ÜNİTE - Holy Kaaba - Makkah- Mesjad al-Haram Live
ÜNİTE - Holy Kaaba - Makkah- Mesjad al-Haram Live
ÜNİTE - Holy Kaaba - Makkah- Mesjad al-Haram Live
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
İÇİNDEKİLER<br />
HEDEFLER<br />
DİNİN TANIMI VE MAHİYETİ<br />
• Giriş<br />
• Din Kavramı ve Mahiyeti<br />
• Dinin Kaynağı<br />
• Tabii Din/Beşerî Din<br />
• Dinlerin Sınıflandırılması<br />
• İlahî Dinlerin Ana Özellikleri<br />
• Dinin Önemi<br />
• İslam Dini ve Diğer Dinler<br />
• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />
• Din kavramı ve dinin mahiyetini öğrenebilecek<br />
• Dinin kaynağına ait yeterli bilgi elde edebilecek<br />
• Dinin önemini ve gereğini anlayarak İslam'ı<br />
diğer dinler ile karşılaştırıp İslam'ın<br />
güzelliklerini anlayabileceksiniz.<br />
İSLAM İNANÇ<br />
ESASLARI<br />
Doç.Dr. Hatice ARPAGUŞ<br />
<strong>ÜNİTE</strong><br />
1
Hayatın en vazgeçilmez<br />
gerçeği: Din<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
GİRİŞ<br />
“Din”, “tanımı zor olan” kavramların başında gelmektedir. Zira onu<br />
tanımlarken öyle bir ifade kullanmak gereklidir ki bu ifade hem geçmişte ve hem de<br />
günümüzde mevcut bütün inanç şekillerini kuşatan ve “hepsinde müşterek olan<br />
esasları” kapsayan bir özelliğe sahip olsun. Böyle bir tanımın zorluğu aşikârdır.<br />
Bütün zorluklarına rağmen yine de dinin çeşitli tanımları yapılmıştır.<br />
En geniş anlamda “din”, dikey olarak insanın tanrı ile, yatay olarak da diğer<br />
insan ve varlıklarla münasebetlerine esas olacak ve hayatına yön verecek kur<strong>al</strong>lar<br />
bütününe verilen addır. İslam dininde gerek Kur’an’da ve gerekse hadislerde birçok<br />
anlamda kullanılan bu kelime, kavram olarak “insanlığın en önemli fa<strong>al</strong>iyeti” olan<br />
“inanma” yı, bir yaratıcıya olan “itaat” ve “ibadet” etmeyi, “ahlâkî davranışlar” ı,<br />
“fazilet ve iyilikler” i, “toplums<strong>al</strong> düzen” i, “doğru yolda olma” yı ifade etmektedir.<br />
DİN KAVRAMI VE MAHİYETİ<br />
Din Kavramı<br />
Sözlük Anlamı<br />
Arapça kökenli bir kelime olan ve “d-y-n” kökünden gelen din kelimesi<br />
sözlükte “örf, adet, ceza, karşılık, mükâfat, itaat, üstünlük, egemenlik, zorlamak,<br />
itaatkâr olarak kendini bir güce teslim etmek, borçlanmak, boyun eğmek, hakkını<br />
<strong>al</strong>mak, ödünç <strong>al</strong>mak, boyun eğdirmek, idare etmek, hâkimiyet, g<strong>al</strong>ibiyet, s<strong>al</strong>tanat,<br />
mülkiyet, hüküm ve ferman, makbul ibadet, millet, şeriat, kanun, yol, taklit, hesaba<br />
çekmek, ceza veya mükâfat vermek” gibi anlamlara gelmektedir.<br />
Kur’an-ı Kerim’deki Anlamı<br />
Kur’an-ı Kerim’de din kelimesi doksan iki yerde y<strong>al</strong>ın hâlde geçmekte, üç<br />
ayette ise değişik türevleri ile yer <strong>al</strong>maktadır.<br />
Kur’an-ı Kerim’de din sözcüğü surelerin “nazil oluş” sırasına göre değişik<br />
anlamlar kazanmaktadır. Bu nazil oluş sırasını “Mekkî” ve “Medenî” şeklinde;<br />
Mekkî ayetleri de kendi ar<strong>al</strong>arında Mekke döneminin ilk yarısında ve ikinci<br />
yarısında inen ayetler olarak sır<strong>al</strong>amak mümkündür.<br />
Mekke döneminin ilk yarısında inen ayetlerde din kelimesi, “yevmü’d-din”<br />
(din günü, hesap, ceza-mükâfat günü) şeklinde geçmekte ve insanın, iman ve<br />
ameline göre hesaba çekileceği ahiret gününü ifade etmektedir (Fatiha, 1/4;<br />
Zâriyât, 51/6).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Kur’an’da din kavramı<br />
Mekkî surelerde ayrı<br />
Medeni surelerde ayrı<br />
bağlamda kullanılmıştır.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
Mekke döneminin ikinci yarısında ise, ilk dönemdeki “sorumluluk” ve<br />
“hesap” anlamından bir adım daha ileri gidilerek din kelimesine, “tevhit” ve<br />
“teslimiyet” anlamları yüklenmekte, insanın sadece Allah’a ibadet etmeleri, ona<br />
ortak koşmam<strong>al</strong>arı vurgulanarak dinin Allah tarafından konulan ve insanları ona<br />
ulaştıran yol olduğuna dikkatler çekilmektedir. Bu dönemde inen en önemli<br />
ayetlerden birinde “dînen kayyimen” (dosdoğru din) ifadesi ile “millete İbrahim”<br />
(İbrahim’in dini) ifadeleri, aynı ayette birbiri ardınca ifade edilmektedir. (En’âm,<br />
6/161).<br />
Medine döneminde ise tevhide inanan fertlerden, “ümmet” olarak<br />
nitelendirilen ve kendisini Allah’a teslim edenler cemaatine/şuurlu birlikteliğine<br />
geçildiğinden dolayı millet kavramıyla “ümmet” kastedilmekte ve “Millet-i İbrahim”<br />
ile “Müslimîn” kelimeleri bir arada geçmektedir. (Hacc, 22/78) Ayrıca, “Dinü’l-hakk”<br />
ifadesiyle de tahrif edilmiş olan batıl dinlere karşı bu “yeni dinin sağlam esasları”<br />
belirtilmiş ve onun bütün dinlere üstün kılınacağı müjdelenmiştir (Tevbe, 9/29, 33;<br />
Fetih, 48/28; Saff, 61/9).<br />
Yine Medine döneminde<br />
“Allah katında din şüphesiz İslam’dır” (Âl-i İmran, 3/19; Bakara, 2/193);<br />
“Kim İslam’dan başka bir dine yönelirse, onun dini kabul edilmeyecektir, o<br />
ahirette de kaybedenlerdendir” (Âl-i İmran, 3/85)<br />
me<strong>al</strong>indeki ayetlerle İslam’ın diğer dinlere karşı üstünlüğü vurgulanmaya<br />
ç<strong>al</strong>ışılmıştır.<br />
Özetle söylemek gerekirse, Mekke döneminde din kavramı: tarihin akışına<br />
ve tabiatın gidişine yön veren, zamana ve âleme hükmeden, dini ortaya koyan,<br />
hesap gününü elinde tutan bir “Allah’ın otoritesi” anlamını ifade eden muhteva<br />
kazanmıştır. Medine döneminde ise bu muhteva daha da genişletilerek kişinin<br />
Allah’a bağlı bir hayat sürdürmesi, Müslüman topluluğa karşı görevlerini yerine<br />
getirmesi; Allah’ın mutlak tasarruf ve hâkimiyete sahip olması (Bakara, 2/193;<br />
Enfâl, 8/39) gibi anlam zenginliğine kavuşmuştur.<br />
Şurası da asla unutulmam<strong>al</strong>ıdır ki, Kur’an-ı Kerim’de din kelimesi sadece<br />
“Müslümanların inançlarını” değil, aynı zamanda “başk<strong>al</strong>arının inançlarını” da<br />
ifade etmek üzere kullanılmıştır. Fakat “özel anlamda” din kelimesiyle “İslam”<br />
kastedilmiş (Âl-i İmran, 3/99), bütün peygamberlerin getirdiği dinin İslam olduğu<br />
ifade edilmek suretiyle “İslam” ile “din” adeta özdeşleştirilmeye ç<strong>al</strong>ışılmış ve “eş<br />
anlamlı iki kelime” gibi sunulmuştur (Âl-i İmran, 3/85; Nisa, 4/125; Mâide, 5/3;<br />
Şûrâ, 42/13).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Bütün dinlerde şu temel<br />
unsurlar vardır:<br />
Zihinsel unsur<br />
Duygus<strong>al</strong> unsur<br />
Taabbudî unsuru<br />
Sosy<strong>al</strong> unsur<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
Son olarak ifade etmek gerekir ki, Kur’an’da din kelimesi hem “Uluhiyet”<br />
hem “ubudiyet” anlamlarını ifade etmektedir. Buna göre din kelimesi “Hâlık” ve<br />
“Mabûd” olan Allah ile ilintili olarak “hâkim olma, itaat <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ma, hesaba çekme,<br />
ceza-mükâfat verme” gibi anlamlara gelirken; “mahlûk” ve “âbid” olan kul ile ilintili<br />
olarak da “boyun eğme, aczini anlama, teslim olma, ibadet etme” gibi anlamlara<br />
gelmektedir.<br />
Dinin Mahiyeti<br />
Yukarıda, tanımı yapılabilen en zor kavramların başında dinin geldiğini ve<br />
din kavramını tanımlarken gerek geçmişte yaşamış gerekse günümüzde mevcut<br />
bütün inanç şekillerini kuşatan ve hepsinde müşterek esasları ifade eden bir tanım<br />
yapmanın zorluğunu ifade etmiştik. Bizler şimdi bu zorluğu aşmak ve “çok genel”<br />
bir din tanımı yapmak için önce Batılı ilim adamları tarafından ortaya konan din<br />
tariflerini incelemek istiyoruz.<br />
Batılı Bilim Adamlarına Göre Din<br />
Çağdaş Batılı bilim adamları tarafından yapılmış olan din tarifleri<br />
birbirlerinden farklılık arz etmekte olup bizim burada hepsini ele <strong>al</strong>arak teker teker<br />
incelemeye konumuz uygun düşmemektedir. Fakat şu kadarını söyleyelim ki bu<br />
tarifler büyük ölçüde, beş unsurun birini ya da birkaçını öne çıkararak yapılmış<br />
tariflerdir. Bu beş unsur ferdî tecrübeile zihnî, hissî, taabbudî ve içtimaî unsurlardan<br />
oluşmaktadır. Ferdî tecrübe dışında k<strong>al</strong>an ve hemen hemen bütün dinlerin özünde<br />
bulunan bu “dört unsuru” şu şekilde açıklamak mümkündür:<br />
Zihinsel (zihnî) unsur: İnsanda doğuştan gelen ve<br />
kendiliğinden gelişen “üstün güç” ve “kudret” sahibi bir şeyin<br />
varlığının zihnen kabulü. İşte bu kabullenmede “tanrı” kavramı<br />
veya çok genel ifadesiyle “kuts<strong>al</strong>” kavramı, bütün dinlerin özünde<br />
var olan en temel unsurdur.<br />
Duygus<strong>al</strong> (hissî) unsur: Zihnen varlığı kabul edilen bu güç<br />
ve kudrete karşı k<strong>al</strong>ben duyulan “bağlılık” duygusu. Bu unsur da<br />
bütün dinlerin özünde var olan en temel unsurlardan biridir.<br />
Kulluk şuuruyla ilgili davranış (taabbudî) unsuru: Zihnen<br />
varlığı kabul edilen, k<strong>al</strong>ben kendisine bağlanılan yüce kudrete karşı<br />
bazı davranışları yapma yükümlülüğü.<br />
Sosy<strong>al</strong> (içtimaî) unsur: Bu üç unsuru birlikte paylaşan<br />
insanların oluşturduğu sosy<strong>al</strong> grup.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Dinin gerçek sahibi Allah<br />
Te<strong>al</strong>a’dır<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
İşte bütün dinlerde bu dört temel unsura ve bunlarla birlikte yaşanılan<br />
“ferdî tecrübe” unsurunun varlığına şu veya bu şekilde mutlaka rastlanılmaktadır.<br />
Ayrıca bu unsurlar yanında, hemen hemen bütün dinlerde bulunabilen şu<br />
unsurlar da söz konusudur:<br />
Tabiatüstü/insanüstü varlıklara inanç: Örneğin tanrı,<br />
melekler, cinler gibi varlıkların mevcut olduklarına inanma.<br />
Kuts<strong>al</strong> ile kuts<strong>al</strong> olmayanı ayırma.<br />
Tabiatüstü/insanüstü varlık veya kuts<strong>al</strong>la ilgili korku,<br />
güven, sır, günahkârlık, tapınma gibi duyguların varlığı.<br />
Tabiatüstü/insanüstü varlık ile olan irtibat. Bu irtibat,<br />
vahiy, peygamber, dua, niyaz, ilham gibi yollarla gerçekleştirilmeye<br />
ç<strong>al</strong>ışılmaktadır.<br />
İbadet, ayin ve törenler.<br />
Kuts<strong>al</strong> kitap, ahlâkî kanunnameler gibi yazılı veya yazısız<br />
gelenekler.<br />
Âlem-insan, hayat-ölüm ötesi gibi ilişkilere ait görüşler ve<br />
belli bir hayat nizamına ait prensipler.<br />
Sosy<strong>al</strong> grup (cemaat) ve bu gruba ait olmak.<br />
İslam Bilginlerine Göre Din<br />
İslam bilginleri din kavramını tanımlarken Kur’an-ı Kerim ve hadis-i<br />
şeriflerde yer <strong>al</strong>an açıklam<strong>al</strong>arı esas <strong>al</strong>mışlar, din konusundaki tüm açıklam<strong>al</strong>arı bu<br />
iki şeyi göz önünde bulundurarak yapmışlardır. Bundan ötürüdür ki, İslam<br />
bilginlerinin din tarifleri “hak din” için düşünülmüş “dar kapsamlı” tariflerdir.<br />
İslam bilginlerinin yapmış oldukları din tanımları çoktur ve elbette ki<br />
bunların tümünü burada ele <strong>al</strong>manın imkânı yoktur. Bunları ayrı ayrı ele <strong>al</strong>ma<br />
yerine, söz konusu tanımlarda yer <strong>al</strong>an ortak nokt<strong>al</strong>arı sunmanın daha yararlı<br />
olacağı aşikârdır.<br />
İslam bilginlerinin yapmış oldukları din tanımlarının ortak nokt<strong>al</strong>arını<br />
maddeler hâlinde şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />
Tanımlam<strong>al</strong>arda dinin “ilahî kaynaklı” olduğu<br />
vurgulanmaktadır. Bu düşünce tarzına göre gerçek din “beşer<br />
kaynaklı” olamaz.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Bilimsel araştırma ve<br />
incelemeler<br />
insanoğlunun en eski<br />
inancının “Tek Tanrı”<br />
inancı olduğunu ortaya<br />
koymaktadır.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
Tanımlam<strong>al</strong>arda dinin “akıl” ve “irade” ile ilişkisi<br />
gösterilmeye ç<strong>al</strong>ışılmaktadır. Bu da dinin bir “akıl” ve “tercih”<br />
meselesi olduğu anlamını taşımaktadır.<br />
Din insanları “özü itibariyle hayır olan” şeye yönelten bir<br />
kanundur. Bu da dinin aynı zamanda bir “aksiyon <strong>al</strong>anı” olduğunu<br />
göstermektedir.<br />
Tüm bunlara göre İslam bilginlerinin yapmış olduğu tariflerde din, insanın<br />
kâinattaki varlıkları gözlemleyerek “duyular-üstü” ilahî gerçekleri kavramasından<br />
ibaret bir sistem şeklinde görülebileceği gibi, kişinin kendi çabasıyla ulaşamayıp,<br />
sadece “vahiy” kan<strong>al</strong>ıyla elde edebildiği gerçekler bütünü şeklinde de görülebilir.<br />
Buna göre hak dinin tanımı şu şekilde yapılabilir: Din akıl sahibi insanları<br />
kendi tercihleri, istek ve arzularıyla bizzat hayırlı olan şeylere götüren, onları<br />
dünyada ve ahirette iyiliğe ve mutluluğa ulaştıran ilahî bir kanundur.<br />
Bu duruma göre din, Allah Te<strong>al</strong>a tarafından konulmuş bir kanunlar<br />
dizgesidir. Akıl sahibi insanları kendi istekleriyle “mutlak hayır” olan işlere<br />
yönlendirir, onlara mutluluk yollarını gösterir ve mutluluğa erişmelerine kılavuzluk<br />
eder. Yaradılışlarındaki gaye ve hedefi, Allah’a ne biçimde ibadet yapılacağını<br />
öğretir. Bu ilahî kanunu Peygamberler, vahiy yoluyla Allah Te<strong>al</strong>a’dan <strong>al</strong>arak<br />
insanlara tebliğ etmişlerdir. Şu hâlde hak din, peygamberlerin ilahî vahye<br />
dayanarak yaptıkları bir “tebligat” olup onun gerçek sahibi ve kanunlarının<br />
koyucusu Allah Te<strong>al</strong>a’dır. Peygamberler bile din ve dinin kanunlarını (şeriat)<br />
koyamazlar. Onların tek görevleri, dinin hükümlerini insanlara ulaştırmaktır. Onlara<br />
bazı kaynaklarda “din ve şeriat koyucusu” denilmesi hakiki anlamda değil, mecâzî<br />
anlamda söylenmiş bir sözdür.<br />
Dinin Kaynağı<br />
Dinler Tarihî Ç<strong>al</strong>ışm<strong>al</strong>arına Göre Dinin Kaynağı<br />
“Tarih öncesi toplumların dinleri ve inançları” üzerine yapılan ç<strong>al</strong>ışm<strong>al</strong>ar<br />
Batı’da önce XVI. yüzyılda “ilkel kabilelerin hayat ve dinlerine ilgi duyma” süreciyle<br />
başlamıştır. Bu ilgi, XVIII. yüzyıldan itibaren, “dinin kaynağı” konusunda “kuts<strong>al</strong><br />
kitapların verdiği bilgi” dışında bazı kaynakların da tespit edilmesine dönüşmüş ve<br />
bu hususta yapılmış olan arkeolojik, antropolojik ç<strong>al</strong>ışm<strong>al</strong>arla elde edilen bulgular<br />
değerlendirilerek geçmişteki milletlerin, hatta tarih öncesi toplumların dinleri ve<br />
inançları üzerine bazı tezler ileri sürülmüştür.<br />
Bu ç<strong>al</strong>ışma ve tezlerde şu iddi<strong>al</strong>ar ve varsayımlar dile getirilmiştir. İlk<br />
dönemlerde insanlar ya tabiat olaylarının etkisi <strong>al</strong>tında k<strong>al</strong>arak onlara kuts<strong>al</strong>lık<br />
atfetmiş (natürizm) ya ruhlara, özellikle de ecdat ruhlarına tapınmış (animizm) ya<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
“İlahî” özelliğe sahip<br />
olan bütün dinlerde<br />
“Allah’ın varlığı ve<br />
birliği” ile “nübüvvet” ve<br />
“ahiret” inancı değişmez<br />
üç temel ilke olarak yer<br />
<strong>al</strong>mıştır.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
da büyüye, bitki ve hayvanların kuts<strong>al</strong>lığına inanmış (totemizm)tır. Yine bu iddi<strong>al</strong>ara<br />
ve varsayımlar göre “kuts<strong>al</strong>” olan şeyi toplum ve sosy<strong>al</strong> yaptırım belirlemiş ve ilkel<br />
toplumlara ait olan bu inanışlar, ileri dönem dinlerinin temelini oluşturmuştur.<br />
XIX. yüzyılın ort<strong>al</strong>arından itibaren Batı’da gelişen ve giderek etkili olan<br />
“pozitivist” ve “matery<strong>al</strong>ist” propagand<strong>al</strong>arın sonucunda “evrim teorisi” ortaya<br />
çıkmış ve bu teori, “kuts<strong>al</strong> kitaplarla çatışan iddia ve varsayımlara” kaynaklık<br />
etmiştir. Bu teorilerin sahipleri, ilkel kavimlerde dinin en basit, en y<strong>al</strong>ın ve en sade<br />
şekline rastlanabileceği fikrinden yola çıkmış, zamanla bununla da yetinmeyerek,<br />
tıpkı insan biyolojisinde iddia etmiş oldukları gibi “dinin kaynağı” konusunda da<br />
evrimi esas <strong>al</strong>mışlar, dinin çok tanrıcılık şeklinde başladığını evrim neticesinde<br />
insanlığın değişip gelişerek tek tanrı inancına ulaştığını savunmuşlardır.<br />
Bu matery<strong>al</strong>ist ve pozitivist teorilerin yanında, yine aynı bilimsel yolları<br />
takip eden fakat tümüyle farklı neticelere varan başka teoriler de söz konusudur.<br />
Bu teorilerden birisi “ilkel monoteizm” dir. Bu teoriye göre insanoğlunun en eski<br />
inancı “tek tanrı” inancıdır. Bu teoriyi ileri sürenlerden birisi, animizm nazariyesini<br />
savunan ünlü dinler tarihçisi Taylor’un öğrencisi Andrew Lang’dır. Andrew Lang,<br />
Taylor’un bu teorisine karşı ciddi itirazda bulunmuş ve Güneydoğu Avustr<strong>al</strong>ya ilkel<br />
kabilelerinde animizme rastlanmadığını fakat insanların ahlâkî adaba uyup<br />
uymadıklarını denetleyen ve gökte bulunan “tek” ve “bir” yüce tanrı kavramına her<br />
yerde rastlandığını ortaya koymuştur. Buna benzer bir “ilkel monoteizm” de<br />
Wilhelm Schmidt tarafından savunulmuştur. Wilhelm Schmidt, bütün ilkel<br />
kabilelerde “tek” ve “bir” olan yüce varlık inancının izleri bulunduğunu<br />
savunmuştur.<br />
Bu teorilerin yanı sıra, ilmî çevrelerce savunulan çok önemli bir tez daha<br />
vardır. Bu tezde, bütün dinî gelişmelerin başlangıcında görülen “her şeye kadir” ve<br />
“bir” olan yüce varlık inancı, tarihi-kültürel değişmeler sonucunda “politeizm” ve<br />
“animizm” gibi inançlara dönüşmüş, geçirmiş olduğu dönüşüme rağmen söz<br />
konusu eski inancın “her şeye kadir olan yüce varlık inancının izleri ortadan<br />
k<strong>al</strong>kmamıştır” görüşü açıklanmaya ve dikkatlere sunulmaya ç<strong>al</strong>ışılmıştır.<br />
Görüldüğü üzere “dinin kaynağı” konusunda ortaya konulan en son ilmî<br />
sonuçlar, vahyin bildirdiği verileri desteklemekte ve dinin kaynağının tevhit inancı<br />
olduğunu teyit etmektedir.<br />
İslam İnancına Göre Dinin Kaynağı<br />
İslam inancına göre din, Allah tarafından “vahiy yoluyla” bildirilen bir<br />
kurumdur. İlk insan olarak yaratılan Hz. Âdem, aynı zamanda “ilk Peygamber”<br />
olarak Allah tarafından görevlendirilmiş olup kendisine tevhit dini bildirilmiştir. Hz.<br />
Âdem’den sonra gönderilen bütün dinlerde “Allah’ın varlığı ve birliği” ile<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Yegâne şâri’ (din<br />
koyucusu) Allah<br />
Te<strong>al</strong>a’dır.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
“nübüvvet” ve “ahiret” inancı değişmez üç temel ilke olarak yer <strong>al</strong>mıştır. Bundan<br />
dolayı Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin getirdiği<br />
dinlerin ortak adı “İslam” olmuştur.<br />
Şu da bir gerçektir ki insanlar, tarihin akışı içinde zaman zaman “hak<br />
din”den uzaklaşarak yanlış yollara, temelsiz inanç ve anlayışlara yönelmişlerdir.<br />
Allah’ın göndermiş olduğu “hak” dinde zaman zaman meydana gelen “bozulma” ve<br />
“farklılaşma” sebebiyle Allah, yeni peygamberler göndermek suretiyle insanları ya<br />
“eski dinlerini aslî şekilde öğrenip uygulamaya” çağırmış ya da “yeni din ve şeriat”<br />
göndermiştir.<br />
Bu nedenle İslam bilginleri Kur’an’ın bu konudaki açıklam<strong>al</strong>arına dayanarak<br />
insanda bulunan “hak dini benimseme eğilimi” nin “fıtrî/yaratılıştan” olduğunu<br />
ifade etmişler ve ayette (Rum, 30/30) geçen “fıtratullah” deyiminin “Allah’ın dinî”<br />
olduğunu kabul etmişlerdir.<br />
Sonuç olarak diyebiliriz ki, ayet ve hadislerde hak dinlerin ilahî kaynaklı<br />
oldukları ısrarlı bir şekilde vurgulandığından, İslam bilginlerinin din<br />
tanımlam<strong>al</strong>arında da bu kayıt daima yer <strong>al</strong>maktadır. Dinlerin kaynağı Allah<br />
olduğundan, herhangi bir hak dinin, peygamberi veya ortaya çıktığı kavimle<br />
ilişkilendirilerek adlandırılması doğru görülmemiştir.<br />
İnsanlar Din Koyucusu Olabilirler mi?<br />
İnsanlar din koyucusu olamazlar. Sıradan insanlar, bir tarafa peygamberler<br />
bile din koyucusu olamazlar. Peygamberlerin görevi, dinin hükümlerini insanlara<br />
ulaştırmaktır. Bundan dolayıdır ki peygamberler din koyucusu (şâri’) olarak değil,<br />
din tebliğcisi (mübelliğ) olarak isimlendirilmişlerdir. Bazı dinî kaynaklarda<br />
peygamberlere din koyucusu denilmesi, gerçek değil mecazî anlamdadır.<br />
İnsanların din koyucusu olamayacakları şu şekilde temellendirilebilir:<br />
İnsanlar, Allah Te<strong>al</strong>a tarafından gönderilen bir dine sahip<br />
olmadıkça, bilmeleri gerekli olan birçok gerçeklere ulaşamazlar.<br />
Özellikle Allah’ın rızasına uygun düşecek ibadet ve amellerin<br />
nelerden ibaret olduğunu bilemezler.<br />
Beşerin ortaya koyduğu her türlü bilgi, asla tam ve<br />
mükemmel değil, aksine pek çok eksikliklere sahiptir. Eksik ve<br />
kusurlu olan şeyler ise dinden beklenilen yüce fayd<strong>al</strong>arı ve kamu<br />
yararını sağlayamaz.<br />
İnsanlığı ilgilendiren şeylerin başında gelen din şayet<br />
insanlar tarafından ortaya konulacak olsa, konulan bu şey hiçbir<br />
zaman hata ve yanlıştan arınmış olamayacağı gibi, beşerin<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Dinin emirleri<br />
“akledilebilir” ve<br />
“beşerin fıtratı ile<br />
uyumlu” özelliktedir.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
tabiatında gizli olan zorb<strong>al</strong>ık, despotluk, baskı ve cebirden de<br />
arındırılmış olamaz. Böyle bir özellikteki din asla insanlığın<br />
genelinin refahına, hizmet edemez.<br />
İnsanların din koyucusu olm<strong>al</strong>arının kabul edilmesi<br />
durumunda, dünyadaki insanların sayısınca değişik dinin ortaya<br />
çıkma söz konusu olabilir. Bu kadar çok farklı din ise insanlığı bir<br />
“vahdet dairesi” içine çekecek özellikleri kendi bünyesinde<br />
toplayan ve bütün insanlığın mutluluğunu sağlayan bir yetkinliğe<br />
ve etkiye sahip olamaz.<br />
İnsanların ortaya koyacakları din hiçbir vakit insanlığın<br />
ruhunun derinliklerine nüfuz edemez. Dolayısıyla bireylerin böyle<br />
bir dine itaat etmeleri ve boyun eğmeleri bütün k<strong>al</strong>bi<br />
samimiyetleriyle gerçekleşemez.<br />
Akıl ve Vicdan, Dinin Yerini Tutabilir mi?<br />
Yukarıda dinin kaynağının “vahiy” ve “nübüvvet” olduğunu ifade etmiştik.<br />
Şayet vahiy ve nübüvvet olmasaydı, beşer selim aklı ile iyiyi kötüden ayırt edebilir,<br />
dine ve dinin “şeriat” kısmına kendiliğinden akıl erdirebilir miydi? sorusu üzerinde<br />
geçmişte pek çok tartışma olmuş ve bir kaç mezhep görüş bildirmiştir. Mutezile,<br />
vahiy ve nübüvvet olmasaydı “dinin esasları”nı aklın kesinlikle kendiliğinden<br />
bulabileceğini iddia ederken, Eşarîler, aklın, sadece İlahî hitapları anlamaya<br />
yarayan bir <strong>al</strong>et olduğunu, vahiy ve nübüvvet olmaksızın aklın, dinin esaslarını<br />
kendiliğinden bulamayacağını söylemişlerdir. Mâturîdîler ise aklın, Allah’ın varlığını<br />
ve kem<strong>al</strong> sıfatlarını düşünme ve delil arama yöntemiyle kavrayabileceğini, beşer<br />
aklının böyle bir yetiye sahip olduğunu, bundan dolayı sadece bu kadarla insanların<br />
mükellef olduklarını, bunun ötesinde dinin ve şeriatın hükümlerini anlamak için İlahî<br />
hitaba muhtaç olduğunu ifade etmişlerdir.<br />
Özetle dinin emirlerinin “akledilebilir” olduğu ve bunların beşerin fıtratında<br />
“öz olarak” mevcut olduğu hususunda bütün İslam mezhepleri görüş birliği<br />
içerisindedir. İhtilaf edilen tek nokta akıl ve fıtratın, “bağımsız bir kaynak” olup<br />
olmaması problemidir.<br />
Vicdana gelince, bazı filozoflar vicdanın dinin yerini <strong>al</strong>abileceğini<br />
söylemişlerse de bu, asla doğru değildir. Zira insanların yaratılıştan gelen “iyiyi<br />
kötüden, hayrı şerden ayırt etme yetenek ve yetisi” olsa da, “vicdan” denilen bu<br />
yeteneğin, eğitim-öğretim ile ve güzel terbiye ile gelişip ilerleyeceği, kötü<br />
<strong>al</strong>ışkanlıklarla veya sosy<strong>al</strong> yönden kötü çevrelerin olumsuz telkinleriyle körleşeceği<br />
ve hatta büsbütün yok olabileceği de şüphe götürmez bir gerçektir. Hem öyle olsa<br />
bile acaba bu yetenek herkeste aynı derecede mi ortaya çıkmaktadır? Bunun böyle<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
İslam bilginlerine göre<br />
üç tür din vardır:<br />
Hak din<br />
Muharref dinler<br />
Batıl dinler<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
olmaması, “vicdanın dinin yerini <strong>al</strong>amayacağı” gerçeğine en büyük delil değil<br />
midir? Delil değilse, o zaman, ebeveynini boğazlayan, hatta evlatlarını diri diri<br />
mezara gömmüş olan insanların hâline ne diyeceğiz? Gerçekten de dünyada öyle<br />
caniler, öyle katiller ve öyle ölüm makineleri vardır ki, bunların doğuştan tertemiz<br />
olarak yaratılmış olan vicdanları, kendilerinde meydana gelen kötü <strong>al</strong>ışkanlıklar<br />
sonucunda büsbütün sönüp gitmiştir. Nitekim bu hususta Jean Jack Rousseau’nun<br />
şu sözleri ne kadar anlamlıdır: Vicdan, hata işlemez, yanılmaz bir “ilahî kılavuz” dur.<br />
Fakat insanda bu kılavuzun mevcut olması insan için yeterli değildir. Mutlaka<br />
bunun tanınması ve sürekli takip edilmesi gerekmektedir. Bu kılavuz kendi hâlini<br />
her k<strong>al</strong>be ifade ettiği hâlde onu işitenler neden bu kadar az bulunurlar. Bunu<br />
anlamak gerçekten çok zordur. Çünkü o bize, yaratılış diliyle söylemekte ama her<br />
şey bu dili bize unutturmaktadır.<br />
Şu hâlde “iyi vicdan” a sahip olabilmek için iyi bir “din terbiyesi” <strong>al</strong>mış,<br />
ahlâkî bakımdan yüksek seviyelere ulaşmış çevrelerde bulunmak gerekmektedir.<br />
Bu hususta ancak hakiki bir din terbiyesi <strong>al</strong>mış, bu terbiyeden az çok istifade etmiş<br />
olan insanların vicdanları, sahiplerini fen<strong>al</strong>ıklardan <strong>al</strong>ıkoyarak fazilet yoluna sevk<br />
edebilir. Aksine y<strong>al</strong>nız başına vicdan, insana ne yaratılış gayesini bildirebilir, ne<br />
gideceği yolu gösterebilir, ne de hayır ve şerri ayırt ettirebilir. Vicdan, sapıklığa<br />
düşmemek ve yolunu şaşırmamak için kendisine yol gösterecek bir rehbere<br />
muhtaçtır ki, o da ilahî vahiy ile oluşmuş bulunur.<br />
Dinlerin Sınıflandırılması<br />
İslam Bilginlerinin Sınıflandırması<br />
Bilindiği üzere günümüz dünyasında birçok din bulunmaktadır. Dinler<br />
tarihçileri bunları çeşitli şekillerde ele <strong>al</strong>mış ve farklı sınıflandırm<strong>al</strong>ar yapmışlardır.<br />
İslam bilginleri ise dinleri temelde üç kısma ayırarak incelemektedirler:<br />
Hak Din: Allah tarafından peygamber aracılığı ile insanlara<br />
bildirilen, hiçbir değişikliğe uğramadan ve bozulmadan günümüze<br />
kadar gelen dindir. Bu özellikleri taşıyan din, İslam dinidir.<br />
Tahrif Edilmiş (Muharref) Dinler: Allah tarafından<br />
peygamberleri aracılığı ile bildirildiği hâlde, sonradan insanlar<br />
tarafından değiştirilen ve aslı bozulan dinlerdir. Bunlara en iyi<br />
örnek Musevilik ve Hristiyanlık’tır.<br />
Batıl Dinler: Baştan itibaren insanlar tarafından uydurulan<br />
dinlerdir. Bunların, peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerle hiçbir ilgisi<br />
yoktur. Bunlara örnek olarak da totemizm, animizm, Brahmanizm<br />
gibi ilkel dinler verilebilir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Kuran’da hak din – batıl<br />
din ayrımı vardır.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
İslam bilginlerinin yapmış oldukları bu din sınıflandırması, Kur’an-ı Kerim’e<br />
dayanmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah Te<strong>al</strong>a İslam için “Allah katındaki<br />
din” (Âl-i İmran, 3/19), “dosdoğru din” (Rum, 30/30), “hak din” (Tevbe, 9/33; Fetih,<br />
48/28; Saff, 61/9) ifadelerini, “İslam dışındaki dinler” için ise sadece din ismini<br />
kullanmakta (Tevbe, 9/33; Fetih, 48/28; Saff, 61/9; Kâfirûn, 109/6), “muharref” ve<br />
“batıl” gibi nitelemelerde bulunmaktadır. (Mâide 5/41 ; Âl-i İmran 3/85).<br />
Bu temel sınıflandırma dışında tanınmış İslam bilginlerinden Şehristânî<br />
dinleri, ilahî dinler-batıl dinler şeklinde bir ayırıma tabi tuttuktan sonra şöyle bir<br />
sınıflamaya daha gitmektedir:<br />
Asıl anlamda din ehli olanlar: Müslümanlar, Ehl-i kitap denilen Yahudiler ve<br />
Hristiyanlar, kitabı bulunması şüpheli olan Mecusiler.<br />
Kendi beşerî düşünüş biçimlerine uyan kimseler: Filozoflar, Sâbiîler, Dehrîler,<br />
Putlara tapanlar, Brahmanlar.<br />
İslam inancına göre bütün peygamberler hak dini tebliğ etmiş, onun<br />
yaşanmasını teşvik etmiş, kendileri de örnek olmuşlardır. Hz. Musa’nın getirdiği<br />
dine Yahudilik, Hz. İsa’nın getirdiği dine de Hristiyanlık denilmesi herhangi bir<br />
temele dayanmamaktadır. Bu isimler onlara sonradan verilmiştir. Çünkü ne Hz.<br />
Musa ve ne de Hz. İsa bu isimleri kullanmıştır. Hem Hz. Musa ve hem de Hz. İsa,<br />
Allah’ın emirlerini tebliğ etmiş, “bir olan Allah” a iman ve kulluğa çağırmış, ilahî<br />
kitap olan Tevrat ve İncil’e göre yaşamaya davet etmişlerdir.<br />
Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin getirdikleri dinlerin hepsinin “hak din”<br />
olduğunu, Allah’a teslimiyete çağırdıklarını belirtmiş İslam ismini ise “son<br />
peygamberin tebliğ ettiği din” e vermiştir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de<br />
“Bugün size dininizi ikm<strong>al</strong> ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin<br />
için din olarak İslam’ı seçtim”(Mâide,5/3).<br />
şeklinde ifade edilmektedir.<br />
Diğer Sınıflandırm<strong>al</strong>ar<br />
Batıda dinler tarihçileri tarafından yapılan din sınıflandırm<strong>al</strong>arı genelde üç<br />
açıdan gerçekleştirilmektedir:<br />
Tanrı kavramı açısından: Tanrı kavramı esas <strong>al</strong>ınarak<br />
yapılan tasniflerde dinler:<br />
I. Tek tanrılı dinler (Bütün ilahî dinler),<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Dinler tarihçilerinin din<br />
tarifleri çok çeşitlidir.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
II. Dü<strong>al</strong>ist/iki tanrılı dinler (Mecusilik),<br />
III. Çok tanrılı dinler (Eski Yunan, Roma ve Mısır dinleri),<br />
IV. Tanrı konusunda açık ve net olmayan dinler (Budizm, Şintoizm<br />
dini) şeklinde gruplandırılmaktadır.<br />
Sosyoloji-Tarih açısından yapılan din sınıflaması: Bu<br />
sınıflandırmaya göre dinler:<br />
Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Budizm dini gibi kurucusu olan dinler, eski<br />
Yunan ve Eski Mısır dinleri gibi geleneksel dinler, Nuer, Dinka, Ga dinleri gibi İlkel<br />
kabile dinleri, genellikle bir kurucusundan söz edilmeyen, sadece bir millete ait<br />
olan milli dinler, Hristiyanlık ve İslam dini gibi cihanşümul dinler şeklinde<br />
gruplandırılmaktadır.<br />
Coğrafi kriteri esas <strong>al</strong>an tasnifte ise dinler:<br />
Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dini gibi Ortadoğu veya Sami grubu dinler,<br />
Hinduizm, Budizm, Jainizm dini gibi Hint grubu dinler, Konfüçyüsçülük, Taoizm,<br />
Şintoizm dini gibi Çin-Japon grubu dinler ve Afrika grubu dinler, şeklinde<br />
sır<strong>al</strong>anmaktadır.<br />
Dinler aynı zamanda tipleri (tipolojik), biçimleri (morfolojik) ve olguları<br />
(fenomonolojik) bakımlardan sınıflamaya tabi tutulmuştur. Bunları da şöyle<br />
sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />
1) Vahye dayanan ve dayanmayan dinler,<br />
2) Misyonerliğe yer veren ve vermeyen dinler,<br />
3) Ahiret inancı olan ve olmayan dinler,<br />
4) Kuts<strong>al</strong> kitabı olan ve olmayan dinler,<br />
5) Geçmişin ve günümüzün dinleri,<br />
6) Bir bölge ve kıtaya özgü olan veya olmayan dinler.<br />
İlahî Dinleri Diğerlerinden Ayıran Temel Özellikler<br />
İlahî dinleri batıl dinlerden ayıran başlıca özellikler şunlardır:<br />
İlahî dinler, bütün kâinatta “iradesi mutlak kanun olan” tek<br />
bir yaratıcı olduğuna ve ahirete ait sorumluluğa imanı öngörürler.<br />
İlahî dinler varlıklar âlemi kategorisi içinde melek denilen<br />
varlıkları kabul ederler.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Allah nezdinde gerçek<br />
din İslam’dır<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
İlahî dinler, varlığı “zorunlu/vacip” olan bir yaratıcıya<br />
inanmayı ve O’nun emirlerine samimi bir k<strong>al</strong>p ile saygı göstermeyi,<br />
O’na ibadet etmeyi emredip O’ndan başkasına ibadeti yasaklarlar.<br />
İlahî dinler, en yüksek bir ahlak ile seçkin hâle gelmiş olan<br />
bir şahsiyetin (Peygamberin) Allah’tan vahiy ve ilham yoluyla <strong>al</strong>dığı<br />
ve insanlara ulaştırdığı hüküm ve düsturlar bütünüdür.<br />
İlahî dinler, ilahî vahye dayanan mukaddes kitaplara<br />
dayanırlar.<br />
İlahî dinlerin genel ilkeleri sosy<strong>al</strong> bir toplumun oluşumunu<br />
ve bu toplumun en mükemmel bir sistem üzere devam edip<br />
gitmesini, aklî ve medeni gelişimini ve genelin menfaatini hedef<br />
edinir.<br />
İlahî dinlerde tebliğ aracı olan ve peygamber ismiyle<br />
şereflendirilmiş bulunan bu tarihi şahsiyetler, dinî, ahlakî ve sosy<strong>al</strong><br />
hayatta birer müceddid konumundadırlar. Öyleyse, her birisi birer<br />
olağanüstü ve mükemmel sosy<strong>al</strong> müesseseler oluşturmuş olan bu<br />
büyük insanları, ne sihirbaz ve kâhinlerle, ne de filozof ve cihangir<br />
hükümdarlarla bir tutmak mümkün değildir.<br />
Dinin İnsanlık İçin Önemi<br />
Son yıllarda yapılan gerek antropolojik ve gerekse dinler tarihî ç<strong>al</strong>ışm<strong>al</strong>arı<br />
göstermektedir ki, tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın dinsiz bir toplumun<br />
varlığı söz konusu değildir. Zira insana hitap eden ve insan için söz konusu olan din,<br />
insanla beraber var olmuş, insanlık tarihinin her döneminde, canlılığını korumuş,<br />
tarih boyunca varlığını sürdürmüş ve “insan hayatının ayrılmaz bir vasfı” olma<br />
karakterini sürdüre gelmiştir. Öyleyse din, tarihin bütün devirlerinde ve bütün<br />
toplumlarında daima mevcut olan “evrensel” ve “köklü” bir olgudur.<br />
Din “insanlığın vazgeçilmez bir gerçeği” olması sebebiyle geçmiş devirlerde<br />
olduğu gibi günümüzde de varlığını devam ettirmekte, gelecekte de devam<br />
ettirecektir. Bunun temel sebepleri şu şekilde sır<strong>al</strong>anabilir:<br />
Dinî duygunun, fıtrî ve insanın da “dinî bir varlık” olması:<br />
İnsandaki “dinî” duygu, “fıtrî” (yaratılıştan gelen) bir özelliktir. Bu<br />
duygu, “insanın kendi öz varlığı hakkındaki şuuru” ile birlikte<br />
ortaya çıkar ve bu şuur ile birlikte gelişir. Çünkü din duygusu<br />
insanın doğuştan beraberinde getirdiği bir yetidir. İnsan, her<br />
zaman ve her yerde yüce, kudretli ve ulu bir varlığı kabul etme,<br />
ona yönelme, ona sığınma, ona güvenme ona bağlanma ve ondan<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Dinsiz bir toplum<br />
düşünülemez.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
yardım dileme ihtiyacını hissetmiştir. Tüm bu duygular, din ile<br />
karşılanmaktadır.<br />
Dinin “fıtrî” olma özelliğini Kur’an şöyle açıklamaktadır:<br />
“Sen yüzünü bir hanif olarak dine, Allah’ın, insanları<br />
üzerine yaratmış olduğu fıtratına çevir. Allah’ın yaratması<br />
değiştirilemez” (Rum, 30/30).<br />
Yapısı itibariyle insanın dine muhtaç olması: İnsan, ruh ile<br />
bedenden mürekkep bir varlıktır. Bedenin ihtiyaçları olduğu gibi,<br />
ruhun da kendi özelliğine uygun birçok ihtiyaçları vardır. Ruhun<br />
ayrıca kendine özgü bir özelliği daha bulunmaktadır: Yüce âlemden<br />
gelmesi, diğer bir ifadeyle maddi değil manevi özellikte olması.<br />
Ruh, maddi olan bu beden kafesinde misafirdir. Bedensel<br />
ihtiyaçların karşılanması nasıl hayatın bir gereği ise, maddesel<br />
olmayan ruhi ihtiyaçlarının karşılanması da öyle gereklidir. Onun<br />
bu ihtiyaçlarını karşılayan en köklü müessese ise dindir. Ruhun<br />
ihtiyaçları ―daha önce de ifade edildiği gibi― doğuştan getirmiş<br />
olduğu yüce bir kudretin mevcudiyetini kabul etme, ona yönelme,<br />
dua ve niyaz ile ona sığınma, ona güvenme ve bağlanma<br />
duygularıdır. Bu duygular insanda öylesine köklüdür ki, tarih<br />
boyunca bütün insanlar, şu veya bu şekilde bir insana, herhangi bir<br />
nesne veya varlığa, bu duyguların “doğ<strong>al</strong> dürtüleri” ile kuts<strong>al</strong>lık ve<br />
yücelik nispet ederek bağlanmışlardır. Çünkü her şeyi var eden bir<br />
yüce kudretin mevcudiyetini kabul edip ona bağlanma insanın<br />
ruhs<strong>al</strong> ve manevi yapısını kuvvetlendirir. Dua, niyaz ve üstün<br />
kudrete sığınma ise insanı yüceltir.<br />
Kendisine sığınılacak en mükemmel varlık şüphesiz kâinatın yaratıcısı olan<br />
Allah’tır. Çeşitli dinlerde farklı isimlerle anılan, çeşitli şekillerde tasvir edilen yüce<br />
kudret veya kuts<strong>al</strong> varlıkların özünde bu inanç yatmaktadır.<br />
Dinin, bireyleri kuts<strong>al</strong> duygu ve <strong>al</strong>ışkanlıklarda birleştiren,<br />
toplumları yücelten ve geliştiren bir kurum olması. Gerçekten de<br />
din, insanlara yön verip onları iyi ve fayd<strong>al</strong>ı şeyler yapmaya<br />
yönlendiren bir hayat sistemidir. Din aynı zamanda ahlâkî bir<br />
müessese olarak da insanlara yön veren, en mükemmel<br />
kanunlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan,<br />
kucaklayan ve yönlendiren bir disiplindir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Din, manevi gelişme<br />
sağlar.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
Dinin, insanın psikolojik yapı ve yaşayışında en son ve en güzel bir<br />
sığınak olması. Bilindiği üzere her insan yaşayışı boyunca<br />
y<strong>al</strong>nızlıklar ve çaresizlikler yaşar, korkularla, üzüntü, sarsıntı ve<br />
hast<strong>al</strong>ıklarla, musibet ve felaketlerle yüz yüze gelir. İşte bu<br />
durumlar karşısında ona ümit, teselli ve güven sağlayan en son<br />
sığınak dinidir. Bunun içindir ki, hakiki anlamda bir “dinî yaşayış”,<br />
insanı ruhi bun<strong>al</strong>ımlardan korur, kendisine ve çevresine karşı daha<br />
duyarlı ve dengeli hâle getirir.<br />
Dindeki ahiret inancının insan hayatında etkili olması din,<br />
bireylerin dünya hayatındaki davranışlarında etkili olduğu gibi<br />
insandaki ebediyet duygusuna da çok etkin bir şekilde cevap<br />
vermektedir.<br />
İnsanlığın manevi ve zihnî gelişmesinde dinin önemli payı vardır.<br />
İSLAM DİNİ VE DİĞER DİNLER<br />
Diğer Dinler<br />
Hz. Muhammed, Allah Te<strong>al</strong>a’dan <strong>al</strong>mış olduğu yeni vahyi insanlara tebliğ<br />
etmeye başladığında yeryüzünde birçok inanç ve din türü mevcuttu. Bu inanç<br />
türleri içinde en belirgin ve en bilinir olanları: 1) Dehriyye, 2) Putperestlik / fetişizm,<br />
3) Politeizm / paganizm, 4) Yıldızlara tapınma (Sâbiîlik) idi.<br />
Din olarak ise Mecusilik, Brahmanlık, Budizm, Sâbiîlik, Yahudilik ve<br />
Hristiyanlık mevcuttu. Bunlar, bir dereceye kadar “vahiy izlerini taşıyan dinler” idi<br />
ve bu özellikte olm<strong>al</strong>arı sebebiyle de o günün Mekkelileri tarafından “kolaylıkla<br />
kabul edilebilir din” özelliği taşımaktaydı.<br />
Şimdi bunları, bilgi olması bakımından kısaca ele <strong>al</strong>ıp inceleyelim:<br />
MECUSİLİK: Zerdüşt’ün getirdiği dinin bozulmuş şekline<br />
verilen addır. “Zerdüşt” denilen kişi “tek Allah” (Ahura Mazda)<br />
inancını tebliğ etmiş, O’nun seçtiği kimselere ilahî vahyin<br />
geleceğine, meleklere ve ölüm sonrası hayata imanı emretmişti.<br />
“Zend-Avesta” isimli Kuts<strong>al</strong> kitaplarında (Yaşt, 13, XXVIII, 129)<br />
putları kıracak olan “Soeşyant” adlı birinin geleceği<br />
bildirilmektedir. Ancak “Zerdüşt’ün tebliğ ettiği tek Allah”, nasıl<br />
olmuşsa daha sonra biri “iyilik” öteki “kötülük” tanrısı olmak üzere<br />
iki tanrı inancına dönüşmüş, tanrının kudret ve kuvvetini temsil<br />
ettiğine inanılan “ateş” yüceltilerek “ateş kültü/Mecusilik”<br />
oluşturulmuştur.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Çok tanrılı dinler<br />
insanın maddi ve<br />
manevi ihtiyaçlarını<br />
karşılamada yetersizdir.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
BRAHMANİZM: Çok tanrılı bir dindir. Aslında Brahmanlar tek<br />
tanrıya inanmakla birlikte O’nun yaratıkları veya O’nun sıfatları<br />
şeklinde de olsa tanrının birtakım iz ve belirtilerine tapm<strong>al</strong>arı<br />
nedeniyle “çok tanrılı” imiş gibi gözükmektedirler. Hintliler, tarihin<br />
her devresinde tanrının kendisini çeşitli şahsiyetlere büründürerek<br />
insanlara gösterdiğine inanırlar. Bu inanç zamanla onları hulul (ava<br />
tara = enkarnasyon) inancına sürüklemiş, hatta bununla da<br />
k<strong>al</strong>mayarak “tanrı’nın bedenleşmesi” ve “maddi şekillerle tasviri”<br />
inancını, bunun sonuncunda da “binlerce ilahın var olduğu”<br />
kanaatini ortaya çıkarmıştır. Ayrıca kap<strong>al</strong>ı bir din hüviyeti ortaya<br />
koyan Brahmanizm’deki “kast sistemi”, “eşitlik” ve “kardeşlik”<br />
ilkeleriyle de çelişmektedir. Bu dine mensup olan kişiler, sürekli<br />
“tenasüh hâli” içinde olduklarına inanmaktadırlar.<br />
BUDİZM: Kurucusu olan Buda’nın, Brahmanizm’deki puta tapma<br />
inancını reddedip ona karşı çıkmasıyla ortaya çıkmış olan bir dindir.<br />
Budizm, bir bakıma Brahmanizm’deki putların kırılması yolunda bir<br />
reform niteliği taşımış olmasına rağmen yine de ana din olan<br />
Brahmanizm’den birçok izler taşımaktadır. Çünkü putlara karşı<br />
olan Buda’nın getirdiği bu yeni din kendisinden sonra “Buda<br />
heykellerine tapınma” şeklinde “putperest” bir karaktere<br />
bürünmüş ve Brahmanizm’e benzer bir yapı arz etmeye<br />
başlamıştır.<br />
Buda’ya göre, “hayatın tabii olayları” bir “ıstırap” tır. Bundan kurtuluş ise<br />
bütün nefsi arzu ve ihtiraslardan uzaklaştırmaya bağlıdır. Bu görüş, zamanla<br />
Budizm’e inanan kişileri, aşırı riyazet, nefse eza etme ve hatta dünya hayatını<br />
tamamen terk etme gibi “aşırılıklara” sevk etmiştir. Yapısındaki köklü değişiklik ve<br />
bozulm<strong>al</strong>ara rağmen Budizm’de de “ileride gelecek bir kurtarıcı” (Maitreya veya<br />
Metteya) müjdesi ve beklentisi vardır.<br />
SÂBİÎLİK: Sâbiîler’in oldukça eskiye dayanan tarihleri<br />
olmakla birlikte bu dinin nasıl doğduğu, kim tarafından kurulduğu ,<br />
onu kimlerin yaydığı açık ve net olarak bilinmemektedir. Bilinen şu<br />
ki, İslam’ın geldiği dönemde mevcut olan inançlardan birisidir.<br />
Sâbiîler hicri I. yüzyılda Müslümanların hâkimiyeti <strong>al</strong>tına<br />
girdiklerinden dolayı onlara zimmîlik statüsü tanınmıştır. Sâbiîlik’te<br />
bir “yüce varlık” inancı mevcut olmakla birlikte bu inançla beraber<br />
bir de “ışık âlemi” ile “karanlık âlem” arasındaki mücadeleye<br />
dayanan “dü<strong>al</strong>izm/senevîlik” söz konusudur. Sâbiîlik’te<br />
“Peygamberlik” inancının mevcudiyeti tartışm<strong>al</strong>ıdır. Fakat Hz.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
İslam, evrensel bir<br />
dildir.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
Yahya’ya büyük önem verirler ve “kendi peygamberleri” olarak<br />
kabul ederler. Diğer taraftan Sâbiîler Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa<br />
ve Hz. Muhammed’i “kötülük peygamberi”, “y<strong>al</strong>ancı peygamber”<br />
olarak nitelerler. Sâbiîlik, zamanla çeşitli inançların karıştığı ve<br />
inananlarının az<strong>al</strong>dığı bir din hüviyetini <strong>al</strong>mıştır.<br />
İslam’ın geldiği asırda mevcut olan inançların en önemlilerinden olarak<br />
ifade edilen Hristiyanlık ve Yahudiliğe gelince, bunları İslam dini ile karşılaştırm<strong>al</strong>ı<br />
olarak ele <strong>al</strong>mayı düşünmekteyiz.<br />
İslam Dini<br />
İslam’ın Evrensel Özellikleri<br />
İslam dini, Yüce Allah tarafından gönderilen son ve mükemmel dindir. Irkı,<br />
kavmi veya coğrafyayı hedef <strong>al</strong>mamıştır. Siyah, beyaz, sarı hangi renkten ve ırktan<br />
olursa olsun bütün insanlara gönderilmiş bir dindir. İslam dinini diğer dinlerden<br />
ayıran özelliklerden bazılarını şu şekilde ifade edebiliriz:<br />
Her yerde ve her zaman, her sınıf ve her tabakadan bütün<br />
insanlara şamil, en makul ve insan fıtratına en uygun bir şekilde<br />
“inanç ve ibadet prensipleri” içeren, fert ve toplumlar arasındaki<br />
hukukî ve ahlâkî ilişkileri düzenleyecek biçimde “yaşam gerekleri”<br />
sunan, insanlığın maddi ve manevi <strong>al</strong>anda mutluluk ve esenliğini<br />
sağlama sorumluluğunu üstlenen İlahî bir dindir.<br />
Hedef ve gayesi, sadece insan olan ve insanı y<strong>al</strong>nızca bu dünyada<br />
değil, hem bu dünya ve hem de öteki dünyada bütün nimetlere, en<br />
şerefli ve en yüksek mertebelere yükselten, özetle; insanı<br />
yaratılışına ve fıtratına en uygun bir şekilde yaşatan tek dindir.<br />
Allah Te<strong>al</strong>a bu gerçeği bizlere şöyle bildirmektedir:<br />
“O hâlde Resulüm, gerçek Müslüman olarak yüzünü doğrudan doğruya<br />
İslam’a; Allah’ın yaratılış biçimine/fıtratına (dinine) çevir ki, Allah Te<strong>al</strong>a bütün<br />
insanları o bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında değişiklik yoktur.”<br />
(Rum, 30/30).<br />
Allah katında kabule layık tek dindir. Allah Te<strong>al</strong>a, İslam dışı<br />
inançların kabul olunmayacağını Kur’an’ı Kerimde çok açık bir ifade<br />
ile şu şekilde açıklamıştır:<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
“Doğrusu, Allah katında kabul edilmiş olan tek din, İslam’dır.” (Al-i İmran, 3/l9),<br />
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (arayıp da bulmuş olduğu) o din<br />
kendisinden kabul olunmaz. Ahirette ise ebedî zarar çekenlerden biri olacaktır.”<br />
(Al-i İmran, 3/85).<br />
Bireysel Etkinlik<br />
• İslam'ın evrensel özelliklerinin başka neler olabileceğini<br />
düşündünüz mü?<br />
Yüceliğini, düşmanlarının bile kabul ettiği bir dindir. Bu konuda bilgi<br />
sahibi olmak amacıyla, bir zamanların Anglikan kilisesi tanınmış<br />
rahiplerinden olan İzak Taylor’un, 7 Ekim 1887’de yapmış olduğu bir<br />
konuşmayı sunmak yeterli olacaktır. İzak Taylor, bir ruhaniler<br />
topluluğu huzurunda yaptığı konuşmasında, şunları söylemektedir:<br />
İslamiyet, medeniyeti yaymada Hristiyanlıktan daha fazla hizmet<br />
etmiştir. Bu konuda İngiliz komutanları ve gezginleri tarafından,<br />
İslamiyet’in pratik sonuçları hakkında ifade edilen şeyleri dikkate<br />
<strong>al</strong>mak yeterlidir. Hz. Muhammed’in dinini her ne zaman bir Zenci<br />
kabilesi kabul etse derh<strong>al</strong> putperestlik, şeytanlara tapınma, Allah’a<br />
şirk koşma, insan eti yeme, insandan kurban kesme, çocukları<br />
öldürme sihirbazlık yapma gibi pek çok şeyi bırakmakta, çırılçıplak ve<br />
vahşi bir tarzda ort<strong>al</strong>ıkta dolaşan h<strong>al</strong>k hemen elbise giymeye<br />
başlamakta, kirlilik temizliğe dönüşmekte öze saygı ve ağırbaşlılık<br />
meydana gelmektedir. Ayrıca misafirperverlik, dinî görevler arasına<br />
girmekte, sarhoşluk veren tüm içecekler yok denecek kadar<br />
az<strong>al</strong>makta, kumar, kontrol <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ınmakta, edep dışı danslar,<br />
cinsler arası gayri meşru ilişkiler ortadan k<strong>al</strong>kmakta, kadınların her<br />
türlü haramlardan çekinmeleri fazilet sayılmaktadır. Fuhuş yerine<br />
namus, tembellik yerine, sanat hâkim olmakta, kan dav<strong>al</strong>arı son<br />
bulmakta, esir ve hayvanlara yapılan her türlü eza ve cefa<br />
yasaklanmakta, insanî duygular gelişmekte, şahsiyetli ilişkiler,<br />
dostluk ve kardeşlikler kurulmakta, çok evlilik ve esaret bir sisteme<br />
bağlanmakta, kötülüklerin tamamı yasaklanmaktadır. (Esat,<br />
Mahmud. (1311). Dîn-i İslam. İzmir. s.12)<br />
Gerçekten de İslamiyet, bilim sanat, ekonomi gibi konularda<br />
ilerlemesine par<strong>al</strong>el olarak âlemdeki kötülüklerin her türlüsünü<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
İslam, akla ve fıtrata<br />
uygun bir dindir.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
önlemek için de önemli bir kuvvet olmuştur. Oysaki günümüzde<br />
Avrupa, madde planında ilerleyip teknik <strong>al</strong>anda geliştikçe, zulüm,<br />
haksızlık ve ahlak dışı hâllerin yayılmasına sahne olmuştur.<br />
İslamiyet, ortaya koyduğu yüksek medeniyet neticesinde<br />
okuma-yazma, ilim-sanat, giyim-kuşam, bedensel-ruhs<strong>al</strong> temizlik,<br />
ağırbaşlılık ve doğruluk gibi pek çok <strong>al</strong>anda dünyaya çok şeyler<br />
öğretmiş, şaşırtıcı bir şekilde medenî ve olgunlaştırıcı sonuçlar<br />
ortaya koymuştur.<br />
İslam’ın koyduğu ilkelerin insanın doğasına ve “tabii akla”<br />
uygun olduğunu daha önce ifade etmiştik. Bunun en güzel örneği, on<br />
sekizinci ve on dokuzuncu asır filozoflarının “din” hakkında ortaya<br />
koydukları ortak görüşlerdir. Ferit Vecdi’nin “Medeniyet ve İslam”<br />
isimli eserinde değinmiş olduğu bu görüşler iyice an<strong>al</strong>iz edildiğinde,<br />
kendileri Müslüman olmayan bu filozofların görüşlerinin, İslam’ın<br />
ortaya koyduğu temel esas ve prensiplerle nasıl birebir örtüştüğü<br />
çok net bir şekilde görülebilir. Vecdi, onların bu görüşlerini bizlere<br />
şöyle aktarmaktadır: Evrende, kem<strong>al</strong> (yetkin) sıfatlarla nitelenmiş,<br />
noksanlık ortaya koyan kusur ve eksiklerden uzak bir tanrı vardır. O<br />
tanrı kadir ve hâkimdir. Ne bize ne de yaptığımız iş ve ibadetlere<br />
ihtiyacı vardır. Eğer ders <strong>al</strong>ma niyetiyle bakılırsa, bütün evreni, kendi<br />
kem<strong>al</strong> sıfatlarına delâlet edecek tarzda ve müstesna bir sistem üzere<br />
yarattığı basit bir şekilde görülebilir. Allah’ın fiilleri anlamsız<br />
olmaktan ve çelişkiden çok uzaktır. İnsanların işleyecekleri<br />
iyiliklerden ve kötülüklerden doğacak sonuçlar, kendilerine aittir.<br />
Tanrı rahimdir; rahmet ve yardımı geniştir. Bundan dolayı tanrı,<br />
dünyanın iyi olmasını ve bu iyiliğin devamını ister. İnsanın yararına<br />
olan şeyleri sever ve sadece kendi menfaatleri için mükellef tutar.<br />
Şefkatli ve merhametli olan tanrının kullardan istediği ibadetler,<br />
yaşam kur<strong>al</strong>larına, tabiat kanunlarına ve insanın tabiatına uygun<br />
şeylerdir. Bunlar, hiçbir zaman insan doğasına ters düşmez. Zira<br />
ibadet, insanın yaratılışına ve doğasına esas teşkil eden temel<br />
kanunlara, duygulara ve doğuştan gelen eğilimlere uygun olm<strong>al</strong>ıdır.<br />
Öyleyse ibadet, insanın yararına olan şeylerdir. İbadetten esas gaye,<br />
nefisleri kötülüklerden arındırmaktır.(bkz. Akseki, Ahmet Hamdi.<br />
(1943). İslam. İstanbul. c. I, s. 390)<br />
Sonuç olarak, beşerî ve semavi dinlerin en gelişmişi olan ve Allah katında<br />
