19.07.2013 Views

çukurova üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü türk dili ve edebiyatı ...

çukurova üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü türk dili ve edebiyatı ...

çukurova üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü türk dili ve edebiyatı ...

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ<br />

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ<br />

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI<br />

NEDİM GÜRSEL’İN ÖYKÜ VE ROMANLARINDA<br />

KENT VE KADIN<br />

Mustafa BAL<br />

YÜKSEK LİSANS TEZİ<br />

ADANA/ 2008


ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ<br />

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ<br />

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI<br />

NEDİM GÜRSEL’İN ÖYKÜ VE ROMANLARINDA<br />

KENT VE KADIN<br />

Mustafa BAL<br />

Danışman: Yard. Doç. Dr. Bedri AYDOĞAN<br />

YÜKSEK LİSANS TEZİ<br />

ADANA/ 2008<br />

i


Çukurova Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’ne<br />

Bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana Bilim Dalı’nda<br />

Yüksek Lisans Tezi olarak kabul edilmiştir.<br />

ONAY<br />

Başkan: Yard. Doç Dr. Bedri Aydoğan<br />

(Danışman)<br />

Üye: Prof. Dr. Mustafa APAYDIN<br />

Üye: Yard. Doç. Dr. Mustafa GÜNAY<br />

Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim elemanlarına ait olduklarını onaylarım.<br />

..../..../….<br />

Prof. Dr. Nihat KÜÇÜKSAVAŞ<br />

Enstitü Müdürü<br />

Not: Bu tezde kullanılan <strong>ve</strong> başka kaynakta kullanılan bildirişlerin, çizelge, şekil<br />

<strong>ve</strong> fotoğrafların kaynak gösterilmeden kullanımı, 5846 sayılı Fikir <strong>ve</strong> Sanat<br />

Eserleri Kanunu’ndaki hükümlere tabidir.<br />

ii


ÖZET<br />

NEDİM GÜRSEL’İN ÖYKÜ VE ROMANLARINDA KENT VE KADIN<br />

Mustafa BAL<br />

Yüksek Lisans Tezi, Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Anabilim Dalı<br />

Danışman: Yard. Doç Dr. Bedri AYDOĞAN<br />

Haziran 2008, 105 sayfa<br />

Bu çalışmada Nedim Gürsel’in öykü <strong>ve</strong> romanlarında ele aldığı kent <strong>ve</strong> kadın temaları<br />

incelenmiştir. Bu temalar yazarın öz yaşamındaki durumlarla da karşılaştırılarak<br />

değerlendirilecektir.<br />

Nedim Gürsel, edebiyatla hem akademik olarak ilgilenmekte hem de <strong>ve</strong>rmiş olduğu<br />

sanatsal ürünlerle yaratıcı yanını ortaya koymaktadır. Daha çok öykü yazarı olarak bilinen<br />

Gürsel’in romanları, gezi, deneme, inceleme kitapları da bulunmaktadır.<br />

Nedim Gürsel, zorunlu olarak başladığı sürgün yaşamını gönüllü olarak devam<br />

ettirmektedir. Yaşamını Paris’te sürdüren yazar, eserlerinde kent <strong>ve</strong> kadın temaları üzerinde<br />

yoğunlaşmıştır.<br />

Çalışmamızda Gürsel’in yedi öykü kitabı ile iki romanı kent <strong>ve</strong> kadın temaları yönüyle<br />

ele alınmıştır. İki bölümden oluşan çalışmamızda yazarın hayatı <strong>ve</strong> edebi kişiliği aktarılmış;<br />

“Kent Teması” başlıklı birinci bölümde kentin eserlerde nasıl ele alındığı üzerinde durulmuş;<br />

“Kadın Teması” başlıklı bölümde ise eserlerdeki kadın tipleri üzerinden kadın<br />

konumlandırması yapılmıştır.<br />

Bu çalışmada Nedim Gürsel’in öykü <strong>ve</strong> romancılığımıza farklı yaklaşımları ortaya<br />

çıkarılmaya çalışılmıştır. Sonuç kısmında yazarın öykü <strong>ve</strong> romanlarındaki tematik özellikler<br />

belirlenmiştir.<br />

Anahtar Kelimeler: Nedim Gürsel, kent, kadın, öykü, roman.<br />

iii


ABSTRACT<br />

CITY AND WOMAN IN THE NEDIM GURSEL’S NARRATIVE AND NOVELS<br />

Mustafa BAL<br />

Master of Science Thesis, Departmant of Turkish Language and Literature<br />

Supervisor: Yard. Doç. Dr. Bedri AYDOĞAN<br />

June 2008, 105 Page<br />

In this study, Nedim Gursel’s narrati<strong>ve</strong> and no<strong>ve</strong>l city and women themes are<br />

analyzed. This themes will be evaluated by compare with writer’s own life.<br />

Nedim Gursel is interested in literature both academicaly and by his artistic works. His<br />

mostly known by his story telling but he also has no<strong>ve</strong>ls, tra<strong>ve</strong>l, essay and research boks.<br />

Nedim Gursel is carrying on his life voluntaraly which started obligatory as an exile.<br />

The writer who is living in Paris now focused on city and woman themes in his works.<br />

In this study, Gursel’s se<strong>ve</strong>n narrati<strong>ve</strong> books and two no<strong>ve</strong>l are discussed in terms of<br />

city and woman themes. Our study which consist of two section; the writer’s life and literary<br />

personality is reflected in first section with title city theme. It is discussed how the city was<br />

evaluated the next section titled woman theme the woman addressed on woman tips.<br />

In this study, Nedim Gursel’s different approach to our narrati<strong>ve</strong> and no<strong>ve</strong>l customs is<br />

tryed to re<strong>ve</strong>al. In result section, thematic property is determined in writer’s narrati<strong>ve</strong> and<br />

no<strong>ve</strong>ls.<br />

Key words: Nedim Gursel, city, woman, narrati<strong>ve</strong>, no<strong>ve</strong>l.<br />

iv


ÖN SÖZ<br />

Edebiyatın farklı türlerinde eserler <strong>ve</strong>rmiş olan Nedim Gürsel, Fransa’da<br />

karşılaştırmalı edebiyat doktorasını da tamamlamıştır. Edebiyatla ilişkisini hem sanatçı hem<br />

bilim adamı yönleriyle sürdüren Gürsel, daha çok öykücü olarak tanınır. Yayımlamış olduğu<br />

yedi öykü kitabının yanı sıra üç romanı, deneme, inceleme, gezi türlerinde kitapları da<br />

bulunmaktadır.<br />

Eserleri hakkında pek çok yazı yazılan, kitap hazırlanan Gürsel’in eserleri üzerinde<br />

yapılmış ciddi çalışmalar bulunmamaktadır. Çalışmamızda öykü <strong>ve</strong> romanlarını esas alarak<br />

kurmaca türdeki eserlerinde ağırlıklı temalar olan “kent” <strong>ve</strong> “kadın”ı ele aldık. Gürsel’in bu<br />

iki temaya yaklaşımını belirlemek, temaların özgün kullanım alanlarını ortaya çıkarmak <strong>ve</strong><br />

yazarın öz yaşamı ile ilişkisini saptamak asıl amaçlarımızdandır.<br />

Nedim Gürsel’in Cicipapa adlı öykü kitabında yedi, Sevgilim İstanbul adlı öykü<br />

kitabında on iki, Kadınlar Kitabı adlı öykü kitabında dört, Sorguda adlı öykü kitabında on<br />

dört, Son Tramvay adlı öykü kitabında on, Uzun Sürmüş Bir Yaz adlı öykü kitabında iki,<br />

Öğleden Sonra Aşk adlı öykü kitabında on üç öykü bulunmaktadır. Çalışmamızda yedi öykü<br />

kitabındaki altmış iki öykü ile iki roman <strong>ve</strong> bir anlatı incelenmiştir.<br />

Giriş kısmında “Nedim Gürsel’in Yaşamı <strong>ve</strong> Eserlerine Genel Bir Bakış” başlığı<br />

altında yazarın yaşamı <strong>ve</strong> eserleri hakkında bilgi <strong>ve</strong>rilmiş, edebi kişiliğine ışık tutulmuştur.<br />

“Kent <strong>ve</strong> Kentleşme” ile “Türk Öykü <strong>ve</strong> Romanında Kadın” başlıkları ile çalışmamıza kaynak<br />

teşkil eden kısa kuramsal bilgiler de <strong>ve</strong>rilmiştir. “Kent <strong>ve</strong> Kentleşme” başlığında tanımlamalar<br />

yapılmış, kentin tarihi <strong>ve</strong> oluşum süreçlerinden bahsedilmiştir. “Türk Öykü <strong>ve</strong> Romanında<br />

Kadın” başlığında kadını bir tema olarak ele alan eserler, yapılmış olan incelemeler<br />

doğrultusunda aktarılmıştır.<br />

Çalışmamız sonuç <strong>ve</strong> kaynakça dışında iki bölümden oluşmaktadır. “Kent” <strong>ve</strong><br />

“Kadın” bölümleri metinler odak alınarak incelenmiştir.<br />

Birinci bölüm “Kent Teması” dört alt başlıktan oluşmaktadır. “Kentler <strong>ve</strong> İsim” alt<br />

başlığında yazarın kent sözcüğünü kullanım alanları <strong>ve</strong> hangi kentler üzerinde yoğunlaştığı<br />

belirlenmiş, eserlerindeki kentlere yaklaşımı ortaya konmuştur. “Modernleşen Kent” alt<br />

başlığında eserlerde kentin zamanla değişen yüzü vurgulanmıştır. “Kent Ögeleri” alt<br />

başlığında ise kenti oluşturan ögelerin eserlerdeki kullanımı <strong>ve</strong> yazarın yaklaşımı<br />

belirlenmiştir. “Kentte Yaşam <strong>ve</strong> İnsan” alt başlığı “Kentte Gündelik Yaşam”, “Kentte<br />

Sanat”, “Kentte Tarih”, “Kentte Siyaset”, “Kentte Zaman”, “Kent Ve Kadın” alt<br />

başlıklarından oluşmaktadır.<br />

v


İkinci bölüm “Kadın Teması” kadın tiplerini esas alan dört bölümden oluşmaktadır.<br />

“Kadın Tipleri” adlı bölüm Gürsel’in eserlerinde kendisini gösteren kadın tiplerini<br />

anlatmaktadır. “Anne Tipi” adlı ilk alt bölümde eserlerde anne tipine <strong>ve</strong>rilen önem üzerinde<br />

durulmuş <strong>ve</strong> ağırlığı saptanmıştır. “Sevgili Tipi” adlı alt bölümde ise eserlerde karşılaştığımız<br />

sevgili adları ayrı ayrı el alınmıştır. “Hayat Kadını Tipi” adlı alt bölümde hayat kadınlarının<br />

eserlerde nasıl konumlandırıldığı belirtilmiştir. “Diğer Kadın Tipleri” adlı alt bölümde ana<br />

kahraman olmayıp da eserlerde adları anılan kadın tipleri <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

Sonuç kısmında kent <strong>ve</strong> kadın temalarının eserlerdeki kullanım alanı belirlenmiş <strong>ve</strong><br />

yazarın öz yaşamıyla ilişkili yanları ortaya çıkarılmıştır. Kaynakça kısmında yazarın eserleri,<br />

yazar üzerine yazılmış yazılar <strong>ve</strong> yararlanılan diğer kaynaklar alfabetik olarak sunulmuştur.<br />

Oldukça uzun bir zaman <strong>dili</strong>mine yayılan çalışmamda bilgi <strong>ve</strong> tecrübeleriyle beni<br />

yönlendiren danışman hocam Yard. Doç. Dr. Bedri AYDOĞAN’a <strong>ve</strong> sınırsız sabırlarından<br />

dolayı aileme teşekkür ederim.<br />

PROJE NO: FEF 2006YL78<br />

Mustafa BAL<br />

Adana/ 2008<br />

vi


İÇİNDEKİLER<br />

vii<br />

Sayfa No<br />

TÜRKÇE ÖZET………………………………………………………………………….…iii<br />

İNGİLİZCE ÖZET………………………………………………………………………..…iv<br />

ÖN SÖZ………………………………………………………………………………………..v<br />

İÇİNDEKİLER……………………………………………………………………………...vii<br />

KISALTMALAR…………………………………………………………………………...viii<br />

0. GİRİŞ………………………………………………………………………………………..1<br />

0.1. Nedim Gürsel’in Yaşamı <strong>ve</strong> Nedim Gürsel’in Eserlerine Genel Bir Bakış……………1<br />

0.2. Kent <strong>ve</strong> Kentleşme……………………………………………………………...……...6<br />

0.3. Türk Öykü <strong>ve</strong> Romanında Kadın………………………………………………......…11<br />

BÖLÜM I<br />

KENT TEMASI<br />

1.1. Kentler <strong>ve</strong> İsim……………………………………………………………………….17<br />

1.2. Modernleşen Kent……………………………………………………………………26<br />

1.3. Kent Ögeleri………………………………………………………………………….34<br />

1.4. Kentte Yaşam <strong>ve</strong> İnsan……………………………………………………………....38<br />

1.4.1. Kentte Gündelik Yaşam…………………………………………………….....38<br />

1.4.2. Kentte Sanat……………………………………………………………….…..45<br />

1.4.3. Kentte Tarih …………………………………………………………….……..51<br />

1.4.4. Kentte Siyaset……………………………………………………………….....52<br />

1.4.5. Kentte Zaman …………………………………………………………………56<br />

1.4.6. Kent <strong>ve</strong> Kadın………………………………………………………………….57<br />

BÖLÜM II<br />

KADIN TEMASI<br />

2.1. Kadın Tipleri……………………………………………………………………......60<br />

2.1.1. Anne Tipi………………………………………………………………...…..69<br />

2.1.2. Sevgili Tipi…………………………………………………………….……..75<br />

2.1.3. Hayat Kadını Tipi…………………………………………………….………84<br />

2.1.4. Diğer Kadın Tipleri………………………………………………………......90<br />

SONUÇ……………………………………………………………………………………….96<br />

KAYNAKÇA………………………………………………………………………………..101<br />

ÖZGEÇMİŞ…………………………………………………………………………………105


KISALTMALAR<br />

Age. : Adı Geçen Eser<br />

S. : Sayı<br />

s. : Sayfa<br />

C. : Cilt<br />

Yay. : Yayınevi<br />

çev. : Çeviren<br />

viii


GİRİŞ<br />

0.1.Nedim Gürsel’in Yaşamı <strong>ve</strong> Eserlerine Genel Bir Bakış<br />

Nedim Gürsel, 1951 yılında, Gaziantep’te doğmuştur. Gaziantep doğumlu<br />

oluşunu tesadüf sayar, 1946–47 yıllarında İstanbul’da üni<strong>ve</strong>rsitede tanışan anne <strong>ve</strong><br />

babasının ilk tayin yeri oluşuna bağlar.<br />

Gürsel, “Nazım Hikmet’in ‘Otobiyografi’ adlı şiirinde söylediği gibi, doğduğum<br />

kente bir daha dönmedim.” der.<br />

Babası Üsküp kökenli Fransızca öğretmeni Orhan Gürsel, annesi matematik<br />

öğretmeni Leyla Gürsel’dir. Babası Fransızcadan Henri Troyat’nın “Yaslı Kar” adlı <strong>ve</strong><br />

“Yalancı Işık” adlı romanlarını Türkçeye çevirmiş, “Varlık” dergisine yazılar yazmıştır.<br />

Annesi ise Andre Gide, Marguerite Duras, Asturias <strong>ve</strong> Troyat’dan çeviriler yapmıştır.<br />

Anne <strong>ve</strong> babasının tayini Balıkesir’e çıktıktan sonra oraya yerleşirler.<br />

İlkokulu burada Altı Eylül İlkokulu’nda okur. O yıl babası Paris’e gider. Bu<br />

olay onun yaşamının dönüm noktalarından biri olur. Babasının gönderdiği kartların<br />

birinde yazılı olan Paris yazısını okur, yıllar sonra bu kent onun vazgeçemediği kent<br />

olur. Hale Seval’le yaptığı söyleşi kitabında bu durumu şu şekilde anlatır:<br />

“Yıllar sonra bunu Sorguda adlı öykü kitabımın ‘Bir Yazarın Dört Portresi’<br />

bölümünde anlattım. Çünkü Sorbonne, daha doğrusu Sorbonne imgesi, hayatıma ilk kez<br />

1958’de Balıkesir’de girmişti. Öykülerim biliyorsun mekânlar <strong>ve</strong> zamanlar arasında bir<br />

kurguya dayanır. Dolayısıyla Balıkesir <strong>ve</strong> Paris 1958 yılında bu kartpostal çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />

bir araya gelmişti.” (Gürsel, 2006, 28)<br />

Kendisi on bir yaşındayken babası ölür. O zamana kadar kendileriyle beraber<br />

yaşayan babaannesi, evden ayrılır. Annesi <strong>ve</strong> teyzesiyle beraber İstanbul’a taşınırlar.<br />

Galatasaray Lisesi’ne girer <strong>ve</strong> burada yatılı olarak okur. Okulda Jean<br />

Valjean’dan yola çıkarak “sefil” lakabı takılır. Dokuz yaşında iken “Çocuk Haftası” nda<br />

Oğuz Özdeş’in yönettiği “Sizin Köşeniz” de şiir <strong>ve</strong> öyküleri yayımlanır. Gürsel, yazdığı<br />

şiirlerin çoğunu, dönemin Kemalist anlayışıyla şekillendiğinden <strong>ve</strong> hamasi özellikler<br />

taşıdığından anmak dahi istemez. Fransız şairlerinden çeviriler yapar. Galatasaray<br />

Lisesi’nde çıkan “Tambur” gazetesinde şiir <strong>ve</strong> yazıları yayımlanır. Babasının<br />

üni<strong>ve</strong>rsiteden arkadaşı Behçet Necatigil’ in “Düzyazıda daha başarılı olacak” yolunda<br />

1


söyledikleri haklı çıkacaktır. İlk öyküsü “Yolculuk”u, Vedat Günyol “Yeni Ufuklar” da<br />

yayımlar. Gürsel, aldığı telif ücretiyle ilgili olarak şöyle bir anısını anlatır:<br />

“İlk öyküm için o zamanın parasıyla on lira telif ödemişti. Ferhan Şensoy’ un da<br />

o zamanlar bir öyküsü çıkmıştı. Adını çok iyi anımsıyorum: ‘Dalgındır Hüsam Kusura<br />

Bakmayın’. Günyol ona da on lira <strong>ve</strong>rmişti. Ferhan Şensoy’ la Çiçek Pasajı’nda içe içe<br />

bitirememiştik telif paralarını.” (Gürsel, 2006, 41)<br />

Edebiyat alanında diğer destekleyicilerden Memet Fuat da “Yeni Dergi” de<br />

“Cicipapa” yı <strong>ve</strong> “Senin Adın Yalnızlık”ı yayımlar.<br />

1970’te “Halkın Dostları” dergisinde Gorki <strong>ve</strong> Lenin üzerine bir yazı yayımlar.<br />

1971 muhtırası sırasında Galatasaray Lisesi’ni bitirmiş, Fransız hükümetinin <strong>ve</strong>rdiği<br />

bursu reddederek <strong>ve</strong> Fransız Filolojisine yazılmıştır. Lenin <strong>ve</strong> Gorki üzerine yazdığı<br />

yazı hakkında yedi buçuk yıl hapsi istenen bir dava açılır. Bir yıl önce reddettiği bursu<br />

alarak Poitiers Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ne kaydolur.<br />

1978 yılında Şeyh Bedrettin Destanı Üzerine adlı inceleme kitabı <strong>ve</strong> Çağdaş<br />

Yazın <strong>ve</strong> Kültür adlı eleştiri-inceleme kitapları yayımlanır.<br />

Karşılaştırmalı edebiyat doktora tezini tamamlar <strong>ve</strong> 1979’da Türkiye’ye döner;<br />

ancak 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşir. Yazmış olduğu Uzun Sürmüş Bir Yaz (1975)<br />

“devletin gü<strong>ve</strong>nlik kuv<strong>ve</strong>tlerini tahkir <strong>ve</strong> tezyif”, Kadınlar Kitabı (1982) ise<br />

“müstehcenlik” suçlarından toplatılır. Uzun Sürmüş Bir Yaz, 1976 yılında Türk Dil<br />

Kurumu Ödülü’nü alır. Kadınlar Kitabı’nın otobiyografik ögeler taşıyan uzun öyküsü<br />

İlk Kadın sonraki baskıda ayrı bir kitap olarak yayımlanır. Tekrar Paris’e döner <strong>ve</strong> üç<br />

yıl Türkiye’ye uğramaz.<br />

Ağabeyi Seyfi Gürsel de Fransa’da iktisat doktorasını yapmıştır. Daha sonra<br />

Seyfi Gürsel, Türkiye’ye döner, Nedim Gürsel ise Fransa’da kalır. Annesinin yurda<br />

dönmesi için kendisi üzerinde baskı kurmamasını takdirle karşılar.<br />

“Ben yalnızım sen de dön dememiştir. O bakımdan onu hayırla anıyorum.<br />

Üzerimde duygusal baskı, psikolojik baskı olsaydı daha mutsuz olurdum.” (Gürsel,<br />

2006, 35)<br />

İlk kitabı Fransızcaya çevrilerek Gallimard’dan yayımlanmıştır. Fransız<br />

dergilerine yazılar yazmış, Milliyet Sanat dergisi için de Paris Mektuplarını kaleme<br />

almıştır.<br />

Paris’te iken de edebiyat dergileri ile ilişkisi kopmaz. “Yeni Dergi”, “Birikim”<br />

<strong>ve</strong> “Yeni Ufuklar”a yazmaya devam eder. Türkiye’de yayımlayamadığı bazı öykülerini,<br />

“Le Monde” gazetesinin ekinde Türkçe olarak yayımlar.<br />

2


Burdur’da kısa dönem olarak askerliğini tamamladıktan sonra 1985 yılında<br />

Yerel Kültürden Evrensele adlı deneme kitabını yayımlar. 1986 yılında ise 2006’da<br />

sinemaya uyarlanan <strong>ve</strong> senaryosunu da yazmış olduğu Sevgilim İstanbul adlı öykü<br />

kitabını yayımlar. Bu kitabı ile Fransız PEN Kulubü Özgürlük Ödülü’nü kazanır. Aynı<br />

yıl Abdi İpekçi Dostluk <strong>ve</strong> Barış Ödülü’nü alır. İlk evliliğini “Öğleden Sonra Aşk” ta<br />

anlattığı Angeliki Ploutis’le yapar. 1987 yılında “Saklambaç” öyküsüyle Haldun Taner<br />

Öykü Ödülü’nü Turgut Uyar <strong>ve</strong> Murathan Mungan ile paylaşır. 1988 yılında Sorguda,<br />

1991 yılında ise Son Tramvay adlı sürgün temasının ağır bastığı öykü kitaplarını<br />

yayımlar. 1990 yılında Radio Internationale Uluslar Arası En İyi Öykü Ödülü’nü<br />

“Mendil” adlı öyküsüyle kazanır. 1992 yılında Dünya Şairi Nazım Hikmet adlı<br />

inceleme kitabı ile bir şiir ödülü olan Struga Altın Plaket ödülünü elde eder. Her yıl<br />

Fransız <strong>ve</strong> Türk jürilerin Türkiye konulu bir kitaba <strong>ve</strong>rdiği ödül olan Fransa- Türkiye<br />

Ödülü’nü alır. Aynı yıl Fransa Kültür Bakanlığı tarafından <strong>ve</strong>rilen liyakat nişanıyla<br />

ödüllendirilir; Fransa Sanat <strong>ve</strong> Edebiyat Şövalyesi unvanını kazanır.<br />

Memet Fuat’ın desteğiyle yazmış olduğu Nazım Hikmet’in şiirlerini farklı bir<br />

bakış açısıyla ele aldığı Nazım Hikmet <strong>ve</strong> Geleneksel Türk Yazını adlı inceleme<br />

kitabı 1992’de yayımlanır.<br />

1995 yılında içeriği üzerinde birçok tartışma yaratan, aynı zamanda çok satanlar<br />

listesine giren ilk romanı Boğazkesen’i, 1966- 1995 yılları arasında yazdığı eleştiri-<br />

incelemelerinin yer aldığı Başkaldıran Edebiyat adlı kitabını 1997 yılında yayımlar.<br />

1999 yılında Yüzyıl Biterken adlı söyleşi kitabı yayımlanır. Venedik <strong>ve</strong> Roma<br />

yolculuklarına çıkar. Döndükten sonra 2000 yılında Resimli Dünya adlı ikinci romanını<br />

yayımlar. Bu yıl onun için <strong>ve</strong>rimli bir yıldır. Aragon üzerine Fransızca yazdığı inceleme<br />

kitabı <strong>ve</strong> Yaşar Kemal- Bir Geçiş Dönemi Romancısı da bu yıl yayımlanır.<br />

Son Tramvay’ dan sonra iki roman yazmış olan Gürsel, 2002 yılında aşkı <strong>ve</strong><br />

cinselliği ön plana aldığı, farklı bir tarza büründüğü Öğleden Sonra Aşk adlı kitabıyla<br />

öyküye dönüş yapar. Bu öykü kitabı önceki öykü kitaplarından farklılık gösterir. Gürsel<br />

bu durumu şöyle açıklamaktadır.<br />

“Ben, genellikle, Öğleden Sonra Aşk’ı bunun dışında tutuyorum, öykülerimde<br />

bir atmosfer oluşturmaya çalışırım. Okuru hemen etkileyecek şiirsel bir atmosfer<br />

olmasına özen gösteririm.” (Gürsel, 2006, 56)<br />

Gemiler De Gitti (1977), Balkanlara Dönüş (1995), Pasifik Kıyısında (1991),<br />

Seyir Defteri (1990) adlı gezi kitaplarını Bir Avuç Dünya Toplu Gezi Yazıları (1977-<br />

3


1997) 2003 yılında yayımlanmıştır. İspanya gezi izlenimlerinin bulunduğu “Güneşte<br />

Ölüm” ise 2003’te yayımlanır.<br />

Paris Yazıları'nı Görüntüler <strong>ve</strong> Görüşler/ Durumlar <strong>ve</strong> Duruşlar/ 1973- 2004<br />

adlarıyla 2004 yılında kitaplaştırır.<br />

Çocukluk yıllarını anlattığı Sağ Salim Kavuşsak adlı otobiyografi kitabı 2004’te<br />

yayımlanır. Yazarla 26. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’nda yaptığımız görüşmede<br />

Otobiyografisinin ikinci bölümü olarak tasarladığı kitabına “Galatasaray Yılları” adını<br />

<strong>ve</strong>rmeyi düşündüğünü <strong>ve</strong> bu kitabın yazımına hazırlandığını belirtmiştir.<br />

Atlas dergisiyle iş birliği yaparak bir fotoğrafçı eşliğinde yılda 4- 5 kez farklı<br />

ülkelere gerçekleştirdiği geziler sonucu her bir kentte birçok sanatçının izini sürdüğü<br />

İzler <strong>ve</strong> Gölgeler adlı deneme kitabını 2005 yılında yayımlar. Yedi Dervişler adlı<br />

kitabı ise 2007 yılında yayımlanmıştır. Üçüncü romanı Allah’ın Kızları ise 2008<br />

yılında yayımlanmıştır.<br />

Gürsel; öğretmen, araştırmacı <strong>ve</strong> yazar olarak edebiyatla ilgilenmektedir.<br />

Sorbonne’da beraber çalıştığı, aynı zamanda yazar olan Profesör Etiemble, onun<br />

akademisyen <strong>ve</strong> yazar yanlarıyla ilgili şöyle konuşmuştur:<br />

“Dikkat edin Bay Gürsel, içinizdeki profesör, öykü yazarını öldürmesin.”<br />

(Gürsel, 2006, 45)<br />

Fransa Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezinde (CNRS) araştırma direktörü<br />

olarak çalışmakta <strong>ve</strong> Sorbonne Üni<strong>ve</strong>rsitesinde Türk <strong>edebiyatı</strong> dersleri <strong>ve</strong>rmektedir.<br />

PEN Yazarlar Derneği, Paris Yazarlar Evi <strong>ve</strong> Akdeniz Akademisi üyesidir. 2005 yılında<br />

ders <strong>ve</strong>rmek için Bahçeşehir Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ne gelmiştir. Edebiyatta 40. yılını kutlayan<br />

Gürsel için Galatasaray Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Pera’dan Paris’e adlı kitabı hazırlamıştır.<br />

Seza Yılancıoğlu'nun yayıma hazırladığı kitapta 30 yılı aşkın zamandır Paris'te<br />

yaşayan Gürsel hakkında yazılmış yedisi Fransızca toplam 12 makale yer alıyor. Talat<br />

Halman, Altan Gökalp, Arlette Chemain, Bedri Baykam, Esther Heboyan gibi isimlerin<br />

yazdığı makalelerde Gürsel'in romanlarındaki yaklaşımlardan kahramanlarına, tarihe<br />

bakış açısından edebiyata kattıklarına kadar birçok konu uzmanlarınca masaya<br />

yatırılıyor. Kitabın sonunda da söz Gürsel'e <strong>ve</strong>riliyor <strong>ve</strong> yazar kendini anlatıyor. 1<br />

Kendi deyimiyle zorunlu sürgünün gönüllü sürgüne dönüşmesi sonucu Gürsel,<br />

yaşamını yıllardır Paris’te eşi Zühal <strong>ve</strong> kızı Leyla ile sürdürmektedir. Basın- yayın<br />

1 1133 Nedim Gürsel’e Armağandır, Radikal Gazetesi, 23.12.2006<br />

4


çalışmalarını Milliyet gazetesinin Pazar ekinde on beş günde bir yazarak<br />

sürdürmektedir.<br />

ESERLERİ<br />

ÖYKÜ<br />

1. Uzun Sürmüş Bir Yaz (öykü), 1975<br />

2. Kadınlar Kitabı (öykü), 1983<br />

3. Sevgilim İstanbul (öykü), 1986<br />

4. Sorguda (öykü), 1988<br />

5. Son Tramvay (öykü), 1991<br />

6. Öğleden Sonra Aşk (öykü), 2002<br />

7. Cicipapa (toplu öykü), 2002<br />

ROMAN<br />

8. Boğazkesen (roman), 1995<br />

9. Resimli Dünya (roman), 2000<br />

10. Allah’ın Kızları (roman), 2008<br />

İNCELEME<br />

11. Ölüme Yolculuk (Jorge Semprun’dan çeviri), 1977<br />

12. Şeyh Bedrettin Destanı Üzerine (inceleme), 1978<br />

13. Çağdaş Yazın <strong>ve</strong> Kültür (eleştiri-inceleme), 1978<br />

14. Nazım Hikmet <strong>ve</strong> Geleneksel Türk Yazını (inceleme), 1992<br />

15. Başkaldıran Edebiyat (inceleme), 1997<br />

16. Aragon (inceleme), 2000<br />

17. Yaşar Kemal-Bir Geçiş Dönemi Romancısı (inceleme), 2000<br />

18. Bozkırdaki Yabancı (inceleme), 1993<br />

19. Dünya Şairi Nazım Hikmet (inceleme), genişletilmiş basım 2002<br />

GEZİ KİTAPLARI<br />

20. Seyir Defteri (gezi izlenimleri), 1990<br />

21. Pasifik Kıyısında (gezi izlenimleri), 1991<br />

22. Balkanlar’a Dönüş (gezi izlenimleri), 1995<br />

5


23. Gemiler de Gitti (gezi izlenimleri), 1998<br />

24. Güneşte Ölüm (gezi izlenimleri), 2003<br />

25. Bir Avuç Dünya (toplu gezi yazıları), 2003<br />

DENEME<br />

26. Yerel Kültürlerden Evrensele (deneme), 1985<br />

27. Paris Kitabı (deneme), 1998<br />

28. Paris Yazıları I-II (deneme), genişletilmiş basım 2000<br />

29. İzler <strong>ve</strong> Gölgeler (deneme), 2005.<br />

ŞİİR<br />

30. Kırk Kısa Şiir (şiir), 1996<br />

SÖYLEŞİ<br />

31. Yüzyıl Biterken (söyleşi), 1999<br />

OTOBİYOGRAFİ<br />

32. Sağ Salim Kavuşsak (otobiyografi), 2004<br />

BİYOGRAFİ<br />

33. Yedi Dervişler (biyografi), 2007<br />

0.2. Kent <strong>ve</strong> Kentleşme<br />

Kent; toplumsal, ekonomik, kültürel <strong>ve</strong> nüfus bakımından heterojen özellikler<br />

gösteren, tarımdan sanayiye geçişin görüldüğü yerleşim yeridir. İngilizce uygarlık<br />

anlamına gelen 'civilization' sözcüğünün kökeni, Latince kent anlamına gelen 'civitas'<br />

sözcüğüdür. Kentler zamanla halkın eğlenme, gezme, dinlenme <strong>ve</strong> konut ihtiyacını<br />

karşılayan yerler olmuştur. Aristo’nun “İnsanların daha iyi bir yaşam sürdürmek için<br />

toplandıkları yerler” (Öner, 1998, 67) tanımı da bunu destekler niteliktedir. Kent,<br />

toplumsal bilincin yaratılmasında en önemli araçlardan birisi <strong>ve</strong> modernleşmenin en<br />

büyük simgelerindendir.<br />

Kentleşme ise, artan kent nüfusu ile beraber kentin, yapısal, ekonomik, kültürel<br />

<strong>ve</strong> toplumsal yönden gelişimi olarak tanımlanabilir. Kentleşmede en önemli etkenin göç<br />

olduğu söylenebilir. Bu göç, toplumsal bir atlama olarak düşünüldüğünden köyden ya<br />

6


da kırsal alandan kente doğru yapılmaktadır. Köydeki sınırlı yaşam alanından bıkan<br />

insan, siyasi, teknolojik <strong>ve</strong> ekonomik yönden daha da rahatlayacağını umduğu kente göç<br />

eder. Kentte sanayi, üretim alanları ile yaşam alanları iç içedir. Sanayileşme ile<br />

kentleşme arasındaki uyumsuzluk sonucu göç edenler, arada kalanları <strong>ve</strong> varoş olarak<br />

adlandırılan bölgeyi oluşturur.<br />

Kimi araştırmacılar tarafından köyün bir devamı olarak görülen kent, köy<br />

kavramının zıddı değil, “öteki”si olarak da ele alınabilir. Köyde insanlar birbirlerine<br />

karşı sorumluluk hissederler <strong>ve</strong> bir paylaşım içindedirler; kentte ise geniş yaşam<br />

alanının ön plana çıkardığı uzaklık duygusu hisse<strong>dili</strong>r, akrabalık dahi zayıflamaktadır.<br />

Köyde ilişkiler gelenek <strong>ve</strong> görenekler ile düzenlenmişken, kentte resmi düzenlemeler ile<br />

sürmektedir. Köydeki insanların birbirlerinden farksızlığı kentte sınıfsal farklılığa<br />

dönüşür. Bireyin ön planda olduğu sınıf yapısı ekonomik, teknolojik, siyasal <strong>ve</strong> kültürel<br />

yönlerden köyden kopuşun en büyük göstergesidir. Bütün bunlara bağlı olarak suç oranı<br />

kentte oldukça yüksek düzeydedir.<br />

Nermi Uygur, kent <strong>ve</strong> köy kavramlarını bütün farklı yönleriyle kendine has<br />

deneme üslubu ile ele almıştır. (Uygur, 1996, 131)<br />

“Egon E. Begel, insanlık tarihinin büyük bir bölümünde, insanın sabit bir<br />

yaşama ortamı bulunmadığını öne sürerek, bu dönemin “kentsel yaşama tarzı” ndan<br />

önce geldiğini <strong>ve</strong> en az beş yüz bin, belki de bir milyon yıl sürdüğünü öne sürmüştür.”<br />

(Öz<strong>türk</strong>, 2005, 49)<br />

İlk kentlerin oluşumu ile ilgili birçok görüş bulunmakla beraber, eldeki <strong>ve</strong>rilere<br />

dayanarak Ernest Begel’in yorumuna başvurabiliriz:<br />

“İlk kentlerin hâkimiyet altına alınan topluluklar etrafında kurulmuş daimi bir<br />

ordu karargâhı olduğu öne sürülmektedir. İzi sürülebilen ilk kentlerin tümü, pratikte<br />

ilkel köyün tedricen gelişmesiyle değil, askeri istilalar sonucu kurulduğunu<br />

göstermektedir. Antik kentler, çoğu beyin, kendinden daha güçlü bir efendiye bağlılık<br />

gösterdiği hükümran birer siyasi varlık konumundaydı.” (Begel, 1996, 8)<br />

Begel, ilk kentlerin gelişimini şöyle açıklamaktadır:<br />

“Siyasi hâkimiyet kesin bir şekilde kurulduktan sonra, kentler büyüyüp ek<br />

işlevler kazanmaya başladı. Yöneticiler, saltanatlarını tehdit eden rakipleri<br />

bulunmadığından yeterince emin olduktan sonra, ordu karargâhı da saraya dönüşmeye<br />

başladı. Kendilerine inananları zafere götürmüş olan tanrılar için bütün kentlere<br />

tapınaklar dikildi. Muhafızlarla maiyeti barındırmak, artıca ambar olarak kullanmak için<br />

saray <strong>ve</strong> tapınaklarda ek binalara ihtiyaç vardı. Kent nüfusunun çekirdeğini<br />

7


hükümdarların maiyeti, ruhban <strong>ve</strong> onların emrinde bulunanlar meydana getiriyordu.<br />

Çok geçmeden bunlara, sivillerin ihtiyaç duyduğu malzemelerin yanı sıra silahları da<br />

sağlayan zanaatkârlar eklendi. Bunlar saraya <strong>ve</strong> tapınağa lazım olandan fazlasını<br />

üretmeye başlayınca da, kent bir pazara, kentsel mamullerin <strong>ve</strong>rilip karşılığında kırsal<br />

ürünlerin alındığı bir merkeze dönüştü.” (Begel, 1996, 10)<br />

Begel’in bu görüşünün aksine bazı uzmanlar ilk kentlerin birer köy olduğunu,<br />

sonra yavaş yavaş kentsel merkeze dönüştüklerini iddia etmektedir. Kuramcı Childe,<br />

kentsel uygarlığın oluşumunu tarım <strong>ve</strong> ticaret devrimleriyle açıklamaktadır. (Öz<strong>türk</strong>,<br />

2005, 50)<br />

“Orta Çağın en önemli kent kavramı; Mar<strong>ve</strong>r’in, ‘Duvarlarla çevrili insan<br />

yerleşmeleri’ ifadesidir. O dönemde kentlerdeki hâkim üretim biçimi tarımdır. 15.<br />

yüzyılın ikinci yarısından sonra değişen üretim ilişkileri ile birlikte kentlerin yapısı <strong>ve</strong><br />

tanımı da değişmeye başladı. Zanaat <strong>ve</strong> ticaret, tarımın yanı sıra önem kazanmaya<br />

başladı. Pirenne’in tezine göre, kentlerde gözlenen bu değişimin nedeni ticaretin<br />

canlanmasıdır. Gezgin tüccarlar, uzun yolculuklarında sığındıkları dinsel <strong>ve</strong> kale<br />

kentlerin etrafında yeni yerleşim yerleri kurmuşlar, ticaretin çektiği zanaatçılarla birlikte<br />

buraları kısa sürede zengin bir kente dönüştürmüşlerdir. Kentler bu şekilde, ticaretin<br />

ayak izlerinden doğmuştur.” 2<br />

Begel’e göre bağımsız kentlerin oluşmaya başlaması; var olan iş açığı <strong>ve</strong> iş gücü<br />

sayesinde sınıfları ortaya çıkarmıştır.<br />

“Mesleki uzmanlaşma arttıkça, kent nüfusunun da katmanlaşmasıyla bir<br />

aristokrasi ile ona bağlı kadrolar, bir tüccar sınıfı, bir zanaatkâr sınıfı <strong>ve</strong> düzenli bir<br />

geçimi bulunmayan özgür insanlardan oluşmuş yoksullar sınıfı ortaya çıktı.” (Begel,<br />

1996, 10)<br />

Oluşan bağımsız kentler, güçlerini birbirleri üzerinde denemeye başlarlar. Güçlü<br />

olan diğerini yok eder <strong>ve</strong> kent kültürü, tam olarak oluşmadan ortadan kaldırılır.<br />

“Kentler, köylülere baş eğdirdikten sonra birbirleriyle savaşmaya başlamıştır.<br />

Sonunda bağımsız kent devleti ortadan kalktı. Fethedilen kentler asıl siyasi işlevlerini<br />

yitirdiler. Hâkimiyetlerini koruyan kent devletleri, işlev değiştirerek bölgesel devlete<br />

dönüştüler.” (Begel, 1996, 10)<br />

Kalıcı bir kent kültürü oluşturamamış halklar, tarıma dayalı bir yönetim biçimi<br />

olan feodaliteyi kurarlar.<br />

2 Adil Okay, Küreselleşme Kıskacında Kentler, Özgür Haber, 13.07.2005<br />

8


“Bir yandan İslam’ın yükselişine tanık olan Batı, Roma’nın parçalanışına <strong>ve</strong><br />

feodalizmin doğuşuna tanık olmaktadır. “Büyük Göç”e katılan halkların çoğu kent<br />

öncesi kültürlerden gelmişti. Roma modelini izlemeyi başaramayan bu halklar, kent<br />

uygarlığını yıkıp yerine esas olarak tarımsal bir örgütlenmeye dayanan feodalizmi<br />

kurdular.” (Begel, 1996, 11)<br />

Reformla beraber mesleki ayrımlar oluşmuş; kente göç eden vasıfsız insanlar <strong>ve</strong><br />

kentli üst tabaka ile aristokratların da ayrışması ortaya çıkmıştır. Kent, 19. yüzyılda<br />

sanayinin mekânı, üretim <strong>ve</strong> dağıtım kanallarının oluşturulduğu <strong>ve</strong> denetlendiği<br />

merkezler olarak tanınmıştır.<br />

“18. yüzyılın sonlarına doğru devrimci değişimler meydana geldi. Fransız<br />

Devrimi, kral ile aristokrasinin siyasi tekelini kırmış; sınıf bilinci, gelişen gerçek sanayi<br />

proleteryasının sahneye çıkmasıyla “ayaktakımı”nı ortadan kaldırmıştır.” (Begel, 1996,<br />

14)<br />

Kent, günümüzde de tarımdan çok sanayinin sözünün geçtiği, toplumsal yaşamın<br />

ekonomik, kültürel <strong>ve</strong> siyasal etkinliklerle devam ettiği çağdaş bir yaşam alanıdır.<br />

Kentler büyüklüklerine <strong>ve</strong> işlevlerine göre farklı isimlendirilirler. Burada<br />

metropolis, metropolitan alan (megalopolis) <strong>ve</strong> çevre kent kavramlarını inceleyeceğiz.<br />

Metropolis (Büyük Kent): Belirli bir coğrafi, ekonomik, toplumsal, kültürel,<br />

yönetimsel, siyasal organizasyon <strong>ve</strong> kontrol sisteminin mekanda odaklaşma noktasıdır.<br />

Metropolis, karar mekanizmaları aracılığıyla, çevrenin çeşitli alanlardaki gelişmesini<br />

denetleme fonksiyonunu yerine getirir. Büyük kent ülkenin dış dünya ile ilişkilerini<br />

kendi süzgecinden geçirerek çevresine yayma fonksiyonuna sahiptir.<br />

Metropolitan (Büyük Kent Alanı): En genel anlamıyla nüfusun yoğun olduğu <strong>ve</strong><br />

ekonomik, <strong>sosyal</strong> <strong>ve</strong> yönetimsel açılardan o bölgenin merkezi durumunda bulunan<br />

“Merkezi şehir <strong>ve</strong> şehirlerin” çevre kentleriyle oluşturdukları birimdir. Metropolitan<br />

alan idari yönden çok ekonomik <strong>ve</strong> <strong>sosyal</strong> bakımdan merkezi bir konuma sahiptir.<br />

Metropolitan alan <strong>ve</strong> “Megalopolis” yalnızca barındırdıkları nüfusun, yoğunluğu<br />

dolayısıyla değil, aynı zamanda kamu <strong>ve</strong> özel sektör iş kollarının buralarda faaliyet<br />

göstermesi, eğitim <strong>ve</strong> sanat yönünden birer merkez olmaları yönünden dünyanın<br />

simgesi konumundadır. Megalopolis birden çok metropolitan alanı kapsar. Metropolitan<br />

kent kavramının yanında bugün “Megakent” kavramı gündemdedir.<br />

Çevre Kent: Şehrin belediye sınırları dışında oluşan özellikle şehirde bir işte<br />

çalışanların yaşadıkları <strong>ve</strong> ihtiyaçlarının önemli bir kısmını şehrin alış–<strong>ve</strong>riş<br />

merkezinden sağlayanların kaldıkları bölgedir. Çevre Kentte yaşayanların çoğu kendi<br />

9


konutlarında oturur, burada genellikle yeni binalar vardır, burada yaşamak daha<br />

masraflıdır. Çevre kent orta <strong>ve</strong> üst düzeyde geliri olanların yaşadıkları alanları ifade<br />

etmekte olup gecekondu alanlardan farklı konumdadır.<br />

Bu tanımların dışında çevre ile ilişkisi bakımından da kentle adlandırılan güneş-<br />

kent kavramı ortaya atılmıştır.<br />

“Güneş-kent, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi Şehir <strong>ve</strong> Bölge Planlama<br />

Bölümünde, 20 yıllık bir çalışmanın ürünü olarak geliştirilmiş ekolojik yaşama en<br />

uygun, insanların topluca bir arada yaşadığı kentler için geliştirilen “yeni bir kent<br />

modelidir”. Güneş-kent özünde, “Güneş enerjili, bir doğal yaşam projesidir”. "Sağlıklı<br />

bir yaşam ancak sağlıklı bir ortamda mümkündür" gerçeğini dikkate alarak kentlerde,<br />

temiz <strong>ve</strong> doğal bir çevre oluşturmayı öncelikle hedef alır. İnsan sağlığına uygun, temiz<br />

ortamlarda yaşama hakkını dikkate alan <strong>ve</strong> çözüm öneren yeni "bir toplum projesi"dir.”<br />

(Göksu, 1992)<br />

Siyasi bir kavram olarak ele alınan köykent terimi de kentin bir başka kullanım<br />

alanına işaret etmektedir. Köykent, Türkiye Cumhuriyeti'nin en kapsamlı kırsal<br />

kalkınma projesinin adıdır. Cumhuriyet Halk Partisi'nin 1969 yılı seçim bildirgesinde<br />

yer almış, daha sonra da bu dönemde kurulan Köy İşleri Bakanlığı tarafından<br />

benimsenerek geliştirilmiştir. Bakanlığın 1973 yılında yayımladığı raporda, köykent<br />

yaklaşımının amacı şöyle özetlenmiştir:<br />

“Az sayıda personel <strong>ve</strong> az yatırımla, en kısa zamanda kırsal kesim nüfusunun<br />

tüm gereksinimlerinin karşılanması, hızlı nüfus artışının ortaya çıkardığı fazla nüfusun<br />

bir bölümü ile işsiz nüfusun köykentlerde iş olanaklarına kavuşturulması, böylece, iş<br />

olanaklarına kavuşturulan kırsal nüfusun kentlere akımı sonucunda büyük kentler<br />

civarında oluşacak nüfus yığılmalarını engelleyerek sağlıklı kentleşmenin sağlanması.”<br />

(Köy İşleri Bakanlığı, 1973)<br />

Sosyolog Yakut Sencer, kent tanımlamalarında dört ölçüt kullanmıştır.<br />

“Demografik ölçüt: Kent içi en az büyüklükteki nüfusun 10.000 olması yaygın<br />

olarak kabul görmektedir.<br />

İşlevsel ya da ekonomik ölçüt: Nüfusun niteliği <strong>ve</strong> bileşimi dikkate<br />

alınmaktadır. Kent ile köy arasındaki temel ayırım sayısal farklılıktan önce nüfusun<br />

işlevidir. Köy nüfusu ağırlıklı olarak geçimini tarımdan sağlamasına karşılık kent<br />

nüfusu tarım dışı faaliyetlere yani sanayi, ticaret <strong>ve</strong> hizmet alanlarına kaymıştır.<br />

Toplumsal ölçüt: Toplumsal bakımdan ayrı cinsten bireylerden oluşmuş, oldukça<br />

geniş, yoğun nüfuslu <strong>ve</strong> sürekli bir yerleşimdir.<br />

10


Resmi Veriler <strong>ve</strong> Sayım Sonuçlarının Düzenlenmesinde Kullanılan Yönetimsel<br />

