download pdf - Karga Mecmua
download pdf - Karga Mecmua
download pdf - Karga Mecmua
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
mecmua. aylık, sanat ve yaşam kültürü dergisi. ücretsizdir.<br />
KASIM 2012
Fotoğraf: Raife Polat<br />
Bir Belirsizlik Hali<br />
“Nasılsın?” diye yekten muhabbete girilmeye<br />
çalışıldığında geçiştirmek için verdiğimiz “İdare<br />
eder”, “Ne olsun be hacı”, “İç güveysinden hallice” v.b.<br />
yanıtların arkasında iki neden yatıyor olabilir; ayaküstü<br />
cevap vermek istememek ya da yanıtların belirsiz<br />
olması. Bu sayıda biz b şıkkını seçtik konu olarak.<br />
Belirsizliğin neresinden tutsan belirsizliğe ulaşıyor<br />
sonu. Ama dert zaten belirlemek değil bir şeyleri, belki<br />
duruma birkaç perspektif açmak. Bu anlamda yelpazesi<br />
de geniş oldu sayının.<br />
Enteresandır, bu sayı aramıza katılan yeni isim yok.<br />
Yoksun varsın…<br />
Tüketin toplumu…<br />
İmtiyaz Sahibi: <strong>Karga</strong> Turizm ve Ticaret Ltd. şti. adına İ. Özer Bal Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ve Yayın Yönetmeni: Tayfun Polat<br />
Editörler: Utkan Çınar, Volkan Balkan Tasarım: Deniz Bankal Kapak: Ali Çetinkaya<br />
Katkıda Bulunanlar:<br />
Okan Aydın, Levent Celepçi, Ali Çetinkaya, Bahadır Dilbaz, Ozan Durmaz, Can Hankendi, Nazlı Kalkan, Kaan Karsan, Gülçin Kaya, Sarp Keskiner, Ertan<br />
Keskinsoy, Derya Kılıçalp, Melda Köser, Raife Polat, Murat MRT Seçkin, Mehmet Sinan, Semra Uygun, Övünç Üster.<br />
Yayın türü: Yerel, Süreli Yayın Aylık, sanat ve yaşam kültürü dergisi. Her ay 5.000 adet basılıp, ücretsiz dağıtılmaktadır.<br />
Reklam vermek için 0216 330 31 51 yada info@kargart.org<br />
Yönetim Yeri: Kadife Sok. No:16 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 330 31 51 Faks: 0216 346 55 46<br />
Basım Yeri: Ekspres Grafik Baskı Sistemleri Matbaa ve Yayıncılık San.Tic.Ltd.Şti. Tel: 0212 671 61 51<br />
Dağıtım: Afiş Adam Dağıtım Reklam Tic. Ltd. Şti. Tel: 0212 245 83 37<br />
www.kargabar.org / info@kargabar.org www.kargart.org / info@kargart.org www.kargamecmua.org / info@kargamecmua.org
mixed version<br />
altta akan süreğen bilgi bandında seviştirilmiş böcek!<br />
“gösterme ama hissettir”!<br />
biz ona teslim oldukça artıyor. bir rock star olarak “bizim de var”<br />
Bilsem ki hiç belli olmaz emin olsam, o bana yeter.<br />
o bombalanan hastaneden hiçbir zaman kurtulamamış,<br />
tarifi ölümsüz bir düzen tutturmaya çalışıyoruz<br />
karar verdiğim ve kararımdan vazgeçtiğim anlar, bir reklam panosu olabiliyorken<br />
hepsi mümkün, hepsi müphem diye bir şey olamaz<br />
Dağıtım Noktaları<br />
güneşte yanan vampir teniyle performans sergileyen<br />
Kadir İnanır dikilmiş bir doğum günü pastası mumudur. hepimiz<br />
her şeyin o biçim farkındayız<br />
şükret ki belirgin olarak daha da turkish psych dinledik<br />
söylimmi<br />
mxd tarafından Utkan<br />
Taksim - Peyote, Urban, Cezayir, Goethe Institut, Mektup, İFSAK, Kaktüs, Zencefil, Baykuş, Pandora Kitabevi, Deform, CafePi,<br />
Limonlu Bahçe, Kontra Plak, Fransız Kültür Merkezi, Leyla Teras, Genç Fotoğrafçılar İnsiyatifi Cihangir - Kiki, Rafineri, Kahvedan,<br />
White Mill, Susam, Cuppa, Kaktüs, Cihangir Cafe, 5.Kat, Zenka, Mayhoş, Kahve Altı, Opus 3A Tünel - Babylon Lounge, Ada Müzik,<br />
Şimdi, Otto, House Cafe, Robinson Crusoe, Leblon, Helvetia, Galata Perform, Mavra, Quit Nişantaşı - Harbiye - House Cafe, Touch<br />
Down, Açık Radyo Beşiktaş - Ortaköy - Alkım Kitabevi, Misket Bağdat Caddesi - CKM Kadıköy - Moda - Zihni, Bast Cafe, Oyun<br />
Atölyesi, Ada Müzik, Cafe Kemal, Biber, Kutu Cafe, Yer, Moda Mood, Güverte, Kırıntı, Casa di Moda, Dodo Cafe Ankara - Dost<br />
Kitabevi, Eskişehir – Neyzen Meyhanesi, İzmir – Hayalbaz
Küresel Işıma<br />
Levent Celepçi<br />
Doğal habitatı itibariyle “yeraltı”nda yaşayan<br />
“bağımsız müzik” üretici ve takipçisi cenah,<br />
bir süredir “anaakım”ın izlerini takip ederek<br />
bu doğal yaşam kaynağını keşfetmiş meraklı<br />
merceklerin flaşlarına maruz kalmakta. Hatta,<br />
kış günlerini orman içlerindeki kulübesinde<br />
geçirmeye meyilli “yeraltı” insanı (ki buna<br />
“yeraltı” lisanında “Bon Iver” ritüeli deniyor) 2 kış<br />
önce “anaakım” nehrinin gri sularının kulübesini<br />
bastığını ve Grammy’ler olarak adlandırılan<br />
küçük yeşil yaratıkların kulübenin perdelerini<br />
kemirdiğine bile şahit oldu.<br />
Teknolojik altyapı ve birkaç G’nin de desteği ile<br />
her türlü müzikal üretime ulaşmanın saniyelerle<br />
ölçüldüğü atmosfer koşullarında, Animal<br />
Collective nehrin öbür kıyısından yerüstüne<br />
en çok davet alan gruplardan biri. Özellikle<br />
2009 albümleri Merriwheather Post Pavillon<br />
ile bir anda anormal bir kitlesel “cool” objesine<br />
devşirildi topluluk (ya da Collective).<br />
Animal Collective’in 9 albümlük külliyatı insanlık<br />
tarihinin zamansal yolculuğunun kronolojik bir<br />
yansıması gibi… 2004 albümü Sung Tongs ile<br />
öne çıkan tribal vurgular, son albüm Centipede<br />
Hz’de iyiden iyiye fütüristik bir çağın müziğine<br />
evrilmiş durumda. Deneysel denebilecek bir<br />
müzikal karışımın hiç alışık olmadığı bir iltifatla<br />
karşılaşan grup, önemli sayıda dinleyici kitlesine<br />
ulaşıyor artık; Billboard çok satanlar listelerinde<br />
Lady Gaga’larla, Rihanna’larla aşık atıyor. Durum<br />
öyle bir boyuta vardı ki “vasatın” kendi “alternatif<br />
dünyası”nı yarattığı ve sınıf başkanlığını da<br />
Animal Collective’e verdiği günlerdeyiz. İşin<br />
sırrının rengârenk baharatlarla “toplu vasat<br />
tüketim nesnesi” gibi durmayan “toplu vasat<br />
tüketim” harmanlaması gibi durduğunu<br />
söylemeden geçemiyoruz. Majestelerinin sabah<br />
giyinme ritüelini es geçip, “ev hali” ile halka<br />
karıştığını tüm çıplaklığı ile ilk söyleyen zat-ı<br />
muhterem olan (önemli müzik eleştirmeni)<br />
Everett True’nun da işaret ettiği gibi Animal<br />
Collective’in “sound”a yoğunlaşmasına hiçbir<br />
itiraz olmamakla beraber, çoğu zaman “şarkı”<br />
sunumunun ıskalandığı söylenebilir.
Küresel ışıma mertebesine ulaşan bir diğer<br />
topluluk Grizzly Bear. Kariyerlerinin başlarında<br />
Radiohead’in ön grubu olarak da sahne alan<br />
grup, tanımlanması göreceli daha güç olan<br />
müzik tarzlarının farklı türlere eğilimi olan geniş<br />
bir kitleyi heyecanlandırdığı anlaşılıyor. Grizzly<br />
Bear’in eylül ayında yayınlanan dördüncü<br />
albümü, esasen elektronik müzik üretiminin<br />
kalelerinden Warp etiketi ile yayınlandı. Grizzly<br />
Bear bir zaman önce sinema camiasının “indie”<br />
ikonu Ryan Gosling’i barındıran Blue Valentine<br />
filminin müziklerinin tamamını yapmak<br />
suretiyle film festivallerinin takipçilerinin de<br />
merakını uyandırdı.<br />
Yoldan çıkarıcı bir ilgiye mazhar olan grubun<br />
yeni albümü Shields’in bugüne kadar yaptıkları<br />
en iyi albüm olduğu rahatlıkla söylenebilir. Şu<br />
ana kadar her albümlerinde var olan harikulade<br />
pasajların bu albümde kusursuz bir bütünlüğe<br />
kavuştuğuna tanık oluyoruz. Milföy’ün narin<br />
ve hafif bütünlüğüne rağmen nasıl olup da bin<br />
bir katmandan oluştuğu henüz pozitif bilimce<br />
mantıklı bir açıklamaya kavuşturulamamışken,<br />
“Sleeping Ute”nin tüm karmaşıklığı içinde<br />
pürüzsüz sadeliğine hayran kalıyoruz.<br />
Geçen ay postadan çıkan albümler bab’ında,<br />
bahis konusu etmek istediğimiz üçüncü<br />
albüm ise, the XX’in ikinci albümü Coexist.<br />
İlk dinleyişte sanki, ilk albümle yakalanan<br />
formülün devamı –daha kötüsü tekrarı- gibi<br />
tınısa da, müteakip dinlemelerde durumun farklı<br />
olduğu anlaşılıyor. Albüm uzaktan yalnızca<br />
çeşitli gölge oyunları ile kotarılmış beyaz bir<br />
tuvali andırsa da, esasen işin iç yüzü yaman<br />
kontrastlar barındırıyor. İkinci albümleri ile the<br />
XX optik oyunlarından faydalanarak sanki aynı<br />
yerde duruyormuşçasına çok uzağa gidiyor.<br />
Bir kere, grubun muazzam şarkı yazarlığını<br />
takdir etmekten kendinizi alamıyorsunuz. Sanki<br />
demo’ymuş gibi duran şarkılar, son derece<br />
nocturneacik@yahoo.com<br />
minimalist bir montajla ve az sözle çok şeye<br />
dönüşüyor. Bu şarkılarla yüzlerce farklı yola<br />
gitmek mümkünken, grubun sessiz çığlıkları,<br />
her şarkıda başka bir derinliğe hitap ediyor.<br />
The XX’i dinlerken Young Marble Giants ve<br />
kült albümleri Colossal Youth’u hatırlamamak<br />
imkânsız. YMG’ın 1980’de bahsettiği “Colossal<br />
Youth” (Devasa Gençlik) 2012’de the XX’in<br />
benliğinde yeniden şekil bulmuş olabilir mi<br />
acaba…
Biri Slide mı Dedi?:<br />
Ry Cooder<br />
Can Hankendi<br />
Erken ölümler her zaman sarsıcı olsa da, rock ‘n’ roll tarihindeki<br />
erken ölümler sarsıcı olmaktan çok daha öte şekilde<br />
anlamlandırılmıştır. Ne de olsa popüler müzik tarihi, ilk rock<br />
starlarına ‘60’lı yıllarda (yani bir rock star olarak, uzun yaşamanın<br />
pek de kolay olmadığı yıllarda) kavuşmuştur. Dolayısıyla,<br />
“erken ölmek rock star’lığın şanındandır” lakırdısı bu işin<br />
kökenine dayanıyor. Halbuki, tam Miles Davis’in bodrumunda<br />
jam session’lara katılmaya başlamışken aramızdan ayrılan<br />
Jimi Hendrix’in daha neler yapacağını görsek fena mı olurdu?<br />
Varsın Jimi de t-shirt tezgâhlarına malzeme olacak kadar efsane<br />
olmayıversin. Bize efsaneler değil, onun gibi müzisyenler lazım<br />
aslında. Daha henüz o yıllarda efsane olup hâlâ müzik yapan<br />
Bowie’ler, Neil Young’lar, Dylan’lar bize, “50 yıl müzik yapabilmek<br />
rock star’lığın şanındandır” dedirttiği için kendimizi yine de<br />
şanslı sayalım. Dedim ya, bize efsaneler, rock star’lardan çok böyle
müzisyenler lazım. İşte Ry Cooder<br />
da bu sınıfa giren ve rock ‘n’ roll<br />
tarihine adını altın harflerle değil<br />
de, tırnak izleriyle kazımış yarım<br />
asırlık bir müzisyen. Yani yukarıda<br />
bahsi geçen bağlamda tam da<br />
aradığımız adam!<br />
Cooder karşımıza ilk olarak<br />
‘60’lı yılların gözde session<br />
müzisyenlerinden biri olarak<br />
çıkıyor. O yıllarda Rolling<br />
Stones’tan Taj Mahal’a kadar,<br />
slide veya mandolin gereken her<br />
kayıtta akla ilk gelen gitarist, daha<br />
henüz 20’lerine girmiş genç bir<br />
yıldız Cooder. Gitar virtüözitesinin<br />
yanı sıra Cooder’ın farklı türlere<br />
hâkimiyeti onca gitarist arasından<br />
sivrilmesinin en önemli sebebi<br />
oluyor. ‘70’li yıllar Cooder için<br />
gönlünü kaptırdığı her müzik<br />
türüne bir selam niteliğinde çıkardığı albümlerle<br />
geçiyor. Kalipsodan caza, her türe el atarken<br />
vazgeçemediği tek şey ise slide<br />
gitar sevdası.<br />
Cooder ‘80’li yıllara gelindiğinde<br />
ise artık bir slide üstadı olarak<br />
kabul ediliyor. Bu yıllar aynı<br />
zamanda Cooder’ın esas müzikal<br />
maharetini keşfettiği ve film<br />
müzikleri yapmaya sevdalandığı<br />
yıllar. Çoğu zaman iyi bir şarkı<br />
yazarından öte iyi bir gitarist olarak<br />
anılan Cooder’ın şarkı yazma<br />
mahareti de film müzikleriyle ortaya çıkıyor.<br />
Western’dan komediye birçok filme müzik yapsa<br />
da tartışılmaz olarak Wim Wenders’ın Paris,<br />
Texas filmine yaptığı müzikler, Cooder’ın ‘80’li<br />
yıllarının doruk noktası oluyor. Wenders’ın<br />
sinematografik dehası, Cooder’ın slide gitarıyla<br />
birleşince ortaya çıkan şaheser hâlâ Cooder’ın<br />
en bilinen işi olarak günümüzde de övgü almaya<br />
devam ediyor. Kurt Cobain ve Elliott Smith’in<br />
en sevdiği film olarak da bildiğimiz Paris,<br />
Texas’ın başarısında Cooder’ın slide gitarıyla<br />
yarattığı atmosferik mucizelerin payını göz ardı<br />
edersek ayıp etmiş oluruz.<br />
‘90’lar ise Cooder’ın artık başarıya doyduğu ve<br />
yıllarca biriktirdiği müzikal dağarcığını dünya<br />
müzikleriyle harmanladığı yıllar. Hintli müzisyen<br />
Vishwa Mohan Bhatt’la yaptığı A Meeting by the<br />
River, Malili büyük efsane Ali Farka Toure’yle<br />
yaptığı Talking Timbuktu ve tabii ki unutulmaz<br />
hankendi@gmail.com<br />
Buena Vista Social Club<br />
albümleriyle 3 Grammy toplayan<br />
Cooder’ın müzikal esnekliğine ve<br />
bilgisine söylenecek sözler burada<br />
bitiyor.<br />
Cooder’ın olgunluk yıllarına ise<br />
ayrı bir sayfa açmak gerekiyor.<br />
Geçmişteki müzikal deneylerini<br />
bir kenara bırakıp, sosyal ve politik<br />
konulara el atan Cooder, bu<br />
kez protest şarkılarla karşımıza<br />
çıkıyor. 2005’teki Chavez Ravine,<br />
Meksikalı Amerikalı’ların<br />
‘50’lerde bir stadyum uğruna<br />
Los Angeles’daki yurtlarından<br />
atılmalarının hikâyesinin<br />
anlatıldığı konsept bir albüm.<br />
Cooder’ın daha sonra California<br />
Trilogy diye isimlendirdiği<br />
serinin ikinci albümü My Name<br />
is Buddy ise evsizlere, işçilere,<br />
büyük patronlara, yani kısaca Amerika’daki<br />
sosyoekonomik bunalımın baş aktörlerine gem<br />
vuruyor.<br />
2012’ye geldiğimizde ise çoğu<br />
Amerikalı için ülke tarihinin en<br />
önemli başkanlık seçimlerinden<br />
biri öncesi Election Special<br />
(Seçim Özel) albümüyle karşımıza<br />
çıkıyor Cooder. Cooder’ın anticumhuriyetçi<br />
kimliğini California<br />
Trilogy’siyle tecrübe ettikten sonra,<br />
başkanlık seçimi öncesi ortaya nasıl<br />
bir albüm çıkacağını kestirmek zor<br />
değil. Davullar hariç tüm enstrümanları Cooder<br />
çalıyor albümde. Guthrie geleneğinden gelen<br />
basit şarkı yapıları Election Special’ın da ana<br />
eksenini oluşturuyor. Guantanamo’dan Wall<br />
Street hareketine kadar, Amerika’nın güncel<br />
politik sorunları modern bir Guthrie yorumuyla<br />
yoğrulmuş şekilde seçim öncesi Amerikan<br />
halkına sunuluyor albümde. Election Special,<br />
Amerikan müzik geleneklerini günümüze güncel<br />
sorunlar eşliğinde taşıyarak Cooder’ı gözümüzde<br />
daha da büyüten bir albüm.<br />
Yarım asır müzik yapıp hâlâ farklı şeyler ortaya<br />
çıkarabilmek her baba yiğidin harcı değil.<br />
Cooder’un bunu başarmasındaki en büyük sebep<br />
gitarındaki ustalığını cesaretiyle birleştirip hiç<br />
bir müzikal deneyimden kaçmaması. 2000’li<br />
yıllarda karşımıza çıkan politik kimliğiyle de<br />
yepyeni bir yolculuğa çıkan Cooder, Election<br />
Special’la bu yolculuğunda da zirveye ulaşıyor.