yegâne din unvanını taşıyan İslam, son peygamber Hz. Muhammed tarafından<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
İslam’la Yahudi ve<br />
Hristiyanlık arasında<br />
yapıs<strong>al</strong> farklılıklar<br />
mevcuttur.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
evrensel bir din olarak bütün dünyaya duyurulan, maddi ve manevi saadeti<br />
garantileyen, ahlak ve medeniyetin dayanağı bir dindir.<br />
İslam’ı Diğer Semavi Dinlerden Ayıran Özellikler<br />
İlahî kaynağa dayanan Yahudiliği, Hristiyanlığı ve İslamiyet’i temel<br />
özellikleri bakımından incelediğimizde İslam’ın diğer iki semavi dinden farklı olduğu<br />
yönleri şu şekilde ifade etmek mümkündür:<br />
Allah İnancı: Musevilikteki Allah inancı, tıpkı İslam’daki gibi<br />
“tanrının birliği” üzerine bina edilmiş ve bu inanç üzerinde ısrarla<br />
durulmuştur. Bununla beraber tanrıya birtakım beşerî nitelikler<br />
nispet ettiklerine, O’nu beşerî organ ve duygular taşıyan bir insan<br />
gibi tasvir ettiklerine şahit olmaktayız. Hristiyanlar ise, tanrının<br />
birliğini farklı şekilde ele <strong>al</strong>ıp “teslisi” savunmuşlar, Hz. İsa’yı tanrı<br />
konumuna yükseltmişlerdir. Oysaki İslam, gerek Yahudilerin gerekse<br />
Hristiyanların Allah inancı hususunda sonradan düştükleri yanlışlık<br />
ve “aşırılıkları” düzeltmeye ç<strong>al</strong>ışmış, “insan biçimci tanrı” anlayışını<br />
reddederek hem Musevilikte olduğu gibi “tanrının beşerîleşmesini”<br />
hem de Hristiyanlıkta olduğu gibi “beşerin tanrılaştırılmasını”<br />
reddetmiştir. İslam bu noktada onlara, Hz. Musa ve Hz. İsa’nın<br />
gerçek mesajını hatırlatarak “Allah’ın bir ve benzersiz olduğunu”<br />
vurgulamaya ç<strong>al</strong>ışmıştır.<br />
Melek İnancı: İslamiyet, hem Musevilerin hem de<br />
Hristiyanların melek inancı konusunda düştükleri yanlışları<br />
düzelterek, “meleklerin Allah’ın oğulları veya kızları oldukları”<br />
iddi<strong>al</strong>arını ve beşerî şekillerdeki tasvirlerini reddetmiş ve Allah’ın<br />
yüceliği ile onların yaratılmışlığı arasındaki farkı vurgulamaya<br />
ç<strong>al</strong>ışmıştır.<br />
Kuts<strong>al</strong> Kitaplar: Gerek Yahudiler gerekse Hristiyanlar, Allah<br />
tarafından Hz. Musa ve Hz. İsa’ya verilmiş olan kuts<strong>al</strong> kitaplarını<br />
(Tevrat ve İncil’i) orijin<strong>al</strong> şekilleriyle koruyamamışlardır. Çünkü<br />
Tevrat da İncil de zaman içinde tahrif edilmiş, yeniden yazılma veya<br />
çeşitli ilave ve eksiltmelere maruz k<strong>al</strong>mışlardır. Kur’an-ı Kerim ise<br />
hem vahyedildiğinde yazıya geçirilmiş olması hem de ezberlenmek<br />
suretiyle muhafaza edilmesi yönüyle orijin<strong>al</strong> ve aslına uygun şekliyle<br />
günümüze kadar gelmiştir.<br />
Peygamberlik: Yukarıda hem Museviliğin hem de Hristiyanlığın<br />
sonradan tahrif edildiklerini ifade etmiştik. Bu tahrif neticesinde,<br />
önder şahsiyetler olan peygamberler hakkında her iki dinde de<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
İslam, yaşanabilirliği en<br />
kolay dindir.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
çeşitli iddia ve iftir<strong>al</strong>ar ortaya çıkmış, hatta daha sonra gelecek<br />
peygamberler bile kabul edilmemiştir. Hâlbuki İslam’da bütün<br />
peygamberlere iman şart koşulmuş ve layık oldukları güzel sıfatlarla<br />
nitelenmişlerdir.<br />
Dünya-Ahiret Dengesi: Musevilik, ağırlıklı bir şekilde dünya<br />
hayatına, Hristiyanlık ise dünyadan uzaklaşıp manevi hayata daha<br />
çok ağırlık verirken İslam her ikisi arasındaki dengeyi kurmuş ve<br />
korumuştur. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifadesini<br />
bulmuştur:<br />
“Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu<br />
iste. Ama dünyadan da nasibini unutma...” (Kasas, 28/77).<br />
Mükellefiyetlerin Azlığı: İslam dini, diğer iki dine oranla madde-mana,<br />
dünya-ahiret dengeleri açısından en ölçülü ve kolayca yaşanabilir bir<br />
dindir. İslam, emir ve hükümlerinde “itid<strong>al</strong>i” öngörmesi açısından “rahat<br />
yaşanabilecek” bir dindir. Nitekim İslam, insanın yaratılışına en uygun ve<br />
yaşanabilir kur<strong>al</strong>ları sunmak suretiyle diğer ilahî dinlerde var olan bazı<br />
“ağır dinî yükümlülükleri” ortadan k<strong>al</strong>dırmıştır. Hatta bundan da önemlisi,<br />
“dini daha da ağırlaştıran ve yaşanmasını zorlaştıran din yorumcuları” na<br />
da önemli bir uyarıda bulunmuştur. Bu husus, son dinin peygamberi olan<br />
Hz. Muhammed’in şahsında bizlere Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:<br />
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî<br />
peygambere uyanlar (var ya) işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları<br />
kötülükten engeller, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.<br />
Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O peygambere inanıp ona saygı<br />
gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura (Kur’an’a)<br />
uyanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır” (Araf, 7/157).<br />
Bu ayette, hem Musa şeriatında mevcut olan kur<strong>al</strong> ve görevlere (örneğin<br />
temizlik kur<strong>al</strong>ları, yiyeceklerle ilgili esaslar, adetli kadınla ilgili yasaklar gibi) hem de<br />
İnciller’de ortaya konan aşırı riyazetçi (nefsin isteklerini kırıcı) eğilimlere işaret<br />
edilmektedir. Oysaki İslam, daha önceki şeriatlarda mevcut bazı ağır yükleri<br />
k<strong>al</strong>dırmış veya hafifletmiş, dini daha “kolay” ve “yaşanabilir” kılmıştır. Nitekim bu<br />
husus Kur’an’da:<br />
“İşte böylece siz insanlığa şahitler olmanız, Resulün de size şahit olması<br />
için sizi mutedil bir ümmet kıldık” (Bakara, 2/143).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
şeklinde dile getirilmiştir. Bu prensip Resulullah tarafından da “Kolay ve yüce<br />
Haniflik ile gönderildim” (Müsned, V, 266; Buhârî, “İman”, 29) biçiminde açıklanmış<br />
ve İslam’ın diğer şeriatlara göre daha “mutedil”, daha “kolay” ve daha<br />
“müsamah<strong>al</strong>ı” olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca hem Kur’an’da hem de sünnette dini<br />
mükellefiyetlerin az<strong>al</strong>tılarak “gerekli” ve “yeterli” seviyede tutulduğu, İslam’ın<br />
insanlara “ağır yükler” yüklemek için değil, “rahmet” ve “inayet” olarak<br />
gönderildiği sıklıkla tekrarlanmaktadır. Kur’an ve sünnetteki bu vurgu sebebiyle de<br />
İslam bilginleri dinin anlatım ve yorumunda daima “kolaylığı” ve “uygulanabilirliği”<br />
tercih etmişlerdir.<br />
Tartışma<br />
•“İlahî kaynaklı” diğer dinlerden olan Yahudilik ve Hristiyanlık ile<br />
İslamın farkını tartışınız.<br />
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “tartışma<br />
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
kelimesi sözlükte “örf, âdet, ceza, karşılık, mükâfat, itaat, üstünlük,<br />
egemenlik, zorlamak” gibi çok çeşitli anlamlara gelmektedir.<br />
•Batılı bilim adamlarının yaptıkları din tanımında şu “beş asli unsur”<br />
öne çıkmaktadır: Zihinsel (zihnî) unsur, duyus<strong>al</strong> (hissî) unsur,<br />
taabbudî (kulluk şuuruyla ilgili davranış) unsur, sosy<strong>al</strong> (içtimai) unsur<br />
ve ferdi tecrübe.<br />
•İslam bilginlerinin yaptıkları tariflerde ise şu ortak nokt<strong>al</strong>ar<br />
bulunmaktadır: Dinin “ilahi kaynaklı” olduğu, “akıl” ve “irade” ile<br />
ilişkisi olduğu, “tercih” konusu olduğu, insanları “özü itibariyle hayır<br />
olan” şeye yönelten bir kanun olduğu.<br />
•Dinin kaynağı konusunda da farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir<br />
kısım Batılı bilginler dinin kaynağı konusunda tabiat olaylarının etkisi<br />
ile onlara kuts<strong>al</strong>lık atfedilme (natürizm) veya ruhlara, özellikle de<br />
ecdat ruhlarına tapınılarak (animizm) yahut büyüye, bitki ve<br />
hayvanların kuts<strong>al</strong>lığına inanılarak (toteme dayanma) şeklinde<br />
teoriler ileri sürerken; bazı ilmi çevreler de Güneydoğu Avustr<strong>al</strong>ya<br />
ilkel kabilelerinde animizme rastlanmadığını, fakat insanların ahlaki<br />
adaba uyup uymadıklarını denetleyen ve gökte bulunan “tek” ve<br />
“bir” yüce tanrı kavramına her yerde rastlandığını ispat etmeye<br />
ç<strong>al</strong>ışmıştır. İslam inancına göre ise dinin kaynağı “vahiy” olup onu<br />
bildiren Allah’tır.<br />
•Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin<br />
getirdiği “hak dinlerin ortak adı” her zaman “İslam” olmuştur. Bunun<br />
içindir ki insanlar din koyucusu olamazlar. Çünkü insanlar, özellikle<br />
Allah’ın rızasına uygun düşecek ibadet ve amelin nelerden ibaret<br />
olduğunu bilemezler. Allah’ın rızasına ulaşılmadıkça da insanlık için<br />
hidayet ve mutluluğa ulaşma asla mümkün olamayacaktır.<br />
•Dinlerin sınıflandırılması problemi, dinler tarihinin, önemli<br />
konularından biridir. Çok çeşitli din sınıflaması yanında İslam’ın da<br />
kendine özgü din sınıflaması mevcuttur. İslam’a göre dinler en genel<br />
anlamda üçe ayrılmaktadır: 1) Hak dinler, 2) Tahrif edilmiş<br />
(muharref) dinler, 3) Batıl dinler.<br />
•İslam’a göre ilahi dinleri diğer dinlerden ayıran özellikler şunlardır:<br />
Tek ve Bir olan yaratıcı’ya, meleklerin varlığına, bir olan Allah’a<br />
ibadet edip itaat etmenin gerekliliğine, Peygamber’in Allah’tan vahiy<br />
ve ilham yoluyla <strong>al</strong>dıkları hükümlere/düsturlara ve mukaddes kitaba<br />
iman etmektir.<br />
Özet •Arapça kökenli bir kelime olan ve “d-y-n” kökünden gelen “din”<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
İlahî dinlerin Allah-ahiret ve peygamber görüşlerini<br />
araştırıp iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde bir yazı yazınız<br />
Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />
<strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
Değerlendirme<br />
sorularını sistemde ilgili<br />
ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />
<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />
bölümünde etkileşimli<br />
olarak<br />
cevaplayabilirsiniz.<br />
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
DEĞERLENDİRME SORULARI<br />
1. Kur’an’ı Kerim’de “din” kelimesinden “hesap-ceza-mükâfat günü”<br />
kastedildiği sure hangi dönemde inmiştir?<br />
a) Mekke döneminin ilk yarısında<br />
b) Medine döneminin son yarısında<br />
c) Mekke döneminin son yarısında<br />
d) Medine döneminin ilk yarısında<br />
e) Hicret esnasında.<br />
2. Allah’ın varlığının ve birliğinin bilinmesi <strong>al</strong>anında aklın yeri ve yeterliliği<br />
hususunda birtakım görüşler mevcuttur. Bu görüşlerden biri olan “Peygamber<br />
gönderilmemiş olsa da beşer aklı, Allah’ın varlığını ve Allah’a ait diğer kem<strong>al</strong><br />
sıfatları düşünme ve delil arama yöntemleriyle kendiliğinden kavrar ve bunu anlar.”<br />
şeklindeki görüş aşağıdakilerden hangisine aittir ?<br />
a) Eşariler<br />
b) Cebriye<br />
c) Maturidiler<br />
d) Selefiyye<br />
e) Kaderiye<br />
3. Aşağıdaki din sınıflam<strong>al</strong>arının hangisi “tanrı kavramı açısından yapılan din<br />
sınıflandırması” başlığı <strong>al</strong>tında değerlendirilmektedir?<br />
a) Dünya dinleri<br />
b) Tanrı konusunda açık ve net olmayan dinler<br />
c) Kurucusu olan dinler<br />
d) Milli dinler<br />
e) Geleneksel dinler<br />
4. Zihnen varlığı kabul edilen ve k<strong>al</strong>ben kendisine bağlanılan Yüce Kudret’e<br />
karşı yapılması gerekli olan yükümlülükleri ifade eden unsur aşağıdakilerden<br />
hangisidir ?<br />
a) Taabbudi unsur<br />
b) Ferdi tecrübe<br />
c) Duyus<strong>al</strong> unsur<br />
d) Sosy<strong>al</strong> unsur<br />
e) Zihinsel unsur<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
5. Aşağıdaki kavramların hangisinin tanımı yanlış verilmiştir?<br />
a) Tabiata kuts<strong>al</strong>lık atfedilmesi: Natür<strong>al</strong>izm<br />
b) Ecdat ruhlarına kuts<strong>al</strong>lık atfedilmesi: Animizm<br />
c) Büyü bitki ve hayvana kuts<strong>al</strong>lık atfedilmesi: Totemizm<br />
d) Çok tanrı edinilmesi: Monoteizm<br />
e) Puta tapınma: Paganizm.<br />
Cevap Anahtarı:<br />
1.a 2.c 3.b 4.a 5. d<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER<br />
KAYNAKLAR<br />
1. Akseki, Ahmet Hamdi. İslam Dini.(21. Baskı). Ankara.<br />
2. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber.<br />
Beyrut.<br />
3. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara: Gonca<br />
Yayınevi.<br />
4. Bilmen, Ömer Nasuhi. Muvazzah İlm-i Kelam. (1972). İstanbul.<br />
5. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî. Tah. Mustafa Dîb el-<br />
Buğa, Beyrut.<br />
6. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin<br />
Altın<strong>al</strong>an. İstanbul: Madve Yay.<br />
7. Esat, Mahmud. (1311). Dîn-i İslam. İzmir.<br />
8. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman.Kelam. (1988). Konya.<br />
9. Heyet. Diyanet İlmih<strong>al</strong>i. (1998). İstanbul.<br />
10. İsfehânî, Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed Râğıb. (1961). el-Müfredât fî<br />
Ğarîbi’l-Kur’ân. Tah. Muhammed Seyyid Keylânî. Mısır.<br />
11. İsferâyinî, Ebu’l-Muzaffer Şahfûr b. Tâhir. (1955). et-Tabsîr fi’d-Dîn. Nşr.<br />
Muhammed Zâhid el-Kevserî. Mısır.<br />
12. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta, Tah. Muhammed Fuad<br />
Abdulbaki. Mısır.<br />
13. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.). Kitâbu’t-<br />
Tevhîd. Tah. Fethullah Huleyf. Mısır.<br />
14. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh, Beyrut.<br />
15. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edilles I. Nşr.<br />
Hüseyin Atay. Ankara.<br />
16. Tahânevî, Muhammed A’la b. Ali. (1862). Keşşâf-u Istılâhâti’l-Fünûn. Tas. el-<br />
Mevlevî Muhammed Vecîh, el-Mevlevî Abdu’l-Hak, el-Mevlevî Ğulam Kadir.<br />
K<strong>al</strong>küta.<br />
17. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir. (1992). Allah’ın Varlığı. Ankara: DİB Yay.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27
Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />
18. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir-Yavuz, Şevki-Çelebi, İlyas. (2009). İslam’da İnanç Esasları,<br />
İstanbul.<br />
19. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul.<br />
20. Yüksel, Emrullah. Sistematik Kelam. (2005). İstanbul.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28
HEDEFLER<br />
İMANIN TANIMI VE MAHİYETİ<br />
İÇİNDEKİLER<br />
• İslam'ın sözlük ve terim man<strong>al</strong>arı<br />
• İslam'ın ortaya koyduğu hükümler<br />
• İmanın sözlük ve terim anlamı<br />
• İman ile ilgili diğer kavramlar<br />
• Taklidi ve tahkiki iman<br />
• İmanın geçerli olma şartları<br />
• İmanın bakımından insanların<br />
taksimi<br />
• Küfür ve şirk<br />
• İman ile küfür arasındaki sınır<br />
• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />
• İman ve İslam'ın sözlük ve terim anlamlarını<br />
kavrayacak<br />
• İman-bilgi, iman-amel, iman-İslam, iman-ikrar<br />
kavramları arasındaki ilişkiyi öğrenecek<br />
• Taklidi ve tahkiki imanın ne olduğunu anlayacak<br />
• Küfür ile şirk arasındaki farkı kavrayacak ve<br />
ar<strong>al</strong>arındaki bağlantıyı kolayca kurabilecek<br />
• İman ile küfür arasındaki sınırı tespit edecek, insanları<br />
gereksiz yere takfir etmenin önüne geçmiş<br />
olacaksınız.<br />
İSLAM İNANÇ<br />
ESASLARI<br />
<strong>ÜNİTE</strong><br />
2
İslam kelimesi “teslim<br />
olmak”, “boyun eğmek”<br />
demektir.<br />
İslam’ın ortaya koyduğu<br />
hükümler iman, amel ve<br />
ahlaktan oluşur.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
İSLAM<br />
İSLAM’IN SÖZLÜK ANLAMI<br />
İslam kelimesi sözlükte teslim olmak boyun eğmek (inkıyat), samimi olmak<br />
(ihlâs) anlamlarına gelmektedir.<br />
Terim olarak İslam ise Hz. Peygamber (s. a. v.)’in tebliğ ettiği şeylerin tümünü<br />
hem iç duygular hem de dış az<strong>al</strong>arla kabul ederek yaşamak, söz ve fiil ile<br />
onları güzel karşılayıp kabul ettiğini göstermek, Allah’a ve Peygamberine itaat edip<br />
boyun eğmektir.<br />
İslam kelimesi, ayrıca “şeriat” ve “millet” gibi “din” anlamına da<br />
gelmektedir.Ayrıca, İslam kelimesi, imanın belirtisi ve neticesi olan namaz, oruç,<br />
hac gibi s<strong>al</strong>ih amellere de isim olarak verilmektedir. İslam kelimesi bir de “k<strong>al</strong>ben<br />
tasdik” ile ilgisi olmayan “sadece dış az<strong>al</strong>arla kabul etme” işlemi için<br />
kullanılmaktadır. Y<strong>al</strong>nız bu son anlamın, sadece lügavî anlamla ilgisi olup Allah<br />
katında gerçek bir İslam değil, kabul edilmeyip reddedilen bir kullanımdır. Nitekim<br />
Allah Te<strong>al</strong>a bu konuyla ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:<br />
“Bedevîler {biz de iman ettik} dediler. Habibim onlara “hayır sizler iman etmediniz”<br />
de. Lakin onlar “iman etmiş gibi göründük” desinler.” (Hucurât, 49/15)<br />
İSLAM DİNİNİN GAYESİ<br />
İslam’ın ana gayesi, bireylerin başta aklı ve düşüncesi olmak üzere k<strong>al</strong>bini<br />
ve eylemlerini Allah’ın emirleri doğrultusunda iyileştirip düzeltmek suretiyle, hem<br />
bu dünyada hem de ahirette mutluluğa kavuşturmaktır. Toplum, bireylerden<br />
oluştuğuna göre, toplumun mutluluğu bireylerin mutluluğuna bağlıdır. İslam dini,<br />
bu hedefi ve bu ülküyü gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara<br />
“dinî ve şer’î hükümler” denmektedir. Bu hükümler temel anlamda üç kısımdır.<br />
İSLAM’IN ORTAYA KOYDUĞU HÜKÜMLER<br />
İslam, “itikat, amel ve ahlak üçlüsü” üzerine kurulu bir dindir. Diğer bir ifadeyle,<br />
İslam dininin içerdiği yüce hükümler üç <strong>al</strong>ana dönüktür:<br />
1. İtikâdî Hükümler, (Ahkâm-ı İ’tikâdiyye): İman ve itikat ile ilgili hükümler.<br />
2. Amelî Hükümler, (Ahkâm-ı Ameliyye): İbadet, muamelât (bireyler arası her<br />
türlü ilişkiler) ve ukûbât (ceza hukuku) ile ilgili hükümler.<br />
3. Ahlaki Hükümler, (Ahkâm-ı Ahlakiyye): Ahlakı daha da güzelleştirme (tehzîb-i<br />
ahlak), vicdanı terbiye etme (terbiye-i vicdan), davranışları daha da ince ve zarif<br />
kılma (mehâsin-i âdâb) ile ilgili hükümlerdir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
İslam inancının üç ana<br />
kaynağı kitap, sünnet<br />
akıl ve duyulardan oluşur.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
İtikadî Hükümler<br />
Bilindiği üzere “itikat” kelimesi Arapça bir sözcük olup “a-k-d” kökünden<br />
türemiştir. Sözlükte bu fiilin en temel anlamı “bağ atmak, düğümlemek” tir. Şu<br />
hâlde “itikat”, İslam’ın temel ilkelerine inanma biçimi şeklinde tanımlanmaktadır.<br />
Akide kelimesi ise sözlükte, “gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam<br />
inanılan şey” demektir. Bu kelimenin din dilindeki anlamı ise, “bir şeye gönül<br />
bağlamak, gönül ve k<strong>al</strong>ben iyice bağlanmak, onun varlığına veyahut yokluğuna<br />
k<strong>al</strong>bi ile karar vermek” demektir. Diğer bir ifadeyle akide, “inanılması zorunlu olan<br />
ilke” ve “iman esası” ya da arpça deyimle, “mümenün bih/imana konu olan şeyler”<br />
şeklinde tanımlanabilir. Bunlar, İslam dininde inanılması farz olan hususlar olup,<br />
iman esaslarını ve dinin temel kur<strong>al</strong> ve hükümlerini meydana getirirler. Şu hâlde<br />
“akide”, insanın k<strong>al</strong>bindeki itikat meselelerine inanmaya denilmektedir. Akidenin<br />
çoğul biçimi “akaid” olarak kullanılmaktadır.<br />
Buna göre İslam dininin bu temel inanç kur<strong>al</strong>ları ve hükümleri ile ilgilenen<br />
ve bunları kendisine araştırma <strong>al</strong>anı edinen bir ilim d<strong>al</strong>ı vardır ki o ilim d<strong>al</strong>ına da<br />
“akaid ilmi” denilmektedir.<br />
İslam kaynaklarında “itikâdî hükümler” demek, “Allah Te<strong>al</strong>a Hazretleri vardır,<br />
birdir, ortağı, benzeri ve dengi yoktur. Hz. Muhammed O’nun kulu ve resulüdür.<br />
Allah tarafından <strong>al</strong>dığı ve insanlara tebliğ ettiği kesin hükümlerin ve haberlerin<br />
hepsi de doğrudur ” gibi varlığına k<strong>al</strong>ben karar verilen bütün dinî meseleler<br />
demektir. Bunların hepsine birden “itikat meseleleri” denmektedir.<br />
İslam İtikadının Kaynakları:<br />
İslam itikadının kaynakları üçtür.<br />
Kur’an-ı Kerim: İslam akaidinin ilk ve en önemli kaynağıdır. Kur’an, iman esaslarının<br />
belirlenmesinde akait ilmine temel kaynaklık etmektedir.<br />
Sahih Hadisler: İslam akaidinde, iman esaslarının belirlenmesinde Kur’an-ı Kerim’den<br />
sonra en önemli kaynak sahih hadislerdir. Çünkü İslam akaidini oluşturan<br />
temel esaslar, Kur’an’da ve hadislerde en küçük bir yoruma mahâl bırakmayacak<br />
şekilde açık, y<strong>al</strong>ın ve herkesin anlayabileceği sadelikte yer <strong>al</strong>mıştır. Kur’an’da Allah’a,<br />
peygamberlerine, kitaplara, meleklerine, ahirete, kaza ve kadere iman konusuna<br />
temas eden ve yer yer ayrıntılı bilgiler veren pek çok ayet bulunmaktadır.<br />
Hadis kitaplarında ise, iman, enbiya, tevhid, cennet, cehennem, kader, kıyamet gibi<br />
Kitap ve Bab başlıkları <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an hadislerde, “iman esasları” ile ilgili çok çeşitli<br />
açıklam<strong>al</strong>ar yer <strong>al</strong>maktadır.<br />
Duyu Organlarının Verileri ve Akıl: Her ne kadar Kur’an-ı Kerim ve sahih hadisler<br />
kadar olmasa da akait ilminin kaynakları arasında duyu organlarının ve aklın verileri<br />
de yer <strong>al</strong>makta ama Kur’an ve sahih sünnet kadar doğrudan doğruya dinî prensiplerin<br />
ve iman esaslarının belirlenmesinde kaynak sayılmamaktadır. Akıl ve duyu<br />
organlarının verileri, daha ziyade “ayet ve hadislerin belirlediği esaslar” ın açıklan-<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
ması, yorumu ve ispatlanması konusunda m<strong>al</strong>zeme oluşturma ve nakli destekleme<br />
özelliği taşımaktadır.<br />
Şu hâlde “iman esaslarının belirlenmesi” meselesinde tek kaynak vahiydir.<br />
Bunun içindir ki İslam akaidini oluşturan temel esaslar, “kesin delil” e dayanmaktadırlar.<br />
Delili kesin olduğundan dolayı da “apaçık” özelliği arz etmekte ve zamana,<br />
mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermemektedir.<br />
İslam akaidinin hükümleri aynı zamanda bir bütündür, bölünme kabul etmezler.<br />
Yani bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu değildir.<br />
İtikadi Hükümlerin Alanları:<br />
İtikadi hükümler, kendi arasında üç temel <strong>al</strong>ana ayrılmaktadır:<br />
Uluhiyet <strong>al</strong>anı: Bu <strong>al</strong>anda, Allah’ın “Zat”, “Sıfat” ve “Filleri” hakkında inanılması<br />
zorunlu (vacip), mümkün ve imkânsız (muhâl) görülen bütün meseleler, incelenmektedir.<br />
Nübüvvet <strong>al</strong>anı: Bu <strong>al</strong>anda da, peygamberlik (risâlet) ve bu konu ile ilgili bütün<br />
problemler incelenmektedir.<br />
Ahiret (semiyyât): Bu <strong>al</strong>anda ise berzah <strong>al</strong>emi denilen ve ahiret ile dünya arasında<br />
“ara bölge” olan kabir hâlleri ve bu konu üzerinde Ehl-i sünnet bilginlerinin görüş<br />
birliğine vardığı önemli konular ele <strong>al</strong>ınıp incelenmektedir.<br />
Demek ki, İslam itikadının üç temel hedefi bulunmaktadır. Birincisi: Allah<br />
Te<strong>al</strong>a’nın varlığı ve birliğine; ikincisi: Hz. Muhammed’in peygamberliği’ne, üçüncüsü:<br />
ahirete iman etmeyi gerçekleştirmek. İlk ikisi kıs<strong>al</strong>tılarak (icm<strong>al</strong>i olarak), “Kelime-i<br />
Şehâdet” veya “Kelime-i Tevhid” şeklinde formülleştirilmektedir. Allah ve Resulüne<br />
olan bu imanın yanın ahirete iman da eklenmek suretiyle bu kompozisyon<br />
bir derce daha detaylandırılmaya ç<strong>al</strong>ışılmıştır.<br />
Bu üç esasın biraz daha detaylandırılmasıyla “Amentü” yü oluşturan şu<br />
esaslar ortaya çıkmaktadır: 1) Allah’a, 2) Meleklerine, 3) Kitaplarına, 4) Peygamberlerine,<br />
5) Ahiret gününe: öldükten sonra dirilip mükâfat (cennete) veya ceza (cehennem)<br />
görmeye, 6) kaza ve kadere iman etmek.<br />
Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği haber ve hükümlerin bütününe iman etmek<br />
ve bunlara iman etmiş sayılabilmek için, mutlaka bu “icm<strong>al</strong>” veya “tafsil” çerçevesi<br />
içerinde hareket etmiş olmak lazımdır.<br />
“Hakiki ve tam bir mümin” olabilmek için önce “şeksiz/şüphesiz” Allah’a ve<br />
Resulü’ne iman etmeli, bununla beraber, Allah yolunda, “Hak” uğrunda hem m<strong>al</strong><br />
ve hem de beden ile gayret göstermeli ve bu uğurda bütün gücüyle ç<strong>al</strong>ışılm<strong>al</strong>ıdır.<br />
Pek tabiidir ki bu iki şıktan birincisi olan, şek ve şüpheden uzak bir şekilde Allah’a ve<br />
Resulü’ne iman, “yakînî” bir imandır. Yakinî iman, aklın meyvesi, hikmetin en son<br />
noktasıdır. İkincisi olan m<strong>al</strong> ve beden ile gayret gösterme (mücahade) ise, “nefse<br />
ait olan kötü istek ve arzuların (şehevî güçlerin) kontrol <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ınması”na yönelik<br />
olan “cömertlik” ten, gazap duygusunu, “akıl ve hikmet çerçevesinde kullanmak”tan<br />
ibarettir. Bu ise en büyük bir “yiğitlik” olmaktadır. Çünkü cömert olmayan<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Amelî hükümler<br />
“ibadât”, “muâmelât”<br />
ve “ukûbât” gibi kısımlara<br />
ayrılır.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
insan, m<strong>al</strong>ını Allah yolunda harcayamaz. Harcayamadığı için de “mücahade” yapamaz.<br />
O hâlde tüm bunları bir araya toplarsak diyebiliriz ki, “hakiki mümin” akıllı,<br />
hikmet sahibi iffetli, yiğit, cömert, vefakâr ve dengeli olan insandır. Bu sıfatlara<br />
sahip olan kişiler, bütün faziletleri kendilerinde toplamış kişiler olarak sayılabilirler.<br />
Nitekim Allah Te<strong>al</strong>a da bu gerçeği bizlere hatırlatmak için şöyle buyurmaktadır:<br />
“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah ve Resulüne iman ettiler de sonra<br />
bu imanlarında<br />
İslam’ın telkin<br />
bir daha<br />
ettiği<br />
şüpheye<br />
itikat esasları<br />
düşmediler.<br />
ayrıca,<br />
Bununla<br />
aklı, doğuştun<br />
beraber<br />
sahip<br />
hem m<strong>al</strong>larıyla,<br />
olduğu temizliğine<br />
hem nefisleriyle döndürüp Allah ıslah yolunda ettiği gibi, mücahade iradeyi ettiler. zayıflatacak İşte, mümin ve aklı iddiasında bozacak temelsiz doğru<br />
şeylere olanlar inanmaktan ancak ve y<strong>al</strong>nız <strong>al</strong>ıkoymak onlardır.” suretiyle (Hucurât, de iradeyi 49/15).<br />
ve aklı güçlendirmiştir.<br />
İtikadi hükümleri kendine konu edinen “Akaid ilmi” ne tarihte “Usûlü’d-<br />
Dîn”, “el-Fıkhu’l-Ekber”, “İlm-u Usuli’t-Tevhît” ve “Kelam” gibi isimler verilmiştir.<br />
Ameli Hükümler<br />
Amelî hüküm demek insanların işleri ile ilgili olan hükümler, emirler, nehiyler<br />
demektir. Ameli hükümler, ibadet ile ilgili asli ve birincil hükümler yanında idari,<br />
toplums<strong>al</strong> (içtimaî), medeni, yargıs<strong>al</strong> (kazai) ve siyasi hükümleri içermektedir. Ameli<br />
hükümlerin tümünde iki yön bulunmaktadır. 1) Allah’a bakan yön, 2) Allah’ın kullarına<br />
bakan yön. Ameli hükümler, Allah’a ibadet etme, başkasını ilah konumuna<br />
çıkarmama, namaz kılma, oruç tutma, başk<strong>al</strong>arının haklarına, canına, m<strong>al</strong>ına ve<br />
namusuna tecavüz etmeme gibi hususları içermektedir. Amelî hükümlerin toplamına<br />
“şeriat”, çoğuluna ise “şerayi’ “ denilmektedir.<br />
Öyleyse ameli hükümler; bir taraftan Allah’a ibadeti emrederken, diğer taraftan<br />
da birey ve toplum ile ilgili işlerde emniyet ve huzuru, doğruluk ve ad<strong>al</strong>eti,<br />
karşılıklı haklara ve görevlere dikkat etmeyi emretmiş ve böylece toplumun temel<br />
yapı taşı olan bireyin işlerini düzenlemeyi ve ıslah etmeyi hedeflemiştir. Şu hâlde,<br />
İslam’ın “sadece ibadet özelliği taşıyan” namaz ve oruç gibi emirlerinde dahi toplums<strong>al</strong><br />
bir gaye bulunmaktadır.<br />
Ameli hükümleri kendine konu edinen bilim d<strong>al</strong>ına, “Fıkıh ilmi” veya sadece<br />
“Fıkıh” denilmektedir.<br />
Ahlaki Hükümler<br />
Ahlaki hükümler, gerek k<strong>al</strong>p ve gerekse bütün duygulara ait olan kabiliyet<br />
ve becereler ile ilgili hükümlerin tümüne verilen isimdir. Bu hükümler, ahlakın güzelleşmesine,<br />
vicdanın terbiyesine yönelik hükümlerdir: Ahlaki hükümler, y<strong>al</strong>an<br />
söylememe, kimseye haset etmeme, komşuya iyi davranma; yakın çevre ve uzak<br />
çevredeki insanlarla hoş geçinme, herkese iyilik etme, tatlı sözlü, güler yüzlü olma<br />
gibi hususları emretmektedir. Özetle ahlaki tavsiyeler, bireyin k<strong>al</strong>bini kötü huylardan<br />
temizleyen ve en yüksek bir ahlak sahibi yapmaya ç<strong>al</strong>ışan kur<strong>al</strong>lar bütünüdür.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
İmanın aslı ve özü<br />
“k<strong>al</strong>pte tasdikin gerçekleşmesi”<br />
dir.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
Kişi bu kur<strong>al</strong>lar sayesinde bir takım güzelliklerle nefsini olgunlaştırır ve kem<strong>al</strong>ine<br />
erdirir. Ahlaki hükümlere “vicdaniyyat” da denilmektedir.<br />
Ahlaki hükümleri kendine konu edinen bilim d<strong>al</strong>ı “Ahlak ilmi” dir.<br />
İMAN<br />
İMANIN SÖZLÜK ANLAMI<br />
İman sözlükte “mutlak tasdik” anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle<br />
iman inanılması gerekli olan bir şeye tereddütsüz ve kesin olarak içten ve yürekten<br />
inanmak, haber verilen bir şeyi, bir hükmü doğrulayıp onaylamak, hem haberin<br />
doğruluğunu kabul etmek hem de haber verenin doğru söylediğine inanmaktır.<br />
İMANIN TERİM ANLAMI<br />
İmanın, terim anlamı, yani din terminolojisindeki anlamı Allah’a ve Hz.<br />
Muhammed’in Allah tarafından haber verdiği kesin olarak belli olan şeylerin doğru<br />
olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların hak ve doğru olduğunu k<strong>al</strong>ben ve içtenlikle<br />
doğrulamaktır. Nitekim Hz. Muhammed, “imanın ne demek olduğunu” soran<br />
kişiye şöyle cevap vermiştir: “İman, Allah’tan başka bir ilah olmadığına, Muhammed’in<br />
Allah’ın kulu ve Rasülü olduğuna, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,<br />
ahiret gününe, kadere (hayır ve şer türünden olan her şeyin Allah’ın takdiri/ezelde<br />
belirlemesi ve yaratmasıyla olduğuna) inanmaktır.”<br />
İMAN İLE İLGİLİ DİĞER TEMEL KAVRAMLAR<br />
İman-Tasdik İlişkisi<br />
İmanın özü “k<strong>al</strong>pte tasdikin gerçekleşmesi” dir. Diğer bir ifadeyle “k<strong>al</strong>bin<br />
tasdiki” imanın değişmeyen “asli unsuru” dur. İmanın, “k<strong>al</strong>bin tasdiki” olduğunu<br />
gösteren pek çok ayet ve hadis vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:<br />
“Ey Peygamber, k<strong>al</strong>pleri iman etmediği hâlde, ağızlarıyla inandık diyenlerden<br />
ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin...” (Mâide, 5/41) ; “Allah<br />
kimi doğru yola iletmek isterse onun k<strong>al</strong>bini İslam’a açar...” (En’âm, 6/125).<br />
Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır:<br />
“Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra da<br />
bakın k<strong>al</strong>binde hard<strong>al</strong> tanesi kadar imanı olan birisini bulursanız onu cehennemden<br />
çıkarın diyecektir.” (Buhârî, “İman”, 15; Müslim, “İman”, 82).<br />
Yukarıdaki ayet ve hadislerden de anlaşıldığı üzere imanın esasını, “inanılacak<br />
şeyleri k<strong>al</strong>bin tasdik etmesi” oluşturmaktadır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
İnanılan şeyin dil açıkça<br />
söylenmesini gerekli<br />
görmek, “ikrar iman için<br />
zorunludur” anlamına<br />
gelmez.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
İman - İkrar İlişkisi<br />
K<strong>al</strong>bin tasdikinden ibaret olan iman, İslami hükümlerin, “uygulanabilmesi”<br />
için şarttır. Dolayısıyla, evvelce Müslüman değil iken, Allah’ın birliğine ve Hazreti<br />
Muhammed’in hak peygamber olduğuna iman etmiş, bunları k<strong>al</strong>biyle tasdik eylemiş<br />
olan bir kişi, k<strong>al</strong>ben yaptığı tasdiki, dili ile de ikrar ve itiraf etmeyip imanını<br />
açıklamasa, yine de o kimse “Allah katında” mümin dir. Şu kadar var ki, o kişinin<br />
dini durumunun Müslümanlar tarafından da bilinmesi gerekmektedir. Eğer Müslüman<br />
toplum tarafından o kişinin durumu belli olmazsa, hakkında İslami hükümler<br />
icra olunamaz. Örneğin, bir Müslüman kadın ile nikâhlanamaz, öldüğünde İslam<br />
mezarlığına defnedilemez. Çünkü “Allah katında gerçekten mümin” olan bu adam,<br />
insanlar yanında kâfir olarak bilinmektedir.<br />
İmanın asli unsuru k<strong>al</strong>bin tasdiki olmakla birlikte k<strong>al</strong>pte neyin gizli olduğunu<br />
insanlar bilemediği için, k<strong>al</strong>pteki inancın dil ile söylenip açığa vurulması, o kişinin<br />
de dünyada bu söz ve ikrarına göre bir işleme tabi tutulması gerekmektedir. Bir<br />
kimsenin iman ettiği, ya kendisinin söylemesiyle veya cemaatle namaz kılmak gibi<br />
mümin olduğunu gösteren belli ibadetleri yapmasıyla anlaşılır. O zaman bu kimse<br />
mümin olarak tanınır, Müslüman muamelesi görür. Yani, Müslüman bir kadınla<br />
evlenebilir, kestiği hayvanın eti yenir, zekât veya öşür gibi dinî vergilerle yükümlü<br />
tutulur, ölünce de cenaze namazı kılınıp, Müslüman mezarlığına defnedilir. Eğer bir<br />
kimse inancını diliyle ikrar etmezse ona, Müslümana özgü bu tür hükümler uygulanmaz.<br />
Bu sebeple ikrar, yani k<strong>al</strong>pte bulunan inancın dil ile ifade edilmesi, imanın<br />
bir parçası değil, adeta onun dünyevî şartıdır.<br />
İmanda ikrarın çok önemli olduğunu Hz. Peygamber şu hadisleriyle dile getirmişlerdir:<br />
“K<strong>al</strong>binde buğday, arpa ve zerre ölçüsü iman olduğu hâlde Allah’tan başka<br />
ilah yoktur. Muhammed O’nun elçisidir diyen kimse cehennemden çıkar.”<br />
(Buhârî, “İman”, 33; Tirmîzî, “Cehennem”, 9; İbn Mâce, “Zuhd”, 37) ; “İnsanlar<br />
Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed O’nun elçisidir diyinceye kadar kendileriyle<br />
savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse can ve m<strong>al</strong> güvenliğine<br />
sahip olurlar. Ancak kamu hukuku gereği uygulanan cez<strong>al</strong>ar bundan müstesnadır.<br />
İç yüz-lerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.” (Buhârî, “Cihâd”, 102;<br />
Müslim, “İman”, 8; Ebu Dâvûd, “Cihâd”, 104).<br />
Dil ile ikrar bu derece önemli olduğundan dolayı İslam akaidine ait kaynaklarda<br />
genellikle, iman, k<strong>al</strong>p ile tasdik ve dil ile ikrardır şeklinde tanımlanmıştır.<br />
Y<strong>al</strong>nız burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. İmanı bu şekilde<br />
tanımlamak, k<strong>al</strong>bi ile inanmadığı hâlde inandım diyen kişinin mümin olmasını gerektirmez.<br />
Zira bir kimse, iman ettiğini diliyle söylese bile k<strong>al</strong>biyle tasdik etmedikçe<br />
mümin olamaz. Diğer bir ifadeyle, k<strong>al</strong>ben tasdik olmaksızın y<strong>al</strong>nızca dil ile ikrar<br />
etmenin Allah katında hiçbir değeri bulunmamaktadır. Nitekim bu konuda bir ayeti<br />
kerime’de Allah Te<strong>al</strong>a:<br />
“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde Allah’a ve ahiret gününe<br />
inandık derler.” (Bakara, 2/8)<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
“İman” ile “bilgi” arasında<br />
yakın bir ilişki<br />
bulunmakla beraber,<br />
bilgi iman yerine geçmez.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
buyurmakta ve böyle bir imanı kabul etmediğini açıkça ifade etmektedir.<br />
Burada, dilsizlik ve ölüm tehdidi gibi durumların istisna olduğunu söylemek<br />
durumundayız; şöyleki, eğer bir şahıs, dilsizlik gibi bir engel sebebiyle k<strong>al</strong>ben tasdik<br />
edip inandığı esasları diliyle açıklayamıyorsa veya dili de olsa ölüm tehdidi gibi büyük<br />
bir risk <strong>al</strong>tında ise o kimse bu durumdan istisna sayılarak mümin kabul edilir.<br />
Hatta bu kişi, böyle bir risk <strong>al</strong>tında kâfir ve inançsız olduğunu söylese dahi yine de<br />
mümin kabul edilir. Bunun en belirgin örneği şu olaydır:<br />
Sahabelerden Ammar b. Yâsir, Kureyş müşriklerinin ağır baskılarına ve<br />
ölüm tehditlerine dayanamayarak k<strong>al</strong>ben inanmakla birlikte, diliyle Müslüman<br />
olmadığını, Hz. Muhammed’in dininden çıktığını söylemiş, bu olay hakkında ayet-i<br />
kerime inerek, Ammar’ın mümin bir kimse olduğu belirtilmiştir. “K<strong>al</strong>bi imanla dolu<br />
olduğu hâlde (inkâra) zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr<br />
ederse ve kim k<strong>al</strong>bini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır. Onlar için<br />
büyük bir azap vardır.” (Nahl, 16/106).<br />
Sonuç olarak diyebiliriz ki, gönülden inanmadığı hâlde, diliyle inandığını<br />
söyleyen kişi, “k<strong>al</strong>pteki inanç ve ikrarının yokluğu” bilinemediği için, dünyada<br />
Müslümanlar tarafından o kişiye Müslümanmış gibi işlem görülmesi<br />
gerekmektedir. Fakat gerçek anlamda imanının bulunmadığını ve münafık olduğunu<br />
Allah çok iyi bildiği için ahirette kâfir olarak işlem görecek ve cehennemde<br />
ebedî k<strong>al</strong>acaktır.<br />
İman Bilgi İlişkisi<br />
Hiç şüphe yoktur ki, iman ile “bilgi” arasında da çok yakın bir ilişki söz<br />
konusudur. Çünkü her inanan kişi, “neye inandığını” bilir ve bu bir tür “şuur”<br />
hâlidir. Eğer kişi neye inandığını bilmiyorsa buna iman değil ancak “körü körüne<br />
taklit” denilir. Fakat şuraya dikkat etmek gerekir ki, her “bilme” işlemi de inanmayı<br />
gerektirmez. Eğer öyle olsaydı münafıklar ile Ehl-i Kitap mümin olurlardı. Nitekim<br />
Allah Te<strong>al</strong>a münafıklarla ilgili olarak:<br />
“(Ey Muhammed) Münafıklar sana geldiklerinde, senin {Allah’ın peygamberi<br />
olduğuna elbette şahitlik ederiz} derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu<br />
elbette biliyor. (Fakat) Allah, o münafıkların hiç şüphesiz y<strong>al</strong>ancı olduklarına<br />
şahitlik etmektedir.” (Munâfıkûn, 63/1)<br />
buyurmuş, Ehl-i Kitap için de<br />
“Kendilerine kitap verdiklerimiz O’nu (Peygamber’i) oğullarını tanıdıkları gibi<br />
tanırlar. Böyle iken içlerinden birtakımı bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara, 2/146)<br />
uyarısında bulunmuştur.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Kur’an-ı Kerim’de iman<br />
ile İslam, bazen “aynı”,<br />
bazen “farklı” anlamda<br />
kullanılmıştır.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
Şu hâlde “inanılacak esaslarla ilgili bilgi” ye iman denilebilmesi için,<br />
yukarıda da ifade edildiği üzere kişinin gönlünde ve k<strong>al</strong>binde hür iradeye day<strong>al</strong>ı bir<br />
boyun eğişin, teslimiyet ve tasdikin bulunması gerekmektedir.<br />
İman-İslam İlişkisi<br />
Yukarıda İslam kelimesinin bir yandan, “imanın belirtisi ve neticesi” olan<br />
namaz, oruç, hac gibi s<strong>al</strong>ih amellere isim olduğunu, öbür yandan da k<strong>al</strong>ben tasdik<br />
olmaksızın sadece dış az<strong>al</strong>arla kabul anlamına geldiğini; bu son anlamın gerçek bir<br />
İslam değil, y<strong>al</strong>nızca sözlük anlamında bir İslam olduğunu ifade etmiştik.<br />
Böyle olunca birinci anlamdaki “İslam” ile “iman” aynı olmakta ve her<br />
mümine Müslüman ve her Müslümana da mümin denilmektedir. Sözlük anlamına<br />
gelince, bu anlamda iman ile İslam birbirlerinden ayrılmaktadırlar.<br />
Çünkü Kur’an-ı Kerim’de iman ile İslam, bazen “aynı” bazen “farklı”<br />
anlamda kullanılmıştır.<br />
1. Şayet “iman ile İslam aynı anlamda” kullanılırsa, bu durumda İslam kelimesi ile<br />
amaçlanan, “İslamın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslamı<br />
bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek” anlamıdır. Çünkü bu<br />
anlamda İslam kelimesi, “teslimiyet” demektir ve çok geniş bir anlam özelliği<br />
taşıyarak iman ile eşitlenmektedir. Bu durumda teslimiyet nasıl olm<strong>al</strong>ıdır ve<br />
kaç türlüdür?<br />
Teslimiyet üç türlüdür:<br />
a) K<strong>al</strong>ben Teslimiyet: Bu teslimiyet, “kesin inanç” demektir.<br />
b) Dil ile Teslimiyet: Bu teslimiyet de “ikrar” demektir.<br />
c) Organlar ile Teslimiyet: Bu teslimiyet ise “amel” demektir.<br />
Görüldüğü üzere İslam kelimesi bu üç teslimiyet şekli ile eşitlenmektedir.<br />
Burada dikkat çeken en önemli husus, üç teslimiyet şeklinden biri olan “k<strong>al</strong>bin teslimiyetine”<br />
ve bağlılığına “iman” denilmesi ve imanın oluşum yeri olan “k<strong>al</strong>p” ile<br />
ilişki kurularak bu “teslimiyet eylemine”, (iman eylemine), direkt olarak “İslam”<br />
denilmesidir. Nitekim aşağıda me<strong>al</strong>ini verdiğimiz şu ayette, iman ile İslam aynı<br />
anlamda kullanılmaktadır:<br />
“... Ancak ayetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin” (Neml, 27/81).<br />
Öyleyse, iman ile İslam’ın aynı anlamda kullanıldığı bu durumda her mümin<br />
müslimdir, her müslim de mümindir.<br />
2. Eğer “iman ile İslam farklı anlamda” kullanılırsa, diğer bir ifadeyle, iman ile<br />
İslam farklı kavramlar olarak ele <strong>al</strong>ınırsa, o takdirde her mümin, müslim olmakta,<br />
fakat her müslim, mümin sayılmamaktadır. Çünkü bu anlamda İslam demek, “k<strong>al</strong>bin<br />
de bağlanışı ve teslimiyeti” değil, sadece “dilin ve organların teslimiyeti” ve<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
İman ile amel birbirinden<br />
ayrı şeylerdir. Fakat<br />
her ikisi arasında çok<br />
sıkı bir ilişki vardır.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
y<strong>al</strong>nızca, “belli amellerin işlenmesi” demektir. Bu durumda İslam daha genel, iman<br />
ise daha özel bir kavram olarak ele <strong>al</strong>ınmaktadır. Örneğin “k<strong>al</strong>ben bağlanışı”<br />
gerçekleştiremeyen münafıklar, “sadece dilleri ile” Müslüman olduklarını söyleyip,<br />
buyrukları yerine getiri-yormuş izlenimi vermeye ç<strong>al</strong>ışırlar. Aslında onlar k<strong>al</strong>ben<br />
inanmış değillerdir. Çünkü onlar, gerçekte inanmadığı hâlde, dünyada<br />
Müslümanmış gibi gözükebilirler. Nitekim aşağıda me<strong>al</strong>ini verdiğimiz şu ayette<br />
iman ile İslam, ayrı anlamda geçmektedir:<br />
“Bedevîler inandık dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama boyun eğdik deyin.<br />
(Çünkü) henüz iman k<strong>al</strong>plerinize yerleşmedi...” (Hucurât, 49/14).<br />
İman-Amel İlişkisi<br />
Amel, sözlükte iş, davranış ve eylem demektir. Ama bu eylem, sıradan bir<br />
eylem değil “iradeye day<strong>al</strong>ı” bir eylemdir.<br />
İmanın aslı olan “tasdik” ve bu tasdikin dil ile açıklanması olan “ikrar” da<br />
aslında birer “amel” özelliği taşımaktadır. Çünkü tasdik ve ikrar da birer fiildir. Biri<br />
k<strong>al</strong>bin fiilidir, diğeri de dilin fiilidir. Ancak fiil ile amel arasında, “genellik-özellik”<br />
açısından küçük bir fark vardır. Amel deyince daha çok k<strong>al</strong>p ve dil dışında k<strong>al</strong>an<br />
organların fiili anlaşılmakta, k<strong>al</strong>p ve dilin fiili anlaşılmamaktadır.<br />
Bu durumda iman ile amel arasında iki yönden ilişki bulunmaktadır:<br />
1. İman ile amel birbirinden ayrı şeylerdir, amel imanın bir parçası değildir.<br />
2. Ayrı şeyler olm<strong>al</strong>arına rağmen her ikisi arasında çok sıkı bir bağ ve ilişki vardır.<br />
Şimdi bu iki durumu sırayla ele <strong>al</strong>ıp inceleyelim.<br />
İman İle Amel Birbirinden Ayrı Şeyler Olup Amel İmanın Bir Cüzü Değildir<br />
Ehl-i sünnet bilginlerine göre “öz” itibariyle “iman” başka bir gerçekliktir,<br />
“amel” başka bir gerçekliktir. Zira iman sözcüğünün insan zihninde çağrıştırdığı şey<br />
başka, amel sözcüğünün insan zihninde çağrıştırdığı şey başkadır. Her insan, her iki<br />
kavramdan farklı şeyler anladığının ve zihninde farklı şeyler tasarladığının<br />
farkındadır.<br />
Amel ile iman faklı şeyler olunca; biri ötekinin parçası kısmı olamaz, Dolayısıyla<br />
amel, imanın parçası ve unsuru değildir. Öyleyse, bütün dini esaslara inanmış<br />
ve k<strong>al</strong>pten benimsemiş kişi, çeşitli sebeplerden ötürü Allah’ın buyruklarını yerine<br />
getirmemiş ve yasaklarını çiğnemiş ise, işlediği günahı hel<strong>al</strong> saymadığı ve haram<br />
olduklarına inandığı müddetçe mümindir, kâfir olamaz. Bunun nedenlerini<br />
maddeler hâlinde şöyle açıklayabiliriz:<br />
1. Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayeti “İman edenler ve s<strong>al</strong>ih amel işleyenler...”<br />
şeklinde başlamaktadır. (Bakara, 2/277; Yunus, 10/9; Hûd, 11/23). Görüldüğü<br />
üzere bu ayetlerde “iman edenler” ile “s<strong>al</strong>ih amel işleyenler” ayrı ayrı ifade<br />
edilmiştir. Eğer “amel imandan bir parça” olmuş olsaydı, iman ile ondan bir<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
parça olan amelin ayrı ayrı ifade edilmeleri ve birbirlerine “ve” bağlacıyla<br />
bağlanm<strong>al</strong>arı anlamsız olurdu. Asıl olan iman ile parça olan amelin ayrı ayrı<br />
ifade edilmemeleri gerekirdi. Bu durumda da “iman edenler” denildikten sonra<br />
“s<strong>al</strong>ih amel işleyenler” denmesine gerek olmazdı.<br />
2. Bazı ayetlerde iman, amelin geçerli olabilmesi için “şart” kılınmıştır. Örneğin bir<br />
ayette:<br />
“Her kim mümin olarak iyi işler yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkı-<br />
buyrulmuştur. nın çiğnenmesinden Eğer “iman korkar” ile amel (Tâhâ, aynı 20/112). şey” olmuş olsaydı veya en azından “amel<br />
imanın parçası” olsaydı, o zaman yine her ikisi ayrı ayrı zikredilmez ve “iman, amelin<br />
geçerli olmasının şartı” şeklinde ifade edilmezdi.<br />
3. Bazı ayetlerde de “büyük günahın imanla birlikte bulunabileceği” hususuna<br />
işaret edilmiştir. Örneğin bu ayetlerin birinde Allah Te<strong>al</strong>a:<br />
“Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa ar<strong>al</strong>arını düzeltin...”<br />
(Hucurât, 49/9; Bakara, 2/178; Tahrîm, 66/8)<br />
buyurmuş ve “büyük günah” olarak sayılan “adam öldürme fiilini” işleyerek ameli<br />
terk eden, hatta şiddetle yasaklanan bir işi yapan kişilerden “müminler” olarak söz<br />
etmiştir. Demek ki “ameli terk etme”, diğer bir ifadeyle “amelsiz olma”, “imansız<br />
olmayı” gerektirmemektedir. Şayet amelsiz olma imansız olmayı gerektirmiş<br />
olsaydı, Allah Te<strong>al</strong>a birbirleriyle vuruşanlar için “mümin” demezdi.<br />
4. Peygamber Efendimiz döneminden günümüze kadar gelip geçen büyük din<br />
bilginleri, k<strong>al</strong>binde imanı bulunduğu ve bunu diliyle söylediği hâlde dinin<br />
emrettiği amelleri işlemeyen veya bazı yasakları çiğneyen kimseleri,<br />
yaptıklarını hel<strong>al</strong> görmedikleri sürece mümin saymışlar ve bu kimselerin “günahkâr<br />
mümin” olduklarına hükmetmişlerdir. Bu görüş, bütün Ehl-i sünnet<br />
<strong>al</strong>imlerinin ortak görüşüdür.<br />
İman İle Amel Birbirinden Ayrı Şeyler Ols<strong>al</strong>ar da İman İçin de Amel Gereklidir<br />
Evet, iman ile amel birbirinden ayrı şeylerdir, ama amel ile iman arasında<br />
da çok yakın bir ilişki vardır. Nitekim yukarıda da ifade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim’in<br />
birçok ayetinde “iman” ile “s<strong>al</strong>ih amel” yan yana zikredilmiş, müminlerin<br />
sadece iman değil, s<strong>al</strong>ih amel işlemeleri de istenmiş ve ancak bu sayede maddîmanevî<br />
gelişmelerini sağlayacakları dikkatlere sunulmuştur. Çünkü sadece düşünce<br />
ve k<strong>al</strong>p <strong>al</strong>anında k<strong>al</strong>mış ama bir türlü eylem ve hareket <strong>al</strong>anına çıkamamış olan<br />
iman eyleminin dış dünyadaki tam benzeri meyvesiz ağaçtır. Bunun içindir ki, k<strong>al</strong>pte<br />
oluşmuş olan “iman ışığının” hiç sönmeden parlaması, hatta sönme bir tarafa,<br />
giderek gücünü artırması, ancak s<strong>al</strong>ih ameller sayesinde mümkün olabilir. Diğer bir<br />
ifadeyle, “imanın olgunluğu” na ermek, imanı üstün bir dereceye çıkm<strong>al</strong>ı ve “Allah’ın<br />
vaat ettiği sonsuz nimetler” e kavuşmak için sadece iman değil, amel de ge-<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
“Tahkikî iman” için imanın,<br />
“dinî ve aklî deliller”<br />
ile güçlendirilmesi gerekir.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
reklidir. Çünkü insan “sadece inanılması gerekli olan şeyleri tasdik etmek” ile yetinir,<br />
“ameli umursamayan bir tavır” içinde yasakları çiğnerse dine, Allah’a ve Peygamber’ine<br />
olan “bağlılığı” gün geçtikçe yavaşlar ve az<strong>al</strong>ır, hatta günün birinde<br />
k<strong>al</strong>bindeki iman ışığının enerjisinin sönmesiyle yüz yüze gelebilir. O hâlde amelin:<br />
a) “imanı güçlendirme” hususunda üstlendiği rol bakımından önemi çok büyüktür,<br />
b) mümini cehennem azabından koruyarak nimetlere ulaşmada aracı olması ve<br />
Rabbine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından önemi<br />
çok büyüktür.<br />
İMANDA GERÇEĞİ SORGULAMA: TAKLİDİ ve TAHKİKİ<br />
İMAN<br />
İslam inanç sisteminde önemli olan sorunlardan biri de inanılması gerekli<br />
olan şeylere inanırken, doğrusunu yanlışını araştırmaksızın, sadece çevresinden<br />
görerek ve duyarak iman etmenin ne kadar “doğru iman” olduğu ve böyle bir imanın<br />
Allah katında kabul görüp görmediği problemidir. Bu tür “iman etme biçimi” ne<br />
İslam inancında “taklidi” (öykünme biçimli) iman, sorgulayarak ve doğrusunu yanlışından<br />
ayırarak doğru bir şekilde “iman etme biçimi” ne ise “tahkiki” (sorgulam<strong>al</strong>ı)<br />
iman denilmektedir.<br />
Gerçektende günümüz dünyasında delillere day<strong>al</strong>ı olmaksızın sadece<br />
çevrenin telkini ile meydana gelen ve adeta kişinin İslam toplumunda doğup<br />
büyümüş olmasının tabii sonucu olarak ortaya çıkan bu iman türü, o kadar yaygın<br />
hâle gelmiştir ki, adeta kitleselleşmiş ve küresel bir hâl arz etmiştir. Oysaki böyle<br />
bir iman etme biçimi, Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre geçerli olmakla<br />
beraber, bu tür imana sahip olan kişi, iman denilen en temel “dinsel bir aktivite” yi<br />
“akli ve dini deliller” ile güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Çünkü taklidi<br />
iman, inkârcı kimselerin ileri süreceği en küçük bir şüphe ve itiraz ile sarsıntıya<br />
uğrayıp kaybolabilir.<br />
İşte bu nedenden ötürü; imanın, dinî ve aklî delillerle güçlendirilmesi ve<br />
iman edilecek şeylerde yanlışın doğrudan ayıklanması gerekir. Çünkü deliller,<br />
ortaya konulacak şüphe ve itirazlara karşı iman değerini koruma <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ır. Öyleyse<br />
bu hususta asıl olan şey, her Müslümanın, dinî ve aklî delillerle güçlendirilmiş<br />
