25.09.2013 Views

ÜNİTE - Holy Kaaba - Makkah- Mesjad al-Haram Live

ÜNİTE - Holy Kaaba - Makkah- Mesjad al-Haram Live

ÜNİTE - Holy Kaaba - Makkah- Mesjad al-Haram Live

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

İÇİNDEKİLER<br />

HEDEFLER<br />

DİNİN TANIMI VE MAHİYETİ<br />

• Giriş<br />

• Din Kavramı ve Mahiyeti<br />

• Dinin Kaynağı<br />

• Tabii Din/Beşerî Din<br />

• Dinlerin Sınıflandırılması<br />

• İlahî Dinlerin Ana Özellikleri<br />

• Dinin Önemi<br />

• İslam Dini ve Diğer Dinler<br />

• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />

• Din kavramı ve dinin mahiyetini öğrenebilecek<br />

• Dinin kaynağına ait yeterli bilgi elde edebilecek<br />

• Dinin önemini ve gereğini anlayarak İslam'ı<br />

diğer dinler ile karşılaştırıp İslam'ın<br />

güzelliklerini anlayabileceksiniz.<br />

İSLAM İNANÇ<br />

ESASLARI<br />

Doç.Dr. Hatice ARPAGUŞ<br />

<strong>ÜNİTE</strong><br />

1


Hayatın en vazgeçilmez<br />

gerçeği: Din<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

GİRİŞ<br />

“Din”, “tanımı zor olan” kavramların başında gelmektedir. Zira onu<br />

tanımlarken öyle bir ifade kullanmak gereklidir ki bu ifade hem geçmişte ve hem de<br />

günümüzde mevcut bütün inanç şekillerini kuşatan ve “hepsinde müşterek olan<br />

esasları” kapsayan bir özelliğe sahip olsun. Böyle bir tanımın zorluğu aşikârdır.<br />

Bütün zorluklarına rağmen yine de dinin çeşitli tanımları yapılmıştır.<br />

En geniş anlamda “din”, dikey olarak insanın tanrı ile, yatay olarak da diğer<br />

insan ve varlıklarla münasebetlerine esas olacak ve hayatına yön verecek kur<strong>al</strong>lar<br />

bütününe verilen addır. İslam dininde gerek Kur’an’da ve gerekse hadislerde birçok<br />

anlamda kullanılan bu kelime, kavram olarak “insanlığın en önemli fa<strong>al</strong>iyeti” olan<br />

“inanma” yı, bir yaratıcıya olan “itaat” ve “ibadet” etmeyi, “ahlâkî davranışlar” ı,<br />

“fazilet ve iyilikler” i, “toplums<strong>al</strong> düzen” i, “doğru yolda olma” yı ifade etmektedir.<br />

DİN KAVRAMI VE MAHİYETİ<br />

Din Kavramı<br />

Sözlük Anlamı<br />

Arapça kökenli bir kelime olan ve “d-y-n” kökünden gelen din kelimesi<br />

sözlükte “örf, adet, ceza, karşılık, mükâfat, itaat, üstünlük, egemenlik, zorlamak,<br />

itaatkâr olarak kendini bir güce teslim etmek, borçlanmak, boyun eğmek, hakkını<br />

<strong>al</strong>mak, ödünç <strong>al</strong>mak, boyun eğdirmek, idare etmek, hâkimiyet, g<strong>al</strong>ibiyet, s<strong>al</strong>tanat,<br />

mülkiyet, hüküm ve ferman, makbul ibadet, millet, şeriat, kanun, yol, taklit, hesaba<br />

çekmek, ceza veya mükâfat vermek” gibi anlamlara gelmektedir.<br />

Kur’an-ı Kerim’deki Anlamı<br />

Kur’an-ı Kerim’de din kelimesi doksan iki yerde y<strong>al</strong>ın hâlde geçmekte, üç<br />

ayette ise değişik türevleri ile yer <strong>al</strong>maktadır.<br />

Kur’an-ı Kerim’de din sözcüğü surelerin “nazil oluş” sırasına göre değişik<br />

anlamlar kazanmaktadır. Bu nazil oluş sırasını “Mekkî” ve “Medenî” şeklinde;<br />

Mekkî ayetleri de kendi ar<strong>al</strong>arında Mekke döneminin ilk yarısında ve ikinci<br />

yarısında inen ayetler olarak sır<strong>al</strong>amak mümkündür.<br />

Mekke döneminin ilk yarısında inen ayetlerde din kelimesi, “yevmü’d-din”<br />

(din günü, hesap, ceza-mükâfat günü) şeklinde geçmekte ve insanın, iman ve<br />

ameline göre hesaba çekileceği ahiret gününü ifade etmektedir (Fatiha, 1/4;<br />

Zâriyât, 51/6).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2


Kur’an’da din kavramı<br />

Mekkî surelerde ayrı<br />

Medeni surelerde ayrı<br />

bağlamda kullanılmıştır.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

Mekke döneminin ikinci yarısında ise, ilk dönemdeki “sorumluluk” ve<br />

“hesap” anlamından bir adım daha ileri gidilerek din kelimesine, “tevhit” ve<br />

“teslimiyet” anlamları yüklenmekte, insanın sadece Allah’a ibadet etmeleri, ona<br />

ortak koşmam<strong>al</strong>arı vurgulanarak dinin Allah tarafından konulan ve insanları ona<br />

ulaştıran yol olduğuna dikkatler çekilmektedir. Bu dönemde inen en önemli<br />

ayetlerden birinde “dînen kayyimen” (dosdoğru din) ifadesi ile “millete İbrahim”<br />

(İbrahim’in dini) ifadeleri, aynı ayette birbiri ardınca ifade edilmektedir. (En’âm,<br />

6/161).<br />

Medine döneminde ise tevhide inanan fertlerden, “ümmet” olarak<br />

nitelendirilen ve kendisini Allah’a teslim edenler cemaatine/şuurlu birlikteliğine<br />

geçildiğinden dolayı millet kavramıyla “ümmet” kastedilmekte ve “Millet-i İbrahim”<br />

ile “Müslimîn” kelimeleri bir arada geçmektedir. (Hacc, 22/78) Ayrıca, “Dinü’l-hakk”<br />

ifadesiyle de tahrif edilmiş olan batıl dinlere karşı bu “yeni dinin sağlam esasları”<br />

belirtilmiş ve onun bütün dinlere üstün kılınacağı müjdelenmiştir (Tevbe, 9/29, 33;<br />

Fetih, 48/28; Saff, 61/9).<br />

Yine Medine döneminde<br />

“Allah katında din şüphesiz İslam’dır” (Âl-i İmran, 3/19; Bakara, 2/193);<br />

“Kim İslam’dan başka bir dine yönelirse, onun dini kabul edilmeyecektir, o<br />

ahirette de kaybedenlerdendir” (Âl-i İmran, 3/85)<br />

me<strong>al</strong>indeki ayetlerle İslam’ın diğer dinlere karşı üstünlüğü vurgulanmaya<br />

ç<strong>al</strong>ışılmıştır.<br />

Özetle söylemek gerekirse, Mekke döneminde din kavramı: tarihin akışına<br />

ve tabiatın gidişine yön veren, zamana ve âleme hükmeden, dini ortaya koyan,<br />

hesap gününü elinde tutan bir “Allah’ın otoritesi” anlamını ifade eden muhteva<br />

kazanmıştır. Medine döneminde ise bu muhteva daha da genişletilerek kişinin<br />

Allah’a bağlı bir hayat sürdürmesi, Müslüman topluluğa karşı görevlerini yerine<br />

getirmesi; Allah’ın mutlak tasarruf ve hâkimiyete sahip olması (Bakara, 2/193;<br />

Enfâl, 8/39) gibi anlam zenginliğine kavuşmuştur.<br />

Şurası da asla unutulmam<strong>al</strong>ıdır ki, Kur’an-ı Kerim’de din kelimesi sadece<br />

“Müslümanların inançlarını” değil, aynı zamanda “başk<strong>al</strong>arının inançlarını” da<br />

ifade etmek üzere kullanılmıştır. Fakat “özel anlamda” din kelimesiyle “İslam”<br />

kastedilmiş (Âl-i İmran, 3/99), bütün peygamberlerin getirdiği dinin İslam olduğu<br />

ifade edilmek suretiyle “İslam” ile “din” adeta özdeşleştirilmeye ç<strong>al</strong>ışılmış ve “eş<br />

anlamlı iki kelime” gibi sunulmuştur (Âl-i İmran, 3/85; Nisa, 4/125; Mâide, 5/3;<br />

Şûrâ, 42/13).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3


Bütün dinlerde şu temel<br />

unsurlar vardır:<br />

Zihinsel unsur<br />

Duygus<strong>al</strong> unsur<br />

Taabbudî unsuru<br />

Sosy<strong>al</strong> unsur<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

Son olarak ifade etmek gerekir ki, Kur’an’da din kelimesi hem “Uluhiyet”<br />

hem “ubudiyet” anlamlarını ifade etmektedir. Buna göre din kelimesi “Hâlık” ve<br />

“Mabûd” olan Allah ile ilintili olarak “hâkim olma, itaat <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ma, hesaba çekme,<br />

ceza-mükâfat verme” gibi anlamlara gelirken; “mahlûk” ve “âbid” olan kul ile ilintili<br />

olarak da “boyun eğme, aczini anlama, teslim olma, ibadet etme” gibi anlamlara<br />

gelmektedir.<br />

Dinin Mahiyeti<br />

Yukarıda, tanımı yapılabilen en zor kavramların başında dinin geldiğini ve<br />

din kavramını tanımlarken gerek geçmişte yaşamış gerekse günümüzde mevcut<br />

bütün inanç şekillerini kuşatan ve hepsinde müşterek esasları ifade eden bir tanım<br />

yapmanın zorluğunu ifade etmiştik. Bizler şimdi bu zorluğu aşmak ve “çok genel”<br />

bir din tanımı yapmak için önce Batılı ilim adamları tarafından ortaya konan din<br />

tariflerini incelemek istiyoruz.<br />

Batılı Bilim Adamlarına Göre Din<br />

Çağdaş Batılı bilim adamları tarafından yapılmış olan din tarifleri<br />

birbirlerinden farklılık arz etmekte olup bizim burada hepsini ele <strong>al</strong>arak teker teker<br />

incelemeye konumuz uygun düşmemektedir. Fakat şu kadarını söyleyelim ki bu<br />

tarifler büyük ölçüde, beş unsurun birini ya da birkaçını öne çıkararak yapılmış<br />

tariflerdir. Bu beş unsur ferdî tecrübeile zihnî, hissî, taabbudî ve içtimaî unsurlardan<br />

oluşmaktadır. Ferdî tecrübe dışında k<strong>al</strong>an ve hemen hemen bütün dinlerin özünde<br />

bulunan bu “dört unsuru” şu şekilde açıklamak mümkündür:<br />

Zihinsel (zihnî) unsur: İnsanda doğuştan gelen ve<br />

kendiliğinden gelişen “üstün güç” ve “kudret” sahibi bir şeyin<br />

varlığının zihnen kabulü. İşte bu kabullenmede “tanrı” kavramı<br />

veya çok genel ifadesiyle “kuts<strong>al</strong>” kavramı, bütün dinlerin özünde<br />

var olan en temel unsurdur.<br />

Duygus<strong>al</strong> (hissî) unsur: Zihnen varlığı kabul edilen bu güç<br />

ve kudrete karşı k<strong>al</strong>ben duyulan “bağlılık” duygusu. Bu unsur da<br />

bütün dinlerin özünde var olan en temel unsurlardan biridir.<br />

Kulluk şuuruyla ilgili davranış (taabbudî) unsuru: Zihnen<br />

varlığı kabul edilen, k<strong>al</strong>ben kendisine bağlanılan yüce kudrete karşı<br />

bazı davranışları yapma yükümlülüğü.<br />

Sosy<strong>al</strong> (içtimaî) unsur: Bu üç unsuru birlikte paylaşan<br />

insanların oluşturduğu sosy<strong>al</strong> grup.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4


Dinin gerçek sahibi Allah<br />

Te<strong>al</strong>a’dır<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

İşte bütün dinlerde bu dört temel unsura ve bunlarla birlikte yaşanılan<br />

“ferdî tecrübe” unsurunun varlığına şu veya bu şekilde mutlaka rastlanılmaktadır.<br />

Ayrıca bu unsurlar yanında, hemen hemen bütün dinlerde bulunabilen şu<br />

unsurlar da söz konusudur:<br />

Tabiatüstü/insanüstü varlıklara inanç: Örneğin tanrı,<br />

melekler, cinler gibi varlıkların mevcut olduklarına inanma.<br />

Kuts<strong>al</strong> ile kuts<strong>al</strong> olmayanı ayırma.<br />

Tabiatüstü/insanüstü varlık veya kuts<strong>al</strong>la ilgili korku,<br />

güven, sır, günahkârlık, tapınma gibi duyguların varlığı.<br />

Tabiatüstü/insanüstü varlık ile olan irtibat. Bu irtibat,<br />

vahiy, peygamber, dua, niyaz, ilham gibi yollarla gerçekleştirilmeye<br />

ç<strong>al</strong>ışılmaktadır.<br />

İbadet, ayin ve törenler.<br />

Kuts<strong>al</strong> kitap, ahlâkî kanunnameler gibi yazılı veya yazısız<br />

gelenekler.<br />

Âlem-insan, hayat-ölüm ötesi gibi ilişkilere ait görüşler ve<br />

belli bir hayat nizamına ait prensipler.<br />

Sosy<strong>al</strong> grup (cemaat) ve bu gruba ait olmak.<br />

İslam Bilginlerine Göre Din<br />

İslam bilginleri din kavramını tanımlarken Kur’an-ı Kerim ve hadis-i<br />

şeriflerde yer <strong>al</strong>an açıklam<strong>al</strong>arı esas <strong>al</strong>mışlar, din konusundaki tüm açıklam<strong>al</strong>arı bu<br />

iki şeyi göz önünde bulundurarak yapmışlardır. Bundan ötürüdür ki, İslam<br />

bilginlerinin din tarifleri “hak din” için düşünülmüş “dar kapsamlı” tariflerdir.<br />

İslam bilginlerinin yapmış oldukları din tanımları çoktur ve elbette ki<br />

bunların tümünü burada ele <strong>al</strong>manın imkânı yoktur. Bunları ayrı ayrı ele <strong>al</strong>ma<br />

yerine, söz konusu tanımlarda yer <strong>al</strong>an ortak nokt<strong>al</strong>arı sunmanın daha yararlı<br />

olacağı aşikârdır.<br />

İslam bilginlerinin yapmış oldukları din tanımlarının ortak nokt<strong>al</strong>arını<br />

maddeler hâlinde şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />

Tanımlam<strong>al</strong>arda dinin “ilahî kaynaklı” olduğu<br />

vurgulanmaktadır. Bu düşünce tarzına göre gerçek din “beşer<br />

kaynaklı” olamaz.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5


Bilimsel araştırma ve<br />

incelemeler<br />

insanoğlunun en eski<br />

inancının “Tek Tanrı”<br />

inancı olduğunu ortaya<br />

koymaktadır.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

Tanımlam<strong>al</strong>arda dinin “akıl” ve “irade” ile ilişkisi<br />

gösterilmeye ç<strong>al</strong>ışılmaktadır. Bu da dinin bir “akıl” ve “tercih”<br />

meselesi olduğu anlamını taşımaktadır.<br />

Din insanları “özü itibariyle hayır olan” şeye yönelten bir<br />

kanundur. Bu da dinin aynı zamanda bir “aksiyon <strong>al</strong>anı” olduğunu<br />

göstermektedir.<br />

Tüm bunlara göre İslam bilginlerinin yapmış olduğu tariflerde din, insanın<br />

kâinattaki varlıkları gözlemleyerek “duyular-üstü” ilahî gerçekleri kavramasından<br />

ibaret bir sistem şeklinde görülebileceği gibi, kişinin kendi çabasıyla ulaşamayıp,<br />

sadece “vahiy” kan<strong>al</strong>ıyla elde edebildiği gerçekler bütünü şeklinde de görülebilir.<br />

Buna göre hak dinin tanımı şu şekilde yapılabilir: Din akıl sahibi insanları<br />

kendi tercihleri, istek ve arzularıyla bizzat hayırlı olan şeylere götüren, onları<br />

dünyada ve ahirette iyiliğe ve mutluluğa ulaştıran ilahî bir kanundur.<br />

Bu duruma göre din, Allah Te<strong>al</strong>a tarafından konulmuş bir kanunlar<br />

dizgesidir. Akıl sahibi insanları kendi istekleriyle “mutlak hayır” olan işlere<br />

yönlendirir, onlara mutluluk yollarını gösterir ve mutluluğa erişmelerine kılavuzluk<br />

eder. Yaradılışlarındaki gaye ve hedefi, Allah’a ne biçimde ibadet yapılacağını<br />

öğretir. Bu ilahî kanunu Peygamberler, vahiy yoluyla Allah Te<strong>al</strong>a’dan <strong>al</strong>arak<br />

insanlara tebliğ etmişlerdir. Şu hâlde hak din, peygamberlerin ilahî vahye<br />

dayanarak yaptıkları bir “tebligat” olup onun gerçek sahibi ve kanunlarının<br />

koyucusu Allah Te<strong>al</strong>a’dır. Peygamberler bile din ve dinin kanunlarını (şeriat)<br />

koyamazlar. Onların tek görevleri, dinin hükümlerini insanlara ulaştırmaktır. Onlara<br />

bazı kaynaklarda “din ve şeriat koyucusu” denilmesi hakiki anlamda değil, mecâzî<br />

anlamda söylenmiş bir sözdür.<br />

Dinin Kaynağı<br />

Dinler Tarihî Ç<strong>al</strong>ışm<strong>al</strong>arına Göre Dinin Kaynağı<br />

“Tarih öncesi toplumların dinleri ve inançları” üzerine yapılan ç<strong>al</strong>ışm<strong>al</strong>ar<br />

Batı’da önce XVI. yüzyılda “ilkel kabilelerin hayat ve dinlerine ilgi duyma” süreciyle<br />

başlamıştır. Bu ilgi, XVIII. yüzyıldan itibaren, “dinin kaynağı” konusunda “kuts<strong>al</strong><br />

kitapların verdiği bilgi” dışında bazı kaynakların da tespit edilmesine dönüşmüş ve<br />

bu hususta yapılmış olan arkeolojik, antropolojik ç<strong>al</strong>ışm<strong>al</strong>arla elde edilen bulgular<br />

değerlendirilerek geçmişteki milletlerin, hatta tarih öncesi toplumların dinleri ve<br />

inançları üzerine bazı tezler ileri sürülmüştür.<br />

Bu ç<strong>al</strong>ışma ve tezlerde şu iddi<strong>al</strong>ar ve varsayımlar dile getirilmiştir. İlk<br />

dönemlerde insanlar ya tabiat olaylarının etkisi <strong>al</strong>tında k<strong>al</strong>arak onlara kuts<strong>al</strong>lık<br />

atfetmiş (natürizm) ya ruhlara, özellikle de ecdat ruhlarına tapınmış (animizm) ya<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6


“İlahî” özelliğe sahip<br />

olan bütün dinlerde<br />

“Allah’ın varlığı ve<br />

birliği” ile “nübüvvet” ve<br />

“ahiret” inancı değişmez<br />

üç temel ilke olarak yer<br />

<strong>al</strong>mıştır.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

da büyüye, bitki ve hayvanların kuts<strong>al</strong>lığına inanmış (totemizm)tır. Yine bu iddi<strong>al</strong>ara<br />

ve varsayımlar göre “kuts<strong>al</strong>” olan şeyi toplum ve sosy<strong>al</strong> yaptırım belirlemiş ve ilkel<br />

toplumlara ait olan bu inanışlar, ileri dönem dinlerinin temelini oluşturmuştur.<br />

XIX. yüzyılın ort<strong>al</strong>arından itibaren Batı’da gelişen ve giderek etkili olan<br />

“pozitivist” ve “matery<strong>al</strong>ist” propagand<strong>al</strong>arın sonucunda “evrim teorisi” ortaya<br />

çıkmış ve bu teori, “kuts<strong>al</strong> kitaplarla çatışan iddia ve varsayımlara” kaynaklık<br />

etmiştir. Bu teorilerin sahipleri, ilkel kavimlerde dinin en basit, en y<strong>al</strong>ın ve en sade<br />

şekline rastlanabileceği fikrinden yola çıkmış, zamanla bununla da yetinmeyerek,<br />

tıpkı insan biyolojisinde iddia etmiş oldukları gibi “dinin kaynağı” konusunda da<br />

evrimi esas <strong>al</strong>mışlar, dinin çok tanrıcılık şeklinde başladığını evrim neticesinde<br />

insanlığın değişip gelişerek tek tanrı inancına ulaştığını savunmuşlardır.<br />

Bu matery<strong>al</strong>ist ve pozitivist teorilerin yanında, yine aynı bilimsel yolları<br />

takip eden fakat tümüyle farklı neticelere varan başka teoriler de söz konusudur.<br />

Bu teorilerden birisi “ilkel monoteizm” dir. Bu teoriye göre insanoğlunun en eski<br />

inancı “tek tanrı” inancıdır. Bu teoriyi ileri sürenlerden birisi, animizm nazariyesini<br />

savunan ünlü dinler tarihçisi Taylor’un öğrencisi Andrew Lang’dır. Andrew Lang,<br />

Taylor’un bu teorisine karşı ciddi itirazda bulunmuş ve Güneydoğu Avustr<strong>al</strong>ya ilkel<br />

kabilelerinde animizme rastlanmadığını fakat insanların ahlâkî adaba uyup<br />

uymadıklarını denetleyen ve gökte bulunan “tek” ve “bir” yüce tanrı kavramına her<br />

yerde rastlandığını ortaya koymuştur. Buna benzer bir “ilkel monoteizm” de<br />

Wilhelm Schmidt tarafından savunulmuştur. Wilhelm Schmidt, bütün ilkel<br />

kabilelerde “tek” ve “bir” olan yüce varlık inancının izleri bulunduğunu<br />

savunmuştur.<br />

Bu teorilerin yanı sıra, ilmî çevrelerce savunulan çok önemli bir tez daha<br />

vardır. Bu tezde, bütün dinî gelişmelerin başlangıcında görülen “her şeye kadir” ve<br />

“bir” olan yüce varlık inancı, tarihi-kültürel değişmeler sonucunda “politeizm” ve<br />

“animizm” gibi inançlara dönüşmüş, geçirmiş olduğu dönüşüme rağmen söz<br />

konusu eski inancın “her şeye kadir olan yüce varlık inancının izleri ortadan<br />

k<strong>al</strong>kmamıştır” görüşü açıklanmaya ve dikkatlere sunulmaya ç<strong>al</strong>ışılmıştır.<br />

Görüldüğü üzere “dinin kaynağı” konusunda ortaya konulan en son ilmî<br />

sonuçlar, vahyin bildirdiği verileri desteklemekte ve dinin kaynağının tevhit inancı<br />

olduğunu teyit etmektedir.<br />

İslam İnancına Göre Dinin Kaynağı<br />

İslam inancına göre din, Allah tarafından “vahiy yoluyla” bildirilen bir<br />

kurumdur. İlk insan olarak yaratılan Hz. Âdem, aynı zamanda “ilk Peygamber”<br />

olarak Allah tarafından görevlendirilmiş olup kendisine tevhit dini bildirilmiştir. Hz.<br />

Âdem’den sonra gönderilen bütün dinlerde “Allah’ın varlığı ve birliği” ile<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7


Yegâne şâri’ (din<br />

koyucusu) Allah<br />

Te<strong>al</strong>a’dır.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

“nübüvvet” ve “ahiret” inancı değişmez üç temel ilke olarak yer <strong>al</strong>mıştır. Bundan<br />

dolayı Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin getirdiği<br />

dinlerin ortak adı “İslam” olmuştur.<br />

Şu da bir gerçektir ki insanlar, tarihin akışı içinde zaman zaman “hak<br />

din”den uzaklaşarak yanlış yollara, temelsiz inanç ve anlayışlara yönelmişlerdir.<br />

Allah’ın göndermiş olduğu “hak” dinde zaman zaman meydana gelen “bozulma” ve<br />

“farklılaşma” sebebiyle Allah, yeni peygamberler göndermek suretiyle insanları ya<br />

“eski dinlerini aslî şekilde öğrenip uygulamaya” çağırmış ya da “yeni din ve şeriat”<br />

göndermiştir.<br />

Bu nedenle İslam bilginleri Kur’an’ın bu konudaki açıklam<strong>al</strong>arına dayanarak<br />

insanda bulunan “hak dini benimseme eğilimi” nin “fıtrî/yaratılıştan” olduğunu<br />

ifade etmişler ve ayette (Rum, 30/30) geçen “fıtratullah” deyiminin “Allah’ın dinî”<br />

olduğunu kabul etmişlerdir.<br />

Sonuç olarak diyebiliriz ki, ayet ve hadislerde hak dinlerin ilahî kaynaklı<br />

oldukları ısrarlı bir şekilde vurgulandığından, İslam bilginlerinin din<br />

tanımlam<strong>al</strong>arında da bu kayıt daima yer <strong>al</strong>maktadır. Dinlerin kaynağı Allah<br />

olduğundan, herhangi bir hak dinin, peygamberi veya ortaya çıktığı kavimle<br />

ilişkilendirilerek adlandırılması doğru görülmemiştir.<br />

İnsanlar Din Koyucusu Olabilirler mi?<br />

İnsanlar din koyucusu olamazlar. Sıradan insanlar, bir tarafa peygamberler<br />

bile din koyucusu olamazlar. Peygamberlerin görevi, dinin hükümlerini insanlara<br />

ulaştırmaktır. Bundan dolayıdır ki peygamberler din koyucusu (şâri’) olarak değil,<br />

din tebliğcisi (mübelliğ) olarak isimlendirilmişlerdir. Bazı dinî kaynaklarda<br />

peygamberlere din koyucusu denilmesi, gerçek değil mecazî anlamdadır.<br />

İnsanların din koyucusu olamayacakları şu şekilde temellendirilebilir:<br />

İnsanlar, Allah Te<strong>al</strong>a tarafından gönderilen bir dine sahip<br />

olmadıkça, bilmeleri gerekli olan birçok gerçeklere ulaşamazlar.<br />

Özellikle Allah’ın rızasına uygun düşecek ibadet ve amellerin<br />

nelerden ibaret olduğunu bilemezler.<br />

Beşerin ortaya koyduğu her türlü bilgi, asla tam ve<br />

mükemmel değil, aksine pek çok eksikliklere sahiptir. Eksik ve<br />

kusurlu olan şeyler ise dinden beklenilen yüce fayd<strong>al</strong>arı ve kamu<br />

yararını sağlayamaz.<br />

İnsanlığı ilgilendiren şeylerin başında gelen din şayet<br />

insanlar tarafından ortaya konulacak olsa, konulan bu şey hiçbir<br />

zaman hata ve yanlıştan arınmış olamayacağı gibi, beşerin<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8


Dinin emirleri<br />

“akledilebilir” ve<br />

“beşerin fıtratı ile<br />

uyumlu” özelliktedir.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

tabiatında gizli olan zorb<strong>al</strong>ık, despotluk, baskı ve cebirden de<br />

arındırılmış olamaz. Böyle bir özellikteki din asla insanlığın<br />

genelinin refahına, hizmet edemez.<br />

İnsanların din koyucusu olm<strong>al</strong>arının kabul edilmesi<br />

durumunda, dünyadaki insanların sayısınca değişik dinin ortaya<br />

çıkma söz konusu olabilir. Bu kadar çok farklı din ise insanlığı bir<br />

“vahdet dairesi” içine çekecek özellikleri kendi bünyesinde<br />

toplayan ve bütün insanlığın mutluluğunu sağlayan bir yetkinliğe<br />

ve etkiye sahip olamaz.<br />

İnsanların ortaya koyacakları din hiçbir vakit insanlığın<br />

ruhunun derinliklerine nüfuz edemez. Dolayısıyla bireylerin böyle<br />

bir dine itaat etmeleri ve boyun eğmeleri bütün k<strong>al</strong>bi<br />

samimiyetleriyle gerçekleşemez.<br />

Akıl ve Vicdan, Dinin Yerini Tutabilir mi?<br />

Yukarıda dinin kaynağının “vahiy” ve “nübüvvet” olduğunu ifade etmiştik.<br />

Şayet vahiy ve nübüvvet olmasaydı, beşer selim aklı ile iyiyi kötüden ayırt edebilir,<br />

dine ve dinin “şeriat” kısmına kendiliğinden akıl erdirebilir miydi? sorusu üzerinde<br />

geçmişte pek çok tartışma olmuş ve bir kaç mezhep görüş bildirmiştir. Mutezile,<br />

vahiy ve nübüvvet olmasaydı “dinin esasları”nı aklın kesinlikle kendiliğinden<br />

bulabileceğini iddia ederken, Eşarîler, aklın, sadece İlahî hitapları anlamaya<br />

yarayan bir <strong>al</strong>et olduğunu, vahiy ve nübüvvet olmaksızın aklın, dinin esaslarını<br />

kendiliğinden bulamayacağını söylemişlerdir. Mâturîdîler ise aklın, Allah’ın varlığını<br />

ve kem<strong>al</strong> sıfatlarını düşünme ve delil arama yöntemiyle kavrayabileceğini, beşer<br />

aklının böyle bir yetiye sahip olduğunu, bundan dolayı sadece bu kadarla insanların<br />

mükellef olduklarını, bunun ötesinde dinin ve şeriatın hükümlerini anlamak için İlahî<br />

hitaba muhtaç olduğunu ifade etmişlerdir.<br />

Özetle dinin emirlerinin “akledilebilir” olduğu ve bunların beşerin fıtratında<br />

“öz olarak” mevcut olduğu hususunda bütün İslam mezhepleri görüş birliği<br />

içerisindedir. İhtilaf edilen tek nokta akıl ve fıtratın, “bağımsız bir kaynak” olup<br />

olmaması problemidir.<br />

Vicdana gelince, bazı filozoflar vicdanın dinin yerini <strong>al</strong>abileceğini<br />

söylemişlerse de bu, asla doğru değildir. Zira insanların yaratılıştan gelen “iyiyi<br />

kötüden, hayrı şerden ayırt etme yetenek ve yetisi” olsa da, “vicdan” denilen bu<br />

yeteneğin, eğitim-öğretim ile ve güzel terbiye ile gelişip ilerleyeceği, kötü<br />

<strong>al</strong>ışkanlıklarla veya sosy<strong>al</strong> yönden kötü çevrelerin olumsuz telkinleriyle körleşeceği<br />

ve hatta büsbütün yok olabileceği de şüphe götürmez bir gerçektir. Hem öyle olsa<br />

bile acaba bu yetenek herkeste aynı derecede mi ortaya çıkmaktadır? Bunun böyle<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9


İslam bilginlerine göre<br />

üç tür din vardır:<br />

Hak din<br />

Muharref dinler<br />

Batıl dinler<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

olmaması, “vicdanın dinin yerini <strong>al</strong>amayacağı” gerçeğine en büyük delil değil<br />

midir? Delil değilse, o zaman, ebeveynini boğazlayan, hatta evlatlarını diri diri<br />

mezara gömmüş olan insanların hâline ne diyeceğiz? Gerçekten de dünyada öyle<br />

caniler, öyle katiller ve öyle ölüm makineleri vardır ki, bunların doğuştan tertemiz<br />

olarak yaratılmış olan vicdanları, kendilerinde meydana gelen kötü <strong>al</strong>ışkanlıklar<br />

sonucunda büsbütün sönüp gitmiştir. Nitekim bu hususta Jean Jack Rousseau’nun<br />

şu sözleri ne kadar anlamlıdır: Vicdan, hata işlemez, yanılmaz bir “ilahî kılavuz” dur.<br />

Fakat insanda bu kılavuzun mevcut olması insan için yeterli değildir. Mutlaka<br />

bunun tanınması ve sürekli takip edilmesi gerekmektedir. Bu kılavuz kendi hâlini<br />

her k<strong>al</strong>be ifade ettiği hâlde onu işitenler neden bu kadar az bulunurlar. Bunu<br />

anlamak gerçekten çok zordur. Çünkü o bize, yaratılış diliyle söylemekte ama her<br />

şey bu dili bize unutturmaktadır.<br />

Şu hâlde “iyi vicdan” a sahip olabilmek için iyi bir “din terbiyesi” <strong>al</strong>mış,<br />

ahlâkî bakımdan yüksek seviyelere ulaşmış çevrelerde bulunmak gerekmektedir.<br />

Bu hususta ancak hakiki bir din terbiyesi <strong>al</strong>mış, bu terbiyeden az çok istifade etmiş<br />

olan insanların vicdanları, sahiplerini fen<strong>al</strong>ıklardan <strong>al</strong>ıkoyarak fazilet yoluna sevk<br />

edebilir. Aksine y<strong>al</strong>nız başına vicdan, insana ne yaratılış gayesini bildirebilir, ne<br />

gideceği yolu gösterebilir, ne de hayır ve şerri ayırt ettirebilir. Vicdan, sapıklığa<br />

düşmemek ve yolunu şaşırmamak için kendisine yol gösterecek bir rehbere<br />

muhtaçtır ki, o da ilahî vahiy ile oluşmuş bulunur.<br />

Dinlerin Sınıflandırılması<br />

İslam Bilginlerinin Sınıflandırması<br />

Bilindiği üzere günümüz dünyasında birçok din bulunmaktadır. Dinler<br />

tarihçileri bunları çeşitli şekillerde ele <strong>al</strong>mış ve farklı sınıflandırm<strong>al</strong>ar yapmışlardır.<br />

İslam bilginleri ise dinleri temelde üç kısma ayırarak incelemektedirler:<br />

Hak Din: Allah tarafından peygamber aracılığı ile insanlara<br />

bildirilen, hiçbir değişikliğe uğramadan ve bozulmadan günümüze<br />

kadar gelen dindir. Bu özellikleri taşıyan din, İslam dinidir.<br />

Tahrif Edilmiş (Muharref) Dinler: Allah tarafından<br />

peygamberleri aracılığı ile bildirildiği hâlde, sonradan insanlar<br />

tarafından değiştirilen ve aslı bozulan dinlerdir. Bunlara en iyi<br />

örnek Musevilik ve Hristiyanlık’tır.<br />

Batıl Dinler: Baştan itibaren insanlar tarafından uydurulan<br />

dinlerdir. Bunların, peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerle hiçbir ilgisi<br />

yoktur. Bunlara örnek olarak da totemizm, animizm, Brahmanizm<br />

gibi ilkel dinler verilebilir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10


Kuran’da hak din – batıl<br />

din ayrımı vardır.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

İslam bilginlerinin yapmış oldukları bu din sınıflandırması, Kur’an-ı Kerim’e<br />

dayanmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah Te<strong>al</strong>a İslam için “Allah katındaki<br />

din” (Âl-i İmran, 3/19), “dosdoğru din” (Rum, 30/30), “hak din” (Tevbe, 9/33; Fetih,<br />

48/28; Saff, 61/9) ifadelerini, “İslam dışındaki dinler” için ise sadece din ismini<br />

kullanmakta (Tevbe, 9/33; Fetih, 48/28; Saff, 61/9; Kâfirûn, 109/6), “muharref” ve<br />

“batıl” gibi nitelemelerde bulunmaktadır. (Mâide 5/41 ; Âl-i İmran 3/85).<br />

Bu temel sınıflandırma dışında tanınmış İslam bilginlerinden Şehristânî<br />

dinleri, ilahî dinler-batıl dinler şeklinde bir ayırıma tabi tuttuktan sonra şöyle bir<br />

sınıflamaya daha gitmektedir:<br />

Asıl anlamda din ehli olanlar: Müslümanlar, Ehl-i kitap denilen Yahudiler ve<br />

Hristiyanlar, kitabı bulunması şüpheli olan Mecusiler.<br />

Kendi beşerî düşünüş biçimlerine uyan kimseler: Filozoflar, Sâbiîler, Dehrîler,<br />

Putlara tapanlar, Brahmanlar.<br />

İslam inancına göre bütün peygamberler hak dini tebliğ etmiş, onun<br />

yaşanmasını teşvik etmiş, kendileri de örnek olmuşlardır. Hz. Musa’nın getirdiği<br />

dine Yahudilik, Hz. İsa’nın getirdiği dine de Hristiyanlık denilmesi herhangi bir<br />

temele dayanmamaktadır. Bu isimler onlara sonradan verilmiştir. Çünkü ne Hz.<br />

Musa ve ne de Hz. İsa bu isimleri kullanmıştır. Hem Hz. Musa ve hem de Hz. İsa,<br />

Allah’ın emirlerini tebliğ etmiş, “bir olan Allah” a iman ve kulluğa çağırmış, ilahî<br />

kitap olan Tevrat ve İncil’e göre yaşamaya davet etmişlerdir.<br />

Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin getirdikleri dinlerin hepsinin “hak din”<br />

olduğunu, Allah’a teslimiyete çağırdıklarını belirtmiş İslam ismini ise “son<br />

peygamberin tebliğ ettiği din” e vermiştir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de<br />

“Bugün size dininizi ikm<strong>al</strong> ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin<br />

için din olarak İslam’ı seçtim”(Mâide,5/3).<br />

şeklinde ifade edilmektedir.<br />

Diğer Sınıflandırm<strong>al</strong>ar<br />

Batıda dinler tarihçileri tarafından yapılan din sınıflandırm<strong>al</strong>arı genelde üç<br />

açıdan gerçekleştirilmektedir:<br />

Tanrı kavramı açısından: Tanrı kavramı esas <strong>al</strong>ınarak<br />

yapılan tasniflerde dinler:<br />

I. Tek tanrılı dinler (Bütün ilahî dinler),<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11


Dinler tarihçilerinin din<br />

tarifleri çok çeşitlidir.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

II. Dü<strong>al</strong>ist/iki tanrılı dinler (Mecusilik),<br />

III. Çok tanrılı dinler (Eski Yunan, Roma ve Mısır dinleri),<br />

IV. Tanrı konusunda açık ve net olmayan dinler (Budizm, Şintoizm<br />

dini) şeklinde gruplandırılmaktadır.<br />

Sosyoloji-Tarih açısından yapılan din sınıflaması: Bu<br />

sınıflandırmaya göre dinler:<br />

Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Budizm dini gibi kurucusu olan dinler, eski<br />

Yunan ve Eski Mısır dinleri gibi geleneksel dinler, Nuer, Dinka, Ga dinleri gibi İlkel<br />

kabile dinleri, genellikle bir kurucusundan söz edilmeyen, sadece bir millete ait<br />

olan milli dinler, Hristiyanlık ve İslam dini gibi cihanşümul dinler şeklinde<br />

gruplandırılmaktadır.<br />

Coğrafi kriteri esas <strong>al</strong>an tasnifte ise dinler:<br />

Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dini gibi Ortadoğu veya Sami grubu dinler,<br />

Hinduizm, Budizm, Jainizm dini gibi Hint grubu dinler, Konfüçyüsçülük, Taoizm,<br />

Şintoizm dini gibi Çin-Japon grubu dinler ve Afrika grubu dinler, şeklinde<br />

sır<strong>al</strong>anmaktadır.<br />

Dinler aynı zamanda tipleri (tipolojik), biçimleri (morfolojik) ve olguları<br />

(fenomonolojik) bakımlardan sınıflamaya tabi tutulmuştur. Bunları da şöyle<br />

sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />

1) Vahye dayanan ve dayanmayan dinler,<br />

2) Misyonerliğe yer veren ve vermeyen dinler,<br />

3) Ahiret inancı olan ve olmayan dinler,<br />

4) Kuts<strong>al</strong> kitabı olan ve olmayan dinler,<br />

5) Geçmişin ve günümüzün dinleri,<br />

6) Bir bölge ve kıtaya özgü olan veya olmayan dinler.<br />

İlahî Dinleri Diğerlerinden Ayıran Temel Özellikler<br />

İlahî dinleri batıl dinlerden ayıran başlıca özellikler şunlardır:<br />

İlahî dinler, bütün kâinatta “iradesi mutlak kanun olan” tek<br />

bir yaratıcı olduğuna ve ahirete ait sorumluluğa imanı öngörürler.<br />

İlahî dinler varlıklar âlemi kategorisi içinde melek denilen<br />

varlıkları kabul ederler.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12


Allah nezdinde gerçek<br />

din İslam’dır<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

İlahî dinler, varlığı “zorunlu/vacip” olan bir yaratıcıya<br />

inanmayı ve O’nun emirlerine samimi bir k<strong>al</strong>p ile saygı göstermeyi,<br />

O’na ibadet etmeyi emredip O’ndan başkasına ibadeti yasaklarlar.<br />

İlahî dinler, en yüksek bir ahlak ile seçkin hâle gelmiş olan<br />

bir şahsiyetin (Peygamberin) Allah’tan vahiy ve ilham yoluyla <strong>al</strong>dığı<br />

ve insanlara ulaştırdığı hüküm ve düsturlar bütünüdür.<br />

İlahî dinler, ilahî vahye dayanan mukaddes kitaplara<br />

dayanırlar.<br />

İlahî dinlerin genel ilkeleri sosy<strong>al</strong> bir toplumun oluşumunu<br />

ve bu toplumun en mükemmel bir sistem üzere devam edip<br />

gitmesini, aklî ve medeni gelişimini ve genelin menfaatini hedef<br />

edinir.<br />

İlahî dinlerde tebliğ aracı olan ve peygamber ismiyle<br />

şereflendirilmiş bulunan bu tarihi şahsiyetler, dinî, ahlakî ve sosy<strong>al</strong><br />

hayatta birer müceddid konumundadırlar. Öyleyse, her birisi birer<br />

olağanüstü ve mükemmel sosy<strong>al</strong> müesseseler oluşturmuş olan bu<br />

büyük insanları, ne sihirbaz ve kâhinlerle, ne de filozof ve cihangir<br />

hükümdarlarla bir tutmak mümkün değildir.<br />

Dinin İnsanlık İçin Önemi<br />

Son yıllarda yapılan gerek antropolojik ve gerekse dinler tarihî ç<strong>al</strong>ışm<strong>al</strong>arı<br />

göstermektedir ki, tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın dinsiz bir toplumun<br />

varlığı söz konusu değildir. Zira insana hitap eden ve insan için söz konusu olan din,<br />

insanla beraber var olmuş, insanlık tarihinin her döneminde, canlılığını korumuş,<br />

tarih boyunca varlığını sürdürmüş ve “insan hayatının ayrılmaz bir vasfı” olma<br />

karakterini sürdüre gelmiştir. Öyleyse din, tarihin bütün devirlerinde ve bütün<br />

toplumlarında daima mevcut olan “evrensel” ve “köklü” bir olgudur.<br />

Din “insanlığın vazgeçilmez bir gerçeği” olması sebebiyle geçmiş devirlerde<br />

olduğu gibi günümüzde de varlığını devam ettirmekte, gelecekte de devam<br />

ettirecektir. Bunun temel sebepleri şu şekilde sır<strong>al</strong>anabilir:<br />

Dinî duygunun, fıtrî ve insanın da “dinî bir varlık” olması:<br />

İnsandaki “dinî” duygu, “fıtrî” (yaratılıştan gelen) bir özelliktir. Bu<br />

duygu, “insanın kendi öz varlığı hakkındaki şuuru” ile birlikte<br />

ortaya çıkar ve bu şuur ile birlikte gelişir. Çünkü din duygusu<br />

insanın doğuştan beraberinde getirdiği bir yetidir. İnsan, her<br />

zaman ve her yerde yüce, kudretli ve ulu bir varlığı kabul etme,<br />

ona yönelme, ona sığınma, ona güvenme ona bağlanma ve ondan<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13


Dinsiz bir toplum<br />

düşünülemez.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

yardım dileme ihtiyacını hissetmiştir. Tüm bu duygular, din ile<br />

karşılanmaktadır.<br />

Dinin “fıtrî” olma özelliğini Kur’an şöyle açıklamaktadır:<br />

“Sen yüzünü bir hanif olarak dine, Allah’ın, insanları<br />

üzerine yaratmış olduğu fıtratına çevir. Allah’ın yaratması<br />

değiştirilemez” (Rum, 30/30).<br />

Yapısı itibariyle insanın dine muhtaç olması: İnsan, ruh ile<br />

bedenden mürekkep bir varlıktır. Bedenin ihtiyaçları olduğu gibi,<br />

ruhun da kendi özelliğine uygun birçok ihtiyaçları vardır. Ruhun<br />

ayrıca kendine özgü bir özelliği daha bulunmaktadır: Yüce âlemden<br />

gelmesi, diğer bir ifadeyle maddi değil manevi özellikte olması.<br />

Ruh, maddi olan bu beden kafesinde misafirdir. Bedensel<br />

ihtiyaçların karşılanması nasıl hayatın bir gereği ise, maddesel<br />

olmayan ruhi ihtiyaçlarının karşılanması da öyle gereklidir. Onun<br />

bu ihtiyaçlarını karşılayan en köklü müessese ise dindir. Ruhun<br />

ihtiyaçları ―daha önce de ifade edildiği gibi― doğuştan getirmiş<br />

olduğu yüce bir kudretin mevcudiyetini kabul etme, ona yönelme,<br />

dua ve niyaz ile ona sığınma, ona güvenme ve bağlanma<br />

duygularıdır. Bu duygular insanda öylesine köklüdür ki, tarih<br />

boyunca bütün insanlar, şu veya bu şekilde bir insana, herhangi bir<br />

nesne veya varlığa, bu duyguların “doğ<strong>al</strong> dürtüleri” ile kuts<strong>al</strong>lık ve<br />

yücelik nispet ederek bağlanmışlardır. Çünkü her şeyi var eden bir<br />

yüce kudretin mevcudiyetini kabul edip ona bağlanma insanın<br />

ruhs<strong>al</strong> ve manevi yapısını kuvvetlendirir. Dua, niyaz ve üstün<br />

kudrete sığınma ise insanı yüceltir.<br />

Kendisine sığınılacak en mükemmel varlık şüphesiz kâinatın yaratıcısı olan<br />

Allah’tır. Çeşitli dinlerde farklı isimlerle anılan, çeşitli şekillerde tasvir edilen yüce<br />

kudret veya kuts<strong>al</strong> varlıkların özünde bu inanç yatmaktadır.<br />

Dinin, bireyleri kuts<strong>al</strong> duygu ve <strong>al</strong>ışkanlıklarda birleştiren,<br />

toplumları yücelten ve geliştiren bir kurum olması. Gerçekten de<br />

din, insanlara yön verip onları iyi ve fayd<strong>al</strong>ı şeyler yapmaya<br />

yönlendiren bir hayat sistemidir. Din aynı zamanda ahlâkî bir<br />

müessese olarak da insanlara yön veren, en mükemmel<br />

kanunlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan,<br />

kucaklayan ve yönlendiren bir disiplindir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14


Din, manevi gelişme<br />

sağlar.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

Dinin, insanın psikolojik yapı ve yaşayışında en son ve en güzel bir<br />

sığınak olması. Bilindiği üzere her insan yaşayışı boyunca<br />

y<strong>al</strong>nızlıklar ve çaresizlikler yaşar, korkularla, üzüntü, sarsıntı ve<br />

hast<strong>al</strong>ıklarla, musibet ve felaketlerle yüz yüze gelir. İşte bu<br />

durumlar karşısında ona ümit, teselli ve güven sağlayan en son<br />

sığınak dinidir. Bunun içindir ki, hakiki anlamda bir “dinî yaşayış”,<br />

insanı ruhi bun<strong>al</strong>ımlardan korur, kendisine ve çevresine karşı daha<br />

duyarlı ve dengeli hâle getirir.<br />

Dindeki ahiret inancının insan hayatında etkili olması din,<br />

bireylerin dünya hayatındaki davranışlarında etkili olduğu gibi<br />

insandaki ebediyet duygusuna da çok etkin bir şekilde cevap<br />

vermektedir.<br />

İnsanlığın manevi ve zihnî gelişmesinde dinin önemli payı vardır.<br />

İSLAM DİNİ VE DİĞER DİNLER<br />

Diğer Dinler<br />

Hz. Muhammed, Allah Te<strong>al</strong>a’dan <strong>al</strong>mış olduğu yeni vahyi insanlara tebliğ<br />

etmeye başladığında yeryüzünde birçok inanç ve din türü mevcuttu. Bu inanç<br />

türleri içinde en belirgin ve en bilinir olanları: 1) Dehriyye, 2) Putperestlik / fetişizm,<br />

3) Politeizm / paganizm, 4) Yıldızlara tapınma (Sâbiîlik) idi.<br />

Din olarak ise Mecusilik, Brahmanlık, Budizm, Sâbiîlik, Yahudilik ve<br />

Hristiyanlık mevcuttu. Bunlar, bir dereceye kadar “vahiy izlerini taşıyan dinler” idi<br />

ve bu özellikte olm<strong>al</strong>arı sebebiyle de o günün Mekkelileri tarafından “kolaylıkla<br />

kabul edilebilir din” özelliği taşımaktaydı.<br />

Şimdi bunları, bilgi olması bakımından kısaca ele <strong>al</strong>ıp inceleyelim:<br />

MECUSİLİK: Zerdüşt’ün getirdiği dinin bozulmuş şekline<br />

verilen addır. “Zerdüşt” denilen kişi “tek Allah” (Ahura Mazda)<br />

inancını tebliğ etmiş, O’nun seçtiği kimselere ilahî vahyin<br />

geleceğine, meleklere ve ölüm sonrası hayata imanı emretmişti.<br />

“Zend-Avesta” isimli Kuts<strong>al</strong> kitaplarında (Yaşt, 13, XXVIII, 129)<br />

putları kıracak olan “Soeşyant” adlı birinin geleceği<br />

bildirilmektedir. Ancak “Zerdüşt’ün tebliğ ettiği tek Allah”, nasıl<br />

olmuşsa daha sonra biri “iyilik” öteki “kötülük” tanrısı olmak üzere<br />

iki tanrı inancına dönüşmüş, tanrının kudret ve kuvvetini temsil<br />

ettiğine inanılan “ateş” yüceltilerek “ateş kültü/Mecusilik”<br />

oluşturulmuştur.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15


Çok tanrılı dinler<br />

insanın maddi ve<br />

manevi ihtiyaçlarını<br />

karşılamada yetersizdir.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

BRAHMANİZM: Çok tanrılı bir dindir. Aslında Brahmanlar tek<br />

tanrıya inanmakla birlikte O’nun yaratıkları veya O’nun sıfatları<br />

şeklinde de olsa tanrının birtakım iz ve belirtilerine tapm<strong>al</strong>arı<br />

nedeniyle “çok tanrılı” imiş gibi gözükmektedirler. Hintliler, tarihin<br />

her devresinde tanrının kendisini çeşitli şahsiyetlere büründürerek<br />

insanlara gösterdiğine inanırlar. Bu inanç zamanla onları hulul (ava<br />

tara = enkarnasyon) inancına sürüklemiş, hatta bununla da<br />

k<strong>al</strong>mayarak “tanrı’nın bedenleşmesi” ve “maddi şekillerle tasviri”<br />

inancını, bunun sonuncunda da “binlerce ilahın var olduğu”<br />

kanaatini ortaya çıkarmıştır. Ayrıca kap<strong>al</strong>ı bir din hüviyeti ortaya<br />

koyan Brahmanizm’deki “kast sistemi”, “eşitlik” ve “kardeşlik”<br />

ilkeleriyle de çelişmektedir. Bu dine mensup olan kişiler, sürekli<br />

“tenasüh hâli” içinde olduklarına inanmaktadırlar.<br />

BUDİZM: Kurucusu olan Buda’nın, Brahmanizm’deki puta tapma<br />

inancını reddedip ona karşı çıkmasıyla ortaya çıkmış olan bir dindir.<br />

Budizm, bir bakıma Brahmanizm’deki putların kırılması yolunda bir<br />

reform niteliği taşımış olmasına rağmen yine de ana din olan<br />

Brahmanizm’den birçok izler taşımaktadır. Çünkü putlara karşı<br />

olan Buda’nın getirdiği bu yeni din kendisinden sonra “Buda<br />

heykellerine tapınma” şeklinde “putperest” bir karaktere<br />

bürünmüş ve Brahmanizm’e benzer bir yapı arz etmeye<br />

başlamıştır.<br />

Buda’ya göre, “hayatın tabii olayları” bir “ıstırap” tır. Bundan kurtuluş ise<br />

bütün nefsi arzu ve ihtiraslardan uzaklaştırmaya bağlıdır. Bu görüş, zamanla<br />

Budizm’e inanan kişileri, aşırı riyazet, nefse eza etme ve hatta dünya hayatını<br />

tamamen terk etme gibi “aşırılıklara” sevk etmiştir. Yapısındaki köklü değişiklik ve<br />

bozulm<strong>al</strong>ara rağmen Budizm’de de “ileride gelecek bir kurtarıcı” (Maitreya veya<br />

Metteya) müjdesi ve beklentisi vardır.<br />

SÂBİÎLİK: Sâbiîler’in oldukça eskiye dayanan tarihleri<br />

olmakla birlikte bu dinin nasıl doğduğu, kim tarafından kurulduğu ,<br />

onu kimlerin yaydığı açık ve net olarak bilinmemektedir. Bilinen şu<br />

ki, İslam’ın geldiği dönemde mevcut olan inançlardan birisidir.<br />

Sâbiîler hicri I. yüzyılda Müslümanların hâkimiyeti <strong>al</strong>tına<br />

girdiklerinden dolayı onlara zimmîlik statüsü tanınmıştır. Sâbiîlik’te<br />

bir “yüce varlık” inancı mevcut olmakla birlikte bu inançla beraber<br />

bir de “ışık âlemi” ile “karanlık âlem” arasındaki mücadeleye<br />

dayanan “dü<strong>al</strong>izm/senevîlik” söz konusudur. Sâbiîlik’te<br />

“Peygamberlik” inancının mevcudiyeti tartışm<strong>al</strong>ıdır. Fakat Hz.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16


İslam, evrensel bir<br />

dildir.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

Yahya’ya büyük önem verirler ve “kendi peygamberleri” olarak<br />

kabul ederler. Diğer taraftan Sâbiîler Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa<br />

ve Hz. Muhammed’i “kötülük peygamberi”, “y<strong>al</strong>ancı peygamber”<br />

olarak nitelerler. Sâbiîlik, zamanla çeşitli inançların karıştığı ve<br />

inananlarının az<strong>al</strong>dığı bir din hüviyetini <strong>al</strong>mıştır.<br />

İslam’ın geldiği asırda mevcut olan inançların en önemlilerinden olarak<br />

ifade edilen Hristiyanlık ve Yahudiliğe gelince, bunları İslam dini ile karşılaştırm<strong>al</strong>ı<br />

olarak ele <strong>al</strong>mayı düşünmekteyiz.<br />

İslam Dini<br />

İslam’ın Evrensel Özellikleri<br />

İslam dini, Yüce Allah tarafından gönderilen son ve mükemmel dindir. Irkı,<br />

kavmi veya coğrafyayı hedef <strong>al</strong>mamıştır. Siyah, beyaz, sarı hangi renkten ve ırktan<br />

olursa olsun bütün insanlara gönderilmiş bir dindir. İslam dinini diğer dinlerden<br />

ayıran özelliklerden bazılarını şu şekilde ifade edebiliriz:<br />

Her yerde ve her zaman, her sınıf ve her tabakadan bütün<br />

insanlara şamil, en makul ve insan fıtratına en uygun bir şekilde<br />

“inanç ve ibadet prensipleri” içeren, fert ve toplumlar arasındaki<br />

hukukî ve ahlâkî ilişkileri düzenleyecek biçimde “yaşam gerekleri”<br />

sunan, insanlığın maddi ve manevi <strong>al</strong>anda mutluluk ve esenliğini<br />

sağlama sorumluluğunu üstlenen İlahî bir dindir.<br />

Hedef ve gayesi, sadece insan olan ve insanı y<strong>al</strong>nızca bu dünyada<br />

değil, hem bu dünya ve hem de öteki dünyada bütün nimetlere, en<br />

şerefli ve en yüksek mertebelere yükselten, özetle; insanı<br />

yaratılışına ve fıtratına en uygun bir şekilde yaşatan tek dindir.<br />

Allah Te<strong>al</strong>a bu gerçeği bizlere şöyle bildirmektedir:<br />

“O hâlde Resulüm, gerçek Müslüman olarak yüzünü doğrudan doğruya<br />

İslam’a; Allah’ın yaratılış biçimine/fıtratına (dinine) çevir ki, Allah Te<strong>al</strong>a bütün<br />

insanları o bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında değişiklik yoktur.”<br />

(Rum, 30/30).<br />

Allah katında kabule layık tek dindir. Allah Te<strong>al</strong>a, İslam dışı<br />

inançların kabul olunmayacağını Kur’an’ı Kerimde çok açık bir ifade<br />

ile şu şekilde açıklamıştır:<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17


Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

“Doğrusu, Allah katında kabul edilmiş olan tek din, İslam’dır.” (Al-i İmran, 3/l9),<br />

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (arayıp da bulmuş olduğu) o din<br />

kendisinden kabul olunmaz. Ahirette ise ebedî zarar çekenlerden biri olacaktır.”<br />

(Al-i İmran, 3/85).<br />

Bireysel Etkinlik<br />

• İslam'ın evrensel özelliklerinin başka neler olabileceğini<br />

düşündünüz mü?<br />

Yüceliğini, düşmanlarının bile kabul ettiği bir dindir. Bu konuda bilgi<br />

sahibi olmak amacıyla, bir zamanların Anglikan kilisesi tanınmış<br />

rahiplerinden olan İzak Taylor’un, 7 Ekim 1887’de yapmış olduğu bir<br />

konuşmayı sunmak yeterli olacaktır. İzak Taylor, bir ruhaniler<br />

topluluğu huzurunda yaptığı konuşmasında, şunları söylemektedir:<br />

İslamiyet, medeniyeti yaymada Hristiyanlıktan daha fazla hizmet<br />

etmiştir. Bu konuda İngiliz komutanları ve gezginleri tarafından,<br />

İslamiyet’in pratik sonuçları hakkında ifade edilen şeyleri dikkate<br />

<strong>al</strong>mak yeterlidir. Hz. Muhammed’in dinini her ne zaman bir Zenci<br />

kabilesi kabul etse derh<strong>al</strong> putperestlik, şeytanlara tapınma, Allah’a<br />

şirk koşma, insan eti yeme, insandan kurban kesme, çocukları<br />

öldürme sihirbazlık yapma gibi pek çok şeyi bırakmakta, çırılçıplak ve<br />

vahşi bir tarzda ort<strong>al</strong>ıkta dolaşan h<strong>al</strong>k hemen elbise giymeye<br />

başlamakta, kirlilik temizliğe dönüşmekte öze saygı ve ağırbaşlılık<br />

meydana gelmektedir. Ayrıca misafirperverlik, dinî görevler arasına<br />

girmekte, sarhoşluk veren tüm içecekler yok denecek kadar<br />

az<strong>al</strong>makta, kumar, kontrol <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ınmakta, edep dışı danslar,<br />

cinsler arası gayri meşru ilişkiler ortadan k<strong>al</strong>kmakta, kadınların her<br />

türlü haramlardan çekinmeleri fazilet sayılmaktadır. Fuhuş yerine<br />

namus, tembellik yerine, sanat hâkim olmakta, kan dav<strong>al</strong>arı son<br />

bulmakta, esir ve hayvanlara yapılan her türlü eza ve cefa<br />

yasaklanmakta, insanî duygular gelişmekte, şahsiyetli ilişkiler,<br />

dostluk ve kardeşlikler kurulmakta, çok evlilik ve esaret bir sisteme<br />

bağlanmakta, kötülüklerin tamamı yasaklanmaktadır. (Esat,<br />

Mahmud. (1311). Dîn-i İslam. İzmir. s.12)<br />

Gerçekten de İslamiyet, bilim sanat, ekonomi gibi konularda<br />

ilerlemesine par<strong>al</strong>el olarak âlemdeki kötülüklerin her türlüsünü<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18


İslam, akla ve fıtrata<br />

uygun bir dindir.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

önlemek için de önemli bir kuvvet olmuştur. Oysaki günümüzde<br />

Avrupa, madde planında ilerleyip teknik <strong>al</strong>anda geliştikçe, zulüm,<br />

haksızlık ve ahlak dışı hâllerin yayılmasına sahne olmuştur.<br />

İslamiyet, ortaya koyduğu yüksek medeniyet neticesinde<br />

okuma-yazma, ilim-sanat, giyim-kuşam, bedensel-ruhs<strong>al</strong> temizlik,<br />

ağırbaşlılık ve doğruluk gibi pek çok <strong>al</strong>anda dünyaya çok şeyler<br />

öğretmiş, şaşırtıcı bir şekilde medenî ve olgunlaştırıcı sonuçlar<br />

ortaya koymuştur.<br />

İslam’ın koyduğu ilkelerin insanın doğasına ve “tabii akla”<br />

uygun olduğunu daha önce ifade etmiştik. Bunun en güzel örneği, on<br />

sekizinci ve on dokuzuncu asır filozoflarının “din” hakkında ortaya<br />

koydukları ortak görüşlerdir. Ferit Vecdi’nin “Medeniyet ve İslam”<br />

isimli eserinde değinmiş olduğu bu görüşler iyice an<strong>al</strong>iz edildiğinde,<br />

kendileri Müslüman olmayan bu filozofların görüşlerinin, İslam’ın<br />

ortaya koyduğu temel esas ve prensiplerle nasıl birebir örtüştüğü<br />

çok net bir şekilde görülebilir. Vecdi, onların bu görüşlerini bizlere<br />

şöyle aktarmaktadır: Evrende, kem<strong>al</strong> (yetkin) sıfatlarla nitelenmiş,<br />

noksanlık ortaya koyan kusur ve eksiklerden uzak bir tanrı vardır. O<br />

tanrı kadir ve hâkimdir. Ne bize ne de yaptığımız iş ve ibadetlere<br />

ihtiyacı vardır. Eğer ders <strong>al</strong>ma niyetiyle bakılırsa, bütün evreni, kendi<br />

kem<strong>al</strong> sıfatlarına delâlet edecek tarzda ve müstesna bir sistem üzere<br />

yarattığı basit bir şekilde görülebilir. Allah’ın fiilleri anlamsız<br />

olmaktan ve çelişkiden çok uzaktır. İnsanların işleyecekleri<br />

iyiliklerden ve kötülüklerden doğacak sonuçlar, kendilerine aittir.<br />

Tanrı rahimdir; rahmet ve yardımı geniştir. Bundan dolayı tanrı,<br />

dünyanın iyi olmasını ve bu iyiliğin devamını ister. İnsanın yararına<br />

olan şeyleri sever ve sadece kendi menfaatleri için mükellef tutar.<br />

Şefkatli ve merhametli olan tanrının kullardan istediği ibadetler,<br />

yaşam kur<strong>al</strong>larına, tabiat kanunlarına ve insanın tabiatına uygun<br />

şeylerdir. Bunlar, hiçbir zaman insan doğasına ters düşmez. Zira<br />

ibadet, insanın yaratılışına ve doğasına esas teşkil eden temel<br />

kanunlara, duygulara ve doğuştan gelen eğilimlere uygun olm<strong>al</strong>ıdır.<br />

Öyleyse ibadet, insanın yararına olan şeylerdir. İbadetten esas gaye,<br />

nefisleri kötülüklerden arındırmaktır.(bkz. Akseki, Ahmet Hamdi.<br />

(1943). İslam. İstanbul. c. I, s. 390)<br />

Sonuç olarak, beşerî ve semavi dinlerin en gelişmişi olan ve Allah katında<br />

yegâne din unvanını taşıyan İslam, son peygamber Hz. Muhammed tarafından<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19


İslam’la Yahudi ve<br />

Hristiyanlık arasında<br />

yapıs<strong>al</strong> farklılıklar<br />

mevcuttur.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

evrensel bir din olarak bütün dünyaya duyurulan, maddi ve manevi saadeti<br />

garantileyen, ahlak ve medeniyetin dayanağı bir dindir.<br />

İslam’ı Diğer Semavi Dinlerden Ayıran Özellikler<br />

İlahî kaynağa dayanan Yahudiliği, Hristiyanlığı ve İslamiyet’i temel<br />

özellikleri bakımından incelediğimizde İslam’ın diğer iki semavi dinden farklı olduğu<br />

yönleri şu şekilde ifade etmek mümkündür:<br />

Allah İnancı: Musevilikteki Allah inancı, tıpkı İslam’daki gibi<br />

“tanrının birliği” üzerine bina edilmiş ve bu inanç üzerinde ısrarla<br />

durulmuştur. Bununla beraber tanrıya birtakım beşerî nitelikler<br />

nispet ettiklerine, O’nu beşerî organ ve duygular taşıyan bir insan<br />

gibi tasvir ettiklerine şahit olmaktayız. Hristiyanlar ise, tanrının<br />

birliğini farklı şekilde ele <strong>al</strong>ıp “teslisi” savunmuşlar, Hz. İsa’yı tanrı<br />

konumuna yükseltmişlerdir. Oysaki İslam, gerek Yahudilerin gerekse<br />

Hristiyanların Allah inancı hususunda sonradan düştükleri yanlışlık<br />

ve “aşırılıkları” düzeltmeye ç<strong>al</strong>ışmış, “insan biçimci tanrı” anlayışını<br />

reddederek hem Musevilikte olduğu gibi “tanrının beşerîleşmesini”<br />

hem de Hristiyanlıkta olduğu gibi “beşerin tanrılaştırılmasını”<br />

reddetmiştir. İslam bu noktada onlara, Hz. Musa ve Hz. İsa’nın<br />

gerçek mesajını hatırlatarak “Allah’ın bir ve benzersiz olduğunu”<br />

vurgulamaya ç<strong>al</strong>ışmıştır.<br />

Melek İnancı: İslamiyet, hem Musevilerin hem de<br />

Hristiyanların melek inancı konusunda düştükleri yanlışları<br />

düzelterek, “meleklerin Allah’ın oğulları veya kızları oldukları”<br />

iddi<strong>al</strong>arını ve beşerî şekillerdeki tasvirlerini reddetmiş ve Allah’ın<br />

yüceliği ile onların yaratılmışlığı arasındaki farkı vurgulamaya<br />

ç<strong>al</strong>ışmıştır.<br />

Kuts<strong>al</strong> Kitaplar: Gerek Yahudiler gerekse Hristiyanlar, Allah<br />

tarafından Hz. Musa ve Hz. İsa’ya verilmiş olan kuts<strong>al</strong> kitaplarını<br />

(Tevrat ve İncil’i) orijin<strong>al</strong> şekilleriyle koruyamamışlardır. Çünkü<br />

Tevrat da İncil de zaman içinde tahrif edilmiş, yeniden yazılma veya<br />

çeşitli ilave ve eksiltmelere maruz k<strong>al</strong>mışlardır. Kur’an-ı Kerim ise<br />

hem vahyedildiğinde yazıya geçirilmiş olması hem de ezberlenmek<br />

suretiyle muhafaza edilmesi yönüyle orijin<strong>al</strong> ve aslına uygun şekliyle<br />

günümüze kadar gelmiştir.<br />

Peygamberlik: Yukarıda hem Museviliğin hem de Hristiyanlığın<br />

sonradan tahrif edildiklerini ifade etmiştik. Bu tahrif neticesinde,<br />

önder şahsiyetler olan peygamberler hakkında her iki dinde de<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20


İslam, yaşanabilirliği en<br />

kolay dindir.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

çeşitli iddia ve iftir<strong>al</strong>ar ortaya çıkmış, hatta daha sonra gelecek<br />

peygamberler bile kabul edilmemiştir. Hâlbuki İslam’da bütün<br />

peygamberlere iman şart koşulmuş ve layık oldukları güzel sıfatlarla<br />

nitelenmişlerdir.<br />

Dünya-Ahiret Dengesi: Musevilik, ağırlıklı bir şekilde dünya<br />

hayatına, Hristiyanlık ise dünyadan uzaklaşıp manevi hayata daha<br />

çok ağırlık verirken İslam her ikisi arasındaki dengeyi kurmuş ve<br />

korumuştur. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifadesini<br />

bulmuştur:<br />

“Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu<br />

iste. Ama dünyadan da nasibini unutma...” (Kasas, 28/77).<br />

Mükellefiyetlerin Azlığı: İslam dini, diğer iki dine oranla madde-mana,<br />

dünya-ahiret dengeleri açısından en ölçülü ve kolayca yaşanabilir bir<br />

dindir. İslam, emir ve hükümlerinde “itid<strong>al</strong>i” öngörmesi açısından “rahat<br />

yaşanabilecek” bir dindir. Nitekim İslam, insanın yaratılışına en uygun ve<br />

yaşanabilir kur<strong>al</strong>ları sunmak suretiyle diğer ilahî dinlerde var olan bazı<br />