Ölçüt: Bu anlayışa göre nüfusu ne olursa olsun il <strong>ve</strong> ilçe merkezi konumunda olan<br />

yerleşmelerdir. 1930 sayılı Belediye Yasası, nüfusu 2.000’nin üzerinde olan<br />

yerleşimlerde belediye teşkilatı kurulacağını belirterek buraları kent saymıştır.” (Sencer,<br />

1979)<br />

Bütün bu tanımlamalar <strong>ve</strong> sınıflandırmalar, kentin pek çok alanda farklı<br />

biçimlerle kavrandığının <strong>ve</strong> yeni uygulamalara açık olduğunun göstergeleridir.<br />

Kuramsal alandaki kent çalışmaları toplumun değişimi <strong>ve</strong> gelişimi doğrultusunda<br />

kendisini yenilemektedir.<br />

0.3. Türk Öykü <strong>ve</strong> Romanında Kadın<br />

Kadın, Türk <strong>edebiyatı</strong>nda aşkın <strong>ve</strong> güzelliğin anlatımı dolayısıyla en fazla<br />

işlenmiş temalardandır. Halk <strong>edebiyatı</strong> <strong>ve</strong> Divan <strong>edebiyatı</strong> geleneğinde de önemli bir<br />

yere oturtulan kadın kimliği, Yeni Türk Edebiyatında da vazgeçilmez temalardan biri<br />

olmuştur.<br />

Yeni Türk Edebiyatında kadın üzerine yapılmış önemli çalışmalardan biri<br />

Bahriye Çeri’nin Türk Romanında Kadın 1923- 1938 Dönemi adlı kitabıdır. Eserde<br />

romanlar çevresinde ele alınan kadın karakterler üzerinde tek tek durulmuştur.<br />

İncelenen romanlar “Vurun Kahpeye”, “Kalp Ağrısı”, “Zeyno’nun Oğlu”, “Sinekli<br />

Bakkal” “Yolpalas Cinayeti”, “Sodom <strong>ve</strong> Gomore”, “Yaprak Dökümü”, “Fatih-<br />

Harbiye”, “Ankara”, “Kuyucaklı Yusuf”, “Ayaşlı <strong>ve</strong> Kiracıları” ile “Üç İstanbul” dur.<br />

Kadın üzerine yapılan bir diğer önemli çalışma da Ramazan Gülendam’ın Türk<br />

Romanında Kadın Kimliği adlı kitabıdır. 1946- 1960 yılları arasında 42 romancının<br />

yazmış olduğu 95 romanın incelendiği kitap, Bahriye Çeri’nin eserinden farklı olarak<br />

“aile <strong>ve</strong> evlilik hayatında kadın”, “<strong>sosyal</strong> <strong>ve</strong> siyasi hayatta kadın”, “çalışma hayatında<br />

kadın”, “eğitim hayatında kadın” başlıklı temaları esas alarak döneme ait kadın<br />

kimliklerini ele almakta <strong>ve</strong> kadın sorunları üstünde durmaktadır.<br />

Ramazan Gülendam, kadının Türk toplumundaki yerini romanlar aracılığıyla<br />

belirlemiş <strong>ve</strong> kadının romandaki görünümünü Tanzimat dönemiyle başlatmıştır.<br />

“Türk okurunun Avrupai romanla karşılaştığı 1859 yılından yani Türk romanını<br />

doğduğu Tanzimat döneminden beri, başta eş seçme hürriyeti olmak üzere kadın<br />

hakları, kadınla ilgili meseleler <strong>ve</strong> kadının toplumda yer alması <strong>ve</strong> ona değer <strong>ve</strong>rilmesi<br />

gerektiği düşüncesi tema olarak romanımızda işlenmiştir. Romancılarımız kadının e<strong>ve</strong><br />

11


kapatılıp birtakım haklarının <strong>ve</strong> hürriyetlerinin elinden alınmasını eserlerine bir sorun<br />

olarak yansıtarak onları tekrar topluma kazandırmayı amaçlar. Tanzimat romanıyla<br />

başlayan bu anlayış, “eğitim hakkı, çok evliliğin reddi, sokağa çıkabilme hakkı, eğlence<br />

yerlerine gidebilme hakkı, çalışma hakkı, çarşafsız <strong>ve</strong> peçesiz giyinme hakkı, boşanma<br />

hakkı, kocasını seçme hakkı, haremlik-selamlık uygulamasının kaldırılması, örgütlenme<br />

hakkı, siyasete girme hakkı gibi hakları içine alıp genişleyerek Cumhuriyet dönemine<br />

kadar gelmiştir.” (Gülendam, 2006, 26)<br />

Hayati Baki, Tanzimat Edebiyatında Roman <strong>ve</strong> İnsan adlı eserinde Tanzimat<br />

romanındaki kadının geleneksel yaşamın <strong>ve</strong> anlayışın birer yansıması olarak romancının<br />

istediği doğrultuda rollendiğini belirtir. Bu rollendirmede Müslümanlık önemli bir<br />

değerlendirme ölçütüdür.<br />

“Osmanlı toplumsal yaşamında kadının durumu son derece ağırdır. Özgürlüğü,<br />

bağımsızlığı yoktur kadının. Kişiliği elinden alınmıştır onun. Buna karşın kadın,<br />

romanda, öteki erkek kişilikler gibi yer alırlar. Bu yer almada iyi-kötü, güzel-çirkin;<br />

özgür-köle/ cariye/ odalık; üretici-tüketici gibi rollerin üstlenilmesi, Osmanlı kadınları<br />

için birer seçim değildir. Bu, Batılı kadınlar içinse, bir çöküşün, çözülmenin,<br />

yozlaşmanın göstergesi olarak sunulur, daha çok.” (Baki, 1993)<br />

Taner Timur da Osmanlı- Türk Romanında Tarih, Toplum <strong>ve</strong> Kimlik adlı<br />

eserinde kadını, Müslüman <strong>ve</strong> gayrimüslim olmak üzere ikiye ayırarak incelemiştir.<br />

Osmanlı romanında ele alınan Batılı kadın tipi için şu değerlendirmeyi yapar:<br />

“Tanzimat romanında Batılı kadın da önemli bir yer kaplar; fakat o, aşk<br />

maceralarına da karışmakla beraber, daha çok bir uygarlık öğretmenidir. Batılı kadın<br />

Osmanlı romanına değişik konumlarda girer. Osmanlı kibarlarının aile dostu olarak<br />

girer, bazen de bar <strong>ve</strong> pavyon kadını, şarkıcı gibi küçük görülen konumlarda metres<br />

olarak girer.” (Timur, 2002)<br />

Tanzimat döneminde kadının ele alındığı kitaplarda farklı temalarla karşılaşırız.<br />

Dönemin toplumsal değişimine bağlı olarak ortaya çıkan düşünsel özellikler, geleneksel<br />

değer yargılarıyla bir çatışma oluşturur. Çelişkiler bütününe dönüşen bu temalar, kimi<br />

zaman farklı romanlarda kimi zaman aynı romanda bir arada görülür.<br />

“Tanzimat dönemine ait Taaşuk-ı Tal’at <strong>ve</strong> Fitnat–1872, Teehhül–1887,<br />

Yeryüzünde Bir Melek–1875, Turfanda mı yoksa Turfa mı–1891, Muhaddarat–1892<br />

gibi kimi romanlarda görücü usulü <strong>ve</strong>ya aile baskısıyla evlenme <strong>ve</strong> bu evliliklerden<br />

doğan <strong>sosyal</strong> problemler eleştirilirken yine Taaşuk-ı Tal’at <strong>ve</strong> Fitnat, Felsefe-i Zenan–<br />

1870, Teehhül, Yeryüzünde Bir Melek, Diplomalı Kız–1890, Turfanda mı yoksa Turfa<br />

12


mı, Muhaddarat, Udi–1898 <strong>ve</strong> Levayih-i Hayat–1899 gibi kimi romanlarda kadınların<br />

okutulması, eğitim <strong>ve</strong> çalışma hayatında onlara da eşit fırsatlar tanınması gibi konular<br />

üzerinde durularak kadın-erkek eşitsizliğinden şikâyet e<strong>dili</strong>r <strong>ve</strong> kadının kendi ayakları<br />

üzerinde durma çabalarından söz e<strong>dili</strong>r.” (Gülendam, 2006, 26)<br />

Ser<strong>ve</strong>t-i Fünun döneminde de kadın teması yazarların ele aldığı temaların<br />

başında gelir. Ancak bu kez kadının, yalnız sorunları gösterilen kişi olarak değil birey<br />

olarak da sunulduğu görülmektedir. Önceki döneme göre sanatsallığın üzerinde daha<br />

fazla durulduğu dikkate alınacak olursa bireyselleşen kadın temasının psikolojik <strong>ve</strong><br />

neden- sonuç ilişkisi içindeki açılımlarının eserlerde ön planda yer alması<br />

anlaşılmaktadır.<br />

“Tanzimat romancılarının savundukları kadın hakları <strong>ve</strong> kadının eş seçme<br />

hürriyeti, Türk romanını Batılı romanların seviyesine çıkarma adına önemli çalışmalar<br />

yapan Ser<strong>ve</strong>t-i Fünun romancıları tarafından da ele alınıp işlenir. Ancak bu temalar bazı<br />

Ser<strong>ve</strong>t-i Fünun romanlarında, Mehmet Rauf’un Genç Kız Kalbi’nde (1912) olduğu gibi,<br />

feminizm bakış açısından <strong>ve</strong> daha bilimsel <strong>ve</strong>rilere dayandırılarak ele alınır. Halit<br />

Ziya’nın Nemide–1888, Bir Ölünün Defteri- 1891, Ferdi <strong>ve</strong> Şürekâsı- 1892, Aşk-ı<br />

Memnu- 1900, Genç Kız Kalbi <strong>ve</strong> Ferda-yı Garam- 1913 adlı romanlarında kadının<br />

<strong>sosyal</strong> hayattaki yerine <strong>ve</strong> evli <strong>ve</strong>ya evlenecek çiftler arasında başta kadının aleyhine<br />

aşırı yaş farkının bulunması olmak üzere “denklik <strong>ve</strong> ortaklık” sorunlarına değinilir.<br />

Bunlardan başka, aile, evlilik <strong>ve</strong> çağdaşlaşma gibi kadını ilgilendiren temalar, çok yönlü<br />

ferdi çatışmalar <strong>ve</strong> başarılı ruh tahlilleri ile zenginleştirilerek romanlarda işlenir.”<br />

(Gülendam, 2006, 26)<br />

Geleneksel yapıdaki değerlerin kadın üzerinde yarattığı olumsuz yansımaları<br />

gördüğümüz romanlar, II. Meşrutiyete kadar sıkça karşımıza çıkar. Yazarlar, kadının<br />

çaresizliğini <strong>ve</strong> geleneğe bağlı olarak boyun eğişini konu edinmişlerdir.<br />

“Kadınları ilgilendiren bazı konular, kadınlarla ilgili çok büyük yeniliklerin<br />

yapıldığı II. Meşrutiyet’e kadarki romanlarda (Tanzimat <strong>ve</strong> Ser<strong>ve</strong>t-i Fünun<br />

dönemlerinde) sürekli vurgulanır. Genç kızların para için sevmedikleri erkeklerle<br />

evlenmeleri <strong>ve</strong>ya evlendirilmeleri <strong>ve</strong> sonucunda mutsuz oluşları (Muhaddarat, Aşk-ı<br />

Memnu), genç kızların yaşlı erkeklerle evlenmeleri <strong>ve</strong>ya evlendirilmeleri (Muhaddarat,<br />

Metres- 1900, Aşk-ı Memnu), birden fazla kadınla evlenme (Turfanda mı Yoksa Turfa<br />

mı, Muhaddarat, Metres), erkeğin sadakatsizliği <strong>ve</strong> kadının buna seyirci kalışı<br />

(Muhaddarat, Felsefe-i Zenan, Zehra- 1895, Mai <strong>ve</strong> Siyah- 1897, Metres, Mürebbiye-<br />

1889, Kırık Hayatlar vs.); hayat kadınlığı, kadının cinselliği <strong>ve</strong> yasak aşk (İntibah-<br />

13


1876, Henüz on Yedi Yaşında- 1881, Metres, Aşk-ı Memnu, Eylül, Siyah Gözler- 1911)<br />

bu konulardan bazılarıdır.” (Gülendam, 2006, 26)<br />

Meşrutiyetle beraber toplumsal yapıdaki değişim romanlarda da kendisini<br />

gösterir. Geleneksel kültür ile alışılmaya çalışılan Batı kültürü bir çatışma noktası<br />

oluşturur. İki kültürün birleşimini esas alan düşünceler de romanlarda bir tema olarak<br />

sunulmuştur. Yazarlar bu noktaya kendi bakış açılarıyla yaklaşarak durumu<br />

yorumlamaya, uyum sürecine katkıda bulunmaya çalışmışlardır.<br />

“Yeni bir kimlik arayışının görüldüğü bu döneme ait romanlarda, kadının aile<br />

içerisinde fonksiyonu <strong>ve</strong> görevleri, doğal olarak roman yazarının dünya görüşüne <strong>ve</strong><br />

bakış açısına göre farklılık arz eder: Geleneksel ailelerde kadının görevi namus, sadakat<br />

<strong>ve</strong> tartışmasız itaat ile sınırlıyken modern ailelerde bu sınır, zevk, kültür <strong>ve</strong> dünya<br />

görüşü uyumundan <strong>sosyal</strong> ilişkilere <strong>ve</strong> oradan da çocuk terbiyesine kadar genişletilir.<br />

Ancak özellikle Halide Edip’in bazı romanlarında (Raik’in Annesi- 1908) senteze<br />

dayalı bu milli aile arayışları, batılı aile modelleri arasında – bahsettiğimiz kimlik<br />

arayışı kargaşası içerisinde- kaynayıp gitmiştir.” (Gülendam, 2006, 26)<br />

Batıyı örnek alan kadın karakterlerin geleneğe karşı çıkışları, zamanla daha da<br />

ileri boyutlara ulaşmıştır. Gülendam, bunu eserinde şöyle belirtmektedir:<br />

“Celal Nuri İleri (Merhume- 1918), Ali Kemal (Fetret- 1914), Süleyman Sudi<br />

(Aşub- ı Dil- 1914), R. Adil Nami (Nurhayat- 1912) <strong>ve</strong> Ahmet Naci (Bir Aşüftenin<br />

Jurnali- 1914) gibi kimi romancılar, eserlerinde, Avrupa’da bile o yıllarda tepki gören<br />

nikâhsız evliliğin savunulmasına kadar gitmişlerdir.” (Gülendam, 2006, 26)<br />

Bu eserlerin yanında Batılı yaşayışın olumsuz yanlarının görüldüğü eserler de<br />

bulunmaktadır. Kültürel çatışmanın yaşandığı eserlerde toplumsal bir bozukluğun<br />

ortaya çıktığı görülür.<br />

“Alafranga hayatın özellikle kızları etkilediği <strong>ve</strong> onların ahlakını bozduğu<br />

üzerinde 1920’lerden sonra da sıklıkla durulur. Yabancı okullarda okuyan bu kızların<br />

çoğu yabancı hayranıdır <strong>ve</strong> sonunda kültürel <strong>ve</strong> ahlaki bir çöküşe doğru giderler.<br />

(Kiralık Konak- 1922, Pervaneler- 1924, Sözde Kızlar–1923 vs.)” (Gülendam, 2006,<br />

26)<br />

Cumhuriyet dönemi yazarları, öykü <strong>ve</strong> romanlarında Tanzimat <strong>ve</strong> Meşrutiyet<br />

döneminin kadın sorunları üzerinde <strong>ve</strong> kadın hakları üzerinde durmamış, kadının<br />

toplumun ilerlemesinde pay sahibi olduğu <strong>ve</strong> bu alandaki görevlerinin neler olduğu<br />

doğrultusunda yazmışlardır. Ramazan Gülendam, Cumhuriyet dönemi kadınının<br />

<strong>edebiyatı</strong>mızdaki yeri hakkında şunları söylemektedir.<br />

14


“Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazılan romanlarda da (1923–1938) kadınların<br />

çalışma hayatına yeterince girmediği <strong>ve</strong> çalışan kadına toplumun sıcak bakmadığı<br />

görülür. Diğer taraftan çalışmayan üretici olmayan kadınlar eleştirilerek kadının<br />

çalışması <strong>ve</strong> ekonomik bağımsızlığını kazanması fikri de üstü kapalı olarak bazı<br />

romanlarda (Vurun Kahpeye, Sinekli Bakkal, Ankara vs.) işlenir. Bir taraftan kadının<br />

<strong>sosyal</strong>leşmesi üzerinde durulurken diğer taraftan ailesini <strong>ve</strong> çocuklarını da ihmal<br />

etmeyen <strong>ve</strong> bu dengeyi muhafaza eden kültürlü kadın tipleri öne çıkarılmıştır.”<br />

(Gülendam, 2006, 26)<br />

Kadını anlatan yazarların cinsiyetleri <strong>ve</strong> bakış açıları da kadının eserlerdeki<br />

konumunu doğrudan etkilemektedir. Bu algılayış, kadının erkek <strong>ve</strong> kadın yazar<br />

gözünden farklı yorumlanabileceğini <strong>ve</strong> nesnel olmanın zorluğunu ortaya koymaktadır.<br />

“Her dönemde olduğu gibi 1946’ya kadar olan dönemdeki romanlarda da kadın<br />

yazarlar ile erkek yazarların kadına bakışında mutlaka farklar göze çarpar. Halide Edip<br />

<strong>ve</strong> Cahide Uçuk gibi kadın yazarlar, kadına gü<strong>ve</strong>nip onu toplum içerisinde ahlaki<br />

çöküntüye uğramadan başarılı kılarken Peyami Safa (Fatih- Harbiye, Sözde Kızlar),<br />

Yakup Kadri (Sodom <strong>ve</strong> Gomore, Ankara), Reşat Nuri (Yaprak Dökümü), Sabahattin<br />

Ali (Kuyucaklı Yusuf) <strong>ve</strong> Memduh Şevket Esendal (Ayaşlı ile kiracıları) gibi erkek<br />

yazarlar, kadının hür olduğu bir ortamda bozulabileceğine inanırlar <strong>ve</strong> bu yüzden<br />

mutlaka onu yönlendirecek bir erkeğe ihtiyacı olduğunu iddia ederler. Ancak yine de bu<br />

erkek yazarların çoğu, ya kadına sonunda doğru yolu buldurur ya da eserlerinde bir<br />

ideal kadın tipi çizerler.” (Gülendam, 2006, 26)<br />

Tanzimat’tan başlayarak Cumhuriyete kadar uzanan kadın kimliğindeki değişim,<br />

50’li yıllardan günümüze kadar hızını kaybetmeden devam etmiştir. Feridun Andaç’ın<br />

“aile içindeki kadın” motifinin “birey olarak kadın”a dönüştüğü bu dönemde, özellikle<br />

kadın yazarlarımızın eserlerindeki kadın teması hakkında yaptığı belirleme önemlidir.<br />

“Nezihe Meriç, kadının birey olma durumunu; Leyla Erbil, kimlik arayışını;<br />

Füruzan toplumun farklı kesiminde yaşanan gerçekleri, bireysel kurumları; Adalet<br />

Ağaoğlu <strong>ve</strong> Aysel Özakın “aydın kadın”ın geleneksel aile yapısından çözülerek birey/<br />

insan olabilme, ayakta durabilme savaşımını; Tomris Uyar, Pınar Kür, Tezer Özlü,<br />

Nazlı Eray özgürleşme kimliğini bulma yönünde atılan adımları; Ayla Kutlu, kadının<br />

değişimin içindeki yeri <strong>ve</strong> konumunu; İnci Aral, yaşanılan bireysel/ toplumsal<br />

ilişkilerde biçimlenen durumlardaki konumunu yansıtmayı öncelerler.” (Andaç, 1992,<br />

10)<br />

15


İster kadın ister erkek yazar olsun kadın teması; kadının bireysel <strong>ve</strong> toplumsal<br />

kimliği, gelenek içindeki duruşu, erkeğe karşı aldığı tavır gibi konularıyla<br />

<strong>edebiyatı</strong>mızda sürekli düşünülen <strong>ve</strong> yazılan bir alandır. Günümüzde de kadının ifade<br />

edilmesi sanatın birçok dalının temel sorunlarındandır.<br />

16


1.1. Kentler <strong>ve</strong> İsim<br />

BİRİNCİ BÖLÜM<br />

KENT TEMASI<br />

Nedim Gürsel, bir yerden bir başka yere gitme isteği içinde olan, bunu da<br />

eserlerine yansıtan yazarlarımızdandır. Sürekli yolculuk halinde yaşayan yazar,<br />

kendisini herhangi bir yere ait hissedememe duygusuna kapılmakta, sonu gelmez bir<br />

arayış içinde yaşamaktadır. Bir taşra kentinde doğmuş olan yazar, ailesiyle beraber<br />

başka bir taşra kentine yerleşmiş, doğduğu yere tekrar dönmemiştir. Yatılı olarak<br />

okuyacağı Galatasaray Lisesi’ne başlayacağı zaman İstanbul’a gelmiş, böylelikle büyük<br />

kent yaşamına dâhil olmuştur. Yaşamı buradan başlamak üzere bir kentten diğer<br />

kentlere yolculuklarla devam etmiştir. Yaşadığı, gezdiği bütün kentler, onun edebi<br />

yaşamının oluşumunda önemli paya sahiptirler. Onun yolculukları kentten kente<br />

geçmekle kalmamış, ülkeden ülkeye hatta kıtalar arası bir hal almıştır. Atlas dergisi için<br />

özel olarak yaptığı Seyir Defteri, Pasifik Kıyısında, Balkanlar’a Dönüş <strong>ve</strong> Gemiler<br />

de Gitti kitaplarını oluşturan gezilerin de edebi dünyaya yansıyışı gezi yazılarıyla<br />

olmuştur. Gürsel, gezdiği yerlerin sokaklarını, parklarını, binalarını betimlemekle<br />

yetinmemiş; onların tarihsel <strong>ve</strong> sanatsal özellikleri üzerinde de durmuştur. Yaşamındaki<br />

bu hareketlilik edebiyat anlayışına da yansımış, özellikle içerik bağlamında bir çıkış<br />

noktası oluşturmuştur.<br />

“Nedim Gürsel’in öyküleri durağan değil, hareketli <strong>ve</strong> çeşitli mekânlarda geçer.<br />

En durgun öyküsünde bile bir devinim vardır, en azından iç seslerde <strong>ve</strong> düşlerde,<br />

anlarda gezinir. Ayrıca dış mekânlarda da betimlemelere <strong>ve</strong> ayrıntılara yer <strong>ve</strong>rir. Onun<br />

öykülerinde abartıya yer yoktur; gözlem <strong>ve</strong> betimlemeler yapıtlarının bel kemiğini<br />

oluşturur. Gidip geldiği yerlerde de geçer öyküler… Gittiği yerin <strong>sosyal</strong> <strong>ve</strong> siyasal<br />

sorunlarına da okuru boğmadan yer <strong>ve</strong>rir. Bir yandan tarihle, kültürle yoğrulurken bir<br />

yandan da aşkla doğayla, anılarla sarıp sarmalar öykülerini <strong>ve</strong> kendini.” (Emre, 2006,<br />

109)<br />

Yurt dışında yaşamakta olan diğer bir yazarımız Demir Özlü’nün, Gürsel’in<br />

Sevgilim İstanbul adlı kitabının 1986 basımında kent teması ile ilgili düşünceleri<br />

şöyledir:<br />

17


“Yeni yazınımızda, belli özellikler taşıyan bazı yazarların yapıtlarında yer alan,<br />

bu kent <strong>ve</strong> sokak betimlemelerini ya da sırf betim olmaktan çıkarak, yer yer<br />

metafor/eğretileme düzeyine yükselen metinleri, onların taşıdıkları anlamı epeydir<br />

düşünmeye çalıştım. Yazınımızdaki bu eğilime, aslında bu eğilimin herhangi bir felsefi<br />

mistisizmle ilgisi olmasa da, şim<strong>dili</strong>k “kent gizemciliği” diyorum.” (Ayhan, 2006)<br />

Yazarın böyle bir gizem yaratma isteği içine girdiği tartışılmakla beraber özgün<br />

bir kent kavramı <strong>ve</strong> kente bakış oluşturma çabası reddedilemez. Oluşturmaya çalıştığı<br />

kent ortamı hakkında şunları söylemektedir:<br />

“Kentleri betimleyerek, bir şiirsel atmosfer yaratmaya çalıştım. Kent bir izlek<br />

benim yazdıklarımda. Boğazkesen’de asıl kahraman İstanbul, Resimli Dünya’da asıl<br />

kahraman ise Venedik’tir. Kentleri cansız varlıklar gibi betimlemedim. Örneğin, Alain-<br />

Robbe-Grillet’nin yaptığı gibi objektif biçimde betimlemedim. Kentlerin bende kalan,<br />

kendi öznelliğime yansıyan yönlerinden yola çıkarak kurdum öykülerimi <strong>ve</strong><br />

romanlarımı. Dolayısıyla bu kentler coğrafyaları <strong>ve</strong> tarihleriyle benim öznelliğimin bir<br />

parçası oldular. Calvino’nun ünlü kitabındaki gibi hayali, görülmemiş kentler<br />

değildirler. Görülmüş <strong>ve</strong> yaşanmış kentlerdir.” (Gürsel, 2006, 46)<br />

Gerçekte var olan, var olanın yazarın benliğinde yeniden konumlandırıldığı<br />

kentler, Italo Calvino’da olduğu gibi kadınlarla birebir ilişki içindedir. Calvino’nun<br />

Görünmez Kentler 3 adlı kitabında geçen 55 kadın ismi <strong>ve</strong>rilmiş kent, Gürsel’de<br />

birbirleriyle ilişkileri hiç kesilmeyen ancak kadın adlarından farklı isimlendirilmiş<br />

kentler konumundadır.<br />

Gezi <strong>edebiyatı</strong> kapsamında da önemli eserlere sahip olan Gürsel, edebiyata kent<br />

sözcüğünü <strong>ve</strong> kavramını yerleştiren yazarlarımızdandır. Kent sözcüğü, TDK<br />

Sözlüğü’nde şehir sözcüğünün karşılığı olarak <strong>ve</strong>rilmiştir. Aynı anlamda kullanılan bu<br />

sözcükler, yazarlar tarafından ideolojik görüş, yazının içeriği gibi nedenlerle tercih<br />

edilerek kullanılırlar. Örneğim İskender Pala; milli duruşu, muhafazakârlığı, kuşatıcılığı<br />

<strong>ve</strong> sıcaklığı gibi nedenlerle şehir sözcüğünü, kent sözcüğüne tercih edenlerdendir.<br />

“Şehrin kişilikler <strong>ve</strong> kimlikler üzerindeki etkisi, şehir adında biriktirilmiş bir<br />

iltifat gibidir <strong>ve</strong> söz gelimi şehir, kimliklerimizi muhafazakâr ölçülerde belirleyen bir<br />

mekân iken, kent sözcüğüyle kendimizi biraz daha nevzuhur hissedi<strong>ve</strong>ririz. Şehir<br />

denildiğinde zihnimizde bir kuşatıcılık <strong>ve</strong> insicam, kent dediğimizde ise duyarsızlık <strong>ve</strong><br />

tekilleşme çağrışımı belirir. Bunlardan birincisinin ifade ettiği ruh ile ikincisindeki<br />

3 Italo Calvino, Görünmez Kentler, Yapı Kredi Yay. İstanbul, 2004, çev. Işıl Saatçıoğlu<br />

18


kimliksizlik çatışma halinde gibidir. Yalnızca kelime olarak düşünüldüğünde bile<br />

birincisi toparlayıcı, ikincisi dışarlıklıdır.” 4<br />

İskender Pala’nın savunduğu gibi şehir sözcüğünün kullanımı daha sahiplenici,<br />

gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong>rici bir anlamı da beraberinde getirmektedir. Kent sözcüğü ise taşıdığı modern<br />

anlamıyla birlikte <strong>edebiyatı</strong>n yanı sıra diğer sanat dallarında <strong>ve</strong> gelişimi, yükselişi<br />

çağrıştıran alanlarda sıklıkla kullanılmaktadır. Biz de tezimizde bu anlamları içinde<br />

barındıran kent sözcüğünü tercih etmekteyiz.<br />

Nedim Gürsel, Cicipapa dışındaki yedi öykü kitabıyla, bir uzun anlatısında <strong>ve</strong><br />

iki romanında, kenti anlatmış, tanıtmış, betimlemiş hatta bir kahraman olarak<br />

sunmuştur.<br />

Cicipapa adlı öykü kitabında diğer öykü kitaplarından farklı olarak kent<br />

sözcüğünü değil, şehir sözcüğünü kullanmıştır. İçerisinde yedi öykünün yer aldığı bu<br />

kitap, otobiyografik özelliklerin ağırlıkta olduğu kitaplarının başında gelir. Yazarın<br />

çocukluk dönemlerinin anlatımının da yoğun olduğu bu öyküler, kent ile tanışmamış ya<br />

da henüz tanışmış bir insanın gözünden aktarılır. Kent ile henüz tanışan birey; kentin<br />

hareketli, yoğun, stresli yaşamına ayak uydurmak zorunda kalır. Yedi öykünün<br />

dördünün birinci kişinin, ikisinin üçüncü kişinin, birinin de hem birinci hem üçüncü<br />

kişinin gözüyle anlatılması, kenti henüz tanıyamamış olan bireyin -anlatıcı olarak<br />

çocuğun- öykülerdeki konumu hakkında ipuçları <strong>ve</strong>rir. Kent sözcüğünün, bütünsel bir<br />

kavram olarak düşünüldüğünde çağrıştırdıkları, şehir sözcüğünün çağrıştırdıklarından<br />

farklı olarak karşımıza çıkar. Taşradan kente yerleşmiş bireyin bütünsel anlamda kenti<br />

tanıması, kent ile paylaşımı az olacağından kent sözcüğünü kullanması da mümkün<br />

gözükmemektedir. Bu nedenle yazarın Cicipapa adlı kitabında şehir sözcüğünü<br />

kullanmasının nedeni anlaşılmaktadır.<br />

“Sorbonne Alanı” adlı öyküde Nazım Hikmet’in kenti kent yapanın anıtlar<br />

olduğunu anlattığı şiirine gönderme yapılır. Ben-anlatıcı bu örnekten yola çıkarak kent<br />

sayılabilecek olan diğer kentleri de sıralar. Böylelikle ben-anlatıcının gözünden kenti<br />

örnekleriyle kavramamız kolaylaşır.<br />

Kent, Gürsel’in eserlerinde gerçek yaşamın dışında, imgesel anlamlarla da<br />

karşımıza çıkmaktadır. Benzetmeler, zihinsel çağrışımlar yoluyla oluşturulan kent<br />

imgesi, yazarın yaşamında herhangi bir kenti tanımamışken oluşmaya başlamıştır. Okul<br />

4 İskender Pala, Şehir ile Kent Arasında, Zaman Gazetesi, 01.12.2005<br />

19


sıralarında zihninde oluşturduğu İstanbul imgesi üzerine yazdığı şiir, bir başlangıç kabul<br />

edilebilir. 5<br />

Resimli Dünya adlı romanda, kent için özel bir terim kullanıldığı da olmuştur.<br />

Anlatılan bir olayda sevgilinin kenti olarak yer alan Roma için “ebedi kent” (Gürsel,<br />

2004, 40) kavramı kullanılır. Bu kavram, yalnızca sevgilinin doğduğu yeri anlatmakla<br />

kalmamış, kahramanın sevgisiyle içinde büyüteceği, sonsuza dek yaşayacak olan kent<br />

anlamını da içermektedir. Kadın- kent özdeşleşmesi bir imge yoluyla<br />

belirginleştirilmiştir.<br />

“Akarsu” öyküsünde, Nilgün’ün yaşadıkları dolayısıyla parçalara ayrılan<br />

gövdesi,imgesel anlatımla başka kentlere bölünmüş olarak nitelenmektedir. Kent ile<br />

gövde arasındaki bu imgesel bağ, onun ruhunun da kentlere bölündüğünün <strong>ve</strong><br />

aidiyetsizliğinin göstergesidir.<br />

“Mahmurçiçeği” adlı öyküde “kente ölüm yağdırmak”, “sis dağıldıkça kent ele<br />

<strong>ve</strong>riyor kendini”, “akşam erken iniyordu kente” gibi kenti imgesel olarak bütünleyen<br />

anlatımlar, kentin coğrafi anlamıyla beraber göstergesel bir simge olarak kullanıldığını<br />

da anlatmaktadır.<br />

Kentin niceliksel ifadelerle imgesel anlatım sağladığı da görülmektedir. “Kuzey<br />

Yıldızı” adlı öyküde kent, içinde yaşayan insanların sayısı bakımından ele alınmış,<br />

insanların gerçekte kentte var olmadıkları, birer hayalet gibi görülerek kenti<br />

doldurdukları anlatılmıştır.<br />

Hayali ögelerle beslenen masalların da Gürsel’in üslubunda etkisi vardır.<br />

Olağanüstülükler üzerine kurulan masallarda belirsiz olan mekân algısı, onun<br />

eserlerinde kadın karakter üzerinden baskın bir biçimde yaratılmaya çalışılır. “İlk<br />

Kadın”da anlatılan Nilüfer masalında, kızın saçlarının kentin anahtarını sunması imgesi,<br />

kentin çok farklı bir işlevde kullanıldığını da göstermektedir. Kızın bulunduğu,<br />

hapsedildiği yer olarak geçen kule, aynı zamanda fethedilecek bir kent olarak<br />

sunulmuştur. Bu kentin anahtarını da kızın saçları sunmaktadır. Gürsel’in güzel bir<br />

nedene bağlayarak anlatma çabası onun diğer kitaplarında da karşımıza çıkan üslup<br />

özelliklerindendir.<br />

Gürsel’in eserlerinde büyük yer tutan cinsellik, kentin bir imge olarak<br />

kullanıldığı yerlerde sıkça karşımıza çıkmaktadır. Resimli Dünya’da kent <strong>ve</strong> cinsellik<br />

5 Sağ Salim Kavuşsak adlı otobiyografisinde “Mehtapta Boğaz” başlıklı İstanbul konulu şiiri orijinal<br />

biçimiyle beraber yer almaktadır.<br />

20


irbiriyle oldukça ilişkili bir biçimde <strong>ve</strong>rilmiştir. Hatta cinselliğin anlatımında kentin<br />

bütününün de bir araç olarak kullanıldığı görülür.<br />

“Toprağın uğultusunu duyardı içine girdiği genç kadının üzerinde devinirken.<br />

Devindikçe eski kentin kat kat derinliklerine iniyormuş gibi bir duyguya kapılır,<br />

ölümsüzlüğe Roma’nın gizini çözerek ulaşacağını sanırdı.” (Gürsel, 2004, 41)<br />

Nedim Gürsel’in öykü <strong>ve</strong> romanlarına adını <strong>ve</strong>ren kentler <strong>ve</strong> kent ögeleri, kitap<br />

adlarında önemli bir ağırlık oluşturmaktadır. Gürsel’in, “Atina’da Bir Ev” ile başlayan<br />

“Dönüş” ile sona eren bir gezi yazısı niteliğindeki on öykünün yanı sıra iki bağımsız<br />

öykü <strong>ve</strong> bir senaryodan oluşan Sevgilim İstanbul adlı kitabında, ben-anlatıcının her<br />

kısa öyküde farklı bir kentte bulunduğunu görürüz. “Atina’da Bir Ev”- Atina, “Puşkin<br />

Alanı”- Moskova, “Raskolnikov’un Odası”- Saint Petersburg, “Mont-Souris Parkı”-<br />

Paris, “Kazba”- Kazba, “Ölü Canlar Alanı”- Marakeş, “Köprü”- New York, Dönüş-<br />

İstanbul olmak üzere kentler temel alınarak yazılmıştır. Kentlerin görünümleri, diğer<br />

öykülerinde de karşımıza çıkar. “Akdenizli Bir Yüz”- Barselona, “Son Tramvay” <strong>ve</strong><br />

“Kuzey Yıldızı”- Amsterdam, “Sorrento’ya Geri Dön”- Napoli, “O Kış Saraybosna’da”-<br />

Saraybosna, “Akdeniz’de Bir Balkon” <strong>ve</strong> “Sabah Yıldızı”- Struga, “Duvar”- Berlin<br />

kentleri üzerine odaklanmıştır.<br />

Gürsel’in, yedi öykü kitabında toplam altmış iki öykü yer almaktadır. 6 Bu<br />

öykülerdeki ağırlıklı temalardan biri olan kent, başlı başına öykülerin sürükleyicisi<br />

olmuştur. “Sevgilim İstanbul”, “İstanbul Agapi Mu”, “Atina’da Bir Ev”, “Kabza”,<br />

“Sorrento’ya Geri Dön”, “O Kış Saraybosna’da” adlı altı öyküye adını <strong>ve</strong>ren kent<br />

isimleridir. Sevgilim İstanbul kitabının adı da bir kente dayanmaktadır. Gürsel, bu<br />

durumu şöyle açıklamıştır:<br />

“Öğleden Sonra Aşk dışında öykülerimde bir atmosfer oluşturmaya çalıştım.<br />

Şiirsel bir atmosfer. Ama bir öykü anlatmam, daha çok izlenimsel metinlerdir bunlar.<br />

Tabi ki kişiler olabilir ancak bunlar silik kişilerdir. Psikolojileriyle derinlemesine ortaya<br />

çıkmazlar. Buna karşın kentler daha ayrıntılı bir biçimde neredeyse bir öykü kahramanı<br />

olarak ön plana çıkarlar.” (Seval, 2005, 56)<br />

Demir Özlü de, Sevgilim İstanbul üzerine yazdığı bir yazıda Nietzsche’ye atıfla<br />

çağımız yazarının sokağa bırakıldığını, Gürsel’i de onlar arasında saydığını söyler.<br />

(Seval, 2005, 154)<br />

6 Sevgilim İstanbul adlı kitabında “İlk Öyküler”, Cicipapa Toplu Öyküler adlı kitabında “Kitaplara<br />

alınmayan öyküler” başlığı altında yer alan dokuz öyküsü daha bulunmaktadır.<br />

21


“Puşkin Alanı”, “Mont-Souris Parkı”, “Ölü Canlar Alanı”, “Köprü”, “Tünel”,<br />

“Yazılmamış Kitaplar Mezarlığı Zincirli Kuyu”, “Evler”, “Sorbonne Alanı”, “Son<br />

Tramvay”, “Havaalanı”, “Köprü Altı” <strong>ve</strong> “Duvar” adlı on iki öykü, içlerinde taşıdığı<br />

kent ögelerini, adlarına da yansıtmışlardır. Fatih’in Romanı alt başlıklı Boğazkesen<br />

adlı roman da kentin önemli bir ögesi olan Rumelihisarı’nı kastetmektedir. Gürsel,<br />

kitabının adıyla <strong>ve</strong> oluşumuyla ilgili şunları söylemektedir:<br />

“İlk romanım Boğazkesen’e bir alt başlık koymadan önce çok düşündüm. Fatih<br />

Sultan Mehmet’in Rumeli Hisarı’na <strong>ve</strong>rdiği bu ad, romanın içeriği yönünden yeterince<br />

anlam zenginliği taşıyordu. Hem Pontus’tan gelebilecek yardımı önlemek için Boğaz<br />

kesilmiş oluyor (askeri <strong>ve</strong> stratejik anlamda), hem de romanın sonunda bir cinayet<br />

işleniyordu. Üstelik 15. yüzyıl, şiddetin günlük yaşamda olağan bir kader gibi<br />

yaşandığı, Boğazkesenlerle kesilen boğazların birbirine karıştığı <strong>ve</strong> bu eylemlerin<br />

hesabının sorulmadığı bir dönemdi.” (Gürsel, 1997, 74)<br />

Romanın başka dillere çevirisinde de adının içerdiği anlamlar dolayısıyla<br />

karışıklıklar çıkmıştır. Romanın orijinal adı Boğazkesen’dir. Sözcüğün ilk anlamı,<br />

Sultan Mehmet’in Avrupa yakasında Boğaz’ı kesmek için yaptırdığı Rumeli Hisarı<br />

Kalesi’nin takma adı, ikinci anlamı ise Sultan Mehmet’in “boğaz kesen” sıfatını<br />

çağrıştıran anlamıdır. 7<br />

Başta “Sevgilim İstanbul” olmak üzere, çocukluğu hatırlayış, anne <strong>ve</strong> sevgili<br />

arayışı gibi konularla mekânlardaki zihinsel sıçramalar, onu bir kentten başka bir kente<br />

taşımıştır.<br />

Gürsel için vazgeçilmez kentlerden biri, belki de en önemlisi İstanbul’dur.<br />

İstanbul, önceleri Nedim Gürsel’in çocukluğunda hayali bir imge olarak var olmuştur.<br />

Gürsel, henüz Balıkesir’de iken “İstanbul’dan Ayrılış” adlı bir şiir yazmıştır. Onun<br />

İstanbul imgesi, öncelikle okuduklarından ileri gelmektedir.<br />

Gürsel’in “Yeni Ufuklar” dergisinde yayımlanan ilk öyküsü “Yolculuk”ta,<br />

kasabasından çıkıp büyük kente gelen bir insanın kentle karşılaştığındaki ilk gözlemleri<br />

aktarılır. Öyküde kentin adının geçmemesi <strong>ve</strong> kent ögeleri üzerinde sıkça<br />

durulmamasına rağmen o kentin İstanbul olduğu anlaşılır. Yazarın otobiyografik<br />

öykülerinden olan Yolculuk, kenti tanımayan bir insanın gözünden nesnel betimlemeler<br />

ile gerçekçi bir hal alır.<br />

7 Andreas Tunger-Zanetti, özellikle ikinci anlamın dilde karşılığının bulunmaması nedeniyle zorluk<br />

çıkardığını söylemiş; “boğazı kesen” ya da “cellat” olarak çevrilmesinin uygun olduğunu belirtmiştir.<br />

Jacques Louichi ise Boğazkesen adının bir alt başlığı olarak “Fatih’in Romanı” yazılmasının tartışmaya<br />

açık olduğunu söyler.<br />

22


Nedim Gürsel üzerine çalışmaları bulunan Sadek Aissat, onun İstanbul sevgisini<br />

<strong>ve</strong> arayışını şu şekilde ifade etmektedir:<br />

“Marco Polo’nun karşısına çıkan her kentte Venedik’i araması gibi, o da<br />

kentlerin her birinde İstanbul’la buluştu. Coğrafyada geziye çıktı, başka yerlerde<br />

gezindi, ama bellekte de <strong>ve</strong> tüm kentler ona aynı kenti dile getirdi, binlerce düğünden<br />

sonra hep bakire kalan kenti.” (Çeri, 2001, 175)<br />

İstanbul, tarihi isimleriyle de roman <strong>ve</strong> öykülerde karşımıza sıkça çıkmaktadır.<br />

“Sevgilim İstanbul” adlı öyküde Lygos, Neo Roma, Konstantinapolis, Dar-ı Saadet,<br />

Dar-ül Hilafe, Dar-ı Devlet-i Aliye-i Osmani gibi isimlerle karşımıza çıkan İstanbul,<br />

kentin tarihi üzerinde yazar tarafından ayrıntılı bir biçimde durulduğunun göstergesidir.<br />

Dikkat çekici olan ise İlk Kadın adlı uzun anlatısının beşinci bölümünde adı<br />

belirtilmeksizin “Sevgilim İstanbul” adlı öykünün bütününe yer <strong>ve</strong>rilmesi olmuştur.<br />

Gürsel, “İkaros’un Düşüşü” adlı öyküde İstanbul yerine özellikle Konstantin<br />

adını kullanmıştır. Bu öykü dışında İstanbul kentinin anıldığı her öyküde, İstanbul adı<br />

kullanılmaktadır.<br />

Nedim Gürsel, Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldığı Sevgilim İstanbul adlı<br />

öykü kitabında, sevgilisini Paris’te bırakıp dünyayı dolaşan bir yazarın özlemlerini,<br />

aşklarını <strong>ve</strong> anılarını anlatır. Ben-anlatıcı, Paris’ten yola çıkarak Moskova, Saint<br />

Petersburg, Atina, Cezayir, Marakeş, New York <strong>ve</strong> son olarak da İstanbul’u<br />

dolaşmaktadır. Gürsel, aynı kitaptaki “Sokak” adlı öyküde, sokakların konumundan<br />

yola çıkarak “İstanbul, Şangay, Ajaccio, Panama, Tomsk, Londra, Paris, Moskova,<br />

Berlin, Madrid, Santa Fe” kentlerinin adlarını sıralamak suretiyle bir sığınak arayışı<br />

içindedir. Bu arayış sonucunda hangi kentte olursa olsun aynı gök kubbe altında olduğu<br />

çıkarımını elde eder.<br />

Gürsel, uzun anlatı kitabı İlk Kadın’da <strong>ve</strong> iki romanı Boğazkesen ile Resimli<br />

Dünya’da İstanbul’u birer kahraman olarak anlatmıştır. İlk Kadın’da on altı yaşındaki<br />

bir yatılı okul öğrencisinin ilk cinsel deneyimini anlatırken İstanbul üzerine<br />

derinlemesine bir inceleme yapmıştır. Boğazkesen’de ise anlatıcı yazar, İstanbul’da<br />

başıboş dolaşarak dertlerini unutabilmektedir. Bu gezilerde İstanbul’un eski evlerini,<br />

Bizans sarnıçlarını, ahşap yapılarını, saraylarını, otellerini keşfetmiş; İstanbul’un tarihi<br />

üzerine hayaller de kurmuştur. Resimli Dünya’da İstanbul, Venedik ile birlikte romanın<br />

birer kahramanı konumuna getirilmiştir. Romandaki insan karakterler, kentlerle beraber<br />

ele alınmış; birbirleriyle sıkı ilişkiler içinde romanın akıcılığını sağlamışlardır.<br />

23


Gürsel, yalnızca gezmekte olduğu kentleri anlatmakla kalmamış, orada iken<br />

çağrışımlarla, başka kentlere de zihinsel yolculuklara çıkmıştır.<br />

Sevgilim İstanbul adlı kitapta sürekli bir gezi içinde olan ben-anlatıcı, hep başka<br />

kentleri hayal etmekte ya da hatırlamaktadır. “Puşkin Alanı” adlı öyküde Moskova’da<br />

Nazım Hikmet’in izini süren anlatıcı, çayını yudumlarken İstanbul’u, sevgilisi ile<br />

beraber İstanbul’da geçirdiği günleri anımsar. O günlerin İstanbul’u ile şimdi bulunduğu<br />

Moskova’yı karşılaştırır.<br />

“Ödül” adlı öyküde kahraman, yaşadığı kent Paris’te iken deniz, surlar <strong>ve</strong> taş<br />

yapıların çağrışımlarıyla çocukluk günlerine dönmekte <strong>ve</strong> İstanbul’u hatırlamaktadır.<br />

“Sabaha karşı Paris’in çatılarına güneş doğarken çocukluğunun seslerini duydu<br />

hep. Sucunun su gibi saydam, eskicinin eski sesini. Boğazdan geçen gemilerin boğuk<br />

düdükleriydi uykularını bölen, Glaciere metrosunun tekdüze gürültüsü değil.” (Gürsel,<br />

2003, 289)<br />

“Ölü Canlar” Alanı adlı öyküde Marakeş’te iken Paris’te evinde asılı olan<br />

fotoğrafı hatırlayan ben-anlatıcı, sevgilisi ile başka bir kentte geçirdiği zamanı anımsar.<br />

“İstanbul’dan ayrı kalmanın yarattığı burukluk <strong>ve</strong> hüzün yok mu, bunu her<br />

fırsatta ele alır N. Gürsel <strong>ve</strong> öykülerinde de dile getirir bu yakıcı özlemi… Puşkin Alanı<br />

başlıklı öyküsünde Kızıl Meydan’da Tanya’yı beklerken girdiği bir kah<strong>ve</strong>de karşısına<br />

İstanbul çıkı<strong>ve</strong>rir birden… Dönüş adlı öyküsünde N. Gürsel, can havliyle ulaşmak<br />

istediği İstanbul’a, annesine duyduğu coşkuyu <strong>ve</strong> özlemi ele alıyor… İstanbul’da<br />

Paris’i, Paris’te ise İstanbul’u özlüyor <strong>ve</strong> iki kentte de aynı zamanda yaşıyor.” (Emre,<br />

2006, 106)<br />

Resimli Dünya’da, romanın üzerine kurulduğu iki kent karşılaştırılır. İki kentin<br />

hem benzer yönleri hem de farklılıkları gösterilir. Tarihi <strong>ve</strong> coğrafyasıyla birbirine bağlı<br />

olarak <strong>ve</strong>rilen bu kentler, Gürsel’in kurmaca dünyasının ana kahramanlarıdır. Fatih<br />

