11.05.2013 Views

download pdf - Karga Mecmua

download pdf - Karga Mecmua

download pdf - Karga Mecmua

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

mecmua. aylık, sanat ve yaşam kültürü dergisi. ücretsizdir.<br />

KASIM 2012


Fotoğraf: Raife Polat<br />

Bir Belirsizlik Hali<br />

“Nasılsın?” diye yekten muhabbete girilmeye<br />

çalışıldığında geçiştirmek için verdiğimiz “İdare<br />

eder”, “Ne olsun be hacı”, “İç güveysinden hallice” v.b.<br />

yanıtların arkasında iki neden yatıyor olabilir; ayaküstü<br />

cevap vermek istememek ya da yanıtların belirsiz<br />

olması. Bu sayıda biz b şıkkını seçtik konu olarak.<br />

Belirsizliğin neresinden tutsan belirsizliğe ulaşıyor<br />

sonu. Ama dert zaten belirlemek değil bir şeyleri, belki<br />

duruma birkaç perspektif açmak. Bu anlamda yelpazesi<br />

de geniş oldu sayının.<br />

Enteresandır, bu sayı aramıza katılan yeni isim yok.<br />

Yoksun varsın…<br />

Tüketin toplumu…<br />

İmtiyaz Sahibi: <strong>Karga</strong> Turizm ve Ticaret Ltd. şti. adına İ. Özer Bal Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ve Yayın Yönetmeni: Tayfun Polat<br />

Editörler: Utkan Çınar, Volkan Balkan Tasarım: Deniz Bankal Kapak: Ali Çetinkaya<br />

Katkıda Bulunanlar:<br />

Okan Aydın, Levent Celepçi, Ali Çetinkaya, Bahadır Dilbaz, Ozan Durmaz, Can Hankendi, Nazlı Kalkan, Kaan Karsan, Gülçin Kaya, Sarp Keskiner, Ertan<br />

Keskinsoy, Derya Kılıçalp, Melda Köser, Raife Polat, Murat MRT Seçkin, Mehmet Sinan, Semra Uygun, Övünç Üster.<br />

Yayın türü: Yerel, Süreli Yayın Aylık, sanat ve yaşam kültürü dergisi. Her ay 5.000 adet basılıp, ücretsiz dağıtılmaktadır.<br />

Reklam vermek için 0216 330 31 51 yada info@kargart.org<br />

Yönetim Yeri: Kadife Sok. No:16 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 330 31 51 Faks: 0216 346 55 46<br />

Basım Yeri: Ekspres Grafik Baskı Sistemleri Matbaa ve Yayıncılık San.Tic.Ltd.Şti. Tel: 0212 671 61 51<br />

Dağıtım: Afiş Adam Dağıtım Reklam Tic. Ltd. Şti. Tel: 0212 245 83 37<br />

www.kargabar.org / info@kargabar.org www.kargart.org / info@kargart.org www.kargamecmua.org / info@kargamecmua.org


mixed version<br />

altta akan süreğen bilgi bandında seviştirilmiş böcek!<br />

“gösterme ama hissettir”!<br />

biz ona teslim oldukça artıyor. bir rock star olarak “bizim de var”<br />

Bilsem ki hiç belli olmaz emin olsam, o bana yeter.<br />

o bombalanan hastaneden hiçbir zaman kurtulamamış,<br />

tarifi ölümsüz bir düzen tutturmaya çalışıyoruz<br />

karar verdiğim ve kararımdan vazgeçtiğim anlar, bir reklam panosu olabiliyorken<br />

hepsi mümkün, hepsi müphem diye bir şey olamaz<br />

Dağıtım Noktaları<br />

güneşte yanan vampir teniyle performans sergileyen<br />

Kadir İnanır dikilmiş bir doğum günü pastası mumudur. hepimiz<br />

her şeyin o biçim farkındayız<br />

şükret ki belirgin olarak daha da turkish psych dinledik<br />

söylimmi<br />

mxd tarafından Utkan<br />

Taksim - Peyote, Urban, Cezayir, Goethe Institut, Mektup, İFSAK, Kaktüs, Zencefil, Baykuş, Pandora Kitabevi, Deform, CafePi,<br />

Limonlu Bahçe, Kontra Plak, Fransız Kültür Merkezi, Leyla Teras, Genç Fotoğrafçılar İnsiyatifi Cihangir - Kiki, Rafineri, Kahvedan,<br />

White Mill, Susam, Cuppa, Kaktüs, Cihangir Cafe, 5.Kat, Zenka, Mayhoş, Kahve Altı, Opus 3A Tünel - Babylon Lounge, Ada Müzik,<br />

Şimdi, Otto, House Cafe, Robinson Crusoe, Leblon, Helvetia, Galata Perform, Mavra, Quit Nişantaşı - Harbiye - House Cafe, Touch<br />

Down, Açık Radyo Beşiktaş - Ortaköy - Alkım Kitabevi, Misket Bağdat Caddesi - CKM Kadıköy - Moda - Zihni, Bast Cafe, Oyun<br />

Atölyesi, Ada Müzik, Cafe Kemal, Biber, Kutu Cafe, Yer, Moda Mood, Güverte, Kırıntı, Casa di Moda, Dodo Cafe Ankara - Dost<br />

Kitabevi, Eskişehir – Neyzen Meyhanesi, İzmir – Hayalbaz


Küresel Işıma<br />

Levent Celepçi<br />

Doğal habitatı itibariyle “yeraltı”nda yaşayan<br />

“bağımsız müzik” üretici ve takipçisi cenah,<br />

bir süredir “anaakım”ın izlerini takip ederek<br />

bu doğal yaşam kaynağını keşfetmiş meraklı<br />

merceklerin flaşlarına maruz kalmakta. Hatta,<br />

kış günlerini orman içlerindeki kulübesinde<br />

geçirmeye meyilli “yeraltı” insanı (ki buna<br />

“yeraltı” lisanında “Bon Iver” ritüeli deniyor) 2 kış<br />

önce “anaakım” nehrinin gri sularının kulübesini<br />

bastığını ve Grammy’ler olarak adlandırılan<br />

küçük yeşil yaratıkların kulübenin perdelerini<br />

kemirdiğine bile şahit oldu.<br />

Teknolojik altyapı ve birkaç G’nin de desteği ile<br />

her türlü müzikal üretime ulaşmanın saniyelerle<br />

ölçüldüğü atmosfer koşullarında, Animal<br />

Collective nehrin öbür kıyısından yerüstüne<br />

en çok davet alan gruplardan biri. Özellikle<br />

2009 albümleri Merriwheather Post Pavillon<br />

ile bir anda anormal bir kitlesel “cool” objesine<br />

devşirildi topluluk (ya da Collective).<br />

Animal Collective’in 9 albümlük külliyatı insanlık<br />

tarihinin zamansal yolculuğunun kronolojik bir<br />

yansıması gibi… 2004 albümü Sung Tongs ile<br />

öne çıkan tribal vurgular, son albüm Centipede<br />

Hz’de iyiden iyiye fütüristik bir çağın müziğine<br />

evrilmiş durumda. Deneysel denebilecek bir<br />

müzikal karışımın hiç alışık olmadığı bir iltifatla<br />

karşılaşan grup, önemli sayıda dinleyici kitlesine<br />

ulaşıyor artık; Billboard çok satanlar listelerinde<br />

Lady Gaga’larla, Rihanna’larla aşık atıyor. Durum<br />

öyle bir boyuta vardı ki “vasatın” kendi “alternatif<br />

dünyası”nı yarattığı ve sınıf başkanlığını da<br />

Animal Collective’e verdiği günlerdeyiz. İşin<br />

sırrının rengârenk baharatlarla “toplu vasat<br />

tüketim nesnesi” gibi durmayan “toplu vasat<br />

tüketim” harmanlaması gibi durduğunu<br />

söylemeden geçemiyoruz. Majestelerinin sabah<br />

giyinme ritüelini es geçip, “ev hali” ile halka<br />

karıştığını tüm çıplaklığı ile ilk söyleyen zat-ı<br />

muhterem olan (önemli müzik eleştirmeni)<br />

Everett True’nun da işaret ettiği gibi Animal<br />

Collective’in “sound”a yoğunlaşmasına hiçbir<br />

itiraz olmamakla beraber, çoğu zaman “şarkı”<br />

sunumunun ıskalandığı söylenebilir.


Küresel ışıma mertebesine ulaşan bir diğer<br />

topluluk Grizzly Bear. Kariyerlerinin başlarında<br />

Radiohead’in ön grubu olarak da sahne alan<br />

grup, tanımlanması göreceli daha güç olan<br />

müzik tarzlarının farklı türlere eğilimi olan geniş<br />

bir kitleyi heyecanlandırdığı anlaşılıyor. Grizzly<br />

Bear’in eylül ayında yayınlanan dördüncü<br />

albümü, esasen elektronik müzik üretiminin<br />

kalelerinden Warp etiketi ile yayınlandı. Grizzly<br />

Bear bir zaman önce sinema camiasının “indie”<br />

ikonu Ryan Gosling’i barındıran Blue Valentine<br />

filminin müziklerinin tamamını yapmak<br />

suretiyle film festivallerinin takipçilerinin de<br />

merakını uyandırdı.<br />

Yoldan çıkarıcı bir ilgiye mazhar olan grubun<br />

yeni albümü Shields’in bugüne kadar yaptıkları<br />

en iyi albüm olduğu rahatlıkla söylenebilir. Şu<br />

ana kadar her albümlerinde var olan harikulade<br />

pasajların bu albümde kusursuz bir bütünlüğe<br />

kavuştuğuna tanık oluyoruz. Milföy’ün narin<br />

ve hafif bütünlüğüne rağmen nasıl olup da bin<br />

bir katmandan oluştuğu henüz pozitif bilimce<br />

mantıklı bir açıklamaya kavuşturulamamışken,<br />

“Sleeping Ute”nin tüm karmaşıklığı içinde<br />

pürüzsüz sadeliğine hayran kalıyoruz.<br />

Geçen ay postadan çıkan albümler bab’ında,<br />

bahis konusu etmek istediğimiz üçüncü<br />

albüm ise, the XX’in ikinci albümü Coexist.<br />

İlk dinleyişte sanki, ilk albümle yakalanan<br />

formülün devamı –daha kötüsü tekrarı- gibi<br />

tınısa da, müteakip dinlemelerde durumun farklı<br />

olduğu anlaşılıyor. Albüm uzaktan yalnızca<br />

çeşitli gölge oyunları ile kotarılmış beyaz bir<br />

tuvali andırsa da, esasen işin iç yüzü yaman<br />

kontrastlar barındırıyor. İkinci albümleri ile the<br />

XX optik oyunlarından faydalanarak sanki aynı<br />

yerde duruyormuşçasına çok uzağa gidiyor.<br />

Bir kere, grubun muazzam şarkı yazarlığını<br />

takdir etmekten kendinizi alamıyorsunuz. Sanki<br />

demo’ymuş gibi duran şarkılar, son derece<br />

nocturneacik@yahoo.com<br />

minimalist bir montajla ve az sözle çok şeye<br />

dönüşüyor. Bu şarkılarla yüzlerce farklı yola<br />

gitmek mümkünken, grubun sessiz çığlıkları,<br />

her şarkıda başka bir derinliğe hitap ediyor.<br />

The XX’i dinlerken Young Marble Giants ve<br />

kült albümleri Colossal Youth’u hatırlamamak<br />

imkânsız. YMG’ın 1980’de bahsettiği “Colossal<br />

Youth” (Devasa Gençlik) 2012’de the XX’in<br />

benliğinde yeniden şekil bulmuş olabilir mi<br />

acaba…


Biri Slide mı Dedi?:<br />

Ry Cooder<br />

Can Hankendi<br />

Erken ölümler her zaman sarsıcı olsa da, rock ‘n’ roll tarihindeki<br />

erken ölümler sarsıcı olmaktan çok daha öte şekilde<br />

anlamlandırılmıştır. Ne de olsa popüler müzik tarihi, ilk rock<br />

starlarına ‘60’lı yıllarda (yani bir rock star olarak, uzun yaşamanın<br />

pek de kolay olmadığı yıllarda) kavuşmuştur. Dolayısıyla,<br />

“erken ölmek rock star’lığın şanındandır” lakırdısı bu işin<br />

kökenine dayanıyor. Halbuki, tam Miles Davis’in bodrumunda<br />

jam session’lara katılmaya başlamışken aramızdan ayrılan<br />

Jimi Hendrix’in daha neler yapacağını görsek fena mı olurdu?<br />

Varsın Jimi de t-shirt tezgâhlarına malzeme olacak kadar efsane<br />

olmayıversin. Bize efsaneler değil, onun gibi müzisyenler lazım<br />

aslında. Daha henüz o yıllarda efsane olup hâlâ müzik yapan<br />

Bowie’ler, Neil Young’lar, Dylan’lar bize, “50 yıl müzik yapabilmek<br />

rock star’lığın şanındandır” dedirttiği için kendimizi yine de<br />

şanslı sayalım. Dedim ya, bize efsaneler, rock star’lardan çok böyle


müzisyenler lazım. İşte Ry Cooder<br />

da bu sınıfa giren ve rock ‘n’ roll<br />

tarihine adını altın harflerle değil<br />

de, tırnak izleriyle kazımış yarım<br />

asırlık bir müzisyen. Yani yukarıda<br />

bahsi geçen bağlamda tam da<br />

aradığımız adam!<br />

Cooder karşımıza ilk olarak<br />

‘60’lı yılların gözde session<br />

müzisyenlerinden biri olarak<br />

çıkıyor. O yıllarda Rolling<br />

Stones’tan Taj Mahal’a kadar,<br />

slide veya mandolin gereken her<br />

kayıtta akla ilk gelen gitarist, daha<br />

henüz 20’lerine girmiş genç bir<br />

yıldız Cooder. Gitar virtüözitesinin<br />

yanı sıra Cooder’ın farklı türlere<br />

hâkimiyeti onca gitarist arasından<br />

sivrilmesinin en önemli sebebi<br />

oluyor. ‘70’li yıllar Cooder için<br />

gönlünü kaptırdığı her müzik<br />

türüne bir selam niteliğinde çıkardığı albümlerle<br />

geçiyor. Kalipsodan caza, her türe el atarken<br />

vazgeçemediği tek şey ise slide<br />

gitar sevdası.<br />

Cooder ‘80’li yıllara gelindiğinde<br />

ise artık bir slide üstadı olarak<br />

kabul ediliyor. Bu yıllar aynı<br />

zamanda Cooder’ın esas müzikal<br />

maharetini keşfettiği ve film<br />

müzikleri yapmaya sevdalandığı<br />

yıllar. Çoğu zaman iyi bir şarkı<br />

yazarından öte iyi bir gitarist olarak<br />

anılan Cooder’ın şarkı yazma<br />

mahareti de film müzikleriyle ortaya çıkıyor.<br />

Western’dan komediye birçok filme müzik yapsa<br />

da tartışılmaz olarak Wim Wenders’ın Paris,<br />

Texas filmine yaptığı müzikler, Cooder’ın ‘80’li<br />

yıllarının doruk noktası oluyor. Wenders’ın<br />

sinematografik dehası, Cooder’ın slide gitarıyla<br />

birleşince ortaya çıkan şaheser hâlâ Cooder’ın<br />

en bilinen işi olarak günümüzde de övgü almaya<br />

devam ediyor. Kurt Cobain ve Elliott Smith’in<br />

en sevdiği film olarak da bildiğimiz Paris,<br />

Texas’ın başarısında Cooder’ın slide gitarıyla<br />

yarattığı atmosferik mucizelerin payını göz ardı<br />

edersek ayıp etmiş oluruz.<br />

‘90’lar ise Cooder’ın artık başarıya doyduğu ve<br />

yıllarca biriktirdiği müzikal dağarcığını dünya<br />

müzikleriyle harmanladığı yıllar. Hintli müzisyen<br />

Vishwa Mohan Bhatt’la yaptığı A Meeting by the<br />

River, Malili büyük efsane Ali Farka Toure’yle<br />

yaptığı Talking Timbuktu ve tabii ki unutulmaz<br />

hankendi@gmail.com<br />

Buena Vista Social Club<br />

albümleriyle 3 Grammy toplayan<br />

Cooder’ın müzikal esnekliğine ve<br />

bilgisine söylenecek sözler burada<br />

bitiyor.<br />

Cooder’ın olgunluk yıllarına ise<br />

ayrı bir sayfa açmak gerekiyor.<br />

Geçmişteki müzikal deneylerini<br />

bir kenara bırakıp, sosyal ve politik<br />

konulara el atan Cooder, bu<br />

kez protest şarkılarla karşımıza<br />

çıkıyor. 2005’teki Chavez Ravine,<br />

Meksikalı Amerikalı’ların<br />

‘50’lerde bir stadyum uğruna<br />

Los Angeles’daki yurtlarından<br />

atılmalarının hikâyesinin<br />

anlatıldığı konsept bir albüm.<br />

Cooder’ın daha sonra California<br />

Trilogy diye isimlendirdiği<br />

serinin ikinci albümü My Name<br />

is Buddy ise evsizlere, işçilere,<br />

büyük patronlara, yani kısaca Amerika’daki<br />

sosyoekonomik bunalımın baş aktörlerine gem<br />

vuruyor.<br />

2012’ye geldiğimizde ise çoğu<br />

Amerikalı için ülke tarihinin en<br />

önemli başkanlık seçimlerinden<br />

biri öncesi Election Special<br />

(Seçim Özel) albümüyle karşımıza<br />

çıkıyor Cooder. Cooder’ın anticumhuriyetçi<br />

kimliğini California<br />

Trilogy’siyle tecrübe ettikten sonra,<br />

başkanlık seçimi öncesi ortaya nasıl<br />

bir albüm çıkacağını kestirmek zor<br />

değil. Davullar hariç tüm enstrümanları Cooder<br />

çalıyor albümde. Guthrie geleneğinden gelen<br />

basit şarkı yapıları Election Special’ın da ana<br />

eksenini oluşturuyor. Guantanamo’dan Wall<br />

Street hareketine kadar, Amerika’nın güncel<br />

politik sorunları modern bir Guthrie yorumuyla<br />

yoğrulmuş şekilde seçim öncesi Amerikan<br />

halkına sunuluyor albümde. Election Special,<br />

Amerikan müzik geleneklerini günümüze güncel<br />

sorunlar eşliğinde taşıyarak Cooder’ı gözümüzde<br />

daha da büyüten bir albüm.<br />

Yarım asır müzik yapıp hâlâ farklı şeyler ortaya<br />

çıkarabilmek her baba yiğidin harcı değil.<br />

Cooder’un bunu başarmasındaki en büyük sebep<br />

gitarındaki ustalığını cesaretiyle birleştirip hiç<br />

bir müzikal deneyimden kaçmaması. 2000’li<br />

yıllarda karşımıza çıkan politik kimliğiyle de<br />

yepyeni bir yolculuğa çıkan Cooder, Election<br />

Special’la bu yolculuğunda da zirveye ulaşıyor.


İkametgâh Yine Kadıköy<br />

Bağımsız ve Birlikte<br />

Sergiler<br />

ASFALT ART GALLERY:<br />

Ayşe Yaltırım, Beyza Boynudelik, Ergin Asyalı, Fulya<br />

Çetin, Gürbüz Doğan Ekşioğlu, Lebriz Rona, Melike<br />

Kılıç, Murat Germen, Nazan Azeri, Nevhiz Tanyeli, Nur<br />

Koçak, Serkan Yüksel, Tomur Atagök.<br />

BURG GIEBICHENSTEIN UNIVERSITY OF ART &<br />

DESIGN:<br />

İSTANBUL APARTMANI / : Anne Knödler, Georg<br />

Lisek, Jenny Eichler, Karl Pompe, Lukas Wronski,<br />

Marianne Nagel, Martin Buhlig, Olga Griegorjewa,<br />

Susanne Hopmann.<br />

GİT:<br />

“On My Way / Yoldayım”: Yılmaz Başar Babür<br />

(Fotoğraf Sergisi)<br />

HALKA SANAT:<br />

“Mutluluk ve Rahatlama”: (7 - 18 Kasım) Elena Ballarin<br />

“Cinnet”: (23 Kasım - 9 Aralık) Abdulkadir Avcı, Sadık<br />

Arı, Serkan Çatar, Toprak Bayram Bek.<br />

Bi <strong>Karga</strong><br />

Geçen sezon Ocak ayında 5 ana mekânın katılımıyla gerçekleştirilen İkametgâh Kadıköy etkinliklerinin 2.’si 7<br />

Kasım – 9 Aralık tarihleri arasında, artan bir yoğunlukla Kadıköy’ü dolduracak. İlkinin büyük bir ilgi görmesi ve<br />

Kadıköy’de ciddi bir harekete yol açması sonucu, fazla vakit kaybetmeden, etkinliğin lokomotifi vazifesi gören üç<br />

kurum, Asfalt Art Gallery, Hush ve KargART, ikinci etkinlik için çalışmaya başladı. Bütün yaz ayları toplantılar,<br />

ilk etkinliğin hedefi de olan, daha fazla katılımcı mekân için arayışlarla geçtikten sonra, İkametgâh Kadıköy<br />

2 etkinlikleri, 12 katılımcı kurum ile birlikte, Kadıköy’ü bir ay boyunca sanatsal etkinliğe boğacak dopdolu bir<br />

programla geri geliyor. Ana eksenini yine sergilemelerin oluşturduğu etkinlik; bir hayli geniş bir yan etkinlikle<br />

birlikte, sanatseverlerin ellerinde broşür, Kadıköy sokaklarını arşınlayacağı bir hale dönüştü.<br />

Bu sefer, “Bağımsız ve Birlikte” motto’sunun önemle altını çizmeye çalışan etkinlikler dizisi; yukarıdan aşağıya bir<br />

örgütlenme modeli yerine, katılan her mekânın ve her sanatçının kendi özgünlüğü ve bağımsızlığını koruyarak<br />

birlikte hareket etme ve paylaşma modelini benimsiyor. Ayrıca, ilk sefer sadece Anadolu Yakası’ndaki üretimi ve<br />

paylaşımı çıkış noktası olarak alan etkinlik, bu yıl içine yeni mekânları, Kadıköy’de üreten sanatçıların yanı sıra<br />

Avrupa Yakası’ndan, ülkenin farklı şehirlerinden ve yurt dışından katılan sanatçıları da katarak yola devam ediyor.<br />

