08.10.2014 Views

tıklayınız. - Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü - Selçuk Üniversitesi

tıklayınız. - Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü - Selçuk Üniversitesi

tıklayınız. - Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü - Selçuk Üniversitesi

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ<br />

TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

HAKEMLİ DERGİ – ISSN 1300-5766<br />

SAYI: 26 - GÜZ<br />

KONYA 2009


SELÇUK ÜNİVERSİTESİ<br />

TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ<br />

TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

REVIEW OF THE INSTITUTE OF TURKOLOGY<br />

©<br />

MLA (Modern Language Association) International Bibliography, New York/ABD tarafından<br />

taranmakta ve makalelerin ingilizce özetleri indeksin servisinde yer almaktadır.<br />

TÜBİTAK/ULAKBİM SBVT tarafından dizinlenmektedir.<br />

•<br />

Is being indexed by MLA (Modern Language Association) International Bibliography, New<br />

York/ABD and English abstracts of the articles are being published in its indexing service.<br />

Is being indexed by TÜBİTAK/ULAKBİM SBVT.<br />

•<br />

ISSN 1300-5766<br />

GÜZ 2009 - SAYI: 26<br />

•<br />

SÜ <strong>Türkiyat</strong> <strong>Araştırmaları</strong> <strong>Enstitüsü</strong><br />

Adına Sahibi Enstitü Müdürü<br />

Prof. Dr. Yakup KARASOY<br />

•<br />

YAYIM KURULU<br />

Prof. Dr. Yakup KARASOY<br />

Prof. Dr. Haşim KARPUZ<br />

Yrd. Doç. Dr. Mustafa TOKER<br />

Yrd. Doç. Dr. Orhan YAVUZ<br />

EDİTÖR:<br />

Yrd. Doç. Dr. Mustafa TOKER<br />

•<br />

HABERLEŞME<br />

<strong>Türkiyat</strong> <strong>Araştırmaları</strong> <strong>Enstitüsü</strong> 42031 Konya<br />

Telefonlar: +90 0332 241 05 62 Faks (Belgeç): 241 04 47<br />

web: http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr<br />

e-posta: turkiyat@selcuk.edu.tr<br />

TEKNİK HAZIRLIK<br />

Grafik-Tasarım: Harun YILDIZ<br />

Dizgi: Elif KÖKSAL<br />

Baskı: SÜ Basımevi / 0332 241 18 44<br />

•<br />

Dergide yer alan yazıların dil ve bilim sorumluluğu yazara aittir.


Danışma Kurulu<br />

Prof. Dr. Bahaeddin YEDİYILDIZ<br />

Prof. Dr. Kemal YAVUZ<br />

Prof. Dr. <strong>Selçuk</strong> MÜLAYİM<br />

Prof. Dr. Feridun M. EMECEN<br />

Prof. Dr. Önder GÖÇGÜN<br />

Prof. Dr. Leyla KARAHAN<br />

Hacettepe <strong>Üniversitesi</strong><br />

İstanbul <strong>Üniversitesi</strong><br />

Marmara <strong>Üniversitesi</strong><br />

İstanbul <strong>Üniversitesi</strong><br />

Pamukkale <strong>Üniversitesi</strong><br />

Gazi <strong>Üniversitesi</strong>


Hakem Kurulu ∗<br />

Prof. Dr. Tahir AKGEMCİ Prof. Dr. Çetin PEKACAR<br />

Prof. Dr. Zeki ASLANTÜRK Prof. Dr. Nâzım Hikmet POLAT<br />

Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH Prof. Dr. Sadık SARISAMAN<br />

Prof. Dr. Erman ARTUN Prof. Dr. Azmi SÜSLÜ<br />

Prof. Dr. Feda Şamil ARIK Prof. Dr. Ahmet Atilla ŞENTÜRK<br />

Prof. Dr. Ali ARSLAN Prof. Dr. Ramazan ŞEŞEN<br />

Prof. Dr. Mustafa AVCI Prof. Dr. Kemal YAVUZ<br />

Prof. Dr. Mehmet AYAN Prof. Dr. Muhammet YELTEN<br />

Prof. Dr. Süleyman BEYOĞLU Prof. Dr. Naciye YILDIZ<br />

Prof. Dr. A. Azmi BİLGİN Doç. Dr. Mahmut AK<br />

Prof. Dr. Üçler BULDUK Doç. Dr. Ekrem ARIKOĞLU<br />

Prof. Dr. Musa ÇADIRCI Doç. Dr. Feridun ATA<br />

Prof. Dr. İsmet ÇETİN Doç. Dr. Aytekin CAN<br />

Prof. Dr. Nurettin DEMİR Doç. Dr. Himmet HÜLÜR<br />

Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN Doç. Dr. Ahmet KALENDER<br />

Prof. Dr. Bilge ERCİLASUN Doç. Dr. Mehmet KIRBIYIK<br />

Prof. Dr. Hüsamettin ERDEM Doç. Dr. Yılmaz KOÇ<br />

Prof. Dr. Mehmet ERSAN Doç. Dr. Yunus KOÇ<br />

Prof. Dr. Şahin FİLİZ Doç. Dr. Selahattin ÖZÇELİK<br />

Prof. Dr. H. Tekin GÖKMENOĞLU Doç. Dr. Mehmet ÖZDEN<br />

Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ Doç. Dr. Yücel ÖZTÜRK<br />

Prof. Dr. Hasan Kürşat GÜLEŞ Doç. Dr. Ayhan ÖZTÜRK<br />

Prof. Dr. Tuncer GÜLENSOY Doç. Dr. Halim SERASLAN<br />

Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN Doç. Dr. İbrahim SOLAK<br />

Prof. Dr. Hamza GÜNDOĞDU Doç. Dr. Naim ŞAHİN<br />

Prof. Dr. Nurettin GÜZ Doç. Dr. Funda TOPRAK<br />

Prof. Dr. Osman HORATA Doç. Dr. Cüneyt YENİGÜN<br />

Prof. Dr. İbrahim İLKHAN Doç. Dr. Ahmet YILMAZ<br />

Prof. Dr. Leyla KARAHAN Doç. Dr. Zühal YÜKSEL<br />

Prof. Dr. Hacı Ömer KARPUZ Yrd. Doç. Dr. Gürsoy AKÇA<br />

Prof. Dr. İsmet KAYAOĞLU Yrd. Doç. Dr. Caner ARABACI<br />

Prof. Dr. Zeki KAYMAZ Yrd. Doç. Dr. Mustafa ARIKAN<br />

Prof. Dr. M. Fatih KİRİŞÇİOĞLU Yrd. Doç. Dr. Ufuk Deniz AŞÇI<br />

Prof. Dr. Atabey KILIÇ Yrd. Doç. Dr. Nergis BİRAY<br />

Prof. Dr. Timur KOCAOĞLU Yrd. Doç. Dr. Murat Sadullah ÇEBİ<br />

Prof. Dr. Saffet KÖSE Yrd. Doç. Dr. Levent DOĞAN<br />

Prof. Dr. Mine MENGİ Yrd. Doç. Dr. Dursun GÖK<br />

Prof. Dr. Muammer MUŞTA Yrd. Doç. Dr. Naile HACIZADE<br />

Prof. Dr. Ahmet ÖNKAL Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman ÖZKAN<br />

Prof. Dr. Abdülkadir ÖZCAN Yrd. Doç. Dr. Rıdvan ÖZTÜRK<br />

Prof. Dr. Ayfer ÖZÇELİK Yrd. Doç. Dr. Osman UYANIK<br />

Prof. Dr. Mehmet ÖZMEN Yrd. Doç. Dr. Orhan YAVUZ<br />

Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK Dr. Ahmet KÜÇÜK<br />

∗<br />

Dergimiz 10. sayısından itibaren hakemli dergi olarak çıkmaktadır. Dergimize verilen yazılar, üniversitemizin çeşitli birimlerinde<br />

ve diğer üniversitelerin ilgili Ana Bilim Dallarında görev yapan bilim adamlarımıza, bilim dallarına göre tetkik ettirilerek yayım<br />

kurulunun da onayı alındıktan sonra yönetim kurulu kararıyla yayımlanmaktadır.


Bu Sayının Hakemleri<br />

Prof. Dr. İhsan BULUT Prof. Dr. Muhittin TUŞ<br />

Prof. Dr. Mikail BAYRAM Prof. Dr. Mustafa UĞURLU<br />

Prof. Dr. İsmet ÇETİN Prof. Dr. Ömer ÜRE<br />

Prof. Dr. Feridun M. EMECEN Prof. Dr. Bayram ÜREKLİ<br />

Prof. Dr. İlhan ERDEM Prof. Dr. Emine YENİTERZİ<br />

Prof. Dr. Salih ERGAN Prof. Dr. Naciye YILDIZ<br />

Prof. Dr. Zekeriya GÜLER Doç. Dr. Mehmet AKGÜL<br />

Prof. Dr. Dilaver GÜRER Doç. Dr. Alaaddin AKÖZ<br />

Prof. Dr. Mustafa S. KAÇALİN Doç. Dr. Cengiz ALYILMAZ<br />

Prof. Dr. M.Yaşar KALTAKCI Doç. Dr. A. Serkan ECE<br />

Prof. Dr. Yakup KARASOY Doç. Dr. Alim GÜR<br />

Prof. Dr. Salim KOCA Doç. Dr. Ahmet SABAN<br />

Prof. Dr. Nuri KÖSTÜKLÜ Doç. Dr. Ülkü Eser ÜNALDI<br />

Prof. Dr. Ahmet MERMER Doç. Dr. Nurhan ÜNÜSAN<br />

Prof. Dr. Mehmet ÖZ Yrd. Doç. Dr. M. Ali HACIGÖKMEN<br />

Prof. Dr. Mustafa ÖZCAN Yrd. Doç. Dr. Mustafa TOKER<br />

Prof. Dr. Ramazan TOSUN Yrd. Doç. Dr. Semra TUNÇ<br />

Prof. Dr. Mustafa TURAN Yrd. Doç. Dr. Mehmet YILMAZ


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Yayım İlkeleri<br />

1. <strong>Türkiyat</strong> <strong>Araştırmaları</strong> Dergisi, Bahar ve Güz olmak üzere yılda iki sayı çıkar. Makalelerin<br />

pdf biçimli tam metinleri dergi basıldıktan sonra <strong>Türkiyat</strong> <strong>Araştırmaları</strong> <strong>Enstitüsü</strong>nün internet<br />

sayfasında yayımlanır: http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr<br />

2. Dergide yayımlanacak yazılar Türklük Bilimi ile ilgili ve daha önce herhangi bir yerde<br />

yayımlanmamış, araştırmaya dayalı özgün makaleler olmalıdır. Her sayıda derginin %20’sini<br />

aşmayacak şekilde derleme, çeviri ve kitap tanıtımına yer verilir.<br />

3. Derginin yazım dili Türkiye Türkçesidir, ancak her sayıda derginin üçte birini geçmeyecek<br />

şekilde İngilizce, Rusça ve Çağdaş Türk Lehçelerindeki yazılara da yer verilebilir.<br />

4. <strong>Türkiyat</strong> <strong>Araştırmaları</strong> Dergisine gönderilen yazılar, önce yayım kurulunca dergi ilkelerine<br />

uygunluk açısından incelenir ve uygun bulunanlar, o alandaki çalışmalarıyla tanınmış iki<br />

hakeme gönderilir. Hakemlerin isimleri gizli tutulur ve raporlar beş yıl süreyle saklanır. Hakem<br />

raporlarından biri olumlu, diğeri olumsuz olduğu takdirde, yazı üçüncü bir hakeme gönderilir.<br />

Olumsuz görüş bildiren hakeme durum hakkında bilgi verilir. Yazarlar, hakemlerin görüş ve<br />

önerileri doğrultusunda düzeltmeleri yaparlar. Yayıma kabul edilmeyen yazılar iade edilmez;<br />

ancak yazarın istemesi hâlinde bir nüshası kendisine verilir.<br />

5. Dergi basıldıktan sonra yayım kurulu tarafından, belirlenen kütüphane, kurum ve kuruluşlara<br />

birer nüsha, yazarlara ise birer dergi gönderilir. Yazar Konya dışında ise dergi, adresine<br />

ödemeli olarak gönderilir.<br />

Makale Yazım Kuralları<br />

1. Başlık: Her yazıya Türkçe ve İngilizce olmak üzere iki başlık konmalıdır. Başlıklar, konuyu en<br />

iyi biçimde ifade etmeli ve İngilizce başlık Türkçesinin tam karşılığı olmalıdır.<br />

2. Yazar/Yazarların adı ve adresi: Yazar/Yazarların adı ve soyadı makale başlığı altında sağ<br />

köşeye koyu karakterle yazılmalı ve konulacak bir yıldızla yazar/yazarların görev yaptığı<br />

kurum, haberleşme ve elmek (e-mail) adresi dipnotta belirtilmelidir.<br />

3. Özet: Makalenin başında, konuyu kısa ve öz biçimde ifade eden ve en az 50, en fazla 150<br />

kelimeden oluşan Türkçe ve İngilizce ya da Rusça özet bulunmalıdır. Her iki özetin altında en<br />

az 3, en çok 7 sözcükten oluşan anahtar kelime verilmelidir.<br />

4. Makale Metni: A4 boyutunda (29.7x21 cm.) kâğıtlara, MS Word programında, Times New<br />

Roman veya benzeri bir yazı karakteri ile 10 punto, 1.5 pt satır aralığıyla yazılmalıdır. Sayfa<br />

kenarlarında 3'er cm boşluk bırakılmalı ve sayfalar numaralandırılmalıdır. Paragraflar 1 cm (4<br />

karakter) içeriden başlatılmalıdır. Makaleler PC uyumlu Microsoft Word veya “.doc” uzantılı<br />

belge oluşturmaya elverişli herhangi bir kelime işlem programında yazılarak bir adet<br />

disket veya CD kaydı ve iki nüsha kâğıt çıktısıyla verilmelidir. Eski harfli metinler<br />

Universal Word ve benzeri programda yazılmış olmalıdır. Özel bir yazı karakteri<br />

kullanılmış ise belgeyle birlikte söz konusu karakterlerin de gönderilmesi gerekmektedir.<br />

Metin içinde vurgulanması gereken kısımlar, koyu değil eğik harflerle yazılmalıdır. Alıntılar<br />

eğik harflerle ve tırnak içinde verilmeli; beş satırdan az alıntılar satır arasında, beş satırdan


uzun alıntılar ise satırın iki yanından 1 cm içeride, blok hâlinde, 1 satır aralığıyla ve 9 punto ile<br />

yazılmalıdır.<br />

5. Makale içi başlıklar: Makalede, konunun işlenişine göre rakam-harf sistemi esas alınarak<br />

ana, ara ve alt başlıklar kullanılabilir.<br />

6. Fotoğraf, plân, harita ve çizimler: Metin içinde kullanılan fotoğraf, plân, harita vb.<br />

materyallerin “.jpg / .tiff” uzantılı kayıtları gönderilecek dokümanlara eklenmelidir. Bu tür<br />

belgelerin baskı tekniğine uygun çözünürlükte (en az 72 piksel) ve sayfa alanını<br />

aşmayacak büyüklükte olmasına dikkat edilmeli, ayrıca birden fazla olması hâlinde<br />

numaralandırılmalıdır (1. Resim, 2. Resim; 1. Harita, 2. Harita vb.).<br />

7. Kaynak gösterme: Dipnotlar, atıf veya açıklama için kullanılabilir. İki hâlde de sayfa altında<br />

gösterilir. Bir eserin ilk kullanımında kaynak ve yazar adının tam künyesi, aynı yazarın birden<br />

fazla eserinden yararlanılması durumunda ve genel olarak herhangi bir kaynağın sonraki<br />

kullanımlarında kısaltma veya basım yılı tercih edilebilir.<br />

* Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara.1991, s. 20<br />

Köprülü 1991, s. 20 (veya Köprülü, Mutasavvıflar, s.20)<br />

** Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, 1. cilt, Ankara 1971, s. 68<br />

Ögel 1971, s. 68 (veya Ögel, Mitoloji, s. 68)<br />

İnternet sayfalarına yapılan atıflarda adres dizini tam olarak gösterilmelidir:<br />

http://tdk.org.tr/sozluk.html<br />

8. Kaynaklar: Makalenin sonunda, çalışma esnasında yararlanılan kaynaklar, yazarların<br />

soyadları esas alınarak alfabetik biçimde sıralanmalıdır.<br />

ARAT, Reşit Rahmeti, “Uygurca Yazılar Arasında II”, Türk Dili Edebiyatı Dergisi, XXIII, İstanbul 1979, s. 17-<br />

28.<br />

İNAN, Abdülkadir, Tarihte ve Bugün Şamanizm, TTK, Ankara 1972.


İÇİNDEKİLER<br />

Mustafa YILDIZ<br />

Gökhan ÖLKER<br />

Muhittin ELİAÇIK<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk’teki Oğuzca Kelimelerin<br />

Dede Korkut Hikâyelerindeki Durumu…………………………………. 1<br />

Lefkoşe Kalesinin Fethini İlk Elden Anlatan<br />

Mühim Bir Mektup……………………………………………………….. 21<br />

Bekir DİREKCİ “İpäk Yoli Äfsånäläri”nin Tasnifi 39<br />

Nuran ÖZLÜK<br />

Tarık Buğra’nın Konusu Anadolu’da Geçen<br />

Roman ve Hikâyelerinde Görülen Yazarlar,<br />

Eserler ve Kahramanlar…………………………………………………. 57<br />

Süleyman EROĞLU XVI. Yüzyılda Bir Mevlevi Şair: Âsafî………………………………….. 71<br />

Mehmet T. BERBERCAN Türk Orta Asyasında Budizm…………………………………………... 93<br />

Mehmet TEMEL<br />

XX. Yüzyılın Başlarında Menteşe<br />

Sancağı Hapishaneleri…………………………………………….……. 109<br />

Erkan GÖKSU Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularında Iktâ‘……………………………………………. 137<br />

Yaşar SEMİZ<br />

Atatürk Çiftlikleri ve Bunların<br />

Hazineye Devri…………………………………………………………… 155<br />

İsmail ÇİFTCİOĞLU<br />

Osmanlılar İle Anadolu Beylikleri Arasındaki<br />

İlişkilerde Ulemânın Diplomatik Rolü…………………………………..<br />

193<br />

Ayşe D. KUŞÇU Eyyûbîler’de Mezâlim Mahkemeleri ve Dârü’l-Adl……………………. 207<br />

Ayşe ATICI ARAYANCAN Nizârî İsmailîleri’nin Gelir Kaynakları………………………………….. 231<br />

İrfan GÖRKAŞ<br />

Tahsin TAPUR<br />

Bolvadinli Ahmet Fevzi Efendi ve Konyalı<br />

Mehmet Vehbi’nin İcazetnamesi……………………………………….. 247<br />

Atatürk’ün Ecdat Yurdu Taşkale<br />

Yerleşmesinin Coğrafyası………………………………………………. 265<br />

Ali Rıza Gönüllü Antalya’da İskan Edilen Muhacirler (1878-1923)…………………….. 293<br />

Alper Alp<br />

Gökhan KAYILI<br />

Sezai KOÇYİĞİT<br />

Filiz ERBAY<br />

Kadir ULUSOY<br />

Sibel KARAMAN<br />

Yusuf AKBULUT<br />

“Mir İslama” Dergisine Göre 20. Asır Başında<br />

İdil-Ural Bölgesinde Mektep ve Medrese Meselesi………………….. 327<br />

Montessori Yönteminin Beş - Altı Yaş Çocuklarının<br />

Alıcı Dil Gelişimine Etkisinin İncelenmesi……………………………... 347<br />

İlköğretim 7. Sınıf Öğrencilerinin Türk Dünyası ve<br />

Türk Cumhuriyetlerine Yönelik Tutum ve Düşünceleri……………… 357<br />

Biçim ve Usûl Açısından<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin Kârları………………………………………...… 379<br />

Zafer KURTASLAN Türk Keman Okulunun Oluşum Süreci ve Temsilcileri………………. 409<br />

Mevlüt GÜLMEZ<br />

V. Mennanov, G. Astanova, Ş. Kemâliddin,<br />

Ämir Temür’niŋ Türkiy Yårlıġı, Taşkent 2005, 52 s………………….. 431


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 1<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk’teki Oğuzca Kelimelerin<br />

Dede Korkut Hikâyelerindeki Durumu<br />

State Of Oghuz Words Which Are Specified In Dîvânü Lugâti’t-<br />

Türk Into The Dede Korkut Stories.<br />

Mustafa YILDIZ ∗<br />

Gökhan ÖLKER ∗∗<br />

ÖZET<br />

Oğuz Türkçesinin tarihini takip edebilmek ancak 13. yüzyılın başına kadar mümkün<br />

olabilmektedir. 13. yüzyıl öncesinde ise elimizde yeterince kaynak yoktur; fakat Kâşgarlı<br />

Mahmud’un Dîvânü Lugâti’t-Türk adlı eseri bu konuda bize açık bilgiler vermektedir. Ayrıca<br />

15. yüzyılda yazıya geçirildiği düşünülen Dede Korkut hikâyeleri de Oğuzun el kitabı olarak<br />

adlandırılmaktadır. Bu hikâyeler daha önce de sözlü edebiyat ürünü olarak varlığını devam<br />

ettirmiştir. Biz de bu çalışmamızda Dîvânü Lugâti’t-Türk’te Oğuzca olarak belirtilen<br />

kelimelerin Dede Korkut hikâyelerindeki durumlarını göstereceğiz.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk, Dede Korkut hikâyeleri, Oğuzca Kelimeler, Eski Oğuzca<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

Following to past of Oghuz literary is possible just about beginning of 13. century. We haven’t<br />

got enough source before 13. century. But work of Kâşgarlı Mahmud which is called Dîvânü<br />

Lugâti’t-Türk give us clean information in this subject. On the other hand Dede Korkut<br />

Stories (Dede Korkut Hikâyeleri) is designated by being fundamental book of Oghuz which<br />

was presumed that it was written in 15. century. But this stories had been came into being in<br />

oral literary before hand. In this study, we will display state of words which are specified in<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk into the Dede Korkut Stories.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk, Dede Korkut Stories, Oghuz Words, Old Oghuz<br />

∗<br />

∗∗<br />

Yrd. Doç. Dr., <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Öğretim Üyesi.<br />

Arş. Gör., <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi.


2 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

I. Giriş<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk ve Oğuzca<br />

Türk dili 13. yüzyıla kadar tek yazı dili olarak görülmektedir. 13. yüzyıldan<br />

sonra ise bazı siyasi ve sosyal etkiler nedeniyle dilin bünyesinde bulunan ağızlar,<br />

yazı dili olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu şekilde meydana gelen yazı<br />

dillerinin en önemlisi Oğuz ağzına dayanan Oğuz grubu (Batı grubu, Güney<br />

batı grubu) yazı dilidir.<br />

Oğuz yazı dilinin tarihi seyrini geriye doğru takip edebilmek ancak 13.<br />

yüzyılın başlarına kadar mümkün olabilmektedir. 13. yüzyıl öncesinde ise elimizde<br />

yeterince kaynak bulunmamaktadır. Bu konuda bize en yetkin bilgiyi<br />

veren Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lugâti’t-Türk adlı eseridir. Eserinde birçok<br />

Türk kavmi hakkında bilgi veren Kâşgarlı Mahmud bilgi verdiği bu kavimler<br />

içinde Oğuzlara ayrı bir önem vermekte ve ağızlar arasındaki farklardan bahsederken<br />

en çok bu ağızdan örnek vermektedir. Bu konuda çalışma yapan Arat<br />

(1987: 313 [1960] * ) şunları söylemektedir:<br />

“Eserde bu şivedeki ses, şekil ve mana farklarına misal olmak üzere<br />

200’den fazla kelime zikredildiği gibi (II kelimenin de Oğuzcada kullanılmadığı<br />

kayıtlıdır), gramer hususiyetlerinin mukayesesinde de en çok bu şive öne alınmıştır.<br />

XI. asrın ikinci yarısının başlarında Oğuz Türkçesinde yahut cenup<br />

Türklerinin konuşma dilinde kısmen yazı dilinde ve kısmen de diğer şivelerden<br />

farklı olmak üzere Mahmud Kaşgari tarafından şu hususiyetler kaydedilmektedir:<br />

1. m-> b-, 2. y->Ø, 3. y->c-, 4. t->d-, 5. kelime kökünde d>y, 6. ŋ>y, 7. teşkil<br />

eklerinin başında ġ- ve g- seslerinin düşmesi, 8. tasrif eklerinin başında ġ- ve<br />

g- seslerinin düşmesi, 9. isim fiil eklerinde – ġu /-gü yerine -ası /-esi , 10. -ġuçı<br />

/-güçi yerine -daçı /-deçi 11. isimden isim yapma eklerinde -lık /-lik yerine -<br />

sak /-sek eklerinin tercihi, 12. fiillerin tasrifinde görülen farklar.”<br />

“Kâşgarlı Mahmud ve Oğuz Türkçesi” adıyla bir çalışma yaparak Dîvânü<br />

Lugâti’t-Türk’ün Oğuzca açısından taşıdığı değeri maddeler halinde ortaya koyan<br />

Korkmaz (1995a: 241 [1972]), Dîvânü Lugâti’t-Türk’te belirtilen Oğuzcaya<br />

ait ses bilgisi ve şekil bilgisi özelliklerini tespit ederek bunları değerlendirmiştir.<br />

Bundan başka Korkmaz’ın “XI.-XIII. Yüzyıllar Arasında Oğuzca” (1995b: 268<br />

*<br />

Köşeli parantez içinde verilen tarih faydalandığımız çalışmanın ilk basım tarihidir. Öndeki<br />

tarih ise kullanmış olduğumuz kaynağın baskı tarihidir.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 3<br />

[1974]) ve “<strong>Selçuk</strong>lular Çağı Türkçesinin Genel Yapısı” (1995c: 274 [1973]) adlı<br />

yazıları da XIII. yüzyıl Oğuzcasına ışık tutacak nitelikte araştırmalardır.<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk’teki ağızlara yönelik bilgileri değerlendiren<br />

Banguaoğlu Belleten dergisinde “Kaşgari’den Notlar” adı altında üç ayrı yazı<br />

yayımlamıştır. Bunlardan birincisinde Uygurlar ve Uygurca üzerine notları değerlendirmiş<br />

(Banguoğlu 1988a, 87 [1958]), ikincisinde Oğuzlar ve Oğuzca üzerine<br />

olan bilgileri vermiştir (Banguoğlu 1988b, 1 [1959]). Üçüncüsünde ise<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk’te tespit ettiği 265 Oğuzca kelimeyi sözlük hâlinde listelemiştir<br />

(Banguoğlu 1988c, 23 [1960]).<br />

Son dönem çalışmalarından biri de Çoban’a aittir. Çoban Dîvânü Lugâti’t-<br />

Türk’te geçen “Oğuzca” kayıtlı tüm gramer ve söz varlığına ait dil malzemesini<br />

yüksek lisans çalışması olarak ele almış ve işlemiştir (Çoban 2005)<br />

Buraya kadar değindiğimiz yazılar daha çok Kâşgarlı’nın Oğuzca üzerine<br />

verdiği bilgiler ışığında meydana getirilen çalışmalardır. Yani XI. yüzyıl sonrası<br />

Oğuzcasını kapsamaktadır. XI. yüzyıldan önceki Oğuzca için ise yine Korkmaz’ın<br />

(1995d: 205 [1975]) “Eski Türkçedeki Oğuzca Belirtiler” adlı yazısı derli<br />

toplu bir bilgi vermektedir. Bunun yanında Doerfer (1976: 81) “Osmanlı Öncesi<br />

(Orhon Yazıtlarından Sultan Veled’e Kadar Oğuz Dilinin Gelişmesi)” adlı çalışmasıyla<br />

Oğuz Türkçesinin tarihi gelişimini fonetik ve morfolojik değerlendirmeler<br />

ışığı altında bize sunmaktadır. Bu konuda son dönemde yapılan<br />

önemli bir çalışma da Gülsevin’in “Köktürk Bengü Taşlarındaki Oğuzca Özellikler”<br />

(Gülsevin 1998: 12) adlı çalışmasıdır. Gülsevin bu çalışmasında Bengü<br />

Taşlardaki Oğuzca ses ve şekil özellikleri hakkında daha önce yapılmış çalışmalara<br />

katkıda bulunarak, söz varlığı açısından da öz/kentü, bul-, û, ürüŋ kelimeleri<br />

üzerinde durmuş ve bunları bazı lehçelerle karşılaştırmıştır.<br />

II. Çalışmanın Kaynakları ve Yöntemi<br />

Biz bu çalışmamızda Dîvânü Lugâti’t-Türk’te Oğuzca olarak belirtilen kelimelerin<br />

Oğuzun el kitabı olarak nitelendirilen Dede Korkut hikâyelerinde<br />

(Oğuzname) ne oranda ve nasıl temsil edildiğini ortaya koymaya çalışacağız.<br />

Çalışmamıza öncelikle Dîvânü Lugâti’t-Türk’teki Oğuzca kaydı düşülmüş<br />

kelimeleri tarayarak başladık. Taramada esas aldığımız kaynaklar ise Besim<br />

Atalay (1998a/b [1943]) tarafından yayıma hazırlanan Dîvânü Lugâti’t-Türk<br />

çalışması ile Robert Dankoff’un “Compendium of The Turkic Dialects”<br />

(Dankoff, Kelly 1982) adlı çalışmasıdır. Tarama sonucunda elde edilen kelimeleri<br />

Banguoğlu’nun, Dankoff’un ve Çoban’ın Oğuzca olarak tespit ettiği kelime


4 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

listeleriyle karşılaştırdık. Toplam 275 kelimelik bir listemiz oldu. Banguoğlu<br />

çalışmasında 265 kelime işlemiştir. Biz bu listeye 10 kelimelik bir katkıda bulunduk.<br />

Dankoff’un Oğuzca kelimeleri verdiği liste ise (C. III, s. 279) 126 kelimeden<br />

oluşmaktadır. Çoban’ın listesinde ise 249 kelime bulunmaktadır. Ancak<br />

bu rakama çift şekilli kelimeleri dâhil etmedik. Bu tarz kelimeleri tek şekilli gibi<br />

düşünüp diğer şekli parantez içinde madde başı olan kelimenin yanında verdik.<br />

Çalışmamızın ikinci ayağını ise Dede Korkut hikâyeleri olarak bilinen “Dede<br />

Korkut Kitabı” oluşturmaktadır. Dede Korkut Kitabı’nın iki nüshası vardır.<br />

On iki hikâyeden oluşan Dresden nüshası “Kitâb-ı Dedem Korkud Alâ Lisân-ı Tâife-i<br />

Oguzân” adını taşımaktadır. Altı hikâyeden oluşan Vatikan nüshası ise<br />

“Hikâyet-i Oguz-nâme-i Kazan Beg ve Gayrı” adı ile anılmaktadır.<br />

Dede Korkut hikâyeleri üzerine bu güne kadar yurt içinde ve yurt dışında<br />

birçok çalışma yapılmıştır. Bunlar arasında aklımıza ilk gelenler Ergin’in ve<br />

Gökyay’ın çalışmalarıdır. Ergin, Dresden nüshasını esas alarak Vatikan nüshasıyla<br />

mukayese etmiş ve farklılıkları ayrıca belirtmiştir. (Ergin 1997 [1958])<br />

Gökyay da çalışmasında Dresden nüshasını esas almıştır. Vatikan nüshasını ise<br />

metni destekleyici nitelikte kullanmış ve mevcut olan farklılıkları asıl metin<br />

içersinde italık olarak verme yoluna gitmiştir. (Gökyay 2006 [1973]).<br />

Diğer dikkat çekici yayınlardan biri ise Tezcan ve Boeschoten’in birlikte hazırladıkları<br />

“Dede Korkut Oğuznameleri” adlı çalışmalarıdır. (Tezcan-Boeschoten<br />

2006 [2001]) Bu çalışmada Dresden nüshası ve Vatikan nüshası ayrı ayrı yayımlanmıştır.<br />

Ayrıca istinsah hataları gibi durumlarda metin tamiri yoluna da gidilmiştir.<br />

Tezcan daha sonra da “Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar”<br />

(Tezcan 2001) adlı bir eser daha yayımlamıştır.<br />

Bu iki eseri bir değerlendirmeye tâbi tutan Develi şunları söylemektedir.<br />

“Bu iki kitapla Dede Korkut araştırmaları yeni ve ileri bir merhaleye girmiş bulunuyor.<br />

Tezcan ve Boeschoten neşri, Dede Korkut yayınları konusunda yüksek<br />

bir standart getirmiştir. (Develi 2001: 94)<br />

Bu yüksek standart daha sonraki yayınlarda kendini göstermiştir. Özellikle<br />

2005’ten sonra çıkan dört yayın Dede Korkut hikâyelerine, hikâyelerin hak ettiği<br />

önemle yaklaşmışlardır. Bunlardan ilki Özçelik’e aittir. Özçelik, Dresden<br />

nüshasını esas alarak Dede Korkut (Özçelik 2005) adlı eserini yayınlamıştır. Çalışma<br />

metin, tıpkıbasım, dizin ve açıklayıcı notlardan meydana gelmektedir. Bir<br />

sonraki yayın ise Sertkaya tarafından ortaya konmuştur. Sertkaya, Dede Korkut<br />

Kitabı (Sertkaya 2006) adlı yayını ile Dresden nüshasının giriş bölümünü ele


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 5<br />

almıştır. Bu bölümün metnini ve tıpkıbasımını verdikten sonra yetmiş üç tane<br />

kelime ve şekli geniş bir şekilde açıklama yoluna gitmiştir.<br />

Dede Korkut Kitabı (Özsoy 2006) adlı diğer bir çalışma da Bekir Sami<br />

Özsoy’a aittir. Dresden nüshasının esas alındığı bu çalışma da metin, tıpkıbasım,<br />

inceleme ve sözlükten oluşmaktadır.<br />

Esas alınması gereken çalışmalardan biri de Kaçalin’e aittir. Dedem Korkut’un<br />

Kazan Bey Oğuz-nâmesi (Kaçalin 2006) adlı eserin diğerlerinden farklı yanı<br />

sadece Vatikan nüshasını esas almış olmasıdır. Kaçalin bu nüshanın eksik olduğu<br />

için üzerinde çok durulmadığını, oysa Vatikan nüshasının Dresden nüshasından<br />

73 yıl daha önce yazıldığını ve harekeli olduğunu açıkladıktan sonra<br />

nüshada yer alan altı hikâyeyi metin hâlinde vermiş ve eserin sonuna bir sözlük<br />

eklemiştir. Eserin en önemli tarafı ise açıklamalar kısmında 422 kelimenin çok<br />

geniş bir şekilde tartışılmasıdır.<br />

Dede Korkut hikâyeleri üzerine adını burada zikretmediğimiz daha birçok<br />

çalışma vardır. Ancak konumuz gereği biz bu kadarıyla yetineceğiz.<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk’ten tespit ettiğimiz kelimeleri yukarıda bahsi geçen<br />

eserlerin gerek dizin ve sözlüklerinden gerekse açıklamalar kısmından kontrol<br />

ettik. Kelimeleri anlamlandırmada Gökyay’ın ve Ergin’in çalışmalarını esas aldık.<br />

Diğer çalışmalarda ortaya çıkan farklılıkları ise ayrıca belirtme yoluna gittik.<br />

Karşılaştırma sonucunda elde edilen kelimeleri üç başlık altında tasnife tâbi<br />

tuttuk.<br />

III. Dîvânü Lugâti’t-Türk’teki Oğuzca Kelimelerin Dede Korkut Hikâyelerindeki<br />

Durumu<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk’te Oğuzca kaydıyla tespit edilen kelimeleri üç başlık<br />

altında inceledik.<br />

1. Değişikliğe uğrayan kelimeler<br />

II. Değişikliğe uğramayan kelimeler<br />

III. Dede Korkut hikâyelerinde geçmeyen kelimeler<br />

III.I. Değişikliğe Uğrayan Kelimeler<br />

Dede Korkut hikâyelerinde Dîvânü Lugâti’t-Türk’ten farklı olarak her hangi<br />

bir değişime (ses, şekil, anlam değişikliği) uğrayan kelimeler bu başlık altında<br />

işlenecektir.