sorgulam<strong>al</strong>ı (tahkiki) imana sahip olması, taklitten kurtararak neye, niçin ve nasıl<br />
inandığının bilincini taşımasıdır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Ye’s hâlinde iman makbul<br />
değildir.<br />
İmanda en küçük bir<br />
şüphe ve ümitsizlik olmam<strong>al</strong>ıdır.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
Bireysel Etkinlik<br />
• Taklidi imandan uzaklaşmanın gereği ve imanda<br />
gerçeği sorgulamanın önemi hakkında sizi ikna<br />
eden nedenler üzerine düşününüz.<br />
İMANIN SAHİH VE GEÇERLİ OLMASININ ŞARTLARI<br />
İslam inanç sisteminde, “imanın oluşması” ayrı bir konu, “oluşan bu imanın<br />
Allah katında doğru olup olmaması” yani “sahih/geçerli” olması ayrı bir konudur.<br />
Hiç şüphesiz ki, imanın “oluşması” tasdik ile olur. Bu oluşum, “oluşma yeri”<br />
olan k<strong>al</strong>pte meydana gelir. Fakat imanın “k<strong>al</strong>pte oluşması” ile her şey bitmiş<br />
sayılmaz. Asıl önemli olan, oluşan bu imanın geçerli olabilmesi ve sahibini ahirette<br />
ebedî kurtuluşa ulaştırılabilmesidir.<br />
Ehl-i sünnet bilginleri, bunun için şu şartları tespit etmişlerdir:<br />
Hür İrade ile gerçekleşme: K<strong>al</strong>pte imanın, “hür iradeye day<strong>al</strong>ı” olarak oluşmuş<br />
olması ve “hayattan ümit kesme” (yes) hâlinde gerçekleşmemiş olması gerekir.<br />
Çünkü baskı, tehdit korkutma ve sindirme yoluyla meydana gelmiş olan bir iman,<br />
başta k<strong>al</strong>p olmak üzere hiçbir iç ve dış duygunun eşlik etmediği “zoraki” bir<br />
imandır. Bu imanı Allah Te<strong>al</strong>a Kur’an-ı Kerim’de kabul etmemekte ve buna “iman<br />
etmiş gibi görünme” (isteslemna) demektedir. (Bkz: Hucurat, 49/15).<br />
Benzer şekilde, dünya hayatından ümit kesme (yes) durumunda<br />
gerçekleşmiş olan bir iman, daha önce mümin olmayan bir kimsenin, hayattan<br />
ümidini kestiği son nefesinde, uğrayacağı azabı fark edip “iman ettim” demesi ile<br />
oluşan bir imandır. Böyle bir durumda oluşan iman, geçerli olamaz. Nitekim bu<br />
husus bir ayette şöyle dile getirilmiştir:<br />
“Onlar, o çetin azabımızı gördükleri zaman {artık Allah’a inandık ve O’na<br />
ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik} derler. Fakat azabımızı gördükleri zaman<br />
imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah’ın kulları hakkında süregelen<br />
kanunu budur. İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır.” (Mümin, 40/84-85).<br />
Şüphe Ve Tereddüde Yer Vermeme: Müminin k<strong>al</strong>binde oluşmuş olan imanın<br />
geçerli olmasının bir diğer şartı, imanın temel esaslarından herhangi birini, açıktan<br />
inkâr etme bir tarafa, “inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlar” dan bile<br />
kaçınması gerekmektedir. Örneğin Allah Te<strong>al</strong>a’yı ve bütün peygamberleri tasdik<br />
etmekle beraber, sadece Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmamak ya da<br />
farz veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü, kendi hür iradesiyle inkâr<br />
etmek veya <strong>al</strong>aya <strong>al</strong>mak, “inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlar”<br />
kategorisinden sayılmaktadır. Bunları yapan bu kişiye mümin denilemez.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
İmanın özü artıp eksilmez<br />
ama bu özün “dışa<br />
akseden varlığı” artıp<br />
eksilebilir.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
İmanda Ümitsizliğe Yer Vermeme: K<strong>al</strong>pte oluşmuş olan imanın bir diğer şartı ise,<br />
Allah’ın rahmetinden ümit kesme ve O’ndan emin olmamadır. Burada müminden<br />
istenen tavır, “korku ile ümit arasında bulunmak” tır. Eğer mümin, “nasıl olsa imanım<br />
var, o hâlde muhakkak cennete giderim” düşüncesiyle kendinden emin olursa<br />
veya bunun tam tersini de düşünerek, “ben <strong>al</strong>abildiğine çok günah işledim, şüphesiz<br />
cehennemlik bir insanım” der de Allah’ın rahmetinden ümit keserse, her iki<br />
durum imanını kaybetmesine sebep olabilir. Bu konuda Kur’an’da şöyle<br />
buyrulmaktadır:<br />
“Doğrusu kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yusuf 12/87),<br />
“Fakat büyük zararı göze <strong>al</strong>anlar topluluğundan başkası Allah’ın azabın(ın olmayacağın)dan<br />
emin olmaz” (A’râf 7/99).<br />
İMANIN ARTIP EKSİLMESİ PROBLEMİ<br />
Bazı ayetlerde, “imanın artması” ndan bahsedilmiştir. Bu ifade, İslam inanç<br />
sisteminde birtakım yeni tartışm<strong>al</strong>arın sebebi olmuştur. Bu tartışm<strong>al</strong>arı şu şekilde<br />
dile getirmek mümkündür:<br />
Acaba imanın artması nasıl olmaktadır? İman, niceliksel bir kavram mı<br />
yoksa niteliksel bir kavram mıdır? İman eğer artan bir özelliğe sahip ise, o zaman<br />
arttığı gibi eksilme özelliğine de sahip midir? Şayet eksilme özelliğine sahipse, onu<br />
hangi şeyler eksiltmektedir? İman, eksile eksile sonunda yok olabilir mi?<br />
Evvela şunu söylemek gerekir ki, dış dünyada var olduğunu <strong>al</strong>gıladığımız<br />
her “şey” gibi “iman” ında bir “özü” bir de “dış dünyadaki görüntüsü” vardır. Çünkü<br />
iman kelimesi daha ağızdan çıkar çıkmaz, işiten herkesin zihninde bir tasavvur<br />
oluşmaktadır.<br />
İkinci olarak da imanın dış dünyada onu ifade eden “belirtileri” vardır.<br />
Bunlara “inanılması gereken hususlar” veya diğer bir ifadeyle “iman esasları”<br />
denmektedir.<br />
Birinci kısım, imanın hem “varlık” hem de “mahiyeti” ni ifade ettiğinden,<br />
onun bu yönü “niteliksel” dir. Bu noktada:<br />
1. İmanın özü, yani mahiyeti (ne-liği) ne artar ne eksilir ne de farklılık arz eder.<br />
Çünkü mahiyetlerde artış ve eksiliş olamaz. Örneğin bebekte bulunan “insanlık”<br />
ile 80 yaşındaki bir ihtiyarda, bulunan “insanlık”, “mahiyet” bakımından<br />
“farklılık” göstermez. Böyle olunca da, “insanlık özü” itibariyle bazı insanlarda,<br />
az “insan”, bazılarında çok “insan” denilemez. Çünkü bütün insanlarda bulunan<br />
sırf “insan olmaklık” birbirleriyle karşılaştırılıp mukayese yapılamaz. Tıpkı<br />
bunun gibi “öz” bakımından iman için de “az iman” “çok iman”, “ağır iman”,<br />
“büyük iman” denilemez. Bu durumda Hz. Ebu Bekr’in imanı ile diğer<br />
müminlerin imanının herhangi bir farkı bulunmamaktadır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
“İnanılacak hususlar”<br />
açısından iman “icmâlî”<br />
ve “tafsîlî” olarak ikiye<br />
ayrılır.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
2. Yukarıda yaptığımız tespit, imanın mahiyetinin “dışa akseden varlığı” hakkında<br />
geçerli değildir. Çünkü “dıştaki varlık”, her ne kadar “niteliksel” olsa da o, bazı<br />
zaman ve şartlarda “zayıf”, “kuvvetli”, “sağlam” gibi özellikler ve “farklılaşm<strong>al</strong>ar”<br />
arz edebilmektedir. Bu durumda, Hz. Ebu Bekr’in imanı ile diğer insanların<br />
imanı ar<strong>al</strong>asında “zayıflık”, “kuvvetlilik”, “sağlamlık” açısından faklılık<br />
oluşacaktır.<br />
İkinci zikredilen kısma gelince, burada, imanın “niceliksel”(sayıs<strong>al</strong>) yönü<br />
ifade edilmeye ç<strong>al</strong>ışılmaktadır. Bu noktada iki ihtim<strong>al</strong> bulunmaktadır:<br />
1. Eğer kişi yeni iman etmiş biri ise bu kişi elbette ki, iman esaslarını öğrendikçe<br />
ve sayıs<strong>al</strong> olarak bilgisi arttıkça hâliyle öğrendiği şeylere imanı da sayıs<strong>al</strong> olarak<br />
artacak, mesela üç şeye iman ettiğine göre, dört şey iman etmesi daha çok<br />
veya daha fazla olacaktır. Günümüzde de meydana gelme ihtim<strong>al</strong>i bulunan bu<br />
hususun Hz. Peygamber devrindeki örneği sahabelerin durumudur. Bilindiği<br />
üzere Kur’an ilk vahiy olunduğunda, meydana gelen şartlara ve durumlara göre<br />
ayetler iniyor, Ashap da, bunlara iman ediyorlardı. Yani kısaca iman edilecek<br />
esaslar hakkındaki bilgileri arttıkça aynı par<strong>al</strong>elde imanları da artıyordu. İşte<br />
böyle bir durumda da “zayıflık”, “kuvvetlilik”, “sağlamlık” söz konusu<br />
olabilmektedir. Nitekim bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:<br />
“İman etmiş olanlara gelince (her inen sure) daima onların imanını artırmıştır.”<br />
(Tevbe, 9/124).<br />
2. İman esasları bir bütün oluşturmakta olup bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr<br />
etmek caiz değildir. Örneğin, Meleklerin varlığına inanmama veya namazın farz<br />
olduğunu kabul etmeme yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkâr etme<br />
gibi. Böyle bir kişinin “imanının azlığına” değil, “iman etmemiş olduğuna”<br />
hükmedilir. Zira bu kişide iman gerçekleşmediğinden, onda imanın artması ve<br />
eksilmesi söz konusu olamaz. Çünkü İslam’ın bir temel hükmü ötekinden “daha<br />
az önemli” olmadığı gibi “bu olmasa da olur” denilebilecek esaslar da söz<br />
konusu değildir.<br />
Şu hâlde, “inanılacak esaslar” konusunda bilgin ile cahil, peygamber ile sıradan<br />
insan, kadın ile erkek arasında hiçbir fark yoktur. Herkes “aynı esaslara<br />
inanma” hususunda “eşit” seviyededir. Fakat imanın “sağlamlığı” veya “zayıflığı”<br />
hususunda insanlar “eşit” seviyede değildir. Bu hususta kiminin imanı kuvvetli<br />
kiminin zayıftır; kiminin imanı tam anlamıyla “özümsenmiş”, kimininki “yüzeysel<br />
k<strong>al</strong>mış” tır. Kimininki “işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde”,<br />
kimininki “görmeye day<strong>al</strong>ı bilgi ve inanç seviyesinde” dir.<br />
İman eyleminde var olan bu kadar çok çeşitliliğe ayet ve hadislerde de<br />
işaret edilmiş, imanın, “k<strong>al</strong>bin derinliklerine nüfuz” yönüyle farklı seviyelerde ve<br />
farklı kuvvetlerde olabileceği, böylece “nitelik yönüyle artma ve eksilme gösterebileceği”<br />
ifade edilmiştir. Bu ayetlerden birkaçı şöyledir:<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
“İbrahim (a.s.) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah’tan istemiş, Allah<br />
Te<strong>al</strong>a da inanmadın mı? (sorusu ile) cevap vermişti Bunun üzerine İbrahim (a.s.)<br />
da (gözümle de görerek) k<strong>al</strong>bim tam yatışsın demişti.” (Bakara, 2/260); “O, imanları<br />
katbekat artsın diye müminlerin yüreklerine manevi kuvvet indirendir.” (Fetih,<br />
48/4); “Müminler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Allah’ın<br />
ayetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imanını artırır.” (Enfâl, 8/2).<br />
İNANILACAK HUSUSLAR AÇISINDAN İMANIN KISIMLARI<br />
İman, “inanılacak hususlar” açısından icm<strong>al</strong>i ve tafsili iman olmak üzere<br />
ikiye ayrılmaktadır.<br />
1. İcm<strong>al</strong>î İman: İman edilecek şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın<br />
en özlü ve en kısa şekli budur. Bu iman, kısaca “kelime-i tevhid” ve “kelime-i<br />
şehadet” terkipleriyle özetlenmiştir. Tevhid kelimesi: “Lâ ilâhe ill<strong>al</strong>lah Muhammedun<br />
Resulüllah” cümlesidir ki, anlamı “Allah’tan başka hiçbir Tanrı yoktur.<br />
Muhammed O’nun elçisidir.” ifadesidir. Şehadet kelimesi ise, “Eşhedü enlâ<br />
ilâhe İll<strong>al</strong>lah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve Resulüh” cümlesidir ki,<br />
bunun da anlamı “Ben Allah’tan başka hiçbir tanrı olmadığına, Muhammed’in<br />
O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanır ve tanıklık ederim” ifadesidir. İşte imanın<br />
“ilk derecesi” ve İslam’ın “ilk temel direği” bu cümlelerdir. Gerçekte Allah’ı<br />
“Yegâne İlah” tanıyan ve Hz. Muhammed’i de “O’nun peygamberi” olarak<br />
kabullenen kişi, diğer iman esaslarını ve Peygamberimizin getirdiği dini de<br />
dolaylı olarak toptan kabullenmiş demektir. Çünkü bize, Hz. Peygamber<br />
aracılığıyla diğer iman esaslarının tümü bildirilmiştir. Öyleyse “Allah elçisini<br />
tasdik etmek” demek, “getirdiği hükümleri de tasdik” etmek demektir. Burada,<br />
inanılacak şeyler ayrı ayrı söylenmediğinden dolayı, bu imana “icm<strong>al</strong>i”, yani<br />
“toptan iman” ismi verilmektedir. “Mümin” sayılabilmek için, icm<strong>al</strong>i iman<br />
“yeterli” olmakla birlikte, bu “izin”, “ömrün sonuna kadar” bir “mazeret”<br />
olarak kabul edilmemekte, aşama aşama İslam’ın diğer hükümlerinin ve<br />
inanılması gerekli olan şeylerin öğrenilmesinin gereği üzerinde durulmaktadır.<br />
2. Tafsili İman: İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak<br />
inanmak demektir. İslam inancında tafsili iman üç derecede gerçekleşmektedir:<br />
Birinci Derece: Bu derecede üç temel <strong>al</strong>an esas ele <strong>al</strong>ınmaktadır. a)<br />
Uluhiyet, b) Nübüvvet, c) Ahiret. Diğer bir ifadeyle bu derecede, Allah’a, Hz.<br />
Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğuna ve ahiret gününe kesin olarak<br />
inanma esas <strong>al</strong>ınmaktadır. Bu iman derecesi, icm<strong>al</strong>i imana göre daha geniştir.<br />
Çünkü burada ahirete iman da yer <strong>al</strong>maktadır.<br />
İkinci Derece: Bu derecede üç temel <strong>al</strong>an <strong>al</strong>tıya çıkarılmakta ve “amentü”<br />
denilen prensipler esas <strong>al</strong>ınmaktadır. Bunlar, Allah’a, meleklerine, kitaplarına,<br />
peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Küfür, kelime olarak<br />
“örtme” anlamına gelmektedir.<br />
Küfrün anlam <strong>al</strong>anı daha<br />
“kapsayıcı” ve “genel”,<br />
şirkin anlamı ise<br />
daha “dar” ve “özel”<br />
olmaktadır.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
cehennemin, sevap ve azabın varlığına, kaza ve kadere ayrı ayrı inanmak şeklinde<br />
sır<strong>al</strong>anmaktadır.<br />
Üçüncü Derece: Bu derecede ise Hz. Muhammed’in Allah katından getirdiği<br />
ve bize kadar da tevatür yoluyla ulaştırılan bütün haberler ve hükümler esas<br />
<strong>al</strong>ınmakta ve bunların tasdikinin gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Bu durumda<br />
namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları öğrenip bütün<br />
bunların farz, helâl ve haram olduklarını yürekten tasdik etmek, “tafsili imanın<br />
üçüncü derecesini” oluşturur.<br />
Yani, Müslüman olan bir kimse, “icm<strong>al</strong>i iman” ile İslam’a ayak basmış olur<br />
ve bu iman üzere ölürse neticede cennete girer. Fakat insan bu hâl üzere sürekli<br />
olmam<strong>al</strong>ı, tafsili imana, hatta tafsili imanın üçüncü derecesine geçmeye gayret<br />
göstermelidir. Çünkü tafsili iman ile Müslümanın imanı yücelir, olgunlaşır, sağlam<br />
temeller üzerine oturur. İmanın en zirve ve en gerçekçi derecesi olan tafsili imanın<br />
üçüncü derecesi, “zarurat-ı diniyye” denilen ve “inanılması zorunlu” olan bütün<br />
“inanç”, “ibadet”, “muamelat” ve “ahlak” hükümlerine inanmayı içermektedir.<br />
KÜFÜR VE ŞİRK<br />
Sözlük ve terim Anlamları<br />
Küfür kelime olarak sözlükte “örtmek, gizlemek” demektir. Tohumu toprağın<br />
içinde gizlediği için çiftçiye “kâfir” denilmiştir.<br />
Küfrün din dilindeki anlamı ise, Hz. Peygamber’i ve Allah’tan getirdiği kesinlikle<br />
sabit olan dinî esaslardan birini veya birkaçını inkâr etmek demektir.<br />
Şirk ise sözlükte “ortak kabul etmek” anlamına gelmektedir. Günlük dilde<br />
kullandığımız “şirket” kelimesinde de bu anlam vardır ve aynı kökten gelmektedir.<br />
Şirk, terim olarak Allah Te<strong>al</strong>a’nın, başta “İlah” olma niteliği olmak üzere<br />
bütün “isim”, “sıfat” ve “fiillerinde”, eşinin, denginin ve ortağının bulunduğunu<br />
kabul etmek demektir.<br />
Müşrikler Allah Te<strong>al</strong>a’nın varlığını problem etmekle beraber, O’nun “bir”<br />
olduğunu inkâr etmektedirler. Buna karşılık “pek çok tanrı” nın var olduğunu iddia<br />
etmektedirler.<br />
Şirk ile Küfrün Karşılaştırılması<br />
Şirk ile küfür birbirlerine çok yakın iki kavramdır. Ar<strong>al</strong>arındaki fark, küfrün<br />
anlam <strong>al</strong>anının daha “genel”, şirkin ise daha “özel” olmasıdır.<br />
Bundan ötürüdür ki, İslam inancında her “şirk”, aynı zamanda “küfür” olarak<br />
kabul edilmekte, fakat her “küfür” “şirk” kabul edilmemektedir. Öyle olunca da<br />
her “müşrik”, “kâfir” olarak kabul edilmekte ve isimlendirilmekte, fakat her “kâfir”,<br />
“müşrik” olarak kabul edilmemektedir. Çünkü şirk “sadece Allah’a, zat, isim ve sı-<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
“Tekfir” ve “irtidat”, din<br />
ve vicdan hürriyetini<br />
tehdit eden kavramlar<br />
değildir.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
fatlarında ortak tanıma” sonucu meydana gelir. Küfür ise, “küfür olduğu bilinen<br />
birtakım inançların kabulü” ile gerçekleşmektedir. Bu durumda her “Allah’a ortak<br />
tanıma” fiili, “küfür olan inançlardan biri” olmakta fakat her “küfür olan inanç”,<br />
her zaman “Allah’a ortak tanıma” fiili olmamaktadır. Örneğin Mecusilik’teki iki<br />
tanrının varlığını kabul etmek hem şirk hem de küfürdür ama ahiret gününe<br />
inanmamak şirk değil,y<strong>al</strong>nızca küfürdür.<br />
Allah’a şirk koşmak İslam’da “günahların en büyüğü” (ekberu’l-kebâir)<br />
olarak kabul edilmekte, bunun dışındaki günahların Allah’ın dilemesiyle<br />
bağışlanacağı ifade edilmektedir. Bu husus bir ayette şöyle dile getirilmektedir:<br />
“Allah kendine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği<br />
kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.” (Nisa,<br />
4/116).<br />
KÜFRÜN ANLAM ALANIYLA İLGİLİ KAVRAMLAR: TEKFİR-<br />
İRTİDAT<br />
İslam İnancında “tekfir”, Müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, “inkâr özelliği<br />
taşıyan inanç, söz veya davranışlar” dan birini yapmasından ötürü kâfir saymak<br />
demektir.<br />
“İrtidat” ise dinden çıkmak demektir. Dinden çıkan kişiye de mürted denilir.<br />
Buna göre “tekfir” bir şahsın kâfir olduğuna “başk<strong>al</strong>arı tarafından”<br />
hükmedilmesi, “irtidat” ise kişinin “kendi irade ve ifadesiyle” İslam’dan ayrılması ve<br />
“hukuk düzeni tarafından” da mürtet sayılması demektir.<br />
İSLAM’IN, TEKFİR VE İRTİDAT KAVRAMLARINI ORTAYA<br />
KOYMADAKİ AMACI<br />
İslam’da, tekfir ve irtidat kavramlarını ortaya koymanın amacı, “din ve vicdan<br />
hürriyetinin sınırlandırılması / tehdit <strong>al</strong>tında tutulması” değildir. Aksine bu<br />
kavramların konulm<strong>al</strong>arı:<br />
1. “Toplumun ortak değerleri” ne ve “dini inançları” na karşı “<strong>al</strong>eni saygısızlık” ve<br />
“s<strong>al</strong>dırganlığı” önleme,<br />
2. Toplumda gerekli olan huzur ve sükûnu güvence <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ma,<br />
3. Nesilleri inkârcılığın olumsuz etkilerinden koruma,<br />
4. Tekfir edilen şahsa “gerekli yaptırımlar” ın uygulanmasıyla “kamu vicdanı” açısından<br />
“ad<strong>al</strong>eti gerçekleştirme” şeklinde sır<strong>al</strong>anabilecek gayelere yönelik bir<br />
“tedbir” dir ve “toplums<strong>al</strong> sağduyu refleksi” dir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Bir Müslümanın “kâfir”<br />
olduğuna hükmedilmesi<br />
tehlikeli ve sorumluluğu<br />
ağır bir iştir.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
TEKFİR ETMEDE GÖSTERİLMESİ GEREKEN DİKKAT: TEK-<br />
FİRİN YERİ/ZAMANI<br />
Bir Müslümanın kâfir olduğuna hükmedilmesi kolay bir iş değildir. Çünkü<br />
bir kişiyi “kâfir saymak” (tekfir etmek) demek, onu “pek ağır dünyevî sonuçlar” a,<br />
müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek demektir. Bu nedenle, insanları<br />
inançlı veya inançsız saymada çok titiz davranılması ve çok dikkatli olunması<br />
gerekmektedir. Bu durum, “bireysel bir isnat ve iddia” anlamındaki “tekfir” için de<br />
“toplums<strong>al</strong> bir yargı” anlamındaki “irtidat” için de aynıdır. Şu hâlde, “gelişigüzel<br />
tekfir iddi<strong>al</strong>arı” na dayanılarak “irtidat hükümleri” uygulanamaz.<br />
“Yersiz yapılan tekfir” in, toplumdaki bireyler açısından “ağır sonuçlar” ortaya<br />
çıkarmasının yanında, ayrıca toplum hayatında “kapatılamayacak yar<strong>al</strong>ar” ın<br />
açılmasına, “birlik ve bütünlüğün zedelenmesi” ne ve “toplumun parç<strong>al</strong>anması” na<br />
da sebep olur. Çünkü her ne kadar gerçek durumunu Allah bilse de, tekfir edilen bir<br />
şahsın, toplumda görmüş olduğu “Müslüman muamelesi” ortadan k<strong>al</strong>kar. Yani<br />
daha açık bir ifadeyle o kişinin, selâmı <strong>al</strong>ınmaz, kendisine selam verilmez, kestikleri<br />
şeyler yenilmez, Müslüman bir kadınla evlenmesine müsaade edilmez, öldüğünde<br />
cenaze namazı kılınmaz, Müslüman kabristanına gömülmez.<br />
İşte tarihin belli safhâlarında ve hatta günümüzde, bazı kişilerin çok kolay<br />
bir şekilde başvurduğu ve “tekfir” işleminin çok ağır sonuçları olduğu için, Hz.<br />
Peygamber,hayatı boyunca bu tür uygulam<strong>al</strong>ardan uzak durmuştur. Nitekim Hz.<br />
Peygamber, Medine toplumunda “münafıkların varlığını” bildiği hâlde onlardan<br />
hiçbir kimseyi “küfürle” suçlamamış, aksine “temelleri hoşgörüye bağlı bir İslamlaştırma<br />
siyaseti” izlemiş, pek çok hadiste “ben Müslümanım” diyen kimseyi küfürle<br />
suçlamamayı sıkı sıkıya tembih etmiştir. Bir hadisinde Hz. Peygamber:<br />
“...kim bir insanı kâfir diye çağırırsa yahut öyle olmadığı hâlde ey Allah düşmanı<br />
derse söylediği söz kendisine döner” (Buhârî, “Ferâiz”, 29; Müslim, “İman”,<br />
27)<br />
buyurmuştur. Bir başka hadisinde ise<br />
“Bir insan Müslüman kardeşine ey kâfir diye hitap ettiği zaman, ikisinden<br />
biri bu sözü üzerine <strong>al</strong>mış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda k<strong>al</strong>ır, değilse<br />
söyleyene döner” (Buhârî, “Edeb”, 73; Müslim, “İman”, 26)<br />
demiştir.<br />
Bu hadislerden de anlaşılacağı üzere bir kimseyi “küfür” gibi büyük bir<br />
suçlamaya tabi tutarken göz önünde bulundurulması gereken husus, o kimsenin<br />
“küfür” olan bir inancı “gerçekten” benimsediğinin çok iyi ve doğru bir şekilde<br />
tespit edilmesidir. Suçlanan kişi, küfür sayılacak bir davranış veya sözü eğer “açıkça”<br />
benimsemiyorsa, onun inanç, söz veya davranış bakımından küfre girdiğini<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Müslüman olduğunu<br />
söyleyen bir kişinin bu<br />
dünyada “mümin” kabul<br />
edilmesi ve asla<br />
“İslam toplumunun<br />
dışına” itilmemesi gerekmektedir.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
söyleme hususunda, dikkatli ve tedbirli olmak gerekir. Bunun içindir ki, Hz.<br />
Peygamber’in anılan “tavsiyelerini” göz önünde bulunduran Ehl-i sünnet bilginleri<br />
kıble ehlinden olup da “günah işlemiş” bulunan bir kimseyi “yaptığı günahtan dolayı<br />
tekfir etmemeyi” temel ilkeleri arasında zikretmişlerdir<br />
İMAN İLE KÜFÜR ARASINDAKİ SINIR<br />
Yukarıda imanın, Hz. Peygamber’in getirdiklerinin hepsini tasdik etmek,<br />
küfrün ise bunları inkâr etmek olduğunu söylemiştik. Buna göre, “iman” ile “küfrü”<br />
belirleyen ve birbirinden ayırt eden başlıca “ayıraç” hiç şüphesiz ki “k<strong>al</strong>bin tasdiki”<br />
olmaktadır. Ancak k<strong>al</strong>bin tasdiki denilen şey gizli bir eylem olduğundan ve insanlar<br />
tarafından bilinmesi güç hatta olanaksız olduğundan, “ikrar” denilen “dilin eylemi”<br />
ne veya bu eylemi gösteren “dinî görevleri yerine getirmeye” önem verilmiş, “amel”<br />
denilen özel eylem ve davranışlar, “k<strong>al</strong>pteki iman” ın varlığının “göstergesi” olarak<br />
kabul edilmiştir. Zira “küfrün en belirgin <strong>al</strong>ameti” olarak, dinin temel esaslarından<br />
birini veya tamamını reddetmek yahut onları beğenmemek, önemsememek ve<br />
değersiz saymak kabul edilmiştir.<br />
Öyleyse, “Müslüman olduğunu” söyleyen bir kimsenin, bu dünyada mümin<br />
kabul edilmesi ve hiçbir yönden “İslam toplumu” ndan dışlanmaması<br />
gerekmektedir. Çünkü bir ayette Allah Te<strong>al</strong>a<br />
“...Size selam verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen<br />
mümin değilsin demeyin...” (Nisa, 4/94)<br />
buyurarak buna dikkat çekmekte, Peygamber de<br />
“İnsanlar Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir deyinceye<br />
kadar kendileriyle savaşmakla emir olundum. Ne zaman bunu söylerlerse,<br />
can ve m<strong>al</strong> güvenliğine sahip olmuş olurlar.” (Bk. Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim,<br />
“İman”, 8; Ebu Dâvûd, “Cihâd”, 104)<br />
buyurmak suretiyle “imanda ikrar” ın yani kelime-i tevhidi söyleyenin, Müslüman<br />
kabul edilmesi gereğinin önemini vurgulamış, dünyada iken dış görünüşe ve ikrara<br />
göre işlem yapılmasının gerektiği ama içten inanıp inanmadığının tespitinin ise<br />
Allah’a mahsus ve ahirete ilişkin bir mesele olduğunun <strong>al</strong>tını çizmiştir.<br />
Bu sebeple imanını “diliyle ikrar” ettiği veya “davranışlarına yansıttığı”<br />
sürece “herkesin İslam toplumunun tabii bir üyesi” olarak görülmesi, can ve m<strong>al</strong><br />
güvenliğine sahip olması, “dünyevi-dini hükümler” veya “sosy<strong>al</strong>-beşerî ilişkiler”<br />
bakımından da herhangi bir Müslümanın sahip olduğu bütün “statü”, “hak” ve<br />
“sorumluluklara” sahip olması gerekmektedir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
TASDİK VE İNKÂR BAKIMINDAN İNSANLAR<br />
tadır:<br />
İslam inancına göre insanlar “tasdik ve inkâr açısından” üç gruba ayrılmak-<br />
1. Mümin: Allah’a, Hz. Peygamber’e ve O’nun haber verdiği şeylere yürekten<br />
inanıp, kabul ve tasdik eden kimse demektir.<br />
Müminlerin ahirette cennete gireceklerine, orada pek çok nimetlere<br />
kavuşacaklarına ve ebedî cennetlik olacaklarına dair Kur’an’da pek çok ayet vardır.<br />
Öte yandan “günahkâr müminler” de, “suçları ölçüsünde” ahirette cez<strong>al</strong>andırılıp<br />
cehenneme gitseler de sonunda onlar da cennete konulacaklardır.<br />
2. Münafık: Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve onun,<br />
Allah’tan getirdiklerini kabul ettiklerini dış görünüşte söyleyerek “Müslümanlar<br />
gibi” yaşadıkları hâlde, “k<strong>al</strong>pten inanmayan” ve “içlerinde farklı şeyler taşıyan”<br />
kimselere İslam inancında “münafık” denilmektedir.<br />
Münafıkların “içi” başka “dışı” bambaşkadır, “sözü” ayrı “özü” ayrıdır.<br />
Nitekim bir ayette Allah Te<strong>al</strong>a şöyle buyurmaktadır:<br />
“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde {Allah’a ve ahiret<br />
gününe inandık} derler.” (Bakara, 2/8).<br />
Münafıkların aslında kâfir oldukları bir başka ayette de şöyle dikkatlere sunulmaya<br />
ç<strong>al</strong>ışılmıştır:<br />
“Onların Allah yolundan sapm<strong>al</strong>arının sebebi, önce iman edip sonra inkâr<br />
etmeleridir. Bu yüzden k<strong>al</strong>pleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar.”<br />
(Munâfıkûn, 63/3).<br />
Bundan dolayı münafıklar İslam toplumu için “açık kâfir” den daha tehlikelidirler.<br />
Çünkü onlar dıştan “Müslümanmış” gibi gözüktüklerinden, kolayca ve gerçek<br />
anlamda tanınm<strong>al</strong>arı oldukça zordur, hatta belki olanaksızdır. Onlar, içten içe<br />
Müslüman toplumun huzur ve düzenini bozup, “kuzu postu” na büründüklerinden,<br />
dikkatsiz ve bilgisiz Müslümanları ağlarına düşürerek “yanlış yönlere” sürüklerler.<br />
Oysaki Peygamberimiz, vahiy yoluyla kimlerin münafık olduğunu bildiğinden, onlara<br />
önemli görevler vermezdi. Hz. Peygamber’den sonra insanlar için böyle bir bilgi<br />
kaynağı (vahiy) söz konusu olmadığından, ta ilk zamanlardan günümüze kadar münafıklar,<br />
hukuks<strong>al</strong> düzlemde “Müslüman gibi” işlem görmüşlerdir. Ama bu tutumun<br />
ahirette mutlak bir karşılığı vardır. Onlar, cez<strong>al</strong>arını “cehennemin en <strong>al</strong>t tabakasında”<br />
kâfirlerden bile daha <strong>al</strong>t tabakada çekeceklerdir. Nitekim bu husus bir ayette<br />
şöyle açıklanmaktadır:<br />
“Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en <strong>al</strong>t katındadırlar (derk-i esfel).<br />
Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisa, 4/145).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
3. Kâfir: İslam dininin “temel prensipleri” ne inanmayan, Hz. Peygamber’in yüce<br />
Allah’tan getirdiği “kesin” olan ve “tevatür” yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan<br />
esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden<br />
kimseye denilir. Kâfir sözlükte “örten” anlamına gelmektedir. “Gerçek ve doğru<br />
inancı örttüğü”, yanlış şeylere inandığı için böyle kimselere kâfir denmiştir.<br />
Bir insan kâfir olarak ölürse “ebedî” olarak cehennemde k<strong>al</strong>acaktır. Bu<br />
konudaki ayetlerden birinde Allah Te<strong>al</strong>a şöyle buyurmaktadır:<br />
“(Ayetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte Allah’ın,<br />
meleklerin ve bütün insanların laneti onların üstünedir. Onlar ebediyen o lanet<br />
içinde k<strong>al</strong>ırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır.” (Bakara,<br />
2/161-162).<br />
Ödev<br />
• Temel İslam Bilimlerinden yar<strong>al</strong>anarak tahkiki<br />
imana ulaşmanın yollarını araştırın ve iki yüz<br />
kelimeyi aşmayacak şekilde bir yazı yazınız.<br />
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı<br />
<strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
(ihlâs,) anlamlarına gelmektedir. Din terminolojisindeki anlamı ise Hz.<br />
Peygamber (s. a. v.)’in tebliğ ettiği şeylerin tümünü hem iç duygular hem<br />
de dış az<strong>al</strong>arla kabul ederek onları yaşamak, gerek söz ve gerekse fiil ile<br />
onları güzel karşılayıp kabul ettiğini göstermek, Allah’a ve Peygamberine<br />
itaat edip boyun eğmektir. İslam’ın ana gayesi, bireylerin başta aklı ve<br />
düşüncesi olmak üzere k<strong>al</strong>bini ve eylemlerini Allah’ın emirleri<br />
doğrultusunda iyileştirip düzeltmek suretiyle, hem bu dünyada hem de<br />
ahirette mutluluğa kavuşturmaktır.<br />
•İslam, “itikat, amel ve ahlak üçlüsü” üzerine kurulu bir dindir. İtikâdî<br />
hükümler, iman ile ilgili hükümlerdir. Ameli hükümler, ibadet, muamelât<br />
(bireyler arası her türlü ilişkiler) ve ukûbât (ceza hukuku) ile ilgili<br />
hükümlerdir. Ahlaki hükümler ise, insanlar arasındaki ilişkileri daha da<br />
güzelleştirme ile ilgili hükümledir.<br />
•İslam itikadının kaynakları: 1) Kur’an-ı Kerim/sahih hadisler, 2) duyu<br />
organlarının verileri 3) akıldan oluşmaktadır. İtikâdî hükümlerin <strong>al</strong>anı da: 1)<br />
İlâhiyat, 2) nübüvvet, 3) Ahiret (semiyyât) olmak üzere üç <strong>al</strong>andan<br />
oluşmaktadır.<br />
•“Ameli” hüküm demek insanların işleri ile ilgili olan hükümler, emirler,<br />
nehiyler demektir. Ameli hükümler, ibadet ile ilgili asli ve ikincil hükümler<br />
yanında yönetimsel (idarî), toplums<strong>al</strong> (içtimaî), medeni, yargıs<strong>al</strong> ve siyasi<br />
hükümleri içermektedir. Ameli hükümlerin tümünde iki yön<br />
bulunmaktadır. 1) Allah’a bakan yön, 2) Allah’ın kullarına bakan yön. Ameli<br />
hükümlerin toplamına “şeriat”, “ denilmektedir. Ahlaki hükümler, gerek<br />
k<strong>al</strong>p ve gerekse bütün duygulara ait olan kabiliyet ve becereler ile ilgili<br />
hükümlerin tümüne verilen isimdir.<br />
•İman sözlükte “mutlak tasdik” anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle<br />
iman inanılması gerekli olan bir şeye tereddütsüz ve kesin olarak içten ve<br />
yürekten inanmak, haber verilen bir şeyi, bir hükmü doğrulayıp<br />
onaylamak, hem haberin doğruluğunu kabul etmek, hem de haber verenin<br />
doğru söylediğine inanmaktır. İmanın, terim anlamı, yani din<br />
terminolojisindeki anlamı ise Allah’a ve Hz. Muhammed’in Allah tarafından<br />
haber verdiği kesin olarak belli olan şeylerin doğru olduğuna tereddütsüz<br />
inanmak, bunların hak ve doğru olduğunu k<strong>al</strong>ben ve içtenlikle<br />
doğrulamaktır. İmanın aslı ve özü “k<strong>al</strong>pte tasdikin gerçekleşmesi” dir.<br />
•Hiç şüphe yoktur ki, iman ile “bilgi” arasında da çok yakın bir ilişki söz<br />
konusudur. Çünkü her inanan kişi, “neye inandığını” bilir ve bu bir tür<br />
“şuur” hâlidir. Eğer kişi neye inandığını bilmiyorsa buna iman değil ancak<br />
“körü körüne taklit” denilir.<br />
•İslam inanç sisteminde önemli olan sorunlardan biri de inanılması gerekli<br />
olan şeylere inanırken, doğrusunu yanlışını araştırmaksızın, sadece<br />
çevresinden görerek ve duyarak iman etmenin ne derece doğruluk arz<br />
ettiği ve böyle bir imanın Allah katında kabul görüp görmediği problemidir.<br />
Bu tür “iman etme biçimi” ne İslam inancında “taklidi” iman, sorgulayarak<br />
ve doğrusunu yanlışından ayırarak “iman etme biçimi” ne ise “tahkiki”<br />
iman denilmektedir.<br />
Özet •İslam kelimesi sözlükte teslim olmak boyun eğmek (inkıyat), samimi olmak<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
Özet<br />
•İslam inanç sisteminde, imanın “sahih/geçerli” olması için şu şartlar tespit<br />
edilmiştir: 1) imanda hür irade olm<strong>al</strong>ıdır, 2) imanda en küçük bir şüpheye<br />
yer verilmemelidir, 3) imanda ümitsizliğe yer verilmemeli, Allah’ın<br />
rahmetinden ne ümit kesilmeli ne de emin olunm<strong>al</strong>ıdır.<br />
•İmanın artması ve eksilmesine gelince, imanın özü, ne artar ve eksilir ne<br />
de farklılık arz eder. Çünkü mahiyetlerde artış ve eksiliş olamaz. Ama<br />
imanın mahiyetinin “dışa akseden yönü” hakkında bu durum geçerli<br />
değildir. Çünkü “dıştaki varlık”, her ne kadar “niteliksel” olsa da o, bazı<br />
zaman ve şartlarda “zayıf”, “kuvvetli”, “sağlam” gibi özellikler ve<br />
“farklılaşm<strong>al</strong>ar” arz edebilmektedir.<br />
•İnanılacak hususlar açısından iman da ikiye ayrılmaktadır. 1) İcm<strong>al</strong>i iman,<br />
2) Tafsili iman: İcm<strong>al</strong>i iman, iman edilecek şeylere kısaca ve toptan<br />
inanmak demektir.<br />
•Küfür kelime olarak sözlükte “örtmek, gizlemek” demektir. Terim anlamı<br />
ise, Hz. Peygamber’i, Allah’tan getirdiği kesinlikle sabit olan dinî<br />
esaslardan birini veya birkaçını inkâr etmek demektir.Şirk sözlükte “ortak<br />
kabul etmek” anlamına gelmektedir. Şirkin, terim anlamı, Allah Te<strong>al</strong>a’nın,<br />
başta “İlah” olma niteliği olmak üzere bütün “isim”, “sıfat” ve “fiillerinde”,<br />
eşinin, denginin ve ortağının bulunduğunu kabul etmek demektir.<br />
•İslam İnancında “tekfir”, Müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, “inkâr özelliği<br />
taşıyan inanç, söz veya davranışlar” dan birini yapmasından ötürü kâfir<br />
saymak demektir. İrtidat” ise dinden çıkmaya denilmektir. Dinden çıkan<br />
kişiye de mürtet denilir. Buna göre “tekfir” bir şahsın kâfir olduğuna<br />
“başk<strong>al</strong>arı tarafından” hükmedilmesi, “irtidat” ise kişinin “kendi irade ve<br />
ifadesiyle” İslam’dan ayrılması ve “hukuk düzeni tarafından” da mürtet<br />
sayılması demektir.<br />
•Bir Müslümanın kâfir olduğuna hükmedilmesi kolay bir iş değildir. Çünkü<br />
bir kişiyi “kâfir saymak” (tekfir etmek) demek, onu “pek ağır dünyevi<br />
sonuçlar” a, müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek anlamına<br />
geldiğinden, insanları inançlı veya inançsız saymada, diğer bir ifadeyle<br />
“mümin” veya “kâfir” kabul etmede çok titiz davranılması ve çok dikkatli<br />
olunması gerekmektedir.<br />
•İslam inancına göre insanlar “tasdik ve inkâr açısından” mümin, münafık,<br />
kâfir olmak üzere üç gruba ayrılmaktadır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
Değerlendirme sorularını<br />
sistemde ilgili ünite<br />
başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an<br />
“bölüm sonu testi”<br />
bölümünde etkileşimli<br />
olarak<br />
cevaplayabilirsiniz.<br />
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
DEĞERLENDİRME SORULARI<br />
1. Aşağıdakilerden hangisi tam olarak “tafsilî imanın birinci derecesini” ifade<br />
eder?<br />
a) Y<strong>al</strong>nızca Allah’a iman<br />
b) Allah’a, nübüvvete ahirete iman<br />
c) Allah’a, nübüvvete kitaplara iman<br />
d) Amentüde ifade edilen <strong>al</strong>tı esasın hepsine birden iman<br />
e) İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak iman<br />
2. Aşağıdakilerden hangisi ameli hükümler arasında yer <strong>al</strong>maz?<br />
a) İbadet<br />
b) Muamelat<br />
c) K<strong>al</strong>ben tasdik<br />
d) Ukubat<br />
e) Namaz<br />
3. Ameli hükümlerin toplamına .........., bu kelimenin çoğul şekline ise …....... denilir.<br />
Yukarıdaki boşluklara uygun olan ifadeler hangi şıkta doğru olarak verilmiştir?<br />
a) İbadet/ibadat,<br />
b) Tarikat/turuk<br />
c) Akîde/akaid<br />
d) Şerîat/şerayi’<br />
e) Muamele/muamelat.<br />
4. “İman esasları” ile ilgili açıklam<strong>al</strong>ar, hadis kitaplarında ....................... gibi bab<br />
başlıkları <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>maktadır.<br />
Yukarıdaki boşluğu anlamlı bir şekilde doldurabilecek şık aşağıdakilerden hangisidir?<br />
I. İman, Enbiya<br />
II. Tekfir, kader<br />
III. Tevhid, kıyamet<br />
IV. Cennet cehennem<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
V. Terbiye, ahlak<br />
a) I, III, V<br />
b) I, II, IV<br />
c) II, III, V<br />
d) I, III, IV<br />
e) Hepsi<br />
5. Aşağıdakilerden hangisi İslam itikadının kaynaklarından değildir?<br />
a) Kur’an-ı Kerim<br />
b) Sezgi<br />
c) Duyu organlarının verileri<br />
d) Akıl<br />
e) Sahih hadisler<br />
Cevap Anahtarı<br />
1.b 2.c 3.d 4.d 5.b<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAY-<br />
NAKLAR<br />
1. Akseki, Ahmet Hamdi. (tsz, 21. Baskı). İslam Dini. Ankara.<br />
2. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber.<br />
Beyrut.<br />
3. Askerî, Ebû Hil<strong>al</strong>. (2006). el-Furuk fi’l-Luğa. Tahk Cemâl Abdulğanî Mudğamiş.<br />
Beyrut.<br />
4. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara. Gonca<br />
Yayınevi.<br />
5. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972). Muvazzah İlm-i Kelam. İstanbul.<br />
6. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî. Tahk. Mustafa Dîb el-<br />
Buğa. Beyrut.<br />
7. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Terc. Mehmet Yolcu, Hüseyin Altın<strong>al</strong>an.<br />
İstanbul: Madve Yay.<br />
8. Cevherî, İsmâil b. Hammâd. (tsz.). es-Sıhah Tâcu’l-Luğat ve Sıhahi’l-Arabiyye.<br />
Tahk. Ahmed Abdulğafûr, Nşr. Hasan Şerbetli. Mısır.<br />
9. Diyanet. (1998). Diyanet İlmihâli. İstanbul.<br />
10. Ferâhidî, Ebû Abdirrahmân el-Hâlîl b. Ahmet. (1988). Kitâbu’l-Ayn. Tahk. Dr.<br />
Mehdî el-Mahzûmî-Dr. İbrâhim es-Semerâî, Beyrut.<br />
11. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman. (1988). Kelam. Konya.<br />
12. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988). Lisânu’l-<br />
Arab. Beyrut.<br />
13. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta. Tahk. Muhammed Fuad<br />
Abdulbaki. Mısır.<br />
14. Mâturîdî, Ebû Mansûr, Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.).<br />
Kitâbu’t-Tevhîd. Tahk. Fethullah Huleyf. Mısır.<br />
15. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh. Beyrut.<br />
16. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille. Nşr.<br />
Hüseyin Atay. Ankara.<br />
17. Tahânevî, Muhammed A’la b. Ali. (1862). Keşşâf-u Istılâhâti’l-Fünûn. Tash. el-<br />
Mevlevî Muhammed Vecîh, el-Mevlevî Abdu’l-Hak, el-Mevlevî Ğulam Kadir.<br />
K<strong>al</strong>küta.<br />
18. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir-Yavuz, Şevki-Çelebi, İlyas. (2009). İslam’da İnanç Esasları. İstanbul.<br />
19. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’ân Dili. İstanbul.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27
İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />
20. Yüksel, Emrullah. (2005). Sistematik Kelam. İstanbul.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28
İSLAM İNANCININ KAYNAKLARI<br />
İÇİNDEKİLER<br />
HEDEFLER<br />
• Giriş<br />
• Kur’an<br />
• Sünnet<br />
• Akıl<br />
• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />
• İnanç esaslarının kaynakları hakkında<br />
bilgi edinmiş<br />
• Kur’an ve sünnetin inanç esasları<br />
açısından kaynaklık değerini kavramış<br />
• Aklın bu konudaki fonksiyonunu anlamış<br />
olacaksınız.<br />
İSLAM İNANÇ<br />
ESASLARI<br />
<strong>ÜNİTE</strong><br />
3
Tüm peygamberler<br />
insanları ortak inançlara<br />
davet etmişlerdir<br />
İslam İnancının Kaynakları<br />
GİRİŞ<br />
Kur’an tüm peygamberlerin ümmetlerine tebliğ ettikleri bu inanç esaslarının<br />
aynı olduğunu bildirmektedir. Yani Hz. Âdem insanları neye inanmaya davet ettiyse<br />
son dinin tebliğcisi olan Hz. Peygamber de aynı şeylere inanmaya davet etmiştir.<br />
“Allah Nuh'a buyurduğu esasları size de din olarak buyurmuştur. Sana İbrahim’e,<br />
Musa'ya ve İsa’ya da vahyettik ve dine bağlı k<strong>al</strong>ın, onda ayrılığa düşmeyin’ diye<br />
buyurduk” (Şurâ 42/13)<br />
anlamındaki ayette Allah geçmiş peygamberlere ve son dinin tebliğcisi olan Hz.<br />
Muhammed’e vahyedilen inanç esaslarının aynı olduğunu açıkça ifade etmektedir.<br />
Bu durum dini hükümler içinde inanca tekabül eden hususların zamana ve mekâna<br />
göre değişiklik arz etmediğini ve bu şekildeki hükümlerin dinin asıllarını<br />
oluşturduğunu göstermektedir. Nitekim bu özelliğinden hareketle ona “usuliddin”<br />
adı da verilmiştir.<br />
İnancın zaman, mekân ve şartlardan hareketle değişikliğe maruz k<strong>al</strong>maması,<br />
onun sahibi nezdinde hiçbir surette şüphe kabul etmeyen temel ilke, esas ve<br />
hükümlerden meydana geldiğini göstermektedir. Bu özelliğinden hareketle onun<br />
dinde orijin<strong>al</strong> kavram <strong>al</strong>anının itikat kelimesiyle karşılandığı görülmektedir. Nitekim<br />
itikat “bir şeye düğüm atarcasına kesinlikle inanmak, gönülden bağlanmak ve<br />
gönülden benimseyerek doğruluğuna inanmak” (Asım Efendi, Kamus Tercümesi,<br />
“akd”, mad.) manasına gelmektedir.<br />
“Kim iman etmezse onun ameli boşa gitmiştir “Maide 5/5; Nisâ 4/124; Enbiya<br />
21/94 anlamındaki ayet de dini hükümlerin biri biriyle bağlantısı bulunduğunu ve<br />
inanca tekabül edenlerin asıl ve temel vazifesi gördüğünü göstermektedir. Nitekim<br />
inanç esasları içinde de Allah’a iman tüm inanç esaslarının temelini ve aslını<br />
oluşturmaktadır. Bu amaçla Allah’a imana özün özü manasına “aslu’l-usul” adı<br />
verilmektedir. Çünkü Allah’a iman etmek Allah’ın gönderdiği peygamberlere,<br />
kitaplara, kitaplar içinde bulunan her şeye iman etmeyi de kaçınılmaz olarak<br />
beraberinde getirmektedir. Bu durum Allah’a imanın hem bir başlangıç hem de<br />
kapsayan bir inanç olduğunu, o olursa diğerlerinin de olduğunu, o olmazsa<br />
diğerlerinin de olmayacağını göstermektedir.<br />
İnsanın herhangi bir şüphe duymadan gönülden bağlandığı inançların<br />
kaynağının da inanca par<strong>al</strong>el özellikler taşıyan, varlığı ve muhtevasında her hangi bir<br />
şüphenin söz konusu olmadığı esaslardan oluşması gerekmektedir. Belirlenen bu<br />
hususlara karşılık gelen esasların başında da şüphesiz Allah’ın tüm insanlığa<br />
gönderdiği Kur'an ile Kur'an’ın hayata geçirilmiş hâlini oluşturan sünnet ve tüm<br />
insanlığın eşit paydada buluştuğu Allah’ın nimeti olan akıl gelmektedir. İlk planda<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Vahiy Hz. Peygamberin<br />
k<strong>al</strong>bine ilka edilen<br />
lafız+mana ve kıraat<br />
üçlüsünden<br />
oluşmaktadır<br />
İslam İnancının Kaynakları<br />
kaynağı y<strong>al</strong>nızca Kur’an ve sünnetten ibaret görebilecek bir düşünce akla gelse de<br />
din insanlığa hitap ettiğinden, tüm insanlığın birleştiği ortak paydadan hareket<br />
etmesi kaçınılmazdır. Söz konusu ortak payda da insanı diğer canlılardan ayıran<br />
akıldır. İnanç konularında o, Kur’an ve sünnetten oluşan nakli sistemli hâle getirmek,<br />
temellendirmek ve müphem yönlerini açıklığa kavuşturmak gibi birçok <strong>al</strong>anda<br />
fonksiyon icra eden önemli bir kaynaktır. Şimdi İslam inancının ana kaynaklarının<br />
varlık ve muhtev<strong>al</strong>arını inceleyelim.<br />
KUR’AN<br />
İslam İnanç Esasları<br />
Kur'an Sünnet Akıl<br />
Tüm dini hükümler yanında inanca tekabül eden hüküm ve esasların ilk<br />
kaynağı Kur'an’dan elde edilmektedir. O, vahyin son tecellisi olarak yeryüzüne<br />
indiğinden tanımıyla ilgili engin bir birikim mevcut olmakla birlikte burada bunların<br />
her birini ele <strong>al</strong>ma yerine en temel anlam <strong>al</strong>anından hareket etmek uygun<br />
görünmektedir. Arapça “k-r-e” kökünden gelen Kur'an kelimesinin<br />
. ُوَناَء<br />
ْر ق ُْعِبَّتاَف ُهاَنْأَرَق<br />
اَذِإَف . ُوَناَءْر<br />
قَو ُوَعْم<br />
َج اَنْيَلَع َُّنِإ<br />
“Onu (senin k<strong>al</strong>binde) toplamak ve okutmak bize düşer onu sana okuduğumuzda<br />
okunuşunu takip et” (Kıyâme 75/17-18)<br />
anlamındaki ayette fuʻlân vezninde mastar veya ism-i meful olduğu anlaşılmaktadır.<br />
Bu durumda “Kur'an” kelimesi Kur'an’ın özel ismi olduğunda ism-i meful manasında<br />
okunan kitap ism-i fail olduğunda da toplayan anlamlarına gelmektedir. Toplama<br />
onun içinde sure ve ayetleri bulundurması ya da önceki kitapları kendinde ihtiva<br />
etmesi manasınadır. Nitekim Yusuf suresi 111. ayette Kur'an’ın önündekini tasdik<br />
edip her şeyin tafsilini içerdiğini bildirmesi de onun Allah’ın kitaplarının semeresini<br />
ve ilimlerin özünü kendisinde topladığı (Ragıb el-İsfehanî, el-Müfredât fî garîbi’l-<br />
Kur'an, “k-r-e”)manasına gelmektedir.<br />
İlk inen ve Hz. Peygamber’e de oku emrini veren Alak suresinin ilk üç ayeti ile<br />
yukarıda zikredilen Kıyâme suresinin 17-18.ayetleri birlikte müt<strong>al</strong>aa edildiğinde<br />
Kur'an vahyinin lafız+mana ve kıraat üçlüsünden tenzil edildiği anlaşılmaktadır. Yani<br />
Alak suresinin ilk ayetlerinde Allah Te<strong>al</strong>a Peygamber’e oku emrini verirken elindeki<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
“Şüphesiz Kur’an’ı biz<br />
indirdik ve onu<br />
koruyacak olan da<br />
biziz” (Hicr 15/9)<br />
İslam İnancının Kaynakları<br />
mevcut bir metinden okumasını istememiştir. Bunun yerine Cebrail tarafından<br />
getirilen lafız ve manadan müteşekkil olan ve k<strong>al</strong>bine ilka edilen vahyin okunmasını<br />
t<strong>al</strong>ep etmiştir. Bu durum vahyin Hz. Peygamber’in k<strong>al</strong>bine ya da hafızasına<br />
nakşedilen lafız ve mana bütünlüğünde bulunduğunu ve Cebrail tarafından<br />
okunduğunu ortaya koymaktadır.<br />
Tenzîl<br />
Lafız+mana+kıraat<br />
Peygamber<br />
Allah<br />
Cebrail<br />
Tebliğ İnsan<br />
anlamındaki ayet Kur'an’ın Peygamber’in k<strong>al</strong>bine indirildiğini dile getirmektedir.<br />
Ancak esas vasfının Allah kelamı olması onun kaynağının insanüstü olduğunu<br />
göstermektedir. Dolayısıyla onun insani seviyeye ulaştırılması aracı olan Cebrail<br />
vasıtasıyla olmuştur. Anlamı okunan ve tüm kitaplar ile bilginin özünü kendisinde<br />
toplayan bir kitap olması şeklindedir. Tenzîl şekli de lazfız+mana ve kıraat<br />
üçlüsünden oluşmaktadır. Yine<br />
ve<br />
َُنيِم . ََنيِمَلاَعْلآب َرُليِزنَتَلُهّنِإ َو<br />
َ ََنيِرِذنُمْلاَنِمَنوُكَتِلَكِبْلَقىَلَع.<br />
لْاُحو ْ ْرلاِهِبَلَزَن<br />
“Şüphesiz bu Kur'an <strong>al</strong>emlerin Rabbinin indirmesidir, uyarıcılardan olman<br />
için onu Rûhu’l-emîn (Cebrail) senin k<strong>al</strong>bine indirmiştir” (Şuarâ 26/192-194)<br />
“Şüphesiz Kur'an ne arkasından ne de önünden batılın karışmadığı bir<br />
kitaptır ve hakîm ve hamid vasıflarına sahip Allah tarafından indirilmiştir”<br />
(Fussılet 41/42)<br />
“Şüphesiz Kurʻan’ı biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz” (Hicr 15/9).<br />
anlamındaki ayetler Kur’an’ın diğer kitaplardan farklı olarak ilahi güvence <strong>al</strong>tına<br />
<strong>al</strong>ındığını ve kendisinde şüphe ve batıl gibi bir şeylerin bulunmadığını veciz bir<br />
şekilde anlatmaktadır. Yeryüzünde ona ilk muhatap olan ve <strong>al</strong>ıp insanlara tebliğini<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
İslam İnancının Kaynakları<br />
yapan Peygamber’in de ismet sıfatıyla muttasıf olması Kur'an’ın korunmuşluğunun<br />
ilahi güvence <strong>al</strong>tında gerçekleştirildiğini göstermektedir. Dolayısıyla söz konusu<br />
güvence Kur’an’ın tenzili yanında Hz. Peygamber’in insanlara tebliğini ve iki kapak<br />
arasına girerek günümüze kadar ulaşmasını kapsamaktadır.<br />
“Bugün sizin için dininizi ikm<strong>al</strong> ettim, size nimetimi tamamladım ve din<br />
olarak size İslam’ı seçtim” (Maide 5/3).<br />
anlamındaki ayet Kur’an’ın yeryüzüne inme sürecinin Hz. Peygamber’in hayatının<br />
sona ermesiyle tamamlandığını ve ondan sonra bir daha vahiy gelmeyeceğini ifade<br />
etmektedir. Yani vahiy Hz. Peygamber’in vefatıyla kesildiğinden, sonrasında<br />
herhangi bir şekilde vahiyden söz etme imkânı bulunmamaktadır. Sürecini bu<br />
şekilde tamamlayan Kur’an’ın sonraki nesillere ve oradan bize kadar ulaşması da<br />
y<strong>al</strong>an üzere birleşmeleri imkânsız olan büyük topluluklar vasıtasıyla tevatüren<br />
olmuştur. Bütün bu açıklam<strong>al</strong>ar Kur’an’ın hem metafizik <strong>al</strong>emden yeryüzüne inmesi,<br />
hem de fiziki dünyada Peygamber’den insanlığa ulaşması sırasında intik<strong>al</strong> ve<br />
muhteva açısından her hangi bir şüpheye maruz k<strong>al</strong>mayacak şekilde geldiğini<br />
göstermektedir.<br />
Kur'an’ın mevcudiyetiyle ilgili verilen bilgiler, onun Hz. Peygamber’e ulaşırken<br />
lafız ve mana bütünlüğünde ulaştığını, kaynağı ilahi olduğu gibi sonraki aşam<strong>al</strong>ardaki<br />
hayatiyetini de ilahi güvence <strong>al</strong>tında devam ettirdiğini ortaya koymaktadır. Bu<br />
durum onun ana kaynak olmasında herhangi bir şüphenin bulunmadığını<br />
göstermektedir. Onun bizzat kendisinden hareket edildiğinde de muhteva değeriyle<br />
ilgili olarak kendisini sözün en güzeli (Zümer 39/23) olarak tanımladığı<br />
görülmektedir. Yine o, kendini doğruluğun ve hidayetin kaynağı olma yanında<br />
hakikat ile gerçeğin bizzat kendisini temsil ettiğini söyleyerek (Bakara 2/147; Al-i<br />
imran 3/60; Yunûs 10/108, 94) kaynak değeri hakkında bilgi vermektedir.<br />
َني . ملا<br />
ِ قَّتمْلِّل ُ ىًدُه ِهيِف بَ ْير َ َلا باَت ُ ِكْلا َك ِ َّم .<br />
لَذ<br />
ِ مو َ َةلاَّصلا َنو مي ُ ِ قُيو َ<br />
ِبْيَغْلاِب َنوُن ِ مْؤ ُ ي ني َ ِ َنوُق ذَّلا<br />
ِ ني َ . فنُي مُهاَنْ ْ قَز ر َ ا<br />
ِ ذَّلاو<br />
َنوُن ِقو ُي مُه ْ ِةر َ ِ خلآاِب و َ َك ِلْبَ ق نِ م َلِزنُأ امَ و َ َكْيَلِإ َلِزنُأ امِب َ َنوُن ِ مْؤ ُ ي<br />
“Elif lâm mîm. Doğruluğunda şüphe bulunmayan bu kitap, takva sahipleri için<br />
yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine<br />
verdiğimiz rızıktan yerli yerince harcarlar. Yine onlar sana indirilen kitaba ve senden<br />
önce indirilen kitaplara ve ahirete yakîn derecesinde inanırlar” (Bakara 2/1-4).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5<br />
.