Program o kadar yoğun ki, şimdi sadece sergilere katılan sanatçıların isimleri ve yan etkinlikleri sıralamak<br />

durumundayız.<br />

HUSH (Barış Manço Kültür Merkezi):<br />

(Sergileme 30 Kasım’a kadar sürecektir)<br />

Ahmet Özcan, Aleksandra Kostovska Tütüncü, Antonia<br />

Breme, Arda Yalkın, Ayşecan Kurtay, Baysan Yüksel,<br />

Billur Melis Koç, Çağdaş Şahin, Çağlar Atambay, Çetin<br />

Keçeci, Elif Çiftçioğlu, Emine Begüm Güvenç, Ezgi<br />

Akşar, Gaye Su Akyol, Georgie Flood, Güneş Bulut,<br />

Güneş Oktay, İlke Yılmaz, İlker Aydemir, Josephine<br />

Hempel, Lara Ögel, Levent Kopuz, Marja Marlene<br />

Lechner, Mark Hale, Melisa King, Meriç Akay, Merve<br />

Akyel, Nikola Breme, Okan Dirim, Onur Çiftçi, Ozan<br />

Türkkan, Özgür Atlagan, Serkan Çalışkan, Sibel<br />

Çağlayan, Simin Yıldız, Solweig de Barry, Süyümbike<br />

Güvenç, Steven Daly, Tarık Töre Elgay, Yaşar K.<br />

Canpolat.<br />

İSTANBUL HATIRASI FOTOĞRAF MERKEZİ:<br />

“Bülent Arabacıoğlu’nun Çizgi Dünyasından”: Bülent<br />

Arabacıoğlu<br />

KABİNE NADİRE:<br />

Abdülaziz, Can Özal, Dilay Koçoğulları, Eda Taşlı,<br />

Enis Malik Duran, Gülen Eren, İskender Giray, Kayde


Anobile, Melis Sevinçli, Selma Hekim, Şafak Kemancı,<br />

Şinasi Göktürkler, Zeynep Roj Soref.<br />

KARGART:<br />

(Sergileme 6 Aralık’a kadar sürecektir)<br />

Ali Mete Sancaktaroğlu, Alper T. İnce, Ayça Telgeren,<br />

Ayhan Mutlu, Burçak Konukman, Cins, Çağrı Saray,<br />

Eda Gecikmez, Elif Yıldız, Emine Çorduk, Emrah<br />

Bekdikli, Ersin Tavukçu, Tuğçe Şenoğul, Gözde Can<br />

Köroğlu, Harun Töle, Merve Şendil, Niyazi Selçuk,<br />

Onston, Peri Demirbaş, Rafet Arslan, Sevgi Arı, Sevil<br />

Tunaboylu.<br />

SANAT BAHANE:<br />

Fırat Dövencioğlu, Serkan Çatar.<br />

TASARIM PARKI:<br />

Dani Benreytan, Demet Bilici, Erdeniz Kurt, Güngör<br />

Taner, Mete Mordağ, Murat Akçay, Nursema Öztürk,<br />

Omlet İstanbul, Özgür Uşaklıgil, Sevin Coşkun, Zeynep<br />

Kaytancı.<br />

ZELAZO:<br />

John Dew, Kerem Soyöz, Lynn J. Hunter, Mehmetcan<br />

Serinkaya, Natali Arslan, Osman Turbo, Pelin Turgut.<br />

Yan Etkinlikler<br />

Söyleşi, Sanatçı Konuşması, Panel, Seminer<br />

• Ayşegül Sönmez (Söyleşi) – 10 Kasım, Cuma, 14:30 /<br />

Asfalt Art Gallery<br />

• Cafe Antarsia Ensemble (Sanatçı Konuşması) - 12<br />

Kasım, Ptesi, 19:00 / Halka Sanat<br />

• Elena Ballarin (Sanatçı Konuşması) - 17 Kasım, Ctesi,<br />

18:00 / Halka Sanat<br />

• (Panel) – Murat Pulat - 23 Kasım, Cuma, 18:00 –<br />

İstanbul Hatırası Fotoğraf Merkezi<br />

• Yılmaz Başar Babür (Söyleşi, Workshop) - 1 Aralık,<br />

Ctesi, 19:00 - 21:00 / GİT<br />

• Alper Maral (Seminer) – 9 Aralık, Pazar, 18.00 / Dunia<br />

Performans<br />

• Cafe Antarsia Ensemble / Ruth Margraff ve Nicos<br />

Brisco (Teatral Konser) - 9 Kasım, Cuma, 20:00 / Sanat<br />

Bahane<br />

• Kasap 34 Street Art - Graffiti Performansı - 11 Kasım,<br />

Pazar, 14:00 - 19:00 / GİT<br />

• Yoğutçu Parkı’nda Yarn Bombing - 18 Kasım, Pazar,<br />

12:00-18:00 / Zelazo etkinliğidir.<br />

• Yolcu Yolunda Gerek – Serap Babür (Şiir Dinletisi,<br />

Söyleşi) - 24 Kasım, Ctesi, 19:00 - 21:00 / GİT<br />

Gösterim<br />

• A. Baturay Tavkul (Kısa Film Gösterimi, Söyleşi) - 17<br />

Kasım, Ctesi, 19:00 / GİT<br />

• Otobüs / The Bus - Tuğba Yüksel (Fotoğraf Gösterimi,<br />

Söyleşi) - 8 Aralık, Ctesi, 19:00 / GİT<br />

Atölyeler<br />

Zelazo’da Sanat ve Tasarım Atölyeleri<br />

• 16 Kasım, Cuma, 19:30 – 22:30<br />

• Giacometti Etkisi - John Dew - 17 Kasım, Ctesi, 18:30<br />

• Deneysel Yumuşak Oyuncak Heykel Atölyesi - John<br />

Dew - 25 Kasım, Pazar, 16:00<br />

• Deneysel Heykel Portre Atölyesi - John Dew - 1 Aralık,<br />

Ctesi, 18:30<br />

• Temel Dikiş 1 ve 2 Atölyeleri – Mandalinarossa - Her<br />

Ctesi 12:00 ve Her Çarş. 18:30<br />

• Mandalinarossa ile Dikiş Zamanı - Mandalinarossa -<br />

Her Ctesi 16:00<br />

• Ses Oyuncakları Atölyesi - Mehmetcan Serinkaya - 24<br />

Kasım, Ctesi, 18:30<br />

• MON ile T-Shirt Boyama Atölyesi – 25 Kasım, Pazar<br />

– 13:00<br />

Kabine Nadire’de Kendin Yap Atölyeleri<br />

• Kendi Defterini Yap - Elif Gürbüz (Muk Design) - 17<br />

Kasım, Ctesi, 13:00<br />

• Deri Çanta ve Aksesuar Atölyesi - Gusef Şen ve Ömer<br />

Yavuz (GUSH) - 17 Kasım Ctesi, 16:00<br />

• Kağıt Takı Atölyesi - Selen Özus ve Burcu Büyükünal<br />

(Maden Çağdaş Mücevher Atölyesi) - 24 Kasım Ctesi,<br />

16:00<br />

• Kişisel Tarih Kitabı Atölyesi - Selma Hekim - 1 Aralık,<br />

Ctesi, 16:00<br />

• Tasarladığınız Karakterin Oyuncağını Yapalım -<br />

Zeynep Roj Soref - 1 Aralık, Ctesi, 13:00<br />

• Soğuk Porselen ile Aksesuarını Yap - Şafak Kemancı –<br />

8 - 9 Aralık, Ctesi-Pazar, 13:00<br />

İkametgâh Kadıköy Müzik Festivali 02<br />

Canlı <strong>Karga</strong> sahnesi ve Dunia’da gerçekleştirilecek<br />

konserlerin başlangıç saati 21:00’dır. <strong>Karga</strong>’da, her saat<br />

başında yeni bir grup sahne alacaktır.<br />

7 Aralık, Cuma<br />

<strong>Karga</strong> biz / Yüzyüzeyken Konuşuruz / Eskiz<br />

Dunia Olcay Saral (Müzik Hayvanı etkinliğidir)<br />

8 Aralık, Ctesi<br />

<strong>Karga</strong> Peygamber Vitesi / Hedonutopia / Barıştık<br />

Mı Göstembil Project<br />

Dunia WEED<br />

9 Aralık, Pazar<br />

<strong>Karga</strong> Hayvansaray / Esas Çocuk / Toro<br />

Dunia Alper Maral – Zehirli Flüt


Derya Bengi<br />

Türkiyeli bir “ah vah ediş” mirası<br />

Geçen ay, Derya Bengi ile kuratörlüğünü yaptığı Uzayda Bir<br />

elektrik Hasıl Oldu: 1960’larda müzikli Türkiye sergisi üzerine<br />

gerçekleştiridğimiz röportajın ilk kısmını yayınlamıştık. Bu ay ise<br />

kesmeye kıyamadığımız devamını yayınlıyoruz. Konu sergiden<br />

politikaya, keyif vericilere, dergiciliğe ve John Lennon’a kadar uzadı.<br />

Buyurun…<br />

Utkan Çınar: Pek konuşulmayan bir konuya gelmek istiyorum.<br />

Özellikle ‘60’ların sonunda dünyada müzikte kanaat önderliği<br />

mertebesine ulaşmış müzisyenlerden birçoğu uyuşturucular ve<br />

ona bağlı sebepler nedeniyle hayatını kaybetti. Genel anlamda<br />

da ‘68 ruhunu bitiren öğelerden biri olarak da görülür ağır<br />

uyuşturucular. Bizim ülkemizde o dönem hakkında bu konuda pek<br />

bir fikrimiz yok. Sergiyi hazırlarken denk geldiniz mi bu konulara?<br />

Derya Bengi: Kadıköy Ticaret Lisesi’nin şarkısını biliyor musunuz?<br />

1969’da Milliyet’in Liselerarası Müzik Yarışması’nı Kadıköy Ticaret<br />

Lisesi kazanıyor. Şarkılarının adı da “LS and D”. Sözlerinden<br />

uçmaktan falan sözediliyor. Jüride de Cem Karaca, Gönül Turgut,<br />

Şerif Yüzbaşıoğlu, Özdemir Erdoğan gibi orkestra ve pop dünyasının<br />

popüler isimleri var. Modalı çocuklar; bir de o kadar iyi çalıyorlar<br />

ki. Cream veya Jimi Hendrix Experience gibi bir grup. Bu şarkıyla<br />

açık farkla birinci oluyorlar. Asit lafı geçmiyor ama yani “Lucy in<br />

the Sky with Diamonds” bile bela açtı Beatles’ın başına. Bunlar “LS<br />

and D” koyuyorlar direkt. Bu okulu temsil eden şarkı olarak müdür<br />

beyden nasıl geçti? Milliyet gazetesi bu birinci şarkının sözlerini<br />

yayınlıyor, plağını ödül olarak veriyor. Bugün veya o zamanlar<br />

dünyanın başka yerinde düşünülemez bile. O zamanlar saykodelik<br />

havalara bir ilgi var. Bunun dışında Amerika’da ‘60’ların sonunda<br />

göreve gelen Nixon, o dönem Demirel’e Türkiye’deki afyon üretimini<br />

yasaklatıyor. Köylünün tek geçim kaynağı. Çünkü Amerika’ya<br />

gelen eroinin %80’inin Türkiye’de üretilen afyondan elde edildiğini<br />

iddia ediyor. Türkiye’deki ekim yasaklanınca Amerika’nın eroin<br />

sorunu çözülecekmiş gibi bir karar bu. 12 Mart’la birlikte tamamen<br />

yasaklanıyor. Tabii burada o dönemin Amerikalı rockçılarına da


akmak lazım. Hiç biri “Sen nasıl yasaklatırsın<br />

Türkiye’de afyonu?” diye şarkı yapmıyorlar.<br />

Belki gazetede bile okumamışlardır. Haberleri<br />

yok. Sergide de biraz var; olayın Sultanahmet<br />

boyutu. Sultanahmet çok önemli bir trafik<br />

noktası. Geceyarısı Ekspresi filmi sonu çok<br />

kötü biten ve Sultanahmet rüyasının sonu<br />

olarak okuyabileceğimiz bir filmdir. Türk<br />

hapishanelerinde son bulan bir hippilik rüyası.<br />

1970 senesinde yapılan bir araştırmaya göre o<br />

zaman Türkiye’de son 10 senede eroin kullanmak<br />

suçundan yakalanan 4 kişi mi ne varmış. O<br />

dönem esrar dışında, yani doğal keyifvericiler<br />

dışında bir kullanım olmadığı söyleniyor.<br />

The Velvet Underground “Heroin” şarkısını<br />

yapmışken veya Janis Joplin bundan ölmüşken<br />

Türkiye’deki kulanımı yaygın değilmiş. Ama<br />

esrarsız bir dönem yok herhalde Türkiye’de<br />

Osmanlı’dan beri.<br />

UÇ: ‘60’ların müziği dediğimiz zaman son<br />

10 senedir turkish psych diye bir tür ortaya<br />

çıktı ve popülerleşti Amerika’da, İngiltere’de.<br />

Daha geçen gün Animal Collective’in yeni<br />

albümüyle ilgili bir röportajlarını olurkern<br />

“Turkish psych dinledik ve Selda’yı<br />

seviyoruz,” dediklerini görüyoruz. Daha<br />

öncesinde Stephen Malkmus’un Erkin Koray<br />

ve Moğollar’dan etkilendiği bir albümünü<br />

biliyoruz. Mos Def’in Selda sample’lı<br />

şarkısını biliyoruz, Antony’nin ilgisi… Engin<br />

Yörükoğlu’nun vefatı da yurtdışındaki<br />

dergilerde yer bulmuştu.<br />

DB: Sen sorunu unutma ama o konuda en<br />

komiği Teoman’ın yaptığı oldu. “İnce ince bir kar<br />

yağar”ın gitar riff’ini almak için önce Mos Def’in<br />

akıl etmesini beklemesi de Türkiye’nin kaderidir<br />

zaten.<br />

UÇ: Günümüzdeki genç kuşağın bu sefer<br />

tüm öğelerini oralardan almaları konusuna<br />

ne diyorsunuz? Tayfun’la konuşuruz sık sık,<br />

bazı grupların Joy Division tarzı ‘80’lerin<br />

New Wave tarzını birebir almaları ne kadar<br />

mantıklı? Yani tarihte çok spesifik bir yerde,<br />

İngiltere, çok spesifik bir toplumsal durumda,<br />

Thatcher dönemi, çok spesifik bir müzikal<br />

deneyim sırasında, dijital enstrümanların<br />

müziğe giriş, ortaya çıkan müziğin şu günde<br />

buraları bu kadar etkilemesinin nedeni nedir?<br />

DB: Türkiye’deki durumu gene 12 Eylül’e<br />

bağlamak durumundayım. Önceki tüm<br />

kazanımların üzerinden tank gibi geçtiğini kabul<br />

etmek durumundayız. 12 Eylül’ün kazandırdığı<br />

“geçiş dönemi” diye bir laf var. Geçiş dönemi hiç<br />

bitmedi. Neye geçeceksek bir türlü geçemedik.<br />

‘60’lara geri dönelim. ‘60 darbesinin de bir geçiş<br />

dönemi vardı. 1965’te o geçiş tamamlandı ve<br />

yeni bir Türkiye’ye geçildi. 27 Mayıs’ın topluma<br />

pençelerini gösterme durumu 1965’te sona erdi<br />

ve yeni bir Türkiye kuruldu. 12 Eylül’den sonra<br />

ise hâlâ “yeni”bir Türkiye kuruldu” diyebileceğim<br />

bir an yok. Tayyip’in gelişi bile değil. Bütün<br />

gelen iktidarlar ya 12 Eylül’ün etkisindeydi ya da<br />

onu kullanmayı tercih ettiler. “Özal şortla askeri<br />

denetledi,” derler; Özal hareketi de tamamen 12<br />

Eylül’le ve onun sayesinde büyüyen bir hareketti.<br />

Tayyip de Özal’a referans verdiği oranda 12<br />

Eylül’ü zaten kullanıyor demektir.<br />

UÇ: Zaten yeni Anayasa hazırlama işinin<br />

başında da Cemil Çiçek’in olması her şeyi<br />

anlatıyor.<br />

DB: Mesela Ahmet Kaya’yı düşünelim ve<br />

Duman’ı düşünelim. Arabesk diye bir gerçekliğin<br />

de ‘80’lerden sonra farkına varıldı. ‘70’lerde<br />

arabesk hiç bir zaman Anadolu Pop çizgisinin<br />

içinde yer almadı. Ahmet Kaya bu gidişatı<br />

değiştirdi, çok acil ve özensiz plaklar yaparak.<br />

‘80’den sonra Türk müziğinin başı gelen iyi<br />

ve kötü şeyler de arabesk yüzündendir. Keşke<br />

Ahmet Kaya veya Duman gibi olabilseydi.<br />

Oradaki arabesk dozajını doğru, gerekli ve<br />

Türkiye’yi tarif etme yeteneğine sahip olduğunu<br />

düşünüyorum. Batı’da Erkin Koray ve Selda’nın<br />

ilgi görmesi hikâyesi ise akım diye bir şeyin<br />

kalmamış olması. Her şey var artık. Vampire<br />

Weekend diye bir grup; gitarın kalbinden çıkmış<br />

adamlar, gidip Afrika gitarlarından esinlenip<br />

müzik yapabiliyor. 100 ayrı müzik türü var ve<br />

hiçbiri bir akım olamayacak kadar güçsüz. Daha<br />

Duman da Sezen Aksu da keşfedilebilir. Şu<br />

an evet Erkin Koray biraz daha çok dinleniyor<br />

olabilir, çok güzel ve olumlu bir şey fakat hiç bir<br />

zaman bir akım başladı dememeliyiz. O batıdaki<br />

eşit etkili yüz akımdan bir tanesi olmuştur<br />

en fazla. Bundan da yeterince sevinme payı<br />

çıkarabiliriz. Ama asıl önemli olan bugünün<br />

grupları, Baba Zula’nın yaptığı gibi, ne derece<br />

dünya festivallerine çağrılıyor, nasıl bir<br />

sirkülasyon var, onlara bakmalı. David Byrne’ün<br />

süper bir radyo programı vardı, Barış Manço’nun,<br />

Manko diyor, Neşet Ertaş düzenlemesi Gönül<br />

Dağı’nı Beck’e bağlıyordu. O kadar tutuyor<br />

ki birbirini. Batı Avrupalı ve Amerikalı<br />

müzisyenlerin bunlara dikkat etmesini sağlayan<br />

bir ivme var. Bu da iyi bir şey.<br />

UÇ: Dünyada ‘60’lardan sonraki en verimli<br />

dönem ‘90’lardı. Günümüzde hâlâ etkisi olan<br />

birçok güçlü akım bu dönemde çıktı.<br />

DB: Dünyada akımların olabildiği son dönem<br />

‘90’lar. Trip Hop, grunge….Sonra her şey olup,<br />

hiç bir şey büyümemeye başladı. Doğrusunu


isterseniz U2’yu ısrarla hep çok sevmek istiyorum. Bono kendini<br />

sevdirmemek için elinden geleni yapsa da. Rage Against The Machine<br />

dağıldı. Büyük gruba ihtiyacım var. Manu Chao’nun çıkışı da çok<br />

önemliydi onun da devamı gelmedi.<br />

UÇ: Bizde ’80 Darbesi’nin burada dünya ile ortak bir verimlilik<br />

dönemi geçirmesini engellediğini de söyleyebiliriz. Ama bu neden<br />

olarak koyulabilir mi 32 yıl sonra? Rock’ın popüler bir tür haline<br />

geldiği, enstrümana, bilgiye, ürüne ulşamanın bu kadar kolay olduğu<br />

dönemde?<br />

DB: Ben yer yer çıktığını düşünüyorum iyi şeylerin. Tam cevap olmayacak<br />

belki ama mahalle bazında müzik yapma alışkanlığının olmaması<br />

önemli bir sorun. Kadıköy’de var belki ama Rami’de, Yeni Bosna’da yok.<br />

‘80’lerin ortalarına kadar Kütahya’da Acıpayam’da, Erzurum’da düğün<br />

müzisyenleri bile çaktırmadan Deep Purple, Santana çalarlardı. Evinde üç<br />

beş Pink Floyd plağı olan gitaristler. ‘80’lerde Aksaray’da yapılan berbat<br />

ses sistemli rock konserlerine baktığında izleyici kitlesi İstanbullu fakir<br />

semt çocuklarıydı. Şimdi oralardan bir grup veya dinleyici çıkıyor mu<br />

emin değilim. Duman’ın da dinleyicisinin elit olduğunu düşünüyorum.<br />

Bu gene de çok önemli bir şey. Elit çocuklara Türk müziğini, Türkiyeli<br />

bir “ah vah ediş” mirasını, onların dilinden öğrettiğini düşünüyorum.<br />

Zengin gençlerin de fakir semtlere bakmalarını öğrettiğini düşünüyorum.<br />

Duman’ın fakir semtlerde dinlendiğini ise düşünmüyorum maalesef.<br />

UÇ: Mahalle lafını ederken TOKİ’leşme sürecini de beklemek lazım.<br />

Sonuçta İngiltere’de ‘80’lerin başındaki verimlilik de çok benzer bir<br />

toplu konut sisteminin ürünüydü… Benim asıl derdim. Türkiye’de<br />

sinema oldukça geniş bir üretim ağına ve sektöre sahip olmaya<br />

başlarken, müzikte bunun karşılığı olmaması nedendir? Yani yurtdışı<br />

ödülleri, bir sürü dergisi var sinemanın. Müziğin neredeyse dergisi<br />

yok.<br />

DB: Sinema müthiş bir kapitalist ağa dönüştü. Bankaların sponsorlukları,<br />

Cinebonus’lar. Ne bileyim bir film festivali’nin sponsoru Akbank’sa, o<br />

festivaldeki filmler İşbankası’nın sinemelarında oynayamıyor. Böyle<br />

tuhaflıklar. Sinema eskiden çok ucuz bir şeydi. Şimdi bir CD, bir konser<br />

parasına film izliyorsunuz. Benim 100 film mi 100 CD mi diye seçim<br />

şansım olsa, 100 tane CD’im olurdu. Müzik dergiciliği ise dünyada da<br />

felaket halde. Bizim Roll’u çıkarırken örnek aldığımız Les Inrockuptibles<br />

de küçüldü. Biz onlardan örnek almıştık “Akdeniz Gazeteciliği”ni. Bir<br />

konuyu karşılaştımalarla, röportajlarla, bilgilerle uzun uzun ele almak.<br />

Şimdi küçücük kutularda her şey parçalanmış halde. Diyelim 1998’de 12<br />

konu layıkıyla incelenirken şimdi 72 konu süper yüzeysel olarak işleniyor.<br />

İngiltere’de Mojo, Uncut tamamen geçmişe referanslarla devam ediyor.<br />

Efendim Jimi Hendrix şu tarihte New York’a giderken o öğleni hangi<br />

otelde hangi kızlarla geçirdiğinin felsefesi… Artık sır da kalmadı. Son 12<br />

kapaktan 10’u eski isimler. Bunun benzerini Türkiye’de niye yapacaksın?<br />

UÇ: Erkin Koray John Lennon’a ne demiş diye bitirebilriz o zaman?<br />

DB: Bence Erkin “Türkiye’den güzel bir şeyler getirdim istersen sana da<br />

verebilirm” gibi bir şey demiştir. Lennon da “Aman abi,” demiştir.<br />

UÇ: “Bu kadar yüksekte olanlar da varmış” diye duymuştum ben.<br />

DB: Onu Arda’ya (Uskan) demiş. Gene yüksekler dediğin zaman, bence<br />

biraz itiraf etmiş. Yüksek’le ilgili olduğu kesin.<br />

info@kargamecmua.org


Toplumsal Bir Hastalık<br />

Olarak Belirsizlik<br />

Bir belirsizlik uzayına yazılmış manifestodur<br />

okuduğunuz, tarifi ölümsüz. Kanla<br />

döşeme kenarlarına bırakılmış böcek<br />

yumurtalarından farksız ömürlerimizin<br />

iç uzayına ait. Bin bir bayrak altında<br />

dinlendirdiğimiz gövdelerimizin bitmek<br />

bilmeyen gecelerinin toplamına vatan<br />

denir. İnsan dediğiniz, uğrunda bir karış<br />

yutkunmayan varsa ergendir.<br />

Hapishane demirleri erotik bir fetiş unsuru<br />

gibi şimdi. Ömür törpüleyen günahlarımız<br />

gibi alışkanlıklarımız. Üzerine bastığımız<br />

tüketim koreografisinden hemen hemen<br />

azıcık fazlasıdır ezberimiz; resmi ideoloji.<br />

Biz, ilk kahvaltımızı yapıp sütümüzü<br />

içmeden bıraktığımızda ya da yumurtamızı<br />

yemediğimiz için işittiğimiz azarlara binaen<br />

ya da arşın öfkesinde bir baş öğretmen<br />

tokadında; demliyoruz çocukluk hazlarımızı<br />

-istikrar uzayı bir kümestir, içinde kendini<br />

insan sanan milyonlarca, milyarca haz<br />

yoksunu yüz dinlenir.<br />

Nüfusu arttırmak için seviştirilmiş böcek<br />

nesilleriyiz. Doğmuş üç çocuğumuzdan<br />

biri, devletin yaş hesabına, bayrak bayrak<br />

ölümlerle dikilmiş bir doğum günü pastası<br />

mumudur. Faili meçhuller üzerinde dinlenen<br />

iman dolu göğüslerimiz doksan derece<br />

içimize dik, biz birbirimize hastalıklı. Biz,<br />

yarık dudak hastalığı taşıyan bir nesiliz,<br />

öpüşme özleminden ısırıp durduğumuz<br />

benliklerimiz tedavisiz.<br />

Kronik ekonominizin kriz gettolarından,<br />

ceplerinize akan müşterilerinizin hüznünü<br />

size iade etmeye geldik. Biz, bu sistemin<br />

biriktirdiği böbrek taşlarıyız, sistemin yüzüne<br />

Ozan Durmaz<br />

ozan_durmaz@hotmail.com<br />

atılmak üzere kamu vicdanında istikrarla<br />

biriktirildik. Hastalar Kolektifi’nin nefret<br />

nesilleriyiz, yoksunluklarımızda gülümseyen<br />

ebeveynlerimizin döl tüketimleriyiz. Bir<br />

sapan gibi gerilmiş öfkelerini kursaklarına<br />

tıkayarak tok hissetmeye çalışan bir<br />

sınıfın, yaşama verdiğiniz değer nedir<br />

sorusuna verilmiş cevaplarıyız. Siz... Siz ölü<br />

seviciliğinden başka bir şey değilsiniz; her<br />

nefesinizde pornografik nekrofili!<br />

Bugün size son bahardır, bize bahar.<br />

İki damla buz gibi eriyor kulağımızda,<br />

meydanlara haykırdığınız arsızlık<br />

melodileriniz. Kendini kaybetmiş,<br />

aksırana kadar, tıksırana kadar, adım adım<br />

büyüyen iç uzayların sahipleriyiz, mide<br />

bulantılarınız, tinercileriniz, cepçileriniz,<br />

torbacılarınız, kiralık katilleriniz, rastgele<br />

katilleriniz... Büyüdükçe şen uzayımız;<br />

işsizlik oranınız artıyor, ne hüzün verici...<br />

Midemiz gülümsedikçe, enflasyonlar patlıyor<br />

yüzlerinizde... Bir sosyal ve ekonomik<br />

belirsizlik ortamından şikâyetçi bugün<br />

borsa spekülatörleri, ah bilseniz, ne kadar da<br />

üzülüyoruz biz sizin suratınız dökülünce...<br />

Hastalanıyoruz; bildiğiniz gibi değil.<br />

SPK, sadece sermayedarlar ilişkilerinde<br />

kucaktan kucağa oturma adabında terlemiş,<br />

bir konsomatris kolonisi değildir. Belirsizlik<br />

silahlarımızın içine, hastalık mermilerimizi<br />

dolduruyoruz. “Auschwitz nesliyle<br />

konuşmuyoruz.” Susarak öleceğiz, faili<br />

meçhuluz; “evlad-ı kerbelayız, günahlarınızız,<br />

ayıplarınızız, zulümleriniziz, cinayetleriniziz.”<br />

Meksika sınırlarından buna yersiz, yurtsuz ev<br />

kimliği belirsiziz. Geliyoruz; “asıl siz teslim<br />

olun!”