6 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

III.I.I. Anlam Bakımından Değişikliğe Uğrayanlar<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk’teki anlamlarına göre Dede Korkut hikâyelerinde anlam<br />

daralması, başka anlama geçme, anlam genişlemesi gibi anlam olayları görülen<br />

kelimelere rastlanmaktadır. Burada bu türden kelimeler ele alınmıştır.<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk’te aynı anlamda birkaç kelime geçebilmektedir. Değerlendirme<br />

madde başı olarak verilen kelime üzerinden yapılmış, maddenin açıklaması<br />

içerisinde eş anlamlısı olarak verilen kelime parantez içinde gösterilmiştir;<br />

armagan (~yarmakan) gibi.<br />

DLT<br />

armagan (~yarmakan): hısımlara doyumluktan<br />

verilen belek.<br />

boy : kavim, kabile aşiret hısım.<br />

çak-: çakmak; eriştirmek<br />

çalın-: kulağına söz erişmek,<br />

dede: baba<br />

kayın: kardaş, hısım ve akraba<br />

oba: oba, kabile<br />

ören: her şeyin kötüsü.<br />

tokın-: çarpmak, döğülmek (adam)<br />

uç: bir nesnenin tükenmesi<br />

yaŋa: derenin yanı, herhangi bir ırmağın<br />

bir yanı<br />

yas: ölüm, helak.<br />

DKH<br />

armağan: armağan, hediye<br />

boy: 1- booy, eyvah, 2- boy, 3- boy,<br />

kabile, maiyet, 4- destan<br />

çak-: çakmak, vurmak<br />

çalın-: çalınmak (müzik aleti, kılıç)<br />

dede: Dede Korkut (bk. ata, Korkut)<br />

kayın: kayın (akraba ismi)<br />

oba: oba, oymak, boy, kabile, göçebe<br />

oymağı, bir oymağın oturduğu yer,<br />

göçebe çadırı, göçebe evi.<br />

ören: viran, harap<br />

tokın- / toxın-: dokunmak, değmek<br />

uç: uç<br />

yaŋa: taraf, cihet, tarafa, tarafta, taraftan<br />

yas: yas


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 7<br />

III.I.II. Ses veya Şekil Bakımından Değişikliğe Uğrayanlar<br />

Burada Dede Korkut hikâyelerinde ses ve şekil değişikliğine uğrayarak<br />

kendine yer bulan kelimeler verilmiştir. Ancak Dîvânü Lugâti’t-Türk’te bazen<br />

aynı anlamda iki kelime birden verilmiştir, adhruk ~ ayruk, deve ~ devey gibi. Biz<br />

bu şekillerin her birini ayrı kelime gibi almaktansa her ikisini de bir maddede<br />

almayı uygun gördük. Şayet Dede Korkut hikâyelerinde de bu çift şekillilik devam<br />

ediyorsa, ikinci şekli parantez içinde diğer şeklin yanında gösterdik.<br />

DLT<br />

aruk (~ayruk) ∗<br />

DKH<br />

> ayru (~ayruk): başka, başkası, ayrı.<br />

alduz- > aldur-: malını elinden aldırmak, soyulmak,<br />

aldırmak, kaptırmak<br />

arık > aruk: zayıf, cılız.<br />

arka- > arka-: aramak, yoklamak, arayıp<br />

taramak.<br />

aşak > aşağa: aşağı, aşağıya, dağ dibi<br />

bakır- > bağır-: bağırmak<br />

bildüz- > bildür-: bildirmek, öğretmek.<br />

çaşır > çadır: çadır<br />

dakı > daxı: dahi, ve, daha, artık, hâlâ.<br />

deve (~devey) ∗<br />

evet (emet) ∗<br />

> deve: deve<br />

> evet: evet<br />

epmek > etmek: ekmek<br />

ev > iv: ev, otağ, çadır.<br />

xanda > kanda: nerede, nereye.<br />

∗<br />

∗<br />

∗<br />

Her iki kelime de Dîvânü Lugâti’t-Türk’te madde başı olarak geçmektedir<br />

Paragrafın dışındaki kelimeler madde başıdır. Bu iki kelimede madde başı olan şekiller için<br />

Dede Korkut Hikâyelerinde herhangi bir değişim söz konusu değildir. Ancak diğer şekillerin<br />

göz önünde bulundurulabilmesi için burada almak uygun görülmüştür.


8 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

xayu > kanı: hangi, hani.<br />

xız > kız: kız.<br />

kayıŋ > kayın: kayın ağacı.<br />

kéçi > kiçi: keçi.<br />

keçe > kiçe: keçe.<br />

keleçü > keleçi: söz<br />

keltür- > getür-: getirmek.<br />

konşı > koŋşı (~konşu): komşu.<br />

kur > kuru: kuru.<br />

tarıg > tarı: darı.<br />

tegül > degül: değil, değildir.<br />

III.I.III. Hem Ses veya Şekil Hem de Anlam Bakımından Değişikliğe Uğrayanlar<br />

Bu kısımda ses veya şekil değişikliğinin yanında herhangi bir anlam değişikliğine<br />

(anlam genişlemesi, anlam daralması ve anlamın tamamıyla değişmesi)<br />

uğrayan kelimeler verilmiştir.<br />

DLT<br />

kü-: durmak, beklemek, gözlemek,<br />

gütmek.<br />

DKH<br />

> güt-:gütmek (küy-: beklemek, intizar<br />

etmek, gözlemek, sabretmek,<br />

gözetmek.)<br />

ugur: hayır ve bereket > uğur: uğur, yol.<br />

sag: akıl, zeyreklik, anlayış > sak: uyanık, tetikte.<br />

takuk: horoz > tavuk: tavuk.<br />

tamak: boğaz > damağ: boğaz.<br />

telü: deli, çılgın > delü: deli, deli dolu, yaman, cesur.<br />

teriŋ: derin ve çok şey. > derin: derin


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 9<br />

töl: yavrulama zamanı, yavrulama<br />

> döl: döl.<br />

tön-: dönmek > dön-: dönmek, geri dönmek, dolaşmak,<br />

çevrilmek<br />

III.II. Değişikliğe Uğramayan Kelimeler<br />

Dîvânü Lugâti’t-Türk’te geçtiği şekil ve anlamını Dede Korkut hikâyelerinde<br />

muhafaza eden kelimeler burada ele alınmıştır.<br />

agıl:<br />

ak:<br />

ak sakal<br />

alma:<br />

andan:<br />

aŋla-:<br />

atlan-:<br />

av:<br />

ayıt-:<br />

balçık:<br />

ben (∼men) * :<br />

buyur-:<br />

çetük:<br />

ağıl; koyun yatağı<br />

ak, beyaz<br />

saçı sakalı ağarmış, kocalmış.<br />

elma<br />

ondan, ondan sonra, oradan<br />

anlamak<br />

ata binmek, atlanmak, bir şeyin üzerine çıkmak<br />

av<br />

söylemek<br />

balçık, sıvı çamur.<br />

ben (~men) (zamir)<br />

buyurmak; emretmek.<br />

kedi<br />

çok : kötü, alçak yaman * *<br />

eyle:<br />

imdi:<br />

et-:<br />

öyle<br />

şimdi<br />

etmek, eylemek, yapmak<br />

*<br />

Her iki kelimede Dede Korkut Hikâyelerinde aynen geçmektedir.<br />

* *<br />

Bu anlam sadece Kaçalin’de geçmektedir. (Kaçalin: 2006, s.258)


10 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

kat:<br />

kırnak:<br />

kısrak:<br />

koç:<br />

konukla-:<br />

kök:<br />

kurt<br />

küs-:<br />

öŋ:<br />

öyle:<br />

sawaş-:<br />

sen:<br />

siz:<br />

sınuk:<br />

sok-:<br />

sor-:<br />

tak-:<br />

tamar:<br />

us:<br />

us-:<br />

yag:<br />

yarat-:<br />

yaz-:<br />

yeŋ-:<br />

yumurlan-:<br />

yut-:<br />

kat, huzur, ön, makam, nezd<br />

cariye<br />

kısrak<br />

koç<br />

konuklamak<br />

kök, asıl, soy<br />

kurt, böri<br />

küsmek, darılmak<br />

ön<br />

öğle vakti<br />

savaşmak, çarpışmak, dövüşmek<br />

sen<br />

siz<br />

sınık, kırılmış<br />

sokmak<br />

1-sormak 2- emmek, emerek içine çekmek.<br />

takmak, geçirmek.<br />

damar<br />

iyiyi kötüden ayırt etme, akıl, us.<br />

sanmak, ummak<br />

iç yağ, yağ<br />

yaratmak<br />

yazmak<br />

yenmek, alt etmek<br />

toplanmak, toparlanmak.<br />

yutmak


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 11<br />

III.III. Dede Korkut Hikâyelerinde Geçmeyen Kelimeler<br />

aba: ana<br />

aftabı: kova<br />

alıg: kötü, fena<br />

alık: kuş gagası<br />

aluk (er): kel, daz; kaba, haşin<br />

am: am, kadınlık organı.<br />

aŋ: yok, değil<br />

apak: gerçekten duru, beyaz.<br />

arsalık: hem erkekliği, hem dişiliği<br />

olan bir hayvan, aslık<br />

arsu: değersiz şey<br />

aşat-: yemek yedirmek (genel olarak).<br />

aşlık: aş evi, mutfak; yemeklik<br />

ayıg: ayı<br />

ayluk ayluk: öyle öyle<br />

ayrık: yumuşak bir ot<br />

bal: bal<br />

balık: çamur<br />

bart ∗ : su içilen bardak.<br />

başmak: pabuç<br />

başmaklan-: başmak sahibi olmak<br />

bayık (söz): doğru söz<br />

baynak: pislik, gübre<br />

bayram: bayram<br />

beklen-: bekişmek; sağlamlaşmak;<br />

kapanmak; kapatılmak<br />

bekleş-: beklemekte yardım etmek,<br />

andlaşmak, pekitmekte yardım etmek.<br />

beklet-: bağlatmak; hapsetmek<br />

bi: böy denen böcek<br />

bitik: muska, afsun, üfrük<br />

bok: bok<br />

bokla-: pislemek<br />

boy: yenilen bir ot, poy otu<br />

buşak (er): içi sıkıntılı; mükedder<br />

bükte: hançer<br />

büküm etik: kadın pabucu<br />

bün: çorba<br />

cincü: inci<br />

cugdu: uzamış deve tüyü.<br />

çakrış-: çağrışmak<br />

çaltur-: yere çeldirmek, yere çaldırmak,<br />

aratmak, aramasını emretmek<br />

işittirmek için çağırılmak<br />

∗<br />

Atalay, endeksde “bart” kelimesiyle<br />

aynı anlamda bir de “yart” kelimesinin<br />

olduğunu söylemektedir. Ancak metinde<br />

işaret ettiği yere (I, 341-6)<br />

bakıtğımızda böyle bir kelimeye rastlanmamıştır.<br />

çanak: kap kacak<br />

çapıtgan (er) : cellat, boyun vuran.<br />

çat: kuyu


12 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

çat-: kuzuyu koyunu katmak<br />

çekük: çekiç<br />

çekürge: çekirge<br />

çerik: her şeyin vakti, sırası.<br />

çet-: erişmek<br />

çil: çil; çirkinlik<br />

çomuk: ala karga<br />

çor ot: sık bitmiş bitki.<br />

çömçe: kepçe<br />

çufga: kılavuz, başbuğ<br />

çufgasız: kılavuzsuz<br />

çun-: yıkanmak.<br />

ekin: çiftlik; ekin ekilen yer<br />

elgin: yelici; koşan; konuk, misafir,<br />

yolcu, seyyah<br />

emir: kırağı, sis<br />

endek: satıh, bir nesnenin üst yanı;<br />

dam<br />

etrek: rengi kızıla çalan sarı adam<br />

ev kızı: aile kızı<br />

eze: büyük kız kardaş<br />

keşür: havuç, turp<br />

xamir: emir, bey<br />

ılıg: ılık<br />

idiş: kadeh<br />

igit: yalan<br />

ilik: ilik<br />

imir: aydınlıkla karanlığın birbirine<br />

karışması.<br />

ingek: kaplumbağanın dişisi<br />

karakuş: deve tabanının uçları<br />

kar-: karmak, karıştırmak.<br />

karıl-: karışmak, karılmak<br />

karınça (karınçak): karınca<br />

karıt: söğmek<br />

kartur-: tıkamak, kardırmak, karıştırmak<br />

kayır: kum<br />

kaytar-: yöneltisinde döndermek;<br />

çevirmek<br />

kemi: gemi<br />

kend (ken): şehir<br />

keregü: çadır<br />

kerey: ustura<br />

keriş: üstüne çıkılabilen dağ tepesi<br />

kılide: gerdanlık<br />

kısgaç: küçük, kara bir hayvancık,<br />

insanı ısırır<br />

kibe: az zaman, kısa zaman<br />

kip: kalıp, benzer, öğür<br />

kova: kova<br />

kovuz: cin çarpması eseri<br />

köm kök: gömgök<br />

kömürgen: dağ soğanı<br />

köpçük: eyer yastığı


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 13<br />

kurman: gedeleç, yaylık, yay kabı<br />

kuşluk: kuşluk vakti<br />

kuşun: kurşun<br />

küben: deve çulu ve eğer altına<br />

konan keçe ve benzeri.<br />

künçek: yaka, urba yakası<br />

kündi: aşağılık, kötü<br />

küvük: saman<br />

küvük çetük: erkek kedi<br />

mandar: ağaçlara sarılan bir bitki,<br />

sarmaşık<br />

mıŋar: pınar<br />

ogur: karşılık, ivaz<br />

ogurlan-: vakti yaklaşmak, uğurlanmak,<br />

uğurlu olmak, bağışlanan<br />

bir şeyin karşılığının verilmesi<br />

ordutal: hama otu<br />

ota-: ilaç vermek<br />

oyuk: hayal, belge, bostan höyüğü<br />

öd: duvarda ve ağaçta delik<br />

örçük: örülmüş saç<br />

örgen: urgan<br />

ötünç: ödünç<br />

öyez: öyez, övez, bir çeşit sivrisinek<br />

pekmes: pekmez<br />

perçem: alâmet, belge<br />

porsuk: porsuk<br />

sag: sağ, tatlı, iyi<br />

sag elig: sağ el<br />

saxt: eyerlere, kemerin başına, takılara<br />

işlenen aylın veya gümüş işleme<br />

saltur-: saldırtmak<br />

satga-: bir yol bir yola çatılmak,<br />

ödeşmek.<br />

satgaş-: sayışmak, ödeşmek.<br />

sawçı: elçi, peygamber<br />

seçe: serçe kuşu<br />

seŋek: ağaçtan oyulmuş su kabı<br />

sıdrım: sırım<br />

sıgra: iki dağ arasındaki geniş dere.<br />

sındu: makas<br />

sırt: kıl, kalın kıl<br />

sırtla-: kuyruğu iple bükmek; küçük<br />

bir dereden yukarı çıkmak<br />

sögüş: kebap etmeğe yarar oğlak<br />

veya kuzu<br />

sökel (sükel): hasta<br />

sörçek: gece toplantısı; müsamere<br />

subran: minare ve benzeri şeyler<br />

sukak: Oğuzların Farslara verdikleri<br />

ad.<br />

süm: tap tatlı, pek tatlı nesne<br />

takuklug: tavuklu<br />

tas: her nesnenin kötüsü; bayağısı<br />

taşık-: çıkmak (evden dışarı)<br />

tavar: mal, davar


14 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

tek tur-: susmak.<br />

temürken: ok temreni<br />

teŋelgüç: dölengeç kuşu<br />

terinçek: iki parçadan yapılan kadın<br />

carı<br />

tes: abartma edatı<br />

tılık-: konuşup haber almak<br />

tınma-: susmak.<br />

tokı-: döğmek (insan)<br />

tokıl-: döğülmek, dokunmak<br />

topul-: elbise çıkarmak<br />

töki: darının kabuğu soyulduktan<br />

sonra kalan özü<br />

töle- (tüle-): döllemek, kuzulamak.<br />

tölet- (tület-): kuzulatmak, doğurtmak<br />

tölek: kanıksamış, durgun<br />

törüt-: bir şey takdir veya ıslah<br />

edilmek<br />

tugrag: tuğra<br />

tugraglan-: tuğralanmak<br />

tümrük: dümrük, def<br />

ujlaŋ: kaya keleri<br />

urga: büyük ağaç<br />

urra: erkeklerde olan kasık yarıklığı,<br />

kavlıç.<br />

usla-: anlamak, hayırı şerden ayırt<br />

etmek.<br />

utan-: utanmak.<br />

utanç iş: utanılacak iş.<br />

ügi: baykuş<br />

ügür-: deve üzerine iki taraflı yükletilerek<br />

içerisine binilen sepet ve<br />

benzeri şey.<br />

ütrük: hileci, ütücü adam.<br />

üyük: tepe gibi yüksek olan yerler.<br />

yafa: sıcak kuytu yer<br />

yag ögüri: susam<br />

yalgu: ahmak, beyinsiz adam.<br />

yalıŋuk: cariye<br />

yatuk: Oğuzların bir kısmına verilen<br />

ad (tembel)<br />

yawlak : kötü, fena, değersiz, yavuz,<br />

düşkün, her şeyin kötüsü.<br />

yazığçı: yazıcı, hısımlar arasında<br />

mektup getirip götüren elçi.<br />

yengeç: yengeç.<br />

yer-: yermek, beğenmemek, iğrenmek.<br />

yerdeş: hemşeri.<br />

yıba: yaş veya ıslak olan herhangi<br />

bir şey.<br />

yikte: iğde<br />

yol yara- yol dileğine uygun olmak<br />

yorıgçı: hısımlar, dünürler arasında<br />

gidip gelen adam.<br />

yorınça: yonca<br />

yöre: yöre, çevre, bir şeyin etrafı.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 15<br />

yubıla- (yupla-): aldatmak, hile<br />

yapmak, al etmek<br />

yun-: yunmak, yıkanmak.<br />

yügrük bilge: erdemli, kabiliyetli<br />

ve kavrayışlı bilgin<br />

yüzerlik: üzerlik otu<br />

yuş: sıkışma<br />

IV. Değerlendirme ve Sonuç<br />

Kâşgarlı Mahmud Dîvânü Lugâti’t-Türk’te toplam 275 kelimeye Oğuzca<br />

demiştir. Bu kelimelerin 64 tanesi fiil 211 tanesi isim veya isim soylu kelimedir.<br />

Bu kelimeler Dede Korkut hikâyelerinde aşağıdaki gibi temsil edilmiştir:<br />

Toplam DKH Geçenler Geçme Yüzdesi<br />

İsim 211 62 %29,3<br />

Fiil 64 27 %42,1<br />

Toplam 275 90 %32,7<br />

Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı gibi Oğuzca olarak belirtilen 211 isim<br />

veya isim soylu kelimeden sadece 62 tanesi Dede Korkut hikâyelerinde geçmektedir.<br />

Bu da yaklaşık olarak %30’luk bir oranı temsil etmektedir. 64 tane Oğuzca<br />

fiilin ise 27 tanesi geçmektedir. Bu da yaklaşık %43’lük bir oran etmektedir. Genel<br />

toplamda ise, Kâşgarlının Oğuzca dediği 275 kelimenin 89 tanesi Dede Korkut<br />

hikâyelerinde geçmektedir. Bu da Dîvânü Lugâti’t-Türk’teki Oğuzca kelimelerin<br />

Dede Korkut hikâyelerinde yaklaşık %33 oranında temsil edildiğini<br />

gösterir.<br />

Hikâyelerde geçen kelimelerin değişikliğe uğrama sebeplerinden biri hiç<br />

şüphesiz Türk dilinin tarihi süreç içerisinde doğal yapısında olan ses değişiklikleridir.<br />

Bunlardan bazıları: k- > g- değişikliği (küt- > güt-), -g > Ø değişikliği<br />

(tarıg > tarı), t- > d- değişikliği (töl > döl) gibi. Anlamda meydana gelen değişikliklerin<br />

başlıca sebebi ise Dede Korkut hikâyelerinin bir metin oluşudur. Yani<br />

sözlük olarak kaleme alınan Dîvânü Lugâti’t-Türk’te kelimeler çoğunlukla ilk<br />

anlamlarıyla verilmiştir. Oysa bir metin hâlinde olan Dede Korkut hikâyelerinde<br />

ise kelimeler metin içinde çeşitli yan anlamlara ve farklı kullanımlara kavuşabilmektedir.<br />

Dolayısıyla Dîvânü Lugâti’t-Türk’ten aldığımız bir kelime Dede


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 16<br />

Korkut hikâyelerinde anlam genişlemesi, anlam daralması, gibi bazı anlam<br />

olaylarına uğrayarak karşımıza çıkmaktadır.<br />

Sonuç olarak Dîvânü Lugâti’t-Türk’te Oğuzca olarak belirtilen kelimelerin<br />

yaklaşık üçte biri Dede Korkut hikâyelerinde geçmektedir. Diğer taraftan baktığımızda<br />

ise üçte ikilik bir kısım hikâyelerde kendine yer bulamamıştır. Üçte<br />

ikilik bir kısmın neden hikâyelerde geçmediğini düşünecek olursak şu sebepleri<br />

ortaya koyabiliriz:<br />

I- Hikâyeler hemen hemen aynı konu etrafında dönmektedir. Bu da tabiî<br />

olarak kelime çeşitliliğinin az olmasına sebep olmaktadır. Yani aynı kelimeler<br />

sık sık tekrar ederken farklı kelimler konu çeşitliliğinin kısıtlı olması nedeniyle<br />

metinde kendine yer bulamamaktadır.<br />

II- Bir metinde kelime çeşitliliğini artıran unsurlardan biri de tasvir cümleleridir.<br />

Bu tarz cümleler ise daha çok yazılı edebiyatta bulunur. Sözlü edebiyatta<br />

ise tasvirden ziyade anlatılmak istenen dinleyiciyi sıkmadan kısa ve öz bir<br />

şekilde verilir. Dede Korkut hikâyeleri ise bir sözlü edebiyat ürünüdür. Bu sebeple<br />

olaylar bir silsile halinde verilmekte, hareketli (dinamik) bir üslup kullanılmaktadır.<br />

Bu da eserde kelime çeşitliliğinin özellikle isim soylu kelimelerin<br />

az geçmesine sebep olmaktadır. Zaten fiillerin neredeyse % 45’inin hikâyelerde<br />

geçmesinin başlıca sebebi de budur.<br />

III. Dede Korkut hikâyelerinin 15. yüzyılda kaleme alındığı tahmin edilmektedir.<br />

Bu da Dîvânü Lugâti’t-Türk’te Oğuzca olarak belirtilen kelimelerin,<br />

hikâyeler yazıya geçirilene kadar yerlerini başka kelimelere bırakmasına veya<br />

bu kelimelerin değişmesine sebep olmuş olabilir. Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı<br />

gibi hikâyelerde geçen 90 kelimenin 48 tanesi değişime uğramış olarak<br />

geçmektedir. Eserde geçen kelimelerin %50’den fazlasının değişime uğramış<br />

olması bizi olmayan kelimelerin bir kısmının da yerlerini başka kelimelere<br />

bırakmış olabileceği fikrine itmektedir.<br />

IV. Türk dilinde bazen türemiş veya birleşik şekilde bulunan bir kelime bizi<br />

kullanımda olmayan önceki bir şekle götürebilir. Bunun tam tersini de düşünmek<br />

mümkündür. Dîvânü Lugâti’t-Türk’te Kâşgarlı tarafından Oğuzca olarak<br />

belirtilen ileri şekiller diyebileceğimiz türemiş veya birleşik yapıda kelimeler<br />

mevcuttur; ev kızı, çaktur-, ogurlan-, öŋdün, takuklug, töle-, tölet- gibi. Bu kelimelerin<br />

ön şekilleri (ev , kız, çak-, ogur, öŋ, takuk, töl) Dede Korkut hikâyelerinde geçmektedir.<br />

Buradan hareketle ileri şekillerin de o zaman dilimi içinde kullanıldığını<br />

veya bilindiğini söylemek sanırız yanlış olmaz. O hâlde Dede Korkut hikâyelerinin<br />

Oğuzcayı temsil oranının elde ettiğimiz verilerden biraz daha yüksek


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 17<br />

bir oranda olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca Dîvânü Lugâti’t-Türk’te geçen Oğuzca<br />

kelimelerin Eski Anadolu Türkçesi söz varlığı içerisindeki oranı muhakkak<br />

daha fazladır. Dede Korkut hikâyelerinde geçmeyen ama Tarama Sözlüğü’nde<br />

geçen “aba, aşat-, bayık, beklen- vb.” kelimeler bunu gösterir. Ama biz dönemi<br />

değil, öne çıkmış bir eseri değerlendirmeye tâbi tuttuk.<br />

Sözlü edebiyat ürünü olarak nesilden nesile aktarılan ve çok sonraları yazıya<br />

geçirilen bir eser olarak Dede Korkut hikâyeleri, Oğuz ağzını temsil eden,<br />

üst kelimeler diyebileceğimiz 275 kelimenin yaklaşık üçte birini bünyesinde<br />

barındırmaktadır. ©


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 18<br />

V. KAYNAKLAR<br />

ARAT. R. Rahmeti (1987), Anadolu Yazı Dilinin Tarihi İnkişafına Dair, Makaleler, Ankara,<br />

TKAE Yay.<br />

ATALAY, Besim (1998a), Dîvânü Lugâti’t-Türk Tercümesi I-II-III, Ankara: TDK Yay.<br />

_________________(1998b), Dîvânü Lugâti’t-Türk Dizini “Endeks”, Ankara: TDK Yay.<br />

BANGUOĞLU, Tahsin (1988a), Uygurlar ve Uygurca Üzerine, Türk Dili <strong>Araştırmaları</strong><br />

Yıllığı Belleten 1958, Ankara: TDK Yay.<br />

___________________ (1988b), Oğuzlar ve Oğuzeli Üzerine, Türk Dili <strong>Araştırmaları</strong><br />

Yıllığı Belleten 1959, Ankara: TDK Yay.<br />

___________________(1988c), Oğuz Lehçesi Üzerine, Türk Dili <strong>Araştırmaları</strong> Yıllığı<br />

Belleten 1960, Ankara: TDK Yay.<br />

ÇOBAN, M. Selda (2005), Divânü Lugati’t-Türk’te Geçen ‘Oğuzca’ Kayıtlı Dil Malzelesi,<br />

Ankara 2005 (Ankara <strong>Üniversitesi</strong> Sosyal Bilimler <strong>Enstitüsü</strong> Basılmamış Yüksek<br />

Lisans Tezi, Dan.: Doç. Dr. Melek Özyetgin)<br />

DANKOFF, Robert, James KELLY, (1985), Muhmud al-Kaşgari, Compendium of The<br />

Turkic Dialects, Part I-II-III, Harvard University Printing Office 1982.<br />

DEVELİ, Hayati (2001), Dede Korkut Oğuznameleri, Tezcan ve Boeschoten Yayımı Üzerine<br />

Notlar, İlmî Araştırmalar Dergisi, S. 12, s. 94. İstanbul.<br />

DOERFER, Gerhard (1976) Das Vorosmanische (Die Entvvicklung Der Oghusischen<br />

Sprachen Von Den Orchoninschriften Bis Zu Sultan Veled), TDAY-B 1975-1976,<br />

Ankara. s. 81 - 132.<br />

ERGİN, Muharrem (1997), Dede Korkut Kitabı I-II, Ankara: TDK Yay.<br />

GABAIN, A. von (2000), Eski Türkçenin Grameri, Ankara: TDK Yay.<br />

GÖKYAY, Orhan Şaik, (2006), Dedem Korkutun Kitabı, İstanbul: Kabalcı Yay.<br />

GÜLSEVİN, Gürer (1998), Köktürk Bengü Taşlarındaki Oğuzca Özellikler, Kardeş Ağızlar/Türk<br />

Lehçe ve Şiveleri Dergisi S. 7, s. 12-18, Ankara<br />

KAÇALİN, Mustafa S., (2006), Dedem Korkut’un Kazan Bey Oğuz-nâmesi, İstanbul:<br />

Kitabevi Yay.<br />

KORKMAZ, Zeynep (1995a), Kâşgarlı Mahmud ve Oğuz Türkçesi, Türk Dili Üzerine<br />

Araştırmalar I, Ankara: TDK Yay.<br />

__________________(1995b), XI-XIII. Yüzyıllar Arasında Oğuzca, Türk Dili Üzerine<br />

Araştırmalar I, Ankara: TDK Yay.<br />

__________________(1995c), <strong>Selçuk</strong>lular Çağı Türkçesinin Genel Yapısı, Türk Dili Üzerine<br />

Araştırmalar I, Ankara: TDK Yay.<br />

__________________(1995d), Eski Türkçedeki Oğuzca Belirtiler, Türk Dili Üzerine<br />

Araştırmalar I, Ankara: TDK Yay.<br />

ÖZÇELİK, Sadettin, (2005), Dede Korkut, Ankara: Gazi Kitabevi Yay.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 19<br />

ÖZSOY, Bekir Sami, (2006), Dede Korkut Kitabı, Ankara: Akçağ Yay.<br />

SERTKAYA, Osman Fikri, (2006), Dede Korkut Kitabı Dresden Nüshasının Giriş Bölümü,<br />

İstanbul: Ötüken Yay.<br />

TEZCAN, Semih (2001), Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar, İstanbul: YKY<br />

Yay.<br />

TEZCAN, Semih – BOESCHOTEN, Hendrik, (2006), Dede Korkut Oğuznameleri, İstanbul:<br />

YKY Yay.<br />

TIETZE, Andreas (2002), Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı I (A-E), İstanbul:<br />

Simurg Yay.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 21<br />

Lefkoşe Kalesinin Fethini İlk Elden Anlatan<br />

Mühim Bir Mektup<br />

The First-Hand A Significant Letter Of Conquest<br />

Of Nicosia Fortress<br />

Muhittin ELİAÇIK •<br />

ÖZET<br />

Bu makalede Kıbrıs’ın fethinde önemli bir adım olan Lefkoşe kalesinin fethini, fethe bizzat<br />

katılmış bir paşanın ağzından anlatan fetihnâme türü bir mektup incelenmektedir. Paşanın<br />

divan kâtibince şahsi münşeat defterine kaydedilmiş bu mektup hakkında bildiğimiz kadarıyla<br />

bugüne dek bir inceleme yapılmamıştır. Mektubun yazarı Enderun’da yetişmiş çok usta bir<br />

kâtip olarak gözükmektedir. Kâtibin adının geçtiği kısım defterden kopup ayrılmış olsa da defter<br />

incelendiğinde bu kâtibin Gelibolulu Mustafa Âlî, bağlı bulunduğu paşanın da Lala Mustafa<br />

Paşa olması ihtimali ağır basmaktadır. Küçük bir ihtimal de kâtibin Yusuf bin Efrayim<br />

olabileceği yönündedir. Defterin iç kapağında ise “İnşâ-i Kemal Paşa” diye bir başlığın bulunması<br />

kâtibin bir başkası da olabileceğini düşündürmektedir. Defterde kâtibin ve paşanın<br />

kimliğine dair net bir kayıt olmadığından ve kâtibin adının geçtiği kısım adeta bilerek defterden<br />

koparılmış olduğundan ancak karinelerle böyle bir tespit yapabiliyoruz. Defterin başına ve<br />

sonuna vurulmuş olan iki büyük mühür defterin Lefkoşe’nin fethinden sonra muhafaza altına<br />

alındığı kanaatini oluşturmaktadır. Defterdeki mektuplar kronolojik bir sıra izlemeyip sonradan<br />

kaydedilmiş intibaı vermektedir.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Kıbrıs, Lefkoşe kalesi, mektup, divan kâtibi, münşeat, Mustafa Âlî.<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

In this article will be examined a letter of fetihnâme type which describe conquest of the<br />

Nicosia fortress which is an important step in the conquest of Cyprus from a pasha's mouth<br />

that joined to conquest in person. About this letter which was saved by council clerk of pasha<br />

on the individual münseat book as far as we know is not a review until today. Author of the<br />

letter looks as a clerk a very skilled in Enderun trained. The name of the clerk in writing of the<br />

book, although is broken from the book when we examine clerk the book probably the clerk is<br />

Gallipoli Mustafa Ali; clerk is probably connected with the Lala Mustafa Pasha. However, the<br />

clerk may be on the Yusuf bin Efrayim has a small probability. Also at the beginning of the<br />

•<br />

Doç. Dr. Kırıkkale <strong>Üniversitesi</strong> Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.