İkametgâh Yine Kadıköy<br />
Bağımsız ve Birlikte<br />
Sergiler<br />
ASFALT ART GALLERY:<br />
Ayşe Yaltırım, Beyza Boynudelik, Ergin Asyalı, Fulya<br />
Çetin, Gürbüz Doğan Ekşioğlu, Lebriz Rona, Melike<br />
Kılıç, Murat Germen, Nazan Azeri, Nevhiz Tanyeli, Nur<br />
Koçak, Serkan Yüksel, Tomur Atagök.<br />
BURG GIEBICHENSTEIN UNIVERSITY OF ART &<br />
DESIGN:<br />
İSTANBUL APARTMANI / : Anne Knödler, Georg<br />
Lisek, Jenny Eichler, Karl Pompe, Lukas Wronski,<br />
Marianne Nagel, Martin Buhlig, Olga Griegorjewa,<br />
Susanne Hopmann.<br />
GİT:<br />
“On My Way / Yoldayım”: Yılmaz Başar Babür<br />
(Fotoğraf Sergisi)<br />
HALKA SANAT:<br />
“Mutluluk ve Rahatlama”: (7 - 18 Kasım) Elena Ballarin<br />
“Cinnet”: (23 Kasım - 9 Aralık) Abdulkadir Avcı, Sadık<br />
Arı, Serkan Çatar, Toprak Bayram Bek.<br />
Bi <strong>Karga</strong><br />
Geçen sezon Ocak ayında 5 ana mekânın katılımıyla gerçekleştirilen İkametgâh Kadıköy etkinliklerinin 2.’si 7<br />
Kasım – 9 Aralık tarihleri arasında, artan bir yoğunlukla Kadıköy’ü dolduracak. İlkinin büyük bir ilgi görmesi ve<br />
Kadıköy’de ciddi bir harekete yol açması sonucu, fazla vakit kaybetmeden, etkinliğin lokomotifi vazifesi gören üç<br />
kurum, Asfalt Art Gallery, Hush ve KargART, ikinci etkinlik için çalışmaya başladı. Bütün yaz ayları toplantılar,<br />
ilk etkinliğin hedefi de olan, daha fazla katılımcı mekân için arayışlarla geçtikten sonra, İkametgâh Kadıköy<br />
2 etkinlikleri, 12 katılımcı kurum ile birlikte, Kadıköy’ü bir ay boyunca sanatsal etkinliğe boğacak dopdolu bir<br />
programla geri geliyor. Ana eksenini yine sergilemelerin oluşturduğu etkinlik; bir hayli geniş bir yan etkinlikle<br />
birlikte, sanatseverlerin ellerinde broşür, Kadıköy sokaklarını arşınlayacağı bir hale dönüştü.<br />
Bu sefer, “Bağımsız ve Birlikte” motto’sunun önemle altını çizmeye çalışan etkinlikler dizisi; yukarıdan aşağıya bir<br />
örgütlenme modeli yerine, katılan her mekânın ve her sanatçının kendi özgünlüğü ve bağımsızlığını koruyarak<br />
birlikte hareket etme ve paylaşma modelini benimsiyor. Ayrıca, ilk sefer sadece Anadolu Yakası’ndaki üretimi ve<br />
paylaşımı çıkış noktası olarak alan etkinlik, bu yıl içine yeni mekânları, Kadıköy’de üreten sanatçıların yanı sıra<br />
Avrupa Yakası’ndan, ülkenin farklı şehirlerinden ve yurt dışından katılan sanatçıları da katarak yola devam ediyor.<br />
Program o kadar yoğun ki, şimdi sadece sergilere katılan sanatçıların isimleri ve yan etkinlikleri sıralamak<br />
durumundayız.<br />
HUSH (Barış Manço Kültür Merkezi):<br />
(Sergileme 30 Kasım’a kadar sürecektir)<br />
Ahmet Özcan, Aleksandra Kostovska Tütüncü, Antonia<br />
Breme, Arda Yalkın, Ayşecan Kurtay, Baysan Yüksel,<br />
Billur Melis Koç, Çağdaş Şahin, Çağlar Atambay, Çetin<br />
Keçeci, Elif Çiftçioğlu, Emine Begüm Güvenç, Ezgi<br />
Akşar, Gaye Su Akyol, Georgie Flood, Güneş Bulut,<br />
Güneş Oktay, İlke Yılmaz, İlker Aydemir, Josephine<br />
Hempel, Lara Ögel, Levent Kopuz, Marja Marlene<br />
Lechner, Mark Hale, Melisa King, Meriç Akay, Merve<br />
Akyel, Nikola Breme, Okan Dirim, Onur Çiftçi, Ozan<br />
Türkkan, Özgür Atlagan, Serkan Çalışkan, Sibel<br />
Çağlayan, Simin Yıldız, Solweig de Barry, Süyümbike<br />
Güvenç, Steven Daly, Tarık Töre Elgay, Yaşar K.<br />
Canpolat.<br />
İSTANBUL HATIRASI FOTOĞRAF MERKEZİ:<br />
“Bülent Arabacıoğlu’nun Çizgi Dünyasından”: Bülent<br />
Arabacıoğlu<br />
KABİNE NADİRE:<br />
Abdülaziz, Can Özal, Dilay Koçoğulları, Eda Taşlı,<br />
Enis Malik Duran, Gülen Eren, İskender Giray, Kayde
Anobile, Melis Sevinçli, Selma Hekim, Şafak Kemancı,<br />
Şinasi Göktürkler, Zeynep Roj Soref.<br />
KARGART:<br />
(Sergileme 6 Aralık’a kadar sürecektir)<br />
Ali Mete Sancaktaroğlu, Alper T. İnce, Ayça Telgeren,<br />
Ayhan Mutlu, Burçak Konukman, Cins, Çağrı Saray,<br />
Eda Gecikmez, Elif Yıldız, Emine Çorduk, Emrah<br />
Bekdikli, Ersin Tavukçu, Tuğçe Şenoğul, Gözde Can<br />
Köroğlu, Harun Töle, Merve Şendil, Niyazi Selçuk,<br />
Onston, Peri Demirbaş, Rafet Arslan, Sevgi Arı, Sevil<br />
Tunaboylu.<br />
SANAT BAHANE:<br />
Fırat Dövencioğlu, Serkan Çatar.<br />
TASARIM PARKI:<br />
Dani Benreytan, Demet Bilici, Erdeniz Kurt, Güngör<br />
Taner, Mete Mordağ, Murat Akçay, Nursema Öztürk,<br />
Omlet İstanbul, Özgür Uşaklıgil, Sevin Coşkun, Zeynep<br />
Kaytancı.<br />
ZELAZO:<br />
John Dew, Kerem Soyöz, Lynn J. Hunter, Mehmetcan<br />
Serinkaya, Natali Arslan, Osman Turbo, Pelin Turgut.<br />
Yan Etkinlikler<br />
Söyleşi, Sanatçı Konuşması, Panel, Seminer<br />
• Ayşegül Sönmez (Söyleşi) – 10 Kasım, Cuma, 14:30 /<br />
Asfalt Art Gallery<br />
• Cafe Antarsia Ensemble (Sanatçı Konuşması) - 12<br />
Kasım, Ptesi, 19:00 / Halka Sanat<br />
• Elena Ballarin (Sanatçı Konuşması) - 17 Kasım, Ctesi,<br />
18:00 / Halka Sanat<br />
• (Panel) – Murat Pulat - 23 Kasım, Cuma, 18:00 –<br />
İstanbul Hatırası Fotoğraf Merkezi<br />
• Yılmaz Başar Babür (Söyleşi, Workshop) - 1 Aralık,<br />
Ctesi, 19:00 - 21:00 / GİT<br />
• Alper Maral (Seminer) – 9 Aralık, Pazar, 18.00 / Dunia<br />
Performans<br />
• Cafe Antarsia Ensemble / Ruth Margraff ve Nicos<br />
Brisco (Teatral Konser) - 9 Kasım, Cuma, 20:00 / Sanat<br />
Bahane<br />
• Kasap 34 Street Art - Graffiti Performansı - 11 Kasım,<br />
Pazar, 14:00 - 19:00 / GİT<br />
• Yoğutçu Parkı’nda Yarn Bombing - 18 Kasım, Pazar,<br />
12:00-18:00 / Zelazo etkinliğidir.<br />
• Yolcu Yolunda Gerek – Serap Babür (Şiir Dinletisi,<br />
Söyleşi) - 24 Kasım, Ctesi, 19:00 - 21:00 / GİT<br />
Gösterim<br />
• A. Baturay Tavkul (Kısa Film Gösterimi, Söyleşi) - 17<br />
Kasım, Ctesi, 19:00 / GİT<br />
• Otobüs / The Bus - Tuğba Yüksel (Fotoğraf Gösterimi,<br />
Söyleşi) - 8 Aralık, Ctesi, 19:00 / GİT<br />
Atölyeler<br />
Zelazo’da Sanat ve Tasarım Atölyeleri<br />
• 16 Kasım, Cuma, 19:30 – 22:30<br />
• Giacometti Etkisi - John Dew - 17 Kasım, Ctesi, 18:30<br />
• Deneysel Yumuşak Oyuncak Heykel Atölyesi - John<br />
Dew - 25 Kasım, Pazar, 16:00<br />
• Deneysel Heykel Portre Atölyesi - John Dew - 1 Aralık,<br />
Ctesi, 18:30<br />
• Temel Dikiş 1 ve 2 Atölyeleri – Mandalinarossa - Her<br />
Ctesi 12:00 ve Her Çarş. 18:30<br />
• Mandalinarossa ile Dikiş Zamanı - Mandalinarossa -<br />
Her Ctesi 16:00<br />
• Ses Oyuncakları Atölyesi - Mehmetcan Serinkaya - 24<br />
Kasım, Ctesi, 18:30<br />
• MON ile T-Shirt Boyama Atölyesi – 25 Kasım, Pazar<br />
– 13:00<br />
Kabine Nadire’de Kendin Yap Atölyeleri<br />
• Kendi Defterini Yap - Elif Gürbüz (Muk Design) - 17<br />
Kasım, Ctesi, 13:00<br />
• Deri Çanta ve Aksesuar Atölyesi - Gusef Şen ve Ömer<br />
Yavuz (GUSH) - 17 Kasım Ctesi, 16:00<br />
• Kağıt Takı Atölyesi - Selen Özus ve Burcu Büyükünal<br />
(Maden Çağdaş Mücevher Atölyesi) - 24 Kasım Ctesi,<br />
16:00<br />
• Kişisel Tarih Kitabı Atölyesi - Selma Hekim - 1 Aralık,<br />
Ctesi, 16:00<br />
• Tasarladığınız Karakterin Oyuncağını Yapalım -<br />
Zeynep Roj Soref - 1 Aralık, Ctesi, 13:00<br />
• Soğuk Porselen ile Aksesuarını Yap - Şafak Kemancı –<br />
8 - 9 Aralık, Ctesi-Pazar, 13:00<br />
İkametgâh Kadıköy Müzik Festivali 02<br />
Canlı <strong>Karga</strong> sahnesi ve Dunia’da gerçekleştirilecek<br />
konserlerin başlangıç saati 21:00’dır. <strong>Karga</strong>’da, her saat<br />
başında yeni bir grup sahne alacaktır.<br />
7 Aralık, Cuma<br />
<strong>Karga</strong> biz / Yüzyüzeyken Konuşuruz / Eskiz<br />
Dunia Olcay Saral (Müzik Hayvanı etkinliğidir)<br />
8 Aralık, Ctesi<br />
<strong>Karga</strong> Peygamber Vitesi / Hedonutopia / Barıştık<br />
Mı Göstembil Project<br />
Dunia WEED<br />
9 Aralık, Pazar<br />
<strong>Karga</strong> Hayvansaray / Esas Çocuk / Toro<br />
Dunia Alper Maral – Zehirli Flüt
Derya Bengi<br />
Türkiyeli bir “ah vah ediş” mirası<br />
Geçen ay, Derya Bengi ile kuratörlüğünü yaptığı Uzayda Bir<br />
elektrik Hasıl Oldu: 1960’larda müzikli Türkiye sergisi üzerine<br />
gerçekleştiridğimiz röportajın ilk kısmını yayınlamıştık. Bu ay ise<br />
kesmeye kıyamadığımız devamını yayınlıyoruz. Konu sergiden<br />
politikaya, keyif vericilere, dergiciliğe ve John Lennon’a kadar uzadı.<br />
Buyurun…<br />
Utkan Çınar: Pek konuşulmayan bir konuya gelmek istiyorum.<br />
Özellikle ‘60’ların sonunda dünyada müzikte kanaat önderliği<br />
mertebesine ulaşmış müzisyenlerden birçoğu uyuşturucular ve<br />
ona bağlı sebepler nedeniyle hayatını kaybetti. Genel anlamda<br />
da ‘68 ruhunu bitiren öğelerden biri olarak da görülür ağır<br />
uyuşturucular. Bizim ülkemizde o dönem hakkında bu konuda pek<br />
bir fikrimiz yok. Sergiyi hazırlarken denk geldiniz mi bu konulara?<br />
Derya Bengi: Kadıköy Ticaret Lisesi’nin şarkısını biliyor musunuz?<br />
1969’da Milliyet’in Liselerarası Müzik Yarışması’nı Kadıköy Ticaret<br />
Lisesi kazanıyor. Şarkılarının adı da “LS and D”. Sözlerinden<br />
uçmaktan falan sözediliyor. Jüride de Cem Karaca, Gönül Turgut,<br />
Şerif Yüzbaşıoğlu, Özdemir Erdoğan gibi orkestra ve pop dünyasının<br />
popüler isimleri var. Modalı çocuklar; bir de o kadar iyi çalıyorlar<br />
ki. Cream veya Jimi Hendrix Experience gibi bir grup. Bu şarkıyla<br />
açık farkla birinci oluyorlar. Asit lafı geçmiyor ama yani “Lucy in<br />
the Sky with Diamonds” bile bela açtı Beatles’ın başına. Bunlar “LS<br />
and D” koyuyorlar direkt. Bu okulu temsil eden şarkı olarak müdür<br />
beyden nasıl geçti? Milliyet gazetesi bu birinci şarkının sözlerini<br />
yayınlıyor, plağını ödül olarak veriyor. Bugün veya o zamanlar<br />
dünyanın başka yerinde düşünülemez bile. O zamanlar saykodelik<br />
havalara bir ilgi var. Bunun dışında Amerika’da ‘60’ların sonunda<br />
göreve gelen Nixon, o dönem Demirel’e Türkiye’deki afyon üretimini<br />
yasaklatıyor. Köylünün tek geçim kaynağı. Çünkü Amerika’ya<br />
gelen eroinin %80’inin Türkiye’de üretilen afyondan elde edildiğini<br />
iddia ediyor. Türkiye’deki ekim yasaklanınca Amerika’nın eroin<br />
sorunu çözülecekmiş gibi bir karar bu. 12 Mart’la birlikte tamamen<br />
yasaklanıyor. Tabii burada o dönemin Amerikalı rockçılarına da
akmak lazım. Hiç biri “Sen nasıl yasaklatırsın<br />
Türkiye’de afyonu?” diye şarkı yapmıyorlar.<br />
Belki gazetede bile okumamışlardır. Haberleri<br />
yok. Sergide de biraz var; olayın Sultanahmet<br />
boyutu. Sultanahmet çok önemli bir trafik<br />
noktası. Geceyarısı Ekspresi filmi sonu çok<br />
kötü biten ve Sultanahmet rüyasının sonu<br />
olarak okuyabileceğimiz bir filmdir. Türk<br />
hapishanelerinde son bulan bir hippilik rüyası.<br />
1970 senesinde yapılan bir araştırmaya göre o<br />
zaman Türkiye’de son 10 senede eroin kullanmak<br />
suçundan yakalanan 4 kişi mi ne varmış. O<br />
dönem esrar dışında, yani doğal keyifvericiler<br />
dışında bir kullanım olmadığı söyleniyor.<br />
The Velvet Underground “Heroin” şarkısını<br />
yapmışken veya Janis Joplin bundan ölmüşken<br />
Türkiye’deki kulanımı yaygın değilmiş. Ama<br />
esrarsız bir dönem yok herhalde Türkiye’de<br />
Osmanlı’dan beri.<br />
UÇ: ‘60’ların müziği dediğimiz zaman son<br />
10 senedir turkish psych diye bir tür ortaya<br />
çıktı ve popülerleşti Amerika’da, İngiltere’de.<br />
Daha geçen gün Animal Collective’in yeni<br />
albümüyle ilgili bir röportajlarını olurkern<br />
“Turkish psych dinledik ve Selda’yı<br />
seviyoruz,” dediklerini görüyoruz. Daha<br />
öncesinde Stephen Malkmus’un Erkin Koray<br />
ve Moğollar’dan etkilendiği bir albümünü<br />
biliyoruz. Mos Def’in Selda sample’lı<br />
şarkısını biliyoruz, Antony’nin ilgisi… Engin<br />
Yörükoğlu’nun vefatı da yurtdışındaki<br />
dergilerde yer bulmuştu.<br />
DB: Sen sorunu unutma ama o konuda en<br />
komiği Teoman’ın yaptığı oldu. “İnce ince bir kar<br />
yağar”ın gitar riff’ini almak için önce Mos Def’in<br />
akıl etmesini beklemesi de Türkiye’nin kaderidir<br />
zaten.<br />
UÇ: Günümüzdeki genç kuşağın bu sefer<br />
tüm öğelerini oralardan almaları konusuna<br />
ne diyorsunuz? Tayfun’la konuşuruz sık sık,<br />
bazı grupların Joy Division tarzı ‘80’lerin<br />
New Wave tarzını birebir almaları ne kadar<br />
mantıklı? Yani tarihte çok spesifik bir yerde,<br />
İngiltere, çok spesifik bir toplumsal durumda,<br />
Thatcher dönemi, çok spesifik bir müzikal<br />
deneyim sırasında, dijital enstrümanların<br />
müziğe giriş, ortaya çıkan müziğin şu günde<br />
buraları bu kadar etkilemesinin nedeni nedir?<br />
DB: Türkiye’deki durumu gene 12 Eylül’e<br />
bağlamak durumundayım. Önceki tüm<br />
kazanımların üzerinden tank gibi geçtiğini kabul<br />
etmek durumundayız. 12 Eylül’ün kazandırdığı<br />
“geçiş dönemi” diye bir laf var. Geçiş dönemi hiç<br />
bitmedi. Neye geçeceksek bir türlü geçemedik.<br />
‘60’lara geri dönelim. ‘60 darbesinin de bir geçiş<br />
dönemi vardı. 1965’te o geçiş tamamlandı ve<br />
yeni bir Türkiye’ye geçildi. 27 Mayıs’ın topluma<br />
pençelerini gösterme durumu 1965’te sona erdi<br />
ve yeni bir Türkiye kuruldu. 12 Eylül’den sonra<br />
ise hâlâ “yeni”bir Türkiye kuruldu” diyebileceğim<br />
bir an yok. Tayyip’in gelişi bile değil. Bütün<br />
gelen iktidarlar ya 12 Eylül’ün etkisindeydi ya da<br />
onu kullanmayı tercih ettiler. “Özal şortla askeri<br />
denetledi,” derler; Özal hareketi de tamamen 12<br />
Eylül’le ve onun sayesinde büyüyen bir hareketti.<br />
Tayyip de Özal’a referans verdiği oranda 12<br />
Eylül’ü zaten kullanıyor demektir.<br />
UÇ: Zaten yeni Anayasa hazırlama işinin<br />
başında da Cemil Çiçek’in olması her şeyi<br />
anlatıyor.<br />
DB: Mesela Ahmet Kaya’yı düşünelim ve<br />
Duman’ı düşünelim. Arabesk diye bir gerçekliğin<br />
de ‘80’lerden sonra farkına varıldı. ‘70’lerde<br />
arabesk hiç bir zaman Anadolu Pop çizgisinin<br />
içinde yer almadı. Ahmet Kaya bu gidişatı<br />
değiştirdi, çok acil ve özensiz plaklar yaparak.<br />
‘80’den sonra Türk müziğinin başı gelen iyi<br />
ve kötü şeyler de arabesk yüzündendir. Keşke<br />
Ahmet Kaya veya Duman gibi olabilseydi.<br />
Oradaki arabesk dozajını doğru, gerekli ve<br />
Türkiye’yi tarif etme yeteneğine sahip olduğunu<br />
düşünüyorum. Batı’da Erkin Koray ve Selda’nın<br />
ilgi görmesi hikâyesi ise akım diye bir şeyin<br />
kalmamış olması. Her şey var artık. Vampire<br />
Weekend diye bir grup; gitarın kalbinden çıkmış<br />
adamlar, gidip Afrika gitarlarından esinlenip<br />
müzik yapabiliyor. 100 ayrı müzik türü var ve<br />
hiçbiri bir akım olamayacak kadar güçsüz. Daha<br />
Duman da Sezen Aksu da keşfedilebilir. Şu<br />
an evet Erkin Koray biraz daha çok dinleniyor<br />
olabilir, çok güzel ve olumlu bir şey fakat hiç bir<br />
zaman bir akım başladı dememeliyiz. O batıdaki<br />
eşit etkili yüz akımdan bir tanesi olmuştur<br />
en fazla. Bundan da yeterince sevinme payı<br />
çıkarabiliriz. Ama asıl önemli olan bugünün<br />
grupları, Baba Zula’nın yaptığı gibi, ne derece<br />
dünya festivallerine çağrılıyor, nasıl bir<br />
sirkülasyon var, onlara bakmalı. David Byrne’ün<br />
süper bir radyo programı vardı, Barış Manço’nun,<br />
Manko diyor, Neşet Ertaş düzenlemesi Gönül<br />
Dağı’nı Beck’e bağlıyordu. O kadar tutuyor<br />
ki birbirini. Batı Avrupalı ve Amerikalı<br />
müzisyenlerin bunlara dikkat etmesini sağlayan<br />
bir ivme var. Bu da iyi bir şey.<br />
UÇ: Dünyada ‘60’lardan sonraki en verimli<br />
dönem ‘90’lardı. Günümüzde hâlâ etkisi olan<br />
birçok güçlü akım bu dönemde çıktı.<br />
DB: Dünyada akımların olabildiği son dönem<br />
‘90’lar. Trip Hop, grunge….Sonra her şey olup,<br />
hiç bir şey büyümemeye başladı. Doğrusunu
isterseniz U2’yu ısrarla hep çok sevmek istiyorum. Bono kendini<br />
sevdirmemek için elinden geleni yapsa da. Rage Against The Machine<br />
dağıldı. Büyük gruba ihtiyacım var. Manu Chao’nun çıkışı da çok<br />
önemliydi onun da devamı gelmedi.<br />
UÇ: Bizde ’80 Darbesi’nin burada dünya ile ortak bir verimlilik<br />
dönemi geçirmesini engellediğini de söyleyebiliriz. Ama bu neden<br />
olarak koyulabilir mi 32 yıl sonra? Rock’ın popüler bir tür haline<br />
geldiği, enstrümana, bilgiye, ürüne ulşamanın bu kadar kolay olduğu<br />
dönemde?<br />
DB: Ben yer yer çıktığını düşünüyorum iyi şeylerin. Tam cevap olmayacak<br />
belki ama mahalle bazında müzik yapma alışkanlığının olmaması<br />
önemli bir sorun. Kadıköy’de var belki ama Rami’de, Yeni Bosna’da yok.<br />
‘80’lerin ortalarına kadar Kütahya’da Acıpayam’da, Erzurum’da düğün<br />
müzisyenleri bile çaktırmadan Deep Purple, Santana çalarlardı. Evinde üç<br />
beş Pink Floyd plağı olan gitaristler. ‘80’lerde Aksaray’da yapılan berbat<br />
ses sistemli rock konserlerine baktığında izleyici kitlesi İstanbullu fakir<br />
semt çocuklarıydı. Şimdi oralardan bir grup veya dinleyici çıkıyor mu<br />
emin değilim. Duman’ın da dinleyicisinin elit olduğunu düşünüyorum.<br />
Bu gene de çok önemli bir şey. Elit çocuklara Türk müziğini, Türkiyeli<br />
bir “ah vah ediş” mirasını, onların dilinden öğrettiğini düşünüyorum.<br />
Zengin gençlerin de fakir semtlere bakmalarını öğrettiğini düşünüyorum.<br />
Duman’ın fakir semtlerde dinlendiğini ise düşünmüyorum maalesef.<br />
UÇ: Mahalle lafını ederken TOKİ’leşme sürecini de beklemek lazım.<br />
Sonuçta İngiltere’de ‘80’lerin başındaki verimlilik de çok benzer bir<br />
toplu konut sisteminin ürünüydü… Benim asıl derdim. Türkiye’de<br />
sinema oldukça geniş bir üretim ağına ve sektöre sahip olmaya<br />
başlarken, müzikte bunun karşılığı olmaması nedendir? Yani yurtdışı<br />
ödülleri, bir sürü dergisi var sinemanın. Müziğin neredeyse dergisi<br />
yok.<br />
DB: Sinema müthiş bir kapitalist ağa dönüştü. Bankaların sponsorlukları,<br />
Cinebonus’lar. Ne bileyim bir film festivali’nin sponsoru Akbank’sa, o<br />
festivaldeki filmler İşbankası’nın sinemelarında oynayamıyor. Böyle<br />
tuhaflıklar. Sinema eskiden çok ucuz bir şeydi. Şimdi bir CD, bir konser<br />
parasına film izliyorsunuz. Benim 100 film mi 100 CD mi diye seçim<br />
şansım olsa, 100 tane CD’im olurdu. Müzik dergiciliği ise dünyada da<br />
felaket halde. Bizim Roll’u çıkarırken örnek aldığımız Les Inrockuptibles<br />
de küçüldü. Biz onlardan örnek almıştık “Akdeniz Gazeteciliği”ni. Bir<br />
konuyu karşılaştımalarla, röportajlarla, bilgilerle uzun uzun ele almak.<br />
Şimdi küçücük kutularda her şey parçalanmış halde. Diyelim 1998’de 12<br />
konu layıkıyla incelenirken şimdi 72 konu süper yüzeysel olarak işleniyor.<br />
İngiltere’de Mojo, Uncut tamamen geçmişe referanslarla devam ediyor.<br />
Efendim Jimi Hendrix şu tarihte New York’a giderken o öğleni hangi<br />
otelde hangi kızlarla geçirdiğinin felsefesi… Artık sır da kalmadı. Son 12<br />
kapaktan 10’u eski isimler. Bunun benzerini Türkiye’de niye yapacaksın?<br />
UÇ: Erkin Koray John Lennon’a ne demiş diye bitirebilriz o zaman?<br />
DB: Bence Erkin “Türkiye’den güzel bir şeyler getirdim istersen sana da<br />
verebilirm” gibi bir şey demiştir. Lennon da “Aman abi,” demiştir.<br />
UÇ: “Bu kadar yüksekte olanlar da varmış” diye duymuştum ben.<br />
DB: Onu Arda’ya (Uskan) demiş. Gene yüksekler dediğin zaman, bence<br />
biraz itiraf etmiş. Yüksek’le ilgili olduğu kesin.<br />
info@kargamecmua.org
Toplumsal Bir Hastalık<br />
Olarak Belirsizlik<br />
Bir belirsizlik uzayına yazılmış manifestodur<br />
okuduğunuz, tarifi ölümsüz. Kanla<br />
döşeme kenarlarına bırakılmış böcek<br />
yumurtalarından farksız ömürlerimizin<br />
iç uzayına ait. Bin bir bayrak altında<br />
dinlendirdiğimiz gövdelerimizin bitmek<br />
bilmeyen gecelerinin toplamına vatan<br />
denir. İnsan dediğiniz, uğrunda bir karış<br />
yutkunmayan varsa ergendir.<br />
Hapishane demirleri erotik bir fetiş unsuru<br />
gibi şimdi. Ömür törpüleyen günahlarımız<br />
gibi alışkanlıklarımız. Üzerine bastığımız<br />
tüketim koreografisinden hemen hemen<br />
azıcık fazlasıdır ezberimiz; resmi ideoloji.<br />
Biz, ilk kahvaltımızı yapıp sütümüzü<br />
içmeden bıraktığımızda ya da yumurtamızı<br />
yemediğimiz için işittiğimiz azarlara binaen<br />
ya da arşın öfkesinde bir baş öğretmen<br />
tokadında; demliyoruz çocukluk hazlarımızı<br />
-istikrar uzayı bir kümestir, içinde kendini<br />
insan sanan milyonlarca, milyarca haz<br />
yoksunu yüz dinlenir.<br />
Nüfusu arttırmak için seviştirilmiş böcek<br />
nesilleriyiz. Doğmuş üç çocuğumuzdan<br />
biri, devletin yaş hesabına, bayrak bayrak<br />
ölümlerle dikilmiş bir doğum günü pastası<br />
mumudur. Faili meçhuller üzerinde dinlenen<br />
iman dolu göğüslerimiz doksan derece<br />
içimize dik, biz birbirimize hastalıklı. Biz,<br />
yarık dudak hastalığı taşıyan bir nesiliz,<br />
öpüşme özleminden ısırıp durduğumuz<br />
benliklerimiz tedavisiz.<br />
Kronik ekonominizin kriz gettolarından,<br />
ceplerinize akan müşterilerinizin hüznünü<br />
size iade etmeye geldik. Biz, bu sistemin<br />
biriktirdiği böbrek taşlarıyız, sistemin yüzüne<br />
Ozan Durmaz<br />
ozan_durmaz@hotmail.com<br />
atılmak üzere kamu vicdanında istikrarla<br />
biriktirildik. Hastalar Kolektifi’nin nefret<br />
nesilleriyiz, yoksunluklarımızda gülümseyen<br />
ebeveynlerimizin döl tüketimleriyiz. Bir<br />
sapan gibi gerilmiş öfkelerini kursaklarına<br />
tıkayarak tok hissetmeye çalışan bir<br />
sınıfın, yaşama verdiğiniz değer nedir<br />
sorusuna verilmiş cevaplarıyız. Siz... Siz ölü<br />
seviciliğinden başka bir şey değilsiniz; her<br />
nefesinizde pornografik nekrofili!<br />
Bugün size son bahardır, bize bahar.<br />
İki damla buz gibi eriyor kulağımızda,<br />
meydanlara haykırdığınız arsızlık<br />
melodileriniz. Kendini kaybetmiş,<br />
aksırana kadar, tıksırana kadar, adım adım<br />
büyüyen iç uzayların sahipleriyiz, mide<br />
bulantılarınız, tinercileriniz, cepçileriniz,<br />
torbacılarınız, kiralık katilleriniz, rastgele<br />
katilleriniz... Büyüdükçe şen uzayımız;<br />
işsizlik oranınız artıyor, ne hüzün verici...<br />
Midemiz gülümsedikçe, enflasyonlar patlıyor<br />
yüzlerinizde... Bir sosyal ve ekonomik<br />
belirsizlik ortamından şikâyetçi bugün<br />
borsa spekülatörleri, ah bilseniz, ne kadar da<br />
üzülüyoruz biz sizin suratınız dökülünce...<br />
Hastalanıyoruz; bildiğiniz gibi değil.<br />
SPK, sadece sermayedarlar ilişkilerinde<br />
kucaktan kucağa oturma adabında terlemiş,<br />
bir konsomatris kolonisi değildir. Belirsizlik<br />
silahlarımızın içine, hastalık mermilerimizi<br />
dolduruyoruz. “Auschwitz nesliyle<br />
konuşmuyoruz.” Susarak öleceğiz, faili<br />
meçhuluz; “evlad-ı kerbelayız, günahlarınızız,<br />
ayıplarınızız, zulümleriniziz, cinayetleriniziz.”<br />
Meksika sınırlarından buna yersiz, yurtsuz ev<br />
kimliği belirsiziz. Geliyoruz; “asıl siz teslim<br />
olun!”