Dünya olası gerçekliğinden<br />

mahrumdur<br />

Tayfun Polat<br />

1982 yılında Fransa’da Alain Aspect’nin başını çektiği bir ekip tarafından yapılan deneylerle kuantum<br />

kuramının ortaya koyduğu gerçekler tartışmasız bir biçimde ispat edildi. Einstein yaşasaydı bu işe<br />

bayağı bozulurdu muhtemelen, çünkü meşhur sözü “Tanrı zar atmaz”ı kuantum kuramının olasılıklar<br />

âlemine karşı, “Schrödinger’in kedisi”ne (*) karşı, bir hışımla söylemişti. Her şeyin altında yatan ve<br />

temel gerçekliği sağlayan bir “işleyen saat” olduğunu varsaymış ve ömrünün kalanını bu “gerçeklik”i<br />

ortaya koyacak deneyler yaparak geçirmişti.<br />

Aslında kuantum kuramının ortaya koyduğu en temel olgu, “hiçbir şey gerçek değildir” biçiminde<br />

özetleyebileceğimiz basitlikte. Ancak insanlığın bunu idrak etmesi hâlâ olası değil. Yukarıda<br />

kedisinden bahsettiğimiz Schrödinger ve aşağıda önünde önümüzü ilikleyeceğimiz Heisenberg<br />

ile birlikte atom altı boyutta işlerin nasıl yürüdüğünü araştırarak kuantum kuramının temellerini<br />

inşa eden bir diğer büyük isim olan Niels Bohr, “Kuantum kuramıyla sarsılmayan onu anlamamış<br />

demektir,” diyerek, bu durumu çok güzel özetlemiş zamanında. Ama yok, en sadesinden, en<br />

okumuşyazmışdüşünmüşüne, insan aklının kuantum fiziğinin söylediklerine kulak tıkaması çok<br />

normal.<br />

Çünkü insanlık 400 yıldır sanayi toplumu denen illetle yönetiliyor. Sanayi toplumu çökmüş, onun<br />

düşünme sistemleri olan rasyonalizm, determinizm, dualizm, materyalizm farsa dönüşmüş, ne gam


(bu düşünce sistemleri yeri geldiğinde tabii ki<br />

geçerlidir, burada kuantum kuramı karşısında<br />

düştükleri durum kastediliyor). Yüzlerce yıllık<br />

refleks hâlâ sürüyor, insanlık ısrarla aynı<br />

şekilde bakıyor ve görmüyor. Bakınız, Pierre<br />

Simon de Laplace, determinist (belirlenimci)<br />

dünyanın en gaz zamanlarında, 1814’te ne<br />

demiş; “Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu<br />

ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an<br />

için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan<br />

tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir<br />

canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri<br />

inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda<br />

evrendeki en büyük varlıklardan en küçük<br />

atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap<br />

yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de,<br />

aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.” Ne<br />

kadar kendine güvenen, ne kadar kendini büyük<br />

gören düşünceler. Zaten bu düşüncelere içerdiği<br />

tanrısal cüret nedeniyle “Laplace Şeytanı” adı<br />

verilmiş. 17 - 19 yy. arasında yaşayan bilim<br />

adamları gelişmekte olan sanayi toplumunu inşa<br />

ederken insanlığın her şeyi belirleyebileceğini,<br />

aklın her şeye yeteceğini düşünüyorlardı.<br />

Sanayi toplumunu her şeyin üzerinde tutuyor,<br />

buna uygun neden-sonuç ilişkilerini kurarak,<br />

insan ırkını doğanın üstünde gören ve her şeyi<br />

yapmaya gücü olan bir konuma yerleştiriyordu.<br />

<strong>Mecmua</strong>nın Şubat 2010 tarihli sayısında “Evet,<br />

Entropi Diye Bir Şey Var” başlıklı yazımda bu<br />

meseleyi biraz kurcalamış, sanayi toplumunun<br />

inşasında Bacon, Descartes, Newton, Locke,<br />

Smith, Darwin ve Spencer gibi bilim adamlarının<br />

etkisinden dem vurmuştum. Bu arada belirtmek<br />

isterim ki, okumakta olduğunuz yazıyla birlikte<br />

bahsi geçen “entropi” yazısını kargamecmua.org<br />

sitesinden bulup okumak tamamlayıcı olacaktır.<br />

Her neyse, hâlâ sanayi toplumu yapısını koruma<br />

gayretleriyle yönetilmeye çalışılan, ancak her<br />

gün karşımıza çıkan hemen her olaydan da net<br />

bir biçimde görebileceğimiz bir dönüşüm içinde<br />

olduğu belli olan, dolayısıyla adlandıramadığımız<br />

bu post-sanayi toplumu dönemini biraz olsun<br />

anlamamıza yarayacak kavramlardan biri entropi<br />

ise, diğeri de “Belirsizlik İlkesi”.<br />

Kuantum kuramı klasik Newton fiziğini alaşağı<br />

ederken, Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi<br />

de Laplace’ın teoremini topyekûn ortadan<br />

kaldırmıştır. 1927 yılında Heisenberg, bir<br />

parçacığın momentumu ve konumunun aynı<br />

anda tam doğrulukla ölçülemeyeceğini ispatladı.<br />

Bu şu demek; en ufak bir parçacığın yerini ve<br />

hızını belirleyemeyen insanlık, küçük dünyasını,<br />

koca evreni, olan biteni nasıl anlayacak?<br />

Çünkü klasik Newton fiziğinin üç konum ve üç<br />

momentum ile her şeyi açıklayabilen insanın<br />

kendine güveni, atomların dünyasında vakit<br />

geçirmeye başlayınca ortamdan hızla uzaklaşır,<br />

topuklar, çünkü zaten kaale alınamaz, yoktur.<br />

Sistem hata verir.<br />

Bilimin şu ana kadar geldiği en somut, ama<br />

içeriği gereği en sınır ilkesinin yanında, bir<br />

porsiyon da Schrödinger’in kedisinden aldık<br />

mı –ki deney gözlemlenmediği sürece hiçbir şey<br />

gerçek değildir sonucuna varır- elimizde sadece<br />

ve sadece belirsizlik kalır.<br />

Biraz açayım; Heisenberg’in ilkesi şunu söylüyor,<br />

şeyleri sadece onlara bakarak görebiliriz. Bu da<br />

onlardan sıçrayan ışık fotonlarının gözümüze<br />

gelmesiyle olur. Bir foton, ev kadar koca bir<br />

nesneyi pek fazla etkilemez, o yüzden ona<br />

baktığımızda evin etkilenmesini beklemeyiz.<br />

Gündelik yaşamımızda başımıza gelen bu. Ama<br />

bir elektron söz konusu olunca durum değişiyor.<br />

Onu görebilmek için kısa dalga elektromanyetik<br />

enerji kullanmak zorundayız. Bu da yüksek enerji<br />

içeren gama dalgası demek. Gama ışımasının,<br />

bir elektrona çarpıp sektiğinde gözümüze<br />

çarpan (gözlemleyebildiğimiz) bir fotonun,<br />

elektronun konumunu ve momentumunu<br />

ciddi bir değişime uğratacağı demek. Burada<br />

Heisenberg deney ortamlarının yetersizliği<br />

nedeniyle, bilimin gelmiş olduğu seviyenin<br />

yetersizliği nedeniyle hızın ve konumun aynı<br />

anda belirlenemeyeceğini, hızı ne kadar doğru<br />

hesaplarsak konumun o kadar belirsizleşeceğini<br />

(ve tam tersi) söylemiyor. Bu işi yapmak<br />

mümkün değil diyor. Temel kuantum mekaniği<br />

denkleminde hem kesin bir momentum (hız)<br />

hem de kesin bir konumu olan elektron diye bir<br />

şey yoktur diyor.<br />

Tabii, Belirsizlik İlkesi hemen sindirilemedi,<br />

üzerine bir sürü tartışma yürütüldü. Ama<br />

konuya hemen ayan bilim adamlarından biri<br />

olan Bohr, Kopenhag Yorumu ile hem Belirsizlik<br />

İlkesini hem de kuantum kuramını yerli<br />

yerine oturttu. Yazı fazlasıyla teknik gidiyor,<br />

o yüzden tedirginim ama kısaca Kopenhag<br />

Yorumu’nu da anlatmalıyım, çünkü başka<br />

türlü olmaz. Kopenhag Yorumu, kuantum<br />

kuramında gözlemcinin rolünü belirler. Dalga<br />

halindeki davranışları incelerken gözlemcinin<br />

fonksiyonunu önemlidir –ki, gözlemci bakmasa,<br />

bütün deney, ölçüm, zaman, konum, momentum<br />

belirlenemez. Daha doğrusu, gözlemin yapıldığı<br />

an ile kaydedildiği an arasında inkâr edilemez bir<br />

boşluk olduğundan, gözlemcinin bilme halinin<br />

öznel olduğunu söyler. Bu öznellikten kurtulmak<br />

mümkün değildir. Yani dünya iki parçaya ayrılır:


kuantum varlıkları (olasılık dalgaları) ve klasik<br />

ölçüm araçları olan gerçek nesneler. Gözlemle<br />

ya da ölçümle görülen şey rastgele seçimlerin<br />

sonucudur. Olacak şeyler seçilemez. Olasılıklar<br />

ve ona bağlı belirsizlikler doğanın özünü<br />

oluşturur. Kuantum genlikleri farklı sonuçların<br />

olasılıklarını verir ve ne olacağı gözlem yapıldığı<br />

anda sabitlenir. Gelecek, geçmişteki belirli,<br />

“belirlenimci” kurallar tarafından tayin edilmez.<br />

Burada doğrudan aparttığım cümleler de oldu<br />

ama meraklısı Vikipedia’nın ilgili maddesine<br />

baksın Kopenhag Yorumu ile alakalı olarak.<br />

Çünkü mevzu çok önemli. Çünkü net bir durum<br />

bu. Gözlemci (bilinç) olmadan, her şey yalan.<br />

Tabii Batı dünyası bu gelişmelerle yeni bir<br />

evren tahayyülüne uyanmadı. Ama bir sürü<br />

felsefeci, bu yeni anlamla ilgili olarak düşünmeye<br />

başladı, hatta ilahiyatçılar kuantum kuramından<br />

nemalanıp yeni ispatlara soyundular. Fakat<br />

20. yy’ın ortalarında bir durum fark edildi; bu<br />

yepyeni buluşlar binyıllardır Doğu ve Uzak Doğu<br />

mistisizminde var olan değerler olarak yerlerinde<br />

duruyorlardı. Ve Budizm ve Taoizm başta olmak<br />

üzere, kuantum kuramının, yani bilimin işaret<br />

ettiği Uzak Doğu inanışlarına doğru toplumsal<br />

bir ilgi, hatta yönelimler oldu. (Zen Budizmde<br />

mantıklı düşünceyle yanıtlanması mümkün<br />

olmayan, sezgilerle çözülebilecek anlatı, bulmaca,<br />

diyaloglara koan denmesi de ne ilginç tesadüftür<br />

mesela.) “Bir” felsefesinin, “nirvana”nın, “en el<br />

hak” düşüncesinin ya da Zen Budizmin farklı<br />

çıkarımlarının evreni algılamakta kuantum fiziği<br />

kadar mantıklı düşünce sistemleri olduğunu<br />

belirterek, yazıyı mistisizmden bilimselliğe<br />

çekmek istiyorum tekrar. Ama meraklısına<br />

Fritjof Capra’nın Fiziğin Taosu isimli kitabının<br />

iyi bir okuma vaat ettiğini de söyleyeyim. Ve<br />

sanayi toplumunun yücelttiği determinizm,<br />

rasyonelizm, dualizm, materyalizm gibi düşünce<br />

sistemlerinin Doğu ve Uzak Doğu felsefeleri ile<br />

ne denli çeliştiğine de dikkat çekeyim.<br />

Yazının bu kısmında yine alıntılar yapacağım.<br />

2004 yapımı bir belgesel var; What The Bleep<br />

Do We Know? adı. 2 saate yakın bu belgeselin<br />

derdi kuantum kuramı ile bilinç arasında tinsel<br />

bir bağlantı kurmak. Niyeyse sadece 6 dakikalık<br />

bir bölümünün altyazısı var internette. Ama<br />

bilim insanlarının ne şeker, ne tane tane konuşan<br />

muhteremler olduğuna şaşarsınız, yani büyük<br />

bir kısmını, konu çok kazık gibi gözükse de<br />

altyazısız da anlarsınız. Şimdi bu belgeselden<br />

kupleler geliyor:<br />

Bakmadığınızda, olasılık dalgaları vardır.<br />

Baktığınızda yaşantı parçacıkları vardır. Katı<br />

olarak düşündüğümüz bir parçacık, aslında<br />

süperkonum denilen bir haldedir. Olası<br />

konumlara saçılmış bir dalgadır bu. Aynı anda<br />

tüm bu konumlardadır. Ona baktığınız anda, bu<br />

olası durumlardan sadece birinin görüntüsünü<br />

verir.<br />

Bir sistem ya da nesne, aynı anda, iki veya daha<br />

çok yerde nasıl bulunabilir? Çok kolay, nesneleri<br />

şey olarak düşünmek dururken, çevremizdeki<br />

her şeyin bir nesne olduğunu düşünmeye<br />

alışkınsınız. Her şey benim katkım, benim<br />

seçimim olmaksızın zaten var. Böyle düşünmekten<br />

kurtulmalısınız. Onun yerine, kabul etmelisiniz<br />

ki, çevremizdeki maddi dünya bile bilincin olası<br />

hareketlerinden başka bir şey değil. Ben de gerçek<br />

deneyimimi açığa çıkartmak için an be an bu<br />

olasılıklardan birini seçiyorum... Heisenberg’in<br />

kendisi de atomun nesne olmadığını söyler.<br />

Sadece eğilimdirler. Yani nesneler üzerine değil,<br />

olasılıklar üzerine düşünmelisiniz. Hepsi bilincin<br />

olasılıklarıdır.<br />

Kuantum fiziği yalnızca olasılıkları hesaplar.<br />

Ama bunu kabul ettiğimiz an şu soru gelir akla:<br />

gerçek deneyimi ortaya çıkartmak için kim veya<br />

ne bu olasılıklar arasından seçim yapar? Hemen<br />

görürüz ki, işin içinde bilinç olmalıdır. Gözlemci<br />

yok sayılamaz.<br />

Dünya olası gerçekliğinden mahrumdur. Ta ki biz<br />

seçene kadar.<br />

Bu yazıyı yazmaya yeltendiğim andan itibaren<br />

bir sürü okuma yapmam gerekti. Özellikle John<br />

Gribbin’in Schrödinger’in Kedisinin İzinde isimli<br />

kitabından fazlasıyla faydalandım. Hatta bazı<br />

cümleleri aynen bu kitaptan aldım. Bu okumalar<br />

sırasında bir an, bir sesin verdiği rahatsızlıkla<br />

okuduğum metinden ayrılıp “Bu ses ne yahu?”<br />

diye sordum MRT’ye. “Araba alarmı,” dedi. Ses<br />

uzaktan geliyordu falan ama, Murat tanımlar<br />

tanımlamaz, niyeyse “For Whom The Bell Tolls,”<br />

dedim. Akabinde de, yanlış bilgi vermeyeyim<br />

ama, galiba 14 yıldır ilk defa Metallica dinlemeye<br />

başladım. Sesli çağrıştırdığım şarkıyı tabii<br />

ki. Birkaç gün sonra, akşamına <strong>Karga</strong>’da<br />

çalacağım bir mesai öncesi, iş bu ya, MRT’nin<br />

misafirperverlikten kendini şımartılmış<br />

hissettiğin evinde oturup laflarken, kabine geç<br />

kalmamak için kurduğum telefonun alarmı<br />

çaldı. Cebimden çıkarıp susturmaya çalıştığım<br />

telefonun “Ertele” tuşuna basmışım gayri ihtiyari.<br />

Çünkü refleksin büyük bir olasılığını kaplayacak<br />

bir konumda oluyor hep. Derhal, aynı hemen<br />

her sabah uyanmak için kurduğum saat ve<br />

uyanamamamın sebebi olarak bastığım “ertele”<br />

tuşu aklıma geldi. “Ertele”diğim her sabah, doğal<br />

rutinim yani, içimi şişirirken “Böyleyken böyle,”<br />

diye muhabbete derdimi ekledim. Ve Viktor


(Pilatan) hâlâ cebelleştiğim yazının sonunu bağladı. Dedi ki (ya da benim<br />

yatıp kalkıp yazıyı düşünen bilincim dedi ki), “Sistem göbekten yakalıyor<br />

abi insanı, uyku mahmuru, o ilk uyandığın anda, sana ‘ertele,’ diyor.”<br />

Yazının bu kısmına kadar biraz da konuyu ciddiye alman için, teknik<br />

bi şeyler anlatıyorum bak diye belki de, sizli bizli konuştum senle, ben<br />

de bilemiyorum ki nasıl diyeyim, kuantum kuramı söz konusu olunca<br />

neticede seninle aşağı yukarı aynı yerdeyim, ama şimdi gözünün içine<br />

bakıp doğrudan sana söylüyorum bak, ALARM ÇALIYOR! Sanayi<br />

toplumunun, onun ilk göz ağrısı ve en sevdiceği kapitalizmin devri geçti.<br />

Bakma debelenmesine, geçti, bitti o iş. Dünya o kadar hızla, o kadar büyük<br />

bir değişimin içinde ki, sanayi toplumunun hiçbir dayatması yetişemiyor,<br />

evrilemiyor bu hız karşısında.<br />

Amma velakin, kuantum kuramının, Belirsizlik İlkesi’nin anlattığı<br />

hiçbir şeyi hâlâ anlayamıyoruz. Sen de, ben de. Anlasak da bakış açımızı<br />

değiştiremiyoruz. Çünkü merkezîleştirme, standartlaştırma, optimizasyon,<br />

yoğunlaşma, azamileştirme vs. gibi doğuştan gelen, doğuştan tezgâhına<br />

girdiğimiz sanayi toplumuna özgü sistemler ve onlara uygun davranış<br />

biçimlerimiz, değer yargılarımız var. En basiti okula gidiyoruz, mecburen.<br />

Ve okul bize hiç sorgulamadan bir üretim bantında yer almak ya da üretim<br />

bantını yönetmek için yol gösteriyor. Beyaz ya da mavi yakalı olmamız,<br />

işçi sınıfından olmamız fark etmiyor, hepimize hap gibi yutturulumuş,<br />

sanki genlerimize işlemiş reflekslerle hâlâ 50 yıl öncesinin şablonlarına<br />

uydurulmaya çalışarak, kodlanarak başlıyoruz yaşamlarımıza. Sistemin<br />

bekâsı için bu böyle olmak zorunda, bu böyle belletilmek zorunda.<br />

Kuantum kuramının olasılıklar dünyası, bakanın, bilincin var ettiği dünya<br />

kabul edilemez.<br />

Ama bir şeyler, bir süredir değişiyor. Ve bu değişime uygun<br />

formatlanmadığı için yaşamlarımız, belirsizlik her yanımızda, belirsizlik<br />

aşamadığımız engel, belirsizlik yalnızlık, belirsizlik umutsuzluk, belirsizlik<br />

depresyon.<br />

Öyle değil yahu, belirsizlik gözünle gördüğün her şey. Belirsizlik evrenin<br />

işleyişi. Yukarıda anlattıklarım biraz karışık gelebilir, çok da basit değil.<br />

Ama bir rahatla önce. Schrödinger’in Kedisi’ne ne olduğu bilinmiyor ama<br />

şu net bir biçimde ispatlandı ki; gerçek diye bir şey olamaz. Atomların aynı<br />

anda bir sürü yerdeyken, senin seçtiğin, senin bilincindir sadece. Bunu<br />

kabul etmek, idrak etmek kolay değil. Ama bu dünya, bütün her şey, sana<br />

gösterildiği gibi de değil. Hiçbir şey belli değil.<br />

Çanlar senin için çalıyor. Erteleme.<br />

(*) Schrödinger’in, kuantum kuramı ve Kopenhag Yorumu’nu açıklamak için<br />

tasarladığı deney. Deney gereği, bir kedi kapalı bir kutunun içine konur. Kutunun<br />

hiçbir biçimde gözlenememesi önemlidir. Kutuda, ayrıca, bozunma olasılığı tam %50<br />

olan bir parçacık, bozunma gerçekleşirse ortama salınacak bir zehir vardır. Bozunma<br />

olasılığı %50 olduğu için, kedinin kutu açılmadan ölü mü, diri mi olduğunu bilmek<br />

olanaksızdır. Kuantum kuramına göre kedi, hem ölü, hem diridir.<br />

tayfun@kargart.org


KAFAMIN İÇİ RİCHİE RİCH?<br />

PLATON? PEREC?<br />

Ben anı yaşayamam. Benim anlarım ikiye ayrılır,<br />

karar verdiğim ve kararımdan vazgeçtiğim<br />

anlar, keyifli bir şey değildir bu, değildir bir<br />

carpe diem, oluru yoktur bende bu işin... İkisi<br />

arasında gidip geldiğim, emin olamama hali,<br />

işte o yol benimdir. Baş koymuşumdur bir kere<br />

ben o yola. Emin olamama halimden eminimdir<br />

de gerisi teferruattır. Bıdıbıdıdır.<br />

Şu aralar sigarayı bıraksam, baleye başlasam,<br />

felsefe kulübüne katılsam, bir baltaya sap olsam,<br />

olsam balta? Şu araları revize etsem, reddetsem,<br />

iade etsem, ne yapsam ne etsem? Büyümek<br />

gelip çatmış, bakkala artık beni göndermiyorlar,<br />

kimi yaşıtlarım patlatmış iki velet, olmuş evinin<br />

kadını. Çalışmak lazım geliyormuş, gelecek<br />

kaygısıymış bıdıbıdı. Gelecek diyorum da<br />

olmuyor. Gelecek diyorum güzel kardeşim,<br />

yığılmış üst üste duruyor öyle. Nasıl umut<br />

bağlayayım. Nasıl heyecan duyayım?<br />

Bilsem ki aydınlık günler benimdir, atıp üzerine<br />

havlumu güneşle bir olacağım günlerdir o<br />

günler, bilsem ki hak gelip beni bulacaktır,<br />

karnım pek tabii doyacaktır, ben yapmaz mıyım<br />

kendime şöyle sigortalı bir iş, evlenmez miyim<br />

tek taş çift taş, telli duvaklı, yüksek topuklu bir<br />

düğünle? Yapmaz mıyım, yaparım. İki de velet ki<br />

tadından yenmez…<br />

Peki sonra, sonra ya ben o çocukları savaşa<br />

doğurursam, dünya lüzumsuz şiddet dolu, ayıp<br />

dolu, pislik dolu. Dünya çoğunlukla kötü. Ya da<br />

sonra beklenmedik anda kovulursam patrondan<br />

ötürü. Allah korusun çocukların okul masrafı<br />

yük olursa omzuma, analık beni affetmez.<br />

Çocuk dediğin de sokağa atılmaz. Oluru yok<br />

işte, ihtimallerin matematiğini yapıyorum,<br />

matematik bu genelde yanıltmaz.<br />

Bilsem ki, işte bilemem ya, o kötü.<br />

Bak şu kötü, insan niye yaşar bir türlü<br />

karar veremiyoruz. Bir dava uyduralım, akıl<br />

başlandıkça içi boşalıyor uydurduğumuz<br />

davaların. Hevesi kaçıyor hepten insanın,<br />

Melda Köser<br />

niye? Niye lan niye? Yüzyıllar geçti de kesin<br />

bir cevap yok. Öyleyse, bir güldürmecedir<br />

tüm bunlar, gülüp geçmecedir, ortalama 75 yıl<br />

çektiğimiz çilenin keyfini çıkarmak için kısadır.<br />

Yaşayacaksak 150’ye kadar yolu olsun derim pek<br />

sayın yetkili!<br />

Bir de bu kötü, kavramaya yetmeyen kafalarımızı<br />

zorluyoruz, duruyor. Kafa durur mu komşunun<br />

kızı, sen söyle, olmaz deniyor ama oluyor. Kafa<br />

dediğin bile günü gelince hop diyor, benden bu<br />

kadar! Bir insan kafasına güvenmezse, en büyük<br />

kalesini kaybeder. Kafa giderse geriye ne kalır?<br />

Anlat bana? Beni ikna et.<br />

En az ikilemdeyim, bazı günler sayıları<br />

çoğalıyor, üçlem, dörtlem, beşgen, eş kenar?<br />

Emin olsam atarım bir adım, bilsem<br />

memuriyettir bu hayatın kolayı, olurum.<br />

Veznedar olurum, öğretmen olurum.<br />

Emin olsam atarım daha büyük bir adım, patron<br />

olurum. Kral. Kıyak işçi. Yaşasın das kapital der<br />

kurarım marketler zinciri, bankaya borçlanırım<br />

yiğit derler arkamdan.<br />

Daha da emin olsam durur muyum bir adım<br />

daha atarım, yaratıcı bir kişilik olurum.<br />

Yaratamazsam ağlarım bir kuytu köşede, fikir<br />

çalar çırparım desem o da bana yakışmaz,<br />

arkamdan orospu derler, valla alınırım.<br />

Şimdi en iyisi mi sen beni ikna et. Kaygılanma<br />

de. Çalıştığına, güvendiğine, yaşadığına<br />

değecek de. Beni ikna et, “kesin” de bana, gitme<br />

bizimle kal de, ne olursa olsun uyumamaya çalış<br />

de, geçecek de. Geçince ise şimdi hayal kurma<br />

de, gerçekçi ol de, inandır beni var ettiğiniz o<br />

sisteme. Sok içine onun, bilmeyi öğret bana.<br />

Bilir bilir konuşmanın bir parçası olayım.<br />

Bıdıbıdı.<br />

Çok istiyorum.<br />

mldksr@hotmail.com<br />

Değil o ahmaklar kadar, şu kadarcık, yorgan<br />

yaktıran pire kadarcık emin olsam, o bana yeter.


