18.05.2013 Views

Peygamberimizin insan kazanma metodu

Peygamberimizin insan kazanma metodu

Peygamberimizin insan kazanma metodu

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>Peygamberimizin</strong> İnsan<br />

Kazanma Metodu<br />

2007<br />

1


İÇİNDEKİLER<br />

Giriş / Peygamberimiz ve Örnek Ahlakı<br />

1.BÖLÜM<br />

PEYGAMBERİMİZ VE İNSAN KAZANMA İLKELERİ<br />

Peygamberimiz Hiçbir İnsanı Hor Görmezdi<br />

Peygamberimiz İşkenceye Müsaade Etmemiştir<br />

İnsan Kazanmak En Büyük Hizmettir<br />

Peygamberin Vazifesi Ancak Tebliğdir<br />

Halktan Gelen Küstahça Davranışlara Peygamberimiz Anlayışla Karşılık Verirdi<br />

Allah Resulü Öldürmek Niyetiyle Gelenleri Bile Affederdi<br />

Allah Resulü İnsanın Değerini Bilirdi<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> İslâm'a davetinde İki Ana İlke:<br />

İnsanlara Dini Hayati Kolaylaştırmak ve Sevdirmek<br />

Peygamberimiz Düşmanı Bile Olsa Kendinden Yardım Dileyeni Boş Çevirmezdi<br />

Peygamberimiz Akla Kapı Açar, Kimseyi, Dine Girmeye Zorlamazdı<br />

2. BÖLÜM<br />

PEYGAMBERİMİZİN ÖRNEK HAYATINDA İNSAN İLİŞKİLERİ<br />

Peygamberimiz Halkının Çektiği Sıkıntıyı Onlarla Paylaşmak İsterdi<br />

Peygamberimiz İhtiyaç Sahiplerinin İhtiyacını Karşılardı<br />

Peygamberimiz Zayıfların Hâmisi İdi<br />

Allah Resulü Zalimin Karşısında, Mazlumun Yanında İdi<br />

Peygamberimiz Hak Sahiplerinin Hakkını Çiğnetmezdi<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> Çocuklara ve Gençlere Büyük İlgisi<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> Kadınlara Şefkati<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> Toplumdaki Muhalif Gruplarla (Münafıklar-Yahudiler) İlişkileri<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> Dertli ve Özürlü İnsanlara Şifa Yardımı<br />

3. BÖLÜM<br />

İNSAN İLİŞKİLERİNDE TEMEL İLKELER:<br />

BARIŞ-SEVGİ-SAYGI-İNSANIN CAN, MAL, NAMUS GÜVENLİĞİ, Dilalog-hoşgörü-uzlaşma<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> Savaşa Getirdiği İnsancıl ve Ahlakî Boyut İslam'da Savaş Değil, Barış Temel<br />

İlkedir<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> Cinayet Davalarına ve İnsan Öldürme Olaylarına Karşı Tavrı İslâm Teröre Geçit<br />

Vermez<br />

Peygamberimiz, İnsanları Birbirine Düşüren Davranışları Yasaklamıştı<br />

Toplum Barışını Bozan, İnsanları Birbirine Düşüren Söylentilere Yasaklama<br />

GİRİŞ<br />

GÜZEL AHLÂK VE PEYGAMBERİMİZİN ÖRNEK AHLÂKI<br />

GÜZEL AHLÂKIN ÖNEMİ<br />

Allah, <strong>insan</strong>ı mükerrem yaratmış; yani diğer canlılardan çok üstün vasıflarla<br />

donatmıştır. Ona şirin bir suret ve ölçülü bir fizik güzelliği vermiştir. Allah'ın


verdiği bu suret güzelliğine siret güzelliği katmak, yani huy ve ahlâkını da<br />

güzelleştirmek her <strong>insan</strong>ın görevleri arasındadır.<br />

Nitekim, Peygamberimiz, ashap'tan Cerir bin Abdullah'a:<br />

- Allah senin suretini güzelleştirmiş. Ahlâkını da sen güzelleştir, buyurarak bu<br />

noktaya işaret etmiştir.<br />

Peygamberler, <strong>insan</strong>ların güzel ahlâk sahibi olmalarını baş gaye edinmişler, bu<br />

hususla ilgili esasları vahiy yoluyla ortaya koymuşlar; kendileri de yaşayışlarıyla<br />

güzel ahlâkın canlı birer örneği olmuşlardır.<br />

Ahlâk kurumu, hiç şüphesiz <strong>Peygamberimizin</strong> şahsında kemale ulaşmış, zirveye<br />

varmıştır. Bu gerçeği Efendimiz: "Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere<br />

gönderildim." buyurarak dile getirmişlerdir.<br />

Güzel ahlâkı, sadece <strong>insan</strong>lara güzel davranmak anlamında düşünmemek lâzımdır.<br />

Gizli-âşikar her halimizde, yani <strong>insan</strong>lar görsün-görmesin, bilsin-bilmesin, bütün<br />

davranışlarımızda ahlâklı olmak zorundayız. Zira <strong>insan</strong>lar görmese de, Allah görüyor,<br />

bizi bizden iyi biliyor. Ve biz, öncelikle, <strong>insan</strong>lara değil, Allah'a beğendirmek için<br />

güzel huy sahibi olmak durumundayız.<br />

Bu sebeple, İslâm'da sadece dışa dönük davranışların değil, içe dönük his ve<br />

duyguların, niyetlerin de güzelleştirilmesi esas alınmış; duygu güzelliği ahlâk<br />

güzelliğinin ayrılmaz bir parçası sayılmıştır...<br />

Denebilir ki, güzel ahlâk, <strong>insan</strong> olmanın vazgeçilmez şartı, imanın en birinci<br />

özelliği, dindarlığın en doğal gereğidir. Bu yüzden Peygamberimiz:<br />

"İslâm Dini, güzel ahlâktan ibarettir."<br />

"Kişinin dindeki hissesi ve yeri, ahlâkından anlaşılır." buyurmuştur.<br />

GÜZEL AHLAKI KİMDEN ÖĞRENECEĞİZ?<br />

Aklınıza takılabilir:<br />

- Güzel ahlâk niye bu derece önemlidir?<br />

Çünkü <strong>insan</strong>ı hayvandan ayıran en önemli fark, ahlâktır. Hayvan için ahlâklılıktan<br />

bahsedilemez.<br />

Diğer taraftan, <strong>insan</strong>, güzel ahlâkı ile, Allah'ın isim ve sıfatlarını üzerinde yansıtır.<br />

Allah <strong>insan</strong> doğasına, kendi sıfatlarından cüz'i numuneler yerleştirmiş, onu isim ve<br />

sıfatlarına bir nevi ayna yapmıştır.<br />

Bilindiği gibi hünerli bir sanatkâr, sanatını, yaptığı eserler üzerinde, hem kendi<br />

görmek ve hem de başkalarına gösterip beğendirmek ister. Rabbimiz de, Zatının bütün<br />

güzel vasıflarını ve sıfatlarını, en güzel kıvamda yarattığı <strong>insan</strong>da görmeyi ve<br />

göstermeyi dilemiştir.<br />

Allah'ın, biz kullarında görmek istediği güzel ahlâkı, bize anlatan ve bildiren,<br />

şüphesiz ki kutsal kitabımız Kur'andır. Onu şahsında yaşayıp fiilen örneklik eden de<br />

Resûlüllah Efendimizdir. Bu sebebledir ki, Hz. Aişe annemiz, <strong>Peygamberimizin</strong><br />

ahlâkını soranlara:<br />

- Hulukuhu'l-Kur'ân, yani "Onun ahlâkı Kur'an'dır" demiştir.<br />

Kur'an'ın istediği bütün güzel ahlâk ve davranışlar, en güzel şekliyle,<br />

Peygamberimiz tarafından yaşanmıştır.<br />

Peygamberimiz sireten ve sureten <strong>insan</strong>ların en güzelidir. Allah güzel ahlâkın<br />

bütün çeşitlerini onda kemal derecesinde toplamıştır.<br />

Kur'ân-ı Kerim, bu hususu şöyle belirtir:<br />

"Ey Resulüm! Muhakkak sen, en yüksek, en yüce bir ahlâk üzeresin."<br />

(Kalem,4)<br />

4


EN BÜYÜK PEYGAMBERLİK DELİLİ PEYGAMBERİMİZİN YÜCE AHLÂKIDIR<br />

Peygamber Efendimizin Peygamberliğine en büyük delil, O'nun bu örnek şahsiyet<br />

ve ahlâkı olmuştur.<br />

Zira, düşmanları bile, O'nun bütün güzel huyları, örnek davranışları şahsında<br />

topladığında görüş birliğine varmışlardır. Nitekim, Peygamberlikten önce ona verilen<br />

Muhammedül-Emin unvanı, güzel ahlâkının resmen tescilidir. Öyle ki, bu güven,<br />

Peygamberlik döneminde de sürmüş, can düşmanları bile kıymetli eşyalarını ona rehin<br />

bırakmakta tereddüt etmemişlerdir. Hz. Ali'nin, bu emanetleri, Hazret-i Peygamberin<br />

Medine'ye hicretinden sonra, sahiplerine geri dağıttığı siyer kitaplarında kayıtlıdır.<br />

Meşhur Yahudi âlimi îbn-i Selam, <strong>Peygamberimizin</strong> yüzünü görür görmez:<br />

"Bu yüzde yalan olmaz" diyerek iman etmiştir.<br />

Hz.Hatice Annemiz, Hz.Ebubekir gibi yüksek ruhlu <strong>insan</strong>lar da, başka bir delil ve<br />

mu'cize aramadan, <strong>Peygamberimizin</strong> şahsiyetini ve güzel ahlâkını yeterli bularak ona<br />

teslim olmuş, imâna gelmişlerdir.<br />

Müşriklerin ele başısı, Hz. Peygamberin amansız düşmanı Ebû Cehil'e, Kureyş<br />

ileri gelenlerinden Ahnes bin Şerik bir gün soruyor:<br />

- Ey Hakem'in babası, biz bizeyiz, aramızda yabancı yok. Sen samimi kanaatini<br />

söyle: Muhammed yalan mı söylüyor, yoksa söyledikleri doğru mu?<br />

Ebû Cehil'in cevabı düşündürücü:<br />

- Vallahi, Muhammed doğru sözlüdür. O, hiç yalan söylememiştir.<br />

Söylemez de..."<br />

Gerçekten Ebû Cehil, sırf kibir ve gururuna yediremediğinden Hazret-i<br />

Peygambere karşı çıkıyor, ona boyun eğmeyi içine sindiremiyordu.<br />

Demek <strong>insan</strong>, gerçeğin karşısına, her zaman cehaletinden, yani doğruyu yanlış<br />

sanarak çıkmaz. Doğrunun doğru olduğunu bile bile karşı çıktığı, düşmanlık yaptığı da<br />

olur. Nefsi, kibir ve gururu veya başka bir duygusu, onu gerçeği kabulden, doğruya<br />

boyun eğmekten alıkoyabilir.<br />

Nitekim, <strong>Peygamberimizin</strong> amcası Ebû Talip, Peygamberimizi çok sevdiği, doğru<br />

söylediğini de bildiği halde, üyesi olduğu toplumun: "Son anda ölüm korkusundan<br />

atalarının dinini terketti, yeğenine tâbi oldu." demelerinden utandığı için,<br />

Peygamberimize imân etmemiştir. Bizans İmparatoru Herakliyüs ile Mısır hükümdarı<br />

Mukavkıs’ta, sırf dünyevi makamlarının ellerinden gitmemesi için. <strong>Peygamberimizin</strong><br />

doğruluğuna kesin kanaat getirdikleri halde, İslama girmeye yanaşmamışlardır.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> güzel ahlâkı, bir bütün olarak ele alınıp incelendiğinde, <strong>insan</strong>ı<br />

hayran bırakan mu'cizevi bir özelliğiyle daha karşılaşılır. Şöyle ki: Güzel huylar,<br />

elbette birbirine zıt değildir. Fakat herbirinin kemal noktada, en yüksek derecede bir<br />

şahısta toplanmaları zordur. İyi bir sıfatın ve niteliğin en üst derecede olması, başka<br />

bir iyi sıfatı zayıflatabilir.<br />

Meselâ: Son derece yumuşak huyluluk ile son derece yiğitlik ve kahramanlık...<br />

Tam bir alçak gönüllük ve tevazu ile son derece heybet ve vekâr...<br />

Kılı kırk yaran bir adalet ile son derece merhametlilik...<br />

Tam bir tutumluluk ile tam bir cömertlik...<br />

Engin bir sevgi ve şefkat ile yerinde gösterilen hiddet ve kızgınlık...<br />

Son derece affedicilik ile son derece izzet-i nefis ve tavizsiz bir onurluluk...<br />

Tam bir tevekkül ile son derece tedbirlilik, sınırsız bir cehd, gayret ve<br />

çalışkanlık...<br />

Birbirine zıt gibi görünen bu güzel huyların bir arada, hem de zirve noktada bir<br />

şahısta toplanması; bir huy, bir huya engel de olmaması harika, hattâ mu'cize<br />

sayılacak bir haldir.<br />

5


İşte, bu mu'cizeyi andıran hal, <strong>Peygamberimizin</strong> şahsında gerçekleşmiştir. Onun<br />

Peygamberliğine en kuvvetli bir delil olmuştur.<br />

PEYGAMBERİMİZ VE İNSAN KAZANMA İLKELERİ<br />

Her <strong>insan</strong> saygıdeğerdir. Sevilmeye lâyıktır<br />

PEYGAMBERİMİZ HİÇBİR İNSANI HOR GÖRMEZDİ...<br />

KİMSENİN ADAM YERİNE KOYMADIĞI ÇOBAN YESAR'IN HİKÂYESİ...<br />

Hayber Yahudilerinden Amir'in, Yesar adında Habeş'li zenci bir kölesi vardı.<br />

Yesar, çobanlık yapar, sahibinin koyunlarını otlatırdı.<br />

Peygamberimiz Hayberin kalelerinden birini kuşattığında Yahudilerin<br />

silahlandıklarını görmüştü Yesar. Onlara:<br />

- Ne yapmak istiyorsunuz? diye sormuştu.<br />

Onlar da cevaben:<br />

- Şu Peygamber olduğunu iddia eden kişi ile çarpışmaya hazırlanıyoruz,<br />

demişlerdi.<br />

"Peygamber" sözü, Yesar'ın kalbine işlemiş, zihninde yer etmişti. Şu peygamber<br />

denilen kimse, nasıl biriydi? Ne istiyordu? Bu merakla, kale dışında otlattığı sürüyü<br />

İslâm ordusunun karargâhına doğru sürüp <strong>Peygamberimizin</strong> huzuruna vardı.<br />

- Ey Muhammed! Sen <strong>insan</strong>lara neler söylüyor, nelere davet ediyorsun?<br />

diye sordu. Peygamberimiz Yesar'ın sorusuna cevaben:<br />

- Onları İslâmiyet’e: "Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve benim Allah'ın<br />

Resulü olduğuma inanmaya" çağırıyorum, buyurdu.<br />

Yesar:<br />

- Bu söylediklerine inanır, kabul edersem, bana ne var? Dedi.<br />

Peygamberimiz:-<br />

Bu inanç ve kabul üzere ölürsen, sana cennet var, buyurdu.<br />

Yesar:<br />

- Ya Resûlallah! Öyleyse bana İslâmiyeti ve nasıl müslüman olunacağını anlat,<br />

dedi.<br />

Peygamberimiz İslâmiyeti anlatınca Yesar, söylenenlerin hepsini kabul edip<br />

müslüman oldu.<br />

Yesar, aslında dış görünüş yönünden, çirkin, çelimsiz, herkesin hor gördüğü,<br />

kısacası adamdan saymadığı biriydi. Fakat Peygamberimiz, <strong>insan</strong>ları İslâm'a<br />

çağırmada hiçbir ayırım yapmaz, hiç kimseyi hor görmez, küçümsemezdi. Eşraftan<br />

birisi ile sıradan bir köylü onun gözünde birdiler. Kişinin değeri, derisinin renginde,<br />

soy asaletinde, fizik güzelliğinde değil; Allah'a olan bağlılık ve teslimiyetinde idi.<br />

Bu yüzden, herkesin zavallı biri olarak baktığı köle Yesar'ı başından savmamış,<br />

ona istediği bilgiyi vermiş, gerekli telkini yapmış, hidâyetine vesile olmuştu.<br />

Yesar <strong>insan</strong>ların kendisine küçümser gözle baktıklarını bildiği için, müslüman<br />

olunca, Peygamberimize - biraz da çekinerek-şu soruyu sormaktan kendini alamadı:<br />

- Ya Resûlallah! Ben <strong>insan</strong>ların hor gördüğü siyah tenli, çirkin yüzlü, varlıksız<br />

bir kimseyim. Şu Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine cennete girebilir miyim?<br />

Peygamberimiz "evet" dediğinde, sanki dünyalar O'nun olmuştu...<br />

6


PEYGAMBERİMİZ EMANETLERİN GERİ VERİLMESİ KONUSUNDA ÇOK TİTİZDİ<br />

Kimsenin beğenmediği Yesar, Allah yolunda çarpışıp ölürse, demek Cennet gibi<br />

büyük bir nimeti elde edebilecekti. Yalnız bir mesele kalmıştı. Yesar'ın yanında,<br />

Yahudi efendisi Âmir'in sürüsü vardı. Şimdi bu sürüyü ne yapacaktı? Bunu<br />

Resûlüllah'a sordu:<br />

- Ya Resûlallah! Ben şu gördüğünüz sürünün çobanıyım. Bu hayvanlar bana<br />

emanet edilmiştir. Şimdi ben bunları ne yapayım? Yanımda mı alıkoyayım, sahibine<br />

geri mi vereyim? İade edecek isem, nasıl iade edeyim? dedi.<br />

Peygamberimiz Yesar'a akıl verdi:<br />

- Onları karargâhtan çıkar. Arkalarından ufak taşlar atarak kaleye doğru<br />

sür. Muhakkak yüce Allah, o sürüyü sahibine ulaştıracaktır.<br />

Yesar sevinerek kalktı. Yerden bir avuç kum alarak sürünün üzerine savurdu ve:<br />

- Haydi sahibinize dönün. Vallahi, artık ben size gözcülük ve çobanlık<br />

yapmayacağım, dedi.<br />

Sürüdeki hayvanlar sanki çoban tarafından sürülüyormuş gibi kaleye kadar topluca<br />

gittiler. Sahiplerinin yanına döndüler. Böylece hak yerini bulmuş, emanet sahibine<br />

geri verilmiş oldu.<br />

MÜSLÜMAN HAK YİYEMEZ<br />

Bu olayda ders alınacak önemli bir nokta vardır. Peygamberimiz Yesar'ın<br />

yanındaki sürüye, istese el koyabilirdi. Savaş açmış olduğu bir millete karşı, bunu<br />

yapması son derece olağan da karşılanabilirdi. Fakat o, hak ve hukuka son derece<br />

uygun hareket eder, emanete ihaneti asla caiz görmezdi. Ona işte bu sebeble<br />

Muhammedül-Emin demezler miydi?<br />

Madem sürü Yesar'ın yanında emanetti. Henüz savaş sonucu ganimet olarak da ele<br />

geçirilmemişti. Yesar'ın bu emaneti sahibine geri vermesi şarttı. Müslüman hak<br />

yiyemezdi. Yememeliydi...<br />

İslama leke ve şaibe getirecek en küçük bir hareket ve davranışa göz yumulamazdı.<br />

HERŞEYİN BAŞI İMAN<br />

Daha sonra savaş başladı. Hazret-i Ali sancak çekip çarpışmaya daldığı sırada<br />

Yesar da yanında çarpıştı. Harbin çok kızıştığı bir anda Yahudilerin attığı bir taşla,<br />

Yesar'ın şehit düştüğü görüldü.<br />

İbretli bir tecelli idi bu...<br />

Yesar o gün iman etmiş ve bir vakit bile namaz kılmaya fırsat bulamadan şehit<br />

olmuştu. Yıllarca boş geçen, gayesiz süren bir ömür, birkaç saat gibi kısa bir zaman<br />

dilimi içinde imanla hayatlanınca, gerçek değerini bulmuş, yaradılış hedefine ulaşmış,<br />

sahibine ebedî saadeti, sonsuz bir hayatı kazandırmıştı...<br />

Hem zamanın ne önemi vardı Allah yanında... İmana erdikten, rızaya vardıktan<br />

sonra bir saniye bile olsa yeterdi, milyarlar sene baki bir hayatı elde etmek için...<br />

Yesar şehit düşünce, <strong>Peygamberimizin</strong> yanına getirildi. Arkası üzerine yatırıldı ve<br />

üzerine bir örtü örtüldü. Peygamberimiz ona dönüp ibretle baktı, ashap ta baktılar.<br />

Peygamberimiz şu manidar sözleri söylediler:<br />

- Allah, bu kuluna ikram edip onu hayra sevketti. Bu büyük dereceye ulaştırdı.<br />

Cennet hurilerinden ikisini, şu anda onun baş ucunda ve üzerindeki toz-toprağı<br />

silerken gördüm.<br />

Evet, kimsenin adam yerine koymadığı, herkesin hor görüp küçümsediği Yesar,<br />

elde ettiği samimi imanı ile, bir anda meleklerin gıpta ile baktığı bir dereceye ulaşmış;<br />

7


kıyamete kadar gelecek <strong>insan</strong>lara örnek olarak anlatılmaya lâyık hale gelmişti.<br />

SEVGİNİ ONA SÖYLE!<br />

Abdullah bin Serces bir gün, Allah Resûlü'ne gelerek:<br />

- Ben Ebû Zerr'i seviyorum, demişti. Allah Resulü, bu söz üzerine, Abdullah'a:<br />

- Peki, bunu Ebû Zerr'in kendisine de söyledin mi? diye sordu.<br />

- Hayır, cevabını verdi Abdullah.<br />

Peygamberimiz, bunun üzerine:<br />

- Öyle ise, git, onu sevginden haberdâr et, buyurdular. Abdullah,<br />

bu emir üzerine, kalkıp Ebû Zerr'in yanına vardı. Ve:<br />

- Ben seni Allah için seviyorum, dedi.<br />

- Ebû Zerr:<br />

- Beni kendisi için sevdiğin Allah da seni sevsin., karşılığını verdi.<br />

Abdullah, daha sonra, Allah Resûlünü'nün yanına döndü. Ebû Zerr'le aralarında<br />

geçen konuşmayı O'na nakletti.<br />

Allah Resûlü'nün mübarek ağızlarından, şu müjdeli cümle döküldü:<br />

- Bir <strong>insan</strong>ı sevmekte sevap olduğu gibi, sevdiğini ona söylemekte de sevap<br />

vardır.<br />

Bu olay, İslâm'ın sevgiye verdiği önemi gösteren çarpıcı bir örnektir.<br />

AKLIN BAŞI, İNSANLARA KENDİNİ SEVDİRMEKTİR<br />

"Allah'a imandan sonra, aklın başı, kendini <strong>insan</strong>lara sevdirmektir." (Ramuz)<br />

Bu Peygamber sözünde de ifade buyrulduğu gibi, aklın başı, yani gerçek akıllılık,<br />

Allah'a inanmaktır. Akıllı <strong>insan</strong>, Rabbini tanır. Kendini niçin yarattığını, kendinden ne<br />

istediğini bilir. Bu bilinç içinde, kulluk görevlerini yerine getirmeye çalışır. Allah'a<br />

imandan sonra, en büyük akıllılık, <strong>insan</strong>larla iyi geçinmek, kendini onlara<br />

sevdirmektir.<br />

Şu kısacık ömürde, az süreli dünya hayatında, <strong>insan</strong>larla kavga ve didişmenin yeri<br />

ve önemi yoktur.<br />

Akıllı <strong>insan</strong>, çevresiyle iyi geçinir. Onları sever, kendini de onlara sevdirir.<br />

Herkese faydalı olmaya çalışır.<br />

Kin ve düşmanlık beslemenin kimseye kazandıracağı bir şey yoktur.<br />

SEVGİ DE MİRAS KALIR, DÜŞMANLIK TA...<br />

" - Sevgi de, düşmanlık ta miras kalır." (Ramuz) Sevgi ve düşmanlık hislerinin,<br />

maddi servet gibi, nesilden nesile geçme, babadan oğula miras kalma durumu vardır.<br />

Bu bir sosyal realitedir. Kişi, babasının dostlarını ve arkadaşlarını, babasının<br />

ölümünden sonra da arar; hal hatır sorar, onlarla iyi ilişkilerini devam ettirir. Aynı<br />

devam durumu, babanın düşmanlarına, sevmediği kimselere karşı da söz konusudur.<br />

Babanın hasımları, çocuğun da hasımlarıdır. Nitekim kan davaları bunun tipik bir<br />

örneğidir.<br />

İslâmiyet, sevgide devamlılık ve kalıcılığı güzel görüp teşvik etmişse de,<br />

düşmanlığın miras kalmasını, nesilden nesile intikalini doğru bulmamıştır.<br />

8


SU-İ ZANNA GEÇİT YOK<br />

Ashaptan Enes anlatıyor:<br />

"Resûl-i Ekrem Efendimize bir tabak tirit (et suyuna doğranmış ekmek) getirildi.<br />

Kendisi yemeğe bakarak:<br />

- Bu yemek, tesbih ediyor, dedi. Sonra tabağı kaldırıp bana verdi.<br />

- Onu falana yaklaştır, dedi. Ben tabağı ona yaklaştırınca, o zat da:<br />

- Ya Resûlallah! Ben de tesbih seslerini duyuyorum, dedi.<br />

Allah Resulü, tabağı bir başkasına yaklaştırmamı söyledi. Tabağı<br />

yaklaştırdığımda o da:<br />

- Ya Resûlallah! Ben de tesbih sesini duyuyorum, dedi. Bundan sonra Allah<br />

Resulü bana,<br />

- Tabağı yere bırak, buyurdu.<br />

Bir sahabî,<br />

- Ya Resûlallah! müsaade etseydin de tabak hazır olanların hepsini dolaşsaydı,<br />

onlar da tesbih sesini duysalardı, dedi. Allah Resulü, bu isteğe şu düşündürücü cevabı<br />

verdiler:<br />

- Buna müsaade etsem ve tesbih sesi de birinizde kesilse, onun bir günahı<br />

olduğunu söyler; o kardeşiniz hakkında su-i zanlar ederdiniz..."<br />

Görüldüğü gibi Allah Resulü, <strong>insan</strong>ların birbirlerine su-i zanla, şüpheyle<br />

bakmalarına, saygılarını yitirmelerine sebep olacak durumlara fırsat vermez; cemiyette<br />

sevgi, saygı ve güven ortamının yaygınlaşmasını isterdi.<br />

İnsana <strong>insan</strong>ca muamele gerek...<br />

PEYGAMBERİMİZ İŞKENCEYE MÜSAADE ETMEMİŞTİR<br />

PEYGAMBERİMİZ SÜHEYL'İN DİŞLERİNİ SÖKTÜRMEDİ<br />

Peygamberimiz, düşman da olsa, hiçkimseye işkence edilmesine, <strong>insan</strong> haysiyetine<br />

yakışmayan şekilde davranılmasına müsaade etmemiştir. Bu konuda asr-ı saadette<br />

cereyan etmiş düşündürücü olaylardan bazılarını nakledelim:<br />

Süheyl bin Amr, Kureyş’in ileri gelenlerinden hitabeti kuvvetli bir zat idi. Yaptığı<br />

ateşli konuşmalarla Mekkeli müşrikleri İslâm aleyhine kışkırtırdı. Bedir savaşında esir<br />

edilerek Allah Resulünün huzuruna getirildi. Onun konuşmalarıyla İslama verdiği<br />

büyük zararı dikkate alan Hz.Ömer, Allah Resulüne şu öneriyi yaptı:<br />

- Ya Resûlallah. Bana müsaade et, Süheyl'in ön dişlerinden ikisini sökeyim<br />

de bir daha hiçbir yerde senin aleyhinde ateşli nutuklar atamasın.<br />

Peygamberimiz Hz. Ömer'in bu teklifini hoş karşılamadı. Cevaben:<br />

- Hayır, ya Ömer! Ben dişlerini söktürerek ona işkence yapamam. Yaparsam<br />

Allah da beni - Peygamber olmama rağmen - aynı şekilde cezaya uğratır."<br />

buyurdu.<br />

Ne düşündürücü bir sözdü bu...<br />

Allah'a şirk koşan biri bile olsa, <strong>insan</strong> haysiyetine yakışmayan bir muamele<br />

yapılmasına, işkence edilmesine, Allah Resulü izin vermiyordu.<br />

Kendisine "İşkenceci" dedirtmeyi; tarih önünde böyle tiksindirici bir vasıfla<br />

anılmayı, peygamberliğin şanına lâyık görmüyordu.<br />

Resûlüllah Efendimiz, işkence konusunda İslâmın temel ölçüsünü bu şekilde<br />

9


elirttikten sonra, Süheyl ile ilgili şu müjdeli açıklamayı yaptı:<br />

- Ya Ömer! Süheyl'in bugün İslâm'a verdiği zararı düşünüp üzülme. Umulur<br />

ki o ileride bu güçlü hitabetiyle İslâmın lehine öyle bir tavır ortaya koyar ki, seni<br />

çok sevindirir. Şimdiki kızgınlığın o gün sevgiye döner.<br />

Gerçekten de Süheyl, Mekke'nin fethinden sonra iman etti. Samimi bir müslüman<br />

oldu. <strong>Peygamberimizin</strong> âhirete göçmesi üzerine bazı Arap kabileleri içinde İslam'dan<br />

cayma (irtidat) hareketleri başladığı ve Mekke'de de bazı kıpırtılar görüldüğü bir<br />

sırada, ortaya atıldı. Çok özlü ve etkili bir konuşma yaparak halkı yatıştırdı. İslâmdan<br />

dönüşü önledi.<br />

Onun bu konuşmasından bir bölümü şöyleydi:<br />

- Vallahi! Ben iyi biliyorum ki, güneşin doğması ve batması devam ettiği<br />

müddetçe, tâ kıyamete kadar bu din devam edecektir.<br />

- Ey halkım! Ben Kureyş'in karada ve denizde en çok taşıtları bulunanıyım. Siz<br />

devlet başkanınıza boyun eğiniz ve zekatlarınızı da ona ödeyiniz. Eğer İslâmiyet<br />

dediğim gibi devam etmez, yok olmaya maruz kalırsa işte servetim... Sizin<br />

zekâtlarınızı geri vermeyi ben üzerime alıyorum.<br />

Hz.Ömer, Süheyl'in bu yatıştırıcı sözlerini işitince <strong>Peygamberimizin</strong> onun<br />

hakkında yıllarca önce verdiği müjdeyi hatırlamış: "Ben şahadet ederim ki sen<br />

Allah'ın Resulüsün, haksın ve doğrusun" demekten kendini alamamıştır.<br />

MÜ'MİN ARDINDA KÖTÜ NAM BIRAKMAZ<br />

Uhud savaşında puta tapıcı Mekkeliler müslümanlara büyük bir hınç ve kinle<br />

saldırmışlar, sadece öldürmekle yetinmeyip şehit düşen mü'minlerin cesetlerini kesip<br />

doğramak gibi benzeri görülmemiş bir vahşet sergilemişlerdi. Hele <strong>Peygamberimizin</strong><br />

amcası Hz.Hamza'ya yapılanlar, tüyler ürpertici görüntüde idi.<br />

Ashab'tan Ebû Katade, Hz. Hamza'nın parçalanmış cesedini görünce<br />

dayanamamış, meydanda serili yatan düşman cesetlerine aynı muameleyi yapma<br />

niyetiyle ayağa kalkmıştı. Onun bu niyetini anlayan Allah Resulü ona "otur" demiş,<br />

izin vermemişti. Bu olay 3 kere tekrarlandı. Düşman cesetlerine misilleme yapmak<br />

üzere ayağa kalkan Ebû Katade'ye her defasında Allah Resulü engel oldu ve sonunda<br />

şu uyarıyı yaptı:<br />

- Sen Allah'tan, onların bu yaptıklarının ödülünü bekle ve sevabıyla yetin, Ey Ebû<br />

Katade! Ama düşmanlarımızın cesetleri birer emanettir. Biz onlara dokunamayız.<br />

Şehitlerimizin cesetlerine yapılanlar ise, onların azgınlık ve zulümlerinin eseri,<br />

<strong>insan</strong>lık dışı davranışlardır. Allah onlan bu çirkin eylemleri dolayısıyla yüzükoyun<br />

yere çarpacak, lâyık oldukları cezayı verecektir.<br />

Ey Ebû Katade! Sen yaptıklarının asırlar boyunca müşriklerin yaptıklarıyla<br />

birlikte yerilerek, kınanarak, nefret duyularak anılmasını ister misin?<br />

Ebû Katade, bu ikâz üzerine, yapmak istediği işin yanlışlığını anladı.<br />

- Allah'a yemin olsun ki, ya Resûlallah! Ben onların yapmış oldukları şeye, şahsım<br />

için değil, ancak Allah ve Resulü adına kızdım, diyerek maksadının aslında Allah ve<br />

Resulünün rızâsını <strong>kazanma</strong>k olduğunu belirtti.<br />

Peygamberimiz de:<br />

- Doğrusun. Onlar Peygamberlerine karşı ne kötü bir topluluk olduklarını<br />

ispatladılar, dedi.<br />

Ebû Katade'den başka sahabiler de, Hendek günü, mü'minlerin cesetlerine yapılan<br />

vahşeti görünce, dayanamamışlar, misilleme yapmak için yemin etmişlerdi.<br />

Peygamber Efendimiz onlara yeminlerini bozdurup keffaret verdirdi.<br />

Cesetlere dokunmayı kesinlikle yasakladı.<br />

Bu olaydan alınacak temel ölçüleri şu şekilde tespit edebiliriz:<br />

- İnsanlık dışı bir muameleye, <strong>insan</strong>lık dışı bir şekilde karşılık vermek, İslama<br />

yakışmaz. Yalanları böyle ağır bir muameleye maruz kalanlar, bu durumun sevap<br />

10


ve mükafatı artırıcı bir imtihan hali olduğunu düşünüp sabretmeliler. Allahtan<br />

mükâfatını beklemeli, o ödülle teselli bulmalı, haddi aşıp aynı <strong>insan</strong>lık dışı<br />

muameleyi icraya kalkışmamalıdır.<br />

- Mü'min her halinde, her tavrında hayırlı olmalı, daima iyilikle anılmalı, kötü<br />

örnek olmamalı; ardından, kötü nam bırakmamalıdır.<br />

- Zulüm devam etmez. Mazlumun âhı yerde kalmaz. Yeter ki, biz zulme zulümle<br />

karşılık verip kendimiz de cezayı hak eder duruma düşmeyelim...<br />

NE ÖLÜSÜ, NE PARASI<br />

Hazret-i Ali Hendek günü müşriklerin ileri gelenlerinden Nevfel bin Abdullah ile<br />

çarpışmış, onu hendek içinde öldürmüştü.<br />

Nevfel'in ölüsünün hendek içinde mü'minler tarafında kalması müşriklere ağır<br />

gelmişti. Bu aşağılayıcı durumdan kurtulmak için cesedi geri almak istediler.<br />

Peygamberimize adam göndererek:<br />

- Nevfel'in ölüsünü gömmek için bize ver de sana diyetini ödeyelim, dediler.<br />

Ölüsünün teslim edilmesi karşılığında 10.000 dirhem vermeyi teklif ettiler.<br />

Peygamberimiz:<br />

- Bize onun ne ölüsü, ne de parası lazımdır. Onun ölüsünün de, cesedinin<br />

diyet parasının da bize hayrı yoktur, dedi.<br />

Sonra ashabına:<br />

- Müşrikleri ölüleri ile başbaşa bırakınız, buyurarak Nevfel'in ve diğer puta<br />

tapıcılann ölülerinin iade edilmesini emretti. Müşriklerin gönderdikleri 10.000<br />

dirhemi de geri çevirdi...<br />

Her <strong>insan</strong> Cenneti <strong>kazanma</strong>ya adaydır<br />

İNSAN KAZANMAK EN BÜYÜK HİZMET...<br />

HÜNER CEHENNEME ADAM GÖNDERMEK DEĞİL, CENNETE ADAM KAZANMAKTIR<br />

Peygamber Efendimiz, İslâm inancına <strong>insan</strong> <strong>kazanma</strong>k konusunda son derece<br />

dikkatli ve gayretli davranır, sabır ve serinkanlılıkla ile hareket ederdi. Hiç kimseden<br />