“ağır dinî yükümlülükleri” ortadan k<strong>al</strong>dırmıştır. Hatta bundan da önemlisi,<br />

“dini daha da ağırlaştıran ve yaşanmasını zorlaştıran din yorumcuları” na<br />

da önemli bir uyarıda bulunmuştur. Bu husus, son dinin peygamberi olan<br />

Hz. Muhammed’in şahsında bizlere Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:<br />

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî<br />

peygambere uyanlar (var ya) işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları<br />

kötülükten engeller, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.<br />

Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O peygambere inanıp ona saygı<br />

gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura (Kur’an’a)<br />

uyanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır” (Araf, 7/157).<br />

Bu ayette, hem Musa şeriatında mevcut olan kur<strong>al</strong> ve görevlere (örneğin<br />

temizlik kur<strong>al</strong>ları, yiyeceklerle ilgili esaslar, adetli kadınla ilgili yasaklar gibi) hem de<br />

İnciller’de ortaya konan aşırı riyazetçi (nefsin isteklerini kırıcı) eğilimlere işaret<br />

edilmektedir. Oysaki İslam, daha önceki şeriatlarda mevcut bazı ağır yükleri<br />

k<strong>al</strong>dırmış veya hafifletmiş, dini daha “kolay” ve “yaşanabilir” kılmıştır. Nitekim bu<br />

husus Kur’an’da:<br />

“İşte böylece siz insanlığa şahitler olmanız, Resulün de size şahit olması<br />

için sizi mutedil bir ümmet kıldık” (Bakara, 2/143).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21


Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

şeklinde dile getirilmiştir. Bu prensip Resulullah tarafından da “Kolay ve yüce<br />

Haniflik ile gönderildim” (Müsned, V, 266; Buhârî, “İman”, 29) biçiminde açıklanmış<br />

ve İslam’ın diğer şeriatlara göre daha “mutedil”, daha “kolay” ve daha<br />

“müsamah<strong>al</strong>ı” olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca hem Kur’an’da hem de sünnette dini<br />

mükellefiyetlerin az<strong>al</strong>tılarak “gerekli” ve “yeterli” seviyede tutulduğu, İslam’ın<br />

insanlara “ağır yükler” yüklemek için değil, “rahmet” ve “inayet” olarak<br />

gönderildiği sıklıkla tekrarlanmaktadır. Kur’an ve sünnetteki bu vurgu sebebiyle de<br />

İslam bilginleri dinin anlatım ve yorumunda daima “kolaylığı” ve “uygulanabilirliği”<br />

tercih etmişlerdir.<br />

Tartışma<br />

•“İlahî kaynaklı” diğer dinlerden olan Yahudilik ve Hristiyanlık ile<br />

İslamın farkını tartışınız.<br />

•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “tartışma<br />

forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22


Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

kelimesi sözlükte “örf, âdet, ceza, karşılık, mükâfat, itaat, üstünlük,<br />

egemenlik, zorlamak” gibi çok çeşitli anlamlara gelmektedir.<br />

•Batılı bilim adamlarının yaptıkları din tanımında şu “beş asli unsur”<br />

öne çıkmaktadır: Zihinsel (zihnî) unsur, duyus<strong>al</strong> (hissî) unsur,<br />

taabbudî (kulluk şuuruyla ilgili davranış) unsur, sosy<strong>al</strong> (içtimai) unsur<br />

ve ferdi tecrübe.<br />

•İslam bilginlerinin yaptıkları tariflerde ise şu ortak nokt<strong>al</strong>ar<br />

bulunmaktadır: Dinin “ilahi kaynaklı” olduğu, “akıl” ve “irade” ile<br />

ilişkisi olduğu, “tercih” konusu olduğu, insanları “özü itibariyle hayır<br />

olan” şeye yönelten bir kanun olduğu.<br />

•Dinin kaynağı konusunda da farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir<br />

kısım Batılı bilginler dinin kaynağı konusunda tabiat olaylarının etkisi<br />

ile onlara kuts<strong>al</strong>lık atfedilme (natürizm) veya ruhlara, özellikle de<br />

ecdat ruhlarına tapınılarak (animizm) yahut büyüye, bitki ve<br />

hayvanların kuts<strong>al</strong>lığına inanılarak (toteme dayanma) şeklinde<br />

teoriler ileri sürerken; bazı ilmi çevreler de Güneydoğu Avustr<strong>al</strong>ya<br />

ilkel kabilelerinde animizme rastlanmadığını, fakat insanların ahlaki<br />

adaba uyup uymadıklarını denetleyen ve gökte bulunan “tek” ve<br />

“bir” yüce tanrı kavramına her yerde rastlandığını ispat etmeye<br />

ç<strong>al</strong>ışmıştır. İslam inancına göre ise dinin kaynağı “vahiy” olup onu<br />

bildiren Allah’tır.<br />

•Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin<br />

getirdiği “hak dinlerin ortak adı” her zaman “İslam” olmuştur. Bunun<br />

içindir ki insanlar din koyucusu olamazlar. Çünkü insanlar, özellikle<br />

Allah’ın rızasına uygun düşecek ibadet ve amelin nelerden ibaret<br />

olduğunu bilemezler. Allah’ın rızasına ulaşılmadıkça da insanlık için<br />

hidayet ve mutluluğa ulaşma asla mümkün olamayacaktır.<br />

•Dinlerin sınıflandırılması problemi, dinler tarihinin, önemli<br />

konularından biridir. Çok çeşitli din sınıflaması yanında İslam’ın da<br />

kendine özgü din sınıflaması mevcuttur. İslam’a göre dinler en genel<br />

anlamda üçe ayrılmaktadır: 1) Hak dinler, 2) Tahrif edilmiş<br />

(muharref) dinler, 3) Batıl dinler.<br />

•İslam’a göre ilahi dinleri diğer dinlerden ayıran özellikler şunlardır:<br />

Tek ve Bir olan yaratıcı’ya, meleklerin varlığına, bir olan Allah’a<br />

ibadet edip itaat etmenin gerekliliğine, Peygamber’in Allah’tan vahiy<br />

ve ilham yoluyla <strong>al</strong>dıkları hükümlere/düsturlara ve mukaddes kitaba<br />

iman etmektir.<br />

Özet •Arapça kökenli bir kelime olan ve “d-y-n” kökünden gelen “din”<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23


Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

İlahî dinlerin Allah-ahiret ve peygamber görüşlerini<br />

araştırıp iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde bir yazı yazınız<br />

Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />

<strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24


Değerlendirme<br />

sorularını sistemde ilgili<br />

ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />

<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />

bölümünde etkileşimli<br />

olarak<br />

cevaplayabilirsiniz.<br />

Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

DEĞERLENDİRME SORULARI<br />

1. Kur’an’ı Kerim’de “din” kelimesinden “hesap-ceza-mükâfat günü”<br />

kastedildiği sure hangi dönemde inmiştir?<br />

a) Mekke döneminin ilk yarısında<br />

b) Medine döneminin son yarısında<br />

c) Mekke döneminin son yarısında<br />

d) Medine döneminin ilk yarısında<br />

e) Hicret esnasında.<br />

2. Allah’ın varlığının ve birliğinin bilinmesi <strong>al</strong>anında aklın yeri ve yeterliliği<br />

hususunda birtakım görüşler mevcuttur. Bu görüşlerden biri olan “Peygamber<br />

gönderilmemiş olsa da beşer aklı, Allah’ın varlığını ve Allah’a ait diğer kem<strong>al</strong><br />

sıfatları düşünme ve delil arama yöntemleriyle kendiliğinden kavrar ve bunu anlar.”<br />

şeklindeki görüş aşağıdakilerden hangisine aittir ?<br />

a) Eşariler<br />

b) Cebriye<br />

c) Maturidiler<br />

d) Selefiyye<br />

e) Kaderiye<br />

3. Aşağıdaki din sınıflam<strong>al</strong>arının hangisi “tanrı kavramı açısından yapılan din<br />

sınıflandırması” başlığı <strong>al</strong>tında değerlendirilmektedir?<br />

a) Dünya dinleri<br />

b) Tanrı konusunda açık ve net olmayan dinler<br />

c) Kurucusu olan dinler<br />

d) Milli dinler<br />

e) Geleneksel dinler<br />

4. Zihnen varlığı kabul edilen ve k<strong>al</strong>ben kendisine bağlanılan Yüce Kudret’e<br />

karşı yapılması gerekli olan yükümlülükleri ifade eden unsur aşağıdakilerden<br />

hangisidir ?<br />

a) Taabbudi unsur<br />

b) Ferdi tecrübe<br />

c) Duyus<strong>al</strong> unsur<br />

d) Sosy<strong>al</strong> unsur<br />

e) Zihinsel unsur<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25


Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

5. Aşağıdaki kavramların hangisinin tanımı yanlış verilmiştir?<br />

a) Tabiata kuts<strong>al</strong>lık atfedilmesi: Natür<strong>al</strong>izm<br />

b) Ecdat ruhlarına kuts<strong>al</strong>lık atfedilmesi: Animizm<br />

c) Büyü bitki ve hayvana kuts<strong>al</strong>lık atfedilmesi: Totemizm<br />

d) Çok tanrı edinilmesi: Monoteizm<br />

e) Puta tapınma: Paganizm.<br />

Cevap Anahtarı:<br />

1.a 2.c 3.b 4.a 5. d<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26


Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER<br />

KAYNAKLAR<br />

1. Akseki, Ahmet Hamdi. İslam Dini.(21. Baskı). Ankara.<br />

2. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber.<br />

Beyrut.<br />

3. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara: Gonca<br />

Yayınevi.<br />

4. Bilmen, Ömer Nasuhi. Muvazzah İlm-i Kelam. (1972). İstanbul.<br />

5. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî. Tah. Mustafa Dîb el-<br />

Buğa, Beyrut.<br />

6. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin<br />

Altın<strong>al</strong>an. İstanbul: Madve Yay.<br />

7. Esat, Mahmud. (1311). Dîn-i İslam. İzmir.<br />

8. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman.Kelam. (1988). Konya.<br />

9. Heyet. Diyanet İlmih<strong>al</strong>i. (1998). İstanbul.<br />

10. İsfehânî, Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed Râğıb. (1961). el-Müfredât fî<br />

Ğarîbi’l-Kur’ân. Tah. Muhammed Seyyid Keylânî. Mısır.<br />

11. İsferâyinî, Ebu’l-Muzaffer Şahfûr b. Tâhir. (1955). et-Tabsîr fi’d-Dîn. Nşr.<br />

Muhammed Zâhid el-Kevserî. Mısır.<br />

12. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta, Tah. Muhammed Fuad<br />

Abdulbaki. Mısır.<br />

13. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.). Kitâbu’t-<br />

Tevhîd. Tah. Fethullah Huleyf. Mısır.<br />

14. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh, Beyrut.<br />

15. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edilles I. Nşr.<br />

Hüseyin Atay. Ankara.<br />

16. Tahânevî, Muhammed A’la b. Ali. (1862). Keşşâf-u Istılâhâti’l-Fünûn. Tas. el-<br />

Mevlevî Muhammed Vecîh, el-Mevlevî Abdu’l-Hak, el-Mevlevî Ğulam Kadir.<br />

K<strong>al</strong>küta.<br />

17. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir. (1992). Allah’ın Varlığı. Ankara: DİB Yay.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27


Dinin Tanımı ve Mahiyeti<br />

18. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir-Yavuz, Şevki-Çelebi, İlyas. (2009). İslam’da İnanç Esasları,<br />

İstanbul.<br />

19. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul.<br />

20. Yüksel, Emrullah. Sistematik Kelam. (2005). İstanbul.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28


HEDEFLER<br />

İMANIN TANIMI VE MAHİYETİ<br />

İÇİNDEKİLER<br />

• İslam'ın sözlük ve terim man<strong>al</strong>arı<br />

• İslam'ın ortaya koyduğu hükümler<br />

• İmanın sözlük ve terim anlamı<br />

• İman ile ilgili diğer kavramlar<br />

• Taklidi ve tahkiki iman<br />

• İmanın geçerli olma şartları<br />

• İmanın bakımından insanların<br />

taksimi<br />

• Küfür ve şirk<br />

• İman ile küfür arasındaki sınır<br />

• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />

• İman ve İslam'ın sözlük ve terim anlamlarını<br />

kavrayacak<br />

• İman-bilgi, iman-amel, iman-İslam, iman-ikrar<br />

kavramları arasındaki ilişkiyi öğrenecek<br />

• Taklidi ve tahkiki imanın ne olduğunu anlayacak<br />

• Küfür ile şirk arasındaki farkı kavrayacak ve<br />

ar<strong>al</strong>arındaki bağlantıyı kolayca kurabilecek<br />

• İman ile küfür arasındaki sınırı tespit edecek, insanları<br />

gereksiz yere takfir etmenin önüne geçmiş<br />

olacaksınız.<br />

İSLAM İNANÇ<br />

ESASLARI<br />

<strong>ÜNİTE</strong><br />

2


İslam kelimesi “teslim<br />

olmak”, “boyun eğmek”<br />

demektir.<br />

İslam’ın ortaya koyduğu<br />

hükümler iman, amel ve<br />

ahlaktan oluşur.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

İSLAM<br />

İSLAM’IN SÖZLÜK ANLAMI<br />

İslam kelimesi sözlükte teslim olmak boyun eğmek (inkıyat), samimi olmak<br />

(ihlâs) anlamlarına gelmektedir.<br />

Terim olarak İslam ise Hz. Peygamber (s. a. v.)’in tebliğ ettiği şeylerin tümünü<br />

hem iç duygular hem de dış az<strong>al</strong>arla kabul ederek yaşamak, söz ve fiil ile<br />

onları güzel karşılayıp kabul ettiğini göstermek, Allah’a ve Peygamberine itaat edip<br />

boyun eğmektir.<br />

İslam kelimesi, ayrıca “şeriat” ve “millet” gibi “din” anlamına da<br />

gelmektedir.Ayrıca, İslam kelimesi, imanın belirtisi ve neticesi olan namaz, oruç,<br />

hac gibi s<strong>al</strong>ih amellere de isim olarak verilmektedir. İslam kelimesi bir de “k<strong>al</strong>ben<br />

tasdik” ile ilgisi olmayan “sadece dış az<strong>al</strong>arla kabul etme” işlemi için<br />

kullanılmaktadır. Y<strong>al</strong>nız bu son anlamın, sadece lügavî anlamla ilgisi olup Allah<br />

katında gerçek bir İslam değil, kabul edilmeyip reddedilen bir kullanımdır. Nitekim<br />

Allah Te<strong>al</strong>a bu konuyla ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:<br />

“Bedevîler {biz de iman ettik} dediler. Habibim onlara “hayır sizler iman etmediniz”<br />

de. Lakin onlar “iman etmiş gibi göründük” desinler.” (Hucurât, 49/15)<br />

İSLAM DİNİNİN GAYESİ<br />

İslam’ın ana gayesi, bireylerin başta aklı ve düşüncesi olmak üzere k<strong>al</strong>bini<br />

ve eylemlerini Allah’ın emirleri doğrultusunda iyileştirip düzeltmek suretiyle, hem<br />

bu dünyada hem de ahirette mutluluğa kavuşturmaktır. Toplum, bireylerden<br />

oluştuğuna göre, toplumun mutluluğu bireylerin mutluluğuna bağlıdır. İslam dini,<br />

bu hedefi ve bu ülküyü gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara<br />

“dinî ve şer’î hükümler” denmektedir. Bu hükümler temel anlamda üç kısımdır.<br />

İSLAM’IN ORTAYA KOYDUĞU HÜKÜMLER<br />

İslam, “itikat, amel ve ahlak üçlüsü” üzerine kurulu bir dindir. Diğer bir ifadeyle,<br />

İslam dininin içerdiği yüce hükümler üç <strong>al</strong>ana dönüktür:<br />

1. İtikâdî Hükümler, (Ahkâm-ı İ’tikâdiyye): İman ve itikat ile ilgili hükümler.<br />

2. Amelî Hükümler, (Ahkâm-ı Ameliyye): İbadet, muamelât (bireyler arası her<br />

türlü ilişkiler) ve ukûbât (ceza hukuku) ile ilgili hükümler.<br />

3. Ahlaki Hükümler, (Ahkâm-ı Ahlakiyye): Ahlakı daha da güzelleştirme (tehzîb-i<br />

ahlak), vicdanı terbiye etme (terbiye-i vicdan), davranışları daha da ince ve zarif<br />

kılma (mehâsin-i âdâb) ile ilgili hükümlerdir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2


İslam inancının üç ana<br />

kaynağı kitap, sünnet<br />

akıl ve duyulardan oluşur.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

İtikadî Hükümler<br />

Bilindiği üzere “itikat” kelimesi Arapça bir sözcük olup “a-k-d” kökünden<br />

türemiştir. Sözlükte bu fiilin en temel anlamı “bağ atmak, düğümlemek” tir. Şu<br />

hâlde “itikat”, İslam’ın temel ilkelerine inanma biçimi şeklinde tanımlanmaktadır.<br />

Akide kelimesi ise sözlükte, “gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam<br />

inanılan şey” demektir. Bu kelimenin din dilindeki anlamı ise, “bir şeye gönül<br />

bağlamak, gönül ve k<strong>al</strong>ben iyice bağlanmak, onun varlığına veyahut yokluğuna<br />

k<strong>al</strong>bi ile karar vermek” demektir. Diğer bir ifadeyle akide, “inanılması zorunlu olan<br />

ilke” ve “iman esası” ya da arpça deyimle, “mümenün bih/imana konu olan şeyler”<br />

şeklinde tanımlanabilir. Bunlar, İslam dininde inanılması farz olan hususlar olup,<br />

iman esaslarını ve dinin temel kur<strong>al</strong> ve hükümlerini meydana getirirler. Şu hâlde<br />

“akide”, insanın k<strong>al</strong>bindeki itikat meselelerine inanmaya denilmektedir. Akidenin<br />

çoğul biçimi “akaid” olarak kullanılmaktadır.<br />

Buna göre İslam dininin bu temel inanç kur<strong>al</strong>ları ve hükümleri ile ilgilenen<br />

ve bunları kendisine araştırma <strong>al</strong>anı edinen bir ilim d<strong>al</strong>ı vardır ki o ilim d<strong>al</strong>ına da<br />

“akaid ilmi” denilmektedir.<br />

İslam kaynaklarında “itikâdî hükümler” demek, “Allah Te<strong>al</strong>a Hazretleri vardır,<br />

birdir, ortağı, benzeri ve dengi yoktur. Hz. Muhammed O’nun kulu ve resulüdür.<br />

Allah tarafından <strong>al</strong>dığı ve insanlara tebliğ ettiği kesin hükümlerin ve haberlerin<br />

hepsi de doğrudur ” gibi varlığına k<strong>al</strong>ben karar verilen bütün dinî meseleler<br />

demektir. Bunların hepsine birden “itikat meseleleri” denmektedir.<br />

İslam İtikadının Kaynakları:<br />

İslam itikadının kaynakları üçtür.<br />

Kur’an-ı Kerim: İslam akaidinin ilk ve en önemli kaynağıdır. Kur’an, iman esaslarının<br />

belirlenmesinde akait ilmine temel kaynaklık etmektedir.<br />

Sahih Hadisler: İslam akaidinde, iman esaslarının belirlenmesinde Kur’an-ı Kerim’den<br />

sonra en önemli kaynak sahih hadislerdir. Çünkü İslam akaidini oluşturan<br />

temel esaslar, Kur’an’da ve hadislerde en küçük bir yoruma mahâl bırakmayacak<br />

şekilde açık, y<strong>al</strong>ın ve herkesin anlayabileceği sadelikte yer <strong>al</strong>mıştır. Kur’an’da Allah’a,<br />

peygamberlerine, kitaplara, meleklerine, ahirete, kaza ve kadere iman konusuna<br />

temas eden ve yer yer ayrıntılı bilgiler veren pek çok ayet bulunmaktadır.<br />

Hadis kitaplarında ise, iman, enbiya, tevhid, cennet, cehennem, kader, kıyamet gibi<br />

Kitap ve Bab başlıkları <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an hadislerde, “iman esasları” ile ilgili çok çeşitli<br />

açıklam<strong>al</strong>ar yer <strong>al</strong>maktadır.<br />

Duyu Organlarının Verileri ve Akıl: Her ne kadar Kur’an-ı Kerim ve sahih hadisler<br />

kadar olmasa da akait ilminin kaynakları arasında duyu organlarının ve aklın verileri<br />

de yer <strong>al</strong>makta ama Kur’an ve sahih sünnet kadar doğrudan doğruya dinî prensiplerin<br />

ve iman esaslarının belirlenmesinde kaynak sayılmamaktadır. Akıl ve duyu<br />

organlarının verileri, daha ziyade “ayet ve hadislerin belirlediği esaslar” ın açıklan-<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3


İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

ması, yorumu ve ispatlanması konusunda m<strong>al</strong>zeme oluşturma ve nakli destekleme<br />

özelliği taşımaktadır.<br />

Şu hâlde “iman esaslarının belirlenmesi” meselesinde tek kaynak vahiydir.<br />

Bunun içindir ki İslam akaidini oluşturan temel esaslar, “kesin delil” e dayanmaktadırlar.<br />

Delili kesin olduğundan dolayı da “apaçık” özelliği arz etmekte ve zamana,<br />

mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermemektedir.<br />

İslam akaidinin hükümleri aynı zamanda bir bütündür, bölünme kabul etmezler.<br />

Yani bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu değildir.<br />

İtikadi Hükümlerin Alanları:<br />

İtikadi hükümler, kendi arasında üç temel <strong>al</strong>ana ayrılmaktadır:<br />

Uluhiyet <strong>al</strong>anı: Bu <strong>al</strong>anda, Allah’ın “Zat”, “Sıfat” ve “Filleri” hakkında inanılması<br />

zorunlu (vacip), mümkün ve imkânsız (muhâl) görülen bütün meseleler, incelenmektedir.<br />

Nübüvvet <strong>al</strong>anı: Bu <strong>al</strong>anda da, peygamberlik (risâlet) ve bu konu ile ilgili bütün<br />

problemler incelenmektedir.<br />

Ahiret (semiyyât): Bu <strong>al</strong>anda ise berzah <strong>al</strong>emi denilen ve ahiret ile dünya arasında<br />

“ara bölge” olan kabir hâlleri ve bu konu üzerinde Ehl-i sünnet bilginlerinin görüş<br />

birliğine vardığı önemli konular ele <strong>al</strong>ınıp incelenmektedir.<br />

Demek ki, İslam itikadının üç temel hedefi bulunmaktadır. Birincisi: Allah<br />

Te<strong>al</strong>a’nın varlığı ve birliğine; ikincisi: Hz. Muhammed’in peygamberliği’ne, üçüncüsü:<br />

ahirete iman etmeyi gerçekleştirmek. İlk ikisi kıs<strong>al</strong>tılarak (icm<strong>al</strong>i olarak), “Kelime-i<br />

Şehâdet” veya “Kelime-i Tevhid” şeklinde formülleştirilmektedir. Allah ve Resulüne<br />

olan bu imanın yanın ahirete iman da eklenmek suretiyle bu kompozisyon<br />

bir derce daha detaylandırılmaya ç<strong>al</strong>ışılmıştır.<br />

Bu üç esasın biraz daha detaylandırılmasıyla “Amentü” yü oluşturan şu<br />

esaslar ortaya çıkmaktadır: 1) Allah’a, 2) Meleklerine, 3) Kitaplarına, 4) Peygamberlerine,<br />

5) Ahiret gününe: öldükten sonra dirilip mükâfat (cennete) veya ceza (cehennem)<br />

görmeye, 6) kaza ve kadere iman etmek.<br />

Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği haber ve hükümlerin bütününe iman etmek<br />

ve bunlara iman etmiş sayılabilmek için, mutlaka bu “icm<strong>al</strong>” veya “tafsil” çerçevesi<br />

içerinde hareket etmiş olmak lazımdır.<br />

“Hakiki ve tam bir mümin” olabilmek için önce “şeksiz/şüphesiz” Allah’a ve<br />

Resulü’ne iman etmeli, bununla beraber, Allah yolunda, “Hak” uğrunda hem m<strong>al</strong><br />

ve hem de beden ile gayret göstermeli ve bu uğurda bütün gücüyle ç<strong>al</strong>ışılm<strong>al</strong>ıdır.<br />

Pek tabiidir ki bu iki şıktan birincisi olan, şek ve şüpheden uzak bir şekilde Allah’a ve<br />

Resulü’ne iman, “yakînî” bir imandır. Yakinî iman, aklın meyvesi, hikmetin en son<br />

noktasıdır. İkincisi olan m<strong>al</strong> ve beden ile gayret gösterme (mücahade) ise, “nefse<br />

ait olan kötü istek ve arzuların (şehevî güçlerin) kontrol <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ınması”na yönelik<br />

olan “cömertlik” ten, gazap duygusunu, “akıl ve hikmet çerçevesinde kullanmak”tan<br />

ibarettir. Bu ise en büyük bir “yiğitlik” olmaktadır. Çünkü cömert olmayan<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4


Amelî hükümler<br />

“ibadât”, “muâmelât”<br />

ve “ukûbât” gibi kısımlara<br />

ayrılır.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

insan, m<strong>al</strong>ını Allah yolunda harcayamaz. Harcayamadığı için de “mücahade” yapamaz.<br />

O hâlde tüm bunları bir araya toplarsak diyebiliriz ki, “hakiki mümin” akıllı,<br />

hikmet sahibi iffetli, yiğit, cömert, vefakâr ve dengeli olan insandır. Bu sıfatlara<br />

sahip olan kişiler, bütün faziletleri kendilerinde toplamış kişiler olarak sayılabilirler.<br />

Nitekim Allah Te<strong>al</strong>a da bu gerçeği bizlere hatırlatmak için şöyle buyurmaktadır:<br />

“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah ve Resulüne iman ettiler de sonra<br />

bu imanlarında<br />

İslam’ın telkin<br />

bir daha<br />

ettiği<br />

şüpheye<br />

itikat esasları<br />

düşmediler.<br />

ayrıca,<br />

Bununla<br />

aklı, doğuştun<br />

beraber<br />

sahip<br />

hem m<strong>al</strong>larıyla,<br />

olduğu temizliğine<br />

hem nefisleriyle döndürüp Allah ıslah yolunda ettiği gibi, mücahade iradeyi ettiler. zayıflatacak İşte, mümin ve aklı iddiasında bozacak temelsiz doğru<br />

şeylere olanlar inanmaktan ancak ve y<strong>al</strong>nız <strong>al</strong>ıkoymak onlardır.” suretiyle (Hucurât, de iradeyi 49/15).<br />

ve aklı güçlendirmiştir.<br />

İtikadi hükümleri kendine konu edinen “Akaid ilmi” ne tarihte “Usûlü’d-<br />

Dîn”, “el-Fıkhu’l-Ekber”, “İlm-u Usuli’t-Tevhît” ve “Kelam” gibi isimler verilmiştir.<br />

Ameli Hükümler<br />

Amelî hüküm demek insanların işleri ile ilgili olan hükümler, emirler, nehiyler<br />

demektir. Ameli hükümler, ibadet ile ilgili asli ve birincil hükümler yanında idari,<br />

toplums<strong>al</strong> (içtimaî), medeni, yargıs<strong>al</strong> (kazai) ve siyasi hükümleri içermektedir. Ameli<br />

hükümlerin tümünde iki yön bulunmaktadır. 1) Allah’a bakan yön, 2) Allah’ın kullarına<br />

bakan yön. Ameli hükümler, Allah’a ibadet etme, başkasını ilah konumuna<br />

çıkarmama, namaz kılma, oruç tutma, başk<strong>al</strong>arının haklarına, canına, m<strong>al</strong>ına ve<br />

namusuna tecavüz etmeme gibi hususları içermektedir. Amelî hükümlerin toplamına<br />

“şeriat”, çoğuluna ise “şerayi’ “ denilmektedir.<br />

Öyleyse ameli hükümler; bir taraftan Allah’a ibadeti emrederken, diğer taraftan<br />

da birey ve toplum ile ilgili işlerde emniyet ve huzuru, doğruluk ve ad<strong>al</strong>eti,<br />

karşılıklı haklara ve görevlere dikkat etmeyi emretmiş ve böylece toplumun temel<br />

yapı taşı olan bireyin işlerini düzenlemeyi ve ıslah etmeyi hedeflemiştir. Şu hâlde,<br />

İslam’ın “sadece ibadet özelliği taşıyan” namaz ve oruç gibi emirlerinde dahi toplums<strong>al</strong><br />

bir gaye bulunmaktadır.<br />

Ameli hükümleri kendine konu edinen bilim d<strong>al</strong>ına, “Fıkıh ilmi” veya sadece<br />

“Fıkıh” denilmektedir.<br />

Ahlaki Hükümler<br />

Ahlaki hükümler, gerek k<strong>al</strong>p ve gerekse bütün duygulara ait olan kabiliyet<br />

ve becereler ile ilgili hükümlerin tümüne verilen isimdir. Bu hükümler, ahlakın güzelleşmesine,<br />

vicdanın terbiyesine yönelik hükümlerdir: Ahlaki hükümler, y<strong>al</strong>an<br />

söylememe, kimseye haset etmeme, komşuya iyi davranma; yakın çevre ve uzak<br />

çevredeki insanlarla hoş geçinme, herkese iyilik etme, tatlı sözlü, güler yüzlü olma<br />

gibi hususları emretmektedir. Özetle ahlaki tavsiyeler, bireyin k<strong>al</strong>bini kötü huylardan<br />

temizleyen ve en yüksek bir ahlak sahibi yapmaya ç<strong>al</strong>ışan kur<strong>al</strong>lar bütünüdür.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5


İmanın aslı ve özü<br />

“k<strong>al</strong>pte tasdikin gerçekleşmesi”<br />

dir.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

Kişi bu kur<strong>al</strong>lar sayesinde bir takım güzelliklerle nefsini olgunlaştırır ve kem<strong>al</strong>ine<br />

erdirir. Ahlaki hükümlere “vicdaniyyat” da denilmektedir.<br />

Ahlaki hükümleri kendine konu edinen bilim d<strong>al</strong>ı “Ahlak ilmi” dir.<br />

İMAN<br />

İMANIN SÖZLÜK ANLAMI<br />

İman sözlükte “mutlak tasdik” anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle<br />

iman inanılması gerekli olan bir şeye tereddütsüz ve kesin olarak içten ve yürekten<br />

inanmak, haber verilen bir şeyi, bir hükmü doğrulayıp onaylamak, hem haberin<br />

doğruluğunu kabul etmek hem de haber verenin doğru söylediğine inanmaktır.<br />

İMANIN TERİM ANLAMI<br />

İmanın, terim anlamı, yani din terminolojisindeki anlamı Allah’a ve Hz.<br />

Muhammed’in Allah tarafından haber verdiği kesin olarak belli olan şeylerin doğru<br />

olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların hak ve doğru olduğunu k<strong>al</strong>ben ve içtenlikle<br />

doğrulamaktır. Nitekim Hz. Muhammed, “imanın ne demek olduğunu” soran<br />

kişiye şöyle cevap vermiştir: “İman, Allah’tan başka bir ilah olmadığına, Muhammed’in<br />

Allah’ın kulu ve Rasülü olduğuna, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,<br />

ahiret gününe, kadere (hayır ve şer türünden olan her şeyin Allah’ın takdiri/ezelde<br />

belirlemesi ve yaratmasıyla olduğuna) inanmaktır.”<br />

İMAN İLE İLGİLİ DİĞER TEMEL KAVRAMLAR<br />

İman-Tasdik İlişkisi<br />

İmanın özü “k<strong>al</strong>pte tasdikin gerçekleşmesi” dir. Diğer bir ifadeyle “k<strong>al</strong>bin<br />

tasdiki” imanın değişmeyen “asli unsuru” dur. İmanın, “k<strong>al</strong>bin tasdiki” olduğunu<br />

gösteren pek çok ayet ve hadis vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:<br />

“Ey Peygamber, k<strong>al</strong>pleri iman etmediği hâlde, ağızlarıyla inandık diyenlerden<br />

ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin...” (Mâide, 5/41) ; “Allah<br />

kimi doğru yola iletmek isterse onun k<strong>al</strong>bini İslam’a açar...” (En’âm, 6/125).<br />

Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır:<br />

“Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra da<br />

bakın k<strong>al</strong>binde hard<strong>al</strong> tanesi kadar imanı olan birisini bulursanız onu cehennemden<br />

çıkarın diyecektir.” (Buhârî, “İman”, 15; Müslim, “İman”, 82).<br />

Yukarıdaki ayet ve hadislerden de anlaşıldığı üzere imanın esasını, “inanılacak<br />

şeyleri k<strong>al</strong>bin tasdik etmesi” oluşturmaktadır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6


İnanılan şeyin dil açıkça<br />

söylenmesini gerekli<br />

görmek, “ikrar iman için<br />

zorunludur” anlamına<br />

gelmez.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

İman - İkrar İlişkisi<br />

K<strong>al</strong>bin tasdikinden ibaret olan iman, İslami hükümlerin, “uygulanabilmesi”<br />

için şarttır. Dolayısıyla, evvelce Müslüman değil iken, Allah’ın birliğine ve Hazreti<br />

Muhammed’in hak peygamber olduğuna iman etmiş, bunları k<strong>al</strong>biyle tasdik eylemiş<br />

olan bir kişi, k<strong>al</strong>ben yaptığı tasdiki, dili ile de ikrar ve itiraf etmeyip imanını<br />

açıklamasa, yine de o kimse “Allah katında” mümin dir. Şu kadar var ki, o kişinin<br />

dini durumunun Müslümanlar tarafından da bilinmesi gerekmektedir. Eğer Müslüman<br />

toplum tarafından o kişinin durumu belli olmazsa, hakkında İslami hükümler<br />

icra olunamaz. Örneğin, bir Müslüman kadın ile nikâhlanamaz, öldüğünde İslam<br />

mezarlığına defnedilemez. Çünkü “Allah katında gerçekten mümin” olan bu adam,<br />

insanlar yanında kâfir olarak bilinmektedir.<br />

İmanın asli unsuru k<strong>al</strong>bin tasdiki olmakla birlikte k<strong>al</strong>pte neyin gizli olduğunu<br />

insanlar bilemediği için, k<strong>al</strong>pteki inancın dil ile söylenip açığa vurulması, o kişinin<br />

de dünyada bu söz ve ikrarına göre bir işleme tabi tutulması gerekmektedir. Bir<br />

kimsenin iman ettiği, ya kendisinin söylemesiyle veya cemaatle namaz kılmak gibi<br />

mümin olduğunu gösteren belli ibadetleri yapmasıyla anlaşılır. O zaman bu kimse<br />

mümin olarak tanınır, Müslüman muamelesi görür. Yani, Müslüman bir kadınla<br />

evlenebilir, kestiği hayvanın eti yenir, zekât veya öşür gibi dinî vergilerle yükümlü<br />

tutulur, ölünce de cenaze namazı kılınıp, Müslüman mezarlığına defnedilir. Eğer bir<br />

kimse inancını diliyle ikrar etmezse ona, Müslümana özgü bu tür hükümler uygulanmaz.<br />

Bu sebeple ikrar, yani k<strong>al</strong>pte bulunan inancın dil ile ifade edilmesi, imanın<br />

bir parçası değil, adeta onun dünyevî şartıdır.<br />

İmanda ikrarın çok önemli olduğunu Hz. Peygamber şu hadisleriyle dile getirmişlerdir:<br />

“K<strong>al</strong>binde buğday, arpa ve zerre ölçüsü iman olduğu hâlde Allah’tan başka<br />

ilah yoktur. Muhammed O’nun elçisidir diyen kimse cehennemden çıkar.”<br />

(Buhârî, “İman”, 33; Tirmîzî, “Cehennem”, 9; İbn Mâce, “Zuhd”, 37) ; “İnsanlar<br />

Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed O’nun elçisidir diyinceye kadar kendileriyle<br />

savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse can ve m<strong>al</strong> güvenliğine<br />

sahip olurlar. Ancak kamu hukuku gereği uygulanan cez<strong>al</strong>ar bundan müstesnadır.<br />

İç yüz-lerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.” (Buhârî, “Cihâd”, 102;<br />

Müslim, “İman”, 8; Ebu Dâvûd, “Cihâd”, 104).<br />

Dil ile ikrar bu derece önemli olduğundan dolayı İslam akaidine ait kaynaklarda<br />

genellikle, iman, k<strong>al</strong>p ile tasdik ve dil ile ikrardır şeklinde tanımlanmıştır.<br />

Y<strong>al</strong>nız burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. İmanı bu şekilde<br />

tanımlamak, k<strong>al</strong>bi ile inanmadığı hâlde inandım diyen kişinin mümin olmasını gerektirmez.<br />

Zira bir kimse, iman ettiğini diliyle söylese bile k<strong>al</strong>biyle tasdik etmedikçe<br />

mümin olamaz. Diğer bir ifadeyle, k<strong>al</strong>ben tasdik olmaksızın y<strong>al</strong>nızca dil ile ikrar<br />

etmenin Allah katında hiçbir değeri bulunmamaktadır. Nitekim bu konuda bir ayeti<br />

kerime’de Allah Te<strong>al</strong>a:<br />

“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde Allah’a ve ahiret gününe<br />

inandık derler.” (Bakara, 2/8)<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7


“İman” ile “bilgi” arasında<br />

yakın bir ilişki<br />

bulunmakla beraber,<br />

bilgi iman yerine geçmez.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

buyurmakta ve böyle bir imanı kabul etmediğini açıkça ifade etmektedir.<br />

Burada, dilsizlik ve ölüm tehdidi gibi durumların istisna olduğunu söylemek<br />

durumundayız; şöyleki, eğer bir şahıs, dilsizlik gibi bir engel sebebiyle k<strong>al</strong>ben tasdik<br />

edip inandığı esasları diliyle açıklayamıyorsa veya dili de olsa ölüm tehdidi gibi büyük<br />

bir risk <strong>al</strong>tında ise o kimse bu durumdan istisna sayılarak mümin kabul edilir.<br />

Hatta bu kişi, böyle bir risk <strong>al</strong>tında kâfir ve inançsız olduğunu söylese dahi yine de<br />

mümin kabul edilir. Bunun en belirgin örneği şu olaydır:<br />

Sahabelerden Ammar b. Yâsir, Kureyş müşriklerinin ağır baskılarına ve<br />

ölüm tehditlerine dayanamayarak k<strong>al</strong>ben inanmakla birlikte, diliyle Müslüman<br />

olmadığını, Hz. Muhammed’in dininden çıktığını söylemiş, bu olay hakkında ayet-i<br />

kerime inerek, Ammar’ın mümin bir kimse olduğu belirtilmiştir. “K<strong>al</strong>bi imanla dolu<br />

olduğu hâlde (inkâra) zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr<br />

ederse ve kim k<strong>al</strong>bini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır. Onlar için<br />

büyük bir azap vardır.” (Nahl, 16/106).<br />

Sonuç olarak diyebiliriz ki, gönülden inanmadığı hâlde, diliyle inandığını<br />

söyleyen kişi, “k<strong>al</strong>pteki inanç ve ikrarının yokluğu” bilinemediği için, dünyada<br />

Müslümanlar tarafından o kişiye Müslümanmış gibi işlem görülmesi<br />

gerekmektedir. Fakat gerçek anlamda imanının bulunmadığını ve münafık olduğunu<br />

Allah çok iyi bildiği için ahirette kâfir olarak işlem görecek ve cehennemde<br />

ebedî k<strong>al</strong>acaktır.<br />

İman Bilgi İlişkisi<br />

Hiç şüphe yoktur ki, iman ile “bilgi” arasında da çok yakın bir ilişki söz<br />

konusudur. Çünkü her inanan kişi, “neye inandığını” bilir ve bu bir tür “şuur”<br />

hâlidir. Eğer kişi neye inandığını bilmiyorsa buna iman değil ancak “körü körüne<br />

taklit” denilir. Fakat şuraya dikkat etmek gerekir ki, her “bilme” işlemi de inanmayı<br />

gerektirmez. Eğer öyle olsaydı münafıklar ile Ehl-i Kitap mümin olurlardı. Nitekim<br />

Allah Te<strong>al</strong>a münafıklarla ilgili olarak:<br />

“(Ey Muhammed) Münafıklar sana geldiklerinde, senin {Allah’ın peygamberi<br />

olduğuna elbette şahitlik ederiz} derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu<br />

elbette biliyor. (Fakat) Allah, o münafıkların hiç şüphesiz y<strong>al</strong>ancı olduklarına<br />

şahitlik etmektedir.” (Munâfıkûn, 63/1)<br />

buyurmuş, Ehl-i Kitap için de<br />

“Kendilerine kitap verdiklerimiz O’nu (Peygamber’i) oğullarını tanıdıkları gibi<br />

tanırlar. Böyle iken içlerinden birtakımı bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara, 2/146)<br />

uyarısında bulunmuştur.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8


Kur’an-ı Kerim’de iman<br />

ile İslam, bazen “aynı”,<br />

bazen “farklı” anlamda<br />

kullanılmıştır.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

Şu hâlde “inanılacak esaslarla ilgili bilgi” ye iman denilebilmesi için,<br />

yukarıda da ifade edildiği üzere kişinin gönlünde ve k<strong>al</strong>binde hür iradeye day<strong>al</strong>ı bir<br />

boyun eğişin, teslimiyet ve tasdikin bulunması gerekmektedir.<br />

İman-İslam İlişkisi<br />

Yukarıda İslam kelimesinin bir yandan, “imanın belirtisi ve neticesi” olan<br />

namaz, oruç, hac gibi s<strong>al</strong>ih amellere isim olduğunu, öbür yandan da k<strong>al</strong>ben tasdik<br />

olmaksızın sadece dış az<strong>al</strong>arla kabul anlamına geldiğini; bu son anlamın gerçek bir<br />

İslam değil, y<strong>al</strong>nızca sözlük anlamında bir İslam olduğunu ifade etmiştik.<br />

Böyle olunca birinci anlamdaki “İslam” ile “iman” aynı olmakta ve her<br />

mümine Müslüman ve her Müslümana da mümin denilmektedir. Sözlük anlamına<br />

gelince, bu anlamda iman ile İslam birbirlerinden ayrılmaktadırlar.<br />

Çünkü Kur’an-ı Kerim’de iman ile İslam, bazen “aynı” bazen “farklı”<br />

anlamda kullanılmıştır.<br />

1. Şayet “iman ile İslam aynı anlamda” kullanılırsa, bu durumda İslam kelimesi ile<br />

amaçlanan, “İslamın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslamı<br />

bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek” anlamıdır. Çünkü bu<br />

anlamda İslam kelimesi, “teslimiyet” demektir ve çok geniş bir anlam özelliği<br />

taşıyarak iman ile eşitlenmektedir. Bu durumda teslimiyet nasıl olm<strong>al</strong>ıdır ve<br />

kaç türlüdür?<br />

Teslimiyet üç türlüdür:<br />

a) K<strong>al</strong>ben Teslimiyet: Bu teslimiyet, “kesin inanç” demektir.<br />

b) Dil ile Teslimiyet: Bu teslimiyet de “ikrar” demektir.<br />

c) Organlar ile Teslimiyet: Bu teslimiyet ise “amel” demektir.<br />

Görüldüğü üzere İslam kelimesi bu üç teslimiyet şekli ile eşitlenmektedir.<br />

Burada dikkat çeken en önemli husus, üç teslimiyet şeklinden biri olan “k<strong>al</strong>bin teslimiyetine”<br />

ve bağlılığına “iman” denilmesi ve imanın oluşum yeri olan “k<strong>al</strong>p” ile<br />

ilişki kurularak bu “teslimiyet eylemine”, (iman eylemine), direkt olarak “İslam”<br />

denilmesidir. Nitekim aşağıda me<strong>al</strong>ini verdiğimiz şu ayette, iman ile İslam aynı<br />

anlamda kullanılmaktadır:<br />

“... Ancak ayetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin” (Neml, 27/81).<br />

Öyleyse, iman ile İslam’ın aynı anlamda kullanıldığı bu durumda her mümin<br />

müslimdir, her müslim de mümindir.<br />

2. Eğer “iman ile İslam farklı anlamda” kullanılırsa, diğer bir ifadeyle, iman ile<br />

İslam farklı kavramlar olarak ele <strong>al</strong>ınırsa, o takdirde her mümin, müslim olmakta,<br />

fakat her müslim, mümin sayılmamaktadır. Çünkü bu anlamda İslam demek, “k<strong>al</strong>bin<br />

de bağlanışı ve teslimiyeti” değil, sadece “dilin ve organların teslimiyeti” ve<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9


İman ile amel birbirinden<br />

ayrı şeylerdir. Fakat<br />

her ikisi arasında çok<br />

sıkı bir ilişki vardır.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

y<strong>al</strong>nızca, “belli amellerin işlenmesi” demektir. Bu durumda İslam daha genel, iman<br />

ise daha özel bir kavram olarak ele <strong>al</strong>ınmaktadır. Örneğin “k<strong>al</strong>ben bağlanışı”<br />

gerçekleştiremeyen münafıklar, “sadece dilleri ile” Müslüman olduklarını söyleyip,<br />

buyrukları yerine getiri-yormuş izlenimi vermeye ç<strong>al</strong>ışırlar. Aslında onlar k<strong>al</strong>ben<br />

inanmış değillerdir. Çünkü onlar, gerçekte inanmadığı hâlde, dünyada<br />

Müslümanmış gibi gözükebilirler. Nitekim aşağıda me<strong>al</strong>ini verdiğimiz şu ayette<br />

iman ile İslam, ayrı anlamda geçmektedir:<br />

“Bedevîler inandık dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama boyun eğdik deyin.<br />

(Çünkü) henüz iman k<strong>al</strong>plerinize yerleşmedi...” (Hucurât, 49/14).<br />

İman-Amel İlişkisi<br />

Amel, sözlükte iş, davranış ve eylem demektir. Ama bu eylem, sıradan bir<br />

eylem değil “iradeye day<strong>al</strong>ı” bir eylemdir.<br />

İmanın aslı olan “tasdik” ve bu tasdikin dil ile açıklanması olan “ikrar” da<br />

aslında birer “amel” özelliği taşımaktadır. Çünkü tasdik ve ikrar da birer fiildir. Biri<br />

k<strong>al</strong>bin fiilidir, diğeri de dilin fiilidir. Ancak fiil ile amel arasında, “genellik-özellik”<br />

açısından küçük bir fark vardır. Amel deyince daha çok k<strong>al</strong>p ve dil dışında k<strong>al</strong>an<br />

organların fiili anlaşılmakta, k<strong>al</strong>p ve dilin fiili anlaşılmamaktadır.<br />

Bu durumda iman ile amel arasında iki yönden ilişki bulunmaktadır:<br />

1. İman ile amel birbirinden ayrı şeylerdir, amel imanın bir parçası değildir.<br />

2. Ayrı şeyler olm<strong>al</strong>arına rağmen her ikisi arasında çok sıkı bir bağ ve ilişki vardır.<br />

Şimdi bu iki durumu sırayla ele <strong>al</strong>ıp inceleyelim.<br />

İman İle Amel Birbirinden Ayrı Şeyler Olup Amel İmanın Bir Cüzü Değildir<br />

Ehl-i sünnet bilginlerine göre “öz” itibariyle “iman” başka bir gerçekliktir,<br />

“amel” başka bir gerçekliktir. Zira iman sözcüğünün insan zihninde çağrıştırdığı şey<br />

başka, amel sözcüğünün insan zihninde çağrıştırdığı şey başkadır. Her insan, her iki<br />

kavramdan farklı şeyler anladığının ve zihninde farklı şeyler tasarladığının<br />

farkındadır.<br />

Amel ile iman faklı şeyler olunca; biri ötekinin parçası kısmı olamaz, Dolayısıyla<br />

amel, imanın parçası ve unsuru değildir. Öyleyse, bütün dini esaslara inanmış<br />

ve k<strong>al</strong>pten benimsemiş kişi, çeşitli sebeplerden ötürü Allah’ın buyruklarını yerine<br />

getirmemiş ve yasaklarını çiğnemiş ise, işlediği günahı hel<strong>al</strong> saymadığı ve haram<br />

olduklarına inandığı müddetçe mümindir, kâfir olamaz. Bunun nedenlerini<br />

maddeler hâlinde şöyle açıklayabiliriz:<br />

1. Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayeti “İman edenler ve s<strong>al</strong>ih amel işleyenler...”<br />

şeklinde başlamaktadır. (Bakara, 2/277; Yunus, 10/9; Hûd, 11/23). Görüldüğü<br />

üzere bu ayetlerde “iman edenler” ile “s<strong>al</strong>ih amel işleyenler” ayrı ayrı ifade<br />

edilmiştir. Eğer “amel imandan bir parça” olmuş olsaydı, iman ile ondan bir<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10


İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

parça olan amelin ayrı ayrı ifade edilmeleri ve birbirlerine “ve” bağlacıyla<br />

bağlanm<strong>al</strong>arı anlamsız olurdu. Asıl olan iman ile parça olan amelin ayrı ayrı<br />

ifade edilmemeleri gerekirdi. Bu durumda da “iman edenler” denildikten sonra<br />

“s<strong>al</strong>ih amel işleyenler” denmesine gerek olmazdı.<br />

2. Bazı ayetlerde iman, amelin geçerli olabilmesi için “şart” kılınmıştır. Örneğin bir<br />

ayette:<br />

“Her kim mümin olarak iyi işler yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkı-<br />

buyrulmuştur. nın çiğnenmesinden Eğer “iman korkar” ile amel (Tâhâ, aynı 20/112). şey” olmuş olsaydı veya en azından “amel<br />

imanın parçası” olsaydı, o zaman yine her ikisi ayrı ayrı zikredilmez ve “iman, amelin<br />

geçerli olmasının şartı” şeklinde ifade edilmezdi.<br />

3. Bazı ayetlerde de “büyük günahın imanla birlikte bulunabileceği” hususuna<br />

işaret edilmiştir. Örneğin bu ayetlerin birinde Allah Te<strong>al</strong>a:<br />

“Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa ar<strong>al</strong>arını düzeltin...”<br />

(Hucurât, 49/9; Bakara, 2/178; Tahrîm, 66/8)<br />

buyurmuş ve “büyük günah” olarak sayılan “adam öldürme fiilini” işleyerek ameli<br />

terk eden, hatta şiddetle yasaklanan bir işi yapan kişilerden “müminler” olarak söz<br />

etmiştir. Demek ki “ameli terk etme”, diğer bir ifadeyle “amelsiz olma”, “imansız<br />

olmayı” gerektirmemektedir. Şayet amelsiz olma imansız olmayı gerektirmiş<br />

olsaydı, Allah Te<strong>al</strong>a birbirleriyle vuruşanlar için “mümin” demezdi.<br />

4. Peygamber Efendimiz döneminden günümüze kadar gelip geçen büyük din<br />

bilginleri, k<strong>al</strong>binde imanı bulunduğu ve bunu diliyle söylediği hâlde dinin<br />

emrettiği amelleri işlemeyen veya bazı yasakları çiğneyen kimseleri,<br />

yaptıklarını hel<strong>al</strong> görmedikleri sürece mümin saymışlar ve bu kimselerin “günahkâr<br />

mümin” olduklarına hükmetmişlerdir. Bu görüş, bütün Ehl-i sünnet<br />

<strong>al</strong>imlerinin ortak görüşüdür.<br />

İman İle Amel Birbirinden Ayrı Şeyler Ols<strong>al</strong>ar da İman İçin de Amel Gereklidir<br />

Evet, iman ile amel birbirinden ayrı şeylerdir, ama amel ile iman arasında<br />

da çok yakın bir ilişki vardır. Nitekim yukarıda da ifade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim’in<br />

birçok ayetinde “iman” ile “s<strong>al</strong>ih amel” yan yana zikredilmiş, müminlerin<br />

sadece iman değil, s<strong>al</strong>ih amel işlemeleri de istenmiş ve ancak bu sayede maddîmanevî<br />

gelişmelerini sağlayacakları dikkatlere sunulmuştur. Çünkü sadece düşünce<br />

ve k<strong>al</strong>p <strong>al</strong>anında k<strong>al</strong>mış ama bir türlü eylem ve hareket <strong>al</strong>anına çıkamamış olan<br />

iman eyleminin dış dünyadaki tam benzeri meyvesiz ağaçtır. Bunun içindir ki, k<strong>al</strong>pte<br />

oluşmuş olan “iman ışığının” hiç sönmeden parlaması, hatta sönme bir tarafa,<br />

giderek gücünü artırması, ancak s<strong>al</strong>ih ameller sayesinde mümkün olabilir. Diğer bir<br />

ifadeyle, “imanın olgunluğu” na ermek, imanı üstün bir dereceye çıkm<strong>al</strong>ı ve “Allah’ın<br />

vaat ettiği sonsuz nimetler” e kavuşmak için sadece iman değil, amel de ge-<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11


“Tahkikî iman” için imanın,<br />

“dinî ve aklî deliller”<br />

ile güçlendirilmesi gerekir.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

reklidir. Çünkü insan “sadece inanılması gerekli olan şeyleri tasdik etmek” ile yetinir,<br />

“ameli umursamayan bir tavır” içinde yasakları çiğnerse dine, Allah’a ve Peygamber’ine<br />

olan “bağlılığı” gün geçtikçe yavaşlar ve az<strong>al</strong>ır, hatta günün birinde<br />

k<strong>al</strong>bindeki iman ışığının enerjisinin sönmesiyle yüz yüze gelebilir. O hâlde amelin:<br />

a) “imanı güçlendirme” hususunda üstlendiği rol bakımından önemi çok büyüktür,<br />

b) mümini cehennem azabından koruyarak nimetlere ulaşmada aracı olması ve<br />

Rabbine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından önemi<br />

çok büyüktür.<br />

İMANDA GERÇEĞİ SORGULAMA: TAKLİDİ ve TAHKİKİ<br />

İMAN<br />

İslam inanç sisteminde önemli olan sorunlardan biri de inanılması gerekli<br />

olan şeylere inanırken, doğrusunu yanlışını araştırmaksızın, sadece çevresinden<br />

görerek ve duyarak iman etmenin ne kadar “doğru iman” olduğu ve böyle bir imanın<br />

Allah katında kabul görüp görmediği problemidir. Bu tür “iman etme biçimi” ne<br />

İslam inancında “taklidi” (öykünme biçimli) iman, sorgulayarak ve doğrusunu yanlışından<br />

ayırarak doğru bir şekilde “iman etme biçimi” ne ise “tahkiki” (sorgulam<strong>al</strong>ı)<br />

iman denilmektedir.<br />

Gerçektende günümüz dünyasında delillere day<strong>al</strong>ı olmaksızın sadece<br />

çevrenin telkini ile meydana gelen ve adeta kişinin İslam toplumunda doğup<br />

büyümüş olmasının tabii sonucu olarak ortaya çıkan bu iman türü, o kadar yaygın<br />

hâle gelmiştir ki, adeta kitleselleşmiş ve küresel bir hâl arz etmiştir. Oysaki böyle<br />

bir iman etme biçimi, Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre geçerli olmakla<br />

beraber, bu tür imana sahip olan kişi, iman denilen en temel “dinsel bir aktivite” yi<br />

“akli ve dini deliller” ile güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Çünkü taklidi<br />

iman, inkârcı kimselerin ileri süreceği en küçük bir şüphe ve itiraz ile sarsıntıya<br />

uğrayıp kaybolabilir.<br />

İşte bu nedenden ötürü; imanın, dinî ve aklî delillerle güçlendirilmesi ve<br />

iman edilecek şeylerde yanlışın doğrudan ayıklanması gerekir. Çünkü deliller,<br />

ortaya konulacak şüphe ve itirazlara karşı iman değerini koruma <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ır. Öyleyse<br />

bu hususta asıl olan şey, her Müslümanın, dinî ve aklî delillerle güçlendirilmiş<br />

sorgulam<strong>al</strong>ı (tahkiki) imana sahip olması, taklitten kurtararak neye, niçin ve nasıl<br />

inandığının bilincini taşımasıdır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12


Ye’s hâlinde iman makbul<br />

değildir.<br />

İmanda en küçük bir<br />

şüphe ve ümitsizlik olmam<strong>al</strong>ıdır.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

Bireysel Etkinlik<br />

• Taklidi imandan uzaklaşmanın gereği ve imanda<br />

gerçeği sorgulamanın önemi hakkında sizi ikna<br />

eden nedenler üzerine düşününüz.<br />

İMANIN SAHİH VE GEÇERLİ OLMASININ ŞARTLARI<br />

İslam inanç sisteminde, “imanın oluşması” ayrı bir konu, “oluşan bu imanın<br />

Allah katında doğru olup olmaması” yani “sahih/geçerli” olması ayrı bir konudur.<br />

Hiç şüphesiz ki, imanın “oluşması” tasdik ile olur. Bu oluşum, “oluşma yeri”<br />

olan k<strong>al</strong>pte meydana gelir. Fakat imanın “k<strong>al</strong>pte oluşması” ile her şey bitmiş<br />

sayılmaz. Asıl önemli olan, oluşan bu imanın geçerli olabilmesi ve sahibini ahirette<br />

ebedî kurtuluşa ulaştırılabilmesidir.<br />

Ehl-i sünnet bilginleri, bunun için şu şartları tespit etmişlerdir:<br />

Hür İrade ile gerçekleşme: K<strong>al</strong>pte imanın, “hür iradeye day<strong>al</strong>ı” olarak oluşmuş<br />

olması ve “hayattan ümit kesme” (yes) hâlinde gerçekleşmemiş olması gerekir.<br />

Çünkü baskı, tehdit korkutma ve sindirme yoluyla meydana gelmiş olan bir iman,<br />

başta k<strong>al</strong>p olmak üzere hiçbir iç ve dış duygunun eşlik etmediği “zoraki” bir<br />

imandır. Bu imanı Allah Te<strong>al</strong>a Kur’an-ı Kerim’de kabul etmemekte ve buna “iman<br />

etmiş gibi görünme” (isteslemna) demektedir. (Bkz: Hucurat, 49/15).<br />

Benzer şekilde, dünya hayatından ümit kesme (yes) durumunda<br />

gerçekleşmiş olan bir iman, daha önce mümin olmayan bir kimsenin, hayattan<br />

ümidini kestiği son nefesinde, uğrayacağı azabı fark edip “iman ettim” demesi ile<br />

oluşan bir imandır. Böyle bir durumda oluşan iman, geçerli olamaz. Nitekim bu<br />

husus bir ayette şöyle dile getirilmiştir:<br />

“Onlar, o çetin azabımızı gördükleri zaman {artık Allah’a inandık ve O’na<br />

ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik} derler. Fakat azabımızı gördükleri zaman<br />

imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah’ın kulları hakkında süregelen<br />

kanunu budur. İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır.” (Mümin, 40/84-85).<br />

Şüphe Ve Tereddüde Yer Vermeme: Müminin k<strong>al</strong>binde oluşmuş olan imanın<br />

geçerli olmasının bir diğer şartı, imanın temel esaslarından herhangi birini, açıktan<br />

inkâr etme bir tarafa, “inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlar” dan bile<br />

kaçınması gerekmektedir. Örneğin Allah Te<strong>al</strong>a’yı ve bütün peygamberleri tasdik<br />

etmekle beraber, sadece Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmamak ya da<br />

farz veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü, kendi hür iradesiyle inkâr<br />

etmek veya <strong>al</strong>aya <strong>al</strong>mak, “inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlar”<br />

kategorisinden sayılmaktadır. Bunları yapan bu kişiye mümin denilemez.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13


İmanın özü artıp eksilmez<br />

ama bu özün “dışa<br />

akseden varlığı” artıp<br />

eksilebilir.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

İmanda Ümitsizliğe Yer Vermeme: K<strong>al</strong>pte oluşmuş olan imanın bir diğer şartı ise,<br />

Allah’ın rahmetinden ümit kesme ve O’ndan emin olmamadır. Burada müminden<br />

istenen tavır, “korku ile ümit arasında bulunmak” tır. Eğer mümin, “nasıl olsa imanım<br />

var, o hâlde muhakkak cennete giderim” düşüncesiyle kendinden emin olursa<br />

veya bunun tam tersini de düşünerek, “ben <strong>al</strong>abildiğine çok günah işledim, şüphesiz<br />

cehennemlik bir insanım” der de Allah’ın rahmetinden ümit keserse, her iki<br />

durum imanını kaybetmesine sebep olabilir. Bu konuda Kur’an’da şöyle<br />

buyrulmaktadır:<br />

“Doğrusu kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yusuf 12/87),<br />

“Fakat büyük zararı göze <strong>al</strong>anlar topluluğundan başkası Allah’ın azabın(ın olmayacağın)dan<br />

emin olmaz” (A’râf 7/99).<br />

İMANIN ARTIP EKSİLMESİ PROBLEMİ<br />

Bazı ayetlerde, “imanın artması” ndan bahsedilmiştir. Bu ifade, İslam inanç<br />

sisteminde birtakım yeni tartışm<strong>al</strong>arın sebebi olmuştur. Bu tartışm<strong>al</strong>arı şu şekilde<br />

dile getirmek mümkündür:<br />

Acaba imanın artması nasıl olmaktadır? İman, niceliksel bir kavram mı<br />

yoksa niteliksel bir kavram mıdır? İman eğer artan bir özelliğe sahip ise, o zaman<br />

arttığı gibi eksilme özelliğine de sahip midir? Şayet eksilme özelliğine sahipse, onu<br />

hangi şeyler eksiltmektedir? İman, eksile eksile sonunda yok olabilir mi?<br />

Evvela şunu söylemek gerekir ki, dış dünyada var olduğunu <strong>al</strong>gıladığımız<br />

her “şey” gibi “iman” ında bir “özü” bir de “dış dünyadaki görüntüsü” vardır. Çünkü<br />

iman kelimesi daha ağızdan çıkar çıkmaz, işiten herkesin zihninde bir tasavvur<br />

oluşmaktadır.<br />

İkinci olarak da imanın dış dünyada onu ifade eden “belirtileri” vardır.<br />

Bunlara “inanılması gereken hususlar” veya diğer bir ifadeyle “iman esasları”<br />

denmektedir.<br />

Birinci kısım, imanın hem “varlık” hem de “mahiyeti” ni ifade ettiğinden,<br />

onun bu yönü “niteliksel” dir. Bu noktada:<br />

1. İmanın özü, yani mahiyeti (ne-liği) ne artar ne eksilir ne de farklılık arz eder.<br />

Çünkü mahiyetlerde artış ve eksiliş olamaz. Örneğin bebekte bulunan “insanlık”<br />

ile 80 yaşındaki bir ihtiyarda, bulunan “insanlık”, “mahiyet” bakımından<br />

“farklılık” göstermez. Böyle olunca da, “insanlık özü” itibariyle bazı insanlarda,<br />

az “insan”, bazılarında çok “insan” denilemez. Çünkü bütün insanlarda bulunan<br />

sırf “insan olmaklık” birbirleriyle karşılaştırılıp mukayese yapılamaz. Tıpkı<br />

bunun gibi “öz” bakımından iman için de “az iman” “çok iman”, “ağır iman”,<br />

“büyük iman” denilemez. Bu durumda Hz. Ebu Bekr’in imanı ile diğer<br />

müminlerin imanının herhangi bir farkı bulunmamaktadır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14


“İnanılacak hususlar”<br />

açısından iman “icmâlî”<br />

ve “tafsîlî” olarak ikiye<br />

ayrılır.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

2. Yukarıda yaptığımız tespit, imanın mahiyetinin “dışa akseden varlığı” hakkında<br />

geçerli değildir. Çünkü “dıştaki varlık”, her ne kadar “niteliksel” olsa da o, bazı<br />

zaman ve şartlarda “zayıf”, “kuvvetli”, “sağlam” gibi özellikler ve “farklılaşm<strong>al</strong>ar”<br />

arz edebilmektedir. Bu durumda, Hz. Ebu Bekr’in imanı ile diğer insanların<br />

imanı ar<strong>al</strong>asında “zayıflık”, “kuvvetlilik”, “sağlamlık” açısından faklılık<br />

oluşacaktır.<br />

İkinci zikredilen kısma gelince, burada, imanın “niceliksel”(sayıs<strong>al</strong>) yönü<br />

ifade edilmeye ç<strong>al</strong>ışılmaktadır. Bu noktada iki ihtim<strong>al</strong> bulunmaktadır:<br />

1. Eğer kişi yeni iman etmiş biri ise bu kişi elbette ki, iman esaslarını öğrendikçe<br />

ve sayıs<strong>al</strong> olarak bilgisi arttıkça hâliyle öğrendiği şeylere imanı da sayıs<strong>al</strong> olarak<br />

artacak, mesela üç şeye iman ettiğine göre, dört şey iman etmesi daha çok<br />

veya daha fazla olacaktır. Günümüzde de meydana gelme ihtim<strong>al</strong>i bulunan bu<br />

hususun Hz. Peygamber devrindeki örneği sahabelerin durumudur. Bilindiği<br />

üzere Kur’an ilk vahiy olunduğunda, meydana gelen şartlara ve durumlara göre<br />

ayetler iniyor, Ashap da, bunlara iman ediyorlardı. Yani kısaca iman edilecek<br />

esaslar hakkındaki bilgileri arttıkça aynı par<strong>al</strong>elde imanları da artıyordu. İşte<br />

böyle bir durumda da “zayıflık”, “kuvvetlilik”, “sağlamlık” söz konusu<br />

olabilmektedir. Nitekim bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:<br />

“İman etmiş olanlara gelince (her inen sure) daima onların imanını artırmıştır.”<br />

(Tevbe, 9/124).<br />

2. İman esasları bir bütün oluşturmakta olup bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr<br />

etmek caiz değildir. Örneğin, Meleklerin varlığına inanmama veya namazın farz<br />

olduğunu kabul etmeme yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkâr etme<br />

gibi. Böyle bir kişinin “imanının azlığına” değil, “iman etmemiş olduğuna”<br />

hükmedilir. Zira bu kişide iman gerçekleşmediğinden, onda imanın artması ve<br />

eksilmesi söz konusu olamaz. Çünkü İslam’ın bir temel hükmü ötekinden “daha<br />

az önemli” olmadığı gibi “bu olmasa da olur” denilebilecek esaslar da söz<br />

konusu değildir.<br />

Şu hâlde, “inanılacak esaslar” konusunda bilgin ile cahil, peygamber ile sıradan<br />

insan, kadın ile erkek arasında hiçbir fark yoktur. Herkes “aynı esaslara<br />

inanma” hususunda “eşit” seviyededir. Fakat imanın “sağlamlığı” veya “zayıflığı”<br />

hususunda insanlar “eşit” seviyede değildir. Bu hususta kiminin imanı kuvvetli<br />

kiminin zayıftır; kiminin imanı tam anlamıyla “özümsenmiş”, kimininki “yüzeysel<br />

k<strong>al</strong>mış” tır. Kimininki “işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde”,<br />

kimininki “görmeye day<strong>al</strong>ı bilgi ve inanç seviyesinde” dir.<br />

İman eyleminde var olan bu kadar çok çeşitliliğe ayet ve hadislerde de<br />

işaret edilmiş, imanın, “k<strong>al</strong>bin derinliklerine nüfuz” yönüyle farklı seviyelerde ve<br />

farklı kuvvetlerde olabileceği, böylece “nitelik yönüyle artma ve eksilme gösterebileceği”<br />

ifade edilmiştir. Bu ayetlerden birkaçı şöyledir:<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15


İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

“İbrahim (a.s.) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah’tan istemiş, Allah<br />

Te<strong>al</strong>a da inanmadın mı? (sorusu ile) cevap vermişti Bunun üzerine İbrahim (a.s.)<br />

da (gözümle de görerek) k<strong>al</strong>bim tam yatışsın demişti.” (Bakara, 2/260); “O, imanları<br />

katbekat artsın diye müminlerin yüreklerine manevi kuvvet indirendir.” (Fetih,<br />

48/4); “Müminler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Allah’ın<br />

ayetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imanını artırır.” (Enfâl, 8/2).<br />

