02.06.2013 Views

DIYAL o G

DIYAL o G

DIYAL o G

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

010<br />

Gitmek istediğiniz başlığın<br />

üstüne tıklayarak gidebilirsiniz.<br />

İçindekiler bölümüne dönmek için<br />

sayfa sonlarındaki ok'u tıklayınız.<br />

İzmir Türk Musevileri e-Haber Bülteni<br />

Revista Digital de los Judios Turkanos de İzmir<br />

<strong>DIYAL</strong> o G<br />

Dürüstlük Adalet<br />

İçindekiler<br />

<br />

Barış<br />

Temmuz-Ağustos<br />

2010<br />

Bülten sayfaları, bir A4 sayfada alt alta iki A5 olarak<br />

düzenlenmiştir. Ekranınızın görünüm yüzdesini bir<br />

A5’e ayarlamanız halinde "PgUp / PgDn" tuşları ile<br />

sayfalar arasında kolaylıkla gezinebilirsiniz.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 2 -<br />

003 - Merhaba<br />

004 - Başkandan<br />

005 - HABERLER<br />

025 - İçimizden<br />

026 - Aramızdan Ayrılanlar<br />

KURUMLARIMIZ<br />

027 - Cemaat Yönetim Kurulu<br />

028 - Azil<br />

029 - Beth Hayim & İyi Niyet<br />

030 - Liga & Sunday School<br />

031 - Karataş Hastanesi I<br />

032 - Karataş Hastanesi II & Talmud Tora<br />

SEKSION EN LADINO<br />

033 - El Kantoniko de Rachel - R.A.Bortnick<br />

035 - Proverbos<br />

036 - Detras del Perde de la Istoria - R.S.Wolf<br />

039 - Yehuda Ke Dize? - Yehuda Hatsvi<br />

042 - Rekuerdos de Roz - Roz Kohen Drohobyczer<br />

044 - eSefarad.com - Rachel Amado Bortnick<br />

048 - El Sentro Salti - Susy Gruss<br />

055 - Proverbos<br />

056 - Un regaliko - Shauna Ruda<br />

İÇİNDEKİLER<br />

KÖŞE YAZILARI<br />

059 - Derinlik - Rafael Algranati<br />

068 - Mi-draş İtzhak - Rav İsak Alaluf<br />

073 - Kronometre - İvo Molinas<br />

076 - Uzak Yakın - Selim Amado<br />

079 - Perspektif - Rafael Algranati<br />

083 - Yansımalar - Raşel Rakella Asal<br />

088 - One Minute - Avram Aji<br />

091 - Çuvaldız - Rafael Algranati<br />

096 - Tarihimizden - Rıfat Bali<br />

102 - Yahudilik Bilinci - Mordo Ovadya<br />

107 - Sabetay Sevi'nin Ardından - Gad Nassi<br />

111 - Çağrışımlar - Avram Ventura<br />

117 - İzmir'e İz Bırakanlar – R.Eliş & E.Cen<br />

122 - Açı I - David Enriquez<br />

126 - Açı II - David Enriquez<br />

129 - Yaşam Koçunuz - Violet Alalof<br />

132 - İzmir - Prof.Dr.Eti Akyüz Levi<br />

141 - Bizden Biri - Sarit Bonfil<br />

148 - Yahudilik Felsefesi - Yisahar Aaron İzak<br />

150 - Biliyor muyuz?<br />

157 - Astroloji - Beki Baron<br />

160 - Psiko-Güncel - Reyan Kanyas Bencuya<br />

165 - Tepe Nokta – Moşe Mişa Hayim<br />

175 - Görüş - Daniel Levi<br />

178 - İzmir'in Büyük Ravları<br />

179 - EKONOMİ<br />

188 - Kadınlarla İlgili Deyişler<br />

189 - ÇOCUKLAR<br />

BİZİM KÜRSÜ<br />

191 - Gila Kalomiti Benhabib<br />

GENÇ GÖRÜŞ<br />

199 - Shauna Ruda<br />

202 - Natan Abulafya<br />

207 - Şoşi Kohen<br />

OKUR İLETİLERİ<br />

209 - İsrael Mermer<br />

214 - İzmir Sanat Etkinlikleri<br />

215 - Bu Sayının Sözü<br />

216 - Yayın Ekibi & İletişim<br />

<strong>DIYAL</strong>oG'un bir yazıcı çıktısını alınız!.<br />

Her istediğinizde okuyabilecek, bitirdiğinizde ise okuyamayan bir dostunuza vererek Cemaatimize katkıda bulunmuş olacaksınız.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 3 -<br />

Merhaba<br />

Değerli Okurlarım,<br />

Yayın Yönetmeni<br />

Yine sıkıntılı bir dönemin içinden geçmekteyiz.<br />

Bizlerin dışında ikide bir gelişen olaylar, yalnızca<br />

Yahudi olmamız nedeni ile bizleri yoğun olarak<br />

etkilemekte. Süreç maalesef bitmiş değil. Siyasi<br />

yumuşamalar için uluslararası platformlarda çok<br />

yönlü yoğun çabalar harcandığı söylenmekte.<br />

Dileğimiz bu gerginliğin bir an evvel sona<br />

erdirilerek barış ve huzurun tekrar sağlanması.<br />

Yaz mevsimine girdik. Kurumlarımızın bir çoğu<br />

faaliyetlerine ara vermiş bulunmakta. Her yıl<br />

olduğu gibi Çeşme Sinagogunun Temmuz başında<br />

hizmete girmesi için tüm çalışmalar tamamlandı.<br />

Karataş Hastanesinin yeni yönetim kurulu,<br />

Cemaatimizin hastanecilikten çıkması aynı<br />

zamanda yaşlılarımızın bakımlarının sağlanması<br />

<br />

için çalışmalarını yoğun olarak sürdürmekte.<br />

Başkanımız Jak Kaya, beklenmedik bir gelişme<br />

olmazsa çözümün çok yakın olduğunu, belki de<br />

Haziran ayının son haftasında anlaşmanın imza<br />

aşamasına gelinmiş olacağı ifade etmekte.<br />

İmza aşamasından önce 28 Haziran Pazartesi<br />

akşamı Cemaat Yönetim Kurulu ile Hastane<br />

yönetiminin müşterek bir bilgilendirme toplantısı<br />

düzenleyerek çözüm şeklini ve şartlarını bütün<br />

detayları ile cemaat üyelerinin bilgisine sunacağı<br />

SMS mesajları ile duyurulmuş bulunmakta.<br />

Bu arada çok değerli gençlerimizin yaz faaliyetleri<br />

için de gerekli bütün hazırlıklar tamamlanmış<br />

bulunmakta.<br />

Gördüğünüz gibi hayat herşeye rağmen devam<br />

etmekte. Hepinize sağlıklı ve mutlu bir yaz sezonu<br />

diler, barış ve huzurun tüm dünyaya hakim<br />

olmasını temenni ederiz.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 4 -<br />

Başkandan<br />

Sevgili Kardeşlerim,<br />

Jak Kaya<br />

İzmir Musevi Cemaati Başkanı<br />

Bir sezonun daha sonuna geldik. Oldukça yoğun<br />

geçen günlerde Sinagoglar dahil Cemaatin bütün<br />

kurumları büyük özveri ile çalışarak hizmetlerini<br />

sürdürdüler. Bütün çalışanlara (isimlerini saymaya<br />

kalksam çok uzun bir liste oluşur, fakat sizler<br />

hepsini tanıyorsunuz) sonsuz şükranlarımı<br />

sunuyorum.<br />

Yaz sezonunda Çeşme Sinagogumuz Cuma ve<br />

Cumartesi günleri her zamanki gibi hizmet<br />

verecek. Tatile gelecek İstanbullu ve yabancı<br />

konuklarımızı da ağırlama fırsatı bulacağız. Tabii<br />

ki sizlerin de yakın ilgisini bekliyoruz.<br />

Bu arada Türkiye Musevi Cemaatinin<br />

yönetimindeki nöbet değişikliği malumunuzdur.<br />

Silvyo Ovadya’nın başkanlığından sonra yeni<br />

başkanımız Sami Herman ile de gayet sıcak ve<br />

dostane ilişkilerimizi sürdürmekteyiz.<br />

<br />

15 Haziran Salı günü Devlet Bakanı ve<br />

Başmüzakereci Sayın Egemen Bağış ile Yönetim<br />

Kurulu olarak çok yararlı bir toplantı yaptık.<br />

Bilgilerini haber sayfalarımızda bulacaksınız. Bu<br />

toplantıda kendilerine sorunlarımızı anlatmak<br />

fırsatı bulduk. İlgilerine çok teşekkür ediyoruz.<br />

Son olarak, biraz erken olmakla beraber, Nisan<br />

ayında Cemaat Yönetim Kurulu seçimleri ile ilgili<br />

varılan kararları hatırlatmak istiyorum:<br />

Seçimler iki dönemdir yapılageldiği gibi liste<br />

sistemi ile Aralık 2010’da yapılacaktır. Arzu<br />

ederim ki bu seçimlerde Cemaatin konularına<br />

duyarlı ve ilgili kardeşlerimiz şimdiden fikri<br />

hazırlığa başlasınlar ve gelecek 3 yıllık dönem için<br />

yeni yeni projeler ve bunları uygulayacak ekipler<br />

oluştursunlar. Sonuçta bütün bu çalışmaların güzel<br />

Cemaatimizin gelişmesine ve sorunlarının<br />

çözümüne hizmet edeceğinden eminim.<br />

Bu vesile ile hepinize barış ve sağlık dolu günler<br />

diler, sevgilerimi teyid ederim.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 5 -<br />

Haberler <br />

Devlet Bakanı<br />

Egemen Bağış'ın<br />

İzmir Musevi Cemaati<br />

Yönetim Kurulu ile Toplantısı<br />

Rafael Algranati - İzmir<br />

Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış,<br />

İzmir'de bulunduğu 16 Haziran 2010 Salı günü<br />

İzmir Musevi Cemaati Yönetim Kurulunu Swiss<br />

Otel'de bir sohbet toplantısına davet etti.<br />

Onursal Başkan Moris Bencuya ve yönetim kurulu<br />

üyelerinin büyük bir çoğunlukla katıldıkları<br />

toplantıya, Egemen Bağış'a refakat eden başta<br />

İzmir Valisi olmak üzere birçok üst düzey yetkili<br />

de katıldı.<br />

Egemen Bağış, kısa bir konuşma ile toplantıyı<br />

<br />

açtıktan sonra sözü İzmir Musevi Cemaati<br />

Yönetim Kurulu Başkanı Jak Kaya'ya verdi.<br />

Jak Kaya öncelikle bu davetten duydukları<br />

memnuniyeti ifade ettikten sonra İzmir Cemaatinin<br />

sorunlarını dile getirdi.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 6 -<br />

Öncelikle cemaatin bir tüzel kişiliği olmaması ve<br />

eski ile bağlantılı bir vakıf kurulamaması nedeni<br />

ile çok büyük tarihi değere sahip sinagoglara sahip<br />

çıkamadıklarını dile getirerek bu konuda yaşanan<br />

sıkıntılar hakkında detaylı bilgi sundu. Bu konuda<br />

yapılan çalışmalarla ilgili hazırlanmış olan bir<br />

dosyayı Egemen Bağış'a sunan Başkan Jak Kaya,<br />

İzmir Cemaatinin bugünkü durumu ve kurumları<br />

hakkında da geniş bilgi verdi.<br />

Cevaben yaptığı konuşmada Egemen Bağış, Jak<br />

Kaya'nın hiç değinmemiş olduğu Gazze olayları<br />

nedeni ile Musevi vatandaşların etkilenmemesini<br />

istediklerini, farklı inançlara sahip tüm cemaatlerin<br />

kendileri için çok değerli olduklarını ifade etti.<br />

Bunun yalnız kendi görüşü değil, başta Başbakan<br />

Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm<br />

hükümetin görüşü olduğunu ilave ederek,<br />

İstanbul'daki Musevi Cemaati ile olan yakın<br />

ilişkilerinden bahsetti. Bu ilişkileri İzmir Musevi<br />

Cemaati ile de kurmak istediğini, herhangi bir<br />

ihtiyaç halinde kendisini aramaktan<br />

<br />

çekinmemelerini tüm samimiyeti ile ifade eden<br />

Bakan Bağış konuşmasının devamında, "azınlık"<br />

ve "gayrimüslim" terimlerini beğenmediğini, bu<br />

ülkede kimin köklerinin daha eskiye dayandığının<br />

araştırma konusu olduğunu, dolayısı ile kimin<br />

azınlık kimin çoğunluk olduğunun<br />

tartışılabileceğini söyledi.<br />

Bir kiliseyi ziyaretinde ise "müslim" kelimesinin<br />

"inanan" anlamına geldiğini, kendilerine<br />

"gayrimüslüm" denildiği zaman "inanmayanlar"<br />

anlamına geleceği için bundan rahatsız olduklarını<br />

ifade eden patrik ile söyleşisinden sonra<br />

"gayrimüslim" yerine "farklı inanç grupları"<br />

terimini kullanmayı daha uygun gördüğünü anlattı.<br />

Bundan sonraki İzmir ziyaretinde tekrar bir araya<br />

gelmek ve en azından bir sinagogu ziyaret etmek<br />

istediğini ifade eden Bakan Egemen Bağış,<br />

toplantıya katılan herkese ayrı ayrı teşekkür ederek<br />

iyi dileklerini iletti.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 7 -<br />

İnanılması Zor!..<br />

Manisa Moris Şinasi Hastanesi<br />

Tarihe mi Karışıyor?<br />

Rafael Algranati - İzmir<br />

Geçtiğimiz günlerde İzmir Musevi Cemaati üyelerinden<br />

işadamı Sayın Avram Sarda'ya, dostu Ali Bilge'den bir email<br />

gelir. Avram Sarda'nın İzmir Musevi Cemaati Başkanı<br />

Jak Kaya'ya, Jak Kaya'nın da 16 Haziran'da yapılan sohbet<br />

toplantısında Devlet Bakanı Sayın Egemen Bağış'a ilettiği bu<br />

mail'in içeriğini, hiçbir yorum katmadan aynen yayınlamak<br />

ve yorumu siz değerli okurlara bırakmak istiyoruz.<br />

Avram'cığım,<br />

Sana yakın tarihimizin ilginç bir sayfası hakkında<br />

bilgin var mı diye soracağım. Ben biliyorsun<br />

Manisa Celal Bayar Üniversite Hastanesinde<br />

çalışıyorum. Bizim hastane binası, aslında Moris<br />

Şinasi Hastanesi ismindeki çocuk hastanesine<br />

komşu ve hatta onun arazisi uzerine kurulmuş.<br />

Moris Şinasi hastanesi zamanında Atatürk'ün<br />

Türkiye'yi ziyarete gelen İran Şah'ını getirip<br />

'örnek hastane' diye gösterdiği güzel bir yapı.<br />

<br />

Annemler 1940'larda enstitü öğrencisi iken okul<br />

ile ziyaret etmişler ve hayatlarında ilk asansörü bu<br />

hastanede görmüşler. Ben çocukken de annem hep<br />

anlatırdı bu hastaneyi ve herkesin hala sevip<br />

saydığı Moris Şinasi'yi. Moris Askenazi aslında iz<br />

bırakan, vefa bilir bir Osmanlı. Doğup büyüdüğü<br />

toprakları unutmamış ve servetinin önemli bir<br />

bölümünü harcayarak ölmez bir eser bırakmış.<br />

Ölümünden sonra külleri de hastane inşaatına<br />

nezaret eden karısı tarafından hastanenin duvarına<br />

gomülmüş. Manisa'yı bu kadar çok seviyormuş.<br />

Senin bu aile ya da akrabaları hakkında bilgin var<br />

mı? Maalesef efsanevi kadir bilmezliğimizle<br />

Amerika'dan her sene hala vakıftan 70.000 dolar<br />

gelen bu hastanenin de adını değiştiriyoruz. Ben<br />

bu konuda bilgi toplamaya çalışıyorum. Aslında<br />

bu konuda epey şehir efsanesi var; hatta Philip<br />

Morris'in babası olduğu bile iddia ediliyor. Moris<br />

Askenazi İzmir yangını sırasında İzmir'de imiş.<br />

Amerikan Konsolosluğu kayıtlarında buradan<br />

tekrar Amerika'ya gitmiş görünüyor ama başka<br />

bilgi yok. Acaba Türkiye'de hala akrabaları var mı<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 8 -<br />

sizin cemaatten ögrenebilir misin? Ben bu<br />

hastanenin 70 senelik isminin değiştirilmesine<br />

sonuna kadar karşıyım. Pek çok kişi de aynı<br />

görüşte ama sesimiz çıkmıyor maalesef.<br />

Eski maillere bakarken ücüncü Dünya savaşı ile<br />

ilgili mailini gordüm. İnşallah o yazıda<br />

öngörülenler bu coğrafyadan çıkmaz. Çevremizde<br />

ve dünyada o kadar garip hadiseler oluyor ki<br />

insana artık hiç bir şey imkansız görünmüyor. Çok<br />

yakın zamana kadar en yakın müttefiğimiz olan,<br />

yaşadığımız her ekonomik krizde yanımızda olan<br />

ve bizim de kuruluşundan beri hep yanında<br />

durduğumuz bazı tarihçilere göre Yahudilerin<br />

tarihte kurduğu ikinci devlet (birincisi Türkiye<br />

Cumhuriyeti) olan İsrail ile bugün geldiğimiz<br />

duruma ben hala inanamıyorum.<br />

Morris Şinasi'nin vasiyeti şimdi ne olacak?<br />

Morris Şinasi adını daha önce duymadıysanız, o<br />

halde arkanıza yaslanın ve bu ilginç hikayeyi<br />

okumaya başlayın.<br />

Geçenlerde Manhattan’daki ofisime heyecanla<br />

<br />

giren arkadaşım beni Op.Dr.Fahrettin Er ile<br />

tanıştırdı. Op.Dr. Er, Manisa Merkez Efendi<br />

Devlet Hastanesi’nde üroloji uzmanı olarak çalışan<br />

araştırmacı ruha sahip bir doktor.<br />

Hayatını Manisa tarihini, kültürünü ve geçmişini<br />

araştırmaya adamış desek yeridir. Araştırdığı<br />

konulardan birisi de Moris Şinasi’nin çok ilginç<br />

hayat hikayesi. Nereden çıktı şimdi bu hikaye<br />

diyeceksiniz? Ama eğer yazıyı sonuna kadar<br />

okuma sabrını gösterebilirseniz, bu konuyu neden<br />

yazdığımı anlayacaksınız.<br />

Asıl adı Mouse (Musa) Aşkenazi olan Moris 9-10<br />

yaşlarında kuş palazı hastalığına yakalanır,<br />

Manisa’daki yüzlerce çocuk gibi. Yıl 1864’tür. O<br />

tarihte çocukların gidebileceği tek bir hastane<br />

vardır Manisa’da. O da Kanuni Sultan<br />

Süleyman’ın annesi, Yavuz Sultan Selim’in karısı,<br />

Kırım Hanı Meng’li Giray’ın kızı olan Hafsa<br />

Sultan’ın yaptırdığı Manisa Sultan Camii<br />

Darüşşifası’dır.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 9 -<br />

Küçük Mouse günlerce hastanede kalır. Sonunda<br />

iyileşir ve taburcu olma vakti gelir. Küçük<br />

Mouse’in babası tedirgin ve mahcup bir edayla,<br />

hiç parası olmadığını söyler hastanenin Başhekimi<br />

ve aynı zamanda küçük Mouse’nin de doktoru<br />

olan Şinasi Bey’e. Bunun üzerine Doktor,<br />

‘üzülmeyin, burası vakıf hastanesidir, parası<br />

olmayanlardan para alınmaz’ der.<br />

Bu konuşmayı odasında sessizce dinleyen küçük<br />

Mouse işte orada, o dakikada, bir gün zengin<br />

olursa eğer, doğup büyüdüğü bu beldeye bir<br />

hastane yaptıracağı sözünü verir kendi kendine.<br />

İşte Morris Şinasi’nin inanılmaz öyküsü böyle<br />

başlar.<br />

15 yaşında, önce fakir ailesine destek sağlamak<br />

için Yahudi mezarlığında bekçi olarak işe girer.<br />

Okuma bilmediğinden bir aileye mezar yeri<br />

gösteremeyince işinden olur. 1870 yılında Mısır’da<br />

bir tütün tüccarının yanında çalışmaya başlar.<br />

Kısa zamanda patronunun gözüne girer ve 1892<br />

<br />

yılında patronundan aldığı 25 bin dolarla ABD'ye<br />

gider. Gümrükten geçerken Mouse olan adını<br />

Morris diye, Aşkenaz olan soyadını ise bir vefa<br />

örneği olan hayatına silinmez izler bırakan onu<br />

ücretsiz tedavi eden doktoru Şinasi Bey’in adı ile<br />

değiştirir. Morris Şinasi adıyla yeni hayatına<br />

devam eder.<br />

Yıl 1903’tür. Osmanlı ile ABD arasındaki tütün<br />

anlaşması Morris'in önünü açar. Ege tütününü iyi<br />

tanımaktadır. Erkek kardeşi Solomon'u da<br />

Manisa'dan getirterek işlerini iyice büyütür.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 10 -<br />

Kurduğu fabrikada Türk tütünü kullanılmaktadır.<br />

Kısa zamanda üne kavuşur. Türkiye'den özellikle<br />

Manisa ve Akhisar civarından aldığı tütünleri yine<br />

bu bölgeden götürdüğü usta ve kalifiye işçilerle<br />

işler.<br />

1903 yılında Selanik'te iş arkadaşı olan Jozef Ben<br />

Rubi'nin kızı Laurette ile tanışıp evlenir. Victoria,<br />

Juliette ve Altina isimli üç kızı ile Leon isimli bir<br />

erkek çocuğu olur. Artık çok zengindir. Yunan<br />

Yahudisi eşi için o döneme göre oldukça gösterişli<br />

bir malikane yaptırır.<br />

Morris Şinasi Yunanistan'daki bir basın<br />

<br />

toplantısında kendisine uzatılan kağıdı<br />

yanındakine verir ve ‘Ben okuma bilmem sen oku’<br />

der.<br />

Bir gazetecinin ‘okuma<br />

yazma bilmeden bu<br />

kadar zengin oldunuz, bir<br />

de tahsilli olsanız kim<br />

bilir ne olurdunuz?’ diye<br />

sorunca Morris ‘İyi bir<br />

mezar bekçisi olurdum’<br />

cevabını verir.<br />

Servetinin Dörtte Birini<br />

Hastaneye Bağışlar<br />

1916 yılında şirketinin<br />

tüm haklarını Amerikan<br />

Tabacco Company'e<br />

satar. Ve iş hayatından<br />

çekilir.<br />

Morris Şinasi hayatını 1929 yılında kaybeder.<br />

Şinasi, 9 yaşındayken verdiği sözü tutmuştur.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 11 -<br />

Ölümünün ardından vasiyeti açıklanır. Ve<br />

Amerika’yı kasıp kavuran o büyük buhran<br />

döneminde tüm birikiminin neredeyse dörtte birini<br />

Manisa’da hastane yapılması için bağışladığı<br />

ortaya çıkar.<br />

Vasiyeti doğrultusunda vakfedilen bir milyon<br />

dolarlık bağışın 180 bin doları hastanenin inşaatına<br />

ve gerekli donanımın alınmasına, bakiye 820.000.-<br />

doların ise menkul kıymetlere yatırılıp bu<br />

yatırımdan elde edilecek gelirin, her yıl hastaneye<br />

gönderilmesine karar verilir. Chemical Bank<br />

temsilcisi Huntington Turner, Ankara'ya gidip<br />

Dr.Refik Saydam ve başvekil İsmet İnönü ile<br />

görüşür ve 27 Mayıs 1930 tarihinde Ankara'dan<br />

ayrılır.<br />

Ayrılmasından hemen sonra Dr. Refik Saydam,<br />

Chemical Bank and Trust Co.'nun gönderdiği<br />

yazıda hastanenin inşaası için nakden ödenecek<br />

olan 180 bin dolarlık tutarla kırk yataklık bir<br />

hastanenin inşa edilebileceğini bildirir. Turner'a,<br />

kendisinin teklif ettiği gibi, vakfedilen 820.000.-<br />

<br />

dolarlık kısmın menkul kıymetlere yatırılmasından<br />

elde edilecek yıllık yaklaşık otuzüç bin dolar<br />

gelirin her yıl hastaneye bağışlanmak üzere T.C.<br />

Ziraat Bankası A.Ş.'ye havale edilmesinin uygun<br />

olduğunu söyler.<br />

Ardından Hastane’nin kurulması çalışmalarına<br />

başlanır. 1932 yılında doların Türk lirası karşılığı<br />

ortalama değeri 2,1193 liradır. Dolayısıyla yıllık<br />

toplam 28.560.- lira tutarındaki personel maaşları<br />

yaklaşık 13.500.- dolara tekabül etmekte olup<br />

vakfedilen 820.000.- doların yıllık menkul<br />

sermaye geliri hem personel hem de diğer hastane<br />

giderlerini rahatça karşılayabilmektedir.<br />

Morris Şinasi'nin vakfettiği 820.000.- dolar<br />

yatırıldığı menkul kıymet fonu Chemical Bank<br />

tarafından yönetilmeye devam eder. Chemical<br />

Bank 31 Mart 1996 tarihinde ‘The Chase<br />

Manhattan Bank’ ile birleşir ve fon The Chase<br />

Manhattan tarafından devralınır. Fon banka<br />

tarafından başarılı bir şekilde yönetildiğinden 1933<br />

yılından beri her yıl düzenli bir şekilde yıllık<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 12 -<br />

getirisi Morris Şinasi Hastanesi'ne bağışlanmaya<br />

devam eder.<br />

Bu yardımın devamı da<br />

Moris Şinasi isminin<br />

hastane ismi olarak<br />

muhafaza edilmesi şartına<br />

bağlanmıştır.<br />

Ne var şimdi burada<br />

diyeceksiniz elbette değil<br />

mi?<br />

Şimdi parayı elimizin tersi<br />

ile itiyoruz.<br />

Şimdi sıkı durun.<br />

Dr. Fahrettin Er’den<br />

aldığımız bilgiye göre,<br />

Hastane’nin adı bir süre önce değiştirilmiş.<br />

Hastanenin yeni adı birleştirildiği Manisa Merkez<br />

Efendi Devlet Hastanesi olmuş. Ancak Morris<br />

Şinasi adı hastanenin duvarlarında kalacakmış.<br />

Yani Morris Şinasi Milletlerarası Çocuk Hastanesi<br />

<br />

poliklinik hizmet binaları<br />

olarak kalacak. Ancak<br />

820.000 dolarlık fonu 80<br />

yıldır yöneten ilgili<br />

Amerikan bankasının<br />

yöneticileri bunu kabul<br />

etmek istemiyor<br />

görünüyorlar. Kısacası 80<br />

yıl önce geliri Türkiye<br />

Cumhuriyeti’ndeki bir<br />

hastaneye tahsis edilen bu<br />

fonu ve gelirini Türkiye’ye<br />

yollamak taraftarı değiller.<br />

Peki 1929 yılında<br />

kıymetlendirilmeye başlanan 820.000 doların<br />

bileşik faiziyle birlikte bugün ulaşmış olduğu<br />

meblağı tahmin edebiliyor musunuz?<br />

Sağlık Bakanlığı acaba bu konunun farkında<br />

mı?<br />

Uzman bir arkadaşıma göre inanılmaz büyük bir<br />

rakam bu. Şu an teyit ettiremediğim için


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 13 -<br />

yazamıyorum. Ama çok büyük bir meblağ bu.<br />

Türkiye’nin mutlaka bir adım atmasını gerektiren<br />

bir durum! Ayrıca merak ettiğim bir şey var:<br />

Sağlık Bakanlığı ne kadarını biliyor?<br />

Sağlık Bakanlığı acaba bu uygulamadan ne<br />

boyutta haberdardır? Neden böyle bir şeye ihtiyaç<br />

duyulmuş olabilir?<br />

Hadi, parayı bir kenara bırakalım. Bu kadar<br />

kıymetli bir tarihi hadiseye nasıl bu denli kayıtsız<br />

kalınabilir?<br />

Açılımdan söz edilen bir dönemde, böyle bir<br />

uygulama doğru mudur?<br />

Yahudi asıllı bir Osmanlı Vatandaşı, Osmanlı’yı<br />

vatan bilmiş, tüm birikiminin neredeyse dörtte<br />

birini bu topraklara vakfetmiş!.. Osmanlı’yı<br />

bundan daha güzel ne anlatabilir?<br />

Şu kadarını söyleyeyim, Dr.Fahrettin Er’i<br />

tamamen bir tevafuk sonucu ilgili bankanın fon<br />

yöneticisiyle görüşmeye ben götürdüm ve bu<br />

<br />

inanılmaz hikayeyi öğrenmiş oldum.<br />

Anti siyonist özelliği ile bilinen ikinci<br />

Abdülhamid’in dördüncü dereceden Osmanlı<br />

nişanı ile Morris Şinasi’yi ödüllendirdiğini de<br />

aklımızın bir kenarında tutalım.<br />

Bankanın fon yöneticisi Hastanenin adının<br />

değişmesi nedeniyle söz konusu fonun artık sona<br />

erdiğini ifade ediyor. Aldığım bilgiler, söz konusu<br />

bankanın bu fonu bir süredir devralmak istediği ve<br />

bu konuda da çeşitli girişimlerde bulunmuş<br />

olabileceği yönünde.<br />

Dr.Fahrettin Er, Morris Şinasi’nin torunlarıyla da<br />

görüşebilmeyi umuyordu. Ama bu olmadı.<br />

Bankanın ilgili fon yöneticileri Dr.Er’e ailenin<br />

hayatta olan üyeleri ile ilgili bilgileri vermedi.<br />

Sağlık Bakanlığı’nı bu konuyu enine boyuna<br />

araştırmaya ve Manisalı olması dolayısıyla<br />

Başbakan Yardımcısı Sayın Bülent Arınç’ı da<br />

konuyla ilgilenmeye davet ediyorum.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 14 -<br />

Tüm İzmirlilerin Destek Vermesi Gereken<br />

Önemli Bir Girişim<br />

FOTOĞRAFLAR İLE<br />

İZMİR YAHUDİLERİ TARİHİ<br />

Rafael Algranati - İzmir<br />

İzmir'in değerli fotoğraf sanatçılarından Selim<br />

Bonfil, “FOTOĞRAFLAR İLE İZMİR<br />

YAHUDİLERİ TARİHİ” adlı bir proje başlatmış<br />

bulunmakta. İzmir Yahudi tarihi ve geleneklerini<br />

bütün dünyaya tanıtabilecek olan bu önemli proje<br />

hakkında kendisi ile görüştüğümüz Selim Bonfil'in<br />

karşılaştığı en büyük güçlük, hepimizin evlerinde<br />

var olan, anne babalarımızdan kalma eski<br />

fotoğraflara ulaşmakta çektiği zorluk!..<br />

Selim Bonfil, <strong>DIYAL</strong>oG aracılığı ile yurt içi veya<br />

dışındaki tüm İzmir kökenli okurlarımıza şu mesajı<br />

iletmekte :<br />

Değerli Hemşehrilerim,<br />

“FOTOĞRAFLAR İLE İZMİR YAHUDİLERİ<br />

<br />

TARİHİ” adlı bir proje başlatmış bulunuyoruz.<br />

Bu çerçevede elinizde olan 1860—1990 tarihleri<br />

arası fotoğrafları bize iletmenizi rica ediyoruz.<br />

Teslim ettiğiniz fotoğraflar dijital ortamda<br />

kopyalanacak, orijinalleri aynen size iade<br />

edilecektir.<br />

Gelecek nesillere bir kültür birikimi bırakmak<br />

amacı ile başlatılmış bu projeye yardımlarınızı<br />

esirgemeyeceğinizden eminiz.<br />

Saygı ve Sevgilerimizle,<br />

İletişim adresleri<br />

Selim Bonfil : Ev (232) 422 57 63<br />

İş (236) 213 08 86<br />

Cep (532) 311 58 10<br />

Mail selim@selimbonfil.com<br />

Mişa Hayim : Ev (232) 421 97 40<br />

Cep (532) 322 32 75<br />

Mail mosehayim@gmail.com


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 15 -<br />

İsrail'de Geleneksel<br />

İzmirliler Piknik Günü<br />

Selim Amado - İsrail<br />

İsrail'de yaşayan İzmirliler'in, artık geleneksel hale<br />

getirdikleri, ancak güvenlik problemleri nedeni ile<br />

birkaç yıldır ertelenen "İzmirliler Piknik Günü",<br />

22 Mayıs 2010 Cumartesi sabahı Tel Aviv<br />

Hayarkon Parkının İsrail ve İzmir Belediyesi<br />

bayrakları ile donatılan "Ganei Yeoshua"<br />

bolümünde yapıldı.<br />

<br />

İnternet yoluyla ve kulaktan kulağa çabucak<br />

yayılan haberle, 1948'den bu yana İzmir'den<br />

aliyalarını yapmış 350 İzmirli, coşku ile İsrael'in<br />

değişik yerlerinden gelerek pikniğe katıldılar.<br />

Uzun zamandır görüşmeyenlerin hasret ve sevinçle<br />

kucaklaşmaları görülmeye değerdi. Her gruptaki<br />

sohbetin konusu aynı idi : İzmir!...<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 16 -


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 17 -<br />

O gün tesadüfen İsrail'de bulunan ve toplantıya<br />

katılan İzmirli dostlardan, İzmir, İzmir Yahudileri<br />

ve Türkiye hakkında taze haberler alındı.<br />

Fotoğraflar çekildi, adres ve telefon numaraları<br />

değiş-tokuşu yapıldı, İzmirliler, aileleri, çocukları,<br />

torunları hakkında birbirlerine bilgi aktarımında<br />

bulundular.<br />

Öğle yemek vakti gelince, herkesin İzmir'e has;<br />

boyos, borekas de handrajo, borekas de kezo,<br />

fritadas, guevos haminados vb. ile masaları<br />

<br />

donattıkları ve bir gruptan diğerine kahve,<br />

baklava, kadayıf, künefe, biskoços, reşikas ikram<br />

ettikleri görüldü.<br />

Sohbetler öğleden sonra geç vakitlere kadar devam<br />

etti. Piknikten herkes son derece mutlu ve bu<br />

organizasyonu düzenleyen Moreno Margunato ve<br />

Selim Amado'ya teşekkür ederek, birbirlerine<br />

sevgiyle sarılıp vedalaşarak ve en kısa zamanda<br />

tekrar buluşma dileklerini dile getirerek ayrıldılar.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 18 -<br />

Sanatçı Viki Antebi’nin<br />

İyiniyet Desteği Renin Eliş - İzmir<br />

İzmir Kültür Derneğinde (Liga), değerli<br />

sanatçılarımızdan Viki Antebi'nin resim<br />

çalışmalarını sunduğu bir sergi gerçekleşti.<br />

Gelirinin İyiniyet faaliyetlerine bağışlandığı<br />

sergide Viki Antebi'nin eserleri ziyaretçilerin<br />

büyük beğenisini topladı.<br />

<br />

Sergide aynı zamanda İyiniyet gönüllüsü<br />

hanımlarımız, çeşitli hediyelik objeleri satışa<br />

sunarak çalışmaları için ek gelir sağlamaya<br />

çalıştılar.<br />

Sanatçı Viki Antebi ve İyiniyet meleklerini bu<br />

özverili çalışmalarından dolayı kutluyor,<br />

cemaatimizde bu tür dayanışmaların hep sürmesini<br />

diliyoruz.<br />

Sabi Saltiel<br />

Ester Cen - İzmir<br />

Sima ve Moşe<br />

Saltiel'in oğulları Sabi,<br />

Amerika'da Berklee<br />

College of Music<br />

okulundan double<br />

major yaparak mezun<br />

oldu. Los Angeles'ta free lance çalışmalarına<br />

devam eden Sabi Saltiel şu anda gösterimde olan<br />

"Aşk ve Ceza" ve "Unutulmaz" adlı dizilerin<br />

tanıtım müziklerini yaptı. Sabi'ye başarılarının<br />

devamını diliyoruz.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 19 -<br />

Siret Sadi & Moşe Abulafya<br />

Nişanlandı<br />

Renin Eliş - İzmir<br />

Siret Sadi & Moşe Abulafya çifti nişan<br />

mutluluklarını İzmir Kültür Derneğinde<br />

dostlarıyla paylaştılar.<br />

Betül & Moşe Sadi<br />

çiftinin kızları Siret ile<br />

Oret & David Abulafya<br />

çiftinin oğulları Moşe<br />

yakın zamanda aile içinde<br />

yaptıkları nişan<br />

törenlerinin ardından Liga'da 27 Mayıs Perşembe<br />

günü gerçekleştirdikleri bir davet ile bu özel<br />

günlerini samimi bir ortamda yakınlarıyla<br />

paylaştılar.<br />

Genç çifti ve ailelerini tebrik eder, bir ömür boyu<br />

mutluluklar dileriz.<br />

<br />

Şirince Gezisi Ester Cen - İzmir<br />

Salı Toplantılarının müdavimleri, 1 Haziran Salı<br />

günü 17 kişi Şirince'ye doğru yola çıktık. Saklı<br />

Vadi adlı restoranda çok güzel bir öğle yemeği<br />

yedikten sonra Şirince'ye vardık. Şirince'nin ara<br />

sokaklarını keşfettik. Daha sonra muhteşem dağ<br />

manzarası eşliğinde beş çaylarımızı yudumladık.<br />

Yazın ilk günlerinde gerçekleştirdiğimiz gezimiz<br />

çok keyfli ve neşeli geçti.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 20 -<br />

Genç Amerikalı Konuklar<br />

Renin Eliş - İzmir<br />

İzmir Kültür Derneği, İzmir'i tanımak ve<br />

cemaatimizdeki yaşıtları ile tanışmak amacıyla<br />

şehrimize gelen 50 Amerikalı genci ağırladı.<br />

"Kivunim" adlı organizasyon ile bir yıl süreliğine<br />

Kudüs'te bulunan Amerikalı gençler, kültür ve<br />

kimliklerini daha iyi tanıyabilmek için Kudüs'te<br />

farklı dersler alıyorlar.<br />

<br />

amacıyla ülkemizi de<br />

ziyaret ettiler.<br />

İstanbul'un ardından<br />

İzmir'e gelen gençler,<br />

şehri gezdiler ve<br />

akşamına dernek<br />

Kivunim'in kurucu<br />

direktörü Peter Geffen<br />

liderliğinde, grup<br />

Avrupa ülkelerindeki<br />

Yahudi cemaatlerini<br />

daha yakından tanımak<br />

lokalinde yaşıtları<br />

İzmirli kardeşleri ile<br />

bir araya geldiler.<br />

İzmirli gençlerimiz,<br />

İzmir'deki yaşantılarını<br />

ve Türkiye'yi tanıtan bir sunum gerçekleştirdiler.<br />

Hep birlikte yenen keyifli akşam yemeğinden<br />

sonra, gençler dans ederek kardeşliğin ve gençliğin<br />

tadını çıkardılar.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 21 -<br />

Türkiye Musevi Cemaati<br />

Duyurusu<br />

Değişen dünyanın bir gereği olarak Facebook,<br />

Twitter, Foursquare ve Friendfeed başta olmak<br />

üzere birçok dijital platformu aktif olarak<br />

kullanıyoruz. Toplumumuz için riskler<br />

barındırabilecek bu sosyal ağlarda, normal<br />

yaşamımızda olmamız gerektiği gibi tedbirli<br />

davranmalıyız. Sahte isimler kullanılarak<br />

rahatlıkla yeni kullanıcı açabilmenin mümkün<br />

olduğu açıktır.<br />

Örneğin, facebook platformunda; Verda Kohen<br />

ismi, 1984 doğum tarihi ve birkaç profil resmi<br />

kullanılarak oluşturulan sanal bir kişi 215 kişiyi<br />

hiç tanışmamalarına rağmen!! arkadaş listesine<br />

katmıştır. bu vesile ile belki de bu kişilerin<br />

arkadaşları olan 1000'in üzerinde cemaatimiz<br />

mensubu gencin tüm özel bilgilerini takip<br />

edebilmektedir.<br />

Kimliğinden emin olmadığımız sanal kişilerle<br />

bağlantı kurarken, hem kişisel bilgilerimizi<br />

<br />

paylaşma riskini hem de toplumumuza ilişkin bir<br />

veritabanı oluşturulmasına olanak sağlama<br />

ihtimalini göz önünde bulundurmamız gerekir. Bu<br />

bağlamda birkaç güvenlik ve gizlilik ayarı<br />

yaparak, üzerinize düşenleri gerçekleştirebilirsiniz:<br />

Ø Facebook'un yeni devreye alınan "Gizlilik<br />

ayarları" kullanılarak, profilinizi sadece<br />

arkadaşlarınıza açmak ve sınırlı bilgi paylaşmak.<br />

Ø Twitter ve Friendfeed'de takip edilme<br />

ayarlarınızı "restricted" hale çekmek,<br />

tweet'lerinizin içeriğinde hassas olmak.<br />

Ø Foursquare'de, eviniz, iş yeriniz, okulunuz ve<br />

cemaatimize ait binalara "check-in" yapmamak ya<br />

da en azından açık adresi paylaşmamak.<br />

Ø Bu sistemlerde kullanılan şifrelerin, benzersiz<br />

ve kuvvetli şifreler olmasını sağlamak.<br />

Sanal ağların gerçek hayatın bir uzantısına<br />

dönüştüğü şu günlerde, her türlü güvenlik ve<br />

gizlilik aksiyonunu almanın gerekliliğini<br />

vurgulamak isteriz.<br />

Türkiye Musevi Cemaati<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 22 -<br />

İzmir Musevi Cemaati<br />

Sinagog Ziyaretleri ile ilgili Düzenleme<br />

Güvenlik önlemleri kapsamında, İzmir’deki<br />

sinagoglarımızın yerli ve yabancı turistlerce<br />

ziyaretlerinde aşağıdaki kuralların uygulanmasına<br />

karar verilmiştir:<br />

1. Sinagogları ziyaret etmek isteyen ziyaretçilerin<br />

kimlik fotokopileri en az bir gün öncesinden<br />

cemaat ofisine fakslanacaktır. Ziyaretçilere<br />

refakat eden cemaat üyelerinin olması halinde,<br />

onların da isimleri cemaat ofisine<br />

bildirilecektir.<br />

2. Özel durumlar: VIP konuklar veya diğer<br />

ziyaretçilerin önceden kimlik bildirimi yapacak<br />

zamanları olmadığının tespit edilebildiği<br />

durumlarda, konukları davet eden sorumlu,<br />

öncelikle cemaat ofisine ziyaretin sebebini,<br />

kimliklerin fakslanmamış olması konusundaki<br />

mazeretlerini ve konukların isimlerini<br />

bildirmelidirler. Bu gibi durumlarda cemaat ofis<br />

<br />

yetkilileri, Cemaat Başkanı veya yardımcısının<br />

kişisel onayını isteyecek, bu onay alınmadan<br />

sinagoglar ziyarete açılmayacaktır.<br />

3. Yukarıdaki şekilde yapılan ve kabul gören<br />

başvurularda, cemaat ofisi bir görevli tayin<br />

ederek ziyaret saatinde sinagogların açılmasını<br />

sağlayacaktır.<br />

4. Ziyaretçilerden sinagogların bakımında<br />

kullanılmak üzere kişi başı 10,00 TL ücret talep<br />

edilecektir. (12 yaşından küçük çocuklar, toplu<br />

öğrenci ziyaretleri ve İzmir cemaati üyelerinden<br />

ücret alınmayacaktır.)<br />

5. VIP veya ücret vermeden ziyarette bulunacak<br />

özel davetliler için Cemaat Başkanı’nın veya<br />

yardımcısının onayı alınacaktır.<br />

Cemaat üyelerimizin yukarıdaki kurallara uyum<br />

sağlayarak güvenlik önlemlerine katkıda<br />

bulunmalarını rica ederiz.<br />

İzmir Musevi Cemaati


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 23 -<br />

Haklı Şikayet<br />

Rafael Algranati - İzmir<br />

Mayıs sonlarında Şaar Aşamayim Sinagogunda<br />

kayınpederinin vefatının yıl dönümü nedeni ile<br />

duasını yapmak üzere Şaar Aşamayim Sinagoguna<br />

giden Avram Hasan ve ailesi, yaşadıkları nahoş<br />

olayı Cemaat Yönetimine yazılı olarak şikayet etti.<br />

Avram Hasan şikayet yazısında olayı özetle<br />

aşağıdaki şekilde dile getirdi.<br />

26.05.2010 tarihinde Sayın Hocamız M.M. ile<br />

kayınpederimin midraşı için Alsancak<br />

Sinagogunda "midraş saati" olarak anons edilen<br />

saat 20:00 için anlaştık. Ben ve ailem söz konusu<br />

saatten önce sinagogda hazır bulunduk. Saat tam<br />

20:00'de midraşa başlandı. Baryohay okundu bitti,<br />

idara kitapları dağıtıldı. Okunma sürecinde diğer<br />

hoca R.M.nin müşterileri geldi. Kendileri de geç<br />

geldiklerini itiraf ettiler. R.M. hoca cevaben SEN<br />

KEYFİNE BAK istediğimiz gibi yaparız dedikten<br />

sonra, müşteri memnuniyeti için duayı tekrar<br />

<br />

baştan ve yüksek sesle başlattı. Bizler orada idara<br />

kitapları ile kalakaldık. Zat-ı muhteremin müşteri<br />

memnuniyetini bitirmesini bekledik.<br />

Toplumlar kurallar ile yaşarlar. Özellikle bir<br />

sinagogun dua başlama saatleri hocaların<br />

müşterilerinin teşrif ettiği saatte değil, anons<br />

edilmiş olan saatte başlar. Bu saate toplum uyar,<br />

yetişemeyen ulaştığı yerden devam eder.<br />

Her şeyden önce Sn.R.M.'nin yaptığı davranış<br />

bırakın hocalık kurallarına, insanlık kurallarına<br />

bile uymaz. Bana, aileme ve midraşını yaptığım<br />

kayınpederime saygısızlık edilmiş ve dini<br />

duygularım rencide edilmiştir.<br />

Avram Hasan'ın bu şikayetinin Cemaat Yönetim<br />

kurulunda ele alındığı, son zamanlarda sıklaşan bu<br />

gibi rahatsızlıkların tekrarlanmaması için gerekli<br />

uyarıların yapıldığı öğrenildi.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 24 -<br />

Rena Kaya<br />

Bat- Mitzva<br />

Riva Halegua ve San Kaya'nın kızları Rena, 19<br />

Haziran Cumartesi gecesi Küçük Kulüp Marmite<br />

Restoranda düzenlenen bir parti ile Bat-Mitzva'sını<br />

kutladı.<br />

Marmite restoranın güzel bahçesinde gerçekleşen<br />

törende Rena bu özel gününü ailesi, akrabaları ve<br />

arkadaşları ile birlikte kutladı.<br />

<br />

Cemaat Başkanımız sayın Jak Kaya'nın torunu<br />

olan Rena ile Kaya ve Gabay ailelerini kutlar, genç<br />

kardeşimize sağlık, mutluluk dolu nice yıllar<br />

dileriz.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 25 -<br />

İÇİMİZDEN<br />

DÜĞÜNLER<br />

Işık Yohay & Hayim Hasan<br />

20 Haziran 2010<br />

Beril Çakırer & Selim Mazliah<br />

15 Ağustos 2010<br />

Evlenecek çiftlerimize<br />

ömür boyu mutluluklar diliyoruz!..<br />

Renin Eliş / İzmir<br />

<br />

GEÇMİŞ OLSUN'..<br />

Meir Levi<br />

Sevinç & Selim Levi'nin oğulları Meir,geçirdiği<br />

bir kaza sonucu rahatsızlanarak bir süreliğine<br />

hastanede tedavi görmüştür. Acil şifalar diliyoruz.<br />

İnci Levi<br />

Klodin - Nesim Levi çiftinin kızları İnci Levi<br />

geçirdiği rahatsızlığın ardından evinde dinlenerek<br />

sağlığına kavuşmuştur. Kendisine ve ailesine<br />

geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.<br />

Viktorya Eliş<br />

Yusuf Eliş'in eşi Sayın Viktorya Eliş yaşadığı<br />

sağlık probleminin ardından evinde istirahat<br />

etmektedir. Geçmiş olsun...<br />

Yakup Kanyas<br />

İzmir'in sevilen simalarından Yakup Kanyas<br />

geçirdiği fıtık ameliyatından sonra tekrar sağlığına<br />

kavuşmuştur. Kendisine geçmiş olsun diyoruz.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 26 -<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

<br />

İzak Araza - İzmir 02 Mayıs 2010<br />

Estreya Levi - İzmir 10 Mayıs 2010<br />

Baruh Dayan Aemet!..


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 27 -<br />

Kurumlarımız <br />

Cemaat Yönetim Kurulu<br />

Değerli Kardeşlerim,<br />

Jak Kaya<br />

Bu sayıda sizlere Karataş Hastanesi hakkında biraz<br />

bilgi aktarmak istiyorum. Bilindiği gibi, Karataş<br />

Hastanesi İdare Derneğinin Olağanüstü Genel<br />

Kurulunda yeni yönetim kuruluna seçilen<br />

kardeşlerimiz Jak Kaya – Avram Sevinti – Rafael<br />

Algranati – Efrahim Kohen ve Hayim Eskinazi ilk<br />

toplantılarında görev bölümü yaparak başkanlık<br />

görevini şahsıma uygun görmüşlerdir.<br />

Genel Kurulda açıklamış olduğumuz gibi yeni<br />

Yönetim Kurulumuz, yaşlılarımızın bakımlarının<br />

mükemmel düzeyde sağlanması öncelikli kaydı ile,<br />

hastane işletmesinin uygun görülecek bir ekibe<br />

devredilerek, hepimize uzun süredir rahatsızlık<br />

veren zarar riskinden korunması hedeflenmiş ve bu<br />

<br />

konuda Genel Kurulun desteğini almıştı.<br />

O günden itibaren başlatılan yoğun çalışmalar<br />

sonucunda, hastanemizde görev yapmakta olan<br />

doktorlardan oluşan bir ekiple, bu yönde bir<br />

anlaşma sağlamanın son aşamalarına gelmiş<br />

bulunuyoruz.<br />

Tabiidir ki, bu anlaşmanın temelini, yönetimimizin<br />

ciddi ve sürekli denetimi oluşturmaktadır. Haziran<br />

ayının son haftasında bir bilgilendirme toplantısı<br />

düzenleyerek sizlere bu konudaki gelişmeleri<br />

aktarmayı planlıyoruz.<br />

Bu süreç içinde hastanemizin faaliyetlerine<br />

kesintisiz devam etmesi sağlanmış ve daha iyi<br />

hizmet sunabilmek için çalışmalarını<br />

sürdürmüştür.<br />

Amacımız bu asırlık kurumumuzun korunması ve<br />

hizmet seviyesinin yükseltilmesidir.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 28 -<br />

Azil<br />

Şavuot Bayramı nedeniyle yaşlılarımıza 20 Mayıs<br />

günü İnciraltı Körfez Restoran’da Bn. Raşel<br />

Eskinazi sponsorluğunda bir öğle yemeği<br />

düzenlendi.<br />

Yaşlılarımızla birlikte yemeğe, Kadınlar Kolu<br />

üyeleri, Amerikalı misafirimiz Bn. Kler Leigh,<br />

hastane pansiyoneri olmayan bazı yaşlılarımız ve<br />

Karataş Hastanesi Halkla İlişkiler müdürü Elanur<br />

Karakoç da katıldı.<br />

Yemek sonrası tatlı ve pasta ikramı yapılan<br />

yaşlılar güzel havadan istifade edip hoşça vakit<br />

geçirdiler.<br />

Hastanenin yeni Yönetim Kurulu Başkanı Jak<br />

Kaya 9 Haziran Çarşamba günü Kadınlar Kolu ile<br />

bir toplantı yaptı. Toplantıda Azil'in yeni yönetim<br />

açısından önemi vurgulandı ve yaşlılarımızın<br />

rahatı için alınacak tedbirler konuşuldu.<br />

<br />

Toplantıda, toplumumuzdaki genç hanımların<br />

Azil'in kadınlar koluna katılmalarını sağlamanın<br />

önemi ve gereği üzerinde duruldu ve bu konuyla<br />

ilgili çalışmaların bir an evvel başlatılmasına karar<br />

verildi.<br />

Karataş Hastanesinin nekahathane bölümündeki<br />

odaların tamamı dolu olup, yaşlılarımızın bakımı<br />

her zaman olduğu gibi, hiçbir fedakarlıktan<br />

kaçınmayarak özenle sürdürülmektedir.<br />

Bizler için son derece önemli olan destekleriniz<br />

için hepinize teşekkür eder, sağlıklı ve mutlu bir<br />

yaz sezonu geçirmenizi dileriz.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 29 -<br />

Beth Hayim<br />

Ruben Benadava<br />

Başkan<br />

Kabristan Derneğimizin Olağan Genel Kurul<br />

toplantısı 25 Nisan 2010 Pazar günü yapıldı.<br />

Divan Başkanlığı seçiminden sonra okunan<br />

Yönetim ve Denetim Kurulu raporları oy birliği ile<br />

kabul edilerek Yönetim ve Denetim Kurulları<br />

oybirliği ile ibra edildiler.<br />

Yenilenen seçimlerde Kabristan Derneğimizin<br />

yönetim kuruluna Ruben Benadava, Moiz Malki,<br />

Selim Bonfil, Moşe Habif, Eli Yüksek, Vitali<br />

Benazuz ve İzak Asael seçildiler.<br />

Denetleme Kuruluna İzak Arditi, Sabi Cimi ve<br />

Moşe Mizrahi'nin seçildiği toplantı sonunda, yeni<br />

dönemde yapılması planlanan çalışmalar<br />

konusunda dilek ve önerilere yer verildi.<br />

<br />

İyi Niyet<br />

Bu kurumumuzdan bültenimize<br />

bilgilendirme yazısı ulaşmamıştır.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 30 -<br />

Liga<br />

Değerli İzmirliler,<br />

Janet Meseri<br />

LİGA olarak çalışmalarımıza Mayıs ayında da tüm<br />

hızıyla devam ettik. Kış aylarında başarı ile<br />

sürdürülen hobi kurslarımıza yaz sezonu nedeni ile<br />

Mayıs sonunda ara verdik. Değerli<br />

kursiyerlerimize güzel bir yaz tatili diliyor ve yeni<br />

sezonda onları tekrar aramızda görmeyi diliyoruz.<br />

Evliliğe ilk adımlarını atan ve davetlerini<br />

derneğimiz lokalinde yapan gençlerimizin<br />

yakınları ile bu mutlu günlerini paylaşmalarına<br />

bizler de katıldık. Birlikte ilk adımlarını attıkları<br />

bu yeni yaşam yolunda sevgi ile yürümelerini<br />

diler, her şeyin gönüllerince olmasını temenni<br />

ederiz.<br />

Ayrıca gençlerimizin yazın yapacakları Macaristan<br />

ve İsrail gezileri için tüm hazırlıklar tamamlandı.<br />

Gençlerimize bol eğlenceli bir tatil ve güzel bir<br />

seyahat diliyoruz.<br />

<br />

Sunday School<br />

Sunday School öğrencileri sene sonu gösterilerini<br />

Ligada anne, baba ve yakınlarına sundular.<br />

Şarkılar, danslar ve küçük bir sunumdan oluşan<br />

gösterileri, çocuklarımızın bütün bir sene<br />

yaptıkları çalışmaların en azından bir kısmını<br />

sergileme fırsatı verdi.<br />

Yazın gelişi ve tatilin cazibesi ile küçük öğrenciler<br />

çok mutluydu.<br />

Yeni sezonda görüşmek ve tekrar hep birlikte<br />

olmak ümidi ile hepinize sağlıklı ve mutlu bir yaz<br />

sezonu diliyoruz.<br />

Hoşçakalın!..