ümid kesmez; tatlı dil ve etkileyici sözlerle herkesi imâna davet ederdi. Kendisine<br />

yapılan en çirkin muameleleri bile, sanki olmamış sayar; o muamele sahiplerini<br />

utandırıcı, yaptıklarını yüze vurucu tavırlardan uzak kalırdı.<br />

Bazan <strong>insan</strong>lar onun huzuruna içleri kin ve düşmanlık kaplı olarak girerler,<br />

çıkarken kalpleri sevgiyle dolu çıkarlardı. Nitekim <strong>Peygamberimizin</strong> amansız<br />

düşmanlarından Ebû Süfyan'ın karısı Hind, Mekke'nin fethi günü Allah Resulü ile<br />

görüşüp İslama girince, şu itirafı yapmaktan kendini alamamıştı:<br />

- Hz. Muhammed'e (Allah'ın Rahmet ve Selamı üzerine olsun) iman ettiğim şu<br />

ana kadar, içimde ona karşı büyük bir düşmanlık besliyordum. Halbuki şu anda,<br />

bana hiçbirşey, ondan daha sevimli, ondan daha değerli gelmiyor.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> sabrı, affı, hoşgörüsü, Hind gibi daha nice İslâm düşmanlarını<br />

insafa getirmiş, kalp ve ruhlarını İslama ısındırmıştı.<br />

Burada, <strong>Peygamberimizin</strong> <strong>insan</strong> <strong>kazanma</strong>daki sabır ve dikkatini gösteren<br />

düşündürücü bir misal arzedeceğiz:<br />

Peygamberimiz hicretin 17. ayında Abdullah bin Cahş komutasında 12 kişilik bir<br />

seriyye (askeri birlik) hazırlamıştı. Onları, Mekke'nin yukarısındaki Nahle Vadisine,<br />

etrafı araştırmak, düşmanın durumu hakkında bilgi toplamak üzere keşfe göndermişti.<br />

Abdullah bin Cahş ve askerleri, Nahle'ye vardıklarında orada Kureyş'in kuru<br />

üzüm, deri ve benzeri şeyler yüklü bir ticaret kervanı ile karşılaştılar. Kervan Taif’ten<br />

gelmekteydi. İslâm ordusu bir baskın düzenleyerek, kervanı ele geçirdiler. Kervanda<br />

bulunan Mekke'nin ileri gelenlerinden Hakem bin Keysan'ı da esir ederek,<br />

Medine'ye geri döndüler.<br />

11


Peygamberimiz, Medine'de Hakem bin Keysan'ı İslama davet etti. Fakat Hakem,<br />

bu daveti kabul etmediği gibi, İslâmla alay etmeğe, Peygamberimize dil uzatmağa<br />

başladı. İslâm düşmanlarına karşı şiddetli haliyle bilinen Hz. Ömer, onun bu<br />

alaylarına daha fazla dayanamayarak:<br />

- Ya Resûlallah! Bununla ne diye konuşuyorsun? Bu, hiçbir zaman Müslüman<br />

olmaz, verelim cezasını gitsin, dedi.<br />

Peygamberimiz Hz. Ömer'in sözünü dikkate almadı. Anlatmağa devam etti. Uzun<br />

konuşmalardan sonra, nihayet Hakem, anlatılanlardan ikna oldu. Ve şehadet<br />

kelimesini söyleyerek İslama girdi.<br />

Peygamberimiz bu duruma çok sevindi. Keysan'la ilgili olumsuz görüşleri olan Hz.<br />

Ömer'e ve ashabına dönerek:<br />

- Eğer sizin bu zât hakkındaki görüşünüze uysaydık, onu ilk anda öldürmüş,<br />

Cehenneme yollamış olurduk, buyurdu.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> bu sözü, düşündürücü olduğu kadar uyarıcıdır da.<br />

Hüner, Cehenneme adam göndermek ve Cehennemliklerin sayısını artırmak değil.<br />

Cennete adam <strong>kazanma</strong>ktır.<br />

Nitekim Hz. Ömer de, Hakem'i her gördüğünde, <strong>Peygamberimizin</strong> huzurunda onu,<br />

gösterdiği saygısız davranışlardan dolayı öldürtmek istediğini hatırlar,<br />

- Eğer benim dediğim olsaydı, şimdi bu kişi Cehennemde olacaktı, diye<br />

söylenip üzüntü duyardı.<br />

Kaderin ibretli bir tecellisidir ki, Hakem, Müşriklerin mü'minlere hazırladığı Maûne<br />

Kuyusu komplosunda şehit düşmüştür. <strong>Peygamberimizin</strong> sabrı ve hoşgörüsü sayesinde<br />

yalnız inkar halinden kurtulmakla kalmayıp, şehitlik gibi yüce bir mertebeye çıkmak<br />

mutluluğuna da ulaşmıştır.<br />

"Benim durumumla sizin durumunuz şu misale benzer ki: Adamın biri ateş yakmış. Bunun üzerine<br />

çekirge ve küçük kelebekler içine düşmeye başlamışlar. O ise onlan ateşten rnenediyor. İşte ben de<br />

bunun gibi, sizi ateşten korumak için, belinizden tutuyorum. Halbuki siz, elimden kaçıveriyorsunuz."<br />

-Hadis Meali-<br />

DEVESİNİ ELİNDEN KAÇIRAN ADAM ÖRNEĞİ...<br />

Bir çöl <strong>insan</strong>ı, Resûlüllah Efendimize gelerek, yardım istemişti. Peygamberimiz<br />

ona, bir miktar bağışta bulundu. Ancak bedevi, verilenleri azımsadı.<br />

- Sen bana yeteri kadar vermedin, diye Peygamberimize itirazda bulundu.<br />

Sahabe-i Kiram, çöl adamının bu sözlerine kızdılar. Kalkıp üzerine yürümek,<br />

dışarı atmak istediler.<br />

Allah Resulü onlara işaret ederek durdurdu. Bedeviye:- Sen bize geldin. Yardım<br />

olarak bir şeyler istedin. Biz de verdik. Buna rağmen sanki alacağın varmış gibi,<br />

ileri geri konuşuyorsun, dedi. Ona, bu şekilde davranmasının yanlış olduğunu<br />

hatırlattı.<br />

Daha sonra Bedeviyi alıp eve kadar götürdü. Ona, evde bulduklarından bir miktar<br />

daha bağışta bulundu.<br />

- Artık sana fazlasıyla verdim, değil mi? diye sordu. Çöl adamı, bu sefer gerçekten<br />

memnun olmuştu. Evet, fazlasıyla verdin. Allah seni, aileni ve kabileni hayırla<br />

ödüllendirsin, dedi. Peygamberimiz: Sen az önce verdiğimizi az bulup ileri-geri<br />

konuşmakla ashabımın kızmalarına sebep oldun. Yanlarına git. Burada bana<br />

söylediklerini onlara da söyle ki, sana karşı kalplerinde öfke kalmasın, buyurdu.<br />

Beraber ashabın yanına döndüler.<br />

Bedevi, Peygamberimize yalnızken söylediklerini, ashabın önünde de tekrarladı.<br />

Bu sözleri duyunca sahabilerin öfkeleri yatıştı. Bedeviye olan kızgınlıkları<br />

geçiverdi. Peygamberimiz, bu vesile ile onlara şu önemli hatırlatmayı yaptı:<br />

12


- Benimle sizin şu bedeviye karşı halimiz, devesini elinden kaçıran adamın<br />

haline benzer. Herkes devenin peşinden koştuğu halde, onu tutmak şöyle dursun,<br />

tersine ürkütürler. Huysuzlaştırıp azdırırlar. Sahibi ise, devenin peşinden koşan<br />

halka:<br />

-Devemi bana bırakın. Ben onun huyunu, suyunu sizden iyi bilirim, der.<br />

Devesinin yanına yaklaşır. Yerden bir tutam ot alarak devesine gösterir. Deve<br />

sakinleşerek sahibine gelir. Sahibi de yükünü ona yükler. Binip gider.<br />

Eğer ben bu Bedevinin sözlerine kırılarak ona karşı, sizin gibi davranmış olsa<br />

idim; bu, mutlaka benden uzaklaşırdı. Onun gönlünü <strong>kazanma</strong>m söz konusu<br />

olmazdı.<br />

İMAN KURTARAN SAHABİYİ PEYGAMBERİMİZİN TAKDİRİ<br />

Haris bin Müslim anlatıyor:<br />

"Resûlüllah bizi bir kabile üzerine savaşmaya yollamıştı. Hücum yerine<br />

geldiğimizde atım bir şeyler hissetti. Gizlendik. Uğultu çıkararak gelen bir kafileye<br />

rastladık. Ben hemen ortaya atılarak:<br />

- Allahtan başka ilâh yoktur deyiniz ki kurtulasınız, dedim ve onları İslâm'a davet<br />

ettim. Onlar da hiç zorlanmadan İslâmı kabul ettiler. Ancak arkadaşlarım bana<br />

kızdılar:<br />

- Elimize düşmüş, ayağımıza gelmiş bir ganimetten bizi mahrum bıraktın, dediler.<br />

Döndüğümüzde olayı Allah Resulüne anlatmışlar.<br />

Resûlüllah Efendimiz, daha sonra beni yanına çağırdı. Yaptığıma kızmak şöyle<br />

dursun, çok memnun kaldığını söyledi.<br />

- İyi bil ki, Allah sana bu kadar <strong>insan</strong>ın canını kurtardığın, imanına sebeb<br />

olduğun için, herbirine karşılık sevap yazdı, buyurdu.<br />

Allah Resulü ayrıca:<br />

- Benden sonra Müslümanları idare edecek olanlara, senin hakkında bir tavsiye<br />

yazısı yazıp sana vereceğim. Ve seni kollamalarını söyleyeceğim, dedi. Mektubu<br />

yazdırdı. Mühürleyip verdi. Son olarak ta:<br />

- Sabah namazını kıldığında hiç kimse ile konuşmadan 7 kere "Allahümme<br />

ecirna minennar: Allahım beni ateşten koru" diye dua et. Eğer o gün ölürsen,<br />

Allah seni cehennemden korur. Akşam namazını kıldığında da, yine 7 kere<br />

aynı duayı yap. Eğer o gece ölürsen, Allah, yine seni ateşten korur... buyurdu.<br />

Bu olay, <strong>insan</strong>ların hidayetlerine, maddî ve manevî kurtuluşlarına sebeb olmanın,<br />

Allah Resulü yanında ne derece büyük bir hizmet ve hayırlı bir ibadet olduğunu<br />

göstermektedir. Bu hizmeti yapan sahabisini, Allah Resulü, Cehennem ateşinden<br />

kurtaracak bir duayı öğreterek ayrıca ödüllendirmiş;<br />

bizlere de Cehennemden korunmanın bir vesilesini böylece göstermiştir.<br />

BİR KİŞİNİN SENİNLE HİDAYETE GELMESİ...<br />

Peygamberimiz, İslâm toplumu aleyhine devamlı düşmanla işbirliğine giren<br />

Yahudi tehlikesini ortadan kaldırmak için Hayber üzerine yürümüştü. Hayber<br />

savaşının son gününde, sancağı Hz. Ali'ye teslim etmiş: Allah'ın onun eliyle Hayber'in<br />

fethini nasip edeceğini bildirmişti.<br />

Hz. Ali'ye sancağı verirken de:<br />

- Ya Ali, al bu sancağı! Korkmadan ilerle. Allah sana fethi nasip edinceye kadar<br />

çarpış. Sakın arkana dönüp kaçma, buyurmuştu. Hz. Ali biraz ilerleyince:<br />

- Ya Resûlallah! Ben neyi gerçekleştirmek için onlarla çarpışacağım, diye seslendi.<br />

Peygamberimiz:<br />

- Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in onun Resulü olduğuna<br />

13


şehadet getirinceye kadar, onlarla savaşmaya devam et. Bu dediğini söylerlerse, can<br />

ve mallarını benden kurtarırlar. Kalplerindekinin hesabı ise, Allah'a aittir, buyurdu.<br />

Efendimiz bu sözleriyle Yahudilerin ihanetlerine artık kesin şekilde son vermek<br />

istediğini ortaya koyuyordu. Ya İslâm'a girecekler veya ihanet cezası olarak<br />

yerlerinden, mallarından olmayı göze alacaklardı.<br />

Peygamberimiz Hz. Ali'ye son bir tavsiyeyi şöyle yapmıştı:<br />

- Ya Ali! Vallahi senin vasıtanla Allah'ın onlardan bir tek kişiye hidayet<br />

vermesi (doğru yola iletmesi) senin için bir vadi dolusu kızıl develere sahip olup<br />

onları Allah yolunda sadaka olarak dağıtmandan hayırlıdır.<br />

Resûlüllah Efendimizin haber verdiği gibi, o gün Hayber, Hz. Ali tarafından<br />

fethedildi. Müslümanlar pek çok ganimet ele geçirdiler. İslâm toplumuna tehdit<br />

oluşturan Yahudi tehlikesi de böylece ortadan kalkmış oldu.<br />

İSLAMA BİR İNSAN KAZANDIRMAK, EN HAYIRLI HİZMETTİR...<br />

Ashap'tan Mes'ud bin Huneyde, Müstalik oğulları seferi sırasında, Abdülkays<br />

oğullarından bir adama rastlamıştı. Ona İslâmiyeti anlatıp iman etmeye teşvik etmişti.<br />

O zat ta, anlatılanların etkisinde kalarak Müslüman olmuştu.<br />

Mes'ud bin Huneyde, Resûlüllah Efendimizle karşılaşınca, bu olayı bildirdi.<br />

Yaptığı iş hakkında, onun kanaatini öğrenmek istedi.<br />

Peygamberimiz, Mes'ud bin Huneyde'yi, yaptığı faaliyetten dolayı tebrik etti. Ve:<br />

- Bir kimsenin senin önünde, senin elinle müslüman olması, yeryüzünde<br />

üzerine güneşin doğup battığı her şeyden senin için daha hayırlıdır, buyurdu.<br />

Böylece, bir kimsenin hidayetine vesile olmanın, İslama bir <strong>insan</strong><br />

kazandırmanın ne derece önemli bir hizmet olduğunu ifade etmiş oluyordu.<br />

KALPLERİ İSLAMA ISINDIRILANLAR<br />

(MÜELLEFE-İ KULÛB)<br />

Mekke'nin fethinden sonra meydana gelen Huneyn ve Evtas savaşlarında<br />

Müslümanların eline çok miktarda ganimet geçmişti. Peygamberimiz Cirane<br />

mevkiinde bir kaç gün kalarak, bu malları Müslüman gazilere taksim etti. Herbirine<br />

4'er deve verdi. Bu arada kalplerini İslama ısındırmak istediği bazı kimselere -ki<br />

bunlara müellefe-i kulûb denir - diğer Müslümanlardan çok hisse ayırdı.<br />

Müellefe-i Kulûb, Mekke'nin fethinden sonra İslama girip henüz kalplerinde<br />

imanları yeterince kuvvet bulmamış yeni Müslümanlardı.<br />

Ebû Süfyan, İkrime, Süheyl bin Amr gibi...<br />

Peygamberimiz bunların kalplerini İslama iyice ısındırmak, içlerinde kalan son<br />

tereddüt ve şüphe izlerini de iyice gidermek istiyordu. Bu sebeple cömertçe ikram ve<br />

ihsanlarda bulunuyordu.<br />

Öyle ki, Peygamberimiz müellefe-i kulûptan bir kısmına ganimet mallarından yüzer<br />

deve, bazılarına da 40'ar deve vermişti. Bir miktar da gümüş hediye etmişti. Kureyş'in<br />

lideri Ebû Süfyan, bu lütuf ve ihsan karşısında:<br />

- Anam babam sana feda olsun ya Resûlallah! Bu ne lütuf ve keremdir? Allah<br />

hakkı için, sen hem barış zamanında, hem de savaş zamanında <strong>insan</strong>ların en<br />

cömerdisin. Allah seni hayırla mükâfatlandırsın, demişti.<br />

Peygamberimizden, İslama girip girmeme konusunda düşünmek için 4 ay süre alan<br />

Safvan bin Ümeyye de, vadide en iyi cinsten 100 kadar devenin toplandığını görmüş,<br />

çok beğenip: - Ne iyi, ne güzel develer, demişti.<br />

Resûl-i Ekrem, Safvan'ın develerden hoşlandığını görünce:<br />

- Öyleyse onlar senin olsun, buyurmuştu. Safvan, Allah Resulünün bu lütfu<br />

karşısında:<br />

- Bu mertebe lütuf ve cömertlik, ancak Peygamberlerde bulunur, demiş ve<br />

14


kendine tanınan sürenin bitmesini beklemeden müslüman olmuştu.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> yeni Müslümanlara gösterdiği bu büyük ikram ve cömertliğin<br />

hikmetini anlamayan bazı sahabeler, yapılan taksime itiraz etmişlerdi. Abbas bin<br />

Mirdas ta, onlardan biriydi.<br />

Şair ruhlu Abbas, bir kaside söyleyerek itirazını dile getirmişti.<br />

Peygamberimiz, Abbas'ın sitemini duyunca bu sözlerin başkalarını da tahrik<br />

edeceğini düşünerek, yanındakilere:<br />

- Bunun dilini kesin, diye emir verdi, Hz. Ali, Abbas bin Mirdas'ı, kolundan tutup<br />

Hz.Peygamberin huzurundan dışarı çıkardı. Abbas, bir an için, Allah Resulünün<br />

söylediği sözün ne mânâ ifade ettiğinde tereddüte düştü.<br />

- Ya Ali, gerçekten dilimi kesmeye mi götürüyorsun, dedi.<br />

Hz. Ali, bu sözün, "bunu ikna edip ağzını kapayın, başkalarını diliyle tahrik<br />

etmesine mani olun" mânâsında söylendiğini biliyordu. Bu sebeble:<br />

- Resûlüllahın emrettiğini yapacağım, karşılığını verdi. Onu develerin bulunduğu<br />

yere götürüp:<br />

- Ya Abbas! Resûlüllah, seni Muhacirlerden ve Ensardan biri sayıp 4 deve verdi.<br />

İstersen 4 deveye kanaat edip onlardan ol, dilersen 100 deve alıp yeni<br />

Müslümanlardan biri sayıl, dedi.<br />

Abbas, Hz. Ali'nin bu alternatifli teklifi karşısında şaşkın ve suskun kaldı. Meseleyi<br />

hiç böyle düşünmemişti. Nihayet Resûlüllahın verdiği 4 deveyi tercih ederek, Muhacir<br />

ve Ensar arasında sayılmayı kabul etti. İmanları henüz zayıf yeni Müslümanlar<br />

sınıfına girmek istemedi.<br />

Abbas bin Mirdas, daha sonra Resûlüllahın huzuruna dönünce, Peygamberimiz<br />

ona:<br />

- Ya Abbas! Benim hakkımda şiir mi söyledin? diye takılmadan edemedi. Abbas ta:<br />

- Ya Resûlallah! Şiirim dilimin ucunda karınca gibi dilimi ısırır, söylemeden<br />

duramam. Bu konuda iradem elimde değil, diye özür beyan etti.<br />

Peygamberimiz de tebessüm ederek:<br />

- Arap kavmi böyledir işte. Şiir söylemezlerse duramazlar. Nasıl ki deve<br />

bağırmadan duramaz, buyurdu.<br />

İNSANLARI DİNE ISINDIRMADA EN ETKİLİ METOD<br />

Resûl-i Ekrem Efendimiz, İslâm'ı <strong>insan</strong>lara anlatırken, en güzel irşad metodlarına<br />

başvurur, <strong>insan</strong> psikolojisinin en ince ve en hassas noktalarını dikkate alır, muhatabını<br />

islâm'a <strong>kazanma</strong>k için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaktan geri durmazdı.<br />

Bilhassa dine ısındırmak, İslâm'a yaklaştırmak istediği kimselere özel bir ilgi<br />

göstermek, farklı bir iltifatta bulunmak, onun her zaman başvurduğu <strong>insan</strong> gönlünü<br />

<strong>kazanma</strong> metodlarından biriydi. Bir gün kendisine şöyle bir sual yöneltilmişti:<br />

- Ya Resûlallah! Uyeyne bin Hısn ve Akra bin Habis gibi uzun zaman size<br />

düşmanlık yapmış ve İslâm'a henüz yeni girmiş kimselere olmadık ikram ve iltifatı<br />

gösteriyor, elinize birşey geçtiğinde onlara fazla fazla veriyorsunuz. Halbuki beri<br />

tarafta Cuayl bin Suraka gibi eskiden inanmış, samimi bir Müslüman ve fakir bir<br />

<strong>insan</strong>a, hem onlar kadar iltifat etmiyor, hem de onlara verdiğinizden daha az<br />

veriyorsunuz. Bunun sebebi nedir?"<br />

Allah Resulünün cevabı hazırdı:<br />

- Allah'a yemin olsun ki Cuayl, Uyeyne ve Akra gibilerin yeryüzü dolusu<br />

kadarından fazilet ve dindarlıkta daha üstündür. Fakat ben Uyeyne ve Akra'ya bu tarz<br />

muamelem ile, onları <strong>kazanma</strong>ya, İslâm'a ısındırmaya çalışıyorum. Çünkü bunlar,<br />

15


toplumlarının reisleri, hatırı sayılır nüfuzlu kimseleridir. Bu iyi muameleler sebebiyle<br />

onların İslâm'a sarılmaları, pek çok kimsenin İslâm'a bağlanmasına sebeb olabilir.<br />

Halbuki Cuayl, ihlaslı bir Müslüman ve sağlam bir dindardır. O, bu gibi ikram ve<br />

iltifatları ne ister, ne de ihtiyacı vardır."<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> bu cevabından anlaşılıyor ki, İslâm'ı yeni benimsemiş veya dini<br />

hayat yaşamaya yeni başlamış kimselere, sair Müslümanların ellerinden geldiğince<br />

anlayışlı ve iltifatlı davranmaları, böylelikle onları İslâm'a ve Müslümanlara<br />

ısındırmaya çalışmaları, önemli bir hizmet prensibidir.<br />

İMANDA DİRENMENİN MÜKAFATI<br />

Cebr, Abduddar oğullarının kölesiydi. Aslen Yahudi idi. Hicretten önce Mekke'de<br />

Allah Resulünden Yusuf sûresini dinlemiş, işittiklerinin Allah Kelâmı olduğuna<br />

kanaat getirerek İslama girmişti. Bu durumu, Efendilerinden gizlemekte idi.<br />

Abdullah bin Ebî Şerh, müslümanlıktan vazgeçip Mekke'ye kaçınca, Mekke'deki<br />

gizli müslümanları bir bir ifşa etmiş, bu arada Cebr'in durumunu da puta tapan<br />

Efendilerine haber vermişti. Onlar da kölelerini en ağır işkencelere uğratmışlar, zor<br />

kullanarak İslâmdan döndürmeye çalışmışlardı.<br />

Mekke fethedilince, Cebr gelip başından geçenleri ağlayarak Allah Resulüne<br />

anlattı. Peygamberimiz dinlediklerinden duygulandı. Cebr'i derhal Efendilerinden<br />

satın alarak kölelikten kurtardı.<br />

Onu Âmir oğullarından soylu bir kadınla evlendirdikten başka, kendisine<br />

geçineceği kadar bir mal bağışında da bulundu.<br />

Cebr, inancından vazgeçmeyip direnmesinin mükâfatını, böylece âhiretten önce<br />

dünyada da görmüş oluyordu. Zira hem özgürlüğüne kavuşmuş, hem iyi bir evlilik<br />

yapmış, hem de kendini geçindirecek kadar bir servetin sahibi olmuştu..<br />

Lanet değil Rahmet Peygamberi<br />

PEYGAMBERİN VAZİFESİ ANCAK TEBLİĞDİR<br />

BEDDUAYA İZİN YOK...<br />

Resûlüllah Efendimiz, ashabına ve ümmetine daima Allah'tan hayır dua eder, onlar<br />

hakkında dünya ve âhirette hep iyilik dilerdi.<br />

İslâmiyete ve müslümanlara büyük zarar veren, kendisini çok üzüp rencide eden<br />

kimselere ise, çok nadir de olsa beddua ettiği olurdu.<br />

Uhud Savaşı sırasında da bir ara Peygamberimiz müşriklerin peşpeşe gelen<br />

saldırılarından çok sıkılmıştı. Gözü önünde en değerli sahabelerinin şehit edilişinden<br />

fevkalade üzülmüş ve nadir hallerde başvurduğu bedduaya başlamıştı:<br />

- Allahım! Ebû Süfyan'ı rahmetinden uzaklaştır.<br />

- Allahım! Haris bin Hişam'ı rahmetinden uzaklaştır.<br />

- Allahım! Safvan bin Ümeyye'yi rahmetinden uzaklaştır...<br />

Beddua ettiği bu kimseler, müslümanlara o sıralar en çok zarar veren, en fazla<br />

düşmanlık gösteren kimselerdi. Ancak Resûlüllah'ın bu bedduası üzerine Allah<br />

Cebrail'i göndermiş, şu âyetleri indirmişti:<br />

"Ey Resulüm! Kulların işinden hiçbir şey sana ait değildir. (Senin elinde bir<br />

şey yoktur)<br />

Allah ya onlara (rahmetiyle) tövbe nasip eder yahut zalim oldukları için azaba<br />

uğratır.<br />

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O dilediğini rahmetine erdirir,<br />

dilediğini de rahmetinden uzaklaştırarak cezaya çarptırır.<br />

16


Allah kullarına karşı çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Âli İmran, 128-129)<br />

Bu âyetlerde rahmet etmek veya azap vermenin, yalnızca Allah'a ait olduğu, bunun<br />

Peygamberin elinde olan bir şey olmadığı belirtiliyordu.<br />

Şu halde Allah Resulünün, Allah'ın izni olmadan beddua etmeye, hiç kimse<br />

hakkında kötü akıbet dilemeye yetkisi yoktu. Kimi, nasıl bir akıbetin beklediğini<br />

ancak Allah bilirdi. Ve bu takdir edilen akıbeti değiştirmeye de, kimsenin gücü<br />

yetmezdi.<br />

Nitekim, Resûlullah'ın beddua etmek istediği şahısların hepsinin de, sonradan<br />

tövbeye gelip iyi birer Müslüman olduklarını görüyoruz.<br />

Bu âyetlerin gelmesinden sonra, Allah Resulü bedduayı gerektiren bir hal olduğu<br />

zaman, önce Rabbimizin muradının ne olduğuna bakar; ancak onun izin verdiği<br />

durumlarda bedduaya başvururdu.<br />

Uhud Savaşı'nın iyice kızıştığı bir andı. Resûlüllah Efendimizin dişleri kırılmış,<br />

yüzü yaralanıp kan revan içinde kalmıştı. Onu bu halde görmek sahabelere çok ağır<br />

gelmişti. Mekkeli müşriklere karşı, büyük bir hiddet duygusu içinde:<br />

- Ya Resûlallah! Bu hâle gelmene sebebiyet veren Kureyş müşriklerine beddua<br />

etsen, lanet yağdırsan ya, demişlerdi.<br />

Peygamberimiz ise, müşriklere lanet ve beddua edilmesini bekleyen sahabilerine,<br />

yukarda mealini sunduğumuz İlâhi vahyin de ışığında, şu karşılığı vermişlerdi:<br />

- Ben <strong>insan</strong>ları lanetleyici olarak gönderilmedim. Ancak onları doğru yola<br />

çağırıcı ve rahmete ulaştırıcı olarak gönderildim.<br />

Allahım, halkıma sen doğru yolu göster. Onlara hidayet ver... Çünkü onlar<br />

doğruyu bilmiyorlar...<br />

ALLAHIM! DEVS KABİLESİNE HİDAYET VER!<br />

Devs kabilesinden ilk iman eden kişi Tufeyl bin Amr'dır. <strong>Peygamberimizin</strong><br />

Mekke'de İslâmiyeti açıktan yaymaya başladığı yıl içinde gelip Allah Resulü ile<br />

görüşmüş, ondan Kur'ân dinlemiş, duyduklarından etkilenerek İslâmiyeti kabul<br />

etmiştir.<br />

Tufeyl müslüman olduktan sonra kabilesine döndü. Onları İslama davet ettiyse de,<br />

sözünü kimseye dinlettiremedi.<br />

Çalışmaları bu şekilde neticesiz kalınca Allah Resulüne gelerek halkını şikâyet<br />

etti:<br />

- Ya Resûlallah! Devsliler Allah'a isyan içindeler. İslama girmeleri için yaptığım<br />

tüm çağrıları reddettiler. Onlara beddua et de, yok olup lâyıklarını bulsunlar, dedi.<br />

Peygamberimiz bu istek üzerine kıbleye döndü. Ellerini kaldırdı. Onu bu halde<br />

görenler:<br />

- Devs kabilesinin işi bitti artık, dediler. Ancak Allah Resulünün ağzından şu<br />

kelimelerin döküldüğü duyuldu:<br />

- Allahım, Devs kabilesine hidayet ver, onları doğru yola ilet.<br />

- Allahım Devs kabilesine hidayet ver, onları doğru yola ilet.<br />

- Allahım Devs kabilesine hidayet ver, onları doğru yola ilet.<br />

Peygamberimiz, bu beklenmedik duadan sonra, Tufeyl'e yönelerek:<br />

- Kavmine dön. Onları güleryüz ve tatlı dille İslâmiyete çağırmaya devam et.<br />

Kendilerine yumuşak davran, buyurdu.<br />

Tufeyl, <strong>Peygamberimizin</strong> bu emrine boyun eğerek halkına geri döndü. Onları<br />

Resûlullahın tavsiye ettiği gibi, güler yüz ve tatlı dille İslama çağırdı.<br />

Kendisine ilk inanan kimse, Ebu Hüreyre Hazretleri oldu. Kızmadan, yılmadan<br />

İslâmı anlatmaya devam etti. Yavaş ta olsa netice almaya başladı.<br />

Peygamberimiz Hayberi fethettiği sırada Devsli Müslümanların sayısı 80'i<br />

bulmuştu. Tufeyl, bu Müslümanları alarak Medine'ye hicret etti. Allah Resulünün<br />

Hayber'de olduğunu öğrenince Medine'de durmayıp hemen yola koyuldu.<br />

17


Hayber'de İslâm ordusuna katıldılar. Peygamberimiz Hayber ganimetinden Devsli<br />

Müslümanlara da hisse ayırdı.<br />

Ebû Hureyre Hazretleri Medine'ye geldikten sonra, artık kabilesine geri<br />

dönmedi. Vefatına kadar Allah Resulünü gölge gibi takibetti. Ondan pek çok şey<br />

dinledi, pek çok şey öğrendi. Ashap içinde Hz. Peygamberden en çok hadis<br />

nakleden sahabi oldu.<br />

Halbuki Tufeyl'in isteğine uyup Allah Resulü Devslilere lanet etse idi, Ebû<br />

Hureyre'nin müslüman olması mümkün olmayacaktı. Daha sonraki yıllarda İslama<br />

giren yüzbinlerce Devsli de, yine hidayet nurundan mahrum kalacaklardı.<br />

Şu halde İslâm Davetçilerinin son derece sabırlı olmaları, zorluklardan<br />

yılmamaları, halkın kendilerini dinlememesinden ümitsizliğe düşmemeleri gerekir.<br />

Zira hidayet vermek, Allah'a aittir. Onun takdiridir. Kime, nasıl, ne zaman hidayet<br />

vereceği, iman nasip edeceği ise, bizim meçhûlümüzdür. Üstümüze düşen; yılmadan<br />

usanmadan çalışmak, tebliğ görevimizi hakkıyla yerine getirerek, başarı ve hidayeti<br />

Allah'tan beklemektir.<br />

Mekke'nin fethinden sonra <strong>Peygamberimizin</strong> Tufeyl'i, Devslilerin eskiden<br />

tapındığı put olan Zülkeffeyn putunu yakmağa gönderdiğini görüyoruz.<br />

Peygamberimiz bu görevi verirken, Tufeyl'e:<br />

- Bu işi tamamladıktan sonra, halkınla bera ber İslâm ordusunu desteklemek<br />

üzere Taife gel,<br />

demişti. Bu emrin içinde Devslilerin topyekûn imana geleceği müjdesi de vardı.<br />

Gerçekten de, tahtadan yapılma Zülkeffeyn putu yakılınca, Devs kabilesi puta<br />

tapma inancını terkedip toptan İslama girdiler. Tufeyl de, kavminden 400 kişiyi<br />

alarak, Taif seferine çıkmış olan Allah Resulüne yolda yetişti.<br />

ALLAH RESULÜ, DAĞLARI MÜŞRİKLERİN ÜZERİNE YIKMA TEKLİFİNE<br />

YANAŞMADI<br />

Hz. Aişe annemiz bir gün Peygamber Efendimize:<br />

- Ya Resûlâllah! Sana Uhud gününden daha şiddetli gelen bir gün erişti mi? diye<br />

sormuştu. Resûlüllah Efendimiz, ona şu cevabı verdiler:<br />

- Ya Aişe! Kavmim Kureyş'ten gelen bir çok zorluklarla karşılaştım. Fakat Taif te<br />

karşılaştığım müşkil vaziyet, onların hepsinden zorlu idi.<br />

Ben Kureyş'ten gördüğüm eziyetler üzerine Taife gidip İslâm'a sahip çıkmalarını<br />

onlara teklif ettiğim zaman, dileğime müsbet cevap verilmemişti. Üstelik daha ağır<br />

hakaretlerle de karşılaşmıştım. Son derece üzüntülü ve şaşkın bir halde Mekke'ye<br />

yönelmiştim. Bu şaşkınlığım Mekke yakınlarına kadar devam etti. Bir ara başımı<br />

kaldırıp gökyüzüne baktığımda bir bulutun beni gölgelendirmekte olduğunu gördüm.<br />

O anda Cibril yanıma gelerek bana:<br />

- Ya Muhammed! Allah, kavminin şenin hakkında neler dediklerini muhakkak<br />

işitti. Bu yüzden Sana şu Dağlar Meleğini gönderdi. Emrine hazırdır. Kavmin<br />

hakkında ne dilersen, ona emredebilirsin, dedi. Bunun üzerine de dağlar emri altında<br />

olan Melek seslenip bana selâm verdi.<br />

- Ya Muhammed, dedi. Cibril'in söylediği bir hakikattir, sen ne dilersen emrine<br />

hazırım. Eğer Ebû Kubeys ile Kuaykan denilen şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine<br />

çökerek birbirlerine kavuşmasını istersen onu da emret, yerine getiririm.<br />

Ben de:<br />

- "Hayır, ben onu istemem. Ben isterim ki, Allah bu müşriklerin soyundan<br />

yalnız Allah'a ibadet eden ve Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayan imanlı bir<br />

nesil meydana çıkarsın." cevabını verdim.<br />

Anlaşılan o ki, müslümanın gayesi; Allah'ı inkar eden, ona ortak koşan <strong>insan</strong>ları<br />