Sultan Mehmet odaklı tarihsel yaklaşım, iki kentin ressamlar aracılığıyla birbirine<br />

bağlanmasını sağlar. Kentlerin coğrafi konumları <strong>ve</strong> ortaklığı ise su ile çevrili<br />

olmalarından ileri gelmektedir. Venedik, Kamil Uzman’ın o anını, İstanbul ise Gentile<br />

Bellini’nin yaşadığı zamanı yansıtmaktadır. “Kurulduğundan bu yana suyla haşır neşir<br />

olan” İstanbul ile “kanallarla örülü” Venedik, birbirinden ayrılmaz iki kent olarak<br />

anlatılır.<br />

“Yüzyıllardır birbirine deniz yoluyla bağlıydı iki kent. Yelkenli gemiler,<br />

kalyonlar ile kadırgalar, yandan çarıklı vapurlar <strong>ve</strong> her biri kocaman bir mahalle<br />

büyüklüğünde transatlantikler yıllar boyunca Adriyatik’in bu kıyısından Adalar<br />

24


Denizi’ne oradan da Marmara’ya gidip gelniş, kurulduğundan bu yana suyla haşır neşir<br />

olmuş bir kenti kanallarla örülü bir başka kente bağlamışlardı.” (Gürsel, 2004, 56)<br />

Bu iki kentin birbirini çağrıştırdığı bölümler de yazar tarafından üzerinde<br />

durulan konuları göstermektedir.<br />

“Giudecca Adası’nın evleri suyun düzeyindeydi. Az sonra güneşle birlikte<br />

denize gömülecekmiş gibi duruyorlardı. Boğaz’ı en fazla anımsatan yeri burasıydı<br />

Venedik’in.” (Gürsel, 2004, 79)<br />

Halil Gökhan’ın görüşü de bunu destekler niteliktedir:<br />

“Venedik’teyken İstanbul’a belleğin şaşırtıcı bir hamlesiyle ‘kayabiliyor’…<br />

Resimli Dünya henüz girişinde bir imge olarak Kamil Uzman’a eşlik eden Venedik’e<br />

sürüklüyor <strong>ve</strong> sahici bir şehir roman kavramı bağlantısıyla alt üst ediyor okuru…<br />

İstanbul ise çocukluk, ilk gençlik <strong>ve</strong> yetişkinlik dönemlerinin, okul <strong>ve</strong> ‘bekarlık’<br />

manzaralarının yanı sıra doğa manzaralarıyla var.” (Gökhan, 2000, 5)<br />

açıklar:<br />

Nedim Gürsel, bir yazısında Venedik <strong>ve</strong> İstanbul’u yazma nedenini şöyle<br />

“Aslında Venedik’i anlatmak kolay değil. Dünyada bir benzeri daha olmadığı<br />

için değil, her köşesinde bir başka tarihi barındırdığı için de değil; Musset <strong>ve</strong> George<br />

Sand’dan Thomas Mann’a, Hemingway’den Byron’a, Henry James’ten Brodski’ye,<br />

Calvino’dan Carpentier’ye, Puşkin’den Proust’a dünya <strong>edebiyatı</strong>nın belli başlı<br />

yazarlarının bu kenti yazmış olmalarından… Ben İstanbullu bir sanat tarihi<br />

profesörünün gözüyle bakmaya çalıştım bu eşsiz kente. Kamil Uzman Bebek’te<br />

oturduğu <strong>ve</strong> karşı kıyıdaki bir balıkçı meyhanesinde demlendiği için Kandilli’nin ‘kendi<br />

hüsnüne hayran’ yalılarına aşina. Dolayısıyla büyük kanalın saraylarını da seviyor. Ve<br />

bir tiyatro dekoruna bakar gibi seyrediyor onları.” (Alemdar, 2000, 5)<br />

“Venedik <strong>ve</strong> İstanbul betimlemeleri bu iki efsanevi kentin eşsiz güzelliklerini<br />

şiirsel bir tatla okuyucuya <strong>ve</strong>ren bölümler. İstanbul betimlemelerinde sadece doğal<br />

güzellikler ya da mimari <strong>ve</strong>rilmemiş. Aynı zamanda 15. yüzyıl İstanbul yaşamından da<br />

bir kesit sunulmuş. …Gentile kente baktıkça eski Bizans’ın yerine kurulmakta olan<br />

Müslüman mahalleleri, Haliç boyunca sıralanan depoları, kalabalık çarşılarla<br />

kervansarayların iç avlularını yukarıdan gördükçe Osmanlı başkentinin yeni bir uygarlık<br />

yaratmakta olduğunu anlıyor… Kamil Uzman da Venedik’i resimlerden<br />

kartpostallardan tanımıştır. Zaman zaman bu resimleri hatırlar <strong>ve</strong> kendi gördüğü<br />

Venedik’le karşılaştırmalar yapar.” (Çeri, 2000, 6)<br />

25


Resimli Dünya’da Gentile Bellini, İstanbul’a henüz gitmeden İstanbul hakkında<br />

yorumlar almakta, bir fikir edinmeye çalışmaktadır. Bu durum, onda bir ön yargının<br />

oluşmasına neden olur.<br />

“…ama İstanbul başkaymış, ne Venedik’e benziyormuş ne de öbür kentlere.<br />

İstanbul altın kubbeli, sırça köşklü, mavi denizli bir masal kentiymiş. Camiye<br />

dönüştürülmüş olsalar da en görkemli kiliseler, en kalabalık çarşılar, en güzel bahçeler<br />

oradaymış. En güzel kadınlar da.” (Gürsel, 2004, 79)<br />

Gürsel, Uzun Sürmüş Bir Yaz adlı öykü kitabındaki “Akarsu” adlı öyküsünde,<br />

ben-anlatıcının o an yaşadığı Poitiers ile geçmişte yaşadığı İstanbul arasında imgesel bir<br />

bağ kurarak zihinsel çelişkisini <strong>ve</strong> geçmişini sorgulamasını sağlar.<br />

“Poitiers’de yalnız yaşadığım çatı katındaki odam ile İstanbul arasında imgesel<br />

bir bağ kurulmuştu. Bu bağın gerçekte var olmadığını, geçmişi yargılamak, bir kuşağın<br />

eylemindeki trajiği kavrayabilmek için sözcüklerin yanılsamasına başvurduğumu bugün<br />

biliyorum”. (Gürsel, 2003, 104)<br />

Ben-anlatıcı, “Köprü” adlı öyküde Sevgilim İstanbul kitabı boyunca süren<br />

yolculuk sonrasında geride bıraktığı kentlerin izini sürmektedir. “Ama şimdi, Üsküdar’a<br />

giderken geride bıraktığım kentlerin anısı sürüyor.” (Gürsel, 1997, 98)<br />

Öykünün sonunda kavuştuğu İstanbul, arayışındaki son noktayı <strong>ve</strong> bir aidiyet<br />

duygusunu oluşturmaktadır.<br />

1.2. Modernleşen Kent<br />

Nedim Gürsel, öykü <strong>ve</strong> romanlarında bir kent <strong>ve</strong> kentli insan arayışına<br />

girmektedir. Bu arayışında ana <strong>dili</strong>nden, ana yurdundan uzakta olması önemli bir<br />

etkendir. Uzaklık duygusu yalnızlık <strong>ve</strong> yabancılaşmayı da beraberinde getirir.<br />

Sevgilim İstanbul adlı öykü kitabında ben-anlatıcı, sevgilisinin hayaliyle çıktığı<br />

gezide son durak olarak doğduğu kent İstanbul’a gelir. Dünyanın birçok kentini gezen<br />

ben-anlatıcı, kendisini ait hissettiği, huzur bulduğu kent olan İstanbul’da görür.<br />

“Sevgilim İstanbul” adlı öyküde, Paris’te yaşayan anlatıcı, tarihte İstanbul için<br />

kullanılan isimleri sıraladıktan sonra İstanbul’a duyduğu özlemi dile getirir.<br />

“Kaç yıl oldu?.. Kaç yıl oldu denizine bakmayalı, insanlarını görmeyeli,<br />

sokaklarında, caddelerinde yürümeyeli, alanlarından geçmeyeli! Şimdi Paris’te Figuier<br />

Sokağında, senden uzak, seninleyim.” (Gürsel, 1997, 13)<br />

“Sivrisinek” adlı öyküde bir çöl gezisine katılan kahraman, fiziksel şartların da<br />

etkisiyle serap kentler görmeye başlamıştır. “Atlas” adlı öyküde de çölde dolaşan<br />

26


kahramanın kent arayışını görürüz. Bu iki öyküdeki kent, Gürsel’in olağan kentlerinden<br />

farklıdır. Anlatıcının modern yaşamın gereği olarak gördüğü kentler değil, yaşamanın<br />

dahi zor olduğu kentlerdir. Bu nedenle kent arayışı, olağan bir kente duyulan özlemi<br />

yansıtmaktadır.<br />

Kent, kimi eserlerde çeşitli ögeleriyle kahramanın gü<strong>ve</strong>nde olmasını sağlayan bir<br />

konumdadır. “Akarsu” adlı öyküde kent, baskılardan kaçan insanların sığınmak<br />

isteyeceği yeraltındaki bir köstebek yuvası olarak anılmaktadır. Simgesel bir anlatımla<br />

korunak görevi üstlenen kent, kahramanların arayışını baskı ortamından kaçışa<br />

bağlamaktadır.<br />

Boğazkesen’de ise farklı bir durumla karşılaşırız. Toplumsal kimliği yerine<br />

bireysel kimliği sonucu, öncelikle bir kaçış daha sonra arayış içine giren insan karşımıza<br />

çıkmaktadır. Sultan Mehmet’in iç oğlan olarak yanına aldığı <strong>ve</strong> sonradan adını Selim<br />

olarak değiştiren Nicolo, İstanbul’un işgali sırasında kısa süreli bir boşluk duygusuna<br />

kapılır. Bir arayış içine giren Nicolo, kendisini bekleyen annesini <strong>ve</strong> Venedik’i<br />

özlemektedir. Yaşadıklarından dolayı yorulan <strong>ve</strong> geçmişine özlem duyan Nicolo’nun bu<br />

huzur <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>n arayışı, kadın <strong>ve</strong> kent üzerine odaklanmıştır.<br />

Nedim Gürsel, kurmaca eserlerinde anlatıcı olarak ya da kahramanlarının<br />

ağzından kente duyduğu hayranlığı, kimi zaman hayranlığı aşarak aşka dönüşen<br />

duyguyu <strong>ve</strong> kentin kutsallığı üzerine hissettiklerini dile getirir.<br />

“İlk Kadın”da, o an uzakta olduğu kendisinden başka herkesin ulaşabildiği kente<br />

büyük bir özlem duyan anlatıcı, bu uzaklığın mecazi anlamda kendisini öldürdüğünden<br />

bahsederek yeniden doğduğunu dile getirir. Mecazi olarak da olsa anlatıcıyı ölüme<br />

sürükleyen kent özlemi, aynı zamanda yeni yaşamın başlangıcını oluşturmaktadır. Kent<br />

hem öldüren hem de yeni bir yaşamı başlatan konumuyla, yazarın karşıtlıklar üzerine<br />

kurduğu özgün bir imge olarak düşünülür.<br />

Kente duyulan hayranlığın boyut değiştirerek karşımıza aşk biçiminde çıktığına<br />

da rastlarız. Boğazkesen’de Bizans imparatoru Konstantinos, kente olan aşkı nedeniyle<br />

hiç evlenmemiştir. Kente, tutkuya varan bu bağlılık, yaşamın sonunu getirecek kadar<br />

ileri gidebilmektedir. Tek aşkını elinden almaya çalışan Sultan Mehmet’e de ölene<br />

kadar direnmiştir.<br />

“Konstantinos’un tek aşkı adını taşıdığı kentti belki. Bu nedenle hiç evlenmemiş,<br />

Mehmed’in tahta çıkar çıkmaz göz koyduğu tek göz ağrısını sonuna dek korumaya<br />

karar <strong>ve</strong>rmişti.” (Gürsel, 2003, 170)<br />

27


Romanın Nicolo’nun ağzından anlatılan bölümü, her iki hükümdarın da kent ile<br />

ilgili duygularını taraflı da olsa aktarması açısından önemlidir. Bu durumda Nicolo’nun<br />

sultanın iç oğlanı <strong>ve</strong> Hristiyan bir Venedikli olduğu unutulmamalıdır.<br />

“Oysa o bin yıllık bir devletin başıydı, bense Mehmed’in kölesi tüysüz bir<br />

devşirme. Yine de Konstantinos’a acımaktan kendimi alamadım.” (Gürsel, 2003, 170)<br />

İstanbul, Bizanslılar için bin yıllık bir başkenttir, hükümdarın adını<br />

taşımaktadır; Sultan Mehmet içinse tahta çıktığı günden, hatta daha öncesinden<br />

fethedilmek üzere göz koyduğu bir kenttir. Sultan Mehmet, ölüm döşeğinde dahi farklı<br />

kentler fethetme arzusundadır. Ondaki fethetme arzusunu, Konstantinos’la<br />

kıyasladığımızda aşk ile açıklamak pek mümkün değildir. Konstantinos’un aşkı kendi<br />

ölümüne kadar sürmüştür; ancak Sultan Mehmet’in sevgisi kentin fethedilmesiyle<br />

beraber unutulmuştur. Babasından üstün olduğunu kanıtlamak, Kur’an-ı Kerim’in de<br />

öngördüğü büyüklüğü yaşamak düşüncesi, Türklerin dünya hâkimiyeti görüşü ile de<br />

desteklenerek Sultan Mehmet’te ete kemiğe bürünmüştür.<br />

Didem Ardalı Büyükarman, Sultan Mehmet’in İstanbul tutkusunu, Freud’un<br />

Oidipus kompleksiyle açıklamıştır.<br />

“Psikanaliz kuramına göre çocukluk gelişiminde kızların babalarına, erkek<br />

çocukların annelerine cinsel ağırlıklı aşırı ilgi <strong>ve</strong> sahiplenme isteği duyması <strong>ve</strong> bu<br />

nedenle de kızların anneyi erkeklerin babayı rakip olarak görmesi… Erişkinleri bilinçli<br />

zihinsel etkinliklerini belirleyen ahlaksal etken olarak üstbenlik, Oidipus kompleksini<br />

yaşayıp sona erdirme süreci içinde ortaya çıkar.” (Büyükarman, 2001, 152)<br />

Kent <strong>ve</strong> kadını birleşik bir imge olarak sunan Büyükarman, bu tutkuya erişmede<br />

engel olarak öncelikle Sultan Mehmet’in babasını sonra da onun yerini alan Çandarlı’yı<br />

görmüştür.<br />

Roman içindeki romanın yazarı olan Fatih Haznedar ile roman içindeki romanın<br />

kahramanı Sultan Fatih’ten biri gerçek yaşamda diğeri kurmacada olmak üzere “kente<br />

sahip olmak isteyen” (Robin, 1996) iki kahramandır. Gürsel, iki düzlemde ele aldığı<br />

romanı kurmaca olarak bize sunar. Bu durumda her iki Fatih de kurmaca dünyanın<br />

kahramanlarıdır.<br />

Bertrand Leclair, Boğazkesen romanını “bir kent için yazılmış bir aşk şarkısı”<br />

(Leclair, 1996), Naim Kattan ise“bir kentin destanı” (Kattan, 1996) olarak<br />

yorumlamaktadır.<br />

28


İstanbul; Boğazkesen’de, Hz. Muhammed’in üzerinde önemle durduğu bir kent<br />

olarak <strong>ve</strong>rilmiş, hadislerinden örnekler aktarılmıştır. “Hiç duydunuz mu, bir kent ki bir<br />

yanı kara iki yanı deniz ola!” (Gürsel, 2003, 73)<br />

Boğazkesen’de Kuran-ı Kerim’in Sebe Suresi’nin on beşinci ayeti ile Fecir<br />

Suresi’nin sekizinci ayeti de İstanbul’a kutsal bir değer kazandırmaktadır. “Rabbinizin<br />

<strong>ve</strong>rdiği rızktan yiyin <strong>ve</strong> O’na şükredin. İşte hoş bir kent <strong>ve</strong> bağışlayan bir Rab!”<br />

(Gürsel, 2003, 73)<br />

Sultan Mehmet, dünyanın merkezi olarak görülen Kudüs’ten sonra<br />

Konstantiniyye’yi de ele geçirerek dünyanın ortasına taht kurar <strong>ve</strong> dünya imparatoru<br />

sıfatını ele geçirdiğini düşünür. Romanın bu bölümünde kente duyulan hayranlıktan<br />

daha çok kentin dini duygulara seslenip fethetmeyi bir görev sayması ağır basmaktadır.<br />

Resimli Dünya’da Uzman, hayran olduğu kentteki uyumun kendi yaşamında da<br />

gerçekleşmesini dilemektedir. Onun ressamlığının önemli bir kaynağı da budur.<br />

Resmetmeyi en çok sevdiği “dağlık bir yörede hiç beklenmedik bir anda karşına çıkan<br />

eski kentler, surlar, kale <strong>ve</strong> mazgallar”dır. Bir saray ressamı olan Gentile Bellini,<br />

Venedik’e döndüğünde kentin günlük yaşamını, sokaklarını, evlerini, kanallarını <strong>ve</strong><br />

köprülerini de resmetmeye karar <strong>ve</strong>rir. Resimli Dünya’da kente duyulan hayranlık,<br />

diğer kentlerle kıyaslanarak da yer almaktadır.<br />

“Her gün yeni bir denizde yol almak, bir başka limana demirlemek, hep değişik,<br />

çekici, kendini ele <strong>ve</strong>rmeyen kadınlarla beraber olmak. Oysa o, ellisini beklemedi demir<br />

almak için, kentlerin en tehlikelisine, en gizemlisine, belki de en iş<strong>ve</strong>lisine ulaşabilmek<br />

için.” (Gürsel, 2004, 179)<br />

Gürsel’in öykü <strong>ve</strong> romanlarında anlatıcının ya da kahramanların kente geliş<br />

nedenleri farklılıklar gösterir. Gürsel, bir anlatı kahramanını ya da anlatıcı- yazar olarak<br />

kendisini de karşımıza çıkarabilmektedir. “Puşkin Alanı” adlı öyküde ben-anlatıcının<br />

kente geliş nedeni, Nazım Hikmet’in izini sürmektir. “Kuzey Yıldızı” adlı öyküde ise<br />

kahraman Van Gogh Müzesi’ni ziyaret etmek hatta tek bir tabloyu görmek için kente<br />

gitmiştir. “Ödül” adlı öyküde de kendisine <strong>ve</strong>rilecek olan ödülü almak üzere kente<br />

yolculuğa çıkmıştır. Bu üç öyküde Gürsel’in kurmaca dünyasında sanat ile kenti<br />

buluşturduğunu, bunu da kendisine araç olarak kullandığını görmekteyiz.<br />

Boğazkesen romanında kente geliş nedeni boyut değiştirir. Sultan Mehmet,<br />

roman içindeki romanın kahramanı olarak büyük bir keşfetme arzusu ile kente girmeye<br />

çalışmıştır. Resimli Dünya’da Kamil Uzman’ın Venedik’e gitme nedeni, Fatih Sultan<br />

Mehmet’in resmini yapan Gentile Bellini hakkında bilgi toplamaktır. Resimli<br />

29


Dünya’da Venedik, romanın bir kahramanı olmakla beraber, evli çiftlerin<br />

mutluluklarını anımsamak için gittikleri bir kent olarak da <strong>ve</strong>rilir.<br />

İstanbul’u henüz görmeden onunla ilgili şiir yazan <strong>ve</strong> kenti imgeleminde kuran<br />

Gürsel, eserlerinde kentin hem topografik hem de imgesel oluşumu hakkında bilgi <strong>ve</strong>rir.<br />

“İstanbul Agapi Mu” adlı öyküde kahraman, atalarının yaşadığı kenti imgeleminde<br />

yaşatmış, kent hakkında duydukları <strong>ve</strong> okuduklarıyla bir mit oluşturmuştur.<br />

Resimli Dünya’da Kamil Uzman, Venedik’e gelmeden önce onu hayalinde<br />

yaratmıştır. Canaletto adlı ressamın resimleriyle Venedik’i saraylarından, köprülerine,<br />

kanallarından gondollarına kadar en küçük ayrıntısına kadar tanımıştır. İstanbul’u<br />

resmettiği kendi tablolarında da bunlardan yararlanmış, ancak kentin bu keşmekeş<br />

yapısını değil de Çamlıca’yı, Boğaz’ı Anadolu Hisarı’nı kır görüntüleriyle<br />

betimlemiştir.<br />

İlk Kadın adlı anlatıda ise ‘su’ bir kentin temelini oluşturan öge olarak <strong>ve</strong>rilir.<br />

Anlatıcı gençken dolaştığı sokaklarda karşısına çıkan sarnıçlardan etkilenir. Kentin<br />

temelinin suya dayandığını sonraları fark edecektir. Gürsel’in eserlerine yansıyan su<br />

imgesi, akışkanlığından çok temel yapı olmasından dolayı dayanıklılığı temsil eder.<br />

“Ölü Canlar Alanı” adlı öyküde anlatıcı- yazar, kentin coğrafi olarak<br />

konumlandığı yeri tarif etmektedir. Kent, insanların ticareti canlandırmak amacıyla<br />

kurduğu <strong>ve</strong> geliştirdiği bir merkez olarak anlatılmaktadır. “Sorrento’ya Geri Dön”<br />

öyküsünde ise, kentin iki volkan arasında kendisini korumak için doğal bir oluşum<br />

süreci geçirdiği gözükmektedir.<br />

Boğazkesen’de anlatıcı yazar tarafından, İstanbul üzerine birçok efsane anlatılır.<br />

Kentin kuruluşu ile ilgili bu efsaneler mitolojik özellikler taşımaktadır. Kuruluş<br />

efsanesi olarak Süleyman Peygamberin, Şemsiye için İstanbul’u kurması örnek <strong>ve</strong>rilir.<br />

İstanbul’un temelindeki kanın Şemsiye’nin kanı olduğu <strong>ve</strong> bunun da iklimin<br />

yumuşamasını sağladığı aktarılır. Bir başka efsanede İstanbul kentinin asıl kurucusu<br />

olarak Yanko gösterilir. Yanko, Süleyman’dan sonra gelen en güçlü, en bilgili <strong>ve</strong> en<br />

akıllı hükümdardır. Yanko, gördüğü rüya üzerine Karadeniz ile Akdeniz’in birleştiği<br />

yerde dev taşlarla bir kent oluşturur. Yanco’nun yaptıklarının kendi isteğinin dışında<br />

gerçekleştiğini düşünen Tanrı, kenti yedi kez yıkar. İstanbul ise her yıkılışında Anka<br />

gibi yeniden küllerinden doğar. Hem ölümü hem yaşamı içinde barındıran kent imgesi<br />

burada da karşımıza çıkmaktadır. Bir diğer efsaneye göre ise, adı Makdon olarak geçen<br />

İstanbul, İskender’in Kraliçe Kaydafa’yı yenmesi ile kurulur. Kentin bu kuruluş<br />

efsanelerinden başka, yok oluşu hakkında da bilgiler vardır. Eski belgeler, söylenceler<br />

30


<strong>ve</strong> kıyamet gününü anlatan kutsal kitaplarda yer alan bu bilgiler hakkında örnekler<br />

<strong>ve</strong>rilmez, kısa cümleler ile geçiş yapılır.<br />

“Kaldı ki sudan doğan kentin ateştir sonu. Bilinen bir gerçektir, ama yine de<br />

anımsatalım: Su insanı boğar ateş yakar. Ve her geçen günün bir dert olduğunu insan<br />

ancak İstanbul’da yaşarken anlar.” (Gürsel, 2003, 80)<br />

Didem Ardalı Büyükarman, İstanbul efsanelerini, İskendername, Mesnevi,<br />

Tevarih-i Ali Osman, Dürr-ü Meknun’dan yapılan alıntıları kaybolan ortak bilinçdışının<br />

aranması olarak yorumlar. (Büyükarman, 2001, 154)<br />

Resimli Dünya’da da kent ile ilgili bir efsaneye yer <strong>ve</strong>rilmiştir. Gentile Bellini,<br />

Fatih’in resmini yapmak için geldiği İstanbul’da At Meydanı’ndaki burmalı direk<br />

hakkında dilenciden bir efsane dinlemiştir. Efsaneye göre yılanlar, Fatih’in öldürdüğü<br />

yılandan öç almak için kenti istila etmiştir. Anlatılan bu efsanenin romandaki kentin<br />

oluşumu ile değil, fetih sonrası ile ilişkisi vardır.<br />

Kentler, oluşumundan bu yana değişen toplumsal <strong>ve</strong> ekonomik yapının gereği<br />

olarak kendisini yeniliklere açık tutmuştur. Ortaçağdaki kalekentlerin yerini açık pazar<br />

niteliğindeki kentlere bırakması, bu değişimin başlangıç noktasını oluşturur. Ekonomik<br />

yapıdaki gelişme zamanla toplumsal gelişimi de beraberinde getirir. Kültürel<br />

ilerlemenin de temelini oluşturan değişimler, sanat ürünlerinde kendisini göstermeye<br />

başlar. Çıkış noktasını kentin oluşturduğu değişimi Nedim Gürsel, öykü <strong>ve</strong><br />

romanlarında ele almıştır.<br />

“Mahmurçiçeği” adlı öyküde ben-anlatıcı, kentin zamanla değişen yüzüyle<br />

karşılaşır. Önceki gelişine göre modernleşen kentte eskiyi arayışı anlamsızlaşır. Eski<br />

lokantasının yerini yalılarla denizin arasını almış otoyol doldurmaktadır. Sevgilisiyle<br />

geçirmiş olduğu hoş vakitleri hatırlatan yerler yok olmuştur. Zamanla doğru orantılı<br />

olarak ilerleyen modernleşmenin, geçmişi yok edişi görülmektedir.<br />

“Raskolnikov’un Odası” adlı öyküde ben-anlatıcı, toplumsal değişimi Suç <strong>ve</strong><br />

Ceza’nın kahramanı Raskolnikov ile özdeşleştirerek anlatmaktadır. Kitabın yazıldığı<br />

günden bugüne kadar geçen zamanı, yaşanan olaylarla beraber aktaran anlatıcı, kentin<br />

gelişimini de Raskolnikov üzerinden aktarmaktadır. Modern bir yapıya bürünen kentin<br />

adı Saint Petersburg iken Leningrad’a dönüşmüş; bu değişim toplumsal yapıyı<br />

bütünüyle etkileyen bir devrim sonucu gerçekleşmiştir.<br />

İlk Kadın adlı anlatıda yüzyılların getirdiği birikim sonucu ortaya çıkan<br />

bozulma üzerinde durulur. Anlatıcı-yazar, İstanbul’un 1453’te değil, bugün<br />

düştüğünden bahseder. Onu bu görüşe yönelten etkenler olarak da betonlaşmanın, sayısı<br />

31


giderek artan gökdelenlerin <strong>ve</strong> otellerin yapılması, kentin önemli ögelerinden saydığı<br />

etnik mahallelerin yok olması, dinlerin temsil edilme durumunun ortadan kalkması<br />

işaret edilmektedir.<br />

Benzer bir durum Boğazkesen adlı romanda da karşımıza çıkmaktadır. Anlatıcı-<br />

yazar şimdinin İstanbul’unun, gelişen yapılaşma sonucu deniziyle birlikte bozulmaya<br />

başladığını anlatmaktadır.<br />

Modernleşen kentlerdeki bozulma ilgili olarak J. J. Rouseau, “Kentler, bireysel<br />

çürümenin <strong>ve</strong> toplumsal yozlaşmanın başladığı yerlerdir” 8 der.<br />

Kentin değişen <strong>ve</strong> gelişen yapısıyla beraber insanların yaşamında da sorunlar<br />

ortaya çıkar. “Sorrento’ya Geri Dön” adlı öyküde kahraman, varoşları dolaşırken kentin<br />

kıyı boyunca genişleyen bir yanını fark eder. Kentin küçük kasabasının fiziksel olarak<br />

oluşumu anlatıldıktan sonra gürültüsüyle, görüntüsüyle bir çevre kirliliği betimlemesi<br />

yapılır. Mekânın anlatımı ile başlayan bu betimleme, varoş yaşama tarzının bir<br />

görüntüsü olarak sunulur. Mekândan insana yansıtılan seviyesizlik tanımı, bir sınır<br />

işlevi gören deniz ile daha da belirgin bir hal kazanmıştır.<br />

İlk Kadın adlı anlatıcı-yazar, kaldığı okul bahçesini bir sınır olarak kabul eder.<br />

Bu sınırın diğer tarafında “…bir bataklık olduğunu, bir kez adım atınca insanı yavaş<br />

yavaş dibe doğru çektiğini” (Gürsel, 2004, 77) düşünür. Kahraman izinli olduğu bir<br />

hafta sonu genele<strong>ve</strong> gittiğinden dolayı pişmanlık duymuş, daha sonra kenti sokak sokak<br />

gezmeye başlamıştır. Modern kentin ögelerinden biri olan genelev, kahramanın kendisi<br />

üzerine sorular sormasına neden olur. Kahraman sorulara <strong>ve</strong>rdiği cevaplarla tatmin<br />

olamaz. Kendisini <strong>ve</strong> kenti sevmediğini itiraf eder. Bu yaklaşım yaşamdaki belirsizliğin<br />

<strong>ve</strong> anlamsızlığın göstergesidir.<br />

“Cumartesi kalabalığına karışıp yiten, Beyoğlu’nda, Galata’nın sidik kokan<br />

sokaklarında, sonra bir genelev odasının dar yatağında, şimdiyse burada, Haliç’in<br />

kenarında can çekişen bir gençlik. İstanbul’dan beklediği bu muydu? Sevmiyor bu<br />

kenti. Kendini de sevmiyor”. (Gürsel, 2004, 58)<br />

Kentin geliştikçe değişen, değiştikçe çirkinleşen yüzü eserlerde sıkça<br />

karşılaştığımız bir konudur. Öykü kahramanlarının kentle uyuşamamaları, onları<br />

yalnızlığa <strong>ve</strong> yabancılığa itmektedir. Kent yaşamının hareketine alışamayan, yaşamakta<br />

zorluk çeken kahramanlar, çareyi kentten uzaklaşmakta bulur. Otobiyografik<br />

8 Adil Okay, Küreselleşme Kıskacında Kentler, ozgurhaber.net, 13.07.2005<br />

32


özelliklerin ağırlıkta olduğu “Cicipapa” adlı öykü kitabındaki öykülerin tümünde<br />

kahramanların yalnızlık <strong>ve</strong> yabancılıkları işlenmiştir.<br />

“Camlar Buğulandı” adlı öyküde de köyden kente göç eden bir ailenin, özellikle<br />

de çocuğun yaşamındaki değişikler ele alınmıştır. Bir kaza sonucu ayağı ezilen<br />

çocuğun, kent merkezinden kaçarak sokak aralarına girmesi, simgesel olarak onun<br />

gözünden kente duyulan gizli bir nefretin göstergesi olmuştur. “Kışa Doğru” adlı<br />

öyküde de, kente göç öncesine duyulan özlem anlatılmaktadır. “Sokağa Çıkmak” adlı<br />

öyküde, kentin gelişimiyle beraber getirdiği olumsuzluklar, “kentin iğrençliği” ne varan<br />

ifadelerle yer almaktadır. “Sivrisinek” adlı öykü, kahramanın kentten en çok ayrılma<br />

isteği duyduğu öyküdür. Ancak burada kent yaşamının farklı bir zorluğu dile<br />

getirilmiştir. Kuraklıkla uğraşmak zorunda kalan kent, kahraman için “kötü bir anı<br />

olarak kalacak” tır.<br />

“Ödül” adlı öykü, sisli bir kent betimlemesi ile başlar. Betimlemeden de önce<br />

Yahya Kemal’in bir dizesine gönderme yapılır: “Sana dün bir tepeden baktım aziz<br />

İstanbul” Kentin sisli havadaki boğucu, sıkıcı görüntüsü anlatılmakla beraber<br />

kahramanın kentten bir kaçışı söz konusu değildir. Kahramanın kente duyduğu gizli<br />

özlem de bu şekilde açığa çıkar. “İlk Kadın” adlı anlatıda kahraman, yatılı okulda <strong>ve</strong><br />

genelevde yaşadıklarının sonucu olarak kenti <strong>ve</strong> kendisini sevmemeye başlar. Burada da<br />

durum “Ödül” öyküsünde olduğu gibidir. Anlatıcı her türlü olumsuzluğuna rağmen<br />

kente hayrandır; ancak bunu dile getirmez.<br />

Boğazkesen’de Nicolo, Sultan Mehmet’in iç oğlanı olarak getirildiği kente karşı<br />

bir nefret beslemektedir. İçinde bulunduğu durumu kente bağlayan kahraman, yansıtma<br />

yoluyla suçluluk duygusunu hafifletmeye çalışmaktadır. Kentin Türkler tarafından fethi<br />

ile beraber ondan öç alacağını düşünmektedir. Nicolo’nun bu kaçış arzusu, ölümü ile<br />

son bulacaktır.<br />

Resimli Dünya’da, Fikret Mualla’nın uzun yıllar yaşadığı Paris’ten nefret edip<br />

bir köye yerleştiğini de görebiliyoruz. Onun Paris’ten nefret etmesi, sağlığının <strong>ve</strong><br />

yaratıcılığının orada kaybolduğunu düşünmesinden kaynaklanmaktadır.<br />

“Çok şükür Paris denilen o iğrenç şehri, dört hafta oluyor, temelli olarak terk<br />

ettim. Yedi yüz kişilik sevimli ahalisi olan, Reillanne adında, beş yüz elli metre<br />

yükseklikte dağlar arasında, küçük, şirin bir köydeyim şimdi” (Gürsel, 2004, 126)<br />

Gürsel, eserlerinde genel olarak kentteki değişimin insan yaşayışını olumsuz bir<br />

biçimde etkilediğini vurgulamaktadır. Bugün ile geçmiş arasında sıkça gidiş gelişler<br />

yaşayan Gürsel, genel anlamda bir geçmiş özlemi duymakta, hatta pişmanlıklar<br />

33


yaşamaktadır. Geçmiş daha çok olumlu, bugün ise olumsuz yönleriyle onun zihninde<br />

yer etmektedir.<br />

Bütün bu duygusal sonuçlara rağmen yazarın, kentin yapısındaki değişimleri<br />

bütünsel olarak ele aldığı söylenemez. Siyasal, sosyo-ekonomik <strong>ve</strong> kültürel anlamda<br />

kent kavramı, eserlerde insanın iç dünyasında oluşan değişiklikler, kentte yaşayan bütün<br />

insanlara mal edilmemiştir. Mimari yapıdaki gelişmeler üzerinde daha sık durulmuştur.<br />

Örneğin Uzun Sürmüş Bir Yaz kitabında kahramanların baskılar sonucu<br />

yaşamlarındaki olumsuz etki vurgulanarak anlatılmış; ancak kentli insanın bu durumdan<br />

nasıl etkilendiği üzerinde yeterince durulmamıştır.<br />

1.3. Kent Ögeleri<br />

Nedim Gürsel’e göre kenti var eden, yaşanılası yerler kılan özelliklerin başında<br />

kent ögeleri gelir. Kent ögeleri, kentin her türlü hareketini, canlılığını, ayakta durmasını<br />

sağlayan, kenti kent yapan vazgeçilmez ögelerdir. Bu ögeleri, kentin sokakları,<br />

caddeleri, parkları, sinemaları, tiyatroları, kah<strong>ve</strong>leri, kanalları, eski <strong>ve</strong> yeni<br />

görünümüyle mimari yapıları, ulaşım araçları, eğlence merkezleri <strong>ve</strong> tarihi dokusu<br />

oluşturmaktadır. Gürsel, öykülerinde <strong>ve</strong> romanlarında bir kent düşkünü olarak anlatıcı<br />

<strong>ve</strong> kahramanlarına kent ögelerini bir arama noktası olarak sunar. Kahramanlar kenti<br />

gezer <strong>ve</strong> tanıtırken kent ögelerinden sık sık yararlanırlar.<br />

“Avlu” adlı öyküde orta halli bir kasabada var olabilecek küçük değişikler<br />

anlatılır. Zaman ilerlese de burada herhangi bir değişimin olması pek mümkün değildir.<br />

Öyküdeki kent kavramını, anlatıcı çocuğun ağzından öğreniriz. Ona göre kent, ışıklı<br />

dükkânlarla çevrili öteki caddeden başlamaktadır. Sınırlı imkânlara sahip insanların,<br />

bulundukları bölgeyi kendi anlayışları doğrultusunda geliştirip düşünce üretmeleri doğal<br />

gözükmektedir.<br />

“Odalarda” adlı öykü, kentin gece yaşantısını neon ışıkları, motosikletler <strong>ve</strong><br />

banliyölerle sergilemektedir. Kente ait bir öge olan metro, anlatıcının cinselliği<br />

kullanımında bir araç görevi üstlenmektedir. Anlatıcı, metrodayken hareketle beraber<br />

cinsel haz duymaya başlamaktadır. Arzusu giderek artan anlatıcı, hayaller kurmaya<br />

başlar <strong>ve</strong> kentin önemli parklarını, alanlarını, caddelerini bu doğrultuda birer nesne<br />

olarak kullanır.<br />

“Yaz Gelmeden” adlı öykü, ben-anlatıcının Paris üzerinde odaklandığı bir<br />

öyküdür. Anlatıcı, kendisini bir gezgin olarak görmekte, kenti bütün yönlerini<br />

34


tanıtırcasına gezmektedir. Yerin altında kentin bir parçası olan metro, sinemalar,<br />

bulvarlar, parklar, sokaklar isimleri <strong>ve</strong>rilerek tanıtılmaktadır. Bütün bu kent ögeleri,<br />

anlatıcının yaşama zevkinin birer parçası olarak yer edinmiştir.<br />

“Sürgün” öyküsünde kentin eğlence ögelerinden biri olan lunapark, başlı başına<br />

bir kent büyüklüğünde gösterilir. Benzetme yoluyla yapılan bu karşılaştırma, kentin<br />

bazı durumlarda kent ögeleriyle eşdeğer tutulduğunun da kanıtıdır. “Penelope” adlı<br />

öyküde de orta boy bir kent büyüklüğünde gösterilen gemiler, yine bir karşılaştırma<br />

yoluyla kent ile eşdeğer gösterilir.<br />

“Tünel” adlı öykü, Fransa’da yaşayan yabancı uyruklu işçilerin durumunu<br />

anlatmak için çekilecek bir filme, ben-anlatıcının metin yazma çabasını konu edinir.<br />

Kentten kente yolculuğun yapıldığı (Strasburg-Paris), nesnesi tren olan öykü, kent<br />

ögesini içinde barındırmaktadır. Tren, öykünün neden-sonuç ilişkisinin göstergesi<br />

olarak yer almakta <strong>ve</strong> devamlılığını sağlamaktadır. “Kuzey Yıldızı” adlı öyküye de<br />

adını <strong>ve</strong>ren tren, Paris’i Brüksel <strong>ve</strong> Amsterdam’a bağlayan trenin adıdır. Ancak bu<br />

öyküde trenin <strong>ve</strong> istasyonun belirgin işlevleri bulunmamaktadır.<br />

“Sabah Yıldızı” adlı öyküde anlatıcı, sevgilisiyle kenti “dolu dolu” yaşamak<br />

istemektedir. Anlatıcının “dolu dolu” yaşamak ile “kastettiği müzeler <strong>ve</strong> sanat<br />

galerilerini gezmek, ağaçlı bulvarlarda yürümek <strong>ve</strong> Sen Nehri’ne bakan bir odada<br />

sevişmek” tir. Gürsel, öykünün bütününe yerleştirdiği kent ögeleriyle kentte yaşama<br />

sevincini de göstermektedir.<br />

“Firuze Sularda” adlı öyküde, yaza <strong>ve</strong>da partisi <strong>ve</strong>rilen bir yalıdaki insan<br />

ilişkileri konu edinilir. Yalı, öyküde olayın gelişmesi için kurgulanan mekân olmasının<br />

dışında bir özelliğe sahip değildir. Ancak kentin gençleri için bir iş kaynağı olarak<br />

görülür. Gelişen olaylar, o yaz kentte yalıda yaşananların konuşulmasını sağlayacak<br />

kadar önemlidir.<br />

“Sorbonne Alanı” adlı öykü, adından da anlaşıldığı gibi doğrudan bir kent<br />

ögesini <strong>ve</strong> onun parçalarını anlatmaktadır. Buradaki oteller, bulvarlar, kah<strong>ve</strong>ler; ben-<br />

anlatıcının ya da başka insanların yaşamında yer etmiş yapılar olarak karşımıza çıkar.<br />

Paris, Gürsel’in yaşamında babasının buradan gönderdiği kartla yer edinmiştir. Bu<br />

nedenle öykünün, yazarın yaşamında kent kavramının başlangıcı olduğu söylenebilir.<br />

1988 yılında yazılmış olan öykü, Gürsel’in yıllardır zihninde beklettiği bir göstergenin<br />

yazıya geçirilmiş halidir.<br />

“Akarsu” öyküsünde “12 Mart Muhtırası”ndan sonra bir haftalık bir sessizliğe<br />

bürünen kentte parklar, kah<strong>ve</strong>ler, bulvarlar boş; sinemalar <strong>ve</strong> lunaparklar ıssızdır. Kent,<br />

35


daha sonra hiçbir değişiklik olmamış gibi eski yaşamını sürdürmektedir. Memurlar<br />

işine, öğrenciler okullarına gitmekte, sinemalarda kuyruklar oluşmaya başlamaktadır.<br />

Kent yaşamına büyük etkisi olan darbe, bir süre sonra tamamıyla unutulmuş ya da öyle<br />

gösterilmek istenmiştir. Anlatının sonunda yurt dışından dönen ben-anlatıcı, kentteki<br />

anılarının izini sürer. Arnavut kaldırımlı dar sokaklardan çıkar, vapura biner, yalıları<br />

seyreder; kentin aklında yer eden bütün ögelerini tekrar görmek, yaşamak ister. Siyasi<br />

nedenlerle ele alınan çeşitli kent ögeleri, varlığı <strong>ve</strong> yokluğu gösterilmek suretiyle bir<br />

karşılaştırma yapılarak öyküde yer edinmiştir.<br />

“Gizli Aşk” adlı öyküde anlatıcı, yatılı okulda okumanın kendisi üzerindeki<br />

olumsuz etkisini vurgulamıştır. Kent merkezinde olmasına rağmen dışarı çıkamayan<br />

çocuk, kentin bütün çekiciliğinin farkındadır ancak kente dâhil olmayı başaramaz.<br />

Dışlanmışlığın içe dönük yansımasında okul içinde oynanan futbolu, cinselliğin<br />

bireysel tatminini görebiliriz.<br />

“Dışarıda yüksek duvarların ötesinde sinemalar, barlar, pavyonlar, İstiklal<br />

Caddesi’nin kalabalığında çok şık giyinmiş, eğlenceden dönen güzel kadınlar vardı.”<br />

(Gürsel, 2003, 98)<br />

“Duvar” öyküsü, kenti ikiye bölen Berlin Duvarı üzerine yazılmış bir öyküdür.<br />

Duvar siyasi nedenlerden dolayı kent insanlarını birbirinden ayırmıştır. Duvar, yıkılana<br />

kadar kentin siyasi bir sembolü <strong>ve</strong> ögesi olarak önemli yer edinmiştir. Kent ögesinin bir<br />

siyasi <strong>ve</strong> toplumsal sembol olarak kullanılması diğer öykülerde <strong>ve</strong> romanlarda<br />

karşılaştığımız özelliklerden değildir. Bu nedenle öykü kentin konumunu değil, olağan<br />

dışı bir kent ögesinin toplum üzerindeki etkisini göstermesi bakımından önemlidir.<br />

“Pınar” adlı öyküde kent ögelerine daha büyük işlevler yüklenmiştir. Kenti kent<br />

yapan ögeler insanlar değil, parklar, bulvarlar <strong>ve</strong> üni<strong>ve</strong>rsite kitaplıklarıdır. Hatta bu kent<br />

ögeleri; kenti, kuzey <strong>ve</strong> güney olmak üzere ikiye ayıracak kadar birbirinden koparmıştır.<br />

Anlatıcı sevgilisi ile beraber yaşadığı kent ögelerini, vaz geçemediklerinin başında<br />

sayar. Ona göre insanlar, kenti kalabalıklaştırmaktan başka bir işle<strong>ve</strong> sahip değildir.<br />

İlk Kadın’da İstanbul’u her yönüyle gözler önüne seren anlatıcı, Kapalı Çarşı,<br />

Çiçek Pazarı, Yerebatan Sarayı, Ayasofya Camii gibi kentin önemli ögeleri haline<br />

gelmiş yapıları, sokakları anlatının odak noktasına koymuştur. Bu ögeler, bir temaya<br />

bağlanarak anne arayışı <strong>ve</strong> özlemi üzerine yerleştirilmişlerdir.<br />

Boğazkesen’de yazar Fatih Haznedar, yazacağı roman için araştırma<br />

yapmaktadır. Kitaplıktan sonra külliyeyi gezer <strong>ve</strong> burası hakkındaki düşüncelerini<br />

36


omanına aktarır. Sultan Mehmet’in tarihsel olarak teb<strong>dili</strong>kıyafet dolaştığı kenti<br />

kurmacanın üst kısmında kendisi de dolaşmaktadır.<br />

“Bir zamanlar Fatih’in de teb<strong>dili</strong> kıyafet dolaştığı eski İstanbul’un sokaklarını<br />

arşınlıyor; onun yaptırdığı camileri, camiye çevirdiği Bizans kiliselerini, sarayları,<br />

suyollarıyla çeşmeleri, kenti örümcek ağı gibi saran Kapalıçarşıları, han <strong>ve</strong> hamamları<br />

bir kadastro memuru dikkatiyle tek tek arayıp buluyordum.” (Gürsel, 2003, 131)<br />

Romana aktarılan bir başka kent ögesi de Rumeli Hisarı’nın üç kulesidir.<br />

Çandarlı Halil’in diğer iki kulenin büyüklüğünü kıskanması, Fatih Haznedar tarafından<br />

romanına yerleştirilir. Çandarlı’nın narsistliğinin sonucu ortaya çıkan kıskançlık, kitabın<br />

her iki anlatım düzleminde de kent ögesi üzerinden <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

Resimli Dünya romanında, Venedik’in önemli ögelerinden gondol <strong>ve</strong><br />

gondolcular üzerinde de önemle durulmuş, gondolcunun hareketleri hakkında ayrıntılı<br />

gözlemler aktarılmıştır. Kamil Uzman, Fatih Sultan Mehmet’in resmini yapan Gentile<br />

Bellini hakkında araştırma yapmak için Marciana Kütüphanesi’ne gider. Bir eğitim <strong>ve</strong><br />

araştırma aracı olarak kullanılan kütüphane, Kamil Uzman’ın Lucia ile tanışması için de<br />

bir <strong>ve</strong>sile olacaktır. Venedik, coğrafi yapısının getirdiği olanaklarla da Resimli<br />

Dünya’da kendisini gösterir. “Önlem alınmazsa bir sualtı müzesine dönüşecek<br />

kentimiz.” (Gürsel, 2004, 28) 9 diyerek “aqua alta” yı anlatan kahraman Venedik’in<br />

kendine özgü yapısı hakkında bilgi <strong>ve</strong>rmektedir.<br />

Kentin, yalnız coğrafi değil, aynı zamanda tarihi bir kent olduğu da<br />

vurgulanmaktadır. Kent; sokaklarıyla, evlerinin mimari yapısıyla insanın içini ürperten<br />

bir hayalet olarak da karşımıza çıkar. Mimari özellikleriyle aktarılan yapılar, benzetme<br />

yoluyla kişileştirilen kent ögeleridir.<br />

“Karanlık mağara oyuklarını andıran pencereleri, çökmüş çatıları, kayalarla<br />

kaynaşıp halleşmiş, aşağıdaki vadinin dibinden başlayan vahşi doğanın ayrılmaz bir<br />

parçası olmuş iç avluları, odaları, döşeme <strong>ve</strong> tavanları, tavanlarından fışkıran incir<br />

ağaçlarıyla terk edilmiş bir kentin hayaletleriydiler.” (Gürsel, 2004, 39)<br />

Resimli Dünya’da kentin belirli bölümlerinde günlük yaşamın sürdüğünü<br />

görürüz. Burada alış<strong>ve</strong>rişe çıkan, kah<strong>ve</strong>de çene çalan insanlar, kentin saraylarından uzak<br />

bakkal <strong>ve</strong> manavlar, sessiz <strong>ve</strong> sakin rıhtımlar yer almaktadır.<br />