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 31 -<br />

Karataş Hastanesi - I<br />

Karataş Hastanesi'nde Yenilik<br />

Eda Çetintaş<br />

Diyetisyen<br />

Ben diyetisyen Eda Çetintaş. Başkent Üniversitesi<br />

Beslenme ve Diyetetik Bölümü 2009 yılı<br />

mezunuyum.<br />

Eğitimim süresinde çeşitli sağlık kurumlarında<br />

mesleğimle ilgili görevler aldım. Özel bir<br />

zayıflama merkezinde diyetisyen olarak çalıştım.<br />

Ayrıca çalıştığım merkeze bağlı olarak çeşitli<br />

diyaliz merkezlerinin diyetisyenliğini de yaptım.<br />

Mayıs 2010 itibari ile Karataş Hastanesi'nin<br />

Beslenme ve Diyet Kliniği'nde görev almaktayım.<br />

Hastanemizin gerek ayakta gerek yatan hastaların<br />

beslenme hizmetlerinin ve diyet programlarının<br />

hazırlanması ve takibini yapmaktayım.<br />

Hastanemizin Beslenme ve Diyet Kliniği'ne ayakta<br />

<br />

başvuran kişiler ile ilk olarak bir ön görüşme<br />

yapılmaktadır. Bu ön görüşmede kişinin genel<br />

bilgileri, beslenme alışkanlıkları, aile geçmişleri ve<br />

varsa hastalıkları hakkında bilgi alınmaktadır.<br />

Beslenme programının süresine karar verilmekte<br />

ve işleyiş hakkında bilgi verilmektedir.<br />

Ön görüşmenin akabinde kişi zayıflama/kilo alma<br />

programına uygunluk, sağlık koşullarının tespit ve<br />

değerlendirilmesi için dahiliye doktorumuza<br />

yönlendirilmektedir.<br />

Tamamlanan bu aşamalar sonrasında beslenme<br />

programına başlanmaktadır. Görüşmeler en az<br />

birer hafta aralıklar ile yapılmaktadır.<br />

Sağlıklı yarınlara yeterli ve dengeli beslenerek<br />

“merhaba” demek için sizleri de kliniğimize<br />

bekliyoruz...<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 32 -<br />

Karataş Hastanesi - II<br />

Köklü Çınar Esbaş'ta<br />

Ela Nur Karakoç<br />

Halkla İlişkiler<br />

Özel Karataş Hastanesi Mayıs ayında ESBAŞ’ın<br />

ev sahipliği yaptığı "1.Uluslararası İzmir Küresel<br />

Sağlık" konferansında yer aldı.<br />

1.Küresel İnoviz Konferansı (Sağlık için İzmir)<br />

konulu konferans 24-25 Mayıs 2010 tarihlerinde<br />

iki gün boyunca sürdü.<br />

Ege Bölgesinin ilk özel hastanesi niteliğini<br />

kazanmış, tıpkı köklü bir çınar gibi 106 yıldır<br />

hizmet veren "Özel Karataş Hastanesi"<br />

sempozyuma katılan konukları ağırladıktan sonra<br />

Karataş semtiyle özdeşleşmiş tarihi Asansör turu<br />

organize ederek etkinliğe katkıda bulundu.<br />

<br />

Talmud Tora<br />

Bu kurumumuzdan bültenimize<br />

bilgilendirme yazısı ulaşmamıştır.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 33 -<br />

Seksion en Ladino <br />

El kantoniko de Rachel<br />

Rachel Amado Bortnick / U.S.A.<br />

bortnickra@sbcglobal.net<br />

Una Pyesa de Teatro<br />

de Avraham Galante<br />

Espero ke konosesh el nombre del profesor<br />

Abraham Galante, z.l. (1873-1960) si no tambien<br />

sus emportantes ovras istorikas, lo mas sovre los<br />

djudios de Turkia, i tambien sovre lingua, folklor, i<br />

otros aspektos de la kultura sefaradi. El eskrivyo<br />

19 livros en turko, i 34 livros en fransez! Ma<br />

pokos saven ke tiene tambien dos ovras en ladino<br />

(muestro judyo-espanyol), una kurta<br />

novela, "Abandonada por mi padre" i una pyesa de<br />

teatro yamada "Rinyo o El amor salvaje", todas las<br />

dos publikadas en 1906 en Kairo, Ejipto, en letras<br />

ebreas Rashi.<br />

<br />

Ke pekado ke pokos de mozotros podemos meldar<br />

tekstos en el alfabeto Rashi, lo ke mos aze pedrer<br />

de konoser la literatura vieja muestra! En el<br />

Imperio Otomano kuaje todos los livros i jurnales<br />

publikados en ladino eran kon estas letras. Ma<br />

grasias a los akademikos i otros ke agora publikan<br />

las transliterasiones en letras latinas de siertas de<br />

estas ovras, todos podemos konoser un poko de “lo<br />

ke meldavan muestros padres.” (Ansi es el titolo<br />

de un livro maraviyozo publikado de Rifat<br />

Birmizrahi en Estambol, de padasikos tomados de<br />

jurnales viejos, transliterados, i tresladados en<br />

İnglez i Turko. Si no lo konosesh, vo lo<br />

rekomendo de merkarlo de Gözlem Kitabevi<br />

(kitabevi@salom.com.tr)<br />

En Espanya (Barcelona) se topa la kaza editorial<br />

Tirocinio (http://www.tirocinio.com/ ) ke publika<br />

una seria de livros de literatura sefaradi debasho el<br />

nombre "Coleccion Fuente Clara; estudios de<br />

cultura sefardi", dirijida por la Dra. Pilar Romeu.<br />

Ya publikaron 15 livros en esta seria, la mayoria<br />

de ovras en ladino (judeoespanyol), transliteradas<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 34 -<br />

kon komentaryos i aklarasyones en espanyol. El<br />

ultimo de estos es un estudyo del profesor Michael<br />

Studemund-Halevy sovre "Rinyo o El amor<br />

salvaje,” una de las pyesas de Avraham Galante.<br />

Es un livriko chiko maraviyozo ke lo meldi kon un<br />

grande plazer, aun ke la estorya es trajika.<br />

La estorya de la drama tiene lugar en el kazal de<br />

Soroni al oeste de la isla de Rodes (Rodos.) En la<br />

introduksyon Galante da a entender ke:<br />

«El sujeto de el dramo Rinyo no es imajinaryo. Es<br />

un fato verdadero ke se paso antes kuatro anyos<br />

en un kazal de la izla de Rodes. Rinyo es el<br />

nombre verdadero de una ija grega ke amava un<br />

mansevo kazado i ke no pudyendo alkansarlo,<br />

degoyo un ijiko de este ultimo por vengarse de el<br />

padre. Rinyo fue kondenada a muerte por el<br />

tribunal de Rodes».<br />

Rinyo, una ijika de 18 anyos, "degoyo a un<br />

ijiko!.." Este ijiko era una kriatura de solo 4<br />

anyos. Ya vos imajinash la barbaridad de este akto,<br />

<br />

i el efeto emosional de meldar esto para mozotros<br />

ke estamos uzados a sintir el biervo "degoyar" para<br />

geynas i vakas kasher! Ay ke entender ke esto NO<br />

es una estorya djudia, si no ke una trajedia grega<br />

“moderna” (ke a mi kuento paso en 1902) i<br />

personajes kon nombres gregos komo Lefteri,<br />

Kiryako, Marigu, Estergula, etc.<br />

Las pokas linyas de la introduksyon ya mos dan el<br />

resume de la estoria, ma la piesa esta eskrita de<br />

manera ke apanya muestra atansion, i mos aze<br />

kerer meldar mas para ver ke va pasar despues, i<br />

asta la fin. Los personajes ayudan al<br />

desvelopamiento de la estorya de una manera<br />

kaptivante.<br />

Devemos mensionar ke el teksto de la pyesa ya fue<br />

publikada en letras latinas el anyo pasado por<br />

Avner Perez del Instituto Maale Adumim en Israel.<br />

Esto se topa en el Internet en el adreso de :<br />

http://btjerusalem.com/av/Riniolad.pdf<br />

La lavor de Avner Perez es tambien es una seria


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 35 -<br />

kon el titolo “El trezoro de la Poezia i del Teatro<br />

Djudeo-Espanyol” ke da transliterasiones de ovras.<br />

Ma el no tenemos las eksplikasiones ke vemos en<br />

el livriko muevo de Espanya.<br />

El Dr. Studemund-Halevy no solo ke izo la<br />

transkripsion de la ovra en letras latinas, ma<br />

tambien eskrivyo una introduksion en espanyol<br />

muy enformativa sovre la istoria personal, sosial,<br />

politika, akademika, i literaria de Galante.<br />

Tambien el tiene notas de eksplikasion, i a la fin,<br />

un glosario de biervos ke no se uzan en el espanyol<br />

normativo, para ayudar al lektor espanyol o<br />

espanyol-avlante.<br />

Para mi personalmente la kontribusion del profesor<br />

Halevi (introduksion, notas, glosario) fue tambien<br />

una lision de espanyol-castellano. I tambien, aun<br />

ke no tenemos todo el teksto en letras Rashi,<br />

tenemos pedasikos, ke me aze akodrar ke devemos<br />

ambezarmos el alfabeto Rashi I pratikar lo en<br />

meldando las ovras orijinales de muestra literatura.<br />

<br />

Proverbos<br />

A ken el Dyo no le dio ijos,<br />

el diavlo le da suvrinos.<br />

A ken todo le abasta,<br />

no le manka nada.<br />

A la haragana,<br />

la noche le viene gana.<br />

A la mar entra,<br />

seco sale.<br />

A la mar ke vaya,<br />

agua no va topar.<br />

A la papona,<br />

presto le buye la oya<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 36 -<br />

Detras del Perde de la Istoria<br />

Rachel Saba Wolfe / Israel<br />

rachsw@netvision.net.il<br />

Ribi<br />

Eliya'hu 'Ha-Co'hen 'Ha-Itamari<br />

i su lucha kontra los malos espiritos [ruhot]<br />

"En tiempo de landra, todos se azen de guerko"<br />

Joseph Nehama, Diccionner du Judeo-Espagnol, p. 571<br />

En estos tiempos duros de tension i apretadura,<br />

kuando parese ke los guerkos salen de sus burakos<br />

para kavzar mas danyos i estrechura, me akodro de<br />

Ribi Eliya'hu 'Ha-Co'hen (su sovrenombre 'Ha-<br />

Itamari) de İzmir ke lucho kontra los malos<br />

espiritos antes de mas de 300 anyos. Nasido<br />

probavlamente en 1659a su padre Ribi Avra'ham<br />

Shelomo 'Ha-Co'hen, Eliya'hu 'Ha-Co'hen era un<br />

gran Mekubal ke se okupava de la Kabala. El<br />

<br />

mantenia una vida muy modesta i se abastava kon<br />

pokos mezos, ma en el mizmo tiempo demandava<br />

de los miembros del kolel a dar Sedaka<br />

[bienfezensia] para mantener los mensteres de los<br />

proves ke malorozamente konstituiran una grande<br />

partida de la komunidad.<br />

Ribi Eliya'hu 'Ha-Co'hen eskrivio mas de 30 livros<br />

ama no todos fueron emprimados. El livro mas<br />

konosido es 'Shevet Musar' [vara de moral] ke era<br />

el livro de kastigerio el mas popular en el siglo 18,<br />

i fue tresladado del Ebreo al Ladino, Arabo i<br />

Yidish.<br />

No komo munchos Djudios en su tiempo, Ribi<br />

'Ha-Co'hen era konvensido ke las puertas de<br />

Ganeden no estan aviertas para todos. Por entrar<br />

por eyas, el benadam deve de suvir toda su vida en<br />

las eskalones de buen komporto i amijorar sus<br />

manias i kaminos.<br />

Ma si Ganeden es un lugar zor a ayegar, las


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 37 -<br />

puertas del Gennem estan aviertas siempre para los<br />

pekadores i los malazientes. Sigun Ribi Eliya'hu<br />

'Ha-Co'hen, munchos de eyos tenian de tornar a la<br />

tierra para azer "gilgul" – transformar en otras<br />

personas – kriaturas, mujeres i mansevos – i ansi<br />

pagar por sus maldades.<br />

Los demazalados ke entraron en eyos los espiritos<br />

[ruhot], sufrieron muncho i no tenian ningun<br />

kontrol sovre sus komporto. Ama grasias a Ribi<br />

Eliya'hu 'Ha-Co'hen ke savia komo arrondjar los<br />

espiritos de sus kuerpos, tenian la esperansa de<br />

kurarsen kompletamente. El rabino empesava a<br />

avlar kon los espiritos, demandar por sus pekados i<br />

espantarlos kon 'haramot' [ekskomunikasiones] ke<br />

van a salir.<br />

El proseso del arrondjamiento esta eksplikado en<br />

el livro 'Minhat Eliya'hu' [regalo de Eliya'hu], de<br />

Ribi 'Ha-Co'hen, kapitolo 5, ke aparesio en 1824<br />

en Saloniko. El livro fue eskrito en Ebreo, ma sesh<br />

anios mas tadre se publiko en esta sivdad solo el<br />

<br />

sinken kapitolo, tresladado al Ladino, debasho del<br />

titulo: "Maase 'Ha-ruah Me-'harav Eliya'hu 'Ha-<br />

Co'hen Zl'h"'h [zihrono le-hayey 'ha-olam 'ha-ba –<br />

su memoria al mundo el vinien]. Ken era el<br />

tresladador i en ke emprimeria kitaron este chiko<br />

livriko – no savemos. Klaramente, algunos<br />

pensaron ke la informasion i las konsejas ke<br />

kontenia eran bastante interesantes i edukativas, ke<br />

lo emprimieron a la segunda vez en 1840.<br />

Kero trayervos de este livro la deskripsion de un<br />

enkontro de Ribi Eliya'hu 'Ha-Co'hen kon un<br />

espirito:<br />

"Despues de este maase [echa] entraron dos ruhot<br />

[espiritos] en un ermano i una ermana i le fui<br />

gozer [dar sentensia] beherem [ekskomunikasion]<br />

a uno de eyos ke dishera ken es[.] El uno<br />

respondio nada asta 11 mezes i el mansevo esta<br />

hazino kon kefia [epilepsia] b"m [bar minan] i<br />

torni a serlo gozer ke avlara ken era kon<br />

haramot[.] Supito salio a avlar kon boz basha[.]<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 38 -<br />

Ke avlare[?] Le dishi[:] Ken sos tu[?] Disho[:]<br />

Yo se fulano el taukdji [geynero][.] I yo lo konosi<br />

a este taukdji en bivo ke era kaasiento [aksi] i<br />

kara aylan [de echas feyas, sigun el teksto<br />

orijinal][.] Le dishi porke te vino este mal[.]<br />

Disho[:] Tenia munchos devdores i no puedi<br />

sonportar i me entosegi i vini en esto ba"hr<br />

[baavonotay ha-rabim – por mis munchos<br />

pekados]".<br />

La repuesta del espirito eksplika la razon de la<br />

epilepsia. En akeyos dias no savian kualo kavzava<br />

esta mala hazinura. La eksplikasion ke es un<br />

komporto enforsado por espiritos, sin ke la persona<br />

tiene ningun kontrol sovre si, puedia aklarar el<br />

misterio. Tambien, esta eksplikasion responde a la<br />

kestion porke tuvo el espirito azer "gilgul". Asigun<br />

el Djudaizmo, suisidio es defendido. El pekado del<br />

taukdji era, aparte de su negregura i aksilik, ke se<br />

mato kon sus manos. Por medio de la konseja, Ribi<br />

'Ha-cohen da a los meldadores un akavidamiento<br />

fuerte kontra el suisidio.<br />

<br />

Ke pekado ke tenemos oy en dia de pasar estos<br />

tiempos de nisayon [prova] sin la ayuda de Ribi<br />

Eliya'hu 'Ha-Co'hen. Ma, amigos, no me miresh<br />

kusur, ay otros remedios para defendermos de ojo<br />

malo i de poderes danyozos: Un tiesto de ruda en<br />

frente de la kaza i una matika de la mizma planta<br />

en el djep; un ojiko mavi i una kamea kon las<br />

palavras: "Ben Porat Yosef, Ben Porat Aley<br />

Ayin".<br />

O, puede ser afilu mijor, el remedio mas util ke<br />

rekomendava siempre Ribi Eliya'hu 'Ha-Co'hen a<br />

los İzmirlis i a todos İsrael: Azer la Teshuva,<br />

atakanar muestros kaminos en la vida i azer<br />

munchos maasim [echas] tovim. İ el Dio ke va<br />

estar kon mozotros, Amen!<br />

Para Suscribirse al<br />

<strong>DIYAL</strong>oG<br />

members.diyalog@yahoo.com


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 39 -<br />

Yehuda ke dize?<br />

El invento del futuro<br />

Yehuda Hatsvi / İsrael<br />

hatsvi@netvision.net.il<br />

Los paleontologistas, i otros investigadores i<br />

sientistas kon el prefikso de "paleo", mos<br />

ensenyan ke antes de no mas de sesh miliones de<br />

anyos, se separaron de un padre antepasado las dos<br />

famiyas: Los Chimpanzes i los Humanoides, (los<br />

umanos ke mos konosemos oy en dia)..<br />

A mi, personalmente, me viene muy defisil de<br />

admeter o de akseptar esta teoria, o sea este fato.<br />

Komo puedo kontinuar a bivir kon este sekreto<br />

familial, i konfesar ke mis bisnonos eran<br />

maymonas?<br />

Bueno, "en lo ke estamos - bendigamos"...<br />

De todas maneras, es muy evidente ke los<br />

Chimpanzes no trokaron mucho en este "kurto"<br />

<br />

instante de evolusion, mientras ke los Umanos<br />

reusheron azer un sendero muy largo i diverso para<br />

parvenir a el estado lo ke yamaremos desde agora<br />

"Benadam".<br />

Ma, en realidad, ke es el Benadam, i en kualo se<br />

difere de los otros animales del mundo?<br />

Me parese ke fue el filozofo grego Platon el ke dyo<br />

una definision divertida del Benadam, dizendo ke<br />

es "una kriansa sin plumas, i ke kamina en dos<br />

piezes".<br />

Sierto ke una tala definision es un buen egzempio<br />

de una verdad parsial, porke, en el mezmo tiempo<br />

puede ser adaptada a una gayina eskorchada<br />

tambien.<br />

Otro filozofo, yamado Daniel Shabetay Milo, izo<br />

un eksperimento interesante kon sus elevos, i en<br />

un kurto tiempo resivio muchas repuestas a la<br />

demanda de "el Benadam es el uniko animal<br />

ke....."<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 40 -<br />

Ya vos imajinash ke entre las repuestas ke<br />

deskriviyan en kualo semos "unikos", se kontavan<br />

las kapasidades de gizar, dezenyar, riir, avlar, las<br />

kalidades de altroizmo komo tambien la violensia,<br />

i asta el fenomeno de sonrujir (de azerse<br />

kolorado).<br />

Daniel Milo, filozofo i biolojista, es nasido en<br />

Israel en 1953. Desde 1983 bive en Fransia, ma<br />

ayinda pasa una parte de su tiempo en Israel<br />

kuando se eskarinya de su nieta ke bive aki. No me<br />

preguntesh sovre su punta de vista en la politika,<br />

porke no esto de akodro kon el de nada, ma este<br />

fato no tiene de impedir a gozar de su saviduria.<br />

El eskrivyo siete livros en Franses (lengua ke kaje<br />

no konosko), i un livro muevo kon el titolo "El<br />

invento del futuro" (esta vez en ebreo !).<br />

Ya mensioni aki arriva ke Daniel Milo tiene una<br />

nietika ke bive en Israel. En uno de los enkontros<br />

de Daniel kon la chika (no se en ke edad), eya le<br />

disho:<br />

<br />

"Al vermos amaniana". De aki, de este evento tan<br />

simple i trivial, topo el filozofo la repuesta ke<br />

puede eksplikar la partikularidad del benadam en<br />

komparizon a todos loa animales del mundo: la<br />

kapasidad de planear por el avenir, la konosensia<br />

ke egziste ke ay futuro, la kapasidad a dezir el uno<br />

al otro "al vermos amaniana".<br />

Es verdad ke los lonsos, por un egzempio, saven<br />

aprontarsen para pasar el envierno durmiendo en<br />

sus kuevas. Tambien las bezbas (avijones) o las<br />

formigas tienen un senso de planeamiento, ma este<br />

senso no viene del fondo de algun pensamiento<br />

sino de un instinkto, i nada mas.<br />

Agresion i violensia egzisten tambien entre<br />

muestros primos ermanos, los chimpanzes, i tal<br />

vez ay siertos animales ke empesan a riir si les<br />

azemos koskias, pero –komo ya lo dishimos- es<br />

solamente el benadam el ke es kapas de tomar el<br />

avenir en sus manos. (Sierto ke la baza del<br />

entendimiento del termino "futuro" es la lengua, i


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 41 -<br />

naturalmente ke la kondision de aver lingua es<br />

antes de todo el selevro/meoyo umano<br />

dezvelopado).<br />

Aparte del "invento del futuro", Daniel Milo es<br />

konosido en el milyu de la akademia komo el<br />

inventor del termino "trop-iette" ke me parese<br />

traduizirlo komo "tira (arrondja) demaziado". Milo<br />

ve un obstakolo grande en la kondukta del "Homo<br />

sapiens" en los milenios de alkavo. Mos<br />

konvertimos a ser un tipo gastador, ke las mientes<br />

tenemos en konsumir mas i mas kozas de luso,<br />

komidas muevas i mil i una koza de bavajadas, ke<br />

realmente no las nesesitamos.<br />

No es mi intension de entrar aki a los aspektos<br />

pozitivos ke tambien egzisten en esta tendensia.<br />

Ma segun mos konseja el filozofo, devemos –toda<br />

la umanidad- entrar en una "dieta kulturala", un<br />

rejim ke meta frenos a este fenomeno negativo.<br />

Una prezentasion (PowerPoint) interesante yamada<br />

<br />

www.TooMuch.Us vos puede dar un poko mas de<br />

material para pensar sovre este tema.<br />

En konsekuensa del "invento del futuro" kiero yo<br />

anyadir una koza :<br />

Es verdad, ke en diferensia de todos los animales<br />

(ke biven solamente en el "prezente"), savemos<br />

mozotros, las personas, planear el futuro. Ma, no<br />

mos olvidemos ke parvenimos a este estado<br />

solamente kuando reushimos a obtener la<br />

konosensia del "pasado". La persona, la<br />

komunidad, la nasion, o afilu toda la umanidad en<br />

jeneral, no puede reushir en planeando "futuros"<br />

sin ke tenga alguna baza en la kultura i en la sensia<br />

del pasado. Mozotros, komo Judyos, lo tenemos de<br />

save mijor de todos. El sekreto de la vitalidad de<br />

muestro puevlo esta en guadrando i edukando<br />

muestra karga kultural del pasado kolektivo, al<br />

enkontro del avenir.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 42 -<br />

Rekuerdos de Roz<br />

Roz Kohen Drohobyczer<br />

rozkohen@gmail.com<br />

Los Sedakeros del Kal Apollon<br />

En los anyos 50<br />

del siglo pasado,<br />

uzavamos a<br />

vijitar kon mi<br />

madre el entorno<br />

de la Kula. La<br />

Kula era lesho de<br />

sinko puntos de<br />

kamino del apartamento Melek, ande moravamos.<br />

Mi madre me tomava de la mano i mos metiamos<br />

en kamino kon grande entuziazmo.<br />

Syempre era mas o menos lo mizmo: vijitar la<br />

prima de mi padre Jentil, ke morava unos kuantos<br />

apartamentos despues del kal Apollon; merkar<br />

karne kasher ande Dalva; ugradeyar ande la tant<br />

Sarina ke bivia enfrente del Bit Pazari; echar una<br />

boz al rez de chaussée de Dora Adato; i, devezes<br />

<br />

en kuando echar azete al kal.<br />

En akeyos tyempos el kal de Neve Shalom dainda<br />

no era fraguado, i el kal d'Apollon, ke mi madre lo<br />

yamava el kal de los proves, era el kal lo mas<br />

frekuentado.<br />

La Kula, en akeyos anyos era serrada, aparesiya<br />

muy eskayida i pasavamos al deredor de eya komo<br />

si no egzistiya. Me akodro tambien del kunduradji<br />

Musyu Navon, ke teniya una butikita chikitika i<br />

bruska, ande moz echava penches muevas a los<br />

kalsados vyejos por unos kuantos groshes. Una<br />

otra butika ke konosiyamos bueno en la Kula era<br />

la butika de Pardo, kon sus fostanes de novya ke<br />

alkilava. Unos kuantos elektrikchis ke adovavan<br />

lampas vyejas, i mas abasho unas doz butikas ke<br />

vendian livros i defteres para la eskola. Mas i mas<br />

me akodro de los eskirubadjis kon el sako en la<br />

espalda; los vendedores de frutas i de pishkados.<br />

El deredor de la Kula en akeyos anyos teniya un<br />

ayre muy eskayida kon sus apartamentos vyejos,<br />

deskolorados i sus entradas kon golor de mofo i


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 43 -<br />

areskuras, kon unos kuantos borrachones kon las<br />

bochas de ispirto en sus mano, i los butikaryos<br />

baryendo las entradas i echando aguas a las kayes<br />

para espantar a los gatos ke eran numerozos.<br />

La entrada del Kal Apollon no era diferente del<br />

resto de la kaleja. i mas i mas, komo al tinyozo un<br />

graniko mas, eran los sedakeros i sedakeras<br />

asentados en la puerta del kal.<br />

Asentados en las eskalonas de laja en la entrada<br />

del kal de los proves, avlando syempre en Djudyo,<br />

eran yenos de bendisyones i alavasyones:<br />

"Presyada, asi ke te veyga de todo bueno, ke<br />

veygas novya a tu ija, ke tengas el mazal en la<br />

puntal pino, todo bueno ke tengas i ke los dezeyos<br />

de tu alma ke se agan verda."<br />

En mizmo tyempo saviyan todo lo ke se pasava en<br />

la male i eran komo los balabayes del kal, dando<br />

avizos i pruntando kestyones: "El shamas ya vino,<br />

vas a echar azete al kal?"<br />

Me akodro tambien ke kantavan en Djudyo<br />

kantikas alegres, en kontrasto kon sus vistidos<br />

<br />

eskayidos, sus karas flakas i sus bokas sin dyentes.<br />

Paresiyan orozos kon sus karas de riza.<br />

Me akodro tambien ke los grandes mos espantavan<br />

kon avlas sovre zinganos, sedakeros i Sanpavlo.<br />

Moz dizian ke si no mos komportaramos bien, una<br />

zingana o un sedakero i mizmo Sanpavlo el<br />

mizmo, moz puedia arevatarmos. No saviya kualo<br />

Sanpavlo keria dizir, ma este byervo dicho kon<br />

boz alta ya me areventava la fiel.<br />

Kon estos prospektos en mis penseryos, la entrada<br />

al kal de Apollon me dava un sentimyento de<br />

espanto mesklado de una kuryozita.<br />

Las vijitas a los miembros de famiya ke moraron<br />

en el deredor de la Kula, el uzo de echar azete al<br />

kal, sus personajes estranyos kon los sedakeros en<br />

la puerta del Kal Apollon, no egzisten mas. Esto<br />

todo ke desparesio en muestro tiempo aze parte de<br />

mi pasado. Kada ves ke vijto a Estambol, en el<br />

fondo de una Kula i de su entorno, modernizado i<br />

restorado, sus rekuedros se arebiven i me parese<br />

oyir las bozes de los sedakeros de Apollon.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 44 -<br />

eSefarad<br />

Fuente : esefarad.com<br />

El famoso boletin semanal eSefarad, al kual se puede alkansar del adreso<br />

www.esefarad.com viene de publikar el artikolo sigyente de nuestra Rachel<br />

Amado Bortnick. http://www.esefarad.com/?p=11011<br />

Lideres Djudios<br />

en Tiempos Difisiles en Turkia<br />

En los ultimos mezes uvo unos trokamientos en la<br />

komunidad djudia de Turkia, ke meresen ser mijor<br />

entendidos i apresiados. En el 1 Avril 2010, Silvyo<br />

Ovadia termino sus sesh anyos komo presidente de<br />

la komunidad de Estambol, i a su lugar paso Sami<br />

Herman ke fue su amigo, kolaborador i vise<br />

prezidente. En 2 Mayo, 2010, el Rav İsak Haleva<br />

fue re-elejido komo Hahambashi (kapo-haham, o<br />

granrabino) del pais para sirvir siete anyos mas.<br />

Para mijor apresiar la valor de estos lideres ke<br />

lavoran por el bienestar de la komunidad djudiaturka,<br />

desidi de dar en este kurto espasio unas<br />

enformasiones sovre el posto de Hahambashi, de la<br />

administrasion relijioza i sivil de la komunidad, i<br />

<br />

de la situasion de de oy en el pais.<br />

El Hahambashi o Granrabino<br />

El posto de Hahambashi fue establesido por el<br />

sultan otomano Mehmet II, konosido en turko<br />

komo Fatih , “el konkistador”, porke en 1453 avia<br />

konkistado Estambol, o Constantinopolis, de los<br />

Bizantinos. El Hahambashi Otomano representava<br />

a todos los djudios del imperio, tenia grande<br />

otoridad i azia parte del divan (konsilyo<br />

administrativo) del sultan. El primer hahambashi<br />

fue el Rav Moshe Kapsali (1453 – 1496) ke estava<br />

kuando arivaron los egzilados de Espanya en 1492.<br />

Despues ke el Imperio se desparesio, la Republika<br />

Turka ke tomo su lugar en 1923, adopto el sistema<br />

de Hahambashi. En el Imperio Otomano el<br />

Hahambashi kedava en su posto asta su muerte, i<br />

ansi fue tambien kon los grandrabinos en la<br />

Republika – Haim Moshe Becerano (1920 -1931),<br />

Haim Ishak Saki (1931–1940), Rafael David<br />

Saban (1940–1960), i David Asseo (1961–2002).<br />

El Rav Isak Haleva se izo Hahambashi en 2002,<br />

despues de la muerte del Rav David Asseo, d.b.m.,<br />

ke estuvo en este posto por 41 anyos. Poko


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 45 -<br />

despues el governo troko la ley, metio el limito de<br />

7 anyos, i ovligo de tener eleksiones en la<br />

komunidad para este posto.<br />

Rachel i el Chief Rav D.Asseo<br />

Ansi es ke la eleksion del Hahambashi oganyo fue<br />

un evenimiento istoriko. Por primera ves el<br />

publiko djudio, i no el “bet din” (konsilyo<br />

relijiozo) komo antes, deskojo el granrabino. Fue<br />

tambien una eksperiensa de demokrasia verdadera<br />

para la komunidad porke uvo dos kandidados, el<br />

otro siendo El Rav Eli Levi, turkano ke izo aliya a<br />

Israel 15 anyos antes. Las eleksiones tuvieron<br />

lugar en las sivdades de Estambol, Adana, Ankara,<br />

<br />

Antakya, Bursa, Chanakkale, Izmir, i Kirklareli.<br />

Uvo 4631 votos (solo 403 de afuera de Estambol),<br />

4268 para el Rav Haleva, i 343 (serka 8 %) para el<br />

Rav Eli Levi. El haber fue publikado en jurnales i<br />

media turkos ansi ke etranjeros.<br />

Administrasion Relijioza i Sivil<br />

El semanal djudio Shalom de Estambol dio grande<br />

lugar a las eleksiones, a entrevistas kon el Rav<br />

Haleva, kon Silvyo Ovadya i kon Sami Herman, i<br />

a artikolos de alavasiones i felisitasiones para<br />

eyos. No ay duda ke eyos ganaron una admirasion<br />

muy meresida de parte del publiko djudio.<br />

El granrabino es naturalmente el shefe relijiozo de<br />

la komunidad turka entera, i tiene el ayudo del el<br />

konsilyo relijiozo. Ay tambien un konsilyo sivil en<br />

kada sivdad kon komunidad djudia, ke deskoje su<br />

prezidente. (En Izmir, el presidente es el<br />

infatigable Jak Kaya, vizino i amigo de chikes<br />

mio.) La mas grande komunidad de Turkia esta en<br />

Estambol (kon unas 23000 personas, de las 25000<br />

en el pais), i por esto el presidente de la<br />

komunidad tiene un rolo mas emportante i visible<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 46 -<br />

en el pais. Las administrasiones sivil i relijioza en<br />

munchos kavzos tienen ke kolaborar, i tomar<br />

desiziones endjuntos.<br />

En el pais oy<br />

Kuando el Rav Haleva i Silvyo Ovadya vinieron a<br />

sus postos mensionados antes 6-7 anyos, la Turkia<br />

avia entrado en un periodo de trokamientos<br />

politikos, legales i sosiales, despues de la eleksion<br />

en novembre 2002 del El AKP, el partido kon<br />

sempatia al Islam, ke dainda esta en el poder. Ma<br />

el muevo governo estava dainda en buena<br />

relasiones kon Israel, i establesio buenas relasiones<br />

kon los lideres djudios. Si vos akodrash, kuando<br />

akontesio el atako teroristo de 15 Novembre 2003<br />

en Estambol (bombas en las sinagogas Neve<br />

Shalom i Bet Israel mataron 20 personas, 6 de eyas<br />

djudiyas, i firieron unas 300) todas las otoridades<br />

turkas dieron apoyo a la komunidad djudia.<br />

Malorozamente, kon tiempo el pais entro a un<br />

atmosfer de antipatia a Israel, i pujaron las<br />

ekspresiones publikas de sentimientos anti-Israeli i<br />

anti-djudias. En 2005 la version en turko de “Mein<br />

<br />

Rachel i el Rav Haleva ‐ 1989<br />

Kampf” (el livro del maldicho Hitler) i “Los<br />

Protokoles de Sion” estavan entre los mas<br />

vendidos. El antisemitismo en el pais yego a un<br />

grado kritiko durante la gerra de Israel en Gaza en<br />

enero de 2009. Una enkuesta de Mayo 2009<br />

amostro ke 45% del publiko turko no kere tener un<br />

vizino djudio, i ke 90% del puevlo nunka konosio<br />

un djudio! (Los 25,000 djudios konstituen una<br />

minoria miniskula en un pais de mas de 70<br />

milyones muslumanos.)<br />

Durante estos tiempos duros, el rabino Haleva i el<br />

sinyor Ovadya fueron lideres korajozos, aktivos, i


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 47 -<br />

devuados. Sus esforsos para arestar el<br />

antisemitismo, para fomentar un buen imaje de los<br />

sivdadinos djudios, no se pueden kontar. Tuvieron<br />

enkontros kon el prezidente Gul, kon eI primo<br />

ministro Erdogan, kon representantes de las otras<br />

komunidades relijiozas, kon la prensa, TV, i mas.<br />

Sovre todo Silvyo, salia a la television o eskriviya<br />

letras i artikolos en los jurnales imediatamente<br />

despues de algun akto antisemito o<br />

deskriminatorio. (El era el editor del Shalom antes<br />

de ser presidente de la komunidad) Las reaksiones<br />

ke resivio a vezes fueron buenas, ma a vezes<br />

negras, asta ser amenasado.<br />

De otro lado, estos lideres tuvieron ke konfrontar<br />

los problemas de alientro de la komunita tambien,<br />

komo los kazamientos mikstos, i aleshamiento de<br />

djudaismo, ansi ke los desfiyos de mantener<br />

sinagogas, ospitales, eskolas, etc. kon los pokos<br />

manaderos finansiales de la komunidad chika, ke<br />

un tiempo era muncho mas grande. Durante estos<br />

anyos se establesieron programas edukativas i<br />

kulturalas para enteresar a los mansevos, las<br />

kriaturas, i todos, i tambien para dar a konoser el<br />

<br />

djudaismo al publiko ancho. Se dio emportansia a<br />

la erensia sefaradi, sovre todo kon el<br />

establesimiento del Sentro de Kultura Sefaradi,<br />

enkavesado por Karen Gerson Sarhon, i la<br />

publikasion de El Amaneser en djudeo-espanyol.<br />

Se avrio muevas komunikasiones kon otras<br />

komunidades djudias en el mundo, i se avrio sitios<br />

de Internet para dar a konoser la komunidad i su<br />

estorya. (Vos rekomendo, por egzemplo, meldar<br />

en inglez la biografia del Rav Haleva en el sitio de<br />

la komunidad i de ir a meldar los esayos en el sitio<br />

del Sentro Sefaradi.)<br />

En 29 Avril 2010, el enerjetiko muevo presidente<br />

djudio Sami Herman tuvo una vijita formal de una<br />

ora kon el primo ministro Erdogan, i de esta<br />

manera ya establesyo buenas relasiones kon el<br />

governo. Lo felisitamos a el i al Rav Haleva<br />

demuevo, i les oguramos munchos mas anyos de<br />

fuersa, sezudesa, salud i vida, i reushita en sus<br />

lavoros por el djudaismo en Turkia.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 48 -<br />

El Sentro Salti<br />

Susy Gruss<br />

El Sentro Naime i Yehoshua Salti<br />

para los estudios del Ladino<br />

en la Universita de Bar-Ilan<br />

El Sentro Naime i Yehoshua Salti para los estudios<br />

del Ladino, tiene por buto de investigar, difundir i<br />

konservar materiales relativos a la kultura, a la<br />

literatura i a la lingua judeo-espanyola. (Ladino).<br />

El Sentro Salti es parte integral del Departamento<br />

de la Literatura del Pueblo djidio en la Fakulta de<br />

Sensias-djudias de la Universita de Bar-Ilan, ke es<br />

aktualmente, la mas grande fakulta de sensias<br />

djudias en las universitas de Israel. Desde su<br />

fondasion en el anyo 2003, kontene este Sentro un<br />

braso akademiko i kultural ke se okupa de los<br />

investigadores i de los elevos de la erensia kultural<br />

sefardi, en kreando varios ambitos para el estudio,<br />

la investigasion i el kontakto interjenerosial. La<br />

motivasion ke identifica al Sentro es: "Ladino -<br />

lingua de jenerasiones, i para las jenerasiones".<br />

<br />

Las aktividades del Sentro Salti se konsentran,<br />

fundamentalmente, en la investigasion i en el<br />

estudio de la lingua, de la literatura (eskrita y oral),<br />

de la historia, i de la kreasion musikal i artístika<br />

judeo-espanyola, komo parte de la gran impreza de<br />

renforsamiento i de konservasion de la erensia<br />

tradisional i kultural sefardi.<br />

Para este eskopo, se formo un programa multidisiplinario<br />

ke mete endjuntos una ancha eskala de<br />

investigadores i de akademikos relasionados a los<br />

diferentes kampos de la kultura judeo-espanyola.<br />

El Sentro Salti aktua en kontinua i fertila<br />

kolaborasion kon otros Sentros de estudios<br />

sefardíes de Israel i del resto del mundo. Ay ke<br />

apuntar tambien los solidos atadijos i ovras<br />

kondjuntas ke el Sentro realiza kon el Instituto<br />

Servantes de Tel Aviv.<br />

El Sentro Salti akoje, periodikamente, djovenes<br />

investigadores del eksterior ofresiendoles, sigun<br />

sus base de datos i sus kalidades relevantes, i<br />

eksperiensias.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 49 -<br />

El Sentro Salti konfiya en la edukasion i en la<br />

formasion ambezamienta.<br />

Entre sus objetos imediatos, el Sentro determino la<br />

nesesidad de formar a las nuevas jenerasiones en la<br />

lingua judeo-espanyola i en su patrimonio kultural.<br />

Por este eskopo se investieron grandes esfuerzos<br />

de apoyar i de apuntar investigadores<br />

sovresalientes. El Sentro Salti kontribuye kon<br />

bekas para estudiantes, asista publikasiones i<br />

proyektos de investigasión i de difuszion de la<br />

kultura sefardi.<br />

El Sentro Salti es ademas un espasio komun i un<br />

lugar de enkontro para la komunita de los<br />

LadinoLadino-parlantes en Israel. El Sentro ofrese<br />

aktividades ekstra-akademikas para todos akeyos<br />

ke, sin tener una infrastruktura akadémika formal,<br />

estan interesados de estudiar i de profundizar sus<br />

savidura en la kultura sefardí. De esta manera el<br />

Sentro Salti konforma una solida referensia para<br />

todos akeyos, elevos i interesados en jeneral, ke<br />

bushkan una orientasion sovre todas las<br />

<br />

ekspresiones kulturalas del mundo sefardí: la<br />

poesia, la lingua, la literatura, la filosofia, la<br />

musika, la historia, los ritos y los kostumbres. Se<br />

formaron sirkulos en los kuales se han meldados,<br />

komentados i diskutidos tekstos del 'Meam Loez' .<br />

Los partisipantes del sirkulo 'Lo ke dizia mi madre'<br />

rememoraron refranes, ekspresiones, idiomatika, i<br />

dichas, durante los enkontros; Los sirkulos 'Ven<br />

mos embezaremos' i 'Ven avlaremos' djiraron<br />

alrededor de la lingua. El publiko deskuvrio un<br />

mundo nuevo mezo 'El sekreto de los livros'. Este<br />

anyo se konsolido un grupo de 'konversasion en<br />

Ladino' de muy alto nivel leksiko.<br />

Ekipo<br />

Fondadores: Sra. Naime y Sr. Selim Salti<br />

Direktor: Prof. Shmuel Refael<br />

Sekretaria administrativa: Sra. Ester Metzguer<br />

Koordinadora de aktividades: Sra. Liora Haguel<br />

Enkargado de la base de datos y biblioteka:<br />

Dov Hakohen<br />

Lista de maestros i de areas espesializadas:<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 50 -<br />

Prof. Shmuel Refael (literatura sefardi)<br />

Dr. Nivi Gomel (lingua sefardi)<br />

Dr. Rivka Havassi (literatura popular i musika)<br />

Dr. Nina Pinto Abekasis (folklor)<br />

Sra.Marta Gamito (lingua espanyola i portugueza)<br />

Miembros de la komisión direktiva:<br />

Prof. Eliezer Tauber (dekano de la Universita)<br />

Prof. Yehudit Dishon;<br />

Prof. Shifra Baruchson;<br />

Prof. Ora Schwarzwald;<br />

Sr. Moni Salti i<br />

Sr. Besim Kohen.<br />

Proyektos<br />

1- Michael Molho, Usos y kostumbres de los<br />

sefardíes de Salónica, traduksion al hebreo i<br />

estudio analítiko. El simboliko livro de Michael<br />

Molho fue publikado en Madrid 1950 i sigue<br />

siendo hasta oy un testimonio en vigor, i fiel.<br />

Su futura publikasión en hebreo no se remetira<br />

a una simple traduksion sino ke inkluyira un<br />

estudio metikuloso de sus temas segun las<br />

<br />

exijensias akademikas.<br />

2- Del manual a la multimedia: dijtasion de<br />

material de estudio para aprendimiento del<br />

Ladino. En la realidad del mundo teknolojiko<br />

globalizado, el Ladino, komo otras linguas<br />

minoritarias, tiene mijores posibilitas de<br />

subsistir. Las nuevas jenerasiones eksijen (i se<br />

meresen) programas en red para su mijor<br />

formasion en el ensenyamiento de la lingua.<br />

3- Los Ladino-parlantes en Israel: una muestra<br />

representativa de la situasion real i aktual. El<br />

Sentro Salti inisiativo una ovra de investigasion<br />

pioniera en la area de los konosimientos del<br />

Ladino en Israel. La investigasion está dirijida<br />

por el Prof. Refael de akordo a un plan<br />

sistemátiko i sientífiko<br />

El buto de esta ovra es de verifikar o de invalidar<br />

datos sovre el nivel de konosimiento, oral i lektoeskrita,<br />

de los Ladino-parlates en Israel 2010.<br />

Sala de estudios en la biblioteka del Sentro Salti.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 51 -<br />

En el anyo 1985, La biblioteka del Sentro Salti<br />

lokada en Tel-Aviv, fue trasnferada a la universita<br />

de Bar-Ilan. Konstituida ya la biblioteka, fueron<br />

adjuntados exemplares donados por partikulares i<br />

por institusiones, del paiz i del eksterior. La<br />

koleksion del Sr. Samuel Algranate Levy de<br />

Portugal fue personalmente donada por su ijo<br />

Andrée. Todos eyos estableseron el pilar<br />

fundamental, de la aktualizada i multi-linguista<br />

biblioteka del Sentro Salti.<br />

Jornadas spesialas:<br />

Komo es ya de tradision en el Sentro Salti, el<br />

grupo de estudios avansados, komposto por<br />

estudiantes del segundo i del tresero título (M.A. i<br />

Ph.D.) koordinados por el Prof. Refael, yegan al<br />

duro kolmo del anyo akademiko kon un atelie de<br />

estudio. Estas aktividades se yevan a kabo, por lo<br />

jeneral, fuera del ambito universitario i tienen<br />

komo finalidad dar a los elevos mezos presizos<br />

para sus proyektos futuros, i tambien un momento<br />

de ensembramiento. En el enverano del 2009,<br />

<br />

despues rutinas presentasiones a karga de los<br />

elevos, la Sra. Revital Hadad organizo una<br />

aktividad de dinamika grupal. En el atelie<br />

partisiparon tambien aktivistas del Sentro, elevos<br />

ke ya resivieron sus titulos akademikos, i el ekipo<br />

stable de maestros, prezento de su eksperiensia i<br />

kon los kuales, los estudiantes espartiron sus<br />

preokupasiones i sus refleksiones.<br />

Publikasiones:<br />

Hasta oy se han publikado sinko publikasiones de<br />

la revista anual del Sentro Salti LADINAR -<br />

Estudios en la literatura, la musika i la historia de<br />

los sefardies. LADINAR es un instrumento difusor<br />

de los estudios i de los konosimientos, sovre los<br />

sefardies i también un atadijo entre investigadores<br />

i relatores en jeneral. Los mas sovresalientes<br />

investigadores han publikado sus artikolos en<br />

Ladino, en hebreo, en kastilyano i en ingles.<br />

LADINAR V, publikado serka la fin del anyo<br />

2009, aparisio a luz kon la kolaborasion de:<br />

Jacob Bentolila, sobre las reglas de ortografia en la<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 52 -<br />

transkripsion de tekstos en Ladino implanntadas<br />

por Iacob Hassan.<br />

Shmuel Refael, a la memoria del Prof. Iacob M.<br />

Hassan (1936-2006)<br />

Alisa Ginio, sobre los sefardies de Israel antes la<br />

destruksion masiva de las komunitas sefardies<br />

durante el Holokausto.<br />

Michal Held, sobre el rolo i los kodises femeninos<br />

segun las kontaderas de kuentos sefardies.<br />

Nina Pinto-Abekasis, sobre los sobrenombres en la<br />

komunita de los sefardies de Tetuan,<br />

konservadores de la lingua Haketia.<br />

Tracy Harris, eufemizmos, ekspresiones i<br />

perifrazas en Ladino.<br />

Partisipasion en edisiones sientífikas:<br />

El Sentro Salti ha kolaborado en los ultimos anyos<br />

en varias publikasiones akademikas en el kampo<br />

de la kultura sefardí. Los livros vieron luz en<br />

prestijiozas editoriales de Israel i de Espanya:<br />

<br />

Shmuel Refael, 'Asaper Shir', Yerushalayim 2005.<br />

Shmuel Refael - Moshe Behar, 'Hagada de Pesah<br />

en Ladino'<br />

Shmuel Refael, 'Golgota'<br />

Shmuel Refael, 'Un grito en el silensio: la poesia<br />

sefardi sobre el Holokausto - estudio y antolojia',<br />

Barcelona 2008<br />

Edwin Seroussi kon la kolaborasion de Rivka<br />

Havassi, 'Insipitario sefardi: el kansionero judeoespanyol<br />

en fuentes hebreas', Madrid 2009<br />

Michal Held, 'Ven te kontare', Yerushalayim 2009<br />

Ora Schwartzwald, 'Diksionario de la Haggada',<br />

Yerushalayim 2009<br />

El Fondo Yehoshua Salti partisipo en la<br />

publikasion del diksionario bilingue Ladinohebreo,<br />

hebreo-Ladino kompajinado por Matilda<br />

Koen Sarano.<br />

Los estudiantes<br />

En los primeros seis anyos desde su fundasion el


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 53 -<br />

Sentro Salti ha "produsido" sinko tesis doktorales<br />

debasho la tutela i ladireksion de su direktor, Prof.<br />

Shmuel Rafael:<br />

Dr. Nivi Gomel, "Libros en Judeo-espanyol para la<br />

ensenyansa de impresos hebreos en el Imperio<br />

Otomano" (Tesis dirijida por la Prof. Ora<br />

Schwartzwald)<br />

Dr. Nitza Dori, "El Makabeo - un anuario del<br />

movimiento sionista de Salonika" (1914-1933)<br />

(Tesis dirijida por Prof. Shmuel Refael)<br />

Dr. Rivka Havassi, "El repertorio musikal<br />

moderno en Ladino reflektado en dos kuadernosmanuskritos<br />

de dos mujeres sefardies" (Tesis<br />

dirijida por el Prof. Edwin Seroussi)<br />

Dr. Dvora Rot, "El mundo del Ladino reflektado<br />

en la prosa israeli aktual" (Tesis dirijida por Prof.<br />

Shmuel Refael)<br />

Dr. Jacob Haguel, "Shelomo Israel Sherizlí<br />

(Shaish) - su vida, su obra i su kontribusion a la<br />

ovra del livro en Ladino en Yerushalayim en el<br />

prensipio del siglo vente" (Tesis dirijida por Prof.<br />

<br />

Shmuel Refael i Prof. Shifra Baruchson)<br />

La Dra. Eva Belen Rodriguez Ramirez de la<br />

Universita de Granada kompleto su post-doktorado<br />

sovre las leyes de la Suka segun Maimonides.<br />

Propostas de tesis doktorales aprovadas:<br />

1. Dov Hakohen, "En buska de una nueva vizion<br />

panoramika de la literatura publikada en Ladino<br />

sovre las bases del proyekto 'Bibliografia del livro<br />

hebreo'"<br />

2. Susy Gruss, "Juda Haim Perahia de Xanti y su<br />

kreasion literaria en Ladino - una monografia"<br />

3. Tina Rivlin, "La imajen de la mujer segun 'Las<br />

madres djudias en la époka biblika'de Tsemah<br />

Rabiner"<br />

Propostas de tesis doktorales en<br />

preparasion:<br />

1.Sara Tzur: El periódiko "El Djdio" de Salonika<br />

2. Rina Keltsch: "Abraham Kapon de Bulgaria"<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 54 -<br />

Temas lisensiadas en preparasion:<br />

1. Pnina Manor: "Los sefardies de Salonika en Tel<br />

Aviv<br />

2. Viola Sigler: "Libros de jeografia eskritos en<br />

Ladino<br />

Kongresos<br />

Asta oy, se han selebrado diesinueve jornadas<br />

programatikas. Las bien konosidas entre eyas son<br />

los simpozios "Maraton de Ladino".Eyos tomaron<br />

lugar en instalasiones de la Universita de Bar-Ilán i<br />

se arodean al derredor de los ejes tematikos<br />

sigientes:<br />

- La famiya sefardi via los tiempos.<br />

- La praktika medikal entre los sefardies.<br />

- Los sefardies en el Holokausto.<br />

- La gastronomia sefardi, etc.<br />

Dos kongresos fueron dedikados spesialmente a<br />

las komunitas sefardies de los Balkanes: La<br />

Bulgaria i la Turkía, i el ultimo maraton fue<br />

<br />

titulado 'En la korte del Sultan: los djidios de<br />

Turkia i la tradision judeo-espanyola'. Este<br />

maraton fue onorado por el auspisio de la<br />

embasada de Turkia en Israel i kon la partisipasion<br />

de sovresalientes konferensistas lokales i<br />

internasionales.<br />

El Prof. Rafael, direktor del Sentro Salti, djunto<br />

kon el dekano de la universita, el Prof. Eliezer<br />

Tauber, auguraron kon una kayente bienvenida a<br />

los partisipantes:<br />

Dr. Yaron Ben-Nae, Dra. Orly Meron, Dra. Ruth<br />

Barzilay-Lombrozo, Sr. Momo Oz Sini, prezidente<br />

de la federasion de turkanos en Israel, Prof. Rela<br />

Koshlevski, direktora del departamento de<br />

literatura del puevlo djudio en la Universita de<br />

Bar-Ilan, Sra. Sara Pardo de Esmirna, Sr. Rifat<br />

Bali, investigador independiente de Estambul,<br />

Prof. Hanan Eshel, i los Srs. David Angel i Selim<br />

Amado. Onoraron las sesiones, el Sekretario de<br />

Turismo de la Embasada de Turkía en Israel, el<br />

Prof. Moshe Kave, prezidente de la Universita de


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 55 -<br />

Bar-Ilán i el Sr. Yehosua Salti, fundador del Sentro<br />

Salti.<br />

El prof. Refael, la Dra. Nivi Gomel, la Dra. Rivka<br />

Havassi, la Dra. Nina Pinto, la Sra. Susy Gruss i el<br />

rabino Dov Hakohen han representado el Sentro<br />

Salti en kongresos, konferensias y simpozios<br />

nasionales i internasionales. Sus disertasiones han<br />

gozado de muy buenas kritikas i sus artikolos han<br />

sido publikados en revistas sientifikas en Israel,<br />

Espanya, Gran Bretania, Argentina, Gresia i<br />

Estados Unidos.<br />

El '16th British Conference on Judeo-Spanish<br />

Studies' ke se selebrara al proksimo mes de djulio<br />

en Londres ha sido organizado konjuntamente por<br />

Queen Mary, University of London i el Sentro<br />

Salti. En el, presentaran sus ovras de investigasion<br />

el Prof. Refael, el Dr. Jacob Haguel, la Dra. Nivi<br />

Gomel i la Sra. Susy Gruss.<br />

<br />

Proverbos<br />

A la vizina se le inche el pozo,<br />

a mi me keda el ojo<br />

A locas palavras,<br />

Sodras orejas.<br />

A mi maestro se le invhe el fuso,<br />

a mi me keda el uzo.<br />

A mi vizina le nasio,<br />

a mi me se apego.<br />

A la mujer paridera,<br />

del aver se le apega.<br />

A pan duro,<br />

diente agudo.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 56 -<br />

Un Regaliko en Inglez par<br />

Shauna Ruda<br />

Why be Jewish<br />

shauna.ruda@gmail.com<br />

I woke up today imagining the universe being<br />

measured with a metal balance, one side with the<br />

weight of love and the other side the weight of<br />

hate. I tried to think about which way the balance<br />

would tip, also with the thought in mind that life<br />

seems too short and too precious for it to ever tip<br />

to the side of hate.<br />

I thought of all the people in the world who were<br />

probably kissing someone good night, or waking<br />

up to breakfast with a loved one, or holding<br />

someone tightly enough to remind them that they'll<br />

never let them go. And, in my head I saw the love<br />

side of the balance hanging low, just as a bag of<br />

apples at the Sunday pazar would thrust the<br />

balance downward.<br />

<br />

And then I thought about the environment in<br />

Turkey the past week and the scale sprung to a<br />

balance: a generally anti-semitic sentiment that I<br />

encountered in the public internet sphere --<br />

pictures of Hitler or swastikas with jokes about<br />

Jews and the extremism that's sprung from media<br />

and the halt of LIGA’s functioning in fear of<br />

attacks.<br />

I feel like the world rests on this balance - this<br />

ability to either be weighed down by the bad or the<br />

good and for the first time in my experience here I<br />

felt the balance jolt and I swung down with it<br />

collapsing on an unfamiliar negative territory that<br />

hardly ever comes in contact with my normally<br />

positive attitude.<br />

This lack of balance made me come back to the<br />

first question a young Jewish girl living in a world<br />

of ideas should always ask herself: with the<br />

struggle that comes from Jewish identity --- why<br />

be Jewish at all? Why care about marrying Jewish


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 57 -<br />

or practicing Judaism? We feel an inherent need to<br />

tell the youth of this community that Judaism is<br />

important and that we must continue, but why?<br />

You see, without an answer to this question, we<br />

can’t possibly expect the youth to want to continue<br />

Jewish identity, and while everyone should seek to<br />

find their own personal answers, because it is a<br />

deeply personal questions, I want to offer a few<br />

ideas.<br />

Most important in my mind, is the historical view<br />

that we cannot sever the link in a chain of tradition<br />

that goes back 4000 years. The fact that we have<br />

even made it this long and gone so far says<br />

something about this religion –because in my<br />

opinion only incredible beliefs and ideas endure<br />

forever. Our beautiful stories, our Shabbat, our<br />

basic values – these things are precious gifts that<br />

enhance our lives if we seek to learn them and<br />

pursue them. Also, having gone through so much<br />

suffering and still survived urges us all to<br />

<br />

persevere and maintain our Jewish identity.<br />

The late Emil Fackenheim, professor of<br />

Philosophy at Hebrew University puts it as follows<br />

in his book “G-d’s Presence in History” that we<br />

dare not give those who attempted to destroy us a<br />

posthumous victory. We must always be<br />

commanded enternally by a voice that says, “WE<br />

WILL SURVIVE.”<br />

Then there is the argument which focuses on the<br />

Jewish contribution to civilization. A non-Jew<br />

Thomas Cahill talks about this in his book “The<br />

Gifts of the Jews” namely where would the world<br />

be without us. We gave the world the concepts of<br />

equality before the law, peace, human rights,<br />

monotheism etc. We need to continue for the<br />

benefit of humanity.<br />

And of course, there’s a deeply personal side.<br />

Being Jewish gives meaning to life through its<br />

purpose for each individual. In Judaism, we are all<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 58 -<br />

connected, and no one of us can exist without the<br />

other – each one of our breaths pumps the heart of<br />

another. There has been no other time that this has<br />

become so obvious to me as now, when I’ve<br />

received countless e-mails from Jewish friends all<br />

over the world asking if the community here is ok<br />

and if they can do anything to help during this<br />

time.<br />

Perhaps one may believe that by escaping their<br />

Jewish identity they are free to be in this world,<br />

because Judaism can at times seem a burden. In<br />

truth, we can never escape who we are. Even those<br />

completely disassociated from their Jewish<br />

identity suffered at the hands of Nazis, Russian<br />

Communist leaders, Ferdinand and Isabella at the<br />

time of the inquisition and the list goes on.<br />

So instead of attempting to push it away, we<br />

should make it a point to ask ourselves more often<br />

“Why be Jewish?” On a personal level, I choose to<br />

be Jewish because I like to believe that Judaism<br />

<br />

makes me a better person. Judaism says that we<br />

should choose life – to live in this world as much<br />

as we possibly can and so I try to. Judaism says be<br />

kind to your neighbors. Judaism says that we<br />

should give, that we should be aware of those less<br />

fortunate than ourselves, that we should never<br />

envy and always be thankful. I am Jewish, because<br />

it inspires those values in me.<br />

As the world hangs in a balance of love and hate,<br />

we have to ask ourselves why be Jewish… because<br />

if we don’t we could risk losing this religion that<br />

binds us together so deeply.<br />

Para Suscribirse al<br />

<strong>DIYAL</strong>oG<br />

members.diyalog@yahoo.com


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 59 -<br />

Köşe Yazıları <br />

Derinlik<br />

- Ben nerdeyim?<br />

Son Kapı<br />

- Merak etme. Güvenli bir yerdesin.<br />

Kısa bir sessizlikten sonra genç kız tekrar sordu:<br />

- Peki burası neresi?<br />

<strong>DIYAL</strong> o G<br />

- Biraz uyu şimdi. Herşeyi anlatacağım. Merak<br />

etme.<br />

Zaten enerjisi tükenmiş olan genç kız gözlerini<br />

ağır ağır kapattı. Bir sonsuzluğa kapatır gibi. Yeni<br />

bir kapıya açılır gibi. Uzun zamandır hasret<br />

kalmıştı huzurlu bir uykuya. Artık direnme gücü<br />

de tükenmişti zaten. Ne farkederdi ki bundan sonra<br />

ne olacağı. Eninde sonunda ölüm. Daha ötesi yok<br />

işte. Derin bir uykuya daldııktan sonra, onu<br />

<br />

sakinleştirmeye çalışan adam yavaşça oturduğu<br />

yerden kalktı. Odadan çıkmadan önce bir kez daha<br />

yatakta uyuyan genç kıza baktı. Yirmi yirmibeş<br />

yaşında olduğunu tahmin ediyordu. "Zavallı...<br />

Öyle tükenmiş bir durumda ki..." diye geçirdi<br />

içinden.<br />

Adam 45 yaşında, iri yapılı biriydi. Dağlarda<br />

yaşamanın getirdiği zor koşullarla mücadele<br />

etmenin getirdiği bir bilgelik yansıyordu<br />

bakışlarından. Başını iki yana sallayarak odadan<br />

çıktı. "Bir çorba yapayım bari. Kendine geldiğinde<br />

ihtiyacı olacak". Yalnız yaşamanın kaçınılmaz bir<br />

sonucu olarak, pek fazla konuşkan değildi. Yıllar<br />

önce insanlara küsüp geldiği bu dağ başında,<br />

köpeğinden başka dostu yoktu.<br />

Shepherd cinsi köpeği dikkatle sahibinin her<br />

hareketini izliyordu. İşini yaparken bir ara adamın<br />

gözü köpeğe takıldı. Gülümseyerek:<br />

- Sen de merak ettin değil mi? Günün bu saatinde<br />

ne yemeği yapıyorum diye. Al bakalım... diyerek<br />

dolaptan aldığı bir parça eti köpeğin önüne attı,<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 60 -<br />

yemek saatleri dışında dostunu besleme huyu<br />

olmadığı halde. Köpek yere attığı et parçasını bir<br />

hamlede yutup bitirmişti.<br />

- Bugün seni biraz şımartayım. Zaten senden<br />

başka şımartacağım kim var ki?<br />

Bir dostum var diyebiliyorsan<br />

Uzak zirvesinde hayallerinin<br />

En yakınında olan sensin<br />

İçinin en gizli sırlarını barındıran<br />

Çorbayı pişirdikten sonra, piposunu yakıp dağ<br />

evinin verandasına bakan salon camlarının önüne<br />

geldi. İki haftadır devam eden tipi hızını<br />

kesmemişti. Verandadan görünen sadece deli gibi<br />

yağan kar manzarasıydı. Güzel havalarda karşıki<br />

tepelerin zirveleri görülürdü. Bir de alabildiğine<br />

sonsuzluk hissi veren, kar altındaki çam ormanları.<br />

Endişeli bir şekilde tipiye baktı. Bir yandan<br />

köpeğini okşuyordu.<br />

- Bitmeye niyeti yok gibi görünüyor değil mi Dost?<br />

(Ona bu ismi vermişti). Huzurun ortasında<br />

<br />

huzursuzluk yaratmaya çalışıyor ama nafile.<br />

Köpek onaylar gibi inledi. Adam gülümseyerek:<br />

- Sen nereden bileceksin ki huzursuzluğu. Seni<br />

buraya getirdiğimde daha bir aylıktın. Tek<br />

yaptığın ortalığı kirletmekti. Ne kadar şanslı<br />

olduğunun farkında mısın acaba?<br />

Sonra, koltuğa oturdu. Gözlerini kapayarak bir<br />

süre tipiyi dinledi. Aradan beş dakika geçmemişti<br />

ki Dost huzursuzca inlemeye başladı. "Tamam,<br />

anladım..." dedi... "Gidip bakalım kendine gelmiş<br />

mi?.". Gürültü yapmamaya özen göstererek genç<br />

kızın odasının kapısını usulca araladı. O da<br />

uyanmış, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu.<br />

- Neredeyim ben?<br />

- Merak etme. Şu anda benim evimdesin ve<br />

güvendesin. Benden sana zarar gelmez. Korkma.<br />

Kız endişeli gözlerle adama bakarak:<br />

- Peki benim burada ne işim var?