Dünya olası gerçekliğinden<br />
mahrumdur<br />
Tayfun Polat<br />
1982 yılında Fransa’da Alain Aspect’nin başını çektiği bir ekip tarafından yapılan deneylerle kuantum<br />
kuramının ortaya koyduğu gerçekler tartışmasız bir biçimde ispat edildi. Einstein yaşasaydı bu işe<br />
bayağı bozulurdu muhtemelen, çünkü meşhur sözü “Tanrı zar atmaz”ı kuantum kuramının olasılıklar<br />
âlemine karşı, “Schrödinger’in kedisi”ne (*) karşı, bir hışımla söylemişti. Her şeyin altında yatan ve<br />
temel gerçekliği sağlayan bir “işleyen saat” olduğunu varsaymış ve ömrünün kalanını bu “gerçeklik”i<br />
ortaya koyacak deneyler yaparak geçirmişti.<br />
Aslında kuantum kuramının ortaya koyduğu en temel olgu, “hiçbir şey gerçek değildir” biçiminde<br />
özetleyebileceğimiz basitlikte. Ancak insanlığın bunu idrak etmesi hâlâ olası değil. Yukarıda<br />
kedisinden bahsettiğimiz Schrödinger ve aşağıda önünde önümüzü ilikleyeceğimiz Heisenberg<br />
ile birlikte atom altı boyutta işlerin nasıl yürüdüğünü araştırarak kuantum kuramının temellerini<br />
inşa eden bir diğer büyük isim olan Niels Bohr, “Kuantum kuramıyla sarsılmayan onu anlamamış<br />
demektir,” diyerek, bu durumu çok güzel özetlemiş zamanında. Ama yok, en sadesinden, en<br />
okumuşyazmışdüşünmüşüne, insan aklının kuantum fiziğinin söylediklerine kulak tıkaması çok<br />
normal.<br />
Çünkü insanlık 400 yıldır sanayi toplumu denen illetle yönetiliyor. Sanayi toplumu çökmüş, onun<br />
düşünme sistemleri olan rasyonalizm, determinizm, dualizm, materyalizm farsa dönüşmüş, ne gam
(bu düşünce sistemleri yeri geldiğinde tabii ki<br />
geçerlidir, burada kuantum kuramı karşısında<br />
düştükleri durum kastediliyor). Yüzlerce yıllık<br />
refleks hâlâ sürüyor, insanlık ısrarla aynı<br />
şekilde bakıyor ve görmüyor. Bakınız, Pierre<br />
Simon de Laplace, determinist (belirlenimci)<br />
dünyanın en gaz zamanlarında, 1814’te ne<br />
demiş; “Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu<br />
ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an<br />
için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan<br />
tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir<br />
canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri<br />
inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda<br />
evrendeki en büyük varlıklardan en küçük<br />
atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap<br />
yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de,<br />
aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.” Ne<br />
kadar kendine güvenen, ne kadar kendini büyük<br />
gören düşünceler. Zaten bu düşüncelere içerdiği<br />
tanrısal cüret nedeniyle “Laplace Şeytanı” adı<br />
verilmiş. 17 - 19 yy. arasında yaşayan bilim<br />
adamları gelişmekte olan sanayi toplumunu inşa<br />
ederken insanlığın her şeyi belirleyebileceğini,<br />
aklın her şeye yeteceğini düşünüyorlardı.<br />
Sanayi toplumunu her şeyin üzerinde tutuyor,<br />
buna uygun neden-sonuç ilişkilerini kurarak,<br />
insan ırkını doğanın üstünde gören ve her şeyi<br />
yapmaya gücü olan bir konuma yerleştiriyordu.<br />
<strong>Mecmua</strong>nın Şubat 2010 tarihli sayısında “Evet,<br />
Entropi Diye Bir Şey Var” başlıklı yazımda bu<br />
meseleyi biraz kurcalamış, sanayi toplumunun<br />
inşasında Bacon, Descartes, Newton, Locke,<br />
Smith, Darwin ve Spencer gibi bilim adamlarının<br />
etkisinden dem vurmuştum. Bu arada belirtmek<br />
isterim ki, okumakta olduğunuz yazıyla birlikte<br />
bahsi geçen “entropi” yazısını kargamecmua.org<br />
sitesinden bulup okumak tamamlayıcı olacaktır.<br />
Her neyse, hâlâ sanayi toplumu yapısını koruma<br />
gayretleriyle yönetilmeye çalışılan, ancak her<br />
gün karşımıza çıkan hemen her olaydan da net<br />
bir biçimde görebileceğimiz bir dönüşüm içinde<br />
olduğu belli olan, dolayısıyla adlandıramadığımız<br />
bu post-sanayi toplumu dönemini biraz olsun<br />
anlamamıza yarayacak kavramlardan biri entropi<br />
ise, diğeri de “Belirsizlik İlkesi”.<br />
Kuantum kuramı klasik Newton fiziğini alaşağı<br />
ederken, Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi<br />
de Laplace’ın teoremini topyekûn ortadan<br />
kaldırmıştır. 1927 yılında Heisenberg, bir<br />
parçacığın momentumu ve konumunun aynı<br />
anda tam doğrulukla ölçülemeyeceğini ispatladı.<br />
Bu şu demek; en ufak bir parçacığın yerini ve<br />
hızını belirleyemeyen insanlık, küçük dünyasını,<br />
koca evreni, olan biteni nasıl anlayacak?<br />
Çünkü klasik Newton fiziğinin üç konum ve üç<br />
momentum ile her şeyi açıklayabilen insanın<br />
kendine güveni, atomların dünyasında vakit<br />
geçirmeye başlayınca ortamdan hızla uzaklaşır,<br />
topuklar, çünkü zaten kaale alınamaz, yoktur.<br />
Sistem hata verir.<br />
Bilimin şu ana kadar geldiği en somut, ama<br />
içeriği gereği en sınır ilkesinin yanında, bir<br />
porsiyon da Schrödinger’in kedisinden aldık<br />
mı –ki deney gözlemlenmediği sürece hiçbir şey<br />
gerçek değildir sonucuna varır- elimizde sadece<br />
ve sadece belirsizlik kalır.<br />
Biraz açayım; Heisenberg’in ilkesi şunu söylüyor,<br />
şeyleri sadece onlara bakarak görebiliriz. Bu da<br />
onlardan sıçrayan ışık fotonlarının gözümüze<br />
gelmesiyle olur. Bir foton, ev kadar koca bir<br />
nesneyi pek fazla etkilemez, o yüzden ona<br />
baktığımızda evin etkilenmesini beklemeyiz.<br />
Gündelik yaşamımızda başımıza gelen bu. Ama<br />
bir elektron söz konusu olunca durum değişiyor.<br />
Onu görebilmek için kısa dalga elektromanyetik<br />
enerji kullanmak zorundayız. Bu da yüksek enerji<br />
içeren gama dalgası demek. Gama ışımasının,<br />
bir elektrona çarpıp sektiğinde gözümüze<br />
çarpan (gözlemleyebildiğimiz) bir fotonun,<br />
elektronun konumunu ve momentumunu<br />
ciddi bir değişime uğratacağı demek. Burada<br />
Heisenberg deney ortamlarının yetersizliği<br />
nedeniyle, bilimin gelmiş olduğu seviyenin<br />
yetersizliği nedeniyle hızın ve konumun aynı<br />
anda belirlenemeyeceğini, hızı ne kadar doğru<br />
hesaplarsak konumun o kadar belirsizleşeceğini<br />
(ve tam tersi) söylemiyor. Bu işi yapmak<br />
mümkün değil diyor. Temel kuantum mekaniği<br />
denkleminde hem kesin bir momentum (hız)<br />
hem de kesin bir konumu olan elektron diye bir<br />
şey yoktur diyor.<br />
Tabii, Belirsizlik İlkesi hemen sindirilemedi,<br />
üzerine bir sürü tartışma yürütüldü. Ama<br />
konuya hemen ayan bilim adamlarından biri<br />
olan Bohr, Kopenhag Yorumu ile hem Belirsizlik<br />
İlkesini hem de kuantum kuramını yerli<br />
yerine oturttu. Yazı fazlasıyla teknik gidiyor,<br />
o yüzden tedirginim ama kısaca Kopenhag<br />
Yorumu’nu da anlatmalıyım, çünkü başka<br />
türlü olmaz. Kopenhag Yorumu, kuantum<br />
kuramında gözlemcinin rolünü belirler. Dalga<br />
halindeki davranışları incelerken gözlemcinin<br />
fonksiyonunu önemlidir –ki, gözlemci bakmasa,<br />
bütün deney, ölçüm, zaman, konum, momentum<br />
belirlenemez. Daha doğrusu, gözlemin yapıldığı<br />
an ile kaydedildiği an arasında inkâr edilemez bir<br />
boşluk olduğundan, gözlemcinin bilme halinin<br />
öznel olduğunu söyler. Bu öznellikten kurtulmak<br />
mümkün değildir. Yani dünya iki parçaya ayrılır:
kuantum varlıkları (olasılık dalgaları) ve klasik<br />
ölçüm araçları olan gerçek nesneler. Gözlemle<br />
ya da ölçümle görülen şey rastgele seçimlerin<br />
sonucudur. Olacak şeyler seçilemez. Olasılıklar<br />
ve ona bağlı belirsizlikler doğanın özünü<br />
oluşturur. Kuantum genlikleri farklı sonuçların<br />
olasılıklarını verir ve ne olacağı gözlem yapıldığı<br />
anda sabitlenir. Gelecek, geçmişteki belirli,<br />
“belirlenimci” kurallar tarafından tayin edilmez.<br />
Burada doğrudan aparttığım cümleler de oldu<br />
ama meraklısı Vikipedia’nın ilgili maddesine<br />
baksın Kopenhag Yorumu ile alakalı olarak.<br />
Çünkü mevzu çok önemli. Çünkü net bir durum<br />
bu. Gözlemci (bilinç) olmadan, her şey yalan.<br />
Tabii Batı dünyası bu gelişmelerle yeni bir<br />
evren tahayyülüne uyanmadı. Ama bir sürü<br />
felsefeci, bu yeni anlamla ilgili olarak düşünmeye<br />
başladı, hatta ilahiyatçılar kuantum kuramından<br />
nemalanıp yeni ispatlara soyundular. Fakat<br />
20. yy’ın ortalarında bir durum fark edildi; bu<br />
yepyeni buluşlar binyıllardır Doğu ve Uzak Doğu<br />
mistisizminde var olan değerler olarak yerlerinde<br />
duruyorlardı. Ve Budizm ve Taoizm başta olmak<br />
üzere, kuantum kuramının, yani bilimin işaret<br />
ettiği Uzak Doğu inanışlarına doğru toplumsal<br />
bir ilgi, hatta yönelimler oldu. (Zen Budizmde<br />
mantıklı düşünceyle yanıtlanması mümkün<br />
olmayan, sezgilerle çözülebilecek anlatı, bulmaca,<br />
diyaloglara koan denmesi de ne ilginç tesadüftür<br />
mesela.) “Bir” felsefesinin, “nirvana”nın, “en el<br />
hak” düşüncesinin ya da Zen Budizmin farklı<br />
çıkarımlarının evreni algılamakta kuantum fiziği<br />
kadar mantıklı düşünce sistemleri olduğunu<br />
belirterek, yazıyı mistisizmden bilimselliğe<br />
çekmek istiyorum tekrar. Ama meraklısına<br />
Fritjof Capra’nın Fiziğin Taosu isimli kitabının<br />
iyi bir okuma vaat ettiğini de söyleyeyim. Ve<br />
sanayi toplumunun yücelttiği determinizm,<br />
rasyonelizm, dualizm, materyalizm gibi düşünce<br />
sistemlerinin Doğu ve Uzak Doğu felsefeleri ile<br />
ne denli çeliştiğine de dikkat çekeyim.<br />
Yazının bu kısmında yine alıntılar yapacağım.<br />
2004 yapımı bir belgesel var; What The Bleep<br />
Do We Know? adı. 2 saate yakın bu belgeselin<br />
derdi kuantum kuramı ile bilinç arasında tinsel<br />
bir bağlantı kurmak. Niyeyse sadece 6 dakikalık<br />
bir bölümünün altyazısı var internette. Ama<br />
bilim insanlarının ne şeker, ne tane tane konuşan<br />
muhteremler olduğuna şaşarsınız, yani büyük<br />
bir kısmını, konu çok kazık gibi gözükse de<br />
altyazısız da anlarsınız. Şimdi bu belgeselden<br />
kupleler geliyor:<br />
Bakmadığınızda, olasılık dalgaları vardır.<br />
Baktığınızda yaşantı parçacıkları vardır. Katı<br />
olarak düşündüğümüz bir parçacık, aslında<br />
süperkonum denilen bir haldedir. Olası<br />
konumlara saçılmış bir dalgadır bu. Aynı anda<br />
tüm bu konumlardadır. Ona baktığınız anda, bu<br />
olası durumlardan sadece birinin görüntüsünü<br />
verir.<br />
Bir sistem ya da nesne, aynı anda, iki veya daha<br />
çok yerde nasıl bulunabilir? Çok kolay, nesneleri<br />
şey olarak düşünmek dururken, çevremizdeki<br />
her şeyin bir nesne olduğunu düşünmeye<br />
alışkınsınız. Her şey benim katkım, benim<br />
seçimim olmaksızın zaten var. Böyle düşünmekten<br />
kurtulmalısınız. Onun yerine, kabul etmelisiniz<br />
ki, çevremizdeki maddi dünya bile bilincin olası<br />
hareketlerinden başka bir şey değil. Ben de gerçek<br />
deneyimimi açığa çıkartmak için an be an bu<br />
olasılıklardan birini seçiyorum... Heisenberg’in<br />
kendisi de atomun nesne olmadığını söyler.<br />
Sadece eğilimdirler. Yani nesneler üzerine değil,<br />
olasılıklar üzerine düşünmelisiniz. Hepsi bilincin<br />
olasılıklarıdır.<br />
Kuantum fiziği yalnızca olasılıkları hesaplar.<br />
Ama bunu kabul ettiğimiz an şu soru gelir akla:<br />
gerçek deneyimi ortaya çıkartmak için kim veya<br />
ne bu olasılıklar arasından seçim yapar? Hemen<br />
görürüz ki, işin içinde bilinç olmalıdır. Gözlemci<br />
yok sayılamaz.<br />
Dünya olası gerçekliğinden mahrumdur. Ta ki biz<br />
seçene kadar.<br />
Bu yazıyı yazmaya yeltendiğim andan itibaren<br />
bir sürü okuma yapmam gerekti. Özellikle John<br />
Gribbin’in Schrödinger’in Kedisinin İzinde isimli<br />
kitabından fazlasıyla faydalandım. Hatta bazı<br />
cümleleri aynen bu kitaptan aldım. Bu okumalar<br />
sırasında bir an, bir sesin verdiği rahatsızlıkla<br />
okuduğum metinden ayrılıp “Bu ses ne yahu?”<br />
diye sordum MRT’ye. “Araba alarmı,” dedi. Ses<br />
uzaktan geliyordu falan ama, Murat tanımlar<br />
tanımlamaz, niyeyse “For Whom The Bell Tolls,”<br />
dedim. Akabinde de, yanlış bilgi vermeyeyim<br />
ama, galiba 14 yıldır ilk defa Metallica dinlemeye<br />
başladım. Sesli çağrıştırdığım şarkıyı tabii<br />
ki. Birkaç gün sonra, akşamına <strong>Karga</strong>’da<br />
çalacağım bir mesai öncesi, iş bu ya, MRT’nin<br />
misafirperverlikten kendini şımartılmış<br />
hissettiğin evinde oturup laflarken, kabine geç<br />
kalmamak için kurduğum telefonun alarmı<br />
çaldı. Cebimden çıkarıp susturmaya çalıştığım<br />
telefonun “Ertele” tuşuna basmışım gayri ihtiyari.<br />
Çünkü refleksin büyük bir olasılığını kaplayacak<br />
bir konumda oluyor hep. Derhal, aynı hemen<br />
her sabah uyanmak için kurduğum saat ve<br />
uyanamamamın sebebi olarak bastığım “ertele”<br />
tuşu aklıma geldi. “Ertele”diğim her sabah, doğal<br />
rutinim yani, içimi şişirirken “Böyleyken böyle,”<br />
diye muhabbete derdimi ekledim. Ve Viktor
(Pilatan) hâlâ cebelleştiğim yazının sonunu bağladı. Dedi ki (ya da benim<br />
yatıp kalkıp yazıyı düşünen bilincim dedi ki), “Sistem göbekten yakalıyor<br />
abi insanı, uyku mahmuru, o ilk uyandığın anda, sana ‘ertele,’ diyor.”<br />
Yazının bu kısmına kadar biraz da konuyu ciddiye alman için, teknik<br />
bi şeyler anlatıyorum bak diye belki de, sizli bizli konuştum senle, ben<br />
de bilemiyorum ki nasıl diyeyim, kuantum kuramı söz konusu olunca<br />
neticede seninle aşağı yukarı aynı yerdeyim, ama şimdi gözünün içine<br />
bakıp doğrudan sana söylüyorum bak, ALARM ÇALIYOR! Sanayi<br />
toplumunun, onun ilk göz ağrısı ve en sevdiceği kapitalizmin devri geçti.<br />
Bakma debelenmesine, geçti, bitti o iş. Dünya o kadar hızla, o kadar büyük<br />
bir değişimin içinde ki, sanayi toplumunun hiçbir dayatması yetişemiyor,<br />
evrilemiyor bu hız karşısında.<br />
Amma velakin, kuantum kuramının, Belirsizlik İlkesi’nin anlattığı<br />
hiçbir şeyi hâlâ anlayamıyoruz. Sen de, ben de. Anlasak da bakış açımızı<br />
değiştiremiyoruz. Çünkü merkezîleştirme, standartlaştırma, optimizasyon,<br />
yoğunlaşma, azamileştirme vs. gibi doğuştan gelen, doğuştan tezgâhına<br />
girdiğimiz sanayi toplumuna özgü sistemler ve onlara uygun davranış<br />
biçimlerimiz, değer yargılarımız var. En basiti okula gidiyoruz, mecburen.<br />
Ve okul bize hiç sorgulamadan bir üretim bantında yer almak ya da üretim<br />
bantını yönetmek için yol gösteriyor. Beyaz ya da mavi yakalı olmamız,<br />
işçi sınıfından olmamız fark etmiyor, hepimize hap gibi yutturulumuş,<br />
sanki genlerimize işlemiş reflekslerle hâlâ 50 yıl öncesinin şablonlarına<br />
uydurulmaya çalışarak, kodlanarak başlıyoruz yaşamlarımıza. Sistemin<br />
bekâsı için bu böyle olmak zorunda, bu böyle belletilmek zorunda.<br />
Kuantum kuramının olasılıklar dünyası, bakanın, bilincin var ettiği dünya<br />
kabul edilemez.<br />
Ama bir şeyler, bir süredir değişiyor. Ve bu değişime uygun<br />
formatlanmadığı için yaşamlarımız, belirsizlik her yanımızda, belirsizlik<br />
aşamadığımız engel, belirsizlik yalnızlık, belirsizlik umutsuzluk, belirsizlik<br />
depresyon.<br />
Öyle değil yahu, belirsizlik gözünle gördüğün her şey. Belirsizlik evrenin<br />
işleyişi. Yukarıda anlattıklarım biraz karışık gelebilir, çok da basit değil.<br />
Ama bir rahatla önce. Schrödinger’in Kedisi’ne ne olduğu bilinmiyor ama<br />
şu net bir biçimde ispatlandı ki; gerçek diye bir şey olamaz. Atomların aynı<br />
anda bir sürü yerdeyken, senin seçtiğin, senin bilincindir sadece. Bunu<br />
kabul etmek, idrak etmek kolay değil. Ama bu dünya, bütün her şey, sana<br />
gösterildiği gibi de değil. Hiçbir şey belli değil.<br />
Çanlar senin için çalıyor. Erteleme.<br />
(*) Schrödinger’in, kuantum kuramı ve Kopenhag Yorumu’nu açıklamak için<br />
tasarladığı deney. Deney gereği, bir kedi kapalı bir kutunun içine konur. Kutunun<br />
hiçbir biçimde gözlenememesi önemlidir. Kutuda, ayrıca, bozunma olasılığı tam %50<br />
olan bir parçacık, bozunma gerçekleşirse ortama salınacak bir zehir vardır. Bozunma<br />
olasılığı %50 olduğu için, kedinin kutu açılmadan ölü mü, diri mi olduğunu bilmek<br />
olanaksızdır. Kuantum kuramına göre kedi, hem ölü, hem diridir.<br />
tayfun@kargart.org
KAFAMIN İÇİ RİCHİE RİCH?<br />
PLATON? PEREC?<br />
Ben anı yaşayamam. Benim anlarım ikiye ayrılır,<br />
karar verdiğim ve kararımdan vazgeçtiğim<br />
anlar, keyifli bir şey değildir bu, değildir bir<br />
carpe diem, oluru yoktur bende bu işin... İkisi<br />
arasında gidip geldiğim, emin olamama hali,<br />
işte o yol benimdir. Baş koymuşumdur bir kere<br />
ben o yola. Emin olamama halimden eminimdir<br />
de gerisi teferruattır. Bıdıbıdıdır.<br />
Şu aralar sigarayı bıraksam, baleye başlasam,<br />
felsefe kulübüne katılsam, bir baltaya sap olsam,<br />
olsam balta? Şu araları revize etsem, reddetsem,<br />
iade etsem, ne yapsam ne etsem? Büyümek<br />
gelip çatmış, bakkala artık beni göndermiyorlar,<br />
kimi yaşıtlarım patlatmış iki velet, olmuş evinin<br />
kadını. Çalışmak lazım geliyormuş, gelecek<br />
kaygısıymış bıdıbıdı. Gelecek diyorum da<br />
olmuyor. Gelecek diyorum güzel kardeşim,<br />
yığılmış üst üste duruyor öyle. Nasıl umut<br />
bağlayayım. Nasıl heyecan duyayım?<br />
Bilsem ki aydınlık günler benimdir, atıp üzerine<br />
havlumu güneşle bir olacağım günlerdir o<br />
günler, bilsem ki hak gelip beni bulacaktır,<br />
karnım pek tabii doyacaktır, ben yapmaz mıyım<br />
kendime şöyle sigortalı bir iş, evlenmez miyim<br />
tek taş çift taş, telli duvaklı, yüksek topuklu bir<br />
düğünle? Yapmaz mıyım, yaparım. İki de velet ki<br />
tadından yenmez…<br />
Peki sonra, sonra ya ben o çocukları savaşa<br />
doğurursam, dünya lüzumsuz şiddet dolu, ayıp<br />
dolu, pislik dolu. Dünya çoğunlukla kötü. Ya da<br />
sonra beklenmedik anda kovulursam patrondan<br />
ötürü. Allah korusun çocukların okul masrafı<br />
yük olursa omzuma, analık beni affetmez.<br />
Çocuk dediğin de sokağa atılmaz. Oluru yok<br />
işte, ihtimallerin matematiğini yapıyorum,<br />
matematik bu genelde yanıltmaz.<br />
Bilsem ki, işte bilemem ya, o kötü.<br />
Bak şu kötü, insan niye yaşar bir türlü<br />
karar veremiyoruz. Bir dava uyduralım, akıl<br />
başlandıkça içi boşalıyor uydurduğumuz<br />
davaların. Hevesi kaçıyor hepten insanın,<br />
Melda Köser<br />
niye? Niye lan niye? Yüzyıllar geçti de kesin<br />
bir cevap yok. Öyleyse, bir güldürmecedir<br />
tüm bunlar, gülüp geçmecedir, ortalama 75 yıl<br />
çektiğimiz çilenin keyfini çıkarmak için kısadır.<br />
Yaşayacaksak 150’ye kadar yolu olsun derim pek<br />
sayın yetkili!<br />
Bir de bu kötü, kavramaya yetmeyen kafalarımızı<br />
zorluyoruz, duruyor. Kafa durur mu komşunun<br />
kızı, sen söyle, olmaz deniyor ama oluyor. Kafa<br />
dediğin bile günü gelince hop diyor, benden bu<br />
kadar! Bir insan kafasına güvenmezse, en büyük<br />
kalesini kaybeder. Kafa giderse geriye ne kalır?<br />
Anlat bana? Beni ikna et.<br />
En az ikilemdeyim, bazı günler sayıları<br />
çoğalıyor, üçlem, dörtlem, beşgen, eş kenar?<br />
Emin olsam atarım bir adım, bilsem<br />
memuriyettir bu hayatın kolayı, olurum.<br />
Veznedar olurum, öğretmen olurum.<br />
Emin olsam atarım daha büyük bir adım, patron<br />
olurum. Kral. Kıyak işçi. Yaşasın das kapital der<br />
kurarım marketler zinciri, bankaya borçlanırım<br />
yiğit derler arkamdan.<br />
Daha da emin olsam durur muyum bir adım<br />
daha atarım, yaratıcı bir kişilik olurum.<br />
Yaratamazsam ağlarım bir kuytu köşede, fikir<br />
çalar çırparım desem o da bana yakışmaz,<br />
arkamdan orospu derler, valla alınırım.<br />
Şimdi en iyisi mi sen beni ikna et. Kaygılanma<br />
de. Çalıştığına, güvendiğine, yaşadığına<br />
değecek de. Beni ikna et, “kesin” de bana, gitme<br />
bizimle kal de, ne olursa olsun uyumamaya çalış<br />
de, geçecek de. Geçince ise şimdi hayal kurma<br />
de, gerçekçi ol de, inandır beni var ettiğiniz o<br />
sisteme. Sok içine onun, bilmeyi öğret bana.<br />
Bilir bilir konuşmanın bir parçası olayım.<br />
Bıdıbıdı.<br />
Çok istiyorum.<br />
mldksr@hotmail.com<br />
Değil o ahmaklar kadar, şu kadarcık, yorgan<br />
yaktıran pire kadarcık emin olsam, o bana yeter.
