Sadrıazamlar, s.1253.<br />
15 İbnülemin’in muhtelif meclislerdeki hâlleri ve bunların menkıbeleri<br />
için bkz. Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemin<br />
Mahmud Kemâl, haz. Fatih M. Şeker – İsmail Kara, Dergâh Yayınları,<br />
İstanbul 2009, s. 252 vd.<br />
16 Süleyman Nazif, Servet-i Fünûn, nr. 90-1564, 5 Ağustos 1925.<br />
17 İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1930-<br />
1942, s. 959. Bir ara İbnülemin’in konağına devam ederek müstefîd<br />
olan Mehmed Zeki Pakalın, daha sonraları aleyhinde bulunmuştur,<br />
konağın ve sahibinin hususiyetiyle alakalı şunları yazar:<br />
“Öteden beri tanıdığı, tanımadığı âdemler, nezdine gelir yahut tezkire<br />
yazar hatta sokakda yakalar, soracağını sorar, müşârun ileyh sorulan<br />
meseleyi bilirse derhal cevabını verir ve muhatabının –tanımadığı<br />
zât ise– hüviyetini öğrenmeğe de lüzum görmez. Bilmediği bir<br />
şey sorulsa “bilmiyorum. Fakat filân kitaba müracaat edilse aranılan<br />
bulunur zannederim” der.<br />
Kable’l-işgal kitaphânesinde pek mühim kitaplar, pek mühim evrak-ı<br />
kadîme –bugün emsâli mefkûd– eski gazete kolleksiyonları mevcut<br />
olduğundan ulemâ ve üdebâdan bazı zevât müracaatla müstefîd<br />
olurlardı. İkametgâhı dâru’l-ilm hükmünde olduğundan müdâvimlerden<br />
bazı zevât “Dâru’l-Kemâl” tesmiye etmişlerdi; birbirlerine<br />
“Mahmud Kemâl Bey’in hânesine gidiyor muyuz” makamında<br />
“Dâru’l-Kemâl’e gidiyor muyuz” diye sorarlardı. Ulemâdan, üdebâdan,<br />
şuarâdan, hattâtînden, erbâb-ı sanatdan, erbâb-ı mûsikîden<br />
el-hâsıl meslek-i muhtelife mensuplarından her fert aradığını<br />
Dârul’l-Kemâl’de bulur, istifade ederdi.” Hüseyin Vassaf, Kemâlü’l-<br />
Kemâl, s. 148.<br />
18 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s. 168.<br />
19 Ağabeyim Fatih M. Şeker, konağın devirleri ve nesilleri etkileyen bir<br />
mahfil olmasının arkasında Nakşî geleneğin de önemli bir etken<br />
olduğunu söyler: “İbnülemin’in dârü’l-kemâl diye isimlendirilen<br />
konağı sohbet meclislerinin kurulduğu bir yerdir. Erbabının dergâhı<br />
olan konağın mürşidi İbnülemin’dir. Kendisini Nakşîlikte idrak eden<br />
İbnülemin intisap ettiği tarikatte ve gelenekte olduğu gibi hayatında<br />
sohbete merkezi bir yer verir.”; Fatih M. Şeker, “İbnülemin İçin<br />
Bir Entelektüel Portre Denemesi: Osmanlı ile Cumhuriyet Arasında<br />
Sahih Bir Köprü”, Kemâlü’l-Kemâl, Haz. Fatih M. Şeker-İsmail Kara,<br />
İstanbul, Dergâh Yayınları, 2009, s. 18.<br />
20 Bkz. Metin Toker, “İstanbul’un Harab Bir Konağındaki Hazine”,<br />
Cumhuriyet, 08.10.1949, s.14. Yakın dostu Hüseyin Vassaf’ın kütüphane<br />
hakkındaki değerlendirmeleri için bkz. Hüseyin Vassaf,<br />
Bir Eski Zaman Efendisi, s. 152-153. İbnülemin’in konağındaki hat<br />
koleksiyonunu değerlendiren bir yazı için bkz. Ali Alparslan, “İbnülemin<br />
Mahmud Kemâl İnal’ın Kısa Hayatı ve Hat Koleksiyonu”,<br />
Müteferrika, Yaz 2000, nr. 17.<br />
21 İlmi ve edebi muhitler hakkında geniş bilgi için bkz. Şemsettin Şeker,<br />
Ders ile Sohbet Arasında: On Dokuzuncu Asır İstanbulu’nda İlim,<br />
Kültür ve Sanat Meclisleri, İstanbul 2013, s. 647<br />
73
KAZANCIGİL<br />
KONAĞI’NDA<br />
BİR GECE<br />
Halil SOLAK<br />
Yazar<br />
“<br />
En hurda teferruatı dahi hatırlayan,<br />
hafızasıyla ünlü tarihçimiz Mükrimin<br />
Halil Yinanç, Kazancıgil konağına<br />
birkaç saat erken gelirmiş Tevfik<br />
Remzi Bey’in oğlu Aykut’a Osmanlıca<br />
öğretmek için. İyi bir hoca olduğuna<br />
şüphe olmayan Mükrimin Halil Bey, üç<br />
ayda Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı<br />
Enbiya’sını okuyacak seviyeye getirmiş<br />
evin küçük oğlunu.<br />
Yinanç, toplantılarda heyecanlı<br />
konuşması ve tarihî hadiseleri âdeta<br />
yaşarmışçasına anlatmasıyla herkesi<br />
kendine hayran bırakırmış.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK<br />
İstanbul’un insanın nefesini kesen dik yokuşlarından<br />
biri Taksim’deki Kazancı Yokuşu.<br />
Bir zamanlar bu yokuşun başında bahçesinde güller<br />
ve tenis kortu olan 6 katlı 32 odalı muhteşem<br />
bir konak vardı desem inanır mısınız?<br />
Öyle bir konak ki, Yahya Kemal’den Peyami Safa’ya,<br />
İbnülemin Mahmud Kemal’den Hilmi Ziya Ülken’e<br />
Mesut Cemil’den Mükrimin Halil’e kudemânın kırk<br />
atlısından olup da yolu bu evden geçmeyen isim<br />
neredeyse yok gibi. Burayı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e<br />
geçiş sürecinin takımyıldızı entelektüelleri<br />
için bir câzibe merkezi yapan elbette evin sahibi<br />
Ord. Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil idi.<br />
Türkiye’de jinekolojinin kurucu isimlerinden biri<br />
olan Kazancıgil, Malatya’nın önde gelen ailelerinden<br />
birine mensuptur. Hem medreseli hem tıbbiyeli<br />
babası Osman Remzi Bey’in izinden giden<br />
Tevfik Remzi Bey, askerî tıbbiyeyi birincilikle bitirmesinden<br />
dolayı Ziya Gökalp tarafından uzmanlık<br />
eğitimi için Berlin’e gönderilmiş, buradan döndükten<br />
kısa bir süre sonra da kadın-doğum alanında<br />
uzmanlaşmak için İsviçre’ye gitmiştir. 1924’te İstanbul’a<br />
dönen Tevfik Remzi Bey, Kazancı Yokuşu’ndaki<br />
evi satın almış ve büyük masraflarla yenileyip<br />
“Kazancı Konağı” hâline getirmiş.<br />
76<br />
Büyük salonun bir köşesi.
KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Konağın iki kapısından alttakinin<br />
girişinde Tevfik Remzi<br />
Bey’in muayenehanesi, personel<br />
odaları ve kalorifer dairesi<br />
bulunuyormuş. Birinci<br />
katta ise sayısı 20 bini aşan<br />
kitaplarıyla dev bir kütüphane<br />
karşılarmış misafirleri. Burada<br />
sadece tıpla alakalı kitaplar<br />
olduğunu düşünürseniz yanılırsınız.<br />
Arapça, Farsça, Fransızca,<br />
Almanca ve Rumcaya<br />
vâkıf olan Tevfik Remzi Bey<br />
çocukluğundan son nefesine<br />
kadar bitmez tükenmez<br />
bir okuma aşkıyla yaşamıştır.<br />
O kadar ki, çok okumaktan<br />
dolayı gözleri genç yaşta bozulmuş<br />
ve taktığı gözlük yüzünden<br />
arkadaşları arasında<br />
“Camekân Tevfik” diye anılır<br />
olmuş. Lise arkadaşı Vedat<br />
Nedim Tör, ondan “Tevfik’i<br />
mütemadiyen kitap okurken<br />
hatırlıyorum” diye bahseder.<br />
Ömrü boyunca siyasete bulaşmayan,<br />
tarih, felsefe ve bilhassa sosyolojiye duyduğu<br />
büyük alaka dolayısıyla daima okuyan, zamanının çoğunu<br />
150 metrekare civarındaki bu kütüphanede geçiren Tevfik<br />
Remzi Bey için ünlü sosyoloji profesörü Ziyaeddin Fahri<br />
Fındıkoğlu ise şöyle der: “O sosyolojiyle hekimliği buluşturmuştur.”<br />
Yahya Kemal Sahnede<br />
Kütüphaneden merdivenlere yönelip üst katlara<br />
çıkıldığında, çeşitli büyüklüklerde yemek odaları,<br />
salonlar, yatak odaları ve en üst kattaysa eski usûl<br />
büyük bir çamaşırhaneyle evde çalışan iki hanımın<br />
kaldığı odalar bulunurmuş.<br />
Tevfik Remzi Bey kütüphanesinde istirahat halinde.<br />
Şayet günlerden perşembe, vakit de akşamüzeriyse,<br />
geniş bir ailenin ikâmet ettiği bu konakta,<br />
nüfus iki üç katına çıkarmış. Zira müdavimler birer<br />
birer kapıyı çalar, hafif bir akşam yemeğinden sonra,<br />
‘sohbet sanatı’nın en iyi icra edildiği sahnelerden<br />
biri olan Kazancı Konağı’nın klasik tarzda döşenmiş<br />
geniş ve güzel salonundaki yerlerini alırlarmış.<br />
Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sını<br />
okuyacak seviyeye getirmiş<br />
evin küçük oğlunu. Yinanç,<br />
toplantılarda heyecanlı konuşması<br />
ve tarihî hadiseleri<br />
âdeta yaşarmışçasına anlatmasıyla<br />
herkesi kendine hayran<br />
bırakırmış.<br />
Konağın bir başka önemli<br />
misafiriyse Yahya Kemal’miş.<br />
Kendi Gökkubbemiz şairi<br />
geldiğinde her zamankinden<br />
başka bir teşrifatın işlediğini<br />
tahmin edebiliriz. Türk<br />
ve Fransız şiirinden örnekler<br />
okuyup onları izah eden Üstad’ın,<br />
üslûbu, jest-mimikleri<br />
ve şakalarıyla şimdiki ‘talkshow’culara<br />
taş çıkarttığını<br />
söylüyor evin oğlu Aykut Kazancıgil.<br />
Ciddiyetiyle meşhur<br />
diplomat Numan Menemencioğlu<br />
bile onun esprilerine<br />
dayanamaz, kahkahalarla<br />
gülermiş. Sohbetiyle meclisleri<br />
süsleyip revnak veren,<br />
eskilerin ‘mîr-i kelâm’ dediği insanlardan olan Yahya Kemal<br />
konuşurken Sabri Esat Siyavuşgil, şairin ağzının içine<br />
bakarmış. Dikkatini çeken bu durum üzerine Aykut Bey,<br />
bir gün babasına, “Bu adam niçin Yahya Kemal’e düşman<br />
gibi bakıyor?” diye sormuş. Babası da gülümseyerek şöyle<br />
demiş: “Hayır, bilakis, söylediği bir kelimeyi dahi kaçırmak<br />
istemiyor da ondan öyle dinliyor.”<br />
En hurda teferruatı dahi hatırlayan, hafızasıyla ünlü<br />
tarihçimiz Mükrimin Halil Yinanç, birkaç saat erken<br />
gelirmiş konağa Tevfik Remzi Bey’in oğlu Aykut’a Osmanlıca<br />
öğretmek için. İyi bir hoca olduğuna şüphe<br />
olmayan Mükrimin Halil Bey, üç ayda Ahmed Cevdet<br />
Küçük salonun bir köşesi.<br />
77
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK<br />
Zıt Kutuplar Bir Arada<br />
Ünlü romancı Peyami Safa da evin müdavimlerinden biriymiş.<br />
Üstelik de Durkheim’ın öğrencisi eğitimci Sadrettin<br />
Celal Antel ile! Bir yanda gazete ve dergilerde polemikçi<br />
bir üslupla kaleme aldığı yazılarla gündemde olan ‘sağcı’<br />
Safa, diğer yanda Tan gazetesinde onun tam aksi istikamette<br />
yazılar yazan ‘solcu’ Sadrettin Celal Bey. Öyle ki,<br />
Aykut Bey, ertesi gün okulda “Dün akşam Peyami Safa ve<br />
Sadrettin Celal bizdeydi” dediğinde arkadaşları şaşırır, bir<br />
türlü inanmazlarmış. Köşelerinde son derece kavgacı, ancak<br />
yüz yüze gayet nazik davranan bu iki zıt kutbu bir araya<br />
getiren, Kazancıgil Konağı’nın yazısız kurallarıymış: Bu<br />
toplantılarda hemen hiç siyaset konuşulmaz, ailelerden,<br />
kültür olaylarından, yeni çıkan kitaplardan bahsedilirmiş.<br />
Çok önemli güncel siyasî gelişmeler, meselâ hükümet değişikliği<br />
gibi meseleler sohbet meclisinin gündemine ancak<br />
iki üç hafta sonra gelirmiş, o da birkaç cümle ile.<br />
Adnan Adıvar geldiğindeyse sohbetin seyri doğal olarak<br />
felsefeye kayarmış. Alman felsefesi, Hitler öncesi-Hitler<br />
sonrası, yeni Kantçı akımlar, bilimsel gelişmeler, Batı’daki<br />
büyük kültür hareketleri gibi konular konuşulurmuş.<br />
Aykut Bey, Adnan Adıvar’ın toplantılara bazen eşi Halide<br />
Edip ile geldiğini, ancak Sinekli Bakkal romancısının bu<br />
meclislerde yeni insanlarla tanışmayı pek tercih etmediğini,<br />
daha ziyade eski tanıdıklarıyla sohbet ettiğini söylüyor.<br />
Konağın zengin kütüphanesinden de istifade eden<br />
Adnan Bey, bir kitabı ödünç alır, iade edene kadar diken<br />
üstünde oturur, üç dört defa arayıp işinin çok az kaldığını,<br />
78<br />
Prof. Dr. Aykut Kazancıgil, babası ile
KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
kitabı derhal göndereceğini söylermiş. Tarih Boyunca İlim<br />
ve Din kitabının sonunda “Bu kitabı Tevfik Remzi Bey’in<br />
seçkin kütüphanesinde yazdım” diyerek bu duruma işaret<br />
etmiştir.<br />
En Ağır Misafir<br />
Modern Türkoloji araştırmalarının kurucusu Prof. Fuad<br />
Köprülü de Kazancıgillerin aile dostlarındanmış ve konaktaki<br />
sohbetlere sık sık katılırmış. O sıralarda eve gelen aydınların<br />
çoğu ya Halkevlerinin etrafında toplanırmış ya da<br />
CHP azalarıymış. Türk Ocağına mensup Köprülü ile CHP’liler<br />
Kazancıgil Konağı’nda bir araya geldiklerinde gergin<br />
değil, hoşgörülü bir ortam olurmuş. Vefatının ardından<br />
“Fuad Köprülü’ye Veda” başlıklı bir yazı kaleme alan Tevfik<br />
Remzi Bey, “Benim, ruh sarsıntım tarif edilemez. O derece<br />
derin ve samimi. Musalla taşında, uzanmış yatan, Türk milletinin<br />
kültür dünyasında açılmış bayrağı idi.” diyerek bu<br />
büyük âlime karşı hislerini dile getirmiştir.<br />
Konağın en ağır misafiriyse hiç şüphesiz İbnülemin Mahmud<br />
Kemal’dir. Tam manasıyla nevi şahsına münhasır bir<br />
insan olan bu “devr-i kadîm efendisi” geldiği zaman musikî<br />
olmasına dikkat edilir, Mesut Cemil Bey’i dinlerken ellerini<br />
dizlerine vurarak “Allah rahmet etsin babasına” diye<br />
mırıldanırmış.<br />
Misafirler arasındaki pek çok yabancı arasında, sanatta<br />
devlet yönlendirmesine karşı olduğu için Almanya’dan<br />
ayrılıp Türkiye’ye gelen heykeltıraş Rudolf Belling ile neredeyse<br />
aileden biri diyebileceğimiz Fransız mimar ve sanat<br />
tarihçisi Albert Gabriel’i sayabiliriz.<br />
Emin olun, burada isimlerini zikredemediğimiz devrin<br />
önemli kültür, sanat, ilim, tıp ve siyaset adamlarının yolları<br />
en az bir kez Kazancıgil Konağı’ndan geçmiştir. Onlar da<br />
Tevfik Remzi Bey’in sofrasına oturup nefis yemeklerden<br />
yemiş, tavşankanı çaylardan yudumlamış, o zengin kütüphaneden<br />
birkaç kitap ödünç almışlardır. Muhabbetten<br />
aldıkları lezzetten bahsetmeye gerek bile yok.<br />
Şimdi artık ne o insanlar var, ne o Kazancı Konağı, ne de<br />
o sohbetler…<br />
“Ol saltanatın yerinde yeller eser şimdi.”<br />
*<br />
Hâmiş: Prof. Dr. Aykut Kazancıgil ismine ilk kez Beşir<br />
Ayvazoğlu’nun Sîretler ve Sûretler isimli portreler kitabında<br />
rastladım. Ardından Kazancıgil ile yapılmış nehir<br />
söyleşi kitabı Her Doğum Bir Mucizedir’i okudum.<br />
Şükür ki, yıllar sonra kendisiyle tanışmak ve uzun<br />
sohbetler etmek nasip oldu. Bu metni yazarken de<br />
onun lütfettiği değerli bilgilerden ve aile albümündeki<br />
fotoğraflardan istifade ettim. Yardımları için değerli<br />
hocama müteşekkirim.<br />
Belling, beş çayı için geldiği Kazancıgil Konağı'nda Tevfik Remzi Bey'le.<br />
79
BEYAZIT’TA<br />
BİR KÜLTÜR MECLİSİ:<br />
DARÜLKEMÂL<br />
Ahmet KARA<br />
Yazar<br />
“<br />
Devrinin önemli simalarıdan Mahmud<br />
Kemal Bey, Beyazıt’taki konağında<br />
her hafta musiki toplantıları ile<br />
edebiyat, tarih ve günün meselelerinin<br />
konuşulduğu sohbet meclisleri<br />
düzenlerdi.<br />
Bu tarihi konak, İbnülemin’in vefatına<br />
kadar, yarım asırdan daha fazla bir<br />
süre, döneminin mühim edebi ve fikri<br />
mahfili olmayı sürdürmüştür.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA<br />
Mehmet Emin Yurdakul, Hasan Âli Yücel<br />
Halit Ziya Uşaklıgil, İbnülemin Mahmud Kemal İnal<br />
Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in ilk demlerinde,<br />
kültür hayatının önemli simalarından biriydi<br />
İbnülemin Mahmud Kemâl İnal Bey (1871-1957).<br />
Devrinin mühim biyografi yazarlarından, tarihçilerinden,<br />
koleksiyonerlerinden, arşivcilerinden<br />
hülasa kültür âleminin vazgeçilmezlerindendi.<br />
Mahmud Kemâl Bey, inanılmaz derecede güçlü<br />
bir hafızaya, keskin bir zekâya, vakit sınırlaması<br />
olmayan çalışkanlığa ve hikmet dolu nüktelere<br />
sahipti. Devrinde yaşayan pek çok ilim bekçisi<br />
gibi o da nev’i şahsına münhasır bir zattı. Yahya<br />
Kemâl’in dediği gibi “devr-i kadim efendisi”ydi.<br />
Yazdığı onca kitap ve makale ile muhtelif mevkilerdeki<br />
kültür hizmetinin haricinde, devrinin<br />
kültür hayatına sağladığı en mühim katkı,<br />
Beyazıt’taki baba mirası konağında haftanın<br />
belirli günlerinde düzenlediği mûsikî, ilim<br />
ve edebiyat meclisleriydi. Mahmud Kemâl<br />
Bey, Yusuf Kâmil Paşa ve babası Mehmed<br />
Emin Paşa’dan kalma bir kadim alışkanlıkla<br />
konağında, her hafta mûsikî toplantıları<br />
ile edebiyat, tarih ve günün meselelerinin<br />
konuşulduğu sohbet meclisleri düzenlemişti.<br />
Beyazıt’taki bu tarihî konak Mahmud<br />
Kemâl Bey’in vefatına kadar, yarım asırdan<br />
fazla süre, devrinin mühim edebî ve fikrî<br />
mahfili olmuştu.<br />
82
BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Konağın Meşhur Müdavimleri<br />
Süleyman Nazif, Mahmud Kemâl Bey’in konağı için “Darü’l-Kemâl”<br />
tabirini kullanmış ve konak bu tabir ile meşhur<br />
olmuştur. Darülkemâl’in müdavimleri devrin kültür,<br />
edebiyat ve mûsikî âleminin önemli şahıslarıydı. Bunların<br />
en bilinenleri; Said Halim Paşa, Münif Paşa, Hersekli Arif<br />
Hikmet Bey, Ali Emîrî Efendi, Mahmud Esad Bey, Beyazıt<br />
Kütüphanesi hafız-ı kütübü Tahsin Hoca, Mehmed Âkif,<br />
Babanzâde Ahmed Nâim, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamid,<br />
Yahya Kemâl, Mehmed Fuat Köprülü, Osman Turan,<br />
Mithat Cemal, Hüseyin Vassaf, Ahmet Hamdi Tanpınar,<br />
Hasan Âli Yücel, Mükrimin Halil Yinanç, Alaaddin Yavaşça,<br />
Faruk Kadri Timurtaş ve Hamid Aytaç’tır.<br />
Pek çoğu döneminin kuvvetli kalemşörlerinden olan<br />
müdavimler hatıralarında veya yazdıkları çeşitli yazılarda<br />
Darülkemâl’i anlatmaktadırlar. Kimi, bu kültür meclisine<br />
katıldığı ilk gecenin kendi ruh âleminde bıraktığı izleri<br />
anlatırken, kimi de hanenin ve aynı zamanda meclisin<br />
sahibi Mahmud Kemâl Bey ile meclise katılanlar arasında<br />
geçen hadiselere değinir.<br />
Dillere destan bu konak günümüze ulaşmadığı gibi ne<br />
yazık ki konağı, özellikle de içini, gösteren bir fotoğrafı<br />
yahut tasviri de bulunmamaktadır. Ancak konağa giden,<br />
meşhur meclislere katılanların yazdıklarından bir konak<br />
tasviri çıkarmak mümkün olabilir.<br />
Darülkemâl’in Tasviri<br />
Beyazıt’tan Mercan’a inerken Mühürdar Emin Paşa Sokağı,<br />
13 numarada bulunan ve Mahmud Kemâl Bey’e babadan<br />
kalma 3 katlı kâgir Mühürdar Emin Paşa Konağı’na az ışıklı<br />
ve bol rutubetli bir avludan geçilip, camekânlı bir kapıdan<br />
girilirdi. Her basamağı eski bir<br />
ses veren merdivenlerden yukarı,<br />
ikinci kata çıkıp tam ortasında<br />
uzunca bir masanın<br />
bulunduğu sofaya ulaşılırdı.<br />
Bu sofadan muhtelif odalara<br />
girilirdi. Birinci kapı Mahmud<br />
Kemâl Bey’in çalışma odasıydı.<br />
Bu odanın pencereleri bahçeye<br />
bakardı. İkinci kapı ise pencereleri<br />
sokağa bakan ve hiç<br />
bir zaman açılmayan misafir<br />
odasına açılırdı. Sağda yatak<br />
odası, mutfak ve banyoya açılan<br />
kapılar mevcuttu. Üst katta<br />
ise Mahmud Kemâl Bey’in kütüphanesi<br />
bulunuyordu. Buraya<br />
Kemâl Bey’den başka kimse<br />
giremezdi.<br />
İrfan Serpen Yuva<br />
“İstanbul’un kendini ilme vermiş insanları<br />
arasında Darülkemâl ismini almış olan bu<br />
ev, üstat Mahmud Kemâl İnal’ın, daha doğrusu<br />
İbnülemin Mahmud Kemâl’in, bütün<br />
müştaklarına feyiz ve irfan serpen yuvasıdır.<br />
Darülkemâl artık üstadın evi olmaktan çıkmış,<br />
ilmî tetkikler yapan zümrenin hazine-i<br />
kemâli olmuştur. Her ilim düşkünü oraya<br />
gider, üstadın elini öper, orada bilmediğini<br />
öğrenir, kafasını yeni baştan kemâlât ile<br />
doldurarak çıkar. Darülkemâl nev’i şahsına<br />
münhasır bir üniversite, İbnülemin Mahmud<br />
Kemâl de bu üniversitenin nev’i şahsına<br />
münhasır rektörüdür.”<br />
“Muhibbi kadirşinas Taha Toros’a” imzalı bu fotoğrafta İbnülemin İstanbul Üniversitesi'ndeki<br />
jübilesinde, 1953 (Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)<br />
Konağın en meşhur bölümü misafir odasıydı. Sofadan<br />
misafir odasına girildiğinde kapının hemen yanında bir<br />
koltuk, onun yanında kırmızı kadifeyle kaplanmış bir kanepe<br />
bulunurdu. Odaya girer girmez karşıda çini bir soba<br />
vardı. Sofa, çalışma odası ve misafir odasının duvarları boş<br />
yer kalmamacasına Osmanlı devrinin meşhur hattatlarının<br />
elinden çıkmış kimi tezhipli, kimi ebrulu levhalar ile<br />
kaplıydı. Sanat eseri hüviyeti taşıyan sehpaların üzerleri<br />
de her biri yine sanat eseri olan antika eşyalar ile doluydu.<br />
Mahmud Kemâl Bey, tarihî eşyalar, antikalar ve yazma<br />
kitaplarla dolu konağıyla, onu Topkapı Sarayı ile kıyaslayacak<br />
kadar övünürdü.<br />
Hasan Âli Yücel<br />
Mahmud Kemâl Bey, misafir<br />
odasına girildiğinde kapının<br />
yanında bulunan kadifeyle<br />
kaplanmış kanepede oturur ve<br />
gelen misafirleri ilmi hüviyetleri,<br />
yaşları, dostlukları ve vefa<br />
derecelerine göre karşılardı.<br />
Sevmediklerine pek aldırış<br />
etmezken, sevdiklerine, özellikle<br />
uzaktan gelen dostlarına<br />
özel alaka gösterirdi. Mahmud<br />
Kemâl Bey misafirlerini, ilmî<br />
seviyeleri veya dostluk derecelerine<br />
göre kendince belirlediği<br />
yerlere oturturdu. Mesela<br />
meclise yeni katılmaya başlayanlar<br />
soba ile duvar arasındaki<br />
sandalyelere otururlardı.<br />
83
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA<br />
Darülkemâl’in Kuralları<br />
Darülkemâl’e herkes katılamazdı.<br />
Katılanların da uyması<br />
gereken kurallar vardı. Bizzat<br />
Mahmud Kemâl Bey tarafından<br />
konulan ve yine onun<br />
tarafından takip edilen kurallar...<br />
Mahmud Kemâl Bey bu<br />
kurallara riayet etmeyenleri,<br />
mûsikî sırasında konuşanları,<br />
lâubali hareket edenleri dışarıdaki<br />
makam ve mevkiine<br />
bakmaksızın haşlarmış. Hatta<br />
bunu yapmaktan büyük<br />
keyif alırmış. Bir gün konağa<br />
ilk defa gelenlerden bir ilim<br />
adamı duvarlardaki nefis hat<br />
levhalarına dalınca “Efendi,<br />
sen buraya bizi dinlemek için<br />
mi geldin, yoksa bizim evin<br />
duvarlarında gezinmek için mi<br />
teşrif ettin.” diyerek azarlamış.<br />
İbnülemin Mahmud Kemal evinde kitap okurken, 1642<br />
(Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)<br />
Burada Her Şey Eskiydi<br />
“Bu odanın dört duvarından ikisinde Türk<br />
ve Acem hattatlarının el yazıları... Bu yazıların<br />
Türkçe olanları bile lâmelifleriyle bana<br />
o zaman Arapçadır hissini verir, iğrabında<br />
yanlış yapacağım diye korkumdan yüksek<br />
sesle okumazdım. Üçüncü duvarda çürük<br />
kaplı, ruhanî ciltli kitaplarla dolu kütüphane...<br />
İçinden I. Abdülhamid’in, III. Selim’in el<br />
yazılarını İbnülemin Mahmud Kemâl Bey’in<br />
çıkarıp misafirlerine uzaktan gösterdiği cilbentler...<br />
Dördüncü duvar hep pencere... Ve<br />
bu pencerelere asıldığı için perde sandığım<br />
sevaîler, Buhara işlemeleri... Bu odada dünya<br />
içkilerinden yalnız ikisi malumdu: Devetüyü<br />
renginde kulpsuz fincanlarda Yemen<br />
kahveleri... Bir de misafirler yudum yudum<br />
içmezlerse İbnülemin Mahmud Kemâl Beyin<br />
halâvetine yandığı turunç şerbetleri... Bu<br />
odada levhaların, kitapların üzerindeki tozlar<br />
bir veli türbesinin toprak zerreleri gibi<br />
mukaddesti. Hizmetçi bu mukaddes şeylere<br />
ancak ev sahibinin izniyle yalnız ayda bir<br />
defa el sürebilirdi.<br />
Burada her şey eskiydi. Okunan şiirler eski,<br />
oturulan sedirler eski, kelimeler eski, hattâ<br />
sesler bile eski.<br />
Bu odadan sokağa çıktığım zaman bir devrin<br />
cenaze namazından dönüyorum sanırdım.<br />
Fakat lâ-ekal iki asır eski olan bu odanın<br />
mâziliğine rağmen burada manevî bir<br />
aydınlık vardı. Buraya gelenler Fuzûli’nin bir<br />
imâlesinden başka tûl-i emel bilmezler, burada<br />
Naîmâ’nın bir nüktesiyle bütün mahrumiyetler<br />
unutulurdu. Ve bu oda mukaddes<br />
bir mahremiyetin rutubeti içinde yazın<br />
bile serindi. Ancak bu serinlik selvilerden<br />
inen gölgeler kadar loştu. Buradan çıkınca<br />
sokaklara, insanlara şaşırarak bakardım.<br />
Bu odada mühim ilim vakaları olurdu: Ali<br />
Emiri Efendi bir yazma kitapta bir sineğin<br />
bir damla münasebetsizliğini diliyle ıslatıp<br />
eliyle silerek ‘Revan sekarı’nın ‘Revan seferi’<br />
olduğunu bu odada keşfederdi. Ve 93 âyanından<br />
Bursalı Rıza Efendi’nin Şehname’yi<br />
ezber bildiğini Tarih-i Edebiyat müellifi Faik<br />
Reşat Bey gözlerini açarak bu odada söylerdi.<br />
Namık Kemâl’in temiz ve beyaz çoraba<br />
meraklı olduğunu da şâir Adanalı Hakkı<br />
Bey’den yine bu odada öğrenirdim. (...)”<br />
Mithat Cemal<br />
Mahmud Kemâl Bey’in ilginç<br />
bir huyu daha varmış. Konağa<br />
gelen konukları birbirleriyle<br />
tanıştırmazmış. Konağın<br />
misafir odasında icra edilen<br />
meclise katılanlar zaman içinde<br />
aşinalık kazanırlar ve bir<br />
gün konaktan çıktıktan sonra<br />
birbirlerine isimlerini sorarak<br />
öğrenirler, ancak bu şekilde<br />
tanışırlarmış.<br />
Konağın Başına Gelenler<br />
Bir konaktan ziyade esaslı bir<br />
mektep olan Mühürdar Emin<br />
Paşa Konağı, ne yazık ki günümüze<br />
ulaşamamıştır. Bugün<br />
yerinde, en üst katında İbnülemin<br />
Mahmud Kemâl İnal<br />
Vakfı’nın yer aldığı bir iş hanı<br />
bulunmaktadır. Konak daha<br />
önce de iki kez yanmış, bir kez<br />
İbnülemin, Taha Toros ile birlikte, 1954<br />
(Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)<br />
84
BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
de işgale uğramıştır. Konağı kullanılamaz hale getiren ilk<br />
yangın 1864 yılında yaşanmış ve içindekiler dâhil konaktan<br />
geriye hiçbir şey kalmamıştır. İkinci yangın ise 1911<br />
yılında çıkmış, Yakacık’taki yazlık evlerinde olan Emin Paşa<br />
ailesi yangından zarar görmese de konak ağır hasar almıştır.<br />
Dostlarının, konağı ve içindeki değerli eşyaları kurtarmak<br />
için yoğun çaba sarf etmesine rağmen fırsatı ganimete<br />
çeviren çapulcular yangından kurtulan yükte hafif<br />
pahada ağır ne kadar eşya varsa hepsini yağmalamışlardır.<br />
Mahmud Kemal evinde Cumhuriyet gazetesine demeç verirken<br />
Konak asıl darbeyi İstanbul’un işgal yıllarında Fransız ve<br />
İngiliz askerlerinden yemişti. İstanbul’u işgal etmekle yetinmeyen<br />
garbın askerleri Darülkemâl’i de işgal etmişlerdi.<br />
Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu bulunan dostları Said ve Abbas<br />
Hilmi Paşaları ziyaret eden Mühürdar Emin Paşa ailesi<br />
Fransızların dikkatini çekmiş, bir cuma sabahı kapıya dayanan<br />
işgalci askerler, 24 saat içinde konağı boşaltmalarını<br />
istemişti. Binlerce cilt kitap, oda dolusu mecmualar,<br />
gazeteler ve sanat eserleri devrin şartları içinde 24 saatte<br />
nasıl taşınabilirdi? Çaresizlik içinde başvurulan birkaç kapının<br />
ardından karar verilmiş; kitap ve levhalar güç bela<br />
bulunan arabalarla Evkaf Müzesi’ne, ev eşyalarının da<br />
taşınabilecek evsafta olanları Babıali civarında kiralanan<br />
eve taşınmıştı. Ancak bir buçuk sene sonra, Mekteb-i<br />
Sultani’de görevli Fransız hocaların aracılığıyla konak<br />
kurtarılabilmişti.<br />
Not: “Darülkemâl’in Tasviri” isimli bölüm devrin konak<br />
müdavimlerinin hatıralarında ve muhtelif yazılarında<br />
yazdıkları bilgilerden derlenerek yazılmıştır.<br />
Kaynaklar<br />
Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi: İbnülemin<br />
Mahmud Kemâl İnal Kemâlü’l-Kemâl, haz: Fatih M.<br />
Şeker-İsmail Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul 2009.<br />
Yusuf Ziya Ortaç, Bir Varmış Bir Yokmuş: Portreler,<br />
İstanbul 1963.<br />
Midhat Sertoğlu, İstanbul Sohbetleri, Bedir Yayınları,<br />
İstanbul 1992.<br />
Taha Toros, Mazi Cenneti I, İletişim Yayınları, İstanbul<br />
1998<br />
Beşir Ayvazoğlu, Üçüncü Tepede Hayat, Kubbealtı<br />
Yayınları, İstanbul 2012<br />
Şemsettin Şeker, Ders ile Sohbet Arasında, Zeytinburnu<br />
Belediyesi Yayınları, İstanbul 2013<br />
Dursun Gürlek, “Vefatının 50. Yıldönümünde İbnülemin<br />
Mahmud Kemal İnal”, Türk Edebiyatı<br />
Dergisi, s. 60-63 S. 403<br />
85
SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ:<br />
EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE<br />
MÛSİKÎ<br />
Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi<br />
“<br />
Birçok edebiyat mahfilinde mûsikî,<br />
mûsikî mahfilinde de edebiyat<br />
adeta etle tırnak olmuştur. Osmanlı<br />
döneminde sarayda, konaklarda,<br />
köşklerde, daha sonraları hususi<br />
hanelerde, hatta kıraathanelerde<br />
otellerde, kitapçılarda ortaya<br />
çıkan bu mahfillerde, edibler, hep<br />
mûsikîşinaslarla beraber olmuş,<br />
sanatlarını birlikte icra etmiş, birlikte<br />
yazmış, birlikte söylemişlerdir. Hatta<br />
sadece mûsikî değil diğer sanat<br />
dallarının da konuşulduğu, tartışıldığı<br />
mahfillerdir edebiyat mahfilleri. Bir<br />
yandan şiirler inşad edilirken diğer<br />
yandan bazı mahfillerde piyano<br />
eşliğinde, bazılarında sadece Türk<br />
mûsikîsi sazları ile icralar yapılırdı.<br />
Kısacası mahfillerdeki iki temel unsur,<br />
söz ve mûsikîdir.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />
18. yüzyıl ortalarında Osmanlı müzisyenleri<br />
“Mûsikî, millî şuurun en aşikâr sırlarından<br />
biri sayılmalıdır.”<br />
Abdülhak Şinasi Hisar<br />
Ses ve mûsikî insanlık kadar kadîmdir.<br />
Mûsikînin kökenini aramak adeta<br />
konuşmanın başlangıcını aramak<br />
gibidir. Yaratılan insan, duygularını<br />
ifade etmek için evvela sesi, mûsikîyi<br />
kullanmıştır. İnsanın çocukluğuna<br />
bakıldığında mûsikînin konuşmadan<br />
önce geldiği açıkça görülür. Çocuklar<br />
henüz ağızlarından tek bir harf çıkaramadıkları<br />
hâlde türlü türlü seslerle<br />
isteklerini anlatabilirler. Yine insan,<br />
çocukluğunda henüz kendisine hitap<br />
edilen kelimelerden hiçbirisini anlamazken<br />
seslerin perdeleri ile bunların<br />
sırası ve terkiplerinden birtakım<br />
manalar sezebilmektedir. Anneler,<br />
çocukları ile iletişim kurmak için,<br />