İmanın gayba yönelik<br />
olması Kur'an’ın tek ve<br />
vazgeçilmez kaynak<br />
olmasını sağlamaktadır<br />
Kitaba inanmak y<strong>al</strong>nızca<br />
kitabın varlığına değil,<br />
ondaki esasların her<br />
birine de inanmayı<br />
gerektirmektedir<br />
İslam İnancının Kaynakları<br />
şeklindeki ayet, Kur'an’ın inanç açısından vazgeçilmez bir kaynak olduğunu onda<br />
“herhangi bir şüphenin bulunmadığı” bilgisiyle teyit etmektedir. Bundan başka aynı<br />
ayet inancın en temel özelliğinin de insanın kavrayış <strong>al</strong>anının ötesinde olma<br />
manasında gayba iman olduğunu söyledikten sonra inanılması gereken hususlar<br />
arasında Kur'an ve diğer semavi kitaplar ile ahiret gününün olduğunu dile<br />
getirmektedir. Bu şekildeki anlam <strong>al</strong>anı da Kur'an’ın kaynaklık değeri yanında<br />
inançta gaybi olma vasfının esas olduğunu ortaya koymaktadır. Yine söz konusu<br />
ayette Kur'an ve diğer semavi kitaplar ile ahiret gününe imandan bahsedilmesi,<br />
gayb <strong>al</strong>anına uluhiyet, peygamberlere ve ahiret gününe iman gibi konuların girdiğini<br />
göstermektedir. Meryem 19/61; el-Enbiyâ 21/49; Fâtır 35/18; Hadîd 57/25 gibi<br />
ayetlerde de kişinin görmediği hâlde Allah’a ve Allah’ın emrettiği şeylere inandığı ve<br />
inandıklarını hayata geçirdiği, Peygamber’e iman edip ona yardım ettiği,<br />
görmedikleri cennet ve cehenneme inandıkları ve cennete girip cehennemden<br />
sakınmak amacıyla Allah’ın emirlerine riayet edip yasaklarından kaçındığından<br />
bahsedilmektedir. Aslında bu tür bilgiler ana temel vasıf etrafında inancın nasıl<br />
gelişme gösterdiğini ifade etmektedir. Ancak temel nitelik olan inançta gaybi<br />
unsurun bulunması ve Kur'an’ın da bu konuda tek ve vazgeçilmez bir kaynak olması<br />
tüm ayetlerin ortak paydası olarak gelişme göstermektedir.<br />
Kur'an’ın bu özelliğiyle inanç esaslarına dair verdiği bilgilere bakıldığında onun<br />
konuya dair açıklam<strong>al</strong>arından bazısı da şöyledir:<br />
ve<br />
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz gerçek iyilik değildir, fakat asıl<br />
iyilik Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanan<br />
kimselerin tutum ve davranışıdır” (Bakara 2/177).<br />
“Ey iman edenler Allah’a, O’nun peygamberine ve peygamberine indirdiği<br />
kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını,<br />
peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse haktan ayrılıp derin bir sapıklığa<br />
girmiş olur” (Nisâ 4/136) .<br />
anlamındaki ayetler kişinin inanması gereken şeyleri çok açık bir şekilde beyan<br />
etmektedir. Yani bir kimse Allah’a, Allah’ın gönderdiği peygambere ve peygamber<br />
vasıtasıyla gönderdiği kitaba, meleklere ve ahiret gününe inanmak durumundadır.<br />
Ancak “iman esasları y<strong>al</strong>nızca bunlardan mı ibarettir?” diye bir soru sorulduğunda<br />
“evet” cevabının verilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah kendisine, insanlar<br />
arasından seçtiği peygambere ve söz konusu peygamber vasıtasıyla gönderdiği<br />
kitaba inanılmasını istemektedir. Dolaysıyla kitaba inanmak y<strong>al</strong>nızca kitabın<br />
varlığına değil, bizzat ondaki esasların her birine de inanmayı gerekli kılmaktadır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Sünnet ümmetin hâkim<br />
din anlayışını ifade<br />
etmektedir<br />
İslam İnancının Kaynakları<br />
Nitekim yukarıda zikredilen ayette sevilen m<strong>al</strong>dan yakınlara, yetimlere, yoksullara,<br />
yolda k<strong>al</strong>mışlara infakta bulunma istenmekte, namaz kılma ve zekât verme<br />
emredilmekte, sıkıntı, hast<strong>al</strong>ık ve savaş zamanlarında sabretme gerekli<br />
görülmektedir. Yine başka yerlerde y<strong>al</strong>an yere yemin etmekten, gıybet ve<br />
koğuculuktan uzaklaşılmasının gereğinden bahsedilmektedir ki bütün bunların her<br />
biri inanılması gereken hususları oluşturmaktadır. Ancak bunlardan zekât vermenin<br />
ve namaz kılmanın gerekliliğine inanmak inanç konusu olduğu hâlde, bunların yerine<br />
getirilmesi ibadet ve amelle ilgili hükümlere girmektedir. Gıybet etme ve y<strong>al</strong>an<br />
söyleme gibi kötü davranışlardan uzak durmanın gereğine inanmak inançla ilgili<br />
esaslara tekabül ederken, bizzat bunlardan kaçınmak da ahlaki esaslara girmektedir.<br />
SÜNNET<br />
Kur'an’dan sonra ikinci kaynak olarak kabul edilen sünnet, Arapça asıllı bir<br />
kelime olup “s-n-n” kökünden gelmektedir. Sözlük anlamı “izlenen yol, hayat tarzı,<br />
metot, örnek <strong>al</strong>ınan uygulama, örf ve gelenek” man<strong>al</strong>arına gelirken terim anlamı da<br />
Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine karşılık gelmektedir. Bu genel tanımın<br />
yanında ilim d<strong>al</strong>larının her biri kendi perspektiflerinden onunla ilgili yaklaşımlarda<br />
bulunmuşlardır. Kelam ve akaid konuları söz konusu olduğunda sünnetin anlamı Hz.<br />
Peygamber ve ashabının itikad ve inanca karşılık gelen konularda takip ettikleri yol<br />
manasına gelmektedir. Buradan da sünnetin ümmetin hâkim din anlayışını ifade<br />
ettiği anlaşılmaktadır.<br />
Delil ve kaynak olması<br />
Sünnetin Kur’an’dan sonra ikinci bir kaynak olması noktasında İslam<br />
düşünürlerinin hemen hepsi aynı ortak paydada birleşmektedirler.<br />
“Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve<br />
günahlarınızı bağışlasın” (Âl-i imrân 3/31).<br />
anlamındaki ayette Allah’a imanın yolunun Peygamber’e imandan geçtiği ifade<br />
edilmektedir. Çünkü Peygamber konum itibariyle insanlara Allah’ın ayetlerini<br />
okuyan ve onlara kitap ve hikmeti öğreten (Bakara 2/129) kimsedir. Nitekim<br />
“…Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğini öğretmiştir” (Nisâ 4/113).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Sünnet, Kur'an’ın<br />
hayata geçirilmiş hâlidir.<br />
İslam İnancının Kaynakları<br />
Me<strong>al</strong>indeki ayetlerde geçen hikmetin de İslam uleması tarafından genelde Hz.<br />
Peygamber’in sünneti manasına geldiği kabul edilmektedir. Aynı bağlamda<br />
ve<br />
“O peygamber ki kendilerine iyiliği emreder, onları kötülükten meneder,<br />
onlara temiz ve hoş şeyleri hel<strong>al</strong>, pis ve çirkin şeyleri haram kılar; üzerlerindeki ağır<br />
yükleri ve kendilerini bağlayan bağları k<strong>al</strong>dırır. O Peygamber’e iman edip saygı<br />
gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura tabi olanlar işte kurtuluşa<br />
erenler onlardır” (A’râf 7/157).<br />
“Peygamber size neyi verdiyse onu <strong>al</strong>ın, size neyi yasakladıysa ondan da kaçının”<br />
( Haşr 59/7).<br />
anlamındaki ayetler, Peygamberin haram veya hel<strong>al</strong> kılma yetkisinin bulunduğunu<br />
ifade etmektedir. Bundan başka Kur'an<br />
“O kendinden bir şey söylemez söyledikleri vahiyden başka bir şey<br />
değildir” (Necm 53/3-4).<br />
anlamındaki ayetler de Hz. Peygamber’in muhatap olduğu vahyi tebliğ etme vazifesi<br />
yanında ilahi ilkeleri beyan etme vasfının da bulunduğunu ortaya koymaktadır.<br />
Hatta bu ayetler, Hz. Peygamber’in bizzat vahye muhatap olması ve vahyin insanlığa<br />
ulaşmasını sağlaması yanında söylemlerinin de vahyin bir unsuru olduğunu<br />
göstermektedir. Diğer bir ifadeyle Peygamber ile vahiy arasındaki bağlantı, y<strong>al</strong>nızca<br />
vahyin aktarılmasını değil bizzat hayata geçirilmesini de gerekli kılmaktadır. Çünkü<br />
sünnet, Kur'an’ın hayata tatbik edilmiş hâlini oluşturduğundan, Peygamber’in hayatı<br />
ve söylemleri de Kur'an’ın tefsiri ve İslam’ın yaşantıya geçirilmiş şeklini meydana<br />
getirmektedir. Bu durum sünnetin bizzat kendisinin de vahiy kaynaklı olduğunu<br />
ortaya koymaktadır. Ancak Allah din ihdas eden bir şariî konumundayken<br />
Peygamber de <strong>al</strong>dığı vahyi tebliğ eden mübelliğ konumundadır. Bu konuyla ilgili<br />
Kur'an’da çok geniş bir m<strong>al</strong>umat bulunmaktadır. Nitekim aşağıdaki ayet te bunu çok<br />
açık bir şekilde izah etmekte ve Peygamber’in vazifesinin açıklayan ve tebliğ eden<br />
manasında olduğunu “tebyîn” kelimesiyle ifade etmektedir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
İslam İnancının Kaynakları<br />
َّل َ عَل َ و ْ مِهْيَلِإ َلِّزُ ن ا َ م ِساَّنل ِ ل َ نِّي َ بُت ِ ل َ رْكِّذلا َكْيَلِإ اَنْل َ زنَأ َ و<br />
َنو ُ رَّكَفَ ت َ ي ْ مُه<br />
“Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana da bu Kur'an’ı<br />
indirdik, umulur ki onlar da düşünürler” (Nahl 16/44).<br />
Bütün bu niteliklerden hareketle Kur’an’ın kaynağının ilahi olmasına karşılık,<br />
Peygamber’in Allah tarafından korunmakla birlikte insani bir kaynak olması ikisinin<br />
eşit düzlemde değerlendirilmelerini mümkün kılmamaktadır. Yine Kur’an’ın lafız ve<br />
mana bütünlüğünde yeryüzüne inmesine ve tevatüren bize ulaşmasına karşılık<br />
sünnetin çoğunlukla lâfzen değil de manen rivayeti ve büyük bir kısmının âhâd hadis<br />
olarak nakledilmesi iki kaynağın eşit konumda olmadıklarını göstermektedir. Yani<br />
hadisin rivayet ve tedvin gibi muhataba ulaşması sırasında geçirmiş olduğu<br />
aşam<strong>al</strong>ar, onun delil kılınması noktasında bu açıdan da incelenmesini gerekli<br />
kılmaktadır. Dolayısıyla sünnetin temel dayanağı olan hadisler sübut açısından<br />
mütevatir, meşhur ve âhâd olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır.<br />
Mütevatir hadis: Aklın y<strong>al</strong>an üzere birleşmeleri mümkün görmediği bir<br />
topluluğun yine aynı nitelikteki topluluğa naklettiği hadise denir. Y<strong>al</strong>an üzere<br />
birleşmeleri mümkün olmayan böyle bir topluluğun naklettiği şey, dinde en kuvvetli<br />
delil teşkil ettiğinden akaid <strong>al</strong>anında en önemli kaynaklar arasında yer <strong>al</strong>maktadır.<br />
Bu nitelikteki örneklerin başında da Kur’an-ı Kerim gelmektedir.<br />
Meşhur hadis: Başlangıçtaki ilk râvilerinin sayısı üçü geçmemekle birlikte sonraki<br />
asırlarda râvi sayısının şöhrete ulaştığı rivayetlere denilmektedir. Meşhur hadis ilk<br />
râvisi bir veya iki kişiyi geçmediğinden bazen haber-i vahid kategorisinde<br />
değerlendirilmekle birlikte aslında mütevatir hadis ile âhâd hadis arasında bir yerde<br />
bulunmaktadırlar. Bu vasfından yani râvi sayısının az olmasından hareketle inanca<br />
tekabül eden konularda verdiği bilgilerin şüpheden arındırılmış, kesin inanç adı<br />
<strong>al</strong>tında yakîn derecesine ulaştığı kabul edilmez. İnanç <strong>al</strong>anında mütevatir haberin<br />
kullanılması, inancı sağlam bir temele dayandırma amacına matuftur.<br />
Âhâd hadis: Mütevatir derecesine ulaşmayan hadislere âhâd hadis denilir. Bu tür<br />
hadisler Hz. Peygamber’den itibaren râvi sayısı birkaç kişiyi geçmeyen ve ilk üç<br />
asırda şöhret derecesine ulaşmayan rivayetlerden oluşmaktadır. Hadis kitaplarındaki<br />
hadislerin büyük bir kısmı bu tür rivayetlerden oluşmaktadır. Âhâd hadislerin amel<br />
ve ibadet konularında kaynaklık değeri bulunduğu hâlde inanç konularında bilgi<br />
değeri tartışılmıştır. Böyle bir sonuca gitmede en önemli etken inanılacak konularda<br />
bu tür rivayetlerdeki râvilerin sahabe de olsa masum olmam<strong>al</strong>arından<br />
kaynaklanmaktadır. Nitekim beşer vasfını haiz olması açısından hiçbir râvi hata veya<br />
y<strong>al</strong>andan uzak değildir. Yine sahabe derece ve mertebe itibariyle râvilerin en<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
İslam İnancının Kaynakları<br />
üstünde bulunmakla birlikte onların rivayet ettikleri tüm hususlarda kesinlikten<br />
bahsetme imkânı bulunmamaktadır.<br />
Bunun birçok sebebi bulunmakla birlikte en önemlisi, hadislerin ortaya<br />
çıkışından asgari yirmi, otuz sene sonra rivayet aşamasının başlamasıdır. Nitekim<br />
sahabe Hz. Peygamber’in söylediği şeyleri lafızlarıyla yazmamış, dinlerken de bunları<br />
sonraki nesillere aktarma düşüncesiyle dinlememiş ve aradan uzun bir zaman<br />
geçtikten sonra nakletme yoluna gitmiştir. Şartların bu şekilde gelişme göstermesi<br />
sahabenin yirmi, otuz yıl önce duyduğu şeyi aktarırken ilk defa işittiği şekilde ve aynı<br />
lafızlarla nakletme imkânını yitirmesine sebebiyet vermiştir. Çünkü kişi bir sözü<br />
işittikten sonra yazmaz, her gün tekrar etmez ve aradan yirmi, otuz yıl geçtikten<br />
sonra nakletmek isterse ilk duyduğu hâlinden birçok şeyi unutmak durumunda k<strong>al</strong>ır<br />
ve doğ<strong>al</strong> olarak sözün nazım, tertip ve terkibini karıştırabilir (Fahreddin er-<br />
Razî,Esâsaü’t-takdîs, s. 171).<br />
Bu ve benzeri durumlar âhâd hadislerdeki bilginin kesin olmayıp zan ifade<br />
ettiği şeklinde değerlendirilmesine sebebiyet vermiştir. Bu tür hadislerde yanılma ve<br />
hata etme ihtim<strong>al</strong>i yanında verilen bilginin kesin olmaması, onların inançla ilgili<br />
konularda kullanılmasında bazı tereddütlerin doğmasına yol açmıştır. Yine böyle bir<br />
yaklaşımın temelinde söz konusu haberin Hz. Peygamber’den değil de onun dışındaki<br />
bir kimseden gelmiş olması endişesi vardır. Bu şartlar çerçevesinde elde edilen<br />
rivayetlerin kullanılması dinde otorite olmayan bir kimsenin görüşünden hareketle<br />
inanç oluşturma yoluna gitmeye sebebiyet vermektedir ki, bu da bu tür rivayetler<br />
karşısında titiz ve hassas davranmayı kaçınılmaz kılmıştır.<br />
Ancak prensipte böyle bir kanaat yaygınlık kazansa da inanç esaslarında<br />
hiçbir şekilde âhâd hadisin kaynaklık etmediği veya ulema tarafından kullanılmadığı<br />
sonucuna varmak mümkün değildir. Doğrudan gayba müte<strong>al</strong>lik olan ve hakkında<br />
sınırlı bilgi bulunan melek, cin ve şeytan gibi ruhani varlıklarla kabir azabı, cennet,<br />
cehennem gibi konularda senedi sahih olan âhâd hadisler delil olarak kullanılmıştır.<br />
Bu konularda âhâd hadislerin kullanılması da yeni bir inanç oluşturmaktan ziyade<br />
zaten Kur'an’da mevcut olan ilke ve esasların detayına gitmek ve konuyla ilgili<br />
müphem nokt<strong>al</strong>arı Hz. Peygamber’den gelen bir rivayetle açıklamak manasına<br />
gelmektedir.<br />
Netice itibariyle âhâd hadislerin tamamına karşı hepsi kesin bilgi ya da zan<br />
ifade etmektedir şeklinde genellemeci bir tavır sergilemeksizin rivayetleri tek tek<br />
değerlendirip hükme varmak gerekmektedir. Nitekim senedindeki râvîlerinde<br />
problem bulunmayan, muhtevası, kesin olarak bilinen naslara uygun olan ve akli<br />
ilkelere ters düşmeyen âhâd hadislerin kullanılması mümkün ve hatta gereklidir. Bu<br />
şartları kendinde bulunduran bir rivayeti âhâd hadis diye reddetmek doğru bir<br />
yaklaşım tarzı değildir. Böyle bir yolu tercih etmek, rivayetin asıl kaynağı olan<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Kâfirler inanç<br />
konularında akıllarını<br />
işlevsiz h<strong>al</strong>e getirmiş<br />
kimselerdir.<br />
İslam İnancının Kaynakları<br />
Peygamber’i dinde fonksiyonsuz hâle getirmek gibi bir sonuca ulaşacağından tasvip<br />
edilemeyen bir yöntemdir.<br />
AKIL<br />
Tartışma<br />
• Haber-i vahidin inanç esaslarında kaynak oluşunun Ehl-i Hadis,<br />
Matüridi ve Eşarî mezhepleri arasındaki durumunu araştırarak<br />
arkadaşlarınızla tartışınız.<br />
• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an<br />
“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />
İnanç esaslarının üçüncü kaynağı da akıldır. Aklın kaynak olarak kullanılması<br />
büyük oranda Kur'an’ın ona verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Çünkü Kur'an<br />
insanı insan yapan ve eylemlerini anlamlı kılan şeyin akıl olduğunu ifade etmektedir.<br />
Ancak akıl, Kur'an ve sünnetten farklı olarak, doğrudan bilgiyi veren değil onu<br />
üreten olması açısından kaynaklık değeri vardır. Nitekim Kur'an terminolojisinde o,<br />
“bilgi edinmeyi sağlayan güç” ve “bu güçle kazanılan bilgi” olmak üzere iki anlamda<br />
kullanılmaktadır (Ragıb el-isfehanî, el-Müfredât, “a-k-l”mad.). Bilgi edinmeyi temin<br />
eden güç olması onun dinen muhatap <strong>al</strong>ınmasını ve mükellef tutulmasını<br />
sağlamaktadır. Bu açıdan aklı olmayanın dini sorumluluğu ve ehliyeti olmadığı kabul<br />
edilmektedir.<br />
Kur’an’ın akıldan isim ve mastar olarak değil de fiil veya sıfat olarak<br />
bahsetmesi, onun dinamik boyutuna vurgu yaptığını ve ona bilgiye ulaşmadaki<br />
gücünden ötürü önem verdiğini göstermektedir. Allah Te<strong>al</strong>a’nın insanlara birçok<br />
defa “akletmezler mi?” , “düşünmezler mi?” ve “ibret <strong>al</strong>mazlar mı?” şeklinde sorular<br />
yönelterek seslenmesi, onun fonksiyonel boyutuna önem verdiğini ortaya<br />
koymaktadır. Kur'an’ın bilenlerin akledebileceğini (Ankebût 29/43), aklını<br />
kullanmayanların da kötü bir azaba uğrayacaklarını (Yûnus 10/100) bildirmesi aklın<br />
konumu açısından kayda değer açıklam<strong>al</strong>ardır. Kur'an kendindeki bu gücü<br />
kullanmayan ve onu bilgiye çeviremeyen kâfirleri sağır, dilsiz ve kör olarak<br />
nitelendirilmekte ve bu yüzden akledemediklerini (Bakara 2/171) haber<br />
verilmektedir. Bu durum kâfirlerde aklın işlevsiz olduğunu ve söz konusu yetinin<br />
kaybolduğunu göstermektedir.<br />
Bundan başka Kur’an kişinin kendine ve dış dünyaya ibret gözüyle bakmasını,<br />
buradan hareketle Allah’ın varlığı ve kudretiyle ilgili akıl yürütmelerde bulunmasını<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Akıl gerçek değerini<br />
Kur'an’da bulmaktadır.<br />
Gazzâlî’ye göre akıl<br />
kandile, vahiy de o<br />
kandilin yağına<br />
benzemektedir.<br />
İslam İnancının Kaynakları<br />
istemektedir. İnsanın kendine yönelmesi yanında kendi dışındaki yerin ve göğün<br />
yaratılışını, onlardaki düzen ve işleyişin mükemmelliğini gözlemlediğinde ilahi<br />
hakikatleri sezme, anlama ve onlar üzerinde düşünüp yorum yapma kabiliyetini<br />
kazanır. Aklını bu şekilde işlevsel hâle getiren kimse, yaratıcısından haberdar olur ki<br />
aklın en önemli fonksiyonlarından biri de budur. Bu işi yerine getiremeyen kimseler,<br />
Kur'an’da sert bir dille eleştirilmektedir. Aşağıda me<strong>al</strong>i verilen ayet bunu veciz bir<br />
şekilde ifade etmektedir.<br />
“Allah katında canlıların en kötüsü düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir”<br />
(Enfâl 8/22)<br />
Bu açıklam<strong>al</strong>ardan “aklın kendi değerini Kur’an’da bulduğu” şeklinde bir<br />
neticeye varmak mümkündür. Çünkü Kur’an da aklın onayından geçen bilgiyi<br />
desteklemekte ve öne çıkarmaktadır. Nitekim “Allah’ın ayetlerini akletsinler” diye<br />
açıklaması (Bakara 2/242) ve Kur’an’ın düşünülmesi ve akıl sahiplerinin öğüt <strong>al</strong>ması<br />
amacıyla indirilmiş olması (Sâd 38/29) bu durumu anlamlı bir şekilde izah<br />
etmektedir. Hatta bu ayetler Kur'an üzerinde düşünmenin onu akılla <strong>al</strong>gılama<br />
anlamına geldiğini vurgulamaktadır. Ayrıca akıl, Kur'an’ın anlama yanında<br />
peygamberler tarafından tebliğ edilen dini hükümleri <strong>al</strong>ma açısından da gereklidir<br />
ve bu açıdan değerli ve üstündür. Nitekim Gazzâlî ikisinin birbirine göre konumunu,<br />
aklı göz, dini (vahyi) de gözün görmesini sağlayan bir ışık ya da aklı kandil, dini de bu<br />
kandilin yağı benzetmesiyle anlatmaktadır. Bunlardan her biri diğeriyle anlam<br />
kazandığından biri olmayınca diğeri değerini kaybeder.<br />
Akılla ilgili bütün bu açıklam<strong>al</strong>ar, onun kaynaklığının vazgeçilmez olduğunu<br />
ispat etmekle birlikte bütün varlık ve hadiselerin künhüne vakıf olacak şekilde<br />
kuşatıcı ya da yeterli ve kapsayıcı olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü akıl<br />
eşyayla ilgili külli prensipleri idrak edebilse de eşyadaki cüzi olayları ve onlarla ilgili<br />
her bir hükmü bilebilme kapasitesine sahip değildir. Mesela akıl, Allah’ın varlığıyla<br />
ilgili bilgiye ulaşsa, iyi ve kötüyle ilgili değer üretse de bunlarla bağlantılı eylemlerin<br />
emredilmesi ya da yasakların ortaya konması şeklinde dini hüküm koyabilme<br />
yetisine sahip değildir. Yine hakikati bulma noktasında akıl dış etkilerden uzak,<br />
sahibiyle baş başa k<strong>al</strong>dığında onu iyiliklere meylettirip kötülüklerden uzaklaştırır.<br />
Dolayısıyla o, nakil gibi kişiyi iyiliklere yönlendirip yasaklardan uzaklaştırma vasfına<br />
sahiptir. Bu durum akıl ile vahyin konumunun eşdeğer olduğunu ve her ikisinin de<br />
insandan iyilikleri yapmasını, kötülüklerden uzaklaşmasına doğru yönlendirdiğini<br />
ortaya koymaktadır. Ancak akıl öfke ve şehvet gibi duyguların etkisi ya da eğitim ve<br />
öğretim, kültür gibi unsurların katkısı ve yönlendirmesiyle asli hâlini<br />
koruyamayabilir. Kısacası onun, bu gibi durumlar karşısında güzeli çirkin, iyiyi kötü,<br />
doğruyu yanlış olarak değerlendirmesi mümkündür. Bütün bu hususlar da onun tüm<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
İslam İnancının Kaynakları<br />
şartlarda gerçek konumunu koruma ve işlevini yerine getireme vasfına sahip<br />
olmadığını göstermektedir. Daha da önemlisi akıl vahiyden bağımsız olarak<br />
doğrudan dini hüküm koyamadığı gibi inanç esası ihdas edemez ve farz, haram gibi<br />
hükümleri belirleyemez. Nitekim “biz peygamber göndermedikçe hiç kimseye azap<br />
etmeyiz” (İsrâ 17/15) anlamındaki ayet de bu konularda belirleyici olanın din<br />
olduğunu ve bu vasfından hareketle akla yardım ettiğini ifade etmektedir. Çünkü<br />
akıl başta gayb ve semiyyat konuları olmak üzere dini meselelerin birçoğunda<br />
doğrudan bilgi edinemeyeceğinden vahyin (nakil) yol göstericiliğine ve yardımına<br />
muhtaçtır.<br />
Dolayısıyla dini akidelerin tespiti ve belirlenmesinde birincil kaynak vahiy<br />
olmakla birlikte, bunların anlaşılması, izahı ve tasnifi gibi hususlarda da akıl devreye<br />
girmektedir. Çünkü din insana hitap ederken, insanı akıl sahibi olup olmama<br />
açısından dikkate <strong>al</strong>maktadır. Diğer bir ifadeyle insanın sorumlu olması ve muhatap<br />
kılınması akıl yetisinin varlığına ve gerektiği gibi ç<strong>al</strong>ışıp ç<strong>al</strong>ışmamasına bağlıdır. Bu<br />
açıdan aklın vahiyden bağımsız inanç esaslarını belirleme kapasitesi olmasa da<br />
ondan hareketle inanç esaslarını tespit etme ve bunlardaki hikmeti belirleme<br />
noktasında etki ve katkısı vardır. Bundan başka akıl Kur'an ve sünnetin doğrudan<br />
hüküm koymadığı ya da müphem bıraktığı <strong>al</strong>anlarda da devreye girip fonksiyon icra<br />
etmektedir. Mesela naklin bilgi vermediği <strong>al</strong>anlarda benzer konulardan hareket edip<br />
akıl yürütmeye gitme kıyas adıyla caiz görülürken müteşabih ayetler gibi anlamı<br />
kap<strong>al</strong>ı olan yerlerde de tevil adıyla akla yorum yapma ve hüküm verme yetkisi<br />
tanınmıştır. Çünkü din akla hitap ettiği için aklın verilerini kullanmak durumundadır.<br />
Daha da önemlisi her iki kaynak da insan için var olduğundan karşılıklı olarak<br />
birbirini dikkate <strong>al</strong>ması ve hizmet etmesi gerekmektedir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Özet<br />
İslam İnancının Kaynakları<br />
•İslam inanç esasları dinde şüpheden arındırılmış kesin bilgi adı<br />
<strong>al</strong>tındaki yakînî bilgiyi vermektedir.<br />
•İslam inanç esasları zamana ve mekâna göre değişiklik arz etmez<br />
•İslam inanç esasları bölünmez bir bütünü oluşturmaktadır.<br />
•İslam inanç esaslarının en önemli ve birincil kaynağı, hakkında<br />
herhangi bir şüphe bulunmayan Kur'an’dır.<br />
•Kur'an-ı Kerim y<strong>al</strong>an üzere birleşmeleri mümkün olamayan büyük bir<br />
topluluk tarafından bize kadar ulaşmıştır.<br />
•İslam inanç esaslarının ikinci kaynağı Kur'an’ın hayata<br />
uygulanmasından meydana gelen sünnettir.<br />
•İslam inanç esaslarının üçüncü kaynağı da doğrudan bilgi veren değil<br />
de bilgiyi üreten akıldır.<br />
Muʻcemü’l-müfehreslîelfâzi’l-Kur'an adlı eserden “fuad”, “lüb”<br />
ve “basar” kavramları yanında “akl” kökünden türeyen fiil ve<br />
sıfatlarla ilgili ayetleri çıkararak okuyunuz ve Kur'an’ın akla<br />
bakışıyla ilgili iki yüz kelimeyi geçmeyecek bir değerlendirme<br />
yazınız.<br />
Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an<br />
“ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Değerlendirme<br />
sorularını sistemde ilgili<br />
ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />
<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />
bölümünde etkileşimli<br />
olarak<br />
cevaplayabilirsiniz.<br />
İslam İnancının Kaynakları<br />
DEĞERLENDİRME SORULARI<br />
1. Aşağıdakilerden hangisi doğrudur?<br />
a) İslam inançları yer ve zamana göre değişiklik arz edecek hâldedir.<br />
b) İslam inançları zamana göre değişir.<br />
c) İslam inançları mekâna göre değişiklik arz edecek yapıdadır.<br />
d) İslam inanç esasları insanın gelişim aşam<strong>al</strong>arına göre değişir.<br />
e) İslam inanç esasları zamana ve mekâna göre değişiklik arz etmez.<br />
2. Aklın, y<strong>al</strong>an üzere birleşmeleri mümkün görmediği bir topluluğun yine aynı<br />
nitelikteki topluluğa naklettiği hadise ne ad verilir?<br />
a) Meşhur Hadis<br />
b) Mütevatir Hadis<br />
c) Âhâd Hadis<br />
d) Şaz Hadis<br />
e) Zayıf hadis<br />
3. “Allah katında canlıların en kötüsü düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir” (Enfâl<br />
8/22) anlamındaki ayet aşağıdakilerden hangisiyle ilgilidir?<br />
a) Sünnet<br />
b) Hadis<br />
c) Akıl<br />
d) Mütevatir haber<br />
e) Canlılar<br />
4. Aşağıdakilerden hangisi sünnetin bize ulaşmasıyla ilgili doğru bir<br />
tanımlamadır?<br />
a) Sünnet lafzen bize ulaşmış bir kaynaktır.<br />
b) Sünnet lafız ve mana bütünlüğünde bize kadar ulaşmıştır.<br />
c) Sünnet manen bize ulaşmıştır.<br />
d) Sünnet yazılı olarak bize ulaşmıştır.<br />
e) Sünnet lafız, mana ve yazılı olarak bize ulaşmıştır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
İslam İnancının Kaynakları<br />
5. Aşağıdakilerden hangisi kişinin sorumlu ve dinde ehliyet sahibi olduğunu<br />
ortaya koymaktadır?<br />
a) Kur'an<br />
b) Akıl<br />
c) Konuşmak<br />
d) Sünnet<br />
e) Peygamber<br />
Cevap Anahtarı:<br />
1.e 2.b 3.a 4.c 5.b<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
İslam İnancının Kaynakları<br />
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER<br />
KAYNAKLAR<br />
1. Ebû Mansur el-Matüridî, Kitabü’t-TevhîdTercümesi (2002), (trc. Bekir<br />
Top<strong>al</strong>oğlu), Ankara.<br />
2. Ragıb el-isfehanî (1961), el-Müfredât fî garibi’l-Kur'an (nşr. Muhammed<br />
SeyyidKîlanî), Kahire.<br />
3. Ebu’l-Muîn en-Nesefî (1990), Tebsıratü’l-edille(nşr. ClaudeS<strong>al</strong>ame), Dımaşk.<br />
4. Fahreddin er- Razî (1935), Esâsü’t-takdîs(nşr. Mustafa el-Babî el-H<strong>al</strong>ebî),<br />
Kahire.<br />
5. Mütercim Asım Efendi (1304), KamûsTercemesi, İstanbul.<br />
6. Süleyman Hayri Bolay, “Akıl”, TDV İslam Ansiklopedisi, II, 238-242.<br />
7. Yusuf Şevki Yavuz, “Akıl”, TDV İslam Ansiklopedisi, II, 238-242.<br />
8. Abdülhamit Birışık, “Kur'an”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVI, 383-388.<br />
9. Tahsin Görgün, “Kur'an”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVI,388-389.<br />
10. Mustafa Çağrıcı,“Kur'an”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVI, 390-393.<br />
11. Murteza Bedir, “Sünnet” TDV İslam Ansiklopedisi, XXXVIII, 150-153.<br />
12. İlyas Çelebi“Sünnet” TDV İslam Ansiklopedisi,XXXVIII, 153-154.<br />
13. Kelam’da Bilgi Problemi: Sempozyum(2003), Bursa.<br />
14. H<strong>al</strong>ife Keskin(1997), İslam Düşüncesinde Bilgi Teorisi, İstanbul.<br />
15. Tevfik Yücedoğru, “İtikad Esasları ve Özellikleri”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat<br />
Fakültesi Dergisi, 2005,XV, sy. 1.<br />
16. Tevfik Yücedoğru, “Hadislerden İnanç Esasları Tespiti”, Uludağ Üniversitesi<br />
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2006, XVI, sy. 2.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
İÇİNDEKİLER<br />
HEDEFLER<br />
ALLAH’A İMAN<br />
• Allah’ın Varlığına İman<br />
• Allah’ın Varlığının Delilleri<br />
• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />
• Allah’a imanın önem ve gerekliliğini<br />
kavrayabilecek<br />
• Allah’ın varlığının delillerini öğrenecek<br />
• Allah inancı ile kainat arasındaki eser-müessir<br />
bağlantısını değerlendirebileceksiniz.<br />
İSLAM İNANÇ<br />
ESASLARI<br />
<strong>ÜNİTE</strong><br />
4
Hayatın vazgeçilmez<br />
gerçeği: Allah İnancı<br />
Allah’a İman<br />
GİRİŞ<br />
Dinler tüm muhtevasını temelde Allah inancı üzerine inşa etmişlerdir. Zira<br />
insanı ve yaşadığı tüm kâinatı en tatmin edici şekilde izah etme, Allah inancına<br />
dayanır. İnsanın ferdi ve toplums<strong>al</strong> yaşamı, dünyanın başlangıcı ve sonu yine Allah<br />
inancıyla bir değer ve gaye taşır. Allah inancıyla birlikte en az onun kadar önemli<br />
olan diğer bir husus ise bu inancın sağlıklı bir zeminde olmasıdır. Allah inancının<br />
üzerine inşa edilmesi gereken o zemin de tevhittir. Zira Allah’a hiç inanmamakla<br />
tek bir ilaha inanmamak arasında bir fark yoktur. Hatta birden fazla ilaha inanmak<br />
inançsızlıktan daha tehlikeli ve zararlıdır.<br />
ALLAH’IN VARLIĞINA İMAN<br />
Allah İnancının Önemi<br />
İnsanlık tarihinin vazgeçilmez gerçekliklerinden biri olan Allah inancı,<br />
düşünce ve inancın söz konusu olduğu her bağlamda mutlaka yerini <strong>al</strong>mıştır. Tarih<br />
boyunca bu inanç, gerek dinî gerekse felsefî yönlendirmelerle çeşitli renklere<br />
bürünmüş ve etkisini de ona göre göstermiştir. Allah inancı ve bu bağlamda<br />
oluşturulan tasavvurlar, sadece ilahî zata yönelik nitelemelerden ibaret olmayıp,<br />
aynı zamanda O’nun insan ve kâinatla olan ilişkisinin bir ifadesidir.<br />
Tüm ilahî dinlerde Allah, kâinatın yaratıcısı ve dolayısıyla m<strong>al</strong>iki olarak<br />
tarihten ve barındırdığı olgu ve olaylardan uzak değildir. O, bilgi, irade, kudret ve<br />
fiilleriyle doğrudan ya da dolaylı olarak âlemle ilişki içerisinde olan bir varlıktır. İlahi<br />
dinlerin gayesi de insanın bu ilişkideki farkınd<strong>al</strong>ığını sağlamak ve bu doğrultuda<br />
onda bireysel ve evrensel bir bilinç oluşturmaktır.<br />
Allah inancını tümden veya kısmen kabul etmeyen ya da onun uluhiyet ve<br />
rububiyet hakkını gereğince veremeyen tüm inanışları reddeden Kur’an, sıfat ve<br />
fiilleriyle yetkin bir Allah inancını yerleştirmeyi hedefler. İslam dini varlığın<br />
merkezine Allah kavramını koyar. Sorumluluğun merkezinde ise insan<br />
bulunmaktadır. Bunun sonucunda ilahî dinler insanın Allah karşısında kendine bir<br />
konum ve gaye edinmesi hedeflenmektedir.<br />
Yaşadığımız çağda insanlık bir taraftan fıtrî ve yaşams<strong>al</strong> ihtiyacın bir gereği<br />
olarak zihnen ve k<strong>al</strong>ben tatmin edici bir Allah inancı ve tasavvuru aramakta, öte<br />
yandan özellikle muharref dinlerin tarih boyunca lanse ettikleri yanlış Allah<br />
tasavvurlarının iticiliği ile bu arayıştan vazgeçmekte ya da karşılığını<br />
bulamamaktadırlar. Öte yandan Allah inancındaki zaafiyetler ve yanlışlıklar kâinata,<br />
insan ve topluma bakış açılarının da yanlış oluşumuna etki etmekte ve yaşadığımız<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Allah’a İman<br />
pek çok çevresel ve insanî probleme sebebiyet vermektedir. Bu yüzden insanlığın<br />
son ve yegâne ilahî rehberi olan Kur’an’ın anlattığı Allah’ın, sadece niteliksel değil,<br />
aynı zamanda fiilî varlığının doğru bir şekilde anlaşılması ve anlatılması son derece<br />
önemlidir. Seküler ve profan kültürlerin ürünü olarak y<strong>al</strong>nızlaşan ve başıboş h<strong>al</strong>e<br />
gelen insanın, kendisini yaratıp sonra terk etmeyen, gününün her anında ona yakın<br />
ve kendisiyle bireysel ve toplums<strong>al</strong> düzeyde eylem birlikteliğinde olan aktif bir<br />
Allah inancına kavuşturulması, Kur’an’da ön görülen âlemin gerçekleşmesinin en<br />
önemli temelidir.<br />
Allah’ın varlığına iman etmek, diğer tüm inanç unsurlarının temelidir. Bu<br />
yüzden Allah’a iman için, diğer iman esaslarının aslı olarak “aslu’l-usûl” denmiştir.<br />
İtikadi meselelerin geriye k<strong>al</strong>an kısmı bu asıl üzerine inşa edilmektedir. Diğer bir<br />
ifadeyle evrende görülen hakikatlerin tümü, esas olarak, tek olan büyük bir<br />
hakikatten kaynaklanmıştır. İşte bu, hakikatlerin hakikati, Allah’ın zatıdır. Bu<br />
kaynaktan türemiş olan diğer hakikatlerin mahiyetlerini, temeli ve ilk aslı idrak<br />
etmeden kavrayabilmek mümkün değildir. Kâniatın tanınabilmesi için öncelikle<br />
onun yaratıcısının tanınması ve kabul edilmesi gerekir.<br />
Sonuç olarak Allah inancı, kişinin hem kendini hem de yaşadığı kainatı,<br />
başlangıcı, bugünü ve sonrası açısından anlamlandırmasını sağlayan esas unsurdur.<br />
Allah inancı olmaksızın bu anlamlandırmayı yapmaya ç<strong>al</strong>ışanlar insanın aklını ve de<br />
ruhunu tatmin etmeyen birtakım saçma teorilerin kıskacında boc<strong>al</strong>ayıp<br />
durmuşlardır.<br />
Allah İnancının Fıtriliği<br />
İnsan yaratılışı itibariyle kendisi ve çevresi hakkında düşünen bir varlıktır.<br />
Böylece varlığına ve hayatına bir anlam verme eğilimindedir. Dinlerin gayelerinden<br />
biri de insana varoluşunun anlamını bildirmek olunca, Allah inancı bu<br />
anlamlandırmanın merkezinde yer <strong>al</strong>mış olur. Allah inancı yoksa ne kâinatı ne de<br />
onun en temel unsuru olan insanı izah etmek son derece zordur. Kedisine<br />
inanılmasını emreden Allah, zaten insanın doğasına bu inanca sevk edici bir ihtiyaç<br />
ve arzuyu da koymuştur.<br />
“Sen yüzünü dosdoğru olarak dine yönelt. Allah’ın insanları üzerinde<br />
yarattığı fıtrata… Allah’ın yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur. İşte dosdoğru din<br />
budur. Fakat insanların çoğu bilmezler”(Rum, 30/30).<br />
Yukarıdaki ayette Allah, insanın herhangi bir yanlış inanışa ve şirke<br />
meyletmeksizin hak dine yönelişinin bir fıtrat olduğunu ifade etmiştir. Yani Allah’a<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
İnanmaya muhtacız,<br />
hazırız.<br />
Allah’a İman<br />
tevhit esası üzere inanmak ve bunun gereğini yapmak insanın yaratılışına<br />
yerleştirilmiş bir ihtiyaç ve kabiliyettir.<br />
Fıtrat, sözlükte yaratma, başlama, ilk olarak icat etme ve keşfetme gibi bir<br />
takım man<strong>al</strong>ara gelmektedir. Istilahî olarak ise pek çok tarif yapılmaktadır.<br />
Bunlardan bazılarını şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />
Fıtrat;<br />
“Dini kabul etmeye hazırlanmış yaratılıştır.”<br />
“İnanç, bilinçli olarak kabul edilene kadar imanın teyit edilmemiş<br />
h<strong>al</strong>idir.”<br />
“Allah’ın bütün her şeyi yaratmada ölçü olarak koyduğu bir model<br />
ve yöntem, Allah’ın yaratış tarzı, yani sünnetullahtır.”<br />
“Allah’ın insanda yarattığı kendini tanıma yeteneği, imanı bilme<br />
yeteneğidir.”<br />
“Hakkı kabullenebilme ve onu idrak etme hususunda kolaylıktır.”<br />
“İslam dinidir.”<br />
“Allah’ın, insanı; hayat, ölüm, saadet, şekâvet ve buluğdan sonra<br />
bab<strong>al</strong>arından kabul edecekleri hususlar ve inançlar gibi h<strong>al</strong>leri<br />
kabule elverişli olacak özellikteki ilk yaratışıdır.”<br />
“Kişinin doğuştan olan gerçekliğidir. Allah vergisi, Allah’a<br />
inanmaya ve O’na ibadet etmeye doğuştan olan ihtiyaç ya da<br />
meyildir. Ayrıca aslî sâfiyet (origin<strong>al</strong> purity) ya da ilk inanç<br />
(primordi<strong>al</strong> faith); ferdi, iyi ve kanuni olana meyillendiren ontolojik<br />
durumdur.”<br />
İnsanın yaratılışındaki marifet boyutuna dikkat çekilerek, başlıca iki tür<br />
marifetten bahsedilmektedir. Birincisi, doğuştan gelen fıtrî marifettir ki ayette<br />
belirtilen de budur ve bu marifet kâfirlerde de bulunur. Kâfirlerin, kendilerine<br />
sorulduğu vakit, Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmelerini ve yine bir musibet h<strong>al</strong>inde<br />
Allah’a sığınıp O’na dua etmelerini bildiren ayetler (Lokmân, 31/25, Zümer, 39/38;<br />
Ankebût, 29/65) buna delildir. İkincisi ise, kesbî marifettir. Doğuştan olan marifetin<br />
fayda vermeyeceği, insanlardan kesbî marifetin t<strong>al</strong>ep edildiği belirtilerek, onun,<br />
sevap ile cezanın kendisine bağlı kılındığı mükellefiyet çağındaki marifet olduğu<br />
söylenmektedir. Ayette söz konusu edilen yaratılış biçiminin evrensel oluşuna<br />
dikkat çeken Muhammed Hamdi Yazır’a göre de, “insanları, kendisi üzerine<br />
yarattığı fıtrat” ifadesinde maksat, her ferdin kendine mahsus olan cüzi yaratılışı<br />
değil, bütün insanların insan olm<strong>al</strong>arı bakımından yaratılışlarında esas olan ve<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Allah’a İman<br />
hepsinde ortak bulunan genel yaratılıştır. Dolayısıyla, nasıl ki insan organlarında bir<br />
amaç, bir fonksiyon, kısacası bir fıtrat varsa; aynı şekilde<br />
“İnsanları ve cinleri sadece bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât,<br />
51/56).<br />
ayetinde de belirtildiği gibi tüm insanlığın ruh ve zekâsında da yaratıcısını tanıma<br />
ve ona kulluk etme fıtratı vardır. Hakikat arayışı insan ruhunun yaratılışında<br />
yerleştirilmiş bir eğilimdir.<br />
İnsanın yaratılışının gelişigüzel ve nötr bir hâlde olmayıp, ilahî bir estetik ve<br />
dizayn ile tertip ve tezyin edildiği gayet net bir şekilde bildirilmektedir:<br />
“Allah’ın boyası... Boyama bakımından Allah’tan daha iyi kim<br />
vardır?”(Bakara, 2/138).<br />
Ayette geçen boya ve boyamadan maksat din, fıtrat ve bunların insan<br />
özüne yerleştirilmesidir. Nasıl ki boya, boyanılan şeyin örtüsü ise, fıtrat da insanın<br />
örtüsü ve giysisidir. “Boya” denmiştir, çünkü fıtratın eseri, boyanın boyanandaki<br />
eseri gibi insanda ortaya çıkar ve boyanın elbiseye sızması gibi, hidâyet ve irşad da<br />
insan k<strong>al</strong>bine girer. Bu nedenle din hakkında, “Din, ilahî renktir. Hakk elinin tekvin<br />
ve yaratılış metninde insanı boyadığı renktir” denmiştir. Fıtratın ilahî bir boyama ile<br />
insanın özüne nakşedilmesi de gösteriyor ki bir kimse, kişiye asli tabiatını<br />
hatırlatmayı hedefleyen ilahî vahyi göz ardı etse ve dinî kaynaklı tabiatının<br />
gereklerinden sapsa bile, o kimse esas tabiatından tamamıyla kaçamaz.<br />
Nitekim Hz. Peygamber de insanın yaratılışındaki bu yönlendirmeye işaret<br />
ederek şöyle buyurmuştur:<br />
“Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne ve babası onu Yahudi,<br />
Hristiyan ya da Mecusi yapar”(Buhari, Cenaiz, 79, 80, 93; Müslim, Kader 22, 23,<br />
24, 25; Mâlik, Muvatta, Cenâiz, 52).<br />
Dikkat edilirse hadiste, anne babanın çocuğu Yahudileştirmesi ya da<br />
Hristiyanlaştırmasından bahsedilmiş, fakat İslamlaştırmasından bahsedilmemiştir.<br />
Çünkü zaten her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğmaktadır. Diğer herhangi bir<br />
inanış, bu fıtrattan sapmadır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Her eser, sahibine<br />
işarettir.<br />
Allah’a İman<br />
İnsanın yaratılışında var olan Allah’a inanma eğilimi ve ihtiyacı oldukça<br />
güçlü ve kaçınılmazdır. Mesela insanoğlu su içmeye muhtaç bir şekilde<br />
yaratılmıştır. Bedensel yapısı onsuz işlemez ve çöker. Fakat insan bu ihtiyacını<br />
karşılayabilsin diye Allah onun doğasına bir de susama güdüsü yerleştirmiştir. Bu<br />
güdü sayesinde insan susadığını fark eder ve su içme ihtiyacıyla suya yönelir. İşte<br />
benzer şekilde Allah insana kendisine inanmayı emretmiş ve bu emri yerine<br />
getirmesine yönelik onda inanma güdüsü yaratmıştır. Bu nedenle her insan ta<br />
çocukluğundan beri bir üst güce ve varlığa inanır. Bu inanma ihtiyacı öylesine<br />
kaçınılmaz ve öylesine güçlüdür ki, Allah’a inanmak suretiyle doğru bir şekilde<br />
tatmin edilmezse, bunun yerine ateşe, güneşe, insana ya da hayvana tapınmak<br />
suretiyle insan bu ihtiyacını karşılama eğilimindedir. Tarih boyunca ve günümüzde<br />
müşahede ettiğimiz yanlış inanışlar bunun fiili göstergeleridir. Zaten dinler, insanın<br />
bu ihtiyacını yanlış eğilimlerle değil, Allah’ın istediği doğrultuda hak olarak<br />
karşılaması için vardır.<br />
ALLAH’IN VARLIĞINININ DELİLLERİ<br />
İlk insan ve peygamber Hz. Âdem’den itibaren insanlık sürekli olarak ilahî<br />
dinle muhatap olmuş, dolayısıyla Allah’ın varlığından haberdar olmuştur. Bu<br />
nedenle insanlık tarihine baktığımızda hemen hemen her toplumda Allah inancının<br />
var olduğunu görebiliriz. Ancak din kaynaklı bu inançlar zamanla bozulmaya<br />
uğramış, neticede ya Allah’tan başka ilahlar edinilmiş ya da Allah hakkında eksik,<br />
yanlış ya da yetersiz kanaatler oluşmuştur. Bu nedenle ilahî dinlerin hedefi Allah’ın<br />
varlığını ispattan ziyade, varlığı kabul edilen Allah’ın isim, sıfat ve fiilleriyle<br />
tanıtılması ve Allah’a layıkıyla inanılmasını temindir.<br />
Allah’a inanan insanlar, tanrıtanımaz (ateist) düşüncelere karşı Allah’ın<br />
varlığını açıklama ihtiyacı hissetmiş ve bu doğrultuda bazı akli deliller ortaya<br />
koymuşlardır. Bu delillerin temel özelliği doğrudan akla hitap etmesidir. Yani bir<br />
insan herhangi bir dinî kaygı taşımasa bile ona aklının ve tecrübesinin<br />
reddedemeyeceği gerçeklerden yola çıkarak Allah’ın varlığı ispat edilmeye ç<strong>al</strong>ışılır.<br />
Zira dini delillerin kabul edilmesi öncelikle Allah’a inanmaya bağlıdır. Fakat şunu da<br />
belirtmeliyiz ki bu akli deliller matematiksel bir ispat yapamazlar. Karşı tarafı yüzde<br />
yüz bağlayıcı, itirazını engelleyici bir mahiyette değildirler. Çünkü neticede gözle<br />
görülmeyen bir varlıktan bahsedilmektedir. Ancak Allah’ın varlığını gösterme<br />
açısından oldukça etkili ve ikna edici özelliktedirler. Bu nedenle Allah’ın varlığını<br />
ispat için ortaya konan deliller, ilzamî (bağlayıcı) değil, iknaî (ikna edici)dir.<br />
Allah’ın varlığını ispat için kullanılan delillerin diğer bir ortak özelliği ise, bu<br />
delillerde genelde kâinatın varlığı ve özelliklerinden yola çıkılmasıdır. Diğer bir<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Allah’a İman<br />
ifadeyle “eserden müessire (o eseri yapana) intik<strong>al</strong>” söz konusudur. Yani âlemden<br />
yola çıkarak Allah’a ulaşmayı hedeflemiştir. Mesela güzel bir resme bakan bir insan<br />
gerek o eserin varlığından, gerekse taşımış olduğu sanats<strong>al</strong> özelliklerden o resmi<br />
yapan birinin hem varlığına hem de bir takım özelliklerine yönelik bir fikir ve kanaat<br />
edinir. Aynı şekilde yaşamış olduğumuz şu kâinatın varlığı, bünyesinde barındığı<br />
düzen ve çeşitlilik ve h<strong>al</strong>en keşfedilmekte olan daha nice özelliği insanın aklına tüm<br />
bunların tesadüfen değil âlim, kadir ve irade sahibi bir yaratıcıyla<br />
gerçekleşebileceği sonucunu getirir.<br />
Öyleyse Allah’ın varlığını ispat için ortaya konan delillerin şu üç ortak<br />
özelliğini özet olarak sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />
Aklî delillerdir.<br />
İknaî özellik taşırlar.<br />
Çıkış noktası olarak kâinatı esas <strong>al</strong>ırlar.<br />
Gerek İslam kelamcıları ve filozofları gerekse Allah’ın varlığını kabul eden<br />
(teist) diğer din mensupları ve filozoflar Allah’ın varlığını ispat için çab<strong>al</strong>amış ve<br />
birbirine benzer bazı deliller ortaya koymuştur. Bazen değişik isimlendirmeler<br />
yapılabilse de bu delillerin büyük çoğunluğu özü itibariyle birbirine yakındır. Bu<br />
delillerden İslam <strong>al</strong>imlerinin kullandıklarının başlıc<strong>al</strong>arı Hudus, İmkân, Gaye ve<br />
Nizam ve Kabûl-i Âmme delilleridir. Bunlar dışında bazı özel yaklaşımlar ve deliller<br />
de elbette ki mevcuttur. Fakat İslam kelamcılarının genelde ortaklaşa kullandıkları<br />
deliller bunlardır.<br />
Hudus ve İmkân Delili<br />
Hudus Delili<br />
Gerek kendimize gerekse canlı ve cansız unsurlarıyla tüm kâinata<br />
baktığımızda her şeyin bir başlangıcının ve sonunun olduğunu görmekteyiz. Mesela<br />
bundan yüzyıl önce hiçbirimiz mevcut değildik ve muhtemelen bir yüzyıl sonra şu<br />
an yaşayan hiçbir insan mevcut olmayacak. Öyleyse aklen insanların sonradan var<br />
olan(hâdis) varlıklar olduğu sonucuna ulaşmaktayız. Aynı şekilde kâinattaki diğer<br />
varlıklara baktığımızda onların da sonradan var olma (hudus) özelliğine sahip<br />
olduklarını görürüz. Bahar ayında ağaçlar yeşerir, meyve verir ve adeta ölü olan<br />
yeryüzü yeniden hayat bulur. Kış mevsimi gelince, bu şeylerin sararıp solduğunu<br />
hatta sona erdiğini görmekteyiz. Kısacası kâinatta hep oluşlar ve yok oluşlar,<br />
doğumlar ve ölümler vardır. Hatta genel olarak dünyanın ve içerisinde bulunduğu<br />
güneş sisteminin de belli bir başlangıcının olduğunu ve içerisindeki tüm unsurların<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Her şeye varlık veren,<br />
Allah’tır.<br />
Allah’a İman<br />
zamanla oluştuğunu ve kâinatın bir ömrünün olup sona ereceğini bilim de kabul<br />
etmiştir. Öyleyse tüm kâinatın sonradan olduğu (hâdis) aklî bir gerçektir.<br />
Kâinatı anlamlandırmaya ç<strong>al</strong>ışan akıl, ezeli olmayıp sonradan olduğunu<br />
tespit ettiği bu âlemin varlığı il ilgili olarak ikinci bir soru daha yöneltir: Madem ki<br />
bu kâinat ezelden beri mevcut değildi ve bir başlangıcı vardır, öyleyse onun ne<br />
zaman ve nasıl var olduğunu sorgulayabiliriz. Eğer kendi kendine var olduysa neden<br />
ezelden beri var değil? Mesela insan olarak bizlerin var olmamızı sağlayan özellik<br />
kendimizde olsaydı, hiçbirimiz yokluğu istemez ezelden beri var olurduk. Böyle<br />
olmadığına göre demek ki bizim varlığımız için bir başlangıç ve son koyan bir başka<br />
varlığın olması, bir yaratıcının bulunması gerekir diye düşünürüz.<br />
İşte bu soru ve düşünceler sonucunda şu neticeye varırız. Demek ki bu<br />
sonradan olma (hâdis) varlıkları başlatan, yaratan bir var edici (muhdis) olm<strong>al</strong>ıdır.<br />
Bu yaratıcının da hâdis olmaması gerekir. Zira onun da bir başlangıcı olursa aynı<br />
soruyu onun hakkında da sorarız: “Peki onu kim yarattı?” Bu soru geçmişe doğru<br />
sonsuz bir şekilde devam edemez. Yani a’yı b yarattı; b’yi de c yarattı, c’ yi d<br />
yarattı… diye düşünedursak bir sonuca varamayız. Bu tür düşünceye mantıkta<br />
teselsül denir. Bu batıl ve imkânsız bir şeydir.<br />
a→b→c→d→…….z→…..???<br />
Öyleyse bir varlıkta durmamız ve o varlığın sonradan olan değil, ezeli<br />
olduğunu kabul etmemiz gerekir. İşte böylece “kendisi sonradan yaratılmış<br />
olmayan ve diğer tüm varlıklara varlığını bahşedip onları ihdâs eden Allah’tır”<br />
sonucuna ulaşırız.<br />
Tüm bu anlatılanların “hudus delili” adı <strong>al</strong>tında ifade edilişi, mantıkî kıyas<br />
olarak şu şekildedir:<br />
Âlem hâdistir. (Tüm kâinatın bir başlangıcı vardır, sonradan yaratılmıştır)<br />
Her hâdisin bir muhdise ihtiyacı vardır. (Yaratılmış olan her şeyin bir<br />
yaratıcısı olm<strong>al</strong>ıdır)<br />
Öyleyse âlemin de bir muhdisi (var edeni, yaratıcısı) vardır ki, o da Allah’tır.<br />
İmkân Delili<br />
Varlıkların özelliklerinden yola çıkarak bir yaratıcının varlığına ulaştıran<br />
diğer bir delil de imkân delilidir ve yukarıda anlatılan hudus deliliyle bağlantılıdır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Varlığı, yokluğa tercih<br />
eden Allah’tır.<br />
Allah’a İman<br />
İslam düşünürleri varlığı ele <strong>al</strong>ırken onu varoluş ihtim<strong>al</strong>lerine göre üç<br />
kategoride düşünmüşler, onun hakkında vacip, mümkin (caiz ) ve mümteni<br />
(muh<strong>al</strong>) olmak üzere üç hüküm vermişlerdir.<br />
Vacip varlık: Varlığı kendinden olan, yokluğu düşünülemeyen varlıktır.<br />
Allah Te<strong>al</strong>a’nın varlığı böyledir.<br />
Mümkin (caiz) varlık: Varlığı da yokluğu da düşünülebilen varlıklardır. Diğer<br />
bir ifadeyle ne varlığı ne de yokluğu kendinden olmayan, varlığı ve yokluğunda<br />
herhangi biri kesinlik, zorunluluk gerekmeyen varlıklardır. Allah dışındaki tüm<br />
varlıklar böyledir. Mesela insanın varlığı da mümkündür, yokluğu da. Her ikisi de<br />
muhtemeldir, caizdir. Hep var olması ya da sürekli yok olup hiç var olmaması<br />
zorunlu değildir.<br />
Mümteni (muh<strong>al</strong>) varlık: Varlığı düşünülemeyen ve yokluğu zorunlu olan<br />
hususlardır. Aslında bu bir varlık kategorisi değildir. Çünkü farazi olarak kurgulanan<br />
bu hususlar var değildirler. Mesela Allah gibi ikinci bir ilahın varlığı ya da Allah’a<br />
ceh<strong>al</strong>et, güçsüzlük gibi niteliklerin verilmesi mümtenidir, muh<strong>al</strong>dir. Yani bunların<br />
var olması, gerçekleşmesi asla mümkün değildir. Bilakis olmam<strong>al</strong>arı zorunludur.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Allah’a İman<br />
Hudus delili anlatılırken insan ve diğer varlıkların bir başlangıcının olduğu<br />
belirtilmişti. Varlığının başlangıcı olan şey, önceden yok demektir. Tıpkı bizler bir<br />
asır önce yok olduğumuz gibi, kâinattaki her unsur da önceleri yok iken sonradan<br />
var olmuştur. Belli bir süre sonra her varlık tekrar yok olacaktır. Demek ki tüm<br />
varlıkların var olması da yok olması da mümkündür. Bu yüzden yaşadığımız âleme<br />
“mümkinat âlemi” denmektedir.<br />
Başlangıç itibariyle düşündüğümüz zaman varlıkların varlığı da yoluğu da<br />
eşit düzeydedir. Olmayan bir şeyin kendi kendini var etmeyi düşünmesi, bu şekilde<br />
bir tercihte bulunması aklen imkânsızdır.<br />
Örnek<br />
•iki kefesi birbirine denk olan bir teraziyi düşünebiliriz.<br />
Dışarıdan birisi kefelerden birine herhangi bir ağırlık<br />
koymadığı müddetçe terazinin her iki tarafı birbirine eşit<br />
seviyede k<strong>al</strong>acaktır. Kefelerden hiçbiri kendiliğinden aşağı<br />
ya da yukarı hareket etmeyecektir. Eğer böyle bir<br />
hareketlilik varsa bir başkasının müdah<strong>al</strong>ede<br />
bulunduğunu anlarız.<br />
Kendi varoluşlarını tercih kabiliyeti bulunmayan varlıkların varoluş tercihi<br />
nasıl gerçekleşti, nasıl var oldular? Madem ki yoklukları da mümkündü, neden hep<br />
yok olarak k<strong>al</strong>madılar? Var olmayı tercih ediş varlıkların kendi elinde olsaydı, kimse<br />
yokluğu tercih etmezdi. Böylece ezelden beri var olacakları gibi hiçbir zaman da<br />
yok olmazlardı. Aynı şekilde var olma zamanı da böyledir. Mesela bizler neden bu<br />
asırda dünyaya geldik de daha önceden ya da daha sonradan var olmadık? Demek<br />
ki varoluş zamanımızın tercihi de bizim elimizde değildir. Durum böyle olduğuna<br />
göre, bu varlıkların varlığını ve yokluğunu tercih edenin, kendileri dışında başka bir<br />
varlık olduğunu aklen anlamaktayız.<br />
Bu düşünce sonucu aklın varacağı sonuç şudur: Tüm bu mümkin varlıkların<br />
yokluğunu varlığına tercih ve tahsis eden bir yaratıcı bulunmaktadır. Bu yaratıcı<br />
kimlerin var olacağını, nerede ve nasıl var edileceklerini takdir etmiş, varlıklarını<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Allah’a İman<br />
yokluklarına tercih etmiş ve onlara bir varlık tahsis etmiştir. Yine kendi istediği<br />
zaman da yokluklarını tercih ederek varlıklarına son verecektir. Bu tercih edici<br />
(müreccih) yaratıcının diğer varlıklar gibi “mümkin varlık” olmaması gerekir. Aksi<br />
h<strong>al</strong>de onun varlığını kim tercih etti diye sorular yöneltilmeye başlanacak ve bir<br />
neticeye ulaşılamayacaktır. Öyleyse bu âlemi var eden zat, vacip varlıktır. Yani<br />
başka birisi tarafından var edilmemiş, zorunlu bir varlıktır ki bu sıfatlara sahip<br />
yegâne varlık da Allah’tır.<br />
İmkân delilini mantıki kıyas şeklinde ifade edecek olursak kısaca şu şekildedir:<br />
Âlem ve içerisindeki varlıklar mümkindir.<br />
Her mümkin varlığın bir müreccihe(varlığını tercih edene) ihtiyacı vardır.<br />
Öyleyse bu âlem için de bir müreccihe ihtiyaç vardır ki o da Allah’tır.<br />
Kur’an’da Hudus ve İmkân Delilleri<br />
Hudus ve imkân delili daha önceden de vurgulandığı üzere aklî delillerdir.<br />
Bilindiği üzere, Kur’an insanı düşünmeye, aklını kullanmaya sürekli olarak teşvik<br />
etmekte, hatta bunu emretmektedir. Bu yüzden Kur’an’da hudus ve imkân delili<br />
isimlendirmesi yer <strong>al</strong>masa da kâinatı ve özelliklerini düşündürtme ve oradan<br />
yaratıcıya ulaştırma amacı ve uygulaması net bir şekilde yer <strong>al</strong>maktadır. Hudus ve<br />
imkân delili adıyla anlatılanlar özellikle “yaratma” kavramıyla Kur’an’da yer<br />
<strong>al</strong>maktadır. Allah insana sürekli olarak kendine, yeryüzüne, gökyüzüne, hayvanlara<br />
kısacası kâinata bakmasını ve nasıl yaratıldıklarını düşünmesini emretmiştir.<br />
Böylece ona, yaratıcısının varlığını ve özelliklerini aklen nasıl fark edeceğini<br />
öğretmiştir.<br />
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri<br />
ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden<br />
gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği<br />
yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer<br />
arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk<br />
için deliller vardır”(Bakara, 2/164).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Allah’a İman<br />
“Görmediniz mi Allah yedi göğü, tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? Onların<br />
içinde nasıl ayı bir ışık, güneşi de bir kandil yapmıştır? Allah, sizi yerden (bitki<br />
bitirir gibi) bitirdi (yarattı)”(Nûh, 71/15-17).<br />
“Attığınız o meniye ne dersiniz?! Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz<br />
miyiz?”(Vâkıa, 56/58-59).<br />
“Seni topraktan, sonra meniden yaratan, sonra seni adam yapan rabbini inkâr<br />
mı ediyorsun?”( Kehf, 18/37).<br />
“Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?” (İbrahim, 14/10)<br />
“Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka<br />
“Allah” derler. De ki, “Hamd Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu<br />
bilmezler”(Lokman, 31/25).<br />
“Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır! Göğe bakmıyorlar mı, nasıl<br />
yükseltilmiştir! Dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmişlerdir! Yeryüzüne<br />
bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır!”(Ğâşiye, 88/17-20).<br />
Yukarıdaki ayetler ve benzerlerinde Allah Te<strong>al</strong>a kâinattaki her şeyin<br />
yaratılmış olduğuna ve bunların yaratıcının da kendisi olduğuna dikkat<br />
çekmektedir. Böylece yaratılanların varlığı, yaratıcının varlığına işaret etmektedir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Allah’a İman<br />
Tüm bu varlıkların ezeli olmayıp sonradan yaratıldıklarına da Kur’an’da<br />
işaret edilmiştir. Mesela kök itibarıyle “yarma” anlamına gelen “fetara-رطف” fiili,<br />
Allah’ın nesneleri yaratması ve ilk başlatmasını ifade etmektedir. İbn Abbâs, “Allah<br />
göklerin ve yerin fâtırıdır”(En’âm, 6/14; Yûsuf, 12/101) ifadesini ilk önceleri<br />
anlayamadığını, ancak iki bedevinin bir kuyu hakkında tartışırken ar<strong>al</strong>arında geçen<br />
diy<strong>al</strong>ogda birinin kullandığı “onu ilk ben açtım(fetartüha-اهترطف)” cümlesinden<br />
sonra manayı kavradığını belirtir. Kavramın “fiil” den farkı, bir şeyin yokluktan<br />
varlığa çıkarılışını ifade etmesidir. Böylece kelimenin aslında bulunan “yarma”<br />
anlamıyla birlikte, tıpkı ağacın yarılması sonucu yaprağın ortaya çıkışında<br />
görüldüğü gibi bir zuhur meydana gelmiş olmaktadır. Dolayısıyla gökler ve yerle<br />
<strong>al</strong>ak<strong>al</strong>ı olarak, onların varlık âlemine çıkarılışı ifade edilmiştir, denebilir.<br />
Yaratma kavramıyla aynı anlam ağında bulunan diğer bir kavram ise “bd‘a-<br />
عدب”dır. Kur’an’da fiil h<strong>al</strong>inde kullanılmamakla birlikte iki ayette Allah’ın göklerin ve<br />
yerin bedîii olduğu ifade edilir. (Bakara, 2/117; En’âm, 6/101) İbda, “bir şeyi inşa<br />
etme”, “bir şeyi mis<strong>al</strong>siz olarak yapma”, “önceden yok iken, bir örnek üzere<br />
olmaksızın ortaya çıkarma”, “önceden bir misli olmaksızın bir şeyi icat”, “mis<strong>al</strong>i<br />
bulunmaksızın bir şeyi var etme” gibi tanımlam<strong>al</strong>ar ile açıklanmaktadır. Dolayısıyla<br />
kavramın zıttı, “bir örneğe bakarak yaratmak”tır.<br />
Bu ayetler ve ayetlerde geçen fiillerden anlaşılmaktadır ki Allah bu kâinatı<br />
bir örnek ya da bir asıl olmaksızın yaratmıştır. Yani kâinat yok iken var edilmiştir.<br />
Dolayısıyla hadistir ve mümkindir.<br />
Gaye ve Nizam Delili<br />
Gaye Delili<br />
Yaşadığımız kâinatı ve içerisindeki canlı ve cansız varlıkları incelediğimizde<br />
hepsinin bir gaye doğrultusunda yaratıldığını görmekteyiz. Boşuna, anlamsız<br />
yaratılan hiçbir varlık yoktur. Günümüzdeki bilimsel araştırm<strong>al</strong>ar, ilk bakışta anlam<br />
veremediğimiz varlık ve oluşumların da muhakkak bir amaca hizmet ettiğini ortaya<br />
koymaktadır. Cansız varlıkların kendi kendilerini var etmeleri imkânsız olduğu gibi,<br />
akıl sahibi olmadıkları için kendilerine bir gaye yüklemeleri de imkânsızdır. Mesela<br />
Güneş, dünyanın fiziksel ve yaşams<strong>al</strong> devamlılığı için önemli bir hizmet<br />
sunmaktadır. Ancak bu gayeyi kendi kendine mi edinmiştir? Bu gayeyi<br />
gerçekleştirecek mesafede dünya ile olan konumunu kendisi mi belirlemiştir?<br />
Elbette hayır. Zaten bunu iddia eden birisi olmamıştır. Canlı varlıklarda da aynı<br />
gayelilik söz konusudur. Mesela insanlara sütüyle, etiyle, derisiyle hizmet eden<br />
ineği düşünelim. Kendi kendine insanlar için fayd<strong>al</strong>ı olayım diye süt üretmeyi<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Anlamsız, gayesiz hiçbir<br />
varlık yoktur.<br />
Allah’a İman<br />
düşünüp buna göre bir hizmet mi geliştirmiştir? Hayvanların bunu düşünebilecek<br />
bir akli melekesinin ve gerçekleştirebilecek bir kudretinin olmadığı açıktır. Öyleyse<br />
insan, aklı ve vicdanıyla düşündüğünde, “bu kadar varlık, bu tür gayeleri nasıl<br />
edindiler?” diye sorar ve cevap olarak “tüm bu varlıklara, bu gayelerini veren <strong>al</strong>im<br />
ve hâkim bir zât vardır” cevabına ulaşır.<br />
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de yeryüzü, gökyüzü ve arasındakilerin her<br />
şeyden önce insan için yaratıldığı ve onun hizmetine sunulduğu bildirilmiştir. Allah<br />
hakîm’dir, fiillerinde hikmet bulunur. Yaptığı her işin maddi ya da manevi bir değeri<br />
vardır. Anlamsız ve gayesiz fiiller, ne yaptığını bilmeyen cahil ya da sefih kişilerden<br />
sadır olur. Kâinatı yaratıp düzenleyen Allah olduğuna göre, bir anlamsızlıktan<br />
bahsedilemez. Zaten Allah, göklerin ve yerin boşuna, batıl ve bir oyun olarak değil<br />
(Âli İmran, 3/191; Enbiyâ, 21/16; Duhân, 44/38), hak olarak/hak ile yaratıldığını<br />
(İbrahim, 14/19; Hicr, 15/85; Nahl, 16/3; Ankebût, 29/44; Rûm, 30/8; Duhân,<br />