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 61 -<br />

- Bir kaza geçirmişsin. Seni bulduğumda oldukça<br />

kötü durumdaydın. Doğrusunu söylemem gerekirse<br />

bizi epey korkuttun.<br />

- Biz?<br />

- Ah, evet. Seni Dost'la tanıştırmadım diyerek<br />

köpeğini gösterdi.<br />

- Bu gördüğün azmanın adı Dost. Dost, bu hanım<br />

da... Pardon adınız neydi? İki haftadır buradasınız<br />

ama üzerinizde herhangi bir kimlik olmadığı için<br />

adınızı öğrenemedim.<br />

- İki hafta mı? İki haftadır burada mıyım ben?<br />

- Evet dedim ya, sizi bulduğumuzda çok kötü<br />

durumdaydınız. Şanslı olduğunuzu söyleyebilirim.<br />

Hay Allah... Size adınızla hitap etmek isterdim<br />

ama...<br />

- Adım? Ben... adımı hatırlamıyorum... diyerek<br />

şaşkın gözlerle adama baktı.<br />

- Peki, zorlamayın. Daha erken. Kısa süreli bir<br />

hafıza kaybı olmalı. Durumunuz düzeldikçe<br />

<br />

kimliğinizi ve olanları hatırlarsınız nasıl olsa. Ve<br />

bu mevsimde neden yalnız başınıza dağa<br />

çıktığınızı da tabi...<br />

"Bu hiç hesapta yoktu" diye geçirdi içinden,<br />

"Tahminimden kötü durumdaymış. Ama dayanıklı<br />

olmasaydı, o durumdan kurtulması da mümkün<br />

olamazdı."<br />

- Bir şeyler yemek ister misin? Çorba yaptım.<br />

Olur anlamında başını salladı genç kız. Adam<br />

çorbayı odaya getirdiğinde kızın odada olmadığını<br />

görünce şaşırdı. Salondaki koltukta uyur vaziyette<br />

bulunca, "hem de inatçıyız ha?" diye söylendi...<br />

"Sana biraz daha dinlenmen gerektiğini<br />

söylemiştim." Kızı kucaklayarak tekrar yatağına<br />

yatırdı.<br />

- Eh, ne yapalım, çorbayı da biz içeriz o zaman...<br />

diyerek salondaki masaya oturdu. Onu bulduğu yer<br />

eve iki günlük mesafedeydi. Eve ulaştıktan bir-iki<br />

saat sonra aniden tipi bastırmıştı. Ve bu havada ne<br />

telsiz çalışıyordu, ne de radyo. Sıkıntıyla tekrar<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 62 -<br />

telsizin başına geçti. Denemekte fayda var diye<br />

düşündü... Belki birilerini bulabilirdi. Yarım<br />

saatlik bir uğraştan sonra vazgeçti.<br />

- Zaten gerektiği zaman bulunabilseniz şaşardım...<br />

diye söylendi.<br />

Kalkıp şöminenin ateşini canlandırdı. Köpek<br />

mutlulukla şöminenin yanında ona ayrılan yere<br />

uzanmış, uyuklamaya başlamıştı.<br />

- Üç kağıtçı seni... diye takıldı... Kulaklarına<br />

baksan fıldır fıldır, bir de gözlerini kapatmış<br />

sımsıkı. Dost! Kalk odanın önünde nöbet tut.<br />

Komutu duyan köpek, ikiletmeden odanın<br />

kapısının önüne gidip uzandı.<br />

- Aferin oğlum. Dikkatli ol. Misafirimiz çok özel ve<br />

henüz çok kırılgan. Bir zarar gelsin istemeyiz değil<br />

mi?<br />

Dışarıdaki fırtınanın hızı gece geç saatlerde biraz<br />

dinmişti ama sabah tekrar hızını arttırarak devam<br />

etti. Erkenden kalkan adam, şömineyi yaktı,<br />

<br />

kahveyi ocağa koydu ve kızı kontrol etmek için<br />

kapıyı araladı. Hala uyuyordu. Hafta sonuna doğru<br />

ara ara kendine gelen genç kızın durumu oldukça<br />

düzelmişti ancak hala kendisiyle ve başından<br />

geçen kazayla ilgi hiçbir şey hatırlamıyordu.<br />

- Ya ben kötü biriysem? diye sordu adama.<br />

- Şu anda kötülük yapmak istiyor musun?<br />

- Hayır, ama...<br />

- O zaman değilsindir. İçinde bir yerlerde kötü<br />

tohumlar olmuş olmalı. Geçmişini hatırladığında,<br />

kötüysen eğer, şu andaki düşünce yapını bırakacak<br />

mısın?<br />

- Bilmiyorum, bilemiyorum.<br />

- Bu o kadar kolay değil. İçinde dışarı çıkmaya<br />

can atan bir sen vardı belki de ve bunu fırsat bildi.<br />

Olamaz mı?<br />

- Tabi... tabi...<br />

Genç kız günler geçtikçe kendini daha iyi


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 63 -<br />

hissetmeye başlamıştı ve hafta sonu tipinin hızının<br />

düşmesini öne sürerek kısa bir yürüyüş yapmayı<br />

teklif etti. Üç haftadır evde tıkılı kalmanın da iyi<br />

gelmeyebileceğini düşünen adam, bu teklifi kabul<br />

etti.<br />

- Tamam biraz yürüyüşe çıkalım.<br />

Adamın söylediklerini duyan kızın yüzü birden<br />

aydınlanmıştı:<br />

- Harika.<br />

- Peki o zaman. Üzerine şu montu al. Henüz tam<br />

iyileşmedin, üşütmemen lazım. Ayrıca hava da<br />

göründüğünden soğuktur, dikkatli olmak lazım.<br />

Gökyüzü, maviliğinin tüm kışkırtıcılığıyla<br />

parlıyordu. Bir gün önce azgın tipi, sanki hiç<br />

olmamış gibiydi. Güneşin göz kamaştıran<br />

aydınlığıyla hafif bir çığlık atan kıza;<br />

- Yavaş. Acelemiz yok nasılsa. Gözlerinin ışığa<br />

alışması için bir süre verandada oturalım istersen.<br />

Verandadaki banka oturarak gözleri kapalı bir<br />

<br />

şekilde temiz havayı derin derin içlerine çektiler.<br />

On beş dakika sonra;<br />

- Alıştı mı artık gözlerin?<br />

- Evet şimdi daha iyiyim.<br />

Yavaş yavaş verandanın merdivenlerinden inerek<br />

göle doğru yürümeye başladılar.<br />

- Burada yalnız mı yaşıyorsun?<br />

- Evet<br />

- Ne zamandır?<br />

- Çok uzun bir süredir.<br />

Zaman değil mi bize yalnızlık kapılarını açan<br />

Gözünün gördüğü ve elinin değdiği<br />

Geceyi söndürdüğün sabahlar değil mi<br />

Kapılarını kapattığın geçmişin<br />

- Niye?<br />

- Ne niye?<br />

- Ne bileyim. İnsanlardan mı kaçıyorsun?<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 64 -<br />

- Öyle de sayılabilir. Ayrıntılar ise artık önemsiz.<br />

Geçmişte kaldı. Üzücü bir hikaye.<br />

"Geçmiş..." diye mırıldandı kız. "Ben şu anda ona<br />

bile sahip değilim".<br />

- Abartma o kadar. Hatırlayacaksın. Hayatta<br />

kaldığın için şanslısın, bunu unutma.<br />

- Geçmişi hatırlamadan yarına ne kadar sağlıklı<br />

bakabilirim ki?<br />

- Biliyorum, rahatsiz edici bir durum ama. Ola ki<br />

geçmişini hatırlayamadın diyelim, bu durumda<br />

yarınından vaz mı geçeceksin?<br />

- Hayır ama.. bilemiyorum... kafam çok karışık...<br />

- Bir süre sonra kendini çok daha iyi hissedeceksin<br />

ve şu andaki rahatsızlığın geçecek.<br />

O sırada köpek neşeyle bir adamın üzerine bir<br />

kadının üzerine sıçrayarak çevrelerinde koşuyordu.<br />

Gölün kıyısındaki küçük iskelenin üzerinde<br />

birikmiş karlara doğru koşarken adam köpeğin<br />

arkasından bağırdı:<br />

<br />

- Dost! Hayır! Gel buraya!<br />

Ancak köpek uzun süre kapalı kaldıktan sonra<br />

dışarıda dolaşmaya çıkmanın heyecanıyla adamın<br />

emrini dinlememiş ve iskelenin üzerine<br />

çıkıvermişti. İskelenin ucuna kadar koşup geri<br />

dönecekken birden ayağı kayıp göle düştü. Aynı<br />

anda adam da koşarak iskelenin ucuna gitti ve<br />

uzanıp köpeği çıkarmaya çalıştı. Ancak su o kadar<br />

soğuktu ki, köpek suyun soğukluğundan dolayı<br />

şok olmuş, yüzemiyordu. Köpeğin boğulmak üzere<br />

olduğunu anlayan adam hiç tereddüt etmeden suya<br />

atladı.<br />

Bu arada kız bu ani olay karşısında taş kesilmiş,<br />

bakakalmıştı. Ancak zihninde geçmişi ile ilgili,<br />

gidip gelen görüntüler oluşuyordu... Adamın<br />

bağırması... Köpeğin ardından hiç düşünmeden<br />

suya atlaması... Su... su... Nedense suya düşme<br />

olayına takılmıştı. Bu arada adam köpeği<br />

kucaklamış, sudan çıkarmış ve hızla eve doğru<br />

koşmaya başlamıştı. Kız ise olayın başladığı andan<br />

beri yerinden bir milim bile kıpırdamamıştı.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 65 -<br />

Zihninde sürekli boğulan küçük bir kız çocuğu<br />

sahnesi canlanıyordu. Boğulmak... Bir anda herşey<br />

çorap söküğü gibi aydınlanıverdi zihninde. Evet.<br />

Buraya bunun için gelmişti. Kendine gelmek için<br />

kafasını iki yana salladı ve adamın arkasından eve<br />

koştu. Adam içeride telaşla hem üzerindeki soğuk<br />

ve ıslak giyisilerden kurtulmaya çalışıyor hem de<br />

baygın durumdaki köpeği bataniyeye sarmış,<br />

kurulamaya çalışıyordu. Gözlerinden akan yaşlara<br />

engel olamıyordu. Hıçkırarak:<br />

- Hayır, hayır dostum. Sen de bırakma beni.<br />

Olmaz, buna izin veremem.<br />

Kız, kapının önünde donmuş bir şekilde, adamın<br />

köpeği kurtarmak için çırpınmasını gözlerinden<br />

süzülen yaşlarla seyrediyordu. Adam, çevresiyle<br />

olan bağını tamamen kopartmış, sadece köpekle<br />

ilgileniyordu. Neden sonra kız silkinerek kendisine<br />

geldi ve mutfaktan bulduğu bir tencereye su<br />

koyarak ısınması için şömineye yerleştırdi.<br />

Ardından odaya koşarak şifonyerden bulabildiği<br />

kadar havlu getirerek, köpeği kurulamaya başladı.<br />

<br />

Adam, sanki hayal dünyasında yaşıyor, sadece<br />

"gitme, sen de gidersen yaşayamam artık" diyerek<br />

ağlıyordu.<br />

"Tamam, artık sakin ol" diyerek adama ecza<br />

dolabından bulduğu bir sakinleştiriciyi uzattı.<br />

Adam hiç bir şey söylemeden ilacı içti ve gözlerini<br />

kıza çevirerek;<br />

- Geçmiş, kendisiyle barışmamışsan eğer, peşini<br />

bırakmıyor.. dedi<br />

Ölüm sadece bir adım<br />

Geride kaldığını sandığında<br />

Hiç bir yerde olamadığın<br />

Kız, "istersen biraz uzan ve kendine gel" diyerek<br />

adamı kaldırmaya çalıştı ve koluna girerek<br />

yatağına yatırdı. Ardından şöminenin başında<br />

baygın bir şekilde yatmakta olan köpekle ilgilendi.<br />

Neyse ki durumu kötü değildi. Sadece soğuk su<br />

ani bir şok etkisi yapmış ve bayıltmıştı. Adam,<br />

zamanında kurtarmasaydı, ölmesi işten bile<br />

değildi. Bir saat sonra kendine gelen hayvan önüne<br />

konan yemeği yedi. Kızın her bakışına kuyruğunu<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 66 -<br />

sallayarak minnettarlığını göstermek istiyordu.<br />

Ayağa kalkacak hale gelir gelmez sahibinin yattığı<br />

odaya girerek yatağın kenarına ufak iniltiler<br />

çıkararak uzandı. Kız, "merak etme Dost. Bir iki<br />

saat sonra uyanacak. Bir şeyi yok..." diyerek<br />

köpeği okşadı ve kendisi de salondaki kanapeye<br />

uzandı. Yaşadıklarından sonra yorgun düşmüş ve<br />

hemen uykuya dalmıştı. Bir süre sonra üzerindeki<br />

battaniyeyi düzeltmeye çalışan adamı farkederek<br />

uyandı. Adam sadece tek bir kelime söyledi:<br />

- Teşekkür ederim.<br />

Bunu söylerken ruhundan gelen tüm minnettarlık<br />

gözlerinden yansıyordu.<br />

- Benim de sana yardım etme vaktim gelmişti zaten<br />

baba.<br />

Adam kulaklarına inanmaz bir şekilde irkildi.<br />

Kızın yine şoka girdiğini düşünerek tam bir şey<br />

söyleyecekti ki, kız;<br />

- Hayır, iyiyim ve her şeyi hatırlıyorum. Son beş<br />

yıldır seni bulmak için araştırma yapıyordum ve<br />

<br />

nihayet izini bulmuştum. Ancak yetkililerin tipi ve<br />

tek başıma yola çıkmamam gerektiği konusundaki<br />

tüm uyarılarına rağmen buraya gelmek için yola<br />

çıktım.<br />

- Fakat... sen... seni kurtaramamıştım?<br />

Kız gülümseyerek;<br />

- Annem anlattı. O gün ben iskeleden düştükten<br />

sonra, hemen suya atlayıp beni çıkarmışsın. Ama<br />

yapmaya çalıştığın suni solunuma cevap<br />

vermemişim. Hastaneye götürülürken o sırada<br />

ölmüş olduğum için sen kendini suçlayarak<br />

ortadan kaybolmuşsun. Ancak yolda yapılan<br />

müdahalelerle beni tekrar hayata<br />

döndürebilmişler. Sonrasında ise haftalarca<br />

hastanede yattım.<br />

- Annen? Annen nerede?<br />

- Annem artık yok. Onu geçen yıl kaybettik. Ama<br />

seni bulursam bir not iletmemi istedi. Seni<br />

affettiğini ve geçmişte ne olursa olsun hep<br />

sevdiğini ve bundan sonra da sonsuza dek


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 67 -<br />

seveceğini söylememi istedi.<br />

Olaylar öyle üstüste gelmişti ki adam bütün<br />

olanların ağırlığına dayanamayarak olduğu yere<br />

çöktü ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Kız da<br />

yılların taşıdığı bir özlemle adamı, babasını<br />

kucaklamış ağlıyordu. Uzun bir süre sessizce,<br />

birbirlerine sarılarak oturdular. Sakinleştikten<br />

sonra adam;<br />

- Mucizelere inanmazdım. Ama buraya geldikten<br />

sonra hergün doğanın bir mucizesine tanık oldum.<br />

Şu an olduğu gibi. Evet, kendimi hiç affedemedim<br />

ama kendime küsmem, annenin hayatına maloldu.<br />

- Geçmiş, yaşanmış ve artık geri getiremeyiz.<br />

Yapılması gereken yarına bakmak. Ayrıca annem<br />

ne seni sevmekten vazgeçti ne de sana herhangi bir<br />

kızgınlık besledi. Aksine çevresindeki herkes seni<br />

sorumsuzlukla suçlarken, o bütün gücüyle seni<br />

savundu. Çünkü seni tek ve en iyi anlayan oydu.<br />

Yoksa ben burada olamazdım baba. Ve seni<br />

sevmekten hiç pişman olmadığını her fırsatta<br />

gururla söyledi.<br />

<br />

Adam gözlerindeki yaşları silerek kızına baktı;<br />

- Annene o kadar çok benziyorsun ki... Aynı onun<br />

gibi net ve duru bir görüşe sahipsin. Onun gibi<br />

inatçı... Şu anda onun da burada olmasını çok<br />

isterdim.<br />

- Annem hiç bir yere gitmedi. Her an yanımızda<br />

artık. Nasıl ki senin ona olan sevginden ve onun<br />

da sana olan sevgisinden bir an bile kuşku<br />

duymadıysa, sen de onun her an yanımızda<br />

olmasından kuşku duymamalısın.<br />

Evet, yaşanılan her an bize bir hediye. Ya<br />

kaybettiklerimiz? Gerçekten kayıp mı ettik<br />

onları, yoksa ayıp mı ediyoruz kendimize eziyet<br />

çektirerek? "Sevgi" dediğimiz şey, küçücük bir<br />

hayata sığacak kadar küçük mü ki bunu bir<br />

alışkanlık haline getiriyoruz. "Ölüm" sadece<br />

bir kapı belki de; sevginin alışkanlık olmasına<br />

inat. Bir çok kapı var açılmayı bekleyen<br />

içimizde, ölüm ise sadece son kapı bu hayatta.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 68 -<br />

Mi-draş Yitshak<br />

Yargı, Gerçek ve Barış<br />

Rav İsak Alaluf<br />

isakalaluf@superonline.com<br />

Pirke Avot hepimizin bildiği gibi Yahudiliğin<br />

etiklerini içeren bir ahlak kitabıdır. Eğer Pirke<br />

Avot bir ahlak kitabı ise, neden ilk Mişna “Moşe<br />

kibel Tora MiSinay" diye başlamaktadır? Onun<br />

yerine ahlaki değerlerden biri ile başlamak kitabın<br />

amacına daha iyi bir şekilde hizmet edecektir. Rabi<br />

Yeuda Leon Sevilla’nın anlatımı ile bu sorumuzu<br />

yanıtlayalım: Yahudilikteki bütün değerlerde<br />

olduğu gibi ahlaki değerlerde de orijin hep aynı<br />

noktayı Sinay dağını işaret eder. Çünkü ahlaki<br />

değerlerin de kaynağı Tora’dır ve Tora da<br />

Tanrısaldır. Şimdi Mişna’mızı okuyarak<br />

incelemeye başlayalım.<br />

“Raban Şimon ben Gamliel omer: Al şeloşa<br />

devarim aolam kayam. Al adin veal aemet veal<br />

aşalom. Şeneemar (Zeharya : 8/16) Emet umişpat<br />

şalom şiftu beşaarehem – Raban Şimon ben<br />

<br />

Gamliel şöyle der: Dünya üç şey üzerinde daimi<br />

olur. Yargı, gerçek ve barış. Zeharya<br />

peygamber’de söylendiği gibi: Gerçeğe hükmedin<br />

ve karar verin kapılarınızda barış olacaktır.”<br />

Burada yer alan Mişna aslında Pirke Avot’un<br />

ikinci Mişna’sının bir tekrarı gibi görülebilir.<br />

Bilgeler dünyanın ayakta durmasını sağlayan<br />

erdem ve özellikleri sıralamaktadırlar. Bunlar aynı<br />

zamanda toplumun sosyal yapısının oluşturulması<br />

için elzem olan öğelerdir.<br />

Bilgeler bu Mişna ile aslında günümüze<br />

göndermeler yapmaktadırlar. Çünkü günümüzde<br />

sosyal anlamda bir bozulmanın tehdidi altında<br />

bulunmaktayız. Suç kavramı sınır tanımayan<br />

boyutlara erişmeye başlamıştır. Suçlular öyle bir<br />

hızla artmaktadır ki onlar için inşa edilen<br />

hapishaneler artık yeterli gelmemeye başlamıştır.<br />

Skandallar ve yolsuzluklar günlük yaşamın bir<br />

parçası olmuş durumdadır. Gazetelerin üçüncü<br />

sayfalarındaki haberler günden düne daha korkunç<br />

bir hal almakta, televizyonlarda dehşet görüntüleri<br />

artık alışılagelmiş olmaktadır. Sokaklar gün


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 69 -<br />

geçtikçe daha güvensiz olmakta, gençliğimiz ise<br />

kötü alışkanlıkların gölgesine sığınmaktadırlar.<br />

İşte böyle bir ortamda Raban Şimon ben<br />

Gamliel’in sözleri daha da dikkate değer<br />

olmaktadır. “Yargı, gerçek ve barış.”<br />

Günümüzde elbette ki bir yargı sistemi vardır.<br />

Ancak bu yargı sistemi ne yazık ki gerektiği gibi<br />

işlememektedir. Çünkü gerçek ile el ele gitmeyen<br />

bir yargı sistemi asla işlemez. Yargının ön koşulu<br />

mutlaka gerçek olmalıdır. Örneğin, suçlu<br />

avukatlarının yaptıklarına bir bakalım. Onların<br />

görevi müşterilerini beraat ettirmek veya en az<br />

ceza ile kurtulmasını sağlamaktır. Belki de<br />

kendileri müşterisinin suçlu olduğunu bilmekte,<br />

ancak bunun aksini kanıtlamak için çaba<br />

göstermektedir.<br />

Mevzuat günün koşullarına göre belirlenmiş de<br />

olsa aslında itimat etmekten uzaktır. Sedom<br />

şehrinin kendine göre belirlenmiş koşulları vardır<br />

ve o zamanın insanları tarafından legal kabul<br />

edilmiştir. Ancak sistem tamamen insanın keyfi<br />

kararlarına göre hazırlanmıştır. Midraş’ın anlattığı<br />

<br />

Sedom ve Amora’daki akıl almaz uygulamalar hep<br />

o sistemin bir sonucu olarak karşımıza çıkmıştır.<br />

Noah zamanında tufan ile sonuçlanacak olayların<br />

başlangıcı on nesil ötesine kadar uzansa bile, asıl<br />

son evreye Noah zamanındaki “hırsızlık” suçu ile<br />

girilmiştir. Midraş bu suçun, suç olmaktan o kadar<br />

çıktığını ve doğal göründüğünü belirtir ki, insanlar<br />

bu konuda hırsızları cezalandırmaya veya<br />

caydırmaya yönelik tedbirler almaya gerek<br />

görmemişlerdir. Bu da kaçınılmaz sondan onları<br />

koruyamamıştır.<br />

Nazi Almanya’sı akla hayale gelmeyecek dehşetli<br />

uygulamaları legalize etmiştir. Hatta Dr. Mengele<br />

ve onun gibi Nazi suçluları savaş sonrasında bazı<br />

ülkeler tarafından korunmuştur. Yargı<br />

değiştirilemez temel prensiplere bağlanmadığı<br />

sürece her zaman diliminde böylesi uygun<br />

olmayan, hatta kabul edilemez davranış biçimleri<br />

veya politikaları görülebilecektir.<br />

Rabi Mendy Chitrick, geçtiğimiz hafta Şalom<br />

gazetesinde yayınlanan yazısında bir Holocaust<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 70 -<br />

kurtulanı olan Elie Weissel’in Lubawitch’lerin<br />

Rebbe’si ile olan diyaloğuna yer verir. Yazar<br />

Rebbe’ye “Holocaust sırasında Tanrı neredeydi?”<br />

şeklinde bir soru sormakta, Rebbe de soruyu bir<br />

başka soruyla yanıtlamaktaydı: “Holocaust<br />

sırasında insan neredeydi?” Nazi suçluları olarak<br />

kısaca tanımladığımız kişilerin birkaç diploma,<br />

yüksek lisans veya doktora sahibi oldukları bir<br />

gerçektir. Böyle “medeni” insanların böylesine bir<br />

vahşeti “legal” kılmalarının sebep ve sonuç<br />

ilişkisini araştırmak, yıllardır bu konu ile<br />

ilgilenenleri meşgul etmektedir. Ancak sonunda<br />

Dr. Twerski’nin kitabında okuduğumuz basit<br />

anlatıma dönmekteyiz. O zamanlarda değer<br />

yargıları, sistem bu yöndeydi. Yahudiler önce<br />

insan olmaktan çıkarılmış, aşağılanmış ve ondan<br />

sonra bu akıl almaz dehşet plan devreye<br />

sokulmuştur. Yakalanan Nazi liderlerinden<br />

Eichmann’ın olayları sanki bir gazete okurcasına<br />

sakince anlatmasının nedenlerinden biri de budur.<br />

Aslında gerçek dediğimiz şey göreceli değildir. İki<br />

ve ikinin dört ettiği binyıllardır bilinir ve<br />

<br />

bilinmeye devam edecektir. Gerçek yargının<br />

temeli olmalı ve buna göre yargı işlemelidir. Yargı<br />

değiştirilemez temel değerlerle işletilmelidir.<br />

Yargının yaşadığı bir başka sorun da gerçeğin<br />

araştırılmasının esas hedef olarak görülmemesidir.<br />

Nasıl ki iki farklı takım arasında futbol veya<br />

basketbol oynanıyorsa sanki mahkeme salonları da<br />

yargıcın hakemliğinde savcı ile avukatların<br />

mücadele ettikleri sahalara dönüşmüştür. Burada<br />

gerçeği aramak esas amaç olmaktan uzaklaşmıştır.<br />

Avukat, en korkunç bir suçu işlemiş bile olsa<br />

müvekkilini ne olursa olsun beraat ettirmek için<br />

yeri göğü birbirine katmaktadır.<br />

Dr. Twerski kliniğine gelen evsiz ve çok yaşlı bir<br />

kadından söz eder. Bunama derecesinde<br />

olduğundan kimse ona isteyerek bir yaklaşımda<br />

bulunmamaktadır. Havanın çok soğuk olduğu<br />

günlerde ancak otobüs duraklarında yatmakta ve<br />

otobüslerin arkasından gelen sıcaklıkla<br />

ısınabilmektedir. Hastaneye haklı nedenlerle bile<br />

gelmiş olsa hastane yetkilileri ondan orayı terk<br />

etmesini istemektedirler. Olay adalete intikal eder.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 71 -<br />

Hastayı savunmakla görevli olan avukat öyle bir<br />

durum yaratır ki sonunda hastanın hastaneden<br />

atılması karara bağlanır. Daha sonra avukat Dr.<br />

Twerski’ye hastayı neden attıklarını sorar. Doktor<br />

bu kararın mahkeme tarafından alındığını<br />

söyleyince avukat kadının dışarıda soğuktan<br />

ölebileceğini ima eder. Bunun üzerine doktor<br />

avukata yaptığı konuşmayı ve oyunları hatırlatır ve<br />

kadını soğuğa mahkum edenin asıl kendisi<br />

olduğunu söyler. Avukatın verdiği cevap<br />

inanılması güç bir cevaptır: Doğru olabilir ama<br />

ben işimi yapıyorum!..<br />

Yargı sistemi bir tarafın kazanması veya<br />

kaybetmesi üzerine kurulduğu zaman<br />

insanoğlunun gerçek anlamda adil yargı ile<br />

karşılaşması günden güne daha olanaksız hale<br />

gelir. Kohelet’te yer alan “yeş tsadik oved betsidko<br />

– dürüstlüğü ile kaybolan dürüst adam” kavramını<br />

İdara Zuta sorgular. Sonunda şuna hükmeder:<br />

“Mişum demişpat itrahak mitsedek – çünkü yargı<br />

adaletten uzaklaşmıştır.”<br />

<br />

İşte bu noktada bir kez daha Raban Şimon Ben<br />

Gamliel’in sözlerini anımsamak gerekir.<br />

Toplumda barış olmasının en önemli<br />

gerekliliklerinden biri yargının gerçeği araştırması<br />

ve sonunda mutlaka gerçeğe ulaşmasıdır.<br />

Barış hiç kuşkusuz bir toplumun varlığı için en<br />

gerekli öğelerden bir tanesidir. Talmud Uktsin adlı<br />

bölümünde (3/12) Tanrı’nın kendisine işaret olarak<br />

“barış”tan daha iyi bir şey bulmadığını iletir.<br />

Ancak ne yazık ki barış kavramı bile<br />

sınıflandırılmaktadır. Bilelim ki yargı ve gerçek ile<br />

bağdaşmayan barış gerçek anlamda barış değildir.<br />

Demirperde ülkelerinden birini ziyaret eden bir<br />

turiste Maşiah zamanın burada yaşatıldığından söz<br />

edilir. Turist bunu merak edince de ertesi gün bunu<br />

göstermek için hayvanat bahçesine götürülür.<br />

Orada ilginç bir görüntü vardır. Aynı kafeste bir<br />

aslan ile bir kuzu bulunmaktadır. Bu ilginç<br />

görüntü turistin hoşuna gider ancak yerli<br />

kadınlardan bir tanesi kulağına fısıldar. Tabii ki<br />

aslan ile kuzu aynı kafestedir. Çünkü aslana<br />

yemesi için her gün bir kuzu verilmektedir. Açıkça<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 72 -<br />

görüldüğü gibi bu, Maşiah zamanının barış<br />

anlayışı değildir.<br />

"Şalom bayit" sözcüğü toplumlarda fazlaca<br />

kullanılan bir terimdir. Ancak bu kavramın ne<br />

olduğuna da dikkat çekmek gerekir. Suistimal,<br />

bencillik ve sadece tek taraflı olan evlilik asla bir<br />

Şalom Bayit kavramını barındıramaz. Evlilik barış<br />

içinde olacaksa, kişinin kendini düşündüğü gibi<br />

eşini ve ailesini de düşünmesi gerekir. Psikolog<br />

Esin Aciman bu konuda şöyle bir örnek verir:<br />

Eşlerden bir tanesi hafta içi bir filme gider. Filmi o<br />

kadar beğenir ki film arasında çıkar ve eşine<br />

telefon eder. Filmi çok beğendiğini ve onunla<br />

birlikte tekrar gitmek istediğini ifade eder. Hafta<br />

sonu o filme birlikte gidilir. İşte bu noktada gerçek<br />

bir paylaşım ve birliktelik vardır. Biz kavramı ben<br />

kavramının önüne geçmiştir. "Şalom bayit"<br />

olabilmesi için öncelikle kişinin kendi içinde<br />

barışık olması gerekir. Bu da evdeki barış ve<br />

huzura yardımcı olur. Bunun aksi ne yazık ki<br />

günümüz cemaatlerinin en önemli sorunlarından<br />

bir tanesidir.<br />

<br />

Midraş Bereşit Raba 8.bölümde şunu kaydeder:<br />

Tanrı insanı yaratmadan önce meleklere danışır.<br />

Yargı ve hesed yani iyilik melekleri insanın<br />

yaratılmasına destek verirler. Çünkü insan<br />

yaratılınca iyi olacak, hesed yapacak ve tsedaka<br />

içeren davranışlarda bulunacaktır. Ancak<br />

gerçeğin ve barışın melekleri buna karşı gelirler.<br />

Çünkü insan tartışmacı ve yalancı da olabilir.<br />

Bunun üzerine Tanrı emet yani gerçeği dünyaya<br />

atar ve insan yaratılır.<br />

Peki bu arada "barış" ne yapmıştır? Bunun cevabı<br />

aslında oldukça kolaydır. Gerçeğin olmadığı<br />

yerlerde barış görünüşte daha kolay tesis edilir.<br />

Bilelim ve anlayalım ki bir toplumun en önemli<br />

öğelerinden biri olan barış ancak sağlıklı ve<br />

gerçeğe endeksli bir yargının varlığında etkili<br />

olabilir. Burada gizlere, yanlış anlamalara, üstü<br />

kapalı anlatımlara yer yoktur. Gerçek bütün<br />

çıplaklığı ile görünmeli, kişiler de gerçeği<br />

olgunlukla kabul etmelidir. Bu Şalom ancak bu<br />

şekilde Tanrı’nın kutsadığı Şalom olacaktır.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 73 -<br />

Kronometre<br />

Irene Némirovsky<br />

İvo Molinas<br />

iimolinas@salom.com.tr<br />

Yıl 1940. Fransa’nın Alman Nazileriyle işbirliği<br />

yapan Vichy Hükümeti’nin Başkanı Mareşal<br />

Pétain’e ilginç bir mektup gelir. Yazarı, kendisini<br />

tanıttıktan sonra şöyle der: “Hasbelkader doğuştan<br />

Yahudi olmama rağmen, hayatım boyunca<br />

Yahudileri sevmedim. Bu nedenle bana özel statü<br />

uygulanmasını rica ediyorum...”Özel statüden”<br />

istenilen amaç, aynı yıl Vichy Hükümeti’nin<br />

çıkardığı, tüm Yahudilerin devletin düşmanları<br />

olduğuna dair kanunun, mektubun yazarına<br />

uygulanmaması talebiydi...<br />

Mektubun sahibi gençlik yıllarını yaşadığı<br />

Ukrayna’da iken hatıra defterine ise şu cümleyi<br />

düşmüştü: “Hayatımın amacı Troçki’nin, sürekli<br />

isyanda olan, hain ve serseri bu Yahudinin<br />

<br />

hayatını deşifre etmek olacak.” Zengin bir bankacı<br />

olan babasının, 1918 Rus Devrimi’nden sonra her<br />

şeyini yitirip ülkeden eşi ve onunla Fransa’ya<br />

sürgüne gitmelerini hep Yahudilere bağlamış ve<br />

‘zengin düşmanı’ komünizmin Yahudilerin eseri<br />

olduğunu söylemişti daha sonra anılarında.<br />

Bugünkü şartlarda tipik bir ‘antisemit’<br />

diyeceğimiz bu insan, 1930’larda ve tarihin garip<br />

bir cilvesi olarak 2000’lerde meşhur olan Ukrayna<br />

doğumlu Yahudi kadın yazar İrène<br />

Némirovsky’den başkası değildi.<br />

Némirovsky, belki de, ‘yahudi sorunu’ noktasında<br />

tarih tezlerine kaynak sağlayacak bir karakter<br />

analizine muhtaç bir kahraman veya antikahraman.<br />

2004’te Fransa’da ve geçtiğimiz<br />

aylarda ABD ve İngiltere’de edebiyat ve<br />

entelektüel çevrelerde ‘Fransız Süiti’ adlı<br />

eseriyle, ‘yahudileri sevmeyen bir yahudi’<br />

tartışmalarına konu olan yazar aslında evrensel ve<br />

tarihi yahudi trajedisinin en tipik kurbanı mıydı<br />

yoksa?<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 74 -<br />

Rus devrimiyle beraber kaçtıkları Paris’e yerleşip<br />

tekrar eski görkemli günlere banker babasının<br />

ticari zekâsıyla döner 18 yaşlarında. Annesi<br />

kendisine yaşlandığını hatırlattığı için onunla hiç<br />

ilgilenmez. Kiev’deki dadısının öğrettiği<br />

Fransızcayla birkaç yıl içinde mükemmel bir frenk<br />

diline sahip olur. Sorbonne’da okuduktan sonra<br />

1926’da Michel Epstein adlı bir başka Yahudi<br />

bankacıyla evlenir; Fransız burjuvazisi ile tanışır<br />

ve sevimsiz bir Yahudi zengin işadamını anlattığı<br />

ilk romanı ‘David Golder’ ile Fransız sağının,<br />

hatta aşırı sağının sevdiği bir yazar olur, 26<br />

yaşında. Roman o kadar beğenilir ki, filme bile<br />

çekilir. İrène artık Avrupa’nın yaşayan en ünlü<br />

yazarı olur ve önde gelen sağcı ve antisemit yazar<br />

ve siyasiler ile arkadaş olur. ‘Gringoire’ adlı<br />

yahudi karşıtı dergide bile yazıları çıkar. Ünü<br />

arttıkça, yeni romanları basılır ve başarılarına<br />

yenilerini ekler.<br />

Lakin Avrupa artık ‘şeytanın’ saldırılarına maruz<br />

kalmaya başladığı bir döneme girer.<br />

<br />

Gelecek tehlikeyi çok iyi sezer İrène. İlk önce<br />

Fransız vatandaşlığına alınması için arkadaşlarına<br />

başvurur. Ama Yahudi kökleri onu hiç bırakmak<br />

istemez bir türlü. Vatandaşlık talebi reddedilince<br />

kimi tarihçilere göre iki kızının geleceğini<br />

kurtarmak adına Hıristiyanlığa geçer. Lakin, ok<br />

yaydan fırlamış, Avrupa’nın ortasındaki Yahudi<br />

nefreti, Némirovsky’nin tüm ilişkilerine ve<br />

çabalarına karşın galip gelir; hem de<br />

Yahudiliğinden hoşlanmayan, hatta sevmeyen ve<br />

hatta kimilerine göre nefret eden bir Yahudi’ye<br />

karşı da.<br />

Fransız ‘Les Nouvelles Littéraires’ dergisine<br />

günah çıkartırcasına, “Hitler’in iktidara geldiğini<br />

gördükten sonra herhalde ‘David Golder’i bir<br />

daha yazsam bu kadar sevimsiz bir Yahudi<br />

karakteri yaratmazdım.” dedikten birkaç ay sonra<br />

yaşadıkları ücra bir yer olan Issy - l’Evéque’de<br />

kendisinin ve aile bireylerinin göğüslerine sarı<br />

yıldız takılır.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 75 -<br />

Primo Levi dememiş miydi, “bu yıldız takıldığı<br />

gün Yahudi olduğumu anladım, ancak!”...<br />

Ve bir yıl sonra 1941’de 39 yaşındayken evine<br />

gelen iki Fransız jandarması İrène’den valizini<br />

toplamasını ister; çocuklarına; ‘bir yolculuğa<br />

çıkıyorum’ der ve ilk önce Pithiviers denilen<br />

getto’ya, oradan da Auschwitz’e yollanır.<br />

Mareşal Pétain mektubuna cevap bile<br />

vermemişti zira...<br />

Kampa geldikten bir ay sonra resmi kayıtlara göre<br />

tifüsten ölür. Kocası ise gaz odasını boylar. İki<br />

kızını ise bir Fransız Hıristiyan kadın savaş bitene<br />

kadar saklar ve onları ölümden kurtarır.<br />

Büyük kızı Denise Epstein, 60 yıl sakladığı,<br />

annesinin beş bölümlük ‘Fransız Süiti’ romanına<br />

ait yazabildiği ilk iki bölümünün notlarını basınca,<br />

2004’te prestijli Renaudot Ödülü’nü alır çoktan<br />

ölmüş olan Némirovsky. O yıl Fransa’da iki yıl<br />

<br />

sona ise İngiltere ve ABD’de yine meşhur olur...<br />

İrène Némirovsky’nin ironik ve trajik hayatında<br />

tartışılacak çok nokta var.<br />

Lakin bugün bunların çok da değeri yok belki de.<br />

Geriye kalan ise, annesini yeniden ünlendiren<br />

kızının dedikleri:<br />

“Nazilere inat, hem annemi tekrar hayata getirdim<br />

hem de üç Yahudi çocuk yaptım. Bu intikam değil,<br />

olsa olsa nihai zaferdir”...<br />

Ne dersiniz?..<br />

İnsanlar birbirine yardımdan<br />

vazgeçtikleri gün insanlık yok olur.<br />

Karşılıklı dayanışma olmazsa<br />

toplumlar olmaz.<br />

Walter SCOTT<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 76 -<br />

Uzak Yakın<br />

İzmir Nostaljisi<br />

Selim Amado / Israel<br />

pharmki2@zahav.net.il<br />

İzmir'de yaşamakta olan bir çocukluk<br />

arkadaşımdan Bet İsrael civarında sadece 3<br />

Musevi ailenin yaşamakta olduğunu, sadece Cuma<br />

akşamı ve Cumartesi sabah dualarıyla açık olan<br />

sinagoga Alsancaktan minibüsle ''minyan''<br />

geldiğini duyunca içim bir tuhaf oldu.<br />

Hayır, İzmir Yahudi nüfusunun çok azaldığını<br />

bilmediğimden, olanların yoğunlukla Alsancak<br />

tarafında yaşadıklarından haberim olmadığından<br />

değil; Karataş, Asansör, Salhane semtlerinin,<br />

Mithatpaşa caddesinin tamamen değiştiğinden, o<br />

cumbalı iki katlı evlerin artık olmadığını<br />

bilmediğimden de değil; 40 ve 50'li yıllarda, hatta<br />

60'larda çocukluk ve gençlik yıllarını o mahalleler<br />

ve Bet İsrael etrafında geçiren benimki gibi<br />

<br />

nesillerin hatıralarının artık birer hayale dönüşmüş<br />

olmasından!..<br />

Bet İsrael'deki dualara katılmak, oraya gelen<br />

gidenleri pencereden seyredebilmek, hemen her<br />

Pazar olan düğünler, arka sokaklarında bilyelerle,<br />

cevizlerle oynamak veya karşıdaki Bnei Brit<br />

okulunun avlusunda bazen futbol, bazen voleybol<br />

oynamak, hepsi bir sonraki neslin dahi inanmakta<br />

zorlanacakları hatıralar. Belki bazılarımızda o<br />

günlerin fotoğrafları vardır ve albümlerde<br />

sararmaktalar.<br />

Komşularımız arasında olan, okulda yanyana<br />

oturduğumuz Müslüman Türk veya Levanten<br />

katolik arkadaşlarla sadece okul avlusunda olan<br />

arkadaşlık, anne-babamızdan bu yönde bir<br />

sınırlama olmamasına rağmen okul dışında devam<br />

etmez, mahalle oyunları, sinemaya gittiğimiz 5.15<br />

seansları sadece Bet İsrael'den kaynaklanan<br />

arkadaşlıklarla ve aynı yaştaki Yahudi arkadaşlarla<br />

olurdu. Kızlar derseniz, arkadaşlıklarını sağlayan


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 77 -<br />

etken ya komşuluk, yaşıtlık veya sınıf<br />

arkadaşlığıydı. Yahudi olmayanlarla okul dışında<br />

buluşup eğlenmeler bahis mevzuu olmazdı.<br />

Peki biz neden böyleydik, neden cemaat dışı<br />

ilişkilere kapalı bir toplumduk? Cevap herhalde<br />

köklü bir farklılık hissiyle yaşadığımız yüzlerce<br />

yıl. Bu farklılık gereğini bize İspanya sürgünü<br />

öğretmiş. Bununla birlikte Türkiye Yahudileri<br />

hiçbir zaman kapalı getto tipi mahallelerde<br />

oturmamışlar. Salhanede Kohenler, Barkiler,<br />

Sabanlar, Manav Bohor, Bakkal İsrael'in yanında<br />

sigara bayii İbrahim, Hasan Bey, Udi Mehmet<br />

Kasabalı, Havva hanım, diş hekimi Ekrem Berk<br />

gayet iyi komşuşuk ilişkilerindeydi.<br />

Cumartesi için boyos ve fritadaslar, adını<br />

hatırlamadığım ve peksimetiyle meşhur Salhane<br />

fırını olmadan olmazdı. O fırına tavaları götürmek<br />

ve oradan almak biz çocuklara en antipatik<br />

gözüken bir işti. Belki birimizde o günlerden<br />

görüntüler vardır.<br />

<br />

Bütün bunlar artık geçen günlere ait. Hatırlanması<br />

çağrışımlar uyandıran çok eski hatıralar. Salhane<br />

için söylediklerim elbet başka semtler için de<br />

geçerli.<br />

İsrael'de yaşayan eski İzmirliler 22 Mayıs 2010<br />

günü bu yıl da geleneksel pikniklerini Hayarkon<br />

Parkında yaptılar. 350 kadar İzmirli birbirleriyle<br />

buluşup hasret gidermek, ve eski hatıraları,<br />

tanışıklıkları ve dostlukları tazelemek üzere<br />

buluştular. 350 kişi, bugün İzmir'de yaşamakta<br />

olan 1400 Yahudi sayısının dörtte biri. Son 60<br />

yılda inanılmaz oranda azalan, ayakta<br />

kalabilmenin mücadelesini veren ve çok şeyin<br />

kaybolmamasını sağlayan bir cemaat.<br />

İzmir'de yaşayan dostlarımdan Selim (Moni)<br />

Bonfil fotoğraf meraklısı. Eski İzmir Yahudilerinin<br />

yaşam, aile ve toplum hayatlarını belgelendiren<br />

fotoğrafları bulmak, onları tarayarak<br />

değerlendirmek ve güzel bir sergi hazırlama<br />

projesi için kolları sıvamış. Nerede yaşarsa yaşasın<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 78 -<br />

her İzmirli Yahudinin evinde eski fotoğraflar<br />

vardır. Hatta çok kere onları ne yapacağımızı<br />

bilmeyiz. Nasıl bir küçüklük hayatımız olmuş,<br />

dedemiz nasıl giyinmiş, nasıl evlenmişiz , nerede<br />

oturmuşuz, nasıl eğlenmişiz? Bunları Selim Bonfil<br />

ile (selim@selimbonfil.com) temasa geçerek tarihi<br />

birer belge haline getirebilirsiniz. İnternet bu<br />

projenin gerçekleşmesinde elbet kolaylık<br />

yaratacak.<br />

Geçen yıllara ''mazi'' demekten ve unutmaya<br />

terketmektense, hatırlamak, belgelemek suretiyle<br />

biz İzmirli Yahudilerin benliğini oluşturan ve artık<br />

mevcut olmayan bir geçmişi yaşatmak belki bir<br />

ölçüde başarılabilir.<br />

Verdiğini hatırlamayan ve<br />

aldığını unutmayanlar<br />

kutsal insanlardır.<br />

<br />

Fıkra<br />

Bot Kaç Para?<br />

Temel abimiz koyu kahverengi deri, yarım botu<br />

alıp kasaya yanaşıyor.<br />

Kasadaki kız botları poşete koyarken, sayın abimiz<br />

de soruyor;<br />

- 43 lira değil mi?...<br />

Kız, "Ne münasebet" der gibi bakıyor ve "Bunlar<br />

orijinal deri...İndirimli fiyatı 180 lira." diyor.<br />

Abimizin bitiş cümleleri, kızcağızın kopuş anına<br />

denk geliyor;<br />

- Olur mu hanımefendi, altında "Size 43"<br />

yazıyor...


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 79 -<br />

Perspektif<br />

Rafael Algranati<br />

r.algranati@yahoo.com<br />

Haydi İzmirliler Çeşme'ye!..<br />

Yalnızca iki ay kalır, on iki ay dolu dolu yaşarız<br />

biz İzmirliler Çeşme'yi... Ömür boyu süren gizli<br />

bir aşk, zaman zaman acı veren bir tutku, hiç<br />

bitmeyen bir özlemdir Çeşme bizler için. Bahar<br />

öncesi yere, suya, havaya düşerken, yüreklerimize<br />

de düşen cemre ile başlar o dayanılmaz Çeşme<br />

özlemi. Günler geçtikçe gitgide yükselir. Bir Pazar<br />

sabahı yatağımızda gerinerek uyandığımızda bir<br />

bakarız ki kalbimizin sol karıncığı "çeşş", sağ<br />

karıncığı ise "şme" diye pompalamaktadır kanı<br />

damarlarımıza. Nabzımız artar... Tansiyonumuz<br />

yükselir. Kulaklarımızda zonklar kalp atışlarımız...<br />

Çeşş-şme çeşş-şme çeşş-şme... Dayanılmaz hale<br />

gelince de herkesten gizlenen bir günah dönemi<br />

başlar İzmirlilerde. Hafta sonu kaçamakları!..<br />

Kimsecikler yoktur etrafta!.. Yalnızca biz ve o!..<br />

Birbirimize sımsıkı sarılır, bizi özlediğini<br />

<br />

fısıldayan havası, çıldırtıcı kokusu, renk renk<br />

zakkumları, baş kaldıran ortancaları, yeni<br />

sürgünler veren limon selvileri ile tahrik olur, arzu<br />

ile titreyen bedenimizi sevdiğimizin kollarına<br />

bırakıveririz... Ailenin her ferdi sımsıkı el ele verir<br />

birbirimizin gözünün ta içine baka baka Çeşme ile<br />

ihanet ederiz birbirimize!.. Sevişiriz... Bir daha...<br />

Bir daha... Hiç bitmesin isteriz sevişmelerimiz.<br />

Denizin kokusunu önüne katan esinti, yelesine<br />

tutunan bir melodinin son nağmelerini taşır<br />

kulaklarımıza. İçimizden geldiği gibi mırıldanırız<br />

derinden gelen güfteyi :<br />

Bir günah gibi gizlerim seni<br />

Kimse görmesin seninle beni<br />

Özlerken içim güler gözlerim<br />

Bir günah gibi gizlerim!..<br />

İzmirliler bilir Çeşme'nin herkese göstermediği<br />

gerçek yüzünü!.. Her defasında ilk defa<br />

anlatılıyormuş gibi kış boyunca aile meclislerinde<br />

ballandırıla ballandırıla anlatılanları o kadar iyi<br />

özümsemişlerdir ki, yaşı yetmeyip aklı<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 80 -<br />

yetenlerimiz bile o dönemleri yaşamışçasına<br />

bilirler gerçek Çeşme'yi.<br />

Bildim bileli hiçbir şey alıkoyamadı İzmirliyi<br />

Çeşme'den. Hiçbir zorluktan yılmadı. Hatırlarım,<br />

burunlu otobüslerle üç saatte gidilirdi eskiden<br />

Çeşme'ye... Tepe Kahve yokuşunu homurdana<br />

homurdana kazasız belasız tırmanabilen otobüsün<br />

yolu bitmiş sayılırdı. Bazılarımız yokuşun başında<br />

iner otobüsün yanında yürürdük, yükü hafiflesin,<br />

rahat çıksın diye. Yolun bir yerlerinde "U"<br />

şeklinde 5-6 metre derinliğinde bir göçük vardı.<br />

Herkes iner, şoförün, göçüğün bir kenarından<br />

diğerine uzatılmış olan iki kalası kontrol etmesi<br />

beklenirdi. Herşey yolunda ise önce yolcular<br />

geçirilirdi karşıya. Her geçmeye başlayanın duası,<br />

geçenin sevinç çığlıklarına karışırdı. Sonra da<br />

muavin karşıya geçer şöföre yön verirdi. O<br />

kocaman hantal otobüs, direksiyonundaki bir<br />

turluk boşluğa rağmen bir akrobat gibi geçerdi o<br />

iki kalasın üzerinden... Nefesimiz tutulur, aklımız<br />

dibe vururdu seyrederken!.. Arka lastikler de<br />

kalastan kurtulup toprağa değince, devasa bir alkış<br />

<br />

kopardı hepimizden.<br />

Manzara kahvesinin yokuşundan aşağıya<br />

sallanmaya başladığımızda ise, otobüsün sabit<br />

pencerelerinin üstündeki sürgülü havalandırma<br />

pencerelerinden kekik, anason, lavanta karışımı<br />

tarifsiz bir koku girmeye başlardı!... Çeşme<br />

kokusu!.. Anlatılamaz... Tarif edilemez...<br />

Unutulamaz da!.. Ciğerlerine tek bir nefes bile<br />

çeken kişi, müptelası olur, ömrünün son saatine<br />

kadar unutamaz o kokuyu!..<br />

Ya şimdi korumaya alınmış olan sakız ağaçlarını<br />

bilir misiniz Çeşme'nin?.. Kiralanan eşeklerle<br />

gruplar halinde gidilirdi sakız toplamaya... O<br />

zamanlar eşeğe tek başımıza binmek, uçak<br />

kullamak gibi birşeydi bizim için. Ağaçların<br />

gövdelerinden dikkatle ayırdığımız sakız<br />

damlalarını annelerimizin hazırladığı bembeyaz<br />

kolalı mendillerin içine koyardık. Parmaklarımız<br />

yapış yapış olur, günlerce çıkmazdı...<br />

Topladığımız sakızlardan bir iki damlayı bir parça<br />

balmumu ile birlikte ağzımıza atar, mis gibi kokan<br />

"sakız" çiğnerdik. Türkiye'de ciklete işte bunun


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 81 -<br />

için "sakız" denir. Çeşme'nin damla sakızlı<br />

dondurması bütün dünyada ün salmıştır. Meşhur<br />

"sakızlı muhallebiyi" de Çeşmeliler keşfetmiştir.<br />

Sakız reçelini de öyle!.. İncir tatlısını da yalnız<br />

Çeşme'de bulurdunuz. Çeşme'den dönüşte asırlık<br />

Rumeli Pastanesi'nden dostlara getirilen en değerli<br />

hediyelerdi bunlar.<br />

İncir dedim de kulaklarımda yankılandı ezgisi :<br />

Baar-dacık,<br />

soğuk soğuk baar-dacık,<br />

balları akıyor baar-dacık!..<br />

Sakın yanlış anlamayın, kimseyi küçümsemek<br />

aklımızdan bile geçmez ammaa bir tek biz biliriz<br />

bardacık ile incirin farkını!.. Gayrıİzmirli<br />

dostlarımız, manavın façaya dizdiği yeşil altın<br />

sarısı iri iri incirleri kapış kapış götürürken, onları<br />

gülümseyerek seyreden torunlarımız bile manavın<br />

bir köşesinde bizleri bekleyen el yapımı eski bir<br />

sepeti ararlar gözleri ile... Büyük olanını değil,<br />

bardacığın balları akanını, yumuşağını, dibi<br />

çatlayanını seçmeyi öğretiriz biz torunlarımıza.<br />

<br />

Birer mücevher gibi itina ile dizerler her birini<br />

hazırladıkları kesekağıdına. Alacaklarını aldıktan<br />

sonra da örterler yine incir yaprakları ile sepetin<br />

dibinde kalanlarını. Küçücük bir düşünce farkı<br />

ile... Babalarımız serinde kalsınlar diye örterlerdi,<br />

torunlarımız ise ortalıkta görünmesinler,<br />

keşfedilmesinler, bizlere kalsınlar diye!..<br />

"Hadi kumru almaya gidelim" deyince etrafta<br />

kafes arayanları da biliriz biz!.. Sabah<br />

kahvaltısında peynirlisini, öğle yemeğinde sucukpeynirlisini,<br />

akşamına da -ayıptır söylemesi-<br />

yengeni yeriz biz!.. Çıtır çıtır yengeni öyle bir<br />

yiyişimiz vardır ki, aşk dolu küçük ısırıklarımız<br />

altında bedeninin çıtırdadığını duyar, eriyen<br />

yağlarının sızdığını görürsünüz. Hele hele, her<br />

lokmasını zevkten inleye inleye ağzımıza teslim<br />

edişine şahit olursanız, delirirsiniz maazallah<br />

hasetinizden. Her önümüze gelen kumruyu da<br />

yemeyiz biz... Bu işi bileninden yeriz yengeni!..<br />

Şaşıracaksınız ama öyle sandığınız gibi taze, çıtır<br />

olanı ile işimiz yoktur bizim. Kumru dediğin bir<br />

iki gün kenarda durup rüştünü ispat etmeli,<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 82 -<br />

olgunlaşmalı, eti sertleşmeli ki, kendine has<br />

kıvamını bulsun ateşle başbaşa kaldığında... Ya<br />

çay eşlik eder kumruya, ya da ayran!.. Arkasından<br />

bir de "Lokma" ile cila çekerseniz var ya!..<br />

Kıpırdayacak haliniz bile kalmaz!..<br />

Temmuz ayı çıkar çıkmaz bir koku daha karışır<br />

Çeşme'nin kokularına!.. İzmirlinin gözünü<br />

bağlayıp havayı koklatsanız bile yeter!... Hemen<br />

mutfağa gidip hazırlığa başlar. Üç dakika bile<br />

sürmez dünyanın en keyifli masasının hazırlığı...<br />

Buzdolabından hiç eksik etmediği o mis gibi İzmir<br />

tulumunu alıp dilimler, bir tabağa iki domates ile<br />

bir acur doğrar, üstüne etraf köylerin taş sıkma<br />

filtrelenmemiş yemyeşil zeytinyağını gezdirir,<br />

biraz tuz, biraz kekik, biraz da karabiber ekler, buz<br />

gibi yetmişliği de koyduktan sonra masaya buyur<br />

eder sizi!.. Bilir ki etrafta eşi benzeri olmayan<br />

Çeşme Kavunu vardır.<br />

O kadar çok güzellikleri var ki anlatılacak!..<br />

Tırnak boyunda kınalı (manikürlü) bamyası,<br />

dünyada eşi olmayan bembeyaz acı kuru soğanı,<br />

uçsuz bucaksız plajı, kumu, denizi, balık avlamaya<br />

<br />

çıkmak için branda bezine kat kat beziryağı sürüp<br />

güneşte kurutarak kendi ellerimizle yaptığımız<br />

botlar, avladığımız mercanlar, lidakiler, kupesler,<br />

dönüşte yapılan boklu kebaplar, Şifne'de çamur<br />

banyosu sefalarımız, Temmuz Ağustos aylarında<br />

bile her akşam üşümemek için giydiğimiz<br />

kazaklar, plajda geceleri yapılan mangal sefaları,<br />

Rasim Palas, Yeni Karabina, Alakuş... saymakla<br />

bitmez ki aşklarımız!..<br />

Ve biz her Çeşme'ye gittiğimizde ne yapar eder<br />

hala bunları yaşarız!.. Elimizden geldiğince!..<br />

Haydi İzmirliler!.. Çeşme'ye!..<br />

Şimdi aşk zamanıdır<br />

Aşk ömrün baharıdır...<br />

Aşk gönüle dolunca<br />

Sevenler kavuşunca,<br />

Yaşamak ne güzel!...<br />

Siz de buyrun!.. Başımızın üstünde yeriniz var!..<br />

___________________________________________________________<br />

30.06.2010 Şalom Gazetesinde yayınlanmıştır.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 83 -<br />

Yansımalar<br />

Sahi, Neydi Geçmiş!<br />

Raşel Rakella Asal<br />

rakelasal@gmail.com<br />

Eminim sizin de benim gibi düşüncelere daldığınız<br />

anlar vardır. İnsan birdenbire hayattan kopar gibi<br />

olur. Küçüklü büyüklü kopuşlarla geçer zaman.<br />

Bir kentten, bir dosttan, bir sevgiliden, bir anıdan.<br />

Sarsıldığınız anlar olur. Bu kopuk parçalar<br />

çoğunlukla yeniden bitiştirilemez. Yaşanan<br />

yaşanmıştır. Geçmiş geçmiştir. Ya da tersine<br />

birleşir. Başka kopuşlara neden olmak üzere.<br />

Artık, onlar, kırılan, durmadan kırılan, kırılması<br />

bitmeyen bulanık zaman parçacıklarına dönüşür.<br />

Bilemeyiz, nerden koptuğumuzu, ne zaman, niçin<br />

koptuğumuzu. Fark etmeyiz bile.<br />

Anılar da böyledir. Onlara dalınca insan hayattan<br />

kopar gibi olur. O ana bağlanırsınız. Bir şeyleri<br />

bitiştirirsiniz. Yolları, evleri, yüzleri. Sürü sürü.<br />

Boy boy. Yaşlısı, genci. Sevdikleriniz.<br />

<br />

Sevmedikleriniz. Sizi sevenler, sevmeyenler.<br />

Sevmek istedikleriniz, sevemedikleriniz. Bağlı<br />

olduklarınız, bağı koparmak istedikleriniz. Kimi<br />

anılardan büsbütün koparsınız. Kimi ile kopuk<br />

kopuk bağlanmışsınızdır.<br />

Bu kış İzmirli fotoğraf sanatçısı Birol Üzmez’in<br />

sergisini izlerken bir an o andan kopup,<br />

çağrışımlarla uzaklarda kalmış çocukluk günlerime<br />

çekip gittim. Anımsadığım, küçücük bir çocukken,<br />

beş altı yaşlarında olmalıydım, anneannemle çok<br />

sık ziyaret ettiğimiz mekanlardan biriydi Karataş<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 84 -<br />

semtindeki aile evi. Aklımda kalan, belleğimde yer<br />

edinmiş, gözüme ilişen onca görüntü gerçek<br />

boyutuna geldi. Bir an için solgunlukla<br />

canlandırılmış bir dizi fotoğraf karesi gibi kısa,<br />

incecik ve yarı saydam görüntüler belleğimde<br />

canlandı. Özellikle insanlar belirsizdi. Aslında<br />

şekil o kadar silik ve biçimsiz ki ona ne ad<br />

vereceğimi bilmiyordum, yalnızca insan karaltıları<br />

vardı. Avluda asılı çamaşırlar, oyun oynayan<br />

çocuklar. Bir de anneannemin telaşı vardı.<br />

Birilerine bir şeyler anlatıyor. Hep o konuşuyor,<br />

karşısındakiler de onu can kulağıyla dinliyorlar.<br />

Anılar her neyse, nerede gizlendilerse, bir şekilde<br />

dışarı çıkmak için hep tetikte ve uyanık görünseler<br />

de bulanık kareler canlandı gözümde. Ama kesin<br />

olarak bildiğim bir şey vardı. Biz oraya gitmişsek,<br />

mutlaka çözülmesi gereken bir sorun vardı. Bana<br />

da kapı önündeki divanda oturup avluyu izlemek<br />

düşerdi. Oradaki insanların yaşantıları ile benim<br />

yaşantımın iç gerçeği farklıydı. Bunu çocuk<br />

aklımla anlayabiliyordum. O çocuklara<br />

yaklaşamadan yalnızca onları seyretmek düşerdi<br />

<br />

bana. Oysa çocuk halimle can atardım onlara<br />

katılmaya.<br />

Birol Üzmez, İzmir kortejoları ve içlerinde<br />

yaşayan hayatları fotoğraflayarak unutulmuş bir<br />

geleneği belgelemek istemiş. Yok olmaya yüz<br />

tutmuş bu yaşamlardan insanları haberdar etmek,<br />

İzmirliler’in hafızasını tazelemek, insanlara bu<br />

komşuluğu, bu dayanışmayı hatırlatmak istemiş. O<br />

küçücük odalara sığan kocaman yaşamları<br />

anlatmak istemiş.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 85 -<br />

Kortejolar, bir zamanlar Sefarad Yahudileri için<br />

bir sığınma yeriydi. Aynı dili konuşup, aynı<br />

gelenek ve töreleri paylaşan bu insanlar birlikte<br />

yemek pişirirler, ortak tuvaletleri kullanırlar,<br />

tulumbadan su çekerlerdi. Kadınlar beraberce<br />

çamaşır yıkarlardı. Zamanla İzmir’in Yahudi ruhu<br />

sindi kortejolara. Sonra sonra, İsrail devletinin<br />

kurulmasıyla, buradan ayrılıp, İsrail’e göç edince<br />

yerlerini her milletten kentli yeni yoksullara<br />

bıraktılar.<br />

<br />

İzmirli yazar Tarık Dursun K kortejolardaki<br />

hayatları kaleme alır “Rızabey Aile Evi” adlı<br />

romanında. Tarık Dursun K’nın gençlik yıllarında<br />

Joya adında bir sevgilisi varmış. Joya’nın ailesi de<br />

İzmir’i terk edence aşkları da yarım kalmış. O<br />

günleri şöyle anlatıyor Tarık Dursun K:<br />

“Yahudiler İzmir’i terk edecekleri gün, bütün<br />

kentin iç organlarının bir çengele asıldığını ve<br />

içinin boşaldığını hissettim, sessizleşti şehir, önce<br />

onlar, sonra boyozlar, sonra sübyeler gitti”.<br />

Zamanla aile evleri bir bir yıkılıp, yerlerine<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 86 -<br />

apartmanlar dikildi. Günümüzde çoğu yıkılmak<br />

üzere olan son kalan aile evleri yine kentin en<br />

yoksullarını barındırıyor. İşte Birol Üzmez<br />

fotoğraflarıyla bu yaşamı belgeliyor.<br />

Şu anda İzmir kent kültürü üzerine yapmakta<br />

olduğum bir çalışma beni Henri Nahum’un “İzmir<br />

Yahudileri” adlı kitabına götürdü. O kitaptan<br />

okuduklarım ile bugünkü İzmir Yahudi cemaatini<br />

karşılaştırınca, İzmir Yahudileri olarak ne kadar<br />

yol kat ettiğimiz anlaşılıyor. Sizlerle okuduklarımı<br />

paylaşmak istiyorum. Bakın Henri Nahum neler<br />

yazmış:<br />

“19. yüzyılın ortasında, Osmanlı Yahudileri’nin<br />

tümü acınacak durumdadır. Avrupalı<br />

gözlemcilerin hepsi, Yahudi mahallesindeki<br />

sefaleti, yıkık döküklü, evlerin pisliğini, nüfus<br />

fazlasını, aynı şekilde tarif etme konusunda<br />

hemfikirdir. Yahudi gözlemciler de aşağı kalmaz<br />

(…) On-on iki kişilik aileler, bir çeşit hava<br />

deliğinin aydınlattığı sağlıksız mekanlarda<br />

yaşamaktadır. Ebeveyn ve çocuklar yerde<br />

<br />

yatmakta, aynı tabaktan yemekte, aynı bardaktan<br />

içmektedir. Haftada bir kez çamaşır<br />

değiştirilmektedir.”<br />

Yahudi ve Yahudi olmayan gözlemcilere göre, bu<br />

dramatik yoksulluk ve yıkık dökük yaşam<br />

koşulları, beraberinde sağlık ve fiziki görüntünün<br />

bozulmasını da getirmiş. “Erkeklerin yüzleri<br />

çökmüş” diye kayıt düşmüş biri; “Kadınlar kısa<br />

boylu, sıska ve solgun” diye yazmış bir başkası.<br />

Henri Nahum’a göre 19. yüzyılın ortalarını<br />

yansıtan bu görüntü, 20. yüzyılın başlarında da çok<br />

fazla değişmez. Zamanla onlara bir yük daha<br />

biner, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra<br />

başlatılan Türkleştirme kampanyası nedeniyle,<br />

Ladino dilini konuşamaz olurlar.<br />

Geçmişten günümüze bakınca böyle yoksul insan<br />

manzaralarına artık Yahudi toplumunda<br />

rastlanmadığına seviniyor insan. Elimizdeki<br />

değerlerin farkında mıyız? Yeterince sahipleniyor<br />

muyuz kültürümüzü?