İNANILACAK HUSUSLAR AÇISINDAN İMANIN KISIMLARI<br />

İman, “inanılacak hususlar” açısından icm<strong>al</strong>i ve tafsili iman olmak üzere<br />

ikiye ayrılmaktadır.<br />

1. İcm<strong>al</strong>î İman: İman edilecek şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın<br />

en özlü ve en kısa şekli budur. Bu iman, kısaca “kelime-i tevhid” ve “kelime-i<br />

şehadet” terkipleriyle özetlenmiştir. Tevhid kelimesi: “Lâ ilâhe ill<strong>al</strong>lah Muhammedun<br />

Resulüllah” cümlesidir ki, anlamı “Allah’tan başka hiçbir Tanrı yoktur.<br />

Muhammed O’nun elçisidir.” ifadesidir. Şehadet kelimesi ise, “Eşhedü enlâ<br />

ilâhe İll<strong>al</strong>lah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve Resulüh” cümlesidir ki,<br />

bunun da anlamı “Ben Allah’tan başka hiçbir tanrı olmadığına, Muhammed’in<br />

O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanır ve tanıklık ederim” ifadesidir. İşte imanın<br />

“ilk derecesi” ve İslam’ın “ilk temel direği” bu cümlelerdir. Gerçekte Allah’ı<br />

“Yegâne İlah” tanıyan ve Hz. Muhammed’i de “O’nun peygamberi” olarak<br />

kabullenen kişi, diğer iman esaslarını ve Peygamberimizin getirdiği dini de<br />

dolaylı olarak toptan kabullenmiş demektir. Çünkü bize, Hz. Peygamber<br />

aracılığıyla diğer iman esaslarının tümü bildirilmiştir. Öyleyse “Allah elçisini<br />

tasdik etmek” demek, “getirdiği hükümleri de tasdik” etmek demektir. Burada,<br />

inanılacak şeyler ayrı ayrı söylenmediğinden dolayı, bu imana “icm<strong>al</strong>i”, yani<br />

“toptan iman” ismi verilmektedir. “Mümin” sayılabilmek için, icm<strong>al</strong>i iman<br />

“yeterli” olmakla birlikte, bu “izin”, “ömrün sonuna kadar” bir “mazeret”<br />

olarak kabul edilmemekte, aşama aşama İslam’ın diğer hükümlerinin ve<br />

inanılması gerekli olan şeylerin öğrenilmesinin gereği üzerinde durulmaktadır.<br />

2. Tafsili İman: İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak<br />

inanmak demektir. İslam inancında tafsili iman üç derecede gerçekleşmektedir:<br />

Birinci Derece: Bu derecede üç temel <strong>al</strong>an esas ele <strong>al</strong>ınmaktadır. a)<br />

Uluhiyet, b) Nübüvvet, c) Ahiret. Diğer bir ifadeyle bu derecede, Allah’a, Hz.<br />

Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğuna ve ahiret gününe kesin olarak<br />

inanma esas <strong>al</strong>ınmaktadır. Bu iman derecesi, icm<strong>al</strong>i imana göre daha geniştir.<br />

Çünkü burada ahirete iman da yer <strong>al</strong>maktadır.<br />

İkinci Derece: Bu derecede üç temel <strong>al</strong>an <strong>al</strong>tıya çıkarılmakta ve “amentü”<br />

denilen prensipler esas <strong>al</strong>ınmaktadır. Bunlar, Allah’a, meleklerine, kitaplarına,<br />

peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16


Küfür, kelime olarak<br />

“örtme” anlamına gelmektedir.<br />

Küfrün anlam <strong>al</strong>anı daha<br />

“kapsayıcı” ve “genel”,<br />

şirkin anlamı ise<br />

daha “dar” ve “özel”<br />

olmaktadır.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

cehennemin, sevap ve azabın varlığına, kaza ve kadere ayrı ayrı inanmak şeklinde<br />

sır<strong>al</strong>anmaktadır.<br />

Üçüncü Derece: Bu derecede ise Hz. Muhammed’in Allah katından getirdiği<br />

ve bize kadar da tevatür yoluyla ulaştırılan bütün haberler ve hükümler esas<br />

<strong>al</strong>ınmakta ve bunların tasdikinin gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Bu durumda<br />

namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları öğrenip bütün<br />

bunların farz, helâl ve haram olduklarını yürekten tasdik etmek, “tafsili imanın<br />

üçüncü derecesini” oluşturur.<br />

Yani, Müslüman olan bir kimse, “icm<strong>al</strong>i iman” ile İslam’a ayak basmış olur<br />

ve bu iman üzere ölürse neticede cennete girer. Fakat insan bu hâl üzere sürekli<br />

olmam<strong>al</strong>ı, tafsili imana, hatta tafsili imanın üçüncü derecesine geçmeye gayret<br />

göstermelidir. Çünkü tafsili iman ile Müslümanın imanı yücelir, olgunlaşır, sağlam<br />

temeller üzerine oturur. İmanın en zirve ve en gerçekçi derecesi olan tafsili imanın<br />

üçüncü derecesi, “zarurat-ı diniyye” denilen ve “inanılması zorunlu” olan bütün<br />

“inanç”, “ibadet”, “muamelat” ve “ahlak” hükümlerine inanmayı içermektedir.<br />

KÜFÜR VE ŞİRK<br />

Sözlük ve terim Anlamları<br />

Küfür kelime olarak sözlükte “örtmek, gizlemek” demektir. Tohumu toprağın<br />

içinde gizlediği için çiftçiye “kâfir” denilmiştir.<br />

Küfrün din dilindeki anlamı ise, Hz. Peygamber’i ve Allah’tan getirdiği kesinlikle<br />

sabit olan dinî esaslardan birini veya birkaçını inkâr etmek demektir.<br />

Şirk ise sözlükte “ortak kabul etmek” anlamına gelmektedir. Günlük dilde<br />

kullandığımız “şirket” kelimesinde de bu anlam vardır ve aynı kökten gelmektedir.<br />

Şirk, terim olarak Allah Te<strong>al</strong>a’nın, başta “İlah” olma niteliği olmak üzere<br />

bütün “isim”, “sıfat” ve “fiillerinde”, eşinin, denginin ve ortağının bulunduğunu<br />

kabul etmek demektir.<br />

Müşrikler Allah Te<strong>al</strong>a’nın varlığını problem etmekle beraber, O’nun “bir”<br />

olduğunu inkâr etmektedirler. Buna karşılık “pek çok tanrı” nın var olduğunu iddia<br />

etmektedirler.<br />

Şirk ile Küfrün Karşılaştırılması<br />

Şirk ile küfür birbirlerine çok yakın iki kavramdır. Ar<strong>al</strong>arındaki fark, küfrün<br />

anlam <strong>al</strong>anının daha “genel”, şirkin ise daha “özel” olmasıdır.<br />

Bundan ötürüdür ki, İslam inancında her “şirk”, aynı zamanda “küfür” olarak<br />

kabul edilmekte, fakat her “küfür” “şirk” kabul edilmemektedir. Öyle olunca da<br />

her “müşrik”, “kâfir” olarak kabul edilmekte ve isimlendirilmekte, fakat her “kâfir”,<br />

“müşrik” olarak kabul edilmemektedir. Çünkü şirk “sadece Allah’a, zat, isim ve sı-<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17


“Tekfir” ve “irtidat”, din<br />

ve vicdan hürriyetini<br />

tehdit eden kavramlar<br />

değildir.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

fatlarında ortak tanıma” sonucu meydana gelir. Küfür ise, “küfür olduğu bilinen<br />

birtakım inançların kabulü” ile gerçekleşmektedir. Bu durumda her “Allah’a ortak<br />

tanıma” fiili, “küfür olan inançlardan biri” olmakta fakat her “küfür olan inanç”,<br />

her zaman “Allah’a ortak tanıma” fiili olmamaktadır. Örneğin Mecusilik’teki iki<br />

tanrının varlığını kabul etmek hem şirk hem de küfürdür ama ahiret gününe<br />

inanmamak şirk değil,y<strong>al</strong>nızca küfürdür.<br />

Allah’a şirk koşmak İslam’da “günahların en büyüğü” (ekberu’l-kebâir)<br />

olarak kabul edilmekte, bunun dışındaki günahların Allah’ın dilemesiyle<br />

bağışlanacağı ifade edilmektedir. Bu husus bir ayette şöyle dile getirilmektedir:<br />

“Allah kendine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği<br />

kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.” (Nisa,<br />

4/116).<br />

KÜFRÜN ANLAM ALANIYLA İLGİLİ KAVRAMLAR: TEKFİR-<br />

İRTİDAT<br />

İslam İnancında “tekfir”, Müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, “inkâr özelliği<br />

taşıyan inanç, söz veya davranışlar” dan birini yapmasından ötürü kâfir saymak<br />

demektir.<br />

“İrtidat” ise dinden çıkmak demektir. Dinden çıkan kişiye de mürted denilir.<br />

Buna göre “tekfir” bir şahsın kâfir olduğuna “başk<strong>al</strong>arı tarafından”<br />

hükmedilmesi, “irtidat” ise kişinin “kendi irade ve ifadesiyle” İslam’dan ayrılması ve<br />

“hukuk düzeni tarafından” da mürtet sayılması demektir.<br />

İSLAM’IN, TEKFİR VE İRTİDAT KAVRAMLARINI ORTAYA<br />

KOYMADAKİ AMACI<br />

İslam’da, tekfir ve irtidat kavramlarını ortaya koymanın amacı, “din ve vicdan<br />

hürriyetinin sınırlandırılması / tehdit <strong>al</strong>tında tutulması” değildir. Aksine bu<br />

kavramların konulm<strong>al</strong>arı:<br />

1. “Toplumun ortak değerleri” ne ve “dini inançları” na karşı “<strong>al</strong>eni saygısızlık” ve<br />

“s<strong>al</strong>dırganlığı” önleme,<br />

2. Toplumda gerekli olan huzur ve sükûnu güvence <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ma,<br />

3. Nesilleri inkârcılığın olumsuz etkilerinden koruma,<br />

4. Tekfir edilen şahsa “gerekli yaptırımlar” ın uygulanmasıyla “kamu vicdanı” açısından<br />

“ad<strong>al</strong>eti gerçekleştirme” şeklinde sır<strong>al</strong>anabilecek gayelere yönelik bir<br />

“tedbir” dir ve “toplums<strong>al</strong> sağduyu refleksi” dir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18


Bir Müslümanın “kâfir”<br />

olduğuna hükmedilmesi<br />

tehlikeli ve sorumluluğu<br />

ağır bir iştir.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

TEKFİR ETMEDE GÖSTERİLMESİ GEREKEN DİKKAT: TEK-<br />

FİRİN YERİ/ZAMANI<br />

Bir Müslümanın kâfir olduğuna hükmedilmesi kolay bir iş değildir. Çünkü<br />

bir kişiyi “kâfir saymak” (tekfir etmek) demek, onu “pek ağır dünyevî sonuçlar” a,<br />

müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek demektir. Bu nedenle, insanları<br />

inançlı veya inançsız saymada çok titiz davranılması ve çok dikkatli olunması<br />

gerekmektedir. Bu durum, “bireysel bir isnat ve iddia” anlamındaki “tekfir” için de<br />

“toplums<strong>al</strong> bir yargı” anlamındaki “irtidat” için de aynıdır. Şu hâlde, “gelişigüzel<br />

tekfir iddi<strong>al</strong>arı” na dayanılarak “irtidat hükümleri” uygulanamaz.<br />

“Yersiz yapılan tekfir” in, toplumdaki bireyler açısından “ağır sonuçlar” ortaya<br />

çıkarmasının yanında, ayrıca toplum hayatında “kapatılamayacak yar<strong>al</strong>ar” ın<br />

açılmasına, “birlik ve bütünlüğün zedelenmesi” ne ve “toplumun parç<strong>al</strong>anması” na<br />

da sebep olur. Çünkü her ne kadar gerçek durumunu Allah bilse de, tekfir edilen bir<br />

şahsın, toplumda görmüş olduğu “Müslüman muamelesi” ortadan k<strong>al</strong>kar. Yani<br />

daha açık bir ifadeyle o kişinin, selâmı <strong>al</strong>ınmaz, kendisine selam verilmez, kestikleri<br />

şeyler yenilmez, Müslüman bir kadınla evlenmesine müsaade edilmez, öldüğünde<br />

cenaze namazı kılınmaz, Müslüman kabristanına gömülmez.<br />

İşte tarihin belli safhâlarında ve hatta günümüzde, bazı kişilerin çok kolay<br />

bir şekilde başvurduğu ve “tekfir” işleminin çok ağır sonuçları olduğu için, Hz.<br />

Peygamber,hayatı boyunca bu tür uygulam<strong>al</strong>ardan uzak durmuştur. Nitekim Hz.<br />

Peygamber, Medine toplumunda “münafıkların varlığını” bildiği hâlde onlardan<br />

hiçbir kimseyi “küfürle” suçlamamış, aksine “temelleri hoşgörüye bağlı bir İslamlaştırma<br />

siyaseti” izlemiş, pek çok hadiste “ben Müslümanım” diyen kimseyi küfürle<br />

suçlamamayı sıkı sıkıya tembih etmiştir. Bir hadisinde Hz. Peygamber:<br />

“...kim bir insanı kâfir diye çağırırsa yahut öyle olmadığı hâlde ey Allah düşmanı<br />

derse söylediği söz kendisine döner” (Buhârî, “Ferâiz”, 29; Müslim, “İman”,<br />

27)<br />

buyurmuştur. Bir başka hadisinde ise<br />

“Bir insan Müslüman kardeşine ey kâfir diye hitap ettiği zaman, ikisinden<br />

biri bu sözü üzerine <strong>al</strong>mış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda k<strong>al</strong>ır, değilse<br />

söyleyene döner” (Buhârî, “Edeb”, 73; Müslim, “İman”, 26)<br />

demiştir.<br />

Bu hadislerden de anlaşılacağı üzere bir kimseyi “küfür” gibi büyük bir<br />

suçlamaya tabi tutarken göz önünde bulundurulması gereken husus, o kimsenin<br />

“küfür” olan bir inancı “gerçekten” benimsediğinin çok iyi ve doğru bir şekilde<br />

tespit edilmesidir. Suçlanan kişi, küfür sayılacak bir davranış veya sözü eğer “açıkça”<br />

benimsemiyorsa, onun inanç, söz veya davranış bakımından küfre girdiğini<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19


Müslüman olduğunu<br />

söyleyen bir kişinin bu<br />

dünyada “mümin” kabul<br />

edilmesi ve asla<br />

“İslam toplumunun<br />

dışına” itilmemesi gerekmektedir.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

söyleme hususunda, dikkatli ve tedbirli olmak gerekir. Bunun içindir ki, Hz.<br />

Peygamber’in anılan “tavsiyelerini” göz önünde bulunduran Ehl-i sünnet bilginleri<br />

kıble ehlinden olup da “günah işlemiş” bulunan bir kimseyi “yaptığı günahtan dolayı<br />

tekfir etmemeyi” temel ilkeleri arasında zikretmişlerdir<br />

İMAN İLE KÜFÜR ARASINDAKİ SINIR<br />

Yukarıda imanın, Hz. Peygamber’in getirdiklerinin hepsini tasdik etmek,<br />

küfrün ise bunları inkâr etmek olduğunu söylemiştik. Buna göre, “iman” ile “küfrü”<br />

belirleyen ve birbirinden ayırt eden başlıca “ayıraç” hiç şüphesiz ki “k<strong>al</strong>bin tasdiki”<br />

olmaktadır. Ancak k<strong>al</strong>bin tasdiki denilen şey gizli bir eylem olduğundan ve insanlar<br />

tarafından bilinmesi güç hatta olanaksız olduğundan, “ikrar” denilen “dilin eylemi”<br />

ne veya bu eylemi gösteren “dinî görevleri yerine getirmeye” önem verilmiş, “amel”<br />

denilen özel eylem ve davranışlar, “k<strong>al</strong>pteki iman” ın varlığının “göstergesi” olarak<br />

kabul edilmiştir. Zira “küfrün en belirgin <strong>al</strong>ameti” olarak, dinin temel esaslarından<br />

birini veya tamamını reddetmek yahut onları beğenmemek, önemsememek ve<br />

değersiz saymak kabul edilmiştir.<br />

Öyleyse, “Müslüman olduğunu” söyleyen bir kimsenin, bu dünyada mümin<br />

kabul edilmesi ve hiçbir yönden “İslam toplumu” ndan dışlanmaması<br />

gerekmektedir. Çünkü bir ayette Allah Te<strong>al</strong>a<br />

“...Size selam verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen<br />

mümin değilsin demeyin...” (Nisa, 4/94)<br />

buyurarak buna dikkat çekmekte, Peygamber de<br />

“İnsanlar Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir deyinceye<br />

kadar kendileriyle savaşmakla emir olundum. Ne zaman bunu söylerlerse,<br />

can ve m<strong>al</strong> güvenliğine sahip olmuş olurlar.” (Bk. Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim,<br />

“İman”, 8; Ebu Dâvûd, “Cihâd”, 104)<br />

buyurmak suretiyle “imanda ikrar” ın yani kelime-i tevhidi söyleyenin, Müslüman<br />

kabul edilmesi gereğinin önemini vurgulamış, dünyada iken dış görünüşe ve ikrara<br />

göre işlem yapılmasının gerektiği ama içten inanıp inanmadığının tespitinin ise<br />

Allah’a mahsus ve ahirete ilişkin bir mesele olduğunun <strong>al</strong>tını çizmiştir.<br />

Bu sebeple imanını “diliyle ikrar” ettiği veya “davranışlarına yansıttığı”<br />

sürece “herkesin İslam toplumunun tabii bir üyesi” olarak görülmesi, can ve m<strong>al</strong><br />

güvenliğine sahip olması, “dünyevi-dini hükümler” veya “sosy<strong>al</strong>-beşerî ilişkiler”<br />

bakımından da herhangi bir Müslümanın sahip olduğu bütün “statü”, “hak” ve<br />

“sorumluluklara” sahip olması gerekmektedir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20


İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

TASDİK VE İNKÂR BAKIMINDAN İNSANLAR<br />

tadır:<br />

İslam inancına göre insanlar “tasdik ve inkâr açısından” üç gruba ayrılmak-<br />

1. Mümin: Allah’a, Hz. Peygamber’e ve O’nun haber verdiği şeylere yürekten<br />

inanıp, kabul ve tasdik eden kimse demektir.<br />

Müminlerin ahirette cennete gireceklerine, orada pek çok nimetlere<br />

kavuşacaklarına ve ebedî cennetlik olacaklarına dair Kur’an’da pek çok ayet vardır.<br />

Öte yandan “günahkâr müminler” de, “suçları ölçüsünde” ahirette cez<strong>al</strong>andırılıp<br />

cehenneme gitseler de sonunda onlar da cennete konulacaklardır.<br />

2. Münafık: Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve onun,<br />

Allah’tan getirdiklerini kabul ettiklerini dış görünüşte söyleyerek “Müslümanlar<br />

gibi” yaşadıkları hâlde, “k<strong>al</strong>pten inanmayan” ve “içlerinde farklı şeyler taşıyan”<br />

kimselere İslam inancında “münafık” denilmektedir.<br />

Münafıkların “içi” başka “dışı” bambaşkadır, “sözü” ayrı “özü” ayrıdır.<br />

Nitekim bir ayette Allah Te<strong>al</strong>a şöyle buyurmaktadır:<br />

“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde {Allah’a ve ahiret<br />

gününe inandık} derler.” (Bakara, 2/8).<br />

Münafıkların aslında kâfir oldukları bir başka ayette de şöyle dikkatlere sunulmaya<br />

ç<strong>al</strong>ışılmıştır:<br />

“Onların Allah yolundan sapm<strong>al</strong>arının sebebi, önce iman edip sonra inkâr<br />

etmeleridir. Bu yüzden k<strong>al</strong>pleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar.”<br />

(Munâfıkûn, 63/3).<br />

Bundan dolayı münafıklar İslam toplumu için “açık kâfir” den daha tehlikelidirler.<br />

Çünkü onlar dıştan “Müslümanmış” gibi gözüktüklerinden, kolayca ve gerçek<br />

anlamda tanınm<strong>al</strong>arı oldukça zordur, hatta belki olanaksızdır. Onlar, içten içe<br />

Müslüman toplumun huzur ve düzenini bozup, “kuzu postu” na büründüklerinden,<br />

dikkatsiz ve bilgisiz Müslümanları ağlarına düşürerek “yanlış yönlere” sürüklerler.<br />

Oysaki Peygamberimiz, vahiy yoluyla kimlerin münafık olduğunu bildiğinden, onlara<br />

önemli görevler vermezdi. Hz. Peygamber’den sonra insanlar için böyle bir bilgi<br />

kaynağı (vahiy) söz konusu olmadığından, ta ilk zamanlardan günümüze kadar münafıklar,<br />

hukuks<strong>al</strong> düzlemde “Müslüman gibi” işlem görmüşlerdir. Ama bu tutumun<br />

ahirette mutlak bir karşılığı vardır. Onlar, cez<strong>al</strong>arını “cehennemin en <strong>al</strong>t tabakasında”<br />

kâfirlerden bile daha <strong>al</strong>t tabakada çekeceklerdir. Nitekim bu husus bir ayette<br />

şöyle açıklanmaktadır:<br />

“Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en <strong>al</strong>t katındadırlar (derk-i esfel).<br />

Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisa, 4/145).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21


İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

3. Kâfir: İslam dininin “temel prensipleri” ne inanmayan, Hz. Peygamber’in yüce<br />

Allah’tan getirdiği “kesin” olan ve “tevatür” yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan<br />

esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden<br />

kimseye denilir. Kâfir sözlükte “örten” anlamına gelmektedir. “Gerçek ve doğru<br />

inancı örttüğü”, yanlış şeylere inandığı için böyle kimselere kâfir denmiştir.<br />

Bir insan kâfir olarak ölürse “ebedî” olarak cehennemde k<strong>al</strong>acaktır. Bu<br />

konudaki ayetlerden birinde Allah Te<strong>al</strong>a şöyle buyurmaktadır:<br />

“(Ayetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte Allah’ın,<br />

meleklerin ve bütün insanların laneti onların üstünedir. Onlar ebediyen o lanet<br />

içinde k<strong>al</strong>ırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır.” (Bakara,<br />

2/161-162).<br />

Ödev<br />

• Temel İslam Bilimlerinden yar<strong>al</strong>anarak tahkiki<br />

imana ulaşmanın yollarını araştırın ve iki yüz<br />

kelimeyi aşmayacak şekilde bir yazı yazınız.<br />

• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı<br />

<strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22


İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

(ihlâs,) anlamlarına gelmektedir. Din terminolojisindeki anlamı ise Hz.<br />

Peygamber (s. a. v.)’in tebliğ ettiği şeylerin tümünü hem iç duygular hem<br />

de dış az<strong>al</strong>arla kabul ederek onları yaşamak, gerek söz ve gerekse fiil ile<br />

onları güzel karşılayıp kabul ettiğini göstermek, Allah’a ve Peygamberine<br />

itaat edip boyun eğmektir. İslam’ın ana gayesi, bireylerin başta aklı ve<br />

düşüncesi olmak üzere k<strong>al</strong>bini ve eylemlerini Allah’ın emirleri<br />

doğrultusunda iyileştirip düzeltmek suretiyle, hem bu dünyada hem de<br />

ahirette mutluluğa kavuşturmaktır.<br />

•İslam, “itikat, amel ve ahlak üçlüsü” üzerine kurulu bir dindir. İtikâdî<br />

hükümler, iman ile ilgili hükümlerdir. Ameli hükümler, ibadet, muamelât<br />

(bireyler arası her türlü ilişkiler) ve ukûbât (ceza hukuku) ile ilgili<br />

hükümlerdir. Ahlaki hükümler ise, insanlar arasındaki ilişkileri daha da<br />

güzelleştirme ile ilgili hükümledir.<br />

•İslam itikadının kaynakları: 1) Kur’an-ı Kerim/sahih hadisler, 2) duyu<br />

organlarının verileri 3) akıldan oluşmaktadır. İtikâdî hükümlerin <strong>al</strong>anı da: 1)<br />

İlâhiyat, 2) nübüvvet, 3) Ahiret (semiyyât) olmak üzere üç <strong>al</strong>andan<br />

oluşmaktadır.<br />

•“Ameli” hüküm demek insanların işleri ile ilgili olan hükümler, emirler,<br />

nehiyler demektir. Ameli hükümler, ibadet ile ilgili asli ve ikincil hükümler<br />

yanında yönetimsel (idarî), toplums<strong>al</strong> (içtimaî), medeni, yargıs<strong>al</strong> ve siyasi<br />

hükümleri içermektedir. Ameli hükümlerin tümünde iki yön<br />

bulunmaktadır. 1) Allah’a bakan yön, 2) Allah’ın kullarına bakan yön. Ameli<br />

hükümlerin toplamına “şeriat”, “ denilmektedir. Ahlaki hükümler, gerek<br />

k<strong>al</strong>p ve gerekse bütün duygulara ait olan kabiliyet ve becereler ile ilgili<br />

hükümlerin tümüne verilen isimdir.<br />

•İman sözlükte “mutlak tasdik” anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle<br />

iman inanılması gerekli olan bir şeye tereddütsüz ve kesin olarak içten ve<br />

yürekten inanmak, haber verilen bir şeyi, bir hükmü doğrulayıp<br />

onaylamak, hem haberin doğruluğunu kabul etmek, hem de haber verenin<br />

doğru söylediğine inanmaktır. İmanın, terim anlamı, yani din<br />

terminolojisindeki anlamı ise Allah’a ve Hz. Muhammed’in Allah tarafından<br />

haber verdiği kesin olarak belli olan şeylerin doğru olduğuna tereddütsüz<br />

inanmak, bunların hak ve doğru olduğunu k<strong>al</strong>ben ve içtenlikle<br />

doğrulamaktır. İmanın aslı ve özü “k<strong>al</strong>pte tasdikin gerçekleşmesi” dir.<br />

•Hiç şüphe yoktur ki, iman ile “bilgi” arasında da çok yakın bir ilişki söz<br />

konusudur. Çünkü her inanan kişi, “neye inandığını” bilir ve bu bir tür<br />

“şuur” hâlidir. Eğer kişi neye inandığını bilmiyorsa buna iman değil ancak<br />

“körü körüne taklit” denilir.<br />

•İslam inanç sisteminde önemli olan sorunlardan biri de inanılması gerekli<br />

olan şeylere inanırken, doğrusunu yanlışını araştırmaksızın, sadece<br />

çevresinden görerek ve duyarak iman etmenin ne derece doğruluk arz<br />

ettiği ve böyle bir imanın Allah katında kabul görüp görmediği problemidir.<br />

Bu tür “iman etme biçimi” ne İslam inancında “taklidi” iman, sorgulayarak<br />

ve doğrusunu yanlışından ayırarak “iman etme biçimi” ne ise “tahkiki”<br />

iman denilmektedir.<br />

Özet •İslam kelimesi sözlükte teslim olmak boyun eğmek (inkıyat), samimi olmak<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23


İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

Özet<br />

•İslam inanç sisteminde, imanın “sahih/geçerli” olması için şu şartlar tespit<br />

edilmiştir: 1) imanda hür irade olm<strong>al</strong>ıdır, 2) imanda en küçük bir şüpheye<br />

yer verilmemelidir, 3) imanda ümitsizliğe yer verilmemeli, Allah’ın<br />

rahmetinden ne ümit kesilmeli ne de emin olunm<strong>al</strong>ıdır.<br />

•İmanın artması ve eksilmesine gelince, imanın özü, ne artar ve eksilir ne<br />

de farklılık arz eder. Çünkü mahiyetlerde artış ve eksiliş olamaz. Ama<br />

imanın mahiyetinin “dışa akseden yönü” hakkında bu durum geçerli<br />

değildir. Çünkü “dıştaki varlık”, her ne kadar “niteliksel” olsa da o, bazı<br />

zaman ve şartlarda “zayıf”, “kuvvetli”, “sağlam” gibi özellikler ve<br />

“farklılaşm<strong>al</strong>ar” arz edebilmektedir.<br />

•İnanılacak hususlar açısından iman da ikiye ayrılmaktadır. 1) İcm<strong>al</strong>i iman,<br />

2) Tafsili iman: İcm<strong>al</strong>i iman, iman edilecek şeylere kısaca ve toptan<br />

inanmak demektir.<br />

•Küfür kelime olarak sözlükte “örtmek, gizlemek” demektir. Terim anlamı<br />

ise, Hz. Peygamber’i, Allah’tan getirdiği kesinlikle sabit olan dinî<br />

esaslardan birini veya birkaçını inkâr etmek demektir.Şirk sözlükte “ortak<br />

kabul etmek” anlamına gelmektedir. Şirkin, terim anlamı, Allah Te<strong>al</strong>a’nın,<br />

başta “İlah” olma niteliği olmak üzere bütün “isim”, “sıfat” ve “fiillerinde”,<br />

eşinin, denginin ve ortağının bulunduğunu kabul etmek demektir.<br />

•İslam İnancında “tekfir”, Müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, “inkâr özelliği<br />

taşıyan inanç, söz veya davranışlar” dan birini yapmasından ötürü kâfir<br />

saymak demektir. İrtidat” ise dinden çıkmaya denilmektir. Dinden çıkan<br />

kişiye de mürtet denilir. Buna göre “tekfir” bir şahsın kâfir olduğuna<br />

“başk<strong>al</strong>arı tarafından” hükmedilmesi, “irtidat” ise kişinin “kendi irade ve<br />

ifadesiyle” İslam’dan ayrılması ve “hukuk düzeni tarafından” da mürtet<br />

sayılması demektir.<br />

•Bir Müslümanın kâfir olduğuna hükmedilmesi kolay bir iş değildir. Çünkü<br />

bir kişiyi “kâfir saymak” (tekfir etmek) demek, onu “pek ağır dünyevi<br />

sonuçlar” a, müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek anlamına<br />

geldiğinden, insanları inançlı veya inançsız saymada, diğer bir ifadeyle<br />

“mümin” veya “kâfir” kabul etmede çok titiz davranılması ve çok dikkatli<br />

olunması gerekmektedir.<br />

•İslam inancına göre insanlar “tasdik ve inkâr açısından” mümin, münafık,<br />

kâfir olmak üzere üç gruba ayrılmaktadır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24


Değerlendirme sorularını<br />

sistemde ilgili ünite<br />

başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an<br />

“bölüm sonu testi”<br />

bölümünde etkileşimli<br />

olarak<br />

cevaplayabilirsiniz.<br />

İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

DEĞERLENDİRME SORULARI<br />

1. Aşağıdakilerden hangisi tam olarak “tafsilî imanın birinci derecesini” ifade<br />

eder?<br />

a) Y<strong>al</strong>nızca Allah’a iman<br />

b) Allah’a, nübüvvete ahirete iman<br />

c) Allah’a, nübüvvete kitaplara iman<br />

d) Amentüde ifade edilen <strong>al</strong>tı esasın hepsine birden iman<br />

e) İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak iman<br />

2. Aşağıdakilerden hangisi ameli hükümler arasında yer <strong>al</strong>maz?<br />

a) İbadet<br />

b) Muamelat<br />

c) K<strong>al</strong>ben tasdik<br />

d) Ukubat<br />

e) Namaz<br />

3. Ameli hükümlerin toplamına .........., bu kelimenin çoğul şekline ise …....... denilir.<br />

Yukarıdaki boşluklara uygun olan ifadeler hangi şıkta doğru olarak verilmiştir?<br />

a) İbadet/ibadat,<br />

b) Tarikat/turuk<br />

c) Akîde/akaid<br />

d) Şerîat/şerayi’<br />

e) Muamele/muamelat.<br />

4. “İman esasları” ile ilgili açıklam<strong>al</strong>ar, hadis kitaplarında ....................... gibi bab<br />

başlıkları <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>maktadır.<br />

Yukarıdaki boşluğu anlamlı bir şekilde doldurabilecek şık aşağıdakilerden hangisidir?<br />

I. İman, Enbiya<br />

II. Tekfir, kader<br />

III. Tevhid, kıyamet<br />

IV. Cennet cehennem<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25


İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

V. Terbiye, ahlak<br />

a) I, III, V<br />

b) I, II, IV<br />

c) II, III, V<br />

d) I, III, IV<br />

e) Hepsi<br />

5. Aşağıdakilerden hangisi İslam itikadının kaynaklarından değildir?<br />

a) Kur’an-ı Kerim<br />

b) Sezgi<br />

c) Duyu organlarının verileri<br />

d) Akıl<br />

e) Sahih hadisler<br />

Cevap Anahtarı<br />

1.b 2.c 3.d 4.d 5.b<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26


İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAY-<br />

NAKLAR<br />

1. Akseki, Ahmet Hamdi. (tsz, 21. Baskı). İslam Dini. Ankara.<br />

2. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber.<br />

Beyrut.<br />

3. Askerî, Ebû Hil<strong>al</strong>. (2006). el-Furuk fi’l-Luğa. Tahk Cemâl Abdulğanî Mudğamiş.<br />

Beyrut.<br />

4. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara. Gonca<br />

Yayınevi.<br />

5. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972). Muvazzah İlm-i Kelam. İstanbul.<br />

6. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî. Tahk. Mustafa Dîb el-<br />

Buğa. Beyrut.<br />

7. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Terc. Mehmet Yolcu, Hüseyin Altın<strong>al</strong>an.<br />

İstanbul: Madve Yay.<br />

8. Cevherî, İsmâil b. Hammâd. (tsz.). es-Sıhah Tâcu’l-Luğat ve Sıhahi’l-Arabiyye.<br />

Tahk. Ahmed Abdulğafûr, Nşr. Hasan Şerbetli. Mısır.<br />

9. Diyanet. (1998). Diyanet İlmihâli. İstanbul.<br />

10. Ferâhidî, Ebû Abdirrahmân el-Hâlîl b. Ahmet. (1988). Kitâbu’l-Ayn. Tahk. Dr.<br />

Mehdî el-Mahzûmî-Dr. İbrâhim es-Semerâî, Beyrut.<br />

11. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman. (1988). Kelam. Konya.<br />

12. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988). Lisânu’l-<br />

Arab. Beyrut.<br />

13. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta. Tahk. Muhammed Fuad<br />

Abdulbaki. Mısır.<br />

14. Mâturîdî, Ebû Mansûr, Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.).<br />

Kitâbu’t-Tevhîd. Tahk. Fethullah Huleyf. Mısır.<br />

15. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh. Beyrut.<br />

16. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille. Nşr.<br />

Hüseyin Atay. Ankara.<br />

17. Tahânevî, Muhammed A’la b. Ali. (1862). Keşşâf-u Istılâhâti’l-Fünûn. Tash. el-<br />

Mevlevî Muhammed Vecîh, el-Mevlevî Abdu’l-Hak, el-Mevlevî Ğulam Kadir.<br />

K<strong>al</strong>küta.<br />

18. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir-Yavuz, Şevki-Çelebi, İlyas. (2009). İslam’da İnanç Esasları. İstanbul.<br />

19. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’ân Dili. İstanbul.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27


İmanın Tanımı ve Mahiyeti<br />

20. Yüksel, Emrullah. (2005). Sistematik Kelam. İstanbul.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28


İSLAM İNANCININ KAYNAKLARI<br />

İÇİNDEKİLER<br />

HEDEFLER<br />

• Giriş<br />

• Kur’an<br />

• Sünnet<br />

• Akıl<br />

• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />

• İnanç esaslarının kaynakları hakkında<br />

bilgi edinmiş<br />

• Kur’an ve sünnetin inanç esasları<br />

açısından kaynaklık değerini kavramış<br />

• Aklın bu konudaki fonksiyonunu anlamış<br />

olacaksınız.<br />

İSLAM İNANÇ<br />

ESASLARI<br />

<strong>ÜNİTE</strong><br />

3


Tüm peygamberler<br />

insanları ortak inançlara<br />

davet etmişlerdir<br />

İslam İnancının Kaynakları<br />

GİRİŞ<br />

Kur’an tüm peygamberlerin ümmetlerine tebliğ ettikleri bu inanç esaslarının<br />

aynı olduğunu bildirmektedir. Yani Hz. Âdem insanları neye inanmaya davet ettiyse<br />

son dinin tebliğcisi olan Hz. Peygamber de aynı şeylere inanmaya davet etmiştir.<br />

“Allah Nuh'a buyurduğu esasları size de din olarak buyurmuştur. Sana İbrahim’e,<br />

Musa'ya ve İsa’ya da vahyettik ve dine bağlı k<strong>al</strong>ın, onda ayrılığa düşmeyin’ diye<br />

buyurduk” (Şurâ 42/13)<br />

anlamındaki ayette Allah geçmiş peygamberlere ve son dinin tebliğcisi olan Hz.<br />

Muhammed’e vahyedilen inanç esaslarının aynı olduğunu açıkça ifade etmektedir.<br />

Bu durum dini hükümler içinde inanca tekabül eden hususların zamana ve mekâna<br />

göre değişiklik arz etmediğini ve bu şekildeki hükümlerin dinin asıllarını<br />

oluşturduğunu göstermektedir. Nitekim bu özelliğinden hareketle ona “usuliddin”<br />

adı da verilmiştir.<br />

İnancın zaman, mekân ve şartlardan hareketle değişikliğe maruz k<strong>al</strong>maması,<br />

onun sahibi nezdinde hiçbir surette şüphe kabul etmeyen temel ilke, esas ve<br />

hükümlerden meydana geldiğini göstermektedir. Bu özelliğinden hareketle onun<br />

dinde orijin<strong>al</strong> kavram <strong>al</strong>anının itikat kelimesiyle karşılandığı görülmektedir. Nitekim<br />

itikat “bir şeye düğüm atarcasına kesinlikle inanmak, gönülden bağlanmak ve<br />

gönülden benimseyerek doğruluğuna inanmak” (Asım Efendi, Kamus Tercümesi,<br />

“akd”, mad.) manasına gelmektedir.<br />

“Kim iman etmezse onun ameli boşa gitmiştir “Maide 5/5; Nisâ 4/124; Enbiya<br />

21/94 anlamındaki ayet de dini hükümlerin biri biriyle bağlantısı bulunduğunu ve<br />

inanca tekabül edenlerin asıl ve temel vazifesi gördüğünü göstermektedir. Nitekim<br />

inanç esasları içinde de Allah’a iman tüm inanç esaslarının temelini ve aslını<br />

oluşturmaktadır. Bu amaçla Allah’a imana özün özü manasına “aslu’l-usul” adı<br />

verilmektedir. Çünkü Allah’a iman etmek Allah’ın gönderdiği peygamberlere,<br />

kitaplara, kitaplar içinde bulunan her şeye iman etmeyi de kaçınılmaz olarak<br />

beraberinde getirmektedir. Bu durum Allah’a imanın hem bir başlangıç hem de<br />

kapsayan bir inanç olduğunu, o olursa diğerlerinin de olduğunu, o olmazsa<br />

diğerlerinin de olmayacağını göstermektedir.<br />

İnsanın herhangi bir şüphe duymadan gönülden bağlandığı inançların<br />

kaynağının da inanca par<strong>al</strong>el özellikler taşıyan, varlığı ve muhtevasında her hangi bir<br />

şüphenin söz konusu olmadığı esaslardan oluşması gerekmektedir. Belirlenen bu<br />

hususlara karşılık gelen esasların başında da şüphesiz Allah’ın tüm insanlığa<br />

gönderdiği Kur'an ile Kur'an’ın hayata geçirilmiş hâlini oluşturan sünnet ve tüm<br />

insanlığın eşit paydada buluştuğu Allah’ın nimeti olan akıl gelmektedir. İlk planda<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2


Vahiy Hz. Peygamberin<br />

k<strong>al</strong>bine ilka edilen<br />

lafız+mana ve kıraat<br />

üçlüsünden<br />

oluşmaktadır<br />

İslam İnancının Kaynakları<br />

kaynağı y<strong>al</strong>nızca Kur’an ve sünnetten ibaret görebilecek bir düşünce akla gelse de<br />

din insanlığa hitap ettiğinden, tüm insanlığın birleştiği ortak paydadan hareket<br />

etmesi kaçınılmazdır. Söz konusu ortak payda da insanı diğer canlılardan ayıran<br />

akıldır. İnanç konularında o, Kur’an ve sünnetten oluşan nakli sistemli hâle getirmek,<br />

temellendirmek ve müphem yönlerini açıklığa kavuşturmak gibi birçok <strong>al</strong>anda<br />

fonksiyon icra eden önemli bir kaynaktır. Şimdi İslam inancının ana kaynaklarının<br />

varlık ve muhtev<strong>al</strong>arını inceleyelim.<br />

KUR’AN<br />

İslam İnanç Esasları<br />

Kur'an Sünnet Akıl<br />

Tüm dini hükümler yanında inanca tekabül eden hüküm ve esasların ilk<br />

kaynağı Kur'an’dan elde edilmektedir. O, vahyin son tecellisi olarak yeryüzüne<br />

indiğinden tanımıyla ilgili engin bir birikim mevcut olmakla birlikte burada bunların<br />

her birini ele <strong>al</strong>ma yerine en temel anlam <strong>al</strong>anından hareket etmek uygun<br />

görünmektedir. Arapça “k-r-e” kökünden gelen Kur'an kelimesinin<br />

. ُوَناَء<br />

ْر ق ُْعِبَّتاَف ُهاَنْأَرَق<br />

اَذِإَف . ُوَناَءْر<br />

قَو ُوَعْم<br />

َج اَنْيَلَع َُّنِإ<br />

“Onu (senin k<strong>al</strong>binde) toplamak ve okutmak bize düşer onu sana okuduğumuzda<br />

okunuşunu takip et” (Kıyâme 75/17-18)<br />

anlamındaki ayette fuʻlân vezninde mastar veya ism-i meful olduğu anlaşılmaktadır.<br />

Bu durumda “Kur'an” kelimesi Kur'an’ın özel ismi olduğunda ism-i meful manasında<br />

okunan kitap ism-i fail olduğunda da toplayan anlamlarına gelmektedir. Toplama<br />

onun içinde sure ve ayetleri bulundurması ya da önceki kitapları kendinde ihtiva<br />

etmesi manasınadır. Nitekim Yusuf suresi 111. ayette Kur'an’ın önündekini tasdik<br />

edip her şeyin tafsilini içerdiğini bildirmesi de onun Allah’ın kitaplarının semeresini<br />

ve ilimlerin özünü kendisinde topladığı (Ragıb el-İsfehanî, el-Müfredât fî garîbi’l-<br />

Kur'an, “k-r-e”)manasına gelmektedir.<br />

İlk inen ve Hz. Peygamber’e de oku emrini veren Alak suresinin ilk üç ayeti ile<br />

yukarıda zikredilen Kıyâme suresinin 17-18.ayetleri birlikte müt<strong>al</strong>aa edildiğinde<br />

Kur'an vahyinin lafız+mana ve kıraat üçlüsünden tenzil edildiği anlaşılmaktadır. Yani<br />

Alak suresinin ilk ayetlerinde Allah Te<strong>al</strong>a Peygamber’e oku emrini verirken elindeki<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3


“Şüphesiz Kur’an’ı biz<br />

indirdik ve onu<br />

koruyacak olan da<br />

biziz” (Hicr 15/9)<br />

İslam İnancının Kaynakları<br />

mevcut bir metinden okumasını istememiştir. Bunun yerine Cebrail tarafından<br />

getirilen lafız ve manadan müteşekkil olan ve k<strong>al</strong>bine ilka edilen vahyin okunmasını<br />

t<strong>al</strong>ep etmiştir. Bu durum vahyin Hz. Peygamber’in k<strong>al</strong>bine ya da hafızasına<br />

nakşedilen lafız ve mana bütünlüğünde bulunduğunu ve Cebrail tarafından<br />

okunduğunu ortaya koymaktadır.<br />

Tenzîl<br />

Lafız+mana+kıraat<br />

Peygamber<br />

Allah<br />

Cebrail<br />

Tebliğ İnsan<br />

anlamındaki ayet Kur'an’ın Peygamber’in k<strong>al</strong>bine indirildiğini dile getirmektedir.<br />

Ancak esas vasfının Allah kelamı olması onun kaynağının insanüstü olduğunu<br />

göstermektedir. Dolayısıyla onun insani seviyeye ulaştırılması aracı olan Cebrail<br />

vasıtasıyla olmuştur. Anlamı okunan ve tüm kitaplar ile bilginin özünü kendisinde<br />

toplayan bir kitap olması şeklindedir. Tenzîl şekli de lazfız+mana ve kıraat<br />

üçlüsünden oluşmaktadır. Yine<br />

ve<br />

َُنيِم . ََنيِمَلاَعْلآب َرُليِزنَتَلُهّنِإ َو<br />

َ ََنيِرِذنُمْلاَنِمَنوُكَتِلَكِبْلَقىَلَع.<br />

لْاُحو ْ ْرلاِهِبَلَزَن<br />

“Şüphesiz bu Kur'an <strong>al</strong>emlerin Rabbinin indirmesidir, uyarıcılardan olman<br />

için onu Rûhu’l-emîn (Cebrail) senin k<strong>al</strong>bine indirmiştir” (Şuarâ 26/192-194)<br />

“Şüphesiz Kur'an ne arkasından ne de önünden batılın karışmadığı bir<br />

kitaptır ve hakîm ve hamid vasıflarına sahip Allah tarafından indirilmiştir”<br />

(Fussılet 41/42)<br />

“Şüphesiz Kurʻan’ı biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz” (Hicr 15/9).<br />

anlamındaki ayetler Kur’an’ın diğer kitaplardan farklı olarak ilahi güvence <strong>al</strong>tına<br />

<strong>al</strong>ındığını ve kendisinde şüphe ve batıl gibi bir şeylerin bulunmadığını veciz bir<br />

şekilde anlatmaktadır. Yeryüzünde ona ilk muhatap olan ve <strong>al</strong>ıp insanlara tebliğini<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4


İslam İnancının Kaynakları<br />

yapan Peygamber’in de ismet sıfatıyla muttasıf olması Kur'an’ın korunmuşluğunun<br />

ilahi güvence <strong>al</strong>tında gerçekleştirildiğini göstermektedir. Dolayısıyla söz konusu<br />

güvence Kur’an’ın tenzili yanında Hz. Peygamber’in insanlara tebliğini ve iki kapak<br />

arasına girerek günümüze kadar ulaşmasını kapsamaktadır.<br />

“Bugün sizin için dininizi ikm<strong>al</strong> ettim, size nimetimi tamamladım ve din<br />

olarak size İslam’ı seçtim” (Maide 5/3).<br />

anlamındaki ayet Kur’an’ın yeryüzüne inme sürecinin Hz. Peygamber’in hayatının<br />

sona ermesiyle tamamlandığını ve ondan sonra bir daha vahiy gelmeyeceğini ifade<br />

etmektedir. Yani vahiy Hz. Peygamber’in vefatıyla kesildiğinden, sonrasında<br />

herhangi bir şekilde vahiyden söz etme imkânı bulunmamaktadır. Sürecini bu<br />

şekilde tamamlayan Kur’an’ın sonraki nesillere ve oradan bize kadar ulaşması da<br />

y<strong>al</strong>an üzere birleşmeleri imkânsız olan büyük topluluklar vasıtasıyla tevatüren<br />

olmuştur. Bütün bu açıklam<strong>al</strong>ar Kur’an’ın hem metafizik <strong>al</strong>emden yeryüzüne inmesi,<br />

hem de fiziki dünyada Peygamber’den insanlığa ulaşması sırasında intik<strong>al</strong> ve<br />

muhteva açısından her hangi bir şüpheye maruz k<strong>al</strong>mayacak şekilde geldiğini<br />

göstermektedir.<br />

Kur'an’ın mevcudiyetiyle ilgili verilen bilgiler, onun Hz. Peygamber’e ulaşırken<br />

lafız ve mana bütünlüğünde ulaştığını, kaynağı ilahi olduğu gibi sonraki aşam<strong>al</strong>ardaki<br />

hayatiyetini de ilahi güvence <strong>al</strong>tında devam ettirdiğini ortaya koymaktadır. Bu<br />

durum onun ana kaynak olmasında herhangi bir şüphenin bulunmadığını<br />

göstermektedir. Onun bizzat kendisinden hareket edildiğinde de muhteva değeriyle<br />

ilgili olarak kendisini sözün en güzeli (Zümer 39/23) olarak tanımladığı<br />

görülmektedir. Yine o, kendini doğruluğun ve hidayetin kaynağı olma yanında<br />

hakikat ile gerçeğin bizzat kendisini temsil ettiğini söyleyerek (Bakara 2/147; Al-i<br />

imran 3/60; Yunûs 10/108, 94) kaynak değeri hakkında bilgi vermektedir.<br />

َني . ملا<br />

ِ قَّتمْلِّل ُ ىًدُه ِهيِف بَ ْير َ َلا باَت ُ ِكْلا َك ِ َّم .<br />

لَذ<br />

ِ مو َ َةلاَّصلا َنو مي ُ ِ قُيو َ<br />

ِبْيَغْلاِب َنوُن ِ مْؤ ُ ي ني َ ِ َنوُق ذَّلا<br />

ِ ني َ . فنُي مُهاَنْ ْ قَز ر َ ا<br />

ِ ذَّلاو<br />

َنوُن ِقو ُي مُه ْ ِةر َ ِ خلآاِب و َ َك ِلْبَ ق نِ م َلِزنُأ امَ و َ َكْيَلِإ َلِزنُأ امِب َ َنوُن ِ مْؤ ُ ي<br />

“Elif lâm mîm. Doğruluğunda şüphe bulunmayan bu kitap, takva sahipleri için<br />

yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine<br />

verdiğimiz rızıktan yerli yerince harcarlar. Yine onlar sana indirilen kitaba ve senden<br />

önce indirilen kitaplara ve ahirete yakîn derecesinde inanırlar” (Bakara 2/1-4).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5<br />

.


İmanın gayba yönelik<br />

olması Kur'an’ın tek ve<br />

vazgeçilmez kaynak<br />

olmasını sağlamaktadır<br />

Kitaba inanmak y<strong>al</strong>nızca<br />

kitabın varlığına değil,<br />

ondaki esasların her<br />

birine de inanmayı<br />

gerektirmektedir<br />

İslam İnancının Kaynakları<br />

şeklindeki ayet, Kur'an’ın inanç açısından vazgeçilmez bir kaynak olduğunu onda<br />

“herhangi bir şüphenin bulunmadığı” bilgisiyle teyit etmektedir. Bundan başka aynı<br />

ayet inancın en temel özelliğinin de insanın kavrayış <strong>al</strong>anının ötesinde olma<br />

manasında gayba iman olduğunu söyledikten sonra inanılması gereken hususlar<br />

arasında Kur'an ve diğer semavi kitaplar ile ahiret gününün olduğunu dile<br />

getirmektedir. Bu şekildeki anlam <strong>al</strong>anı da Kur'an’ın kaynaklık değeri yanında<br />

inançta gaybi olma vasfının esas olduğunu ortaya koymaktadır. Yine söz konusu<br />

ayette Kur'an ve diğer semavi kitaplar ile ahiret gününe imandan bahsedilmesi,<br />

gayb <strong>al</strong>anına uluhiyet, peygamberlere ve ahiret gününe iman gibi konuların girdiğini<br />

göstermektedir. Meryem 19/61; el-Enbiyâ 21/49; Fâtır 35/18; Hadîd 57/25 gibi<br />

ayetlerde de kişinin görmediği hâlde Allah’a ve Allah’ın emrettiği şeylere inandığı ve<br />

inandıklarını hayata geçirdiği, Peygamber’e iman edip ona yardım ettiği,<br />

görmedikleri cennet ve cehenneme inandıkları ve cennete girip cehennemden<br />

sakınmak amacıyla Allah’ın emirlerine riayet edip yasaklarından kaçındığından<br />

bahsedilmektedir. Aslında bu tür bilgiler ana temel vasıf etrafında inancın nasıl<br />

gelişme gösterdiğini ifade etmektedir. Ancak temel nitelik olan inançta gaybi<br />

unsurun bulunması ve Kur'an’ın da bu konuda tek ve vazgeçilmez bir kaynak olması<br />

tüm ayetlerin ortak paydası olarak gelişme göstermektedir.<br />

Kur'an’ın bu özelliğiyle inanç esaslarına dair verdiği bilgilere bakıldığında onun<br />

konuya dair açıklam<strong>al</strong>arından bazısı da şöyledir:<br />

ve<br />

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz gerçek iyilik değildir, fakat asıl<br />

iyilik Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanan<br />

kimselerin tutum ve davranışıdır” (Bakara 2/177).<br />

“Ey iman edenler Allah’a, O’nun peygamberine ve peygamberine indirdiği<br />

kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını,<br />

peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse haktan ayrılıp derin bir sapıklığa<br />

girmiş olur” (Nisâ 4/136) .<br />

anlamındaki ayetler kişinin inanması gereken şeyleri çok açık bir şekilde beyan<br />

etmektedir. Yani bir kimse Allah’a, Allah’ın gönderdiği peygambere ve peygamber<br />

vasıtasıyla gönderdiği kitaba, meleklere ve ahiret gününe inanmak durumundadır.<br />

Ancak “iman esasları y<strong>al</strong>nızca bunlardan mı ibarettir?” diye bir soru sorulduğunda<br />

“evet” cevabının verilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah kendisine, insanlar<br />

arasından seçtiği peygambere ve söz konusu peygamber vasıtasıyla gönderdiği<br />

kitaba inanılmasını istemektedir. Dolaysıyla kitaba inanmak y<strong>al</strong>nızca kitabın<br />

varlığına değil, bizzat ondaki esasların her birine de inanmayı gerekli kılmaktadır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6


Sünnet ümmetin hâkim<br />

din anlayışını ifade<br />

etmektedir<br />

İslam İnancının Kaynakları<br />

Nitekim yukarıda zikredilen ayette sevilen m<strong>al</strong>dan yakınlara, yetimlere, yoksullara,<br />

yolda k<strong>al</strong>mışlara infakta bulunma istenmekte, namaz kılma ve zekât verme<br />

emredilmekte, sıkıntı, hast<strong>al</strong>ık ve savaş zamanlarında sabretme gerekli<br />

görülmektedir. Yine başka yerlerde y<strong>al</strong>an yere yemin etmekten, gıybet ve<br />

koğuculuktan uzaklaşılmasının gereğinden bahsedilmektedir ki bütün bunların her<br />

biri inanılması gereken hususları oluşturmaktadır. Ancak bunlardan zekât vermenin<br />

ve namaz kılmanın gerekliliğine inanmak inanç konusu olduğu hâlde, bunların yerine<br />

getirilmesi ibadet ve amelle ilgili hükümlere girmektedir. Gıybet etme ve y<strong>al</strong>an<br />

söyleme gibi kötü davranışlardan uzak durmanın gereğine inanmak inançla ilgili<br />

esaslara tekabül ederken, bizzat bunlardan kaçınmak da ahlaki esaslara girmektedir.<br />

SÜNNET<br />

Kur'an’dan sonra ikinci kaynak olarak kabul edilen sünnet, Arapça asıllı bir<br />

kelime olup “s-n-n” kökünden gelmektedir. Sözlük anlamı “izlenen yol, hayat tarzı,<br />

metot, örnek <strong>al</strong>ınan uygulama, örf ve gelenek” man<strong>al</strong>arına gelirken terim anlamı da<br />

Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine karşılık gelmektedir. Bu genel tanımın<br />

yanında ilim d<strong>al</strong>larının her biri kendi perspektiflerinden onunla ilgili yaklaşımlarda<br />

bulunmuşlardır. Kelam ve akaid konuları söz konusu olduğunda sünnetin anlamı Hz.<br />

Peygamber ve ashabının itikad ve inanca karşılık gelen konularda takip ettikleri yol<br />

manasına gelmektedir. Buradan da sünnetin ümmetin hâkim din anlayışını ifade<br />

ettiği anlaşılmaktadır.<br />

Delil ve kaynak olması<br />

Sünnetin Kur’an’dan sonra ikinci bir kaynak olması noktasında İslam<br />

düşünürlerinin hemen hepsi aynı ortak paydada birleşmektedirler.<br />

“Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve<br />

günahlarınızı bağışlasın” (Âl-i imrân 3/31).<br />

anlamındaki ayette Allah’a imanın yolunun Peygamber’e imandan geçtiği ifade<br />

edilmektedir. Çünkü Peygamber konum itibariyle insanlara Allah’ın ayetlerini<br />

okuyan ve onlara kitap ve hikmeti öğreten (Bakara 2/129) kimsedir. Nitekim<br />

“…Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğini öğretmiştir” (Nisâ 4/113).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7


Sünnet, Kur'an’ın<br />

hayata geçirilmiş hâlidir.<br />

İslam İnancının Kaynakları<br />

Me<strong>al</strong>indeki ayetlerde geçen hikmetin de İslam uleması tarafından genelde Hz.<br />

Peygamber’in sünneti manasına geldiği kabul edilmektedir. Aynı bağlamda<br />

ve<br />

“O peygamber ki kendilerine iyiliği emreder, onları kötülükten meneder,<br />

onlara temiz ve hoş şeyleri hel<strong>al</strong>, pis ve çirkin şeyleri haram kılar; üzerlerindeki ağır<br />

yükleri ve kendilerini bağlayan bağları k<strong>al</strong>dırır. O Peygamber’e iman edip saygı<br />

gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura tabi olanlar işte kurtuluşa<br />

erenler onlardır” (A’râf 7/157).<br />

“Peygamber size neyi verdiyse onu <strong>al</strong>ın, size neyi yasakladıysa ondan da kaçının”<br />

( Haşr 59/7).<br />

anlamındaki ayetler, Peygamberin haram veya hel<strong>al</strong> kılma yetkisinin bulunduğunu<br />

ifade etmektedir. Bundan başka Kur'an<br />

“O kendinden bir şey söylemez söyledikleri vahiyden başka bir şey<br />

değildir” (Necm 53/3-4).<br />

anlamındaki ayetler de Hz. Peygamber’in muhatap olduğu vahyi tebliğ etme vazifesi<br />

yanında ilahi ilkeleri beyan etme vasfının da bulunduğunu ortaya koymaktadır.<br />

Hatta bu ayetler, Hz. Peygamber’in bizzat vahye muhatap olması ve vahyin insanlığa<br />

ulaşmasını sağlaması yanında söylemlerinin de vahyin bir unsuru olduğunu<br />

göstermektedir. Diğer bir ifadeyle Peygamber ile vahiy arasındaki bağlantı, y<strong>al</strong>nızca<br />

vahyin aktarılmasını değil bizzat hayata geçirilmesini de gerekli kılmaktadır. Çünkü<br />

sünnet, Kur'an’ın hayata tatbik edilmiş hâlini oluşturduğundan, Peygamber’in hayatı<br />

ve söylemleri de Kur'an’ın tefsiri ve İslam’ın yaşantıya geçirilmiş şeklini meydana<br />

getirmektedir. Bu durum sünnetin bizzat kendisinin de vahiy kaynaklı olduğunu<br />

ortaya koymaktadır. Ancak Allah din ihdas eden bir şariî konumundayken<br />

Peygamber de <strong>al</strong>dığı vahyi tebliğ eden mübelliğ konumundadır. Bu konuyla ilgili<br />

Kur'an’da çok geniş bir m<strong>al</strong>umat bulunmaktadır. Nitekim aşağıdaki ayet te bunu çok<br />

açık bir şekilde izah etmekte ve Peygamber’in vazifesinin açıklayan ve tebliğ eden<br />

manasında olduğunu “tebyîn” kelimesiyle ifade etmektedir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8


İslam İnancının Kaynakları<br />

َّل َ عَل َ و ْ مِهْيَلِإ َلِّزُ ن ا َ م ِساَّنل ِ ل َ نِّي َ بُت ِ ل َ رْكِّذلا َكْيَلِإ اَنْل َ زنَأ َ و<br />

َنو ُ رَّكَفَ ت َ ي ْ مُه<br />

“Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana da bu Kur'an’ı<br />

indirdik, umulur ki onlar da düşünürler” (Nahl 16/44).<br />

Bütün bu niteliklerden hareketle Kur’an’ın kaynağının ilahi olmasına karşılık,<br />

Peygamber’in Allah tarafından korunmakla birlikte insani bir kaynak olması ikisinin<br />

eşit düzlemde değerlendirilmelerini mümkün kılmamaktadır. Yine Kur’an’ın lafız ve<br />

mana bütünlüğünde yeryüzüne inmesine ve tevatüren bize ulaşmasına karşılık<br />

sünnetin çoğunlukla lâfzen değil de manen rivayeti ve büyük bir kısmının âhâd hadis<br />

olarak nakledilmesi iki kaynağın eşit konumda olmadıklarını göstermektedir. Yani<br />

hadisin rivayet ve tedvin gibi muhataba ulaşması sırasında geçirmiş olduğu<br />

aşam<strong>al</strong>ar, onun delil kılınması noktasında bu açıdan da incelenmesini gerekli<br />

kılmaktadır. Dolayısıyla sünnetin temel dayanağı olan hadisler sübut açısından<br />

mütevatir, meşhur ve âhâd olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır.<br />

Mütevatir hadis: Aklın y<strong>al</strong>an üzere birleşmeleri mümkün görmediği bir<br />

topluluğun yine aynı nitelikteki topluluğa naklettiği hadise denir. Y<strong>al</strong>an üzere<br />

birleşmeleri mümkün olmayan böyle bir topluluğun naklettiği şey, dinde en kuvvetli<br />

delil teşkil ettiğinden akaid <strong>al</strong>anında en önemli kaynaklar arasında yer <strong>al</strong>maktadır.<br />

Bu nitelikteki örneklerin başında da Kur’an-ı Kerim gelmektedir.<br />

Meşhur hadis: Başlangıçtaki ilk râvilerinin sayısı üçü geçmemekle birlikte sonraki<br />

asırlarda râvi sayısının şöhrete ulaştığı rivayetlere denilmektedir. Meşhur hadis ilk<br />

râvisi bir veya iki kişiyi geçmediğinden bazen haber-i vahid kategorisinde<br />

değerlendirilmekle birlikte aslında mütevatir hadis ile âhâd hadis arasında bir yerde<br />

bulunmaktadırlar. Bu vasfından yani râvi sayısının az olmasından hareketle inanca<br />

tekabül eden konularda verdiği bilgilerin şüpheden arındırılmış, kesin inanç adı<br />

<strong>al</strong>tında yakîn derecesine ulaştığı kabul edilmez. İnanç <strong>al</strong>anında mütevatir haberin<br />

kullanılması, inancı sağlam bir temele dayandırma amacına matuftur.<br />

Âhâd hadis: Mütevatir derecesine ulaşmayan hadislere âhâd hadis denilir. Bu tür<br />

hadisler Hz. Peygamber’den itibaren râvi sayısı birkaç kişiyi geçmeyen ve ilk üç<br />

asırda şöhret derecesine ulaşmayan rivayetlerden oluşmaktadır. Hadis kitaplarındaki<br />

hadislerin büyük bir kısmı bu tür rivayetlerden oluşmaktadır. Âhâd hadislerin amel<br />

ve ibadet konularında kaynaklık değeri bulunduğu hâlde inanç konularında bilgi<br />

değeri tartışılmıştır. Böyle bir sonuca gitmede en önemli etken inanılacak konularda<br />

bu tür rivayetlerdeki râvilerin sahabe de olsa masum olmam<strong>al</strong>arından<br />

kaynaklanmaktadır. Nitekim beşer vasfını haiz olması açısından hiçbir râvi hata veya<br />

y<strong>al</strong>andan uzak değildir. Yine sahabe derece ve mertebe itibariyle râvilerin en<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9


İslam İnancının Kaynakları<br />

üstünde bulunmakla birlikte onların rivayet ettikleri tüm hususlarda kesinlikten<br />

bahsetme imkânı bulunmamaktadır.<br />

Bunun birçok sebebi bulunmakla birlikte en önemlisi, hadislerin ortaya<br />

çıkışından asgari yirmi, otuz sene sonra rivayet aşamasının başlamasıdır. Nitekim<br />

sahabe Hz. Peygamber’in söylediği şeyleri lafızlarıyla yazmamış, dinlerken de bunları<br />

sonraki nesillere aktarma düşüncesiyle dinlememiş ve aradan uzun bir zaman<br />

geçtikten sonra nakletme yoluna gitmiştir. Şartların bu şekilde gelişme göstermesi<br />

sahabenin yirmi, otuz yıl önce duyduğu şeyi aktarırken ilk defa işittiği şekilde ve aynı<br />

lafızlarla nakletme imkânını yitirmesine sebebiyet vermiştir. Çünkü kişi bir sözü<br />

işittikten sonra yazmaz, her gün tekrar etmez ve aradan yirmi, otuz yıl geçtikten<br />

sonra nakletmek isterse ilk duyduğu hâlinden birçok şeyi unutmak durumunda k<strong>al</strong>ır<br />

ve doğ<strong>al</strong> olarak sözün nazım, tertip ve terkibini karıştırabilir (Fahreddin er-<br />

Razî,Esâsaü’t-takdîs, s. 171).<br />

Bu ve benzeri durumlar âhâd hadislerdeki bilginin kesin olmayıp zan ifade<br />

ettiği şeklinde değerlendirilmesine sebebiyet vermiştir. Bu tür hadislerde yanılma ve<br />

hata etme ihtim<strong>al</strong>i yanında verilen bilginin kesin olmaması, onların inançla ilgili<br />

konularda kullanılmasında bazı tereddütlerin doğmasına yol açmıştır. Yine böyle bir<br />

yaklaşımın temelinde söz konusu haberin Hz. Peygamber’den değil de onun dışındaki<br />

bir kimseden gelmiş olması endişesi vardır. Bu şartlar çerçevesinde elde edilen<br />

rivayetlerin kullanılması dinde otorite olmayan bir kimsenin görüşünden hareketle<br />

inanç oluşturma yoluna gitmeye sebebiyet vermektedir ki, bu da bu tür rivayetler<br />

karşısında titiz ve hassas davranmayı kaçınılmaz kılmıştır.<br />

Ancak prensipte böyle bir kanaat yaygınlık kazansa da inanç esaslarında<br />

hiçbir şekilde âhâd hadisin kaynaklık etmediği veya ulema tarafından kullanılmadığı<br />

sonucuna varmak mümkün değildir. Doğrudan gayba müte<strong>al</strong>lik olan ve hakkında<br />

sınırlı bilgi bulunan melek, cin ve şeytan gibi ruhani varlıklarla kabir azabı, cennet,<br />

cehennem gibi konularda senedi sahih olan âhâd hadisler delil olarak kullanılmıştır.<br />

Bu konularda âhâd hadislerin kullanılması da yeni bir inanç oluşturmaktan ziyade<br />

zaten Kur'an’da mevcut olan ilke ve esasların detayına gitmek ve konuyla ilgili<br />

müphem nokt<strong>al</strong>arı Hz. Peygamber’den gelen bir rivayetle açıklamak manasına<br />

gelmektedir.<br />

Netice itibariyle âhâd hadislerin tamamına karşı hepsi kesin bilgi ya da zan<br />

ifade etmektedir şeklinde genellemeci bir tavır sergilemeksizin rivayetleri tek tek<br />

değerlendirip hükme varmak gerekmektedir. Nitekim senedindeki râvîlerinde<br />

problem bulunmayan, muhtevası, kesin olarak bilinen naslara uygun olan ve akli<br />

ilkelere ters düşmeyen âhâd hadislerin kullanılması mümkün ve hatta gereklidir. Bu<br />

şartları kendinde bulunduran bir rivayeti âhâd hadis diye reddetmek doğru bir<br />

yaklaşım tarzı değildir. Böyle bir yolu tercih etmek, rivayetin asıl kaynağı olan<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10


Kâfirler inanç<br />

konularında akıllarını<br />

işlevsiz h<strong>al</strong>e getirmiş<br />

kimselerdir.<br />

İslam İnancının Kaynakları<br />

Peygamber’i dinde fonksiyonsuz hâle getirmek gibi bir sonuca ulaşacağından tasvip<br />

edilemeyen bir yöntemdir.<br />

AKIL<br />

Tartışma<br />

• Haber-i vahidin inanç esaslarında kaynak oluşunun Ehl-i Hadis,<br />

Matüridi ve Eşarî mezhepleri arasındaki durumunu araştırarak<br />

arkadaşlarınızla tartışınız.<br />

• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an<br />

“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />

İnanç esaslarının üçüncü kaynağı da akıldır. Aklın kaynak olarak kullanılması<br />

büyük oranda Kur'an’ın ona verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Çünkü Kur'an<br />

insanı insan yapan ve eylemlerini anlamlı kılan şeyin akıl olduğunu ifade etmektedir.<br />