44/39; Câsiye, 45/22; Ahkâf, 46/3; Teğâbun, 64/3) ifade etmiştir.<br />
Aşağıdaki ayetler hem Allah’ın kâinatı düzenlediğine hem de ona bir gaye<br />
ve anlam yüklediğine işaret etmektedir:<br />
“Şüphesiz sizin rabbiniz, gökleri ve yeri <strong>al</strong>tı günde yaratan, sonra arşa istivâ<br />
eden ve bütün işleri (emr) düzenleyen Allah’tır”(Yûnus, 10/3).<br />
“De ki, sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Yahut o kulaklar ve gözlerin<br />
sahibi kimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşi kim düzenliyor? Allah<br />
diyecekler. De ki o hâlde sakınmaz mısınız?”(Yûnus, 10/31).<br />
“Allah, gökleri direksiz yükselten, …işleri düzenleyendir”(Ra’d, 13/2).<br />
“Gökten yere işi O düzenler”(Secde, 32/5).<br />
“Allah, yeryüzündekilerin tümünü sizin için yaratmıştır”(Bakara, 2/29).<br />
“Ey rabbimiz sen bunları batıl olarak (boşuna) yaratmadın”(Âli İmrân, 3/191).<br />
“Sizin için hayvanlardan sekiz çift indirdi”( Zümer, 39/6).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Kâinattaki sistemler<br />
tesadüfü reddeder.<br />
Allah’a İman<br />
“Bu hayvanları sizin hizmetinize sunduk ki şükredesiniz”(Hacc, 22/36).<br />
“Ondan taze et yemeniz ve ondan giyeceğiniz süs eşyası çıkarmanız için denizi<br />
hizmetinize sunan O’dur”(Nahl, 16/14).<br />
Nizam Delili<br />
Kâinatın tümünde bir gaye olduğu gibi, aynı şekilde bir düzenlilik de söz<br />
konusudur. Belli gayelere sahip olan varlıklar hem kendi içerisinde hem de diğer<br />
varlıklarla bir uyum ve ilişki içerisindedirler. Kâinat küçük ve büyük ölçütlerde<br />
sistemlerle donatılmıştır. Yerkürenin hacmi, güneşle olan mesafesi, yer kabuğunun<br />
k<strong>al</strong>ınlığı ve katmanları, atmosferin mahiyeti ve katmanları birer sistem ve ölçü<br />
içerisindedir. Ekosistem, güneş sistemi, ısı sistemi, dağ sistemleri, sistem içi ve<br />
sistem üstü sistemler vb. nice sistemli yaratılış vardır.<br />
Başlı başına bir dünya olan insanın yapısı da sistemlerle örülmüştür:<br />
Sindirim sistemi, kan dolaşımı sistemi, iskelet ve kas sistemi, solunum sistemi,<br />
boş<strong>al</strong>tım sistemi..vs. Böylece vücudumuzdaki bütün organ ve sistemler bir uyum<br />
içerisinde ç<strong>al</strong>ışır ve insan vücudunun canlı ve sağlıklı k<strong>al</strong>ması için görev yaparlar.<br />
Bütün organlar; damarlar ve sinirlerle birbirlerine bağlıdır. Bu sistemlilik nedeniyle,<br />
insan vücudunu meydana getiren organ, sistem ya da dokularda meydana gelen<br />
herhangi bir sorun bütün vücudu etkileyebilir.<br />
Günümüz fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimlerinde yapılan<br />
incelemelerin ulaştığı her keşif kâinattaki eşsiz güzelliği, nizam ve düzeni bir kez<br />
daha ispatlamakta ve aklileştirmektedir.<br />
İnsan gördüğü bu gayelilik ve nizam karşısında iki hususu savunabilir:<br />
Matery<strong>al</strong>ist düşünürlerin dediği gibi tüm bunlar tesadüfen ve evrimle gerçekleşti<br />
diyebilir. Ancak buna vicdanında kendisi bile inanır mı, bilemeyiz. Bu tür kabullerin<br />
insanı aklen de tatmin etmeyeceği açıktır. Mis<strong>al</strong> olarak herhangi bir sahada yazılmış<br />
bir kitabı düşünebiliriz. Birisi iddia etse ki, “binlerce harf kendiliğinden bir araya<br />
geldi, tesadüfen yan yana dizildiler, kelimeleri, sonra cümleleri oluşturdular. Sonra<br />
bu cümleler anlamlı birliktelikler kurarak belli başlıklar <strong>al</strong>tında sır<strong>al</strong>anıp<br />
kompozisyonlar oluşturdular. Sonra bu başlıklar da yine anlamlı bir bütünlük<br />
kurarak bu kitabı oluşturdu.” Bu iddiayla karşılaşan herkes, o kişinin aklından ya da<br />
ciddiyetinden şüphe edecektir. Hatta şüphe etmekle k<strong>al</strong>mayıp akılsızlığına<br />
hükmedecektir. İşte bu iddia ne kadar akla uygun ve doğru ise, güzelliklerini ve<br />
sistemlerini anlatmakla bitiremeyeceğimiz bu kâinatın, kendiliğinden ve bir tesadüf<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Allah’a İman<br />
sonucu söz konusu gayeliliği ve sistemi bulması iddiası da en fazla o kadar tutarlı ve<br />
tatmin edicidir.<br />
Gaye ve nizam delilinin mantıkî önermeler şeklinde özetlenişi şu şekildedir:<br />
Kâinat birbirine uyumlu sebepler ve gayelerle bir istem içerisindedir.<br />
Sebepler ve gayeler manzumesi olan her şey, âlim ve akıllı bir illetin<br />
eseridir.<br />
O h<strong>al</strong>de kâinat da âlim bir müessirin eseridir ki, o da Allah’tır.<br />
Tartışma<br />
•Kainatta görülen düzenlilik bir yaratıcıya mı işaret eder; yoksa<br />
tesadüf müdür? Konuyu gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz.<br />
• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an<br />
“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />
Kur’an’da Gaye ve Nizam Delili<br />
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın kâinatı bir düzen içerisinde ve ölçülü bir şekilde<br />
takdir ederek yarattığı sıklıkla vurgulanır. Böylece insanın yaşadığı âlemi anlaması<br />
ve var olan ilahî dizaynı kavrayarak yaratıcısını tanıması, ona kulluk edip şükretmesi<br />
istenir.<br />
“Her şeyi yarattı ve onu bir ölçüyle takdir etti”(Furkân, 25/2).<br />
“Her şeyi bir ölçüyle yarattık”(Kamer, 54/49).<br />
“Allah, her şey için bir ölçü koydu”(T<strong>al</strong>ak, 65/3).<br />
“O yarattı ve düzeltti, takdir etti ve yol gösterdi”(A’lâ, 87/2, 3).<br />
Kâinat Allah’ın takdiriyle olunca, O’nun eşsiz ilminin, sanatının ve<br />
kudretinin izlerini taşımaktadır. Bu yüzden kâinatın her bir cüzü onu yaratana ve<br />
sıfatlarına işaret eden birer ayettir:<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Allah’a İman<br />
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca<br />
gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde,<br />
Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda,<br />
yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre<br />
amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller<br />
vardır”(Bakara, 2/164).<br />
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahman’ın yaratışında hiçbir<br />
uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor<br />
musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği<br />
bulamayıp) aciz ve bitkin h<strong>al</strong>de sana dönecektir”(Mülk, 67/3, 4).<br />
“O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı”(Secde, 32/7).<br />
“Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Sizi şekillendirdi ve<br />
şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş y<strong>al</strong>nız O’nadır”(Teğâbun, 64/3).<br />
“Biz gökten suyu bir ölçüyle indirdik. Sonra onu yeryüzüne yerleştirdik ve biz<br />
onu götürmeye de oldukça kadiriz”(Mü’minûn, 23/18).<br />
Kabûl-i Âmme Delili<br />
Allah inancının fıtriliğinden bahsederken, her insanın yaratılışı itibariyle<br />
Allah’a inanma ihtiyacı ve eğiliminde olduğunu belirtmiştik. Bunun fiili ispatı ise<br />
hemen hemen her dönem ve mekânda Allah inancının sürekli olarak var ola<br />
gelmesidir. İnsanlık tarihi inançsız toplumlardan ziyade Allah’a inanan<br />
toplumlardan oluşmuş ve tarih bu şekilde akışını sürdürmüştür. Mutahhar b. Tahir<br />
el-Makdisî (v. 355/966)’nin belirttiği gibi “ırkları, memleketleri, görüş, din ve<br />
mezhepleri farklı olsa da, ileri düzeydeki tüm milletler, kâinatta hikmet sahibi bir<br />
yaratıcının eserlerini müşahade ettiklerinden şüphe etmemişlerdir. Ezeli ve kadim<br />
bir yaratıcının varlığını aklına güvenilebilecek bütün insanlar açık ve kesin bir<br />
şekilde kabul etmişlerdir. Bu yüce yaratıcı, her zaman mabud olmuş, her dilde<br />
bilinmiş, her lisanla anılmıştır.”(Top<strong>al</strong>oğlu, 1992: 107)<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Allah inancı evrensel bir<br />
gerçekliktir.<br />
Allah’a İman<br />
Çağımızda bazı genetik bilimciler Allah inancının genetik olup olmadığını<br />
araştırma ihtiyacı hissetmiş ve bu doğrultuda bazı tespitlerde bulunmuşlardır.<br />
Kendilerinin de ifade ettiği gibi onları bu tür bir araştırmaya sevk eden şey,<br />
dünyada müşahade ettikleri inanma gerçeğidir. Farklı isimler ve mahiyetlerde olsa<br />
bile insanlığın çoğu Allah’a inandığına göre, bunun genetikle yani yaratılıştaki<br />
kodlamayla bir <strong>al</strong>akası olabilir, düşüncesidir. İster genetik olsun, ister ruhani olsun<br />
insanlığın inanma özelliği varoluşs<strong>al</strong> ve evrenseldir. Yaratıcının, yarattığı varlıklara<br />
kendisine inanma ihtiyaç ve güdüsünü vermesinden daha doğ<strong>al</strong> ne olabilir?<br />
Tartışma<br />
Bireysel Etkinlik<br />
•Allah inancının genetik olup olmadığı meselesini gerekçeleri ile<br />
forumda tartışabilirsiniz.<br />
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “tartışma<br />
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />
• Sizi yaratıcının varlığına ikna eden nedenler üzerine<br />
düşününüz.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Allah’a İman<br />
Ödev<br />
olmak üzere tüm kâinatın yaratıcısı dolayısıyla sahibi odur. Bu nedenle<br />
dinî hayat Allah’a inanmakla başlar. Allah kendisine inanm<strong>al</strong>arını<br />
emrettiği kullarını, zaten bu ihtiyaç ve eğilimle yaratmıştır. Bu nedenle<br />
Allah inancı fıtri, zorunlu ve vrenseldir.<br />
•Allah’a iman, ancak tevhit esası üzerine inşa edilirse bir anlam kazanır.<br />
Bu yüzden tevhit inancı ilahi dinlerin en temel prensibidir. Bir insanın<br />
mümin olabilmesi için Allah’ı zatı, sıfatları ve fiillerinde birlemesi, bu<br />
hususlarda ona şirk koşmaması gerekir. Allah’ın birliğini ispat için<br />
kullanılan en meşhur akli delil ise, birden fazla ilahın olması durumunda,<br />
ilahlar arası bir çatışmanın dolayısıyla düzensizliğin olacağı kabulünü esas<br />
<strong>al</strong>an temanu delilidir.<br />
•Allah’a inanlar, özellikle inkârcılara karşı onun varlığını ispat etmek için<br />
bazı akli deliller ortaya koymuştur. İkna edici bir özelliğe sahip olan ve<br />
hareket noktası olarak kâinatı esas <strong>al</strong>an bu delillerin en meşhurları<br />
Hudus ve İmkân, Gaye ve Nizam ve Kabûl-i Âmme delillerdir.Gerek<br />
kâinatın varlığı, gerekse onda görülen nizam ve her varlığın sahip olduğu<br />
gayelilik, bunların tesadüfen olamayacağı, bilakis <strong>al</strong>im ve kâdir olan bir<br />
Yaratıcı tarafından takdir edildiğini gösterir. Tarihin tüm zaman<br />
dilimlerinde sürekli olarak Yaratıcı bir ilaha inanılagelmesi de Allah’ın<br />
varlığını ispat için fiili bir göstergedir.<br />
Özet •İlahî dinlerde en merkezi kavram Allah kavramıdır. Çünkü insan da dahil<br />
• Diğer bilim d<strong>al</strong>larından istifade ederek kainatta<br />
mevcut olan sistemlerden birini araştırarak iki yüz<br />
kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız.<br />
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı<br />
<strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Değerlendirme<br />
sorularını sistemde ilgili<br />
ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />
<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />
bölümünde etkileşimli<br />
olarak<br />
cevaplayabilirsiniz.<br />
Allah’a İman<br />
DEĞERLENDİRME SORULARI<br />
1. İslam inanç esasları açısından “aslu’l-usul” tamlaması aşağıdakilerden<br />
hangisini ifade etmektedir?<br />
a) Dinin insan hayatı için bir asıl oluşunu<br />
b) İslam dinin diğer dinlerin aslını oluşturmasını<br />
c) İnancın insanın asli bir ihtiyacı olduğunu<br />
d) Allah’a imanın diğer iman esaslarının temelini oluşturmasını<br />
e) Dini ilimlerin diğer ilimlerin aslını oluşturmasını<br />
2. Kâinatın sonradan yaratıldığını, sonradan olan varlıklar için bir yaratıcıya<br />
ihtiyaç bulunduğunu esas <strong>al</strong>an ispat delilinin adı aşağıdakilerden hangisidir?<br />
a) İmkân<br />
b) Gaye<br />
c) Hudus<br />
d) Nizam<br />
e) Temânu<br />
3. Hemen hemen her dönem ve mekânda Allah inancının sürekli olarak<br />
varolagelmesinden yola çıkarak Allah’ın varlığını ispat eden delil aşağıdakilerden<br />
hangisidir?<br />
a) İmkân<br />
b) Gaye<br />
c) Hudus<br />
d) Nizam<br />
e) Kabûl-i Amme<br />
4. Allah’ın varlığını ispat için ortaya konan delillerin çıkış noktası aşağıdakilerden<br />
hangisidir?<br />
a) Allah’ın sıfatları<br />
b) İnsan<br />
c) Kâinat<br />
d) Ahiret<br />
e) Vicdan<br />
5. Varlığı kendinden olmayan ve varlığı da yokluğu da düşünülebilen varlık<br />
kategorisi aşağıdakilerden hangisidir?<br />
a) Vacib<br />
b) Mümteni’<br />
c) Muhtemel<br />
d) Farz<br />
e) Mümkin<br />
Cevap Anahtarı :<br />
1.d 2.c 3.e 4.c 5.e<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
Allah’a İman<br />
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER<br />
KAYNAKLAR<br />
1. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-<br />
Ekber. Beyrut.<br />
2. Attas, S. Nâkib. (1995). İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, Ter.<br />
Mahmut Erol Kılıç, İstanbul.<br />
3. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhit ve İlm-i Kelam. Ankara:<br />
Gonca Yayınevi.<br />
4. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî, Tah. Mustafa Dîb el-<br />
Buğa, Beyrut.<br />
5. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin<br />
Altın<strong>al</strong>an., İstanbul: Madve Yay.<br />
6. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta, Tah. Muhammed<br />
Fuad Abdulbaki. Mısır.<br />
7. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.),<br />
Kitâbu’t-Tevhîd. Tah. Fethullah Huleyf, Mısır.<br />
8. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (2005).<br />
Te’vîlâtu’l-Kur’an. Tah. Mecdî Bâsellûm, Beyrut.<br />
9. Mevdudi, Ebu’l-Alâ. (tsz.). Kur’an’a Göre Dört Terim. Çev. Osman Cilacı-<br />
İsmail Kaya. İstanbul: Beyan Yayınları.<br />
10. Mohamed, Yasien, (1995). “Fitrah and Its Bearing on The Principles of<br />
Psychology”. The American Journ<strong>al</strong> of Islamic Soci<strong>al</strong> Sciences, 12 (1),<br />
Herndon, 1-18. (çev. için bkz. Muhammed, Yasin. (1995). “Fıtrat ve İslam<br />
Psikolojisi”, İslami Sosy<strong>al</strong> Bilimler Dergisi, 3 (2), 43-61.)<br />
11. Mutahhari, Murtaza. (1992). Fıtrat. Ter. Cafer Kırım. İstanbul.<br />
12. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh, Beyrut.<br />
13. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille, I.<br />
Nşr. Hüseyin Atay. Ankara.<br />
14. Öge, Sinan. (2004). “Fıtratın Mîsâkı”. Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi<br />
Dergisi, 22, 240-260.<br />
15. Öge, Sinan. (2009). Allah’tan Âlem’e ilahî Fiiller, Ankara: Araştırma<br />
Yayınları.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Allah’a İman<br />
16. Özler, Mevlüt. (1995). İslam Düşüncesinde Tevhit. İstanbul: Nun Yayıncılık.<br />
17. Râzî, Fahruddîn. (1988-1995). Tefsîr-i Kebîr., Ter. Heyet, Ankara.<br />
18. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir. (1992). Allah’ın Varlığı. Ankara: DİB Yay.<br />
19. Ulutürk, Veli. (1995). Kur’an-ı Kerîm’de Yaratma Kavramı. İstanbul.<br />
20. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
İÇİNDEKİLER<br />
HEDEFLER<br />
TEVHİT VE ŞİRK<br />
• Tek Bir Allah İnancı Olarak Tevhit<br />
• Tevhidin Çeşitleri<br />
• Çok Tanrılı Bir İnanç Biçimi Olarak<br />
Şirk<br />
• Şirkin Çeşitleri<br />
• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />
• Tevhidin önemi ve gerekliliğini anlayabilecek<br />
• Allah inancı ile varlık arasındaki bağlantıyı<br />
kavrayabilecek<br />
• Şirkin anlamını ve tevhidin karşıtı olduğunu<br />
anlayabilecek<br />
• Şirkin çeşitlerini ve yansım<strong>al</strong>arını<br />
değerlendirebileceksiniz.<br />
İSLAM İNANÇ<br />
ESASLARI<br />
<strong>ÜNİTE</strong><br />
5
Hayatın vazgeçilmez<br />
gerçeği: Tek Allah İnancı<br />
Tevhit ve Şirk<br />
GİRİŞ<br />
İslam, sağlam bir dindarlığı oluşturma zemini olarak tek Allah inancına<br />
bağlılığı görmüştür. Bunun özgün adı “tevhid”tir. Esasında bütün ilahî dinler tek<br />
Allah inancı üzerine kurulmuştur.<br />
Tevhit, sadece inancın duygu yönünü değil, bilişsel yanını da<br />
ilgilendirmektedir. Bilgi ile tahkim edilmeyen bir inanç, s<strong>al</strong>lantıdadır. İslam’da<br />
tevhit inancı, sistemin bütününü kuşatıcı bir özellik taşır ve insan düşüncesi ve<br />
hayatının bütün evrelerinde ortaklığı reddeder. Yüce yaratıcı, bütün varlıkların<br />
üstünde, aşkın bir varlıktır. O’nun yarattığı her bir varlık da biricik olup kendi<br />
başına bir değer ifade eder. İşte hayata anlam katan şey, bu tek Allah inancına<br />
sahip olmaktır.<br />
Birden fazla ilaha inanmak, insanın hem kendisine hem de yaratıcısına<br />
yabancılaşmasını beraberinde getirir. Dolayısıyla Allah’ın varlığına inanmak kadar<br />
onun birliğine inanmak ve bu inancına bir başkasını ortak etmemek önemli bir<br />
ilkedir. Nitekim Kur’an’da baştan sona tevhit ve şirk ayrımının <strong>al</strong>tı k<strong>al</strong>ın çizgilerle<br />
çizilir. İnancın tarihinde bu noktada sapmış olan Kitap ehli inanç mensupları<br />
eleştirilir. Hangi nokt<strong>al</strong>arda bir Allah inancından saptıkları tek tek işaret edilir.<br />
Bundan Müslümanların ders çıkarması istenir. İşte bu ünitede geniş bir şekilde<br />
tevhit ve şirk konuları işlenecektir.<br />
TEK BİR ALLAH İNANCI OLARAK TEVHÎD<br />
Allah katında mümin sayılmak için sadece Allah’ın varlığını kabul etmek<br />
yeterli olmayıp, O’nun tek ilah olduğuna da inanmak gerekir. İnancın tarihinde asıl<br />
sorun Allah’ın varlığına iman edip etmemekte değil, O’nun birliğine iman edip<br />
etmemekte ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı bütün peygamberlerin toplumlarıyla<br />
karşılaştıkları zaman ilk mesajları: “Ey kavmim! Allah’tan başkasına kulluk etmeyin”<br />
olmuştur. (Bkz. A’raf, 7/59, 65, 73, 78; Hud, 11/50, 61, 74; Nahl, 16/36). Bu temel<br />
ilke, İslam akaid kitaplarında Allah’ın varlığı ve birliği meselesiyle birlikte ele<br />
<strong>al</strong>ınarak işlenmiştir. Bu nedenle Allah’a imanda en temel şart, Allah’tan başka<br />
varlıkları ilah kabul etmemektir. Biz buna tevhit inancı diyoruz.<br />
İnsanlık tarihine baktığımız zaman her ne kadar Yaratıcı bir güç olarak<br />
Allah’ın varlığı kabul edilmişse de, onun ilahlığı başka varlıklara, kurumlara ve<br />
nesnelere paylaştırılmak suretiyle tevhit ilkesi ihl<strong>al</strong> edilmiştir. Hâlbuki bir Allah<br />
inancı, sadece ilahî zata yönelik nitelemelerden ibaret olmayıp, aynı zamanda<br />
O’nun insan ve kâinatla olan ilişkisinin de bir ifadesidir. Dolayısıyla tevhide<br />
dayanmayan bir Allah inancı, O’nun katında makbul değildir. Politeist bir inancın<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Tevhit ve Şirk<br />
bireysel ve toplums<strong>al</strong> düzeyde insanlığa verebileceği bir katkı da yoktur. Yeri geldiği<br />
zaman bu konulara değinilecektir.<br />
Tevhit kelimesi kök anlamı itibariyle, “tek” olma manasına gelen “ehad” ve<br />
bir olma anlamına gelen “vahid” sözcüklerinden türemiş olup “birlemek, bir şeyin<br />
bir olduğuna hükmetmek” man<strong>al</strong>arına gelir. Bu anlamda tevhit Allah hakkında<br />
kullanıldığı zaman “eşi, ortağı ve benzeri olmayan bir ve tek varlık” demektir. “Sizin<br />
ilahınız bir tek ilahtır” (Bakara, 2/163) ayetinde geçen “vahid” ile, “De ki: O Allah<br />
bir tektir” (İhlâs, 112/1) ayetinde geçen “ehad” sözcüğü tevhit kelimesiyle aynı<br />
köktendir.<br />
Dinî ıstılahta ise, tevhit kavramıyla ilgili çeşitli tanımlar yapılmıştır:<br />
Bunlardan birkaçı şu şekildedir:<br />
Tevhit: Yaratanla yaratılan arasındaki sınırı idrak etmektir.<br />
Tevhit: Allah’ın, sonradan yaratılan varlıklardan ontolojik olarak ayrı<br />
olmasıdır.<br />
Tevhit: “Allah’ın zatını, düşünce ve anlayışta tasavvur edilebilen, vehim<br />
ve zihinlerde tahayyül edilebilen her şeyden tecrît etmektir.”<br />
Tevhit: Allah’ın yaratan, eğiten, sahip olan, öldüren, dirilten, yaşatan,<br />
rızık veren, du<strong>al</strong>arı kabul eden, hel<strong>al</strong> ve haram koyan, evreni sevk ve idare eden,<br />
fayda ve zarar verme gücüne sahip olan yegâne varlık olduğuna inanmaktır. İslam<br />
inancında buna “rububiyette tevhîd” denilir. Şu ayetlerde rububiyette tevhit açıkca<br />
vurgulanır:<br />
”Musa: “O göklerin ve yerin ve her ikisi arasında bulunan herşeyin rabbidir. Eğer<br />
gerçekten inanırsanız bu böyledir” (Şuara, 26/24).<br />
“Dilleriniz y<strong>al</strong>ana <strong>al</strong>ışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı y<strong>al</strong>an uydurmak için, “şu<br />
hel<strong>al</strong>dir”, “şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a karşı y<strong>al</strong>an uyduranlar, kurtuluşa<br />
eremezler”(Nahl, 16/116).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Tevhit: Biricik ve yeg<br />
Tevhit ve Şirk<br />
“Yahudiler, “Üzeyir Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar ise, “İsa Mesih<br />
Allah’ın oğludur” dediler. Bu onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan)<br />
sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine<br />
benziyor. Allah onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar?” (Tevbe, 9/30).<br />
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve<br />
Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet<br />
etmekle emrolunmuşlardır. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak<br />
koştukları her şeyden uzaktır” (Tevbe, 9/31).<br />
” İyi bilin ki, h<strong>al</strong>is din y<strong>al</strong>nız Allah’ındır. Onu bırakıp da başka dostlar edinenler,<br />
“Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz”<br />
diyorlar. Şüphesiz Allah ayrılığa düştükleri şeyler konusunda ar<strong>al</strong>arında hüküm<br />
verecektir. Şüphesiz Allah y<strong>al</strong>ancı ve nankör olanları doğru yola iletmez” (Zümer,<br />
39/3).<br />
Tevhîd: Biricik ve yegâne ilah olarak Allah’ı birlemektir.<br />
Gerçek anlamda ilah; gönüllerin sevgi, ümit, korku, güven, tevekkül,<br />
yardım, dua, kurban, adak gibi inanç ve ibadet türlerinde bağlandığı ve yöneldiği,<br />
kendisine karşı derin saygı beslenen, her şeyden daha çok sevilen ve kulluğun<br />
sadece kendisine özgü kılındığı bir varlıktır. Bütün bu özellikleri taşıyan sadece ve<br />
sadece tek olan Allah’tır. Buna “uluhiyette tevhit” denilir.<br />
İslam’da tevhit inancı, Allah’tan başka bütün ilahların izafi olduğunu vurgular:<br />
“De ki: “Ey insanlar” Size Rabbinizden gerçek (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru<br />
yola girerse ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi <strong>al</strong>eyhine sapar.<br />
Ben sizden sorumlu değilim.” (Yunus 10/18).<br />
Görüldüğü gibi bu anlamda tevhit, uluhiyeti sadece Allah’a tahsis etmeyi<br />
öngörür. Tabiatın akıllara hayranlık veren olağanüstü nitelikte yaratılışı ve işleyişi<br />
onun ve yaratıcısının bir ve tek olduğunun objektif kanıtını teşkil eder. Yaratıcı ile<br />
ruhi-manevi irtibat içinde bulunan müminin gönlü de uluhiyetten herhangi bir<br />
ortaklığı benimseyip imanının kıblesi olarak tanıması mümkün değildir. Kur’an-<br />
Kerim’de (Yunus, 10/18; Zümer, 38/3) puta tapanların, tanrı edindikleri şeylerin<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Tevhit olmadan gerçek<br />
ad<strong>al</strong>et olmaz.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
tabiatı yaratan ve idare eden yüce varlık olmadığının şuurunu taşıdıkları, Allah<br />
nezdinde şefaatte bulunm<strong>al</strong>arı amacıyla onlara taptıkları ifade edilir. Bu tevhidin<br />
zıddı olan şirkin, insanın selim fıtratının benimsemeyeceği bir şey olduğunu<br />
gösterir. Tevhit inancıyla yükümlü kılınan ilk insandan itibaren günümüze kadar bu<br />
inanç en belirgin şekilde İslamiyet tarafından tespit edilmiş ve her gün beş defa<br />
okunan ezanla bütün dünyaya ilan edilmiştir. Bu sebeple kelam âlimlerinin tevhit<br />
tanımı bir bütünlük arzeder:<br />
Tevhit: Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir tek kabul edip<br />
zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir başkasını O’na ortak koşmamaktır.<br />
Tevhidin Çeşitleri<br />
Yukarıdaki tarifte geçtiği gibi İslam Kelam bilginleri ilahî birliği Allah’ın<br />
zatında, sıfatlarında ve fiillerinde olmak üzere üç başlık <strong>al</strong>tında incelemişlerdir:<br />
Allah’ı Zatında Tevhid<br />
Allah’ın zatından amaç, bizzat kendisi olmasıdır. Allah’ın zatında birliği,<br />
onun dengi olarak görülen başka ilahların olmaması, mülkünde ortağının<br />
bulunmaması ve diğer yaratılmış varlıklar gibi parç<strong>al</strong>ardan birleşmiş bir varlık<br />
olmamasıdır. Bir müminin tevhit inancına sahip olabilmesi için tüm bunlara<br />
inanması gerekir.<br />
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın zâtî birliğini ifade eden pek çok ayet bulunmaktadır:<br />
“De ki O Allah birdir”(İhlâs, 112/1)<br />
“Allah’tan başka ilah yoktur”(Âli İmrân, 3/62)<br />
“Allah ile beraber başka ilahlar edinmeyin”(Nahl, 16/51)<br />
“Allah, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan bir Allah’tır”(Bakara, 2/255)<br />
“Allah’la beraber başka bir ilah mı var!”(Neml, 27/60)<br />
İslam’ın tevhit prensibi “Lâ ilâhe ill<strong>al</strong>lah- للها لاإ هلإلا / Allah’tan başka hiçbir<br />
ilah yoktur” cümlesiyle ifade edilen kelime-i tevhit ile anlatılır. Bu sözü k<strong>al</strong>biyle<br />
tasdik eden ve diliyle ikrar eden kişi artık k<strong>al</strong>binde, zihninde ve de yaşantısında<br />
sadece Allah’ın ilahlığını kabul ettiğine ve bunun gereklerini yerine getireceğine söz<br />
vermiş demektir. Çünkü ilah kavramı, kendisine sığınılan, faydası umulan,<br />
kendisinden korkulan, ihtiyaçları gideren, emrine boyun eğilen hüküm sahibi<br />
otorite gibi anlamları barındırır. Bu bağlamda Kur’an’da anlatılan tevhit<br />
esaslarından şöyle bir netice çıkarmak mümkündür:<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Allah’tan başka ilah<br />
yoktur.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
“Göklerde ve yerde bütün otorite ve yetkilere m<strong>al</strong>ik olan ancak Allah’tır.<br />
Yaratma O’na mahsustur. Bütün nimetler O’nun kudretindedir. Bütün işler sadece<br />
O’na aittir. Kuvvet ve çare O’nun hükmündedir. Göklerde ve yerde olan her şey ister<br />
istemez O’na itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. O’ndan başkasında<br />
otorite yoktur. Göklerde ve yerde O’ndan başkasının hükmü geçmez. Yaratılışın<br />
sırlarını, nizamını, idaresini O’ndan başkası bilmez. Hükmünün s<strong>al</strong>ahiyetleri<br />
hususunda kimse O’na ortak olamaz. İşte bunun için O’ndan başka ilah olamaz.”<br />
İlahlık, bir takım vasıflara sahip olmayı gerektirir. Yaratma, yaşatma,<br />
öldürme, rızık verme, her şeyi bilme, her şeye kadir olma, her şeyi görüp işitme gibi<br />
sıfat ve fiillere sahip olan ilah olabilir. Bu özelliklere mutlak anlamda sahip olan<br />
yegâne varlık Allah’tır. Bu nedenle O’ndan başka ilah olamaz. İnsanların ilah diye<br />
bağlandıkları hiçbir unsur bu vasıflara sahip değildir. Bu yüzden pratikte birileri<br />
onlara ilah dese ve onları ilah edinse bile, hakikatte ilah değillerdir. Çünkü Allah’ın<br />
zatı gibi bir başka zat bulunmaz.<br />
Mekke müşrikleri, Allah’la birlikte putları da ilah edindiklerinden,<br />
Hıristiyanlar Baba, Oğul ve Kuts<strong>al</strong> Ruh üçlemesiyle ulûhiyeti parç<strong>al</strong>adıklarından ve<br />
Allah’ın Hz. İsa’nın bedenine hulul ettiğini iddia ettiklerinden, Maniheistler İyilik ve<br />
Kötülük Tanrısı diye iki tanrı edindiklerinden dolayı Allah’ın zatında tevhidi ihl<strong>al</strong><br />
etmişlerdir. Tüm bunlara reddiye mahiyetinde Tevhit suresi diye de adlandırılan<br />
İhlâs suresi İslam’ın Allah anlayışını ortaya koymaktadır:<br />
“De ki: O, Allah ehaddir. Allah Sameddir. O doğurmamış ve doğurulmamıştır.<br />
Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.”(İhlâs, 112/1–4)<br />
Tek ve bir oluş, başkasına muhtaç olmayış sadece ve sadece Yüce Allah’a<br />
mahsustur. Doğurmak ve doğrulmak yaratılmışlık nitelikleridir. Allah ise, bütün<br />
yaratılmış olan niteliklerden münezzehtir. O, vacibü’l-vucûddur. Varlıkta hiçbir şey<br />
O’na eş ve denk değildir. O hâlde insan, Allah’ın zatında birliği itikattan amele<br />
hayatının tüm <strong>al</strong>anlarında göstermelidir.<br />
Allah’ın Sıfatlarında Tevhid<br />
Yüce Allah, zatında bir olduğu gibi sıfatlarında da birdir. O, zatına uygun<br />
bir şekilde en kâmil sıfatlara sahiptir. İşte bu bağlamda, İslam inanç sisteminde çok<br />
önemli bir konu da Allah’ın zatı hakkında vacip olan yetkin sıfatlarını bilip öylece<br />
inanmak ve O’nun yüce zatını noksan sıfatlardan soyutlamaktır. Bunu Kelam<br />
âlimleri özlü bir şekilde ifade etmişlerdir: “Küllü mâ hatara bibâlik/ F<strong>al</strong>lahü sivâ<br />
zâlik: Hatırına gelen her şey/ Allah ondan başka bir şey.” K<strong>al</strong>dı ki uluhiyet<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Allah her türlü hâdislik<br />
<strong>al</strong>ametlerinden uzaktır.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
düşüncesi, bir çeşit sıfat düşüncesidir. O, bize kendisini sıfatlarıyla tavsif eder.<br />
Zihinlerimizin İlahî Zat’a yönelimine neden olan ve bizde O’na dair bir bilgi yönü<br />
ifade etmek üzere birtakım zihni tasavvurlar meydana getiren bütün sıfatlar beşerî<br />
terminolojiye girerek bize Allah’ı tanıtır.<br />
Allah’ın isim ve sıfatlarında tevhit, bu sıfatların yaratıkların sıfatlarına<br />
ontolojik anlamda bütün yönleriyle hiçbir zaman benzemediğini kabul etmektir.<br />
Allah’ın bazı sıfatlarıyla insanların sıfatları arasında isim benzerlikleri bulunabilir.<br />
Mesela Allah da işitir, insan da; Allah da görür, insan da; Allah da konuşur, insan<br />
da; Allah’ın da ilmi vardır insanların da…. Ancak arada çok temel farklılıklar<br />
bulunur. Allah’ın sıfatları zâtîdir, ezelîdir, yani sonradan kazanılmış değildir;<br />
ebedîdir, eksilme ya da yok olmaya maruz k<strong>al</strong>maz. Onun sıfatları mutlak anlamda<br />
hiçbir yaratığın sıfatlarına benzemez. Oysa insanın sıfatları kendisi gibi<br />
mümkündür, yani zorunlu değildir. Var olması da olmaması da mümkündür. Nasıl<br />
ki insan, bazı sıfatları ç<strong>al</strong>ışarak sonradan kazanırsa, aynı şekilde çeşitli sebeplerden<br />
dolayı bu sıfatları kaybedebilir de.<br />
Öte yandan insan <strong>al</strong>et ve vasıt<strong>al</strong>ara muhtaçtır ama Allah bilmek, işitmek,<br />
görmek gibi sıfatları için herhangi bir <strong>al</strong>ete ve vasıtaya ihtiyaç duymaz. İşte bu<br />
temel farklılıkları bilerek Allah’ın sıfatlarını tasdik etmek, her türlü yüceliği O’na<br />
nispet edip, her türlü noksanlıktan O’nu tenzih etmek Allah’ı sıfatlarında<br />
birlemenin gereğidir. Allah’ın denginin olmaması, zatı için söz konusu olduğu gibi<br />
sıfatları için de söz konusudur.<br />
Allah’ın Fiillerinde Tevhid<br />
Allah Te<strong>al</strong>a birtakım sıfatlara sahip olduğu gibi aynı zamanda fiilleri olan<br />
bir varlıktır. Fiil bir iş, bir oluş ve bir hareketi bildirir. İlahî fiiller, her şeyden önce<br />
Allah’ın varlığına del<strong>al</strong>et eder ve Allah âlem ilişkisini ortaya koyar. Zira var<br />
olmayanın fiil yapabileceği bir makdûrunun bulunması ve fiili gerçekleştirecek<br />
temel niteliklere sahip olması imkânsızdır. Ayrıca bir fiili işlemek, ona güç yetirip<br />
istediği tarzda uygulamak ilahî birliği de ispat eder. Çünkü ikinci bir ilah, diğer ilahın<br />
fiiline engel olabilir ve engel olunan varlık Rab olamaz, ancak g<strong>al</strong>ip gelen ilah olur.<br />
Allah’tan başka g<strong>al</strong>ip yoktur. Bu yüzden fiilleri, Allah’ın diğer varlıklardan bilgi ve<br />
kudret açısından farklı ve üstün oluşu yönüyle anlatımının imkânını sağlar. Nitekim<br />
Hz. İbrâhim, tevhit ilkesi üzerine Allah’ı anlatırken, O’nun diriltmesi, öldürmesi,<br />
güneşin hareketlerini belirlemesi gibi hiçbir insanın güç yetiremeyeceği fiillerini<br />
delil göstererek inkârcı muhataplarını susturmuştur. (Bakara, 2/258)<br />
Hususi hakikati bilinemeyen bir varlığı, ancak eserleri ve fiilleri ile bilme<br />
imkânı vardır. O’nun fiillerinin yetkinlik ve üstünlüğü ortaya konduğunda, aklın o<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Yaratma Allah’a<br />
mahsustur.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
failin mükemmelliğini bilişi de o nispette üst düzeyde olur. Bu yüzden cahil bir<br />
kişinin Kur’an hakkındaki inancı büyük olsa bile, taklidi ve icmâli bir sınırlılıktadır.<br />
Allah’ın Kur’an ayetlerinde ifade ettiği latîf inceliklere mutt<strong>al</strong>i olan kişinin inancı ise<br />
daha mükemmeldir.<br />
İslam dini açısından Allah her türlü yetkinliğe, akla herhangi bir eksikliği<br />
getirmeyecek düzeyde sahiptir. Kur’an O’nun “fa’âl” oluşunu (Bkz., Hûd, 11/107;<br />
Burûc, 85/16) dolayısıyla bir fiili yaptıktan sonra irade ettiği diğer bir fiili yapmayı<br />
ve fiilinin etki <strong>al</strong>anının çokluğunu ve genişliğini ifade eder.<br />
“O (Allah) her an yaratma hâlindedir” (Rahman 55/29).<br />
ayeti bu sürekli yaratma etkinliğini dile getirir. Allah’ın varlığı, s<strong>al</strong>t varlık olması<br />
yönünden hep fiildir, iştir. Dolayısıyla Allah’ın fiillerinde tevhit, tüm fiillerinin temeli<br />
olarak kabul edilen “yaratma” fiili üzerine bina edilmiştir. İlahlığın en temel niteliği<br />
olarak zikredilen yaratma, insan zihninde tevhit telakkisinin oluşturulması için<br />
kullanılan bir delildir. Muhafazakâr dindarlıkta, mecâzî manada bile olsa insanın<br />
eylemleri hiçbir zaman “yaratmak” sözcüğüyle ifade edilmemiştir. Bunun yegâne<br />
nedeni, zihinde Allah’la rekabete girme endişesinin doğması korkusudur. Bu<br />
sebeple aşırı soyutlamacı bir din dili benimsenmiştir. Adap ve nezaket kur<strong>al</strong>ları<br />
açısından yaratmak yerine, keşfetmek kavramı tercih edilir. Çünkü yaratmak<br />
eyleminde bir şeyi yoktan var etmek anlamı gizlidir. İnsan ancak ölçüp biçme ve<br />
planlama anlamına gelen takdir etmeyi, yani vardan var etmeyi açığa çıkarabilir. Bu<br />
amaçla Kur’an’da, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğu, Allah dışındaki varlıkların<br />
yaratıcı olmadığı ve yaratmanın birtakım üstün nitelikleri beraberinde gerektirdiği<br />
ortaya konunca, bu hususta Allah’ın yegâneliği belirgin bir şekilde vurgulanmış<br />
olmaktadır. Şu ayetler bunun en açık kanıtlarıdır:<br />
“Allah her şeyin yaratıcısıdır”(Zümer, 39/62),<br />
“İşte her şeyin yaratcısı, Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah<br />
yoktur”(Mü’min, 40/62).<br />
“Biz her şeyi bir ölçüyle yarattık”(Kamer, 54/49). (Ayrıca bkz., En’âm, 6/102;<br />
Ra’d, 13/16; Furkân, 25/2)<br />
Diğer taraftan, yaratma özelliğine sahip bir varlığın, yaratamayanlarla denk<br />
olamayacağı ifade edilir:<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Tevhid yaratma fiili<br />
üzerine bina edilmiştir.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
“Yaratan kişi, yaratmayan kişi gibi midir? Düşünmüyor musunuz?”(Nahl,<br />
16/17)<br />
Allah haricinde ilah olarak kabul edilen varlıkların ise yaratıcı olmadığı şu<br />
ayetlerle hatırlatılır:<br />
“İşte bunlar Allah’ın yarattıkları. Gösterin bana, O’nun dışındakiler ne<br />
yaratmıştır? Hayır! Z<strong>al</strong>imler apaçık bir sapkınlık içindedirler”(Lokman, 31/11),<br />
“Sizin, Allah’tan başka çağırdıklarınızın hepsi bir araya toplans<strong>al</strong>ar bir<br />
sineği bile yaratamazlar”(Hacc, 22/73),<br />
“Allah’tan başka çağırdıkları, hiçbir şey yaratamazlar. Onların kendileri<br />
yaratılırlar” (Nahl, 16/20),<br />
“Yaratılmış olan, hiçbir şey yaratamayan ilahlar edindiler”(Furkân, 25/3).<br />
Bütün bu ayetlerden sonra gerçekte yaratıcı olan, varlığın hakiki sahibi Allah<br />
olduğunu her aklıselim sahibi insan onaylar. Allah’tan başka yaratıcı<br />
bulunmadığından, O’ndan başka ilah da yok demektir. Bu yüzden Kur’an’da Allah’ı<br />
tanıtıcı en bariz unsur olarak yaratma kavramını görmekteyiz. (Ulutürk, 1995: 149)<br />
Bu bağlamda mutlak anlamda yaratıcı niteliğine sahip olan tek ilah, Allah’tır. “O,<br />
her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na ibadet edin”(En’âm, 6/102) ayetinde, ibadet<br />
emri “yaratıcı” kavramına takibiyet bildiren “fa” harfi ile bağlanmıştır. Bu harf ile<br />
bir hükmün bir vasfa bağlanması, söz konusu vasfın, o hükmün sebebi olduğunu<br />
ihsas ettirir. Dolayısıyla Allah’ın yaratıcı olması, ma’bûd olmasını gerekli<br />
kılmaktadır. İlah kavramının tanımı da aynı gerekçeyle “yaratmaya, yoktan var<br />
etmeye ve icada kadir olan” şeklinde yapılmıştır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Yaratıcı niteliğine sahip<br />
tek ilah, Allah’tır.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
ayetinde de ibadetle yaratmanın birlikte zikredildiğini görmekteyiz. İbadete<br />
müstehak olmanın ancak yaratma ile olabileceği sonucunu veren bu ayetle Allah,<br />
mükellef tuttuğu kullarına, neden dolayı ibadet etmeleri gerektiğini de açıklamıştır.<br />
Özellikle inkârcılara hitap edilen ayetlerde vahdaniyet ve rububiyetin delillerinin<br />
zikredilmesi manidardır. Müminlere hitap eden ayetlerde bu tür delillere fazla<br />
rastlanmaz. Çünkü müminler hitaptan önce zaten Rablerini bilmektedirler. Bu<br />
yüzden Rablerini tanımayanlara yaratılış gibi deliller, müminlere ise nimetler ve<br />
vadedilen sevap hatırlatılır.<br />
Tevhide inanç, insanı özgürleştirir. Bu bağlamda Allah’ın iradesine<br />
teslimiyet, insanların irade ve arzularına karşı bağımsızlık demektir. Bütüncül<br />
açıdan varlık <strong>al</strong>anında tevhit, her şeyin her şeyle ve her şeyin bir Şey’le ilişkili<br />
olduğunu ortaya koyar. Bir tek Allah inancı, kişinin hem kendini hem de yaşadığı<br />
kâinatı, başlangıcı, bugünü ve sonrası açısından anlamlandırmasını sağlayan esas<br />
unsurdur. Allah inancı olmaksızın bu anlamlandırmayı yapmaya ç<strong>al</strong>ışanlar, insanın<br />
aklını ve de ruhunu tatmin etmeyen bir takım saçma teorilerin kıskacında boc<strong>al</strong>ayıp<br />
durmuşlardır. Bundan dolayı, İslam inancında kulluğun temelini oluşturan tevhit<br />
inancı ne kadar önemliyse, Allah’ı sonradan yaratılan varlıklardan soyutlama biçimi<br />
olan tenzih inancı da o kadar önemlidir. ”Her şey zıddiyle kaimdir” düsturundan<br />
hareketle tevhidin korunması için her müslümanın onun karşıtı olan şirki ve<br />
çeşitlerini çok iyi bilmesi gerekir.<br />
Bireysel Etkinlik<br />
“Ey insanlar, sizi yaratan rabbinize ibadet edin”(Bakara, 2/21)<br />
• Sizi yaratıcının birliğine ikna eden nedenler<br />
üzerine düşününüz.<br />
Çok Tanrılı Bir İnanç Biçimi Olarak Şirk<br />
Arapçada “eş-şerîke ve eş-şirk” şeklinde kullanılan şirk sözcüğü, “ortaklık”<br />
manasına gelir. Dinî anlamda şirk, Allah’ın ortağı olduğunu kabul etmek, O’ndan<br />
başka ilah tanımak, onlara inanmak ve Allah’tan başkasına ibadet etmektir. Bu da<br />
putlara, ağaçlara, hayvanlara, kabirlere, semavi cisimlere, tabiat kuvvetlerine,<br />
ruhani varlıklara, meleklere ve insanlara uluhiyet vererek tapınmaktır. Allah’tan<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Tevhit ve Şirk<br />
başka bütün bu varlıklara uluhiyet atfederek inanan ve bu inanca göre yaşayan<br />
kimseye din dilinde “müşrik” adı verilir.<br />
Acaba insanoğlu, Allah’a inandığı hâlde niçin Allah’a ortak koşma<br />
ihtiyacı duymuştur? Şirkin kaynağı nedir? Elbette bu sorulara verilecek değişik<br />
cevaplar vardır.<br />
İnsanın dünyevî ve uhrevî hayatı için tehlike doğuran şirkin kaynağı,<br />
psikolojik açıdan korku ve ümit duygusunun tek olan Allah’ta birleşememesidir.<br />
İnsanın fıtratında bu iki çizgi vardır. Her ikisi de aynı yöne doğru hareket eder.<br />
İnsan gerçek manada tevhit inancından saptığı zaman korku veren şeylerin kaynağı<br />
ile ümit veren şeylerin kaynağını ayrı ayrı fani varlıklarda aramaya k<strong>al</strong>kar. İnsan<br />
yegâne güven kaynağı olan Allah’la ilişkisini yakini bir düzeye çıkarmadığı sürece<br />
fâni varlıklardan Allah’tan korkar gibi korkmaya, Allah’tan ister gibi istemeye<br />
başlar. Kur’an müşrik insanın ruh psikolojisini çok güzel tasvir eder:<br />
“Kim Allah’a ortak koşarsa, yükseklerden düşüp parç<strong>al</strong>anmış, kuşlar<br />
tarafından kapılmış yahut rüzgâr tarafından uzak bir yere sürüklenip atılmış<br />
gibi olur.” (Hacc 22/31).<br />
Bu insanın çifte tabiatlı olmasıdır. Bir başka anlatımla, bir gönülde iki ilah<br />
taşımasıdır. Böyle bir inancın neticesi olarak putperest insan kendi iç dünyasında<br />
birbirine karşıt iki kuvvetin çatıştığı bir ortamda ne yaptığını ve ne yapacağını<br />
bilemez. Şirk virüsünün zihin ve gönül dünyasını teslim <strong>al</strong>dığı bir vasatta insan iç<br />
huzurunu kaybeder, parç<strong>al</strong>anma yaşar. Bu ruh hâli insanın bütün hayatına yansır.<br />
Şirkin bir başka psikolojik nedeni de insanın menfaatine düşkün<br />
olmasından kaynaklanan bir sapma biçimidir. Kur’an’da insanın menfaatine çok<br />
düşkün oluşu şu şekilde anlatılır:<br />
”Gerçekten m<strong>al</strong>a da çok düşkündür.” (Âdiy”at 100/8).<br />
Özde insanın menfaatine düşkün olması, negatif bir duygu değildir.<br />
Negatif olan bu menfaat duygusunun kötü yönde kullanılmasıdır. Kişisel yarar<br />
ve bencillik duygusu, insan hayatının değişik gelişim safh<strong>al</strong>arında insana eşlik<br />
eder. İnsan kuts<strong>al</strong> saydığı bir varlığa karşı saygıda bulunma ve ibadetlerini ona<br />
yapmakla k<strong>al</strong>maz, görüş ve kişisel yararlarına göre bu ilahlardan birini bırakıp<br />
diğerine tapabilir. İşte Allah’a ortak koşanın hedefi, sırf bencil, kişisel yararlarını<br />
gerçekleştirmektir. Artık o kimsenin mabudu tek değildir, birinden diğerine<br />
geçebildiği varlıklar kadar çoktur.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Yüzünü, Allah’ın<br />
insanları üzerinde<br />
yarattığı fıtrata yönelt.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
Allah’a şirk koşan, aynı zamanda insan hayatındaki üstün hasletleri de<br />
tanımayandır. Böyle bir insan nasıl ki, ikiyüzlülük ve fırsatçılık için iman etmişse<br />
şimdi de çıkar ve bencilliği yüzünden ortak koşmaktadır. Artık, ‘çıkar ve yarar<br />
ilişkisi’ müşrik insanın ruh dünyasında itiyat/<strong>al</strong>ışkanlık hâline gelmiştir.<br />
Allah’tan başkasına boyun eğicilik inancı olan şirk, bir şahsiyetsizlik,<br />
y<strong>al</strong>ancı dostluk ve güven temelinden yoksunluktur. Böyle çift tabiatlı bir insan,<br />
kendi içinde şahsiyet travması yaşar. İslam, tevhit eğitimiyle bu travmayı<br />
ortadan k<strong>al</strong>dırmaya ç<strong>al</strong>ışır. Dahası İslam, bizim Allah’ı hissettiğimizi, O’nun bizde<br />
yaşadığını kabul eder. Biz bu şahsi ve varlıks<strong>al</strong> deneyimle, Allah’ı sahte<br />
tanrılardan ayırt etmek bilincine ve “Allah’tan başka bir tanrının olmadığını”<br />
kabul ve şehadet etmek kudret ve kabiliyetine sahibiz. İnsan Kur’an’ın işaret<br />
ettiği gibi yaratılış doğasının sesine kulak vermiş olsa bu duyguyu derinden<br />
hissedecek ve kavrayacaktır:<br />
“Sen yüzünü dosdoğru olarak dine yönelt. Allah’ın insanları üzerinde<br />
yarattığı fıtrata… Allah’ın yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur. İşte<br />
dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler”(Rum, 30/30)<br />
Yukarıdaki ayette Allah, insanın herhangi bir yanlış inanışa ve şirke<br />
meyletmeksizin tek Allah inancına ve hak dine yönelişinin bir fıtrat olduğunu<br />
ifade etmiştir. Yani Allah’a tevhit esası üzere inanmak ve bunun gereğini<br />
yapmak insanın yaratılışına yerleştirilmiş bir ihtiyaç ve kabiliyettir. Bütün<br />
bunlara rağmen insan Allah’ın hakkını başk<strong>al</strong>arına vererek O’na ortak<br />
koşmaktadır. İslam’da tevhit öğretisi, Allah’ın birliğine imanın ötesinde,<br />
Allah’tan başka bütün sahte ilahları reddetmeye dayanır. Tevhit, insanın<br />
kendisini gerçekleştirmesinin adıdır. Şirk ise, insanın kendisini başka varlıklarla<br />
birlikte gerçekleştirmesidir. Bu inanç Allah’tan başka varlıklara uluhiyet<br />
atfetmeye götürdüğü için beraberinde “aracılık” düşüncesini de getirmiştir. Bu<br />
açıdan olaya baktığımız zaman bütün peygamberler tevhit mücadelesi boyunca<br />
paganizmle mücadele vermiş, insanın özgürlüğe kavuşturulması yolunda büyük<br />
gayretler sarf etmişlerdir.<br />
Şirkin Çeşitleri<br />
Şirk meselesi çok geniş ve tafsilatlı bir konudur. Kur’an’ın üzerinde en çok<br />
durduğu konulardan birisidir. 14 asırlık İslam tarihi içerisinde kendisini İslam’a<br />
nispet eden Müslüman topluluklarda artık İslam öncesi Mekke toplumunda<br />
olduğu gibi somut anlamda puta tapıcılık yoktur. Ama dolaylı olarak tevhit<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Aşırı sevgi gözü görmez<br />
kılar.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
inancını zedeleyici bir takım yanlış anlayış ve inanç biçimlerinden bahsedilebilir.<br />
Şirkin çeşitlerinin belli başlıları şunlardır:<br />
Şahısları Sevmede Aşırılık<br />
Her insanın hayatında, sevdiği ve saygı gösterdiği kişiler vardır. İnsan<br />
sadece hemcinslerini değil, tüm varlık âlemindeki nesneleri de sever. Ancak<br />
Müslümanın, Allah’tan başka varlıklara karşı duyacağı sevgi ve saygı, beşeriyet<br />
ve yaratılmışlık sınırlarının ötesine geçemez. Din âlimi, mezhep imamı, tarikat<br />
şeyhi, lider, anne, baba, evlat, eş ve dost gibi, bunların hiçbiri müminin k<strong>al</strong>binde<br />
Allah sevgisine ortak olamaz, Allah’a gösterilecek tazime konu teşkil edemez,<br />
nazargâh-ı ilahî olan müminin k<strong>al</strong>bi fanilere esir edilemez.<br />
İşte bu bağlamda şirk’in çeşitlerinden birisi, Allah’tan başka varlıkları<br />
sevmede ve onlara tazimde aşırı gitmek suretiyle gerçekleşmektedir. Bu hususa<br />
Kur’an şöyle değinir:<br />
“İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp O’na koştukları eşleri (endad) tanrı<br />
olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır” (Bakara,<br />
2/165).<br />
Bu ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, uluhiyetin en büyük özelliklerinden<br />
birisi muhabbet yani sevmek ve sevilmektir. Allah’tan başka herhangi bir varlığı<br />
Allah statüsünde bir sevgi ile sevmek insanı şirke düşürebilir. Bundan dolayı<br />
Kur’an’da insan daha çok abd/kul vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan<br />
varlığa karşı beslenen en ileri sevgi derecesini ifade eder. Ris<strong>al</strong>et en üstün<br />
mertebe olmasına rağmen, bütün peygamberler, kulluğu ile övünmüştür:<br />
“Doğrusu o, çok şükreden bir kuldu” (İsra, 17/3).<br />
“Hz. Muhammed (a.s), aşırı hürmet ve sevgi ile kendisine secde<br />
etmek isteyen bir kimseye, şiddetli tepki göstererek izin vermemiş (Ebû<br />
Dâvud, “Nikah” 40; Tirmizî “Radâ” 10); yine o, yanına giren bir zatın<br />
korkudan titrediğini görünce, “sakin ol, ben kuru ekmek yiyen bir kadının<br />
oğluyum” uyarısında bulunmuştur”(İbn Mâce “Et’ıme” 30).<br />
Hz. Peygamber ümmetinin şirke düşmemeleri konusunda titizlik<br />
göstermiştir. O, Hıristiyanlar’ın Hz. İsa’yı tanrılaştırm<strong>al</strong>arına sebep olarak aşırı<br />
sevgi ve hürmeti delil getirmiştir. Hz. Peygamber (a.s), bir rivayette bu konu ile<br />
ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır:<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Mutlak kuts<strong>al</strong>, Allah<br />
Teâlâ’dır.<br />
Nesnelere uluhiyet<br />
atfetmek, şirktir.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
“Hıristiyanları’n Meryem oğlu İsa’yı aşırı bir şekilde övdükleri gibi, siz<br />
de beni övmeyin. Ben sadece Allah’ın kuluyum. Bu sebeple Allah’ın kulu ve<br />
elçisi, deyin” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 23, 24, 47, 55).<br />
Namazda okuduğumuz “tahiyyat duâsı”nın sonunda da “abdühû ve<br />
rasûlühü/O’nun kulu ve elçisi” pasajının yer <strong>al</strong>ması gerçekten anlamlıdır. Zira<br />
Hıristiyanlar Hz. İsa’yı övmede öyle aşırı gittiler ki, onu önce Allah’ın oğlu daha<br />
sonra da ilah yaptılar. Artık günümüz Hristiyanlığında Tanrı, İsâ’dır. Çünkü onlar<br />
Hz. İsâ’da nasutî/insanî ve lahutî/ilahî yönü birleştirmişlerdir. Onun için İslam,<br />
insanî <strong>al</strong>anla, ilahî <strong>al</strong>anın sınırlarının gözetilmesi konusunda büyük hassasiyet<br />
göstermiştir. Müslümanın nazarında hiçbir insan peygamber derecesine<br />
çıkamayacağına ve hatta peygamberlere bile insanüstü bir özellik nispet<br />
edilemeyeceğine göre Allah’tan başka hiçbir kimsede insanüstü bir kuvvet ve<br />
varlık düşünülemez. Ayrıca herhangi bir şahsa, saygıda kusur etmeyeceğim diye<br />
taparcasına davranmak, türbe ve kabirlere karşı aşırı hürmet göstermek,<br />
bunların üzerinde namaz kılmak, yatırlardan medet ummak saf tevhit inancına<br />
ve İslam şahsiyetine yakışmayan hareketlerdir. O hâlde her konuda olduğu gibi<br />
şahıslara karşı sevgi ve hürmette de dengeyi korumak gerekir.<br />
Tabiat Varlıklarını Yüceltmek<br />
Tabiatta bulunan bütün yaratıklar, insana hizmet için vardır. Allah, ezeli,<br />
ebedi ve kadim bir varlıktır. Allah’ın dışındaki bütün varlıklar hadis olup, hepsi<br />
de sonradan yaratılmış varlıklardır. Bu sebeple Allah’tan başka hiçbir şey<br />
kutsiyet taşımaz. Bizim bazı şeylere kutsiyet nispet etmemiz, sadece mecâzî ve<br />
itibarî bir mahiyet arz eder. Mesela, Kâbe, Hacerü’l-esved, Mescid-i Nebi,<br />
Mescidi Aksâ vb. Müslümanların hayatında gördüğü vazifeler ve taşıdığı<br />
hatır<strong>al</strong>ar açısından bir kıymet taşır, kendi yapıları, maddeleri ve hacimleri<br />
bakımından değil. Hz. Peygamberin hırkası ve sak<strong>al</strong>ı da böyledir. O hâlde<br />
bunlara ve herhangi bir şeye yaratılmışlık ötesi bir özellik, bir yücelik ve kutsiyet<br />
verilemez.<br />
İslam düşüncesi tarihinde saf tevhit inancının gerek bilgi düzeyinde ve<br />
gerekse insan hayatında bir yaşam biçimine dönüşmediği durumlarda yaratılmış<br />
ve sırf insanın kendisine hizmet için varolan nesnelere uluhiyet ya da kuts<strong>al</strong>lık<br />
atfetme örneklerine rastlayabiliyoruz. Hâlbuki Hz. Ömer’in Kâbe’nin duvarında<br />
bulunan “Hacerü’l-esved”/siyah taşla ilgili söyledikleri şu ifade biçimi, bu<br />
noktada bize yol gösterici olması gerekmez miydi?<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Hz. İbrahim, tevhit<br />
mücadelesinin<br />
önderidir…<br />
Tevhit ve Şirk<br />
“Senin, zararı ve faydası dokunmayan bir taş olduğunu biliyorum.<br />
Resulullah’ın seni öptüğünü görmeseydim, ben de öpmezdim.” (Buharî, “Hac”<br />
50; Müslim, “Hac” 41).<br />
Tarih boyunca, insanlar içinde gök cisimlerine tapanlar ve hatta onların,<br />
yeryüzünü idare ettiğine inananlar olmuştur. Buna örnek olarak Kur’an’da<br />
Harranlı paganistlerin Yıldız, Ay ve Güneş gibi gök cisimlerine uluhiyet vererek<br />
taptıklarından söz edilir. Hz. İbrahim (a.s)’in bu putperestlerle olan mücadelesi<br />
uzun uzun anlatılır. Kendisine engin tefekkür, derin anlayış, aklı yerli yerince<br />
kullanma, muhakeme ve mukayese yapma yeteneği verilen Hz. İbrahim;<br />
yıldızların, ayın ve güneşin rab olamayacağını anlatmıştır. (Bkz. En’âm 6/78).<br />
Çünkü bu nesneler uful etmektedir. Ufûl; zev<strong>al</strong>, değişiklik ve intik<strong>al</strong> kabul eder.<br />
Değişimin olduğu yerde değiştiriciye ihtiyaç vardır. O zaman ufûl ve zev<strong>al</strong> eden<br />
bir nesne ilah olamaz. Hz. İbrahim Peygamberin şirke karşı bu çabası Allah’ın<br />
varlığı ile ilgili hudûs delilinin geliştirilmesinde etkili olmuştur.<br />
Geçmişte ve günümüzde hâlâ varlığını sürdüren paganist zihniyetin<br />
başında herhangi bir kayıp eşyayı buldurmak için f<strong>al</strong> açtırmak, yıldızlardan ve<br />
burçlardan hüküm çıkarmak gibi eylemler gelmektedir. Bilindiği gibi cahiliye<br />
döneminin yaygın olan inançlardan birisi “ay ve güneş” tutulm<strong>al</strong>arı konusunda<br />
yanlış yargı ve inanç besleme geleneğiydi. Bu yanlış geleneğin izleri hâlâ<br />
günümüzün bazı toplumlarında yaşatılmaya devam etmektedir.<br />
Bilindiği gibi müşrikler güneş ve ay tutulm<strong>al</strong>arını büyük bir kimsenin<br />
doğumuna ve ölümüne yorarlardı. Nitekim insana ve bütün canlılara hizmet için<br />
var kılınan güneş ve ay gibi yaratılmış cisimlere uluhiyet atfetme emaresi<br />
gösteren bazı hareketler karşısında Hz. Peygamber kimi Müslümanları açıkça<br />
uyarmıştır:<br />
“Güneş ve ay ne kimsenin ölümü, ne de bir kimsenin doğumundan dolayı<br />
tutulur. Onlar sadece Allah’ın mahlukatından iki yaratıktırlar. Allah mahlukatı<br />
üzerinde dilediği değişikliği yapar. Onun için, güneş ve aydan hangisi tutulursa,<br />
hemen açılıncaya kadar namaz kılınız” (Neseî “Kusûf” 16).<br />
Dolayısıyla İslam, Yaratan ile yaratılan arasındaki ontolojik ayrımı<br />
kuvvetle vurgulamıştır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Okültizm, çağdaş bir<br />
inanç sorunudur.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
Gaybı Bildiğini İddia Etmek<br />
Geçmişte ve günümüzde okült eğilimlerin dinî inançları yozlaştıran<br />
etkileri hâlâ bir gerçektir. Okültizm, mahiyeti tam olarak bilinemeyen konularda,<br />
ruhi yetenekleri kullanarak veya ruhlar âlemi ile ilişki kurarak duyular ötesi<br />
varlık ve olaylardan haber verilebileceğini veya olağanüstü işler yapılabileceğini<br />
iddia eden yeni dinî akımlar için kullanılan bir kavramdır. İslam öncesi cahiliye<br />
toplumunda bu işi yapan kimselere kâhin, eski Türklerde ise, şaman adı<br />
veriliyordu. İslam dinî duyular-ötesi âlemle irtibat kurup onlardan haber<br />
verebilmeyi vahye; işleyen tabiat kur<strong>al</strong>larının devre-dışı bırakıldığı olağanüstü<br />
işlerin yapılmasını ise mucizeye tahsis etmiş ve bunların her ikisini de<br />
peygamberliğin özelliklerinden saymıştır. Son peygamber olan Hz.<br />
Muhammed’in irtihâli ile vahiy sona ermiş ve mucize gösterilmesi imkânsız hâle<br />
gelmiştir. Artık bu tarihten sonra Müslümanlar arasında gayptan haber verme<br />
hâli olamaz.<br />
Teorik gerçek bu olmakla beraber, pratikte aksi istikamette gelişmeler<br />
olmuş, İslam coğrafyasında bilhassa h<strong>al</strong>k arasında f<strong>al</strong>, büyü, cefr, havas, esrâr-ı<br />
huruf, rüya tabiri gibi usuller olabildiğince yayılmış ve toplumun büyü ve<br />
kerametle kontrol <strong>al</strong>tında tutulduğu görüntüsü verilmiştir. Böylece İslam<br />
kültürü akılcı olmaktan uzaklaştırılmıştır.<br />
Günümüzde okült inançlar <strong>al</strong>anında en yaygın örneklerden birisi; gaybdan<br />
haber verdiğini iddia eden kimselere başvurmak; ikincisi ise, olağanüstü işler<br />
başardığına inanılan büyücülere inanmaktır. Dolaylı olarak kâhinler yaptıklarıyla<br />
vahye, modern büyücüler ise, yaptıklarıyla mu’cizeye <strong>al</strong>ternatif olduklarını iddia<br />
etmiş olmaktadırlar. Kehânet; gaybtan haber vermek, f<strong>al</strong>cılık ve bakıcılık<br />
yapmaktır. Tahmin yoluyla gizli bir surette geçmiş olaylardan haber veren<br />
kimseye kâhin, gelecekle ilgili olaylardan haber veren kimseye de “arraf”<br />
denilir. Cahiliye Araplarında kâhin veya arraf, bir bakıma tanrılık, bir bakıma<br />
peygamberlik taşıyan bir şahsiyet olarak görülmüştür. Gaybdan haber verme<br />
temeli üzerinde oturtulan bu sanat, kendisini, vahye ya da nübüvvete<br />
<strong>al</strong>ternatif olarak gösterdiğinden dolayı Hz. Peygamber (a.s) müşkil işlerin<br />
çözümü için onlara başvurmayı şiddetle yasaklayarak şöyle buyurmuştur:<br />
“Kim bir kâhine gider de onun söylediklerini tasdik ederse,<br />
Muhammed’e indirilen şeyden (vahiyden) uzaklaşmış olur.”( Ebû Davud<br />
“Tıp” 21).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Tevhit ve Şirk<br />
Çünkü Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla mutlak gaybın bilinmesi Allah’a<br />
has kılınmıştır:<br />
“De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.”(Neml,<br />
27/65).<br />
Bu genel kaidenin tek istisnası, peygamberlerdir. Allah<br />
peygamberlerinden seçtiği bazılarını gayba mut<strong>al</strong>ı kılmıştır:<br />
“Gaybı bilen O’dur. Beğenip seçtiği peygamber müstesna, kimseyi<br />
gaybına vakıf kılmamıştır.” (Cin, 72/26-27).<br />
Görüldüğü gibi, her peygambere de gaybın bilgisine vakıf olma yetkisi<br />
verilmemiş, bu konuda ilahî bir tercih yapılmıştır. Dolayısıyla İslam inancında<br />
peygamberlerin dışında her kim olursa olsun, gaybdan haber verdiğini söyleyen<br />
kimselerin bu görüşlerine inanmak, şirk ve küfür kapsamındadır. Çünkü<br />
kehanette bulunmak vahye, gaybdan haber vermek ise, nübüvvete <strong>al</strong>ternatif bir<br />
telakki biçimidir. Filan zat gaybı bilir, gibi ifadeler İslam’ın tevhit inancıyla<br />
bağdaşmaz. Gaybı, Allah’tan başka kimse bilemez.<br />
Ulûhiyette Aracı Kabul Etmek<br />
Büyük şirk, Yüce Allah’ın ebediyen bağışlamayacağı bir günahtır. Böyle<br />
kimselere Allah cenneti haram kılmıştır. (Mâide, 5/72). Bu bağlamda şirk, en<br />
büyük zulümdür. (bkz. Lokmân, 31/13). Ulûhiyette aracı kabul etmek bunlardan<br />
birisi olup günlük hayatta bu tür şirkin birçok örneği vardır. Bunlardan bazıları;<br />
Allah’tan korkar gibi bir başkasından korkmak, Allah’ı sever gibi bir başkasını<br />
sevmek, Allah’a rağmen bir başkasının fayda ve zarar vereceğine inanmak,<br />
Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’ı tazim eder gibi, Allah’tan başka<br />
varlıkları tazim etmektir. Bunun özgün adı Allah’a yakınlık elde etmek amacıyla<br />
ulûhiyette bir takım varlıkları aracı kabul etmek demek olan “şirk-i takrib”dir.<br />
Böyle bir şirk türü insanlık tarihinde, âlemin yaratıcısının Allah olduğunu kabul<br />
etmekle birlikte O’na yakınlığı temin etmek için kimi varlıklara ulûhiyet<br />
atfetmek şeklinde cereyan etmiştir. Mesela cahiliye müşrikleri kendilerine niçin<br />
putlara taptıkları sorulduğunda, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz,<br />
demişlerdir. (Zümer, 39/3). Onların yaptığı bu davranış kınanmıştır:<br />
“Allah’ı bırakıp da kendilerine yardımı dokunur diye, başka<br />
ilahlar/tanrılar edindiler. Oysa onlar yardım edemezler. Ancak kendileri o<br />
tanrılara koruyuculuk için nöbet beklerler” (Yasin, 36/74-75).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Dinimizde ölülere<br />
fayd<strong>al</strong>ı olmak vardır.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
İslam inancında hiçbir put ve hiçbir sahte tanrı şefaat edemez. Kullarına<br />
tek Allah şefaat etme yetkisine sahiptir ve şefaat etme iznini verme de sadece<br />
ona aittir. (Bkz. Zümer, 39/43-44; Sebe, 34/23).<br />
İslam inancında ölmüş bir kimse ile Allah’a tevessülde bulunma meselesi<br />