özel kelimeleri farklı ses tonlarıyla<br />
çıkarırlar. Hele ninnilerin vahşilere<br />
kadar yaygınlaşmasının sebebi, annelik<br />
şefkat hissinin tercümesi olan<br />
bu nağmelerden mutlaka çocukların<br />
bir şey anlamaları ve anladıkları şeyle<br />
kalplerine huzur gelmesidir. 1<br />
Asırlar geçtikçe söz ve ses gelişip, güzel<br />
sanatların önemli iki dalı olmuş ve<br />
aynı yolda birbirlerine refakat etmişlerdir:<br />
Şiir ve mûsikî. Üstad Banarlı,<br />
“Rakseden dil” derken şiiri kastediyor<br />
ve şiirin, mûsikîden ayrı olamayacağını<br />
söylüyordu. Ona göre dünyanın<br />
neresinde büyük bir şair yetişmişse<br />
mutlaka şiirine mûsikî katmıştır ve bu<br />
anlayışa göre şiir, kelimelerle yapılan<br />
mûsikîdir. 2 Evet, birçok şair, edib mûsikî<br />
ile birçok mûsikîşinas da şiirle,<br />
edebiyatla ilgilenmiş, bazıları her iki<br />
sahada da eşit seviyede malumat sahibi<br />
olup eserler vermişlerdir. Bunun<br />
sebebi bu iki sanatın yukarıda andığımız<br />
ünsiyetidir.<br />
Mahfillerdeki iki<br />
temel unsur söz ve<br />
mûsikîdir. Mûsikînin<br />
icra edilmediği ya<br />
da konuşulmadığı<br />
edebiyat mahfili yok<br />
gibidir.<br />
Şiir mûsikîyle var olan bir sanattır.<br />
Hem manzumelerin kendilerinde<br />
mündemiç olan mûsikîleri, hem<br />
manzumelerin sesli eserlere dönüşmüş<br />
besteli hallerini kastediyoruz. 3<br />
İslamî edebiyatın ve mûsikînin tarihine<br />
göz atıldığında bu birlikteliğin<br />
çok sayıda örneğini görürüz. Divan<br />
şairlerinden, 4 halk şairlerine kadar<br />
birçok şair ve edib mûsikî ile ilgili de<br />
eserler vermişlerdir. Osmanlı şiirinde<br />
Sûrnâmeler, Sâkînâmeler, Nasihatnâmelerde<br />
ve dahi diğer divanlarda<br />
mûsikî ile ilgili birçok mazmuna yer<br />
verilir. 5 İnsana önce “sesi dinle” diyen<br />
Mevlânâ’nın, Mesnevi’nin ilk on sekiz<br />
beytini ney sazı üstüne kurması tesadüfi<br />
değildir. Yine Sultan Veled’in<br />
Rebabnâme’sinde, Ahmed-i Dâ‘i’nin<br />
Çengnâme’sinde mûsikî terimleri ve<br />
sazları, manzumeler içinde işlenmiş<br />
ve tasavvufi edebiyat çerçevesinde<br />
yorumlanagelmiştir. 6 Mûsikî, İbnülemin’in<br />
ifadesiyle “lisan-ı aşktır”. 7 Şiir<br />
de öyle değil midir?<br />
Bu kısacık bilgiler bize şiirin ve dahi<br />
edebiyatın mûsikî ile münasebetini<br />
göstermek için kâfidir. Edebiyat ve<br />
mûsikî bu denli iç içe olunca, edebiyatın<br />
ve mûsikînin birlikte konuşulduğu,<br />
birlikte icra edildiği mahfiller,<br />
kültür ve medeniyet tarihimizin en<br />
nadide üretim ve terakki merkezleri<br />
olarak göz önünde durmaktadır.<br />
88
SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Osmanlı döneminde sarayda, konaklarda,<br />
köşklerde, daha sonraları<br />
hususi hanelerde, hatta kıraathanelerde,<br />
otellerde, kitapçılarda ortaya<br />
çıkan bu mahfillerde, edibler, hep<br />
mûsikîşinaslarla beraber olmuş, sanatlarını<br />
birlikte icra etmiş; birlikte<br />
yazmış, birlikte söylemişlerdir. Hulasa<br />
kanaatimce edebiyat mahfillerini<br />
mûsikî mahfilleri gibi düşünmek ve<br />
öyle kabul etmek daha doğru olacaktır.<br />
Çünkü örneklerine baktığımız<br />
zaman mûsikînin icra edilmediği ya<br />
da en azından konuşulmadığı, tartışılmadığı<br />
bir edebi mahfil yok gibidir.<br />
Hatta sadece mûsikî değil diğer<br />
sanat dallarının da konuşulduğu, tartışıldığı<br />
mahfillerdir edebiyat mahfilleri.<br />
Bir yandan şiirler inşad edilirken<br />
diğer yandan bazı mahfillerde piyano<br />
eşliğinde, bazılarında sadece<br />
Türk mûsikîsi sazları ile icralar yapılırdı.<br />
Kısacası mahfillerdeki iki temel<br />
unsur, söz ve mûsikîdir. Mahfillerin<br />
karakterini dikkate aldığımızda, yani<br />
bu mahfiller, meyhaneler, gazinolar,<br />
kahvehaneler, lokantalar, pastaneler<br />
olunca söylenebilir ki mûsikî sözün<br />
de önündedir. Bu defa bu meclislerin<br />
ana unsurunun mûsikî olduğu düşünülebilir.<br />
Recaizade Mahmut Ekrem’in bir portresi<br />
Edebiyat mahfilleri hakkında birçok<br />
yazı bulunmakla beraber son yıllarda<br />
yapılan iki çalışma çok önemlidir:<br />
Şemsettin Şeker’in Ders ile Sohbet<br />
Arasında 8 adlı kitabı ile Turgay<br />
Anar’ın Mekândan Taşan Edebiyat’ı. 9<br />
Bu iki çalışma Osmanlı son dönemini<br />
ve Cumhuriyet dönemi ilim,<br />
sanat ve edebiyat meclislerini derli<br />
toplu sunması bakımından kıymetli<br />
eserlerdir. Bunlara şöyle bir göz attığımız<br />
zaman ilim, kültür ve sanatın<br />
nerelerde temerküz ettiğini, hangi<br />
mekânlarda neşv ü nema bulduğunu<br />
görüyoruz. Şemsettin Şeker, konuya<br />
sadece edebiyat penceresinden bakmamış,<br />
ilim, kültür ve sanatın hayat<br />
bulduğu mekânları ele almıştır. Saray<br />
ve çevresinden başlayarak, camii,<br />
tekke, kütüphane ve meyhaneler gibi<br />
farklı dinî ve ictimaî muhitlerden, vezir,<br />
âlim ve şair konaklarına varıncaya<br />
kadar örnekler vermiştir. Turgay Anar<br />
ise, Tanzimat’tan günümüze kadar<br />
ortaya çıkan edebiyat mahfillerini<br />
kronolojik olarak dokuz başlık altında<br />
toplamıştır. Konaklar, köşkler, yalılar,<br />
evler, kıraathaneler, pastaneler,<br />
kitabevleri, matbaa ve edebiyat dergileri<br />
çevresindeki birliktelikler vb.<br />
Yazımızın devamında edebiyat mahfilleri<br />
ve bu mahfillerin müdavimlerinden<br />
örnekler verirken bu eserlerden<br />
ve İbnülemin’in Hoş Sada’sından<br />
yararlanacağız.<br />
Edebiyatçı ve mûsikîşinası yakınlaştıran<br />
husus, iki sanatın birbirine ünsiyetidir,<br />
dedik. Bu sebeple mahfillere<br />
katılan edebiyatçı ve mûsikîşinaslar<br />
birbirlerini beslemişlerdir. Edebi eserler<br />
okunup mahfile katılanların zevkine<br />
sunulduğu gibi bazı mûsikî eserleri<br />
de mahfillerde ortaya çıkar, hemen<br />
oracıkta ediblerin zevk-i seliminin<br />
Ahmet Mithat Efendi’nin meşhur yalısı<br />
89
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />
muvafakatını alırlardı. Yapılan tenkidlerle<br />
oracıkta tashihler yapılır, besteler<br />
geliştirilirdi. Bazen mahfil müdavimleri<br />
bir hususta yazı yazarlar,<br />
o yazıyı birbirlerine okurlardı. Yeni<br />
şairler eskilerle tanışmak, onlardan<br />
hem feyz almak hem tensib görmek<br />
isterlerdi. Kuvvetle muhtemel,<br />
mûsikîşinaslar bestelerinde kullanacakları<br />
bazı güfteleri bu mekânlarda<br />
tespit ederler, bazı şairler de mûsikîşinasların<br />
kolayca besteleyecekleri<br />
şiirleri oralarda te’lif ederlerdi.<br />
Ahmet Rasim, Şevki Bey ile; Dikran<br />
Çuhacıyan, Ahmet Mithat ile; Yahya<br />
Kemal, Münir Nurettin ile; Ekrem<br />
Hakkı Ayverdi, Neyzen Niyazi Sayın<br />
ile birlikteyken birbirlerinden ne ölçüde<br />
feyz aldıkları izahtan vârestedir.<br />
Hatta bu mahfillerdeki anlayışların<br />
tesiri edebiyatçıların ya da mûsikîşinasların<br />
eserlerinde bile kendini gösterecektir.<br />
10<br />
Bazı mahfil müdavimleri arasında<br />
mûsikîşinasların çok olması sebebiyle,<br />
edebiyat kadar mûsikînin de<br />
konuşulduğu ve icra edildiği muhakkak.<br />
Mesela, İbnülemin Mahmut<br />
Kemal Bey’in konağı, yine Recaizade<br />
Mahmut Ekrem’in, Şair Nigâr’ın,<br />
İhsan Raif Hanım’ın evleri, Ahmet<br />
Midhat Efendi’nin yalısı sadece birkaç<br />
örnektir.<br />
Bazı mahfillere yakından bakalım ve<br />
oralardaki mûsikîyi görmeye çalışalım.<br />
Ahmet Mithat Efendi’nin özel<br />
desteğini gören, 11 iltifatına mazhar<br />
olan Recaizade’nin edebiyat mahfilini<br />
ele alalım.<br />
Recaizade’nin evindeki edebiyat<br />
mahfilinde edebiyat kadar mûsikî<br />
de yer almaktaydı. Hatta resim de.<br />
O dönem bazı hanelerde olduğu<br />
gibi bazı mahfillerde de Batılılaşmanın<br />
etkisiyle Batı ve Türk mûsikîsinin<br />
birlikte icra edildiğini görüyoruz.<br />
Turgay Anar’ın Ercüment Ekrem Talu’dan<br />
naklettiğine göre Recaizade’nin<br />
evi her iki mûsikînin de icra<br />
edildiği bir mekândır. Recaizade’nin<br />
kendisi de piyano çalar, resim yapardı.<br />
Bazı parçaları gelen misafirlere piyanoda<br />
çaldığı da resimleri üzerinde<br />
bazı konuklarla tartıştığı da vakidir. 12<br />
Bu mahfilin müdavimlerine baktığımızda<br />
kimleri görüyoruz? Piyanist<br />
Devlet Efendi, Kemanî Tatyos, Udî<br />
Afet, Hacı Arif Bey, Şevki Bey ve<br />
daha niceleri. Bu kadar mûsikîşinasın<br />
iştirak ettiği meclisten, nasıl hoş<br />
bir sada yükselir ve İstanbul kültür<br />
muhitinde yankılanır, düşünmek<br />
gerek. İşte İstanbul’da bu mekânlarda,<br />
edebiyatımız ve<br />
mûsikîmiz inceliklerini<br />
kazanarak hususi bir şekil<br />
almıştır. Abdülhak Şinasi<br />
Hisar’ın dediği gibi,<br />
Şark’ın en Garplı öğrencisi<br />
olan İstanbul’dur ve<br />
bu şehir Şark mûsikîsini<br />
sazla birçok inceliklerine<br />
vardırmış ve onu kendi<br />
edasının hususiyetleriyle<br />
bezemiştir. 13 İşte bu<br />
mûsikî Ziya Gökalp’in<br />
tanımladığı Bizans’tan<br />
alınan, Arap ve İran tarzı<br />
ile karıştırılmış hastalıklı<br />
bir Şark mûsikîsi değil,<br />
İstanbul ve Anadolu hâkim<br />
kültür havzasının ve<br />
aydınlarının kendilerine<br />
ait hususiyet ile bezedikleri,<br />
bu topraklara ait<br />
olan mûsikî idi ve bu mahfillerde hayat<br />
bulup terakki ediyordu.<br />
Batılılaşmanın etkisiyle kültürün değişmesi,<br />
sanatın dönüşmesi sebebiyle<br />
mahfillerde tabii olarak en çok<br />
konuşulan tartışılan meselelerden<br />
birisi de, mûsikîde yenilik hareketleri,<br />
Doğu-Batı, eski-yeni mukayesesi idi<br />
şüphesiz. Alaturka alafranga, daha<br />
Şair Nigar Hanım Osmanbey'deki konağında<br />
90<br />
Şair Nigar Hanım'ın Osmanbey'deki konağı.<br />
(Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)
SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
genel başlıkla “millî mûsikî” mevzuu<br />
idi. Ünlü lisancı Necip Asım ile Ahmet<br />
Mithat Efendi’den başlayarak Peyami<br />
Safa’ya, Hakkı Süha Gezgin’e, İsmail<br />
Hakkı Baltacıoğlu’na 14 kadar birçok<br />
aydın ve mûsikî yazarı bu mevzuda<br />
hararetli tartışmalar yapmış ve dönemin<br />
matbuatı bu hususta kaleme<br />
alınan yazılarla doldurulmuştur. Pek<br />
tabii ki tartışmaların en hararetle yapıldığı<br />
yerler bu mahfillerdi. Buralar,<br />
mûsikî tekniği yanında, tarihi mevzuların,<br />
mûsikî beğenisi bağlamında<br />
mûsikî sosyolojisinin de yapıldığı<br />
yerlerdi. Hacı Ârif Bey’in yeni tarzı,<br />
Şevki Bey’in halka dönük eserleri,<br />
Dede’nin yenilik hareketleri içinde<br />
mûsikîsini nasıl muhafaza ettiği ya<br />
da edemediği, Osmanlı’dan miras<br />
alınan mûsikînin nasıl geliştirileceği,<br />
Batılılaşma cereyanıyla Osmanlı’dan<br />
tevarüs edilen klasik mûsikînin gözden<br />
düşmesine karşı neler yapılması<br />
gerektiğine dair tartışmaların bu<br />
mahfillerde yapıldığını tahmin ediyoruz.<br />
Çünkü o dönem, matbuatta,<br />
kitaplarda yer alan mevzuların o<br />
mahfillerde konuşulduğu bir hakikat.<br />
Alaturka alfranga demişken, hatırlatalım<br />
ki bazı mahfillerde piyanoyla<br />
misafirlere mûsikî icra edildiğini<br />
görüyoruz. Bu durum, son dönem<br />
Osmanlı toplumundaki mûsikî anlayışının<br />
geçirdiği değişim sürecini<br />
göstermektedir. O dönemde piyanonun<br />
birçok hanede olmazsa olmaz<br />
bir saz olarak bulunması, en azından<br />
bir kesimin meylinin Batı müziğine<br />
doğru evrildiğinin işaretidir. Bu zaviyeden<br />
Şair Nigâr’ın evindeki mahfile<br />
bir göz atalım.<br />
Şair Nigâr’ın evinde de piyano vardır<br />
ve bizzat kendisi piyano çalarak<br />
mahfile iştirak edenlere dinletmektedir.<br />
Evet Şair Nigâr’ın edebiyat mahfiline<br />
iştirak edenlere baktığımızda,<br />
Ahmet Mithat Efendi, Piyanist Furlani,<br />
Piyanist Hegye, Kemani Tatyos,<br />
Bimen Şen, Selim Sırrı, Leyla Hanım<br />
(Saz), Carmen Sylvia gibi isimleri<br />
görüyoruz. Kemani Tatyos ile Bimen<br />
Şen’i, Leyla Saz ile Piyanist Hegye’yi<br />
bir araya getiren Osmanlı son dönem<br />
fikir dünyası, her iki mûsikînin<br />
de bir arada bulunmasını ve icrasını<br />
beraberinde getirmekteydi. Pek tabii<br />
ki mûsikiyle ilgili elliye yakın yazıyı<br />
kaleme alan Mithat Efendi’nin iştirak<br />
ettiği bir toplantıda Osmanlı mûsikîsinin<br />
geleceği tüm sıcaklığıyla tartışılırdı.<br />
Bu mahfillerde<br />
pişirilip kotarılan fikirler<br />
gazetede sofraya konurdu.<br />
Bu yönüne bakıldığında<br />
mahfillerin<br />
eğitici, geliştirici yanı<br />
inkâr edilemez.<br />
Sözü, bu kültür ve sanat<br />
atmosferinin vazgeçilmez<br />
ismine, yukarıda<br />
adını andığım Ahmet<br />
Mithat’a ve onun yalısına<br />
getirmek isterim.<br />
Kalemi, fikir tarlasında<br />
inkıtasız nadaslar yapan<br />
bir sabana benzetilen,<br />
Türkiye’nin kalem<br />
şampiyonu 15 Ahmet Mithat yaşadığı<br />
dönemde birçok yazarla tartışan, birçok<br />
mevzuda kitaplar yazan bir isimdir.<br />
Tercüman-ı Hakikat’te çok sayıda<br />
yazıyı kaleme alacak ve mûsikîye ilişkin<br />
yazdıklarının merkezine Osmanlı<br />
mûsikîsinin muhafazası ve terakkisini<br />
Leon Hancıyan<br />
Kemani Tatyos Efendi'nin karakalem portresi<br />
koyacaktır. 16 Ahmet Mithat, edebiyat<br />
mahfillerinden bazılarının da müdavimidir.<br />
Mithat Efendi’nin Beykoz’daki<br />
yalısı, edebiyat ve mûsikînin de<br />
merkezlerinden biri idi. Beykoz’daki<br />
yalısında özellikle hem<br />
edebiyatçılarla konuşur<br />
tartışır hem de mûsikî<br />
fasılları tertip ederdi. 17<br />
Oğlu Kâmil Yazgıç’ın<br />
ifadesiyle, babasının<br />
değişik sanat dallarına<br />
merakı vardı, Beykoz’daki<br />
yalısında müziğe<br />
olan düşkünlüğü<br />
nedeniyle orgdan saksafona,<br />
piyanodan uda<br />
çeşitli mûsikî aletleri<br />
bulundurur, çocukları<br />
ve torunlarını mûsikî ile<br />
iç içe yetiştirirdi. 18 Bu yalının<br />
mûsikî hocası meşhur<br />
mûsikîşinas Leon Hancıyan’dır.<br />
Halil Ethem (Eldem)’in verdiği bilgilere<br />
göre haftada bir-iki defa mükemmel<br />
saz çalınır ve kendi de beraber<br />
okurdu. Eldem, Ahmet Mithat’ın<br />
kendi bestelediği şarkılar ve gazeller<br />
olduğunu da ifade eder 19 ancak<br />
Şerif Muhittin Targan ud çalarken<br />
91
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />
notası günümüze ulaşmış bir bestesini<br />
bilmiyoruz.<br />
Beykoz’daki yalısında mûsikî meclisleri<br />
yanında 31 Mart Vakası’na kadar<br />
devam eden “millî temaşa akademisi”nde<br />
kabiliyetli gençlere tiyatro<br />
dersleri verilmiş, piyesler sahnelenmiştir.<br />
Baltacıoğlu, Namık Kemal’in<br />
Vatan Yahut Silistre’si ile Ahmet<br />
Midhat’ın kendi eseri Deli Kim isimli<br />
oyunların isimlerini verir. Bu tiyatroları<br />
dönemin birçok meşhur ismi izlemiştir.<br />
20<br />
Mahfillerde hem azınlık bestecilerin<br />
hem yabancı mûsikî insanlarının<br />
olması da, aralarında yapılan sohbetlerin<br />
ne kadar farklı mecralarda<br />
olduğu konusunda fikir verir. Bazen<br />
bu mahfiller bizzat bir mûsikîşinasın<br />
evi olmuştur. Peygamber torunu olan<br />
ud virtüözü Şerif Muhittin Targan’ın<br />
Çamlıca’daki köşkleri böyle bir mahfildir.<br />
Bizzat Mehmet Âkif’in de iştirak<br />
ettiği bu sohbet meclisinde mûsikî<br />
ağırlıktadır. Âkif, Şerif Muhittin’in<br />
evinde çok sayıda yerli ve yabancı<br />
mûsikîşinası dinler hatta aralarında<br />
mukayese yapar. Targan’ın sanatına<br />
hayran kalır. Targan, Amerika’ya<br />
gittiğinde bu ayrılık ona güç gelir.<br />
“Şark’ın En Büyük Dahisine” başlıklı<br />
şiirini Targan’ın Amerika’ya gidişi üstüne<br />
yazmıştır. Yine Safahat’ın “Gölgeler”<br />
kitabını Targan’a ithaf etmiştir.<br />
İstanbul’da bu ve benzeri birçok<br />
hanede edebiyat ve mûsikî meclisi<br />
olduğu şüphesizdir. Adı duyulmayan<br />
belki niceleri var.<br />
Yahya Kemal, sevdiği kahvelerden birinde<br />
Tevfik Fikret’in evindeki edebiyat<br />
mahfiline baktığımızda, oraya katılanlardan<br />
bir isim dikkat çekiyor:<br />
Nuri Şeyda Bey. Tevfik Fikret ile şarkı<br />
terennüm ettiklerine göre kuvvetle<br />
muhtemel ki bu zat İkdam’da<br />
mûsikîşinas biyografileri yazan Nuri<br />
Şeyda’dır. Bu hizmeti için Ahmet<br />
Midhat Efendi ona teşekkür etmiş<br />
ve bir yazı kaleme almıştır. 21 Ancak<br />
“Kafile-i Mûsikî-i İnsânân-ı Osmaniye”<br />
başlıklı bu yazıların kaynaksız<br />
olduğu, çok fazla hurafe içerdiği iddiasıyla<br />
devrin önemli mûsikî insanı<br />
Rauf Yekta tarafından eleştirilmiştir.<br />
Tartışmaya Midhat Efendi de katılmış<br />
ve Şeyda’nın yazdıklarının hurafe olmadığını,<br />
bunlara menkıbe denmesi,<br />
hurafe olsa bile bu rivayetlerin korunması<br />
gerektiğini anlatmış ve Rauf<br />
Yekta’dan mûsikîşinas biyografilerini<br />
yazmasını talep etmiştir. Daha sonra<br />
Rauf Yekta, mûsikîşinas biyografileri<br />
yazacaktır. Hulasa, Nuri Şeyda gibi<br />
bir mûsikî yazarı ve gazete sayfalarında<br />
yer alan bu tartışmaları yapan<br />
sair insanlar, belli ki bu mahfillerde<br />
fikirlerini zikre döküp, konuşup tartışıp<br />
sunuma hazır hale getiriyorlardı.<br />
Bu mahfiller mûsikîşinasların da<br />
mutfağı idi denebilir.<br />
Mahfillerde icra<br />
edilecek mûsikî<br />
türünü mahfil<br />
sahibinin anlayışı ve<br />
katılımcıların durumu<br />
belirlerdi.<br />
Özellikle bazı münevverlerin konaklarındaki<br />
mahfillerde mûsikînin<br />
hususi bir yeri vardır, dedik. Midhat<br />
Efendi’nin yalısı gibi mûsikî için müstakil<br />
bir-iki gün ayrılan başka mekân<br />
İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın<br />
konağıdır. Mûsikîşinaslar kadar mûsikî<br />
bilgisine sahip aynı zamanda bu<br />
sahanın velûd bir yazarı olan İbnülemin’in<br />
konağını bir mûsikî mektebi<br />
kabul etmek gerek. Bu sahada Hoş<br />
Sada, Son Asır Türk Mûsikîşinasları<br />
adlı muhteşem bir eseri de kaleme<br />
almış olan İbnülemin, mûsikî ile<br />
hemhal bir münevverdir. Tercüman-ı<br />
Hakikat’te de mûsikî üstüne bazı teorik<br />
yazılar yazmış ve bunları bir küçük<br />
kitapçıkta Mûsikî başlığı altında<br />
bir araya getirmiştir. Konağına devrin<br />
tanınmış birçok devlet, sanat ve<br />
mûsikî erbabı devam etmiştir. Yakın<br />
zamanda vefat etmiş, bazıları hâlâ<br />
hayatta olan birçok ünlü mûsikîşinas<br />
İbnülemin’in Darü’l-Kemal’inden 22 feyz<br />
almışlardır.<br />
Kimler yok ki? Sadi Irmak, Nevzat Atlığ,<br />
Alaattin Yavaşça, Kâni Karaca gibi<br />
mûsikî icracıları, Ekrem Karadeniz<br />
gibi iddialı bir kitap yazarı, mûsikî teorisyeni;<br />
çeşitli mecmualarda mûsikî<br />
yazıları kaleme alan edebiyatçı Hakkı<br />
Süha Gezgin 23 ve daha niceleri. Gelen<br />
hanende ve sazendeler, eski besteler,<br />
nakışlar, kârlar, semailer şarkılar<br />
çalar okurlardı. Salı akşamları tertip<br />
edilen bu mûsikîli toplantılar akşam<br />
namazından önce gelenlere yemek<br />
ikramıyla başlar ardından akşam namazı<br />
eda edilir, sonrasında başlayan<br />
92
SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
sohbet yatsıya kadar sürerdi. Yatsı<br />
namazı da eda edildikten sonra mûsikî<br />
bölümü başlar. Hitamına doğru<br />
ise na‘tler, ilahiler okunur ve mutlaka<br />
bir aşr-ı şerifle bitirilirdi. 24 Görülüyor<br />
ki bazı mahfillerde mûsikî meşklerinde<br />
daha eski ve nitelikli eserler okunurmuş.<br />
Mahfil sahibinin anlayışına ve katılanların<br />
durumuna göre icra edilen<br />
mûsikî türlerinde farklılıklar oluyor.<br />
Tamamen geleneğe bağlı kalınarak<br />
klasik mûsikî fasılları icra edilen<br />
mekânlar -Midhat Efendi, İbnülemin,<br />
İsmail Hami Danişment’in mahfilleri-<br />
olduğu gibi özellikle Batı müziği<br />
eğitimi almış müdavimleri sebebiyle<br />
piyano ile icra edilebilecek eserlerin<br />
seçildiği yerler de vardı. Bazı konaklarda<br />
da türküler söylendiği görülüyor.<br />
Bu mesele, o dönem için çok<br />
önemli bir ayrıntıyı veriyor bize. Sabahattin<br />
Eyüboğlu’nun evine bakalım<br />
kimler gidiyor? Hasan Âli Yücel,<br />
Adnan Saygun, Pertev Naili Boratav,<br />
Melih Cevdet Anday, Fakir Baykurt,<br />
Ruhi Su… Halkbilimi uzmanları, halk<br />
mûsikîsi üstadlarının da katıldığı<br />
meclislerde türkülerin de söylendiği<br />
vakidir. 25<br />
Yine Ekrem Hakkı Ayverdi’nin evindeki<br />
mahfile; Halil Can, Neyzen Niyazi<br />
Sayın, Ulvi Erguner, Hafız Kemal<br />
Batanay, Sadettin Heper, Münir Nurettin,<br />
Uğur Derman gibi dinî mûsikînin<br />
mümtaz isimleri katılıyor. Bu<br />
misafirlerin olduğu bir mahfil tabii ki<br />
saz, söz, sohbet muhabbet ve Mesnevî<br />
ile dolu olacaktır. Ayverdi’nin<br />
evinde önce Mesnevi şerhinden bir<br />
bölüm okunur, ardından Halil Can<br />
bazen Hulusi Bey ya da Ahmet Bîcan<br />
ayağa kalkıp el bağlayarak Itrî’nin<br />
na‘tinden iki veya üç bölüm okur<br />
sonra da ney faslı başlar. Kur’an tilavetinin<br />
ardından çay ve pasta ikramına<br />
geçilir. Sonra edebiyat sohbetleri<br />
ve arkasından ilahi ve şarkılar okunur.<br />
“Herkes mest, medhûş, ve pür cûş u<br />
hurûş…” <strong>26</strong> Mesnevî’nin, neyin, dinî<br />
mûsikînin ağırlıkta olduğu bir mahfildir<br />
Ekrem Hakkı Ayverdi’nin evi.<br />
Bambaşka bir mahfil, Abdullah Cevdet’in<br />
İctihat dergisinin idarehanesidir.<br />
Daha ziyade devrin edebi ve<br />
siyasi olayları konuşulsa da M. Doubresse’in<br />
Musicotherapie kitabını Mûsikî<br />
ile Tedavi başlığı ile tercüme edip<br />
yayımlayan (Kahire 1908) Abdullah<br />
Cevdet’in dostlarıyla bu mevzuları<br />
konuşmaması imkânsız.<br />
Münir Nurettin piyanosunun başında<br />
Belki adı hiç duyulmamış nice hanelerde,<br />
şöhret olmamış nice konaklarda<br />
mûsikî meşklerinin yapıldığı<br />
muhakkak. Abdülhak Şinasi Hisar’ın<br />
tahassürle andığı o zaman, İstanbul<br />
semalarında sazın ve sesin eksik olmadığı<br />
yıllar. Üstelik kendi zamanında,<br />
azaldığını teessüfle söylediği<br />
mûsikînin, Boğaziçi Mehtapları’nda,<br />
hissiyatımıza ne kadar dokunduğu<br />
ortada. “Sükut mabetleri gibi sazları<br />
ve sözleri susmuş olmakla beraber<br />
yine yerli yerinde nice yalılar<br />
ve köşkler”den bahseder. 27 “O zamanlarda<br />
İstanbul’da köşklerde ve<br />
Boğaziçi yalılarında olduğu gibi en<br />
küçük evlerde de -vücudun dokunulur<br />
dokunulmaz ürperen en hisli<br />
damarları gibi- mutlaka bir saz aleti<br />
bulunur ve mutlaka bunlara dokunarak<br />
söyletmesini bilen biri de bulunurdu.<br />
İstanbul’un tabii hayatında<br />
bu yalılardan ve bu evlerden arada<br />
sırada mutlaka bir saz sesi gelirdi. Ya<br />
bir tanbur çalınır, ya bir ney inler, ya<br />
bir kanun tıngırdar, ya bir ud mırıldanır,<br />
ya bir def usûl tutar, bir şarkı<br />
söylenir ya bir keman meşk eder, bir<br />
başka keman cevap verir, uzun uzun<br />
söylerdi. İnik kafesli pencereler arkasından<br />
duyulan bu sesler o zamanki<br />
hayat zevklerinin iç bayıltıcı bir içkisi<br />
gibi gönlümüzü yakarak ta derinliklerimize<br />
kadar nüfuz etmesini nasıl<br />
bilirdi! Kendimi dinlesem vaktiyle<br />
önlerinden geçmiş olduğum yabancı<br />
evlerden içimde kalmış böyle bir sesler<br />
duyarım ki bende o uzak zamanları<br />
yeşerten tohumlar gibidir.” der<br />
Hisar ve günümüz insanının nasibine<br />
de Abdülhak Şinasi Hisar’ın tahassürünün<br />
bin katı düşer.<br />
Söz Hisar’da iken onun birkaç önemli<br />
cümlesini anarak mevzuu bağlamak<br />
istiyorum. Merkezine tamamen mûsikîyi<br />
koyduğu, “Sükut Faslı”nı okurken<br />
bile bin bir ezgiyi kulağınızda<br />
hissettiren Boğaziçi Mehtapları’nda,<br />
edebiyatı “bir milletin hafızası, fikrinin<br />
ve hayatının hatıraları” 28 olarak<br />
tavsif ederken, başka bir yerde<br />
93
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN<br />
Ulvi Erguner<br />
94<br />
mûsikîyi, “millî şuurun en aşikâr sırlarından<br />
biri” olarak değerlendirir.<br />
Mûsikî ve edebiyatın evvelemirde<br />
yakınlıklarını vurgulayarak yazıya<br />
girdim, bitirirken de bu iki sanatın,<br />
milletlerin kültür ve medeniyetlerinin<br />
devamında nasıl bir hizmet gördüklerini<br />
Hisar’a atıf yaparak vurgulamış<br />
olalım.<br />
Bugün kaybettiğimiz nedir? Sokaklarından<br />
geçerken baştanbaşa<br />
mûsikî dinlenen bu şehrin sadasını<br />
duyamayışımız bu seslerin kaybolmasından<br />
mı yoksa bu seslerin bastırılmasından<br />
mıdır? Saadettin Ökten<br />
Hoca’ya göre mûsikî ve şiir insanların,<br />
şehirlerin hazzını yakalayabilmeleri<br />
için ihtiyaç duydukları iki sanattır.<br />
Ancak bu iki güzellikle beslenen insan<br />
şehrin çağrısını duyabilir ve büyük<br />
cedlerin manevi iklimine kabul<br />
olunabilir. 29 Kayboluş alabildiğine<br />
artarken yok ediciler alabildiğine azgınlaşmakta<br />
ise medeniyet mensuplarının<br />
mazilerini korumaları ve ihya<br />
etmeleri, yok oluşlarına mani olacak<br />
hayati öneme sahiptir.<br />
Dipnotlar<br />
1 Mûsikînin ilk mebdei, milel-i kadimenin<br />
mûsikî hakkında mütalaaları, mûsikînin<br />
talakatle münasebeti gibi birçok konu<br />
için, ülkemizde mûsikî tarihi üstüne yazılar<br />
kaleme alan ilk isimlerden Ahmet<br />
Mithat Efendi’nin “Târîh-i Mûsikî”(Müntehabât-ı<br />
Tercümân-ı Hakîkat, Kırkanbar<br />
Matbaası, İstanbul, 1302, I, 658-692)<br />
başlıklı yazısına bakılabilir.<br />
2 Türkçe’nin Sırları, Kubbealtı, İstanbul 2007,<br />
s. 93. Bilindiği gibi Banarlı kelimelerle nasıl<br />
resim yapıldığını da Akif, Yahya Kemal<br />
Neyzen Halil Can<br />
Hafız Kemal Batanay<br />
ve Ahmet Haşim’i örnek vererek anlatır.<br />
3 Mehmet Kaplan hocamıza ait örnek bir<br />
çalışmayı hatırlatmak isterim: “Cenab<br />
Şahabeddin’in Şiirlerinde Ses ve Musiki”,<br />
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. 7 sayı<br />
1-2’den ayrı basım, İstanbul 1956, s. 45-<br />
60.<br />
4 Avni Erdemir, Musikişinas Divan Şairleri,<br />
kitabında Anadolu sahasında çok sayıda<br />
divan şairi mûsikîşinası bir araya getirmiştir.<br />
Tüsav Yayınları 1999.<br />
5 Hayali Bey Divanı, Nev’î Divanı, Şeyhî Divanı<br />
vb. birçok Divan’ın tetkik ve tahlillerini<br />
yapan yeni çalışmalara baktığımız<br />
zaman mûsikînin bir başlık olarak yer<br />
aldığını görürüz. Ayrıca Cemal Kurnaz<br />
hocamızın Halk Şiiri ve Divan Şiirinin<br />
Müşterekleri kitabını burada hatırlatmak<br />
isterim.<br />
6 Türkan Alvan, M. Hakan Alvan, Saz ve Söz<br />
Meclisi, Şule Yayınları, İstanbul <strong>2016</strong>. s.<br />
378.<br />
7 Hoş Sada, Maarif Matbaası 1958, s. 1.<br />
8 Zeytinburnu Belediyesi Yayınları, 2013.<br />
9 Kapı Yayınları 2012.<br />
Ekrem Hakkı Ayverdi<br />
10 Tanpınar, bilhassa musikiyle münasebeti<br />
olan muhitlerde yetişen şairlerde ve onların<br />
bestelenmek üzere yazdıkları kısa<br />
ölçülü manzumelerdeki çözük ve basit<br />
dil anlayışına dikkat çeker ve bu hususta<br />
Recaizade’yi örnek gösterir. Bkz. 19 uncu<br />
Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi<br />
İstanbul 2001, s. 479-480.<br />
11 Ahmet Mithat, Recaizade’ye hitaben bizzat<br />
bir yazı kaleme alarak onun mûsikî<br />
yetkinliğine işaret etmiştir. Bir eser için<br />
seçtiği makam ve usûlü fevkalade uygun<br />
bulmuştur. Onu çok yönlülüğü sebebiyle<br />
“müstecmiü’l-kemalât” olarak tavsif<br />
etmiştir. “Ekrem Beyefendi Hazretleri”,<br />
Tercümân-ı Hakîkat, sayı 3442, (30 Teşrîn-i<br />
sânî 1889), s. 3-4.<br />
12 Mekândan Taşan Edebiyat, s. 114.<br />
13 Boğaziçi Mehtapları, Ötüken 1978, s. 39.<br />
14 Tüm bu isimlerin “millî mûsikî” mevzuunda<br />
neler yazdıklarını ve mûsikîde batılılaşma<br />
ekseninde hangi tartışmalara<br />
girdiklerini görmek için bu satırların<br />
sahibinin Müzikte Batılılaşma ve Son<br />
Dönem Osmanlı Aydınları, adlı çalışmasına<br />
bakılabilir. (Beyan Yayınları, İstanbul<br />
<strong>2016</strong>).<br />
15 Cenab Şahabettin “Ahmet Mithat’ın Eserleri”,<br />
İdeal Gazeteci Efendi Babamız<br />
Ahmet Mithat, (Hzl. Münir Süleyman<br />
Çapanoğlu), Gazeteciler Cemiyeti yay.<br />
İstanbul 1964, s. 41. (Servet-i Fünûn sayı<br />
1480’den (1925).<br />
16 Tüm yazıları için bkz. Fazlı Arslan,<br />
Başmuharrir’in Mûsikîşinaslığı: Ahmet<br />
Mithat ve Müzik, Yayın Evi Yayınları Ankara<br />
2009.<br />
17 Şemsettin Şeker, “Ahmet Midhat Efendi<br />
Yalısı”, Ahmet Midhat Efendi, Kültür ve<br />
Turizm Bakanlığı, (Ed. Mustafa Miyasoğlu),<br />
Ankara 2012, s. 87-106.<br />
18 Kâmil Yazgıç, Ahmet Mithat Efendi Hayatı<br />
ve Hatıraları, s. 59-60.<br />
19 Halil Edhem, “Terâcim-i Ahvâl, Ahmed Midhat<br />
Efendi”, Şehbal, sayı, 70 (15 Şubat<br />
1328), s. 429.<br />
20 Şeker, s. 101.<br />
21 “Nuri Şeyda Bey’e Teşekkür ve Rica”,<br />
Tercüman-ı Hakikat, sayı, 6222, (23<br />
Ağustos 1898), s. 1<br />
22 Süleyman Nazif’in tavsifidir. Anar, s. 162.<br />
23 Bu yazılar için bkz. Arslan, Müzikte<br />
Batılılaşma ve Son Dönem Osmanlı<br />
Aydınları, s. 145.<br />
24 Anar, s. 167.<br />
25 Anar, s. 183. (Melih Cevdet Anday’dan<br />
naklen).<br />
<strong>26</strong> Anar, 193-194.<br />
27 Boğaziçi Mehtapları, s. 11.<br />
28 Boğaziçi Mehtapları, s. 202.<br />
29 Sadettin Ökten, “İstanbul’da Bir Bahar Gezintisi”,<br />
İzlenim, Sayı: 33-34, (Mayıs-Haziran<br />
1996), s. 9.