öldürerek yeryüzünden yok etmek değildir. O <strong>insan</strong>ların batıl inançlarını düzeltmek<br />

yolunda çalışmaktır. Kendileri inkarcılıktan vazgeçmeseler bile, onların çocuklarını<br />

kazanıp imanlı yeni bir nesil yetiştirmektir.<br />

18


Peygamber hoşgörüsü<br />

HALKTAN GELEN KÜSTAHÇA DAVRANIŞLARA PEYGAMBERİMİZ<br />

ANLAYIŞLA KARŞILIK VERİRDİ...<br />

YAHUDİ ZENGİN, RESULÜLLAH'IN SON PEYGAMBER OLDUĞUNU NASIL<br />

ANLADI?<br />

Peygamberimiz Medine'de, Yahudi zenginlerden birinden, 30 dinar vadeli borç<br />

almıştı. Vadenin bitimine birkaç gün kala, Yahudi zengin çıkageldi. <strong>Peygamberimizin</strong><br />

huzurunda kızgın bir sesle:<br />

- Ya Muhammed. Alacağımı derhal öde. Zaten siz Abdülmuttalib oğulları,<br />

borcunuzun vaktini geçirir, zamanında ödemez, uzatıp durursunuz, dedi.<br />

Yahudi zenginin bu hakaret içeren sözleri, <strong>Peygamberimizin</strong> yanında bulunanları<br />

sinirlendirdi. Hz. Ömer:<br />

- Ey habis adam! Allah'a yemin olsun ki, sen Resûlüllahın huzurunda olmasa<br />

idin, ben sana yapacağımı bilirdim, dedi.<br />

Peygamberimizde ise, ne bir kızgınlık ne de şaşkınlık eseri vardı. Sakin ve<br />

mütebessimdi. Hz. Ömer'e şu ikâzı yaptı:<br />

- Allah seni bağışlasın ya Ömer! Biz senden başka türlü davranmanı<br />

beklerdik. Bana, borcumu güzellikle ödememi, ona ise alacağını isterken daha<br />

nazik ve yumuşak davranmasını tavsiye etmeliydin. Müslümana yakışan budur.<br />

Sonra Yahudi zengine dönerek:<br />

- Senin bendeki alacağının müddeti bir kaç gün sonra dolacaktır, dedi. Yahudi<br />

zengin, alacağını istemekte israr edince, Peygamberimiz Hz.Ömer'e:<br />

- Ey Ömer! Bununla birlikte filânın bahçesine git. Beğenirse, oradan 30 dinarlık<br />

hurma ayır. Onu tehdidinle korkuttuğun için, 20 ölçek te fazla ver, buyurdu.<br />

Hz.Ömer, Yahudi zengini Efendimizin dediği bahçeye götürdü. Hurmaları<br />

gösterdi. Adam hurmaları beğenince, ona <strong>Peygamberimizin</strong> dediği miktarda hurma<br />

verdi. Emrettiği fazlayı da ödedi.<br />

Hurmaları teslim alınca, Yahudi zenginde beklenmedik bir değişme oldu. Hz.<br />

Ömer'in şaşkın bakışları altında, "ben müslüman oluyorum" diyerek şehadet<br />

kelimesini getirmeye başladı. Az önce Allah Resulüne küstahça davranan kişi gitmiş,<br />

yerine sanki yeni bir <strong>insan</strong> gelmişti.<br />

Yahudi zengin, Hz. Ömer'in merak içinde kaldığını görünce, ona durumu şöyle<br />

izah etti: Kendisi Tevratta, <strong>Peygamberimizin</strong> son derece halim (yumuşak huylu,<br />

kızmayan, soğukkanlılığını kaybetmeyen) biri olarak nitelendiğini okumuştu. Bu<br />

nitelemenin Peygamberimizde olup olmadığını anlamak için, Onu denemeye karar<br />

vermişti. Önce, bir vesile ile Allah Resulüne borç vermiş, sonra da süresi<br />

dolmadan, küstahça sözlerle alacağını geri istemişti. Böylelikle <strong>Peygamberimizin</strong><br />

kaba davranışlara karşı tepkisini ölçecek, kızıp kızmayacağını anlayacaktı.<br />

Nitekim umduğuna fazlasıyla ulaşmış; <strong>Peygamberimizin</strong> yumuşak huyluluk vasfi<br />

yanında, cömertliğine de tanık olmuştu. Artık Hz. Muhammed'in (Allah'ın rahmet<br />

ve selamı üzerine olsun) Tevrat'ın haber verdiği son Peygamber olduğuna kesin<br />

kanaati gelmiş, gönül rahatlığı içinde iman etmişti.<br />

Zeyd bin Süne adındaki bu, bilgili ve çok zengin Yahudi, iman ettikten sonra<br />

Hz.Ömer'e:<br />

- Şahit ol, aldığım bu hurmanın tamamı ile, malımın yarısını, Müslümanların<br />

yoksullarına bağışladım, dedi.<br />

19


Daha sonra, kendisi gibi bütün ev halkının da İslama girmelerine vesile oldu.<br />

Zeyd, daha sonra Peygamberimizle birlikte birçok savaşa katıldı. En son Tebûk<br />

gazvesine giderken, yolda vefat etti.<br />

PEYGAMBERİMİZDEN HOŞGÖRÜ (MÜSAMAHA) ÖRNEKLERİ<br />

Allah Resulünün hayatındaki müsamaha örneklerine geçmeden önce, bir hususu<br />

belirtmiş olalım:<br />

Müsamahayı, diğer bir ifade ile tolerans veya hoşgörüyü, dinî esaslardan fedakârlık<br />

etmek mânâsında anlamamak gerektir. Zira buna kimsenin hakkı yoktur.<br />

Müsamahadan kasıt, <strong>insan</strong>lara, şahsi hatalarını yüzlerine vurup utandırmadan,<br />

başkalarının yanında onları mahcup etmeden, sabır ve anlayışla muamele etmek ve<br />

onların, işledikleri kusurlarını kendi kendilerine düzeltmelerine imkân vermek<br />

demektir.<br />

Yeni Müslüman olmuş, henüz İslâm'ın yüce ahlâk prensiplerini bütün varlığı ile<br />

benimseyip ruhen olgunlaşma fırsatı bulamamış çöl adamlarının zaman zaman kaba<br />

ve haşin davranışları olurdu. Allah Resulünün en güzel hoşgörü örneklerini, bu gibi<br />

şahıslara karşı takındığı tavrında görüyoruz.. Bazı örnekler verelim:<br />

Bir defasında Allah Resulü, Medine Mescidinde oturmuş, ashabı ile sohbet<br />

ediyorlardı. Bedevinin biri içeri girdi, iki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini havaya<br />

kaldırarak yüksek sesle dua etmeye başladı. Duasında şöyle diyordu:<br />

- Allah'ım, bana ve Muhammed'e rahmet et! Başka hiç kimseye, bizimle<br />

beraber rahmet etme!"<br />

Bu sözleri duyan ashâb şaşırmış, çöl <strong>insan</strong>ının bu dar anlayış ve bencilce tutumuna<br />

kızmışlardı. Bu ne biçim dua, dercesine söylenmeye başlamışlardı. Allah Resulü ise,<br />

adamın bu şekilde dua etmesine, hiç de ashabı gibi tepki vermedi. Onun bu kaba-saba<br />

durumunu, bedevi oluşuna, yaptığı garip duasını da İslâm'a yeni girişine verdi. Ancak:<br />

- Pek geniş olan İlâhî rahmete sınır çektin, çok daralttın," diyerek onu tatlı bir<br />

dille ikazdan da geri kalmadı.<br />

Bedevi zat, biraz oturup Allah Resulünün sohbetini dinledikten sonra, birden<br />

kalktı, mescidin bir köşesine giderek küçük abdest bozmaya başladı. Sahâbilerin<br />

şaşkınlıkları daha da artmıştı. Bu ne biçim <strong>insan</strong>dı? Ne yapıyordu böyle?.. İlk<br />

şaşkınlık geçer geçmez, adama bağırmaya başladılar ve işemesine engel olmak için de<br />

üstüne yürümek istediler. Fakat Allah Resulü yine duruma müdahale ederek:<br />

- Bırakın, kardeşiniz işini görsün. Sonra da yaptığı idrarın üzerine bir kova<br />

su döküp temizleyin. Zira siz GÜÇLÜK için değil, KOLAYLIK için<br />

gönderildiniz... emrini verdi.<br />

Ashabın infialini bu şekilde yatıştırdıktan sonra, bu arada işini bitirip etrafa şaşkın<br />

şaşkın bakınan bedeviyi yanına çağırdı ve ona şu sözleri söyledi:<br />

- Bu mescidler, ne idrar etmek, ne de başka bir pislik sürmek için yapılmıştır.<br />

Buralar, ancak Allah'ı anmak, namaz kılmak ve Kur'ân okumak için açılmıştır.<br />

Bir daha böyle bir harekette bulunma sakın."<br />

Bedevi, bu sözlerden, alacağı dersi almıştı.<br />

Bu bedevi zatı daha sonraları, İslâm'ı tam olarak anlamış ve ruhen olgunlaşmış<br />

olarak görüyoruz. Fakat buna rağmen o, "mescide işeyen adam" unvanıyla hadis<br />

kitaplarına geçmiş ve mü'minlere bir ibret dersi olarak asırlar boyunca kendisinden<br />

bahsoluna gelmiştir.<br />

Resûlüllah Efendimiz, yine bir gün Medine Mescidinden çıkarken bedevinin biri<br />

önüne çıkmış, Allah Resulünün eteğini şiddetle çektikten sonra:<br />

- Develerimi buğday ile yükle! Çünkü sendeki mal, ne senin, ne de babanın<br />

malıdır," demişti.<br />

Bu ani ve şiddetli çekiş sebebiyle, Efendimiz'in üzerindeki sert yakalı gömlek,<br />

20


oynunu kızartmış, cildinde iz yapmıştı. Bedevinin bu yaptığı, elbette son derece<br />

kaba, görgüsüzce ve saygısızca bir davranıştı. Allah Resulü, bu hareketten<br />

incinmişti. Bedeviye dönerek:<br />

- Sen, önce canımı acıttığın için benden özür dile bakayım, sonra da ben senin<br />

isteğini yerine getireyim." dedi.<br />

Fakat bedevi, cahil ve kaba mizaçlı biri idi. Muhatabını, hele bu Allah Resulü ise,<br />

incitip incitmemenin ne mânâ ifade ettiğini bile idrakten âcizdi. Bu sebeble Allah<br />

Resulünün bu isteğine:<br />

- Hayır özür dilemeyeceğim," karşılığım verdi.<br />

Allah Resulü, onun özür dilemesi isteğinde ısrar etti. Fakat bedevi, özür<br />

dilememekte direniyordu. Aslında Resûlüllah Efendimiz'in bu istekten maksadı,<br />

bedeviye nezaket dersi vermek, ona bir ahlâk ve görgü kaidesi öğretmekti. Fakat<br />

bedevinin kapasitesinin bu dersi ve bilgiyi almaya uygun olmadığını görünce, daha<br />

fazla ısrardan vazgeçti. Ashâbdan birine dönerek:<br />

- Bu adamın şu develerinden birine arpa, diğerine de hurma yükle," emrini<br />

verdi ve kendisi de yoluna devam etti.<br />

Muaviye b. Hakem, yeni Müslüman olmuştu. Namazda konuşulmaması gerektiğini<br />

bilmiyordu. Cemaatle namaz kıldığı bir sırada, aksıran birine, "Yerhamukallah"<br />

(Allah sana merhamet etsin) deyiverdi.<br />

Bu yersiz konuşmasına, namazdaki cemaat kızmıştı.<br />

Cemaatin kızgınlığını hisseden Muaviye:<br />

- Ne oluyor yahu, ben ne yaptım ki? diye konuşmasını sürdürdü.<br />

Cemaatin kızgınlığının arttığını görünce de susması gerektiğini anladı ve sustu.<br />

Olayın bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:<br />

- Anam babam Rasûlüllah'a feda olsun. Ne ondan önce, ne de sonra, ben Resûl-i<br />

Ekrem Efendimiz kadar güzel öğretim yapan bir öğretici görmedim.<br />

Beni ne azarladı. Ne dövdü. Ne de sövdü. Yalnızca, namaz bitince, bana dönüp<br />

şunları söyledi:<br />

"Namazda dünya sözü konuşulmaz. Namaz; tesbih, tekbir ve Kur'an<br />

okumaktan ibarettir."<br />

Bu olay, Resülüllah Efendimiz'in İslam'a yeni girmiş, dinî hayata yeni başlamış,<br />

henüz yeterli İslâmi bilgileri öğrenememiş kimselere karşı, ne derece anlayışlı, olgun<br />

davrandığını, yapıcı hareket ettiğini göstermektedir.<br />

Peygamber affı<br />

ALLAH RESULÜ ÖLDÜRMEK NİYETİYLE GELENLERİ BİLE AFFEDERDİ<br />

"İNSANLARIN EN İYİSİNİN YANINDAN GELİYORUM"<br />

Resülüllah Efendimiz, hicretin üçüncü yılında Gatafan kabilesi üzerine sefere<br />

çıkmıştı. Çünkü onlar çevredeki kabileleri etraflarına topluyor, İslama karşı kuvvet<br />

hazırlıyorlardı. İki ordu Nahl vadisinde karşı karşıya geldiler.<br />

Bir ara Peygamberimiz ordugahtan ayrılmış, tek başına bir ağaç altında istirahata<br />

çekilmişti. Gatafan'ın reislerinden Gavres adlı cesur biri, bu durumu bir fırsat bilerek,<br />

suikast niyetiyle Peygamberimize yaklaştı. Kılıcı ile gelip Allah Resulünün başına<br />

dikildi.<br />

- Seni benden kim kurtaracak? dedi.<br />

Allah Resulünde ne telaş vardı, ne de korku. Kılıcı indirmek üzere başında<br />

bekleyen Gavres'e döndü. "Seni benden kim kurtaracak?" sualine tek kelime ile cevap<br />

21


verdi: Allah...<br />

Bu söz üzerine Gavres, nerden geldiği belli olmayan bir darbe yemiş gibi, sarsıldı.<br />

Kılıç elinden düştü. Allah Resulü derhal yerdeki kılıcı eline alıp Gavres'in başına<br />

dikildi.<br />

- Ya şimdi seni benden kim kurtaracak?, dedi.<br />

Gavres'in dayanıp güveneceği bir yeri yoktu. Allah Resulüne:<br />

- Esirin olayım, bana dokunma, diye yalvarmaya başladı. Hz. Peygamber:<br />

- Allah'tan başka ilah olmadığına tanıklık eder misin? dedi.<br />

Gavres:<br />

- Hayır, fakat bundan sonra seninle asla savaşmayacağıma ve savaşanlara da hiçbir<br />

şekilde yardım etmiyeceğime söz veririm, dedi.<br />

Resûlüllah Efendimiz kendine suikasta gelen, ama sözüne güvenilir mert bir <strong>insan</strong><br />

olan Gavres'i serbest bıraktı. Gavres, arkadaşlarının yanına varınca, herkes şaşkın<br />

vaziyette:<br />

- Ne oldu? Bir şey yapamadın mı? diye sordular.<br />

Gavres başından geçenleri onlara anlattı. Ve sözünün sonunu şöyle bağladı:<br />

- BEN ŞİMDİ İNSANLARIN EN İYİSİNİN YANINDAN GELİYORUM.<br />

Gerçekten de kendini yoketmeye gelen bir <strong>insan</strong>ı elinde fırsat olduğu halde<br />

öldürmeyip affetme büyüklüğünü gösteren zat, elbette <strong>insan</strong>ların en iyisi, en hayırlısı<br />

sayılmaya lâyıktı.<br />

Hz. Peygamberin bu örnek davranışını, asırlar sonra Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid<br />

Han'ın tekrarladığını görüyoruz. Yıldız Camiindeki Bombalı suikasttan kılpayı kurtulan<br />

Büyük Sultan, suikastı yapan anarşistleri sonradan yakalatmış, fakat onlara gerekli itirafları<br />

yaptırdıktan sonra, affederek salıvermiştir.<br />

KİRALIK KATİL<br />

Kureyş müşrikleri, İslâmiyetin her geçen gün güçlenip yayılmasından şiddetli rahatsızlık<br />

duyuyorlardı. Artık bu gidişi durdurmak için, Hazret-i Muhammed'in (Selam üzerine olsun)<br />

vücûdunu ortadan kaldırmaktan başka çare göremiyorlardı. Fakat düşündüklerini yapmak,<br />

öyle kolay değildi. Ashap, Hazret-i Peygamber için gözünü kırpmadan canını vermeye<br />

hazırlardı. Onu korumak için, herşeylerini ortaya koymaktan kaçınmazlardı.<br />

Kureyş'in lideri Ebû Süfyan, yine de girişimde bulunmaktan geri durmadı. Mekke içinde<br />

Hazret-i Muhammed'e suikast yapacak bir kimse aramaya başladı. Suikastçıyı, başarılı olursa,<br />

büyük ödüllere boğacaktı.<br />

Çölde yaşayan araplardan biri, Ebû Süfyan'ın yanına varıp:<br />

- Ben <strong>insan</strong>ların kalbi en katısı, tutuşu en serti, saldırışı en çabuğu, en hızlı hareket<br />

edeniyim. Bu işi ben yaparım. Yanımdaki kartal kanadını andıran hançerimi onun vücuduna<br />

saplar, sonra <strong>insan</strong> kalabalığına karışır kaçarım. Süratte herkesi geride bırakıp geçerim.<br />

Çünkü ben en tenha ve kestirme yolları bilirim, dedi.<br />

Ebû Süfyan bu gözükara ve kendinden emin çöl adamına, cesaretinden dolayı<br />

övgüler dizdi. Bir deve ile bir miktar yiyecek vererek:<br />

Haydi göreyim seni. Niyetini gizli tut. Kimseye bir şey söyleme, dedi. Bedevi<br />

de:<br />

Merak etme bu anlaşmamızı hiç kimse bilmeyecek, aramızda kalacak, dedi.<br />

Kiralık katil, geceleyin yola çıktı. 5 gün süren yolculuktan sonra Medine'nin dış<br />

mahallelerine ulaştı. 6. günü orada geçirdi. Daha sonra kentin merkezine gelerek<br />

Peygamberimiz hakkında bilgi toplamaya başladı. Kendisine uzaktan Peygamberimiz<br />

22


gösterildi.<br />

Bedevi devesini bağladıktan sonra, Resûlüllah'ın huzuruna doğru yürümeye<br />

başladı. Allah Resulü o sırada Mescitte bulunuyordu. Etrafındaki sahabileriyle sohbet<br />

ediyordu.<br />

Resûlüllah, kendisine doğru gelen çöl adamını uzaktan görür görmez ashabına:<br />

- Şu adam, muhakkak bana suikast yapmak istiyor. Fakat onun yapmak<br />

istediği kötülükten Allah beni koruyacaktır, buyurdu.<br />

Aynı anda Bedevi de, <strong>Peygamberimizin</strong> içinde bulunduğu topluluğun yanına kadar<br />

gelmişti.<br />

- Abdülmuttalib'in torunu hanginiz? diye sordu.<br />

Peygamberimiz:<br />

- Aradığın benim, diye cevap verdi.<br />

Bedevi Peygamberimize doğru yaklaşırken, ashaptan Üseyd bin Hudayr, onu<br />

elbisesinin bir ucundan tutup hızla kendine doğru çekti. Bedevinin elbisesi içinde<br />

gizlediği hançer o anda yere düştü. Kötü niyeti böylece ortaya çıkmıştı. Üseyd bin<br />

Hudayr, derhal bedevinin boğazına çöktü. Kuvvetlice sıkıp adamın nefesini kesti.<br />

Bedevi:<br />

- Canımı bağışla ya Muhammed. diye yalvarıyordu. Üseyd:<br />

- Ya Resûlallah! Bu suikastçıya ne yapalım? diye sordu.<br />

Peygamberimiz Bedeviye dönerek:<br />

- Sen bana doğruyu söyle. Buraya niçin geldin? Eğer bana doğruyu anlatırsan<br />

doğruluk sana fayda verir. Yalan söylersen bu sana iyilik getirmez. Yapmaya<br />

kalkıştığın işten zaten benim haberim var, dedi.<br />

Bedevi:<br />

- Ben doğruyu söylersem güvencede miyim, bana bir şey yapılmayacak mı? Diye<br />

sordu. Peygamberimiz de, "evet, güvence altındasın" deyince, Medine'ye niçin<br />

geldiğini, Ebû Süfyan'la aralarında anlaştıkları suikast planını, tüm ayrıntılarıyla haber<br />

verdi.<br />

Peygamberimiz Bedevi'nin, o gece Üseyd bin Hudayr'ın yanında hapis kalmasını<br />

emretti. Ertesi sabah ta, onu çağırtarak:<br />

- Ben sana dokunmazlık (güvence) vermiştim. Haydi nereye gitmek istersen<br />

git. Yahut senin için daha hayırlı olanı seç, buyurdu. Bedevi:<br />

- Nedir o daha hayırlı olan? diye sordu.<br />

Peygamberimiz:<br />

- Allahtan başka ilah olmadığına ve benim Allah'ın Resulü olduğuma şehadet<br />

etmendir, dedi.<br />

Bedevi biraz düşündükten sonra, şehadet kelimesini söyleyerek Müslüman olma<br />

şıkkını seçti. Ve şu açıklamayı yaptı:<br />

- Vallahi ya Muhammed! Ben senin yanındaki adamlardan korkmadım. Korkmam<br />

da. Fakat seni görünce, aklım başımdan gitti. Güç ve kuvvetim kesildi sanki.<br />

Sonra sen, benim niyetimi de bildin. Aslında bundan hiç kimsenin haberi yoktu.<br />

Ebû Süfyan'la aramızda geçen çok gizli bir anlaşma idi. Anladım ki sen, Allah<br />

tarafından korunmaktasın. Hiç şüphesiz de, hak üzeresin. Ebû Süfyan'ın cemaatı ise,<br />

Şeytan cemaatıdır.<br />

Peygamberimiz bu söze gülümsedi.<br />

Bedevi, böyle İslâm'a girdi. Medine'de bir müddet daha oturduktan sonra, Allah<br />

Resulünden izin alarak memleketine dönmek üzere şehirden ayrıldı.<br />

KAN DÖKMEKTEN BAHSEDİNCE GÖREVİNDEN ALINDI<br />

İslâm ordusu Mekke'ye doğru hızla ilerliyordu. <strong>Peygamberimizin</strong> amcası<br />

23


Hz.Abbas, henüz yeni imana girmiş Ebû Süfyan'ı, bir tepeye çıkarmış, İslâm<br />

ordusunun geçişini izletiyordu. Maksadı, Ebû Süfyan'a <strong>Peygamberimizin</strong> manevi<br />

otoritesini ve İslâm ordusunun askeri gücünü gösterip kalbindeki imanın pekişmesini,<br />

tereddütlerinin gitmesini sağlamaktı. <strong>Peygamberimizin</strong> sancağını Ensar'dan Sa'd bin<br />

Ubade taşıyordu. Sa'd, tam Ebû Süfyan'ın önünden geçerken eski düşmanlık günlerini<br />

hatırlayarak ona sert bir dille laf attı:<br />

- Ey Ebû Süfyan, bugün kılıçların çekildiği, kan dökmenin helâl olduğu,<br />

Allah'ın siz Kureyş'i zelil ettiği gündür, dedi.<br />

Buram buram intikam arzusu kokan bu sözler, Ebû Süfyan'ı hem kızdırmış, hem<br />

de korkutmuştu.<br />

Peygamberimiz, önünden geçerken ona:<br />

- Ya Resûlallah! Sen kendi kavmini yoketmeyi mi emrettin. Baksana Sa'd ne<br />

diyor? dedi. Ve Sa'd'in kendisine dediklerini Allah Resulüne nakletti.<br />

Abdurrahman bin Avf ile Osman bin Affan da, Ebû Süfyan'ı tasdik ettiler.<br />

- Ya Resûlallah. Sa'd'ın Kureyş'e hücum etmesinden korkuyoruz, dediler. Allah<br />

Resulü bunun üzerine:<br />

- Ya Ebâ Süfyan!... Bu gün merhamet günüdür. Bugün Allah'ın Kureyş'i zelil<br />

değil, aziz kıldığı gündür, dedi. Onun korkusunu yatıştırdı.<br />

Sonra bir haberci göndererek, savaş ve intikam kokan sözlerinden dolayı, yanlış bir<br />

iş yapmasından endişelendiği Hz. Sa'd'ı vazifeden aldığını bildirdi. Elindeki sancağı,<br />

oğlu Kays'a vermesini emretti.<br />

Allah Resulü, sancağı Sa'd'dan alıp Sa'd'in oğluna vermekle, Sancağı yine Sa'd<br />

oğullarında bırakmış oluyordu. Böylece Sa'd'ın üzülüp darılmasını da önlemiş<br />

bulunuyordu.<br />

Sa'd, haberciye, Peygamberden bir işaret gelmeden sancağı teslim etmiyeceğini<br />

bildirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz ona sarığını gönderdi. Sa'd, sarığı görünce,<br />

emrin kesin olduğunu anladı ve sancağı oğlu Kays'a devretti.<br />

YUSUF'UN KARDEŞLERİNE DEDİĞİ GİBİ<br />

Hz.Ömer anlatıyor:<br />

"Mekke fethedildiği gün, kendi kendime: - Mekke'nin ileri gelenlerinden Safvan<br />

bin Ümeyye, Ebû Süfyan ve Haris bin Hişam'ı görsem de geçmişte yapmış<br />

oldukları kötülükleri yüzlerine vursam. Allah şimdi bize onlara hâkim olma<br />

fırsatını vermiş bulunuyor, diye düşünmüştüm.<br />

Hazret-i Peygamberin Mekkelilere:<br />

- Benim halimle sizin haliniz Yusuf un kardeşlerine dediği gibi olacaktır. "Size<br />

bugün eskiden yaptıklarınızdan dolayı hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur.<br />

Allah sizi affetsin. O bağışlayıcıların en bağışlayıcısıdır" buyurduğunu duyunca, bu<br />

düşüncelerimden pişman oldum. Böyle düşündüğüme utandım.<br />

Peygamber iltifatı<br />

ALLAH RESULÜ İNSANIN DEĞERİNİ BİLİRDİ<br />

''AKILLI BİR İNSAN, İSLAM'DAN UZAK KALAMAZ"<br />

Peygamberimiz, İslâm düşmanı bile olsalar, meziyetli kimseleri takdir eder; onlara<br />

tatlı dille, övücü sözlerle muhatap olurdu. <strong>Peygamberimizin</strong> takdir ettiği meziyet<br />

sahiplerinden biri de Halid bin Velid idi. Halid, savaş oyunlarında maharetli, akıllı,<br />

zeki, ince düşünen bir kimseydi. Peygamberimiz onun hakkında:<br />

- Halid gibi bir adam, İslâm'ı bilmesin, kabul etmesin, olacak şey değil...<br />

Keşke o, bu bilgi ve yeteneğini İslâm'ın lehinde kullansaydı da, biz de onun<br />

24


kadrini bilip üstün tutsaydık... buyurmuştu.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> bu övgü ve takdir dolu sözleri, Hz. Halid'e aktarıldığında hoşuna<br />

gitmiş, kalbinde İslâm'a bir meyil uyanmıştı. Bu meyil zamanla sevgiye dönmüş, Hz.<br />

Halid'in Müslüman olmasına sebep olmuştu.<br />

Peygamberimiz Hz.Halid'in imana gelmesi üzerine ona şöyle demişti:<br />

- Ya Halid! Seni hidayete erdiren Allah'a şükürler olsun! Sen akıllı birisin.<br />

Allah'tan sana hayırlı işler yaptırmasını umuyorum.<br />

Hz.Halid, samimi bir şekilde İslâmı benimsemişti. Geçmişte İslâm aleyhine<br />

yaptıklarından ciddi şekilde pişmandı.<br />

- Ey Allah'ın Resulü! Sana karşı yaptığım savaşlardan dolayı beni affetmesi için<br />

Allah'a dua et, dedi.<br />

Peygamberimiz:<br />

- İslam'a girmek, kendinden önce yapılan hata ve günahları siler. Geçmişte<br />

yaptıklarından sana hesap sorulmayacak, buyurdu.<br />

Hz.Halid:<br />

- Ya Resûlallah. Sen yine de bana dua et. Kalbim tam huzura ersin, dedi.<br />

Bunun üzerine Allah Resulü:<br />

- Allahım! Halid'in şimdiye kadar <strong>insan</strong>ları senin yolundan çevirmek için<br />

yaptığı bütün hatalarını bağışla, buyurdu.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> iltifatla ve yeteneklerini takdirle gönlünü aldığı, Halid bin<br />

Velid'den başka kimseler de vardı. Nitekim Süheyl bin Amr'a da Mekke'nin fethi günü<br />

dokunulmazlık hakkı (eman) vermişti. Ayrıca:<br />

- Sizden kim Süheyl'e rastlarsa onu korkutup bizden kaçırmasın. Yemin<br />

ederim ki Süheyl, akıllı ve onurlu biridir. Süheyl gibiler İslâm'a uzak kalamaz.<br />

Fakat kadere de kimse karşı gelemez, buyurmuştu.<br />

Bu sözler Süheyl'e, daha önce müslümanlığı seçmiş olan oğlu tarafından<br />

aktarılınca, o:<br />

- Vallahi, Muhammed, büyük küçük herkese karşı şefkatlidir, demişti.<br />

Huneyn savaşından sonra, Cirane mevkiinde de Müslüman olmuştu.<br />

Kureyş'in ileri gelenlerinden, Ebu Cehl'in kardeşi Haris bin Hişam, İslama girişini<br />

kendisi şöyle anlatıyor:<br />

- Mekke'nin fethi günü Resûlüllah'ın beni görmesinden utanmaya başlamıştım.<br />

Nihayet onun merhamet ve iyilikseverliğini düşünerek Kabe'de bulunduğu bir sırada<br />

yanına vardım. Beni aramızda onca olan bitene rağmen güleryüzle karşıladı. Önünde<br />

dizçöküp şehadet kelimesini söyleyerek, Müslüman oldum. Benim İslama girişime<br />

çok memnun oldu.<br />

- Seni hidayete erdiren Allah'a hamd olsun. Senin gibi yetenekli birisi İslâm'a<br />

duyarsız kalamazdı zaten, dedi.<br />

-<br />

- PEYGAMBERİN İLTİFATINI KAZANAN CÖMERT AİLE<br />

Hicretin 6. yılında meydana gelen Zûkared savaşı sırasında Ensar'ın büyüklerinden<br />

Sa'd bin Ubade, savaşa katılan askerlere erzak olarak dağıtılmak üzere 10 deve yükü<br />

hurma bağışlamıştı. Peygamberimiz Hz.Sa'd'ın bu yüksek fedakarlığından<br />

duygulanarak:<br />

- Ey Allahım! Sa'd'ı ve ailesini rahmetinle bağışla, diye dua etmiş ve:<br />

- Sa'd ne iyi bir <strong>insan</strong>dır, diye de iltifatta bulunmuştu. Sa'd, Ensar'dan Hazreç<br />

kabilesinin reisi idi. Hazreçliler:<br />

25


- Ya Resûlallah! Gerçekten Sa'd, bizim kabilenin büyüğüdür. Babası da öyleydi.<br />

Onlar, kuraklık ve kıtlık yıllarında zorda kalan halkı doyururlar, yolda kalanlara<br />

yardım ederler, misafirleri ağırlarlar, felaket ve ihtiyaç anında <strong>insan</strong>ların imdadına<br />

koşarlardı, dediler. Peygamberimiz bu açıklama üzerine:<br />

- Cahiliye devrinde iyilikte en ileri olanlar, İslâmiyette de en ileridirler, dedi.<br />

Böylece Sa'd ve ailesinin İslâm'dan önce de, İslâm'dan sonra da hayırlı bir aile<br />

olduğunu ifade buyurdu.<br />

- Peygamberimiz, Sa'd bin Ubade'nin oğlu Kays kumandasında bir askeri birliği<br />

keşfe göndermişti. Askerler yolda çok zahmet çekmişler, kumanyaları tükenerek aç<br />

kalmışlardı. Kumandan Kays, yolda 9 deve satın alarak kesmiş, orduyu şahsi parasıyla<br />

doyurmuştu. Medine'ye döndüklerinde Kays'ın yaptığını Allah Resulüne anlattılar.<br />

Allah Resulü:<br />

- Cömertlik bu ailenin tabiatında var, buyurarak Sa'd ailesini bir kere daha<br />

övgüyle ve hayırla andılar.<br />

FEYİZLİ TALHA<br />

Talha bin Ubeydillah, Zûkared seferi sırasında, bir su kuyusunu satın alarak<br />

<strong>insan</strong>ların hizmetine vakfetmişti. Ayrıca da bir deve boğazlıyarak askerlere ziyafet<br />

vermişti.<br />

Peygamberimiz onun bu hayrından haberdar olunca kendisine:<br />

- Ey Talha, sen feyizli bir <strong>insan</strong>sın, Talhatü'l-Feyyazsın, diyerek iltifat etti.<br />

Bundan sonra <strong>insan</strong>lar, onu hep Talhatü'l Feyyaz diye çağırır oldular.<br />

MEKKELİ 4 ADAM<br />

Abdullah ibn-i Abbas'tan:<br />

Resûlüllah Efendimiz, Mekke Fethi sırasında, şehre yaklaştığı gece, ashabına şöyle<br />

buyurdu:<br />

- Mekke'de 4 adam vardır. Ben onlara küfrü yakıştıramıyorum ve müslüman<br />

olacaklarını umuyorum.<br />

Ashap: - Ya Resûlallah, kimdir onlar? dediler.<br />

Allah Resulü şu cevabı verdi:<br />

- Onlar, Hattab bin Esîd, Cübeyr bin Mut'im, Hâkim bin Hizam ve Süheyl bin<br />

Amr'dır.<br />

Allah Resulü, daha sonra ashabıyla birlikte şehre girince, Kureyşin ileri gelen bu 4<br />

adamı da gelip müslüman oldular. (İbn-i Asakir)<br />

Peygamber kolaycılığı<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> İslâm'a davetinde iki ana ilke:<br />

İNSANLARA DİNİ HAYATI KOLAYLAŞTIRMAK VE SEVDİRMEK...<br />

"MÜSLÜMANLARA ZORLUK ÇIKARANA, ZORLUK VER ALLAHIM"<br />

Allah Resulü kolaylığı severdi. İki şeyden birini yapmakta serbest bırakılmışsa,<br />

işlenmesi günah değilse, daima kolay olanı tercih ederdi. Günah olana ise, asla<br />

yanaşmazdı.<br />

Kolaylık gösterenlerden hoşnut olur, zorluk çıkaranlara kızardı.<br />

"Dini hususlarda kendinizi zorlamayın. Kolay olanı tercih edin. Hayırlısı<br />

budur."<br />

"Sizler, dininizde kolaylık murad edilen bir ümmetsiniz." buyurur ve şöyle dua<br />

ederdi:<br />

26


"Müslümanların işlerine bakmak için bir göreve getirilen kimse, onlara<br />

zorluk çıkarırsa, sen de ona zorluk ver Allahım. Onlara iyi davrananlara sen de<br />

iyi davran."<br />

Bir gün Hz. Aişe ile Hafsa annelerimiz, Ramazan ayının dışında, sevap için nafile<br />

oruca niyet etmişlerdi. Bir süre sonra ikisinin de çok sevdikleri bir yemek hediye<br />

geldi. Dayanamayıp oruçlarını bozdular, gelen yemekten yediler. Sonra da<br />

yaptıklarından pişman oldular. Başlanmış bir gönüllü orucu bozmanın günahı var mı?<br />

diye endişe ettiler.<br />

Allah'ın Resulü eve gelince, Hafsa annemiz, hemen atıldı:<br />

- Ya Resûlallah! Aişe ile ben, ikimiz de bu gün oruçtuk. Hoşumuza giden bir<br />

yemek hediye olarak geldi. Dayanamayıp yedik. Orucumuz bozuldu. Şimdi ne<br />

yapalım. Günaha girmiş olduk mu? dedi.<br />

Peygamberimiz, onları rahatlatan şu kısa cevabı verdi.<br />

- Yerine bir gün oruç tutun, yeter...<br />

Peygamberimiz kendilerinin yapmayı âdet edindikleri bazı ibadetleri, yapma<br />

güçlüğünden dolayı müslümanlara yasaklardı. Savm-ı visal denilen iki gün arka<br />

arkaya oruç tutmak bunlardan biriydi. Peygamberimiz bu şekilde ara vermeden oruç<br />

tutmayı sever, sık sık yapar, ancak diğer Müslümanlara izin vermezdi.<br />

- Siz bana bakmayın. Beni Rabbim yedirir, içirir. Bana açlık çektirmez, derdi<br />

Peygamberimiz her an abdestli bulunmayı arzu etmelerine rağmen, abdesti<br />

bozulduktan sonra, her defasında hemen abdest almazdı. Bir gün abdest bozan Allah<br />