tartışma konusu yapılmıştır. Sebebi, önce vasıta kabul edilen bu zatların<br />
vasıt<strong>al</strong>ığı zamanla unutularak, zatlarına tapılmaya başlanabilir, endişesidir.<br />
Nitekim Nuh (a.s)’ın kavminin şirke düşmesi de böyle olmuştur.(Bkz. Nuh,<br />
71/23-24). Hz. Ömer’in dediği gibi, İslamı bilmeyenler türeyince İslam’ın<br />
düğümleri teker teker çözülür. Onun için İslam’da uzun vadeli ceh<strong>al</strong>et özür<br />
sayılmamıştır. Günümüzde hangi inanç ve davranışın insanı şirke düşürdüğü<br />
bilgisinden mahrum olan bazı kimseler kabir ve türbelerde medfun bulunan<br />
zatların her türlü hast<strong>al</strong>ığa şifa verici ve her türlü isteğe çare bulucu olduğuna<br />
inanmaktadırlar. Doğrudan Allah’tan ister gibi onlardan ihtiyaçlarını<br />
gidermelerini istemektedirler. Özellikle inanç ve din konusunda yeterli bilgi<br />
birikiminden yoksun olan kimseler, her türlü dertlerinin çözüm mekânı olarak<br />
türbeleri görmekte ve or<strong>al</strong>ara koşmaktadırlar. Allah’tan ister gibi orada yatan<br />
zatlardan derdine çare, hast<strong>al</strong>ığına şifa, çocuğu olmayan çocuk, genç kızlar koca,<br />
genç erkekler eş ve iş istemektedirler. Hâlbuki bütün bunlar Allah’tan<br />
istenmelidir. Her gün kıldığımız beş vakit namazın her rekâtında tekrarladığımız<br />
ifade şudur:<br />
(Allah’ım!) Ancak Sana kulluk eder ve y<strong>al</strong>nız Senden yardım dileriz”<br />
(Fatiha, 1/5).<br />
Dirilerin yapması gereken orada yatan zata dua ve istiğfarda bulunarak<br />
günahlarının affı için Allah’tan mağfiret dilemektir. Eğer orada yatan zatların<br />
günahı yoksa makamının yükseltilmesi için dua ve istiğfarda bulunmak, onlar adına<br />
sadaka gibi tatavvu ibadetleri yerine getirmek gerekir. Dirilerin ölen kimselerden<br />
fayd<strong>al</strong>anması ise, ölümü hatırlayarak gidişatını düzeltmeye vesile olmak şeklinde<br />
görülebilir. K<strong>al</strong>dı ki, kabirlerde yatan zat adına kurban kesmek de çok tehlikeli bir<br />
iştir. Allah’tan başkası adına kurban kesilemez.(Bkz. Maide, 5/3).<br />
Gösterişçi Dindarlık<br />
İslamî literatürde gösteriş kavramının karşılığı olarak ‘riya’ kelimesi<br />
kullanılır. Gösterişçi dindarlık, herhangi bir kimsenin ahiret ameliyle dünya<br />
menfaati gözetmesine; iman, ibadet ve İslamî ilkeleri dünyevî yararlara <strong>al</strong>et<br />
etmesine dayanır. Kur’an’da, gösterişçi dindarlık, ikiyüzlü olan münafıkların<br />
davranışları olarak gösterilir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Riya, gizli şirktir.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
“Doğrusu münafıklar Allah’ı <strong>al</strong>datmağa ç<strong>al</strong>ışırlar, oysa O, onlara<br />
<strong>al</strong>datmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza tembel tembel k<strong>al</strong>karlar,<br />
insanlara gösteriş yaparlar, ne onlarla, ne bunlarla olur, ikisi arasında<br />
boc<strong>al</strong>ayarak Allah’ı pek az anarlar. Allah’ın saptırdığı kimseye yol<br />
bulamayacaksın.” (Nisa, 4/142-143. Ayrıca bkz. Münafikûn, 63/1-11; Maun,<br />
107/6).<br />
İslam dinine göre, ahiret ameliyle dünya yararı gözetmek anlamına gelen<br />
riya, kötü bir davranış türüdür. Ahiret amelinden maksat; söz, beden ve servet<br />
yoluyla yapılan ibadetlerdir. İbadetlerinde gösterişe yer veren kimseye, mürai<br />
denilir. Bu tip kötü karaktere sahip olan kimseler, bir iyiliği ve iyi davranışı Allah’ı<br />
hoşnut etmek için değil, insanların beğenisini kazanmak için yaparlar. Amaç,<br />
insanlar üzerinde manevi nüfuz, şan, şöhret ve dünyevi çıkar elde etmektir. İslam<br />
inancında bunun adı, “gizli şirktir.” (Bkz. Tirmizî “Hudud” 24).<br />
Gizli şirk, ibadetlere gösteriş karıştırmaktır. Mümin, bütün davranışlarını<br />
ahrette hesap verebileceği bir zemin üzerine kurar. Dolayısıyla, Allah’a kavuşacağı<br />
bir güne inanan her mü’min, iyi davranışlar yapar, Rabbine ibadet ederken de<br />
hiçbir kimseyi O’na ortak koşmaz. (Bkz. Kehf, 18/110). Her ne kadar böyle bir kişi<br />
k<strong>al</strong>ben inandığı için müminse de, davranışlarını ihlas ve samimiyet içinde<br />
yapmadığından dolayı, yaptığı davranışlar Allah katında makbul değildir. Bkz.<br />
Bakara, 2/264). Bu sebeple ibadetler, başk<strong>al</strong>arına gösteriş için değil, sadece ve<br />
sadece Allah’ı hoşnut etmek için yapılm<strong>al</strong>ıdır.<br />
Şahsiyet krizi yaşayan ve dini hayatlarında gösterişçi dindarlığı temel<br />
gaye edinen kimselerin asıl amacı, Allah’ın hoşnutluğunu değil, dünyevi ikb<strong>al</strong>lere<br />
ulaşmak için, insanların beğeni ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Samimi dindar,<br />
Allah’ın emir ve buyruklarını onun hoşnutluğunu kazanmak için yerine getirirken,<br />
gösterişçi dindar ise, dini değerleri kişisel çıkarlarını elde etmek için kullanır.<br />
Örneğin, gösterişçi dindar olan münafık, gerçek müminlerle beraber namaza<br />
gelirse de o, ibadet için değil, gösteriş yapmak için gelir. Gösterişçi dindar, bir kişiye<br />
ya da herhangi bir kuruma yardım ederken, Allah’ı razı etmek adına değil de<br />
kamer<strong>al</strong>ar eşliğinde kendi reklamını yaptırmak için yardım eder. Mürai bir kimse<br />
için ahiret, hesap kitap önemli değildir. Zaten onun böyle bir derdi de yoktur. O,<br />
sadece bugünü, şimdiyi dikkate <strong>al</strong>ır. Çünkü o, hasbi değil, hesabi bir adamdır.<br />
Bugün reddedemeyeceğimiz bir gerçeklik vardır. O da görselliğin<br />
hayatımızdaki hegomanyasıdır. Artık üretimin, tüketimin, eğitimin, ahlakın,<br />
siyasetin olduğu kadar ibadetin de görselliğin dünyası içinde yeniden üretildiği bir<br />
kültürel ortamda yaşıyoruz. Böyle bir ortamda dindarlık ve ibadetin klasik<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Tevhit ve Şirk<br />
tanımının içerik olarak, anlam kaybına uğramaktan kurtulamadığını görüyoruz.<br />
Görsellik, egemen olduğu bir toplums<strong>al</strong> hayatta din ve dindarlığa olan etkisini,<br />
Müslümanın dini fa<strong>al</strong>iyetlerini belirgin şekilde formatlayarak göstermektedir.<br />
Gösteri toplumu, aynı zamanda “teşhirci” bir toplum olma özelliği taşır.<br />
Netice olarak gösterişi bir dindarlık türü olan gizli şirk, her ne kadar kişiyi<br />
dinden çıkarmazsa da bu bağlamda yapılan ibadetlerin sevabını boşa çıkarır. Onun<br />
için her mümin şirkin bütün kısımlarından uzak durm<strong>al</strong>ıdır. Çünkü şirk, kişinin<br />
kendisini Allah katında ve insanlar yanında değersizleştirmesidir. Rabbinin hakkını<br />
yerine getirme imkânını ortadan k<strong>al</strong>dıran şirk inancı ve pratiğini iyi kavramak tevhit<br />
bilgisinin gereklerindendir. Aksi takdirde en büyük haksızlık olan şirk işlenebilir.<br />
Unutmay<strong>al</strong>ım ki tarihte müşrikler müminlerin içinden çıkmıştır. O hâlde her<br />
müslüman, değerli şahsiyetine ve yüce davasına leke getiren her türlü şirk<br />
unsurundan kaçınm<strong>al</strong>ıdır. Ancak böyle disiplinli çaba neticesinde bir Allah inancı<br />
muhafaza edilebilir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
Tevhit ve Şirk<br />
Özet<br />
•Allah’tan başka ilah olmadığına ve O'nun eşi, benzeri ve ortağı<br />
olmadığına inanmak, tevhidin gereğidir. Allah’a iman, tevhit üzere<br />
olursa bir anlam ifade eder. Allah katında insanın yaptığı bütün<br />
ibadetlerin ve iyi davranışların övgü ve kabule layık olması doğru bir<br />
tevhit inancıyla orantılıdır. Bundan dolayı bütün peygamberlerin<br />
toplumlarıyla karşılaştıkları zaman ilk mesajları, “Allah’tan başkasına<br />
kulluk etmeyin, O'ndan başka ilah yoktur” ilkesi olmuştur. İslam,<br />
“Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesinde hulasa edilir. Bir kimsenin<br />
mümin olabilmesi için Allah’ı zatını, sıfatlarını ve fiillerini birlemesi,<br />
O'na bu hususlarda hiçbir şeyi ortak koşmamasıdır. Allah’ın isim ve<br />
sıfatlarında tevhit, bu sıfatların yaratıkların sıfatlarına ontolojik<br />
anlamda bütün yönleriyle hiçbir zaman benzemediğini kabul etmektir.<br />
Aynı şekilde Allah’ın tek bir yaratıcı olmasına inanmak olan eylemde<br />
tevhit de İslam’ın özünü oluşturan hususlardan birisidir. İslam inanç<br />
sisteminde tevhit, her şeyin her şeyle ve her şeyin bir şeyle ilişkili<br />
olduğunu ortaya koyar.<br />
•Tevhidin karşıtı, şirktir. Şirk çok tanrılı bir inanca sahip olmanın adıdır.<br />
Bir başka açıdan şirk, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde O'na<br />
bir başkasını ortak kılmaktır. Birey ve toplum hayatında şirkin asıl<br />
kaynağı, ümit ve korku duygularının yanlış yerlere kan<strong>al</strong>ize edilmesi,<br />
menfaat ilişkisine day<strong>al</strong>ı bir inancın benimsenmesidir. Bu bağlamda<br />
şirkin çeşitli tezahürleri vardır. Bunlardan birisi büyük, bir diğeri de<br />
küçük şirktir. İtikadi açıdan büyük şirk kişiyi dinden çıkarır. İslam<br />
bilginlerinin küçük şirk dedikleri riya ise, insanı dinden çıkarmaz ama<br />
insanın yaptığı her hayırlı ve iyi davranışı etkisiz hâle getirir. Şirk,<br />
insanın başta Allah olmak üzere, hem kendisine ve hem de içinde<br />
yaşadığı toplumun değer yargılarına yabancılaşmasını beraberinde<br />
getirir. İnsanın haysiyet ve şerefine leke sürdürür. Bu nedenle şirk, en<br />
büyük günahlar arasında sayılmıştır. Kur’an’da, şirkin dışında Yüce<br />
Allah’ın kullarının bütün günahlarını bağışlayabileceği beyan edilir.<br />
Onun için şirkin gerek küçüğü ve gerekse büyüğü olsun, tüm<br />
türlerinden şiddetle kaçınmak gerekir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Tevhit ve Şirk<br />
Ödev<br />
• Çevrenizde çağdaş inanç problemleriyle ilgili görüp<br />
duyduklarınızı içeren iki yüz kelimeyi aşmayacak<br />
şekilde bir yazı yazınız.<br />
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında<br />
yer <strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
Değerlendirme<br />
sorularını sistemde ilgili<br />
ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />
<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />
bölümünde etkileşimli<br />
olarak<br />
cevaplayabilirsiniz.<br />
Tevhit ve Şirk<br />
DEĞERLENDİRME SORULARI<br />
1. Aşağıdaki ayetlerden hangisi tevhit inancına işaret etmektedir?<br />
a) “Doğrusu rabbim her şeyi koruyandır.” (Hûd 11/57).<br />
b) “Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı görür.” (Bakara 2/110).<br />
c) “O, her şeyi işitici ve görücüdür.” (Şura 42/11.<br />
d) “De ki; O Allah bir tektir.” (İhlas 112/1).<br />
e) “Yaratan (Allah) hiç bilmez mi?” (Mülk 67/14.<br />
2. Bir Allah inancı ile kâinat arasındaki bağlantıların kurulmasını sağlayan sıfatlar<br />
hangi tevhit inancıyla ilişkilidir?<br />
a) Allah’ın zatında tevhit<br />
b) Allah’ın sıfatlarında tevhit<br />
c) Allah’ın fiillerinde tevhit<br />
d) Allah’a ibadette tevhit<br />
e) Hiçbiri<br />
3. Aşağıdakilerden hangisi tevhide uygun bir ifade biçimidir?<br />
a) İhlâs suresi tevhidin özetini verir<br />
b) Allah’ın sıfatlarında tevhit aranmaz<br />
c) Allah’ın sıfatlarıyla insanların sıfatları aynıdır<br />
d) Allah’ın fiili sıfatlarının eksenini yaratmak sıfatı oluşturmaz<br />
e) Birey ve toplum hayatında tevhidin yansım<strong>al</strong>arı düşünülemez<br />
4. “Ahiret ameliyle dünya menfaati gözetmek “ şeklinde tanımlanan şirk çeşidi<br />
hangisidir?<br />
a) Allah’ın zatında ortaklık<br />
b) Allah’ın sıfatlarında ortaklık<br />
c) Allah’ın fiillerinde ortaklık<br />
d) Allah’a ibadette ortaklık<br />
e) Hiçbiri<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
Tevhit ve Şirk<br />
5. “Birey ve toplumların Allah’a ulaşmada bir takım varlıkları aracı kabul<br />
etmeleri” şeklinde tanımlanan kavram aşağıdakilerden hangisidir?<br />
a) Sevgi<br />
b) Ticaret<br />
c) Şefaat<br />
d) Güç<br />
e) Akılcılık<br />
Cevap Anahtarı :<br />
1.d 2.c 3.a 4.d 5.c<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
Tevhit ve Şirk<br />
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER<br />
KAYNAKLAR<br />
1. Altıntaş, Ramazan. (2002). Tevhit ve Estetik İlişkisi. İstanbul: Pınar Yayınları.<br />
2. Altıntaş, Ramazan. (2003). İslam Düşüncesinde İşlevsel Akıl. İstanbul: Pınar<br />
Yayınları.<br />
3. Altıntaş, Ramazan. (2007). Bütün Yönleriyle Cahiliyye. İstanbul: Pınar<br />
Yayınları.<br />
4. Arslan, Abdurrahman. (2004). Yeni Bir Anlam Arayışı. Van.<br />
5. Bağdadî, Abdülkâhir. (1928). Usûlü’d-dîn. İstanbul.<br />
6. Behiy, Muhammed.(1973). Mefâhîmu’l-Kur’an. Kahire.<br />
7. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972). Muvazzah İlm-i Kelam.İstanbul: Bilmen<br />
Yayınevi.<br />
8. Bûtî, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin<br />
Altın<strong>al</strong>an. İstanbul: Madve Yay.<br />
9. Çelebi, İlyas, (2001). “Okültist Eğilimlerin Dinî İnançları Yozlaştırıcı Etkilerine<br />
Eleştirel Bir Yaklaşım”. Günümüz İnanç Problemleri. 109-120.<br />
10. Cürcânî, S. Şerîf. (1987). et-Ta’rîfât. Beyrut.<br />
11. Faruki, İsmail Raci. (1995). Tevhit. Çev. Dilaver Yardım-Latif Boyacı. İstanbul:<br />
İnsan Yayınları.<br />
12. Gazz<strong>al</strong>i, Muhammed. (1965). Fıkhu’s-Sîre. Beyrut.<br />
13. Gürd<strong>al</strong>, S<strong>al</strong>ih. (1984). Tevhit ve Şirk. İstanbul: Beyan Yayınları.<br />
14. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988). Lisânu’l-<br />
Arab. Beyrut.<br />
15. İsfehânî, Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed Râğıb. (1961). el-Müfredât fî<br />
Ğarîbi’l-Kur’an. Tah. Muhammed Seyyid Keylânî. Mısır.<br />
16. İsferâyinî, Ebu’l-Muzaffer Şahfûr b. Tâhir. (1955). et-Tabsîr fi’d-Dîn. Nşr.<br />
Muhammed Zâhid el-Kevserî. Mısır.<br />
17. Kutub, Muhammed. (1994). Tevhit. Çev. Nureddin Yıldız. İstanbul: Ris<strong>al</strong>e<br />
Yayınevi.<br />
18. Lahbabi, M. Aziz, (1972). İslam Şahsiyetciliği. Çev. İsmail Hakkı Akın. İstanbul:<br />
Yağmur Yayınevi.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
Tevhit ve Şirk<br />
19. Macit, Nadim. (1992). Şirk ve Müşrik Toplum. Konya.<br />
20. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.), Kitâbu’t-<br />
Tevhîd. Tah. Fethullah Huleyf, Mısır.<br />
21. Nesefi, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille, I. Nşr.<br />
Hüseyin Atay. Ankara.<br />
22. Öge, Sinan. (2009). Allah’tan Âlem’e ilahî Fiiller, Ankara: Araştırma Yayınları.<br />
23. Öge, Sinan. (2004). “Fıtratın Mîsâkı”. Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi<br />
Dergisi, 22, 240-260.<br />
24. Özler, Mevlüt. (1995). İslam Düşüncesinde Tevhit. İstanbul: Nun Yayıncılık.<br />
25. Şafiî, H. Mahmud. (2009). Kelam’a Giriş. Çev. Süleyman Akkuş. İstanbul:<br />
Değişim Yayınları.<br />
26. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir. (1981). Kelam İlmi. İstanbul: Damla Yayınevi.<br />
27. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir. (1992). Allah’ın Varlığı. Ankara: DİB Yay.<br />
28. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir-Çelebi, İlyas. (2010). Kelam Terimleri Sözlüğü. İstanbul.<br />
29. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir-Yavuz, Y. Şevki-Çelebi, İlyas. (1998). İslam’da İnanç Esasları.<br />
İstanbul.<br />
30. Toprak, Süleyman. (1986). Ölümden Sonraki Hayat. Konya: Tekin Kitabevi.<br />
31. Ulutürk, Veli. (1995). Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı. İstanbul.<br />
32. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Eser Yay.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26
HEDEFLER<br />
İÇİNDEKİLER<br />
İLAHÎ SIFAT VE İSİMLER<br />
• Allah’ın Sıfatları<br />
• Allah’ın İsimleri (El-Esmâu’l-Hüsnâ)<br />
• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />
• Allah’ın sıfatlarını ve karşılıklarını kavrayabilecek<br />
• Allah’ın isimlerini ve anlamlarını kavrayabilecek<br />
• İlahi sıfat ve isimlerle kâinatı ilişkilendirebileceksiniz.<br />
İSLAM İNANÇ<br />
ESASLARI<br />
<strong>ÜNİTE</strong><br />
6
Allah’ı sıfatlarıyla<br />
tanırız.<br />
Allah’ı tanımanın temeli<br />
vahiydir.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
GİRİŞ<br />
Allah’ı bilmenin ve hakkında konuşmanın imkân ve mahiyeti, çeşitli inanç ve<br />
düşünce mensupları tarafından tartışılan temel hususlardandır. Vahiy kültüründen<br />
uzak ya da dinin tahrif edilmiş hâli içerisinde, insan zihninin, Allah anlayışında<br />
teşbih, tecsim, şirk ya da inkârcılık ile nasıl ve ne tür sapm<strong>al</strong>ar yaşadığı tarihi<br />
tecrübe ile sabittir. Bu yüzden ilahî dinler vahyin sürekliliği ile insana Allah’ı, O’nun<br />
istediği şekil ve düzeyde bilmenin yolunu açagelmiştir. Böylece mutlak varlık olan<br />
Allah’ın, sınırlı ve mukayyet varlık olan insan tarafından eksik ve yanlış<br />
<strong>al</strong>gılanmasının önüne geçildiği gibi yüce yaratıcının beşerî idrakin k<strong>al</strong>ıplarından<br />
aşkın oluşu da muhafaza edilmiştir.<br />
Bir şeyi tarif etmek için o şeyin ya kendinden yola çıkarak bir açıklamada<br />
bulunuruz veya mahiyetini oluşturan cüzlerden yola çıkarız ya da mahiyetin<br />
dışındaki şeylerle bu tanımlamayı yapabiliriz. Allah’ı, kendisiyle tarif mümkün<br />
değildir. Çünkü tarif eden, bilinme bakımından tarif edilenden öncedir. Bir şeyi<br />
kendi nefsiyle tarif ettiğimizde, onun nefsini bilmemiz, tarifini bilmemizden<br />
öncedir. Hiçbir varlık Allah’tan önce olmadığı için O’nu bu şekilde tarif edemez.<br />
Allah cüzlerden oluşan bir mahiyet olmadığından, bu yolla bilinmesi de mümkün<br />
olmamaktadır. Geriye O’nu, sıfatları, kendisinden sâdır olan açık hâller ve eserler<br />
ile yani tekvin ve icadı ile bilmek k<strong>al</strong>ır.<br />
1. ALLAH’IN SIFATLARI<br />
Allah müşahede <strong>al</strong>anımızın ötesinde bir varlıktır, gözle görülemez, cisimler gibi<br />
somut bir şekilde <strong>al</strong>gılanamaz. Öyleyse onu duyularımızla anlayamaz ve idrak<br />
edemeyiz. Akıl, birtakım tecrübelerine ve bildiği hususlara dayanarak bilinmeyenler<br />
hakkında bilgi edinebilir. Fakat aklın Allah’ı bu şekilde bilmesi de mümkün değildir.<br />
Çünkü mukayese edeceği Allah’a benzer bir varlık yoktur. Bu nedenle Allah<br />
hakkındaki bilgilerimiz vahyin ve peygamberlerin haberiyle temin edilmiştir. Akıl bu<br />
haberleri anlamada bir vasıta olmaktadır.<br />
Kur’an-ı Kerim’de:<br />
“Gözler onu idrak edemez, fakat O gözleri idrak eder”(En’âm, 6/103)<br />
buyurularak, insanın diğer cisimleri <strong>al</strong>gılaması gibi Allah’ı <strong>al</strong>gılayamayacağı<br />
bildirilmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber; “Mahlûkat hakkında düşünün fakat<br />
Yaratıcı hakkında düşünmeyin. Çünkü O’nu kavramaya gücünüz yetmez” buyurarak<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Sıfatlarına iman, Allah’a<br />
imanın gereğidir.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
Allah’ın zatını düşünmemeyi tavsiye etmiştir. Zira Allah’ın dengi ve misli herhangi<br />
bir varlık bulunmadığı için bu boşuna bir çaba olacaktır. Öte yandan insan ister<br />
istemez somut varlıkları, cisimleri aklına getirecek ve Allah’ı mahlûkata benzetme<br />
tehlikesiyle karşı karşıya k<strong>al</strong>acaktır. Bu yüzden İslam kelamcıları bu hususu güzel bir<br />
şekilde ifade etmişlerdir: “Aklına her ne gelirse gelsin, Allah ondan başkadır.”<br />
Öyleyse Allah’ı ancak sıfatları ve onların bir tecellisi olan fiilleriyle bilebiliriz. Bu<br />
nedenle sıfatlarını bilmek, Allah’a imanın olmazsa olmaz bir gereğidir. Sıfatlarını<br />
bilmeden Allah’ı tanımamız, ona kulluğun gereklerini k<strong>al</strong>bi bir bağla yapabilmemiz<br />
mümkün değildir. Aksi hâlde özellikleri ve fiilleri ile kâinatla ilişki içerisinde olan<br />
Allah’a değil, sadece Allah kavramına inanılmış olacaktır. Böyle bir inancın da fiili<br />
neticeler vermesi, insan hayatını yönlendirmesi beklenemez. İnsan, arkadaşlık<br />
yapacağı ya da ticaret ortaklığı kuracağı veya evleneceği insanların özelliklerini,<br />
davranışlarını araştırır, öğrenir ve ona göre bir tercihte bulunur. Buna rağmen<br />
kendisini yaratan, yaşatan ve nihayetinde ebedî hayattaki mutluluk ya da azabına<br />
hükmedecek olan en gerçek ve en önemli varlığı nasıl tanımaz? Onun sıfatlarını<br />
nasıl öğrenmez? Bu nedenle Allah’ı tanımama hususunda hiçbir insan mazur<br />
sayılamaz. Allah’a iman ettiğini iddia eden bir insanın, iman ettiği o zat kendisini<br />
nasıl tanıtmışsa, o şekilde tanımak ve öyle iman etmek zorundadır. Kısacası Allah’ın<br />
sıfatlarına iman, Allah’a imanın bir gereğidir.<br />
Allah’ın sıfatları hususunda en temel ilke şudur: Allah’ı tüm noksan sıfatlardan<br />
tenzih etmek ve tüm kemâl sıfatlarını O’na nispet etmek. Zaten Kur’an’da Allah’a<br />
nispet edilen sıfatlar, O’ndaki üstünlüklere işaret eden sıfatlardır. Yine O’ndan<br />
tenzih edilen sıfatlar, O’na yakışmayan, eksiklik ve yetersizlik göstergeleri olan<br />
özelliklerdir. Bu yüzden Allah öncelikle insanların kendisi hakkındaki yanlış<br />
nitelemelerden kendisini tenzih etmiştir:<br />
“İzzet sahibi rabbin onların yakıştırdığı şeylerden münezzehdir,<br />
yücedir”(Sâffât, 37/180).<br />
İlahî Sıfatların Kısımları<br />
İslam âlimleri Kur’an’da ve hadislerde Allah’a nispet edilen sıfatları<br />
özelliklerine göre sınıflandırmışlardır. Hemen belirtmeliyiz ki herkesin üzerinde<br />
ittifak ettiği kesin bir sınıflama yoktur. Bakış açılarına göre bu sınıflam<strong>al</strong>ar<br />
değişebilmektedir. Mesela kimisinin zâtî sıfat dediğine, bir başkası subûtî sıfat<br />
diyebilmektedir. Bu tür isimlendirme ve tasnif farklılıkları çok da önemli değildir.<br />
Önemli olan bu sıfatları bilmek ve gereklerini idrak edebilmektir. Meşhur olan<br />
tasnifle ilahî sıfatlar ve kısımları şu şekildedir:<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Zâtî sıfatlar, Allah’ı<br />
noksanlıklardan tenzih<br />
ederler.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
Zâtî /Selbî Sıfatlar<br />
Allah Te<strong>al</strong>a’nın zatına mahsus, olup O’ndan başkasına nispet edilmesi caiz ve<br />
mümkün olmayan sıfatlardır. Bunlar vücud, kıdem, beka, vahdâniyet, kıyâm bi<br />
nefsihî ve muhâlefetun li’l-havadis olmak üzere <strong>al</strong>tı tanedir. Bu sıfatlara zâtî sıfat<br />
dendiği gibi selbi sıfat ya da tenzihi sıfat da denmektedir. Zira bu sıfatların zıtları<br />
olan anlamlar Allah’tan nefyedilmekte, böylece Allah her türlü noksanlıktan tenzih<br />
edilmektedir. Zaten kelime anlamı itibariyle “selb” bir şeyi ayırmak, soyutlamak,<br />
gidermek demektir.<br />
Zâtî sıfatların diğer bir özelliği ise bunların aklî itibarlar olarak<br />
düşünülmeleridir. Yani müstakil olarak Allah’a nispet edilmeyerek sadece Allah’ı<br />
her türlü noksanlıktan tenzih etme ilkesi gereğince, selbî sıfatların sayılarını<br />
artırmak mümkündür.<br />
1. Vücud: Allah’ın var ve mevcud olmasıdır. Zıttı yokluk (adem)’tur. Yokluk, bir<br />
noksanlık sıfatı olduğu için Allah’dan selbedilir, Allah bu eksiklikten tenzih edilir.<br />
Allah, diğer varlıklar gibi önceleri yok iken sonr<strong>al</strong>arı var olmuş değildir. Varlığı<br />
zorunludur. Ancak O’nun varlığının mahiyeti bilinemez.<br />
2. Kıdem: Allah’ın varlığının başlangıcının olmaması demektir. Allah dışındaki<br />
varlıklar hâdistir, yani bir zamanlar yok iken sonradan var olmuşlardır. Allah ise<br />
kadimdir. Sonradan olma, bir başka varlık tarafından yaratılmış olmak demektir.<br />
Kadim olan sadece Allah’tır, dolayısıyla yaratılmamıştır. Kıdemin zıttı olan hudus,<br />
Allah’tan nefyedilir.<br />
“O evvel’dir ve âhir’dir”(Hadîd, 57/3).<br />
ayetindeki “el-Evvel” ifadesi Allah’ın kıdemine işaret etmektedir.<br />
3. Bekâ: Allah’ın varlığının sonunun olmaması demektir. Allah’ın varlığı zatı<br />
gereği olduğundan dolayı bekâsı da zatı gereği zorunludur. Diğer bir ifadeyle bir<br />
başkası onu var etmemiştir ki, varlığını sona erdirebilsin. Allah’tan başka her şeyin<br />
varlığı fanidir. Varlıklarının nihayetini, onları yaratan Allah belirler. Varoluşları,<br />
varlıklarının devamlılığı da onun elindedir. Dolayısıyla bekânın zıttı olan fena(yok<br />
olma, tükenme) Allah’tan nefyedilir. Allah fani olmaktan münezzehtir.<br />
Yukarıda me<strong>al</strong>ini verdiğimiz ayetindeki “el-Âhir” ifadesi Allah’ın bekâsına<br />
işaret etmektedir. Yine<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Allah’ın dengi hiçbir şey<br />
yoktur.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
“Kâinattaki her şey fânidir. Sadece rabbinin cel<strong>al</strong> ve ikram sahibi zatı<br />
bâkidir.”(Rahmân, 55/27)<br />
ayetinde de tüm kâinatın sonluluğuna, Allah’ın ise ebedîliğine dikkat çekilmiştir.<br />
ayetinde de işaret edildiği üzere, insan öldüğünde sahip olduğu mülkler, yine<br />
“Yeryüzüne ve onda olanlara biz varis oluruz”(Meryem, 19/40)<br />
onların gerçek sahibi olan Allah’a k<strong>al</strong>acaktır. Çünkü ezelde hiçbir varlık yokken<br />
sadece O bulunduğu gibi, tüm fanilerin ötesinde Bâki k<strong>al</strong>an da sadece O’dur.<br />
4. Vahdaniyet: Allah Te<strong>al</strong>a’nın bir ve tek olmasıdır. Allah zatı, sıfatları ve<br />
fiillerinde tektir, eşsizdir, ortağı yoktur. O’ndan başka bir ilah bulunmadığı gibi,<br />
başk<strong>al</strong>arı da O’nun sıfatlarının misline sahip değildir. Yaratıcılık da O’na mahsus bir<br />
fiildir. Vahdaniyetin zıttı teaddüt(birden fazla olma) ve şeriki(ortağı) bulunmadır.<br />
Allah mahlukata ait bu iki özellikten de münezzehdir. Çünkü O, Kur’an’da da ifade<br />
edildiği üzere Ehad’dir, yani eşi ve benzeri bulunmayan yegâne varlıktır:<br />
“De ki O Allah birdir.”(İhlas, 112/1)<br />
5. Kıyâm bi nefsihi: Allah’ın zatıyla kaim olmasıdır. Allah dışındaki tüm<br />
varlıklar, var olmak için bir başkasına muhtaçtır. Aynı zamanda varlıklarını<br />
gösterebilecekleri bir mekâna ihtiyaç duyarlar. Oysa Allah vâcibu’l-vücûddur.<br />
Varlığı kendinden olduğu için, var olmak için ne bir yaratıcıya ihtiyacı vardır ne de<br />
varlığını devam ettirip göstereceği bir mah<strong>al</strong>le.<br />
6. Muhâlefetun li’l-havâdis: Allah’ın sonradan yaratılanlara(havadis)<br />
benzememesi, onlardan farklı olmasıdır. Allah Te<strong>al</strong>a’nın bu sıfatı, aslında tenzihi<br />
sıfatların tümünü kapsayan şemsiye bir kavramdır. O, zatında ve sıfatlarında eşsiz<br />
olup mahlûkata benzemediğine göre, mahlûkata nispet ettiğimiz hiçbir şeyi aynı<br />
anlamda Allah’a nispet edemeyiz. Sonradan olan varlıklar(havadis) hem zatları hem<br />
de sıfatları itibariyle eksiktirler. Hâdis oldukları için yaratıcıya muhtaçtırlar,<br />
dolayısıyla varlıkları da, varlıklarının devamı da başkasına bağımlıdır. Aynı şekilde<br />
sıfatları da yaratıcının takdirine göre belirlenmiştir. Dolayısıyla kendileri gibi<br />
sıfatları da hadistir. Bu sıfatın zıttı mümâselet (misli olmak) ve müşabehet (benzeri<br />
olmak)tir. Allah tüm bunlardan münezzehtir.<br />
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın eşsizliği ve yegâneliği<br />
“O’nun misli hiçbir şey yoktur. O işiten ve görendir.”(Şûrâ, 42/11)<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Subuti sıfatların<br />
keyfiyeti bilinemez.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
ayetiyle açık bir şekilde bildirilmiştir. O’nun yaratılmışlara benzemeyişini yukarıda<br />
da belirttiğimiz şu ifade veciz bir şekilde özetlemektedir: “Aklına her ne gelirse<br />
gelsin, Allah ondan başkadır.”<br />
Subuti Sıfatlar(Sıfât-ı Meâni)<br />
Kur’an’da ve hadislerde Allah’a doğrudan nispet edilen ve hakiki anlamları<br />
Allah’ta ezeli olarak sabit bulunan sıfatlardır. Bu sıfatlar içerikleri itibariyle bir<br />
ilahta bulunması gereken üstün niteliklerdir. Aynı şekilde bu sıfatların zıtları<br />
noksanlık ve yetersizliğe del<strong>al</strong>et ettiği için Allah’tan nefyedilir. Sübuti sıfatların<br />
anlamları farklı mahiyette de olsa insanlarda da bulunduğu için anlaşılmaktadır. En<br />
azından bu sıfatlar Allah’a nispet edildiğinde ne denmek istendiği bilinir. Mesela<br />
sem’(işitme) sıfatı Allah’a nispet edilip “O semi’dir” dendiğinde, asıl hedef ins<strong>al</strong>arın<br />
konuştuğu hususulardan Allah’ın haberdar olduğunu insana bildirmektir. Bundan<br />
öte Allah’ın işitmesi nasıl olur, ne şekildedir bilinemez. Dolayısıyla bu ilahi sıfatların<br />
mutlak mahiyeti ve keyfiyeti insanoğlunun <strong>al</strong>gı ve bilgi kapasitesinin üstündedir.<br />
Sübuti sıfatlar Mâturîdîlere göre sekiz, Eşarîlere göre ise yedi tanedir.<br />
Ar<strong>al</strong>arındaki farklılık tekvin sıfatındadır. Mâturîdîler tekvin sıfatını müstakil bir sıfat<br />
kabul ederken; Eşarîler onu kudret sıfatı içerisinde düşünerek müstakil olarak<br />
zikretmemişlerdir. Subuti sıfatlar hayat, ilim, irade, kudret, sem’, basar, kelam ve<br />
tekvinden oluşurlar.<br />
1. Hayat: Biyolojik canlılık anlamında olmamak üzere Allah Hayy’dır. O’nun<br />
hayy olması mevcudiyeti ve ölümsüzlüğü demektir. Kur’an-ı Kerim’de pek çok<br />
ayette bu sıfata işaret edilmiştir:<br />
“Allah, kendisinden başka ilah olmayandır. O hayy ve<br />
kayyûmdur”(Bakara, 2/255; Âli İmrân, 3/2)<br />
“(O gün) bütün yüzler hayy ve kayyûma boyun eğmiştir”(Tâhâ, 20/111)<br />
“O hayydır, ondan başka ilah yoktur”(Mü’min, 40/65)<br />
“Ölmeyen hayya tevekkül et”(Furkân, 25/58)<br />
Son ayetten de anlaşılacağı üzere O’nun hayy olması, hakkında ölümün<br />
imkânsızlığını bildiren ezeli ve ebedi varlığının sürekliliğidir. Hayatın zıttı ise<br />
ölüm(memât)dür ve Allah bundan münezzehtir. Allah’ın hayatı, hayatların en kâmil<br />
ve tam olanıdır. Her hayat sahibinde fiil bulunduğundan, ilahî fiiller de, O’nun<br />
hayatının bir gereğidir. Kendisinde fiil ve şuur bulunan varlık, canlı; bulunmayan ise<br />
cansız (cemâd) dır. Aynı şekilde hayatı mükemmel olan bir zatın fiil ve kudreti,<br />
hayatı mükemmel olmayan zatın fiil ve kudretinden daha üstündür. Allah hakkında<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
İlim, kem<strong>al</strong> sıfatlarının<br />
ilkidir.<br />
Kâinat Allah’ın ilmine<br />
işarettir.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
hayat, O’nun bilmesi, irâde etmesi ve kadir olmasını sahîh kılan bir niteliktir. Fail,<br />
âlim ve kadir olan bir zat zorunlu olarak canlıdır. Tercihe day<strong>al</strong>ı fiiller ancak canlı<br />
olandan sadır olabilir. Allah’ın fiilleri de bu şekilde meydana gelmektedir.<br />
Dolayısıyla fiilleri ispat edildiğinde tabi olarak hayy olduğu da ispat edilmiş<br />
olmaktadır. Ölü veya cansız bir varlığı örneğin ilimle vasıflamak mümkün değildir.<br />
Nitekim yaşadığımız <strong>al</strong>emde, bizden biri, canlılık özelliğini kaybettiğinde artık bilgi<br />
ve güç sahibi olamaz. Bunlar canlılığın elverişli kıldığı niteliklerdir. Allah <strong>al</strong>im ve<br />
kadir olunca, ezelî ve ebedî olarak hayy olur. Allah hayy olunca, semî’, basîr ve<br />
mütekellim olması da kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü bu sıfatlara sahip olmayan bir<br />
canlı(hayy), zıtlarıyla nitelenir. İlah olan bir zat ise, bu tür zıtlarla vasıflanmaktan<br />
münezzehtir.<br />
2. İlim: Allah Te<strong>al</strong>a’nın, bilginin konusu olan her şeyden haberdar olması;<br />
kâinatta vuku bulmuş ve bulacak olan her şeyi, bütün hâlinde olanları ya da cüzleri,<br />
gizli ya da aşikâr olanları her türlü h<strong>al</strong>iyle bilmesi demektir. Tüm bunlar, O’ndan<br />
gizili değildir.<br />
İlim, kemâl sıfatlarının en başta gelenidir. Zıttı ceh<strong>al</strong>et, gaflet ya da<br />
nisyan(unutkanlık) dır. Allah’a ilim sıfatı nispet edilirken hem ilmin gereği olan<br />
kem<strong>al</strong>iyet nispet edilmiş olmakta hem de ilmin zıttı olan noksanlıklar O’ndan tenzih<br />
edilmiş olmaktadır.<br />
İlahî ilmin bazı özelliklerini maddeler hâlinde şu şekilde sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />
Allah’ın ilmi her şeyi kuşatıcıdır, istisn<strong>al</strong>arı yoktur.<br />
Allah’ın ilmi zamanla kayıtlı değildir. Allah eşyayı ve olayları olmadan<br />
önce de bilir.<br />
Allah’ın ilminde bildiği şeylerin değişmesinden dolayı değişme<br />
olmaz.<br />
Allah’ın ilmi ezeli olduğu için, sonradan öğrenme söz konusu<br />
değildir.<br />
Allah’ın ilmi sonsuz ve ebedidir, bildiği şeyi unutması muh<strong>al</strong>dir.<br />
Allah’ın ilmi, insanların ilmi gibi tefekkür ve istidlâlin mahsulü<br />
değildir.<br />
Allah’ın ilmi için herhangi bir vasıtaya ihtiyaç söz konusu değildir.<br />
İlim sıfatı Kur’an’da en çok zikredilen ilahî sıfattır. İnsanın müşahede ettiği her<br />
şey Allah’ın ilmine nispet edilmiştir. Bu anlamda mutlak bilgi Allah’ındır. Allah’ın<br />
ilmine yapılan bu vurgu insanda inandığı ve kulluk ettiği zatın kem<strong>al</strong>iyeti <strong>al</strong>gısını<br />
pekiştirir. Aynı zamanda Allah dışında tapınılan varlıkların ceh<strong>al</strong>eti hatırlanarak,<br />
ilahlığa müstehak olmadıkları anlaşılır. Tüm varlıkları Allah yarattığına göre,<br />
yarattıklarını bilmesi de gayet doğ<strong>al</strong>dır. Bu kadar eşsiz güzellik ve nizamıyla var<br />
edilmiş kâinat, diğer pek çok sıfatı gibi Allah’ın ilmine de işaret eder. Çünkü ancak<br />
<strong>al</strong>im bir zat bu kadar sistemli, kanunlu ve çeşitli yaratılışı düzenleyebilir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
Kur’an’da Allah’ın ilmini ve bu ilmin bazı özelliklerini gösteren ayetlerden<br />
birkaçı şöyledir:<br />
“Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”(Bakara, 2/30)<br />
“Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim. Ve Ben açığa vurduğunuzu da<br />
gizlediğinizi de bilirim.”(Bakara, 2/33)<br />
“Sen, nefsimde olanı bilirsin, ben zatında olanı bilmem. Şüphesiz sen gizli<br />
olanları en iyi bilensin.”(Mâide, 5/116)<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
“Onların k<strong>al</strong>plerinde olanı bildi.”(Fetih, 48/18)<br />
“Andolsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi bilirirz. Biz<br />
ona şah damarından daha yakınız.”(Kâf, 50/16)<br />
“Bilmezler mi ki Allah, muhakkak onların gizlediklerini de açıkladıklarını da<br />
bilir.”(Bakara, 2/77)<br />
“Allah’ın nefislerinizde olanı bildiğini bilin ve bu yüzden O’ndan<br />
sakının.”(Bakara, 2/235)<br />
“Onların önlerinde ve ark<strong>al</strong>arında olanı bilir.”(Bakara, 2/255)<br />
“Göklerde ve yerdekileri Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin<br />
fısıldaştığı yerde dördüncüleri O’dur. Beş kişi ols<strong>al</strong>ar <strong>al</strong>tıncıları O’dur. Bundan<br />
daha az ya da daha çok sayıda ols<strong>al</strong>ar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah<br />
onlarla beraberdir. Sonra kıyamet gününde yaptıklarını onlara haber verecektir.<br />
Şüphesiz Allah her şeyi bilir.”(Mücâdele, 58/7)<br />
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. O<br />
karada ve denizde olanı bilir. Düşen her yaprağı o bilir. Yerin karanlıklarındaki<br />
tane, yaş kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”(En’âm, 6/59)<br />
“Allah, her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin artırdığı şeyi ve eksilttiği<br />
şeyi bilir. Her şey onun katında bir ölçü iledir.”(Ra’d, 13/8)<br />
“Allah, gözlerin hain bakışını ve k<strong>al</strong>plerin gizlediğini bilir.”(Mümin, 40/19)<br />
“Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, oraya yükseleni bilir. Nerede<br />
olsanız, O sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı hakkıyla<br />
görendir.”(Hadîd, 57/4)<br />
“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla<br />
haberdardır.”(Mülk, 67/14)<br />
“O, gaybı da, görülen âlemi de bilendir. Çok büyüktür, çok yücedir.”(Rad,<br />
13/9)<br />
Dikkat edileceği üzere ayetlerde Allah’ın açıkta olanı bilmesi yanında özellikle<br />
k<strong>al</strong>plerde olanı, gizleneni de bildiğine sık sık vurgu yapılmaktadır. Dinlerin temel<br />
maksadı insana rabbini tanıtmak ve ona boyun eğmesini temin etmektir. İşte<br />
insana yaratıcısının, kendinin her h<strong>al</strong>inden haberdar olduğunu, gizli saklı neyi varsa<br />
bildiğini hatırlatan bu ayetler, düşünüp ibret <strong>al</strong>an için ciddi bir kulluk bilinci<br />
oluşturacaktır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Allah dilediğini<br />
yapandır.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
3. İrade: Lugatta t<strong>al</strong>ep ve meyil man<strong>al</strong>arını içeren irâde, bir şey üzerine karar<br />
kılarak onu yapmaya azmetmek demektir.<br />
Istılahta birbiriyle bağlantılı iki temel muhtevaya sahiptir:<br />
a. Her şeyden önce irade, zorlama ve mecbur k<strong>al</strong>maya zıt bir manadır. İrade<br />
sahibi olan varlık, kast ve tercih sahibi olmuş olur. Bu manaya göre iradenin<br />
faydası, kendisiyle vasıflananın, fiilinde seçim sahibi olup o fiile mecbur<br />
bırakılmamasıdır.<br />
b. İradenin içerdiği ikinci anlam ise, mef’ûlun (fiile konu olan şeyin, nesnenin)<br />
bir yöne tahsisini gerekli kılmasıdır. Şayet irade olmasaydı, özellikle mef’ûllerin aynı<br />
cinsten olduğu durumlarda, tüm mef’ûller tek vakitte, tek bir heyet ve tek bir sıfat<br />
üzere olurdular. Bu yüzden irade, mümkün iki taraftan birini diğerine zorunluluk<br />
olmaksızın tercihi gerektiren sıfattır. Gayeler kendi başlarına varlıklarını zorunlu<br />
kılamazlar. Bir gayenin amaç vasıtasıyla gerçekleşebilmesi için bilen ve tercih eden<br />
bir amile ihtiyacı vardır. Fiile yönlendiren fakat fiilin tam sebebi olmayan saiklerden<br />
birinin ötekine tercih edilmesini sağlayan şey iradedir.<br />
İrade insanlar hakkında kullanıldığında yukarıdaki lügat ve ıstılah<br />
anlamlarının tümü kastedilir. Ancak Allah’ın iradesi kulların iradesinden farklı<br />
olduğu için bu anlamların tümü O’nun hakkında doğru olmaz. Mesela lügat anlamı<br />
olarak zikredilen “meyletme” Allah hakkında düşünülemez. Çünkü meyletme ya bir<br />
ihtiyaçtan ya da herhangi bir bağımlılıktan olabilir. Oysa Allah bu tür<br />
noksanlıklardan münezzehtir. Aynı şekilde insan iki seçenek arasında k<strong>al</strong>ıp, birini<br />
tercih ettiğinde irade sıfatı devreye girer. Ancak Allah yaptığı fiillerinde herhangi<br />
bir tereddüt yaşamaz, O’nun için ihtim<strong>al</strong> söz konusu değildir. O, kesin bilgi ve<br />
hüküm sahibidir; ister ve yaratır.<br />
Öyleyse ilahî iradeyi özellikle şu iki husus çerçevesinde anlayabiliriz:<br />
1. Allah’ın fiillerinde herhangi bir cebir ve baskı <strong>al</strong>tında olmaması. Allah<br />
kendi zatına mahsus iradesiyle diler ve dilediğini yapar. Hiçbir etki, baskı, zorlama,<br />
menfaat, zarar. İhtiyaç ya da endişe O’nu fiile yönlendirmez. O hakîmdir,<br />
hikmetince fiilleri vardır.<br />
2. Allah’ın fiillerinin kendisinden zorunlu bir şekilde (tab’an) ortaya<br />
çıkmaması. Bu tür fiiller akılsız, iradesiz varlıklarda olur. Mesela güneşin ışık ve ısı<br />
yayması iradi değil, tabiatı gereğidir. Ancak ilahî fiiller Allah’ın zatına mahsus kararı<br />
ve dilemesiyle olur.<br />
İlahi iradenin özellikle tecelli ve gerçekleşme yönüyle ilgili olarak daha iyi<br />
anlaşılması için İslam âlimleri ikili bir tasnif yapma ihtiyacı hissetmişlerdir. Buna<br />
göre ilahî iradenin ikili mahiyeti olduğu söylenmiştir: Tekvinî irade ve Teşriî İrade.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Allah her şeye kadir bir<br />
yaratıcıdır.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
Tekvini irade, Allah Te<strong>al</strong>a’nın yaratıcı iradesidir. Diğer bir ifadeyle yaratmayla<br />
<strong>al</strong>ak<strong>al</strong>ı iradesidir. Bir şeyi yaratmak istediği zaman tekvinî iradesi söz konusudur ve<br />
Vuku bulmama, gerçekleşmeme ihtim<strong>al</strong>i yoktur ve kesinlikle olur.<br />
“Bir şeyi irade ettiği zaman O’nun işi, o şeye ol demektir. O şey de hemen<br />
oluverir”(Yâsin, 36/82),<br />
“Allah irade ettiğini yapar”(Bakara, 2/253)<br />
ayetlerinde ilahî iradenin bu yönüne işaret edilmiştir.<br />
Teşriî irade’de ise yaratma söz konusu değildir. Allah’ın emir ve t<strong>al</strong>ebinin<br />
olduğu hususlarda ilahî iradenin bu anlamı geçerlidir. Mesela Allah kendisine<br />
inanılmasını ve itaat edilmesini irade etmiştir ve bunu emretmiştir. Ama burada<br />
oluşturucu bir irade yoktur. Teşrii yani kanun koyucu irade vardır. O yüzden herkes<br />
iman etmemektedir. Şayet Allah herkesin iman etmesini tekvini bir irade ile irade<br />
etmiş olsaydı o zaman herkes mecburen iman ederdi. Nitekim Kur’an’da bu<br />
duruma da işaret edilmiştir.<br />
“Eğer rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi”(Yûnus,<br />
10/99).<br />
“Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplayıp<br />
birleştirirdi”(En’âm, 6/35).<br />
4. Kudret: Allah Te<strong>al</strong>a’nın tüm mahlukatta ilim ve iradesine uygun olarak<br />
tesir ve tasarruf etmesi demektir. Tüm kâinatta Allah’ın yaratıcı ve düzenleyici<br />
fiillerini görmek mümkündür. Fiil denince akla ilk gelen kavram kudrettir. Kudret,<br />
fiilin tanımlanmasındaki temel anahtar kavramdır. Bu yüzden Allah’ın fail<br />
oluşundan yola çıkarak bilinmesi mümkün olan ilk vacib sıfat Allah’ın kadir<br />
olmasıdır. Allah’tan fiilin ortaya çıkışı sahih olunca, zorunlu olarak kadir olmuş olur.<br />
Fiil yapabilen ile yapamayanı birbirinden ayıran ölçüt kadir olmaktır. İrade ettiği<br />
her şeyin irade ettiği şekilde gerçekleşmesi ve hiçbir şeyin kendisini aciz<br />
bırakamaması, kısacası ihtiyari fiilin vukuu Allah’ın kudretinin göstergeleridir. Zira<br />
kudreti olmayan bir kişinin fiilleri, bir şeye zıddıyla birlikte m<strong>al</strong>ik olamayacağı için,<br />
sorunlu ve bozulmaya müsaittir.<br />
Kudret sıfatı, aklın del<strong>al</strong>etiyle bilinen kadim sıfatların başında gelir. Zira<br />
Allah’ın âlemin muhdisi olduğunu gösteren deliller, vasıtasız olarak, O’nun kadir<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
oluşuna delâlet etmekteyken, diğer sıfatların ispatında bir veya daha fazla vasıtaya<br />
ihtiyaç duyulur.<br />
Kudret sıfatı da diğer kem<strong>al</strong> sıfatları gibi bir ilahlık göstergesidir. Allah her<br />
şeye kadir bir yaratıcıdır. Bunun aksine insanların ilah diye kutsadıkları diğer sahte<br />
ilahların kâinatta etkili hiçbir kudreti yoktur. Kudretin zıttı aczdir. Allah acziyetten<br />
münezzehtir. Ama Allah dışındaki her varlığın aciz olduğu pek çok husus vardır.<br />
Allah müşriklere bu durumu güzel bir mis<strong>al</strong>le anlatmıştır. Allah’tan başka<br />
tapındıklarının acziyetini şu şekilde belirtmiştir:<br />
“Sinek onlardan bir şey kapsa bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de aciz,<br />
istenen de” (Hacc, 22/73).<br />
İşte insanoğlu ne kadar cahilleşebiliyor ki, bir sineğe karşı bile kendini<br />
savunamayan cansız varlıklara ilah diye yaranmaya ç<strong>al</strong>ışabilmektedir.<br />
Kur’an-ı Kerim’de hem genel olarak Allah’ın kudretine vurgu yapılmış hem<br />
de özel olarak nelere kadir olduğuna yönelik örnekler verilmiştir.<br />
“Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir”(Bakara, 2/109, 148, 284; Âli İmrân,<br />
3/189; Mâide, 5/17).<br />
Yukarıdaki ayetlerde Allah’ın genel kudretine işaret vardır. Bunun dışında<br />
Allah Kur’an’da, azap göndermeye (Enâm, 6/65), göklerin ve yerin benzerini<br />
yaratmaya (Yâsin, 36/81), ölüleri diriltmeye(Ahkâf, 46/33; Kıyâme, 75/40), affetme<br />
ve azap etmeye(Bakara, 2/284; Mâide, 5/40), dilediğini yaratmaya (Mâide, 5/17),<br />
toplumları değiştirmeye (Tevbe, 9/39), yardım etmeye (Hacc, 22/39) vb. güç<br />
yetiren olduğunu da hatırlatmıştır.<br />
5. Sem’: Allahu Te<strong>al</strong>a’nın işitmeye konu olan her şeyi işitmesi, ondan<br />
haberdar olmasıdır. Ancak o, mahlukata benzemediği için O’nun işitmesi de<br />
farklıdır. O’nun işitmek için, kulağa, ses d<strong>al</strong>g<strong>al</strong>arına, bunları <strong>al</strong>gılayacak bir beyne<br />
vs. ihtiyacı yoktur. Bunlar mahlukat için gerekli olan donanımlardır. Dolayısıyla<br />
Allah’ın işitmesinin mahiyetini ve keyfiyetini bilmemekteyiz. İnanmamız gereken<br />
husus, konuştuğumuz her şeyi Allah’ın işittiğidir. Böylece konuştuklarımızdan<br />
mesul olacağımıza yönelik bir şuur hâlinde olmamız gerekmektedir. Ayetlerde<br />
Allah’ın her şeyi işittiğinin bildirilmesinin amacı da budur. İşitmenin zıttı sağırlıktır<br />
ve Allah bu noksanlıktan münezzehtir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Allah her şeyi işitendir.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın hem genel olarak işitici(Semi) olduğunu ifade eden<br />
ayetler bulunmaktadır hem de detaylı olarak neleri işittiğini gösteren ayetler yer<br />
<strong>al</strong>maktadır:<br />
“O, işiten ve bilendir”(Bakara, 2/137; En’âm, 6/13, 115).<br />
“Şüphesiz Allah, işiten ve bilendir”(Bakara, 2/181; Enfâl, 8/42).<br />
“Allah işiten ve bilendir”(Bakara, 2/256; Âli İmrân, 3/34; Tevbe, 9/98).<br />
“Yoksa onların sırlarını ve gizli konuşm<strong>al</strong>arını duymadığımızı mı<br />
sanıyorlar?”(Zuhruf, 43/80).<br />
“Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan<br />
kadının sözünü işitmiştir. Allah, sizin sürdürdüğünüz konuşmayı (zaten)<br />
işitmekteydi. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir”(Mücâdile,<br />
58/1).<br />
“De ki: “K<strong>al</strong>dıkları süreyi Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybını<br />
bilmek O’na aittir. O ne güzel görür, O ne güzel işitir! Onların, ondan başka<br />
hiçbir dostu da yoktur. O hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez”(Kehf, 18/26).<br />
6. Basar: Allah Te<strong>al</strong>a’nın görmeye konu olan her şeyi görmesi, ondan<br />
haberdar olmasıdır. İşitme sıfatı gibi görme sıfatı için de Allah’ın göz, ışık vs. uzuv<br />
ve araçlara ihtiyacı yoktur. O, mahiyetini ve keyfiyetini bilmediğimiz bir şekilde<br />
istisnasız her şeyi görendir(Basir). Bu sıfatını bilip düşündüğünde insan, y<strong>al</strong>nız<br />
olmadığını, kendisini her an gören bir zatın olduğunu anlayıp ona göre<br />
yaşayacaktır. Aşağıdaki ayetlerde de görüleceği üzere Allah özellikle insanların<br />
yaptıklarını gördüğünü sık sık hatırlatmaktadır. Öyleyse Allah’ın basar sıfatına iman,<br />
kişinin davranışlarında Allah’ın gördüğünün bilincinde davranmasıdır. Bir<br />
büyüğünün yanındayken nasıl ki kemâl-i edeple hareket ediyorsa, her şeyini<br />
görmekte olan Yaratıcısının sürekli olarak huzurunda bulunduğunun farkınd<strong>al</strong>ığıyla<br />
daha büyük bir edebe bürünmesi gerekmektedir.<br />
Bu bilinçle yaşamak meşhur Cibril hadisinde Peygamberimiz’in tanımladığı<br />
ihsan makamıdır. İlgili hadiste peygamberimiz ihsanı<br />
“Allah’a sanki O’nu görüyormuşcasına ibadet etmendir. Her ne kadar sen<br />
O’nu görmesen de O seni görmektedir”(Müslim, “İman” 1).<br />
şeklinde açıklamıştır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Allah herkesi ve her şeyi<br />
görendir.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
Kur’an’da Allah’ın “gören” olduğu aşağıdaki ayet ve benzerleriyle<br />
bildirilmiştir:<br />
“Allah işiten ve görendir”(İsrâ, 17/1; Hacc, 22/61, 75; Lokman, 31/38;<br />
Mü’min, 40/20).<br />
“O her şeyi görendir”(Mülk, 67/19).<br />
Diğer pek çok ayette ise Allah’ın kullarını ve özellikle yaptıkları amellerini<br />
gördüğü sıklıkla zikredilmiştir:<br />
“Allah kullarını görendir”(Âli İmrân, 3/15, 20; Mü’min, 40/44).<br />
“Muhakkak ki Allah kullarından kesinlikle haberdar ve onları<br />
görendir”(Fâtır, 35/31).<br />
“Allah onların yaptıklarını görendir”(Bakara, 2/96)<br />
“Muhakkak ki Allah yaptıklarınızı görendir”(Bakara, 2/110)<br />
“Allah’tan korkun ve bilin ki kesinlikle Allah yaptıklarınızı<br />
görendir”(Bakara, 2/233<br />
“Kullarının günahlarından haberdar ve onları gören olarak rabbin<br />
yeter”(İsrâ, 17/17)<br />
7. Kelâm: Allah Te<strong>al</strong>a’nın konuşma sıfatıdır. Kelamın zıttı konuşmama(sükût)<br />
ya da konuşamama (dilsizlik) dır. Allah bu tür noksanlıklardan münezzehtir. Buna<br />
göre, bir varlığın, herhangi bir vasıfla nitelenmediği zaman onun zıddıyla<br />
vasıflanacağı kabulü, Allah’ın kelamla nitelenmediğinde onun zıddı olan dilsizlik ya<br />
da sükûtla vasıflanacağı neticesini doğurmuştur. Böyle bir netice ise Allah’ın<br />
mükemmelliğini zedeleyeceğinden, zıttı nefyedilerek, kelam O’na nispet edilir.<br />
Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’den nakledilen bazı haberlerde Allah’a<br />
ait bir kelamın olduğunu doğrudan ya da dolaylı şekilde gösteren ifadeler<br />
bulunmaktadır. Kur’an’da genel olarak kelam-kelime ya da kavl kökünden türemiş<br />
ifade formlarının Allah’a nispeti, O’nun kelâmının varlığını ispatlayan önemli<br />
göstergeler olarak kabul edilmektedir. Ayıca, kelama del<strong>al</strong>et eden ve bazıları<br />
kelamın kısımları olarak kabul edilen emir, nehiy, nida, şahadet gibi ifadelerin<br />
nispeti de ikinci derecede bu kapsam <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ınabilir:<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Sözlerin en güzeli<br />
Allah’ın kelamıdır.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
“İçlerinden bir grup Allah’ın kelamını işitip onu kavradıktan sonra bilerek<br />
tahrif etmekteyken, siz h<strong>al</strong>a onların size inanm<strong>al</strong>arını mı<br />
arzulamaktasınız?”(Bakara, 2/75).<br />
“Eğer Allah’a ortak koşanlardan biri senden sığınma t<strong>al</strong>ebinde bulunursa,<br />
Allah’ın kelamını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı”(Tevbe, 9/6).<br />
“De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o<br />
kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden<br />
önce denizler tükenirdi”(Kehf, 18/109).<br />
“Kıyamet günü Allah onlarla ne konuşacak, ne de onları<br />
arıtacaktır”(Bakara, 2/174).<br />
“Hani, rabbin meleklere... demişti” (Bakara, 2/30, Sâd, 38/71).<br />
“Allah ise gerçeği söyler” (Ahzâb, 33/4).<br />
“Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “ol”<br />
dememizdir. O da hemen oluverir” (Nahl, 16/40).<br />
Yine bazı hadislerde de Allah’ın kelamından bahsedilmektedir.<br />
“Allah gökte bir emre karar verdiği zaman melekler Allah’ın sözüne boyun<br />
eğerek kanatlarını çırparlar. O söz sanki bir taş üzerindeki zincirin sesi gibidir...”(<br />
Buhârî, H<strong>al</strong>ku Ef’âli’l-İbâd, s. 131, 132; Ebu Dâvud, “Sünnet” 22)<br />
133).<br />
“Allah Musa’yı kelamı ve ris<strong>al</strong>etiyle seçti”( Buhârî, H<strong>al</strong>ku Ef’âli’l-İbâd, s.<br />
“Rabbiniz sizinle aranızda bir tercüman olmaksızın konuşacak”( Buhârî,<br />
H<strong>al</strong>ku Ef’âli’l-İbâd, s. 133).<br />
“Kelâmın en güzeli Allah’ın kelamıdır”( Nesâî, Sehiv 65; İbn Mâce,<br />
Mukaddime 7).<br />
8. Tekvin: Oluşturma, vücuda getirme, icat, tesir ve yaratma gibi anlamlara<br />
gelen tekvin, Allah’ın yaratıcı ve var edici sıfatıdır. Daha önceden de işaret edildiği<br />
üzere Eşarilere göre bu sıfat kudret sıfatı içerisinde yer <strong>al</strong>maktadır. Ancak<br />
Matûrîdîlere göre kudretten bağımsız müstakil bir ezeli sıfattır. Mâturîdîlere göre<br />
Allah’ın tüm fiillerinin kaynağı ve temeli tekvin sıfatıdır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Ders anlatım videosunu<br />
izleyiniz<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
“O’nun(Allah’ın) emri, bir şeyi dilediği zaman sadece o şeye ol(kun)<br />
demesidir. O şey de hemen oluverir”(Yâsin, 36/82)<br />
ayeti Allah’ın bu sıfatı için delil olarak zikredilmektedir.<br />
Kâinatta Allah’ın fiillerinin pek çok tecellisini ve izlerini görmek<br />
mümkündür. Tüm bunlar Allah’ın tekvin sıfatı ile gerçekleşmektedir. Yaratma,<br />
yaşatma, öldürme, rızık verme, yardım etme, destek olma vs. fiiller bu sıfatının <strong>al</strong>t<br />
unsurlarıdır. Bu tür fiillerle ilgili Allah’ın sıfatlarına İslam düşüncesinde “fiili sıfatlar”<br />
denmiştir. “Hem kendilerinin hem de zıtlarının Allah’a nispeti caiz olan fiiller”<br />
şeklinde tarif edilmiştir. Mesela “Allah filan kişiye yardım etti, filana etmedi”,<br />
“filana hayat verdi, filana vermedi” diye hem olumlusunu hem de olumsuzunu<br />
Allah’a nispet edebilmekteyiz.<br />
Bireysel Etkinlik<br />
• Çevrenize bakarak Allah'ın yaratmasındaki<br />
güzellikler hakkında düşününüz.<br />
Haberî/Müteşâbih Sıfatlar<br />
Şu ana kadar anlatılan zâtî ve subûtî sıfatlar doğrudan ya da dolaylı olarak<br />
Kur’an ve hadislerde yer <strong>al</strong>dığı gibi, akıl da bu sıfatların varlığı noktasında bazı<br />
çıkarımlarda bulunabilir. Mesela akıl, kâinatın yaratıcısı bir ilahı kabullenmişse,<br />
onun kadir, <strong>al</strong>im, hayy vs. olması gerektiğine hükmedebilir. Kısacası bu sıfatların<br />
nass(Kur’an-sünnet) temeli yanında akli temelleri de vardır. Ancak bazı ilahî<br />
sıfatlarda aklın tespit edebilme kapasitesi yoktur. O sıfatlar sadece Kur’an ve<br />
hadislerin bildirmesiyle bilinebilir. Şayet hiçbir nass bulunmasaydı, insan, aklıyla<br />
düşünüp de Allah’ın şu tür sıfatları da olm<strong>al</strong>ıdır diye bir çıkarımda bulunamazdı.<br />
Dolayısıyla haberi sıfatlar, “varlıkları ancak nassın(Kur’an ve Hadis) haber<br />
vermesiyle bilinebilen, bir başka ifadeyle varlıklarını tespitte akıl yürütme imkânı<br />
bulunmayan sıfatlara denmektedir.” Vech(yüz), yed(el), ayn(göz), istiva(oturma),<br />
nüzûl(inme), mecî (gelme) gibi sıfatlar bu türdendir.<br />
Haberi sıfatlar kelime anlamlarından da anlaşılacağı üzere norm<strong>al</strong>de<br />
insanlara ait uzuv ve fiillerdir. Asli anlamları itibariyle Allah’a nispet edilemezler.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Haberi sıfatlara<br />
müteşabih sıfatlar da<br />
denir.<br />
Haberi sıfatlar Allah’ın<br />
şanına uygun bir şekilde<br />
anlaşılm<strong>al</strong>ıdır!<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
Aksi hâlde Allah diğer varlıklara benzetilmiş olacaktır ki, bu da tevhide aykırıdır.<br />
Zahiri anlamları itibariyle anlaşılmasında bir kap<strong>al</strong>ılık bulunduğundan ya da Allah ile<br />
mahlûkat arasında bir benzerlik çağrıştırdığından bu tür sıfatlara aynı zamanda<br />
müteşabih sıfatlar da denmiştir. Kur’an’da ve hadislerde bu tür ifadelerin Allah’a<br />
nispet edilmesi mecazendir. Bu yüzden bu tür sıfatlarda yapılacak şey öncelikle<br />
onlara iman etmek, fakat beşerî anlamlarını Allah’a nispet etmemektir.<br />
Tarihte bazı insanların bu sıfatları asli anlamlarıyla düşünüp Allah’ı<br />
mahlûkata benzetmesi, O’na birtakım uzuvlar ve bedensel özellikler nispet etmesi<br />
bu konunun tartışılmasına sebebiyet vermiştir. Neticede İslam kelamcıları bu<br />
sıfatların mecâzî anlamlara geldiğini Arap dilinden de örnekler vererek açıklamak<br />
mecburiyetinde k<strong>al</strong>mış, nihayetinde insanların bu ifadeleri kötüye kullanm<strong>al</strong>arına<br />
mani olmuşlardır. Aslında sadece Arapçada değil, hemen hemen bütün dillerde bu<br />
kelimelerin mecâzî kullanımı mevcuttur. Mesela Türkçe’de birisine “şu işe bir el at”<br />
dediğimizde, buradan lafzi bir anlam düşünüp de elini gerçek anlamda atmayı<br />
düşünen olmaz. Bu sözü işiten herkes bunun “yardım et” anlamına geldiğini bilir.<br />
Aynı şekilde “eli sıkı” ifadesinden hiç kimse birisinin elini yumruk gibi yapıp hiç<br />
açmadığı şeklinde zahiri bir anlam çıkarmaz. Bilakis bunun “cimrilik”ten mecâz<br />
olduğunu bilir. İşte haberi sıfatlarda bunun gibidir. Buna göre ilgili sıfatlardan<br />
bazılarının uygun manada tevili şu şekildedir:<br />
Vech: Allah’ın zatı<br />
Yed: Allah’ın yardımı, kudreti<br />
Ayn: Allah’ın gözetimi, kontrolü<br />
İstivâ: Allah’ın hâkimiyeti ve emri <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ma<br />
Nüzûl: Allah’ın rahmetinin, emrinin ya da meleklerinin inmesi<br />
Mecis: Allah’ın rahmetinin, emrinin ya da meleklerinin gelmesi<br />
ALLAH’IN İSİMLERİ(el-ESMÂU’L-HÜSNÂ)<br />
Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla bağlantılı olarak, bir de ona isim olarak nispet<br />
edilen ifadeler vardır. Gerek Kur’an’da gerekse hadislerde bunlar “isim” olarak<br />
Allah’a izafe edilmiştir. Tabii ki isimlerin en güzeli Allah’ın olunca “el-Esmâu’l-<br />
Husnâ(en güzel isimler)” ifadesi kullanılmıştır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
“En güzel isimler Allah’ındır, O’na bu isimlerle dua edin. İsimleri<br />
hususunda hak çizgiden sapanları terk edin. Onlar yaptıklarının karşılığını<br />
yakında göreceklerdir”(A’râf, 7/180)<br />
ayetinde aynı ifadeyi görmekteyiz.<br />
Allah’ın isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. O’nun anlamı olmayan bir ismi<br />
bulunmaz. İnsanlar bazen anlamını taşımas<strong>al</strong>ar bile bazı isimlerle<br />
adlandırılmaktadırlar. Ama o isimler, onların sıfatı değildir. Mesela bir insanın ismi<br />
Kerim, fakat kendisi tam aksine cimri olabilir. Aynı şekilde çok zayıf ve cılız birisine<br />
Gürbüz ismi verilebilmektedir. Ancak Allah’ın her isminde var olan yüce bir anlam<br />
ve sıfat vardır. Allah, o anlamla muttasıftır. Mesela Allah’ın isimlerinden birisi<br />
Kadir’dir. Kudretli olmak aynı zamanda O’nun bir sıfatıdır.<br />
Allah’ın isimlerini bilmek, aynı zamanda O’nun sıfatlarını öğrenmek<br />
olacağından, isimleri ne kadar çok bilinirse Allah o kadar fazla tanınmış olacaktır.<br />
Allah’ı bilmek ve tanımak(marifetullah) O’na iman etmenin içselleştirilmesi ve<br />
laftan öteye geçirilmesi için zorunludur. Man<strong>al</strong>arıyla birlikte ilahî isimler öğrenilip<br />
tefekkür edilince, onların kâinattaki tecellileri de fark edilecektir. Böylece<br />
yaşadığımız dünyaya sıradan bir âlem olarak değil, Allah’ın bir eseri ve isim ve<br />
sıfatlarının bir aynası olarak görülecektir. Çünkü kâinat mecâzî anlamda ilahî bir<br />
kelamdır. Görülen her varlık, yaşanan her olay bir hakikatten konuşur. Bu kelamı<br />
anlamak için, önce o dili öğrenmek, sonra o nazarla kâinata bir kez daha bakmak,<br />
en azından bunu istemek gerekir. İşte el-Esmâu’l-Husnâ’yı bilmek o dilin şifrelerini<br />
öğrenmektir.<br />
Zikredilen önemine ve gerekliliğine binaen Hz. Peygamber şöyle<br />
buyurmuştur:<br />
“Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları sayarsa cennete girer”<br />
(Buhâri, “Da’avât”, 69; Müslim, “Zikr”, 5, 69)<br />
Tabii ki hadiste belirtilen “sayma” sadece dil ile sır<strong>al</strong>ayıp telaffuz etme<br />
değildir. Yukarıda belirtilen bağlamda düşündüğümüzde, Allah’ı tüm bu isimleriyle<br />
tanıyan ve O’na iman eden, bu isimlerin tecellilerini fark edip düşünen ve mümkün<br />
olduğunca gereğince amel eden kişiler cennetle müjdelenmiştir.<br />
Allah’ın isimlerinin sayısı tam olarak bilinmemektedir. Ancak yukarıdaki<br />
hadisten dolayı doksan dokuz sayısı meşhur olmuştur. Fakat Allah’ın bilinen isimleri<br />
bu rakamdan daha fazladır. Zaten önemli olan da sayı değil keyfiyettir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