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 87 -<br />

Şu anda hepinizi Çeşme’de o doyumsuz Pazar<br />

kahvaltı sofralarında, veya Alaçatı plajlarından<br />

birinden denize girerken, Ayagorgi’de<br />

güneşlenirken veya Kumrucu Şevki’de Çeşme’ye<br />

özgü, lezzetli kumrularınızı keyifle yerken<br />

düşlüyorum. Ya geceler? Artık deniz de başkadır,<br />

mehtapta…Terasta, bahçede denizin esintisini, buz<br />

gibi biranın serinliğini solursınız.<br />

Sayfiye demek ‘dingin’, ‘asude’, ‘sakin’ ve<br />

‘huzur’ lu bir ortam demek. Huzurlu bir mavi<br />

dünya demek. Sayfiye yerlerini derin sessizlik<br />

adaları olarak düşünürüm. Düş kurulan,<br />

fısıldanılarak konuşulan, en kızgınlıklarımızın bile<br />

asla bağırmadan söylendiği bir başka dünyadır,<br />

sayfiye mekanları. Kış yorgunluklarının atıldığı,<br />

insanların rahatlamaya gittikleri dinlence<br />

yerleridir. Dinlencenin verdiği rahatlıkla yeni yeni<br />

düşünceler filizlenir içinizde, canlanır,<br />

yenilenirsiniz. Ben sizden bir ricada bulunmak<br />

istiyorum. Tatile giderken, kendinize şöyle bir<br />

soruyu yöneltmenizi istiyorum. Ben kendi<br />

kültürüm için ne yapabilirim? Ne yazık ki cemiyet<br />

<br />

içinde yapılan faaliyetlere bir ilgisizlik, bir<br />

kayıtsızlık izliyorum. Aynı kaygıların İstanbul<br />

Yahudileri için de geçerli olduğunu Şalom<br />

gazetesinden okumak beni derinden üzüyor. Ve<br />

inanın sizler için, çocuklarımız için, torunlarımız<br />

için kaygılanıyorum. Ayrıca size bir müjdem de<br />

var! Önceki yıllar İstanbul dahil olmak üzere<br />

Avrupa başkentlerinde kutlanan Yahudi Kültür<br />

Günü, önümüzdeki Eylül ayında ilk kez İzmir’de<br />

gerçekleştirilecek. Bu günü tüm kentle, İzmirli’yle,<br />

hep birlikte kutlayacağız. Yahudi’si, Müslüman’ı,<br />

Hıristiyan’ı, akademisyeni, bilim adamı, fotoğraf<br />

sanatçılarımız ile kültürümüzü, mutfağımızı,<br />

müziğimizi tanıtacağız. Siz de eminim, benim<br />

kadar bu günü tanıtmaktan gurur duyacaksınız.<br />

Katılımlarınızla anlam kazanacak bu günde<br />

hepinizi görmek umuduyla.<br />

Sevgi ile kalın.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 88 -<br />

One Minute<br />

Kuzuların Sessizliği<br />

Avram Aji / İzmir<br />

ajiavram@gmail.com<br />

Benim çocukluğumda yani ellili yıllarda YAHUDİ<br />

kelimesi küfür gibi bir şeydi. “Pis Yahudi” ya da<br />

“Korkak Yahudi” sözcüklerini etrafımızdan sıkça<br />

duyar, gürültülü bir yer oldu mu “Havraya<br />

çevirdiniz burayı” deyiverirlerdi.<br />

Bize adımızın neden değişik olduğunu<br />

sorduklarında gözlerimizi indirir MUSEVİYİM<br />

derdik kendimizi tanımlamak için; o meşum<br />

kelimeyi kullanmamak için. Bugün biraz da olsa<br />

bir şeyler değişti. Bunda gerek İstanbul'daki<br />

yöneticilerimizin, gerek Hahambaşılık, gerek<br />

Cemaat Bakanlığı olsun, 500.Yıl Vakfı’nın ve<br />

onlara ilave bir çok Yahudi iş adamımızın,<br />

düşünürlerimizin inanılmaz gayretleri ve<br />

mücadeleleri var. İzmir’de de elimizden geleni<br />

yaptık sanıyorum. Elli yılda bir karınca boyu<br />

<br />

ilerledik. “Kan” da döküldü tabi. İstanbul’daki<br />

Sinagoglarımıza yapılan hain saldırılar, öldürülen<br />

işadamlarımızı nasıl unutabiliriz ki? Bir<br />

kısmımızın Yurt bildiğimiz yerden kalkıp göç<br />

etmelerinin bir nedeni de bunlar değil midir?<br />

Ancak dikkate alınmayan veya hafızalardan<br />

kaydının silinmesi arzu edilen devasa bir Sabetay<br />

Zvi müritleri var. Biz her ne kadar onları şahsen<br />

tanıyamıyorsak da, onlar da kendilerini bize<br />

tanıtamıyorlarsa da onlar da kendilerini Yahudi<br />

olarak tanımlıyorlar. Bizlere de hangi gözle<br />

baktıkları meçhul.<br />

Kendileri için sarf edilen muhtelif isimlerden<br />

Sabetaycı gibi, Selanikli gibi adların çoğunu haz<br />

etmediklerini bir vesile ile öğrendim. “Dönme”<br />

gibi daha çirkin ve hatta aşağılayıcı adlandırmalara<br />

da çok içerlediklerini tahmin ediyorum. Ama üç<br />

yüzyıldır kendilerini neden ikinci sınıf vatandaş<br />

gibi görmekte ısrar ettiklerini anlamakta çok<br />

güçlük çekiyorum.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 89 -<br />

1950’li yıllardan bu yana Türkiye'de hızla<br />

yükselen “antisemitik” söylemler ve nefret<br />

ifadeleri hepimizi ziyadesiyle üzüyor. Ancak bu<br />

bizim yüz yıllardır ezik büzük, horlanmış,<br />

aşağılanmış yaşamaya razı olmamızın sonucu.<br />

Amele taburlarını oluştururlarken de, varlık<br />

vergisini zorla alırlarken de sesimizi çok<br />

yükseltememişiz. Vergilerini ödeyemeyenlerin<br />

Aşkale'ye zorla çalışmaya gönderilmelerini de<br />

durduramamışız. 6-7 Eylül 1955 de yağmalanan -<br />

üstelik devlet eliyle organize edilmiş- yüzlerce<br />

işyeri karşılığında hakkımızı arayamamışız.<br />

Verilen sözler tutulmamış. Tazmin edilmemişiz.<br />

Aynen Çingenelerin durumu gibi… Geçenlerde<br />

Manisa/Selendi'den tüm Çingenleri kovaladılar,<br />

ancak tüm devlet erkanı, yazılı ve görsel basın<br />

herkes Çingene kelimesinin yerine Roman<br />

kelimesini kullanmaya çok çok dikkat etti.<br />

Soner Yalçın’ın EFENDİ kitabının ana temasını<br />

oluşturan tanınmış Sabetaycılar hakkında<br />

yazılanların ne kadarının doğru olduğunu<br />

<br />

bilemiyor, ancak çok abartılı olduğunu tahmin<br />

ediyorum. Ilgaz Zorlu'nun kitabı yayınlanmadan<br />

önce makalelerini okumuş idim. Ama yine de bir<br />

dönüşümü tetikleyemedi. Sanki utanılacak bir şey<br />

varmış gibi.<br />

Bu insanlar anladığım kadarı ile tebdil yaşamaya<br />

çok fazla alışmışlar. Bizler daha doğar doğmaz<br />

nüfus cüzdanımıza "musevi" damgasını yiyince<br />

artık onunla beraber yaşamaya alışıyoruz. Askerde<br />

binlerce defa avazım çıktığı kadar “azteğmen!<br />

AVRAM AJİ emir ve görüşlerinize hazırdır<br />

komutanım" diye bağırdım içtimalarda...<br />

Mecburen!... Alışık olmayanların da kulakları<br />

alışıyor zamanla. Bazıları hayatında ilk defa<br />

karşılarında bir Yahudi görüyor.. Ve de hayret<br />

ediyorlar! Aynen onlar gibiyiz; iki elli, iki ayaklı.<br />

Şaşırıyorlar tabi.<br />

Geçenlerde bölük komutanım 35 sene sonra beni<br />

araştırmış bulmuş. Ziyaretime geldi. Askerlik<br />

günlerinde bana mesafeli ve kıskanç bir tutum<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 90 -<br />

içerisinde idi. Geldiğinde sarıldık öpüştük. Beni<br />

unutamadığından bahsetti. Ne kadar saygılı ve<br />

görgülü olduğumuzdan etkilendiğini itiraf etti.<br />

Sabetay müritlerinin de artık daha fazla bu<br />

tiyatroyu sürdürme zorunda olmadıklarını<br />

düşünüyorum. Kendilerini Yahudi hissedenlerin<br />

dinimizi dolu dolu –kendi ritüellerince–<br />

yaşamamaları için bir neden yok.<br />

Kaç kişi olduklarını bilemiyorum. Ama okuduğum<br />

yerlerde zikredilen sayılar inanılmaz yüksek. En<br />

çok üzüldüğüm konu ise Sabetay Zvi'ye ait olan<br />

Mezarlıkbaşı'ndaki evi olduğu gibi terk edilmiş bir<br />

vaziyette duruyormuş… Çok acıklı. İnşallah en<br />

kısa zamanda restore edilir.<br />

Peygamberlerin hayat hikayeleri ve başarıları ile<br />

gurur duyma isteği vardır insanın doğasında. Ama<br />

yaşanan gerçekler hiç böyle değil. Hz. Musa vaat<br />

edilmiş topraklara giremedi. Hz. İsa çarmıha<br />

gerildi. Turan Dursun'un "Din Bu" adlı kitaplar<br />

<br />

serisini okursanız Hz. Muhammed'in yaşamı<br />

konusunda ne kadar da yanlış bilgilendiğimiz de<br />

ortaya çıkıyor.<br />

Küba isyanını gerçekleştiren Fidel Castro milli<br />

kahraman. Ama Bolivya isyanında yenik düşen<br />

Che Guevera hiç bir şey. Atatürk padişahlığa karşı<br />

başlattığı isyanda başarılı olmasaydı -Patrona Halil<br />

isyanı gibi- tarih dersinde kısa bir paragrafta adı<br />

geçecekti belki. Ama başarılı olunca milli<br />

kahraman oldu. Aynı şekilde Gandi, aynı şekilde<br />

Mandela, aynı şekilde Lech Walessa başarılı<br />

isyancılar listesinde.<br />

Ve buna karşın adı unutulmuş milyonlarca<br />

başarısız isyancı...<br />

Hoşgörü edebiyatı ile bizleri avutmaya kalkanlar,<br />

canları pahasına dinlerini değiştirmek zorunda<br />

kalan “dönmeleri” göz ardı ediyorlar.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 91 -<br />

Çuvaldız<br />

Sorular.. Sorular!..<br />

Rafael Algranati<br />

r.algranati@yahoo.com<br />

Her sabah bir tiyatro sahnesinin içine uyanıyoruz<br />

sanki... Gazetelere göz atmaya başlar başlamaz,<br />

rolümüz başlıyor... Başlığı okuyor, işimize<br />

gelmediği için içeriğini es geçiyoruz.<br />

Okuduğumuz diğeri canımızı çok sıkıyor ama,<br />

kendimize bile belli etmiyoruz. Saatler yavaşça<br />

geçmeye başlıyor!.. İçimiz kan ağlıyor ama,<br />

gülüyoruz... Sancımız var kıvranıyoruz ama, hiç<br />

açık vermiyoruz... Hiç aklımızdan çıkmıyor ama,<br />

hatırlamıyor gibiyiz.. Bakıyor ama, görmüyoruz...<br />

Dinliyor ama, duymuyoruz... Var ama, yok!..<br />

İçimizde bir güç, akşama kadar yaşayacağımız<br />

bilinmezlerle dolu koca bir gün için korumaya<br />

alıyor sanki bizi...<br />

Akşam eve döndüğümde ise durum değişiyor...<br />

Koruyucu kalkanlarım iniyor. İniyor ama<br />

<br />

farketmiyor!.. Günün olayları ve evvelki günlerin<br />

izlerinin geçit töreni başlıyor. Sorular... Sorular...<br />

Sorular... Dizi dizi sıralanıyorlar, zor bela birini<br />

def edince, diğeri sinsice alıveriyor bir öncekinin<br />

yerini. Onlarla cebelleşirken TV'ye bakıyor ama,<br />

ne görüyor ne de duyuyorum.<br />

Kader dedikleri bu mudur acaba?<br />

İkide bir, birilerinin ortalığı birbirine katması ile<br />

sürekli canımız sıkkın, yüreğimiz kırgın, beynimiz<br />

düşünmekten bıkkın mı olmalı?<br />

Gülümsemeyi unutmalı mı artık dudaklarımız?<br />

Kaygılarımız karartmalı mı hep yaşamımızı?<br />

Gelecek için endişeler mi sarmalı artık<br />

düşüncelerimizi? Tedirginliğimiz, içimizden taşan<br />

cümlelerde yerlerini bulamamaları için<br />

kelimelerimizin kanatlarını mı kırmalı? Söylemek<br />

hatta haykırmak istediklerimiz kursağımızda mı<br />

kalmalı? İstemimiz dışı gelişen ya da geliştirilen<br />

'akıllara zarar' olaylarda ille de taraf mı olmalıyız?<br />

Siyah ya da beyaz mı olmalı artık bütün renkler?<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 92 -<br />

Gökkuşağının ustaca birbirine harmanladığı huzur<br />

veren renkleri yeğliyor olamaz mıyız? Alev ile<br />

barut arasında mı sürdürmeliyiz artık sürekli<br />

yaşamımızı? Bu mu isteniyor bizden?<br />

Güneş, ağaçların yaprakları arasından süzülen<br />

hüzmeleri ile ısıtabilecek ve hayat verebilecekken<br />

evrene, söyler misiniz bana, bu yangınlar bu<br />

kavurucu çöl sıcakları niye? En acımasız tarafını<br />

mı gösterecek güneş bundan sonra bekleyenlerine?<br />

İlkokula giden çocuklarımızın gülen bir yüz ile<br />

resmettikleri suluboya resimlerdeki güneş, artık<br />

asık bir suratla mı çizilecek? Yağmur, berekete<br />

dönüşebilecekken Tanrı'nın insanoğluna bahşettiği<br />

verimli topraklarda, evlerimizin çatılarına kadar<br />

ulaşan, bizleri birbirimizden ayıran, bütün<br />

değerlerimizi silip süpüren bu seller, bu afet niye?<br />

Çoğunuz bilirsiniz anekdotu...<br />

“Bir gün insan virgülü kaybetmiş... Cümlelerden<br />

korkar olmuş ve anlatımları basitleşmiş. Cümleleri<br />

basitleşince düşünceleri de basitleşmiş. Bir başka<br />

<br />

gün ünlem işaretini kaybetmiş. Alçak bir sesle ve<br />

sesinin tonunu değiştirmeden konuşmaya<br />

başlamış. Artık ne bir şeye kızıyor ne de bir şeye<br />

seviniyormuş. Üstelik hiçbir şey onda en ufak bir<br />

heyecan dahi uyandırmıyormuş. Bir süre sonra<br />

soru işaretini kaybetmiş. Soru sormaz, sorgulamaz<br />

olmuş. Hiçbir şey, ama hiçbir şey onu artık<br />

ilgilendirmiyormuş. Ne kainat ne dünya ne de<br />

kendisi umurundaymış. Birkaç sene sonra iki nokta<br />

işaretini kaybetmiş. Davranış ve nedenlerini<br />

başkalarına açıklamaktan vazgeçmiş. Ömrünün<br />

sonuna doğru ise elinde yalnız tırnak işareti<br />

kalmış. Kendisine ait tek bir düşünce bile yokmuş.<br />

Yalnız başkalarının düşüncelerini tekrarlayıp<br />

duruyormuş. Yaşamının sonuna geldiğinde...<br />

düşünmeyi de, okumayı da unutmuştu artık.”<br />

Bizler de her şeyimizi böyle tek tek kaybetmeli<br />

miyiz? Karşılıklı restleşerek oynanan blöflü kumar<br />

masalarındaki pey, neden bizlerin kardeşlikleri,<br />

dostlukları veya değerleri olmalı?<br />

Neler oluyor insanoğluna? Tanrının verdiği bu


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 93 -<br />

dünya üzerindeki yaşam günlerimizi kardeşçe<br />

yaşamak varken bu kavgalar, bu didişmeler, bu<br />

çekememezlikler niye? Onca anlamsız<br />

davranışlarla neler kaybettiriliyor biz insanlara<br />

farkında mısınız? Sevgiyi unutup nefretle mi<br />

büyümeli artık çocuklarımız? "Sevgi" denilen<br />

doğuştan sahip olduğumuz en değerli temel<br />

duygumuzu da diğerleri gibi dondurup dipfrize mi<br />

kaldıracağız?<br />

Sevmeyecek miyiz artık bir diğerimizi?<br />

Etrafımızdakilerin bizim gibi yaşamaları için artık<br />

gayret sarfetmeyecek miyiz? Karşılığında, onların<br />

gözlerindeki pırıltılarda bizlere tüm içtenlikleri ile<br />

sundukları dünyanın en değerli ödüllerini artık<br />

yakalayamayacak mıyız?<br />

Kör mü bunlar? Göremiyorlar mı? Yetmiyor<br />

sadece birimizin sıcakta ve güvende olabilmesi!..<br />

Farkında değiller mi? Yetmiyor sadece birimizin<br />

gülüp eğlenebilmesi!.. Sağlanamayacak mı insan<br />

gibi yaşamak her birimize tüm sevdiklerimiz ile?<br />

Kapımızı çalan hep "hüzün" mü olacak zaman<br />

<br />

zaman gördüklerimiz ve yaşadıklarımız sayesinde?<br />

İnsanoğlu ele ele veremeyecek ve cennete<br />

çeviremeyecek mi cehenneme dönüşmekte olan bu<br />

dünyayı? İnsan olduğumuzu bilemeyecek miyiz<br />

artık?<br />

"İnsan olduğumuzu bilemeyecek miyiz?.." Bu<br />

cümle, kendini insanlığın gelişmesine adamış<br />

İzmirli Can Arpaç üstadın ibret verici dizelerini<br />

anımsattı bana.<br />

Böyle Yazılmış... Böyle Yapılacak<br />

1.- Beşiktaş nüfusunda kayıtlı biri..<br />

Yani Ben…<br />

Cilt 22<br />

Sahife 48<br />

55 numaralı haneden.<br />

Tâ… 1931 den<br />

Dünya’ya bırakılmış.<br />

Uyruğu : Türk<br />

Dini : İslam<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 94 -<br />

Cinsi : Erkek.<br />

Ben hiçbir şey demeden<br />

Böyle yazılmış…<br />

Tek değişikliğe yetmiş gücüm<br />

Kara kaplı kütükte,<br />

Onlar bekâr demiş<br />

Ben evlenmişim!..<br />

2.- Berlin nüfusunda kayıtlı biri<br />

Belki Sen…<br />

Bizimki gibiyse kütükleriniz?<br />

Cilt : X<br />

Sahife : Y<br />

Bilmem kaç numaralı haneden.<br />

Tâ… 1931 den<br />

Dünya’ya bırakılmış.<br />

Uyruğun Alman<br />

Dinin Hristiyan<br />

Cinsin erkek yazılmış.<br />

Sana da benim gibi<br />

Hiçbir şey sorulmamış!..<br />

3.- Afrika ortasında biri<br />

<br />

Tut ki O…<br />

Kütüksüz<br />

Ciltsiz<br />

Hanesiz.<br />

Tâ… 1931 den<br />

Dünya’ya bırakılmış.<br />

Uyruğu : Yok<br />

Dini : Çok<br />

Cinsi erkek ama<br />

Bir yere yazılmamış.<br />

4.- Üç erkek,<br />

Yani biz<br />

Tâ… 1931 den<br />

Dünya’ya bırakılmış.<br />

Ya da onlar<br />

Üç ayrı yerde - Üç aynı doğumlu kız…<br />

Altımız<br />

Altmışımız<br />

Hepimiz…<br />

Kimseye sorulmadan<br />

Dünya’ya bırakılmış!…


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 95 -<br />

5.- Tanrı katında kayıtlı biri<br />

Belki Sen<br />

Veya Ben<br />

Ya da O…<br />

Bilinmez<br />

Hangi cilt – hangi yaprakta yeri?<br />

Ve herkes için aynı şey yazılmış<br />

Adından gayrı…<br />

Uyruğu : Dünya<br />

Cinsi : İnsan<br />

Dini : Önemsiz.<br />

6.- Bize hiç sorulmadan<br />

Böyle yazılmış kardeşliğimiz,<br />

Böyle yapılmamalıydı bunca yıl.<br />

Ne denir...<br />

İnsan olduğumuzu bilememişiz!..<br />

<br />

Güzel Sözler<br />

Eğer bile bile gücünüz yettiğinden daha<br />

azını olmayı planlıyorsanız;<br />

sizi uyarırım,<br />

hayatınızın geri kalan kısmında mutsuz<br />

olacaksınız.<br />

Kendi yetenek ve olanaklarınızdan<br />

kaçıyor olacaksınız.<br />

ABRAHAM MASLOW<br />

<br />

Hayatı işe yarar bir şekilde kullanmak,<br />

onu kendisinden daha uzun ömürlü<br />

bir şey için harcamaktır.<br />

WİLLIAM JAMES<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 96 -<br />

Tarihimizden<br />

Rıfat Bali<br />

rifat.bali@gmail.com<br />

I.Dünya Savaşı’nda<br />

(Haziran-Ağustos 1915)<br />

İzmir Fransız Tebaalı Musevilerin<br />

Tehciri<br />

Osmanlı ve Ermeni tarihyazımında 1915, Osmanlı<br />

Ermeni nüfusunun tehcir edildiği ve kitlesel<br />

katliama maruz kaldığı yıl olarak bilinmektedir.<br />

Ancak 1915 Haziranı’nın ortalarında, Tehcir<br />

Kanunu*’ndan iki ay sonra, Osmanlı<br />

tarihyazımında pek bilinmeyen, Tehcir Kanunu’na<br />

benzeyen ancak çok daha az şiddetli ve az sayıda<br />

insanı etkileyen bir başka tehcir vakası cereyan<br />

edecekti. Bu vakada, hedef kitle Osmanlı<br />

topraklarındaki Fransız, İngiliz ve Rus<br />

uyruklulardı. Tehcir edilenler arasında<br />

Bayonne**’dan gelip İzmir’e yerleşen Fransız<br />

uyruklu Yahudiler de yer alacaktı.<br />

<br />

Son Osmanlı Hahambaşısı Haim Nahum’a göre 1<br />

1915 yılında Bayonne’lu yaklaşık 50 Musevi aile -<br />

her bir ailede yaklaşık beş fert- İzmir’de<br />

yaşamaktaydı. 2 Fransız Dışişleri Bakanlığı’na göre<br />

bu insanlar “yaklaşık bir yüz yıl önce,” yani 1815<br />

yılında, İzmir’e göç etmişlerdi. 3<br />

Tehcirin İlk Adımları<br />

İzmir’deki Amerikan Başkonsolosu George<br />

Horton, anılarında “Britanya, Fransa, İtalya,<br />

Rusya, Belçika ve tabii ki Amerikan<br />

menfaatlerinden” sorumlu olduğunu yazmakta. 4<br />

Almanlar, İzmir’de yaşayan İttifak Devletleri’ne<br />

mensup yabancı uyrukluların Osmanlı tabiiyetine<br />

geçmeleri için baskı yapmaya başladıklarında<br />

Başkonsolos Horton oldukça zor zamanlar<br />

geçirecekti. Horton hatıralarında bu konudan şöyle<br />

bahsetmekte:<br />

Vali Rahmi Bey, 5 Şark ve Avrupa zekâsının -ki bu<br />

şüphesiz Musevi atalarından miras kalmıştı- eşit<br />

karışımından oluşan bir zekâya sahip son derece


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 97 -<br />

dirayetli, despotik bir kişi idi. Uzun boylu ve son<br />

derece dik duruşlu idi, keskin bakışları ve yüksek,<br />

ince delikli Turan tarzı bir burnu vardı. Türklerde<br />

oldukça nadir bir vasıf olan keskin bir mizah<br />

anlayışına sahipti. Rahmi Bey’le dostane<br />

münasebetlerim vardı zira himayem altındaki<br />

kişiler problemlerle karşı karşıya kaldıklarında bu<br />

problemleri halletme hususunda sahip olduğum tek<br />

kaynaktı.<br />

Kısa bir zaman sonra valinin Alman-Osmanlı<br />

kuvvetlerinin nihai olarak zafere ulaşacaklarına<br />

<br />

inanmadığını ve fırtınada dümeni sağlam tutma<br />

konusunda son derece endişeli olduğunu keşfettim.<br />

İkili bir oyun oynuyordu: bir taraftan hem<br />

Konstantiniye’deki yetkililerle arasını iyi tutuyor,<br />

diğer taraftan İzmir’in önde gelen İngiliz, Fransız<br />

ve İtalyanlarıyla iyi ilişkiler sürdürüyordu.<br />

Gerçekte, kendisine sık sık sert ve haşin davranan<br />

Alman subaylarından nefret ediyordu.<br />

Özellikle ihtişamlı evlerinde kendisini cömertçe<br />

eğlendiren İzmir’in önde gelen İngiliz vatandaşları<br />

ile dostluğu vardı. İştahı yerinde biriydi ve aklî ve<br />

yürüme melekelerini kaybetmeden Avrupa veya<br />

Şark içkilerinden epey fazla miktarda tüketebilirdi.<br />

Konstantiniye’deki Almanlar, Enver’e ve Talat’a<br />

İzmir’de yaşayan Müttefik Devletler’in<br />

tabiiyetindeki kolonilere karşı daha sert<br />

davranmaları için sürekli baskı yapmaktaydılar.<br />

Rahmi sık sık hiç hoş olmayan emirler almaktaydı,<br />

ancak yetkisi elverdiği ölçüde bunları tatbik<br />

etmekten kaçınıyordu. Bana samimiyetle<br />

siyasetinin bu olduğunu söyledi ve benimle<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 98 -<br />

teşrikimesaide bulunmayı kabul etti.<br />

Ne yazık ki Konstantiniye bu durumu fark edecek<br />

ve İzmir’deki ajanları aracılığıyla resmi Türk<br />

tatillerinde ve valinin konağında bulunmadığı veya<br />

bulunmasının zor olduğu zamanlarda harekete<br />

geçecekti. Alınan emirler açık bir şekilde kasıt ve<br />

kin doluydu ve tek hedefi kurbanları rahatsız<br />

etmekti. En çok tercih edilen usul ani bir şekilde<br />

kolonileri bir araya toplayarak insanları yirmi dört<br />

ila otuz altı saat boyunca ayakta durmaya<br />

zorlandıkları karanlık mahzenlere atmaktı. Böyle<br />

hallerde bu insanları hürriyetlerine kavuşturmak<br />

için bir at arabası veya araba bularak gece vakti<br />

Rahmi’yi aramam şart oluyordu. Nihayet bütün<br />

gece boyu süren bir kovalamacadan sonra onları<br />

hapishaneden çıkarmayı başardığımda bu<br />

muameleye tabi tutulan kişiler hiç de iyi bir<br />

haletiruhiye içinde değillerdi.<br />

1915 yılının Mayıs ayında, Rahmi’nin başa<br />

çıkmakta zorlandığı ciddi bir durum ortaya çıktı.<br />

Erkek, kadın ve çocuk bütün İttifak Devletleri<br />

<br />

tabiiyetindeki kolonilerin demiryolundan uzak bir<br />

mesafede bulunan bir yerde enterne edilmeleri için<br />

genel bir emir geldi. Vali, bana bu insanların<br />

korkunç bir ıstıraba maruz kalacaklarını ve açlık<br />

çekeceklerini söyledi.<br />

“Önce serseriler, namussuzlar ve zavallılar ile<br />

başlayacağım, daha sonra diğerlerine ulaşana<br />

kadar kararda bir değişiklik olabileceği umuduyla<br />

sıradaki diğer kişilere yavaş yavaş ilerleyeceğim.<br />

Bu arada sen Konstantiniye’deki Birleşik Amerika<br />

sefirine bir telgraf gönder ve alınan tedbirlerin<br />

insanlık dışı olduğu yönünde beyanda bulunarak<br />

müdahale etmesini talep et. ‘Tehcir başladı’ de.<br />

Bu, Almanların gözlerine toprak atacaktır” dedi.<br />

Rahmi hiç yorumda bulunmayacağım aşağıdaki<br />

sıra dışı beyanı da ekledi:<br />

[Amerikan Sefiri Henry] “Morgenthau önce<br />

Enver’e kapitülasyonların kaldırılması teklifinde<br />

bulundu ve bu yönde hareket etmeye ikna etti.<br />

Dolayısıyla İngilizlerin, Fransızların ve<br />

diğerlerinin Anadolu’nun iç kesimlerine


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 99 -<br />

gönderilmeleri emrini iptal etmesi için Enver’i<br />

ikna etmeye kâfi derecede tesiri olacaktır.”<br />

Bana denildiği gibi sefire telgraf gönderdim, ancak<br />

şöyle cevap verdi: “Yarın Cuma ve Harp Nazırı’nı<br />

göremem.”<br />

Emir tabii ki tam da Cuma gününe rastlaması için<br />

kasten verilmişti. Cumartesi günü, Rahmi’nin fikri<br />

üzerine, Amerikan hükümetinin insanlık adına<br />

müdahalede bulunması için yalvaran bir telgrafı,<br />

Washington’a iletilmek üzere, Atina’daki Ortaelçi<br />

Droppers’e gönderdim. Vali telgrafın Atina’ya<br />

ulaştırılması işini üstlendi.<br />

Bu adımların hiçbirinden bir netice çıkmadı, vali<br />

daha da asabileşti ve kötüleşti. Haziranın on<br />

sekizinci günü hali vakti kötü sınıfların tehciri<br />

başladı. Önce hapse atıldılar ve kendilerine hiçbir<br />

yiyecek verilmedi. Valiye gıda konusunda ne<br />

yapabileceğini sorduğumda “satın alabilirler” dedi.<br />

Hiç paraları olmadığı itirazında bulunduğumda<br />

“birbirlerinden borç alabilirler” diye cevap verdi.<br />

<br />

Cesur ve takdire şayan İngiliz din işleri zabiti<br />

Mister Brett‘i mahpuslara para ve gıda izninin<br />

verilmesini talep etmesi için Cemal Paşa’ya<br />

gönderdim, ancak Cemal Paşa “Üç dört gün<br />

bekleyeceğiz ve ne yapacağımıza karar vereceğiz”<br />

sözleriyle onu reddetti.<br />

Yoksul sınıflardan yaklaşık yüz kişi, İzmir’den<br />

sekiz saatlik mesafede bulunan Kemalpaşa’ya<br />

yayan gönderildi. Bunlar arasında yaşlılar vardı ve<br />

aralarından seksen yaşındaki birisi yol kenarına<br />

düşerek öldü. Bazılarının evlerine sabah beşte<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 100 -<br />

baskın yapıldı ve elbiselerini giymelerine bile<br />

fırsat tanınmadı.<br />

Bu zavallılara ekmek, peynir ve para ulaştırmak<br />

üzere derhal konsolosluğun iki memurunu<br />

Kemalpaşa’ya gönderdim. Vali tarafından bu<br />

şekilde acımasız muameleye tabi tutulan İttifak<br />

Ülkeleri tebaasının büyük bir kısmının Musevi<br />

olduğu kaydedilmelidir. Bu insanlar kirli<br />

hapishanelere kilitlendi, kendilerine yiyecek<br />

verilmedi, dövüldü ve fazla miktarda para<br />

toplamadıkları takdirde Sivas’a yaya olarak<br />

gönderilecekleri tehdidinde bulunuldu – bu, can<br />

çekişerek acı içinde ölmeye denk bir ceza idi.<br />

Vali, Morgenthau’nun konuyu ciddi bir şekilde<br />

Enver’e aktararak İzmirlilerin tehciri konusundaki<br />

baskıyı durdurabileceğine kani idi ve bana şöyle<br />

dedi:<br />

“Bana her seferinde neden tehcire devam<br />

etmediğim sorulduğunda Yahudileri tehcir<br />

edeceğim. Kendisi de [Morgenthau] Yahudi<br />

olduğu için bu belki onu uyandıracaktır.”<br />

<br />

Genel olarak himayem altındaki İzmir’deki İngiliz,<br />

Fransız, İtalyan kolonileri ve diğerleri, şiddet veya<br />

açlık nedeniyle ölümle neticelenebilen aşırı bir<br />

işkenceye maruz kalmamışlardı. Sayıları kırk-kırk<br />

beş bin civarında olan ve “Helen Rumları” olarak<br />

bilinen Kral Konstantin’in tebaası Rumlar da bu<br />

işkencelere maruz kalmamışlardı. Rumlar<br />

konusunda vali sık sık bana Kral Konstantin’i<br />

Türkiye ve Almanya’nın bir müttefiki olarak<br />

gördüğü için onlara iyi davranmaya niyetli<br />

olduğunu söyledi.<br />

Türk ve Alman zulmünün en dehşetli kurbanları,<br />

Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan altmış bin<br />

reaya veya Rumlar idi. Bunlar katledildi, soyuldu,<br />

evlerinden çıkartıldı, tecavüze uğradı veya orduya<br />

alındı ve hendek kazma veya benzer işlere verildi,<br />

bunların çoğuna gıda veya kıyafet verilmedi.<br />

Çoğunluğu açlık veya açıkta kalma nedeniyle<br />

öldü.<br />

Britanya donanması sürekli olarak kıyıyı<br />

bombaladığı için, bunların çoğunluğu tepelerde,


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 101 -<br />

denizden açık bir şekilde görülecek bir alanda<br />

hendek kazma görevine tayin edilmişti.<br />

Britanya’nın “Hendek kazan birçok işçi<br />

bombalandı, birçoğu öldürüldü ve diğerleri<br />

kaçmaya zorlandı” şeklindeki beyannameleri,<br />

Türkleri oldukça eğlendirdi. Reayaların bazısı<br />

kuyularda ve bahçelerde kazılan deliklerde aylarca<br />

gizlenmeyi başarmıştı. Bunların birçoğunun<br />

yerlerini biliyordum.<br />

Sayıları az olmayan bu insanlar en şanslıları idi.<br />

Kayık ve sandallarla Yunan adalarına kaçtılar.<br />

Sayıları on iki bin kadar olan Ermenilere bu sefer<br />

reayalara zulmedildiği gibi zulmedilmedi.<br />

Türklerin siyaseti “milli müdafaa” için<br />

Ermenilerden mümkün olduğu kadar çok para<br />

sızdırmaktı.<br />

Ermeniler çoğunlukla hali vakti yerinde varlıklı<br />

kişilerdi ve sıklıkla listeleri hazırlanıyordu. Bu<br />

listelerde yer alanlar isimlerinin karşısında yazılı<br />

<br />

olan meblağı Türk altını olarak ödemek zorunda<br />

idiler. 6<br />

_____________________________________________________________<br />

Dipnotlar :<br />

* Resmî adıyla “Vakt-i Seferde Icraat-i Hükümete Karşı Gelenler İçin<br />

Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun-ı Muvakkat”.<br />

** Bayonne Fransa’nın en güneydoğusunda Basses – Pyrénées bölgesinde<br />

yer alan muhkem bir şehirdir. Bayonne’daki ilk Musevi yerleşimi, İspanyol<br />

ve Portekiz kökenli Marrano’lardan oluşuyordu. Bkz. George Levitte,<br />

“Bayonne”, Encyclopaedia Judaica, (Kudüs: Keter Publishing), cilt 4, s.350-<br />

351.<br />

1<br />

Haim Nahum konusunda bkz. Esther Benbassa, Son Osmanlı<br />

Hahambaşısının Mektupları Alyans’tan Lozan’a, çeviren İrfan Yalçın,<br />

Milliyet Yayınları, 1998.<br />

2<br />

Henry Morgenthau, United States Diplomacy on the Bosphorous: The<br />

Diaries of Ambassador Morgenthau, 1913-1916, Ara Sarafian’ın “Giriş”i<br />

ile, (London, New Jersey: Gomidas Institute), 2004, s. 289.<br />

3<br />

National Archives and Records Administration, College Park, Maryland,<br />

(kısaca NARA), RG 59, 867.4016/113 sayılı, 14 Ağustos 1915 tarihli<br />

mektup.<br />

4<br />

George Horton, Recollections Grave and Gay, The Bobbs-Merrill<br />

Company, Indianapolis, 1927, s. 219.<br />

5<br />

Rahmi Bey Mayıs 1919’da İngilizler tarafından Malta’ya sürülecek ve<br />

1922’de serbest bırakılacaktır.<br />

6<br />

George Horton, a.g.e., s. 220-225.<br />

Toplumsal Tarih Şubat 2010 sayısında yayınlanmıştır.<br />

Devamı Gelecek Sayıda..<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 102 -<br />

Yahudilik Bilinci<br />

İşleyen Güç<br />

A'KOAH A'POEL<br />

Ondan Başkası Yoktur<br />

Eyn Od Milvado<br />

Mordo Ovadya / Israel<br />

shiyaya@netvision.net.il<br />

Bu söz açıkça evrenin tümünde Yaradan'ın<br />

gücünden başka güç olmadığını söylemektedir.<br />

Yaradılışı kapsayan en ufak atomlardan en büyük<br />

galaksilere kadar her şeyin O'nun hakimiyetinde<br />

olduğunu ''Eyn Od Milvado'' sözünde görüyoruz.<br />

Bu sözün içeriğini incelediğimizde, daha derin bir<br />

gerçekle karşılaşıyoruz. Her şey onun hakimiyeti<br />

altında olmakla kalmayıp, yukarıda belirtildiği gibi<br />

en ufak atomdan en büyük galaksiye kadar var<br />

olan her şeyde gördüğümüz değişiklikleri yapan<br />

tek güç Yaradan'ın gücüdür. Rav Aşlag onun<br />

<br />

gücünden başka değişiklik yapmaya muktedir hiç<br />

bir gücün olmadığını öne sürmektedir .<br />

Bu açıklamalara rağmen neden bu gerçeklerin<br />

tersini görmekteyiz. Yaradan'ın özelliklerini ve<br />

yeryüzündeki hakimiyetini inkar eden güçlerin<br />

varlığını neden görüyoruz?<br />

Bu sorunun yanıtını anlamak için, insanların<br />

doğasında var olan bencillik duygusuyla ilgili bazı<br />

saptamalarda bulunmak gerekir .<br />

İnsanın doğasında var olan bencillik duygusu,<br />

insana sanki her şeyi biliyormuş, her şeye hakim<br />

olabiliyormuş hissini verir. Oysa durumun böyle<br />

olmadığını, aslında hakimiyetin insanda<br />

olmadığını, insanın kendi doğal öz yapısında en<br />

ufak bir değişikliği yapmasının, Yaradan'ın<br />

yardımıyla gerçekleştiğini anlamamızı sağlamak<br />

içindir. Yaradan kendi isteğiyle bencilliğimizde<br />

baş gösteren bozuk alışkanlıkları onarmak için,<br />

insanları onarmak için böyle davranmaktadır .


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 103 -<br />

Biz insanlar, maneviyat alanında henüz taş<br />

devrindeymişiz gibi gelişmemiş ilkel bir dönemde<br />

yaşıyoruz.<br />

Bir benzetme yapmak gerekirse, henüz üç aylık<br />

bebekler gibi kendi ayaklarımız üstünde<br />

duramıyor, yürümeyi bir kenara bırakın kendi<br />

gücümüzle ayakta durmayı bile beceremiyoruz.<br />

Bir tarafta gözle göremediğimiz manevi dünya,<br />

diğer tarafta hayatın dünyevi zevkleri!.. Bu ikili<br />

mücadelenin sonunda her zaman alışkın<br />

olduğumuz dünyevi yaşantımıza döner ve bu<br />

döngünün sürekli tekrarlandığını görürüz. Manevi<br />

alanda kısa bir süre kaldıktan sonra tekrar dünyevi<br />

zevklere doğru yönlendiğimizi farkedince, manevi<br />

bilinç alanına doğru ilerleme kaydedemediğimizi<br />

anlar ve kendi iç dünyamızın dışında kalan manevi<br />

üst dünyalara varmak ve Yaradana yaklaşmak<br />

yerine gerilediğimizi ve dünyevi zevklere olan<br />

düşkünlüğümüzün geçmişe kıyasla daha güçlü<br />

olduğunu farkederiz.<br />

<br />

İnsanların manevi alanın dışına itilmelerinin<br />

yararlı ve faydalı bir amacı olduğu muhakkaktır.<br />

İnsanlar bu dışa itilmelerin ardından bu ikili<br />

mücadeleyi tamamen kaybettikleri hissine<br />

kapılarak, Yaradan'a, Yaradan'ın yüceliğine<br />

yaklaşmanın kendi gücüyle ve kendi imkanlarıyla<br />

mümkün olamayacağını anlar.<br />

İnsan, devamlı olarak manevi alanın dışında<br />

kalmanın korkusuyla, kendisine yardımcı<br />

olabilecek tek gücün Yaradan'ın gücü olduğuna<br />

karar verir. İnsan verdiği bu karar sayesinde,<br />

Yaradan'a karşı yürekten bir talepte bulunur ve<br />

ondan, gözlerini ve kalbini açmasını, kendisini<br />

gerçek bir şekilde maneviyata yaklaştırmasını<br />

talep eder. Bu aşamaya varan insanların bencillik<br />

ölçülerinde bir değişime uğradıklarını görüyoruz.<br />

İnsanın bundan önce manevi alanda hissettiği dışa<br />

itilmelerin onu bu değişik duruma getirmek için<br />

Yaradan tarafından yapılmış olduklarını<br />

görmekteyiz.<br />

Manevi alandan dışa doğru itilmeler, insana<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 104 -<br />

manevi yönden ilerlemediğini ve yerinde saydığı<br />

hissini vermesine rağmen, aslında amaç, insanın<br />

bulunduğu seviyede kalmasını önlemek, bu seviye<br />

için yetinmemesi ve manevi yönden gelişmesini<br />

temin etmektir. Bu sadece insanın manevi yönden<br />

gelişmesini sağlamak için aşabilmesi gereken bir<br />

süreçtir. Bu süreçte Yaradan kendisine<br />

yaklaştırmak istediği insanlara, manevi dünya<br />

bilincinden dışa itmeler aracılığı ile tamamen<br />

kendi insiyatifi ile karar verebilmesi için o insana<br />

yüce kattan yardım gönderir. Yaradan bu yardımı<br />

yalnızca dünyamızın bilinç seviyesinden daha<br />

yüksek bir bilinç seviyesine içtenlikle yükselmek<br />

isteyenlere gönderir.<br />

Daha yüksek bir bilinç seviyesine yükselmek<br />

isteyen insanlara yapılan yardımların, bizim<br />

mantığımızın aksine çalıştığını da belirtmek<br />

gerekir. Şöyle ki yükselmeye adaylığını koyan<br />

insana, tüm yaptıklarının yanlış olduğunu ve<br />

maneviyata yaklaşamadığını göstererek,<br />

Yaradan'ın özellikleri hakkında yanlış düşünce ve<br />

fikirler ileri sürmesini sağlar. Tüm bunlar insana<br />

<br />

Yaradan'la özdeşleşmemiş olduğunu görmesini<br />

sağlamak içindir. Bu durumda insan hissettiği tüm<br />

bozguncu olgulara karşı ne kadar direnç gösterirse<br />

göstersin ve maneviyat yolunda ne kadar ilerlemek<br />

isterse istesin, kutsiyetten adım adım uzaklaştığını<br />

görür. Bu durumda insan, devamlı bir şekilde<br />

Yaradan'a karşı çeşitli taleplerlede bulunarak<br />

halinden şikayet eder ve Yaradan'ın kendisine<br />

karşı göstermiş olduğu bu davranışlarını ve<br />

kendisini neden her zaman redettiğini anlamaz.<br />

Böylece insan, manevi alanda bir yer<br />

tutamayacağına hatta böyle bir ümit bile<br />

olmadığına kanaat getirir. İşte insan ancak bu<br />

safhalardan geçtikten sonra, ben maneviyat alanına<br />

sadece Yaradan'ın yardımı ile yaklaşabilirim<br />

kanaatine varır.<br />

Burada açıkça görülüyor ki, insana gönderilen<br />

düşünceler ne olurlarsa olsunlar, tek bir yerden<br />

kaynaklanmaktadırlar. Göklerin ve yeryüzünün tek<br />

hakimi O'dur ve ''Ondan başkası yoktur!..''<br />

Hepimizin bildiği gibi yaşadığımız bu dünyevi


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 105 -<br />

ortamda, çocuklar düşe kalka yürümesini<br />

öğrenirler. Biz yetişkinler de aynen çocuklar<br />

gibiyiz. Manevi alandaki düşüşlerimiz,<br />

kalkışlarımızdan daha fazla olmasına rağmen,<br />

manevi alana her giriş ve çıkış bizi ileri bir<br />

basamağa doğru itmektedir.<br />

Kendisine gönderilen tüm bozuk (rahatsız edici)<br />

işaretlere rağmen insan, devamlı bir şekilde bütün<br />

varlığıyla ve tüm düşünceleriyle Yaradan'a bağlı<br />

kalmalıdır. İnsan bu bağlılığını, kendini en kötü<br />

şartların etkisi altında bulduğu zamanlarda bile<br />

korumalı ve Yaradan'dan başka hiç bir gücün<br />

hüküm sürmediğini, tek hükümdarın Yaradan<br />

olduğunu, onun gücünden başka hiç bir gücün bizi<br />

iyi veya kötü yönde etkilemediğini bilmek<br />

zorunluluğundadır.<br />

İnsanlar bazen yeryüzünde Yaradan'dan başka<br />

güçlerin var olduğu düşüncesine kapılarak, sadece<br />

kendi iradesiyle hareket ettiğini düşünür. Şöyle ki<br />

daha dün maneviyat hakkında fikir sahibi olmak<br />

istemediğini düşünerek, Yaradan'ın evreni<br />

<br />

yönettiğine inanmadığını gösterir ve başka ilahlara<br />

inananlardan biri haline gelir. İnsan her şeyin<br />

Yaradan tarafından yapıldığını düşünmeli ve<br />

bunun tersini düşünüyorsa pişmanlık ve hüzün<br />

duymalıdır.<br />

Tam bu aşamada insan, pişmanlık ve hüzünü<br />

nelere karşı duyduğunu çözmek durumundadır.<br />

Yaradan onu manevi alandan, dünyevi düşüncelere<br />

ittiği için mi üzülmeli, yoksa geçmişte değersiz<br />

bulduğu şeylerle tekrar uğraşmaya başlamak için<br />

heveslendiği için mi pişmanlık duymalıdır?<br />

İnsan maneviyata istekli olduğu zaman, manevi<br />

alana yükselmekte olduğunu sezmeye başlayınca,<br />

maneviyatın tadını algıladığı zaman bile,<br />

maneviyata varmak için Yaradan'ın beğenisini<br />

kazanmış olduğunu bilmelidir.<br />

Sonuçta anlamamız gereken şudur ki, Yaradan'ın<br />

beğenisini kazanmak veya kaybetmek, biz<br />

insanların elinde olan bir şey değildir. Bu işler<br />

sadece Yaradan'ın elindedir.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 106 -<br />

Bu aşamada aklımıza gelen bir soruya yer verelim.<br />

Neden bir insan Yaradanın beğenisini kazanıyor ve<br />

neden Yaradan onu kendisine yaklaştırıyor, sonra<br />

da bırakıveriyor? Alışık olduğumuz dünyevi bilinç<br />

sınırları içinde bu sorunun cevabını anlamaya<br />

gücümüz yetmez. Manevi bilinç sahibi olmayan<br />

bir kişi bunları anlayamaz, ancak manevi alana<br />

girdikten sonra insan bunları anlamaya başlarlar.<br />

Onarım (Tikun), insanın sadece "kendine almak"<br />

arzusunu tamir ederek, "vermek" arzusuna çeviren<br />

bir olgudur. Böylece insan kendi bencilliğinin<br />

dışına çıkarak ve kendisinde bir değişikliğe yer<br />

vererek, özgeci bir duruma dönüşerek başkalarının<br />

iyiliği için elinden geleni karşılık beklemeden<br />

yapar.<br />

Tikun'un amacı biz insanların bu değişikliği<br />

yapmasını sağlamaktır. Bu aşamada dikkat<br />

edilmesi gereken, KARŞILIK BEKLEMEDEN<br />

konusu olmalıdır. İbranice bu hususa A'avat<br />

Hinam adını veriyoruz. İnsanı kendi bencil<br />

düşüncelerinden arındıran işte bu<br />

<br />

hesaplaşmalardır.<br />

Bencillik insanın özündedir. İnsanda bencillikten<br />

başka bir özyapısal değer yoktur. Çünkü bencilliği<br />

ve almak arzusunu Yaradan yaratmış ve yaradılışı<br />

ve dünyayı bu iki arzu ile doldurmuştur.<br />

Yaradan'ın insanı yaratmasındaki amaç insanı<br />

kendisi ile bütünleştirmek ve insanı ebedi<br />

kılmaktır. Ancak bu şekilde insan Yaradan ile<br />

özdeşleşebilecektir. İnsan Yaradan ile<br />

bütünleşebilmek için bencilliği reddetmek<br />

mecburiyetindedir. İnsan bencilliğinden<br />

kurtulduğunda sadece bir tek şey için, Yaradanın<br />

amacı yerine geldiği için sevinmelidir. Yaradanın<br />

amacı insanların durumunu iyileştirmektir. Bu<br />

amacın yerine geldiğini gören insan Yaradanla<br />

bütünleşerek onunla ebediyen birleşir .


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 107 -<br />

Sabetay Sevi'nin<br />

Ardından<br />

Gad Nassi / Israel<br />

Bir kalıntının yorumu:<br />

Sabetaycı Kabala'da Yaratılış ve Mesih<br />

Geçen sayımızda,<br />

Selanik kökenli<br />

Sabetaycı bir ailede<br />

Kuzu Bayramı<br />

sırasında kullanılmış<br />

bir şölen tepsisini<br />

takdim ederek, bu<br />

ürünün Pesah tepsisi<br />

ile olası benzerliğine<br />

dikkati çekmiştik.<br />

<br />

Pesah Bayramı, Yahudi ulusunun esaretten<br />

kurtuluşunun öyküsünü simgelediğinden, ayni<br />

zamanda da, Mesih'in gelmesi ile gerçekleşecek<br />

kurtuluşu ve Yahudi Ulusu'nun yeniden ihya<br />

edilmesi kavramı ile de örtüşür. Diğer taraftan,<br />

Mesih'in gelmesi ile, Yaratılış inancında olduğu<br />

gibi bir karmaşanın açığa çıkacağı ve bunu takiben<br />

karanlığın ışığa dönüşeceği, selamet günlerinin<br />

başlayacağına inanılmıştır. Daha önce bu<br />

sütunlarda da belirttiğimiz gibi, Pesah gibi<br />

İlkbahar'da kutlanan Kuzu Bayramı, Mesih'in<br />

gelmesini ve Evren'in yaratılışını simgeler. Büyük<br />

bir olasılıkla da Pesah Bayramının temel anlamı<br />

üzerinde yapılanmıştır. (bkz. "La Dulse"den "Kuzu<br />

Bayramı"na, <strong>DIYAL</strong>oG Sayı 7, Sayfa 80)<br />

Kanımıza göre, bahsi geçen tepsi, Sabetaycı<br />

inancın temellerini oluşturan, Yaratılış ve<br />

Mesih'in gelişi kavramlarını ve bu iki kavram<br />

arasındaki ortak bağlantıyı temsil eden<br />

sembollerden oluşmuştur.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 108 -<br />

Davud Kalkanı<br />

Tepsinin ortasında,<br />

ışınların saçıldığı altı<br />

adet çiçek tablası ile<br />

çevrili bir Davud<br />

Kalkanı – Yıldızı –<br />

gorülmekte. Sabetaycı<br />

düşüncede temel bir konumu olan, Luria<br />

kabalasına göre evren, Tanrı'dan saçılan ilahi<br />

kıvılcımlar tarafından yaratılmıştır. Tepsinin<br />

merkezindeki görüntü, büyük bir olasılıkla, bu<br />

olayı temsil etmektedir.<br />

İki yılan<br />

Sol-üst ve sağ-alt<br />

tarafta, iki yılan başı<br />

gözükmekte. Bu iki baş,<br />

Davud kalkanının<br />

etrafındaki çiçek<br />

tablaları ile özdeş olan<br />

iki çiçek tablasının<br />

<br />

girişinde, karşı karşıya yer almakta.<br />

Sabetaycı inancın temelini oluşturan Zohar<br />

kabalasına göre, Yaratan'ın, iyi ve kötü olan iki<br />

yüzü vardır. Sabetaycı kabalaya göre bu yüzler,<br />

birbirleri ile mücadele halinde olan iki yılan<br />

tarafından temsil edilmektedirler. Mesih'in<br />

peydahlanacağı Ahiret Günlerinde, bu iki yılandan<br />

kötü olanı bu mücadeleyi kazanacak ve iyi yılana<br />

dönüştükten sonra, Yahudi Ulusuna kurtuluşun<br />

kapılarını açacaktır.<br />

İbranice yılan anlamına<br />

gelen nahaş sözcüğünün<br />

ebcet hesabına göre<br />

sayısal değeri, maşiah<br />

sözcüğü ile<br />

eşdeğerdedir. Ayrıca<br />

Sabetay Sevi, imzasını<br />

yılan şeklinde atmış ve<br />

bir iddiaya göre,<br />

kendisini Mesih günlerinin yılanı olarak görmüştü.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 109 -<br />

Ayrıca Zohar Kitabında geyik imgesi ile,<br />

İbranilerin Mısır esaretinden kurtulmaları<br />

aralarındaki ilişki işlenmiştir. Talmud Kitabına<br />

göre dişi geyiğin rahmi dar olduğundan, doğal bir<br />

doğum yapması mümkün olamamaktadır. Bu<br />

yüzden, Yaratan geyiğin rahminin ağzını ısırıp<br />

doğumu sağlaması için bir yılanı göndermiştir.<br />

Bununla ilgili olarak Zohar'da şöyle yazılıdır:<br />

"Bu konuyu fazla kurcalama,<br />

ve Tanrı'yı kızdırma."<br />

Bundan başka, Sevi sözcüğünün İbranice karşılığı<br />

olan Tzvi sözcüğü "geyik" anlamına gelmektedir.<br />

Bütün bu izahatlardan<br />

çıkarabileceğimiz<br />

sonuç, Mısır<br />

esaretinden kurtuluşu<br />

simgeleyen geyiğin<br />

doğumu, aynı zamanda,<br />

Mesihin gelmesi ile<br />

gerçekleşecek kurtuluşu<br />

<br />

da simgelemektedir. Buna göre, çiçek tablasının<br />

girişindeki iki yılanın varlığını, Mesih günlerinde<br />

birbirleri ile mücadele edecek olan iki yılanı temsil<br />

ettiği şeklinde yorumlayabilmekteyiz.<br />

Tepsinin üst-merkezindeki altı yılan figürü de<br />

herhalde, yılan alegorisi ile ilgili Sabetaycı inancı<br />

vurgulama amacı ile işlenmiştir.<br />

Tepsinin alt-orta bölümünde, yılan figürleri<br />

arasında, eski Türkçe harflerle, tepsiyi yapan<br />

kişinin ismi, Abdülcenap, yazılıdır.<br />

Rozet<br />

Tepsinin iki<br />

tarafındaki gül<br />

rozetlerinin de<br />

Musevi mistik<br />

düşüncesi<br />

bağlamında<br />

yorumlanması<br />

mümkündür.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 110 -<br />

Tevrat'ın lirik yapıtlarından Şiirlerin Şiiri'nde şu<br />

satırlara rastlamaktayız:<br />

"Dikenlerin arasında bir gül gibi seni farkettim..."<br />

Lurya Kabalasında ise, Mesih gelmeden "Yahudi<br />

Ulusu'nun gözyaşları vadisi'nden geçeceği ve<br />

yolunda, dikenler arasında güller gibi dağılmış,<br />

uluslar arasındaki kutsal ruhları seçeceği,"<br />

yazılıdır.<br />

Ayrıca çiçek veya gül rozeti, Pesah Bayramı<br />

tepsilerinde sık rastlanan bir figür olup, Sabetaycı<br />

inanca göre de Sevi'nin mesihliği de bir Pesah<br />

günü ilan edilecekti.<br />

En büyük insan,<br />

kendini en çok sayıda insanın<br />

yerine koyabilendir.<br />

<br />

Atasözlerinde Tezatlar<br />

Damlaya damlaya göl olur!..<br />

Taşıma suyla değirmen dönmez.<br />

İyi insan lafın üstüne gelir!..<br />

İti an çomağı hazırla.<br />

Bir elin nesi var, iki elin sesi var!..<br />

Nerde çokluk orda bokluk.<br />

Fazla mal göz çıkarmaz!..<br />

Azıcık aşım, ağrısız başım.<br />

Kervan yolda düzelir!..<br />

Balık baştan kokar.<br />

Söz gümüşse, sükut altındır!..<br />

Sükut ikrardan gelir.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 111 -<br />

Çağrışımlar<br />

Avram Ventura<br />

avramventura@superonline.com<br />

Bir Sis Perdesinin Ardında<br />

Belleğin Tozlu Sayfalarında<br />

Bölüm VI (Son Bölüm)<br />

Judeo-Espanyol Dilinin<br />

Anımsattıkları<br />

Yahudi İspanyolcası<br />

Birçok araştırmacının buluştuğu ortak kanı,<br />

günümüze yakın bir dönem sayılabilecek bin<br />

dokuz yüz elliye kadar olan yıllar araştırıldığında,<br />

İzmir’deki birkaç yüzyıllık Yahudi sosyal<br />

yaşamının incelenebileceğidir. Bunun nedeni, bu<br />

yüzyıllar içerisinde, günlük yaşantıda büyük bir<br />

değişikliğin görülmemesi, gelenek, töre, dil ve<br />

kültürün aynı düzeyde korunmuş olmasıdır.<br />

<br />

Benden bir kuşak öncesine kadar, ilköğrenimin<br />

temeli genelde Fransızcaydı. Türkçe okullarda,<br />

nerdeyse bir yabancı dil gibi okutulurdu. Bu<br />

yüzden anneannem ve onun yaşıtlarının, zaten çok<br />

sınırlı olan eğitimlerinde Türkçeye yer<br />

verilmemesi, evde ve çevresinde Judeo-Espanyol<br />

ya da Türkçe deyişiyle Yahudi İspanyolcasıyla<br />

konuşulmasının temel nedeni olmuştur. (Günlük<br />

konuşmalarda yalnızca İspanyolca ya da Ladino<br />

olarak da kullanılıyor.) Bilindiği gibi bu dilin, en<br />

az beş yüz yıllık bir geçmişi var. İspanya’dan<br />

gelen atalarımız tüm gelenekleriyle birlikte<br />

dillerini de bu güne kadar korumuşlar. Bu arada<br />

Fransızca, İtalyanca, Rumca ve Türkçe sözcükler,<br />

kimi zaman değişime uğrayarak günlük<br />

konuşmalara yerleşmiş ve yeni bir dil olarak,<br />

Judeo-Espanyol oluşmuş. Bir süre önce katıldığım<br />

bir İspanya gezisinde, bana ilginç gelen şu oldu:<br />

Konuşurken İspanyollar beni anlıyorlardı, ben de<br />

onları; oysa kullandığımız dil oldukça farklıydı.<br />

Sözcüklerimizden birçoğu Cervantes döneminden<br />

kalmaydı.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 112 -<br />

Yine bin dokuz yüz ellili yıllara dönüyorum. Eve<br />

bir gazete ya da dergi alındığını, herhangi bir<br />

kitabın okunduğunu hiç anımsamıyorum. Babam,<br />

maddi olanaksızlıklar yüzünden ilkokulu üçüncü<br />

sınıfta bırakmak zorunda kalmış. Gece gündüz<br />

çalışmanın dışında uzun süre yaşamlarında bir<br />

farklılık olmamış. Yalnız onlar mı? Yakın<br />

çevremden tanıdıklarım, uzun yıllar toplumdan<br />

uzak kalmışlar, kendi dar çevreleri içinde<br />

yaşamlarını sürdürmüşler.<br />

Müslüman Türklerle komşulukları, dostlukları yok<br />

muydu? Elbette, vardı. Hem de en iyisinden.<br />

Yaşadıkları çevrenin sınırları içinde, herkes<br />

nerdeyse birbirinin geleneğine, yazgısına ortak<br />

olmuştu. Müslüman, Musevi komşusunun inanç ve<br />

geleneklerini bilir, onun hassas olduğu konulardan<br />

uzak kalmaya çalışırdı. Erkekler, iş ilişkileri<br />

nedeniyle Türkçeye daha yatkındılar; oysa günlük<br />

konuşmaların dışında bu dili kullanmayan<br />

kadınların, gerekli olduğu zamanlarda<br />

zorlandıklarını anımsarım. Benim ve yaşıtlarımın<br />

<br />

Judeo-Espanyola olan kulak dolgunluğu, sınırlı<br />

sözcüklerle de olsa anlaşabilmemiz,<br />

anneannelerimizin bize sürekli olarak bu dille<br />

konuşmalarından kaynaklanmaktadır. Bu<br />

sözcüklerle, bu şarkılarla doldu kulaklarımız, bu<br />

dilin gelenekleriyle büyüdük. Aradan geçen bu<br />

kadar yıl sonra, yaşı daha genç olan yengemin<br />

dışında, evde derslerime hiçbir yardım<br />

alamayışımı hüzünle anımsarım.<br />

Bugün kesin olarak şunu söyleyebiliriz: Bizler,<br />

sınırlı da olsa, bu dili tanıyan son bireyleriz!<br />

Çocuklarımızın birçoğu, bu dile tümüyle yabancı<br />

kalmış; torunlarımızın ise hiçbir şekilde ilgi<br />

göstermeyeceği kesindir. Okullarda alınan Türkçe<br />

eğitimin yanında, Batı dillerinden en az birini<br />

öğrenmek için harcanan çaba, Judeo-Espanyol’u<br />

önemsiz kılmakta, gençlere bu konudaki<br />

çalışmalar hiç çekici gelmemektedir. Bu dilin<br />

yitirilmesinde bir sorumlu aranacaksa, bunun yine<br />

biz olacağımızı açıklıkla itiraf etmek gerekir.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 113 -<br />

Judeo-Espanyol Şarkılar<br />

Yıllardır Los Paşaros Sefaradis, Janet-Jak Esim ve<br />

Erensya Sefaradi, Judeo-Espanyol şarkı geleneğini<br />

canlı tutmaya çalıştı. Her birini büyük bir<br />

beğeniyle izledim, çalışmalarını alkışladım.<br />

Onlarla birlikte, şimdi de bu geleneği çağdaş bir<br />

yorumla sürdüren ve bunu da etkili olarak ülke<br />

çapında yaymakta başarılı olan Sefarad’ı her<br />

dinlediğimde, belleğim beni 1968–70 yıllarına<br />

götürüyor.<br />

O yıllarda, Şalom Gazetesi’nin sürekli yazarı ve<br />

şair Madam Ester Morguez Algranti’yi sıkça<br />

görmeye giderdim. O ziyaretlerimden birinde, beni<br />

bir Amerikalı doktora öğrencisiyle tanıştırdı.<br />

Doktora konusu Judeo-Espanyol ezgilerdi. Adını<br />

anımsamaya çalıştım, boşuna. İyi ki bana<br />

gönderilen tüm mektupları saklama alışkanlığım<br />

var. Eski dosyaları karıştırdım, baktım bana<br />

yazdıklarının herbiri tarih sırasıyla duruyorlar.<br />

Michigan State University başlıklı, William John<br />

Mathieson imzalı. 1969–70 yılları arasında<br />

<br />

yazışmışız. İzmir’i zengin bir kaynak görmüş<br />

olmalı ki, kentte bir süre kalarak belleği sağlam<br />

yaşlıları aramış, onların seslerini teybe kaydederek<br />

bunları değerlendirmeye çalışmıştı. Anımsadığım<br />

kadarıyla, yeterince şarkı toplamasına karşın, daha<br />

görüşemediği onca insanı geride bırakarak<br />

ülkesine dönmeyi içine sindirememiş, benden<br />

yardım istemişti. Hiç bilmediğim bu konuda ne<br />

yapabilirdim? Kolay, demişti. Bana pille çalışan<br />

teybini bırakacak, ben de zamanım oldukça yaşlı<br />

insanları ziyaret ederek söyleyecekleri şarkıları<br />

kaydedecektim. Doğrusu yeni bir konuyla ilgili bir<br />

çalışma yapmak o günlerde bana ilginç gelmişti.<br />

Daha o ülkesine doğru yola çıkarken, ben elimde<br />

teyp, çalışmaya başlamıştım bile.<br />

Günlerce yaşlıların eşref saatlerini bularak<br />

belleklerini zorlamaya, unuttukları şarkıları<br />

anımsatmaya çalıştım. Daha sonra evde, bu teybe<br />

okudukları şarkıları çözümleyerek kağıda<br />

aktardım. Aynı şarkı kimi zaman farklı kişilerden,<br />

farklı sözlerle dile geliyor, onları doğru olarak<br />

çözümlemek, benim gibi bu dili çok sınırlı bilen<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 114 -<br />

biri için gerçekten güç oluyordu. William<br />

açısından önemli olan, ezgiler kadar içerdiği<br />

sözlerdi. Bu yüzden topladıklarımı daktiloya<br />

çekiyor, belli bir süre sonra ona postalıyordum.<br />

Her mektubunda ne denli önemli bir iş yaptığımı<br />

vurguladıktan sonra, bunu sürdürmemi, hatta<br />

yalnız şarkı değil, bu dilde yazılmış ne varsa<br />

toplamamı öneriyordu. Ayrıca profesörünün benim<br />

için söylemiş olduğu övgü dolu sözleri ekleyerek,<br />

beni onurlandırmaya çalışıyordu. Bir süre sonra,<br />

Madam Ester’de William’ın ona yolladığı doktora<br />

tezinin bir örneğini gördüm. Oldukça kapsamlı bir<br />

çalışma yapmıştı. O gün, o tezin bir fotokopisini<br />

almadığıma yanarım.<br />

Bu konuları, William gittikten sonra da zaman<br />

zaman Madam Esterle görüştük. Kendisi bu<br />

şarkıları çok severdi. Öyle ki, uzun bir süre<br />

İzmir’de hazanlık yapan ve bir Türk sanat müziği<br />

üstadı olduğu kadar, Judeo-Espanyol folkloru<br />

konusunda da çok ünlü olan İsak Algazi’den ders<br />

aldığını söylerdi.<br />

<br />

Bu ezgileri toplarken, genelde iki tür olduklarını<br />

saptamıştım: Beş yüz yıl öncesinden gelen<br />

romanslar ve bu beş yüz yıl içinde ülkemizde<br />

yazılanlar, bestelenenler. Bu romansları, atalarımız<br />

İspanya’dan gelirken, dilleriyle birlikte taşımışlar.<br />

Her biri, bir öyküyü anlatıyor. Aşkı, ayrılığı,<br />

gurbeti, özlemi... Genelde dörtlüklerle yazılan bu<br />

romansların ikinci ve dördüncü dizeleri, başından<br />

sonuna kadar, yarım uyak aynı sesi sürdürüyor.<br />

İlginç olanı, yüzyıllardır kulaktan kulağa<br />

günümüze kadar gelmiş olması. Onlardan bir<br />

örneğini, elimdeki metin eksik ya da yanlış da<br />

olabilir, yine de anlamına sadık kalarak çevirmeye<br />

çalıştım:<br />

Fransa kralının / Üç kızı vardı<br />

Biri kesim yaparken / Öteki dikiş dikerdi<br />

İçlerinden küçükleri / Kasnakta nakış işlerdi<br />

Çalışmaya dalmışken / Birden uykusu gelirdi<br />

Ansızın annesi görür / Onu dövmek isterdi<br />

Kız, sakın dövme anne / Hiç dövme beni derdi<br />

Bir rüya görüyordum / Hem güzel hem sevinçli<br />

Bir kuyuya eğilmiştim / Altın bir kolye göründü


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 115 -<br />

Bu altını gagalayan / Çevresinde üç kuş vardı<br />

Baktığım pencereden / Bir ışıyan yıldız gördüm<br />

Bu kez baktım bahçeye / Dolunayı orda gördüm<br />

Kuyudaki altın kolye / Kralın oğlu, nişanlın<br />

Gördüğün o üç kuş / Üç kayınbiraderin<br />

Işıyan yıldız ise / Kralın kızı, görümcen<br />

Bahçedeki dolunay / Kralın karısı, kaynanan<br />

Ve nasıl söylediyse annesi / unuttu öylecene<br />

Bu romansların dışında, daha önce de söylediğimiz<br />

gibi, ülkemizde yazılmış, bestelenmiş olanlar var.<br />

Bu şarkıların temaları, romanslardan çok daha<br />

zengindir. Kuşkusuz aşk, ayrılık, şarap, acı, coşku<br />

onların temel temaları arasında yer alıyor. Evlerde<br />

düzenlenen yemekli toplantılarda söylenen Judeo-<br />

Espanyol ezgilerin sesleri, bu kadar yıl sonra hâla<br />

kulaklarımdadır. Kimi zaman bu toplantılarda,<br />

masanın bir ucunda biri, öteki ucunda bir başkası,<br />

atışma şeklinde bu şarkıları söylerlerdi.<br />

Yüzyıl öncesinin bir örneğini, hem anlam hem de<br />

imge zenginliğini göstermek için çevirmeye<br />

çalıştım:<br />

<br />

Yasemin fidanım benim / Kollarımda büyüttüm<br />

seni / Büyüttüm, güzelleştirdim / Başkalarının<br />

mutluluğu için<br />

Çık kapıya göreyim seni / İstersen pencereye /<br />

Konuş benimle, dök içini / Aç sırlarını kalbinin<br />

Ben başlasam anlatmaya / Hayatımın sırlarını /<br />

Kâğıt diye isterim göğü / Denizi mürekkep diye<br />

Göğü kâğıt diye isterim / Mürekkep diye denizi /<br />

Birer kalem olsun ağaçlar / Dertlerimi<br />

yazabileyim.<br />

Çocuktum. Bir gün genç yaştaki karşı<br />

komşumuzun öldüğünü öğrendim. Bağırtılar,<br />

çığlıklar arasında, ölenin kayınvalidesinin yanık<br />

sesiyle söylediği ağıdı hiç unutamam. Bu şarkının<br />

ilk dizesini şöyle çevirebiliriz:<br />

“Elveda, elveda, canım sevdiğim benim.”<br />

O dönemin müziğinden söz ederken Dario<br />

Moreno’yu unutmamak gerekir. Çanakkale’de<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 116 -<br />