Resülü'ne, Hz. Ömer, abdest alması için su getirmişti. Fakat O şefkatli Nebi, abdest<br />

almayı reddetmiş:<br />

- Her abdest bozduktan sonra, hemen abdest almakla emrolunmadım. Alırsam<br />

sünnet olur. Ümmetime uygulamak zor gelir, buyurmuşlardı.<br />

Peygamberimiz <strong>insan</strong>ın kendisini ve ailesi başta olmak üzere çevresini ihmal<br />

edecek derecede ibadete dalmasını da, doğru bulmazdı. Ashaptan Osman bin<br />

Maz'un'un gündüz oruç tutmak, gece devamlı namaz kılmak suretiyle kendisini ve<br />

ailesini ihmal ettiğini duyunca, onu yanına çağırmış:<br />

- Osman! Benim sünnetime değer vermiyor musun? diye sormuştu. Osman bin<br />

Maz'un telaşla:<br />

- Olur mu öyle şey ya Resûlallah! Ben senin sünnetini yaşamaya çalışıyorum.<br />

Başka bir gayretim yoktur, dedi. Peygamberimiz bunun üzerine ona şu ikâzı yaptılar:<br />

- Fakat ben hem uyurum, hem de namaz kılarım. Bazan oruç tutarım, bazan<br />

tutmam. Ailemi de asla ihmal etmem.<br />

Osman! Allah'tan kork. Senin üzerinde ailenin, misafirlerinin, nefsinin<br />

hakları var. Her bir hak sahibine hakkını ver. Benim gibi bazan oruç tut, bazan<br />

tutma. Bazan namaz kıl, bazan kılma, uyu. Ailenle ilgilen, onu ihmal etme.<br />

İslâm'da ruhbanlık (kendini dünyevi hazlardan tamamen çekip âhirete verme<br />

fikri) yoktur.<br />

Peygamberimiz görgüsüz, kaba davranışlı <strong>insan</strong>lara, onları <strong>kazanma</strong>k düşüncesiyle<br />

iltifatlar eder, güler yüz gösterirdi. İnsanları incitmekten, haklarını almış olmaktan<br />

çok korkarlardı. Âişe annemiz anlatıyor:<br />

"Allah Resulü bir gün odama girdi. Kıbleye döndü, ellerini açarak şöyle dua etti:<br />

- Allahım, ben de bir <strong>insan</strong>ım. Şayet kullarından birini üzüp incitirsem, beni bu<br />

yüzden cezalandırma...."<br />

"DİNDEN NEFRET ETTİRİCİLER OLMAYIN"<br />

27


Hz.Aişe Annemizden:<br />

"Resûlüllah Efendimiz, ashabına emrettiği zaman daima yapmaya güç<br />

yetirebilecekleri şeyleri emrederdi. (O zaman Ashabı):<br />

- Ya Resûlallah! Biz senin gibi değiliz. Allah senin olmuş ve olacak günahlarına<br />

meydan vermemiştir, derlerdi de bundan dolayı Resûlullah öfke izleri yüzünden<br />

okunacak derecede kızar ve "En ziyâde takva sahibi olanınız ve Allah'ı en çok<br />

bileniniz şüphesiz ki benim..." buyururlardı.<br />

Yine Aişe Annemizden:<br />

"Bir cemaat, 'Ya Resûlallah! (keserken) hayvan üzerine Allah'ın ismini<br />

zikrediyorlar mı, etmiyorlar mı bilemiyoruz' dediler. Ve bu gibi etlerin yenip yenilemeyeceğini<br />

sordular.<br />

Resûlüllah da onlara:<br />

- Bu et üzerine siz Bismillah deyiniz, sonra onu yeyiniz, buyurdular<br />

Böylece: 'Üzerine Allah'ın ismi zikredilmeyenden yemeyin. Çünkü o bir fısktır.' (el-<br />

Enam, 121) âyetinin hükmüne genişlik ve uygulamada kolaylık getirmiş oldular..."<br />

Bu hükümden anlaşılıyor ki, kesilirken Allah isminin söylenip söylenmediği belli<br />

olmayan hayvanın eti yenir. Bu konuda hayvanın nasıl ve ne denerek kesildiğini<br />

araştırmaya gerek yoktur. Bu hükmüyle İslâm, <strong>insan</strong>lara büyük bir kolaylık<br />

getirmiştir.<br />

Enes bin Mâlik Hazretleri anlatıyor:<br />

"Hz. Peygamber, bir gün mescide girdi. İçeri girer girmez de gözüne mescidin 2<br />

direği arasına çekilmiş bir ip ilişti.<br />

- Bu ip nedir? diye sordu. Sahâbiler:<br />

- Bu Zeyneb'in ipidir. Zeyneb, nafile namaz kılarken ayakta durmaktan yorulunca,<br />

bu ipe tutunuyor, dediler. Allah Resulü:<br />

- Hayır. İbâdet ederken böyle güçlük çekmek gerekmez. Bu ipi çözünüz.<br />

Sizden biriniz zinde ve neş'eli olduğu sürece namazını ayakta kılsın. Yorulunca<br />

da hemen otursun. Ve namazını oturur halde kılarak tamamlasın"<br />

buyurdu.<br />

Ebû Mes'ûd el-Ensâri'den: "Resûlüllah'a bir gün biri gelip:<br />

- Ya Resûlâllah. Filanca bize namaz kıldırırken o kadar uzatıyor ki, neredeyse<br />

namazı terketmeyi ister hale geliyorum, dedi. Hz. Peygamber, bunu duyunca çok<br />

kızdı. Halk namaz için toplanınca cemaata hitaben bir konuşma yaptılar. Onu hiçbir<br />

konuşmasında o günkü kadar öfkeli görmemiştim. Buyurdular ki:<br />

"Ey <strong>insan</strong>lar! Sizler dinden nefret ettiriciler mi olmak istiyorsunuz? Her kim<br />

halka namaz kıldırırsa hafif tutsun. Çünkü cemaatın içinde hasta, zayıf, ihtiyaç<br />

sahibi olanlar bulunabilir..."<br />

Görüldüğü gibi Peygamberimiz, <strong>insan</strong>ları dinden soğutup uzaklaştıracak, ibadetten<br />

usandıracak davranışlara kızdığı kadar başka hiçbir şeye öfkelenmemiştir. Mü'minin<br />

görevi, İslâm'ı <strong>insan</strong>lara daima güzel göstermek, onları dine ısındırıp sevdirmek,<br />

kolaylaştırmak, güçleştirmemektir.<br />

DİNİ HAYATI KENDİNİZE ZORLAŞTIRMAYIN<br />

Utbe bin Âmir anlatmaktadır:<br />

"Kız kardeşim (Ümmü Hibban) Beytullah'ı yaya olarak ziyaret etmeyi adamıştı,<br />

28


fakat sonradan buna güç yetiremiyeceğini hissedince, meselenin Resûlüllah<br />

Efendimiz'den sorulmasını bana emretmişti. Ben bu durumu Resûlüllah'a sorduğumda,<br />

cevaben:<br />

- (Yolun başlangıcında) yaya yürüsün (sonra) bineğinin sırtına binip gitsin...<br />

buyurdu..."<br />

Hazret-i Enes'den:<br />

"Nebiyy-i Ekrem, iki oğlunun kolları arasında yürütülen bir ihtiyar kimse gördü.<br />

"Bunun zoru nedir? Niye bineğe binmiyor?" diye sordu. Oğulları cevaben:<br />

- Ya Resûlâllah! Babamız yaya olarak Kabe'ye gitmeyi adamıştır. Bunun için böyle<br />

yürütüyoruz, dediler.<br />

Resûlüllah Efendimiz: - Şüphesiz ki Allah'ın bu ihtiyarın kendine eziyet ederek<br />

yaptığı ibadete ihtiyacı yoktur, buyurdu ve ona, hayvanına binerek Kabe'yi ziyarete<br />

gitmesini emretti."<br />

Abdullah bin Ömer'den:<br />

"Biz Resûlüllah'a emirlerini dinlemek ve tam itaat etmek üzere bîat ederdik de O<br />

bize (şefkat ederek) gücünüzün yettiği kadar yapın buyururlardı..."<br />

Abdullah bin Mes'ûd'dan:<br />

- Resûlullah, öğüt hususunda, bize bıkkınlık gelmesin diye halimize bakıp ona göre<br />

gün ve saat kollardı.<br />

Câbir bin Abdillâh anlatmaktadır:<br />

"Resûlüllah bir yolculukta idi. Derken üzeri gölgelendirilmiş olduğu halde yanında<br />

<strong>insan</strong>lar toplanmış bir adam gördü ve 'Onun nesi var? diye sordu. 'Oruçlu bir adam'<br />

dediler. Resûlüllah bunun üzerine:<br />

- Yolculukta oruç tutmayı, ihlaslı bir iyilik ve erdemli bir davranış<br />

sanmayınız. Allah'ın sizin lehinize koymuş olduğu ruhsatlardan ayrılmayınız,<br />

buyurdu."<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> pâk hanımlarından Hz.Meymûne, Mekke fethedilirse<br />

Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da namaz kılmayı adamıştı. Mekke'nin fethinden sonra<br />

gelip Allah Resulüne adağını arzetti. Ne yapacağını sordu. Peygamberimiz:<br />

- Senin bunu yapmaya gücün yetmez. Senin ile orasının arasında (engel olarak)<br />

Rumlar vardır, buyurdu. Hz. Meymûne, adağını yerine getirmekte çok arzuluydu:<br />

- Ben de önümde ve arkamda koruyucularla giderim, deyince Peygamberimiz:<br />

- Buna da güç yetiremezsin. Madem bu kadar isteklisin, senin için bir kolaylık<br />

var. Oraya gidenlerden biri ile, Beytül-Makdis'in kandilinde yanmak üzere bir<br />

miktar zeytinyağı gönder. Oraya gidip namaz kılmış gibi olursun, buyurdu.<br />

Hz.Meymûne, ondan sonra her yıl kendi parası ile bir miktar zeytinyağı alır,<br />

Beytül-Makdis'in kandiline konmak üzere Kudüs'e giden ticaret kafileleri ile<br />

gönderirdi. Vefatına kadar bu âdetine devam etti.<br />

"Cenâb-ı Hak sizin için kolaylık murad eder; kat'iyyen size zorluk istemez."<br />

(Bakara, 185)<br />

"Allah <strong>insan</strong>a ancak gücü nisbetinde olan şeyi yükler."<br />

(Bakara, 286)<br />

"Cenâb-ı Hak sizden yükünüzü hafifletmek ister. Zira <strong>insan</strong> zayıf tabiatlıdır."<br />

(Nisa, 28)<br />

"Allah dinde size hiçbir güçlük yüklemedi"<br />

29


Peygamber şefkati<br />

PEYGAMBERİMİZ DÜŞMANI BİLE OLSA KENDİNDEN<br />

YARDIM DİLEYENİ BOŞ ÇEVİRMEZDİ<br />

AMBARGO NASIL KALKTI?<br />

Yemame halkının ileri gelenlerinden Sümame, Hicretin 6. yılının başlarında, İslâm<br />

süvarileri tarafından yakalanmıştı.<br />

Sümame, daha önce Peygamberimize suikast girişiminde bulunmuş, ancak amcası<br />

tarafından bu eylemi engellenmişti.<br />

Peygamberimiz, esir olarak Medine'ye getirilen Sümame'ye:<br />

- Ey Sümame, gönlünde ne var? İçinden ne geçiriyorsun? Sana ne yapacağımı<br />

sanıyorsun? diye sordu. Sümame:<br />

- Ey Muhammed! Eğer beni öldürürsen, kanlı bir katili öldürmüş olursun. Eğer<br />

bağışlarsan, iyiliğin değerini bilen bir kimseye iyilik yapmış olursun. Eğer kurtulmam<br />

için benden fidye istersen, dilediğin kadar isteyebilirsin. Zira benim malım çok... dedi.<br />

Peygamberimiz Sümame'ye iyi davranılmasını emretti ve üç gün boyunca onu<br />

gözaltında tuttu. Üçüncü günün sonunda da, özgürlüğü karşılığında hiçbir şey<br />

istemeden serbest bıraktı.<br />

Sümame'nin bu iyilik karşısında gönlü İslama meyletti. Zaten esir olduğu süre içinde,<br />

Müslümanları yakından gözlemiş, onların Peygamberimize ve birbirlerine olan<br />

davranış ve hallerini dikkatle ve hayretle izlemişti.<br />

Nihayet <strong>Peygamberimizin</strong> huzuruna çıkarak Müslüman oldu.<br />

İslâm'a girdikten sonra Sümame'nin, Allah Resulüne şu itirafı yaptığını görüyoruz:<br />

- Ey Muhammed! Vallahi akşamleyin yanıma geldiğinde, yeryüzünde bana<br />

senin yüzünden daha sevimsiz bir yüz yoktu. Fakat şimdi, senin yüzün bana<br />

bütün tanıdığım simalardan daha sevimli ve sevgili geliyor.<br />

Sümame daha sonra Medine'den ayrıldı. Umre yapmak niyeti ile Mekke'ye gitti.<br />

Açıktan "Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk, La şerike leke lebbeyk..." diyerek<br />

Mekke'ye girince, Kureyş'liler onu yakaladılar.<br />

- Demek sen bize karşı efeleniyor, kafa tutuyorsun ha... dediler. Sümame'yi<br />

öldürmeye niyetlendikleri sırada, içlerinden biri onu tanıdı.<br />

- Bırakınız onu, dedi. Bu Yemame halkının büyüklerindendir. Sizin buğdaylarınız<br />

oradan geliyor.<br />

Eğer onu öldürürseniz, bir daha buğday yüzü göremezsiniz.<br />

Bu ikaz üzerine Mekkeliler Sümame'yi serbest bıraktılar.<br />

Sümame, umresini tamamladı. Mekke'den ayrılırken de müşriklere şu tehdidi<br />

savurdu:<br />

- Vallahi sizler Allah'a ve Resulüne tâbi olmadıkça, Yemame'den size bir<br />

buğday tanesi bile göndermem artık.<br />

Sümame memleketine dönünce dediğini yaptı. Yemame'den Mekke'ye buğday ve<br />

benzeri hiçbir temel gıda maddesinin yüklenip gitmesine müsaade etmedi.<br />

30


Bu ambargo üzerine, Mekke'de büyük bir buğday kıtlığı başladı. Kureyş'liler<br />

yiyecek ekmek bulamadılar. Çok zor ve sıkıntılı günler geçirdiler. Nihayet Pey<br />

gamberimize bir mektup yazıp durumu anlattılar. Ambargonun kaldırılmasını istediler.<br />

Hattâ Ebû Süfyan, bizzat Medine'ye gelerek Efendimizden bu konuda ricada bulundu.<br />

Peygamberimiz bu isteği olumlu karşıladı. Sümame'ye mektup yazarak<br />

ambargoyu derhal kaldırmasını emretti.<br />

Sümame de mektubu alır almaz, ambargoya son verdi. Mekke'ye buğday sevkine<br />

başladı.<br />

Halbuki Mekke'li müşrikler, hicretten önce Müslümanları Haşimoğulları<br />

mahallesine 3 yıl boyunca hapsetmişler, uyguladıkları ambargo ile bir lokma ekmeğe<br />

muhtaç duruma düşürmüşlerdi. Yiyecek, içecek, giyecek., her türlü yardımı, ticareti ve<br />

alışverişi kesmişlerdi. Müslümanlar o sıralar gerçekten çok zor günler yaşamışlardı.<br />

Şimdi ise Allah Resulünün eline fırsat geçmişti. O karanlık günlerin hesabını<br />

Mekke'lilere sorabilir, intikamını alabilirdi.<br />

Fakat O, Rahmet Peygamberiydi. Yeryüzünden zulmü, vahşeti, acımasızlığı<br />

kaldırmak; <strong>insan</strong>lara şefkati, <strong>insan</strong>lığı, merhameti, insafı, acımayı, yardımlaşmayı<br />

öğretmek için gelmişti. Bu yüzden İslâmın can düşmanı olmalarına rağmen, Mekke'li<br />

müşriklerin ricasını bir an bile tereddüt etmeden kabul ediyor; onları sebebsiz yere<br />

sıkıntıya koymaya gönlü razı olmuyordu.<br />

PEYGAMBERİMİZ MÜŞRİKLERE PARA VE GIDA YARDIMI DA YAPTI<br />

Hicretin dördüncü yılında meydana gelen Reci Vak'ası ve Maûne Kuyusu faciaları.<br />

Peygamberimizi ve Müslümanları derinden yaralamış, gönülden üzmüştü. Zira Allah<br />

Resulünün en seçkin sahabeleri, müşriklerin mertlik ve dürüstlüğe sığmayan haince ve<br />

kalleşçe plânları neticesinde şehid düşmüşlerdi. Peygamberimiz bu vahşice yapılan<br />

katliâmlara bir son vermek için olaya bulaşan müşrik kabilelere Allah'ın izniyle<br />

bedduaya başladı. Medine'de, 5 vakit namazın ardından, bir ay boyunca onlara beddua<br />

etti. Hz. Yusuf un kıtlık yılları gibi kıtlık çekmelerini Allah'tan diledi.<br />

O sıralar Peygamberimiz, Müslümanlara kalleşlik yapan kabilelere hakettikleri<br />

cezayı geciktirmeden verecek siyasî ve askeri güce henüz sahip değildi. İslâm<br />

aleyhine kurulan sinsi tuzaklara karşı en kuvvetli silâhı, Allah'a ilticası ve duasıydı.<br />

Bu yüzden Rabbine yönelmiş, ashabına o ağır zulüm ve işkenceleri yapanlar hakkında,<br />

bedduaya başlamıştı. Böylece Müslümanlara da, savuşturamadıkları bir dert ve<br />

zulümle karşı karşıya kaldıkları zaman, dergâh-ı İlâhiyeye iltica yolunu açmış<br />

oluyordu.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> bedduaya başlamasından kısa bir süre sonra, Medine çevresinde<br />

kıtlık başladı. Yağışlar kesildi. Her taraftan sular çekildi. Yeşillikler, otlar kavrulup<br />

kurudu. Başta Kureyş'liler olmak üzere, o kanlı olaylara katılan, fiilen katılmasa bile<br />

gönül desteği veren bütün müşrikler çetin günler geçirmeye başladılar.<br />

Allah Resulünün bu bedduadan maksadı, şüphesiz puta tapan tüm kabileleri<br />

yoketmek değildi. Onların cüretlerini kırmak, bir daha Müslümanlara böyle<br />

haince plân ve canice tuzaklar kurmalarını önlemek istiyordu.<br />

Nitekim bu maksat, kısa zamanda hedefine ulaştı. Kıtlık ve kuraklık içinde<br />

kıvranan müşrik kabileler, yaptıklarına pişman oldular, bir daha Müslümanlara hainlik<br />

yapmamaya karar verdiler. Onlardaki bu pişmanlığı görünce, <strong>Peygamberimizin</strong> şefkat<br />

ve merhameti harekete geldi. Mekke'li müşriklere yüklü bir miktarda gümüş bağışında<br />

bulundu. Bu gümüşle, yiyecek içecek satın alınıp Mekke'deki fakir fukaranın<br />

ihtiyaçlarının giderilmesini istedi.<br />

Peygamberimiz, o şiddet günlerinde, yaptıklarından pişman olarak kendisine baş<br />

vuran diğer kabilelere de çeşitli yardımlarda bulunmuştu.<br />

Bu hareketiyle, bir yandan müşriklerin inadını kırarken, diğer yandan, onların<br />

31


kalblerini İslama ısındırmak gayesini de güdüyordu.<br />

PEYGAMBERİMİZ YAVRULU KÖPEĞİ EZİLMEKTEN KURTARMIŞTI<br />

Hicretin 8. yılıydı. Peygamberimiz, büyük bir ordunun başında Mekke'ye<br />

doğru ilerliyordu. Yol kenarında yavrularının üzerine gerilmiş, onları<br />

emziren dişi bir köpek gördü.<br />

Ashabdan Cuayl bin Süraka'ya, hemen gidip köpeğin hizasında<br />

durmasını emretti. Böylece köpeğin ve yavrularının atların ayakları altında kalıp<br />

ezilmelerini önlemiş oldu.<br />

Hayvanlara bile bu derece merhamet gösteren bir Peygamberin, <strong>insan</strong>lara, özellikle<br />

mü'minlere karşı ne derece şefkatli olacağını siz düşünün artık...<br />

Hayberin fethinden sonraydı. Müslümanların eline bol miktarda ganimet geçmişti. O<br />

günlerde Mekke'de yine kıtlık ve kuraklık kol geziyordu. Halk ihtiyaç içinde<br />

kıvranıyordu.<br />

Peygamberimiz bu durumu öğrenince, Amr bin Ümeyye ile, Mekke'ye arpa, altın,<br />

hurma gönderdi. Bunların Ebu Süfyan, Safvan ve Süheyl'e teslimini emretti. O sıralar<br />

Mekke'nin idaresi bu üç kişinin elinde bulunuyordu.<br />

Safvan ile Süheyl, İslama düşmanlıklarının şiddetinden, <strong>Peygamberimizin</strong><br />

gönderdiklerini alıp da minnet altında kalmak istemediler. Ebu Süfyan ise, onların fikrine<br />

karşı çıktı. <strong>Peygamberimizin</strong> gönderdiklerinin hepsini aldı. İhtiyaç içinde kıvranan fakir<br />

halka dağıttı. Yardımı getiren Amr bin Umeyye'ye de: - Allah, kardeşimin oğlunu<br />

(Peygamberimizi kasdediyor) hayırla mükâfatlandırsın. Çünkü o, akrabalık hakkını<br />

gözetti, diyerek memnuniyetini belirtti.<br />

PEYGAMBERİMİZ KÖTÜ VE VAHŞİ ÂDETLERİ KALDIRMIŞTI<br />

Resûlüllah Efendimiz Medine'ye geldiği zaman, halk, canlı canlı develerin<br />

hörgüçlerini ve koyunların kuyruklarını kesip yerlerdi. Allah Resulü:<br />

- Hayvanların canlı iken azalarından bir parçası kesilmez, dedi ve Medinelilerin<br />

bu çirkin ve hayvana eziyet verici, vahşi alışkanlıklarını yasakladı.<br />

Dinde zorlama olamaz<br />

PEYGAMBERİMİZ AKLA KAPI AÇAR, KİMSEYİ, DİNE<br />

GİRMEYE ZORLAMAZDI...<br />

PEYGAMBERİMİZ SAVAŞIN KANLI YÜZÜNÜN KADINLARA GÖSTERİLMESİNDEN<br />

HOŞLANMADI<br />

Hicretin yedinci yılında Yahudilerin en kuvvetli kalesi olan Hayber fethedilmiş,<br />

hayatta kalan bütün Yahudiler esir alınmıştı. Bunlar arasında, Huyey'in kızı Safiye de<br />

bulunuyordu. Huyey, Yahudi kabilelerinden Beni Nadir'in reisi idi ve savaş sırasında<br />

ölmüştü.<br />

Safiye, amcasının kızı ile birlikte <strong>Peygamberimizin</strong> yanına gönderildi. Habeşli Bilâl<br />

onları Resûlüllah'a götürürken, Yahudi askerlerden iki kişinin cesetlerinin yanından<br />

geçirdi. Safiye'nin amca kızı, cesetleri görünce çığlık atarak dövünmeye başladı.<br />

Peygamberimiz bu hali görünce,<br />

32


Hz. Bilâl'e sitem ederek - Ey Bilâl! dedi. Senden acıma duygusu sökülüp<br />

alındı mı ki, bu kadınları ölülerinin yanından geçirip yaralarını deşiyorsun?<br />

Dedi.<br />

Habeşli Bilâl üzgündü:<br />

- Ya Resûlallah, diye cevap verdi. Durumun böyle olacağını ve sizin bundan<br />

hoşlanmayacağınızı bilemedim. Ben sadece onlara, halklarının başlarına<br />

gelenleri göstermek ve düşündürmek istemiştim. Başka bir niyetim yoktu,<br />

dedi.<br />

AKILLI BİR SEÇİM<br />

Peygamberimiz daha sonra Safiye'nin amca kızını geri gönderdi. Safiye'yi ise<br />

yanında alıkoyarak ona:<br />

- Baban, bana düşmanlıkta Yahudi topluluğunun en katısı idi, buyurdu.<br />

Safiye ise:<br />

- Ey Allah'ın Resulü! Yüce Allah Kitabında: "Hiçbir günahkâr başkasının<br />

günah yükünü çekmez.<br />

(Ancak kendi günahını yüklenir)" buyurmuyor mu?., karşılığını verdi.<br />

Bu cevap <strong>Peygamberimizin</strong> hoşuna gitmişti. Safiye'ye İslâmiyeti anlattıktan<br />

sonra, şu teklifi yaptı:<br />

- Ey Huyey kızı! seni dinini terke zorlayacak değilim. Eğer sen Müslümanlığı<br />

seçer, Allah ve Resulünü tercih edersen, seni kendime eş alırım. Eğer tercihin<br />

eski dinin Yahudilikte kalmak olursa, seni âzâd edip serbest bırakırım. Sen de<br />

gider, kavmine kavuşursun.<br />

Peygamberimiz, görüldüğü gibi kimseyi İslâm'a girmeye zorlamaz, herkesin tercihini<br />

kendi akıl ve iradesini kullanarak, özgür şekilde yapmasını isterdi.<br />

Safiye, seçimini Peygamberimize şu ifadelerle bildirdi:<br />

Hicretin 7. yılı, Muharrem ayının sonlarında, Hayber fethedilmiş ve bu sayede pek çok<br />

ganimet eşyası ele geçirilmişti. Bu ganimetler arasında, çeşitli Tevrat nüshaları da vardı.<br />

Yahudiler Peygamberimiz'den, Mukaddes kitapları olan Tevrat nüshalarının iade edilmesini rica<br />

ettiler. Peygamberimiz de bu ricayı kabul etti ve Tevrat nüshalarını Yahudilere geri verdi.<br />

Allah Resulünün bu davranışını kendilerine rehber edinen müslümanlar, her devirde gayr-i<br />

müslimlerin din ve vicdan hürriyetlerine saygı göstermişlerdir.<br />

- Ya Resûlallah! Sen beni İslama davet etmeden önce, ben içimden zaten İslama<br />

gönül vermiş, senin doğruluğunu kabul etmiştim. Artık ne yahudilikle aramda bir bağ,<br />

ne de Hayber'de beni bekleyen babam veya bir kardeşim var. Sen beni İslâmiyeti seçip<br />

seçmemekte serbest bırakıyorsun. Allah Resulünün yanında ona eş olarak kalmak,<br />

bana, özgür olup yurduna ve halkına dönmekten daha sevimlidir. Ben seni tercih<br />

ediyorum ya Resûlallah!..<br />

Safiye'nin bu hayırlı ve akıllı seçimi, Allah Resulünü çok sevindirmişti.<br />

KİM İSLAMA GİRERSE FAYDASI KENDİNE...<br />

Selma, ashabın ileri gelenlerinden Kays oğlu Sabit'in kız kardeşi, <strong>Peygamberimizin</strong><br />

de dede tarafından halalarından oluyordu.<br />

Kureyza oğulları kabilesine mensup yahudiler savaşta yenik düşüp esir alınınca, Uhud<br />

savaşı sırasında ihanetlerinin cezası olarak, -kadın ve çocuklar hariç-erkeklerinin<br />

idamına hükmedilmişti. Rifaa adlı bir yahudi genci de, idamlıklar arasında<br />

bulunuyordu. Rifaa, Selma Hatunu ve ailesini, eskiden beri tanırdı. İyi komşuluk<br />

ilişkileri vardı. Rifaa, bu dostluğa güvenerek Selma Hatun'a:<br />

- Bilirsiniz, benim size derin bir sevgim ve saygım vardır. Beni kurtarmak için<br />

Hz. Muhammed'le bir konuşsanız, diye ricada bulundu.<br />

Selma Hatun, kendisine sığınan Rifaa için, <strong>Peygamberimizin</strong> huzuruna çıktı.<br />

Peygamberimiz onu görünce:<br />

- Ey Münzir'in annesi, ne işin var burada? Diye sordu.<br />

- Ya Resûlâllah! Anam babam sana feda olsun. Rifaa adlı bir genç bana sığındı.<br />

33


Kendisinin bizim aileye karşı eskiden beri sevgi ve saygısı vardır. İslama da meyillidir.<br />

Onu bana bağışlamanızı istemeye geldim, dedi.<br />

Peygamberimiz hiç tereddüt etmeden:<br />

- Olur, onu sana bağışladım, buyurdu. Selma Hatun:<br />

- Umarım ki o, İslama da girecek, namaz da kılacaktır, dedi.<br />

Peygamberimiz gülümsedi:<br />

- İslama girer, namaz kılarsa, bu davranışının hayrı ve faydası kendinedir. Eğer<br />

eski dininde direnip kalırsa şerri ve zararı yine kendine olur, buyurdu.<br />

Selma Hatunun umduğu gibi, hayatı bağışlanınca, Rifaa gönül rızası ile İslâmı<br />

kabul etti.<br />

Halk, bu olay sebebiyle, Rifaa için Selma Hatun'un azadlısı demeye başladılar. Bu<br />

söz Rifaa'nın ağırına gitti. Selma Hatun bunu işitince:<br />

- Allah'a yemin olsun ki, senin hayatını bağışlayan ben değilim. Ben, ancak<br />

Allah Resulü ile seni bağışlaması için konuşmuşumdur. Seni asıl âzad eden, Allah<br />

Resulüdür, dedi. Ve onu teselli etti.<br />

2. BÖLÜM<br />

PEYGAMBERİMİZİN ÖRNEK HAYATINDA İNSAN İLİŞKİLERİ<br />

Peygamberimiz zayıfların hamisiydi<br />

EKONOMİK KRİZ SENESİNDE KURBAN ETİ BİRİKTİRMEYİ<br />

PEYGAMBERİMİZ YASAK ETMİŞTİ?<br />

Hicretin 5. yılında Medine çevresinde büyük bir kuraklık olmuştu. Çölde yaşayan<br />

Bedeviler, ekonomik krize girmişler, geçimlerini zor temin eder duruma düşmüşlerdi.<br />

Bu yüzden, o yılın Kurban bayramında, Medine'ye akın akın gelmişlerdi.<br />

Peygamberimiz fakir halkın Medine'ye geldiklerini görünce, hutbeye çıktı:<br />

- Sizden kurban kesen kimse, bayramın 3. gecesinden sonra, evinde kurban<br />

etinden bir şey bulunur halde sabahlamasın. Etleri 3 gün evde tutabilirsiniz. Bu<br />

süre içinde yediğinizi yeyin. Kalanını da şu gelen fakirlere dağıtın,<br />

buyurdu.<br />

Medineliler, Resûlüllah'ın emri gereği, o ekonomik kriz senesinde kestikleri<br />

kurbanların etlerinden kendileri yiyebildikleri kadar yediler, kalanını da Medine'ye<br />

gelen fakirlere dağıttılar.<br />

Ertesi yıl kriz geçmiş, bereketli bir sene olmuştu. Kurban bayramında Medine'ye<br />

çevreden gelen pek kimse olmamıştı. Kesilen etler elde kalınca, halk ne yapacağını<br />

düşünmeye başladı. Bu yüzden Peygamberimize:<br />

Ya Resûlâllah! Et çok geldi. Halk kestikleri kurbanlarından kavurmalar yapmak ve<br />

yağlı etlerden eritip yağ edinmek istiyorlar, ne dersiniz? denilmişti. Allah Resulü:<br />

Bunu niye bana soruyorsunuz? deyince:<br />

Geçen yıl kurban etlerinin 3 günden sonra yasaklanıp yenilmesini yasaklamıştınız ya.<br />

Bu sene de mi öyle yapmamız lâzım diye soruyoruz? dediler. Peygamberimiz bunun<br />

üzerine:<br />

Geçen yıl Medine'ye yoksulluk içinde olan çöl arapları akın etmişti. Geçimde<br />

zorluk çeken halka yardımda bulunasınız diye, sizleri kurban etlerini<br />

biriktirmekten menetmiştim. Artık bu yıl, kurban etlerinizden hem yiyebilir,<br />

34


hem fakirlere dağıtabilir, hem de biriktirebilirsiniz, buyurdu.<br />

"ZAYIFLARINIZ YÜZÜNDEN ALLAH'TAN YARDIM GÖRÜYORSUNUZ"<br />

Bedir savaşı kazanılmıştı. Müşriklerden pek çok esir alınmış ve ganimet malı ele<br />

geçirilmişti.<br />

Peygamberimiz, savaş ganimetinin savaşa katilmiş bütün mü'minler arasında eşit<br />

şekilde paylaşılmasını emretti.<br />

Halbuki savaşta büyük kahramanlıklar gösterenler vardı. Onlar, kendileri derecesinde<br />

yararlık gösteremeyen zayıf müslümanlardan farklı hisse almayı bekliyorlardı.<br />

Nitekim bu düşüncede olanlardan biri:<br />

- Ya Resûlâllah! Zayıfların koruyucuları olan süvarilere de, zayıflarla aynı hisseyi<br />

mi vereceksin? Onların daha fazla almak haklan değil mi? diye sordu. Peygamberimiz<br />

böyle düşünenlere şu anlam dolu uyarıyı yaptılar.<br />

- Sizler kendinizi ne sanıyorsunuz? Yardıma ve rızka, içinizdeki zayıflarınız<br />

yüzünden nail olduğunuzu bilmiyor musunuz?<br />

Peygamberimiz bu sözleri ile, yardım ve zaferin, zayıf mü'minlerin Allah'a olan<br />

samimî dua ve ilticaları yüzünden geldiğini ifade ediyordu. Aynı zamanda güçlü<br />

mü'minlerin kendilerini beğenip kuvvetlerine güvenmelerinin, zayıf olanlara hor ve<br />

hakir bakmalarının yanlış olduğuna da işaret buyurmaktaydı.<br />

Allah Resulü zalimin karşısında, mazlumun yanında idi<br />

ALLAH RESULÜ TARİHTE KURULAN İLK İNSAN HAKLARI TEŞKİLATINDA YER ALMIŞTI<br />

Resûlüllah Efendimize Peygamberlik gelmeden önce, Mekke'de asayiş ve düzen<br />

altüst olmuş, yabancılar ve koruyucusuz kimseler için can, mal, namus güvenliği<br />

kalkmıştı. İşler iyice çığırından çıkmış, <strong>insan</strong> hakları çiğnenir olmuş, meydan<br />

zalimlere ve güçlülere kalmıştı.<br />

Yabancı satıcıların malları satın alınır, fakat bedeli ödenmezdi. Mekke’ye ziyarete<br />

gelen turistlerin, hoşa giden kadın ve kızlarına zorla el konur, feryat ve figanlarına<br />

aldırış edilmeksizin gözler önünde tecavüz edilirdi. Buna benzer pek çok rezil işler,<br />

toplumda gizleme gereği duyulmadan işlenir olmuştu.<br />

Fil hâdisesinin(*) 20. yılında Yemen'in Zebid kabilesinden bir adam, satmak üzere<br />

Mekke'ye bir deve yükü mal getirmişti. Mekke'nin ileri gelenlerinden As bin Vâil, bu<br />

adamın malını satın almış, bedelini ise ödemeye yanaşmamıştı.<br />

(*) Fil Hâdisesi: Yemen Valisi Ebrehe'nin, Kabe'yi yıkma niyetiyle fillerle Mekke'ye gelmesi, Ebabil<br />

kuşlarının gagalarından attığı taşlarla (bombalarla) ordusunun perişan olması olayı. <strong>Peygamberimizin</strong><br />

doğumundan 50 gün önce cereyan etmişti.<br />

Adamcağız Mekke'deki bütün kabilelerin reislerine başvurmuş; onlardan, alacağını<br />

almalarını istemişti. Ne var ki kendisine kimse yardıma yanaşmadığı gibi, üstelik de<br />

yanlarından kovmuşlardı.<br />

Bütün varlığını yitirmiş olmanın acısıyla, ne yapacağını şaşıran Yemenli tüccar,<br />

bir gün, güneş doğarken Ebû Kubeys dağına çıktı. O sırada Kureyş'in bütün ileri<br />

gelenleri Kabe'de bulunuyorlardı. Yemenli zat, bağıra bağıra okuduğu şiirlerle<br />

uğradığı büyük zulmü halka anlatmaya başladı.<br />

Artık bu gibi <strong>insan</strong> hakları ihlallerine bir son verme zamanı gelmişti. İlk harekete<br />

geçen zat, <strong>Peygamberimizin</strong> amcası Zübeyr oldu.<br />

Haşim, Muttalib, Zühre, Esed, Haris ve Teym oğullarının ileri gelenleri,<br />

Mekke'nin zengin, itibarlı ve yaşlı adamlarından Abdullah bin Cüd'an'ın evinde bir<br />