22 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

book " inşâ-i Kemal Pasha" to write a clerk may have another person to reveal possible. On the<br />

book about the identity of the clerk and the pasha is not a clear record and the later part of the<br />

name of the clerk have been cut from the book that we can make such a determination but with<br />

the presumption. Two large seals have been shot to the end and the beginning of book after the<br />

conquest of Nicosia the book has been retained to create conviction. The letters of the book do<br />

not follow a chronological order and saved to adapt later.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Cyprus, Nicosia fortress, letter, council clerk, münseat, Mustafa Âlî.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 23<br />

<br />

Giriş<br />

Akdeniz’de Osmanlı Devleti’nin Girit’le birlikte en çok önem verdiği adalardan<br />

olan Kıbrıs ve onun merkezindeki Lefkoşe kalesi apayrı bir öneme sahipti.<br />

Sağlamlığıyla ünlenmiş Lefkoşe kalesinin fethi, Magosa kalesinin fethiyle<br />

tamamlanan Kıbrıs´ın fethi yolunda en büyük adım olmuştur. On altıncı yüzyılda<br />

tüm Akdeniz'i bir Türk gölü yapan Osmanlı Devleti stratejik ve ticari<br />

önemi çok büyük Kıbrıs'ı henüz almamıştı. Venedikliler ellerinde tuttukları<br />

Kıbrıs için Osmanlı Devleti’ne yıllık sekiz bin florinlik haraç ödemekteydi. Sultan<br />

II. Selim, şehzadeliğinde adanın önemini çok iyi anlamış ve padişah olduğunda<br />

da ilk işi adayı fethetmek olmuştur. Kıbrıs seferinin başlamasında<br />

hıristiyan korsan gemilerinin Türk ticari ve yolcu gemilerine zararlar vermesi,<br />

Venedik'in antlaşmaları sürekli olarak ihlal etmesi ve Mısır defterdarının gemisinin<br />

yağmalanması etkili olmuştur. Barış yoluyla ada alınamayınca Şeyhülislam<br />

Ebussuud Efendi'nin fetvasıyla sefer hazırlıkları başlamış ve tersanelerde<br />

kadırga, baştarde, mavna ve at gemileri yapılmıştır. Kıbrıs halkına mektuplar<br />

gönderilip destekleri sağlanmaya çalışılmış ve ardından da sefer başlamıştır. Bu<br />

seferde Osmanlı kara ve deniz ordusunun serdarlığına Lala Mustafa Paşa getirilip<br />

Piyale Paşa da donanma serdarı yapılmış, Cezayir beylerbeyi ve kapudan<br />

Müezzinzâde Ali Paşa ise Lala Mustafa Paşa ile birlikte deniz yolu ile Kıbrıs'a<br />

giderek Piyale Paşa'nın emrine girmiştir. 4 Temmuz 1570’de karaya asker çıkartılıp<br />

27 Temmuz’da Lefkoşa kalesi kuşatması başlamıştır. Yedi burçtan oluşan<br />

Lefkoşe kalesinin her bir burcunun karşısına bir kumandan tayin edilerek ordu<br />

yediye ayrılmış ve her fırka emrine yedişer top verilmiştir. Kalenin sağlamlığı<br />

ve çok iyi savunulması fethin biraz gecikmesine sebep olmuştur. Kuşatmada<br />

Anadolu beylerbeyi İskender Paşa, Cezayir beylerbeyi ve kapudan<br />

Müezzinzâde Ali Paşa, Halep Beylerbeyi Derviş Paşa, Karaman Beylerbeyi Hasan<br />

Paşa ve fetih günü Kıbrıs beylerbeyi olacak olan Muzaffer Paşa bir yandan<br />

katılmışlar, karargahta bulunan Lala Mustafa Paşa kolu ile yeniçerilerin bulunduğu<br />

Yahya Kethüda kolu ise ayrı bir grup oluşturmuşlardır. Kuşatmanın kırk<br />

üçüncü gününde Lala Mustafa Paşa yeni bir hücum emri vermiş ve 9 Eylül 1570<br />

Cumartesi günü sabah namazından iki saat sonra Lefkoşa kalesi fethedilmiştir.<br />

Aynı gün Kıbrıs Beylerbeyliği kurulmuş ve başına Avlonya sancakbeyi Muzaffer<br />

Paşa tayin edilmiş, Lefkoşe'nin en büyük kilisesi camiye çevrilmiş, pek çok


24 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

ganimetle yaklaşık yirmi bin esir alınmıştır. 1 Lefkoşe ve civarının fethinden<br />

sonra Lala Mustafa Paşa Magosa'yı da kuşatmışsa da kuşatmanın uzun sürme<br />

ihtimali ve kış mevsiminin de girmesinden dolayı kuşatma bahara ertelenmiştir.<br />

Piyale Paşa ve Kapudan Ali Paşa 7 Ekim 1570'de Kıbrıs'tan ayrılmışlar ve kış<br />

geçtikten sonra da İstanbul'dan Müezzinzâde Ali Paşa ve Pertev Paşa kumandalarında<br />

çıkan iki donanmanın desteğiyle Magosa kalesi 4 Ağustos 1571´de<br />

alınmış ve böylece Kıbrıs adasının fethi tamamlanmıştır.<br />

Fetihnâmeler<br />

Eskiden kazanılan zaferin etkili bir dille anlatılmasına çok önem verilmiş ve<br />

bu yolda manzum, mensur veya manzum-mensur karışık birçok mektup ve<br />

nâme yazılmıştır. Bu mektup veya nâmeler genellikle fetih mektubu anlamında<br />

fetihnâme adıyla anılmışlardır. Fetihnâmeler, kazanılan zaferden sonra alınan<br />

yerlerle ilgili olarak komşu hükümdar, han, prens, şehzâde ve valilere gönderilen<br />

Türkçe, Arapça veya Farsça nâme, yani küçük kitap veya mecmualar(Sami,<br />

1987:981; Çevikel, 2004:1) şeklinde olabildiği gibi -ki muzaffer hükümdarlar bu<br />

yolla aleyhte şayiaları önlemeyi ve içte-dışta fırsat kollayanların ümidini kırmayı<br />

amaçlamışlardır-, Türk edebiyatında manzum, mensur veya manzummensur<br />

karışık halde yazılmış birçok örneği bulunan edebî eserler de olabilmektedir.<br />

İkinci tür fetihnâmeler bir şehir veya kalenin fethini anlatırlarken<br />

zamanla gazavâtnâme ve zafernâmelerle karışmış ve (Levend, 1956) önceleri<br />

yalnız bir hadiseyi anlatırlarken, sonraları bir padişah, bir vezir veya kumandanın<br />

bütün savaş ve fetihlerini anlatan türlere ayrılmışlardır(TDEA, 1979:209). Bu<br />

ikinci tür fetihnâmeler “bir fetih veya zafer hakkında yazılan kasîde ve manzûme,<br />

zâfernâme” olarak tanımlanmaktadır(Sami, 1987:981; Çevikel, 2004:2). İlk<br />

örnekleri 15. yüzyılda görülen ve 16.yüzyılda sayıları hayli artan bu tür fetihnâmeler<br />

olayla ilgili âyet, hadis, Arapça, Farsça veya Türkçe vecize ve beyitlerle<br />

süslenerek anlatılmışlardır. Tarihî yönden büyük önemi olan fetihnâmelerden<br />

birisi de Kıbrıs fetihnâmeleri olup bilinenleri birkaç taneden ibaret olsa da bilinmeyenlerinin<br />

hayli çok olduğu tahmin edilmektedir. İşte bunlardan birisi de,<br />

bir paşanın divan kâtipliğini yapan bir kâtipçe kaydedilmiş inşâ örneği bir mektuptur.<br />

1<br />

Ali Ahmetbeyoğlu-Erhan Afyoncu, Dünden Bugüne Kıbrıs Meselesi, Tatav Yayınları, İstanbul<br />

2001; barbaros.biz/KIBRISIN_FETHI.htm


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 25<br />

Bilinen Kıbrıs Fetihnâmeleri<br />

Kıbrıs Türk tarihinin en önemli kaynakları şüphesiz ki milyonlarla ifade<br />

edilen Osmanlı arşiv belgeleri arasındadır. Diğer önemli kaynağın ise bilinen<br />

birkaç Kıbrıs fetihnâmesinden ibaret olduğu görülmektedir. Bugüne kadar Kıbrıs<br />

fetihnâmelerinin en eskisi Şerîfî’nin Fetihnâme-i Kıbrıs’ı(Mert, 1974) olarak<br />

bilinmekteydi. Şerîfî’nin fetihnâmesinin 1974’de yayımlanmasına dek de en eski<br />

Kıbrıs fetihnâmesi Pîrî’nin Fethiyye-i Cezîre-i Kıbrıs’ı olarak bilinmekteydi(Fedai,<br />

1997: XXIV; Çevikel, 2004:4). Bizim bu makalede incelediğimiz mektup ise fethi<br />

bizzat gerçekleştiren paşanın yazdığı bir mektuptur. Edebi bir dil ve uslupla<br />

yazılmış olduğundan ve fethi bizzat gerçekleştirmiş bir başkumandan tarafından<br />

yazdırılmış bulunduğundan yukarıda belirtilen iki tür fetihnâmemeye<br />

uyabilecek nitelikte görünmektedir. Kıbrıs fetihnâmeleri arasında Zîrekî’nin<br />

Târih-i Feth-i Kıbrıs’ı ve Ârif Dede’nin Pîrî’nin Fethiyye-i Cezîre-i Kıbrıs’ının özetlenmiş<br />

şekli olan Kıbrıs Tarihçesi(Çevikel, 2004:3-4) adlı eserleri de bulunmaktadır.<br />

28 yaprak ve nesih hatla yazılmış olan Şerîfî’nin eserinde 2 adanın fethi tamamıyla<br />

ele alınmamış, Lefkoşe kalesinin düşmesiyle son bulmuştur. Eser<br />

Lefkoşe’nin zaptından sonra kaleme alınmış olup Magosa’nın zaptı hakkında<br />

herhangi bir kayıt içermemektedir. Şerîfî bu eserinde kendisi hakkında da bilgi<br />

vermektedir(Mert, 1974:50). Bu durumda bizim incelediğimiz fetihnâme,<br />

Lefkoşe’nin zaptından sonra kaleme alınmış olması ve Magosa’nın zaptı hakkında<br />

herhangi bir kayıt içermemesince Şerîfî’nin eseriyle paralellik göstermektedir.<br />

Şerîfî’nin eserinin 28 yaprak ve yazarının kendisi hakkında bilgi vermiş<br />

olması ise aradaki farkı oluşturmaktadır. Bizim incelediğimiz mektup birkaç<br />

sayfadan ibaret bir rapor gibidir ve fethe katılan en üst düzey paşanın divan<br />

kâtibince yazılmıştır. Bu kâtip kendisiyle ilgili hiçbir bilgi vermediği gibi, paşanın<br />

adını ne bu mektupta, ne de defterdeki diğer mektuplarda belirtmiştir. Biz<br />

paşayı ancak bazı karine ve mukayeselerle tahmin edebiliyoruz. Fethe bizzat<br />

katılmış üst düzey bir paşanın ağzından yazılmış bilgileri içeren bu defter birçok<br />

bilinmeyen hususu da aydınlatmaktadır.<br />

Mektubun Yazarı ve Bağlı Bulunduğu Paşa<br />

İncelediğimiz mektup Osmanlı´da beylerbeyi, kaptan paşa, ağa gibi üst düzey<br />

paşaların maiyetinde bulunup gezi ve seferlere katılan, evrak takibi ve kaydı<br />

yapan, olayları protokole göre kağıda döken kethüda ve bir tür sekreter mahiyetindeki<br />

divan kâtiplerince yazılmış münşeat türü mektuplardandır ve<br />

Lefkoşe kalesinin fethini anlatmak için bağlı olduğu paşadan padişaha hitâben<br />

2<br />

İstanbul <strong>Üniversitesi</strong> Kütüphanesi Türkçe Yazmalar nr. 3851.


26 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

yazılmıştır. Defterdeki mektuplardan kâtibin, mensup olduğu paşaya uzun süredir<br />

hizmet ettiği, patronuna gelip giden arzuhal veya ricaları usta kalemiyle<br />

nükte ve edebi sanatlarla kağıda döktüğü, iyi bir şair olduğu, kuvvetli ihtimalle<br />

de enderunda yetiştiği anlaşılmaktadır.<br />

Kâtibin Mensup Olduğu Paşa<br />

Kıbrus fethi mektubudur başlığını taşımakla birlikte Lefkoşe kalesinin fethinin<br />

anlatıldığı mektup, Lefkoşe’yi Kıbrıs adası gibi değerlendirmiş gözükmektedir.<br />

Gerçekten de Lefkoşe Kıbrıs’ın başkenti olup alındığı takdirde bütün Kıbrıs<br />

alınmış gibi olmaktadır. Zaten bir yıl sonra Magosa kalesi de fazla bir direnişle<br />

karşılaşılmadan teslim alınmıştır. Defterdeki 3 mektuplar incelendiğinde<br />

bu divan kâtibinin bağlı bulunduğu ağa veya paşanın büyük ihtimalle Lala<br />

Mustafa Paşa olduğu anlaşılmaktadır. Kara Mustafa Paşa olarak da bilinen Lala<br />

Mustafa Paşa, Kıbrıs’ı Osmanlı topraklarına katan vezir ve şehzade hocasıdır.<br />

Bosna'nın Sokoloviç kasabasında doğmuş ve ağabeyi vezir Deli Hüsrev Paşa’nın<br />

vasıtasıyla Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak saraya alınıp<br />

ardından Enderun'a girmiş, sarayda berberlik yaparken Kanuni'nin dikkatini<br />

çekmiştir. Daha sonra mirahor-ı saniliğe yükselmiş, 1555’de Rüstem Paşa’nın<br />

sadrazam olmasının ardından önce çaşnigirbaşılığa indirilmiş, daha sonra da<br />

çeşitli entrikalara karıştığı gerekçesiyle sancakbeyi olarak İstanbul’dan uzaklaştırılarak<br />

Safed sancakbeyliğine getirilmiştir.1556’da o sırada Manisa sancakbeyi<br />

olan Şehzade II. Selim’in lalalığına atanmış ve Selim’in tahtın tek varisi olmasında<br />

önemli rol oynamıştır. 1560’da Van beylerbeyliğine atanıp ardından Halep<br />

ve Şam valiliklerine getirilmiş, 1567’de Yemen’i istila eden Mutahhar’a karşı<br />

ordunun serdar-ı ekremliğine getirilmişse de rakibi Koca Sinan Paşa’nın sebep<br />

olduğu aksaklıklardan dolayı bir türlü sefere çıkamayıp 1568’de görevinden<br />

alınmıştır. İstanbul’a dönüp affedilmiş ve kubbealtı veziri olarak divan-ı<br />

humayuna girip vezir-i azam Sokullu Mehmed Paşa’nın muhalefetine rağmen<br />

padişaha Kıbrıs'ın fethedilmesi gerektiğini kabul ettirmiş ve 15 Mayıs 1570’de<br />

Kıbrıs seferine çıkmıştır. 9 Eylül 1570’te Lefkoşe’yi, Ağustos 1571’de de<br />

Magosa’yı alarak Kıbrıs’ın fethini tamamlamıştır. 1578’de Gürcistan ve Şirvan’ı<br />

Osmanlı topraklarına katmak için İran seferine çıkmış ve 1578’de Tiflis’i ve Şirvan’ı<br />

almıştır.1579’a kadar doğuda kalıp Sokullu Mehmed Paşa'nın ölümü üzerine<br />

İstanbul'a çağrılmış ve ikinci vezir olarak görevlendirilmiş, aynı yıl 7 Ağustos’ta<br />

İstanbul'da ölmüştür. Mektubun Lala Mustafa Paşa canibinden yazıldığına<br />

dair delillerimiz şu şekildedir:<br />

3<br />

Feth-i Kala-i Lefkoşa. Milli Kütüphane nr: 03 Gedik 17750/3 (yaprak 95b-98a).


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 27<br />

1.Bu mektup, Lefkoşe kalesi kuşatmasının raporunu sunmak üzere kuşatmanın<br />

başkumandanınca padişaha hitaben, kendi divan kâtibine yazdırılmış bir<br />

mektup olup, bu başkumandan kuşatmada Osmanlı kara ve deniz ordusu serdarı<br />

Lala Mustafa Paşa’dan başkası olamaz. Mektupta geçen: “…sag koldan<br />

emîrü´l-ümerâi´l-izâm İskender Paşa ve şîr-i dilîr-i meydân-ı heycâ emîrü´l-ümerâ-i<br />

kişver-güşâ Cezâyir beglerbegisi kapudan Ali Paşa ve Karaman beglerbegisi Hasan Paşa<br />

ve şecâat-şi´âr ve şehâmet-disâr emîrü´l-ümerâi´l-kirâm Haleb beglerbegisi Derviş Paşa<br />

ve müstecmi-i cemîü´l-meâlî ve´z-zafer Kıbrıs beglerbegisi Muzaffer Paşa dâme<br />

ikbâlühümâ kendülere müteallik olan begleri ve sâir sipâh-ı nusret-şi´âr ve bu mûr-ı bîmikdâr<br />

ve zerre-i hâk-sâr dahi üzerimizde hâzır olan âdemlerimüz ile tamarda olan hûn-ı<br />

şecâat cûşa ve bî-ihtiyâr hurûşa gelüp cümle-i mü´minîn ve âmme-i muvahhidîn cân u<br />

cenândan sadâ-yı Allah Allah ve derûn-ı dilden nasrun minallah deyüp kal´a-i merkûmun<br />

yemîn ü yesârından muhkem yürüyüş idüp…” cümlesinde altı çizili ifade serdar-ı<br />

Ekrem Lala Mustafa Paşa’yı işaret ediyor olmalıdır ve padişaha yazıldığından<br />

“bu mûr dahi” ibaresi kullanılmıştır. Bu kuşatmada vazifeli olan Anadolu<br />

beylerbeyi İskender Paşa, Cezâyir beylerbeyi kapudan Ali Paşa, Karaman beylerbeyi<br />

Hasan Paşa, Halep beylerbeyi Derviş Paşa ve kale alındığı gün Kıbrıs<br />

beylerbeyi olan Muzaffer Paşa’nın adları anılmıştır. Piyale Paşa düşman donanmasına<br />

engel olup Halep-Şam askerlerini adaya taşıdığı, Behram Paşa ve<br />

Maraş beylerbeyi Mustafa Paşa da kuşatma harici görevlerde bulundukları için<br />

adları anılmamıştır. Dolayısıyla: “bu mûr-ı bî-mikdâr ve zerre-i hâk-sâr dahi üzerimizde<br />

hâzır olan âdemlerimüz ile..” ifadesi çok büyük bir ihtimalle Lala Mustafa Paşa’yı<br />

işaret etmektedir. Ayrıca, Lefkoşe kalesinin fethinin defterin son sayfalarında<br />

anlatılıp Magosa’nın fethinin veya başka bir olayın anlatılmaması, defterin<br />

başına ve sonuna iki büyük mührün vurulması defteri tutan kâtibin bir şekilde<br />

bu görevini bırakmasıyla ilgili görünmektedir.<br />

2. Lala Mustafa Paşa II.Selim’in en sadık ve has adamıdır. Bu konumunun<br />

izleri defterdeki mektuplarda görülmekte olup bu mektupların çoğu: “hâmil-i<br />

varaka-i duâ ve nâkil-i nemeka-i senâ Mısır çavuşlarından Abdi Çavuş bendenüz bir<br />

sâlih ve mütedeyyin kimesnenün oğlı olup nefsinde kendü dahi nîk-nefs ü dîndâr ve<br />

mustakîm ü maslahat-güzâr ve bu dâî-i bî-dâî vü sânî-i bî-sânînüze emedd-i medîd ve<br />

ahd-i baîd nihâyet-i istikâmet ile hidmet eylemiş lâyık-ı mürüvvet ü müstahakk-ı riâyet ü<br />

sezâvâr-ı inâyet abd-i direm-harîdenüzdür, eyle olsa ol cenâb-ı fütüvvet-nısâb-ı ni’me’lmeâb-ı<br />

cenâb-ı müstetâblarından mütevakkı u me’mûl ve mutazarrı u mes’ûldür<br />

ki…..mezbûr bendenüz hadîd-i hâkden zirve-i eflâke ref buyurılup…” ifadelerinde olduğu<br />

gibi istişfâ, yani tavassut mahiyetindeki mektuplardır. Bu tavassutların<br />

sadece askerî değil, her konuda olduğunu belirtmeliyiz. Bu yöndeki mektuplar<br />

da Lala Mustafa Paşa’nın görev ve memuriyetleriyle her yönden örtüşmektedir.


28 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

3. Lala Mustafa Paşa’nın II.Selim’in en sadık ve has adamı olduğu,<br />

II.Selim’in özellikle Manisa’da şehzadeyken tavassut mahiyetinde vezir-i azama<br />

yazdığı birkaç mektup suretinin defterde yer almasından anlaşılmaktadır. Paşa,<br />

II. Selim’in Manisa sancakbeyliğinde lalalığına atanmış ve uzun süre yanında<br />

kalmıştır.<br />

Divan Kâtibinin Kimliği<br />

Defteri tutan kâtibin kimliği, paşanın kimliği kadar açık görünmediğinden<br />

birkaç ihtimali beraberinde getirmektedir. Bu ihtimaller şöyledir:<br />

1. Defterdeki mektupların kronolojik bir sırada bulunmaması, paşanın mektuplarının<br />

sonradan yazıldığını düşündürmekte, bu da 1563-1569 ve 1577-1579<br />

arasında paşanın sekiz yıl divan kâtipliğini yapan Gelibolulu Mustafa Âlî’yi<br />

işaret etmektedir. Âlî Heft-meclis, Menşeü’l-inşâ ve Münşeât adlı defter veya kitaplarını<br />

büyük ölçüde münşî kimliğiyle bu görevlerinde yazmış olmalıdır. Zaten<br />

Heft-meclis 4 adlı mektup ve münşeatlardan oluşan defterini incelediğimizde ele<br />

aldığımız mektubu Âlî’nin yazmış olduğu hakkındaki kanaatimiz iyice güçlenmiştir.<br />

Bu defteri incelediğimizde her ne kadar bahsettiğimiz mektubu bulamasak<br />

da hat, uslup ve ifadelerin aynı kişiyi işaret ettiğini görmüş bulunuyoruz.<br />

Mustafa Âlî(1541-1600) 16 yaşında İstanbul’a giderek Rüstem Paşa, Haseki<br />

ve Semaniye medreselerine devam etmiş, medrese eğitimini tamamlayınca<br />

1561’de 20 yaşında Şehzade Selim’in Kütahya’daki sarayına giderek iki yıl yanında<br />

kalıp divan kâtipliğini yapmıştır. 1563’de Şam beylerbeyi Lala Mustafa<br />

Paşa’nın davetiyle Halep ve Şam’da paşanın altı yıl divan kâtipliğini yapmış,<br />

paşanın azli üzerine de 1569’da Manisa sancak beyi Şehzade III.Murad’a sığınmıştır.<br />

Âlî 1577’de Gürcistan ve Şirvan seferine giden Lala Mustafa Paşa’nın<br />

yanına yine münşi olarak girmiş ve iki yıl vazife yapmıştır. Daha sonra sırayla<br />

1578’de Halep tımar defterdarlığı, 1592’de yeniçeri kâtipliği, Sivas defterdarlığı,<br />

Amasya, Kayseri ve Cidde sancak beylikleri yapmıştır (Aksoyak, 2003:3).<br />

Bu bilgilerle defterdeki mektupları karşılaştırdığımızda mektupları Mustafa<br />

Âlî’nin yazıp yazmadığı müphem görünmekle beraber, bulunduğu görevleri ve<br />

defterdeki mâhirâne inşâ ve şiir örneklerini göz önüne aldığımızda bu şüphe ve<br />

müphemiyet iyice azalmaktadır.<br />

Önce müphem görünen noktaları ele alalım: Defterdeki ilk mektup<br />

930=1524 tarihlidir ve Âlî bu tarihten 17 yıl sonra doğmuştur. Lefkoşe 9 Eylül<br />

1570’de fethedilmiş olup Âlî bu tarihten bir yıl önce paşanın divan kâtipliğinde<br />

4<br />

Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar, nr, 2697


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 29<br />

ayrılmış ve 1577’ye dek başka görevlerde bulunmuş, ancak 1577-1579 arasında<br />

paşanın kâtipliğini yapmıştır. Ancak, Lala Mustafa Paşa'nın Kıbrıs'ın fethi hazırlıklarına<br />

şahit olduğunu, Kıbrıs fethi mektubunu da buna göre paşanın ağzından<br />

yazmış olabileceğini de belirtmeliyiz. Defterdeki mektuplar Lefkoşe’nin<br />

fethinden sonra dört kısa mektup daha yazılıp bitmiş ve mühürlenmiştir. Halbuki<br />

Âlî için asıl yoğun görevler ve kitabet hizmeti bundan sonra başlamıştır.<br />

Bu müphem hususlar tek başına ele alındığında defteri Âlî’nin yazmış olamayacağı;<br />

paşaya bu derece yakınlığı ve çok usta bir münşi olduğu düşünüldüğünde<br />

de bu mektupları Âlî’den başkasının yazmış olamayacağı kanaati ağır<br />

basmaktadır. Şüphe ve müphemiyeti giderici önemli bir ayrıntı ise mektupların<br />

aynı elle ve hatla yazılmış olmasıdır. Defterin girişinde de, kırmızıyla deftere<br />

sonradan yazıldığı belli olan “İnşâ-i latîf ez-te´lîfât-ı merhûm…..” başlığı yazılı<br />

olup noktalı yerler defterden kopmuş vaziyettedir. Diğer bir ayrıntı, ilk mektubun<br />

H.930 tarihli olduğu defterde paşayla direkt ilgili olan 70 mektuptan başka<br />

kâtibin kendi tasarrufuyla yazdığı önemli miktarda deneme ve karalama mahiyetinde<br />

inşâ örnekleri, fetvalar, şiirler, çeşitli notlar bulunmasıdır. İlk mektuptan<br />

sonra gelen mektupların çoğunun kronolojik sıraya uymaması da önemli bir<br />

ayrıntıdır. Mesela 1552’deki Tamışvar’ın fethi mektubu daha önce gelmesi gerekirken,<br />

1565-1572 arasında Mısır beylerbeyliği yapan Sinan Paşa’ya yazılan<br />

istişfâ mektubundan dört mektup sonra gelmektedir. Bütün bunlar Âlî’nin,<br />

Kıbrıs mektubu da dahil paşanın mektuplarını olayları yaşamadan, kronolojik<br />

sıraya uymadan sonradan kaleme almış olduğunu düşündürmektedir.<br />

2. Az da olsa kâtibin Mustafa Âlî’den başka birisi olma ihtimali de vardır.<br />

Defterdeki bazı mektupların Âlî’ye göre epey önce olması, Âlî’nin bulunduğu<br />

görevlerin tarihlerinin mektuplara uymaması, defterin iç kapağında “İnşâ-i<br />

Kemal Paşa” diye bir başlık bulunması, bir mektupta ve iki derkenarda kâtibin<br />

Yusuf bin Efrayim olabileceği yönünde işaretler olması kâtibin bir başka kişi<br />

olabileceği ihtimalini ortaya koymaktadır. İncelediğimiz mektuptan sonra iş<br />

takibi mahiyetinde dört kısa mektup yazılmış olup son mektuptaki hattın görüntüsü<br />

çok dikkat çekicidir. Bu mektubun baş kısmının hattıyla son kısmının<br />

hattı farklı zamanda, hatta farklı kimse tarafından yazılmış görünmektedir. Son<br />

kısmın hattı bozuk olup adeta parmakları kalem tutmakta zorlanan birisince<br />

yazılmış gibi görünmektedir. Defterin iç kapağında “İnşâ-i Kemal Paşa” yazılı<br />

olup ilk sayfasındaki kırmızıyla “İnşâ-i latîf ez-te´lîfât-ı merhûm…..” ve hemen<br />

altında da siyahla “İnşâ-i şerîf bûd….” başlıklarındaki noktalı yerler özellikle<br />

ayarlanmış gibi sayfanın sol üst köşesinden koparıldığından yazarın adı belli<br />

olmamaktadır. Defterdeki mektuplarda da yazarın ve paşanın açıkça belirtilmeyip<br />

sadece “bu fakir, bu hakir” gibi ifadelerin kullanılmış olmasından yazar-


30 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

la ilgili kat’i bilgi elde edilememektedir. Bu durumda bu defterin, gerek defter<br />

içinde, gerekse kaynaklarda hakkında yeterli bilgi bulamadığımız Kemal Paşa<br />

adlı usta bir münşiye ait olduğunu söylemek gerekse de bununla yetinmeyip<br />

kâtibi defterin içinde aramak gerekmektedir. Böyle yaptığımızda da iki ipucuyla<br />

karşılaşıyoruz ki bunlar 3a ve 4a yapraklarındaki derkenar notları ve bir<br />

mektuptaki kâtibi işaret eden ifadelerdir. Şöyleki, defterin 3a yaprağının sol üst<br />

köşesinde “el-fakîr el-hakîr Yûsuf bin Efrayim”, 4a yaprağının aynı yerinde de<br />

kırmızıyla “bu kitab Yûsuf bin Efrâyim’e” şeklinde iki not vardır. Her ne kadar<br />

bu iki ibare bir kesinlik ifade etmese de 10.yapraktaki mektupta geçen “hâliyâ<br />

dergâh-ı gerdûn-iştibâha hidmet iden çavuşlardan Yûsuf bendeleri yedinde hükm-i cihân-mutâ<br />

ve sultânum hazretleri cânibinden fermân-ı vâcibü’l-ittibâ vârid olup muzâf-ı<br />

meymûn ve fehvâ-yı humâyûnlarında sultân-ı selâtîn-i cihân ………şehzâde-i civân-baht<br />

tâle bekâhu ve nâle fi’d-dâreyni münâhu hazretleri devlet ü ikbâl ve saâdet ü iclâl ile<br />

Mağnisa cânibine müteveccih olup...” ifadeleri bu divan kâtibi ve hizmet erinin Yûsuf<br />

bin Efrayim olabileceği yönünde bir ihtimal ortaya koymaktadır. Adından da<br />

devşirme olduğu ve Enderun’da yetiştiği sonucu çıkarılabilmektedir. Ancak, bunun<br />

sadece küçük bir ihtimalden ibaret olduğu görülmektedir.<br />

Defterdeki ilk mektubun H.930, son mektubun da 978 tarihli olması ve hattın<br />

da aynı elden çıktığının belli olması kâtibin uzun süredir bu işi ve hizmeti<br />

yaptığını göstermektedir. Her ne kadar bu uzun süre kâtibin tek bir kişi olmayabileceğini<br />

düşündürse de hattın aynı oluşu bu ihtimali zayıflatmaktadır. Ayrıca,<br />

defterin son sayfalarındaki bir derkenarda H.1003 tarihli bir şiir vardır ki<br />

bu da defterin mühürlendikten sonra da elde tutulup okunduğunu göstermektedir.<br />

Defterin iç kapağında muhteviyatla ilgili olmayan bir arzuhal ve altında<br />

da “vakfuhe´l-fakîr Mîr Ahmed bin Elhâc Mustafa bin Ahmed Paşa” yazılı olup<br />

çeşitli sayfalarında da farklı mühürler vardır. Defterin baş ve sonundaki iki büyük<br />

mühürde “ve-mâ-tevfîkî illâ billah Mîr Ahmed Ağa ebnâ-yı sipâhiyân-ı<br />

Dergâh-ı Âlî” yazmaktadır. Sayfalarında eksiklikler olan defterin 95-<br />

98.yapraklarında Lefkoşe kalesinin 43 günlük kuşatmadan sonra(25 Safer 978-8<br />

Rebîü´l-âhir 978) fethedilmesi metafizik boyutlar da katılarak sanatkârâne bir<br />

uslupla anlatılmıştır. Bu mektupta Lefkoşe kalesi ve halkıyla ilgili dikkat çekici<br />

nitelemeler de bulunmaktadır.<br />

Üslubun Âlî’nin Üslubuna Uymaması<br />

Defterin ve içinde incelediğimiz Kıbrıs mektubunun her ne kadar Mustafa<br />

Âlî tarafından yazılmış olabileceği ihtimalini kuvvetli buluyorsak da, bizi bu<br />

ihtimalden vazgeçirebilecek önemli bir ayrıntı gözükmektedir. Şöyle ki, defterin<br />

74a-75a sayfalarında zamandan yakınmayı ifade eden 45 beyitlik bir şiir bu-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 31<br />

lunmakta ve şiirin üslubuyla Mustafa Âlî’nin uslubunu karşılaştırdığımızda bu<br />

üslubun Âlî’ye ait olmadığına dair güçlü işaretler görünmektedir. Şiirin ilk 12<br />

ve son 7 beyti şöyledir:<br />

Getdi hengâm-ı şebâb elden dem-i vuslat gibi<br />

Geldi eyyâm-ı meşîb irdi şeb-i firkat gibi<br />

Sarsar-ı bâd-ı fenâ yıkdı selâmet haymesin<br />

Çâk çâk etdi revâkın câme-i sıhhat gibi<br />

Kâmetümden âfiyet dîbâsın aldı rûzigâr<br />

Egnüme virdi belâ âvâresin hil’at gibi<br />

Gerdiş-i eflâk tayy etdi sicill-i ömrümi<br />

Şol sutûrı mahv olup ebter kalan hüccet gibi<br />

Merr-i eyyâm-ı şuhûr u kerr-i a’vâm-ı duhûr<br />

Komadı tende mecâl ü rûhda râhat gibi<br />

Çökdi bünyâd-ı beden bozuldı timsâl-i cesed<br />

Deyr dîvârında yer yer bozulan sûret gibi<br />

İhtilâl irdi mizâca za’fa yüz tutdı kavî<br />

Kalmadı a’zâda hergiz kuvvet ü kudret gibi<br />

Her biri dünyâ degerken bilmedüm kıymetlerin<br />

Yok yere yoğ oldılar(zâyi’ olan) ömr-i girân-kıymet gibi<br />

Tende tâbun variken sarf it ma’âlî kesbine<br />

Olmadın bî-çâre ben nâçâr u bî-tâkat gibi<br />

Za’file üftân u hîzân ömr serhaddin geçüp<br />

Bir acib iklime irdüm âlem-i gurbet gibi<br />

Hîç ehlinde enîs ü âşinâdan kimse yok<br />

Bulmadum hergiz birinde üns ü yâ ülfet gibi<br />

Ceyş-i hicrân eyledi tâlân vücûdum şehrini<br />

Mülk-i dilde leşker-i cevr etdügi gâret gibi<br />

…<br />

Meskenet hâlini iksîr-i saâdet bil sakın<br />

Eyleme câh u celâle meyl ü ya rağbet gibi<br />

Vâkıf olmaz bârgâh-ı âlemün tertîbine<br />

Bilmeyen saff-ı niâli mesned-i izzet gibi<br />

Sa’y kıl fehm-i rumûz-ı kâinâta gerçi kim<br />

Künh-i esrârına irmez akl u yâ fikret gibi<br />

İlm ü irfân mesleginde eyledüm sa’y-i cemîl<br />

Etdüm erbâb-ı himem etdükleri himmet gibi<br />

Keşf-i esrâr-ı hakâyıkda besî çekdüm anâ<br />

Etmedüm ol bâbda ihmâl ü yâ gaflet gibi<br />

Mersad-ı enzârum oldı gâh evc ü geh hadîd<br />

Cüst ü cûda işler etdüm hârik-i âdet gibi<br />

Mevkıf-ı hayretden özge bir makâma irmedüm<br />

Müntehâ-yı râh-ı irfân âlem-i hayret gibi


32 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Yukarıdaki şiirde geçen yakınma, nasihat, vazgeçme, tevazu ifadeleri, Âlî'-<br />

nin eserlerinde görülebilen bir üslup değildir. Onun, hiçbir eserinde, ömrünün<br />

son nefesinde bile olsa bu şiirde geçen:<br />

Meskenet hâlini iksîr-i saâdet bil sakın<br />

Eyleme câh u celâle meyl ü yâ rağbet gibi<br />

söyleyişinin bulunmadığı, bunun tam tersine, hakkının verilmediği, hiç suçunun<br />

olmadığı gibi bir savunma mekanizması içine girdiği görülmektedir. Kişiliği<br />

ve olaylar karşısında göstermiş olduğu tavırları incelendiğinde hayatının<br />

sonuna doğru bile olsa “cah u celâle rağbet etme” diye bir öğüdü, hele kendisine<br />

asla vermeyeceği kanaati ağır basmaktadır. Ayrıca, Âlî'nin hemen bütün<br />

eserlerinin eksik dahi olsa düzenli olduğu görülmektedir. İncelediğimiz defterde<br />

ise kronolojik bir düzensizlik ve sayfa kenarlarında da rastgele karalamalar<br />

olduğundan, bu durum defterin ve mektubun Âlî'ye ait olamayacağı kanaatini<br />

güçlendirmekte ve Kemal Paşa adlı münşiyi öne çıkarmaktadır.<br />

Mektubun Tahlili<br />

Mektup, kuvvetli ihtimalle Lala Mustafa Paşa’nın ağzından divan kâtibince<br />

padişah II.Selim’e hitâben yazılmıştır. Tabii ki bu süslü ve edebî ifadeleri inşâ<br />

ve yazışma protokolüne göre yerli yerinde kullanan sözkonusu divan kâtibidir.<br />