“Bütünüyle Kuşkudayız”<br />

TDK Büyük Türkçe Sözlük: Belirsizlik isim<br />

Belirsiz olma durumu, belgisizlik, müphemiyet,<br />

vuzuhsuzluk<br />

1992-1998 arasında 27 sayıyla dergicilik<br />

tarihimizde farklı ve özel bir yeri olan bir dergi<br />

vardı; Şizofrengi. Tüm sayılar şimdi internette<br />

var. Bu yazının başlığına Fatih Altınöz ve<br />

Mehmet Şenol’la kısa süren ahbaplığımıza<br />

sığınarak, artık motto mu desem, slogan<br />

mı, pek çok sayısının kapağında huzursuz<br />

edici bir biçimde yer alan Şizofrengi’nin o<br />

söylemini aldım. O günlerde “Evet bir şeylerden<br />

kuşkulanıyoruz ama nelerden ve niye?”<br />

diye, belirsiz bir sıkıntıyla öyle bir düşünüp<br />

geçerdim. Ne zaman çıkacağı belli olmayan<br />

ertesi sayıda yine aynı soruları sorarmış gibi<br />

yapardım. O laf içime işlemiş ki yazıya böyle<br />

başladım. O zamanlar bütünüyle kuşkudaymışız<br />

ama o geleceğe daha vakit varmış. O günlerin<br />

belli belirsiz belirsizliği, şimdilerin artık iyice<br />

belirginleşen belirsizliklerinin habercisiymiş<br />

meğerse. Bütünüyle artık fena hâlde kuşkuda<br />

olduğumuz geleceğin tam ortasına düştük<br />

sonunda. İnsan bazı şeyleri yaşamadan<br />

anlayamıyormuş. Hoş, çoğu zaman yaşasak da<br />

anlayamıyoruz ya o ayrı bir konu şimdi.<br />

...<br />

Kabataş Lisesindeyim. Edebiyata Oktay Tuncer<br />

geliyor. Onun sınıfında olmak bir ayrıcalık.<br />

“Defter nasıl kaplanır, ayakkabı nasıl bağlanır?”<br />

gibi konularda kompozisyon sınavı yapan Oktay<br />

Tuncer. Hocanın müfredat dersi içinde kendi<br />

“ders”lerini de verdiği, bambaşka bir tarzı var.<br />

O günkü konu, diyelim divan şiirinde ölçüler.<br />

Mefailün filan. Sınıf oralı değil belli. Hoca<br />

birden sustu, beklemeye başladı, tabii sınıf<br />

Mehmet Sinan<br />

da. Sonra sakince “Bakın çocuklar, şimdi çok<br />

gençsiniz. Zaman cüzdanınız hiç bitmeyecekmiş<br />

gibi dolu. Bol keseden harcıyorsunuz. Ne<br />

zaman biteceği belirsiz gibi geliyor size. Ama<br />

öyle değil, günün birinde o cüzdanda kalan<br />

zamanınızın sayılabilecek kadar azalmış<br />

olduğunu göreceksiniz. İşin kötüsü cüzdana<br />

yeniden zaman koymak diye bir şansınız da<br />

yok. Yaptığınız işi ciddiye alın. Hadi bakalım<br />

şamatanıza ona göre devam edin şimdi,” diye<br />

konuştu. Neye uğradığımızı şaşırdık. Sınıftaki<br />

uğultunun nasıl bıçakla kesilmiş gibi mutlak<br />

bir sessizliğe dönüştüğünü anımsıyorum.<br />

Oktay Hoca sanki bunları hiç söylememiş gibi,<br />

kaldığı yerden failâtünlere devam etti. Cüzdan<br />

metaforlu o kısacık konuşma bize geleceğin<br />

belirsizliğini hissettirmişti. Bu anekdotu<br />

hiç unutmadım, o anda içimden belirsiz bir<br />

kaygının dokunup geçtiğini de unutmuyorum.<br />

Yeri böyle geldi.<br />

...<br />

‘80 öncesi kentli orta sınıf gençlerinin,<br />

ebeveynlerince belirlenmiş çizgisel bir hayat<br />

yolu vardı. “Etliye sütlüye karışmadan okullarını<br />

bitir, diplomalarını al, (erkeksen askerliğini yap,)<br />

biraz gez toz, sağlam bir işe gir, artık kendin<br />

mi bulursun yoksa görücüyle mi olur aklı<br />

başında biriyle evlendirelim seni, çalışıp evinizi<br />

arabanızı yazlığınızı alın, bakabileceğiniz kadar<br />

çocuk yapın, onları da aynı şekilde büyütüp<br />

evlendirin, zamanı gelince de emekli olun, güzel<br />

güzel yaşayıp gidin...” Zorlukları vardı ama<br />

mümkündü. Etrafta bol bol, belirli örnekleri<br />

vardı, olabiliyordu o zamanlar.<br />

Belki bugün bile, ebeveyn olan o gençlerin<br />

gönlünde hâlâ çocukları için, insanı acıyla


gülümseten o yürümeyen yol var. Ama bırakın<br />

çocuklarını, kendileri için bile çöktü o artık<br />

model. Belirsizlik, yeni hayat modeli oldu<br />

çoktan. Hele yeni kuşakların hiç kaçarı yok.<br />

“Hepimiz bir düzen tutturmaya çalışıyoruz ama<br />

bir türlü olmuyor. Neyi, neresinden tutacağımız<br />

belli değil. Hayat önümüze ne getirirse onu<br />

yaşıyoruz. Bu da böyle mecburi bir ‘carpe<br />

diem’ işte.” Herhangi birimiz bu sözleri ediyor<br />

olabiliriz. Burnumuzun dibindeki gelecek envai<br />

çeşit belirsizlikle dolu, olası travmalar bireyi bir<br />

yerinden yakalıyor. İşin kötüsü, hiç kimsenin<br />

eninde sonunda payına düşecek travmadan<br />

kaçıp kurtulacağı başka bir dünya yok. Eğer<br />

olacaksa onu da biz yapmak zorundayız.<br />

...<br />

Eski, çok yakın bir arkadaşım, memleket ve<br />

dünya meseleleriyle ilgili, erkek jargonlu<br />

ve erkek mantıklı konuşmalarımızın<br />

karamsarlaşmaya başladığı yerlerde, arada bir<br />

konuyu “İnsanlar zor durumda, ‘belirsizliğin<br />

yıkım gücü’ bu işte,” diyerek tanımlar. Ve beni<br />

her defasında etkiler bu sözler. Oradan devam<br />

ederiz. Konu artık nereye gidecekse. Bu yıkım<br />

lafı da bana işlemiş demek ki. Belirsizlik üstüne<br />

bir şeyler yazacağımı ve o “yıkım gücü” işine<br />

de yazıda değineceğimden söz ettiğimde, “O<br />

lâf bana ait değil, bir yerden duymuşumdur,<br />

öyle kalmış. Galiba Freud’un filan olabilir.<br />

Hatırlamıyorum,” dedi. Belirsizliğin yıkım gücü?<br />

Kuşku, belirsizlik, yıkım, Freud? İnternette filan<br />

aramadım, Freud olabilir de olmayabilir de. Ama<br />

Freud’dan aklımda kalan bir şeylerin bu yazıya<br />

tam oturacağını aklıma getirdi o konuşma.<br />

...<br />

Freud, insan doğasının ve yarattığı insan<br />

kültürünün diyalektiğini irdelediği önemli<br />

yapıtı Uygarlığın Huzursuzluğu’nda bize<br />

acı veren üç kaynaktan söz eder. İnsanı<br />

aştığı zamanlardaki ezici, acımasız ve yok<br />

edici gücüyle doğa. Kendisi de doğanın bir<br />

parçası olan, çözülerek ölüme yazgılı, kırılgan<br />

zayıflığıyla bedenimiz. Ve son olarak da,<br />

aileden devlete ve topluma, öngörülemezliği,<br />

denetlenemezliği, düzenlenemezliğiyle insan<br />

ilişkileri.<br />

Ne kadar acı verici olursa olsun doğayla<br />

ve bedenimizle baş etmeye çabalarız, ne<br />

yapar eder hayatta kalmaya çalışırız. Doğa<br />

bilinmezliklerle doludur ama belirsiz değildir.<br />

Doğanın bilinmezliğini bilimle ve inanç<br />

sistemleriyle açıklamaya çalışırız. Doğanın bizi<br />

ve teknolojimizi aştığı zamanlarda durumu<br />

kabullenmek zorunda kalırız.<br />

Acılarımızın en güçlü nedeni doğa değil, bazen<br />

çaresiz kalabildiğimiz ve elimizden hiçbir şeyin<br />

gelmediği insan ilişkileridir.<br />

Yine aynı kitapta Freud, acılardan kaçınmak<br />

ve acıya duyarsızlaşmak için kullandığımız<br />

üç vazgeçilmez sakinleştiriciyi de belirtir.<br />

Etkili oyalanmalar, dolaylı-almaşık doyumlar<br />

ve keyif verici şeyler-maddeler. Freud’un<br />

bana oldukça doğru gelen bu belirlemelerini,<br />

belirsizlik konusunu bir çerçeveye<br />

yerleştirmek için buraya aldım. Şimdiye gelip<br />

kendimize uygulayarak bakarsak, belirsizlik<br />

karşısındaki tutumlarımızı yorumlamamıza<br />

yardımcı olabilirler. Sizin neler gibi, belirli ve<br />

vazgeçilmez sakinleştiricileriniz var meselâ?<br />

Bir ara bir düşünün, bakalım neler bulacaksınız<br />

kendinizle ilgili.<br />

...<br />

Dostoyevski, yaşadığı yüzyıl için “Bireysel ve<br />

toplumsal felaketlerle dolu bir çağda yaşıyoruz,”<br />

der. Ertesi yüzyılda, savaşlar ve politik<br />

kararlarla 200 milyon insan yine insanlar eliyle<br />

öldürülmüş. Şimdiden 12 yılını geçirdiğimiz<br />

yüzyılımızda da görünüm farklı değil. Ama<br />

tarihte görülmemiş bir bilgi birikimi ve iletişim<br />

teknolojisi var. Yine Dostoyevski “Her birimiz,<br />

her şey için, herkese karşı sorumluyuz,” da der.<br />

Görmezden gelmenin, kendine saklanmanın<br />

dışında hiçbir zaman, her şey bu kadar anında<br />

ve net, öngörülebilir, görünür ve bilinir<br />

olmamıştı.<br />

Günümüzün, uygarlığımızı dönüm noktasına<br />

getiren çok büyük sorunları var. Küresel<br />

kapitalizmin dallanıp budaklanan yapısal<br />

açmazları. Her alanda paraya bağımlı bir yaşam.<br />

Artan durgunluk ve işsizlik, gelir eşitsizliği<br />

uçurumu, borç krizleri. Kitlesel yoksullaşma.<br />

Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin geri<br />

dönülmezlik sınırını aşması. Yok olan türler.<br />

Fırtınalar, sel baskınları, kuraklıklar, su ve<br />

toprağın ölümleri. Gıda ve temiz su krizleri.<br />

İnsan sağlığını tehdit eden çevre kirliliği. Aşırı<br />

kalabalık bir dünyada tüketim toplumunun<br />

teknoloji ve enerjiye bağımlı, doğaya ve kendine<br />

yabancılaşmış, kendisini yalnızlaştıran bencil<br />

bireyler toplumu. Açlık, susuzluk, ilaçsızlık<br />

çeken milyarlar. Göçmen katliamları. Kadına


ve çocuğa yönelik sistemli şiddet. Kanıksanan<br />

üçüncü sayfa haberleri. Organize ve orantısız<br />

zor kullanımının olağanlaşması, terör, bölgesel<br />

çatışmalar. Toplumların parçalanması. Büyük<br />

çaplı savaş tehdidi. Medya manipülasyonları.<br />

Gündelik, ucuz politikaların tüm bu sorunları<br />

derinleştiren küresel ve tehlikeli miyopluğu.<br />

Daha sayayım mı? Tüm bunları üst üste koyun,<br />

iç içe geçirin, işte size kusursuz belirsizlik.<br />

Ama bir yandan da hepimizin bildiği gibi, artık<br />

her şey son derece ortada. Belirsizlik tarihte<br />

hiç bu kadar belirgin, bu kadar görünür, elle<br />

tutulabilir olmamıştı. Dünya zonkluyor. Dönüp<br />

dolaşıp, bu kaotik belirsizliğin nedenlerinin<br />

yine insan olduğu sonucuna varıyorum.<br />

Belirsizlikleri üreten, sonuçlarına kaderci<br />

iyimserlikle veya bilinçli cehaletle, bencilce kör<br />

ve sağır kalan insan.<br />

11 bin yıl önce son buzul çağının bitmesiyle,<br />

tarımla birlikte uygarlığın da başladığı<br />

Holosen dönemine girmiştik. Bilim insanları<br />

fosil yakıtların kullanıma girmesiyle birlikte<br />

yaşamaya başladığımız döneme Antroposen,<br />

yani insan çağı diyorlar. Bu niteleme bilim<br />

çevrelerinde artık kabul edilmiş durumda.<br />

Özellikle petrol kapitaliziminin etkisiyle,<br />

doğanın yapısını ve işleyişini fiziksel olarak<br />

tamamen değiştirdik ve var gücümüzle<br />

değiştirmeye devam ediyoruz. Yani ben, yani<br />

sen, yani o dahil milyarlarca insan. Hepimiz<br />

şu ya da bu düzeyde bu durumun failleriyiz.<br />

Manzara hiç de hoş değil. Antroposen de,<br />

önceki bütün çağlar gibi bir gün sona erecek,<br />

yeni bir çağ başlayacak. O çağın nasıl bir şey<br />

olacağı ise antroposenin nasıl sonlanacağına<br />

bağlı. Yani yine insana. Sorumluluktan<br />

kaçışımız yok. Çünkü kendi sonumuzu<br />

kendimiz getirebiliriz. Çünkü artık gerçeklik bu<br />

kadar ortada, bu kadar keskin, bu kadar belirgin.<br />

info@kargamecmua.org<br />

...<br />

Sanırım dijital çağa giriş yapan ilk kuşakların<br />

yaşayacağı gerçeklikler, kendilerine de<br />

gelecekteki yeni kuşaklara da epey şey<br />

öğretecek. Bir geçiş dönemindeyiz ve bu<br />

dönem bu kuşaklarla “geçecek”. Belirsizlik de<br />

bağımlılık gibi, biz ona teslim oldukça artıyor,<br />

sonu yok. Sanal gerçeklik yanılsamalarının<br />

monoton anlamsızlığıyla gerçek yaşamın<br />

somutluğu arasında seçim yapmak zorunda<br />

kalacaklar. Zaten birileri çoktan gerçekliğin<br />

içinde. Bir Arap özdeyişi, duyumsama yetilerini<br />

yitirmemiş veya yeniden kazanmış olanlara<br />

“Gerçekler hayallerden daha zengindir,” diyor.<br />

Merhaba hakiki gerçek.<br />

Bu yazının ne işe yarayacağını bilmiyorum<br />

doğrusu. Dünyanın her yerinde, durumun<br />

farkında olan ve etkilerini yaşayan, cesaretle,<br />

inatla, şiddete başvurmadan, dürüstçe bir<br />

şeyler yapmaya çalışan milyonlarca insan<br />

var. Onların varlığını düşününce burada<br />

yapabileceğim tek şey bu yazıyı böyle yazmak<br />

oldu. Başka şeyler yazmış da olabilirdim<br />

ama biraz daha farkındalık yaratma niyetim<br />

değişmeyecekti. Yine, kendimizle yüzleşmeye<br />

devam etmemiz gerektiğini söyleyecektim.<br />

Kolay değil biliyorum. Kendime ayrıcalık<br />

yaptığımı sanmayın. Ben de, her gün içimdeki<br />

ve dışımdaki bir sürü belirsizliği çözüktürmeye<br />

ve halletmeye uğraşıyorum. Tekrar gibi olacak;<br />

belirsizliğin her gün, her bakımdan, belirgin<br />

olarak daha da muğlâklaştığını ve bu durumun<br />

birbirini yemeye çalışan biz insanlardan<br />

kaynaklandığını söylemeye çalışıyorum.<br />

Aslında hepimiz her şeyin o biçim farkındayız<br />

ama...


Belirsizlik Hayali Bir Safsatadır!<br />

Yaşamak için gereken şey önce inat belki de,<br />

havadan sudan ekmekten aşktan önce inat…<br />

Nefes almaya devam etmek, ekmeği ve suyu<br />

bulmak, aşkın peşinde koşmak için önce hayatın<br />

buna değdiğine ikna olmak, sonra kendinin<br />

buna değdiğine ikna olmak, ardından inatla<br />

yaşamak! Ama bir hayale inanıp gitmek değil,<br />

peşi sıra o hayalin esiri olmak değil, nasıl mı?<br />

İki kocaman gerçek, dünya insanını bu sebeple<br />

ikiye ayırıyor olabilir; birincisi doğduğu için<br />

zaten her şeyi hak ettiğini ve yeryüzündeki her<br />

şeyin kendisi için olduğunu zanneden insan<br />

güruhu, bir diğeri ise yaşamın kendisine uygun<br />

olup olmadığını düşünüp, uygunsa yaşama<br />

inadı ile çevrilmiş bir mantıkla hayatta kalma<br />

gayretinin için de debelenen insan güruhu…<br />

Derya Kılıçalp<br />

İllüstrasyon: Deniz Bankal<br />

İki ayrı grubun ortak çaresizliğinin “belirsizlik”<br />

olması epey ince düşünülerek seçilmiş bir<br />

politik bir hamle oysa! İlk grup büyük bir<br />

aymazlık içinde varlığını sürdürmek için gerekli<br />

şeylerin temin edilmesini sağlayan, destekleyen<br />

bir hayat sürerken… Çalabilir, çırpa bilir, yetim<br />

hakkı yiyebilir, tecavüz edebilir, öldürebilir,<br />

ölebilir, bir kilo kömüre bir rey satabilir, tezgâh<br />

altında bacak sıktırıp tezgâh üstünde gülücük<br />

atabilir, el pençe divan durup “oynaaaa” deyince<br />

göbek atabilir, göz yumabilir çok sıkı, sağır<br />

dilsiz olabilir mesela, hak yolu deyip kesebilir,<br />

kul hakkı diyip biçebilir ne bileyim ben kızını<br />

bir davara satabilir, mahallede orda burada işini<br />

gücünü bırakıp ahlak bekçiliğine soyunabilir,<br />

kafasını bir deve kuşu gibi kumun içine sokup,<br />

götü dışarıda osura osura yaşayabilir misal,<br />

televizyonda, boyalı basında izlediği / okuduğu<br />

her habere inanıp önüne geleni Taksim


Meydanı’nda sallandırıvermek isteyebilir ibreti<br />

alem için ama kendine dönüp bakmayabilir bir<br />

kere bile, zaten baksa göreceklerinden tiksinir.<br />

Ama artık öyle geniş bir mideye sahiptir ki<br />

tiksinmeyi bile normalleştirebilir, yani belli<br />

olmaz reaksiyonları bir garip belirsizlikle, ziyan<br />

bir hayatın içinde… Ne kendine güvenir ne<br />

başkasına, kimse de onlara güvenmez, kaypak,<br />

antin kuntin, işte belli belirsiz bir hayat.<br />

Bir diğer grup ise, sözümü geri alıyorum,<br />

dünya insanı tam da ikiye ayrılmaz aslında<br />

da Türkiye’de yaşayan insanlar bu şekilde<br />

ayrılır hatta azınlık ve çoğunluk olarak da<br />

adlandırılabilirler. Yani uzun lafın kısası tam<br />

ikiye bölünmezler, ikinci grup insanlar daha<br />

azdır bu memlekette. Onların çaresizliği de<br />

şudur; hâlâ tiksinmek nedir bildikleri için<br />

yaşamın neresinden tutacaklarına dair inatları<br />

ile ilgili kendilerini her gün, her sabah yeniden<br />

ve yeniden motive etmeleri gerekir. Yoksa bu<br />

belirsizliğin içinde kendi kendilerini yemekten<br />

başka bir şeyin ucundan tutamaz hale gelirler.<br />

Kaybol sen belirsizliğinin içinde, kendini<br />

keşfedeme, bulama, bir tutunamayan ol, bir<br />

yazık, bir intihar vakası ol, bir mağdur, bir deli<br />

şair ol ya da her seçimde başka bir partiye oy<br />

veren sade bir vatandaş, sen bu belirsizlik hayali<br />

içinde kendi kendine oyna su kabına su doldur,<br />

kamyonun damperine kum, kimin umurunda?<br />

Sen bir paranoyak, bir şizofren, bir psikopat<br />

günler, haftalar, aylar dizisi için de savrul kime<br />

ne?<br />

Hayır, öyle değil üzülme seni düşündüler, seni bu<br />

belirsizliğin içinde yapayalnız bırakmadılar, yok,<br />

öyle değil, asla gerçekten yalnız yürümeyeceksin,<br />

kendini suçlama, senin gibi milyonlar var<br />

aslında… Kendini nerede konumlandıracağını<br />

bilemediği için yer çekimine rağmen ayakları<br />

yere basmayan, bu büyük belirsizliğin içinde<br />

deniz mi liman mı olduğunu bilemediği için<br />

gemilerini suya indiremeyen milyonlarca<br />

kaptan… Sen neden korktuğunu bile bilmeden<br />

her şeyden korkarak tedbirler alan ilk ve tek<br />

insan değilsin.<br />

Bu senin için düşünüldü, kurgulandı, hesaplandı<br />

ve gerçekten senin için evrenin bütün<br />

boşluklarına bir gizli silah gibi yerleştirildi.<br />

Bu gizli silah senin kendi kendini her an<br />

imha edebilmen için elinin uzanabileceği,<br />

gözünün görebileceği her yere bırakıldı. Yeter<br />

ki bu belirsizlik mikrobundan bir teneffüs et ve<br />

kendi kendinle çatışmaya başla; işe yaramaz<br />

bir mahlukat olduğuna inan, gücünün ve<br />

deryakilicalp@gmail.com<br />

enerjinin bir mercimek tanesini bile yerinden<br />

oynatamayacak kadar cılız olduğunu gör, yeter<br />

ki ne yaparsan yap sadece karnını doyurabilecek<br />

kadar para kazanabileceğini fark et, hatta bazen<br />

aç kalmayı kabul et, heee, yok dersen ki bir<br />

gram et bin ayıp örter, o zaman saf’ını seç ama<br />

sanma ki bitecek belirsizliklerin gücü. Utanma,<br />

sıkılma, çekinme, bir dene, bir sat kendini, bir<br />

gör göreceğini… Kendini yok etmenin, kendinle<br />

çatışmanın inceliklerinden, korkmaktan ışığı<br />

görmüş tavşan gibi kilitlenip kalmış olmaktan<br />

bahsediyorduk değil mi?<br />

Demem o ki; “Kim yaktı bu oteli?” diyeceksen<br />

misal ya da “Bu bombayı kim patlattı?” ya da dur<br />

şunu diyeceksen; “Benzinin fiyatı niye arttı, rakı<br />

içen öldü de su içen ölmedi mi, bu rakının fiyatı<br />

neden aldı başını gitti?”, diyeceksen bunlardan<br />

herhangi birini, önce haddini bileceksin. Soru<br />

sorma, bilgi alma, kendini özgürce ifade etme<br />

gibi temel insan hakları, sıradan her vatandaşın<br />

bilgi edinme hakkı falan gibi manasız söylemler<br />

içine gireceksen, önce kafandaki bu sistemi<br />

eleştirme kaygısı içinde misin değil misin<br />

bunu bir halledeceksin. Yani kendi içindeki<br />

belirsizliği, neye inanacağını, doğru bilgiye<br />

nereden ulaşacağını bilememe halini kendi<br />

kendine yaşayacaksın. Bunu yüksek sesle orada<br />

burada insanlarla paylaşmayacaksın. Bulacaksın<br />

o silahlardan birini “belirsizlik” markalı<br />

olanlardan, sıkacaksın beynine, kim bilir hangi<br />

mezarlığa gömüleceksin, mezar taşına kim bilir<br />

ne yazacaklar ve kim bilir nereye gideceksin?<br />

Kendi kendini imha ettiğin için cennete<br />

giremeyeceksin kesin…<br />

Bu senaryo biraz hızlı bir yaşam oldu,<br />

hemencecik ölüverdin evet, ama daha uzunu<br />

da var, taa Osmanlıdan gelen, sonra Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin kurulması ile ülke vatandaşının<br />