35


araya geldiler. Bu meseleyi uzun uzun konuştular. Sonunda:<br />

Mekke'de yerli-yabancı hiç kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesini,<br />

mazlumlar zalimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlann yanında yer alınmasını<br />

kararlaştırdılar.<br />

Abdülmuttalib'in kızı Atike'nin hazırladığı bir çanak koku ortaya kondu.<br />

Toplantıya katılanlar, birer birer ayağa kalktılar, ellerini kokulu çanağa batırıp,<br />

- Allah'a yemin olsun ki, bundan sonra Mekke'de yerli olsun yabancı olsun<br />

zulme uğramış, hakkı yenmiş hiç kimse bırakmıyacağız. Zulme meydan<br />

vermiyeceğiz. Denizlerin suyu kuruyuncaya, Hira ve Sebir dağları yerinden<br />

sökülüp dağılıncaya kadar bu andlaşmamızda sebat edeceğiz, diye yemin ettiler.<br />

Rivayete göre, geçmişte Cürhüm ve Katura kabilesinden Fazl adında üç kişi<br />

birleşmişler, Mekke'de zalim bırakmamağa ve mazlumların haklarını zalimlerden<br />

almağa yemin etmişlerdi.<br />

Bu yeni teşebbüs de mahiyeti itibariyle bu tarihteki yeminleşmeye benzediğinden<br />

ona da, Fazl adlı kişilerin yemini mânasına Hılfül-Füdûl adı verildi.<br />

Tarihte kurulmuş ilk <strong>insan</strong> hakları teşkilatı olan Hılfül-Füdûl, hemen harekete<br />

geçti. Öncelikli işi, As bin Vâil'den Yemenli tüccarın mallarını kurtarmak oldu.<br />

Yemenli sevinerek yurduna döndü.<br />

O sırada Has'am kabilesinden bir kimse, yanında kızıyla birlikte Kâbeyi ziyaret<br />

niyeti ile Mekke'ye gelmişti. Mekke'nin zorbalarından Nübeyh bin Haccac, kızı<br />

görünce ondan hoşlanmış, zorla babasının elinden kaçırmıştı. Adam ne yapacağını<br />

şaşırmış halde feryâd ederken, kendisine, "Hılfül-füdûl'a baş vur" denmişti.<br />

Has'amlı zat, Kabe'ye varıp hılfül-füdûla seslenmiş, başına gelenleri onlara<br />

anlatmıştı. Hılfül-füdûl üyeleri, derhal zorba Nübeyh'in evine vardılar. Zorla el<br />

koyduğu kızı, elinden kurtarıp babasına teslim ettiler.<br />

Hılfûl-füdûl cemiyetinin sözleşme merasiminde, amcaları ile birlikte Peygamberimiz<br />

de bulunmuştu. O sırada 20 yaşlarında bir gençti.<br />

Peygamberimiz, aradan yıllar geçtikten sonra, Peygamberlik devrinde, Hılfül-füdûl<br />

için şöyle demiştir:<br />

- Abdullah bin Cüd'an'ın evinde yapılan zulme karşı sözleşmede, ben de<br />

bulundum. Bence o yemin bana kırmızı tüylü develerin sahibi olmaktan daha<br />

sevimlidir. Ben böyle bir sözleşmeye şimdi İslâmiyet devrinde bile çağrılsam,<br />

tereddüt etmeden katılırım.<br />

Gerçekten Hılfül-Füdûl'un etki ve faydaları büyük olmuştu. Yıllarca zalimlerin<br />

kalbine korku salmakta devam etmişti.<br />

Resûlüllah Efendimizin, "ben şimdi İslâmiyet devrinde bile böyle bir<br />

sözleşmeye çağrılsam, tereddüt etmeden ona katılırım" sözleri çok<br />

düşündürücüdür.<br />

Demek Müslüman, zulme ve <strong>insan</strong> hakları ihlallerine karşı hassas olmalıdır.<br />

Zulmün ortadan kaldırılması için yapılacak her türlü çağrıya, sözleşmeye,<br />

işbirliğine tereddütsüz koşmalıdır.<br />

Bu davetin müslümanlar dışından gelmesi, ona katılmasına engel teşkil<br />

etmemelidir.<br />

Şu halde müslüman, zulme karşı müslim - gayrimüslim herkesle birleşebilir,<br />

anlaşabilir. Sözleşme ve dayanışma yapabilir.<br />

36


Allah Resulünün ifadeleri bu konuda son derece net ve açıktır<br />

Peygamberimiz hak sahiplerinin- hakkını çiğnetmezdi<br />

HAK SAHİPLERİ HAKLARINI ALAMAZSA, O MİLLETTE HAYIR OLMAZ<br />

Bir Bedevi, Allah Resulüne gelerek, kendisinde alacağı olduğunu iddia etmişti. Alacağımı<br />

vermezsen, seni rahatsız ederim, diyordu.<br />

Ashap, Bedevi'yi bu sözlerinden dolayı azarladılar. Ne yapıyorsun sen. Kiminle<br />

konuştuğunu biliyor musun? dediler. Bedevi ise: Bir şey yaptığım yok. Sadece hakkımı<br />

istiyorum, karşılığını verdi.<br />

Hazret-i Peygamber Bedeviye kızan sahabîleri yatıştırdı. Onlara:<br />

- Hak sahibinden yana olmak, ona taraf çıkmak yok mu? buyurdu. Sonra amcası Hz.<br />

Hamza'nın hanımı Havle'yi yanına çağırttı. Ona:<br />

Eğer hurman varsa, biraz ödünç ver. Bize hurma gelince borcumuzu öderiz, buyurdu.<br />

Havle: Hay hay. Anam babam sana feda olsun ya Resûlâllah! dedi. Biraz sonra hurmaları<br />

getirdi. Resûlüllah, Bedeviye borcunu fazlası ile ödedi. Bedevi memnun kaldı.<br />

Sen hakkımı tam olarak verdin, Allah da sana eksiksiz versin, dedi. Allah Resulü: Hak<br />

sahibinin hakkını kolaylıkla alamadığı bir millete Allah şeref ve izzet vermez, buyurdu<br />

ve sözlerine şöyle devam etti:<br />

Alacaklısını razı etmeyen borçluya, yeryüzündeki ve denizdeki hayvanlar bile beddua<br />

ederler. Elinde olup da borcunu vaktinde vermiyen, hep ileri bir tarihe atan borçluya,<br />

Allah geciktirdiği her gün için 2 günah yazar.<br />

SIRTINDAKİ HIRKASINI SATIP BORCUNU ÖDEDİ<br />

Abdullah bin Ebi Hadred anlatıyor: "Bir yahudinin bende 4 dirhem alacağı Vardı.<br />

Borcunu ödemeyince, beni Resûlüllah'a şikayet etti.<br />

Ya Muhammed! Benim bu adamda 4 dirhem alacağım var. Ödemek istemiyor, dedi.<br />

Resûlüllah Efendimiz: Ona hakkını ver, borcunu öde... buyurdu. Ben: Seni hak ile<br />

gönderene yemin olsun ki, ödemeye imkânım yok, dedim. Allah Resulü yine: Ona<br />

hakkını ver, buyurdu. Ben: Kudret ve iradesi ile yaşadığım Allah'a andolsun ki,<br />

vermeye gücüm yetmez. Bir yerden bir ganimet elime geçerse, ödeyeceğim,<br />

dedim. Resûlüllah yine: - Ona hakkını ver, dedi.<br />

Allah Resulü bir şeyi 3 defa söylediği zaman, karşısında artık başka bir şey<br />

söylenmezdi.<br />

Derhal çarşıya gittim. Başımda bir sarık, üzerimde bir hırka vardı. Sarığımı vücuduma<br />

sanp hırkamı satılığa çıkardım. 4 dirheme satıldı. Gidip borcumu ödedim.<br />

Yaşlı bir kadın, beni bu halde görünce:<br />

- Bu ne vaziyet ey Resûlüllah'ın ashabı? diye sordu. Ben de durumu anlattım.<br />

- Al, o hırka yerine bu hırkayı giy! diyerek bana yeni bir hırka verdi. Böylece hem<br />

borcumu ödemiş, hem de elimden çıkardığım hırkama bedel, yeni bir hırkaya kavuşmuş<br />

oldum."<br />

Bu, hiç şüphesiz, borcunu büyük bir özveride bulunup ödemesine karşılık, Allah'ın<br />

Abdullah'a bir ikramı idi.<br />

ALLAH RESULÜNÜN TEVAZUU<br />

Allah Resulü <strong>insan</strong>ların en mütevazii ve lütufkarı idi. Kendisinden bir şey soranı, can kulağı ile<br />

dinler, soru soran ayrılıp gitmedikçe, Resûlüllah onu terketmezdi.<br />

Birisi Resûlüllah'ın elini tutsa, tutan kimse elini bırakmadıkça, Allah Resulü onun elini<br />

bırakmazdı.<br />

Hz.Enes anlatıyor:<br />

"Medineli bir çocuk gelir, Allah Resulünün elinden tutar, dilediği yere götürürdü. Hazret-i<br />

Peygamber gitmem demezdi." Zeyd bin Sabit anlatıyor:<br />

37


"Ben Resûlüllah'ın komşusu idim. Kendisine vahiy geldiği zaman beni çağırırdı. Ben de gelir,<br />

yeni inen âyetleri yazardım. Bu yazma işi bittikten sonra, söz dünyadan açılırsa, Resûlüllah da<br />

dünyadan bahsederdi. Âhiretten açılırsa bizimle beraber âhiretten; yeme işinden açılırsa, yeme<br />

işinden bahsederdi."<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> çocuklar ve gençlere büyük ilgisi<br />

AĞAÇ TAŞLIYAN ÇOCUĞA ÖĞÜT<br />

Rafî bin Amr, Allah Resulü ile ilgili bir çocukluk hatırasını şöyle anlatır:<br />

- Ben çocukken Ensar'dan birine ait hurma ağaçlarını taşlar, ondan düşen meyvelerden yerdim.<br />

Bahçe sahibi zat, bir gün beni yakalayıp Allah Resulüne götürdü. Ağaçları taşladığımı ona bildirdi.<br />

Peygamberimiz bana:<br />

- Çocuğum. Niçin hurma ağaçlarını taşlıyorsun? diye sordu.<br />

- Ya Resûlullah. Acıktığımda hurma düşürüp yemek için taşlıyorum, dedim. Peygamberimiz bana<br />

şu nasihati verdi:<br />

- Sen bir daha ağaçları taşlama! Altına düşen hurmalardan al, ye. Allah seni doyurur.<br />

Sonra başımı sıvazladı.<br />

- Allahım, bunun karnını doyur, diye dua etti.<br />

NUR TORUNLAR: HASAN İLE HÜSEYİN<br />

Hz. Hasan <strong>Peygamberimizin</strong> kızı Fatıma'dan ilk torunudur. Hicretin 3.yılında Ramazan ayı içinde<br />

doğmuştur. Bir yıl sonra da, <strong>Peygamberimizin</strong> ikinci torunu Hz.Hüseyin dünyaya gelmiştir.<br />

Resûlüllah Efendimiz, torunlarını çok severdi.<br />

ACIMAYAN’A ACINMAZ<br />

Bir gün Peygamberimiz, Temim kabilesi reislerinden Akra'nın yanında torunu Hasan'ı öpmüştü.<br />

Akra, <strong>Peygamberimizin</strong> bu davranışını yadırgayarak:<br />

- Benim 10 tane çocuğum var. Bugüne kadar onlardan hiçbirini öpmedim, dedi. Allah Resulü ona<br />

baktı. Sonra da:<br />

- Acımayana acınmaz, buyurdu.<br />

Bir başka gün de <strong>Peygamberimizin</strong> yanına çölde yaşayan bir Bedevi geldi.<br />

- Ya Resûlâllah! Siz çocuklarınızı öpüp seviyormuşsunuz. Halbuki bizler, onları hiç sevmez,<br />

okşamayız, dedi.<br />

Allah Resulünün cevabı çok anlamlıydı:<br />

- Allah, sizin kalbinizden şefkat ve acıma duygusunu çekip almışsa ben size ne yapabilirim<br />

ki...<br />

NE GÜZEL BİNİCİ...<br />

Peygamberimiz bir gün, torunu Hasan'ı omuzuna almış taşıyordu. Ashaptan bir zat, bu manzarayı<br />

görünce:<br />

- Ey çocuk. Sen ne güzel bir bineğe binmişsin, demekten kendini alamadı.<br />

Peygamberimiz bu sözü şöyle tamamladı:<br />

- O çocuk da ne güzel binicidir ama...<br />

Hz. HASAN'IN ÖNLEDİĞİ BÜYÜK FİTNE<br />

Peygamberimiz bir gün Hz. Hasan yanıbaşında oturduğu halde minberde ashabına<br />

öğütler veriyordu. Bir ara Hasan'ı göstererek şöyle buyurdular:<br />

- Bu oğlum, <strong>insan</strong>ların Efendisidir. Müslümanlar ilerde iki büyük gruba ayrılacak;<br />

inşallah aralarını, o bulup barıştıracak...<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> bu gaybi haberi, Hicretin 41. yılında gerçekleşti. O yıl, Hz.Hasan haklı<br />

olduğu halde halifelik (devlet başkanlığı) seçiminden çekilmek büyüklüğünü gösterdi,<br />

böylece kendi taraftarları ile Hz. Muaviye taraftarları arasında çıkabilecek büyük bir savaşı<br />

ve boş yere kan dökülmesini önlemiş oldu.<br />

38


KORKULU RÜYA...<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> amcası Abbas'ın hanımı, bir gün bir rüya gördü. Sabahleyin<br />

Peygamberimize gelerek, rüyasını şöyle anlattı:<br />

- Ya Resûlâllah! Ben bu gece bir rüya gördüm.<br />

- Allah hayretsin. Nedir gördüğün rüya?<br />

- Yalnız çok korkulu bir rüya idi.<br />

- Nedir, söyle bakayım?<br />

- Ya Resûlâllah! Senin vücudundan bir parçanın kesilip evime konduğunu<br />

gördüm.<br />

Peygamberimiz, amcasının hanımı Ümmü'l-Fazl’ın dehşetli bulduğu bu rüyasını, şöyle<br />

yorumladı: - Korkma! Gördüğünün tersine, hayırlı bir rüyadır. Kızım Fatıma'nın bir oğlu<br />

olacak. Sen de onu emzireceksin.<br />

Gerçekten de, bir müddet sonra <strong>Peygamberimizin</strong> 2. torunu Hz.Hüseyin dünyaya geldi.<br />

Ümmü'l-Fazl, onu alıp evine götürdü ve bir müddet süt annelik yaptı.<br />

AĞLATMAYIN YAVRUMU...<br />

Peygamberimiz, torunlarının ağlamasına hiç dayanamazdı. Bir gün Hz. Hüseyin'in<br />

ağladığını işitmişti. Üzüldü. Kızı Fatıma'ya :<br />

- Onun ağlamasına üzüldüğümü bilmiyor musun? Niye ağlatıyorsunuz öyleyse? diye<br />

çıkıştı.<br />

ALLAH RESULÜ ŞİDDETİ ÇAĞRIŞTIRAN İSİMLERİ SEVMEZDİ<br />

Güzel anlamında olan Hasan ve Hüseyin isimleri, torunlarına bizzat Peygamberimiz<br />

tarafından verilmişti. İsim koyma olayını Hz. Ali şöyle anlatır:<br />

- Ben savaşmayı seven bir adamdım. İlk oğlum Hasan doğduğu zaman ona Harb<br />

(Savaş) adını koymuştum. Resûlüllah Efendimiz geldi.<br />

- Gösterin oğlumu bana. Ne isim koydunuz bakayım ona? dedi.<br />

- Harb ismini koydum, dedim. Resûlüllah bu ismi beğenmedi.<br />

- Hayır, o Hasan'dır, dedi.<br />

Hüseyin doğduğu zaman da, ona yine sevdiğim Harb ismini verdim. Resûlüllah yine geldi.<br />

- Gösterin oğlumu bana. Ne isim koydunuz ona? dedi.<br />

- Harb ismini koydum, dedim.<br />

- Hayır, o Hüseyin'dir, buyurdu.<br />

Daha sonra 3. bir oğlumuz oldu. Ona da Harb ismini koydum. Resûlüllah gelip, ne isim<br />

koyduğumuzu sordu.<br />

Harb ismini koydum, deyince,<br />

- Hayır, o Muhassindir, dedi. Sonra da:<br />

- Ben, bunlara Hârun Peygamberin oğulları olan Şebber, Şebir ve<br />

Müşebbir'in isimlerini koydum, dedi.<br />

İbranice olan Şebber isminin arapça karşılığı Hasan, Şebir'in Hüseyin, Müşebbir'in<br />

de Muhassin idi.<br />

Rivayete göre her üç torunun doğumunda da, Hz. Cebrail gelip Peygamberimize<br />

onlara koyacağı ismi bildirmişti.<br />

İKİ GÜL<br />

Medine'de Peygamberimizi evinde konuk eden, İstanbul Eyüp semtinde medfun<br />

bulunan büyük sahabi Ebu Eyyûb Ensari, bir gün Resûlüllah'ın huzuruna girmişti.<br />

Hasan'la Hüseyin Efendimizin önünde oynuyorlardı.<br />

39


- Ya Resûlâllah! Sen bunları çok mu seviyorsun?<br />

diye sordu.<br />

Resûlüllah:<br />

- Nasıl sevmem. Bunlar benim dünyada kokladığım iki güldür, cevabını verdi.<br />

ÇOCUKLARIN GÜREŞİ<br />

Peygamberimiz bir gün mescidin önünde oturuyordu. Torunları Hz. Hasan ile<br />

Hüseyin birbirleriyle güreşmeğe başladılar. Peygamberimiz gülerek:<br />

- Ha gayret Hasan, göreyim seni, yakala Hüseyin'i, diye Hz.Hasan'dan taraf<br />

çıkınca Hz.Ali:<br />

- Ya Resûlâllah! Sen Hüseyin'den taraf olmalı değil mi idin? Hasan ondan daha<br />

büyük, dedi.<br />

Peygamberimiz:<br />

- Baksana Cebrail de Hüseyin'e: "Haydi Hüseyin, ha gayret, göreyim seni," diyor,<br />

cevabını verdi.<br />

HÜSEYİN'İ SEVMEK...<br />

Peygamberimiz bir gün ashabı ile davet edildiği bir yemeğe gidiyordu. Sokakta<br />

çocuklarla oynayan torunu Hüseyin'e rastladı. Peygamberimiz ashabını geride<br />

bırakarak ilerledi. Ellerini açarak Hüseyin'i tutmak istedi. Hüseyin bir oraya bir<br />

buraya kaçıyor, Peygamberimiz de gülerek onu tutmaya çalışıyordu. En sonunda<br />

tuttu. Onu öpüp bağrına bastı:<br />

- Hüseyin bendendir, ben de Hüseyindenim. Allah Resulünü seven, Hüseyin'i<br />

sever. Hüseyin benim torunumdur, dedi.<br />

EHL-İ BEYT SEVGİSİ<br />

Hz.Aişe annemiz anlatıyor: Peygamberimiz bir sabah üzerinde siyah kıldan<br />

dokunmuş nakışlı Yemen işi bir örtü olduğu halde eve çıkageldi. Biraz sonra yanına<br />

Hasan geldi. Onu hemen örtünün altına aldı. Sonra Hüseyin geldi. Onu da yanına aldı.<br />

Sonra Fatımâ geldi. Onu da örtünün içine aldı. Daha sonra Ali geldi. Onu da örtünün<br />

altına aldıktan sonra:<br />

- Allahım, bunlar benim Ehl-i Beytimdir, Bunlardan günah kirini gider ve<br />

kendilerini tertemiz yap, diye dua etti.<br />

PEYGAMBERİMİZİN YABANCI DİL ÖĞRENMESİNİ EMRETTİĞİ ÇOCUK<br />

Peygamberimiz Medine'ye hicret ettiği sıralar, ünlü sahabi Zeyd bin Sabit, 11<br />

yaşında idi. Babası hicretten 5 yıl evvel, Arapların kendi aralarında yaptıkları Buas<br />

savaşında öldürülmüştü. Zeyd babasız olarak büyümüştü. Çok zeki idi.<br />

Peygamberimizle karşılaşmasını kendisi şöyle anlatır:<br />

"Medine'ye gelince Peygamberimize akrabalarım beni götürdüler.<br />

- Ya Resûlâllah. Bu çocuk Neccar oğullarındandır. Sana inen 17 sureyi ezbere<br />

bilir, dediler. Resûlüllah, bana bildiğim sûreleri okuttu. Ben de okudum. Bu, Allah<br />

Resulünün çok hoşuna gitti.<br />

Bir süre sonra Resûlüllah beni yanına çağırdı.<br />

- Ey Zeyd, sen Yahudilerin yazısını ve dilini benim için öğren. Bana bu dilde<br />

yazılmış yazılar gelir. Ben de aynı dilde cevap veririm. Bunu Yahudi tercümanlara<br />

yaptırırım, fakat yemin ederim ki, bu konuda onlara pek güvenim yok, dedi.<br />

Resûlüllah'ın bu isteği üzerine ben İbranice'ye çalışmağa başladım. 15 gün<br />

dolmadan öğrendim. Rahatça okuyup yazabilir hale geldim. Artık Resûlüllah<br />

Yahudilere bir şey yazacağı zaman beni çağırır, bana yazdırır, onlardan birşey gelirse<br />

40


ana okuturdu.<br />

Resûlüllah Efendimiz bir süre sonra yine bana:<br />

- Sen Süryanice'yi de güzelce okuyup yazacak şekilde öğren. Çünkü bana Süryanice<br />

yazılar da geliyor, dedi.<br />

17 gün içinde Süryanice'yi de iyice öğrendim. Resûlüllah'a gelen yazıları okumaya<br />

başladım.<br />

RESÛLÜLLAH ÇOCUKLARA KONAN İSİMLERİ UYGUN BULMAZSA DEĞİŞTİRİRDİ<br />

Cufi kabilesinin reislerinden Ebû Sebrenin iki oğlu vardı. Bir gün oğulları Sebre ve<br />

Aziz'i yanına alarak Medine'ye gelmiş, Resûlüllah'ın huzuruna çıkarak Müslüman<br />

olmuştu. Peygamberimiz Ebû Sebre'ye:<br />

- Bunlar senin çocukların mı? diye sordu. O da:<br />

- Evet, dedi. Resûlüllah Efendimiz, Aziz adlı çocuğa:<br />

- Senin ismin nedir? diye sordu.<br />

- Aziz, deyince Peygamberimiz:<br />

- Hayır, Aziz olan ancak Allah'tır. Sen Abdurrahmansın. İsimlerin Allah'a en<br />

sevimli olanı, Abdullah ve Abdurrahman isimleridir, buyurdu.<br />

ÇOCUĞUN İBADETİNDEN ANA-BABASINA SEVAP YAZILIR<br />

Peygamberimiz Veda haccı için Mekke'ye gidiyordu. Yolda bir kafileye rastlayıp<br />

onlara selâm vermiş.<br />

- Siz hangi topluluktansınız? diye sormuştu.<br />

Onlar da:<br />

- Müslümanız, diye cevap vermişlerdi.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> rastladığı bu cemaat arasında, havdeç içinde bir kadın ve yanında<br />

da küçük oğlu bulunuyordu.<br />

Kadın oğlunun kolunu tutup havdeçten dışarı çıkararak:<br />

- Ya Resûlallah! Bu küçük oğlum hac yapabilir mi? diye sordu. Peygamberimiz:<br />

- Evet, yaptığından sana da sevap vardır, buyurdu.<br />

RESÛLÜLLAH 15 YAŞINDAN KÜÇÜK ÇOCUKLARA SAVAŞI ÖĞRETMEZDİ<br />

İslâm ordusu Uhud savaşına gidiyordu. Medine dışındaki Şeyheyn vadisinde<br />

konaklamıştı. Peygamberimiz burada, askerleri gözden geçirdi. Aralarında yaşı<br />

onbeş'ten küçük olanlar da vardı. Peygamberimiz onları ayırıp geri göndermek istedi.<br />

Rafî bin Hadic te onlardan biriydi.<br />

Ashaptan bazıları: - Ya Resûlallah! Rafî çok iyi eğitimlidir, düşmana iyi ok<br />

atar, diyerek onun ordu ile birlikte gelmesini istediler.<br />

Peygamberimiz Rafî'ye yeniden baktı. Gelişkin görünce, orduda kalmasına<br />

müsaade etti.<br />

Olayın gerisini Rafî'nin kendinden dinleyelim:<br />

"Ayaklarımda mestlerim vardı. Ayağımın ucuna basarak uzun görünmeye<br />

çalışıyordum. Nihayet Resûlüllah, benim orduda kalmama izin verdi. Bana müsaade<br />

edilince yaşı küçük olduğu için ordudan çıkarılanlardan Semure isimli arkadaşım,<br />

babasına koştu.<br />

- Babacığım! Resûlüllah Rafî'ye müsaade etti. Beni ise geri çevirdi. Halbuki ben<br />

daha güçlüyüm, güreşte ben Rafi'yi yıkabilirim, dedi.<br />

Semure'nin babası Sinan, Peygamberimize başvurarak:<br />

41


- Ya Resûlallah! Sen benim oğlumu geri çevirdin. Rafî'ye ise müsaade ettin.<br />

Halbuki oğlum, onu güreşte yener, dedi.<br />

Resûlüllah benimle Semure'nin güreşmemizi istediler. Güreştik. Semure<br />

gerçekten beni yıktı. Bunun üzerine onun da orduda kalmasına izin verildi."<br />

Ashabın ileri gelenlerinden Ebu Said'i Hudri de Uhud günü onüç yaşında olduğunu<br />

ve Peygamberimiz tarafından ordudan geri çevrildiğini söyler ve şöyle anlatır:<br />

"Babam elimden tutup:<br />

- Ya Resûlallah! Bu iri kemiklidir. Müsaade ederseniz orduya katılsın, dedi.<br />

Peygamber Efendimiz, beni tepeden tırnağa kadar süzdü ve:<br />

- Geri çevir onu, buyurdu.<br />

Bunun üzerine babam da beni Medine'ye geri yolladı." Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da<br />

Uhud günü 14 yaşında olduğunu ve Peygamberimiz tarafından geri çevrildiğini söyler.<br />

Anlaşılan o ki, çocuklar çocuk yaşlarda çocukluklarını yaşamalı; savaş yüzü<br />

görmemeli, eline silah almamalı. Resûlüllah Efendimiz bazı istisnalar dışında, 15<br />

yaşından küçük çocukların savaşın kanlı yüzü ile karşılaşmasına izin<br />

vermemiştir.<br />

GENÇLERİ KÖTÜ ALIŞKANLIKLAR EDİNMEKTEN KORUMAK İDARECİLERİN<br />

SORUMLULUKLARIDIR<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> amcası Abbas'ın oğlu Fazl, güzel yüzlü, ak tenli, çok yakışıklı<br />

bir gençti.<br />

Veda haccı sırasında <strong>Peygamberimizin</strong> yanından hiç ayrılmamış, Kurban<br />

bayramının ikinci günü Mina'ya şeytan taşlamağa Resûlüllahla beraber gitmişti.<br />

Yolda yürürken önlerinden bir grup kadın, koşarak geçmişti. Genç Fazl, onlara<br />

bakmağa başladı. Peygamberimiz, Fazl'ın kadınlara baktığını görünce, elini onun<br />

yüzüne tuttu. Fazl yüzünü biraz yana çevirerek tekrar bakmak istedi. Peygamberimiz,<br />

yine onun yüzünü perdeledi.<br />

O sırada bir Bedevi, terkisinde kızı olduğu halde, yanlarından geçti. Fazl, genç<br />

kızı görünce dayanamayıp ona da bakmağa başladı. Peygamberimiz yine Fazl'ın<br />

yüzünü kızdan başka tarafa çevirdi.<br />

Aynı anda, genç ve güzel bir kadın, <strong>Peygamberimizin</strong> yanına gelmiş<br />

- Ya Resûlallah! Babam çok yaşlı, hayvan üstünde duramıyacak durumda.<br />

Böyle iken üzerine hac farz olmuş bulunuyor. Ben onun yerine haccedersem<br />

geçerli olur mu? Babam hac ibadetini yerine getirmiş sayılır mı? diye sormuştu.<br />

Peygamberimiz ona:<br />

- Olur. Babanın yerine sen haccedebilirsin, buyurdu.<br />

Genç Fazl, gözlerini bu sefer de bu kadına dikmiş bakıyordu. Peygamberimiz, yine<br />

onun başını tutup başka yöne çevirdi. Ve şu uyarıyı yaptı:<br />

- Amcamın oğlu! Bugün (kurban günü) kişinin kulağına, gözüne, diline<br />

sahip olması gereken, tüm günahlarının affedileceği özel bir gündür.<br />

Ona göre davran...<br />

Fazl'ın babası Abbas, Hz.Peygamber ile Fazl arasında geçenleri görmüştü.<br />

- Ya Resûlallah! Amca oğlunun yüzünü ne için çevirdin? diye sordu.<br />

Peygamberimiz:<br />

- Bir delikanlı ile bir genç kızın bakıştıklarını gördüm de aralarına şeytanın<br />

girmesinden korktum, buyurdu.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> kadınlara şefkati<br />

KADINLARA DÜNYADA İLK OLARAK SİYASİ HAKKI PEYGAMBERİMİZ TANIMIŞTIR<br />

42


Hicretin 6. yılındaydı. Zeyd bin Harise komutasında 170 kişilik bir askeri birlik,<br />

Şam'dan gelen Kureyş kafilesine baskın vermiş, kervanı ele geçirmişti.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> damadı Ebul-As da bu kervanda idi.<br />

Ebul-As <strong>Peygamberimizin</strong> büyük kızı Hz. Zeyneb'in kocası idi. Bedir'de müşrikler<br />

safında savaşırken Müslümanların eline esir düşmüştü. Peygamberimiz, İslama<br />

girmeye yanaşmadığı için, onu, kızı Zeyneb'i Medine'ye yollaması karşılığında serbest<br />

bırakmıştı.<br />

Zeynep'le Ebul-As birbirlerini severlerdi. Ne var ki, şimdi aradaki inanç çatışması,<br />

bu ayrılığı gerekli kılıyordu.<br />

Ebul-As dürüst, güvenilir bir kişiydi. Bu yüzden Kureyş'ten bazıları ona mallarını<br />

teslim etmişler, ticaret için Şam'a göndermişlerdi<br />

Askeri birlik, Ebul-As'la birlikte, yanındaki emanet mallan da ele geçirmişti.<br />

Kervan Medine'ye getirildiğinde, bu mallar ganimet olarak mücahitler arasında<br />

bölüştürüldü.<br />

Ebul-As o günün seher vakti, ayrıldığı hanımı Zeyneb'e:<br />

- Babandan bana eman (dokunulmazlık hakkı) al. Serbest kalayım., diye haber<br />

gönderdi.<br />

Peygamberimiz müslümanlara sabah namazını kıldırdığı sırada, Hz. Zeynep başını<br />

odasından çıkararak:<br />

- Ey <strong>insan</strong>lar! Ben Resûlüllah'ın kızı Zeyneb'im. Eski kocam Ebul-As'ı<br />

himayeme aldım, diye seslendi<br />

Peygamberimiz selam verince, ashabına döndü:<br />

- Ey <strong>insan</strong>lar! Benim işittiğimi siz de işittiniz mi? diye sordu.<br />

- Evet, dediler. Peygamberimiz bunun üzerine:<br />

- Sizin işittiğiniz konuda şu ana kadar ben de bir şey bilmiyordum. Kadın-<br />

erkek bütün mü'minler birbirine eşit, tek vücut, tek el hükmündedirler. Onlara,<br />

yakın akrabalarını himaye etmeleri yaraşır, buyurdu.<br />

Bir kimseyi himayesine alarak eman verme (dokunulmazlık sağlama), o devirde<br />

çokça başvurulan, ama sadece erkeklerin kullandığı siyasi bir haktı. Peygamberimiz<br />

bu hakkı, kızının şahsında bütün kadınlara da tanımış oluyordu.<br />

Peygamberimiz Mescidden çıkınca, doğruca kızı Zeyneb'in yanına gitti.<br />

- Senin eman verip himayene aldığın kişiyi biz de himayemize aldık, dedi.<br />

Hz. Zeynep, babasından habersiz böyle bir davranışta bulunma sebebini, şöyle izah<br />

etti:<br />

- Babacığım, Ebul-As, hem akrabamızdır, amcamızın oğludur. Hem de çocuğumun<br />

babasıdır. O sebeble onu himayeme aldım.<br />

Ebul-As serbest bırakılınca, Mekke'ye hemen dönmedi. Zeynep'ten, kervanla<br />

birlikte ele geçirilen emanet mallarını geri alması hususunda da aracılık yapmasını<br />

istedi.<br />

Zeynep, sevdiği kocasının bu dileğini de kıramadı. Babasının yanına gitti. Ebul-<br />

As'ın mallarının da iade edilmesini rica etti.<br />

Peygamberimiz kervanı ele geçiren askerlere haber gönderdi. Gelince onlara:<br />

- Siz Ebul-As'm benim damadım olduğunu biliyorsunuz. Şimdi onun mallarını ele<br />

geçirmiş bulunuyorsunuz. O mallar size Allah'ın nasip ettiği ganimet malıdır. Ben<br />

şimdi sizden Ebul-As'a iyilik etmenizi, ele geçirdiğiniz mallarını ona iade etmenizi<br />

istiyorum. Tabii ki siz uygun görürseniz verirsiniz. Geri vermek istemezseniz, zaten o<br />

sizin hakkınızdır, buyurdu.<br />

Allah Resulüne gönülden bağlı askerler:<br />

43


- Hayır ya Resûlallah! Sizin arzunuz başımız üstünedir. Tüm dünyanın servetlerinden<br />

değerlidir. Biz ona, mallarını hemen iade edeceğiz, dediler<br />

Herbiri, almış olduğu en küçük bir eşya parçasını bile, tereddüt etmeden getirip<br />

geri verdiler.<br />

Ebul-As, mü'minlerin Allah Resulüne olan bu bağlılık ve itaatlerine hayran<br />

olmuştu. İslâmiyet hakkındaki tereddütleri tamamen gitmiş, kesin kararını vermişti.<br />

Geriye aldığı mallarla sevinç içinde Mekke'ye döndü. Hak sahiplerine mallarını tek<br />

tek dağıttı. Malları teslim işini bitirdikten sonra:<br />

- Ey Kureyş cemaatı, herhangi birinizin, yanımdaki mallardan alacağı bir şey kaldı<br />

mı? diye sordu.<br />

- Hayır, vallahi kalmadı, dediler.<br />

- Size olan sözümü yerine getirdim mi? diye sordu.<br />

- Evet, vallahi sözünü tam yerine getirdin. Hayırla mükafatlanasın. Biz seni şerefli<br />

ve vefalı bulduk, dediler.<br />

Ebul-As rahatlamıştı. Artık Medine'de iken verdiği kararı açıklayabilirdi:<br />

- Allah'a yemin ederim ki, ben, daha yanınıza gelmeden İslama girmiş,<br />

Medine'de kalmaya kesin niyetlenmiştim. Fakat mallarınıza el koymak için<br />

Müslüman olduğumu sanmanızdan çekinerek, şu ana kadar bu kararımı gizli<br />

tuttum. Artık bir engel kalmadı, dedi, ve halkın gözü önünde şehadet kelimesini<br />

getirerek Müslüman olduğunu ilan etti.<br />

Medine'ye döndüğünde. Peygamberimiz onu bu yaptığından dolayı iltifatla<br />

karşıladı. Kızı Zeyneb'i yeni bir nikah yapmadan, eski nikahı ile ona iade etti.<br />