şehit olan Yahudilerin yetim çocuklarının<br />

barındığı, Agora civarındaki Yetimler Yuvası,<br />

küçük yaşta Dario’ya da kucak açmıştı. Daha o<br />

yaşlarda farkedilen ses güzelliği, küçük Dario’yu<br />

müzikli toplantıların gözdesi yapmıştı. Daha ileri<br />

yıllarda, gösterdiği inanılmaz çabayla ünü ülke<br />

sınırlarını aşmış, uluslararası ödüller kazanmıştı.<br />

Beş yüz yıldır söylenen Judeo-Espanyol ezgiler,<br />

ülkemizin birer zenginliği. Her birinin sözü ve<br />

sesiyle verdiği iletiyi her dönemde beğeniyle<br />

izleyebiliyorum. Ben kendi payıma, William’ın<br />

dürtüsüyle de olsa, başlattığım bu çalışmayı<br />

geliştirebilir, geleceğe kimi belge ve bilgiler<br />

bırakabilirdim. Bu konuda kendimi eksik ve<br />

kusurlu sayıyorum. Los Paşaros Sefaradis, Janet-<br />

Jak Esim, Erensya Sefaradi ve Sefarad gruplarının<br />

çalışmalarını, bu nedenle hem bir burukluk hem de<br />

gururla izliyorum.<br />

Ünlem Dergisi Sayı:6, 2004 yılında yayınlandı.<br />

<br />

Atasözlerinde Tezatlar<br />

Harama uçkur çözülmez!..<br />

Güzele bakmak sevaptır.<br />

İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur!.<br />

İki çıplak bir hamama yakışır.<br />

Bülbülün çektiği dili belası!..<br />

Bilmemek ayıp değil sormamak ayıp.<br />

Eşeğe altın semer vursan da<br />

eşek yine eşektir!.<br />

Ye kürküm ye.<br />

Eğri otur doğru söyle!..<br />

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.<br />

Düşenin dostu olmaz!..<br />

Dost kara günde belli olur.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 117 -<br />

İzmir'e İz Bırakanlar Renin Eliş & Ester Cen<br />

Avram Mizrahi<br />

(1916 - 1992)<br />

Biyografi<br />

Yahudilik ile olan bağlarımızın kurulması ve<br />

sürdürülmesinde önemli roller üstlenmiş nice din<br />

<br />

adamları gelip geçmiştir cemaatimizden. Ravlar,<br />

hahamlar, hazanlar, şohetler, moeller... Doğumdan<br />

ölüme kadar, yaşamımızın her döneminde,<br />

dinimizin gereklerini yerine getirebilmemiz için<br />

görevlerini en iyi şekilde yapan bu değerlerimizi<br />

aramızdan ayrıldıktan yıllar sonra bile unutmuyor<br />

ve her fırsatta onları saygı ile anıyoruz.<br />

Örneğin, yeni doğan bir erkek çocuğun, dünyaya<br />

gelişinin sekizinci günü gerçekleştirilen Britmila’nın<br />

Yahudi yaşamı için ne kadar kutsal, ne<br />

kadar vazgeçilmez olduğunu bir düşünelim.<br />

Bebeğin Yahudilikle oluşturduğu bu ilk ve kalıcı<br />

bağın kurulmasını sağlayan moel’dir. İzmirli moel<br />

Avram Mizrahi de, Tanrı'mızın atamız Avraam<br />

Avinu ile yaptığı anlaşmaya uygun olarak, uzun<br />

yıllar boyunca çok önemli bir mitsvayı yerine<br />

getirmiş ve İzmir Cemaatinin "sünnet" geleneğini<br />

en iyi şekilde sürdürebilmesine büyük katkılarda<br />

bulunmuştur.<br />

Nesiller boyu İzmirli aileler “venga el novyo”<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 118 -<br />

çağrısıyla yürekleri heyecan ve gururla çarparak<br />

minicik yavrularını ona teslim ettiler. İzmir<br />

cemaatine uzun yıllar yalnız moel olarak değil, bir<br />

sağlık uzmanı olarak da hizmet etmiş olan Avram<br />

Mizrahi’nin yaşam öyküsünü oğlu Moşe Mizrahi<br />

ile yaptığımız söyleşiden aktarıyoruz.<br />

Avram Mizrahi, Yosef ve Estreya Mizrahi’nin<br />

oğlu olarak 1916 yılında İzmir'de dünyaya geldi.<br />

Ablaları Matilda ve Viktorya, babasının ilk<br />

evliliğindendi. Daha sonra iki kız kardeş İsrael'e<br />

taşındılar.<br />

Mesleği terzilik olan babası, o henüz on iki<br />

yaşındayken hayata veda etti. Annesi bu mesleği<br />

sürdürerek ailenin geçimini sağlamaya çalıştı.<br />

Babasının kaybı, erken yaşta çalışma hayatına<br />

atılmasına neden oldu. Çocuk yaşlarda Karataş<br />

Hastanesinde çalışırken sağlık alanında edindiği<br />

bilgi ve deneyim hayatına yön verecek olan önemli<br />

bir basamaktı.<br />

Bir yandan çalışırken bir yandan da Talmud<br />

<br />

Tora ve Yeşivalarda din eğitimi almaya başladı.<br />

Yeşivada Rav Yosef Eskinazi, Rav Gabriel de<br />

Boton gibi dönemin önde gelen din adamlarıyla<br />

birlikte eğitim gördü. 1945 yılında o zamanki<br />

İzmir Hahambaşısı Rav Moşe Melamed'in kızı,<br />

Lea Lusi ile evlendi. Yosef ve Moşe Mizrahi<br />

evlatlarıdır.<br />

Sağlık konularına yatkınlığı, aldığı din eğitimi ve<br />

yaşam tarzıyla bütünleşince, on yedi yaşından<br />

yetmiş yaşına kadar sürdüreceği moellik yolu ona<br />

açılmış oldu. Moelliğin yanı sıra cemaatimizde


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 119 -<br />

adeta seyyar bir hastane gibi çalıştı, ihtiyacı olan<br />

bir çok kişinin yardımına koştu. İğne yapmak,<br />

serum bağlamak, yatalak hastaların yaralarını<br />

temizlemek, bakımlarını yapmak gibi konularda<br />

üstüne yoktu. Cemaate bu katkılarının yanı sıra<br />

Avram Mizrahi, İlsan İlaç Sanayi firmasında yirmi<br />

yıl çalıştı ve aynı firmadan emekli oldu.<br />

Onun zamanında Rabi Nesim Barbaymon, Eliya<br />

Moron, Rafael Moron da moellik yapıyorlardı.<br />

Rafael Moron'a meolliği Avram Mizrahi<br />

<br />

öğretmiştir. İyi bir dini eğitim almış olan Avram<br />

Mizrahi dini seremonilerde sinagoglarda hahamlık<br />

da yapardı.<br />

Gerek aldığı eğitim, gerek hahambaşının kızıyla<br />

evlenmiş olması nedeni ile evinde dini gelenekleri<br />

yaşatır ve uygulardı. Karataş'ta oturdukları yıllarda<br />

evinin üst katında suka yapar, tüm öğünlerini<br />

orada yerdi. Evde kaşerut kurallarına uyulur,<br />

Şabat'a bakılırdı. Oğlu Moşe, Şabat başlamadan<br />

müslüman bir komşularının eve gelip tüm<br />

lambaları kapattığını anımsıyor. İnsan hayatına<br />

verdiği önem her zaman öncelik taşırdı. Sağlık<br />

konusunda acil bir ihtiyaç olduğunda bu kuralları<br />

ihlal etmekten çekinmezdi. Sağlığı elverdiği sürece<br />

yaptığı hizmetler nedeni ile cemaatte girmediği ev<br />

yok gibiydi.<br />

Avram Mizrahi “Her baba evladına bildiklerini<br />

öğretmeli” sözüne uygun davranarak oğullarına<br />

bilgilerini aktardı. Ayrıca Mahazike Tora’da<br />

eğitim almalarını sağladı. Oğlu Moşe Mizrahi,<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 120 -<br />

babasının ona verdiği değerli eğitim sayesinde<br />

bugün sinagogda hazanlık yapmaktadır.<br />

İnsanlara yardım etmeyi seven biri olarak, verdiği<br />

sağlık hizmetlerini ve büyük sorumluluk<br />

gerektiren moellik misyonunu her zaman çok<br />

severek yapan Avram Mizrahi 1992 yılında hayata<br />

veda etti. Bugün sayıları iyice azalmış olan Britmila<br />

törenlerine İstanbul’dan moel çağırmak<br />

durumunda kaldığımız düşünülürse, arkasında<br />

bıraktığı boşluk daha iyi anlaşılır.<br />

<br />

Yakınları ve tanıdıklarından elde ettiğimiz<br />

anekdotlar o döneme ışık tutması açısından ilginç<br />

bilgiler içeriyor:<br />

MOŞE MİZRAHİ (Oğlu)<br />

Babamın kayınbiraderi Bohor Melamed, o<br />

zamanlar Bet-İsrael Sinagogu başhahamıydı.<br />

Melamed, çok heyecanlı ve evhamlı bir insandı.<br />

Sünnet törenlerinde çok heyecanlanırdı. Babama<br />

şöyle demişti: “Avram, sen sünnet işlemini<br />

bitirince, bebek iyi mi, her şey yolunda mı bana<br />

haber ver; ben de rahatça törene devam edeyim.”<br />

Babam da bunun üzerine, her sünnet bitiminde<br />

kollarını havaya kaldırarak, “her şey yolunda”<br />

mesajını yollardı. O günden beri İzmir'de Brit-mila<br />

törenlerinde bu hareket bir sembol olarak<br />

kalmıştır.<br />

Bir defasında bir eczacıdan bulunması güç bir ilaç<br />

istemiştim. Eczacı bana ilacı temin etti ve bana<br />

babamın hatırı için yaptığını ifade etti. "Baban<br />

benim hayatımı kurtarmıştı." dedi. Bugün


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 121 -<br />

hala, babamın saygın bir isim bırakmış olması,<br />

insanlarımızın onu minnetle anması bizleri mutlu<br />

ediyor<br />

YUSUF MİZRAHİ (Oğlu)<br />

Babam İlsan İlaç Sanayiinde çalıştığı yıllarda<br />

seminerler için İstanbul’a gelirdi. Ben de o sırada<br />

İstanbul’da üniversitede okuyordum. Baba oğul bir<br />

hafta boyunca birlikte vakit geçirirdik. Benim için<br />

çok özel anlardı onlar. Dini konular söz konusu<br />

olunca tartıştığımız çok olurdu. Çünkü benim<br />

daha liberal bir yaklaşımım vardı.<br />

Beni babam sünnet etmiştir. O günü hiç<br />

unutamam!!! İlginç olan, ben babamın sünnet<br />

ettiği ilk bebeklerden biriydim, yeğenim Avi ise<br />

sonuncusuydu. Kısacası babam jübilesini kendi<br />

adını taşıyan torunu Avi Mizrahi ile yaptı.<br />

Babam duygularını göstermeyi pek bilemezdi ama<br />

temelde duygusal ve sevecen bir insandı.<br />

<br />

EMİLİ ŞEN:<br />

Kendisi teyzemin eşiydi. İğne yaptığı için<br />

küçükken ondan biraz çekinirdim. Ama onu çok<br />

severdim. Çok fedakar, iyi bir insandı. Sağlık<br />

konusunda herkesin yardımına koşardı. Bence,<br />

halen moellik konusunda İzmirliler onunun<br />

eksikliğini fazlasıyla hissediyorlar.<br />

RAFAEL MORON :<br />

Avram Mizrahi çok iyi niyetli, yardımsever bir<br />

insandı. Bana moelliği kendisi öğretmiştir. Son<br />

zamanlarda rahatsızlığından dolayı sünnet işlemini<br />

yapamadığında ben onun namına sünneti yapar,<br />

aldığım ücreti kendisine teslim ederdim. Kendisine<br />

büyük saygım vardı.<br />

İnsanlar<br />

anıldıkları sürece<br />

yaşarlar.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 122 -<br />

Açı - I<br />

David Enriquez<br />

davit.enriquez@maseksport.com<br />

Yahudilik - Açık Toplum ve Aykırılık<br />

<strong>DIYAL</strong>oG'un 8. sayısında “Gelenekler ve<br />

Değişim” başlıklı yazımın bir paragrafında kısaca<br />

değindiğim “açık toplum” kavramını, özellikle<br />

Diaspora Yahudiliği ile olan yakın ilişkisi<br />

dolayısıyla, bana ayrılmış bu köşede biraz daha<br />

etraflıca irdelemeye çalışacağım.<br />

Sürgünlerinin bir döneminde ayak bastıkları<br />

Avrupa kıta’sında, Diaspora Yahudileri içinde<br />

yaşadıkları geniş toplumlarca dışlanmış ve onların<br />

dışında, onlardan kopuk bir şekilde, zorunlu olarak<br />

toplandıkları getolarda, kendi içlerine dönük,<br />

‘kapalı toplumlar’ halinde yaşamlarını sürdürmek<br />

zorunda bırakılmışlardır. Bu süreç içerisinde,<br />

Diaspora Yahudileri, ‘kapalı toplum’ olmanın<br />

getirdiği zor yaşam koşulları altında, bir yandan<br />

dinlerine ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı<br />

kalırken, çelişkili de görünse, diğer yandan,<br />

<br />

yaşanılan koşulların güçlüğüne rağmen, nerede ve<br />

hangi şartlar altında olurlarsa olsunlar, sürekli<br />

olarak “kapalı toplum” kabuğunu kırmak ve “açık<br />

toplum” konumuna geçmek gayreti ve arayışı<br />

içerisinde olmuşlardır.<br />

‘Açık toplum’ tabiri, aslında özünde düşünce<br />

özgürlüğünü içeren bir kavramı ifade eder. Bu<br />

kavram, gelişime ‘açık’ olmayı, akıl ve hikmet ile<br />

mantığın süzgecinde, doktriner, dogmatik ve<br />

statükocu yaklaşımları sorgulamayı gerektirir.<br />

‘Açık toplum’, durağan kalıpların dışına çıkılan,<br />

eskimiş ve alışılmışın tekrarının olmadığı, yeni<br />

düşüncelerin yaratılabildiği, bağımsız bir düşünce<br />

ortamına işaret eder. Daha basit bir ifade ile,<br />

toplumsal, psikolojik, sosyolojik, biyolojik ve<br />

çevresel olayların yarattığı kalıplara farklı bir<br />

düzlemde bakabilen bir toplum yapısıdır. Bu<br />

saptama sonrası, vurgulanması gereken önemli bir<br />

husus vardır: ‘açık toplum’ kavramının asla ve<br />

asla ‘modern toplum’, veya ‘modernite’ ile<br />

karıştırılmaması gerektiğidir. Modern giyinmek,<br />

modern iletişim araçları, modern binek araçları


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 123 -<br />

kullanmak, modern evlerde oturmak, modern<br />

müzik dinlemek, bireyleri ve bu tür bireylerin<br />

oluşturdukları toplumları asla ‘açık toplum’<br />

statüsüne sokamaz.<br />

‘Açık toplum’ kavramında, etik ve moral<br />

değerlerde, düşün ve bilim alanlarında, kişisel ve<br />

toplumsal boyutlarda, düşünce özgürlüğüne dayalı<br />

gelişim çok önemli bir yer tutar. ‘Açık toplum’u<br />

oluşturan ‘açık birey’, yapısı gereği, gelişime açık<br />

olduğundan, yeni olguları aklının süzgecinden<br />

geçirerek, bunların bir kısmını alma, benimseme<br />

ve içselleştirme sürecine girer. Bu süreç, bir<br />

anlamda, yeni şartlar yaratmayı veya yeni şartlara<br />

‘entegre’ olmayı gerektirir. Burada sözü edilen<br />

‘yeni değerler’in fiziksel veya maddî değerler<br />

olmayıp, bunların düşün, etik, moral, sosyal v.s..<br />

gibi soyut değerler olduklarını, yanlış<br />

anlaşılmalara mahal vermemek için tekrar<br />

vurgulayalım. ‘Kapalı’ ve modern ‘kapalı<br />

toplumlar’ın temel eksikliği, sözünü ettiğimiz bu<br />

soyut değerleri geliştirebilme, benimseme, onlarla<br />

bütünleşebilme, içselleştirme yetisi ve arzusunun<br />

<br />

bulunmayışıdır. Oysa, Diaspora Yahudileri,<br />

şartlar ne olursa olsun, içinde yaşadıkları geniş<br />

toplum içerisinde ve hatta onun sınırları ötesinde<br />

gelişen yeni değerler ile bütünleşme içgüdüsünü,<br />

sorgulamacı yapıları ve doğaları gereği sürekli<br />

canlı tutabilmişlerdir.<br />

Dünya insanlık tarihine baktığımızda, değişmeyen<br />

tek gerçeğin “gelişimci değişim”in olduğunu<br />

söyleyebiliriz. Dünyamız, değerler açısından<br />

aslında sürekli hareket halinde olup, her an, bir<br />

önceki andan bir adım daha ileri gitmiştir bile.. Bu<br />

bütünlük içerisinde, mevcut durum, yani statüko<br />

ne kadar dirense değişmek ve dönüşmek zorunda<br />

kalmaktadır. Bu yolu da mevcuda uyanlar veya<br />

ılımlılar değil, uyumsuzlar açar. İşte, özellikle<br />

Diaspora Yahudileri, bilinen tarihleri boyunca,<br />

bireysel ve toplumsal ölçekte bu kurala uymuşlar<br />

ve hemen her alanda dünya değerlerini değiştiren<br />

bu öncü “uyumsuzlar” grubunun içerisinde yer<br />

almışlardır. Bu gerçeğin geçerliliğini, tarihsel<br />

gelişimi içerisinde, Yahudi yaşamının hemen her<br />

kesiminde görebiliriz.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 124 -<br />

Musa Peygamber ve hatta daha geriye giderek<br />

Abraham zamanından ele alındığında; insanların<br />

muhtelif tanrılara ve onları temsil eden putlara<br />

taptıkları bir dönemde, atalarımız bu inanç ve<br />

düşünce yapısını kırarak ‘Tek Tanrı’ kavramını<br />

ortaya atmışlar ve bu yeni anlayış ile, o güne kadar<br />

gelmiş geçmiş dinî inanışlar içerisinde, tüm<br />

kavramların ötesinde, yepyeni, devrimci ve aykırı<br />

olarak tanımlayabileceğimiz bir Tanrı ve teokratik<br />

düşüncenin ortaya çıkmasına zemin<br />

hazırlamışlardır. Yahudiler, daha önceki<br />

yazılarımda da sıkça belirttiğim gibi, sadece yeni<br />

bir kavram yaratmakla kalmamışlar, zaman<br />

içerisinde bu kavramın içini doldurarak, içinde<br />

bulundukları dönem şartlarının çok üstünde,<br />

gelişmiş sosyal yaşam kuralları, yasaları ve<br />

standartları oluşturmanın yanısıra, Yahudi dini ile<br />

önemli bir felsefe kaynağı ve sistematiğini de<br />

beraberinde oluşturmuşlardır. ‘Yahudi dini’ o<br />

dönemlerin şartları içerisinde öylesine devrimci,<br />

etkili ve çağdaş olmuştur ki, kendinden 1500 ve<br />

2100 yıl sonra gelen diğer iki önemli Semavî din –<br />

<br />

Hiristiyanlık ve İslam - tarafından da ilham<br />

kaynağı ve temel öğreti olarak alınmıştır.<br />

Büyük Sürgün sonrası dönemine baktığımızda ise,<br />

Yahudilerin, sürekli olarak felsefe, ideoloji, bilim,<br />

ekonomi, ticaret gibi çok farklı seküler alan ve<br />

dallarda, bir çok yeni akımın başını çektikleri<br />

görülür. Özellikle, Avrupa kıta’sına ayak bastıktan<br />

bu yana Yahudiler, yerleşik kalıp ve klasik<br />

söylemlerin dışına taşan düşünceleri ile düşün ve<br />

bilim dünyasında her zaman ön plana çıkmışlar ve<br />

bu yapıları ile dünyada bir çok yeni akımın<br />

oluşmasında öncülük etmişlerdir. Bu<br />

özelliklerinden dolayı da Yahudiler, Yahudi dinîne<br />

duyulan nefretin oluşturduğu Yahudi<br />

düşmanlılığının yanısıra, bu başarılarından ve<br />

öncülüklerinden dolayı da Yahudi olmayanların<br />

ayrıca hedefi olmuşlardır. Bu olumsuz tutum<br />

öylesi boyutlara ulaşmıştır ki, neredeyse her taşın<br />

altında Yahudiler ve Yahudilik aranır<br />

olunmuştur. O kadar ki, birbirlerine zıt iki ayrı<br />

ideolojik kutup olan ‘Kapitalizm’ ve<br />

‘Komünizm’in temel teorisyenleri arasında


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 125 -<br />

özellikle ve en ön sıralarda çokça yer almaları<br />

sonucu, Yahudilik ve Yahudi, sağ görüşlüler için<br />

‘komünist’ veya ‘bolşevik’ olarak yaftalanmış, sol<br />

görüşlüler için ise Yahudilik ve Yahudi ‘kapitalist’<br />

ve ‘sermaye’ olarak kabul edilmişlerdir. Öte<br />

yandan, Yahudiliğe kendi iç penceresinden<br />

bakıldığında ise, yüzümüzü 1650 yıllarında<br />

Amsterdam’a çevirdiğimiz zaman, dinî eğitim<br />

almış olmasına rağmen, o günler geçerli ve hakim<br />

olan Yahudilikteki Tanrı kavramına aykırı bir<br />

anlayış ve bakış açısı getirmiş ve bu nedenle<br />

Yahudilikten aforoz edilmiş, dünya felsefe<br />

tarihinde çığır açmış bir Baruh Spinoza görürüz.<br />

Yahudilik, Spinoza gibi, dinî ortamda yetişmiş<br />

olmalarına rağmen, nice (Emile Durkheim, Moses<br />

Hess v.s..) seküler aykırı filozofları kendi<br />

bünyesinden çıkartabilmiştir. Yahudilik bununla<br />

da kalmamış, din konusunda, Maimonides, Luria,<br />

Rashi ve daha bir çokları gibi Yahudi dininin<br />

kendi bünyesinde yeni yorumlar getirebilmiş<br />

düşünürler, din bilginleri yetiştirebilmiştir. Bu tür<br />

örnekleri çoğaltmak mümkündür. Sonuç itibariyle,<br />

<br />

“görünen köy kılavuz istemez” misali, çok açık ve<br />

net bir şekilde, Yahudiler en “kapalı” oldukları<br />

dönemlerinde bile, düşünsel ve entelektüel<br />

gelişime açık, anti-konformist bir ‘açık toplum’<br />

özelliği sergilemişler ve bu özelliklerini günümüze<br />

dek koruyabilmişlerdir. İşte, değişim ve gelişime<br />

“açık” bu özellikleri dolayısıyla, Diaspora<br />

Yahudileri, bir çok azınlık toplumuna kıyasla,<br />

içinde yaşadıkları geniş toplumla, ve onun<br />

ötesinde gelişmiş dünya ile, bilim, düşün ve sanat<br />

alanlarında çok daha hızlı bir entegrasyon süreci<br />

yaşamışlardır. Böylece, bir çok alanda, nüfuslarına<br />

kıyasla, nitelik ve nicelik olarak hep ön saflarda<br />

yer tutabilmişlerdir. Bu nedenle, Diaspora<br />

Yahudiliğinde Yahudi kimliğinin korunması<br />

çabalarında takip edilecek yol ve uygulamalarda,<br />

toplumun bu ‘aykırı’ ve ‘açık’ özel yapısının<br />

mutlaka göz önünde tutulması gerekmektedir. Aksi<br />

halde, bu özelliği göz ardı edecek girişim ve<br />

çabalar gerçek koşullarla çelişkiye düşerek<br />

çatışacağından sonuçsuz kalmaya mahkûm<br />

olabilirler.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 126 -<br />

Açı - II<br />

Neden ?<br />

David Enriquez<br />

davit.enriquez@maseksport.com<br />

Bir Ortadoğu uzmanı veya siyaset bilimcisi<br />

değilim ama Haziran 2010 başında meydana gelen<br />

“Mavi Marmara” gemisi olayı sonrası gelişen<br />

üzücü olaylar zinciri üzerine, sıradan bir izleyici,<br />

basit bir gözlemci sıfatıyla objektif ve tarafsız<br />

olmaya çalışarak söz konusu olaya ilişkin aklıma<br />

takılan bazı soruları sizlerle paylaşmak ihtiyacını<br />

hissetmiş bulunmaktayım:<br />

Neden, Filistin ile ilgili olarak her “abluka” ve<br />

“ambargo” sözü geçtiğinde, insanî yardımların<br />

ağırlıklı olarak İsrail’den geçmesine rağmen<br />

hep İsrail’den olumsuz söz edilirken, bu<br />

konularda Mısır’dan hemen hemen hiç veya<br />

pek az söz edilmekte, sessiz kalınmaktadır?.<br />

Neden, sürekli Gazze’deki yaşam koşulları<br />

gündemde tutulurken, F.K.Ö.’nün (Filistin<br />

<br />

Kurtuluş Örgütü) kontrolü altında bulunan Batı<br />

Şeria’daki yaşam koşullarının gündeme<br />

gelmemesinin ardındaki gerçekler üzerinde<br />

durulmamaktadır.?<br />

Neden, İsrail tarafından 3 yıldan bu yana<br />

Gazze’ye ambargo uygulanırken Batı Şeria’da<br />

böylesi bir ambargo uygulanmamaktadır ve<br />

neden bu konu gündeme getirilmemekte ve<br />

dikkate alınmamaktadır ?.<br />

Neden, Filistin’in Batı Şeria kesimi, Mısır ve<br />

Ürdün ile İsrail arasında, Hamas kontrolündeki<br />

Gazze ve Lübnan’da Hizbullah örgütü<br />

kontrolündeki bölgelerde görülen türde<br />

sürtüşme ve gerilimler yaşanmamaktadır ?.<br />

Filistin devleti ve onun meşru temsilcisi FKÖ<br />

mevcut iken, Gazze bölümü sanki ayrı bir<br />

siyasal kimliğe sahipmiş gibi sunulmaktadır ?.<br />

Neden, tüzüğünün giriş bölümünde Yahudilere<br />

karşı olduğunu ve İsrail devletini ortadan<br />

kaldıracağını açıkça ifade eden, FKÖ’nün<br />

İsrail ile yapmış olduğu anlaşmaları


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 127 -<br />

saymayacağını alenen ilan etmiş ve ABD ile<br />

Batı tarafından terörist örgüt olarak kabul<br />

görmüş bir Hamas’a (bir açıdan da<br />

Hizbullah’a) arka çıkılırken, Filistin’in meşru<br />

otoritesi olan FKÖ arka planda bırakılmakta ve<br />

hatta pek ciddiye alınmamaktadır ?.<br />

Neden, Filistin’in meşru temsilcisi olan seküler<br />

FKÖ’ye destek verilmez ve muhatap<br />

alınmazken, radikal ve bağnaz İran’ın uzantısı<br />

olan ve Filistin’in Gazze bölümünü, FKÖ ile<br />

savaşarak, bir anlamda silah zoru ile ele<br />

geçirerek, diğer bölümünden koparan ve bu<br />

bölgeyi İran’ın Akdeniz’e açılan kapısı haline<br />

sokmak isteyen radikal Hamas’a arka ve sahip<br />

çıkılmaktadır?.<br />

Neden Türkiye, gayri resmî ve dolaylı yönden<br />

ambargoyu delme girişimine destek olmak<br />

yerine, öncelikli olarak, iyi ilişkiler içerisinde<br />

olduğunu gösterdiği Hamas’ı, barış yolunda<br />

güven artırıcı bir adım olarak, İsrail’i devlet<br />

olarak tanıması yönünde çaba<br />

sarfetmemektedir ?.<br />

<br />

Neden, “Goldstone” raporunun İsrail ile ilgili<br />

bölümleri sık sık gündeme getirilirken, bu aynı<br />

raporun Hamas örgütüne ilişkin ağır suçlamalar<br />

ve olumsuz görüşler içeren bölümleri hiç<br />

gündeme getirilmemektedir ?.<br />

Politika’nın, siyasetin özünde, ikiyüzlülük, çıkar,<br />

çifte standart ve çelişki gibi olumsuz davranış ve<br />

tutumlar muhakkak ki önemli yer tutar.<br />

Dolayısıyla, devletler, zaman zaman, kendi<br />

gerçekleri doğrultusundaki uygulama ve<br />

söylemlerinde çelişkiye düşmekten beis ve sıkıntı<br />

duymazlar. Böylesi tutumlar siyasette neredeyse<br />

doğal, sıradan bir hal almıştır.<br />

İsrail’in, “Mavi Marmara” olayında üzücü<br />

sonuçlar doğuran müdahalesinin, gerekçesi ne<br />

olursa olsun, teknik açıdan bazı hatalar içerdiği bir<br />

gerçektir. Konu, büyük olasılıkla raporlarda<br />

açıklığa kavuşacaktır. “Mavi Marmara” olayı ile<br />

ilgili, yukarıda sıraladığım, aklıma ilk gelen bu<br />

birkaç soru ile üzerinde durmak istediğim husus<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 128 -<br />

ise, tipik bir popülist “politika”nın doğurabileceği<br />

çelişki ve “çifte standart” olgularına vurgu ve bu<br />

olguların “anti-semit” algı üzerindeki rolüdür.<br />

Sorduğum sorulara kişisel olarak verdiğim<br />

cevaplar sonucu, bu olay karşısında Türkiye’de<br />

sergilenen resmî tavır ve söylemlerin, siyasî<br />

karakteristiklerinden öte, içerdikleri “çifte<br />

standart” ve çelişkiler dolayısıyla, en basit şekli<br />

ile, Yahudiliğe ve Yahudiye duyulan<br />

“antipati”nin, bunun ötesinde ise “antisemitizm”in<br />

bir dışa vurumu gibi bir algılama ile<br />

kendimi karşı karşıya bulmaktayım.<br />

Kişiler, örgütler, kurumlar ve devletler, kendilerine<br />

göre geliştirdikleri gerekçelere dayanarak İsrail<br />

karşıtı görüşlere sahip olabilirler. Bunu doğal<br />

karşılamak gerektiği gibi, buna karşı çıkmak ve<br />

düzeltmek çabası da oldukça güç ve çetin bir uğraş<br />

gerektirir. Bu uğraşta dikkat edilecek en önemli<br />

husus, bu kişi, örgüt, kurum veya devletlerin, İsrail<br />

karşıtı duruşlarını dayandırdıkları argümanlarını,<br />

aynı samimiyetle, “çifte standart”tan ve çelişkiden<br />

<br />

uzak biçimde, benzer başka örneklerde de<br />

sergileyip sergilemedikleridir. Sergilemeleri<br />

halinde, görüşlerinde samimi oldukları<br />

varsayılabilir. Bu durumda, söylemlerindeki<br />

tutarlılıkları dolayısıyla, argümanlarında bariz<br />

“ırkçı” ve Yahudi karşıtı ifadeler bulunmadığı<br />

sürece bu görüşleri “anti-semit” olarak nitelemek<br />

yanlış olur.<br />

Bu açıklamalar ışığında, “Mavi Marmara” olayına<br />

ilişkin, yazımın başında sorduğum soruları,<br />

sizlerin de kendi kriterlerinize göre, kişisellikten<br />

uzak, objektif bir şekilde cevaplandırarak, son<br />

söylemlerin anti-semit kapsam içerisine alınıp<br />

alınamıyacağı değerlendirmesini kişisel<br />

takdirlerinize bırakmak istiyorum.<br />

İyi insan olmak istersek,<br />

önce kötü insan olduğumuzu<br />

anlamalıyız.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 129 -<br />

Yaşam Koçunuz<br />

İçimdeki Güç<br />

Violet Alalof<br />

violetm@superonline.com<br />

Yaptığım mesleği seviyorum. Bana hep kendi<br />

gücümü hatırlatıyor. Dışarıdan gelecek hiçbir<br />

cevaba, bilgiye, fikre, tavsiyeye ihtiyacım<br />

olmadığını bütün cevapların bende olduğunu<br />

hatırlatıyor. Ne istersem isteyeyim, eğer bir şeyi<br />

gönülden istiyorsam ona ulaşabilme gücünün<br />

bende olduğunu hatırlatıyor. İçimdeki güce bağlı<br />

yaşadıkça, hep o güçle bağlantıda oldukça<br />

hayatıma ışık dolduğunu hatırlatıyor. O güçle<br />

bağlantıda oldukça hayatın daha anlamlı<br />

kılındığını, mucizelerin gerçekleştiğini hatırlatıyor.<br />

Ve o mucize anlarında ben gözlerimden akan<br />

mutluluk ve şükran gözyaşlarıyla bu hayatı ve<br />

yaşamayı daha çok seviyorum.<br />

Yaptığım mesleği seviyorum. Başkalarına kendi<br />

güçlerini bulmalarında, hayal ettikleri hayatlara<br />

<br />

ulaşmalarında, ışığı hayatlarına çekmelerinde ve<br />

mucizeleri yaratmalarında hatırlatıcı oluyor.<br />

Siz içinizdeki o muhteşem güçle bağlantıda<br />

mısınız? Onunla konuşup ona soru sorar mısınız?<br />

Ben yalnızken hiç sıkılmam. Kendimle öyle<br />

muhteşem sohbetler yaparım ki, kimse onun yerini<br />

dolduramaz. Bana benimle ilgili öyle şeyler<br />

gösterir, öyle cevaplar verir ki dışarıdan hiçbir<br />

yerden alamayacağım doyumda bilgiler olur<br />

bunlar. Ve her zaman benim en yüksek<br />

hayrımadır.<br />

Diyelim ki şu anda içinden bir türlü çıkamadığınız,<br />

içinde debelenip durduğunuz bir probleminiz var.<br />

Ne yaparsanız yapın çözüme ulaşamıyorsunuz.<br />

Başkalarının verdiği fikirler, tavsiyeler size uygun<br />

değil veya aklınıza yatmıyor. Bu durumda kendi<br />

içinizdeki bilgeden yardım almaya ne dersiniz?<br />

Her şeyden önce eğer böyle bir durumda iseniz<br />

size tavsiyem hemen bu konuyu düşünmeyi<br />

bırakıp sizi en çok eğlendirecek bir ortamın içine<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 130 -<br />

girmek. Bu ister arkadaşlarınızla geçireceğiniz hoş<br />

saatler olsun, ister bir komedi filmi seyretmek<br />

olsun, ister bir hobinizi gerçekleştirmek olsun sizi<br />

o anda problemin içinden tamamı ile çıkaracak ve<br />

eğlendirecek bir ortam olmalıdır.<br />

Eğlenceden geri döndüğünüzde o yeni ruh haliyle<br />

şimdi olaya el atabilirsiniz. Önce sorun kendinize<br />

bu sorunun içinde görmem gereken nedir? Sonra<br />

ne yaparsam, nasıl bir adım atarsam bu sorunu<br />

istediğim şekle dönüştürebilirim diye sorun.<br />

Lütfen bu soruların şekline bakın. İkisi de tamamı<br />

ile sizle ve sizin eylemlerinizle ilgilidir. Hiçbir<br />

şekilde size bu sorunu yaşatan kişi veya durum<br />

üzerinde değildir odak. Tek odak her olayda<br />

kendimiz olmalıyız. Eğer gücümüzü elimize alır<br />

ve ne istediğimizi bulursak çözemeyeceğimiz<br />

hiçbir sorun yoktur.<br />

Bu sorulara cevabınızı o anda yazarak da<br />

bulabilirsiniz. Eğer o anda bulmaz iseniz<br />

cevapların geleceğine güvenin. Mutlaka size cevap<br />

gelecektir. Bazen bir anda içinizden gelir, bazen<br />

<br />

konuştuğunuz biri size cevabınızı verir, bazen<br />

rüyanızda gelir, bazen okuduğunuz kitabın içinden<br />

veya seyrettiğiniz filmdeki oyuncuların<br />

sözlerinden gelir. Ama mutlaka gelir. Ancak bu<br />

cevabı duyabilmek için siz her an cevabınızın size<br />

verileceğine inanarak ve etrafınızda bulunan her<br />

kişiyi dinleyerek veya olan her olayın farkında<br />

olarak yaşamalısınız. Ve cevap geldiğinde onun<br />

size gönderilmiş olduğunu bilirsiniz. Sizin için en<br />

uygunudur ve en hayırlısıdır. O bilişle içinizdeki<br />

şükran duygusu, yaşam isteği, gücünüz öyle artar<br />

ki… İşte bu o güçle bağlantıda yaşamaktır. O<br />

güçle bağımız arttıkça endişelerimiz, korkularımız<br />

gittikçe azalır. Çünkü biliriz ki başımıza gelen her<br />

neyse bizi bizden daha çok bilen ve seven bir güç<br />

tarafından ayarlanıyor ve biz hayata ve olana daha<br />

çok güvenmeye başlarız.<br />

Bazen kararsız kaldığımız anlar vardır. İki seçenek<br />

arasında kalırız ve bu durum bizi çok rahatsız eder.<br />

Böyle durumlarda yine sorun kendinize, hangisi<br />

benim ve varsa bu olayla bağlantılı diğer kişiler<br />

için en hayırlısıdır diye. Diyelim ki tatile


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 131 -<br />

çıkacaksınız fakat dağ kenarı mı deniz kıyısı mı<br />

olsun bir türlü karar veremiyorsunuz. Kapatın<br />

gözlerinizi ve derin derin birkaç nefes alın. Sonra<br />

kendinizi dağdaki tatilde iken hayal edin. Bu arada<br />

bedeninizin verdiği tepkilere, içinizde oluşan hisse<br />

dikkat edin. Daha sonra aynı eylemi deniz kıyısı<br />

için de yapın ve tekrar bedeninizin tepkilerine ve<br />

içinizdeki hisse dikkat edin. Hangisinin içinde<br />

bedeninizin verdiği tepkiler (kalp atışları, nefesiniz<br />

şekli gibi) ve hissiniz size kendinizi daha iyi<br />

hissettirdiyse, hafiflik verdiyse, içinizi açtıysa<br />

gideceğiniz tatil yeri o olmalıdır. İçinizdeki bilge<br />

size doğru yeri gösteriyordur. Çok kere başımıza<br />

gelmiştir “ben bunu yapmam gerektiğini<br />

biliyordum ama kendimi dinlemedim” dediğimiz.<br />

İşte içimizdeki güç bize bizim için en hayırlı olanı<br />

her zaman işaret eder, bize semboller gönderir,<br />

onu duymamız için bize pek çok kişi veya olayla<br />

karşılaştırır; tek neden bize hayırlı olanı görmemiz<br />

içindir.<br />

Ben böyle yaşamayı seviyorum. Sürekli<br />

korunduğumu biliyorum ve kendimi çok güvende<br />

<br />

hissediyorum. Hep kendimi tanımaya beni daha<br />

çok yaklaştıran olayların olduğu, sınırlarımı<br />

zorlayarak beni büyüten, her mücadelede yaşam<br />

ateşi dolduğum bir hayatı yaşamayı seviyorum.<br />

Hayatımdaki her bir kişinin birbirimize hizmet için<br />

orada olduğu ve hizmet süremiz dolduğunda bir<br />

nedenle birbirimizin hayatından çıkacağımızı<br />

biliyorum. Hiçbir zaman yalnız olmadığım, içimde<br />

çok büyük, potansiyelimi zorlayıcı, sevecen,<br />

şefkatli, eğlenceli, komik, bilge bir gücün olduğu<br />

bilinciyle yaşamayı seviyorum.<br />

Bir kere bu güçle karşılaşıp onu tanımaya<br />

başlarsanız hayatınız bir daha hiçbir zaman eskisi<br />

gibi olamaz. Hayat size çok daha yaşanası, güvenli<br />

bir yer haline gelir.<br />

Hepinizin kendi gücüyle buluşması ve bir daha<br />

ondan ayrılmaması dileğiyle…<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 132 -<br />

İzmir<br />

Prof. Dr. Eti Akyüz Levi<br />

Dokuz Eylül Üniv. Mimarlık Fak. Mimarlık Bölüm Başkanı<br />

eti.akyuz@gmail.com<br />

A s a n s ö r<br />

<br />

Giriş :<br />

Kent kimliğinin yapı taşlarından olan ve<br />

bulunduğu semte adını veren Asansör, İzmir’in en<br />

önemli tarihi düşey odaklarındandır. Kentin batı<br />

yönündeki başlıca ulaşım akslarından Mithatpaşa<br />

Caddesi ile bağlantılı geçmişin 302, günümüzün<br />

Dario Moreno Sokağı’nın nihayetinde, 42<br />

numarada konumlanmıştır.<br />

Kule yapı, 1907 yılında dönemin işadamlarından<br />

Vilayet İdare Meclisi Üyesi ve Bayraklı<br />

mağazalarının sahibi olan, evini de Karataş<br />

Hastanesi’nin yapımı için bağışlayan Nesim Levi<br />

tarafından taş ocaklarının bulunduğu alana<br />

yaptırılmıştır.<br />

155 basamaklı merdivenle bağlantılandırılmış,<br />

Asansör semtinin aşağı ve yukarı bölümlerini,<br />

Mithatpaşa Caddesi ile Şehit Nihat Bey Caddesi’ni<br />

dönemin evrensel teknolojisi ile birbirine<br />

bağlayarak, iki aks arasındaki ulaşımı<br />

kolaylaştırmak amacı ile gerçekleştirilmiş sokak<br />

asansörüdür.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 133 -<br />

Çevresel Özellikler<br />

Asansör yapısını, yer aldığı çevrenin (Karataş ve<br />

Asansör dokusu) fiziki ve sosyal yapılanması<br />

bağlamında ele almak uygun olacaktır.<br />

İzmir’de Havra Sokağı ve Namazgâh çevresinde<br />

odaklanan ilk Musevi yerleşim alanının, Halil<br />

Rıfat Paşa Caddesi’nin yapımı ve Mithatpaşa<br />

Caddesi’nin gelişmesi, alanın imara açılması ile<br />

19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başlarında Karataş-<br />

Asansör arasına kaydığı görülmektedir. Sözkonusu<br />

cemaat, yatayda yayılmak yerine, farklı kotlarda<br />

da olsa, aynı semtte toplu yerleşmeyi tercih<br />

etmiştir. Bu düzende gelişmiş iskân alanında, aynı<br />

tarihlerde gerçekleştirilmiş Musevi dini yapıları da<br />

dikkat çeker. Bunlardan 1905-1907 yılları arasında<br />

padişah fermanı ile yaptırılan Mithatpaşa Caddesi<br />

ve 305 Sokak ile bağlantılandırılmış, Beth-İsrael<br />

Sinagogu, İtalyan etkisinde yapılmış, bazilikal<br />

planlı, kentteki en büyük ve en yeni tarihi nitelikli<br />

sinagogdur. Semtin yukarı bölümünde ise, merkezi<br />

planlı, Roş-Aar (Tepebaşı) Sinagogu<br />

bulunmaktadır.<br />

<br />

Yine aynı tarihlerde Karataş’ta dönemin Labri<br />

Sokağı’nda bugüne ulaşmayan Bet-Levi Sinagogu<br />

yer almaktadır. Sokağın iki arka paralelini<br />

oluşturan, 333 Sokağın bitiminde yer alan (tarihi<br />

yapısı 337 Sokaktan girişli) Karataş Hastanesi ise,<br />

çağdaş eklerle genişleyerek varlığını<br />

sürdürmektedir. Beth-İsrael Sinagogu karşısında<br />

ise, cemaatin eğitim yapılarından günümüzde<br />

varolmayan Bene-Berit İlkokulu bulunmaktaydı.<br />

Yapının yakın çevresine bakıldığında, sekiz katlı<br />

betonarme setin arasında tekil kalmış tarihi konut<br />

örnekleri ve canlandırma görüntüsü ile geçmişin<br />

Asansör dokusunun okutulmaya çalışıldığı<br />

Mithatpaşa Caddesi’nden ilerleyerek tarihi kuleye<br />

yaklaşılmaktadır.<br />

Sokağın girişinde batıda, köşe vurgusu ile dikkat<br />

çeken, bodrum ve iki katlı apartman ile, doğuda,<br />

bodrum ve iki kat ile sonradan genişletilmiş bir<br />

çatı katı içeren köşe cumbalı konut dikkat çeker.<br />

Sokak boyunca yer alan tek ve iki katlı, bazıları<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 134 -<br />

bodrumlu evlerde, ferforje kapılar, ahşap<br />

cumbalar, demir pencere kanatları, geometrik ve<br />

bitkisel motifli bezemeler çarpıcı cephe ögeleri<br />

olarak algılanmaktadır. Özgün ögeler yanısıra,<br />

değişmiş olanların varlığı da göze çarpmaktadır.<br />

305 ve Dario Moreno Sokağı’nın doğu<br />

köşesindeki yıkık yapı tarihsel süreçte İzmir’i<br />

yansıtan gravür ve fotoğraflar ile perdelenmiştir.<br />

Mimari Özellikler<br />

56 m. yükseklikteki çelik taşıyıcılı, tuğla dikey<br />

kütle, alt ve üst kotlarda lineer gelişen kütlelerle<br />

dengelenmektedir. Asansör Çıkmazı Sokağı’nın<br />

sonunda yapının önünde geniş bir açık alan<br />

algılanmaktadır. Yapının batısında yer alan, bu<br />

bölüme taşan geçmişte üstü bekçi kulübesi, alt katı<br />

manifatura mağazası olarak kullanılan iki katlı<br />

bina ile, yanındaki ev ve doğu bölümde yer alan,<br />

302 Sokağa bakan iki ev zaman içinde yıkılmış,<br />

bu açıklık oluşmuştur (Hüseyin Çetinkaya ile<br />

kişisel görüşme, 20.2.2010).


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 135 -<br />

Asansör binasında, kuzey cephesi ortasında<br />

konumlanan çift kanatlı üç ahşap kapı ile<br />

şeffaflaşan, yanları düz, ortası tonozlu saçakla<br />

vurgulanmış giriş, ziyaretçilerini adeta içeriye<br />

davet etmektedir. Girişin batı bölümünde basık<br />

kemerli, ahşap doğramaları yenilenmiş iki pencere<br />

ve bir kapı ile, doğuda ortada basık kemerli üstü<br />

saçaklı bir kapı, yanlarında birer pencere<br />

görülmektedir.<br />

Asansör Kulesi, dikdörtgen planlı olup, aşağıdan<br />

yukarıya doğru kademeler halinde daralmaktadır.<br />

Dört kademe içeren kulede en alt bölüm taş olup,<br />

üsttekiler tuğladır. Kulede her tuğla bölümün tuğla<br />

silmelerle ayrıldığı, en üst bölüm dışında kütle<br />

köşelerinde de köşe silmesi etkisini yaratacak<br />

çıkıntı oluşturduğu görülmektedir. Taş bölümün<br />

alt kısmı, Fransızca ve İbranice olarak “Asansör,<br />

1907 yılında Nesim Levi tarafından yaptırılmıştır”<br />

ibaresine yer verilen, yapım kitabesi içermektedir.<br />

İkinci ve üçüncü bölümlerde giriş cephesine<br />

bakan, her biri iki sıra halinde dikdörtgen formlu<br />

<br />

ve üstü üçgen saçaklıklı toplam dörder pencere yer<br />

almaktadır. Üst bölümde ise, yalnızca iki pencere<br />

bulunmaktadır. Çeperinde dönen terasın uzantısı<br />

ve onu destekleyen dökme demir konsollarla<br />

bölünen kulenin en üst bölümü, tuğla saçakla<br />

nihayetlenmekte, eğrisel örtülü metal şapka ile<br />

taçlanmaktadır.<br />

Asansör Kulesi’nin kayalıklardan koparılmasına<br />

karşın, üst kottaki mekânlar, kartal yuvası misali<br />

zirvesine oturmaktadır. Tuğla ayaklar ve<br />

aralarındaki dökme demir korkuluklarla<br />

sınırlandırılmış terasın doğusunda yer alan<br />

1990’larda eklenmiş, prizmatik kütleli, piramidal<br />

başlıklı batının doğuya açılan yüzünü çağrıştıran<br />

ahşap seyir çıkması, düzeni ile açık terastan<br />

ayrışmaktadır. Teras altındaki bölüm ise, 11<br />

pencere ile körfeze açılmaktadır.<br />

Üstte betimlendiği gibi, yapının giriş cephesi<br />

algılandıktan sonra, giriş kapısından hole<br />

geçilmektedir. Burada giriş karşısında iki asansör,<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 136 -<br />

batıda personel soyunma odası, doğuda ise<br />

geçmişte su pompası ile çalışan makine dairesi yer<br />

almaktadır. Tuğla duvarlı giriş holünde, asansörün<br />

olduğu cephede yumurta frizi, bitkisel motifler,<br />

yıldız motifi mekânı zenginleştiren ögeler olarak<br />

dikkat çeker. Giriş holünün üst örtüsü giriş<br />

saçağının uzantısı olarak yanları düz, tonoz<br />

şeklindedir. Buradan terasa ulaşmak üzere<br />

asansöre girilmektedir.<br />

Asansör kabininde kişinin kendisi ile ya da<br />

yanındakilerle başbaşa olduğu bir ortamda<br />

sürprizli bir görüntü gözler önünden geçip gider.<br />

Kulenin küçük pencerelerinden dış dünyaya<br />

açılırsınız. Oysa yukarıda, çarpıcı bir körfez<br />

manzarası ve eşsiz kent panoraması ziyaretçilerini<br />

beklemektedir. Tıpkı enfes bir yiyeceği tadıp da,<br />

sonra muhteşem bir ziyafet sofrasına<br />

otururcasına…<br />

Asansör’den üst koda ulaşıldığında terastan Şehit<br />

Nihat Bey Caddesi’ne geçilebileceği gibi, üstteki<br />

<br />

sosyal mekânlarda, tarihi nitelikli restoran veya<br />

meyhanede, ya da terasın bir bölümünün hafif bir<br />

strüktürle kapatılması ile oluşturulmuş kafede<br />

farklı dünyalara dalmak olanaklıdır. Ama en<br />

azından izleyenlerin yüzlerini ışıldatan şiirsel bir<br />

görüntü sunan kente doyumsuzca bakmak<br />

kaçınılmazdır.<br />

Üstte terasın doğusundaki kütle, kuzey cephesinde<br />

ortada merdivenle terastan yükseltilmiş kapı, doğu<br />

uçta üç pencere, üst bölümde aynı hizalarda<br />

kareye yakın formlu pencereler ile körfeze<br />

açılmaktadır. Cephenin batısında ise, sonradan<br />

açılmış dört yatay pencere yer almaktadır.<br />

Simetrik düzendeki Batı cephesinde, ortada yan<br />

merdivenlerin bağlandığı giriş terasına açılan<br />

ferforje giriş kapısı, yanlarda ise söve izi algılanan<br />

kapatılmış birer dikdörtgen pencere vardır. Giriş<br />

holünün bir yanında idare ve Ceneviz<br />

Meyhanesi’ne inen merdiven, karşısında ise, bir<br />

merdivenle çıkılan Ana Restoran yemek salonu<br />

bulunmaktadır. Mekânın beşik çatılı üst örtüsü,


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 137 -<br />

ahşap çatı makasları (14 adet) ile geçilmektedir.<br />

Ahşap döşeme ve çatı makasları ile, sıcak bir<br />

şarabı yudumlarcasına sımsıcak bir etki yaratan ve<br />

körfezin çarpıcı görünümünü gözler önüne seren<br />

bu mekân, salon karşısındaki vitraylı kapı ile<br />

mutfağa, öte yandan merdivenle demir korkuluklar<br />

ile sınırlanmış üst galeriye bağlanır. Geçmişte<br />

düğünlere, sinema gösterilerine mekân olmuş her<br />

köşesi anılarla yüklü salondan çıkılıp, merdivenle<br />

alt holden Ceneviz Meyhanesi’ne geçilmektedir.<br />

Yaklaşık dikdörtgen planlı mekânın duvarları taş,<br />

tavanı volta döşeme, ana bölümün döşemesi ve<br />

giyotin pencere doğramaları ahşaptır.<br />

Üst kotta terasın batı ucunda, tek katlı, kuzeye tek<br />

pencere ile açılan, tuğla saçak bordürlü, alaturka<br />

kiremit çatılı bina vardır.<br />

Tarihsel Gelişim ve Onarım Çalışmaları<br />

Yapının tarihsel süreçteki durumu incelendiğinde,<br />

1942 yılında, üzüm mağazaları olan, İsmet<br />

İnönü’nün kente geldiğinde evinde konakladığı<br />

<br />

(Hüseyin Çetinkaya ile kişisel görüşme,<br />

20.2.2010) işadamı Şerif Remzi Reyent’e<br />

satıldığı, daha sonra yeğeni Ayla Öktem’e miras<br />

kaldığı, 1983 yılında Öktem’in binayı İzmir<br />

Büyükşehir Belediyesi’ne bağışladığı, 1985’de<br />

elektrikli sisteme dönüştürüldüğü, 1992-1994<br />

yılları arasında ise İzmir Büyükşehir Belediyesi<br />

tarafından restore edildiği öğrenilmektedir.<br />

Sözkonusu tarihlerde, ana yaklaşım aksı ile birlikte<br />

değerlendirilerek onarımı gerçekleştirilen yapı,<br />

halen İzmir Büyükşehir Belediyesi mülkiyetinde<br />

ve işletmesindedir.<br />

Asansör Kulesi’nin tarihsel süreçte çevresinde<br />

gelişen yapılaşmalar, etkisini, görünürlüğünü bir<br />

ölçüde zedelemiş ise de, yapı özellikle 1990<br />

yılında gerçekleştirilen “İzmir Tarihi, Asansörü ve<br />

Çevresi Kültürel Geliştirme Projesi” bağlamında<br />

Mimar Oktay Ekinci ve Zehra Ekinci’nin<br />

hazırladığı, rölöve çalışmaları Dr. Murat Erdim ve<br />

DEÜ öğrenci grubu tarafından gerçekleştirilen<br />

projeler doğrultusunda elden geçirilmiştir.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 138 -<br />

<br />

Sokak, çevre düzenlemesi kapsamında<br />

ağaçlandırılmış, döşeme kaplaması değiştirilmiş,<br />

gece aydınlatması yapılmış ve sınırlayan 19.-20.<br />

yüzyıl etkileşim evlerinin cephe sağlıklaştırması<br />

gerçekleştirilmiştir. Yapıya yaklaşımın sağlandığı<br />

bu sokağa, Aydın’da doğup, yaşamının bir<br />

bölümünü burada, 11 numarada geçirdiğinden<br />

anısına izafeten, Dünyaca ünlü şarkıcı Dario<br />

Moreno’nun, adı verilmiştir.<br />

Dikkat çeken diğer bir şey ise, 305 Sokak’taki<br />

otopark alanı nedeniyle yaya aksının ezilmesi,<br />

döşeme kaplamasının da zarar görmeye başlamış<br />

olmasıdır.<br />

Yapının Geleceğine İlişkin Düşünceler ve Sonuç<br />

İzmir’in eşsiz manzarasına sahip, gün batımının en<br />

güzel izlenebildiği mekânlardan olan Asansör,<br />

kentin gece ve eğlence hayatının da çarpıcı<br />

odaklarındandır. Yapıldığı tarihte de işlevini düşey<br />

bağlantı sağlama ile sınırlandırmayan Asansör, ana<br />

işlevini zenginleştiren sosyal kullanımlar da


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 139 -<br />

içermiştir. Günümüzde de bu niteliğini<br />

sürdürmekte, düşey köprü oluşturma yanısıra,<br />

restoran, meyhane, kafe, toplantı salonu gibi<br />

eylemin odaklandığı mekânları da<br />

barındırmaktadır.<br />

Yapının yüklendiği anlam bağlamında Asansör’e<br />

bakıldığında, kentin tarihi düşey simgelerinden<br />

olması, döneminin teknolojisini kente taşıyan<br />

nitelik arzetmesi, düşey köprü olarak halkın<br />

yaşamını rahatlatması, belli bir dönemin İzmir ve<br />

Musevi yaşamı içinde yeri olması belirtilebilir.<br />

Buna paralel olarak yapıyla bütünleşen kişilikleri<br />

de zikretmek doğru olacaktır. Yaptıran Nesim<br />

Levi, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağışlayan<br />

Ayla Öktem, restore ettiren Ahmet Piriştina,<br />

restorasyon projesini hazırlayan Zehra-Oktay<br />

Ekinci, sistemi uzun yıllar çalıştıran Recina-<br />

Josepho Palombo, ardından Hüseyin Çetinkaya,<br />

daha sonra Derviş Bey ve Motorcu Mithat Bey…<br />

<br />

Yapı çevresinde ömrünün önemli bölümünü<br />

geçiren, adeta semtle bütünleşen isimler arasında<br />

ise, 305 Sokak no 75’de oturmuş olan ikiz<br />

kardeşler Sofia- Aleksander Tahinci, agabeyleri<br />

Mikael ile 302 Sokak’ta yaşayan Güney<br />

Ergömültaş belirtilebilir.<br />

Zaman tünelinde gezinti yaparcasına, Asansör<br />

yapısı ve çevresi zihinlerden geçirilmeye,<br />

geçmişinden okunmaya çalışıldığında, geçmişin<br />

İnönü Caddesi, günümüzün Mithatpaşa<br />

Caddesi’nde çalışan tramvayların, troleybüslerin<br />

yerini otobüslerin aldığı, bu akstaki iki katlı<br />

cumbalı evlerin çok katlı apartmanlara dönüştüğü,<br />

sahildeki iskeleler ve deniz banyolarının<br />

kalmadığı, artık rekreatif uğraşın koşu ve balık<br />

tutma olduğu belirtilebilir. Asansör yapısı ise,<br />

düşey köprü olma ve sosyal işlevini çeşitli<br />

nedenlerle zaman zaman gerçekleştiremeyip,<br />

kullanım dışı kalmışsa da, günümüzde gece,<br />

gündüz yaşayan, nesillerin birbirine aktardığı<br />

tarihsel odak olarak varlığını sürdürmektedir.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 140 -<br />

Günümüzde modern düşey odak olan genellikle<br />

otel işlevli gökdelenler, ölçekleri ile tarihi<br />

kulelerle yarışır gibi görülseler de, tarihi odaklar<br />

geçmişin sürekliliği ve tarihsel<br />

sürdürülebilirliğinin göstergeleri olarak<br />

ayrıcalıklıdır. Bu bağlamda Asansör Kulesi,<br />

geçmişi geleceğe taşıyan en önemli kent<br />

simgelerinden biri olma özelliğini sürdürecektir.<br />

________________________________________<br />

KAYNAKLAR:<br />

AKSOY, Yaşar, Asansör ve Dario Moreno’nun Anıları, İzmir Büyükşehir<br />

Belediyesi Yayınları, İzmir, İzmir Yayıncılık Tanıtım A.Ş., 1993.<br />

AKYÜZ LEVİ, Eti, “Kentteki Tarihi Yapılar”, İzmir Kent Tarihi, İzmir<br />

Valiliği, İzmir, Devajans, 2009,<br />

s. 112-215, 313-316.<br />

Güney Ergömültaş ile 20.2.2010 tarihli kişisel görüşme.<br />

Hüseyin Çetinkaya ile 20.2.2010 tarihli kişisel görüşme.<br />

Bu yazı "Geçmişi Geleceğe Taşıyor" başlığıyla İZMİR dergisinin Mart-<br />

Nisan sayısında (sf.81-86) da yayınlanmıştır.<br />

<br />

Atasözlerinde Tezatlar<br />

Ava giden avlanır!..<br />

Atın ölümü arpadan olsun.<br />

Erken kalkan yol alır!..<br />

Acele işe şeytan karışır.<br />

Birlikten kuvvet doğar!..<br />

Körler sağırlar, birbirlerini ağırlar.<br />

Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır!..<br />

Lafla peynir gemisi yürümez.<br />

Gün ola harman ola!..<br />

Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir.<br />

Ya olduğun gibi görün,<br />

ya göründüğün gibi ol.<br />

Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 141 -<br />

Bizden Biri<br />

İzak Roditi<br />

Sarit Bonfil - İzmir<br />

İzak Roditi entellektüel birikimi, engin tarih bilgisi<br />

ile cemaatimizin en değerli isimlerinden biri. O<br />

gerçek bir beyefendi, bir kültür abidesi... Yaşadığı<br />

döneme tanıklık etmekle kalmamış, anılarını<br />

titizlikle biriktirmiş ve ulaşabildiği tüm<br />

<br />

kaynaklardan geçmişimizi araştırıp edindiği<br />

bilgileri kendi dağarcığında depolamış adeta, tarih<br />

ve kültürümüze duyduğu, örnek almamız gereken<br />

büyük saygı ve duyarlılıkla... Yine aynı duyarlılık<br />

ve sorumluluk bilinciyle bu donanımını, parlak<br />

zekası ve muhakeme yeteneği ile birlikte<br />

cemaatimiz hizmetine cömertce sunmuş, yıllarca<br />

yönetim kurulunda aktif görevler üstlenerek...<br />

İzak Roditi ile sohbet etmek bir ayrıcalık.<br />

Birçoklarının dediği gibi o bir “derya”. Konu<br />

konuyu açtıkça geçmiş zamanla ilgili ilginç<br />

ayrıntılar merakınızı uyandırıyır ve dinlemeye<br />

doyamıyorsunuz. O, sakin tavrı ve nazik<br />

tebessümüyle anlatıyor. Sohbetimiz bizi Bet-İsrael<br />

sinagogunun kuruluşuna, ilkokulu okuduğu Bene-<br />

Berit’e götürüyor ve İzmir Yahudi tarihinden<br />

ilginç bir kesit gözler önüne seriliyor...<br />

Nerede doğdunuz? Ailenizden bahseder misiniz?<br />

1927’de İzmir’de doğdum. Annem Luna<br />

Hayimoff Rusya’da doğup büyümüş bir Sefarad<br />

Yahudisiydi. Fransızca öğretmeniydi. 1900'lü<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 142 -<br />

yıların başında ailesiyle Odessa’dan Türkiye’ye<br />

gelmişler. İstanbul’da kalmak istemiş. Ancak ona<br />

İzmir’deki okulları önermişler. O da İzmir’e gelip<br />

La Popularya ilkokulunda öğretmenliğe başlamış.<br />

İzak Roditi'nin annesi ve dayısı (Odessa)<br />

Baba Hayimoff, Pasaport iskelesinin yanındaki<br />

karakolda polismiş. Daha sonra annemin tüm ailesi<br />

Şili’ye göç etmiş. O ise İzmirli olan babam Eliezer<br />

Roditi ile evlenip yuvasını İzmir’de kurmaya karar<br />

<br />

vermiş. Babam 1923’te E.R.Roditi ve Halefleri<br />

şirketini kurdu. Kuru yemiş ticareti yapan çok<br />

saygın ve başarılı bir ithalat ve ihracat şirketi idi.<br />

Nasıl bir eğitim aldınız?<br />

Biz üç kardeştik. Salhane’de otururduk. O<br />

zamanlar Bet-Israel sinagogunun karşısında Bene-<br />

Berit İlkokulu vardı. Abim Riri ile ben o okulda<br />

okuduk. Fransızca ve İbraniceyi orada öğrendim.<br />

Ortaokulu İzmir Saint Joseph’te, liseyi ise İstanbul<br />

Saint Joseph’te okudum. Her zaman iyi bir<br />

talebeydim. Öğretmenler beni hep örnek


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 143 -<br />

gösterirlerdi. Üniversiteyi Robert Kolejde elektrik<br />

mühendisliği bölümünde okudum 1952’de<br />

birincilikle mezun oldum. Hatta prestijli Amerikan<br />

üniveristesi MİT’den burs kazandım ama ailem o<br />

zamanlar buna sıcak bakmadı. Dolayısıyla ben de<br />

iş hayatına atıldım.<br />

Bene-Berit nasıl bir okuldu?<br />

Bene-Berit cidden çok iyi bir okuldu. Çok kıymetli<br />

bir öğretmen kadrosu vardı. Bütün benim<br />

yaşımdaki Musevi çocukları o okula giderlerdi.<br />

Türkçe ilköğretim müfredatının yanında din dersi<br />

<br />

ve yabancı dil olarak İbranice, Fransıca öğretilirdi.<br />

O kadar güçlü bir tedrisat vardı ki bu okulu<br />

bitirenler hiçbir imtihana tabi tutulmadan<br />

rahatlıkla Saint Joseph’e kabul edilir ve orada da<br />

başarılı olurlardı. Düşünün ki İstanbul Saint<br />

Joseph’teyken İstanbullu Yahudi öğrenciler gelip<br />

biz İzmililere dersle ilgili sorular sorarlardı.<br />

Gerçekten bizim İzmir’de aldığımız eğitim<br />

İstanbul’dakinden üstündü. Dolayısıyla İzmir halkı<br />

okulları el üstünde tutardı.<br />

Okulun ilk ne zaman kurulduğunu biliyor<br />

musunuz?<br />

Bet İsrael sinagogu 1907’de yapıldıktan sonra<br />

cemaatten birçok kişi ve özellikle her Cuma<br />

sinagogda sermon veren Mösyö Kuryel, sinagogun<br />

karşısında bir okul açılması konusunda çok ısrar<br />

ettiler. Bene Berit teşkilatı önce bir lise açmak<br />

istiyordu. Ancak talebe bulmakta zorluk<br />

çekileceğini düşünerek önce ilkokul açmaya karar<br />

verdiler. Bet İsrael’den söz açılmışken bu<br />

sinagogun yapılışıyla ilgili ilginç bir bilgi vermek<br />

istiyorum. Bir havraya ihtiyaç duyulduğu<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 144 -<br />