Ancak akıl, Kur'an ve sünnetten farklı olarak, doğrudan bilgiyi veren değil onu<br />

üreten olması açısından kaynaklık değeri vardır. Nitekim Kur'an terminolojisinde o,<br />

“bilgi edinmeyi sağlayan güç” ve “bu güçle kazanılan bilgi” olmak üzere iki anlamda<br />

kullanılmaktadır (Ragıb el-isfehanî, el-Müfredât, “a-k-l”mad.). Bilgi edinmeyi temin<br />

eden güç olması onun dinen muhatap <strong>al</strong>ınmasını ve mükellef tutulmasını<br />

sağlamaktadır. Bu açıdan aklı olmayanın dini sorumluluğu ve ehliyeti olmadığı kabul<br />

edilmektedir.<br />

Kur’an’ın akıldan isim ve mastar olarak değil de fiil veya sıfat olarak<br />

bahsetmesi, onun dinamik boyutuna vurgu yaptığını ve ona bilgiye ulaşmadaki<br />

gücünden ötürü önem verdiğini göstermektedir. Allah Te<strong>al</strong>a’nın insanlara birçok<br />

defa “akletmezler mi?” , “düşünmezler mi?” ve “ibret <strong>al</strong>mazlar mı?” şeklinde sorular<br />

yönelterek seslenmesi, onun fonksiyonel boyutuna önem verdiğini ortaya<br />

koymaktadır. Kur'an’ın bilenlerin akledebileceğini (Ankebût 29/43), aklını<br />

kullanmayanların da kötü bir azaba uğrayacaklarını (Yûnus 10/100) bildirmesi aklın<br />

konumu açısından kayda değer açıklam<strong>al</strong>ardır. Kur'an kendindeki bu gücü<br />

kullanmayan ve onu bilgiye çeviremeyen kâfirleri sağır, dilsiz ve kör olarak<br />

nitelendirilmekte ve bu yüzden akledemediklerini (Bakara 2/171) haber<br />

verilmektedir. Bu durum kâfirlerde aklın işlevsiz olduğunu ve söz konusu yetinin<br />

kaybolduğunu göstermektedir.<br />

Bundan başka Kur’an kişinin kendine ve dış dünyaya ibret gözüyle bakmasını,<br />

buradan hareketle Allah’ın varlığı ve kudretiyle ilgili akıl yürütmelerde bulunmasını<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11


Akıl gerçek değerini<br />

Kur'an’da bulmaktadır.<br />

Gazzâlî’ye göre akıl<br />

kandile, vahiy de o<br />

kandilin yağına<br />

benzemektedir.<br />

İslam İnancının Kaynakları<br />

istemektedir. İnsanın kendine yönelmesi yanında kendi dışındaki yerin ve göğün<br />

yaratılışını, onlardaki düzen ve işleyişin mükemmelliğini gözlemlediğinde ilahi<br />

hakikatleri sezme, anlama ve onlar üzerinde düşünüp yorum yapma kabiliyetini<br />

kazanır. Aklını bu şekilde işlevsel hâle getiren kimse, yaratıcısından haberdar olur ki<br />

aklın en önemli fonksiyonlarından biri de budur. Bu işi yerine getiremeyen kimseler,<br />

Kur'an’da sert bir dille eleştirilmektedir. Aşağıda me<strong>al</strong>i verilen ayet bunu veciz bir<br />

şekilde ifade etmektedir.<br />

“Allah katında canlıların en kötüsü düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir”<br />

(Enfâl 8/22)<br />

Bu açıklam<strong>al</strong>ardan “aklın kendi değerini Kur’an’da bulduğu” şeklinde bir<br />

neticeye varmak mümkündür. Çünkü Kur’an da aklın onayından geçen bilgiyi<br />

desteklemekte ve öne çıkarmaktadır. Nitekim “Allah’ın ayetlerini akletsinler” diye<br />

açıklaması (Bakara 2/242) ve Kur’an’ın düşünülmesi ve akıl sahiplerinin öğüt <strong>al</strong>ması<br />

amacıyla indirilmiş olması (Sâd 38/29) bu durumu anlamlı bir şekilde izah<br />

etmektedir. Hatta bu ayetler Kur'an üzerinde düşünmenin onu akılla <strong>al</strong>gılama<br />

anlamına geldiğini vurgulamaktadır. Ayrıca akıl, Kur'an’ın anlama yanında<br />

peygamberler tarafından tebliğ edilen dini hükümleri <strong>al</strong>ma açısından da gereklidir<br />

ve bu açıdan değerli ve üstündür. Nitekim Gazzâlî ikisinin birbirine göre konumunu,<br />

aklı göz, dini (vahyi) de gözün görmesini sağlayan bir ışık ya da aklı kandil, dini de bu<br />

kandilin yağı benzetmesiyle anlatmaktadır. Bunlardan her biri diğeriyle anlam<br />

kazandığından biri olmayınca diğeri değerini kaybeder.<br />

Akılla ilgili bütün bu açıklam<strong>al</strong>ar, onun kaynaklığının vazgeçilmez olduğunu<br />

ispat etmekle birlikte bütün varlık ve hadiselerin künhüne vakıf olacak şekilde<br />

kuşatıcı ya da yeterli ve kapsayıcı olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü akıl<br />

eşyayla ilgili külli prensipleri idrak edebilse de eşyadaki cüzi olayları ve onlarla ilgili<br />

her bir hükmü bilebilme kapasitesine sahip değildir. Mesela akıl, Allah’ın varlığıyla<br />

ilgili bilgiye ulaşsa, iyi ve kötüyle ilgili değer üretse de bunlarla bağlantılı eylemlerin<br />

emredilmesi ya da yasakların ortaya konması şeklinde dini hüküm koyabilme<br />

yetisine sahip değildir. Yine hakikati bulma noktasında akıl dış etkilerden uzak,<br />

sahibiyle baş başa k<strong>al</strong>dığında onu iyiliklere meylettirip kötülüklerden uzaklaştırır.<br />

Dolayısıyla o, nakil gibi kişiyi iyiliklere yönlendirip yasaklardan uzaklaştırma vasfına<br />

sahiptir. Bu durum akıl ile vahyin konumunun eşdeğer olduğunu ve her ikisinin de<br />

insandan iyilikleri yapmasını, kötülüklerden uzaklaşmasına doğru yönlendirdiğini<br />

ortaya koymaktadır. Ancak akıl öfke ve şehvet gibi duyguların etkisi ya da eğitim ve<br />

öğretim, kültür gibi unsurların katkısı ve yönlendirmesiyle asli hâlini<br />

koruyamayabilir. Kısacası onun, bu gibi durumlar karşısında güzeli çirkin, iyiyi kötü,<br />

doğruyu yanlış olarak değerlendirmesi mümkündür. Bütün bu hususlar da onun tüm<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12


İslam İnancının Kaynakları<br />

şartlarda gerçek konumunu koruma ve işlevini yerine getireme vasfına sahip<br />

olmadığını göstermektedir. Daha da önemlisi akıl vahiyden bağımsız olarak<br />

doğrudan dini hüküm koyamadığı gibi inanç esası ihdas edemez ve farz, haram gibi<br />

hükümleri belirleyemez. Nitekim “biz peygamber göndermedikçe hiç kimseye azap<br />

etmeyiz” (İsrâ 17/15) anlamındaki ayet de bu konularda belirleyici olanın din<br />

olduğunu ve bu vasfından hareketle akla yardım ettiğini ifade etmektedir. Çünkü<br />

akıl başta gayb ve semiyyat konuları olmak üzere dini meselelerin birçoğunda<br />

doğrudan bilgi edinemeyeceğinden vahyin (nakil) yol göstericiliğine ve yardımına<br />

muhtaçtır.<br />

Dolayısıyla dini akidelerin tespiti ve belirlenmesinde birincil kaynak vahiy<br />

olmakla birlikte, bunların anlaşılması, izahı ve tasnifi gibi hususlarda da akıl devreye<br />

girmektedir. Çünkü din insana hitap ederken, insanı akıl sahibi olup olmama<br />

açısından dikkate <strong>al</strong>maktadır. Diğer bir ifadeyle insanın sorumlu olması ve muhatap<br />

kılınması akıl yetisinin varlığına ve gerektiği gibi ç<strong>al</strong>ışıp ç<strong>al</strong>ışmamasına bağlıdır. Bu<br />

açıdan aklın vahiyden bağımsız inanç esaslarını belirleme kapasitesi olmasa da<br />

ondan hareketle inanç esaslarını tespit etme ve bunlardaki hikmeti belirleme<br />

noktasında etki ve katkısı vardır. Bundan başka akıl Kur'an ve sünnetin doğrudan<br />

hüküm koymadığı ya da müphem bıraktığı <strong>al</strong>anlarda da devreye girip fonksiyon icra<br />

etmektedir. Mesela naklin bilgi vermediği <strong>al</strong>anlarda benzer konulardan hareket edip<br />

akıl yürütmeye gitme kıyas adıyla caiz görülürken müteşabih ayetler gibi anlamı<br />

kap<strong>al</strong>ı olan yerlerde de tevil adıyla akla yorum yapma ve hüküm verme yetkisi<br />

tanınmıştır. Çünkü din akla hitap ettiği için aklın verilerini kullanmak durumundadır.<br />

Daha da önemlisi her iki kaynak da insan için var olduğundan karşılıklı olarak<br />

birbirini dikkate <strong>al</strong>ması ve hizmet etmesi gerekmektedir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13


Özet<br />

İslam İnancının Kaynakları<br />

•İslam inanç esasları dinde şüpheden arındırılmış kesin bilgi adı<br />

<strong>al</strong>tındaki yakînî bilgiyi vermektedir.<br />

•İslam inanç esasları zamana ve mekâna göre değişiklik arz etmez<br />

•İslam inanç esasları bölünmez bir bütünü oluşturmaktadır.<br />

•İslam inanç esaslarının en önemli ve birincil kaynağı, hakkında<br />

herhangi bir şüphe bulunmayan Kur'an’dır.<br />

•Kur'an-ı Kerim y<strong>al</strong>an üzere birleşmeleri mümkün olamayan büyük bir<br />

topluluk tarafından bize kadar ulaşmıştır.<br />

•İslam inanç esaslarının ikinci kaynağı Kur'an’ın hayata<br />

uygulanmasından meydana gelen sünnettir.<br />

•İslam inanç esaslarının üçüncü kaynağı da doğrudan bilgi veren değil<br />

de bilgiyi üreten akıldır.<br />

Muʻcemü’l-müfehreslîelfâzi’l-Kur'an adlı eserden “fuad”, “lüb”<br />

ve “basar” kavramları yanında “akl” kökünden türeyen fiil ve<br />

sıfatlarla ilgili ayetleri çıkararak okuyunuz ve Kur'an’ın akla<br />

bakışıyla ilgili iki yüz kelimeyi geçmeyecek bir değerlendirme<br />

yazınız.<br />

Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an<br />

“ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14


Değerlendirme<br />

sorularını sistemde ilgili<br />

ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />

<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />

bölümünde etkileşimli<br />

olarak<br />

cevaplayabilirsiniz.<br />

İslam İnancının Kaynakları<br />

DEĞERLENDİRME SORULARI<br />

1. Aşağıdakilerden hangisi doğrudur?<br />

a) İslam inançları yer ve zamana göre değişiklik arz edecek hâldedir.<br />

b) İslam inançları zamana göre değişir.<br />

c) İslam inançları mekâna göre değişiklik arz edecek yapıdadır.<br />

d) İslam inanç esasları insanın gelişim aşam<strong>al</strong>arına göre değişir.<br />

e) İslam inanç esasları zamana ve mekâna göre değişiklik arz etmez.<br />

2. Aklın, y<strong>al</strong>an üzere birleşmeleri mümkün görmediği bir topluluğun yine aynı<br />

nitelikteki topluluğa naklettiği hadise ne ad verilir?<br />

a) Meşhur Hadis<br />

b) Mütevatir Hadis<br />

c) Âhâd Hadis<br />

d) Şaz Hadis<br />

e) Zayıf hadis<br />

3. “Allah katında canlıların en kötüsü düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir” (Enfâl<br />

8/22) anlamındaki ayet aşağıdakilerden hangisiyle ilgilidir?<br />

a) Sünnet<br />

b) Hadis<br />

c) Akıl<br />

d) Mütevatir haber<br />

e) Canlılar<br />

4. Aşağıdakilerden hangisi sünnetin bize ulaşmasıyla ilgili doğru bir<br />

tanımlamadır?<br />

a) Sünnet lafzen bize ulaşmış bir kaynaktır.<br />

b) Sünnet lafız ve mana bütünlüğünde bize kadar ulaşmıştır.<br />

c) Sünnet manen bize ulaşmıştır.<br />

d) Sünnet yazılı olarak bize ulaşmıştır.<br />

e) Sünnet lafız, mana ve yazılı olarak bize ulaşmıştır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15


İslam İnancının Kaynakları<br />

5. Aşağıdakilerden hangisi kişinin sorumlu ve dinde ehliyet sahibi olduğunu<br />

ortaya koymaktadır?<br />

a) Kur'an<br />

b) Akıl<br />

c) Konuşmak<br />

d) Sünnet<br />

e) Peygamber<br />

Cevap Anahtarı:<br />

1.e 2.b 3.a 4.c 5.b<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16


İslam İnancının Kaynakları<br />

YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER<br />

KAYNAKLAR<br />

1. Ebû Mansur el-Matüridî, Kitabü’t-TevhîdTercümesi (2002), (trc. Bekir<br />

Top<strong>al</strong>oğlu), Ankara.<br />

2. Ragıb el-isfehanî (1961), el-Müfredât fî garibi’l-Kur'an (nşr. Muhammed<br />

SeyyidKîlanî), Kahire.<br />

3. Ebu’l-Muîn en-Nesefî (1990), Tebsıratü’l-edille(nşr. ClaudeS<strong>al</strong>ame), Dımaşk.<br />

4. Fahreddin er- Razî (1935), Esâsü’t-takdîs(nşr. Mustafa el-Babî el-H<strong>al</strong>ebî),<br />

Kahire.<br />

5. Mütercim Asım Efendi (1304), KamûsTercemesi, İstanbul.<br />

6. Süleyman Hayri Bolay, “Akıl”, TDV İslam Ansiklopedisi, II, 238-242.<br />

7. Yusuf Şevki Yavuz, “Akıl”, TDV İslam Ansiklopedisi, II, 238-242.<br />

8. Abdülhamit Birışık, “Kur'an”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVI, 383-388.<br />

9. Tahsin Görgün, “Kur'an”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVI,388-389.<br />

10. Mustafa Çağrıcı,“Kur'an”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVI, 390-393.<br />

11. Murteza Bedir, “Sünnet” TDV İslam Ansiklopedisi, XXXVIII, 150-153.<br />

12. İlyas Çelebi“Sünnet” TDV İslam Ansiklopedisi,XXXVIII, 153-154.<br />

13. Kelam’da Bilgi Problemi: Sempozyum(2003), Bursa.<br />

14. H<strong>al</strong>ife Keskin(1997), İslam Düşüncesinde Bilgi Teorisi, İstanbul.<br />

15. Tevfik Yücedoğru, “İtikad Esasları ve Özellikleri”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat<br />

Fakültesi Dergisi, 2005,XV, sy. 1.<br />

16. Tevfik Yücedoğru, “Hadislerden İnanç Esasları Tespiti”, Uludağ Üniversitesi<br />

İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2006, XVI, sy. 2.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17


İÇİNDEKİLER<br />

HEDEFLER<br />

ALLAH’A İMAN<br />

• Allah’ın Varlığına İman<br />

• Allah’ın Varlığının Delilleri<br />

• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />

• Allah’a imanın önem ve gerekliliğini<br />

kavrayabilecek<br />

• Allah’ın varlığının delillerini öğrenecek<br />

• Allah inancı ile kainat arasındaki eser-müessir<br />

bağlantısını değerlendirebileceksiniz.<br />

İSLAM İNANÇ<br />

ESASLARI<br />

<strong>ÜNİTE</strong><br />

4


Hayatın vazgeçilmez<br />

gerçeği: Allah İnancı<br />

Allah’a İman<br />

GİRİŞ<br />

Dinler tüm muhtevasını temelde Allah inancı üzerine inşa etmişlerdir. Zira<br />

insanı ve yaşadığı tüm kâinatı en tatmin edici şekilde izah etme, Allah inancına<br />

dayanır. İnsanın ferdi ve toplums<strong>al</strong> yaşamı, dünyanın başlangıcı ve sonu yine Allah<br />

inancıyla bir değer ve gaye taşır. Allah inancıyla birlikte en az onun kadar önemli<br />

olan diğer bir husus ise bu inancın sağlıklı bir zeminde olmasıdır. Allah inancının<br />

üzerine inşa edilmesi gereken o zemin de tevhittir. Zira Allah’a hiç inanmamakla<br />

tek bir ilaha inanmamak arasında bir fark yoktur. Hatta birden fazla ilaha inanmak<br />

inançsızlıktan daha tehlikeli ve zararlıdır.<br />

ALLAH’IN VARLIĞINA İMAN<br />

Allah İnancının Önemi<br />

İnsanlık tarihinin vazgeçilmez gerçekliklerinden biri olan Allah inancı,<br />

düşünce ve inancın söz konusu olduğu her bağlamda mutlaka yerini <strong>al</strong>mıştır. Tarih<br />

boyunca bu inanç, gerek dinî gerekse felsefî yönlendirmelerle çeşitli renklere<br />

bürünmüş ve etkisini de ona göre göstermiştir. Allah inancı ve bu bağlamda<br />

oluşturulan tasavvurlar, sadece ilahî zata yönelik nitelemelerden ibaret olmayıp,<br />

aynı zamanda O’nun insan ve kâinatla olan ilişkisinin bir ifadesidir.<br />

Tüm ilahî dinlerde Allah, kâinatın yaratıcısı ve dolayısıyla m<strong>al</strong>iki olarak<br />

tarihten ve barındırdığı olgu ve olaylardan uzak değildir. O, bilgi, irade, kudret ve<br />

fiilleriyle doğrudan ya da dolaylı olarak âlemle ilişki içerisinde olan bir varlıktır. İlahi<br />

dinlerin gayesi de insanın bu ilişkideki farkınd<strong>al</strong>ığını sağlamak ve bu doğrultuda<br />

onda bireysel ve evrensel bir bilinç oluşturmaktır.<br />

Allah inancını tümden veya kısmen kabul etmeyen ya da onun uluhiyet ve<br />

rububiyet hakkını gereğince veremeyen tüm inanışları reddeden Kur’an, sıfat ve<br />

fiilleriyle yetkin bir Allah inancını yerleştirmeyi hedefler. İslam dini varlığın<br />

merkezine Allah kavramını koyar. Sorumluluğun merkezinde ise insan<br />

bulunmaktadır. Bunun sonucunda ilahî dinler insanın Allah karşısında kendine bir<br />

konum ve gaye edinmesi hedeflenmektedir.<br />

Yaşadığımız çağda insanlık bir taraftan fıtrî ve yaşams<strong>al</strong> ihtiyacın bir gereği<br />

olarak zihnen ve k<strong>al</strong>ben tatmin edici bir Allah inancı ve tasavvuru aramakta, öte<br />

yandan özellikle muharref dinlerin tarih boyunca lanse ettikleri yanlış Allah<br />

tasavvurlarının iticiliği ile bu arayıştan vazgeçmekte ya da karşılığını<br />

bulamamaktadırlar. Öte yandan Allah inancındaki zaafiyetler ve yanlışlıklar kâinata,<br />

insan ve topluma bakış açılarının da yanlış oluşumuna etki etmekte ve yaşadığımız<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2


Allah’a İman<br />

pek çok çevresel ve insanî probleme sebebiyet vermektedir. Bu yüzden insanlığın<br />

son ve yegâne ilahî rehberi olan Kur’an’ın anlattığı Allah’ın, sadece niteliksel değil,<br />

aynı zamanda fiilî varlığının doğru bir şekilde anlaşılması ve anlatılması son derece<br />

önemlidir. Seküler ve profan kültürlerin ürünü olarak y<strong>al</strong>nızlaşan ve başıboş h<strong>al</strong>e<br />

gelen insanın, kendisini yaratıp sonra terk etmeyen, gününün her anında ona yakın<br />

ve kendisiyle bireysel ve toplums<strong>al</strong> düzeyde eylem birlikteliğinde olan aktif bir<br />

Allah inancına kavuşturulması, Kur’an’da ön görülen âlemin gerçekleşmesinin en<br />

önemli temelidir.<br />

Allah’ın varlığına iman etmek, diğer tüm inanç unsurlarının temelidir. Bu<br />

yüzden Allah’a iman için, diğer iman esaslarının aslı olarak “aslu’l-usûl” denmiştir.<br />

İtikadi meselelerin geriye k<strong>al</strong>an kısmı bu asıl üzerine inşa edilmektedir. Diğer bir<br />

ifadeyle evrende görülen hakikatlerin tümü, esas olarak, tek olan büyük bir<br />

hakikatten kaynaklanmıştır. İşte bu, hakikatlerin hakikati, Allah’ın zatıdır. Bu<br />

kaynaktan türemiş olan diğer hakikatlerin mahiyetlerini, temeli ve ilk aslı idrak<br />

etmeden kavrayabilmek mümkün değildir. Kâniatın tanınabilmesi için öncelikle<br />

onun yaratıcısının tanınması ve kabul edilmesi gerekir.<br />

Sonuç olarak Allah inancı, kişinin hem kendini hem de yaşadığı kainatı,<br />

başlangıcı, bugünü ve sonrası açısından anlamlandırmasını sağlayan esas unsurdur.<br />

Allah inancı olmaksızın bu anlamlandırmayı yapmaya ç<strong>al</strong>ışanlar insanın aklını ve de<br />

ruhunu tatmin etmeyen birtakım saçma teorilerin kıskacında boc<strong>al</strong>ayıp<br />

durmuşlardır.<br />

Allah İnancının Fıtriliği<br />

İnsan yaratılışı itibariyle kendisi ve çevresi hakkında düşünen bir varlıktır.<br />

Böylece varlığına ve hayatına bir anlam verme eğilimindedir. Dinlerin gayelerinden<br />

biri de insana varoluşunun anlamını bildirmek olunca, Allah inancı bu<br />

anlamlandırmanın merkezinde yer <strong>al</strong>mış olur. Allah inancı yoksa ne kâinatı ne de<br />

onun en temel unsuru olan insanı izah etmek son derece zordur. Kedisine<br />

inanılmasını emreden Allah, zaten insanın doğasına bu inanca sevk edici bir ihtiyaç<br />

ve arzuyu da koymuştur.<br />

“Sen yüzünü dosdoğru olarak dine yönelt. Allah’ın insanları üzerinde<br />

yarattığı fıtrata… Allah’ın yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur. İşte dosdoğru din<br />

budur. Fakat insanların çoğu bilmezler”(Rum, 30/30).<br />

Yukarıdaki ayette Allah, insanın herhangi bir yanlış inanışa ve şirke<br />

meyletmeksizin hak dine yönelişinin bir fıtrat olduğunu ifade etmiştir. Yani Allah’a<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3


İnanmaya muhtacız,<br />

hazırız.<br />

Allah’a İman<br />

tevhit esası üzere inanmak ve bunun gereğini yapmak insanın yaratılışına<br />

yerleştirilmiş bir ihtiyaç ve kabiliyettir.<br />

Fıtrat, sözlükte yaratma, başlama, ilk olarak icat etme ve keşfetme gibi bir<br />

takım man<strong>al</strong>ara gelmektedir. Istilahî olarak ise pek çok tarif yapılmaktadır.<br />

Bunlardan bazılarını şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />

Fıtrat;<br />

“Dini kabul etmeye hazırlanmış yaratılıştır.”<br />

“İnanç, bilinçli olarak kabul edilene kadar imanın teyit edilmemiş<br />

h<strong>al</strong>idir.”<br />

“Allah’ın bütün her şeyi yaratmada ölçü olarak koyduğu bir model<br />

ve yöntem, Allah’ın yaratış tarzı, yani sünnetullahtır.”<br />

“Allah’ın insanda yarattığı kendini tanıma yeteneği, imanı bilme<br />

yeteneğidir.”<br />

“Hakkı kabullenebilme ve onu idrak etme hususunda kolaylıktır.”<br />

“İslam dinidir.”<br />

“Allah’ın, insanı; hayat, ölüm, saadet, şekâvet ve buluğdan sonra<br />

bab<strong>al</strong>arından kabul edecekleri hususlar ve inançlar gibi h<strong>al</strong>leri<br />

kabule elverişli olacak özellikteki ilk yaratışıdır.”<br />

“Kişinin doğuştan olan gerçekliğidir. Allah vergisi, Allah’a<br />

inanmaya ve O’na ibadet etmeye doğuştan olan ihtiyaç ya da<br />

meyildir. Ayrıca aslî sâfiyet (origin<strong>al</strong> purity) ya da ilk inanç<br />

(primordi<strong>al</strong> faith); ferdi, iyi ve kanuni olana meyillendiren ontolojik<br />

durumdur.”<br />

İnsanın yaratılışındaki marifet boyutuna dikkat çekilerek, başlıca iki tür<br />

marifetten bahsedilmektedir. Birincisi, doğuştan gelen fıtrî marifettir ki ayette<br />

belirtilen de budur ve bu marifet kâfirlerde de bulunur. Kâfirlerin, kendilerine<br />

sorulduğu vakit, Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmelerini ve yine bir musibet h<strong>al</strong>inde<br />

Allah’a sığınıp O’na dua etmelerini bildiren ayetler (Lokmân, 31/25, Zümer, 39/38;<br />

Ankebût, 29/65) buna delildir. İkincisi ise, kesbî marifettir. Doğuştan olan marifetin<br />

fayda vermeyeceği, insanlardan kesbî marifetin t<strong>al</strong>ep edildiği belirtilerek, onun,<br />

sevap ile cezanın kendisine bağlı kılındığı mükellefiyet çağındaki marifet olduğu<br />

söylenmektedir. Ayette söz konusu edilen yaratılış biçiminin evrensel oluşuna<br />

dikkat çeken Muhammed Hamdi Yazır’a göre de, “insanları, kendisi üzerine<br />

yarattığı fıtrat” ifadesinde maksat, her ferdin kendine mahsus olan cüzi yaratılışı<br />

değil, bütün insanların insan olm<strong>al</strong>arı bakımından yaratılışlarında esas olan ve<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4


Allah’a İman<br />

hepsinde ortak bulunan genel yaratılıştır. Dolayısıyla, nasıl ki insan organlarında bir<br />

amaç, bir fonksiyon, kısacası bir fıtrat varsa; aynı şekilde<br />

“İnsanları ve cinleri sadece bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât,<br />

51/56).<br />

ayetinde de belirtildiği gibi tüm insanlığın ruh ve zekâsında da yaratıcısını tanıma<br />

ve ona kulluk etme fıtratı vardır. Hakikat arayışı insan ruhunun yaratılışında<br />

yerleştirilmiş bir eğilimdir.<br />

İnsanın yaratılışının gelişigüzel ve nötr bir hâlde olmayıp, ilahî bir estetik ve<br />

dizayn ile tertip ve tezyin edildiği gayet net bir şekilde bildirilmektedir:<br />

“Allah’ın boyası... Boyama bakımından Allah’tan daha iyi kim<br />

vardır?”(Bakara, 2/138).<br />

Ayette geçen boya ve boyamadan maksat din, fıtrat ve bunların insan<br />

özüne yerleştirilmesidir. Nasıl ki boya, boyanılan şeyin örtüsü ise, fıtrat da insanın<br />

örtüsü ve giysisidir. “Boya” denmiştir, çünkü fıtratın eseri, boyanın boyanandaki<br />

eseri gibi insanda ortaya çıkar ve boyanın elbiseye sızması gibi, hidâyet ve irşad da<br />

insan k<strong>al</strong>bine girer. Bu nedenle din hakkında, “Din, ilahî renktir. Hakk elinin tekvin<br />

ve yaratılış metninde insanı boyadığı renktir” denmiştir. Fıtratın ilahî bir boyama ile<br />

insanın özüne nakşedilmesi de gösteriyor ki bir kimse, kişiye asli tabiatını<br />

hatırlatmayı hedefleyen ilahî vahyi göz ardı etse ve dinî kaynaklı tabiatının<br />

gereklerinden sapsa bile, o kimse esas tabiatından tamamıyla kaçamaz.<br />

Nitekim Hz. Peygamber de insanın yaratılışındaki bu yönlendirmeye işaret<br />

ederek şöyle buyurmuştur:<br />

“Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne ve babası onu Yahudi,<br />

Hristiyan ya da Mecusi yapar”(Buhari, Cenaiz, 79, 80, 93; Müslim, Kader 22, 23,<br />

24, 25; Mâlik, Muvatta, Cenâiz, 52).<br />

Dikkat edilirse hadiste, anne babanın çocuğu Yahudileştirmesi ya da<br />

Hristiyanlaştırmasından bahsedilmiş, fakat İslamlaştırmasından bahsedilmemiştir.<br />

Çünkü zaten her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğmaktadır. Diğer herhangi bir<br />

inanış, bu fıtrattan sapmadır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5


Her eser, sahibine<br />

işarettir.<br />

Allah’a İman<br />

İnsanın yaratılışında var olan Allah’a inanma eğilimi ve ihtiyacı oldukça<br />

güçlü ve kaçınılmazdır. Mesela insanoğlu su içmeye muhtaç bir şekilde<br />

yaratılmıştır. Bedensel yapısı onsuz işlemez ve çöker. Fakat insan bu ihtiyacını<br />

karşılayabilsin diye Allah onun doğasına bir de susama güdüsü yerleştirmiştir. Bu<br />

güdü sayesinde insan susadığını fark eder ve su içme ihtiyacıyla suya yönelir. İşte<br />

benzer şekilde Allah insana kendisine inanmayı emretmiş ve bu emri yerine<br />

getirmesine yönelik onda inanma güdüsü yaratmıştır. Bu nedenle her insan ta<br />

çocukluğundan beri bir üst güce ve varlığa inanır. Bu inanma ihtiyacı öylesine<br />

kaçınılmaz ve öylesine güçlüdür ki, Allah’a inanmak suretiyle doğru bir şekilde<br />

tatmin edilmezse, bunun yerine ateşe, güneşe, insana ya da hayvana tapınmak<br />

suretiyle insan bu ihtiyacını karşılama eğilimindedir. Tarih boyunca ve günümüzde<br />

müşahede ettiğimiz yanlış inanışlar bunun fiili göstergeleridir. Zaten dinler, insanın<br />

bu ihtiyacını yanlış eğilimlerle değil, Allah’ın istediği doğrultuda hak olarak<br />

karşılaması için vardır.<br />

ALLAH’IN VARLIĞINININ DELİLLERİ<br />

İlk insan ve peygamber Hz. Âdem’den itibaren insanlık sürekli olarak ilahî<br />

dinle muhatap olmuş, dolayısıyla Allah’ın varlığından haberdar olmuştur. Bu<br />

nedenle insanlık tarihine baktığımızda hemen hemen her toplumda Allah inancının<br />

var olduğunu görebiliriz. Ancak din kaynaklı bu inançlar zamanla bozulmaya<br />

uğramış, neticede ya Allah’tan başka ilahlar edinilmiş ya da Allah hakkında eksik,<br />

yanlış ya da yetersiz kanaatler oluşmuştur. Bu nedenle ilahî dinlerin hedefi Allah’ın<br />

varlığını ispattan ziyade, varlığı kabul edilen Allah’ın isim, sıfat ve fiilleriyle<br />

tanıtılması ve Allah’a layıkıyla inanılmasını temindir.<br />

Allah’a inanan insanlar, tanrıtanımaz (ateist) düşüncelere karşı Allah’ın<br />

varlığını açıklama ihtiyacı hissetmiş ve bu doğrultuda bazı akli deliller ortaya<br />

koymuşlardır. Bu delillerin temel özelliği doğrudan akla hitap etmesidir. Yani bir<br />

insan herhangi bir dinî kaygı taşımasa bile ona aklının ve tecrübesinin<br />

reddedemeyeceği gerçeklerden yola çıkarak Allah’ın varlığı ispat edilmeye ç<strong>al</strong>ışılır.<br />

Zira dini delillerin kabul edilmesi öncelikle Allah’a inanmaya bağlıdır. Fakat şunu da<br />

belirtmeliyiz ki bu akli deliller matematiksel bir ispat yapamazlar. Karşı tarafı yüzde<br />

yüz bağlayıcı, itirazını engelleyici bir mahiyette değildirler. Çünkü neticede gözle<br />

görülmeyen bir varlıktan bahsedilmektedir. Ancak Allah’ın varlığını gösterme<br />

açısından oldukça etkili ve ikna edici özelliktedirler. Bu nedenle Allah’ın varlığını<br />

ispat için ortaya konan deliller, ilzamî (bağlayıcı) değil, iknaî (ikna edici)dir.<br />

Allah’ın varlığını ispat için kullanılan delillerin diğer bir ortak özelliği ise, bu<br />

delillerde genelde kâinatın varlığı ve özelliklerinden yola çıkılmasıdır. Diğer bir<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6


Allah’a İman<br />

ifadeyle “eserden müessire (o eseri yapana) intik<strong>al</strong>” söz konusudur. Yani âlemden<br />

yola çıkarak Allah’a ulaşmayı hedeflemiştir. Mesela güzel bir resme bakan bir insan<br />

gerek o eserin varlığından, gerekse taşımış olduğu sanats<strong>al</strong> özelliklerden o resmi<br />

yapan birinin hem varlığına hem de bir takım özelliklerine yönelik bir fikir ve kanaat<br />

edinir. Aynı şekilde yaşamış olduğumuz şu kâinatın varlığı, bünyesinde barındığı<br />

düzen ve çeşitlilik ve h<strong>al</strong>en keşfedilmekte olan daha nice özelliği insanın aklına tüm<br />

bunların tesadüfen değil âlim, kadir ve irade sahibi bir yaratıcıyla<br />

gerçekleşebileceği sonucunu getirir.<br />

Öyleyse Allah’ın varlığını ispat için ortaya konan delillerin şu üç ortak<br />

özelliğini özet olarak sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />

Aklî delillerdir.<br />

İknaî özellik taşırlar.<br />

Çıkış noktası olarak kâinatı esas <strong>al</strong>ırlar.<br />

Gerek İslam kelamcıları ve filozofları gerekse Allah’ın varlığını kabul eden<br />

(teist) diğer din mensupları ve filozoflar Allah’ın varlığını ispat için çab<strong>al</strong>amış ve<br />

birbirine benzer bazı deliller ortaya koymuştur. Bazen değişik isimlendirmeler<br />

yapılabilse de bu delillerin büyük çoğunluğu özü itibariyle birbirine yakındır. Bu<br />

delillerden İslam <strong>al</strong>imlerinin kullandıklarının başlıc<strong>al</strong>arı Hudus, İmkân, Gaye ve<br />

Nizam ve Kabûl-i Âmme delilleridir. Bunlar dışında bazı özel yaklaşımlar ve deliller<br />

de elbette ki mevcuttur. Fakat İslam kelamcılarının genelde ortaklaşa kullandıkları<br />

deliller bunlardır.<br />

Hudus ve İmkân Delili<br />

Hudus Delili<br />

Gerek kendimize gerekse canlı ve cansız unsurlarıyla tüm kâinata<br />

baktığımızda her şeyin bir başlangıcının ve sonunun olduğunu görmekteyiz. Mesela<br />

bundan yüzyıl önce hiçbirimiz mevcut değildik ve muhtemelen bir yüzyıl sonra şu<br />

an yaşayan hiçbir insan mevcut olmayacak. Öyleyse aklen insanların sonradan var<br />

olan(hâdis) varlıklar olduğu sonucuna ulaşmaktayız. Aynı şekilde kâinattaki diğer<br />

varlıklara baktığımızda onların da sonradan var olma (hudus) özelliğine sahip<br />

olduklarını görürüz. Bahar ayında ağaçlar yeşerir, meyve verir ve adeta ölü olan<br />

yeryüzü yeniden hayat bulur. Kış mevsimi gelince, bu şeylerin sararıp solduğunu<br />

hatta sona erdiğini görmekteyiz. Kısacası kâinatta hep oluşlar ve yok oluşlar,<br />

doğumlar ve ölümler vardır. Hatta genel olarak dünyanın ve içerisinde bulunduğu<br />

güneş sisteminin de belli bir başlangıcının olduğunu ve içerisindeki tüm unsurların<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7


Her şeye varlık veren,<br />

Allah’tır.<br />

Allah’a İman<br />

zamanla oluştuğunu ve kâinatın bir ömrünün olup sona ereceğini bilim de kabul<br />

etmiştir. Öyleyse tüm kâinatın sonradan olduğu (hâdis) aklî bir gerçektir.<br />

Kâinatı anlamlandırmaya ç<strong>al</strong>ışan akıl, ezeli olmayıp sonradan olduğunu<br />

tespit ettiği bu âlemin varlığı il ilgili olarak ikinci bir soru daha yöneltir: Madem ki<br />

bu kâinat ezelden beri mevcut değildi ve bir başlangıcı vardır, öyleyse onun ne<br />

zaman ve nasıl var olduğunu sorgulayabiliriz. Eğer kendi kendine var olduysa neden<br />

ezelden beri var değil? Mesela insan olarak bizlerin var olmamızı sağlayan özellik<br />

kendimizde olsaydı, hiçbirimiz yokluğu istemez ezelden beri var olurduk. Böyle<br />

olmadığına göre demek ki bizim varlığımız için bir başlangıç ve son koyan bir başka<br />

varlığın olması, bir yaratıcının bulunması gerekir diye düşünürüz.<br />

İşte bu soru ve düşünceler sonucunda şu neticeye varırız. Demek ki bu<br />

sonradan olma (hâdis) varlıkları başlatan, yaratan bir var edici (muhdis) olm<strong>al</strong>ıdır.<br />

Bu yaratıcının da hâdis olmaması gerekir. Zira onun da bir başlangıcı olursa aynı<br />

soruyu onun hakkında da sorarız: “Peki onu kim yarattı?” Bu soru geçmişe doğru<br />

sonsuz bir şekilde devam edemez. Yani a’yı b yarattı; b’yi de c yarattı, c’ yi d<br />

yarattı… diye düşünedursak bir sonuca varamayız. Bu tür düşünceye mantıkta<br />

teselsül denir. Bu batıl ve imkânsız bir şeydir.<br />

a→b→c→d→…….z→…..???<br />

Öyleyse bir varlıkta durmamız ve o varlığın sonradan olan değil, ezeli<br />

olduğunu kabul etmemiz gerekir. İşte böylece “kendisi sonradan yaratılmış<br />

olmayan ve diğer tüm varlıklara varlığını bahşedip onları ihdâs eden Allah’tır”<br />

sonucuna ulaşırız.<br />

Tüm bu anlatılanların “hudus delili” adı <strong>al</strong>tında ifade edilişi, mantıkî kıyas<br />

olarak şu şekildedir:<br />

Âlem hâdistir. (Tüm kâinatın bir başlangıcı vardır, sonradan yaratılmıştır)<br />

Her hâdisin bir muhdise ihtiyacı vardır. (Yaratılmış olan her şeyin bir<br />

yaratıcısı olm<strong>al</strong>ıdır)<br />

Öyleyse âlemin de bir muhdisi (var edeni, yaratıcısı) vardır ki, o da Allah’tır.<br />

İmkân Delili<br />

Varlıkların özelliklerinden yola çıkarak bir yaratıcının varlığına ulaştıran<br />

diğer bir delil de imkân delilidir ve yukarıda anlatılan hudus deliliyle bağlantılıdır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8


Varlığı, yokluğa tercih<br />

eden Allah’tır.<br />

Allah’a İman<br />

İslam düşünürleri varlığı ele <strong>al</strong>ırken onu varoluş ihtim<strong>al</strong>lerine göre üç<br />

kategoride düşünmüşler, onun hakkında vacip, mümkin (caiz ) ve mümteni<br />

(muh<strong>al</strong>) olmak üzere üç hüküm vermişlerdir.<br />

Vacip varlık: Varlığı kendinden olan, yokluğu düşünülemeyen varlıktır.<br />

Allah Te<strong>al</strong>a’nın varlığı böyledir.<br />

Mümkin (caiz) varlık: Varlığı da yokluğu da düşünülebilen varlıklardır. Diğer<br />

bir ifadeyle ne varlığı ne de yokluğu kendinden olmayan, varlığı ve yokluğunda<br />

herhangi biri kesinlik, zorunluluk gerekmeyen varlıklardır. Allah dışındaki tüm<br />

varlıklar böyledir. Mesela insanın varlığı da mümkündür, yokluğu da. Her ikisi de<br />

muhtemeldir, caizdir. Hep var olması ya da sürekli yok olup hiç var olmaması<br />

zorunlu değildir.<br />

Mümteni (muh<strong>al</strong>) varlık: Varlığı düşünülemeyen ve yokluğu zorunlu olan<br />

hususlardır. Aslında bu bir varlık kategorisi değildir. Çünkü farazi olarak kurgulanan<br />

bu hususlar var değildirler. Mesela Allah gibi ikinci bir ilahın varlığı ya da Allah’a<br />

ceh<strong>al</strong>et, güçsüzlük gibi niteliklerin verilmesi mümtenidir, muh<strong>al</strong>dir. Yani bunların<br />

var olması, gerçekleşmesi asla mümkün değildir. Bilakis olmam<strong>al</strong>arı zorunludur.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9


Allah’a İman<br />

Hudus delili anlatılırken insan ve diğer varlıkların bir başlangıcının olduğu<br />

belirtilmişti. Varlığının başlangıcı olan şey, önceden yok demektir. Tıpkı bizler bir<br />

asır önce yok olduğumuz gibi, kâinattaki her unsur da önceleri yok iken sonradan<br />

var olmuştur. Belli bir süre sonra her varlık tekrar yok olacaktır. Demek ki tüm<br />

varlıkların var olması da yok olması da mümkündür. Bu yüzden yaşadığımız âleme<br />

“mümkinat âlemi” denmektedir.<br />

Başlangıç itibariyle düşündüğümüz zaman varlıkların varlığı da yoluğu da<br />

eşit düzeydedir. Olmayan bir şeyin kendi kendini var etmeyi düşünmesi, bu şekilde<br />

bir tercihte bulunması aklen imkânsızdır.<br />

Örnek<br />

•iki kefesi birbirine denk olan bir teraziyi düşünebiliriz.<br />

Dışarıdan birisi kefelerden birine herhangi bir ağırlık<br />

koymadığı müddetçe terazinin her iki tarafı birbirine eşit<br />

seviyede k<strong>al</strong>acaktır. Kefelerden hiçbiri kendiliğinden aşağı<br />

ya da yukarı hareket etmeyecektir. Eğer böyle bir<br />

hareketlilik varsa bir başkasının müdah<strong>al</strong>ede<br />

bulunduğunu anlarız.<br />

Kendi varoluşlarını tercih kabiliyeti bulunmayan varlıkların varoluş tercihi<br />

nasıl gerçekleşti, nasıl var oldular? Madem ki yoklukları da mümkündü, neden hep<br />

yok olarak k<strong>al</strong>madılar? Var olmayı tercih ediş varlıkların kendi elinde olsaydı, kimse<br />

yokluğu tercih etmezdi. Böylece ezelden beri var olacakları gibi hiçbir zaman da<br />

yok olmazlardı. Aynı şekilde var olma zamanı da böyledir. Mesela bizler neden bu<br />

asırda dünyaya geldik de daha önceden ya da daha sonradan var olmadık? Demek<br />

ki varoluş zamanımızın tercihi de bizim elimizde değildir. Durum böyle olduğuna<br />

göre, bu varlıkların varlığını ve yokluğunu tercih edenin, kendileri dışında başka bir<br />

varlık olduğunu aklen anlamaktayız.<br />

Bu düşünce sonucu aklın varacağı sonuç şudur: Tüm bu mümkin varlıkların<br />

yokluğunu varlığına tercih ve tahsis eden bir yaratıcı bulunmaktadır. Bu yaratıcı<br />

kimlerin var olacağını, nerede ve nasıl var edileceklerini takdir etmiş, varlıklarını<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10


Allah’a İman<br />

yokluklarına tercih etmiş ve onlara bir varlık tahsis etmiştir. Yine kendi istediği<br />

zaman da yokluklarını tercih ederek varlıklarına son verecektir. Bu tercih edici<br />

(müreccih) yaratıcının diğer varlıklar gibi “mümkin varlık” olmaması gerekir. Aksi<br />

h<strong>al</strong>de onun varlığını kim tercih etti diye sorular yöneltilmeye başlanacak ve bir<br />

neticeye ulaşılamayacaktır. Öyleyse bu âlemi var eden zat, vacip varlıktır. Yani<br />

başka birisi tarafından var edilmemiş, zorunlu bir varlıktır ki bu sıfatlara sahip<br />

yegâne varlık da Allah’tır.<br />

İmkân delilini mantıki kıyas şeklinde ifade edecek olursak kısaca şu şekildedir:<br />

Âlem ve içerisindeki varlıklar mümkindir.<br />

Her mümkin varlığın bir müreccihe(varlığını tercih edene) ihtiyacı vardır.<br />

Öyleyse bu âlem için de bir müreccihe ihtiyaç vardır ki o da Allah’tır.<br />

Kur’an’da Hudus ve İmkân Delilleri<br />

Hudus ve imkân delili daha önceden de vurgulandığı üzere aklî delillerdir.<br />

Bilindiği üzere, Kur’an insanı düşünmeye, aklını kullanmaya sürekli olarak teşvik<br />

etmekte, hatta bunu emretmektedir. Bu yüzden Kur’an’da hudus ve imkân delili<br />

isimlendirmesi yer <strong>al</strong>masa da kâinatı ve özelliklerini düşündürtme ve oradan<br />

yaratıcıya ulaştırma amacı ve uygulaması net bir şekilde yer <strong>al</strong>maktadır. Hudus ve<br />

imkân delili adıyla anlatılanlar özellikle “yaratma” kavramıyla Kur’an’da yer<br />

<strong>al</strong>maktadır. Allah insana sürekli olarak kendine, yeryüzüne, gökyüzüne, hayvanlara<br />

kısacası kâinata bakmasını ve nasıl yaratıldıklarını düşünmesini emretmiştir.<br />

Böylece ona, yaratıcısının varlığını ve özelliklerini aklen nasıl fark edeceğini<br />

öğretmiştir.<br />

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri<br />

ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden<br />

gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği<br />

yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer<br />

arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk<br />

için deliller vardır”(Bakara, 2/164).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11


Allah’a İman<br />

“Görmediniz mi Allah yedi göğü, tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? Onların<br />

içinde nasıl ayı bir ışık, güneşi de bir kandil yapmıştır? Allah, sizi yerden (bitki<br />

bitirir gibi) bitirdi (yarattı)”(Nûh, 71/15-17).<br />

“Attığınız o meniye ne dersiniz?! Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz<br />

miyiz?”(Vâkıa, 56/58-59).<br />

“Seni topraktan, sonra meniden yaratan, sonra seni adam yapan rabbini inkâr<br />

mı ediyorsun?”( Kehf, 18/37).<br />

“Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?” (İbrahim, 14/10)<br />

“Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka<br />

“Allah” derler. De ki, “Hamd Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu<br />

bilmezler”(Lokman, 31/25).<br />

“Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır! Göğe bakmıyorlar mı, nasıl<br />

yükseltilmiştir! Dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmişlerdir! Yeryüzüne<br />

bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır!”(Ğâşiye, 88/17-20).<br />

Yukarıdaki ayetler ve benzerlerinde Allah Te<strong>al</strong>a kâinattaki her şeyin<br />

yaratılmış olduğuna ve bunların yaratıcının da kendisi olduğuna dikkat<br />

çekmektedir. Böylece yaratılanların varlığı, yaratıcının varlığına işaret etmektedir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12


Allah’a İman<br />

Tüm bu varlıkların ezeli olmayıp sonradan yaratıldıklarına da Kur’an’da<br />

işaret edilmiştir. Mesela kök itibarıyle “yarma” anlamına gelen “fetara-رطف” fiili,<br />

Allah’ın nesneleri yaratması ve ilk başlatmasını ifade etmektedir. İbn Abbâs, “Allah<br />

göklerin ve yerin fâtırıdır”(En’âm, 6/14; Yûsuf, 12/101) ifadesini ilk önceleri<br />

anlayamadığını, ancak iki bedevinin bir kuyu hakkında tartışırken ar<strong>al</strong>arında geçen<br />

diy<strong>al</strong>ogda birinin kullandığı “onu ilk ben açtım(fetartüha-اهترطف)” cümlesinden<br />

sonra manayı kavradığını belirtir. Kavramın “fiil” den farkı, bir şeyin yokluktan<br />

varlığa çıkarılışını ifade etmesidir. Böylece kelimenin aslında bulunan “yarma”<br />

anlamıyla birlikte, tıpkı ağacın yarılması sonucu yaprağın ortaya çıkışında<br />

görüldüğü gibi bir zuhur meydana gelmiş olmaktadır. Dolayısıyla gökler ve yerle<br />

<strong>al</strong>ak<strong>al</strong>ı olarak, onların varlık âlemine çıkarılışı ifade edilmiştir, denebilir.<br />

Yaratma kavramıyla aynı anlam ağında bulunan diğer bir kavram ise “bd‘a-<br />

عدب”dır. Kur’an’da fiil h<strong>al</strong>inde kullanılmamakla birlikte iki ayette Allah’ın göklerin ve<br />

yerin bedîii olduğu ifade edilir. (Bakara, 2/117; En’âm, 6/101) İbda, “bir şeyi inşa<br />

etme”, “bir şeyi mis<strong>al</strong>siz olarak yapma”, “önceden yok iken, bir örnek üzere<br />

olmaksızın ortaya çıkarma”, “önceden bir misli olmaksızın bir şeyi icat”, “mis<strong>al</strong>i<br />

bulunmaksızın bir şeyi var etme” gibi tanımlam<strong>al</strong>ar ile açıklanmaktadır. Dolayısıyla<br />

kavramın zıttı, “bir örneğe bakarak yaratmak”tır.<br />

Bu ayetler ve ayetlerde geçen fiillerden anlaşılmaktadır ki Allah bu kâinatı<br />

bir örnek ya da bir asıl olmaksızın yaratmıştır. Yani kâinat yok iken var edilmiştir.<br />

Dolayısıyla hadistir ve mümkindir.<br />

Gaye ve Nizam Delili<br />

Gaye Delili<br />

Yaşadığımız kâinatı ve içerisindeki canlı ve cansız varlıkları incelediğimizde<br />

hepsinin bir gaye doğrultusunda yaratıldığını görmekteyiz. Boşuna, anlamsız<br />

yaratılan hiçbir varlık yoktur. Günümüzdeki bilimsel araştırm<strong>al</strong>ar, ilk bakışta anlam<br />

veremediğimiz varlık ve oluşumların da muhakkak bir amaca hizmet ettiğini ortaya<br />

koymaktadır. Cansız varlıkların kendi kendilerini var etmeleri imkânsız olduğu gibi,<br />

akıl sahibi olmadıkları için kendilerine bir gaye yüklemeleri de imkânsızdır. Mesela<br />

Güneş, dünyanın fiziksel ve yaşams<strong>al</strong> devamlılığı için önemli bir hizmet<br />

sunmaktadır. Ancak bu gayeyi kendi kendine mi edinmiştir? Bu gayeyi<br />

gerçekleştirecek mesafede dünya ile olan konumunu kendisi mi belirlemiştir?<br />

Elbette hayır. Zaten bunu iddia eden birisi olmamıştır. Canlı varlıklarda da aynı<br />

gayelilik söz konusudur. Mesela insanlara sütüyle, etiyle, derisiyle hizmet eden<br />

ineği düşünelim. Kendi kendine insanlar için fayd<strong>al</strong>ı olayım diye süt üretmeyi<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13


Anlamsız, gayesiz hiçbir<br />

varlık yoktur.<br />

Allah’a İman<br />

düşünüp buna göre bir hizmet mi geliştirmiştir? Hayvanların bunu düşünebilecek<br />

bir akli melekesinin ve gerçekleştirebilecek bir kudretinin olmadığı açıktır. Öyleyse<br />

insan, aklı ve vicdanıyla düşündüğünde, “bu kadar varlık, bu tür gayeleri nasıl<br />

edindiler?” diye sorar ve cevap olarak “tüm bu varlıklara, bu gayelerini veren <strong>al</strong>im<br />

ve hâkim bir zât vardır” cevabına ulaşır.<br />

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de yeryüzü, gökyüzü ve arasındakilerin her<br />

şeyden önce insan için yaratıldığı ve onun hizmetine sunulduğu bildirilmiştir. Allah<br />

hakîm’dir, fiillerinde hikmet bulunur. Yaptığı her işin maddi ya da manevi bir değeri<br />

vardır. Anlamsız ve gayesiz fiiller, ne yaptığını bilmeyen cahil ya da sefih kişilerden<br />

sadır olur. Kâinatı yaratıp düzenleyen Allah olduğuna göre, bir anlamsızlıktan<br />

bahsedilemez. Zaten Allah, göklerin ve yerin boşuna, batıl ve bir oyun olarak değil<br />

(Âli İmran, 3/191; Enbiyâ, 21/16; Duhân, 44/38), hak olarak/hak ile yaratıldığını<br />

(İbrahim, 14/19; Hicr, 15/85; Nahl, 16/3; Ankebût, 29/44; Rûm, 30/8; Duhân,<br />

44/39; Câsiye, 45/22; Ahkâf, 46/3; Teğâbun, 64/3) ifade etmiştir.<br />

Aşağıdaki ayetler hem Allah’ın kâinatı düzenlediğine hem de ona bir gaye<br />

ve anlam yüklediğine işaret etmektedir:<br />

“Şüphesiz sizin rabbiniz, gökleri ve yeri <strong>al</strong>tı günde yaratan, sonra arşa istivâ<br />

eden ve bütün işleri (emr) düzenleyen Allah’tır”(Yûnus, 10/3).<br />

“De ki, sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Yahut o kulaklar ve gözlerin<br />

sahibi kimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşi kim düzenliyor? Allah<br />

diyecekler. De ki o hâlde sakınmaz mısınız?”(Yûnus, 10/31).<br />

“Allah, gökleri direksiz yükselten, …işleri düzenleyendir”(Ra’d, 13/2).<br />

“Gökten yere işi O düzenler”(Secde, 32/5).<br />

“Allah, yeryüzündekilerin tümünü sizin için yaratmıştır”(Bakara, 2/29).<br />

“Ey rabbimiz sen bunları batıl olarak (boşuna) yaratmadın”(Âli İmrân, 3/191).<br />

“Sizin için hayvanlardan sekiz çift indirdi”( Zümer, 39/6).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14


Kâinattaki sistemler<br />

tesadüfü reddeder.<br />

Allah’a İman<br />

“Bu hayvanları sizin hizmetinize sunduk ki şükredesiniz”(Hacc, 22/36).<br />

“Ondan taze et yemeniz ve ondan giyeceğiniz süs eşyası çıkarmanız için denizi<br />

hizmetinize sunan O’dur”(Nahl, 16/14).<br />

Nizam Delili<br />

Kâinatın tümünde bir gaye olduğu gibi, aynı şekilde bir düzenlilik de söz<br />

konusudur. Belli gayelere sahip olan varlıklar hem kendi içerisinde hem de diğer<br />

varlıklarla bir uyum ve ilişki içerisindedirler. Kâinat küçük ve büyük ölçütlerde<br />

sistemlerle donatılmıştır. Yerkürenin hacmi, güneşle olan mesafesi, yer kabuğunun<br />

k<strong>al</strong>ınlığı ve katmanları, atmosferin mahiyeti ve katmanları birer sistem ve ölçü<br />

içerisindedir. Ekosistem, güneş sistemi, ısı sistemi, dağ sistemleri, sistem içi ve<br />

sistem üstü sistemler vb. nice sistemli yaratılış vardır.<br />

Başlı başına bir dünya olan insanın yapısı da sistemlerle örülmüştür:<br />

Sindirim sistemi, kan dolaşımı sistemi, iskelet ve kas sistemi, solunum sistemi,<br />

boş<strong>al</strong>tım sistemi..vs. Böylece vücudumuzdaki bütün organ ve sistemler bir uyum<br />

içerisinde ç<strong>al</strong>ışır ve insan vücudunun canlı ve sağlıklı k<strong>al</strong>ması için görev yaparlar.<br />

Bütün organlar; damarlar ve sinirlerle birbirlerine bağlıdır. Bu sistemlilik nedeniyle,<br />

insan vücudunu meydana getiren organ, sistem ya da dokularda meydana gelen<br />

herhangi bir sorun bütün vücudu etkileyebilir.<br />

Günümüz fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimlerinde yapılan<br />

incelemelerin ulaştığı her keşif kâinattaki eşsiz güzelliği, nizam ve düzeni bir kez<br />

daha ispatlamakta ve aklileştirmektedir.<br />

İnsan gördüğü bu gayelilik ve nizam karşısında iki hususu savunabilir:<br />

Matery<strong>al</strong>ist düşünürlerin dediği gibi tüm bunlar tesadüfen ve evrimle gerçekleşti<br />

diyebilir. Ancak buna vicdanında kendisi bile inanır mı, bilemeyiz. Bu tür kabullerin<br />

insanı aklen de tatmin etmeyeceği açıktır. Mis<strong>al</strong> olarak herhangi bir sahada yazılmış<br />

bir kitabı düşünebiliriz. Birisi iddia etse ki, “binlerce harf kendiliğinden bir araya<br />

geldi, tesadüfen yan yana dizildiler, kelimeleri, sonra cümleleri oluşturdular. Sonra<br />

bu cümleler anlamlı birliktelikler kurarak belli başlıklar <strong>al</strong>tında sır<strong>al</strong>anıp<br />

kompozisyonlar oluşturdular. Sonra bu başlıklar da yine anlamlı bir bütünlük<br />

kurarak bu kitabı oluşturdu.” Bu iddiayla karşılaşan herkes, o kişinin aklından ya da<br />

ciddiyetinden şüphe edecektir. Hatta şüphe etmekle k<strong>al</strong>mayıp akılsızlığına<br />

hükmedecektir. İşte bu iddia ne kadar akla uygun ve doğru ise, güzelliklerini ve<br />

sistemlerini anlatmakla bitiremeyeceğimiz bu kâinatın, kendiliğinden ve bir tesadüf<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15


Allah’a İman<br />

sonucu söz konusu gayeliliği ve sistemi bulması iddiası da en fazla o kadar tutarlı ve<br />

tatmin edicidir.<br />

Gaye ve nizam delilinin mantıkî önermeler şeklinde özetlenişi şu şekildedir:<br />

Kâinat birbirine uyumlu sebepler ve gayelerle bir istem içerisindedir.<br />

Sebepler ve gayeler manzumesi olan her şey, âlim ve akıllı bir illetin<br />

eseridir.<br />

O h<strong>al</strong>de kâinat da âlim bir müessirin eseridir ki, o da Allah’tır.<br />

Tartışma<br />

•Kainatta görülen düzenlilik bir yaratıcıya mı işaret eder; yoksa<br />

tesadüf müdür? Konuyu gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz.<br />

• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an<br />

“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />

Kur’an’da Gaye ve Nizam Delili<br />

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın kâinatı bir düzen içerisinde ve ölçülü bir şekilde<br />

takdir ederek yarattığı sıklıkla vurgulanır. Böylece insanın yaşadığı âlemi anlaması<br />

ve var olan ilahî dizaynı kavrayarak yaratıcısını tanıması, ona kulluk edip şükretmesi<br />

istenir.<br />

“Her şeyi yarattı ve onu bir ölçüyle takdir etti”(Furkân, 25/2).<br />

“Her şeyi bir ölçüyle yarattık”(Kamer, 54/49).<br />

“Allah, her şey için bir ölçü koydu”(T<strong>al</strong>ak, 65/3).<br />

“O yarattı ve düzeltti, takdir etti ve yol gösterdi”(A’lâ, 87/2, 3).<br />

Kâinat Allah’ın takdiriyle olunca, O’nun eşsiz ilminin, sanatının ve<br />

kudretinin izlerini taşımaktadır. Bu yüzden kâinatın her bir cüzü onu yaratana ve<br />

sıfatlarına işaret eden birer ayettir:<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16


Allah’a İman<br />

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca<br />

gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde,<br />

Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda,<br />

yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre<br />

amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller<br />

vardır”(Bakara, 2/164).<br />

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahman’ın yaratışında hiçbir<br />

uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor<br />

musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği<br />

bulamayıp) aciz ve bitkin h<strong>al</strong>de sana dönecektir”(Mülk, 67/3, 4).<br />

“O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı”(Secde, 32/7).<br />

“Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Sizi şekillendirdi ve<br />

şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş y<strong>al</strong>nız O’nadır”(Teğâbun, 64/3).<br />

“Biz gökten suyu bir ölçüyle indirdik. Sonra onu yeryüzüne yerleştirdik ve biz<br />

onu götürmeye de oldukça kadiriz”(Mü’minûn, 23/18).<br />

Kabûl-i Âmme Delili<br />

Allah inancının fıtriliğinden bahsederken, her insanın yaratılışı itibariyle<br />

Allah’a inanma ihtiyacı ve eğiliminde olduğunu belirtmiştik. Bunun fiili ispatı ise<br />

hemen hemen her dönem ve mekânda Allah inancının sürekli olarak var ola<br />

gelmesidir. İnsanlık tarihi inançsız toplumlardan ziyade Allah’a inanan<br />

toplumlardan oluşmuş ve tarih bu şekilde akışını sürdürmüştür. Mutahhar b. Tahir<br />

el-Makdisî (v. 355/966)’nin belirttiği gibi “ırkları, memleketleri, görüş, din ve<br />

mezhepleri farklı olsa da, ileri düzeydeki tüm milletler, kâinatta hikmet sahibi bir<br />

yaratıcının eserlerini müşahade ettiklerinden şüphe etmemişlerdir. Ezeli ve kadim<br />

bir yaratıcının varlığını aklına güvenilebilecek bütün insanlar açık ve kesin bir<br />

şekilde kabul etmişlerdir. Bu yüce yaratıcı, her zaman mabud olmuş, her dilde<br />

bilinmiş, her lisanla anılmıştır.”(Top<strong>al</strong>oğlu, 1992: 107)<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17


Allah inancı evrensel bir<br />

gerçekliktir.<br />

Allah’a İman<br />

Çağımızda bazı genetik bilimciler Allah inancının genetik olup olmadığını<br />

araştırma ihtiyacı hissetmiş ve bu doğrultuda bazı tespitlerde bulunmuşlardır.<br />

Kendilerinin de ifade ettiği gibi onları bu tür bir araştırmaya sevk eden şey,<br />

dünyada müşahade ettikleri inanma gerçeğidir. Farklı isimler ve mahiyetlerde olsa<br />

bile insanlığın çoğu Allah’a inandığına göre, bunun genetikle yani yaratılıştaki<br />

kodlamayla bir <strong>al</strong>akası olabilir, düşüncesidir. İster genetik olsun, ister ruhani olsun<br />

insanlığın inanma özelliği varoluşs<strong>al</strong> ve evrenseldir. Yaratıcının, yarattığı varlıklara<br />

kendisine inanma ihtiyaç ve güdüsünü vermesinden daha doğ<strong>al</strong> ne olabilir?<br />

Tartışma<br />

Bireysel Etkinlik<br />

•Allah inancının genetik olup olmadığı meselesini gerekçeleri ile<br />

forumda tartışabilirsiniz.<br />

•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “tartışma<br />

forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />

• Sizi yaratıcının varlığına ikna eden nedenler üzerine<br />

düşününüz.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18


Allah’a İman<br />

Ödev<br />

olmak üzere tüm kâinatın yaratıcısı dolayısıyla sahibi odur. Bu nedenle<br />

dinî hayat Allah’a inanmakla başlar. Allah kendisine inanm<strong>al</strong>arını<br />

emrettiği kullarını, zaten bu ihtiyaç ve eğilimle yaratmıştır. Bu nedenle<br />

Allah inancı fıtri, zorunlu ve vrenseldir.<br />

•Allah’a iman, ancak tevhit esası üzerine inşa edilirse bir anlam kazanır.<br />

Bu yüzden tevhit inancı ilahi dinlerin en temel prensibidir. Bir insanın<br />

mümin olabilmesi için Allah’ı zatı, sıfatları ve fiillerinde birlemesi, bu<br />

hususlarda ona şirk koşmaması gerekir. Allah’ın birliğini ispat için<br />

kullanılan en meşhur akli delil ise, birden fazla ilahın olması durumunda,<br />

ilahlar arası bir çatışmanın dolayısıyla düzensizliğin olacağı kabulünü esas<br />

<strong>al</strong>an temanu delilidir.<br />

•Allah’a inanlar, özellikle inkârcılara karşı onun varlığını ispat etmek için<br />

bazı akli deliller ortaya koymuştur. İkna edici bir özelliğe sahip olan ve<br />

hareket noktası olarak kâinatı esas <strong>al</strong>an bu delillerin en meşhurları<br />

Hudus ve İmkân, Gaye ve Nizam ve Kabûl-i Âmme delillerdir.Gerek<br />

kâinatın varlığı, gerekse onda görülen nizam ve her varlığın sahip olduğu<br />

gayelilik, bunların tesadüfen olamayacağı, bilakis <strong>al</strong>im ve kâdir olan bir<br />

Yaratıcı tarafından takdir edildiğini gösterir. Tarihin tüm zaman<br />

dilimlerinde sürekli olarak Yaratıcı bir ilaha inanılagelmesi de Allah’ın<br />

varlığını ispat için fiili bir göstergedir.<br />

Özet •İlahî dinlerde en merkezi kavram Allah kavramıdır. Çünkü insan da dahil<br />

• Diğer bilim d<strong>al</strong>larından istifade ederek kainatta<br />

mevcut olan sistemlerden birini araştırarak iki yüz<br />

kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız.<br />

• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı<br />

<strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19


Değerlendirme<br />

sorularını sistemde ilgili<br />

ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />

<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />

bölümünde etkileşimli<br />

olarak<br />

cevaplayabilirsiniz.<br />

Allah’a İman<br />

DEĞERLENDİRME SORULARI<br />

1. İslam inanç esasları açısından “aslu’l-usul” tamlaması aşağıdakilerden<br />

hangisini ifade etmektedir?<br />

a) Dinin insan hayatı için bir asıl oluşunu<br />

b) İslam dinin diğer dinlerin aslını oluşturmasını<br />

c) İnancın insanın asli bir ihtiyacı olduğunu<br />

d) Allah’a imanın diğer iman esaslarının temelini oluşturmasını<br />

e) Dini ilimlerin diğer ilimlerin aslını oluşturmasını<br />

2. Kâinatın sonradan yaratıldığını, sonradan olan varlıklar için bir yaratıcıya<br />

ihtiyaç bulunduğunu esas <strong>al</strong>an ispat delilinin adı aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a) İmkân<br />

b) Gaye<br />

c) Hudus<br />

d) Nizam<br />

e) Temânu<br />

3. Hemen hemen her dönem ve mekânda Allah inancının sürekli olarak<br />

varolagelmesinden yola çıkarak Allah’ın varlığını ispat eden delil aşağıdakilerden<br />

hangisidir?<br />

a) İmkân<br />

b) Gaye<br />

c) Hudus<br />

d) Nizam<br />

e) Kabûl-i Amme<br />

4. Allah’ın varlığını ispat için ortaya konan delillerin çıkış noktası aşağıdakilerden<br />

hangisidir?<br />

a) Allah’ın sıfatları<br />

b) İnsan<br />

c) Kâinat<br />

d) Ahiret<br />

e) Vicdan<br />

5. Varlığı kendinden olmayan ve varlığı da yokluğu da düşünülebilen varlık<br />

kategorisi aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a) Vacib<br />

b) Mümteni’<br />

c) Muhtemel<br />

d) Farz<br />

e) Mümkin<br />

Cevap Anahtarı :<br />

1.d 2.c 3.e 4.c 5.e<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20


Allah’a İman<br />

YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER<br />

KAYNAKLAR<br />

1. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-<br />

Ekber. Beyrut.<br />

2. Attas, S. Nâkib. (1995). İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, Ter.<br />

Mahmut Erol Kılıç, İstanbul.<br />

3. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhit ve İlm-i Kelam. Ankara:<br />

Gonca Yayınevi.<br />

4. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî, Tah. Mustafa Dîb el-<br />