Sevenler birbirine kavuşmuş, Mekke'deki eski mutlu aile yuvası yeniden<br />

kurulmuştu.<br />

ÜMMÜ HANİ'YE VERİLEN EMÂN HAKKI<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> amcası Ebu Talib'in kızı, Hz. Ali'nin ablası Ümmü Hani,<br />

Mekke'nin fethi gününde, müşrikler içinde bulunan üvey oğlu İbn-i Hübeyre'ye eman<br />

vermişti.<br />

Ümmü Hani, çok önce Müslüman olmuş, fakat Medine'ye hicrete bir türlü imkân<br />

bulamamıştı. Yanında üvey oğlu vardı. Onu İslama ısındırmak için uğraşıyordu.<br />

Mekke'nin fethinde, kardeşi Hz. Ali, Ümmü Hani'nin yanına gelince, onun müşrik<br />

olan üvey oğlunu öldürmek istemişti. Fakat Ümmü Hani kapıyı Hz. Ali'nin yüzüne<br />

kapıyarak <strong>Peygamberimizin</strong> huzuruna gitti. Ve durumu ona anlattı. Üvey oğluna eman<br />

verdiğini, Hz.Ali'nin ise bu emanı tanımadığını, onu öldürmek isteğini bildirdi.<br />

Hz.Resûlüllah:<br />

- Senin eman verdiğin kimseye, biz de eman verdik, diyerek onun bu siyasi<br />

hakkını kabul etti.<br />

KIZLARINA ŞEFKAT EDİNCE CENNETİ KAZANDI<br />

Kadının birisi, iki kızı ile birlikte, Hz.Âişe'nin yanına gelmişti. Hz.Âişe kadına 3<br />

tane hurma ikram etti. Kadın hurmalardan birini bir kızına, birini diğer kızına verdi.<br />

Birini de kendine ayırdı. Tam yemeğe hazırlanıyordu ki, kızlarının hurmalan yeyipte<br />

elindeki hurmaya baktıklarını gördü. Yemekten vazgeçti. Hurmayı iki parçaya bölüp<br />

yine kızlarına verdi.<br />

Onun bu hareketinden Hz.Âişe annemiz duygulanmıştı. Kadın ayrılıp gittikten<br />

biraz sonra Allah Resulü eve uğradı.<br />

Hz. Âişe kendini duygulandıran bu olayı, Peygamberimize anlattı. Ve ondan<br />

kadının durumunu sordu<br />

44


Allah Resulünün cevabı, kadınlar adına çok sevindiriciydi:<br />

- Ya Âişe! Yaptığı bu iş, o kadına cenneti kazandıracaktır. O, kızlarına<br />

şefkat ettiğinde, Allah ta ona şefkat buyurdu, günahlarını affetti."<br />

Bilindiği gibi, cahiliye çağında Araplar arasında kız çocuklarına hiçbir değer<br />

verilmez, hattâ onları diri diri toprağa gömmekten bile çekinilmezdi.<br />

İşte Peygamberimiz, bu batıl anlayışı yıkarak, kızları hor ve hakir görmeyi<br />

yasakladığı gibi; bir annenin kızlarına gösterdiği şefkat ve merhamet sebebi ile,<br />

Cenneti bile kazanabileceğini haber veriyordu.<br />

HER KONUDA KIZ - ERKEK EŞİTLİĞİ<br />

Adamın biri <strong>Peygamberimizin</strong> yanında otururken, yanına çocuklarından biri<br />

gelmişti. Adam çocuğunu öpüp dizine oturttu. Biraz sonra adamın kızı da çıkageldi.<br />

Onu ise, öpmeden önüne oturttu. Allah Resulü bu farklı davranışı görmüştü. Adama:<br />

- Aralarında eşit muamele yapmıyacak mısın?<br />

diyerek ikazda bulundu. Erkek çocuğunu öptüğü gibi, kız çocuğunu da öpmesi,<br />

sevgide ayrımcılık yapmamasını emretti.<br />

Efendimizin bu sözüne dayanarak, İslâm âlimleri, ana-babanın çocukları arasında<br />

kız-erkek ayrımı yapmadan, eşit davranması lüzumunu dile getirmişlerdir. Bir kısmı,<br />

bu eşitliğin hediye vermede şart olduğunu belirtirken, bazıları da öpücüğe varıncaya<br />

kadar dışa akseden her davranışta gerektiğini ileri sürerler.<br />

Esasen çocuklar arasında farklı muamele yapılmasına onay olsaydı, bu farklılığın<br />

kızlar lehine olması uygun olurdu. Nitekim bu hususta Peygamberimiz şöyle<br />

buyurmuşlardır:<br />

— Bağış ve hediyede çocuklarınızın arasını eşit tutun. Eğer ben birini üstün<br />

tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım."<br />

KADINI MİRASTAN MAHRUM EDEN İLKEL ZİHNİYET NASIL YIKILDI?<br />

Hicretin 3.yılında vuku bulan Uhud Harbi'nde İslâm Ordusu 70 kadar şehid<br />

vermişti. Sa'd Bin Rebî adlı sahâbî de, bunlar arasındaydı. Geride hanımı ile iki<br />

küçük kızı kalmıştı.<br />

Peygamber Efendimiz, Uhud'dan Medine'ye döndüğünde, şehirde fazla<br />

kalamamış, yine Uhud gazilerinden teşkil ettiği yeni bir askerî birliğin başında<br />

müşrik kuvvetlerini takibe çıkmıştı. Maksadı, düşmanın toparlanıp Medine'ye ansızın<br />

baskın yapması ihtimalini bertaraf etmekti.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> bu meşguliyeti esnasında Sa'd bin Rebî'nin erkek kardeşi gelip<br />

Sa'd'ın bütün mirasını almış, hanımı ile küçük iki kız çocuğuna hiçbir şey<br />

bırakmamıştı. Zira, Cahiliye devri âdetlerine göre, ölenin sadece oğluna miras düşer,<br />

kız çocuklarına ve hanımına mirastan hiçbir pay verilmezdi. Bu durumda mirası,<br />

ölenin erkek kardeşleri alırlardı.<br />

Hz.Sa'd şehid düştüğü sıralarda da cemiyette bu anlayış yürürlükteydi. İslâm'ın miras<br />

taksimi ile ilgili hükmü henüz gelmemişti. Hz. Sa'd'ın kardeşi de bu yaşanan örfe<br />

göre, onun bütün mirasına el koymuştu.<br />

İslâm ordusu düşman takibinden geri döndüğünde, Sa'd'ın hanımı,' 2 küçük kızını<br />

da yanına alarak Allah Resulünün huzuruna çıktı.<br />

- Yâ Resûlallah, şunlar Sa'd'ın kızlarıdır. Babaları Uhud'da şehid oldu. Kızların<br />

amcası gelip onun bütün mallarını aldı. Şu yavrulara hiçbirşey bırakmadı, dedi.<br />

Peygamberimiz anlatılanları dinledikten sonra:<br />

- Her halde Allah bu hususta bir hüküm indirecektir, hele biraz bekleyin<br />

bakalım, karşılığını verdi.<br />

Nitekim çok geçmedi. Yüce Allah Peygamberimize Nisa Süresindeki miras âyetini<br />

45


indirdi. Bu âyette, mirastan "ölenlerin hanımına ve erkek çocuklarıyla birlikte kız<br />

çocuklarına da pay ayrılması" emrediliyordu.<br />

Bu hükümler inince Peygamberimiz Sa'd'ın hanımını ve mirasın tümüne el koyan<br />

kardeşini huzuruna çağırttı.<br />

Sa'd'ın kardeşine :<br />

- Sa'd'ın mirasının 3'te 2'sini kızlarına, sekizde birini hanımına ver, geri kalanı<br />

da senindir," buyurdu.<br />

Bu hükmü duyan Hz. Sa'd'ın hanımı Amre, sevinçten kendini tutamıyarak<br />

ALLAHÜ EKBER diye tekbir getirdi. Yüksek sesle getirilen bu tekbiri Mescit'tekiler<br />

de duymuşlar, yeni bir hüküm indirildiğini anlamışlardı.<br />

Gerçekten de böyle bir sevince fazlasıyla değecek bir durum ortaya çıkmıştı.<br />

Yüzyıllardır süregelmekte olan Câhiliye devrinin <strong>insan</strong>lık dışı âdetlerinden biri daha,<br />

bu hükümle ortadan kaldırılmış; kadınları mirastan mahrum eden ilkel zihniyete son<br />

verilmişti.<br />

ZORLA EVLENDİRİLEN KADINI PEYGAMBERİMİZ SERBEST BIRAKTI<br />

Hansa bint-i Hizam'ın kocası, Uhud savaşında şehid düşmüştü. Hansa güzel bir<br />

kadındı. Dul kalınca isteyenleri çok oldu.<br />

Bir gün babası sevinçli olarak Hansa'nın yanına girdi. Ve şöyle dedi:<br />

- Sana bir müjdem var kızım.<br />

- Nedir o babacığım?<br />

- Seni Avf oğullarından birisiyle evlendirdim.<br />

Hansa, babasına itiraz etti.<br />

- Bana haber vermeden nasıl evlendirirsin?<br />

- Emrime karşı mı çıkıyorsun?<br />

- Hayır ama niye? Önce bana haber vermeliydin?<br />

Babası kızmıştı:<br />

- Benim seçtiğim adamdan başkasıyla evlenmiyeceksin, dedi.<br />

Hansa, talipleri arasında Ebu Lübabe adlı biri ile evlenmek istiyordu. Gönlü<br />

ondaydı. Babası ise, emr-i vaki yapmış, onu istemediği biri ile evlendirmeye kalkmıştı.<br />

Bu davranış, Cahiliye devrinde normaldi. Kadınlara kimse kocasını seçme hakkı<br />

tanımaz, babanın uygun göreceği kimse ile evlenmek zorunda bırakılırdı. Halbuki<br />

şimdi İslâm gelmişti. Her konuya yeni bir anlayış ve hüküm getiren İslâm, kadınların<br />

bu mağduriyetine de acaba yeni bir hüküm getirmiş miydi? Hansa bu düşünceyle,<br />

derhal Allah Resulüne gidip halini arzetti.<br />

- Ya Resûlallah. Babam haber vermeden beni biri ile nikahladı. Halbuki benim<br />

gönlüm başkasında. Ne yapayım? Babamın verdiğine mi gideyim, yoksa gönlümün<br />

istediği ile mi evleneyim? dedi.<br />

Peygamberimiz cevaben:<br />

- Onunla nikahın yoktur. İstediğin kimse ile evlenebilirsin, buyurdu.<br />

Bu cevap üzerine Hansa rahatlamış, bir cahiliye âdeti daha, böylece yıkılmıştı.<br />

Kişinin hayat arkadaşını kendinin seçmesinden, gönülden benimsemesinden<br />

doğal bir şey olamazdı. Peygamberimiz, kadınlardan bu hakkı yokeden Cahiliye<br />

anlayışını, bu vesile ile ortadan kaldırıyor, kadına evlilik konusunda büyük bir<br />

genişlik ve hürriyet tanıyordu.<br />

KOCASINI ÇİRKİN BULUP İMTİZAÇ EDEMİYEN KADINI, PEYGAMBERİMİZ<br />

SERBEST BIRAKTI<br />

46


Abdullah bin Übey'in kızı Cemile, ilk kocası Hanzale Uhud'da şehid düşünce, Ensarın<br />

hatibi namıyla meşhur Sabit bin Kays ile evlenmişti. Ancak Cemile, onunla imtizaç<br />

edememiş, bu yüzden aralarında geçimsizlik başgöstermişti. Resûlüllah Efendimiz<br />

durumun farkına varınca:<br />

- Cemile, Sabit'in neyini beğenmiyorsun? Diye haber gönderdi.<br />

Cemile cevaben:<br />

- Ya Resûlallah! Sabit'i dini ve ahlâkı yönünden ayıplayamam.<br />

Vallahi çirkinliğinden dolayı, ondan bir türlü hoşlanamıyorum. Ve ona soğuk<br />

davranmaktan kendimi alamıyorum, dedi.<br />

Resûlüllah Efendimiz, Cemile'nin bu açık itirafı üzerine, karı-koca arasında artık<br />

geçimi temin etmenin imkânsız olduğunu gördü.<br />

Ayrılmalarında iki taraf için de, fayda vardı. Evli kaldıkları sürece, birbirlerini<br />

daha çok kıracaklar, günahlara gireceklerdi. Bu yüzden Cemile'ye:<br />

- Sabit evlenirken sana mehir olarak ne vermişti? diye sordu.<br />

Cemile:<br />

- Bir bahçe, dedi. Peygamberimiz:<br />

- Senden boşanırsa, bahçeni ona geri verir misin? diye sordu.<br />

O da:<br />

- Evet, cevabını verince, Peygamberimiz Sabite, mehir olarak verdiği bahçeyi<br />

geri almasını emretti. Ve onları birbirlerinden ayırarak, evlilik bağına son verdi<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> toplumdaki muhalif gruplarla (münafıklar-yahudiler)<br />

ilişkileri<br />

"LÂİLAHE İLLALLAH DİYENİ ÖLDÜRMEKTEN MENEDİLDİM"<br />

Uhud dönüşünde, Medine'deki İslâmın gizli muhalifleri münafıklarla Yahudiler,<br />

Uhud yenilgisini bahane ederek Peygamberimiz aleyhine geniş çaplı bir kampanya<br />

başlatmışlardı. Savaşta büyük yaralar alan Müslümanları, sinsi propagandalarla moral<br />

yönünden çökertmek, şüphe ve tereddüde düşürmek istiyorlardı.<br />

- Muhammed hak Peygamber olsaydı, başına böyle şey gelmezdi. Bugüne kadar<br />

hiçbir Peygamberin bu şekilde ne yenildiği, ne de kendisinin ve arkadaşlarının<br />

yaralandığı görülmüştür, diyorlardı.<br />

Halbuki Peygamberler de bir <strong>insan</strong>dı. Risalet (Peygamberlik) kimliğinin yanında,<br />

beşeriyet (<strong>insan</strong>lık) vasıflan da vardı. Allah onları, <strong>insan</strong>lara maddî ve manevî her<br />

konuda rehber ve örnek yapmıştı: Her <strong>insan</strong>ın başına gelen şeyler, onların da başına<br />

gelecek, herkesin yapmak zorunda olduğu işleri onlar da yapmak durumunda kalacaktı<br />

ki, <strong>insan</strong>lara rehber ve önderlik vazifesini yapabilsinler.<br />

Peygamberin her işi mu'cize, her hali olağanüstü olsa idi, kimseye rehber olamaz,<br />

<strong>insan</strong>lar onu örnek alıp taklit edemezlerdi. Bu yüzden Peygamberimiz de, herkes gibi<br />

aç olur, susuz kalır, yaralanır, hastalanır, yorulur, sıkıntı ve zahmet çekerdi. Kah galip<br />

gelir, kah yenik düşerdi.<br />

Münafıkların ve Yahudilerin menfi propagandalarının yoğunluk kazandığı bir<br />

sırada, Hz.Ömer, <strong>Peygamberimizin</strong> huzuruna çıktı. Yahudi ve münafıklardan bu kabil<br />

söylentileri yayan kışkırtıcıların öldürülmeleri için müsaade istedi.<br />

Peygamberimiz Hz. Ömer'i teselli etti. Telaşlanmamasını söyledi. Allah'ın, dinini<br />

ve Peygamberini üstün kılacağını, kimsenin bunu engelleyemeyeceğini belirtti.<br />

Yahudi kışkırtıcıları öldürme isteğine de:<br />

- Yahudiler bizim emniyetlerini sağlamaya, asayişlerini korumaya söz<br />

verdiğimiz vatandaşlarımızdır. Bu sebeple açıkça hıyanetleri ortaya çıkmadan<br />

47


onları söylentilere dayanarak cezalandıramam, cevabını verdi. Hz. Ömer:<br />

- Münafıklar hakkında ne buyurursun ya Resûlallah. İzin ver de, hiç olmazsa<br />

içimizdeki bu fitne odaklarını ortadan kaldıralım, dedi. Peygamberimiz:<br />

- Onlar, Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim de Resûlüllah olduğuma<br />

şehadet ediyorlar değil mi? diye sordu. Hz. Ömer:<br />

Evet ya Resûlallah! Dilleriyle şehadet ediyorlar, ama bunu yürekten, inanarak değil,<br />

kılıçtan korunmak için yapıyorlar. Aslında onların size amansız bir kinleri var, dedi.<br />

Peygamberimiz Hz. Ömer'e şu karşılığı verdi:<br />

- Ben Lâ ilahe illallah Muhammedür-resûlüllah diyen kişileri öldürmekten<br />

kesinlikle men olundum. Madem ki onlar dışa karşı da olsa, şehadet kelimesini<br />

getiriyorlar, onlara dokunamayız.<br />

Fakat ya Ömer, sen üzülme. İslâm düşmanları bize bir daha Uhud'dakine benzer<br />

bir zarar eriştirmeye muvaffak olamayacaklardır.<br />

Hz. Ömer'in, Allah Resulünün bu müjdeli sözleri karşısında öfkesi yatıştı.<br />

Kaderin çok ibretli bir tecellisiydi bu. Peygamberimiz ve Müslümanlar Mekke'li<br />

müşriklerin eziyet ve zulümlerinden Medine'ye hicretle kurtulmuşlar, Mekke<br />

imtihanını yüz akı ile vermişlerdi.<br />

Fakat Medine'ye hicretlerinde, onları daha başka imtihanlar bekliyordu.<br />

Münafıkların ve Yahudilerin İslâm cemiyeti içinde kaynattıkları fitne kazanı, sinsi<br />

propagandalar, olumsuz kışkırtmalar, iftira ve tezvirler... Bu imtihan, zaman zaman<br />

Mekke'de verdikleri sabır imtihanından çok daha zor ve çetin geçiyordu. Fakat onlar,<br />

yine de büyük bir özveri ve metanetle bu işin de üstesinden geliyorlardı.<br />

Medine döneminde yaşanan bu gibi olaylar, kıyamete kadar İslâm cemiyetlerinde<br />

yaşanması muhtemel durumlara ışık tutmaktadır. İslâm düşmanlarından gelebilecek<br />

tehlikeler ve bunlara karşı alınması gereken tedbirler konusunda, mü'minlere uyarıcı<br />

olmuştur.<br />

Nitekim, İslâm'ın sinsi düşmanları, muhalif gruplar hiç bir devirde, hiçbir İslâm<br />

toplumunda tamamen yokolmamışlardır. Onlar, bazan cepheden İslâma saldırmışlar,<br />

çoğu zaman da Müslüman kisvesi altında sinsice çalışmışlar, Müslümanları İslâm'dan<br />

soğutucu taktik ve programlar icra etmişlerdir.<br />

Bütün bu olumsuz çalışmalara karşı, düşmanı öldürmek, yoketmek çare olmadığı<br />

gibi, çoğu zaman mümkün de değildir. Bu gibi sinsi plânlarla mücadelede mü'minlerin<br />

uyanık, ferasetli, sabırlı, metanetli olmaları gerekir. Onlara karşı bilinçli, azimli, bilgili<br />

bir mücadele ortaya konulmalıdır.<br />

İNSANLARIN DİLİYLE SÖYLEDİKLERİNİ ESAS ALIN, KİMSENİN KALBİNİ BİLEMEZSİNİZ<br />

Üsame bin Zeyd anlatıyor:<br />

- Resûl-i Ekrem bizi Cüheyne kabilesinden Harka oğulları üzerine savaşa<br />

göndermişti. Sabah olunca düşmanın yurduna vardık. Onları yendik. İçlerinden birine,<br />

Ensar'dan bir arkadaş ile yetiştim. Tam boynuna kılıcımı vuracakken:<br />

- La ilahe illallah, dedi. Arkadaşım bunu işitince geri çekildi. Ben ise, denileni<br />

samimi olarak söylemiyor, kılıç korkusundan diyor düşüncesi ile ona vurmakta<br />

tereddüt etmedim.<br />

Kumandan ve arkadaşlarım bana:<br />

- Allah'a yemin olsun ki, sen buyrulmadığın kötü bir iş yaptın. Lâ ilahe illallah<br />

diyen bir adamı öldürdün, dediler.<br />

Bu gibi sözleri işitince yaptığıma çok pişman oldum. Üzüntüden yemeden<br />

içmeden kesildim. Resûlüllah'ın yanına varınca arkadaşlarım olayı kendisine haber<br />

verdiler. Resûlüllah beni çağırdı.<br />

48


- Ya Üsame! Demek sen Lâ ilahe illallah diyen bir adamı öldürdün ha... dedi.<br />

Ve bu sözü 3 kere tekrar etti.<br />

- Ya Resûlallah, o bunu silahtan korktuğu için söyledi, dedim. Resûlüllah:<br />

- Bari adamın kalbini yaraydın da samimi olarak mı, yoksa yalandan mı<br />

söylemiş öğreneydin? buyurdu.<br />

Bana bunu o kadar çok tekrarladı ki, - Keşke, o gün yeni müslüman olaydım da<br />

o olay başımdan hiç geçmemiş bulunaydı, diye gönülden arzu ettim.<br />

MÜSLÜMANLARI BÖLEN CEHENNEME ATILIR<br />

Hicretin 5. yılında Müstalik oğulları kabilesinin reisi Haris bin Ebi Dırar<br />

Müslümanlar üzerine harekete geçmek niyeti ile etrafına adam toplamaya baş-lamıştı.<br />

Peygamberimiz bu durumu işitince, derhal 1000 kadar askerle bu kabile üzerine sefere<br />

çıkmıştı.<br />

Şaban ayında başlayan bu sefer, İslâm ordusunun kesin zaferi ile sonuçlanmış,<br />

İslâm aleyhine ortaya çıkabilecek zararlı bir girişim daha başlamadan imha edilmişti.<br />

İslâm ordusu içinde yer alan Münafıklar, bu galebeden çok rahatsız olmuşlardı.<br />

Sefer dönüşü İslâm ordusu Müreysi Kuyusu başında konaklamış, ihtiyaçlarını<br />

tedarik ediyordu.<br />

Hz. Ömer'in ücretle tuttuğu seyisi Cehcah bin Mes'ut ile baş münafık Abdullah bin<br />

Übey'in dostu Sinan bin Veber, kuyu başında suyu kullanma sırası yüzünden<br />

münakaşaya tutuşmuşlardı. Cehcah, münakaşa sırasında Sinan'a vurunca Sinan:<br />

- Yetişin ey Ensar cemaati! diye bağırmıştı. Bunun üzerine Cehcah da:<br />

- Yetişin ey Muhacir cemaati, diye seslenmişti.<br />

Ensar ve Muhacirlerden çevrede olanlar geldiler. Onların gelmesi ile, münakaşa<br />

birden büyüdü. Müslümanlar Mekkeliler, Medineliler diye 2 kampa ayrılıp birbirine<br />

girecek vaziyete geldiler.<br />

Muhacir ve Ensar'ın ileri gelenleri yetişip Müslümanları uyarıcı konuşmalar<br />

yaptılar.<br />

Bu sırada Peygamberimiz de, kavgayı duymuş, olay yerine gelmişti.<br />

- Ne oluyor? diye sordu.<br />

Bir Muhacir'in, Ensar'dan birine tokat vurduğunu, bu yüzden Muhacir ve Ensar<br />

arasına soğukluk düştüğünü, Müslümanların ikiye bölünüp karşı karşıya geldiklerini<br />

söylediler. Allah Resulü:<br />

- Bırakın şu cahiliyet dâvasını, bölücülük iddialarını... Çünkü o kötü bir<br />

âdettir. Mü'minleri bölen kimse, cahiliyet dâvası güttüğünden Cehenneme atılır,<br />

buyurdu.<br />

- Ya Resûlallah oruç tutsa, namaz kılsa, müslüman olduğunu söylese de mi?<br />

diye soruldu. Peygamberimiz:<br />

- Oruç tutsa, namaz kılsa, Müslüman olduğunu söylese de... buyurdu.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> bu ikâzından sonra Sinan, Cehcah üzerindeki hakkından vaz<br />

geçti. Olay da böylece yatışmış oldu<br />

BAŞ MÜNAFIK ABDULLAH BİN ÜBEY'İN KIŞKIRTMALARI<br />

Münafıkların reisi Abdullah bin Übey için, bu olay bulunmaz bir fırsattı. Derhal<br />

Ensar ve Muhacirleri birbirlerine düşürmek niyetiyle kışkırtma faaliyetine girişti.<br />

Kendi kavim ve kabilesinden bazı kimselere şu konuşmayı yaptı:<br />

- Gördünüz mü şu Muhacirlerin yaptığını. Kendi yurdumuzda bize üstünlük<br />

tasladılar. Fakat bunu, siz kendi elinizle yaptınız. Yurdunuzu, yuvanızı onlara peşkeş<br />

çektiniz. Mallarınızı onlarla bölüştünüz. Onlar uğrunda ölüp yavrularınızı yetim<br />

ettiniz. Ve azaldınız, onlarsa çoğaldılar. Yemin olsun ki, Medine'ye bir dönelim,<br />

izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zayıf olanı muhakkak oradan sürüp çıkaracaktır.<br />

49


Bu sözleri duyanlar arasında Hazreç kabilesinin gençlerinden Zeyd bin Erkam da<br />

vardı. Zeyd bu sözlere çok kızdı:<br />

- Vallahi bu kavmin içinde zillettik, azlık ve nefretlik olan bir kişi varsa o da<br />

sensin. Hazret-i Muhammed ise, Allah tarafından aziz kılınmıştır, diyerek karşılık<br />

verdi.<br />

Sonra da Abdullah bin Ubey'in bu kışkırtıcı sözlerinin mü'minleri birbirine<br />

düşürmesinden korkarak, durumu haber vermek üzere Resûlüllah Efendimize koştu.<br />

Duyduklarını tek tek söyledi. Peygamberimiz son derece üzüldü bu habere. Fakat yine<br />

de hemen İbn-i Übey hakkında hüküm vermedi. Durumu soruşturmaya başladı. Zeyd<br />

bin Erkam'a:<br />

- Ey genç! Sen ona kızmış, bu yüzden öyle söylüyor olmayasın, diye sordu.<br />

Zeyd:<br />

- Hayır, vallahi ben bunları ondan işittim, dedi.<br />

- İşittiklerini yanlış anlamış olmayasın?<br />

- Hayır ya Nebiyyellah! Aynen bu kulaklarımla duydum. İşittiklerimde bir<br />

yanlışım yok.<br />

- Onun hakkında sana bir benzetme, yakıştırma yapılmış olmasın?<br />

- Hayır vallahi. Ben bu sözleri onun ağzından bizzat işittim.<br />

Zeyd'in bu ifşasından sonra, Abdullah bin Übey'in sözü, bir anda ordugahta<br />

duyulmuş oldu. Artık halk arasında bu sözden başka konuşulan söz yoktu. İbn-i<br />

Übey ise, sözlerini inkâr ediyordu. Ensar'dan bir topluluk, Zeyd bin Erkam'ı<br />

tövbeye davet ettiler:<br />

- Sen kavmimizin büyüğüne, söylemediği bir şeyi söyledi demekle haksızlık ettin,<br />

dediler. Zeyd ise, Allah'a yemin ederim ki, ben bu sözleri ondan işittim. Hazreç içinde<br />

benim en sevdiğim kimse, o idi. Fakat bu sözleri değil ondan, babamdan bile işitse<br />

idim, zararına engel olması için, Allah Resulüne söylemekte tereddüt etmezdim. Bu<br />

hususta Allah'ın vahiy indirip hangimizin yalancı olduğunu bildireceğini umuyorum,<br />

dedi ve Cenab-ı Hakka: "Allahım, Peygamberine, verdiğim haberi doğrulayacak<br />

vahyi indir" diye dua etti. Zeyd genç biri idi. Abdullah bin Übey ise, kavmi arasında<br />

itibarı yerinde, nüfuzlu, sevilen ve sayılan bir kimseydi. Bu yüzden kimse Zeyd'in<br />

sözüne itibar etmiyor, İbn-i Übey'in doğru söylediğine inanıyorlardı. Gördükleri yerde<br />

de, Zeyd'i kınıyorlardı. Zeyd utancından <strong>Peygamberimizin</strong> yanına bile yaklaşamaz<br />

olmuştu.<br />

PEYGAMBERİMİZ, MÜ'MİNLER ARASINDA FİTNE'YE YOL AÇACAK<br />

DAVRANIŞLARA İZİN VERMEZDİ<br />

Peygamberimiz ve Ashab'ın ileri gelenleri, Abdullah bin Übey'in gerçek mahiyetini<br />

biliyorlardı. Bu kışkırtmayı onun yaptığından emindiler. Hatta Hz.Ömer:<br />

- Ya Resûlâllah! Bırak beni şu münafık İbn-i Übey'in boynunu vurayım. Onu<br />

Muhacirlerden birinin öldürmesini uygun görmezsen kendi kabilesinden Sa'd bin<br />

Muaz'a veya Muhammed bin Mesleme'ye emret. Onlar öldürsünler, demişti.<br />

Peygamberimiz bu tekliften hiç hoşlanmadı:<br />

- Öldürülmesini emretsem onu öldürürler. Fakat çok geçmeden de Medine<br />

onun yüzünden pekçok sarsıntılara, fitnelere uğrar.<br />

Hayır ya Ömer! Bu dediğin olmaz. İşin iç yüzünü bilmeyen halk 'Muhammed<br />

kendi ashabını öldürüyor' diye konuşmaya başlarlarsa hal nice olur? buyurdu.<br />

Bu davranışın İslama girmek isteyenlerin gözlerini korkutacağını, meyillerini<br />

kıracağını belirtti.<br />

Gerçekten de Peygamberimiz İslâm toplumunu fitneye düşürmek, iç barışı bozmak<br />

için çalışan münafıkları kesin olarak bildiği halde, Müslüman olacakların gözlerini<br />

yıldırmamak, mü'minlerin akrabalık bağlarını gözetmek, halkın "Muhammed ashabını<br />

katlediyor" demelerine meydan vermemek için, onları öldürtmeye yanaşmamıştı.<br />

50


Allah Resulü, Abdullah İbn-i Übey olayı ortaya çıkınca orduya, derhal Medine'ye<br />

hareket emrini verdi. Günün en sıcak saatiydi. Resûlüllah Efendimizin o güne kadar,<br />

böyle bir zamanda yola çıktığı olmamıştı. Fakat ne var ki, askerler arasında meselenin<br />

konuşulması yaygınlaşmış, mü'minlerin içine bir ayrılık kıvılcımının düşmesi tehlikesi<br />

belirmişti. Bu yüzden Allah Resulü orduyu derhal yola çıkarmıştı. O gün akşama<br />

kadar ve bütün gece yola devam edildi. Sabah olup güneşin sıcaklığı bunaltmaya<br />

başladığı vakit, ordu mola verdi. Askerler yorgunluk ve uykusuzluktan, kendilerini<br />

yere atıp hemen uykuya daldılar. Böylece İbn-i Übey'in sözlerinin ordu içinde daha<br />

fazla konuşulup problemin büyümesi engellenmiş oldu.<br />

BAŞ MÜNAFIĞIN YALANI ORTAYA ÇIKIYOR<br />

İbn-i Übey'in oğlu Abdullah babasının sözlerini duyunca Allah Resûlü'nün<br />

yanına gelmiş:<br />

- Ya Resûlâllah! Sana dediklerinden, İslâm'a yaptıklarından dolayı babamı<br />

öldürtmeyi düşünüyorsan, onu öldürmeyi bana emret. Vallahi Hazreç oğulları, benim<br />

babama karşı ne derece saygılı ve hayırlı olduğumu bilirler. Korkarım ki onu öldürme<br />

işini başkasına verirsen, nefsim, babamı öldüren şahsın <strong>insan</strong>lar arasında dolaşmasına<br />

tahammül edemeyebilir de, onu öldürmeye kalkar. Bir mü'minin katili olur,<br />

Cehenneme girerim. Bu yüzden onu öldürteceksen bana öldürt, dedi.<br />

Peygamberimiz Abdullah'ın bu sözlerinden duygulandı. - Hayır sen merak etme.<br />

Babana karşı yumuşak davranırız. Aramızda yaşadıkça da ona iyi arkadaşlık<br />

ederiz, buyurdu.<br />

Ordu Medine'ye döndüğünde Abdullah bin Übey ve onunla birlikte hareket eden<br />

Münafıklar hakkında, bir sûre indi.<br />

Bu sûrede, onların tutum ve davranışları, iki yüzlülükleri, Peygamberimiz ve<br />

İslâm aleyhine sinsi davranışları açıkça belirtiliyordu.<br />

İnen âyetler Zeyd bin Erkam'ın doğru söylediğini de tesbit ediyordu. Böylece<br />

Zeyd, halk arasında temize çıkmıştı. Ona yalancı gözü ile bakanlar, mahcup olmuştu.<br />

Bu âyetlerin inmesinden sonra, Peygamberimiz Zeyd bin Erkam'ın kulağını<br />

tutmuş,<br />

- İşte Allah yolunda kulağı ile görevini yerine getirmiş olan genç budur. Ey<br />

Zeyd, Allah seni tasdik etti, buyurmuştu.<br />

Abdullah bin Übey'in yalancılığı, kışkırtıcılığı, münafıklığı bu şekilde ortaya<br />

çıkınca, Müslümanlar üzerindeki itibar ve nüfuzu bir anda kırıldı. Bundan sonra bir<br />

olay çıktığı zaman, başta kendi kavmi, onu azarlarlar, suçlarlar, kınarlardı.<br />

Peygamberimiz kendi kavminin ve en yakınlarının İbn-i Übey'e karşı olumsuz tavır<br />

takındıklarını haber alınca, Hz. Ömer'e:<br />

- Gördün mü ya Ömer! Eğer onu öldür dediğin gün onu öldürtmüş olsaydım<br />

muhakkak onun yüzünden yer yerinden oynardı. Şimdi ise, en yakınları bile<br />

ona kızıyor, onu kınıyor, buyurmuştu.<br />

Hz.Ömer de:<br />

- Ya Resûlallah, yemin ederim ki, senin işinde benim işimden çok daha büyük<br />

hayır ve bereket varmış, demişti.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> dertli ve özürlü <strong>insan</strong>lara şifa yardımı<br />

PEYGAMBERİMİZİN MUCİZEVİ ŞİFALARI, MODERN TIBBIN HEDEFLERİDİR<br />

Allah Resulünün hakkaniyetini gösteren, peygamberlik iddiasının doğruluğunu<br />

isbat eden mu'cizelerinden büyük bir bölümünü, dertli ve özürlü <strong>insan</strong>lara yaptığı<br />

şifa yardımları teşkil eder...<br />

Allah Resulü, o devrin tıbbının tedavisinden âciz kaldığı nice hastalıklara, yaralara-<br />

51


, acılara, sakatlıklara, mu'cize eliyle şifa dağıtmış, tedavi etmiştir.<br />

Böylece tıp ilminin de kapısını aralamış; o gün mu'cize olarak gerçekleştirilen nice<br />

tedavilerin, ilerde ilmin gelişmesi sayesinde, ilmî ve fennî birer keramet olarak<br />

gerçekleştirilmelerine zemin ve imkân hazırlamıştır.<br />

Aşağıda nakledeceğimiz şifa yardımları ve tedavi mu'cizelerinde de görüleceği gibi,<br />

günümüz tıp ilmi, bu mu'cizelerin benzerlerini gerçekleştirmekte kısmen başarılı<br />

olmuş, ilerisi için de ümit verici çalışmalar ortaya koymuştur.<br />

GÖZ AMELİYATI MU'CİZESİ<br />

Ashaptan Katade anlatıyor:<br />

- Ben Uhud savaşında, Allah Resulüne atılan oklara karşı yüzümü siper etmiştim.<br />

Gelen oklardan birisi gözüme geldi ve onu yerinden koparıp çıkardı.<br />

Ben, dışarı çıkan gözümü avucuma alıp Allah Resulüne döndüm.<br />

Kendisi, beni bu halde görünce, gözleri yaşardı. Sonra, çıkan gözümü avucuna<br />

alıp çukuruna yerleştirdi.<br />

Ve:- Allahım! Bu göz, senin resulünün gözünü korumak için isabet aldı. Onu<br />

yerine kaynat. Ve diğer gözden daha güzel ve daha sağlam yap... diye dua etti.<br />