Mana ve mefhum paşaya, ifade şekli kâtibe aittir. Defterdeki mektuplar talikdivani<br />

kırması hattıyla yazılmış olup arada eksik sayfalarla birlikte 98 yapraktır.<br />

Kenarlarda mühürler ve şiirler vardır. Son sayfadaki son mektubun son satırları<br />

farklı bir elden çıkmış görüntüsü vermektedir. Önce, sonsuza değin yaşaması<br />

ve uzun ömürlü olması ümit edilen devletin haşmet, istikâmet ve devamlılığı<br />

için duâ ve senâlar edilmiştir. Mektup padişah Sultan II.Selim’e hitâben<br />

yazılmıştır. Lefkoşe kalesi bütün adalardaki kalelerde olduğu gibi, alınması<br />

çok zor bir kale olduğundan “…sağlam kalelerden olup sağlam temeli yerin<br />

dibine lenger ve felek yürüyüşlü kulesi kavs-i kuzah gibi yüksek çarha kemer<br />

salan..” nitelemesi özellikle yapılmıştır. Bu kale 978(1570) Safer´inin 25.günü<br />

kuşatılıp gece gündüz top ve tüfekle kapı ve duvarları elek ve kevgire<br />

çevirilmiştir. Fakat tıpkı bir bülbül gibi zorla kale içine sokulmuş olan şehir halkı<br />

bu esaretten kurtarılmak istenilerek defalarca bey ve kaptanlarına güzel bir<br />

dille mektuplar yazılıp itaate çağırılmışlarsa da bu bey ve kaptanlar inat edip<br />

kaleyi vermeye yanaşmadıklarından 43 günlük muhasaradan sonra 978<br />

Rebiülahir´inin 8. günü bu çok sağlam kale fethedilebilmiştir. Bu fetihte manevi<br />

güçlerin ehemmiyeti “gece yarısından namâz u niyâza başlanılup, sabahleyin<br />

Allah´un inâyeti, Hz.Peygamber´ün mucizesi ve büyük sahâbelerün himmetiyle”


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 33<br />

denilerek özellikle belirtilmiştir. Fetihte sağ koldan İskender Paşa, Cezayir beylerbeyi<br />

ve kapudan Ali Paşa, Karaman beylerbeyi Hasan Paşa, Halep beylerbeyi<br />

Derviş Paşa ve Kıbrıs beylerbeyi Muzaffer Paşa´nın bey ve askerleriyle kalenin<br />

sağından hücum ettikleri belirtilmiş olup orta ve sol koldan hücum edenler belirtilmese<br />

de karargahtaki Lala Mustafa Paşa kolu ile yeniçerilerin bulunduğu<br />

Yahya Kethüda kolunun da ayrı bir grup oluşturdukları bilindiğine göre bu kol<br />

da onlar olmalıdır. Lala Mustafa Paşa olayı kendi cihetinden anlattığından onlardan<br />

bahsetmemiş olmalıdır. Ayrıca toplu hücumu bizzat yapan bu beş paşa<br />

ve ordusu olmuştur. Bu bitirici hücumun ne derece büyük bir hücum olduğunu<br />

yapılan tasvirler çok iyi anlatmaktadır. Fethin Hz. Peygamber´in mucizeleriyle<br />

gerçekleştiğinin belirtilmesi ise, böylesine sağlam bir kalenin sadece çok iyi savaşmakla<br />

fethedilemeyeceği, bir mucizeye de ihtiyaç duyulduğunun düşünülmesinden<br />

dolayıdır. Sonunda bu mucizenin bir eseri olarak inatçı düşmanlar<br />

daha fazla savaşa dayanamayarak kaçıp evlerine sığınmışlardır. Müslüman askerler<br />

de düşmandan bey ve kaptanları da dahil sekiz bin kadarını kılıçtan geçirmişlerdir.<br />

Nihayet İslam sancağı büyük bir ihtişamla Lefkoşe kalesine dikilmiştir.<br />

Bu zaferin kazanılmasında en önemli etken olan manevi boyut Kur´an-ı<br />

Kerim´de Fetih Suresi´nin ilk ayeti olan: İnnâ fetehnâ leke fethen mübînen ayeti tekrar<br />

ifade edilerek tekiden belirtilmiştir.<br />

Mektup<br />

Kıbrus fethi mektubudur<br />

“İstidâmet-i devlet-i ebed-peyvend-i rûz-efzûn ed´iyesine ve istikâmet ü<br />

haşmet-i ser-bülend-i saâdet-makrûn esniyesine resm-i ihlâs ve kâide-i ihtisâs<br />

üzere bi´l-gudüvvi ve´l-âsâl müdâvemet ü iştigâl gösterildikden sonra zamîr-i<br />

münîr-i mihr-tenvîr ve hâtır-ı âtır-ı müşterî-tedbîrlerine ma´rûz-ı saâdet-hâh<br />

budur ki adû-yı fitne-cûy u dalâlet-hûya müteallik olan kılâ-ı üstüvâr-ı nâmdârdan<br />

esâs-ı üstüvârı ka´r-ı zemîne lenger ve kulle-i felek-süvârı kavs-i kuzah<br />

gibi çarh-ı berîne kemer salup top u tüfeng ile etrâf u cevânibi tertîb ü tezyîn<br />

olup me´vâ-yı erbâb-ı dalâl ve makarr-ı melâîn-i dalâlet-meâl olan kal´a-i<br />

Lefkoşı bâ-emr-i hazret-i Zülcelâl-i lâ-yezâl sene semâne seb´în ve tis´a-mie(978)<br />

Saferü´l-muzafferinin yirmi beşinci günü muhâsara olınup üzerlerine âteş-feşân<br />

toplar merdüm-gıdâ darb-zenler havâle olınup asâkir-i ikbâl-ittisâl ile rûz u<br />

leyâlde top u tüfeng ile ceng-âşûb olup der ü dîvârları gırbâl u kefgîr-misâl<br />

harâb u yebâb olup ve bu cânibden dahi tedârük olunan toprak mahalline varup<br />

yer yer kulleler yapılup lâkin cebr ile kal´aları içine idhâl itdükleri reâyâ ve<br />

berâyânun yürüyüş mahallinde murg-ı rûh-ı bî-fütûhları çengâl-i şâhîn-i ecelpervâzda<br />

halâs eylemek murâd olunmağın âyîn-i bâtılları üzere defeâtla


34 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

muktedâ-yı erbâb-ı fesâd ve pîşvâ-yı zümre-i pür-inâd olan beglerine ve<br />

kapudanlarına umûmen melâhide-i müşrikîne mektûblar yazılup fe-kûlâ lehu<br />

kavlen leyyinen yetezekkeru ev yahşâ 5 muktezâsınca itâat ve inkıyâd semtine da´vet<br />

olundukda ol kavm-i anîd ve ceyş-i pelîdün jeng-i tab´ı ve küdûret-i cibillîsi kâbil-i<br />

terbiye vü ıslâh ve mütehammil-i tasfiye vü felâh olmaduğı ecilden ihtiyârları<br />

ile virmege ikdâma cür´et itmeyüp ârâ-yı bâtıla ve inkâr-ı fâsideleri muktezâsınca<br />

asâkir-i İslâm ve cünûd-ı ehl-i îmânun yürüyüş mahallinde hücûm ve<br />

cümlelerin def´ itmek içün hisârları içinde tekrâr handaklar ve metrisler peydâ<br />

itdükde mübârizân-ı cevşen-pûş u âhenîn-ten ve dilîrân-ı migfer-külâh-ı düşmen-şiken<br />

gürûh-ı melâhide-i seffâk ve şirzime-i müfsid-i nâ-pâkün ol makûle<br />

mekr ü iğfâline iltifât itmeyüp sene-i mezbûre Rebîü´l-âhirinün sekizinci güni<br />

bârekallah es-sebtü ve´l-hamîsuhu müsted´âsınca şîrân-ı rûzigâr ve dilirân-ı<br />

rûzigâr olan asâkir-i nusret-şi´âr ol hisâr-ı üstüvârun etrâfını hemvâr ihâta idüp<br />

nısfu´l-leylden namâz u niyâza âgâz idüp rûy-ı recâ-yı cenâb-ı kâr-sâza tutup<br />

vakt-i sabâh ve hengâm-ı felâh irişdükde ol hazret-i müfeyyizü´n-nevâlün inâyet-i<br />

fütûh-bahşâları ve kâfile-sâlâr-ı bezm-i hidâyet şem´ ü cem´-i risâlet dürre-i<br />

tâc-ı kâyinât ve maksûd u murâd-ı âferîniş-i mevcûdât peygamber-i âhirü´zzamân<br />

hazretlerinün mu´cizât-ı bâhiretü´l-burhânları ve nücûm-ı zâhire-i âsmânı<br />

velâyet ve büdûr-ı kâmile-i semâ-yı hilâfet sahâbe-i kirâm-ı büzürgvâr-ı enâm<br />

çehâr-yâr-ı izâm-ı saâdet-fercâmun himem-i ervâh-ı tayyibe-i zafer-ihtiyâmları<br />

müsâadesiyle sag koldan emîrü´l-ümerâi´l-izâm İskender Paşa ve şîr-i dilîr-i<br />

meydân-ı heycâ emîrü´l-ümerâ-i kişver-güşâ Cezâyir beglerbegisi ve kapudan<br />

Ali Paşa, Karaman beylerbegisi Hasan Paşa ve şecâat-şi´âr ve şehâmet-disâr<br />

emîrü´l-ümerâi´l-kirâm Haleb beglerbegisi Derviş Paşa ve müstecmi-i cemîü´lmeâlî<br />

ve´z-zafer Kıbrıs beglerbegisi Muzaffer Paşa dâme ikbâlühümâ kendülere<br />

müteallik olan begleri ve sâir sipâh-ı nusret-şi´âr ve bu mûr-ı bî-mikdâr ve zerre-i<br />

hâk-sâr dahi üzerimizde hâzır olan âdemlerimüz ile tamarda olan hûn-ı şecâat<br />

cûşa ve bî-ihtiyâr hurûşa gelüp cümle-i mü´minîn ve âmme-i muvahhidîn cân u<br />

cenândan sadâ-yı Allah Allah ve derûn-ı dilden nasrun minallah 6 deyüp kal´a-i<br />

merkûmun yemîn ü yesârından muhkem yürüyüş idüp her tarafdan darb-zen<br />

ve topun dûd-ı duhânı ebr u sâika gibi âsumâna peyveste olup ve tüfenk ü nâvek<br />

ü zenbûrek yagmur gibi yağup ve nâr-ı kunbaradan niçe kimesneler harîk olup<br />

âftâb-ı âlem-tâb kubbe-i felege çıkınca bir ceng-i azîm ü acîb ve bir kıtâl-i mehîb ü<br />

garîb vâki´ olmışdur ki ta´bîr ü takrîri dâire-i imkândan bîrûn u ba’îddür.<br />

Mu´cizât-ı hidâyet-mertebet-i hazret-i risâlet-menzilet asâkir-i İslâm ve cünûd-ı<br />

5<br />

Kur’ân-ı Kerîm, Tâhâ Sûresi, ayet 44<br />

6<br />

“Ve uhrâ tuhibbûnehâ, nasrun minallahi ve fethun karîb, ve beşşiri’l-mü’minîn” Kur’ân-ı Kerîm,<br />

Saff Sûresi, ayet 13.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 35<br />

ehl-i îmânun rehberi olmağın ol tâife-i fesâd-pîşe ve gürûh-ı mekr ü kabâhatendîşe<br />

ceng ü cidâl ve harb ü kıtâle tâkat getürmeyüp yevme yefürrü´l-mer´ü min<br />

ahîhi 7 mûcibince tahammül ü sükûna karârı kalmayup hemân ol sâat yüz döndürüp<br />

ma´reke-gâhdan bâr-ı sepîd-rûz-ı pür-nûr şeb-i deycûrı sürdügi gibi<br />

kaçurup şehrleri ve evleri içine tahsîn eyledüklerinde guzât-ı müslimîn ve<br />

asâkir-i muvahhidîn münkirân-ı dîn-i nebevî ve müstekbirân-ı millet-i Mustafavî<br />

olan melâîn-i makarr-mekînden sekiz bin mikdârı bî-dîn ve begleri ve<br />

kapudanları kılıçdan geçüp ol esnâda bakiyyetü´s-süyûf olanları dahi evlerinden<br />

ve tamlarından tüfenk ve darb-zen ile haylî ceng idüp âkıbetü´l-emr devletlü ve<br />

saâdetlü pâdişâh-ı zıll-ı İlâh ve saâdet-destgâh lâ-zâle makrûnen bi-himâyetillah<br />

hazretlerinün hayr duâsı ve safâ-yı himmeti berekâtıyla burc-ı bârûlarında olan<br />

livâ-i nühûset-nümâ ve tug-ı bî-fürûg-i hezîmet-sezâlarına İslâm sancakları<br />

dikülüp İnnâ fetehnâ leke fethen mübînen 8 muâvenet-i şerîfleri ile ebvâb-ı fütûh<br />

açılup asâkir-i müslimîn üzerine nûr-ı İlâhî saçılup hisâr-ı üstüvârun fethi müyesser<br />

oldukdan sonra cümle tevâbi-i mesâfât ve levâhik-i mülhakâtı ile ekâlîm-i<br />

mahmiye-i husrevânîden kılınup âyîn-i dîn-i kavîm ve kavânîn-i şerâyi´-i<br />

Nebiyy-i Ekrem aleyhi´t-tahiyyeti ve´t-teslîm icrâ olınup kefere-i fecerenün<br />

savâmi´ ve meâbidlerinün ebvâbı meftûh ve mekşûf kılınup âyîn-i dîn ve sünen-i<br />

seyyidü´l-mürselîn üzere cum´a namâzı kılınup saâdetlü pâdişâh-ı âlem-penâh<br />

hazretlerinün eyyâm-ı humâyûnlarında envâ´ yüz aklıkları vâki´ olup umûmen<br />

asâkir-i nusret-şiâr sâlim ü gânim devlet-i ebed-peyvend-i pâdişâhîye iştigâl<br />

üzeredür el-hamdü lillah alâ-âlâihi ve´ş-şükrü alâ-na´mâihi hemîşe bu asl tâze ve<br />

mücedded vilâyet ve memleketler zamîme olmakdan hâlî olmayup dâyimâ<br />

fesâd-ı hezîmet-âsâr arsa-i rûzgârda süyûf-ı nusret-me´lûf ile mahkûk ve<br />

ma´dûm kılınmakdan hâlî olmaya âmîn bi-hürmeti rûhu´l-emîn. Ziyâde<br />

nedîmün lâzımdur hemîşe âftâb-ı ikbâl ve mâh-tâb-ı iclâl tâbân u dırahşân bâd<br />

bi-rabbi´l-ibâd bi´n-nûni ve´s-sâd.<br />

Mektubun Özeti<br />

Kıbrıs´ın fethi mektubu:<br />

Sonsuza değin yaşayacak uzun ömürlü devletin devamlılığına dualar ve<br />

mutlulukla başı dik olanın haşmet ve istikametine senalar etmeye sabah akşam<br />

samimi bir şekilde devam ve meşguliyet gösterildikten sonra, güneş gibi aydınlatıcı<br />

kalplerine ve Müşteri tedbirli güzel kokulu gönüllerine mutluluk isteyenin<br />

dilekçesi budur: fitne çıkarıcı sapkın düşmana ait sağlam kalelerden olup<br />

7<br />

Kur’ân-ı Kerîm, Abese Sûresi, ayet 34<br />

8<br />

Kur’ân-ı Kerîm, Fetih Sûresi, ayet 1


36 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

sağlam temeli yerin dibine lenger ve felek yürüyüşlü kulesi kavs-i kuzah gibi<br />

yüksek çarha kemer salan, top ve tüfengle etrafı donatılmış ve melunlarla sapkınların<br />

yuvası olmuş olan Lefkoşe kalesi Allah´ın izniyle 978(1570) Safer´inin<br />

25. günü kuşatılıp, üzerlerine ateş saçan ve insan yiyen toplar atılıp, bahtiyar<br />

askerlerle gece gündüz top ve tüfengle savaş içinde kalıp, kapı ve duvarları elek<br />

ve kevgir gibi harap olup, bu yandan da tedarik olunan toprak mahalline varılıp<br />

yer yer kuleler yapılmıştı. Fakat zorla kale içine sokulan halkın açılmamış gönül<br />

kuşları ecel şahininin çengelinden kurtarılmak istenildiğinden defalarca fesat ve<br />

inat dolu bu zümrenin beylerine, kaptanlarına ve umumen müşrik mülhitlerine<br />

mektuplar yazılıp “ona yumuşak söz söyleyin; belki öğüt alır, yahut korkar” hükmü<br />

gereğince itaate çağırıldıklarında o inatçı kavmin tabiatı düzelmeye yatkın olmadığından<br />

kendi istekleriyle kaleyi vermeye yanaşmayıp inkarları ve batıl görüşleri<br />

gereğince İslâm askerlerinin hücumunu püskürtmek için hisarları içinde<br />

tekrar hendekler kazdıklarında çelik zırhlı ve miğferli müslüman askerler kan<br />

dökücü pis mülhit gürûhunun bu hilesine iltifat etmeyip 978 Rebiülahir´inin 8.<br />

günü o sağlam kalenin etrafı kuşatılıp gece yarısından namaz ve niyaza başlanılıp<br />

sabah olunca fetihler bahşedici Allah´ın inayeti, Hz.Peygamber´in mucizesi<br />

ve büyük sahabelerin himmetiyle sağ koldan İskender Paşa, Cezâyir beylerbeyi<br />

ve kapudan Ali Paşa, Karaman beylerbeyi Hasan Paşa, Halep beylerbeyi Derviş<br />

Paşa ve Kıbrıs beylerbeyi Muzaffer Paşa beyleri ve askerleriyle ve bu bir karınca<br />

ve bir toz zerresi kadar küçük ve değersiz olan kul da dahil cûş u hurûşa gelinip<br />

hep birlikte Allah Allah sesleriyle kalenin sağ ve solundan hücum edildi; her<br />

taraftan top dumanları bulut ve yıldırım gibi göğe ulaştı; mermiler yağmur gibi<br />

yağdı; güneş orta noktaya gelince dilin anlatamayacağı büyük bir savaş vaki<br />

oldu. Yüce Peygamber´in mucizeleri İslâm askerlerinin rehberi olduğundan o<br />

fesatçı ve hilekarlar daha fazla savaşa dayanamayıp “o gün kişi kardeşinden kaçar”<br />

hükmü gereğince hemen o anda, tıpkı apaydın beyaz günün karanlığı sürmesi<br />

gibi dönüp savaş meydanından kaçıp şehirleri ve evleri içine sığındıklarında<br />

müslüman askerler din düşmanlarından bey ve kaptanları da dahil sekiz<br />

bin kadarını kılıçtan geçirip, kılıçtan arta kalanları da evlerinden epey savaşıp<br />

sonunda yüce padişahın hayır duasıyla burçlarındaki uğursuzluk gösteren sancakları<br />

indirilip yerine İslam sancağı dikildi; İnnâ fetehnâ leke fethen mübînen ayeti<br />

ile fetih kapıları açılıp müslüman askerler üzerine İlâhî nûr saçılıp sağlam kale<br />

fethedildikten sonra her yeriyle birlikte tamamen padişahın ülkeleri arasına katıldı,<br />

İslam kuralları uygulandı, kafirlerin mabetlerinin kapıları açık tutuldu ve<br />

cuma namazı kılındı. Mesut padişah hazretlerinin zamanında daha birçok yüz<br />

aklıkları vaki oldu; elhamdülillah muzaffer askerler daima padişahın uzun<br />

ömürlü devletine çalışmaktadırlar. Sürekli böyle yeni vilayet ve memleketler ek-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 37<br />

lenmekten boş kalınmayıp, fesat da zaman arsasında daima muzaffer kılıçlarla<br />

kazınıp yok ola; âmîn.<br />

Sonuç<br />

Türk edebiyatında örnekleri çok olan fetihnâme türü bir mektubu, Kıbrıs<br />

Türk tarihinin önemli bir kaynağı olarak tanıttık. Açık bir ipucu ve delil olmasa<br />

da bu fetih mektubunun Lala Mustafa Paşa’nın uzun süre divan kâtipliğini yapan<br />

çok usta bir münşi ve şair Gelibolulu Mustafa Alî tarafından yazılmış olduğu<br />

kanaati öne çıkmaktadır. Bu hükmü, onun paşanın yanında uzun süre divan<br />

kâtipliği yapmasından ve mektupların içeriklerinden mukayese yoluyla çıkarmış<br />

bulunuyoruz. Defterin mühürlenmiş olması, fetihten sonra Alî’nin bu görevden<br />

ayrılıp sekiz yıl kadar başka görevler yapmış olmasıyla açıklanabilir.<br />

Yani, defter fetihten kısa süre sonra sahipsiz kalıp mühürlenmiş ve muhafaza<br />

altına alınmış olmalıdır. Defterdeki derkenarlarda da resmî kimse olduğu belli<br />

olan birkaç kişinin notları vardır. Defterin hattı baştan sona aynıdır ve eğer defter<br />

Âlî’nin şahsına mahsus olsaydı gittiği görevlerde de kullanması gerekirdi.<br />

Ancak, defterde bulunan ve kâtibinin yazdığı açık olan 45 beyitlik şiirin üslubu,<br />

defteri ve mektubu Âlî’nin yazdığı yönündeki ağırlıklı ihtimali bir anda zayıflatmakta<br />

ve başka bir kâtibi öne çıkarmaktadır. Bu da nüshanın iç kapağında<br />

ismi geçen, hakkında şu ana kadar herhangi bir bilgi bulamadığımız Kemal Paşa’yı<br />

işaret etmektedir. Üçüncü ve zayıf ihtimal de kâtibin Yusuf bin Efrayim olmasıdır.<br />

Her hâlükârda defterin aidiyeti konusunda çok daha detaylı bir araştırmaya<br />

ihtiyaç vardır. Birkaç sayfadan ibaret bir rapor gibi görünen bu fetih mektubu<br />

o tarihe göre bir vakanüvis raporudur ve fetihte önemli rol oynamış üst<br />

düzey bir paşanın ağzından yazılmış olmasınca çok mühimdir. Sadece<br />

Lefkoşe’nin fethi için değil, bilinmeyen hususlar için de önemli bir kaynaktır.<br />

Ayrıca, sadece mektubun değil, defterin de önemli bir tarihi vesika olduğunu<br />

belirtmeliyiz. Böyle bir mektubun, Âlî’nin yüzlerce sayfa tutan kalem mahsulleri<br />

ya da Kemal Paşa adlı münşinin münşeatı arasından seçilip bulunması bütün<br />

eserlerinin incelenmesini gerektireceğinden şimdilik böyle bir çalışmayı yapmayıp,<br />

sadece fetihle ilgili mektubu tanıttık. Ancak, bu mektubun Âlî’nin ya da<br />

diğer iki münşinin eserleri arasında başka bir yerde bulunmayacağı da kuvvetle<br />

muhtemeldir. ©


38 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

KAYNAKLAR<br />

Ahmetbeyoğlu, Ali-Afyoncu, Erhan(2001), Dünden Bugüne Kıbrıs Meselesi, Tatav Yayınları,<br />

İstanbul.<br />

Aksoyak, İ.Hakkı(2003), Mustafa Âlî Tuhfetü'l-uşşâk, MEB Yayınları, İstanbul.<br />

Fedai, Harid(1997), Fethiyye-i Cezîre-i Kıbrıs, K.K.T.C. Milli Eğitim, Kültür, Gençlik<br />

ve Spor Bakanlığı Yayınları, Nr. 18, Lefkoşa.<br />

Çevikel, Nuri(2004), Pîrî’nin Fethiyye-İ Cezîre-i Kıbrıs’ının Viyana Nüshası, TTK Belleten,<br />

C.LXVIII, S. 253, ss.1-16.<br />

Çevikel, Nuri (2002), Kıbrıs Fetihnâmeleri ve ve Zîrek’in Târîh-i Kıbrıs´ı, XIV. Türk Tarih<br />

Kongresi, 9-13 Eylül Ankara.<br />

Levend, Agâh Sırrı(1956), Gazavâtnâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavâtnâmesi, Ankara.<br />

Mert, Özcan(1974), Şerîfî’nin Fetih-nâme-i Kıbrıs’ı, Tarih <strong>Enstitüsü</strong> Dergisi, Sayı 4-<br />

5’ten ayrı bs., Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul.<br />

Şemseddin Sami, Kamus-ı Türki, Çağrı Yayınları, İstanbul 1987<br />

TDEA III(1979) III, (Haz. Ezel Ayverdi, Mustafa Kutlu, D. Mehmet Doğan), Dergâh<br />

Yayınları, İstanbul<br />

http://www.enfal.de/osmanlitarihihasircizade/012.htm<br />

http://www.barbaros.biz/KIBRISIN_FETHI.htm


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 39<br />

“İpäk Yoli Äfsånäläri”nin Tasnifi ∗<br />

The Classification Of The Silk Road Legends<br />

Bekir DİREKCİ ∗∗<br />

ÖZET<br />

Bu makalede, efsane kavramı üzerinde durulmuş, uluslararası ve ulusal efsane tasniflerinden<br />

hareketle; Özbek Türkçesinde yayınlanmış olan, Mämätqul Corayev’in, “İpäk Yoli Äfsånäläri”<br />

adlı derlemesinde geçen efsanelerin tasnifi yapılmıştır.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Efsane, Özbek efsaneleri, İpäk Yoli Äfsånäläri, Tasnif.<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

This article concentrates upon the concept of myth ,and, being based on the classification of<br />

national myths, the myths mentioned in the compilation, İpäk Yoli Äfsånäläri by Mämätqul<br />

Corayev, which was published in Uzbek Turkish, are classified.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Legends, Uzbek Legends, İpäk Yoli Äfsånäläri(The Silk Road Legends), Classification.<br />

∗<br />

∗∗<br />

Bu makale, İpäk Yoli Äfsånäläri (Corayev, 1993), (Dil İncelemesi-Efsanelerin Tasnifi) adlı yüksek<br />

lisans tezi [SÜ Sosyal Bilimler <strong>Enstitüsü</strong>, KONYA–2003] esas alınarak hazırlanmıştır.<br />

Okt., <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Rektörlüğü Türk Dili Bölümü.


40 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

I. Giriş<br />

Büyük bir kütleye hitap eden Özbek Türkçesinde yayımlanmış olan “İpäk<br />

Yoli Äfsånäläri” (Corayev, 1993) adlı efsane derlemesinin, tasnifine geçmeden<br />

önce efsane kavramı hakkında kısaca bilgi vermeyi uygun gördük.<br />

1. Efsane<br />

“Efsane” terimi dilimize Farsçadan girmiştir. Batı dillerinde Lâtince<br />

“legendus” kökünden türemiştir. Arapça’da “usture, esâtir” ve Rusça’da<br />

“predaniya, skaz” efsane terimine karşılık olarak kullanılmaktadır.<br />

Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan “Türkçe Sözlük”te efsane: 1. Eski<br />

çağlardan beri söylenegelen, olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen hayalî<br />

hikâye, söylence, 2. Gerçeğe uymayan asılsız söz, hikâye.(TDK, 1998: 433).<br />

Efsane üzerinde yapılan ilk çalışmalar J. Ludwig Karl Grimm ve kardeşi<br />

Wilhelm Grimm ile başlamıştır (Sakaoğlu, 1992: 15). Efsanenin en iyi bilinen ve<br />

diğer pek çok tarifin dayandırıldığı Grimm Kardeşlerin tarifi şöyledir: Efsane,<br />

gerçek veya hayalî muayyen şahıs, hadise veya yer hakkında anlatılan bir hikâyedir.<br />

Bu tarif üç ana unsuru içine almaktadır.<br />

1. Efsane, anlatıcının tarihî zaman kavramı içinde uygundur.<br />

A. Efsane, muayyen bir tarihî (gerçek veya hayalî) hadise ile birleştirmiştir.<br />

B. Efsane, muayyen bir şahısla, bir ad verilen tarihî (gerçek veya hayalî) bir<br />

şahsiyet ile birleştirmiştir.<br />

2. Efsane, anlatanın coğrafi alan kavramına uygundur; yani, efsane belirli<br />

bir yer ile birleştirilmiştir.<br />

3. Efsane gerçek bir hikâyedir. Gerçi o, tabiatüstü olaylarla iş görür, ama<br />

anlatıcılar tarafından ona inanılır. Onu anlatanın ve dinleyenin gerçek dünyasına<br />

aitmiş gibi itibar edilir. Dikkat edilirse masallardaki olağanüstü olaylara inanılmazken<br />

efsanelerdeki olağanüstülüklere inanma söz konusudur.<br />

“Özbek Tilinin İzahli Lûgati” adlı sözlükteki, efsane ve rivayet tarifleri aşağıdaki<br />

şekilde verilmiştir.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 41<br />

Efsane; nesilden nesile, ağızdan ağıza geçip gelen fantastik bazen dinî<br />

mazmundaki hikâye, rivayet, destandır (Ma’rufov, 1981:63).<br />

“Rivayet; ağızdan ağıza aktarılarak nesilden nesile geçen hikaye, anlatma,<br />

efsane” (Ma’rufov, 1981:624).<br />

Özbek edebiyatçıları, efsaneleri genel olarak, “rivayat” ve efsane” olarak<br />

ikiye ayırmaktadırlar. Özbek efsaneleri üzerinde çok sayıda çalışması bulunan<br />

Kâmilcan İmamov’a göre rivayet; “gerçek hayatta, tarihte meydana gelmiş olayları<br />

hikâye eder”. Rivayetlerin teması çok çeşitlidir. Esasen içtimaî olayları, tarihî<br />

hakikati, uydurmalar şeklinde hikâye eden halk nesrinin türlerindendir. Efsaneleri<br />

rivayetlerden ayırarak ayrı bir tür olarak değerlendiren İmamov’a göre<br />

efsane, “Hayalî kahramanlar ve tarihî hadiseler etrafında oluşmuş kısa hacimli<br />

hikâyelerdir. Efsaneler halk nesrinin en eski türlerinden biridir ve tarihî kökleri<br />

insanlığın en eski devirlerine kadar uzanmaktadır.” (Ergun, 1997: 9).<br />

2. Efsane Tasnifleri<br />

Efsane tasnifinde genel anlamda bazı ortak tasnif kalıpları oluşturulmaya<br />

çalışılmıştır. Efsanelerin milletlerarası çapta tasnifi için Budapeşte Kongresi’nde<br />

alınan kararlar, daha sonraki kongrelerde Atina (1964) ve Prag (1966) geliştirilememiştir<br />

(Sakaoğlu, 1992: 18-19).<br />

Türk efsaneleri üzerinde yapılan en mühim çalışmalardan biri olan Prof.<br />

Dr. Bahattin Ögel’in “Türk Mitolojisi” adlı eseri Türk kültürü için önemli bir yer<br />

tutar.<br />

Pertev Naili Boratav Türk efsanelerinin tasnifinde, milletlerarası çapta kabul<br />

gören tasnifin uygun olmayacağını belirterek Türk efsanelerinin tasnifi için<br />

aşağıdaki tasnifi teklif etmiştir (Boratav, 1995: 98-107).<br />

I. Dünyanın yaradılışı ve sonu ile ilgili efsaneler<br />

A. Sınırlandırılmış tabiî yerlerin menşeleri (dağlar, göller…)<br />

B. Meskûn yerlerin menşeleri (şehirler, köyler…)<br />

C. Büyük binaların menşeleri (kiliseler, camiler, köprüler…)<br />

Ç. Hazineler<br />

D. Milletleri, hükümdar sülalelerinin ve içtimai sınıfların menşeleri<br />

E. Felaketler


42 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

F.Tarihî olarak bilinen kahramanların yendikleri tabiatüstü güce sahip canavarlar<br />

G. Savaşlar, fetihler ve istilalar<br />

Ğ. Kurulu düzene baş kaldıranlar<br />

H. Diğer hadiseler ve üstün kişiler; medeniyet getiren kahramanlar, bilginler,<br />

şairler<br />

I. Aşk ve aile hayatı<br />

İ. Küçük bir cemiyetin tarihinin bir parçasını meydana getirdikleri ölçüde<br />

bilinen ortak ve ferdi karakterde çeşitli diğer kişilerle ilgili anlatmalar<br />

II. Tarihi efsaneler<br />

A. Alın yazısı<br />

B. Ölüm ve ötesi<br />

C. Tekin olmayan yerler<br />

Ç. Tabiatın bir parçası olan yerler (orman, göl vs.) ile hayvanların sahipleri<br />

D. Cinler, periler, ejderhalar vb. tabiatüstü güçte yaratıklar<br />

E. Şeytan<br />

F. Hastalık ve sakatlık getiren varlıklar (albastı gibi)<br />

G. Tabiatüstü güçleri olan kişiler (büyücü, üfürükçü, afsuncu gibi)<br />

Ğ. “Mythique” nitelikte hayvan ve bitkiler (adamotu gibi) üzerine anlatmalar<br />

III: Tabiatüstü şahıslar ve varlıklar üzerine efsaneler<br />

IV. Dinî efsaneler<br />

II. İpek Yolu Efsanelerinin Tasnifi<br />

İpek Yolu Efsaneleri’ni, daha önce yapılmış efsane tasniflerinden yararlanarak,<br />

efsanelerin motif özelliklerinden hareketle bir tasnif yapmaya çalıştık. İncelememizdeki<br />

efsanelerden bazılarının birden çok motif içerdiğini gördük, bu<br />

tipteki efsaneleri birkaç başlık altında gösterilebilirdik, ancak biz tasnifi yaparken<br />

baskın gördüğümüz motifi esas aldık. Yaptığımız bu tasnifi beş ana başlık<br />

altında gösterdik:


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 43<br />

1. Tarihî Vak’a ve Tarihî Şahıslar Hakkındaki Efsaneler<br />

2. Dinî Şahsiyetlerle İlgili Efsaneler<br />

a. Peygamberler, Hızır ve Diğer Din Büyükleri Üzerine Anlatılan Efsaneler<br />

b. Evliya Üzerine Anlatılan Efsaneler<br />

c. Ziyaret Yerleri Üzerine Anlatılan Efsaneler<br />

3. Yer Adlarına Bağlı Olarak Anlatılan Eden Efsaneler<br />

4. Olağanüstü Varlıklar Üzerine Anlatılan Efsaneler<br />

5. Şekil Değiştirme Efsaneleri<br />

a. Taş Kesilme Efsaneleri<br />

b. Diğer Şekil Değişikliğine Bağlı Efsaneler<br />

Efsaneleri tasnif ederken, her motiften bir efsaneyi, motifin daha iyi örneklenmesi<br />

için Türkiye Türkçesi’ne aktarılmış şeklinden birer örnekle gösterdik.<br />

Efsane isimlerinin sonunda bulunan rakamlar, efsanelerin tezimizdeki sayfa<br />

ve satır numaralarını göstermektedir. Eserde yer alan efsanelerin tasnifi aşağıdaki<br />

şekilde oluşturulmuştur.<br />

1. Tarihî Vak’a ve Tarihî Şahıslar Hakkındaki Efsaneler:<br />

Efsaneleri köklerinden biri de tarihtir. Yani bir kısım efsaneler, tarihi kökleri<br />

üzerine teşekkül eder. Bu tür efsanelerin teşekkülü için belli, kessin bir tarihleme<br />

yapmamakla birlikte, mitolojik köklü efsanelere göre daha yakın çağlarda<br />

teşekkül etmişlerdir, diyebiliriz (Ergun, 1997: 42).<br />

Tarihi kökü olan efsaneler, halkı etkileyen bazı tarihî olayların ve şahısların<br />

maceralarının zamanla halkın muhayyilesinde tabakalaşarak yeni hayali unsurların<br />

katılmasıyla teşekkül eder diyebiliriz. Tarihî vak’a ya da şahsiyet, zamanla<br />

tarihi gerçekliğin dışına çıkarak, halk tarafından olmasını istediği bir vak’a ya<br />

da şahsiyet şeklinde ortaya çıkar.<br />

Aşağıya aldığımız efsanelerde bu durum açıkça gözükmektedir.<br />

Amudäryåning Xåräzm Tåmångä Aqışi 22 40 , Hazåraspi Bänd 30 14 ,<br />

Hazåraspning Päydå Bolişi 30 33 , Devsålgan 31 20 , Çopånåtå Däräläri 47 35 , Nuråta<br />

Bulåġı 54 38 , Zahhåk Qal’asi 59 29 , Zahhåkning Qızi 61 27 , Buxåråning Binå Etilişi<br />

75 20 , Åq Tüyäning Yoli 102 21 , Ämir Temür Ġåri 109 34 , Åsiyå Qal’asi 111 3 .