Buğa, Beyrut.<br />

5. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin<br />

Altın<strong>al</strong>an., İstanbul: Madve Yay.<br />

6. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta, Tah. Muhammed<br />

Fuad Abdulbaki. Mısır.<br />

7. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.),<br />

Kitâbu’t-Tevhîd. Tah. Fethullah Huleyf, Mısır.<br />

8. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (2005).<br />

Te’vîlâtu’l-Kur’an. Tah. Mecdî Bâsellûm, Beyrut.<br />

9. Mevdudi, Ebu’l-Alâ. (tsz.). Kur’an’a Göre Dört Terim. Çev. Osman Cilacı-<br />

İsmail Kaya. İstanbul: Beyan Yayınları.<br />

10. Mohamed, Yasien, (1995). “Fitrah and Its Bearing on The Principles of<br />

Psychology”. The American Journ<strong>al</strong> of Islamic Soci<strong>al</strong> Sciences, 12 (1),<br />

Herndon, 1-18. (çev. için bkz. Muhammed, Yasin. (1995). “Fıtrat ve İslam<br />

Psikolojisi”, İslami Sosy<strong>al</strong> Bilimler Dergisi, 3 (2), 43-61.)<br />

11. Mutahhari, Murtaza. (1992). Fıtrat. Ter. Cafer Kırım. İstanbul.<br />

12. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh, Beyrut.<br />

13. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille, I.<br />

Nşr. Hüseyin Atay. Ankara.<br />

14. Öge, Sinan. (2004). “Fıtratın Mîsâkı”. Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi<br />

Dergisi, 22, 240-260.<br />

15. Öge, Sinan. (2009). Allah’tan Âlem’e ilahî Fiiller, Ankara: Araştırma<br />

Yayınları.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21


Allah’a İman<br />

16. Özler, Mevlüt. (1995). İslam Düşüncesinde Tevhit. İstanbul: Nun Yayıncılık.<br />

17. Râzî, Fahruddîn. (1988-1995). Tefsîr-i Kebîr., Ter. Heyet, Ankara.<br />

18. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir. (1992). Allah’ın Varlığı. Ankara: DİB Yay.<br />

19. Ulutürk, Veli. (1995). Kur’an-ı Kerîm’de Yaratma Kavramı. İstanbul.<br />

20. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22


İÇİNDEKİLER<br />

HEDEFLER<br />

TEVHİT VE ŞİRK<br />

• Tek Bir Allah İnancı Olarak Tevhit<br />

• Tevhidin Çeşitleri<br />

• Çok Tanrılı Bir İnanç Biçimi Olarak<br />

Şirk<br />

• Şirkin Çeşitleri<br />

• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />

• Tevhidin önemi ve gerekliliğini anlayabilecek<br />

• Allah inancı ile varlık arasındaki bağlantıyı<br />

kavrayabilecek<br />

• Şirkin anlamını ve tevhidin karşıtı olduğunu<br />

anlayabilecek<br />

• Şirkin çeşitlerini ve yansım<strong>al</strong>arını<br />

değerlendirebileceksiniz.<br />

İSLAM İNANÇ<br />

ESASLARI<br />

<strong>ÜNİTE</strong><br />

5


Hayatın vazgeçilmez<br />

gerçeği: Tek Allah İnancı<br />

Tevhit ve Şirk<br />

GİRİŞ<br />

İslam, sağlam bir dindarlığı oluşturma zemini olarak tek Allah inancına<br />

bağlılığı görmüştür. Bunun özgün adı “tevhid”tir. Esasında bütün ilahî dinler tek<br />

Allah inancı üzerine kurulmuştur.<br />

Tevhit, sadece inancın duygu yönünü değil, bilişsel yanını da<br />

ilgilendirmektedir. Bilgi ile tahkim edilmeyen bir inanç, s<strong>al</strong>lantıdadır. İslam’da<br />

tevhit inancı, sistemin bütününü kuşatıcı bir özellik taşır ve insan düşüncesi ve<br />

hayatının bütün evrelerinde ortaklığı reddeder. Yüce yaratıcı, bütün varlıkların<br />

üstünde, aşkın bir varlıktır. O’nun yarattığı her bir varlık da biricik olup kendi<br />

başına bir değer ifade eder. İşte hayata anlam katan şey, bu tek Allah inancına<br />

sahip olmaktır.<br />

Birden fazla ilaha inanmak, insanın hem kendisine hem de yaratıcısına<br />

yabancılaşmasını beraberinde getirir. Dolayısıyla Allah’ın varlığına inanmak kadar<br />

onun birliğine inanmak ve bu inancına bir başkasını ortak etmemek önemli bir<br />

ilkedir. Nitekim Kur’an’da baştan sona tevhit ve şirk ayrımının <strong>al</strong>tı k<strong>al</strong>ın çizgilerle<br />

çizilir. İnancın tarihinde bu noktada sapmış olan Kitap ehli inanç mensupları<br />

eleştirilir. Hangi nokt<strong>al</strong>arda bir Allah inancından saptıkları tek tek işaret edilir.<br />

Bundan Müslümanların ders çıkarması istenir. İşte bu ünitede geniş bir şekilde<br />

tevhit ve şirk konuları işlenecektir.<br />

TEK BİR ALLAH İNANCI OLARAK TEVHÎD<br />

Allah katında mümin sayılmak için sadece Allah’ın varlığını kabul etmek<br />

yeterli olmayıp, O’nun tek ilah olduğuna da inanmak gerekir. İnancın tarihinde asıl<br />

sorun Allah’ın varlığına iman edip etmemekte değil, O’nun birliğine iman edip<br />

etmemekte ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı bütün peygamberlerin toplumlarıyla<br />

karşılaştıkları zaman ilk mesajları: “Ey kavmim! Allah’tan başkasına kulluk etmeyin”<br />

olmuştur. (Bkz. A’raf, 7/59, 65, 73, 78; Hud, 11/50, 61, 74; Nahl, 16/36). Bu temel<br />

ilke, İslam akaid kitaplarında Allah’ın varlığı ve birliği meselesiyle birlikte ele<br />

<strong>al</strong>ınarak işlenmiştir. Bu nedenle Allah’a imanda en temel şart, Allah’tan başka<br />

varlıkları ilah kabul etmemektir. Biz buna tevhit inancı diyoruz.<br />

İnsanlık tarihine baktığımız zaman her ne kadar Yaratıcı bir güç olarak<br />

Allah’ın varlığı kabul edilmişse de, onun ilahlığı başka varlıklara, kurumlara ve<br />

nesnelere paylaştırılmak suretiyle tevhit ilkesi ihl<strong>al</strong> edilmiştir. Hâlbuki bir Allah<br />

inancı, sadece ilahî zata yönelik nitelemelerden ibaret olmayıp, aynı zamanda<br />

O’nun insan ve kâinatla olan ilişkisinin de bir ifadesidir. Dolayısıyla tevhide<br />

dayanmayan bir Allah inancı, O’nun katında makbul değildir. Politeist bir inancın<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2


Tevhit ve Şirk<br />

bireysel ve toplums<strong>al</strong> düzeyde insanlığa verebileceği bir katkı da yoktur. Yeri geldiği<br />

zaman bu konulara değinilecektir.<br />

Tevhit kelimesi kök anlamı itibariyle, “tek” olma manasına gelen “ehad” ve<br />

bir olma anlamına gelen “vahid” sözcüklerinden türemiş olup “birlemek, bir şeyin<br />

bir olduğuna hükmetmek” man<strong>al</strong>arına gelir. Bu anlamda tevhit Allah hakkında<br />

kullanıldığı zaman “eşi, ortağı ve benzeri olmayan bir ve tek varlık” demektir. “Sizin<br />

ilahınız bir tek ilahtır” (Bakara, 2/163) ayetinde geçen “vahid” ile, “De ki: O Allah<br />

bir tektir” (İhlâs, 112/1) ayetinde geçen “ehad” sözcüğü tevhit kelimesiyle aynı<br />

köktendir.<br />

Dinî ıstılahta ise, tevhit kavramıyla ilgili çeşitli tanımlar yapılmıştır:<br />

Bunlardan birkaçı şu şekildedir:<br />

Tevhit: Yaratanla yaratılan arasındaki sınırı idrak etmektir.<br />

Tevhit: Allah’ın, sonradan yaratılan varlıklardan ontolojik olarak ayrı<br />

olmasıdır.<br />

Tevhit: “Allah’ın zatını, düşünce ve anlayışta tasavvur edilebilen, vehim<br />

ve zihinlerde tahayyül edilebilen her şeyden tecrît etmektir.”<br />

Tevhit: Allah’ın yaratan, eğiten, sahip olan, öldüren, dirilten, yaşatan,<br />

rızık veren, du<strong>al</strong>arı kabul eden, hel<strong>al</strong> ve haram koyan, evreni sevk ve idare eden,<br />

fayda ve zarar verme gücüne sahip olan yegâne varlık olduğuna inanmaktır. İslam<br />

inancında buna “rububiyette tevhîd” denilir. Şu ayetlerde rububiyette tevhit açıkca<br />

vurgulanır:<br />

”Musa: “O göklerin ve yerin ve her ikisi arasında bulunan herşeyin rabbidir. Eğer<br />

gerçekten inanırsanız bu böyledir” (Şuara, 26/24).<br />

“Dilleriniz y<strong>al</strong>ana <strong>al</strong>ışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı y<strong>al</strong>an uydurmak için, “şu<br />

hel<strong>al</strong>dir”, “şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a karşı y<strong>al</strong>an uyduranlar, kurtuluşa<br />

eremezler”(Nahl, 16/116).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3


Tevhit: Biricik ve yeg<br />

Tevhit ve Şirk<br />

“Yahudiler, “Üzeyir Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar ise, “İsa Mesih<br />

Allah’ın oğludur” dediler. Bu onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan)<br />

sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine<br />

benziyor. Allah onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar?” (Tevbe, 9/30).<br />

“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve<br />

Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet<br />

etmekle emrolunmuşlardır. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak<br />

koştukları her şeyden uzaktır” (Tevbe, 9/31).<br />

” İyi bilin ki, h<strong>al</strong>is din y<strong>al</strong>nız Allah’ındır. Onu bırakıp da başka dostlar edinenler,<br />

“Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz”<br />

diyorlar. Şüphesiz Allah ayrılığa düştükleri şeyler konusunda ar<strong>al</strong>arında hüküm<br />

verecektir. Şüphesiz Allah y<strong>al</strong>ancı ve nankör olanları doğru yola iletmez” (Zümer,<br />

39/3).<br />

Tevhîd: Biricik ve yegâne ilah olarak Allah’ı birlemektir.<br />

Gerçek anlamda ilah; gönüllerin sevgi, ümit, korku, güven, tevekkül,<br />

yardım, dua, kurban, adak gibi inanç ve ibadet türlerinde bağlandığı ve yöneldiği,<br />

kendisine karşı derin saygı beslenen, her şeyden daha çok sevilen ve kulluğun<br />

sadece kendisine özgü kılındığı bir varlıktır. Bütün bu özellikleri taşıyan sadece ve<br />

sadece tek olan Allah’tır. Buna “uluhiyette tevhit” denilir.<br />

İslam’da tevhit inancı, Allah’tan başka bütün ilahların izafi olduğunu vurgular:<br />

“De ki: “Ey insanlar” Size Rabbinizden gerçek (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru<br />

yola girerse ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi <strong>al</strong>eyhine sapar.<br />

Ben sizden sorumlu değilim.” (Yunus 10/18).<br />

Görüldüğü gibi bu anlamda tevhit, uluhiyeti sadece Allah’a tahsis etmeyi<br />

öngörür. Tabiatın akıllara hayranlık veren olağanüstü nitelikte yaratılışı ve işleyişi<br />

onun ve yaratıcısının bir ve tek olduğunun objektif kanıtını teşkil eder. Yaratıcı ile<br />

ruhi-manevi irtibat içinde bulunan müminin gönlü de uluhiyetten herhangi bir<br />

ortaklığı benimseyip imanının kıblesi olarak tanıması mümkün değildir. Kur’an-<br />

Kerim’de (Yunus, 10/18; Zümer, 38/3) puta tapanların, tanrı edindikleri şeylerin<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4


Tevhit olmadan gerçek<br />

ad<strong>al</strong>et olmaz.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

tabiatı yaratan ve idare eden yüce varlık olmadığının şuurunu taşıdıkları, Allah<br />

nezdinde şefaatte bulunm<strong>al</strong>arı amacıyla onlara taptıkları ifade edilir. Bu tevhidin<br />

zıddı olan şirkin, insanın selim fıtratının benimsemeyeceği bir şey olduğunu<br />

gösterir. Tevhit inancıyla yükümlü kılınan ilk insandan itibaren günümüze kadar bu<br />

inanç en belirgin şekilde İslamiyet tarafından tespit edilmiş ve her gün beş defa<br />

okunan ezanla bütün dünyaya ilan edilmiştir. Bu sebeple kelam âlimlerinin tevhit<br />

tanımı bir bütünlük arzeder:<br />

Tevhit: Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir tek kabul edip<br />

zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir başkasını O’na ortak koşmamaktır.<br />

Tevhidin Çeşitleri<br />

Yukarıdaki tarifte geçtiği gibi İslam Kelam bilginleri ilahî birliği Allah’ın<br />

zatında, sıfatlarında ve fiillerinde olmak üzere üç başlık <strong>al</strong>tında incelemişlerdir:<br />

Allah’ı Zatında Tevhid<br />

Allah’ın zatından amaç, bizzat kendisi olmasıdır. Allah’ın zatında birliği,<br />

onun dengi olarak görülen başka ilahların olmaması, mülkünde ortağının<br />

bulunmaması ve diğer yaratılmış varlıklar gibi parç<strong>al</strong>ardan birleşmiş bir varlık<br />

olmamasıdır. Bir müminin tevhit inancına sahip olabilmesi için tüm bunlara<br />

inanması gerekir.<br />

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın zâtî birliğini ifade eden pek çok ayet bulunmaktadır:<br />

“De ki O Allah birdir”(İhlâs, 112/1)<br />

“Allah’tan başka ilah yoktur”(Âli İmrân, 3/62)<br />

“Allah ile beraber başka ilahlar edinmeyin”(Nahl, 16/51)<br />

“Allah, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan bir Allah’tır”(Bakara, 2/255)<br />

“Allah’la beraber başka bir ilah mı var!”(Neml, 27/60)<br />

İslam’ın tevhit prensibi “Lâ ilâhe ill<strong>al</strong>lah- للها لاإ هلإلا / Allah’tan başka hiçbir<br />

ilah yoktur” cümlesiyle ifade edilen kelime-i tevhit ile anlatılır. Bu sözü k<strong>al</strong>biyle<br />

tasdik eden ve diliyle ikrar eden kişi artık k<strong>al</strong>binde, zihninde ve de yaşantısında<br />

sadece Allah’ın ilahlığını kabul ettiğine ve bunun gereklerini yerine getireceğine söz<br />

vermiş demektir. Çünkü ilah kavramı, kendisine sığınılan, faydası umulan,<br />

kendisinden korkulan, ihtiyaçları gideren, emrine boyun eğilen hüküm sahibi<br />

otorite gibi anlamları barındırır. Bu bağlamda Kur’an’da anlatılan tevhit<br />

esaslarından şöyle bir netice çıkarmak mümkündür:<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5


Allah’tan başka ilah<br />

yoktur.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

“Göklerde ve yerde bütün otorite ve yetkilere m<strong>al</strong>ik olan ancak Allah’tır.<br />

Yaratma O’na mahsustur. Bütün nimetler O’nun kudretindedir. Bütün işler sadece<br />

O’na aittir. Kuvvet ve çare O’nun hükmündedir. Göklerde ve yerde olan her şey ister<br />

istemez O’na itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. O’ndan başkasında<br />

otorite yoktur. Göklerde ve yerde O’ndan başkasının hükmü geçmez. Yaratılışın<br />

sırlarını, nizamını, idaresini O’ndan başkası bilmez. Hükmünün s<strong>al</strong>ahiyetleri<br />

hususunda kimse O’na ortak olamaz. İşte bunun için O’ndan başka ilah olamaz.”<br />

İlahlık, bir takım vasıflara sahip olmayı gerektirir. Yaratma, yaşatma,<br />

öldürme, rızık verme, her şeyi bilme, her şeye kadir olma, her şeyi görüp işitme gibi<br />

sıfat ve fiillere sahip olan ilah olabilir. Bu özelliklere mutlak anlamda sahip olan<br />

yegâne varlık Allah’tır. Bu nedenle O’ndan başka ilah olamaz. İnsanların ilah diye<br />

bağlandıkları hiçbir unsur bu vasıflara sahip değildir. Bu yüzden pratikte birileri<br />

onlara ilah dese ve onları ilah edinse bile, hakikatte ilah değillerdir. Çünkü Allah’ın<br />

zatı gibi bir başka zat bulunmaz.<br />

Mekke müşrikleri, Allah’la birlikte putları da ilah edindiklerinden,<br />

Hıristiyanlar Baba, Oğul ve Kuts<strong>al</strong> Ruh üçlemesiyle ulûhiyeti parç<strong>al</strong>adıklarından ve<br />

Allah’ın Hz. İsa’nın bedenine hulul ettiğini iddia ettiklerinden, Maniheistler İyilik ve<br />

Kötülük Tanrısı diye iki tanrı edindiklerinden dolayı Allah’ın zatında tevhidi ihl<strong>al</strong><br />

etmişlerdir. Tüm bunlara reddiye mahiyetinde Tevhit suresi diye de adlandırılan<br />

İhlâs suresi İslam’ın Allah anlayışını ortaya koymaktadır:<br />

“De ki: O, Allah ehaddir. Allah Sameddir. O doğurmamış ve doğurulmamıştır.<br />

Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.”(İhlâs, 112/1–4)<br />

Tek ve bir oluş, başkasına muhtaç olmayış sadece ve sadece Yüce Allah’a<br />

mahsustur. Doğurmak ve doğrulmak yaratılmışlık nitelikleridir. Allah ise, bütün<br />

yaratılmış olan niteliklerden münezzehtir. O, vacibü’l-vucûddur. Varlıkta hiçbir şey<br />

O’na eş ve denk değildir. O hâlde insan, Allah’ın zatında birliği itikattan amele<br />

hayatının tüm <strong>al</strong>anlarında göstermelidir.<br />

Allah’ın Sıfatlarında Tevhid<br />

Yüce Allah, zatında bir olduğu gibi sıfatlarında da birdir. O, zatına uygun<br />

bir şekilde en kâmil sıfatlara sahiptir. İşte bu bağlamda, İslam inanç sisteminde çok<br />

önemli bir konu da Allah’ın zatı hakkında vacip olan yetkin sıfatlarını bilip öylece<br />

inanmak ve O’nun yüce zatını noksan sıfatlardan soyutlamaktır. Bunu Kelam<br />

âlimleri özlü bir şekilde ifade etmişlerdir: “Küllü mâ hatara bibâlik/ F<strong>al</strong>lahü sivâ<br />

zâlik: Hatırına gelen her şey/ Allah ondan başka bir şey.” K<strong>al</strong>dı ki uluhiyet<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6


Allah her türlü hâdislik<br />

<strong>al</strong>ametlerinden uzaktır.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

düşüncesi, bir çeşit sıfat düşüncesidir. O, bize kendisini sıfatlarıyla tavsif eder.<br />

Zihinlerimizin İlahî Zat’a yönelimine neden olan ve bizde O’na dair bir bilgi yönü<br />

ifade etmek üzere birtakım zihni tasavvurlar meydana getiren bütün sıfatlar beşerî<br />

terminolojiye girerek bize Allah’ı tanıtır.<br />

Allah’ın isim ve sıfatlarında tevhit, bu sıfatların yaratıkların sıfatlarına<br />

ontolojik anlamda bütün yönleriyle hiçbir zaman benzemediğini kabul etmektir.<br />

Allah’ın bazı sıfatlarıyla insanların sıfatları arasında isim benzerlikleri bulunabilir.<br />

Mesela Allah da işitir, insan da; Allah da görür, insan da; Allah da konuşur, insan<br />

da; Allah’ın da ilmi vardır insanların da…. Ancak arada çok temel farklılıklar<br />

bulunur. Allah’ın sıfatları zâtîdir, ezelîdir, yani sonradan kazanılmış değildir;<br />

ebedîdir, eksilme ya da yok olmaya maruz k<strong>al</strong>maz. Onun sıfatları mutlak anlamda<br />

hiçbir yaratığın sıfatlarına benzemez. Oysa insanın sıfatları kendisi gibi<br />

mümkündür, yani zorunlu değildir. Var olması da olmaması da mümkündür. Nasıl<br />

ki insan, bazı sıfatları ç<strong>al</strong>ışarak sonradan kazanırsa, aynı şekilde çeşitli sebeplerden<br />

dolayı bu sıfatları kaybedebilir de.<br />

Öte yandan insan <strong>al</strong>et ve vasıt<strong>al</strong>ara muhtaçtır ama Allah bilmek, işitmek,<br />

görmek gibi sıfatları için herhangi bir <strong>al</strong>ete ve vasıtaya ihtiyaç duymaz. İşte bu<br />

temel farklılıkları bilerek Allah’ın sıfatlarını tasdik etmek, her türlü yüceliği O’na<br />

nispet edip, her türlü noksanlıktan O’nu tenzih etmek Allah’ı sıfatlarında<br />

birlemenin gereğidir. Allah’ın denginin olmaması, zatı için söz konusu olduğu gibi<br />

sıfatları için de söz konusudur.<br />

Allah’ın Fiillerinde Tevhid<br />

Allah Te<strong>al</strong>a birtakım sıfatlara sahip olduğu gibi aynı zamanda fiilleri olan<br />

bir varlıktır. Fiil bir iş, bir oluş ve bir hareketi bildirir. İlahî fiiller, her şeyden önce<br />

Allah’ın varlığına del<strong>al</strong>et eder ve Allah âlem ilişkisini ortaya koyar. Zira var<br />

olmayanın fiil yapabileceği bir makdûrunun bulunması ve fiili gerçekleştirecek<br />

temel niteliklere sahip olması imkânsızdır. Ayrıca bir fiili işlemek, ona güç yetirip<br />

istediği tarzda uygulamak ilahî birliği de ispat eder. Çünkü ikinci bir ilah, diğer ilahın<br />

fiiline engel olabilir ve engel olunan varlık Rab olamaz, ancak g<strong>al</strong>ip gelen ilah olur.<br />

Allah’tan başka g<strong>al</strong>ip yoktur. Bu yüzden fiilleri, Allah’ın diğer varlıklardan bilgi ve<br />

kudret açısından farklı ve üstün oluşu yönüyle anlatımının imkânını sağlar. Nitekim<br />

Hz. İbrâhim, tevhit ilkesi üzerine Allah’ı anlatırken, O’nun diriltmesi, öldürmesi,<br />

güneşin hareketlerini belirlemesi gibi hiçbir insanın güç yetiremeyeceği fiillerini<br />

delil göstererek inkârcı muhataplarını susturmuştur. (Bakara, 2/258)<br />

Hususi hakikati bilinemeyen bir varlığı, ancak eserleri ve fiilleri ile bilme<br />

imkânı vardır. O’nun fiillerinin yetkinlik ve üstünlüğü ortaya konduğunda, aklın o<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7


Yaratma Allah’a<br />

mahsustur.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

failin mükemmelliğini bilişi de o nispette üst düzeyde olur. Bu yüzden cahil bir<br />

kişinin Kur’an hakkındaki inancı büyük olsa bile, taklidi ve icmâli bir sınırlılıktadır.<br />

Allah’ın Kur’an ayetlerinde ifade ettiği latîf inceliklere mutt<strong>al</strong>i olan kişinin inancı ise<br />

daha mükemmeldir.<br />

İslam dini açısından Allah her türlü yetkinliğe, akla herhangi bir eksikliği<br />

getirmeyecek düzeyde sahiptir. Kur’an O’nun “fa’âl” oluşunu (Bkz., Hûd, 11/107;<br />

Burûc, 85/16) dolayısıyla bir fiili yaptıktan sonra irade ettiği diğer bir fiili yapmayı<br />

ve fiilinin etki <strong>al</strong>anının çokluğunu ve genişliğini ifade eder.<br />

“O (Allah) her an yaratma hâlindedir” (Rahman 55/29).<br />

ayeti bu sürekli yaratma etkinliğini dile getirir. Allah’ın varlığı, s<strong>al</strong>t varlık olması<br />

yönünden hep fiildir, iştir. Dolayısıyla Allah’ın fiillerinde tevhit, tüm fiillerinin temeli<br />

olarak kabul edilen “yaratma” fiili üzerine bina edilmiştir. İlahlığın en temel niteliği<br />

olarak zikredilen yaratma, insan zihninde tevhit telakkisinin oluşturulması için<br />

kullanılan bir delildir. Muhafazakâr dindarlıkta, mecâzî manada bile olsa insanın<br />

eylemleri hiçbir zaman “yaratmak” sözcüğüyle ifade edilmemiştir. Bunun yegâne<br />

nedeni, zihinde Allah’la rekabete girme endişesinin doğması korkusudur. Bu<br />

sebeple aşırı soyutlamacı bir din dili benimsenmiştir. Adap ve nezaket kur<strong>al</strong>ları<br />

açısından yaratmak yerine, keşfetmek kavramı tercih edilir. Çünkü yaratmak<br />

eyleminde bir şeyi yoktan var etmek anlamı gizlidir. İnsan ancak ölçüp biçme ve<br />

planlama anlamına gelen takdir etmeyi, yani vardan var etmeyi açığa çıkarabilir. Bu<br />

amaçla Kur’an’da, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğu, Allah dışındaki varlıkların<br />

yaratıcı olmadığı ve yaratmanın birtakım üstün nitelikleri beraberinde gerektirdiği<br />

ortaya konunca, bu hususta Allah’ın yegâneliği belirgin bir şekilde vurgulanmış<br />

olmaktadır. Şu ayetler bunun en açık kanıtlarıdır:<br />

“Allah her şeyin yaratıcısıdır”(Zümer, 39/62),<br />

“İşte her şeyin yaratcısı, Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah<br />

yoktur”(Mü’min, 40/62).<br />

“Biz her şeyi bir ölçüyle yarattık”(Kamer, 54/49). (Ayrıca bkz., En’âm, 6/102;<br />

Ra’d, 13/16; Furkân, 25/2)<br />

Diğer taraftan, yaratma özelliğine sahip bir varlığın, yaratamayanlarla denk<br />

olamayacağı ifade edilir:<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8


Tevhid yaratma fiili<br />

üzerine bina edilmiştir.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

“Yaratan kişi, yaratmayan kişi gibi midir? Düşünmüyor musunuz?”(Nahl,<br />

16/17)<br />

Allah haricinde ilah olarak kabul edilen varlıkların ise yaratıcı olmadığı şu<br />

ayetlerle hatırlatılır:<br />

“İşte bunlar Allah’ın yarattıkları. Gösterin bana, O’nun dışındakiler ne<br />

yaratmıştır? Hayır! Z<strong>al</strong>imler apaçık bir sapkınlık içindedirler”(Lokman, 31/11),<br />

“Sizin, Allah’tan başka çağırdıklarınızın hepsi bir araya toplans<strong>al</strong>ar bir<br />

sineği bile yaratamazlar”(Hacc, 22/73),<br />

“Allah’tan başka çağırdıkları, hiçbir şey yaratamazlar. Onların kendileri<br />

yaratılırlar” (Nahl, 16/20),<br />

“Yaratılmış olan, hiçbir şey yaratamayan ilahlar edindiler”(Furkân, 25/3).<br />

Bütün bu ayetlerden sonra gerçekte yaratıcı olan, varlığın hakiki sahibi Allah<br />

olduğunu her aklıselim sahibi insan onaylar. Allah’tan başka yaratıcı<br />

bulunmadığından, O’ndan başka ilah da yok demektir. Bu yüzden Kur’an’da Allah’ı<br />

tanıtıcı en bariz unsur olarak yaratma kavramını görmekteyiz. (Ulutürk, 1995: 149)<br />

Bu bağlamda mutlak anlamda yaratıcı niteliğine sahip olan tek ilah, Allah’tır. “O,<br />

her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na ibadet edin”(En’âm, 6/102) ayetinde, ibadet<br />

emri “yaratıcı” kavramına takibiyet bildiren “fa” harfi ile bağlanmıştır. Bu harf ile<br />

bir hükmün bir vasfa bağlanması, söz konusu vasfın, o hükmün sebebi olduğunu<br />

ihsas ettirir. Dolayısıyla Allah’ın yaratıcı olması, ma’bûd olmasını gerekli<br />

kılmaktadır. İlah kavramının tanımı da aynı gerekçeyle “yaratmaya, yoktan var<br />

etmeye ve icada kadir olan” şeklinde yapılmıştır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9


Yaratıcı niteliğine sahip<br />

tek ilah, Allah’tır.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

ayetinde de ibadetle yaratmanın birlikte zikredildiğini görmekteyiz. İbadete<br />

müstehak olmanın ancak yaratma ile olabileceği sonucunu veren bu ayetle Allah,<br />

mükellef tuttuğu kullarına, neden dolayı ibadet etmeleri gerektiğini de açıklamıştır.<br />

Özellikle inkârcılara hitap edilen ayetlerde vahdaniyet ve rububiyetin delillerinin<br />

zikredilmesi manidardır. Müminlere hitap eden ayetlerde bu tür delillere fazla<br />

rastlanmaz. Çünkü müminler hitaptan önce zaten Rablerini bilmektedirler. Bu<br />

yüzden Rablerini tanımayanlara yaratılış gibi deliller, müminlere ise nimetler ve<br />

vadedilen sevap hatırlatılır.<br />

Tevhide inanç, insanı özgürleştirir. Bu bağlamda Allah’ın iradesine<br />

teslimiyet, insanların irade ve arzularına karşı bağımsızlık demektir. Bütüncül<br />

açıdan varlık <strong>al</strong>anında tevhit, her şeyin her şeyle ve her şeyin bir Şey’le ilişkili<br />

olduğunu ortaya koyar. Bir tek Allah inancı, kişinin hem kendini hem de yaşadığı<br />

kâinatı, başlangıcı, bugünü ve sonrası açısından anlamlandırmasını sağlayan esas<br />

unsurdur. Allah inancı olmaksızın bu anlamlandırmayı yapmaya ç<strong>al</strong>ışanlar, insanın<br />

aklını ve de ruhunu tatmin etmeyen bir takım saçma teorilerin kıskacında boc<strong>al</strong>ayıp<br />

durmuşlardır. Bundan dolayı, İslam inancında kulluğun temelini oluşturan tevhit<br />

inancı ne kadar önemliyse, Allah’ı sonradan yaratılan varlıklardan soyutlama biçimi<br />

olan tenzih inancı da o kadar önemlidir. ”Her şey zıddiyle kaimdir” düsturundan<br />

hareketle tevhidin korunması için her müslümanın onun karşıtı olan şirki ve<br />

çeşitlerini çok iyi bilmesi gerekir.<br />

Bireysel Etkinlik<br />

“Ey insanlar, sizi yaratan rabbinize ibadet edin”(Bakara, 2/21)<br />

• Sizi yaratıcının birliğine ikna eden nedenler<br />

üzerine düşününüz.<br />

Çok Tanrılı Bir İnanç Biçimi Olarak Şirk<br />

Arapçada “eş-şerîke ve eş-şirk” şeklinde kullanılan şirk sözcüğü, “ortaklık”<br />

manasına gelir. Dinî anlamda şirk, Allah’ın ortağı olduğunu kabul etmek, O’ndan<br />

başka ilah tanımak, onlara inanmak ve Allah’tan başkasına ibadet etmektir. Bu da<br />

putlara, ağaçlara, hayvanlara, kabirlere, semavi cisimlere, tabiat kuvvetlerine,<br />

ruhani varlıklara, meleklere ve insanlara uluhiyet vererek tapınmaktır. Allah’tan<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10


Tevhit ve Şirk<br />

başka bütün bu varlıklara uluhiyet atfederek inanan ve bu inanca göre yaşayan<br />

kimseye din dilinde “müşrik” adı verilir.<br />

Acaba insanoğlu, Allah’a inandığı hâlde niçin Allah’a ortak koşma<br />

ihtiyacı duymuştur? Şirkin kaynağı nedir? Elbette bu sorulara verilecek değişik<br />

cevaplar vardır.<br />

İnsanın dünyevî ve uhrevî hayatı için tehlike doğuran şirkin kaynağı,<br />

psikolojik açıdan korku ve ümit duygusunun tek olan Allah’ta birleşememesidir.<br />

İnsanın fıtratında bu iki çizgi vardır. Her ikisi de aynı yöne doğru hareket eder.<br />

İnsan gerçek manada tevhit inancından saptığı zaman korku veren şeylerin kaynağı<br />

ile ümit veren şeylerin kaynağını ayrı ayrı fani varlıklarda aramaya k<strong>al</strong>kar. İnsan<br />

yegâne güven kaynağı olan Allah’la ilişkisini yakini bir düzeye çıkarmadığı sürece<br />

fâni varlıklardan Allah’tan korkar gibi korkmaya, Allah’tan ister gibi istemeye<br />

başlar. Kur’an müşrik insanın ruh psikolojisini çok güzel tasvir eder:<br />

“Kim Allah’a ortak koşarsa, yükseklerden düşüp parç<strong>al</strong>anmış, kuşlar<br />

tarafından kapılmış yahut rüzgâr tarafından uzak bir yere sürüklenip atılmış<br />

gibi olur.” (Hacc 22/31).<br />

Bu insanın çifte tabiatlı olmasıdır. Bir başka anlatımla, bir gönülde iki ilah<br />

taşımasıdır. Böyle bir inancın neticesi olarak putperest insan kendi iç dünyasında<br />

birbirine karşıt iki kuvvetin çatıştığı bir ortamda ne yaptığını ve ne yapacağını<br />

bilemez. Şirk virüsünün zihin ve gönül dünyasını teslim <strong>al</strong>dığı bir vasatta insan iç<br />

huzurunu kaybeder, parç<strong>al</strong>anma yaşar. Bu ruh hâli insanın bütün hayatına yansır.<br />

Şirkin bir başka psikolojik nedeni de insanın menfaatine düşkün<br />

olmasından kaynaklanan bir sapma biçimidir. Kur’an’da insanın menfaatine çok<br />

düşkün oluşu şu şekilde anlatılır:<br />

”Gerçekten m<strong>al</strong>a da çok düşkündür.” (Âdiy”at 100/8).<br />

Özde insanın menfaatine düşkün olması, negatif bir duygu değildir.<br />

Negatif olan bu menfaat duygusunun kötü yönde kullanılmasıdır. Kişisel yarar<br />

ve bencillik duygusu, insan hayatının değişik gelişim safh<strong>al</strong>arında insana eşlik<br />

eder. İnsan kuts<strong>al</strong> saydığı bir varlığa karşı saygıda bulunma ve ibadetlerini ona<br />

yapmakla k<strong>al</strong>maz, görüş ve kişisel yararlarına göre bu ilahlardan birini bırakıp<br />

diğerine tapabilir. İşte Allah’a ortak koşanın hedefi, sırf bencil, kişisel yararlarını<br />

gerçekleştirmektir. Artık o kimsenin mabudu tek değildir, birinden diğerine<br />

geçebildiği varlıklar kadar çoktur.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11


Yüzünü, Allah’ın<br />

insanları üzerinde<br />

yarattığı fıtrata yönelt.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

Allah’a şirk koşan, aynı zamanda insan hayatındaki üstün hasletleri de<br />

tanımayandır. Böyle bir insan nasıl ki, ikiyüzlülük ve fırsatçılık için iman etmişse<br />

şimdi de çıkar ve bencilliği yüzünden ortak koşmaktadır. Artık, ‘çıkar ve yarar<br />

ilişkisi’ müşrik insanın ruh dünyasında itiyat/<strong>al</strong>ışkanlık hâline gelmiştir.<br />

Allah’tan başkasına boyun eğicilik inancı olan şirk, bir şahsiyetsizlik,<br />

y<strong>al</strong>ancı dostluk ve güven temelinden yoksunluktur. Böyle çift tabiatlı bir insan,<br />

kendi içinde şahsiyet travması yaşar. İslam, tevhit eğitimiyle bu travmayı<br />

ortadan k<strong>al</strong>dırmaya ç<strong>al</strong>ışır. Dahası İslam, bizim Allah’ı hissettiğimizi, O’nun bizde<br />

yaşadığını kabul eder. Biz bu şahsi ve varlıks<strong>al</strong> deneyimle, Allah’ı sahte<br />

tanrılardan ayırt etmek bilincine ve “Allah’tan başka bir tanrının olmadığını”<br />

kabul ve şehadet etmek kudret ve kabiliyetine sahibiz. İnsan Kur’an’ın işaret<br />

ettiği gibi yaratılış doğasının sesine kulak vermiş olsa bu duyguyu derinden<br />

hissedecek ve kavrayacaktır:<br />

“Sen yüzünü dosdoğru olarak dine yönelt. Allah’ın insanları üzerinde<br />

yarattığı fıtrata… Allah’ın yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur. İşte<br />

dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler”(Rum, 30/30)<br />

Yukarıdaki ayette Allah, insanın herhangi bir yanlış inanışa ve şirke<br />

meyletmeksizin tek Allah inancına ve hak dine yönelişinin bir fıtrat olduğunu<br />

ifade etmiştir. Yani Allah’a tevhit esası üzere inanmak ve bunun gereğini<br />

yapmak insanın yaratılışına yerleştirilmiş bir ihtiyaç ve kabiliyettir. Bütün<br />

bunlara rağmen insan Allah’ın hakkını başk<strong>al</strong>arına vererek O’na ortak<br />

koşmaktadır. İslam’da tevhit öğretisi, Allah’ın birliğine imanın ötesinde,<br />

Allah’tan başka bütün sahte ilahları reddetmeye dayanır. Tevhit, insanın<br />

kendisini gerçekleştirmesinin adıdır. Şirk ise, insanın kendisini başka varlıklarla<br />

birlikte gerçekleştirmesidir. Bu inanç Allah’tan başka varlıklara uluhiyet<br />

atfetmeye götürdüğü için beraberinde “aracılık” düşüncesini de getirmiştir. Bu<br />

açıdan olaya baktığımız zaman bütün peygamberler tevhit mücadelesi boyunca<br />

paganizmle mücadele vermiş, insanın özgürlüğe kavuşturulması yolunda büyük<br />

gayretler sarf etmişlerdir.<br />

Şirkin Çeşitleri<br />

Şirk meselesi çok geniş ve tafsilatlı bir konudur. Kur’an’ın üzerinde en çok<br />

durduğu konulardan birisidir. 14 asırlık İslam tarihi içerisinde kendisini İslam’a<br />

nispet eden Müslüman topluluklarda artık İslam öncesi Mekke toplumunda<br />

olduğu gibi somut anlamda puta tapıcılık yoktur. Ama dolaylı olarak tevhit<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12


Aşırı sevgi gözü görmez<br />

kılar.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

inancını zedeleyici bir takım yanlış anlayış ve inanç biçimlerinden bahsedilebilir.<br />

Şirkin çeşitlerinin belli başlıları şunlardır:<br />

Şahısları Sevmede Aşırılık<br />

Her insanın hayatında, sevdiği ve saygı gösterdiği kişiler vardır. İnsan<br />

sadece hemcinslerini değil, tüm varlık âlemindeki nesneleri de sever. Ancak<br />

Müslümanın, Allah’tan başka varlıklara karşı duyacağı sevgi ve saygı, beşeriyet<br />

ve yaratılmışlık sınırlarının ötesine geçemez. Din âlimi, mezhep imamı, tarikat<br />

şeyhi, lider, anne, baba, evlat, eş ve dost gibi, bunların hiçbiri müminin k<strong>al</strong>binde<br />

Allah sevgisine ortak olamaz, Allah’a gösterilecek tazime konu teşkil edemez,<br />

nazargâh-ı ilahî olan müminin k<strong>al</strong>bi fanilere esir edilemez.<br />

İşte bu bağlamda şirk’in çeşitlerinden birisi, Allah’tan başka varlıkları<br />

sevmede ve onlara tazimde aşırı gitmek suretiyle gerçekleşmektedir. Bu hususa<br />

Kur’an şöyle değinir:<br />

“İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp O’na koştukları eşleri (endad) tanrı<br />

olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır” (Bakara,<br />

2/165).<br />

Bu ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, uluhiyetin en büyük özelliklerinden<br />

birisi muhabbet yani sevmek ve sevilmektir. Allah’tan başka herhangi bir varlığı<br />

Allah statüsünde bir sevgi ile sevmek insanı şirke düşürebilir. Bundan dolayı<br />

Kur’an’da insan daha çok abd/kul vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan<br />

varlığa karşı beslenen en ileri sevgi derecesini ifade eder. Ris<strong>al</strong>et en üstün<br />

mertebe olmasına rağmen, bütün peygamberler, kulluğu ile övünmüştür:<br />

“Doğrusu o, çok şükreden bir kuldu” (İsra, 17/3).<br />

“Hz. Muhammed (a.s), aşırı hürmet ve sevgi ile kendisine secde<br />

etmek isteyen bir kimseye, şiddetli tepki göstererek izin vermemiş (Ebû<br />

Dâvud, “Nikah” 40; Tirmizî “Radâ” 10); yine o, yanına giren bir zatın<br />

korkudan titrediğini görünce, “sakin ol, ben kuru ekmek yiyen bir kadının<br />

oğluyum” uyarısında bulunmuştur”(İbn Mâce “Et’ıme” 30).<br />

Hz. Peygamber ümmetinin şirke düşmemeleri konusunda titizlik<br />

göstermiştir. O, Hıristiyanlar’ın Hz. İsa’yı tanrılaştırm<strong>al</strong>arına sebep olarak aşırı<br />

sevgi ve hürmeti delil getirmiştir. Hz. Peygamber (a.s), bir rivayette bu konu ile<br />

ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır:<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13


Mutlak kuts<strong>al</strong>, Allah<br />

Teâlâ’dır.<br />

Nesnelere uluhiyet<br />

atfetmek, şirktir.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

“Hıristiyanları’n Meryem oğlu İsa’yı aşırı bir şekilde övdükleri gibi, siz<br />

de beni övmeyin. Ben sadece Allah’ın kuluyum. Bu sebeple Allah’ın kulu ve<br />

elçisi, deyin” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 23, 24, 47, 55).<br />

Namazda okuduğumuz “tahiyyat duâsı”nın sonunda da “abdühû ve<br />

rasûlühü/O’nun kulu ve elçisi” pasajının yer <strong>al</strong>ması gerçekten anlamlıdır. Zira<br />

Hıristiyanlar Hz. İsa’yı övmede öyle aşırı gittiler ki, onu önce Allah’ın oğlu daha<br />

sonra da ilah yaptılar. Artık günümüz Hristiyanlığında Tanrı, İsâ’dır. Çünkü onlar<br />

Hz. İsâ’da nasutî/insanî ve lahutî/ilahî yönü birleştirmişlerdir. Onun için İslam,<br />

insanî <strong>al</strong>anla, ilahî <strong>al</strong>anın sınırlarının gözetilmesi konusunda büyük hassasiyet<br />

göstermiştir. Müslümanın nazarında hiçbir insan peygamber derecesine<br />

çıkamayacağına ve hatta peygamberlere bile insanüstü bir özellik nispet<br />

edilemeyeceğine göre Allah’tan başka hiçbir kimsede insanüstü bir kuvvet ve<br />

varlık düşünülemez. Ayrıca herhangi bir şahsa, saygıda kusur etmeyeceğim diye<br />

taparcasına davranmak, türbe ve kabirlere karşı aşırı hürmet göstermek,<br />

bunların üzerinde namaz kılmak, yatırlardan medet ummak saf tevhit inancına<br />

ve İslam şahsiyetine yakışmayan hareketlerdir. O hâlde her konuda olduğu gibi<br />

şahıslara karşı sevgi ve hürmette de dengeyi korumak gerekir.<br />

Tabiat Varlıklarını Yüceltmek<br />

Tabiatta bulunan bütün yaratıklar, insana hizmet için vardır. Allah, ezeli,<br />

ebedi ve kadim bir varlıktır. Allah’ın dışındaki bütün varlıklar hadis olup, hepsi<br />

de sonradan yaratılmış varlıklardır. Bu sebeple Allah’tan başka hiçbir şey<br />

kutsiyet taşımaz. Bizim bazı şeylere kutsiyet nispet etmemiz, sadece mecâzî ve<br />

itibarî bir mahiyet arz eder. Mesela, Kâbe, Hacerü’l-esved, Mescid-i Nebi,<br />

Mescidi Aksâ vb. Müslümanların hayatında gördüğü vazifeler ve taşıdığı<br />

hatır<strong>al</strong>ar açısından bir kıymet taşır, kendi yapıları, maddeleri ve hacimleri<br />

bakımından değil. Hz. Peygamberin hırkası ve sak<strong>al</strong>ı da böyledir. O hâlde<br />

bunlara ve herhangi bir şeye yaratılmışlık ötesi bir özellik, bir yücelik ve kutsiyet<br />

verilemez.<br />

İslam düşüncesi tarihinde saf tevhit inancının gerek bilgi düzeyinde ve<br />

gerekse insan hayatında bir yaşam biçimine dönüşmediği durumlarda yaratılmış<br />

ve sırf insanın kendisine hizmet için varolan nesnelere uluhiyet ya da kuts<strong>al</strong>lık<br />

atfetme örneklerine rastlayabiliyoruz. Hâlbuki Hz. Ömer’in Kâbe’nin duvarında<br />

bulunan “Hacerü’l-esved”/siyah taşla ilgili söyledikleri şu ifade biçimi, bu<br />

noktada bize yol gösterici olması gerekmez miydi?<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14


Hz. İbrahim, tevhit<br />

mücadelesinin<br />

önderidir…<br />

Tevhit ve Şirk<br />

“Senin, zararı ve faydası dokunmayan bir taş olduğunu biliyorum.<br />

Resulullah’ın seni öptüğünü görmeseydim, ben de öpmezdim.” (Buharî, “Hac”<br />

50; Müslim, “Hac” 41).<br />

Tarih boyunca, insanlar içinde gök cisimlerine tapanlar ve hatta onların,<br />

yeryüzünü idare ettiğine inananlar olmuştur. Buna örnek olarak Kur’an’da<br />

Harranlı paganistlerin Yıldız, Ay ve Güneş gibi gök cisimlerine uluhiyet vererek<br />

taptıklarından söz edilir. Hz. İbrahim (a.s)’in bu putperestlerle olan mücadelesi<br />

uzun uzun anlatılır. Kendisine engin tefekkür, derin anlayış, aklı yerli yerince<br />

kullanma, muhakeme ve mukayese yapma yeteneği verilen Hz. İbrahim;<br />

yıldızların, ayın ve güneşin rab olamayacağını anlatmıştır. (Bkz. En’âm 6/78).<br />

Çünkü bu nesneler uful etmektedir. Ufûl; zev<strong>al</strong>, değişiklik ve intik<strong>al</strong> kabul eder.<br />

Değişimin olduğu yerde değiştiriciye ihtiyaç vardır. O zaman ufûl ve zev<strong>al</strong> eden<br />

bir nesne ilah olamaz. Hz. İbrahim Peygamberin şirke karşı bu çabası Allah’ın<br />

varlığı ile ilgili hudûs delilinin geliştirilmesinde etkili olmuştur.<br />

Geçmişte ve günümüzde hâlâ varlığını sürdüren paganist zihniyetin<br />

başında herhangi bir kayıp eşyayı buldurmak için f<strong>al</strong> açtırmak, yıldızlardan ve<br />

burçlardan hüküm çıkarmak gibi eylemler gelmektedir. Bilindiği gibi cahiliye<br />

döneminin yaygın olan inançlardan birisi “ay ve güneş” tutulm<strong>al</strong>arı konusunda<br />

yanlış yargı ve inanç besleme geleneğiydi. Bu yanlış geleneğin izleri hâlâ<br />

günümüzün bazı toplumlarında yaşatılmaya devam etmektedir.<br />

Bilindiği gibi müşrikler güneş ve ay tutulm<strong>al</strong>arını büyük bir kimsenin<br />

doğumuna ve ölümüne yorarlardı. Nitekim insana ve bütün canlılara hizmet için<br />

var kılınan güneş ve ay gibi yaratılmış cisimlere uluhiyet atfetme emaresi<br />

gösteren bazı hareketler karşısında Hz. Peygamber kimi Müslümanları açıkça<br />

uyarmıştır:<br />

“Güneş ve ay ne kimsenin ölümü, ne de bir kimsenin doğumundan dolayı<br />

tutulur. Onlar sadece Allah’ın mahlukatından iki yaratıktırlar. Allah mahlukatı<br />

üzerinde dilediği değişikliği yapar. Onun için, güneş ve aydan hangisi tutulursa,<br />

hemen açılıncaya kadar namaz kılınız” (Neseî “Kusûf” 16).<br />

Dolayısıyla İslam, Yaratan ile yaratılan arasındaki ontolojik ayrımı<br />

kuvvetle vurgulamıştır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15


Okültizm, çağdaş bir<br />

inanç sorunudur.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

Gaybı Bildiğini İddia Etmek<br />

Geçmişte ve günümüzde okült eğilimlerin dinî inançları yozlaştıran<br />

etkileri hâlâ bir gerçektir. Okültizm, mahiyeti tam olarak bilinemeyen konularda,<br />

ruhi yetenekleri kullanarak veya ruhlar âlemi ile ilişki kurarak duyular ötesi<br />

varlık ve olaylardan haber verilebileceğini veya olağanüstü işler yapılabileceğini<br />

iddia eden yeni dinî akımlar için kullanılan bir kavramdır. İslam öncesi cahiliye<br />

toplumunda bu işi yapan kimselere kâhin, eski Türklerde ise, şaman adı<br />

veriliyordu. İslam dinî duyular-ötesi âlemle irtibat kurup onlardan haber<br />

verebilmeyi vahye; işleyen tabiat kur<strong>al</strong>larının devre-dışı bırakıldığı olağanüstü<br />

işlerin yapılmasını ise mucizeye tahsis etmiş ve bunların her ikisini de<br />

peygamberliğin özelliklerinden saymıştır. Son peygamber olan Hz.<br />

Muhammed’in irtihâli ile vahiy sona ermiş ve mucize gösterilmesi imkânsız hâle<br />

gelmiştir. Artık bu tarihten sonra Müslümanlar arasında gayptan haber verme<br />

hâli olamaz.<br />

Teorik gerçek bu olmakla beraber, pratikte aksi istikamette gelişmeler<br />

olmuş, İslam coğrafyasında bilhassa h<strong>al</strong>k arasında f<strong>al</strong>, büyü, cefr, havas, esrâr-ı<br />

huruf, rüya tabiri gibi usuller olabildiğince yayılmış ve toplumun büyü ve<br />

kerametle kontrol <strong>al</strong>tında tutulduğu görüntüsü verilmiştir. Böylece İslam<br />

kültürü akılcı olmaktan uzaklaştırılmıştır.<br />

Günümüzde okült inançlar <strong>al</strong>anında en yaygın örneklerden birisi; gaybdan<br />

haber verdiğini iddia eden kimselere başvurmak; ikincisi ise, olağanüstü işler<br />

başardığına inanılan büyücülere inanmaktır. Dolaylı olarak kâhinler yaptıklarıyla<br />

vahye, modern büyücüler ise, yaptıklarıyla mu’cizeye <strong>al</strong>ternatif olduklarını iddia<br />

etmiş olmaktadırlar. Kehânet; gaybtan haber vermek, f<strong>al</strong>cılık ve bakıcılık<br />

yapmaktır. Tahmin yoluyla gizli bir surette geçmiş olaylardan haber veren<br />

kimseye kâhin, gelecekle ilgili olaylardan haber veren kimseye de “arraf”<br />

denilir. Cahiliye Araplarında kâhin veya arraf, bir bakıma tanrılık, bir bakıma<br />

peygamberlik taşıyan bir şahsiyet olarak görülmüştür. Gaybdan haber verme<br />

temeli üzerinde oturtulan bu sanat, kendisini, vahye ya da nübüvvete<br />

<strong>al</strong>ternatif olarak gösterdiğinden dolayı Hz. Peygamber (a.s) müşkil işlerin<br />

çözümü için onlara başvurmayı şiddetle yasaklayarak şöyle buyurmuştur:<br />

“Kim bir kâhine gider de onun söylediklerini tasdik ederse,<br />

Muhammed’e indirilen şeyden (vahiyden) uzaklaşmış olur.”( Ebû Davud<br />

“Tıp” 21).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16


Tevhit ve Şirk<br />

Çünkü Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla mutlak gaybın bilinmesi Allah’a<br />

has kılınmıştır:<br />

“De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.”(Neml,<br />

27/65).<br />

Bu genel kaidenin tek istisnası, peygamberlerdir. Allah<br />

peygamberlerinden seçtiği bazılarını gayba mut<strong>al</strong>ı kılmıştır:<br />

“Gaybı bilen O’dur. Beğenip seçtiği peygamber müstesna, kimseyi<br />

gaybına vakıf kılmamıştır.” (Cin, 72/26-27).<br />

Görüldüğü gibi, her peygambere de gaybın bilgisine vakıf olma yetkisi<br />

verilmemiş, bu konuda ilahî bir tercih yapılmıştır. Dolayısıyla İslam inancında<br />

peygamberlerin dışında her kim olursa olsun, gaybdan haber verdiğini söyleyen<br />

kimselerin bu görüşlerine inanmak, şirk ve küfür kapsamındadır. Çünkü<br />

kehanette bulunmak vahye, gaybdan haber vermek ise, nübüvvete <strong>al</strong>ternatif bir<br />

telakki biçimidir. Filan zat gaybı bilir, gibi ifadeler İslam’ın tevhit inancıyla<br />

bağdaşmaz. Gaybı, Allah’tan başka kimse bilemez.<br />

Ulûhiyette Aracı Kabul Etmek<br />

Büyük şirk, Yüce Allah’ın ebediyen bağışlamayacağı bir günahtır. Böyle<br />

kimselere Allah cenneti haram kılmıştır. (Mâide, 5/72). Bu bağlamda şirk, en<br />

büyük zulümdür. (bkz. Lokmân, 31/13). Ulûhiyette aracı kabul etmek bunlardan<br />

birisi olup günlük hayatta bu tür şirkin birçok örneği vardır. Bunlardan bazıları;<br />

Allah’tan korkar gibi bir başkasından korkmak, Allah’ı sever gibi bir başkasını<br />

sevmek, Allah’a rağmen bir başkasının fayda ve zarar vereceğine inanmak,<br />

Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’ı tazim eder gibi, Allah’tan başka<br />

varlıkları tazim etmektir. Bunun özgün adı Allah’a yakınlık elde etmek amacıyla<br />

ulûhiyette bir takım varlıkları aracı kabul etmek demek olan “şirk-i takrib”dir.<br />

Böyle bir şirk türü insanlık tarihinde, âlemin yaratıcısının Allah olduğunu kabul<br />

etmekle birlikte O’na yakınlığı temin etmek için kimi varlıklara ulûhiyet<br />

atfetmek şeklinde cereyan etmiştir. Mesela cahiliye müşrikleri kendilerine niçin<br />

putlara taptıkları sorulduğunda, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz,<br />

demişlerdir. (Zümer, 39/3). Onların yaptığı bu davranış kınanmıştır:<br />

“Allah’ı bırakıp da kendilerine yardımı dokunur diye, başka<br />

ilahlar/tanrılar edindiler. Oysa onlar yardım edemezler. Ancak kendileri o<br />

tanrılara koruyuculuk için nöbet beklerler” (Yasin, 36/74-75).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17


Dinimizde ölülere<br />

fayd<strong>al</strong>ı olmak vardır.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

İslam inancında hiçbir put ve hiçbir sahte tanrı şefaat edemez. Kullarına<br />

tek Allah şefaat etme yetkisine sahiptir ve şefaat etme iznini verme de sadece<br />

ona aittir. (Bkz. Zümer, 39/43-44; Sebe, 34/23).<br />

İslam inancında ölmüş bir kimse ile Allah’a tevessülde bulunma meselesi<br />

tartışma konusu yapılmıştır. Sebebi, önce vasıta kabul edilen bu zatların<br />

vasıt<strong>al</strong>ığı zamanla unutularak, zatlarına tapılmaya başlanabilir, endişesidir.<br />

Nitekim Nuh (a.s)’ın kavminin şirke düşmesi de böyle olmuştur.(Bkz. Nuh,<br />

71/23-24). Hz. Ömer’in dediği gibi, İslamı bilmeyenler türeyince İslam’ın<br />

düğümleri teker teker çözülür. Onun için İslam’da uzun vadeli ceh<strong>al</strong>et özür<br />

sayılmamıştır. Günümüzde hangi inanç ve davranışın insanı şirke düşürdüğü<br />

bilgisinden mahrum olan bazı kimseler kabir ve türbelerde medfun bulunan<br />

zatların her türlü hast<strong>al</strong>ığa şifa verici ve her türlü isteğe çare bulucu olduğuna<br />

inanmaktadırlar. Doğrudan Allah’tan ister gibi onlardan ihtiyaçlarını<br />

gidermelerini istemektedirler. Özellikle inanç ve din konusunda yeterli bilgi<br />

birikiminden yoksun olan kimseler, her türlü dertlerinin çözüm mekânı olarak<br />

türbeleri görmekte ve or<strong>al</strong>ara koşmaktadırlar. Allah’tan ister gibi orada yatan<br />

zatlardan derdine çare, hast<strong>al</strong>ığına şifa, çocuğu olmayan çocuk, genç kızlar koca,<br />

genç erkekler eş ve iş istemektedirler. Hâlbuki bütün bunlar Allah’tan<br />

istenmelidir. Her gün kıldığımız beş vakit namazın her rekâtında tekrarladığımız<br />

ifade şudur:<br />

(Allah’ım!) Ancak Sana kulluk eder ve y<strong>al</strong>nız Senden yardım dileriz”<br />

(Fatiha, 1/5).<br />

Dirilerin yapması gereken orada yatan zata dua ve istiğfarda bulunarak<br />

günahlarının affı için Allah’tan mağfiret dilemektir. Eğer orada yatan zatların<br />

günahı yoksa makamının yükseltilmesi için dua ve istiğfarda bulunmak, onlar adına<br />

sadaka gibi tatavvu ibadetleri yerine getirmek gerekir. Dirilerin ölen kimselerden<br />

fayd<strong>al</strong>anması ise, ölümü hatırlayarak gidişatını düzeltmeye vesile olmak şeklinde<br />

görülebilir. K<strong>al</strong>dı ki, kabirlerde yatan zat adına kurban kesmek de çok tehlikeli bir<br />

iştir. Allah’tan başkası adına kurban kesilemez.(Bkz. Maide, 5/3).<br />

Gösterişçi Dindarlık<br />

İslamî literatürde gösteriş kavramının karşılığı olarak ‘riya’ kelimesi<br />

kullanılır. Gösterişçi dindarlık, herhangi bir kimsenin ahiret ameliyle dünya<br />

menfaati gözetmesine; iman, ibadet ve İslamî ilkeleri dünyevî yararlara <strong>al</strong>et<br />

etmesine dayanır. Kur’an’da, gösterişçi dindarlık, ikiyüzlü olan münafıkların<br />

davranışları olarak gösterilir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18


Riya, gizli şirktir.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

“Doğrusu münafıklar Allah’ı <strong>al</strong>datmağa ç<strong>al</strong>ışırlar, oysa O, onlara<br />

<strong>al</strong>datmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza tembel tembel k<strong>al</strong>karlar,<br />

insanlara gösteriş yaparlar, ne onlarla, ne bunlarla olur, ikisi arasında<br />

boc<strong>al</strong>ayarak Allah’ı pek az anarlar. Allah’ın saptırdığı kimseye yol<br />

bulamayacaksın.” (Nisa, 4/142-143. Ayrıca bkz. Münafikûn, 63/1-11; Maun,<br />

107/6).<br />

İslam dinine göre, ahiret ameliyle dünya yararı gözetmek anlamına gelen<br />

riya, kötü bir davranış türüdür. Ahiret amelinden maksat; söz, beden ve servet<br />

yoluyla yapılan ibadetlerdir. İbadetlerinde gösterişe yer veren kimseye, mürai<br />

denilir. Bu tip kötü karaktere sahip olan kimseler, bir iyiliği ve iyi davranışı Allah’ı<br />

hoşnut etmek için değil, insanların beğenisini kazanmak için yaparlar. Amaç,<br />

insanlar üzerinde manevi nüfuz, şan, şöhret ve dünyevi çıkar elde etmektir. İslam<br />

inancında bunun adı, “gizli şirktir.” (Bkz. Tirmizî “Hudud” 24).<br />

Gizli şirk, ibadetlere gösteriş karıştırmaktır. Mümin, bütün davranışlarını<br />

ahrette hesap verebileceği bir zemin üzerine kurar. Dolayısıyla, Allah’a kavuşacağı<br />

bir güne inanan her mü’min, iyi davranışlar yapar, Rabbine ibadet ederken de<br />

hiçbir kimseyi O’na ortak koşmaz. (Bkz. Kehf, 18/110). Her ne kadar böyle bir kişi<br />

k<strong>al</strong>ben inandığı için müminse de, davranışlarını ihlas ve samimiyet içinde<br />

yapmadığından dolayı, yaptığı davranışlar Allah katında makbul değildir. Bkz.<br />

Bakara, 2/264). Bu sebeple ibadetler, başk<strong>al</strong>arına gösteriş için değil, sadece ve<br />

sadece Allah’ı hoşnut etmek için yapılm<strong>al</strong>ıdır.<br />

Şahsiyet krizi yaşayan ve dini hayatlarında gösterişçi dindarlığı temel<br />

gaye edinen kimselerin asıl amacı, Allah’ın hoşnutluğunu değil, dünyevi ikb<strong>al</strong>lere<br />

ulaşmak için, insanların beğeni ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Samimi dindar,<br />

Allah’ın emir ve buyruklarını onun hoşnutluğunu kazanmak için yerine getirirken,<br />

gösterişçi dindar ise, dini değerleri kişisel çıkarlarını elde etmek için kullanır.<br />

Örneğin, gösterişçi dindar olan münafık, gerçek müminlerle beraber namaza<br />

gelirse de o, ibadet için değil, gösteriş yapmak için gelir. Gösterişçi dindar, bir kişiye<br />

ya da herhangi bir kuruma yardım ederken, Allah’ı razı etmek adına değil de<br />

kamer<strong>al</strong>ar eşliğinde kendi reklamını yaptırmak için yardım eder. Mürai bir kimse<br />

için ahiret, hesap kitap önemli değildir. Zaten onun böyle bir derdi de yoktur. O,<br />

sadece bugünü, şimdiyi dikkate <strong>al</strong>ır. Çünkü o, hasbi değil, hesabi bir adamdır.<br />

Bugün reddedemeyeceğimiz bir gerçeklik vardır. O da görselliğin<br />

hayatımızdaki hegomanyasıdır. Artık üretimin, tüketimin, eğitimin, ahlakın,<br />

siyasetin olduğu kadar ibadetin de görselliğin dünyası içinde yeniden üretildiği bir<br />

kültürel ortamda yaşıyoruz. Böyle bir ortamda dindarlık ve ibadetin klasik<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19


Tevhit ve Şirk<br />

tanımının içerik olarak, anlam kaybına uğramaktan kurtulamadığını görüyoruz.<br />

Görsellik, egemen olduğu bir toplums<strong>al</strong> hayatta din ve dindarlığa olan etkisini,<br />

Müslümanın dini fa<strong>al</strong>iyetlerini belirgin şekilde formatlayarak göstermektedir.<br />

Gösteri toplumu, aynı zamanda “teşhirci” bir toplum olma özelliği taşır.<br />

Netice olarak gösterişi bir dindarlık türü olan gizli şirk, her ne kadar kişiyi<br />

dinden çıkarmazsa da bu bağlamda yapılan ibadetlerin sevabını boşa çıkarır. Onun<br />

için her mümin şirkin bütün kısımlarından uzak durm<strong>al</strong>ıdır. Çünkü şirk, kişinin<br />

kendisini Allah katında ve insanlar yanında değersizleştirmesidir. Rabbinin hakkını<br />

yerine getirme imkânını ortadan k<strong>al</strong>dıran şirk inancı ve pratiğini iyi kavramak tevhit<br />

bilgisinin gereklerindendir. Aksi takdirde en büyük haksızlık olan şirk işlenebilir.<br />

Unutmay<strong>al</strong>ım ki tarihte müşrikler müminlerin içinden çıkmıştır. O hâlde her<br />

müslüman, değerli şahsiyetine ve yüce davasına leke getiren her türlü şirk<br />

unsurundan kaçınm<strong>al</strong>ıdır. Ancak böyle disiplinli çaba neticesinde bir Allah inancı<br />

muhafaza edilebilir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20


Tevhit ve Şirk<br />

Özet<br />

•Allah’tan başka ilah olmadığına ve O'nun eşi, benzeri ve ortağı<br />

olmadığına inanmak, tevhidin gereğidir. Allah’a iman, tevhit üzere<br />

olursa bir anlam ifade eder. Allah katında insanın yaptığı bütün<br />

ibadetlerin ve iyi davranışların övgü ve kabule layık olması doğru bir<br />

tevhit inancıyla orantılıdır. Bundan dolayı bütün peygamberlerin<br />

toplumlarıyla karşılaştıkları zaman ilk mesajları, “Allah’tan başkasına<br />

kulluk etmeyin, O'ndan başka ilah yoktur” ilkesi olmuştur. İslam,<br />

“Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesinde hulasa edilir. Bir kimsenin<br />

mümin olabilmesi için Allah’ı zatını, sıfatlarını ve fiillerini birlemesi,<br />

O'na bu hususlarda hiçbir şeyi ortak koşmamasıdır. Allah’ın isim ve<br />

sıfatlarında tevhit, bu sıfatların yaratıkların sıfatlarına ontolojik<br />

anlamda bütün yönleriyle hiçbir zaman benzemediğini kabul etmektir.<br />

Aynı şekilde Allah’ın tek bir yaratıcı olmasına inanmak olan eylemde<br />

tevhit de İslam’ın özünü oluşturan hususlardan birisidir. İslam inanç<br />

sisteminde tevhit, her şeyin her şeyle ve her şeyin bir şeyle ilişkili<br />

olduğunu ortaya koyar.<br />

•Tevhidin karşıtı, şirktir. Şirk çok tanrılı bir inanca sahip olmanın adıdır.<br />

Bir başka açıdan şirk, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde O'na<br />

bir başkasını ortak kılmaktır. Birey ve toplum hayatında şirkin asıl<br />

kaynağı, ümit ve korku duygularının yanlış yerlere kan<strong>al</strong>ize edilmesi,<br />

menfaat ilişkisine day<strong>al</strong>ı bir inancın benimsenmesidir. Bu bağlamda<br />

şirkin çeşitli tezahürleri vardır. Bunlardan birisi büyük, bir diğeri de<br />

küçük şirktir. İtikadi açıdan büyük şirk kişiyi dinden çıkarır. İslam<br />

bilginlerinin küçük şirk dedikleri riya ise, insanı dinden çıkarmaz ama<br />

insanın yaptığı her hayırlı ve iyi davranışı etkisiz hâle getirir. Şirk,<br />

insanın başta Allah olmak üzere, hem kendisine ve hem de içinde<br />

yaşadığı toplumun değer yargılarına yabancılaşmasını beraberinde<br />

getirir. İnsanın haysiyet ve şerefine leke sürdürür. Bu nedenle şirk, en<br />

büyük günahlar arasında sayılmıştır. Kur’an’da, şirkin dışında Yüce<br />

Allah’ın kullarının bütün günahlarını bağışlayabileceği beyan edilir.<br />

Onun için şirkin gerek küçüğü ve gerekse büyüğü olsun, tüm<br />

türlerinden şiddetle kaçınmak gerekir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21