Köprüler, Nedim Gürsel’in yaşamında <strong>ve</strong> eserlerinde önemli yer tutan kent<br />

ögelerindendir. Öykülerinde de geçmekle beraber daha çok gezi yazılarında karşımıza<br />

9 (Aqua alta: Venedik’te suların yükselmesine <strong>ve</strong>rilen ad.)<br />

37


çıkan köprüler, Neretva Irmağı’nın iki yakasını birleştiren köprü, St. Nazaire Köprüsü,<br />

Boğaziçi Köprüsü <strong>ve</strong> Mirabeau Köprüsü’dür. Köprülerin Gürsel’in <strong>edebiyatı</strong>na<br />

yansıyan özel anlamları da bulunmaktadır. Bir yere bağlanma konusunda sorunları olan<br />

Gürsel, köprüleri birer imge olarak sıkça kullanmıştır.<br />

Yazarla 26. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’nda yaptığımız görüşmede köprülerin,<br />

<strong>edebiyatı</strong>nın yanı sıra özel yaşamında da önemli göstergeler olduğu anlaşılmıştır.<br />

Yazarın yalnızlık teması üzerinden yola çıkarak aidiyetsizliğini ortaya koyan köprüler,<br />

arada kalmışlığı da işaret etmektedir. Anlatıcı- yazarın “Yazılmamış Kitaplar Mezarlığı<br />

Zincirlikuyu” adlı öyküde İncir Ağacı Sokağı’na taşınması, “Pınar” adlı öyküde Jean<br />

Dolent Sokağı, Jourdan Bulvarı <strong>ve</strong> Gaciere Sokağı’nda oturması gibi Gürsel de, Paris’te<br />

farklı adreslerde ikamet etmiştir. Eserlerinde yer alan bu hareketin, Gürsel’in özel<br />

yaşamından kaynaklandığı söylenebilir.<br />

1.4. Kentte Yaşam <strong>ve</strong> İnsan<br />

1.4.1. Kentte Gündelik Yaşam<br />

Nedim Gürsel, öykü <strong>ve</strong> romanlarında kentteki gündelik yaşama da yer <strong>ve</strong>rmiştir.<br />

Varoş kimliğinin üzerinde durulmasıyla günlük yaşamın gerçekçi bir biçimde ele<br />

alındığı öykülerin yanı sıra, imgesel bir kimliğe bürünen kentin zamanın geçişini <strong>ve</strong><br />

yaşamın canlanmasını anlattığı öyküler de önemli bir yer tutar. Betimlemenin ağır<br />

bastığı bu örneklerde toplumsal <strong>ve</strong> ekonomik nedenler üzerinde yeterince<br />

durulmamıştır.<br />

Kentin zaman kavramını simgeleyen kullanımı öykülerde karşımıza çıkmaktadır.<br />

Güneşin doğuşundan geceye kadar farklı zaman <strong>dili</strong>mleri, aynı biçimde tekrarlanarak<br />

yaşamın sıradanlığını ortaya koymaktadır. “Avlu” <strong>ve</strong> “Odalarda” adlı öykülerde günün<br />

ilerleyişi ile kentteki canlanma aktarılmış, “Penelope” adlı öyküde de kentin uyanışı,<br />

kah<strong>ve</strong>lerde ışıkların yanmasına bağlı olarak sunulmuştur.<br />

“Ölü Canlar Alanı” adlı öyküde Marakeş’ten bahseden ben-anlatıcı, kentin bir<br />

bölümünde yaşayan insanların bir korku filmini andırdığını söylemektedir. Öyküye<br />

adını <strong>ve</strong>ren bu alanın geçmişteki işleviyle beraber tarihsel gelişimi de çizilmiştir. Ayrıca<br />

burada yaşayan insanların çehrelerinden ekonomik durumları hakkında da bilgi<br />

edinmemiz sağlanmıştır.<br />

Kentin nüfus yapısının yoğun olması bireyler arasındaki iletişimsizliği<br />

artırmakta, yabancılık duygusunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. İlişkiler kısa<br />

38


süreli <strong>ve</strong> çıkara dayalı bir hal aldığından arkadaşlık, dostluk, aile bağları zarar<br />

görmektedir. Gürsel, kendi yaşamında da bu eksiklikleri hissetmiştir. Birçok öyküsünün<br />

de teması hatta çıkış noktası olan konular, onun kenti nasıl kavradığı ile açıklanabilir.<br />

“Dağlarda Bir Yüz” adlı öyküde, kahraman kentin en kalabalık yerinde olmasına<br />

rağmen bir yalnızlık duygusuna kapılmaktadır. Kentin kalabalığı <strong>ve</strong> hareketliliği, ondan<br />

bağımsız olarak sürmekte, kendisini topluluk içine dâhil edememektedir. Bu durumda<br />

yalnızlık duygusu yabancılaşmayla beraber kahramanı yaşamdan daha da soyutlanmış<br />

bir duruma getirmektedir.<br />

“Gizli Aşk” adlı öyküde ben-anlatıcı, eğitim gördüğü yer hakkında bilgiler<br />

<strong>ve</strong>rmiştir. Okulun kentin merkezinde bulunmasına rağmen yaşamdan ne kadar kopuk<br />

olduğunu ispatlamak amacındadır. Gürsel, eserine yansıyan bu durumu Hale Seval’le<br />

yaptığı röportajda da dile getirmiştir.<br />

“Beyoğlu’nun ortasındasınız <strong>ve</strong> size Beyoğlu yasak. Hafta sonları çıkardık<br />

sadece. Sanırım bunlar benim yazarlık duyarlılığımı etkiledi”. (Seval, 2006)<br />

Gürsel’in eğitim gördüğü okulun kent yaşamıyla ne kadar ilişkili kendisinin ise<br />

bu yaşamdan ne kadar uzak olduğu görülmektedir. “İlk Kadın” adlı anlatıda, ilk katı<br />

laboratuvar, ikinci katı derslikler <strong>ve</strong> üçüncü katı yatakhaneden oluşan eğitim gördüğü<br />

yatılı okulun bir bölgesine ancak son sınıfların girebildiğini yazar. Okuldayken kenti<br />

tanıma fırsatı ancak son sınıfta kolaylaşabilmektedir.<br />

İlk Kadın’da, genelevdeki görüntüden rahatsız olan anlatıcı- yazar, tekrar<br />

buraya uğramayacağına dair kendisine söz <strong>ve</strong>rerek İstanbul’da derinlemesine bir geziye<br />

çıkar. Genelevde kullanılan argodan, hayat kadınlarının yaşayışından, sokaktaki<br />

ilişkilerden ayrıntıyla bahsedilmiştir. Anlatıcı- yazar üzerindeki bu etki, onun annesini<br />

düşlerken dahi gördüklerinin karşısına çıkmasına neden olmuştur. “İlk Kadın”da yatılı<br />

okulda eğitim gören on altı yaşında bir çocuğun, okuldaki disiplin nedeniyle kenti<br />

tanıyamaması, onun yaşamına yön <strong>ve</strong>ren önemli olaylardan biridir. Okulun yatılı olması<br />

nedeniyle insanlarla iletişim kurma olanağı bulamayan anlatıcı, toplumsal açıdan diğer<br />

insanlardan farklı yaşamaktadır. Yalnızca hafta sonu dışarı çıkabilen anlatıcı, sinemaya,<br />

tiyatroya gidememekte, kentin sokaklarını gezememekte, cinsel ilişki yaşayamamakta;<br />

bunların sonucu olarak da kenti tanıması mümkün olamamaktadır.<br />

Boğazkesen’de anlatıcı yazar, İstanbul’un yoksul semti Haliç’te gezinirken<br />

izlenimlerini derinlemesine aktarır. Dikkatini öncelikle çeken sokaklar <strong>ve</strong> binaların<br />

mimari yapısıdır. Başka bir dünya olarak nitelediği semt, onun gözüyle modern<br />

olmayan bir yapıdadır. Mimarideki bu sadelik, sokaklarda da kendisini gösterir. Bir<br />

39


yabancı olmasına rağmen kah<strong>ve</strong>de kendisinden başka kimse bulunmamaktadır. Mekân<br />

üzerine odaklanan anlatım, betimlemeler yoluyla sağlanmış, insanın günlük yaşamdaki<br />

yerinden yeterince söz edilmemiştir.<br />

Kent anlatımında “öteki”lerden, köyden <strong>ve</strong> taşradan, bahsetmek de yazarların<br />

tercihleri arasındandır. Gürsel, tercihini bu yönde kullanmayan yazarlar arasında<br />

sayılabilir. O, kenti taşra ile anlatmayı seçmiştir. Bu da yalnızca “Cicipapa” adlı<br />

kitabında karşımıza çıkar. Kenti çevreleyen sınırların hemen diğer tarafındaki varoşlar<br />

adı <strong>ve</strong>rilen bölgesi üzerinde de fazlaca durmaz. Ancak “Sorrento’ya Geri Dön” adlı<br />

öykü, bir kentten başka bir kente giden ben-anlatıcının görmezden gelemediği kentin<br />

varoşlarını anlatmaktadır. Burada yaşayan insanlar, ayrıntılı olmamakla beraber<br />

toplumsal <strong>ve</strong> ekonomik yaşamlarıyla ele alınmıştır. Bu anlamda diğer öykülerden<br />

farklılık gösterir.<br />

Taşra, kentin anlatımında onunla beraber ele alınan, kentin vurgulanmasını<br />

sağlayan önemli bir ögedir. Kent ile taşrayı birbirinden kesin sınırlarla ayırmak da kolay<br />

değildir. M. S. Aslankara, aralarındaki çelişkiye rağmen sanat adına zenginlikler sunan<br />

taşra ile kentin çatışması üzerine şunları söylemektedir:<br />

“ Taşra ile kent çelişkiler yumağına dolanmış iki farklı alan da ondan. Dramatik<br />

olan, bu nedenle de sanata zenginlikler, olanaklar taşıyor durmadan… Kentli<br />

olunmadan, taşrada yaşanmadan taşra anlatılamaz bana göre. Taşra, kentli olarak ama<br />

orada yaşanarak anlatılabilir çünkü, ötesi taşraya kentlinin gözüyle bakmak olur<br />

yalnızca, tıpkı taşralı kalarak taşrayı anlatmaya çalışmak zavallılığında görüldüğünce.”<br />

(Aslankara, 2006, 31)<br />

Gürsel, Cicipapa adlı öykü kitabında köyden kente göç eden ailelerin<br />

yaşamlarındaki değişiklik üzerinde durmuş, otobiyografik ögelerle de anlatımını<br />

güçlendirmiştir. “Cicipapa” adlı öykü, taşradan kente göç eden bir ailenin yaşamı<br />

üzerine kurgulanmıştır. Öykünün ben-anlatıcısı, geriye dönüşlerle oluşturduğu öyküyü<br />

kente göç ederek masumiyetini kaybeden kişi olarak aktarır. Kentin insanın ruhuna<br />

işleyen dokusu üzerine yoğunlaşan yazar, insandaki değişimi kent <strong>ve</strong> kent yaşamıyla<br />

ilişkilendirmektedir. Hayat kadınları <strong>ve</strong> uyuşturucu maddeler gibi kentin gündelik<br />

yaşamında karşımıza çıkan ögeleri, ben-anlatıcının yaşamında belirleyici olan<br />

etkenlerdir. “Kışa Doğru” adlı öyküde de yıkılan bir gecekondu mahallesinde yaşayan<br />

çocuğun bakışı <strong>ve</strong>rilerek kent yaşamının özellikle taşradan göç eden insanlar üzerindeki<br />

etkisi vurgulanmıştır. Yıkım sırasındaki gürültü, kentin her zamanki gürültüsü arasında<br />

yok olup gitmiştir.<br />

40


“Cicipapa” adlı öyküde küçük bir kasabada yaşamakta olan büyükanne,<br />

torununun kentli geleceğini kurgulamakta, kendisinin son günlerini de kentte<br />

geçireceğini düşünmektedir. Kahramanın çocukluğunu anımsaması biçiminde<br />

kurgulanan öykü, çocukluğa <strong>ve</strong> taşradaki yaşama özlemi dile getirmektedir.<br />

“Bulgur Palas” adlı öyküde ben-anlatıcı, annesiyle yaşamaktadır <strong>ve</strong><br />

geçinebilmek için çalışmak zorundadır. Bir taşra kasabasında insanlardan uzakta<br />

yaşayan anlatıcı, yaşam alanlarının sınırlı olması nedeniyle sıkıntı duymaktadır.<br />

“Avlu” adlı öyküde baba, ana, çocuk olarak üç anlatıcının ağzından taşra yaşamı<br />

anlatılmıştır. Üzerinde en çok durulan anlatıcı, çocukluğu bir köyde geçen ana/<br />

anlatıcıdır. Ana/ anlatıcının, babasının hareket memurluğu yaptığı Soğucak adlı köydeki<br />

yaşamı; köyden haftada bir geçen trenin heyecanı <strong>ve</strong> istasyonda gördüğü insanların<br />

yüzündeki kentli izleri yansıtılmıştır.<br />

“Yolu genişletmek neyi değiştirecek! Bu şehirde hiçbir yere gitmez ki yollar. Bir<br />

sokak başka bir sokağa çıkar, yollar dağların yamaçlarına varır hep. Dağların ardı deniz<br />

ama buraya kokusu bile gelmiyor.” (Gürsel, 2003, 41)<br />

Anlatıcı, bulunduğu yere sıkışmış, bir kurtuluş yolu aramaktadır. Sonunda<br />

kurtuluş yolunu bulmuş, düşlediği anı yaşamış <strong>ve</strong> yıllar sonra gelin olarak köyden<br />

ayrılarak kente yerleşmeyi başarabilmiştir.<br />

İlk Kadın’da taşra, kent ile kıyaslanan bir kavram olarak ele alınır. Yatılı okulda<br />

okuyan anlatıcı, son sınıfa gelene kadar söz sahibi değildir. Bunda taşradan gelmesinin<br />

de payı bulunmaktadır. Kentin taşrayı ezmesi; “büyüğün küçüğü, güçlünün güçsüzü<br />

ezmesi” gibi örneklerle “iç düzeneğin gereği” olarak sunulur. Kentli- taşralı ayrımı<br />

yaşamın her alanında belirleyici etkenlerle karşımıza çıkmaktadır. Anlatıcı-yazar, kentin<br />

belirli bölgelerinin yaşam koşullarının insanlar üzerinde yarattıklarından yola çıkarak<br />

ketin içindeki taşrayı da göstermektedir. Bu durumda kentin taşradan bütünüyle kopuk<br />

olmadığını da görmemiz mümkündür.<br />

Boğazkesen’de kent ile taşra insanlarının bir araya geldiklerini de görmekteyiz.<br />

Bu birliktelik din uğruna, hiçbir ayrım gözetmeksizin İstanbul’un fethi için<br />

yapılmaktadır. Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli köylerinden genç- yaşlı fark etmeksizin her insanın<br />

bir araya gelmesini sağlayan neden, önemli bir kentin ele geçirilme isteğidir.<br />

Kent, içinde yaşayan insanlara fiziksel ortamı, barındırdığı tarihsel, kültürel,<br />

sanatsal ögelerle beraber çeşitli yaşam alanları sunmaktadır. İnsanlar, karşılaştıkları bu<br />

çeşitlilik sonucu toplumsal <strong>ve</strong> ekonomik nedenlere bağlı olarak tercihler yapmaktadır.<br />

İnsan ruhunun biçimlenmesinde başta gelen etkenlerden birisi de yaşam alanlarıdır.<br />

41


Olumlu <strong>ve</strong> olumsuz yönde değişmelere neden olan yaşam alanlarının, kentler <strong>ve</strong><br />

kentlerin sundukları olanaklar olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Kentin kuruluşunda ya da zaman içinde geçirdiği değişim sırasında yaşanan<br />

savaşlar, öykülerde yer almaktadır. “O Kış Saraybosna”da adlı öyküde, savaş çıkana<br />

kadar mutlu bir biçimde yaşayan insanların kentte yaşadıklarını <strong>ve</strong> kentten ayrılışlarını<br />

konu edinir. Savaşın kentte yarattığı olumsuz etki, insanların yaşamı üzerinden aktarılır.<br />

Kentin postane binası, kitaplığı, camileri savaştan önemli ölçüde etkilenen ögelerdir.<br />

Savaş sonrası bunların eski biçimlerine dönmesini sağlamak amacıyla yapılan<br />

çalışmalar da anlatıcının ağzından <strong>ve</strong>rilir. “Kabza” adlı öyküde de bir başka savaşın,<br />

Fransa- Cezayir Savaşı’nın, anlatıcıda uyandırdığı izlenimler aktarılmıştır.<br />

“Pınar” adlı öyküde kentin toplumsal nedenlerle ikiye ayrılması söz konusudur.<br />

Anlatıcı kenti sol (güney), sağ (kuzey) yaka olarak ikiye ayırmıştır. Kendisinin de<br />

oturduğu sol yakada kah<strong>ve</strong>ler, sinemalar, üni<strong>ve</strong>rsite kitaplıkları gibi kentin önemli<br />

ögeleri bulunmaktadır. Kendisine uzak olarak gördüğü, başka bir kent saydığı diğer<br />

yakada bunları görmek mümkün değildir. Diğer yakaya geçmenin başka bir kente,<br />

başka bir ülkeye geçmekten daha zor olduğunu vurgulayan anlatıcı, sevgilisi ile sağ<br />

yakada bir lokantada buluşmaktadır. Anlatıcı, ister istemez kentin bölünmüşlüğüne ayak<br />

uydurmak zorunda kalmıştır.<br />

Nedim Gürsel’in öykü <strong>ve</strong> romanlarında üzerinde önemle durduğu kentlerin,<br />

anlatıcı <strong>ve</strong> kahramanlar üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Bazı öykü <strong>ve</strong> romanlarda<br />

bu etkin yapının kahramanların da üzerine çıktığı belirgindir. “Sevgilim İstanbul” adlı<br />

kitapta ben-anlatıcı, Petersburg’daki gezisi sırasında geriye dönüşlerle İstanbul’da<br />

Dostoyevski kitaplarını okuduğu günleri anımsar. “Raskolnikov’un Odası” adlı öyküde<br />

anlatıcı- yazar, İstanbul’daki evinde Petersburg’da yitirdiği kimliğini bulmaya<br />

çabalayan Raskolnikov ile kendisini özdeşleştirir. Farklı zamanlarda da olsa aynı<br />

mekânı paylaştığı Raskolnikov ile duygusal ortaklıklar da yakalar. Sürekli bir yolculuk<br />

halinde olan ben-anlatıcı, aidiyetten uzak olduğundan kendisinden farklı bir kurmaca<br />

dünyada yer alan Raskolnikov ile aynı durumda bulunur. Mekânın fiziksel anlatımında<br />

kentin insanda oluşturduğu duygusal çıkarımlar da bulunmaktadır.<br />

“Dar köprülerden de geçtiğim oldu, yapraklarını dökmüş kayınlar altında<br />

yürüdüğüm de. Bataklıklar üzerine kurulmuş bu eski kentin duvarlarından sızan su<br />

damla damla doldu içime. Yüreğimdeki sıkıntıyı besleyip büyüttü. Dünyam daraldı<br />

giderek; doğa, insanlar, anılar yok oldu.” (Gürsel, 1997, 46)<br />

42


Ben-anlatıcı, Suç <strong>ve</strong> Ceza’nın bir başka kahramanı Svidrigaylov’un, kentin insan<br />

ruhu üzerinde etkisi hakkında söylediklerini anımsar:<br />

“ ‘Burası yarı deliler kenti azizim’ dediğini anımsıyordun Svidrigaylov’un,<br />

‘yeryüzünde insan ruhları üzerinde Petersburg kadar karanlık, keskin <strong>ve</strong> garip etkiler<br />

yapan, bir başka kente çok az rastlanır’ derken şeytanca gülümsüyordu.” (Gürsel, 1997,<br />

46)<br />

“Kabza” adlı öyküde de anlatıcı- yazar, çöl sıcağının etkisi ile anılarından<br />

uzaklaşmaktadır. Bu öyküde kentin oluşturduğu ortam değil, coğrafi nedenlerle insan<br />

ruhu üzerinde bıraktığı etki anlatılmaktadır.<br />

“Senin Adın Yalnızlık” adlı öykü, kasabadan kente göç eden kahramanın<br />

çocukluk günlerini hatırlayışı <strong>ve</strong> kentte hissettiği yalnızlık duygusu üzerinde<br />

yoğunlaşmaktadır. “Cicipapa” adlı öykü kitabının ana teması da budur. Kitabın bütün<br />

öyküleri aynı tema üzerinde yoğunlaşmakta <strong>ve</strong> çoğunlukla yazarın çocuk kimliğini<br />

taşımaktadır.<br />

“Yalnızsın, senin adın yalnızlık. Hadi odana dön <strong>ve</strong> hiç korkma ölümden. Sarışın<br />

gülüşün hep o küçük kasaba evinin eski duvarında kalacak.” (Gürsel, 2003, 30)<br />

“Uykusuzlar” adlı öykü kentte yaşayan bir arkadaşını ziyarete giden kahramanın<br />

şaşkınlıkları ile zenginleşmektedir. Kentin gürültülü, rahatsız edici havasına alışmış<br />

olan arkadaşı ona sıra dışı gelir. Yarı bilinç halinde yaşamaktadır <strong>ve</strong> kentin stresini<br />

umursamaz bir biçimde taşımaktadır.<br />

“Gürültülü büyük şehirler, her sabah kül rengi bir dünyaya uyanmanın sıkıntısı<br />

silindi bilincimden. Yaşamla ölümün arasındaki o huzurlu boşluğa, sürekli yarı- bilinç<br />

durumuna geçişin belirtilerini görüyorum.” (Gürsel, 2003, 73)<br />

“Akarsu” adlı öyküde Paris’teki yoğunluktan bitkin düşen ben-anlatıcı, yalnız<br />

kalma isteği ile başka bir kente yerleşir. Burada bir öykü yazma düşüncesi de vardır.<br />

Kentin sürekli yağmurlu görüntüsünün, yüksek duvarları <strong>ve</strong> kapalı pencereleri ile<br />

anlatıcıyı içine kapalı bir duruma getirdiği görülmektedir. Bir ortaçağ kenti olarak<br />

nitelediği bu kent, onu gotik <strong>ve</strong> roman kiliseleriyle yalnızlığa sürüklemektedir. Öyküde<br />

uzak kentlere kaçmak zorunda kalan <strong>ve</strong> kaybolan Selim, tanımadığı kentlerin insanı,<br />

kent ile bağını koparmış, kendisini yalnızca edebiyata <strong>ve</strong>rmiş birey olarak düşünülür.<br />

Kentin iç dünyaya etkisi her zaman kötü yönde olmamaktadır. “İlk Kadın” adlı<br />

anlatıda kahraman, nedenini açıklamakta zorlandığı bir gü<strong>ve</strong>n duygusuna kapılır.<br />

Denizin kentin içlerine kadar sokulduğu yeri kahraman için, olumsuzlukları yaşadığı<br />

43


diğer yerleri unutmada, onu huzura kavuşturmada bir farklılık taşımaktadır. Deniz onda<br />

bir arınma, pişmanlıklarını unutma aracı olarak kullanılmıştır.<br />

Anlatıda kendisini bir bataklıkla çevrili bulan kahraman, okuduğu okulu bir<br />

adaya benzetir. Adanın <strong>ve</strong>rdiği gü<strong>ve</strong>n duygusu ile etrafındaki bataklıktan kurtulduğuna<br />

inanır. Okul hafta sonları yatılı öğrencilerin ailelerinin yanına gitmesi sonucu bir başka<br />

açıdan da huzur <strong>ve</strong>rmektedir. Ortaçağ kalelerinin oluşturduğu gü<strong>ve</strong>n duygusunu<br />

anımsatan okul, simgesel bir öge olarak kullanılmıştır.<br />

Resimli Dünya’da, karların erimediği, puslu bir havada kurşuni renk bütün bir<br />

kente egemen durumdadır. Kentin havasını etkileyen, insanların iç dünyasını karartan<br />

bu renk roman kahramanını giderek yalnızlaştırmıştır.<br />

Nedim Gürsel, eserlerinde kentler ile kahramanları buluşturmuş, onları<br />

birbirinden ayrılmaz iki parça olarak düşünmüştür. Kent üzerine odaklanan kimi<br />

öykülerde ayrıca bir kahramana ihtiyaç duyulmamış, bir kahramanı olan ya da<br />

anlatıcının kendisinin var olduğu bir öyküde ise kent ile bir bağ kurularak özdeşleme<br />

sağlanmıştır.<br />

Sevgilim İstanbul adlı kitapta Gürsel, uzun bir yolculuğa çıkmış, gittiği her<br />

yerde İstanbul’u anımsayan, özleyen bir kişiliğe bürünmüştür. Kitapla aynı adlı<br />

“Sevgilim İstanbul” öyküsünde, ben-anlatıcı tarafından kendisine <strong>ve</strong>rilen bütün isimleri<br />

tarihiyle beraber sıralanan, her yönüyle kentin bütün özelliklerini taşıyan İstanbul, kent<br />

sözcüğünün karşılığı olarak sunulur. “Sevgilim İstanbul” adlı öykünün “İlk Kadın” adlı<br />

anlatıda da aynen kullanıldığını belirterek, bu özdeşleştirmeyle iki defa karşılaştığımızı<br />

söyleyebiliriz. Aynı kitapta yer alan “Köprü” öyküsünde kendisini kent ile özdeşleştiren<br />

anlatıcı, çağrışımlarla kentten ayrılığı düşünür <strong>ve</strong> bundan büyük bir acı duyar. Sürekli<br />

bir yolculuk halinde olan anlatıcı için bu durum, kitabın diğer öykülerinde de kendisini<br />

gösterir. “On Sekiz Yaşın Öyküsü” adlı öyküde de kentle özdeşleşme, ben-anlatıcının<br />

sevgilisine yüklenen bir görevdir. Ben-anlatıcı sevgilisinin her bir özelliğini kentin bir<br />

ögesiyle bütünleştirir.<br />

“Akdenizli Bir Yüz” adlı öyküde kentin tarihinde önemli yeri olan bir kahraman,<br />

kent ile özdeşleştirilerek o kentin sahibi olarak gösterilir. Kahraman kentte yaptıkları ile<br />

bütün halkı kendisine bağlayan biri konumuna getirilir. Bu da kentin onun adıyla<br />

anılmasını sağlamaktadır. Bu şekilde kent de kahraman aracılığıyla ölümsüzleştirmek<br />

istenmiştir.<br />

Boğazkesen’in anlatıcı yazarı, “Bu bölüm Veziriazam Çandarlı Halil Paşa’nın<br />

sonunu işte onu anlatır” adlı bölümün girişinde “Healo he Polis” diyerek kente seslenir.<br />

44


Kentin ele geçirilmesi ile Çandarlı Halil’in boynunun vurulması aynı anlama<br />

gelmektedir.<br />

“Konstantiniyye’nin elemi mi bu, yoksa artık iyice yaklaşan, şahdamarında<br />

hissettiği ölümün kaçınılmazlığı mı”? (Gürsel, 2003, 61)<br />

Kent ele geçirilince Sultan Mehmet, Çandarlı <strong>ve</strong> soyunu yok ederek devşirme<br />

sistemini getirecektir. Bunun farkında olan Çandarlı, İstanbul’un fethine karşı<br />

çıkmaktadır.<br />

1.4.2. Kentte Sanat<br />

Nedim Gürsel, İzler <strong>ve</strong> Gölgeler adlı kitabında kentleri sanatçılarla<br />

buluşturmuş, onları ayrılmaz bir bütün olarak değerlendirmiştir. Gezdiği her bir kent<br />

onda yepyeni dünyalar açarken sanat tarihi içerisinde de gezintiye çıkarmıştır. Kitabında<br />

dünya <strong>edebiyatı</strong>ndan önemli kişiliklere de yer <strong>ve</strong>rmiştir. Brüksel’de Boudelaire, Prag’da<br />

Kafka, Sen Peterburg’da Puşkin <strong>ve</strong> Dostoyevski, Ukrayna’da Şevçenko <strong>ve</strong> Gogol,<br />

Bosna’da İvo Andriç, Arnavutluk’ta İsmail Kadere, Ren boylarında Apollinaire, Buenos<br />

Aires’te Borges, New Orleans’ta Tennessee Williams, Bakü’de Samet Vurgun,<br />

İstanbul’da Pierre Loti karşımıza çıkmaktadır.<br />

Kent ile <strong>edebiyatı</strong>n buluşmasını öykü <strong>ve</strong> romanlarında da görebiliriz. Gürsel, bu<br />

kitaplarında da bir gezgin konumundaki ben-anlatıcı rolünü üstlenmektedir.<br />

“Raskolnikov’un Odası” adlı öyküde anlatıcı-yazar, Dostoyevski’nin Saint<br />

Petresburg’daki evini ziyaret eder. Kendisini İstanbul’da “Suç <strong>ve</strong> Ceza”yı okurken<br />

bulur. Dostoyevski’nin “Ölü Bir Evden Anılar” adlı kitabından etkilenen anlatıcı- yazar,<br />

kitaptaki kürek mahkûmlarını İstanbul’daki evine yerleşmiş olarak bulur. Mekânsal<br />

çağrışım kentin her yerinde hissedilmektedir. Saint Peterburg ile İstanbul arasındaki<br />

zihinsel sıçramalar ben-anlatıcının geçmişine yaptığı yolcukları simgeler. Öyküde süren<br />

gerçek yolculuk ile ben-anlatıcının iç dünyasına yaptığı yolculuk birbiriyle çakışarak<br />

devam etmektedir.<br />

“Kazba” adlı öyküde güney kentlerinden bahseden yazar, bilgilerini önceden<br />

okumuş olduğu bir romana bağlamaktadır. Bu şekilde edebiyat, kentin gerçekliğini<br />

anlatmada kullanılan geçerli bir araç olarak ele alınmıştır.<br />

Gürsel’in ben-anlatıcısı, “Evler” <strong>ve</strong> “Sabahyıldızı” adlı öykülerinde toplantıya<br />

katılmak, “Kuzey Yıldızı” adlı öyküde okurlarıyla buluşmak, “Ödül” adlı öyküsünde de<br />

ödülünü almak, “Puşkin Alanı” adlı öyküde Nazım Hikmet’in izini sürmek amacıyla<br />

45


kente gitmektedir. İçinde edebiyata dair konuların bulunduğu öyküleri bunlarla sınırlı<br />

değildir; ancak diğer öykülerde kent ile <strong>edebiyatı</strong>n böyle ilişkiler içinde olduğunu<br />

göremeyiz.<br />

Kent ögeleri, öykülerde edebiyat ile ilişkilendirilerek de kullanılmıştır.<br />

Çağrışımlarla ortaya çıkan edebiyat kapsamındaki göndermeler, ben-anlatıcı<br />

konumundaki Gürsel’in Türk <strong>ve</strong> yabancı edebiyat çevreleriyle ilişkisini de<br />

açıklamaktadır.<br />

Sevgilim İstanbul adlı kitapta ben-anlatıcı, “Atina’da Bir Ev” adlı öyküsünde<br />

geçen evlerin önemini Yunanlı şair Yorgo Seferis’i okurken anladığını söylemekte <strong>ve</strong><br />

bu evleri bugünün “üst üst üste yığılmış apartmanları” ile kıyaslamaktadır. Sevgilisinin<br />

baba evini gören ben-anlatıcı, Atina’yı beğenmemekle beraber kenti ev ile eşdeğer tutup<br />

onunla anlam kazanır duruma geldiğini vurgulamıştır.<br />

“Akdeniz’de Bir Balkon” adlı öyküde darbeden kaçan kahramanın tatil için<br />

döndüğü ülkesinde bir otel odasında isim <strong>ve</strong>rmeden “o son Osmanlı” diyerek nitelediği<br />

Yahya Kemal Beyatlı’nın “His var mı bu âlemde nekahet gibi tatlı” dizesine atıfta<br />

bulunur. Boğazkesen romanında, Sultan Mehmet, eline aldığı Mesnevi’yi okurken Rum<br />

ülkesinden Hint ülkesine uzun bir yolculuğa çıkmaktadır.<br />

Bertrand Leclair, Boğazkesen romanının adından yola çıkarak kent ile<br />

eşdeğerliliğini şöyle yorumlamaktadır:<br />

“Boğazkesen romanına, yürekleri oynatan, aslında yedi tepe üzerine yapılmış,<br />

yedi kez yıkılıp yeniden kurulmuş, romanın define kutusu <strong>ve</strong> ona gerçek bütünlüğünü<br />

<strong>ve</strong>ren doğrudan doğruya kentin kendisi olduğundan İstanbul’un romanı da denebilirdi,<br />

demektedir.” (Çeri, 2001, 16)<br />

Gürsel’in eserlerinde egemen olan kent kavramı, birer kahraman olarak<br />

karşımıza çıkar <strong>ve</strong> yazar tarafından eserlerinin ithaf edildiği kişilikler haline gelir. Bu<br />

kentler bazı eserlerde karakter özelliklerini üzerinde taşır. Gürsel, yazdığı iki romandan<br />

biri olan Resimli Dünya’yı, iki kente ithaf etmiştir:<br />

“İstanbul’a: yazmaya orada başladığım için<br />

Venedik’e: orada öleyazdığım için” (Gürsel, 2004, 7)<br />

Böylece kentin özellikle de İstanbul ile Venedik’in onda oluşturduğu hisleri<br />

kendi ağzından öğrenmiş oluruz.<br />

yapılmıştır:<br />

İlk Kadın adlı İstanbul’u odak alan uzun anlatıda da, Kavafis’ten bir alıntı<br />

“Bulamazsın ne başka bir deniz,<br />

46


Ne başka bir ülke<br />

Bu kent peşini bırakmaz senin.” Gürsel, 2004, 9)<br />

Son dize Gürsel’in kentten kente kaçışının ya da kenti arayışının önemli bir<br />

göstergesidir. Kitapta İstanbul, klasik <strong>edebiyatı</strong>n sevgili tipiyle kıyaslanır <strong>ve</strong> İstanbul’la<br />

ilgili çeşitli istiareler yapılır. Sevgilinin bütün güzellik ögeleri İstanbul’da ete kemiğe<br />

bürünür. “Selvi boylu, lal dudaklı, inci dişlidir.” (Gürsel, 2004, 78)<br />

Gürsel, kentin eşsizliğini anlatmak için de Nedim’in İstanbul şehrengizini bir<br />

araç olarak kullanmıştır.<br />

“Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl ü behadır<br />

Bir sengine yek-pare Acem mülkü fedadır” (Gürsel, 2004, 78)<br />

Kentin edebiyatla bu biçimde birlikte ele alınışı yalnızca betimleme yoluyla<br />

değil, olayların akışı doğrultusunda da yapılmaktadır. Uzun Sürmüş Bir Yaz adlı öykü<br />

kitabı, 12 Mart dönemini <strong>ve</strong> sonrasında yaşananları konu alan bir kitaptır. Kitapta yer<br />

alan “Köprü Altı” <strong>ve</strong> “Akarsu” adlı öyküler, birbiriyle bağlantılı olarak aynı temayı<br />

işler. Kitabın adında yer alan “yaz” sözcüğü, ironik bir biçimde kitabın içinde de<br />

kullanılmaktadır. Rejimin halk üzerindeki baskısı, yaz imgesiyle ölümü çağrıştırarak da<br />

kullanılır. Öyküdeki kahramanların gördüğü işkenceler <strong>ve</strong> daha sonraki yaşamları<br />

ölümle bütünleştirilerek aktarılır.<br />

Resimli Dünya’da Fuzuli’nin gazellerinden örnek <strong>ve</strong>rilmiş, Fuzuli’nin İstanbul<br />

hayaliyle yaşadığı ancak orayı hiç göremediği, yalnızca heykelinin dikildiği anlatılır.<br />

Sennur Sezer de, kent <strong>ve</strong> <strong>edebiyatı</strong>n yakın ilişkisini vurgulayan yazarlarımızdandır.<br />

“Bir edebiyat eserinde bir kentin bir semtin adının anılması, eğer bir o semti bir<br />

o kenti tanıyorsak, anlatıyı destekler. Yazarın anlattıklarına biz de anılarımızı,<br />

izlenimlerimizi katarız.” (Sezer, 1991, 45)<br />

Gürsel’in yazarlığı ile mekânlar arasında sıkı bir ilişki vardır. Mekân kentin<br />

bütünü olabildiği gibi bir iç mekân da olabilmektedir. Doğrudan kentin adının<br />

geçmediği, betimlemenin yapılmadığı eserlerde dahi mekânın yazar üzerindeki etkisi<br />

hisse<strong>dili</strong>r. Öykü <strong>ve</strong> romanlarının büyük çoğunluğunda ben-anlatıcı konumunda bulunan<br />

Gürsel, gizli bir başkahraman rolündedir. Böylelikle eserlerine otobiyografik özellikler<br />

yansımaktadır.<br />

“Yazılmamış Kitaplar Mezarlığı Zincirlikuyu” adlı öyküde ben-anlatıcının, ana<br />

<strong>dili</strong>nden uzaklığı sonucu yazdıklarına yabancılaşması, yazmada zorlanması <strong>ve</strong> bunu<br />

yaşadığı yerle ilişkilendirmesi konu e<strong>dili</strong>r. Oturduğu yerin adını, tarihini araştırması onu<br />

yazamadığı kitaplar mezarlığına, kendi yabancılığına götürmektedir. “Boğazkesen”de<br />

47


anlatıcı- yazar, diğer insanlardan uzaklaşmış, kendisini yalıya hapsetmiş <strong>ve</strong> romanına<br />

adamıştır. Bu kentteki tek varoluş nedeni Boğazkesen’dir. “Boğazkesen”in öncelikli<br />

yazılma nedeni, anlatıcı yazarın, yitirdiği geçmiş <strong>ve</strong> İstanbul’la yeniden bağ kurma<br />

isteği olarak <strong>ve</strong>rilir. Ancak roman yazılmaya başlandıktan sonra kentin bugününden<br />

uzaklaşılır <strong>ve</strong> geçmişine doğru derinlemesine bir yolculuğa çıkılır.<br />

Yazar, Resimli Dünya’da Venedik sokaklarının darlığını anlatmak için deyim<br />

arayışına girer. “İki insanın yan yana geçemeyeceği kadar”ı beğenmez, “Balık avlayan<br />

kedi sokağı gibi” sözünü züppece bulur. Yağan yağmurla beraber “şemsiye açamayacak<br />

kadar dar” aradığı cümledir. Gürsel’in, kentten yola çıkarak bir üslup arayışı içine<br />

girdiği de görülmektedir.<br />

Gürsel, eserlerinde kentin bütününü anlatmakla beraber iç mekânlara da önemli<br />

yer ayırmıştır. Kentin iç mekânları olarak kullandığı otel odaları, oturduğu daireler onun<br />

anlatımında sıkça değindiği yerlerdir. Buralarda cinselliğin vurgulanması da yazarın<br />

özgün bakışından kaynaklanmaktadır. “Odamda”, “Odalarda”, “La Pieta”, “Pınar”,<br />

“Penelope”, “Akarsu”, “O Kış Saraybosna’da” adlı öykü kitaplarında, odalarda <strong>ve</strong> otel<br />

odalarında yaşanan cinsellik, yazarın iç mekân kullanımında işlev sahibi olan ögelerdir.<br />

“Resimli Dünya” adlı romanda Kamil Uzman, araştırmasını yapmak için bir<br />

tanıdığının Venedik’teki stüdyosunu kiralamıştır. Dairenin kullanımı hakkında gerekli<br />

bilgilerin yazılı olduğu bir not da bulunmaktadır. Bu stüdyo, kentin bütün özelliklerini<br />

üzerinde taşımaktadır ancak Uzman, bu dairede yaşamayı kendisine yakıştırmaz.<br />

Venedik saraylarından gözü kamaşan Uzman, ekonomik sebeplerden dolayı bu hayaline<br />

ulaşamamıştır.<br />

Bir kentin oluşumunda önemli payı olan mimari yapılar, kentin gelişmişlik<br />

düzeyinin göstergesi kabul e<strong>dili</strong>r. Kentin tarihinin de aynası sayılabilen mimari yapılar,<br />

toplumsal ilişkilerde bir aracı görevi üstlenmektedir. Gürsel, kentlerin betimlemesinde<br />

mimari özelliklere geniş yer <strong>ve</strong>rmiştir. Binalar, sokaklar, parklar birer kent ögesi olarak<br />

mimari bilgilerle eserlerde yer almaktadır.<br />

“Evler” adlı öyküde, Hydra kentine özgü evlerin mimari özelliklerinden<br />

bahsedilmektedir. Ortaçağ yapılarını andıran bu evler kahramanı ürkütmektedir. Evlerin<br />

tarihi dokusu da, kahramanda bir yere ait olma duygusunu uyandırır. Kahraman,<br />

kendisindeki yolculuk hali ile tarihi evleri düşündüğünde yalnızlık duygusuna kapılır.<br />

“Son Tramvay” adlı öyküde kahraman, ana caddede ilerlerken karşısına çıkan, adını<br />

dahi telaffuz etmekte zorlandığı yapıları anar. Zamanın ilerlemesiyle mimaride yaşanan<br />

gelişmeleri, demiryollarının evler üzerinde bıraktığı izler örneği ile açıklar. “Firuze<br />

48


Sularda” adlı öyküde olayın geçtiği yalı, mimari tarihiyle birlikte <strong>ve</strong>rilir. Ancak bu<br />

sözler kahramanlardan birinin yalnızca bilgilendirme amaçlı söylediği sözlerdir.<br />

Öykünün kurgusal ilerleyişi ile bir bağlantısı bulunmamaktadır.<br />

İlk Kadın’da anlatıcı, kentte son günlerini geçirirken karşısına bir Ortodoks<br />

kilisesi çıkar. Kilisenin sadeliği <strong>ve</strong> sıcaklığı anlatıcıyı duygusallaştırır. Üzerinde fazla<br />

durulmayan dış mimari özelliklerinin yanında iç mimari daha ayrıntılı bir biçimde<br />

anlatılmış, tinsel konulara değinilmiş <strong>ve</strong> Meryem, anne, genel evdeki kadın <strong>ve</strong> Pierrre<br />

Loti’nin Aziyade’sine göndermeler yapılmıştır. Anlatıcı kentteki gezisini sürdürürken<br />

eskiden okuduğu kitaplardan anımsadığı bir yapının öyküsünü aktarır. Mimar<br />

Vallaury’nin tasarladığı bu yapı, eşinin ölümüyle beraber kendisini hapsettiği bir e<strong>ve</strong><br />

dönüşür. Rum etkisinin hissedildiği, çağının tarzını yansıtan, dış mimari özellikleriyle<br />

beraber öyküsünün de anlatıcıyı etkilediği anlaşılmaktadır. Yoluna devam eden<br />

anlatıcı, kentin derinliklerinde ölen annesini aramayı sürdürür. Kapalı Çarşı’nın Ortaçağ<br />

şatolarını andıran görüntüsü, gü<strong>ve</strong>nlik duygusunu en üst düzeyde göstermektedir.<br />

Anlatıcı gezdiği diğer mekânların betimlemelerinde mimari özellikler üzerinde ayrıntıya<br />

yer <strong>ve</strong>rmemiştir.<br />

Resimli Dünya’da kente egemen olan mimari yapı, kentin ayrılmaz bir parçası<br />

gibi <strong>ve</strong>rilir. “Açıkta, San Giorgio Adası’ndaki kilise geniş kubbesi, göğü delen sivri çan<br />

kulesi <strong>ve</strong> ön cephedeki mermer sütunlarıyla kentin uzantısı gibiydi.” (Gürsel, 2004, 27)<br />

Resimli Dünya’nın kahramanı Kamil Uzman, Venedik sokaklarını<br />

betimlemekte zorlanmaktadır. Sokakların darlığını anlatmak için pek çok deneme yapar.<br />

Sonunda “şemsiye açamayacak kadar dar” ifadesini beğenir. Bu durum bize yazarın,<br />

kenti anlatmakta mimari üslup arayışlarının içinde bulunduğunu göstermektedir. Tarihi<br />

kahraman olarak karşımıza çıkan ressam Bellini ailesi, resimlerindeki konularıyla da ele<br />

alınmışlardır. Fatih Sultan Mehmet’in resmini yapan Gentile Bellini, resimlerinde konu<br />

üzerinde çalışmaktadır. Babası Jacapo Bellini ise, konunun ardındaki mimari ile<br />

ilgilenmektedir. Tevrat <strong>ve</strong> İncil, mitolojik kahramanlar; yarı gerçek, yarı hayali bu kent<br />

mimarisinin en önemli parçalarıdır. Gentile Bellini, İstanbul yolunda iken Venedik’i<br />

sokakları, kanalları, evleri, köprüleri ile resmetmeye, kent mimarisini resminin içine<br />

yerleştirmeye karar <strong>ve</strong>rir. Böylelikle mimari, hem romanın kurgusunda hem de resmin<br />

kurgusunda yerini alacaktır.<br />

Nedim Gürsel’in kentin sinemadaki kullanımını, iki düzlemde görebiliriz.<br />

Öykülerde bir kent ögesi olarak karşımıza çıkan sinema, bu kullanımından çok sorunsal<br />

olarak sayılabilecek bir anlatımla da ele alınmıştır. “Tünel” adlı öyküde, anlatıcı-<br />

49


yazarın yabancı uyruklu işçileri konu alan belgesel bir filmin giriş metnini yazma çabası<br />

anlatılır. Ben-anlatıcının bu çabası edebi görüldüğünden gazeteci arkadaşı tarafından<br />

uygun bulunmaz. Olayların gelişimini açıklayan kısa bir metinle filme geçileceği<br />

söylenir. Edebi dille sinemadaki <strong>dili</strong>n kullanımı, birbirinden çok farklıdır. Anlatıcı bu<br />

farkın bilincinde olmadığından yazım aşamasında sorun yaşar. Yazar bakışı da bu<br />

sorunun ortaya çıkmasında etkilidir. Kurmaca dünyada anlatıcının yaşadığı sorun,<br />

gerçek dünyada Nedim Gürsel tarafından da yaşanmıştır. Gürsel, “Sevgilim İstanbul”<br />

adlı öykü kitabının filme aktarılmasında de İzzet Yasar <strong>ve</strong> Seçkin Yasar’la beraber<br />

senarist olarak görev yapmıştır. “Tünel” öyküsünde yaşanan dil sorunu, büyük oranda<br />

“Sevgilim İstanbul” öyküsünün filme aktarılmasında da yaşanır. Edebi dildeki başarının<br />

filmde görülmediğini düşünen Alin Taşciyan şöyle söylemektedir:<br />

“Kağıt üstünde yakalanan başarı, senaryolaşırken <strong>ve</strong> çekimde heba edilmiş. Hele<br />

filmin pat diye bitmesi, ucuk açık diyemeyeceğimiz kadar belirsiz bir finali olması<br />

anlaşılır gibi değil.” 10<br />

Resimli Dünya’da Kamil Uzman, kentte dolaşırken sanat tarihinde de bir<br />

yolculuğa çıkar. Wagner’in öldüğü, Byron’un Don Juan’ı yazmaya başladığı,<br />

Engizisyonda öldürülen Bruno’yu çağrıştıran yapı dikkat çeken ögelerdir. Kamil<br />

Uzman, kentte dolaşırken kulağına çalınan bir Vivaldi, onu Meryem’in İsa’ya yaktığı<br />

ağıda, bir başka yerde de Pasolini’nin bir filmine götürür. Kent ile Mozart arasında da<br />

sıkı bir ilişki kurulmuştur. Mozart’ın kentte oturduğu <strong>ve</strong> öldüğü oteller, levhalar halinde<br />

tek tek <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

Gürsel, eserlerinde örneklemeler yaparken özellikle de sanatsal bilgileri<br />

aktarırken din ögesinden yararlanır. Tematik yönden ele alınmayan din ögesi,<br />

kahramanların kişisel bakışlarında da görülmemektedir. Hristiyan özelliklerin eserlerin<br />

anlatımında ağır bastığı da dikkat çekmektedir. Örneğin, Boğazkesen’de Bizanslılar,<br />

kenti koruması için Tanrı’ya dua ederler. Ancak bu dua kentin fethedilmesine engel<br />

olamamıştır.<br />

“Duydum ki Bizans sokaklarında Hazreti Meryem’in dev suretini dolaştıran<br />

rahiplere yüz çevirmiş Allahutaala. Ve suret gazaba gelip hepsini helak etmiş. Ve<br />

kimsenin yerinden kaldıramadığı Meryem’in sureti kaybolmuş gökyüzünde. Bu, Hz.<br />