44 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

AMUDERYA’NIN HAREZM YÖNÜNE AKIŞI<br />

Eski zamanlarda Amuderya, Abulhan padişahının topraklarından geçip Sarıkamış<br />

tarafına akarmış. Bir gün Harezm padişahı, Abulhan hakanının yanına<br />

misafir gelmiş. İkisi oturup kumar oynamaya karar vermişler. Abulhan hakanı<br />

demiş ki, eğer kaybedersen başındaki mücevherlerle süslü kavuğu çıkarıp bana<br />

vereceksin. Harezm padişahı ise yurttaşlarının susuzluktan kırılmakta olduğunu<br />

düşünerek:<br />

“Tamam. Kabul ediyorum” demiş. “Amma şayet sen kaybedersen<br />

Amuderya'yı bir gece gündüz Harezm tarafına akıtacaksın.”<br />

Her iki hükümdar da şartlarda anlaştıktan sonra oyuna başlamışlar. Ama<br />

Harezm padişahı rakibini yenmiş. Bunun üzerine Amuderya'yı bir gece gündüz<br />

için Harezm tarafına çevirip akıtmışlar. Anlaşma gereği sürenin bitiminde nehri<br />

tekrar eski yatağına çevirmek istemişler ama bir türlü başaramamışlar. Çünkü<br />

nehir kendine yeni bir yatak yapmış ve Harezm tarafına akışını sürdürmeye<br />

devam etmiş. Böylece Amuderya Harezm'de akmaya başlamış (Batur: 2001).<br />

2. Dinî Şahsiyetlerle İlgili Efsaneler<br />

Efsanelerdeki köklerden biri de dinî köklerdir. Birçok araştırmacı efsanelerin<br />

kaynağının din olduğunu söylemektedir. Dinî şahsiyetlerin maceraları, halkın<br />

muhayyilesinde zamanla gelişerek efsaneleşmiştir.<br />

Halk, sevdiği din büyüğünün hayatı etrafında gerçekte olmamış olsa bile<br />

birçok efsane teşekkül ettirmiştir. Efsanelerin etkisiyle halka hem din hem de<br />

din büyükleri daha iyi sevdirilmiş, daha iyi anlatılmıştır. (Ergun, 1997: 44).<br />

a. Peygamberler, Hızır ve Diğer Din Büyükleri Üzerine Anlatılan Efsaneler<br />

Xıväning Bünyåt Etilişi 18 22 , Amudäryå Qayerdän Båşlanadi? 22 10 ,<br />

Amudäryå-Böysünmäs Däryå 23 19 , Qanåtli Argumåqlarning Qolgä Tüşirilişi<br />

28 9 , Düldülåtlagan 40 1 , Hazräti Dåvud Ġåri 51 22 , Cånqur 51 32 , Båbå Qambär<br />

Tüyäsi 53 18 , Nurli Tåş Tüşgän Cåy 56 7 , Dalvarzingtepä 62 20 , Åbşir Åta 67 12 ,<br />

Nämängansåy 68 40 , Balıqçı Qışlåġı 69 11 , Åbirahmät 72 14 , Qahqah Qal’asining<br />

Zabt Etilişi 74 24 , Zarmitan 80 1 , Çäşmai Äyüb 82 32 , Hazräti Äyüb Çäşmäsi 84 3 ,<br />

Qorġåntepä 91 1 , Cilbulåq Çäşmäsi 87 13 .


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 45<br />

HİVA’NIN KURULUŞU<br />

Eski zamanlarda yeryüzünde çok büyük bir su taşkını olmuş. Tufan denilen<br />

bu olay meydana gelmeden önce Allah yeryüzündeki vekili Nuh Peygambere<br />

vahiy gönderip:<br />

“Büyük bir gemi yapacak, yeryüzündeki bütün canlıların neslini korumak<br />

için her canlıdan bir erkek ve bir dişiyi gemiye dolduracaksın diye buyurmuş.<br />

Kırk gün kırk gece yağmur yağıp, yeryüzünü su basacak. Dediğimi yaparsan<br />

kendini de, canlıları da ölümden kurtarmış olursun.”<br />

Tufan haberini alan Nuh Peygamber hemen işe koyulup gemi yapmaya<br />

başlamış. İş öyle bir kızışmış ki, marangozlara kereste ve ağaç yetiştiremez olmuşlar.<br />

Çünkü gemi müthiş derecede büyükmüş!<br />

Bugünkü Yengiank denilen kasabanın yakınlarında Şorgöl denilen büyük<br />

bir göl var imiş. Bu göl çevresinde İbni Hacı Unuklar kabilesi yaşarmış. Bu kabilede<br />

Hacı Mülk isminde biri varmış. Bir ayağını nehrin bu tarafına diğerini diğer<br />

tarafına atıp suda yüzen balıklan hiç zorlanmadan yakalar, sonra onları güneşe<br />

tutup pişirip yermiş. O zamanlar Amuderya Hazar Denizi'ne dökülür, Hacı<br />

Mülk de bu nehir kenarında yaşarmış. Nuh Peygambere gemi yapımında<br />

kullanılacak ağaç yetiştirmeye karar verip, nehir boyundaki ormanlıktan ağaç<br />

kesmeye başlamış. Çok geçmeden gemiyi tamamlamışlar.<br />

Gemi bittikten sonra Allah'ın emriyle kırk gün kırk gece yağmur yağmış ve<br />

her tarafı su basmış. Sular henüz yükselmeden, Nuh Peygamber her bir canlıdan<br />

bir çift alıp gemiye doldurmuş. Nuh'un iki oğlu varmış. Habeş isimli olanı<br />

gemiye çıkmak istemeyince suda boğulup ölmüş. Sam isimli ikinci oğlu ise babasıyla<br />

birlikte gemiye çıkmış. Sam buğday renkli, karayağız biriymiş.<br />

Gemi sular ortasında yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş... Sonunda umman ortasında<br />

kararıp duran bir tepeye gözleri takılmış Nuh ve oğlunun. İyice yaklaşıp<br />

bakmışlar ki burası Kafkas dağlarının tepeleri imiş. Su iyice yükseldiği için dağ<br />

yarısına kadar suyun içine gömülüp kalmışmış. Buraya gelince Nuh Peygamber<br />

gemiyi oğlu Sam'a verip, bütün canlıların hayatlarını da ona emanet ederek:<br />

“Ben burada kalacağım, sizler seyahatinize devam edin, deyip gemiden<br />

inmiş ve dağın tepesine çıkmış.”<br />

Sam gemiyi Hazar tarafına sürüp, oradan Amuderya'ya çıkarak yoluna devam<br />

etmiş. Su haddinden fazla çoğaldığı için nehrin bir ucu görünmezmiş. Kuru<br />

bir yer arayarak yollarına devam etmişler. Fakat kara toprağı görmek ne<br />

mümkün!


46 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Gemide bir domuz varmış. Bunun burnundan bir sıçan düşüp, eşeğin karnı<br />

altına saklanarak gemiye girmeye muvaffak olmuşmuş. İşte bu sıçan şeytanın<br />

sözüne girip, gemiyi kemirerek bir delik açmış. İçerisi su dolmaya başlayınca<br />

gemi-dekiler telaşa kapılmışlarsa da, bir çare bulamamışlar. Canlıların telaşla o<br />

tarafa bu tarafa kaçıştığı bir sırada, yılan sürünerek gelip, o deliğin üzerine kıvrılmış<br />

ve suyun içeri dolmasını önlemiş.<br />

Hayvanlar öfkeyle sıçanı kovalamaya başlamışlar ama bir türlü yakalayamamışlar.<br />

Sıçanı kovalamaktan takati dermanı kesilen kaplan şöyle bir hapşırınca<br />

burnundan düşen bir şey miyavlayarak bir çırpıda sıçanı tutuvermiş. Bu<br />

kediymiş. Kaplanın burnundan düştüğü için de derisi ve görünüşü ons benzermiş.<br />

Kediyle sıçanın düşmanlığı da ta o zamandan kalmaymış.<br />

Gemi yine yoluna koyulmuş. Sam yakın bir yerlerde kare parçası var mı<br />

acaba diyerek kanatlı hayvanları birbiri ardınca uçuruyormuş. Fakat kuşlardan<br />

hiçbiri kuru bir yer bulamayıp, yorgun argın kendisini gemiye zor atıyormuş.<br />

Bunun üzerine Sam akkuş ile güvercini uçurmuş.<br />

Önceleri Amuderya bugünkü Hiva'nın üstünden Hazar Denizi'ne doğru<br />

akarmış. lçenkal'a'nın yeri yüksek tepelik olduğundan, nehir yatağı onun iki<br />

tarafından dolaşıp geçer, fakat ona bir türlü ulaşıp, sularıyla yıkayamazmış.<br />

Akkuşla güvercin uçarak gelip tepenin üzerine konmuşlar. Tam o sırada akşam<br />

olmuş, ortalık kararmışmış. Kuru bir yer bulduğundan sevince boğulan akkuş<br />

"kuvak!", "kuvak!" diye ötüp haber vermiş. Bu, "kuru yer var!" demekmiş.<br />

Güvercinse sevinçle kanatlarını çırpmış, birbirine vurup şaklatarak, insanın<br />

yaşayabileceği bir yer bulunduğu haberini verirmiş.<br />

Sam da gemisini kuşların sesinin geldiği tarafa doğru sürmüş. Uzun bir yol<br />

aldıktan sonra varıp baksalar ki suların ortasında bir tepelik kararıp duruyormuş.<br />

Gemidekiler bunu görünce sevinçle aşağı inmişler. Sam tepeye bir yer hazırlatıp,<br />

yatıp uyumuş. Gece yansı bir düş görmüş. Rüyasında çevresinde bin<br />

kadar çıra yanıp duruyormuş. Silkinip uyanan Sam etrafına bakmış ki çıra mira<br />

yok, her taraf zifiri karanlıkmış. Gördüğünün bir rüya olduğunu anlayıp tekrar<br />

yatmış ama bir türlü uykusu gelmemiş. "Bu çıralarda bir hikmet olsa gerek!"<br />

diye geçirmiş içinden. "Varıp rüyamı babama yorumlatıp geleyim." demiş.<br />

Ertesi gün şafakla birlikte Nuh Peygamber'in yanına varmak için yola çıkmış.<br />

Nuh Peygamber oğlunun anlattıklarını dinledikten sonra:<br />

“O tepeye bir kale kurun. İyi bir yermiş. Bir ömür boyu size sığınak olur,<br />

demiş.”


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 47<br />

Sam geri dönüp, rüyasında çıra yakılan yerleri yüksek duvarlarla çevirip<br />

bir kale kurmuş. İnsanlar çoğalıp kale içine evler yapmışlar. Böylece İçenkal'a<br />

ortaya çıkmış.<br />

Bir gün yılan Şam'ın huzuruna gelip:<br />

“Senden bir ricam var!” demiş.<br />

“Söyle, nedir derdin?” diye sormuş Sam.<br />

“Ben gemi delindiğinde yumak gibi olup deliğin üzerine yatarak hepinizin<br />

hayatını kurtardım. Ben olmasaydım hepiniz suya batıp, boğulup gitmiştiniz.<br />

Şimdi de benim bir şartım var. Bunu yerine getireceksiniz,” demiş yılan.<br />

“Ne şartı imiş bu?” diye sormuş Sam.<br />

“Dünyada hangi canlının eti lezzetliyse onu bana helâl edeceksin, diye şartını<br />

açıklamış yılan.”<br />

Sam dünyada hangi hayvanın etinin lezzetli olduğunu tespit etmek için sinekle<br />

sivrisineği göndermiş. Bunlar da her bir hayvanı ısırarak etinin lezzetinin<br />

nasıl olduğunu öğrenmişler. Ama insanın etinden daha lezzetlisini bulamamışlar.<br />

Bu haberi hemen Şam'a ulaştırmak için hızla yola koyulmuşlar. Onların<br />

yaptığı işten haberdar olan kırlangıç Sam'ın karargâhı önünde onları bekler dururmuş.<br />

“Eee, anlatın bakalım köftehorlar! demiş kırlangıç. Neyin eti daha lezzetliymiş,<br />

öğrendiniz mi?”<br />

“İnsanoğlunun etinden daha lezzetli et yokmuş dünyada!” diye cevap<br />

vermiş sivrisinekle sinek.<br />

“Oh! Oh! Dilinize sağlık!” demiş kırlangıç. “Hani şu güzel haberi getiren dilinizi<br />

gösterseniz de, bir öpsem.”<br />

Sinekle sivrisinek kırlangıcın yağ yakmasından böbürlenip, ağızlarını kocaman<br />

açarak dillerini uzatmışlar. İşte tam o sırada kırlangıç bir hamlede ikisinin<br />

de dilini koparıp almış.<br />

Çaresiz ikisi de kaleye girip Sam'ın huzuruna çıkmış. Sam ile yılan haber<br />

bekleyip otururlarmış. İçeri giren sinekle sivrisinek dilleri koparıldığından konuşamadıkları<br />

için, uğuldanıp dururlarmış. Onların ne demek istediğini bir<br />

türlü anlayamayan yılan kırlangıca dönerek:<br />

“Ne demek istiyor bunlar” diye sormuş.


48 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

“Ben onların ne demek istediğini anlamaktayım,” demiş kırlangıç. “Onlar<br />

bu dünyada kurbağa etinden daha lezzetli lokma olmaz” diyorlar.<br />

Meğer yılan daha önce kurbağa etini tadıp gördüğü için onun nasıl bir şey<br />

olduğunu çok iyi bilirmiş. Öfkeden köpürüp kırlangıcı poposundan yakalamak<br />

için sıçramış. Can havliyle uçmayı başaran kırlangıç kendini kurtarmış kurtarmasına<br />

da, bu arada yılan poposunu dişlemeyi başarmış. İşte bu yüzden kırlangıcın<br />

poposu biraz çıkık kalmış. İnsanları yılan belasından kurtardığı için de o<br />

tarihten beri evlerde onlarla birlikte yaşamaya başlamış.<br />

İçenkal'a kurulduktan sonra, buradaki kuruluğu ilk görüp haber veren akkuş<br />

"Kuvak! Kuvak!" diye öterek bildirdiğinden Kuvak diye anılır olmuş. Daha<br />

sonra, Hivak diye değiştirilen bu isim, zaman içinde Hiva şeklini almış (Batur:<br />

2001).<br />

b. Evliya Üzerine Anlatılan Efsaneler<br />

Qari Ålåv Xoca 42 1 , Daranġı Mäçit 43 15 , Şåhi Zindä 45 34 , Qusam İbn Abbås<br />

Ġayib Bolgan Quduq 46 21 , Hoca İshåq Ġåri 65 25 , Termiz 66 18 , Bulgadår Buva<br />

75 10 , Çöpsåldi Buva 80 27 , Şäyx Muhammädcån Nuqragüzår 90 22 , Qåramurt 93 40 ,<br />

Noġåyåta 99 19 , Oş 103 19 , Päyġambär Åråli 104 31 .<br />

KARI ALAV HOCA<br />

Harezm'de Karı Alav Hoca isminde kutsal bir yer varmış. Anlatıldığına göre<br />

güya Müslüman hocalar öylesine güce sahip imişler ki, ateş dahi onları yakmazmış.<br />

Bir padişah bunun doğru olup olmadığını anlamak için elli araba odun<br />

getirtip, hocalardan birini de ortasına oturtmuş. Sonra da odun yığınını tutuşturmuşlar.<br />

İnsanlar artık hoca yanıp kül olmuştur diye düşünürken, ateş sönünce<br />

baksalar ki, hoca saçının teline bile zarar gelmeden öylece otururmuş.<br />

Bunu gören ateşperestler İslam dininin büyüklüğünü takdir etmekten başka<br />

çare bulamamışlar (Batur: 2001).<br />

c. Ziyaret Yerleri Üzerine Anlatılan Efsaneler<br />

Keçirmäs Buva 40 33 , Şåhımärdån Måzåri 44 38 , Hazräti Nur 54 4 , Zangiåta<br />

Maqbäräsining Qurilişi 71 35 , Balıqlı Måzår 73 36 , Qırkmåzår 74 12 , Xoca Bändi Kuşå<br />

Måzåri 84 31 , Måzåri Sufi Kabutak Yåki Umar Åta Måzåri 85 30 , Xoca<br />

Abdurahmån Åta 88 8 , Çillä Åta 89 1 , Çillä Håvuz 89 32 , Hukkalla 106 24 .<br />

KEÇİRMES DEDE<br />

Burada vakti zamanında sinirli, insanların hakkını yiyenleri bir türlü affetmeyen<br />

bir kişi yaşarmış. O öldükten sonra mezarı ziyaretgâh hâline gelmiş.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 49<br />

Eğer birinin bir şeyi kaybolur ve o da herhangi birinden şüphelenirse, şüpheli<br />

kişiyi alıp bu velinin mezarının başına getirip, yemin ettirirmiş. Yemin eden kişi<br />

eğer yalan söylüyorsa hemen iki parçaya ayrılıp oracıkta ölürmüş.<br />

Günlerden bir gün bir kadının mendili kaybolmuş. Yandaki komşusunun<br />

çaldığından şüphe ederek davacı olmuş. Birlikte Keçirmes Dede'ye giderken bir<br />

inek de peşlerine takılıp gelmiş. Onlar mezarın başına varıp yemin ederken o<br />

ineğin karnı yarılıvermiş. Baksalar ki o kadının mendili ineğin karnındaymış<br />

(Batur: 2001).<br />

3. Yer Adlarına Bağlı Olarak Anlatılan Efsaneler<br />

Her bir köy, dağ, taş, eski kale, tepelikler, su kaynakları, mezarlar, kayalar,<br />

geçitler, kuyular, mağaralar, nehirler, göller vs. halkın yaşamına etki eden bütün<br />

alanların içselleştirilmesi oraların yurt yapılmasında, yer adlarıyla ilgili efsanelerin<br />

türetilmesinin önemi büyüktür.<br />

Aşağıdaki örneklerde yer adlarının nasıl teşekkül ettiğini örnekleyen efsaneler<br />

verilmiştir.<br />

Xåräzm Våhasi vä Ämudäryåning Päydå Bolişi 13 1 , Ålåv Bilän Balıq 14 37 ,<br />

Xåru Äzim 17 1 , Xıväning Bünyåt Etilişi 18 22 , Cäyhun 23 38 , “Quyåşga Duå<br />

Etgänlär” 27 42 , Qanåtli Argumåqlarning Qolgä Tüşirilişi 28 9 , Ming Åtning<br />

Qolgä Tüşirilişi 29 42 , Hazåraspi Bänd 30 14 , Devqal’a 33 35 , Xåräzm vä Hürcämål<br />

34 28 , Usta Quş 38 9 , Pålvån Åtaning Hassasi 39 16 , Düldülåtlagan 40 1 , Tok<br />

Döngining Paydå Bolişi 41 28 , Ġazavåt 43 1 , Daranġı Mäçit 43 15 , Hubbi Måzåri<br />

43 33 , Şåhımärdån Måzåri 44 38 , Sämärqand Nåmining Päydå Bolişi 45 18 ,<br />

Çopånåtå 47 5 , Nuråta 52 32 , Kohak Tepäligi 57 28 , Qırq Qız Tåş 64 40 , Qayquvåt<br />

Qal’asi 70 38 , Lävändäk 76 32 , Qırk Qız 77 1 , Abåmüslimtepä 86 42 , Kämpiräk Tepä<br />

95 37 , Båġåcåt 101 1 , Cabbårquduq 106 37 , Murådbåyquduq 108 1 .<br />

HAREZM VADİSİ VE AMUDERYA'NIN PEYDA OLUŞU<br />

Eski zamanlarda bugünkü Harezm'in yerinde ne bir köy, ne de herhangi bir<br />

nehir varmış. Her taraf göz alabildiğine çölmüş ve yeşil bir bitkiye rastlamak<br />

mümkün değilmiş. Âdem ayağı basmamış bu toprakların tam ortasında küçücük<br />

bir dere akar dururmuş.<br />

Günlerden bir gün İran halkı kendi hükümdarlarıyla kavgalı olunca bir kısmı<br />

oturdukları vatanlarını terkederek başlarını alıp çıkıp gitmişler. Günlerce yol<br />

alıp yorgunluktan dilleri bir karış dışarı çıktığı ve yiyecekleri tükendiği bir sırada<br />

bu dereye rastlamışlar. Oldukça sevinen bu insanlar dere boyunda evler


50 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

kurup, araziyi tarla hâline getirerek ekin ekmişler ve bir yanda da avcılıkla uğraşarak<br />

günlerini geçirmeye başlamışlar.<br />

Aradan aylar yıllar geçmiş. Çoluk çocuk derken hayli çoğalmışlar ve büyük<br />

bir şehir kurmuşlar. Günlerden bir gün buradan geçip giden bir kervan o büyük<br />

şehri görünce, varıp İran padişahına gördüklerini anlatmış. Anlatılanları<br />

dinleyen padişah "Sakın bu işleri şu bizim kaçaklar kılmış olmasın?" diye düşünerek,<br />

o yerleri kendi gözleriyle görmek istemiş. Av malzemelerini, çadır ve<br />

hayvanları hazırlayarak yola koyulmuş. Gece gündüz durup dinlenmeden yedi<br />

gün yol aldıktan sonra padişah "kaçakların memleketine ulaşmış. Bakmış ki her<br />

taraf yemyeşil, bağlarda meyve sebze yetişmiş, köyler birbiri ardınca sıralanmış.<br />

Kısacası o önceki çölden nâm-ı nişan dahi kalmamış.<br />

“ Kimsiniz, aslınız nereden?” diye sormuş dere boyunda yaşayan insanlara.<br />

“Biz aslen İranlıyız efendim” demişler. Zalim Zahhak'ın zulmünden kaçıp<br />

buralara gelip yerleştik.<br />

Bu padişahın ismiyse Peridun'muş. Karşısındaki insanların aslen İranlı olduğunu<br />

öğrenince ve hele buraya zulümden kaçıp geldiklerini anlayınca onları<br />

vaktiyle nice damla kanlarının döküldüğü ana yurtlarına alıp götürmek istemiş.<br />

Fakat insanlar kabul etmemişler.<br />

“Mazur görün âlempenah” demiş onların yaşlı olanı. Buralar vaktiyle kıpkızıl<br />

çöldü. Biz onu emeğimizle, alnımızın teriyle âbâd ettik. Böylesi yemyeşil<br />

yerleri bırakıp da nereye gideriz? Eğer bize iyilik etmek istiyorsanız, bir dileğimiz<br />

vardır, izin verirseniz onu arz etmek isteriz.<br />

Bunun üzerine Peridun:<br />

“Elbette, sizi dinliyorum,” deyip izin verdikten sonra aynı ihtiyar<br />

hemşehrilerinin dileğini anlatmaya koyulmuş.<br />

“Bu topraklar gibi verimli toprak yeryüzünde bulunmaz. Burada altın ekseniz<br />

yeşerir. Ama çoğunlukla alın teri dökerek yaptığımız çalışmalar heba olup<br />

gidiyor. Ağustos ayının ortalarına gelindiğinde şu dereciğin suyu azalıyor ve<br />

ekinlerimiz susuzluktan kuruyup kalıyor. Eğer buraya bir kanal açılsa yurdumuz<br />

hiçbir zaman susuzluk çekmez,” diyerek sözünü tamamlamış. Peridun o<br />

derenin yerine kocaman bir nehir yatağı kazılmasını emretmiş, çok geçmeden<br />

büyük kanalın kazılması tamamlanıp tarlalarda ekinler boy salmış. İnsanlar bu<br />

nehre Belkendi Peridun ismini vermişler. Daha sonraları bu isim Amuderya<br />

şeklini almış.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 51<br />

Önceleri her yıl bir defa nehrin kumlarını temizlerlermiş. Fakat sonraları<br />

nehrin suyu öylesine çoğalmış ki, kazıcılar bu işle baş edemez olmuşlar. Artık<br />

nehir kâh o tarafa kâh bu tarafa akıp, kendine bir yol açarmış.<br />

Amuderya ve Harezm vadisi işte böyle peyda olmuş (Batur: 2001).<br />

4. Olağanüstü Varlıklar Üzerine Anlatılan Efsaneler<br />

Efsanelerin mitolojik köklerinin içinde, bilinmeyen zamanlardan kalma<br />

inanışlar olduğu gibi, hayal mahsulü unsurlar da vardır. Halkın açıklayamadığı<br />

cisim veya olaylarla ilgili insan düşüncesinin ilk köklerinden gelen bilgilerin<br />

halk fantezisi ile birleşerek, olağanüstü varlıklarla ilgili efsanelerin oluşmasını<br />

sağlayabilir. Devlerin, perilerin, cinlerin, uçan atların vs. yer aldığı efsaneler<br />

aşağıda verilmiştir.<br />

Päri Bilän Dev 18 1 , Ming Åtning Qolgä Tüşirilişi 29 42 , İlånbuzġån 68 1 , Äcdär<br />

Közläri 103 35 , Cinötti 105 23 .<br />

PERİ İLE DEV<br />

Rivayet o ki, eski zamanlarda Hazreti Süleyman'ın hüküm sürdüğü günlerde<br />

acayip bir olay meydana gelmiş. Süleyman Peygamber'in emrinde pek<br />

çok dev ile periler varmış. Bir gün Süleyman Peygamber perilerden birine öfkelenip,<br />

onu cezalandırmak için dünyanın en uzak yerine sürgün göndermeye<br />

karar vermiş. Böylece günahkâr periyi o uzak diyarda bir devin nezaretine havale<br />

etmiş. Süleyman'ın hizmetkâr devlerinden birisi suçlu periyi sırtına bindirip<br />

bildirilen uzak diyara doğru yola çıkmış. Uzun süre hayli sıkıntılar çekip,<br />

masmavi gökyüzünde kanat çırparak, uzun mu uzun bir yol kat ettikten sonra<br />

o zamanlar henüz insan ayağı basmamış Harezm denilen bir yere gelmişler.<br />

Etrafın tamamen ıssız olduğunu gören dev oraya konmuş.<br />

Uzun süre sürgün hayatını birlikte paylaştığı periye âşık olan dev sonunda<br />

onunla beraber kalmaya karar vermiş. Böylece onunla evlenip çoluk çocuğa<br />

karışmışlar. Torunları, torunlarının torunları dahi olmuş.<br />

İşte Harezmliler o dev ile perinin çocukları imişler. (Batur: 2001).<br />

5. Şekil Değiştirme Efsaneleri<br />

Şekil değiştirme, bir efsanede yer alan canlı ve cansız unsurların bir üstün<br />

güç tarafından cezalandırılması veya bir felaketten kurtarılması için o andaki<br />

şekillerinden farklı bir şekle çevrilmesidir. Değişikliğin temel sebebi cezadır.<br />

Felaketten veya sonu felakete varabilecek bir tehlikeden kurtarma ikinci dere-


52 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

cede kalır (Sakaoğlu, 1980: 29). Derlememizdeki efsanelerdeki şekil değiştirmelerin<br />

çoğunlukla düşmanda kaçma ve saklanma amacıyla gerçekleştiği görülür.<br />

a. Taş Kesilme Efsaneleri:<br />

Çopånåtaning Päydå Bolişi 47 23 , Åçköz Båy 58 11 , Üçqız Tåġı 58 39 , Åynatåş<br />

66 5 , “Köz Yåşi” Qåyasi 72 32 , Qızbuvi 81 31 , Tört Båkirä 82 17 , Beşiktåġ 91 14 , Qoytåş<br />

98 34 .<br />

ÇOBAN ATA'NIN PEYDA OLUŞU<br />

Vakti zamanında bir çoban kırlarda koyun güdermiş. Derken aniden<br />

Semerkand'a düşmanlar hücum etmiş. Kaçmanın mümkün olmadığını gören<br />

çoban "düşmanın eline esir düşeceğime, beni de, koyunlarımı da taş eyle!" diye<br />

Tanrıya yalvarmış. Tanrı onun bu isteğini kabul etmiş ve onu da, koyunlarını<br />

da kızıl taş hâline getirmiş. Bu olaydan sonra Kuhak dağına Çoban Ata ismini<br />

vermişler. Aradan yıllar geçince Çoban Ata da, koyunları da ufalanıp kıra yayılmış.<br />

Bu yüzden atalarımız Çoban Ata taşlarını kesinlikle ayakaltına almazlar<br />

ve onları mukaddes kabul ederlermiş. (Batur: 2001).<br />

b. Diğer Şekil Değişikliğine Bağlı Efsaneler:<br />

Çopån Bilän Päri 31 37 , Buraxån Åta 41 8 , Yetti Qız 42 14 , Hubbi Måzåri 43 33 ,<br />

Äcdähåga Aylangan Bålalar 48 26 , Hazräti Xocai Bülbül 59 18 , Şorhasan Köli 65 13 ,<br />

Tåmdibulåq 92 6 , Åqmån Bilän Qåramån 97 12 .<br />

ÇOBAN İLE PERİ<br />

Amuderya boyundaki Kazkale harabeleriyle ilgili şöyle bir efsane anlatılır:<br />

İnsanlar Kazkale'de âdemlere zarar veren inler, cinler, periler yaşamakta<br />

diye düşünerek içine girmekten korkarlarmış. Bir gün çobanlardan biri tesadüfen<br />

kalenin içine girmiş. Fakat çoban, içeri girmesiyle birlikte gördüğü manzara<br />

karşısında donakalmış. Eyvanda yaşlı bir kadın sansın bir kızın saçlarını taramakla<br />

meşgulmüş. San saçlı kız çobana bakarak:<br />

“Neden buraya geldin?” Ey âdemoğlu, ne derdin varsa çekinmeden söyleyiver.<br />

Dile dileğini demiş.<br />

“Bana bir şey gerekmez. Sadece sık sık evime gidemiyorum. Eve çabucak<br />

varmama yardım etseniz kâfidir.” diye karşılık vermiş çoban.<br />

“O halde ne zaman evine varmak istesen, filan tepenin üzerine çıkıp gözlerini<br />

yum ve akşam olmasını bekle. Karanlık basınca bir anda evinde olursun,”<br />

diye söylemiş sarı saçlı kız.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 53<br />

Daha sonra burada gördüklerini kimseye anlatmaması konusunda çobana<br />

yeminler ettirmiş. Çoban kaleden çıkıp ağılına doğru yola koyulmuş. Bir gün<br />

öylesine canı sıkılmış ki evine gitmek istemiş. O an kaledeki sarı saçlı kızın söyledikleri<br />

aklına düşmüş ve söylenenlerin doğru mu, yalan mı olduğunu anlamak<br />

için sözü edilen tepeye varıp akşamın olmasını beklemiş. Karanlık basınca<br />

da gözlerini yumup beklemeye başlamış. Derken bir şeyin kendisini havaya<br />

kaldırır gibi olduğunu hissetmiş. Gözlerini ne görsün, kendi evinin kapısı<br />

önündeymiş. O akşam karısı, çoluğu çocuğuyla sohbet edip. oradan buradan<br />

konuştuktan sonra yatıp uyumuş. Ertesi sabah gözünü açtığında kendisini çoban<br />

arkadaşlarının yanında yatıyor vaziyette bulmuş. Bu olaydan sonra çoban<br />

istediği zaman evine varıp gelirmiş.<br />

Günlerden bir gün çobanların azığı tükenmiş Aralarında anlaşıp erzak alıp<br />

gelmesi için birini köye göndermeye karar vermişler. Tabiî bizim delikanlı en<br />

gençleri olduğu için de bu iş ona düşmüş. Fakat delikanlı akşamın yaklaşmasına<br />

rağmen bir türlü yola çıkmak için acele etmezmiş Gün doğarken deveye binen<br />

bir insanın ne büyük meşakkatlerle varıp geleceğini hesap eden diğer çobanlar,<br />

onun tınmazlığı karşısında öfkelenmişler.<br />

“Sen hâlâ buralarda oyalanıp duruyor musun? Böyle giderse bizi açlıktan<br />

öldüreceksin yahu!” Demişler.<br />

Bunun üzerine delikanlı heybesini omzuna atıp, deveye falan da binmeden<br />

yaya olarak doğruca o tepenin yolunu tutmuş. Yine bir çırpıda evine varmış.<br />

Çobanların erzaklarının tükendiğini haber vererek on gün yetecek erzakı heybesine<br />

doldurup, kafayı vurup yatmış.<br />

Ertesi gün sabah uyanan çobanlar gördükleri manzara karşısında dona<br />

kalmışlar. Çünkü köye gitmesi gereken delikanlı yanı başlarında heybeye başını<br />

koyarak mışıl mışıl uyumaktaymış. "Bu çocuk bizi aldattı. Köye gideceğim deyip<br />

tepenin arkasında beklemiş, karanlık düşünce de gelmiş yerine yatmış" diye<br />

içlerinden geçirerek öfkeyle dürtmüşler.<br />

“Sen hâlâ gitmedin mi mendebur? Senin yüzünden açlıktan ölelim mi şimdi?”<br />

diye tartaklamaya başlamışlar.<br />

“Gidip geldim bile,” demiş çoban. “Niye hepiniz bana hücum edip duruyorsunuz?<br />

Aha, inanmıyorsanız heybelere bakın. On günlük erzak bile alıp getirdim.<br />

Köydekilere de söyledim, arkamdan yola çıkarılan deveciler hayli zaman<br />

sonra burada olurlar.”