“Bütünüyle Kuşkudayız”<br />
TDK Büyük Türkçe Sözlük: Belirsizlik isim<br />
Belirsiz olma durumu, belgisizlik, müphemiyet,<br />
vuzuhsuzluk<br />
1992-1998 arasında 27 sayıyla dergicilik<br />
tarihimizde farklı ve özel bir yeri olan bir dergi<br />
vardı; Şizofrengi. Tüm sayılar şimdi internette<br />
var. Bu yazının başlığına Fatih Altınöz ve<br />
Mehmet Şenol’la kısa süren ahbaplığımıza<br />
sığınarak, artık motto mu desem, slogan<br />
mı, pek çok sayısının kapağında huzursuz<br />
edici bir biçimde yer alan Şizofrengi’nin o<br />
söylemini aldım. O günlerde “Evet bir şeylerden<br />
kuşkulanıyoruz ama nelerden ve niye?”<br />
diye, belirsiz bir sıkıntıyla öyle bir düşünüp<br />
geçerdim. Ne zaman çıkacağı belli olmayan<br />
ertesi sayıda yine aynı soruları sorarmış gibi<br />
yapardım. O laf içime işlemiş ki yazıya böyle<br />
başladım. O zamanlar bütünüyle kuşkudaymışız<br />
ama o geleceğe daha vakit varmış. O günlerin<br />
belli belirsiz belirsizliği, şimdilerin artık iyice<br />
belirginleşen belirsizliklerinin habercisiymiş<br />
meğerse. Bütünüyle artık fena hâlde kuşkuda<br />
olduğumuz geleceğin tam ortasına düştük<br />
sonunda. İnsan bazı şeyleri yaşamadan<br />
anlayamıyormuş. Hoş, çoğu zaman yaşasak da<br />
anlayamıyoruz ya o ayrı bir konu şimdi.<br />
...<br />
Kabataş Lisesindeyim. Edebiyata Oktay Tuncer<br />
geliyor. Onun sınıfında olmak bir ayrıcalık.<br />
“Defter nasıl kaplanır, ayakkabı nasıl bağlanır?”<br />
gibi konularda kompozisyon sınavı yapan Oktay<br />
Tuncer. Hocanın müfredat dersi içinde kendi<br />
“ders”lerini de verdiği, bambaşka bir tarzı var.<br />
O günkü konu, diyelim divan şiirinde ölçüler.<br />
Mefailün filan. Sınıf oralı değil belli. Hoca<br />
birden sustu, beklemeye başladı, tabii sınıf<br />
Mehmet Sinan<br />
da. Sonra sakince “Bakın çocuklar, şimdi çok<br />
gençsiniz. Zaman cüzdanınız hiç bitmeyecekmiş<br />
gibi dolu. Bol keseden harcıyorsunuz. Ne<br />
zaman biteceği belirsiz gibi geliyor size. Ama<br />
öyle değil, günün birinde o cüzdanda kalan<br />
zamanınızın sayılabilecek kadar azalmış<br />
olduğunu göreceksiniz. İşin kötüsü cüzdana<br />
yeniden zaman koymak diye bir şansınız da<br />
yok. Yaptığınız işi ciddiye alın. Hadi bakalım<br />
şamatanıza ona göre devam edin şimdi,” diye<br />
konuştu. Neye uğradığımızı şaşırdık. Sınıftaki<br />
uğultunun nasıl bıçakla kesilmiş gibi mutlak<br />
bir sessizliğe dönüştüğünü anımsıyorum.<br />
Oktay Hoca sanki bunları hiç söylememiş gibi,<br />
kaldığı yerden failâtünlere devam etti. Cüzdan<br />
metaforlu o kısacık konuşma bize geleceğin<br />
belirsizliğini hissettirmişti. Bu anekdotu<br />
hiç unutmadım, o anda içimden belirsiz bir<br />
kaygının dokunup geçtiğini de unutmuyorum.<br />
Yeri böyle geldi.<br />
...<br />
‘80 öncesi kentli orta sınıf gençlerinin,<br />
ebeveynlerince belirlenmiş çizgisel bir hayat<br />
yolu vardı. “Etliye sütlüye karışmadan okullarını<br />
bitir, diplomalarını al, (erkeksen askerliğini yap,)<br />
biraz gez toz, sağlam bir işe gir, artık kendin<br />
mi bulursun yoksa görücüyle mi olur aklı<br />
başında biriyle evlendirelim seni, çalışıp evinizi<br />
arabanızı yazlığınızı alın, bakabileceğiniz kadar<br />
çocuk yapın, onları da aynı şekilde büyütüp<br />
evlendirin, zamanı gelince de emekli olun, güzel<br />
güzel yaşayıp gidin...” Zorlukları vardı ama<br />
mümkündü. Etrafta bol bol, belirli örnekleri<br />
vardı, olabiliyordu o zamanlar.<br />
Belki bugün bile, ebeveyn olan o gençlerin<br />
gönlünde hâlâ çocukları için, insanı acıyla
gülümseten o yürümeyen yol var. Ama bırakın<br />
çocuklarını, kendileri için bile çöktü o artık<br />
model. Belirsizlik, yeni hayat modeli oldu<br />
çoktan. Hele yeni kuşakların hiç kaçarı yok.<br />
“Hepimiz bir düzen tutturmaya çalışıyoruz ama<br />
bir türlü olmuyor. Neyi, neresinden tutacağımız<br />
belli değil. Hayat önümüze ne getirirse onu<br />
yaşıyoruz. Bu da böyle mecburi bir ‘carpe<br />
diem’ işte.” Herhangi birimiz bu sözleri ediyor<br />
olabiliriz. Burnumuzun dibindeki gelecek envai<br />
çeşit belirsizlikle dolu, olası travmalar bireyi bir<br />
yerinden yakalıyor. İşin kötüsü, hiç kimsenin<br />
eninde sonunda payına düşecek travmadan<br />
kaçıp kurtulacağı başka bir dünya yok. Eğer<br />
olacaksa onu da biz yapmak zorundayız.<br />
...<br />
Eski, çok yakın bir arkadaşım, memleket ve<br />
dünya meseleleriyle ilgili, erkek jargonlu<br />
ve erkek mantıklı konuşmalarımızın<br />
karamsarlaşmaya başladığı yerlerde, arada bir<br />
konuyu “İnsanlar zor durumda, ‘belirsizliğin<br />
yıkım gücü’ bu işte,” diyerek tanımlar. Ve beni<br />
her defasında etkiler bu sözler. Oradan devam<br />
ederiz. Konu artık nereye gidecekse. Bu yıkım<br />
lafı da bana işlemiş demek ki. Belirsizlik üstüne<br />
bir şeyler yazacağımı ve o “yıkım gücü” işine<br />
de yazıda değineceğimden söz ettiğimde, “O<br />
lâf bana ait değil, bir yerden duymuşumdur,<br />
öyle kalmış. Galiba Freud’un filan olabilir.<br />
Hatırlamıyorum,” dedi. Belirsizliğin yıkım gücü?<br />
Kuşku, belirsizlik, yıkım, Freud? İnternette filan<br />
aramadım, Freud olabilir de olmayabilir de. Ama<br />
Freud’dan aklımda kalan bir şeylerin bu yazıya<br />
tam oturacağını aklıma getirdi o konuşma.<br />
...<br />
Freud, insan doğasının ve yarattığı insan<br />
kültürünün diyalektiğini irdelediği önemli<br />
yapıtı Uygarlığın Huzursuzluğu’nda bize<br />
acı veren üç kaynaktan söz eder. İnsanı<br />
aştığı zamanlardaki ezici, acımasız ve yok<br />
edici gücüyle doğa. Kendisi de doğanın bir<br />
parçası olan, çözülerek ölüme yazgılı, kırılgan<br />
zayıflığıyla bedenimiz. Ve son olarak da,<br />
aileden devlete ve topluma, öngörülemezliği,<br />
denetlenemezliği, düzenlenemezliğiyle insan<br />
ilişkileri.<br />
Ne kadar acı verici olursa olsun doğayla<br />
ve bedenimizle baş etmeye çabalarız, ne<br />
yapar eder hayatta kalmaya çalışırız. Doğa<br />
bilinmezliklerle doludur ama belirsiz değildir.<br />
Doğanın bilinmezliğini bilimle ve inanç<br />
sistemleriyle açıklamaya çalışırız. Doğanın bizi<br />
ve teknolojimizi aştığı zamanlarda durumu<br />
kabullenmek zorunda kalırız.<br />
Acılarımızın en güçlü nedeni doğa değil, bazen<br />
çaresiz kalabildiğimiz ve elimizden hiçbir şeyin<br />
gelmediği insan ilişkileridir.<br />
Yine aynı kitapta Freud, acılardan kaçınmak<br />
ve acıya duyarsızlaşmak için kullandığımız<br />
üç vazgeçilmez sakinleştiriciyi de belirtir.<br />
Etkili oyalanmalar, dolaylı-almaşık doyumlar<br />
ve keyif verici şeyler-maddeler. Freud’un<br />
bana oldukça doğru gelen bu belirlemelerini,<br />
belirsizlik konusunu bir çerçeveye<br />
yerleştirmek için buraya aldım. Şimdiye gelip<br />
kendimize uygulayarak bakarsak, belirsizlik<br />
karşısındaki tutumlarımızı yorumlamamıza<br />
yardımcı olabilirler. Sizin neler gibi, belirli ve<br />
vazgeçilmez sakinleştiricileriniz var meselâ?<br />
Bir ara bir düşünün, bakalım neler bulacaksınız<br />
kendinizle ilgili.<br />
...<br />
Dostoyevski, yaşadığı yüzyıl için “Bireysel ve<br />
toplumsal felaketlerle dolu bir çağda yaşıyoruz,”<br />
der. Ertesi yüzyılda, savaşlar ve politik<br />
kararlarla 200 milyon insan yine insanlar eliyle<br />
öldürülmüş. Şimdiden 12 yılını geçirdiğimiz<br />
yüzyılımızda da görünüm farklı değil. Ama<br />
tarihte görülmemiş bir bilgi birikimi ve iletişim<br />
teknolojisi var. Yine Dostoyevski “Her birimiz,<br />
her şey için, herkese karşı sorumluyuz,” da der.<br />
Görmezden gelmenin, kendine saklanmanın<br />
dışında hiçbir zaman, her şey bu kadar anında<br />
ve net, öngörülebilir, görünür ve bilinir<br />
olmamıştı.<br />
Günümüzün, uygarlığımızı dönüm noktasına<br />
getiren çok büyük sorunları var. Küresel<br />
kapitalizmin dallanıp budaklanan yapısal<br />
açmazları. Her alanda paraya bağımlı bir yaşam.<br />
Artan durgunluk ve işsizlik, gelir eşitsizliği<br />
uçurumu, borç krizleri. Kitlesel yoksullaşma.<br />
Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin geri<br />
dönülmezlik sınırını aşması. Yok olan türler.<br />
Fırtınalar, sel baskınları, kuraklıklar, su ve<br />
toprağın ölümleri. Gıda ve temiz su krizleri.<br />
İnsan sağlığını tehdit eden çevre kirliliği. Aşırı<br />
kalabalık bir dünyada tüketim toplumunun<br />
teknoloji ve enerjiye bağımlı, doğaya ve kendine<br />
yabancılaşmış, kendisini yalnızlaştıran bencil<br />
bireyler toplumu. Açlık, susuzluk, ilaçsızlık<br />
çeken milyarlar. Göçmen katliamları. Kadına
ve çocuğa yönelik sistemli şiddet. Kanıksanan<br />
üçüncü sayfa haberleri. Organize ve orantısız<br />
zor kullanımının olağanlaşması, terör, bölgesel<br />
çatışmalar. Toplumların parçalanması. Büyük<br />
çaplı savaş tehdidi. Medya manipülasyonları.<br />
Gündelik, ucuz politikaların tüm bu sorunları<br />
derinleştiren küresel ve tehlikeli miyopluğu.<br />
Daha sayayım mı? Tüm bunları üst üste koyun,<br />
iç içe geçirin, işte size kusursuz belirsizlik.<br />
Ama bir yandan da hepimizin bildiği gibi, artık<br />
her şey son derece ortada. Belirsizlik tarihte<br />
hiç bu kadar belirgin, bu kadar görünür, elle<br />
tutulabilir olmamıştı. Dünya zonkluyor. Dönüp<br />
dolaşıp, bu kaotik belirsizliğin nedenlerinin<br />
yine insan olduğu sonucuna varıyorum.<br />
Belirsizlikleri üreten, sonuçlarına kaderci<br />
iyimserlikle veya bilinçli cehaletle, bencilce kör<br />
ve sağır kalan insan.<br />
11 bin yıl önce son buzul çağının bitmesiyle,<br />
tarımla birlikte uygarlığın da başladığı<br />
Holosen dönemine girmiştik. Bilim insanları<br />
fosil yakıtların kullanıma girmesiyle birlikte<br />
yaşamaya başladığımız döneme Antroposen,<br />
yani insan çağı diyorlar. Bu niteleme bilim<br />
çevrelerinde artık kabul edilmiş durumda.<br />
Özellikle petrol kapitaliziminin etkisiyle,<br />
doğanın yapısını ve işleyişini fiziksel olarak<br />
tamamen değiştirdik ve var gücümüzle<br />
değiştirmeye devam ediyoruz. Yani ben, yani<br />
sen, yani o dahil milyarlarca insan. Hepimiz<br />
şu ya da bu düzeyde bu durumun failleriyiz.<br />
Manzara hiç de hoş değil. Antroposen de,<br />
önceki bütün çağlar gibi bir gün sona erecek,<br />
yeni bir çağ başlayacak. O çağın nasıl bir şey<br />
olacağı ise antroposenin nasıl sonlanacağına<br />
bağlı. Yani yine insana. Sorumluluktan<br />
kaçışımız yok. Çünkü kendi sonumuzu<br />
kendimiz getirebiliriz. Çünkü artık gerçeklik bu<br />
kadar ortada, bu kadar keskin, bu kadar belirgin.<br />
info@kargamecmua.org<br />
...<br />
Sanırım dijital çağa giriş yapan ilk kuşakların<br />
yaşayacağı gerçeklikler, kendilerine de<br />
gelecekteki yeni kuşaklara da epey şey<br />
öğretecek. Bir geçiş dönemindeyiz ve bu<br />
dönem bu kuşaklarla “geçecek”. Belirsizlik de<br />
bağımlılık gibi, biz ona teslim oldukça artıyor,<br />
sonu yok. Sanal gerçeklik yanılsamalarının<br />
monoton anlamsızlığıyla gerçek yaşamın<br />
somutluğu arasında seçim yapmak zorunda<br />
kalacaklar. Zaten birileri çoktan gerçekliğin<br />
içinde. Bir Arap özdeyişi, duyumsama yetilerini<br />
yitirmemiş veya yeniden kazanmış olanlara<br />
“Gerçekler hayallerden daha zengindir,” diyor.<br />
Merhaba hakiki gerçek.<br />
Bu yazının ne işe yarayacağını bilmiyorum<br />
doğrusu. Dünyanın her yerinde, durumun<br />
farkında olan ve etkilerini yaşayan, cesaretle,<br />
inatla, şiddete başvurmadan, dürüstçe bir<br />
şeyler yapmaya çalışan milyonlarca insan<br />
var. Onların varlığını düşününce burada<br />
yapabileceğim tek şey bu yazıyı böyle yazmak<br />
oldu. Başka şeyler yazmış da olabilirdim<br />
ama biraz daha farkındalık yaratma niyetim<br />
değişmeyecekti. Yine, kendimizle yüzleşmeye<br />
devam etmemiz gerektiğini söyleyecektim.<br />
Kolay değil biliyorum. Kendime ayrıcalık<br />
yaptığımı sanmayın. Ben de, her gün içimdeki<br />
ve dışımdaki bir sürü belirsizliği çözüktürmeye<br />
ve halletmeye uğraşıyorum. Tekrar gibi olacak;<br />
belirsizliğin her gün, her bakımdan, belirgin<br />
olarak daha da muğlâklaştığını ve bu durumun<br />
birbirini yemeye çalışan biz insanlardan<br />
kaynaklandığını söylemeye çalışıyorum.<br />
Aslında hepimiz her şeyin o biçim farkındayız<br />
ama...