Aynen dua ettiği gibi oldu. (Taberanî)<br />

KANI DURDURMA VE YARA TEDAVİSİ<br />

Aiz bin Amr anlatıyor:<br />

- Huneyn savaşında, alnıma bir ok isabet etti. Ve orada açılan yaradan akan kan,<br />

yüzümün üzerinden akarak göğsüme dökülmeye başladı.<br />

Beni bu halde gören Allah Resulü, elini alnıma koydu ve oradan göğsüme kadar<br />

indirerek akan kanı sildi. Kan durduğu, yara anında iyileştiği gibi, elinin geçtiği yerler<br />

de, şimdi gördüğünüz gibi, beyaz bir hat haline geldi. (Hâkim)<br />

ALLAH RESULÜNDEN GENÇLİK AŞISI<br />

Ebu Katade anlatıyor:<br />

"- Zu-kared gazvesinde, Allah Resulü bana:<br />

- İslâm düşmanı Mes'adeyi sen mi öldürdün? diye sordu.<br />

- Evet ya Resûlallah! dedim. Buna sevindi ve:<br />

- Allahım, Ebu Katade'nin saç ve cildini mübarek et (kuvvetlendir), diye dua etti.<br />

Daha sonra, bana:<br />

- Yüzündeki yara nedir? diye sordu.<br />

- Atılan bir ok yarasıdır, dedim.<br />

- Yaklaş, buyurdu. Yaklaştım. Allah Resulü yaranın üzerine tükrüklerini sürdü.<br />

Ondan bu yana, yara bana ne acı verdi, ne de kanadı."<br />

Ebu Katade, Resûl-i Ekrem'in gençlik duası bereketiyle, 90 yaşına geldiği sırada<br />

25 yaşındaki bir genç gibiydi. Saçları hiç dökülmemiş, cildi tazeliğini hiç<br />

kaybetmemişti.<br />

AĞRI KESİCİ DUA<br />

Osman bin Ebi'l-As'dan:<br />

- Vücudumda, beni öldürecek şiddette bir ağrı vardı.<br />

Resûlüllah'a durumu haber verdim. Kendisi bana:<br />

52


- Sağ elinle ağrıyan yeri 7 kere meshet (sığazla) ve her defasında da "bismillah<br />

(Allahın ismiyle)! Duyduğum acıdan Allah'ın izzet ve kudretine sığınıyorum" de...<br />

buyurdu. Allah Resulünün dediklerini yapınca, Allah bendeki ağnyı giderdi.<br />

(Beyhakî)<br />

HAFIZAYI GÜÇLENDİRME<br />

Osman bin Ebi'l-As'dan: Allah Resulüne:<br />

- Ya Resûlallah! Ezberlediğim Kur'an'ı unutuyorum, diye şikayette bulundum.<br />

Kendisi, elini göğsümün üzerine koydu. Ben, elinin serinliğini hissettim. Ondan sonra,<br />

eski ezberlerimi unutmadım. Ve yeni âyetleri de bir duyuşta ezberler hale geldim.<br />

(Beyhakî)<br />

UR - TÜMÖR TEDAVİSİ<br />

Ebu Sebre'nin avucunda, büyük bir ur çıkmıştı. Allah Resulüne giderek:<br />

- Ya Resûlallah! Bu ur yüzünden devemin yularını tutamıyorum, diye şikayet etti.<br />

Allah Resulü, bir okla, urun üzerine bir kaç kere vurdu. Sonra onu eliyle ovdu. Ur,<br />

onun eli altında, eriyip yok oldu. (İbn-i Sa'd)<br />

Şurahbil el-Cufl de şöyle der:<br />

"Avucumda bir ur çıkmıştı. Resûlüllah'a giderek:<br />

- Ya Resûlallah! Bu ur, kılıç kullanmamı, binek yuları tutmamı engelliyor, diye<br />

şikayet ettim.<br />

Kendisi avucuma tükürdükten sonra, avucumdaki uru ovmağa başladı. Elini<br />

kaldırdığında, urdan hiçbir iz kalmamıştı" (Beyhakî)<br />

YANIK TEDAVİSİ<br />

Muhammed bin Hatib anlatıyor:<br />

- Kaynayan bir tencere devrilmiş ve içindeki sıcak su, elimi yakmıştı. Annem beni<br />

alıp derhal Allah Resulüne götürdü.<br />

Resûlüllah, birkaç kere, yanmış olan elime tükrüğünü sürdü ve:<br />

- Ey <strong>insan</strong>ların Rabbi. Bu yanığı gider, diye dua etti. Onun üzerine, elimdeki<br />

yanıklar geçti. Ve annem beni eve sapa sağlam geri götürdü. (Beyhakî)<br />

ESTETİK AMELİYAT<br />

Ebyad İbn-i Cemmal anlatıyor:<br />

- Yüzümde çiçek hastalığı çıkmış ve her tarafa yayılmaya başlamıştı.<br />

Resûlüllah Efendimiz beni bu halde görünce, elini yüzüme sürdü. Ondan sonra, bu<br />

hastalıktan ve yüzümde açtığı yaralardan hiçbir eser kalmadı. (İbn-i Sa'd)<br />

Esma bint-i Ebi Bekr anlatıyor:<br />

- Yüzüm ve başım şişmişti. Allah Resulü "Bismillah" diyerek, elini yüzüme ve<br />

başıma koydu ve dua etti. Anında o şişmeler sönüp gitti. (Beyhakî)<br />

Bu olaylarda, doğuştan olmayan, hastalık, kaza vs. gibi arızî sebeplerle meydana<br />

gelen vücut çirkinliklerini gidermenin, bugünkü tabiriyle estetik tedavinin cevazına<br />

işaret vardır.<br />

Burada esas olan, fıtri yapıyı değiştirmek değil, arızî sebeplerle meydana gelen<br />

çirkinliği gidermektir. Nitekim Allah Resulü burnu kesik birinin, yüzündeki bu<br />

çirkinliği gidermek için, altından yapma bir burun takmasına izin vermiştir.<br />

Dİ Ş TEDAVİSİ<br />

Abdullah İbn-i Revaha'dan: "Allah Resulüne varıp:<br />

53


- Ya Resûlallah! dişim çürümüş, şiddetli ağrı yapıyor, dedim.<br />

Allah Resulü, elini, ağrıyan dişin bulunduğu yanağın üzerine koydu. Ve "Allahım!<br />

Abdullah'ın duyduğu acıyı gider" diye 7 kere dua etti.<br />

Ondan sonra, diş ağrım kökünden kesildi. (Beyhakî)<br />

MİDE AĞRISI<br />

Rufaa bin Rafi'den:<br />

- Ben bir sene kadar mide ağrısı çektim. Ondan sonra, Allah Resulüne giderek<br />

halimi anlattım. Kendisi, elini karnımın üzerinde gezdirdi ve ben kustum.<br />

Allah'a yemin ederim ki, ondan bu yana, midemde hiçbir ağrı duymadım."<br />

(Beyhaki)<br />

SAKATLIK TEDAVİSİ<br />

Ashaptan Cürhüd Allah Resulünün yanında sol eliyle yemeğe başlamıştı. Allah<br />

Resulü ona:<br />

- Sağ elinle ye! buyurdu. Cürhüd:<br />

- Sağ elim sakattır, dedi. Allah Resulü, onun sakat olan sağ eline tükürdü. El<br />

birden sağlamlaştı.<br />

(Taberanî)<br />

KOPAN ORGANLARI YERİNE YAPIŞTIRMA TEDAVİSİ<br />

Hubeyb bin Yesaftan:<br />

- Resûlüllah Efendimiz ile birlikte bir savaşa katılmıştım. Müşriklerden biri,<br />

koluma bir kılıç darbesi indirdi ve kolum kopup sarktı. Ben kolumu elimle tutup<br />

Allah Resulünün yanına koştum.<br />

Kendisi, açılan yaranın içine tükrüğünü sürdü ve kolumu kesilen yerden omuzuma<br />

bitiştirdi.<br />

Kolum, anında kaynadı ve hiç bir şey olmamış gibi de çalışmaya başladı. Ben<br />

tekrar savaş yerine döndüm ve kolumu koparan o putperesti öldürdüm. (Beyhakî)<br />

Bu olaylar, Allah Resulünün bu konudaki mu'cizelerinden çok cüz'i bir kısmıdır.<br />

3. BÖLÜM<br />

İnsan İlişkilerinde Temel ilkeler: BARIŞ - SEVGİ - SAYGI İNSANIN CAN,<br />

MAL, NAMUS GÜVENLİĞİ DİYALOG - HOŞGÖRÜ UZLAŞMA<br />

Savaşı İnsanileştirmek<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> savaşa getirdiği <strong>insan</strong>i ve ahlaki boyut<br />

SAVAŞ İSTENMEMELİ AMA HAZIRLIKLI DA OLUNMALIDIR<br />

Savaş halinde, savaştığı kimselere karşı iyi muamelede bulunmak, düşmanlarına<br />

yumuşak davranmak; kadın, çocuk ve yaşlılara merhamet ve şefkat göstermek,<br />

yenilene karşı affı ve insafı elden bırakmamak her milletin yapacağı, her komutanın<br />

kabul edeceği davranışlar değildir. Çünkü savaşta, kan kanı coşturur; düşmanlık, kin<br />

ve nefret duygulan kamçılanır. Harb neticesinde de zafer sevinci fatihleri sarhoş<br />

ederek intikam hırsının en katısına bulaştırır.<br />

İnsanoğlunun bu ilkel harb geleneğine ve savaş ahlakına ilk olarak İslamiyet ciddi<br />

54


manada kayıtlama ve sınırlamalar getirmiş; beşeri mücadeleyi gaddar ve vahşi<br />

suretten çıkarıp <strong>insan</strong>ileştirmiş, <strong>insan</strong> haysiyetine yakışır bir seviyeye yükseltmiştir.<br />

İslamın savaş olayına getirdiği temel kaideleri ve <strong>insan</strong>i prensipleri şöyle tesbit<br />

edebiliriz:<br />

1- İslam'dan önce <strong>insan</strong>lığın hayat ilkesi mücadele idi. Galip ve kuvvetli olan,<br />

zayıf ve mağlub olanı ezer, her türlü zulme maruz bırakabilirdi.<br />

İslamiyet hayat ilkesi olarak yardımlaşma esasını getirmiş, mücadele düsturunu<br />

reddetmiştir.<br />

İslam'a göre, <strong>insan</strong>lığın çeşitli ırklara, milletlere, kavim ve kabilelere ayrılması<br />

birbirleriyle mücadele etmeleri için değil, birbirleriyle daha iyi tanışıp kaynaşmaları,<br />

yardımlaşmaları içindir.<br />

2- İslamiyet hangi ırka mensup olursa olsun, hangi renkte bulunursa bulunsun,<br />

<strong>insan</strong>oğlunun aynı ana-babadan gelmiş, Âdem ile Havvadan türemiş kardeşler<br />

olduklarını kabul etmiş, hepsininde Rabbinin tek olduğu esasını getirmiştir.<br />

Görüldüğü gibi İslam; ırk ve renk farkı gözetmeden bütün <strong>insan</strong>lığı kuşatmakta ve<br />

ırklardan hiçbirine doğuştan bir imtiyaz ve üstünlük tanımamaktadır. Böylece <strong>insan</strong>lar<br />

arasındaki mücadele ve savaş ortadan kalkacak, bütün <strong>insan</strong>lık barış içinde dostça<br />

yaşayacaklardır.<br />

Bu iki prensip İslam'ın <strong>insan</strong>lar arasında gerçekleştirmeyi istediği en ideal nokta ve<br />

en son hedeftir. Ancak <strong>insan</strong> tabiatı ve âlemin gidişatı böyle bir birlik ve kardeşliği<br />

sağlamaya fırsat vermez, savaş ve mücadeleler sürüp giderse ki realite böyledir,<br />

İslam'ın bu hale getirdiği prensip ve kaideleri de vardır.<br />

3- Bütün <strong>insan</strong>lık için mümkün olmasa bile, mü'minler arasında barışın mutlaka<br />

kurulması gerekir. Mü'minler için savaş ve mücadelenin hiçbir şekilde yasal görülmesi<br />

söz konusu olamaz.<br />

"Mü'minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını (bulup)<br />

barıştırın." (el-Hucurat, 10)<br />

"Ey iman edenler! Hep birden barış ve esenliğe girin." (el-Bakara, 208) ayetleri<br />

bu prensibi ifade etmektedir.<br />

4- Savaşta ve düşmanlıkta ısrar eden milletlere karşı Müslümanlar mağlup<br />

düşmemek, İslam'ın izzet ve itibarını çiğnetmemek için kuvvetli ve hazırlıklı olmak<br />

durumundadırlar. Kur'an-ı Kerim'de bu hususta:<br />

"Ey iman edenler! Onlara (düşmanlarınıza) karşı gücünüz yettiği kadar<br />

kuvvet ve savaş atları hazırlayınız." (el-Enfal, 60) buyrulmaktadır.<br />

5- Düşman milletler düşmanlıktan vazgeçip barışa yanaşırlarsa, Müslümanlar<br />

banş için ellerinden geldiğince çaba göstermek zorundadır.<br />

"Eğer (düşmanlar) barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a güvenip<br />

dayan." (el-Enfal, 61)<br />

6- Düşman milletler barışa yanaşmaz, savaşı devam ettirmek isterlerse<br />

Müslümanlar da savaşa devam ederler. Çünkü kuvveti ancak kuvvet durdurur.<br />

"Size harb açanlarla Allah yolunda siz de harb açın, dövüşün." (el-Bakara,<br />

190)<br />

7- İslam'ın savaş prensiplerinin başında Müslümanlarla savaşan ve İslam'a<br />

düşmanlık yapanlar dışında kimseye dokunulmaması gelir.<br />

Bu husus Kur'an'da:<br />

"Kimler sizin üzerinize saldırırsa, siz de tıpkı onlar üstünüze saldırdıkları<br />

gibi onlara saldırın." (el-Bakara, 194) buyrulmaktadır.<br />

Bu ayette sadece savaşa katılanlara, saldırıya geçenlere mukabelede bulunmaya izin<br />

verilmekte ve bu mukabelenin de düşmanın yaptığı tecavüz ölçüsünde olması<br />

gerektiği hatırlatılmaktadır. Diğer bir ayette bu hususa daha da açıklık getirilmektedir:<br />

55


"Size harb açanlarla Allah yolunda savaşın. Aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah<br />

aşırı gidenleri sevmez." (el-Bakara, 190)<br />

Savaşta aşırı gitmek, düşmanın savaşmayan fertlerine, masum bireylerine<br />

tecavüzde bulunmak manasına geldiği gibi, düşmanın yaptığı tecavüze fazlasıyla<br />

karşılık vermek, ölçüyü aşmak manasına da gelir.<br />

İslamiyet kadınları, çocukları, yaşlıları, gayr-i muharip, yani, savaşa katılmayan<br />

sivil kesim kabul etmiş; bunların öldürülmelerini, zulüm ve işkenceye uğratılmalarını<br />

kesinlikle yasaklamıştır.<br />

Savaşın en kızgın anında bile <strong>insan</strong>cıl duyguların yitirilmesine müsaade<br />

etmemiştir. Hazret-i Ebu Bekir'in Üsame bin Zeyd komutasındaki İslâm ordusuna<br />

yaptığı şu tavsiyeler buna güzel bir örnektir:<br />

"Düşman askerinin kulak, burun ve diğer uzuvlarını kesmeyin.<br />

Küçük çocukları, ihtiyarları ve kadınları öldürmeyin.<br />

Meyve ağaçlarını kesmeyin ve yakmayın.<br />

Askerin gıda ihtiyacı dışında koyun, sığır ve deve kesmeyin ve öldürmeyin.<br />

Yolda karşınıza çıkan kilise ve ma'bedlere dokunmayın."<br />

8- Düşmanla barış yapılınca Müslümanlara düşen, anlaşma şartlarını saygı ile<br />

kabul etmek, karşı taraf bozmadan anlaşmayı ihlal etmemektir.<br />

9- İslam, savaş esirlerine ve kölelere karşı da son derece <strong>insan</strong>cıl ve medeni bir<br />

muamele yapılmasını emretmektedir.<br />

ÇOCUKLARI ÖLDÜRMEYİN<br />

"İnsanlara merhamet etmeyen kimseye Allah da merhamet etmez." buyuran Allah Resulü,<br />

çocuklara hasta ve sakatlara karşı son derece merhamet duyar, onlara daima sevgi ve şefkatle<br />

muamele ederdi.<br />

Bilhassa çocuklara olan sevgi ve şefkatine ölçü ve sınır yoktu. Kendisine turfanda bir meyve<br />

takdim edildiği zaman, onu kendi yemez, küçük çocuklara verir, onlara yedirirdi. Yolda<br />

rastladığı çocukları selamlar, onları kucağına alıp, öper, devesine bindirerek sevindirirdi.<br />

Resûlüllah'ın bu sevgisi sadece Müslümanların çocuklarına karşı da değildi. O, müslüman<br />

olmayanların çocuklarını da aynen Müslüman çocukları gibi severdi.<br />

Bir savaşta birkaç çocuk, savaşan iki tarafın arasında kalarak ölmüştü.<br />

Resûlüllah Efendimiz, o çocukların cesedlerini görünce son derece duygulanıp üzülmüştü.<br />

Onun bu aşırı üzüntüsünü görenler güya teselli için:<br />

- Neden bu kadar üzülüyorsun ya Resûlallah? Nihayet bunlar gayr-i müslim çocuğuydu.<br />

Müslümanların çocukları değildi... deyince, Allah Resulü, <strong>insan</strong>lık tarihine altın harflerle<br />

geçecek şu sözleri söylediler:<br />

- Bu çocuklar, kafir çocukları bile olsa, sizden daha masumdur. Dikkat edin, çocuk<br />

öldürmeyin. Kat'iyyen çocuk öldürmeyin...<br />

20. Asrın yarısında (1959) ilan edilen Çocuk Hakları Beyannamesi'nin 1400 sene evvel Allah<br />

Resulü tarafından en mükemmel şekliyle ortaya konulduğuna bu olay bile tek başına delildir.<br />

İslâm'da savaş değil, barış temel ilkedir<br />

PEYGAMBERİMİZ BARIŞSEVER İNSANLARI ÇOK TAKDİR EDERDİ<br />

Peygamber Efendimiz, <strong>insan</strong>lar arasındaki tartışmalı konuların daima uzlaşma yolu<br />

ile hallini ister; kavga ve savaşa, mecbur kalınmadan başvurulmasına onay vermezdi.<br />

56


Barışsever kimseleri çok takdir eder, <strong>insan</strong>ların arasını bulmaya yönelik çabalan<br />

teşvikle karşılardı.<br />

Hicretin 7. ayında amcası Hz.Hamza komutasında 300 kişilik bir askerî birliği<br />

keşfe çıkarmıştı. Gaye, Kureyş'in o sıra Şam'dan gelip Mekke'ye gitmekte olan ticaret<br />

kervanını gözlemekti.<br />

İçlerinde Ebu Cehil'in de bulunduğu Kureyş kervanı, Seyfül-bahir denilen sahil<br />

şeridine ulaştığında, Kureyş'liler, Hz. Hamza'nın başında olduğu askerî birliğin farkına<br />

vardılar. Taraflar için çarpışmak, artık kaçınılmaz olmuştu.<br />

Seyfül-bahir, Cüheni kabilesinin topraklan içinde kalıyordu. Cühenî reisi Mecdi<br />

bin Amr, hem <strong>Peygamberimizin</strong>, hem de Kureyş'in dostu ve müttefiki idi.<br />

Mecdi bin Amr, iki askerî kuvvetin karşı karşıya geldiği haberini alır almaz koştu<br />

geldi. Taraflarla ayrı ayrı görüştü. Onları çarpışmaktan vaz geçirdi. Böylece Ebû<br />

Cehil, kervan ile birlikte Mekke'ye yönelirken, Hz. Hamza da birliğini alarak Medine'ye<br />

döndü.<br />

Mecdi bin Amr, İslama girmiş değildi. Müslümanlar kendisine hiçbir teklifte<br />

bulunmadıkları halde, o, kendiliğinden arabuluculuk etmiş; muhtemel bir<br />

çarpışmayı önlemişti. Onun bu barışçı ve uzlaştırıcı çabalan, Peygamberimize<br />

anlatılınca, Efendimizin hoşuna gitti.<br />

- Tebriğe şâyân, iyi ve doğru bir iş yapmış, buyurdular.<br />

Bu olaydan sonra, Mecdi bin Amr ve kabilesi, Allah Resulünden hep iltifat ve saygı<br />

gördüler.<br />

Peygamberimiz bu davranışıyla, barış ve uzlaşmanın önemini bizlere gösterdiği<br />

gibi; doğru ve güzel bir işi müslüman olmayan bir kişi bile yapsa, onu saygıyla ve<br />

memnuniyetle karşılamak gerektiği dersini de vermektedir. Nitekim Mecdi bin<br />

Amr müslüman olmadığı halde, yaptığı davranış, Efendimizin hoşuna gitmiş;<br />

övgü ve iltifatlarına sebeb olmuştur.<br />

ALLAH RESULÜNDEN BARIŞTIRMA ÖRNEKLERİ<br />

Ashaptan Ka'b bin Malik'in, Abdullah bin Ebî Hadret'ten bir miktar alacağı vardı.<br />

Ka'b, Mescid'de rastladığı Abdullah'tan bu alacağını hemen ödemesini istedi.<br />

Abdullah ise, durumunun yerinde olmadığını ileri sürerek borcunu ödemeye<br />

yanaşmadı. Birbirlerine karşı seslerini yükselterek çekişmeye başladılar.<br />

Peygamberimiz, onların seslerini işiterek odasından dışarı çıktı.<br />

- Ka'b! diye seslendi. Ka'b:<br />

- Buyur ya Resûlâllah! dedi.<br />

Abdullah'a işaret ederek:<br />

- Bunun sana olan borcunun yarısını kendine bağışla, dedi. Ka'b itirazsız:<br />

- Öyle olsun ya Resûlâllah! Alacağımın yarısını Abdullah'a bağışladım, dedi.<br />

Bundan sonra Peygamberimiz Abdullah'a dönerek:<br />

- Kalk, sen de kalan borcunu ne yapıp yapıp hemen öde... dedi.<br />

Yarısı bağışlanınca az bir miktar kalan borcunu Abdullah, sıkılmadan, sevinerek<br />

ödedi.<br />

İki sahabi arasında borç-alacak yüzünden çıkması muhtemel olan bir soğukluk,<br />

Allah Resulünün olaya müdahalesi ile, böylece tatlıya bağlanmış, barış yolu ile<br />

halledilmiş oldu.<br />

Hicretin, 6. yılında, mü'minlerin annesi Hz. Âişe'ye büyük bir iftira atılmıştı. İftirayı<br />

atanlar, Ensar'dan Hazreç kabilesine mensup münafıklardı. Ne var ki, aynı kabileden<br />

57


azı saf yürekli müslümanları da, kendilerine âlet ederek, iftiranın bir anda büyüyüp<br />

yayılmasını sağlamışlardı. Bu durum, Ensar'ın diğer kabilesi Evslileri son derece<br />

üzmüştü. Hatta Evs'in büyüğü Sa'd bin Muaz, fitneyi körükleyen Hazreçliler hakkında<br />

ağır konuşmuştu. Ancak bu sözler, Hazrecin büyüğü Sa'd bin Ubade'ye dokunmuş;<br />

Sa'd bin Muaz'a aynı üslûpla karşılık vermişti. Bunun üzerine iki Sa'd'ın araları<br />

açılmış, kalplerine kırgınlık girmişti.<br />

Peygamberimiz, Hz. Âişe Annemizin ma'sumiyetini haber veren âyetlerin<br />

inmesinden sonra, Sa'd'ler arasındaki kırgınlığı ortadan kaldırmak istedi. Bu<br />

maksatla, önce Sa'd bin Muaz'a uğradı. Onun elinden tutup, yanına Evs'in ileri<br />

gelenlerini de alarak Sa'd bin Ubade'nin evine gitti. Sa'd bin Ubade, misafirlerine<br />

yemek hazırlattı. Hep birlikte yiyip içtiler. Sohbet ettikten sonra dağıldılar.<br />

Peygamberimiz, daha sonra da Sa'd bin Ubade'yi elinden tutup bazı Hazreçlilerle<br />

birlikte Sa'd bin Muaz'ın evine gitti. Sa'd bin Muaz da, yemek çıkardı. Yiyip içip<br />

sohbet ettikten sonra dağıldılar.<br />

Peygamberimiz, İslama büyük hizmetleri geçmiş iki Sa'd'ın arasındaki<br />

kırgınlık ve küskünlüğü böylece gidermiş oldu.<br />

Zaten Allah Resulü, mü'minler arasında küskünlük istemezler, "mü'minin<br />

mü'mine üç günden fazla dargın durması helâl olmaz" buyururlardı<br />

NAZİK DÖNEMLERDE MÜ'MİNİN MÜ'MİNE KIRILMAYA ASLA HAKKI YOKTUR<br />

Peygamberimiz hendek kazma sırasında mü'minler arasında en ufak bir<br />

sürtüşmenin bile çıkmasını yasaklamıştı. Elbirliği içinde hendeğin kazılması ve hızla<br />

bitirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden Şair Ka'b bin Malik ile Hassan bin Sabit "e,<br />

hiç kimse hakkında ileri geri konuşmamaları, kimse hakkında şiir söylememeleri<br />

için uyarıda bulunmuştu. Olabilir ki, şairlik damarıyla birilerine sataşabilirler,<br />

birbirleriyle şiir yoluyla atışmaya girebilirler, bu ise tatsızlığa ve kırgınlığa yol açar,<br />

hendeğin gecikmesine sebeb olabilirdi.<br />

Allah Resulü, bununla da yetinmemiş, ayrıca:<br />

- Hiç kimse arkadaşının kırıcı sözüne kızmayacak, darılmayacak, diye emir<br />

çıkarmıştı. Müslümanları büyük bir özveri ve hoşgörüye davet etmişti. Düşmanın<br />

şehrin kapılarına dayandığı o nazik dönemi, sabır ve metanetle aşmayı düşünmüştü.<br />

Zira, birbirleriyle uğraşanlar müsbet bir iş yapamaz; hayırlı, faydalı bir<br />

hizmeti tamamlayamazlardı. Küçük kırgınlık ve ihtilaflar yüzünden<br />

müslümanlar arasındaki dayanışmanın zedelenmesi, hendek kazma işinin<br />

neticesiz kalmasına sebeb olurdu ki, bu da düşmanın Medine'yi istilâsına yol<br />

açabilirdi.<br />

Mü'minin, mü'minden gelen kinci muamelelere sabırla hoşgörü ile, affetmekle karşılık<br />

vermesi, büyük bir erdemdir. Ancak düşman tehlikesinin İslâm varlığını tehdit ettiği<br />

nazik dönemlerde, bu tarz hareket artık fazilet olmaktan çıkar, herkes için zorunlu bir<br />

görev olur. Bu durumlarda mü'minler birbirlerinin kusurları ile uğraşmayı, haklı bir<br />

sebeble bile olsa, birbirlerinden incinip darılmayı bir tarafa bırakmak<br />

durumundadırlar. Aksine davranış, İslâmiyete kesinlikle zararlı olacağı gibi, düşmana<br />

da büyük bir yardım hükmüne geçer.<br />

MAHKEMEYE DÜŞMEDEN UZLAŞMAYA BAKIN!<br />

Abdullah bin Mes'ud anlatıyor:<br />

İslâm tarihinde hırsızlık sebebiyle ilk ceza gören kimse, Ensar'dan bir<br />

Müslümandı. Resûlüllah Efendimizin, cezanın uygulanmasından sonra, yüzü<br />

bembeyaz olmuştu. Çok üzüldüğü belliydi. Ashap:<br />

58


- Ya Resûlallah, bu iş size çok ağır geldi herhalde, dediler. Peygamberimiz<br />

onlara cevaben:<br />

- Siz suçlu olarak yakalayıp bana getirmekle arkadaşınız aleyhine şeytana<br />

yardım ederken, ben ne yapabilirim. Bir yöneticiye düşen, önüne getirilen<br />

suçluya cezasını tatbik etmektir. Siz onu bana getirmeden evvel düşünebilir,<br />

aranızda sulh ve uzlaşma yoluna gidebilirdiniz, buyurdu.<br />

Görüldüğü gibi Allah Resulünün hukuk anlayışında taraflar arasında uzlaşma<br />

esastır. Mütecaviz tarafın, mağdurun zararını telâfi ederek onu razı etmesi, böylece<br />

barışmanın sağlanması, işin resmiyete intikalinden daha hayırlıdır. Ancak adlî<br />

mercilere intikal etmiş, resmiyete dökülmüş bir dâvada da Allah Resulü zerre kadar<br />

taviz vermez; adaletin gereği ne ise, onu değiştirmeden uygulardı.<br />

İHTİLAFLI DAVALARDA HAKEME GİDİLEBİLİR<br />

Hani bin Yezid, kabilesinin gönderdiği bir heyet içinde, Peygamber Efendimize<br />

gelerek iman etmişti.<br />

Hani'ye arkadaşlarının Ebu'l-Hakem künyesi ile hitap ettiklerini işitince, Allah<br />

Resulü, ona şu soruyu sormuştu:<br />

- Hakem, Allah'tır (Allah'ın isimlerindendir). Netice itibarıyla, hüküm sahibi de<br />

O'dur. O halde, sen kendine Ebu'l-Hakem künyesini neden taktın?<br />

Hani, cevabında, şunları söyledi:<br />

- Hayır ya Resûlallah! Bu künyeyi ben kendim edinmedim.<br />

Ancak, benim halkım, bir meselede ayrılığa düştüklerinde, hep bana gelirlerdi.<br />

Ben de onlar arasında hüküm verirdim.<br />

Her iki taraf da verdiğim bu hükme razı olurdu. Bu yüzden bana Ebû'l-Hakem<br />

künyesini, onlar taktılar.<br />

Peygamberimiz, bu açıklama üzerine:<br />

Bu (anlattığın davranış ve yerine getirdiğin adalet) ne kadar güzel. Tebrike şayan.<br />

Ancak sana verilen künye, hoş değil... buyurdu.<br />

Daha sonra Hani'ye sordu. Kaç çocuğun var?<br />

Hani: Şurayh, Abdullah ve Müslim adında 3 çocuğum var, dedi.<br />

Peygamberimiz: Bunların en büyüğü hangisidir? diye sordu.<br />

Hani:<br />

- Şurayh, dedi. Allah Resulü:<br />

- Öyleyse, sen Ebu Şurayh'sın. Künyen, bundan sonra Ebu'l-hakem değil, Ebu<br />

Şurayh'tır... buyurdu.<br />

Ve sonra da Hani'ye ve oğullarına duada bulundu.<br />

Hani memleketine dönmek için hazırlandığı sırada, Peygamber Efendimize gelip<br />

şöyle dedi:<br />

- Ya Resûlallah! Hangi amelin beni cennete girdireceğini bildirir misin?<br />

Peygamberimiz cevaben:<br />

- Güzel sözlü (tatlı dilli) olmaya, muhtaçlara bolca yemek yedirmeye devam<br />

et... Cennete girersin... buyurdu. (Ebu Davud; Nesâi)<br />

İki grubun veya iki kimsenin arasındaki ihtilaflı davayı çözmek ve bir neticeye<br />

bağlamak için tarafların seçtiği kimseye hakem denir. Hakeme başvurma olayının<br />

İslâm hukukunda geçerli olduğuna, bu hadis-i şerif delildir.<br />

Zira Ebu Şurayh'ın hakemliğini, Allah Resulü güzel bularak tebrik etmiştir.<br />

Diğer taraftan bu olay, <strong>Peygamberimizin</strong> bir yanlışı düzeltirken nasıl yapıcı bir<br />

59


metod izlediğine de güzel bir örnek teşkil etmektedir.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> cinayet davalarına ve <strong>insan</strong> öldürme olaylarına karşı tavrı<br />

ASR-I SAADETTE FAİLİ MEÇHUL BİR CİNAYET DAVASI NASIL ÇÖZÜLDÜ?<br />

Hicretin 7. yılında Hayber fethedilmiş; ele geçen topraklar Yahudilere ortaklık<br />

usulü ile geri verilmişti. Ürün gelirinin yarısı Yahudilere kalacak, yarısını İslâm<br />

Devleti alacaktı.<br />

Ensar'dan Abdullah bin Seni ile arkadaşı Muhayyısa, tarlalarda iş bulmak ümidi<br />

ile, Hayber'e gelmişlerdi. Birkaç gün oralarda birlikte dolaştıktan sonra, birbirlerinden<br />

ayrılmışlar, Abdullah Hayber'in Şıkk mahallesine gitmişti.<br />

Ertesi gün arkadaşı gelmeyince, Muhayyısa, Abdullah'ı aramaya çıktı. Nihayet<br />

onu, bir Yahudi uşağın göstermesiyle, derinliği olmayan susuz bir kuyunun içinde<br />

öldürülmüş olarak buldu. Boynu kırılmıştı.<br />

Şıkk halkına, "onu siz öldürdünüz" dedi. Onlar inkâr ettiler.<br />

- Biz öldürmedik. Bu hususta hiçbir bilgimiz de yok, dediler.<br />

Muhayyısa, cesedi kuyudan çıkardı. Kefenleyip gömdü. Medine'ye gelerek Allah<br />

Resulüne durumu anlattı.<br />

Peygamberimiz bunun üzerine Yahudilere haber gönderdi. Ya katili teslim<br />

etmelerini veya öldürülenin diyetini ödemelerini istedi. Yahudiler:<br />

- Onu biz öldürmedik. Öldüreni de bilmiyoruz, diye cevap yazdılar.<br />

Peygamberimiz bunun üzerine, bu cinayet davasını çözümlemek için, o sıralar Araplar<br />

arasında geçerli bir çözüm şekli olan Kasame usûlüne başvurdu. Bu usûle göre, bir<br />

kişinin cesedi, bir topluluğun mahallesinde ölü bulunur, onu kimin öldürdüğü<br />

bilinmez ve fakat o kavmin öldürdüğü iddia edilir, elli kişi de bu hususta yemin<br />

ederse; davacı taraf maktulün diyetini almağa hak kazanırdı.<br />

Eğer davacılar, kendileri yemin etmez, karşı taraftan 50 kişi seçerek onları yemine<br />

davet eder, onlar da maktulün kendileri tarafından öldürülmediğine yemin ederlerse,<br />

dava düşer, böylece davalı taraf diyet ödemekten kurtulurdu.<br />

Yemin edecek 50 kişi bulunamazsa, bulunanlar, yemin sayısını 50'ye<br />

tamamlarlardı.<br />

Abdullah'ın kan diyetini dâva eden Müslümanlar, yemin etmeye yanaşmadılar. Zira<br />

ellerinde kesin bir delil yoktu. Yahudilere yemin teklif edildi. Onlardan 50 kişi<br />

cinayetle ilgileri olmadığına hemen yemin ettiler.<br />

Dava böylece sonuçlanmış, Yahudiler diyet ödemekten kurtulmuşlardı. Ancak<br />

Abdullah'ın kanı boşa gitmiş gibi bir durum ortaya çıkmıştı. Bu ise, Müslümanları<br />

rahatsız ediyor, kesin suçlu gözüyle gördükleri Yahudilere, kinlerini artırıyordu.<br />

Peygamberimiz, Yahudilerle Müslümanlar arasındaki bu gerginliğin böyle sürüp<br />

gitmesini ve Abdullah'ın kanının yerde kalmasını uygun görmedi. Onun kan bedelini<br />

vermeyi, kendisi üstlendi. Abdullah'ın ailesine 100 deve ödedi. Develer, zekât develerinden<br />

verildi.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> Abdullah'ın diyetini ödemesi, cemiyette ortaya çıkan bir<br />

huzursuzluğu yatıştırmak, gerginliği gidermek içindi. İki toplumun birbirlerine karşı<br />

kin ve intikam düşünceleri içinde yaşamaları tehlikeliydi.<br />

Allah Resulü barış, sükûn ve asayişi sever; toplumda herkesin birbirlerinin<br />

haklarına saygılı olmalarını isterdi.<br />

ÂHİRETTE HÜKME BAĞLANACAK İLK DAVALAR: KAN DAVALARI<br />

60


Buharî'den:<br />

"Kıyamet günü, <strong>insan</strong>lar arasında hükme bağlanacak ilk dava, kan davalarıdır."<br />