yaşamına sirayet eden senaryolar var izlerini<br />

hala taşıdığımız. ‘56’lar, ‘80’ler, ‘90’lar var, uzak<br />

yakın geçmiş… Kocaman bir kültürümüz var<br />

“belirsizlik” adı altında, günümüz Türkiye’sinin<br />

icadıymış gibi bu kadar sahiplenip içselleştirme,<br />

dur, bu kaderi seninle paylaşan milyonlar var.<br />

Hemen kendini bir özel hissetmek, sonra bu<br />

duygunun belirsizliğinde kaybolup kendini<br />

yalnız buluvermek, bir düşünen insan şımarıklığı,<br />

bir duygusal çıkmazlar kaotiği…<br />

Ya seveceksin besleyeceksin bu mereti, bir<br />

havalara gireceksin “Bizim de var,” diye… Ya bir<br />

inat hamleye kalkacaksın “Belirsizlik hayali bir<br />

safsatadır,” diye…


Bilemeyeceğini Bilmek<br />

Ertan Keskinsoy<br />

Tarihin en büyük ironilerinden biri, insanoğlunun evrenin nasıl devindiğine dair yepyeni<br />

bulgulara ulaştığı günlerde, dünyanın en ölümcül iki savaşının koşullarının, yavaş ama<br />

kaçınılmaz oluşuyor olmasıydı. Ne olduğu ve nasıl devindiği bin yıllardır merak edilen<br />

maddenin yapısına ilişkin yepyeni bulguların ve düşüncelerin ortaya çıktığı 19. yüzyıl sonu,<br />

20. yüzyıl başı; insanlık tarihinde her şeyin yoğunlaştığı anlardan biriydi. Buluşlar, icatlar,<br />

sanat akımları, büyük bir hızla kâh birbirinin üzerine binerek, kâh birbirini olumsuzlayarak<br />

ortaya çıkıyordu.<br />

Fizikte ise insan gözüne görünmez olanı gözlemlemek yeni yeni mümkün olmuştu. Wilhelm<br />

Conrad Röntgen, 1895’te bambaşka bir şeyi gözlemlerken X ışınını keşfetmiş; üç ay sonra,<br />

1896’nın Mart’ında Henri Becquerel, yine rastlantı sonucu, radyoaktiviteyi keşfetmişti. Bir<br />

temel parçacık olan elektronun varlığının keşfi ise, 1897’de olacaktı. Yalnızca üç yıl içinde,<br />

insanoğlunun algısını sarsacak ve kökten değiştirecek üç büyük keşif… Bu büyük sıçramayı<br />

açıklamak için bir örnek vermek gerekirse, 19. yüzyılda, elektromanyetik güçlerin, havada var<br />

olan esir / ether –Yunanca, saf hava- adlı bir varlık / alanda hareket ettiği iddia ediliyordu. Bu<br />

alanın varlığını kanıtlamak için yapılan deneylerde hiçbir şey ortaya çıkarılamamıştı. Varlığı<br />

kanıtlanan mikro parçacıklar, insana “algının kapıları”nı zorlamak için yepyeni olanaklar<br />

sunuyordu.<br />

Kendi aklını kullanmaya başlayarak bilgiyi arayan insan, iki yüzyıl sonra, hayal edemeyeceği<br />

ölçeklerde bilgiyle karşılaşıyordu. Şu soruyu sormak için daha iyi bir zaman olamazdı:<br />

insanoğlunun bilmesinin zamandan ve mekândan bağımsız sınırları var mı?<br />

İlk bakışta felsefenin kapsamında olduğu düşünülen bu sorunun, fizik ile sanıldığından<br />

çok daha doğrudan bir ilintisi var. Şöyle ki, atomaltı parçacıkları ve onların maddenin<br />

devinimindeki etkisini keşfeden fizikçiler, gezegenin, hatta evrenin işleyişine ait önbilgilerin<br />

yeniden tanımlanmasını sağlayacak bir kuramlar silsilesini de ardı ardına tanımlamaya<br />

başladılar. FRP oynayanların aşina olduğu bir örnek: oyunda bir bölgenin haritasını<br />

açtığınızda, hareket edebileceğiniz alan sayısı, seçenekleriniz bir anda katlanır. Yirminci<br />

yüzyılın başındaki fizik, kendine bir anda yepyeni bir seçenekler silsilesi bulmuştu. Bir yanda


Curie’ler radyoaktivite üzerine çığır açıcı<br />

işlere imza atıyor, diğer yanda Einstein,<br />

görelilik ve 1921de Nobel Fizik Ödülü’nü<br />

almasını sağlayacak fotoelektrik kuramını<br />

geliştiriyordu.<br />

Bu bağlamda, insanoğlunun<br />

bilebileceklerinin bir sınırı olup olmadığı<br />

sorusu, dinin kapsadığı alan dışında bir<br />

yere taşınıyor, felsefi olduğu kadar teknik<br />

bir soru halini alıyordu. Çıplak göz ile<br />

göremediğimiz parçacıkların evrenin<br />

işleyişine ait kavrayışlarımızı sarsıp yeniden<br />

oluşturması, azımsanmayacak bir devrimdi.<br />

Evrende küçük bir gezegende birileri,<br />

evrende hareketin nasıl vuku bulduğuna dair<br />

kafa patlatıyordu.<br />

Derken fizikçiler, evrenin devinimlerini<br />

gözlemlerken, gözlemci güç olarak<br />

kendi güçlerinin farkına vardı. Atomaltı<br />

parçacıkları zamanın belirli bir anında –o an<br />

ne kadar kısa olursa olsun- gözlemlemeye<br />

kalkışmak bile, onlara müdahale etmek<br />

demektir. “Gözlemci etkisi” olarak da bilinen<br />

bu etki, kuantum fizikçilerinin işini hayli<br />

zorlaştırdı. Gözlemci etkisinin “sosyal”<br />

hayattaki izdüşümlerine de değineceğiz;<br />

ama önce Heisenberg’in belirsizlik ilkesini<br />

ekleyelim: Heisenberg, bir parçacığın<br />

momentumunun –hız çarpı kütle- ve<br />

konumunun aynı anda tam doğrulukla<br />

ölçülemeyeceğini 1927’de ortaya attı. Bu ilke,<br />

o gün bu gündür tartışılıyor.<br />

Her iki ilkeyi de biraz açalım: bir parçacığın<br />

konumunu / kütle hızını tam / hatasız<br />

gözlemleyebilmek için ona bakmak<br />

zorundasınız. Bakmaktan kastımız, bu<br />

parçacığa bir ışık kaynağı, yani bir foton<br />

göndermek. Ancak tam ölçüm yapmak<br />

istediğiniz için, çok kısa dalga boyunda,<br />

yani çok yüksek enerjili bir foton<br />

göndermeniz gerekir. Bu yüksek enerjili<br />

foton, gözlemlemek istediğiniz parçacığa<br />

çarptığında -ki hata paysız gözlem için<br />

ihtiyacınız olan şey de budur-, enerjisinin<br />

bir bölümünü bu parçacığa aktaracaktır.<br />

Yani, gözlemlemek istediğiniz o parçacığın<br />

ya momentumu, ya konumu değişmiştir.<br />

Bakmak istediğiniz o parçacık, siz baktığınız<br />

için, artık o parçacık değildir.<br />

Toplulukları gözlemleyen antropologlar<br />

ertan.keskinsoy@minbuza.nl<br />

için de “gözlemci etkisi” adlı tehlike, aynıyla<br />

mevcut. Bir antropolog olarak, gözlemlemek<br />

istediğiniz topluluk ile temasa geçtiğiniz<br />

andan itibaren, o topluluk aynı topluluk<br />

değildir. Sizin –kuvvetle muhtemelen bir<br />

beyaz adamın- toplulukla temasa geçtiğiniz<br />

andan itibaren, o topluluk gözlemlendiğinin<br />

bilinciyle, davranışlarının en azından bir<br />

bölümünü ister istemez değiştirir. Bu yüzden<br />

hiçbir antropolojik gözlem, matematik<br />

kesinliğe sahip değildir.<br />

Antropologlar, alandaki varlıklarıyla<br />

yarattıkları distorsiyonu asgariye indirmenin<br />

muhtelif koşullarını tartışadursun, fizikte “az<br />

hata ile gözlem” gibi bir lüks yok. Bu yüzden,<br />

kuantum fizikçileri, Heisenberg’in belirsizlik<br />

ilkesini bertaraf edecek bir metodoloji<br />

üzerinde uzun süredir çalışıyor. Laboratuvar<br />

ortamında hiç test edilmemiş olan bu ilkeyi<br />

test etmek isteyen, Toronto Üniversitesi’nden<br />

bir grup fizikçi, üç yıldır birbirine referans<br />

veren iki fotonun ölçümden önce ve<br />

sonraki hallerini karşılaştırarak, ölçümün<br />

sonuçlarına ulaşmaya çalışıyor.(*) Ancak,<br />

belirsizlik bertaraf edilmiş değil, yalnızca<br />

biçim değiştirmiş halde. Araştırmanın<br />

yazarlarının dediği gibi: “Kuantum dünyası<br />

belirsizliklerle dolu, ancak çabalarımız<br />

en azından onu gözlemlemenin ona<br />

ek belirsizlik yüklemesinin kaçınılmaz<br />

olmadığını kanıtlamaya dönük.”<br />

Belirsizlik ilkesinin önemi,<br />

bilebileceklerimizin sınırlarına yaptığı<br />

gönderme değil. Aksine, insanoğlunun<br />

bilebileceklerinin sınırlarını,<br />

bilemeyeceklerine genişletmesi. Bir şeyi<br />

bilemeyeceğini bilmeyi dinin alanı<br />

olmaktan çıkarıp bilime taşıması. Hem eski,<br />

hem yeni dinlerin toplumsal damarlara<br />

nüfuz etmeye çalıştığı günümüz postseküler<br />

toplumlarında, belirsizlik alanını<br />

şarlatanlara bırakmamakta, şüphenin ise<br />

bilimin vazgeçilmez bir ilkesi olduğunu<br />

anımsamakta yarar var.<br />

(*) Sözkonusu deneyin makalesi için:<br />

http://prl.aps.org/abstract/PRL/v109/i10/<br />

e100404


Ardından büyük demir kapı kapandı. Sanki<br />

yüksek bir uçurumdan aşağı düşmüştü.<br />

Fakat burnu bile bile kanıyordu. Dışarıdaki<br />

sesler içeri sirayet ediyordu. Konuşmalar,<br />

gülüşmeler, bağırışlar, küfürler, kıyametler…<br />

Bütün sesler bu loş boşluğun içinde yankı<br />

yapıyordu. Burada ne işi vardı? Hangi ara<br />

gelmişti? Ne olmuştu? Bakkalla sohbet<br />

ediyordu. Tam sigara paketine elini uzatmıştı,<br />

almak üzereydi ve o gürültü kopmuştu ve<br />

şimdi buradaydı. Loş boşluğun belli belirsiz<br />

geçitleri vardı, belli belirsiz merdivenleri, belli<br />

belirsiz kapıları ve belli belirsiz duvarları.<br />

Duvarlarda sayfalar dolusu listeler asılıydı.<br />

Sayfalarda belli belirsiz konuşmalar yazılıydı.<br />

Tek kişinin ağzından yazılmış cümleler… Tarih<br />

tarih dönemlere bölünmüştü.<br />

20 Mart 1998: “Sınavlardan vakit mi kalıyor<br />

abi?”<br />

12 Kasım 1988: “Atsana oğlum topu!”<br />

27 Mayıs 2012: “Yakup Bey şimdi bizim revize<br />

ettiğimiz kredi oranları vardı ya?”<br />

22 Nisan 1978: “Ğı”<br />

Belli belirsiz duvarlardan birinin üzerinde<br />

belli belirsiz iki yuvarlak saat vardı. Rakamları<br />

takip edebilmek çok zordu. Hepsi çifter çifter,<br />

üçer hatta beşer görünüyordu. Saatlerden<br />

birinin altıda İSTANBUL diğerinin altında<br />

DONDRA yazıyordu. Istanbul saati yediyi<br />

yirmi beş geçiyordu. Dondra’da geleceğe beş<br />

vardı.<br />

“Aslında ne söyleyeceğimi biliyordum,”<br />

dedi boşlukta yankılanan ulvi ses.”Şimdi<br />

hiç birini hatırlamıyorum.” Vücudu zangır<br />

zangır titriyordu. Derin bir nefes çekti. Çektiği<br />

nefes içinde kaldı. Sese bir ses verecek gibi<br />

oldu. Ağzını açtı fakat sanki ağzında ve dahi<br />

vücudunun hiç bir zerresinde söyleyecek tek<br />

bir kelimesi bile kalmamıştı. Bütün sözleri,<br />

heceleri, harfleri… Sanki hepsini yemiş,<br />

bitirmişti. İçi çekilmişti sanki, bomboştu.<br />

Hiçti. Hiçbir şeydi.<br />

16 Ekim 2012: “Bir Kısa Malboro versene abi.”<br />

Bu uçsuz duvarlar dolusu sözlerin hepsini<br />

kendisi mi söylemişti? Bu cılız, hastalıklı<br />

kağıtlarda yazılı kelimelerin hepsi ona mı<br />

aitti? Boşlukta yankılanan ulvi ses kafasını<br />

Sıfır<br />

Nazlı Kalkan<br />

nazlikalkan8@gmail.com<br />

toparlamaya çalışıyordu. “İnsan. Beş. Beştaş.<br />

Her an beş dakika evvel. Beş dakika evvel<br />

korku. Beş dakika sonra yeni an, an yine<br />

gelecekten beş dakika evvel…” Boşlukta<br />

yankılanan ulvi ses bir şeyler anlatmaya<br />

çalışıyordu fakat söylemek istediği belirsizdi;<br />

sesinde bir can sıkıntısı vardı. Bir kalabalığa<br />

girersin bazen bir şey söylersin, söylediğin<br />

anda içine bir sıkıntı çöker, hemen akabinde<br />

“Ne gerek vardı şimdi,” dersin kendi kendine;<br />

ne söylesen olmaz, hiç birini beğenmezsin.<br />

İşte öyleydi sesi. Sanki her konuşmadan<br />

sonra dilini ısırıyordu. Hadi sen sensin; böyle<br />

ulvi sese hiç yakışık alır mıydı bu utngaçlık,<br />

kararda belirsizlik?<br />

Şimdi ben benim, ete kemiğe bürünmüş bir<br />

ışığım, sıcağım, canlıyım, enerjyim, protonum,<br />

fotonum, Feridun’um… Peki şimdi ben buraya<br />

neden çıktım? Niçin çıktım? Nasıl çıktım?<br />

Çıkmış da olabilirim, çıkmamış da olabilirim.<br />

Çıkmışsam, çıkmışımdır. Çıkmışsam varım,<br />

çıkmamışsam yok… Hem çıkmış hem<br />

çıkmamış olabilirim. Hem var hem yok… Hem<br />

sıfır hem de bir…<br />

“Sıfır,” dedi ulvi ses. Unuttuğu şey buydu.<br />

Cevap sıfırdı. O sıfırdı. Bir sıfır gibi içinde<br />

boş kalması gereken bu yeri kelimelerle<br />

doldurmuştu. Kelimelerden yarattığı<br />

duygulardan kendi kendine yorulmuştu. Loş<br />

boşluğa endişe, kuruntu, vesvese ve korku<br />

koymuştu. Sözleri, konuşmayı, kelimeleri<br />

yok etse o zaten bir sıfırdı. Zaten yoktu hem<br />

de vardı. Tanrılar gibi, evrenler, galaksiler,<br />

hayatlar gibiydi. Çarpanı sıfır, böleni sonsuz…<br />

Geleceğe beş kala yüksek gerilimli telli<br />

duvaklı korkularım, bilmediklerim, kontrol<br />

edemediklerim. Kan, safra ve sümükler<br />

içindeki karanlık odamdan dışarı çıkarılmak<br />

üzereyim. Vücudumda tarifsiz bir korku<br />

dolaşıyor. Belki kafamı çıkardığım an, kafamı<br />

kopartıp beni yiyecekler. Belki de beni<br />

ipeklere, atlaslara sarıp bulutları üzerinde<br />

cevherlerden tahtlara konduracaklar.<br />

Gidenlerin hiç biri bir şey söylemedi, hepsi<br />

mümkün, hepsi müphem, muhtemel, muğlak,<br />

hepsi belirsiz…


Orası Belli Olmaz<br />

Övünç Üster<br />

Bak şimdi, yüzdük yüzdük, kuyruğuna geldik, ama yine de varacak mıyız belli değil.<br />

Hatta şöyle söyleyeyim, hiç belli değil. Durumu “limbo”dan topyekûn kurtarmak<br />

için yapabileceğimiz hiç bir şey yok. Adapte olmak var, bir de elimizden gelenin<br />

en iyisini yapmak. “Hah, işte, bak, şimdi oldu!” diye zıpladığımız bir an geldi<br />

diyelim, o bile en fazla yarım saat sürer. İçerideki odaya git, bir bardak bir şey iç,<br />

geri geldiğinde bulamazsın bıraktığın gibi; sistem böyle. Organize olmak, saatleri<br />

ayarlamak, adamakıllı kararlar vermek veya yaptığın seçimde kararlı olmak filan;<br />

bunlar hep semptom giderici. Kâğıtlar üzerinde anlaşmak, köprüler üstünde<br />

buluşmak, hepsi geçici bunların. Belirsizlik, insanın giderebileceği bir fazlalık değil,<br />

sistemin temel yapıtaşlarından.<br />

Atomları biliyorsun, altındaki parçacıklardan bahsediliyor artık, onları ölçüp<br />

biçmeye çalışırken, bahsi geçen partiküllerin, aynı anda hem hızını, hem tam<br />

yerini belirleyemediğimiz ortaya çıktı. Yerini bildiğinde hızı değişen, hızını<br />

ölçebildiğindeyse yerini değiştiren, acayip bir varoluş. Yapıtaşı diyorum, okuyor<br />

musun?<br />

Neyi belirlemeye çaba bu kadar? Ya da, nedir yani belirsizlikte bu kadar huzursuzluk<br />

yaratan? Yağacağını bilmezken yağmura tutulsan, şeker değilsin ya, eriyip gidesin?<br />

İşini kaybetmiş, sevgilinden ayrı, beş parasız ve yağ kokuyor bile olsan, yeniden<br />

kendine gelmen, köşeyi dönünce karşına çıkacak bir hamam, bir de berbere bakar.<br />

Elde avuçta başka bir şey yok. Kendini güvende hissetmeni sağlayan, yarın gidecek<br />

bir işinin olması ise, tehlikeli diye asıl ben buna derim. Parmağına yüzük taktın diye<br />

geçivermez ki belirsizliği işin. Sana âşık olduğu ya da seni hep seveceği, hatta seni<br />

sevip sevmediği bile, hiç bir zaman tam belli değil ki. Senin bile seveceğin belli<br />

değil.<br />

Onu diyeceğim; orası hiç belli olmaz. Sen kendi olduğuna bak; gözünü yoldan<br />

ayırma dediysek, hep önüne bak demedik. Araba kullanır gibi, görebildiğin en uzak<br />

noktaya bakman lazım mümkün mertebe. Sevmenin bir yolunu bul, bulamadım<br />

diye gelme bana. Bulamadım, yapamadım, bunlar yok. Yok, istemiyorsan, git;<br />

ağaç değilsin ya. Bir yerden gitmek, başka bir yere getiriyor insanı; bir bakmışsın,<br />

gelmişsin.<br />

O yüzden, hangi şartı bulursan, keyfini de bul. Orada o, içinde; güzel bir lokma<br />

hazırla, iyice kokla, at ağzına ve çiğnemeye başla. Her lokmayı iyice çiğne, tadına var,<br />

öyle yut.<br />

Ve şükret; şükret ki belirsizlik var. Yoksa, önceden anlattıkları bir filmi izlemekten ne<br />

farkı var, sabah sabah hava durumunu dinlemenin?<br />

ovunchster@gmail.com


400<br />

Sarp Keskiner


Bir vakitler, Facebook’ta “de ekini ayrı yazanlar” veya buna benzer ismi olan bir grup var<br />

idi. Facebook, o sıralar yeni yeni yaygınlaşmaktaydı. Zamanlar, milletin birbirinin sanal rakı<br />

masasına haydari attırdığı zamanlar idi; arkaik aplikasyonlar dönemini unuttuysanız, o zamanları<br />

hatırlamanıza böylece yardımcı olayım.<br />

Bu grubun varoluş sebebini elitist bir çabaya dayandırmadığından emindim. Zira grup, apaçıkça<br />

ve epey acı olan bir gerçekten yola çıkıyor, yeni jenerasyon ile herhangi bir dilbirliği içinde<br />

olmaktan tümden vazgeçip geride kalmayı yeğliyor gibiydi. Takip de etmedim, bir ara baktım ki<br />

grup ölmüş. Grubu; altın çilek ve penis büyütücü ilanları almış götürmüş.<br />

Bizim mecmua, dilbilgisi sever bir mevkute. Noktalı virgülün bile şöyle bacak bacak üstüne atıp<br />