ŞEREFU’L-MEKÂN<br />
Bİ’L-MEKÎN<br />
Rahşan TEKŞEN<br />
Yazar<br />
“<br />
Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin<br />
Akbıyık Camii’nin karşısındaki aşı<br />
boyalı konağında, Dellalzade İsmail<br />
Efendi, Mûtafzade Ahmed Efendi,<br />
Çilingirzade Ahmed Ağa, Yağlıkçızade<br />
Ahmed Ağa, Eyyûbi Mehmed Efendi,<br />
Hoca Vehib Efendi, Nikogos Ağa gibi<br />
nice isimler Dede’nin şakirtleri olarak<br />
yaşanan demlere katkıda bulundu.<br />
Rebabın, tamburun, neyin, kudümün<br />
sesiyle şifa bulan konak, girip<br />
çıkan nice musikişinasın yüzü suyu<br />
hürmetine giderek güzelleşti. Sarayla<br />
dergâh arasında geçen bir hayatın<br />
mahremi ve Dede Efendi’nin sadık<br />
bir hizmetkârı oldu. Ömrünün sadece<br />
yirmi sekiz yılını onunla geçirmesine<br />
rağmen, iki asır boyunca Dede<br />
Efendi’nin Evi nişanıyla zikredildi.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN<br />
Elini çenesinin altına koymuş, sahibinin yolunu gözlüyordu<br />
Akbıyık’ta bir konak. Beraberinde gelecek olan herkesin<br />
yolunu; ailesinin, dostlarının, şakirtlerinin… En çok da<br />
bestekârların, hânendelerin, nâyilerin, tamburîlerin… Belli<br />
ki uzun bir zaman daha bekleyecekti. Zira ileride onu temellük<br />
edecek olan İsmail, henüz on yaşına bile girmemiş<br />
bir sabiydi. Evvela Çamaşırcı Mektebi’ne başlayıp sesinin<br />
güzelliğiyle temeyyüz edecek, mektepte ilahicibaşı olup<br />
Uncuzade Mehmed Efendi’nin dikkatini çekecek ve musiki<br />
nehrine düşecekti. Sonra akıntı nereye götürürse… Önce<br />
Yenikapı Mevlevîhanesi’ne, ardından Enderun’a ve nihayet<br />
Akbıyık’taki konağa.<br />
Mektebin tertip ettiği bir merasimde çocuklar hep bir<br />
ağızdan ilahiler okurken, sürünün içindeki kuşlardan bir<br />
tanesinin başka renkte olması gibi İsmail’in sesi de diğerleri<br />
arasından sıyrılıyordu. Musikide bir üstat olan Uncuzade<br />
Mehmed Efendi’nin kulağı, bu sesi yakalamakta vakit<br />
kaybetmedi. Ailesinden müsaade isteyip onu rahle-i tedrisine<br />
aldı ve kendi konağında meşke başladı. 2 Geniş ağızlı<br />
bir kaptan dar ağızlı bir kaba su boşaltır gibi tek damlayı<br />
zayi etmeden, yüzlerce eser nakletti İsmail’in hafızasına.<br />
Bir gün Tab’î Mustafa Efendi’nin “Yâr hemîşe dilde sühan<br />
elde saz kârımdır” eserini meşkediyorlardı. Nasıl olduysa<br />
meyan kısmı Uncuzade’nin hatırına gelmedi ve devamının<br />
bestelenmesi için talebelerini vazifelendirdi. Eseri<br />
daha önce hiç dinlemediği halde aslıyla aynı şekilde<br />
tamamlayan tek kişi sadece İsmail oldu ve bu vesileyle<br />
musikideki kudretini bir kez daha ispat ederek icazetini<br />
aldı. 3 Hazırladığı besteyi hocasına okurken, sahibinin<br />
sesini ta Akbıyık’tan duyup hayranlıkla dinleyen<br />
konak, dört duvarının arasında derslerin verileceği,<br />
fasılların yapılacağı, eserlerin okunacağı günlerin<br />
giderek yaklaşması heyecanıyla bir kez daha uzattı<br />
başını yola. Bu defa Uncuzade Mehmed Efendi’nin<br />
evladı gibi sevdiği İsmail, hocasının yönlendirmesiyle<br />
Ali Nutkî Dede’nin önüne diz çökmüştü.<br />
Yenikapı Mevlevîhanesi’nin şeyhiydi Ali Nutkî<br />
Dede. Uncuzade Mehmed Efendi’nin yedi yılda<br />
yoğurduğu hamuru şekillendirmesi için ellerine<br />
teslim ettiği büyük musiki üstadı… Takdir-i ilahi<br />
devrin en güzîde hocalarını çıkarmıştı onun karşısına.<br />
Zamanla Ali Nutkî Dede’nin manevî yönünü<br />
de keşfeden İsmail, yirmi yaşlarında olmasına<br />
rağmen, maişetini temin ettiği kalemdeki<br />
görevinden ayrılıp dergâhın bir dervişi olmaya<br />
ve çileye girmeye karar verdi.<br />
98
ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Bu sırada Keçecizade İzzet Molla’nın “Zülfündedir benim<br />
baht-ı siyahım / Sende kaldı gece gündüz nigâhım” diye<br />
devam eden eserini besteledi. Kendisi çilehanede gün<br />
yüzü görmeden vaktini geçirirken buselik makamında<br />
bestelediği bu eser, bütün İstanbul’u dolaşarak Saray’a<br />
kadar ulaştı ve Sultan III. Selim’in huzurunda okundu. Eserin<br />
bestekârını merak edip dergâhta çileye kapanmış bir<br />
derviş olduğunu öğrenen Sultan, onun huzura getirilmesini<br />
irade etti. Ali Nutkî Dede’nin müsaadesiyle çile kırıldı<br />
ve İsmail huzura çıkarıldı. Eseri iki defa dinledikten sonra,<br />
bu delikanlıdaki istidadı ve mahareti fark eden Sultan’ın<br />
nazarı, karanlıkta İsmail’in üzerine düşen ay ışığı gibi bütün<br />
dikkatleri ona çevirdi. Dergâhın yolunu dahi bilmeyen<br />
insanlar, onu görmek için dergâhtan çıkmaz oldular.<br />
Ali Nutkî Dede, İsmail’in ahdine sadık kalarak çilesine geri<br />
döndüğünü ve Sultan’ın huzuruna çıkacak kadar yetenekli<br />
olmasına rağmen mütevazı kaldığını görünce çileyi vaktinden<br />
önce bitirdi. Diğer dervişandan ziyade sevdiği<br />
talebesi İsmail’e, dergâhta bir hücre verdi; başına<br />
Mevlevî sikkesi geçirdi ve onu dede unvanıyla<br />
şereflendirdi. O günden sonra Dede Efendi, dönemin<br />
en muazzam musiki mahfili olan Yenikapı<br />
Mevlevîhanesi’ndeki hücresinde öğrenciler yetiştirmeye<br />
başladı. Bestelediği bütün eserler, onlar vasıtasıyla<br />
İstanbul’un musiki çevrelerine yayılıp hayranlıkla<br />
icra edildi.<br />
Bu hücreden yetişen talebeler, gün gelip Akbıyık Camii’nde<br />
toplanacak, teravih namazından sonra Dede<br />
Efendi’nin evine geçecek ve sahura kadar ferahfezadan<br />
nihavende, hicazdan sabâya nice makamda eserler<br />
icra edecekti. Mutfak penceresinden yayılan nefis<br />
bir kokunun bütün sokağı sarması gibi ahşap duvarlar,<br />
sofada okunan ilahilerin, ayinlerin; geçilen peşrevlerin,<br />
semâîlerin sesini zapt edemeyecek ve Akbıyık sokakları,<br />
ruhlarına ulaşan lezzetten nasibini doyasıya alacaktı. Bu<br />
musiki ziyafetleri, alelâde bir mesken olmaktan çıkaracaktı<br />
konağı. Asırlar sonra bile önünden geçen insanlar<br />
birbirlerine onu gösterecek ve Dede Efendi’nin evi olduğunu<br />
söyleyeceklerdi. İşte o zaman bir yandan geçmişiyle<br />
iftihar ederken bir yandan da o günlere duyduğu hasretle<br />
iç çekecekti konak.<br />
Lakin tüm bunlardan önce Dede Efendi’nin “Ey çeşm-i âhû<br />
hicr ile tenhâlara saldın beni / Çün nâfe bağrım hûn edip<br />
sahralara saldın beni” eserini bestelemesi icap ediyordu.<br />
Zira bu hicaz eseri dinleyen III. Selim, Dede’nin artık dergâhta<br />
değil Enderun’da olması gerektiğini söyleyecek ve<br />
ona sarayın kapılarını açacaktı. Dede ise şükranlarını ifade<br />
için “Müştâk-i cemâlin gece gündüz dil-i şeydâ / Etdi nigeh-i<br />
âtıfetin bendeni ihyâ” dizelerini besteleyip bu eseri<br />
Sultan’a takdim edecek; bestekâr, nâyî ve tamburî olan<br />
III. Selim kendisine hediye edilen bu eserden ziyadesiyle<br />
memnun olup Dede’nin musikide daha fazla mesafe<br />
katetmesi için vefatına kadar onun üzerinden himayesini<br />
çekmeyecekti. Hatta Sultan’ın takdir ve teşviki sayesinde,<br />
Saray’a girdikten sekiz yıl sonra Sadullah Ağa, Küçük<br />
Mehmed Ağa, Vardakosta Ahmed Ağa, Abdülhalim Ağa<br />
gibi dönemin en meşhur bestekârlarından biri olacaktı<br />
Dede Efendi.<br />
99
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN<br />
Evliliği de bu yıllara tekabül etti Dede’nin. Sene 1802’ydi.<br />
Dergâhtaki hücresinden ayrılıp Saray’da yetişen Nazlıfer<br />
Hanım’la Akbıyık’ta bir konağa yerleşti. Fakat bu, kendisini<br />
sabırsızlıkla bekleyen konak değildi henüz. Kira ile tutulmuş<br />
bir evdi. Üstelik burada geçirdiği yıllar, Dede’nin naif<br />
ruhunda derin tesirler bırakan kayıplarla doluydu. Evliliğinin<br />
ikinci yılında, çok sevdiği şeyhi ve hocası Ali Nutkî<br />
Dede’yi kaybetti. Daha kendisini toparlamaya fırsat bulamadan<br />
üç yaşındaki oğlunu… Evinin içini aydınlatan çocuk<br />
sesinin bir anda sönmesi ve evladını kendi elleriyle toprağa<br />
vermesi, onu fazlasıyla mahzun etti. Oğlunun ardından<br />
duyduğu acıyı “Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde /<br />
Ateş dökülürse yeridir âh serimde” dizelerini kaleme alıp<br />
bayatî makamında besteleyerek ifade etti.<br />
1808’de gelen vefat haberi ise Dede’nin ruhunu yerle bir<br />
eden depremlerin en büyüğü oldu. Zira bu kez, dergâhtaki<br />
derviş İsmail’i saraya hânende yapan III. Selim katledilmişti.<br />
Aynı yıl annesi Rukiye Hanım, iki yıl sonra da<br />
altı yaşındaki oğlu Mustafa... Bu yaşadıklarından sonra Saray’dan<br />
ayrılan Dede Efendi, dergâha geri dönüp Abdülbakî<br />
Nasır Dede’den ney dersleri alarak ruhundaki yaraları<br />
onunla tedavi etmeye çalıştı. Yenikapı Mevlevîhanesi,<br />
yine eskisi gibi onu dinlemek için gelen insanlarla dolup<br />
taştı. Hele Itrî’nin rast na’tını okumaya başladığında, tüyleri<br />
diken diken eden manevî bir ürperti sarardı herkesi.<br />
Yüzlerce kişinin nefes almaya bile çekindiği semahanede<br />
Dede’nin sesi, gürül gürül akan bir şelâle gibi duvarlara<br />
çarpar; böylesi demlerde dergâhtan ayrılıp dünyaya dönmek,<br />
baharı atlayıp yazdan kışa geçmek gibi gelirdi.<br />
Dede Efendi’nin, Akbıyık’ta kendisini bekleyen konağına<br />
yerleşmesine ramak kalmıştı. Ancak bu kez, üç kız babası<br />
olarak gidecekti yeni evine. Daha konuşmayı bile öğrenmeden<br />
nevanın manevî neşesi, sabanın hüzünlü havasıyla<br />
demlenecekti ruhları. Merdivenlerin ahşap tırabzanlarına<br />
yüzlerini yaslayıp kudümü döven tokmakların iki yukarı<br />
bir aşağı hareket edişini bir oyun gibi izleyecek ve bu sayede<br />
usûlü öğreneceklerdi. Konakta icra edilen her fasıl<br />
onlar için yeni bir oyun, yeni bir eğlence sayılacak;<br />
günü geldiğinde musiki ilminde söz sahibi<br />
birer hanımefendi olacaklardı.<br />
Fakat bunun için III. Selim’in vefatından<br />
sonra ortaya çıkan karışıklığın giderilmesi,<br />
Sultan II. Mahmud’un<br />
askerî ve mülkî düzeni temin<br />
ettikten sonra fikrî ve fennî<br />
meselelere de eğilebilmesi,<br />
Dede’nin varlığını hatırlayıp<br />
onu yeniden saraya alması<br />
ve mezkûr konağı ona hediye<br />
edecek kadar aralarında muhabbet ve yakınlık hâsıl olması<br />
gerekiyordu.<br />
Yenikapı Mevlevîhanesi’ndeki mukabelelerden biriydi. Semazenler,<br />
âyinhanlar ve mutrib heyeti yerini almıştı. Cemaatle<br />
namaz kılındı, şeyh efendinin duasının ardından<br />
Itrî’nin na’tı okundu ve sema eşliğinde Dede Efendi’nin<br />
kendi bestelediği âyin başladı. O sırada dergâhta hazır<br />
bulunan Sultan II. Mahmud, onu dinlerken saraya alındığı<br />
ilk günü hatırladı. Kendisi on üç yaşında bir şehzade idi<br />
ve o günün üzerinden yıllar geçmiş; Dede, musikide ele<br />
avuca sığmaz bir deha olmuştu. Bu dehanın yeri dergâh<br />
değil, elbette saraydı. Bunları düşünürken kudümzenbaşının<br />
birkaç darbıyla ney taksimi ve şeyh efendinin okuduğu<br />
Fatiha ile mukabele sona erdi. Sultan II. Mahmud,<br />
Dede Efendi’yi yeniden Saray’a çağırdı. Önce musâhib-i<br />
şehriyar, sonra da sermüezzinlik görevi vererek onu yanı<br />
başından hiç ayırmadı.<br />
Sene 1818’di. Sultan II. Mahmud, Akbıyık Camii’nin karşısındaki<br />
aşı boyalı konağı alarak Dede Efendi’ye tahsis etti.<br />
İşte o vakit, yıllardır sabırla bekleyen mezkûr konak, sahibine<br />
kavuşmuş oldu. Hemen duvarı dibinde, kendisine<br />
yaslanmış olan mermer çeşme, daha suyunu akıtmadan<br />
insanın içini serinletiyor, burada kederden uzak günler yaşanacağını<br />
müjdeliyordu. Nitekim kızı Aişe’nin on üç yaşında<br />
vefat etmesi haricinde büyük bir acı görmedi Dede<br />
Efendi. Hatice’sini ve Fatıma’sını burada yetiştirip mürüvvetlerini<br />
gördü ve evini bir dershaneye çevirdi. Bu dershanede<br />
yetişen Fatıma, haremdeki kadınlara musiki eğitimi<br />
verecek kadar ilerledi. 4 Her ikisi de babaları gibi kendi evlatlarını<br />
birer musikişinas olarak yetiştirdiler. Bestekâr Rıfat<br />
Bey, Hatice Hanım’ın; hânende Şevket Bey de Fatıma Hanım’ın<br />
evladı, aynı zamanda Dede Efendi’nin talebeleriydi.<br />
Dellalzade İsmail Efendi, Mûtafzade Ahmed Efendi, Çilingirzade<br />
Ahmed Ağa, Yağlıkçızade Ahmed Ağa, Eyyûbi<br />
Mehmed Efendi, Hoca Vehib Efendi, Nikogos Ağa 5 gibi<br />
nice isimler Dede’nin şakirtleri olarak bu konakta yaşanan<br />
demlere katkıda bulundu. Rebabın, tamburun, neyin,<br />
kudümün sesiyle şifa bulan konak, girip çıkan nice musikişinasın<br />
yüzü suyu hürmetine giderek güzelleşti. Sarayla<br />
dergâh arasında geçen bir hayatın mahremi ve Dede<br />
Efendi’nin sadık bir hizmetkârı oldu. Ömrünün sadece yirmi<br />
sekiz yılını onunla geçirmesine rağmen, iki asır boyunca<br />
Dede Efendi’nin Evi nişanıyla zikredildi. Zira her mekân,<br />
kıymetini sahibinden alır yahut sahibiyle kıymetten düşerdi.<br />
Şeref’ul-mekân bi’l-mekîn diyen ecdadın kastı da bu<br />
olsa gerekti.<br />
Yıllarını saray ile dergâh arasında geçiren Dede Efendi’nin<br />
evinde, birbirine çok uzak olan bu iki dünyanın da izleri<br />
vardı. Sedirlerin döşendiği kadife kumaşlar, üzerine dizilen<br />
nakışlı yastıklar ve yerlere konan atlas minderler gösteriyordu<br />
burada nasıl bir zevkiselim ile yaşandığını. Kapıları<br />
100
ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
karşılıklı birbirine bakmayacak şekilde inşa edilen odalara;<br />
kabından tenceresine, yatağından yorganına kadar türlü<br />
eşyayı muhafaza edecek gömme dolaplar yapılmıştı. Gusülhaneler<br />
bile bu dolapların içine saklanmıştı ki mahrem<br />
hayata dair hiçbir iz ayak altında olmasın. Hele gün içinde<br />
onlarca kişinin girip çıktığı bir konakta… Odanın içine açılan<br />
pencerelerin bir de dış cephede ahşap kanatları vardı.<br />
Bu kanatlar örtüldüğünde, güneşin hükmü geçmez, ne<br />
kadar ısrar ederse etsin konağa alınmazdı. Uzun yoldan<br />
gelmiş bir misafir yahut ıstırap çeken bir hasta istirahate<br />
alındığında, insanoğlunun emrine girerdi gece ile gündüz.<br />
İnşa edildiği günden beri Dede Efendi’nin evi olmayı<br />
hayal eden konak, onunla geçirdiği günlere doymuyor;<br />
Enderun’daki fasıllardan ve dergâhtaki mukabelelerden<br />
kalan vakitle yetinmiyordu. Üstelik Dede’nin kimi zaman<br />
Saray’dan mahzun dönmesine üzülüyor, ahşap zemini<br />
uyandırmadan ağır adımlarla içeri giren ayak sesinden anlıyordu<br />
bunu. Enderun’daki kimi hanendelerin Dede’yi istemediğini<br />
ve onun gölgesinde kalmaktan rahatsız olduklarını<br />
da biliyordu. Hatta bazı planlar tertip ederek Dede’yi<br />
Sultan’ın huzurunda mahcup etmeye çalıştıkları oluyordu<br />
ki bu hadiselerden biri hanende Şakir Ağa’yla yaşanmıştı.<br />
Sonunda mahcubiyet duyan Şakir Ağa olmasına rağmen,<br />
Dede Efendi bu olaydan kâfi derecede etkilenmiş, neredeyse<br />
bir sene boyunca ne konakta ne de başka bir yerde,<br />
tek bir eser bestelememişti. Hariçte yaşanan hadiseler ister<br />
istemez evdeki hayata tesir ediyor, Dede’nin yüzündeki<br />
ifade, şeffaf bir kâğıt gibi kırgınlığını ele veriyordu.<br />
Musikinin bütün inceliklerine vâkıf olan Sultan II. Mahmud,<br />
huzurunda gerçekleşen bu rekabeti fark ediyor;<br />
hiçbir şekilde söze ve davranışa yansımayan, sadece eser<br />
icra ederken ustalıklarını konuşturarak yaptıkları çekişmeleri<br />
yakalıyordu. Bu durumdan rahatsızlık duymadığı<br />
gibi benzer hadiseleri, onların kabiliyetlerinin bir alâmeti<br />
olarak görüyordu. Yine böyle bir fasıl sonrası, Dede Efendi’nin<br />
yakasına taktığı murassa nişan, musikisinin bükülmeyen<br />
bileğine verilmiş bir mükâfattı. Neyzen Mustafa<br />
İzzet Efendi, Ali Ağa, Suyolcuzade Salih Efendi, Numan<br />
Ağa, Bamacızade Abdi Efendi 6 gibi Dede’nin arkadaşları<br />
olan nice isimler şahitti buna. Hatta onun son zamanlarına<br />
yetişmiş olan Zekâi Dede, Dede Efendi’yi bizzat konağında<br />
ziyaret ettiği gün, yıllar önce II. Mahmud’un taktığı<br />
bu nişanı, bir madalya gibi hâlâ yakasında taşıdığına şahit<br />
olmuştu. 7<br />
Sultan Abdülmecid, tıpkı babası gibi Dede Efendi’ye saygıda<br />
kusur etmedi ve onun saraydaki mevkiini korudu.<br />
Lakin bu, onu sarayda tutmaya yetmedi. Zira Abdülmecid’in<br />
kendisine duyduğu hürmetin altında bir vefa borcu<br />
olduğunu; alafranga müzikle büyüdüğü için sunî gıdalarla<br />
beslenen bir çocuk gibi kendi musikisinin tabiî lezzetini<br />
almadan yetiştiğini biliyor ve buna içerliyordu. Halbuki<br />
Dede Efendi<br />
II. Mahmud, bu lezzeti bildiği için Dede Efendi’yi takdir<br />
ediyor ve sahip çıkıyordu. Buna rağmen Giuseppe Donizetti’yi<br />
bando eğitimi için İstanbul’a getiren, Enderun-ı<br />
Hümayun’u kaldırıp yerine Mızıka-i Hümayun’u kuran 8 ve<br />
alafranga müziği kendi musikisinin kanına bulaştıran da II.<br />
Mahmud’du. III. Selim’in Dede Efendi’ye hürmetinde ise<br />
ne sadece vefa vardı ne de takdir. Ana dilleriyle konuşur<br />
gibi kendi musikileriyle konuşan iki insanın birbirini anlaması<br />
vardı.<br />
Üç ayrı sultan görmüştü Dede Efendi. Kaç sultan görmüştü<br />
Dede Efendi’nin evi. Ayakları olsa, sahibi gibi o da kaçardı<br />
belki İstanbul’dan. Beytullah’ın gölgesine sığınır, orada<br />
vefat ederdi. Fakat gidemedi. Neredeyse iki asır boyunca<br />
yerinden hiç kımıldamadan, inşa edildiği yerde bekledi.<br />
Yakut gibi kırmızı, yakut gibi kıymetli… Garb’ın müziğini<br />
değil, tek bir notasını bile konağına almayan Dede Efendi<br />
gibi kıymetli. Musikimiz gibi. Anadilimiz gibi.<br />
101
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN<br />
Dipnotlar<br />
1 Yılmaz Öztuna, Dede Efendi, Kültür Bakanlığı<br />
Yayınları, Ankara 1997, sf.62-108.<br />
2 Rauf Yektâ, Esâtiz-i Elhân, Evkaf-ı İslamiye<br />
Matbaası, İstanbul 1925, 3.Cüz, sf. 141-<br />
150.<br />
3 M. Fatih Salgar, Ölümünün Yüz Ellinci<br />
Yılında Dede Efendi, Ötüken, İstanbul<br />
1995, sf. 13-28.<br />
4 M. Fatih Salgar, Ölümünün Yüz Ellinci<br />
Yılında Dede Efendi, Ötüken, İstanbul<br />
1995, sf. 13-28.<br />
5 Yılmaz Öztuna, Dede Efendi, Kültür Bakanlığı<br />
Yayınları, Ankara 1997, sf.62-108.<br />
6 Rauf Yektâ, Esâtiz-i Elhân, Evkaf-ı İslamiye<br />
Matbaası, İstanbul 1925, 3.Cüz, sf. 174-<br />
175.<br />
7 Yılmaz Öztuna, Dede Efendi, Kültür Bakanlığı<br />
Yayınları, Ankara 1997, sf. 10-21.<br />
8 M. Fatih Salgar, Ölümünün Yüz Ellinci Yılında<br />
Dede Efendi, Ötüken, İstanbul 1995, sf.<br />
29-40.<br />
Dede Efendi'nin Cankurtaran'daki evi<br />
Tanımadığımız Meşhurlar<br />
(...) " Bilhassa Zekâi Dede bu çocukta<br />
parlak bir istikbal gördüğü<br />
için, meseleyi büyük Dede<br />
efendiye anlatıyor ve şu cevabı alıyor:<br />
— Bir gün getir de dinleyelim!.<br />
İşte bu suretle bestekâr Arif beyi<br />
Zekâi Dede de, büyük Dede<br />
efendiye tanıştırıyor. Bunun da<br />
nasıl olduğunu bestekâr Arif bey<br />
talebelerine ve yakınlarına bir<br />
kaç kere şu suretle anlatmıştır:<br />
— Zekâi Dede, beni İsmail Dedenin<br />
evine götürmek üzere annemden<br />
izin almış. Fakat bana nereye gideceğimizi<br />
hiç söylemedi. Kalktık.<br />
Sultanahmette Kabasakalda Dede<br />
efendinin konağına gittik. [Dede<br />
efendi için vaktile ihtifal yapılan konak].<br />
Hiç unutmam. Şöyle geniş bir avlu.<br />
Yatık, alçak basamaklı çifte merdivenlerde,<br />
limon gibi sarı, ince mısır<br />
hasırları... Sofalar da öyle. Devrin<br />
musiki ilâhları hep orada. Ben bir<br />
köşeye büzüldüm. Evvelâ düğün<br />
var zannetmiştim. Cemaatle namaz<br />
kılınınca kendi kendime: «Düğün<br />
olsa namaz kılınmaz!.» dedim. Nihayet<br />
tahta tablalarla yemek geldi.<br />
Yer sofraları kuruldu. Tahta kaşıklar,<br />
büyük bakır lengerlerle yemekler...<br />
Hepimiz yedik. Yemekten sonra:<br />
— Buyrunuz meşk odasına!.. dediler.<br />
Dede efendinin konağında büyük bir<br />
meşk odası vardı. Köşede yüksek bir<br />
minderde saz benizli kısa sakallı iyi<br />
yüzlü bir adam, Dede efendi oturuyordu,<br />
ötekiler, hepsi de sakallı sakallı,<br />
ihtiyar musikişinaslar Dede ile<br />
aralarında epey bir hürmet mesafesi<br />
bırakarak çok ileriye yere, saygılı tavırla<br />
diz çökmüşlerdi. Buradaki ak<br />
sakallı telâmizden, talebelerden en<br />
genci Zekâi Dede idi. Ve yaşının nispeten<br />
küçüklüğü dolayısile en başta<br />
oturuyordu ötekilerin yaşlarını bundan<br />
çıkarmak kabildir.<br />
Ak sakallı şakirtler başlar öne eğilmiş<br />
sükût içinde duruyorlar. Nihayet<br />
Zekâi Dede, büyük Dede efendiye:<br />
— Geçen hafta bahsettiğim Arif<br />
bendenizi getirdim efendim.. dedi.<br />
Büyük Dede efendi cevap verdi:<br />
— Öyleyse bize bir şey okumazlar<br />
mı?<br />
Ben fena halde sıkıldım. Ter içinde<br />
kaldım, Zekâi Dede kulağıma eğildi:<br />
— Oku oku.. diye mırıldandı.<br />
Ve bir ilahi okudum…” Hikâyenin<br />
buraya kadar olan kısmını Arif beyin<br />
talebelerine anlattğı şekilde tesbit<br />
edebiliyoruz.<br />
Küçük Arif, büyük musiki üstadının<br />
karşısında ilâhiyi okuyunca Dede<br />
efendi o kadar mütehassis oluyor ki o<br />
sakalları göbeklerinde büyük musiki<br />
üstatlarının en gerisinde olan Arife:<br />
— Gel, otur buraya oğlum!..<br />
sözlerile, minderde ve yanında<br />
yer gösteriyor. Ve işte o zaman<br />
meşhur sözünü söylüyor:<br />
— Bu çocuk hepimizi geçecektir!..<br />
Dede efendi bunun üzerine kendi çıraklarından<br />
Eyübî Mehmet efendiyi,<br />
Arif beye hoca tâyin ediyor. Yalnız<br />
Arif beyle Eyübî Mehmet efendinin<br />
sanat zevkleri pek kaynaşamıyor.<br />
Hikmet Feridun Es, Akşam gazetesi<br />
102
AMİR ATEŞ:<br />
MUSİKİYE ADANMIŞ<br />
BİR ÖMÜR<br />
Söyleşen:<br />
Ayşegül ÜNAL İNAN<br />
Fotoğraflayan:<br />
Şeyma KILIÇ<br />
“<br />
Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın,<br />
Eylül Akşamları, Seni Ben Unutmak<br />
İstemedim ki gibi dillerden düşmeyen,<br />
unutulmaz bestelere imza atan Amir<br />
Ateş ile gençliğinden itibaren talebelik<br />
ve hocalık yaptığı, nihayetinde de<br />
başkanlığını yürüttüğü Üsküdar Musiki<br />
Cemiyeti üzerine konuştuk.<br />
Yaklaşık yüz yıldır musiki geleneğimizi<br />
yaşatan, verdiği eğitimlerle pek çok<br />
kıymetli sanatçı yetiştiren Emin Ongan<br />
Üsküdar Musiki Cemiyeti, musiki<br />
kültürümüzde eşine az rastlanır bir<br />
yere sahiptir.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN<br />
Küçük yaşta Kocaeli'nin Kandıra ilçesinde hafızlığını tamamlayarak<br />
on beş yaşlarında İstanbul’a gelen Amir Ateş,<br />
Nuruosmaniye Kuran kursunda, dönemin en kıymetli hafız<br />
ve kıraat âlimlerinden biri olan Hasan Akkuş’tan dersler<br />
almış. Nuruosmaniye tedrisatını bitirmesiyle birlikte Kadıköy’e<br />
taşınmış ve burada bir musiki çevresine dahil olmuş.<br />
Çevresinin yönlendirmesiyle kısa süre sonra Üsküdar Musiki<br />
Cemiyeti’nde talebelik yapmaya başlamış. Burada da<br />
Avni Anıl, Şekip Ayhan Özışık, Arif Sami Toker, İnci Çayırlı,<br />
Emin Ongan gibi döneminin en önemli musikişinaslarından<br />
musiki eğitimleri almış. Genç yaşlarından itibaren talebesi<br />
olduğu Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde hâlâ hocalık<br />
ve başkanlık yapmaya devam eden Amir Ateş’le yaptığımız<br />
keyifli söyleşiyle sizleri baş başa bırakıyoruz.<br />
Emin Ongan Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin kuruluş<br />
hikâyesinden bahsedebilir misiniz?<br />
Üsküdar Musiki Cemiyeti 1918 yılında kurulmuş. Kurucuların<br />
hemen hemen tamamı rahmetli olmuş kişiler. Çünkü<br />
bir asırlık süre içinde elbette kuruculuğun tarihinde doğmuş<br />
olsalar bile neredeyse yüz yaşına basmış olacaklar.<br />
Bu nedenle kimse yok kuruculardan. Ancak torunları var.<br />
Çocukları var bazılarının. Telgrafçı Ata Bey gibi namıyla<br />
maruf bir zatın önderliğinde Zeki Arif Ataergin, Hafız Arap<br />
Cemal, Udi Sami Bey, onlardan hemen sonra da cemiyete<br />
adını verdiğimiz hocamız Emin Ongan. Selahattin Pınar<br />
ve ilk öğrencilerden Arif Sami Toker, Müzeyyen Senar, bu<br />
cemiyetin ilk temelini teşkil eden kurucu, hoca ve talebeleri<br />
olarak o günden bugüne kadar faaliyetlerini aralıksız<br />
sürdürmektedir. Bunun yaklaşık elli beş senesinde ben de<br />
varım naçizane Amir Ateş olarak. Benden sonra otuz beşkırk<br />
yıllık arkadaşlar da var burada. Mesela Ahmet Özhan,<br />
Ömer Tuğrul İnançer de talebe arkadaşlarımızdı bizim.<br />
Daha önceki tarihlerden olanlar da var ama onlar faal biad<br />
içinde değiller, herkes işiyle gücüyle meşgul.<br />
Bir röportajınızda Üsküdar ile ilgili “Üsküdar, bütün<br />
duygu ve düşünceleri birlikte barındırır. İstanbul<br />
denildiğinde önce Üsküdar aklıma gelir. Salacak<br />
gelir” diyorsunuz. Cemiyetin Üsküdar’da olmasının<br />
sizin için özel bir anlamı var mı? Üsküdar’ın cemiyete<br />
yahut cemiyetin Üsküdar’a katkısı olmuş mudur?<br />
Burası her ne kadar Üsküdar Musiki Cemiyeti adı altında<br />
olsa da tamamen Türkiye’ye mâl olmuş, gerek ismi itibariyle,<br />
gerek kültürel faaliyetleri itibariyle sınırları aşmıştır.<br />
Şöyle ki benim Üsküdar’a bir vefa borcum var. Eğer ben,<br />
ufacık tefecikken ‘ben’ olduysam Üsküdar Musiki Cemiyeti<br />
bana bir basamak olmuştur. Ben de mehma-imkan<br />
yararlandığım bir yere faydalı olmak durumundayım.<br />
Cemiyete yeni başkan olduğum tarihlerde, hiç unutmuyorum<br />
rahmetli olan bir belediye başkanımız vardı; Mehmet<br />
Çakır. Bizi tebriğe gelip “Hayırlı olsun Amir Beyciğim, bizden<br />
herhangi bir arzunuz var mı?” diye sordu, “Estağfurullah”<br />
dedik. “Peki, sizin bizden bir emriniz arzunuz var mı?”<br />
dedim, “Ne olabilir ki” dedi. “Üsküdar, İstanbul’un hatta<br />
dünyanın en tarihi, en köklü mazisi olan semtlerinden biri.<br />
Üsküdar gibi bir yer Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur<br />
şarkısıyla mı kalsın? Bir şiir yarışması açalım, iyi şiirleri<br />
bestekarlara dağıtalım. O şiirlerden en azından sekiz-on<br />
tane daha Üsküdar konulu beste olsun” dedim.<br />
Aradan iki üç ay geçti, bir telefon, “Buyurun sayın başkanım,<br />
buyurun hadi göreve. Bir öneride bulundunuz, öneri<br />
babalığınızı devam ettirin. Şiir yarışması açtık, şiirler geldi.<br />
Bestekarlara yolladık besteler de geldi. Sıra jüride. Jüri<br />
başkanı olarak bu organizasyonda bulunacaksınız dedi.”<br />
O arada hakikaten güzel eserler geldi. Ben boş durabilir<br />
miyim, duramam tabi. Bir şeyler karalamaya başladım ve<br />
Üsküdar’la ilgili şöyle bir güfte yazdım:<br />
Üsküdar’ın güzelliği dünyaya bedel<br />
Kız kulesi gelin gibi özel mi özel<br />
Martıların, dalgaların, serin suların,<br />
Şarkıların, türkülerin, güzel mi güzel<br />
Cemiyetin ikinci binası, Dişçi Hamdi Bey'in konağı, Ahmediye<br />
106
AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Cemiyetin İmrahor'daki binası<br />
Üsküdar’ın yamaçları tarih kokuyor<br />
Çamlıca’dan gönüllere huzur akıyor<br />
Camilerin türbelerin minarelerin<br />
Orda Bilal Habeşi ezan okuyor.<br />
Bir ezan koydum son kısma ama sözsüz, sadece ses. Ve şu<br />
anda piyasada tek bu var. O yarışmada gönderilip seçilen<br />
eserlerden okunan pek duymadım. Buraya vefa borcumuzu<br />
bu şekilde ödüyoruz. Üsküdar konulu daha yedi sekiz<br />
tane şarkım var, bestem var.<br />
Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin müzik eğitimine ve kültürümüze<br />
olan katkılarından bahseder misiniz?<br />
Üsküdar Musiki Cemiyeti musiki kültürümüze büyük katkılar<br />
sağlayan kuruluşlardan biridir. Şöyle ki, daha henüz<br />
radyolar kurulmamış, konservatuvarların kuruluş tarihi zaten<br />
yirmi beş sene gibi bir zamana tekabül ediyor. Ve konservatuvarların<br />
tüzüğünün hemen ilk sayfasında der ki,<br />
“Şablon olarak Üsküdar Musiki Cemiyeti örnek alınmıştır.”<br />
Hesap edin ki şu anda devlet konservatuvarlarının dahi<br />
107
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN<br />
Hakkı Özkan hocamız, “Yetiştiğim yere şöyle bir atfı nazar<br />
edeyim; ne halde, ne yapıyorlar…” dediğinde biz de kendisine<br />
dedik ki, “Hocam evet buradan yetiştiniz ve yıllardır<br />
da konservatuvarlara, birçok yere hocalık yapmaktasınız<br />
ama artık buradaki görevinizi yerine getirin; tekrar hocalığınıza<br />
devam edin” diye kendisine teklifte bulunduk. Bu<br />
arada kendisinden konservatuvar tedrisat nazariyat kitabını<br />
rica ettik, o da bizimkini aldı. Bir hafta sonra gelip,<br />
“Burada olan tedrisat konservatuvarda yok, konservatuvarın<br />
eksikleri var buranın yok, onun için beni bağışlayın”<br />
dedi. Şunu da belirtmek gerekir. Musikinin asıl kaynağı<br />
hafızlıktır. İşte gelmiş geçmiş en büyük bestekarlardan<br />
biri Sultan Ahmed Camii imam hatibi Saadeddin Kaynak,<br />
Süleyman Erguner de Yavuz Selim Camii müezzini. Daha<br />
ilerilere gidersek Hafız Post, Hammâmîzâde İsmail Dede<br />
Efendi, Hacı Sadullah Efendi… Bunlar hep müezzin, imam<br />
vs. kişilerdir. Hafız Burhan, Hafız Kemal, Hafız Sami musikinin<br />
en yüksek mertebelerine ulaşan ve oralarda halkı<br />
hazdan hazza koyan değerlerdi. Ben de bu değerlerin ışığı<br />
altında kendim bir şeyler öğrendikten sonra arkadaşlarıma<br />
da yavaş yavaş öğrendiklerimi öğretme gayreti içinde<br />
oldum hep.<br />
Cemiyetteki musiki sohbetlerinizden, hocalarınızla ve<br />
arkadaşlarınızla ilgili anılarınızdan bahsedebilir misiniz?<br />
Üsküdar Musiki Cemiyeti’nden yararlandığı bir vaka. Hocaların<br />
da zaten çoğu, gerek konservatuvarların ilk hocaları,<br />
radyoların saz sanatçıları, birçok ses sanatkarı yine<br />
Üsküdar Musiki Cemiyeti menşelidir. Üsküdar Musiki<br />
Cemiyeti sayılamayacak kadar çok sanatkar ve öğrenci<br />
yetiştirmeye halen devam eden fevkalade bir ilim yuvası<br />
ve bir feyiz menbası deme durumunda olduğumuz bir<br />
kurum ve kuruluştur. Oysaki hiçbir yerden hemen hemen<br />
yardım görmemiş ancak naçizane bizim çabalarımızla devam<br />