En güzel isimler<br />
onundur.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
El-Esmâu’l-Husnâ olarak bilinen ilahî isimler ve Türkçe karşılıkları aşağıdaki<br />
gibidir:<br />
1- Allah(للهأ): Bu, Cenâb-ı Hakk'ın en özel ismidir. İsm-i A’zam’dır, yani en<br />
büyük ismidir. İsm-i câmi’dir, yani diğer isimlerin ifade ettikleri man<strong>al</strong>arı kapsar. Bu<br />
isim, Allah'tan başkasına hakikaten ya da mecazen verilemez.<br />
2- er-Rahmân(نًحشنا): Bütün mahlukata merhamet eden, açık nimetleriyle<br />
nimetlendiren.<br />
3- er-Rahîm(ىيحشنا): Özellikle müminlere merhamet eden, gizli nimetleriyle<br />
de nimetlendiren.<br />
4- el-Melik(ُ كهًنا): Mülkün daimi sahibi ve mülkünde tasarruf eden.<br />
5- el-Kuddûs(ُ طوْذمنا): Her türlü ayıp ve noksanlıktan münezzeh olan.<br />
6- es-Selâm(ُ ولاّسنا): Mahlukatı için emân kaynağı, onları sıkıntıdan selamete<br />
çıkaran.<br />
7- el-Mü’min(ُ نيؤًنا): Güven veren, emin kılan, mahlukatıını azaptan emin<br />
kılan ve onlara sözünde duran.<br />
8- el-Müheymin(ُ نًيه ًنا): Kâinatı ve işlerini görüp gözeten ve idare eden.<br />
9- el-Azîz(ُ ضيِضعنا): İzzet sahibi, her şeye g<strong>al</strong>ip olan. Kıymetli ve ems<strong>al</strong>siz olan.<br />
10- el-Cebbâr(ُ ساّثجنا): Emirlerini uygulayan kullarının işlerini ıslah eden.<br />
Kudretine karşı konulamayan.<br />
11- el-Mütekebbir(ُ شّثكتًنا): Tüm azamet sıfatlarına yegâne sahip olan.<br />
12- el-Hâlık(ُ كناخنا): Yaratan, takdir eden ve var eden.<br />
13- el-Bâri(ُ ئساثنا): Takdir ettiğini yaratan, açığa çıkaran, zahir kılan.<br />
14- el-Musavvir(ُ سّىص ًنا): Yarattıklarına kendilerine has ayırt edici suretleri<br />
veren.<br />
olan.<br />
15- el-Ğaffâr(ُ ساّفغنا): Çokça bağışlayan ve günahları örten.<br />
16- el-Kahhâr(ُ ساّهمنا): Ezici bir üstünlüğe ve güce sahip olan, g<strong>al</strong>ip ve kahredici<br />
17- el-Vehhâb(ُ باّهىنا): Nimetleri çok, bağışları ve iyilikleri daimî olan.<br />
18- er-Razzâk(قا ّصّشنا): Rızıkları ve sebeplerini yaratan. Mahlukatın<br />
rızıklanmasını sağlayan.<br />
19- el-Fettâh(ُ حاّتفنا): Kullarına rahmetinin kapılarını açan.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
En güzel isimler<br />
onundur.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
20- el-Alîm(ُ ىيهعنا): Kendisine hiç bir şeyin gizli k<strong>al</strong>madığı, her şeyi bilen.<br />
21- el-Kâbıd(ُ ضتامنا): Ruhları <strong>al</strong>an, kullarından dilediğinin rızkını dar<strong>al</strong>tan.<br />
22- el-Bâsıt(ُ ظساثنا): Dilediğine rızkını genişleten, hayat sahibi kılacaklarına<br />
ruh veren.<br />
23- el-Hâfıd(ُ ضفاخنا): Alç<strong>al</strong>tılmayı hak edenleri zillet ve azapla <strong>al</strong>ç<strong>al</strong>tan.<br />
24- er-Râfi’(ُ عفاشنا): Yüceltilmeyi hak eden muttakileri yücelten.<br />
25- el-Mu‘iz(ضع ًنا):Dinine sarılanları aziz kılan, onlara yardım ve g<strong>al</strong>ibiyet<br />
veren.<br />
26- el-Müzil(لِز ًنا): Düşmanlarını zelil kılan, <strong>al</strong>ç<strong>al</strong>tan.<br />
27- es-Semî’(ُ عيًّسنا): Gizli açık her şeyi işiten.<br />
28- el-Basîr(ُ شيصثنا): Gizli açık, her şeyi gören.<br />
29- el-Hakem(َُىكَحنا): Kazasını geri çevirecek, hükmünü sorgulayacak hiç<br />
kimsenin bulunmadığı Hâkim.<br />
30- el-Adl(لّذَعنا): Her şeyi yerli yerinde yapan, ad<strong>al</strong>eti tam olan adil.<br />
31- el-Latîf(ُ فيطهّنا): İşerin gizli ve ince olanlarını da bilen, menfaatleri<br />
hakedenlere lutfeden.<br />
olan.<br />
olan.<br />
32- el-Habîr(ُ شيثَخنا): Her şeyden haberdar olan.<br />
33- el-H<strong>al</strong>îm(ىيهَحنا): Öfkeye yenilmeyen, azapta acele etmeyen.<br />
34- el-Azîm(ىيظَعنا): Yüceliğin en üst derecesinde olan.<br />
35- el-Ğafûr(ُ سىفغنا): Bağışlaması çok olan.<br />
36- eş-Şekûr(ُ سىكشنا): Az amele çok karşılık veren.<br />
37- el-Aliyy(ُْيهَعنا): Aklın tasavvur, zihnin idrak edemediği en yüce mertebede<br />
38- el-Kebîr(ُ شيثَكنا): Duyuların ve akılların idrak edemeyeceği mükemmellikte<br />
39- el-Hafîz(ُ ظيفَحنا): Varlıkları koruyarak devamını sağlayan, kullarının<br />
amellerini koruyup hiçbirini zayi etmeyen.<br />
40- el-Mukît(ُ تيم ًنا): Maddi ve ruhs<strong>al</strong> gıd<strong>al</strong>arı yaratan.<br />
41- el-Hasîb(ُ ةيسَحنا): Kulların yeten veya kıyamet günü onları hesaba<br />
çekecek olan.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
En güzel isimler<br />
O’nundur.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
42- el-Celîl(ُ ميهجنا): Sıfatlarının kem<strong>al</strong>inden dolayı Celâl sıfatlarına (kimseye<br />
muhtaç olmama, hâkimiyet, tekaddus, ilim, kudret) sahip olan.<br />
43- el-Kerim(ُ ىيشَكنا): Su<strong>al</strong>siz ve karşılıksız veren.<br />
44- er-Rakîb(ُ ةيلّشنا): Her şeyi gözeten, kontrol <strong>al</strong>tında tutan.<br />
45- el-Mucîb(ُ ةيج ًنا): Dua ettiğinde dua edene karşılık veren.<br />
46- el-Vâsi’(ُ عساَىنا): Rahmeti ve ilmi her şeyi kuşatan.<br />
47- el-Hakîm(ُ ىيكَحنا): İlmi tam olduğu için her şeyi sağlam ve anlamlı yapan,<br />
hikmet sahibi.<br />
48- el-Vedûd(ُ دو دَىنا): Yarattıklarına iyiliği seven, her hâlde onlara ihsan eden.<br />
49- el-Mecîd(ُ ذيجًنا): Yücelik ve şerefte dorukta olan.<br />
50- el-Bâis(ُ جعاَثنا): Peygamberleri gönderen, tas<strong>al</strong>arı gideren, kabirde<br />
olanları dirilten.<br />
51- eş-Şehîd(ُ ذيهّشنا): Mahlukatın her hâlini bilendir.<br />
52- el-Hak(كَحنا): Değişmeyen sabit gerçek.<br />
53- el-Vekîl(ُ ميكَىنا): Kulların işlerini ve ihtiyaç duydukları şeyleri düzenleyen,<br />
yapan.<br />
54- el-Kaviyy( يى َُمنا ):Tam kudret sahibi.<br />
55- el-Metîn(ُ نيِتًَنا): Gücü çok şiddetli olan.<br />
56- el-Veliyy(ُْينَىنا): Sevdiğinden dolayı kullarının işlerini üstlenen ve onlara<br />
yardım eden.<br />
57- el-Hamîd(ذيًَحنا): Senaya layık ve övülen.<br />
58- el-Muhsî(ُْيصح ًنا): Bilgisinden hiçbir şey gizli k<strong>al</strong>mayan, her şeyin<br />
mikdarını bilen.<br />
59- el-Mübdi(ُ ئذث ًنا): Eşyayı yokluktan varlığa çıkaran.<br />
60- el-Mu‘îd( ُ ذيع ُ ًنا):<br />
Eşyayı yokluğundan sonra tekrar var eden.<br />
61- el-Muhyî(ييح ًنا): Hakiki ya da mecâzî manada her hayat sahibinde hayatı<br />
yaratan.<br />
62- el-Mümît(ُ تيً ًنا): Canlılardan hayatı çekip <strong>al</strong>an.<br />
63- el-Hayy(ُْيَحنا): Daimi hayat ile diri olan.<br />
64- el-Kayyûm(ُ وىْيَمنا): Zatıyla kaim olan ve her şeyi kaim kılan.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
En güzel isimler<br />
onundur.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
65- el-Vâcid(ُ ذجاّىنا): İstediği her şeye sahip olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan.<br />
66- el-Macîd(ُ ذجاًّنا): (el-Mecîd ismi gibi) Yücelik ve şerefte dorukta olan.<br />
67- el-Vâhid(ُ ذحاَىنا): Bölünemeyen ve benzeri olmayan, tek ve eşsiz olan.<br />
68- es-Samed(ُ ذًَّصنا): Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, ihtiyaçlar için sığınılan.<br />
69- el-Kadir(ُ سِدامنا): Her şeye irade ve ilminin takdirince kudreti olan.<br />
70- el-Muktedir(ُ سِذتم ًنا): İstediği her şeye tam ve sınırsız bir şekilde güç<br />
yetiren.<br />
71- el-Mukaddim(ُ وٓذَم ًنا): Varlık, şeref, zaman ve mekân bakımından kimini<br />
kimine önceleyen.<br />
olan.<br />
olan.<br />
72- el-Muahhir(ُ ش ّخَؤ ًنا): Dilediğini dilediği hususlarda tehir eden, sonr<strong>al</strong>ayan.<br />
73- el-Evvel(ُ لّوَلأا): Ezeli olan, varlığının başlangıcı olmayan, her şeyden önce<br />
74- el-Âhir(ُ شِخلآا): Ebedi olan, varlığının sonu olmayan, her şeyden sonra baki<br />
75- ez-Zâhir(ُ شهاّظنا): Varlığını ayetleriyle gösteren.<br />
76- el-Bâtın(ُ نِطاَثنا): Zatı hiç kimsenin idrak edemeyeceği kadar gizli olan.<br />
77- el-Vâlî(يِناَىنا): Eşyâyı ve mülkü üstlenen, işlerini idare eden.<br />
78- el-Müteâl (لاعَتًنا): Noksanlıklardan münezzeh olan.<br />
79- el-Berr(ُ شثنا): İyilik ve ihsanı çok olan.<br />
80- et-Tevvâb(ُ باّىتنا): İsyankârlara tövbe fırsatı veren ve tövbeleri kabul<br />
eden.<br />
81- el-Müntekim(ُ ىِمتنًنا): Cezayı hak edenlerin cezasını veren.<br />
82- el-Afuvv(ُ ى فعنا): Ona yönelip sığınanların kötülüklerini silen.<br />
83- er-Raûf(ُ فوؤشنا): Şefkat ve merhameti pek çok olan.<br />
84- M<strong>al</strong>ikü’l-Mülk( كه ًنا ُُ<br />
كناي):<br />
Mülkün sahibi, göklerde ve yerde işleri<br />
iradesine göre düzenleyen.<br />
85- Zül-Celâli vel İkrâm(واشكلإاَو للاَجنا ُور<br />
): Şeref ve kem<strong>al</strong> sahibi, nimetleri<br />
bolca veren.<br />
86- el-Muksit(ُ ظسم ًنا): Mazlumların hakkını z<strong>al</strong>imlerden <strong>al</strong>an.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
87- el-Câmi’(ُ عياجنا): Farklı hakikatleri bir sistemde birleştiren, kıyamette<br />
mahlukatı bir araya toplayan.<br />
88- el-Ğaniyy(ُْينغنا): Her şeyin O’na muhtaç olduğu, kendisi hiçbir şeye<br />
muhtaç olmayan.<br />
89- el-Muğnî(ُْيِنغ ًنا): İhtiyaç gideren, mahlukatından dilediğini zengin eden.<br />
90- el-Mâni’(ُ عِناًنا): Helake sürükleyen sebeplerden koruyan, engelleyen.<br />
91- ed-Dârr(ُْساّضنا): Düşm<strong>al</strong>arına cezasını indiren.<br />
92- en-Nâfi’(ُ عفاّننا): Fayda ve iyiliği tüm beldeleri ve kullarını kapsayan.<br />
93- en-Nûr(ُ سىّننا): Kendisi zahir olan, başk<strong>al</strong>arını zahir kılan.<br />
94- el-Hâdî(يداهنا): Her şeyi varlığını koruyacak şeye kılavuzlayan, irşat eden.<br />
Hidayet eden.<br />
95- el-Bedî(عيذثنا): Her açıdan benzersiz olan. Mis<strong>al</strong>siz yaratan.<br />
96- el-Bâkî(يلاثنا): Varlığı sürekli olan, ebedi olan.<br />
97- el-Vâris(ُ ثِساىنا): Varlıklar son bulduğunda baki olan.<br />
98- er-Reşîd(ُ ذيشّشنا): Kullarını irşat eden. Tasarruflarını son derece hikmetli ve<br />
doğru bir şekilde yürüten.<br />
99- es-Sabûr(ُ س ىثّصنا): Ceza vermede acele etmeyen, vaktinden önce iş<br />
yapmayan.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
el-ESMÂU’L-HÜSNÂ<br />
ُ زي ِزعلا ُ نميه ملا ُ نمؤملا ُملاّسلا<br />
ُ سوْدقلا ُكلملا<br />
ميحرلا نمحرلا للهأ<br />
قا ّز ّرلا ُ باّهولا ُ راّهقلا ُ راّفغلا ُ ر ّوص ملا ُ ئرابلا ُ قلاخلا ُ رّبكتملا ُ راّبجلا<br />
ُ عيمّسلا لِذ ملا زع ملا ُ عفارلا ُ ضفاخلا ُ طسابلا ُ ضباقلا ُميلعلا<br />
ُ حاّتفلا<br />
ُ روكشلا ُ روفغلا ميظَعلا ميلَحلا ُ ريبَخلا ُ فيطلّلا لدَعلا َُمك َحلا ُ ريصبلا<br />
ُ بيج ملا ُ بيق ّرلا ُميرَكلا<br />
ُليلجلا<br />
ُ بيس َحلا ُ تيق ملا ُ ظيف َحلا ُ ريبَكلا ُْيلَعلا<br />
يوَقلا ُليك<br />
َولا قَحلا ُ ديهّشلا ُ ثعاَبلا ديجملا ُ ُ دو د َولا ُميك<br />
َحلا ُ عسا َولا<br />
ُْيَحلا ُ تيم ملا ييح ملا ُ ديع ملا ُ ئدب ملا ُْيصح ملا ديمَحلا ُْيل َولا ُ نيِتَملا<br />
ُ رّخ َؤ ملا ُمٓدَق<br />
ملا ُ رِدتق ملا ُ رِداقلا ُ دَمّصلا ُ دحا َولا دجاملا ُ دحاولا ُموْيَقلا<br />
ُمِقتنملا<br />
ُ با ّوتلا ُ ربلا لاعَتملا يِلا َولا ُ ن ِطاَبلا ُ رهاّظلا ُ رِخلآا ُل<br />
ّوَلأا<br />
ُ عِناملا ُْيِنغ ملا ُْينغلا ُ عماجلا ُ طسق ملا وذ<br />
للا َجلا<br />
ماركلإا َو<br />
ُ كلام<br />
كل ملا<br />
ُ فوؤرلا ُ و فعلا<br />
ُ ر وّبصلا ُ ديش ّرلا ُ ث ِراولا يقابلا عيدبلا يداهلا روّنلا ُ عفاّنلا ُْراّضلا<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24
Özet<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
•Tüm ilahi dinler, insanın duyularının ötesinde bulunan Allah’ı, O'nun<br />
sıfatlarıyla anlatmayı ve tanıtmayı hedeflemişlerdir. İlahi kitaplarda Allah<br />
kendisini birtakım sıfatları, isimleri ve bunların fiili yansım<strong>al</strong>arıyla<br />
insanlara tanıtmıştır. Sıfatlarını ve tecellilerini bilerek yaratıcısına inanan<br />
insan, O'nunla olan iman bağını daha da içselleştirir ve pratik bir değer<br />
yükleyebilir.<br />
•İslam düşüncesinde ilahî sıfatlar değişik kısımlandırm<strong>al</strong>ara tabi<br />
tutulmuştur. Sıfatların mahiyeti, Allah’a nispet boyutu ve <strong>al</strong>gılanış<br />
biçimlerine göre bu sınıflam<strong>al</strong>ar yapılmıştır. Zati, selbî, subuti, haberi gibi<br />
isimlendirmelet bunların en meşhurlarındandır.<br />
•Gerek Kur’an’da gerekse hadislerde Allah’ın birtakım özel isimlerinden<br />
bahsedilmiştir. El-Esmâu’l-Hüsnâ diye bilinen bu isimler aynı zamanda<br />
Allah’ın sıfatları olarak da kabul edilmektedir. Yine bu isimlerin ve<br />
anlamlarının bilinmesi Allah’ın daha iyi tanınmasına ve bu par<strong>al</strong>elde<br />
Allah-insan ilişkisinin canlı ve dinî hayata katkısı olur bir tarzda inşasına<br />
temel teşkil edecektir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25
Değerlendirme<br />
sorularını sistemde ilgili<br />
ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />
<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />
bölümünde etkileşimli<br />
olarak<br />
cevaplayabilirsiniz.<br />
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
DEĞERLENDİRME SORULARI<br />
1. Allah’ı tanımak ve bilmekle ilgili olarak aşağıdaki tespitlerden hangisi<br />
yanlıştır?<br />
a) Allah’ı kendisiyle tarif mümkün değildir.<br />
b) Hiçbir varlık Allah’tan önce olmadığı için onu bizzat tarif edemez.<br />
c) Allah’ı duyularımızla anlayamaz ve idrak edemeyiz.<br />
d) Allah’ı ancak sıfatları ve onların bir tecellisi olan fiilleriyle bilebiliriz.<br />
e) Allah’a sadece iman etmek yeterlidir, o tanınıp bilinemez.<br />
2. Kur’an ve hadislerde Allah’a doğrudan nispet edilen ve hakiki anlamları<br />
Allah’ta ezeli olarak sabit bulunan sıfatların ismi aşağıdakilerden hangisidir?<br />
a) Zati sıfatlar<br />
b) Subuti sıfatlar<br />
c) Haberi sıfatlar<br />
d) Fiili sıfatlar<br />
e) Müteşabih sıfatlar<br />
3. Allah’ın “hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, ihtiyaçlar için sığınılan” anlamına gelen<br />
ismi aşağıdakilerden hangisidir?<br />
a) es-Samed<br />
b) el-Azîm<br />
c) el-Azîz<br />
d) el-Mâcid<br />
e) eş-Şehîd<br />
4. Allah’ın “İsyankârlara tövbe fırsatı veren ve tövbeleri kabul eden” anlamına<br />
gelen ismi aşağıdakilerden hangisidir?<br />
a) el-Ğafûr<br />
b) er-Rahîm<br />
c) et-Tevvâb<br />
d) el-Ğaffâr<br />
e) es-Settâr<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
5. Mâturîdîlere göre Allah’ın tüm fiillerinin kaynağı olan sıfat aşağıdakilerden<br />
hangisidir?<br />
a) Vücut<br />
b) Hayat<br />
c) Kudret<br />
d) Tekvin<br />
e) İrade<br />
Cevap Anahtarı:<br />
1.e 2.b 3.a 4.c 5.d<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR<br />
1. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-<br />
Ekber. Beyrut.<br />
2. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara:<br />
Gonca Yayınevi.<br />
3. Beyhâkî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Huseyn b. Ali. (tsz.). el-Esmâ ve’s-Sıfât.<br />
Beyrut.<br />
4. Boutroux, Emile. (1998). Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında. Çev.<br />
Ziya Ülken. İstanbul.<br />
5. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî, Tah. Mustafa Dîb el-<br />
Buğa, Beyrut.<br />
6. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin<br />
Altın<strong>al</strong>an., İstanbul: Madve Yay.<br />
7. Cüveynî, İmamu’l-<strong>Haram</strong>eyn Ebu’l-Me’âlî Abdulmelik. (1948). el-Akîdetu’n-<br />
Nizâmiyye, Nşr. Muhammed Zâhid el-Kevserî. Kahire.<br />
8. Gazâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed. (tsz.). Esmâ’ül-Hüsnâ Şerhi.<br />
Ter. M. Ferşat, İstanbul: Merve Yayın Dağıtım.<br />
9. Girîdî, Sırrî.(1302). Nakdu’l-Kelâm fî Akâidi’l-İslâm. İstanbul.<br />
10. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988).<br />
Lisânu’l-Arab. Beyrut.<br />
11. İzmirli, İsmail Hakkı. (1339-1341). Yeni İlmi Kelâm. İstanbul.<br />
12. Koçar, Musa. (2002). Mâtürîdî’de Esmâ-i Hüsnâ. Isparta:Faküte Kitapevi.<br />
13. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (2003).<br />
Kitâbu’t-Tevhîd. Ter. Bekir Top<strong>al</strong>oğlu İstanbul: İSAM Yayınları.<br />
14. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (2005).<br />
Te’vîlâtu’l-Kur’an. Tah. Mecdî Bâsellûm, Beyrut.<br />
15. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille, I.<br />
Nşr. Hüseyin Atay. Ankara.<br />
16. Öge, Sinan. (2009). Allah’tan Âlem’e İlahî Fiiller, Ankara: Araştırma<br />
Yayınları.<br />
17. Özler, Mevlüt. (1995). İslam Düşüncesinde Tevhid. İstanbul: Nun Yayıncılık.<br />
18. Râzî, Fahruddîn. (1988-1995). Tefsîr-i Kebîr., Ter. Heyet, Ankara.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28
İlahi Sıfat ve İsimler<br />
19. Ulutürk, Veli. (1995). Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı. İstanbul.<br />
20. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29
HEDEFLER<br />
İÇİNDEKİLER<br />
PEYGAMBERLERE İMAN<br />
• Giriş<br />
• Konu İle İlgili Kavramlar<br />
• Peygamberlere İman Hakkında<br />
İslam’ın Genel Öğretisi<br />
• Kur'an'da Adı Geçen Peygamberler<br />
• Peygamberlik ve Vahiy<br />
• Peygamberlik Dereceleri<br />
• İnsanlığın Peygambere Olan İhtiyacı:<br />
• Peygamberlerin Sıfatları<br />
• Mucizenin Tanımı ve Mahiyeti<br />
• Diğer Olağanüstü Hâller<br />
•Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />
•Peygamberler hakkında İslam'ın genel öğretisini<br />
öğrenebilecek<br />
•Peygamberlikle ilgili genel kavramları<br />
kavrayabilecek<br />
•Peygamberlik ve vahyin önem ve gereğini<br />
kavrayabilecek<br />
•İnsanlığın peygambere olan ihtiyacınını,<br />
kavrayabilecek<br />
•Peygamber olan kişinin, peygamberliğinin ispatı<br />
için delil olan mucize hakkında doğru bilgileri elde<br />
edebilecek<br />
•Mucize ile diğer olağan-üstü olaylar arasındaki<br />
farkı ayırabileceksiniz.<br />
İSLAM İNANÇ<br />
ESASLARI<br />
<strong>ÜNİTE</strong><br />
7
Peygamberlere İman<br />
GİRİŞ<br />
Nübüvvet, yani peygamberlik konusu, İslam kelamında nakil yoluyla elde<br />
edilen “Sem’iyyât” kısmına girer. İlk dönem kelam kitaplarında fazlaca yer tutmayan<br />
bu konu, daha sonradan “iç ve dış etkenler” sebebiyle kelam kaynaklarında<br />
fazlaca bahis konusu olmaya başlamıştır.<br />
İnsanlığın tekâmülü ancak nebilerin eliyle olmuştur. Bilindiği üzere insanın<br />
fıtrî olarak hudut <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ınmayan “gazab”, “şehvet” ve “akıl” gibi duyguları vardır<br />
ve bu duygular, peygamberlerin getirdiği “hükümler” (din) ile sınır <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ınmıştır.<br />
Beşer, “kuvve-i gadabiyye”de “şecaat” i, “kuvve-i şeheviyye” de “iffet”i, “kuvve-i<br />
akliyye” de “hikmet” i ancak onlar vasıtasıyla yak<strong>al</strong>ayabilmiş; şecaat, iffet ve hikmet<br />
üçgeninde insan olmanın hazzına din ile erebilmiştir. Din, peygamber vasıtasıyla<br />
insanlığa tebliğ edildiği için Nübüvvet müessesesi üzerine inşa edilmiştir. Peygamberlik<br />
müessesesine olan ihtiyaç son derece açıktır. Çünkü kâmil manada Allah’a<br />
iman ancak onların rehberliği ile mümkündür. Vahiy olmadan aklın tek başına Allah’ın<br />
istediği doğrulara ulaşması imkân dışıdır. Bu “imkân dışılığa” en güzel örnek,<br />
“Hz. İbrâhim’in aklı ile Allah’ı araması” verilebilir. Kavmini irşad için, önce yıldızları,<br />
ayı ve güneşi aklıyla ilah olarak düşünen/düşündüren Hz. İbrâhim, daha sonra “k<strong>al</strong>bine<br />
doğan hidayet güneşi” ile ancak “Âlemlerin Rabbi” olan Allah’a yönelmiştir.<br />
Gerçekten de insan, kendi aklıyla bir “yaratıcı” düşüncesine ulaşabilse de<br />
“ona, kendi irade ve rızasına uygun nasıl ibadette ve kullukta bulunacağı” gerçeğine,<br />
ancak peygamberler vasıtasıyla ulaşabilmektedir. Dolayısıyla “sevap ve günah<br />
hudutları”, Allah’ın onlara t<strong>al</strong>im ettiği biçimde peygamberler eliyle çizilmiş, dünya<br />
ve ahiret mutluluğuna giden yollar onlar eliyle gösterilmiştir. Allah, içlerinden elçi<br />
olarak seçtiği paygamberler vasıtasıyla insanlara hitap etmiştir. Peygamberler<br />
O’nun kelamını insanlara bildirmiş ve marifet yollarını onlara öğretmişlerdir. Bundan<br />
dolayı peygamberler olmasaydı insanlar layık olduğu şekilde Cenâb-ı Hakk’ı<br />
bilemezlerdi. Bunun içindir ki Ehl-i Sünnet, Allah’ın peygamber göndermesini<br />
“O’nun bir rahmeti, fazlı ve ihsanı” olarak değerlendirmiştir.<br />
Ayrıca şu da bir gerçektir ki, peygamberler olmasaydı, insanlık medeniyet<br />
inşa edemez, düzenli hayata geçemez ve ilimlerde ilerleyemezdi. Zira peygamberler,<br />
gösterdikleri mucizelerle aynı zamanda ilimlerin nihai hudutlarını da çizmişlerdir.<br />
Nitekim peygamberlerin her biri değişik bir sanat d<strong>al</strong>ında “Pir” olarak kabul<br />
edilmiştir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
İslam inancında, peygamberlerin<br />
“bir kısmına”<br />
inanıp, diğerlerini<br />
inkâr etmek “küfür”<br />
dür.<br />
Peygamberlere İman<br />
KONU İLE İLGİLİ KAVRAMLAR<br />
Peygamber kelimesi, aslen Farsça olup “peyâmber” kelimesinin dilimize<br />
uyarlanmış şeklidir. Peyâmber, (Peyâm+ber) bir isim ve bir ekten meydana gelmiş<br />
bir terkiptir. “Peyâm”, Farsça’da “haber”, “ber” ise, getiren anlamına gelmektedir.<br />
Ayrıca, Türkçemizdeki “-ci” ekinin görevini üstlenmektedir. Bu duruma göre<br />
peyâmber (peygamber) “haberci / haber taşıyan kişi”, “elçi” gibi anlamlara<br />
gelmektedir.<br />
Dinî terim olarak peygamber, Allah’ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle<br />
şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği elçi<br />
şeklinde tanımlanmaktadır.<br />
Peygamber kelimesinin Arapça, karşılığı ise “nebi” “resul” veya “mursel dir.<br />
Nebi “haberci”, mursel ise “gönderilmiş kişi” veya “elçi” demektir. Resul ile nebi<br />
kelimeleri sözlükte, hemen hemen aynı anlama gelmekle beraber, terim<br />
anlamlarında farklılık bulunmaktadır. Terim olarak resul ve mursel, yeni bir kitap ve<br />
yeni bir din ile insanlara gönderilen peygambere denilirken; nebi, Allah’ın emir ve<br />
yasaklarını insanlara haber veren, fakat yeni bir kitap ve din ile gönderilmeyip,<br />
önceki bir peygamberin kitap ve dininin hükümlerini ümmetine bildirmeye görevli<br />
olan kişiye denilmektedir. Bir de mastar şeklinde kullanılan “ris<strong>al</strong>et” ve “nübüvvet”<br />
kavramları vardır ki, bunlar da resul ile nebinin üstlendiği “peygamberlik görevi” ni<br />
ifade etmektedir.<br />
PEYGAMBERLERE İMAN HAKKINDA İSLAM’IN GENEL<br />
ÖĞRETİSİ<br />
Peygamberlere iman, “amentü” dediğimiz imanın <strong>al</strong>tı esasından biridir.<br />
Allah Te<strong>al</strong>a, Müslüman olan her şahsa, ar<strong>al</strong>arında herhangi bir ayırım yapmadan<br />
bütün peygamberlere inanmayı farz kılmış ve şöyle buyurmuştur:<br />
“Peygamber de kendisine rabbi tarafından indirilene iman etti, müminler<br />
de. Her biri Allah’a, Meleklerine, Kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah’ın<br />
peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız...” (Bakara, 2/285).<br />
Peygamberlere iman etmenin anlamı şudur: İnsanlara “mutlak doğru” yu<br />
(hakk) ve “doğru yol” u (sırat-ı mustakîm) göstermek için, bizzat Allah tarafından<br />
seçilmiş bazı insanların gönderildiğine, bu kimselerin “Allah’tan getirdiği bütün<br />
bilgiler” in “mutlak gerçek” ve “mutlak doğru” olduğuna inanmak demektir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Peygamberlik Allah’ın<br />
lütfu olup ibadet, taat<br />
ç<strong>al</strong>ışma ve gayretle elde<br />
edilemez.<br />
Peygamberlere İman<br />
Bu temel esas çerçevesinde peygamberlerin üstlenmiş oldukları “peygamberlik<br />
görevi” ni maddeler hâlinde şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />
1. Peygamberlerin “bir kısmına” inanıp, diğerlerini inkâr etmek “küfür”<br />
sayılmıştır. Nitekim bu konuda Allah Te<strong>al</strong>a şöyle buyurmaktadır:<br />
“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden<br />
ayırmak isteyip {bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız} diyenler<br />
ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçekten kâfirler<br />
bunlardır...” (Nisa, 4/150-151).<br />
2. Kendilerine peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmet bulunmamaktadır.<br />
Kur’an bu hususu şöyle açıklamıştır:<br />
“(Geçmiş) her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı peygamber buluna gelmiştir.”<br />
(Fâtır, 35/24).<br />
“Andolsun ki biz senden önceki ümmetlere de peygamberler göndermişizdir...”<br />
(Nahl, 16/63; Yunus, 10/47).<br />
Bunlara benzer daha pek çok ayetten anlaşılmaktadır ki yüce Allah, asırlar boyunca<br />
sayısını ancak kendisinin bilebildiği peygamberler göndermiş, onlar aracılığıyla<br />
insanları gerçeği benimsemeye ve yaşamaya çağırmıştır.<br />
3. Peygamberlik görevi, tamamen Allah vergisidir. Hiçbir ibadet ve taatla, hiçbir<br />
ç<strong>al</strong>ışma ve gayretle elde edilemez. Zira peygamberlik görevinin kendine özgü<br />
bir yükü ve herkesin k<strong>al</strong>dıramayacağı bir manevi ağırlığı vardır. İşte Allah Te<strong>al</strong>a,<br />
bu yükü kimin taşıyabileceğini ve bu göreve kimin daha layık olduğunu bilir ve<br />
bu bilgisine göre “dilediğini” peygamber olarak seçer. Bu seçimde m<strong>al</strong>, mülk,<br />
şan, şöhret, makam, çevre, güç gibi hususlar asla etkili değildir. Nitekim bu hususu<br />
Allah Te<strong>al</strong>a bizlere şöyle ifade etmektedir:<br />
“…Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir.” (En’âm, 6/124 );<br />
“Bu, Allah’ın lütfudür. Onu dilediğine verir...” (Cum’a, 62/4).<br />
4. Peygamberler vahiyle şereflendirilmiş ve “diğer insanlarda bulunmayan nitelikler”e<br />
sahip, “seçkin kişiler”dir. Fakat her konuda olduğu gibi peygamberlik konusunda<br />
da “orta yolu” (tarîk-i vasat) gözeten İslam, onları ilah mertebesine çıkartmamış,<br />
sadece “Allah’ın elçisi” ve “kulu” saymıştır (Eşhedü enne Muhammeden<br />
abduhu ve rasuluhu). Çünkü onlar da bir beşerdir ve kuldur. “İnsan olma”<br />
ve “kul olma” hususunda onlar ile diğer insanlar arasında bir fark bulunmamaktadır.<br />
(Kehf, 18/110) Öyleyse onların hiçbirisinde, “Tanrılık özelliği” bulunmamaktadır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Hz. Muhammed “peygamberlerinsonuncusu”<br />
(Hâtemü’n-<br />
Nebiyyîn) dur.<br />
Bütün semavi dinler,<br />
Hz. Âdem’in insanın<br />
atası olduğunda hemfikirdir.<br />
Peygamberlere İman<br />
5. Allah’ın müsaadesi olmadan, peygamberler de dâhil hiçbir kimsenin “fayda<br />
sağlama” veya “zarar giderme” gücü bulunmamaktadır (En’âm,6/17); (Yunus,<br />
10/107)<br />
6. Peygamberler, Allah’ın bildirdikleri dışında gaybı bilmezler. (Mâide, 5/72-73,<br />
75; A’râf, 7/188; Tevbe, 9/30). Dolayısıyla onlar da “gayb bilgisi” hususunda diğer<br />
insanlar gibi Allah’ın yardımına muhtaçtırlar.<br />
7. Kur’an-ı Kerim’de de bildirildiği gibi, “peygamberlik”, Hz. Muhammed ile son<br />
bulmuştur. Artık ondan sonra kıyamete kadar peygamber gelmeyecektir. Bundan<br />
dolayı, O’nun getirdiği mesaj “son mesaj” olma özelliğine sahiptir. Bu husus<br />
Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır: “<br />
“Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın<br />
resulü ve peygamberlerin sonuncusudur...” (Ahzâb, 33/40).<br />
Durum bu kadar net olmasına rağmen, bazı çevrelerce ortaya atılan, Hz.<br />
Muhammed’den sonra yeni bir peygamber geleceği, onun da yeni bir kitap<br />
getireceği şeklindeki iddi<strong>al</strong>ar, Kur’an’ın bu apaçık hükmünü, Hz. Muhammed’in<br />
“Hâtemü’n-Nebiyyîn” (peygamberlerin sonuncusu) olduğu inancını inkâr etmekten<br />
başka bir anlam taşımamaktadır.<br />
8. Peygamberler, kendilerini “dini tebliğ etme” görevi ile sınırlamamışlar, aynı<br />
zamanda onları açıklama, öğretme, kötülükler konusunda ümmetlerini eğitme<br />
ve kötülüklerden arındırma görevlerini de üstlenmişlerdir. Bu işleri yaparken,<br />
karşılaştıkları bütün olumsuzluklar karşısında dav<strong>al</strong>arından asla taviz<br />
vermemişler, bu uğurda pek çok eza ve sıkıntıya göğüs germişlerdir.<br />
KUR’AN’DA ADI GEÇEN PEYGAMBERLER<br />
Bütün semavi dinler, Hz. Âdem’in ilk insan ve ilk peygamber olduğunda görüş<br />
birliğine varmıştır. İlk peygamber Hz. Âdem olunca, ondan sonra devam eden<br />
insanlık âlemi hiçbir devirde kendi başına bırakılmamış, sürekli olarak doğru yolu<br />
gösteren peygamberlerle desteklenmiştir. Hz. Âdem ile başlayan “peygamberlik<br />
zinciri” son peygamber olan Hz. Muhammed ile sona erdirilmiş, bu ikisi arasında<br />
pek çok peygamber görevlendirilmiştir.<br />
Peygamberlerin sayısı hakkında Kur’an’da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.<br />
Bu husus bir ayette şöyle açıklanmaktadır:<br />
“Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıss<strong>al</strong>arını<br />
anlattıklarımız da var anlatmadıklarımız da.” (Mü’min, 40/78).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Peygamberlerin sayısı<br />
hakkında Kuran’da herhangi<br />
bir bilgi bulunmamaktadır.<br />
Sadece bir<br />
hadiste peygamberlerin<br />
sayısının 124.000 olduğu,<br />
bunlardan 315’inin<br />
resul olduğu haber ve-<br />
rilmektedir.<br />
Ulu’l-azm peygamberler:<br />
Hz. Muhammed,<br />
Hz. Nuh, Hz İbrahim, Hz<br />
Musa ve Hz İsa’dır.<br />
Peygamberlere İman<br />
Bir hadiste peygamberlerin sayısının 124.000 olduğu, bunlardan 315 kişinin<br />
resul olarak görevlendirildiği haber verilmektedir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V,<br />
266). Burada inanç bakımından asıl olan şey, Hz.Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar<br />
gönderilmiş olan peygamberlerin hepsine inandım, hepsinin hak ve gerçek olduklarını<br />
kabul ettim denmesidir.<br />
Bununla beraber peygamber olduğu kesin olan 25 kişinin adı Kur’an’da<br />
geçmektedir. Söz konusu peygamberler şunlardır: Hz. Âdem, İdris, Nuh, Hûd, S<strong>al</strong>ih,<br />
Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kub, Yusuf, Şuayb, Harun, Musa, Dâvûd, Süleyman,<br />
Eyyûb, Yunus, Elyesa’, İlyas, Zülkifl, Zekeriyyâ, Yahya, İsa, Muhammed (a.s). Bunlardan<br />
başka Kur’an’da üç isim daha zikredilmiştir. Fakat onların “peygamber mi,<br />
veli mi” oldukları konusunda fikir ayrılığı vardır. Bunlar ise Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn’dir.<br />
PEYGAMBERLİK DERECELERİ<br />
İslam inancına göre bütün peygamberler “nübüvvet” (peygamber olma)<br />
noktasında eşittirler. Bu hususta hiçbirinin diğerine üstünlüğü bulunmamaktadır.<br />
Allah Te<strong>al</strong>a, ar<strong>al</strong>arında ayırım olmaksızın tümüne inanmayı her Müslümana farz<br />
kılmıştır.<br />
Bununla beraber peygamberler, nübüvvet görevlerinin dışında “derece”<br />
bakımından birbirlerinden farklı konumdadırlar. İslam inanç öğretisinde, peygamberlerin<br />
peygamberliklerini tasdik ettikten sonra ar<strong>al</strong>arında derece farklılığının bulunabileceği<br />
kabul edilebilir. Nitekim bir ayette konuyla ilgili olarak:<br />
“İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan<br />
bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiştir...” (Bakara,<br />
2/253).<br />
buyurulmaktadır.<br />
Ayetteki “Allah’ın derecelerle yükselttiği bazı kişiler (peygamberler)” in en<br />
başında elbette ki, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed gelmektedir. Onun, bütün<br />
peygamberler arasında “üstün ve eşsiz bir yeri” bulunmaktadır.<br />
Hz. Peygamber’in dışındaki peygamberler de birbirlerinden derece itibariyle<br />
farklıdırlar. Bunlardan, Hz. Nuh, Hz İbrahim, Hz Musa ve Hz İsa’nın içinde yer<br />
<strong>al</strong>dığı “ülu’l-azm peygamberler”, Peygamber’imizden sonra ön sırada yer <strong>al</strong>ırlarken,<br />
bunlardan sonra resuller, daha sonra da diğer nebiler gelmektedir.<br />
Ulu’l-azm peygamberler demek, <strong>al</strong>dıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk<br />
karşısında herhangi bir yılgınlık ve tereddüt göstermeden Allah’ın dinini insanlara<br />
tebliğ görevini eksiksiz yerine getiren, bütün zorluklara göğüs germede<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Mâturîdî ve Eşarî mezhepleri<br />
aslî meselelerde<br />
ittifak h<strong>al</strong>inde olup ar<strong>al</strong>arındaki<br />
ihtilaf detay-<br />
lardadır.<br />
“Allah’tan vahiy <strong>al</strong>mayan<br />
peygamber” olmadığı<br />
gibi “peygamber<br />
olmayan kişiler” için de<br />
“vahiy” asla düşünülemez.<br />
Peygamberlere İman<br />
azim ve sebat gösteren peygamberler demektir. Ulu’l-azm peygamberlerin isminin<br />
geçtiği bir ayette Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:<br />
“O, dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nuh’a tavsiye<br />
ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah<br />
size de din kıldı...” (Şûrâ, 42/13; Ahzâb, 33/7).<br />
Bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır:<br />
“(Ey Muhammed!) O hâlde, yüksek azim sahibi peygamberlerin sabretmesi<br />
gibi sabret, onlar için acele etme.” (Ahkâf, 46/35)<br />
Bunun içindir ki Ehl-i sünnet’in iki önemli ekolü olan Mâturîdî ve Eşarî mezhepleri,<br />
nübüvvet görevinin mahiyetinde (özünde) herhangi bir üstünlüğün (tefâdul)<br />
ve noksanlığın olmadığını, çünkü resul ve nebilerin “ris<strong>al</strong>et” ve “nübüvvet” niteliklerini<br />
veya hâllerini elde etmede “eşit” olduklarını, sadece “şahısları” itibariyle birbirlerine<br />
üstünlüklerinin olduğunu kabul etmişlerdir. Bu konuda hem Eşarîler hem de<br />
Mâturîdîler görüş birliği içindedirler.<br />
PEYGAMBERLİK VE VAHİY<br />
İslam inanç sisteminde nübüvvet ile “vahiy” birbirinden ayrılmayan iki<br />
önemli kavramdır. Biri varsa mutlaka öteki de var demektir. Çünkü İslam inancında,<br />
“Allah’tan vahiy <strong>al</strong>mayan peygamber” düşünülemediği gibi “peygamber olmayan<br />
kişiler” için de “vahiy” asla düşünülemez.<br />
Yüce Allah, kendisine muhatap seçtiği insanlara emir, yasak, hüküm ve<br />
haberlerini, “peygamberler aracılığı” ile bildirmektedir. Bu “bildirme” işlemine “vahiy”<br />
denilmektedir.<br />
Vahiy, sözlükte gizli konuşmak, göndermek, emretmek, işaret etmek, ilham<br />
etmek gibi anlamlara gelmektedir. Din dilinde vahiy ise, mahiyeti bizce tam olarak<br />
bilinemeyen bir yolla Allah Te<strong>al</strong>a’nın dilediği şeyleri peygamberlerine bildirmesi<br />
demektir.<br />
Vahiy, Allah’la peygamberi arasında bir “sır” dır. “Nasıllığını” ancak onu<br />
yaşayan peygamber bilmektedir. Ashap ise, “vahyin geliş şekilleri” ve “Hz. Peygamber’de<br />
meydana getirdiği etkiler” hakkında bilgi sahibidirler.<br />
“K<strong>al</strong>pte beliren bilgi” anlamında olan “ilham” ile vahiy arasında fark vardır.<br />
Vahiy sadece peygambere gelir, bizzat Allah tarafından korunarak “ilahî gözetim ve<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Hem dünya hayatı hem<br />
de ahiret için mutlaka<br />
Peygamber’in rehberli-<br />
ğine muhtacız.<br />
Peygamberlere İman<br />
denetim” <strong>al</strong>tında peygambere ulaşır. Kendisine vahiy ulaşan Peygamber, vahyi<br />
<strong>al</strong>ırken bilinci yerindedir. Oysaki peygamber dışındaki Allah’ın sevgili kullarının<br />
k<strong>al</strong>binde beliriveren ilham için “korunmuşluk” garantisi yoktur. Böyle olunca da<br />
ilhamda “yanılma payı” vardır. Üstelik de “bilinç dışı” olarak k<strong>al</strong>pte beliriverir.<br />
Tartışma<br />
•İlham nedir ve ne derece gerçekliğe sahiptir? Siz, ilhama ne kadar<br />
inanıyorsunuz? Konuyu bütün yönleriyle forumda tartışabilirsiniz.<br />
• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “tartışma<br />
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />
Vahyin mahiyetinin insanlarca bilinemeyişi ve <strong>al</strong>gılanamayışı, “onun gerçekliğini<br />
inkâr etme” sonucunu asla gerektirmez. Çünkü bilimin zirve yaptığı günümüzde,<br />
“varlığı kabul edilen ama net ve bilimsel olarak açıklanamayan” nice olaylar<br />
vardır ki, bunların, varlığı bilimsel olarak açıklanamasa da bir olgu olarak kabul<br />
edilirler.<br />
Allah ile peygamber arasındaki iletişimi sağlayan vahyin farklı şekilleri<br />
vardır. Bunu Yüce Allah bir ayette şöyle açıklamaktadır:<br />
“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur.<br />
Yahut bir elçi gönderip, izniyle dilediğini vahyeder...” (Şûrâ, 42/51).<br />
İNSANLIĞIN PEYGAMBERE OLAN İHTİYACI<br />
İnsanoğlu, akıl, bilinç, idrak, seçme imkânı gibi birtakım yeteneklerle<br />
donatılmış olarak yaratılmasına ve bu yetenekler sayesinde çevresi ve diğer<br />
yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinmesine rağmen söz konusu yetenekler onda<br />
sınırlı ve kendi gücü oranındadır. Gücünü aşan konularda onun elinden tutulması<br />
ve yolunun aydınlatılması gerekmektedir.<br />
Biz insanlar, son derece aciz, muhtaç bilgi ve beceri kapasitesi sınırlı<br />
varlıklarız. Diğer yaratıklara göre çok daha iyi bir konumda olsak bile, birbirimize<br />
hatta diğer varlıklara “muhtaç olma” konusunda sonuç değişmemektedir. Bunun<br />
içindir ki, hayatımız boyunca başk<strong>al</strong>arıyla birlikte yaşama zorunluluğu içinde<br />
bulunmaktayız. Zira hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli imkânları, ancak<br />
başk<strong>al</strong>arı ile beraber elde edebilmekte, tek başımıza başarılı olamamaktayız. Kısaca<br />
başk<strong>al</strong>arının yardımına ve kılavuzluğuna muhtacız.<br />
Dünya hayatı için “başk<strong>al</strong>arının yardımına ve kılavuzluğuna muhtaç” olan<br />
insanın, bu dünyadan sonraki hayat olan ve mutlaka gelecek olan ahiret hayatı için<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Peygamberlere İman<br />
“bir yol gösterici ve kılavuza” yani “peygambere” olan ihtiyacı tartışma götürmez<br />
bir gerçektir.<br />
Yarattığı insanın bu yönünü en iyi bilen yüce Allah, hikmetinin, lütuf ve<br />
yardımının bir sonucu olarak insanlara peygamberler göndermiş, onların elinden<br />
tutmuştur.<br />
İşte tüm bu gerçeklere dayanarak diyoruz ki, “insanlığın, peygamberlere ihtiyaç<br />
duym<strong>al</strong>arı” nın sebepleri vardır ve o sebepler de şunlardır:<br />
1. İnsanın Allah’ın varlığını ve birliğini aklıyla anlayabilmesi mümkün olsa da;<br />
a) O’na layık olan sıfatların neler olduğunu bilmesi ve kavraması mümkün<br />
değildir.<br />
b) İnsanoğlu, Allah’a kulluk etmek üzere yaratılmıştır. Peygamber olmadan<br />
O’na nasıl ibadet edileceğinin bilinebilmesi mümkün değildir.<br />
c) Ayrıca, ahiretle ilgili durumların doğru şekilde bilinebilmesi için<br />
peygamberlerin haberine ihtiyaç vardır.<br />
Burada ifade edilenlerin tümünün tek başına insan bilgisi ve insan aklı ile<br />
bilinmesi imkânsız olup Yüce Allah, insanların hem dünya hem de ahiret hakkında<br />
doğru bilgiler edinmelerini sağlamak için onlara peygamberler göndermiştir.<br />
2. Eğer insanlığa peygamber gönderilmemiş olsaydı onlar iyiyi, doğruyu ve güzeli<br />
bulmada, fayd<strong>al</strong>ı ve zararlıyı ayırt etmede ortak paydada buluşamayacaklar ve<br />
bir hayli zorlanacaklardı. Hatta belki bunun için çok uzun zaman harcayacaklar,<br />
harcadıkları bu uzun zaman ve uğraş neticesinde birtakım değer yargılarına<br />
akıllarıyla ulaşs<strong>al</strong>ar bile çoğu zaman bu konuda duygularının, geleneklerinin,<br />
geçici arzu ve isteklerinin baskısı <strong>al</strong>tında k<strong>al</strong>acaklardı. Böylece, yaratılışlarından<br />
gelen birtakım nefsi duyguların etkisiyle “gerçek doğru” ile “pratik yararı”<br />
birbirine karıştıracaklar, isabetli karar veremeyeceklerdi.<br />
İşte bu ve benzeri durumlar göstermektedir ki Allah’ın insanlara “peygamber<br />
göndermesi” rahmetinin bir sonucudur ve insanlık âlemi peygambere<br />
muhtaçtır. Nitekim Allah Te<strong>al</strong>a, bu durumu Peygamber’in şahsında bize şöyle ifade<br />
etmektedir:<br />
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 21/107).<br />
3. Dünyada evrensel düzlemde genel-geçer bir ilke vardır: Sorumlu tutman için<br />
önce bilgilendirmen gerekir. Bu ifadeyi biraz daha genişletirsek şöyle diyebiliriz.<br />
İnsanın belli işlerle “sorumlu” ve “yükümlü” tutulabilmesi ve bundan dolayı<br />
onlara “ödül” (sevap) ve “ceza” (günah) verilebilmesi için “insanın bilgilendiril-<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Peygamberin “peygamber<br />
oluşu” nun ispatı,<br />
“mucize” dir.<br />
Peygamberlere İman<br />
mesine” ihtiyaç vardır. İşte bu bilgilendirmenin gerçekleşmesinde, “peygamber<br />
gönderilmesine” şiddetle ihtiyaç vardır. Böyle yapılmak suretiyle insanların<br />
ahirette “peygamber gönderilmediği için bunlardan habersiz k<strong>al</strong>dık” diye<br />
Allah’a karşı mazeret ileri sürmelerinin peşinen önüne geçilmiş olmaktadır:<br />
Nitekim bu husus Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:<br />
“Biz müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki artık peygamberlerden<br />
sonra insanların, Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın...” (Nisa, 4/165).<br />
Demek ki, peygambere ihtiyaç duyulmasının bir nedeni de “mazeret ileri sürülmesinin<br />
önüne geçmek” olmaktadır.<br />
4. Peygamberler bir yandan “dini rehber” olma özelliğini taşırlarken, bir yandan<br />
da sanat, ticaret, ziraat ve çeşitli meslekleri topluma öğretmek suretiyle medeniyete,<br />
kültüre ve toplums<strong>al</strong> gelişmeye katkıda bulunmuşlardır. Kısaca Onlar<br />
ümmetlerini hem bu dünyada hem de ahirette yüceltip mutlu kılmaya çaba<br />
gösteren kişilerdir.<br />
PEYGAMBER OLAN KİŞİ, PEYGAMBERLİĞİNİN İSPATINI<br />
NE İLE VE NASIL ORTAYA KOYAR? (İSBÂT-I RESÛL)<br />
Peygamberler, insanlara kılavuzluk gibi çok itibarlı ve etkili bir görevi<br />
üstlenmişlerdir. Bu, “onurlu ve itibarlı görev” bir çok insanın iştahını kabartmıştır.<br />
Bu nedenle, “sahte paygamber” (mütenebbî) adını verdiğimiz birtakım insanlar<br />
ortaya çıkmıştır. Hakikî peygamberleri bunlardan ayırabilmek için, “hakiki peygamberlerin<br />
peygamberliğinin ispatı” na ihtiyaç vardır.<br />
Bu konuda ortaya konacak kesin delil “Peygamberin peygamberlik davasında<br />
gösterdiği mucize” dir. O da ya “gaybtan haber verme” gibi bir “olağanüstülüğe”<br />
sahiptir veya “duyu organıyla” bizzat gözlemlenir.<br />
Mucize<br />
Mucizenin Sözlük Ve Terim Anlamı<br />
Sözlükte insanı aciz bırakan, karşı konulamaz, olağanüstü, garip ve tuhaf<br />
şey anlamlarına gelen mucize, terim olarak yüce Allah’ın, peygamberlik iddiasında<br />
bulunan peygamberini “doğrulamak” ve “desteklemek” için yarattığı ve insanların<br />
da “benzerini” getirmekten aciz k<strong>al</strong>dığı “olağanüstü” olay diye tanımlanır. Diğer bir<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Mucize, “olağan” ve<br />
“sıradan” bir iş değildir,<br />
“olağanüstü” bir şeydir.<br />
Ama her “olağanüstü”<br />
şey de mucize değildir.<br />
Peygamberlere İman<br />
ifadeyle mucize, “peygamber” olan kişinin “aklın <strong>al</strong>amayacağı bir olayı” Allah’ın<br />
kudreti ile ortaya koyabilmesidir.<br />
Mucizenin Mahiyeti<br />
Mucizenin mahiyetinde tabiat kanunlarının geçerliliğini ve etkilerini kısa ve<br />
geçici bir süre durdurma özelliği mevcuttur. Bu ise, “pozitif bilimler” ile açıklanacak<br />
bir durum değildir. Eğer açıklama mümkün olsaydı, mucize, “harikulâde” olmaktan<br />
çıkar “olağan” bir şey olurdu.<br />
Mucizenin tarifinde yer <strong>al</strong>an “insanların benzerini getirmekten aciz k<strong>al</strong>dığı”<br />
ifadesinde dikkat edilmesi gereken bir nokta şudur:<br />
Peygamber, olağanüstü birtakım işler (mucize) ortaya koyarken, onu<br />
kabullenmeyenler: “Şu şeyi ben yaptım. Eğer bunun sıradan bir iş olduğuna inanıyorsanız<br />
siz de bunun bir benzerini ortaya koyun da görelim” diyerek meydan okur.<br />
İşte, Kur’an’ın benzerini ortaya koyma hususundaki meydan okuma, bu tip bir<br />
meydan okumadır.<br />
Fakat, Peygamber’in insanlara yapmış olduğu bu “meydan okuma” olayında,<br />
“beşer gücünün üstünde” olan bir şey ile “meydan okuma” nın olmaması gerekmektedir.<br />
Örneğin Allah Te<strong>al</strong>a insanlardan “Kur’an’ın bir benzerini getirmelerini”<br />
isterken bu iş, insanların beşer gücünün üstünde bir şey değildi. Zira Arapça onların<br />
ana diliydi ve bu dilde yazıp çizmek hiç de zor bir şey değildi. Nitekim inkârcılar, bu<br />
dilde sıkça şiirler yazarlar, hatta bu konuda yarışmaya girişirler ve edebi değeri çok<br />
yüksek şiirler ortaya koyarlardı. Ama her gün yaptıkları bu “sıradan” şeyi Kur’an’ın<br />
benzerini getirmede yapamazlar ve sinirlerinden çatlayacak hâle gelirlerdi. Hatta<br />
bu, onlar için o kadar zor bir hâl <strong>al</strong>mıştı ki, Kur’an’ın benzerini getirmektense<br />
bundan kat be kat daha zor olan savaşı göze <strong>al</strong>ıyorlardı. İşte mucizenin sırrı burada<br />
yatmaktaydı: Her gün çok kolay bir şekilde yaptıkları bir işi bir türlü yapamamak!<br />
Şu hâlde meydan okuma olayında, “şu dağı k<strong>al</strong>dırın şuraya koyun” veya<br />
“Kur’an’ın Farsça bir benzerini getirin”, “şu ölüyü diriltin” gibi sıradan bir insanın<br />
yapamayacağı türden bir iş söz konusu değildir.<br />
Mucizenin Temel Özellikleri<br />
Bilindiği üzere mucize, “olağan” ve “sıradan” bir iş değildir, aksine “olağanüstü”<br />
bir şeydir. Ama dikkat etmek gerekir ki, her “olağanüstü” şey de mucize<br />
değildir. Öyleyse bir olayın mucize sayılabilmesi için birtakım özelliklere sahip<br />
olması gerekmektedir. Bu özellikleri şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />
1. Olağanüstü olarak ortaya konan bir iş/fiil, “Peygamber’in elinde” ortaya çıkıyormuş<br />
gibi görünse de aslında o iş/fiil Peygamber’in ortaya koyduğu bir fiil<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Kur’anda, geçmiş peygamberlere<br />
ait pek çok<br />
mucize vardır.<br />
Peygamberlere İman<br />
değil, Allah’ın fiilidir. Öyleyse yapılan fiilin peygambere dayandırılarak failinin<br />
peygamber olarak gösterilmesi ve “peygamber mucizesi” denilmesi, “mucizenin<br />
onun aracılığıyla olması” sebebiyledir.<br />
2. Mucize sadece “gerçekten peygamber” olan kişilerde meydana gelir.<br />
Peygamber olmayan birinin gösterdiği “olağanüstü” şeylere asla mucize<br />
denilemez.<br />
3. Mucize tabiat kanunlarına aykırı bir olaydır ama her “tabiat kanunlarına aykırı<br />
olan olay” mucize değildir.<br />
4. Mucize, mutlaka “peygamberlik iddiası” ile birlikte bulunm<strong>al</strong>ı, ne önce ne de<br />
sonra olm<strong>al</strong>ıdır.<br />
5. Mucize, peygamberin isteği olan cümleye uygun olm<strong>al</strong>ı başka olmam<strong>al</strong>ıdır.<br />
Örneğin, “dağı yerinden k<strong>al</strong>dıracağım” diyen birisinin denizi yarması mucize<br />
sayılmaz.<br />
Kur’an-ı Kerim’de Mucize<br />
Kur’an’da mucize terimi kullanılmaz, bunun yerine “ayet”, “beyyine” ve<br />
“burhan” gibi kavramlar geçer.<br />
Kur’an-ı Kerim’de geçmiş Peygamberlere ait bazı mucizelerden söz<br />
edilmektedir. Bunların en meşhurları şunlardır:<br />
1. Hz. İbrahim’in, Bâbil hükümdarı Nemrut tarafından ateşe atılması ve Allah’ın<br />
“Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol” (Enbiya, 21/58-69).<br />
emrine ateşin uyarak onu yakmaması.<br />
2. Hz. S<strong>al</strong>ih’in, Semûd kavminin isteği üzerine bir deve getirmesi, Semûd kavminin<br />
azarak deveyi kesmesi, buna karşılık yüce Allah’ın müthiş bir deprem ile onları<br />
yok etmesi (Şuara, 26/141-158).<br />
3. Hz. Yakub’un oğlu Yusuf’un gömleğini kör olan gözüne sürmesi sonucu<br />
gözlerinin açılması (Yusuf, 12/92-96).<br />
4. Hz. Musa’nın;<br />
a) Elindeki asanın yılan hâline gelmesi (Tâhâ, 20/17-21),<br />
b) Elini koynuna sokup çıkardığında elinin müthiş bir şekilde parıldaması (yedi<br />
beyzâ) (Tâhâ, 20/22; Neml, 27/12; Kasas, 28/32),<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Mucize sadece peygamberde,<br />
diğer olağan<br />
üstü hâller ise peygamber<br />
olmayan kişilerde<br />
görülür.<br />
Peygamberlere İman<br />
c) Asasının, Firavun’un huzurundaki sihirbazların ip ve sop<strong>al</strong>arını yutuvermesi<br />
(Tâhâ, 20/65-70),<br />
d) Asasını denize vurunca denizin yarılıp İsrailoğullarının açılan 12 farklı<br />
yoldan geçmesi, Firavun ve ordusu geçeceği sırada denizin tekrar kapanıp<br />
onları boğması (Şuara, 26/61-66),<br />
5. Hz. Süleyman’ın “hüdhüd” isimli bir kuşla konuşması (Neml, 27/20-28),<br />
karıncanın, onun sözünü anlaması (Neml, 27/18-19),<br />
6. Hz. İsa’nın Allah’ın izniyle çamurdan kuş yapıp onu üflediği zaman canlı h<strong>al</strong>e<br />
gelip uçması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körü ve <strong>al</strong>aca hast<strong>al</strong>ığına<br />
yak<strong>al</strong>anmış kimseyi iyileştirmesi (Mâide, 5/110), havarilerin isteği üzerine<br />
gökten bir sofra indirmesi (Mâide, 5/114-115).<br />
Mucize Dışındaki Olağanüstü Hâller<br />
1. İrhâs: Peygamber olacak şahsın, “henüz peygamber olmadan önce” gösterdiği<br />
olağanüstü durumlardır. Hz. İsa’nın beşikte iken konuşması gibi (Mâide, 5/110-<br />
115).<br />
2. Keramet: Peygamber’e gönülden bağlı olan ve ona titizlikle uyan “veli” kulların<br />
gösterdikleri olağanüstü hâllerdir.<br />
3. Meûnet: Yüce Allah’ın “veli olmayan” bir Müslüman kulunu, darda k<strong>al</strong>dığı veya<br />
sıkıntıya düştüğü zaman, olağanüstü bir şekilde bu darlık ve sıkıntıdan<br />
kurtarma hâlleridir.<br />
4. İstidrac: Kâfir ve günahkâr kişilerden, “arzu ve isteklerine uygun” olarak<br />
meydana gelen olağanüstü olaylardır.<br />
5. İhanet: Kâfir ve günahkâr kişilerden, “arzu ve isteklerine aykırı” olarak<br />
meydana gelen olaylardır. Mesela, “peygamberlik taslayan” inkârcı<br />
Müseylime’nin, tek gözü kör olan bir adama, iyi olsun diye dua etmesi üzerine<br />
adamın öbür gözünün de kör olması gibi.<br />
Mucize İle Diğer Olağanüstü Hâller Arasındaki Farklar<br />
“Olağanüstü” olma açısından mucize dışındaki olağanüstü hâller her ne kadar<br />
mucizeye benzeseler de aslında ar<strong>al</strong>arında büyük farklar vardır. Bu farkları<br />
şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />
Mucize, ancak “peygamberlik görevini üstlenmiş” bir peygamberde meydana<br />
gelir. “Mucize dışındaki olağanüstü hâller” ise, peygamber olmayan kişilerde<br />
de görülebilir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Peygamberlerde üç tür<br />
sıfat vardır: 1. Bulunması<br />
mümkün olanlar,<br />
2. Bulunması imkânsız<br />
olanlar, 3. Bulunması<br />
zorunlu olanlar.<br />
Peygamberlere İman<br />
Mucizede peygamberin “meydan okuması” vardır. Oysaki mucize dışındaki<br />
olağanüstü hâllerde meydan okuma söz konusu değildir.<br />
Mucize taklit edilemezken, diğer olağanüstü hâller taklit edilebilir.<br />
PEYGAMBERLERİN SIFATLARI<br />
İslam inanç sisteminde peygamberlerin sıfatları (nitelikleri) konusu üç<br />
noktada ele <strong>al</strong>ınmaktadır:<br />
1. Peygamberlerde bulunması mümkün olan sıfatlar,<br />
2. Peygamberlerde bulunması zorunlu olan sıfatlar,<br />
3. Peygamberlerde bulunmaması gereken sıfatlar.<br />
Peygamberlerde Bulunması Mümkün Olan Sıfatlar<br />
Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde, özellikle müşriklerin pek çok itirazlarına<br />
karşılık olarak vurgulandığı gibi peygamberlerde bulunması mümkün olan sıfatlar<br />
şunlardır:<br />
Peygamberler de bizim gibi beşerdirler. (İbrahim, 14/11; Kehf,<br />
18/110; Yasin, 36/15; Fussilet, 41/6)<br />
Onlar da diğer insanlar gibi oturup k<strong>al</strong>kar, yiyip içerler, gezerler,<br />
(Müminûn, 23/33; Furkan, 25/27)<br />
Evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar, hast<strong>al</strong>anır ve ölürler. (Enbiya,<br />
21/34; Zümer, 39/30) “İlahi emir ve yasaklara ve ilahî yükümlülüklere<br />
muhatap olma” konusunda peygamberler ile diğer insanların<br />
hiçbir farkı yoktur. En sıradan insanın “emir”, “yasak” ve “yükümlülük”<br />
konusunda yapması gereken ne ise peygamberlerin de odur.<br />
Hatta belki peygamberlerin fazlası bile vardır. Örneğin, teheccüd<br />
namazı gibi peygamberlere vacip olup da bizlere vacip olmayan<br />
birtakım vecibeler vardır. Bunun içindir ki onlar her hareketleriyle,<br />
“kendilerini Allah’ın insanlar için seçtiği birer kul ve elçi” ve “davranışlarına<br />
çekidüzen vermek için insanların kendilerine baktığı birer<br />
örnek” olduklarının bilinci içindedirler. Bu bilincin vermiş olduğu<br />
görevle onlar, darlıkta, fakirlikte ve sıkıntıdayken bile Allah’a<br />
şükrederler. İşte bu ve benzeri bütün özelliklere, “peygamberler<br />
hakkında düşünülmesi mümkün olan özellikler” denilmektedir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Bütün insanlara sataşan<br />
şeytanın peygamberlere<br />
“sataşması” müm-<br />
kün değildir.<br />
Peygamberler de, ancak<br />
Allah’ın “vahiy ile bildirdikleri”<br />
oranda gayba<br />
ilişkin bilgilerden ha-<br />
berdar olmaktadırlar.<br />
Peygamberlere İman<br />
Peygamberlerde Bulunmaması Gereken Sıfatlar<br />
Peygamber olan kişilerde, esas gaye olan “tebliğ” ve “davet” görevine<br />
zarar getiren, insanların genel nefretini uyandıran her şey veya her durum, “peygamberlerde<br />
bulunmaması” gereken hususlardır. Buna, “cüzzam” ve “delilik” gibi<br />
hast<strong>al</strong>ıklar, “sağırlık”, “körlük” ve “uzun müddet baygın hâlde olma” gibi durumlar<br />
örnek olarak verilebilir.<br />
Burada hemen şunu hatırlatmak gerekir ki, Yakup peygamberin gözlerine<br />
inen “perde” bu türden bir nitelik olmayıp “belli bir müddet içinde olan ve kısa bir<br />
müddet içinde olağanüstü bir şekilde düzelen” gelip geçici bir durumdur. Benzer<br />
şekilde Şuayb peygamberin kör olduğuna dair söylenen sözler hiçbir şekilde sabit<br />
değildir. Eyyûb peygamberin hast<strong>al</strong>ığı da cilt <strong>al</strong>tında meydana gelen bir sızıdan<br />
ibarettir. “Nefreti gerektirecek” derecede yar<strong>al</strong>arının olduğuna dair hikâyelerin aslı<br />
ve esası yoktur.<br />
Bütün insanlara sataşan şeytanın onlara “sataşması” (tas<strong>al</strong>lutu) mümkün<br />
değildir. Bu bağlamda Hz. Âdem’e gelen “vesvese” nin, şeytanın “k<strong>al</strong>be girmek”<br />
suretiyle değil de, belki “özel bir şekle bürünmek” suretiyle ortaya konulmuş olan<br />
bir vesvese olduğunu söylemek gerekir. Çünkü peygamberlerin k<strong>al</strong>pleri, şeytanin<br />
“eğlence yeri” yaptığı bir k<strong>al</strong>p değildir. Y<strong>al</strong>nız burada şunun <strong>al</strong>tını çizmek<br />
gerekmektedir. “Şeytanın sataşması” sonucu Hz. Âdem’in yasaklanan ağaçtan yemesi,<br />
cennette peygamber olmadan önce meydana gelmiş bir durumdur.<br />
Ayrıca peygamberlerde “haset etmek”, “içi dışına uymamak” gibi kötü<br />
huyların hiçbiri bulunamaz.<br />
Peygamberlerde “harikulade hadiseler gösterme” ve “özel nimetlere sahip<br />
olma” gibi birtakım özellikler, kesinlikle onların “zati/asli” özellikleri değildir.<br />
Örneğin herkesin bildiği gibi “mucize gösterme” eylemi hiçbir insanın kendi başına<br />
gücünün yetemeyeceği bir iştir. Peygamberler de “insan” olduklarından, onların da<br />
Allah’tan bağımsız olarak “kendi başlarına” mucize göstermelerine olanak yoktur.<br />
Şu hâlde, eğer bir peygamberden mucize meydana gelecekse, bunu peygamber’in<br />
“Allah’ın emri ve izni” ile ve “Allah’ın fiili” olarak gerçekleştirmesi gerekir. Bunun<br />
içindir ki, tarihte peygamberin mucizesine bakarak “peygamberin tabiatı ve mahiyeti”<br />
hakkında yanlış kanaate varanlar olmuştur. Buna Kur’an-ı Kerim’de şöyle<br />
temas edilmektedir:<br />
“Onlar bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana inanmayacağız.<br />
Veya senin hurma bahçen üzüm bağın olm<strong>al</strong>ı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar<br />
akıtm<strong>al</strong>ısın. Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli<br />
ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya <strong>al</strong>tın bir evin olm<strong>al</strong>ı<br />
yahut göğe yükselmelisin. Ama (şunu da asla unutma ki) bize, okuyacağımız bir<br />
kitap (oradan) indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayacağız dediler.<br />
De ki: Fesuphan<strong>al</strong>lah! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?<br />
(ki bunları benden istiyorsunuz.)” (İsrâ, 17/90-93).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Peygamberlerin,<br />
“kasten” değil de<br />
“yanılarak” beşer<br />
oluşları icabı “küçük<br />
günah” işledikleri<br />
söz konusudur. Bunlara<br />
“zelle” denilmektedir.<br />
Peygamberlere İman<br />
Öte yandan peygamberlerin “gayba ilişkin verdiği haberler” de ancak “Allah’ın<br />
onlara bildirmesi” ile mümkün olan bir durumdur. Zira nasıl ki<br />
peygamberlerde bulunan “vahiy <strong>al</strong>ma” ve “nübüvvet ile görevlendirilme” özellikleri<br />
“akletme”, “görme”, “işitme” ve “duyma” özellikleri gibi insanda bulunan “zati” bir<br />
özellik değilse, “gaybı bilmek” de peygamberlerin “zati” özelliklerinden değildir.<br />
Demek ki Peygamberler, y<strong>al</strong>nızca Allah’ın “vahiy ile bildirdikleri” oranda<br />
gayba ilişkin bilgilerden haberdar olmakta, bunun dışındaki gaybî hususları<br />
bilememektedirler. Bunun içindir ki, “peygamberlerin gaybı bildiklerine” inanmak<br />
yanlıştır. Zira böyle bir inanç açıkça şu ayete aykırıdır:<br />
“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilemez” (Neml,<br />
27/65).<br />
Öyleyse peygamberlerin “gaybı bilmeme” özellikleri, peygamberlik makamına<br />
eksiklik getiren bir özellik değildir. Çünkü “gaybı bilmek” tamamen Allah’ın<br />
katında olan bir iştir. Peygamber, “Allah’ın rıza gösterdiği ölçüde” gayba ilişkin<br />
haber verebilir. Nitekim bu hususu Allah Te<strong>al</strong>a şöyle dikkatlere sunmaktadır:<br />
“Gaybı bilen Allah, kimseyi gayb hakkında bilgilendirmez. Ancak peygamberlerden<br />
bildirmek istediği kişiler bunun dışındadır.” (Cin, 72/26-27).<br />
Son olarak şunu da vurgulamak gerekir ki hiçbir peygamber, Allah<br />
dilemedikçe herhangi bir kimseye veya kavme “azap” indiremez veya “helak mucizesi”<br />
gösteremez. Aynı şekilde yine hiçbir kimseyi “imtiyaz” ve “üstünlük sahibi”<br />
kılamaz.<br />
Peygamberlerde Bulunması Zorunlu Olan Sıfatlar<br />
Her peygamberde insan olmanın ötesinde birtakım sıfatların bulunması<br />
gerekli ve zorunludur. Bunlara İslam inancında “peygamberler için vacip olan<br />
sıfatlar” denilmektedir. Bu sıfatlar şunlardır:<br />
1) Sıdk: “Doğru olmak” demektir. Her peygamber doğru sözlü ve dürüst bir<br />
insandır. Onlar asla y<strong>al</strong>an söylemez ve insanları <strong>al</strong>datmazlar. Eğer böyle yapacak<br />
ols<strong>al</strong>ardı, kendilerine inanan kişilerin “güven duygusu” nu kaybetmiş olurlardı. Bu<br />
ise, “peygamber göndermedeki gaye ve hikmet” in gerçekleşmemiş olması<br />
demektir.<br />
Sıdkın karşıtı olan “y<strong>al</strong>an söylemek” (kizb), peygamberler hakkında<br />
düşünülemez. Bütün peygamberler peygamberlikten “önce” de “sonra” da y<strong>al</strong>an<br />
söylememişlerdir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Peygamberlere İman<br />
2) Emanet: “Güvenilir olmak” demektir. Bir önceki sıfatın zorunlu bir<br />
sonucu olan bu sıfatla, “peygamberlerin hepsinin emin ve güvenilir kişiler oldukları”<br />