üç tek atabildiği bir ferah alan, var kalabilmek adına. Yazıları gönderdikten sonra tek bir kelimeyi<br />

bile değiştirmeyi talep ettiğimizde talebimizi hüsniyetle kabul eden, zahmet derdi gözetmeyen<br />

bir editoryal ekibe sahibiz. Bununla eş zamanlı olarak, <strong>Karga</strong>’da ister bir tanıdıkla ister tek başına<br />

iseniz, bir cazibe noktası ile sohbet ederken fark edersiniz ki; kimi zaman cümleler uzun, kimi<br />

zaman cümleler gerektiği kadar kısa ve es bol. Zira ahali, sözlü muhabbette sarf edilecek beher<br />

cümlenin pek çok es ve vurgudan oluştuğuna da kâni.<br />

“Konuşma dilimiz” ile yazma dilimiz, bir zamanlar birbirine denk gibiydi. Bunun türlü sebebi<br />

olabilir: Eğitim kalitesi, okurluk, az buçuk yazarlık, kişinin zevkine göre de dört çeyrekten bir tam<br />

eden müzik erbaplığı. Şimdi size “Ya biz Ungaretti ile Orhan Kemal’i beraber okurduk gençken”<br />

falan diyecek olsak, gerçektir ama öyle bile olsa bunu öyle ayar vermecesine ortaya atmak çok<br />

ayıp olur. Bununla beraber, Charlie Parker ile Saadettin Kaynak’ı aynı gün içinde dinleyen<br />

adamların da yazarken veya konuşurken kendine has bir ritmi olduğuna dair bir varsayım, hiç<br />

değilse sosyal medyanın topluma kazandırdığı dili kullanma alışkanlığı sayesinde hepten tarih<br />

olmak üzeredir.<br />

Biz, zamanında bir sürü şey öğrendiysek de neredeyse tamamını unutmayı kasten seçmiş<br />

bir nesiliz ki; kendi tarhanamızı kendimiz kafamıza göre karalım ve ona ne şüphe ki, çok<br />

şükür; dünden bugüne atlattığımız vartalar sayesinde karabiliriz. Bize öğretilenler arasından<br />

muhtemeldir ki, en sevdiğimiz ve cebimizden eksik etmediğimiz şu idi: “Bir kelime, yazıldığı gibi<br />

ele alındığında ifade etmeyi amaçladığı anlam bakımından ne ise odur. Yazıldığı gibi okunan her<br />

kelime, anlamını da olduğu gibi ortaya koyar”.<br />

“Tamammı”, “ebet”, “söylimmi”, “olcak”, “nbr”, “aşkitomunkide” gibi harf bütünlerinden<br />

oluşanlar, anlamca hiçbir şey ifade etmez. Türkçe’de yok hükmündedir. Salt, bu harf bütününden<br />

oluşan yığıntıları ortaya koyan varlığın bir şey ifade etmeye gayret ettiği varsayılabilir. “Ne<br />

haber” yazmanızı artık kimse beklemiyor olsa da dijital iletişim araçlarının yaygınlaşması ile<br />

parmaklarımızın kazandığı müthiş sürat ve kespetmiş olduğu meleke sonucunda “naber” denen<br />

harf yığıntısı, en azından yazılabilir nitelikte ve kısalıkta olup, hepi topu beş harfli bir şeydir. Bu<br />

“şey”i oluşturan beş harfin ikisini bile yazmaktan aciz isen acelen nedir, neye acele ediyorsun?<br />

NTV’de altta akan süreğen bilgi bandında ve “son dakika” spotlarındaki ibarelerde, de ayracının<br />

ve mi soru ekinin gerekli hâllerde ayrı yazıldığını görmek bile artık hayal mertebesine<br />

ulaşmışken, gazetelerdeki ve internetteki köşe yazılarının neredeyse tamamında noktalama<br />

işaretleri hepten kullanılmaz hâle gelmişken, bir akademisyenimiz araştırmış ve şunu bulmuş:<br />

Ankara Üniversitesi Türkçe Öğretim Merkezi (TÖMER) Bursa Şubesi Türkçe Bölüm Başkanı<br />

Halil Çağlar’ın araştırmasının sonucuna göre, Türkiye’de vatandaşlar günlük hayatta ortalama<br />

dört yüz kelime ile konuşuyormuş. Oysa İngiltere’de ortalama iki bin kelime telaffuz ediliyormuş.<br />

Ben merak ediyorum; kelimelerden eksiltilen harfler de çıktıktan sonra acaba ne zaman yüz<br />

kelimeye inebilir, günlük dağarcık. Millet uzaydan aşağı atlarken, biz ülkece maksimum yüz<br />

kelimeye koşalım diyorum. Önünde sonunda, biçimce şu minik Kur’an’ları andıran güncel ve<br />

işlevsel bir ortak iletişim dili sözlüğü oluşturabiliriz. Ben, maddeleri belirlemek adına, gayet iyi<br />

niyetle A harfinden yardıma başlayayım: Acun, Ağaoğlu, Ajdar, Akamet, Akepe, amk...<br />

sarpkeskiner@yahoo.com


Beden,<br />

Kozalağın<br />

Söyleşi: Tayfun Polat<br />

Uzun zamandır tanıdığım<br />

birinin ürettiği bir eserle -hele<br />

o bir ilk ürün ise- temasım hep<br />

tedirgin bir ruh haliyle oluyor.<br />

“Ya iyi değilse?” sorusuyla<br />

erteleyip duruyorum bile<br />

hatta bazen bu ilk teması. İyi<br />

değilse bunu nasıl söylerim?<br />

Sema Aslan’ı ‘90’lardan beri<br />

tanıyorum. Uzun yıllardır<br />

edebiyat dünyasının içinde,<br />

eleştirmen olarak, editör olarak.<br />

Pek çok metnimi paylaşıp fikrimi almışımdır ve hep dostça ama çok<br />

doğru eleştirilerle eksikleri ortaya çıkmıştır o metinlerin. Bir süredir<br />

ilk romanını yazdığını biliyorum, duyuyorum. Nihayetinde çıktı da o<br />

roman. Elime geçti. Okumadan bekledim bahsettiğim kaygılarla. Ve<br />

sonra, sonunda, açıp okumaya başladım. Bırakın iyi olup olmamayı,<br />

uzun zamandır okuduğum en sağlam metinlerden biri oldu. Önce<br />

sevindim, sonra, sayfalar birbirini kovalarken heyecanlandım<br />

metnin gücüyle, ve yalan yok, kıskandım. Kozalak geç kalmış bir ilk<br />

roman. Ve dili, konusu, kurgusu itibariyle bir ilk roman olmanın çok<br />

ötesinde bir okuma deneyimi sunuyor. Bir kozalak gibi açılan ya<br />

da içine kapanan karakterlerinin, cinselliği, tutkuları, harcanmış<br />

yılları, seçtikleri yolları ile hapsoldukları bedenlerin hikâyesi.<br />

Öncelikle kurduğun dil beni çok etkiledi. İşin gereği yıllardır binlerce kitap okumuş olmak, bunca<br />

özgün bir dil oluşturmada handikap olmalı bana göre. Tamam, okumak, farklı biçemler hakkında<br />

çok fazla bilgi sahibi olmak bir yazar için faydalıdır. Ancak etkilenmeye de fazlasıyla maruz kalma<br />

olasılığı var. Bu dili inşa sürecini biraz anlatır mısın?<br />

Büyülenmek. Edebiyat okuduğumda, hissettiğim şey bu. İyi edebiyat beni her zaman büyüleyebildiği<br />

için otobüste, sinema fuayesinde, kalabalık bir kafede ya da üniversitenin koridorunda –ki sosyoloji /<br />

felsefe koridoru İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin en hareketli koridoruydu hep- rahatlıkla<br />

kitap okuyabilmişimdir. Hatta hayal mi gördüm yoksa sahiden de böyle bir sahne var mıydı hiç<br />

hatırlayamıyorum ama Oliver Stone’un The Doors filminde Jim Morrison rolündeki Val Kilmer, elindeki<br />

kitabı okumakta olduğu halde yolda yürüyordu. Onu da denemişliğim var!<br />

Rita Felski Edebiyat Ne İşe Yarar? isimli kitabında büyülenmekten söz ettiği bölümde diyor ki,<br />

büyülendiğiniz zaman zihninizin analitik kısmı geri çekilir, içinizdeki denetmen ve eleştirmen ortadan<br />

kaybolur. Metnin büyüsüne kapıldığımızda düşle gerçeğin bir olduğu bir tür mest olma hali, bir tür<br />

sarhoşluk, bir tür teslimiyet yaşıyoruz Felski’ye göre. Edebiyat benim için her zaman büyülenmek demek<br />

oldu. Bu, edebiyatın özellikle tercih ettiğim yankısı değildi, böyle olageldi sadece. Ben, okuduğum tek<br />

bir cümleyle hayatımın değişebileceğine sahiden inandım. O, alelade bir cümle de olabilir ama yazar


sizi yeterince hazırlamışsa, alelade söylenmiş<br />

tek bir cümleye de teslim olabilirsiniz diye<br />

düşünüyorum. İşte bunun için de yazarın “sizin”<br />

içinizden konuşmuş olması gerekiyor. Sadece<br />

kendi içimizden konuştuğumuzda, sadece kendi<br />

içimizdekini duymakla yetindiğimizde, gayret<br />

etmediğimizde, başkasının içinden konuşamayız.<br />

Başkasının içinden konuşamadığımızda o<br />

başkasını güldüremeyiz, ağlatamayız, şaşırtamayız,<br />

kızdıramayız… Ben allak bullak olamadıkça, o da<br />

olamaz… İçini ateşe açmak, ateşe göstermek lazım.<br />

Halk dilinde “parpılamak” diye bir kelime var; biber,<br />

mısır gibi şeyleri az ateşe göstermek manasında.<br />

İçimi parpılamam gerektiğini biliyordum da<br />

buna cesaret göstermek kolay değildi. O yüzden<br />

dili “inşa etmek” epeyce bir zamanımı aldı.<br />

Hatırladığım kadarıyla 3 – 4 yıl boyunca önümdeydi<br />

Kozalak ve en titizlendiğim konu hep dil oldu. Bu<br />

hassasiyette, ele aldığım konunun da rolü vardı<br />

tabii. Tuzaklarına kolayca düşülebilecek bir konuyla<br />

baş başa kalmışken sesimi lüzumunda tutmak<br />

istedim. Bir mağduriyet diline hapsolmak, öfkeyle<br />

yüksek tansiyonda seyretmek ya da bütünüyle<br />

yabancı bir dünyanın diyelim ki şifreli kapısının<br />

önünde bekleyivermek… Bunlar başlıca tehlikelerdi.<br />

Dolayısıyla kimisi alelade ama kimisi de aforizma<br />

tadındaki cümleleri arka arkaya dizdiğimde şefkati<br />

bulabileceğim bir ses yakalamak ve dışarıda<br />

kalmamak için içimi az ateşe gösterdim. Kendime,<br />

kendi çocukluğuma, kızıma, bedenlerimize,<br />

sınırlarımıza, sınırsızlıklarımıza bakmayı denedim.<br />

Ve çok ilginç bir şey oldu: Daha önce bilmediğim<br />

kelimeler buldum, üstelik tam da olması gerektiği<br />

yerde kullanılmak üzere!<br />

İlk roman için böyle bir konu seçmeye nasıl<br />

karar verdin? Nihayetinde kendi içinden bir<br />

hikâye kotarmanın kolaylığı yok metinde.<br />

Konu itibariyle savrulmuş hayatları anlatırken,<br />

kurgusu ve anlatım biçimiyle bir hayli<br />

içselleştirilmiş bir dil var, gözlem var...<br />

Seçtiğim konu tam da içimden çıkmış bir konu<br />

aslında. Bedenlerimizden daha kişisel ama aynı<br />

zamanda daha toplumsal olabilen başka hiçbir<br />

konu bilmiyorum. Beden, doğası gereği bütünüyle<br />

belirsiz bir alan. Bir bedenle doğuyoruz ama o<br />

bedeni isteyip istemediğimizi ilk anda bilemiyoruz,<br />

sonraki anda da çoğunlukla başımıza dert oluyor<br />

bedenlerimiz. Onca belirsizliğine rağmen bizi<br />

kuşatıyor, tahakküm altına alıyor. Bedenler<br />

tahakküm altına alınabildiği için ekonomik ve<br />

politik sistemler ve elbette devletin kurumları<br />

hakkımızda söz söylüyor, hükme varıyor. Bedenim<br />

hakikaten bana mı ait, bilmiyorum. Bedenim bir<br />

reklam panosu olabiliyorken, doğuştan açık tenli<br />

ve renkli gözlüysem, bedenimin avantajlarından<br />

söz edebiliyorsam, bedenimi başarılı bir<br />

imaj yaratabilmek için çekinmeden ve hatta<br />

info@kargamecmua.org<br />

kendiliğinden kullanabiliyorsam… Doğuştan<br />

esmersem, karizmamı henüz keşfetmediysem,<br />

gelişme çağında “garson boy” kıyafetlerin içine<br />

aşırı şişman ya da aşırı zayıf olduğum için<br />

giremiyorsam, memelerim gereğinden çabuk<br />

ve fazlaca büyüdüyse ve bu sürekli yüzüme<br />

vuruluyorsa, aksi gibi bir de güzel bir yüzüm<br />

varsa ama bu vücut işe yaramıyorsa… Beni<br />

bedenimle seven insanlar varsa ya da… Annem,<br />

babam, kardeşlerim. Bedenimi onlardan mahrum<br />

edemiyorsam… Bedenim benim mi değil mi artık<br />

sahiden emin olamıyorum demektir. Kozalak<br />

benim bedenimle ilişkimi, çocuğumun bedeniyle<br />

ilişkisini, benim çocuğumun bedeniyle ilişkimi<br />

anlamaya çalıştığım bir deneme. Ayrıca beden<br />

içeri alan ve dışarı çıkaran bir mekanizma. Neyi<br />

ne kadar içeri alacağımıza ve neyi ne kadar dışarı<br />

çıkaracağımıza kim karar verebilir? Bunca belirsiz<br />

bir alan olmasına rağmen bedenin ihtiyaçlarına ve<br />

sınırlarına saygı göstermeyi de bilmek gerekiyor.<br />

Konuyla sağlıklı bir ilişki kurmama vesile olan<br />

dilin de yardımıyla cevaplarını aradıklarım, bu ve<br />

benzeri sorulardı aslında. Cinsel kimlikler meselesi,<br />

bedenin sınırları ve “bariz” varoluşlar üzerine<br />

düşünürken kaçınılmaz olarak karşınıza çıkıyor<br />

çünkü her şey aslında orada başlıyor.<br />

Kitabın farklı anlatıcıları olan üç bölümünün<br />

her birinin sonunda ve anlatıların toplamında<br />

okuyucuya ucu açık düşünme olasılıkları<br />

sunuluyor, anlatılmayan kısımlarla ilgili. Ancak<br />

kitap bittiğinde anlatılan hayatların devamının<br />

nasıl yaşandığı sarih bir biçimde beliriyor<br />

okuyucunun kafasında. Yüz sayfada<br />

anlatılmayanlardan ayrı bir kitap daha çıkar<br />

oysa. Bu kurgusal anlamda muazzam bir başarı.<br />

Merakım şu, en baştaki kurgu da bu muydu?<br />

Hikâye yazım sürecinde nasıl evrildi diye de<br />

sorabilirim...<br />

Kitap, en başından itibaren üç ayrı bölümden<br />

oluşuyordu. Ve aslında en başından itibaren her<br />

bölüm diliyle de kurgusuyla da kendi içinde<br />

bağımsız olsun fakat biraraya geldiklerinde de<br />

toplamda bir söz söylesin, bir duruş sergilesin<br />

niyetindeydim. Fakat kurgu bambaşka bir şey;<br />

edebiyat okuyarak, kuram okuyarak öğrenilecek<br />

bir şey değil. Basbayağı yazarak, çalışarak<br />

öğrenilebilecek bir şey ve sanırım ben kurgudan<br />

zayıf aldım! Söylediklerin, tam da hedeflediklerimdi<br />

fakat bir diğer yandan da tuhaf bir bölünmeye<br />

yol açtı bu kurgulama yöntemi. Bölümler, kendi<br />

aralarında rekabet eder oldular, okuyanların<br />

daha çok ya da daha az sevdiği, daha başarılı ya<br />

da şaşırtıcı derecede düz bulduğu vs. bölümler…<br />

Uçları bağlamak, hüküm vermek istemedim.<br />

Çünkü bedenimle ilişkiyi henüz kurmaya başladım;<br />

kararlar için fazlasıyla erken.


KİTAP<br />

Daha önce hiçbir yerde<br />

yayımlanmamış bir yazarın ilk<br />

kitabı ekim ayında raflardaki<br />

yerini aldı. Edebi Şeyler<br />

bünyesindeki “Raskol’un<br />

Baltası” serisini oluşturan ilk<br />

dört kitaptan bir tanesi olan<br />

İtlaf, Ozan Can Özübal’ın<br />

yüksek edebiyata bir başkaldırış<br />

iddiasında. Kitapta alışılanın<br />

dışında olan bir özellik ise 13<br />

ayrı çizerin romanın bölümlerini<br />

okuyup, etkileşimlerini kâğıda<br />

dökmeleri oldu. Bu isimler;<br />

Berker Sırman, Burcu Ürgüt,<br />

Candaş Şişman, Emre Önöl,<br />

Erkan Esenoğlu, Handan Tepe,<br />

Herman Taşçıoğlu, Lokman<br />

Doğmuş, Meriç Karabulut,<br />

Mustafa Gündem, Olcay Kuş,<br />

Ömer Kosbatar ve Yusuf<br />

Ustaoğlu. “İtlaf” köpekler, eli<br />

tüfekli bir abi ve kundakçı bir<br />

kardeş hakkındadır. Kimsesizler<br />

hakkındadır. Pamuk şeker yerine<br />

kanlı bir biftek isteyenlere<br />

önerilir.<br />

Organik tarım mecmua’da önem<br />

sırası yüksek bir konu. Tayfun<br />

Özkaya’nın editörlüğünde<br />

hazırlanan Nasıl Bir Organik<br />

Tarım? bu konuyu enine boyuna<br />

irdeliyor. Bir grup bilim insanı,<br />

küçük çiftçi, kooperatifçi,<br />

sendikacı ve meraklı 16 Mayıs<br />

2011’de Ege Üniversitesi Ziraat<br />

Fakültesi’nde bir çalıştay<br />

dEUS - Nothing Really Ends<br />

John Frusciante - Ratiug<br />

Lhasslo - Daria versus Chaos (Bunny on Acid rmx)<br />

Moon Duo - Sleepwalker<br />

The xx: Sunset<br />

düzenledi. Bu kitapta Çiftçi<br />

Sendikaları Konfederasyonu,<br />

Boğaziçi Üniversitesi Tüketim<br />

Kooperatifi, Başka Bir Gıda<br />

Mümkün Girişimi, Kibele<br />

Ekolojik Yaşam Kooperatifi,<br />

Marmariç Ekolojik Yaşam<br />

Derneği deneyimlerini paylaştı,<br />

nasıl sorusunun yanıtlarını aradı.<br />

“Katılımcı sertifikasyon”, “bilge<br />

köylü tarımı”, “topluluk destekli<br />

tarım”, “ev yapımı ilaçlar”<br />

gibi seçenekler enine boyuna<br />

konuşuldu. Elinizdeki kitap, bu<br />

tartışmaları Türkiye geneline<br />

yaymak için tasarlanmış.<br />

FİLM<br />

Daniel Day-Lewis bu aralar<br />

aktif. Tabi onun standartlarında.<br />

Muhteşem Kan Dökülecek ve<br />

9’dan sonra şimdi daha zorlu<br />

bir göreve soyunmuş. Steven<br />

Spielberg ile beraber bir<br />

Abraham Lincoln filmi. Spielberg<br />

Munich’ten beri böyle devasa,<br />

öğretici Hollywood işlerine<br />

girmiyordu. Lewis ise bu rol<br />

için biçilmiş kaftan olmuş.<br />

Lincoln adını taşıyan film,<br />

Amerika’nın 16. başkanının<br />

tüm hayatı yerine son aylarına<br />

tanıklık ediyor ve köleliğin<br />

kaldırılması ve İç Savaş’ın<br />

sonlanması gibi olaylara ışık<br />

tutuyor. Çok duyduğumuz ama<br />

pek de bilmediğimiz Amerikan<br />

Rüyası’nın başlangıcına belki de.<br />

Lewis’e güveniriz, Spielberg’e pek<br />

değil. Ama yılın en dikkat çekici<br />

işlerinden biri olduğu hakkını da<br />

teslim etmek gerek.<br />

DİZİ<br />

Yeni bir Sherlock Holmes<br />

uyarlamasına ne dersiniz?<br />

Tamam ama önce bir dinleyin.<br />

Son yıllarda sıkça sömürülmekte<br />

olan Arthur Conan Doyle’un<br />

ölümsüz eseri (bu lafı kullanmak<br />

istemişizdir hep) BBC’nin<br />

Sherlock isimli serisiyle sağlam<br />

bir görsel hafıza ürünü edinmişti.<br />

Amerikan yapımı Elementary<br />

ise çok zor bir işin altında<br />

iyi kalkıyor gibi. Bu kadar<br />

uyarlamadan sonra moderngüncel<br />

bir Holmes uyarlaması<br />

yapmak riskli iş. Trainspotting<br />

ile tanıdığımız ve ardından<br />

geçtiğimiz yıllarda Dexter’da da<br />

gördüğümüz Jonny Lee Miller,<br />

Holmes rolünde iyi. Uzun süredir<br />

sesi soluğu çıkmayan Lucy Liu<br />

Watson ve saygın aktör Aidan<br />

Quinn de polis şefi rolünde<br />

sağlam duruyorlar. Bir şans verin.<br />

Beklediğinizden çok daha iyi bir<br />

işe denk gelmiş olabilirsiniz.<br />

ALBÜM<br />

<strong>Karga</strong> ahalisinin yakından<br />

tanıdığı Yağzan Boyoğlu uzun<br />

bekleyişten sonra ilk single’ı Geri<br />

Gel’i yayınladı. Bir çok popüler<br />

dizide seslendirdiği şarkılar<br />

Oh Mercy - Metropolis<br />

Babes in Toyland - Quiet Room<br />

The Bootleggers - Fire And Brimstone<br />

John Murry - Penny Nails<br />

Gideon Wolf - Nine Hundred Miles


Hilmi Tezgör “Vertigo” / Pazartesi, 21:00 Utkan Çınar “Birinci Tekil Şahıs” / Çarşamba, 20:00<br />

Deniz Koloğlu “Cazı Cazır” / Perşembe, 12:00 Bahadır Dilbaz “Kılavuz” / Perşembe, 24:00<br />

Tayfun Polat “yerli” / Pazartesi 20:00 - “Kadıköy Postası” / Pazartesi 18:40,<br />