Belirsizlik Hayali Bir Safsatadır!<br />
Yaşamak için gereken şey önce inat belki de,<br />
havadan sudan ekmekten aşktan önce inat…<br />
Nefes almaya devam etmek, ekmeği ve suyu<br />
bulmak, aşkın peşinde koşmak için önce hayatın<br />
buna değdiğine ikna olmak, sonra kendinin<br />
buna değdiğine ikna olmak, ardından inatla<br />
yaşamak! Ama bir hayale inanıp gitmek değil,<br />
peşi sıra o hayalin esiri olmak değil, nasıl mı?<br />
İki kocaman gerçek, dünya insanını bu sebeple<br />
ikiye ayırıyor olabilir; birincisi doğduğu için<br />
zaten her şeyi hak ettiğini ve yeryüzündeki her<br />
şeyin kendisi için olduğunu zanneden insan<br />
güruhu, bir diğeri ise yaşamın kendisine uygun<br />
olup olmadığını düşünüp, uygunsa yaşama<br />
inadı ile çevrilmiş bir mantıkla hayatta kalma<br />
gayretinin için de debelenen insan güruhu…<br />
Derya Kılıçalp<br />
İllüstrasyon: Deniz Bankal<br />
İki ayrı grubun ortak çaresizliğinin “belirsizlik”<br />
olması epey ince düşünülerek seçilmiş bir<br />
politik bir hamle oysa! İlk grup büyük bir<br />
aymazlık içinde varlığını sürdürmek için gerekli<br />
şeylerin temin edilmesini sağlayan, destekleyen<br />
bir hayat sürerken… Çalabilir, çırpa bilir, yetim<br />
hakkı yiyebilir, tecavüz edebilir, öldürebilir,<br />
ölebilir, bir kilo kömüre bir rey satabilir, tezgâh<br />
altında bacak sıktırıp tezgâh üstünde gülücük<br />
atabilir, el pençe divan durup “oynaaaa” deyince<br />
göbek atabilir, göz yumabilir çok sıkı, sağır<br />
dilsiz olabilir mesela, hak yolu deyip kesebilir,<br />
kul hakkı diyip biçebilir ne bileyim ben kızını<br />
bir davara satabilir, mahallede orda burada işini<br />
gücünü bırakıp ahlak bekçiliğine soyunabilir,<br />
kafasını bir deve kuşu gibi kumun içine sokup,<br />
götü dışarıda osura osura yaşayabilir misal,<br />
televizyonda, boyalı basında izlediği / okuduğu<br />
her habere inanıp önüne geleni Taksim
Meydanı’nda sallandırıvermek isteyebilir ibreti<br />
alem için ama kendine dönüp bakmayabilir bir<br />
kere bile, zaten baksa göreceklerinden tiksinir.<br />
Ama artık öyle geniş bir mideye sahiptir ki<br />
tiksinmeyi bile normalleştirebilir, yani belli<br />
olmaz reaksiyonları bir garip belirsizlikle, ziyan<br />
bir hayatın içinde… Ne kendine güvenir ne<br />
başkasına, kimse de onlara güvenmez, kaypak,<br />
antin kuntin, işte belli belirsiz bir hayat.<br />
Bir diğer grup ise, sözümü geri alıyorum,<br />
dünya insanı tam da ikiye ayrılmaz aslında<br />
da Türkiye’de yaşayan insanlar bu şekilde<br />
ayrılır hatta azınlık ve çoğunluk olarak da<br />
adlandırılabilirler. Yani uzun lafın kısası tam<br />
ikiye bölünmezler, ikinci grup insanlar daha<br />
azdır bu memlekette. Onların çaresizliği de<br />
şudur; hâlâ tiksinmek nedir bildikleri için<br />
yaşamın neresinden tutacaklarına dair inatları<br />
ile ilgili kendilerini her gün, her sabah yeniden<br />
ve yeniden motive etmeleri gerekir. Yoksa bu<br />
belirsizliğin içinde kendi kendilerini yemekten<br />
başka bir şeyin ucundan tutamaz hale gelirler.<br />
Kaybol sen belirsizliğinin içinde, kendini<br />
keşfedeme, bulama, bir tutunamayan ol, bir<br />
yazık, bir intihar vakası ol, bir mağdur, bir deli<br />
şair ol ya da her seçimde başka bir partiye oy<br />
veren sade bir vatandaş, sen bu belirsizlik hayali<br />
içinde kendi kendine oyna su kabına su doldur,<br />
kamyonun damperine kum, kimin umurunda?<br />
Sen bir paranoyak, bir şizofren, bir psikopat<br />
günler, haftalar, aylar dizisi için de savrul kime<br />
ne?<br />
Hayır, öyle değil üzülme seni düşündüler, seni bu<br />
belirsizliğin içinde yapayalnız bırakmadılar, yok,<br />
öyle değil, asla gerçekten yalnız yürümeyeceksin,<br />
kendini suçlama, senin gibi milyonlar var<br />
aslında… Kendini nerede konumlandıracağını<br />
bilemediği için yer çekimine rağmen ayakları<br />
yere basmayan, bu büyük belirsizliğin içinde<br />
deniz mi liman mı olduğunu bilemediği için<br />
gemilerini suya indiremeyen milyonlarca<br />
kaptan… Sen neden korktuğunu bile bilmeden<br />
her şeyden korkarak tedbirler alan ilk ve tek<br />
insan değilsin.<br />
Bu senin için düşünüldü, kurgulandı, hesaplandı<br />
ve gerçekten senin için evrenin bütün<br />
boşluklarına bir gizli silah gibi yerleştirildi.<br />
Bu gizli silah senin kendi kendini her an<br />
imha edebilmen için elinin uzanabileceği,<br />
gözünün görebileceği her yere bırakıldı. Yeter<br />
ki bu belirsizlik mikrobundan bir teneffüs et ve<br />
kendi kendinle çatışmaya başla; işe yaramaz<br />
bir mahlukat olduğuna inan, gücünün ve<br />
deryakilicalp@gmail.com<br />
enerjinin bir mercimek tanesini bile yerinden<br />
oynatamayacak kadar cılız olduğunu gör, yeter<br />
ki ne yaparsan yap sadece karnını doyurabilecek<br />
kadar para kazanabileceğini fark et, hatta bazen<br />
aç kalmayı kabul et, heee, yok dersen ki bir<br />
gram et bin ayıp örter, o zaman saf’ını seç ama<br />
sanma ki bitecek belirsizliklerin gücü. Utanma,<br />
sıkılma, çekinme, bir dene, bir sat kendini, bir<br />
gör göreceğini… Kendini yok etmenin, kendinle<br />
çatışmanın inceliklerinden, korkmaktan ışığı<br />
görmüş tavşan gibi kilitlenip kalmış olmaktan<br />
bahsediyorduk değil mi?<br />
Demem o ki; “Kim yaktı bu oteli?” diyeceksen<br />
misal ya da “Bu bombayı kim patlattı?” ya da dur<br />
şunu diyeceksen; “Benzinin fiyatı niye arttı, rakı<br />
içen öldü de su içen ölmedi mi, bu rakının fiyatı<br />
neden aldı başını gitti?”, diyeceksen bunlardan<br />
herhangi birini, önce haddini bileceksin. Soru<br />
sorma, bilgi alma, kendini özgürce ifade etme<br />
gibi temel insan hakları, sıradan her vatandaşın<br />
bilgi edinme hakkı falan gibi manasız söylemler<br />
içine gireceksen, önce kafandaki bu sistemi<br />
eleştirme kaygısı içinde misin değil misin<br />
bunu bir halledeceksin. Yani kendi içindeki<br />
belirsizliği, neye inanacağını, doğru bilgiye<br />
nereden ulaşacağını bilememe halini kendi<br />
kendine yaşayacaksın. Bunu yüksek sesle orada<br />
burada insanlarla paylaşmayacaksın. Bulacaksın<br />
o silahlardan birini “belirsizlik” markalı<br />
olanlardan, sıkacaksın beynine, kim bilir hangi<br />
mezarlığa gömüleceksin, mezar taşına kim bilir<br />
ne yazacaklar ve kim bilir nereye gideceksin?<br />
Kendi kendini imha ettiğin için cennete<br />
giremeyeceksin kesin…<br />
Bu senaryo biraz hızlı bir yaşam oldu,<br />
hemencecik ölüverdin evet, ama daha uzunu<br />
da var, taa Osmanlıdan gelen, sonra Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nin kurulması ile ülke vatandaşının<br />
yaşamına sirayet eden senaryolar var izlerini<br />
hala taşıdığımız. ‘56’lar, ‘80’ler, ‘90’lar var, uzak<br />
yakın geçmiş… Kocaman bir kültürümüz var<br />
“belirsizlik” adı altında, günümüz Türkiye’sinin<br />
icadıymış gibi bu kadar sahiplenip içselleştirme,<br />
dur, bu kaderi seninle paylaşan milyonlar var.<br />
Hemen kendini bir özel hissetmek, sonra bu<br />
duygunun belirsizliğinde kaybolup kendini<br />
yalnız buluvermek, bir düşünen insan şımarıklığı,<br />
bir duygusal çıkmazlar kaotiği…<br />
Ya seveceksin besleyeceksin bu mereti, bir<br />
havalara gireceksin “Bizim de var,” diye… Ya bir<br />
inat hamleye kalkacaksın “Belirsizlik hayali bir<br />
safsatadır,” diye…
Bilemeyeceğini Bilmek<br />
Ertan Keskinsoy<br />
Tarihin en büyük ironilerinden biri, insanoğlunun evrenin nasıl devindiğine dair yepyeni<br />
bulgulara ulaştığı günlerde, dünyanın en ölümcül iki savaşının koşullarının, yavaş ama<br />
kaçınılmaz oluşuyor olmasıydı. Ne olduğu ve nasıl devindiği bin yıllardır merak edilen<br />
maddenin yapısına ilişkin yepyeni bulguların ve düşüncelerin ortaya çıktığı 19. yüzyıl sonu,<br />
20. yüzyıl başı; insanlık tarihinde her şeyin yoğunlaştığı anlardan biriydi. Buluşlar, icatlar,<br />
sanat akımları, büyük bir hızla kâh birbirinin üzerine binerek, kâh birbirini olumsuzlayarak<br />
ortaya çıkıyordu.<br />
Fizikte ise insan gözüne görünmez olanı gözlemlemek yeni yeni mümkün olmuştu. Wilhelm<br />
Conrad Röntgen, 1895’te bambaşka bir şeyi gözlemlerken X ışınını keşfetmiş; üç ay sonra,<br />
1896’nın Mart’ında Henri Becquerel, yine rastlantı sonucu, radyoaktiviteyi keşfetmişti. Bir<br />
temel parçacık olan elektronun varlığının keşfi ise, 1897’de olacaktı. Yalnızca üç yıl içinde,<br />
insanoğlunun algısını sarsacak ve kökten değiştirecek üç büyük keşif… Bu büyük sıçramayı<br />
açıklamak için bir örnek vermek gerekirse, 19. yüzyılda, elektromanyetik güçlerin, havada var<br />
olan esir / ether –Yunanca, saf hava- adlı bir varlık / alanda hareket ettiği iddia ediliyordu. Bu<br />
alanın varlığını kanıtlamak için yapılan deneylerde hiçbir şey ortaya çıkarılamamıştı. Varlığı<br />
kanıtlanan mikro parçacıklar, insana “algının kapıları”nı zorlamak için yepyeni olanaklar<br />
sunuyordu.<br />
Kendi aklını kullanmaya başlayarak bilgiyi arayan insan, iki yüzyıl sonra, hayal edemeyeceği<br />
ölçeklerde bilgiyle karşılaşıyordu. Şu soruyu sormak için daha iyi bir zaman olamazdı:<br />
insanoğlunun bilmesinin zamandan ve mekândan bağımsız sınırları var mı?<br />
İlk bakışta felsefenin kapsamında olduğu düşünülen bu sorunun, fizik ile sanıldığından<br />
çok daha doğrudan bir ilintisi var. Şöyle ki, atomaltı parçacıkları ve onların maddenin<br />
devinimindeki etkisini keşfeden fizikçiler, gezegenin, hatta evrenin işleyişine ait önbilgilerin<br />
yeniden tanımlanmasını sağlayacak bir kuramlar silsilesini de ardı ardına tanımlamaya<br />
başladılar. FRP oynayanların aşina olduğu bir örnek: oyunda bir bölgenin haritasını<br />
açtığınızda, hareket edebileceğiniz alan sayısı, seçenekleriniz bir anda katlanır. Yirminci<br />
yüzyılın başındaki fizik, kendine bir anda yepyeni bir seçenekler silsilesi bulmuştu. Bir yanda
Curie’ler radyoaktivite üzerine çığır açıcı<br />
işlere imza atıyor, diğer yanda Einstein,<br />
görelilik ve 1921de Nobel Fizik Ödülü’nü<br />
almasını sağlayacak fotoelektrik kuramını<br />
geliştiriyordu.<br />
Bu bağlamda, insanoğlunun<br />
bilebileceklerinin bir sınırı olup olmadığı<br />
sorusu, dinin kapsadığı alan dışında bir<br />
yere taşınıyor, felsefi olduğu kadar teknik<br />
bir soru halini alıyordu. Çıplak göz ile<br />
göremediğimiz parçacıkların evrenin<br />
işleyişine ait kavrayışlarımızı sarsıp yeniden<br />
oluşturması, azımsanmayacak bir devrimdi.<br />
Evrende küçük bir gezegende birileri,<br />
evrende hareketin nasıl vuku bulduğuna dair<br />
kafa patlatıyordu.<br />
Derken fizikçiler, evrenin devinimlerini<br />
gözlemlerken, gözlemci güç olarak<br />
kendi güçlerinin farkına vardı. Atomaltı<br />
parçacıkları zamanın belirli bir anında –o an<br />
ne kadar kısa olursa olsun- gözlemlemeye<br />
kalkışmak bile, onlara müdahale etmek<br />
demektir. “Gözlemci etkisi” olarak da bilinen<br />
bu etki, kuantum fizikçilerinin işini hayli<br />
zorlaştırdı. Gözlemci etkisinin “sosyal”<br />
hayattaki izdüşümlerine de değineceğiz;<br />
ama önce Heisenberg’in belirsizlik ilkesini<br />
ekleyelim: Heisenberg, bir parçacığın<br />
momentumunun –hız çarpı kütle- ve<br />
konumunun aynı anda tam doğrulukla<br />
ölçülemeyeceğini 1927’de ortaya attı. Bu ilke,<br />
o gün bu gündür tartışılıyor.<br />
Her iki ilkeyi de biraz açalım: bir parçacığın<br />
konumunu / kütle hızını tam / hatasız<br />
gözlemleyebilmek için ona bakmak<br />
zorundasınız. Bakmaktan kastımız, bu<br />
parçacığa bir ışık kaynağı, yani bir foton<br />
göndermek. Ancak tam ölçüm yapmak<br />
istediğiniz için, çok kısa dalga boyunda,<br />
yani çok yüksek enerjili bir foton<br />
göndermeniz gerekir. Bu yüksek enerjili<br />
foton, gözlemlemek istediğiniz parçacığa<br />
çarptığında -ki hata paysız gözlem için<br />
ihtiyacınız olan şey de budur-, enerjisinin<br />
bir bölümünü bu parçacığa aktaracaktır.<br />
Yani, gözlemlemek istediğiniz o parçacığın<br />
ya momentumu, ya konumu değişmiştir.<br />
Bakmak istediğiniz o parçacık, siz baktığınız<br />
için, artık o parçacık değildir.<br />
Toplulukları gözlemleyen antropologlar<br />
ertan.keskinsoy@minbuza.nl<br />
için de “gözlemci etkisi” adlı tehlike, aynıyla<br />
mevcut. Bir antropolog olarak, gözlemlemek<br />
istediğiniz topluluk ile temasa geçtiğiniz<br />
andan itibaren, o topluluk aynı topluluk<br />
değildir. Sizin –kuvvetle muhtemelen bir<br />
beyaz adamın- toplulukla temasa geçtiğiniz<br />
andan itibaren, o topluluk gözlemlendiğinin<br />
bilinciyle, davranışlarının en azından bir<br />
bölümünü ister istemez değiştirir. Bu yüzden<br />
hiçbir antropolojik gözlem, matematik<br />
kesinliğe sahip değildir.<br />
Antropologlar, alandaki varlıklarıyla<br />
yarattıkları distorsiyonu asgariye indirmenin<br />
muhtelif koşullarını tartışadursun, fizikte “az<br />
hata ile gözlem” gibi bir lüks yok. Bu yüzden,<br />
kuantum fizikçileri, Heisenberg’in belirsizlik<br />
ilkesini bertaraf edecek bir metodoloji<br />
üzerinde uzun süredir çalışıyor. Laboratuvar<br />
ortamında hiç test edilmemiş olan bu ilkeyi<br />
test etmek isteyen, Toronto Üniversitesi’nden<br />
bir grup fizikçi, üç yıldır birbirine referans<br />
veren iki fotonun ölçümden önce ve<br />
sonraki hallerini karşılaştırarak, ölçümün<br />
sonuçlarına ulaşmaya çalışıyor.(*) Ancak,<br />
belirsizlik bertaraf edilmiş değil, yalnızca<br />
biçim değiştirmiş halde. Araştırmanın<br />
yazarlarının dediği gibi: “Kuantum dünyası<br />
belirsizliklerle dolu, ancak çabalarımız<br />
en azından onu gözlemlemenin ona<br />
ek belirsizlik yüklemesinin kaçınılmaz<br />
olmadığını kanıtlamaya dönük.”<br />
Belirsizlik ilkesinin önemi,<br />
bilebileceklerimizin sınırlarına yaptığı<br />
gönderme değil. Aksine, insanoğlunun<br />
bilebileceklerinin sınırlarını,<br />
bilemeyeceklerine genişletmesi. Bir şeyi<br />
bilemeyeceğini bilmeyi dinin alanı<br />
olmaktan çıkarıp bilime taşıması. Hem eski,<br />
hem yeni dinlerin toplumsal damarlara<br />
nüfuz etmeye çalıştığı günümüz postseküler<br />
toplumlarında, belirsizlik alanını<br />
şarlatanlara bırakmamakta, şüphenin ise<br />
bilimin vazgeçilmez bir ilkesi olduğunu<br />
anımsamakta yarar var.<br />
(*) Sözkonusu deneyin makalesi için:<br />
http://prl.aps.org/abstract/PRL/v109/i10/<br />
e100404
Ardından büyük demir kapı kapandı. Sanki<br />
yüksek bir uçurumdan aşağı düşmüştü.<br />
Fakat burnu bile bile kanıyordu. Dışarıdaki<br />
sesler içeri sirayet ediyordu. Konuşmalar,<br />
gülüşmeler, bağırışlar, küfürler, kıyametler…<br />
Bütün sesler bu loş boşluğun içinde yankı<br />
yapıyordu. Burada ne işi vardı? Hangi ara<br />
gelmişti? Ne olmuştu? Bakkalla sohbet<br />
ediyordu. Tam sigara paketine elini uzatmıştı,<br />
almak üzereydi ve o gürültü kopmuştu ve<br />
şimdi buradaydı. Loş boşluğun belli belirsiz<br />
geçitleri vardı, belli belirsiz merdivenleri, belli<br />
belirsiz kapıları ve belli belirsiz duvarları.<br />
Duvarlarda sayfalar dolusu listeler asılıydı.<br />
Sayfalarda belli belirsiz konuşmalar yazılıydı.<br />
Tek kişinin ağzından yazılmış cümleler… Tarih<br />
tarih dönemlere bölünmüştü.<br />
20 Mart 1998: “Sınavlardan vakit mi kalıyor<br />
abi?”<br />
12 Kasım 1988: “Atsana oğlum topu!”<br />
27 Mayıs 2012: “Yakup Bey şimdi bizim revize<br />
ettiğimiz kredi oranları vardı ya?”<br />
22 Nisan 1978: “Ğı”<br />
Belli belirsiz duvarlardan birinin üzerinde<br />
belli belirsiz iki yuvarlak saat vardı. Rakamları<br />
takip edebilmek çok zordu. Hepsi çifter çifter,<br />
üçer hatta beşer görünüyordu. Saatlerden<br />
birinin altıda İSTANBUL diğerinin altında<br />
DONDRA yazıyordu. Istanbul saati yediyi<br />
yirmi beş geçiyordu. Dondra’da geleceğe beş<br />
vardı.<br />
“Aslında ne söyleyeceğimi biliyordum,”<br />
dedi boşlukta yankılanan ulvi ses.”Şimdi<br />
hiç birini hatırlamıyorum.” Vücudu zangır<br />
zangır titriyordu. Derin bir nefes çekti. Çektiği<br />
nefes içinde kaldı. Sese bir ses verecek gibi<br />
oldu. Ağzını açtı fakat sanki ağzında ve dahi<br />
vücudunun hiç bir zerresinde söyleyecek tek<br />
bir kelimesi bile kalmamıştı. Bütün sözleri,<br />
heceleri, harfleri… Sanki hepsini yemiş,<br />
bitirmişti. İçi çekilmişti sanki, bomboştu.<br />
Hiçti. Hiçbir şeydi.<br />
16 Ekim 2012: “Bir Kısa Malboro versene abi.”<br />
Bu uçsuz duvarlar dolusu sözlerin hepsini<br />
kendisi mi söylemişti? Bu cılız, hastalıklı<br />
kağıtlarda yazılı kelimelerin hepsi ona mı<br />
aitti? Boşlukta yankılanan ulvi ses kafasını<br />
Sıfır<br />
Nazlı Kalkan<br />
nazlikalkan8@gmail.com<br />
toparlamaya çalışıyordu. “İnsan. Beş. Beştaş.<br />
Her an beş dakika evvel. Beş dakika evvel<br />
korku. Beş dakika sonra yeni an, an yine<br />
gelecekten beş dakika evvel…” Boşlukta<br />
yankılanan ulvi ses bir şeyler anlatmaya<br />
çalışıyordu fakat söylemek istediği belirsizdi;<br />
sesinde bir can sıkıntısı vardı. Bir kalabalığa<br />
girersin bazen bir şey söylersin, söylediğin<br />
anda içine bir sıkıntı çöker, hemen akabinde<br />
“Ne gerek vardı şimdi,” dersin kendi kendine;<br />
ne söylesen olmaz, hiç birini beğenmezsin.<br />
İşte öyleydi sesi. Sanki her konuşmadan<br />
sonra dilini ısırıyordu. Hadi sen sensin; böyle<br />
ulvi sese hiç yakışık alır mıydı bu utngaçlık,<br />
kararda belirsizlik?<br />
Şimdi ben benim, ete kemiğe bürünmüş bir<br />
ışığım, sıcağım, canlıyım, enerjyim, protonum,<br />
fotonum, Feridun’um… Peki şimdi ben buraya<br />
neden çıktım? Niçin çıktım? Nasıl çıktım?<br />
Çıkmış da olabilirim, çıkmamış da olabilirim.<br />
Çıkmışsam, çıkmışımdır. Çıkmışsam varım,<br />
çıkmamışsam yok… Hem çıkmış hem<br />
çıkmamış olabilirim. Hem var hem yok… Hem<br />
sıfır hem de bir…<br />
“Sıfır,” dedi ulvi ses. Unuttuğu şey buydu.<br />
Cevap sıfırdı. O sıfırdı. Bir sıfır gibi içinde<br />
boş kalması gereken bu yeri kelimelerle<br />
doldurmuştu. Kelimelerden yarattığı<br />
duygulardan kendi kendine yorulmuştu. Loş<br />
boşluğa endişe, kuruntu, vesvese ve korku<br />
koymuştu. Sözleri, konuşmayı, kelimeleri<br />
yok etse o zaten bir sıfırdı. Zaten yoktu hem<br />
de vardı. Tanrılar gibi, evrenler, galaksiler,<br />
hayatlar gibiydi. Çarpanı sıfır, böleni sonsuz…<br />
Geleceğe beş kala yüksek gerilimli telli<br />
duvaklı korkularım, bilmediklerim, kontrol<br />
edemediklerim. Kan, safra ve sümükler<br />
içindeki karanlık odamdan dışarı çıkarılmak<br />
üzereyim. Vücudumda tarifsiz bir korku<br />
dolaşıyor. Belki kafamı çıkardığım an, kafamı<br />
kopartıp beni yiyecekler. Belki de beni<br />
ipeklere, atlaslara sarıp bulutları üzerinde<br />
cevherlerden tahtlara konduracaklar.<br />
Gidenlerin hiç biri bir şey söylemedi, hepsi<br />
mümkün, hepsi müphem, muhtemel, muğlak,<br />
hepsi belirsiz…
Orası Belli Olmaz<br />
Övünç Üster<br />
Bak şimdi, yüzdük yüzdük, kuyruğuna geldik, ama yine de varacak mıyız belli değil.<br />
Hatta şöyle söyleyeyim, hiç belli değil. Durumu “limbo”dan topyekûn kurtarmak<br />
için yapabileceğimiz hiç bir şey yok. Adapte olmak var, bir de elimizden gelenin<br />
en iyisini yapmak. “Hah, işte, bak, şimdi oldu!” diye zıpladığımız bir an geldi<br />
diyelim, o bile en fazla yarım saat sürer. İçerideki odaya git, bir bardak bir şey iç,<br />
geri geldiğinde bulamazsın bıraktığın gibi; sistem böyle. Organize olmak, saatleri<br />
ayarlamak, adamakıllı kararlar vermek veya yaptığın seçimde kararlı olmak filan;<br />
bunlar hep semptom giderici. Kâğıtlar üzerinde anlaşmak, köprüler üstünde<br />
buluşmak, hepsi geçici bunların. Belirsizlik, insanın giderebileceği bir fazlalık değil,<br />
sistemin temel yapıtaşlarından.<br />
Atomları biliyorsun, altındaki parçacıklardan bahsediliyor artık, onları ölçüp<br />