54 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Heybelerin ağzına kadar dolu olduğunu gören çobanlar bu delikanlının<br />

gizli bir marifeti olduğunu anlayıp, şaşıp kalmışlar. Nasıl edip de bir gecede bu<br />

kadar uzak yere varıp gelişinin sırrını öğrenmek için tartaklamaya başlamışlar.<br />

Fakat kaledeki sarı saçlı kıza söz veren delikanlı arkadaşlarının bütün sitemlerine<br />

rağmen sırrını açığa vurmamış. Bu defa çobanlar büyük bir ateş yakıp genç<br />

çobanın el ve ayaklarını bağlayarak alevler içine atmayı kararlaştırmışlar. Onu<br />

kaldırıp tam ateşe atacakları sırada işin artık şakası kalmadığını anlayan delikanlı:<br />

“Durun, söyleyeceğim!” diye bağırmış.<br />

Fakat daha o ağzını açmadan gökyüzünde kocaman bir kara bulut peyda<br />

olup delikanlıyı vurup geçmiş. Çoban delikanlı olduğu yerde kapkara kesilerek<br />

öylece kalakalmış. (Batur: 2001).<br />

III. Değerlendirme ve Sonuç<br />

Özbek edebiyatında efsane kavramı tam olarak ifadesini bulamamıştır. Efsane<br />

ve rivayet henüz birbirinden ayrılmamış, efsane kavramı tam anlamıyla<br />

sınırlandırılmamıştır.<br />

Elde ettiğimiz diğer bir sonuç da Türk halkları arasındaki ortak kültürün<br />

her yönüyle ortaya konulabilmesi için, derleme çalışmalarının diğer Türk Lehçelerinde<br />

de yapılması gereklidir.<br />

İncelememize konu olan efsanelerin birçoğu, toplumun düşünce ve davranışlarının<br />

olgunlaşmasında, ortak bilincin şekillenmesinde önemli rol oynayan,<br />

çıkış noktası millî kültür olan, toplum için çok önemli bir eğitme ve terbiye etme<br />

aracı olan efsanelerdir. Bu efsanelerde, Anadolu sahasında anlatılan efsanelerin<br />

değişik varyantlarını görebilmekteyiz. Derlememizde yer alan “Devqal’a<br />

33 35 ,” efsanesi, Anadolu’da yaşayan “Ferhad ile Şirin” efsanesinin bir varyantıdır.<br />

Türk kültür birliğinin vurgulandığı çalışmamızın, efsane konusunda çalışan<br />

araştırmacılar için ciddî bir kaynak teşkil edeceğini, incelememize konu olan<br />

efsanelerin mukayeseli bir metotla çalışılabileceğini düşünmekteyiz. Dolayısıyla<br />

bu çeşit derleme çalışmalarının sadece edebî yapı içinde değil, siyasî, içtimaî ve<br />

ekonomik gelişmelere de zemin hazırlayacağı dikkate alınmalıdır. ©


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 55<br />

KAYNAKLAR<br />

BORATAV, Pertev Naili (1995). 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, 7. Baskı, İstanbul:<br />

Gerçek Yayınları.<br />

CORAYEFF, Mamatkul, (2001). Turan'ın Alp Kızları İpekyolu Efsaneleri. (Çeviren: D.<br />

Ahsen Batur). İstanbul: Şa-to Yayınları.<br />

CORAYEV, Mämätqul (1993). İpäk Yoli Äfsånäläri, Taşkent: Özbekistan Respublikası<br />

Fenler Akademisi Neşriyatı.<br />

COŞKUN, Volkan (2000). Özbek Türkçesi Grameri, Ankara: TDK Yayınları.<br />

DİREKCİ, Bekir (2003). İpäk Yoli Äfsånäläri (Dil İncelemesi-Efsanelerin Tasnifi), Konya:<br />

Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.<br />

ELÇİN, Şükrü (1986). Halk Edebiyatına Giriş, Ankara: Akçağ Yayınları.<br />

ERCİLASUN, Ahmet Bican (1992). Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü, 2c., Ankara:<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.<br />

ERCİLASUN, Ahmet Bican (1993). Türk Dünyası Üzerine İncelemeler, Ankara: Akçağ<br />

Yayınları.<br />

ERGUN, Metin (1997). Türk Dünyası Efsanelerinde Değişme Motifi, 2c., Ankara: TDK<br />

Yayınları.<br />

GÖKALP, Ziya (1976). Türk Töresi, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.<br />

KARADAVUT, Zekeriya (1992). Yozgat Efsaneleri (İnceleme- Metin), Konya: (Yayımlanmamış<br />

Yüksek Lisans Tezi).<br />

KAYDAROV, A. T.- ORAZOV, M. (1999). Türklük Bilgisine Giriş, (Akt. Vahit Türk),<br />

İstanbul: Birleşik Yayınları.<br />

KAZIMOĞLU, Samir (1994). Türk Toplulukları Edebiyatları I, Ankara: Ecdâd Yayınları.<br />

MURATOĞLU, Malik, KALAFAT, Yaşar ve TÜRKEROĞLU, Cevdet (1996). Özbekistan-Anadolu<br />

Karşılaştırmalı Türk Halk İnançları, İstanbul: Türk Dünyası <strong>Araştırmaları</strong><br />

Vakfı Yayınları.<br />

MA’RUFOV Z. M. (1981). Özbek Tilining İzahli Lugati, 2c. Moskova.<br />

ÖGEL, Bahaeddin (1971). Türk Mitolojisi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.<br />

ÖZTÜRK, Rıdvan (2005). Özbek Türkçesi El Kitabı, Konya: Çizgi Kitabevi Yayınları.<br />

SAKAOĞLU, Saim (1976). 101 Anadolu Efsanesi, Konya: Damla Yayınevi 46.<br />

SAKAOĞLU, Saim (1980). Anadolu Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Eserlerin<br />

Tip Kataloğu, Ankara: Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları.<br />

SAKAOĞLU, Saim (1992). Efsane <strong>Araştırmaları</strong>, Konya: SÜ Eğitim Fak. Yayınları 26.<br />

SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati (1975). Türk-İslâm Efsaneleri, İstanbul, Yağmur Yayınevi.<br />

TDK (Türk Dil Kurumu). (1998). Türkçe Sözlük 2c. Ankara: TDK Yayınları.


56 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

TDK (Türk Dil Kurumu). (2005). İmlâ Kılavuzu Ankara: TDK Yayınları.<br />

TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı). (1995). Özbekistan Ülke Raporu,<br />

Ankara: TİKA Yayınları.<br />

YAMAN, Ertuğrul-NİZAMİDDİN, Mahmut (1998). Özbek Türkçesi-Türkiye Türkçesi<br />

ve Türkiye Türkçesi-Özbek Türkçesi Karşılıklar Kılavuzu, Ankara: TDK Yayınları.<br />

YUSUF, Berdak- TULUM, Mahur (1994). Özbekistan Türkçesi-Türkiye Türkçesi, Türkiye<br />

Türkçesi-Özbekistan Türkçesi Sözlüğü, İstanbul: TDAV Yayınları.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 57<br />

Tarık Buğra’nın Konusu Anadolu’da Geçen<br />

Roman ve Hikâyelerinde Görülen Yazarlar,<br />

Eserler ve Kahramanlar<br />

Writers, Works And Characters In Tarık Buğra's Novels<br />

And Stories Take Place In Anatolia.<br />

Nuran ÖZLÜK ∗<br />

ÖZET<br />

Tarık Buğra konusu Anadolu’da geçen roman ve hikâyelerinde Anadolu’nun ve Anadolu insanının<br />

pek çok özelliğine yer vermiştir. Bunlardan biri ve belki de Anadolu’daki aydın bakışını<br />

bizlere en iyi verecek olanı ise roman ve hikâye kahramanlarının okudukları yazarlar, şairler<br />

ve bunların eserleridir. Kendi özel hayatında sıklıkla başvurduğu yazarlar ve kitaplar bu eserlerde<br />

de karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışma ile sözü edilen roman ve hikâye kahramanlarının<br />

okudukları eserler ve yazarlar ile yazıldıkları dönemler arasındaki bağlantı ve her ne olursa<br />

olsun kitaptan ve okumaktan vazgeçmeyiş dikkatlere sunulmuştur.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Tarık Buğra, Anadolu, Anadolu aydını, Anadolu’da okunan eserler, kitap ve insan ilişkisi<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

Tarık Buğra discussed charasteristics of Anatolia and Anatolian people in his novels and short<br />

stories takes place in Anatolia. One of or maybe the most important factor that can give us the<br />

perspective of Anatolian intellectuals is that the novels or short stories the caharacters read.<br />

The writers or books he frequently applied in his life appears a lot in these works. With this<br />

work the connection between the characters, books they read, the period and not to give up<br />

reading books is noticed to the readers.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Tarık Buğra, Anatolia, Anatolian intellectuals, works read in Anatolia, connection<br />

of books and people.<br />

∗<br />

İstanbul <strong>Üniversitesi</strong> Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Doktora Öğrencisi


58 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

TARIK BUĞRA’NIN KONUSU ANADOLU’DA GEÇEN ROMAN VE<br />

HİKÂYELERİNDE GÖRÜLEN YAZARLAR, ESERLER VE KAHRAMAN-<br />

LAR<br />

Tanzimat nesli yazarları, bu dönemde batıya yönelişle meydana gelen ve giyim<br />

kuşam, eğlence gibi yaşama biçimlerindeki değişikliklerle kendi gösteren alafrangalık,<br />

esaret, evlilik, aşk ve aile sorunlarını roman ve hikâyelerinde işlemişlerdir.<br />

Tanzimat neslinden sonra eser veren yazarlar, dönemlerinde vuku bulan<br />

siyasi, sosyal, kültürel, ideolojik olayların yanında aktüel yahut geleneksel hayatın<br />

yansımalarının da bulunduğu konuları roman ve hikâyelerine taşımışlardır.<br />

Bu doğrultuda Anadolu’ya ve Anadolu insanına yöneliş de 19. yy.dan itibaren<br />

roman ve hikâyelerimizde önceleri basit ve acemice de olsa yoğun bir<br />

egzotik ilgi ile destekli bir surette köye ve köy tabiatına gidiş şeklinde ortaya<br />

çıkar.<br />

Tanzimat Dönemi içerisinde, Fransa’da Romantizm akımının öncüsü yazarlarda<br />

görülen tabiata yönelme bizde de köye, köy tabiatına gidiş fikrini uyandırmıştır.<br />

Ahmed Midhat Efendi’nin Letâif-i Rivayat serisinde yayımladığı “Bir<br />

Gerçek Hikâye” ve “Bahtiyarlık”, edebiyat tarihimizde köyden söz eden ilk hikâyelerdir.<br />

1 Ara Nesil içerisinde eser veren Mehmed Celâl’in Cemile, Elvâh-ı<br />

Sevdâ, Küçük Gelin 2 ve İsyan adlı romanlarında, köyün tabiat güzelliği içerisinde<br />

yaşayan sıradan ve sıkıntıdan uzak insanların hayatları ele alınır. Mehmed Celâl’in<br />

yanında Samipaşazâde Sezâi’nin Sergüzeşt’inde de köy ve köy hayatı hakkında<br />

bahisler vardır. 3<br />

Nâbizâde Nâzım, Karabibik’inde 4 Anadolu köyüne realist bir bakış açısı ile<br />

bakarak mekân-insan ilişkileri, geçim şartları, şive taklitlerine yer vermiştir. 5<br />

1<br />

Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.: Orhan Okay, “Türk Romanına Köy Mevzuunun Girişinde<br />

Unutulan Bir İsim:Ahmed Midhad Efendi”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, İstanbul, Dergâh Yayınları,<br />

1990, s. 314-330<br />

2<br />

Mehmed Celâl’in sözü geçen romanlarının tahlili için bkz.: M. Fatih Andı, “Türk Romanında<br />

Köye Açılma ve Mehmed Celâl’in Romanları”, Edebiyat <strong>Araştırmaları</strong>-1, İstanbul, Kitabevi Yayınları,<br />

s. 71-83<br />

3<br />

Samipaşazâde Sezai’nin eserlerinde köy olgusunun tuttuğu yer için bkz: Zeynep Kerman,<br />

“Samipaşazâde Sezâi’de Köy ve Köylü”, Hareket, No:2, Nisan 1979, s. 48-51<br />

4<br />

Karabibik’in geniş tahlili için bkz.: Mehmet Kaplan, “Karabibik”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar-1,<br />

İstanbul, Dergâh Yayınları, 1876, s. 384-393


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 59<br />

Mizancı Mehmed Murat’ın Turfanda mı Yoksa Turfa mı? adlı romanının yalnızca<br />

bir bölümünde köye yönelme olsa da dönemi içinde diğer eserlerden ayrılarak<br />

Anadolu’ya az da olsa değinmiştir.<br />

Cumhuriyet Dönemine kadar geçen süre zarfında işlenen sosyal konular<br />

arasında Anadolu da vardır. Ebubekir Hazım Tepeyran’ın Küçük Paşa (1910),<br />

Halide Edip Adıvar’ın Yeni Turan (1912), Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri<br />

(1919), Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe (1919), Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu<br />

(1922) adlı eserleri bu dönemde yazılan eserlerden bazılarıdır.<br />

Cumhuriyet Döneminde ise Anadolu olgusu etrafında kendini öne çıkaran<br />

yazarların Anadolu’ya çok farklı perspektiflerden baktıkları görülür.<br />

1923’ten itibaren köy perspektifinden Anadolu’ya daha sık bakmaya ve<br />

Anadolu köyünün ve kasabasının romanını kaleme almaya başlayan yazarlar,<br />

1950 yılından sonra asıl çıkışı gösterirler.<br />

1923-1950 6 cumhuriyetin prensiplerine ve Anadoluculuk, halkçılık ve<br />

“memleket edebiyatı” anlayışlarına 7 bağlı olarak köy meselelerini bu zaviyeden<br />

görenlerin yanında, roman ve hikâyelerine sosyalist görüşü dâhil edenler de<br />

karşımıza çıkmaktadır. Ramazan Kaplan’ın tespitleriyle bu dönemde Anadolu’nun<br />

problemlerinden dokuma tezgâhlarının durumu, işsizlik, toprak mücadelesi,<br />

aydın-köylü çatışması, susuzluk, istenmeden yapılan evlilik, sağlık, eğitimsizlik<br />

ve beraberinde getirdiği bilgisizlik, batıl inançlar, Sadri Ertem’in Çıkrıklar<br />

Durunca, Faik Baysal’ın Sarduvan, Reşat Enis Aygen’in Kara Toprak, Yakup<br />

Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban, Sabahattin Ali’nin “Hasan Boğuldu” vb. eserlerinde<br />

ele alınır. Ramazan Kaplan, 1923-1950 yazılan Anadolu’ya yönelik romanlar<br />

için, “… Çoğu zaman, problemlere önem verip insanı bu problemler<br />

arasında bir araç gibi görmekle, insanı ihmal etmişlerdir.” (Kaplan, 1997:557)<br />

der.<br />

1950-1960 Anadolu’ya bakış farklı bir anlam kazanır. Köy Enstitüleri’nde<br />

yetişen yazarlar köyün meselelerini yakından bildikleri için bunları roman ve<br />

5<br />

Türk Romanında Köy ve Köye açılma hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.:M. Fatih Andı, “Türk<br />

Romanında Köy ve Kemal Tahir”, Sosyoloji Yıllığı-Kitap 11-Baykal Sezer’e Armağan, İstanbul<br />

2004, s. 510-520.<br />

6<br />

Köy romanı hakkında kapsamlı bir çalışması olan Ramazan Kaplan, bu dönemin köy romanlarını<br />

üç devrede ele alır: 1923-1950, 1950-1960, 1960-1980. Bu dönemler arasında yazılan köy<br />

romanları ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz.: Ramazan Kaplan, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında<br />

Köy, 3.bs.,İstanbul, Akçağ Yayınları, 1997<br />

7<br />

Cumhuriyet’in ilk döneminde edebiyatımızda etkili olan bu eğilim hakkında ayrıntılı bilgi için<br />

bkz.: İnci Enginün, “Memleket Edebiyatı”, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, İstanbul, Dergâh<br />

Yayınları, 2001, s. 34-60.


60 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

hikâyelerine taşırlar. O dönemde ayrıca Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle<br />

siyasi, ekonomik ve kültürel değişimler de yazarları Anadolu’ya yönlendiren<br />

gelişmelerdendir.<br />

1950 ile 1960 yılları arasında Anadolu’da vuku bulan konulardan ağalık,<br />

muhtar ve köylü problemleri, su ve toprak kavgaları, eşkıyalık, siyasi çekişmeler,<br />

toprakların işlenemeyişi, eğitim problemleri, sağlık, din, batıl inançlar, gelenekler;<br />

Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın Ötelerin Çocuğu, Yaşar Kemal’in Teneke, Esat<br />

Enis’in Despot, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü, Fahri Erdinç’in Alinin Biri, Cengiz<br />

Tuncer’in Hacizli Toprak, Talip Apaydın’ın Yarbükü, Yaşar Kemal’in İnce<br />

Memet, Kemal Tahir’in Rahmet Yolları Kesti, Tarık Dursun Kakınç’ın İnsan Kurdu,<br />

Refik Erduran’ın Yağmur Duası vb. ile işlenmiştir<br />

Özellikle 1950-1960 toplumsal gerçekçilik adı verilen bir yönelişle kaleme<br />

alınan romanların bir kısmı, belirli şablonlar içerisinde, sanatı düşünceye feda<br />

ederek yazılmışlardır.<br />

1960-1980 yılları arasında Anadolu’ya yönelme 27 Mayıs 1960 ihtilali ve<br />

1980’e gelinceye kadar geçen sürede meydana gelen siyasi, ekonomik ve kültürel<br />

değişmeler de edebiyatta kendisini gösterir. İşsizlik, fakirlik, toprak kavgaları,<br />

ekonomik güçlükler, ağalığa tepkiler, idari yapıyı eleştiri, kan gütme, eşkıyalık,<br />

evlilik, sağlık, din, batıl inançlar, gelenekler, Talip Apaydın’ın Emmioğlu,<br />

Abbas Sayar’ın Yılkı Atı, Kemal Tahir’in Büyük Mal, Ömer Polat’ın Saragöl, Fakir<br />

Baykurt’un Irazca’nın Dirliği, Kemal Bilbaşar’ın Başka Olur Ağaların Düğünü,<br />

Yılmaz Güney’in Boynu Bükük Öldüler, Dursun Akçam’ın Kanlıderenin Kurtları,<br />

Lütfi Kaleli’nin Haşhaş, Reşat Nuri Güntekin’in Kan Davası, Yaşar Kemal’in Yılanı<br />

Öldürseler, Ümit Kaftancıoğlu’nun Yelatan, Ferit Edgü’nün Kimse, Yusuf Ziya<br />

Bahadınlı’nın Güllüceli Kâzım’ında vb. söz konusu edilir.<br />

Buraya kadar bahsedilen eserlerin büyük bir kısmı Anadolu köylerine, bir<br />

kısmı da kasabaya yöneltilen bakışlarla ele alınarak değerlendirilmiştir.<br />

Cumhuriyet Döneminde eser veren ve döneminin sosyal endişeleri yüzünden<br />

romanın sanat yönüyle fazla ilgilenmeyen bazı toplumsal gerçekçilerden<br />

veya eserlerini belli idealler için yazıp insanı ikinci planda bırakan yazarlardan<br />

ayrılarak şahsına münhasır eserler veren bir yazar daha vardır: Tarık Buğra.<br />

Tarık Buğra, Mahmut Yesari’nin “Romanı yazmak için evvelâ görmek lâzımdır.<br />

Evvelâ insanlığı ve tabiatı inceleyerek görmek.” sözlerinin yankısını<br />

bulduğu yazarlarımızdandır. Tarık Buğra tabiatı görmek için özel bir çaba harcamamıştır.<br />

O gözlemlerinden ve hatıralarından geniş ölçüde yararlanarak,


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 61<br />

içinden geldiği yöreyi ve insanlarını, hayat mücadeleleri ve yaşama biçimleriyle<br />

anlatmaya özen göstermiştir.<br />

Tarık Buğra’nın eserlerinin büyük bir çoğunluğunda yansıttığı mekânlar,<br />

insanlar, olaylar; onun çocukluk yıllarından itibaren âdeta farkında olmadan,<br />

tabii bir biçimde topladığı malzemelerdir.<br />

Cumhuriyet Döneminde toplumsal gerçekçi yazarların veya köye çevrilen<br />

dikkatlerin aksine o, romanlarında kasaba çerçevesinden bakmayı tercih eder.<br />

Tarık Buğra’nın asıl amacı çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği kasabası ve<br />

kasabasının insanlarının sosyal ve siyasal değişikliklerde yaşadıklarını ön plana<br />

çıkarmaktır. Bu konu ile ilgili Beşir Ayvazoğlu şunları söyler:<br />

“Tarık Buğra, ilk hikâyelerinden itibaren, toplumcu gerçekçi köy romancılarının<br />

çok sevdikleri çevre tasvirlerinden ve olay kalabalığından kurtularak<br />

ayrıntılara inmeyi ve ayrıntılar vasıtasıyla insani ilişkilerin derinliklerinde gezinmeyi<br />

tercih etmişti. Bu şuurlu tercihini kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle<br />

açıklamıştır: ‘Yazar olmaya karar verişim, evet, on yedinci yaşımda, benimsediğim<br />

örneklerle, insanı ve insan ilişkilerini, insan kaderini anlatmaya değer<br />

buluşumla başlar: İnsan ilişkileri ve kaderi içinde ben de yorumlamalıyım tutkusu,<br />

o kadar.” 8<br />

Tarık Buğra’nın konusu Anadolu’da geçen romanları Türk siyasi tarihinin<br />

dönüm noktalarını esas alır. Küçük Ağa Millî Mücadele dönemini, Yağmur Beklerken<br />

Serbest Fırka’nın kurulduğu 1930 yılını, Dönemeçte ise çok partili hayata<br />

geçiş yıllarını, bu yıllarda yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik değişimlerin kasabalı<br />

tarafından nasıl karşılandığını, bu olaylar sırasında Anadolu insanının<br />

nasıl düşündüğünü, nasıl hareket ettiğini anlatır.<br />

*<br />

* *<br />

Tarık Buğra, konusu Anadolu’da geçen roman ve hikâyelerinin birçoğunda<br />

mutlaka kitap okumaya sevdalı kahramanlardan söz etmiştir. Bu kahramanlar<br />

hangi durumda olurlarsa olsunlar kitap okumayı bırakmazlar. Hatta bazılarının<br />

okudukları kitaplar hayat felsefelerini de belirler.<br />

Küçük Ağa romanında, Çolak Salih’in cepheden kasabaya geldiği günden<br />

itibaren sergilediği itici davranışlar ve konuşmalar, son olarak da Salim’in kahvesinde<br />

Ali Emmi’nin kendisine savaşın durumu hakkında soru sorması üzerine<br />

verdiği umarsız cevaplar, kasabalıyı sinirlendirir ve onlar tarafından dış-<br />

8<br />

Beşiri Ayvazoğlu, “Tarık Buğra’nın Farklılığı”, Türk Edebiyatı, No:233, Mart 1993, s.39


62 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

lanmasına neden olur. Öğle ezanı okunurken herkes camiye gittikten sonra o da<br />

kahvenin merdivenlerini inerek çarşıdan koşar adımlarla geçer. Kasaba içinde<br />

amaçsızca yürürken bir yandan da savaşı ve memleketin içinde bulunduğu siyasi<br />

durumu düşünür durur. Savaşta açılan birçok cephe ve son zamanlardaki<br />

siyasi oluşumların isimlerini zihninden geçirir. Bunların sonucunda yenilmenin<br />

ne demek olduğunu tam kavrayamaz. Yazara göre Salih, aklından geçen isimlerin<br />

hiçbirinin mahiyetini bilmez. Bütün bildikleri rüştiyede okuduğu Oku adlı<br />

kitap ve babasının ona söylediği bölük börçük cümlelerdir. (Buğra, 2001a:46)<br />

Salih artık kitap okumamaktadır fakat rüştiyede okuduğu kitabın hatırasını ve<br />

hatırlattıklarını unutmaz.<br />

Aynı romanda Kuvayı Milliyecilerden olan Doktor Haydar, Yüzbaşı Hamdi<br />

ve Mülâzımıevvel Niyazi, Konya’da çıkan bir isyanı bastırmak için görevlendirilirler.<br />

Doktor Haydar’dan önce yola çıkmak için hazırlanan Yüzbaşı Hamdi ve<br />

Mülâzımıevvel Niyazi’nin denklerinde bir şilte, Sarıkamış ve Galiçya’dan kalma<br />

bir beylik, mini mini bir mektup paketi, üç beş kitap ve iki üç takım çamaşır<br />

vardır. (Buğra, 2001a:164)<br />

Doktor Haydar’ın dengi de beş on meslek kitabı dışında bunlardan farklı<br />

değildir. Görüldüğü gibi savaş sonrası çıkan bir isyanı bastırmaya giden aydın<br />

kesimden üç şahıs, sırtlarında taşıdıkları denklerine kitap koymayı ihmal etmezler.<br />

Doktor Haydar’ın ilk defa o akşam eli çok yavaş işler. Savaşı düşünür,<br />

şehitleri, arkada kalanları. Yazar, Doktor Haydar’ın düşüncelerini verirken her<br />

şehidin ardında Shakespeare’ini, Corneille’ini bulamayacak yürekler parçalayıcı<br />

bir facia yattığını ifade eder ve ilave eder: “Yavuklular, sözlüler, saçı bitmedik<br />

yavrular, ak sakallar, apak saçlar… Göz yaşları… Kırık gönüller…” Bunları aklından<br />

geçiren Haydar’ın elinde Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nin bir cildi<br />

vardır. Evliya Çelebi onun için bütün bir Osmanlı tarihinin haşmeti için tek bir<br />

cümleden ibarettir: “Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz.”<br />

(Buğra, 2001a:165) Romanın şartları içerisinde değerlendirilen bu ibare “Gün<br />

Akşamlıdır” hikâyesinin konusunu şekillendirir.<br />

Küçük Ağa’da Doktor Haydar’a göre ölmek hiçbir şey değildir. Fakat önce<br />

insan ölmesini bilmelidir. Ölmek, kurban edilmek veya kurban olmak hele kurban<br />

etmek hiç değildir. Doktor bunlarla bağlantılı olarak Zer-tâc’ın söylediği<br />

şiiri düşünür. Ona, tövbe edersen şah seni affedecek derler; genç ve güzel kadın<br />

onlara şöyle cevap verir: “Ben ne ateşin çektiği pervane, ne de kurbanlık koyunum.<br />

Ben düşünen baş, inanan gönülüm.” Doktor, Zer-tâc’ın dövüşmeyi öğrendiğini<br />

ve ondan sonra dövüştüğünü ama şu anda gök ekinine benzettiği çocukların<br />

daha dövüşmeyi bilmediğini düşünür. (Buğra, 2001a:166) Yazar, ro-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 63<br />

manın ilerleyen sayfalarında yapılan benzetmenin kime ait olduğuna ve bu sefer<br />

kimin için yapıldığına yer da verir.<br />

İstanbullu Hoca için Fuat Paşa vur emri verir ve bunu yerine getirecek olan<br />

kişi kura ile belirlenir. Kısa çöpü çeken Yüzbaşı Hamdi, İstanbullu Hoca’yı ortadan<br />

kaldıracaktır. Çünkü İstanbullu Hoca, Kuvayı Milliye aleyhinde konuşarak<br />

çevresindekileri etkilemiş ve bu hareketi ihanet olarak addedilmiştir. İstanbullu<br />

Hoca’ya saygı duyan ve dört yıldan bu yana çocuk yaşta savaşın içinde<br />

bulunan Yüzbaşı Hamdi için bu, en zor görevdir. O anın melankolisi içinde<br />

olan ve Yüzbaşı Nazım’la aynı duyguları taşıyan Doktor Haydar, Yunus Emre’nin<br />

bir mısraını hatırlar “Gök ekini biçer gibi” ve devamını Yüzbaşı Hamdi<br />

getirir: “Yanar özüm, köynür özüm.” (Buğra, 2001a:242) Yazar, kıyılacak can<br />

için duyulan üzüntüyü ortaya koymak amacıyla duruma uygun olan Yunus<br />

Emre’den mısraları kahramanlarına okutur.<br />

Kasabanın Ağır Ceza Reisi Mehmet Bey, Çakırsaraylı ile Akşehir’e düzenlemeyi<br />

tasarladığı baskını durdurması için gittiği Yakasaray’daki görüşmeden<br />

döndüğünün üçüncü gecesinde, evinde Ravzatü’l-Hakayik’ı okurken cama bir<br />

avuç kum atılır. (Buğra, 2001a:209) Görüldüğü gibi kasabanın her an basılacağı<br />

gerginliği içinde bile Mehmet Bey kitap okumaktan vazgeçmez. (Buğra,<br />

2001a:209)<br />

İstanbullu Hoca, hakkında vur emri verildiği haberini duyduktan sonra<br />

Çakırsaraylı’nın yanına kaçar. Bir müddet sonra da Çerkez Tevfik’in birliklerine<br />

katılarak Düzce’ye gider. Orduya karşı koymayı ve Ankara’ya yürümeyi, sırf<br />

gurur meselesi yaptığı için düşünen Çerkez Ethem ve Çerkez Tevfik kardeşler,<br />

birliklerindekilere onlara katılıp katılamayacakları konusunda karar vermelerini<br />

söylerler. Bu karar memleketin zaten karışık olan durumunu daha da kötüleştirecek,<br />

düşmana karşı kazanılacak zafere ket vuracaktır. Bu yüzden İstanbullu<br />

Hoca (Küçük Ağa) büyük sıkıntı içerisindedir. İstanbullu Hoca, Düzce’deki<br />

odasında gaz lambasını alarak pencerenin pervazındaki çiviye asar ve<br />

her zor durumda yaptığı gibi İhya’ül Ulûm’u okumaya koyulur. (Buğra,<br />

2001a:435.) Ağır Ceza Reisi Mehmet Bey gibi en zor şartlarda bile İstanbullu<br />

Hoca’nın sığınağı kitabıdır.<br />

Yağmur Beklerken romanında Rahmi ve kasaba aydınlarından bir kaçı parkta<br />

oturup konuşurlarken laf Serbest Fırka’ya gelir. Fırka kasabada kurulursa ikinci<br />

sayılı azası olacağını açıkça belirten Dişçi Nevzat’a oradakiler güler. Çünkü yazara<br />

göre Hayyam delisi olan bir dişçiyi, politik çabalar içinde görmek onlara<br />

komik gelir. (Buğra, 1998:48)


64 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Yağmur Beklerken’de Halk Fırkası Müfettişlerinden Hilmi Bey, kasabaya gelir<br />

ve şerefine İkizkaya yamacındaki Çınarlı Pınar’da yemek verilir. Hilmi Bey,<br />

rakip partinin yani Serbest Fırka’nın kasabadaki kurucusu Rahmi’yi de bu yemeğe<br />

davet eder. Yemek yenildikten ve misafirler dağıldıktan sonra ovanın ve<br />

Çay’ın görüntüsüne ay ışığının etkisi de karışarak güzel bir tablo oluşturur. Bu<br />

tabloya dalıp giden Hilmi Bey, Yahya Kemal’den bir beyit okur: “O kuş en kuytu<br />

bahçelerde öter/Sarmaşıklarla yüklü vadide”. Ardından Rahmi’ye “Yahya<br />

Kemal Bey’i hatırlayıverdim. Sever misiniz şiirlerini?” diye sorar. Rahmi’den<br />

evet cevabını alınca şu mısralarla devam eder. “Bir yoldu, parıldayan gümüşten/Gittik;<br />

bahs açmadık dönüşten.” (Buğra, 1998:146-147) Yazar, müfettişlik ile<br />

Yahya Kemal’i bağdaştıramaz ama kahramanına şairden birinci beyti “Gece”,<br />

ikinci beyti “Gece Bestesi”nden aldığı iki farklı şiirini okutur. Bu manzara karşısında<br />

Rahmi de benzer duygular içerisindedir. O da neredeyse Ahmet Haşim’e,<br />

Yahya Kemal’e bütünüyle kayıp gidecek durumdadır. (Buğra, 1998:149)<br />

Aynı romanda yazar Kenan Bey’i tanıtırken kahveye, lokantaya, parka<br />

gelmediğini, bir yerlerde oturup birileriyle iki çift laf etmeye hiç yanaşamadığını,<br />

her zaman okuduğunu, kitaplarıyla meşgul olduğunu ifade eder. Kenan Bey<br />

bir gün Rahmi’ye “Dostoyevski’yi tanımayanlarla ne konuşacağım?” der. (Buğra,<br />

1998:40)<br />

Küçük Ağa’da hangi şartta olursa olsun okunan kitaplara karşılık çok partili<br />

hayata geçiş yıllarının dolayısıyla daha rahat bir dönem ve ortamın anlatıldığı<br />

Dönemeçte adlı romanda yazar, kitap okunmamasından şikâyet eder ve kahramanı<br />

Şerif’in şahsında bu konudaki fikirlerini sık sık dile getirir.<br />

Dönemeçte adlı romanda kasabaya yeni gelen Savcı Yardımcısı Orhan’ın şehir<br />

kulübünde Doktor Şerif’le yaptığı ilk konuşmasında, Şerif’in aklından geçenleri<br />

söylemesi üzerine Orhan şaşırır ve “Düşünceleri okuyan makine mi var<br />

sizde?” diye sorar. Bunun üzerine Şerif, bunun yalnızca Andre Maurois’in fantezisi<br />

olduğunu söyleyerek yazarın Düşünceleri Okuyan Makine adlı eserine atıfta<br />

bulunur. (Buğra, 1997:19) Şerif, Orhan’la olan konuşmasına yanında kitap getirip<br />

getirmediğini sorarak devam eder. Bunu neden sorduğunu merak eden Orhan’a<br />

Şerif, aydınların kasabaya yanlarında kitaplarla geldiğini ama kendilerini<br />

İstanbul’da bıraktıklarını söyler. Çünkü kasabadaki evlerde yıllar geçtiği hâlde<br />

daha kapakları açılmamış eski Yunan, Fransız veya Rus klasikleri vardır ve onlar<br />

ebediyen okunmayacaklardır. (Buğra, 1997:21)<br />

Doktor Şerif, sabahlara kadar şehir kulübünden çıkmayan, orada kumar<br />

oynayıp içki içerek memleket meselelerine duyarsız kalan kasabanın aydın ke-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 65<br />

siminin kitap okumamasına çok kızar. Bunu ilk fırsatta yüzlerine vurur. Yine<br />

böyle bir zamanda veterinere “Baytar, bugünlerde hangi kitabı okuyorsun?”<br />

sorusunu sorar. Veteriner gülerek “Aynştayn’ı doktor.” diye cevap verir. Bunun<br />

üzerine yazar Şerif adına düşünür “İyi ki öğrenmiş adını, mendebur!” (Buğra,<br />

1997:73)<br />

Buğra, yalnız veterinerin değil savcı, yargıç öğretmen, mühendis dâhil hiçbir<br />

aydının bir yıl içinde bir tek kitap bile almadığını belirtir.<br />

Doktor Şerif, sigara aramak için girdiği oturma odasında bir aydır okunmadan<br />

kırk yedinci sayfası açık hâlde duran Suç ve Ceza’nın eski yazı nüshasını<br />

görünce kendisine karşı büsbütün küçülür. (Buğra, 1997:118)<br />

Doktor Şerif, şahsi problemlerinden ve şehir kulübünün ortamından uzaklaşmak,<br />

doktor olarak bir işe yaramak ve kendine göre arınmak amacıyla ova<br />

köylerine gider. İki hafta boyunca kaçıp buraya sığınma nedenlerini aklına bile<br />

getirmez. Bu müddet içinde Mevlânâ ve Dostoyevski okur. Geceleri, üç beş<br />

mumluk gaz lambasının altında okuduğu cümlelere veya mısralara dalar gider<br />

ve bunlar üzerinde düşünür: “Mevlânâ Dostoyevski’nin sağlıklısı… Mevlânâ<br />

ruhları sağlıklı insanların Dostoyevskisi” der. (Buğra, 1997:141) Şerif, doğru mu<br />

yoksa yanlış mı umursamadan bu buluşu ile arındığını zanneder.<br />

Dönemeçte adlı romanda kasabaya gelen bir gazeteci, genç bir yüzbaşı ve<br />

Doktor Şerif, çalışmak üzerine konuşurlar. Gazeteci: “Çalışmak elbette bir erdemdir.<br />

İnsanı insan yapar, toplumları geliştirir, yüceltir. Ama önce çalışmak<br />

nedir, onu bilmeli.” der ve arkasından “Dante’nin Cehennemi’ni bilir misiniz?”<br />

diye sorar. Doktor Şerif ve yüzbaşı, Dante’nin İlahi Komedi’sini okumamışlardır.<br />

Bunun üzerine gazeteci anlatmaya başlar:<br />

“Orada insanın tüylerini diken diken eden bir tablo vardır, cehennemlikler<br />

büyük kaya yuvarlarını bir bayırdan yukarı, düzlüğe çıkarmak zorundadırlar.<br />

O dev gibi taşları kan ter içinde iter, yokuş yukarı sürerler, tam başaracakları<br />

sırada, düzlüğün kıyısına varınca kayalar, haydi yallah yeniden aşağıya yuvarlanır.<br />

Ve bu böylece sonsuza kadar sürüp gidecektir.” (Buğra, 1997:186)<br />

Aynı romanda Fakir Halit, dükkânının tahta kepenklerini çektikten sonra<br />

müşterilerini beklerken Makalât’ı okumaya başlar. (Buğra, 1997:35) Doktor Şerif,<br />

kasabaya ilk geldiği zamanlar hakkında cimri, var yemez olduğu söylenen Fakir<br />

Halit’i çok merak eder ve onunla tanışmak ister. Bunun üzerine Şerif, ansızın<br />

Halit’in dükkânına gider, elinde bir kitap görür ve adını sorar. Fakir Halit,<br />

Mesnevi olduğunu söyler ve Şerif’e böyle kitaplar okuyup okumadığını sorar.