Haksız ve günahsız yere kan dökmek, cinayet işlemek, İslâm'da büyük<br />

günahların en başında gelir.<br />

İslâm, yeryüzünden kan dökmeyi kaldırmak için gelmiştir.<br />

İslâm, dünya hayatında en büyük cezayı, kan dökücülere, adam öldürücülere vermiştir.<br />

Çünkü yaşama hakkı, <strong>insan</strong>ın en kutsal, en yüce hakkıdır. Bu hakka tecavüz, en büyük<br />

cezaî müeyyideyi gerektirir.<br />

Bu sebeble Ahirette, Allah'a ortak koşma günahından sonra, en büyük azap, kan<br />

dökücülere, adam öldürücülere verilecektir.<br />

Cinayet suçlarının ağırlığı ve büyüklüğü sebebiyledir ki, ahirette tüm hukuk<br />

suçlarının önüne alınacak; <strong>insan</strong>lar arasında ilk hükme bağlanacak davalar, kan<br />

davaları, cinayet davaları olacaktır.<br />

FAİLİ MEÇHUL CİNAYETLER HAYRA ALÂMET DEĞİL<br />

Beyhakâ'den:<br />

- Topyekûn dünyanın yıkılması, Allah katında, haksız yere bir damla kan<br />

akıtmaktan (birisini öldürmekten) daha ehvendir.<br />

İbn-i Abbas'tan:<br />

"Resûl-i Ekrem zamanında, Medine'de birisi öldürüldü. Kimin öldürdüğü<br />

bilinemedi. Peygamber Efendimiz minbere çıkarak şöyle buyurdu:<br />

- Ey <strong>insan</strong>lar! Aranızda bulunduğum halde, içinizden biri öldürülüyor ve katili de<br />

bilinmiyor. Eğer göktekiler ve yerdekiler, birisini birlikte haksız yere öldürseler, Allah,<br />

onların hepsine birden azap vermekten geri durmaz."<br />

(Beyhakî)<br />

Ebu Bekr'in rivayeti şöyledir:<br />

- Göktekiler ve yerdekiler, bir Müslüman'ın öldürülmesinde birlik olsalar, Allah onların<br />

hepsini de yüzüstü cehenneme atar." (Taberanî) Süfyan bin Uyeyne de şöyle der:<br />

- Bir kimse, bir Müslüman'ın öldürülmesini isteyerek "Öl..." dese, "Öldür"<br />

kelimesini tamamlamasa bile öldürme olayına iştirak etmiş olur."<br />

Bu Peygamber sözleri, Allah katında masum bir <strong>insan</strong> kanı akıtmanın ne derece<br />

büyük bir cinayet olduğunu, bu cinayete iştirak edenlerin ne kadar çokluk olurlarsa<br />

olsunlar, istisnasız hepsinin birlikte cezaya çarptırılacaklarını ortaya koymaktadır.<br />

Diğer taraftan faili meçhul kalmış cinayetlerin de son derece ağır bir suç olduğuna<br />

işaret edilmektedir.<br />

İslâm teröre geçit vermez<br />

MASUM BİR İNSANI GADDARCA ÖLDÜREN MUHALLİM'İN BAŞINA GELENLER<br />

Mekke'nin fethinden sonraki Huneyn savaş günlerindeydi.<br />

Bir sabah bir İslâm müfrezesi Medine civarında geziyor, düşmanın ani baskınlarına<br />

karşı devriye görevi yapıyordu. İşte bu sırada müfreze çölde bir atlıyla karşılaştı. Atlı,<br />

61


hemen selam verdi, bunlar da selamını aldılar. Bu selamın manası 'Sen bizden<br />

eminsin, korkma' demekti.<br />

Buna rağmen müfrezede bulunan Muhallim bin Cessâme adlı asker, okunu<br />

çekmiş, selam veren adamın üzerine yürüyerek bir okla adamı atından düşürerek<br />

oracıkta öldürmüştü.<br />

İşte bundan sonra öldürülen Amir bin Azbat'ın yakınları toplanıp savaş<br />

meydanında bir ağacın altında dinlenmekte olan Allah Resulü'ne başvurdular.<br />

Kısas isteğinde bulundular.<br />

- Yâ Resulallah, bu Muhallim bin Cessâme nasıl bizim kadınlarımızın ciğerini<br />

yakıp gözlerinden yaşlar akıttıysa biz de onu öldürmek suretiyle onun kadınlarının<br />

gözlerinden yaşlar akıtacağız. Bu bizim hakkımızdır. Muhallim'i bize teslim eyle,<br />

kısas hakkımızı kullanmak istiyoruz, diye ısrar ettiler.<br />

Ancak Muhallim'in lehinde şahitlikte bulunanlar da vardı. Mesele pek<br />

netleşmemişti. Selam verenin aslında Müslüman olmayan bir düşman savaşçısı<br />

olabileceği, suikast yapabileceği ihtimalinin düşünüldüğü ileri sürülüyordu.<br />

'Korkudan selam verdi' deniyordu.<br />

Bu şüpheden dolayı Efendimiz:<br />

- Size diyetini vereyim, kısastan vazgeçin, diyerek ölenin yakınlarını razı etmeye<br />

çalıştı. Nitekim bunda da başarılı olarak yüz deveye karşılık kan davasını halledip<br />

barışı sağlamıştı.<br />

Böylece karşı taraftan bir husumetin gelmesi söz konusu olmaktan çıkmıştı. Ama<br />

Muhallim için mesele bu kadar kolay bitmeyecekti. Çünkü Muhallim, selam veren bir<br />

adamı acımadan öldürmüştü. Bu, öyle geçiştirilebilecek bir olay değildi. Öldürdüğü<br />

suçsuz bir <strong>insan</strong>dı.<br />

Muhallim'e yakınları telkinde bulundular:<br />

- Git, Resulüllah'tan özür dile, senin için Allah'tan af dilesin, kurtul, dediler. O<br />

da Resulüllah'ın huzuruna gelip yaptığından özür diledi. Allah'tan kendisi için af<br />

dilemesini istedi.<br />

Ancak böyle bir iki cümlelik bir özürle koskoca bir adamı öldürmenin sonucundan<br />

kurtulunabilir miydi? Şayet böyle kolay olacaksa adam öldürmenin çok basit bir<br />

olay olduğu anlaşılmayacak mıydı?<br />

Resulüllah, af isteyen Muhallim'e karşı hiç görülmedik şekilde tepkili bir tavır<br />

gösterdi ve dedi ki:<br />

- Selam veren bir adamı sen nasıl olur da öldürürsün? Sana bu yetkiyi kim<br />

verdi?<br />

Muhallim, 'Özür dilerim, Allah'tan af dile' diye sözlerini üç defa tekrar ettiyse de<br />

Efendimiz her defasında:<br />

- Allahım, Muhallim'i affetme! Diyerek Muhallim'i hem huzurundan kovdu, hem<br />

de af dilemeyip aksine aftan mahrum kalmasını istemiş oldu.<br />

Nitekim huzurundan bu şekilde uzaklaştırılan Muhallim, bir haftadan fazla<br />

yaşamamış, kahrından ölmüş, yakınları da onu bir mezarlığa defnetmişlerdi.<br />

Ne var ki suçsuz bir adamı öldüren Muhallim'i mezar da kabul etmemiş, sabah<br />

bakanlar onu toprağın dışarıya attığım görmüş, gelip Resulüllah'a durumu haber<br />

vermişlerdi. Efendimiz:<br />

- Siz onu yine gömün, buyurdu. Öyle yaptılar. Gel gör ki, toprak bir türlü Kabul<br />

etmiyor, gece yine dışarıya attığı görülüyordu. Gelip çaresizliklerini anlatan<br />

yakınlarına Resulüllah'ın son cevabı şöyle oldu:<br />

Siz yine onu mezarına gömün, toprak ondan daha kötülerini kabul etmiştir,<br />

onu da kabul edecektir. Ancak Allah size ders vermek istiyor, masum bir<br />

adamı öldürmenin Allah yanındaki kötülüğünü göstermek için size ibret<br />

örneği sunuyor.<br />

62


Savaş zamanında bile selam veren bir adamın öldürülmesine böylesine<br />

unutulmayacak bir tepki gösteren Allah Resulü, yani İslam; barış zamanında<br />

öldürülen masum <strong>insan</strong>ların katili için ne söyler, neleri reva görürdü acaba?<br />

Bu durumda, İslami terörden söz edilebilir mi, Müslüman'ın şu ya da bu<br />

bahane ile kadın-çocuk-yaşlı ayırdetmeden masum <strong>insan</strong>ları öldürmesine İslâm<br />

onay veriyor denebilir mi?<br />

İşte saadet asrında adam öldürenin akıbeti, işte Allah'ın toprağa bile onun cesedini<br />

kabul ettirmeyişi, Resulüllah'ın da <strong>insan</strong>lığa örnek tepkisi. Katili huzurundan kovuşu.<br />

Böylesine ibretli ve dehşetli bir örnek meydanda iken hangi cahil ve gafil kimse<br />

çıkıp da, "İslam teröre izin veriyor. Müslüman, adam öldürmeyi dininden izin alarak<br />

yapıyor." diyebilir?<br />

Sevgi - saygı ve görgü<br />

BÜYÜKLERİN KADRİNİ ANCAK BÜYÜKLER BİLİR<br />

Resûlüllah Efendimiz, bir gün Mescitte ashabının arasında oturuyordu. O sırada<br />

Hz.Ali içeri girdi. Oturacak bir yer aradı. Bulamadı. Peygamberimiz, hangisi ona yer<br />

açacak diye ashabının yüzüne bakıyordu. Resûlüllahın sağında oturan Hz.Ebubekir:<br />

- Hasanın babası! Gel, buraya otur, diyerek Hz. Ali'ye yanında yer gösterdi.<br />

Hz.Ali, Hz. Ebubekir ile Hazret-i Peygamber arasında gösterilen yere oturdu.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> sevinçten gözleri parladı. Hz.Ebû Bekir'in bu davranışından<br />

memnun olmuştu. Ona dönerek:<br />

- Ya Ebâ Bekir! Büyüklerin kadrini, ancak büyükler bilir, diyerek iltifat etti.<br />

MÜ'MİN MÜ'MİNE ALÂKA DUYAR, YER GÖSTERİR<br />

Adamın biri Mescide girmişti. Peygamberimiz, o sırada mescitte yalnızdı. Adamı<br />

görünce toparlandı. Oturması için ona içerde yer gösterdi. Adam:<br />

- Ey Allah’ın Resulü! Yer oldukça geniş, niye zahmete giriyorsun? deyince Allah<br />

Resulü ona:<br />

- Müslüman bir başka müslümanı gördüğünde, onun için toparlanıp yer açması<br />

görevidir, buyurdu.<br />

ESKİ DOSTLUĞA SAYGI<br />

Resûlüllah'a bir gün ihtiyar bir kadın gelmişti. Allah Resulü ona: "Kimsin?" diye<br />

sorduktan sonra, aralarında şu konuşma geçti:<br />

- Müzen kabilesinden Cessame'yim (*).<br />

- Hayır sen Müzenli Hassanesin... Nasılsın, iyi misin, ben görmeyeli ne<br />

âlemdesin?<br />

- İyiyim. Anam babam sana feda olsun ya Resûlallah! Kadın çıkıp gittikten sonra,<br />

Hz. Âişe dayanamayıp sordu:<br />

- Ya Resûlâllah. Bu ihtiyar kadına, bu ilgi, bu iltifat neden?<br />

Peygamberimiz şu cevabı verdi:<br />

- Ya Âişe! O, Haticenin sağlığında da bize gelirdi. Hatice'nin iyi dostu idi.<br />

Muhakkak ki eski dostluğa saygı göstermek, vefalı davranmak imandandır.<br />

(*) Cessame: Tenbel, uykucu, ağır davranan mânâlarına gelmektedir. Hassane ise: çok güzel<br />

anlamındadır. Peygamberimiz mânâsı güzel olmayan isimleri değiştirirdi.<br />

Ashap'tan Tufeyl'in babası anlatıyor:<br />

Resûlüllah Cirane mevkiinde, kesilen kurban etlerini taksim ediyordu. Ben o zaman<br />

henüz küçüktüm. Kesilen develerden herkesin payını kendisine götürüyordum. Bir kadın<br />

63


geldi. Resûlüllah, ona çok alâka gösterdi. İltifatlarda bulundu. Hatta yere hırkasını sererek<br />

üzerine oturttu.<br />

- Kim bu kadın? Diye sordum.<br />

- Resûlüllah'ın süt annesi, dediler.<br />

SU-İ ZANNA YOL AÇACAK, SAYGIYI KIRACAK DAVRANIŞLARDAN UZAK<br />

KALMAK<br />

Peygamberimiz mü'minleri birbirleri hakkında yanlış kanaat sahibi olmaktan, kötü<br />

düşünceler beslemekten sakındırır, bu hususa kendi özel hayatında da dikkat ederdi.<br />

Bir keresinde Ramazanda mescidde itikaf denen ibadete başlamıştı. Hanımlardan Huyey<br />

kızı Safiye, akşam üzeri ziyaretine gelmişti. Safiye'nin evi mescitten uzakta bir yerdeydi.<br />

Peygamberimiz onu yolcu etmek için mescitten dışarı çıkmıştı. Ensar'dan iki kişi oradan<br />

geçerken. Peygamberimizi görünce hızla yürüyüp geçmek istediler. Allah Resulü onlara<br />

seslenerek:<br />

- Yavaş olun. Yanımdaki kadın anneniz Safiye'dir, dedi.<br />

Bu uyarıdan dolayı utanan sahabiler:<br />

- Sübhanallah! Hakkınızda hayırdan başka ne düşünebiliriz ki ya Resûlallah,<br />

dediler. Peygamberimiz şu karşılığı verdi:<br />

- Şeytan, <strong>insan</strong>ın vücudunda dolaşan kan gibidir. Sizin kalbinize de kötü bir<br />

düşünce atmasından korktum.<br />

Görülüyor ki, <strong>insan</strong>lar hakkında kötü düşünmemek kadar, kötü düşünceye fırsat<br />

vermemek te önemlidir. İnsanlardan kötü düşünmemelerini beklemek yeterli değildir.<br />

Onların su-i zannına yol açacak, saygılarını kıracak davranışlardan uzak kalmak ta<br />

gereklidir.<br />

PEYGAMBERİMİZ KORKUTUCU ŞAKALARI YASAKLAMIŞTIR<br />

Hicretin 5'inci yılındaydı. Mekke'li müşriklerin müslümanlar üzerine yürüdüğü haberi<br />

duyulmuştu. Peygamberimiz, derhal şehrin dışına derin ve geniş hendekler kazdırmaya<br />

başladı. Düşmanın şehre girmesi böylece önlenecekti. Hendek kazma işinde, bazı yetişkin<br />

çocukların da çalışmalarına müsaade edilmişti.<br />

Zeyd bin Sabit, o sıralar onbeş yaşında bulunuyordu. Hendek kazma işinde canla başla<br />

çalışıyor, mücahitlere yardım ediyordu. Bir ara yorgunluktan gözlerini uyku bürüyüp<br />

uyuyakaldı. Kalkanı, oku, yayı ve kılıncı yanında duruyordu. Birlikte çalıştığı müslümanlar,<br />

onu o halde bırakıp hendeği dolaşmaya çıktılar. Bu sırada ashaptan Umare adında çok şakacı<br />

bir zat, Zeyd'in uyuduğunu görünce, onun yanına vardı, silahlarını alarak sakladı.<br />

Zeyd uyandığında, silahlarını yanında bulamadı. Heyecanlanıp telaşlandı. Kendini bir<br />

korku kapladı. Peygamberimiz, Zeyd'in silahlarını kaybettiğini işitince, onu yanına çağırdı.<br />

- Ey uykucu! Sen uyuyakaldın, silahlarını da kaybettin ha, diye takıldı. Sonra<br />

ashabına dönerek:<br />

- Bu çocuğun silâhlarının nerede olduğunu kim biliyor? Diye sordu.<br />

Şakacı Umare ileriye atıldı:<br />

-Ya Resûlallah! Silahlarını ben almıştım... Benim yanımda, dedi. Peygamberimiz:<br />

- Silâhlarını ona geri ver.. Buyurdu. Ve ondan sonra, müslümanın müslümana<br />

telaş ve korku verici şakalar yapmasını yasakladı.<br />

İNSANLARA VERDİĞİ SÖZDE DURMAK...<br />

Peygamber Efendimiz, ahde vefaya çok dikkat eder, verilen bir sözün mutlaka<br />

yerine getirilmesini isterdi. Yapılan ahid, Müslümanın aleyhine bile olsa, o sözden<br />

64


dönmeye izin vermez, rıza göstermezdi.<br />

Rivayete göre, müşrikler Huzeyfetül-Yeman'ı babası ile birlikte Bedir'e giderken<br />

yakalamışlardı.<br />

- Siz herhalde Muhammed'in yanına gidiyorsunuz. Savaşta ona yardım etmek<br />

niyetindesiniz, demişlerdi.<br />

Huzeyfe ile babası, canlarını kurtarmak için müşriklere:<br />

- Bizim Medine'ye gitmekten başka bir niyetimiz yok, savaşa katılmayı<br />

düşünmüyoruz, demişlerdi. Müşrikler onlardan Medine'ye dönmek ve<br />

Peygamberimizle birlikte çarpışmamak üzere söz aldılar, ondan sonra serbest<br />

bıraktılar.<br />

Huzeyfe ile babası serbest kalır kalmaz, gizlice <strong>Peygamberimizin</strong> yanına gittiler.<br />

Başlarından geçeni ona anlattılar. Peygamberimiz kendilerine:<br />

- Sözünüze sadık kalıp Medine'ye dönünüz. Müşriklere verdiğiniz ahdi<br />

yerine getiriniz. Biz de onlara karşı Allah'ın yardımını dileriz, buyurdular.<br />

İNSANI DOĞRUDAN CENNETLİK YAPAN İKİ HASLET: HASET VE ALDATMAKTAN<br />

UZAK DURMAK...<br />

Enes bin Malik anlatıyor: Resûlüllah ile beraber oturuyorduk.<br />

- Şimdi size Cennetlik bir adam uğrayacaktır, buyurdular.<br />

Biraz sonra, Ensar'dan biri çıkageldi. Ayakkabıları sol elinde, sakalından abdest<br />

suları damlıyordu. Ertesi günü Allah Resulü aynı sözü tekrarladılar. Yine aynı adam<br />

çıkageldi. 3. gün de aynı durum oldu. Gelen yine aynı kişi idi. Resûlüllah kalkıp<br />

gidince, Abdullah bin Amr, adamı takip etti. Ve ona:<br />

- Ben ailemle kavga ettim. 3 gün eve gitmemeye yemin ettim. Beni misafir edebilir<br />

misin? dedi. Adam, olur karşılığını verdi.<br />

Abdullah, adamın evinde 3 gün misafir kaldı. Bütün hareketlerini dikkatle izledi.<br />

Onun, farzlar dışında, hiçbir nafile ibadette bulunduğunu görmedi. Bundan sonrasını<br />

kendisi şöyle anlatır:<br />

- Üç gün geçti. Neredeyse adamın yaptıklarını küçümseyecek hale geldim. Nasıl<br />

hesaba çekilmeden Cennete girecek olduğuna şaşıyordum. Nihayet, durumu kendisine<br />

açtım: "Ben, buraya Allah Resulü sizin için üç kere cennetlik adam dediği için geldim.<br />

Fakat sizin, farzlar dışında öyle fazladan bir ibadetinizi görmedim. Merakta kaldım.<br />

Sizi Resûlüllahın dediği dereceye ulaştıran haliniz nedir?" diye sordum.<br />

Adam:<br />

- Evet gördüklerinden başka bir şey yapmıyorum, dedi.<br />

Ben hala, içimde merak duygusu olarak, evden çıkıp giderken arkamdan geri<br />

çağırdı. Şu açıklamayı yaptı:<br />

- Gördüklerinden başka bir şey yapmıyorum, ama benim iki hayat prensibim var ki<br />

onlara çok riayet ederim:<br />

Birincisi: Hiçbir Müslümanı, hiçbir şekilde aldatmayı düşünmem.<br />

İkincisi: Allahın kendisine verdiği bir mal ve nimetten dolayı hiç kimseye de haset<br />

duymam."<br />

Merakım nihayet giderilmişti.<br />

- Şimdi oldu. Seni doğrudan cennetlik yapan, işte bu iki hasletindir, dedim.<br />

SEVGİ NASIL KUVVET BULUR?<br />

"Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: Şu 3 şey, mümin kardeşinle arandaki sevgiyi<br />

pekiştirir: Bir yerde karşılaştığında, ona selam verirsin.<br />

65


• Oturduğun meclise geldiğinde ona oturacak yer gösterirsin.<br />

• Ona, en hoşlandığı isimlerle seslenirsin..." (Taberanî)<br />

Peygamberimiz ümmetine, birbirlerini sevmeyi tavsiye ederken, bu sevgiyi sağlayıcı,<br />

pekiştirici, kuvvetlendirici yollan da onlara anlatmıştır.<br />

Sevgiyi pekiştirici yolların başında selamlaşma gelmektedir.<br />

İkinci yol, sevdiği kimseye meclislerde yer açmak, oturacak yer göstermektir.<br />

Üçüncüsü de, sevdiğine, hoşlandığı isimlerle, hitap şekliyle muhatap olmaktır.<br />

İltifat etmektir.<br />

Her 3 yolun da esası, özel ilgidir. Kişi, sevdiği kimseye ilgisini esirgemediği<br />

sürece, sevgisini ona göstermiş olur. Ondan da bu sevgisine karşılık görür.<br />

İnsanlar arasında ilginin ve ilişkilerine kesilmesi, sevginin de kesilmesine, saygının<br />

yok olmasına yol açar…<br />

-Peygamberimiz, <strong>insan</strong>ları birbirine düşüren davranışları<br />

yasaklamıştı..<br />

MÜ'MİN SAYGILIDIR, İNCİTİCİ OLAMAZ<br />

Peygamberimiz hicri 8. yılda Taif üzerine sefere çıktığında, yol üzerindeki Liyye<br />

kasabasında konaklamıştı. Liyye'de Ebû Uhayha'nın geniş topraklan, yüksekçe bir<br />

tepe üzerinde de kabri vardı.<br />

Ebû Uhayha, hicretin birinci yılında müşrik olarak ölmüş bulunuyordu.<br />

Fakat iki oğlu Amr ile Eban, sonradan İslama girmişler, Peygamberimizle sefere de<br />

katılmışlardı.<br />

Liyye'de gezerken, <strong>Peygamberimizin</strong> yolu Ebû Uhayha'nın kabrinin bulunduğu<br />

tepeye uğradı. Yanında Hz.Ebubekir, Ebû Uhayha'nın oğullan Amr ile Eban da vardı.<br />

<strong>Peygamberimizin</strong> kabre doğru baktığını gören Hz.Ebubekir:<br />

- Allah, bu kabir sahibine lanet etsin. O, Allah ve Resulüne karşı en şiddetli<br />

mücadele edenlerdendi, dedi.<br />

Bu söz, Ebû Uhayha'nın oğullarının ağırına gitti. Onlar da Hz. Ebubekir'in<br />

babası Ebû Kuhafe'ye lanet ettiler:<br />

- Allah Ebû Kuhafe'ye lanet etsin. O, misafirleri ağırlamaz, haksızlığa karşı<br />

durmazdı, dediler... Havanın bir anda elektriklendiğini gören Allah Resulü duruma<br />

müdahale etti. İki tarafi da susturdu. Ve şu düşündürücü ikazı yaptı:<br />

- Ölüler hakkında ister mü'min, ister müşrik olsunlar, kötü söz söylemeyin.<br />

Bu söz onlara erişmez. Fakat dirileri incitir.<br />

Gerçekten de İslam düşmanı Ebû Uhayha hakkında kötü söz söylenmesi, hayattaki<br />

oğullarını rencide etmişti. Her ne kadar Amr ile Eban müslüman olmuşlarsa da, nesep<br />

bağı sebebiyle babalan hakkında ileri geri konuşulmasına tahammül edememişler, bu<br />

sözü bir nevi ailelerine hakaret saymışlardı. Bu yüzden Peygamberimiz, yukarıdaki<br />

anlamlı ikazını yapmak durumunda kalmış, mü'minlerin ölmüş gitmiş kişiler hakkında<br />

konuşurken dikkatli, nezaketli ve edepli olmalarını istemiştir.<br />

Söylenen sözün, elbette ölmüş kişiye erişmesi, zarar vermesi söz konusu değildi.<br />

Ancak o sözü işiten, ölünün yakını veya seveni rencide olabilirdi. Sebepsiz yere<br />

müminler arasına soğukluk ve kırgınlık girebilirdi.<br />

Peygamberimiz, İkrime'nin müslüman olması üzerine, İkrime'nin babası, İslâm'ın<br />

amansız düşmanı Ebû Cehil hakkında da mü'minleri kötü söz söylemekten<br />

men'etmişti.<br />

Ebû Cehil'in oğlu İkrime, Mekke'nin fethi üzerine, öldürülmekten korkarak kaçmıştı.<br />

Peygamberimiz onun hakkında af çıkarmış, hanımım ardından göndererek Mekke'ye<br />

66


geri dönmesini istemişti.<br />

İkrime'nin hanımı Ümmü Hakim, akıllı bir kadındı. Müslüman da olmuştu.<br />

Kocasının peşi sıra gitti. Gemiyle Habeşistan'a gitmek üzereyken ona yetişti, geri<br />

dönmeye razı ettiği gibi, İslâm'a girmeye de ikna etti.<br />

Birlikte geri döndüler.<br />

Mekke'ye yaklaştıkları sırada, Peygamberimiz ashabına, İkrime'nin iman ettiği<br />

müjdesini verdi.<br />

- Ebû Cehil'in oğlu İkrime, sizin yanınıza mü'min olarak geliyor, dedi.<br />

Sonra da onlara şu tenbihi yaptı:<br />

- Sakın İkrime'nin yanında babası Ebû Cehil hakkında kötü söz söylemeyin.<br />

İleri geri konuşmayın. Çünkü ölüye kötü söz söylemek, diri olan yakınını<br />

rahatsız eder. Ölüye de hiç bir şey eriştirmez.<br />

ÖLÜLERİNİZE SÖVMEYİN<br />

Bir adam Hz. Abbas'ın İslâm'dan uzak olarak ölen bir yakınına sövünce, Hz. Abbas<br />

dayanamayıp onu tokatlamıştı. Tokadı yiyenin yakınları da Hz. Abbas'ı tokatlamak<br />

istemişlerdi. Allah Resulü durumdan haberdar olunca hemen olay yerine gitmiş, halka:<br />

- Allah katında en şerefli kimdir? diye sormuştu.<br />

- Sensin ya Resûlallah! denilince de:<br />

- O halde amcam Abbas bendendir, ben de ondanım. Onu incitmek beni<br />

incitmektir. Sakın ölüleriniz hakkında kötü söz söyleyip de yaşayanlarınızı<br />

üzmeyiniz, buyurmuştu.<br />

- ÖLÜ SEBEBİYLE DİRİ İNCİTİLMEMELİ!<br />

- Ebû Leheb'in kızı Dürre, azılı bir İslâm düşmanı olan ailesinin rağmına,<br />

Peygamberimize iman edenlerdendi. Kocası Haris Bedir savaşında müşrik<br />

olarak öldürülünce, Dürre, Medine'ye hicret etti. Daha sonra da ashaptan<br />

Dıhyetü'l-Kelbi ile evlendi.<br />

- Medine'ye ilk geldiğinde bazı kadınlar Dürre'ye:<br />

- Sen Aziz ve Celil olan Allah'ın, hakkında "Ebû Leheb'in eli kurusun, kurudu<br />

da..." buyurduğu Ebû Leheb'in kızı değil misin? Hicretinin sana ne faydası var?<br />

demişlerdi.<br />

- Dürre bu sözlerden çok üzüldü. Allah Resulüne gelerek, kendine söylenenleri<br />

anlattı. Peygamberimiz onu teselli ettikten sonra öğle namazı için mescide<br />

çıktı. Namaz bitince de cemaata hitaben şu konuşmayı yaptı:<br />

- Ey cemaat! Bazı kimseler, beni niçin soyum ve akrabalarımdan dolayı<br />

incitiyorlar? Haberiniz olsun ki, kim beni, benim soyumdan gelenleri,<br />

akrabalarımı incitirse, beni incitmiş sayılır. Kim beni incitirse, Allah'ı kızdırmış<br />

olur.<br />

- Resûlüllah Efendimiz, sözlerini şöyle tamamladı:<br />

- Ölü sebebiyle, diri incitilmez... Ölüleriniz aleyhine konuşarak dirilerinizi<br />

incitmeyiniz...<br />

ESKİ HATALARI YÜZE VURMAMAK<br />

Allah Resulüne ilk iman edenlerden Abdurrahman bin Avf, Halid bin Velid'i,<br />

Bedir savaşında bulunanlara karşı kötü davranıyor diye, Efendimize şikayet<br />

etmişti.<br />

Hazret-i Resûlüllah Bedir'e katılan sahabelerini çok severdi. İslâmın ölüm kalım<br />

mücadelesi olan bu ilk muharebesinde bulunanların, onun yanında ayrı bir şeref ve<br />

mevkii vardı. Bu yüzden Bedir'de bulunmuş birine agresif davranılmasına, sert<br />

67


muamele edilmesine müsaade etmezdi. Halid bin Velid'in Bedir gazilerine kötü<br />

davrandığını duyunca onu huzuruna çağırttı.<br />

68


Ya Halid! Bedirde savaşanlardan hiç birisine kötü davranma. Şunu bil ki, senin<br />

Uhud dağı kadar altının olsa, hepsini Allah yolunda bağışlasan, yine Bedir'de<br />

bulunanların kazandıkları sevap ve mükâfata erişemezsin, buyurdu.<br />

Halid bin Velid kendini şöyle savundu:<br />

Ya Resûlâllah! Ben onlara kötü davranmıyorum. Ancak içlerinden bazıları,<br />

benim aleyhimde bulunuyorlar. Müslüman olmadan önce yaptıklarımı ileri<br />

sürüp beni kınamaya başlıyorlar. Ben ancak bunlara karşılık veriyorum.<br />

Resûlüllah Efendimiz, Halid'in bu açıklaması üzerine ashabına dönerek:<br />

Sakın Halid hakkında kötü şeyler söylemeyin. Çünkü o, Allah'ın İslâm<br />

düşmanları üzerine çektiği bir kılıçtır, buyurdu.<br />

Böylece, yaptıklarından pişman olup İslama giren kimseleri, eski hatalarından dolayı<br />

kınayıp rencide etmenin doğru olmadığını ümmetine hatırlatmış oldu.<br />

Toplum barışını bozan, <strong>insan</strong>ları birbirine düşüren söylentilerine yasaklama<br />

YA HAYIR SÖYLE VEYA SUS<br />

Ashabdan Ubade bin Samit anlatıyor:<br />

"Bir gün Allah Resulü, ashabıyla birlikte yola çıkmıştı. Resûlüllah bir deve<br />

üzerindeydi. Hiç kimse Allah Resulünün önüne geçmiyordu. Muaz bin Cebel:<br />

- Ya Resûlâllah! Allah bizim canlarımızı sizden önce alsın. Bize yokluğunuzu<br />

göstermesin. Ama bizden önce vefat ederseniz, geride kalan bizlere hangi ibadeti<br />

tavsiye edersiniz? Allah yolunda cihada mı önem verelim, dedi. Allah Resulü:<br />

- Allah yolunda cihad... Güzel bir şey. Fakat <strong>insan</strong> için bundan daha üstünü var,<br />

buyurdu. Muaz bin Cebel:<br />

- Oruç ve sadaka mı? diye sual etti:<br />

- Oruç, zekât ve sadaka... Bunlar da güzel şeyler. Fakat <strong>insan</strong>lar için bunlardan da<br />

güzeli var., buyurdu.<br />

Muaz bin Cebel, bildiği bütün hayırları saydı. Hepsine de Allah Resulü:<br />

- Bundan daha hayırlısı, daha önemlisi var, cevabını verdi. Muaz:<br />

- Ya Resûlâllah! İnsanlar için bu saydıklarımdan daha hayırlı olan şey nedir? diye<br />

sordu.<br />

Allah Resulü ağzını işaret ederek:<br />

- Susmak ... Konuşunca da yalnız hayır konuşmak... buyurdu.<br />

Muaz hayret ve merakla:<br />

- Dillerimizle söylediklerimizden hesap mı sorulacak bizlere? Konuştuklarımız o<br />

kadar önemli mi? dedi. Allah Resulü:<br />

- Elbette... İnsanları cehenneme yüz üstü düşürecek şey, dillerinden başkası<br />

değildir. Kim Allah'a ve âhiret gününe inanırsa ya hayır söylesin ya da sussun!<br />

Boş ve yalan konuşmasın...<br />

Ubade bin Samit Hazretlerinin naklettiği bu olay, <strong>insan</strong>ların çoğunun önem<br />

vermediği, gaflet içinde olduğu bir hususa dikkatlerimizi çekmektedir. Dili Korumak...<br />

Gerek bireysel, gerek toplumsal hayatı alt-üst eden bir çok olayların, felâketlerin<br />

dil yüzünden çıktığı hepimizin malûmudur. Gıybet, iftira, yalan, koğuculuk vs. gibi<br />

birçok kötü ahlâkın kaynağı, hep dildir. Bu bakımdan dili korumak, yalnız hayırda<br />

kullanmak, hayrın dışında kullanmayıp dizginlemek, müslüman için hem dinî, hem<br />

ahlâkî, hem de toplumsal bir görev ve sorumluluktur.<br />

69


Peygamberimiz bu mânayı kuvvetlendirmek için: "Dilini ve şehvetini korumayı<br />

garanti edene, ben de cenneti garanti ederim" buyurmuştur.<br />

DİLİ İLE SÖYLEMEDİĞİNİ GÖZÜ İLE İŞARET ETMEK, PEYGAMBERE YAKIŞMAZ<br />

Abdullah bin Ebî Şerh, önce Müslüman olmuş, daha sonra İslâm'dan dönerek<br />

Mekke'ye kaçmış, İslâm aleyhinde tesirli çalışmalarda bulunmuştu. Bu yüzden<br />

hakkında "aranıyor" ilanı yapılmış, "vur emri" çıkmıştı. Yakalanınca derhal<br />

öldürülmesi istenmişti.<br />

Abdullah, Hz. Osman'ın eski dostu idi. Mekke'nin fethinden sonra ona başvurmuş;<br />

affedilmesi için, onun aracılığını istemişti. Beraberce Allah Resulünün huzuruna<br />

girmişlerdi. Hazret-i Peygamber, her ne kadar Abdullah'ı affa yanaşmamışsa da, Hz.<br />

Osman çok ısrar edince, kerhen, istemeye istemeye onu affetmişti. Abdullah'ın<br />

huzurdan ayrılmasından sonra, yanında bulunanlara:<br />

- İçinizde, onu affetmemden önce yaptıklarının cezasını verecek kimse yok<br />

muydu? diye sormuştu. Orada bulunanlardan biri:<br />

- Ya Resûlâllah! iki elim kılıcımda, gözünüzle bir işaret etmenizi bekliyordum,<br />

dedi. Peygamberimiz:<br />

- Peygamber için işaret etmek yoktur. Ben işaretle adam cezalandırmam.<br />

Dil ile söylemediğini göz ucu ile işaret ederek yaptırmak, hiçbir Peygambere<br />

yakışmaz, buyurdu.<br />

Gerçekten de, ağzıyla söylemediği şeyi göz ucu işareti ile yapılmasını istemek, ancak<br />

hileci, entrikacı, karanlık işler çeviren <strong>insan</strong>ların işidir. Hileden, riyadan, aldatmaktan,<br />

kandırmaktan, içi başka dışı başka olmaktan, çifte standartlı bulunmaktan uzak olan<br />

Peygamberliğin şanına yakışmadığı gibi, İslâmın yüceliği ile de bağdaşmaz.<br />

70

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!