Tevhit ve Şirk<br />

Ödev<br />

• Çevrenizde çağdaş inanç problemleriyle ilgili görüp<br />

duyduklarınızı içeren iki yüz kelimeyi aşmayacak<br />

şekilde bir yazı yazınız.<br />

• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında<br />

yer <strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22


Değerlendirme<br />

sorularını sistemde ilgili<br />

ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />

<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />

bölümünde etkileşimli<br />

olarak<br />

cevaplayabilirsiniz.<br />

Tevhit ve Şirk<br />

DEĞERLENDİRME SORULARI<br />

1. Aşağıdaki ayetlerden hangisi tevhit inancına işaret etmektedir?<br />

a) “Doğrusu rabbim her şeyi koruyandır.” (Hûd 11/57).<br />

b) “Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı görür.” (Bakara 2/110).<br />

c) “O, her şeyi işitici ve görücüdür.” (Şura 42/11.<br />

d) “De ki; O Allah bir tektir.” (İhlas 112/1).<br />

e) “Yaratan (Allah) hiç bilmez mi?” (Mülk 67/14.<br />

2. Bir Allah inancı ile kâinat arasındaki bağlantıların kurulmasını sağlayan sıfatlar<br />

hangi tevhit inancıyla ilişkilidir?<br />

a) Allah’ın zatında tevhit<br />

b) Allah’ın sıfatlarında tevhit<br />

c) Allah’ın fiillerinde tevhit<br />

d) Allah’a ibadette tevhit<br />

e) Hiçbiri<br />

3. Aşağıdakilerden hangisi tevhide uygun bir ifade biçimidir?<br />

a) İhlâs suresi tevhidin özetini verir<br />

b) Allah’ın sıfatlarında tevhit aranmaz<br />

c) Allah’ın sıfatlarıyla insanların sıfatları aynıdır<br />

d) Allah’ın fiili sıfatlarının eksenini yaratmak sıfatı oluşturmaz<br />

e) Birey ve toplum hayatında tevhidin yansım<strong>al</strong>arı düşünülemez<br />

4. “Ahiret ameliyle dünya menfaati gözetmek “ şeklinde tanımlanan şirk çeşidi<br />

hangisidir?<br />

a) Allah’ın zatında ortaklık<br />

b) Allah’ın sıfatlarında ortaklık<br />

c) Allah’ın fiillerinde ortaklık<br />

d) Allah’a ibadette ortaklık<br />

e) Hiçbiri<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23


Tevhit ve Şirk<br />

5. “Birey ve toplumların Allah’a ulaşmada bir takım varlıkları aracı kabul<br />

etmeleri” şeklinde tanımlanan kavram aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a) Sevgi<br />

b) Ticaret<br />

c) Şefaat<br />

d) Güç<br />

e) Akılcılık<br />

Cevap Anahtarı :<br />

1.d 2.c 3.a 4.d 5.c<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24


Tevhit ve Şirk<br />

YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER<br />

KAYNAKLAR<br />

1. Altıntaş, Ramazan. (2002). Tevhit ve Estetik İlişkisi. İstanbul: Pınar Yayınları.<br />

2. Altıntaş, Ramazan. (2003). İslam Düşüncesinde İşlevsel Akıl. İstanbul: Pınar<br />

Yayınları.<br />

3. Altıntaş, Ramazan. (2007). Bütün Yönleriyle Cahiliyye. İstanbul: Pınar<br />

Yayınları.<br />

4. Arslan, Abdurrahman. (2004). Yeni Bir Anlam Arayışı. Van.<br />

5. Bağdadî, Abdülkâhir. (1928). Usûlü’d-dîn. İstanbul.<br />

6. Behiy, Muhammed.(1973). Mefâhîmu’l-Kur’an. Kahire.<br />

7. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972). Muvazzah İlm-i Kelam.İstanbul: Bilmen<br />

Yayınevi.<br />

8. Bûtî, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin<br />

Altın<strong>al</strong>an. İstanbul: Madve Yay.<br />

9. Çelebi, İlyas, (2001). “Okültist Eğilimlerin Dinî İnançları Yozlaştırıcı Etkilerine<br />

Eleştirel Bir Yaklaşım”. Günümüz İnanç Problemleri. 109-120.<br />

10. Cürcânî, S. Şerîf. (1987). et-Ta’rîfât. Beyrut.<br />

11. Faruki, İsmail Raci. (1995). Tevhit. Çev. Dilaver Yardım-Latif Boyacı. İstanbul:<br />

İnsan Yayınları.<br />

12. Gazz<strong>al</strong>i, Muhammed. (1965). Fıkhu’s-Sîre. Beyrut.<br />

13. Gürd<strong>al</strong>, S<strong>al</strong>ih. (1984). Tevhit ve Şirk. İstanbul: Beyan Yayınları.<br />

14. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988). Lisânu’l-<br />

Arab. Beyrut.<br />

15. İsfehânî, Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed Râğıb. (1961). el-Müfredât fî<br />

Ğarîbi’l-Kur’an. Tah. Muhammed Seyyid Keylânî. Mısır.<br />

16. İsferâyinî, Ebu’l-Muzaffer Şahfûr b. Tâhir. (1955). et-Tabsîr fi’d-Dîn. Nşr.<br />

Muhammed Zâhid el-Kevserî. Mısır.<br />

17. Kutub, Muhammed. (1994). Tevhit. Çev. Nureddin Yıldız. İstanbul: Ris<strong>al</strong>e<br />

Yayınevi.<br />

18. Lahbabi, M. Aziz, (1972). İslam Şahsiyetciliği. Çev. İsmail Hakkı Akın. İstanbul:<br />

Yağmur Yayınevi.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25


Tevhit ve Şirk<br />

19. Macit, Nadim. (1992). Şirk ve Müşrik Toplum. Konya.<br />

20. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.), Kitâbu’t-<br />

Tevhîd. Tah. Fethullah Huleyf, Mısır.<br />

21. Nesefi, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille, I. Nşr.<br />

Hüseyin Atay. Ankara.<br />

22. Öge, Sinan. (2009). Allah’tan Âlem’e ilahî Fiiller, Ankara: Araştırma Yayınları.<br />

23. Öge, Sinan. (2004). “Fıtratın Mîsâkı”. Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi<br />

Dergisi, 22, 240-260.<br />

24. Özler, Mevlüt. (1995). İslam Düşüncesinde Tevhit. İstanbul: Nun Yayıncılık.<br />

25. Şafiî, H. Mahmud. (2009). Kelam’a Giriş. Çev. Süleyman Akkuş. İstanbul:<br />

Değişim Yayınları.<br />

26. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir. (1981). Kelam İlmi. İstanbul: Damla Yayınevi.<br />

27. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir. (1992). Allah’ın Varlığı. Ankara: DİB Yay.<br />

28. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir-Çelebi, İlyas. (2010). Kelam Terimleri Sözlüğü. İstanbul.<br />

29. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir-Yavuz, Y. Şevki-Çelebi, İlyas. (1998). İslam’da İnanç Esasları.<br />

İstanbul.<br />

30. Toprak, Süleyman. (1986). Ölümden Sonraki Hayat. Konya: Tekin Kitabevi.<br />

31. Ulutürk, Veli. (1995). Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı. İstanbul.<br />

32. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Eser Yay.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26


HEDEFLER<br />

İÇİNDEKİLER<br />

İLAHÎ SIFAT VE İSİMLER<br />

• Allah’ın Sıfatları<br />

• Allah’ın İsimleri (El-Esmâu’l-Hüsnâ)<br />

• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />

• Allah’ın sıfatlarını ve karşılıklarını kavrayabilecek<br />

• Allah’ın isimlerini ve anlamlarını kavrayabilecek<br />

• İlahi sıfat ve isimlerle kâinatı ilişkilendirebileceksiniz.<br />

İSLAM İNANÇ<br />

ESASLARI<br />

<strong>ÜNİTE</strong><br />

6


Allah’ı sıfatlarıyla<br />

tanırız.<br />

Allah’ı tanımanın temeli<br />

vahiydir.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

GİRİŞ<br />

Allah’ı bilmenin ve hakkında konuşmanın imkân ve mahiyeti, çeşitli inanç ve<br />

düşünce mensupları tarafından tartışılan temel hususlardandır. Vahiy kültüründen<br />

uzak ya da dinin tahrif edilmiş hâli içerisinde, insan zihninin, Allah anlayışında<br />

teşbih, tecsim, şirk ya da inkârcılık ile nasıl ve ne tür sapm<strong>al</strong>ar yaşadığı tarihi<br />

tecrübe ile sabittir. Bu yüzden ilahî dinler vahyin sürekliliği ile insana Allah’ı, O’nun<br />

istediği şekil ve düzeyde bilmenin yolunu açagelmiştir. Böylece mutlak varlık olan<br />

Allah’ın, sınırlı ve mukayyet varlık olan insan tarafından eksik ve yanlış<br />

<strong>al</strong>gılanmasının önüne geçildiği gibi yüce yaratıcının beşerî idrakin k<strong>al</strong>ıplarından<br />

aşkın oluşu da muhafaza edilmiştir.<br />

Bir şeyi tarif etmek için o şeyin ya kendinden yola çıkarak bir açıklamada<br />

bulunuruz veya mahiyetini oluşturan cüzlerden yola çıkarız ya da mahiyetin<br />

dışındaki şeylerle bu tanımlamayı yapabiliriz. Allah’ı, kendisiyle tarif mümkün<br />

değildir. Çünkü tarif eden, bilinme bakımından tarif edilenden öncedir. Bir şeyi<br />

kendi nefsiyle tarif ettiğimizde, onun nefsini bilmemiz, tarifini bilmemizden<br />

öncedir. Hiçbir varlık Allah’tan önce olmadığı için O’nu bu şekilde tarif edemez.<br />

Allah cüzlerden oluşan bir mahiyet olmadığından, bu yolla bilinmesi de mümkün<br />

olmamaktadır. Geriye O’nu, sıfatları, kendisinden sâdır olan açık hâller ve eserler<br />

ile yani tekvin ve icadı ile bilmek k<strong>al</strong>ır.<br />

1. ALLAH’IN SIFATLARI<br />

Allah müşahede <strong>al</strong>anımızın ötesinde bir varlıktır, gözle görülemez, cisimler gibi<br />

somut bir şekilde <strong>al</strong>gılanamaz. Öyleyse onu duyularımızla anlayamaz ve idrak<br />

edemeyiz. Akıl, birtakım tecrübelerine ve bildiği hususlara dayanarak bilinmeyenler<br />

hakkında bilgi edinebilir. Fakat aklın Allah’ı bu şekilde bilmesi de mümkün değildir.<br />

Çünkü mukayese edeceği Allah’a benzer bir varlık yoktur. Bu nedenle Allah<br />

hakkındaki bilgilerimiz vahyin ve peygamberlerin haberiyle temin edilmiştir. Akıl bu<br />

haberleri anlamada bir vasıta olmaktadır.<br />

Kur’an-ı Kerim’de:<br />

“Gözler onu idrak edemez, fakat O gözleri idrak eder”(En’âm, 6/103)<br />

buyurularak, insanın diğer cisimleri <strong>al</strong>gılaması gibi Allah’ı <strong>al</strong>gılayamayacağı<br />

bildirilmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber; “Mahlûkat hakkında düşünün fakat<br />

Yaratıcı hakkında düşünmeyin. Çünkü O’nu kavramaya gücünüz yetmez” buyurarak<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2


Sıfatlarına iman, Allah’a<br />

imanın gereğidir.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

Allah’ın zatını düşünmemeyi tavsiye etmiştir. Zira Allah’ın dengi ve misli herhangi<br />

bir varlık bulunmadığı için bu boşuna bir çaba olacaktır. Öte yandan insan ister<br />

istemez somut varlıkları, cisimleri aklına getirecek ve Allah’ı mahlûkata benzetme<br />

tehlikesiyle karşı karşıya k<strong>al</strong>acaktır. Bu yüzden İslam kelamcıları bu hususu güzel bir<br />

şekilde ifade etmişlerdir: “Aklına her ne gelirse gelsin, Allah ondan başkadır.”<br />

Öyleyse Allah’ı ancak sıfatları ve onların bir tecellisi olan fiilleriyle bilebiliriz. Bu<br />

nedenle sıfatlarını bilmek, Allah’a imanın olmazsa olmaz bir gereğidir. Sıfatlarını<br />

bilmeden Allah’ı tanımamız, ona kulluğun gereklerini k<strong>al</strong>bi bir bağla yapabilmemiz<br />

mümkün değildir. Aksi hâlde özellikleri ve fiilleri ile kâinatla ilişki içerisinde olan<br />

Allah’a değil, sadece Allah kavramına inanılmış olacaktır. Böyle bir inancın da fiili<br />

neticeler vermesi, insan hayatını yönlendirmesi beklenemez. İnsan, arkadaşlık<br />

yapacağı ya da ticaret ortaklığı kuracağı veya evleneceği insanların özelliklerini,<br />

davranışlarını araştırır, öğrenir ve ona göre bir tercihte bulunur. Buna rağmen<br />

kendisini yaratan, yaşatan ve nihayetinde ebedî hayattaki mutluluk ya da azabına<br />

hükmedecek olan en gerçek ve en önemli varlığı nasıl tanımaz? Onun sıfatlarını<br />

nasıl öğrenmez? Bu nedenle Allah’ı tanımama hususunda hiçbir insan mazur<br />

sayılamaz. Allah’a iman ettiğini iddia eden bir insanın, iman ettiği o zat kendisini<br />

nasıl tanıtmışsa, o şekilde tanımak ve öyle iman etmek zorundadır. Kısacası Allah’ın<br />

sıfatlarına iman, Allah’a imanın bir gereğidir.<br />

Allah’ın sıfatları hususunda en temel ilke şudur: Allah’ı tüm noksan sıfatlardan<br />

tenzih etmek ve tüm kemâl sıfatlarını O’na nispet etmek. Zaten Kur’an’da Allah’a<br />

nispet edilen sıfatlar, O’ndaki üstünlüklere işaret eden sıfatlardır. Yine O’ndan<br />

tenzih edilen sıfatlar, O’na yakışmayan, eksiklik ve yetersizlik göstergeleri olan<br />

özelliklerdir. Bu yüzden Allah öncelikle insanların kendisi hakkındaki yanlış<br />

nitelemelerden kendisini tenzih etmiştir:<br />

“İzzet sahibi rabbin onların yakıştırdığı şeylerden münezzehdir,<br />

yücedir”(Sâffât, 37/180).<br />

İlahî Sıfatların Kısımları<br />

İslam âlimleri Kur’an’da ve hadislerde Allah’a nispet edilen sıfatları<br />

özelliklerine göre sınıflandırmışlardır. Hemen belirtmeliyiz ki herkesin üzerinde<br />

ittifak ettiği kesin bir sınıflama yoktur. Bakış açılarına göre bu sınıflam<strong>al</strong>ar<br />

değişebilmektedir. Mesela kimisinin zâtî sıfat dediğine, bir başkası subûtî sıfat<br />

diyebilmektedir. Bu tür isimlendirme ve tasnif farklılıkları çok da önemli değildir.<br />

Önemli olan bu sıfatları bilmek ve gereklerini idrak edebilmektir. Meşhur olan<br />

tasnifle ilahî sıfatlar ve kısımları şu şekildedir:<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3


Zâtî sıfatlar, Allah’ı<br />

noksanlıklardan tenzih<br />

ederler.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

Zâtî /Selbî Sıfatlar<br />

Allah Te<strong>al</strong>a’nın zatına mahsus, olup O’ndan başkasına nispet edilmesi caiz ve<br />

mümkün olmayan sıfatlardır. Bunlar vücud, kıdem, beka, vahdâniyet, kıyâm bi<br />

nefsihî ve muhâlefetun li’l-havadis olmak üzere <strong>al</strong>tı tanedir. Bu sıfatlara zâtî sıfat<br />

dendiği gibi selbi sıfat ya da tenzihi sıfat da denmektedir. Zira bu sıfatların zıtları<br />

olan anlamlar Allah’tan nefyedilmekte, böylece Allah her türlü noksanlıktan tenzih<br />

edilmektedir. Zaten kelime anlamı itibariyle “selb” bir şeyi ayırmak, soyutlamak,<br />

gidermek demektir.<br />

Zâtî sıfatların diğer bir özelliği ise bunların aklî itibarlar olarak<br />

düşünülmeleridir. Yani müstakil olarak Allah’a nispet edilmeyerek sadece Allah’ı<br />

her türlü noksanlıktan tenzih etme ilkesi gereğince, selbî sıfatların sayılarını<br />

artırmak mümkündür.<br />

1. Vücud: Allah’ın var ve mevcud olmasıdır. Zıttı yokluk (adem)’tur. Yokluk, bir<br />

noksanlık sıfatı olduğu için Allah’dan selbedilir, Allah bu eksiklikten tenzih edilir.<br />

Allah, diğer varlıklar gibi önceleri yok iken sonr<strong>al</strong>arı var olmuş değildir. Varlığı<br />

zorunludur. Ancak O’nun varlığının mahiyeti bilinemez.<br />

2. Kıdem: Allah’ın varlığının başlangıcının olmaması demektir. Allah dışındaki<br />

varlıklar hâdistir, yani bir zamanlar yok iken sonradan var olmuşlardır. Allah ise<br />

kadimdir. Sonradan olma, bir başka varlık tarafından yaratılmış olmak demektir.<br />

Kadim olan sadece Allah’tır, dolayısıyla yaratılmamıştır. Kıdemin zıttı olan hudus,<br />

Allah’tan nefyedilir.<br />

“O evvel’dir ve âhir’dir”(Hadîd, 57/3).<br />

ayetindeki “el-Evvel” ifadesi Allah’ın kıdemine işaret etmektedir.<br />

3. Bekâ: Allah’ın varlığının sonunun olmaması demektir. Allah’ın varlığı zatı<br />

gereği olduğundan dolayı bekâsı da zatı gereği zorunludur. Diğer bir ifadeyle bir<br />

başkası onu var etmemiştir ki, varlığını sona erdirebilsin. Allah’tan başka her şeyin<br />

varlığı fanidir. Varlıklarının nihayetini, onları yaratan Allah belirler. Varoluşları,<br />

varlıklarının devamlılığı da onun elindedir. Dolayısıyla bekânın zıttı olan fena(yok<br />

olma, tükenme) Allah’tan nefyedilir. Allah fani olmaktan münezzehtir.<br />

Yukarıda me<strong>al</strong>ini verdiğimiz ayetindeki “el-Âhir” ifadesi Allah’ın bekâsına<br />

işaret etmektedir. Yine<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4


Allah’ın dengi hiçbir şey<br />

yoktur.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

“Kâinattaki her şey fânidir. Sadece rabbinin cel<strong>al</strong> ve ikram sahibi zatı<br />

bâkidir.”(Rahmân, 55/27)<br />

ayetinde de tüm kâinatın sonluluğuna, Allah’ın ise ebedîliğine dikkat çekilmiştir.<br />

ayetinde de işaret edildiği üzere, insan öldüğünde sahip olduğu mülkler, yine<br />

“Yeryüzüne ve onda olanlara biz varis oluruz”(Meryem, 19/40)<br />

onların gerçek sahibi olan Allah’a k<strong>al</strong>acaktır. Çünkü ezelde hiçbir varlık yokken<br />

sadece O bulunduğu gibi, tüm fanilerin ötesinde Bâki k<strong>al</strong>an da sadece O’dur.<br />

4. Vahdaniyet: Allah Te<strong>al</strong>a’nın bir ve tek olmasıdır. Allah zatı, sıfatları ve<br />

fiillerinde tektir, eşsizdir, ortağı yoktur. O’ndan başka bir ilah bulunmadığı gibi,<br />

başk<strong>al</strong>arı da O’nun sıfatlarının misline sahip değildir. Yaratıcılık da O’na mahsus bir<br />

fiildir. Vahdaniyetin zıttı teaddüt(birden fazla olma) ve şeriki(ortağı) bulunmadır.<br />

Allah mahlukata ait bu iki özellikten de münezzehdir. Çünkü O, Kur’an’da da ifade<br />

edildiği üzere Ehad’dir, yani eşi ve benzeri bulunmayan yegâne varlıktır:<br />

“De ki O Allah birdir.”(İhlas, 112/1)<br />

5. Kıyâm bi nefsihi: Allah’ın zatıyla kaim olmasıdır. Allah dışındaki tüm<br />

varlıklar, var olmak için bir başkasına muhtaçtır. Aynı zamanda varlıklarını<br />

gösterebilecekleri bir mekâna ihtiyaç duyarlar. Oysa Allah vâcibu’l-vücûddur.<br />

Varlığı kendinden olduğu için, var olmak için ne bir yaratıcıya ihtiyacı vardır ne de<br />

varlığını devam ettirip göstereceği bir mah<strong>al</strong>le.<br />

6. Muhâlefetun li’l-havâdis: Allah’ın sonradan yaratılanlara(havadis)<br />

benzememesi, onlardan farklı olmasıdır. Allah Te<strong>al</strong>a’nın bu sıfatı, aslında tenzihi<br />

sıfatların tümünü kapsayan şemsiye bir kavramdır. O, zatında ve sıfatlarında eşsiz<br />

olup mahlûkata benzemediğine göre, mahlûkata nispet ettiğimiz hiçbir şeyi aynı<br />

anlamda Allah’a nispet edemeyiz. Sonradan olan varlıklar(havadis) hem zatları hem<br />

de sıfatları itibariyle eksiktirler. Hâdis oldukları için yaratıcıya muhtaçtırlar,<br />

dolayısıyla varlıkları da, varlıklarının devamı da başkasına bağımlıdır. Aynı şekilde<br />

sıfatları da yaratıcının takdirine göre belirlenmiştir. Dolayısıyla kendileri gibi<br />

sıfatları da hadistir. Bu sıfatın zıttı mümâselet (misli olmak) ve müşabehet (benzeri<br />

olmak)tir. Allah tüm bunlardan münezzehtir.<br />

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın eşsizliği ve yegâneliği<br />

“O’nun misli hiçbir şey yoktur. O işiten ve görendir.”(Şûrâ, 42/11)<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5


Subuti sıfatların<br />

keyfiyeti bilinemez.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

ayetiyle açık bir şekilde bildirilmiştir. O’nun yaratılmışlara benzemeyişini yukarıda<br />

da belirttiğimiz şu ifade veciz bir şekilde özetlemektedir: “Aklına her ne gelirse<br />

gelsin, Allah ondan başkadır.”<br />

Subuti Sıfatlar(Sıfât-ı Meâni)<br />

Kur’an’da ve hadislerde Allah’a doğrudan nispet edilen ve hakiki anlamları<br />

Allah’ta ezeli olarak sabit bulunan sıfatlardır. Bu sıfatlar içerikleri itibariyle bir<br />

ilahta bulunması gereken üstün niteliklerdir. Aynı şekilde bu sıfatların zıtları<br />

noksanlık ve yetersizliğe del<strong>al</strong>et ettiği için Allah’tan nefyedilir. Sübuti sıfatların<br />

anlamları farklı mahiyette de olsa insanlarda da bulunduğu için anlaşılmaktadır. En<br />

azından bu sıfatlar Allah’a nispet edildiğinde ne denmek istendiği bilinir. Mesela<br />

sem’(işitme) sıfatı Allah’a nispet edilip “O semi’dir” dendiğinde, asıl hedef ins<strong>al</strong>arın<br />

konuştuğu hususulardan Allah’ın haberdar olduğunu insana bildirmektir. Bundan<br />

öte Allah’ın işitmesi nasıl olur, ne şekildedir bilinemez. Dolayısıyla bu ilahi sıfatların<br />

mutlak mahiyeti ve keyfiyeti insanoğlunun <strong>al</strong>gı ve bilgi kapasitesinin üstündedir.<br />

Sübuti sıfatlar Mâturîdîlere göre sekiz, Eşarîlere göre ise yedi tanedir.<br />

Ar<strong>al</strong>arındaki farklılık tekvin sıfatındadır. Mâturîdîler tekvin sıfatını müstakil bir sıfat<br />

kabul ederken; Eşarîler onu kudret sıfatı içerisinde düşünerek müstakil olarak<br />

zikretmemişlerdir. Subuti sıfatlar hayat, ilim, irade, kudret, sem’, basar, kelam ve<br />

tekvinden oluşurlar.<br />

1. Hayat: Biyolojik canlılık anlamında olmamak üzere Allah Hayy’dır. O’nun<br />

hayy olması mevcudiyeti ve ölümsüzlüğü demektir. Kur’an-ı Kerim’de pek çok<br />

ayette bu sıfata işaret edilmiştir:<br />

“Allah, kendisinden başka ilah olmayandır. O hayy ve<br />

kayyûmdur”(Bakara, 2/255; Âli İmrân, 3/2)<br />

“(O gün) bütün yüzler hayy ve kayyûma boyun eğmiştir”(Tâhâ, 20/111)<br />

“O hayydır, ondan başka ilah yoktur”(Mü’min, 40/65)<br />

“Ölmeyen hayya tevekkül et”(Furkân, 25/58)<br />

Son ayetten de anlaşılacağı üzere O’nun hayy olması, hakkında ölümün<br />

imkânsızlığını bildiren ezeli ve ebedi varlığının sürekliliğidir. Hayatın zıttı ise<br />

ölüm(memât)dür ve Allah bundan münezzehtir. Allah’ın hayatı, hayatların en kâmil<br />

ve tam olanıdır. Her hayat sahibinde fiil bulunduğundan, ilahî fiiller de, O’nun<br />

hayatının bir gereğidir. Kendisinde fiil ve şuur bulunan varlık, canlı; bulunmayan ise<br />

cansız (cemâd) dır. Aynı şekilde hayatı mükemmel olan bir zatın fiil ve kudreti,<br />

hayatı mükemmel olmayan zatın fiil ve kudretinden daha üstündür. Allah hakkında<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6


İlim, kem<strong>al</strong> sıfatlarının<br />

ilkidir.<br />

Kâinat Allah’ın ilmine<br />

işarettir.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

hayat, O’nun bilmesi, irâde etmesi ve kadir olmasını sahîh kılan bir niteliktir. Fail,<br />

âlim ve kadir olan bir zat zorunlu olarak canlıdır. Tercihe day<strong>al</strong>ı fiiller ancak canlı<br />

olandan sadır olabilir. Allah’ın fiilleri de bu şekilde meydana gelmektedir.<br />

Dolayısıyla fiilleri ispat edildiğinde tabi olarak hayy olduğu da ispat edilmiş<br />

olmaktadır. Ölü veya cansız bir varlığı örneğin ilimle vasıflamak mümkün değildir.<br />

Nitekim yaşadığımız <strong>al</strong>emde, bizden biri, canlılık özelliğini kaybettiğinde artık bilgi<br />

ve güç sahibi olamaz. Bunlar canlılığın elverişli kıldığı niteliklerdir. Allah <strong>al</strong>im ve<br />

kadir olunca, ezelî ve ebedî olarak hayy olur. Allah hayy olunca, semî’, basîr ve<br />

mütekellim olması da kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü bu sıfatlara sahip olmayan bir<br />

canlı(hayy), zıtlarıyla nitelenir. İlah olan bir zat ise, bu tür zıtlarla vasıflanmaktan<br />

münezzehtir.<br />

2. İlim: Allah Te<strong>al</strong>a’nın, bilginin konusu olan her şeyden haberdar olması;<br />

kâinatta vuku bulmuş ve bulacak olan her şeyi, bütün hâlinde olanları ya da cüzleri,<br />

gizli ya da aşikâr olanları her türlü h<strong>al</strong>iyle bilmesi demektir. Tüm bunlar, O’ndan<br />

gizili değildir.<br />

İlim, kemâl sıfatlarının en başta gelenidir. Zıttı ceh<strong>al</strong>et, gaflet ya da<br />

nisyan(unutkanlık) dır. Allah’a ilim sıfatı nispet edilirken hem ilmin gereği olan<br />

kem<strong>al</strong>iyet nispet edilmiş olmakta hem de ilmin zıttı olan noksanlıklar O’ndan tenzih<br />

edilmiş olmaktadır.<br />

İlahî ilmin bazı özelliklerini maddeler hâlinde şu şekilde sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />

Allah’ın ilmi her şeyi kuşatıcıdır, istisn<strong>al</strong>arı yoktur.<br />

Allah’ın ilmi zamanla kayıtlı değildir. Allah eşyayı ve olayları olmadan<br />

önce de bilir.<br />

Allah’ın ilminde bildiği şeylerin değişmesinden dolayı değişme<br />

olmaz.<br />

Allah’ın ilmi ezeli olduğu için, sonradan öğrenme söz konusu<br />

değildir.<br />

Allah’ın ilmi sonsuz ve ebedidir, bildiği şeyi unutması muh<strong>al</strong>dir.<br />

Allah’ın ilmi, insanların ilmi gibi tefekkür ve istidlâlin mahsulü<br />

değildir.<br />

Allah’ın ilmi için herhangi bir vasıtaya ihtiyaç söz konusu değildir.<br />

İlim sıfatı Kur’an’da en çok zikredilen ilahî sıfattır. İnsanın müşahede ettiği her<br />

şey Allah’ın ilmine nispet edilmiştir. Bu anlamda mutlak bilgi Allah’ındır. Allah’ın<br />

ilmine yapılan bu vurgu insanda inandığı ve kulluk ettiği zatın kem<strong>al</strong>iyeti <strong>al</strong>gısını<br />

pekiştirir. Aynı zamanda Allah dışında tapınılan varlıkların ceh<strong>al</strong>eti hatırlanarak,<br />

ilahlığa müstehak olmadıkları anlaşılır. Tüm varlıkları Allah yarattığına göre,<br />

yarattıklarını bilmesi de gayet doğ<strong>al</strong>dır. Bu kadar eşsiz güzellik ve nizamıyla var<br />

edilmiş kâinat, diğer pek çok sıfatı gibi Allah’ın ilmine de işaret eder. Çünkü ancak<br />

<strong>al</strong>im bir zat bu kadar sistemli, kanunlu ve çeşitli yaratılışı düzenleyebilir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7


İlahi Sıfat ve İsimler<br />

Kur’an’da Allah’ın ilmini ve bu ilmin bazı özelliklerini gösteren ayetlerden<br />

birkaçı şöyledir:<br />

“Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”(Bakara, 2/30)<br />

“Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim. Ve Ben açığa vurduğunuzu da<br />

gizlediğinizi de bilirim.”(Bakara, 2/33)<br />

“Sen, nefsimde olanı bilirsin, ben zatında olanı bilmem. Şüphesiz sen gizli<br />

olanları en iyi bilensin.”(Mâide, 5/116)<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8


İlahi Sıfat ve İsimler<br />

“Onların k<strong>al</strong>plerinde olanı bildi.”(Fetih, 48/18)<br />

“Andolsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi bilirirz. Biz<br />

ona şah damarından daha yakınız.”(Kâf, 50/16)<br />

“Bilmezler mi ki Allah, muhakkak onların gizlediklerini de açıkladıklarını da<br />

bilir.”(Bakara, 2/77)<br />

“Allah’ın nefislerinizde olanı bildiğini bilin ve bu yüzden O’ndan<br />

sakının.”(Bakara, 2/235)<br />

“Onların önlerinde ve ark<strong>al</strong>arında olanı bilir.”(Bakara, 2/255)<br />

“Göklerde ve yerdekileri Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin<br />

fısıldaştığı yerde dördüncüleri O’dur. Beş kişi ols<strong>al</strong>ar <strong>al</strong>tıncıları O’dur. Bundan<br />

daha az ya da daha çok sayıda ols<strong>al</strong>ar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah<br />

onlarla beraberdir. Sonra kıyamet gününde yaptıklarını onlara haber verecektir.<br />

Şüphesiz Allah her şeyi bilir.”(Mücâdele, 58/7)<br />

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. O<br />

karada ve denizde olanı bilir. Düşen her yaprağı o bilir. Yerin karanlıklarındaki<br />

tane, yaş kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”(En’âm, 6/59)<br />

“Allah, her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin artırdığı şeyi ve eksilttiği<br />

şeyi bilir. Her şey onun katında bir ölçü iledir.”(Ra’d, 13/8)<br />

“Allah, gözlerin hain bakışını ve k<strong>al</strong>plerin gizlediğini bilir.”(Mümin, 40/19)<br />

“Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, oraya yükseleni bilir. Nerede<br />

olsanız, O sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı hakkıyla<br />

görendir.”(Hadîd, 57/4)<br />

“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla<br />

haberdardır.”(Mülk, 67/14)<br />

“O, gaybı da, görülen âlemi de bilendir. Çok büyüktür, çok yücedir.”(Rad,<br />

13/9)<br />

Dikkat edileceği üzere ayetlerde Allah’ın açıkta olanı bilmesi yanında özellikle<br />

k<strong>al</strong>plerde olanı, gizleneni de bildiğine sık sık vurgu yapılmaktadır. Dinlerin temel<br />

maksadı insana rabbini tanıtmak ve ona boyun eğmesini temin etmektir. İşte<br />

insana yaratıcısının, kendinin her h<strong>al</strong>inden haberdar olduğunu, gizli saklı neyi varsa<br />

bildiğini hatırlatan bu ayetler, düşünüp ibret <strong>al</strong>an için ciddi bir kulluk bilinci<br />

oluşturacaktır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9


Allah dilediğini<br />

yapandır.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

3. İrade: Lugatta t<strong>al</strong>ep ve meyil man<strong>al</strong>arını içeren irâde, bir şey üzerine karar<br />

kılarak onu yapmaya azmetmek demektir.<br />

Istılahta birbiriyle bağlantılı iki temel muhtevaya sahiptir:<br />

a. Her şeyden önce irade, zorlama ve mecbur k<strong>al</strong>maya zıt bir manadır. İrade<br />

sahibi olan varlık, kast ve tercih sahibi olmuş olur. Bu manaya göre iradenin<br />

faydası, kendisiyle vasıflananın, fiilinde seçim sahibi olup o fiile mecbur<br />

bırakılmamasıdır.<br />

b. İradenin içerdiği ikinci anlam ise, mef’ûlun (fiile konu olan şeyin, nesnenin)<br />

bir yöne tahsisini gerekli kılmasıdır. Şayet irade olmasaydı, özellikle mef’ûllerin aynı<br />

cinsten olduğu durumlarda, tüm mef’ûller tek vakitte, tek bir heyet ve tek bir sıfat<br />

üzere olurdular. Bu yüzden irade, mümkün iki taraftan birini diğerine zorunluluk<br />

olmaksızın tercihi gerektiren sıfattır. Gayeler kendi başlarına varlıklarını zorunlu<br />

kılamazlar. Bir gayenin amaç vasıtasıyla gerçekleşebilmesi için bilen ve tercih eden<br />

bir amile ihtiyacı vardır. Fiile yönlendiren fakat fiilin tam sebebi olmayan saiklerden<br />

birinin ötekine tercih edilmesini sağlayan şey iradedir.<br />

İrade insanlar hakkında kullanıldığında yukarıdaki lügat ve ıstılah<br />

anlamlarının tümü kastedilir. Ancak Allah’ın iradesi kulların iradesinden farklı<br />

olduğu için bu anlamların tümü O’nun hakkında doğru olmaz. Mesela lügat anlamı<br />

olarak zikredilen “meyletme” Allah hakkında düşünülemez. Çünkü meyletme ya bir<br />

ihtiyaçtan ya da herhangi bir bağımlılıktan olabilir. Oysa Allah bu tür<br />

noksanlıklardan münezzehtir. Aynı şekilde insan iki seçenek arasında k<strong>al</strong>ıp, birini<br />

tercih ettiğinde irade sıfatı devreye girer. Ancak Allah yaptığı fiillerinde herhangi<br />

bir tereddüt yaşamaz, O’nun için ihtim<strong>al</strong> söz konusu değildir. O, kesin bilgi ve<br />

hüküm sahibidir; ister ve yaratır.<br />

Öyleyse ilahî iradeyi özellikle şu iki husus çerçevesinde anlayabiliriz:<br />

1. Allah’ın fiillerinde herhangi bir cebir ve baskı <strong>al</strong>tında olmaması. Allah<br />

kendi zatına mahsus iradesiyle diler ve dilediğini yapar. Hiçbir etki, baskı, zorlama,<br />

menfaat, zarar. İhtiyaç ya da endişe O’nu fiile yönlendirmez. O hakîmdir,<br />

hikmetince fiilleri vardır.<br />

2. Allah’ın fiillerinin kendisinden zorunlu bir şekilde (tab’an) ortaya<br />

çıkmaması. Bu tür fiiller akılsız, iradesiz varlıklarda olur. Mesela güneşin ışık ve ısı<br />

yayması iradi değil, tabiatı gereğidir. Ancak ilahî fiiller Allah’ın zatına mahsus kararı<br />

ve dilemesiyle olur.<br />

İlahi iradenin özellikle tecelli ve gerçekleşme yönüyle ilgili olarak daha iyi<br />

anlaşılması için İslam âlimleri ikili bir tasnif yapma ihtiyacı hissetmişlerdir. Buna<br />

göre ilahî iradenin ikili mahiyeti olduğu söylenmiştir: Tekvinî irade ve Teşriî İrade.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10


Allah her şeye kadir bir<br />

yaratıcıdır.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

Tekvini irade, Allah Te<strong>al</strong>a’nın yaratıcı iradesidir. Diğer bir ifadeyle yaratmayla<br />

<strong>al</strong>ak<strong>al</strong>ı iradesidir. Bir şeyi yaratmak istediği zaman tekvinî iradesi söz konusudur ve<br />

Vuku bulmama, gerçekleşmeme ihtim<strong>al</strong>i yoktur ve kesinlikle olur.<br />

“Bir şeyi irade ettiği zaman O’nun işi, o şeye ol demektir. O şey de hemen<br />

oluverir”(Yâsin, 36/82),<br />

“Allah irade ettiğini yapar”(Bakara, 2/253)<br />

ayetlerinde ilahî iradenin bu yönüne işaret edilmiştir.<br />

Teşriî irade’de ise yaratma söz konusu değildir. Allah’ın emir ve t<strong>al</strong>ebinin<br />

olduğu hususlarda ilahî iradenin bu anlamı geçerlidir. Mesela Allah kendisine<br />

inanılmasını ve itaat edilmesini irade etmiştir ve bunu emretmiştir. Ama burada<br />

oluşturucu bir irade yoktur. Teşrii yani kanun koyucu irade vardır. O yüzden herkes<br />

iman etmemektedir. Şayet Allah herkesin iman etmesini tekvini bir irade ile irade<br />

etmiş olsaydı o zaman herkes mecburen iman ederdi. Nitekim Kur’an’da bu<br />

duruma da işaret edilmiştir.<br />

“Eğer rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi”(Yûnus,<br />

10/99).<br />

“Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplayıp<br />

birleştirirdi”(En’âm, 6/35).<br />

4. Kudret: Allah Te<strong>al</strong>a’nın tüm mahlukatta ilim ve iradesine uygun olarak<br />

tesir ve tasarruf etmesi demektir. Tüm kâinatta Allah’ın yaratıcı ve düzenleyici<br />

fiillerini görmek mümkündür. Fiil denince akla ilk gelen kavram kudrettir. Kudret,<br />

fiilin tanımlanmasındaki temel anahtar kavramdır. Bu yüzden Allah’ın fail<br />

oluşundan yola çıkarak bilinmesi mümkün olan ilk vacib sıfat Allah’ın kadir<br />

olmasıdır. Allah’tan fiilin ortaya çıkışı sahih olunca, zorunlu olarak kadir olmuş olur.<br />

Fiil yapabilen ile yapamayanı birbirinden ayıran ölçüt kadir olmaktır. İrade ettiği<br />

her şeyin irade ettiği şekilde gerçekleşmesi ve hiçbir şeyin kendisini aciz<br />

bırakamaması, kısacası ihtiyari fiilin vukuu Allah’ın kudretinin göstergeleridir. Zira<br />

kudreti olmayan bir kişinin fiilleri, bir şeye zıddıyla birlikte m<strong>al</strong>ik olamayacağı için,<br />

sorunlu ve bozulmaya müsaittir.<br />

Kudret sıfatı, aklın del<strong>al</strong>etiyle bilinen kadim sıfatların başında gelir. Zira<br />

Allah’ın âlemin muhdisi olduğunu gösteren deliller, vasıtasız olarak, O’nun kadir<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11


İlahi Sıfat ve İsimler<br />

oluşuna delâlet etmekteyken, diğer sıfatların ispatında bir veya daha fazla vasıtaya<br />

ihtiyaç duyulur.<br />

Kudret sıfatı da diğer kem<strong>al</strong> sıfatları gibi bir ilahlık göstergesidir. Allah her<br />

şeye kadir bir yaratıcıdır. Bunun aksine insanların ilah diye kutsadıkları diğer sahte<br />

ilahların kâinatta etkili hiçbir kudreti yoktur. Kudretin zıttı aczdir. Allah acziyetten<br />

münezzehtir. Ama Allah dışındaki her varlığın aciz olduğu pek çok husus vardır.<br />

Allah müşriklere bu durumu güzel bir mis<strong>al</strong>le anlatmıştır. Allah’tan başka<br />

tapındıklarının acziyetini şu şekilde belirtmiştir:<br />

“Sinek onlardan bir şey kapsa bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de aciz,<br />

istenen de” (Hacc, 22/73).<br />

İşte insanoğlu ne kadar cahilleşebiliyor ki, bir sineğe karşı bile kendini<br />

savunamayan cansız varlıklara ilah diye yaranmaya ç<strong>al</strong>ışabilmektedir.<br />

Kur’an-ı Kerim’de hem genel olarak Allah’ın kudretine vurgu yapılmış hem<br />

de özel olarak nelere kadir olduğuna yönelik örnekler verilmiştir.<br />

“Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir”(Bakara, 2/109, 148, 284; Âli İmrân,<br />

3/189; Mâide, 5/17).<br />

Yukarıdaki ayetlerde Allah’ın genel kudretine işaret vardır. Bunun dışında<br />

Allah Kur’an’da, azap göndermeye (Enâm, 6/65), göklerin ve yerin benzerini<br />

yaratmaya (Yâsin, 36/81), ölüleri diriltmeye(Ahkâf, 46/33; Kıyâme, 75/40), affetme<br />

ve azap etmeye(Bakara, 2/284; Mâide, 5/40), dilediğini yaratmaya (Mâide, 5/17),<br />

toplumları değiştirmeye (Tevbe, 9/39), yardım etmeye (Hacc, 22/39) vb. güç<br />

yetiren olduğunu da hatırlatmıştır.<br />

5. Sem’: Allahu Te<strong>al</strong>a’nın işitmeye konu olan her şeyi işitmesi, ondan<br />

haberdar olmasıdır. Ancak o, mahlukata benzemediği için O’nun işitmesi de<br />

farklıdır. O’nun işitmek için, kulağa, ses d<strong>al</strong>g<strong>al</strong>arına, bunları <strong>al</strong>gılayacak bir beyne<br />

vs. ihtiyacı yoktur. Bunlar mahlukat için gerekli olan donanımlardır. Dolayısıyla<br />

Allah’ın işitmesinin mahiyetini ve keyfiyetini bilmemekteyiz. İnanmamız gereken<br />

husus, konuştuğumuz her şeyi Allah’ın işittiğidir. Böylece konuştuklarımızdan<br />

mesul olacağımıza yönelik bir şuur hâlinde olmamız gerekmektedir. Ayetlerde<br />

Allah’ın her şeyi işittiğinin bildirilmesinin amacı da budur. İşitmenin zıttı sağırlıktır<br />

ve Allah bu noksanlıktan münezzehtir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12


Allah her şeyi işitendir.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın hem genel olarak işitici(Semi) olduğunu ifade eden<br />

ayetler bulunmaktadır hem de detaylı olarak neleri işittiğini gösteren ayetler yer<br />

<strong>al</strong>maktadır:<br />

“O, işiten ve bilendir”(Bakara, 2/137; En’âm, 6/13, 115).<br />

“Şüphesiz Allah, işiten ve bilendir”(Bakara, 2/181; Enfâl, 8/42).<br />

“Allah işiten ve bilendir”(Bakara, 2/256; Âli İmrân, 3/34; Tevbe, 9/98).<br />

“Yoksa onların sırlarını ve gizli konuşm<strong>al</strong>arını duymadığımızı mı<br />

sanıyorlar?”(Zuhruf, 43/80).<br />

“Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan<br />

kadının sözünü işitmiştir. Allah, sizin sürdürdüğünüz konuşmayı (zaten)<br />

işitmekteydi. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir”(Mücâdile,<br />

58/1).<br />

“De ki: “K<strong>al</strong>dıkları süreyi Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybını<br />

bilmek O’na aittir. O ne güzel görür, O ne güzel işitir! Onların, ondan başka<br />

hiçbir dostu da yoktur. O hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez”(Kehf, 18/26).<br />

6. Basar: Allah Te<strong>al</strong>a’nın görmeye konu olan her şeyi görmesi, ondan<br />

haberdar olmasıdır. İşitme sıfatı gibi görme sıfatı için de Allah’ın göz, ışık vs. uzuv<br />

ve araçlara ihtiyacı yoktur. O, mahiyetini ve keyfiyetini bilmediğimiz bir şekilde<br />

istisnasız her şeyi görendir(Basir). Bu sıfatını bilip düşündüğünde insan, y<strong>al</strong>nız<br />

olmadığını, kendisini her an gören bir zatın olduğunu anlayıp ona göre<br />

yaşayacaktır. Aşağıdaki ayetlerde de görüleceği üzere Allah özellikle insanların<br />

yaptıklarını gördüğünü sık sık hatırlatmaktadır. Öyleyse Allah’ın basar sıfatına iman,<br />

kişinin davranışlarında Allah’ın gördüğünün bilincinde davranmasıdır. Bir<br />

büyüğünün yanındayken nasıl ki kemâl-i edeple hareket ediyorsa, her şeyini<br />

görmekte olan Yaratıcısının sürekli olarak huzurunda bulunduğunun farkınd<strong>al</strong>ığıyla<br />

daha büyük bir edebe bürünmesi gerekmektedir.<br />

Bu bilinçle yaşamak meşhur Cibril hadisinde Peygamberimiz’in tanımladığı<br />

ihsan makamıdır. İlgili hadiste peygamberimiz ihsanı<br />

“Allah’a sanki O’nu görüyormuşcasına ibadet etmendir. Her ne kadar sen<br />

O’nu görmesen de O seni görmektedir”(Müslim, “İman” 1).<br />

şeklinde açıklamıştır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13


Allah herkesi ve her şeyi<br />

görendir.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

Kur’an’da Allah’ın “gören” olduğu aşağıdaki ayet ve benzerleriyle<br />

bildirilmiştir:<br />

“Allah işiten ve görendir”(İsrâ, 17/1; Hacc, 22/61, 75; Lokman, 31/38;<br />

Mü’min, 40/20).<br />

“O her şeyi görendir”(Mülk, 67/19).<br />

Diğer pek çok ayette ise Allah’ın kullarını ve özellikle yaptıkları amellerini<br />

gördüğü sıklıkla zikredilmiştir:<br />

“Allah kullarını görendir”(Âli İmrân, 3/15, 20; Mü’min, 40/44).<br />

“Muhakkak ki Allah kullarından kesinlikle haberdar ve onları<br />

görendir”(Fâtır, 35/31).<br />

“Allah onların yaptıklarını görendir”(Bakara, 2/96)<br />

“Muhakkak ki Allah yaptıklarınızı görendir”(Bakara, 2/110)<br />

“Allah’tan korkun ve bilin ki kesinlikle Allah yaptıklarınızı<br />

görendir”(Bakara, 2/233<br />

“Kullarının günahlarından haberdar ve onları gören olarak rabbin<br />

yeter”(İsrâ, 17/17)<br />

7. Kelâm: Allah Te<strong>al</strong>a’nın konuşma sıfatıdır. Kelamın zıttı konuşmama(sükût)<br />

ya da konuşamama (dilsizlik) dır. Allah bu tür noksanlıklardan münezzehtir. Buna<br />

göre, bir varlığın, herhangi bir vasıfla nitelenmediği zaman onun zıddıyla<br />

vasıflanacağı kabulü, Allah’ın kelamla nitelenmediğinde onun zıddı olan dilsizlik ya<br />

da sükûtla vasıflanacağı neticesini doğurmuştur. Böyle bir netice ise Allah’ın<br />

mükemmelliğini zedeleyeceğinden, zıttı nefyedilerek, kelam O’na nispet edilir.<br />

Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’den nakledilen bazı haberlerde Allah’a<br />

ait bir kelamın olduğunu doğrudan ya da dolaylı şekilde gösteren ifadeler<br />

bulunmaktadır. Kur’an’da genel olarak kelam-kelime ya da kavl kökünden türemiş<br />

ifade formlarının Allah’a nispeti, O’nun kelâmının varlığını ispatlayan önemli<br />

göstergeler olarak kabul edilmektedir. Ayıca, kelama del<strong>al</strong>et eden ve bazıları<br />

kelamın kısımları olarak kabul edilen emir, nehiy, nida, şahadet gibi ifadelerin<br />

nispeti de ikinci derecede bu kapsam <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ınabilir:<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14


Sözlerin en güzeli<br />

Allah’ın kelamıdır.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

“İçlerinden bir grup Allah’ın kelamını işitip onu kavradıktan sonra bilerek<br />

tahrif etmekteyken, siz h<strong>al</strong>a onların size inanm<strong>al</strong>arını mı<br />

arzulamaktasınız?”(Bakara, 2/75).<br />

“Eğer Allah’a ortak koşanlardan biri senden sığınma t<strong>al</strong>ebinde bulunursa,<br />

Allah’ın kelamını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı”(Tevbe, 9/6).<br />

“De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o<br />

kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden<br />

önce denizler tükenirdi”(Kehf, 18/109).<br />

“Kıyamet günü Allah onlarla ne konuşacak, ne de onları<br />

arıtacaktır”(Bakara, 2/174).<br />

“Hani, rabbin meleklere... demişti” (Bakara, 2/30, Sâd, 38/71).<br />

“Allah ise gerçeği söyler” (Ahzâb, 33/4).<br />

“Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “ol”<br />

dememizdir. O da hemen oluverir” (Nahl, 16/40).<br />

Yine bazı hadislerde de Allah’ın kelamından bahsedilmektedir.<br />

“Allah gökte bir emre karar verdiği zaman melekler Allah’ın sözüne boyun<br />

eğerek kanatlarını çırparlar. O söz sanki bir taş üzerindeki zincirin sesi gibidir...”(<br />

Buhârî, H<strong>al</strong>ku Ef’âli’l-İbâd, s. 131, 132; Ebu Dâvud, “Sünnet” 22)<br />

133).<br />

“Allah Musa’yı kelamı ve ris<strong>al</strong>etiyle seçti”( Buhârî, H<strong>al</strong>ku Ef’âli’l-İbâd, s.<br />

“Rabbiniz sizinle aranızda bir tercüman olmaksızın konuşacak”( Buhârî,<br />

H<strong>al</strong>ku Ef’âli’l-İbâd, s. 133).<br />

“Kelâmın en güzeli Allah’ın kelamıdır”( Nesâî, Sehiv 65; İbn Mâce,<br />

Mukaddime 7).<br />

8. Tekvin: Oluşturma, vücuda getirme, icat, tesir ve yaratma gibi anlamlara<br />

gelen tekvin, Allah’ın yaratıcı ve var edici sıfatıdır. Daha önceden de işaret edildiği<br />

üzere Eşarilere göre bu sıfat kudret sıfatı içerisinde yer <strong>al</strong>maktadır. Ancak<br />

Matûrîdîlere göre kudretten bağımsız müstakil bir ezeli sıfattır. Mâturîdîlere göre<br />

Allah’ın tüm fiillerinin kaynağı ve temeli tekvin sıfatıdır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15


Ders anlatım videosunu<br />

izleyiniz<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

“O’nun(Allah’ın) emri, bir şeyi dilediği zaman sadece o şeye ol(kun)<br />

demesidir. O şey de hemen oluverir”(Yâsin, 36/82)<br />

ayeti Allah’ın bu sıfatı için delil olarak zikredilmektedir.<br />

Kâinatta Allah’ın fiillerinin pek çok tecellisini ve izlerini görmek<br />

mümkündür. Tüm bunlar Allah’ın tekvin sıfatı ile gerçekleşmektedir. Yaratma,<br />

yaşatma, öldürme, rızık verme, yardım etme, destek olma vs. fiiller bu sıfatının <strong>al</strong>t<br />

unsurlarıdır. Bu tür fiillerle ilgili Allah’ın sıfatlarına İslam düşüncesinde “fiili sıfatlar”<br />

denmiştir. “Hem kendilerinin hem de zıtlarının Allah’a nispeti caiz olan fiiller”<br />

şeklinde tarif edilmiştir. Mesela “Allah filan kişiye yardım etti, filana etmedi”,<br />

“filana hayat verdi, filana vermedi” diye hem olumlusunu hem de olumsuzunu<br />

Allah’a nispet edebilmekteyiz.<br />

Bireysel Etkinlik<br />

• Çevrenize bakarak Allah'ın yaratmasındaki<br />

güzellikler hakkında düşününüz.<br />

Haberî/Müteşâbih Sıfatlar<br />

Şu ana kadar anlatılan zâtî ve subûtî sıfatlar doğrudan ya da dolaylı olarak<br />

Kur’an ve hadislerde yer <strong>al</strong>dığı gibi, akıl da bu sıfatların varlığı noktasında bazı<br />

çıkarımlarda bulunabilir. Mesela akıl, kâinatın yaratıcısı bir ilahı kabullenmişse,<br />

onun kadir, <strong>al</strong>im, hayy vs. olması gerektiğine hükmedebilir. Kısacası bu sıfatların<br />

nass(Kur’an-sünnet) temeli yanında akli temelleri de vardır. Ancak bazı ilahî<br />

sıfatlarda aklın tespit edebilme kapasitesi yoktur. O sıfatlar sadece Kur’an ve<br />

hadislerin bildirmesiyle bilinebilir. Şayet hiçbir nass bulunmasaydı, insan, aklıyla<br />

düşünüp de Allah’ın şu tür sıfatları da olm<strong>al</strong>ıdır diye bir çıkarımda bulunamazdı.<br />

Dolayısıyla haberi sıfatlar, “varlıkları ancak nassın(Kur’an ve Hadis) haber<br />

vermesiyle bilinebilen, bir başka ifadeyle varlıklarını tespitte akıl yürütme imkânı<br />

bulunmayan sıfatlara denmektedir.” Vech(yüz), yed(el), ayn(göz), istiva(oturma),<br />

nüzûl(inme), mecî (gelme) gibi sıfatlar bu türdendir.<br />

Haberi sıfatlar kelime anlamlarından da anlaşılacağı üzere norm<strong>al</strong>de<br />

insanlara ait uzuv ve fiillerdir. Asli anlamları itibariyle Allah’a nispet edilemezler.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16


Haberi sıfatlara<br />

müteşabih sıfatlar da<br />

denir.<br />

Haberi sıfatlar Allah’ın<br />

şanına uygun bir şekilde<br />

anlaşılm<strong>al</strong>ıdır!<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

Aksi hâlde Allah diğer varlıklara benzetilmiş olacaktır ki, bu da tevhide aykırıdır.<br />

Zahiri anlamları itibariyle anlaşılmasında bir kap<strong>al</strong>ılık bulunduğundan ya da Allah ile<br />

mahlûkat arasında bir benzerlik çağrıştırdığından bu tür sıfatlara aynı zamanda<br />

müteşabih sıfatlar da denmiştir. Kur’an’da ve hadislerde bu tür ifadelerin Allah’a<br />

nispet edilmesi mecazendir. Bu yüzden bu tür sıfatlarda yapılacak şey öncelikle<br />

onlara iman etmek, fakat beşerî anlamlarını Allah’a nispet etmemektir.<br />

Tarihte bazı insanların bu sıfatları asli anlamlarıyla düşünüp Allah’ı<br />

mahlûkata benzetmesi, O’na birtakım uzuvlar ve bedensel özellikler nispet etmesi<br />

bu konunun tartışılmasına sebebiyet vermiştir. Neticede İslam kelamcıları bu<br />

sıfatların mecâzî anlamlara geldiğini Arap dilinden de örnekler vererek açıklamak<br />

mecburiyetinde k<strong>al</strong>mış, nihayetinde insanların bu ifadeleri kötüye kullanm<strong>al</strong>arına<br />

mani olmuşlardır. Aslında sadece Arapçada değil, hemen hemen bütün dillerde bu<br />

kelimelerin mecâzî kullanımı mevcuttur. Mesela Türkçe’de birisine “şu işe bir el at”<br />

dediğimizde, buradan lafzi bir anlam düşünüp de elini gerçek anlamda atmayı<br />

düşünen olmaz. Bu sözü işiten herkes bunun “yardım et” anlamına geldiğini bilir.<br />

Aynı şekilde “eli sıkı” ifadesinden hiç kimse birisinin elini yumruk gibi yapıp hiç<br />

açmadığı şeklinde zahiri bir anlam çıkarmaz. Bilakis bunun “cimrilik”ten mecâz<br />

olduğunu bilir. İşte haberi sıfatlarda bunun gibidir. Buna göre ilgili sıfatlardan<br />

bazılarının uygun manada tevili şu şekildedir:<br />

Vech: Allah’ın zatı<br />

Yed: Allah’ın yardımı, kudreti<br />

Ayn: Allah’ın gözetimi, kontrolü<br />

İstivâ: Allah’ın hâkimiyeti ve emri <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ma<br />

Nüzûl: Allah’ın rahmetinin, emrinin ya da meleklerinin inmesi<br />

Mecis: Allah’ın rahmetinin, emrinin ya da meleklerinin gelmesi<br />

ALLAH’IN İSİMLERİ(el-ESMÂU’L-HÜSNÂ)<br />

Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla bağlantılı olarak, bir de ona isim olarak nispet<br />

edilen ifadeler vardır. Gerek Kur’an’da gerekse hadislerde bunlar “isim” olarak<br />

Allah’a izafe edilmiştir. Tabii ki isimlerin en güzeli Allah’ın olunca “el-Esmâu’l-<br />

Husnâ(en güzel isimler)” ifadesi kullanılmıştır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17


İlahi Sıfat ve İsimler<br />

“En güzel isimler Allah’ındır, O’na bu isimlerle dua edin. İsimleri<br />

hususunda hak çizgiden sapanları terk edin. Onlar yaptıklarının karşılığını<br />

yakında göreceklerdir”(A’râf, 7/180)<br />

ayetinde aynı ifadeyi görmekteyiz.<br />

Allah’ın isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. O’nun anlamı olmayan bir ismi<br />

bulunmaz. İnsanlar bazen anlamını taşımas<strong>al</strong>ar bile bazı isimlerle<br />

adlandırılmaktadırlar. Ama o isimler, onların sıfatı değildir. Mesela bir insanın ismi<br />

Kerim, fakat kendisi tam aksine cimri olabilir. Aynı şekilde çok zayıf ve cılız birisine<br />

Gürbüz ismi verilebilmektedir. Ancak Allah’ın her isminde var olan yüce bir anlam<br />

ve sıfat vardır. Allah, o anlamla muttasıftır. Mesela Allah’ın isimlerinden birisi<br />

Kadir’dir. Kudretli olmak aynı zamanda O’nun bir sıfatıdır.<br />

Allah’ın isimlerini bilmek, aynı zamanda O’nun sıfatlarını öğrenmek<br />

olacağından, isimleri ne kadar çok bilinirse Allah o kadar fazla tanınmış olacaktır.<br />

Allah’ı bilmek ve tanımak(marifetullah) O’na iman etmenin içselleştirilmesi ve<br />

laftan öteye geçirilmesi için zorunludur. Man<strong>al</strong>arıyla birlikte ilahî isimler öğrenilip<br />

tefekkür edilince, onların kâinattaki tecellileri de fark edilecektir. Böylece<br />

yaşadığımız dünyaya sıradan bir âlem olarak değil, Allah’ın bir eseri ve isim ve<br />

sıfatlarının bir aynası olarak görülecektir. Çünkü kâinat mecâzî anlamda ilahî bir<br />

kelamdır. Görülen her varlık, yaşanan her olay bir hakikatten konuşur. Bu kelamı<br />

anlamak için, önce o dili öğrenmek, sonra o nazarla kâinata bir kez daha bakmak,<br />

en azından bunu istemek gerekir. İşte el-Esmâu’l-Husnâ’yı bilmek o dilin şifrelerini<br />

öğrenmektir.<br />

Zikredilen önemine ve gerekliliğine binaen Hz. Peygamber şöyle<br />

buyurmuştur:<br />

“Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları sayarsa cennete girer”<br />

(Buhâri, “Da’avât”, 69; Müslim, “Zikr”, 5, 69)<br />

Tabii ki hadiste belirtilen “sayma” sadece dil ile sır<strong>al</strong>ayıp telaffuz etme<br />

değildir. Yukarıda belirtilen bağlamda düşündüğümüzde, Allah’ı tüm bu isimleriyle<br />

tanıyan ve O’na iman eden, bu isimlerin tecellilerini fark edip düşünen ve mümkün<br />

olduğunca gereğince amel eden kişiler cennetle müjdelenmiştir.<br />

Allah’ın isimlerinin sayısı tam olarak bilinmemektedir. Ancak yukarıdaki<br />

hadisten dolayı doksan dokuz sayısı meşhur olmuştur. Fakat Allah’ın bilinen isimleri<br />

bu rakamdan daha fazladır. Zaten önemli olan da sayı değil keyfiyettir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18


En güzel isimler<br />

onundur.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

El-Esmâu’l-Husnâ olarak bilinen ilahî isimler ve Türkçe karşılıkları aşağıdaki<br />

gibidir:<br />

1- Allah(للهأ): Bu, Cenâb-ı Hakk'ın en özel ismidir. İsm-i A’zam’dır, yani en<br />

büyük ismidir. İsm-i câmi’dir, yani diğer isimlerin ifade ettikleri man<strong>al</strong>arı kapsar. Bu<br />

isim, Allah'tan başkasına hakikaten ya da mecazen verilemez.<br />

2- er-Rahmân(نًحشنا): Bütün mahlukata merhamet eden, açık nimetleriyle<br />

nimetlendiren.<br />

3- er-Rahîm(ىيحشنا): Özellikle müminlere merhamet eden, gizli nimetleriyle<br />

de nimetlendiren.<br />

4- el-Melik(ُ كهًنا): Mülkün daimi sahibi ve mülkünde tasarruf eden.<br />

5- el-Kuddûs(ُ طوْذمنا): Her türlü ayıp ve noksanlıktan münezzeh olan.<br />

6- es-Selâm(ُ ولاّسنا): Mahlukatı için emân kaynağı, onları sıkıntıdan selamete<br />

çıkaran.<br />

7- el-Mü’min(ُ نيؤًنا): Güven veren, emin kılan, mahlukatıını azaptan emin<br />

kılan ve onlara sözünde duran.<br />

8- el-Müheymin(ُ نًيه ًنا): Kâinatı ve işlerini görüp gözeten ve idare eden.<br />

9- el-Azîz(ُ ضيِضعنا): İzzet sahibi, her şeye g<strong>al</strong>ip olan. Kıymetli ve ems<strong>al</strong>siz olan.<br />

10- el-Cebbâr(ُ ساّثجنا): Emirlerini uygulayan kullarının işlerini ıslah eden.<br />

Kudretine karşı konulamayan.<br />

11- el-Mütekebbir(ُ شّثكتًنا): Tüm azamet sıfatlarına yegâne sahip olan.<br />

12- el-Hâlık(ُ كناخنا): Yaratan, takdir eden ve var eden.<br />

13- el-Bâri(ُ ئساثنا): Takdir ettiğini yaratan, açığa çıkaran, zahir kılan.<br />

14- el-Musavvir(ُ سّىص ًنا): Yarattıklarına kendilerine has ayırt edici suretleri<br />

veren.<br />

olan.<br />

15- el-Ğaffâr(ُ ساّفغنا): Çokça bağışlayan ve günahları örten.<br />

16- el-Kahhâr(ُ ساّهمنا): Ezici bir üstünlüğe ve güce sahip olan, g<strong>al</strong>ip ve kahredici<br />

17- el-Vehhâb(ُ باّهىنا): Nimetleri çok, bağışları ve iyilikleri daimî olan.<br />

18- er-Razzâk(قا ّصّشنا): Rızıkları ve sebeplerini yaratan. Mahlukatın<br />

rızıklanmasını sağlayan.<br />

19- el-Fettâh(ُ حاّتفنا): Kullarına rahmetinin kapılarını açan.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19


En güzel isimler<br />

onundur.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

20- el-Alîm(ُ ىيهعنا): Kendisine hiç bir şeyin gizli k<strong>al</strong>madığı, her şeyi bilen.<br />

21- el-Kâbıd(ُ ضتامنا): Ruhları <strong>al</strong>an, kullarından dilediğinin rızkını dar<strong>al</strong>tan.<br />

22- el-Bâsıt(ُ ظساثنا): Dilediğine rızkını genişleten, hayat sahibi kılacaklarına<br />

ruh veren.<br />

23- el-Hâfıd(ُ ضفاخنا): Alç<strong>al</strong>tılmayı hak edenleri zillet ve azapla <strong>al</strong>ç<strong>al</strong>tan.<br />

24- er-Râfi’(ُ عفاشنا): Yüceltilmeyi hak eden muttakileri yücelten.<br />

25- el-Mu‘iz(ضع ًنا):Dinine sarılanları aziz kılan, onlara yardım ve g<strong>al</strong>ibiyet<br />

veren.<br />

26- el-Müzil(لِز ًنا): Düşmanlarını zelil kılan, <strong>al</strong>ç<strong>al</strong>tan.<br />

27- es-Semî’(ُ عيًّسنا): Gizli açık her şeyi işiten.<br />

28- el-Basîr(ُ شيصثنا): Gizli açık, her şeyi gören.<br />

29- el-Hakem(َُىكَحنا): Kazasını geri çevirecek, hükmünü sorgulayacak hiç<br />

kimsenin bulunmadığı Hâkim.<br />

30- el-Adl(لّذَعنا): Her şeyi yerli yerinde yapan, ad<strong>al</strong>eti tam olan adil.<br />

31- el-Latîf(ُ فيطهّنا): İşerin gizli ve ince olanlarını da bilen, menfaatleri<br />

hakedenlere lutfeden.<br />

olan.<br />

olan.<br />

32- el-Habîr(ُ شيثَخنا): Her şeyden haberdar olan.<br />

33- el-H<strong>al</strong>îm(ىيهَحنا): Öfkeye yenilmeyen, azapta acele etmeyen.<br />

34- el-Azîm(ىيظَعنا): Yüceliğin en üst derecesinde olan.<br />

35- el-Ğafûr(ُ سىفغنا): Bağışlaması çok olan.<br />

36- eş-Şekûr(ُ سىكشنا): Az amele çok karşılık veren.<br />

37- el-Aliyy(ُْيهَعنا): Aklın tasavvur, zihnin idrak edemediği en yüce mertebede<br />

38- el-Kebîr(ُ شيثَكنا): Duyuların ve akılların idrak edemeyeceği mükemmellikte<br />

39- el-Hafîz(ُ ظيفَحنا): Varlıkları koruyarak devamını sağlayan, kullarının<br />

amellerini koruyup hiçbirini zayi etmeyen.<br />

40- el-Mukît(ُ تيم ًنا): Maddi ve ruhs<strong>al</strong> gıd<strong>al</strong>arı yaratan.<br />

41- el-Hasîb(ُ ةيسَحنا): Kulların yeten veya kıyamet günü onları hesaba<br />

çekecek olan.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20


En güzel isimler<br />

O’nundur.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

42- el-Celîl(ُ ميهجنا): Sıfatlarının kem<strong>al</strong>inden dolayı Celâl sıfatlarına (kimseye<br />

muhtaç olmama, hâkimiyet, tekaddus, ilim, kudret) sahip olan.<br />

43- el-Kerim(ُ ىيشَكنا): Su<strong>al</strong>siz ve karşılıksız veren.<br />

44- er-Rakîb(ُ ةيلّشنا): Her şeyi gözeten, kontrol <strong>al</strong>tında tutan.<br />

45- el-Mucîb(ُ ةيج ًنا): Dua ettiğinde dua edene karşılık veren.<br />

46- el-Vâsi’(ُ عساَىنا): Rahmeti ve ilmi her şeyi kuşatan.<br />

47- el-Hakîm(ُ ىيكَحنا): İlmi tam olduğu için her şeyi sağlam ve anlamlı yapan,<br />

hikmet sahibi.<br />

48- el-Vedûd(ُ دو دَىنا): Yarattıklarına iyiliği seven, her hâlde onlara ihsan eden.<br />