Abdülhamit’e iletildiğinde, padişah 30 Ocak<br />

1905’te bir talimatname yazarak İzmir valisi<br />

(dönemin Aydın valisi) Kıbrıslı Mehmet Kamil<br />

Paşa’yı uygun bir yer bulunması konusunda<br />

görevlendirmişti. Kamil Paşa emekli sadrazamdı.<br />

O zamanki usule uygun olarak emekli sadrazamlar<br />

İzmir valisi olurdu. Araştırdığım kitaplarda Kamil<br />

Paşa’nın Musevi asıllı olduğunu öğrendim.<br />

Enteresan olan Abdülhamit’in havraya yer<br />

bulunması için Musevi asıllı olan valiye hitaben<br />

bir ferman yazmasıydı. Bir de bir şerh vardı.<br />

Sinagogun kubbesi civardaki camilerin<br />

kubbesinden yüksek olamazdı. Bet İsrael de buna<br />

uygun olarak inşa edildi.<br />

Okulda hangi müdürler görev aldı?<br />

Mösyö Pontromoli diye bir hoca vardı. Herkes onu<br />

Hoca Pontromoli diye çağırırdı çünkü eğitimini<br />

Türk okulunda aldığından çok güzel Türkçe<br />

konuşurdu. Fransızcası da iyiydi. Okulun ilk<br />

müdürü oydu. Damadı Mösyö Nahum iş<br />

dolayısıyla Fas’a göç edince, o da ailesiyle oraya<br />

gitti. (Mösyü Nahum’un torunu olan Sorbon<br />

<br />

Üniveristesi mezunu Prof. Dr. Henri Nahum<br />

“İzmir Yahudileri” kitabının yazarıdır.) Ondan<br />

sonra fevkalede Fransızcası olan, çok bilgili ama<br />

bir o kadar da mütevazı bir insan olan Mösyö<br />

Hayim Bohor Kuryel müdür oldu. Mösyö Kuryel<br />

Cuma günleri çok değerli konuşmalar yapar,<br />

duaları yorumlardı. Cuma akşamları Bene Berit<br />

öğrencilerinin duaya katılması zorunluydu. Onun<br />

cumaları vediği sermon bizim için pazartesiye<br />

ezbere öğrenilmesi gereken bir dersti. Annem ve<br />

babam eğitime çok önem verdiklerinden Mösyö<br />

Kuryel’den bana her hafta özel ders aldırırlardı.<br />

Öyle güzel şeyler anlatırdı ki onu hayranlıkla<br />

dinlerdim. İyi talebe olduğumdan beni çok severdi.<br />

O bize cumaları verdiği sermonların çok kıymetli<br />

olduğunu söyler ve bunları saklamamızı öğütlerdi.<br />

Bu sermonlar saklanıp bu günlere ulaşabildi mi?<br />

Hatırlıyorum bizden birkaç yaş büyük bir talebe<br />

hergün okula gelir M. Kuryel ile görüşürdü. Adı<br />

Mayir Mazliah Melamed idi. Uzun yıllar sonra<br />

Amerika’dan kendisinden bir mektup aldım. Önce<br />

Küba’ya oradan da Miami’ye göç ettiğini ve


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 145 -<br />

Miami Beach Hahambaşısı olduğunu sonradan<br />

öğrendim. Bana M. Kuryel’in sermonlarının<br />

yazılısını bulup bulamayacağımı soruyordu. Biz<br />

burada bulamadık. Bir süre sonra ondan bir<br />

mektup daha aldım. Sermonları bulduğunu ve bir<br />

kitap haline getirdiğini ve ders kitabı olarak<br />

kullandıklarını anlatıyordu. Örneğin, bugün<br />

kipurda hazan Rafael Moron’un kullandığı “El<br />

Livro de Kipur” da Mösyö Kuryel’in yazmış<br />

olduğu bir kitaptır. Ayrıca Mösyö Kuryel’in<br />

mükemmel bir kaligrafisi vardı. Birgün İzmir<br />

Valisi Kazım Dirik onu çağırıp “Atatürk’ün<br />

Gençliğe Hitabesi”ni el yazısıyla yazmasını<br />

istemişti. Ben 1950’lerde Göztepe’de valinin<br />

konağına gittiğimde o yazının hala orada<br />

durduğunu görmüştüm. Ne yazık ki M. Kuryel’in<br />

sonu çok hazin oldu. Aniden hastalandı. İzmir’de<br />

tedavi edilemeyince İstanbul’a gönderildi ve orada<br />

genç sayılabilecek bir yaşta vefat etti. Bu kadar<br />

değerli bir insan olmasına rağmen İstanbul’da<br />

tanınmadığı için cenazesinde kimse yoktu. Bir tek<br />

dayım ve ben vardık. Çok daha fazlasını hak<br />

ederdi.<br />

<br />

Mösyö Kuryel’den sonraki müdürleri biliyor<br />

musunuz?<br />

Ö dönemde İstanbul ve İzmir okulları arasında<br />

bilgi yarışmaları, müsamereler olurdu ve<br />

İzmir’deki öğrencilerin üstün olduğu görülürdü.<br />

Bu başarıda M. Kuryel’in büyük katkısı vardı. Ne<br />

yazık ki o vefat ettikten sonra yeri doldurulamadı.<br />

Ondan sonra Fransa’da okumuş olan Mösyö<br />

Yahya müdür oldu. Ama çok bilgili olmasına<br />

rağmen otoriter değildi. Öğrenciler onu pek<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 146 -<br />

dinlemezdi. Ön plana çıkmayı sevmez, ikinci<br />

planda kalmayı tercih ederdi. Kantini işletir, kitap<br />

satardı. Daha sonra M. Leon Danon müdür oldu.<br />

İbranice öğretmeniydi. Kendisi dahil bütün<br />

ailesine İsrail isimleri koydu ve genç yaşta<br />

ailesiyle İsrail’e göç etti. Aslen Tireliydi ama<br />

Milas’ta da öğretmenlik yapmış, hatta Milaslı olan<br />

Dr. Sami Şen ve Dr. Sami Asal’ın da öğretmeni<br />

olmuştu. Okuldaki bayan öğretmenlerin en yaşlısı<br />

Süheyla Hanım idi. Bir de Mukaddes ve Nuriye<br />

Hn. vardı.<br />

Okulla ilgili ilginç bir anınız var mı?<br />

Ben Bene Berit’ten 1938’de mezun oldum.<br />

Atatürk’ün öldüğü günü hiç unutamam. Okulun<br />

üst kattaki penceresinden Halk Evi görülürdü. O<br />

sabah oradan gelen acılı sesler bize kadar<br />

ulaşmıştı. Bayrağın yarıya indirildiğini görünce<br />

Atatürk’ün öldüğünü anlamıştık. Öğretmenler<br />

dahil herkes ağlamaya başlamıştı. Büyük bir<br />

matem havası vardı.<br />

Okulda kaç öğrenci vardı?<br />

<br />

150 kadar öğrenci vardı. Büyük bir aile gibiydi.<br />

Civarda oturan her Yahudi çocuk bu okula gelirdi.<br />

Bohor adındaki hademeyi hatırlıyorum. Sabahları<br />

evlerin kapısına gelir, yüksek sesle talebeleri okula<br />

çağırırdı. Örneğin, Levi ailesi tam karşımızda<br />

otururdu. Kapıya gelip,“ Cako Levi, Alber Levi! A<br />

la skola” diye seslenirdi. Bu yıllarca aramızda<br />

espri konusu olarak kaldı.<br />

Okul neden kapandı?<br />

Bene Berit 5 değil 6 yıllık bir ilkokuldu. İbranice<br />

ve Fransızca verildiği için M.E.B. 6 yıl olmasını<br />

şart koşmuştu. Bazıları bir yıl fazla okumayı bir<br />

dezavantaj olarak görüyordu. Ayrıca anti-semitizm<br />

başlamıştı. Okulu kösteklemek için tayin edilen<br />

öğretmenler vardı. Örneğin, bizim öğrenci bir<br />

soruya eski türkçe ile cevap verse, öğretmen<br />

“olmadı” deyip aynı şeyi yeni türkçe ile söylerdi.<br />

Yanlışını bulmaya çalışırdı. Zamanla hem<br />

bürokratik nedenlerden hem de öğrencisizlikten<br />

kapandı. Üzücü olan Bene Berit kapandığında hala<br />

orada oturan iyi bir Yahudi zümre vardı.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 147 -<br />

Talebesizlikten kapanınca Bene Berit’in binasına<br />

belediye el koydu. Alliance okuluna da aynı şey<br />

oldu.<br />

Robert Kolej’den mezun olunca İzmir’e mi<br />

döndünüz?<br />

Hayır. Önce İstanbul’da bir süre çalıştım. Sonra<br />

İzmir’e geldim. Arkadaşlarım David Krespin,<br />

Niso Şeni, Alber Antebi ile birlikte Akgerman<br />

Han’da “Gençler Kollektif Şirketi”ni kurduk. 7-8<br />

sene sürdü. Elektrik aletleri ve bilhassa frigider<br />

ithalatı yapardık. Sonra ayrıldık. David Krespin’le<br />

kağıt işi yaptık. David Krespin ayrılınca abim Riri<br />

Roditi ile babamın işine devam ettim. Düşünün ki<br />

E. R. Roditi ve Halefleri şirketinin ticaret sicil<br />

numarası 11 idi. Ticaret Odasına gittiğimizde 11<br />

rakamı herkesi hayrete düşürürdü. İzmir’de T.C’de<br />

kurulan ilk şirketlerdendi. Abim Riri Roditi ölünce<br />

tamamen kapandı bu iş.<br />

Cemaatte uzun yıllar aktif görev aldığınızı<br />

biliyoruz. Hangi görevlerde bulundunuz?<br />

Cemaatin hemen hemen her kurumunda çalıştım.<br />

<br />

Talmud-Tora okulunun idare heyetinde ve en çok<br />

da cemaat yönetim kurulunda. Bir nevi genel<br />

sekreter gibiydim. Önemli kararlarda her zaman<br />

fikrim alınırdı. Ayrıca dışarıdan gelen yabancı<br />

konuklarla ilgilenmek, onlara İzmir hakkında bilgi<br />

vermek en önemli görevlerim arasındaydı.<br />

İzak Roditi ve bir dönemin ünlü doktorlarından Dr.<br />

Zibil’in kızı olan eşi Eva Roditi’nin Ezel ve Aylin<br />

adlı iki çocuğu bulunuyor. Anılarını ve İzmir tarihi<br />

ile ilgili bu çok değerli bilgileri bizimle içtenlik ve<br />

alçakgönüllülükle paylaşan İzak Roditi’ye çok<br />

teşekkür ediyoruz. Eva Roditi de eşi gibi tarih ve<br />

kültürümüzle yakından ilgili. Çiftin evinde özenle<br />

saklanmış, kimbilir başka hangi öyküleri anlatan<br />

pek çok eski resim, değerli belge ve obje<br />

anlatılmayı, belki de bir müzedeki yerini bulmayı<br />

bekliyor...<br />

Not: Yukarıdaki söyleşi Mayıs-Haziran 2010’da İzak ve Eva Roditi’nin<br />

evinde gerçekleştirdiğim röportajdan ve 2008’de Süzet-Moti Katan ve<br />

Myriam-Daniel Levi’nin İzak Roditi ile yaptıkları görüşmenin video<br />

kayıtlarından derlenmiştir.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 148 -<br />

Yahudilik Felsefesi<br />

Rabbi Yisahar Aaron Izak<br />

coi770@yahoo.com<br />

Mitsvalar<br />

Dünyanın Yapı Taşı ve Mafsalları<br />

Altı günlük yaratılış sürecinde yaratılan herşey bir<br />

vücut ve ruhtan ibaret addedilmiştir. Bu yaratılışın<br />

her seviyesi için geçerli kabul görülmüştür.<br />

Dünyanın fiziksel yaratılışındaki taşları dört<br />

kategoride toplamak mümkündür:<br />

1. Domem - Durağan maddeler<br />

2. Tsomeyah - Büyüyen varlıklar<br />

(Bitkiler alemi)<br />

3. Hay - Hareketli varlıklar (hayvanlar alemi)<br />

4. Medaber - Konuşanlar (İnsanoğlu)<br />

Bu dört kategorinin aralarında herhangi bir<br />

bağlantı bulunmamaktadır. Diğer bir ifadeyle, bu<br />

kategorilerin her biri birbirinden tamamıyla ayrı<br />

olup, dünyada yaratılmış herşey bu dört<br />

kategoriden birine ait tutulmuştur.<br />

<br />

Bu dünyaya geliş amacımızın sırrı, bu kategorilere<br />

bağlı kalınarak kendimizi arındırmak ve<br />

yükseltmektir. Bilgelerimiz der ki, eğer gerçekten<br />

“insan” olarak davransak, ne ormanlar kralı aslan<br />

bize saldırır, ne de başka bir canlı. T-nrı<br />

yaratılıştaki her canlıyı Adam A-Rişon (İlk<br />

İnsan)ın önünden geçirip isimlendirdiği gibi, bütün<br />

yaratılışa ‘sen hükmedeceksin’ ifadesiyle<br />

güçlendirmiştir. Bu kuvvet hepimize aittir. Soru<br />

“insan nedir?" Tora’nın amaçlarından biri, bizlere<br />

“insan” gibi yaşamayı öğreten bir rehber<br />

olmasında aranmalıdır. Bu akılla hislere<br />

hükmederek kendimize hakim olmayı, paylaşmayı,<br />

sevmeyi, birleşmeyi ve doğru kimseler olmayı<br />

öğretmek şeklinde özetlenir. Bütün bu saydığımız<br />

öğeler çıkarcılığa ve bencilliğe aykırıdır<br />

denilebilir. İnsandaki hayvansal tabiat ile<br />

çelişmektedir. O halde, insan sınıfına dahil olmak<br />

sadece fiziki boyutta doğumla alakalı olup, ruhani<br />

olarak bu boyutu yakalayabilmek bizlerin<br />

elindedir. Bu konuda en mükemmel rehber ise,<br />

insandaki menfi aklın üstünde verilmiş olan


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 149 -<br />

Tora’ya, yani ilahi (T-nrısal) akıla bağlanmaktadır.<br />

Bu kategorilerdeki her türün hem ruhu hem de<br />

bedeni vardır. Taştaki ve ağaçtaki ruhun, insandaki<br />

kadar açıkça ortada olmadığı bir gerçektir, ama<br />

bilinmelidir ki onların da bir ruhu vardır. Haliyle,<br />

bütün yaratılışın ruhları ve vücutları vardır. Ruh<br />

(dünyanın ruhani yönü) Tora ile bağlantılı iken,<br />

vücut (dünyanın fiziki yönü) Mitsvalar’dan<br />

ibarettir. Mitsvalar A-Şem’in Sinay Dağında<br />

İsrailoğulları’na verdiği 613 kutsal emirden<br />

ibarettir.<br />

Sözlü Tora geleneğimizde aktarıldığı kadarıyla<br />

dünya, bizim Tora öğrenimimiz ve mitsvaları<br />

uygulamamız sayesinde ayakta kalıyor. Mısır<br />

çıkışı başlayan yolculuğumuzdaki durakların<br />

sıradışı mantığının altında yatan sırra vakıf olma<br />

eylemi yatmaktadır.<br />

Şunu hatırlatmak gerekir ki, A-Şem, Galut’ta<br />

(sürgün) yaşamaya başladığımızdan beri bizlere<br />

hiçbir zaman bir yerde toplu olarak yaşama izni<br />

vermemiştir. Değişik coğrafi konumlarda<br />

<br />

oluşumuzla, o an herhangi bir bölgede zor<br />

durumda olan grupların diğer bu tarz sorunları<br />

yaşamayanlar tarafından desteklenmesi<br />

arzulanmıştır. Bu destek Tora öğreniminin ve<br />

mitzvaların uygulanmasının bir sonucudur.<br />

Dolayısıyla, diğer ulusların da bundan<br />

yararlanmasının önü açılmak istenmiştir.<br />

613 Mitsva, vücutta bulunan 613 fonksiyona<br />

tekabül eder. Bunun 248’i pozitif Mitsva (yap<br />

emri) ve 365’i negatif Mitsva (yapma emrini)<br />

içerir. Mitsvalar, insan vücudundaki 248 organ ve<br />

365 sinire tekabül eder. İnsan vücudu bir<br />

mikrokosmos olarak adlandırılır, yani küçük bir<br />

dünya. Bu küçük dünyayı inceleyerek daha büyük<br />

ruhani ve fiziki dünyaya genelleme yapabiliriz.<br />

Nasıl ki, bizim bir Neşama (ruh) ve vücudumuz<br />

var ise, aynı şekilde dünyanın da bir neşama ve<br />

vücudu vardır. Özetle, dünya büyük bir oluşum,<br />

insan ise küçük bir dünyadır. Dünyanın gücü ve<br />

unsurları sinir sistemi ve organlar aracılığıyla<br />

beslendiğimiz ölçüde anlam kazanır.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 150 -<br />

Biliyor muyuz?<br />

Tefilin<br />

Kaynak : Sevivon<br />

"Onları işaret olarak<br />

elinin üstüne bağlayacaksın ve onlar,<br />

gözlerinin arasında, alnına bağ olacaktır."<br />

(Devarim 6:8)<br />

Doğumunun onüçüncü yıldönümüne ulaşmış her<br />

Yahudi erkek, dinsel erginliğe varmış sayılır ve<br />

Yahudi kimliğinin gerektirdiği tüm adet, gelenek,<br />

<br />

töre ve yasalara uymak zorunluluğu taşır.<br />

Bunlardan biri de Tefilin'dir.<br />

Tefilin, Tora'nın öngördüğü mitsvaların en<br />

önemlilerindendir. Binlerce yıldır sevgi ve<br />

saygıyla uygulanmış ve günümüze kadar aynı<br />

önemi ve değeri koruyarak ulaşmıştır.<br />

Tefilin Nedir?<br />

Tefilin, deriden yapılmış ve yassı deri şeritlerle<br />

birbirine tutturulmuş siyah renkte iki kare<br />

kutucuktan oluşur. İçlerinde parşömen üzerine el<br />

yazması olarak, Tora'dan dört ayrı bölüm içeren<br />

dörder rulo bulunur. Bu parşömenlerin içerdiği<br />

Tora bölümleri şunlardır:<br />

a) Şema (Devarim 6:4-9) Tanrı'nın tek olduğunu<br />

bildirir.<br />

b) Veaya (Devarim 11:13-21) Tora'nın öğretilerini<br />

uygulayan kişiye Tanrı'nın yardım elini<br />

uzatacağını; buyruklarına karşı çıkanları da<br />

cezalandıracağını ifade eder.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 151 -<br />

c) Kadeş (Şemot 13:1-10) Her Yahudinin, Mısır'da<br />

esaretten kurtuluşunu daima hatırlaması<br />

gerektiğini belirtir.<br />

d) Veaya (Şemot 13:11-16) Mısır'dan çıkışın ve<br />

Tanrı öğretilerinin çocuklarına aktarmanın her<br />

Yahudi için bir zorunluluk olduğunu ifade eder.<br />

Tefilin iki parçadan meydana gelir ve bunlardan<br />

biri başa, diğeri ise kola bağlanır. Başa bağlanan<br />

tefiline Tefilin Şel Roş denir. Tefilin Şel Roş'un<br />

içinde yukarda bahsettiğimiz dört peraşa<br />

yazılmıştır. İkinci kutu ise sol pazu üzerine<br />

bağlanır. (Tefilin şel Yad) ve bir tek bölmesi<br />

vardır. Bu bölmeye de dört parşömen birlikte<br />

sarılarak, tek rulo halinde yerleştirilmiştir.<br />

"Baş Tefilini"nin iki yan yüzeyine İbranice'deki<br />

"Şin" harfi basılmıştır ve bu Tefilin başa "Dalet"<br />

harfini andıran bir düğümle (Keşer) bağlanır. "El<br />

Tefilini"nin düğümü ise "Yod" harfi şeklindedir.<br />

Bu üç harfin birleşimi de (Ş-D-Y) "Şaday"<br />

(Kudret-Tanrı) sözcüğünü oluşturur. Bu harfler<br />

aynı zamanda "Şomer Dlatot Israel" (İsrail<br />

<br />

Kapılarının koruyucusu) sözlerinin baş harfleridir.<br />

Tefilin Nasıl Takılır?<br />

Tora, Tefilin'den dört ayrı kez söz ederse de<br />

Tefilin'in nasıl takılacağı konusunda ayrıntılı bilgi<br />

"Sözlü Yasalar"ın (Tora şe Bealpe) "Alaha le<br />

Moşe mi Sinay" (Moşe'ye Sinay'da verilen yasalar)<br />

bölümünde yer alır.<br />

Bar Mitsva yaşına gelmiş bir Yahudi, düzenli<br />

olarak her sabah Tefilin takmalıdır:<br />

Tefilin takan kişi ayakta durur. Önce, "Tefilin Şel<br />

Yad - El Tefilini"ni alıp sol kolunun üst bölümüne,<br />

kalbine dönük bir şekilde yerleştirir. Deri<br />

bağcıkların geçtiği ilik kutunun üst kısmına<br />

gelmelidir. Şeritleri bağlamaya başlamadan önce<br />

"Tefilin Beraha"sını okur.<br />

Baruh Ata Ad. Elo. Meleh Aolam Aşer Kideşanu<br />

Bemitsvotav Vetsivanu Leaniah Tefilin.<br />

Bizleri Emirleriyle kutsayan ve bize Tefilin takmamızı<br />

emreden, Evrenin yaratıcısı ve Kralımız,<br />

Tanrımız Mübarektir.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 152 -<br />

Yukarıdaki Tefilin takma duasını okuyan kişi,<br />

şimdi de Tefilin'in uzantısı olan deri saplı bölüm<br />

üste gelecek şekilde, bağları kolun alt bölümüne<br />

yedi kere dolar ve kalan bağları avucuna sarar.<br />

Şimdi sıra "Tefilin Şel Roş - Baş Tefilin"inindedir.<br />

Onu da, alnının üst kısmına yerleştirerek bağın<br />

uzantısındaki düğümün ense üstüne gelmesini<br />

sağlar. "Tefilin Şel Roş - Baş Tefilin" kutusunun<br />

alt kenarı saç köklerin altına düşmemeli ve iki<br />

gözün tam ortasına gelecek hizada durmalıdır.<br />

Baş Tefilini'ni takar takmaz avucundaki bağları<br />

çözerek orta parmağına –önce parmağın alt<br />

boğumuna (avuca yakın), sonra orta boğumuna ve<br />

son olarak da gene alt boğuma olmak üzere–<br />

bağları üç kez dolar. Kalan bağları da gene<br />

avucuna sarar.<br />

Tefilin takma işlemi hiçbir hareket veya sözle<br />

kesilmemelidir. Herhangi bir nedenle kesintiye<br />

uğradığında aşağıdaki Beraha okunur.<br />

Baruh Ata Ad. Elo. Meleh Aolam Aşer Kideşanu<br />

<br />

Bemitsvotav Vetsivanu Al Mitsvat Tefilin.<br />

Bizleri Emirleriyle kutsayan ve bize Tefilin Mitsvasını<br />

emreden, Evrenin yaratıcısı ve Kralımız, Tanrımız<br />

Mübarektir.<br />

Tefilin takılması tekniği değişik toplumlara göre<br />

küçük farklılıklar gösterebilir.<br />

Tefila'dan Sonra<br />

Tefilin'in çıkarılması ise şöyle olmalıdır:<br />

Kişi gene ayaktadır. Önce orta parmağın<br />

üzerindeki bağlar açılır ve tekrar avuç içine sarılır.<br />

"Baş Tefilini" sol elle çıkarılarak şeritleri sarılır ve<br />

özel Tefilin kılıfına konur. Sora "El Tefilini"<br />

çıkarılır, bağları özenle sarılıp kılıfına yerleştirilir.<br />

Kabın sağ yanına Baş Tefilini'ni, soluna ise El<br />

Tefilini'ni yerleştirmek adettir.<br />

Tefilin'e Ait Töre ve Yasalar<br />

* İlk kez Tefilin takacak olan çocuğun Bar-Mitzva<br />

tarihinden iki ila üç ay önce çalıştırılıp Tefilin<br />

takma tekniğine alıştırılması adettir.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 153 -<br />

* Tefilin satın alınırken, güvenilir bir yerden<br />

alınmasına ve parşömenlerin tam yetkili bir Sofer<br />

tarafından elle yazılmış olmalarına dikkat<br />

edilmelidir. Gereken nitelikleri taşımayan<br />

Tefilin'ler kullanılmamalıdır.<br />

* Tefilin sadece hafta içi günlerinde takılır. Şabat<br />

ve bayram günleri Tefilin takılmaz.<br />

* Tefilin sabah duası (Tefilla) sırasında<br />

takılmalıdır. Adını da bu duadan almıştır. Ancak<br />

herhangi bir nedenden sabah takılamadıysa, gün<br />

batımından önce olması şartıyla gün içinde de<br />

takılabilir.<br />

* El ve Baş Tefilinleri takılırken, bağların siyah<br />

renkli yüzlerinin üste gelmesine dikkat edilmelidir.<br />

* Tefilin takma işlemi herhangi bir konuşma veya<br />

hareketle kesilmemelidir. Kabul edilebilir tek<br />

kesinti, Tefilin takmakta olan diğer bir kişinin<br />

duasına karşı söylenebilecek "Amen" sözcüğüdür.<br />

* Solak olan kişi Tefilin'i sağ koluna bağlar.<br />

<br />

* Tefilin çıplak kola ve çıplak başa bağlanmalı ve<br />

hiçbir giysi bölümü ona değmemelidir.<br />

* Herhangi bir nedenle "El Tefilin"i takılamıyorsa<br />

sadece "Baş Tefilin"i takılmalıdır. Aynı kural aksi<br />

durum için de geçerlidir.<br />

* Tefilin bir mezarlıkta veya temiz olmayan bir<br />

yerde takılamaz.<br />

* Çok yakınını kaybeden bir kişi cenaze toprağa<br />

verilmeden Tefilin takamaz.<br />

* Tefilin takmış olan kişi, taktığının daima<br />

bilincinde ve Tefilin'e saygılı olmalıdır.<br />

* Tefilin, sabah dualarının tümü bitmedikçe<br />

çıkarılamaz.<br />

* Sabah duası sırasında Tefilin'le birlikte Tallit de<br />

giyilmelidir. Önce Tallit giyilmeli, sonra Tefilinler<br />

takılmalıdır. Dua sonunda ise önce Tefilinler,<br />

sonra da Tallit çıkarılmalıdır.<br />

* Tişa-Beav (Av ayının 9'u) gününde Tefilin sabah<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 154 -<br />

duasında değil de öğleden sonraki duada takılır.<br />

Zira 9 Av bir yas günüdür.<br />

* Tefiline layık olduğu saygı gösterilmelidir. Eğer<br />

Tefilin kaza eseri yere düşerse oruç tutarak veya<br />

sadaka vererek kefaret ödenmelidir. Bu durumda<br />

bir Rabi'ye başvurulmalıdır.<br />

* Tefilin ruloları da Kaşer (dinen temiz) bir<br />

hayvanın (tercihan dana) derisinden çok özel bir<br />

yöntemle imal edilirler. Bu kutuların şekli tam bir<br />

kare-küb olmalı ve kutularla deri bağlar özel bir<br />

boya ile siyah renge boyanmalıdır.<br />

* Bilgelerin sözlerine göre, Tefilin takma emrini<br />

her gün uygulayan kişi, uzun bir yaşama ve<br />

Gelecek Dünya’ya erişmeye hak kazanır.<br />

* Rabilere göre, Tefilin'in içindeki parşömenler<br />

birkaç yılda bir kontrol edilmelidir. Bu süre her<br />

yedi yılda bir –veya iki– kez olmalıdır.<br />

Tefilin'de Sembolizm ve Felsefe<br />

* Midraş'a göre bir erkeğin Yahudi dinine<br />

<br />

bağlılığını ispat etmesi için iki kanıt<br />

gerekmektedir. Bunların biri Berit, özel, kişisel ve<br />

kalıcıdır. Berit, erkekte yaşamı boyunca yer<br />

edecek bedensel bir işaret, bir akit belirtisidir.<br />

İkincisi ise Tefilin'dir. Bu da, Berit'in aksine,<br />

dıştan görülebilen ve iyice belirgin bir işaret, bir<br />

Tanrı'ya bağlılık kanıtıdır.<br />

* El Tefilin'i, sol kola ve tam duyguların merkezi<br />

olan kalbe dönük olarak takılır ve uzantısındaki<br />

deri şeritler kola, ele ve orta parmağa bağlanır.<br />

İkinci tefilin ise düşünce merkezi olan başa takılır.<br />

Böylece, dikkat başa, kalbe ve ele çekilerek,<br />

kişinin düşüncesiyle, hisleriyle ve eylemleriyle<br />

kendini Tanrı'ya adaması gerektiği vurgulanır.<br />

* Tefilin, düşünceyle mantığın duygudan daha<br />

güçlü olması gerektiğini öğretir. Ayrıca, insanın<br />

salt duygusal içgüdülere kapılmamasını sadece<br />

düşünce ve mantığa da bağımlı kalmamasını<br />

simgelerken, ikisini birlikte dengelice kullanması<br />

gerektiğini öğretir.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 155 -<br />

* Tefilin önce ele, sonra başa takılır. Bunun da<br />

sembolik anlamı şudur: "Kişi, Tanrı buyruklarını,<br />

fazlaca sorup düşünmeden önce yerine getirmeli<br />

sonra da anlamaya çalışmalıdır." Yani önce, fiilen<br />

eylemci olmalı, sonra düşünmeye yer vermelidir.<br />

* El Tefilinini giysinin kol bölümleri gizleyebilir.<br />

Baş Tefilini ise tamamen açıkta ve belirgindir.<br />

Bunun da simgesel anlamı şudur: "Hareketlerinizi<br />

gizleyin ama düşünceleriniz açık ve belirgin olsun<br />

ki, fikirleriniz çevrenizi aydınlatsın."<br />

* Tefilin'in dört duası, düşünceyi simgeleyen "Baş<br />

Tefilini"nde ayrı ayrı dört bölmede, eylemi<br />

simgeleyen "El Tefilini"nde ise tek bölmede tek<br />

rulo halindedir. Bu da bilgilerce şöyle yorumlanır:<br />

"Düşünceleri ve fikirleri farklı da olsa, tüm Yahudi<br />

halkı eylemlerinde tek vücut olup birleşmelidir.<br />

Tora buyruklarının icrasında da Tanrı emirleri bir<br />

bütün olarak aynen uygulanmalıdır.<br />

* Tefilin'in bağları, kişinin fikren ve kalben<br />

Tanrı'ya sıkıca bağlı olduğunu simgeler. Ayrıca<br />

<br />

Tefilin'le gerçekleştirilen günlük "Bağlanma"<br />

eylemiyle de insan her sabah Tanrı'ya bağlılığını<br />

tazeler ve pekiştirir. Tefilin takmak, "Tanrı'nın<br />

adını" başına ve koluna işlemek demektir.<br />

* Kutsal kitaplarda, Tanrı ile seçtiği kavim<br />

arasındaki mistik ilişkiden söz edilirken,bu ilişki<br />

sıklıkla iki sevgili veya karı-koca bağlılığına<br />

benzetilir. Tefilin de, işte bu ilişkinin simgesidir.<br />

Tefilin takan kişi, deri bağcıkları elinin orta<br />

parmağına –tıpkı evlilik yüzüğü gibi– sararken,<br />

Tora'daki şu bölümü okur:<br />

"Ve ben senin ebedi nişanlın olacağım. Seni<br />

kendime doğrulukla, hakla ve rahmetle<br />

nişanlayacağım. Bağlılık ve sadakatle senin<br />

nişanlın olacağım ve sen Tanrı'yı tanıyacaksın."<br />

(Oşea 2:20-21).<br />

Tefilin ve Mısır'dan Çıkış<br />

Tefilin'in içindeki dört Tora paragrafının ilk ikisi<br />

"Şema" ve "Veaya" bölümleridir ve aynı zamanda<br />

mezuzanın içindeki parşömenin yazısını oluşturur.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 156 -<br />

Diğer iki bölüm ise "Kadeş" ve "Veaya"dır ve<br />

Yahudilerin Mısır diyarında esaretten<br />

kurtuluşlarından söz eder.<br />

Tefilin gibi güçlü bir sembolün Mısır'dan çıkış<br />

öyküsüyle bağıntılandırılmasının nedeni nedir? Bu<br />

soruyu, Mısır'dan çıkış öyküsünü yakından<br />

inceleyerek yanıtlamak mümkün:<br />

Tanrı'nın Mısır ulusuna gönderdiği 10 bela, soyut<br />

kavramlara inanmakta zorluk çeken bir halk için<br />

güçlü bir kanıt oluşturmuştu. Bu sayede inanılmaz<br />

bir mucize gerçekleşmiş, özgürlüklerine kavuşan<br />

İsrailoğulları Tanrı'nın gücüne, şüpheye yer<br />

bırakmayan bir inançla bağlanmışlardı.<br />

"On Emir"in metni şöyle başlar: "Ben sizi Mısır<br />

diyarında esaretten çıkaran efendiniz,<br />

Tanrınız'ım." Şabat ve bayram akşamlarının özel<br />

duası Kiduş da "Zeher le Yetsiat Mitsrayim"<br />

(Mısır'dan çıkışın anısına) sözlerini içerir.<br />

Görüldüğü gibi, Mısır'dan çıkış öyküsü Yahudi<br />

halkı için unutulmayacak bir nirengi noktası<br />

<br />

niteliği taşır ve bu anı, her fırsatta tekrarlanır.<br />

En Eski Tefilinler<br />

Bugün İsrail Müzesi'nde görülebilen en eski<br />

Tefilinler, Ölü Deniz yakınlarındaki "Kumran"<br />

mağaralarında bulunanlardır.<br />

1968 yılında ünlü arkeolog Yigael Yadin'in<br />

gerçekleştirdiği kazılarda ortaya çıkan bu<br />

Tefilinlerin şekilleri, yapımlarında kullanılan<br />

malzeme, parşömenler ve bağların nitelikleri<br />

Talmud'un belirttiği yasalara tıpatıp uymaktadır.<br />

Birinci yüzyılın ilk yarısına ait olduğu sanılan bu<br />

Tefilinler "Baş Tefilini" olup, dört ayrı rulo, dört<br />

ayrı bölmeye yerleşmiş olarak bulunmuşlardır.<br />

"Ölü Deniz Ruloları" adıyla da bilinen bu ruloların<br />

keşfi kullanıldıkları dönemin ibadet tarzı hakkında<br />

araştırmacıları aydınlatmış ve karanlıkta kalan bazı<br />

konulara ışık tutmuştu.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 157 -<br />

Astroloji<br />

Beki Baron / İstanbul<br />

bekibaron@gmail.com<br />

Gökyüzünde<br />

Temmuz - Ağustos Enerjileri<br />

"Değişim dünyanın gidişine ayak uydurmaktır. Değişen<br />

insan kendini dünyaya uydurur. Değişime direnen ise<br />

dünyayı kendine uydurmaya çalışır!"<br />

Bernard Shaw<br />

Yıllardır hayatlarımızda “değişim” istiyorduk ya,<br />

2010 yılında gökyüzü bize bu değişimi yapıp<br />

yapmadığımızı soruyor. İhtiyacımız olan veya<br />

düşlediğimiz değişimleri eğer kendimiz<br />

yapmadıysak 2010 yılı bunları bizim yerimize ve<br />

bize rağmen gerçekleştireceğini çok açık bir dille<br />

ifade ediyor. Kararsız hareket ettiğimiz ve bir türlü<br />

ortaya çıkartamadığımız ne var ise hazırlıklı olun<br />

lütfen. Bu dönemde bizlere ani cesaretler geldiğini<br />

ve yeni fikirler ve taze enerjilerle hayatlarımıza<br />

yeni bir yön çizdiğimizi görebiliriz. 2010 yılının<br />

<br />

çok önemli olduğunu, “kolektif”i ilgilendiren<br />

gezegenlerin (Uranüs, Neptün, Pluto) burç<br />

değiştirerek yeni bir döneme işaret ettiğini önceki<br />

yazılarımda paylaşmıştım, hatırladınız mı? Bu<br />

yazıda ise Uranüs gezegeninin Koç burcundaki<br />

hareketi ile bizlere ne anlatmak istediğini ve<br />

hayatımıza bu konuları nasıl uyarlayabileceğimize<br />

ve Temmuz sonundaki “öncü patlaması”na<br />

bakacağız .<br />

Kısaca hatırlayalım isterseniz: muhtelif<br />

“transit”lerden bahsetmiştik ya; “Neptün<br />

transiti”nde inandığımız ve idealize ettiğimiz her<br />

şeyin çözüldüğünü ve eridiğini, hatta değiştiğini<br />

gördük. Egolarımız eridi ve yumuşadı. “Pluto<br />

transiti”nde baskı ile dönüşüme zorlandık,<br />

direndikçe zorluklar ile karşılaştık, dönüşümü ve<br />

değişmeyi kabul ederek kendimizi tekrar<br />

diriltmeye başladık. “Uranüs transiti”nde ise şu<br />

anda sarsılarak uyanıyoruz ve özgürleşiyoruz. 27<br />

Mayıs tarihinde ise Uranüs gezegeni Koç<br />

burcundaki 7 yıllık hareketine başladı. Bu da ne<br />

mi? Buyrunuz...<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 158 -<br />

Önce Koç!.. Zodyağın ilk burcu, saf enerjiyi, taze<br />

ve yeni başlangıçları ifade ediyor. Cesaret, anilik,<br />

hız, düşünmeden hareket etmeyi barındırıyor.<br />

Harekete geçme isteğimiz çok yoğun ve taze<br />

enerjiler ile niyet ediyoruz. Başlangıç<br />

noktasındayız ve kafamızda oluşan ilk fikir ne ise<br />

bu fikir gelişecek ve şekil alacak 7 yıl boyunca, o<br />

yüzden isteklerimize çok dikkat etmeliyiz.<br />

Aklımızı, enerjimizi, zihnimizi nereye<br />

yönlendiriyorsak onu yaratıyoruz, niyetlerimizi<br />

harekete geçiriyoruz ve bu konuda taze enerjiler<br />

ile yeni başlangıçlar yapıyoruz. Cesaret ön planda.<br />

Uranüs ise aydınlanma ve uyanış konusunda bize<br />

destek veriyor.Bu gezegenin hayatımıza getirdiği<br />

enerjiler çok ani, sıra dışı. Devrimci ve aydınlatıcı.<br />

Bu aydınlanma süreci artık katılaşmış enerjilerin<br />

ve kuralların yıkıldığı, devrildiği bir döneme işaret<br />

etmekte.<br />

Peki Uranüs Koç burcunda hareket ederken ne<br />

beklenmeli? Niyetler, enerjiler güzel de bu<br />

hareketin devam ettiği süre boyunca olumlu/iyi<br />

<br />

şekil almaya açık niyetlerimiz engellendiği<br />

taktirde, yıkıcı bir şekil almaya çok uygun<br />

potansiyelleri içinde barındırıyor. İşte buna dikkat<br />

etmek gerekiyor, çünkü bu burcun empatisi biraz<br />

zayıf ve tek başına hareket etmekten hoşlanıyor.<br />

Bu nedenle risk alırken çok dikkatli olmalıyız.<br />

Çünkü engellendiğimiz zaman çok yıkıcı<br />

olabiliriz.<br />

Kollektif alanda ani, cesareti ve atılımı tetikleyen<br />

olaylar ve süprizlerin olacağı bir dönemdeyiz.<br />

Kişisel cesaretlerin önemsenmesi gerekiyor.<br />

Yalnız ve tek başına hareket edebilmek gerekiyor.<br />

Aynı zamanda kurallara uymamak ve ne pahasına<br />

olursa olsun başkaldırmak sözkonusu. Aslında bu<br />

taze enerjiler bize "alınganlığı , eskide yaşamayı<br />

bırak, cesur ol ve kendini yeteneklerin ile tekrar<br />

yapılandır" diyor. Eskiye ve eskide bağlı<br />

kaldığımız tüm bağlardan kopma ve bireysel bir<br />

çabaya girerek; güçlü, zorlayıcı, dönüşü olmayan,<br />

cesaret gerektiren fakat korkmamamız gereken bir<br />

yola çıktık. Ve yeni bir bilincin olduğu bir döneme<br />

doğru ilerliyoruz.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 159 -<br />

30 Temmuzda gökyüzünde “öncü patlaması” diye<br />

ifade ettiğimiz olay gerçekleşiyor. Teknik tarifi<br />

şöyle: Satürn ve Mars gezegeni sıfır derecede<br />

terazi burcunda hareketine başladığı anda Uranüs<br />

ve Jüpiter gezegeni Koç burcunda ve bu burca<br />

karşıt duracak ve Pluto gezegeni ile kare açı<br />

ilişkisinde olacaklar. Neler mi olacak?<br />

• Jüpiter Koç burcunda, yeni adımlar atmakta<br />

fırsatlar, genişleme, sosyal katılım, iyimserlik,<br />

cesaret ve kendine inanma temalarını<br />

beraberinde getiriyor. Öte yandan da sabırsızlık<br />

katsayısının artmasına sebep olacak. Aslında<br />

yeni başlangıçları destekleyen bir tavrı<br />

olduğundan seçimlerimiz bize heyecan verecek<br />

ama yine de dikkat etmeliyiz.<br />

• Aynı zamanda Uranüs ve Satürn gezegenlerinin<br />

birbirlerine karşıt durmaları geçmiş ve gelecek<br />

arasında durduğumuzu ve ayrıca bu dönemde<br />

otoriteye karşı ciddi bir direniş ve başkaldırının<br />

söz konusu olduğunu, özgürleşme isteğimizin<br />

<br />

çok yoğun olduğunu, dönüşüme direnmeden bu<br />

dengeyi sağladığımızda özgür birer birey haline<br />

geleceğimizi anlatmakta. Özellikle ilişkiler<br />

konusunda dengeli ve adil olmayı ve bireysel<br />

hareket etmekten korkmamamız gerektiğini de<br />

anlatıyor. Dengeyi sağlamak için elimizden<br />

geleni yapalım ama başaramazsak da ilişkiyi<br />

sonlandırma cesaretine sahip olalım.<br />

• Satürn Terazi burcunda denge ve adaletin<br />

gerekliliğini anlatıyor. Makro düzeyde uyum,<br />

barış ve huzur ancak bilinçli çabalar ve<br />

diplomasi yolu ile gerçekleşebilir.<br />

Astroloji yaşamdan soyutlanamıyor. Kıssadan<br />

hisseye gelecek olursak “değişim”e açık olun,<br />

ne istediğinizi bilin ve bunları elde etmek için<br />

cesur olun. Dünya değişirken, bizlerin de<br />

değişmesinden daha doğal ne olabilir ki!..<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 160 -<br />

Psiko-Güncel<br />

Reyan Kanyas Bencuya<br />

Uzm. Klinik Psikolog<br />

rkanyas@yahoo.com<br />

“Zorluklarla Başetmek için Sigara"<br />

yerine<br />

“Sigara ile Başetmek”<br />

Günümüzde sigara ve diğer tütün ürünlerinin<br />

tüketimi ve bağımlılığı çağımızın ciddi<br />

sorunlarından biri haline geldi. Bu konuda sorun<br />

çift taraflı rahatsız edici özelliğiyle öne çıkıyor.<br />

Toplumda bir taraf, sigarayı hava gibi su gibi<br />

zaruri bir ihtiyaç haline getirmiş ve aynı zamanda<br />

onu keyfi hatta dert ortağı olarak görüp sağlığının<br />

önünde tutarken; diğer taraf kokusundan,<br />

dumanından ve sağlığına verdiği zarardan ötürü<br />

temelde nefret ettiği unsurla karşı karşıya<br />

gelmekte.<br />

Sigara, kişinin kendi içinde çatışan duygular<br />

yaratırken, kişiler arası ilişkilerde çatışmalara<br />

<br />

neden olabiliyor. Özellikle günümüzde kapalı<br />

alanlarda sigara kullanımının yasaklanma<br />

durumunun gündeme gelmesiyle eklenen hukuki<br />

boyutla beraber sigara kullanımı ile ilgili sorunlar<br />

ve sorgulamalar daha fazla dikkat çekmeye<br />

başlamıştır. Konuyu psikolojik açıdan, sigarayı<br />

hayatlarının doğal bir parçası olarak gören veya<br />

tamamen sigara kullanımının karşısında gören iki<br />

perspektiften de ele alıp, bırakmak isteyen kişilere<br />

tıp ve psikoloji biliminin sunabileceği<br />

kolaylıklardan bahsetmek isteriz.<br />

Sigara içen kişilerin çoğu sigaraya genç yaşlarda<br />

lise veya üniversite çağında başlar. Küçüklüğünde<br />

ailesinde veya etrafındaki modellerden gördüğü<br />

kadarıyla sigara hakkında bir ön imgesi vardır<br />

kişinin. Bazı kişiler ebeveynlerine tepki olarak<br />

sigaradan hoşlanmaz, bazıları ise bilinç üstünde<br />

sigaraya karşı nötr iken, bilinç dışında aşina ve<br />

olumludur. Sigara kişiye ilk sunulduğunda<br />

çoğunlukla bir sosyal gruba dahil olma unsuru, bir<br />

yetişkinlik veya cesaret göstergesi şeklinde<br />

sunulur. Sosyal grupların popülerliğine


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 161 -<br />

cesaretlerine ve diğer olumlu yönlerine olan<br />

özenmeyle, insan bedeninin fizyolojik olarak<br />

tamamen yadırgadığı sigara kullanımı başlar.<br />

Önceleri zorlanarak içilirken zaman içinde bedenin<br />

dumana karşı oluşturduğu savunma mekanizmaları<br />

(mukoza) sayesinde daha kolaylıkla içilmeye<br />

başlanır. Bu sırada farklı üç mekanizma daha<br />

devreye girmektedir. Bunlardan ilki bedene<br />

dışarıdan verilen fazladan nikotin ve merkezi sinir<br />

sisteminin bu yeni doza olan ihtiyacı, diğeri ise<br />

çocukluktaki gelişim evrelerinden biri olan oral<br />

dönemde tohumları atılmış olan tırnak yemek,<br />

abur cubur atıştırmak gibi el ve ağız<br />

alışkanlıklarına bir yenisinin eklenmesidir.<br />

Zaman içerisinde fiziki nikotin ihtiyacı ve el-ağız<br />

alışkanlıklarına, davranışsal şartlanmalar da<br />

eklenir. Örneğin kahve veya alkol tüketirken,<br />

yemek sonrası, işe mola verildiğinde, sinirlenince,<br />

heyecanlanınca, keyiflenince, direksiyonda ve<br />

hatta kül tablası, sigara, çakmak görünce kişide<br />

şartlanmaya bağlı olarak sigara içme ihtiyacı<br />

belirir.<br />

<br />

Bu safhada sigaraya başlamanın ilk sebebi olan<br />

özenmek ve bir gruba dahil olmak çoğunlukla<br />

ortadan kalkmıştır.<br />

Sigara içen kişi yakın çevresinde içmeyenler ile<br />

sorunlar yaşar. Sigara içmenin yasak olduğu iş ve<br />

sosyal ortamlarda da sorun yaşar. Hepsinden<br />

önemlisi, kendisine zarar veren ve ileride çok<br />

acılar çekeceği ve ömrünü kısaltacak hastalıklara<br />

yakalanmasına neden olacak sigaranın zararının<br />

bilinçli olarak farkındadır ancak sigara<br />

bağımlılığından kurtulamayacağını varsayarak bu<br />

sorunları beyninin gerisine iter. Sigara içen kişi bir<br />

süre için sigara içemeyeceği toplantı uçak-otobüs<br />

yolculuğu, sinema gibi durumlarda huzursuz ve<br />

sinirlidir. Bu ruh hali etrafına yansır. Son olarak<br />

sigara içen kişi etrafındaki sigara içmeyenlerce<br />

kötü koku ve dumandan dolayı olumsuz algılanır,<br />

yanına yaklaşılmak istenmez ve kalabalık<br />

ortamlarda tanımadığı kişilerle bile çatışma<br />

durumları yaşayabilir.<br />

Madalyonun öbür yüzünde sigara içmeyen kişi<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 162 -<br />

vardır. Sigara içmeyen kişi sigaranın zararlarının<br />

bilincindedir ve dumanından, aynı odada farklı<br />

köşelerde içilse dahi rahatsızdır. Genellikle, sigara<br />

içenlerin kendi hakkını yok saydığı duygusuna<br />

kapılır. Toplumsal anlayışa ve farklı toplumlarda<br />

ortak alanlarda sigara içilmesinin gördüğü kabul<br />

oranına göre sigara içene vermek istediği tepkiyi<br />

kısmen bastırarak, bazense patlayarak verir; bazen<br />

de baskın olmadığı durumlarda tepki vermeden<br />

hoşlanmadığı dumana tamammül etmek zorunda<br />

hisseder.<br />

Bu tip kişilerin tutumlarının sigara içenler<br />

açısından da çok büyük önemi vardır. Verdikleri<br />

veya veremedikleri tepkilerle sigara içenlerin<br />

alışkanlıklarını bırakabilmelerine veya tepkisel<br />

olarak kullanımı daha da artırmalarına neden<br />

olabilecek en önemli unsurlardır. Pek az sigara<br />

bağımlısı kendi kendine, hiçbir tepki veya<br />

yaklaşım farkı görmezken sigarayı bırakma<br />

yöneliminde bulunur. Dolayısıyla sigara içen<br />

kişinin etrafındaki içmeyen kişinin psikolojisini<br />

<br />

takip etmek; zayıf, alıngan, sinirli vs olduğu<br />

durumlarda ona destek vererek, sigara içen<br />

yakınına karşı doğru duruşunun devamını<br />

sağlamak da en az sigara içen kişi ile yapılan<br />

psikolojik çalışmalar kadar önemlidir.<br />

Sigarayı herkes bırakabilir. Birçok kişi kendi<br />

başına bırakabildiği gibi, diğerleri de farmakolojik<br />

tedavi, grup psikoterapileri, nikotin sakız ve<br />

bantları gibi tedaviler vasıtasıyla bırakabilir.<br />

Sigara bırakmaya yardımcı bazı davranışsal<br />

yöntemler şöyle özetlenebilir:<br />

Hazırlık Evresi:<br />

Tarih seçimi: Doğum günü vs gibi önemli bir<br />

tarih olmalı ve yakın çevreye ilan edilmesi<br />

faydalıdır.<br />

Sigara içme alışkanlıklarının incelenmesi:<br />

Bırakmadan evvel sigaranın içildiği durumlar<br />

ve saatlerin not edilmesi ve bırakacak kişinin<br />

bilinçlendirilmesi önemlidir.<br />

Sigarayı bırakma nedenlerinin belirlenmesi:


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 163 -<br />

Kişilerin sigarayı bırakma nedenleri farklılık<br />

gösterse de en öne çıkan iki neden sağlıklı<br />

yaşamak ve çocuklarına iyi örnek olma<br />

isteğidir. Bu nedenler hakkında sigarayı<br />

bırakacak kişinin bilinçlendirilmesi faydalıdır.<br />

Bırakma Evresi:<br />

Sigara bırakıldığında ilk günler çok önemlidir.<br />

Eğer sigara bir hekimin süpervizörlüğünde<br />

bırakılıyorsa, ilk iki hafta düzenli görüşme ve<br />

sonra 1, 3, 6 ve 12 aylarda görüşme faydalıdır.<br />

Görüşmelerde sigarayı bırakmış kalma durumu,<br />

motivasyonun sürekliliği, yeniden başlama (relaps)<br />

eğilimi değerlendirilir. Genellikle relapslar, sigara<br />

içmenin bırakıldığı ilk haftalar içinde olmaktadır.<br />

Bırakan kişi ilk iki kontrolüne kadar sigara<br />

içmemişse bırakmış kalma olasılığı yüksektir.<br />

Ancak relapslar başarısızlık olarak<br />

değerlendirilmemeli ve yeniden bırakma yönünde<br />

kişi motive edilmelidir. Sigarayı azaltarak<br />

bırakanların yeniden başlama ihtimali bir anda<br />

keserek bırakanlara göre daha çoktur.<br />

<br />

Sigara bırakıldığında ilk günler 3-5 dakika süren<br />

sigara isteği dalgaları sıklıkla gelecektir. Bu<br />

dalgaların kişinin sigara içme alışkanlıklarına göre,<br />

önceden de farkedilebilecek zaman ve durumlarda<br />

gelmesi, bırakma açısından kolaylık sağlar. Bu<br />

durumlarda kişi hemen durum ve konumunu<br />

değiştirebilir. Sigarayı bırakma neden ve<br />

motivasyonlarına ve sigaranın zararlarına<br />

yoğunlaşarak veya bir arkadaşı ile sohbet ederek<br />

bu dalgayı atlatabilir. Aynı zamanda sigarayı<br />

bırakan kişi için el alışkanlığının yerini alacak<br />

başka el ve ağız alışkanlıkları oluşturulur. İlk<br />

günler sigara içilen sosyal ortamlardan uzak<br />

kalarak 3-5 dakikalık dalgaların gelme sıklığının<br />

azaltılmasına çalışılır. Bol sıvı gıda ve meyve<br />

tüketilerek hemen ağız alışkanlıkları değiştirilir<br />

hem de sağlıklı beslenilerek kilo alınmasının<br />

önüne geçilir. Egzersize başlamak sigara bırakma<br />

sırasında görülen fazla yemenin getireceği fazla<br />

kilolar ve motivasyon açısından faydalıdır.<br />

Bu tür davranışsal yöntemler ve ilk günlerdeki<br />

gerek süpervizör gerekse de ailenin sıkı desteğiyle<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 164 -<br />

sigara bırakılması mümkündür. Bu ne çok kolay ne<br />

de çok zor bir süreçtir. Sıklıkla uygulanmıyor olsa<br />

da, sorunun bilinçüstü ve bilinçdışı kaynaklarını<br />

irdeleyen psiko-dinamik yöntemlerin de kişinin<br />

kendini ve davranışının bilinçaltındaki nedenlerini<br />

anlaması açısından faydası vardır.<br />

Hangi çözüm yöntemiyle olursa olsun hem<br />

içenlerin hem de içmeyenlerin sigara kullanımını<br />

azaltmak amacıyla bilinçlenmeye ve daha fazla<br />

aktifleşmeye ihtiyacı tartışılmazdır. Toplu<br />

alanlarda sigara kullanımının kanunen<br />

zorlaştırılması, bırakma sürecinde sanıldığı kadar<br />

da etkili değildir. Bu içerden verildiği ve<br />

yakınlardan da destek alındığı taktirde<br />

kazanılabilecek bir savaştır. Herkes sigarayı<br />

bırakabilir…<br />

<br />

Atasözlerinde Tezatlar<br />

İyilik yap denize at!..<br />

Merhametten maraz doğar.<br />

Zararın neresinden dönülse kardır!..<br />

Gelen gideni aratır.<br />

Yüzü güzel olanın huyu da güzel olur!..<br />

Yüzü güzel olanı değil huyu güzel olanı sev.<br />

Akıl akıldan üstündür.<br />

Aklın yolu birdir.<br />

El elden üstündür.<br />

Alet işler el övünür.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 165 -<br />