eden bir dernek. O bakımdan buranın ulviyet ve kutsiyeti<br />
anlatılamaz. Siyasi, şu, bu gibi şeylere karışmamıştır.<br />
İşi gücü sırf musiki. Musikiye ses sanatçısı, saz sanatçısı,<br />
besteci vs. hoca yetiştiren Üsküdar Musiki Cemiyeti adı<br />
altında devam edegelen bir dernektir.<br />
Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde görev yapan kıymetli<br />
hocaların ekseriyetle yine bu cemiyetten mezun olduklarını<br />
biliyoruz. Bu bağı sağlayan etken nedir?<br />
Evet, hocalarımızın hemen hemen çoğu cemiyetimizin<br />
bünyesinden yetişmiştir. Mesela cemiyetimizden yetişmiş,<br />
konservatuvarın nazariyat hocalığını yapan bir hocamız<br />
emekli oldu oradan ve bizi ziyarete geldi. Rahmetli İsmail<br />
Biraz uzun ama şunu anlatayım: Rahmetli hocam Emin<br />
Ongan sağken onunla bütün gizli aşikar şeyleri konuşabiliyordum.<br />
Takıldığım şeyleri arayıp soruyordum, gün geldi<br />
dasdazlak kaldım böyle ortalıkta. Fakat hocamın zamanında<br />
da ahbabım olan kişiler vardı. Mesela rahmetli Yıldırım<br />
Gürses ile şimdiki tabirle kankaydık. Avni Anıl ile Alaaddin<br />
Yavaşça abimle hocamla, Erol Sayan ile derken en çok içli<br />
dışlı olduğum, mazisi en eskilere dayanan biri vardı: Yesari<br />
Asım Arsoy. Hoca zamanında da onunla gene talebe hoca<br />
ilişkisi değil de ahbaplık, dostluk ilişkisi içindeydik. Rahmetli<br />
Sadettin Kaynak ile pek fazla hoca talebe ilişkisi içinde<br />
olamadık ama çok şeyler öğrendim sohbetinden. Hastaydı<br />
o, felç geçirmişti. Benim de tam çocukluk çağlarıma<br />
rastladığı için pek fazla iletişimim olamadı. Her gün gider<br />
gelirdim. İçecek su götürürdüm Kayışdağı çeşmesinden,<br />
şuradan buradan. Yesari Asım Arsoy ile gece gündüz beraberdik.<br />
İşinden gücünden sonra arar beni, “bekliyorum<br />
neredesin” derdi. Ben de şiirle<br />
Bekliyordun işte geldim<br />
Yollar açtım dağlar deldim<br />
Bir zamanlar ben bir eldim<br />
Bekliyordun işte geldim<br />
falan diye böyle hiç olmamış sözlerden bir şeyler söylerdim,<br />
çok hoşuna giderdi. Bir gün kendisinin göz ameliyatı<br />
olma durumu icap etti ama kimse ikna edemiyor. Seksen<br />
108
AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
beş-doksan yaşını bulmuştu göz ameliyatını yaptırdığı yıllarda.<br />
En son Alaaddin Yavaşça’ya gidiyorlar diyorlar ki,<br />
“Seninle çok içli dışlı hoca, ikna edebilirsen bir sen ikna<br />
edebilirsin, gözlerini ameliyat edelim.” “Valla o Nuh der,<br />
Muhammed demez” diyor Alaaddin Yavaşça, “Amir’e gidin,<br />
Amir onu ikna eder” diye de ekliyor. Turgut Özal da<br />
talebesi olmuş Ogan Hoca'nın. Bu mesele de kendisine<br />
kadar ulaşınca "Hocam, doktorlar emrinizde, gelip sizi<br />
ameliyat etsinler" diyince, ‘‘Turgut, otur oturduğun yerde.<br />
Sen Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanıysan, ben de<br />
gönlümün cumhurbaşkanıyım’’ diye cevap veriyor hoca.<br />
‘’Beni böyle azarladı.’’ diyor Özal.<br />
Bir gün oturuyoruz. “Hocam” dedim, “kayınpeder kayınvalideyi<br />
Bursa’da muazzam bir göz operatörüne ameliyat<br />
ettirdi, öyle memnun ki sormayın.” “Deme” dedi hoca da.<br />
“Üstadımız emrederlerse niye gitmeyelim.” Telefon ettim<br />
randevu aldım. Benim hanım, onun hanımı -Fanika<br />
yengeydi onun hanımı, Suzan ismini kullanırdı- yola koyulduk.<br />
Suzan Hanım Yahudi idi, ama çok Osmanlıcı bir<br />
hanımdı. Ondan sonra kızım da o zaman üç yaşlarında.<br />
Kavga ederlerdi biz Bursa’ya gidip gelene kadar. Kızım<br />
ona “dede” der, hoca da ona “sus Şevval Hanım, ben baba<br />
bile olmadım, nasıl dede olurum” derdi. Sohbet ede ede<br />
giderdik. Son gidişlerimizden bir tanesinde -asıl manahu-<br />
fihimize geldik şimdi- evden aldık, geldi oturdu yanıma.<br />
Şoför mahallinde ben vardım. Yenge bizim hanımla arkada<br />
oturuyor. Tam hareket edeceğim, “bir dakika” dedi.<br />
“Hocam gidebilir miyiz artık” dediğimde, “Kaç adet besten<br />
var?” dedi. Birden şaşırdım. O gün bile hocanın eserlerinden<br />
fazla bestem vardı. Hoca doksan küsur yaşında,<br />
ben daha o zamanlar varsa işte kırk beş yaşlarımdayım.<br />
“Hocam” dedim, “beste denecek olursa sizinkine yakın sayılır.”<br />
“O zaman bir zat-ı aliniz, bir ben; bir zat-ı aliniz, bir<br />
ben. Oldu mu? Haydi yallah” dedi. “Ya Allah, ya bismillah”<br />
dedik başladı hocam. Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır<br />
hüzzam şarkısını okudu. Ben de hüzzam bir şarkıma<br />
girdim. (Amir Ateş bize şarkıları nağmeleriyle söyleyerek<br />
okuyor.) O bir hicaz okudu, ben bir hicaz okudum. O bir<br />
rast okudu, ben bir rast okudum…<br />
En meşhur bestelerinizden Bir kızıl goncaya benzer<br />
dudağın’nın şaşırtıcı bir hikâyesi olduğunu biliyoruz.<br />
Bunu bir de sizden dinleyebilir miyiz?<br />
Alt yolun göbeği, bir taraf söğütlüğe iner, sağ taraf yoğurtçuya<br />
iner, orada da bir sokak var, o cadde değildir<br />
de sokak vardır. Orada yıllardır oturduğum ev, tam karşımıza<br />
gelen bir binada oturuyorum. O binanın bitişiğinde<br />
bir aile dostumuz vardı. Çocukları var, biri de Mehmet.<br />
İlk solda Amir Ateş; ilk sağda Şekip Ayhan Özışık;sağda oturan Emin Ongan<br />
109
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN<br />
Akşam daireden -ben de Mezarlıklar Müdürlüğü’nden<br />
emekliyim- çıkınca evvela kendi evime gitmeden onların<br />
evine giderdim. Yedi sekiz aylık o zamanlar Mehmet.<br />
O yıllarda hep elektrikler kesilir, sular akmaz zaman zaman.<br />
Evde bebeği sevmeye bahaneler arıyorum, fırsat<br />
arıyorum. Annesiyle babaannesi mutfağa girdiler yemek<br />
hazırlıyorlar, yemeğimi de orada yiyorum. Sonra birden<br />
elektrikler kesilince ben kundağından hemen Mehmet’i<br />
kaptım ağlamasın diye, o da zaten korktu, başladı hemen<br />
mırıldanmaya. Yan tarafta bir tane piyano var. Piyanonun<br />
başına geçtim, “Mehmet bak dımdım, ağlama, dımdım<br />
dımdıdımdıdımdım” filan diye Bir kızıl goncayı sanki besteymiş<br />
gibi okumaya başladım. Zaten o evin bir tek oğlu,<br />
açılan tek gülüsün sen bu bağın, bu evin... Aklımdaydı o<br />
güfte- şiir, onu orada kısa bir zaman içinde besteledim.<br />
Şarkı bir çocuğa bestelendi yani?<br />
Tabi tabi, fakat aradan kısa bir zaman geçti bir tutuldu<br />
şarkı, ondan çok güzel şarkılarım var aslında benim: Ben<br />
seni unutmak için sevmedim, Seni ben unutmak istemedim<br />
ki… Onlar hep benim o günlerde çok sevilen şarkılarımdı.<br />
Yahu bu niye bu kadar fazla sevildi diye düşünürdüm... Televizyonda<br />
program yapıyoruz birileriyle -televizyonda da<br />
o zaman tek kanal var, o da siyah beyaz- bu şarkıyı okuduk,<br />
Bir kızıl goncaya benzer dudağın şarkısını. Avrupa’dan<br />
şuradan buradan, Ankara’dan bağlantılar oldu. Avusturya<br />
veya Avusturalya’dan bir telefon bağlandı. “Amir bey çok<br />
teşekkür ederiz, rahmetli Melek hanım teyzemin Peygamber<br />
Efendimiz için yazdığı şiiri-güfteyi bu kadar güzel<br />
bestelediğiniz için..” dedi. Ondan sonra anladım, şarkının<br />
fazla tutulup beğenilmesinin sebebi demek buymuş.<br />
Bir de ablası var Mehmet’in, iki kardeş bunlar. Adı Nükhet.<br />
Ondan birkaç yaş büyük. “Amir Abi aşk olsun” dedi. “Ne<br />
oldu Nükhet” dedim. “Mehmet’e beste yaptın, bana yapmıyorsun<br />
di mi”. Daha ortaokula gidiyor o yıllarda. “Nükhet”<br />
dedim, “sen bak şiir de yazıyorsun bana birkaç tane<br />
gösterdin bir ara. Sen de yaz bir şiir, güfte yaz, ben de<br />
besteliyim” dedim. “Ne yazayım” dedi. Aklımdaydı, bir şiir<br />
vardı severdim çok, ama pek fazla besteye gelmiyordu.<br />
“Eylül akşamları, diye bir şiir yaz” dedim “öyle bitsin.” Bana<br />
bir şiir getirdi;<br />
Sevenler hep ağlarmış<br />
Yanar bağrın dağlarmış<br />
Çiçekler yas bağlarmış<br />
Eylül akşamlarında<br />
Ne olursun kal gitme<br />
Beni sevginden etme<br />
Sana hasret bekletme<br />
Eylül akşamlarında<br />
Şu anda en çok sevilen iki bestem bu şarkılardır.<br />
110
OSMANLI KÜLTÜR VE<br />
MEDENİYET DÜNYASINDA<br />
EDEBİYAT MAHFİLLERİ:<br />
XVIII. ASIR İSTANBUL<br />
ÖRNEĞİ<br />
Zehra ÖKSÜZ<br />
İZÜTEM Türkçe Eğitimi ve Öğretimi Uygulama ve<br />
Araştırma Merkezi Müdür Yardımcısı<br />
“<br />
XV. asırdaki fetihlerle birlikte<br />
İstanbul’un merkez olması, Osmanlı<br />
toplumunda kültürel faaliyetlerin<br />
büyük bir ivme kazanmasında adeta<br />
bir dönüm noktası oluşturmuştur.<br />
Bu devirden itibaren İstanbul’daki<br />
edebiyat mahfilleri de hem nitelik<br />
hem nicelik itibariyle artış göstererek<br />
İstanbul’un büyük bir kültür başkenti<br />
hâline gelmesinde katkı sağlamış<br />
ve sonraki asırlarda da bu gelişimini<br />
devam ettirmiştir.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />
Marifetin iltifata tâbi olduğu gerçeğine bakılırsa bir sanatkârın,<br />
sanatını ve icraatını o toplumda hâkim olan sosyal<br />
ve kültürel yapı içerisinde ortaya koyması pek tabiidir.<br />
Osmanlı toplumu gibi patrimonyal bir toplumda yaşadığı<br />
devre ve topluma yön veren, doğrudan veya dolaylı olarak,<br />
farklı alanlarda toplumun gelişimini sağlayan “hami”<br />
ya da “patron” sıfatını almış şahsiyetlerin varlığı bilinmektedir.<br />
1 Her fırsatta sanatkârı koruyup kollayan, maddi ve<br />
manevi desteğini ondan esirgemeyen hami, sanatkârı bir<br />
nevi terbiye edendir. Hatta onun ortaya koyduğu bu himayeci<br />
gelenek, zaman zaman belirli bir mekâna taşınıp<br />
devam ederek kültürel bir yapı olan mahfillerin oluşumunu<br />
sağlamıştır.<br />
Bir kavram olarak “mahfil”; “oturulacak, görüşülecek yer,<br />
toplantı yeri; konuşup görüşmek için bir araya gelinen<br />
yer; toplanmış heyet, meclis” 2 gibi anlamlara sahiptir.<br />
“Edebiyat mahfili” ise, belirli bir mekânda ve belirli zaman<br />
aralığıyla bir araya gelen ve edebiyatla iştigal eden şahsiyetlerin<br />
meydana getirdiği edebî toplantıların merkezidir.<br />
Bu itibarla mahfiller, bir milletin sosyo-kültürel yapısını,<br />
ilim ve irfan seviyesini ve bu sosyo-kültürel yapıdaki fikirlerin<br />
gelişimini gösteren, sanatın ve edebiyatın zirveleştiği<br />
cazibe merkezleri olarak hemen her devirde rağbet görmüştür.<br />
Bir edebiyat mahfili, birçok farklı misyona sahiptir. Kültürel<br />
mirasımızın unutulmadan nesilden nesile aktarılması,<br />
edebiyat dünyamız için önemli şahsiyetler yetiştirip onların<br />
başarılı eserler ortaya koymasını sağlaması ve günümüzdeki<br />
kültür merkezlerine örnek teşkil etmesi bunların<br />
başlıcalarıdır. Ayrıca bir edebiyat mahfilinin en önemli<br />
hususiyetlerinden biri, eğitici olmasıdır. Bu yönüyle adeta<br />
bir eğitim merkezi hüviyetindedir. Mahfilde icra edilen faaliyetlerin<br />
ve ortaya konan eserlerin her defasında daha<br />
mükemmel olanı yakalama çabasıyla meydana getirilmiş<br />
olması, bunun en güzel ifadesidir. Nitekim bu mekânlarda<br />
şair ve sanatkârlar, her zaman daha güzel eserler ortaya<br />
koymaya gayret ederek adeta bir yarış haline girmişler,<br />
birbirilerine ve kendilerinden önceki üstat sanatkârlara<br />
öykünüp nazireler yazmışlardır. Böylece sanat ve edebiyat<br />
zevklerini gün geçtikçe artırarak kendilerini yetiştirmişlerdir.<br />
Ancak onların kendilerini yetiştirmesinde sanatkâr<br />
hamisinin/mahfil sahibinin sahip olduğu edebî zevkin seviyesinin<br />
önemli bir ölçüt olduğunu unutmamak gerekir. 3<br />
114<br />
Van Mour'un çizimiyle 18. yüzyılda<br />
Hollanda Elçiliğinden İstanbul manzarası
OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
XV. asırdaki fetihlerle birlikte İstanbul’un merkez olması,<br />
Osmanlı toplumunda kültürel faaliyetlerin büyük bir ivme<br />
kazanmasında adeta bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bu<br />
devirden itibaren İstanbul’daki edebiyat mahfilleri de hem<br />
nitelik hem nicelik itibariyle artış göstererek İstanbul’un<br />
büyük bir kültür başkenti hâline gelmesinde katkı sağlamış<br />
ve sonraki asırlarda da bu gelişimini devam ettirmiştir.<br />
Osmanlı kültürel hayatında edebiyat mahfillerinin boy gösterdiği<br />
devirlerden biri de XVIII. asır olmuştur. Bu asırdaki<br />
edebiyat mahfilleri, özellikle kültür ve sanat faaliyetlerinin<br />
hüküm sürdüğü Lale Devri’nde (1718-1730) ve Osmanlı<br />
topraklarındaki yenileşme hareketlerinin filizlendiği asrın<br />
son çeyreğinde önemli vazifeler üstlenmiş; kültür dünyamızdaki<br />
gelişme ve değişmeleri en canlı şekilde yansıtan<br />
mekânlar olmuştur. XVIII. asrın zihnî yapısının en çarpıcı<br />
örnekleri de yine bu mekânlarda gözler önüne serilmiştir.<br />
XVIII. asırda irili ufaklı pek çok edebiyat mahfilinin varlığı<br />
söz konusu olmakla beraber bu hususta daha çok padişah,<br />
şehzade ve vezirlerin sarayları ile devlet büyüklerinin,<br />
paşaların ve beylerin köşk, yalı ve konakları ön plana<br />
çıkmıştır. Ayrıca çevresinde saygın ve “üstat” olarak kabul<br />
gören şahsiyetler de kendileriyle bütünleşen mekânlarda<br />
kurdukları edebî meclisleriyle sanatkârı himaye edip kendi<br />
mahfillerini oluşturmuşlardır. Edebiyat mahfilleri, kültürel<br />
mirasın taşıyıcısı rolüne sahip olarak yetiştirilen şahsiyetler<br />
ve ortaya konan eserler bakımından ehemmiyetli<br />
merkezler olduğu kadar mahfilde okunan eserler ve örnek<br />
alınan sanatkârlar bakımından da önem arz etmektedir.<br />
Birçoğu şair ve yazarlardan oluşan bu mahfillerin müdavimleri,<br />
bağlı oldukları mahfilde kendilerine model olarak<br />
seçtikleri, çoğunluğu bedii zevke sahip hamilerinin öncülüğünde<br />
Doğu kültürünün şaheserlerini okuyup tetkik<br />
etmişler; Batılılaşma dönemine kadar, kendilerini Doğu<br />
medeniyetinin sanat zevkine göre yetiştirmeye çalışmışlardır.<br />
Nitekim bu duruma en güzel örnek, XVIII. asrın ve<br />
Osmanlı’nın son büyük şairi olduğu kabul gören Şeyh<br />
Gâlib’tir. Onun Türk edebiyatının şaheseri olarak tavsif<br />
edilen “Hüsn ü Aşk” mesnevisini yazma fikrine böyle bir<br />
mahfildeki sohbet esnasında karar verdiği bilinmektedir.<br />
XVIII. asır İstanbul’unun edebiyat mahfilleri nitelik itibariyle<br />
farklı büyüklükteki meclislerden oluşurdu. Nicelik bakımından<br />
durumları ise, kaynaklarda yeterli derecede işlenmemesi<br />
hasebiyle, tam olarak bilinmemektedir. Bu itibarla<br />
XVIII. asır İstanbul’undaki edebiyat mahfillerinin ön plana<br />
çıkan örneklerine değinmek yerinde olacaktır.<br />
XVIII. Asırda Edebiyat Mahfilleri<br />
XVIII. asırda Osmanlı sarayı, toplumun kalbinin her alanda<br />
attığı bir merkez olmaya devam etmiştir. Sarayın önemli<br />
bir kültür merkezi olduğu bu devirde sarayda cereyan<br />
eden edebiyat faaliyetlerinin ve şairlerin de çok olması<br />
tabiidir. Nitekim padişah ve devlet adamları sanatkârı teşvik<br />
için son derece cömert davranmış, onları himayesine<br />
alarak lütuf ve ihsan ile taltif etmişlerdir. 4 Ayrıca Osmanlı<br />
sultanlarının birçoğunun devlet yönetiminin yanı sıra sanat<br />
ve edebiyatla da yakından ilgilendikleri bilinmektedir.<br />
Hatta sultanlar arasında başarılı eserler ortaya koyacak<br />
kadar sanat ve edebiyatla meşgul olan ve sarayında ilmî<br />
ve edebî meclisler tertip edenleri de vardır.<br />
XVIII. asır Osmanlı İstanbul’unda saray merkezli edebiyat<br />
mahfillerinin en meşhurları, biri asrın başında diğeri<br />
sonunda olmak üzere III. Ahmed ve III. Selim olmuştur.<br />
Bunlardan Sultan III. Ahmed, Lale Devri padişahı olarak<br />
da bilinmektedir. Sultan, edebiyat ve sanat meclisleriyle<br />
donattığı sarayını devrin önemli kültür merkezlerinden<br />
biri hâline getirmiştir. Dönemindeki âlim, şair ve faziletli<br />
kişileri himayesine alarak onlara ihsanlarda bulunmuş,<br />
ilmi ve sanatı teşvik edici hizmetler yapmış; böylece Osmanlı<br />
coğrafyasında görülen saray şiiri, III. Ahmed devrinde<br />
zirveye ulaşmıştır. 5 Osmanlı sarayında cömert bir hâmi<br />
olarak bilinen ve kendisi de Necîb mahlasıyla şiirler yazan<br />
Sultan’ın meclislerine gelenlerin sayısı o kadar çok olmuştur<br />
ki huzuru, her çeşit ilmin neşv ü nemâ bulduğu bir<br />
mahfil olarak zikredilmiştir.<br />
115
“Bu suretle aslında saray şiiri Türkiye’de her<br />
devirde görülmüş olmakla birlikte hiçbir zaman<br />
III. Ahmed’in hükümranlığının sonlarında olduğu<br />
kadar, ne bu denli başarıyla işlenmiş ve ne de<br />
böyle parlak bir üstünlüğe sahip olmuştur.” 6<br />
Etrafında çok geniş bir edebî zümre toplayan III.<br />
Ahmed’in mahfilindeki şairlerin en meşhurları, Nedîm,<br />
Seyyid Vehbî Safayî, Sâbit, Ahmed Refi’ Efendi,<br />
Ahmed Neylî, Nahîfî, Koca Râgıb Paşa ve Osman-zâde<br />
Tâib olarak zikredilebilir. Osman-zâde Tâib, Sultan III.<br />
Ahmed’in fermanı üzerine dönemindeki bütün şairlerin<br />
başına sultanü’ş-şuara (şairlerin sultanı) olarak atanmış;<br />
böylece şiirlerin düzenine dikkat etmeyi ve ölçülerine<br />
uymayan şiirler yazanlara düzgün söz söylemenin kurallarını<br />
öğretmeyi amaçlamıştır. Ünlü tarihçi Ahmed Refik,<br />
Lale Devri adlı eserinde Sultan’ın bu amacını vurgulayarak<br />
hem III. Ahmed devrindeki edebiyat faaliyetlerin ciddiyetine<br />
hem de onun sahip olduğu mahfilin Türk kültür tarihi<br />
açısından ne derece önem arz ettiğine dikkat çekmiştir. 7<br />
Ayrıca III. Ahmed’in sarayındaki edebî meclislerde methiye<br />
ve nazire türünün en orijinal örnekleri ortaya konmuştur.<br />
Sultan III. Ahmed gibi, Sultan III. Selim de kültürel donanıma<br />
sahip bir Osmanlı hükümdarıdır. Henüz şehzade iken<br />
sanatla ilgilenmeye başlamış; İlhâmî mahlasıyla şiirler yazmış,<br />
musiki alanında icracı ve besteci olarak başarılı eserler<br />
ortaya koymuş ve geliştirdiği metotlarla, terkip ettiği<br />
yeni makamlarla eserler besteleyerek Türk musiki tarihine<br />
büyük katkı sağlamıştır. Daha genç yaşlarında etrafında<br />
seçkin bir edebî zümre oluşmaya başlamıştır. Kaynaklar<br />
onun şiir ve musiki alanlarındaki üstün meziyetlerini, ta’lik<br />
hattı güzel yazdığını, sanatkârı himaye etmesini ve yüce<br />
belâgatine yaraşır “divan sahibi” bir padişah olduğunu<br />
naklederler. Şiirlerine taştirler ve tahmisler yazılan padişah,<br />
bu yönüyle devrindeki ve kendisinden sonrasındaki<br />
şairlere örnek olmuştur. Kendisi âlim, şair ve sanatkârların<br />
himayeliğini yapmış bir padişah olarak onlara ziyadesiyle<br />
saygılı davranmış ve onları sarayındaki edebî mahfilinde<br />
ağırlayıp taltif etmiştir. 8 Nitekim şairleri seven III. Selim,<br />
daha tahta çıkar çıkmaz mahfilinin müdavimlerinden olan<br />
Sünbül-zâde Vehbî (ö. 1809)’nin rahat ve mutlu bir hayat<br />
yaşamasını sağlamış, buna mukabil Vehbî de tertip ettiği<br />
Divan’ını sultana ithaf etmiştir. III. Selim’in edebî zümresinde<br />
yaşayan Vehbî, doksan yaşını aşkın bir süre ömür<br />
sürmüş, hamisi sayesinde de hayatını refah içinde şiir yazarak<br />
ve eğlenerek geçirmiştir. 9 Her ne kadar devrindeki<br />
şairleri taltif etse de III. Selim’in şiire ve şairlere olan lütuf<br />
ve ihsanı Şeyh Gâlib’in varlığıyla son hadde ulaşmıştır. İki<br />
yakın dost olan bu sultan ve şair, mümkün oldukça sohbet<br />
meclislerinde bir araya gelmişler; sultanın şaire olan<br />
Joseph Warnia-Zarzecki'nin fırçasından Sultan III. Selim<br />
himaye ve iltifatı da giderek artmıştır. Çok sevdiği şair<br />
dostu sultana methiyeler sundukça sultan da her fırsatta<br />
onu manevî değeri büyük caizelerle lütuflandırmıştır.<br />
Bir edebî sohbet meclisinde şair dostuna Cevrî’nin ta’lik<br />
hattıyla yazılan ve sayıca az bulunan bir Mesnevî-yi Şerîf<br />
hediye etmiş ve Gâlib de bu hediye karşılığında:<br />
Bana Sultân Selîm-i kâmver kâm-ı cihân virdi<br />
Bütün dünyâ değer bir genc-i hâs u râygân virdi 10<br />
beytiyle başlayan “virdi” redifli kasidesini kendisine takdim<br />
etmiştir.<br />
Şeyh Gâlib, şiirlerinde III. Selim devrinde himaye gören<br />
âlim ve şairlerin, bilhassa kendisinin, padişahtan çokça lütuf<br />
gördüğünü, Çağatay dönemindeki Baykara meclislerinde<br />
izzet ü ikram gören Molla Câmî’nin ve Kızılarslan’ın<br />
teveccühünü kazanan Nizâmî-i Gencevî’nin bile bu devrin<br />
şairleri kadar lütfa mazhar olmadığını şiirlerinde ifade<br />
etmiştir. 11 III. Selim’in sanatkârı bu derece himayesi neticesinde<br />
Dede Efendi gibi meşhur sanatkârlar da sultanın<br />
sarayındaki mahfile iştirak etmiş, onun mahfili devrin şair<br />
ve sanatkârıyla dolup taşmıştır.<br />
116
OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Osmanlı’da saray yönetimindeki devlet ricali de edebî<br />
zümreleri kendi etrafında toplayarak bulundukları yeri birer<br />
mahfil haline getirmiştir. Bunlardan biri olan Damad<br />
İbrahim Paşa (ö. 1730), Sultan III. Ahmed devrinin en meşhur<br />
sadrazamı olup Lale Devri adı verilen ve on üç sene boyunca<br />
devam eden bir barış dönemine hem siyasi hem de<br />
kültürel açıdan yön veren önemli bir devlet adamıdır. Sadrazamlığı<br />
boyunca onun gayret ve teşvikleriyle edebiyat<br />
ve sanat çok büyük gelişme göstermiştir. 12 İbrahim Paşa,<br />
kaynaklarda şehri yeniden mamur edecek derecede hayrat<br />
sahibi, âlim, edip, şair ve hünerli bir devlet adamı olarak<br />
nitelendirilmektedir. 13 Damad İbrahim Paşa, Beşiktaş<br />
Mevlevihanesi’ne bitişik yalısında lale eğlenceleri, küme<br />
faslı âlemleri düzenletmiştir. 14 Onun mahfili, usta şairlerin<br />
de içlerinde bulunduğu, zamanın pek çok şair ve sanatkârı<br />
için bir cazibe merkezi konumundadır. Nitekim devrindeki<br />
sanatkâr ve şairlere bakılırsa onun sanata ve sanatkâra ne<br />
derece rağbeti olduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklarda onun<br />
sadrazamlık süresi boyunca, sadece edebî mahfilinde yıldızı<br />
parlayan yaklaşık yüz şair ve yazarın varlığından söz<br />
edilmektedir. 15 İlim adamlarına karşı gösterdiği bağış cömertliğini<br />
edebî çalışmalardan da esirgemeyen İbrahim<br />
Paşa, böylece Osmanlı coğrafyasında birçok faydalı eserin<br />
yayınlanmasını da sağlamıştır. 16 Onun bu lütufkâr tavrına<br />
mukabil şairler de adına çokça kitaplar ithaf etmiş; Sâmî,<br />
Sâbit, Keçecizâde Vehbî, Nâbî, Nedîm ve benzeri pek çok<br />
şair, divanlarında ona methiyeler yazmışlardır. Ayrıca bazı<br />
sebeplerden ötürü İbrahim Paşa sarayının dışında kalarak<br />
onun edebî meclislerinden uzak olan şair ve yazarlar da<br />
olmuştur. Fakat Sadrazam İbrahim Paşa, içlerinden cesaret<br />
edip yardım dileyenlere de himmet elini uzatmaktan geri<br />
durmamıştır. Hatta bu şairlerden bazılarının şairlik kudreti<br />
bakımından -Nedîm hariç- saraydaki pek çok şairi dahi<br />
gerisinde bıraktığı kaydedilmiştir. 17<br />
İbrahim Paşa’nın yenileşmeye ve eğlenceye olan eğilimi<br />
en çok edebiyatın gelişmesini sağlamış, sadrazamın hamiliğinde<br />
gerçekleştirilen Lale Devri eğlencelerinin ve<br />
kültür faaliyetlerinin etkisiyle duygularda oluşan incelikler,<br />
sanatta ve edebiyatta seçkin eserlerin vücuda gelmesine<br />
zemin hazırlamış ve kültürel mirasın gelecek nesillere taşınmasına<br />
katkı sağlamıştır. Şair Nedîm, İbrahim Paşa’nın<br />
edebî mahfilinde en önde yerini almış, devrin güzellik ve<br />
ihtişamını, kültürel yaşantısını tüm canlılığıyla şiirlerinde<br />
yaşatmıştır. İbrahim Paşa meclislerinin müdavimlerinden<br />
Seyyid Vehbî, Neylî, Küçük Çelebi-zâde Âsım, İzzet Ali<br />
Paşa gibi şairler, bu meclislerde Nedîm ile arkadaş olup<br />
onun etkisinde şiir yazmışlardır. Bunlardan başka Nahifî,<br />
Safâyî, Vakanüvis Râşid Efendi, Rahimî, Vakanüvis Sâmî,<br />
Tezkiretü’ş-Şuara sahibi Safâyî, Vakanüvis Şakir Bey, Sultanü’ş-Şu’ara<br />
Osman-zâde Tâib gibi şairler onun mahfilindeki<br />
meşhur şairler arasındadır. 18<br />
Devrin önde gelen tarih yazıcılarından biri olan Râşid<br />
Efendi (ö. 1734/35) 19 , devlet adamlığının yanı sıra hem<br />
şairliği hem de sanatı ve sanatkârı koruyan hami kimliğiyle<br />
kaynaklara geçmiştir. Onun Üsküdar’daki yalısı, sadece<br />
kendi çevresindekilerle değil, farklı şehir ve ülkelerden<br />
gelip misafir olan şairler ve faziletli kişilerle de dolmuştur.<br />
Hatta meclislerden birinde mahfilindeki şairlerden<br />
Antakyalı Münif, 20 “Bütün faziletli kişilerin Râşid Efendi’ye<br />
sığınmasına sakın şaşma / Allah’ın bütün âlemi bir (nokta)’de<br />
toplaması (ona) zor değildir.” 21 anlamındaki Arapça<br />
beytini söyleyerek Râşid Efendi’nin fazilet erbabını himayesi<br />
edişine değinmiştir. Râşid Efendi’nin şiirlerinden Nâbî<br />
etkisinde kaldığı görülmektedir.<br />
Sadrazam Râgıb Paşa’nın Evi<br />
Sultan III. Osman ve Sultan III. Mustafa devirlerinin en mühim<br />
ve başarılı sadrazamı olarak bilinen Koca Râgıb Paşa<br />
(ö. 1763) zeki bir devlet adamı olmasının yanı sıra hikmetli<br />
söz söyleyen, belâgat ve nesirde üstat bir ilim adamı olarak<br />
vasıflandırılmıştır. 22 Kendisi de kudretli denebilecek derecede<br />
bir şair olan Râgıb Paşa, âlim ve sanatkârların hamiliğini<br />
üstlenmiş, her fırsatta onları ödüllendirerek teşvik etmiştir.<br />
117
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />
Nitekim Paşa, sanatkârları milletin en güzel, en değerli süsleri<br />
olarak görmüştür. 23 Koca Râgıb Paşa’nın ilmî ve edebî<br />
toplantıların merkezi konumundaki evi, XVIII. yüzyılın kültür<br />
hayatında epey rağbet gören bir edebiyat mahfili hüviyetindedir.<br />
24 Şeyhülislâm Küçük Çelebizade Asım Efendi,<br />
kazaskerlerden Haşmet, Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin kızı<br />
ve Anadolu kadın şairlerinin en önde geleni Fıtnat Hanım,<br />
Koca Râgıb Paşa mahfilindekilerden bazılarıdır. 25 Onun<br />
mahfilinde bir araya gelen şairlerin müşterek en önemli<br />
hususiyetleri, şiirlerinin büyük bir kısmını Nâbî tesirinde<br />
söylemeleridir. Bunda, Nâbî ekolünün mühim takipçisi ve<br />
temsilcisi bir şair olarak bilinen Koca Râgıb Paşa’nın tesiri<br />
büyüktür. Paşa’nın bu fikir dünyası, mahfilindeki pek<br />
çok şair tarafından benimsenmiş; “hikemî tarz”ın solukları<br />
onun edebî meclislerinde yoğun bir şekilde hissedilmiştir.<br />
<strong>26</strong> Ayrıca mahfildekilerin Râgıb Paşa’ya ve birbirilerine<br />
yazdığı nazireler, onun edebî mahfilinin XVIII. yüzyılın nazirecilik<br />
geleneği açısından mühim bir merkez olduğunu<br />
da göstermektedir. Mahfilin önde gelen isimlerinden Haşmet<br />
ile Koca Râgıb Paşa arasındaki şakalaşmalar, hem bu<br />
iki dostun latife ve nüktelerden hoşlanan mizacını ortaya<br />
koyması bakımından hem de mahfildeki samimi havayı<br />
vermesi bakımından dikkate değerdir. 27<br />
“Tarihçibaşı-zade” adıyla tanınan Şeyh Muhammed Âgâh<br />
Ağa (ö.1770), devrin meşhur mesnevîhanlarından biridir.<br />
Âgâh Ağa, Galata Mevlevîhanesi’nin az ilerisindeki bir konakta<br />
oturarak burayı bir mahfile dönüştürmüştür. Türk<br />
edebiyatının başyapıtlarından biri olan Mesnevî-i Şerif,<br />
onun mahfilinde okunan ve şerh edilen en temel eserdir.<br />
Mesnevî’nin incelikleri üzerine oluşturulan sohbetlerle<br />
mahfili mühim bir rol üstlenmiştir. Hatta bu vesile ile konağı<br />
ilim ve edebiyat ehlinin uğrak yeri olmuştur. Devrin<br />
şiir ve inşa ile meşgul olan zevatı onun mahfiline gelip<br />
birbirileriyle görüşme ve sohbet etme imkânı bulmuştur.<br />
Şeyh Gâlib’in Meclisi<br />
Sultan ve devlet ricali dışında devrin önde gelen şair ve<br />
sanatkârların yaşadığı mekânlar da birer mahfil hüviyetindedir.<br />
XVIII. asrın ikinci yarısında yaşayan ve Klasik Türk<br />
Edebiyatının son büyük şairi olarak zikredilen Şeyh Gâlib,<br />
önce Yenikapı, daha sonra da Galata Mevlevihanesi’ndeki<br />
irfan meclislerinde sık sık âlim ve şairlerle bir araya<br />
gelmiştir. 28 Gâlib, daha genç yaşındayken hocası Neş’et<br />
Efendi’nin konağında meydana gelen şiir ve inşâ meclislerinden<br />
aldığı feyizle tıpkı hocası Neş’et Efendi gibi, bu<br />
mekânları birer edebî mahfil hâline getirmiştir. 29 Galata<br />
Mevlevihanesi’nde postnişin olduktan sonra mahfili başta<br />
Mesnevî-i Şerîf ve Mevlânâ’nın diğer eserleri olmak üzere<br />
pek çok edebî eserin okunup şerh edildiği, şiirlerin değerlendirildiği<br />
bir merkez hâline gelmiştir. 30 Derviş Neyyir,<br />
Mehmed Esrar Dede, Derviş İsmail Hulûsî, Sultan III.<br />
Selim, Hafız Manastırî, Said Halet Efendi, Ahmed Hâmid<br />
Efendi gibi isimler onun mahfilinin müdavimlerindendir.<br />
Ayrıca Esrâr Dede, Gâlib ile yakın dost olması hasebiyle<br />
Mevlevihane’de tertip edilen pek çok irfan meclisinin oluşumunda<br />
ve gelişiminde etkin rol oynamıştır. 31<br />
Nakşibendî ricalinden ve Mevlevî müntesiplerinden olan<br />
Şeyh Ali Behçet Efendi (1727-1823) 32 , Üsküdar’daki Selimiye<br />
Dergâhı’na şeyh olduktan sonra burada geniş bir<br />
sohbet halkası oluşturmuş; derslerine şeyhler, âlimler,<br />
şairler, sanatkârlar ve devlet ricâli de dâhil olmak üzere<br />
zikredilemeyecek kadar çok sayıda isim teşrif etmiştir.<br />
Kendisinden ilim talep edenlere pek çok alanda dersler<br />
vermiştir. O devrin edebiyat mahfillerinin adeta başyapıtı<br />
hâline gelen Mevlânâ’nın Mesnevîsi, onun mahfilinde de<br />
yerini almıştır. Onun Mesnevî derslerine mahfildekiler tarafından<br />
büyük ilgi gösterilmiştir. Kethüdazâde Mehmed<br />
Ârif Efendi ve Mülkiye Nazırı Muhammed Said Pertev<br />
Paşa; Şeyh İbrahim-i Hayranî Efendi, Mesnevihan-ı şehir<br />
Hacı Hüsameddin Efendi, şair Lebib Efendi, Ali Behçet<br />
Efendi’nin edebî sohbet halkasına dâhil olanlardan sadece<br />
birkaçıdır. 33<br />
Ressam Liotard'ın Sadrazam portresi, 1738-43<br />
Beşiktaş’taki Sinan Paşa Tekkesi postnişinlerinden olan<br />
Neccarzâde Şeyh Rıza Efendi (ö.1746), Osmanlı kültürel<br />
hayatında şiir söylemekle meşhur şeyhler arasında yer almıştır.<br />