49- el-Mecîd(ُ ذيجًنا): Yücelik ve şerefte dorukta olan.<br />

50- el-Bâis(ُ جعاَثنا): Peygamberleri gönderen, tas<strong>al</strong>arı gideren, kabirde<br />

olanları dirilten.<br />

51- eş-Şehîd(ُ ذيهّشنا): Mahlukatın her hâlini bilendir.<br />

52- el-Hak(كَحنا): Değişmeyen sabit gerçek.<br />

53- el-Vekîl(ُ ميكَىنا): Kulların işlerini ve ihtiyaç duydukları şeyleri düzenleyen,<br />

yapan.<br />

54- el-Kaviyy( يى َُمنا ):Tam kudret sahibi.<br />

55- el-Metîn(ُ نيِتًَنا): Gücü çok şiddetli olan.<br />

56- el-Veliyy(ُْينَىنا): Sevdiğinden dolayı kullarının işlerini üstlenen ve onlara<br />

yardım eden.<br />

57- el-Hamîd(ذيًَحنا): Senaya layık ve övülen.<br />

58- el-Muhsî(ُْيصح ًنا): Bilgisinden hiçbir şey gizli k<strong>al</strong>mayan, her şeyin<br />

mikdarını bilen.<br />

59- el-Mübdi(ُ ئذث ًنا): Eşyayı yokluktan varlığa çıkaran.<br />

60- el-Mu‘îd( ُ ذيع ُ ًنا):<br />

Eşyayı yokluğundan sonra tekrar var eden.<br />

61- el-Muhyî(ييح ًنا): Hakiki ya da mecâzî manada her hayat sahibinde hayatı<br />

yaratan.<br />

62- el-Mümît(ُ تيً ًنا): Canlılardan hayatı çekip <strong>al</strong>an.<br />

63- el-Hayy(ُْيَحنا): Daimi hayat ile diri olan.<br />

64- el-Kayyûm(ُ وىْيَمنا): Zatıyla kaim olan ve her şeyi kaim kılan.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21


En güzel isimler<br />

onundur.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

65- el-Vâcid(ُ ذجاّىنا): İstediği her şeye sahip olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan.<br />

66- el-Macîd(ُ ذجاًّنا): (el-Mecîd ismi gibi) Yücelik ve şerefte dorukta olan.<br />

67- el-Vâhid(ُ ذحاَىنا): Bölünemeyen ve benzeri olmayan, tek ve eşsiz olan.<br />

68- es-Samed(ُ ذًَّصنا): Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, ihtiyaçlar için sığınılan.<br />

69- el-Kadir(ُ سِدامنا): Her şeye irade ve ilminin takdirince kudreti olan.<br />

70- el-Muktedir(ُ سِذتم ًنا): İstediği her şeye tam ve sınırsız bir şekilde güç<br />

yetiren.<br />

71- el-Mukaddim(ُ وٓذَم ًنا): Varlık, şeref, zaman ve mekân bakımından kimini<br />

kimine önceleyen.<br />

olan.<br />

olan.<br />

72- el-Muahhir(ُ ش ّخَؤ ًنا): Dilediğini dilediği hususlarda tehir eden, sonr<strong>al</strong>ayan.<br />

73- el-Evvel(ُ لّوَلأا): Ezeli olan, varlığının başlangıcı olmayan, her şeyden önce<br />

74- el-Âhir(ُ شِخلآا): Ebedi olan, varlığının sonu olmayan, her şeyden sonra baki<br />

75- ez-Zâhir(ُ شهاّظنا): Varlığını ayetleriyle gösteren.<br />

76- el-Bâtın(ُ نِطاَثنا): Zatı hiç kimsenin idrak edemeyeceği kadar gizli olan.<br />

77- el-Vâlî(يِناَىنا): Eşyâyı ve mülkü üstlenen, işlerini idare eden.<br />

78- el-Müteâl (لاعَتًنا): Noksanlıklardan münezzeh olan.<br />

79- el-Berr(ُ شثنا): İyilik ve ihsanı çok olan.<br />

80- et-Tevvâb(ُ باّىتنا): İsyankârlara tövbe fırsatı veren ve tövbeleri kabul<br />

eden.<br />

81- el-Müntekim(ُ ىِمتنًنا): Cezayı hak edenlerin cezasını veren.<br />

82- el-Afuvv(ُ ى فعنا): Ona yönelip sığınanların kötülüklerini silen.<br />

83- er-Raûf(ُ فوؤشنا): Şefkat ve merhameti pek çok olan.<br />

84- M<strong>al</strong>ikü’l-Mülk( كه ًنا ُُ<br />

كناي):<br />

Mülkün sahibi, göklerde ve yerde işleri<br />

iradesine göre düzenleyen.<br />

85- Zül-Celâli vel İkrâm(واشكلإاَو للاَجنا ُور<br />

): Şeref ve kem<strong>al</strong> sahibi, nimetleri<br />

bolca veren.<br />

86- el-Muksit(ُ ظسم ًنا): Mazlumların hakkını z<strong>al</strong>imlerden <strong>al</strong>an.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22


İlahi Sıfat ve İsimler<br />

87- el-Câmi’(ُ عياجنا): Farklı hakikatleri bir sistemde birleştiren, kıyamette<br />

mahlukatı bir araya toplayan.<br />

88- el-Ğaniyy(ُْينغنا): Her şeyin O’na muhtaç olduğu, kendisi hiçbir şeye<br />

muhtaç olmayan.<br />

89- el-Muğnî(ُْيِنغ ًنا): İhtiyaç gideren, mahlukatından dilediğini zengin eden.<br />

90- el-Mâni’(ُ عِناًنا): Helake sürükleyen sebeplerden koruyan, engelleyen.<br />

91- ed-Dârr(ُْساّضنا): Düşm<strong>al</strong>arına cezasını indiren.<br />

92- en-Nâfi’(ُ عفاّننا): Fayda ve iyiliği tüm beldeleri ve kullarını kapsayan.<br />

93- en-Nûr(ُ سىّننا): Kendisi zahir olan, başk<strong>al</strong>arını zahir kılan.<br />

94- el-Hâdî(يداهنا): Her şeyi varlığını koruyacak şeye kılavuzlayan, irşat eden.<br />

Hidayet eden.<br />

95- el-Bedî(عيذثنا): Her açıdan benzersiz olan. Mis<strong>al</strong>siz yaratan.<br />

96- el-Bâkî(يلاثنا): Varlığı sürekli olan, ebedi olan.<br />

97- el-Vâris(ُ ثِساىنا): Varlıklar son bulduğunda baki olan.<br />

98- er-Reşîd(ُ ذيشّشنا): Kullarını irşat eden. Tasarruflarını son derece hikmetli ve<br />

doğru bir şekilde yürüten.<br />

99- es-Sabûr(ُ س ىثّصنا): Ceza vermede acele etmeyen, vaktinden önce iş<br />

yapmayan.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23


İlahi Sıfat ve İsimler<br />

el-ESMÂU’L-HÜSNÂ<br />

ُ زي ِزعلا ُ نميه ملا ُ نمؤملا ُملاّسلا<br />

ُ سوْدقلا ُكلملا<br />

ميحرلا نمحرلا للهأ<br />

قا ّز ّرلا ُ باّهولا ُ راّهقلا ُ راّفغلا ُ ر ّوص ملا ُ ئرابلا ُ قلاخلا ُ رّبكتملا ُ راّبجلا<br />

ُ عيمّسلا لِذ ملا زع ملا ُ عفارلا ُ ضفاخلا ُ طسابلا ُ ضباقلا ُميلعلا<br />

ُ حاّتفلا<br />

ُ روكشلا ُ روفغلا ميظَعلا ميلَحلا ُ ريبَخلا ُ فيطلّلا لدَعلا َُمك َحلا ُ ريصبلا<br />

ُ بيج ملا ُ بيق ّرلا ُميرَكلا<br />

ُليلجلا<br />

ُ بيس َحلا ُ تيق ملا ُ ظيف َحلا ُ ريبَكلا ُْيلَعلا<br />

يوَقلا ُليك<br />

َولا قَحلا ُ ديهّشلا ُ ثعاَبلا ديجملا ُ ُ دو د َولا ُميك<br />

َحلا ُ عسا َولا<br />

ُْيَحلا ُ تيم ملا ييح ملا ُ ديع ملا ُ ئدب ملا ُْيصح ملا ديمَحلا ُْيل َولا ُ نيِتَملا<br />

ُ رّخ َؤ ملا ُمٓدَق<br />

ملا ُ رِدتق ملا ُ رِداقلا ُ دَمّصلا ُ دحا َولا دجاملا ُ دحاولا ُموْيَقلا<br />

ُمِقتنملا<br />

ُ با ّوتلا ُ ربلا لاعَتملا يِلا َولا ُ ن ِطاَبلا ُ رهاّظلا ُ رِخلآا ُل<br />

ّوَلأا<br />

ُ عِناملا ُْيِنغ ملا ُْينغلا ُ عماجلا ُ طسق ملا وذ<br />

للا َجلا<br />

ماركلإا َو<br />

ُ كلام<br />

كل ملا<br />

ُ فوؤرلا ُ و فعلا<br />

ُ ر وّبصلا ُ ديش ّرلا ُ ث ِراولا يقابلا عيدبلا يداهلا روّنلا ُ عفاّنلا ُْراّضلا<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24


Özet<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

•Tüm ilahi dinler, insanın duyularının ötesinde bulunan Allah’ı, O'nun<br />

sıfatlarıyla anlatmayı ve tanıtmayı hedeflemişlerdir. İlahi kitaplarda Allah<br />

kendisini birtakım sıfatları, isimleri ve bunların fiili yansım<strong>al</strong>arıyla<br />

insanlara tanıtmıştır. Sıfatlarını ve tecellilerini bilerek yaratıcısına inanan<br />

insan, O'nunla olan iman bağını daha da içselleştirir ve pratik bir değer<br />

yükleyebilir.<br />

•İslam düşüncesinde ilahî sıfatlar değişik kısımlandırm<strong>al</strong>ara tabi<br />

tutulmuştur. Sıfatların mahiyeti, Allah’a nispet boyutu ve <strong>al</strong>gılanış<br />

biçimlerine göre bu sınıflam<strong>al</strong>ar yapılmıştır. Zati, selbî, subuti, haberi gibi<br />

isimlendirmelet bunların en meşhurlarındandır.<br />

•Gerek Kur’an’da gerekse hadislerde Allah’ın birtakım özel isimlerinden<br />

bahsedilmiştir. El-Esmâu’l-Hüsnâ diye bilinen bu isimler aynı zamanda<br />

Allah’ın sıfatları olarak da kabul edilmektedir. Yine bu isimlerin ve<br />

anlamlarının bilinmesi Allah’ın daha iyi tanınmasına ve bu par<strong>al</strong>elde<br />

Allah-insan ilişkisinin canlı ve dinî hayata katkısı olur bir tarzda inşasına<br />

temel teşkil edecektir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25


Değerlendirme<br />

sorularını sistemde ilgili<br />

ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />

<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />

bölümünde etkileşimli<br />

olarak<br />

cevaplayabilirsiniz.<br />

İlahi Sıfat ve İsimler<br />

DEĞERLENDİRME SORULARI<br />

1. Allah’ı tanımak ve bilmekle ilgili olarak aşağıdaki tespitlerden hangisi<br />

yanlıştır?<br />

a) Allah’ı kendisiyle tarif mümkün değildir.<br />

b) Hiçbir varlık Allah’tan önce olmadığı için onu bizzat tarif edemez.<br />

c) Allah’ı duyularımızla anlayamaz ve idrak edemeyiz.<br />

d) Allah’ı ancak sıfatları ve onların bir tecellisi olan fiilleriyle bilebiliriz.<br />

e) Allah’a sadece iman etmek yeterlidir, o tanınıp bilinemez.<br />

2. Kur’an ve hadislerde Allah’a doğrudan nispet edilen ve hakiki anlamları<br />

Allah’ta ezeli olarak sabit bulunan sıfatların ismi aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a) Zati sıfatlar<br />

b) Subuti sıfatlar<br />

c) Haberi sıfatlar<br />

d) Fiili sıfatlar<br />

e) Müteşabih sıfatlar<br />

3. Allah’ın “hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, ihtiyaçlar için sığınılan” anlamına gelen<br />

ismi aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a) es-Samed<br />

b) el-Azîm<br />

c) el-Azîz<br />

d) el-Mâcid<br />

e) eş-Şehîd<br />

4. Allah’ın “İsyankârlara tövbe fırsatı veren ve tövbeleri kabul eden” anlamına<br />

gelen ismi aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a) el-Ğafûr<br />

b) er-Rahîm<br />

c) et-Tevvâb<br />

d) el-Ğaffâr<br />

e) es-Settâr<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26


İlahi Sıfat ve İsimler<br />

5. Mâturîdîlere göre Allah’ın tüm fiillerinin kaynağı olan sıfat aşağıdakilerden<br />

hangisidir?<br />

a) Vücut<br />

b) Hayat<br />

c) Kudret<br />

d) Tekvin<br />

e) İrade<br />

Cevap Anahtarı:<br />

1.e 2.b 3.a 4.c 5.d<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27


İlahi Sıfat ve İsimler<br />

YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR<br />

1. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-<br />

Ekber. Beyrut.<br />

2. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara:<br />

Gonca Yayınevi.<br />

3. Beyhâkî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Huseyn b. Ali. (tsz.). el-Esmâ ve’s-Sıfât.<br />

Beyrut.<br />

4. Boutroux, Emile. (1998). Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında. Çev.<br />

Ziya Ülken. İstanbul.<br />

5. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî, Tah. Mustafa Dîb el-<br />

Buğa, Beyrut.<br />

6. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin<br />

Altın<strong>al</strong>an., İstanbul: Madve Yay.<br />

7. Cüveynî, İmamu’l-<strong>Haram</strong>eyn Ebu’l-Me’âlî Abdulmelik. (1948). el-Akîdetu’n-<br />

Nizâmiyye, Nşr. Muhammed Zâhid el-Kevserî. Kahire.<br />

8. Gazâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed. (tsz.). Esmâ’ül-Hüsnâ Şerhi.<br />

Ter. M. Ferşat, İstanbul: Merve Yayın Dağıtım.<br />

9. Girîdî, Sırrî.(1302). Nakdu’l-Kelâm fî Akâidi’l-İslâm. İstanbul.<br />

10. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988).<br />

Lisânu’l-Arab. Beyrut.<br />

11. İzmirli, İsmail Hakkı. (1339-1341). Yeni İlmi Kelâm. İstanbul.<br />

12. Koçar, Musa. (2002). Mâtürîdî’de Esmâ-i Hüsnâ. Isparta:Faküte Kitapevi.<br />

13. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (2003).<br />

Kitâbu’t-Tevhîd. Ter. Bekir Top<strong>al</strong>oğlu İstanbul: İSAM Yayınları.<br />

14. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (2005).<br />

Te’vîlâtu’l-Kur’an. Tah. Mecdî Bâsellûm, Beyrut.<br />

15. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille, I.<br />

Nşr. Hüseyin Atay. Ankara.<br />

16. Öge, Sinan. (2009). Allah’tan Âlem’e İlahî Fiiller, Ankara: Araştırma<br />

Yayınları.<br />

17. Özler, Mevlüt. (1995). İslam Düşüncesinde Tevhid. İstanbul: Nun Yayıncılık.<br />

18. Râzî, Fahruddîn. (1988-1995). Tefsîr-i Kebîr., Ter. Heyet, Ankara.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28


İlahi Sıfat ve İsimler<br />

19. Ulutürk, Veli. (1995). Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı. İstanbul.<br />

20. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29


HEDEFLER<br />

İÇİNDEKİLER<br />

PEYGAMBERLERE İMAN<br />

• Giriş<br />

• Konu İle İlgili Kavramlar<br />

• Peygamberlere İman Hakkında<br />

İslam’ın Genel Öğretisi<br />

• Kur'an'da Adı Geçen Peygamberler<br />

• Peygamberlik ve Vahiy<br />

• Peygamberlik Dereceleri<br />

• İnsanlığın Peygambere Olan İhtiyacı:<br />

• Peygamberlerin Sıfatları<br />

• Mucizenin Tanımı ve Mahiyeti<br />

• Diğer Olağanüstü Hâller<br />

•Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />

•Peygamberler hakkında İslam'ın genel öğretisini<br />

öğrenebilecek<br />

•Peygamberlikle ilgili genel kavramları<br />

kavrayabilecek<br />

•Peygamberlik ve vahyin önem ve gereğini<br />

kavrayabilecek<br />

•İnsanlığın peygambere olan ihtiyacınını,<br />

kavrayabilecek<br />

•Peygamber olan kişinin, peygamberliğinin ispatı<br />

için delil olan mucize hakkında doğru bilgileri elde<br />

edebilecek<br />

•Mucize ile diğer olağan-üstü olaylar arasındaki<br />

farkı ayırabileceksiniz.<br />

İSLAM İNANÇ<br />

ESASLARI<br />

<strong>ÜNİTE</strong><br />

7


Peygamberlere İman<br />

GİRİŞ<br />

Nübüvvet, yani peygamberlik konusu, İslam kelamında nakil yoluyla elde<br />

edilen “Sem’iyyât” kısmına girer. İlk dönem kelam kitaplarında fazlaca yer tutmayan<br />

bu konu, daha sonradan “iç ve dış etkenler” sebebiyle kelam kaynaklarında<br />

fazlaca bahis konusu olmaya başlamıştır.<br />

İnsanlığın tekâmülü ancak nebilerin eliyle olmuştur. Bilindiği üzere insanın<br />

fıtrî olarak hudut <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ınmayan “gazab”, “şehvet” ve “akıl” gibi duyguları vardır<br />

ve bu duygular, peygamberlerin getirdiği “hükümler” (din) ile sınır <strong>al</strong>tına <strong>al</strong>ınmıştır.<br />

Beşer, “kuvve-i gadabiyye”de “şecaat” i, “kuvve-i şeheviyye” de “iffet”i, “kuvve-i<br />

akliyye” de “hikmet” i ancak onlar vasıtasıyla yak<strong>al</strong>ayabilmiş; şecaat, iffet ve hikmet<br />

üçgeninde insan olmanın hazzına din ile erebilmiştir. Din, peygamber vasıtasıyla<br />

insanlığa tebliğ edildiği için Nübüvvet müessesesi üzerine inşa edilmiştir. Peygamberlik<br />

müessesesine olan ihtiyaç son derece açıktır. Çünkü kâmil manada Allah’a<br />

iman ancak onların rehberliği ile mümkündür. Vahiy olmadan aklın tek başına Allah’ın<br />

istediği doğrulara ulaşması imkân dışıdır. Bu “imkân dışılığa” en güzel örnek,<br />

“Hz. İbrâhim’in aklı ile Allah’ı araması” verilebilir. Kavmini irşad için, önce yıldızları,<br />

ayı ve güneşi aklıyla ilah olarak düşünen/düşündüren Hz. İbrâhim, daha sonra “k<strong>al</strong>bine<br />

doğan hidayet güneşi” ile ancak “Âlemlerin Rabbi” olan Allah’a yönelmiştir.<br />

Gerçekten de insan, kendi aklıyla bir “yaratıcı” düşüncesine ulaşabilse de<br />

“ona, kendi irade ve rızasına uygun nasıl ibadette ve kullukta bulunacağı” gerçeğine,<br />

ancak peygamberler vasıtasıyla ulaşabilmektedir. Dolayısıyla “sevap ve günah<br />

hudutları”, Allah’ın onlara t<strong>al</strong>im ettiği biçimde peygamberler eliyle çizilmiş, dünya<br />

ve ahiret mutluluğuna giden yollar onlar eliyle gösterilmiştir. Allah, içlerinden elçi<br />

olarak seçtiği paygamberler vasıtasıyla insanlara hitap etmiştir. Peygamberler<br />

O’nun kelamını insanlara bildirmiş ve marifet yollarını onlara öğretmişlerdir. Bundan<br />

dolayı peygamberler olmasaydı insanlar layık olduğu şekilde Cenâb-ı Hakk’ı<br />

bilemezlerdi. Bunun içindir ki Ehl-i Sünnet, Allah’ın peygamber göndermesini<br />

“O’nun bir rahmeti, fazlı ve ihsanı” olarak değerlendirmiştir.<br />

Ayrıca şu da bir gerçektir ki, peygamberler olmasaydı, insanlık medeniyet<br />

inşa edemez, düzenli hayata geçemez ve ilimlerde ilerleyemezdi. Zira peygamberler,<br />

gösterdikleri mucizelerle aynı zamanda ilimlerin nihai hudutlarını da çizmişlerdir.<br />

Nitekim peygamberlerin her biri değişik bir sanat d<strong>al</strong>ında “Pir” olarak kabul<br />

edilmiştir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2


İslam inancında, peygamberlerin<br />

“bir kısmına”<br />

inanıp, diğerlerini<br />

inkâr etmek “küfür”<br />

dür.<br />

Peygamberlere İman<br />

KONU İLE İLGİLİ KAVRAMLAR<br />

Peygamber kelimesi, aslen Farsça olup “peyâmber” kelimesinin dilimize<br />

uyarlanmış şeklidir. Peyâmber, (Peyâm+ber) bir isim ve bir ekten meydana gelmiş<br />

bir terkiptir. “Peyâm”, Farsça’da “haber”, “ber” ise, getiren anlamına gelmektedir.<br />

Ayrıca, Türkçemizdeki “-ci” ekinin görevini üstlenmektedir. Bu duruma göre<br />

peyâmber (peygamber) “haberci / haber taşıyan kişi”, “elçi” gibi anlamlara<br />

gelmektedir.<br />

Dinî terim olarak peygamber, Allah’ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle<br />

şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği elçi<br />

şeklinde tanımlanmaktadır.<br />

Peygamber kelimesinin Arapça, karşılığı ise “nebi” “resul” veya “mursel dir.<br />

Nebi “haberci”, mursel ise “gönderilmiş kişi” veya “elçi” demektir. Resul ile nebi<br />

kelimeleri sözlükte, hemen hemen aynı anlama gelmekle beraber, terim<br />

anlamlarında farklılık bulunmaktadır. Terim olarak resul ve mursel, yeni bir kitap ve<br />

yeni bir din ile insanlara gönderilen peygambere denilirken; nebi, Allah’ın emir ve<br />

yasaklarını insanlara haber veren, fakat yeni bir kitap ve din ile gönderilmeyip,<br />

önceki bir peygamberin kitap ve dininin hükümlerini ümmetine bildirmeye görevli<br />

olan kişiye denilmektedir. Bir de mastar şeklinde kullanılan “ris<strong>al</strong>et” ve “nübüvvet”<br />

kavramları vardır ki, bunlar da resul ile nebinin üstlendiği “peygamberlik görevi” ni<br />

ifade etmektedir.<br />

PEYGAMBERLERE İMAN HAKKINDA İSLAM’IN GENEL<br />

ÖĞRETİSİ<br />

Peygamberlere iman, “amentü” dediğimiz imanın <strong>al</strong>tı esasından biridir.<br />

Allah Te<strong>al</strong>a, Müslüman olan her şahsa, ar<strong>al</strong>arında herhangi bir ayırım yapmadan<br />

bütün peygamberlere inanmayı farz kılmış ve şöyle buyurmuştur:<br />

“Peygamber de kendisine rabbi tarafından indirilene iman etti, müminler<br />

de. Her biri Allah’a, Meleklerine, Kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah’ın<br />

peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız...” (Bakara, 2/285).<br />

Peygamberlere iman etmenin anlamı şudur: İnsanlara “mutlak doğru” yu<br />

(hakk) ve “doğru yol” u (sırat-ı mustakîm) göstermek için, bizzat Allah tarafından<br />

seçilmiş bazı insanların gönderildiğine, bu kimselerin “Allah’tan getirdiği bütün<br />

bilgiler” in “mutlak gerçek” ve “mutlak doğru” olduğuna inanmak demektir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3


Peygamberlik Allah’ın<br />

lütfu olup ibadet, taat<br />

ç<strong>al</strong>ışma ve gayretle elde<br />

edilemez.<br />

Peygamberlere İman<br />

Bu temel esas çerçevesinde peygamberlerin üstlenmiş oldukları “peygamberlik<br />

görevi” ni maddeler hâlinde şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />

1. Peygamberlerin “bir kısmına” inanıp, diğerlerini inkâr etmek “küfür”<br />

sayılmıştır. Nitekim bu konuda Allah Te<strong>al</strong>a şöyle buyurmaktadır:<br />

“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden<br />

ayırmak isteyip {bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız} diyenler<br />

ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçekten kâfirler<br />

bunlardır...” (Nisa, 4/150-151).<br />

2. Kendilerine peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmet bulunmamaktadır.<br />

Kur’an bu hususu şöyle açıklamıştır:<br />

“(Geçmiş) her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı peygamber buluna gelmiştir.”<br />

(Fâtır, 35/24).<br />

“Andolsun ki biz senden önceki ümmetlere de peygamberler göndermişizdir...”<br />

(Nahl, 16/63; Yunus, 10/47).<br />

Bunlara benzer daha pek çok ayetten anlaşılmaktadır ki yüce Allah, asırlar boyunca<br />

sayısını ancak kendisinin bilebildiği peygamberler göndermiş, onlar aracılığıyla<br />

insanları gerçeği benimsemeye ve yaşamaya çağırmıştır.<br />

3. Peygamberlik görevi, tamamen Allah vergisidir. Hiçbir ibadet ve taatla, hiçbir<br />

ç<strong>al</strong>ışma ve gayretle elde edilemez. Zira peygamberlik görevinin kendine özgü<br />

bir yükü ve herkesin k<strong>al</strong>dıramayacağı bir manevi ağırlığı vardır. İşte Allah Te<strong>al</strong>a,<br />

bu yükü kimin taşıyabileceğini ve bu göreve kimin daha layık olduğunu bilir ve<br />

bu bilgisine göre “dilediğini” peygamber olarak seçer. Bu seçimde m<strong>al</strong>, mülk,<br />

şan, şöhret, makam, çevre, güç gibi hususlar asla etkili değildir. Nitekim bu hususu<br />

Allah Te<strong>al</strong>a bizlere şöyle ifade etmektedir:<br />

“…Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir.” (En’âm, 6/124 );<br />

“Bu, Allah’ın lütfudür. Onu dilediğine verir...” (Cum’a, 62/4).<br />

4. Peygamberler vahiyle şereflendirilmiş ve “diğer insanlarda bulunmayan nitelikler”e<br />

sahip, “seçkin kişiler”dir. Fakat her konuda olduğu gibi peygamberlik konusunda<br />

da “orta yolu” (tarîk-i vasat) gözeten İslam, onları ilah mertebesine çıkartmamış,<br />

sadece “Allah’ın elçisi” ve “kulu” saymıştır (Eşhedü enne Muhammeden<br />

abduhu ve rasuluhu). Çünkü onlar da bir beşerdir ve kuldur. “İnsan olma”<br />

ve “kul olma” hususunda onlar ile diğer insanlar arasında bir fark bulunmamaktadır.<br />

(Kehf, 18/110) Öyleyse onların hiçbirisinde, “Tanrılık özelliği” bulunmamaktadır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4


Hz. Muhammed “peygamberlerinsonuncusu”<br />

(Hâtemü’n-<br />

Nebiyyîn) dur.<br />

Bütün semavi dinler,<br />

Hz. Âdem’in insanın<br />

atası olduğunda hemfikirdir.<br />

Peygamberlere İman<br />

5. Allah’ın müsaadesi olmadan, peygamberler de dâhil hiçbir kimsenin “fayda<br />

sağlama” veya “zarar giderme” gücü bulunmamaktadır (En’âm,6/17); (Yunus,<br />

10/107)<br />

6. Peygamberler, Allah’ın bildirdikleri dışında gaybı bilmezler. (Mâide, 5/72-73,<br />

75; A’râf, 7/188; Tevbe, 9/30). Dolayısıyla onlar da “gayb bilgisi” hususunda diğer<br />

insanlar gibi Allah’ın yardımına muhtaçtırlar.<br />

7. Kur’an-ı Kerim’de de bildirildiği gibi, “peygamberlik”, Hz. Muhammed ile son<br />

bulmuştur. Artık ondan sonra kıyamete kadar peygamber gelmeyecektir. Bundan<br />

dolayı, O’nun getirdiği mesaj “son mesaj” olma özelliğine sahiptir. Bu husus<br />

Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır: “<br />

“Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın<br />

resulü ve peygamberlerin sonuncusudur...” (Ahzâb, 33/40).<br />

Durum bu kadar net olmasına rağmen, bazı çevrelerce ortaya atılan, Hz.<br />

Muhammed’den sonra yeni bir peygamber geleceği, onun da yeni bir kitap<br />

getireceği şeklindeki iddi<strong>al</strong>ar, Kur’an’ın bu apaçık hükmünü, Hz. Muhammed’in<br />

“Hâtemü’n-Nebiyyîn” (peygamberlerin sonuncusu) olduğu inancını inkâr etmekten<br />

başka bir anlam taşımamaktadır.<br />

8. Peygamberler, kendilerini “dini tebliğ etme” görevi ile sınırlamamışlar, aynı<br />

zamanda onları açıklama, öğretme, kötülükler konusunda ümmetlerini eğitme<br />

ve kötülüklerden arındırma görevlerini de üstlenmişlerdir. Bu işleri yaparken,<br />

karşılaştıkları bütün olumsuzluklar karşısında dav<strong>al</strong>arından asla taviz<br />

vermemişler, bu uğurda pek çok eza ve sıkıntıya göğüs germişlerdir.<br />

KUR’AN’DA ADI GEÇEN PEYGAMBERLER<br />

Bütün semavi dinler, Hz. Âdem’in ilk insan ve ilk peygamber olduğunda görüş<br />

birliğine varmıştır. İlk peygamber Hz. Âdem olunca, ondan sonra devam eden<br />

insanlık âlemi hiçbir devirde kendi başına bırakılmamış, sürekli olarak doğru yolu<br />

gösteren peygamberlerle desteklenmiştir. Hz. Âdem ile başlayan “peygamberlik<br />

zinciri” son peygamber olan Hz. Muhammed ile sona erdirilmiş, bu ikisi arasında<br />

pek çok peygamber görevlendirilmiştir.<br />

Peygamberlerin sayısı hakkında Kur’an’da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.<br />

Bu husus bir ayette şöyle açıklanmaktadır:<br />

“Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıss<strong>al</strong>arını<br />

anlattıklarımız da var anlatmadıklarımız da.” (Mü’min, 40/78).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5


Peygamberlerin sayısı<br />

hakkında Kuran’da herhangi<br />

bir bilgi bulunmamaktadır.<br />

Sadece bir<br />

hadiste peygamberlerin<br />

sayısının 124.000 olduğu,<br />

bunlardan 315’inin<br />

resul olduğu haber ve-<br />

rilmektedir.<br />

Ulu’l-azm peygamberler:<br />

Hz. Muhammed,<br />

Hz. Nuh, Hz İbrahim, Hz<br />

Musa ve Hz İsa’dır.<br />

Peygamberlere İman<br />

Bir hadiste peygamberlerin sayısının 124.000 olduğu, bunlardan 315 kişinin<br />

resul olarak görevlendirildiği haber verilmektedir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V,<br />

266). Burada inanç bakımından asıl olan şey, Hz.Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar<br />

gönderilmiş olan peygamberlerin hepsine inandım, hepsinin hak ve gerçek olduklarını<br />

kabul ettim denmesidir.<br />

Bununla beraber peygamber olduğu kesin olan 25 kişinin adı Kur’an’da<br />

geçmektedir. Söz konusu peygamberler şunlardır: Hz. Âdem, İdris, Nuh, Hûd, S<strong>al</strong>ih,<br />

Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kub, Yusuf, Şuayb, Harun, Musa, Dâvûd, Süleyman,<br />

Eyyûb, Yunus, Elyesa’, İlyas, Zülkifl, Zekeriyyâ, Yahya, İsa, Muhammed (a.s). Bunlardan<br />

başka Kur’an’da üç isim daha zikredilmiştir. Fakat onların “peygamber mi,<br />

veli mi” oldukları konusunda fikir ayrılığı vardır. Bunlar ise Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn’dir.<br />

PEYGAMBERLİK DERECELERİ<br />

İslam inancına göre bütün peygamberler “nübüvvet” (peygamber olma)<br />

noktasında eşittirler. Bu hususta hiçbirinin diğerine üstünlüğü bulunmamaktadır.<br />

Allah Te<strong>al</strong>a, ar<strong>al</strong>arında ayırım olmaksızın tümüne inanmayı her Müslümana farz<br />

kılmıştır.<br />

Bununla beraber peygamberler, nübüvvet görevlerinin dışında “derece”<br />

bakımından birbirlerinden farklı konumdadırlar. İslam inanç öğretisinde, peygamberlerin<br />

peygamberliklerini tasdik ettikten sonra ar<strong>al</strong>arında derece farklılığının bulunabileceği<br />

kabul edilebilir. Nitekim bir ayette konuyla ilgili olarak:<br />

“İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan<br />

bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiştir...” (Bakara,<br />

2/253).<br />

buyurulmaktadır.<br />

Ayetteki “Allah’ın derecelerle yükselttiği bazı kişiler (peygamberler)” in en<br />

başında elbette ki, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed gelmektedir. Onun, bütün<br />

peygamberler arasında “üstün ve eşsiz bir yeri” bulunmaktadır.<br />

Hz. Peygamber’in dışındaki peygamberler de birbirlerinden derece itibariyle<br />

farklıdırlar. Bunlardan, Hz. Nuh, Hz İbrahim, Hz Musa ve Hz İsa’nın içinde yer<br />

<strong>al</strong>dığı “ülu’l-azm peygamberler”, Peygamber’imizden sonra ön sırada yer <strong>al</strong>ırlarken,<br />

bunlardan sonra resuller, daha sonra da diğer nebiler gelmektedir.<br />

Ulu’l-azm peygamberler demek, <strong>al</strong>dıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk<br />

karşısında herhangi bir yılgınlık ve tereddüt göstermeden Allah’ın dinini insanlara<br />

tebliğ görevini eksiksiz yerine getiren, bütün zorluklara göğüs germede<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6


Mâturîdî ve Eşarî mezhepleri<br />

aslî meselelerde<br />

ittifak h<strong>al</strong>inde olup ar<strong>al</strong>arındaki<br />

ihtilaf detay-<br />

lardadır.<br />

“Allah’tan vahiy <strong>al</strong>mayan<br />

peygamber” olmadığı<br />

gibi “peygamber<br />

olmayan kişiler” için de<br />

“vahiy” asla düşünülemez.<br />

Peygamberlere İman<br />

azim ve sebat gösteren peygamberler demektir. Ulu’l-azm peygamberlerin isminin<br />

geçtiği bir ayette Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:<br />

“O, dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nuh’a tavsiye<br />

ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah<br />

size de din kıldı...” (Şûrâ, 42/13; Ahzâb, 33/7).<br />

Bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır:<br />

“(Ey Muhammed!) O hâlde, yüksek azim sahibi peygamberlerin sabretmesi<br />

gibi sabret, onlar için acele etme.” (Ahkâf, 46/35)<br />

Bunun içindir ki Ehl-i sünnet’in iki önemli ekolü olan Mâturîdî ve Eşarî mezhepleri,<br />

nübüvvet görevinin mahiyetinde (özünde) herhangi bir üstünlüğün (tefâdul)<br />

ve noksanlığın olmadığını, çünkü resul ve nebilerin “ris<strong>al</strong>et” ve “nübüvvet” niteliklerini<br />

veya hâllerini elde etmede “eşit” olduklarını, sadece “şahısları” itibariyle birbirlerine<br />

üstünlüklerinin olduğunu kabul etmişlerdir. Bu konuda hem Eşarîler hem de<br />

Mâturîdîler görüş birliği içindedirler.<br />

PEYGAMBERLİK VE VAHİY<br />

İslam inanç sisteminde nübüvvet ile “vahiy” birbirinden ayrılmayan iki<br />

önemli kavramdır. Biri varsa mutlaka öteki de var demektir. Çünkü İslam inancında,<br />

“Allah’tan vahiy <strong>al</strong>mayan peygamber” düşünülemediği gibi “peygamber olmayan<br />

kişiler” için de “vahiy” asla düşünülemez.<br />

Yüce Allah, kendisine muhatap seçtiği insanlara emir, yasak, hüküm ve<br />

haberlerini, “peygamberler aracılığı” ile bildirmektedir. Bu “bildirme” işlemine “vahiy”<br />

denilmektedir.<br />

Vahiy, sözlükte gizli konuşmak, göndermek, emretmek, işaret etmek, ilham<br />

etmek gibi anlamlara gelmektedir. Din dilinde vahiy ise, mahiyeti bizce tam olarak<br />

bilinemeyen bir yolla Allah Te<strong>al</strong>a’nın dilediği şeyleri peygamberlerine bildirmesi<br />

demektir.<br />

Vahiy, Allah’la peygamberi arasında bir “sır” dır. “Nasıllığını” ancak onu<br />

yaşayan peygamber bilmektedir. Ashap ise, “vahyin geliş şekilleri” ve “Hz. Peygamber’de<br />

meydana getirdiği etkiler” hakkında bilgi sahibidirler.<br />

“K<strong>al</strong>pte beliren bilgi” anlamında olan “ilham” ile vahiy arasında fark vardır.<br />

Vahiy sadece peygambere gelir, bizzat Allah tarafından korunarak “ilahî gözetim ve<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7


Hem dünya hayatı hem<br />

de ahiret için mutlaka<br />

Peygamber’in rehberli-<br />

ğine muhtacız.<br />

Peygamberlere İman<br />

denetim” <strong>al</strong>tında peygambere ulaşır. Kendisine vahiy ulaşan Peygamber, vahyi<br />

<strong>al</strong>ırken bilinci yerindedir. Oysaki peygamber dışındaki Allah’ın sevgili kullarının<br />

k<strong>al</strong>binde beliriveren ilham için “korunmuşluk” garantisi yoktur. Böyle olunca da<br />

ilhamda “yanılma payı” vardır. Üstelik de “bilinç dışı” olarak k<strong>al</strong>pte beliriverir.<br />

Tartışma<br />

•İlham nedir ve ne derece gerçekliğe sahiptir? Siz, ilhama ne kadar<br />

inanıyorsunuz? Konuyu bütün yönleriyle forumda tartışabilirsiniz.<br />

• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “tartışma<br />

forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />

Vahyin mahiyetinin insanlarca bilinemeyişi ve <strong>al</strong>gılanamayışı, “onun gerçekliğini<br />

inkâr etme” sonucunu asla gerektirmez. Çünkü bilimin zirve yaptığı günümüzde,<br />

“varlığı kabul edilen ama net ve bilimsel olarak açıklanamayan” nice olaylar<br />

vardır ki, bunların, varlığı bilimsel olarak açıklanamasa da bir olgu olarak kabul<br />

edilirler.<br />

Allah ile peygamber arasındaki iletişimi sağlayan vahyin farklı şekilleri<br />

vardır. Bunu Yüce Allah bir ayette şöyle açıklamaktadır:<br />

“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur.<br />

Yahut bir elçi gönderip, izniyle dilediğini vahyeder...” (Şûrâ, 42/51).<br />

İNSANLIĞIN PEYGAMBERE OLAN İHTİYACI<br />

İnsanoğlu, akıl, bilinç, idrak, seçme imkânı gibi birtakım yeteneklerle<br />

donatılmış olarak yaratılmasına ve bu yetenekler sayesinde çevresi ve diğer<br />

yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinmesine rağmen söz konusu yetenekler onda<br />

sınırlı ve kendi gücü oranındadır. Gücünü aşan konularda onun elinden tutulması<br />

ve yolunun aydınlatılması gerekmektedir.<br />

Biz insanlar, son derece aciz, muhtaç bilgi ve beceri kapasitesi sınırlı<br />

varlıklarız. Diğer yaratıklara göre çok daha iyi bir konumda olsak bile, birbirimize<br />

hatta diğer varlıklara “muhtaç olma” konusunda sonuç değişmemektedir. Bunun<br />

içindir ki, hayatımız boyunca başk<strong>al</strong>arıyla birlikte yaşama zorunluluğu içinde<br />

bulunmaktayız. Zira hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli imkânları, ancak<br />

başk<strong>al</strong>arı ile beraber elde edebilmekte, tek başımıza başarılı olamamaktayız. Kısaca<br />

başk<strong>al</strong>arının yardımına ve kılavuzluğuna muhtacız.<br />

Dünya hayatı için “başk<strong>al</strong>arının yardımına ve kılavuzluğuna muhtaç” olan<br />

insanın, bu dünyadan sonraki hayat olan ve mutlaka gelecek olan ahiret hayatı için<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8


Peygamberlere İman<br />

“bir yol gösterici ve kılavuza” yani “peygambere” olan ihtiyacı tartışma götürmez<br />

bir gerçektir.<br />

Yarattığı insanın bu yönünü en iyi bilen yüce Allah, hikmetinin, lütuf ve<br />

yardımının bir sonucu olarak insanlara peygamberler göndermiş, onların elinden<br />

tutmuştur.<br />

İşte tüm bu gerçeklere dayanarak diyoruz ki, “insanlığın, peygamberlere ihtiyaç<br />

duym<strong>al</strong>arı” nın sebepleri vardır ve o sebepler de şunlardır:<br />

1. İnsanın Allah’ın varlığını ve birliğini aklıyla anlayabilmesi mümkün olsa da;<br />

a) O’na layık olan sıfatların neler olduğunu bilmesi ve kavraması mümkün<br />

değildir.<br />

b) İnsanoğlu, Allah’a kulluk etmek üzere yaratılmıştır. Peygamber olmadan<br />

O’na nasıl ibadet edileceğinin bilinebilmesi mümkün değildir.<br />

c) Ayrıca, ahiretle ilgili durumların doğru şekilde bilinebilmesi için<br />

peygamberlerin haberine ihtiyaç vardır.<br />

Burada ifade edilenlerin tümünün tek başına insan bilgisi ve insan aklı ile<br />

bilinmesi imkânsız olup Yüce Allah, insanların hem dünya hem de ahiret hakkında<br />

doğru bilgiler edinmelerini sağlamak için onlara peygamberler göndermiştir.<br />

2. Eğer insanlığa peygamber gönderilmemiş olsaydı onlar iyiyi, doğruyu ve güzeli<br />

bulmada, fayd<strong>al</strong>ı ve zararlıyı ayırt etmede ortak paydada buluşamayacaklar ve<br />

bir hayli zorlanacaklardı. Hatta belki bunun için çok uzun zaman harcayacaklar,<br />

harcadıkları bu uzun zaman ve uğraş neticesinde birtakım değer yargılarına<br />

akıllarıyla ulaşs<strong>al</strong>ar bile çoğu zaman bu konuda duygularının, geleneklerinin,<br />

geçici arzu ve isteklerinin baskısı <strong>al</strong>tında k<strong>al</strong>acaklardı. Böylece, yaratılışlarından<br />

gelen birtakım nefsi duyguların etkisiyle “gerçek doğru” ile “pratik yararı”<br />

birbirine karıştıracaklar, isabetli karar veremeyeceklerdi.<br />

İşte bu ve benzeri durumlar göstermektedir ki Allah’ın insanlara “peygamber<br />

göndermesi” rahmetinin bir sonucudur ve insanlık âlemi peygambere<br />

muhtaçtır. Nitekim Allah Te<strong>al</strong>a, bu durumu Peygamber’in şahsında bize şöyle ifade<br />

etmektedir:<br />

“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 21/107).<br />

3. Dünyada evrensel düzlemde genel-geçer bir ilke vardır: Sorumlu tutman için<br />

önce bilgilendirmen gerekir. Bu ifadeyi biraz daha genişletirsek şöyle diyebiliriz.<br />

İnsanın belli işlerle “sorumlu” ve “yükümlü” tutulabilmesi ve bundan dolayı<br />

onlara “ödül” (sevap) ve “ceza” (günah) verilebilmesi için “insanın bilgilendiril-<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9


Peygamberin “peygamber<br />

oluşu” nun ispatı,<br />

“mucize” dir.<br />

Peygamberlere İman<br />

mesine” ihtiyaç vardır. İşte bu bilgilendirmenin gerçekleşmesinde, “peygamber<br />

gönderilmesine” şiddetle ihtiyaç vardır. Böyle yapılmak suretiyle insanların<br />

ahirette “peygamber gönderilmediği için bunlardan habersiz k<strong>al</strong>dık” diye<br />

Allah’a karşı mazeret ileri sürmelerinin peşinen önüne geçilmiş olmaktadır:<br />

Nitekim bu husus Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:<br />

“Biz müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki artık peygamberlerden<br />

sonra insanların, Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın...” (Nisa, 4/165).<br />

Demek ki, peygambere ihtiyaç duyulmasının bir nedeni de “mazeret ileri sürülmesinin<br />

önüne geçmek” olmaktadır.<br />

4. Peygamberler bir yandan “dini rehber” olma özelliğini taşırlarken, bir yandan<br />

da sanat, ticaret, ziraat ve çeşitli meslekleri topluma öğretmek suretiyle medeniyete,<br />

kültüre ve toplums<strong>al</strong> gelişmeye katkıda bulunmuşlardır. Kısaca Onlar<br />

ümmetlerini hem bu dünyada hem de ahirette yüceltip mutlu kılmaya çaba<br />

gösteren kişilerdir.<br />

PEYGAMBER OLAN KİŞİ, PEYGAMBERLİĞİNİN İSPATINI<br />

NE İLE VE NASIL ORTAYA KOYAR? (İSBÂT-I RESÛL)<br />

Peygamberler, insanlara kılavuzluk gibi çok itibarlı ve etkili bir görevi<br />

üstlenmişlerdir. Bu, “onurlu ve itibarlı görev” bir çok insanın iştahını kabartmıştır.<br />

Bu nedenle, “sahte paygamber” (mütenebbî) adını verdiğimiz birtakım insanlar<br />

ortaya çıkmıştır. Hakikî peygamberleri bunlardan ayırabilmek için, “hakiki peygamberlerin<br />

peygamberliğinin ispatı” na ihtiyaç vardır.<br />

Bu konuda ortaya konacak kesin delil “Peygamberin peygamberlik davasında<br />

gösterdiği mucize” dir. O da ya “gaybtan haber verme” gibi bir “olağanüstülüğe”<br />

sahiptir veya “duyu organıyla” bizzat gözlemlenir.<br />

Mucize<br />

Mucizenin Sözlük Ve Terim Anlamı<br />

Sözlükte insanı aciz bırakan, karşı konulamaz, olağanüstü, garip ve tuhaf<br />

şey anlamlarına gelen mucize, terim olarak yüce Allah’ın, peygamberlik iddiasında<br />

bulunan peygamberini “doğrulamak” ve “desteklemek” için yarattığı ve insanların<br />

da “benzerini” getirmekten aciz k<strong>al</strong>dığı “olağanüstü” olay diye tanımlanır. Diğer bir<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10


Mucize, “olağan” ve<br />

“sıradan” bir iş değildir,<br />

“olağanüstü” bir şeydir.<br />

Ama her “olağanüstü”<br />

şey de mucize değildir.<br />

Peygamberlere İman<br />

ifadeyle mucize, “peygamber” olan kişinin “aklın <strong>al</strong>amayacağı bir olayı” Allah’ın<br />

kudreti ile ortaya koyabilmesidir.<br />

Mucizenin Mahiyeti<br />

Mucizenin mahiyetinde tabiat kanunlarının geçerliliğini ve etkilerini kısa ve<br />

geçici bir süre durdurma özelliği mevcuttur. Bu ise, “pozitif bilimler” ile açıklanacak<br />

bir durum değildir. Eğer açıklama mümkün olsaydı, mucize, “harikulâde” olmaktan<br />

çıkar “olağan” bir şey olurdu.<br />

Mucizenin tarifinde yer <strong>al</strong>an “insanların benzerini getirmekten aciz k<strong>al</strong>dığı”<br />

ifadesinde dikkat edilmesi gereken bir nokta şudur:<br />

Peygamber, olağanüstü birtakım işler (mucize) ortaya koyarken, onu<br />

kabullenmeyenler: “Şu şeyi ben yaptım. Eğer bunun sıradan bir iş olduğuna inanıyorsanız<br />

siz de bunun bir benzerini ortaya koyun da görelim” diyerek meydan okur.<br />

İşte, Kur’an’ın benzerini ortaya koyma hususundaki meydan okuma, bu tip bir<br />

meydan okumadır.<br />

Fakat, Peygamber’in insanlara yapmış olduğu bu “meydan okuma” olayında,<br />

“beşer gücünün üstünde” olan bir şey ile “meydan okuma” nın olmaması gerekmektedir.<br />

Örneğin Allah Te<strong>al</strong>a insanlardan “Kur’an’ın bir benzerini getirmelerini”<br />

isterken bu iş, insanların beşer gücünün üstünde bir şey değildi. Zira Arapça onların<br />

ana diliydi ve bu dilde yazıp çizmek hiç de zor bir şey değildi. Nitekim inkârcılar, bu<br />

dilde sıkça şiirler yazarlar, hatta bu konuda yarışmaya girişirler ve edebi değeri çok<br />

yüksek şiirler ortaya koyarlardı. Ama her gün yaptıkları bu “sıradan” şeyi Kur’an’ın<br />

benzerini getirmede yapamazlar ve sinirlerinden çatlayacak hâle gelirlerdi. Hatta<br />

bu, onlar için o kadar zor bir hâl <strong>al</strong>mıştı ki, Kur’an’ın benzerini getirmektense<br />

bundan kat be kat daha zor olan savaşı göze <strong>al</strong>ıyorlardı. İşte mucizenin sırrı burada<br />

yatmaktaydı: Her gün çok kolay bir şekilde yaptıkları bir işi bir türlü yapamamak!<br />

Şu hâlde meydan okuma olayında, “şu dağı k<strong>al</strong>dırın şuraya koyun” veya<br />

“Kur’an’ın Farsça bir benzerini getirin”, “şu ölüyü diriltin” gibi sıradan bir insanın<br />

yapamayacağı türden bir iş söz konusu değildir.<br />

Mucizenin Temel Özellikleri<br />

Bilindiği üzere mucize, “olağan” ve “sıradan” bir iş değildir, aksine “olağanüstü”<br />

bir şeydir. Ama dikkat etmek gerekir ki, her “olağanüstü” şey de mucize<br />

değildir. Öyleyse bir olayın mucize sayılabilmesi için birtakım özelliklere sahip<br />

olması gerekmektedir. Bu özellikleri şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />

1. Olağanüstü olarak ortaya konan bir iş/fiil, “Peygamber’in elinde” ortaya çıkıyormuş<br />

gibi görünse de aslında o iş/fiil Peygamber’in ortaya koyduğu bir fiil<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11


Kur’anda, geçmiş peygamberlere<br />

ait pek çok<br />

mucize vardır.<br />

Peygamberlere İman<br />

değil, Allah’ın fiilidir. Öyleyse yapılan fiilin peygambere dayandırılarak failinin<br />

peygamber olarak gösterilmesi ve “peygamber mucizesi” denilmesi, “mucizenin<br />

onun aracılığıyla olması” sebebiyledir.<br />

2. Mucize sadece “gerçekten peygamber” olan kişilerde meydana gelir.<br />

Peygamber olmayan birinin gösterdiği “olağanüstü” şeylere asla mucize<br />

denilemez.<br />

3. Mucize tabiat kanunlarına aykırı bir olaydır ama her “tabiat kanunlarına aykırı<br />

olan olay” mucize değildir.<br />

4. Mucize, mutlaka “peygamberlik iddiası” ile birlikte bulunm<strong>al</strong>ı, ne önce ne de<br />

sonra olm<strong>al</strong>ıdır.<br />

5. Mucize, peygamberin isteği olan cümleye uygun olm<strong>al</strong>ı başka olmam<strong>al</strong>ıdır.<br />

Örneğin, “dağı yerinden k<strong>al</strong>dıracağım” diyen birisinin denizi yarması mucize<br />

sayılmaz.<br />

Kur’an-ı Kerim’de Mucize<br />

Kur’an’da mucize terimi kullanılmaz, bunun yerine “ayet”, “beyyine” ve<br />

“burhan” gibi kavramlar geçer.<br />

Kur’an-ı Kerim’de geçmiş Peygamberlere ait bazı mucizelerden söz<br />

edilmektedir. Bunların en meşhurları şunlardır:<br />

1. Hz. İbrahim’in, Bâbil hükümdarı Nemrut tarafından ateşe atılması ve Allah’ın<br />

“Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol” (Enbiya, 21/58-69).<br />

emrine ateşin uyarak onu yakmaması.<br />

2. Hz. S<strong>al</strong>ih’in, Semûd kavminin isteği üzerine bir deve getirmesi, Semûd kavminin<br />

azarak deveyi kesmesi, buna karşılık yüce Allah’ın müthiş bir deprem ile onları<br />

yok etmesi (Şuara, 26/141-158).<br />

3. Hz. Yakub’un oğlu Yusuf’un gömleğini kör olan gözüne sürmesi sonucu<br />

gözlerinin açılması (Yusuf, 12/92-96).<br />

4. Hz. Musa’nın;<br />

a) Elindeki asanın yılan hâline gelmesi (Tâhâ, 20/17-21),<br />

b) Elini koynuna sokup çıkardığında elinin müthiş bir şekilde parıldaması (yedi<br />

beyzâ) (Tâhâ, 20/22; Neml, 27/12; Kasas, 28/32),<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12


Mucize sadece peygamberde,<br />

diğer olağan<br />

üstü hâller ise peygamber<br />

olmayan kişilerde<br />

görülür.<br />

Peygamberlere İman<br />

c) Asasının, Firavun’un huzurundaki sihirbazların ip ve sop<strong>al</strong>arını yutuvermesi<br />

(Tâhâ, 20/65-70),<br />

d) Asasını denize vurunca denizin yarılıp İsrailoğullarının açılan 12 farklı<br />

yoldan geçmesi, Firavun ve ordusu geçeceği sırada denizin tekrar kapanıp<br />

onları boğması (Şuara, 26/61-66),<br />

5. Hz. Süleyman’ın “hüdhüd” isimli bir kuşla konuşması (Neml, 27/20-28),<br />

karıncanın, onun sözünü anlaması (Neml, 27/18-19),<br />

6. Hz. İsa’nın Allah’ın izniyle çamurdan kuş yapıp onu üflediği zaman canlı h<strong>al</strong>e<br />

gelip uçması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körü ve <strong>al</strong>aca hast<strong>al</strong>ığına<br />

yak<strong>al</strong>anmış kimseyi iyileştirmesi (Mâide, 5/110), havarilerin isteği üzerine<br />

gökten bir sofra indirmesi (Mâide, 5/114-115).<br />

Mucize Dışındaki Olağanüstü Hâller<br />

1. İrhâs: Peygamber olacak şahsın, “henüz peygamber olmadan önce” gösterdiği<br />

olağanüstü durumlardır. Hz. İsa’nın beşikte iken konuşması gibi (Mâide, 5/110-<br />

115).<br />

2. Keramet: Peygamber’e gönülden bağlı olan ve ona titizlikle uyan “veli” kulların<br />

gösterdikleri olağanüstü hâllerdir.<br />

3. Meûnet: Yüce Allah’ın “veli olmayan” bir Müslüman kulunu, darda k<strong>al</strong>dığı veya<br />

sıkıntıya düştüğü zaman, olağanüstü bir şekilde bu darlık ve sıkıntıdan<br />

kurtarma hâlleridir.<br />

4. İstidrac: Kâfir ve günahkâr kişilerden, “arzu ve isteklerine uygun” olarak<br />

meydana gelen olağanüstü olaylardır.<br />

5. İhanet: Kâfir ve günahkâr kişilerden, “arzu ve isteklerine aykırı” olarak<br />

meydana gelen olaylardır. Mesela, “peygamberlik taslayan” inkârcı<br />

Müseylime’nin, tek gözü kör olan bir adama, iyi olsun diye dua etmesi üzerine<br />

adamın öbür gözünün de kör olması gibi.<br />

Mucize İle Diğer Olağanüstü Hâller Arasındaki Farklar<br />

“Olağanüstü” olma açısından mucize dışındaki olağanüstü hâller her ne kadar<br />

mucizeye benzeseler de aslında ar<strong>al</strong>arında büyük farklar vardır. Bu farkları<br />

şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz:<br />

Mucize, ancak “peygamberlik görevini üstlenmiş” bir peygamberde meydana<br />

gelir. “Mucize dışındaki olağanüstü hâller” ise, peygamber olmayan kişilerde<br />

de görülebilir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13


Peygamberlerde üç tür<br />

sıfat vardır: 1. Bulunması<br />

mümkün olanlar,<br />

2. Bulunması imkânsız<br />

olanlar, 3. Bulunması<br />

zorunlu olanlar.<br />

Peygamberlere İman<br />

Mucizede peygamberin “meydan okuması” vardır. Oysaki mucize dışındaki<br />

olağanüstü hâllerde meydan okuma söz konusu değildir.<br />

Mucize taklit edilemezken, diğer olağanüstü hâller taklit edilebilir.<br />

PEYGAMBERLERİN SIFATLARI<br />

İslam inanç sisteminde peygamberlerin sıfatları (nitelikleri) konusu üç<br />

noktada ele <strong>al</strong>ınmaktadır:<br />

1. Peygamberlerde bulunması mümkün olan sıfatlar,<br />

2. Peygamberlerde bulunması zorunlu olan sıfatlar,<br />

3. Peygamberlerde bulunmaması gereken sıfatlar.<br />

Peygamberlerde Bulunması Mümkün Olan Sıfatlar<br />

Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde, özellikle müşriklerin pek çok itirazlarına<br />

karşılık olarak vurgulandığı gibi peygamberlerde bulunması mümkün olan sıfatlar<br />

şunlardır:<br />

Peygamberler de bizim gibi beşerdirler. (İbrahim, 14/11; Kehf,<br />

18/110; Yasin, 36/15; Fussilet, 41/6)<br />

Onlar da diğer insanlar gibi oturup k<strong>al</strong>kar, yiyip içerler, gezerler,<br />

(Müminûn, 23/33; Furkan, 25/27)<br />

Evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar, hast<strong>al</strong>anır ve ölürler. (Enbiya,<br />

21/34; Zümer, 39/30) “İlahi emir ve yasaklara ve ilahî yükümlülüklere<br />

muhatap olma” konusunda peygamberler ile diğer insanların<br />

hiçbir farkı yoktur. En sıradan insanın “emir”, “yasak” ve “yükümlülük”<br />

konusunda yapması gereken ne ise peygamberlerin de odur.<br />

Hatta belki peygamberlerin fazlası bile vardır. Örneğin, teheccüd<br />

namazı gibi peygamberlere vacip olup da bizlere vacip olmayan<br />

birtakım vecibeler vardır. Bunun içindir ki onlar her hareketleriyle,<br />

“kendilerini Allah’ın insanlar için seçtiği birer kul ve elçi” ve “davranışlarına<br />

çekidüzen vermek için insanların kendilerine baktığı birer<br />

örnek” olduklarının bilinci içindedirler. Bu bilincin vermiş olduğu<br />

görevle onlar, darlıkta, fakirlikte ve sıkıntıdayken bile Allah’a<br />

şükrederler. İşte bu ve benzeri bütün özelliklere, “peygamberler<br />

hakkında düşünülmesi mümkün olan özellikler” denilmektedir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14


Bütün insanlara sataşan<br />

şeytanın peygamberlere<br />

“sataşması” müm-<br />

kün değildir.<br />

Peygamberler de, ancak<br />

Allah’ın “vahiy ile bildirdikleri”<br />

oranda gayba<br />

ilişkin bilgilerden ha-<br />

berdar olmaktadırlar.<br />

Peygamberlere İman<br />

Peygamberlerde Bulunmaması Gereken Sıfatlar<br />

Peygamber olan kişilerde, esas gaye olan “tebliğ” ve “davet” görevine<br />

zarar getiren, insanların genel nefretini uyandıran her şey veya her durum, “peygamberlerde<br />

bulunmaması” gereken hususlardır. Buna, “cüzzam” ve “delilik” gibi<br />

hast<strong>al</strong>ıklar, “sağırlık”, “körlük” ve “uzun müddet baygın hâlde olma” gibi durumlar<br />

örnek olarak verilebilir.<br />

Burada hemen şunu hatırlatmak gerekir ki, Yakup peygamberin gözlerine<br />

inen “perde” bu türden bir nitelik olmayıp “belli bir müddet içinde olan ve kısa bir<br />

müddet içinde olağanüstü bir şekilde düzelen” gelip geçici bir durumdur. Benzer<br />

şekilde Şuayb peygamberin kör olduğuna dair söylenen sözler hiçbir şekilde sabit<br />

değildir. Eyyûb peygamberin hast<strong>al</strong>ığı da cilt <strong>al</strong>tında meydana gelen bir sızıdan<br />

ibarettir. “Nefreti gerektirecek” derecede yar<strong>al</strong>arının olduğuna dair hikâyelerin aslı<br />

ve esası yoktur.<br />

Bütün insanlara sataşan şeytanın onlara “sataşması” (tas<strong>al</strong>lutu) mümkün<br />

değildir. Bu bağlamda Hz. Âdem’e gelen “vesvese” nin, şeytanın “k<strong>al</strong>be girmek”<br />

suretiyle değil de, belki “özel bir şekle bürünmek” suretiyle ortaya konulmuş olan<br />

bir vesvese olduğunu söylemek gerekir. Çünkü peygamberlerin k<strong>al</strong>pleri, şeytanin<br />

“eğlence yeri” yaptığı bir k<strong>al</strong>p değildir. Y<strong>al</strong>nız burada şunun <strong>al</strong>tını çizmek<br />

gerekmektedir. “Şeytanın sataşması” sonucu Hz. Âdem’in yasaklanan ağaçtan yemesi,<br />

cennette peygamber olmadan önce meydana gelmiş bir durumdur.<br />

Ayrıca peygamberlerde “haset etmek”, “içi dışına uymamak” gibi kötü<br />

huyların hiçbiri bulunamaz.<br />

Peygamberlerde “harikulade hadiseler gösterme” ve “özel nimetlere sahip<br />

olma” gibi birtakım özellikler, kesinlikle onların “zati/asli” özellikleri değildir.<br />

Örneğin herkesin bildiği gibi “mucize gösterme” eylemi hiçbir insanın kendi başına<br />

gücünün yetemeyeceği bir iştir. Peygamberler de “insan” olduklarından, onların da<br />

Allah’tan bağımsız olarak “kendi başlarına” mucize göstermelerine olanak yoktur.<br />

Şu hâlde, eğer bir peygamberden mucize meydana gelecekse, bunu peygamber’in<br />

“Allah’ın emri ve izni” ile ve “Allah’ın fiili” olarak gerçekleştirmesi gerekir. Bunun<br />

içindir ki, tarihte peygamberin mucizesine bakarak “peygamberin tabiatı ve mahiyeti”<br />

hakkında yanlış kanaate varanlar olmuştur. Buna Kur’an-ı Kerim’de şöyle<br />

temas edilmektedir:<br />

“Onlar bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana inanmayacağız.<br />

Veya senin hurma bahçen üzüm bağın olm<strong>al</strong>ı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar<br />

akıtm<strong>al</strong>ısın. Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli<br />

ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya <strong>al</strong>tın bir evin olm<strong>al</strong>ı<br />

yahut göğe yükselmelisin. Ama (şunu da asla unutma ki) bize, okuyacağımız bir<br />

kitap (oradan) indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayacağız dediler.<br />

De ki: Fesuphan<strong>al</strong>lah! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?<br />

(ki bunları benden istiyorsunuz.)” (İsrâ, 17/90-93).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15


Peygamberlerin,<br />

“kasten” değil de<br />

“yanılarak” beşer<br />

oluşları icabı “küçük<br />

günah” işledikleri<br />

söz konusudur. Bunlara<br />

“zelle” denilmektedir.<br />

Peygamberlere İman<br />

Öte yandan peygamberlerin “gayba ilişkin verdiği haberler” de ancak “Allah’ın<br />

onlara bildirmesi” ile mümkün olan bir durumdur. Zira nasıl ki<br />

peygamberlerde bulunan “vahiy <strong>al</strong>ma” ve “nübüvvet ile görevlendirilme” özellikleri<br />

“akletme”, “görme”, “işitme” ve “duyma” özellikleri gibi insanda bulunan “zati” bir<br />

özellik değilse, “gaybı bilmek” de peygamberlerin “zati” özelliklerinden değildir.<br />

Demek ki Peygamberler, y<strong>al</strong>nızca Allah’ın “vahiy ile bildirdikleri” oranda<br />

gayba ilişkin bilgilerden haberdar olmakta, bunun dışındaki gaybî hususları<br />

bilememektedirler. Bunun içindir ki, “peygamberlerin gaybı bildiklerine” inanmak<br />

yanlıştır. Zira böyle bir inanç açıkça şu ayete aykırıdır:<br />

“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilemez” (Neml,<br />

27/65).<br />

Öyleyse peygamberlerin “gaybı bilmeme” özellikleri, peygamberlik makamına<br />

eksiklik getiren bir özellik değildir. Çünkü “gaybı bilmek” tamamen Allah’ın<br />

katında olan bir iştir. Peygamber, “Allah’ın rıza gösterdiği ölçüde” gayba ilişkin<br />

haber verebilir. Nitekim bu hususu Allah Te<strong>al</strong>a şöyle dikkatlere sunmaktadır:<br />

“Gaybı bilen Allah, kimseyi gayb hakkında bilgilendirmez. Ancak peygamberlerden<br />

bildirmek istediği kişiler bunun dışındadır.” (Cin, 72/26-27).<br />

Son olarak şunu da vurgulamak gerekir ki hiçbir peygamber, Allah<br />

dilemedikçe herhangi bir kimseye veya kavme “azap” indiremez veya “helak mucizesi”<br />

gösteremez. Aynı şekilde yine hiçbir kimseyi “imtiyaz” ve “üstünlük sahibi”<br />

kılamaz.<br />

Peygamberlerde Bulunması Zorunlu Olan Sıfatlar<br />

Her peygamberde insan olmanın ötesinde birtakım sıfatların bulunması<br />

gerekli ve zorunludur. Bunlara İslam inancında “peygamberler için vacip olan<br />

sıfatlar” denilmektedir. Bu sıfatlar şunlardır:<br />

1) Sıdk: “Doğru olmak” demektir. Her peygamber doğru sözlü ve dürüst bir<br />

insandır. Onlar asla y<strong>al</strong>an söylemez ve insanları <strong>al</strong>datmazlar. Eğer böyle yapacak<br />

ols<strong>al</strong>ardı, kendilerine inanan kişilerin “güven duygusu” nu kaybetmiş olurlardı. Bu<br />

ise, “peygamber göndermedeki gaye ve hikmet” in gerçekleşmemiş olması<br />

demektir.<br />

Sıdkın karşıtı olan “y<strong>al</strong>an söylemek” (kizb), peygamberler hakkında<br />

düşünülemez. Bütün peygamberler peygamberlikten “önce” de “sonra” da y<strong>al</strong>an<br />

söylememişlerdir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16


Peygamberlere İman<br />

2) Emanet: “Güvenilir olmak” demektir. Bir önceki sıfatın zorunlu bir<br />

sonucu olan bu sıfatla, “peygamberlerin hepsinin emin ve güvenilir kişiler oldukları”<br />

vurgulanmaktadır. Bunun içindir ki “emanet” sıfatına sahip olan bütün<br />

peygamberler, kendilerine verilmiş olan hiçbir emanete asla hainlik etmez, onları<br />

büyük bir dikkat ve titizlikle korumaya ç<strong>al</strong>ışırlar. Bu konuda bir ayette şöyle<br />

buyrulmaktadır:<br />

“Bir peygamber için emanete hıyanet yaraşmaz...” (Âl-i İmran 3/161).<br />

Emanet sıfatının karşıtı olan “hıyanet”, onlar hakkında düşünülmesi<br />

olanaksız olan bir sıfattır.<br />

3) İsmet: “Günah işlememek, günahtan korunmuş olmak” demektir.<br />

Peygamberler, hayatlarının hiçbir devresinde “şirk ve küfür sayılabilecek” bir<br />

günahı işlemedikleri gibi özellikle “peygamberlikten sonraki” hayatlarında “kasten”<br />

büyük ve küçük günah işlememişlerdir. Onların “kasten” değil de “yanılarak” “küçük<br />

günah” işlemeleri söz konusudur. Bunlara “zelle” denilmektedir. Hz. Âdem’in<br />

cennette şeytanın sözüne uyması, Hz. Musa’nın bir Kıpti’ye vurarak onun ölümüne<br />

sebep olması, Hz. Yunus’un Allah’ın izni olmadan kavmini tek etmesi gibi olaylar bu<br />

tür zellelere örnek verilebilir.<br />

İsmetin karşıtı “masıyet” (günah işlemek) tir ve Allah masıyetten onları<br />

korumuştur. Peygamberler örnek ve önder kişiler oldukları için, “konumlarını zedeleyecek”<br />

tutum ve davranışlardan da uzaktırlar.<br />

4) Fetânet: “Peygamberlerin akıllı, zeki ve uyanık olm<strong>al</strong>arı” demektir.<br />