66 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Şerif “Ne gezeeer. Mesnevi için de, Mevlânâ için de bilip bileceğim lisede öğrettikleri<br />

üç buçuk şeyden ibaret. Onun da yarısını unuttuk gitti.” der ve kitaba<br />

bakmak ister. Kitap, Mesnevi’nin eski yazı nüshasıdır. Şerif, kitaba bakarak Fakir<br />

Halit’in kaldığı yeri okur:<br />

“Zifir gibi karanlık bir ahıra kapatılmış bir fil ile ömürlerinde hiç fil görmemiş<br />

adamların, filin ne mene şey olduğunu el yordamıyla anlatmaya çalışmalarını<br />

anlatıyordu. Doktorun okul kitabında aynı hikâye körler üzerine idi.<br />

Kimi filin kulağını tutar ‘Fil bir şaldır.’ der, kimi burnunu eller, ‘Hayır bir hortumdur’<br />

der ve böylece aynı şey dikme olur, taht olur. Mevlânâ hikâyeyi, ‘Ellerinde<br />

bir ışık, önlerinde bir kılavuz olsaydı, karanlık da, gece de fili olduğu gibi<br />

görmelerine engel olmayacak, hepsi de onun nasıl ve ne biçim bir hayvan olduğunu<br />

kolayca anlayabilecekti, diye bitiriyordu.” (Buğra, 1997:143)<br />

Fakir Halit, hikâye üzerine konuşmaya başlar ve kasaba insanının aynı hâlde<br />

olduğunu söyler. Kasabalının ekonomik olarak rahatlaması sonucunda bilinçsiz<br />

şekilde davranmasına üzülen Fakir Halit’in, her zaman kasabalı ve köylünün<br />

her çeşidine karşı kuşatıcı bir sevgisi vardır: “Onların ne vabali var doktor<br />

bey? Bi ışık tutan, yol gösterenleri mi olmuş?.. Yemesini, içmesini bile bilmez<br />

onlar, yazık” (Buğra, 1997:144)<br />

Yazara göre Fakir Halit, yeme içme ile ilgili güzel, yalın ve tam bir Nasrettin<br />

Hoca şakacılığıyla örnekler verir. Fakir Halit, hayata Mevlânâ’nın merceğinden<br />

bakabilmek için sabırla uğraşıp duran roman kahramanıdır. Bunu merkeze<br />

alarak hayatının yolunu çizen ve felsefesini belirleyen Fakir Halit, “Bir gelir insan<br />

cihâne” der ve dine, takvaya bağlanır.<br />

Yazar, herkesin dünyaya bir kez geldiğinden, herkesin öleceğinden ve<br />

önemli olanın bir defa verilen şansı, imkânı nasıl kullanacağından bahseder ve<br />

örnek vermek için tarihî şahsiyetlerin isimlerini sayar: Fatih de bir kere yaşadı,<br />

İbrahim de, Muhammed de, Haccac da, Mansur da, Köroğlu da, Bolu Beyi de,<br />

“Benden sonra tufan.” diyen Neron da.<br />

Romanın bir diğer kahramanı Eczacı Celâl, Fakir Halit’in “Bir gelir insan<br />

cihane” diyerek hayat tarzını belirlediği yolun zıt istikametinde yaşamaya daha<br />

çok bağlanarak Türkiye’nin ilaç kralı olmayı kafasına koyar. Celâl’in kitapları,<br />

mesleğiyle ilgili olanları bir yana bırakılırsa sayı bakımından yirmi beş, otuzu<br />

geçmez. Arasında bir tek roman veya şiir olmayan kitapların hepsi de yazarın<br />

deyimiyle, “Bir gelir insan cihane” felsefesinin ünlü savunucularının, kendilerini<br />

tüm dünyada kabul ettirmiş kişilerin hayat hikâyeleridir. Kitaplardan biri<br />

Bayer İlaç Fabrikaları’nın kuruluş ve gelişme hikâyesini anlatır. (Buğra, 1997:31)


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 67<br />

Bu kitaptan başka Eczacı Celâl’in kitaplığında kendine ait olan veya emanet<br />

aldığı kitapların isimleri, romanın içinde dağınık olarak verilir. Celâl, sabah<br />

kalktıktan sonra İlim ve Hata’dan birkaç sayfa okur. (Buğra, 1997:24) Celâl, intihar<br />

etmeden önce Doktor Şerif’e bir mektup yazar. Mektubu, bir zamanlar Şerif’ten<br />

ödünç alıp da daha sonra geri vermeyi unuttuğu Hayat-ı Kimya kitabının<br />

içine koyar. (Buğra, 1997:224) Eczacı Celâl, kendine ait olan malları ve eşyaları<br />

kime bıraktığını bildiren vasiyetinde Cevdet Paşa Tarihi’ni Doktor Şerif’e bıraktığını<br />

yazar. (Buğra, 1997:224)<br />

Dönemeçte adlı romanda Türkiye’de değişen ekonomik şartların köylüyü<br />

zenginleştirip ne oldum delisi yaparken zamanında itibarın en köklüsüne sahip<br />

memur maaşlarının değerini kaybettiğinden de bahsedilir. Kasaplar, bakkallar,<br />

tuhafiyeciler, kırtasiyeciler ve manifaturacıların veresiye defterleri memur isimleriyle<br />

doludur. Şerif, bunun üzerine Mevlânâ’nın Mesnevi’sinden uyarıcı cümleler<br />

ve hikâyeler hatırlar: “Alışılmamış geçim darlıkları ve yaşayıştaki alışkanlıkların<br />

karşılanamaz hâle gelişi bir çeşit kıyamet alameti oluyordu.” (Buğra,<br />

1997:38)<br />

Aynı romanda kasabalının ve köylünün zayıf noktalarını iyi bilen, onların<br />

duygularını sömürmek için kasabada gazete basan ve kendi siyasi görüşünü bu<br />

yayın organında kendi eğitimiyle doğru orantılı olarak vermeye çalışan Karcı<br />

Yusuf, daha çocuk yaşlarda pek çok şeyin yanında Kan Kalesi, Genç Osman,<br />

Şahmeran, Billur Köşk gibi halk masalları ve destanları satarak kasabanın sayılı<br />

manifaturacılarından biri olur. (Buğra, 1997:41) Anadolu halkının okuduğu kitapların<br />

türleri burada daha belirginleşir.<br />

Dünyanın En Pis Sokağı romanında Bucak Müdürü olan Fazıl, çalıştığı yerde<br />

Edebiyatta Caniler’i okuduğu sırada telefona çağrılır. (Buğra, 1989:28) Gelen telefon<br />

İstanbul’daki büyük gazetelerden birinin yazı işleri müdüründendir. Kasabanın<br />

haftalık gazetesinde çıkan yazılarını beğendikleri için kendisine gazetede<br />

köşe yazarlığı teklif edilir.<br />

Ahmet Haşim ve Şeyh Galip okuyan iki kahraman iki farklı hikâyede<br />

karşımıza çıkar. “Ömer”de hikâye kahramanı sabahları başka kitaptan değil<br />

Hüsn ü Aşk ve Piyale’den birini okur. (Buğra, 2001b:49) Aynı hikâyede kahramanın<br />

oğlu Ömer, ağır tifo hastalığıyla yatağında yarı baygın yatarken babası<br />

üzüntü içinde ona bakar ve oğlunun, kendisinden para isteyerek polisiye romanlar<br />

almasını hırsla bekler. (Buğra, 2001b:35)<br />

“Şehir Kulübünde” hikâyesine Ceza Yargıcı Münir Cevdet Bey’in eve gittikten<br />

sonraki yaşamı üzerine tahminler yürüten kahraman, Münir Cevdet


68 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Bey’in sedire uzanmış Evliya Çelebi, Şeyh Galip, Haşim veya Namık Kemal’i<br />

okuduğunu söyler. (Buğra, 2001b:133) Kahraman, “Şehir Kulübünde” adlı hikâyesinde<br />

Doktor, Ceza Yargıcı Münir Cevdet Bey’in kasabaya gelişinde yanında<br />

Balzac ve Eflatun serisi getirdiğini hatırlar. (Buğra, 2001b:135)<br />

*<br />

* *<br />

Tarık Buğra’nın Anadolu’yu ele alan roman ve hikâyelerinde kitap okuyan<br />

kahramanların tümüne bakacak olursak her birinin, sergilediği karakterle örtüşen<br />

eserleri, yazarları ve şairleri okuduğunu görürüz. Fakir Halit’in Mevlânâ’nın<br />

Mesnevi’sini, İstanbullu Hoca’nın İhyâ’ül-Ulûm’u, Eczacı Celâl’in Bayer<br />

Fabrikasının kurucusunun hayatını okuması gibi. Yazar, eserlerindeki kitap ve<br />

yazarlarını belli bir amaç için zikreder. Yani bu durum, söylediğimiz gibi kahramanların<br />

karakterlerini yansıtmak aynı zamanda da romanda işlenen konuyu<br />

daha üst düzeyden verebilmek içindir.<br />

Her şartta okumayı tercih eden kahramanları ve bu kahramanlar vasıtasıyla<br />

okumayanları hicveden Tarık Buğra, bunaldıkça kitaplara sığındığını söyler.<br />

(Buğra, 1979:131) Kendi kahramanlarını da aynı yolda yürütür. Bunalan, kendini<br />

boşlukta hisseden kahramanlarının sığındığı limanlar kitaplardır.<br />

Tarık Buğra, Tercüman gazetesinde yazdığı “Türkçe” başlıklı yazısında,<br />

“Gömdük klasiklerimizi; sonunda da çoğumuz Türkçe’yi yani ilim ve edebiyat<br />

imkânını kaybettik. Okumuyoruz onları… Mesela Yahya Kemal’i mesela Yunus<br />

Emre’yi veya Ahmet Haşim’i Şeyh Galip’i, Fuzulî’yi Nedim’i ve benzerlerini.”<br />

(Buğra, 1979:33) diyerek bu yazarların ve eserlerinin ihmal edildiğini vurgulamak<br />

için kahramanlarının pek çoğuna Yahya Kemal, Yunus Emre, Ahmet Haşim<br />

ve Şeyh Galip’i okutur.<br />

Tarık Buğra, M. Nuri Bingöl’le yaptığı sohbetinde tek kıskançlığının yabancı<br />

romancılara olduğunu ve hayranlıklarının Dostoyevski ile başladığını söyler.<br />

(1986:43) Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Tarık Buğra’nın iki roman kahramanı<br />

da Dostoyevski düşkünüdür.<br />

Necmettin Turinay, roman ve hikâyelerde okunan iki eser için “Yazarın bir<br />

Evliya Çelebi, bir Cevdet Paşa cümlesinden hareketle, hayat ve insan için genel<br />

düsturlara varmaya mütemayil göründüğünü kaydedelim” der. (1981:35)<br />

Yazarın hikâyelerindeki iki çocuk kahramandan biri olan Ömer, babasının<br />

verdiği paralarla tıpkı Tarık Buğra gibi polisiye romanlar alır. Tarık Buğra da<br />

babasının verdiği harçlıklarla okuma yazma bilmediği hâlde kapak resimlerine


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 69<br />

bakarak aldığı kitaplardan Cingöz Recaileri, Tilki Lemanları, Çekirge Zehra’yı<br />

ablalarına veya kendisinden üç dört yaş büyük olan amcasına okutur. (Karabay,<br />

1993:21)<br />

Çocuk yaşında dönemin popüler eserlerini yalnız resimleri ile anlamaya çalışan<br />

Tarık Buğra’nın yukarıda ele aldığımız eserlerinde de görüldüğü gibi kitap<br />

okumanın özellikle de Türk ve dünya edebiyatının önde gelen edebî şahsiyetlerinin,<br />

düşünürlerinin ve din âlimlerinin bir insanın şekillenmesinde, kendini<br />

geliştirmesinde önemli rol oynadığına inanan Buğra, çeşitli görevlerle<br />

Anadolu’ya giden veya orada yaşayan münevver kesimin okumayı bıraktığının<br />

veya okumadığının farkına varmış, bunu gazete yazılarında, sohbetlerinde bilhassa<br />

roman ve hikâyelerinde dile getirmeye çalışmış ve bir aydın olarak üzerine<br />

düşen görevi ifa etmeye çalışmıştır. ©


70 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

KAYNAKLAR<br />

Andı, M. Fatih (2000), “Türk Romanında Köye Açılma ve Mehmed Celâl’in Romanları”,<br />

Edebiyat <strong>Araştırmaları</strong>-1, Kitabevi Yayınları, İstanbul, s.71-83.<br />

Andı, M. Fatih, (2004), “Türk Romanında Köy ve Kemal Tahir”, Sosyoloji Yıllığı-Kitap<br />

11-Baykal Sezer’e Armağan, İstanbul s.510-520Bingöl, M. Nuri, (Kasım 1986).<br />

“Tarık Buğra ile Sanatı ve Sanat Dünyası Üzerine Sohbet”, Türk Edebiyatı, Sayı:<br />

157, s. 42-45.<br />

Buğra, Tarık, (1979), “Bir de Sanat Vardı”, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötüken Neşriyat,<br />

İstanbul.<br />

Buğra, Tarık, (1989), Dünyanın En Pis Sokağı, Ötüken Neşriyat, İstanbul.<br />

Buğra, Tarık, (1997), Dönemeçte, Ötüken Neşriyat, İstanbul.<br />

Buğra, Tarık, (1998), Yağmur Beklerken, Ötüken Neşriyat, İstanbul.<br />

Buğra, Tarık, (2001a), Küçük Ağa, Ötüken Neşriyat, İstanbul.<br />

Buğra, Tarık, (2001b) “Ömer”, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Ötüken Neşriyat, İstanbul.<br />

Enginün, İnci, (2001), “Memleket Edebiyatı”, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı,<br />

Dergâh Yayınları, İstanbul.<br />

Kaplan, Mehmet, (1976), “Karabibik”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar-1, Dergâh<br />

Yayınları, İstanbul, s. 384-393.<br />

Kaplan, Ramazan, (1997), Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy, Akçağ Yayınları,<br />

İstanbul.<br />

Karabay, Muhsin, (Mart 1993), “Tarık Buğra ve Güneş Rengi Yapraklar”, Türk Edebiyatı,<br />

Sayı: 233, s. 27-29.<br />

Okay, Orhan, (1990), “Türk Romanına Köy Mevzuunun Girişinde Unutulan Bir<br />

İsim:Ahmed Midhad Efendi”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul,<br />

s. 314-330.<br />

Kerman, Zeynep, “Samipaşazâde Sezâi’de Köy ve Köylü”, Hareket, Sayı: 2, Nisan<br />

1979, s. 48-51.<br />

Turinay, Necmettin, (Ocak-Şubat 1981), “Tarık Buğra: Dönemeçte”, Töre, Sayı: 116-<br />

117, s. 34-37.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 71<br />

XVI. Yüzyılda Bir Mevlevi Şair: Âsafî ∗<br />

A Mawlawı Poet In The 16th Century: Âsafî<br />

Süleyman EROĞLU ∗∗<br />

ÖZET<br />

Mevlâna ve onun fikirlerinden doğup gelişen Mevlevilik, Türk tasavvuf ve kültür hayatında<br />

derin izler bırakmıştır. Yüzyıllarca kültür ve sanat çevrelerinde oldukça geniş bir muhit oluşturan<br />

Mevleviler, önderleri Mevlâna’nın büyük bir şair oluşu sebebiyle şiire dolayısıyla şairliğe<br />

ayrı bir önem atfetmişlerdir. Bu durum, edebiyatımızda bilhassa Divan şairlerinin rağbet<br />

ettikleri tarikatların başına Mevleviliği yerleştirmiştir. Mevlevi şairlerin sayısı XVI. yüzyıldan<br />

itibaren kayda değer bir artış göstermiştir. Bu yüzyılda Mevleviliğe intisabı ile dikkati<br />

çeken şairlerden biri de Âsafî Dal Mehmed Çelebi’dir. Bu çalışmada bugüne dek yapılan Mevlevi<br />

edebiyatı araştırmalarında üzerinde durulmayan Âsafî Dal Mehmed Çelebi’nin hayatı, tek<br />

eseri Şecâat-nâme mesnevisi ve eserinde kendini gösteren edebî kişiliği değerlendirilmiştir.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Âsafî, Dal Mehmed Çelebi, Şecâat-nâme, Mevlevilik, Divan Şiiri<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

Mevlana Jelaleddin Rumi and Mawlawiyah, which was flourished by his ideas, had great<br />

impacts in Turkish mysticism and culture. Mawlawis, known and admired by a wide circle of<br />

people of the art and culture for ages, gave great importance to poetry and poets because of the<br />

fact that Mevlana, who was their leader, was an outstanding poet. This situation led<br />

Mawlawiyah to the first place of the religious sects of which the poets of Divan in our<br />

literature admired. The number of the Mawlawi poets remarkably increased by 16 th . Century.<br />

In that century, Âsafî Dal Mehmed Çelebi was one of the poets who noticeably devoted himself<br />

to the Mawlawiyah. In this study, the life of Âsafî Dal Mehmed Çelebi, not much taken into<br />

consideration in Mawlawi literature, his only work mathnawi Şecâat-nâme, and his literary<br />

personality have been explored.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Âsafî, Dal Mehmed Çelebi, Şecâat-nâme, Mawlawiyah, Divan poetry.<br />

∗<br />

∗∗<br />

Bu çalışma Uludağ <strong>Üniversitesi</strong> Sosyal Bilimler <strong>Enstitüsü</strong> Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim<br />

Dalında hazırlanmış olan Âsafî’nin Şecâat-nâmesi (İnceleme-Metin) adlı doktora tezinden yararlanılarak<br />

oluşturulmuştur.<br />

Dr. Uludağ <strong>Üniversitesi</strong> Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü.


72 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

Giriş:<br />

Yüzyıllar boyu fikirleri ve öğretisi ile geniş kitleleri kucaklayan Mevlâna,<br />

Türklüğün inanç dünyası ve tasavvufi hayatında önemli bir yer edinmiştir.<br />

Mevlâna’nın fikirleri doğrultusunda sistemleşip gelişen Mevlevîlik de zamanla<br />

Türk kültürünü ve sanatını derinden etkileyen tarikatların başında yer almıştır.<br />

Özellikle Mevleviliğin şiir, musiki ve sema’a verdiği değer dolayısıyla Türk<br />

sanatı Mevlevilik ocağında serbest bir gelişim zemini bulmuş; dergâhlardan<br />

yetişen birçok sanatkârla Mevlevilik; edebiyat, musiki ve mimaride bir ekol<br />

oluşturmuştur. 1<br />

Geçmişte, Mevleviliği diğer tarikatlardan ayrıcalıklı kılan yönlerin başında<br />

şüphesiz mensuplarının kültüre ve sanata bilhassa edebiyata ve musikiye olan<br />

yakınlıkları yer almaktadır. Mevlevilik çevresinde yetişen ve bilhassa edebiyata<br />

itibar eden pek çok şahsiyet beraberinde bir Mevlevi edebiyatının teşekkülünü<br />

de sağlamışlardır. 2 Mevlâna'nın şairliği sebebiyle, şiirin "sünnet-i seniyye-i<br />

Mevleviyye" olarak kabul edilmesi ve bu tarikattaki Mesnevi okuma ve okutma<br />

geleneği, Mevlevileri şiirden anlamaya hatta şair olmaya yöneltmiştir. Bu sebeple,<br />

Mevlevihaneler klasik edebiyatı besleyen en önemli kaynaklardan biri<br />

haline gelmiştir. 3 Mevleviliğe mensup şairlerin oluşturduğu Mevlevi edebî muhiti<br />

edebiyatımızın tasavvufla zenginleşmesinde de büyük rol oynamıştır.<br />

Türk edebiyatında Mevleviliğe bağlılıkları ile bilinen şairlerin sayısı kayda<br />

değer ölçüde çoktur. 4 O kadar ki bu durum, yalnızca Mevlevi şairleri bir araya<br />

toplayan müstakil eserlerin yazılmasına da kaynaklık etmiş durumdadır. Sakıb<br />

Mustafa Dede’nin Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye’si, Esrar Dede’nin Tezkire-i Şuarâ-yı<br />

Mevleviyye’si, Ali Enverî’nin Semâhâne-i Edeb’i, bu düşünceden hareketle kaleme<br />

1<br />

Emine Yeniterzi, Sevginin Evrensel Mühendisi Mevlâna, Ankara 2008, s. 135-136.<br />

2<br />

Abdülbaki Gölpınarlı: “Mevlevîliğin âdâb, erkân, an’ane ve terim hususiyetleri, dîvân edebiyatı<br />

içinden pekâlâ ayrılabilecek bir Mevlevî edebiyatı meydana getirmiştir. Mevlevî şairlerinin<br />

hemen hepsi, kaside, gazel, ve sair vadilerde divan şairleridir, fakat bazı şiirleri, bütün hususiyetiyle<br />

Mevlevî şiiridir. Hatta bu şiirler, şerh ve izah edilmedikçe anlaşılamayacak kadar<br />

Mevleviyânedir.” sözlerine yer vererek kendine has hususiyetleri ile bir Mevlevî edebiyatının<br />

varlığından söz etmektedir. Bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul<br />

1983, s.449.<br />

3<br />

Osman Horata, “Mevlana ve Divan Şairleri”, Hacettepe <strong>Üniversitesi</strong> Edebiyat Fakültesi Dergisi,<br />

Özel Sayı, (1999), s.46.<br />

4<br />

Mevlevilik, Divan şairlerinin itibar ettikleri tarikatlar içerisinde %68’lik bir oranla ilk sırayı<br />

almaktadır. Bkz. Mustafa İsen, “Divan Şairlerinin Tasavvuf ve Tarikat İlişkileri”, Ötelerden Bir<br />

Ses, Ankara 1997, s.216.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 73<br />

alınmış eserlerdir. Günümüze değin gerek bu eserler sayesinde gerekse farklı<br />

araştırmalar neticesinde pek çok Mevlevi şairin adı unutulmuş olmaktan kurtulmuş<br />

olsa da Mevlevi şairlerin yekûnu tam olarak tespit edilebilmiş değildir.<br />

Geçmişte Mevlevi kimliği ile bilinen ancak bugüne dek ortaya konan çalışmalarda<br />

adı anılmamış şairlerden biri de Âsafî Dal Mehmed Çelebi’dir.<br />

Hayatı:<br />

Edebiyat tarihimizde Âsafî mahlasıyla anılan dört şairden 5 biri de Dal<br />

Mehmed Çelebi’dir. Mevcut kaynaklarda bilgisine pek az rastladığımız şairin<br />

hayatının birçok yönünü aydınlatmaya dair en önemli kaynak kendi eseri Şecâat-nâme’sidir.<br />

Asıl adı Mehmed, şiirdeki mahlası “Âsafî” olan şair,<br />

Çün lakab dehr içre oldı bana Dal<br />

Nokta-i lutfunla anı eyle Zâl (6909) 6<br />

beytinde ifade ettiği şekliyle “Dal” lakabıyla anılmaktadır. 7 XVI. asrın Mevlevi<br />

şairlerinden olan Dal Mehmed Çelebi’nin adındaki “Çelebi” kelimesi bilgin bir<br />

5<br />

Kaynakların Âsafî mahlasıyla şiirler yazdığını belirttiği diğer şairler şunlardır:<br />

1. Âsafî Çelebi, Kanuni Sultan Süleyman döneminin yeniçeri şairlerindendir. Şiirlerinden<br />

başka hoş sohbetliği ve içkiye düşkünlüğü ile de tanınmış, Kanuni devrinde Halep’te ölmüştür.<br />

Bkz. Kınalızade Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş- Şuara, (Haz. İbrahim Kutluk), C.I, Ankara 1989,<br />

s.165.<br />

2. Bosnalı Hızır Çavuş, Bosna’da doğmuş, iyi Farsça bilen, muammada üstad bir şairdir.<br />

1621-22(1031)’de Kûfe’de ölmüştür. Bkz. Mehmet Nail Tuman, Tuhfe-i Nâilî Divân Şâirlerinin<br />

Muhtasar Biyografileri, (Haz. Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı), C.I, Ankara 2001, s.41; Haluk İpekten,<br />

- Mustafa İsen, - Recep Toparlı, - Naci Okçu, - Turgut Karabey, Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı<br />

İsimler Sözlüğü, Ankara 1988, s.44; Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. I, İstanbul 1977,<br />

s.172.<br />

3. Âsafî, Ali Şir Nevâî’nin Mecâlisü’n-Nefâis adlı eserinde adı geçen hafızası çok kuvvetli,<br />

güzel beyitleri olan bir şairdir. Bkz. Alî-Şîr Nevayî, Mecâlisü’n-Nefâyis-I (haz. Kemal Eraslan),<br />

Ankara 2001, s.80.<br />

6<br />

Beyit ve varak numaraları Şecâat-nâme’nin İstanbul <strong>Üniversitesi</strong> Kütüphanesi TY. 6043’te kayıtlı<br />

nüshasına aittir. Metin örnekleri harekeli olan nüshanın imlasına uyularak verilmiştir.<br />

7<br />

Franz Babinger, Âsafî’yi Okçuzade Mehmed Paşa olarak göstererek yanılmaktadır. Bkz. Franz<br />

Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, (Çev. Coşkun Üçok), Ankara 2000. s.130-131. Kıbrıs<br />

ve Halep defterdarlığı yapmış Okçuzade Mehmed (Çelebi) Paşa ile Dal Mehmed Çelebi<br />

(Âsafî) aslında farklı kişilerdir. Bu bilgi yanlışlığına, Cornell H. Fleischer de dikkati çekmektedir.<br />

Bkz. Cornell H. Fleischer, Tarihçi Mustafa Âlî Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, İstanbul 2001,<br />

s. 33. Agah Sırrı Levend ise Âsafî’den Koca Defterdar Mehmed Paşa olarak bahsetmektedir.<br />

Bkz. Agah Sırrı Levend, Gazavatnameler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavatnamesi, Ankara, 2000,<br />

s.88. Ancak, Âsafî ile Koca Defterdar Mehmet Paşa'nın aynı kişiler olup olmadığı hususunda<br />

kesin bir bilgiye sahip değiliz. Mustafa Eravcı da Kınalızade Hasan Çelebi’nin Tezkiretü’ş- Şuara‘sına<br />

dayanarak verdiği bilgide Âsafî’yi I. Süleyman’ın bölük halkına mensup sadık kullarından<br />

biri olarak göstermekle hataya düşmektedir. Bkz. Mustafa Eravcı, “Dal Mehmed Çelebi<br />

Âsafî” http://www.ottomanhistorians.com/database/html/dalmehmed2.html


74 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

zat oluşuna işarette bulunduğu gibi Mevleviliğe mensubiyetini de göstermektedir.<br />

8 Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr adlı eserinde “... devlet-i dünyeviyyede<br />

kisvet-i tarîkat-ı Mevleviyyeyi disâr idinmiş...” 9 sözleriyle onun Mevleviliğe intisabını<br />

belirtmektedir. Âsafî, yine Âlî’nin “Egerçi velâdetleri Rûm ilinde Siroz nâm<br />

şehirde vâkı’dur.” şeklinde verdiği bilgiye göre Siroz’da doğmuştur; 10 ancak doğumuna<br />

ilişkin olarak kesin bir tarih söyleyebilmek güçtür. Öğrenim hayatı ve<br />

ne şekilde yetiştirildiği hususlarında da kesin bilgilerimiz yoktur. Pek çok şair<br />

gibi ilk tahsilinde ailesinden ve yakın çevresinden istifade etmiş olması muhtemel<br />

olmakla birlikte, yetişmesinde Lala Mustafa Paşa’nın himayesindeki divan<br />

kâtipliğinin büyük etkisi olmuştur. 11<br />

Âsafî’nin öğrenim hayatının ardından almış olduğu ilk devlet görevi Divan-ı<br />

hümayun kâtipliğidir. 12 Âsafî’nin bu göreve ne zaman ve ne şekilde getirildiği<br />

açık değildir. Divan-ı hümayun kâtipliğinin ardından Özdemiroğlu Osman<br />

Paşa’nın emrine, tezkirecilik göreviyle memur edilmiştir. 13<br />

Bir kalem ehli olarak başladığı devlet vazifesini hayatının ilerleyen safhalarında<br />

aynı zamanda bir muharebe ehli olarak da geçirecek olan Âsafî’nin bizzat<br />

iştirak ettiğini bildiğimiz ilk muharebe 9 Ağustos 1578’de kazanılan Çıldır Zaferi’dir.<br />

14 Lala Mustafa Paşa tarafından Çıldır ve ardından Koyungeçidi zaferle-<br />

8<br />

Mevleviler tarafından unvan olarak kullanılan “Çelebi” kelimesi hakkında Mevlevi âlimlerinden<br />

Veled Çelebi İzbudak yayınlanmamış Türk Dili adlı sözlüğünde: ”Bu kelime Anadolu’da<br />

Mevlana’dan bir asır önce var idi; Konya’da beytü’l-ilm, beytü’l-isâle, beytü’l-fütüvveden olan kimselere<br />

“çelebi” deniyordu, Hüsameddin Çelebi, Selâhaddin Çelebi, yârân-ı Mevlânâ’dır.” şeklinde bilgi<br />

vermektedir. Bkz. İsmail Parlatır, “Veled Çelebi’nin Türk Dili Adlı Sözlüğünde Mevlana İle İlgili<br />

Sözleri ve Yorumları”, Uluslararası Mevlana Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara 2000, s.195.<br />

9<br />

Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr, Nuruosmaniye Ktp., nu. 3409, vr.241b.<br />

10<br />

Gelibolulu Âlî, a.g.e., vr. 241b; Faris Çerçi, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Künhü’l-Ahbâr’ında II. Selim,<br />

III. Murat ve III. Mehmet Devirleri, C.II, Kayseri 2000, s.306.<br />

11<br />

Gelibolulu Âlî‘nin “neşv ü nemâları sâbıku’z-zikr Mustafâ Pâşâ merhûmun kitâbeti hidmetinde gün<br />

gibi lâmi’dür.” ifadeleri de bu bilginin bir ispatı niteliğindedir. Bkz. a.g.e., vr.241b<br />

12<br />

Âsafî’nin;<br />

Bana dîvânda olurdı ragbet<br />

Zabt-ı kânûn idüp itdim hizmet (5b)<br />

şeklindeki ifadesinden önceleri Divan-ı hümayun kaleminde kanunlarının zabtına ilişkin katiplik<br />

görevinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bkz. Fleischer, a.g.e., s. 83<br />

13<br />

Âsafî, Şecâat-nâme’nin dibacesinde “...’ale’l-husûs bu bende-i dîrîne ve çâker-i kemterîneleri ‘âlem-i<br />

sabâvetden berü âsitân-ı sa’âdetleri hizmet-kârlarından olup mukaddemâ ‘Osmân Pâşâ-yı şehâmet-âsâra<br />

tezkirecilik nâmıyla hizmet üzre iken ...” (3b) sözlerine yer vermekle küçük yaşlardan beri padişahın<br />

hizmetinde devlet görevinde bulunduğunu ve sonrasında tezkirecilik görevine getirildiğini<br />

belirtmektedir. Ayrıca bkz. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlılar’ın Kafkas Ellerini Fethi, Ankara<br />