Meryem anamızın kenti artık korumadığına işarettir.” (Gürsel, 2003, 187)<br />

10 Alin Taşciyan. Keşke Yeniden Çekilebilse, milliyet.com.tr<br />

50


İlk Kadın’da anlatıcının yurda döndüğünde kentin eski yüzlerinden kiliseleri<br />

arayışı ancak bulamayışı anlatılır. Aranılanın dini bir öge olmasından çok kent ögesi<br />

olması önemlidir <strong>ve</strong> anlatıcı bunun izini sürmektedir. Öyküdeki asıl amaç ise kentin<br />

tarihine duyulan özlemi dile getirmektir.<br />

Resimli Dünya’da dine yaklaşım sanat eserleri üzerinden yapılmaktadır. Kamil<br />

Uzman, müzedeki Madonnaların (Meryem tabloları) arayışı içindedir. Dini ögeler,<br />

Hristiyanlığın sanatsal eserleri olarak karşımıza çıkar. Dini motif olarak görülen<br />

Madonnalar, Kamil Uzman’ın resim ile ilgisi yönüyle işlevsel bir biçimde<br />

kullanılmıştır.<br />

İslami bilginin <strong>ve</strong>rildiği tek eser Boğazkesen’dir. Medine ele geçirilince halkın<br />

Hz. Muhammed’i karşılaması ile Sultan Mehmet’in İstanbul’da karşılanması birbiri ile<br />

ilişkilendirilmiştir. Her iki fetih de bir kentin ele geçirilmesi ile sonuçlanmıştır. Sultan<br />

Mehmet Kudüs’ten sonra İstanbul’u ele geçirerek diğer bir kutsal kente de sahip<br />

olmuştur.<br />

1.4.3. Kentte Tarih<br />

Nedim Gürsel, eserlerinde kent ile okuyucuyu buluştururken kentin tarihinden<br />

yola çıkarak bugünkü ortamı hakkında bilgiler <strong>ve</strong>rir. Anlatıcı- yazar ya da ben-anlatıcı<br />

olarak karşımıza çıkan Gürsel, kurmaca bir dünya yaratmakla birlikte kentin tarihini<br />

gerçekçi bir açıdan <strong>ve</strong>rmeyi amaçlamıştır.<br />

Tarihi bir roman olarak kabul edilen, hakkında pek çok yazı yazılan Boğazkesen<br />

adlı roman, kent ile tarihin kurmaca dünyanın içinde yeni bir düzlemde buluşmasını<br />

sağlar. Boğazkesen’de Söğüt’te başlayan Osmanlı egemenliği, Bilecik <strong>ve</strong> Bursa’nın<br />

alınışı ile devam etmiş, Edirne ile Rumeli’ye ilerlemiştir. Osmanlı Devleti, yerleştiği her<br />

bölgede kentleşme doğrultusunda önemli adımlar atmıştır. Rumeli’de köprüler, çarşılar,<br />

camiler yapılarak bu kentsel gelişim sağlanmıştır. Eski bir manastırdan ibaret boğaz<br />

alanına yapılan Rumeli Hisarı, düşmana büyük bir şaşkınlık yaşatmıştır. İstanbul’un<br />

fethinden sonra egemenliğin göstergesi olarak, yağmalanan kent, köprü, han, hamam <strong>ve</strong><br />

suyollarıyla yeniden imar edilmeye çalışılmıştır. Bir çağın kapanması <strong>ve</strong> başka bir çağın<br />

başlamasına neden olan İstanbul’un fethi, Fatih Haznedar’ın yaşamında <strong>ve</strong> romanının<br />

gelişiminde de önemli bir noktayı oluşturmaktadır. Bitişlerin bir arada bulunduğu<br />

bölümde kurmaca olanla tarihsel olan birbiriyle örtüşmektedir.<br />

51


Gürsel, öykülerinde İlkçağ <strong>ve</strong> Ortaçağ terimlerine yer <strong>ve</strong>rmiş, bunları daha çok<br />

benzetme işleviyle kullanmıştır. Uzun Sürmüş Bir Yaz adlı kitabındaki “Akarsu”<br />

öyküsünde, İlkçağ <strong>ve</strong> Ortaçağ kentleri birer benzetme ögesi olarak kullanılmıştır. “Işık<br />

denize kaymış ilkçağ kentlerin beyazlığındaydı”. (Gürsel, 2003, 42)<br />

Darbeden sonra çeşitli yerlere dağılan kahramanlar, gittikleri yerlere anılarını da<br />

götürürler. Anlatıcı, yurt dışında yaşadığı yerin sokaklarından yola çıkarak bir Ortaçağ<br />

kentini anımsar.<br />

İlk Kadın adlı uzun anlatıda ise anlatıcı- yazar, İstanbul- Paris arasındaki<br />

yaşamını, çağrışımsal olarak geriye dönüşlerle anlatırken kendisini Ortaçağ Paris’inde<br />

bulu<strong>ve</strong>rir. Kenti çevresel olarak betimlemekle kalmaz, kentin tarihi üzerine ayrıntılı<br />

açıklamalar getirir. Kentin geçmiş zamanı ile bugününü karşılaştırır. Anlatıcı- yazar,<br />

gençlik yıllarını geçirdiği kenti, başka bir kentte kaleme almaktadır. Anlatımına konu<br />

olarak seçtiği İstanbul’u, Paris’te kaleme alır. Bir merkezini anlatmakla başladığı<br />

Paris’i, tarih öncesinden başlayarak Ortaçağı’ndan Fransız Devrimi’ne kadar ele alır. Bu<br />

anlatım kısaca yapılmış olup kentin tarihi hakkında ayrıntılı bilgiler içermez.<br />

“Atlas” adlı öyküde, sağ eli kesilen bir hattatın çöl ortasında yazdığı <strong>ve</strong><br />

yangından kurtarılan kentin tarihine ilişkin satırlarına yer <strong>ve</strong>rilmektedir. Buradaki<br />

aktarma, bir işle<strong>ve</strong> yönelik olmayıp anlatıcının betimlemelerinden ibarettir.<br />

1.4.4. Kentte Siyaset<br />

Nedim Gürsel’in Lenin <strong>ve</strong> Gorki hakkında yazdığı yazı, siyasi bulunmasından<br />

dolayı ülkeden ayrılmasına yol açar. Ülkeye döndükten sonra 1980 yılında Uzun<br />

Sürmüş Bir Yaz adlı kitabı, “devletin gü<strong>ve</strong>nlik güçlerini tahkir <strong>ve</strong> tezyif” suçundan<br />

dolayı toplatılır. Böylelikle Gürsel’in sürgün yaşamı başlamış olur. Gürsel, ülkeden,<br />

kentten ayrılma nedenlerinden biri olarak gördüğü siyasi sürgün yaşamını eserlerine<br />

yansıtmıştır. Önceleri zorunlu olarak yaşanan bu siyasi sürgün; zamanla gönüllü bir hal<br />

almış, eserlerinde eleştirel bir yaklaşımla ele aldığı önemli temalarından biri haline<br />

gelmiştir.<br />

“Sürgün” adlı öyküde, İstanbul’da siyasi düşünceleri nedeniyle uzak bir<br />

kasabaya gönderilen insanın yalnızlığı, kente duyduğu özlem dile getirilmektedir.<br />

Kahraman sürekli geçmişi hatırlamakta <strong>ve</strong> sürgünde büyük acı çekmektedir. Sürgüne<br />

gönderilmeden önce bir süre tutuklu kalmış <strong>ve</strong> sorguya çekilmiştir. “Mendil” adlı<br />

öyküde siyasi görünüm, anlatıcının ülke dışında olma nedenini göstermekten başka<br />

52


işlevi bulunmayan, zamanla ilişkilendirilmiş tek bir cümleden oluşmaktadır. Öyküde<br />

kent, fiziksel bir ortam olarak yer almamaktadır. Gürsel, kimi öykülerinde bir otel<br />

odasını, yaşadığı evi küçük mekânlar olarak öyküye dâhil etmektedir. “Sorguda” adlı<br />

öyküde kahramanın askere bulunmasıyla, içeridekiler- dışarıdakiler konumlandırılması<br />

yapılmış, dışarı olarak belirtilen kentin siyasi görünümü hakkında düşünceler<br />

<strong>ve</strong>rilmiştir. “Kıyıda” öyküsünde askerlere yasaklanan kentin bazı bölümleri, sınırlayıcı<br />

ögeler olarak karşımıza çıkar.<br />

“Buğday Tarlasında Ölüm” öyküsünde, siyasi görüşleri nedeniyle tutuklanan<br />

Güneydoğulu genç, öykü kahramanının yurt dışına çıkmadan önce köyünde<br />

saklanmasını sağlar. Öyküde siyasi suç olarak gösterilen birkaç eylem, kahramanların<br />

tanıtılması sırasında ele alınmıştır.<br />

“Şehmus yoksul bir ailenin en büyük oğluydu. Nasılsa kendini kurtarmış, öbür<br />

kardeşleri gibi kaçakçı olmaktansa öğrenimini güçbela tamamlayıp İstanbul’a yerleşmiş,<br />

çoluk çocuğa karışmıştı. Rahat durmamıştı ama. Solcu eylemlere katılmış, birkaç kez<br />

tutuklanıp hapis yatmış, işten atılınca ailesini geçindirebilmek için işportacılığa<br />

başlamıştı.” (Gürsel, 2003, 357)<br />

Öyküde Gürsel’in kahramanlardan birinin ağzından yurt dışına kaçma gerekçesi,<br />

sanatını hiçbir engele takılmadan yerine getirebilmesi biçiminde ortaya konmuştur.<br />

Nedim Gürsel, iki askeri darbenin de yaşamını etkilediğini söylemektedir.<br />

Eserlerine de yansıttığı darbe sonrası siyasi baskılar, onun yurt dışına gidişinin en<br />

önemli nedenidir. Bunlardan 12 Eylül dönemi, Gürsel’in öykülerinde bir fon olarak<br />

karşımıza sıkça çıkmaktadır. Bu öykülerde kentin siyasi baskıdan ne şekilde etkilendiği,<br />

anlatıcı ya da kahramanın ağzından aktarılmaktadır.<br />

“La Pieta” adlı öyküde siyasi görünüm yalnızca bir hatırlayıştan ibarettir.<br />

Kahraman, bir hayat kadını ile sevişirken, eski sevgilisinin 12 Eylül’de sorgulama<br />

sırasında ölümünü hatırlar. Kendisi ise 12 Eylül sonrası sürgün yıllarını, yıllarca içinde<br />

tuttuğu acıyı nedensiz bir biçimde hayat kadınına anlatır. “Havaalanı” öyküsünde de, 12<br />

Eylül’den sonra kendi ülkesi dışında birçok ülkede geziye çıkmış bir anlatıcı yer<br />

almaktadır. “Geçen Yaz” adlı öyküde de ülke dışında yaşamakta olan kahraman, 12<br />

Eylül’de tutuklanmış olan sevgilisini ziyaret eder. “Eylül günleri, kentin üzerine bir<br />

karabasan gibi çökmemişti henüz.” (Gürsel, 2003, 273)<br />

12 Eylül baskısı yalnızca bu cümle ile <strong>ve</strong>rilmektedir. Ancak kahramanın,<br />

sevgilisi ile konuşurken gerçeklerle yüzleşmesi de bir özeleştiri olarak düşünülebilir.<br />

Gürsel’in bu öyküsü, otobiyografik özellikleri en ağır basan öykülerinden birisidir.<br />

53


Ayrıca kendisini önceleri zorunlu, daha sonra ise gönüllü sürgün olarak tanıttığı<br />

yazıların öyküdeki karşılığıdır.<br />

“ ‘Yolculuklarını gazete yazılarından izliyorum. Ne güzel anlatıyorsun gezdiğin<br />

yerleri, rastladığın kadınları.’<br />

‘N’olur alay etme benimle’<br />

‘Alay ettiğimi de nereden çıkardın. Gerçekten çok seviyorum yazılarını. Seninle<br />

birlikte ben de dünyayı dolaşıyorum. Havalandırmaya çıkarıyorsun bizi. Duvarlar<br />

yıkılıyor, tepemizdeki bir avuç gökyüzü açılıp genişliyor. Sayende biraz temiz hava<br />

alıyoruz.’<br />

‘Bu kadarı da fazla artık! Dışarıda yaşamak, Avrupa’da ekmeğini kazanmak<br />

kolay mı sanki!’<br />

‘Kızma canım. Koğuşta hayranların çok. Dergilerde yayınlanan renkli<br />

fotoğraflarını başucuna asan kızlar bile var.’<br />

‘Hiç değişmemişsin. Her zamanki gibi alaycı <strong>ve</strong> acımasız. Suçluluk duymak<br />

istemiyorum artık anladın mı? Keşke hiç gelmeseydim!’ ” (Gürsel, 2003, 272)<br />

Gürsel’in öykülerinde, 12 Mart dönemi <strong>ve</strong> sonrasında yaşanların da önemli bir<br />

yeri vardır. Otobiyografik ögelerin ağırlıkta olduğu bu öykülerde, Gürsel’in<br />

düşüncelerini bulmak da mümkündür.<br />

“Mahmurçiçeği” adlı öykü, “Öğleden Sonra Aşk” adlı kitapta yer almaktadır.<br />

Kitabın ortak teması kadın üzerine yoğunlaşan öykü, ben-anlatıcının kadın ile tanıştığı<br />

dönemi bir paragraf halinde açıklaması ile dönemin siyasi panoramasını çizer. Öyküde<br />

12 Mart olarak geçen dönemde paşalar tarafından kurulan yeni hükümet, hapse atılan<br />

aydınlar, işçiler <strong>ve</strong> sol parti yöneticileri, dağa çıkan ya da idam edilen devrimci gençler<br />

siyasi görünümünü anlatmaktadır. Öyküyle bütüncül bir ilişkisi bulunmayan bu<br />

paragraf, kadının siyasi görüşünü ortaya koymakta; aynı zamanda Gürsel’in yurt dışına<br />

kaçanlar için kullandığı ‘kılıç artıkları’ deyimini içermektedir.<br />

“Devletin gü<strong>ve</strong>nlik güçlerini tahkir <strong>ve</strong> tezyif” suçlamasıyla toplatılan “Uzun<br />

Sürmüş Bir Yaz” adlı öykü kitabı, “Köprü Altı” <strong>ve</strong> “Akarsu” adlı iki uzun öyküden<br />

oluşmaktadır. “Akarsu” öyküsü de kendi içinde beş bölüme ayrılmıştır. 12 Mart<br />

Muhtırası sonrası yurt dışına kaçan insanların, oradaki yaşayışları geriye dönüşlerle<br />

anlatılmaktadır. “Köprü Altı” öyküsünde olayların geçtiği Ankara, Gürsel’in<br />

öykülerinde İstanbul dışında üzerinde durulan ender kentlerden birisidir. Olaylar sonrası<br />

klinikte tedavi gören Özgür, hapishanede yatmış olan Filiz <strong>ve</strong> onun eski kocası<br />

öldürülen Ali’nin siyasi kimlikleri üzerinde durulan konulardır. Olayların etkilerini<br />

54


fiziksel olarak üzerinde taşıyan insanlar ile dışında kalmış ya da olayları dışarıdan takip<br />

etmiş insanlar, yaşadıkları kent bağlamında karşılaştırılmış, içeridekiler- dışarıdakiler<br />

çelişkisi yaratılmak istenmiştir. “Sonu gelmeyecek bir yaz gününün sıkıntısı kenti<br />

yavaşça sarıyordu.” (Gürsel, 2003, 30)<br />

Siyasi gelişmelerden kaynaklanmış olan, sonu bir türlü gelmeyecekmiş gibi<br />

görülen sıkıntılı hava, kente yansıtılarak herkes tarafından paylaşılan bir duygu olarak<br />

gösterilmiştir. “Akarsu” adlı öyküde ise kimi yurt dışına kaçan, kimi hapishanede yatıp<br />

çıkan, kimi yurt içinde bir yerde saklanan 12 Mart mağdurlarının yaşantılarını konu<br />

almaktadır. “Selim’in Karalama Defteri” bölümünde darbe sonrası kente girişleri<br />

anlatılan askerler, öğrencilerden işçilere kadar pek çok insanı tutuklar. Anlatıcının<br />

gazeteden aktardığı haliyle gözaltına alınanlar, tutuklananlar, idam edilenler sayısal<br />

<strong>ve</strong>rilerle sunulmuştur. Askerin ilerlemesi ile kentin hareketlenerek kendi sığınağına<br />

çekilmesi, geçici de olsa kendisini koruma altına alması sürmektedir. Kentteki bu<br />

sessizlik kapalı sinemalardan, lunaparklardan anlaşılmaktadır. Simgesel olarak halkı<br />

yansıtan kent, bir hafta içinde hiçbir şey olmamış gibi eski yaşayışına döner. Bunun<br />

göstergesi olarak da sinemaların dolması <strong>ve</strong>rilir. Ben-anlatıcı dışında bu değişikliğin<br />

farkında olan yoktur. Geri gelmeyen kuşlar, yapraksız ağaçlar; siyasi rejimin arkasında<br />

bıraktığı göstergeler olarak yer almaktadır.<br />

Kent, bir gösterge olarak ülke geneli için de kullanılmıştır. Rejimin dışa<br />

kapalılığı nedeniyle bireysel <strong>ve</strong> toplumsal yapıdaki durgunluk, ülkenin gerilemesine<br />

sebep olarak gösterilir. Anlatıcı, mücadeledeki dava arkadaşları olmadan kentin<br />

anlamsızlığından yakınır. Ona göre kenti kent yapan özelliklerden birisi, mücadeleleri<br />

uğruna ölümü göze alabilen arkadaşlarıyla bir arada olmalarıdır.<br />

Siyasi baskının kente egemen oluşu, birbirinden bağımsız cümleler aracığıyla<br />

kitapta yer almaktadır. “Geceyarısı dört bir yandan sarıyorlar kenti.” cümlesiyle<br />

anlatılmaya başlanan baskı, “Çöl giderek kente yayılıyor” cümlesiyle devam etmektedir.<br />

Bu cümle “Çöl ilerliyor”, “Çöl yavaşça kapladı kenti”, “Çöl ilerledi, bütün kenti kapladı<br />

ya, kimse farkında değil bunun”, “Kent çöle döndü” cümleleriyle, aşamalı olarak kentin<br />

bu siyasi baskı nedeniyle değişimini göstermektedir. Bu anlatım tarzı simgesel <strong>ve</strong> ironik<br />

bir biçimde yapılmaktadır. Anlatıcının içinde küçücük bir ümit de olsa yaşamaktadır.<br />

“Çöl de bir gün deniz olacak unutma.” Kenti saran sıkıntılı havanın zamanı belirsiz de<br />

olsa bir gün yok olacağı düşünülmektedir.<br />

55


“Akdenizli Bir Yüz” öyküsünde, yurt dışındaki siyasi bir değişimden de kentle<br />

ilişkilendirilerek bahse<strong>dili</strong>r. “Karanfiller Devrimi” adı <strong>ve</strong>rilen bu değişimin kente büyük<br />

bir coşku yaşattığı aktarılır.<br />

1.4.5. Kentte Zaman<br />

Nedim Gürsel’in önemli temalarından olan kent, zaman kavramının etkisini<br />

üzerinde taşımaktadır. Yaşamının her anını kentte geçiren, kentte bulunmadığı<br />

zamanlarda da kent arayışı içinde olan yazar, bu iki kavramı birbirinden bağımsız<br />

düşünmemektedir.<br />

“Sevgilim İstanbul” adlı öyküde kent; ezeli <strong>ve</strong> ebedi olan, “Sen hep vardın<br />

İstanbul. Öncesiz <strong>ve</strong> sonrasız bir zamandaydın.” (Gürsel, 1997, 11), hiçbir anın dışında<br />

kalmayan bir konumdadır. Kendisine egemen olan devletler, imparatorluklar tarafından<br />

farklı adlar <strong>ve</strong>rilse de her zaman önemini korumayı başarmıştır.<br />

“Senin Adın Yalnızlık” adlı öyküde kent, kahramanı yalnızlığa itmekte, bu<br />

yalnızlık da çocukluğa dönüşe neden olmaktadır. Kurgusal düzeydeki zaman, kentin<br />

insan bilincine etkisinin bir yansımasıdır. Zamandaki gidiş- gelişler, bilinç akışına bağlı<br />

olarak çağrışımlarla devam etmektedir.<br />

“Kıyıda” adlı öykü, gösterişli bir kentten getirilip bir bozkır kışlasına<br />

yerleştirilen kahramanın, zaman kavramını yitirmesi üzerine kurulmuştur. Kahramanın<br />

bu duygusal değişiminde büyük kentten ayrılmasının yanı sıra getirildiği askeri ortamın<br />

da payı bulunmaktadır. Kendisine emredilenler dışında, isteği doğrultusunda herhangi<br />

bir iş yapamayan kahraman, belleğinde kent arayışı içine girer. Kentte yapabildikleri ile<br />

kendisini avutur, zamanını bu şekilde geçirmeye çalışır.<br />

İlk Kadın, bütünüyle bir kent üzerine kotarılmış bir anlatıdır. Anlatıcı, eski<br />

İstanbul üzerine bütün bilgilerini Paris’te edinmiştir. Eski İstanbul’un geliştikçe<br />

bozulduğu, köyden kente dönüşüm geçirdiği, bu süreç içinde manevi değerlerin de<br />

kaybolduğu ortaya konmaktadır. Şimdi ile geçmiş, hep bir ikilem şeklinde çatışmalar<br />

halinde varlığını sürdürmektedir. Bizans kemerlerinin altından geçen otomobiller, tarihe<br />

karışan sokak fenerleri, otobüs sesleri tarafından bastırılan köpek havlamaları,<br />

tersaneden gelen sesle karışan müezzinin yanık sesi bu ikilemin göstergeleridir.<br />

Anlatıcı, on dokuzuncu yüzyılın İstanbul’undan bahseden Avrupalı gezginleri, gerçeği<br />

tanımamış <strong>ve</strong> yaşamamış olmakla suçlar. Ben-anlatıcıya göre, Pierre Loti okumamak<br />

bütün bunları tanımamış olmayı gösterir. Yurt dışında yaşayan ben-anlatıcı, tatil için<br />

56


geldiği kentte daha önce anılarının olduğu kah<strong>ve</strong>yi, kiliseyi bulamaz. Paris’te odasının<br />

duvarında asılı bulunan ikona, eski İstanbul’u ona çağrıştıracak bir yadigâr olarak her<br />

zaman yanı başındadır.<br />

Boğazkesen adlı romanda anlatıcı yazar, İstanbul üzerine araştırmalarını<br />

sürdürürken Fatih Külliyesi’ne gider. Yapının mimarisine hayran kalır. “Bir zamanların<br />

ünlü bilginlerinin ders <strong>ve</strong>rdiği kitaplığı, hamamı, imareti, kervansarayı, darüşşifası <strong>ve</strong><br />

muvakkithanesiyle bir bütün oluşturan, bilgiyle dayanışmayı, hocayla öğrenciyi, inançla<br />

düşünceyi kaynaştıran bu mekânda bulunmaktan garip bir tat” alır. Anlatıcı yazar,<br />

zaman kavramını da şaşırmaktadır. İçinde bulunduğu mekân, onu var olduğu zamanın<br />

çok gerisine götürür <strong>ve</strong> orada hayaller kurmasını sağlar. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın iç <strong>ve</strong><br />

dış zaman anlayışına gönderme yapar. “Hem içinde hem dışındayım zamanın” (Gürsel,<br />

2003, 81)<br />

Hatta bu zaman içinde kayboluş onu Fatih’le hayali bir konuşmaya da götürür.<br />

Gerçek zaman ile hissedilen zaman arasındaki fark belirince hayal gerçeğe dönüşür.<br />

Eski İstanbul, “Boğazkesen”de de karşımıza çıkmaktadır. Anlatıcı yazar, sokaklarda<br />

gezmeye devam ederken kendisini kentin bilinmeyen, eski sokaklarında bulur. Buradan<br />

eski İstanbul sokaklarının sesi, eskiciler, sebzeciler geçmektedir. Burası onun yaşadığı<br />

dünyanın tamamen dışında bir yerdedir. Böylelikle zamanla beraber mekânda da<br />

farklılaşma görülür. “Gerçek dışı bir dünyadan geliyorlar. İçinde yaşasam da artık<br />

ulaşamayacağım, gözüme bir gölge oyunu gibi görünen bir dünyadan.” (Gürsel, 2003,<br />

85)<br />

Resimli Dünya’da, Kamil Uzman’ın şimdiki zamanının Venedik’i ile onun<br />

araştırmaları doğrultusunda ortaya çıkan Gentile Bellini’nin zamanındaki İstanbul<br />

olmak üzere, iki farklı zamandaki iki farklı kent karşımıza çıkmaktadır. Boğazkesen’de<br />

olduğu gibi bu romanda da iki farklı zaman <strong>ve</strong> mekân algısı yaratılmıştır. Kurmaca<br />

düzeydeki zamanın içinde geriye dönüş yoluyla farklı ikinci zaman <strong>ve</strong> mekânlar<br />

çıkarılmıştır. Birbirleriyle karşılaştırmalı olarak ele alınan farklı algı düzeyleri, her iki<br />

romanda da ikili bir kurmaca yapının oluşmasını sağlayan ögelerdendir.<br />

1.4.6. Kent <strong>ve</strong> Kadın<br />

“Kent <strong>ve</strong> Kadın”, Nedim Gürsel’in iki ana temasıdır. Yazar, her ikisinden de<br />

vazgeçemez, kendi deyimiyle “kentten kente, kadından kadına” savrulur. Hale Seval,<br />

Gürsel’in kent <strong>ve</strong> kadınları için şu değerlendirmeyi yapmıştır:<br />

57


“Bizi öykülerinde, romanlarında, gezi yazılarında kentlerin içine sinen<br />

kadınlarıyla tanıştırır. Bu kadınları kentin herhangi bir simgesinden ayırmak<br />

olanaksızlaşır kimi zaman... Onun yazılarını okuduktan sonra bir kenti sevmek, bir<br />

sevgiliyi sevmekten daha kolaydır. Sevgililer gider ama kentler sizi terk etmez”. (Seval,<br />

2006, 14)<br />

Kadınlarla kentlerin birbiriyle özdeşleştirildiğini Hale Seval’in Nedim Gürsel’le<br />

yaptığı röportajda bulabiliriz. Seval, Gürsel’in kent <strong>ve</strong> kadınlarını karşılaştırmalı olarak<br />

değerlendirir. İstanbul’u uzak sevgili, Paris’i eş, Venedik’i de biten aşklarla<br />

özdeşleştirmektedir. Gürsel de onun bu eşleştirmesine katılmaktadır. C. Juliet de<br />

Gürsel’in kent kadın ilişkisi konusunda şunları söylemektedir:<br />

“Yazar bir kadınla konuşuyor gibi konuşuyor kentle, ona sen diye hitap ediyor,<br />

uzaklığından yakınıp sevdasından kahroluyor.” (Juliet, 2004, 5)<br />

geçerlidir.<br />

Erol Köroğluna göre, benzer bir durum Ahmet Hamdi Tanpınar için de<br />

“Tanpınar’ın tüm romanları İstanbul’da geçer. İstanbul <strong>ve</strong> semtleri hem mekân<br />

hem de başkişidir. Tanpınar romanının başkişisi İstanbul, baş kadın karakterlerle<br />

özdeşleştirilir.” (Köroğlu, 1998, 32)<br />

Sadullah Paşa ile Necibe Hanım adlı öyküde, kentten <strong>ve</strong> Necibe Hanım’dan ayrı<br />

iken Lamartine’in “Göl” adlı şiirinden esinlenerek ölüm korkusuna kapılan Sadullah<br />

Paşa’nın duyguları dile getirilmiştir. Kader ile açıklanan bu kuruntu, Sadullah Paşa’nın<br />

en çok önem <strong>ve</strong>rdiği iki varlığı, kenti <strong>ve</strong> kadını kaybetmesinden <strong>ve</strong> bunlara duyduğu<br />

sevgiden kaynaklanmaktadır.<br />

İlk Kadın adlı anlatıda adı <strong>ve</strong>rilmeden İstanbullu bir şair diyerek sözü edilen<br />

Nazım Hikmet’in Saman Sarısı şiirinden bir dizeye yer <strong>ve</strong>rilmiştir:<br />

2004, 87)<br />

“İki şey var ölümle unutulur ancak: annemizin <strong>ve</strong> kentimizin yüzü” (Gürsel,<br />

Buradan da anlaşıldığı gibi anlatıcının yatakhanedeki yalnızlığında kendisinin<br />

yanında bulunan <strong>ve</strong> ona destek olan iki şey yalnızca kent <strong>ve</strong> kadındır. “İlk Kadın”daki<br />

kent ile kadın ilişkisi hakkında Sadek Aissat da şunları söylemektedir:<br />

“İlk Kadın bir kopmadır. Anadan, şu gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong>rici yerden kopmadır, genelevdeki<br />

fahişeden kopmadır sonra, bir de İstanbul’dan. Ana, fahişe, ilk kadın, İstanbul’dur.”<br />

(Aissat, 1996)<br />

Kent- kadın ilişkisinin en yoğun işlendiği eserlerden biri “Boğazkesen”dir.<br />

Boğazkesen’in anlatıcı- yazarı Fatih Haznedar, yazmakta olduğu kentin romanı ile<br />

58


sevgilisi Deniz arasında bir tercih yapmak zorunda kalır. Deniz, romanın ilerleyişi<br />

açısından bir engel olarak görülmektedir. Haznedar’ın tercihi, romanın devamı <strong>ve</strong><br />

Deniz’in ölümü doğrultusunda olmuş; böylelikle kenti kadına üstün bir konuma<br />

getirmiştir. Venedikli Kaptan Rizo’nun kadınlara tercih ederek katıldığı İstanbul<br />

savunması da, onun sonunu getirecek neden olmuştur.<br />

Dominique Durand’ın, Boğazkesen’de Nicolo’nun ölümünü kent- kadın<br />

saldırısına bağlaması da oldukça ilginçtir. (Durand, 1996)<br />

“Barışçı bir kişiliğe sahip olan Nicolo için savaş, bir zaman gelecek kaybettiği<br />

erkekliğini yeniden kazanmanın bir aracı olacak, Osmanlılarla birlikte İstanbul’a girmek<br />

onun için büyük bir tutkuya dönüşecektir; çünkü artık İstanbul, onun için kadın<br />

bedenine sahip olmakla eşdeğerdir.” (Gerçek, 1998)<br />

“Romanın tamamına hâkim olan duygu, kadın imgesiyle birleşmiş <strong>ve</strong> İstanbul’la<br />

simgeleşmiştir. Romanın tüm figürleri için ruh sağlıklarına kavuşma, tutkularından<br />

arınmalarıyla gerçekleşecektir. Kaptan Rizzo, Sultan Fatih, Seyir Kâtibi Nicolo<br />

İstanbul’u kadın olarak algılarlar <strong>ve</strong> sahip olmak isterler.” (Büyükarman, 2001, 152)<br />

Romanda ayrıca kentin kuruluşuna dair efsanelerden birinde kentin temelinde<br />

sevilen kadının kanı olduğu, bir diğerinde ise kentin kadın bir hükümdarın elinden<br />

alındığı anlatılır.<br />

Gürsel, Resimli Dünya romanında ele aldığı Venedik kentini, kadın imgesiyle<br />

birlikte alır. Kent onun gözünde kadının fiziksel <strong>ve</strong> psikanalitik özelliklerini üzerinde<br />

taşımaktadır. Bütün güzelliğini gözler önüne seren kent, bir sevgili; korumacı <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>n<br />

<strong>ve</strong>rici yanıyla da anne olarak karşımıza çıkar. Romanda kent <strong>ve</strong> kadın çeşitli<br />

benzetmeler aracılıyla birbirinden kopamaz hale gelmiştir. Benzetmelerin yol açtığı<br />

çağrışımlar, zaman içinde geriye giderek eski kentler <strong>ve</strong> kadınlar üzerinde yoğunlaşır.<br />

Bu benzetmelerde sıkça başvurulan imgelerden biri olan “gece” sözcüğü üzerinde<br />

durulmaktadır. Gecenin karanlığı kadınların kimliğinin belirsizliği ile örtüşmektedir.<br />

59


2.1. Kadın Tipleri<br />

İKİNCİ BÖLÜM<br />

KADIN TEMASI<br />

Nedim Gürsel’in iki önemli temasından bir diğeri kadındır. Kadın teması,<br />

eserlerde kadın karakterler üzerinden değil, anlatıcının bakış açısından ortaya konur.<br />

Bütün eserlerdeki kadın karakter sayısı birkaçı geçmez. Boğazkesen romanındaki Deniz<br />

<strong>ve</strong> Resimli Dünya’daki Lucia, Öğleden Sonra Aşk adlı öykü kitabında yer alan<br />

öykülerdeki kadın kahramanlar en baskın karakterlerdir. Bu kahramanların karakter<br />

olarak sunulması dahi çalışmamızın sonucunda ortaya çıkacaktır. Sevgili tipi başta<br />

olmak üzere anne <strong>ve</strong> büyükanne tipleri birer karakter oluşturmadan da anlatılardaki<br />

yerini alır. Özellikle anne tipi öykü <strong>ve</strong> romanlarda kendisini gösteren tiptir. Sevgililer <strong>ve</strong><br />

hayat kadınları da anneden sonra karşımıza sıkça çıkan tiplerdir. İçinde bir kadının yer<br />

almadığı tek anlatı Berlin Duvarı’nın konu edildiği “Duvar” adlı öyküdür. Gürsel,<br />

eserlerinde farklı kadın tipleri ile karşılaşmamızı şöyle açıklar:<br />

“Öykülerimde değişik kadın kahramanlar olduğunu düşünüyorum. Büyükanne,<br />

anne, fahişe, sevgili vb. Ama sanıyorum daha çok genç kadınları anlattım. Onları bir<br />

erkeğin bakışıyla var etmek, böylece okurda çekici bir kadın imgesi yaratmak istedim.<br />

İlk Kadın hem annenin hem öteki kadının yani yasak olmayan cinselliğin alegorisi<br />

olarak da okunabilir. Sonra öykülerimde, birkaçı hariç, anlatıcı hep erkektir. Dolayısıyla<br />

kadın kahramanların onun bakışıyla ete kemiğe büründüklerini, belki de bu yüzden tek<br />

bir kadın gibi göründüklerini söyleyebilirim.” (Aliye, 2006, 21)<br />

Hale Seval de onun eserlerindeki kadın tipleri için şunları söyler:<br />

“Baskın kadın kimlikleri arasında var oluşu, Gürsel’in yazın hayatında<br />

kaçınılmaz derecede etkili olmuştur. Hayatını sevgili arayışları içerisinde geçirmesinin<br />

temel nedenlerinden biri; ikisinden birini tercih etmek, anne (se<strong>ve</strong>n, fedakâr) <strong>ve</strong>ya<br />

sevgili (uçarı, ele avuca sığmayan, gönül çelen) karşısında belki bir anlamda<br />

sınanmaktır... Hayatla zorunlu olarak yüz yüze kalan baskın kadın kimlikleri arasında<br />

büyümek, onu kadınların ayrılmaz bir parçası haline getirmiş, ninesiyle başlayan özgür<br />

<strong>ve</strong> çalışan kadının yerini zaman içinde annesi <strong>ve</strong> teyzesi almıştır… İstanbul onun<br />

sevgilisidir. İlk cinsel deneyimini yaşadığı yer bir kadın-kent imgesinde birleşmiştir.<br />

60


Öykü <strong>ve</strong> romanlarındaki kadınlar tutku dolu, arzulu, özgür <strong>ve</strong> bağımsızdır. Bir kadına<br />

uzun süre ait olamama duygusu sadece yazıya hükmetmesinden, yazıyı sevmesinden,<br />

belki sevmekten de öte, yazıya âşık olmasından kaynaklanır.” (Seval, 2006, 15)<br />

Nedim Gürsel’in öz yaşamında da etrafını saran kadınların çokluğu dikkat<br />

çekicidir. Annesi, üç teyzesi <strong>ve</strong> büyükannesi de onun yaşamının şekillenmesinde büyük<br />

pay sahibidir. Gürsel’in babasının ölümünden sonra annesi, teyzesi Sabahat Hanım <strong>ve</strong><br />

onların anneleri Fatma Hanım beraber yaşamaya başlarlar. Eserlerindeki <strong>ve</strong> özellikle<br />

öykülerindeki teyze <strong>ve</strong> büyükanne tiplerinin oluşumunda öz yaşamındaki kişilerin<br />

yerinin olduğu açıktır.<br />

Bu kadın tipleri arasında bir arayış içinde olan Gürsel’in kahramanları, annesinin<br />

yokluğunda bir hayat kadınına, anılarının yol açtığı çağrışımlarla büyükannesine <strong>ve</strong><br />

sevgilisine yönelmektedir. Çocukluk <strong>ve</strong> ilk gençlik çağlarında kadınlardan uzakta<br />

olması, onu sahiplenecek sıcak bir kucak arayışına götürür. Bu öncelikle anne<br />

kucağıdır. Annesinden çok küçük yaşta ayrılmış olması, onun tanımadığı başka<br />

kadınları aramasına neden olur.<br />

“İlk Kadın, fahişe <strong>ve</strong> annedir. Erkekliğe adımını İstanbul’un genelevlerinde atan<br />

genç bir erkek <strong>ve</strong> düşsel yolculuklarla var olan annenin yüzü. Genelev mahallesinin<br />

kadınlarıyla yaşadığı, soluk aldığı kenti tanımaya başlayış, bu tanıyış onu anne yüzüyle<br />

karşı karşıya getirmiştir. Sokaklardan, caddelerden geçerken sığınışı Meryem<br />

heykelinde bulur, kucağındaki çocuk İsa’nın yüzüne bakarak.” (Seval, 2006, 16)<br />

Kahramanların bu arayışı sırasında en büyük yardımcıları, onları büyükanne <strong>ve</strong><br />

sevgililerine götüren anılardır. İçsel dünyadaki çağrışımlarla yapılan hareketlilik<br />

anlatıcıların geçici de olsa bir kişiye ya da birkaç kişiye bağlanmasını sağlar.<br />

“İyilik meleğinin kutsal yüzü annedir, kentin gölgeli duvarlarına yansıyan ya da<br />

unutulmayan, unutulmayacak olan ilk kadın. Kimi yerde bu kadın çekip giden,<br />

dönmeyen sevgili olur, kimi zaman ise torununa karnı acıktığında yemek hazırlayan<br />

büyükanne. Kentin sokaklarında gezindiği gibi kadın kimlikleri arasında dolaşıp<br />

yurtsuzluğunu unutmaya çalışır.” (Seval, 2006, 14)<br />

Anlatıcı- yazar, İlk Kadın adlı eserinin içinde metnin oluşumuna <strong>ve</strong> temasına<br />

yönelik sonsöz niteliğinde satırlara yer <strong>ve</strong>rir. Kitabın sona ermesiyle beraber üzerinde<br />

durduğu konuları açıklama gereğini duyar. Eserin geriye dönük bir incelemesi<br />

sayılabilecek bu sonsöz, kitabın adını oluşturan “İlk Kadınlar”ı ele almaktadır. Bu<br />

kadınlardan birisi kendisinin tanıdığı ilk kadın olan annesi, diğeri fiziksel olarak ilişki<br />

kurduğu ilk kadın olan genelevdeki hayat kadınıdır. Kente gelişle birlikte anneden<br />

61


ayrılma <strong>ve</strong> diğer kadını tanıma zamanı gelmiştir. Annesinin ölümüyle beraber büyük bir<br />

boşluğa düşen <strong>ve</strong> sığınacak bir yer arayan anlatıcı, geçici <strong>ve</strong> bir defa da olsa diğer<br />

kadına sığınır. Her ikisi de birbirinden farklı var olma nedenlerini içerdiğinden iki kadın<br />

arasında bir karşılaştırma yapılmamıştır. İdealize edilen kadının aranması annenin<br />

ölümünden sonra da devam etmiştir.<br />

“İlk Kadın hem yuvarlak, beyaz bir yüzün, hem ilk cinsel deneyin, hem de ilk<br />

ayrılığın öyküsü olmalı. İlk kentin, ilk ürperişin, ilk yolculuğun, denizi ilk görüşün<br />

öyküsü olabileceği gibi. İlk Kadın İstanbul’da, on altı yaşında bir yatılı okul<br />

öğrencisinin yaşadığı nevrozu anlatmalı, isteyip de rastlayamadığı Raşel’in, Heleni ya<br />

da Lusin’in, Anaita’nın belki de Despina’nın sesini duyurmalı. Yani bir Müslüman<br />

delikanlısının ilk gerçek ilişkiyi kurabilmeyi umduğu genç kızın sesinde aşkın, yıkılan<br />

İstanbul’un acısını, eski Bizans’ın, Osmanlı’nın yitişini dile getirmeli. İlk Kadın anneyi<br />

anlatmalı. Annenin yakınlığını, sıcaklığını, yumuşaklığını. İlk Kadın kadını anlatmalı,<br />

yani genelevi. Ötekini, başka gövdeyi, yalnızlığın, ana rahminden dünyaya düşmenin<br />

sarsıntısını da. İlk Kadın hem yuvarlak, beyaz bir yüzün, hem saydam, yırtılan ipek gibi<br />

yumuşak bir sesin, hem İstanbul’un, hem ilk korkunun, ilk suçun, ilk sözcüğün öyküsü<br />

olmalı.” (Gürsel, 2004, 103)<br />

İdealize edilen kadın, Resimli Dünya adlı romanda hem anne hem de hayat<br />

kadını kişilikleriyle karşımıza çıkar. Kamil Uzman, kaldığı stüdyoda buğulanan cama<br />

ölen annesinin yüzünü çizmiştir. Bu yüzün her türlü detayı olmakla birlikte bakışı<br />

yoktur. Geçmişte bakışı olmayan bir yüz daha çizdiğini anımsar. O da yatılı okul<br />

günlerinde cama çizdiği genelevdeki kadının yüzüdür.<br />

Gürsel’in öykü <strong>ve</strong> romanlarında kadınlardan uzak olan kahraman sayısı azdır.<br />

Özellikle sevgili <strong>ve</strong> hayat kadını tipindeki kadınlar, fiziksel varlıklarıyla kendilerini<br />

gösterirler. Kadınlardan uzaklaşma kahramanların içsel nedenlerinden değil, dışsal<br />

nedenlerden kaynaklanmaktadır. Bu dış etkenlerden en çok görüleni siyasi nedenlerden<br />

dolayı kahramanların sürgüne gönderilmeleri <strong>ve</strong> kahramanın askerde olmasıdır.<br />

“Sorguda” adlı öykü kitabında kadınlardan uzak olmanın getirdiği bir burukluk<br />

hissedilmektedir. Özellikle “Sorguda”, “Kıyıda”, “Komutanın Tavşanları” <strong>ve</strong> “Sürgün”<br />

adlı öykülerde kadınlardan, anne <strong>ve</strong> sevgiliden, ayrı olmanın kahraman üzerinde<br />

oluşturduğu olumsuz etkiyi görebilmekteyiz.<br />

“Yeniyetmelikten çıkıp gençlik çağına girer girmez kapatıldığı bu bozkır<br />

kışlasında her şeyi unutmuştu. Yaşadığı kenti, denizi, akşam içilen biraları. Yaz<br />

günlerinde kumsalda beklediği uzun saçlı kız, uzak bir anı bile değildi artık. Kızın yanık<br />

62


tenli gövdesini, buluşmalarını, birbirlerine anlattıklarını, her şeyi her şeyi unutmuştu.<br />

Sabahları üzerine eğilip, onu alnından yumuşacık öpen annesinin yüzünü bile.” (Gürsel,<br />

2003, 119)<br />

“Sürgün” adlı öyküde kahraman, siyasi suçlu olarak bir kasabaya sürgüne<br />

gönderilir. Buradaki yaşamında kahramanın en çok özledikleri annesi <strong>ve</strong> sevgilisi<br />

Leyla’dır. Sevgilisi ile geçirdiği mutlu anları <strong>ve</strong> ölen annesinin sıcaklığını anımsar.<br />

“Kuzey Yıldızı” öyküsünde de ben-anlatıcı, sürgünlükle beraber gelen aidiyetsizlik<br />

duygusunu yaşamında bir kadın olmamasına bağlar. “Martının Ölümü” öyküsünde<br />

anlatıcı- yazar, ana yurdundan uzakta ana<strong>dili</strong>yle beraber kadınları da unutmaktadır.<br />

“La Pieta” öyküsünde kahraman, bir hafta önce tanıştığı sevgilisiyle<br />

birlikteliğinde “Kollarımda can <strong>ve</strong>r.” sözünden hareketle 12 Eylül sorgulamasında ölen<br />

eski sevgilisini hatırlar. Eski aşkını yanındaki sevgilisiyle paylaşma isteği duyar. Eski<br />

sevgiliye duyulan aşkta cinselliğin payı büyük değildir. Gürsel’in eserlerinde<br />

kahramanın karşı cinse duyduğu sevginin cinsellikten önce geldiği tek öyküdür.<br />

Resimli Dünya’daki Fikret Mualla, bir roman kahramanı değildir. Romana<br />

gerçek yaşamdan Kamil Uzman’ın ressamlığı ile ilişkili olarak ortaya çıkar. Fikret<br />

Mualla’nın da uzun süren bir aşk ilişkisi olmamıştır. Bu nedenle hep bir özlem<br />

içindedir. On beş yaşında annesini kaybetmesi, gerçek anlamda bir sevgilisinin<br />

olmaması, dört yaşına kadar bir kız çocuğu gibi büyütülmesi onun bu özlemi derin bir<br />

biçimde yaşamasına; annesinin ölümüne neden olması da kadınlara yönelik bir suçluluk<br />

duygusu hissetmesine neden olmuştur. Fikret Mualla’nın altmışında dahi kızlara yönelik<br />

saplantısı bir kentin (Paris) onda uyandırdığı hislerin sonucudur.<br />

Resimli Dünya’da, annesini, ü<strong>ve</strong>y annesini, âşık olduğu kadını <strong>ve</strong> karısını<br />

kaybeden Edgar Allan Poe’den bahse<strong>dili</strong>r. Kamil Uzman’ın yaşadığı yalnızlığı <strong>ve</strong><br />

sevgisizliği paylaşmak için Poe’dan yararlandığı söylenebilir.<br />

Gürsel’in eserlerinde kadın tipleri, dini boyutuyla daha çok anne tipi üzerinden<br />

ele alınmıştır. Kahramanın kendisini gü<strong>ve</strong>nde hissettiği yer annesinin yanıdır. Annesinin<br />

olmadığı zamanlarda <strong>ve</strong> Hristiyan motiflerinin ağırlıkta olduğu öykülerde Meryem<br />

sığınılacak bir kişi olarak karşımıza çıkar. İlk Kadın’da Meryem, ikonalardaki İsa<br />

dolayısıyla bireysel bir kurtarıcı durumundayken, Boğazkesen’de Meryem, kentin<br />

kurtarılması için dua edilen dini boyutuyla ele alınan kadın konumundadır.<br />

Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçen Nicolo için Meryem’in dua edilecek kişi olması bir<br />

zıtlık oluşturur. Bu zıtlığın sonunda ne tarafa ait olursa olsun Meryem’e dua edeceği<br />

sonucuna varılır. Kadın, bu konumuyla kentin koruyucusu olarak algılanmıştır.<br />

63


Gürsel’in öykü <strong>ve</strong> özellikle romanlarında kadın ile ölüm birbirinden ayrı<br />

düşünülemez. “Boğazkesen”de iki kurmaca düzleminde ilerleyen olaylar kadın ile<br />

ölümü beraberinde getirecektir. Fatih Haznedar’ın yazmakta olduğu kurmacanın alt<br />

kısmını oluşturan Boğazkesen romanında Selim adını alan Nicolo, bir kadın tarafından<br />

öldürülür. Nicolo’nun, bir kadınla ilk kez ilişkiye girmeyi istemesi ezildiğini düşündüğü<br />

erkekliği yeniden kazanma hissi olarak algılanabilir. Ancak bu hırsa dönüşen istek onun<br />

ölümüne neden olmuştur.<br />

Boğazkesen’de kurmacanın üst kısmında yer alan anlatıcı- yazar Fatih<br />

Haznedar’ın sevgilisi Deniz, anlatıcı- yazarın yazma ediminin en büyük engelleyicisi<br />

durumundadır. Denizle tanışıncaya kadar romanını yazmaktan başka bir düşüncesi<br />

olmayan Fatih Haznedar, bu ikililiğin sonucunu Deniz’i öldürmekte bulur. Kurmacanın<br />

her iki kısmında da kadın ile ölümün birlikteliği, hem Fatih Haznedar’ın yazdığı hem de<br />

Nedim Gürsel’in yazdığı romanların bitiminin birer göstergesidir.<br />

Kadın, eserlerde yalnızca ölen kişi olarak yer almaz. Ölüme neden olan, öldürten<br />

kişi (femme fetale) olarak da “Boğazkesen”de yer almaktadır. Şehzade Mustafa,<br />