Peygamberler zeki ve akıllı olmas<strong>al</strong>ardı hitap ettikleri kişileri ikna edemezler,<br />

toplums<strong>al</strong> dönüşümü sağlayamazlardı.<br />

Fetanet sıfatının karşıtı olan “ahmaklık”, peygamberlik ile asla<br />

bağdaşmayan bir özelliktir.<br />

5) Tebliğ: “Peygamberlerin Allah’tan <strong>al</strong>dıkları buyrukları ve yasakları ümmetlerine<br />

eksiksiz olarak iletmeleri” demektir. Bu konuda Allah Te<strong>al</strong>a Kur’an’da<br />

şöyle buyurmaktadır:<br />

“Ey peygamber, rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah’ın<br />

elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.” (Mâide, 5/67).<br />

Tebliğin karşıtı olan “gizlemek” (kitmân) sıfatı, peygamberler hakkında<br />

düşünülemez.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17


Peygamberlere İman<br />

“peyâmber” kelimesinin dilimize uyarlanmış şeklidir. Peyâmber veya<br />

peygamber “haberci / haber taşıyan kişi”, “elçi” gibi anlamlara gelmektedir.<br />

•Dini terim olarak peygamber, Allah’ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle<br />

şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği<br />

elçi şeklinde tanımlanmaktadır.<br />

•Peygamberler hakkında islam’ın genel öğretisini şu şekilde özetlemek<br />

mümkündür: Bütün peygamberlerin peygamber olduğuna inananmak,<br />

peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmetin bulunmamadığına<br />

inanmak, peygamberlik görevinin, tamamen Allah vergisi olduğunu kabul<br />

etmek, onları sadece “Allah’ın elçisi” ve “kulu” saymak, Allah’ın izni olmadan<br />

hiçbir kimseye “fayda sağlama” veya “zararı giderme” güçlerinin olmadığına<br />

inanmak, Allah’ın bildirdikleri dışında gaybı bilemeyeceklerini kabul etmek,<br />

Peygamberliğin Hz. Muhammed ile son bulduğuna inanmak.<br />

•İslam inancına göre bütün peygamberler “nübüvvet” (peygamber olma)<br />

noktasında eşit, “derece” bakımından ise birbirlerinden farklıdırlar. Hz.<br />

Peygamber’in dışındaki Peygamberler de birbirlerinden derece itibariyle<br />

farklıdırlar. Bunlardan, Hz. Nuh, Hz İbrahim, Hz Musa ve Hz İsa’nın içinde<br />

yer <strong>al</strong>dığı “Ülü’l-azm peygamberler”, Peygamber’imizden sonra ön sırada<br />

yer <strong>al</strong>ırlarken, bunlardan sonra resuller, daha sonra da diğer nebiler bu<br />

dereceyi izlemektedirler.<br />

•İslam inanç sisteminde “nübüvvet” (peygamberlik) ile “vahiy” birbirinden<br />

ayrılmayan iki önemli kavramdır. Biri varsa mutlaka öteki de var demektir.<br />

•Bizler, son derece aciz, muhtaç bilgi ve beceri kapasitesi sınırlı olan<br />

yaratıklarız. Dünya hayatı için “başk<strong>al</strong>arının yardımına ve kılavuzluğuna<br />

muhtaç” olan insanın, bu dünyadan sonraki hayat olan ve mutlaka<br />

gelecek bulunan ahiret hayatı için “gerçek bir yol gösterici ve kılavuza”<br />

yani “peygambere” olan ihtiyacı tartışma götürmez bir gerçektir.<br />

Peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu ispat, ancak “içinde hiç<br />

şüphe taşımayan kesin bir delil” ile mümkün olup bu delil de mucizedir.<br />

Sözlükte “insanı aciz bırakan, karşı konulamaz, olağanüstü, garip ve tuhaf<br />

şey” anlamlarına gelen mucize, terim olarak yüce Allah’ın, peygamberlik<br />

iddiasında bulunan peygamberini “doğrulamak” ve “desteklemek” için<br />

yarattığı ve insanların da “benzerini” getirmekten aciz k<strong>al</strong>dığı<br />

“olağanüstü” olay diye tanımlanır.<br />

•Kur’an’da mucize terimi yerine çoğunlukla “ayet”, “beyyine” ve “burhan”<br />

gibi kavramlar kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de geçmiş Peygamberlere ait bazı<br />

mucizelerden söz edilmektedir.<br />

Özet •Türkçemizde yer <strong>al</strong>an peygamber kelimesi, Farsçadaki karşılığı olan<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18


Özet<br />

Peygamberlere İman<br />

Ödev<br />

•Mucize dışındaki olağanüstü hâller, her ne kadar mucizeye<br />

benzeseler de aslında ar<strong>al</strong>arında büyük farklar vardır. Diğer<br />

olağanüstü hâlleri şöyle sır<strong>al</strong>ayabiliriz: Keramet, irhas, meunet,<br />

istidraç ve ihanettir.<br />

•İslam inanç sisteminde peygamberlerin sıfatlarını: 1)<br />

Peygamberlerde bulunması caiz olan sıfatlar, 2) Peygamberlerde<br />

bulunması caiz olmayan sıfatlar, 3) Peygamberlerde bulunması<br />

zorunlu olan sıfatlar şeklinde sınıflandırmak mümkündür.<br />

• Diğer bilim d<strong>al</strong>larından da istifade ederek<br />

günümüzde insanlığın peygamberlere ve<br />

peygamberlerin getirdikleri öğretilere ne kadar<br />

muhtaç olduğunu araştırınız ve iki yüz kelimeyi<br />

aşmayacak şekilde yazınız.<br />

• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı<br />

<strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19


Değerlendirme sorularını<br />

sistemde ilgili ünite<br />

başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an<br />

“bölüm sonu testi” bölümünde<br />

etkileşimli<br />

olarak<br />

cevaplayabilirsiniz.<br />

Peygamberlere İman<br />

DEĞERLENDİRME SORULARI<br />

1. Aşağıdaki isimlerden hangisinin peygamber olduğu hakkında ihtilaf yoktur?<br />

a) Lokman<br />

b) Elyesa<br />

c) Üzeyir<br />

d) Zülkarneyn<br />

e) Hızır<br />

2. Peygamber olacak şahsın henüz peygamber olmazdan önce gösterdiği olağanüstü<br />

durumlara ne ad verilir?<br />

a) Keramet<br />

b) Meunet<br />

c) İrhas<br />

d) İhanet<br />

e) Mucize<br />

3. Aşağıdaki adı geçen peygamberlerden hangisinin adı Kur’an’da geçmez?<br />

a) Hz. Zülkifl<br />

b) Hz. Elyesa<br />

c) Hz. Şit<br />

d) Hz. Üzeyir<br />

e) Hz. Hızır<br />

4. Aşağıdakilerden hangisi mucizenin özelliklerinden değildir?<br />

a) Mucize göstermek tamamıyla Peygamber’in inisiyatifindedir ve Peygamber’e<br />

aittir.<br />

b) Mucizede Peygamber’in meydan okuması vardır.<br />

c) Mucize taklit edilemez özellik arz eder.<br />

d) Mucize sadece Peygamber’de meydana gelir.<br />

e) Mucize gerçekte Allah’ın bir fiilidir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20


Peygamberlere İman<br />

5. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an-ı Kerim’de mucizenin yerine kullanılan kelime<br />

dizisidir?<br />

a) Ayet/Beyyine/İrhas<br />

b) Ayet/Hüccet/Keramet<br />

c) Beyyine/Hüccet/Sultan<br />

d) Ayet/Beyyine/Burhan<br />

e) Ayet/Hüccet/İrhas<br />

Cevap Anahtarı :<br />

1.b 2.c 3.e 4.a 5.d<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21


Peygamberlere İman<br />

YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAY-<br />

NAKLAR<br />

1. Akseki, Ahmet Hamdi. (tsz, 21. Baskı). İslam Dini. Ankara.<br />

2. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber.<br />

Beyrut.<br />

3. Askerî, Ebû Hil<strong>al</strong>. (2006). el-Furuk fi’l-Luğa. Tahk Cemâl Abdulğanî Mudğamiş.<br />

Beyrut.<br />

4. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara. Gonca<br />

Yayınevi.<br />

5. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972). Muvazzah İlm-i Kelam. İstanbul.<br />

6. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî. Tahk. Mustafa Dîb el-<br />

Buğa. Beyrut.<br />

7. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Terc. Mehmet Yolcu, Hüseyin Altın<strong>al</strong>an.<br />

İstanbul: Madve Yay.<br />

8. Cevherî, İsmâil b. Hammâd. (tsz.). es-Sıhah Tâcu’l-Luğat ve Sıhahi’l-Arabiyye.<br />

Tahk. Ahmed Abdulğafûr, Nşr. Hasan Şerbetli. Mısır.<br />

9. Diyanet. (1998). Diyanet İlmih<strong>al</strong>i. İstanbul.<br />

10. Ferâhidî, Ebû Abdirrahmân el-H<strong>al</strong>îl b. Ahmet. (1988). Kitâbu’l-Ayn. Tahk. Dr.<br />

Mehdî el-Mahzûmî-Dr. İbrâhim es-Semerâî, Beyrut.<br />

11. Gölcük, Şerafettinş. (1997). Bakıllani ve İnsanın Fiilleri. Ankara. Türkiye Diyanet<br />

Vakfı Yayınları.<br />

12. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman. (1988). Kelam. Konya.<br />

13. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988). Lisânu’l-<br />

Arab. Beyrut.<br />

14. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta. Tahk. Muhammed Fuad<br />

Abdulbaki. Mısır.<br />

15. Mâturîdî, Ebû Mansûr, Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.).<br />

Kitâbu’t-Tevhîd. Tahk. Fethullah Huleyf. Mısır.<br />

16. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh. Beyrut.<br />

17. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille. Nşr.<br />

Hüseyin Atay. Ankara.<br />

18. Tahânevî, Muhammed A’la b. Ali. (1862). Keşşâf-u Istılâhâti’l-Fünûn. Tash. el-<br />

Mevlevî Muhammed Vecîh, el-Mevlevî Abdu’l-Hak, el-Mevlevî Ğulam Kadir.<br />

K<strong>al</strong>küta.<br />

19. Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir-Yavuz, Şevki-Çelebi, İlyas. (2009). İslam’da İnanç Esasları. İstanbul.<br />

20. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’ân Dili. İstanbul.<br />

21. Yüksel, Emrullah. (2005). Sistematik Kelam. İstanbul.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22


İÇİNDEKİLER<br />

HEDEFLER<br />

SON PEYGAMBER HZ.<br />

MUHAMMED<br />

• Hz. Muhammed’in Peygamberliğine<br />

İman<br />

• Hz Muhammed'in Peygamberliğinin<br />

İspatı ve Mucizeleri<br />

• Hz. Muhammed’in Geçmiş İlahi<br />

Kitaplarda Müjdelenmiş Oluşu<br />

• Hz. Muhammed’in Son Peygamber<br />

Oluşu<br />

• Hz. Muhammed'in Peygamberler<br />

Arasındaki Yeri<br />

• Bu üniteyi ç<strong>al</strong>ıştıktan sonra<br />

• Hz. Muhammed’in son peygamber oluşunun<br />

delillerini öğrenebilecek<br />

• Onun mucizelerini tanıyabilecek<br />

• Hz. Muhammed’in diğer peygamberler tarafından<br />

müjdelenmiş olduğunu öğrenebilecek<br />

• peygamberler arasındaki yerini kavrayabilecek<br />

• Hz. Muhammed’in şahsında peygamberliğin<br />

islam’daki konumuna dair bilgi edinmiş olacaksınız.<br />

İSLAM İNANÇ<br />

ESASLARI<br />

<strong>ÜNİTE</strong><br />

8


Hz. Muhammed’in<br />

peygamberliğine iman<br />

etmek zorunludur.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

GİRİŞ<br />

Kur'an-ı Kerim incelendiğinde, insanlık tarihinin başlangıcından günümüze<br />

kadar dinsiz bir toplumun bulunmadığı, onları ilahî hakikatlerden haberdar edecek<br />

uyarıcıların ve yol göstericilerin gönderildiği ve bu uyarıcıların tarihin bütün<br />

dönemlerinde var olageldiği, Allah'a inananlarla birlikte, yozlaşma veya fıtrî<br />

ihtilaflardan dolayı inanmayanların da bulunduğu görülmektedir. “Şahadet-i<br />

amme” denilen insanlığın ortak kabul ve gözlemi de bu doğrultudadır. Tarih içinde<br />

Allah insanlara pek çok peygamber göndermiş ve Hz. Muhammed ile peygamberlik<br />

h<strong>al</strong>kası tamamlanmıştır.<br />

İslam inancının temel konularından biri de peygamberlere ve Hz.<br />

Muhammed’in peygamberliğine imandır. Bu itibarla İslam inançları noktasında<br />

peygamberliğe ve peygamberlere iman içerisinde Hz. Muhammed’ın peygamberliği<br />

merkezi bir konum işg<strong>al</strong> eder.<br />

HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNE İMAN<br />

Allah’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Muhammed peygamberlik<br />

h<strong>al</strong>kası içerisinde en son basamağı işg<strong>al</strong> eder. O, Allah’ın kulu ve elçisidir. Hz.<br />

Muhammed’in peygamberliğine iman etmek, onun son peygamber olduğunu kabul<br />

ve tasdik etmek, İslam’daki peygamberlik inancının bir gereğidir. İslam inancının<br />

esaslarından biri olan peygamberlere iman, aynı zamanda Hz. Muhammed’in<br />

peygamber olduğuna iman etmeyi de içerir. Dinî terimiyle söylenecek olursa, Hz.<br />

Muhammed’e iman etmek farz olan bir husustur. Zira Allah Kur’an’da kendine ve<br />

son peygamberi olan Hz. Muhammed’e iman edilmesini açıkça emretmiştir:<br />

“Ey insanlar! Allah'a ve peygamberine inanın; sizi varis kıldığı şeylerden<br />

sarf edin; aranızdan, inanıp da sarf eden kimselere büyük ecir vardır” (Hadid,<br />

57/7).<br />

Kur'an-ı Kerim Allah'a ve bütün peygamberlere iman etmenin gerekliliğini<br />

vurgulamış ve Allah'ı, meleklerini, kitaplarını ve peygamberlerini reddedenlerin<br />

büyük bir hüsranda olduklarını açıkça ifade etmiştir. Bu ayetlerde ortaya konulan<br />

gerçek, Allah'a ve Resulü’ne iman edilmesidir. Bu itibarla Allah'a ve O’nun son<br />

peygamberi Hz. Muhammed’in Allah’tan <strong>al</strong>ıp getirdiği her şeye iman etmek inanan<br />

kimselere yöneltilmiş bir emirdir:<br />

Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve torunlarına<br />

indirilene, rableri tarafından Musa, İsa ve peygamberlere verilene inandık, onları<br />

birbirinden ayırt etmeyiz; biz O’na teslim olanlarız. (Al-i İmran, 3/84)<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2


Peygamberlere iman<br />

etmek, aynı zamanda<br />

Hz. Muhammed’in<br />

peygamberliğine iman<br />

etmeyi gerektirir.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

“Ey İnananlar! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve<br />

daha önce indirdiği kitaba inanmakta sebat gösterin. Kim Allah'ı, meleklerini,<br />

kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir<br />

sapıklığa sapmıştır” (Nisa, 4/136).<br />

Bu ayet özellikle münafıklar ve müşrikler hakkında nazil olmasına rağmen<br />

genelde bütün insanların Allah'a ve peygamberlerine iman etmelerine daveti içerir<br />

ve nübüvvete imanın İslam prensiplerinden olduğunu ortaya koyar. Kur’an<br />

peygamberlere sathi bir şekilde değil, bütün benliği ile imanı öngörmüştür. Bunu<br />

dikkate <strong>al</strong>an İslam âlimleri taklidi iman ile inanmayı, özel durumlarda caiz<br />

görmüşler, genel ilkenin düşünerek ve onların getirdiği prensipleri kabul ederek<br />

tahkiki bir şekilde iman etme olduğunu ortaya koymuşlardır.<br />

Bir başka ayette de inkârcıların, özellikle ahiretin varlığını inkâr edenlerin<br />

durumu anlatılırken Allah’a ve peygamberi Hz. Muhammed’e iman vurgulanmıştır:<br />

“İnkâr edenler, tekrar dirilmeyeceklerini ileri sürerler. De ki: “Evet; rabbime<br />

and olsun ki, şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra, yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu,<br />

Allah’a kolaydır. Öyleyse Allah'a, peygamberine ve indirdiğimiz nura, Kur’an'a<br />

inanın; Allah işlediklerinizden haberdardır” (Teğâbun, 64/8).<br />

Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddetmek, ona iman etmemek inkâr<br />

olarak nitelendirilmiş ve böyle kimseler büyük bir azapla tehdit edilmiştir:<br />

“Allah'a ve peygamberine kim inanmamışsa bilsin ki, şüphesiz Biz,<br />

inkârcılar için çılgın <strong>al</strong>evli cehennemi hazırlamışızdır”(Fetih, 48/13).<br />

Yine Kur’an-i Kerim’e göre Allah’ın gönderdiği peygamberler arasında bir<br />

ayırım olamaz. Peygamberlerin tümüne inanmak imanın temel şartlarındandır.<br />

“Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerinin arasını<br />

ayırmak isteyip bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyenler yok mu? İşte<br />

kâfirler gerçekten bunlardır” (Nisa, 4/150).<br />

Allah’ın gönderdiği peygamberler arasında ayırım yaparak bir kısmına iman<br />

edip diğer bir kısmına iman etmemek, iman etme noktasında ar<strong>al</strong>arında ayırım<br />

yapmak, kişiyi İslam dairesinin dışına çıkarmak için yeterlidir. Zira Yahudi ve<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3


Her müslümanın, Hz.<br />

Muhammed’e itaat<br />

etmek, onun izinden<br />

gitmek, onu sevmek ve<br />

ona s<strong>al</strong>ât ve selâm<br />

getirmek şeklinde<br />

görevleri vardır.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

Hristiyanlar Hz. Peygamber'in nübüvvetini reddederek küfre düştüler. Allah'a ve<br />

kendilerine gönderilen peygamberlere inandıkları hâlde bu onların kurtuluşa<br />

ermeleri ve ahiret yurdunda nimetlere kavuşm<strong>al</strong>arı için yeterli değildir.<br />

Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadislerde de ona iman edilmesi kesin<br />

olarak vurgulanmaktadır. İmanın üzerinde kurulu olduğu esasları ifade ederken Hz.<br />

Peygamber bu hususa temas etmiştir:<br />

“İslam beş şey üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına ve<br />

Muhammed’in Allah’ın Resul’ü olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekât<br />

vermek, hac etmek ve ramazan orucunu tutmak” (Buhârî, “İman”, 1).<br />

Hadisten de anlaşıldığı gibi Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman<br />

İslam’ın temel şartları içinde sayılmıştır.<br />

Bir kimsenin mümin olarak isimlendirilebilmesi için onun Allah’ın birliğine ve<br />

bütün mükemmel sıfatlara sahip bir varlık olduğuna, Hz. Muhammed’in<br />

peygamberliğine tereddütsüz bir şekilde iman etmesi zorunludur<br />

Hz. Muhammed’ın peygamberliğine iman etmek kurtuluşun gerekli<br />

şartlarından biridir. Ancak müminlerin, ona iman etmenin yanında kendisine karşı<br />

başka görevleri de vardır. Bunlar aynı zamanda peygambere iman etmenin de<br />

gereklerindendir. Bir Müslümanın, Hz. Muhammed’e itaat etmek, onun izinden<br />

gitmek, onu sevmek ve ona s<strong>al</strong>ât ve selâm getirmek şeklinde görevleri vardır.<br />

Bunlar O’nun peygamberliğine imanın ayrılmaz parç<strong>al</strong>arıdır. Bu sebeple mümin, Hz.<br />

Muhammed’ın getirdiklerine iman etmekle yükümlüdür. Onu sevmenin özellikle<br />

imanın üstünlüğü açısından önemli olduğu bizzat kendisi tarafından ifade<br />

edilmiştir.<br />

“Sizden hiçbiriniz beni babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan<br />

daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” (Buhari, “İman”, 8).<br />

Hz. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNİN İSPATI VE<br />

MUCİZELERİ<br />

Tüm peygamberler, peygamber olduklarını özelde kendilerine, genelde ise<br />

muhataplarına karşı ispat eden bir takım delillere ihtiyaç duyarlar. Temel olarak<br />

her bir peygamber, Allah’ın kendisini peygamberlikle görevlendirdiğini, kendisine<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4


Tüm zamanlara hitap<br />

eden eşsiz mucize:<br />

Kur’an<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

gelen vahyin Allah’tan geldiğini ancak kendilerine verilen mucizeler sayesinde bilir.<br />

Bu itibarla mucize, peygamberliğin ispatında en önemli delildir.<br />

Fakat burada şöyle bir hususa temas etmek, mucizenin İslam nazarındaki<br />

önem ve mevkiini göstermesi açısından önemlidir. İslam temel olarak mucizelere<br />

day<strong>al</strong>ı bir din değildir ve Hz. Peygamber’in peygamberliği onu teyit eden<br />

mucizelere dayanan bir anlayıştan hareket etmez. Kur’an sistematiği göz önüne<br />

<strong>al</strong>ındığında, ikincil bir öneme sahip mucizeler, özellikle Hz. Peygamber söz konusu<br />

olduğunda daha da geri plana itilmiş ve müşriklerin Hz. Peygamber’den mucize<br />

t<strong>al</strong>epleri devamlı reddedilmiştir. İnkâr edenler kendisinden mucize t<strong>al</strong>ep ettikçe,<br />

Kur’an Allah’ın kâinata yerleştirmiş olduğu düzene, onun işleyişine ve onun okunan<br />

ayetlerine dikkat çekmiş ve bunların incelenmesini önermiştir. Çünkü onların t<strong>al</strong>ep<br />

ettikleri mucizelerin özellikleri zahiri hislere hitap eder ve geçici unsurları içerir. Bu<br />

itibarla da inanmayacak olanları susturabilecek nitelikte ols<strong>al</strong>ar da onların<br />

k<strong>al</strong>plerini tatmine yönelik değildirler. Üzerinde daha çok durulması gereken<br />

mucizeler, geçici ve maddi mucizeler değil, tüm zamanlarda devam edecek olan<br />

aklî ve manevî mucizelerdir.<br />

Bu bakımından İslam’ın nübüvvet doktrini diğerlerinden ayrılır ve farklı bir<br />

durum arz eder. Evrensel olma iddiasında olan bir dinin temel karakteristiği de<br />

böyle olmak durumundadır. İslam tüm insanlığa gönderilmiş bir dindir. Gerçi<br />

Hristiyanlık da bu iddiayı taşımakta ise de onlarda İslam’dakine benzer bir<br />

nübüvvet anlayışının bulunmaması ve hakikatte mucizenin bizzat Hz. İsa’nın kendisi<br />

olması sebebiyle çok daha farklı düzlemde değerlendirilmesi gerekmektedir.<br />

Allah’ın insanlara göndermiş olduğu en son mesaj olan İslam’ın ve son peygamber<br />

olan Hz. Muhammed’in mucizelere day<strong>al</strong>ı bir öğreti ve daveti temsil etmemesi de<br />

bu bakımdan önemlidir. İlelebet insanlığın ufkunda en son din olarak k<strong>al</strong>maya<br />

devam edecek olan bu din her nesle seslenecektir. Bu itibarla sadece belli bir çağa<br />

hitap eden mucizeler ve özellikle hissi mucizeler İslam’da ikinci plandadır. Bu<br />

durumu açıkça Hz. Peygamber’in davet anlayışında gözlemlemek mümkündür.<br />

Kureyş’in ısrarla ondan hissi mucize t<strong>al</strong>ebinde bulunması ve bu t<strong>al</strong>ebe cevap<br />

verilmemesi bunun en açık delilidir.<br />

“Bizi mucize göndermekten <strong>al</strong>ıkoyan, ancak, öncekilerin onları y<strong>al</strong>anlamış<br />

olm<strong>al</strong>arıdır. Semud milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik<br />

de ona zulmetmişlerdi. Oysa mucizeleri y<strong>al</strong>nız korkutmak için göndeririz (İsra,<br />

17/59).<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5


Hz. Muhammed,<br />

peygamberliğini ispat<br />

eden pek çok mucize<br />

göstermiştir.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

Bizzat Hz. Peygamber’in kendisi buna şu ifadeleriyle işaret etmektedir:<br />

“Bana verilenin bir benzeri başka hiçbir peygambere verilmemiştir. Bana verilen ise<br />

vahiy (Kur’an)dir.”<br />

Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat etmek için eserler k<strong>al</strong>eme <strong>al</strong>an<br />

âlimler zaman zaman onun risâletle görevlendirildiği zamana ve coğrafyaya da<br />

dikkat çekmişlerdir. Buna göre peygamberlerin temel amacı insanların ruhlarını<br />

tedavi etmektir. Peygamberler, Allah’tan <strong>al</strong>mış oldukları mesajlarla onları, Allah’tan<br />

başk<strong>al</strong>arıyla meşgul olmaktan <strong>al</strong>ıkoyar ve y<strong>al</strong>nızca Allah’a ibadet etmeye ve onunla<br />

meşgul olmaya sevk ederler. İşte peygamberliğin temel anlamı budur. Beşeriyeti<br />

bu şekilde olgunluğa en iyi bir şekilde götüren kimse ise en üstün olandır. Geçmiş<br />

peygamberlere bakıldığında Hz. Musa’nın davetinin İsrailoğullarıyla sınırlı k<strong>al</strong>dığını<br />

görürüz. Hz. İsa’nın çağrısının ise özellikle ilk dönemler itibariyle insanlara çok az<br />

etkisi olmuştur.<br />

Tüm peygamberler gibi Hz. Peygamber’in çağrısı da tevhide ve tenzihe<br />

yöneliktir. Fakat onun çağrısı kısa zamanda tüm gelişmiş bölgelere ulaşmıştır. Hz.<br />

Peygamber’in geldiği dönem ve bu dönemdeki inanç biçimleri göz önüne<br />

<strong>al</strong>ındığında, kısa sürede yaygınlık kazanmasının anlamı da ortaya çıkar. O dönemde<br />

insanlık yanlış birtakım inanışlar içinde yüzmekteydi. Putperestler taş ve ağaçtan<br />

yapılmış heykellere tapınmaktaydılar. Yahudiler aşırı bir teşbih düşüncesi<br />

içerisindeydi. Mecusiler dü<strong>al</strong>ist bir Tanrı anlayışına sahipti ve anne ve kız kardeşle<br />

evlenmeyi uygun gören çarpık bir uygulamayı benimsemişlerdi. Hristiyanlar teslise<br />

inanıyor, Sabiiler yıldızlara tapıyorlardı. Dünya inanç coğrafyası bu şekildeydi. Hz.<br />

Muhammed’in peygamber olarak görevlendirilişinden sonra bunların yanlış<br />

inanışları belirgin bir şekilde ortaya çıktı ve yanlış oldukları anlaşıldı. İnsanlık tevhit<br />

inancının aydınlığıyla ışımaya başladı. İşte onun çağrısı hasta k<strong>al</strong>pleri tedavi etme,<br />

zulme düşmüş nefisleri iyileştirme noktasında diğer peygamberlerle mukayese<br />

edildiğinde çok daha mükemmeldir.<br />

Mucizeleri<br />

Genel olarak mucize, “peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin şahsında,<br />

kendisiyle muarazada bulunanları aciz bırakmaya yönelik, iddiasına uygun bir<br />

şekilde, meydan okuma esnasında fizikî kur<strong>al</strong>lara aykırı olarak meydana gelen fiil<br />

veya durumlar” olarak tanımlanmaktadır.<br />

Mucizenin bu tanımı, özellikle peygamberlerin peygamberliklerini ispata<br />

yönelik olarak ortaya koydukları olağanüstü fiilleri ifade etmektedir. Bu tür<br />

olağanüstü olayların mucize olarak kabul edilebilmesi için kelamcılar birtakım<br />

temel şartların bulunması gerektiğini belirtmişlerdir. Bu şartlardan biri, bunun<br />

olağanüstü bir olay olması gerektiği ve peygamberin elinde meydana gelmesi<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6


Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

hususudur. Bu açıdan bakıldığında mucize sadece peygamberlere has bir<br />

durumdur. Ancak bu fiil, peygamberin fiili değil, Allah’ın fiilidir. Bu şart, sıradan<br />

fiillerin mucize kapsamında olmadığına işaret etmektedir.<br />

Hz. Muhammed’e nispet edilen mucizeler mahiyetleri bakımından aklî<br />

(manevi), hissî (maddi) ve haberî mucizeler olarak üç şekilde gruplandırılır.<br />

Hz. Muhammed birçok olağanüstü özelliklere sahiptir. Bunların bir kısmı<br />

peygamberliğinden öncesine aittir. Bunlar genel olarak “beşair” olarak<br />

isimlendirilirler. Bunlardan bazıları şunlardır:<br />

Annesi Âmine’nin kendisine hamile iken gördüğü bir rüyada<br />

doğuracağı çocuğun önemli bir mevkiye sahip olacağının kendisine<br />

bildirilmesi.<br />

Babasının <strong>al</strong>nında bulunan nurun ona hamile k<strong>al</strong>ması üzerine<br />

annesine intik<strong>al</strong> etmesi.<br />

Doğumu esnasında meleklerin kendisine yardımcı olması.<br />

Süt annesinin yanında iken çevresinde bazı fevk<strong>al</strong>âdeliklerin<br />

görülmesi.<br />

Ehl-i kitap âlimlerinin onun son peygamber olacağını bilmiş olması.<br />

Temel olarak Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat eden mucizler ise<br />

genel olarak üç ana başlık <strong>al</strong>tında değerlendirilmektedir:<br />

Aklî Mucizeleri<br />

Aklî mucizeye manevi mucize adı da verilir. Kendi dönemiyle sınırlı olmayıp<br />

daha sonraki devirlerde yaşayanlara ve insan aklına hitap eden mucize çeşididir.<br />

Hz. Muhammed’in her çağdaki insanlara hitap etme ve k<strong>al</strong>ıcılık özelliğine sahip en<br />

büyük mucizesi Kur’an-ı Kerim’dir. Önceki peygamberlere kendi dönemlerinde<br />

önemli görülen <strong>al</strong>anlarda mucizeler verildiği gibi Hz. Muhammed’e de kendi<br />

devrinde ileri bir seviyede bulunan dil, üslup, hitabet ve edebî sanatlar açısından<br />

olağanüstü bir özelliğe sahip olan Kur’an-ı Kerim indirilmiştir. Nasıl ki Hz. İsa’ya<br />

kendi devrinde tıp ileri düzeyde olması dolayısıyla hast<strong>al</strong>arı iyileştirme gibi<br />

mucizeler verilmişse Hz. Peygamber’e de kendi devrinde edebiyat ileri düzeyde<br />

olduğu için belagatla ilgili mucize verilmiştir. Bu mucize ile Arap olan ve olmayan<br />

bütün edebiyatçılara meydan okunmuş, bir benzerini getirmelerini kendilerinden<br />

istenmiştir. Fakat muhatapları bir benzerini getirmekten aciz k<strong>al</strong>mışlardır. Bu husus<br />

Kur'an’da benzerinin gerçekleştirilemeyeceğini bildiren meydan okuma (tehaddî)<br />

ayetleriyle ortaya konmuştur. Bu meydan okuyuş Kur'an’ın tamamının, on<br />

suresinin veya bir suresinin benzerinin getirilmesi gerçekleşmiştir:<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7


Ku’an tüm zamanlarda<br />

insanlığa hidayet<br />

kaynağı olmuş eşsiz bir<br />

mucizedir.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

"Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphe içindeyseniz, haydi<br />

onun gibi bir sure getiriniz ve eğer doğru iseniz; Allah'tan başka bütün<br />

yardımcılarınızı da çağırınız.” (Bakara, 2/23)<br />

“Bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız; yakıtı insanlarla<br />

taşlar olan kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının.” (Bakara, 2/24)<br />

“De ki: And olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini<br />

getirmek için toplans<strong>al</strong>ar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka<br />

çıkıp yardım etseler de.” (İsra, 17/88)<br />

Tehaddî (meydan okuma) Medine döneminde de sürmüştür. İslam tarihinde<br />

Kur'an'ın benzerini yazmaya k<strong>al</strong>kışan bazı şair ve edebiyatçıların teşebbüsleri<br />

başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bütün bunlar da göstermektedir ki, Kur'an hem üslubu<br />

ve edebi tasvirleri, iç tutarlılığı, insanların gönüllerine olan etkisi, Arap edebiyatı<br />

bakımından her dönemdeki edebiyatçıları aciz bırakışı ve gaybla ilgili verdiği bilgiler<br />

dolayısıyla bir beşer tarafından meydana getirilmesi mümkün olmayan bir eserdir.<br />

Hissi Mucizeler<br />

Hissi mucizeler, kevnî mucize olarak da isimlendirilmektedir. Bunlar, Hz.<br />

Muhammed’in döneminde yaşayan insanların bizzat gözleriyle gördükleri<br />

mucizelerdir. İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu, O’na Kur’an dışında da mucizeler<br />

verildiği ve bunların başında hissî mucizelerin geldiği görüşündedirler.<br />

Hz. Muhammed’in hissî mucizelerinin bir kısmı zatıyla, bir kısmı ise zatının<br />

dışında gerçekleşmiştir.<br />

Zatıyla İlgili Olanlar<br />

Hadis kaynaklarında bize kadar nakledilen ve özellikle “del<strong>al</strong>ilu’n-nübüvve”<br />

gibi Hz. Peygamber’in peygamberliğinin delillerinin nakledildiği kaynaklarda yer<br />

<strong>al</strong>an rivayetlerde zatıyla ilgili olağanüstü özellikleri dile getirilmektedir. Üstün bir<br />

yaradılışa sahip olması, birbiriyle uyumlu bir fizyolojisinin bulunması, yüce ahlakı<br />

bu tür zâtî mucizeleri içinde değerlendirilmektedir. Daha önce Yahudi iken<br />

sonradan İslam’ı seçen Abdullah b. Selam Resul-i Ekrem’le ilk karşılaşmasında “bu<br />

yüz asla y<strong>al</strong>an söyleyen bir yüz olamaz” demiştir. Ünlü Kelam âlimi Ebu’l-Muîn en-<br />

Nesefî onun zatıyla ilgili <strong>al</strong>âmet ve mucizelerini sayarken iki kaburga kemiğinin<br />

arasında “nübüvvet mührü”nün bulunmasını, aydan daha güzel yüzlü, miskten<br />

daha güzel kokulu, ipekten daha yumuşak huylu ve üstün ahlak sahibi olmasını<br />

zikretmektedir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8


Yüce Allah Bedir<br />

Savaşında müminleri<br />

melekler vasıtasıyla<br />

desteklemiş, sayıca az<br />

olan müminler<br />

müşriklere g<strong>al</strong>ip<br />

gelmiştir.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

Zatının Dışında Olanlar<br />

Kuran-ı Kerim’in yanında, hadis ve siyer kaynaklarında Hz. Peygambere ait<br />

çeşitli hissî mucizelere yer verilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:<br />

1. Ayın ikiye ayrılması: İslam âlimlerinin çoğunluğu Kur’an-ı Kerim'de<br />

kıyametin yaklaştığını ve ayın ikiye ayrıldığını ifade eden ayet ile bazı hadis<br />

rivayetlerinde Mekke döneminde müşriklerin Hz. Peygamber’den mucize istediğini,<br />

bunun üzerine ayın ikiye ayrılıp tekrar birleştiğini kabul eder. Diğer bir kısım âlimler<br />

ise böyle bir mucizenin meydana gelmediğini, ayette sözü edilen olayın kıyametin<br />

kopmasından önce bir <strong>al</strong>âmet olarak gerçekleşeceğini kabul ederler.<br />

2. İsra ve mirac: Bir gece vakti Hz. Muhammed’in Mescid-i <strong>Haram</strong>’dan<br />

Mescid-i Aksa’ya götürülmesi (isra/gece yürüyüşü) ve oradan da yedi kat semaya<br />

çıkarılması (miraç) onun önemli hissî mucizelerindendir. İsra ve miraç olayının<br />

âlimlerin çoğunluğu tarafından ruh-beden ilişkisi çerçevesinde (cismanî)<br />

gerçekleştiği kabul edilirken bazıları onu Hz. Peygamber'in yaşadığı ruhî tecrübe<br />

olarak görmektedir.<br />

3. Hurma kütüğünün inlemesi: İlk dönemlerde üzerinde hutbe okuduğu<br />

hurma kütüğünün, daha sonra minberin inşa edilmesiyle birlikte buradan hutbe<br />

irad etmesi esnasında o hurma kütüğünün inlediği, Hz. Peygamber’in kütüğün<br />

yanına vararak onu okşadığı ve bunun üzerine kütüğün sustuğu.<br />

4. Hayber’in Fethi sırasında Yahudi bir kadının kendisine zehirli kızarmış<br />

koyun eti sunması esnasında etin dile gelerek zehirli olduğunu Hz. Muhammed’e<br />

bildirmesi.<br />

5. Kuran'da bildirilen hissi mucizelerden birisi de Bedir Savaşı’nda<br />

müminlerin meleklerle desteklenmiş olmasıdır. Savaşa katılan meleklerin<br />

müminlere manevi destek verirken müşriklerin yüzlerine ve ellerine vurm<strong>al</strong>arı<br />

emredilmiştir. Böylece savaşa katılan müminlerle müşriklerin sayısı birbirinden<br />

farklı gösterilmiş, müminlerin k<strong>al</strong>bine sükûnet verilmiş, susuzluk çekmemeleri için<br />

yağmur yağdırılmıştır.<br />

6. Kur'an'da Hendek ve Huneyn Savaşları’nda Cenâb-ı Hakk'ın düşmanlarına<br />

karşı fırtına ve görünmeyen ordular gönderdiği, müminlere de sükûnet verdiği<br />

bildirilmektedir.<br />

7. Ağacın hareket ederek O’nun yanına gelmesi.<br />

8. Çakıl taşlarının kendisine selam vermesi.<br />

9. Devenin hâlinden şikâyette bulunması.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9


Hz. Peygamber’in<br />

vermiş olduğu haberler,<br />

aynen gerçekleşmiştir.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

10. Karanlık ve yağmurlu bir gecede yolculuk yapma mecburiyetinde k<strong>al</strong>an<br />

bir sahabiye verdiği değneğin yolunu aydınlatması.<br />

11. Az miktarda su ve yiyecekle çok sayıda insanı doyurması.<br />

Haberî Mucizeleri<br />

Ümmi olan Hz. Peygamber’in geçmişe, içinde bulunduğu zamana ve geleceğe<br />

yönelik verdiği haberlere “haberi mucize” adı verilmektedir. Kaynaklarımızda geçen<br />

bazı haberi mucizeleri şunlardır:<br />

1. Hz. Muhammed kimseden özel bilgi <strong>al</strong>madığı, okuma yazma bilmediği ve<br />

tahsil görmediği hâlde geçmiş peygamberlerin mücadeleleri ve Ashâb-ı Kehf kıssası<br />

gibi tarihi olayları haber vermiştir. Önceki milletlerin ve peygamberlerin tarihlerini<br />

okumadığı ve bilmediği hâlde Yahudi ve Hristiyan âlimlerinin geçmiş ümmetler ve<br />

peygamberlerle ilgili sorularını vahyin yardımıyla cevaplandırmış, başta Ehl-i kitap<br />

olmak üzere dönemin âlimleri tarafından herhangi bir itirazla karşılaşmamıştır.<br />

3. Bedir savaşı esnasında müşriklerden kimlerin nerede öldürüleceklerini<br />

önceden haber vermiş ve bu durum harfiyyen gerçekleşmiştir.<br />

4. Bizanslılar’ın İranlılar’ı yeneceğini, müşriklerin ileride bozguna<br />

uğrayacağını haber vermiştir.<br />

5. Mekke'nin fethedileceğini ve Müslümanların geleceğinin parlak olacağını<br />

bildirmiştir.<br />

6. Hz. Peygamber'in düşmanlarının kendisi için kurduğu tuzakları, bazı şehir<br />

ve ülkelerin fethedileceğini önceden haber vermiştir.<br />

7. Fitne ve savaşların ortaya çıkacağı, kıyametin kopmasına doğru bazı<br />

<strong>al</strong>âmetlerin zuhur edeceği gibi sünnet kaynaklı haberler de söz konusudur.<br />

8. Hz. Peygamber, yanında Ebu Bekir, Osman ve Ali ile birlikte Uhud dağında<br />

yürürlerken bir zelzele meydana gelmiş, bunun üzerine “dur ey dağ, çünkü senin<br />

üzerinde bir nebi, bir sıddık ve iki şehit var” buyurmuştur. Daha sonra Hz.Ali ve Hz.<br />

Osman’ın şehid edilmesi ile bunun bir mucize olduğu anlaşılmıştır.<br />

Hz. Muhammed’in mucizeleri içerisinde rivayetlere day<strong>al</strong>ı olarak ortaya<br />

konanların tevatür yoluyla bize ulaşmamış olması onların mucize olm<strong>al</strong>arına zarar<br />

vermez. Çünkü bu mucizelerle ilgili rivayetlerin bütünü tevatür derecesine<br />

ulaşmıştır. Nasıl ki Hz. Ali’inin kahramanlığı kaynağı itibariyle tevatür derecesine<br />

ulaşmadığı hâlde tek tek kişilerin verdiği bu haberler bir bütün olarak tevatüren<br />

biliniyorsa, ilgili mucizeler de aynı şekilde mevcudiyetleri bilinmektedir. Yani Hz.<br />

Muhammed’in Kur’an dışındaki mucizeleri tek (ahad) rivayetlerin bir araya<br />

gelmesiyle tevatür derecesine ulaşmıştır.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10


Tahrife uğramamış<br />

geçmiş ilahi kitaplarda<br />

Hz. Muhammed’in<br />

peygamberliğini<br />

müjdeleyen ifadeler<br />

mevcuttur.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

HZ. MUHAMMED’İN GEÇMİŞ İLAHİ KİTAPLARDA<br />

MÜJDELENMESİ<br />

Hz. Muhammed kendisinin önceden müjdelendiğini şu şekilde ifade<br />

etmektedir: “Ben babam İbrahim’in duası, İsa’nın müjdesi, annemin rüyasıyım.”<br />

Burada kastedilen müjdeyi Kur’an haber vermektedir:<br />

“Meryem oğlu İsa: "Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş<br />

olan Tevrat'ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmet olacak bir<br />

peygamberi müjdeleyen, Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim" demişti.<br />

Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman: "Bu, apaçık bir sihirdir"<br />

demişlerdi” (Saf, 61/6).<br />

Hz. Muhammed’in (a.s.) geçmiş ilahî kitaplarda müjdelenmiş olmasına<br />

“beşairu’n-nübüvve” adı verilmektedir. Bu O’nun peygamberliğinin gerçek oluşunun<br />

bir işaretidir. Geçmiş ilahî kitaplarda Hz. Muhammed’in peygamberliğini<br />

müjdeleyen ve peygamber olarak gönderileceğini haber veren ifadeler mevcuttur.<br />

Bu ifadelere göre Allah hak bir peygamber olarak Hz. Muhammed’i insanlığa<br />

gönderecektir. Hz. Muhammed bizzat kendisi kendi isminin ve vasıflarının geçmiş<br />

ilahî kitaplarda konu edildiğini ve ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) tarafından da<br />

bilindiğini peygamberlik davasının bir delili olarak sunmuştur. Eğer tahrife<br />

uğramamış geçmiş ilahî kitaplarda, Tevrat ve İncil’de böyle bir bilgi olmasaydı o,<br />

bur<strong>al</strong>arda nübüvvetinin bildirildiğini iddiaya cesaret edemezdi.<br />

Ehl-i Kitab’ın âlimlerinden bir kısmı oğullarını tanıdıkları gibi onu tanımışlar<br />

ve bu sebeple secdeye kapanmışlardır.<br />

“De ki: "Kur’an'a ister inanın, ister inanmayın, O’ndan önceki bilginlere o<br />

okunduğu zaman, yüzleri üzerine secdeye varırlar" ve "Rabbimiz münezzehtir.<br />

rabbimizin sözü şüphesiz yerine gelecektir" derler” (İsra, 17/107-108).<br />

Yine Hz. Muhammed’in vasıflarını bilip onun çağrısıyla karşılaşan ehl-i kitap<br />

mensuplarından bazıları Müslüman olmuş, gözlerinden yaşlar boşanmıştır.<br />

“Peygambere indirilen Kur’an'ı işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden<br />

gözlerinin yaşla dolarak, "Rabbimiz! İnandık, bizi de şahitlerden yaz. Rabbimizin<br />

bizi iyi milletle birlikte bulundurmasını umarken niçin Allah'a ve bize gelen<br />

gerçeğe inanmay<strong>al</strong>ım?" dediklerini görürsün.” (Maide, 5/83)<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11


Hz. Muhammed<br />

Peygamberlerin<br />

Sonuncusudur<br />

(Hatemu’n-nebiyyin).<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

Ehl-i Kitab’ın bir kısmı Hz. Peygamber’in ilahî kitaplarında müjdelenmiş<br />

olduğu gerçeğini gizlemiş ve diğerlerinin O’nu tasdik edip iman etmelerini<br />

engellemiştir. Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderileceğine dair bilgiler<br />

onların kitaplarında bulunmasaydı Ehl-i Kitab’ın bazıları inanmazdı. Çünkü Hz.<br />

Muhammed (a.s.) kendi peygamberliğinin önceki ilahî kitaplarda müjdelendiğini<br />

belirtmişti. Bu açık ifadenin kendi kitaplarında bulunmadığını görüp de bir kısmının<br />

ona iman etmesi düşünülemezdi.<br />

HZ. MUHAMMED’İN SON PEYGAMBER OLUŞU<br />

Peygamberliğin Hz. Muhammed'le sona erdiği, bundan sonra herhangi bir<br />

peygamber gönderilmeyeceği ve böyle bir iddianın asla kabul edilmeyeceği<br />

Kur'an'da açıkça vurgulanmıştır.<br />

“Muhammed sizin erkeklerinizden birinin babası değildir, fakat Allah'ın<br />

resulü ve nebilerin sonuncusudur.” (Ahzab, 33/44)<br />

Burada Muhammed (a.s.) için kullanılan "hâtemunnebiyyin" (nebilerin<br />

sonuncusu) terkibindeki “hâtem” kelimesi sözlükte, “bir işin sonunu getirme,<br />

mühürleme, sonuna ulaştırma ve tümünü okuma” anlamlarına gelen "h-t-m"<br />

fiilinden türemiş olup "mühür, sonuç, tamamlayıcı" gibi anlamlar içerir.<br />

Kur'an'da, Hz. Peygamber'in nebilerin sonuncusu olduğunu vurgulayan<br />

"hâtem" kelimesi mütevatir kıraatlardan olan Asım ve Hasan'ın dışında k<strong>al</strong>an kıraat<br />

imamları tarafından "hâtim" şeklinde okunmuşsa da, her iki kıraatta da nübüvvetin<br />

sona ermesi bakımından anlam aynı olup farklı bir anlam çıkarmak mümkün<br />

değildir. “Hâtimunnebiyyin” şeklinde peygamberi ifaden bir sıfat olarak okunursa<br />

“peygamberleri sona erdiren”, “hâtemunnebiyyin” şeklinde okunursa<br />

“peygamberlerin sonuncusu, peygamberleri sona erdiren mühür” anlamını ifade<br />

eder. İşte, ister hâtim isterse hâtem şeklinde okunsun, bu terim İslam<br />

peygamberinin son peygamber olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.<br />

Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadisler de “nübüvvetin sona erdiği”<br />

gerçeğini ortaya koymaktadır. Câbir'den rivayet edilen bir hadise göre<br />

peygamberimiz şöyle buyurmuştur:<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12


Hz. Peygamberden<br />

sonra ciddi ve etkili bir<br />

dinî hareket meydana<br />

gelmemiştir.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

“Benim diğer peygamberlere göre durumum, bir kerpiç hariç diğerlerini<br />

tamamlayan adamın durumuna benzer. İnsanlar o eve giriyorlar ve taaccüp<br />

ederek "keşke şu tuğla da olsaydı" diyorlar. Ben o kerpiç konumundayım.<br />

Geldim ve peygamberleri sona erdirdim” (Müslim, “Fedâil”, 21-23).<br />

Yine O’ndan sonra nübüvvet iddiasında bulunmanın hiçbir anlam<br />

taşımayacağını ortaya koyacak şekilde şu ikazda bulunmuştur.<br />

“Benden sonra nübüvvet yoktur” (Müslim, “Fedailü’s-sahabe”, 30, 33;<br />

“Mesacid”, 5).<br />

İnsanlık, nübüvvetin başlangıcından sona ermesine kadar kademe kademe<br />

bir evrim geçirmiş ve peygamberlere ihtiyaç duymadan son dinin evrensel ilkelerini<br />

kavrayacak, uygulayacak ve koruyacak düzeye varmış, Kur'an'la aklî olgunluğa<br />

ulaşmıştır. Fakat insanlığın hâlâ karmaşa içinde bulunması, ahlakî çöküşlere doğru<br />

gitmesi, bir türlü istenilen barış ve istikrar ortamına kavuşamaması veya devamlı<br />

bunlardan uzaklaşılması yeni ilahî kaynaklı öğretilere ihtiyaç duyulduğu fikrini<br />

doğurabilir ve vahiy konusunda bir şüphe uyandırabilir. Ancak, insanlığın bu<br />

durumdan kurtulması yeni vahiylere değil, ilahî kaynak olan Kur'an'dan<br />

fayd<strong>al</strong>anmaya ve O’nun rehberliğine bağlıdır. Bunun yapılması ise Allah'ın özel<br />

olarak gönderdiği kimselere değil, bir bütün olarak ümmetin tümüne veya en<br />

azından ilmî ve entellektüel çevrelerine düşmektedir. İnsanlık nübüvvetten sonra<br />

da onun nurundan fayd<strong>al</strong>anmaya devam etmektedir. Bu, insanlığın saadeti ve<br />

barışı için bir zorunluluktur. Nübüvvetin sona ermesini akli istikrarın doğuşu olarak<br />

gören Muhammed İkb<strong>al</strong>, “İslamiyet, nübüvvetin son bulması gerekliliğini<br />

keşfetmekle, onun kem<strong>al</strong> derecesini bulduğunu” ifade eder.<br />

Hz. Peygamberden sonra ciddi ve etkili bir dini hareketin bulunmaması, onun<br />

son peygamber olduğu gerçeğini güçlendirmektedir. Hz. Muhammed’in peygamber<br />

oluşundan itibaren asırlar geçmiş olmasına rağmen, insanlık ciddi, kabul edilebilir<br />

ve büyük toplulukların kabul ettiği etkili bir dine veya dini harekete şahit<br />

olmamıştır. Hâlbuki Hz.İsa’nın yeryüzüne gelişinden 571 yıl sonra Hz. Muhammed<br />

gönderilmiş peygamberliğini ilan etmiş ve daha hayattayken, tebliğ ettiği din,<br />

yaşadığı bölgenin sınırlarını aşıp başka bölgelere intik<strong>al</strong> etmiş ve bugün dünyanın<br />

en önemli ve etkili dini hâline gelmiştir.<br />

Hz. Peygamber’den sonra zaman zaman sahte peygamberler ortaya çıkmış<br />

ve tarih de onları y<strong>al</strong>ancı peygamber olarak nitelendirmiştir. Ancak günümüzde,<br />

Peygamberimizin "hâtemunnebiyyin" (son peygamber) olduğunu, bununla birlikte<br />

en son resul olmadığını ileri süren Bahâilik fikrine göre, o sadece nebilerin<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13


Tüm peygamberlerin en<br />

üstünü<br />

Hz. Muhammed’dir.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

sonuncusudur. Bu takdirde Allah'ın resuller göndermesi mümkündür ve bu iş<br />

devam etmektedir. Hz. Âdem'den bu yana gelen tüm peygamberler Baha’nın<br />

nübüvvetini müjdelemek için gönderilmiştir. Batıniyye fırkasının çağdaş<br />

temsilcilerinden biri sayılan bu ekolün "hâtemennebiyyin" ibaresini kendi arzuları<br />

doğrultusunda yorumlam<strong>al</strong>arı bile kendi içinde tutarsızdır. Çünkü bundan,<br />

"nebilerin sona erdiği, resullerin sona ermediği" anlaşılacak olursa, "nebiliğin<br />

risâletten daha umumi olduğu" düşüncesinden hareketle, nebilikten mahrum<br />

k<strong>al</strong>mış bir elçiliğin, ancak kavrams<strong>al</strong> anlamının dışında kullanılmasının mümkün<br />

olduğu sonucu ortaya çıkar. Ris<strong>al</strong>et için nübüvvet zorunlu olarak bulunması gerekir.<br />

Dolayısıyla, onların bu kavramı kendi emelleri doğrultusunda yorumlam<strong>al</strong>arı<br />

bilimsellikten uzak indî bir görüştür.<br />

HZ. MUHAMMED’İN DİĞER PEYGAMBERLER<br />

ARASINDAKİ YERİ<br />

Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusudur. Allah’ın gönderdiği<br />

peygamberler içinde sadece nebi olan peygamberler olduğu gibi resul olan<br />

peygamberler de vardır. Bunun yanı sıra Kur’an’da ulu’l-azm sahibi<br />

peygamberlerden de bahsedilmektedir. Allah'ın göndermiş olduğu peygamberler<br />

arasında ulu’l azm diye nitelenen peygamberlerin Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa,<br />

Hz. İsa ve Hz. Muhammed olmak üzere, beş peygamberden ibaret olduğu genel<br />

olarak kabul edilmiştir<br />

Kur’an-ı Kerim’in peygamberler ve peygamberlik hakkındaki temel ilkesi,<br />

peygamberler arasında bir ayırım yapmadan hepsine iman etme şeklindedir. Zira<br />

Kur’an’da böyle bir yaklaşım açıkça küfür olarak nitelendirilmiştir:<br />

“Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerinin<br />

arasını ayırmak isteyip bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyenler yok<br />

mu? İşte kâfirler gerçekten bunlardır”(Nisa, 4/150).<br />

Bu ayette vurgulanan husus, Yahudi ve Hristiyanların Hz. Muhammed'in<br />

peygamber olması gerçeğini reddetmeleri ve bunun sonunda küfre düşmeleridir.<br />

Allah'a ve kendilerine gönderilen peygamberlere inanmak kurtuluşa ermeleri ve<br />

ahiret yurdunda cennet nimetlerine kavuşm<strong>al</strong>arı için yeterli değildir.<br />

İslam inancına göre bütün peygamberlerin hedefi, insanların mutluluğunu<br />

sağlamak ve onları yanlış inanç biçimlerinden kurtararak doğru yola iletmektir. Bu<br />

itibarla da birini reddetmek hepsini reddetmektir. Allah’ın insanlara göndermiş<br />

olduğu bütün peygamberler Müslümanların peygamberleridir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14


Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

Kur’an’ın bu ayırım yapmama gerçeği yanında, sunmuş olduğu başka bir<br />

gerçek daha vardır. O da Yüce Allah’ın bir kısım peygamberleri diğerlerinden daha<br />

üstün kılmasıdır. Dolayısıyla peygamberler arasında fazilet açısından farklılığın<br />

bulunduğu hususu Kur’an’ın <strong>al</strong>tını çizmiş olduğu bir düşüncedir. Fakat ar<strong>al</strong>arında<br />

böyle bir farklılığın bulunması, kendisinden daha faziletli olunan peygamberlerin<br />

birtakım faziletler ve özelliklerle donatılmış olm<strong>al</strong>arına eksiklik getirmez. Birinin<br />

diğerinden daha faziletli olması, diğerinin faziletinin eksikliğine bağlı değildir.<br />

Çünkü fazilet derecesinin seviyesi, bir eksiklik işareti değildir. Konuya dayanak olan<br />

ilgili ayet şöyledir:<br />

“İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan<br />

Allah'ın kendilerine hitap ettiği, derecelerle yükselttikleri vardır. Meryem oğlu<br />

İsa'ya belgeler verdik, onu Ruhül Kudüs'le destekledik. Allah dileseydi, belgeler<br />

Bu ayetten anlaşıldığına göre peygamberler arasında bir fazilet ve derecesi<br />

kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından birbirlerini öldürmezlerdi.<br />

bulunmaktadır. Hz. Peygamber’den rivayet edilen birtakım hadislerde şu ifadeler<br />

Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı, kimi inkâr etti. Allah dileseydi birbirlerini<br />

geçmektedir:<br />

öldürmezlerdi, lakin Allah istediğini yapar “(Bakara, 2/253).<br />

Hz. Peygamber kendisine “ey yaratıkların en hayırlısı” denildiğinde “o<br />

İbrahim’dir” buyurmuştur.(Darimi, “Sünnet”, 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III,<br />

178, 184) buyurmuştur.<br />

“Beni Musa’ya üstün tutmayınız” (Buhârî, “Husumat”, 1; Müslim, “Fedail”, 160).<br />

“Peygamberler arasında ayrım yapmayınız” (Müslim, “Fedail”, 159).<br />

“Hiç kimse Yunus b. Metta’dan hayırlıyım demesin” (Buhârî, “Tefsir”, 4).<br />

Bunlar, Hz. Muhammed’den nakledilen tevazu ifadesi olarak anlaşılm<strong>al</strong>ıdır<br />

ve Hz. Peygamber’in peygamberler arasında bir ayırım gözetilmemesi gerektiğine<br />

vurgu yapmak ve peygamberliğin bölünmezliğini, bütünlüğünü ortaya koymak ve<br />

iman açısından bir ayırıma gitmemek gerektiğini dile getiren ifadeler olarak<br />

anlaşılm<strong>al</strong>ıdır. Ancak her peygamber’in Allah tarafından kendilerine verilmiş farklı<br />

özellikleri bulunmaktadır. Bu açıdan kendilerine iman etme hususunda bir fark<br />

gözetilmemesi inancın bir gereğidir.<br />

Hz. Muhammed’in son peygamber olması, insanlığa getirmiş olduğu evrensel<br />

gerçekler ve dinin kendisiyle kem<strong>al</strong>e ermesi O’nun peygamberler arasındaki<br />

üstünlüğüne işaret eder.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15


Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmenin<br />

tamamlayıcı unsurlarından biri de tüm insanlığa gönderilmiş bir peygamber<br />

olduğunu kabul etmektir. Çünkü onun bütün insanlığa gönderildiği Kur’an’ın açıkça<br />

ortaya koyduğu bir durumdur.<br />

“De ki: "Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O’ndan<br />

başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği<br />

peygamberiyim” (Araf, 7/158) “Biz seni bütün insanlara ancak uyarıcı ve müjdeci<br />

olarak gönderdik” (Sebe, 34/28).<br />

Bu ayetler Hz. Muhammed’in tüm insanlığa gönderilmiş olduğunu<br />

göstermektedir. Kur’an’da Ehl-i Kitab olan Yahudi ve Hristiyanlara Hz.<br />

Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeleri çağrısı yapılmış, hatta emredilmiş,<br />

O’na iman etmeyen ehl-i kitap kınanmış ve kâfir olarak nitelendirilmiştir.<br />

“Allah katında din, şüphesiz İslam’dır. Ancak, kitap verilenler, kendilerine<br />

ilim geldikten sonra, ar<strong>al</strong>arındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın<br />

ayetlerini kim inkâr ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür. Eğer seninle<br />

tartışmaya girişirlerse, “Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a verdim,” de.<br />

Kendilerine kitap verilenlere ve kitapsızlara: “Siz de İslam oldunuz mu?” de, şayet<br />

İslam olurlarsa doğru yola girmişlerdir; yüz çevirirlerse, sana y<strong>al</strong>nız tebliğ etmek<br />

düşer. Allah kullarını görür”(Âl-i İmran, 3/19-20).<br />

Diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed (a.s.) de hem kendi bölgesindeki<br />

insanları İslam’a davet etmiş hem o dönemde dünyanın ekonomik, kültürel ve<br />

tarihi merkezlerinin yönetici ve devlet adamlarına bu daveti yöneltmiştir. Bizans<br />

İmparatoru’na, Habeşistan Kr<strong>al</strong>ı Necaşi’ye, İran hükümdarı Nuşirevan’a,<br />

İskenderiye Meliki Mukavkıs’a elçiler vasıtasıyla davet mektupları göndermiştir.<br />

Bizzat kendisi Mekke döneminde civar beldelere seyahatler yapmış, Taif h<strong>al</strong>kını<br />

İslam’a davet etmiştir.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16


Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

Tartışma<br />

•Hz. Muhammed (a.s.)'ın en büyük mucizesi olan Kur'an'ın mucize<br />

oluşunu, diğer bilim d<strong>al</strong>larından da fayd<strong>al</strong>anarak ortaya koyup, hangi<br />

açılardan mucize olduğunu tartışınız.<br />

•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “tartışma<br />

forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.<br />

peygamberlik müessesesi onunla tamamlanmıştır. O'nun son peygamber<br />

oluşu hem nakli hem de akli delillerle temellenen bir gerçektir. O'nun<br />

son peygamber oluşu insan aklını külfetten kurtarmış, din adına başka<br />

bir peygamber arama çabasını da ortadan k<strong>al</strong>dırmıştır.<br />

•Allah’a iman'dan sonra en önemli inanç esası peygamberliğe ve<br />

peygamberlere imandır. Peygamberlere iman, ancak tümüne iman<br />

etmekle gerçeklşen bir akittir. Bu itibarla Allah'ın tarih içinde göndermiş<br />

olduğu tüm diğer peygamberlere iman ettiği hâlde Hz. Muhammed'in<br />

peygamberliğine iman etmeyen kişi, mümin sayılamaz.<br />

•Hz. Muhammed (a.s.) peygamberliğinin delili, doğruluğunun göstergesi<br />

olarak mucizeler göstermiştir. Ancak O'nun peygamberliği, mucizeden<br />

daha çok mesajının muhtevasına, üstün kişiliğine ve ahlakına, davetinin<br />

kısa zaman içerisinde toplum vicdanında karşılık bulmasına dayanır.<br />

•Hz. Muhammed (a.s.)'in kendinden önce geçen peygamberlerin getirdiği<br />

ilahî kitaplar tarafından müjdelenmesi, onun niteliklerinin o kitaplarda<br />

belirtilmiş olması ve bunları bilen ehl-i kitap âlimlerinin bir kısmının<br />

hayatında O'na iman etmesi, peygamberliğinin gerçekliğini<br />

göstermektedir.<br />

Özet •Hz. Muhammed (a.s.) Allah'ın insanlığa gönderdiği son peygamberdir ve<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17


Değerlendirme<br />

sorularını sistemde ilgili<br />

ünite başlığı <strong>al</strong>tında yer<br />

<strong>al</strong>an “bölüm sonu testi”<br />

bölümünde etkileşimli<br />

olarak<br />

cevaplayabilirsiniz.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

Ödev<br />

DEĞERLENDİRME SORULARI<br />

1. İslam inanç esasları açısından “aslu’l-usul” tamlaması aşağıdakilerden<br />

hangisini içerir?<br />

a) Hz. Peygamber’e imanı<br />

b) Allah’a imanı<br />

c) Mleklere imanı<br />

d) İlahi kitaplara imanı<br />

e) Kadere imanı<br />

2. Aşağıdaki ifadelerden hangisi Hz. Muhammed’in son peygamber oluşuyla ilgili<br />

değildir?<br />

a) Ondan sonra etkili bir dini hareketin ortaya çıkmaması<br />

b) Tüm insanlığa gönderilmesi<br />

c) Kevni mucize<br />

d) Peygamberler arasında ayırım yapmama<br />

e) Önceki ilahî metinlerde müjdelenmesi<br />

3. Hz. Muhammed’in mucizelerinden olan Kuran hangi mucize çeşidi olarak<br />

isimlendirilir?<br />

a) Manevi<br />

b) Hissi<br />

• İslam Tarihi ve Hadis gibi diğer İslami ilimlerden<br />

istifade ederek Hz. Muhammed'in peygamber<br />

olmadan önceki hayatında gerçekleşen önemli<br />

olayları iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız.<br />

• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı<br />

<strong>al</strong>tında yer <strong>al</strong>an “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18


Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

c) Kevni<br />

d) Haberi<br />

e) Dini<br />

4. “Hz. Muhammed’e iman” esasıyla ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi<br />

yanlıştır?<br />

a) Hz. Muhammed’e iman Peygamberliğe imanın parçasıdır.<br />

b) Son peygamber olduğuna iman gerekir.<br />

c) Ona iman etmek farzdır.<br />

d) Hz. Muhammed evrensel bir peygamberdir.<br />

e) Allah’a iman ve s<strong>al</strong>ih amel kurtuluş için yeterlidir.<br />

5. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Muhammed’in son peygamber oluşunun aklî<br />

delillerinden biridir?<br />

a) Tüm insanlığa gönderilmesi<br />

b) Ondan sonra ciddi anlamda dini hareketin olmaması<br />

c) Çok sayıda mucize göstermesi<br />

d) “Benden sonra peygamberlik yoktur” demesi<br />

e) Peygamberliğin kendisiyle tamamlanmış olması<br />

Cevap Anahtarı :<br />

1.b 2.a 3.a 4.e 5.b<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19


Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER<br />

KAYNAKLAR<br />

Âmidî, Seyfeddin Ebu’l-Hasan. (1983) el-Mübîn fi şerh-i elfazi’l-hükema ve’lmütekellimin,<br />

thk. Hasan Mahmud Şafii, Kahire.<br />

Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972) Muvazzah İlm-i Kelam, İstanbul.<br />

Cürcânî, Seyyid Şerif. (1938) et-Ta’rifât, “acz” mad, Kahire.<br />

Fahreddin er-Râzî, Muhammed b. Ömer. (1308) Mefâtihü'l-gayb, I-VIII, İstanbul.<br />

Gölcük, Şerafeddin. (1994) İslam Akaidi, İstanbul.<br />

Harputi, Abdüllatif. (2000) Tenkihu’l-kelam fi akaâid-i ehli’l-İslam, trc. İbrahim<br />

Özdemir-Fikret Karaman, Elazığ.<br />

İkb<strong>al</strong>, Muhammad.(1964), İslamda Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, trc. Sofi<br />

Huri, İstanbul 1964.<br />

İsfehânî, Râgıb. (tarihsiz) Mu‘cemu müfredâti'l-elfâzi'l-Kur'an, Beyrut.<br />

İzz b. Abdüsselam. (1995) Bidayetu’sûl fi tafdili’r-rasûl, thk. İyad H<strong>al</strong>id ed- Debbağ,<br />

Beyrut.<br />

Kılavuz, Ahmet Saim. (2004) Ana Hatlarıyla İslam Akaidi ve Kelama Giriş, İstanbul.<br />

Nesefî, Ebü'l-Muîn Meymûn. (1990) Tabsiratü'l-edille, thk. Claude S<strong>al</strong>amé, I-II,<br />

Dimaşk.<br />

Semerkandî, Şemseddin. (1985) es-Sahâifü'l-ilâhiyye, thk. Ahmed Abdurrahman<br />

Şerif, Kuveyt.<br />

Taberî, Muhammed b. Cerir. (1988) Câmiü'l-beyân 'an te'vili âyi'l-Kur'an, I-XV,<br />

Beyrut.<br />

Taftazânî, Sa‘düddin.( 1989) Şerhu'l-Mekâsıd, I-V, Beyrut.<br />

Taftazânî. (tarihsiz), Şerhu'l-‘Akâid, İstanbul ts.<br />

Tehânevî, Muhammed Ali. (1996) Keşşâfu ıstılahâti’l-fünûn ve’l-ulûm, “mucize”<br />

mad., thk. Ali Dehrûc-Abdullah H<strong>al</strong>idî-George Zeinati, Beyrut.<br />

Top<strong>al</strong>oğlu, Bekir, Yusuf Şevki Yavuz, İlyas Çelebi,(2002) İslam’da İnanç Esasları,<br />

Çamlıca Yayınları, İstanbul.<br />

Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Muhammed Maddesi, cilt XXX, s. 408-<br />

447.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20


Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

Yazır, Elm<strong>al</strong>ılı Muhammed Hamdi. (1993)Hak Dini Kur'an Dili, Sadeleştirenler:<br />

İsmail Karaçam-Emin Işık-Nusrettin Bolelli-Abdullah Yücel-Nedim Yılmaz, I-X,<br />

İstanbul.<br />

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!