Tepe Nokta<br />

Moşe Mişa Hayim<br />

mosehayim@gmail.com<br />

Helenizmin Yahudiliğe Etkileri<br />

M.Ö.356 yılında Makedonya'da doğan İskender<br />

M.Ö.336 yılında babasının tahtına geçerek kral<br />

olur. Güçlü Makedon ordularının başına geçerek<br />

kısa ömrünü simgeleyecek fütuhatına başlar.<br />

Makedonya ve Yunanistan’ı ele geçirdikten sonra<br />

M.Ö.334 yılında Çanakkale Boğazını geçer ve<br />

Pers İmparatorluğu ile olan üç yıl sürecek savaş<br />

başlar. 45000 kişi ile yola çıkan İskender<br />

kendisinden on misli büyük Pers ordularını meşhur<br />

Granikus, İssus ve Gavgamela savaşlarında yener.<br />

Pers İmparatoru Darius öldürülür ve efsanevi<br />

hazinesi İskender’in eline geçer. Kendisi artık<br />

Akdeniz’in ve Ortadoğu’yu da içine alan büyük bir<br />

İmparatorluğun tek hakimidir. İmparatorluğun<br />

sınırlarına baktığında dünyada fethedilecek başka<br />

yer kalmadığı için ağladığı söylenir.<br />

<br />

Askeri harekat esnasında Mısır’a yönelir ve<br />

dolayısı ile bugünkü İsrail toprakları üzerindeki<br />

Yehuda’yı fetheder. Kudüs önlerine geldiğinde<br />

ordugahını kurar. İskender orduları ile o zamanlar<br />

Pers İmparatorluğunun tebaası olan Yahudiler ilk<br />

defa karşı karşıya gelirler. İskender halkın<br />

kendisine biat ettiğinin ispatı olarak Beit<br />

Amikdaş’a heykelinin konmasını ister; bu emir<br />

uygulanmazsa şehir yakıp yıkılacaktır. Yahudi<br />

dinine göre bunu yerine getirmek mümkün<br />

olmadığından şehrin önde gelenleri bir gece<br />

önlerine Baş Kohen Şimon Ha Tzadik’i alarak<br />

yola düşerler. Baş Kohen beyaz elbisesi ve on iki<br />

kavmi simgeleyen kıymetli taşlarla bezenmiş<br />

hoşen yani önlüğü ile önde, arkasında meşalelerle<br />

gelen Yahudi liderlerine öncülük eder. Büyük<br />

İskender Şimon Ha Tzadik ile karşılaşınca savaş<br />

arabasından iner ve saygıyla eğilir. Kibirli, hiddet<br />

ve şiddete kendini kolayca kaptıran İskender’in<br />

birisinin önünde eğilmesi olası değildi. Niçin<br />

böyle davrandığı sorulduğunda zaferden zafere<br />

koşarken beyazlar içindeki Shimon Ha Tzadik’in<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 166 -<br />

kendisine göründüğünü söyler. Yahudiler,<br />

İskender ve İmparatorluğu için dua ettikleri<br />

mabetlerinin yıkılmasına müsaade etmemesini<br />

isterler.<br />

Şimon Ha Tzadik İskender’e mabedini gezdirir ve<br />

Tora’nın herhangi bir heykel veya figürün mabede<br />

sokulmasına müsaade etmediğini izah eder.<br />

İskender ve Grek dünyası ilk defa monoteist bir<br />

halk ve başrahiple karşılaşmışlardı. Kendisi bu<br />

isteğe karşı gelmez. Buna karşılık Şimon Ha<br />

Tzadik o yıl Kohenler’e doğacak ilk erkek<br />

çocuklara Aleksander adının verileceğini söyler. O<br />

günden bu güne kadar Aleksander ismi Yahudiler<br />

arasında sık sık kullanılır.Bu tarihi karşılaşma 25<br />

Tevet 3448 yani M.Ö.313’ te olur. Bu olay ile<br />

M.Ö. 313 yılından M.S.640 yılında İslam’ın Helen<br />

dünyasını fethetmesine kadar süren, hemen hemen<br />

bin sene sürecek bir Helen- Yahudi ortak yaşamı<br />

başlar. Bu karşılaşmanın dünya tarihindeki önemi<br />

ileri yıllarda daha da belirginleşecektir. Davut'un<br />

yıldızından, İsa'nın haçına ve İslamiyetin hilaline<br />

giden yol bu olayla başlar ve antik çağın sonunu<br />

<br />

getirecek hadiseler zincir halinde birbirini kovalar.<br />

Yunanlılar yalnız askeri emperyalist değillerdi.<br />

Fethettikleri yerlerde kültürel emperyalizm<br />

uygulayarak kendi yaşam şekillerini getirirlerdi.<br />

Doğu dünyasına getirdikleri lisanları ile birlikte<br />

sanat, mimari, edebiyat ve felsefi tarzlarını<br />

sundular. Yunan kültürünün, doğu kültürü ile<br />

kaynaşmasından bir hibrid kültür- Helenizm<br />

doğdu. Helenizmin dünya tarihindeki etkileri,<br />

dolayısı ile Yahudi kültürünü etkilemesi<br />

İskender’in kısa ömründen çok daha uzun yıllar<br />

devam edecekti. Büyük İskender'in fütuhatı Doğu<br />

ile Batının sınırlarını yıkmış ve güncel deyimi ile<br />

bir “Doğu-Batı Sentezi” meydana gelmiştir.<br />

Yehuda tepelerindeki köklü Yahudi gelenekleri<br />

Helen kültürü ile tanışmaya başlar. Yahudiler için<br />

Helenler Batıdan gelen egzotik bir kültürün<br />

unsurları idiler. Sokrates, Eflatun ve İskender’e<br />

hocalık yapmış Aristo gibi filozofları yetiştirmiş<br />

derin bir entelektüel gelenekleri vardı. Bilgeliğe,<br />

pozitif bilime, sanat ve mimariye olan tutkuları<br />

Yahudileri derinden etkilemişti. Buna karşın


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 167 -<br />

Yunanlılar ilk defa tek Tanrıya inanan bir milletle<br />

karşılaşmışlardı. Yaratılış ve tarihi olaylara izahat<br />

bulan, sevecen, koruyucu bir tanrı konsepti onlar<br />

için şaşırtıcı idi. Ayrıca Yahudilerin inanılmaz<br />

derecede derin ve karmaşık adli sistemleri ile<br />

felsefi gelenekleri vardı. Yahudilerin arasındaki<br />

yüksek okuma yazma oranı ile gelişmiş sosyal<br />

adalet anlayışları antik çağda pek rastlanan bir şey<br />

değildi.<br />

Helenizm parlak bir felsefe, muhteşem bir sanat,<br />

ilk pozitif bilim kırıntılarını ve insan bedenine<br />

karşı inanılmaz bir saygı hatta bir tapma duygusu<br />

getiriyordu. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur<br />

mantığı geçerli idi. İnsan bedeninin çıplak<br />

sergilendiği spor karşılaşmaları, umumi hamamlar<br />

ve tinsel zevklerin tatmin edildiği yaşam şekli olan<br />

hedonizmin etkisinde kalmışlardı. Hedonizme göre<br />

güzellik ulaşılması gereken bir idealdi. Yunan<br />

felsefesindeki diğer önemli bir öğreti Epikürizmdi.<br />

Bilgelik, dostluk ve mutluluğa ulaşmak yaşamın<br />

en önemli amacı olmalı idi. Ahlaki kuralların<br />

baskısı saçmalıktı. Ölümsüzlük, ölümden sonra<br />

<br />

hayat ve kadercilik yoktu. İnsan kendi kaderini<br />

kendi belirlerdi. İskender’e dünya görüşünü<br />

kazandıran Aristo, ilk defa evrenin kaynağını<br />

irdelemişti. Bunda da teologların açıklamaları<br />

yerine fizikçilerin gözlemlerini temel almıştır.<br />

Doğanın nereden geldiğini ve kökünün ne<br />

olduğunu araştırır. Doğaya uygun yaşamanın<br />

gerektiğine inanır. Bilgiye ve akla önem veren<br />

bilimin temelinde yeniliklerin karşısında duyulan<br />

şaşkınlık, merak ve araştırma duygusu vardır.<br />

İnsanın yapması gereken ise akla uygun bir yaşam<br />

sürmektir. Yahudi geleneğinde ise akılcılık yoktur.<br />

Torah bilmemiz gereken her şeyi verir, gerisi ise<br />

Tanrı'ya bırakılmalıdır. Toplum ve birey Tanrı<br />

yolunda giderse , Tanrı onlar için her şeyin iyi<br />

olmasını temin edecektir. Yunan tıbbı, bedenin<br />

nasıl çalıştığını gerçekçi gözlemlerle yakından<br />

takip ederken bilimseldi. Buna karşın Yahudi<br />

inancında hastalıklar günahlarımıza karşı verilen<br />

ilahi cezalardı. Dolayısı ile bunlara karşı tövbe,<br />

dua, kurban ve oruçla çare aranırdı. Talmudik<br />

çağda tıp ilmi kabul görmüştü, fakat bu insan<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 168 -<br />

bedeninin nasıl işlediği ile ilgilenmeyen<br />

yöntemlerden ibaretti.<br />

Grek kültüründe kanunlar halkın ihtiyaçlarına göre<br />

halk tarafından yapılırdı. Burada amaç toplumun<br />

rahatı ve isteklerine göre kanunların<br />

değiştirilebilmesi idi. Demokrasi ve diğer seküler<br />

devlet şekilleri bu anlayışın bir neticesi idi. Torah,<br />

yani Yahudi kanunları ise Tanrı tarafından<br />

verilmişti ve kullarının yaşam şeklini belirlerdi.<br />

Toplumun kanunları değiştirmesi teorik olarak<br />

mümkün değildi ama uygulamada ufak sapmalara<br />

rastlanırdı. Yahudilere göre Musa Peygamber’in<br />

Sina Dağ’ında Tanrıyla yüz yüze görüşerek aldığı<br />

Yazılı ve Sözlü kanunlarla yaşamın her anında ve<br />

her ihtiyaca cevap verecek düzenlemeler<br />

yapılmıştı. Bu yasaların amacı ise toplumu düzene<br />

sokmak ve manevi sağlık ve mükemmelliği<br />

sağlamaktı.<br />

Yukarıdaki farklılıkların tesiri altında, kuraklık<br />

gibi doğal bir afet karşısında iki kültür insanının<br />

yaklaşım ve çözüm arayışları değişirdi. Yahudilere<br />

<br />

göre Tanrı havayı yaratmıştı ve onu kontrol ederdi.<br />

Eğer Tanrı yağış vermiyorsa, sebebi Yahudilerin<br />

iman ve ahlaken Torah kanunlarını çiğnemiş<br />

olmalarındandır. Dua, oruç, kurban ve nefsin<br />

cezalandırılması Tanrının gazabını uzaklaştırabilir.<br />

Tanrının lütfu ile yağış tekrar gelecektir.<br />

Helenistik inanca göre kuraklık değiştirilmesi<br />

mümkün olmayan tabiat kanunlarından<br />

kaynaklanır. Onun için tabiatı tetkik edip kuraklık<br />

sebeplerini araştırmak gerekir. Bu olayı değiştirme<br />

gücü bireyin elinde olmadığına göre, olabildiğince<br />

hayatın zevkini almak gerekir.<br />

Zaman içinde bu farklılıklar Yahudi yaşamını<br />

etkilemeye ve ekonomik olarak rahat olan nüfusun<br />

üst katmanlarında bir Helenizasyona yol açtı.<br />

Zengin aileler çocuklarını eğitmek için İskenderiye<br />

şehrindeki seküler okullara yolluyorlar ve bunun<br />

neticesinde de toplum giderek bir kültür<br />

erozyonuna uğruyordu. Yahudi toplumunun alt<br />

katmanlarında ise ekonomik dezavantajın getirdiği<br />

bezginlik insanları daha çok kaderciliğe ve dini<br />

arayışlara itiyordu. Bunun neticesinde toplum


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 169 -<br />

ayrışır ve Helenvari yaşam tarzı ile Sadukiler ve<br />

konservatif Yahudi tarzı yaşamları ile Hasidim<br />

adlı iki grup göze çarpmaya başlar. Sadukiler adlı<br />

guruba bağlı olanlar kendilerini Kral Süleyman’ın<br />

koheni Tzadok’un nesli olarak görüyorlardı.<br />

İnanışlarına göre yazılı Torah’yı kabul ederler ve<br />

kurbanlara ehemmiyet verirlerdi. “Torah ba al<br />

peh” yani sözlü kanunları ise önemsemezlerdi.<br />

Sözlü kanunların nesiller boyunca ağızdan ağıza<br />

nakledilirken değişikliğe uğramış ve kişisel<br />

tefsirlerle yanlış yorumlanmış olabileceğini<br />

düşünürlerdi. Meleklere, ölülerin dirilmesine ve<br />

ruhun ölümsüzlüğüne inanmazlardı. Konservatif<br />

Yahudi cemaati, bazen siyasi bir oluşum<br />

sergileyen bu guruba “Epikürist Yahudiler”<br />

olarak hitap ederlerdi. Bunlar kendi aralarında<br />

Grekçe konuşuyor ve Grekler gibi giyiniyorlardı.<br />

Helenleşmiş bu Yahudiler tiyatro gösterilerine,<br />

spor karşılaşmalarına katılıyor ve kendi aralarında<br />

gladyatör dövüşleri tertip ediyorlardı. Spor<br />

karşılaşmalarında çıplak olmak mecburiyetinde<br />

olan erkekler, Yunan hemcinslerinden farklı<br />

<br />

görünmemek için sünnetli görüntülerini<br />

değiştirmek üzere tıbbi müdahalelerden<br />

geçiyorlardı. Sünnet, yani Tanrı ile yapılmış<br />

anlaşmanın işareti, bir beden sakatlığı ve<br />

tapınılması gereken kusursuz insan bedenine<br />

yapılmış bir saldırı olarak kabul ediliyordu.<br />

Neticede Yunanlılardan daha Yunanlı gibi yaşayan<br />

bir Yahudi gurubu doğmuştu. Burada 19.cu ve<br />

20.ci yüzyılda Almanya Yahudileri ile benzerliğe<br />

ve ayni kaderi paylaşmalarına dikkatinizi çekmek<br />

isterim.<br />

Yukarıda sözünü ettiğim Hasidim adlı oluşumun<br />

bugün Eşkenaz toplumunda yaygın olan hareketle<br />

alakası yoktur. Hasidler zamanla kendi aralarında<br />

üç değişik guruba ayrılırlar. Ilımlı Ferisiler,<br />

militan ve milliyetçi diyebileceğimiz Zelotlar ve<br />

asetik, mistik bir derviş gurubu olarak<br />

tanımlıyabileceğimiz Esenniler. Ferisiler<br />

demokratik sayılabilecek eğilimleri ile aileye ve<br />

eğitime önem veriyorlardı. Bunlar birbirlerine<br />

haverim diye hitap ederler ve Helenleşmeye karşı<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 170 -<br />

gelirlerdi. Torah eğitimi ve ibadet öncelikleri idi.<br />

Yazılı Torah yanında sözlü kanunlara da inanırlar<br />

ve önemserlerdi. Yazımın daha ileri bölümlerinde<br />

de değineceğim, Yahudi dinine bu dönemde<br />

getirilen uygulamaların bir çoğu, Ferisi din<br />

adamlarının uygulaması sonucu gerçekleşmiştir.<br />

Bu arada Esenni tarikatına dikkatinizi çekmek<br />

isterim. Kendilerini mistik bir toplum olarak gören<br />

bu gurup, atalarımızın ilk günlerindeki dini<br />

kurallar gereği gibi yaşarlar ve günlerini Torah<br />

eğitimi ve tefekkürle geçirirlerdi. Bunlar hiç<br />

evlenmezler, yalnız beyaz giyerler ve bedensel<br />

arınmaya dikkat ederlerdi. Aralarından yıllar sonra<br />

o topraklarda yetişmiş ikinci büyük peygamberin,<br />

Hazreti İsa’nın ve diğer Hıristyan havarilerinin<br />

yetiştiğine inanılır. Kumran mağaralarında yakın<br />

zamanda bulunan “ Ölü Deniz Parşömenleri” nin<br />

bu tarikat üyeleri tarafından yazılmış olduğu<br />

tahmin edilmektedir.<br />

M.S.66-70 yılları arasında Roma’ya karşı girişilen<br />

“Büyük İsyan” dan sonra bahsini ettiğim<br />

<br />

guruplardan Zelotlar tamamı ile kıyıma uğrar,<br />

Esenniler yok edilirler ve eserleri yakılır. İkinci<br />

Mabed’in yıkılması ile son bulan bu yıkımın<br />

ardından Yehuda topraklarında mevcudiyetini<br />

sürdürebilen Yahudiler Ferisi gurubuna bağlı<br />

olanlardır. Burada bahsettiğim isyanlar sırasında<br />

bazı kaynaklar Yehuda topraklarında yaşayan bir<br />

milyonun üstünde Yahudinin katledildiğini yazar.<br />

En önemli yeshivalar yıkıma uğrar ve buralardaki<br />

binlerce rabinik öğretmen ve talebeleri öldürülür.<br />

Bu iç savaş ve isyanın en mühim noktalarından<br />

biri Massada tepesinde yazılan kahramanlık<br />

destanıdır. Massada direnişi sonraki yıllarda<br />

Yahudi milletinin bir özgürlük simgesi olmuştur.<br />

Bilge Yahudilerin sayısının azalması üzerine Sözlü<br />

Kanunlar kaybolmasın diye Rabbi Yeuda A Nasi<br />

tarafından kaleme alınır. Bu düzenlemeden<br />

“Mishna” adlı eser ortaya çıkar. Mişna, Sözlü<br />

Kanunun mantık çerçevesinde düzenlenmiş, açık<br />

ve sistematik ilk düzenlemesidir ve altı ana<br />

bölümden oluşur. Zeraim, (tohumlar) tarım<br />

kurallarını ve yiyecek kanunlarını; Nezikim


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 171 -<br />

(hasarlar), medeni ve ceza kanunlarını; Naşim<br />

(kadınlar) evlilik, boşanma kadın erkek ilişkilerini<br />

ve ailevi meseleleri; Mo’ed (belirli günler) Şabat<br />

ve bayramlarla ilgili düzenlemeleri; Kedoşim<br />

(kutsal şeyler) kurban sistemini ve Taharot<br />

(temizlik) arınma usulleri hakkında düzenlemeleri<br />

ele alır. Dünyeviden kutsala, normal olandan<br />

sapkınlığa; sıradan olandan en akıl dışı olana,<br />

insanın Tanrı ve sosyal çevresi ile hayatı her<br />

yönden düzenleyen ve açıklık getiren bir kaideler<br />

manzumesidir “Mişna.” Mişna İsrail topraklarında<br />

ve İbranice yazılmış olup asırlar boyunca<br />

yeşivalarda tartışılmıştır.<br />

Helenistik kültürün Yahudi dini ile olan<br />

kaynaşmasının en mühim eserlerinden biri<br />

Tevrat’ın Yunanca'ya tercümesidir. Ptoleme kralı<br />

II.Filadelfiyus hem Yahudi bilgeleri sınamak hem<br />

de zaman içinde merak uyandırmaya başlayan<br />

Tevrat’ın İbraniceden tercümesi için yetmiş bilge<br />

din adamını ayrı ayrı görevlendirir. Antik çağın<br />

tarihi belgelerinden “Aristeas Mektuplarına”<br />

<br />

dayandırılan bilgiye göre tercümeler kelimesi<br />

kelimesine aynı olunca, bu eserler zamanın en<br />

büyük bilgi deposu olan İskenderiye<br />

Kütüphanesinde yerini bulur. Esere yetmiş bilge<br />

din adamına atfen “Septuagint” denmiştir.<br />

Yunanca Tevrat’ın Helen İmparatorluk<br />

topraklarına yayılmış ve İbranice'yi unutmaya<br />

başlamış Yahudilere dine bağlı kalmalarında<br />

yardımı olmuştur. Aynı zamanda Yunan<br />

filozofların Yahudi dinini tanımalarına yardım<br />

etmiştir. Septuagint, Yunanca konuşan ilk<br />

Hıristyanlara Kutsal Kitabı okumaları için tek<br />

kaynağı teşkil etmiştir. İncil’in yazarları<br />

eserlerinde bu kitaptan çok alıntı yapmışlardır.<br />

Bugün bile Doğu Ortodoks Kilisesi Eski Ahit<br />

öğretilerini Septuagint tercümesine dayandırır.<br />

Katolik, Gregoryen, Ermeni Ortodoks ve<br />

Mısır’daki Kopt Kiliseleri bu eseri, kısmen veya<br />

bazı ilavelerle kendi İncillerine temel kaynak<br />

olarak kullanırlar. Bu ilk tercümeden sonra,<br />

Yahudi din kitaplarının tümü, Helenistik çağda<br />

Yunanca'ya tercüme edilmiş ve Hiristyan<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 172 -<br />

öğretisine temel kaynak olmuştur. Yahudiler hiçbir<br />

zaman bir boşlukta yaşamadılar, bunun neticesinde<br />

de yabancı kültürlerle etkileşim içinde oldular. Bu<br />

kültür alışverişinde hiçbir zaman her şeyi körü<br />

körüne kabul etmediler. Yeni ritüelleri kendi<br />

yaşam şekillerine uygun şekilde adapte ettiler.<br />

Tabii ki Hellenizmdeki Sempozyum adetlerinden<br />

çok etkilendiler. Elit Grek halkının bir yaşam şekli<br />

olan sempozyum; geceleri sabahlara kadar süren<br />

yemek ve bolca içki içilen, aşk, güzellik ve felsefe<br />

tartışılan bir eğlence şekli idi. Kadın ve erkeklerin<br />

uzanarak yedikleri bu ziyafet türü sabahlara kadar<br />

sürer ve genelde cinsel sapkınlıklarla neticelenirdi.<br />

Bundan etkilenen Yahudileri koruma altına almak<br />

isteyen bilgelerimiz, bu adetlerden pesah gecesi<br />

yemeği Seder’i yorumladılar. O zamana kadar<br />

basit bir akşam yemeği halinde yenen Pesah akşam<br />

yemeği yerine; Helenler gibi sola doğru kaykılarak<br />

oturmak, en az dört bardak şarap içmek, dört<br />

çocuğun soruları ile Agadayı anlatmak ve bu<br />

töreni saatlerce sürdürmek tamamı ile Helen<br />

geleneklerinden uyarlamadır. Seder gecesi Agada<br />

<br />

okunurken bir Shamash’ın masaya hizmet etmesi<br />

ve Yahudilikte ellerin yıkanması anlamına gelen<br />

“Netillat Yadayim” ritüeli de tamamen Helen<br />

adetlerinden esinlenmiştir. Değerli eşlerimizle<br />

evlenirken imzaladığımız Ketuba, Yahudiliğin ilk<br />

zamanlarından beri var olmuştur. Helenistik<br />

dönemde muhafazakar Ferisi düşünür Shimon ben<br />

Shatah, ketubada değişiklik yapmıştır. Böylece<br />

erkeğin kadını boşaması, kendi mal varlığından<br />

fedakarlık yapmayı gerektiren, dolayısı ile<br />

anlaşmaya zorlayan bir akit haline getirildi. Amaç<br />

Yahudi etik anlayışında kutsal olan aile bağlarının<br />

korunması ve pagan kültüründeki fuhuş ve zinanın<br />

etkilerini azaltmaktı.<br />

Diaspora Yahudilerinin dua etmek için bir araya<br />

geldiği sinagoglarımız, Helenistik dönemde Beit<br />

Hamikdaş’ın M.S.70 senesinde ikinci yıkılışından<br />

sonra Yehuda topraklarında dua etme mekanı<br />

ihtiyacına cevap olarak ortaya çıkar. Beit Knesset<br />

(toplanma yeri) , Hevra (grup), Kehila (cemaat)<br />

adı altında muhafazakar Yahudilerin bir araya


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 173 -<br />

gelip dini ve sosyal konuları tartıştıkları bir mekan<br />

olarak gelişir. Oturarak dua etmek, müzik<br />

eşliğinde ilahiler okumak ve toplu dua şekilleri<br />

Yahudi yaşamına Helen dünyasının tesirlerinden<br />

olup daha sonra Hiristyan dünyasında da göze<br />

çarpar. Bu bağlamda D’ror Yikra, El Nora Alila,<br />

Yigdal, Tzur Mishelo gibi “piyutim” yani liturjik<br />

şiirlerimiz, Grek tesiri altında bestelenmişlerdir.<br />

Helenistik mimarinin sinagoglarımızın yapısını<br />

etkilemesi kaçınılmazdı. Buna en güzel örnek<br />

Salihli yakınlarında ki Sart kasabasındaki sinagog<br />

kalıntılarıdır. Pagan dünyasının figürlerinden<br />

Zodiak bütün baskılara rağmen Beit Hamikdaş’a<br />

sokulmamıştır. Buna karşın 1920 yılı ve<br />

sonrasında Filistin'de bulunan Hamad Tiverias,<br />

Beit Alfa, Huseyfa, Naaran ve Seforis antik<br />

sinagoglarında Zodiak figürlerini içeren mozaik<br />

kalıntılarına ulaşılmıştır. Bütün bu bulgular<br />

Yahudi dini mekan mimarisinde Helen etkilerinin<br />

işareti olarak kabul edilmelidir.<br />

Helenistik çağda, Yahudi dünyasını etkileyen<br />

<br />

antisemitik olaylar eksik olmazdı. Dinimiz, çok<br />

tanrılı dinlerin yaygın olduğu bu dönemde<br />

olgunlaştı. Bu dönemde tek tanrı konsepti pek<br />

anlaşılamıyordu. Yahudilerin tanrısı “Yahveh”<br />

emreden, yasaklayan ve aynı zamanda da kullarını<br />

ödüllendirip, cezalandıran bir baba olarak<br />

algılanmaktaydı. Buna karşın, putperest inançta<br />

tanrılar, doğa ve insani içgüdülerin insan şeklinde<br />

temsillerinden ibaretti. Yahudiler kendi yaşam<br />

tarzlarına sadık kaldıkça, pagan rituellerinden<br />

kaçmak ve sosyal yaşamdan uzaklaşmak<br />

mecburiyetinde kaldılar. Neticede, sosyal yaşama<br />

katılmayan, politik ve idari görevler üstlenemeyen<br />

Yahudi toplumu; bütün Helen vatandaşlarına<br />

tanınan hakların kendisine verilmesi için tepki<br />

gösteriyordu. Böylece bugün çağımızdaki sosyal<br />

yaralardan biri olan antisemitizmin o çağlarda<br />

iyiden iyiye kök saldığını ve sonra gelecek<br />

Hıristyan dünyasını da etkisi altına alacağını<br />

gözlemliyoruz. O dönemde Yahudi soykırımcıları<br />

kendilerine bir de slogan uydurmuşlar ve bunu<br />

katliamlarında bir sebep olarak kullanmışlardır.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 174 -<br />

“Hıeroslyma est perdita” Latince “Yeruşalayim<br />

yıkıldı” cümlesinin baş harfleri “HEP” sloganı;<br />

yıllar sonra Ukrayna kazakları Yahudileri kılıçtan<br />

geçirdikleri progromları başlatırken de<br />

kullanılmıştı.<br />

Yahudi dini evrensel bir din haline gelme<br />

potansiyeline sahipti. M.Ö. II. yüzyılda geniş bir<br />

Yahudi diasporası vardı ve bunların yayılması ile<br />

İbranilerin dini hızlı bir şekilde yayılabilirdi.<br />

Bunun en belirgin savunucusu Helenistik çağda<br />

yaşamış İskenderiyeli tarihçi Yahudi Philo Judeus<br />

idi. Philo Torah eğitimi yanında Grek edebiyatı ve<br />

felsefesi, metafizik ve etik Yahudi yorumlarını<br />

öğrenmişti. Kendisi Yahudi dininin gerçek<br />

felsefenin ana temeli olduğunu ve evrenselleşmesi<br />

gerektiğini savundu. Ama IV.Antiokhus’un<br />

saldırıları Yahudileri sindirdi, sayıları azaldı ve<br />

kendi içlerine kapanmalarına neden oldu.<br />

Yahudilik bundan sonra tamamen kendi içinde<br />

gelişen ve yayılmacılık uygulamayan bir din haline<br />

geldi.<br />

<br />

Atasözlerinde Tezatlar<br />

Zorla güzellik olmaz.<br />

Zora dağlar dayanmaz.<br />

Öfke baldan tatlıdır.<br />

Öfke ile kalkan zararla oturur.<br />

İşleyen demir ışıldar.<br />

İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur.<br />

Fazla mal göz çıkarmaz.<br />

Azı karar çoğu zarar.<br />

İnsan kıymetini insan bilir.<br />

İnsanoğlu çiğ süt emmiş.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 175 -<br />

Görüş<br />

Daniel Levi<br />

dlevi52@gmail.com<br />

Sevgili Kardeşlerimiz,<br />

(Atalarımız İzmir’de hep “Keridos Ermanos i Ermanas” derlerdi)<br />

<strong>DIYAL</strong>oG'un son sayılarında Cemaatimiz<br />

Yönetiminin seçim sisteminden bahsedildi ama hiç<br />

kimse “nasıl bir yönetim” konusunu dile<br />

getirmedi. Ben de izniniz ile bu konudan<br />

başlayarak daha sonra açılabileceğimiz ufuklara<br />

açılmak üzere <strong>DIYAL</strong>oG’da paylaşımda<br />

bulunmayı umuyorum.<br />

Yönetim, bana göre işlerin yapılmasını<br />

sağlamaktır. Yapacağımız yönetim seçimi ise<br />

işlerin tamamlanması için gerekli İnsan<br />

Kaynağının (IK – Human Resources)<br />

saptanmasından ibarettir. Öncelikle bize bunu<br />

sağlamalıdır. Hangi yöntem ile gelirlerse gelsinler<br />

yöneticiler işlerin yapılmasından sorumlu<br />

olacaklardır. Görevlerinin devamı da buna<br />

bağlıdır. Amacın bu olduğunu bilmek zorundayız.<br />

Yöneticinin seçimi, atanması vs… işlerin<br />

<br />

yapılabilmesi için gerekli insan kaynağının<br />

bulunması için bir araçtır.<br />

Bu gözle yönetim konusuna bir nebze daha<br />

girelim. Bana göre bu Türkçe sözcüğün altında<br />

İngilizce birbirinden farklı 3 sözcük saklıdır:<br />

Administration, Management ve Gouvernance….<br />

Administration: Rutin (routine) diye tabir edilen<br />

hiçbir talimata, inisiyatife, yasaya bağlı olmaksızın<br />

yapılması gereken mecburi işlerdir. Örneğin okula<br />

öğrenci alınması, fabrikaya hammadde alınması,<br />

siparişlerin sevk edilmesi, çalışanların ücretlerinin<br />

ödenmesi, elektrik su parasının ödenmesi,<br />

temizliğin sağlanması, vergi beyannamesinin<br />

yapılması gibi konuları kapsar. Otomatiktirler.<br />

Alırsın, satarsın vs… Bu işlemlerde çıkan<br />

sorunların çözülmesi de bu kapsam içindedir.<br />

Örnek: Buzdolabı bozulur onarırsın, tapuda sorun<br />

vardır. Gider düzeltirsiniz. Ödediğiniz vergi<br />

kayıtlarda görülmemektedir. Kayıtları düzettirmek<br />

üzere gerekli müracaatları yaparsınız vs…<br />

Genelde bir kişinin kendi başına çözebildiği<br />

işlerdir.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 176 -<br />

Management: Tüm iş alanlarında veya<br />

organizasyonel aktivitelerde belirli amaç ve<br />

hedeflere ulaşmak için insanları yan yana getiren<br />

faaliyetlerdir. Süreye yayılmış, asla tek kişi ile<br />

yapılamayan, çoğu zaman birçok birimin<br />

beraberce çalışmasını gerektiren, saptanmış bir<br />

hedefi veya amacı olan faaliyet veya faaliyetler<br />

toplamı söz konusudur. Bu kadar çoklu öğeyi bir<br />

arada tutarak beraberce belirlenmiş amaç ve<br />

hedefe götürmek herkesçe bilinen ve kabul edilen<br />

bir takım kuralların belirlenmesi, kayıt altına<br />

alınması ve paydaşların bu kuralları bilmesi ve<br />

koşulsuz uymaları ile mümkündür. Kurallara<br />

itirazlar olabilir, zaman içinde değişmesi de<br />

gerekebilir ancak gözden geçirme süreci de<br />

kurallar içinde belirlenmiş olmalıdır. Amaca doğru<br />

ilerler iken zaman zaman seyrin kontrol edilmesi<br />

gerekir, bazen düzeltmeler yapılması da önemlidir.<br />

Aktivitenin seyri Amerikalıların AOP (annual<br />

operational plan) yıllık operasyon planı dedikleri<br />

ve bizde ise "bütçe" diye anılan (kanımca bu<br />

önemli belgeyi önemsizleştiren sözcük) belge ile<br />

<br />

takip edilir. Bu kuralların tümüne biz "Yönetim<br />

Sistemi" diyoruz. Yönetim sistemi olmayan<br />

kurumlarda başarı olmaz, var ise de tesadüfîdir. En<br />

kötü sistem ise sistemsizliktir. Management<br />

şunları içerir: Planlama – Organizasyon –<br />

Uygulama (İnsan Kaynakları + Liderlik) –<br />

Kontrol. Burada Liderlik sözcüğüne dikkat !!!<br />

Yönetici demiyoruz. Bu konu başka bir yazı<br />

konusudur. Cemaatimiz bu tip bir yapı oluşturduğu<br />

için bu sistem ile yönetilmelidir.<br />

Gouvernance : (Türkçesi: Yönetişim) Eğer<br />

yapınız multi organizasyonel ve çoklu bir yapı ise<br />

her bir birimin başında bir özerk başkan ve<br />

yönetim var ise bunların koordinasyonu ve<br />

aralarındaki hukukun tayini önem kazanır. Yapının<br />

Liderlik ve Management’inin önemli bölümünü<br />

oluşturur. Beklentilerin oluşturulması, gücün<br />

dağılımı ve performansın doğrulanması gibi<br />

konuları içerir. İstikrarlı yönetim, birleştirici<br />

politikalar, süreçler, karar verme mekanizmaları,<br />

yetki ve sorumlulukların belirlenmesi hep bu<br />

kapsamdadır. Kısaca Hükümetler (gouvernment)


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 177 -<br />

gibi kurumun "Hüküm Etme" (govern) erkidir.<br />

Çoğu zaman özerk birimler arasındaki<br />

anlaşmazlıkların temeli yönetişim bazlı olur.<br />

Sonuçta üst birim, ast birim yönetimi ile birlikte<br />

hareket edemediği zaman ast birimin yönetimini<br />

üstlenmek zorunda kalır. Bu durum arzu edilen bir<br />

şey değildir. Onun için bu konuyu da hep beraber<br />

öğrenerek geliştirmeliyiz.<br />

Görüldüğü gibi yönetimin esası bir sistematik<br />

çerçevesinde bir takım kurallar oluşturmak, onlara<br />

sahip çıkarak bu kuralların bizler arasında ortak<br />

lisan oluşturması ve bunların bizleri amaç ve<br />

hedeflere götüren herkesçe tanınan ve kabul gören<br />

yollar haline dönüşmesinden ibaret.<br />

Kurallara koşulsuz uyma, onları koruma,<br />

geliştirmek için (asla ben yaptım oldu mantığı ile)<br />

kendimiz değil, onları değiştirmeye yetkili<br />

merciler üzerinden değiştirme kurallarını<br />

unutmama dileği ile hepinize hayırlı yazlar<br />

dilerim. Aramızdan sevgi, birlik, barış ve<br />

arkadaşlık eksilmesin.<br />

<br />

Atasözlerinde Tezatlar<br />

Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz!..<br />

İş olacağına varır.<br />

Eski dost düşman olmaz.<br />

Güvenme dostuna,<br />

saman doldurur postuna.<br />

Harama el uzatılmaz.<br />

Üzümü ye bağını sorma.<br />

Anasına bak kızını al,<br />

kenarına bak bezini al<br />

Beş parmağın beşi birbirine benzemez.<br />

Acı patlıcanı kırağı çalmaz.<br />

Yaşın yanında kuru da yanar.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 178 -<br />

İzmir'in Büyük Ravları<br />

1937 öncesi İzmir'in Yetiştirdiği Dünya Yahudiliğine<br />

Katkıda Bulunmuş Büyük Din Adamları<br />

Soyadına göre Alfabetik<br />

Rabi Shmuel Mekinez<br />

- Rabi Haim Benveniste müridi<br />

- Doğum ölüm tarihleri konusunda bilgi yok.<br />

Rabi Zerahia Milerea<br />

- Rabi Haim Benveniste müridi<br />

- Doğum ölüm tarihleri konusunda bilgi yok.<br />

Rabi Azaria Mizrahi<br />

- Rabi Haim Benveniste müridi<br />

- Doğum ölüm tarihleri konusunda bilgi yok.<br />

Rabi Abraham Modayi<br />

- R. Abraham Palacci müridi<br />

- Doğum ölüm tarihleri konusunda bilgi yok.<br />

Rabi Abraham Modayi<br />

- Gr. Rabi Moshe Melamed müridi<br />

‐ Doğum ölüm tarihleri konusunda bilgi yok.<br />

Gr. Rabi Haim Modayi<br />

- 1788’de bir belge imzaladı.<br />

‐ Haim le-Olam kitabının yazarı<br />

- Rabi Abraham Ben Ezra’nın halefi<br />

<br />

Rabi-Dr. Yitshak Monyon<br />

- R.Shlomo Levi,R.Yaakov Ben Naim, R.Yisrael Benveniste müridi<br />

‐ Doğum ölüm tarihleri konusunda bilgi yok.<br />

Rabi Dayan Gerson Mutal<br />

- Selanik’te doğdu.<br />

- Rabi Haim Benveniste müridi<br />

‐ Doğum ölüm tarihleri konusunda bilgi yok.<br />

Gr. Rabi Behor Isaac Navaro<br />

- İzmir’de 25 Av 1831’de öldü.<br />

- R. H.I. Algazi, R.R.Eskenazi müridi<br />

‐ Pne Mevin; Yore Dea kitaplarının yazarı<br />

Rabi Moshe Ovadia<br />

- R. Haim Benveniste müridi<br />

‐ Doğum ölüm tarihleri konusunda bilgi yok.<br />

Gr. Rabi Abraham b.Haim Palacci<br />

- 1809’da İzmir’de doğdu. 23 Tevet 1899’da öldü.<br />

‐ Sıkıntılı bir dönemden sonra 7 Ekim 1869’da resmen atandı.<br />

- 3 devlet nişanı verildi.<br />

- Shemo Avraham ve 15 adet kitabın yazarı<br />

Gr. Rabi Haim Palacci<br />

- 1788’de doğdu; 17 Shvat 1869’da öldü.<br />

- 1852’de atandı.<br />

‐ Lev Haim ve 58 adet kitabın yazarı<br />

Devam edecek..


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 179 -<br />

Ekonomi<br />

R.A. - İzmir<br />

Medyadan Özet<br />

Büyük Resimde İkinci Dip Yok!..<br />

Bugünlerde Avrupa merkezli olarak yaşananların<br />

hiç biri sürpriz değil. 2008-2009 krizinin başrol<br />

oyuncuları Anglo-Sakson (ABD+İngiltere)<br />

finansal piyasaları ve bankacılık sistemi idi. Krizin<br />

ortaya çıkması ile birlikte Anglo-Sakson finans<br />

sistemi çöktü. Sorunlar artan globalizasyon<br />

sayesinde kredi ve ticaret kanalları üzerinden hızla<br />

tüm dünya ekonomisine yayıldı.<br />

ABD finans sistemi tüketicisine kredi veremeyince<br />

tüketim daraldı. Bu da en büyük tüketim pazarına<br />

mal gönderen Asya bölgesini üretemez hale<br />

getirdi. Asya üretemeyince buraya hammadde<br />

gönderen gelişmekte olan ülkeler darbe aldı ve<br />

yine Asya’ya ara mal ve teknoloji ihraç eden Batı<br />

Avrupa, Japonya gibi bölgeler de ihracatlarının<br />

hızla gerilediğini gördüler. Birçok ekonomi eş<br />

zamanlı resesyona girdi. Çok farklı coğrafyada<br />

<br />

farklı sektörlerde reel üretim geriledi.<br />

Tarihin en büyük depresyonunun yaşanacağı<br />

endişeleri giderek artınca otoriteler “ya herro ya<br />

merro” demek ve çok radikal önlemler almak<br />

zorunda kaldılar. Merkez bankaları para<br />

musluklarını sonuna kadar açarak bankalara hem<br />

bol, hem de çok ucuza kredi aktarır hale geldiler.<br />

Hatta finansal sistemi by-pass edip reel sektöre<br />

direkt kredi aktaracak kadar ileri gittiler.<br />

Bankalara verdikleri likidite reel sektöre gidebilsin<br />

diye bankalarını tamir etmeye başladılar. Kendi<br />

başlarına yola devam edebileceklere sermaye<br />

aktarıp güçlendirirken, aynı zamanda zayıfları da<br />

küfelerine atıp yola öyle devam etmeleri için<br />

teşvik verdiler.<br />

Bankalar yeniden kredi verir hale gelene kadar<br />

zamana ihtiyaçları olduğunu ve bu süreçte zaten<br />

sıkıntıya girmiş olan reel sektörün iyice tahrip<br />

olacağını görünce, her ülke kendi çapında reel<br />

sektörlerine destek paketleri açıkladılar.<br />

Ekonomistlerin diliyle para ve bütçe politikaları<br />

radikal şekilde gevşetildi. Böylece özel sektörün<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 180 -<br />

borçları ve bu borçlar karşılığında oluşturdukları,<br />

ancak atıl hale gelen kapasitelerini doldurabilmek<br />

için gereken alım gücü, kamu sektörü ve merkez<br />

bankaları tarafından üstlenilmiş oldu. Daha farklı<br />

bir deyişle, merkez bankaları ve kamu sektörleri<br />

kaldıracın (borcun) altında ezilmekte özel sektöre<br />

omuz vermek üzere kaldıracın altına girmiş<br />

oldular.<br />

Oyun Planı...<br />

Bu yükün altına giren merkez bankaları ve kamu<br />

otoriteleri, reel sektörlerine ve bankalarına destek<br />

verirlerse zamanla özel sektör yeniden eski gücünü<br />

kazanabilir ve mevcut kaldıracını yeniden<br />

omuzlayabilecek hale gelebilir, o takdirde de kamu<br />

sektörü ve merkez bankaları yavaş yavaş özel<br />

sektöre destek için üstlendikleri kaldıracı yeniden<br />

özel sektöre devrederler diye düşünmek<br />

durumunda kaldılar.<br />

Örneğin, resesyon daha fazla derinleşip<br />

depresyona dönüşmez ve ekonomiler resesyondan<br />

çıkıp yeniden üretmeye başlayabilirlerse, reel<br />

<br />

sektör yeniden vergi ödeyebilecek duruma gelir ve<br />

kendilerine verilen teşviklere ihtiyaçları kalmaz.<br />

Böylece bütçe açıklarının büyümesi durur ve hatta<br />

geriler. Bankalar da hem hızlanan ekonomik<br />

aktivite sayesinde iş hacimlerini büyütmeye,<br />

merkez bankası destekleri sayesinde gelirlerini<br />

arttırmaya, reel sektördeki iyileşme sayesinde<br />

batık kredilerine daha az provizyon ayırmaya ve<br />

yine batık kredilerdeki azalma sayesinde mevcut<br />

sermaye limitlerinde daha fazla iş yapabilmeye<br />

başlarlar. Bu süreçte devletlerin artan borçlanma<br />

ihtiyaçlarını da daha kolay finanse edebilir hale<br />

gelirler. Böylece kendilerine verilen destekleri kısa<br />

sürede ve kolaylıkla geri ödeyebilirler.<br />

Bu senaryo çerçevesinde “çıkış stratejisi” de<br />

kendiliğinden gerçekleşmiş olur. Yani ne merkez<br />

bankaları ne de kamu otoriteleri ekonomiler<br />

resesyondan çıkmadan ya da bankalar kendi<br />

ayakları üzerinde durmaya başlamadan<br />

politikalarını sıkılaştırmazlar. Çıkışı, otoritelerin<br />

keyfi değil ekonomilerin büyüme dinamiği<br />

belirler. Aksi durum aynı Japonya’nın 1990’ların


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 181 -<br />

sonunda yaptığı gibi anlamsız olur; tam<br />

ekonomiler büyümeye başlarken boğazını yeniden<br />

sıkmanın anlamı yoktur.<br />

Hedefe Ulaşıldı mı ?...<br />

Bu senaryonun gerçekleşebilmesi için ilk önce<br />

ekonomilerin resesyondan çıkıp yeniden<br />

büyümeye başlamaları gerekiyordu. Bunun<br />

olmadığı durumda otoritelerin karşısına ciddi bir<br />

sorun çıkacaktı. Çünkü depresyon (ağır resesyon)<br />

düşmanı ile savaşırken neredeyse tüm mermilerini<br />

kullanmışlardı. Zaten sıfırlanan faizleri eksiye<br />

çekmek mümkün değildi. Çift hanelere tırmanan<br />

bütçe açıklarını yine daha da büyütmenin bir<br />

faydası olmayacaktı.<br />

Neyse ki korkulan olmadı ve uçurumun eşiğinden<br />

dönüldü. Genel olarak tüm büyük ekonomiler<br />

2009’un ikinci yarısından itibaren yeniden<br />

büyüyebilmeye başladılar. İngiltere ve Euro para<br />

birimini kullanan 16 ülke biraz geriden geldi ama<br />

hemen hepsinde gözle görülür bir iyileşme oldu.<br />

Benzer şekilde gelişmekte olan ülkelerin liderleri<br />

<br />

de büyüme hızlarını arttırdılar ya da resesyondan<br />

çıktılar. Bunların arasında Asya’nın açık bir<br />

liderliği söz konusuydu. Çin ve Hindistan bakir iç<br />

piyasalarından, kamu ağırlıklı bankacılık<br />

sisteminin kredi imkanlarından ve cömert devlet<br />

yardımlarından güç alarak büyüme hızlarını kısa<br />

sürede yeniden çift hanelere ya da yakınına<br />

taşıdılar. Rusya ve Brezilya beklendiği üzere<br />

geriden geldiler çünkü bu ülkeler zaten iç<br />

piyasalarından ziyade Asya bölgesine ihracattan<br />

önemli bir destek alarak büyümekteler.<br />

Dikkat edilirse global ekonomi yeniden ABD ve<br />

Asya (Çin) liderliğinde büyümeye başladı. Çünkü<br />

krizde en radikal kararları bu bölgeler aldılar.<br />

ABD, finans sisteminin sorunlarını Avrupa’ya<br />

göre çok daha dürüst bir şekilde ele aldı; örneğin<br />

Avrupa, bankalarının stres testi sonuçlarını<br />

saklarken, ABD hepsini kamuoyuyla paylaştı.<br />

Elbette ABD de krizin şiddeti nedeniyle ilk<br />

başlarda bocaladı ama, Avrupa’dan farklı olarak<br />

tek bir siyasi otorite ve tek bir kamu otoritesi<br />

olmasının yararı ile durumu çabuk kavrayıp<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 182 -<br />

gerekli adımları attılar. Asya da yine siyasi karar<br />

alma gücünden ve ekonomilerindeki önemli<br />

tasarruf büyüklüğünden ve dinamik yapısından<br />

güç aldı. Örneğin, Çin Komünist Partisi sektörün<br />

yarısını elinde tutan kamu bankalarına kolaylıkla<br />

kredi verdirtebildi.<br />

Sonuçta oyun planı ümit edilen amacına ulaşmış<br />

oldu. Resesyon daha da ağırlaşmadı ve ekonomiler<br />

yeniden büyüyebilmeye başladılar. Yine senaryoya<br />

uygun biçimde banka zararları da yavaş yavaş<br />

azalmaya başladı. IMF, OECD gibi kurumlar hem<br />

banka zarar tahminlerini aşağı yönlü, hem de<br />

ekonomik büyüme tahminlerini yukarı yönlü<br />

revize ettiler. Bu dönemde hisse senedi piyasaları<br />

(Türkiye dahil) zirveler yaptılar. Çünkü<br />

yatırımcılar global ekonominin depresyon<br />

tehlikesini atlatıp resesyondan çıkışını fiyatlara<br />

yansıtmaya başladılar.<br />

Otoriteler, haklı olarak, büyüme başladı diye<br />

hemen desteklerinden vazgeçmedi. Hepsi ölümden<br />

dönen hastanın hala makineye bağlı olarak nefes<br />

aldığını gayet iyi biliyorlardı. Örneğin, yapılan<br />

<br />

hesaplamalara göre kamu destekleri olmasaydı,<br />

ABD ekonomisi 2009’da az da olsa büyümek<br />

yerine %2.7 küçülürken Çin %8.7 büyümek yerine<br />

ancak %1.7 büyüyebilecekti. Benzer şekilde<br />

bankacılık sistemi de hemen kamu desteklerini tam<br />

olarak geri ödeyebilecek duruma gelemediler.<br />

İhtiyati amaçla destek alanlar ödediler ama<br />

gerçekten sıkıntılı olanların daha zamana ihtiyacı<br />

olduğu çok açıktı. ABD ve Fransa diğerlerine göre<br />

biraz daha çabuk ayağa kalkarken, Almanya ve<br />

İngiltere bugün dahi kamu destekleri ile iş<br />

yapmaya devam ediyorlar.<br />

Oyun Planının Riskleri...<br />

Bu senaryonun iki önemli riski vardı. Birincisi,<br />

gevşek para politikasının getirdiği enflasyon riski<br />

idi. Merkez bankaları bu konuda kriz sonrasında<br />

ekonomilerin hala ciddi bir atıl kapasite ile<br />

çalıştıklarını ve bu açık kapanana kadar da talep<br />

tarafından enflasyon baskısı olmayacağını<br />

düşünerek rahat hareket ettiler. Bu bağlamda haklı<br />

da çıktılar. ABD’de ve Euro-16 bölgesindeki<br />

referans çekirdek enflasyon göstergeleri artmak bir


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 183 -<br />

yana gerilemeye başladı. Ama bundan daha<br />

önemlisi, merkez bankalarının yıllardır çok emek<br />

vererek bir yere getirdikleri enflasyonla savaştaki<br />

itibarlarını kaybetmeleri tehlikesiydi. Enflasyon<br />

gerçekten artmıyor olabilirdi ama, piyasalar<br />

merkez bankalarının enflasyonla savaşta eskisi<br />

kadar kararlı olamayacaklarını ve ekonomilerin<br />

kırılganlığını düşünerek gerektiğinde para<br />

politikalarını sıkılaştıramayacaklarını düşünmeye<br />

başlayabilirlerdi. Diğer bir deyişle, belki enflasyon<br />

mevcut durumda sorun olmayabilirdi ama<br />

beklentiler bozulabilir ve gelecekteki enflasyon<br />

rakamlarına yansıyabilirdi. Bu doğrultuda merkez<br />

bankacılığında sözü geçen isimler, son günlerde<br />

artan dozajda uyarılar yapmaya başladılar. Hatta<br />

en tutucu merkez bankalarından biri olan Avrupa<br />

Merkez Bankası bu güvene gerçekten zarar<br />

verecek çok önemli politika hataları yaptı ve<br />

güven sağlayacağım derken tam tersine kendi<br />

ayağına kurşun sıkar hale geldi.<br />

Krizin tam başında faiz arttırması ama hemen<br />

peşinden hızla indirmek zorunda kalması, ikinci<br />

<br />

piyasada devlet tahvilleri almayacağım derken<br />

politikacılardan emir gelince almaya başlaması,<br />

açık ve net ortada olduğu halde Yunanistan’ın borç<br />

yeniden yapılandırma ihtiyacını ısrarla inkar<br />

etmesi, hiç bir ülkeye fonlamada ayrıcalık<br />

yapmayacağım derken ratingi düşen Yunanistan<br />

devlet tahvillerini teminat olarak kabul etmek<br />

zorunda kalması gibi acemi merkez bankacıların<br />

yapmayacağı hataları yaptı. Merkez bankacılığının<br />

geleceği açısından hiç de iyi olmadı.<br />

Ama güzel olan, bu çerçevede henüz enflasyon<br />

beklentilerine yansıyan bir şey olmaması. Ne<br />

enflasyona endeksli tahvil getirileri ne de uzun<br />

vadeli faizler henüz ciddi artışlar sergilemiyorlar.<br />

Ama bu konuda jürinin henüz tam kararını<br />

vermediğini ve her an karşımıza çıkacağını<br />

düşünerek hareket etmek gerekir. Eğer atıl<br />

kapasite, global verimlilik artışı ve rekabetçi<br />

Renminbi üzerinden tüm dünyaya enflasyonu<br />

düşürücü baskı yapan Çin’in düşük üretim<br />

maliyetleri gibi sebeplerle mal fiyatlarında bir artış<br />

olmayacaksa, enflasyon (gayrımenkul, hisse<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 184 -<br />

senedi, emtia gibi) varlık fiyatlarında görülmeye<br />

başlanabilir, çünkü likidite buralara kayar. Bir süre<br />

sonra bu piyasalarda yeni balonlar oluşabilir.<br />

Balonlar bir süre sonra (3-5 yıl) iyice şişerek çok<br />

daha büyük krizlerin yaşanmasına neden olabilir.<br />

Ekonomilerin büyüme dinamiğini bozmayacağım<br />

diye politikaları sıkılaştırmak istemeyen otoriteler<br />

bunu karşıdan mı seyredecekler? Hayır. Para ve<br />

bütçe politikaları belki uzun süre gevşek gidecek<br />

ama bunun üretim yerine finansal piyasalara büyük<br />

kaldıraçlar üzerinden akmasını engellemek için<br />

finansal piyasalar ve bankacılık sistemlerinde<br />

regülasyonun dozu arttırılacak. Zaten bunlar krizin<br />

etkisiyle çok popüler hale gelen tedbirler olduğu<br />

için kamuoyu desteği de arkasında olacak.<br />

Bankalar risk iştahlarını arttırmak yerine,<br />

devletlerinin finansmanlarına çok daha fazla<br />

kaynak ayırmak zorunda bırakılacaklar. Özetle,<br />

enflasyonun varlık fiyatlarına kayması ve yeni<br />

balonların ortaya çıkması bankaların risk iştahı<br />

dizginlenerek engellenecek.<br />

İkinci ve Asıl Önemli Risk...<br />

<br />

Oyun planının ikinci önemli riski ise iflas riski idi.<br />

Acaba özel sektöre destek vermek için kaldıracın<br />

(borç yükünün) altına giren kamu sektörü bu yükü<br />

yeniden özel sektöre devredene kadar<br />

dayanabilecek miydi? Bu süreçte oyun planı<br />

sonuçlarını verene kadar özel sektörün yaşadığı<br />

sıkıntıları kamu sektörleri (devletler) yaşamaya<br />

başlar mıydı?<br />

Bu risk açısından bakıldığında ekonomileri daha<br />

sorunlu ve farklı yapısal sıkıntıları nedeniyle oyun<br />

planının sonuçları daha geç alınabilecek ya da hiç<br />

alınamayacak ülkeler ya da ülke grupları gerçekten<br />

ciddi sorunlar yaşayabilirlerdi. Korkulduğu gibi<br />

Asya ve Kuzey Amerika ekonomilerinin altına<br />

girdikleri yükü bir süre taşıyacak ve bu süreçte de<br />

ekonomilerini ayağa kaldırabilecek kası, gücü<br />

vardı ama Avrupa’nın yoktu. Bu nedenle<br />

Avrupa’yı çok zor günlerin beklediği tahmin<br />

ediliyordu.<br />

Bu endişelere uygun olarak, Avrupa ülkeleri, ABD<br />

ya da Asya gibi tek bir devlet ve tek bir kamusal<br />

otorite olamadıkları, geçmişten gelen yapısal


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 185 -<br />

sıkıntılarını sürekli ve ısrarla gözardı ettikleri ve<br />

belki de en önemlisi Euro’nun makyajı altında<br />

rating şirketlerinin bu doğrultuda uyarı<br />

yapmamaları ve bu sorunları gidermeye mecbur<br />

bırakmamaları nedeniyle, bu kaldıracı kaldırmakta<br />

gerçekten zorlanmaya başladılar. Yunanistan,<br />

Portekiz, Macaristan ve son günlerde hiç<br />

haketmese de İspanya’nın yaşadıkları bunlardı.<br />

Yunanistan 5 yıl önceki Yunanistan'dı aslında.<br />

Ama rating şirketleri yeni uyandılar, ya da<br />

zamanında uyanmak işlerine gelmedi. 5 yıl önce<br />

Yunanistan’ın ratingi düşürülmezken rating<br />

şirketlerine dil uzatmayan Euro bölgesi otoriteleri<br />

ratingler düşmeye başlayınca sistemin oligopol<br />

yapısına itiraz etmeye ve önlem almaya başladılar.<br />

Yunanistan’ı Euro dışına çıkartarak kangren kolu<br />

kesip vücudu kurtarmaktansa kangren olmuş kolla<br />

yaşama yoluna gidildi. Kol keserek durum<br />

kurtarılabilecekken şimdi belki Yunanistan da<br />

yetmeyecek, bir kaç ülke daha borcunu yeniden<br />

yapılandırmak zorunda kalacak.<br />

Tüm bunların sonuçları Euro’nun değer kayıpları<br />

<br />

ile ortaya çıkıyor. Durumu kurtarmaya çalışmak<br />

için de hala akılları başa alıp dişe dokunur şeyler<br />

yapmak yerine “Euro 10 yıllık trendine uygun<br />

seviyelerde, sorun yok” gibi komik demeçler<br />

veriliyor, açığa satış yasağı genişletiliyor, kendi<br />

ratinglerini kendileri ölçmek için yeni yapılar<br />

kuruluyor vs...<br />

Piyasaların Korkusu...<br />

Atılan radikal adımların sonuç verdiğini ve dünya<br />

ekonomisinin depresyon tehlikesini atlatıp<br />

resesyondan çıktığını gören piyasalar Avrupa’daki<br />

beceriksizliklerden haklı olarak ürktü. Piyasalar<br />

bunun Avrupa’daki parasal birlikteliğin politik ve<br />

mali birliktelikle desteklenememiş olması<br />

nedeniyle ortaya çıktığını, bunun finansal bir<br />

hıçkırık ya da krizin artçı bir şoku değil yapısal bir<br />

sorun olduğunu görmeye başladılar.<br />

Bu endişeler kısa sürede bunun global ekonomik<br />

büyümeyi yeniden baskı altına alacak hale<br />

gelebileceği korkusuna dönüştü. Çünkü ABD ve<br />

Asya hala çıkış stratejilerinde hiç acele etmezken<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 186 -<br />

ve ekonomilerinin kendi ayakları üzerinde<br />

durabilmesini beklerken Avrupa ülkeleri bir anda<br />

panik yaparak arka arkaya özellikle bütçe<br />

politikalarında çok şiddetli tasarruflar açıklamaya<br />

başladılar. Yunanistan’ın 24 milyar €’luk paketinin<br />

yanında, İtalya da 24, İspanya 15, Portekiz 2.1,<br />

İngiltere 5.7, İrlanda 10 milyar € gibi yüksek<br />

tasarruf tedbirleri açıkladılar. Danimarka,<br />

Romanya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve İsveç<br />

gibi gündemde olmayanlar da tedbirler aldılar.<br />

Hatta Almanya gibi bütçesi an az sorunlu olan bir<br />

ekonomi bile diğerlerine örnek olmak için 10<br />

milyar €’luk bir tasarruf paketi açıkladı. Hatta<br />

Alman maliye bakanı Schauble işi bundan sonra<br />

her üye ülkenin bütçelerini kendi meclislerinden<br />

önce Avrupa komisyonundan geçirme şartını öne<br />

sürecek kadar ileri götürdü.<br />

Avrupa Global Büyümeyi Durdurmayacak,<br />

Yavaşlatacak !...<br />

Öncelikle Avrupa’da yaşananlardan bağımsız<br />

olarak dünyanın gayet istikrarlı bir şekilde krizden<br />

çıkmakta olduğunu ve büyümeyi hızlandırdığı<br />

<br />

tespitine dikkat etmek gerekiyor. Hatta bu global<br />

iyileşme eskisine göre çok daha dengeli bir şekilde<br />

gelişiyor. Çin liderliğinde ihracatçı gelişmekte<br />

olan ülkeler üretimlerinin giderek daha büyük<br />

kısmını içerde tüketiyorlar. Aynı zamanda<br />

ABD’nin ihracatı da güçlenen Dolar’a rağmen<br />

yükseliyor. İlk defa 2009 yılında ABD’nin<br />

gelişmekte olan ülkelere yaptığı ihracat, gelişmiş<br />

ülkelere yaptığı ihracatın önüne geçti (%52).<br />

Özetle, global büyüme hem istikrarlı hem de daha<br />

dengeli bir şekilde artıyor.<br />

Eğer Avrupa ABD ve/veya Asya için çok önemli<br />

bir tüketim bölgesi değilse, güven sorunu dışında<br />

global büyümeyi çok olumsuz etkilememesi<br />

gerekir. Gerçekten de Asya ülkelerinin Euro<br />

bölgesine olan ihracatının toplam ihracat içinde<br />

payı sadece %13. Benzer şekilde Avrupa’nın<br />

ihracatçı ekonomilerinden rekabetçi Euro’nun<br />

verdiği coşkuyla iyi haberler geliyor. Almanya’nın<br />

satın alma endeksleri, işsizlik rakamları ekonomik<br />

aktivitenin giderek canlandığını gösteriyor.<br />

Diğer bir deyişle, şimdilik Avrupa dünyanın hızını


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 187 -<br />

kesmektense gerçekten de dünyadaki olumlu<br />

gidişattan nemalanıyor. Çok büyük hatalar<br />

yapmazlarsa da bu devam edecek. Uzman<br />

görüşlere göre, Avrupa global büyümenin önünde<br />

önemli bir engel olmayacak. Sadece global<br />

büyümeye katkı yapamayacak. Avrupa’da<br />

ekonomik büyüme uzun süre Kuzey Amerika,<br />

Asya ve diğer gelişmekte olan ülkelerin gerisinde<br />

kalacak. Bu sürenin uzunluğu kendi içinde gitmek<br />

zorunda kalacağı yeniden yapılanmanın ne kadar<br />

şiddetli ve önden yüklemeli olduğuna göre<br />

değişecek.<br />

Avrupa’nın sorunları dünyadan ziyade kendi<br />

içinde sıkıntı yaratacak. Bazı küçük ve borçlarını<br />

iç tasarruflar yerine yurtdışından finanse eden<br />

ülkeler eninde sonunda borçlarının vadesini<br />

uzatacak ve bir kısmını traşlayacaklar. Avrupa<br />

içinde güç dengeleri değişecek. Elbette<br />

Türkiye’deki karar alıcıların da (hem kamu hem<br />

özel) ülkenin en büyük ihracat pazarı<br />

konumundaki Avrupa’da yaşanacakları karşıdan<br />

seyretmeyip bu süreçte büyük zarar görmemek için<br />

<br />

mümkün olduğunca gerekli (malum) tedbirleri<br />

almaları gerekiyor.<br />

Bu yeniden yapılanmanın şiddetine göre Avrupa<br />

yeniden önemli ve çok daha sağlıklı bir ekonomik<br />

ve bölgesel güç haline gelecek. Örneğin,<br />

bugünlerde başlattığı kararlılığı sürdürebilirse<br />

İspanya bankacılığı aynı Türk bankacılığı gibi<br />

bugünkü krizden ciddi şekilde güçlenerek çıkacak<br />

ve bölgesel anlamda dünyada söz sahibi olacak.<br />

Borçlarını makul seviyeye indirebilir ve rekabet<br />

avantajı kazanabilirse çevre ülkeler yeniden<br />

bölgenin tüketim ve üretim motoru haline<br />

gelebilecekler. Bu süreç finansal piyasalarda<br />

fırtınalı günler ve dönem dönem panik satışlar<br />

yaratmadan olmayacak.<br />

Bu nedenle öyle günlerde gereken sabrı gösterip<br />

soğukkanlı davranarak büyük resmi kaybetmemek,<br />

otomobili dikiz aynasına bakarak değil ileri<br />

bakarak kullanmaya devam etmek gerekir.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 188 -<br />

Kadınlarla İlgili Deyişler<br />

İyi bir kadın erkeği etkiler,<br />

Zeki bir kadın onda ilgi uyandırır,<br />

Güzel bir kadın büyüler,<br />

Anlayışlı bir kadın ise ona sahip olur.<br />

Helen Rowland<br />

Kadın kendi başına ne gül,<br />

ne goncadır, ne de diken.<br />

Koklamasını bilirsen gül,<br />

tutmasını bilmezsen diken olur.<br />

Refik Halid Karay<br />

Kadın, insanın gölgesi gibidir,<br />

Kovalarsanız kaçar,<br />

Kaçarsanız kovalar.<br />

Chamfort<br />

Kadınların gözleri keskin,<br />

Zekaları uyanık,<br />

Düşünceleri vesveseli olur.<br />

Guy de Maupassant<br />

<br />

Kadınlar sevmedikleri adama<br />

hiç acımazlar.<br />

Alexandre Dumas<br />

Bir kadın ya sever,<br />

ya da nefret eder,<br />

ortası yoktur.<br />

Pubillius Syrus<br />

Kadın öyle bir konudur ki,<br />

Ne kadar incelersen incele,<br />

Her zaman yepyenidir.<br />

Tolstoy<br />

Bir uygarlığın seviyesini ölçmek isterseniz,<br />

Derhal kadının hayat şartlarına bakın.<br />

Stuart Mill<br />

Krallar gibi kadınlar da,<br />

kendileri için yapılan her şeyin,<br />

esasen bir borç teşkil ettiğine inanırlar.<br />

Balzac<br />

Kadınla müziğin yaşı olmaz.<br />

Oliver Goldsmith


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 189 -<br />

Çocuklar<br />

Merhaba Sevgili Çocuklar,<br />

Pörtlek<br />

Yine yeni bir sayıda beraberiz. Yaz geldi!..<br />

Eminim hepinizin omuzlarından büyük bir yük<br />

kalkmıştır. Şimdi dinlenme ve eğlenme zamanı.<br />

Bütün kış çalıştınız, hadi bakalım yazı iyi<br />

değerlendirin, iyice dinlenin ve kışa güç toplayın.<br />

Hepinizi bir okul yılını daha tamamladığınız için<br />

öpüyor, kucaklıyor ve tebrik ediyorum.<br />

Bu sayımızda sizlere “kardeşlik ve kardeş<br />

sevgisi”nden bahsetmek istiyorum. Kardeş olma<br />

veya kardeş sevgisi çok özeldir. Hepinizin kardeşi<br />

olmadığını biliyorum!. Bununla beraber kardeşi<br />

olmayan arkadaşlarınızın da bu özel duyguyu<br />

hissedeceği bir yakın arkadaşı ya da akrabası<br />

olduğunu gözlemledim. Bu sevgi aslında bir<br />

ihtiyaçtır çünkü, çocuklarım. Evet ihtiyaç,<br />

<br />

şaşırdınız değil mi. Neden ihtiyaç size anlatmaya<br />

çalışayım. Bakın bir düşünün, kardeşinize karşı<br />

neler hissedersiniz ? Sevgi, koruma, şefkat... ve<br />

bunlarla beraber öfke, kıskançlık, sinir olma<br />

durumu... Hem en iyi duygular hem de en kötüleri<br />

bir arada, yanyana... Bunu biliriz ve yaşarız.<br />

Çünkü hepimiz insanız. Hepimizde hem iyi hem<br />

de kötü diye tanımladığımız bu duygular<br />

yanyanadır. Sadece kardeşimize karşı hissettiğimiz<br />

kötü duygular için çok endişelenmeyiz, çünkü aynı<br />

derecede hissettiğimiz iyi duygularımız da vardır.<br />

Toramız bize hayatı en iyi şekilde yaşayabilmemiz<br />

için verilmiş bir kullanma kılavuzudur. Oradaki<br />

hikayeleri bir hatırlamaya çalışın. Kusursuz bir<br />

karakter bulamazsınız. En önemli liderler, örneğin<br />

Yaakov, Yosef hatta Moşe bile duygu<br />

dünyalarında sorunlar yaşar, çünkü gerçek hayatta<br />

böyledir. İnsan olan bizlerde her duygu vardır;<br />

önemli olan hangi taraftaki duygularımızı<br />

besleyeceğimizdir. İşte kardeşlik sevgisi bize iyi<br />

diye tanımladığımız duyguları beslememize<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 190 -<br />

yardımcı olur. Daha kolay affeder daha kolay<br />

severiz. Küçümsenecek birşey değildir bu<br />

çocuklarım, inanın bana. Yetişkinler arasında<br />

birbirini affedemeyen insanlar yüzünden kavgalar,<br />

kırgınlıklar ve hatta savaşlar yaşanır. Halbuki<br />

hepimiz daha küçük yaşlarımızdayken, sizler<br />

kadarken kerdeşlik sevgisini tanıyarak, yaşayarak<br />

büyüdük. İnsan ilişkilerini ilk kardeşlik sayesinde<br />

öğreniriz, fakat büyürken, yolda bir yerde,<br />

unutuveririz maalesef ve çatışmalar başlar. Ve siz<br />

çocuklarım, tavsiyeme kulak verin. Bu sevgiyi hiç<br />

unutmayın ne olur, hep hatırlayın hatta insanlığı<br />

çok farklı bir boyuta taşıyın ki dünya daha mutlu<br />

bir yer olsun. Sizleri çok seviyorum.<br />

Haydi koşun şimdi.. Kardeşleri olanlar<br />

kardeşlerine, dostları olan dostlarına kocaman bir<br />

kucak versin ve teşekkür etsin. Birbirimize ne<br />

kadar çok şey öğretiyoruz aslında...<br />

Sevgiyle kalın.<br />

<br />

Fıkra<br />

Şeftali ve Kayısı<br />

Bir şirkette şef olarak çalışmakta olan biri vardır.<br />

Şefin adı Tali'dir. Arkadaşları onu şef Tali bey<br />

diye çağırırlar.<br />

Bir gün şef Tali bey işe gelmez ve arkadaşları onu<br />

merak edip evine telefon ederler. Şef Tali beyin<br />

karısı "r" harflerini söyleyememektedir.<br />

Şef Tali beyin arkadaşları:<br />

- Biz şef Tali bey ile görüşecektik, derler.<br />

Karısı :<br />

- Buyyun.. Ben kayısıyım der.