biçmeye çalışırken, bahsi geçen partiküllerin, aynı anda hem hızını, hem tam<br />
yerini belirleyemediğimiz ortaya çıktı. Yerini bildiğinde hızı değişen, hızını<br />
ölçebildiğindeyse yerini değiştiren, acayip bir varoluş. Yapıtaşı diyorum, okuyor<br />
musun?<br />
Neyi belirlemeye çaba bu kadar? Ya da, nedir yani belirsizlikte bu kadar huzursuzluk<br />
yaratan? Yağacağını bilmezken yağmura tutulsan, şeker değilsin ya, eriyip gidesin?<br />
İşini kaybetmiş, sevgilinden ayrı, beş parasız ve yağ kokuyor bile olsan, yeniden<br />
kendine gelmen, köşeyi dönünce karşına çıkacak bir hamam, bir de berbere bakar.<br />
Elde avuçta başka bir şey yok. Kendini güvende hissetmeni sağlayan, yarın gidecek<br />
bir işinin olması ise, tehlikeli diye asıl ben buna derim. Parmağına yüzük taktın diye<br />
geçivermez ki belirsizliği işin. Sana âşık olduğu ya da seni hep seveceği, hatta seni<br />
sevip sevmediği bile, hiç bir zaman tam belli değil ki. Senin bile seveceğin belli<br />
değil.<br />
Onu diyeceğim; orası hiç belli olmaz. Sen kendi olduğuna bak; gözünü yoldan<br />
ayırma dediysek, hep önüne bak demedik. Araba kullanır gibi, görebildiğin en uzak<br />
noktaya bakman lazım mümkün mertebe. Sevmenin bir yolunu bul, bulamadım<br />
diye gelme bana. Bulamadım, yapamadım, bunlar yok. Yok, istemiyorsan, git;<br />
ağaç değilsin ya. Bir yerden gitmek, başka bir yere getiriyor insanı; bir bakmışsın,<br />
gelmişsin.<br />
O yüzden, hangi şartı bulursan, keyfini de bul. Orada o, içinde; güzel bir lokma<br />
hazırla, iyice kokla, at ağzına ve çiğnemeye başla. Her lokmayı iyice çiğne, tadına var,<br />
öyle yut.<br />
Ve şükret; şükret ki belirsizlik var. Yoksa, önceden anlattıkları bir filmi izlemekten ne<br />
farkı var, sabah sabah hava durumunu dinlemenin?<br />
ovunchster@gmail.com
400<br />
Sarp Keskiner
Bir vakitler, Facebook’ta “de ekini ayrı yazanlar” veya buna benzer ismi olan bir grup var<br />
idi. Facebook, o sıralar yeni yeni yaygınlaşmaktaydı. Zamanlar, milletin birbirinin sanal rakı<br />
masasına haydari attırdığı zamanlar idi; arkaik aplikasyonlar dönemini unuttuysanız, o zamanları<br />
hatırlamanıza böylece yardımcı olayım.<br />
Bu grubun varoluş sebebini elitist bir çabaya dayandırmadığından emindim. Zira grup, apaçıkça<br />
ve epey acı olan bir gerçekten yola çıkıyor, yeni jenerasyon ile herhangi bir dilbirliği içinde<br />
olmaktan tümden vazgeçip geride kalmayı yeğliyor gibiydi. Takip de etmedim, bir ara baktım ki<br />
grup ölmüş. Grubu; altın çilek ve penis büyütücü ilanları almış götürmüş.<br />
Bizim mecmua, dilbilgisi sever bir mevkute. Noktalı virgülün bile şöyle bacak bacak üstüne atıp<br />
üç tek atabildiği bir ferah alan, var kalabilmek adına. Yazıları gönderdikten sonra tek bir kelimeyi<br />
bile değiştirmeyi talep ettiğimizde talebimizi hüsniyetle kabul eden, zahmet derdi gözetmeyen<br />
bir editoryal ekibe sahibiz. Bununla eş zamanlı olarak, <strong>Karga</strong>’da ister bir tanıdıkla ister tek başına<br />
iseniz, bir cazibe noktası ile sohbet ederken fark edersiniz ki; kimi zaman cümleler uzun, kimi<br />
zaman cümleler gerektiği kadar kısa ve es bol. Zira ahali, sözlü muhabbette sarf edilecek beher<br />
cümlenin pek çok es ve vurgudan oluştuğuna da kâni.<br />
“Konuşma dilimiz” ile yazma dilimiz, bir zamanlar birbirine denk gibiydi. Bunun türlü sebebi<br />
olabilir: Eğitim kalitesi, okurluk, az buçuk yazarlık, kişinin zevkine göre de dört çeyrekten bir tam<br />
eden müzik erbaplığı. Şimdi size “Ya biz Ungaretti ile Orhan Kemal’i beraber okurduk gençken”<br />
falan diyecek olsak, gerçektir ama öyle bile olsa bunu öyle ayar vermecesine ortaya atmak çok<br />
ayıp olur. Bununla beraber, Charlie Parker ile Saadettin Kaynak’ı aynı gün içinde dinleyen<br />
adamların da yazarken veya konuşurken kendine has bir ritmi olduğuna dair bir varsayım, hiç<br />
değilse sosyal medyanın topluma kazandırdığı dili kullanma alışkanlığı sayesinde hepten tarih<br />
olmak üzeredir.<br />
Biz, zamanında bir sürü şey öğrendiysek de neredeyse tamamını unutmayı kasten seçmiş<br />
bir nesiliz ki; kendi tarhanamızı kendimiz kafamıza göre karalım ve ona ne şüphe ki, çok<br />
şükür; dünden bugüne atlattığımız vartalar sayesinde karabiliriz. Bize öğretilenler arasından<br />
muhtemeldir ki, en sevdiğimiz ve cebimizden eksik etmediğimiz şu idi: “Bir kelime, yazıldığı gibi<br />
ele alındığında ifade etmeyi amaçladığı anlam bakımından ne ise odur. Yazıldığı gibi okunan her<br />
kelime, anlamını da olduğu gibi ortaya koyar”.<br />
“Tamammı”, “ebet”, “söylimmi”, “olcak”, “nbr”, “aşkitomunkide” gibi harf bütünlerinden<br />
oluşanlar, anlamca hiçbir şey ifade etmez. Türkçe’de yok hükmündedir. Salt, bu harf bütününden<br />
oluşan yığıntıları ortaya koyan varlığın bir şey ifade etmeye gayret ettiği varsayılabilir. “Ne<br />
haber” yazmanızı artık kimse beklemiyor olsa da dijital iletişim araçlarının yaygınlaşması ile<br />
parmaklarımızın kazandığı müthiş sürat ve kespetmiş olduğu meleke sonucunda “naber” denen<br />
harf yığıntısı, en azından yazılabilir nitelikte ve kısalıkta olup, hepi topu beş harfli bir şeydir. Bu<br />
“şey”i oluşturan beş harfin ikisini bile yazmaktan aciz isen acelen nedir, neye acele ediyorsun?<br />
NTV’de altta akan süreğen bilgi bandında ve “son dakika” spotlarındaki ibarelerde, de ayracının<br />
ve mi soru ekinin gerekli hâllerde ayrı yazıldığını görmek bile artık hayal mertebesine<br />
ulaşmışken, gazetelerdeki ve internetteki köşe yazılarının neredeyse tamamında noktalama<br />
işaretleri hepten kullanılmaz hâle gelmişken, bir akademisyenimiz araştırmış ve şunu bulmuş:<br />
Ankara Üniversitesi Türkçe Öğretim Merkezi (TÖMER) Bursa Şubesi Türkçe Bölüm Başkanı<br />
Halil Çağlar’ın araştırmasının sonucuna göre, Türkiye’de vatandaşlar günlük hayatta ortalama<br />
dört yüz kelime ile konuşuyormuş. Oysa İngiltere’de ortalama iki bin kelime telaffuz ediliyormuş.<br />
Ben merak ediyorum; kelimelerden eksiltilen harfler de çıktıktan sonra acaba ne zaman yüz<br />
kelimeye inebilir, günlük dağarcık. Millet uzaydan aşağı atlarken, biz ülkece maksimum yüz<br />
kelimeye koşalım diyorum. Önünde sonunda, biçimce şu minik Kur’an’ları andıran güncel ve<br />
işlevsel bir ortak iletişim dili sözlüğü oluşturabiliriz. Ben, maddeleri belirlemek adına, gayet iyi<br />
niyetle A harfinden yardıma başlayayım: Acun, Ağaoğlu, Ajdar, Akamet, Akepe, amk...<br />
sarpkeskiner@yahoo.com
Beden,<br />
Kozalağın<br />
Söyleşi: Tayfun Polat<br />
Uzun zamandır tanıdığım<br />
birinin ürettiği bir eserle -hele<br />
o bir ilk ürün ise- temasım hep<br />
tedirgin bir ruh haliyle oluyor.<br />
“Ya iyi değilse?” sorusuyla<br />
erteleyip duruyorum bile<br />
hatta bazen bu ilk teması. İyi<br />
değilse bunu nasıl söylerim?<br />
Sema Aslan’ı ‘90’lardan beri<br />
tanıyorum. Uzun yıllardır<br />
edebiyat dünyasının içinde,<br />
eleştirmen olarak, editör olarak.<br />
Pek çok metnimi paylaşıp fikrimi almışımdır ve hep dostça ama çok<br />
doğru eleştirilerle eksikleri ortaya çıkmıştır o metinlerin. Bir süredir<br />
ilk romanını yazdığını biliyorum, duyuyorum. Nihayetinde çıktı da o<br />
roman. Elime geçti. Okumadan bekledim bahsettiğim kaygılarla. Ve<br />
sonra, sonunda, açıp okumaya başladım. Bırakın iyi olup olmamayı,<br />
uzun zamandır okuduğum en sağlam metinlerden biri oldu. Önce<br />
sevindim, sonra, sayfalar birbirini kovalarken heyecanlandım<br />
metnin gücüyle, ve yalan yok, kıskandım. Kozalak geç kalmış bir ilk<br />
roman. Ve dili, konusu, kurgusu itibariyle bir ilk roman olmanın çok<br />
ötesinde bir okuma deneyimi sunuyor. Bir kozalak gibi açılan ya<br />
da içine kapanan karakterlerinin, cinselliği, tutkuları, harcanmış<br />
yılları, seçtikleri yolları ile hapsoldukları bedenlerin hikâyesi.<br />
Öncelikle kurduğun dil beni çok etkiledi. İşin gereği yıllardır binlerce kitap okumuş olmak, bunca<br />
özgün bir dil oluşturmada handikap olmalı bana göre. Tamam, okumak, farklı biçemler hakkında<br />
çok fazla bilgi sahibi olmak bir yazar için faydalıdır. Ancak etkilenmeye de fazlasıyla maruz kalma<br />
olasılığı var. Bu dili inşa sürecini biraz anlatır mısın?<br />
Büyülenmek. Edebiyat okuduğumda, hissettiğim şey bu. İyi edebiyat beni her zaman büyüleyebildiği<br />
için otobüste, sinema fuayesinde, kalabalık bir kafede ya da üniversitenin koridorunda –ki sosyoloji /<br />
felsefe koridoru İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin en hareketli koridoruydu hep- rahatlıkla<br />
kitap okuyabilmişimdir. Hatta hayal mi gördüm yoksa sahiden de böyle bir sahne var mıydı hiç<br />
hatırlayamıyorum ama Oliver Stone’un The Doors filminde Jim Morrison rolündeki Val Kilmer, elindeki<br />
kitabı okumakta olduğu halde yolda yürüyordu. Onu da denemişliğim var!<br />
Rita Felski Edebiyat Ne İşe Yarar? isimli kitabında büyülenmekten söz ettiği bölümde diyor ki,<br />
büyülendiğiniz zaman zihninizin analitik kısmı geri çekilir, içinizdeki denetmen ve eleştirmen ortadan<br />
kaybolur. Metnin büyüsüne kapıldığımızda düşle gerçeğin bir olduğu bir tür mest olma hali, bir tür<br />
sarhoşluk, bir tür teslimiyet yaşıyoruz Felski’ye göre. Edebiyat benim için her zaman büyülenmek demek<br />
oldu. Bu, edebiyatın özellikle tercih ettiğim yankısı değildi, böyle olageldi sadece. Ben, okuduğum tek<br />
bir cümleyle hayatımın değişebileceğine sahiden inandım. O, alelade bir cümle de olabilir ama yazar
sizi yeterince hazırlamışsa, alelade söylenmiş<br />
tek bir cümleye de teslim olabilirsiniz diye<br />
düşünüyorum. İşte bunun için de yazarın “sizin”<br />
içinizden konuşmuş olması gerekiyor. Sadece<br />
kendi içimizden konuştuğumuzda, sadece kendi<br />
içimizdekini duymakla yetindiğimizde, gayret<br />
etmediğimizde, başkasının içinden konuşamayız.<br />
Başkasının içinden konuşamadığımızda o<br />
başkasını güldüremeyiz, ağlatamayız, şaşırtamayız,<br />
kızdıramayız… Ben allak bullak olamadıkça, o da<br />
olamaz… İçini ateşe açmak, ateşe göstermek lazım.<br />
Halk dilinde “parpılamak” diye bir kelime var; biber,<br />
mısır gibi şeyleri az ateşe göstermek manasında.<br />
İçimi parpılamam gerektiğini biliyordum da<br />
buna cesaret göstermek kolay değildi. O yüzden<br />
dili “inşa etmek” epeyce bir zamanımı aldı.<br />
Hatırladığım kadarıyla 3 – 4 yıl boyunca önümdeydi<br />
Kozalak ve en titizlendiğim konu hep dil oldu. Bu<br />
hassasiyette, ele aldığım konunun da rolü vardı<br />
tabii. Tuzaklarına kolayca düşülebilecek bir konuyla<br />
baş başa kalmışken sesimi lüzumunda tutmak<br />
istedim. Bir mağduriyet diline hapsolmak, öfkeyle<br />
yüksek tansiyonda seyretmek ya da bütünüyle<br />
yabancı bir dünyanın diyelim ki şifreli kapısının<br />
önünde bekleyivermek… Bunlar başlıca tehlikelerdi.<br />
Dolayısıyla kimisi alelade ama kimisi de aforizma<br />
tadındaki cümleleri arka arkaya dizdiğimde şefkati<br />
bulabileceğim bir ses yakalamak ve dışarıda<br />
kalmamak için içimi az ateşe gösterdim. Kendime,<br />
kendi çocukluğuma, kızıma, bedenlerimize,<br />
sınırlarımıza, sınırsızlıklarımıza bakmayı denedim.<br />
Ve çok ilginç bir şey oldu: Daha önce bilmediğim<br />
kelimeler buldum, üstelik tam da olması gerektiği<br />
yerde kullanılmak üzere!<br />
İlk roman için böyle bir konu seçmeye nasıl<br />
karar verdin? Nihayetinde kendi içinden bir<br />
hikâye kotarmanın kolaylığı yok metinde.<br />
Konu itibariyle savrulmuş hayatları anlatırken,<br />
kurgusu ve anlatım biçimiyle bir hayli<br />
içselleştirilmiş bir dil var, gözlem var...<br />
Seçtiğim konu tam da içimden çıkmış bir konu<br />
aslında. Bedenlerimizden daha kişisel ama aynı<br />
zamanda daha toplumsal olabilen başka hiçbir<br />
konu bilmiyorum. Beden, doğası gereği bütünüyle<br />
belirsiz bir alan. Bir bedenle doğuyoruz ama o<br />
bedeni isteyip istemediğimizi ilk anda bilemiyoruz,<br />
sonraki anda da çoğunlukla başımıza dert oluyor<br />
bedenlerimiz. Onca belirsizliğine rağmen bizi<br />
kuşatıyor, tahakküm altına alıyor. Bedenler<br />
tahakküm altına alınabildiği için ekonomik ve<br />
politik sistemler ve elbette devletin kurumları<br />
hakkımızda söz söylüyor, hükme varıyor. Bedenim<br />
hakikaten bana mı ait, bilmiyorum. Bedenim bir<br />
reklam panosu olabiliyorken, doğuştan açık tenli<br />
ve renkli gözlüysem, bedenimin avantajlarından<br />
söz edebiliyorsam, bedenimi başarılı bir<br />
imaj yaratabilmek için çekinmeden ve hatta<br />
info@kargamecmua.org<br />
kendiliğinden kullanabiliyorsam… Doğuştan<br />
esmersem, karizmamı henüz keşfetmediysem,<br />
gelişme çağında “garson boy” kıyafetlerin içine<br />
aşırı şişman ya da aşırı zayıf olduğum için<br />
giremiyorsam, memelerim gereğinden çabuk<br />
ve fazlaca büyüdüyse ve bu sürekli yüzüme<br />
vuruluyorsa, aksi gibi bir de güzel bir yüzüm<br />
varsa ama bu vücut işe yaramıyorsa… Beni<br />
bedenimle seven insanlar varsa ya da… Annem,<br />
babam, kardeşlerim. Bedenimi onlardan mahrum<br />
edemiyorsam… Bedenim benim mi değil mi artık<br />
sahiden emin olamıyorum demektir. Kozalak<br />
benim bedenimle ilişkimi, çocuğumun bedeniyle<br />
ilişkisini, benim çocuğumun bedeniyle ilişkimi<br />
anlamaya çalıştığım bir deneme. Ayrıca beden<br />
içeri alan ve dışarı çıkaran bir mekanizma. Neyi<br />
ne kadar içeri alacağımıza ve neyi ne kadar dışarı<br />
çıkaracağımıza kim karar verebilir? Bunca belirsiz<br />
bir alan olmasına rağmen bedenin ihtiyaçlarına ve<br />
sınırlarına saygı göstermeyi de bilmek gerekiyor.<br />
Konuyla sağlıklı bir ilişki kurmama vesile olan<br />
dilin de yardımıyla cevaplarını aradıklarım, bu ve<br />
benzeri sorulardı aslında. Cinsel kimlikler meselesi,<br />
bedenin sınırları ve “bariz” varoluşlar üzerine<br />
düşünürken kaçınılmaz olarak karşınıza çıkıyor<br />
çünkü her şey aslında orada başlıyor.<br />
Kitabın farklı anlatıcıları olan üç bölümünün<br />
her birinin sonunda ve anlatıların toplamında<br />
okuyucuya ucu açık düşünme olasılıkları<br />
sunuluyor, anlatılmayan kısımlarla ilgili. Ancak<br />
kitap bittiğinde anlatılan hayatların devamının<br />
nasıl yaşandığı sarih bir biçimde beliriyor<br />
okuyucunun kafasında. Yüz sayfada<br />
anlatılmayanlardan ayrı bir kitap daha çıkar<br />
oysa. Bu kurgusal anlamda muazzam bir başarı.<br />
Merakım şu, en baştaki kurgu da bu muydu?<br />
Hikâye yazım sürecinde nasıl evrildi diye de<br />
sorabilirim...<br />
Kitap, en başından itibaren üç ayrı bölümden<br />
oluşuyordu. Ve aslında en başından itibaren her<br />
bölüm diliyle de kurgusuyla da kendi içinde<br />
bağımsız olsun fakat biraraya geldiklerinde de<br />
toplamda bir söz söylesin, bir duruş sergilesin<br />
niyetindeydim. Fakat kurgu bambaşka bir şey;<br />
edebiyat okuyarak, kuram okuyarak öğrenilecek<br />
bir şey değil. Basbayağı yazarak, çalışarak<br />
öğrenilebilecek bir şey ve sanırım ben kurgudan<br />
zayıf aldım! Söylediklerin, tam da hedeflediklerimdi<br />
fakat bir diğer yandan da tuhaf bir bölünmeye<br />
yol açtı bu kurgulama yöntemi. Bölümler, kendi<br />
aralarında rekabet eder oldular, okuyanların<br />
daha çok ya da daha az sevdiği, daha başarılı ya<br />
da şaşırtıcı derecede düz bulduğu vs. bölümler…<br />
Uçları bağlamak, hüküm vermek istemedim.<br />
Çünkü bedenimle ilişkiyi henüz kurmaya başladım;<br />
kararlar için fazlasıyla erken.
KİTAP<br />
Daha önce hiçbir yerde<br />
yayımlanmamış bir yazarın ilk<br />
kitabı ekim ayında raflardaki<br />
yerini aldı. Edebi Şeyler<br />
bünyesindeki “Raskol’un<br />
Baltası” serisini oluşturan ilk<br />
dört kitaptan bir tanesi olan<br />
İtlaf, Ozan Can Özübal’ın<br />
yüksek edebiyata bir başkaldırış<br />
iddiasında. Kitapta alışılanın<br />
dışında olan bir özellik ise 13<br />
ayrı çizerin romanın bölümlerini<br />
okuyup, etkileşimlerini kâğıda<br />
dökmeleri oldu. Bu isimler;<br />
Berker Sırman, Burcu Ürgüt,<br />
Candaş Şişman, Emre Önöl,<br />
Erkan Esenoğlu, Handan Tepe,<br />
Herman Taşçıoğlu, Lokman<br />
Doğmuş, Meriç Karabulut,<br />
Mustafa Gündem, Olcay Kuş,<br />
Ömer Kosbatar ve Yusuf<br />
Ustaoğlu. “İtlaf” köpekler, eli<br />
tüfekli bir abi ve kundakçı bir<br />
kardeş hakkındadır. Kimsesizler<br />
hakkındadır. Pamuk şeker yerine<br />
kanlı bir biftek isteyenlere<br />
önerilir.<br />
Organik tarım mecmua’da önem<br />
sırası yüksek bir konu. Tayfun<br />
Özkaya’nın editörlüğünde<br />
hazırlanan Nasıl Bir Organik<br />
Tarım? bu konuyu enine boyuna<br />
irdeliyor. Bir grup bilim insanı,<br />
küçük çiftçi, kooperatifçi,<br />
sendikacı ve meraklı 16 Mayıs<br />
2011’de Ege Üniversitesi Ziraat<br />
Fakültesi’nde bir çalıştay<br />
dEUS - Nothing Really Ends<br />
John Frusciante - Ratiug<br />
Lhasslo - Daria versus Chaos (Bunny on Acid rmx)<br />
Moon Duo - Sleepwalker<br />
The xx: Sunset<br />
düzenledi. Bu kitapta Çiftçi<br />
Sendikaları Konfederasyonu,<br />
Boğaziçi Üniversitesi Tüketim<br />
Kooperatifi, Başka Bir Gıda<br />
Mümkün Girişimi, Kibele<br />
Ekolojik Yaşam Kooperatifi,<br />
Marmariç Ekolojik Yaşam<br />
Derneği deneyimlerini paylaştı,<br />
nasıl sorusunun yanıtlarını aradı.<br />
“Katılımcı sertifikasyon”, “bilge<br />
köylü tarımı”, “topluluk destekli<br />
tarım”, “ev yapımı ilaçlar”<br />
gibi seçenekler enine boyuna<br />
konuşuldu. Elinizdeki kitap, bu<br />
tartışmaları Türkiye geneline<br />
yaymak için tasarlanmış.<br />
FİLM<br />
Daniel Day-Lewis bu aralar<br />
aktif. Tabi onun standartlarında.<br />
Muhteşem Kan Dökülecek ve<br />
9’dan sonra şimdi daha zorlu<br />
bir göreve soyunmuş. Steven<br />
Spielberg ile beraber bir<br />
Abraham Lincoln filmi. Spielberg<br />
Munich’ten beri böyle devasa,<br />
öğretici Hollywood işlerine<br />
girmiyordu. Lewis ise bu rol<br />
için biçilmiş kaftan olmuş.<br />
Lincoln adını taşıyan film,<br />
Amerika’nın 16. başkanının<br />
tüm hayatı yerine son aylarına<br />
tanıklık ediyor ve köleliğin<br />
kaldırılması ve İç Savaş’ın<br />
sonlanması gibi olaylara ışık<br />
tutuyor. Çok duyduğumuz ama<br />
pek de bilmediğimiz Amerikan<br />
Rüyası’nın başlangıcına belki de.<br />
Lewis’e güveniriz, Spielberg’e pek<br />
değil. Ama yılın en dikkat çekici<br />
işlerinden biri olduğu hakkını da<br />
teslim etmek gerek.<br />
DİZİ<br />
Yeni bir Sherlock Holmes<br />
uyarlamasına ne dersiniz?<br />
Tamam ama önce bir dinleyin.<br />
Son yıllarda sıkça sömürülmekte<br />
olan Arthur Conan Doyle’un<br />
ölümsüz eseri (bu lafı kullanmak<br />
istemişizdir hep) BBC’nin<br />
Sherlock isimli serisiyle sağlam<br />
bir görsel hafıza ürünü edinmişti.<br />
Amerikan yapımı Elementary<br />
ise çok zor bir işin altında<br />
iyi kalkıyor gibi. Bu kadar<br />
uyarlamadan sonra moderngüncel<br />
bir Holmes uyarlaması<br />
yapmak riskli iş. Trainspotting<br />
ile tanıdığımız ve ardından<br />
geçtiğimiz yıllarda Dexter’da da<br />
gördüğümüz Jonny Lee Miller,<br />
Holmes rolünde iyi. Uzun süredir<br />
sesi soluğu çıkmayan Lucy Liu<br />
Watson ve saygın aktör Aidan<br />
Quinn de polis şefi rolünde<br />
sağlam duruyorlar. Bir şans verin.<br />
Beklediğinizden çok daha iyi bir<br />
işe denk gelmiş olabilirsiniz.<br />
ALBÜM<br />
<strong>Karga</strong> ahalisinin yakından<br />
tanıdığı Yağzan Boyoğlu uzun<br />
bekleyişten sonra ilk single’ı Geri<br />
Gel’i yayınladı. Bir çok popüler<br />
dizide seslendirdiği şarkılar<br />
Oh Mercy - Metropolis<br />
Babes in Toyland - Quiet Room<br />
The Bootleggers - Fire And Brimstone<br />
John Murry - Penny Nails<br />
Gideon Wolf - Nine Hundred Miles