Şeyh Rıza, Mesnevî-i Şerîf okutmakla meşgul olan<br />
devrin önde gelen Mesnevihanlarından biridir. Onun Beşiktaş<br />
Camii’nin karşısındaki dergâhı ilim ve irfan erbabı-<br />
118
OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
bir mahlasname yazarak “Vahyî” mahlasını hediye etmiş;<br />
Süleyman Mustafa Efendi, o günden sonra “Hoca Süleyman<br />
Vahyî” adıyla meşhur olmuştur. Vahyî Efendi, hocasını<br />
örnek alarak Çatladıkapı civarında bulunan evinde kendi<br />
mahfilini kurmuştur. İstidadı olan talebelere sabah akşam<br />
Farsça ve Mesnevî dersleri okutmuş, Mesnevî’nin hakikatlerinden<br />
ve inceliklerinden bahsetmiştir. 37 Aynı zamanda<br />
bir şair olan Hoca Vahyî, devrinde kemal ve faziletiyle herkesin<br />
hürmetine mazhar bir zattır. Mahfili Doğu edebiyatının<br />
klasik eserlerinin okunduğu, şair ve münşilerin himaye<br />
edilip eğitildiği bir merkez konumundadır. 38<br />
Osmanlı ricali arasında çok büyük nüfuza sahip bir devlet<br />
adamı olarak tanınan Hâlet Efendi (ö. 1822), şair kimliği,<br />
sanatı ve sanatçıyı koruyup kollaması itibariyle de mühim<br />
bir şahsiyettir. Şiir ve edebiyata karşı temayülü ve istidadı<br />
ile Şeyh Gâlib’in mahfiline dâhil olup onunla yakın dostluk<br />
kurmuştur. 39 Hâlet Efendi, Gâlib’in sohbet meclislerinden<br />
aldığı feyizle Süleymaniye’deki konağında ilmî ve edebî<br />
toplantılarla bilgi ve sanat zevkini artıran sohbetler tertip<br />
etmiştir. Konağındaki meclislere kayıtsız kalamayan Hâlet<br />
Efendi, bu meyanda güzel şiirler ve musiki parçaları vücuda<br />
getirmiştir. Onun yazdığı şiirlerin birçoğu yine mahfilinin<br />
ürünüdür. 40 Hâlet Efendi’nin sanatı ve sanatçıyı himaye<br />
etmesine mukabil muhitindekiler tarafından da kendisine<br />
methiyeler yazılmış, dualar edilmiştir. Onun mahfilindekilerden<br />
Keçecizâde İzzet Molla, Bahâr-ı Efkâr, Hazân-ı Âsâr<br />
ve Mihnetkeşân adlı eserlerinde kendisine kasideler yazıp<br />
methiyeler düzmüştür. 41<br />
Süleyman Neş’et Efendi Konağı<br />
Şeyh Gâlib<br />
nın ziyaret ettiği bir mahfildir. Kaynaklarda mahfilinden istifade<br />
etmek isteyenlerin çokluğu sebebiyle meclislerinin<br />
dolup taştığı nakledilmiştir. Nakşibendî-Müceddidîler arasında<br />
Neccarzâde ile başlayan Mesnevî okuma geleneği,<br />
kendisinden sonraki silsilede yer alan Muhammed Âgâh<br />
(ö.1770), Mehmed Emîn-i Bursevî (ö.1813) ve Ali Behçet<br />
(ö.1823) gibi Nakşıbendî-Müceddidî şeyhleri tarafından<br />
devam ettirilmiştir. Râgıb Paşa’nın mühürdarı olan Nüzhet<br />
Efendi 34 ve meşhur Hoca Neş’et Efendi 35 onun mahfilinden<br />
istifade edenlerin meşhurlarındandır.<br />
Ulemadan olan Süleyman Mustafa Vahyî Efendi<br />
(ö.1817/18), ilimleri tahsil edip hoca olduktan kısa bir<br />
süre sonra Hoca Neş’et Efendi’nin mahfiline devam edip<br />
onunla yakın iki arkadaş olmuş ve bu arkadaşının edebî<br />
yönünden bol bol istifade etmiştir. 36 Neş’et Efendi, mahfiline<br />
gelen yakın dostu ve talebesine âdeti olduğu üzere<br />
XVIII. asrın Osmanlı kültür ve medeniyet dairesine adını<br />
yazdıran mühim şahsiyetlerden biri de hocalığı ile meşhur<br />
olan Süleyman Neş’et Efendi’dir. Konağını ilim âleminin<br />
istifadesine açarak ilim ve irfan talep edenlere dersler<br />
vermiştir. Talebelerinden kabiliyeti olanlara hususi bir<br />
ihtimam göstererek onların yetişip faydalı işlerle meşgul<br />
olmaları için gayret sarf etmiştir. 42 İstanbul’un Aksaray<br />
semtindeki Molla Güranî mahallesinde bulunan Neş’et<br />
Efendi konağı, onun edebî mahfilini oluşturduğu devrin<br />
tanınmış mekânlarından biridir. 43 Burada ömrünün sonuna<br />
kadar arzu edenlere ve meraklılarına çeşitli dersler<br />
vererek talebeler yetiştirmiştir. Mahfilinin kırk yıldan fazla<br />
bir süre devam ettiği bilinmektedir. O, mahfilindeki sohbetlerle<br />
devrindeki herkes tarafından ilmi ve irfanıyla tanınan<br />
ve sevilen bir üstat hâline gelmiştir. Hatta şöhreti<br />
Arabistan, İran ve Çin’e kadar “Baba-yı âlem” olarak yayılmış<br />
ve konağı sadece şehrin edebiyat erbabının uğrak<br />
yeri olmakla kalmayıp İran, Turan ve Frenk diyarından gelen<br />
ziyaretçilerle de dolup taşmıştır. 44 Böylece Molla Güranî’deki<br />
konağı kısa zamanda medreselere gıpta ettirecek<br />
hale gelmiştir. 45 Yakın talebesi Pertev Efendi, Neş’et’in<br />
bizzat yetiştirdiklerinin yanı sıra dolaylı olarak yetiştirdiği<br />
119
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />
talebelerinin de çokluğundan söz etmiştir. 46 Neş’et, kalem<br />
erbâbını çoğaltmağa çalışan bir üstat 47 ve çalışmalarında<br />
öğrencilere şevk verecek kadar iyi bir hoca olması hasebiyle<br />
kendisine büyük sevgi ve saygı duyulmuştur. Hatta<br />
Faik Reşat, vaktin en ileri gelen kalem erbabının Neş’et’in<br />
talebesi olduğuna dikkat çekmiş, Muallim Naci ise kalem<br />
erbabını yetiştirdiği için Osmanlıların kendisine daima<br />
minnettar olması gerektiğini dile getirmiştir. 48 Ayrıca talebelerinin<br />
çoğu şiir sanatında kendisini geçmiş olmasına<br />
ve Neş’et’in şairlikte fevkalâde olmadığını bilmelerine rağmen<br />
hiçbiri ona karşı saygısız bir davranışta bulunmamış;<br />
aksine, bir talebenin hocasına göstermesi gerektiği saygı<br />
ve hürmeti fazlasıyla göstermiş ve divanlarında hep ondan<br />
övgüyle bahsetmişlerdir. Bu durum, Neş’et mahfilinin<br />
sahip olduğu havayı aksettirmesi ve mahfildekilerin ahlakî<br />
hususiyetlerine işaret etmesi bakımından ayrıca dikkate<br />
değerdir. Onun şiirleri şekil ve muhteva bakımından<br />
talebelerine model oluşturmuştur. Neş’et, mahfilindeki<br />
derslerde talebelerine Farsça’nın incelikleri üzerinde durarak<br />
hadis ve edebiyat gibi çeşitli ilimleri de öğretmiş; 49<br />
Mesnevî-i Şerif 50 başta olmak üzere, Gülistan ve Bostan<br />
ile Molla Câmî, 51 Sâ’ib ve Şevket’in eserlerini okutmuştur.<br />
Neşet Efendi, adeta bir kültür merkezini andıran mahfilinde<br />
haftada iki gün Farsça, diğer iki gün de hatm-i hâce<br />
dersleri vermiştir. 52 Neş’et Efendi, ilim talep edeni vakit ne<br />
olursa olsun geri çevirmemiş, konağını gece gündüz ilim<br />
âleminin istifadesine açmıştır. 53<br />
Hoca Neş’et Efendi, kısa zamanda Mesnevî okutmakla<br />
şöhret bulmuş bir “mesnevîhan” vasfına sahip, 54 “İstanbul’un<br />
parmakla gösterilen bir Farsça hocası” 55 olmuştur.<br />
Devrinin ileri gelen kalem erbabının da hocası olup talebelerinden<br />
şiir yazmaya kabiliyeti olanlara birer mahlas<br />
vermiştir. Hatta o, teveccühüne mazhar olanlara manzum<br />
birer “mahlas-nâme” yazıp hediye etmiştir. Nitekim<br />
Divan’ında yirmiye yakın mahlas-nâme bulunmaktadır.<br />
Neş’et’in mahfilinin müdavimleri arasında olup Neş’et tarafından<br />
kendisine mahlas-nâme yazılan şairler şunlardır:<br />
Şeyh Galib, Vakanüvis Pertev Efendi, Sadrazam Muhammed<br />
Pertev Paşa, Kethüdazâde Mehmed Ârif Efendi, İbrahim<br />
Hanîf Efendi, Beylikçi İzzet, Süleyman Vahyî Efendi,<br />
Bitlisî Müştak Mustafa Efendi, Reisülküttab Mehmed Ârif<br />
Efendi, Mîr Âmir Mehmed Beg, Muîn Efendi, Ferrî, Ali Hâtif<br />
Efendi, Zâhir Efendi, Ali Efendi, Niyâz, Nâyâb, Âkif Efendi,<br />
Hoca Vehbî, Nâbud.<br />
İlmî ve edebî sohbet meclislerinin bir mekânla bütünleştiği<br />
edebiyat mahfilleri, hemen her devirde boy göstermiş,<br />
XVIII. asırda da varlığını devam ettirmiştir. Bu itibarla<br />
padişah, sadrazam, vakanüvis, vb. devlet büyüklerinin saray,<br />
yalı ve köşklerinin yanı sıra sanat erbabı şahsiyetlerin<br />
köşk, yalı ve konakları da mahfil vazifesi görmüştür.<br />
Mahfiller, edebiyat dünyasının önde gelen eserlerinin örnek<br />
alınarak benzerlerinin ortaya konması, kültürel birikimin<br />
nesilden nesile aktarımı, yetişmekte olan sanatkârların<br />
en güzel şekilde yetişmesine katkı sağlamaları bakımından<br />
Osmanlı’nın hemen her devrinde varlığını sürdürmüş<br />
ve giderek gelişme göstermiş kültür merkezleridir.<br />
Dipnotlar<br />
1 Halil İnalcık, Şâir ve Patron, Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerine<br />
Sosyolojik Bir İnceleme, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2011, s.7; Tûbâ<br />
Işınsu Durmuş İsen, Tutsan Elini Ben Fakîrin, Osmanlı Edebiyatında<br />
Hamilik Geleneği, Doğan Yayıncılık, İstanbul, 2009, s.18.<br />
2 Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, (Sâhib ü Nâşiri: Ahmed Cevdet),<br />
Dersaadet, 1317, s.1302; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe<br />
Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara, 2003, s. 566;<br />
İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı: Asırlar Boyu Târihî Seyri İçinde<br />
Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. II, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul,<br />
2011, s.2153; Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları,<br />
Ankara, 2005, s.13<strong>26</strong>; Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî,<br />
(Haz.: Recep Toparlı), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2000,<br />
s.709.<br />
3 Halil İnalcık, a.g.e., s.28.<br />
4 E. J. Wilkinson Gibb, Osmanlı Şiir Tarihi, III-V, (Çev. Ali Çavuşoğlu),<br />
Akçağ Yayınları, Ankara, 1999, s. 412.<br />
5 a.g.e., s.275.<br />
6 a.g.e., s.275.<br />
120
OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
28 Ali Enver Bey, Mevlevî Şâirler -Semahâne-i<br />
Edeb-, (Haz.: Tahir Hafızoğlu), İnsan Yayınları,<br />
İstanbul, 2010, s.95.<br />
29 Esrar Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye,<br />
İnceleme-Metin, (Haz.: İlhan Genç), Atatürk<br />
Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları,<br />
Ankara, 2000, s. XII, 4; İlhan Genç, Hoca<br />
Neş’et Hayatı, Edebî Kişiliği ve Dîvân’ının<br />
Tenkidli Metni, İzmir, 1998, s.60.<br />
30 Ali Enver Bey, a.g.e., s.95; Esrar Dede, a.g.e.,<br />
s.4; İlhan Genç, a.g.e., s.60.<br />
31 Muallim Naci, Osmanlı Şairleri, (Haz.: Cemal<br />
Kurnaz), Akçağ Yayınevi, Ankara,<br />
2000, s.150.<br />
32 Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ,<br />
(Haz: Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz) Kitabevi<br />
Yayınları, C.II, İstanbul, 2006, s.194.<br />
33 a.g.e., s.194-195; 199; 211.<br />
34 Muallim Naci, a.g.e., s. 145-147.<br />
35 Murad Molla Nakşibendî, Murad Molla<br />
Divanı, (Haz. Davut Köse), Fatih Üniversitesi<br />
Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış<br />
Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2008, s.<br />
128-129.<br />
36 Fatîn Efendi, Tezkire-i Hatîmetü’l-Eş’âr, İstanbul,<br />
1283/1867, s.433; Vassâf, a.g.e., s.<br />
203.<br />
37 a.g.e., s.433; Vassâf, a.g.e., s.203.<br />
38 Fatîn, a.g.e., s.433.<br />
Topkapı Sarayı'ndaki bir köşkün dış görünümü, Abdullah Biraderler, 19. yüzyıl sonu<br />
7 Ahmet Refik (ALTINAY), Geçmiş Asırlarda<br />
Osmanlı Hayatı - Lâle Devri (1730-1718),<br />
(Çev.: Ziver Öktem), Tarih Vakfı Yurt Yayınları,<br />
İstanbul, 2011, s.57-58.<br />
8 M. Nuri Çınarcı, Şeyhülislâm Ârif<br />
Hikmet Beyin Tezkiretü’ş-Şu’ârâsı ve<br />
Transkripsiyonlu Metni, Gaziantep Üniversitesi,<br />
Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep,<br />
2007, s.24.<br />
9 Gibb, a.g.e., s.432.<br />
10 M. Muhsin Kalkışım, Şeyh Gâlib Dîvânı,<br />
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi,<br />
İstanbul, 1992, s.128.<br />
11 a.g.e., s.129; 131; 159.<br />
12 Ahmet Refik, a.g.e., s.13-14; 23.<br />
13 (Çaylak) Mehmed Tevfik, Kâfile-i Şu’arâ,<br />
(Haz. Fatma Sabiha Kutlar Oğuz, Müjgân<br />
Çakır, Hanife Koncu), Doğu Kütüphanesi<br />
Yayınevi, İstanbul, 2012, s.76.<br />
14 a.g.e., s.75-76; İ. Hakkı, Uzunçarşılı,<br />
Osmanlı Tarihi IV. Cilt, 1. Bölüm-Karlofça<br />
Anlaşmasından XVIII. Yüzyılın Sonlarına<br />
Kadar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,<br />
1995, s.163-166.<br />
15 Gibb, a.g.e., s.275; Mehmed Tevfik, a.g.e.,<br />
s.76; J. Von Hammer, Büyük Osmanlı<br />
Tarihi 7, Üçdal Neşriyat, İstanbul, s. 356.<br />
16 a.g.e., s.356-357.<br />
17 Gibb, a.g.e., s.275.<br />
18 Uzunçarşılı, a.g.e., s.163-166; Ahmet Refik,<br />
a.g.e., s. 55-58; Abdurrahman Şeref,<br />
Osmanlı Devleti Tarihi, Târîh-i Devlet-i<br />
Osmâniyye, (Haz. Musa Duman), Gökkubbe,<br />
İstanbul, 2005, s.358.<br />
19 Sâlim Efendi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ, (Haz.: Adnan<br />
İnce), Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı<br />
Yayınları, Ankara, 2005, s.320.<br />
20 Gibb, a.g.e., s.315-316.<br />
21 Muallim Naci, Osmanlı Şairleri, (Haz.:<br />
Cemal Kurnaz), Akçağ Yayınevi, Ankara,<br />
2000, s.101.<br />
22 Abdurrahman Şeref, a.g.e., s.358.<br />
23 Hammer, a.g.e., s.341.<br />
24 Gibb, a.g.e., s.333.<br />
25 Abdurrahman Şeref, a.g.e., s.358.<br />
<strong>26</strong> Gibb, a.g.e., s.333.<br />
27 Ali Canip Yöntem, (Derleyen), Kahkaha<br />
Dergisi, Sayı: 6, İstanbul, Nisan 1949, s.31-<br />
32; Dursun Gürlek, Kültür Dünyâmızdan<br />
Manzaralar, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul,<br />
2012, s.342; Sedit Yüksel, “Koca Ragıb Paşa’nın<br />
Sanatında ve Yaşantısında Haşmet’in<br />
ve Fitnat’ın Yerleri”, Ankara Üniversitesi<br />
Türkoloji Dergisi, Cilt 7, Sayı:1, 1977, s.32.<br />
39 Ayvansarâyî Hüseyîn Efendi, Alî Sâtı’ Efendi,<br />
Süleymân Besîm Efendi, Hadîkatü’l-<br />
Cevâmi’, İstanbul Câmileri ve Diğer Dînî-<br />
Sivil Mi’mârî Yapılar, (Haz.: Ahmed Nezih<br />
Galitekin), İşaret Yayınları, İstanbul, 2001,<br />
s.446.<br />
40 a.g.e., s.446.<br />
41 a.g.e., s.444.<br />
42 Gibb, a.g.e., s.412.<br />
43 Vassâf, a.g.e., C.I, s.159; C.II, s.188; Bursalı<br />
Mehmet Tâhir Efendi, Osmanlı Müellifleri<br />
1915-1299, C.II, (Haz.: A. Fikri Yavuz, İsmail<br />
Özen), Meral Yayınları, İstanbul,<br />
1972, s. 279; Fatîn, a.g.e., s. 405; Faik<br />
Reşat, Eski Bilginler, Düşünürler, Şairler<br />
- Eslâf, (Baskıya Haz.: Şemsettin Kutlu),<br />
Tercüman, İstanbul, (tarih yok), s.311;<br />
Gibb, a.g.e., s. 412; Bitlisî Müştâk Mustafâ<br />
Efendi, Âsâr-ı Müştâk Esrâr-ı ‘Uşşâk,<br />
Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmud<br />
Efendi, Sınıflama: 297.9, Demirbaş:<br />
02421, 1247, vr. 19b.<br />
44 Gibb, a.g.e., s. 412.<br />
45 Muallim Naci, a.g.e., s. 73; Gibb, a.g.e., s.<br />
412.<br />
46 Beylikçi İzzet, Pertev Dîvânı Dîbâcesi, Süleymaniye<br />
Ktp. Pertevniyal Valide Sultan,<br />
No: 801, yk. 176a.<br />
47 Muallim Naci, a.g.e., s. 73.<br />
48 Faik Reşat, a.g.e., s. 312; Muallim Naci,<br />
a.g.e., s. 73.<br />
121
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ<br />
49 Fatîn, a.g.e., s. 405; Bitlisî Müştâk Mustafâ<br />
Efendi, a.g.e., vr. 19b. Faik Reşat, a.g.e., s.<br />
311; Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, a.g.e.,<br />
C. II, s. 279; Vassâf, a.g.e., C. I, s. 159; Hüseyin<br />
Vassâf, Risâle-i Müştâkıyye (Yayına<br />
Hazırlayan: Sinan Doğan), Kırkambar Yayınları,<br />
İstanbul, 2012, s.22-23.<br />
50 Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, C.I, s.159; Vassâf,<br />
Risâle-i Müştâkıyye, s. 22-23; Bursalı<br />
Mehmet Tâhir Efendi, a.g.e., C. II, s. 279;<br />
Fatîn a.g.e., s. 405; Faik Reşat, a.g.e., s.<br />
311.<br />
51 Bitlisî Müştâk Mustafâ Efendi, a.g.e., vr.<br />
78a-78b.<br />
52 Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, C. II, s. 188.<br />
53 Fatîn, a.g.e., s. 405.<br />
54 Faik Reşat, a.g.e., s. 312; Muallim Naci,<br />
a.g.e., s. 73; Gibb, a.g.e., s. 412.<br />
55 Faik Reşat a.g.e., s. 312; Muallim Naci,<br />
a.g.e., s. 73.<br />
Kaynakça<br />
Ahmet Refik (Altınay). Geçmiş Asırlarda Osmanlı<br />
Hayatı - Lâle Devri (1718-1730), (Çev.:<br />
Ziver Öktem), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul,<br />
2011.<br />
Ahmet Vefik Paşa. Lehçe-i Osmanî, (Haz.: Recep<br />
Toparlı), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara,<br />
2000.<br />
Ali Enver Bey. Mevlevî Şâirler -Semahâne-i<br />
Edeb-, (Haz.: Tahir Hafızoğlu), İnsan Yayınları,<br />
İstanbul, 2010.<br />
Ayvansarâyî Hüseyîn Efendi, Alî Sâtı’ Efendi,<br />
Süleymân Besîm Efendi. Hadîkatü’l-Cevâmi’,<br />
İstanbul Câmileri ve Diğer Dînî-Sivil Mi’mârî<br />
Yapılar, (Haz.: Ahmed Nezih Galitekin), İşaret<br />
Yayınları, İstanbul, 2001.<br />
Ayverdi, İlhan. Kubbealtı Lugatı: Asırlar Boyu<br />
Târihî Seyri İçinde Misalli Büyük Türkçe Sözlük,<br />
C.II, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2011.<br />
Beylikçi İzzet, Pertev Dîvânı Dîbâcesi, Süleymaniye<br />
Ktp. Pertevniyal Valide Sultan, No:<br />
801, yk. 176a.<br />
Bitlisî Müştâk Mustafâ Efendi, Âsâr-ı Müştâk<br />
Esrâr-ı ‘Uşşâk, Süleymaniye Kütüphanesi Hacı<br />
Mahmud Efendi, Sınıflama: 297.9, Demirbaş:<br />
02421, 1247, vr. 19b.<br />
Bursalı Mehmet Tâhir Efendi. Osmanlı Müellifleri<br />
1299-1915, C. I-III, (Haz.: A. Fikri YAVUZ,<br />
İsmail ÖZEN), Meral Yayınları, İstanbul, 1972.<br />
(Çaylak) Mehmed Tevfik, Kâfile-i Şu’arâ, (Haz.<br />
Fatma Sabiha Kutlar Oğuz, Müjgân Çakır,<br />
Hanife Koncu), Doğu Kütüphanesi Yayınevi,<br />
İstanbul, 2012.<br />
Çınarcı, M. Nuri. Şeyhülislâm Ârif Hikmet Beyin<br />
Tezkiretü’ş-Şu’ârâsı ve Transkripsiyonlu<br />
Metni, Gaziantep Üniversitesi, Yüksek Lisans<br />
Tezi, Gaziantep, 2007.<br />
Devellioğlu, Ferit. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik<br />
Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara,<br />
2003.<br />
Esrar Dede. Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye,<br />
İnceleme-Metin, (Haz.: İlhan Genç), Atatürk<br />
Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara,<br />
2000.<br />
Faik Reşat. Eski Bilginler, Düşünürler, Şairler -<br />
Eslâf, (Baskıya Haz.: Şemsettin KUTLU), Tercüman,<br />
İstanbul, (tarih yok).<br />
Fatîn Efendi. Tezkire-i Hatîmetü’l-Eş’âr, İstanbul,<br />
1283/1867.<br />
Genç, İlhan. Hoca Neş’et Hayatı, Edebî Kişiliği<br />
ve Dîvân’ının Tenkidli Metni, İzmir, 1998.<br />
Gürlek, Dursun. Kültür Dünyâmızdan Manzaralar,<br />
Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul<br />
Hammer, J. Von. Büyük Osmanlı Tarihi 7, Üçdal<br />
Neşriyat, İstanbul.<br />
Hüseyin Vassâf, Risâle-i Müştâkıyye (Yayına<br />
Hazırlayan: Sinan Doğan), Kırkambar Yayınları,<br />
İstanbul, 2012.<br />
İnalcık, Halil. Şâir ve Patron, Patrimonyal Devlet<br />
ve Sanat Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme,<br />
Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2011.<br />
İsen, Tûbâ Işınsu Durmuş. Tutsan Elini Ben<br />
Fakîrin, Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği,<br />
Doğan Yayıncılık, İstanbul, 2009.<br />
Kalkışım, M. Muhsin. Şeyh Gâlib Dîvânı, İstanbul<br />
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal<br />
Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul,<br />
1992.<br />
Muallim Naci. Osmanlı Şairleri, (Haz.: Cemal<br />
Kurnaz), Akçağ Yayınevi, Ankara, 2000.<br />
Murad Molla Nakşibendî. Murad Molla Divanı,<br />
(Haz. Davut Köse), Fatih Üniversitesi<br />
Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek<br />
Lisans Tezi), İstanbul, 2008.<br />
Osmânzâde Hüseyin Vassâf. Sefîne-i Evliyâ,<br />
(Haz: Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz) Kitabevi Yayınları,<br />
C. II, İstanbul, 2006.<br />
Sâlim Efendi. Tezkiretü’ş-Şu’arâ, (Haz.: Adnan<br />
İnce), Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları,<br />
Ankara, 2005.<br />
Şemseddin Sami. Kâmûs-ı Türkî, (Sâhib ü Nâşiri:<br />
Ahmed Cevdet), Dersaadet, 1317.<br />
Şeref, Abdurrahman. Osmanlı Devleti Tarihi,<br />
Târîh-i Devlet-i Osmâniyye, (Haz. Musa Duman),<br />
Gökkubbe, İstanbul, 2005.<br />
Türk Dil Kurumu. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu<br />
Yayınları, Ankara, 2005.<br />
Uzunçarşılı, İ. Hakkı. Osmanlı Tarihi IV. Cilt, 1.<br />
Bölüm-Karlofça Anlaşmasından XVIII. Yüzyılın<br />
Sonlarına Kadar, Türk Tarih Kurumu Basımevi,<br />
Ankara, 1995.<br />
Yöntem, Ali Canip (Derleyen). Kahkaha Dergisi,<br />
Sayı: 6, İstanbul, Nisan 1949.<br />
Yüksel, Sedit. Koca Ragıb Paşa’nın Sanatında<br />
ve Yaşantısında Haşmet’in ve Fitnat’ın Yerleri,<br />
Ankara Üniversitesi Türkoloji Dergisi, Cilt 7,<br />
Sayı:1, 1977.<br />
122
MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN<br />
RENKLİ MİSAFİRLERİ VE<br />
BİR SOHBET MECLİSİNDE<br />
YAŞANANLAR<br />
Kasım HIZLI<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Personeli<br />
“<br />
İlim meclisleri ve salonlar, yeni<br />
şairlerin hünerlerini gösterip isbat-ı<br />
vücud ettikleri1, bir nevi reklamlarını<br />
yaptıkları yerlerdi. Buralarda hem<br />
bilgi alışverişi hem gelenek ve görgü<br />
aktarımı olduğu gibi yeni fikirler neşv<br />
ü nema imkânı bulurdu. Bu husus,<br />
yani fikirlerin yayılması, özellikle<br />
Tanzimat sonrası salonlarının ve<br />
kültür meclislerinin icra ettiği bir<br />
fonksiyondu. “Bu konaklarda yapılan<br />
tartışmalar, Batı’nın kültürel mirasının<br />
parçası olan fikirleri Türkiye’ye getirme<br />
teşebbüsleriyle eş zamanlı olarak<br />
yürütülmüştü. Kültürel Avrupalılaşma,<br />
bu salon faaliyetlerinin neticelerinden<br />
biri idi.”<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI<br />
Eski İstanbul’un eğlence ve tenezzüh<br />
âlemlerini şiirlerine yansıtarak bugün<br />
tarih olmuş devirleri kelimelerle tasvir<br />
eden şair Nedim, İstanbul’u methettiği<br />
“Bu şehr-i Stanbul ki bî misl<br />
ü bahâdır/Bir sengine yekpâre Acem<br />
mülkü fedadır” kasidesinin bir beytini,<br />
kıymet yetiremediği bu şehrin ilim<br />
ve irfan hayatına hasretmiştir:<br />
Kâlâ-yı maarif satılır sûklarında<br />
Bâzâr-ı hüner, maden-i ilm ü ulemâdır<br />
İlim ve irfan menbaı olan İstanbul’un<br />
bu özelliği, şark toplumları için bilinen<br />
ve her zaman istifade için can<br />
atılan bir durumdur.<br />
İstanbul’un ilim irfan kaynayan bir<br />
şehir olması hem medrese ulemasının<br />
bolluğundan hem de bu ilim<br />
irfan hayatına katkıda bulunan hatta<br />
çoğu kez bu ortamları oluşturan<br />
devlet adamlarının varlığından ileri<br />
gelmekteydi. Zira marifet iltifata tabiydi<br />
ve her şey gibi bilgi ve hüner de<br />
tâlibini bulamadığı yerden elini ayağını<br />
çekiyordu. Fakat İstanbul kendi<br />
iç dinamikleri vasıtasıyla ve en çok<br />
da ilim irfana hâmî olan devletlûler<br />
vasıtasıyla merkez olmayı sürdürdü.<br />
İlim meclisleri ve salonlar, yeni şairlerin<br />
hünerlerini gösterip isbat-ı vücud<br />
ettikleri 1 , bir nevi reklamlarını yaptıkları<br />
yerlerdi. Buralarda hem bilgi<br />
alışverişi hem gelenek ve görgü aktarımı<br />
olduğu gibi yeni fikirler neşv ü<br />
nema imkânı bulurdu. Bu husus, yani<br />
fikirlerin yayılması, özellikle Tanzimat<br />
sonrası salonlarının ve kültür meclislerinin<br />
icra ettiği bir fonksiyondu.<br />
“Bu konaklarda yapılan tartışmalar,<br />
Batı’nın kültürel mirasının parçası<br />
olan fikirleri Türkiye’ye getirme teşebbüsleriyle<br />
eş zamanlı olarak yürütülmüştü.<br />
Kültürel Avrupalılaşma, bu<br />
salon faaliyetlerinin neticelerinden<br />
biri idi.” 2<br />
Münif Paşa<br />
Tanzimat devrinin hem fikir hem<br />
de idari vazifelerdeki velûdluğuyla<br />
dikkat çeken siması Münif Paşa ve<br />
birkaç defa değiştirdiği konağı, geniş<br />
yelpazeden ilim, sanat ve politika<br />
adamının toplanma yeri idi. Tabi<br />
bunda Münif Paşa’nın tabiatının katkısı<br />
büyüktü:<br />
“Münif paşa hassas bir şair, ince bir<br />
nâsir, mütevazi, maârif-perver zarif<br />
bir zat idi. Zamanının nazırları içinde<br />
firavuna rahmet okutacak kadar vezaret<br />
şânını muhafaza için ceberrut<br />
görünenlere hiç benzemezdi. Zamanımızın<br />
tabirince tam demokrat bir<br />
nâzır idi. Küçükle küçük büyükle büyük<br />
idi, fakat daima büyük idi.<br />
Salonunda her biri birer meziyet sahibi,<br />
içtimaî rütbece en düşüğünden<br />
en yükseğine kadar zevat bulunurdu.<br />
Mesela bir gece orada bulunan zevat<br />
şunlardı: Hasan Fehmi Paşa, Meclis-i<br />
Maarif reisi Dağıstanlı Hamdi Efendi,<br />
Aristidi Paşa, Tüccarbaşı Halil Efendi,<br />
bu zatın damadı, bir Buharalı, Hindli<br />
Çermeçer (Mecusi İskender), on dört<br />
yaşında idadi talebesinden Kilisli Necib<br />
Asım Efendi ve diğerleri. Bu zevatın<br />
hepsi de paşanın ayrı ayrı hürmetine,<br />
iltifatına nail olurdu.” 3<br />
Münif Paşa İstanbul’da birkaç konak<br />
değiştirmişti. İlki Cağaloğlu’nda idi.<br />
Sonra Bozdoğan Kemeri civarında<br />
bir konağa taşındı. “Bozdoğan Kemeri<br />
konağının yukarı katında ve selamlık<br />
kısmında salonlar vardı. Bu salonlar<br />
ufak ufak odalar idi. Salonlara<br />
çıkılınca sohbet başlar, çaylar içilirdi.<br />
İlimden, fenden, yeni icatlardan bahsedilirdi.”<br />
4<br />
Münif Paşa kadar renkli olmasa da<br />
onun gibi konağında zevk sahibi insanlarla<br />
görüşüp konuşmayı seven<br />
bir devletlû daha vardı. Geniş kütüphanesi<br />
Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne<br />
bağışlanan Batumlu Hasan<br />
Fehmi Paşa, Münif Paşa’nın konağına<br />
gider, yârenlik eder, Münif Paşa ve<br />
misafirleri ise bazen ona gelirdi. Münif<br />
Paşa ve Hasan Fehmi Paşa’nın misafiri<br />
olup hem kitap meraklısı hem<br />
politikaya yakın, heveskâr müşterek<br />
dostları vardı. Zira bu konaklar bürokratlık<br />
ve politika âlemine atlayabilmek<br />
için pek müsait mekânlardı.<br />
Bu heveskârlardan biri Louis Sabuncu,<br />
bir diğeri ise Şekip Arslan idi.<br />
Her ikisi de Ortadoğulu Osmanlı vatandaşı<br />
olan bu zıt karakterli adamlar,<br />
birkaç defa Münif Paşa konağında<br />
görüşme fırsatı buldular. Sabuncu<br />
aslen Süryani olan Mardinli bir gazeteci<br />
idi. Evvela Beyrut’ta sonra Amerika<br />
ve İngiltere’de Osmanlı hilafeti<br />
aleyhine yayınlar yapmış, o günlerde<br />
ise İngiliz menşeli bir demiryolu<br />
şirketine ihale kapabilmek için İstanbul’a<br />
gelmişti. Şekip Arslan ise<br />
Cebel-i Lübnanlı bir Dürzî idi. Müslüman,<br />
kendini ve dünyayı tanımaya<br />
çalışan, Başkent’te kendine bir çevre<br />
edinmeye çalışan bir gençti.<br />
1<strong>26</strong><br />
Şekib Arslan, Sabuncu ile tartışmanın geçtiği<br />
yıllarda, 25 yaşında iken
Şekib Arslan’ın Sabuncu ile yaptığı tartışmayı saraya bildiren jurnali<br />
(Başbakanlık Osmanlı Arşivi Y.PRK.TKM, 4/47)<br />
Paşa Konağında Sıcak Saatler<br />
Emir Şekib Arslan, babasının vefatı<br />
üzerine onun yerine nahiye müdürü<br />
olmuş ve bu görevde iki yıldan fazla<br />
kalmıştı. Fakat bu 18 yaşındaki delikanlı,<br />
Cebel’e sığacak gibi değildi. O<br />
günleri kendisi şöyle anlatıyor: “Derken<br />
Cebel bölgesi bana dar gelmeye<br />
başladı, çünkü gözüm daha yükseklerdeydi.<br />
Müdürlükten istifa edip İstanbul’a<br />
gittim. İstanbul’da yaklaşık<br />
iki yıl kaldım. En çok Maarif Nazırı<br />
Münif Paşa ve Maliye Nazırı Hasan<br />
Fehmi Paşa ile görüşüyordum. Her<br />
iki nâzır da âlim ve faziletli kişilerdi.<br />
"Münif Paşa beni Maarif Encümeni<br />
denilen bir meclise üye yapmak istiyordu.”<br />
5<br />
Louis Sabuncu ihale kapabilmek<br />
için İstanbul’da paşaların kapısını<br />
aşındırsa da hiçbir imtiyaz almaya<br />
muvaffak olamadı. Yorgun, bıkkın,<br />
sinirli ve umutsuzdu. 12 Şubat 1900<br />
gecesi, kendisi için tek ümit vadeden<br />
adamın, Münif Paşa'nın konağındaki<br />
toplantıya iştirak etti. Toplantıda Ahmet<br />
İzzet Holo ve Emir Şekip Arslan<br />
ile Selavî Efendiler vardı. Burada ilmî<br />
mevzulardan bahsedildi. Sabuncu<br />
toplantı esnâsında mecliste bulunanların<br />
hoşuna gitmeyecek sözler sarf<br />
etti. Tabi söylediği sözlerin saraya aksetmemesi<br />
söz konusu olamazdı. Sabuncu’nun<br />
mecliste söylediği sözleri<br />
saraya bildiren Şekip Arslan idi. Şekip<br />
Arslan, Sabuncu hakkındaki jurnalinde<br />
hem mecliste yaşananları anlatıyor<br />
hem de Sabuncu’nun Osmanlı’nın<br />
Ortadoğu politikası ve İslam<br />
dini aleyhinde sarfettiği hakâretâmiz<br />
sözleri sıralıyordu: “Louis Sabuncu<br />
ile birinci mülâkâtım Münif Paşa’nın<br />
konağında olup esnâ-yı mükâlemede<br />
Mısır’ı İstanbul’a rabt eden iplerin<br />
altı senden sonra kesileceğini alenen<br />
söylediğinden bu adamın kim olduğunu<br />
suâl eylediğimde Londra’da<br />
devlet aleyhinde bulunmuş Louis<br />
Sabuncu olduğunu anladım. Daha<br />
sonra Münif Paşa’nın konağında<br />
127
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI<br />
Hasan Fehmi Paşa<br />
kendisiyle görüştüğümde Afrika’nın<br />
istikbali, Amerika’nın haline girip<br />
Avrupalıların oraları taksimiyle zîr ü<br />
zaptlarına geçirmekte olduklarından<br />
ora ahâlî-i asliyyesinin mahv ü mütelâşi<br />
olacaklarını dermeyân eylemesi<br />
üzerine ben dahi cevaben kendisine<br />
Afrika’nın Amerika’ya müşabih<br />
olmadığını ve Afrika ahâlîsi pek çok<br />
ve ehl-i İslâm bulundukları cihetle<br />
hiçbir vechile mütelâşi olmayacakları<br />
gibi din-i mübin-i İslâm’ın dahi<br />
daima bâkî ve mahfuz kalacağını<br />
ifâde eyledim. Münif Paşa da ifâdemi<br />
tasdikiyle kendisini iknâ ve iskâta<br />
çalışmış ise de yine fikr-i evvelinde<br />
ızhâr-ı sebât ve inad eylediğinden<br />
bu adamı hakikaten din ve devlet<br />
düşmanı anlayıp memuriyet istihsâli<br />
zımnında buraya gelmiş iken ricâl-i<br />
devlet muvâcehesinde bile buğz ve<br />
düşmanlığını ketm etmemesinden<br />
taacüpte kaldım. Yine paşa-yı müşârun<br />
ileyhin huzurunda diğer defa<br />
vukûbulan mülâkâtta Liverpool’da<br />
din-i mübin-i İslâm’ı kabûl eden İngilizler’den<br />
bahs eylediğimde kendisinin<br />
çok senelerden beri İngiltere’de<br />
bulunduğunu ve böyle bir haberi<br />
orada işitmemiş olduğu cihetle bunun<br />
yalan ve gayr-ı mümkün idiğini<br />