Mahmud Paşa’nın karısına âşık olunca, paşa tarafından öldürtülür. Gürsel’in eserlerinde<br />

kadın karakterlerin derinlemesine işlenmemesi bu olayda da yüzeyselliğe neden olur.<br />

Gürsel’in öz yaşamıyla da ilişkilendirilebilecek kadın arayışı, öncelikle anneye<br />

odaklanır. İstanbul’da yatılı okulda okuması nedeniyle annesinden ayrılan Gürsel’in<br />

hislerini, otobiyografik olarak değerlendirilebilecek İlk Kadın adlı anlatıda bulabiliriz.<br />

İlk Kadın’da yatılı okulda okuması nedeniyle yaşamla bağı zayıf, annesinden başka<br />

kadın tanımamış olan anlatıcı imgeleminde bir kadın yaratmaktadır. Anlatıcı, kadında<br />

kendi isteğine göre fiziksel özellikler oluşturmuştur. Bu kadın, imgesel olmakla birlikte<br />

anlatıcının ideal kadın tipini de ortaya koyar. İlk Kadın on altı yaşında bir genç için hem<br />

fiziksel hem de ruhsal isteklerini karşılayabilecek bir kadın tipidir.<br />

“İmgeleminde yarattığı, gövdesini her gece başka biçimde düşlediği bir kadın<br />

bu. Bazen iri göğüslü, geniş kalçalı, balıketi dedikleri türden. Bazen ipince, uzun<br />

bacaklı. Bazen de yeniyetmelikten henüz kurtulmuş küçük bir kız.” (Gürsel, 2004, 59)<br />

İlk Kadın’da anlatıcının on altı yaşında iken eksikliğini hissettiği kadınlar<br />

isimleriyle beraber anlatılır. Anlatıcı- yazarın imgeleminde yarattığı kadın isimlerini<br />

saydığı bu kadınların hepsinin toplamından oluşmaktadır. Annesinden başka bir kadını<br />

tanımayan gencin idealini oluşturan kadın tipi karşısına hiç çıkmayacaktır.<br />

“İşte böyle Raşel! İşte böyle Heleni! Lusin, Anaita, Despina işte böyle! İstiklal<br />

Caddesi’nde, Galata’nın karanlık, dar sokaklarında dolaşır. Markiz Pastanesi’nin<br />

64


dibindeki beyaz örtülü masada on altı yaşımın Müslüman acılarını, o dayanılmaz<br />

yalnızlığı yaşarken rastlayamadığım kadın!” (Gürsel, 2004, 53)<br />

İmgesel kadın tipiyle Boğazkesen’in Fatih Sultan Mehmet’inde de karşılaşırız.<br />

Bu kadın tipinin dünyada olmasının mümkün olmadığını düşünen Fatih, Avni<br />

mahlasıyla yazdığı şiirlerine bunları konu edinir.<br />

“Bir kadın düşlüyordu, o güne dek sahip olduğu kadınların hiçbirine<br />

benzemeyen, karşı kıyıda Ceneviz surlarının içinden göğe yükselen Galata kulesi gibi<br />

alımlı, hem kalın hem ince, hem sert hem yumuşak, taş kadar soğuk kor gibi sıcak bir<br />

kadın. Teni bir delikanlı teni diriliğinde olsun, kalbi bir anne kalbi kadar se<strong>ve</strong>cen. Bu<br />

isteğini dünyada bulunması mümkün olmayan, belki cennette rastlayabileceği bu kadın<br />

imgesini dizelere dökmeyi denedi.” (Gürsel, 2003, 227)<br />

İdeal kadın tipi, Resimli Dünya romanının kahramanı Kamil Uzman tarafından<br />

da çizilmiştir. Kamil Uzman ressam olmasına rağmen bir portre sanatçısı değildir;<br />

ancak bir gün bu işe girişecek olsa “belli bir kadının değil hayatına giren tüm kadınların,<br />

kitaplarda okuduğu, resimlerini gördüğü tüm kadınların toplamı bir yüzü” çizecektir.<br />

Çizilecek olan bu yüz ulaşılamayan, hayali olarak görülen bir imge niteliğindedir. Bütün<br />

eksik, kusurlu yanlarıyla, iyi <strong>ve</strong> kötü özellikleriyle kendisini terk eden ilk sevgilisinden<br />

annesine kadar bir toplama niteliğinde olacaktır.<br />

Bu ideal <strong>ve</strong> imgesel kadın tipleri, Nedim Gürsel’in kahramanlarının tanıdığı<br />

<strong>ve</strong>ya hayalinde yaşattığı bütün kadınların toplamı olarak kendisini gösterir.<br />

Kahramanların bir kadına bağlanamaması, onların içinde bulunduğu yalnızlık<br />

duygusuyla aidiyetsizliği de beraberinde getirir. Kahramanların bulunduğu ortama,<br />

beraber yaşadığı insanlara olan yabancılığı ideal bir kadını arama düşüncesine bürünür.<br />

Gürsel’in eserlerinde kadın kahramanlar, sevgili tipi ile adı <strong>ve</strong>rilmeyen diğer<br />

kadınlarla karşılaştırılır. Erkek kahramanların ağzından anlatılan kadınlar, fiziksel<br />

özellikleriyle cinsellik ön planda tutularak anlatılır. “Pınar” öyküsünde ben-anlatıcının<br />

sevgilisi Pınar, “yatakta en deneyimli, en sıcak kadından daha olgun”, “O Kış<br />

Saraybosna’da” öyküsünde hayat kadını Ferida, “En güzeli değildi belki. En cana yakın<br />

olanı da değildi. Ama en hüzünlüsüydü.”, “Sadullah Paşa ile Necibe Hanım” öyküsünde<br />

Necibe Hanım, “Paşa’nın koynuna girdiği ilk kadın değildi elbet, ama en deneyimsizi”<br />

olarak anlatılır. “Öğleden Sonra Aşk” adlı öyküde ben-anlatıcının sevgilisi<br />

“Nefeli’ninkiler kadar ışıltılı, öfkelendiğinde simsiyah parlayan gözler” başka<br />

kadınlarda görülmemiştir. “Mahmurçiçeği” öyküsündeki ben-anlatıcı yaşamına giren<br />

65


kadınları zamanla unuttuğundan bahsetmektedir. Sevgilisi Çiğdem için “Ne en güzeli,<br />

ne en <strong>ve</strong>falısı. Ama en çılgınlarından biri olduğundan eminim.” demektedir.<br />

Boğazkesen’de kaptan Rizo için Nefeli, “kadınların en tutkulusu, en cömerdi”<br />

dir. “Boğazkesen”de Kaptan Rizo, Nicolo ile konuşmasında Bizanslı kadınlardan<br />

bahseder. Nefeli ile karşılaştırıldığında bu kadınların sıradan <strong>ve</strong> tek tip kadınlar olduğu<br />

sonucuna varılır. “Zavallı kaptanımın anlattıklarına bakılırsa Bizanslı kadınlar buruk<br />

şarap tadındaymışlar. İlk kadehte başını döndürürlermiş insanın, ikincisinde adam akıllı<br />

sarhoş olurmuşsun. Üçüncüsünde yıkıldığın yerden kimse kaldıramazmış.<br />

Dördüncüsünde…”(Gürsel, 2003, 154)<br />

İki kadının karşılaştırıldığı tek anlatı Boğazkesen’dir. Boğazkesen’deki iki<br />

kadın olan romandaki gerçek bir kişi Nefeli, efsanevi kişilik Şemsiye ile karşılaştırılır.<br />

Her ikisinin de öne çıkan özellikleri <strong>ve</strong> benzerlikleri <strong>ve</strong>rilir. Anlatımda fiziksel<br />

özelliklerin ağırlığı dikkat çekmektedir. “Dişilikte Nefeli başta ama Şemsiye’nin de<br />

değme dilbere pabuç bırakmayacak bakışları, ok gibi kirpikleri, yay gibi kaşları, inci<br />

gibi dişleri var. İkisinin de esmer, ikisinin de tenleri pirüpak, gözleri kederli. Ve her<br />

ikisi de ölmeye hazır değil.” (Gürsel, 2003, 215)<br />

Gürsel’in eserlerinde yer alan kadınların çokluğu, onun kadınlara olan ilgisinin<br />

göstergesi sayılabilir. Kahramanlarının bir kadına bağlanmakta yaşadığı zorluk, kimi<br />

eserlerde kadına olan tutkuya dönüşür. “Boğazkesen” adlı romanda kadın Venedikli<br />

korsan Rizo’nun vazgeçemediği iki tutkusundan biri kadınlardır. Diğer tutkusu deniz,<br />

onu kadınlara götüren bir araç niteliğindedir. Rizo, bu iki tutkusunu birbirinden<br />

ayıramaz. Deniz, onun yaşamını sürdürmesi için tek yol, kadın da bu yoldan<br />

varılabilecek tek güzelliktir.<br />

Resimli Dünya’da tutkusundan vazgeçen tek kişi olarak Büyük İskender’in adı<br />

anılır. Büyük İskender, tutkuyla sevdiği Campaspe adlı kadını en yakın dostuna<br />

<strong>ve</strong>rmiştir. Gürsel’in eserlerinde erkek kahramanların tutkuyla bağlandığı kadın sayısının<br />

pek de fazla olmadığı düşünülecek olurda ondan vazgeçildiğine de rastlanmaz.<br />

Gürsel, Boğazkesen’de Molla Gürani’nin okuduğu <strong>ve</strong> Sultan Mehmet’in<br />

dinlediği İskerdername’de bir kadınlar kentinden bahseder. Burada yalnızca kadınlar<br />

yaşamaktadırlar. Evlenmek isteyen kadınlar başka bir kente gönderilir, orada<br />

evlendirilir. Ayrıca bütün kadınlar bakiredir. Erkeklerle savaşır <strong>ve</strong> kazandıklarında<br />

ödüllendirilirler. Öldüren kadın olmaktan daha da öteye giden buradaki kadın tipi<br />

feminen bakışın önemli bir örneğidir. Gürsel’in eserlerinde cinsel yanları ön plana<br />

çıkarılarak anlatılan kadınlar, İskendername’deki kadınlar kentinden bahsedilmesi<br />

66


yönüyle tam tersi bir durumda sunulur. Kadının baskın olarak dile getirildiği bu bölüm,<br />

Gürsel’in eserlerinde kadının varlığının açık biçimde hissedildiği tek anlatıdır. Anne <strong>ve</strong><br />

büyükannenin <strong>ve</strong>rdiği gü<strong>ve</strong>n duygusu, sevgilide <strong>ve</strong> hayat kadınlarında aranan fizyolojik<br />

tatmin, feminen bakışın görünümüyle bütünüyle kaybolmuştur.<br />

Kadın- erkek ikilisinin simgesel bir noktadan ele alınmasıyla birbirinden ayrı<br />

düşünülemeyen iki varlık olduğu da görülmektedir. “Boğazkesen”de anlatıcı- yazar,<br />

akrebi olmayan yelkovanın yalnızlığından bahsederek sözü kadın- erkek ikilisine getirir.<br />

Ünlü âşıkların isimlerini sayar. Anlatıcıya göre kadın- erkek ikilisi gibi hiçbir ikili<br />

birbirinden bağımsız düşünülemez.<br />

“İnsanları da düşündüm, ünlü âşıkları. Leyla ile Mecnun’u, Romeo ile Juliet’i,<br />

Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin’i.” (Gürsel, 2003, 41)<br />

“Mahmurçiçeği” öyküsünde anlatıcının seviştiği kadınları unutmasıyla<br />

karşılaşırız. Bir kadına ait olamama ile açıklanabilecek bu durum, “Sorrento’ya Geri<br />

Dön” öyküsünde kahramanın bir yere, kişiye ait olamaması ile daha da vurgulanır. “Bir<br />

kadından bir kadına, bir limandan bir başka limana savrulup duruyordum.” (Gürsel,<br />

2003, 24)<br />

Gürsel’in erkek kahramanlarının mekâna <strong>ve</strong> kadına olan bağlanamama durumu<br />

onların aidiyetsizlik sorunu olduğunu göstermektedir. Kahramanlardaki aidiyetsizliğin<br />

kaynağını Gürsel’in yaşamında arayabiliriz. Nedim Gürsel, Gorki <strong>ve</strong> Lenin üzerine<br />

yazdığı bir yazı sonrası ceza alınca ilk kez yurt dışına çıkar. Zorunlu olarak başlayan<br />

sürgün hayatı uzun yıllar devam eder. Özellikle “Sorguda” <strong>ve</strong> “Son Tramvay” adlı öykü<br />

kitaplarında yazarın sürgün nedeniyle özlemini çektikleri konu e<strong>dili</strong>r. Gürsel,<br />

aidiyetsizlik duygusunu <strong>ve</strong> sığındığı <strong>dili</strong> şöyle ifade eder:<br />

“İnsanın belirli bir yurdu, kök salabileceği bir coğrafya olmayınca, dile,<br />

yapıtının içine kök salmak istiyor. Yurtsuzluğu, bir kentten bir başka kente savrulmayı<br />

yurt ediniyor. Son Tramvay tamamiyle bu duygudan yola çıkılarak yazılmış bir kitap.<br />

Orada, sürgünde yaşayan bir Türk yazarın yolculukları söz konusu. Kendi yurdundan<br />

uzakta kalmasının getirdiği köksüzlük <strong>ve</strong> boşluk duygusu söz konusu.” (Seval, 2006,<br />

47)<br />

Yazarın dil ile kurduğu bağlılık Boğazkesen romanında da karşımıza çıkar.<br />

Bahriye Çeri konuyu şöyle açıklamaktadır:<br />

“Nedim Gürsel, romanında insan ruhunu su ile ifade ederken fiziksel yaşamı<br />

toprakla <strong>ve</strong>rmiştir. Kök salma imgesi, hem Osmanlı İmparatorluğu’nun kök salması<br />

hem de yazarın Boğazkesen romanını yazmasıdır. Yazar kendi romanını, Osmanlının<br />

67


kök salıp yaşaması ile birleştirir. N. Gürsel bütün eserlerinde geçmişiyle, ülkesiyle bağ<br />

kurabilmek iç sürgünlüğü anlatabilmek için tek kurtuluş yolu olarak <strong>dili</strong> görür…<br />

Boğaz’ın ayna suları Fatih Haznedar’ın kendi içine bakışı, belki de tüm insanlığın içe<br />

bakışını temsil eder.” (Çeri, 2001, 15)<br />

“Gürsel’in kitaplarında kadınla ilişkiler ayrılık <strong>ve</strong> özlem üzerine kuruludur. Kısa<br />

kaçamaklar, cinsel ilişki, fahişelerle düşüp kalkmalar, bitmiş aşklar… Bunların tümünde<br />

hep bir arayış gizlidir, bir türlü ele geçmeyen, soyut bir kadın imgesini, kadınlığı arayış.<br />

Bu imge ele geçmez hiçbir zaman çünkü sürgünle, köksüzlükle özdeşleşmiştir. Onu<br />

avutabilecek bir kadın yoktur dünyada. Uzun yolculuklara çıkar, gittiği ülkelerde hep<br />

bir yabancıdır artık. Sonunda kendi ülkesine, dostlarını yaşadığı kente döndüğünde de<br />

kendini bir yabancı gibi anımsar. ‘Bir köprüdeymiş gibi mi yaşadım?.. Ne orada ne<br />

burada. Hem orada hem burada.’ Bu bölünmüş yaşam öykülerin anlatıcısını hiçbir şeyle<br />

yetinmeyen, boşluk duygusuyla bir yerden bir başka yere savrulan, mutsuz bir insan<br />

yapmıştır. Ama gürsel mutlak bir umutsuzluğa kapılmaz hiçbir zaman. Gövdemi<br />

dünyanın bir parçası gibi hissediyorum. Ne bir kentte ne de bir ülkede yaşıyorum ben.<br />

Benim ülkem <strong>dili</strong>mdir.” (Juliet, 2004, 5)<br />

Sevgilim İstanbul adlı kitabında uzun bir yolculuğa çıkan ben-anlatıcı, “Kazba”<br />

adlı öyküde kendisine bu yolculuk halinin ne zaman biteceğini sormaktadır. Yaşadığı<br />

kentten <strong>ve</strong> sevgilisinden ayrılığı yalnızlık duygusunu artıran nedenlerdir. “Evler” adlı<br />

öyküde ben-anlatıcı, ayrıldığı sevgilisinin evler <strong>ve</strong> bir mekâna bağlılık üzerine söylediği<br />

sözleri anımsar. Mekâna bağlılık bir kadına da bağlılığı beraberinde getireceğinden her<br />

iki aidiyetten de uzakta olmayı isteyen anlatıcı, bir tereddüt yaşamaktadır.<br />

Gürsel’in üzerinde yeterince durmamış olsa da bir kadına bağlı olmayı<br />

düşündüğü iki öykü vardır. Bunlar “Penelope” <strong>ve</strong> “Yardımse<strong>ve</strong>r Kadın” adlı öykülerdir.<br />

Her iki öyküde de kahramanlar, kadınlara bağlı olma konusunda tereddütler yaşar.<br />

Köprüler <strong>ve</strong> havaalanları Gürsel’in kahramanlarının aidiyetsizliğini kanıtlar<br />

niteliktedir. Bir yerden bir başka yere gidişi simgeleyen bu iki kavram öykülerde “St.<br />

Nazaire Köprüsü, Boğaziçi Köprüsü, Drina Köprüsü, Mirabeau Köprüsü, Charles<br />

ırmağı üstündeki köprü, Neretva Irmağının iki yakasını birleştiren köprü” adları <strong>ve</strong><br />

simgesel varlıklarıyla yazarın aidiyet sorununu göstermektedir. “Havaalanı” adlı öyküsü<br />

üzerine bir yazısında Elif Börekçi şunları söylemektedir:<br />

“Nedim Gürsel’in Son Tramvay isimli eserinde yer alan “Havaalanı”<br />

öyküsünde ülkesinden uzakta yaşayan <strong>ve</strong> durmadan amaçsızca yolculuk eden bir<br />

insanın sonunda aidiyet duygusunu kaybetmesi, kendine yabancılaşması, geriye dönüş,<br />

68


ilinç akışı tekniklerinin <strong>ve</strong> benzetmelerin yardımıyla anlatılmaktadır. Yurdundan<br />

uzakta yaşayan <strong>ve</strong> oradan oraya amaçsızca yolculuk eden bir bireyin psikolojisinin<br />

anlatıldığı öykünün başlığı “havaalanı”dır. Havaalanı, bu eserde yolculukları<br />

simgelemekte <strong>ve</strong> eserle tematik bir bağ kurmaktadır; çünkü bu eserde insanlar<br />

yolculuklarına havaalanından başlamakta <strong>ve</strong> sevdikleri her şeyi havaalanında geride<br />

bırakmaktadırlar. Sevdiklerini bir belirsizliğin, boşluğun içine bırakmaktadırlar.” 11<br />

Gürsel’in Atlas dergisi için üç yıl gezi yazıları yazdığını <strong>ve</strong> bu nedenle sürekli<br />

yolculuk ettiğini düşünürsek kahramanlarındaki bir mekâna <strong>ve</strong> bir kadına ait<br />

olamamanın nedeni anlaşılmaktadır. Tanpınar’ın “Sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için<br />

dahi bir yere basmak lâzım.” sözü kültürel aidiyetle ilgili olsa da Nedim Gürsel için<br />

bireysel açıdan geçerlilik taşımaktadır. Gürsel <strong>ve</strong> kahramanları tek bir yerde<br />

yaşamamakta <strong>ve</strong> tek bir kadına bağlı kalamamaktadır. Eserlerdeki erkek kahramanların<br />

yaşadığı yalnızlık <strong>ve</strong> yabancılık aidiyetsizliklerinin hem nedeni hem de sonucudur.<br />

Otobiyografik ögelerin eserlerdeki sık kullanımı öteki durumuna konulan kadınların<br />

silik bir biçimde görünmesine neden olmuştur.<br />

Eserlerde kadın ana kahraman değil, kahramanın sevgilisi, annesi <strong>ve</strong> diğer kadın<br />

tipleri konumundadır. Anlatıcının kadın olduğu iki öykü vardır. Bunlardan biri üç<br />

anlatıcının yer aldığı “Avlu” adlı öykü, diğeri ise “Sevgilim İstanbul” adlı kitaptaki<br />

“Kloşar” adlı öyküdür. Erkek bir yazar olarak kadınların bakış açısıyla bir olaya<br />

yaklaşmanın farklılığını gördüğünden bu yönde bir tercih yapmayan Gürsel, kadınlara<br />

dışarıdan bakmayı tercih etmiştir. Fakir Baykurt’un Irazca Ana’sı <strong>ve</strong> Yaşar Kemal’in<br />

Meryemce’si, özellikle Necati Cumalı’nın Mine, Meryem gibi öykü <strong>ve</strong> oyun<br />

karakterleri onun kadın kahramanlarına uzak kişilerdir.<br />

2.1.1. Anne Tipi<br />

Gürsel’in eserlerinde anne tipi, üzerinde yoğun olarak durulan tiplerdendir.<br />

Kahramanlar, öykü <strong>ve</strong>ya romanın geçtiği zamanda annesiyle beraber olmasa da<br />

çağrışımlar yoluyla annesini anımsarlar. Gürsel’in babasının ölümünden sonra annesi,<br />

teyzesi <strong>ve</strong> büyükannesiyla birlikte yaşamaya başlaması onun psikolojik gelişiminde<br />

önemli bir noktayı oluşturur.<br />

11 Elif Börekçi, “Nedim Gürsel’in Havaalanı Öyküsü Üzerine Bir İnceleme”, Yakamoz 2006,<br />

eğitim.milliyet.com.tr<br />

69


“Annemin ailesiyle çevrilmiş dört yanımız. Kadınlarla kuşatılmıştık.<br />

Ağabeyimle beni kadınlar büyüttü, diyeceğim, üç anaç kadın.” (Gürsel, 2004, 105)<br />

Gürsel’in yaşamına, özellikle yurt dışında bulunduğu zamanlar annesini<br />

kaybetme korkusu yerleşir. Seyrek olarak geldiği Türkiye’de annesini ziyaret<br />

etmektedir, ancak ondan uzakta iken onun ölümü düşüncesi kendisini rahatsız<br />

etmektedir. “İlk Kadın” adlı eserinin oluşumunda annesinin ölümünü erteleme<br />

düşüncesi yatmaktadır.<br />

“İlk Kadın’da Paris’te geç vakit annesini arayan, Rue Soufflot’ya saptıktan<br />

sonra kendini Boğaziçi’nde bulan o adamın öyküsünü anlatmaya kalkıştıysam annemin<br />

ölümünü hep ertelemek istediğim içindir.” (Gürsel, 2004, 109)<br />

Annesini kaybetme düşüncesi onun diğer kadınlarla olan ilişkilerine de yansır.<br />

Daha sonra tanıştığı kadınlara olan bağlılığı annesiyle olan ilişkisinin tersi bir biçimde<br />

gelişir. “Kaybetmek korkusunu böyle savunmasız, kırılgan, anneden uzakta yaşadığım<br />

için daha sonraları sevdiğim, bağlandığım kadınlardan ayrılmam kolay olmadı<br />

belki…”(Gürsel, 2004, 105)<br />

Gürsel, annesine duyduğu sevgiyi, ondan uzakta olmanın yarattığı endişeyi Sağ<br />

Salim Kavuşsak adlı otobiyografisinin “Anneme Ağıt” adlı bölümünde şöyle anlatır:<br />

“Ev<strong>ve</strong>lce dertlerimi, düşüncelerimi paylaşacak bir annem vardı diye düşündüm. Oysa<br />

şimdi yalnızdım evrende. Melek gibi uçu<strong>ve</strong>rmişti uğursuz bir mayıs gününde. Tanrı’ya<br />

haykırmak, onu geri göndermesi için yalvarmak istiyorum şimdi… Anne çık kara<br />

topraktan! Yine kollarına al beni.” (Gürsel, 2004)<br />

Sevgilim İstanbul adlı öykü kitabında ben-anlatıcının çıktığı yolculuk sonunda<br />

döndüğü yer, kenti İstanbul, döndüğü kişi ise annesidir. Kavuşma anı anlatıcının<br />

hayalinde dahi önemli bir yer tutar. Kendisinin dünyayı gezmesine rağmen evinden<br />

ayrılmayan, daima onu bekleyen annesidir. “Dönüş” adlı öyküde anlatıcı, çıktığı<br />

yolculuk sonucu annesinden ayrılmasına rağmen onu hayalinde yaşatarak zihinsel<br />

yolculuklarla her gittiği yere götürmüştür.<br />

“Paris’te Marie Köprüsü’nün altından akıp giden Seine Irmağının bulanık<br />

suyunda, Figuier Sokağında lambasını yakınca beyaz kâğıtlara vuran ışıkta seni gördü.<br />

Senin ellerini, yüzünü, geniş alnını. Moskova’da Puşkin Alanında kar yağarken sen<br />

vardın aklında. New York’ta Gate Village’in karanlık mahzenlerinden birinde caz<br />

dinlerken de.” (Gürsel, 1997, 108)<br />

Anlatıcı, aradan yıllar geçtikten sonra değişen kişiliğiyle beraber annesinin<br />

karşına çıkmayı heyecanla beklemektedir. Kavuşma anı olarak değerlendirilebilecek bu<br />

70


an, ben-anlatıcının annesine <strong>ve</strong>rdiği değeri gözler önüne getirmektedir. Kavuşma anının<br />

ardından annesiyle ben-anlatıcı arasında bir söylence başlayacaktır. Görülen kentler,<br />

tanışılan kadınlar <strong>ve</strong> yaşanan diğer olaylar anneye aktarılacaktır. Anlatıcının iç dökmeye<br />

bağlanabilecek bu yaklaşımı, bir sığınak olarak görülen anne üzerinden yapılmaktadır.<br />

Öykünün sonunda adı “Nurhayat” olarak <strong>ve</strong>rilen annenin öldüğü haberini alan anlatıcı,<br />

bütün hayallerinin yıkımıyla baş başa kalır. Öyküde annesinin beklediği kişinin kendisi<br />

olup olmadığı konusunda Gürsel’in şu sözleri dikkat çekicidir.<br />

“Annemin beklediği, yıllarca yolunu gözlediği gerçekten ben miydim, yoksa<br />

aldırmak istemediği, canı gibi koruduğu o bebek mi?.. “Dönüş” adlı öykümde bu soruyu<br />

sormaktan kendimi alamadım.” (Gürsel, 2004, 95)<br />

“Kloşar” 12 adlı öyküde ölen oğlunun ardından yas tutan bir anne, anlatıcı olarak<br />

karşımıza çıkmaktadır. Öyküde geçen mekân isimlerinden Paris’te yaşadığını<br />

anladığımız anne, dini ögelerin yardımıyla bu acısından kurtulma çabası içindedir <strong>ve</strong><br />

öykünün başlığından anladığımız kadarıyla başıboş dolaşmaktadır <strong>ve</strong> bulunduğu<br />

karanlıktan aydınlığa çıkma çabası içindedir: “Bizler için az bir süre kalmış. Ne<br />

olduğunu kavrayamıyorum bunun, ama seziyorum; günün birinde ışığa kavuşacağız<br />

karanlıklarda.” (Gürsel, 1997, 140)<br />

“Sokağa Çıkmak” adlı öykü, Gürsel’in 1970 yılında beyin ameliyatı geçiren<br />

annesine ithaf ettiği öyküdür:<br />

“–Annem için, sağlığına kavuşması dileğiyle-”<br />

Öyküde anlatıcının sokak izlenimleri <strong>ve</strong> çocukluk çağrışımlarında kendi<br />

annesine dair cümleler geçmemesine rağmen küçük bir çocuğun annesiyle birlikteliği<br />

sonucu hissettikleri yer almaktadır.<br />

“İlk Kadın” adlı anlatı, yazarın annesine duyduğu sevgiyi göstermesi<br />

bakımından önemlidir. Kitabın başında Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan anne için yapılan bir<br />

alıntı yer alır:<br />

“Üfleme bana anneciğim korkuyorum<br />

Dua edip edip geceleri” (Gürsel, 2004)<br />

Annesinin küçükken Gürsel’e masallar anlatması <strong>ve</strong> dua etmesinin ardından<br />

yazarın gördüğü kâbuslar bu dizelerin yazılmasına neden olmuştur. “İlk Kadın”daki<br />

arayış öncelikle anne üzerinden yapılır. Yatılı okulda okuyan anlatıcı, annesinin<br />

öldüğünü babasından öğrenir. Ölen annesinin ardından onunla sohbet tarzında yazılmış<br />

12 kloşar: sokak serserisi, evsiz<br />

71


ölümler başlar. Anlatıcının çocukluğuna dönmesiyle birlikte annesi ile olan ilişkisi<br />

aktarılmaya başlanır. Anlatıcı, içinde bulunduğu zaman ile çocukluğu arasında gelgitler<br />

yaşar. Annesini de bu zaman akışının içinde anı <strong>ve</strong> geçmişiyle aktarır. Ölen annesini<br />

arayışı geçmişte kendisini <strong>ve</strong> yaptıklarını sorgulamasıyla başlar, bugün ile ilişkilendirir.<br />

Annesinin anlattığı masallarda olduğu gibi yarım kalmış bir yaşam sürdüğünü düşünür.<br />

“Bu satırlar da, bana anlattığın masallar gibi, üzerimi örtüp karanlığa üflemeden<br />

önce okuduğun dua, ağızdan tane tane dökülen Arapça sözcükler gibi yarım kalacak.<br />

Senin kısacık ömrün gibi.” (Gürsel, 2004, 45)<br />

Anlatıcı, zaman içinde kentsel sıçramalar yaparak annesini aramaya devam<br />

etmektedir. Her kentte gördüğü kişilere annesini sormakta, cevap alamamasına rağmen<br />

arayışını sürdürmektedir.<br />

“Başörtülü bir kadın gördünüz mü? Diye soruyorum. Anlamadıkların belirten bir<br />

işaret yapıyorlar. Başörtülü, yuvarlak, beyaz yüzlü bir kadın gördünüz mü? diye<br />

tekrarlıyorum başka bir dilde. Anlamıyorlar. Dünyanın bütün dillerinde tekrarlıyorum<br />

aynı soruyu.” (Gürsel, 2004, 67)<br />

İlk Kadın’da anlatıcı- yazar, eserini yazarken yine annesini düşünmeye devam<br />

etmektedir. İlk Kadın’daki kurmacanın hem alt hem de üst kısmında anne arayışı,<br />

anneye duyulan özlem görülmektedir.<br />

Anne arayışı Resimli Dünya’daki Kamil Uzman karakterinde de karşımıza<br />

çıkar. Kamil Uzman’ın annesi öldükten sonra babası, hayat kadınlarıyla birlikte olmaya<br />

başlamıştır. Uzman, annesini özlemektedir <strong>ve</strong> bir arayış içine girmiştir. Sarhoş babasıyla<br />

onu yalnız bıraktığı için annesine dargındır. Çaresizce annesinin mümkün olmayan<br />

dönüşünü bekler. Babasının ikinci evliliği onu oldukça sarsmış, yatılı okula <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

Yatılı okulda özlemini en çok çektiği kadınlardır. Bu kadınlar onun hem annesi hem de<br />

hiç ulaşamadığı sevgilileridir. Kamil Uzman, bütün kadınları annesine borçlu olarak<br />

görür.<br />

“Bulgur Palas” adlı öykü, içinde birçok kadın tipi barındıran bir öyküdür.<br />

Öyküde annesi <strong>ve</strong> ağabeyi dışında bütün yakınlarını kaybeden ben-anlatıcının yaşam<br />

mücadelesi konu e<strong>dili</strong>r. Ben-anlatıcının annesi, teyzeleri <strong>ve</strong> büyükannesi olmak üzere<br />

kadın tipleri üzerinde yoğunlaşılmasının nedeni, anlatıcının küçük bir aile çevresinde,<br />

daha çok kadınlar arasında büyümesi olarak gösterilebilir. Bu kadın tipleri Gürsel’in<br />

yaşamıyla da büyük ölçüde örtüşmektedir. (Leyla: Gürsel’in annesi; Nebahat, Emine,<br />

Sabahat: Gürsel’in teyzeleri) Ben-anlatıcı beraber yaşadığı annesi ile ölen babasının<br />

yokluğunu unutmaya çalışmaktadır. Anne çocuk yaştaki anlatıcı için bir sığınak<br />

72


haline dönüşmüştür. Evin geçimine dikiş yaparak katkı sağlayan annenin, sınırlı<br />

mekân olarak seçilen evdeki ruhsal durumu ile fiziksel özellikleri üzerinde de<br />

durulmuştur. Öykünün ilerleyen sayfalarında teyzeleriyle beraber çektirdiği<br />

fotoğraftan anlatıcının annesinin adının Ayşe olduğunu öğreniriz.<br />

“Gözlerimi açtığımda annem yanımda uyuyordu. Sessizce kalkıp giyindim.<br />

Duvarda dalgalar gün ışığıyla kıpırdaşıyorlardı. Anneme baktım. Arkası bana dönük,<br />

uyuyordu. ‘bir oyundu bu’ diye söylendim. Artık bembeyaz olan saçlarının ötesinde,<br />

anılardan dökülmüş bir iskeletti yüzü.” (Gürsel, 2003, 36)<br />

“Avlu” adlı öyküde üç farklı anlatıcıdan biri olan “ana”, taşra kasabasında<br />

büyümüş, kendi isteği dışında evlendirilmiş bir anne tipini aktarmaktadır. Yıllarca<br />

benimseyemediği, yabancılık çektiği taşra kasabasından ayrılacağı günü sabırsızlıkla<br />

bekleyen <strong>ve</strong> bunu geriye dönüşlerle aktaran anlatıcı, bütün gün evde genç kızlığını<br />

hatırlatacak işler yapmakta <strong>ve</strong> kocasının annesine bakmaktadır. “Ana” anlatıcının genç<br />

kızlık dönemleriyle ilgili söylenenler, derin psikolojik çıkarımlar içermektedir. Bu<br />

çıkarımların en büyük göstergesi olarak da taşra istasyonu kullanılır. Bir durak olarak<br />

düşünülebilecek gençliğini temsil eden Soğucak istasyonundan evliliği sonucu yerleştiği<br />

bir başka durak Aygören istasyonu onun yaşamında iki farklı noktayı gösterir.<br />

Gençliğinin geçtiği kasabada yaşadığı yalnızlık duygusu evlilik <strong>ve</strong> yeni ailesine rağmen<br />

ortadan silinmemiştir. Anlatıcının çektiği yabancılaşma mekân değiştirmiş, farklı<br />

kişilere yönelmiş fakat yok olmamıştır. Babası istasyonda hareket memuru olan anlatıcı,<br />

gözlemleriyle beraber kendisine hayali bir dünya kurmakta <strong>ve</strong> bu doğrultuda bir gelecek<br />

kurgulamaktadır:<br />

“Kompartımanların penceresinden vuran ışık karlı peronu, telgraf odasının kirli<br />

duvarını aydınlatırdı. Buğulu cama alnını dayamış küçük bir çocuk olurdu bazen. Sarı<br />

ışıkta yorgun köylüler, izinden dönen askerler yiyecek paketlerini açmaya uğraşırlardı.<br />

Yıllarca hiç kimse, tek bir yolcu bile inmedi postadan. Ama bir gün beni de alıp<br />

götüreceklerini düşleyerek Soğucak’tan geçen trenleri umutla izledim. Yıllar sonra<br />

vagonlarını ezbere tanıdığım posta, çeyizimle birlikte bu şehre getirdi beni... Bir süre<br />

sonra lavanta kokan gelinliğimi, altın işlemeli giysilerimi genç kızlık düşlerimle birlikte<br />

katlayıp sandık odasının dibindeki eski dolaba kaldırdım. Yıllardır bekliyorlar orada.”<br />

(Gürsel, 2003, 44)<br />

Anne tipi özellikle öykülerde gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong>rici, sıcak, fedakâr bir tip olarak yer alır.<br />

Gürsel “yitik cennet” olarak nitelediği çocukluğu böyle bir anne arayışı olarak<br />

yorumlar. “Çocuk se<strong>ve</strong>cenlik <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nce arar. Yani yatay bir dünyada yaşar. Anne-<br />

73


aba- kardeş üçgeninde. Bu dünya Kadınlar Kitabı’nda büyük kentin tehdit edici,<br />

korkutucu dünyasına, yani dikey bir mekâna dönüştü. İlk Kadın’da yüz sayfa boyunca<br />

bir yatılı okul öğrencisinin cinsel deneyimlerini anlatırken anneden kopuşu da dile<br />

getirmek istedim. Annenin yakınlığından, se<strong>ve</strong>cenliğinden, gü<strong>ve</strong>ncesinden kopuş “yitik<br />

cennet”ten yeryüzüne, taşradan büyük kentin karmaşık ortamına düşüştür bir bakıma.” 13<br />

“Camlar Buğulandı” adlı öyküde taşradan kente göç eden bir ailenin dramı anlatılır.<br />

Çocuğun odak alındığı öyküde kentten kaçma isteği çocuğun anneye olan sığınması<br />

üzerinden <strong>ve</strong>rilir. “Köprüaltı” öyküsünde tutukluluğu sonrasında tedavi gören Özgür’ün<br />

annesi yer almaktadır. Oğlu <strong>ve</strong> arkadaşlarıyla beraber olmaktan hoşlanan anne,<br />

gençliğini onlarla devam ettirdiğini düşünmektedir. “Beşinci” adlı öyküde anneyi, beş<br />

kişilik ailenin bir parçası olarak görürüz. Öykünün sonunda bir eylül günü sofraya<br />

gelmeyen oğlu için gözyaşı döken anne, ailedeki sıcaklığı göstermektedir. “Akarsu”<br />

öyküsünün başlıksız dördüncü bölümünde Oğuz, içinde Selim’in annesinin olduğu<br />

fotoğraftan yola çıkarak Selim’i aramaya koyulur. Selim’in annesi, önce hapishanedeki<br />

eşini sonra kaybolan oğlu Selim’i bekleyen fedakâr bir anne tipidir.<br />

“Anam bekleyen bir kadındı. Yaşadığı sürece birilerini bekledi durdu hep. Paşa<br />

babasından kalan Çengelköy’deki evin bahçesine bakarak hep birilerini bekledi.<br />

Pencerede oturan, uzakta bıraktıklarını bekleyen bir kadındı.” (Gürsel, 2003, 109)<br />

Öykülerde anne basit çağrışımlarla da olsa sürekli anımsanan kahramanın<br />

geçmiş yaşantısı hakkında ipuçları <strong>ve</strong>ren gizli bir kişilik niteliğindedir. “Öğleden Sonra<br />

Aşk”ta anlatıcı ülkesinden uzakta iken annesine duyduğu özlemi bir cümle ile de olsa<br />

anlatır. “Köprüaltı” öyküsünde anlatıcı, sevgilisi ile cinsel beraberliği sırasında<br />

çocukluk dönemindeki annesini hatırlar. “Resimli Dünya”da Gentile’nin Fatih için<br />

yaptığı Meryem Ana tablosunda Fatih kim olduğunu bilmediğimiz annesini hatırlar.<br />

“Boğazkesen” romanındaki Nicolo da annesine özlem duymaktadır. Değişen yaşamında<br />

huzursuzluğu artan Nicolo gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> sıcaklık arayışı içindedir. Anneye duyulan bu<br />

özlem, “Gizli Aşk” adlı öyküde anlatıcının annesinin gizli aşkları olabileceği odağına<br />

çekilir. Öğrencilik yaşamından bahseden anlatıcı, elinin annesinin eli dışında kadın<br />

eline değmediğini söyler.<br />

“Akdenizli Bir Yüz” <strong>ve</strong> “Müslüman Mezarlığında” öykülerinde beş vakit namaz<br />

kılan, hatim indirip adaklar adayan dini yanı ağır basan anne tipleri karşımıza çıkar. “İlk<br />

Kadın”da anne tipi, anlamını bilmeden de olsa Kuran’ı okuması, başörtüsü takmasıyla<br />

13 Nedim Gürsel ile Dünden Bugüne, Adam Öykü, Mayıs/ Haziran 1988, S. 16<br />

74


dindar bir özelliğe sahip görünür. Öykülerdeki anne tipinin bu görünümü “Resimli<br />

Dünya” romanında sanatsal bir üslupla sunulur. Romanda anne ile çocuk ilişkisi,<br />

“Meryem-Çocuk İsa” motifi ile anlatılmak istenir. Bir tablodan yola çıkarak yapılan<br />

değerlendirmede bir sıcaklık, gü<strong>ve</strong>nde olma isteği ile anne arayışında olan Çocuk İsa,<br />

Meryem’e sığınmıştır. Eli annesinin başparmağında olan Çocuk İsa’nın erotizme yakın<br />

bulunan bu görünümü yazar tarafından, Kamil Uzman için de geçerli görülür. Kamil<br />

Uzman, yokluğunu yaşadığı, geçmişte kalan bu hoş anne özlemini çekmektedir.<br />

“Belki de başparmağını böyle sıkı, neredeyse erotik bir biçimde tutmasının<br />

nedeni buydu. Sıcaklığını duyumsadığı kadını göremiyordu çünkü. Bakışlarıyla anneyi<br />

arar gibiydi, bir dokunuş, yalnızca bir gü<strong>ve</strong>nce olan anneyi. Anneden çocuğa geçen<br />

sıcaklıkta eriyip kaybolmak istedi Kamil; nicedir yokluğunu yaşadığı, geçmişte kalmış<br />

çok hoş, çok güzel bir duyguyla, içine bir uzun iç çekiş gibi yayılan özlemin tadıyla<br />

ürperdi.” (Gürsel, 2004, 43)<br />

Anne-oğul ilişkisi, İsa-Meryem biçiminde tablolar aracılığıyla<br />

karşılaştırılmaktadır. Jacopo’nun Madonnaları, annesi evden kovulan Giovanni’nin<br />

Madonnaları kadar başarılı değildir. Anne özlemi çeken Giovanni’nin tablolarındaki<br />

başarı diğerlerinden daha üstündür. Giovanni’nin tablolarında anne-Meryem’in çocuk-<br />

İsa’yı dışladığı görülmektedir.<br />

Boğazkesen’de annelik niteliklerini üzerinde taşıyan doğal bir öge ile<br />

karşılaşırız. Kaptan Rizo, üç yaşında iken annesini yitirmiştir. Rizo’nun tutkularından<br />

biri olan deniz, onun yaşama bağlanmasını, yaşamdan tat almasını sağlamış, yakınlığı<br />

<strong>ve</strong> sırdaşlığı ile bir anne görevi üstlenmiştir. “Deniz, Antonio’nun her şeyi oldu. Anası,<br />

rızkı, sırdaşı.” 14<br />

Eserlerdeki anne tipinin fedakâr, se<strong>ve</strong>cen, koruyucu, gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong>rici bir konumda<br />

bulunması, erkek kahramanların şefkat aramalarından kaynaklanmaktadır. Bu noktada<br />

anne tipi ile sevgili tipinin çakıştığı da olmaktadır.<br />

2.1.2. Sevgili Tipi<br />

Nedim Gürsel’in eserlerinde sevgili tipinde yer alan kadınlar sıkça<br />

görülmektedir. Sevgilim İstanbul, Kadınlar Kitabı, Öğleden Sonra Aşk adlı<br />

kitaplardaki bütün öyküler bir ya da daha fazla sevgiliyi anlatan öykülerdir. Sorguda,<br />

14 Nedim Gürsel, Boğazkesen, s. 29<br />

75


Son Tramvay, Uzun Sürmüş Bir Yaz adlı öykü kitaplarında ise sevgili tipine yer<br />

<strong>ve</strong>rilmekle beraber bu tip üzerinde yeterince durulmamıştır.<br />

Sevgilim İstanbul adlı öykü kitabı adları söylenmeyen sevgililere yazılmış<br />

anılar olarak değerlendirilebilir. “Atina’da Bir Ev” adlı öykü ile başlayıp “Dönüş” adlı<br />

öykü ile sona eren on kısa öyküden oluşan gezi yazısı niteliğindeki öyküler toplamında<br />

ben-anlatıcı, sevgilisinin hayali ile bir geziye çıkmıştır. Bu gezi sırasında kimi<br />

duraklarda sevgilisine seslenmekte, ona çevreyi tanıtıcı bilgiler <strong>ve</strong>rmektedir. Ben-<br />

anlatıcının hissettiği fiziksel yalnızlık duygusu, zihinsel paylaşımlarla bir parça da olsa<br />

giderilmeye yöneliktir. Ben-anlatıcının zihninde oluşan çağrışımlar, onu geçmişte<br />

sevgilisiyle yaşadıklarına götürmektedir. “Ölü Canlar Alanı” adlı öyküde sevgili ile<br />

yaşanan bu yönde bir birliktelik anlatılır. Yazarın çağrışımlarla süren anlatımı mekân<br />

değiştirir <strong>ve</strong> İstanbul’a kayar. Orada lise yıllarındaki bir genelev macerası ile liseli<br />

kızlar üzerine kurulan hayaller yer alır. Yazarın gezisi sırasındaki içsel yolculukları,<br />

mekânı <strong>ve</strong> kadını da beraberinde getirir. “Bir kentten ötekine, bir kadından bir başkasına<br />

savruluyorum.” (Gürsel, 1997, 95) ifadesi anlatıcıyla beraber Gürsel’in kendisi için de<br />

geçerli bir sözdür.<br />

“Atina’da Bir Ev” adlı öykü Angeliki Ploutis’e ithaf edilmiştir. Atina’nın geniş<br />

bir biçimde betimlendiği öyküde Gürsel’in ilk eşi Yunanistanlı Angeliki Ploutis,<br />

çocukluğu <strong>ve</strong> anlatıcıyla yaşadıkları üzerinde yoğunlaşılarak ele alınmıştır. Kadının<br />

anlatımdaki konumu, geniş anlamda Atina, dar anlamda ev merkezi çevresinde<br />

işlenmiştir. Öykünün adına da yansıyan mekân algısı, sevgili konumundaki kadın ile<br />

beraber öykünün ana temalasını oluşturmaktadır.<br />

Sevgili, ben-anlatıcının her yolculuğu sonrasında bekleyen konumunda<br />

karşımıza çıkar. “Sevgilim İstanbul” kitabı boyunca devam eden ayrılık, “Kazba” adlı<br />

öyküde sevgilinin ayrılık sonrası psikolojisini anlatıcının ağzından ortaya koymaktadır.<br />

“Sensiz çıktığım her yolculuğun sabahında yaptığın gibi, beni kapıdan öfkeyle<br />

geçirdikten sonra yatağa dönecektin yine. Gece sevişirken darmadağın ettiğimiz, sonra<br />

da hırstan parçaladığımız çarşaflara yüzükoyun uzanıp uykuya dalacaktın. Bir başka,<br />

çok derin bir uykuya.” (Gürsel, 1997, 79)<br />

Ben-anlatıcı, Raskonikov’un Odası’nda dolaşırken kent üzerinden yola çıkarak<br />

hayaller kurmaya başlar. Kurulan bu hayaller, Sen-Petersburg’dan Leningrad’a dönüşen<br />

kentin görünümleri odak alınarak dile getirilir. Anlatıcının hayallerinde kadın tipleri de<br />

rol oynamaktadır. Hayat kadınları <strong>ve</strong> yaşlı kadınlar, isim belirtilmeksizin bu hayallerde<br />

yerlerini alırlar.<br />

76


Kadınlar Kitabı’nda da adı söylenmeyen sevgililere rastlanır. “Yaz Gelmeden”<br />

adlı öyküde ilişkinin monotonluğundan sıkılan sevgili, anlatıcı- yazarı terk etmektedir.<br />

Anlatıcı, tutkuyla bağlandığı sevgilisi sayesinde kadından kadına yaptığı atlamalara bir<br />

son <strong>ve</strong>riyor. “Sana rastlamadan önceydi. Bir sokaktan ötekine, bir kadından başkasına<br />

savrulmalar seni tanımadan önceydi.” (Gürsel, 2003, 110)<br />

“Sorguda” adlı öyküde ben-anlatıcı, sevgilisinden ayrılmasına neden olarak<br />

askerliği gösterir. Askerlik, onda kadınlara karşı duyarsızlığı ortaya çıkarmıştır.<br />

Gerçekçi kadın imgesi askerliğini yapmakta olan ben-anlatıcı için hayali bir imgeye<br />

dönüşmüştür. Sınırlandırılmış yaşam alanı onun için içeridekiler- dışarıdakiler<br />

farklılığını belirginleştirir. Dış dünyayı özellikle de sevgilisini hayalinde yaşatmaya<br />

çalışmaktadır. Ben-anlatıcı, yazdıklarından dolayı askerde iken yargılanmaktadır.<br />