Hilmi Tezgör “Vertigo” / Pazartesi, 21:00 Utkan Çınar “Birinci Tekil Şahıs” / Çarşamba, 20:00<br />
Deniz Koloğlu “Cazı Cazır” / Perşembe, 12:00 Bahadır Dilbaz “Kılavuz” / Perşembe, 24:00<br />
Tayfun Polat “yerli” / Pazartesi 20:00 - “Kadıköy Postası” / Pazartesi 18:40,<br />
Recep Şencan “Caz Türbülans” / Cuma 12:00<br />
ile sesine aşina olduğunuz<br />
Yağzan’ın ilk single’ında kendi<br />
yazdığı şarkıları dinliyoruz.<br />
Yine mecmua destekçilerinden<br />
Dağhan İş de single’dan<br />
Hangisi’nin klibine imza atmış.<br />
Eh bu kadar bizden bir çalışma<br />
olunca da seviniyoruz.<br />
John Cale tartışmalı adamdır.<br />
Müzisyenliği değil tabii<br />
ki. Seçimleri. 2005’teki<br />
blackAcetate’ten 7 yıl sonra<br />
yayınladığı yeni çalışması Shifty<br />
Adventures in Nookie Wood da<br />
bu konuda pek yardımcı olmuyor.<br />
Genel anlamda geç dönem<br />
Bowie ve Peter Gabriel albümleri<br />
tadında duyulan çalışma popa<br />
elden geldiğince göz kırpmaya<br />
çalışsa da bunda Danger Mouse<br />
ile beraber kotardığı I Wanna<br />
Talk 2 U dışında pek başarılı<br />
değil. Prodüksiyonun en keyifli<br />
anlarını da Cale’de eksik olan,<br />
Bowie ve Gabriel’de olmayan,<br />
vokal becerileri gölgeliyor.<br />
Gene de albümde güzel sound<br />
var kesinlikle, dinledikçe de<br />
seveceğimiz şarkılar çıkacaktır.<br />
Cale kızmasın, sıkılıyoruz bazen.<br />
Nick Cave’in yönetmen<br />
hemşerisi John Hillcoat ile<br />
ortaklıkları son dönemde en<br />
verimli olduğu alan belki de.<br />
Daha önce The Road ve The<br />
Proposition ile iyi ürünler veren<br />
bir ortalık. Hillcoat’un bir<br />
nevi senarist-müzisyeni olan<br />
Cave, kadim dostu Warren<br />
Ellis ile bu kez Hillcoat’un son<br />
filmi Lawless’ın müziklerine<br />
imza atıyor. Hem de ne imza!<br />
Emmylou Harris vokalli<br />
bluegrass Granddaddy yorumu<br />
mu istersiniz, Mark Lanegan’dan<br />
Captain Beefheart yorumu<br />
mu, yoksa 85’indeki country<br />
efsanesi Ralph Stanley’den<br />
White Light/White Heat yorumu<br />
mu? Filmi daha izlemedik ama<br />
böyle eğlenceli müzikal fikirler<br />
şimdiden ağzımızı sulandırıyor.<br />
Filmi beğenmesek ne olur?<br />
Avustralya’lı, istim üzerinde bir<br />
grup Todd Rundgren etkili bir<br />
albüm yapıyorsa bu haberdir.<br />
Şaka bir yana Tame Impala<br />
2010 tarihli ilk albümleri<br />
Innerspeaker’la bayağı bir<br />
ilgimizi çekmişti. O “zeki”<br />
albümle saygınlık kazanan<br />
Kevin Parker ve çetesi arayı<br />
fazla açmadan Lonerism ile geri<br />
döndü. Grubun neo-saykodelia<br />
ile ilişkisi devam ediyor. İlk<br />
albüm kadar kolay dinlenilir değil<br />
kesinlikle. Parker’ın ambient<br />
ses kullanımı ve “The Beatles”ı<br />
hatırlatan vokalleri grubun<br />
işareti olmaya devam etse de<br />
yorucu davulların şarkılar boyu<br />
devam etmesi sizi zorlayabiliyor.<br />
Tabii bunlar ilk bakışta kulağa<br />
çarpanlar. Tame Impala gayet<br />
iyi bir grup ve takipte kalınmalı,<br />
sindirmeye vakit verilmeli.<br />
Beth Orton ‘90’lı yıllar ile<br />
yakından haşır neşir olmuş<br />
kuşağın bir şekilde tanıdığı bir<br />
isim. Kadın şarkıcı/şarkıyazarı<br />
patlamasının içinde İngiltere’den<br />
gelen alternatif ses, 6 yıl aradan<br />
sonra ANTI-‘den 6. albümü<br />
Sugaring Season’ı yayınladı.<br />
Kariyerinin başlarında elektronik<br />
müzikle daha yakından ilgili<br />
olan Orton artık daha ‘70’ler<br />
tadında bir müziğe evrilmiş. Marc<br />
Ribot ve M Ward’un da katkı<br />
yaptığı albüm pop-Joni Mitchell<br />
sularında. Oregon’da kaydedilen<br />
albüm Orton’ın en “derin”<br />
Amerikalı işi aynı zamanda. Bu<br />
fena bir fikir gibi durmuyor. Eski<br />
takipçileri albüm yabancılayabilir<br />
başta ama zaman vermeye değer.<br />
Konser<br />
Supergrass’la ilk albümü<br />
19’unda çıkarmış, 23’ünde<br />
“Moving” gibi bir hitle dünya<br />
çapında popülarite kazanmış<br />
bir isim Gaz Coombes. Henüz<br />
36’sında olmasına rağmen<br />
sanki tüm hayatımız boyunca<br />
buralardaymış gibi bir his veriyor<br />
insana. İşte o Coombes 2010’da<br />
“Heykel beklentim yok.”<br />
- Hakan Şükür<br />
Supergrass dağıldıktan sonra bu<br />
yıl yayınladığı ilk solosu Here<br />
Come The Bombs’un turnesinde<br />
İstanbul’da da bir konser verecek.<br />
Kalburüstü bir işe imza atan<br />
Coombes genelde konserlerinde<br />
sadece yeni albümü çalsa da bize<br />
kıyak birkaç Supergrass şarkısı<br />
da araya iliştirebilir. Pişman<br />
olmazsınız.<br />
Gaz Coombes / Salon İKSV / 22<br />
Kasım / 21:30<br />
Memlekette aynı gün iki konser<br />
ve hangisine gideceğinize<br />
karar veremediğiniz bir durum<br />
olması kaç kere başınıza<br />
gelmiştir? Tamam belki bu<br />
iki ismin birden hayranı çok<br />
değildir. Ama bir yandan da<br />
ortak albüm yapsalar hiç kimse<br />
şaşırmaz. “Gitar Hero”lardan<br />
kim kaldı dediğimizde aklımıza<br />
gelen isimlerden Steve Vai 12<br />
yıl sonra tekrar İstanbul’da.<br />
2000’senesinde Bostancı<br />
Gösteri Merkezi’nde üzerinde<br />
Galatasaray forması ile gayet<br />
eğlenceli bir şova imza atan Vai,<br />
yine enerjik olacaktır. 2007’de<br />
Mark E. Smith ile kotardıkları<br />
Von Südenfed projesinden<br />
beri yeni albüm yayınlamayan<br />
Alman IDM’ciler Mouse On<br />
Mars da bu yıl 10. albümleri<br />
Parastrophics’i yayınladı. Eski<br />
elektronika’cılardan kim kaldı<br />
diyoruz ya? İşte bunlar.<br />
Steve Vai / Küçük Çiftlik Park /<br />
3 Kasım / 21:00<br />
Mouse On Mars / Babylon / 3<br />
Kasım / 22:00
ATEŞİNLE KORU BENİ<br />
Ali Elmacı<br />
Geçen yıl açtığı ilk kişisel sergisi “Miras Babadan Oğula Geçer”<br />
isimli sergisi de ses getirmişti, tanıyor biliyorsunuzdur ama<br />
<strong>Karga</strong> ailesinin bireyleri Ali Elmacı’yı daha ilk baştan, <strong>Karga</strong>’da<br />
çalıştığı zamanlardan tanırlar. Kardeşimiz hız kesmeden 2. kişisel<br />
sergisini de yine x-ist’te açmış bulunuyor. “Ateşinle Koru Beni”<br />
isimli sergide yer alan resimler, toplumun en gizli kalıplarının<br />
karikatürize edilmiş halleri. Güncel olayların ve bugünün<br />
Türkiye’sinin Ali Elmacı’nın gözünden devlet, birey, medya<br />
üçlemi içerisinde ele alındığı işler tekrar eden kalıplara gönderme<br />
yaparken, bu kalıpların asılsızlığı sık sık karşımıza çıkan kamuflaj<br />
motifi ile hatırlatılıyor. Sergide yer alan “Bana Güzel Şeyler<br />
Anlat / Bana Güzel Şeyler Öğret” başlıklı seriler de gerçek<br />
olaylar ile medyadaki kamufle edilmiş yansımaları arasındaki<br />
farkı sorguluyor. Zaten eleştirmeden itaat eden, eleştireni ise<br />
kendi içinde yok eden bir toplum, ancak kendinden büyük bir<br />
güç arayışı ile bir kuruma bağlandığı için böylesine manipule<br />
edilebilir. “Ateşinle Koru Beni” sergisi, 17 Kasım’a kadar x-ist’te<br />
görülebilir.<br />
DELİ BANDO<br />
Yasemin Mori<br />
Geçtiğimiz Kasım ayından beri hazır olan ve hatta Ocak ayında<br />
lansmanı yapılan, ancak çıkışı sürekli ertelenen 2. Yasemin Mori<br />
albümü Deli Bando, nihayet geçen ay çıktı. Nihayet diyoruz,<br />
çünkü ilk albüm Hayvanlar o kadar büyük bir beğeni toplamış<br />
ve Mori’nin dünyası, içsel şarkı sözleri ve güzel sesi o kadar çok<br />
insan üzerinde etki bırakmıştı ki, 4 yıldır bekleniyordu bu albüm.<br />
Ki, beklentilere de karşılık veriyor.<br />
Baştan söyleyelim, ilk albümdeki kadar kolay bir dinleme<br />
beklemiyor kimseyi. Albüm western kafasında iki parçayla<br />
(“Muşta” ve “Gerenimo”) görece hızlı girdikten sonra, “Deli<br />
Bando” ve “Üzerimde Kehanetin” ile tempo düşüp, sözler öne<br />
çıkıyor. Sözler demişken albümdeki tüm şarkı sözleri Yasemin<br />
Mori’ye ait. Üç parçada Korhan Futacı ve Barlas Tan Özemek<br />
isimleri Mori’ye eşlik ediyor müziklerde. “Dünya” ile kıpırdanan<br />
albüm “Adını Sen Koy (Venüs’te Uyandım)” ile iyice yükseliyor.<br />
İlk iki parça ve bu parçada Korhan Futacı’nın müzikal katkısı<br />
bariz hissediliyor. “Işığa Geldi Çocuklar”, “Uçurumlar” ve “Ustura<br />
(Kırmızı Kurnaz Tilki)”, öyle başka bir şeylerle uğraşırken fonda<br />
dinleyeceğiniz işler değil, mesai istiyor. Bizce albümün en iyi<br />
şarkısı da en sonda, “Sen Beni Sokaklardan Say”. Böylece 10 parça<br />
geride kalmış oluyor. Sonra albüm bir daha dinleniyor, sonra bir<br />
daha…<br />
Bolca üflemeli, bolca vurmalı, çeşit çeşit tuşlu çalgı ve Boğaziçi<br />
Caz Korosu ile birlikte çok kalabalık bir albüm Deli Bando, deli işi<br />
ve âkil şarkılar peş peşe. Hayvanlar da alıştığınız güzel sesli, uçarı<br />
kız çocuğunu unutun. Yasemin Mori 2. albümüyle deneyselliğe,<br />
yeni parça yapma biçimlerine, üzerinde kafa yorulması gereken<br />
sözlere bir hayli mesai harcamış. Ve bunun karşılığında<br />
dinleyiciden de ilgi istiyor.<br />
"
Doğal Afetmiş!<br />
Ölümlerden başladık, ne yazık ki öyle devam ediyoruz. Afyon’da<br />
patlayan mühimmat deposunda hayatını kaybeden 25 kişi için<br />
Kara Kuvvetleri Komutanlığı rutin işlemlerini yapmış. Yapmış<br />
yapmasına ama ölüm sebebine “doğal afet” yazılmış. Nedeni<br />
de şöyleymiş ; “Bir personelin şehitliğe defnedilebilmesi için<br />
ölüm sebepleri, yönergede on ayrı başlık altında toplanmıştır.<br />
Afyonkarahisar’daki mühimmat patlaması neticesinde hayatını<br />
kaybeden personelin durumu, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nca<br />
yapılan inceleme sonucunda, ilgili yönergenin 4’üncü maddesinin<br />
‘h’ bendine (Herhangi bir askeri tesis, kışla ve binanın yangın, sel,<br />
deprem, heyelan, çığ gibi doğal afetlere maruz kalması nedeniyle<br />
ölenler) en yakın olduğu değerlendirilmiş ve personelimiz<br />
şehitliklere defnedilmiştir.” (CNNTÜRK 17.10.2011)<br />
Patlamanın olduğu gün insanların öldüğünü haber yapmak yerine<br />
patlamanın önünde çekilen Atatürk heykeline odaklanan sosyal ve<br />
bir kısım basılı medyamız için hoş bir haber oldu. Peki çocukları,<br />
arkadaşları, kardeşleri ölen insanların, bu dalga geçercesine<br />
yapılan “hata” ve düzeltme ile kırılan kalpleri ne olacak.<br />
Çoğunluk Futbol Maçı İzliyor<br />
KCK tutuklularının 12 Eylül günü başlattığı süresiz açlık grevi<br />
biz bu yazıyı yazarken 36. Gününe girdi. İHD İstanbul Şube<br />
Başkanı Ümit Efe grev ile ilgili “Açlık grevlerinin temel istemlerinin<br />
Abdullah Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının<br />
yaratılması, anadilde savunma ve eğitim hakkının tanınması gibi<br />
talepler olduğu kamuoyunda bilinmektedir. 36’ıncı gününde olan<br />
açlık grevcisi sayısının giderek arttığı tüm PKK ve KCK davaları<br />
tutuklu ve hükümlülerinin kapsayacağı bilgileri gelmektedir. 1980<br />
yılından bu tarafa cezaevlerinde 144 kişi açlık grevleri ve ölüm<br />
oruçları nedeni ile yaşamını yitirmiştir. Türkiye’de yeni ölümlerin<br />
yaşanmaması için Adalet Bakanlığı’nı sorumlu davranmaya<br />
ve süreci zorlaştırmamaya davet ediyoruz,” dedi. (CNNTÜRK<br />
17.10.2012)<br />
Açlık grevi bazılarına basit bir direniş gibi gözükse ve asmayalım<br />
da besleyelimmiciler için gayet hoş bir haber olsa da, cezaevinde<br />
izole edilmiş bir beden için on kat daha zor, daha acı verici bir<br />
süreçtir. Tüm bunların yanında farklı açıklamaları ile birilerinin<br />
sinirlerini hoplatan, bazılarını da şaşırtan Diyarbakır Büyükşehir<br />
Belediye Başkanı Osman Aydemir çok başka bir yöne işaret etti.<br />
“Ey Türk halkı,” diye başlayan mesajın devamı şöyle, “Açlık grevi bir<br />
vicdan hareketidir, vicdandan vicdanlara sesleniştir. Artık Türkiye<br />
toplumunun çoğunluğunun, Kürt halkının haklı davasına vicdanla<br />
yaklaşacağına inanmıyorum. En nihayetinde ateş düştüğü yeri<br />
yakıyor. Çoğunluk ise futbol maçı izliyor.” (Radikal 18.10.2012)<br />
Cezaevlerinin ölüm koktuğu günler çok da uzakta değil. Ne yazık<br />
ki orada yok olan canlar için toplumsal vicdan bulmak da pek<br />
kolay değil. Kötüler cezasını çeker, ölürlerse vergilerimizden onlara<br />
giden pay daha güzel yerlere ulaşır.<br />
Not: Üç maymun olmak lazım.<br />
Dikkatle bakarak, kulak kesilerek ve gördüğünü , duyduğunu söyleyerek.<br />
Bu sayfa müsait, söylemek isteyenlere.<br />
info@kargamecmua.org<br />
Alışveriş Cenneti Açıldı<br />
“Artık Türkiye ve İstanbul herhangi bir<br />
üçüncü dünya ülkesi gibi değil, yani<br />
çadırlarda, derme çatma barakalarda<br />
insanlar barındırılmaz. Onurlu bir<br />
şekilde yaşamları sürdürülmeli<br />
çünkü onların emeği üzerine bu işler<br />
yapılmakta.” (Kadir Topbaş /İstanbul<br />
Büyükşehir Belediye Başkanı)<br />
11 Mart 2012’de “tüm güvenlik şartları<br />
sağlanmış” bir şantiyede yangın çıkar.<br />
İşçiler dikkatsiz davranıp elektrikli ocak<br />
yakarlar. O da fitili ateşler ve şantiye<br />
cehenneme döner. Sonuç 11 feci ölüm.<br />
Davanın müdahil avukatlarından<br />
Berrin Demir konu ile ilgili şöyle bir<br />
açıklama yapmış; “Asıl yatırımcılar<br />
devlet sırrı gibiymiş gibi saklanıyor.<br />
Tutuklu, tutuksuz sanıkların tamamı,<br />
sorumluluğun kendilerinde olmadığını<br />
söylüyor. Ölen işçiler, kendi kendilerini<br />
yakmış gibi bir durum ortaya çıkıyor.<br />
Delillerin bir kısmı hâlâ toplanmadı.<br />
Burada en önemli husus, sorumluluk<br />
skalasının hazırlanması. Fakat asıl<br />
sorumluların saklanması çabası<br />
bu belgenin ortaya çıkarılmasını<br />
engelliyor.” (Hürriyet Ekonomi<br />
18.10.2012)<br />
Bu yazıyı yazdığımız 18 Ekim günü<br />
Marmara Park AVM Esenyurt’ta<br />
açıldı. Ölenlerin yakınları ve bazı sivil<br />
toplum örgütleri açılışı protesto etmek<br />
için oradaydı. Protestodan çok acı ve<br />
kızgınlık hâkimdi. Aileler adına basın<br />
açıklamasını yapan Damla Kıyak’ın<br />
sözleri durumu özetler gibi; “Şaşalı<br />
reklam kampanyalarıyla Marmara<br />
Park AVM Beylikdüzü açılış duyuruları<br />
yapılmakta; her yer ışıltılı, alışveriş<br />
edenler mutlu ve sanki cennetmiş<br />
gibi… Sanki raporlara rağmen önlem<br />
almayanlar açılışı yapanlar değil, sanki<br />
işçileri çadırlarda balık istifi yatıranlar<br />
onlar değil, sanki çadırlarda çıkış<br />
kapısını bile kapatanlar onlar değil,<br />
sanki kanunların emrettiği iş güvenliği<br />
tedbirlerini almayanlar onlar değil.”<br />
(evrensel.net 18.10.2012)
Vampir olduğundan<br />
şüpheleniyoruz<br />
Semra Uygun<br />
Karpatlar’dan gelmiş, tuhaf, neo vampir görünümlü bir oyuncu Udo Kier. Ama gel gör ki<br />
Almanya’nın Köln şehrinde doğmuş, koyu Alman aksanlı, sakin bir adam aslında. Soğuk<br />
sakinlerden. O da, beton gibi duruşu ve taşlanmış buz mavisi gözlerinden sebep. Olsun, biz<br />
yine de onun vampir olduğundan şüpheleniyoruz. Hatta geceleri kanlı cinayetler işlerken<br />
gündüzleri fularıyla bir café’nin bahçesinde pipo tüttürdüğünden. Alman savaş şarkıları<br />
dinleyerek tabii.<br />
Udo Kier, asıl adıyla Udo Kierspe, nam-ı diğer Vampir Başkan, 2. Dünya Savaşı esnasında<br />
dünyaya gelmiş. Dünyaya gelir gelmez de doğduğu hastane bombalanmış.
Rollerine, o mesafeli duruşuna da hep bu savaş<br />
psikolojisi etki etmiş. Biraz çılgın yönetmenlerle<br />
çalışmayı tercih etmesinde ve korku odaklı<br />
filmlerde rol almasında da bunun etkisi olabilir.<br />
Genelde kızgınlıktan kızarana kadar yüzündeki<br />
benzer ifadeyi koruması, gözlerini dikip tek bir<br />
noktaya bakması, insanda biraz sonra birisinin<br />
doğranması emrini verecek ya da çok ateşli bir<br />
seks sahnesinin başrol oyuncusu olacak izlenimi<br />
bırakması Udo Kier’in dikkat çeken yanları.<br />
Kameraya yakışıyor klişesinin tam karşılığı.<br />
Yüzünün kendine has yapısıyla dikkat çeken<br />
biri. Udo Kier çok çok önemli isimlerle çalışma<br />
şansı yakalamış hep bu karizması sayesinde.<br />
Andy Warhol, Dario Argento, Lars Von Trier,<br />
Gus Van Sant… Kuzeyli, arızalı, insanın<br />
kanını donduran,<br />
teşhirci isimlerin<br />
gözdesi olmuş.<br />
Sanatçının ilk ve en<br />
önemli başarılarından<br />
ikisi; 1974’te Andy<br />
Warhol’s Dracula<br />
ve Andy Warhol’s<br />
Frankenstein’da rol<br />
alması. Özellikle Andy<br />
Warhol’s Dracula’da<br />
yüzünü gökyüzüne<br />
kaldırıp kan kustuğu<br />
sahneyle efsaneleşti.<br />
Ama onun da, insanların<br />
da, ama özellikle onun,<br />
asıl unutamadığı<br />
sahne; Andy Warhol’s<br />
Frankenstein’da bir<br />
hayvanın iç organlarını<br />
saatlerce elleri ve yüzüne<br />
yakın tuttuğu sahneler.<br />
Her defasında bu<br />
kokuyu asla hafızasından<br />
çıkartamadığını dile<br />
getirir. Udo Kier dünyanın en saçma ve<br />
eğlenceli filmlerinden biri olan Spermula’da<br />
da saçma sapan bir doktoru oynamıştı 1976’da.<br />
Sonra sırasıyla Dario Argento filmlerine el<br />
attı: Trauma, Suspiria, Mother of Tears. Dario<br />
Argento’nun hastalıklı çekim tekniğiyle Udo<br />
Kier’in hastalıklı oyunculuğunun valsiydi bu<br />
filmler. Mükemmel kimya! Sanatçının oynadığı<br />
en Udo Kier olmadığı rollerinden birisiyse<br />
Pamela Anderson’un Barb Wire’ı herhalde. Ace<br />
Ventura: Pet Dedective de onunla yarışır. Bizim<br />
ona en çok yakıştırdığımız ve o oyunculukla<br />
hafızalarımıza kazıdığımız rolü ise Blade’deki<br />
clanhead rolüdür. Sökülen sivri dişleri ve güneşte<br />
yanan vampir teniyle… Sanatçı 2000’lerde yine<br />
vampir mitinden vazgeçmeyip Shadow of the<br />
semra_uygun@yahoo.com<br />
Vampire’da rol alır. Ve Lars Von Trier’in depresif<br />
filmleri Dogville ile Melancholia’da. Kalplerimize<br />
yerleştiği Fatih Akın imzalı Soul Kitchen’ı da<br />
saymamak olmaz. Bizimle yakın ilişkilerine<br />
o zaman başlar Udo Kier. Ta ki bu sene 49.’su<br />
yapılan Altın Portakal Film Festivali’ne katılana<br />
dek. Antalya’nın portakallı yollarında haşin<br />
bakışları ve egzotik ruhuyla bizi selamlamak<br />
için gelene dek. Güneşe en yakışmayan<br />
adam olarak. Bu arada “horror master” Rob<br />
Zombie’nin Udo Kier’i keşfettiği Halloween’i ve<br />
Masters of Horror’ın Udo Kier’li bölümlerini de<br />
unutmayalım. Ve Madonna’nın ‘92 çıkışlı Erotica<br />
albümünden “Deeper and Deeper”ın klibindeki<br />
rolünü, Korn’un “Make Me Bad”indeki Brigitte<br />
Nielsen’li performansını da.<br />
Çılgın bir bilim adamı olarak<br />
yine tüylerimizi diken diken<br />
etmişti çünkü. Yine de en<br />
sempatik, en tatlı, en kedi gibi<br />
oyunculuğunu vampirken<br />
sergilemiştir. Bizi vampir<br />
olduğuna inandırır. İnsan<br />
olduğundan şüphe duyarız.<br />
Hatta Christopher Walken’ın<br />
Alman versiyonu gibidir.<br />
Aklımıza sofistike, iş bilir,<br />
soğukkanlı erkek profilini<br />
getirir. Vampir modasının<br />
en çok yakışacağı erkek<br />
halini. Güneş gözlükleri,<br />
uzun montlar ve arkaya<br />
doğru wax’la yapıştırılmış<br />
ıslak saçlar. Kana<br />
susamışlık…<br />
Peki neden bu kadar<br />
yakıştırıyoruz vampirliği<br />
ona? Sadece biz<br />
yakıştırmıyoruz aslında.<br />
Trademark’larında “vampir portreleriyle tanınır”<br />
diye bir ibare var. Ama bizce onda başka bir<br />
şeyler var. Bram Stoker’s Dracula’da şimdiye<br />
kadarki en başarılı vampir oyunculuklarından<br />
birini sergilemiş Gary Oldman’da bile olmayan<br />
bir şey. Beyaz pudra, lens ve sivri dişlerden<br />
mütevellit bir makyaj istemeyen; gerçek bir<br />
vampir yüzü belki de. Ruhsuz bir adam imajı<br />
çizmesi ya da. Veya efsûni, gizemli başka bir<br />
şeyler. Her neyse… Hem sinema tarihinde, hem<br />
Antalya’da varlığıyla her zaman gotik bir hava<br />
estirmiş, estirecek olan, belki de o bombalanan<br />
hastaneden hiçbir zaman kurtulamamış, belki<br />
de masonik birtakım antlaşmalarla yeryüzünde<br />
ikamet eden bir adam. Belki de geceleri havada<br />
usulca süzülen bir yarasa.
Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali<br />
5. yılında!<br />
İlki 2008 yılında gerçekleşen Sürdürülebilir<br />
Yaşam Film Festivali, 2012 yılında yine<br />
birbirinden ilginç filmlerle sürdürülebilirlik<br />
konusunun farklı yönlerini irdeleyecek.<br />
Günümüzde birçok birey ve kurum tarafından<br />
çokça kullanılan sürdürülebilirlik kavramının<br />
soyut ve yoruma açık boyutlarına ışık tutan<br />
Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, neyin<br />
sürdürülebilir olduğu veya olmadığına dair<br />
dünyanın dört bir yanından örnekler sunarak<br />
gerçek hikâyelerle ilham vermek amacını taşıyor.<br />
Festivalin dikkate değer özelliği sadece filmleri<br />
ve filmlerin içeriği ile sınırlı değil. İzleyicileri,<br />
konuk uzmanları ve sanatçıları, film dışındaki<br />
etkinlikleri, bir buluşma zemini oluşturma işlevi,<br />
destekçileri ve düzenleme süreci açılarından<br />
da önemli bir örnek oluşturuyor. Toplumun<br />
her kesimini bir araya getirerek birleştirici ve<br />
kapsayıcı olmayı başaran Sürdürülebilir Yaşam<br />
Film Festivalinde bir ev hanımını, bir çiftçiyi,<br />
info@surdurulebiliryasam.org<br />
bir takım elbiseliyi, öğrencilerini toplayıp gelmiş<br />
bir öğretmeni, çocuğunun gelecekte yaşayacağı<br />
dünyadan endişeli bir anneyi, akademisyenleri,<br />
aktivistleri yan yana otururken ve fikir alış<br />
verişinde bulunurken görebilirsiniz.<br />
Festivali gerçekleştiren Sürdürülebilir Yaşam<br />
Kolektifi, çeşitliliğe değer veren açık ve<br />
esnek bir yapı dahilinde yaşamı sürdürülebilir<br />
kılmak niyetiyle bir araya gelmiş bireylerin<br />
“yaşamı çoğaltacak” projeleri kolektif olarak<br />
hayata geçirme amacıyla doğdu. Tamamen<br />
sivil bir oluşum olan Kolektif, film festivali<br />
gibi “sürdürülebilir yaşam” konusuyla ilgili<br />
farkındalık arttırıcı çalışmaları bireylerin ve<br />
kurumların desteği ve katılımıyla sürdürüyor.<br />
2012 festivali hazırlıkları da, Sürdürülebilir<br />
Yaşam Kolektifi’nin vizyonunu paylaşan bireyler<br />
ve organizasyonların desteği ile devam ediyor.<br />
2012 Festivali, 29-30 Kasım tarihlerinde<br />
Beyoğlu’nda bulunan İtalyan Kültür<br />
Merkezi’nde ve 1-2 Aralık tarihlerinde Salt<br />
Galata’da gerçekleşecek. Bu seneki festivalde<br />
yine içinde yaratıcılık ve çözüm barındıran<br />
birbirinden etkileyici filmlerle, konuşmacılar ve<br />
müzisyenlerle sürdürülebilirlik kavramına ve<br />
dünyaya bütüncül bir bakış atacağız.<br />
Ayrıntılı bilgi için<br />
www.surdurulebiliryasam.org
KONTRAST<br />
Okan Aydın<br />
FAVORİ<br />
Antony And The Johnsons / Cut<br />
The World / Secretly Canadian<br />
Geçtiğimiz aylarda İstanbul’da<br />
verdiği ikinci konserinde gelenleri<br />
kırılgan ve hassas kimliğinden de<br />
beslenen muhteşem performansıyla,<br />
gel(e)meyenleri “Nasıl olur da<br />
ikinci kez kaçırırım?” diye adeta<br />
ağlatan Antony Hegarty’nin,<br />
albüme adını veren “Cut The World” dışındakileri eski çalışmalarından<br />
alınan bu canlı konser kaydı, tam anlamıyla arşivlik bir çalışma. Hatta<br />
bir manifesto niteliğinde konuştuğu “Future Feminism” ise çıktısı alıp<br />
saklanacak kıvamda bir içeriğe sahip. Üzerinden birkaç ay geçmiş<br />
olsa da kurtuluşumuzun daha feminen bir dünyadan, içimizde asla<br />
söndürmememiz gereken bir umut ışığından olabileceğine olan inançla<br />
tekrar altı çizilmesi gereken bir çalışma bu. Sade, akılda kalıcı, samimi...<br />
Hepimizin içinde olsa da bir şekilde uzaklarda aradığımız tüm o<br />
güzelliklerin Antony’ye özgü bir dille ve dolayısıyla mutluluk veren bir<br />
acıyla da yoğrulduğu nefis bir kayıt. Kendisine eşlik eden orkestranın<br />
parçalara farklı ve yeni lezzetler kattığını da es geçmeyelim.<br />
PLASE<br />
Giuseppe Ielasi / Aix / Minority<br />
Çek Cumhuriyeti orjinli Minority<br />
az sayıda ama oldukça nitelikli<br />
albümle (DVA, Floex, Polvere,<br />
Tape, Tomas Dvorak gibi isimler<br />
anılabilir) arz-ı endam eden “güzel”<br />
etiketlerden biri. Milano kökenli<br />
gitarist Ielasi ise deneysel elektronik<br />
müziğin son dönemdeki en parlak<br />
ve üretken isimlerinden biri.<br />
İsimsiz parçalardan oluşan 2009 çıkışlı albüm mutlak suretle yoğun bir<br />
konsantrasyonla dinlenmeyi hakediyor. Pek çok deneysel çalışmada<br />
karşımıza çıkabilecek dengesiz ve kaotik bir sesler yığınının tam aksine,<br />
rafine edilmiş seslerden örülü, her bir tınının kendi kimliğini net şekilde<br />
hissettirdiği, sesler arasında geçişkenliğin az ama bir o kadar bütünlüklü<br />
bir dinleme vadediyor Aix albümü. Albümün en önemli özelliklerinden<br />
biri, zorlu içeriğine rağmen akıcı yapısı. Özetle uzunca bir romanın her<br />
bir sayfasını merakla çevirir gibi takılıp gittiğiniz etkileyici ve kulak<br />
kabartılası bir çalışma Aix.<br />
okan@kontrarecords.com<br />
SÜRPRİZ<br />
Efterklang / Piramida / 4AD<br />
Casper Clausen’in içe işleyen<br />
derinlikli ve dingin vokaliyle<br />
hafızalarımıza kazınan<br />
Efterklang giderek daralan<br />
kadrosuna rağmen şimdiden<br />
yılın en iyi çalışmaları arasında<br />
yerini alan dördüncü albümüyle<br />
tekrar karşımızda. Ekibin aylar<br />
öncesinde kuzey kutbuna yakın,<br />
terkedilmiş bir maden ocağına<br />
yaptıkları ziyaret esnasında kayıt<br />
altına alınan sesler albümün<br />
konsept olarak ana omurgasını<br />
oluşturuyor. Zira söz konusu<br />
tınılar Efterklang’ın bu defa daha<br />
karanlık ve hüzünlü bir evrenden<br />
seslenen parçalarına ziyadesiyle<br />
minik kırıntılar halinde<br />
ustaca yedirilmiş durumda.<br />
Efterklang’ın oda orkestrası<br />
popuyla, klasik müzik ve indie<br />
arasında gidip gelen kendilerine<br />
özgü müziğine bu albümde<br />
inen melankoli perdesi özellikle<br />
Clausen’in sesine oldukça<br />
yakışıyor. Nahif, ümit vadeden,<br />
sakin ama bol katmanlı zengin<br />
bir albüm olarak özetlenebilecek<br />
Piramida’da özellikle açılış<br />
parçası “Hollow Mountain”a<br />
dikkat!
Altın Portakal: Yeni Umutlar<br />
Kaan Karsan & Gülçin Kaya<br />
Bu yıl 49. kez düzenlenen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, jüri başkanının<br />
açıklandığı günden itibaren tam anlamıyla gündemin tepesine oturmuş durumdaydı. “Mizah,<br />
Muhalefet ve Demokrasi” ana temasıyla yola çıkan festivalin belkemiği olan Ulusal Yarışma<br />
bölümünün jüri başkanı Hülya Avşar’dı ve ünlü isim haliyle birçok fikir ayrılığına neden olacaktı.<br />
Bu tartışmaların henüz sonlanmadığı bir dönemde başlayan festivalde farklı türlerdeki 10 film<br />
ödül için kıyasıya yarıştı. İlk bakışta kimilerince zayıf bulunan yarışma filmleri, çoğu genç<br />
yönetmenlerin ilk filmlerinden oluşan ve içerisinde Tunç Okan gibi usta isimlerin yeni filmlerinin<br />
de yer aldığı programıyla bir hayli merak uyandırdı ve zamanla kendi favorilerini yarattı.<br />
Festival, yönetmenliğini Soner Yalçın’ın yaptığı Menekşe’den Önce adlı Sivas Katliamı belgeseliyle<br />
açılışını yaptı. Bu coğrafyanın tanık olduğu en ürkütücü olaylardan biri olan Sivas katliamının<br />
20. yılında, kanlı olayın meydana geldiği günün şokunu ve dramını tüm diriliğiyle beyaz<br />
perdede yeniden canlandıran belgesel tüm salonu derinlemesine etkiledi. Vizyona girmesini<br />
tüm içtenliğimizle dilediğimiz yapıt, kanlı olayın belli başlı tanıklarının dilinden, daha önce<br />
tanık olmadığımız bir cesaretle dökülürken 2 Temmuz 1993 günü Madımak Oteli’nin önünde<br />
yaşanan vahşetin gerçek görüntüleri bir kez daha kanları donduruyordu. Soner Yalçın’ın montaj<br />
aşamasında Oda TV davası kapsamında tutuklanıp cezaevine gönderildiği, bu nedenle de kalan<br />
kısmı ekibin geri kalanı tarafından tamamlanan Menekşe’den Önce, sinemamızda daha fazla<br />
görmeyi umduğumuz bir sosyal farkındalık mesajı vererek toplumsal hafızayı canlandırıyor.<br />
Olayı olabildiğine yalın bir şekilde aktaran belgesel, izleyenini azami düzeyde zorlayan, yer yer<br />
sınır harplerine sürükleyen başarılı bir yapıt olarak akıllarda kalacak gibi görünüyor. Lakin Soner<br />
Yalçın’ın belgesele bir ana konsept belirleme aşamasında yaşadığı irili ufaklı sıkıntıların da<br />
belgesel için türsel bir hezeyan yarattığını da söylemeliyiz.<br />
Ulusal yarışmanın izleyiciyle buluşan ilk filmi, M. Çağatay Tosun’un Vali’den sonraki uzun metrajı<br />
Derin Düşün-ce idi ve genç yönetmen bu filmle sinemada pek rastlayamadığımız toplumsal<br />
problemlerden biri olan “ensest” temasını ele alarak bir nevi cesaret gösterisi yapıyordu. Konu<br />
olarak sorunlu bir ailede çocuk olmanın yükünü omuzlayan Derin’in bu kaotik ortamda büyümeye<br />
çalışmasını ele alan film, ensesti ve çocuk istismarını işlerken fazlasıyla cesur davranıyordu. Bu
tip filmlerde “gösterme ama hissettir” yöntemini<br />
seçmekten ziyade karakterlerini yer yer teşhir<br />
objesi olarak sunan film, Derin karakterini<br />
canlandıran oyuncuya pek de masumane<br />
yaklaşamayıp kurduğu tuzağa kendisi düşerken,<br />
çocuk başkarakterin kimi sahnelerinde kamera<br />
fazlasıyla cüretkâr davranarak bize samimiyetini<br />
sorgulatıyordu. Filmin anlattığı bıçak sırtı<br />
meselenin mutlaka anlatılması gereken yönleri<br />
olduğuna inanmamıza rağmen yönetmenin<br />
anlatım metotları kimi soru işaretlerini doğuruyor;<br />
teknik olarak tamamen gösterişsiz ve düz bir<br />
çizgi üzerinden seyreden film, sinemasal olarak<br />
da oldukça zayıf sularda yüzüyordu. Bu bakımdan<br />
Derin Düşün-ce festivalin en zayıf filmlerinden<br />
biri oluyor, film hakkında yapılan “çocuk<br />
pornosu” tartışmaları ise sadece galeyana gelmiş<br />
bir izleyicinin film üzerine abartılı okumalar<br />
yapmasından ileri geliyordu.<br />
Festivalin ilk gününde izlediğimiz bir diğer<br />
yarışma filmi olan Elveda Katya ise Yeşilçam<br />
melodramlarına saygı duruşunda bulunan, kalbi<br />
kırık bir hikâye bahşediyordu seyredenlerine.<br />
Dizi estetiğini ve metinselliğini anımsatan<br />
-hatta temsil eden- bir tonda seyreden ve ele<br />
aldığı mevzuyu derinleştirmekten bilinçli<br />
olarak kaçınan film, popüler damarı yakalamayı<br />
fazlasıyla başarıyordu. Özellikle hedeflediği kitle<br />
olan halkın beğenisini de zaten tercih ettiği bu<br />
biçem ile kazanıyordu. Kimi anlarda oldukça<br />
akılda kalıcı aforizmaları ile salonda kimi coşkulu<br />
alkışlara da mahal veren Elveda Katya; duygusal,<br />
eğlenceli ancak zayıf bir eser. Kamerasına<br />
hâkim bir tavır sergileyen ve kimi anlarda tesirli<br />
mizansenler kurmayı başaran yönetmen Ahmet<br />
Sönmez ise anaakım sinemamızın geleceğinde<br />
önemli isimlerden biri olabileceğinin sinyallerini<br />
veriyordu. Filmin geneline hâkim olan “hafif”<br />
atmosferin içerisinde fazlasıyla ağır bir<br />
performans sergileyen Kadir İnanır ise, ne yalan<br />
söyleyelim, sanki başka bir filmde oynuyormuş<br />
gibi görünüyordu. Son celsede Elveda Katya, dizi<br />
görselliğini ve anlatısını ön plana çıkaran tarzıyla<br />
salondaki tanıdık beklentileri karşıladı. Zira film,<br />
sanki herhangi bir dizinin koskoca bir sezonunu<br />
iki saatlik süresinin içerisinde muhafaza ediyordu.<br />
Beyaz perdede yeni yeni karşılaşmaya<br />
başladığımız türden bir geçmişle hesaplaşma<br />
hikâyesini konu alan Evdeki Yabancılar ise<br />
konusuyla dikkat çeken yapımlardan biriydi.<br />
Film, konu olarak “mübadele” döneminde evini<br />
terk etmek zorunda bırakılan bir Rum kadının<br />
yıllar sonra geçmişini aramak için Ege’deki evine<br />
geri dönmesini işliyor gibiydi. Ancak filmin<br />
herhangi bir anında bu acı geçmiş hakkında<br />
herhangi bir ize ya da bilgiye rastlayamıyorduk.<br />
Genelde evine dönen yaşlı kadın ve artık bu<br />
evde yaşayan genç adam arasındaki ev sahipliği<br />
kavgasına odaklanan film ne yüklendiği misyonu<br />
yerine getirebiliyor ne de herhangi bir mevzuyu<br />
derinlemesine işleyebiliyorken, “zaman” kavramı<br />
konusuna bağımlı olarak kaçamadığı büyük<br />
mantık hataları, parıltısız olarak tanımlanabilecek<br />
yan karakterleri ve hikâyeleriyle inandırıcılıktan<br />
adım adım uzaklaşıyordu. Tutuk oyunculuk<br />
performanslarından da fazlasıyla zedelenen<br />
ve 92 dakikalık süresi boyunca sık sık kendini<br />
tekrar eden bir senaryoya sahip olan film,<br />
“durgunlaştırma” metodu ile uzatılmış tatsız bir<br />
yapıma dönüşüyordu. Tepeden düşme bir açılış<br />
sekansıyla açılan ve son anına kadar bir şeyler<br />
anlatabilmek için çabalarken sürekli kendini<br />
yineleyen Evdeki Yabancılar, festivalin zayıf<br />
halkalarından biri olarak akıllarda yer ediyordu.<br />
Festivalin merakla beklenen birkaç filminden biri<br />
olan Güzelliğin On Par’ Etmez ise Haneke’nin<br />
öğrencisi Hüseyin Tabak’ın ilk kurmaca denemesi<br />
olarak yer yer türlü acemilikleri barındırıyordu.<br />
Odaklandığı konuda problemler yaşayan film,<br />
başroldeki küçük Veysel’in dilini bilmediği bir<br />
ülkede yaşadığı sıkıntılara odaklanacak gibiydi.<br />
Ancak bu çıkış noktasına sadık kalamayan<br />
Hüseyin Tabak, “mülteci olmak” gibi bir yan<br />
konuyu da yanına alarak Türk-Kürt problemlerine<br />
yoğunlaşmayı da deniyordu. Haliyle her şeyden
iraz anlatıyor gibi görünen yapıt ilk anından<br />
itibaren konu bütünlüğünden uzaklaşıp<br />
başkarakterin asıl hikâyesini göz ardı ederek<br />
yan hikâyesi “kimlik”i bir adım öne çıkararak<br />
odak noktasını değiştiriyor, fakat bu konuyu ele<br />
alışındaki arabesk ve basmakalıp yönelimleri<br />
nedeniyle “yeni odağını” da bütünleyemiyordu.<br />
Anbean dağılan hikâye, filmin sonunda fazlasıyla<br />
parçalanmış ve yarım kalmış bir yapıya erişerek<br />
senaryosunda var olan kimi mantık hatalarının da<br />
yardımıyla ikna edicilikten uzaklaşıyordu.<br />
Festivalin heyecanla beklenen üçüncü günü,<br />
bıçak sırtı meselelere temas eden filmlerden biri<br />
olan Hile Yolu’yla başlıyordu. Meselesine karşı<br />
oldukça mesafeli bir tavır takınıp belgeden çok<br />
gözleme dayalı bir “karanlık öykü”yü ele alan<br />
filmin senaryosu üzerinde harcanan yoğun mesai<br />
ise kısa sürede kendisini belli ediyordu. Filmin<br />
oldukça derin ve dalgalı sularda yüzen meselesi<br />
ise güçlü bir sinemayla görselleştirilemiyordu.<br />
Hile Yolu, Hrant Dink cinayetinin öncesinde önü<br />
açılan ve uçuruma giden yolu, politik-gerilim<br />
tonlarında karşımıza getirmeye çabalıyordu.<br />
Lakin en temel problemi de mevzubahis gerilimi<br />
layıkıyla kuramamasında yatıyordu. Birçok<br />
noktaya kimi anlarında gereğinden “fazla”<br />
insancıl bir yönelimle eğiliyor, temas ettiği<br />
meseleler üzerinde tam anlamıyla bir hâkimiyet<br />
kuramayan film, bu esnada sinemasal anlamda<br />
bazı etkileyici sekanslar kurabilmesine rağmen<br />
genel çerçevede teknik problemlere boğuşuyordu.<br />
Tüm sorunlarına rağmen genellikle sinemacılar<br />
tarafından kaçınılan bir mesele olan ülkenin<br />
karanlık “yakın” tarihine ışık tutmasıyla belli bir<br />
saygıyı ve dikkati hak eden Hile Yolu, festivalin<br />
kaçırılmış fırsatlarından, altı pastan auta yollanan<br />
toplarından biriydi.<br />
Aynı gün içerisinde izleyiciyle buluşan Küf,<br />
Venedik Film Festivali’nden, daha önce Seren<br />
Yüce’nin Çoğunluk filminin de layık görüldüğü bir<br />
ödülle, “Geleceğin Aslan”ı ödülüyle dönmüştü. Sırf<br />
bu yüzden bile fazlasıyla cezbedici görünen film,<br />
iletisim@eksisinema.com<br />
genç bir yönetmenin ilk yönetmenlik denemesi<br />
olması nedeniyle bir hayli ilgi uyandırıcıydı. Ali<br />
Aydın’ın senaryosunu da yazdığı filmi konu olarak<br />
yıllar önce üniversitede okumakta olan oğlunun<br />
bir anda ortadan kaybolmasıyla dağılan bir aileyi<br />
ele alıyor, aileden arda kalan acılı babanın on sekiz<br />
yıl boyunca “devlet”e dilekçe göndererek oğlunu<br />
“ölü ya da diri” olarak bulabilme mücadelesini<br />
işliyordu. Ercan Kesal’ın üstün performansıyla<br />
dikkat çeken film, içerisinde barındırdığı yan<br />
hikâyesiyle de bambaşka bir atmosfer yaratıyor,<br />
kendi içinde farklı bir gerilimi doğuruyordu. Küf,<br />
vicdan ve bürokrasi arasındaki ezeli kavgayı,<br />
hayatın asgari hızla aktığı bir kasabada uzun<br />
sessizliklerle yansıtırken, fire vermeden finale<br />
doğru ilerliyor, ancak seyircinin başından sonuna<br />
kadar büyük patlamayı sunmaktan imtina<br />
ediyordu. Bu elbette ki Ali Aydın’ın kişisel bir<br />
tercihiydi ancak izlediğimiz kadarıyla filmin bu<br />
patlamaya ihtiyacı vardı. Yine de Ali Aydın’ın ilk<br />
yönetmenlik denemesinde festivalin en dikkate<br />
değer filmine imza attığını söylemeliyiz.<br />
Adından söz ettirmesi muhtemel olan<br />
yapımlarından biri olan Zerre ise festivalde<br />
yarışan birçok “ilk film”den biriydi. Erdem<br />
Tepegöz’ün hikâye ve atmosfer yaratma<br />
becerisiyle şahlanan Zerre, İstanbul’un<br />
pek gösterilmeyen karanlık yüzünü tüm<br />
acımasızlığıyla resmediyordu. Şehrin karanlık<br />
yüzünde, ailesini aç bırakmamak için türlü<br />
kirlenmişlikle tek başına mücadele eden<br />
başkarakter Zeynep, son dönem sinemamızda<br />
karşılaştığımız en güçlü karakterlerden biri<br />
olurken, bu karaktere hayat veren başarılı aktris<br />
Jale Alkan’ın güçlü oyunculuğu festivalin en<br />
akıldan çıkmaz performansına dönüşüyordu.<br />
Zerre, sırtlandığı yükün ve resmettiği dünyanın<br />
etkileyiciliğini artırmak için başvurduğu abartının<br />
altında yer yer ezilse de festivalin “en”lerinden<br />
biri oluyor; Erdem Tepegöz’ü de bir sonraki işi<br />
merakla beklenen yönetmenlerden biri haline<br />
getiriyordu.
<strong>Karga</strong> kabininde çalanları www.awdio.com dan<br />
canlı olarak dinleyebilirsiniz.
2525 Yılında<br />
In The Year 2525 - Zager & Evans<br />
2525 yılında erkekler hâlâ yaşıyorsa<br />
Ve kadınlar hayatta kaldıysa<br />
3535 yılında belki de anlayacaklar ki<br />
Gerçeğe de gerek yok, yalana da<br />
Çünkü düşündüğün, yaptığın, dediğin her şey<br />
Bugün yuttuğun hapta<br />
4545 yılında<br />
Dişlerine ihtiyacın olmayacak, gözlerine de<br />
Çünkü çiğneyecek bir şey kalmayacak<br />
Ve kimse sana bakmayacak<br />
5555 yılında<br />
Kolların öylece iki yanından sarkacak<br />
Bacaklarınsa hiçbir işe yaramayacak<br />
Her şeyi senin yerine makineler yapacak<br />
6565 yılında<br />
Kocana da gerek kalmayacak, karına da<br />
İnce cam bir tüpten seçeceksin<br />
Oğlunu da kızını da<br />
7510 yılında<br />
Eğer Tanrı gelecekse<br />
Ki herhalde o zamana yetişir<br />
Belki de etrafa bakıp<br />
“Mahşer Günü gelsin madem” diyecek<br />
8510 yılında Tanrı<br />
Heybetli başını sallayıp<br />
Ya diyecek ki “İnsanlardan memnunum”<br />
Ya da “Her şeyi yıkıp baştan yapayım”<br />
9595 yılında<br />
Hâlâ insan olacak mı meraktayım<br />
Bu yaşlı dünyanın verebildiği her şeyi almış<br />
Ve yerine hiçbir şey koymamış olarak<br />
10 000 yılına kadar<br />
Milyarlarca kez ağlayacak insanoğlu<br />
Nedenini kendisi de bilmeden<br />
Ve artık insanın hükmü bitmiş olacak<br />
Ama çok uzaklardaki sonsuz gecede<br />
Belki de bir yıldızın göz kırpışı kadar bir süre<br />
Sadece dün bitmiş bugün gelmiş olacak<br />
Çeviri: Bi <strong>Karga</strong>