vurgulanmaktadır. Bunun içindir ki “emanet” sıfatına sahip olan bütün<br />
peygamberler, kendilerine verilmiş olan hiçbir emanete asla hainlik etmez, onları<br />
büyük bir dikkat ve titizlikle korumaya ç<strong>al</strong>ışırlar. Bu konuda bir ayette şöyle<br />
buyrulmaktadır:<br />
“Bir peygamber için emanete hıyanet yaraşmaz...” (Âl-i İmran 3/161).<br />
Emanet sıfatının karşıtı olan “hıyanet”, onlar hakkında düşünülmesi<br />
olanaksız olan bir sıfattır.<br />
3) İsmet: “Günah işlememek, günahtan korunmuş olmak” demektir.<br />
Peygamberler, hayatlarının hiçbir devresinde “şirk ve küfür sayılabilecek” bir<br />
günahı işlemedikleri gibi özellikle “peygamberlikten sonraki” hayatlarında “kasten”<br />
büyük ve küçük günah işlememişlerdir. Onların “kasten” değil de “yanılarak” “küçük<br />
günah” işlemeleri söz konusudur. Bunlara “zelle” denilmektedir. Hz. Âdem’in<br />
cennette şeytanın sözüne uyması, Hz. Musa’nın bir Kıpti’ye vurarak onun ölümüne<br />
sebep olması, Hz. Yunus’un Allah’ın izni olmadan kavmini tek etmesi gibi olaylar bu<br />
tür zellelere örnek verilebilir.<br />
İsmetin karşıtı “masıyet” (günah işlemek) tir ve Allah masıyetten onları<br />
korumuştur. Peygamberler örnek ve önder kişiler oldukları için, “konumlarını zedeleyecek”<br />
tutum ve davranışlardan da uzaktırlar.<br />
4) Fetânet: “Peygamberlerin akıllı, zeki ve uyanık olm<strong>al</strong>arı” demektir.<br />
Peygamberler zeki ve akıllı olmas<strong>al</strong>ardı hitap ettikleri kişileri ikna edemezler,<br />
toplums<strong>al</strong> dönüşümü sağlayamazlardı.<br />
Fetanet sıfatının karşıtı olan “ahmaklık”, peygamberlik ile asla<br />
bağdaşmayan bir özelliktir.<br />
5) Tebliğ: “Peygamberlerin Allah’tan <strong>al</strong>dıkları buyrukları ve yasakları ümmetlerine<br />
eksiksiz olarak iletmeleri” demektir. Bu konuda Allah Te<strong>al</strong>a Kur’an’da<br />
şöyle buyurmaktadır:<br />
“Ey peygamber, rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah’ın<br />
elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.” (Mâide, 5/67).<br />
Tebliğin karşıtı olan “gizlemek” (kitmân) sıfatı, peygamberler hakkında<br />
düşünülemez.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Peygamberlere İman<br />
“peyâmber” kelimesinin dilimize uyarlanmış şeklidir. Peyâmber veya<br />
peygamber “haberci / haber taşıyan kişi”, “elçi” gibi anlamlara gelmektedir.<br />
•Dini terim olarak peygamber, Allah’ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle<br />
şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği<br />
elçi şeklinde tanımlanmaktadır.<br />
•Peygamberler hakkında islam’ın genel öğretisini şu şekilde özetlemek<br />
mümkündür: Bütün peygamberlerin peygamber olduğuna inananmak,<br />
peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmetin bulunmamadığına<br />
inanmak, peygamberlik görevinin, tamamen Allah vergisi olduğunu kabul<br />
etmek, onları sadece “Allah’ın elçisi” ve “kulu” saymak, Allah’ın izni olmadan<br />
hiçbir kimseye “fayda sağlama” veya “zararı giderme” güçlerinin olmadığına<br />
inanmak, Allah’ın bildirdikleri dışında gaybı bilemeyeceklerini kabul etmek,<br />
Peygamberliğin Hz. Muhammed ile son bulduğuna inanmak.<br />
•İslam inancına göre bütün peygamberler “nübüvvet” (peygamber olma)<br />
noktasında eşit, “derece” bakımından ise birbirlerinden farklıdırlar. Hz.<br />
Peygamber’in dışındaki Peygamberler de birbirlerinden derece itibariyle<br />
farklıdırlar. Bunlardan, Hz. Nuh, Hz İbrahim, Hz Musa ve Hz İsa’nın içinde<br />
yer <strong>al</strong>dığı “Ülü’l-azm peygamberler”, Peygamber’imizden sonra ön sırada<br />
yer <strong>al</strong>ırlarken, bunlardan sonra resuller, daha sonra da diğer nebiler bu<br />
dereceyi izlemektedirler.<br />
•İslam inanç sisteminde “nübüvvet” (peygamberlik) ile “vahiy” birbirinden<br />
ayrılmayan iki önemli kavramdır. Biri varsa mutlaka öteki de var demektir.<br />
•Bizler, son derece aciz, muhtaç bilgi ve beceri kapasitesi sınırlı olan<br />
yaratıklarız. Dünya hayatı için “başk<strong>al</strong>arının yardımına ve kılavuzluğuna<br />
muhtaç” olan insanın, bu dünyadan sonraki hayat olan ve mutlaka<br />
gelecek bulunan ahiret hayatı için “gerçek bir yol gösterici ve kılavuza”<br />
yani “peygambere” olan ihtiyacı tartışma götürmez bir gerçektir.<br />
Peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu ispat, ancak “içinde hiç<br />
şüphe taşımayan kesin bir delil” ile mümkün olup bu delil de mucizedir.<br />
Sözlükte “insanı aciz bırakan, karşı konulamaz, olağanüstü, garip ve tuhaf<br />
şey” anlamlarına gelen mucize, terim olarak yüce Allah’ın, peygamberlik<br />
iddiasında bulunan peygamberini “doğrulamak” ve “desteklemek” için<br />
yarattığı ve insanların da “benzerini” getirmekten aciz k<strong>al</strong>dığı<br />
“olağanüstü” olay diye tanımlanır.<br />
•Kur’an’da mucize terimi yerine çoğunlukla “ayet”, “beyyine” ve “burhan”<br />
gibi kavramlar kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de geçmiş Peygamberlere ait bazı<br />
mucizelerden söz edilmektedir.<br />
Özet •Türkçemizde yer <strong>al</strong>an peygamber kelimesi, Farsçadaki karşılığı olan<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Özet<br />
Peygamberlere İman<br />
Ödev<br />
•Mucize dışındaki olağanüstü hâller, her ne kadar mucizeye<br />
benzeseler de aslında ar<strong>al</strong>arında büyük farklar vardır. Diğer<br />
olağanüstü hâlleri şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz: Keramet, irhas, meunet,<br />
istidraç ve ihanettir.<br />
•İslam inanç sisteminde peygamberlerin sıfatlarını: 1)<br />
Peygamberlerde bulunması caiz olan sıfatlar, 2) Peygamberlerde<br />
bulunması caiz olmayan sıfatlar, 3) Peygamberlerde bulunması<br />
zorunlu olan sıfatlar şeklinde sınıflandırmak mümkündür.<br />
• Diğer bilim d<strong>al</strong>larından da istifade ederek<br />
günümüzde insanlığın peygamberlere ve<br />
peygamberlerin getirdikleri öğretilere ne kadar<br />
muhtaç olduğunu araştırınız ve iki yüz kelimeyi<br />
aşmayacak şekilde yazınız.<br />
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı<br />
<strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Değerlendirme sorularını<br />
sistemde ilgili ünite<br />
başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an<br />
“bölüm sonu testi” bölümünde<br />
etkileşimli<br />
olarak<br />
cevaplayabilirsiniz.<br />
Peygamberlere İman<br />
DEĞERLENDİRME SORULARI<br />
1. Aşağıdaki isimlerden hangisinin peygamber olduğu hakkında ihtilaf yoktur?<br />
a) Lokman<br />
b) Elyesa<br />
c) Üzeyir<br />
d) Zülkarneyn<br />
e) Hızır<br />
2. Peygamber olacak şahsın henüz peygamber olmazdan önce gösterdiği olağanüstü<br />
durumlara ne ad verilir?<br />
a) Keramet<br />
b) Meunet<br />
c) İrhas<br />
d) İhanet<br />
e) Mucize<br />
3. Aşağıdaki adı geçen peygamberlerden hangisinin adı Kur’an’da geçmez?<br />
a) Hz. Zülkifl<br />
b) Hz. Elyesa<br />
c) Hz. Şit<br />
d) Hz. Üzeyir<br />
e) Hz. Hızır<br />
4. Aşağıdakilerden hangisi mucizenin özelliklerinden değildir?<br />
a) Mucize göstermek tamamıyla Peygamber’in inisiyatifindedir ve Peygamber’e<br />
aittir.<br />
b) Mucizede Peygamber’in meydan okuması vardır.<br />
c) Mucize taklit edilemez özellik arz eder.<br />
d) Mucize sadece Peygamber’de meydana gelir.<br />
e) Mucize gerçekte Allah’ın bir fiilidir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
Peygamberlere İman<br />
5. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an-ı Kerim’de mucizenin yerine kullanılan kelime<br />
dizisidir?<br />
a) Ayet/Beyyine/İrhas<br />
b) Ayet/Hüccet/Keramet<br />
c) Beyyine/Hüccet/Sultan<br />
d) Ayet/Beyyine/Burhan<br />
e) Ayet/Hüccet/İrhas<br />
Cevap Anahtarı :<br />
1.b 2.c 3.e 4.a 5.d<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21
Peygamberlere İman<br />
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAY-<br />
NAKLAR<br />
1. Akseki, Ahmet Hamdi. (tsz, 21. Baskı). İslam Dini. Ankara.<br />
2. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber.<br />
Beyrut.<br />
3. Askerî, Ebû Hil<strong>al</strong>. (2006). el-Furuk fi’l-Luğa. Tahk Cemâl Abdulğanî Mudğamiş.<br />
Beyrut.<br />
4. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara. Gonca<br />
Yayınevi.<br />
5. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972). Muvazzah İlm-i Kelam. İstanbul.<br />
6. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî. Tahk. Mustafa Dîb el-<br />
Buğa. Beyrut.<br />
7. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Terc. Mehmet Yolcu, Hüseyin Altın<strong>al</strong>an.<br />
İstanbul: Madve Yay.<br />
8. Cevherî, İsmâil b. Hammâd. (tsz.). es-Sıhah Tâcu’l-Luğat ve Sıhahi’l-Arabiyye.<br />
Tahk. Ahmed Abdulğafûr, Nşr. Hasan Şerbetli. Mısır.<br />
9. Diyanet. (1998). Diyanet İlmih<strong>al</strong>i. İstanbul.<br />
10. Ferâhidî, Ebû Abdirrahmân el-H<strong>al</strong>îl b. Ahmet. (1988). Kitâbu’l-Ayn. Tahk. Dr.<br />
Mehdî el-Mahzûmî-Dr. İbrâhim es-Semerâî, Beyrut.<br />
11. Gölcük, Şerafettinş. (1997). Bakıllani ve İnsanın Fiilleri. Ankara. Türkiye Diyanet<br />
Vakfı Yayınları.<br />
12. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman. (1988). Kelam. Konya.<br />
13. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988). Lisânu’l-<br />
Arab. Beyrut.<br />
14. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta. Tahk. Muhammed Fuad<br />
Abdulbaki. Mısır.<br />
15. Mâturîdî, Ebû Mansûr, Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.).<br />
Kitâbu’t-Tevhîd. Tahk. Fethullah Huleyf. Mısır.<br />
16. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh. Beyrut.<br />
17. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille. Nşr.<br />
Hüseyin Atay. Ankara.<br />
18. Tahânevî, Muhammed A’la b. Ali. (1862). Keşşâf-u Istılâhâti’l-Fünûn. Tash. el-<br />
Mevlevî Muhammed Vecîh, el-Mevlevî Abdu’l-Hak, el-Mevlevî Ğulam Kadir.<br />
K<strong>al</strong>küta.<br />
19. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir-Yavuz, Şevki-Çelebi, İlyas. (2009). İslam’da İnanç Esasları. İstanbul.<br />
20. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’ân Dili. İstanbul.<br />
21. Yüksel, Emrullah. (2005). Sistematik Kelam. İstanbul.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22
İÇİNDEKİLER<br />
HEDEFLER<br />
SON PEYGAMBER HZ.<br />
MUHAMMED<br />
• Hz. Muhammed’in Peygamberliğine<br />
İman<br />
• Hz Muhammed'in Peygamberliğinin<br />
İspatı ve Mucizeleri<br />
• Hz. Muhammed’in Geçmiş İlahi<br />
Kitaplarda Müjdelenmiş Oluşu<br />
• Hz. Muhammed’in Son Peygamber<br />
Oluşu<br />
• Hz. Muhammed'in Peygamberler<br />
Arasındaki Yeri<br />
• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />
• Hz. Muhammed’in son peygamber oluşunun<br />
delillerini öğrenebilecek<br />
• Onun mucizelerini tanıyabilecek<br />
• Hz. Muhammed’in diğer peygamberler tarafından<br />
müjdelenmiş olduğunu öğrenebilecek<br />
• peygamberler arasındaki yerini kavrayabilecek<br />
• Hz. Muhammed’in şahsında peygamberliğin<br />
islam’daki konumuna dair bilgi edinmiş olacaksınız.<br />
İSLAM İNANÇ<br />
ESASLARI<br />
<strong>ÜNİTE</strong><br />
8
Hz. Muhammed’in<br />
peygamberliğine iman<br />
etmek zorunludur.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
GİRİŞ<br />
Kur'an-ı Kerim incelendiğinde, insanlık tarihinin başlangıcından günümüze<br />
kadar dinsiz bir toplumun bulunmadığı, onları ilahî hakikatlerden haberdar edecek<br />
uyarıcıların ve yol göstericilerin gönderildiği ve bu uyarıcıların tarihin bütün<br />
dönemlerinde var olageldiği, Allah'a inananlarla birlikte, yozlaşma veya fıtrî<br />
ihtilaflardan dolayı inanmayanların da bulunduğu görülmektedir. “Şahadet-i<br />
amme” denilen insanlığın ortak kabul ve gözlemi de bu doğrultudadır. Tarih içinde<br />
Allah insanlara pek çok peygamber göndermiş ve Hz. Muhammed ile peygamberlik<br />
h<strong>al</strong>kası tamamlanmıştır.<br />
İslam inancının temel konularından biri de peygamberlere ve Hz.<br />
Muhammed’in peygamberliğine imandır. Bu itibarla İslam inançları noktasında<br />
peygamberliğe ve peygamberlere iman içerisinde Hz. Muhammed’ın peygamberliği<br />
merkezi bir konum işg<strong>al</strong> eder.<br />
HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNE İMAN<br />
Allah’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Muhammed peygamberlik<br />
h<strong>al</strong>kası içerisinde en son basamağı işg<strong>al</strong> eder. O, Allah’ın kulu ve elçisidir. Hz.<br />
Muhammed’in peygamberliğine iman etmek, onun son peygamber olduğunu kabul<br />
ve tasdik etmek, İslam’daki peygamberlik inancının bir gereğidir. İslam inancının<br />
esaslarından biri olan peygamberlere iman, aynı zamanda Hz. Muhammed’in<br />
peygamber olduğuna iman etmeyi de içerir. Dinî terimiyle söylenecek olursa, Hz.<br />
Muhammed’e iman etmek farz olan bir husustur. Zira Allah Kur’an’da kendine ve<br />
son peygamberi olan Hz. Muhammed’e iman edilmesini açıkça emretmiştir:<br />
“Ey insanlar! Allah'a ve peygamberine inanın; sizi varis kıldığı şeylerden<br />
sarf edin; aranızdan, inanıp da sarf eden kimselere büyük ecir vardır” (Hadid,<br />
57/7).<br />
Kur'an-ı Kerim Allah'a ve bütün peygamberlere iman etmenin gerekliliğini<br />
vurgulamış ve Allah'ı, meleklerini, kitaplarını ve peygamberlerini reddedenlerin<br />
büyük bir hüsranda olduklarını açıkça ifade etmiştir. Bu ayetlerde ortaya konulan<br />
gerçek, Allah'a ve Resulü’ne iman edilmesidir. Bu itibarla Allah'a ve O’nun son<br />
peygamberi Hz. Muhammed’in Allah’tan <strong>al</strong>ıp getirdiği her şeye iman etmek inanan<br />
kimselere yöneltilmiş bir emirdir:<br />
Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve torunlarına<br />
indirilene, rableri tarafından Musa, İsa ve peygamberlere verilene inandık, onları<br />
birbirinden ayırt etmeyiz; biz O’na teslim olanlarız. (Al-i İmran, 3/84)<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2
Peygamberlere iman<br />
etmek, aynı zamanda<br />
Hz. Muhammed’in<br />
peygamberliğine iman<br />
etmeyi gerektirir.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
“Ey İnananlar! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve<br />
daha önce indirdiği kitaba inanmakta sebat gösterin. Kim Allah'ı, meleklerini,<br />
kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir<br />
sapıklığa sapmıştır” (Nisa, 4/136).<br />
Bu ayet özellikle münafıklar ve müşrikler hakkında nazil olmasına rağmen<br />
genelde bütün insanların Allah'a ve peygamberlerine iman etmelerine daveti içerir<br />
ve nübüvvete imanın İslam prensiplerinden olduğunu ortaya koyar. Kur’an<br />
peygamberlere sathi bir şekilde değil, bütün benliği ile imanı öngörmüştür. Bunu<br />
dikkate <strong>al</strong>an İslam âlimleri taklidi iman ile inanmayı, özel durumlarda caiz<br />
görmüşler, genel ilkenin düşünerek ve onların getirdiği prensipleri kabul ederek<br />
tahkiki bir şekilde iman etme olduğunu ortaya koymuşlardır.<br />
Bir başka ayette de inkârcıların, özellikle ahiretin varlığını inkâr edenlerin<br />
durumu anlatılırken Allah’a ve peygamberi Hz. Muhammed’e iman vurgulanmıştır:<br />
“İnkâr edenler, tekrar dirilmeyeceklerini ileri sürerler. De ki: “Evet; rabbime<br />
and olsun ki, şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra, yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu,<br />
Allah’a kolaydır. Öyleyse Allah'a, peygamberine ve indirdiğimiz nura, Kur’an'a<br />
inanın; Allah işlediklerinizden haberdardır” (Teğâbun, 64/8).<br />
Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddetmek, ona iman etmemek inkâr<br />
olarak nitelendirilmiş ve böyle kimseler büyük bir azapla tehdit edilmiştir:<br />
“Allah'a ve peygamberine kim inanmamışsa bilsin ki, şüphesiz Biz,<br />
inkârcılar için çılgın <strong>al</strong>evli cehennemi hazırlamışızdır”(Fetih, 48/13).<br />
Yine Kur’an-i Kerim’e göre Allah’ın gönderdiği peygamberler arasında bir<br />
ayırım olamaz. Peygamberlerin tümüne inanmak imanın temel şartlarındandır.<br />
“Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerinin arasını<br />
ayırmak isteyip bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyenler yok mu? İşte<br />
kâfirler gerçekten bunlardır” (Nisa, 4/150).<br />
Allah’ın gönderdiği peygamberler arasında ayırım yaparak bir kısmına iman<br />
edip diğer bir kısmına iman etmemek, iman etme noktasında ar<strong>al</strong>arında ayırım<br />
yapmak, kişiyi İslam dairesinin dışına çıkarmak için yeterlidir. Zira Yahudi ve<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3
Her müslümanın, Hz.<br />
Muhammed’e itaat<br />
etmek, onun izinden<br />
gitmek, onu sevmek ve<br />
ona s<strong>al</strong>ât ve selâm<br />
getirmek şeklinde<br />
görevleri vardır.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
Hristiyanlar Hz. Peygamber'in nübüvvetini reddederek küfre düştüler. Allah'a ve<br />
kendilerine gönderilen peygamberlere inandıkları hâlde bu onların kurtuluşa<br />
ermeleri ve ahiret yurdunda nimetlere kavuşm<strong>al</strong>arı için yeterli değildir.<br />
Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadislerde de ona iman edilmesi kesin<br />
olarak vurgulanmaktadır. İmanın üzerinde kurulu olduğu esasları ifade ederken Hz.<br />
Peygamber bu hususa temas etmiştir:<br />
“İslam beş şey üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına ve<br />
Muhammed’in Allah’ın Resul’ü olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekât<br />
vermek, hac etmek ve ramazan orucunu tutmak” (Buhârî, “İman”, 1).<br />
Hadisten de anlaşıldığı gibi Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman<br />
İslam’ın temel şartları içinde sayılmıştır.<br />
Bir kimsenin mümin olarak isimlendirilebilmesi için onun Allah’ın birliğine ve<br />
bütün mükemmel sıfatlara sahip bir varlık olduğuna, Hz. Muhammed’in<br />
peygamberliğine tereddütsüz bir şekilde iman etmesi zorunludur<br />
Hz. Muhammed’ın peygamberliğine iman etmek kurtuluşun gerekli<br />
şartlarından biridir. Ancak müminlerin, ona iman etmenin yanında kendisine karşı<br />
başka görevleri de vardır. Bunlar aynı zamanda peygambere iman etmenin de<br />
gereklerindendir. Bir Müslümanın, Hz. Muhammed’e itaat etmek, onun izinden<br />
gitmek, onu sevmek ve ona s<strong>al</strong>ât ve selâm getirmek şeklinde görevleri vardır.<br />
Bunlar O’nun peygamberliğine imanın ayrılmaz parç<strong>al</strong>arıdır. Bu sebeple mümin, Hz.<br />
Muhammed’ın getirdiklerine iman etmekle yükümlüdür. Onu sevmenin özellikle<br />
imanın üstünlüğü açısından önemli olduğu bizzat kendisi tarafından ifade<br />
edilmiştir.<br />
“Sizden hiçbiriniz beni babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan<br />
daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” (Buhari, “İman”, 8).<br />
Hz. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNİN İSPATI VE<br />
MUCİZELERİ<br />
Tüm peygamberler, peygamber olduklarını özelde kendilerine, genelde ise<br />
muhataplarına karşı ispat eden bir takım delillere ihtiyaç duyarlar. Temel olarak<br />
her bir peygamber, Allah’ın kendisini peygamberlikle görevlendirdiğini, kendisine<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4
Tüm zamanlara hitap<br />
eden eşsiz mucize:<br />
Kur’an<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
gelen vahyin Allah’tan geldiğini ancak kendilerine verilen mucizeler sayesinde bilir.<br />
Bu itibarla mucize, peygamberliğin ispatında en önemli delildir.<br />
Fakat burada şöyle bir hususa temas etmek, mucizenin İslam nazarındaki<br />
önem ve mevkiini göstermesi açısından önemlidir. İslam temel olarak mucizelere<br />
day<strong>al</strong>ı bir din değildir ve Hz. Peygamber’in peygamberliği onu teyit eden<br />
mucizelere dayanan bir anlayıştan hareket etmez. Kur’an sistematiği göz önüne<br />
<strong>al</strong>ındığında, ikincil bir öneme sahip mucizeler, özellikle Hz. Peygamber söz konusu<br />
olduğunda daha da geri plana itilmiş ve müşriklerin Hz. Peygamber’den mucize<br />
t<strong>al</strong>epleri devamlı reddedilmiştir. İnkâr edenler kendisinden mucize t<strong>al</strong>ep ettikçe,<br />
Kur’an Allah’ın kâinata yerleştirmiş olduğu düzene, onun işleyişine ve onun okunan<br />
ayetlerine dikkat çekmiş ve bunların incelenmesini önermiştir. Çünkü onların t<strong>al</strong>ep<br />
ettikleri mucizelerin özellikleri zahiri hislere hitap eder ve geçici unsurları içerir. Bu<br />
itibarla da inanmayacak olanları susturabilecek nitelikte ols<strong>al</strong>ar da onların<br />
k<strong>al</strong>plerini tatmine yönelik değildirler. Üzerinde daha çok durulması gereken<br />
mucizeler, geçici ve maddi mucizeler değil, tüm zamanlarda devam edecek olan<br />
aklî ve manevî mucizelerdir.<br />
Bu bakımından İslam’ın nübüvvet doktrini diğerlerinden ayrılır ve farklı bir<br />
durum arz eder. Evrensel olma iddiasında olan bir dinin temel karakteristiği de<br />
böyle olmak durumundadır. İslam tüm insanlığa gönderilmiş bir dindir. Gerçi<br />
Hristiyanlık da bu iddiayı taşımakta ise de onlarda İslam’dakine benzer bir<br />
nübüvvet anlayışının bulunmaması ve hakikatte mucizenin bizzat Hz. İsa’nın kendisi<br />
olması sebebiyle çok daha farklı düzlemde değerlendirilmesi gerekmektedir.<br />
Allah’ın insanlara göndermiş olduğu en son mesaj olan İslam’ın ve son peygamber<br />
olan Hz. Muhammed’in mucizelere day<strong>al</strong>ı bir öğreti ve daveti temsil etmemesi de<br />
bu bakımdan önemlidir. İlelebet insanlığın ufkunda en son din olarak k<strong>al</strong>maya<br />
devam edecek olan bu din her nesle seslenecektir. Bu itibarla sadece belli bir çağa<br />
hitap eden mucizeler ve özellikle hissi mucizeler İslam’da ikinci plandadır. Bu<br />
durumu açıkça Hz. Peygamber’in davet anlayışında gözlemlemek mümkündür.<br />
Kureyş’in ısrarla ondan hissi mucize t<strong>al</strong>ebinde bulunması ve bu t<strong>al</strong>ebe cevap<br />
verilmemesi bunun en açık delilidir.<br />
“Bizi mucize göndermekten <strong>al</strong>ıkoyan, ancak, öncekilerin onları y<strong>al</strong>anlamış<br />
olm<strong>al</strong>arıdır. Semud milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik<br />
de ona zulmetmişlerdi. Oysa mucizeleri y<strong>al</strong>nız korkutmak için göndeririz (İsra,<br />
17/59).<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5
Hz. Muhammed,<br />
peygamberliğini ispat<br />
eden pek çok mucize<br />
göstermiştir.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
Bizzat Hz. Peygamber’in kendisi buna şu ifadeleriyle işaret etmektedir:<br />
“Bana verilenin bir benzeri başka hiçbir peygambere verilmemiştir. Bana verilen ise<br />
vahiy (Kur’an)dir.”<br />
Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat etmek için eserler k<strong>al</strong>eme <strong>al</strong>an<br />
âlimler zaman zaman onun risâletle görevlendirildiği zamana ve coğrafyaya da<br />
dikkat çekmişlerdir. Buna göre peygamberlerin temel amacı insanların ruhlarını<br />
tedavi etmektir. Peygamberler, Allah’tan <strong>al</strong>mış oldukları mesajlarla onları, Allah’tan<br />
başk<strong>al</strong>arıyla meşgul olmaktan <strong>al</strong>ıkoyar ve y<strong>al</strong>nızca Allah’a ibadet etmeye ve onunla<br />
meşgul olmaya sevk ederler. İşte peygamberliğin temel anlamı budur. Beşeriyeti<br />
bu şekilde olgunluğa en iyi bir şekilde götüren kimse ise en üstün olandır. Geçmiş<br />
peygamberlere bakıldığında Hz. Musa’nın davetinin İsrailoğullarıyla sınırlı k<strong>al</strong>dığını<br />
görürüz. Hz. İsa’nın çağrısının ise özellikle ilk dönemler itibariyle insanlara çok az<br />
etkisi olmuştur.<br />
Tüm peygamberler gibi Hz. Peygamber’in çağrısı da tevhide ve tenzihe<br />
yöneliktir. Fakat onun çağrısı kısa zamanda tüm gelişmiş bölgelere ulaşmıştır. Hz.<br />
Peygamber’in geldiği dönem ve bu dönemdeki inanç biçimleri göz önüne<br />
<strong>al</strong>ındığında, kısa sürede yaygınlık kazanmasının anlamı da ortaya çıkar. O dönemde<br />
insanlık yanlış birtakım inanışlar içinde yüzmekteydi. Putperestler taş ve ağaçtan<br />
yapılmış heykellere tapınmaktaydılar. Yahudiler aşırı bir teşbih düşüncesi<br />
içerisindeydi. Mecusiler dü<strong>al</strong>ist bir Tanrı anlayışına sahipti ve anne ve kız kardeşle<br />
evlenmeyi uygun gören çarpık bir uygulamayı benimsemişlerdi. Hristiyanlar teslise<br />
inanıyor, Sabiiler yıldızlara tapıyorlardı. Dünya inanç coğrafyası bu şekildeydi. Hz.<br />
Muhammed’in peygamber olarak görevlendirilişinden sonra bunların yanlış<br />
inanışları belirgin bir şekilde ortaya çıktı ve yanlış oldukları anlaşıldı. İnsanlık tevhit<br />
inancının aydınlığıyla ışımaya başladı. İşte onun çağrısı hasta k<strong>al</strong>pleri tedavi etme,<br />
zulme düşmüş nefisleri iyileştirme noktasında diğer peygamberlerle mukayese<br />
edildiğinde çok daha mükemmeldir.<br />
Mucizeleri<br />
Genel olarak mucize, “peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin şahsında,<br />
kendisiyle muarazada bulunanları aciz bırakmaya yönelik, iddiasına uygun bir<br />
şekilde, meydan okuma esnasında fizikî kur<strong>al</strong>lara aykırı olarak meydana gelen fiil<br />
veya durumlar” olarak tanımlanmaktadır.<br />
Mucizenin bu tanımı, özellikle peygamberlerin peygamberliklerini ispata<br />
yönelik olarak ortaya koydukları olağanüstü fiilleri ifade etmektedir. Bu tür<br />
olağanüstü olayların mucize olarak kabul edilebilmesi için kelamcılar birtakım<br />
temel şartların bulunması gerektiğini belirtmişlerdir. Bu şartlardan biri, bunun<br />
olağanüstü bir olay olması gerektiği ve peygamberin elinde meydana gelmesi<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
hususudur. Bu açıdan bakıldığında mucize sadece peygamberlere has bir<br />
durumdur. Ancak bu fiil, peygamberin fiili değil, Allah’ın fiilidir. Bu şart, sıradan<br />
fiillerin mucize kapsamında olmadığına işaret etmektedir.<br />
Hz. Muhammed’e nispet edilen mucizeler mahiyetleri bakımından aklî<br />
(manevi), hissî (maddi) ve haberî mucizeler olarak üç şekilde gruplandırılır.<br />
Hz. Muhammed birçok olağanüstü özelliklere sahiptir. Bunların bir kısmı<br />
peygamberliğinden öncesine aittir. Bunlar genel olarak “beşair” olarak<br />
isimlendirilirler. Bunlardan bazıları şunlardır:<br />
Annesi Âmine’nin kendisine hamile iken gördüğü bir rüyada<br />
doğuracağı çocuğun önemli bir mevkiye sahip olacağının kendisine<br />
bildirilmesi.<br />
Babasının <strong>al</strong>nında bulunan nurun ona hamile k<strong>al</strong>ması üzerine<br />
annesine intik<strong>al</strong> etmesi.<br />
Doğumu esnasında meleklerin kendisine yardımcı olması.<br />
Süt annesinin yanında iken çevresinde bazı fevk<strong>al</strong>âdeliklerin<br />
görülmesi.<br />
Ehl-i kitap âlimlerinin onun son peygamber olacağını bilmiş olması.<br />
Temel olarak Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat eden mucizler ise<br />
genel olarak üç ana başlık <strong>al</strong>tında değerlendirilmektedir:<br />
Aklî Mucizeleri<br />
Aklî mucizeye manevi mucize adı da verilir. Kendi dönemiyle sınırlı olmayıp<br />
daha sonraki devirlerde yaşayanlara ve insan aklına hitap eden mucize çeşididir.<br />
Hz. Muhammed’in her çağdaki insanlara hitap etme ve k<strong>al</strong>ıcılık özelliğine sahip en<br />
büyük mucizesi Kur’an-ı Kerim’dir. Önceki peygamberlere kendi dönemlerinde<br />
önemli görülen <strong>al</strong>anlarda mucizeler verildiği gibi Hz. Muhammed’e de kendi<br />
devrinde ileri bir seviyede bulunan dil, üslup, hitabet ve edebî sanatlar açısından<br />
olağanüstü bir özelliğe sahip olan Kur’an-ı Kerim indirilmiştir. Nasıl ki Hz. İsa’ya<br />
kendi devrinde tıp ileri düzeyde olması dolayısıyla hast<strong>al</strong>arı iyileştirme gibi<br />
mucizeler verilmişse Hz. Peygamber’e de kendi devrinde edebiyat ileri düzeyde<br />
olduğu için belagatla ilgili mucize verilmiştir. Bu mucize ile Arap olan ve olmayan<br />
bütün edebiyatçılara meydan okunmuş, bir benzerini getirmelerini kendilerinden<br />
istenmiştir. Fakat muhatapları bir benzerini getirmekten aciz k<strong>al</strong>mışlardır. Bu husus<br />
Kur'an’da benzerinin gerçekleştirilemeyeceğini bildiren meydan okuma (tehaddî)<br />
ayetleriyle ortaya konmuştur. Bu meydan okuyuş Kur'an’ın tamamının, on<br />
suresinin veya bir suresinin benzerinin getirilmesi gerçekleşmiştir:<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7
Ku’an tüm zamanlarda<br />
insanlığa hidayet<br />
kaynağı olmuş eşsiz bir<br />
mucizedir.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
"Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphe içindeyseniz, haydi<br />
onun gibi bir sure getiriniz ve eğer doğru iseniz; Allah'tan başka bütün<br />
yardımcılarınızı da çağırınız.” (Bakara, 2/23)<br />
“Bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız; yakıtı insanlarla<br />
taşlar olan kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının.” (Bakara, 2/24)<br />
“De ki: And olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini<br />
getirmek için toplans<strong>al</strong>ar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka<br />
çıkıp yardım etseler de.” (İsra, 17/88)<br />
Tehaddî (meydan okuma) Medine döneminde de sürmüştür. İslam tarihinde<br />
Kur'an'ın benzerini yazmaya k<strong>al</strong>kışan bazı şair ve edebiyatçıların teşebbüsleri<br />
başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bütün bunlar da göstermektedir ki, Kur'an hem üslubu<br />
ve edebi tasvirleri, iç tutarlılığı, insanların gönüllerine olan etkisi, Arap edebiyatı<br />
bakımından her dönemdeki edebiyatçıları aciz bırakışı ve gaybla ilgili verdiği bilgiler<br />
dolayısıyla bir beşer tarafından meydana getirilmesi mümkün olmayan bir eserdir.<br />
Hissi Mucizeler<br />
Hissi mucizeler, kevnî mucize olarak da isimlendirilmektedir. Bunlar, Hz.<br />
Muhammed’in döneminde yaşayan insanların bizzat gözleriyle gördükleri<br />
mucizelerdir. İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu, O’na Kur’an dışında da mucizeler<br />
verildiği ve bunların başında hissî mucizelerin geldiği görüşündedirler.<br />
Hz. Muhammed’in hissî mucizelerinin bir kısmı zatıyla, bir kısmı ise zatının<br />
dışında gerçekleşmiştir.<br />
Zatıyla İlgili Olanlar<br />
Hadis kaynaklarında bize kadar nakledilen ve özellikle “del<strong>al</strong>ilu’n-nübüvve”<br />
gibi Hz. Peygamber’in peygamberliğinin delillerinin nakledildiği kaynaklarda yer<br />
<strong>al</strong>an rivayetlerde zatıyla ilgili olağanüstü özellikleri dile getirilmektedir. Üstün bir<br />
yaradılışa sahip olması, birbiriyle uyumlu bir fizyolojisinin bulunması, yüce ahlakı<br />
bu tür zâtî mucizeleri içinde değerlendirilmektedir. Daha önce Yahudi iken<br />
sonradan İslam’ı seçen Abdullah b. Selam Resul-i Ekrem’le ilk karşılaşmasında “bu<br />
yüz asla y<strong>al</strong>an söyleyen bir yüz olamaz” demiştir. Ünlü Kelam âlimi Ebu’l-Muîn en-<br />
Nesefî onun zatıyla ilgili <strong>al</strong>âmet ve mucizelerini sayarken iki kaburga kemiğinin<br />
arasında “nübüvvet mührü”nün bulunmasını, aydan daha güzel yüzlü, miskten<br />
daha güzel kokulu, ipekten daha yumuşak huylu ve üstün ahlak sahibi olmasını<br />
zikretmektedir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8
Yüce Allah Bedir<br />
Savaşında müminleri<br />
melekler vasıtasıyla<br />
desteklemiş, sayıca az<br />
olan müminler<br />
müşriklere g<strong>al</strong>ip<br />
gelmiştir.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
Zatının Dışında Olanlar<br />
Kuran-ı Kerim’in yanında, hadis ve siyer kaynaklarında Hz. Peygambere ait<br />
çeşitli hissî mucizelere yer verilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:<br />
1. Ayın ikiye ayrılması: İslam âlimlerinin çoğunluğu Kur’an-ı Kerim'de<br />
kıyametin yaklaştığını ve ayın ikiye ayrıldığını ifade eden ayet ile bazı hadis<br />
rivayetlerinde Mekke döneminde müşriklerin Hz. Peygamber’den mucize istediğini,<br />
bunun üzerine ayın ikiye ayrılıp tekrar birleştiğini kabul eder. Diğer bir kısım âlimler<br />
ise böyle bir mucizenin meydana gelmediğini, ayette sözü edilen olayın kıyametin<br />
kopmasından önce bir <strong>al</strong>âmet olarak gerçekleşeceğini kabul ederler.<br />
2. İsra ve mirac: Bir gece vakti Hz. Muhammed’in Mescid-i <strong>Haram</strong>’dan<br />
Mescid-i Aksa’ya götürülmesi (isra/gece yürüyüşü) ve oradan da yedi kat semaya<br />
çıkarılması (miraç) onun önemli hissî mucizelerindendir. İsra ve miraç olayının<br />
âlimlerin çoğunluğu tarafından ruh-beden ilişkisi çerçevesinde (cismanî)<br />
gerçekleştiği kabul edilirken bazıları onu Hz. Peygamber'in yaşadığı ruhî tecrübe<br />
olarak görmektedir.<br />
3. Hurma kütüğünün inlemesi: İlk dönemlerde üzerinde hutbe okuduğu<br />
hurma kütüğünün, daha sonra minberin inşa edilmesiyle birlikte buradan hutbe<br />
irad etmesi esnasında o hurma kütüğünün inlediği, Hz. Peygamber’in kütüğün<br />
yanına vararak onu okşadığı ve bunun üzerine kütüğün sustuğu.<br />
4. Hayber’in Fethi sırasında Yahudi bir kadının kendisine zehirli kızarmış<br />
koyun eti sunması esnasında etin dile gelerek zehirli olduğunu Hz. Muhammed’e<br />
bildirmesi.<br />
5. Kuran'da bildirilen hissi mucizelerden birisi de Bedir Savaşı’nda<br />
müminlerin meleklerle desteklenmiş olmasıdır. Savaşa katılan meleklerin<br />
müminlere manevi destek verirken müşriklerin yüzlerine ve ellerine vurm<strong>al</strong>arı<br />
emredilmiştir. Böylece savaşa katılan müminlerle müşriklerin sayısı birbirinden<br />
farklı gösterilmiş, müminlerin k<strong>al</strong>bine sükûnet verilmiş, susuzluk çekmemeleri için<br />
yağmur yağdırılmıştır.<br />
6. Kur'an'da Hendek ve Huneyn Savaşları’nda Cenâb-ı Hakk'ın düşmanlarına<br />
karşı fırtına ve görünmeyen ordular gönderdiği, müminlere de sükûnet verdiği<br />
bildirilmektedir.<br />
7. Ağacın hareket ederek O’nun yanına gelmesi.<br />
8. Çakıl taşlarının kendisine selam vermesi.<br />
9. Devenin hâlinden şikâyette bulunması.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9
Hz. Peygamber’in<br />
vermiş olduğu haberler,<br />
aynen gerçekleşmiştir.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
10. Karanlık ve yağmurlu bir gecede yolculuk yapma mecburiyetinde k<strong>al</strong>an<br />
bir sahabiye verdiği değneğin yolunu aydınlatması.<br />
11. Az miktarda su ve yiyecekle çok sayıda insanı doyurması.<br />
Haberî Mucizeleri<br />
Ümmi olan Hz. Peygamber’in geçmişe, içinde bulunduğu zamana ve geleceğe<br />
yönelik verdiği haberlere “haberi mucize” adı verilmektedir. Kaynaklarımızda geçen<br />
bazı haberi mucizeleri şunlardır:<br />
1. Hz. Muhammed kimseden özel bilgi <strong>al</strong>madığı, okuma yazma bilmediği ve<br />
tahsil görmediği hâlde geçmiş peygamberlerin mücadeleleri ve Ashâb-ı Kehf kıssası<br />
gibi tarihi olayları haber vermiştir. Önceki milletlerin ve peygamberlerin tarihlerini<br />
okumadığı ve bilmediği hâlde Yahudi ve Hristiyan âlimlerinin geçmiş ümmetler ve<br />
peygamberlerle ilgili sorularını vahyin yardımıyla cevaplandırmış, başta Ehl-i kitap<br />
olmak üzere dönemin âlimleri tarafından herhangi bir itirazla karşılaşmamıştır.<br />
3. Bedir savaşı esnasında müşriklerden kimlerin nerede öldürüleceklerini<br />
önceden haber vermiş ve bu durum harfiyyen gerçekleşmiştir.<br />
4. Bizanslılar’ın İranlılar’ı yeneceğini, müşriklerin ileride bozguna<br />
uğrayacağını haber vermiştir.<br />
5. Mekke'nin fethedileceğini ve Müslümanların geleceğinin parlak olacağını<br />
bildirmiştir.<br />
6. Hz. Peygamber'in düşmanlarının kendisi için kurduğu tuzakları, bazı şehir<br />
ve ülkelerin fethedileceğini önceden haber vermiştir.<br />
7. Fitne ve savaşların ortaya çıkacağı, kıyametin kopmasına doğru bazı<br />
<strong>al</strong>âmetlerin zuhur edeceği gibi sünnet kaynaklı haberler de söz konusudur.<br />
8. Hz. Peygamber, yanında Ebu Bekir, Osman ve Ali ile birlikte Uhud dağında<br />
yürürlerken bir zelzele meydana gelmiş, bunun üzerine “dur ey dağ, çünkü senin<br />
üzerinde bir nebi, bir sıddık ve iki şehit var” buyurmuştur. Daha sonra Hz.Ali ve Hz.<br />
Osman’ın şehid edilmesi ile bunun bir mucize olduğu anlaşılmıştır.<br />
Hz. Muhammed’in mucizeleri içerisinde rivayetlere day<strong>al</strong>ı olarak ortaya<br />
konanların tevatür yoluyla bize ulaşmamış olması onların mucize olm<strong>al</strong>arına zarar<br />
vermez. Çünkü bu mucizelerle ilgili rivayetlerin bütünü tevatür derecesine<br />
ulaşmıştır. Nasıl ki Hz. Ali’inin kahramanlığı kaynağı itibariyle tevatür derecesine<br />
ulaşmadığı hâlde tek tek kişilerin verdiği bu haberler bir bütün olarak tevatüren<br />
biliniyorsa, ilgili mucizeler de aynı şekilde mevcudiyetleri bilinmektedir. Yani Hz.<br />
Muhammed’in Kur’an dışındaki mucizeleri tek (ahad) rivayetlerin bir araya<br />
gelmesiyle tevatür derecesine ulaşmıştır.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10
Tahrife uğramamış<br />
geçmiş ilahi kitaplarda<br />
Hz. Muhammed’in<br />
peygamberliğini<br />
müjdeleyen ifadeler<br />
mevcuttur.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
HZ. MUHAMMED’İN GEÇMİŞ İLAHİ KİTAPLARDA<br />
MÜJDELENMESİ<br />
Hz. Muhammed kendisinin önceden müjdelendiğini şu şekilde ifade<br />
etmektedir: “Ben babam İbrahim’in duası, İsa’nın müjdesi, annemin rüyasıyım.”<br />
Burada kastedilen müjdeyi Kur’an haber vermektedir:<br />
“Meryem oğlu İsa: "Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş<br />
olan Tevrat'ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmet olacak bir<br />
peygamberi müjdeleyen, Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim" demişti.<br />
Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman: "Bu, apaçık bir sihirdir"<br />
demişlerdi” (Saf, 61/6).<br />
Hz. Muhammed’in (a.s.) geçmiş ilahî kitaplarda müjdelenmiş olmasına<br />
“beşairu’n-nübüvve” adı verilmektedir. Bu O’nun peygamberliğinin gerçek oluşunun<br />
bir işaretidir. Geçmiş ilahî kitaplarda Hz. Muhammed’in peygamberliğini<br />
müjdeleyen ve peygamber olarak gönderileceğini haber veren ifadeler mevcuttur.<br />
Bu ifadelere göre Allah hak bir peygamber olarak Hz. Muhammed’i insanlığa<br />
gönderecektir. Hz. Muhammed bizzat kendisi kendi isminin ve vasıflarının geçmiş<br />
ilahî kitaplarda konu edildiğini ve ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) tarafından da<br />
bilindiğini peygamberlik davasının bir delili olarak sunmuştur. Eğer tahrife<br />
uğramamış geçmiş ilahî kitaplarda, Tevrat ve İncil’de böyle bir bilgi olmasaydı o,<br />
bur<strong>al</strong>arda nübüvvetinin bildirildiğini iddiaya cesaret edemezdi.<br />
Ehl-i Kitab’ın âlimlerinden bir kısmı oğullarını tanıdıkları gibi onu tanımışlar<br />
ve bu sebeple secdeye kapanmışlardır.<br />
“De ki: "Kur’an'a ister inanın, ister inanmayın, O’ndan önceki bilginlere o<br />
okunduğu zaman, yüzleri üzerine secdeye varırlar" ve "Rabbimiz münezzehtir.<br />
rabbimizin sözü şüphesiz yerine gelecektir" derler” (İsra, 17/107-108).<br />
Yine Hz. Muhammed’in vasıflarını bilip onun çağrısıyla karşılaşan ehl-i kitap<br />
mensuplarından bazıları Müslüman olmuş, gözlerinden yaşlar boşanmıştır.<br />
“Peygambere indirilen Kur’an'ı işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden<br />
gözlerinin yaşla dolarak, "Rabbimiz! İnandık, bizi de şahitlerden yaz. Rabbimizin<br />
bizi iyi milletle birlikte bulundurmasını umarken niçin Allah'a ve bize gelen<br />
gerçeğe inanmay<strong>al</strong>ım?" dediklerini görürsün.” (Maide, 5/83)<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11
Hz. Muhammed<br />
Peygamberlerin<br />
Sonuncusudur<br />
(Hatemu’n-nebiyyin).<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
Ehl-i Kitab’ın bir kısmı Hz. Peygamber’in ilahî kitaplarında müjdelenmiş<br />
olduğu gerçeğini gizlemiş ve diğerlerinin O’nu tasdik edip iman etmelerini<br />
engellemiştir. Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderileceğine dair bilgiler<br />
onların kitaplarında bulunmasaydı Ehl-i Kitab’ın bazıları inanmazdı. Çünkü Hz.<br />
Muhammed (a.s.) kendi peygamberliğinin önceki ilahî kitaplarda müjdelendiğini<br />
belirtmişti. Bu açık ifadenin kendi kitaplarında bulunmadığını görüp de bir kısmının<br />
ona iman etmesi düşünülemezdi.<br />
HZ. MUHAMMED’İN SON PEYGAMBER OLUŞU<br />
Peygamberliğin Hz. Muhammed'le sona erdiği, bundan sonra herhangi bir<br />
peygamber gönderilmeyeceği ve böyle bir iddianın asla kabul edilmeyeceği<br />
Kur'an'da açıkça vurgulanmıştır.<br />
“Muhammed sizin erkeklerinizden birinin babası değildir, fakat Allah'ın<br />
resulü ve nebilerin sonuncusudur.” (Ahzab, 33/44)<br />
Burada Muhammed (a.s.) için kullanılan "hâtemunnebiyyin" (nebilerin<br />
sonuncusu) terkibindeki “hâtem” kelimesi sözlükte, “bir işin sonunu getirme,<br />
mühürleme, sonuna ulaştırma ve tümünü okuma” anlamlarına gelen "h-t-m"<br />
fiilinden türemiş olup "mühür, sonuç, tamamlayıcı" gibi anlamlar içerir.<br />
Kur'an'da, Hz. Peygamber'in nebilerin sonuncusu olduğunu vurgulayan<br />
"hâtem" kelimesi mütevatir kıraatlardan olan Asım ve Hasan'ın dışında k<strong>al</strong>an kıraat<br />
imamları tarafından "hâtim" şeklinde okunmuşsa da, her iki kıraatta da nübüvvetin<br />
sona ermesi bakımından anlam aynı olup farklı bir anlam çıkarmak mümkün<br />
değildir. “Hâtimunnebiyyin” şeklinde peygamberi ifaden bir sıfat olarak okunursa<br />
“peygamberleri sona erdiren”, “hâtemunnebiyyin” şeklinde okunursa<br />
“peygamberlerin sonuncusu, peygamberleri sona erdiren mühür” anlamını ifade<br />
eder. İşte, ister hâtim isterse hâtem şeklinde okunsun, bu terim İslam<br />
peygamberinin son peygamber olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.<br />
Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadisler de “nübüvvetin sona erdiği”<br />
gerçeğini ortaya koymaktadır. Câbir'den rivayet edilen bir hadise göre<br />
peygamberimiz şöyle buyurmuştur:<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Hz. Peygamberden<br />
sonra ciddi ve etkili bir<br />
dinî hareket meydana<br />
gelmemiştir.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
“Benim diğer peygamberlere göre durumum, bir kerpiç hariç diğerlerini<br />
tamamlayan adamın durumuna benzer. İnsanlar o eve giriyorlar ve taaccüp<br />
ederek "keşke şu tuğla da olsaydı" diyorlar. Ben o kerpiç konumundayım.<br />
Geldim ve peygamberleri sona erdirdim” (Müslim, “Fedâil”, 21-23).<br />
Yine O’ndan sonra nübüvvet iddiasında bulunmanın hiçbir anlam<br />
taşımayacağını ortaya koyacak şekilde şu ikazda bulunmuştur.<br />
“Benden sonra nübüvvet yoktur” (Müslim, “Fedailü’s-sahabe”, 30, 33;<br />
“Mesacid”, 5).<br />
İnsanlık, nübüvvetin başlangıcından sona ermesine kadar kademe kademe<br />
bir evrim geçirmiş ve peygamberlere ihtiyaç duymadan son dinin evrensel ilkelerini<br />
kavrayacak, uygulayacak ve koruyacak düzeye varmış, Kur'an'la aklî olgunluğa<br />
ulaşmıştır. Fakat insanlığın hâlâ karmaşa içinde bulunması, ahlakî çöküşlere doğru<br />
gitmesi, bir türlü istenilen barış ve istikrar ortamına kavuşamaması veya devamlı<br />
bunlardan uzaklaşılması yeni ilahî kaynaklı öğretilere ihtiyaç duyulduğu fikrini<br />
doğurabilir ve vahiy konusunda bir şüphe uyandırabilir. Ancak, insanlığın bu<br />
durumdan kurtulması yeni vahiylere değil, ilahî kaynak olan Kur'an'dan<br />
fayd<strong>al</strong>anmaya ve O’nun rehberliğine bağlıdır. Bunun yapılması ise Allah'ın özel<br />
olarak gönderdiği kimselere değil, bir bütün olarak ümmetin tümüne veya en<br />
azından ilmî ve entellektüel çevrelerine düşmektedir. İnsanlık nübüvvetten sonra<br />
da onun nurundan fayd<strong>al</strong>anmaya devam etmektedir. Bu, insanlığın saadeti ve<br />
barışı için bir zorunluluktur. Nübüvvetin sona ermesini akli istikrarın doğuşu olarak<br />
gören Muhammed İkb<strong>al</strong>, “İslamiyet, nübüvvetin son bulması gerekliliğini<br />
keşfetmekle, onun kem<strong>al</strong> derecesini bulduğunu” ifade eder.<br />
Hz. Peygamberden sonra ciddi ve etkili bir dini hareketin bulunmaması, onun<br />
son peygamber olduğu gerçeğini güçlendirmektedir. Hz. Muhammed’in peygamber<br />
oluşundan itibaren asırlar geçmiş olmasına rağmen, insanlık ciddi, kabul edilebilir<br />
ve büyük toplulukların kabul ettiği etkili bir dine veya dini harekete şahit<br />
olmamıştır. Hâlbuki Hz.İsa’nın yeryüzüne gelişinden 571 yıl sonra Hz. Muhammed<br />
gönderilmiş peygamberliğini ilan etmiş ve daha hayattayken, tebliğ ettiği din,<br />
yaşadığı bölgenin sınırlarını aşıp başka bölgelere intik<strong>al</strong> etmiş ve bugün dünyanın<br />
en önemli ve etkili dini hâline gelmiştir.<br />
Hz. Peygamber’den sonra zaman zaman sahte peygamberler ortaya çıkmış<br />
ve tarih de onları y<strong>al</strong>ancı peygamber olarak nitelendirmiştir. Ancak günümüzde,<br />
Peygamberimizin "hâtemunnebiyyin" (son peygamber) olduğunu, bununla birlikte<br />
en son resul olmadığını ileri süren Bahâilik fikrine göre, o sadece nebilerin<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13
Tüm peygamberlerin en<br />
üstünü<br />
Hz. Muhammed’dir.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
sonuncusudur. Bu takdirde Allah'ın resuller göndermesi mümkündür ve bu iş<br />
devam etmektedir. Hz. Âdem'den bu yana gelen tüm peygamberler Baha’nın<br />
nübüvvetini müjdelemek için gönderilmiştir. Batıniyye fırkasının çağdaş<br />
temsilcilerinden biri sayılan bu ekolün "hâtemennebiyyin" ibaresini kendi arzuları<br />
doğrultusunda yorumlam<strong>al</strong>arı bile kendi içinde tutarsızdır. Çünkü bundan,<br />
"nebilerin sona erdiği, resullerin sona ermediği" anlaşılacak olursa, "nebiliğin<br />
risâletten daha umumi olduğu" düşüncesinden hareketle, nebilikten mahrum<br />
k<strong>al</strong>mış bir elçiliğin, ancak kavrams<strong>al</strong> anlamının dışında kullanılmasının mümkün<br />
olduğu sonucu ortaya çıkar. Ris<strong>al</strong>et için nübüvvet zorunlu olarak bulunması gerekir.<br />
Dolayısıyla, onların bu kavramı kendi emelleri doğrultusunda yorumlam<strong>al</strong>arı<br />
bilimsellikten uzak indî bir görüştür.<br />
HZ. MUHAMMED’İN DİĞER PEYGAMBERLER<br />
ARASINDAKİ YERİ<br />
Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusudur. Allah’ın gönderdiği<br />
peygamberler içinde sadece nebi olan peygamberler olduğu gibi resul olan<br />
peygamberler de vardır. Bunun yanı sıra Kur’an’da ulu’l-azm sahibi<br />
peygamberlerden de bahsedilmektedir. Allah'ın göndermiş olduğu peygamberler<br />
arasında ulu’l azm diye nitelenen peygamberlerin Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa,<br />
Hz. İsa ve Hz. Muhammed olmak üzere, beş peygamberden ibaret olduğu genel<br />
olarak kabul edilmiştir<br />
Kur’an-ı Kerim’in peygamberler ve peygamberlik hakkındaki temel ilkesi,<br />
peygamberler arasında bir ayırım yapmadan hepsine iman etme şeklindedir. Zira<br />
Kur’an’da böyle bir yaklaşım açıkça küfür olarak nitelendirilmiştir:<br />
“Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerinin<br />
arasını ayırmak isteyip bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyenler yok<br />
mu? İşte kâfirler gerçekten bunlardır”(Nisa, 4/150).<br />
Bu ayette vurgulanan husus, Yahudi ve Hristiyanların Hz. Muhammed'in<br />
peygamber olması gerçeğini reddetmeleri ve bunun sonunda küfre düşmeleridir.<br />
Allah'a ve kendilerine gönderilen peygamberlere inanmak kurtuluşa ermeleri ve<br />
ahiret yurdunda cennet nimetlerine kavuşm<strong>al</strong>arı için yeterli değildir.<br />
İslam inancına göre bütün peygamberlerin hedefi, insanların mutluluğunu<br />
sağlamak ve onları yanlış inanç biçimlerinden kurtararak doğru yola iletmektir. Bu<br />
itibarla da birini reddetmek hepsini reddetmektir. Allah’ın insanlara göndermiş<br />
olduğu bütün peygamberler Müslümanların peygamberleridir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
Kur’an’ın bu ayırım yapmama gerçeği yanında, sunmuş olduğu başka bir<br />
gerçek daha vardır. O da Yüce Allah’ın bir kısım peygamberleri diğerlerinden daha<br />
üstün kılmasıdır. Dolayısıyla peygamberler arasında fazilet açısından farklılığın<br />
bulunduğu hususu Kur’an’ın <strong>al</strong>tını çizmiş olduğu bir düşüncedir. Fakat ar<strong>al</strong>arında<br />
böyle bir farklılığın bulunması, kendisinden daha faziletli olunan peygamberlerin<br />
birtakım faziletler ve özelliklerle donatılmış olm<strong>al</strong>arına eksiklik getirmez. Birinin<br />
diğerinden daha faziletli olması, diğerinin faziletinin eksikliğine bağlı değildir.<br />
Çünkü fazilet derecesinin seviyesi, bir eksiklik işareti değildir. Konuya dayanak olan<br />
ilgili ayet şöyledir:<br />
“İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan<br />
Allah'ın kendilerine hitap ettiği, derecelerle yükselttikleri vardır. Meryem oğlu<br />
İsa'ya belgeler verdik, onu Ruhül Kudüs'le destekledik. Allah dileseydi, belgeler<br />
Bu ayetten anlaşıldığına göre peygamberler arasında bir fazilet ve derecesi<br />
kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından birbirlerini öldürmezlerdi.<br />
bulunmaktadır. Hz. Peygamber’den rivayet edilen birtakım hadislerde şu ifadeler<br />
Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı, kimi inkâr etti. Allah dileseydi birbirlerini<br />
geçmektedir:<br />
öldürmezlerdi, lakin Allah istediğini yapar “(Bakara, 2/253).<br />
Hz. Peygamber kendisine “ey yaratıkların en hayırlısı” denildiğinde “o<br />
İbrahim’dir” buyurmuştur.(Darimi, “Sünnet”, 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III,<br />
178, 184) buyurmuştur.<br />
“Beni Musa’ya üstün tutmayınız” (Buhârî, “Husumat”, 1; Müslim, “Fedail”, 160).<br />
“Peygamberler arasında ayrım yapmayınız” (Müslim, “Fedail”, 159).<br />
“Hiç kimse Yunus b. Metta’dan hayırlıyım demesin” (Buhârî, “Tefsir”, 4).<br />
Bunlar, Hz. Muhammed’den nakledilen tevazu ifadesi olarak anlaşılm<strong>al</strong>ıdır<br />
ve Hz. Peygamber’in peygamberler arasında bir ayırım gözetilmemesi gerektiğine<br />
vurgu yapmak ve peygamberliğin bölünmezliğini, bütünlüğünü ortaya koymak ve<br />
iman açısından bir ayırıma gitmemek gerektiğini dile getiren ifadeler olarak<br />
anlaşılm<strong>al</strong>ıdır. Ancak her peygamber’in Allah tarafından kendilerine verilmiş farklı<br />
özellikleri bulunmaktadır. Bu açıdan kendilerine iman etme hususunda bir fark<br />
gözetilmemesi inancın bir gereğidir.<br />
Hz. Muhammed’in son peygamber olması, insanlığa getirmiş olduğu evrensel<br />
gerçekler ve dinin kendisiyle kem<strong>al</strong>e ermesi O’nun peygamberler arasındaki<br />
üstünlüğüne işaret eder.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmenin<br />
tamamlayıcı unsurlarından biri de tüm insanlığa gönderilmiş bir peygamber<br />
olduğunu kabul etmektir. Çünkü onun bütün insanlığa gönderildiği Kur’an’ın açıkça<br />
ortaya koyduğu bir durumdur.<br />
“De ki: "Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O’ndan<br />
başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği<br />
peygamberiyim” (Araf, 7/158) “Biz seni bütün insanlara ancak uyarıcı ve müjdeci<br />
olarak gönderdik” (Sebe, 34/28).<br />
Bu ayetler Hz. Muhammed’in tüm insanlığa gönderilmiş olduğunu<br />
göstermektedir. Kur’an’da Ehl-i Kitab olan Yahudi ve Hristiyanlara Hz.<br />
Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeleri çağrısı yapılmış, hatta emredilmiş,<br />
O’na iman etmeyen ehl-i kitap kınanmış ve kâfir olarak nitelendirilmiştir.<br />
“Allah katında din, şüphesiz İslam’dır. Ancak, kitap verilenler, kendilerine<br />
ilim geldikten sonra, ar<strong>al</strong>arındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın<br />
ayetlerini kim inkâr ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür. Eğer seninle<br />
tartışmaya girişirlerse, “Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a verdim,” de.<br />
Kendilerine kitap verilenlere ve kitapsızlara: “Siz de İslam oldunuz mu?” de, şayet<br />
İslam olurlarsa doğru yola girmişlerdir; yüz çevirirlerse, sana y<strong>al</strong>nız tebliğ etmek<br />
düşer. Allah kullarını görür”(Âl-i İmran, 3/19-20).<br />
Diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed (a.s.) de hem kendi bölgesindeki<br />
insanları İslam’a davet etmiş hem o dönemde dünyanın ekonomik, kültürel ve<br />
tarihi merkezlerinin yönetici ve devlet adamlarına bu daveti yöneltmiştir. Bizans<br />
İmparatoru’na, Habeşistan Kr<strong>al</strong>ı Necaşi’ye, İran hükümdarı Nuşirevan’a,<br />
İskenderiye Meliki Mukavkıs’a elçiler vasıtasıyla davet mektupları göndermiştir.<br />
Bizzat kendisi Mekke döneminde civar beldelere seyahatler yapmış, Taif h<strong>al</strong>kını<br />
İslam’a davet etmiştir.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
Tartışma<br />
•Hz. Muhammed (a.s.)'ın en büyük mucizesi olan Kur'an'ın mucize<br />
oluşunu, diğer bilim d<strong>al</strong>larından da fayd<strong>al</strong>anarak ortaya koyup, hangi<br />
açılardan mucize olduğunu tartışınız.<br />
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “tartışma<br />
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />
peygamberlik müessesesi onunla tamamlanmıştır. O'nun son peygamber<br />
oluşu hem nakli hem de akli delillerle temellenen bir gerçektir. O'nun<br />
son peygamber oluşu insan aklını külfetten kurtarmış, din adına başka<br />
bir peygamber arama çabasını da ortadan k<strong>al</strong>dırmıştır.<br />
•Allah’a iman'dan sonra en önemli inanç esası peygamberliğe ve<br />
peygamberlere imandır. Peygamberlere iman, ancak tümüne iman<br />
etmekle gerçeklşen bir akittir. Bu itibarla Allah'ın tarih içinde göndermiş<br />
olduğu tüm diğer peygamberlere iman ettiği hâlde Hz. Muhammed'in<br />
peygamberliğine iman etmeyen kişi, mümin sayılamaz.<br />
•Hz. Muhammed (a.s.) peygamberliğinin delili, doğruluğunun göstergesi<br />
olarak mucizeler göstermiştir. Ancak O'nun peygamberliği, mucizeden<br />
daha çok mesajının muhtevasına, üstün kişiliğine ve ahlakına, davetinin<br />
kısa zaman içerisinde toplum vicdanında karşılık bulmasına dayanır.<br />
•Hz. Muhammed (a.s.)'in kendinden önce geçen peygamberlerin getirdiği<br />
ilahî kitaplar tarafından müjdelenmesi, onun niteliklerinin o kitaplarda<br />
belirtilmiş olması ve bunları bilen ehl-i kitap âlimlerinin bir kısmının<br />
hayatında O'na iman etmesi, peygamberliğinin gerçekliğini<br />
göstermektedir.<br />
Özet •Hz. Muhammed (a.s.) Allah'ın insanlığa gönderdiği son peygamberdir ve<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17
Değerlendirme<br />
sorularını sistemde ilgili<br />
ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />
<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />
bölümünde etkileşimli<br />
olarak<br />
cevaplayabilirsiniz.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
Ödev<br />
DEĞERLENDİRME SORULARI<br />
1. İslam inanç esasları açısından “aslu’l-usul” tamlaması aşağıdakilerden<br />
hangisini içerir?<br />
a) Hz. Peygamber’e imanı<br />
b) Allah’a imanı<br />
c) Mleklere imanı<br />
d) İlahi kitaplara imanı<br />
e) Kadere imanı<br />
2. Aşağıdaki ifadelerden hangisi Hz. Muhammed’in son peygamber oluşuyla ilgili<br />
değildir?<br />
a) Ondan sonra etkili bir dini hareketin ortaya çıkmaması<br />
b) Tüm insanlığa gönderilmesi<br />
c) Kevni mucize<br />
d) Peygamberler arasında ayırım yapmama<br />
e) Önceki ilahî metinlerde müjdelenmesi<br />
3. Hz. Muhammed’in mucizelerinden olan Kuran hangi mucize çeşidi olarak<br />
isimlendirilir?<br />
a) Manevi<br />
b) Hissi<br />
• İslam Tarihi ve Hadis gibi diğer İslami ilimlerden<br />
istifade ederek Hz. Muhammed'in peygamber<br />
olmadan önceki hayatında gerçekleşen önemli<br />
olayları iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız.<br />
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı<br />
<strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
c) Kevni<br />
d) Haberi<br />
e) Dini<br />
4. “Hz. Muhammed’e iman” esasıyla ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi<br />
yanlıştır?<br />
a) Hz. Muhammed’e iman Peygamberliğe imanın parçasıdır.<br />
b) Son peygamber olduğuna iman gerekir.<br />
c) Ona iman etmek farzdır.<br />
d) Hz. Muhammed evrensel bir peygamberdir.<br />
e) Allah’a iman ve s<strong>al</strong>ih amel kurtuluş için yeterlidir.<br />
5. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Muhammed’in son peygamber oluşunun aklî<br />
delillerinden biridir?<br />
a) Tüm insanlığa gönderilmesi<br />
b) Ondan sonra ciddi anlamda dini hareketin olmaması<br />
c) Çok sayıda mucize göstermesi<br />
d) “Benden sonra peygamberlik yoktur” demesi<br />
e) Peygamberliğin kendisiyle tamamlanmış olması<br />
Cevap Anahtarı :<br />
1.b 2.a 3.a 4.e 5.b<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER<br />
KAYNAKLAR<br />
Âmidî, Seyfeddin Ebu’l-Hasan. (1983) el-Mübîn fi şerh-i elfazi’l-hükema ve’lmütekellimin,<br />
thk. Hasan Mahmud Şafii, Kahire.<br />
Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972) Muvazzah İlm-i Kelam, İstanbul.<br />
Cürcânî, Seyyid Şerif. (1938) et-Ta’rifât, “acz” mad, Kahire.<br />
Fahreddin er-Râzî, Muhammed b. Ömer. (1308) Mefâtihü'l-gayb, I-VIII, İstanbul.<br />
Gölcük, Şerafeddin. (1994) İslam Akaidi, İstanbul.<br />
Harputi, Abdüllatif. (2000) Tenkihu’l-kelam fi akaâid-i ehli’l-İslam, trc. İbrahim<br />
Özdemir-Fikret Karaman, Elazığ.<br />
İkb<strong>al</strong>, Muhammad.(1964), İslamda Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, trc. Sofi<br />
Huri, İstanbul 1964.<br />
İsfehânî, Râgıb. (tarihsiz) Mu‘cemu müfredâti'l-elfâzi'l-Kur'an, Beyrut.<br />
İzz b. Abdüsselam. (1995) Bidayetu’sûl fi tafdili’r-rasûl, thk. İyad H<strong>al</strong>id ed- Debbağ,<br />
Beyrut.<br />
Kılavuz, Ahmet Saim. (2004) Ana Hatlarıyla İslam Akaidi ve Kelama Giriş, İstanbul.<br />
Nesefî, Ebü'l-Muîn Meymûn. (1990) Tabsiratü'l-edille, thk. Claude S<strong>al</strong>amé, I-II,<br />
Dimaşk.<br />
Semerkandî, Şemseddin. (1985) es-Sahâifü'l-ilâhiyye, thk. Ahmed Abdurrahman<br />
Şerif, Kuveyt.<br />
Taberî, Muhammed b. Cerir. (1988) Câmiü'l-beyân 'an te'vili âyi'l-Kur'an, I-XV,<br />
Beyrut.<br />
Taftazânî, Sa‘düddin.( 1989) Şerhu'l-Mekâsıd, I-V, Beyrut.<br />
Taftazânî. (tarihsiz), Şerhu'l-‘Akâid, İstanbul ts.<br />
Tehânevî, Muhammed Ali. (1996) Keşşâfu ıstılahâti’l-fünûn ve’l-ulûm, “mucize”<br />
mad., thk. Ali Dehrûc-Abdullah H<strong>al</strong>idî-George Zeinati, Beyrut.<br />
Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir, Yusuf Şevki Yavuz, İlyas Çelebi,(2002) İslam’da İnanç Esasları,<br />
Çamlıca Yayınları, İstanbul.<br />
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Muhammed Maddesi, cilt XXX, s. 408-<br />
447.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
Yazır, Elm<strong>al</strong>ılı Muhammed Hamdi. (1993)Hak Dini Kur'an Dili, Sadeleştirenler:<br />
İsmail Karaçam-Emin Işık-Nusrettin Bolelli-Abdullah Yücel-Nedim Yılmaz, I-X,<br />
İstanbul.<br />
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21