Sevgilisine yazdığı aşk mektuplarının komutan tarafından “Bir kadın için değmezdi.”<br />

(Gürsel, 2004, 213) yorumu da farklı bir bakış açısını göstermektedir.<br />

“Kıyıda” adlı öyküde askerliğini yapmakta olan kahraman, izin gününde<br />

sevgilisi ile buluşur ancak ona <strong>ve</strong> dışarıya ilgisi azalmıştır. Gürsel’in eserlerinde<br />

kahramanların kadına olan ilgisinin azaldığı tek öykü “Kıyıda” öyküsüdür. Öyküde<br />

sevgili tipi olarak yabancı uyruklu bir kadın ile karşılaşırız. Kadın hakkında<br />

edinebildiğimiz tek bilgi Türkçe bilmediği <strong>ve</strong> adamı görmek için binlerce kilometre yol<br />

katettiğidir.<br />

“Geçen Yaz” adlı öyküde anlatıcı, 12 Eylülde yurt dışına kaçmış, sevgilisi<br />

tutuklanmıştır. Anlatıcı, aradan yedi yıl geçtikten sonra yurda döner. Öncelikle<br />

annesiyle görüşür. Annesi onu beklediğinden daha büyük bir kederle karşılar <strong>ve</strong><br />

sevgilisini ziyaret etmesini söyler. Arkadaşlarının <strong>ve</strong> sevgilisinin hapiste olmasına<br />

rağmen kendisinin yurt dışında yaşaması onu diğerlerinin nazarında küçük düşürmüştür.<br />

Hapishanede yapılan görüşmede anlatıcı ile sevgili arasında tartışmaya dönüşen bir<br />

konuşma yapılır. Sevgili ideolojik görüşlerini devam ettirme konusunda anlatıcının<br />

önünde bir konumda yer alır. Konuşmada sevgilinin ironik bakış açısı da dikkat çeken<br />

noktalardandır. Gürsel’in eserlerindeki sevgili tipinin dışında, yalnızca cinsel çağrışım<br />

uyandırmayan, zeki bir kadın tipi ile karşılaşırız.<br />

“Kumsaldaki Kadın” öyküsü bir kadın- erkek ilişkisini konu edinir. Erkek bir<br />

kadına bağlı kalamamakta, devamlı yolculuk etmektedir. Kadın ise erkekten bir çocuk<br />

sahibi olmayı ister. Erkeğin bir yere <strong>ve</strong> kişiye ait olamama durumu bu ilişkiyi<br />

zedelemektedir.<br />

77


“Ödül” adlı öyküde, inandığı doğrular uğrunda ölümü göze alan sevgilisi ben-<br />

anlatıcının rüyasına girer <strong>ve</strong> kendisine <strong>ve</strong>rilen ödülü hak ettiğini alaylı bir biçimde<br />

söyler. Ben-anlatıcı, ilk sevgilisini Taksim Alanı’nda Kanlı Pazar’da kaybetmiştir.<br />

Öyküde ben-anlatıcı, lise yıllarında ilk kez para <strong>ve</strong>rmeden seviştiği kadını hatırlar.<br />

“Sorbonne Alanı” adlı öyküde ise ben-anlatıcı, “Sevgilim İstanbul” öykü<br />

kitabındaki kentlerin her birinde başka bir sevgilisinin olduğunu ancak her ayrılışın da<br />

ayrı bir acı <strong>ve</strong>rdiğini söyler. Onun için bir kentten ayrılış bir sevgiliden ayrılışla eş değer<br />

görülmektedir. Gürsel’in ayrılışta çektiği acı, bir yere <strong>ve</strong> bir kadına bağlanamama<br />

nedeniyle ortaya çıkmaktadır. İmgelemde yaratılan <strong>ve</strong> idealize edilen kadın tipini arayış<br />

hiçbir zaman sonuca ulaşmamaktadır. Gürsel’in ilk kadın olarak nitelediği kadın olan<br />

anneyi arayışı, anne tipi ile sevgili tipini birleştiren noktalardandır.<br />

“Pınar” öyküsünde karısı tarafından terk edilen ben-anlatıcının, sevgilisi Pınar<br />

ile olan ilişkisi anlatılır. Öykü Pınar’ın Türkiye’ye gönderilmesi sonrasında anlatıcı<br />

tarafından kaleme alınır. Karısı ile süren mutsuz beraberliği sırasında otelde Pınar’la<br />

buluşan anlatıcı, gerçek aşkı burada yaşamıştır. Bu aşk onun yazma edimine katkıda<br />

bulunur. Pınar’la yaşanan cinsel birliktelikten başka, Pınar’ın yurt dışına gelinceye<br />

kadar yaşadıkları <strong>ve</strong> ailesi hakkında da bilgi <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

“Bana hep anneni anlatmak istedin Pınar! Ama yeterince tanımamıştın onu.<br />

Babandansa nefret ediyordun. Bu nefretinde bir çeşit küçümseme de sezmiyor değildim.<br />

Onun kaba elleri, annenin ölümünden hemen sonra, üstelik bir Fransız’la evlenip çocuk<br />

yapması, erkek çocuğu oldu diye sevincinden uçup seni iyice dışlaması, giderek<br />

kardeşinin bakıcısı gibi görmesi elbette henüz yeşermeye başlayan kadınlığını yaralıyor,<br />

seni her şeyden, herkesten uzaklaştırıyordu.” (Gürsel, 2003, 328)<br />

Ben-anlatıcı ile Pınar’ın ortak noktaları olan yurtlarından uzak olmaları onları<br />

yakınlaştıran bir özelliktir. Buna karşılık aralarında belirgin bir yaş farkı vardır. Pınar’ın<br />

annesi, öyküde ölümüyle beraber anılan bir kadın olarak geçmektedir. “Ayrı tarihlerde<br />

ama aynı kentte doğmuş, Paris’e de aynı tarihte gelmiştik. Ben üni<strong>ve</strong>rsiteye yazıldığım<br />

yıl o da ilkokula yazılmıştı.” (Gürsel, 2003, 328)<br />

Öykünün Gürsel’in öz yaşamıyla ilişkili yanları da bulunmaktadır. Gürsel,<br />

Antalya’da yaptığı tatil dönüşü Paris’te yazdığı öyküsünün kurgulanışını “Bir Öykünün<br />

Öyküsü” başlığı altında aktarmaktadır. “O yaz ağustos sıcağında Pınar’ı yazarken<br />

giderek öykünün çekim gücüne kapıldığımı, yıllar önce yaşanıp bitmiş bir aşkın-<br />

hüzünlü bir maceranın- rüzgârıyla savrulduğumu anımsıyorum. Yazarla, bir göçmen<br />

ailenin kızı Pınar’ın yasak ilişkisi –yoksa tehlikeli ilişkisi mi demeliydim!- Prado<br />

78


pasajındaki otelde buluşmaları <strong>ve</strong> Pınar’ın dünyası, çevresi <strong>ve</strong> ailesiyle çatışması<br />

anlatının eksenini oluşturdu diyebilirim.” (Andaç, 1999, 310)<br />

1990 yılında yazılan öyküden üç yıl sonra yazar, Zühal Türkkan ile evlenir. Bu<br />

öyküyle hayatına girmiş kadınları kurmaca bir yapıda sonlandırmış olur. “Pınar yoğun<br />

cinselliğin <strong>ve</strong> unutulmayan bir sevgilinin ağıtıdır. Hayatına girmiş kadınlara, zamanın<br />

altında kalan sevgililere söylenen son söz el<strong>ve</strong>dadır.” (Seval, 2006, 20)<br />

Gürsel’in öykülerinde özlemin de büyük yeri vardır. Hem erkek kahraman hem<br />

de kadın kahraman, uzakta kaldığı sevgilisine özlemini anlatır. “Penelope” adlı öyküde<br />

yurt dışı gezisi dönüşü anlatıcıyı bekleyen sevgilisinin özlemini <strong>ve</strong> bağlılık duygusunu<br />

görürüz. “Buğday Tarlasında Ölüm” öyküsünde ise ben-anlatıcı, yaşamak zorunda<br />

kaldığı yurt dışında sevdiği kadına duyduğu özlemi dile getirir.<br />

“Uzun Sürmüş Bir Yaz” adlı kitabın ilk öyküsü “Köprüaltı”nda ben-anlatıcının<br />

sevgilisi olarak Filiz bulunmaktadır. Öyküde anlatıcı, Özgür, Filiz, Ali, Metin aynı<br />

ideolojik görüşe sahip insanlardır. Filiz, Ali ile evlenir. Ali’nin ölümü sonrasında<br />

anlatıcı ile birlikteliği başlar. Ben-anlatıcının Filiz’e olan ilgisi arkadaşlıklarının<br />

başlarına dayanmaktadır. Ancak bu birliktelik yalnızca cinsel boyutuyla yer almış; Filiz,<br />

ölen eşi Ali’nin boşluğunu yalnızca cinsel anlamda doldurmaya çalışmıştır. Bu<br />

birliktelik sırasında dahi Filiz, Ali’yi düşünmektedir. Anlatıcının tek taraflı sevgisi Filiz<br />

tarafından karşılık görmemiştir. Filiz, arkadaşlarıyla beraber ortak bir görüşü<br />

savunmasına rağmen öyküde bu doğrultuda bir yeri bulunmamaktadır.<br />

“Uzun Sürmüş Bir Yaz” adlı kitabın “Akarsu” öyküsünün başlıksız birinci<br />

bölümünde kadın karakter olarak Nilgün ile karşılaşırız. Nilgün, toprak sahibi bir<br />

babanın çocuğu olarak rahat bir çocukluk sürmüştür. Fransa’da okuduğu lise yıllarına<br />

kadar sınıf ayrımı nedir bilmemiş, bu ayrımın farkına vardığında ise geçmişini<br />

sorgulamaya başlamıştır. “Selim’in Karalama Defteri” başlıklı ikinci bölümde Nilgün,<br />

ben-anlatıcının aynı ideolojik görüşü paylaştığı sevgilisidir. Sıkıyönetim nedeniyle<br />

tutuklanan anlatıcı <strong>ve</strong> Nilgün, aynı odada şiddet görürler. Oda simgesinin kullanıldığı<br />

bu bölümde cinsellik <strong>ve</strong> sorgulama bir arada <strong>ve</strong>rilir. Oda hem cinselliğin yaşandığı hem<br />

de sorgulamanın gerçekleştirildiği mekândır. Öykünün başlıksız üçüncü bölümünde<br />

Nilgün’ün serbest bırakılmasının ardından gördüğü tedavi, geçmişi hatırlayış <strong>ve</strong><br />

suçlaması konu e<strong>dili</strong>r. Bu bölümde kadın bir sevgili tipi olmaktan çok karakter<br />

görünümündedir. Çocukluğuna yönelik hatırlamalardan birinde Nilgün, babasının<br />

baktığı annesine ait çıplak fotoğrafları kendi çıplaklığının bir nedeni saymakta <strong>ve</strong> bu<br />

nedenle suçluluk duymaktadır. Serbest kalmasından sonraki suskunluğu onu tekrar<br />

79


çocukluk günlerine götürmüş, gittikçe içine kapanık bir hale girmiştir. Bu durumundan<br />

hoşlanmayan arkadaşları onun için “cansız nesnelerden farksız” bir duruma<br />

dönüşmüşlerdir.<br />

Öğleden Sonra Aşk adlı öykü kitabı her öyküsünde bir ya da iki sevgiliyi<br />

barındıran öykülerden oluşmaktadır. Kitaptaki öyküleri diğer öykülerden ayıran en açık<br />

özellik kadın karakterlerin adlarının olmasıdır. İçinde herhangi bir kadın tipinin yer<br />

almadığı <strong>ve</strong> dolayısıyla cinsellik üzerinde durulmayan tek Gürsel öyküsü “Duvar”dır.<br />

Kadın kahramanın adının geçmediği “Kuzey Yıldızı” <strong>ve</strong> “Akdeniz’de Bir Balkon”<br />

öyküleri dışındaki bütün öyküler, kadın karakterin oluşturulduğu öykülerdir. Gürsel’in<br />

kadın karakterleri daha çok birinci kişili anlatıcının ağzından aktarıldığından tek yönlü<br />

<strong>ve</strong> nesneye odaklı bir bakış vardır. Kadının cinsel yönünün vurgulu olarak ele<br />

alınmasına karşılık kişilik gelişiminin yeterince belirtilmemesi, kadını bir nesne<br />

durumunda bırakmaktadır. Kadın karakterin kişisel gelişimindeki olayların, bireysel <strong>ve</strong><br />

toplumsal rolünün aktarıldığı sevgili tipi, Son Tramvay adlı kitabındaki “Pınar” adlı<br />

öyküde kullanılmıştır. Gürsel’in öyküleri, içinde yer alan sevgili tipleri esas alınarak<br />

ayrı ayrı değerlendirilebilir.<br />

“İlk olarak, on üç öyküde saymakta zorlanmayacağımız 20’ye yakın kadınla<br />

yaşanan her türlü ilişki; ikinci olarak bu öykülerde Gürsel’in hayatına değin- bulmakta<br />

zorlanmayacağımız- izler <strong>ve</strong> ardından, birtakım ‘fallik’ sembollerden yansıyan<br />

teşhircilik bize “Öğleden Sonra Aşk”ın hem otobiyografik hem de erotik olduğunu<br />

söylüyor. “Yardımse<strong>ve</strong>r Kadın”, “O Kış Saraybosna’da” <strong>ve</strong> “Akdeniz’de Bir Balkon”<br />

öykülerinde kadınla yaşanan cinselliğin ölümle ilişkisi de vurgulanmaktadır. Bütün bu<br />

sözünü ettiğimiz erotik dünyada cinsellik, aslında ölümü kabullenemeyişin bir tezahürü<br />

olarak göze çarpıyor.” (Oğuz, 2003, 13)<br />

“Öğleden Sonra Aşk” öyküsünde Nefeli adında Yunanistanlı bir sevgili vardır.<br />

Anlatıcı- yazar, Nefeli ile Paris’te tanışmış <strong>ve</strong> Yunanistan’a yerleşmişlerdir. Anlatıcı ile<br />

Nefeli’nin birlikteliği cinsel arzularla başlamış <strong>ve</strong> bu doğrultuda devam etmiştir.<br />

“Önce dost, sonra sevgili olmamıştık, hayır! Tanıştığımız günün akşamı aynı<br />

yatakta bulmuştuk kendimizi, o kadife kadar yumuşak, kar gibi beyaz, ben<br />

doyumsuzluğun doruğunda, şiddetle, birbirimizden, ortak geçmişimizden, nice<br />

savaşlardan öç alırcasına sevişmiştik.” (Gürsel, 2003, 14)<br />

Tarihinde birbiriyle sürekli mücadele eden iki halkın vatandaşları olduğundan<br />

birbirleriyle cinsel birlikteliklerinde dahi bir kazanma hırsı göze çarpar. Bu durum<br />

özellikle Kıbrıs’a yapılan çıkartma ile daha da belirgin olarak işlenir. Nefeli,<br />

80


ahatsızlığını belirtmekte, yapacak bir şey olmadığı için de huzursuzluğu artmaktadır.<br />

Öykünün ilk <strong>ve</strong> son cümlelerindeki şiddet içeren cinsel birliktelik belirgin bir biçimde<br />

vurgulanmıştır.<br />

“Dövüşür gibi seviştiğimiz öğleden sonraların anısı sürüyor hala… Biz zaten<br />

savaşır gibi sevişiyorduk.” (Gürsel, 2003, 11)<br />

“Sorrento’ya Geri Dön” adlı öyküde iki sevgili tipi ile karşılaşırız. Ben-anlatıcı,<br />

mahkemede ifade <strong>ve</strong>rmektedir. Geriye dönüş ile yapılan bu anlatımda anlatıcının<br />

çocukluk aşkı Senem anlatılan ilk kadındır. Evin hizmetçisi olan Senem ile ben-anlatıcı<br />

arasındaki ilişki zaman geçtikçe boyut değiştirmeye başlar. Senem ile ilk cinsel<br />

deneyimini yaşayan anlatıcı, bunu çocuksu bir oyun olarak yaşamaktadır. Senem de<br />

bunu bir oyun olarak görür. Bütün bunları yaşamak istediği bir hayali sevgili yaratır.<br />

Senem anlatıcıya söylediği İtalyanca şarkılar ile yıllar sonra diğer kadınlarla beraber<br />

iken hatırlanan bir kadındır. Anlatıcı erkekliğinin gelişiminde Senem’in önemini<br />

anlattıktan hemen sonra Necla ile uçakta tanışmalarından bahseder. Necla ile ilk<br />

buluşmaları sırasında Necla’nın kökeni hakkında da bilgiler <strong>ve</strong>rir <strong>ve</strong> fiziksel görünümü<br />

ile ilgili çıkarımlar yapar.<br />

“Meğer anne tarafı Çerkez’miş, baba tarafıysa Gürcü. Ama İstanbul’da doğup<br />

büyümüş. Benim bildiğim boylu boslu, esmer olur Kafkasyalı kadınlar, servi endamlı,<br />

beyaz tenlidirler. Necla ufak tefek <strong>ve</strong> sarışındı.” (Gürsel, 2003, 30)<br />

“Mahmurçiçeği” öyküsünde anlatıcı- yazarın Sorbonne’da doktorasını yaparken<br />

tanığı Japon öğrencinin, sevgilisini yiyerek öldürmesi ona eski sevgilisi Çiğdem’i<br />

hatırlatır. Anlatıcı ile Çiğdem üni<strong>ve</strong>rsite arkadaşlarıyla beraber gittikleri bir meyhanede<br />

tanışırlar. Anlatıcı, Çiğdem’le 12 Mart olaylarının geçtiği dönemde tanıştıklarından ona<br />

“12 Mart kırması” demektedir. Sevgili ile yaşanan ilişki sokağa çıkma yasağının<br />

olmasıyla daha güçlenmiştir. Anlatıcı, sıkıyönetimin etkisini artırması ile beraber<br />

ilişkisine de son <strong>ve</strong>rir <strong>ve</strong> yurt dışına çıkar.<br />

Çiğdem’in fiziksel <strong>ve</strong> ruhsal yapısı, ailesinin durumu hakkında da bilgiler<br />

<strong>ve</strong>rilmiştir. “Çiğdem Türk yapımı bir arabaya sahip olmakla övünmüyordu elbette.<br />

Zaten içe dönük, alçak gönüllü bir kızdı. Güzel olmadığı için böyleydi belki, belki erkek<br />

kardeşi hapiste olduğu için. E<strong>ve</strong>t, cana yakındı ama güzel sayılmazdı. Biraz çarpık<br />

bacaklı, paytak yürüyen, topuklu ayakkabı giydiğinde yürümesini beceremeyen, bir<br />

memur kızıydı.” (Gürsel, 2003, 44)<br />

Öyküde anlatıcının Çiğdem’in öfkeli durumu üzerindeki yorumu siyasi <strong>ve</strong><br />

kadınlık durumu dikkate alınarak aktarılmıştır. “Şimdi düşünüyorum da, Çiğdem’in<br />

81


hep içine attığı öfkesinde, bugünkü deyimle söylersek, geceleri bir trafik canavarına<br />

dönüşen hız merakında sıkıyönetimin olduğu kadar, bastırılmış kadınlığının da payı<br />

vardı gibime geliyor.” (Gürsel, 2003, 50)<br />

“Yardımse<strong>ve</strong>r Kadın” öyküsünde anlatıcı, sevgilisi ile bir trafik kazası geçirir.<br />

Sevgili bu öyküde cinsel yolla anlatıcının rahatsızlığını gidermiştir. Öykünün adı<br />

buradan kaynaklanmaktadır. Öyküde anlatıcı, babasının trafik kazasında öldüğü yaşa<br />

ulaşınca bir kadına bağlanma zamanının geldiğini düşünmeye başlar. Bu durum onda<br />

aidiyet duygusunun oluşmasında pay sahibi olur.<br />

“Ne var ki, otuz sekizinde bir trafik kazasında ölen babamdan daha uzun<br />

yaşamayacağımı fısıldayan bir ses peydahlanmıştı içimde. ‘Bu kadını boşuna bırakma’<br />

diyordu. “Bıraksan da bundan öte bir kadın, yol yok sana. Bir ağaç gölgesinde bile<br />

dinlenmeden onunla bitireceksin ömrünü.” (Gürsel, 2003, 56)<br />

“Sabah Yıldızı” adlı öyküde ben-anlatıcı <strong>ve</strong> arkadaşı tarafından sevilen Tuba<br />

isminde bir kadın bulunmaktadır. Tuba öyküde hakkında konuşulan fakat öykünün olay<br />

örgüsünde bulunmayan kişidir. Tuba hakkında <strong>ve</strong>rilen bilgiler anlatıcının arkadaşıyla<br />

evliliği <strong>ve</strong> örgütle ilişkisi ile sınırlıdır. Öyküde ben-anlatıcının arkadaşının, kadın ile<br />

Marksizm arasında kurduğu ilişki de kadınlara bakış açısının bir göstergesidir.<br />

“Marksist bir kavramı bırakmak bir kadını bırakmak kadar kolay değildir.” (Gürsel,<br />

2003, 81)<br />

Kitaptaki iki öyküde yer alan kadın kahramanlar sevgili tipinde değil, yalnızca<br />

öykünün içinde erkek kahramanın gözüyle değerlendirilen kadınlardır. “Kuzey Yıldızı”<br />

adlı öyküde anlatıcı, tren yolculuğu sırasında tanıştığı kadınla ilgili bazı hayaller kurar;<br />

ancak kadın trenden inişte başka bir erkekle buluşur. “Firuze Sularda” öyküsündeki<br />

kadının ise, gerçek yaşamdaki kimliği ile ilgili bir saptama yapılmıştır.<br />

“Çengelköy’deki Sadullah Paşa Yalısı’nda <strong>ve</strong>rilen da<strong>ve</strong>tte tanışılan ev sahibesi,<br />

Ayşegül Tecimer’den (Nadir) başkası değil.” (Oğuz, 2003, 13)<br />

“Sadullah Paşa ile Necibe Hanım” öyküsü, Gürsel’in eserlerinde evliliğin söz<br />

konusu olduğu ender öykülerdendir. Evliliğin görücü usulü yapıldığı bilgisi <strong>ve</strong>rilir.<br />

Anlatıcı- yazar, öykü içinde bir kurguya daha yer <strong>ve</strong>rir. Paşanın evliliği sürerken Eleni<br />

adında da bir sevgilisi vardır. Eşi Necibe ile cinselliği sırasında dahi Eleni’yi<br />

düşünmektedir. Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanan savaşın ardından yapılan<br />

antlaşma paşayı intihara götürür. Anlatıcı- yazar, bu intiharın sebebi olarak Paşanın<br />

yurdundan <strong>ve</strong> eşinden ayrılığını gösterir.<br />

82


“Salih ile Yota” adlı öyküde Türk Salih ile Rum Yota’nın sevgisi anlatılır.<br />

Gürsel’in eserlerinde ilk defa bir kadın ile erkeğin çocuğunun olduğu görülür. Türkçeyi<br />

de Salih’in ailesinden öğrenen Yota yaşamını sınırlandırılmış olarak Rum tarafında<br />

sürdürür. Üçüncü kişili anlatıma dayalı öyküde kadın kahraman, gözleme dayalı bir<br />

biçimde tarafsız kalınarak tanıtılmıştır.<br />

“Akdeniz’de Bir Balkon” öyküsünde erkek kahraman, sevgilisiyle beraber yurt<br />

dışından gelerek deniz kıyısında bir otele yerleşmişlerdir. Kadının adının da geçmediği<br />

öyküde cinsellik baskın bir biçimde yer almaktadır.<br />

“Boğazkesen” romanında yazar Fatih Haznedar’ın sevgilisi olarak karşımıza<br />

Deniz çıkar. Fatih Haznedar evlidir. Eşinin Paris’e gitmesinden sonra romanını yazmak<br />

için yalıya çekilir. Romanın yazımı sırasında sıkıyönetim baskısından kaçan Deniz,<br />

yalıya sığınır. Deniz’in bir militan oluşu, gördüğü rüyalar, ona yapılan işkenceler Gürsel<br />

tarafından anlatılmıştır. Ancak anlatıcı- yazar Fatih Haznedar, bunları romanına konu<br />

olarak almak istemez. Böylelikle kurmacanın üst kısmında yer alan Deniz <strong>ve</strong> geçmişi,<br />

anlatıcı- yazar tarafından alt metne dahil edilmez. Ancak Deniz’in Fatih Haznedar<br />

tarafından öldürülmesi ile Sultan Mehmet’in cariyesi İrini’yi öldürmesi bir benzerlik<br />

olarak dikkat çekicidir.<br />

“Belki Galata’nın sultanı saydığı cariyesine taparcasına tutulduğu sırada onu<br />

kendi hançeriyle öldüren Fatih Sultan Mehmet’le özdeşleştiği için Deniz’i öldürmüş<br />

olmalıdır.” (Çeri, 2001, 70)<br />

Deniz’in siyasi geçmişi <strong>ve</strong> ideolojik söylemlerinin aktarılmasının dışında Fatih<br />

Haznedar ile olan cinsel birliktelik ağırlık <strong>ve</strong>rilen konulardır. Deniz’in fiziksel <strong>ve</strong> ruhsal<br />

özellikleri üzerinde durulmamış, kişisel değişimi <strong>ve</strong> toplumsal rolüne de yer<br />

<strong>ve</strong>rilmemiştir. Bahriye Çeri’nin “Tarih <strong>ve</strong> Roman” adlı kitabında Gürsel Korat’ın Deniz<br />

ile ilgili “cinsel iştahı dışında hiçbir inandırıcılığı bulunmayan ” yorumu da bunu<br />

destekler niteliktedir.<br />

“Deniz, Haznedar’ın cinsel yönünün başat olmasını sağlayan bir etmendir.<br />

Haznedar, giderek hayal gücünü iğdiş eden Deniz’in varlığında eridiği sanısına kapılır.<br />

Boğazkesen’i yazma isteği, Deniz’e söylenen bir aşk şiirine dönüşmeye başlar. Böylece<br />

tarih <strong>ve</strong> edebiyat tutkusunun yerini güzel bir kadına duyulan sınırsız bir istek alır.<br />

Haznedar için yazmak cinsel bir tutkudur.” (Çeri, 2001, 166)<br />

Resimli Dünya’da Kamil Uzman, Lucia’yı Marciana Kitaplığı’nda tanır. Lucia,<br />

kütüphanede memurdur. Uzman, Lucia’yı Giovanni Bellini’nin Kutsal Söyleşi<br />

83


tablosundaki Azize Caterina’ya benzetir. Onunla tanışması da bu yolla olur. Lucia,<br />

benzetildiği tablodaki karakter yardımıyla da fiziksel olarak tasvir edilmiştir.<br />

“Bu uzun, çıplak boynu, geniş alnın hemen altından başlayan düzgün burnu, etli<br />

dudaklarla uyumlu yuvarlak çeneyi <strong>ve</strong> ela gözlerin üzerindeki belli belirsiz kaşları bir<br />

yerden anımsıyordu.” (Gürsel, 2004, 58)<br />

Gürsel’in öykü <strong>ve</strong> romanlarındaki erkek kahramanların hiçbiri Kamil Uzman<br />

gibi sevgilisi ile bir gelecek düşlememektedir. Kamil Uzman, sevgilisi Lucia’yla ölümü<br />

dahi göze alabilecek bir birlikteliğe razı durumdadır. Kamil Uzman’ın sevdiği ilk kadın,<br />

okul yıllarında bir oyunda annesini oynayan Ayşe’dir. Ayşe’nin kendisini terk etmesi<br />

üzerine ona büyük bir nefret duyar. Annesini kaybeden, ü<strong>ve</strong>y annesiyle geçinemeyen<br />

Uzman bütün kadınlardan nefret etmeye başlar. Sevgilisi Lucia, anne <strong>ve</strong> sevgili tipinin<br />

bir birleşimi halini alır. “Resimli Dünya”daki Lucia da bir anlamda kutsal kadındır,<br />

sevgili olmaktan öte. Bir kentte Venedik’te kaybolan sanat tarihi profesörünün<br />

Madonnasıdır.” (Seval, 2006, 16)<br />

Gürsel’in öz yaşamında uzun süren çok kadınlı yaşam biçiminin eserlerine<br />

yansıdığını böylelikle görebilmekteyiz.<br />

2.1.3. Hayat Kadını Tipi<br />

Nedim Gürsel’in, eserlerinde karşımıza çıkan bir başka kadın tipi de hayat<br />

kadınıdır. Eserlerde erkek kahramanların annesi <strong>ve</strong> sevgilisinden uzakta bulunduğu<br />

zamanlar, hayat kadınları geçici de olsa beraberliğin yaşandığı kişilerdir. Daha çok<br />

fiziksel ihtiyaçların karşılanması amacıyla kendisini gösteren bu tip, Gürsel’in ilk<br />

öyküleriyle birlikte karşımıza çıkmaktadır.<br />

Yazarın dergilerde yayımlanmış ilk öyküsü “Yolculuk”ta kadın, kentin bir<br />

parçası olarak yer almaktadır. Herhangi bir yönü vurgulanmayan kadın, kenti ilk defa<br />

gören anlatıcının <strong>dili</strong>nden tahta <strong>ve</strong> taş yapılardan, dar sokaklardan daha ayırt edici bir<br />

şekilde sunulmamıştır.<br />

“Bizans artığı küçük, dar sokaklarda gepgeniş düz caddelerde durmadan devinen<br />

taşıtlarıyla; basık evlerin önünde müşteri bekleyen yıpranmış yüzlü o……., soluk alıp<br />

<strong>ve</strong>riyor büyük kent.” (Gürsel, 1997, 29)<br />

Yazarın on altı yaşında İstanbul’la tanıştığı yıl yazılan öykü, bir çocuğun saf<br />

bakışını da göstermektedir. Kent <strong>ve</strong> kadın üzerine yapılan betimlemeler ayrıntılı<br />

olmakla beraber öykü argo sözcükler de içermektedir. “İlk Kadın” adlı anlatıyla beraber<br />

84


hayat kadınları yalnızca kentin barındırdığı ögeler olmaktan çıkarak yazarın yaşamına<br />

girmiştir.<br />

Gürsel’in hayat kadını tipi, imgesel bir kimliğe de sahiptir. Annesinden başka bir<br />

kadın tanımayan erkek kahramanın hayalinde yarattığı kadın tipi, bütün iyi özellikleri<br />

üzerinde taşımaktadır. Annenin olmadığı bir ortamda aranılan ikinci bir sığınak hayat<br />

kadınıdır. “Gizli Aşk” öyküsünde ben-anlatıcı, yaşının küçük olması nedeniyle<br />

arkadaşlarının bahsettiği hayat kadını Deniz’i tanıyamamıştır. Onu hayalinde canlandırır<br />

<strong>ve</strong> bütün kadınların birleşimi bir kadın tipi ortaya çıkarır.<br />

“Tek bir kadın değil Deniz, birçok kadının, hayal edebileceğim tüm kadınların<br />

bileşimi. Esmerdi. Kocaman kırmızı bir ağzı, etli dudakları, güzel dişleri vardı.<br />

Balıketiydi. Her ilk kadın gibi gizli bir defineydi, diyeceğim.” (Gürsel, 2003, 100)<br />

İlk Kadın’da anlatıcı ilk cinsel deneyimini genelevde yaşar. İlk kez gittiği bu<br />

yerde karşısına çıkacak kadınını da hayal etmeye başlar. Karşına çıkan hayat kadını<br />

onun için yalnızca fiziksel görünümüyle var olan bir nesne durumundadır. Kadının<br />

fiziksel özellikleri anlatılmasına rağmen anlatıcının gözüne hitap etmeyen ögelerdir.<br />

“İçeri giren kadının iri halkalı küpelerini, mavi donundan taşan karın etlerini<br />

görmemek, altın dişli kocaman ağzıyla üzerine eğilişini bir an olsun unutabilmek için,<br />

(ya da) içeri giren kadının beyaz bacaklı bodur gövdesinden, incir büyüklüğünde<br />

kurumuş kalmış göğüslerinden <strong>ve</strong> sırtını yatağa döndüğünde beline dek inen uzun kara<br />

saçarlının örttüğü bıçak yarasından bir an olsun bakışlarını ayırabilmek için, (ya da)<br />

içeri giren kadının tanımadığı ellerini, uzak durgun yüzünü belleğinden silebilmek, ilk<br />

kez bütünleşeceği bu aykırı gövdenin anısını bir daha hiç anımsamamacasına<br />

unutabilmek için gözlerini kapıyor.” (Gürsel, 2004, 30)<br />

Eserlerde hayat kadını tipi cinsel anlatımın yoğunlaştığı bölümlerde kendisini<br />

daha belirgin olarak göstermektedir. Resimli Dünya’da bir hayat kadını ile birlikte<br />

olduktan sonra akılda kalanlar şöyle belirtilir. “Hep bir kadının kokusu kalır geriye,<br />

dudaklarını öptürmeden gövdelerini parayla sunan o……. baygın kokusu.” (Gürsel,<br />

2004, 232)<br />

Boğazkesen romanındaki hayat kadını tipi Nefeli ise, Rizo için farklı bir kadın<br />

olarak karşımıza çıkar. Deniz’in Rizo’yu götürdüğü kadınlardan biri olan Nefeli, bir<br />

hayat kadınıdır. Ancak Rizo için vazgeçilmezlerden biri olmuştur. Nefeli ile Rizo, para<br />

karşılığı başlayan bir ilişki sonucu sevgiliye dönüşürler. Hayat kadınının da âşık<br />

olabileceğini gösteren Nefeli, yaptığı işi yalnızca bedenini kullanarak yapan bir<br />

kadındır.<br />

85


“Ve sırılsıklam âşık olacak Nefeli’ye. Bu kadının namuslu geçinen birçok kadın<br />

gibi ruhunu bitpazarında satmadığını, gövdesini teslim ettiği erkeklere gönlünü de<br />

teslim etmediğini biliyor çünkü.” (Gürsel, 2003, 30)<br />

“Son Tramvay” adlı öyküde esrar parasını çıkarmak için çalışan hayat kadınları<br />

vardır. Bu tipin oluşmasında toplumsal ya da kişisel yaşamdaki değişimlerin<br />

anlatılmasına yer <strong>ve</strong>rilmemiştir. “O Kış Saraybosna”da öyküsünde bir hayat kadını olan<br />

Ferida’nın kişisel <strong>ve</strong> aile yaşamından başlanılarak toplumsal kimliğine kadar ayrıntılı<br />

çıkarımlar vardır. Ferida’nın arkadaşı tarafından aktarılan bu bilgiler, öykünün anlatıcısı<br />

tarafından yazıya geçirilmiştir. Ferida’nın sevdiğinin savaşta öldürülmesi sonrası çektiği<br />

acı bu işi yapmasına neden olarak gösterebilir. Bu öyküde toplumsal olayların bir hayat<br />

kadınının gözünden aktarılmıştır.<br />

Gürsel, eserlerinde canlı bir karakter olarak sunmak için hayat kadınının adını da<br />

kullanmaktadır. “O Kış Saraybosna’da” öyküsündeki Ferida <strong>ve</strong> “Resimli Dünya”<br />

romanındaki Kıvılcım Alev adları <strong>ve</strong>rilen hayat kadınlarıdır. “Resimli Dünya”da hayat<br />

kadınlarının müşteri beklediği Mestre, eserde Kamil Uzman’ın sık sık uğradığı bir<br />

mekândır. Bu ziyaretlerden birinde oldukça sarhoş olan Uzman, cebindeki parayı da<br />

hayat kadınına kaptırır, romanın sonunda da bir hayat kadını tarafından<br />

öldürülmektedir. Gürsel’in hayat kadını tipine en çok ağırlık <strong>ve</strong>rdiği bu romanda<br />

Venedik’teki hayat kadını tarihinden de bahsedilmektedir.<br />

“Tarihçilere bakılırsa XVI. Yüzyılda nüfusu yüz bine ulaşan Venedik’te tam on<br />

bir bin altı yüz elli dört ‘hayat kadını’ yaşıyordu.” (Gürsel, 2004, 86)<br />

Gürsel’in öykülerinde hayat kadınlarının ölümüyle de karşılaşırız. Ölümler<br />

kadınların kendilerinin aldığı kararla ya da erkek kahraman tarafından öldürülmesiyle<br />

gerçekleşir. “Suçlu” adlı öyküde ben-anlatıcı, hayat kadınını yalnızlığından, acılarından<br />

kurtarmak için öldürmekte <strong>ve</strong> kendisini bir kurtarıcı olarak görmektedir. Öldürdüğü<br />

hayat kadınının adını <strong>ve</strong>rmemekle beraber onun geçmişi <strong>ve</strong> hayalleri hakkında ayrıntılı<br />

açıklamalar yapmıştır. Kadının yapmakta olduğu işe nasıl başladığına kadar varan bu<br />

açıklamalar, öyküde bir karakter olarak yer almayan kahraman hakkında yazarın<br />

feminen anlatımını göstermektedir:<br />

“Örümcek ağlarıyla kaplı tavana bakan açık gözlerinde boşluk, boşluk, hiçlik,<br />

hiç… Her gece alkol, kirli yataklar, kara kıllı adamlar anımsamak- genç kızlığını,<br />

kocasının her akşam e<strong>ve</strong> getirdiği erkekleri, kanlı bıçaklı kavgaları, düşlerindeki kırmızı<br />

bir gülü ona her gün Ali’nin <strong>ve</strong>rdiği, karanlık bakışlı, istek dolu gözleri- yok artık. Bir<br />

hüznün gökyüzüne dağılışı, o kara plaktaki eski ses, küçük memesini sıkan hayvan<br />

86


parmaklarının sertliği, bıyıklar, sakallar, kel, sert saçlı, ter kokulu kafalar, yağmur, kar,<br />

güneş yok artık. Onu kurtardım işte.” (Gürsel, 1997, 136)<br />

“Dağlarda Bir Yüz” öyküsünde, bir hayat kadınının kendisiyle yaptığı iç<br />

hesaplaşma <strong>ve</strong> sonunda aldığı ölüm kararı üzerine kurulmuştur. Öyküde kadın, anlatıcı<br />

konumunda değildir fakat iç hesaplaşma yaptığında bu yaşam biçimine giriş nedenini,<br />

dış dünyayı suçlayarak anlatmaktadır. Öykünün kadına âşık kahramanı olan ayna,<br />

öykünün anlatıcılarından biridir.<br />

“Bir gün ‘O kızı öldürdüler’ dedi bana. Uzun süre ellerinin yarı çıplak<br />

gövdesinin üzerinde gezdirdi. ‘Bir küçük kızı öldürdüler’ diye tekrarladı, beni de şişeye<br />

koydular… Duyuyor musun, şişenin içinde yalnızım. E<strong>ve</strong>t, yalnızım diyorum, duyuyor<br />

musun? Gelecekler birazdan. Gövdemi çiğneyip beni ezecekler. Sevmiyorum onları.”<br />

(Gürsel, 2003, 99)<br />

Kahramanların çocukluk dönemleriyle başlayıp sonraları devam eden kadın<br />

arayışında önemli bir rolü olan hayat kadınları, ikinci planda da olsa eserlerde kendisini<br />

sıkça göstermiştir.<br />

Gürsel, eserlerinde sevgili <strong>ve</strong> hayat kadını tiplerini ele alırken cinselliği de<br />

yoğun olarak kullanan yazarlarımızdandır. 1982 yılında “müstehcenlik” suçundan<br />

toplatılan Kadınlar Kitabı, yazarın cinselliği tema olarak ele aldığı eserlerin başında<br />

gelir. Öğleden Sonra Aşk, adlı öykü kitabında da kadın teması ile cinsellik bir bütün<br />

içinde <strong>ve</strong>rmiştir.<br />

Necla Işık’ın Varlık dergisi için Nedim Gürsel’le yaptığı röportajda Gürsel,<br />

cinselliğin öykülerindeki yeri hakkında şunları söyler:<br />

“Aslında cinsellik var oluşun temelidir. Ne var ki benim öykülerimde bir izlek<br />

olmaktan öteye pek gitmez. Kent, yalnızlık, yolculuk gibi bir izlek. Cinsellik bireysel,<br />

düşünsel, toplumsal hatta ekonomik değeri olan bir şeydir.” (Işık, 1991, 34)<br />

Gürsel’in cinsel eğiliminin kaynağı olarak yatılı okulu göstermesi de önemlidir.<br />

“İstanbul’da yatılı okulda bu koşullarda ergenlik çağını yaşamak hep kadınları<br />

hayal ettiriyor. Sonradan öykülerimde cinsel aşkın böylesine önemli yer tutmasının<br />

nedeni, sanıyorum yatılı okuldur.” (Seval, 2006, 32)<br />

“Odalarda” adlı öyküde ben-anlatıcı, sevgilisi ile daha önceden yaşamış olduğu<br />

birlikteliği anımsamaktadır. Öykünün adından da anlaşılacağı gibi mekân olarak odalar<br />

esas alınmıştır. Otel odalarında başlayan cinsellik içeren buluşmalar, daha sonra<br />

sevgilinin evinde devam etmiştir. Ben-anlatıcının sevgilisi ile tanıştığında cinsel<br />

87


yaklaşımın etkili olduğunu <strong>ve</strong> diğer insanlardan uzaklaşma, birbirlerine sığınma<br />

amacıyla bir oda (kapalı bir mekân) arayışına girdikleri görülür.<br />

“İlk karşılaştığımız gün üni<strong>ve</strong>rsite kantininde kah<strong>ve</strong> içerken, ‘Şimdi bize bir oda<br />

gerek’ demiştin, ‘Hemen şimdi bir odada olmalıyız. Seni çok istedim birden. Hemen,<br />

burada bir oda bulmalıyız kendimize.’ Gerçekten aşk vardı evlerin, odaların temelinde.<br />

İnsanlar sevişmek, sonra yeniden sevişmek, sonsuza dek birbirlerinin içinde kalabilmek<br />

için yapmışlardı evleri.” (Gürsel, 2003, 88)<br />

Öyküde sevgilinin ben-anlatıcıyı, terk etmesinin göstergesi olarak da oda imgesi<br />

kullanılır. Yaşam alanı sınırlandırılan sevgili, hapsolduğu odadan kurtulmak amacıyla<br />

ilişkiye son <strong>ve</strong>rmiştir. “Daha büyük bir odaya taşınıyorum. Selamlar.” (Gürsel, 2003,<br />

89)<br />

Öyküde cinselliğin geçtiği bir diğer mekân ise metrodur. Önemli bir kent ögesi<br />

olan metro modern yaşamın günlük seyrinde anlatıcı için bir tatmin olma ögesidir.<br />

“Metro fren yaptıkça birbirinin üzerine yığılıyor insanlar. Herkeste bir bezginlik, günün<br />

sonunda yaşanılan o pelte kıvamındaki o titrek duygu… Başlar bir öne, bir arkaya<br />

savruluyor. Ben de aralarındayım. Hiçbir yere tutulmadan sıcak kalçaların, dengede<br />

durabilmek için iki yana açılmış bacakların, ter kokan gerili gövdelerin ortasına<br />

bırakıyorum kendimi.” (Gürsel, 2003, 90)<br />

“Yaz Gelmeden” adlı öyküde Gürsel, cinselliğin imgesel kullanımını kendisi de<br />

vurgulamıştır. Öyküde gerçek birleşme yaşanmadan ben-anlatıcının imgeleminde<br />

bağımsız bir cinsel dünya oluşturulmaktadır. Bu imgesel cinsellikte yaratıcılık <strong>ve</strong><br />

zenginlik de daha güçlü bir konuma oturtulmuştur. Öyküde cinsellik, sevgilinin<br />

ağzından kentle ilişkilendirilerek <strong>ve</strong>rilir. Kentin sokaklarını andıran sevgilinin bedeni<br />

deyim aktarması yoluyla cinsel öge olarak kullanılır. Ben-anlatıcı da her yönüyle<br />

tanıdığı bu bedeni kentin sokakları, iniş- çıkışları gibi ögelerle destekleyerek cinsel<br />

vurguyu artırır.<br />

“ ‘Biraz gövdemde dolaş bakalım’ diye söylendi. ‘Göreceksin ummadığın<br />

sokaklar çıkacak karşına.’ ” (Gürsel, 2003, 110)<br />

“İkaros’un Düşüşü” adlı öyküde kimliği belirsiz bir kadınla yaşanan cinsellik yer<br />

almaktadır. Anlatıcı, benzer bir durumu Konstantin’de bir genelevde de yaşadığını<br />

anımsar. Cinsellik farklı zamanları birbirine bağlayan, çağrışım gücünü artıran bir öge<br />

olarak kullanılır.<br />

“Dağlarda Bir Yüz” öyküsünde hayat kadınının orgazmı, öykünün kahramanı<br />

ayna tarafından aktarılır. Ayna, anlamının ifade ettiği gibi olanı bütün gerçekliği ile<br />

88


ortaya koymaktadır. Öykünün kadına âşık kahramanı olarak kendi duygularını da<br />

yansıtmıştır. “Akarsu” adlı öykünün başlıksız üçüncü bölümünde de Nilgün’ün orgazmı<br />

anlatılmıştır.<br />

Uzun Sürmüş Bir Yaz adlı öykü kitabının “Köprüaltı” öyküsünde Filiz’in<br />

göğüsleri, benzer cümlelerle sık sık tekrarlanan bir simge konumundadır.<br />

“Filiz’in beyaz gömleğinden fışkıran iri göğüslerine bakıyorum… Sevişirken<br />

başlı başına bir dünyadır Filiz’in göğüsleri… Elinizi yaklaştırınca yaşamın bütün<br />

coşkusuyla Filiz’in göğüslerinde çarptığını duyarsınız… Filiz’in göğüsleri her zaman iri<br />

ama yaşamasız dururdu. Biliyorum Filiz’in göğüsleri hiçbir zaman birlikte yattığımız<br />

geceki gibi coşkuyla inip kalkmayacak…”(Gürsel, 2003, 26)<br />

Resimli Dünya adlı romanda kadınların yalnız cinsel kimlikleriyle görüldüğü de<br />

olur. “Genç kadınların esmer gövdeleriydi çoğu. Ne bakışları vardı ne yüzleri. Tombul<br />

memeler ile ıslak apış ararlarından ibarettiler.” (Gürsel, 2004, 95)<br />

“Resimler kadını edilgin cinsel nesne, etkin cinsel eş, korkulacak birisi, tanrıça<br />

ya da sevilen insan olarak sunabilir. Ancak ne yönde olursa olsun resim sanatının<br />

kullanımı yoğun bir duygusal yükle başlar <strong>ve</strong> bu yük şu ya da bu yöne aktarılır. Resimli<br />

Dünya romanın da Madonnalarla hatırlanan anne, azizeler gibi ulaşılamayan kendisine<br />

temiz bir aşk duyulan Lucia ya da şeh<strong>ve</strong>tin paylaşıldığı fahişeler resim sanatında yer<br />

alan daha doğrusu resim sanatı ile görünür kılınan kadınların birer örnekleridir. Resim<br />

sanatını cinsel çekicilik taşıyan görsel belirtkeleri <strong>ve</strong> uyaranları kullandığını kabul<br />

edersek bu romanda cinselliğin ön plana geçişine bir yorum getirmiş olabiliriz.” (Çeri,<br />

2000, 7)<br />

“Lucia’ya <strong>ve</strong> geceleri onun karşıtına duyulan arzunun doğurduğu (tuvallerde<br />

betimlenen bedenler hakkında deneyimli olan K. Uzman’ın anlatımında gitgide<br />

şiddetlenen) erotizm, Mestreli fahişenin onda uyandırdığı cinsellik, romanın ikinci<br />

eksenini oluşturuyor. K. Uzman en çok sevilen nesnenin ülküselleştirilmesi <strong>ve</strong> şeh<strong>ve</strong>te<br />

duyulan ihtiyaç arasındaki sarkaç hareketini sürdürürken bizimle yakınlaşıyor.”<br />

(Muhidine, 2000, 7)<br />

Şenol Gerçek, Boğazkesen romanında cinselliğin rahatsız ediciliği hakkında şu<br />

yorumda bulunur. “Tutkuyla sevdiği belirtilen anlatıcı- yazarın Deniz’le girdiği cinsel<br />

ilişkiler üstelik kaba denebilecek ifadelerle betimlenir.” (Çeri, 2001, 64)<br />

Gürsel Aytaç ise bunun gibi anlatımları Gürsel’in özgünlüğüne bağlar. “Eserde<br />

oldukça önemli yer tutan bir nokta da cinselliktir. İstanbul’la sevişme, kadınla sevişme,<br />