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 191 -<br />

Gila Kalomiti Benhabib<br />

Merhaba,<br />

Bizim Kürsü <br />

Keriat Şema<br />

gilakalomiti@hotmail.com<br />

Tikun Shavouot'ta Ortaköy Sinagogunda<br />

yapılan konuşma metnidir.<br />

Ben Gila Kalomiti Benhabib. Bugün sizlere<br />

Yahudilik öğreniminin başında olan bir öğrenci<br />

olarak Keriat Şema'nın önemini anlatmak<br />

istiyorum. Ancak öncelikle şunu söylemek isterim;<br />

ben ailemin bana verdiği Yahudilik eğitimi<br />

dışında, ilk defa geçtiğimiz Roşaşana'da sevgili<br />

arkadaşım Rivka Mazliah'ın bana 5 Tora kitabını<br />

hediye etmesi ve anlattığı gerçek bir hikayeden<br />

derinden etkilenerek Tora öğrenmeye karar<br />

verdim. Ertesi sabah Rabbi Naftali Haleva'yı<br />

aradım ve grup olarak Tora dersi almaya başladık.<br />

<br />

36 yıllık yaşamım boyunca beni bu denli derinden<br />

etkileyen, yaşamın anlamını böylesine kavradığım<br />

bir dönem yaşamamıştım. Babam Tefilin takıp<br />

sabah akşam Şema okumasına ve rahmetli<br />

büyükbabamın Şabat sofrasında Kiduş okuyarak<br />

büyümeme rağmen ben inancı kuvvetli, ancak<br />

Yahudiliği tam olarak bilmeyen bir kişiydim.<br />

Ancak şimdilerde öğrenmeye çalışıyorum. Bu<br />

nedenle bir hatam olursa öncelikle Tanrım beni<br />

affetsin ve lütfen sizler de kusuruma bakmayın.<br />

O hikaye ile birlikte sanki bir şeyleri farkettim.<br />

Yaşamımız boyunca sürekli olarak hedeflere<br />

koşuyoruz. Daha iyi bir ev, daha lüks bir araba,<br />

daha yüksek bir mevki, daha güzel olma, daha<br />

zayıf olma ve benzeri birçok fiziksel veya maddi<br />

boyutta hedeflerimiz var. Bunlar güzel olabilir<br />

ancak bu arada ruhumuzu da yeterince besliyor<br />

muyuz? Ya da bu dünyada neden var<br />

olduğumuzun farkında mıyız? Yahudilik gibi ağır,<br />

bir o kadar da kutsal bir görevi üstlendiğimizin<br />

farkında mıyız?<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 192 -<br />

Beni etkileyen o gerçek hikayeyi sizlerle<br />

paylaşmak istiyorum.<br />

İsrail'de bir kadın genç yaşta kocasını kaybeder ve<br />

küçük kızı ile hayata tutunmaya çalışır. Öyle<br />

fakirler ki, yiyecek için paraları dahi yok. Bir<br />

Cuma sabahı bu genç kadın yakınlardaki bir<br />

manava giderek utana sıkıla manavda arkalarda<br />

kalmış çürümek üzere olan meyve ve sebzeleri<br />

kendisine verip veremeyeceğini sorar. Hiç parası<br />

olmadığını da ifade eder. Manav gülümseyerek bir<br />

dakika beklemesini söyler. Dönüşte kolları<br />

paketlerle doludur. Paketlerin içinde dükkanın en<br />

taze meyve ve sebzelerinin olduğunu görür. Kadın<br />

şaşkınlık içindedir. Biraz muhçubiyet ve büyük bir<br />

mutlulukla adama çok minnettar olduğunu belirtir.<br />

Manav, bundan sonra her cuma sabahı kendisine<br />

gelip haftalık meyve ve sebze ihtiyacını<br />

kendisinden karşılamasını söyler.<br />

Yıllar geçer. Kadın her Cuma sabahı bu manavdan<br />

yiyeceklerini temin eder. Hatta zaman zaman<br />

<br />

manav kadına zarf içinde para verir ve kadın bu<br />

yardımlar sayesinde kızını üniversitede okutabilir.<br />

Yıllar geçer, kızı büyür ve evlenir. Ancak damat<br />

bu değirmenin suyunun nereden geldiğini merak<br />

eder. Kız kocasına herşeyi açık yüreklilikle anlatır.<br />

Ancak damat bundan rahatsız olmuştur. Karısına<br />

annesinin artık o manavdan hiçbir yardım almasını<br />

istemediğini söyler. Kendisi onlara bakabilecek<br />

durumdadır. Kadın o cuma günü manava yılların<br />

minnettarlığı ile teşekkür etmeye, artık onlara<br />

bakabilecek bir damadının olduğunu söylemeye ve<br />

manavdan aldığı yardıma artık ihtiyaçları<br />

kalmadığını söylemeye gider. Manav da kabul<br />

eder. Ertesi Cuma günü, yılların alışkanlığı ile<br />

manava hatırını sormak için gittiğinde, manavın<br />

kepenklerinin kapalı olduğunu görüp şaşırır.<br />

Yandaki esnafa ne olduğunu sorar. Esnaf, geçen<br />

hafta adamın mafya tarafından öldürüldüğünü<br />

söyler. Kadın çok şaşırır. Nasıl olur da bu kadar iyi<br />

bir insanın mafya ile bir alıp veremediği olabilir<br />

diye mırıldanırken, yandaki esnaf "Siz bu manavın<br />

kim olduğunu bilmiyordunuz herhalde. O,


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 193 -<br />

karanlık işleri olan, bu manav dükkanını sadece<br />

bir paravan olarak kullanan bir kişiydi. Yeraltı<br />

dünyasından biriydi" der.<br />

İşte bu hikaye beni çok etkiledi. Burada sadece<br />

mitsvalardan bir tanesi olan "Tsadaka"nın gücünü<br />

görüyoruz. Tsadaka ölümden bile koruyor.<br />

Tsadaka verdiği sürece Tanrı böyle bir adamın bile<br />

canını korumuştur. Tsadaka vermesinin<br />

kesilmesiyle birlikte ise onu koruyacak herhalde<br />

başka mitsvası kalmamıştır. Mitsvaların değerini<br />

bilip öğrenmek, bize verilen eşsiz Tora'nın tadını<br />

almak için "öğrenmek" gerekiyordu, ben de bunu<br />

yapmak istedim.<br />

Ben size bu akşam "Keriat Şema"nın<br />

Yahudilikteki önemini anlatmak istiyorum.<br />

Bir Yahudinin yaşamının en anlamlı anları,<br />

"Şema" ile bütünleştiği anlardır. Her sabah ve<br />

akşam bizler gözlerimizi kapatır ve "Şema"<br />

okuruz. Aşem tek Tanrımızdır. Tora okumaya<br />

hazırlandığımızda, yeni bir güne başladığımızda,<br />

<br />

bilinmeyen karanlık bir geceye gözlerimizi<br />

kapatmadan önce, Yom Kipur'un doruğunda ve<br />

son olarak fiziksel yaşamımızın sona yaklaşıp<br />

ruhun bedeni terketmeye hazırlandığı anda hep<br />

"Şema" ile bütünleşir o kutsal sözlere sığınırız.<br />

Mezuza'daki Şema evi kutsar. Tefillin'deki Şema<br />

ise aklı ve gücü kutsar ve Tanrının kendisi<br />

Tanrının tekliğini Şema ile ifade ettiğimiz için<br />

Bene İsrael'e teşekkür eder.<br />

Talmud'ta anlatılan en dokunaklı öykülerden biri<br />

Rabbi Akiva'nın son günlerinde geçmektedir.<br />

Romalıların Tora öğrenimini yasakladığı dönemde<br />

yaşayan bilge Rabbi Akiva, Tora öğrenimi<br />

vermeye devam ettiği için tutuklanmış halkın<br />

önünde işkence edilerek vücut derisi yüzülerek<br />

ölüme yollanmıştır. Fakat bu korkunç infaz<br />

sırasında ilginç bir olay gerçekleşmiştir. Rabbi<br />

Akiva işkence sırasında Şema'yı yüzünde bir<br />

gülümseme ifadesi ile okuyarak "Tanrı'nın<br />

hakimiyetini" görenleri hayrete düşürecek şekilde<br />

neşeyle tekrar etmiştir. Sanki o korkunç acıdan<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 194 -<br />

habersizdir. Bu korkunç idam şekline karar veren<br />

Romalı komutan Turnus Rufus, hayretler içinde<br />

"Senin hislerin mi ölü, nasıl olur da bu işkence<br />

sırasında gülebilirsin?" diye sormuş Rabi<br />

Akiva'ya. Ölümle burun buruna olan Rabbi Akiva<br />

"Ömrüm boyunca Tora'nın sözlerine konsantre<br />

oldum. Şema, Tanrı'nın hakimiyetini ve<br />

emirlerini tüm ruhumuzla, canımızla kabul<br />

ettiğimiz kutsal sözlerden ibaret, Tanrı canımızı<br />

alırken bile. Hep düşünmüşümdür, Tanrı'ya bu<br />

seviyede hizmet edebilecek bir düzeye gelebilecek<br />

miyim diye. Tam da şimdi Tanrı bana bu şansı<br />

verdi. Onu neşeyle kucaklamayayım mı?" der ve<br />

ölmeden önceki son sözlerini söyler :<br />

Şema İsrael Ad… Eloenu Ad…. Ehad<br />

ve o anda gaipten bir ses duyulur. "Ruhun seni<br />

terkederken Tanrı'nın eşsiziliğini, tekliğini, mutlak<br />

hakimiyetini vurguladığın için takdire değersin<br />

Rabbi Akiva. Övgüye değersin çünkü gelecek<br />

yaşamın kapısından girmeye hazırsın"<br />

<br />

Peki neden her gün, sabah ve akşam Tanrı'nın<br />

tekliğini vurgulamamız gerekir?<br />

Tanrı'nın tekliğinin iki yönü vardır.<br />

1) Başka hiçbir şey onunla karşılaştırılamaz.<br />

2) Hiçbir şey ondan bağımsız var olamaz.<br />

Tanrı'nın tekliğini vurgularken, başka bir Tanrı'nın<br />

varolmadığını vurgulamıyoruz sadece, aynı<br />

zamanda hiçbir şeyin onunla<br />

karşılaştırılmayacağını da vurguluyoruz. Tanrı<br />

sadece hakim olan değil, "Kral" olmak istiyor.<br />

Tanrı'ya inanmamız bunun için yeterli değil.<br />

Çünkü inansak da varlığını inkar etsek de bu onu<br />

güçlendirmiyor ya da zayıflatmıyor. Tanrı bizden<br />

bundan daha fazlasını istiyor. Onu "Kral" olarak<br />

ilan etmemizi istiyor. Yahudilikte diktatör ve kral<br />

arasında büyük bir fark vardır. Despot,<br />

hoşgörülsün ya da hoşgörülmesin isteklerini<br />

empoze eder. Fakat Kral bu rütbeyi saygıyla ve<br />

yönetilenin arzusuyla alır. Aksi takdirde gücü ne<br />

olursa olsun diktatör olur. İşte bu bağlamda Tanrı


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 195 -<br />

bizim sahibimiz olmak yerine kralımız olmak<br />

istiyor. Aynı baba çocuk ilişkisi gibi. Nasıl bir<br />

çocuk babasından çekinir, babasının kurallarına<br />

uyar ama onu tüm canıyla sever ya, Tanrı da<br />

ilişkimizin baba oğul ilişkisi gibi olmasını istiyor.<br />

Biz dualarımızda Tanrı'ya "Kralımız-Babamız"<br />

şeklinde sesleniyoruz. Bunun da olması için onun<br />

hükümranlığını kabul etmemiz gerekiyor.<br />

İşte bu noktada bizler de Şema okuyarak Tanrı'nın<br />

yüce hükümranlığını kabul ederiz. Tanrı'yı<br />

bildiğimizi beyan eder ve ona olan inancımızı<br />

haykırırız. Tanrı'yı Kralımız olarak isteyerek ve<br />

mutlulukla kabul ettiğimizi ve ona hizmet etmeye<br />

hazır olduğumuzu vurgularız ve sonuç olarak onun<br />

evrendeki amacına ulaşması için aracılık etmiş<br />

oluruz.<br />

Tanrı sevgisi nasıl olur da empoze edilebilir diye<br />

düşünebiliriz. Çünkü sevgi insanın kontrol<br />

edebildiği bir duygu değildir. Tanrı sevgisine,<br />

üzerinde çalışarak, okuyarak, yaradılışın<br />

<br />

mükemmelliğini düşünerek, Tanrı'nın<br />

büyüklüğünü yer ve zamanla sınırsızlığını<br />

düşünerek, her yaradılanın mükemmelliğini<br />

kavrayarak ulaşabiliriz. Buna ulaşmak özveri ister.<br />

Nasıl hayatımızı kazanmak için her gün çabalıyor,<br />

iş hayatında binbir türlü zorlukla karşılaşıp<br />

amacımıza ulaşmak için çalışıyorsak, Tanrı<br />

sevgisine ulaşmak için de çalışmak gerekiyor.<br />

Rashi'ye göre Şema'da geçen şu satırları<br />

uygulayarak Tanrı sevgisine ulaşabiliriz "Bugün<br />

size verdiğim buyrukları aklınızda tutun,<br />

çocuklarınıza benimsetin. Evinizde otururken,<br />

yolda yürürken, yatarken, kalkarken, onlardan<br />

bahsedin."<br />

Kısaca Tanrı bilincine varmamızın yanısıra,<br />

Tanrı'nın emirlerini çocuklarımıza öğretmemiz<br />

gereği Şema'da iki kez tekrarlanarak<br />

vurgulanmaktadır. Tanrının sevgisine ulaşabilmek<br />

için Tora öğrenimi sürekli devam etmeli ve<br />

unutulmamalıdır. Hafızayı canlı tutmanın en iyi<br />

yolu sözel anlatımdır. Bunun için Tanrı bizlere<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 196 -<br />

yazılı Tora'nın yanısıra sözlü Tora'yı vererek<br />

Tora'nın yaşayan, sürekli üzerinde konuşulan ve<br />

düşünülen bir yaşam kılavuzu olmasını istemiştir.<br />

Şema'da tefilin, mezuza, tsitsit gibi çok önemli<br />

Yahudilik simgelerine değinilmiş olup bunların<br />

yaşamımızın merkezinde olması gerektiği<br />

vurgulanmıştır. Bu simgelerin hepsi bize sürekli<br />

olarak atalarımızın Tanrı ile yaptığı anlaşmayı<br />

hatırlatan öğelerdir. Biz Yahudilere bu dünya<br />

üzerindeki görevlerimizi hatırlatır.<br />

Tefilin, Tanrı'nın hizmetkarları olduğumuzu<br />

gösteren çok önemli bir simge olup biz Yahudiler<br />

tefilin takarak görevlerimizi hatırlar ve<br />

diğerlerinden ayrılırız. Tefilin aklımız ve<br />

kalbimizle Tanrı'ya bağlılığımız ifade eder.<br />

Mezuza, insana ait olan herşeyin aslında Tanrı'ya<br />

ait olduğunu ve insanın mal varlığının kişiye Tanrı<br />

tarafından bahşedildiğini işaret eden, kutsal ve<br />

gizemli bir gücü olan önemli bir simgemizdir.<br />

İnsanın en önemli sahip olduğu mal varlığı evi<br />

<br />

olduğuna göre, evlerimizin kapılarındaki mezuza o<br />

kapıdan her geçtiğimizde bize Tanrı'yı hatırlatır ve<br />

bize bahşettiği herşey için şükretmemize vesile<br />

olur. Kabalistik literatüre göre satanı evden ve<br />

evde yaşayanlardan uzaklaştıran mezuzadaki<br />

kutsal kelimelerin mistik koruyucu gücü vardır.<br />

Ayrıca dünyadaki görevlerimizden birinin de<br />

ışığımızı yaymak olduğu düşünüldüğünde,<br />

evlerimizin dış kapılarına mezuza takarak o evde<br />

oturan insanların Tanrı'ya mutlak bağlılığını ve<br />

Tanrı tekliğini tüm dünyaya ilan etmiş oluyor ve<br />

bir nevi ışığımızı yaymış oluyoruz.<br />

Tsitsit de aynı mezuza ve tefilin gibi bize<br />

mitsvalarımızı hatırlatan sembollerden biridir. Son<br />

olarak Şema'yı dünya tarihinin en büyük mucizesi<br />

Mısır çıkışını hatırlayarak bitiriyoruz. Mısır<br />

çıkışını ve yaşanılanları, hiçbir Yahudi hiçbir<br />

zaman unutmamalıdır. Çünkü bir ulus haline<br />

gelmemiz ve Tora'yı almamız Mısır çıkışı ile<br />

başlamaktadır. Tanrı hiçbir ulus için böylesine bir<br />

mucize gerçekleştirmemiştir. Yahudiliğin önemini


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 197 -<br />

ve sorumluluğunu ancak Mısır çıkışını sürekli<br />

hatırlayarak kavrayabiliriz.<br />

Tanrı'yı sevmek ve mitsvaları yerine getirmek,<br />

elde edilecek ödüller için olmamalıdır. Ödüller<br />

doğal bir sonuç olarak gelecektir. Şema'da bu<br />

ödülden de bahsedilmekte olup Tanrıya hizmet<br />

eden Bene İsrael'in birçok ödülü hakedeceğinden<br />

bahsediyor. İlk olarak yağmuru zamanında<br />

yağdıracağını belirtiyor. Bana göre yağmur diğer<br />

tüm ödüllerin anasıdır. Eğer yağmur zamanında<br />

yağarsa toprak bereketli olur ve Bene İsrael<br />

bundan faydalanır. Ancak ödüllerin yanısıra Tora<br />

yolundan ayrıldığımız takdirde vereceği<br />

cezalardan da bahsedildiğini de unutmamalıyız.<br />

Burada Tanrı bireylere konuşmamakta tüm Bene<br />

İsrael'e seslenmektedir. Bundan anlamamız<br />

gereken, Bene İsrael olarak hepimizin bir çarkın<br />

dişlileri olduğumuz ve her dişlinin doğru çalışması<br />

gerektiğidir. Tek yürek olmak, tek amaca<br />

yoğunlaşmak gerekir ki Tanrı bize bu ödülleri<br />

versin.<br />

<br />

Tora yolunda gittiğimiz takdirde sürgünde olsak<br />

bile Tanrı bizi İsrael topraklarına geri getireceğine<br />

ve orada uzun bir ömrü refah ve mutluluk içinde<br />

geçireceğimizi vurguluyor. Bu sözler on emrin<br />

beşincisi olan ana baba saygısı ile paralellik<br />

gösterip her ikisi de ömrün uzaması ödülüyle<br />

bütünleşiyor.<br />

Akşamları yatarken Şema öncesinde okuduğumuz<br />

bir dua var. Bu duada bizi kızdıran, kıran, bize<br />

karşı günah işleyen herkesi bağışladığımızı<br />

belirtiyoruz. Ben bu duayı çok seviyorum, çünkü<br />

öyle bir hayatın içinde yaşıyoruz ki, gün boyu<br />

karşımıza bizi sinirlendirecek, çileden çıkaracak<br />

olay ve davranışlarla karşılaşıyoruz ve maalesef<br />

farkında olmadan içimizde sinir ve öfke<br />

biriktiriyoruz. İşte bu dua, kimseye öfke duymadan<br />

o günü bitirmemizi sağlıyor. Öfke, yetser ara'yı<br />

harakete geçirir. Amacımız yetser ara'dan<br />

uzaklaşmaksa ve mitsvamız arkadaşımızı<br />

sevmekse bu duayı okumak benliğimizi<br />

rahatlatacaktır. Aynı bir terapi gibi. Eğer biz<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 198 -<br />

insanoğlu Tanrı'nın suretinde yaratıldıysak yüce<br />

Tanrı bizim sayısız günahımızı bağışlıyor, bize<br />

Teşuva şansı veriyorsa, bizim de arkadaşımızı<br />

bağışlamamız gerekir. Ayrıca bu dua ile bilmeden<br />

ya da bilerek yaptığımız hatalarımız için de af<br />

diliyoruz.<br />

SONUÇ OLARAK:<br />

Ben Yahudi bir anne olarak duygularımı şöyle<br />

aktarmak istiyorum. Bizler çocuklarımızı daha<br />

donanımlı bireyler olmaları için en iyi okullara<br />

göndermeye çalışıyoruz, hatta bu okullara<br />

göndermek için bütçemizi zorluyoruz. "Yahudilik<br />

eğitimi" tüm bunlarla birlikte çocuklarımızın<br />

benliğini öğrenmeleri, daha vicdanlı, yürekleri<br />

sevgi dolu, görevlerini bilen bireyler olarak<br />

yetişmeleri için onlara vermemiz gereken en<br />

önemli eğitimdir. Tanrı'yı bilmekten öte, Tanrı'ya<br />

kayıtsız güvenen, kendileri, etrafları ve dünya ile<br />

çok daha barışık, yıkıcı hırslarından dolayı<br />

mutsuzlukla boğuşmayan, ancak fiziksel yaşamın<br />

<br />

getirdiği güzelliklerden de faydalanabilmek için<br />

yapıcı hırsları olan çocuklar yetiştirebiliriz. İşte<br />

Yahudilik eğitimi çok küçük yaşlardan itibaren<br />

Şema ile başlar. Çocuk anlamını sormaya<br />

başladığında anne-çocuk ya da baba-çocuk<br />

arasında Tanrı ile ilgili, maneviyatla ilgili<br />

diyaloglar başlar. Bence en iyi terapi Tora'dadır.<br />

İhtiyacımız olduğunda psikologa başvururuz.<br />

Ancak şunu biliyorum ki, insanoğlunun psikolojik<br />

problemleri genellikle maneviyat eksikliğinden<br />

kaynaklanıyor. İnanıyorum ki Yahudilik eğitimi<br />

alarak büyüyen bir birey, Tanrı'ya güveni<br />

olduğundan ileride daha az psikolojik problemlerle<br />

karşılaşacak ve hem kendine, hem ailesine, hem de<br />

topluma çok daha faydalı olacaktır.<br />

Yetser Ara bizden uzak, Tanrı hep yanımızda<br />

olsun…


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 199 -<br />

Genç Görüş <br />

Shauna Ruda<br />

Yahudi Olmak... Neden?<br />

shauna.ruda@gmail.com<br />

Bugün uyandığımda evrenin metal bir terazi ile<br />

ölçüldüğünü hayal ettim -bir kefesinde sevgi,<br />

diğerinde nefret olan bir terazi... Hangi tarafın ağır<br />

geleceğini düşünmeye çalıştım. Hayatın nefretle<br />

geçmeyecek kadar kısa ve değerli olduğu<br />

düşüncesi geçti aklımdan.<br />

Dünyadaki herkesin sevdiği birine iyi geceler<br />

öpücüğü verdiğini, değer verdiği biriyle<br />

kahvaltı ederek güne başladığını ya da birine onu<br />

hiç bırakmamacasına içtenlikle sarıldığını<br />

düşündüm. Terazinin sevgi ucunun tıpkı pazardaki<br />

bir kese elma gibi ağırlık kazanıp aşağı çekildiği<br />

gözümde canlandı.<br />

<br />

Sonra geçtiğimiz hafta, Türkiye'de yaşanan<br />

atmosferi düşündüm ve terazinin dengesi<br />

aniden değişti -internette karşılaştığım antisemitik<br />

yazılar, Hitler'in fotoğrafları, gamalı haçlar,<br />

Yahudilerle ilgili alaycı sözler, medyadan<br />

fışkıran aşırı uçtaki düşünceler ve Liga'nın<br />

faaliyetlerinin durdurulmasına sebep olan o<br />

ürkütücü atmosfer..<br />

Dünyanın bu denge üzerine, kötülük ya da iyilik<br />

tarafından aşağıya çekilme olasılığı üzerine kurulu<br />

olduğunu düşünüyorum. Burada olduğumdan beri<br />

ilk kez, dengenin sarsıldığını ve benim de o<br />

sarsıntıyla birlikte genelde pozitif tutumuma<br />

rağmen tamamen yabancısı olduğum negatif bir<br />

alana düştüğümü hissettim.<br />

Bu sarsıntı beni, güçlü bir düşünce dünyası olan,<br />

Yahudi kimliğine sıkı sıkıya bağlı bir Yahudi<br />

kızının kendine sorması gereken ilk soruya<br />

götürdü: - Neden Yahudi Olmalıyız ki? Yahudi<br />

biriyle evlenmeye ve Yahudiliğin gereklerini<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 200 -<br />

yerine getirmeye çalışmak niye? İzmir cemaatinde<br />

gençlerimize Yahudiliğin ne denli önemli<br />

olduğunu ve hep bu yolda devam etmemiz<br />

gerektiğini anlatma ihtiyacı duyuyoruz. Ama<br />

neden?<br />

Görüyorsunuz ki bu soruyu yanıtlamadan,<br />

gençlerimizden Yahudi kimliklerini devam<br />

ettirmelerini bekleyemeyiz. Hepiniz kendi şahsi<br />

cevaplarınızı ararken -çünkü bunlar gerçekten<br />

kişisel sorulardır- size birkaç fikir önermek<br />

istiyorum.<br />

Bence en önemlisi tarihi açıdan baktığımızda,<br />

4000 yıllık geçmişi olan bir gelenek zincirini<br />

kırmamızın imkansız olduğudur. Bunca yıldır<br />

süregelmesi bile, dinimiz hakkında bir gerçeği<br />

ortaya koyuyor -çünkü bana göre ancak olağanüstü<br />

inanç ve düşünceler sonsuza dek yaşar. Muhteşem<br />

hikayelerimiz, Şabatımız, en temel değerlerimiz...<br />

Öğrenip uyguladığımız takdirde bunlar yaşamımızı<br />

güzelleştirecek en kıymetli armağanlardır. Çekilen<br />

<br />

onca acıya rağmen hala hayatta kalmamız,Yahudi<br />

kimliğimizi korumak ve devam ettirmek için<br />

başlıbaşına bir itici güçtür.<br />

Hebrew Üniversitesinden rahmetli felsefe<br />

profesörü Emil Fackenheim, "G-d's Presence in<br />

History" (Tarihte Tanrının Varlığı) adlı kitabında<br />

şu düşüncelerini paylaşır: Bizi yok etmek<br />

isteyenlerin ardımızdan zafer kazanmalarına<br />

fırsat vermemeliyiz. Her zaman "Hayatta<br />

kalacağız" diyen iç sesimiz bizi yönlendirmeli.<br />

İkinci argüman ise Yahudiliğin insanlık tarihine<br />

olan katkısı ile ilgili. Yahudi olmayan<br />

Thomas Cahill," The Gift of the Jews" adlı<br />

kitabında, bizler olmasaydık dünyanın ne<br />

halde olacağından bahseder. Biz dünyaya kanun<br />

önünde eşitlik, barış, insan hakları, monoteizm<br />

gibi kavramları armağan ettik.<br />

Tabii ki konunun bir de çok derin kişisel bir yönü<br />

var. Yahudi olmak her şahsın yaşamına amacı


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 201 -<br />

doğrultusunda bir anlam kazandırır. Yahudilikte,<br />

hepimiz birbirimize bir şekilde bağlıyız ve birimiz<br />

olmadan diğeri var olamaz. Her birimizin aldığı<br />

nefes, bir diğerinin kalbini pompalar. Şu sıralar<br />

yaşadıklarım, dünyanın her yerindeki Yahudi<br />

arkadaşlarımın buradaki cemaatin nasıl olduğu ve<br />

yapabilecekleri bir şey olup olmadığına dair<br />

yolladıkları sayısız e-mailler, daha önce hiç<br />

olmadığı kadar bana bunu kanıtladı.<br />

Kuşkusuz bazıları Yahudi kimliğinden kaçmanın<br />

onları bu dünyada özgürleştireceğine<br />

inanabilir; bazen Yahudilik insana bir yük gibi<br />

gelebilir. Ama gerçekte, kim olduğumuzdan asla<br />

kaçamayız. Bir zamanlar kimliklerini inkar edenler<br />

bile, Nazilerden, Rus komünist liderlerden,<br />

Ferdinand ve İsabel zamanındaki engizisyonlardan<br />

kurtulamamışlardır.. Bu liste uzar gider.<br />

Kimliğimizi bir kenera itelemek yerine, "Neden<br />

Yahudi olmalıyız?” sorusunu kendimize<br />

daha sık sormalıyız. Şahsen ben, Yahudiliğin beni<br />

<br />

daha iyi bir insan yaptığına inandığım<br />

için Yahudi olmayı seçtim. Yahudilik bize hayatı<br />

seçmemizi, bu dünyada yaşayabileceğimiz kadar<br />

yaşamamızı söyler. Ben de öyle yapmaya<br />

çalışıyorum. Yahudilik komşumuza karşı nazik<br />

olmamızı söyler. Yahudilik bizden daha az şanslı<br />

olanları fark edip paylaşmamız gerektiğini söyler;<br />

hiç bir zaman kıskanmayıp, müteşekkir olmamızı<br />

ister. Ben Yahudiyim, çünkü Yahudilik bu<br />

değerleri yaşamam için bana ilham veriyor.<br />

Dünya bir kefesi nefret, bir kefesi sevgi olan<br />

bir terazide sallanıyorsa, kendimize neden<br />

Yahudi olayım diye sormalıyız... Eğer bunu<br />

yapmazsak bizi böyle derinden sarmalayan,<br />

birbirimize bağlayan bu dini kaybetme riskimiz<br />

var.<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 202 -<br />

Natan Abulafya<br />

İki Ucu ...lu Değnek<br />

natan.abulafya87@gmail.com<br />

Hepimizin uluslarası ilişkiler yorumcusu kesildiği<br />

malum “Mavi Marmara Baskını” meselesi uzun<br />

zamandır “sakin” seyreden Türkiye-İsrail<br />

ilişkilerine bir sakinlik unsuru daha ekledi. Yalnız<br />

bu seferki, alıştığımız sert tartışmalardan öteye<br />

giderek Türkiye-İsrail ilişkilerine bir de kan<br />

bulaştırdı. Tabii bir anda Türkiye’nin ve dünyanın<br />

gündemi değişti. Avrupa Birliği’nde yaşanan<br />

ekonomik krizler gündemin en arkalarına itildi.<br />

Türkiye’de de Kılıçdaroğlu balonu bir anda<br />

sönüverdi. Ondandır kriz başladığından beri buna<br />

en çok üzülenin Kemal Kılıçdaroğlu olduğunu<br />

düşünüyorum. Neyse sonuç olarak bu aylık ben de<br />

yorumcu olmaya karar verdim. Dergimizdeki üstat<br />

yazarlardan müsade isteyerek kendi bakış açımı<br />

paylaşmak istiyorum.<br />

Öncelikle, olayın medya tarafından “baskın”<br />

<br />

olarak değerlendirilmesiyle ilgili; toplumda İsrail<br />

hakkında saldırgan, baskıncı bir devlet algısı<br />

yaratma amaçlı girişimler olduğuna dair söylemler<br />

duyuyorum. “Baskın” kelimesi “suç işlediği veya<br />

suçluların bulunduğu sanılan bir yere ansızın<br />

girme” olarak tanımlandığından ve İsrail’in de<br />

olayların gerekçesi olarak tam da bunu<br />

göstermesinden dolayı, baskın kelimesinin<br />

yaşananları en iyi anlatan kelime olduğunu<br />

söyleyebiliriz. Şimdi “Mavi Marmara Baskını”nı<br />

etraflıca değerlendirebiliriz.<br />

Türkiye’nin “yandaş medya”sının diliyle olayı;<br />

İnsani Yardım Vakfı’nın organize ettiği, çeşitli<br />

ülkelerden “rotamız Filistin, yükümüz insani<br />

yardım” sloganıyla yola çıkan dokuz gemiden biri<br />

olan Mavi Marmara adlı Türk gemisine, İsrail<br />

askerleri tarafından yapılan operasyon sonucu 9<br />

Türk’ün öldürülmesi olarak özetleyebiliriz. Tabii<br />

bu kadar yüzeysel bir açıklamanın ülkeyi ayağa<br />

kaldırması kadar doğal bir şey yoktur. Nitekim az<br />

sayıda lafını esirgemeyen aydın haricinde herkes<br />

olaylara bu kadar yüzeysel bakarak yanmakta olan


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 203 -<br />

ateşe benzin döktü. Fakat işin gerçeği her iki<br />

tarafın da sonun bu şekilde olması yolunda ciddi<br />

yanlışlar yaptığıdır.<br />

Yardım filosu yola çıkmadan evvel, İsrail’in<br />

“gelmeyin, operasyon düzenleriz” sözlerine<br />

rağmen, başka bir yol aranmadan kalabalık<br />

gemilerle gitmede inat edilmesi, yardım filosunun<br />

“uzlaşmacı” olmadığını açıkça göstermektedir. Bir<br />

vakfın bir devletin uyarılarını dikkate almaması,<br />

cümlelere döküldüğünde “seni dinlemiyoruz,<br />

söylediklerin bizi ilgilendirmiyor” anlamına gelir.<br />

Hiçbir devlet de bir vakfın kendisine bu şekilde<br />

kafa tutmasına asla izin vermez, hele İsrail gibi bir<br />

devlet ne pahasına olursa olsun izin vermez. Bu<br />

nedenle, bu girişim başlı başına bir<br />

provokasyondur. Peki, abluka altındaki bir bölgeye<br />

yardım yapılmasın mı veya ablukayı kırmak için<br />

eylem yapılmasın mı? Tabii ki yapılsın, hatta<br />

toplumlar rahatsız olduğu bir düzeni eleştirmeli,<br />

eylem yapmalıdır; fakat bu eylemlerin devletin<br />

“varlık sınır”larına girmeye hakkı yoktur. Yardım<br />

filosunu organize edenlerin tavırları ve girişimleri<br />

<br />

İsrail’in varlık sınırlarına girmiş ve İsrail’i<br />

“müdahale” etmeye mecbur bırakmıştır. Sonuç<br />

olarak, “uluslararası hukuk”tan bahsedenler<br />

devletlerin kurallarını hiçe sayarak olayların<br />

sorumlularından biri haline gelmişlerdir.<br />

Filo yola çıkmadan önceki meselelerin ikinci<br />

boyutu ise, Türkiye iktidarının tavırlarıdır.<br />

Hükümetin, “Bu bir din, siyaset meselesi değil,<br />

insanlık meselesidir ve yardım filosu toplumsal bir<br />

harekettir, devlet düzeyinde değildir.” şeklindeki<br />

açıklamalarını ve İsrail’in uyarılarına rağmen<br />

filoya engel olmamasını, hükümetin İsrail’e karşı<br />

yaptığı bir taktik olarak değerlendiriyorum.<br />

Hükümet yardım filosunun başına neler<br />

geleceğinin çok iyi bilincindeydi. Zaten hükümetin<br />

amaçlarından biri, İsrail’i “yardım etmek isteyen<br />

masumları bile öldürüyor” diye suçlayarak,<br />

İsrail’in devletlerin ve uluslararası kamuoyunun<br />

desteğini kaybetmesini sağlamaktı. Diğer bir nokta<br />

ise, yardım filosu başarıya ulaşsa da ulaşmasa da<br />

Tayyip Erdoğan’ın genel seçimler öncesi hem ülke<br />

içinde hem de müslüman dünyada büyük rant<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 204 -<br />

sağlayacağıydı. Filo başarıya ulaşırsa “Türkiye<br />

ablukayı delmeyi başardı” sloganlarıyla rant<br />

sağlanacak, başarıya ulaşamazsa da Tayyip<br />

Erdoğan’ın her zamanki çıkışlarıyla halkın gönlü<br />

fethedilecekti. Beklendiği gibi ikincisi oldu ve<br />

Tayyip Erdoğan’ın rant sağlamasının bedeli dokuz<br />

can oldu. Sonuç olarak olayların bir sorumlusu da<br />

hükümettir diyorum.<br />

Olayların İsrail kanadına gelince… Yukarıda<br />

bahsettiğim Türkiye’yi hedef gösteren tespitlerim<br />

İsrail’in yaptıklarını meşrulaştırır mı? Hayır,<br />

kesinlikle! İsrail’in Mavi Marmara’ya operasyon<br />

düzenleyerek 9 kişiyi öldürmesi asla kabul<br />

edilebilecek bir davranış değildir. Sebepler ne<br />

olursa olsun insanlık adına büyük bir suçtur. Değil<br />

niyeti provokasyon olan bir kişi, başka birinin<br />

katili olan bir kişinin öldürülmesi bile suçtur,<br />

kabul edilemez. O halde İsrail de bu sonucun<br />

sorumlulardan biridir. Fakat ne yazık ki,<br />

uluslararası ilişkiler o kadar karmaşık ve güç<br />

gösterisi temeline dayalı ki; bu olayda kaybedilen<br />

9 kişi, sona eren “hayat”lar olmaktan çıkıp, adeta<br />

<br />

devletler arası yapılan taktik savaşlarının doğal bir<br />

sonucu haline gelmekte, adeta bir malı elde<br />

ederken harcanan “para” gibi bir rol<br />

üstlenmektedir. Bu nedenle, benim<br />

değerlendirmem bunun herşeyden önce ülkelerin<br />

kumarı olduğu şeklinde olacaktır.<br />

Baskından sonra hukukçular televizyonlara çıkıp<br />

bu operasyonun uluslarası sularda yapılmasının<br />

suç olduğunu defalarca söylediler. Yapılması<br />

gereken, önce uyarı ateşi açılması, daha sonra<br />

motor vurularak geminin durdurulması, sonra da el<br />

koyulması vs. imiş. Bunlar işin hukuki<br />

boyutlarıdır. Olayın değerlendirilmesi açısından<br />

önemli olan ise, İsrail gibi teknoloji devi bir<br />

ülkenin isterse bu operasyonu kan dökmeden<br />

yapabileceği gerçeğidir. İsrail bu operasyonu kan<br />

dökmeden yapabilir miydi? Evet, yapabilirdi.<br />

İsrail, bu müdahalenin uluslararası sularda<br />

yapılmasının suç olduğunu bilmiyor muydu?<br />

Hayır, bizim hukukçularımızdan çok daha iyi<br />

biliyordu. O zaman burada başka bir amaç<br />

olmalıdır. Yorumcuların birçoğu İsrail’in


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 205 -<br />

Türkiye’ye ve dünyaya şu mesajı vermekte<br />

olduğunu söylüyorlar: “Ben istediğimi yaparım,<br />

bana kimse karışamaz.”. Ben İsrail’in mesajının<br />

dünyaya değil sadece Türkiye’ye olduğunu<br />

düşünüyorum:<br />

Yeniden Türkiye’ye dönersek, baskın olayından<br />

hemen sonra milletçe İsrail’e yöneltilen eleştiri<br />

okları beşinci günden itibaren bazı kesimlerde açık<br />

bir biçimde hükümete yöneltilmeye başladı. İlk<br />

günlerin verdiği fevri tutum yerini akılcı<br />

düşünmeye, sebep-sonuç ilişkisi kurarak yapılan<br />

yorumlara bıraktı. İnsani yardım maskesinin<br />

altındaki girişimin aslında bir İslami yardım<br />

olduğu, dini ve siyasi unsurlar içerdiği, devlet<br />

destekli bir provokasyon olduğu ve insanların bile<br />

bile ölüme gönderildiği anlaşılmaya başlandı.<br />

Filistin’de yaşanan drama karşı topyekün savaşan<br />

Erdoğan’ın, çok daha büyük dramın yaşandığı<br />

Darfur’a karşı hiçbir girişimde bulunmadığı, hatta<br />

Sudan cumhurbaşkanını bizzat ağırladığı<br />

hatırlandı.<br />

<br />

Peki şimdi neler olacak? Öncelikle hepimizin<br />

korktuğu toplumsal bir şiddet olayı yaşanma<br />

ihtimali konusundaki düşüncem, bir sıkıntı<br />

yaşanmayacağı yönünde... Bunu; Türk milletinin<br />

eğitimine, bilincine, İsrail ile Yahudileri çok iyi<br />

ayırt edeceğine inandığım için mi söylüyorum?<br />

Tabii ki hayır... Şahsi fikrim Türkiye’nin dünya<br />

üzerindeki konumu gereği, böyle bir lekeye asla<br />

izin verilmeyeceği yönünde... Evet, Türkiye’de<br />

gayrimüslimlere veya azınlıklara karşı birçok<br />

toplumsal şiddet hareketi yapıldı. Trakya Olayları<br />

ve 6-7 Eylül Olayları, Türkiye’nin hiçbir zaman<br />

silinmeyecek kara lekesidir. Aynı şekilde Sivas’ta<br />

Alevilere yapılanlar... Kürtlere karşı Dersim<br />

Katliamı askeri bir hareket de olsa aynı zihniyetin<br />

sonucudur. Türkiye’nin bu konularda sabıkalı<br />

olduğu bir gerçek. Ne var ki, yaşanan toplumsal<br />

şiddet olaylarının hepsinde hükümet ya da asker<br />

olaylara ya müdahale etmedi ya da çok geç<br />

müdahale etti. Özellikle 6-7 Eylül Olayları’nın<br />

gerçekleşmesine adeta yol verildi. Belki Türk<br />

toplumu değil ama Türk Devleti yaşanacak bir<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 206 -<br />

toplumsal olayın sonuçlarının ne olacağını çok iyi<br />

biliyor. Bugünkü Türkiye buna asla izin<br />

vermeyecek, gerekli önlemleri en başından<br />

alacaktır. Umarım düşüncelerimde yanılmam.<br />

Ayrıca yiğidi öldürdük, fakat hakkını da yememek<br />

gerek. Olayların başından beri hem hükümet hem<br />

de medya İsrail ile Yahudilerin asla<br />

karıştırılmaması gerektiğini adeta beyinlere işliyor.<br />

Bu konuda eleştiri yapmak ayıp olur.<br />

Peki uluslararası düzeyde neler olacak?<br />

Amerika’nın bu olayda acınacak bir halde<br />

olduğunu görüyorum. İsrail, Amerika’nın küçük<br />

yaramaz çocuğu gibi... İsrail dünyanın tepkisini<br />

çeken bir iş yapıyor, ABD eleştiriyor. Fakat öyle<br />

bir ifade kullanıyor ki; “yapmaması gerekirdi; ama<br />

yaptı artık n’apalım” demeye geliyor. ABD bu<br />

olayda gerçekten çok zor durumda kaldı. Çünkü<br />

eğer somut bir şeyler vermezse, Obama’nın İslami<br />

ülkelerle oluşturmaya çalıştığı iyi ilişkiler<br />

niyetinin sahteliği ortaya çıkacak. Ayrıca Obama,<br />

“adaletsizliklere karşı duracağı” umuduyla oy<br />

veren seçmenini kaybedebilir. Bu nedenle<br />

<br />

ABD’den Türkiye’ye büyük bir hayır gelmez.<br />

Araplardan zaten bir hayır yok. Dolayısıyla<br />

Türkiye‘ye gerçekten destek olabilecek bir tek AB<br />

kalıyor. AB’nin tavrı bana göre çok önemli. Bu<br />

zamana kadar hep Türkiye’ye destek veren ciddi<br />

açıklamalar yaptılar. Fakat ne kadar dürüst, ne<br />

kadar samimi emin değilim. Halklarının temsili<br />

görevini yerine getiriyor olabilirler. Ne kadar ileri<br />

giderler bilmiyorum. Bu arada Çin bir yandan<br />

Batıda olanları zevkle izliyor ve her geçen gün<br />

daha da gelişmeye devam ediyor.<br />

Benim değerlendirmem bu şekilde... Kim haklı,<br />

kim haksız herkesin kendi fikridir. Fakat ben iki<br />

ucu ...lu değnek diyorum. Bakalım neler olacak?<br />

Şu bir gerçek ki; ya Türkiye kazanacak ve dış<br />

ilişkilerde kıyametler kopacak ya da İsrail<br />

kazanacak ve Türkiye’nin içinde kıyametler<br />

kopacak. Enteresan günler göreceğiz gibime<br />

geliyor...


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 207 -<br />

Şoşi Kohen<br />

Özgürlük<br />

sosikohen@gmail.com<br />

Doğduğumuz an özgürlüğümüzün bittiği ve<br />

yanlızlığın başladığı an mıdır? Çoğunuz bu<br />

düşünceye ilk etapta karşı çıkabilirsiniz… Ben de<br />

ilk başta bu düşünceyi garip karşılamıştım. Fakat<br />

üzerinde düşündükçe, kısmi olarak doğruluk payı<br />

olduğunu gördüm.<br />

Ana rahmine düştüğümüz andan itibaren, ruhumuz<br />

fiziksel bir vücuda teslim olmaya hazırlanıyor.<br />

Böylelikle ruhumuzun ilk kısıtlanması ile karşı<br />

karşıya kalıyoruz. Zamanla büyüyoruz ve tek<br />

başımıza gelişebilecek duruma geldiğimizde<br />

doğuyoruz; ve işte o andan itibaren kurallar,<br />

mantık ve duygular içimize işlemeye başlıyor.<br />

Yani bedenimizde kısıtlanmaya başlıyor. Önce<br />

evebeynlerin kurallarına göre yaşamlarımız<br />

şekillenir, daha sonra okul kuralları, ardından iş ve<br />

çevre kuralları derken bir bakmışız her birey nasıl<br />

kendine özgü ise; biz de karakterimize, sosyal<br />

<br />

durumumuza uygun kendi kurallarımızı<br />

oluşturmuşuz. Etrafımıza çizdiğimiz bu çerçevenin<br />

içinde yaşamımız geçip gidiyor. Kendi<br />

kurallarımızı ve isteklerimizi uyguladığımız sürece<br />

özgür olduğumuzu düşünürüz, fakat bu tam bir<br />

yanılsamadır. Bizim özgürlüğümüz, bir başkasının<br />

özgürlüğünün başladığı yerde biter. Yani bu ne<br />

demek? Herkesin kendi kuralları, düşünceleri ve<br />

istekleri vardır ama SINIRLIDIR. O zaman işte, en<br />

başta yazdığım noktaya geliyoruz: Gerçekten<br />

özgür müyüz?<br />

Zaten, ilk olarak ruhumuz fiziksel bir bedene<br />

girerek kısıtlanmış. Sonra bize demişler ki; sosyal<br />

koşullara uygun bir hayat kur, kendi kendini idare<br />

edebilecek duruma gel. Sonra bir evlilik yap, bir<br />

aile kur; yani başkalarını da idare edebilecek<br />

duruma gel. Ruhunu biraz daha kısıtlamayı<br />

öğrendikten sonra başka fiziksel vücutlara hapis<br />

olmuş ruhlar getir dünyaya…<br />

Bu yapılanlar yanlış mı? Kesinlikle hayır! Biz bu<br />

hayatı yaşarken bütün başımıza gelenleri güzel<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 208 -<br />

anılar olarak saklamayı da öğreniyoruz. Mutlu ve<br />

özgür olduğumuzu düşünerek yaşıyoruz ve bu hiç<br />

de yanlış değil!..<br />

Fakat benim burada düşünmek istediğim gerçek<br />

özgürlük nedir ve nerededir? En yakınınızdaki<br />

insanın bile (anneniz, eşiniz, çocuğunuz…) sizden<br />

en derinlerde sakladığı bir şeyler vardır. Ruh bu,<br />

uçcuz bucaksız! En derinlerdeki duyguları<br />

gerçekten biz kendimiz bile bilmiyoruz ki<br />

başkaları bilsin. Ya da "ondan" o kadar çok<br />

korkuyoruz ki geliştirdiğimiz kurallar yüzünden<br />

çok derinlere saklamışız.<br />

İçimizden kaç kişi ruhunun derinliklerindeki<br />

çığlıkların farkında ve "onun" özgür, yeri<br />

geldiğinde isyankar, yeri geldiğinde de sonsuz<br />

sevgi dolu ama "sınırı" olmayan duyguları ile<br />

yüzleşebiliyor.<br />

"Özgür" olmak için her şeyi yapıyoruz. İş, para,<br />

ev, araba, aile vs. ama gerçekten en derinlerdeki<br />

ruhumuzu korkusuzca dinleyip özgür kalabiliyor<br />

muyuz?<br />

<br />

Güzel Sözler<br />

Hayattaki gerçek mutluluk budur:<br />

yüce olduğunu kabul ettiğiniz<br />

bir amaç için var olmak,<br />

doğanın bir gücü olmak…<br />

BERNARD SHAW<br />

İnsan kendisi için karar verir!<br />

Bu yüzden eğitimin amacı<br />

karar verme yeteneğini<br />

geliştirmek olmalıdır.<br />

VİCTOR E. FRANKL<br />

Esas işimiz uzakta bulanık duranı değil,<br />

yakında berrak duranı görmektir.<br />

THOMAS CARLYLE


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 209 -<br />

Okur İletileri <br />

İsrael Mermer<br />

rael_mermer@hotmail.com<br />

etz....@ mail grubunda yayınlanmıştır<br />

Yaşamın ve İnsanın Amacı<br />

Dünyadaki her alet ve nesnenin bir amacı vardır.<br />

Nesneyi yapan da bu amaç için yapmıştır. Bir<br />

arabanın neden tekerleklere ya da motora ihtiyacı<br />

olduğunu veya arabanın ne amaç için yapıldığını<br />

biliriz. Ancak insan hangi amaç için<br />

yaratılmıştır? İnsanın bu dünyadaki görevi<br />

nedir?<br />

Bizim anlayışımız, kavrama yeteneğimiz sınırlı<br />

olduğundan sonsuz ve sınırsız olan Tanrı'yı<br />

anlamamız mümkün değildir. Yaratılan herşey<br />

fiziksel açıdan sınırlı olduğu gibi aslen kapasitesi<br />

de sınırlıdır. Bizim anlayabileceğimiz, Tanrı'nın,<br />

kapasitemize göre bizlere Tora'da söyledikleri ve<br />

açıkladıklarıdır.<br />

<br />

Rabi Moşe Hayim Luzzatto (Ramhal) Daat<br />

Tevunot adlı kitabında, insanın yaratılmasındaki<br />

amacı şu şekilde açıklar :<br />

" Bu konuda tam olarak kavrayabileceğimiz ve<br />

anlayabileceğimiz, Tanrı'nın kesin ve katıksız<br />

iyiliğin ve mükemmeliğin ta kendisi olduğudur. İyi<br />

olanın doğası iyilik yapmak olduğundan, Tanrı da<br />

iyilik yapmak için canlıları yaratmıştır. Çünkü<br />

iyiliği kabul edecek kimse yoksa, iyilik de yoktur.<br />

Tanrı yüce bilgeliği ile, iyiliğin tam bir iyilik<br />

olması için onu alacakların kendi uğraşlarıyla hak<br />

etmelerinin uygun olacağını öngörmüştür. Ancak o<br />

zaman canlılar bu iyiliğin sahibi olabilecekler ve<br />

iyiliği alırlarken, başkasından tsedaka alan kişi<br />

gibi utanmayacaklardır. Bu anlamda şöyle<br />

söylenmiştir: Kendisine ait olmayanı yiyen, onu<br />

verenin yüzüne bakmaya utanır!.."<br />

Başka bir deyişle Tanrı, canlılara iyilik yapmak<br />

için Gan-Eden'de (cennet) "bedava" ödül almamızı<br />

değil, vereceği ödülü yaptıklarımızla hak etmemizi<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 210 -<br />

istemiştir. Bu konuyu bir iki soru ile biraz daha<br />

açabiliriz. Niçin bedava güzel bir armağan bizim<br />

için kötü olsun ki? Neden ille de çaba harcamamız<br />

gerekiyor ki? Tanrı madem ki gerçek iyiliğini bize<br />

vererek bizi bolluğa boğmak ve bizim gerçekten<br />

mutlu olmamızı istiyor, o zaman neden bunu bize<br />

bir armağan olarak vermiyor? Neden tüm dünyevi<br />

varlığımız, gelecek dünyaya giriş hakkı kazanmak<br />

için bir mücadeleye dönüşsün ki?<br />

Bu soruyu cevaplamak için "ödül" kavramını<br />

anlamamız gerekir. Görüldüğü gibi Aşem'in isteği<br />

bize azami iyiliği bahşetmektir. Eğer hiçbir<br />

çabamız olmadan bu "ödül" bize basitçe<br />

dağıtılsaydı, tanım gereği bu hiçbir zaman azami<br />

iyilik olmazdı.<br />

Misafirliğe gelen birinin, 1 dolar armağan ettiği<br />

küçük bir çocuğu düşünün. Bu armağandan<br />

mutluluk duyacak, canı nasıl isterse harcayacak ya<br />

da biriktirecektir. Şimdi ise aynı çocuğun bir<br />

komşunun çim biçmesine yardım ettiğini ve aynı 1<br />

<br />

doları bir hediye olarak değil de yaptığı hizmete<br />

karşılık bir ödeme olarak aldığını düşünelim. Bu<br />

dolar, bir anda yepyeni bir önem kazanacaktır.<br />

Harcansa da, biriktirilse de bu o çocuk için bir<br />

hazinedir. Çünkü bunu çalışarak hak etmiştir. Hak<br />

ettiğimiz şeyleri, elimize karşılıksız geçen şeylere<br />

kıyasla çok farklı değerlendiririz. Onlara yönelik<br />

saygımız daha yüksektir ve onlardan daha çok<br />

kıvanç ve mutluluk duyarız. Bunun anlamı açıktır.<br />

Gelecek dünyadaki payımızdan olabildiğince<br />

yüksek bir mutluluk duyabilmemiz için, bunun<br />

tsedaka değil, hak ettiğimiz bir ödeme olması<br />

gerekir. İnsanoğlu ancak elde etmek için<br />

çalıştığımız şeylerden gurur duyar. Bir armağan<br />

ise, kazanılmamış bir ihsandır ve bu hali ile<br />

alçaltıcı bir öğeyi de beraberinde taşır.<br />

Şimdi konuyu daha iyi yorumlayabiliriz :<br />

Tanrı bizleri gerçek iyiliğini vermek için yarattı.<br />

Ancak bu "iyilik" tanımının gerçekten "iyilik"<br />

olabilmesi ve bizlerin bundan azami mutluluğu<br />

duyabilmemiz için, bunun hak edilmesi


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 211 -<br />

gerekmektedir. "İyilik" ancak bu şekilde "gerçek<br />

iyilik" olacaktır.<br />

İkinci sorumuza gelelim; insanın bu dünyadaki<br />

görevi!..<br />

Ramhal, Mesilat Yeşarim'de şöyle yazar:<br />

"İnsanı bu amaca yönlendirecek olan araçlar,<br />

Tanrı'nın bizlere uygulamamızı önerdiği<br />

"mitsva"lardır. Bu mitsvaların uygulanacağı yer<br />

sadece bu dünyadır. Hatıraları mübarek olan<br />

Hahamlarımızın söyledikleri gibi, bu nedenle<br />

insanlar mitsvaları bugün (bu dünyada)<br />

uygulamak ve yarın (gelecek dünya'da) ödüllerini<br />

almak durumundadırlar."<br />

Görüldüğü gibi bu dünyadaki görevimiz,<br />

gerektirdikleri ile birlikte Tora ve mitsvalardır. Bu<br />

manevi emeklerin tek bir anı bile paha biçilmezdir.<br />

Gelecek dünyaya bilet alabileceğimiz tek yer<br />

burasıdır. Gelecek dünyada hiçbir mücadele, hiçbir<br />

<br />

fırsat veya gelişim fırsatımız olmayacaktır. Orada<br />

artık "hesed" (iyilik) yapma, kusurlu taraflarımızı<br />

düzeltme veya Tora'dan tek bir ilave sözcük bile<br />

öğrenme imkanımız olmayacaktır. Bir tek<br />

"mitsva" bile, sahip olabileceğimiz tüm maddi<br />

olanaklardan, tüm lüks ve zevklerden<br />

ölçülemeyecek düzeyde büyüktür.<br />

Dikkatle incelersek bu ifadenin son derece doğru<br />

olduğunu kavrayabiliriz. Eğer yaşamımızda<br />

yapmamız gerekenler yemek, içmek, uyumak ve<br />

günü olabildiğince hoş geçirmekten ibaret olsaydı,<br />

olduğumuzdan çok daha az bir donanımla<br />

yaratılabilirdik. Mükemmel zihinsel yeteneklere<br />

veya yüce manevi ruhlarımıza ihtiyaç olmazdı.<br />

Örneğin çiftlik hayvanları bu donanımlara sahip<br />

olmadan dünyevi zevklerin tümünün tadını<br />

çıkarmayı becerebilmektedirler. Aynısını biz de<br />

yapabilirdik. Demek ki biz insanoğullarından,<br />

hayvan sürülerinden beklenenden çok daha fazlası<br />

beklenmektedir. Nasıl ki bütün yaşamımız yemek,<br />

içmek ve uyumaktan ibaret değilse, aynı şekilde<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 212 -<br />

sadece iyi insan olmak da yeterli değildir. Bir<br />

Yahudi için iyi kalpli olmak esastır ama sadece iyi<br />

kalpli olmak yeterli değildir. Kuzunun da hiç<br />

kimseye bir zararı yoktur, o zaman kuzu olarak<br />

yaratılabilirdik. Yaratılmadığımıza göre Tanrı'nın<br />

bizim için daha farklı planları olduğunu<br />

görmeliyiz.<br />

Tora ve mitsvalar bizim bütün hazinemizdir. Kişi,<br />

Tanrı'nın Tora'sını ve bilgeliğini ancak kendi<br />

gözlerini açarak ve öğrenerek görebilir. Çünkü<br />

akla gelebilecek herşey Toramızın içinde vardır.<br />

İnsanın dünyevi yaşamı 70-80 sene, göz açıp<br />

kapatıncaya kadar geçmekte. Fırsat şu "an"dır!..<br />

Aç ve öğren!.. Torayı öğrendiğin zaman, her anını<br />

onunla geçirmek istiyeceksin.<br />

Peki insan nasıl Tora'nın istediği gibi bir kişi<br />

olabilir, bu bütünlüğe nasıl ulaşabilir?<br />

Tabi ki Tora burada devreye girmektedir. Tora<br />

bize ideal olan ve elde etmemiz gereken kişiliği<br />

<br />

çizmektedir. Tanrı'nın bize söylediği mitsvalar<br />

bize verilen talimatlardır. Tanrı'dan gelen bu<br />

yönlendirme olmadan, kişinin bütünlüğe ulaşması<br />

mümkün değildir.<br />

Dünyayı ve buradaki yaşamı bir geçiş koridoru<br />

olarak gören bu bakış açısı, buradaki yaşamın<br />

değerini azaltmamakta veya burada olanları hor<br />

görmemektedir. Aksine, bu dünyada yapılan ve<br />

olup biten herşeye büyük önem verilmektedir.<br />

İnsan manastıra çekilip kendini bu dünyadan<br />

soyutlayamaz. Bizim buradaki görevimiz maddi<br />

olan her şeye maneviyat katmaktır. Yemekten<br />

önce ve sonra beraha okumak, ya da insanın kendi<br />

ailesini geçindirebilmek için, oğluna Tora<br />

öğretmeni tutabilmek için, daha çok tsedaka<br />

verebilmek para kazanmaktır. Maneviyat sadece<br />

sidur açarken, ya da sadace sinagogda değil, maddi<br />

olan şeyde de vardır!.. Maneviyat ticaret yaparken<br />

de vardır!.. Yeter ki insan örneğin dürüst<br />

davranarak ya da aldatmayarak o ticarete<br />

maneviyatı da dahil etsin!..


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 213 -<br />

Kısacası Toramız sadece maneviyat değildir.<br />

Maddiyata da maneviyatımızı dahil etmemizi ve<br />

onu kutsallaştırmamızı istemektedir. "Ye ve iç<br />

çünkü yarın öleceğiz" sloganı yerine "Kendini<br />

yaşamında kutsa ki, ölümünden sonra da<br />

yaşayabilesin!.."sloganı anlam kazanmaktadır.<br />

Kişinin bu dünyadaki başarısı, borsada<br />

kazandıkları ve elde ettiği mal mülk değil, onu<br />

"Olam Aba"ya taşıyacak olan şeyleri yapmasıdır.<br />

Sonuca gelirsek, insanı "Olam Aba"ya taşıyacak<br />

olan araç ve gereçler, Tanrı'nın bize verdiği<br />

mitsvalardır ve mitsvaların tek uygulanabildiği yer<br />

burasıdır. İnsan bu dünyadaki yaşamı için değil,<br />

"Olam Aba"daki yaşamı için yaratılmıştır. Ancak<br />

bu dünyadaki konumu Olam Aba'daki konumunu<br />

belirleyecektir. Bu nedenle sürekli bunu<br />

hatırlamalı ve bu anlayış hepimizde tartışmasız bir<br />

kesinlik kazanmalıdır. Bu şekilde hayatımızı<br />

yönlendirmeli ve boşa harcamamalıyız.<br />

KAYNAK: Geleceğe Yolculuk - Mesilat Yeşarim<br />

<br />

Güzel Sözler<br />

Okunu hedeften öteye atan okçu,<br />

okunu hedefe ulaştıramayan okçudan<br />

daha başarılı sayılamaz.<br />

MONTAIGNE<br />

İnsanı ihtiyarlatan<br />

geride bıraktığı yılların çokluğu değil,<br />

ideal yokluğudur.<br />

Yıllar ciddi buruşturur,<br />

fakat idealsizlik ruhu öldürür.<br />

G. CENERAL MACARTHUR<br />

Yapamayacağın şeylerin<br />

yapabileklerini engellemesine izin verme.<br />

JONH WOODEN<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 214 -<br />

İzmir Sanat Etkinlikleri<br />

Uluslararası İzmir Festivali<br />

2 Temmuz 2010, Cuma<br />

MAHLER ZAMANI!<br />

Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi 21.30<br />

KRALİYET CONCERTGEBOUW ORKESTRASI<br />

DANIELE GATTI, şef<br />

4 Temmuz 2010, Pazar<br />

CHARLIE PARKER & DIZZY GILLESPIE"YE ARMAĞAN<br />

Çeşme Kalesi 21.30<br />

MUVAFFAK “MAFFY” FALAY QUINTET<br />

7 Temmuz 2010, Çarşamba<br />

"ATEŞİ ÇALAN"<br />

Asklepion Tiyatrosu, Bergama 21.30<br />

AISKHYLOS: ZINCIRE VURULMUŞ PROMETHEUS<br />

FRIENDS OF THE MUNICIPAL THEATRE OF PIRAEUS<br />

Müzik: Konstantino Psahos ve Mikis Theodorakis<br />

Reji: Aggelos Sikelianos ve Elias Malandris<br />

9 Temmuz 2010, Cuma<br />

AŞKIN TINILARI<br />

Asklepion Tiyatrosu, Bergama 21.30<br />

ISABELLE CALS, soprano<br />

SYLVIE VALAYRE, soprano<br />

NICOLAI SCHUKOFF, tenor<br />

JEAN-MARC BOUGET, piyano<br />

<br />

12 Temmuz 2010, Pazartesi<br />

Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi 21.30<br />

TÜRK-YUNAN GENÇLİK ORKESTRASI<br />

IŞIN METİN, şef<br />

13 Temmuz 2010, Salı<br />

USLANMAZ ROMANTİKLERE<br />

Odeon, Efes 21.30<br />

JERZY DUDA-GRACZ’DEN FREDERIC<br />

CHOPİN’E ‘NOTALARIN RESİMLERİ”<br />

KRZYSZTOF JABŁOŃSKI, piyano<br />

19 Temmuz 2010, Pazartesi<br />

HÜZNÜ KUCAKLAYAN ŞARKILAR<br />

Çeşme Kalesi 21.30<br />

CONCHA BUIKA<br />

"EL ULTIMO TRAGO” ‘THE FINAL DRINK" TOUR<br />

100, 60, 40, 20 TL<br />

Konser<br />

10 Temmuz 2010, Cumaratesi; 23:00<br />

DUMAN<br />

BABYLON- AYA YORGİ<br />

29 Temmuz 2010, Perşembe; 21:30<br />

ZUHAL OLCAY-BÜLENT ORTAÇGİL<br />

KARŞIYAKA BOSTANLI AÇIKHAVA TİYATROSU


010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 215 -<br />

Eğitimli insanlar<br />

topluma borçludurlar.<br />

Bir işin nasıl yapılabileceğini biliyorken,<br />

bir başkasının yapamadığını görüp susmaları<br />

kendilerini yetiştiren o topluma ihanettir.<br />

<br />

010 – Temmuz - Ağustos 2010 <strong>DIYAL</strong> o G<br />

- 216 -<br />

Yayın Ekibi & İletişim<br />

Yayın Yönetmeni : Rafael Algranati<br />

manager.diyalog@yahoo.com<br />

Halkla İlişkiler : Ester Cen<br />

bulten.diyalog@yahoo.com<br />

Yazı İşleri : Sarit Bonfil<br />

members.diyalog@yahoo.com<br />

Haber : Renin Eliş<br />

haber.diyalog@yahoo.com<br />

<strong>DIYAL</strong>oG üyelerine e-posta ile gönderilen süresiz bir dijital bültendir.<br />

Basılı olarak yayınlanmaz.<br />

Yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir.<br />

Para ile satılmaz.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!