istiğrâbı mûcib bir cüret ve vekâhatle<br />
söylemişdir. Birkaç günden sonra<br />
Abdullah Gulyâm Efendi 6 burada idi.<br />
Louis Sabuncu ile Hasan Fehmi Paşa’nın<br />
konağında bir kere daha görüşülüp<br />
din ile ilim ve sanayinin ittihadından<br />
bahs edilerek din-i İslâm’ın<br />
ulum ve sanayi-i cedîdenin tahsil<br />
ve takaddümüne mani olduğunu<br />
makâm-ı itirazda iddia eyleyerek<br />
din-i mübini tahkir eylemek istediğinden<br />
din-i İslâm’ın ulûm ve sanayie<br />
hiçbir sûretle mani olmadığını<br />
cevaben kendisine tefhimle dinimize<br />
sarf etmek istediği mâniiyyetin diyânet-i<br />
Nasraniyye’de (Hıristiyanlık)<br />
mevcut bulunduğunu ve hatta Amerikalı<br />
meşhur Doktor (Draper) buna<br />
dâir telif edip (Ahlâku’l-İlm ve’d-Din)<br />
tesmiye eylediği ve tarafımdan lisan-ı<br />
Arabi’ye tercüme edilmiş olan<br />
kitapta diyânet-i Nasraniyye’nin terakkiyât-ı<br />
ilmiyyeye mani olan cihetleriyle<br />
Nasara’nın teehhür-i ulûma<br />
bâis olmuş olan engellerini tarihe<br />
müstenid bast u beyân eylediğini ve<br />
diyânet-i İslâmiye’nin ez her cihet<br />
terakkiyât-ı ilmiyyeye müsâadede<br />
bulunmuş olduğunu mezkûr kitabda<br />
mufassalan ve sarâhaten münderiç<br />
bulunduğunu kendisine söyledim.<br />
Münif Paşa Konağı,<br />
geniş yelpazeden<br />
ilim, sanat ve politika<br />
adamlarının toplanma<br />
yeriydi.<br />
Louis Sabuncu İngiltere’de iken<br />
Ancak kendisi filhakîka dine düşman<br />
bulunduğundan adâvetini ketm edemeyip<br />
Kur’ân’da varid olan Miraç<br />
kaziyyesi, ilm-i tabiiyyet mûcebince<br />
merdûd ve gayr-ı makbûl iken bunu<br />
ilme ne vechile tatbik edeceksin diyerek<br />
din aleyhinde itâle-i lisana<br />
başladığında orada hazır bulunan<br />
Hüseyin Fikri Efendi'yle bana hiddet<br />
gelip Hasan Fehmi Paşa’nın dahi<br />
yüzü kızararak hanesinde bulunduğu<br />
cihetle merkûmu tard edemediğinden<br />
bu mesâilden bahs olunmamasını<br />
emr eylemiş ise de Louis<br />
Sabuncu bu emre kulak vermeyi istemeyerek<br />
itâle-i lisanda devam eylediğinden<br />
Hüseyin Fikri Efendi Hazret-i<br />
Peygamber Efendimizin semâya<br />
urûc edip etmemiş olmasını itikâd<br />
etmekte Müslümanlar muhayyerler<br />
fakat Mescid-i Aksa’ya isrâ olunduğu<br />
Kur’ân’da musarrah bulunduğundan<br />
bu isrânın sıhhatini itikâd eylemek<br />
ferâiz-i diniyyeden demesi üzerine<br />
Louis Sabuncu Nübüvvet-i Muhammediye’nin<br />
kâzib olduğunu söylemeye<br />
cüret etmesine mebnî Hüseyin<br />
Fikri Efendi bunu ikna etmek<br />
için birkaç burhân gösterip ezcümle<br />
eğer keyfiyet dediği gibi olmuş olsa<br />
idi Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali<br />
gibi fuhûl ve ukalâ ve sanâdîd-i ricâl<br />
Hazret-i Muhammed’e (s.a.v) tâbî olmazlar<br />
idi, diyerek merkûmu iskâta<br />
çalışmış ise de kendisi yine sözünde<br />
ısrâr ile Hazret-i İsa’nın vâlidesi<br />
olan Meryem, Kur’ân’da (Meryem<br />
binti İmran) nâmıyla zikrolunup diğer<br />
bir âyette kendisine hitâben (Yâ<br />
üht-i Harun) ibaresi vârid olduğundan<br />
ve İsa’nın vâlidesi olan Meryem<br />
ile İmran ve Harun’un aralarında<br />
kurûn-ı adîde mürûr etmiş olduğundan<br />
gerek Hz. Muhammed’in<br />
128
MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
ve gerek Kur’ân’ın tarihçe câhil oldukları<br />
bundan anlaşılır dediğinde,<br />
Hazret-i İsa’nın vâlidesi olan Meryem’e<br />
Kur’ân-ı Kerim’de bint-i İmran<br />
ve üht-i Harun namlarının verilmesi<br />
büyük cedleri olan İmran’a ve Harun’a<br />
mensub olduğunu izhâr eylemek<br />
olup bu kâide ise Araplarda cârî<br />
ve ma’rûf bulunduğu cihetle sülâle-i<br />
nebeviyyeden bulunanlara elyevm<br />
(Yâ İbni’n-Nebi) denildiği gibi bir kabîle<br />
ve tâifeye mensub olanlara dahi<br />
(yâ eha Kabîle-i kezâ) denilmekte idiğini<br />
merkûm Louis’e tefhîm eyledim.<br />
Louis Sabuncu, bir İngiliz şirketi adına Haleb-Basra demiryolu imtiyazını almaya uğraştığı ve<br />
yazıdaki tartışmanın gerçekleştiği yıllarda. Vakit Gazetesi, 28 Nisan 1952<br />
Binâenaleyh Hasan Fehmi Paşa cümlemizi<br />
bu mübâhaseden iskât ettirip<br />
meclis dağılmış ise de hamiyet-i<br />
diniyem bu düşmanın halini hazm<br />
eylemediğinden ferdâsı gün mahsûsan<br />
Beyoğlu’na giderek kendisini<br />
Uzun Cadde’de bularak tevbîh eylemiş<br />
isem de yine vakâhatında sâbit<br />
idiğini anladığımdan ve bunu tedib<br />
eylemek yed-i iktidârımda bulunmadığından<br />
vukû-ı hali tesadüf eylediğim<br />
zevâta maa’t-teessür nakl ve<br />
hikâye etmekten başka elden bir şey<br />
gelmemiştir.” 7<br />
Yazdığı yazılar dolayısıyla zaten mimli<br />
olan Sabuncu’nun, muhtelif meclislerde<br />
sarf ettiği sözler dolayısıyla<br />
sarayın dikkatini iyice çektiği söylenebilir.<br />
Yurtdışında iken aleyhte olan<br />
bu keskin muhalif, yurtiçinde de aynı<br />
muhalefetini devam ettirince saray<br />
kendisini yola getirmenin yollarını<br />
aramaya koyuldu. Bu arada Sabuncu,<br />
Münif Paşa’dan birtakım vaatler<br />
almaya devam ediyordu. Sabuncu’ya<br />
ya Şam Maârif Müdürlüğü’ne ya da<br />
Londra’ya hususi memuriyetle gönderileceğini<br />
vaat eden paşa, onun<br />
boş bırakıldığı takdirde Osmanlı<br />
Devleti aleyhine çalışacağını düşünüyordu<br />
ki yaptıkları ve söyledikleri<br />
ortadayken böyle düşünmemesinin<br />
safdillik olacağı söylenebilir. Nitekim<br />
Sabuncu’nun başka devletlere angaje<br />
olabileceği ihtimalini, saraya birtakım<br />
isteklerini iletmek için hazırladığı<br />
dilekçede görmek mümkündür.<br />
Louis Sabuncu’nun yayınladığı En-Nahle Mecmuası’nın kapağı. (Vakit gazetesi, 7 mayıs 1952)<br />
129
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
MÜNİF PAŞA KONAĞININ RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI<br />
Louis Sabuncu’dan Sultan Abdülhamid’e Miraç Kandili Tebriği (Başbakanlık Osmanlı Arşivi Y.PRK.TKM, 37/8)<br />
Sabuncu çok geçmeden Sultan Abdülhamid tarafından<br />
Mâbeyn Mütercimliği’ne tayin edildi. Sabuncu bu hadiseler<br />
yaşandıktan bir buçuk sene sonra saray hizmetine<br />
girdiği vakit, aleyhindeki iddialar artınca saray ve saraya<br />
yakın zevata üst üste arizalar sunarak kendisi hakkındaki<br />
ithamları çürütmeye çalıştı. Bu arizalardan birisi Şekip<br />
Arslan’ın yukarda anlattığı vakalardan birine cevaptır:<br />
“Şeyh Ebülhüda Efendi’nin evine gittim. Güya Hasan Fehmi<br />
Paşa’nın evinde yapılan bir toplantıda Kur’ân ayetlerinden<br />
bazısını tenkit ettiğime dâir Emir Arslan denilen bir<br />
adam tarafımdan zât-ı şahaneye yapılan ihbar hakkında<br />
Şeyh Ebülhüda ile aramızda bir konuşma oldu. Şeyh Efendi’ye<br />
dedim ki, bir buçuk sene evvel Hasan Fehmi Paşa’nın<br />
evine gittim. Tarihi meselelerden ve Mısır ehramlarından<br />
bahsettik. Orada itibarlı birçok Müslüman vardı. O akşam<br />
Kur’ân’dan hiç bahsedilmedi. Bunu paşanın evinden kendi<br />
evime döndükten sonra hatıra defterime geçirdiğim ken-<br />
di notlarım ispat eder. Çünkü yatmaya gitmeden evvel o<br />
toplantıda geçen bahislerin hülasasını kaydetmiştim. Arzu<br />
ederseniz günü, ayı ve senesi belli olarak bu hakikati öğrenmeniz<br />
için hatıra defterimi getireyim. Şu halde şeyh efendi<br />
hazretleri lütfen protestomu şu ibarelerle zât-ı şahaneye<br />
arz ediniz: Şevketli padişahın kulu Sabuncu, dinleri tezyif<br />
etmek ve dinlerin müntesipleri arasına fesat tohumları atmak<br />
yaratılışında olsaydı, Cenab-ı Hak ona Emirü’l-Müminine<br />
intisap şerefini bahşetmezdi. (14 Ekim 1891)” 8<br />
Sabuncu, geçmişini silmek ve sultanın gözüne girebilmek<br />
için daha başka yollara da tevessül etti. Mesela sultanın<br />
kandilini tebrik etti, hem de yukardaki toplantıda ayrıntısını<br />
verdiğimiz, ısrarla inkâr ettiği hadisenin geçtiği Miraç<br />
kandilini: “Kulları bu defa mübarek Miraç kandilinizi tebrik<br />
ediyorum. Heman Cenab-ı Hak halife-i ruy-ı zemin ve<br />
Emirü’l-müminin hazretlerini daha böyle nice mesud günleri<br />
idrak ettirsin ve saltanatınızı daim kılsın, âmin.”<br />
130
MÜNİF PAŞA KONAĞININ RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Louis Sabuncu’dan Sultan Abdülhamid’e Miraç Kandili Tebriği<br />
“Kulları bu defa mübarek Miraç<br />
kandilinizi tebrik ediyorum. Heman<br />
Cenab-ı Hak halife-i ruy-ı zemin ve<br />
emirü’l-müminin hazretlerini daha<br />
böyle nice mesud günleri idrak<br />
ettirsin ve saltanatınız daim kılsın,<br />
âmin.<br />
Kandil tebriğinde sultan için yazdığı<br />
Arapça şiirin tercümesi:<br />
“Arş-ı mukaddesin huzurunda meleklerin<br />
medh ü sena ettikleri esnada<br />
böyle bir mübarek gecede Hazret-i<br />
Muhammed miraç buyurdular.<br />
Ey melâik! Ebedi kalınacak cennetin<br />
Bâb-ı Muallâsını açıverin<br />
Zira hem Cenab-ı Hakka temcid ve<br />
tazim hem de mülk ve milletin devamı<br />
Hem dahi hazret-i halife-i ruy-ı zemine<br />
şefaatçi olmak zımnında kâinatın<br />
en hayırlısı bulunan hazret-i<br />
peygamber teşrif buyurmuşlardır.<br />
Bu mübarek gecede meleklerle<br />
beraber Abdülhamid’in ibadet ettiğine<br />
bütün mahlûkat sana gıbta<br />
etmekle iftihar eder.<br />
10 Ocak 1896<br />
Kulları Louis Sabuncu 9<br />
Sultan II. Abdülhamid<br />
2 Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, Çev. Mümtazer Türköne,<br />
Fahri Unan, İrfan Erdoğan, İstanbul 2015, İletişim Yay, s.<strong>26</strong>2<br />
3 Necib Asım Yazıksız, “Gazi Ayıntab Tarihi-1” İkdam Gaz. Nu. 9388, 5<br />
Mayıs 1339<br />
4 Abdurrahman Adil Eren, “Übeydullah ve Hatıralarım”, Yarım Ay Mec.,<br />
Nu. 62, 1 Eylül 1937; bkz. M. Kayahan Özgül, XIX. Asrın Benzersiz<br />
Bir Politekniği Münif Paşa, İstanbul 2014, Dergâh Yay.<br />
5 “Emir Şekib Arslan, İttihatçı Bir Aydın’ın Anıları (Arap Gözüyle Osmanlı),<br />
Çev. Halit Özkan, İstanbul 2009, Klasik Yay., s.9<br />
6 Abdullah Gulyâm, Liverpool Müslümanlarının imamıdır.<br />
7 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.TKM, 4/47<br />
8 Sabuncuzade Louis Alberi, Yıldız Sarayı’nda Bir Papaz, İstanbul 2007<br />
Selis Kitaplar, s.112<br />
9 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.TKM, 37/8<br />
Dipnotlar<br />
Louis Sabuncu, Yıldız Sarayı’ndaki son senelerinde<br />
(Başbakanlık Osmanlı Arşivi Y.PRK.TKM, 37/8)<br />
1 Şeyh Gâlib, klâsik edebiyatın önemli metinlerinden olan Hüsn ü Aşk<br />
mesnevisini bir şiir meclisindeki tartışma sonrasında yazmaya karar<br />
verdi. Şeyh Gâlib, eserinin sebeb-i telif kısmında, bir mecliste,<br />
Nâbî’nin Hayrâbâd adlı eserinin fazlaca övüldüğünü, meclistekilerin<br />
ona benzer bir eserin yazılamayacağında birleştiklerini ifade<br />
eder. Şeyh Gâlib ise Hayrâbâd’ın konusunun Attâr’dan alındığını,<br />
eserde orijinallik bulunmadığını, ayrıca Nâbî’nin dil ve üslup açısından<br />
övüldüğü kadar iyi olmadığını iddia eder. Bunun üzerine<br />
mecliste bulunanların kendisine, adeta imtihan mahiyetinde bir<br />
eser yazmasını teklif etmeleri üzerine Hüsn ü Aşk’ı yazdığını anlatır.<br />
10 Abdrurrahman Âdil Bey’in Hintli bir avukat şeklinde tarif ettiği garip<br />
sima Sabuncu’dan başkası değildi. Uzun yıllar sonra hatırında kaldığı<br />
kadarıyla konağın müdavimlerini tasvir eden Abdrurrahman<br />
Âdil Bey’in Sabuncu’yu unutmaması gayet doğaldır. Bu eksantrik<br />
adam, sohbeti ve tavırlarıyla her zaman sivrilmeyi ve hatırda kalmayı<br />
başarmıştır. Abdrurrahman Âdil Bey, tasvir ettiği zattan için<br />
Hintli, Müslüman ve avukat sıfatlarını kullanıyor. Sabuncu kardeşleri<br />
dolayısıyla Hindistan’dan günlüğünde ve muhtemelen konakta<br />
sık sık bahsetmiştir. Sabuncu’nun şirket danışmanlığı Abdrurrahman<br />
Âdil Bey’in aklında avukatlık olarak yer etmişe benziyor. Sabuncu’ya<br />
Müslüman demesi ise İslam tarihi hakkındaki bilgisi ve<br />
konaktaki muhabbetlerde bu konudaki ifadelerinden olsa gerek.<br />
Sabuncu bazen kendisini Müslüman gibi lanse etse de birçok kez<br />
İslam’ın mukaddes değerlerine karşı uluorta hakaretlerde bulunabilmektedir.<br />
131
Münif Paşa Konağı’nın Renkli Simaları<br />
Bu konağa (Süleymaniye’deki)<br />
yerleştikten sonra Münif Paşa<br />
dairesi bir antropologie müzesi<br />
haline geldi. Her cins âlim, her cins<br />
kıyafet ve her cins lisan o konakta<br />
ictima ederdi. Konağın ziyaretçileri<br />
içinde başta şeyh Şıngıtî gelirdi. Sofrada<br />
Münif Paşa’nın sağında otururdu.<br />
Münif Paşa ile Arapça konuşurdu.<br />
Münif Paşa düz bir siyah lata giyerdi.<br />
Başındaki sarık tuhaf bir şekilde idi.<br />
Sarığının arkasından Hint askerlerinde<br />
olduğu gibi bir kuyruk sarkardı.<br />
Bu biçim sarığa Telisman derler.<br />
Şeyh Şıngıtî’yi Maarif Nazırı Münif<br />
Paşa İstanbul'a getirmişti. Onu iki<br />
defa Endülüs’e gönderdi ve Endülüs<br />
kitaphanelerindeki İslamiyet’e dair<br />
mevcut eserleri tetkik ettirdi. Şeyh<br />
Şıngıtî birçok zamanlar Münif Paşa<br />
konağında yerleşip kaldı. Şeyh Şıngıtî’nin<br />
bulunmadığı zamanlar sofrada<br />
yerini Miss Mary işgal ederdi.<br />
Miss Mary fâzıl bir İngiliz kızı idi. Münif<br />
Paşa onunla İngilizce konuşurdu.<br />
Miss Mary’nin sağda oturduğu zamanlar<br />
Mell. Mary de sol sandalyeyi<br />
işgal ederdi. Vazifesi Münif Paşa’nın<br />
kızlarına yani Leyla ve Fitnat’a Fransızca<br />
öğretmek idi.<br />
Süleymaniye konağına bazen Enderun-ı<br />
Hümayun’dan yani Topkapı Sarayı’ndan<br />
misafirler gelirlerdi. Bunları<br />
Abdülhamid Çin’den getirtmişti.<br />
Topkapı Sarayı’nda onlara daire tahsis<br />
etmişti. Bu Çinliler sofrada yanyana<br />
otururlar, pilavı çöpler ile çabuk<br />
çabuk yerlerdi. Konuşmaları Türkçe<br />
idi. Çinlilerden birinin ismi Ahmet,<br />
diğerinin Mehmet Efendi idi.<br />
Üzerlerinde önü kapalı İstabulin setre<br />
bulunurdu.<br />
Misafir ve ziyaretçilerden biri de yeni<br />
ihtida etmiş olan Mister Nuring idi.<br />
Mister Nuring Norveçli idi. İhtiyar bir<br />
karısı vardı. İhtiyar karısından kurtulmak<br />
için İslam dinini kabul etmiş idi.<br />
O zaman ihtida ile talak vaki olurdu.<br />
Mister Nuring genç ve çok güzeldi.<br />
Zannım Münif Paşa delaletiyle genç<br />
ve güzel bir hanımefendi ile evlendi.<br />
Bu hanımefendi Tunuslu Mahmud<br />
bin Ayyad’ın en küçük kızı idi. Mister<br />
Nuring kırmızı fesi, kırmızı sakalı, redingotu<br />
ile sofraya güzel bir süs verirdi.<br />
Konuşması İngiliz kırması Fransızca<br />
idi. Dığdığı söyler idi. Mister<br />
Nuring Ali Nuri Beyefendi (Dilmeç)<br />
oldu ve şehbenderliklerde istihdam<br />
edildi. Ali Nuri Bey Hamid devrinin<br />
kahrına uğradıkça Kopenhag’da, İstokholm’da<br />
Abdülhamid aleyhine<br />
konferanslar vererek maişetini temin<br />
ederdi. Hâlâ hayattadır.<br />
Süleymaniye konağının gördüğü<br />
garip çehrelerden biri de bir Hintli<br />
avukat idi. Bu Hintli avukat bir İngiliz<br />
idi fakat Müslüman idi. Her akşam<br />
yemeği Münif Paşa konağında yer ve<br />
her gün Başmâbeynci Ali bey ile aralarında<br />
Pall Mall Gazette nerede çıkar<br />
diye münakaşa olurdu. Bu münakaşaları<br />
gülerek, istihfaf ederek Münif<br />
Paşa konağında hikâye ederdi. 10<br />
Bozdoğan Kemeri konağının yukarı<br />
katında ve selamlık kısmında salonlar<br />
vardı. Bu salonlar ufak ufak odalar<br />
idi. Salonlara çıkılınca sohbet başlar,<br />
çaylar içilirdi. İlimden, fenden, yeni<br />
icatlardan bahsedilirdi.<br />
Münif Paşa’nın iştikak ilmine merakı<br />
çoktu. O devirde ikinci bir ethimologie<br />
meraklısına dahi tesadüf ettim;<br />
Altıparmak Süreyya Efendi. Fakat<br />
Süleymaniyeli Süreyya Efendi’nin<br />
merakı daha âlimâne, daha vâkıfâne<br />
idi. Her kelimenin aslını Sanskrit lisanına<br />
icra ederdi. ‘Türkçe (kız) kelimesi<br />
(kini)den, (king), (hung), (hungar)<br />
kelimeleri de hep bu asıldan gelir ve<br />
Sanskritçedir’ der idi.<br />
Kermanşah şehbenderi Süleymaniyeli<br />
Ali Yümni Efendi, Maarif memurlarından<br />
ve hukuk mektebi muallimlerinden<br />
Dağıstanlı Ali Enveri Efendi<br />
Bozdoğan konağından eksik olmazlardı.<br />
Münif Paşa konağına devam eden o<br />
devrin tanınmış ilim adamları arasında<br />
bir de Ubeydullah Efendi vardı.<br />
Yemekten kalkılıp üst kata çıkılınca<br />
Celal Münif Bey, Mahrukizâde Cafer<br />
Bey ve Ubeydullah Efendi’nin ayrı bir<br />
salona geçtikleri, ayrı bir fiskos kurdukları<br />
nazar-ı dikkatimi celb ederdi.<br />
Günün birinde Ubeydullah Efendi<br />
ortadan kayboldu. Sorup soruşturduk,<br />
‘Paris’e kaçtı!’ dediler.*<br />
*Abdurrahman Adil Eren, “Übeydullah<br />
ve Hatıralarım”, Yarım Ay Mec.,<br />
Nu. 62, 1 Eylül 1937
SEZAİ KARAKOÇ’UN<br />
“HATIRALAR”INDA<br />
İSTANBUL KAHVELERİ<br />
Cem SÖKMEN<br />
Kırklareli Üniversitesi Öğretim Görevlisi<br />
“<br />
Sezai Karakoç’un edebiyat ve düşünce<br />
odaklı “insan adaları”na dâhil oluşu<br />
en azından 1950’lerin başına dayanır.<br />
Bu meclislerde bir yandan kendi yaş<br />
kuşağından arkadaşlarla “birbirini<br />
yetiştirme” bir yandan da yazdığısöylediği<br />
takip edilen ustalarla<br />
“birlikte öğrenme” hikâyesi ortaya<br />
çıkar. Ankara’dan sonra İstanbul<br />
yılları hem Büyük Doğu’dan Diriliş<br />
dergisine uzanan bir süreci hem de<br />
Baylan, Eftalikos, Meserret, Bahar,<br />
Acem’in Kahvesi, Marmara gibi kültür<br />
mahfillerinde yeni dostlukları ve yeni<br />
usta-çırak ilişkilerini doğurur.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN<br />
1960’lardan günümüze ellinin üzerinde edebiyat ve düşünce<br />
eseriyle Türk okuyucusuna seslenen Sezai Karakoç,<br />
hatıralarını 1988-92 yılları arasında Diriliş dergisinde<br />
“Hatıralar” başlığı altında kaleme almıştır. Yayınlanması<br />
beş yıllık bir sürece yayılan hatıralarda insanlar, şehirler<br />
ve mekânlar ayrıntılı bir şekilde anlatılır. Çocukluğu ve ilk<br />
eğitim yılları Ergani, Maraş ve Gaziantep’te, üniversite yılları<br />
Ankara’da geçer. 1955’ten sonraki dönemi ise iş gereği<br />
yapılan seyahatler haricinde büyük ölçüde İstanbul<br />
merkezlidir.<br />
İstanbul yılları Sezai Karakoç’un şiiri, gazete yazıları, Diriliş<br />
dergisi ve tanıdığı insanlarla birlikte okur-yazar çevrelerce<br />
bilinen bazı mekânları da içerir. Bu mekânların arasında<br />
Aksaray’da Bulvar Pastahanesi, Beyazıt’ta Bahar Pastahanesi,<br />
Acem’in Kahvesi, Marmara Kıraathanesi, Babıali’de<br />
Meserret Kıraathanesi ve Beyoğlu’nda Eftalikus Kahvesi ile<br />
Baylan Pastanahesi’ni saymak mümkündür. Sezai Karakoç,<br />
1955’lerden 1990’lara kadar uzanan bir zaman diliminde<br />
saydığımız mekânlarda farklı çevrelerden insanlarla bir<br />
araya gelir. Eğer sohbet halkası henüz oluşmamışsa hangi<br />
mekânda olursa olsun Sezai Karakoç’un usulü bellidir: “…<br />
akşam daireden çıkmadan önce ya da öğle vakitleri sanat<br />
edebiyat çevreleriyle temaslarım oluyordu. Çok defa pastanelerde<br />
1-2 saatlik edebiyat çalışması yapıyordum. Dergilere<br />
bakmak, kitap karıştırmak, şiir yazmak, bir yazının<br />
müsveddesiyle uğraşmak gibi.” 1<br />
Beyazıt’taki Bahar Pastahanesi Sezai Karakoç’un ilk durağı<br />
olur. Burada Ankara yıllarından arkadaşı Ziya Nur Aksun<br />
ile karşılaşır: “Bayazıt’ta ‘Bahar’ isimli bir pastahane keşfetmiştim.<br />
Bazı akşamları da oraya giderdim. Gerek Baylan<br />
gerek Bahar pastahanesi, saat 9-9.30’da kapanırdı. Ondan<br />
sonra ya sinemaya ya eve gitmek mümkündü. Tabii ki ailem<br />
İstanbul’a geldikten sonra çoğu akşam eve gidiyordum.<br />
Bahar Pastahanesinde Ankara’dan arkadaşım Ziya<br />
Nur’u buldum. Yedek subay olarak İstanbul’daymış. Bir de<br />
Necip Fazıl Bey’in bir gün çağırmak için evine gönderdiği<br />
Kamil (Öztürk) O da Ziya’nın arkadaşıydı. Fikirdaş arkadaşlar<br />
böylece buluştuk.” 2<br />
Sezai Karakoç’un Bahar Pastahanesi’nden sonraki uğrağı<br />
Acem’in Kahvesi olur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin<br />
karşısında bulunan bu kahve o yıllarda bir yandan<br />
Laleli sakinlerini bir yandan da üniversitenin hocaları<br />
ve öğrencilerini ağırlar. Sezai Karakoç’un satırlarında buranın<br />
önde gelen simaları Mükrimin Halil Yınanç ve Muzaffer<br />
Ozak olarak belirir: “Beyazıt kahveleri de genellikle<br />
tıklım tıklım olurdu. Bu sebeple Laleli’de Laleli Kahvesine<br />
gidiyorduk arkadaşlarla. Tarihçi Mükrimin Halil bir köşede<br />
otururdu. Bir köşede de 10-15 kadar esnaftan kişi otururdu.<br />
Fötr şapkalı, paltolu, şişman bir zat gelince bunlar<br />
ayağa kalkar, kimi şapkasını, kimi paltosunu alırdı. Sonra<br />
o zat konuşur, öbürleri dinlerdi. Bazan da hafif sesle ilâhi<br />
vb. parçalar söylerlerdi. Sürekli çay gelir, leblebi yenir ve<br />
Sait Faik, Asaf Özdemir ve Sabahattin Eyüboğlu Eftalikus’ta (Fotoğraf: Sabahattin Kömürcüoğlu)<br />
136
SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
çay içilirdi. Biz de acaba ne konuşuluyor diye yanlarına<br />
gitmişsek, bize de çay gelirdi. Ödemeye kalkarsak: ‘olmaz<br />
ocaktandır’ derlerdi, ödetmezlerdi. Sonra tanışmış olduk.<br />
Bu grup Muzaffer Hoca (Muzaffer Ozak) ve cemaatiydi.<br />
Muzaffer Hoca hikâyeler anlatırdı.” 3 Laleli’deki Acem’in<br />
Kahvesi'nden sonra sıra en uzun süre devam ettiği Beyazıt’taki<br />
Marmara Kıraathanesi’ne gelir. Marmara Kıraathanesi’nin<br />
müdavimleri arasında yine Ziya Nur Aksun ve<br />
Muzaffer Ozak gibi önceden tanıdığı simalar vardır: “Laleli<br />
Kahvesinin ön kısmı oturmaya elverişliydi. Arka kısmında<br />
tavla oyunundan dolayı büyük bir gürültü olurdu.<br />
Bizim için sürekli oturulabilecek bir kahve değildi.<br />
Gayr-i şuuri bir şekilde bir kahve arıyorduk arkadaşlarla.<br />
İşte, bu sırada, İstanbul Üniversitesi’nin<br />
Beyazıt Camii ve Meydanının alt tarafında, ana<br />
cadde üzerinde bir kahve açıldı. Kahve önceleri<br />
bilardo salonu şeklinde idi. Sonra bilardo masaları<br />
belli bir sınırda kaldı. Kahvenin kapısı Beyazıt<br />
Meydanına, Üniversiteye bakıyordu, güneyinde<br />
ise Marmara görünüyordu penceresinden (tabii<br />
gündüzleri). Kahveye Marmara Kıraathanesi ismi<br />
verilmişti. Kahve, üniversite öğrencileri ve halkın<br />
her kesimi tarafından dolup taşıyordu. Biz kapı<br />
tarafında birkaç masada oturuyorduk. Zamanla<br />
bizi tanıdılar ve o kısımda oyuna izin vermediler<br />
kahveyi işletenler. Kapısı her zaman açıktı<br />
kahvenin. O zamanlar kahvede kalorifer de bulunmadığından<br />
kışın üşüyüp dururduk. Genç<br />
olduğumuz için dayanırdık herhalde. Arkadaşlarımızdan<br />
Ziya Nur’un bir masası vardı adeta.” 4<br />
yerindeki muhafazakar insanlar nezdinde tanınmasına yol<br />
açar. Görüşmek isteyenler artık onu Marmara Kıraathanesi’nde<br />
bulabileceklerini bilirler. Sezai Karakoç o günleri şu<br />
cümlelerle hatırlar: “Ve yine İstanbul. Bayazıt ve civarında<br />
iftarlar. Gençlerle birlikte. Teravih ve sonra kıraathane. İstanbul<br />
Üniversitesinin karşısında. Arkadaşlarla buluşma.<br />
Sohbetler. Sağ-sol kavgalarının kızıştığı ortamda yazdığımız<br />
yazılar. Gelenler gidenler Anadolu’dan gelenler de bizi orada<br />
arıyor. Kitaplarımız orada gazete yazılarımız ilkin orada<br />
ortaya çıkıyor. Dostluklar, nadiren de olsa kırgınlıklar. Sanki<br />
ikinci ev, ikinci yazıhane orası. Ramazan bütün cepheleriyle<br />
Sezai Karakoç, Marmara Kıraathanesi’ni benimsedikten<br />
sonra 1958-70 arasındaki yıllarda<br />
dostları ve talebeleriyle en çok bu mekânda<br />
görüşür. Marmara’daki ilk yıllarında tanıdığı<br />
isimleri şöyle anlatır: “Marmara Kıraathanesine<br />
arkadaşlarımızdan Ziya’dan başka Kamil (Öztürk),<br />
S.B.F.’yi bitirdikten sonra İktisat Fakültesi’ne<br />
asistan olan Mehmet Genç, o zamanlar<br />
öğrenci olan Mehmet Çavuşoğlu ve Erol Güngör<br />
gelirdi. Yine oraya devam edenlerden<br />
birçok arkadaşımız oldu. Cemal Hatiboğlu<br />
(Filozof Cemal), Hilmi Oflaz, Refik Demir ve<br />
Mehmet Levendoğlu (Yazıcıoğlu) ve daha<br />
birçok arkadaş. Giderek Marmara’da bizler<br />
olaylar kızıştıkça birbirimizle daha yakın bir<br />
arkadaşlık kurmuş olduk. Siyasi toplumsal<br />
olaylar bizi birbirimize yaklaştırmıştı. İhtilalden<br />
sonra bu daha da arttı.” 5 Sezai Karakoç<br />
27 Mayıs sonrasında ve özellikle Diriliş dergisinin<br />
ikinci döneminde edebiyata eğilimli<br />
üniversite öğrencileriyle de ilgilenir. Aynı<br />
yıllardaki gazete yazarlığı Türkiye’nin her<br />
137
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN<br />
yansıyor oraya. Işığıyla, aydınlığıyla,<br />
aynalığıyla, loşluğuyla, gölgeleriyle,<br />
kabartmalarıyla. Kuruluşunu ve çok<br />
sonraları kapanışını gördüğümüz kahve.<br />
Sonra ona bir yazlık kısım eklendi.<br />
1962-1970 arasında geceleri genellikle<br />
oradaydık. 1965’e kadar yazları<br />
memuriyet dolayısıyla Anadolu’nun<br />
muhtelif yerlerine gittim. 1965’de Maliye<br />
Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü<br />
kontrolörlüğünden ayrıldım. Diriliş’in<br />
ikinci ve kesin doğuşu 1966’da<br />
oldu. Geceleri kıraathanedeydik. Evlerimiz<br />
elverişli değildi buluşmalara.<br />
Yazıhanelerimize gündüz gelenler çok<br />
sayıda değildiler. İşleri ve okulları dolayısıyla<br />
gündüz gelemeyenler gece<br />
Sezai Karakoç<br />
kahvede yanımıza geliyorlardı. Diriliş’in çıkışı kahvede bir<br />
esinti, dalgalanma doğururdu. Olaylar farklı ve çeşitli yorumlarıyla<br />
oraya yansırdı. Dergi kapandıktan bir süre sonra<br />
yazmaya başladığım Babıali’de Sabah Gazetesi daha geceden<br />
kıraathaneye gelirdi. Çok defa Sütun yazılarımı orada<br />
yazmıştım. Ve ordan götürür, matbaaya verirdik. Bütün<br />
bunlar gece olurdu. Ramazan geceleri, bu faaliyetlere bir<br />
bereket ufku ve sağnağı gibi tesir ederdi.” 6<br />
Sezai Karakoç’un tarihi yarımadadaki başka bir mekânı da<br />
Babıali ile Sirkeci’nin ortasında bulunan Meserret Kıraathanesi’dir.<br />
Meserret Kıraathanesi 1900’lerin başına dayanır.<br />
Meserret, Babıali’nin hem hükümet merkezi olarak hem de<br />
basın merkezi olarak bilindiği dönemlerin tanıdığıdır. Gazetelerin<br />
muhabirleri burada birbirleriyle haber alış-verişi<br />
yapar, haberleri konuşurlar. Sezai Karakoç Meserret’i en<br />
çok Necip Fazıl’la hatırlar. Hatıralar’ında en çok yer verdiği<br />
isimlerden biri olan Necip Fazıl’la yakınlığı 1950’lerin başına,<br />
Mülkiye yıllarına dayanır. Bu yıllarda Necip Fazıl Ankara’ya<br />
geldikçe başta Ulus’taki İstanbul Pastahanesi olmak üzere<br />
değişik mekânlarda görüşürler. Sezai Karakoç İstanbul’a gelince<br />
ilk uğradığı yerlerden biri yönetim yeri Babıali’de bulunan<br />
Necip Fazıl’a ait Büyük Doğu dergisidir. Karakoç, Necip<br />
Fazıl’la Meserret’te buluştuğu günleri şöyle anlatır: “Meserret<br />
Kıraathanesi zaman zaman uğradığım bir yerdi. Vaktiyle<br />
pek meşhur olan kahvenin eski özelliği pek kalmamıştı.<br />
Ayaküstü ya da kısaca uğranabilecek bir yerdi. Eskiden<br />
kalma büyük aynalar toz içindeydi. Ben espri olarak: ‘bu<br />
aynaların herhalde Meşrutiyet’ten bu yana tozu alınmamış.<br />
Acaba ne zaman temizlenecek bunlar?’ derdim.<br />
Necip Fazıl Bey’le de kısa süreli oturmalarımız olmuştu<br />
Meserret’te. Bir yazının provasını yapmak için falan. Kahveye<br />
bir dilsizler grubu devam ederdi. Bir masaya otururlar,<br />
elleriyle, kollarıyla müthiş bir sohbete dalarlardı. Arada<br />
bir de hep birlikte gülerlerdi. Kahvedekiler de dönüp bakardı.<br />
Hatta 27 Mayıs İhtilali’nden sonra Necip Fazıl Bey,<br />
bir günlük fıkrasının başlığını ‘Meserret’in<br />
Dilsizleri’ diye koymuştu. O dilsiz<br />
grubunu fevkalade tasvir ettikten<br />
sonra onların ihtilalin baskı havasında<br />
bile istedikleri gibi konuştuklarını<br />
ama bizim sustuğumuzu söylüyor ve<br />
yazısını şöyle bağlıyordu: ‘Onlar Meserret’in<br />
dilsizleri, bizse hürriyetin!’ 7<br />
Yazının başlarında Sezai Karakoç’un<br />
farklı çevrelerle olan beraberliklerinden<br />
bahsetmiştik. Beyazıt kahvelerinde<br />
ağırlıklı olarak Türkiye’deki<br />
muhafazakârlık birikimi içinde yer<br />
etmiş isimlerle bir araya gelen Sezai<br />
Karakoç’un bir de Mülkiye yıllarına<br />
dayanan dostlukları vardır. Şiir<br />
ve edebiyat merkezli bu çevrede daha sonra “50 kuşağı”<br />
olarak adlandırılacak isimlere rastlanır. Sezai Karakoç İstanbul’a<br />
geldikten sonra bu isimlerden bazılarıyla Aksaray’daki<br />
Bulvar Pastahanesi’nde görüşür. “İstanbul’a geldiğimde<br />
gerek liseden tanıdığım, gerek edebiyat alanındaki<br />
görüşüm sebebiyle beni tanıyan bazı gençler beni görmeye<br />
gelmişlerdi. Birkaç defa Aksaray’da Bulvar’da, Bulvar<br />
Çay Salonunda buluştuk. Adnan Özyalçıner, Kemal Özer,<br />
Onat Kutlar, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer ve arkadaşlarıyla, bu<br />
gençler ki bizim hemen arkamızdan gelen kuşağı temsil<br />
ediyorlardı edebiyatta.” 8 Sezai Karakoç, bu kuşağın en bilinen<br />
isimlerden biri olan Cemal Süreya ile İstanbul’da görüşmeye<br />
devam eder. Bu görüşmelerin adresi genellikle<br />
Beyoğlu’ndaki Baylan Pastahanesi’dir. “Beyoğlu’nda Baylan<br />
Pastahanesi, şairlerin, yazarların uğradığı bir yerdi. Ben<br />
de oraya giderdim. Yazı ve şiirlerimi orda yazardım. Bazan<br />
da Cemal’le giderdik. Fazıl Hüsnü Dağlarca ve bazı gençler<br />
oraya gelirdi.” 9 Baylan Pastahanesi 50’li yıllarda Attila<br />
İlhan’ın müdavimi olduğu, Kemal Tahir’in zaman zaman<br />
gittiği bir mekândır. Sezai Karakoç anılarında Baylan’dan<br />
söz ederken bu pastanenin bir geleneğin parçasına oluşuna<br />
vurgu yapar: “Baylan, Tanzimatla başlayan Batı tipi<br />
kahve, pastahane sohbetlerinin yapıldığı sonuncu buluşma<br />
yeriydi edebiyatçılar için. Daha önceleri edebiyatçılar<br />
Löbon, Tokatlıyan vb. de buluşurlarmış.” 10 Baylan Pastanesi’nin<br />
1967’de kapandığı bilinmektedir. Sezai Karakoç<br />