Recep Şencan “Caz Türbülans” / Cuma 12:00<br />

ile sesine aşina olduğunuz<br />

Yağzan’ın ilk single’ında kendi<br />

yazdığı şarkıları dinliyoruz.<br />

Yine mecmua destekçilerinden<br />

Dağhan İş de single’dan<br />

Hangisi’nin klibine imza atmış.<br />

Eh bu kadar bizden bir çalışma<br />

olunca da seviniyoruz.<br />

John Cale tartışmalı adamdır.<br />

Müzisyenliği değil tabii<br />

ki. Seçimleri. 2005’teki<br />

blackAcetate’ten 7 yıl sonra<br />

yayınladığı yeni çalışması Shifty<br />

Adventures in Nookie Wood da<br />

bu konuda pek yardımcı olmuyor.<br />

Genel anlamda geç dönem<br />

Bowie ve Peter Gabriel albümleri<br />

tadında duyulan çalışma popa<br />

elden geldiğince göz kırpmaya<br />

çalışsa da bunda Danger Mouse<br />

ile beraber kotardığı I Wanna<br />

Talk 2 U dışında pek başarılı<br />

değil. Prodüksiyonun en keyifli<br />

anlarını da Cale’de eksik olan,<br />

Bowie ve Gabriel’de olmayan,<br />

vokal becerileri gölgeliyor.<br />

Gene de albümde güzel sound<br />

var kesinlikle, dinledikçe de<br />

seveceğimiz şarkılar çıkacaktır.<br />

Cale kızmasın, sıkılıyoruz bazen.<br />

Nick Cave’in yönetmen<br />

hemşerisi John Hillcoat ile<br />

ortaklıkları son dönemde en<br />

verimli olduğu alan belki de.<br />

Daha önce The Road ve The<br />

Proposition ile iyi ürünler veren<br />

bir ortalık. Hillcoat’un bir<br />

nevi senarist-müzisyeni olan<br />

Cave, kadim dostu Warren<br />

Ellis ile bu kez Hillcoat’un son<br />

filmi Lawless’ın müziklerine<br />

imza atıyor. Hem de ne imza!<br />

Emmylou Harris vokalli<br />

bluegrass Granddaddy yorumu<br />

mu istersiniz, Mark Lanegan’dan<br />

Captain Beefheart yorumu<br />

mu, yoksa 85’indeki country<br />

efsanesi Ralph Stanley’den<br />

White Light/White Heat yorumu<br />

mu? Filmi daha izlemedik ama<br />

böyle eğlenceli müzikal fikirler<br />

şimdiden ağzımızı sulandırıyor.<br />

Filmi beğenmesek ne olur?<br />

Avustralya’lı, istim üzerinde bir<br />

grup Todd Rundgren etkili bir<br />

albüm yapıyorsa bu haberdir.<br />

Şaka bir yana Tame Impala<br />

2010 tarihli ilk albümleri<br />

Innerspeaker’la bayağı bir<br />

ilgimizi çekmişti. O “zeki”<br />

albümle saygınlık kazanan<br />

Kevin Parker ve çetesi arayı<br />

fazla açmadan Lonerism ile geri<br />

döndü. Grubun neo-saykodelia<br />

ile ilişkisi devam ediyor. İlk<br />

albüm kadar kolay dinlenilir değil<br />

kesinlikle. Parker’ın ambient<br />

ses kullanımı ve “The Beatles”ı<br />

hatırlatan vokalleri grubun<br />

işareti olmaya devam etse de<br />

yorucu davulların şarkılar boyu<br />

devam etmesi sizi zorlayabiliyor.<br />

Tabii bunlar ilk bakışta kulağa<br />

çarpanlar. Tame Impala gayet<br />

iyi bir grup ve takipte kalınmalı,<br />

sindirmeye vakit verilmeli.<br />

Beth Orton ‘90’lı yıllar ile<br />

yakından haşır neşir olmuş<br />

kuşağın bir şekilde tanıdığı bir<br />

isim. Kadın şarkıcı/şarkıyazarı<br />

patlamasının içinde İngiltere’den<br />

gelen alternatif ses, 6 yıl aradan<br />

sonra ANTI-‘den 6. albümü<br />

Sugaring Season’ı yayınladı.<br />

Kariyerinin başlarında elektronik<br />

müzikle daha yakından ilgili<br />

olan Orton artık daha ‘70’ler<br />

tadında bir müziğe evrilmiş. Marc<br />

Ribot ve M Ward’un da katkı<br />

yaptığı albüm pop-Joni Mitchell<br />

sularında. Oregon’da kaydedilen<br />

albüm Orton’ın en “derin”<br />

Amerikalı işi aynı zamanda. Bu<br />

fena bir fikir gibi durmuyor. Eski<br />

takipçileri albüm yabancılayabilir<br />

başta ama zaman vermeye değer.<br />

Konser<br />

Supergrass’la ilk albümü<br />

19’unda çıkarmış, 23’ünde<br />

“Moving” gibi bir hitle dünya<br />

çapında popülarite kazanmış<br />

bir isim Gaz Coombes. Henüz<br />

36’sında olmasına rağmen<br />

sanki tüm hayatımız boyunca<br />

buralardaymış gibi bir his veriyor<br />

insana. İşte o Coombes 2010’da<br />

“Heykel beklentim yok.”<br />

- Hakan Şükür<br />

Supergrass dağıldıktan sonra bu<br />

yıl yayınladığı ilk solosu Here<br />

Come The Bombs’un turnesinde<br />

İstanbul’da da bir konser verecek.<br />

Kalburüstü bir işe imza atan<br />

Coombes genelde konserlerinde<br />

sadece yeni albümü çalsa da bize<br />

kıyak birkaç Supergrass şarkısı<br />

da araya iliştirebilir. Pişman<br />

olmazsınız.<br />

Gaz Coombes / Salon İKSV / 22<br />

Kasım / 21:30<br />

Memlekette aynı gün iki konser<br />

ve hangisine gideceğinize<br />

karar veremediğiniz bir durum<br />

olması kaç kere başınıza<br />

gelmiştir? Tamam belki bu<br />

iki ismin birden hayranı çok<br />

değildir. Ama bir yandan da<br />

ortak albüm yapsalar hiç kimse<br />

şaşırmaz. “Gitar Hero”lardan<br />

kim kaldı dediğimizde aklımıza<br />

gelen isimlerden Steve Vai 12<br />

yıl sonra tekrar İstanbul’da.<br />

2000’senesinde Bostancı<br />

Gösteri Merkezi’nde üzerinde<br />

Galatasaray forması ile gayet<br />

eğlenceli bir şova imza atan Vai,<br />

yine enerjik olacaktır. 2007’de<br />

Mark E. Smith ile kotardıkları<br />

Von Südenfed projesinden<br />

beri yeni albüm yayınlamayan<br />

Alman IDM’ciler Mouse On<br />

Mars da bu yıl 10. albümleri<br />

Parastrophics’i yayınladı. Eski<br />

elektronika’cılardan kim kaldı<br />

diyoruz ya? İşte bunlar.<br />

Steve Vai / Küçük Çiftlik Park /<br />

3 Kasım / 21:00<br />

Mouse On Mars / Babylon / 3<br />

Kasım / 22:00


ATEŞİNLE KORU BENİ<br />

Ali Elmacı<br />

Geçen yıl açtığı ilk kişisel sergisi “Miras Babadan Oğula Geçer”<br />

isimli sergisi de ses getirmişti, tanıyor biliyorsunuzdur ama<br />

<strong>Karga</strong> ailesinin bireyleri Ali Elmacı’yı daha ilk baştan, <strong>Karga</strong>’da<br />

çalıştığı zamanlardan tanırlar. Kardeşimiz hız kesmeden 2. kişisel<br />

sergisini de yine x-ist’te açmış bulunuyor. “Ateşinle Koru Beni”<br />

isimli sergide yer alan resimler, toplumun en gizli kalıplarının<br />

karikatürize edilmiş halleri. Güncel olayların ve bugünün<br />

Türkiye’sinin Ali Elmacı’nın gözünden devlet, birey, medya<br />

üçlemi içerisinde ele alındığı işler tekrar eden kalıplara gönderme<br />

yaparken, bu kalıpların asılsızlığı sık sık karşımıza çıkan kamuflaj<br />

motifi ile hatırlatılıyor. Sergide yer alan “Bana Güzel Şeyler<br />

Anlat / Bana Güzel Şeyler Öğret” başlıklı seriler de gerçek<br />

olaylar ile medyadaki kamufle edilmiş yansımaları arasındaki<br />

farkı sorguluyor. Zaten eleştirmeden itaat eden, eleştireni ise<br />

kendi içinde yok eden bir toplum, ancak kendinden büyük bir<br />

güç arayışı ile bir kuruma bağlandığı için böylesine manipule<br />

edilebilir. “Ateşinle Koru Beni” sergisi, 17 Kasım’a kadar x-ist’te<br />

görülebilir.<br />

DELİ BANDO<br />

Yasemin Mori<br />

Geçtiğimiz Kasım ayından beri hazır olan ve hatta Ocak ayında<br />

lansmanı yapılan, ancak çıkışı sürekli ertelenen 2. Yasemin Mori<br />

albümü Deli Bando, nihayet geçen ay çıktı. Nihayet diyoruz,<br />

çünkü ilk albüm Hayvanlar o kadar büyük bir beğeni toplamış<br />

ve Mori’nin dünyası, içsel şarkı sözleri ve güzel sesi o kadar çok<br />

insan üzerinde etki bırakmıştı ki, 4 yıldır bekleniyordu bu albüm.<br />

Ki, beklentilere de karşılık veriyor.<br />

Baştan söyleyelim, ilk albümdeki kadar kolay bir dinleme<br />

beklemiyor kimseyi. Albüm western kafasında iki parçayla<br />

(“Muşta” ve “Gerenimo”) görece hızlı girdikten sonra, “Deli<br />

Bando” ve “Üzerimde Kehanetin” ile tempo düşüp, sözler öne<br />

çıkıyor. Sözler demişken albümdeki tüm şarkı sözleri Yasemin<br />

Mori’ye ait. Üç parçada Korhan Futacı ve Barlas Tan Özemek<br />

isimleri Mori’ye eşlik ediyor müziklerde. “Dünya” ile kıpırdanan<br />

albüm “Adını Sen Koy (Venüs’te Uyandım)” ile iyice yükseliyor.<br />

İlk iki parça ve bu parçada Korhan Futacı’nın müzikal katkısı<br />

bariz hissediliyor. “Işığa Geldi Çocuklar”, “Uçurumlar” ve “Ustura<br />

(Kırmızı Kurnaz Tilki)”, öyle başka bir şeylerle uğraşırken fonda<br />

dinleyeceğiniz işler değil, mesai istiyor. Bizce albümün en iyi<br />

şarkısı da en sonda, “Sen Beni Sokaklardan Say”. Böylece 10 parça<br />

geride kalmış oluyor. Sonra albüm bir daha dinleniyor, sonra bir<br />

daha…<br />

Bolca üflemeli, bolca vurmalı, çeşit çeşit tuşlu çalgı ve Boğaziçi<br />

Caz Korosu ile birlikte çok kalabalık bir albüm Deli Bando, deli işi<br />

ve âkil şarkılar peş peşe. Hayvanlar da alıştığınız güzel sesli, uçarı<br />

kız çocuğunu unutun. Yasemin Mori 2. albümüyle deneyselliğe,<br />

yeni parça yapma biçimlerine, üzerinde kafa yorulması gereken<br />

sözlere bir hayli mesai harcamış. Ve bunun karşılığında<br />

dinleyiciden de ilgi istiyor.<br />

"


Doğal Afetmiş!<br />

Ölümlerden başladık, ne yazık ki öyle devam ediyoruz. Afyon’da<br />

patlayan mühimmat deposunda hayatını kaybeden 25 kişi için<br />

Kara Kuvvetleri Komutanlığı rutin işlemlerini yapmış. Yapmış<br />

yapmasına ama ölüm sebebine “doğal afet” yazılmış. Nedeni<br />

de şöyleymiş ; “Bir personelin şehitliğe defnedilebilmesi için<br />

ölüm sebepleri, yönergede on ayrı başlık altında toplanmıştır.<br />

Afyonkarahisar’daki mühimmat patlaması neticesinde hayatını<br />

kaybeden personelin durumu, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nca<br />

yapılan inceleme sonucunda, ilgili yönergenin 4’üncü maddesinin<br />

‘h’ bendine (Herhangi bir askeri tesis, kışla ve binanın yangın, sel,<br />

deprem, heyelan, çığ gibi doğal afetlere maruz kalması nedeniyle<br />

ölenler) en yakın olduğu değerlendirilmiş ve personelimiz<br />

şehitliklere defnedilmiştir.” (CNNTÜRK 17.10.2011)<br />

Patlamanın olduğu gün insanların öldüğünü haber yapmak yerine<br />

patlamanın önünde çekilen Atatürk heykeline odaklanan sosyal ve<br />

bir kısım basılı medyamız için hoş bir haber oldu. Peki çocukları,<br />

arkadaşları, kardeşleri ölen insanların, bu dalga geçercesine<br />

yapılan “hata” ve düzeltme ile kırılan kalpleri ne olacak.<br />

Çoğunluk Futbol Maçı İzliyor<br />

KCK tutuklularının 12 Eylül günü başlattığı süresiz açlık grevi<br />

biz bu yazıyı yazarken 36. Gününe girdi. İHD İstanbul Şube<br />

Başkanı Ümit Efe grev ile ilgili “Açlık grevlerinin temel istemlerinin<br />

Abdullah Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının<br />

yaratılması, anadilde savunma ve eğitim hakkının tanınması gibi<br />

talepler olduğu kamuoyunda bilinmektedir. 36’ıncı gününde olan<br />

açlık grevcisi sayısının giderek arttığı tüm PKK ve KCK davaları<br />

tutuklu ve hükümlülerinin kapsayacağı bilgileri gelmektedir. 1980<br />

yılından bu tarafa cezaevlerinde 144 kişi açlık grevleri ve ölüm<br />

oruçları nedeni ile yaşamını yitirmiştir. Türkiye’de yeni ölümlerin<br />

yaşanmaması için Adalet Bakanlığı’nı sorumlu davranmaya<br />

ve süreci zorlaştırmamaya davet ediyoruz,” dedi. (CNNTÜRK<br />

17.10.2012)<br />

Açlık grevi bazılarına basit bir direniş gibi gözükse ve asmayalım<br />

da besleyelimmiciler için gayet hoş bir haber olsa da, cezaevinde<br />

izole edilmiş bir beden için on kat daha zor, daha acı verici bir<br />

süreçtir. Tüm bunların yanında farklı açıklamaları ile birilerinin<br />

sinirlerini hoplatan, bazılarını da şaşırtan Diyarbakır Büyükşehir<br />

Belediye Başkanı Osman Aydemir çok başka bir yöne işaret etti.<br />

“Ey Türk halkı,” diye başlayan mesajın devamı şöyle, “Açlık grevi bir<br />

vicdan hareketidir, vicdandan vicdanlara sesleniştir. Artık Türkiye<br />

toplumunun çoğunluğunun, Kürt halkının haklı davasına vicdanla<br />

yaklaşacağına inanmıyorum. En nihayetinde ateş düştüğü yeri<br />

yakıyor. Çoğunluk ise futbol maçı izliyor.” (Radikal 18.10.2012)<br />

Cezaevlerinin ölüm koktuğu günler çok da uzakta değil. Ne yazık<br />

ki orada yok olan canlar için toplumsal vicdan bulmak da pek<br />

kolay değil. Kötüler cezasını çeker, ölürlerse vergilerimizden onlara<br />

giden pay daha güzel yerlere ulaşır.<br />

Not: Üç maymun olmak lazım.<br />

Dikkatle bakarak, kulak kesilerek ve gördüğünü , duyduğunu söyleyerek.<br />

Bu sayfa müsait, söylemek isteyenlere.<br />

info@kargamecmua.org<br />

Alışveriş Cenneti Açıldı<br />

“Artık Türkiye ve İstanbul herhangi bir<br />

üçüncü dünya ülkesi gibi değil, yani<br />

çadırlarda, derme çatma barakalarda<br />

insanlar barındırılmaz. Onurlu bir<br />

şekilde yaşamları sürdürülmeli<br />

çünkü onların emeği üzerine bu işler<br />

yapılmakta.” (Kadir Topbaş /İstanbul<br />

Büyükşehir Belediye Başkanı)<br />

11 Mart 2012’de “tüm güvenlik şartları<br />

sağlanmış” bir şantiyede yangın çıkar.<br />

İşçiler dikkatsiz davranıp elektrikli ocak<br />

yakarlar. O da fitili ateşler ve şantiye<br />

cehenneme döner. Sonuç 11 feci ölüm.<br />

Davanın müdahil avukatlarından<br />

Berrin Demir konu ile ilgili şöyle bir<br />

açıklama yapmış; “Asıl yatırımcılar<br />

devlet sırrı gibiymiş gibi saklanıyor.<br />

Tutuklu, tutuksuz sanıkların tamamı,<br />

sorumluluğun kendilerinde olmadığını<br />

söylüyor. Ölen işçiler, kendi kendilerini<br />

yakmış gibi bir durum ortaya çıkıyor.<br />

Delillerin bir kısmı hâlâ toplanmadı.<br />

Burada en önemli husus, sorumluluk<br />

skalasının hazırlanması. Fakat asıl<br />

sorumluların saklanması çabası<br />

bu belgenin ortaya çıkarılmasını<br />

engelliyor.” (Hürriyet Ekonomi<br />

18.10.2012)<br />

Bu yazıyı yazdığımız 18 Ekim günü<br />

Marmara Park AVM Esenyurt’ta<br />

açıldı. Ölenlerin yakınları ve bazı sivil<br />

toplum örgütleri açılışı protesto etmek<br />

için oradaydı. Protestodan çok acı ve<br />

kızgınlık hâkimdi. Aileler adına basın<br />

açıklamasını yapan Damla Kıyak’ın<br />

sözleri durumu özetler gibi; “Şaşalı<br />

reklam kampanyalarıyla Marmara<br />

Park AVM Beylikdüzü açılış duyuruları<br />

yapılmakta; her yer ışıltılı, alışveriş<br />

edenler mutlu ve sanki cennetmiş<br />

gibi… Sanki raporlara rağmen önlem<br />

almayanlar açılışı yapanlar değil, sanki<br />

işçileri çadırlarda balık istifi yatıranlar<br />

onlar değil, sanki çadırlarda çıkış<br />

kapısını bile kapatanlar onlar değil,<br />

sanki kanunların emrettiği iş güvenliği<br />

tedbirlerini almayanlar onlar değil.”<br />

(evrensel.net 18.10.2012)


Vampir olduğundan<br />

şüpheleniyoruz<br />

Semra Uygun<br />

Karpatlar’dan gelmiş, tuhaf, neo vampir görünümlü bir oyuncu Udo Kier. Ama gel gör ki<br />

Almanya’nın Köln şehrinde doğmuş, koyu Alman aksanlı, sakin bir adam aslında. Soğuk<br />

sakinlerden. O da, beton gibi duruşu ve taşlanmış buz mavisi gözlerinden sebep. Olsun, biz<br />

yine de onun vampir olduğundan şüpheleniyoruz. Hatta geceleri kanlı cinayetler işlerken<br />

gündüzleri fularıyla bir café’nin bahçesinde pipo tüttürdüğünden. Alman savaş şarkıları<br />

dinleyerek tabii.<br />

Udo Kier, asıl adıyla Udo Kierspe, nam-ı diğer Vampir Başkan, 2. Dünya Savaşı esnasında<br />

dünyaya gelmiş. Dünyaya gelir gelmez de doğduğu hastane bombalanmış.


Rollerine, o mesafeli duruşuna da hep bu savaş<br />

psikolojisi etki etmiş. Biraz çılgın yönetmenlerle<br />

çalışmayı tercih etmesinde ve korku odaklı<br />

filmlerde rol almasında da bunun etkisi olabilir.<br />

Genelde kızgınlıktan kızarana kadar yüzündeki<br />

benzer ifadeyi koruması, gözlerini dikip tek bir<br />

noktaya bakması, insanda biraz sonra birisinin<br />

doğranması emrini verecek ya da çok ateşli bir<br />

seks sahnesinin başrol oyuncusu olacak izlenimi<br />

bırakması Udo Kier’in dikkat çeken yanları.<br />

Kameraya yakışıyor klişesinin tam karşılığı.<br />

Yüzünün kendine has yapısıyla dikkat çeken<br />

biri. Udo Kier çok çok önemli isimlerle çalışma<br />

şansı yakalamış hep bu karizması sayesinde.<br />

Andy Warhol, Dario Argento, Lars Von Trier,<br />

Gus Van Sant… Kuzeyli, arızalı, insanın<br />

kanını donduran,<br />

teşhirci isimlerin<br />

gözdesi olmuş.<br />

Sanatçının ilk ve en<br />

önemli başarılarından<br />

ikisi; 1974’te Andy<br />

Warhol’s Dracula<br />

ve Andy Warhol’s<br />

Frankenstein’da rol<br />

alması. Özellikle Andy<br />

Warhol’s Dracula’da<br />

yüzünü gökyüzüne<br />

kaldırıp kan kustuğu<br />

sahneyle efsaneleşti.<br />

Ama onun da, insanların<br />

da, ama özellikle onun,<br />

asıl unutamadığı<br />

sahne; Andy Warhol’s<br />

Frankenstein’da bir<br />

hayvanın iç organlarını<br />

saatlerce elleri ve yüzüne<br />

yakın tuttuğu sahneler.<br />

Her defasında bu<br />

kokuyu asla hafızasından<br />

çıkartamadığını dile<br />

getirir. Udo Kier dünyanın en saçma ve<br />

eğlenceli filmlerinden biri olan Spermula’da<br />

da saçma sapan bir doktoru oynamıştı 1976’da.<br />

Sonra sırasıyla Dario Argento filmlerine el<br />

attı: Trauma, Suspiria, Mother of Tears. Dario<br />

Argento’nun hastalıklı çekim tekniğiyle Udo<br />

Kier’in hastalıklı oyunculuğunun valsiydi bu<br />

filmler. Mükemmel kimya! Sanatçının oynadığı<br />

en Udo Kier olmadığı rollerinden birisiyse<br />

Pamela Anderson’un Barb Wire’ı herhalde. Ace<br />

Ventura: Pet Dedective de onunla yarışır. Bizim<br />

ona en çok yakıştırdığımız ve o oyunculukla<br />

hafızalarımıza kazıdığımız rolü ise Blade’deki<br />

clanhead rolüdür. Sökülen sivri dişleri ve güneşte<br />

yanan vampir teniyle… Sanatçı 2000’lerde yine<br />

vampir mitinden vazgeçmeyip Shadow of the<br />

semra_uygun@yahoo.com<br />

Vampire’da rol alır. Ve Lars Von Trier’in depresif<br />

filmleri Dogville ile Melancholia’da. Kalplerimize<br />

yerleştiği Fatih Akın imzalı Soul Kitchen’ı da<br />

saymamak olmaz. Bizimle yakın ilişkilerine<br />

o zaman başlar Udo Kier. Ta ki bu sene 49.’su<br />

yapılan Altın Portakal Film Festivali’ne katılana<br />

dek. Antalya’nın portakallı yollarında haşin<br />

bakışları ve egzotik ruhuyla bizi selamlamak<br />

için gelene dek. Güneşe en yakışmayan<br />

adam olarak. Bu arada “horror master” Rob<br />

Zombie’nin Udo Kier’i keşfettiği Halloween’i ve<br />

Masters of Horror’ın Udo Kier’li bölümlerini de<br />

unutmayalım. Ve Madonna’nın ‘92 çıkışlı Erotica<br />

albümünden “Deeper and Deeper”ın klibindeki<br />

rolünü, Korn’un “Make Me Bad”indeki Brigitte<br />

Nielsen’li performansını da.<br />

Çılgın bir bilim adamı olarak<br />

yine tüylerimizi diken diken<br />

etmişti çünkü. Yine de en<br />

sempatik, en tatlı, en kedi gibi<br />

oyunculuğunu vampirken<br />

sergilemiştir. Bizi vampir<br />

olduğuna inandırır. İnsan<br />

olduğundan şüphe duyarız.<br />

Hatta Christopher Walken’ın<br />

Alman versiyonu gibidir.<br />

Aklımıza sofistike, iş bilir,<br />

soğukkanlı erkek profilini<br />

getirir. Vampir modasının<br />

en çok yakışacağı erkek<br />

halini. Güneş gözlükleri,<br />

uzun montlar ve arkaya<br />

doğru wax’la yapıştırılmış<br />

ıslak saçlar. Kana<br />

susamışlık…<br />

Peki neden bu kadar<br />

yakıştırıyoruz vampirliği<br />

ona? Sadece biz<br />

yakıştırmıyoruz aslında.<br />

Trademark’larında “vampir portreleriyle tanınır”<br />

diye bir ibare var. Ama bizce onda başka bir<br />

şeyler var. Bram Stoker’s Dracula’da şimdiye<br />

kadarki en başarılı vampir oyunculuklarından<br />

birini sergilemiş Gary Oldman’da bile olmayan<br />

bir şey. Beyaz pudra, lens ve sivri dişlerden<br />

mütevellit bir makyaj istemeyen; gerçek bir<br />

vampir yüzü belki de. Ruhsuz bir adam imajı<br />

çizmesi ya da. Veya efsûni, gizemli başka bir<br />

şeyler. Her neyse… Hem sinema tarihinde, hem<br />

Antalya’da varlığıyla her zaman gotik bir hava<br />

estirmiş, estirecek olan, belki de o bombalanan<br />

hastaneden hiçbir zaman kurtulamamış, belki<br />

de masonik birtakım antlaşmalarla yeryüzünde<br />

ikamet eden bir adam. Belki de geceleri havada<br />

usulca süzülen bir yarasa.


Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali<br />

5. yılında!<br />

İlki 2008 yılında gerçekleşen Sürdürülebilir<br />

Yaşam Film Festivali, 2012 yılında yine<br />

birbirinden ilginç filmlerle sürdürülebilirlik<br />

konusunun farklı yönlerini irdeleyecek.<br />

Günümüzde birçok birey ve kurum tarafından<br />

çokça kullanılan sürdürülebilirlik kavramının<br />

soyut ve yoruma açık boyutlarına ışık tutan<br />

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, neyin<br />

sürdürülebilir olduğu veya olmadığına dair<br />

dünyanın dört bir yanından örnekler sunarak<br />

gerçek hikâyelerle ilham vermek amacını taşıyor.<br />

Festivalin dikkate değer özelliği sadece filmleri<br />

ve filmlerin içeriği ile sınırlı değil. İzleyicileri,<br />

konuk uzmanları ve sanatçıları, film dışındaki<br />

etkinlikleri, bir buluşma zemini oluşturma işlevi,<br />

destekçileri ve düzenleme süreci açılarından<br />

da önemli bir örnek oluşturuyor. Toplumun<br />

her kesimini bir araya getirerek birleştirici ve<br />

kapsayıcı olmayı başaran Sürdürülebilir Yaşam<br />

Film Festivalinde bir ev hanımını, bir çiftçiyi,<br />

info@surdurulebiliryasam.org<br />

bir takım elbiseliyi, öğrencilerini toplayıp gelmiş<br />

bir öğretmeni, çocuğunun gelecekte yaşayacağı<br />

dünyadan endişeli bir anneyi, akademisyenleri,<br />

aktivistleri yan yana otururken ve fikir alış<br />

verişinde bulunurken görebilirsiniz.<br />

Festivali gerçekleştiren Sürdürülebilir Yaşam<br />

Kolektifi, çeşitliliğe değer veren açık ve<br />

esnek bir yapı dahilinde yaşamı sürdürülebilir<br />

kılmak niyetiyle bir araya gelmiş bireylerin<br />

“yaşamı çoğaltacak” projeleri kolektif olarak<br />

hayata geçirme amacıyla doğdu. Tamamen<br />

sivil bir oluşum olan Kolektif, film festivali<br />

gibi “sürdürülebilir yaşam” konusuyla ilgili<br />

farkındalık arttırıcı çalışmaları bireylerin ve<br />

kurumların desteği ve katılımıyla sürdürüyor.<br />

2012 festivali hazırlıkları da, Sürdürülebilir<br />

Yaşam Kolektifi’nin vizyonunu paylaşan bireyler<br />

ve organizasyonların desteği ile devam ediyor.<br />

2012 Festivali, 29-30 Kasım tarihlerinde<br />

Beyoğlu’nda bulunan İtalyan Kültür<br />

Merkezi’nde ve 1-2 Aralık tarihlerinde Salt<br />

Galata’da gerçekleşecek. Bu seneki festivalde<br />

yine içinde yaratıcılık ve çözüm barındıran<br />

birbirinden etkileyici filmlerle, konuşmacılar ve<br />

müzisyenlerle sürdürülebilirlik kavramına ve<br />

dünyaya bütüncül bir bakış atacağız.<br />

Ayrıntılı bilgi için<br />

www.surdurulebiliryasam.org


KONTRAST<br />

Okan Aydın<br />

FAVORİ<br />

Antony And The Johnsons / Cut<br />

The World / Secretly Canadian<br />

Geçtiğimiz aylarda İstanbul’da<br />

verdiği ikinci konserinde gelenleri<br />

kırılgan ve hassas kimliğinden de<br />

beslenen muhteşem performansıyla,<br />

gel(e)meyenleri “Nasıl olur da<br />

ikinci kez kaçırırım?” diye adeta<br />

ağlatan Antony Hegarty’nin,<br />

albüme adını veren “Cut The World” dışındakileri eski çalışmalarından<br />

alınan bu canlı konser kaydı, tam anlamıyla arşivlik bir çalışma. Hatta<br />

bir manifesto niteliğinde konuştuğu “Future Feminism” ise çıktısı alıp<br />

saklanacak kıvamda bir içeriğe sahip. Üzerinden birkaç ay geçmiş<br />

olsa da kurtuluşumuzun daha feminen bir dünyadan, içimizde asla<br />

söndürmememiz gereken bir umut ışığından olabileceğine olan inançla<br />

tekrar altı çizilmesi gereken bir çalışma bu. Sade, akılda kalıcı, samimi...<br />

Hepimizin içinde olsa da bir şekilde uzaklarda aradığımız tüm o<br />

güzelliklerin Antony’ye özgü bir dille ve dolayısıyla mutluluk veren bir<br />

acıyla da yoğrulduğu nefis bir kayıt. Kendisine eşlik eden orkestranın<br />

parçalara farklı ve yeni lezzetler kattığını da es geçmeyelim.<br />

PLASE<br />

Giuseppe Ielasi / Aix / Minority<br />

Çek Cumhuriyeti orjinli Minority<br />

az sayıda ama oldukça nitelikli<br />

albümle (DVA, Floex, Polvere,<br />

Tape, Tomas Dvorak gibi isimler<br />

anılabilir) arz-ı endam eden “güzel”<br />

etiketlerden biri. Milano kökenli<br />

gitarist Ielasi ise deneysel elektronik<br />

müziğin son dönemdeki en parlak<br />

ve üretken isimlerinden biri.<br />

İsimsiz parçalardan oluşan 2009 çıkışlı albüm mutlak suretle yoğun bir<br />

konsantrasyonla dinlenmeyi hakediyor. Pek çok deneysel çalışmada<br />

karşımıza çıkabilecek dengesiz ve kaotik bir sesler yığınının tam aksine,<br />

rafine edilmiş seslerden örülü, her bir tınının kendi kimliğini net şekilde<br />

hissettirdiği, sesler arasında geçişkenliğin az ama bir o kadar bütünlüklü<br />

bir dinleme vadediyor Aix albümü. Albümün en önemli özelliklerinden<br />

biri, zorlu içeriğine rağmen akıcı yapısı. Özetle uzunca bir romanın her<br />

bir sayfasını merakla çevirir gibi takılıp gittiğiniz etkileyici ve kulak<br />

kabartılası bir çalışma Aix.<br />

okan@kontrarecords.com<br />

SÜRPRİZ<br />

Efterklang / Piramida / 4AD<br />

Casper Clausen’in içe işleyen<br />

derinlikli ve dingin vokaliyle<br />

hafızalarımıza kazınan<br />

Efterklang giderek daralan<br />

kadrosuna rağmen şimdiden<br />

yılın en iyi çalışmaları arasında<br />

yerini alan dördüncü albümüyle<br />

tekrar karşımızda. Ekibin aylar<br />

öncesinde kuzey kutbuna yakın,<br />

terkedilmiş bir maden ocağına<br />

yaptıkları ziyaret esnasında kayıt<br />

altına alınan sesler albümün<br />

konsept olarak ana omurgasını<br />

oluşturuyor. Zira söz konusu<br />

tınılar Efterklang’ın bu defa daha<br />

karanlık ve hüzünlü bir evrenden<br />

seslenen parçalarına ziyadesiyle<br />

minik kırıntılar halinde<br />

ustaca yedirilmiş durumda.<br />

Efterklang’ın oda orkestrası<br />

popuyla, klasik müzik ve indie<br />

arasında gidip gelen kendilerine<br />

özgü müziğine bu albümde<br />

inen melankoli perdesi özellikle<br />

Clausen’in sesine oldukça<br />

yakışıyor. Nahif, ümit vadeden,<br />

sakin ama bol katmanlı zengin<br />

bir albüm olarak özetlenebilecek<br />

Piramida’da özellikle açılış<br />

parçası “Hollow Mountain”a<br />

dikkat!


Altın Portakal: Yeni Umutlar<br />

Kaan Karsan & Gülçin Kaya<br />

Bu yıl 49. kez düzenlenen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, jüri başkanının<br />

açıklandığı günden itibaren tam anlamıyla gündemin tepesine oturmuş durumdaydı. “Mizah,<br />

Muhalefet ve Demokrasi” ana temasıyla yola çıkan festivalin belkemiği olan Ulusal Yarışma<br />

bölümünün jüri başkanı Hülya Avşar’dı ve ünlü isim haliyle birçok fikir ayrılığına neden olacaktı.<br />

Bu tartışmaların henüz sonlanmadığı bir dönemde başlayan festivalde farklı türlerdeki 10 film<br />

ödül için kıyasıya yarıştı. İlk bakışta kimilerince zayıf bulunan yarışma filmleri, çoğu genç<br />

yönetmenlerin ilk filmlerinden oluşan ve içerisinde Tunç Okan gibi usta isimlerin yeni filmlerinin<br />

de yer aldığı programıyla bir hayli merak uyandırdı ve zamanla kendi favorilerini yarattı.<br />

Festival, yönetmenliğini Soner Yalçın’ın yaptığı Menekşe’den Önce adlı Sivas Katliamı belgeseliyle<br />

açılışını yaptı. Bu coğrafyanın tanık olduğu en ürkütücü olaylardan biri olan Sivas katliamının<br />

20. yılında, kanlı olayın meydana geldiği günün şokunu ve dramını tüm diriliğiyle beyaz<br />

perdede yeniden canlandıran belgesel tüm salonu derinlemesine etkiledi. Vizyona girmesini<br />

tüm içtenliğimizle dilediğimiz yapıt, kanlı olayın belli başlı tanıklarının dilinden, daha önce<br />

tanık olmadığımız bir cesaretle dökülürken 2 Temmuz 1993 günü Madımak Oteli’nin önünde<br />

yaşanan vahşetin gerçek görüntüleri bir kez daha kanları donduruyordu. Soner Yalçın’ın montaj<br />

aşamasında Oda TV davası kapsamında tutuklanıp cezaevine gönderildiği, bu nedenle de kalan<br />

kısmı ekibin geri kalanı tarafından tamamlanan Menekşe’den Önce, sinemamızda daha fazla<br />

görmeyi umduğumuz bir sosyal farkındalık mesajı vererek toplumsal hafızayı canlandırıyor.<br />

Olayı olabildiğine yalın bir şekilde aktaran belgesel, izleyenini azami düzeyde zorlayan, yer yer<br />

sınır harplerine sürükleyen başarılı bir yapıt olarak akıllarda kalacak gibi görünüyor. Lakin Soner<br />

Yalçın’ın belgesele bir ana konsept belirleme aşamasında yaşadığı irili ufaklı sıkıntıların da<br />

belgesel için türsel bir hezeyan yarattığını da söylemeliyiz.<br />

Ulusal yarışmanın izleyiciyle buluşan ilk filmi, M. Çağatay Tosun’un Vali’den sonraki uzun metrajı<br />

Derin Düşün-ce idi ve genç yönetmen bu filmle sinemada pek rastlayamadığımız toplumsal<br />

problemlerden biri olan “ensest” temasını ele alarak bir nevi cesaret gösterisi yapıyordu. Konu<br />

olarak sorunlu bir ailede çocuk olmanın yükünü omuzlayan Derin’in bu kaotik ortamda büyümeye<br />

çalışmasını ele alan film, ensesti ve çocuk istismarını işlerken fazlasıyla cesur davranıyordu. Bu


tip filmlerde “gösterme ama hissettir” yöntemini<br />

seçmekten ziyade karakterlerini yer yer teşhir<br />

objesi olarak sunan film, Derin karakterini<br />

canlandıran oyuncuya pek de masumane<br />

yaklaşamayıp kurduğu tuzağa kendisi düşerken,<br />

çocuk başkarakterin kimi sahnelerinde kamera<br />

fazlasıyla cüretkâr davranarak bize samimiyetini<br />

sorgulatıyordu. Filmin anlattığı bıçak sırtı<br />

meselenin mutlaka anlatılması gereken yönleri<br />

olduğuna inanmamıza rağmen yönetmenin<br />

anlatım metotları kimi soru işaretlerini doğuruyor;<br />

teknik olarak tamamen gösterişsiz ve düz bir<br />

çizgi üzerinden seyreden film, sinemasal olarak<br />

da oldukça zayıf sularda yüzüyordu. Bu bakımdan<br />

Derin Düşün-ce festivalin en zayıf filmlerinden<br />

biri oluyor, film hakkında yapılan “çocuk<br />

pornosu” tartışmaları ise sadece galeyana gelmiş<br />

bir izleyicinin film üzerine abartılı okumalar<br />

yapmasından ileri geliyordu.<br />

Festivalin ilk gününde izlediğimiz bir diğer<br />

yarışma filmi olan Elveda Katya ise Yeşilçam<br />

melodramlarına saygı duruşunda bulunan, kalbi<br />

kırık bir hikâye bahşediyordu seyredenlerine.<br />

Dizi estetiğini ve metinselliğini anımsatan<br />

-hatta temsil eden- bir tonda seyreden ve ele<br />

aldığı mevzuyu derinleştirmekten bilinçli<br />

olarak kaçınan film, popüler damarı yakalamayı<br />

fazlasıyla başarıyordu. Özellikle hedeflediği kitle<br />

olan halkın beğenisini de zaten tercih ettiği bu<br />

biçem ile kazanıyordu. Kimi anlarda oldukça<br />

akılda kalıcı aforizmaları ile salonda kimi coşkulu<br />

alkışlara da mahal veren Elveda Katya; duygusal,<br />

eğlenceli ancak zayıf bir eser. Kamerasına<br />

hâkim bir tavır sergileyen ve kimi anlarda tesirli<br />

mizansenler kurmayı başaran yönetmen Ahmet<br />

Sönmez ise anaakım sinemamızın geleceğinde<br />

önemli isimlerden biri olabileceğinin sinyallerini<br />

veriyordu. Filmin geneline hâkim olan “hafif”<br />

atmosferin içerisinde fazlasıyla ağır bir<br />

performans sergileyen Kadir İnanır ise, ne yalan<br />

söyleyelim, sanki başka bir filmde oynuyormuş<br />

gibi görünüyordu. Son celsede Elveda Katya, dizi<br />

görselliğini ve anlatısını ön plana çıkaran tarzıyla<br />

salondaki tanıdık beklentileri karşıladı. Zira film,<br />

sanki herhangi bir dizinin koskoca bir sezonunu<br />

iki saatlik süresinin içerisinde muhafaza ediyordu.<br />

Beyaz perdede yeni yeni karşılaşmaya<br />

başladığımız türden bir geçmişle hesaplaşma<br />

hikâyesini konu alan Evdeki Yabancılar ise<br />

konusuyla dikkat çeken yapımlardan biriydi.<br />

Film, konu olarak “mübadele” döneminde evini<br />

terk etmek zorunda bırakılan bir Rum kadının<br />

yıllar sonra geçmişini aramak için Ege’deki evine<br />

geri dönmesini işliyor gibiydi. Ancak filmin<br />

herhangi bir anında bu acı geçmiş hakkında<br />

herhangi bir ize ya da bilgiye rastlayamıyorduk.<br />

Genelde evine dönen yaşlı kadın ve artık bu<br />

evde yaşayan genç adam arasındaki ev sahipliği<br />

kavgasına odaklanan film ne yüklendiği misyonu<br />

yerine getirebiliyor ne de herhangi bir mevzuyu<br />

derinlemesine işleyebiliyorken, “zaman” kavramı<br />

konusuna bağımlı olarak kaçamadığı büyük<br />

mantık hataları, parıltısız olarak tanımlanabilecek<br />

yan karakterleri ve hikâyeleriyle inandırıcılıktan<br />

adım adım uzaklaşıyordu. Tutuk oyunculuk<br />

performanslarından da fazlasıyla zedelenen<br />

ve 92 dakikalık süresi boyunca sık sık kendini<br />

tekrar eden bir senaryoya sahip olan film,<br />

“durgunlaştırma” metodu ile uzatılmış tatsız bir<br />

yapıma dönüşüyordu. Tepeden düşme bir açılış<br />

sekansıyla açılan ve son anına kadar bir şeyler<br />

anlatabilmek için çabalarken sürekli kendini<br />

yineleyen Evdeki Yabancılar, festivalin zayıf<br />

halkalarından biri olarak akıllarda yer ediyordu.<br />

Festivalin merakla beklenen birkaç filminden biri<br />

olan Güzelliğin On Par’ Etmez ise Haneke’nin<br />

öğrencisi Hüseyin Tabak’ın ilk kurmaca denemesi<br />

olarak yer yer türlü acemilikleri barındırıyordu.<br />

Odaklandığı konuda problemler yaşayan film,<br />

başroldeki küçük Veysel’in dilini bilmediği bir<br />

ülkede yaşadığı sıkıntılara odaklanacak gibiydi.<br />

Ancak bu çıkış noktasına sadık kalamayan<br />

Hüseyin Tabak, “mülteci olmak” gibi bir yan<br />

konuyu da yanına alarak Türk-Kürt problemlerine<br />

yoğunlaşmayı da deniyordu. Haliyle her şeyden


iraz anlatıyor gibi görünen yapıt ilk anından<br />

itibaren konu bütünlüğünden uzaklaşıp<br />

başkarakterin asıl hikâyesini göz ardı ederek<br />

yan hikâyesi “kimlik”i bir adım öne çıkararak<br />

odak noktasını değiştiriyor, fakat bu konuyu ele<br />

alışındaki arabesk ve basmakalıp yönelimleri<br />

nedeniyle “yeni odağını” da bütünleyemiyordu.<br />

Anbean dağılan hikâye, filmin sonunda fazlasıyla<br />

parçalanmış ve yarım kalmış bir yapıya erişerek<br />

senaryosunda var olan kimi mantık hatalarının da<br />

yardımıyla ikna edicilikten uzaklaşıyordu.<br />

Festivalin heyecanla beklenen üçüncü günü,<br />

bıçak sırtı meselelere temas eden filmlerden biri<br />

olan Hile Yolu’yla başlıyordu. Meselesine karşı<br />

oldukça mesafeli bir tavır takınıp belgeden çok<br />

gözleme dayalı bir “karanlık öykü”yü ele alan<br />

filmin senaryosu üzerinde harcanan yoğun mesai<br />

ise kısa sürede kendisini belli ediyordu. Filmin<br />

oldukça derin ve dalgalı sularda yüzen meselesi<br />

ise güçlü bir sinemayla görselleştirilemiyordu.<br />

Hile Yolu, Hrant Dink cinayetinin öncesinde önü<br />

açılan ve uçuruma giden yolu, politik-gerilim<br />

tonlarında karşımıza getirmeye çabalıyordu.<br />

Lakin en temel problemi de mevzubahis gerilimi<br />

layıkıyla kuramamasında yatıyordu. Birçok<br />

noktaya kimi anlarında gereğinden “fazla”<br />

insancıl bir yönelimle eğiliyor, temas ettiği<br />

meseleler üzerinde tam anlamıyla bir hâkimiyet<br />

kuramayan film, bu esnada sinemasal anlamda<br />

bazı etkileyici sekanslar kurabilmesine rağmen<br />

genel çerçevede teknik problemlere boğuşuyordu.<br />

Tüm sorunlarına rağmen genellikle sinemacılar<br />

tarafından kaçınılan bir mesele olan ülkenin<br />

karanlık “yakın” tarihine ışık tutmasıyla belli bir<br />

saygıyı ve dikkati hak eden Hile Yolu, festivalin<br />

kaçırılmış fırsatlarından, altı pastan auta yollanan<br />

toplarından biriydi.<br />

Aynı gün içerisinde izleyiciyle buluşan Küf,<br />

Venedik Film Festivali’nden, daha önce Seren<br />

Yüce’nin Çoğunluk filminin de layık görüldüğü bir<br />

ödülle, “Geleceğin Aslan”ı ödülüyle dönmüştü. Sırf<br />

bu yüzden bile fazlasıyla cezbedici görünen film,<br />

iletisim@eksisinema.com<br />

genç bir yönetmenin ilk yönetmenlik denemesi<br />

olması nedeniyle bir hayli ilgi uyandırıcıydı. Ali<br />

Aydın’ın senaryosunu da yazdığı filmi konu olarak<br />

yıllar önce üniversitede okumakta olan oğlunun<br />

bir anda ortadan kaybolmasıyla dağılan bir aileyi<br />

ele alıyor, aileden arda kalan acılı babanın on sekiz<br />

yıl boyunca “devlet”e dilekçe göndererek oğlunu<br />

“ölü ya da diri” olarak bulabilme mücadelesini<br />

işliyordu. Ercan Kesal’ın üstün performansıyla<br />

dikkat çeken film, içerisinde barındırdığı yan<br />

hikâyesiyle de bambaşka bir atmosfer yaratıyor,<br />

kendi içinde farklı bir gerilimi doğuruyordu. Küf,<br />

vicdan ve bürokrasi arasındaki ezeli kavgayı,<br />

hayatın asgari hızla aktığı bir kasabada uzun<br />

sessizliklerle yansıtırken, fire vermeden finale<br />

doğru ilerliyor, ancak seyircinin başından sonuna<br />

kadar büyük patlamayı sunmaktan imtina<br />

ediyordu. Bu elbette ki Ali Aydın’ın kişisel bir<br />

tercihiydi ancak izlediğimiz kadarıyla filmin bu<br />

patlamaya ihtiyacı vardı. Yine de Ali Aydın’ın ilk<br />

yönetmenlik denemesinde festivalin en dikkate<br />

değer filmine imza attığını söylemeliyiz.<br />

Adından söz ettirmesi muhtemel olan<br />

yapımlarından biri olan Zerre ise festivalde<br />

yarışan birçok “ilk film”den biriydi. Erdem<br />

Tepegöz’ün hikâye ve atmosfer yaratma<br />

becerisiyle şahlanan Zerre, İstanbul’un<br />

pek gösterilmeyen karanlık yüzünü tüm<br />

acımasızlığıyla resmediyordu. Şehrin karanlık<br />

yüzünde, ailesini aç bırakmamak için türlü<br />

kirlenmişlikle tek başına mücadele eden<br />

başkarakter Zeynep, son dönem sinemamızda<br />

karşılaştığımız en güçlü karakterlerden biri<br />

olurken, bu karaktere hayat veren başarılı aktris<br />

Jale Alkan’ın güçlü oyunculuğu festivalin en<br />

akıldan çıkmaz performansına dönüşüyordu.<br />

Zerre, sırtlandığı yükün ve resmettiği dünyanın<br />

etkileyiciliğini artırmak için başvurduğu abartının<br />

altında yer yer ezilse de festivalin “en”lerinden<br />

biri oluyor; Erdem Tepegöz’ü de bir sonraki işi<br />

merakla beklenen yönetmenlerden biri haline<br />

getiriyordu.


<strong>Karga</strong> kabininde çalanları www.awdio.com dan<br />

canlı olarak dinleyebilirsiniz.


2525 Yılında<br />

In The Year 2525 - Zager & Evans<br />

2525 yılında erkekler hâlâ yaşıyorsa<br />

Ve kadınlar hayatta kaldıysa<br />

3535 yılında belki de anlayacaklar ki<br />

Gerçeğe de gerek yok, yalana da<br />

Çünkü düşündüğün, yaptığın, dediğin her şey<br />

Bugün yuttuğun hapta<br />

4545 yılında<br />

Dişlerine ihtiyacın olmayacak, gözlerine de<br />

Çünkü çiğneyecek bir şey kalmayacak<br />

Ve kimse sana bakmayacak<br />

5555 yılında<br />

Kolların öylece iki yanından sarkacak<br />

Bacaklarınsa hiçbir işe yaramayacak<br />

Her şeyi senin yerine makineler yapacak<br />

6565 yılında<br />

Kocana da gerek kalmayacak, karına da<br />

İnce cam bir tüpten seçeceksin<br />

Oğlunu da kızını da<br />

7510 yılında<br />

Eğer Tanrı gelecekse<br />

Ki herhalde o zamana yetişir<br />

Belki de etrafa bakıp<br />

“Mahşer Günü gelsin madem” diyecek<br />

8510 yılında Tanrı<br />

Heybetli başını sallayıp<br />

Ya diyecek ki “İnsanlardan memnunum”<br />

Ya da “Her şeyi yıkıp baştan yapayım”<br />

9595 yılında<br />

Hâlâ insan olacak mı meraktayım<br />

Bu yaşlı dünyanın verebildiği her şeyi almış<br />

Ve yerine hiçbir şey koymamış olarak<br />

10 000 yılına kadar<br />

Milyarlarca kez ağlayacak insanoğlu<br />

Nedenini kendisi de bilmeden<br />

Ve artık insanın hükmü bitmiş olacak<br />

Ama çok uzaklardaki sonsuz gecede<br />

Belki de bir yıldızın göz kırpışı kadar bir süre<br />

Sadece dün bitmiş bugün gelmiş olacak<br />

Çeviri: Bi <strong>Karga</strong>

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!