89


sözcüklerle sevişme… Sözcüklerle sevişmek, yazmakla sevişmek arasında benzerlik<br />

bulma Nedim Gürsel’in orijinalitesidir.” (Aytaç, 1995, 97)<br />

“Georges Bataille, ‘Erotizm ölüme dek yaşamın onaylanmasıdır, cinsellik ölümü<br />

kapsar, cinsellik hem bireysel ölümün, hem de ölümsüzlüğün görünümüdür,’<br />

demektedir. Esere bu açıdan bakınca Nedim Gürsel’in, seviştikleri kadınları öldüren<br />

kahramanları Fatih Sultan Mehmet <strong>ve</strong> Fatih Haznedar’ın kişiliğinde bireysel ölümü<br />

aşmaya çalışan kahramanlar yarattığını söyleyebiliriz.” (Çeri, 2001, 147)<br />

Fethi Naci’nin Gürsel’in cinselliği kullanımı ile ilgili görüşleri ise oldukça<br />

serttir: “Nedim Gürsel, cinselliğe çok takmış kafasını: 14 hikâyeden 9’unda erotik<br />

denebilecek parçalar var… Pek yüzeyde kalan bir erotizm; imgelemin de, yaşanmışlığın<br />

da etki gücünden yoksun; bunun için, Nedim Gürsel’in de dediği gibi geride izleri bile<br />

kalmıyor” (Naci, 2002, 131)<br />

Gürsel’in cinsel yanı ağırlıklı anlatımı sevgili tipi, hayat kadını tipi <strong>ve</strong> çocuk<br />

cinselliği dolayısıyla anne tipinde de görülmektedir. Bu üslup Gürsel’in özgün edebi<br />

özelliklerinin başında gelir.<br />

2.1.4. Diğer Kadın Tipleri<br />

Gürsel, özellikle öykülerinde ikincil bir kadın tipi olarak büyükanneyi kullanır.<br />

Anne tipiyle beraber gü<strong>ve</strong>nin <strong>ve</strong> sıcaklığın sembolü olan büyükanne, bir araya getirici<br />

özelliğe sahiptir. Gürsel’in öz yaşamında büyükannesinin de önemli payı olduğu<br />

düşünülürse eserlerde bu tipin önemi <strong>ve</strong> gerekliliği anlaşılmaktadır.<br />

“Cicipapa” adlı öykü, çocukluğunu hatırlayan kahramanın şimdi ile geçmişi<br />

karşılaştırması üzerine kurulmuştur. Geçmişi hatırlayış aile bireyleri özellikle de<br />

büyükanne etrafında gerçekleşir. Öyküye adını <strong>ve</strong>ren cicipapa da büyükannenin yaptığı<br />

yemeğin adıdır. Kahraman, yaşadığı yalnızlık <strong>ve</strong> umutsuzluğun yanında büyükannesi<br />

ile yaşadığı mutlu günleri hatırlayarak geçmişine özlem duymaktadır.<br />

“Sarı saçları uzadı yosun tuttu büyük şehrin denizinde. Cicipapa yiyen ağzı<br />

alkolü tattı, esrar çekti ciğerlerine. Bir gece tek odalı evinde yatarken, dibek gibi dal’lar,<br />

açık ağızlı ayın’lar, tavşan kafalı tı’lar pencerenden içeri girdiler. Cama vuran pis<br />

yağmuru unuttu. Büyükannesini, ılık bir kasaba akşamını, cicipapaları düşündü.”<br />

(Gürsel, 2003, 24)<br />

Öyküde büyükannenin ağzından ailenin anne tarafının Doksan Üç Harbi’nden<br />

başlanarak Balkan <strong>ve</strong> Çanakkale Savaşları’na, İstanbul’a yerleşmesine kadar süren kısa<br />

90


tarihi <strong>ve</strong>rilir. Büyükannenin aldığı eğitim de üzerinde durulan konulardandır.<br />

Büyükanne, Arap harflerini mahalle mektebinde öğrendiği biçimiyle ben-anlatıcıya da<br />

aktarmaya çalışmaktadır. Öykünün sonunda ben-anlatıcının çocukluğuna yönelik olarak<br />

hatırladıklarının başında da bu gelmektedir. Gürsel, “Sağ Salim Kavuşsak” adlı<br />

otobiyografisinde öyküde büyükannenin ağzından anlatılan bu bölümü kendisine<br />

dedesinin anlattığından bahseder.<br />

“Cim karnı yarık<br />

ha ona benzer<br />

hı ona benzer<br />

dal dibek gibi<br />

zel ona benzer<br />

sat kadı kafalı<br />

dad ona benzer” (Gürsel, 2003, 21)<br />

“Islık çalma başına şeytanlar üşüşür.” diyerek çocuğa öğüt <strong>ve</strong>ren <strong>ve</strong> besmele<br />

çekerek işine başlayan büyükannenin dindar yanı ortaya konmuştur. Kuru parmaklı,<br />

kalın <strong>ve</strong> mor dudaklı olması dışında fiziksel özellikleri üzerinde durulmayan<br />

büyükanne, çocuğun geleceğini de öykü içinde kurgulamakta, kendisine burada bir yer<br />

<strong>ve</strong>rmektedir:<br />

“Büyükanne yorgun dizindeki torununun başının, ilerde, okumuş büyük bir<br />

adamın saçları dökülmüş yaşlı başına dönüşeceğini düşünüyordu. İstanbul’da,<br />

torununun Şişli’deki apartmanında geçirecekti son günlerini.” (Gürsel, 2003, 20)<br />

“Bulgur Palas” öyküsünde ölen büyükanne, ben-anlatıcının anılarında<br />

yaşamaktadır. Öyküde yaşayan <strong>ve</strong> ölen bireyler, geçmişlerindeki paylaşımlarla bir<br />

noktada buluşurlar. Büyükanne de anlatıcının geçmişindeki önemli kişiliklerden biridir.<br />

“Avlu” öyküsünde kullanılan üç anlatıcının ikisinde- “ana” <strong>ve</strong> “çocuk” anlatıcı-<br />

karşılaştığımız büyükanne tipi özellikle çocuk anlatıcıda üzerinde önemle durulan bir<br />

kişiliktir. “Ana” anlatıcı tarafından bunamaya yakın gösterilen, bakıma muhtaç bir kişi<br />

olan büyükanne, karı- koca arasında tartışma sebebi olabilmektedir. “Çocuk” anlatıcı,<br />

tarafından daha derinlemesine işlenen büyükanne tipi, bunamaya yakın durumuyla<br />

birlikte takıntılı, kendi kendine konuşan biri haline gelmiştir. Bu durum anlatıcı<br />

tarafından iç konuşmalarla da <strong>ve</strong>rilmektedir. Hatırlamaya çalıştığı dualar, sürekli<br />

uğraştığı kedi <strong>ve</strong> kafasına taktığı gü<strong>ve</strong>rcinlerle “çocuk” anlatıcının paylaşımı en fazla<br />

olan öykü karakteridir. Zaman <strong>ve</strong> mekân içinde değişmeyen tek varlık olarak da<br />

büyükanne gösterilir:<br />

91


“Sofadaki eşyalar her gün değişiyordu zaten. Lambanın mavi karpuzu<br />

tozlanıyor, masanın, sandalyenin ayakları durmadan yer değiştiriyordu. Değişmeyen tek<br />

varlık büyükanneydi.” (Gürsel, 2003, 53)<br />

Büyükanne gökkuşağını daha yakından görmek için dışarı çıkmak istemektedir.<br />

Ayaklarındaki rahatsızlık nedeniyle özgürlüğü sınırlanan büyükanne, bu isteğini<br />

hayalinde gerçekleştirmiş; oturduğu yerden yuvarlanarak ölmüştür.<br />

“Beşinci” adlı öyküde de büyükanne tipi ile karşılaşırız. Öyküde büyükanne,<br />

baba, anne, çocuk <strong>ve</strong> ağabey öykünün beş karakterini oluşturmaktadır. Büyükanne<br />

tipinde dini tutumun ağırlıkta olduğunu görmekteyiz. Büyükanne öyküde ön planda yer<br />

almayan, küçük çocuğa ninni okuyan, Arapça dualar eden bir karakterdir.<br />

Sinirlendiğinde ettiği Arapça küfür, peygamber <strong>dili</strong>ne dayandığı için tövbeler<br />

etmektedir.<br />

“Garip Mustafa ile Telli Kavak” adlı öykü ile “Martının Ölümü” öyküsünde de<br />

masal anlatan büyükanne tipi yer alır. “Senin Adın Yalnızlık” adlı öyküde, kette derin<br />

yalnızlığı içinde çocukluk günlerini hatırlayan ben-anlatıcıyı buluruz. Tek bir arkadaşı<br />

dahi olmayan ben-anlatıcı, çocukluğunu hatırladığında ninesi ile yaşadıklarını anımsar.<br />

Bu öyküde de ninenin dindar bir yanı bulunmakla beraber bu konu üzerinde ayrıntıyla<br />

durulmamıştır. “Köprüaltı” öyküsünde de nine sözcüğü kullanılır. Anlatıcının ninesi<br />

yapılan çocukluk çağrışımları ile anımsanmaktadır. Tarihi bilgiler <strong>ve</strong>ren ninenin kişisel<br />

özellikleri <strong>ve</strong>rilmemiştir.<br />

“Öğleden Sonra Aşk” adlı öyküde Nefeli’nin babaannesinin Nefeli üzerindeki<br />

etkisinden bahse<strong>dili</strong>r, “İlk Kadın”da anlatıcının ölen büyükannesi anılır. Her iki eserde<br />

de büyükanne tipi çağrışımlar yoluyla ortaya konmuştur.<br />

Nedim Gürsel’in üç teyzesi vardır. Bunlardan Sabahat Hanım Gürsel’in<br />

babasının ölümünden sonra annesiyle birlikte İstanbul’a yerleşmiştir. Gelişiminde<br />

annesi <strong>ve</strong> büyükannesinin yanında teyzesi Sabahat Hanım’ın da payı olduğunu söyler.<br />

“Bulgur Palas” öyküsü Gürsel’in yaşamıyla önemli ölçüde ilişkilendirilebilecek<br />

bir öyküdür. Öyküde anne <strong>ve</strong> büyükannenin yanı sıra teyzeler de kadın karakterler<br />

olarak yer almaktadır. Anlatıcının annesiyle iki teyzesinin beraber çektirdiği fotoğraftan<br />

yola çıkılarak teyzeler hakkında bilgiler <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

“Orta sayfaların birinde, annemle iki teyzemin birlikte çektirdikleri bir çocukluk<br />

fotoğrafı hüzünlendiriyordu beni. Annem örgülü saçlarının döküldüğü omuzlarının<br />

gerisinde gülüyordu. Öksüzlüğün getirip iki küçük dudağa bıraktığı kara bir çizgiydi bu.<br />

92


Teyzelerim onun yanında ayakta duruyorlardı, ikisinin de boyu uzundu annemden.<br />

Resmin altında adları yazılıydı: Rabia, Saime, Ayşe.” (Gürsel, 2003, 53)<br />

Öyküde ölenler arasında yer alan teyzelerin ölümü hakkında da bilgi <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

Rabia Teyzesi 23 Kasım 1946 tarihinde Kadeş vapurundan atlayarak intihar etmiştir.<br />

Kardeşleri arasında en uzun boylu olan, Adana Kız Lisesi’nde fizik öğretmenliği yapan<br />

Saime (Tezcan) Teyzesi ise hastalığı sonucu ölmüştür. Gürsel’in otobiyografik yanı ağır<br />

basan bu öyküsünde geçen fotoğraf öz yaşamında da benzer biçimde sunulmuştur.<br />

Öyküde olduğu gibi kısa boylu olanın annesi olduğunu görürüz; fakat gerçek yaşamda<br />

üç teyzesi bulunmaktadır.<br />

Gürsel’in eserlerinde bağımsız kadın kahramanlara rastlanmaktadır. Ancak<br />

bunların birçoğunda karakterize edilme söz konusu değildir. Erkek kahramanın<br />

yaşamında küçük de olsa bir payı olan ya da yalnızca adları anılan kişilerdir.<br />

Sevgili tipinin dışında bir karakter olarak ele alınan kadın sayısı çok azdır.<br />

Bunların en önemlisi “Son Tramvay” adlı öykü kitabında yer alan “Mendil” öyküsünün<br />

kahramanı Madam Suslova’dır. “Mendil” öyküsünde sıkıyönetim nedeniyle yurt dışında<br />

bulunan anlatıcı- yazarın komşusu Madam Suslova ile ilişkisi konu e<strong>dili</strong>r. Madam<br />

Suslova, sevgili <strong>ve</strong> anne tipi dışında Gürsel’in eserlerinde bir karakter olarak üzerinde<br />

en çok durduğu kadın tipidir. Fiziksel <strong>ve</strong> ruhsal betimlemelerin öykünün gelişimiyle<br />

beraber aktarılması, karakterin oluşumunda önemli bir paya sahiptir. Anlatıcı,<br />

betimlemelerde Çehov’un piyeslerindeki kadınlardan esinlendiğini belirtmiştir.<br />

“Kapısını çaldığımda beni biraz mesafeli karşıladı. İnce gövdesine bol gelen<br />

siyah bir giysi vardı üzerinde. Beyaz saçlarını arkadan topuz yapmış, alnındaki<br />

kırışıklıklar iyice ortaya çıkmıştı. Durgun bakışları, koyu mavi gözleri, incecik<br />

dudaklarıyla eski fotoğraflardaki kadınlara benziyordu. Tuhaf bir keder, bir uzak<br />

melankoli vardı duruşunda. Olduğundan daha yaşlı, daha mutsuz görünüyordu.”<br />

(Gürsel, 2003, 310)<br />

Anlatıcı- yazar ile Madam Suslova’nın ortak noktaları yurtlarından ayrı olmaları<br />

<strong>ve</strong> İstanbul’dur. Madam Suslova da Ekim Devrimi sırasında ailesiyle beraber yurt dışına<br />

kaçmış <strong>ve</strong> bir daha geri dönememiştir. İstanbul da onun yaşamında önemli bir<br />

mekândır. İlk <strong>ve</strong> son aşkını İstanbul’da yaşamıştır. Âşık olduğu kişi kendisinden yirmi<br />

yaş büyük, piyano öğretmeni bir Rus’tur. Onun hayran olduğu öğretmeninin fiziksel<br />

görünümü değil, zarafetidir. Madam Suslova’nın aşkı yaşadığı adamdan öğrendiği diğer<br />

özellik müziktir. Yaşamını piyano dersleri <strong>ve</strong>rerek sürdürür. Chopin, Çaykovsky <strong>ve</strong><br />

Mozart; aşırı duyarlı, sessiz <strong>ve</strong> gururlu Madam Suslova’nın <strong>dili</strong> haline gelmiştir. Çaldığı<br />

93


piyano onun yıllar öncesindeki aşkını hatırlatmakta <strong>ve</strong> bir acıya neden olmaktadır.<br />

Anlatıcı ile yaptığı bir konuşma sonrasında men<strong>dili</strong>ni unutur. Men<strong>dili</strong> iade etmek<br />

isteyen anlatıcının yaptığını bir hakaret sayar <strong>ve</strong> bu son görüşmeleri olur. Madam<br />

Suslova’nın bir hafta sonra ölümü anlatıcı- yazarın öyküyü yazma nedeni olarak<br />

gösterilir. Gürsel, Madam Suslova karakterini annesi ile de özdeşleştirmiştir.<br />

“Hayatım boyunca annemi kaybetmek endişesi ile yaşadım… Oysa çekip giden<br />

bendim… Bu daüssılanın izdüşümlerini bazı kitaplarımda bulabilir okur, ama<br />

sanıyorum en fazla öne çıktığı giderek anlatının temel izleklerinden birine dönüştüğü<br />

metin Havaalanı adlı öykümdür. Bir de Mendil var tabi; Madam Suslova ile sürgünde<br />

bir Türk yazarını önce Paris’te sonra İstanbul özleminde buluşturan öykü. Annemin<br />

kendini yer yer Madam Suslova ile özdeşleştirmesinden, onun yalnızlığında <strong>ve</strong><br />

duyarlığında kendinden pek çok şey bulmasından olmalı en çok sevdiği öyküm.”<br />

(Gürsel, 2004, 101)<br />

“Mendil”deki Madam Suslova’nın gerçek yaşamdaki karşılığı için Gürsel’in<br />

şöyle bir açıklaması vardır: “Benim öyle bir komşum oldu. Piyano öğretmeniydi ama<br />

Beyaz Rus değildi. Fransızdı <strong>ve</strong> Chopin çalardı.” (Seval, 2006, 56)<br />

İlk Kadın adlı kitapta annesinin anlattığı masaldaki korsanlar padişahının kızı<br />

Nilüfer, imgesel bir kadın tipi olarak karşımıza çıkar. Babası tarafından kuleye<br />

hapsedilen Nilüfer, sevgilisine kavuşmak için saçlarını kullanmıştır. Anlatıcı Nilüfer<br />

hikâyesinin bir kısmını genelevde kadını beklerken, devamını da İstanbul’a ilk<br />

gelişindeki çocukluk günlerinden bahsederken aktarıyor. Anlatıcı burada kendisini<br />

Nilüfer’in sevgilisi yerine koyar; kent <strong>ve</strong> kadını özdeşleştirerek bu iki kavramla ilk<br />

tanışmasını göstermiş olur. Nilüfer, hikâyenin sonunda babasının kurduğu tuzağa düşer<br />

<strong>ve</strong> örümceğe dönüştüğünde bütün erkeklerden intikamını alır.<br />

İlk Kadın’da anlatıcının kenti gezisi sırasında karşısına çıkan kilisedeki<br />

Meryem heykeli dini boyut kazandırır. Meryem, “Tanrı’nın annesi” yazılı bir ikonla<br />

anne tipini temsil eder. Anlatıcı, Meryem’den bahsettiği her bölümde annesinin<br />

ağzından aktarmalar yapar. Böylelikle Meryem ile annesi özdeşleştirilir. İki anne tipi bir<br />

arada <strong>ve</strong>rilmiş olur. Birisi ölen, diğeri dini boyutuyla yer alan iki annenin anlatıcı-<br />

yazarın gezisi sırasında zihinsel çağrışımları ile karşılaştıkları görülür. Yapılan bu<br />

özdeşleştirme ile anne tipi koruyuculuğu <strong>ve</strong> sahiplenmeyi çağrıştıran bir konumda<br />

sunulmuştur. Aynı geziden çağrışım yoluyla Piyer Loti’nin aynı adlı eserindeki<br />

Aziyade’sine de gönderme yapılmış, Mimar Vallaury’nin ölen karısının yasını tutmak<br />

için yaptığı binada ölene kadar yaşadığı vurgulanmıştır.<br />

94


Eserlerde Gürsel’in Fransız kültürünün etkisiyle Fransız kadınlara da adlarıyla<br />

birlikte yer <strong>ve</strong>rdiğini görürüz. Resimli Dünya’da Fikret Mualla’nın Paris’teki ev sahibi<br />

Madam Angles’ten bahsedilmektedir. Madam Angles, Fikret Mualla’nın ‘koruyucu<br />

meleği’ olarak anlatılır. Romanda Kamil Uzman’ın Fransızca öğretmeni Matmazel<br />

Soulignac, <strong>ve</strong>rdiği Fransızca dersleri ile romanda küçük bir yer alır. “Gizli Aşk”<br />

öyküsünde anlatıcı bir çağrışımdan yola çıkarak Fransızca öğretmeni Matmazel<br />

Garcin’den bahseder.<br />

“Kazba” adlı öyküde ben-anlatıcının kaldığı otelde, odacı kadın ile yaşadığı<br />

cinsellik anlatılmaktadır. Sevgiliden uzakta geçirilen zaman boyunca yalnızlık hissine<br />

kapılan ben-anlatıcı, bedensel isteklerine karşı koyamaz <strong>ve</strong> odacı kadınla ilişkiye girer.<br />

“Firuze Sularda” öyküsünde yalıya taşınan kadının <strong>ve</strong>rdiği partide ben-<br />

anlatıcının kadınla ilgili düşündükleri <strong>ve</strong> hayalleri anlatılır. Hanımefendi olarak<br />

düşünülen kadın çapkın bir kişiliğe sahiptir. “Avlu” adlı öyküde kadın farklı bir<br />

konumda karşımıza çıkar. Burada nüfus memuru Mevhibe Hanım karakteri, öykünün<br />

ana karakterlerinden birisi olmamasına rağmen, çalışan bir kadın tipini göstermektedir.<br />

Gürsel, kadınları geçekçi yanlarıyla ele almakla birlikte onları simgeler olarak da<br />

kullanmıştır. Ödül öyküsünde ben-anlatıcı, “Markiz Pastanesi’nin dört mevsimi<br />

simgeleyen dört güzel fayansındaki alev saçlı kadınları” anlatırken bu simgelere<br />

başvurmuştur. “Son Tramvay” öyküsünde ben-anlatıcının yurt içinde yasaklanan<br />

kitapları, yurt dışında büyük bir özenle basılmaktadır. Ben-anlatıcı bu durumu kadınla,<br />

kadının güzellik ögeleriyle birlikte ele almış; kitapların güzel görünümlerini kadının<br />

estetikliğine bağlamıştır.<br />

“Kendi ülkesindeki gibi samankâğıtlarına değil, birinci hamura özenle, üstelik<br />

çevirmeninin dediğine bakılırsa yanlışsız basılan kitapları cicili bicili oyuncaklara<br />

benzeyen banknotlar aracılığıyla kadınlara dönüşüyor. Bir tümceye bir bakış, iki uzun<br />

paragrafta bir uzun bacak, bir öyküye ‘komple aşk’, bir kitaba bir haftalık sevişme.”<br />

(Gürsel, 2003, 304)<br />

“Buğday Tarlasında Ölüm” öyküsünde öykünün çıkış noktası olan resim,<br />

ressamın kadın tenine duyduğu özlemin dile getirilmesidir. “Resimli Dünya”<br />

romanında, Lucia’nın sözcük anlamının “ışık” olduğu da romanda Kamil Uzman’ın<br />

yolunu açan simgesel bir anlatım sağlamıştır.<br />

95


SONUÇ<br />

Nedim Gürsel, 1951 yılında Gaziantep’te doğmuştur. Öğretmen olan anne <strong>ve</strong><br />

babasının tayini Balıkesir’e çıkınca oraya yerleşmişlerdir. Yaşamındaki ilk büyük<br />

değişiklik Galatasaray Lisesi’ni kazanması ile başlar. Annesinin de öğretmenlik yaptığı<br />

Galatasaray Lisesi, ilk gençlik çağını anlattığı eserlerinin odak noktasını oluşturur.<br />

Edebiyatla ilgili ilk çalışmalarını da Oğuz Özdeş’in yönettiği “Sizin Köşeniz” de ile<br />

Galatasaray Lisesi’nde “Tambur” gazetesinde şiir <strong>ve</strong> yazılarını yayımlayarak yapar. İlk<br />

öyküsü “Yolculuk” u ise Vedat Günyol, “Yeni Ufuklar” da yayımlar. Böylelikle<br />

edebiyat alanına giriş yapmıştır. Sorbonne Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat<br />

alanında doktorasını da tamamlayan Gürsel, <strong>edebiyatı</strong>n bilim yönüyle de<br />

ilgilenmektedir.<br />

Yazarın farklı türlerde eserleri olmakla birlikte öykücü <strong>ve</strong> romancı yanı ağırlık<br />

taşımaktadır. Yayımlamış olduğu yedi öykü kitabı <strong>ve</strong> üç romanında kendi iç dünyası ile<br />

beraber kent <strong>ve</strong> kadın temaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Eserleri ya birinci kişili ağızla<br />

anlatılmakta ya da anlatıcı- yazar bakışı kullanılmaktadır. Boğazkesen adlı romanı üst<br />

kurmaca tekniği ile kaleme alınmış bir ilk roman niteliğine sahiptir. Kurmacanın üst<br />

bölümünün kahramanı olan Fatih Haznedar, romanın yazarı konumundadır.<br />

“Yazılmamış Kitaplar Mezarlığı Zincirlikuyu”, “Sorbonne Alanı”, “Martının Ölümü”<br />

adlı öyküler de anlatıcı- yazar konumu ile yazılmıştır. Sevgilim İstanbul, Kadınlar<br />

Kitabı, Sorguda, Son Tramvay, Öğleden Sonra Aşk adlı kitaplarındaki öyküler ise<br />

birinci kişili anlatıcı ile yazılmıştır. Bir gezi kitabı görünümüne sahip olan Sevgilim<br />

İstanbul adlı kitap, sevgilisinden <strong>ve</strong> annesinden ayrı olan kahramanın kentler arasındaki<br />

yaşamını konu edinir. Gürsel’in annesinden ayrı yurt dışında yaşaması <strong>ve</strong> hep bir<br />

seyyah konumunda olması eserin otobiyografik yanını ortaya koymaktadır. İlk Kadın<br />

adlı anlatıdaki Galatasaray yılları, “Cicipapa” <strong>ve</strong> “Bulgur Palas” adlı öykülerde yazarın<br />

çocukluğuna göndermeler yapılmış, “Sorbonne Alanı” adlı öyküde Gürsel’in Paris ile<br />

tanışması <strong>ve</strong>rilmiş, “Mendil” adlı öyküde Paris’te yaşanan bir olay öyküye dökülmüş,<br />

“Öğleden Sonra Aşk” adlı öyküde yazarın ilk eşi Angeliki Ploutis’e yer <strong>ve</strong>rilmiştir. Bu<br />

anlatıcı konumlandırmaları <strong>ve</strong> otobiyografik ögeler, Gürsel’in yaşamının eserlerine<br />

önemli oranda yansıdığını göstermektedir.<br />

Yazarın İstanbul’da okumasıyla başlayan kentli yıllar, Galatasaray Lisesi’nin<br />

disiplinli yönetimi nedeniyle yazar üzerinde etkili olamamıştır. Gürsel’in İstanbul’la<br />

ilişkisi Balıkesir’de ilkokulda iken yazmış olduğu şiirle başlar. Babasının Paris’ten<br />

96


gönderdiği kartla Paris’e de imgesel anlamlar yüklemektedir. Onun kent arayışı<br />

çocuklunda başlamıştır.<br />

Kent; toplumsal, ekonomik, kültürel <strong>ve</strong> nüfus bakımından heterojen özellikler<br />

gösteren, tarımdan sanayiye geçişin görüldüğü yerleşim yeridir. Edebiyatımızda köy-<br />

kent romanları olarak yaptığımız sınıflamada, anlatılmakta olan olay çevresinde işlevsel<br />

yanları ele alınan yerler sunulmaktadır. Toplumsal yaşayışı ilgili yanı ağırlıklı olarak<br />

kullanılan kent, bir fon görevi üstlenmektedir. Nedim Gürsel, kenti farklı bir biçimde<br />

ele alan yazarlarımızdandır. Kent onun eserlerinde bir fon olmaktan çıkmış, ağırlıklı bir<br />

tema, kimi zaman da ana kahraman rolüne bürünmüştür. Bu yönüyle <strong>edebiyatı</strong>mızın<br />

öncü yazarları arasında yer almaktadır.<br />

Gürsel, Cicipapa adlı kitabı dışında öykülerinde sözcük olarak kenti tercih<br />

etmiştir. Başta İstanbul <strong>ve</strong> Paris olmak büyük kentleri eserlerine alan Gürsel, onlara<br />

önemli işlevler de yüklemiştir. Kentlerin sokaklarını, parklarını, tiyatrolarını vb.<br />

ögelerini betimlemekle yetinmez; kentin tarihi dokusunu, coğrafi yapısını <strong>ve</strong> sanatsal<br />

birikimini kullanarak bir öykü kahramanı yaratır. İlk Kadın, Boğazkesen <strong>ve</strong> Resimli<br />

Dünya kitaplarında kentler bir kahraman kimliğindedir. Kentin bu anlatımda şiirsellik<br />

ön plana çıkmaktadır.<br />

Gürsel, gezmekte olduğu kentleri anlatmakla kalmamış; çağrışımlarla, başka<br />

kentlere de zihinsel yolculuklara çıkmıştır. Gezi <strong>edebiyatı</strong> niteliğinde önemli eserlere<br />

sahip olan yazar, türün zayıf yönü olan hayali gezilere de yer <strong>ve</strong>rmiş ender<br />

isimlerdendir.<br />

Nedim Gürsel, eserlerinde bir kent <strong>ve</strong> kentli insan arayışına girmektedir. Bu<br />

arayışında ana <strong>dili</strong>nden, ana yurdundan uzakta olması önemli bir etkendir. Uzaklık<br />

duygusu yalnızlık <strong>ve</strong> yabancılaşmayı da beraberinde getirir. Kentin geliştikçe değişen,<br />

değiştikçe çirkinleşen yüzü eserlerde sıkça karşılaştığımız bir konudur. Öykü<br />

kahramanlarının kentle uyuşamamaları, onları yalnızlığa <strong>ve</strong> yabancılığa itmektedir.<br />

Kent yaşamının hareketine alışamayan, yaşamakta zorluk çeken kahramanlar, çareyi<br />

kentten uzaklaşmakta bulur. Bireyin <strong>ve</strong> özellikle kahramanın yaşadığı çevre olarak<br />

algılanan kentteki <strong>sosyal</strong>, kültürel <strong>ve</strong> siyasal yaşam bireyin iç dünyası ile sınırlı<br />

tutulmuş, toplumsal değişim üzerinde durulmamıştır.<br />

Nedim Gürsel’e göre kenti var eden, yaşanılası yerler kılan özelliklerin başında<br />

kent ögeleri gelir. Gürsel, öykülerinde <strong>ve</strong> romanlarında bir kent düşkünü olarak anlatıcı<br />

<strong>ve</strong> kahramanlarına kent ögelerini bir arama noktası olarak sunar. Kahramanlar kenti<br />

gezer <strong>ve</strong> tanıtırken kent ögelerinden sık sık yararlanırlar.<br />

97


Nedim Gürsel, öykü <strong>ve</strong> romanlarında kentteki gündelik yaşama da yer <strong>ve</strong>rmiştir.<br />

Betimlemenin ağır bastığı bu örneklerde toplumsal <strong>ve</strong> ekonomik nedenler üzerinde<br />

yeterince durulmamıştır.<br />

Yazarın öykü <strong>ve</strong> romanlarında üzerinde önemle durduğu kentlerin, anlatıcı <strong>ve</strong><br />

kahramanlar üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Bazı öykü <strong>ve</strong> romanlarda bu etkin<br />

yapının kahramanların da üzerine çıktığı belirgindir. Eserlerinde kentler ile<br />

kahramanları buluşturmuş, onları birbirinden ayrılmaz iki parça olarak düşünmüştür.<br />

Kent üzerine odaklanan kimi öykülerde ayrıca bir kahramana ihtiyaç duyulmamış, bir<br />

kahramanı olan ya da anlatıcının kendisinin var olduğu bir öyküde ise kent ile bir bağ<br />

kurularak özdeşleşme sağlanmıştır.<br />

Gürsel’in yazarlığı ile mekânlar arasında sıkı bir ilişki vardır. Mekân kentin<br />

bütünü olabildiği gibi bir iç mekân da olabilmektedir. Doğrudan kentin adının<br />

geçmediği, betimlemenin yapılmadığı eserlerde dahi mekânın yazar üzerindeki etkisi<br />

hisse<strong>dili</strong>r.<br />

Gürsel, ülkeden, kentten ayrılma nedenlerinden biri olarak gördüğü siyasi sürgün<br />

yaşamını eserlerine yansıtmıştır. Önceleri zorunlu olarak yaşanan bu siyasi sürgün;<br />

zamanla gönüllü bir hal almış, eserlerinde eleştirel bir yaklaşımla ele aldığı önemli<br />

temalarından biri haline gelmiştir.<br />

“Kent <strong>ve</strong> Kadın”, Nedim Gürsel’in iki ana temasıdır. Yazar, her ikisinden de<br />

vazgeçemez, kendi deyimiyle “kentten kente, kadından kadına” savrulur. Öykü adları ya<br />

bir kente ya da bir kadına işaret etmektedir. Nedim Gürsel’in öykü <strong>ve</strong> romanlarına adını<br />

<strong>ve</strong>ren kentler <strong>ve</strong> kent ögeleri, kitap adlarında önemli bir ağırlık oluşturmaktadır. Altı<br />

öykü adında kent isimleri yer almakta, on iki öyküde kent ögeleri bulunmaktadır.<br />

Nedim Gürsel’in iki önemli temasından bir diğeri kadındır. Kadın teması,<br />

eserlerde kadın karakterler üzerinden değil, anlatıcının bakış açısından ortaya konur.<br />

Bütün eserlerdeki kadın karakter sayısı birkaçı geçmez.<br />

Nedim Gürsel’in öz yaşamında da etrafını saran kadınların çokluğu dikkat<br />

çekicidir. Annesi, üç teyzesi <strong>ve</strong> büyükannesi de onun yaşamının şekillenmesinde büyük<br />

pay sahibidir. Kadın tipleri arasında bir arayış içinde olan Gürsel’in kahramanları,<br />

annesinin yokluğunda bir hayat kadınına, anılarının yol açtığı çağrışımlarla<br />

büyükannesine <strong>ve</strong> sevgilisine yönelmektedir. Çocukluk <strong>ve</strong> ilk gençlik çağlarında<br />

kadınlardan uzakta olması, onu sahiplenecek sıcak bir kucak arayışına götürür. Bu<br />

öncelikle anne kucağıdır. Annesinden çok küçük yaşta ayrılmış olması, onun tanımadığı<br />

başka kadınları aramasına neden olur.<br />

98


Kahramanların bu arayışı sırasında en büyük yardımcıları, onları büyükanne <strong>ve</strong><br />

sevgililerine götüren anılardır. İçsel dünyadaki çağrışımlarla yapılan hareketlilik<br />

anlatıcıların geçici de olsa bir ya da birkaç kişiye bağlanmasını sağlar.<br />

Gürsel’in öykü <strong>ve</strong> romanlarında kadınlardan uzak olan kahraman sayısı azdır.<br />

Özellikle sevgili <strong>ve</strong> hayat kadını tipindeki kadınlar, fiziksel varlıklarıyla kendilerini<br />

gösterirler. Kadınlardan uzaklaşma kahramanların içsel nedenlerinden değil, dışsal<br />

nedenlerden kaynaklanmaktadır.<br />

İdeal <strong>ve</strong> imgesel kadın tipleri, Nedim Gürsel’in kahramanlarının tanıdığı <strong>ve</strong>ya<br />

hayalinde yaşattığı bütün kadınların toplamı olarak kendisini gösterir. Kahramanların<br />

bir kadına bağlanamaması, onların içinde bulunduğu yalnızlık duygusuyla aidiyetsizliği<br />

de beraberinde getirir. Kahramanların bulunduğu ortama, beraber yaşadığı insanlara<br />

olan yabancılığı, ideal bir kadını arama düşüncesine bürünür.<br />

Eserlerde kadın ana kahraman değil, kahramanın sevgilisi, annesi <strong>ve</strong> diğer kadın<br />

tipleri konumundadır. Gürsel’in eserlerinde anne tipi, üzerinde yoğun olarak durulan<br />

tiplerdendir. Kahramanlar, öykü <strong>ve</strong>ya romanın geçtiği zamanda annesiyle beraber<br />

olmasa da çağrışımlar yoluyla annesini anımsarlar. Eserlerdeki anne tipinin fedakâr,<br />

se<strong>ve</strong>cen, koruyucu, gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong>rici bir konumda bulunması, erkek kahramanların şefkat<br />

aramalarından kaynaklanmaktadır. Bu noktada anne tipi ile sevgili tipinin çakıştığı da<br />

olmaktadır.<br />

Gürsel’in eserlerinde sevgili tipinde yer alan kadınlar sıkça görülmektedir.<br />

Sevgilim İstanbul, Kadınlar Kitabı, Öğleden Sonra Aşk adlı kitaplardaki bütün<br />

öyküler bir ya da daha fazla sevgiliyi anlatan kitaplardır. Öykülerde yer alan kadın<br />

kahramanlar kimi zaman sevgili tipinde değil, yalnızca öykünün içinde erkek<br />

kahramanın gözüyle değerlendirilen kadınlardır.<br />

Nedim Gürsel’in, eserlerinde karşımıza çıkan bir başka kadın tipi de hayat<br />

kadınıdır. Eserlerde erkek kahramanların annesi <strong>ve</strong> sevgilisinden uzakta bulunduğu<br />

zamanlar, hayat kadınları geçici de olsa beraberliğin yaşandığı kişilerdir. Daha çok<br />

fiziksel ihtiyaçların karşılanması amacıyla kendisini gösteren bu tip, Gürsel’in ilk<br />

öyküleriyle birlikte karşımıza çıkmaktadır <strong>ve</strong> imgesel bir kimliğe de sahiptir.<br />

Gürsel’in cinsel yanı ağırlıklı anlatımı sevgili tipi, hayat kadını tipi <strong>ve</strong> çocuk<br />

cinselliği dolayısıyla anne tipinde de görülmektedir. Bu üslup Gürsel’in özgün edebi<br />

özelliklerinin başında gelir.<br />

Yazar, özellikle öykülerinde ikincil bir kadın tipi olarak büyükanneyi kullanır.<br />

Anne tipiyle beraber gü<strong>ve</strong>nin <strong>ve</strong> sıcaklığın sembolü olan büyükanne, bir araya getirici<br />

99


özelliğe sahiptir. Gürsel’in öz yaşamında büyükannesinin de önemli payı olduğu<br />

düşünülürse eserlerde bu tipin önemi <strong>ve</strong> gerekliliği anlaşılmaktadır.<br />

100<br />

Gürsel’in eserlerinde bağımsız kadın kahramanlara rastlanmaktadır. Ancak<br />

bunların birçoğunda karakterize edilme söz konusu değildir. Erkek kahramanın<br />

yaşamında küçük de olsa bir payı olan ya da yalnızca adları anılan kişilerdir.<br />

Nedim Gürsel, eserlerine kendi iç dünyasını yoğun olarak yerleştirmiş yazardır.<br />

“Kent” <strong>ve</strong> “kadın” temaları, onun yaşamında vaz geçemediği iki kavramdır.<br />

Eserlerindeki otobiyografik ögelerin sık kullanımı <strong>ve</strong> temaya faklı yaklaşımı onu özgün<br />

yazarlarımızdan biri haline getirmiştir.


KAYNAKÇA<br />

Aissat, Sadek, “Bir Fatih’in Sürgün Edilen Düşü”, Passions, Regards, Ekim 1996,<br />

çev. Berkiz Berksoy<br />

Alemdar, İlhan, “Resmeyle Dünyayı”, Cumhuriyet Kitap Eki, S. 520, Şubat 2000,<br />

s. 4- 5<br />

Aliye, Zeynep, “Nedim Gürsel ile Söyleşi”, Varlık, S. 1180 Ocak 2006, s. 20- 22<br />

Andaç, Feridun, (1999), Öykücünün Kitabı, Varlık Yayınları, İstanbul<br />

Andaç, Feridun, “Yazınımızda Kadın Yazar İmajı”, Varlık, S. 1014, Mart 1992,<br />

s. 10- 11<br />

Aslankara, M. Sadık, “Taşranın Kalbine Doğru Yolculuk”, Cumhuriyet Kitap Eki,<br />

S. 832,<br />

Ocak 2006, s. 31<br />

Atasü, Erendiz, “Nedim Gürsel’de Türkçe’nin Tarihe <strong>ve</strong> Coğrafyaya Yolculuğu”,<br />

S. 277, Ocak 2006, s. 23<br />

Aytaç, Gürsel, (1995), Edebiyat Yazıları III, Gündoğan Yayınları,<br />

Baki, Hayati, (1993), Tanzimat Edebiyatında Roman <strong>ve</strong> İnsan, Promete Yayınları,<br />

Ankara<br />

Baydar, Oya, “Kadınlık Durumu Üzerine Dağınık Düşünceler”, Varlık, S. 1014,<br />

Mart 1992, s. 2- 4<br />

…………….., “Türkiye’nin Çeyrek Yüzyıllık Seyir Defterinde Kadın”, Varlık, S. 1049,<br />

Mart 1995<br />

Begel, Egon Ernest, “Kentlerin Doğuşu”, Cogito, S. 8, Yaz 1996, s. 7- 17<br />

Börekçi, Elif, “Nedim Gürsel’in Havaalanı Öyküsü Üzerine Bir İnceleme”, Yakamoz<br />

2006,<br />

Buldan, Mehmet, “Kentler, Aşklar, Yalnızlıklar”, Cumhuriyet Kitap Eki, S. 700,<br />

Temmuz 2003<br />

Calvino, Italo, (2004), Görünmez Kentler, Yapı Kredi Yay. İstanbul,<br />

Çeri, Bahriye, “Gören Göz İçin Roman”, Cumhuriyet Kitap Eki, S. 520, Şubat 2000,<br />

s. 6- 7<br />

……………., (1996), Türk Romanında Kadın 1923- 38 Dönemi, Simurg Yayınları,<br />

İstanbul<br />

……………., (2001), Tarih <strong>ve</strong> Roman, Can Yayınları, İstanbul<br />

Demiralp, Oğuz, “Kentin Özü”, Kitap-lık, S. 69, Şubat 2004, s. 58<br />

101


Emre, Gültekin, “Göçebe <strong>ve</strong> Gezgin”, Kitap-lık, S. 90, Ocak 2006, s. 106- 110<br />

………………., “Öğleden Sonra Aşk”, Cumhuriyet Kitap Eki, S. 700, Temmuz 2003,<br />

s. 6<br />

Ercan, En<strong>ve</strong>r, “Nedim Gürsel ile Boğazkesen Üzerine Söyleşi”, Varlık, S. 1056,<br />

Ekim 1995<br />

Gökhan, Halil, “Resimli Dünya’nın Romanı”, Cumhuriyet Kitap Eki, S. 520,<br />

Şubat 2000, s. 5<br />

Göksu, Çetin, (1992), Güneş-Kent, ODTÜ Yayınları, Ankara,<br />

Gülendam Ramazan, (2006), Türk Romanında Kadın Kimliği, Salkımsöğüt Yayınları,<br />

Konya<br />

Gürsel, Nedim, “Tarihsel Roman Tarihi Yorumlayan Romandır”, Gösteri, Mayıs 1997,<br />

s. 74<br />

Hızlan, Doğan, (2001), Düzyazı Ayracı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul<br />

Işık, Necla, “Yazar Bir Ülkede Değil, Bir Dilde Yaşar”, Varlık, S. 1003, Nisan 1991,<br />

s. 34- 35<br />

İnal, Tanju, “NedimGürsel’in Bir Avuç Dünyasıyla Dünya Cennetlerine Yolculuk”,<br />

Varlık, S. 1180, Ocak 2006, s. 23- 26<br />

Juliet, Charles, “Nedim Gürsel’in Öykülerine Bir Bakış”, Cumhuriyet Kitap Eki,<br />

S. 734, Mart 2004, s. 5- 6<br />

Kadın Eserleri Kütüphanesi <strong>ve</strong> Bilgi Merkezi Vakfı, (2006), Kadın Konulu Kitaplar<br />

Bibliyografyası 1729- 2002, İletişim Yayınları, İstanbul<br />

Kattan, Naim, “Doğu’yla Batı’nın Çatışması”, Le Devoir, 17-18 Ağustos 1996<br />

Kırsal Alan İçin Kalkınma Önerisi Köykent, (1973), Köy İşleri Bakanlığı Yayınları,<br />

Ankara,<br />

Kökden, Uğur, “Kentler Üreten Tarih Tarih Üreten Kentler”, Cogito, S. 8, Yaz 1996,<br />

s. 37- 42<br />

Leclair, Bertrand, “Varsa İstanbul Yoksa İstanbul”, Les Inrockunptibles, 22 Mayıs<br />

1996, S. 58<br />

Lekesiz, Ömer, (2001), Yeni Türk Edebiyatında Öykü, Kaknüs Yayınları, İstanbul<br />

Muhidine, Timour, “Sanat Tarihi <strong>ve</strong> Roman”, Cumhuriyet Kitap Eki, S. 520,<br />

Şubat 2000, s. 7<br />

Naci, Fethi, (2002), Gücünü Yitiren Edebiyat Eleştiri Günlüğü II (1986- 1990),<br />

Yapı Kredi Yayınları, İstanbul<br />

Oğuz, Kürşad, “Nedim Gürsel’de Ölüm Korkusu <strong>ve</strong> Cinsellik”, Cumhuriyet Kitap Eki,<br />

102


S. 675, Ocak 2003, s. 13<br />

Öner, Şerif, (1998), “Kentleşme <strong>ve</strong> Modernleşmenin Siyasal Davranışlar Üzerindeki<br />

Etkisi”, T.C. İçişleri Bakanlığı Türk İdare Dergisi<br />

Özkartal, Miraç Zeynep, “Paris Bozkırına Bir Yabancı”, Milliyet Sanat, S. 570,<br />

Eylül 2006, s. 90- 91<br />

Özkırımlı, Atilla, “Fatih <strong>ve</strong> Eşcinsellik”, Varlık, S. 1078, Temmuz 1997, s. 20- 21<br />

Öztop, Erdem, “Yazar Hep Yeni Arayışların Peşinde Olmalı”, Cumhuriyet Kitap Eki,<br />

S. 831, Ocak 2006, s. 4- 5<br />

Öz<strong>türk</strong>, Mehmet, (2005), Sine-masal Kentler, Donkişot Yayınları, İstanbul<br />

Pirene Henri, (2006), Ortaçağ Kentleri, İletişim Yayınları, İstanbul<br />

Pozuelo Yvancos, J. M., “Nedim Gürsel’in Resimli Dünya’sı”, Varlık, S. 1180<br />

Ocak 2006, s. 27- 29<br />

Prevost, Claude, “Hepimiz İstanbul Öksüzüyüz”, Cumhuriyet Kitap Eki, S. 768,<br />

Kasım 2004, s. 13<br />

Robin, Françoise Germain, “Konstantinopolis’in Şanı Adına”, L’Humanite, 8 Kasım<br />

1996<br />

Sencer, Yakut, (1979), Türkiye'de Kentleşme (Bir Toplumsal <strong>ve</strong> Kültürel Değişme<br />

Süreci), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara<br />

Sezer, Sennur, “Şiirimizde Kent <strong>ve</strong> Konut Yansımaları”, Varlık, S. 1066, Temmuz<br />

1996, 13- 16<br />

……………, “Kadınların Düşeri- Düşlerin Kadınları”, Varlık, S. 1020, Eylül 1992,<br />

s. 11- 13<br />

……………, “Kent <strong>ve</strong> Edebiyat”, Varlık, S. 1005, Haziran 1991, s. 45- 46<br />

……………, “Kadın Yazarlarımızın Kadın Kahramanları”, Varlık, S. 1014,<br />

Mart 1992, s. 7- 9<br />

Seval, Hale, “Kırk Yıllık Yolculuğun Durakları”, Hürriyet Gösteri, S. 277, Ocak 2006,<br />

s. 21- 22<br />

Tanzimattan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, (2001), C. I. Yapı Kredi Yayınları,<br />

İstanbul,<br />

Timur, Taner, (2002), Osmanlı- Türk Romanında Tarih, Toplum <strong>ve</strong> Kimlik,<br />

İmge Kitabevi, Ankara<br />

Turan, Gü<strong>ve</strong>n, “Kent Çarpmasına Uğramak”, Kitap-lık, S. 82, Nisan 2005, s. 69- 71<br />

Uygur, Nermi, “Kentler, Köyler”, Cogito, S. 8, Yaz 1996, s. 131- 152<br />

Yılancıoğlu, Seza, “Nedim Gürsel’in Yapıtlarında Fransız Kültürünün İzleri”, S. 277,<br />

103


Ocak 2006, s. 24- 27<br />

……………, (2007), Pera’dan Paris’e, Galatasaray Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yayınları, İstanbul<br />

104


Adı Soyadı : Mustafa BAL<br />

Doğum Tarihi: 08. 01. 1981<br />

Doğum Yeri : Adana<br />

e- posta : m_bal01@hotmail.com<br />

Öğrenim Bilgileri:<br />

ÖZ GEÇMİŞ<br />

Yüksek Lisans : (2003- 2008) Çukurova Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Sosyal Bilimler<br />

Enstitüsü, Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Anabilim Dalı<br />

Tezsiz Yüksek Lisans: (2002- 2003) Çukurova Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Sosyal Bilimler<br />

Enstitüsü, Orta Öğretim Alan Öğretmenliği<br />

Lisans : (1998- 2002) Çukurova Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Fen- Edebiyat<br />

Fakültesi, Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Bölümü<br />

Lise : (1995- 1998) Şehit Temel Cingöz Lisesi<br />

Mesleki Bilgiler:<br />

2003- 2004 Kesme Lisesi (Isparta)<br />

2004- 2007 Akkapı Şehit Kemal Yüzgeç İlköğretim Okulu (Adana)<br />

2007- …. İncirlik Lisesi (Adana)<br />

105

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!