1965’te memuriyetten ayrıldıktan sonra maddi açıdan<br />
sıkıntılı geçen günleri hatırlarken “Geceleri Marmara kahvesinde<br />
gündüzleri Baylan pastanesinde, evde ve sokakta<br />
geçen bu aylar üzüntü, düşünce, umutsuzluk ve hayal ayları<br />
oldu.” ifadesini kullanır. Bu sözlerden Sezai Karakoç’un<br />
İstanbul’a geldiği 1955’ten Baylan Pastanesi’nin kapandığı<br />
1967 yılına kadar bu mekâna devam ettiği anlaşılmaktadır.<br />
Sezai Karakoç’un Beyoğlu’nda Baylan’la beraber andığı<br />
bir diğer mekân da İstiklal caddesinin hemen girişinde<br />
bulunan Eftalikos Kahvesi’dir. Sait Faik’in bir hikayesine<br />
138
SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
konu olan bu kahve Sezai Karakoç’un hatıralarına Fazıl<br />
Hüsnü Dağlarca ile yaptıkları bir sohbetle dahil olur: “Bir<br />
gün Taksim Meydanı’na bakan Eftalikos Kahvesine gitmiştim.<br />
Fazıl Hüsnü Dağlarca, oturmuş meydanı seyrediyordu.<br />
Beni görünce çağırdı. Çay içip sohbet ettik…. Eftalikos<br />
Kahvesi. İlhan Berk’in şiirinde de adı geçen kahve. Cumartesi<br />
günleri öğleden sonra iyice hareketlenen meydanı<br />
güneşli havalarda oturup seyredebileceğiniz ya da kendi<br />
başınıza orada hayallere ve düşüncelere dalabileceğiniz,<br />
açık ve kapalı yeri olan bir kahveydi.” 11<br />
…<br />
Sezai Karakoç’un edebiyat ve düşünce odaklı “insan adaları”na<br />
dâhil oluşu en azından 1950’lerin başına, Mülkiye<br />
kantinine dayanır. Zamanla Mülkiye kantininin yanına<br />
Ulus’taki İstanbul Pastanesi de eklenir. Buralarda bir yandan<br />
kendi yaş kuşağından arkadaşlarla “birbirini yetiştirme”<br />
bir yandan da yazdığı-söylediği takip edilen ustalarla<br />
“birlikte öğrenme” hikâyesi ortaya çıkar. Ankara’dan sonra<br />
İstanbul yılları hem Büyük Doğu’dan Diriliş dergisine uzanan<br />
bir süreci hem de Baylan, Eftalikos, Meserret, Bahar,<br />
Acem’in Kahvesi, Marmara gibi kültür mahfillerinde yeni<br />
dostlukları ve yeni usta-çırak ilişkilerini doğurur. Andığımız<br />
mekânların ortadan kalkması, ölümler, şehir değiştirmeler<br />
ve hayat tarzı/görüşümüzdeki büyük değişimlere<br />
rağmen Sezai Karakoç okuyucu ve takipçileriyle yüz yüze<br />
iletişimi devam ettirmiştir. 1980’lerde Beyazıt’taki Yıldız<br />
Kıraathanesi ve zaman zaman Erenler Çay Bahçesi’nde<br />
sohbet halkalarının merkezinde bulunmuştur. Uzun yıllar<br />
Cağaloğlu’nda faaliyet gösteren ve birkaç yıl önce Haseki’ye<br />
taşınan Diriliş Yayınevi bürosu ile yine Haseki’de bulunan<br />
Yüce Diriliş Partisi İstanbul il temsilciliğinde takipçilerini<br />
ağırlamaya devam etmektedir.<br />
Dipnotlar<br />
1 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:72, 1 Aralık 1989, s.9<br />
2 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:70, 17 Kasım 1989, s.14<br />
3 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:82, 9 Şubat 1990, s.9<br />
4 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:82, 9 Şubat 1990, s.9<br />
5 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:82, 9 Şubat 1990, s.9<br />
6 Sezai Karakoç, "Samanyolunda Ziyafet", İstanbul, Diriliş Yayınları,<br />
2004, s.127-128<br />
7 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:81, 2 Şubat 1990, s.7<br />
8 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:71, 24 Kasım 1989, s.8<br />
9 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:70, 17 Kasım 1989, s.7<br />
10 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:74, 15 Aralık 1989, s.9<br />
11 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:74, 15 Aralık 1989, s.8-9<br />
Meserret Kıraathanesi’nin bulunduğu bina, 2015<br />
139
İRFÂN MECLİSİ OLARAK<br />
"ÜSKÜDAR’DA<br />
BİR ATTÂR DÜKKÂNI"<br />
Hasan Eren ULU<br />
Yazar<br />
“<br />
Üsküdarlıların mâzi ile bağ<br />
kurmasında önemli bir yeri olan,<br />
yazımızın konusu attâr dükkânı,<br />
hem bir ticârethâne hem de devrini<br />
aydınlatanların sık sık sohbetleriyle<br />
ısıttıkları bir irfân meclisi olma vasfını<br />
taşımıştı.<br />
Üsküdar’da Hâkimiyet-i Millîye<br />
Caddesi üzerinde, Mîmâr Sinan<br />
Hamamı’nın hemen hemen karşısında<br />
yer alan bu dükkânın İstanbul’un dört<br />
bir yanından gelen müşterilerce kabûl<br />
görmesinin sebebi, belki de insanî<br />
ilişkilere gösterilen özen olsa gerektir.<br />
Geçmişten bir sayfanın günümüze<br />
‘değer yargısı’ olarak aktarılması<br />
gibi; bu ticârethânede, müşterinin<br />
hakkının geçmemesi için çok hassas<br />
davranıldığı öteden beri söylenmiştir.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
İRFÂN MECLİSİ OLARAK "ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI" / Hasan Eren ULU<br />
Osmanlı Devleti’nin Avrupa karşısında<br />
zamanla neden güçten düştüğüne<br />
yıllar boyu kafa yoranlar; gerileme<br />
nedenleri arasında, cehâlete<br />
işâret kabilinden, okuryazar oranının<br />
düşüklüğünü göstererek istatistikî<br />
verilerle iddialarını kanıtlamaya çalışmışlardır.<br />
Oysa bilgi sahibi olmanın kestirme<br />
yollarından birisi de sohbet meclislerinden<br />
istifâde etmektir. Süheyl Ünver,<br />
‘Emir Sultan’ başlıklı kitaba yazdığı<br />
ön sözde, Jean Book’un “İnsan;<br />
yüzde yirmi okumakla, yüzde seksen<br />
sohbetle yetişir” dediğini nakletmektedir.<br />
Doğrusu Osmanlı kültür ve medeniyetinin<br />
temeli de sözlü kültüre dayanmaktaydı.<br />
Câmide, konakta, kahvehâne<br />
ya da bir attâr dükkânında<br />
kurulan sohbet meclisi; dinleyenleri<br />
aydınlatmak için âdeta bir‘ akademi’<br />
işlevi görmüştür.<br />
Böylesi sohbet meclislerinde yetişen<br />
Sâmiha Ayverdi Hanımefendi,<br />
konuyla alâkalı olarak “Osmanlı medeniyeti<br />
şifâhî bir medeniyetti. Bu<br />
şifâhi kültür nesilden nesile gürül<br />
gürül akar ve cehâleti sürüp götürürdü”<br />
ifâdesini kullanmıştır. Tıpkı onun<br />
dediği şekilde; yüzlerce kitaptan edinilen<br />
bilgi birikimi, bir arının bal özü<br />
toplayıp bal yapmak için çalıştığı gibi<br />
ustaca, sohbete katılanların istifadesine<br />
sunulurdu. Bu yüzden bizim<br />
kültürümüzde sohbet meclisinin bir<br />
adı da ‘irfân meclisi’dir. Bilgiye kanat<br />
çırpanların kendilerini ve dünyâyı tanıdıkları<br />
bir meclis…<br />
Üsküdar’da Bir İrfân Meclisi<br />
Üsküdarlıların mâzi ile bağ kurmasında<br />
önemli bir yeri olan, yazımızın<br />
konusu attâr dükkânı, hem bir ticârethâne<br />
hem de devrini aydınlatanların<br />
sık sık sohbetleriyle ısıttıkları bir<br />
irfân meclisi olma vasfını taşımıştı.<br />
Kubbealtı Lûgatı’nda attâr; güzel kokular,<br />
baharat, şîfâlı otlar ile iğne, iplik,<br />
kâğıt gibi ufak tefek ev eşyâsının<br />
satıldığı yer olarak tanımlanmaktadır.<br />
Ahmet Yüksel Özemre (Fotoğraf: http://www.ozemre.com/)<br />
Üsküdar’ı ve Üsküdar’daki attâr dükkânını<br />
tüm renkleriyle anlatan Ahmed<br />
Yüksel Özemre Hoca, Üsküdarlıların<br />
attâr kelimesini aktar olarak<br />
telâffuz ettiğini ve bu dükkânı işleten<br />
Bekir Efendi ile Sâim Efendi’nin<br />
de Üsküdar’da “Aktar Hocalar” diye<br />
anıldığını söylemiştir.<br />
Üsküdar’da Hâkimiyet-i Millîye Caddesi<br />
üzerinde, Mîmâr Sinan Hamamı’nın<br />
hemen hemen karşısında yer<br />
alan bu dükkânın İstanbul’un dört bir<br />
yanından gelen müşterilerce kabûl<br />
görmesinin sebebi, belki de insanî<br />
ilişkilere gösterilen özen olsa gerektir.<br />
Geçmişten bir sayfanın günümüze<br />
‘değer yargısı’ olarak aktarılması<br />
gibi bu ticârethânede, müşterinin<br />
hakkının geçmemesi için çok hassas<br />
davranıldığı öteden beri söylenmiştir.<br />
Misal vermek gerekirse; tartılması<br />
gereken malın darasının alınmasıyla<br />
yetinilmediği, tartılan malın daha<br />
ağır çekmesine dikkat edildiği; hattâ<br />
baharat alacaklara, baharatın bayatlayınca<br />
kokusunu kaybedebileceği<br />
bu yüzden daha az almalarının lehlerine<br />
olacağı bile hatırlatılırmış.<br />
Daha fazla para kazanmaya duyulan<br />
istek, demek ki ‘fütüvvet ahlâkı’ ile<br />
böylece ahlâkî bir çizgiye çekilebiliyordu<br />
attâr dükkânında.<br />
Üsküdar’a farklı bir hava katan bu<br />
küçücük fakat şirin dükkân neredeyse<br />
ağzına kadar dolu olmasına<br />
rağmen hafta sonları 7-8 kişinin toplanıp<br />
sohbet ettiği bir meclis hâline<br />
dönüşürdü.<br />
O dönemde Üsküdar’da benzer sohbetlerin<br />
tertip edildiği farklı sohbet<br />
meclisleri vardı elbette. İçlerinde Hacı<br />
Selim Ağa Kütüphânesi’nin büyük<br />
142
İRFÂN MECLİSİ OLARAK "ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI" / Hasan Eren ULU<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
öneme sahip olduğu da bilinmektedir.<br />
Fakat; Üsküdar Mevlevîhânesi’nin<br />
son şeyhi Ahmed Remzi Akyürek’in<br />
müdürlüğünü üstlendiği bu kütüphânedeki<br />
sohbet meclisi bile ‘Aktar<br />
Hocalar’ın dükkânına uğrayanlar kadar<br />
geniş bir kitle oluşturamamıştır.<br />
Peki attâr dükkânına kimler gelirdi?<br />
Ahmed Yüksel Özemre Hoca’ya kulak<br />
verelim:<br />
“Buraya Rufaî Şeyhi Sarı Hüsnü Efendi,<br />
Sandıkçı Dergâhı Şeyhi Haydar<br />
Efendi, Eşref Ede, Özbekler Tekkesi<br />
Şeyhi Necmeddin Özbekkangay, Üsküdar’daki<br />
Mihrimah Sultan Câmiî<br />
Başimamı Nâfiz Uncu, Necmeddin<br />
Okyay, Osmanlı hânedânının son<br />
müezzinbaşısı Hâfız Muhiddin Tanık,<br />
Abdulbâki Gölpınarlı, Hâfız Âma Tevfik,<br />
Ressam Hoca Ali Rıza Bey gelirdi.”<br />
Bir de bu irfân meclisinden yetişenlere<br />
göz atalım:<br />
Mustafa Düzgünman, Ahmed Yüksel<br />
Özemre, Niyâzi Sayın, Sâcid Okyay,<br />
Nezih Uzel, Ali Alpaslan, Uğur Derman,<br />
Güngör Şatıroğlu gibi çok kıymetli<br />
isimler ‘Attâr Dükkânı’ndaki bu<br />
irfân meclisinde yetişmişlerdir.<br />
Hemen burada yine Sâmiha Ayverdi<br />
Hanımefendi’nin naklettiği bir konuya<br />
dikkat çekmeliyiz. Bağdad Müftüsü<br />
Zevâhi, geniş bilgi birikimine<br />
rağmen neden kitap yazmadığını soranlara,<br />
"Öğreticiliğim beni yazı yazmaktan<br />
alıkoydu. Ama pişman değilim.<br />
Talebelerimin mecmuundan öyle<br />
bir eser meydana getirdim ki bunların<br />
her satırı, ilim adına bir müelliftir."<br />
cevabını vermiştir.<br />
Üsküdar’daki attâr dükkânında oluşturulan<br />
sohbet meclisinde öğretici<br />
konumda olanlar, Zevâhi’nin dediği<br />
gibi öyle şahsîyetlerin yetişmesine<br />
vesile olmuştur ki kültür târihimize<br />
dâir büyük bir kırılmanın önüne geçilebilmiştir.<br />
Neyzen Niyâzi Sayın da bu attâr dükkânında<br />
kavuştuğu maddî ve mânevî<br />
Hattat Necmettin Okyay, talebesi Uğur Derman ile (Hayat Magazin Dergisi)<br />
müktesebâta dikkat çekmek için “Biz<br />
bu dükkândan geçmemiş olsaydık<br />
şimdi yedi dükkân süprüntüsünden<br />
beter olurduk” demiştir.<br />
Yarım asırdan uzun bir süre Üsküdar’ın<br />
kültür hayâtına etki eden attâr<br />
dükkânı zamanın başkalaşması,<br />
insan profilinin değişmesi nedeniyle<br />
ne yazık ki 1991 yılında kapandı.<br />
Attâr dükkânında kurulan irfân meclisi<br />
olmasaydı; Yahyâ Kemâl’in “Fethi gören<br />
Üsküdar” diye övdüğü Üsküdar’ın<br />
büyük bir yönü eksik kalacaktı…<br />
Kaynakça<br />
Ayverdi, Sâmiha, İbrâhim Efendi Konağı,<br />
Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul,<br />
1973<br />
Derman, M. Uğur, Mustafa Düzgünman,<br />
TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt:<br />
10, Sf: 62-63, İstanbul, 1994<br />
Derman, M. Uğur, Mehmed Necmeddin<br />
Okyay, TDV İslâm Ansiklopedisi,<br />
Cilt: 33, Sf: 343-345, İstanbul, 2007<br />
Özemre, Ahmed Yüksel, Hasretini<br />
Çektiğim Üsküdar, Kubbealtı Neşriyâtı,<br />
İstanbul, 2009<br />
Özemre, Ahmed Yüksel, Üsküdar Ah<br />
Üsküdar, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul,<br />
2013<br />
Özemre, Ahmed Yüksel, Üsküdar’da<br />
Bir Attar Dükkânı, Kubbealtı Neşriyâtı,<br />
İstanbul, 2013<br />
Özemre, Ahmed Yüksel, Üsküdar’ın<br />
Üç Sırlısı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul,<br />
2004<br />
Şen, Yâsin, Türk Sohbet Kültürü Üzerine<br />
Bir Araştırma Sohbet Medeniyeti,<br />
Erdem Yayınları, İstanbul, <strong>2016</strong><br />
143
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
İRFÂN MECLİSİ OLARAK "ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI" / Hasan Eren ULU<br />
Nâfiz Uncu Hoca<br />
Attâr dükkânının müdâvimlerinden<br />
ve ‘Aktar Hocalar’ın dostlarından<br />
olan Nâfiz Uncu; Üsküdar’daki<br />
Mihrimah Sultan Câmiî’nin başimamıdır.<br />
Ahmed Yüksel Özemre’nin<br />
“Üsküdar’ın Üç Sırlısı” başlıklı kitabında<br />
Nâfiz Hoca’nın gençliğinde<br />
İstanbul’daki hâfızları kıskandıracak<br />
kadar güzel bir sese ve mûsıkî bilgisine<br />
sahip olduğu yazmaktadır.<br />
Zamanın meşhur hâfızlarından İdris<br />
Efendi’nin kızının Ayasofya Câmiî’nde<br />
hâfızlık icâzetini aldığı merasimde,<br />
Nâfiz Hoca’dan Kur’ân-ı Kerim<br />
okuması istenilir. Hoca, Kur’ân<br />
okurken câmide kendinden geçip<br />
çığlık atanlar, bayılanlar olur. Gel<br />
zaman git zaman; Nâfiz Hoca Ayasofya<br />
Câmiî’nde mukabele okurken<br />
halk, akın akın câmiye gelir. Fakat<br />
bir müddet sonra Nâfiz Hoca’nın<br />
nefsinde ortaya çıkan benlik onu<br />
rahatsız eder. Bunun sebebinin,<br />
güzel sesi ve halkın kendisine ilgi<br />
göstermesi olduğunu düşünerek<br />
pişman olur. Benliğini öldürmek,<br />
enâniyetinden kurtulmak için Allah’tan<br />
bu güzel sesi kendisinden<br />
almasını ister, duâ eder; duâsı kabûl<br />
olunur ve ertesi güne kısık, çatlak<br />
ve boğuk bir sesle uyanır.<br />
Necmeddin Okyay Hoca<br />
Attâr dükkânının bir diğer müdâvimi<br />
Necmeddin Okyay Hoca’dır.<br />
Necmeddin Hoca, Üsküdar’daki<br />
Gülnûş Vâlide Sultan Câmiî’nde<br />
imamlık yapmasının yanı sıra birçok<br />
sanat dalında ihtisas kazandığı<br />
için kendisine ‘hezarfen’ denilmiştir.<br />
Necmeddin Hoca; Özbekler<br />
Tekkesi Şeyhi Edhem Efendi’den<br />
ebrû san’atını, Sultan Abdulazîz’in<br />
Okçubaşısı Seyfeddin Bey’den kemankeşliği,<br />
bunların yanı sıra hattatlığı,<br />
ciltçiliği öğrendi. Ebrû sanatında<br />
daha ileriye giderek kendi adı<br />
ile anılacak çiçekli ebrûlar yapmayı<br />
başardı. Evinin bahçesinde yetiştirdiği<br />
güllerin nâmı İstanbul’da yayılan<br />
Necmeddin Hoca’nın yaklaşık<br />
400 çeşit gül yetiştirdiği ve bunların<br />
isimlerini de tek tek bildiğini<br />
Mehmed Şevket Eygi Bey nakletmektedir.<br />
Mustafa Düzgünman<br />
‘Aktar Hocalar’dan Sâim Efendi’nin<br />
oğlu olan Mustafa Düzgünman,<br />
özellikle ebrû sanatındaki kabiliyeti<br />
ile ön plâna çıkmıştı. Ebrûnun yanı<br />
sıra eski tarz cilt yapımı ve tespihçilikle<br />
de uğraşan Mustafa Düzgünman’a,<br />
annesinin dayısı olan Necmeddin<br />
Okyay özel ilgi göstermişti.<br />
Henüz 20’li yaşlarının başında yaptığı<br />
ebrûlar Güzel Sanatlar Akademisi’nde<br />
açılmış olan yıl sonu sergisinde<br />
sergilenmiş ve sergiyi gezen<br />
İsmet İnönü, Mustafa Düzgünman’ın<br />
eserleri karşısında hayranlığını<br />
ifâde ederek kendisini tebrik<br />
etmişti.<br />
Üsküdar’da yoğun şekilde ziyâretçi<br />
akınına uğrayan Azîz Mahmud<br />
Hüdâyî Hazretleri’nin türbedarlığını<br />
yaklaşık çeyrek asır kadar yapan<br />
Mustafa Düzgünman’a dâir<br />
Uğur Derman Bey şöyle bir hâtıra<br />
nakletmektedir: Mustafa Düzgünman,<br />
hayâtının son yıllarını süren<br />
Necmeddin Okyay Hoca’ya yaptığı<br />
bir karanfil ebrûsunu hediye eder.<br />
Hoca, o kadar memnun olur ki; o<br />
anda, Mustafa Düzgünman’ın Hüdâyî<br />
Hazretleri’ne bağlılığını ifâde<br />
edecek şekilde<br />
“Hüdâyî türbedârı Mustafa Bey kârı<br />
bu ebrû<br />
Kopartıp koklamak ister, gören her<br />
bir zen-i hûb-rû*”<br />
beyitiyle cevap verir.<br />
Ahmed Yüksel Özemre<br />
73 yıllık hayâtını Üsküdar’ın geçmişten<br />
gelen değerlerini tanıtmaya<br />
vakfeden Ahmed Yüksel Özemre<br />
Hoca zamanını aşan öyle bir isimdi<br />
ki tıpkı İbnül Emin Mahmud Kemâl<br />
İnal gibi<br />
“Hezar gıpta o devrin kadîm<br />
efendisine<br />
Ne kendi kimseye benzer ne kimse<br />
kendisine”<br />
beyitini hak edecek bir yaşam sürmüştü.<br />
“Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı”<br />
başlıklı kitabında bu irfân meclisine<br />
53 sene hizmet ettiğini yazan Ahmed<br />
Yüksel Özemre, Türkiye’nin ilk<br />
atom mühendisi olmasının yanı sıra<br />
kültür târihimize dâir birçok kitaba<br />
imza atmış tam bir devr-i kadîm<br />
efendisiydi. Üsküdar’da “Son Osmanlı<br />
Beyefendisi” olarak anılmasının<br />
sebebi de budur.<br />
Ahmed Yüksel Özemre, olağanüstü<br />
denilebilecek bir hafıza gücüne sahipti.<br />
Böylece çocukluğunda tanıdığı<br />
Üsküdar’ı, o dönemin isimlerine<br />
dâir anektodları sıcacık üslûbu ile<br />
anlatarak kaybolmaktan kurtardı.<br />
* Zen-i hûb-rû:<br />
Güzel yüzlü hanım<br />
144
BENİM<br />
EDEBİ<br />
MEKÂNLARIM<br />
Şakir KURTULMUŞ<br />
Şair<br />
“<br />
Gençlik yıllarımızda yazılarımız<br />
için, İstanbul’un güzel mekânlarını<br />
seçerken, edebiyat sohbetlerini takip<br />
edebilmek için gittiğimiz belli başlı<br />
mekânlar da sayılıydı. Bunlar arasında<br />
en çok ilgi gören yerler Beyazıt’ta<br />
sahafların hemen çıkışındaki Çınaraltı<br />
Kahvehanesi ile Çorlulu Ali Paşa<br />
Medresesi’ydi. Sahafların çok canlı<br />
bir kültürel yaşamı vardı o tarihlerde.<br />
Meşhur sahafların dükkânları her<br />
zaman kapı ağzına kadar dolu olur ve<br />
gelenler buraya gelip giden hocaların<br />
sohbetleriyle beslenirdi.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
BENİM EDEBİ MEKÂNLARIM / Şakir KURTULMUŞ<br />
Edebiyat, sanat ve kültür insanlarının<br />
her dönemde kendi<br />
alanlarında çalışmalarını<br />
sürdürdükleri özel mekânları<br />
ola gelmiştir. Edebi mahal<br />
olarak nitelendirdiğimiz bu<br />
mekânlar, kültür ortamlarının<br />
gelişmesine katkı sağladığı<br />
gibi, yazar ve şairlerin<br />
çalışmalarını rahatlıkla sürdürebildikleri<br />
yerler olarak iz<br />
bırakmıştır. Edebiyatçıların kimi zaman dergi idarehanesi<br />
olarak bile kullandıkları mekânlar olmuştur toplandıkları<br />
yerler.<br />
Öncesinde de çeşitli yerlerde esnaflar da dâhil değişik<br />
meslek gruplarının bir arada toplandıkları mekânlar ortaya<br />
çıkmış olsa da daha çok 19. yüzyılda ortaya çıkan<br />
bu mekânlar aydınların ve sanatçıların bir araya geldikleri<br />
yerler olarak üniversite çevresinde başlamış ve etrafa yayılmış.<br />
Uzun yıllar edebiyatçılar ve üniversite hocalarının<br />
bir araya geldiği bu yerlerde edebiyata ilgi duyanlar ve<br />
hocalarının ders dışında anlattıklarını dinlemek için dışarıdaki<br />
bu mekânları tercih ederlerdi.<br />
Katılan aydın ve sanatçılar arasında düşünce ayrılığı da<br />
dikkate alınmaz, sağ görüşlü olsun sol görüşlü olsun<br />
edebiyat, sanat ve felsefi konularda konuşmalar yapılırdı.<br />
Kimsenin sahip olduğu görüş üzerinde durulmaz her biri<br />
ayrı görüşlere sahip olsalar bile bir arada konuları tartışıp<br />
konuşabiliyorlardı. Aylık edebiyat dergilerinde yayınlanan<br />
şiirler üzerinde değerlendirmeler yapılır, henüz yayınlanmayan<br />
şiirler üzerinde ustaların değerlendirmeleri alınırdı.<br />
1970’li yılların sonunda İstanbul’da devam etmekte olan<br />
bu toplantılara zaman zaman yetişme şansına biz de sahip<br />
olduk. Marmara’da, Küllük Kıraathanesi’nde bir araya<br />
gelen sanatçıların ve üniversite hocalarının toplantılarına<br />
katılıp kenardan izlerdik. Çeşitli dernek, vakıf gibi sivil<br />
toplum örgütlerinde önceden belirlenmiş belli konularda<br />
yapılan seminer ve konferanslar da bu mekânların kültürel<br />
etkinlikler için kullanıldığı, edebi mekânlar olarak<br />
anılmalıdır. Bunlar arasında MTTB, Birlik Vakfı, Türk Ocağı,<br />
Aydınlar Ocağı, Kubbealtı, Fetih Cemiyeti gibi kurumların<br />
mekânları, seminer ve konferansların yapıldığı, özellikle<br />
üniversite gençliğinin ilgiyle takip ettiği yerlerdi.<br />
Yazı hayatımız Mavera Dergisi ile başladı. Şiirlerimiz Mavera<br />
Dergisi’nde yayınlanırken Yeni Devir gazetesinde düzenlediğimiz<br />
sanat-edebiyat sayfasında da bu çerçevede<br />
yazılarımız yayınlandı. İstanbul’un denizle, camilerle ve<br />
kuşlarla birleşen güzelliğini yaşayabildiğimiz yerlere daha<br />
çok yalnız gitmeyi tercih ediyor ve oralarda yazdıklarımız<br />
Teknolojik imkânların insani ilişkileri<br />
zayıflattığı son dönemde, özellikle<br />
şair ve yazarların bir araya gelmek için<br />
çeşitli mekânları kullanarak, edebiyat<br />
ve kültür mahfilleri oluşturma<br />
gayretleri anlamlıdır.<br />
üzerinde çalışıyorduk. Sahile<br />
yakın bir kahve, denizi gören<br />
bir yer olursa daha çok ilgimi<br />
çekiyordu. Böyle mekânları<br />
bulmak da gittikçe zorlaşıyor.<br />
Gençlik yıllarımızda yazılarımız<br />
için, İstanbul’un güzel<br />
mekânlarını seçerken, edebiyat<br />
sohbetlerini takip edebilmek<br />
için gittiğimiz belli başlı<br />
mekânlar da sayılıydı. Bunlar arasında en çok ilgi gören<br />
yerler Beyazıt’ta sahafların hemen çıkışındaki Çınaraltı<br />
Kahvehanesi ile Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ydi.<br />
Sahafların çok canlı bir kültürel yaşamı vardı o tarihlerde.<br />
Meşhur sahafların dükkânları her zaman kapı ağzına<br />
kadar dolu olur ve gelenler buraya gelip giden hocaların<br />
sohbetleriyle beslenirdi. Pek çok edebiyat ve kültür adamıyla<br />
sahaflarda karşılaşmak mümkündü. İçlerinde Abdullah<br />
Uçman, Mustafa Miyasoğlu, Durali Yılmaz, Bekir<br />
Oğuzbaşaran, Ebubekir Eroğlu, Kamil Eşfak Berki, Mustafa<br />
Ruhi Şirin gibi isimleri kitapevlerinde yeni çıkan kitapları<br />
incelerken görebilirdiniz.<br />
Ebubekir Eroğlu öncülüğünde Yönelişler Dergisi yayınlanmaya<br />
başlayınca Nejat Çavuş, İhsan Deniz, Osman Konuk,<br />
Mehmet Ocaktan, Yüksel Kanar, İlhan Kutluer, Adnan Tekşen,<br />
Mehmet Çetin gibi arkadaşlarla birlikte çoğu zaman<br />
derginin idarehanesi olarak kullanılan Ekin Yayınları’nın<br />
küçücük ofisinde bir araya gelmeye başladık. Yönelişler<br />
Dergisi’ndeki arkadaşların çoğunun kullandığı mekân ise<br />
Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ydi. Burada edebiyat sohbetleri,<br />
şiir değerlendirmeleri yapılıyor, müzik dinleniyordu.<br />
O dönemde ilk kez sol çevrelerle de yakın ilişki kurulmuş,<br />
bazı arkadaşlarımız Üç Çiçek Dergisi’ne katkı sunmuş,<br />
ilk şiir kitaplarını Üç Çiçek Yayınları arasından çıkarmıştı.<br />
Çorlulu Ali Paşa Medresesi o tarihlerde daha çok şairlerin<br />
tercih ettiği bir mekân olarak öne çıkmıştı. Mavera’nın<br />
İstanbul’daki bürosu, Yazıevi ve Aycan Grafik büroları ile<br />
Yedi İklim Dergisi’nin idarehanesi yıllarca edebiyat sohbetlerinin<br />
düzenli olarak yapılageldiği mekânlar olarak<br />
anılmalıdır.<br />
Son dönemde İstanbul’da yazı ve çalışma mekânı olarak<br />
yine çeşitli kahveler anılmaya başladı. Sultanahmet çevresindeki<br />
kimi yerler, Fatih’te, Kadıköy, Kuzguncuk, Beylerbeyi,<br />
Ortaköy, Rumelihisarı, Sarıyer gibi daha çok turistik<br />
sayılabilecek yerler, edebiyat çevrelerinin oturmak için<br />
tercih ettikleri mekânlarla dolu.<br />
Üsküdar bu anlamda kültür adamlarının tercih ettiği yerlerin<br />
başında geliyor denebilir. Üsküdar’da yoğun bir turist<br />
ilgisinden söz edilemez. Edebiyat ve sanat çevrelerinin<br />
148
BENİM EDEBİ MEKÂNLARIM / Şakir KURTULMUŞ<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Şakir Kurtulmuş, çalışma mekanı olarak tercih ettiği Abbare Kahve'de<br />
tercih ettikleri mekânlar çoğunluktadır. Yedi İklim, Ay Vakti,<br />
Bir Nokta, Mektebi Üsküdar, Fayrap gibi dergilerin yayınlandığı<br />
bir yer olarak düşünüldüğünde Üsküdar’ın zenginliği<br />
daha iyi anlaşılacaktır. Dergi idarehanelerine gidip<br />
gelen şair ve yazarlar edebiyat sohbetleri için bu civardaki<br />
mekânları tercih etmekteler.<br />
Abbare Kahve benim çalışmak için tercih ettiğim bir<br />
mekân. Üsküdar’da sahile yakın, ulaşımı kolay, en önemlisi<br />
sessizliği… Çalışma ortamı için çok uygun; şehrin gürültüsünü,<br />
trafik kaosunu, stresinizi dışarıda bırakarak, okumalarınızı,<br />
yazılarınızı yapabileceğiniz bir yer. Edebiyat, sanat<br />
çevrelerinden çok kişinin tercih etmesinin bir nedeni de<br />
çalışma ortamının uygun oluşu. Kültürel etkinlikler için de<br />
mekân olarak oldukça geniş imkânlara sahip bir yer. Bu<br />
konuda işletme sahibi ile görüşmeler sürüyor yakın bir zamanda<br />
‘Abbare Sohbetleri’ başlayabilir. Şair ve yazarların<br />
imza ve söyleşileri olmak üzere çeşitli etkinliklere ev sahipliği<br />
yapabilecek bir mekân.<br />
Teknolojik imkânların insani ilişkileri zayıflattığı son dönemde,<br />
özellikle şair ve yazarların bir araya gelmek için<br />
çeşitli mekânları kullanarak, edebiyat ve kültür mahfilleri<br />
oluşturma gayretleri anlamlıdır. Kendi çalışmalarını yapabildikleri<br />
gibi, kültür insanlarının bir araya gelerek, edebiyat<br />
ve sanat gündemi çerçevesinde sohbetleri devam<br />
ettirmeleri, kitabın, derginin konuşulduğu mekânların<br />
önemini daha çok artıracaktır.<br />
149
SOHBETİN<br />
OLMAZSA OLMAZI:<br />
KAHVE<br />
Cengiz AYGÜN<br />
Yazar<br />
“<br />
Mademki gelmişiz köhne cihana<br />
Derdimizi çeksin şu viranhane<br />
Gönül ne kahve ister, ne kahvehane<br />
Gönül ahbab ister, kahve bahane<br />
Kültür dünyamızın vazgeçilmez<br />
mekânlarından olan sohbet<br />
meclislerinde kahve fincanları<br />
dudaklara değdikçe, şairlerin dilinden<br />
de kahveye dair mısralar dökülmesi<br />
adeta kaçınılmaz olurdu. İzine pek<br />
çok dizede rastladığımız muhabbetin<br />
bu kadim yareni üzerine lezzetli bir<br />
yazıyla başbaşa bırakıyoruz sizleri…<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
SOHBETİN OLMAZSA OLMAZI: KAHVE / Cengiz AYGÜN<br />
Biri Halepli, diğeri Şamlı iki Suriyelinin<br />
İstanbul Tahtakale’de ilk kahvehaneyi<br />
açmasının üzerinden neredeyse<br />
5 asır geçti. Bu zaman zarfında değişen<br />
onca şeye rağmen çay ve kahve,<br />
hâlâ eş-dost ziyaretlerindeki ve sohbet<br />
meclislerindeki ayrıcalıklı yerini<br />
koruyor. Bugün çay çok daha revaçta<br />
olsa da işin başında aslında sadece<br />
kahve var. Kahve adeta Yemen’le<br />
bütünleşmiştir ama bu nebatın anavatanı<br />
Habeşistan yaylalarıdır. Buraların<br />
Osmanlı toprağı olduğu devirlerde<br />
kahvenin kaynatılarak içilmesi<br />
önce Yemenli sufiler arasında başlamış,<br />
sonra Mekke-i Mükerreme ve<br />
Medine-i Münevvere’ye, oradan da<br />
Kahire’ye sıçramıştır. Suriye’ye gelişi<br />
ise 1540’lı yıllardır.<br />
Hemen ardında Anadolu’da yayılmaya<br />
başladığında, haram olduğuna<br />
dair fetvalar verilse bile 10 yıl gibi<br />
bir sürede ilk kahvehaneler devletin<br />
başkentinde açılır. Müdavimler<br />
arasında her<br />
kesimden insan vardır.<br />
Osmanlı’nın meşhur tarihçilerinden<br />
Gelibolulu<br />
Mustafa Âlî, toplantı mahalleri<br />
olarak bahsettiği bu ilk kahvehanelerin<br />
iyi ve kötüleri barındırdığını,<br />
dervişlerin ve ilim erbabının buralara<br />
devam ettiğini, sığınacak yeri olmayan<br />
yabancıların ve yoksulların da<br />
uğrak yeri olduğunu yazmaktadır.<br />
Diğer bir tarihçi, Peçevi’nin verdiği<br />
bilgiler biraz daha detaylıdır. Yazdığına<br />
göre, yukarıda bahsettiğimiz iki<br />
Suriyeliden birinin adı Hakem ve diğerinin<br />
adı Şems’tir. Bazı ehl-i keyf ve<br />
özellikle kalem-kitap bilir okuryazar<br />
takımından birçok kişi, bu kahvehanelere<br />
gelmeye başlamışlardır. Bazıları<br />
kitaplar okumakta, bazıları yeni<br />
yazılmış şiirlerden bahsetmektedir.<br />
Böylece eskiden büyük masraflarla<br />
yapılan bu ahbap toplantıları bir-iki<br />
akçe kahve parasıyla temin edilir olmuştur.<br />
En Makbul Kahve<br />
Günlük hayatımızda kahvenin vazgeçilemez<br />
bir içecek haline gelişi çok<br />
hızlıdır. Öyle ki, önce yasaklanmışken<br />
kısa bir süre sonra artık devlet idaresindeki<br />
tahmishanelerde onlarca<br />
dibekte kahve öğütülür ve İstanbul<br />
kahvehanelerine dağıtılır olmuştur.<br />
Fakat buralarda üretilen kahvede<br />
istediği lezzeti bulamayan İstanbullular<br />
zamanla çekirdek kahveye yönelmiş,<br />
bizzat kavurup toz haline<br />
getirdikleri kahveyi içer olmuş-<br />
lardır. Zira kahvenin tazesi makbuldür.<br />
Hele “taze elden taze pişmiş” ise<br />
aliyyülaladır.<br />
Osmanlı sarayına kahvenin ne zaman<br />
girdiği tam olarak bilinmese de<br />
sarayın mutfak defterlerinde kahveye<br />
dair ilk kayıtlar, XVII. asra aittir.<br />
Her şeyin belli usuller ve teşrifat dâhilinde<br />
işlediği sarayda elbette kahve<br />
ikramının da bir adabı, erkânı vardı.<br />
Nitekim “kahve ocağı” dahi teşkil<br />
edilerek başına kahvecibaşı tayin<br />
edilmişti. Padişaha kahve hazırlamak<br />
onun göreviydi ve bu işi, emrindeki<br />
kahvecilerle beraber adeta özel<br />
bir ritüelle yapardı. Kahve, son devre<br />
kadar Osmanlı sarayındaki yerini<br />
korumuş, özellikle de kahvesini,<br />
üzerinde tuğrası yer alan fincanlarla<br />
içen Sultan İkinci Abdülhamid’in<br />
hayatında ayrı bir<br />
mevkii olmuştur. Bugün bu<br />
kahve takımlarını ve üzerinde<br />
bazı padişahların<br />
portrelerinin yer aldığı<br />
fincanları, müzelerde<br />
görmek mümkün.<br />
Esasında Türk kahvesi<br />
denilince, yeşil kahve<br />
çekirdeklerinin kararınca<br />
kavrulması, öğütülmesi, pişirilmesi<br />
ve ikram tarzını da içine alan<br />
bir merasimi anlamak gerekir. Cezve,<br />
dibek, değirmen, fincan, zarf, sitil,<br />
mangal ise bu merasimin çoğu kere<br />
sanatkârane hazırlanmış birer öğesidir.<br />
Özellikle çeşitli kıymetli malzemeden<br />
mamul fincan zarfları, zengin<br />
konaklarında zarafetin ve servetin<br />
delili sayılırdı.<br />
Sohbet meclislerinde kahve fincanları<br />
dudaklara değdikçe, şairlerin dilinden<br />
de kahveye dair mısralar dökülmesi<br />
adeta kaçınılmaz oluyordu.<br />
İşte bir misal:<br />
Madem ki gelmişiz köhne cihana<br />
Derdimizi çeksin şu viranhane<br />
Gönül ne kahve ister, ne kahvehane<br />
Gönül ahbab ister, kahve bahane<br />
152
SOHBETİN OLMAZSA OLMAZI: KAHVE / Cengiz AYGÜN<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
Ve kahve kültürü hayatla o kadar iç<br />
içeydi ki, ilgili bilmeceler zuhur etmişti:<br />
Çanağı beyaz, çorbası kara (fincan);<br />
sürdüm kustu, çektim küstü (cezve)…<br />
Kahvenin Avrupa macerası da hayli<br />
ilginçtir. Cem Sökmen’in Hilmi Yavuz’dan<br />
naklettiğine göre kahveden<br />
söz eden ilk Avrupalı seyyah Leonhard<br />
Rauwolf’tur. 1570’li yıllarda<br />
Halep’te kahveyle tanışmış ve bunu,<br />
1582’de bastığı kitabında dile getirmiştir.<br />
Türk kahvesinin Avrupa’da revaç<br />
bulması ise bu tarihten yaklaşık<br />
bir asır sonradır. Sultan IV. Mehmed<br />
devrinde (1648-1687) Fransa’ya gönderilen<br />
Müteferrika Süleyman Ağa,<br />
Paris’te Şark usulü döşettiği hususi<br />
konağında Fransızları Türk kahvesiyle<br />
tanıştırmış ve büyük sükse yapmıştır.<br />
“Bu içecek siyah<br />
renkli ve acıdır, biraz<br />
da yanık konar… Bu içecek midedeki<br />
sarhoşluğun başa doğru yükselmesini<br />
engellemek… için iyidir. Türkler<br />
onun her türlü hastalığa iyi geldiğini<br />
söyler ve işin aslı, kesinlikle en az çaya<br />
atfedilen kadar meziyete sahiptir… Kimileri<br />
içine karanfil ve birkaç kakule<br />
atar, kimileri biraz şeker koyar ama<br />
tadını güzelleştiren bu karıştırma işlemi<br />
yararını azalttığı gibi onu daha<br />
sağlıksız bir içecek yapar. Türklerin<br />
yaşadığı ülkelerde bol miktarda kahve<br />
içilir. İster fakir, ister zengin olsun,<br />
günde iki veya üç fincan kahve içmeyen<br />
yoktur…” (Jean Thevenot, Thevenot<br />
Seyahatnamesi, çev.: Ali Berktay,<br />
İstanbul 2009)<br />
Hayatlarında ilk defa içtikleri bu siyah<br />
maiye ve bütün Batılılar nazarında<br />
gizemini hep korumuş Şark havasına<br />
iyiden iyiye merak saran Fransız<br />
sosyetesi, Süleyman Ağa’nın konağından<br />
çıkmaz olmuştur. Paris’te<br />
1683’te açılan ilk Türk kahvehanesi<br />
bugün hâlâ mevcuttur ve lokanta<br />
olarak işletilmektedir. Fransa’da ve<br />
sonra da Avrupa’da Türk kahvesi modasının<br />
başlaması böyledir.<br />
Kaynaklar<br />
Cem Sökmen, Eski İstanbul Kahvehaneleri,<br />
İstanbul <strong>2016</strong>; Beşir Ayvazoğlu,<br />
Kahveniz Nasıl Olsun?, İstanbul<br />
2012; Veysel Sekmen, “Doğu’nun<br />
Siyah Çekirdeği Avrupa’da”, Yedikıta<br />
Dergisi, Sayı 88, s.34-38; İdris Bostan,<br />
“Kahve”, DİA, Cilt 24, s.202-205,<br />
İstanbul 2001.<br />
153
TÜRK SİNEMASININ<br />
BİLGE TARİHÇİSİ<br />
GIOVANNI<br />
SCOGNAMILLO’NUN<br />
ARDINDAN<br />
Metin ÖZTÜRK<br />
Yazar<br />
“<br />
İsmi yabancı, kendi yerli bir insandı<br />
Giovanni Scognamillo.<br />
Uzun yıllar ikâmet ettiği İstiklâl<br />
Caddesi Postacılar Sokağı’ndaki<br />
Glavani Apartmanı’nın 13 numaralı<br />
dairesi adeta bir dergâh ve mahfil<br />
gibiydi. Yüksek tavanlı geniş<br />
salondaki büyük soba, kitaplarla<br />
dolu duvarlar ve geniş koltuklarla her<br />
misafirin kendisini rahat hissettiği,<br />
mekânla bütünleştiği ve hemen<br />
ayrılmak istemediği bir havası<br />
vardı. Bu evin kapısını çalan hiç<br />
kimse geri çevrilmez, içeri buyur<br />
edilir, genç-yaşlı, ünlü-ünsüz ayırt<br />
edilmeden ağırlanırdı. Beyoğlu’nun<br />
beyefendisinin huzurunda kendinizi<br />
şimdiki zamandan kopmuş, geniş<br />
zamanların içine düşmüş bir çocuk<br />
gibi hissederdiniz.<br />
”
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
TÜRK SİNEMASININ BİLGE TARİHÇİSİ GIOVANNI SCOGNAMILLO’NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK<br />
1980’li yılların sonunda Türk sinema tarihine dair kaynak<br />
kitap yokluğu sinema üzerine araştırma yapmak isteyenler<br />
ve bu sanata merak salanlar için ciddi bir boşluk oluşturuyordu.<br />
Nijat Özön’ün araştırmaları, Rakım Çalapala ve<br />
Nurullah Tilgen’in incelemeleri kaynak ve belge açısından<br />
sıkıntılardan dolayı “tarih” olarak nitelendirilmeyi zorlaştırmaktaydı.<br />
Boşluğu dolduracak bir kaynağa ihtiyaç vardı.<br />
Bu kaynak da yıllardır sinema dünyasının ve bu dünyanın<br />
merkezi Beyoğlu’nun yerlisi bir isimden başkası değildi.<br />
Giovanni Scognamillo’nun “Türk Sinema Tarihi” adlı iki<br />
ciltlik kitabı 1988 yılında yayınlandı. Babası İtalyan, annesinin<br />
ailesi de aslen İtalyan olmakla birlikte Yunanistan’ın<br />
Tinos Adası’ndan gelmişti. İtalyan bir Türk vatandaşıydı<br />
Giovanni Scognamillo. (Babası Leone Scognamillo İstiklal<br />
Caddesi’ndeki El Hamra Sineması’nda uzun yıllar yöneticilik<br />
yapmıştı). O zamanlar bu ismin “yabancı” bir yazara ait<br />
olabileceğini düşünmüş ve Türk sinemasının tarihini Türk<br />
olmayan bir yazarın kaleme almasını şaşkınlıkla karşıla-<br />
158
TÜRK SİNEMASININ BİLGE TARİHÇİSİ GIOVANNI SCOGNAMILLO’NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
mıştım. Tıpkı Türklerin tarihini Lamartine ya da Hammer’in<br />
yazması gibi. Kitabı gördüğümde anlayabildim<br />
ancak: Yazarımız doğma büyüme İstanbulluydu. 1987<br />
yılının Kasım ayında Metis yayınları tarafından yayınlanan<br />
kitabın girişinde yazar şu cümlelerle tanıtılıyordu:<br />
“Scognamillo 1929’da İstanbul’da doğdu. 1948-1961<br />
yıllarında başta İtalyan ve Fransız basını olmak üzere<br />
yabancı basında, 1961’den sonra ise Türk basınında<br />
sinema yazarlığını sürdürdü. Türk Film Arşivi yayını<br />
olan Türk Sinemasında 6 Yönetmen adlı kitabın yanı<br />
sıra Agah Özgüç’le birlikte Türk Sinemasında Kadın ve<br />
Cinsiyet’i ve 1965 Sinema Yıllığı’nı hazırladı. Dünyamızın<br />
Gizli Sahipleri, Uzaydan Geldiler ve Geleceğimizin<br />
Anahtarları (Koza Yayınları)’nın yazarı ve Batının İnanç<br />
Temelleri (Dergâh Yayınları) kitabının çevirmenidir.”<br />
Türk Sinema Tarihi kitabının 1. cildi 1896-1956 yıllarını,<br />
2. cilt 1957-1986 yıllarını kapsamaktaydı. Kitabın editörü<br />
Fatih Özgüven sunuş yazısında, Scognamillo’nun sinema<br />
tarihi gibi nankör ve çabuk başarılar getirmeyen<br />
bir alanı yıllardır titizlikle koruyup gözeten iki, üç kişiden<br />
biri olduğunu, kitabın yargılardan ziyade olgularla<br />
ilgilendiğini ifade eder. Belki de sinema bu coğrafyada<br />
ilk kez Beyoğlu’nda gösterildiğinden bu sanatın tarihini<br />
yazmak da Beyoğlu’yla özdeşleşen bir yazara yakışırdı.<br />
Beyoğlu Osmanlı döneminde Pera (öte taraf) olarak<br />
adlandırıldı. Tıpkı anlamı gibi, “öteki” olarak nitelenebilecek<br />
gayrimüslimler, levantenler genelde Beyoğlu ile<br />
birlikte anılır oldu.<br />
Yine 1980’li yılların sonunda bu kez kült bir kitap<br />
olan İstanbul’un Gizemleri ile karşımıza çıktı Giovanni<br />
Scognamillo. Kitap İstanbul’daki yeraltı tünellerinden<br />
evliya türbelerine,<br />
büyü-muska yazma<br />
geleneğinden sihirli<br />
mekânlara kadar<br />
akılla açıklanması güç<br />
olayları konu ediyordu.<br />
Yıllar sonra (90’lı<br />
yıllar) Atatürk Kitaplığı’nda<br />
gerçekleştirdiğimiz<br />
“Gizli Filimler<br />
Hazinesi” programının<br />
ismini, bu kitapta bahsi<br />
geçen ve büyü, muska,<br />
astroloji bilgileri içeren<br />
“Gizli İlimler Hazinesi”nden<br />
ilhamla koymuştuk.<br />
Giz, gizem, parapsikoloji,<br />
vampirler, karanlık,<br />
fantastik dünyalar Scognamillo’nun<br />
ilgi duyduğu<br />
alanlardı.<br />
“Gizli Filimler Hazinesi”nin<br />
bir programında Orhan<br />
Atadeniz’in “Tarzan İstanbul’da”<br />
filmini göstermiştik.<br />
90’lı yıllarda video<br />
kasetten gösteriliyordu<br />
filmler. Video kaseti Scognamillo’dan<br />
almıştık. Filmin<br />
maalesef son kısımları eksikti.<br />
O kısımları kendisi anlatmıştı seyirciye. Seyirci de bu<br />
sıra dışı gösterimden hayli memnun kalmıştı. Giovanni<br />
Scoganmillo’nun hoşsohbet bir anlatımı vardı.<br />
Kendine özgü aksanı, tonlaması,<br />
mizahi yaklaşımı, sakin<br />
ve bilge üslubuyla dinlemesi<br />
keyif veren bir üstâddı.<br />
Scognamillo ailesi İstanbul'da bir haftasonu gezintisinde<br />
159<br />
Giovanni Scognamillo, annesi ve babasıyla birlikte
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
GIOVANNI SCOGNAMILLO'NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK<br />
1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’nin<br />
düzenlediği etkinlikler arasında sinema programları dikkat<br />
çekiyordu. Türk sinemasının 80. yılı dolayısıyla düzenlediğimiz<br />
etkinliklerde Giovanni Scognamillo da konuşmacı<br />
olarak yer almıştı. Kendi “mahallesi”ndeki (Beyoğlu<br />
– Tünel) sevimli mekân Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde<br />
düzenlenen “Dünü ve Bugünüyle Yeşilçam” açık<br />
oturumunda duayen sinema yazarları Atilla Dorsay, Burçak<br />
Evren ve usta senaryo yazarı Bülent Oran ile birlikte<br />
Türk sinemasının macerasını etraflıca dile getirmişti.<br />
Ünlü senarist, sinema yazarı rahmetli Ayşe Şasa, Yeşilçam<br />
Günlüğü’nün 20 Haziran 1990 tarihli “Nasıl Bir Sinematografi?”<br />
başlıklı yazısına şöyle başlıyor:<br />
“Sevgili dost, eleştirmen, sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo’yu<br />
Tünel’deki evinde ziyaret ediyorum. Ezan sesinin,<br />
Pera kiliselerinden gelen çan sesine karıştığı bu evde,<br />
Giovanni’nin kişiliğinden ortalığa bir dinginlik, bir huzur<br />
yayılır. Yeni kitabına Bir Levantenin Anıları adını veren<br />
Giovanni, Türk sinemasının sorunlarına hep sahici bir konumdan,<br />
bilgili, eleştirel, dikkat ve sevgi dolu, samimi bir<br />
açıdan bakmaya çalışmıştır.<br />
Konumuz yine Türk sineması. ‘Bir meselede gerçekçi olalım.<br />
Türk sinemasının henüz doğru dürüst bir grameri, bir sentaksı<br />
bile olduğu söylenemez’ diyor Giovanni. ‘Bir çok insan, falan<br />
kamera açısını neden seçtiğini, filan yerde neden yakın ya<br />
da uzak plan kullandığını hâlâ bilmiyor’. Sesinde keder var.”<br />
Söyleyin Genç Kızlara filminde Hülya<br />
Koçyiğit, Ekrem Bora ve Salih Güney'le<br />
birlikte<br />
160<br />
Sevmek Seni filminden bir kare. Scognamillo, Selma Güneri ve<br />
Beklan Algan ile birlikte görülüyor.<br />
Giovanni Scognamillo’nun uzun yıllar ikâmet ettiği İstiklâl<br />
Caddesi Postacılar Sokağı’ndaki Glavani Apartmanı’nın<br />
13 numaralı dairesi bir dergâh ve mahfil gibiydi adeta<br />
(13 rakamı meşhur gizeminden dolayı gizemlere meraklı<br />
Scognamillo için manidardır). Yüksek tavanlı geniş salondaki<br />
büyük soba, kitaplarla<br />
dolu duvarlar ve geniş koltuklarla<br />
her misafirin kendisini<br />
rahat hissettiği, mekânla bütünleştiği<br />
ve hemen ayrılmak<br />
istemediği bir havası vardı. Bu<br />
evin kapısını çalan hiç kimse<br />
geri çevrilmez, içeri buyur<br />
edilir, genç-yaşlı, ünlü-ünsüz<br />
ayırt edilmeden ağırlanırdı.<br />
Beyoğlu’nun beyefendisinin<br />
huzurunda kendinizi şimdiki<br />
zamandan kopmuş, geniş<br />
zamanların içine düşmüş<br />
bir çocuk gibi hissederdiniz.<br />
Yazarımız bu evde
GIOVANNI SCOGNAMILLO'NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK<br />
İSTANBUL<br />
KÜLTÜR ve SANAT<br />
DERGİSİ<br />
kiracıydı, ev sahibi de apartmanın kapıcısıydı. Yakın tarihin<br />
acı bir hatırası olan 6-7 Eylül olaylarında memleketi<br />
terk etmek zorunda kalan gayrimüslimlerin boşalttığı<br />
evlere fırsatçı insanlar el koymuş, zamanaşımı sürelerinin<br />
de sona ermesiyle bu gayrimenkullerin sahibi olmuşlardı.<br />
Scognamillo’nun ikamet ettiği ev de bu süreci yaşamıştı<br />
ve ev sahibi oğlunun evlenmesini gerekçe göstererek üstadı<br />
kendisiyle bütünleşen bu hâneden ayırmak zorunda<br />
bırakacaktı.<br />
Giovanni Scognamillo, Ayşe Şasa’nın eşi senaryo ve hikâye<br />
yazarı Bülent Oran ile Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde<br />
düzenlediğimiz bir söyleşiye daha katılmıştı. Yakın<br />
arkadaşı Bülent Oran’ın en önemli özelliğini vurgularken<br />
aslında, bir bakıma kendisini de tarif ediyor gibiydi: “Bülent,<br />
içinde küçük bir çocuk taşıyan büyük bir adam”.<br />
Scognamillo’nun 90’lı ve 2000’li yıllarda uğrak yerlerinden<br />
biri de yine kendi mahallesinde, İstiklal Caddesi Atlas Pasajı’ndaki<br />
Atılgan bilim-kurgu dükkânıydı. Dükkânın ortaklarından<br />
genç yaşta vefat eden karikatürcü Metin Demirhan<br />
ile iyi dosttular. Kültür A.Ş.’den şair-sinema yazarı-çevirmen<br />
Hasan Aydın bu iki kafadar ile “Fantastik Filmler Festivali”ne<br />
imza attı. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi ve<br />
Atatürk Kitaplığı’nda, 1997-2000 yılları arasında dört kez<br />
düzenlenen festival, gösterilen filmler ve söyleşiler ile ciddi<br />
ilgi gören bir etkinlik olmuştu.<br />
Son dönemde İBB Kültür Daire Başkanlığı Kültürel Etkinlikler<br />
Müdürlüğü tarafından Türk Sinemasının 99. Yılı vesilesiyle<br />
Giovanni Scognamillo’ya Saygı Gecesi düzenlendi.<br />
13 Kasım 2013 tarihinde (yine o meşhur 13’ler) Fatih Kültür<br />
Merkezi’nde düzenlenen programa üstad Scognamillo<br />
manevi kızı Nalan Söylemez ile birlikte katıldı. Üstad<br />
tekerlekli sandalyedeydi ama gözleri sevimli bir çocuk<br />
neşesiyle ışıldıyordu. Açılış konuşmasını İBB Kültür Daire<br />
Başkanı Abdurrahman Şen’in yaptığı programa Burçak<br />
Evren, İhsan Kabil, Kaya Özkaracalar ve Barış Saydam konuşmacı<br />
olarak katıldı.<br />
7 Ekim <strong>2016</strong> Cumartesi günü bu dünyadaki görevini tamamlayan<br />
Giovanni Scognamillo 9 Ekim Pazartesi günü<br />
Kurtuluş’taki Latin Katolik Kilisesi’ndeki törenin ardından<br />
Feriköy Latin Katolik Mezarlığı’na defnedildi. Törene hakkında<br />
“Bay Sinema” kitabını yazdığı Türker İnanoğlu ve eşi<br />
Gülşen Bubikoğlu, Abdurrahman Şen, dostları, sevenleri<br />
ve sinema yazarları katıldı.<br />
İsmi yabancı, kendi yerli bir insandı Giovanni Scognamillo.<br />
Ruhu şad olsun.<br />
161
“İSTANBUL’UN SANAT<br />
Şunu kabul etmeliyim ki ben şanslı, hem de çok şanslı bir<br />
çocuktum. Çok küçük yaşlarda, ilkokul çağımda ve sağlık<br />
nedenleriyle on bir, on iki yaşlarıma kadar okula gitmemek,<br />
gidememek durumunda kaldığım için akranlarım<br />
okula giderken ben rahmetli babam ile gezip dolaşıyordum.<br />
Bir ağabeyim daha olmasına rağmen, her nedense<br />
beni yanında taşırdı rahmetli. Her yere; işe, tekkeye, gezintiye…<br />
Her yere benimle giderdi. Bunların arasında Sütlüce<br />
Mezbahası olduğu kadar, Küllük gibi sanat mahfelleri<br />
de vardı. Arkadaşlarıyla orada buluşurlar, saatlerce sohbet<br />
ederler, tartışırlardı. Ben çocuk da üstümüze eğilmiş atkestanesi<br />
ağaçlarından dökülen meyveleri toplar, onlarla<br />
sohbet ederdim. Geçtiğimiz yıl büyük bir şans eseri elime<br />
geçen “Küllükname”yi nasıl bir iştiha ile okuduğumu tarif<br />
edemem. Sıtkı Akozan, Küllükname’yi 1936 yılında mesnevi<br />
formunda yazmış, bir formaya sığdırmış ve doğru sayabildiysem<br />
yüz yirmi seçkinimizin adını kaydetmiş orada<br />
Küllük müdavimi olarak…<br />
O günlerde, Bayezid Camii’ni ortaya alırsak, bir yanında<br />
Küllük varken öbür tarafta, Sahaflara girmeden önce solda,<br />
sanırım şimdi Bayezid Devlet Kütüphanesi olan binada<br />
cumartesi günleri, benim yakıştırmamla ‘etfal’e mahsus<br />
bir edebiyat mahfeli vardı. Evet, çocuklara tahsis edilmiş<br />
bir salon vardı binanın içinde ve dediğim gibi hafta sonu<br />
cumartesi günleri oraya gider, inanılmaz bir uğultu içinde<br />
kitap okur, okuduğumuz kitapların tartışmasını yapıyoruz<br />
diye kavgasını yapar, sıra gelirse mikrofona çıkar şiir okurduk.<br />
Başımızda görevli hocalar vardı, her sorumuza cevap<br />
vermeye çalışırlar, akşam olunca da yığıldıkları sandalyelerden<br />
gidişimizi izlerlerdi. Zaman geçtikçe orada bulunmaya<br />
alıştık, dinlemeyi öğrendik. Dahası ilgi sahalarımıza<br />
göre, bir nevi, gruplara ayrıldık farkına varmadan.<br />
Sahaflarda, tezgâhlarda eşinip kitap seçmeyi de oraya<br />
gidiş gelişlerimde öğrendim. Bir defasında babamın okul<br />
arkadaşı ve evimizin müdavimi olan merhum Cemalettin<br />
Server Revnakoğlu’na, “Şeyh Çocuk” amcama rastlamaz<br />
mıyım? Tuttu elimden, o abartmalı tavrıyla başladık dükkân<br />
dükkân gezmeye… Her girdiğimiz mekânda beni, babamın<br />
kim olduğunu anlatarak tanıştırdı. Anlayacağınız<br />
Batılıların “sosyeteye takdim” töreni gibi fakir de Sahaflar<br />
âlemine Şeyh Çocuk amcam tarafından takdim edildim.<br />
Bu, okuyanı rahatsız edebilir ama “Mekteb-i Sultanî” diye<br />
de tanınan Galatasaray Lisesi’nde Cemalettin Server Bey’e<br />
uygun görülen lâkab bu imiş.<br />
Gel zaman, git zaman, gün geçti, devran döndü; okullar<br />
bitti, elimiz ekmek tuttu. Vazife gereği İstiklal Caddesi’nden<br />
her gün geçer olduk. Yuvarlak Masa’da bir müzik<br />
mahfeline nasıl üye olunabildiğini öğrenirken karşı sıradaki<br />
tenha bir sinema mahfelinde Cahide Sonku gibi bir<br />
efsanenin nasıl bir kadeh şarap dilendiğini gördük.<br />
Gavsi BAYRAKTAR<br />
Tünel başında İstiklal Caddesi’nin başlangıcında yer alan<br />
tarihi Botter Apartmanı’nda bulunan iş yerimizde öyle<br />
olaylar yaşadık ki, hangi birini anlatsak bir mahfel çıkar<br />
karşımıza. Yabancı dilde haberleşmemizde görevlendirilmek<br />
üzere bir elemana gerek vardı. Verilen gazete ilanına<br />
göre başvuranlar arasında bir genç vardı ki, aranan nitelikleri<br />
fazlasıyla karşılıyordu. Almanca isteğimize karşı, İngilizceye<br />
de hâkim olan biriydi ama ancak yaz başına kadar<br />
çalışabileceğini söylüyordu. Bu beyanını da dürüst davranış<br />
olarak niteleyip işe aldık. Sarışın, uzun boylu ve mavi<br />
gözlü bir arkadaş idi. Rahat tavırları ve açık konuşmasından<br />
etkilenmiştim. İşe başladı. Her gün mesai saatinden<br />
çok önce gelmesi dikkatimi çekmişti. Açıkça sordum; aynı<br />
açıklıkta cevap verdi: Zemin katta bir Amerikalı bayan oturuyordu.<br />
Bizim genç mütercim erken gelerek kadının posta<br />
kutusuna bırakılan İngilizce gazeteleri okuyup yerine<br />
bırakıyormuş. Birtakım olaylarda gelen raporları okurken<br />
ve telefon görüşmelerini dinlerken anladık ki sadece iki dil<br />
değil çok daha fazlasını biliyordu. Romence, İtalyanca ve<br />
Fransızca bunlardan birkaçıydı. Sorduk ve anladık ki, Genç<br />
arkadaş dil öğrenme konusunda özel bir heves ve yetenek<br />
sahibiydi. Ankara’da bir Katolik rahip bularak Latince ders<br />
almıştı. Yazın işten ayrılma nedeni de Afganistan’a gidip<br />
Urduca öğrenmek idi. Her yıl bir yere gider ve oranın dilini<br />
öğrenirmiş. Bu durumda işten ayrılacağına şirket hesabına<br />
giderek hem dil öğrenmesini hem de bu faaliyetini bizim<br />
karşılamamızı, masraflarını ödeyebileceğimizi teklif ettim<br />
ama kader, onun seyahatinden önce ben işten ayrılmak<br />
zorunda kaldım. Ertesi yıl sanırım, ilk çeviri kitabı yayınlandı.<br />
Gılgamış Destanı’nı orijinal dilinden çevirmişti. Yıllar<br />
sonra sanal alemde karşılaştık. Mesleğinde yükselmiş ama<br />
tevazuunu hiç bırakmamıştı. İstanbul Üniversitesi öğretim<br />
üyelerinden Profesör Teoman Duralı idi. Şimdi nerededir<br />
bilmem. Yaş farkımıza rağmen arkadaşlığından onur duyduğum<br />
bir kimsedir.<br />
Beraberliğimiz sırasında başka bir iş arkadaşımız vardı; çalışkan,<br />
başarılı, nazik ve duygusal biriydi. Hayatta uğradığı<br />
terslikler, alkole sığınmasına sebep olmuştu. Hayatını düzene<br />
sokmak için desteğimizi istedi. Peki, dedik ve iş dışı hayatına<br />
ister istemez girdik. Bir otelde kalıyor ve yemeklerini<br />
hep aynı yerde yiyordu. Yemek yediği yeri görmek istedim,<br />
öğle yemeğine götürdü. Asmalımescit’te küçük bir köfteci<br />
dükkanı idi. Büyücek, on-on iki kişinin çevresine oturabileceği<br />
tek bir masa vardı içeride. Bir pişirici ve bir de servisi<br />
üstlenen patron vardı. Mehmet Abi dedikleri patron badem<br />
bıyıkları ve ayağındaki yumurta ökçe yemenilerle tam da İstanbul<br />
usulü bir efendi külhan beyi olduğunu saklamıyordu.<br />
Saygılı bir tavırla bizi ağırladı. Çıkışta bizimkine bir şeyler<br />
fısıldadı. Sonra öğrendim ki, akşama davet etmiş bizi… Akşam<br />
ne var dediğimde anlatıldığına göre her akşam aynı kişilerin<br />
katıldığı musiki seansları yapılır, yabancı alınmazmış.<br />
Birkaç gün sonra gittim.
VE EDEBİYAT MAHFELLERİ…<br />
Çok büyük nezaketle karşıladılar. Çevrede çalışan ya da<br />
yaşayan orta sınıf insanlarıydı çoğu; Aralarındaki nezaket<br />
ve samimiyet dikkati çekiyordu. Biraz havadan sudan<br />
sohbet sonrası “doktor” diye hitap ettikleri biri bana sordu;<br />
biraz musikiye itirazım olur muydu. Mutlu olacağımı<br />
söyledim. Makam tercihimi sordu; ben fark etmeyeceğini<br />
söyleyince aralarında kısa bir müzakereden sonra Yahya<br />
Kemal ve Münir Nureddin şarkılarında karar kılındı. Giriş<br />
makamı ‘segah2 olacaktı. Ve başladı. Saz yok, sadece insan<br />
sesi! O gece aldığım zevki, çok az yerde aldım, inanın.<br />
Bu gösterişsiz köfteci dükkânı benim ilk musiki mahfelim<br />
olmuştur.<br />
Asmalımescid deyince akla gelen bellidir. Biraz bohem,<br />
çokça tartışma… -Edebi ya da siyasal olması fark etmez,<br />
tartışma olsun yeter!- Bunlara bir okul arkadaşımız da<br />
katkıda bulunmak istemiş, bir yer açmış; açılışına bizi de<br />
davet etmişti, gittik. Okuldan olaylı ayrılmamızdan sonra<br />
kurtuluşu devrimcilikte bulmuş ve epeyce gayret göstermiş<br />
bir arkadaşımızdı. Ne var ki, okul, asker ve cezaevi<br />
arkadaşlıklarının tamamını paylaştığımız için aramızda<br />
siyaset ancak espri konusu kalırdı. O gece de öyle oldu.<br />
Mekânın adı “Intermezzo” idi. Sorduk bizim arkadaşın derin(!)<br />
Türkçesine güvenerek; Ne demek oluyordu bu intermezzo?<br />
Her zamanki rahatlığı ile cevap verdi; ne bilsindi<br />
ne demek olduğunu, dostları öyle istemişler, bizimki de<br />
he demişti.<br />
Onun tarzına uygun tartışma açtık; ne demek oluyordu<br />
bu intermezzo? Akla ziyan düşünce beyanlarından sonra<br />
karar(!) verildi ki, intermezzo, “iki arada bir derede” demek<br />
olup bizim arkadaşı da pek güzel tarif etmektedir.<br />
Sonra duyduk ki, bir ay sonra kapatmış orayı. Sonraki ilk<br />
karşılaşmamızda sordum: “Intermezzo ne demek, öğrenebildin<br />
mi bari?” Her zamanki coşkusuyla cevap verdi:<br />
“He! Öğrendim vallahi!.. Kapitalist müziğinde ara nağmesi<br />
demekmiş.”<br />
Pera’da, Cadde-i Kebir çevresine dağılmış yüzlerce meyhaneden<br />
çoğu sanat erbabı tarafından mahfel olarak<br />
kullanılmış, mekân sahipleri de bu unvanla anılmaktan<br />
memnun, bir hay-huydur gitmiştir. Bunlardan birinde<br />
kümelenmiş olan şair takımı, çekişmeler, kıskançlıklar ve<br />
hazımsızlıklar ile bulundukları mekânı yaşanmaz hale getirmekteyken;<br />
Orhan Veli Kanık ile Celal Sahir Erozan arasında<br />
geçtiği rivayet olunan bir atışma dikkatleri çekerek<br />
dışarı sızmıştır.<br />
Edebi anlayışları farklı olduğu için farklı gruplarla yiyip<br />
içen bu iki şair, bir akşam her nasılsa aynı masaya düşer.<br />
Celal Sahir daha yaşlı ve fiziksel açıdan pek göze hoş gelmediği<br />
için aşk meşk işlerinde çekingen ve içine kapalı<br />
bir zat imiş. Orhan Veli ise aksine pek uçarı bir tip olduğu<br />
için o akşam, edebi açıdan ikna edemediği rakibini belden<br />
aşağı vurmak maksadıyla, tam kapıdan çıkmak üzereyken<br />
arkasından bağırarak şöyle der:<br />
“Sarhoş Sahir, sarhoş Sahir;<br />
Ne anlarsın aşka dair.”<br />
Mekânda bir sessizlik olur. Herkes Celal Sahir’in ne yapacağını<br />
merak ederken, O da aynı tarzda cevap vererek<br />
kapıdan çıkar, gider:<br />
“Halkı aldatmaktan sanık,<br />
Şair Orhan Veli Kanık.”<br />
Eski zamanlarda Beyoğlu
İSTANBUL MEKÂN<br />
Nevmekan<br />
Bağlarbaşı’nda, “kitaplı kahve” fikriyle tasarlanan bir kafe Nevmekan. Neoklasik<br />
üslupta inşa edilmiş, kökleri geçen yüzyılın başına uzanan bir yapıda<br />
kurulan yepyeni bir mekân. Üsküdar Belediyesi’nin restorasyonu sonucu, İstanbulluların<br />
kentin karmaşasından kaçıp soluklanacağı bir durak haline gelmiş.<br />
Pek çoğunu Prof. Dr. Mete Tunçay ve Prof. Dr. Uğur Derman gibi önemli isimler<br />
ile Üsküdar Sahaf Festivali’ne katılan sahafların bağışladığı 5000’e yakın<br />
kitabın oluşturduğu kitaplığı ile portatif sahnesinin kimi zaman kültür sohbetlerine<br />
kimi zaman dünya müziği ezgilerine ev sahipliği yapan sahnesi,<br />
Nevmekan’ı muadillerinden ayıran en önemli özellikleri.<br />
Lezzetli ikramları, sahnesi, bahçesi ve sergi alanıyla hizmet veren bu mekân,<br />
on üç ay gibi kısa bir sürede gerek tarihî bir atmosferde çayını kahvesini yudumlamak<br />
isteyenlerin gerekse kentin kültürel gündemini takip edenlerin<br />
uğrak yeri haline gelmiş, kendi müdavimlerini oluşturmuş.<br />
Haftanın her günü 08:00-00:00 arasında hizmet veren Nevmekan, İstanbul’un<br />
kültür mahfilleri arasında sayılacak en taze mekan.<br />
Adres: Selami Ali Mh., Gazi Cd., No: 12 Üsküdar / İstanbul<br />
Telefon: 0216 655 7475
İSTANBUL MEKÂN
AJANDA<br />
DERS İLE SOHBET<br />
ARASINDA<br />
Şemsettin ŞEKER<br />
Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları<br />
İstanbul, 2013<br />
647 Sayfa<br />
Şemsettin Şeker, yedi yıl gibi oldukça uzun bir süre<br />
zarfında, elyazması ve matbu pek çok kaynaktan<br />
faydalanarak hazırladığı bu eserinde; 19. asır İstanbul’unda<br />
var olan ilim, kültür ve sanat meclislerini<br />
detaylı bir şekilde incelemeye tabii tutuyor. Kitabı<br />
saray ve çevresi, resmî müesseseler, dinî-içtimai<br />
muhitler, mûsikî meclisleri ve konaklar olmak üzere<br />
beş kategoriye ayırarak ilim-sanat ve muhit ilişkisini<br />
de ortaya koyuyor.<br />
SAZ VE SÖZ<br />
MECLİSİ<br />
Türkân ALVAN<br />
M. Hakan ALVAN<br />
Şule Yayınları<br />
İstanbul, <strong>2016</strong><br />
550 sayfa<br />
Sözün ve sazın yarenliğini anlatan bu kitapta, klasik<br />
Türk şiiri ve mûsikîsinin saz ve söz meclisleriyle ilişkisine<br />
dem vuruluyor. Bu meclislerden çıkan güftelerden<br />
ve bestelerden hikâyeleriyle bahsediliyor. Bol<br />
bol şiir ve musiki şaheserlerinin yer aldığı Saz ve Söz<br />
Meclisi'nde , okuyucuya bazı dinleti tavsiyeleri de<br />
veriliyor. Türkân Alvan ile M. Hakan Alvan'ın birlikte<br />
kaleme aldığı bu değerli eser, alanındaki önemli bir<br />
boşluğu dolduruyor.<br />
IŞIK DENİZİNDE<br />
BİR GEZGİN<br />
Félix Ziem<br />
Yer: Pera Müzesi<br />
Tarih: 10 Kasım <strong>2016</strong> - 29 Ocak 2017<br />
19. yüzyıl resmine damgasını vuran, çoğunlukla İstanbul ve Venedik konulu yağlıboyalarıyla tanınan Fransız ressam Ziem’in eserleri,<br />
ilk kez İstanbullu sanatseverlerle buluşuyor. Sergide, Ziem’in, izlenimci ressamlarla üslupsal ilişkilerini yansıtan yağlıboyaları<br />
ile Kırım Savaşı döneminde İstanbul’da gerçekleştirdiği desen çalışmaları öne çıkıyor. Resimlerinde kentin canlı bölgelerini yansıtan<br />
sokaklar, öküzlerin çektiği arabalar, köpekler, Boğaz ve Haliç sularında kayıp giden kayıklar betimleniyor. Işıl ışıl su yansımaları,<br />
göz kamaştıran gökler, puslu görüntüler ise tuvallerinin temelini oluşturuyor. İstanbul’u ressam ve gezgin Félix Ziem’in gözünden<br />
seyretmeye davet eden bu sergi, Ocak ayının sonuna kadar ziyaret edilebilir.
AJANDA<br />
MEKÂNDAN TAŞAN<br />
EDEBİYAT<br />
Turgay ANAR<br />
Kapı Yayınları<br />
İstanbul, 2012<br />
674 sayfa<br />
İstanbul'da köşk, yalı ve konaklardan çayhanelere,<br />
meyhanelere kadar pek çok farklı mekân, edebiyat<br />
mahfili olarak kullanılmıştır. Turgay Anar, 19.<br />
yüzyıldan günümüze kadar kullanılan bu edebiyat<br />
mahfillerini doktora tezini Mekândan Taşan Edebiyat<br />
başlığıyla kitaplaştırmış.<br />
Mahfillerin nerelerde olduğu, müdavimlerinin arasında<br />
kimlerin yer aldığı ve sohbet konularına dair<br />
geniş çaplı bilgiler veren bu kitap, titiz bir çalışmanın<br />
ürünü olarak okuyucuyla buluşturulmuş.<br />
ESKİ İSTANBUL<br />
KAHVEHANELERİ<br />
Cem SÖKMEN<br />
Ötüken Neşriyat<br />
İstanbul, <strong>2016</strong><br />
256 sayfa<br />
Cem Sökmen, Eski İstanbul Kahvehaneleri kitabının<br />
ilk bölümünde; kahveden ve kahvenin Türkiye’ye<br />
gelişi ile birlikte açılan farklı türlerdeki kahvehanelerden<br />
bahsediyor. Kitabın ana bölümünde ise, aydınların<br />
iletişim ortamı olarak kullandıkları İstanbul<br />
kahvehaneleri ele alınıyor. Sökmen, bu mekânları<br />
Beyazıt, Babıali, Şehzadebaşı ve Beyoğlu semtlerine<br />
göre kategorize ederek dört başlıkta inceliyor.<br />
Kahvehanelerin yanında şifahi kültürü yaşatan kıraathaneler,<br />
pastaneler, lokantalar; müdavimleri olan<br />
aydınlarla birlikte anlatılıyor. Üçüncü ve son bölümde<br />
ise İstanbul’da kahvehanelerin toplandığı dört ana<br />
merkez üzerinden dünden bugüne modernleşme ile<br />
birlikte şehirlerin değişen iletişim mekânları değerlendiriliyor.<br />
CYMINOLOGY MEETS MARTIN STEDNER<br />
& KORHAN EREL<br />
Yer: Borusan Müzik Evi<br />
Tarih: 25 Ocak 2017<br />
Saat: 20.30<br />
Edebiyatı ve çağdaş müziği başarılı bir şekilde harmanlayan Alman caz dörtlüsü Cyminology, Rumî, Hafız ve Hayyam’ın üslubundan<br />
ilham alarak eserlerinde Fars ritimleriyle cazı birleştiriyor.<br />
İlk albümleri Get Strong’u 2002 yılında müzik piyasasına sunan grup, farklı diller ve kültür birikimlerinin müziğe kattığı renklerle<br />
birlikte Alman cazını zenginleştirmeye devam ediyor. Cyminology, Samawatie’nin bestelerini Stegner ve Korhan Erel ile birlikte<br />
seslendirirken, chamber caz, açık doğaçlama, deneysel ve elektronik müzik, modern kompozisyon, izlenimcilik ve minimalizm gibi<br />
farklı müzik türleri ve akımlarının unsurlarını titizlikle yansıtacak.