1993, s.303.<br />

14<br />

Âsafî, Çıldır Zaferi’nde bizzat yer alışını Şecâat-nâme’de;<br />

Cengi görmek ola mı girmek gibi<br />

Hiç işitmek ola mı görmek gibi (141)


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 75<br />

rinde göstermiş olduğu büyük yararlılıktan dolayı “serdar” unvanıyla Şirvan<br />

ve Dağıstan’ın muhafazasıyla vazifelendirilen Osman Paşa ile birlikte Âsafî de<br />

Şirvan Defterdarı Göğüşzade Mustafa Çelebi’nin emrinde tahrir işlerinden sorumlu<br />

olmak üzere sancak beyliği rütbesine terfi ettirilip muhasebe defterleri<br />

memurluğuna getirilmiştir. 15 (12 Eylül 1578)<br />

Çıldır Zaferi, hem Osmanlı hem de Âsafî için bir dönüm noktasıdır. Bu zaferle<br />

Osmanlıya Kafkasya’nın kapıları açılmış Âsafî’ye de devlet hizmetinde<br />

yükselmek için bir olanak sunulmuştur. Çıldır Zaferi’nin ardından Kafkasya’da<br />

sürdürülen fetihlerle ele geçirilen Ereş, Şemahi, Şeki, Demirkapı, Bakü, Salyan,<br />

Şabran gibi mühim yerlerden Osmanlı hazinesine yansıyacak mali kazancın<br />

değeri oldukça büyüktür. Âsafî’nin büyük bir mali gelirin idaresinde görevlendirilmesi<br />

ona duyulan güvenin ne denli büyük olduğunun bir ispatıdır. Nitekim<br />

“...sancag-ile defter-dâr-ı emvâl olup hazîne hizmetine me’mûr oldugumda dahi<br />

bâ’is-i tevfîr-i mâl ve sebeb-i teksîr-i emvâl olup resm-i irtişâyı defâtir-i âmâlden hakk ve<br />

cadde-i istikâmetden bir ân ve bir sâ’at münfekk olmak müyesser olmamışdır ...” 16 diyerek<br />

kendi ifadesiyle hem bu hizmetin önemini hem de hizmetteki liyakatını<br />

dile getirmektedir.<br />

Âsafî, Özdemiroğlu Osman Paşa’nın hizmetinde bir yanda sancak beyi rütbesiyle<br />

Şirvan vilayetinin tahrir işlerindeki mali görevini yürütmekte diğer<br />

dizeleriyle bir anlamda teyit etmekle birlikte bu zafere iştirakinin öncesiyle ilgili bilgi vermemektedir.<br />

Âsafî, Çıldır Zaferi öncesinde muhtemelen Lala Mustafa Paşa’nın ordusuyla önce<br />

Erzurum’a ardından Ardahan üzerinden Çıldır’a gelmiş olmalıdır.<br />

15<br />

Âsafî, yine Şecâat-nâme’nin dibacesinde bu göreve getirilişini “... andan sonra sancag-ile defterdâr-ı<br />

emvâl olup hazîne hizmetine me’mûr oldugumda...” (3b) sözleriyle belirtmektedir. Peçevi İbrahim<br />

Efendi ise bu konuda “Şirvan vilayeti defterdarlığı Gümüşzade Mustafa Çelebi adında bir görevliye<br />

verildi. İranlıların uygulamış oldukları gibi yıllık geliri iki yiz kırk yedi buçuk akçe olarak yazım<br />

(tahrir) defterine kayd olundu. Zal Mehmed Çelebi adında bir kişi de o ülkenin toprak yazımını yapmakla<br />

görevlendirildi.” kaydına yer vermektedir. Bkz. Peçevi İbrahim Efendi, Peçevi Tarihi, (Haz.<br />

Bekir Sıtkı Baykal), C.II, Ankara 1999, s. 47. Vakanüvis Abdurrahman Şeref de “Serdâr ‘unvânıyla<br />

‘Osmân Pâşâ Şirvanı muhâfaza ve Erzurum mîr-i mîrân-ı cedîdi Kaytas Pâşâ ma’iyyetine ta’yîn<br />

kılındı. Evvelce Tiflise dahi müstakılen bir beglerbegi nasb olunmışdı. Oralarda îcâb iden teşkîlât îfâ<br />

kılındıgı sırada Şirvan defter-dârlıgı Gümüş-zâde Mustafâ Çelebiye virilip ve Dâl Mehmed Çelebi memâlik-i<br />

meftûhanun tahrîrine me’mûr idilip ka’ide-i mer’îyye-i devlet-i ‘aliyye vechile vâridât u<br />

mesârifât-ı mahalliyye muhasebe defâtirine ve hâs u ze’âmet ve tımar misallü dirlikler defâtir-i<br />

hâkâniyyeye sebt u kayd olundı.” şeklinde bu bilgiyi doğrulamaktadır. Bkz. Abdurrahman Şeref,<br />

“Özdemiroğlu Osman Paşa”, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, C.IV, İstanbul 1329, s.1359.<br />

Ayrıca bkz. Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyasi Münasebetleri, İstanbul 1993, s.66.<br />

Lala Mustafa Paşa’nın Çıldır Zaferi ardından Şirvan’da toplamış olduğu divan aynı zamanda<br />

Osmanlının Kafkasya’daki ilk siyasi teşkilatlanmasının gerçekleştiği toplantıdır. Bu esnada<br />

Lala Mustafa Paşa’nın yanında yer alanlardan biri de Gelibolulu Âlî’dir. Âlî, sonrasında<br />

Lala Mustafa Paşa ile birlikte Şirvan’dan Erzurum’a hareket etmiştir. Bkz. Fleischer, a.g.e., s.<br />

82-83.<br />

16<br />

(3b)


76 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

yanda da muharib bir asker olarak vazife görmektedir. Bu iki hizmeti ifası sırasında<br />

katıldığı ikinci önemli muharebe 1578 yılının Kasım ayında oldukça çetin<br />

koşullarda kazanılan Şemahi Muharebesi’dir. 17 Bu zafer, Osman Paşa’nın askeri<br />

alandaki itibarını artırmakla birlikte ne yazık ki çok uzun soluklu olamamıştır.<br />

Zaferin ardından muharebede büyük yararlılıklar gösteren Adil Giray ve Tatar<br />

askerinin göstermiş olduğu zayıflık ikinci bir karşı muharebeye yol açmıştır. İlk<br />

muharebeden yaklaşık 15 gün sonra gerçekleşen ve tarihî kaynaklarda II.<br />

Şemahi Muharebesi olarak adlandırılan bu muharebede Osmanlı ordusu önemli<br />

ölçüde yara almış ve askerin toparlanması için Şemahi’den daha güvenli bir<br />

mevki olan Demirkapı’ya göçülmüştür.<br />

Osmanlı ordusunun zorlu kış koşullarında Şemahi’den Demirkapı’ya bu<br />

zorunlu göç harekâtında Âsafî de görev üstlenmiş, hazinenin sağ salim Demirkapı’ya<br />

ulaştırılması görevi kendisine verilmiştir. Âsafî, refakatına verilen askerle<br />

birlikte açlık, soğuk ve yollarda Dağıstan eşkiyasının tüm tecavüzlerine<br />

rağmen güç bela Demirkapı’ya ulaşmayı başarmıştır. 18 Âsafî’nin ve Osmanlı<br />

ordusunun Şemahi’den başlayıp Demirkapı’da sona eren göç harekâtı ancak<br />

1579 yılının hemen başında son bulabilmiştir. 19 Âsafî, Demirkapı’ya ulaşmakla<br />

rahata ve huzura kavuşamamıştır. Kış mevsimi sonuna kadar yöredeki yerleşik<br />

unsurlar Küre, Teberseran ve Kaytak eşkıyasının tacizlerine karşı bir takım<br />

akınlarda yer almıştır. 20<br />

17<br />

Âsafî muharebede yer alışını;<br />

Kâyil-i nazm anlara yoldaş idi<br />

Ol tekâpûlar da hep pâdâş idi (1115)<br />

dizelerinde dile getirmektedir.<br />

18<br />

“...Yollarda bırakılan eşya ve mühimmat ve insan cesedleri hayvan lâşeleri kar üzerinde bir iz teşkil<br />

itmişdi. Dal Mehmed Çelebi toplayabildiği eşya ve mecrûhîni bin müşkilat ile ve yolarda muakkıblar ve<br />

muhâcimlerle döğüşe döğüşe Demirkapıya getirmişdir...” Adurrahman Şeref, a.g.m., s.1417.<br />

19<br />

Âsafî’nin memur edildiği hazinenin Şemahi’den Demirkapı’ya olan maceralı seyahatini<br />

Rahimizâde Harîmî İbrahim Çavuş:<br />

“Kal’a-i Şemâhiden kalkup Demürkapu cânibine ‘azîmet olınup hazâyin-i pâdişâhî develere tahmîl<br />

olınup sâlifü’z-zikr İbrâhim Beg ve mâl defter-dârı Mustafâ Çelebi ve kethudâsı Ahmed Kethudâ ve kapu<br />

kulları agası Hurrem Aga ve Re’îsü’l-küttâb Mehmed Çelebi hazîne-i beytü’l-mâle koşılup serdâr-ı ‘âlîtebâr<br />

bir iki bin dilâver ile kafa-dâr olup âheste âheste cânib-i mezbûra müteveccih olındukda bir mertebede<br />

şiddet-i şitâ zâhir olmış idi ki Tûfân-ı Nûhdan berü ‘ömr-i Nûh görenler görmemişler idi. ‘Asâkir-i<br />

mihnet-zedenün kiminün eli ve kiminün ayagı ve ekserî burnı kulagı düşüp ve’l-hâsıl çekilen elem ve<br />

görilen derd ü gam ve şiddet-i şitâdan râh-ı ‘ademe ‘azm iden ibtidâ-yı sefer ‘Acemden bu âna gelince<br />

görülmemiş ve kırılmamış idi.” şeklinde belirtmektedir. Bkz. Rahimizâde Harîmî İbrahim Çavuş,<br />

Zafernâme-i Sultân Murâd Hân, İstanbul <strong>Üniversitesi</strong> Ktp. Türkçe Yazmalar, nu. 2372, vr.38b-<br />

39a.<br />

20<br />

Bu süreçte gerçekleştirilen akınlardan en mühimi yöredeki Dağıstan unsurlarından biri olan<br />

Kaytak taifesinin elinde bulunan Başlı Kalesi’nin fethidir. Şecâat-nâme’de belirttiğine göre<br />

Âsafî, bu fetihte öncü kuvvetin başında ordunun nehri geçişinde tedbir almakla görevlendirilmiştir.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 77<br />

II. Şemahi Muharebesi’nin kaybedilmesinin ardından Adil Giray’ın İranlılar<br />

tarafından katledilmesiyle birlikte Osmanlı’nın elinden çıkan Şirvan, Adil Giray’ın<br />

kardeşi Mehmed Giray’ın intikam hissiyle Osmanlı ordusuna katılmasıyla<br />

tekrar geri alınmıştır. 21 (Ekim 1579) Ancak çok geçmeden Lala Mustafa Paşa’nın<br />

göstermiş olduğu vefasızlık Mehmed Giray’ı küstürüp Kırım’a geri<br />

dönmesine sebep olmuştur. Böylelikle Osmanlı ordusu tekrar zayıf düşmüş,<br />

bundan cesaretlenen İran kaybettiği toprakları yeniden işgal hareketine girişmiştir.<br />

Bu cesaretle Selman Han ve Pîre Muhammed Han Şirvan’ı işgal edince<br />

Âsafî, Kaykı Mustafa Bey ile birlikte bu işgalin püskürtülmesiyle görevlendirilmiştir.<br />

Âsafî bu harekâtta takviye gücün başında yer almış, yardımına yetiştiği<br />

Kaykı Mustafa Bey’le birlikte İran işgalini püskürterek azımsanmayacak bir<br />

başarıya imza atmıştır. (Kasım 1579) Âsafî’nin bu başarısı hem kendini hem de<br />

Osmanlı ordusunu bir süreliğine rahatlatmıştır. Bu süreçte Bakü Kalesi’nin tamiri<br />

gerçekleştirilmiş ve Şirvan hududunda 1582 yılına kadar pek kayda değer<br />

hadise cereyan etmemiştir.<br />

İktisadi ve stratejik açıdan çok önemli bir bölge olan Şirvan, Osmanlı ve<br />

İranlılar arasında uzun yıllar daimi bir mücadele alanı olmuştur. Bu bölgeden<br />

vazgeçmeye hiç niyeti olmayan İranlılar, Osmanlının gücünü tamamen kırıp<br />

Şirvan’a tümüyle hâkim olmak arzusuyla iki üç yıla yaklaşan sükûnet döneminin<br />

ardından 1582 yılının yaz aylarında büyük bir orduyla Bakü’yü kuşatmak<br />

üzere yola çıkmışlardır. Bu durum Osmanlı tarafından haber alınınca İran ordusu<br />

Âsafî ile birlikte Gazi Giray, Ferhad Bey, Kaykı Bey ve Ali Bey’lerden olu-<br />

Kâyil-i nazm Âsafî hem ol zamân<br />

Hizmete me’mûr idi ol nâtüvân (2149)<br />

Eyledi emr Âsafîye âsafı<br />

İtmeye makdûrın anda muhtefî (2188)<br />

Didi kim bu nehri geç var ileri<br />

İlerü sür kalmasun ‘asker geri (2189)<br />

21<br />

Viyana Milli Kütüphanesi 68 numarada Osman Paşa’nın Seferleri Tarihi adlı yazma eserde Sultan<br />

III. Murad tarafından Kırım hanı ve ordusunun Şirvan seferiyle vazifelendirilmesi üzerine<br />

Şirvan’a hareket eden Mehmed Giray ve Kırım ordusunun Demirkapı’ya ulaşmasından önce<br />

sefere iştirak hususundaki emr-i hümayunun Tatar askerlerince Osmanlı karargâhına müjdelendiği<br />

ve karargâhtakilere bizzat Âsafî tarafından sesli olarak okunduğu kaydedilmektedir:<br />

“Bir gün kal’a-i mezkûrda otururken nâgâh birkaç dane Tatar dilâverleri Hazreti Hızır misâl<br />

çıkagelüp ve Osmân Paşa hazretlerine vardıkda, Rûm’dan geldügi cümle ‘askerin ma’lûmları olıcak, her<br />

biri sevinüşüp, gûyâ ki mürde idiler, ihyâ olup ve çıkmış cânları bedenlerine gelüp Osmân Paşa hazretlerinin<br />

başına cem’ olup ve dîvân idüp ve cemî’ kul dîvâna hâzır olup ve pâdişâh-ı ‘âlem-penâh cânibinden<br />

gelen Emr-i Humâyûnu çıkarup ve anda Reîsü’l-küttâb olan Dal Mehmed Çelebi eline alup ve cemî’<br />

‘asker semâ’ tutup ve Emr-i Humâyûn okunup...” Bkz. Yunus Zeyrek, Tarih-i Osman Paşa, Ankara<br />

2001, s.62.


78 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

şan bir kuvvetle karşılanmıştır. Âsafî ve diğer beyler muazzam İran ordusuna<br />

güç yetirilemeyeceğine kanaat getirdiklerinde geri çekilmek durumunda kalmışlardır.<br />

İran askerinin takibi sonucunda Ali Bey esir alınmış, Gazi Giray yaralanmış,<br />

Âsafî kalan beylerle hasarsız kurtulmayı başarabilmiştir. Ardından<br />

Bakü İran askerince kuşatılmışsa da bu kuşatma neticesiz kalmış, İran ordusu<br />

bir kez daha Şirvan’ı tahliyeye mecbur olmuştur.<br />

Bu yıllar Âsafî’nin Şecâat-nâme’de;<br />

Ol idi rûz-ı vegâ meydânda merd<br />

Misli yok akrân ü emsâl içre ferd (2569)<br />

Bu gazâyı eyledi Gâzî Gerây<br />

Ol rezimde öldi çok yohsul u bay (2972)<br />

beyitleriyle ve bunun gibi nice beyitlerde övdüğü, aynı zamanda kendisi de bir<br />

şair olan ve Gazâyî mahlasıyla şiirler yazan Kırım prensi Gazi Giray ile yıllarca<br />

sürecek dostluklarının da günden güne pekiştiği bir dönemdir. 22 Ne var ki kader<br />

cilvesini göstermekte fazla gecikmemiş, İranlıların bu kez Peyker Han kumandasında<br />

Şirvan üzerine sürdükleri orduya Gazi Giray ve Ebubekir Mirza<br />

mukabele etmekle görevlendirilmişken muharebe esnasında Ebubekir Mirza saf<br />

değiştirip İran tarafına dâhil olunca Gazi Giray İranlılara esir düşmüş ve<br />

Alamut Kalesi’ne hapsedilmiştir. Gazi Giray’ın esaretiyle neticelenen bozgunda<br />

Aksu’ya kadar olan Şirvan bölgesi İran tarafından işgal edilmiştir.<br />

Âsafî ve Osman Paşa, Gazi Giray’ın esaretine bir hayli üzülmüşlerse de İran<br />

tehdidine karşı dirayetli olmaktan başka çareleri yoktur. Yaklaşan kış, askerin<br />

kışlak teminini ve aynı zamanda erzak tedarikinde tedbir almayı zorunlu kılmaktadır.<br />

Âsafî, Osman Paşa tarafından 1582 yılının sonbaharında Kaykı Bey’le<br />

birlikte ordunun kışı geçireceği Kabala Kalesi’nin tamiriyle vazifelendirilmiştir.<br />

Beraberine bir miktar askerle Kaykı Bey’i alan Âsafî, yolda askerin ulufe talebiyle<br />

isyana kalkışmasına rağmen Kabala Kalesi’ne ulaşmayı başarmış ve hemen<br />

kalenin tamirine girişilmiştir. Bu esnada durumu haber alan İranlılar, gecikmeksizin<br />

Kabala Kalesi’ni kuşatmışlardır. Kuşatma altında geçen günler<br />

Âsafî ve beraberindekiler için oldukça sıkıntılı günlerdir. Özellikle erzak sıkıntısının<br />

had safhaya ulaşması askerin belini bükmüş, Âsafî ve asker günlerce<br />

22<br />

Âsafî ve Gazi Giray’ın mukadderat birliği etmişçesine geçen dostane ilişkileri hususunda detaylı<br />

bilgi için bkz. İsmail Hikmet Ertaylan, Gazi Geray Han Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1958,<br />

s.13-22.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 79<br />

tuzsuz at eti yiyerek hayatta kalabilmeyi başarabilmişlerdir. 23 Âsafî’nin kumandasındaki<br />

Osmanlı askeri kahramanca kaleyi savunurken İranlılar Sultan III.<br />

Murad’ın İran tahtının barış teklifini kabul ettiğini ve artık kavganın bittiği yalanına<br />

Osmanlı askerini inandırıp asker arasına nifak sokmayı başarmışlardır.<br />

Âsafî, kuşatmadan kendisi de bezgin düşmüş olsa da askerin kaleden çıkma<br />

talebine sonuna kadar direnmiş, Kaykı Bey de karşısında yer alınca kaleden<br />

çıkmaktan başka çaresi kalmamıştır. İran askeri kaleden çıkanları kılıçtan geçirmiş,<br />

Âsafî ise esir olmaktan kurtulamamıştır. Kabala’da 1582 yılının sonlarına<br />

doğru uğranılan bu bozgun Âsafî’nin üç yıl sürecek esaret hayatının da başlangıcı<br />

olmuştur. İran askerinin elinde önce Kazvin’e gönderilen Âsafî, ardından<br />

Alamut Kalesi’nde kuyuya atılarak hapsedilmiştir. Gazi Giray’ın esareti<br />

üzerine bir de Âsafî’nin esareti eklenince Osman Paşa hayli müşkil bir duruma<br />

düşmüş ve İran işgali Demirkapı’ya kadar dayanmıştır. 24<br />

Âsafî, Alamut Kalesi’nde üç yıla yakın bir zaman oldukça çileli bir esaret<br />

dönemi geçirmiştir. Esaretten kurtuluşu ise kendisi gibi Alamut Kalesi’nde<br />

mahpus, eski dostu ve kader arkadaşı Gazi Giray’ın yardımıyla gerçekleşmiştir.<br />

Şöyle ki, İran sarayınca kendisine Kırım tahtı vadedilen Gazi Giray, bu teklifi<br />

kabul etmiş görünerek İran sarayıyla zaman içerisinde sahte bir samimiyet geliştirmiştir.<br />

İran sarayının bu sahte samimiyete aldanması, Âsafî'ye kurtuluşun<br />

kapısını aralamıştır. Âsafî, Gazi Giray'ın aracılığıyla zor şartlarda kaldığı<br />

Alamut Kalesi'nden daha iyi koşullarda esaret geçireceği İsfahan’a sürgüne<br />

gönderilmiş, kısa zaman sonra firar ederek İsfahan'dan Şiraz, Kazirun, Ray yoluyla<br />

Basra’ya geçmiş, ardından da Bağdad, Kufe, Diyarbakır üzerinden Erzurum’a<br />

intikal etmiştir. Âsafî’nin Isfahan’da başlayan bu kurtuluş macerası 1585<br />

yılı ortalarında Erzurum yakınlarındaki Cinis’te Tebriz seferi hazırlığıyla meşgul<br />

olan Özdemiroğlu Osman Paşa’nın yanında neticelenmiştir. 25 Çok geçme-<br />

23<br />

Niçe günler yindi tuzsız at eti<br />

Geldiler açız diyü her nekbeti (3393)<br />

24<br />

“Hâlbuki Gâzî Geray ve Âsafî Mehmed Begün esâretleri üzerine Îrânlu her tarafda ferce bulmuş ve<br />

Peyker Hân pây-ı ta’diyi Derbende kadar uzatmış idi.” Adurrahman Şeref, a.g.m., s.1435.<br />

25<br />

Oldı çün deşt-i Cinis ana mekân<br />

Mecma’-ı leşker-keş-i şâh-ı cihân (6292)<br />

Ol dilîre buldı çün Âsaf vusûl<br />

Eyledi cânı gibi anı kabûl (6299)<br />

Abdurrahman Şeref, Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Erzurum’a varışını “993 senesi<br />

Şa’bânında serdâr-ı nusret-medâr Erzuruma vusûl buldı.” ve Erzurumda geçirdiği süreyi “‘Osmân<br />

Pâşâ bir buçuk ay kadar Erzurumda istirâhat itdi.” şeklinde not etmektedir. Bkz. a.g.m., s.1498.<br />

Buradan hareketle Âsafî’nin esaretini noktalayıp Osman Paşa’ya kavuşması 1585 yılının<br />

Ağustos ile Eylül ayının ortaları arasında bir tarihte gerçekleşmiş olmalıdır. Âsafî’nin ardından<br />

Gazi Giray’ın Erzurum’a ulaşması da çok yakın bir tarihte gerçekleşmiştir.


80 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

den Gazi Giray da bir yolunu bulup İran sarayından firar etmiş ve Osman Paşa’ya<br />

iltica etmiştir. 26<br />

Esaret yıllarında muharebe hayatından bir süre uzak kalan Âsafî’nin esareti<br />

sonrasında yer aldığı ilk muharebe Tebriz Seferi olmuştur. Erzurum’a ulaşır<br />

ulaşmaz ayağının tozuyla yer aldığı bu seferde Osman Paşa gibi uzun zamandır<br />

düşlediği Tebriz’in fethi saadetini de yaşamıştır. Daha önce Yavuz Sultan Selim’in<br />

Çaldıran ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Irakeyn seferlerinde üç defa<br />

zabtedilen ve her defasında elden çıkmış olan Tebriz’in fethi bu kez<br />

Özdemiroğlu Osman Paşa’ya nasip olmuştur. (22-23 Eylül 1585 / 27-28 Ramazan<br />

993)<br />

Âsafî, Tebriz’in fethinden hayli mesut olmuşsa da tüm içtenliğiyle bağlı olduğu<br />

hamisi Osman Paşa’nın günden güne artan rahatsızlığından dolayı da<br />

endişe içindedir. Osman Paşa ise bedeninde hâsıl olan ve günbegün ilerleyen<br />

hastalığından çok Tebriz’in muhafazasını düşünmektedir.<br />

Tebriz’in fethi sonrasında Âsafî’yi bekleyen mühim görevlerin başta geleni<br />

şüphesiz Tebriz’in muhafazasında yer almaktır. Osman Paşa, Tebriz’in muhafazası<br />

için ilk tedbir olarak şehri surlarla tahkim etmeyi, ikinci tedbir olarak da<br />

Kırım Hanlığı’nın Tebriz’in muhafazasına iştirakini düşünmektedir. Bu niyetle<br />

fethin üzerinden henüz bir kaç gün geçmişken Âsafî ile Gazi Giray’ı huzuruna<br />

çağırmış, Gazi Giray’a Tebriz’in muhafazası ile birlikte Kırım tahtını ve Âsafî’ye<br />

de yine Tebriz muhafazasında kalmak koşuluyla Kefe beylerbeyliğini<br />

vadetmiştir. Ardından gecikmeksizin padişaha yazılan arz mektubu ile Âsafî<br />

1585 yılının sonbaharında Kefe beylerbeyliğine getirilmiştir. 27<br />

Âsafî, Tebriz’den ayrılıp yeni görevinin başına geçemeden iki önemli olaya<br />

daha tanıklık etmiştir. Bunların ilki Tebrizlilerce sekiz on Osmanlı askerinin<br />

katledildiği haberi üzerine galeyana gelen Osmanlı askerinin Tebriz halkını kı-<br />

26<br />

İsmail Hami Danişmend, Gazi Giray’ın Osman Paşa’ya iltica tarihini 4-5 Ağustos 1585 (7-8<br />

Şaban 993) olarak kaydetmektedir. Bkz. İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi,<br />

C. III, İstanbul 1971, s. 82.<br />

27<br />

“Leyal-i ‘ıydden birinde ‘Osmân Pâşâ Gâzî Gerây ile Âsafîyi nezdine çagırıp harb umûrını müşâvere<br />

eyledi ve dedi ki: “Ben Tebrize geldim ‘Acem çıkıp gitdi ben gidince ‘Acem yine gelecekdir. Tebrizin<br />

hükûmet-i ‘Osmâniyyede kalması bir emr-i ‘asîrdir. Hayli külfet ihtiyârına mütevakkıfdır. Kırım hânı<br />

nigeh-bân olursa devlet-i ‘aliyye içün muhâfaza husûsı sühûlet bulur ve bir kaç sene i’tinâ ve ikdâm-ı<br />

tâm gösterilirse nüfûz-ı saltanat-ı seniyye belki mütekarrer olur. Ordumuz buradan kalkıp giderse<br />

Tebrizi kim kayıracak? Erzurum ve Van vâlîlerinün nezâreti kâfî gelmeyecekdir. Kırım hânınun inzimâm-ı<br />

himmet ü basîretini lâ-büd görüyorum.” İkisi dahi Pâşânun bu sözlerini tasdîk itdiler. Binâen’aleyh<br />

Pâşâ Gencede kışlamak üzere Kırım hânlıgının Gâzî Gerâya tevcîhi ve ana mu’ayyen ve zahîr<br />

olmak üzere Âsafî Mehmed Begin Kefe mîr-i mîrânlıgına ta’yîni husûslarına dâ’ir rikâb-ı hümayûna etrâflı<br />

‘arzlar yazdı.” Adurrahman Şeref, a.g.m., s.1502-1503.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 81<br />

lıçtan geçirmesi, diğeri ise Osman Paşa’nın hastalığı sebebiyle yerine ordunun<br />

başına geçirdiği Cigalazade Sinan Paşa’nın İran tahtının veliahtı Hamza Mirza<br />

karşısında gösterdiği korkaklıktan dolayı uğranılan mağlubiyettir. Bu mağlubiyet<br />

öncesinde Hamza Mirza’nın Tebriz üzerine yürüdüğü haberi alındığında<br />

Âsafî, Gazi Giray’la birlikte Osman Paşa tarafından Cigalazade Sinan Paşa’ya<br />

yardımla görevlendirilmiştir. 28 Muharebe esnasında Âsafî ve Gazi Giray Sinan<br />

Paşa’yı uyguladığı harekât tedbirinin yanlışlığı hususunda ikaza çalışmışlar;<br />

ancak Sinan Paşa kıskançlık hissine kapılıp bu ikazlara kulak asmayınca Osmanlı<br />

ordusu mühim derecede kayıp vererek geri çekilmeye mecbur kalmıştır.<br />

Âsafî, Sinan Paşa’nın bu zaafiyeti yüzünden büyük bir badire atlatmış neredeyse<br />

ölümün eşiğinden dönmüştür.<br />

Özdemiroğlu Osman Paşa’nın hasta haline rağmen ayrı bir özen gösterdiği<br />

Tebriz’in muhafazasının baş sorumlularından biri olan Âsafî’nin Paşa’nın<br />

nezdindeki bu görevinden, terfi edildiği Kefe beylerbeyliğine geçişi bir türlü<br />

gerçekleşememektedir. Sinan Paşa’nın yaşattığı son hezimet ve sonrasındaki<br />

dirayetsizlik, işleri iyiden iyiye çıkmaza sokmuş, artık ömrünün son demlerini<br />

yaşayan Osman Paşa ve Osmanlı ordusu için Tebriz’den göçmekten başka çare<br />

kalmamıştır. Osman Paşa ve ordu ile birlikte göç yoluna düşen Âsafî, Şam Kazan<br />

mevkine gelindiğinde Osman Paşa’nın vefatı ile büsbütün sarsılmıştır. (29<br />

Ekim 1585)<br />

Osman Paşa gibi muzaffer bir kumandanın vefatı Osmanlı için olduğu kadar<br />

uzun yıllar hizmetinde canla başla çalıştığı ve birlikte nice başarılara imza<br />

attığı Âsafî için de çok büyük bir kayıptır. Aynı zamanda bu tarih, Âsafî’nin<br />

talihinin tersine döneceği bir dönemin de başlangıcı olmuştur. Âsafî’nin Kefe<br />

beylerbeyliği görevine tayini yüzünü pek güldürmemiş, tayininin üzerinden<br />

henüz üç dört ay geçmişken bu görevinden azledilmiştir. 29<br />

Âsafî’nin Kefe beylerbeyliğinden azledilişine Ferhad Paşa sebep olmuştur.<br />

Ferhad Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa’dan önce Şark serdarlığı vazifesinde<br />

bulunurken Kırım meselesinin hal yoluna konulmasında askerin itaatsizliğine<br />

mani olamayınca gözden düşüp bu görevinden alınmıştır. Özdemiroğlu Osman<br />

Paşa’dan sonra Tebriz’in muhafazasındaki başarısızlığından dolayı Cigalazade<br />

Sinan Paşa da azledilince Ferhad Paşa tekrar Şark serdarlığı görevine tayin<br />

28<br />

Kâyil-i nazm Âsafî Gâzî Gerây<br />

Anlara hem emr olundı sizde rây (6455)<br />

29<br />

Geçdi üç dört ay bu ahvâl ile çün<br />

Kasd idermiş ana ol har günbegün (6877)


82 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

olunmuştur. 30 Âsafî’nin Osman Paşa’ya olan sevgisini ve bağlılığını çok iyi bilen<br />

Ferhad Paşa, Şark serdarlığından azledilişinin hıncını bir anlamda Âsafî’den<br />

çıkarmıştır. Âsafî,<br />

Terk-i ser itmekle yolunda ezel<br />

Gördi serdârın bana mansıb mahal (6898)<br />

Sonradan Ferhâd aldı zulm-ile<br />

İtdügi cevr ü cefâ gelmez dile (6899)<br />

beyitlerinde Ferhad Paşa’dan gördüğü zulmü,<br />

Pâdişâhım Âsafa zulm itdiler<br />

Bî-sebeb ‘azl itdiler incitdiler (6887)<br />

Tîg ile buldum cihânda iştihâr<br />

Şimdi kalmamış gibi ol i’tibâr (6928)<br />

Ol dilâverlik olup dîvânelik<br />

Şimdi ‘ayb olmış-dırır merdânelik (6929)<br />

Neyleyem ‘arz-ı vakârım kalmadı<br />

Gayret-i nâmûs u ‘ârım kalmadı (6930)<br />

Zannım oldur gam helâk ide beni<br />

Tîg-ı mihnet çâk çâk ide beni (6931)<br />

Dehr elinden kime feryâd ideyim<br />

Kimse gûş itmez figânım n’ideyim (6932)<br />

beyitlerinde de sebepsiz yere azledilişine olan itirazını ve böyle bir durumu<br />

içine sindiremeyişini dile getirmektedir.<br />

Âsafî, Şecâat-nâme’nin dibacesinde“...tamâm iki yıldır ki ma’zûl ve<br />

müşevveşü’l-hâl ve envâ’-ı şedâyid ü âlâm ile mükedderü’l-ahvâl olup bir vechile derûndan<br />

âh itmege cür’et idemezem...” 31 sözleriyle belirttiğine göre Kefe<br />

beylebeyliğinden azledilişinden sonra iki yıl her hangi bir devlet hizmetinde<br />

bulunmamıştır. Bu dönem yine “... bu za’îf-i bî-çâre a’nî Âsafî-i âvârenün hâtır-ı<br />

30<br />

Ferhad Paşa’nın şark serdarlığına ikinci defa tayini 1586 yılı Ocak ayı ortalarında gerçekleşmiştir.<br />

Bkz. Kütükoğlu, a.g.e., s.167.<br />

31<br />

(6a)


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 83<br />

fâtırı kim şikeste âyîneler gibi hezâr-pâre ve her pâresi derd-i hasûd ile yâre yâredir<br />

kızılbâş-ı evbâşın çâh-ı siyâhından halâs olalı bir gün râhat ve bir mansıb ile ber-murâd<br />

olup istirâhat itmek müyesser olmamışdır...” 32 şeklindeki ifadesinden anlaşıldığına<br />

göre Âsafî için zorluk içinde geçen bir dönemdir. Bir an evvel bu azledilmişlikten<br />

kurtulup padişah tarafından daha üst makamlarla lütuflandırılmak en büyük<br />

arzusudur. Sultan III. Murad adına yazmış olduğu Şecâat-nâme bir anlamda<br />

işte bu arzunun bir ürünüdür.<br />

Âsafî’nin Sultan III. Murad adına Şecâat-nâme’yi kaleme almak çabasının<br />

karşılığında ne şekilde ödüllendirildiği hususunda bir bilgiye sahip değiliz. 33<br />

XVI. yüzyıl tarihçilerinden Selânikî, Âsafî’nin 1590 yılının sonlarında (998 Zilkade)<br />

Hamza Bey’in azledilmesiyle reisülküttablığa atandığını belirtmekte ancak<br />

bu göreve atanışta Şecâat-nâme’nin rolü olup olmadığı yönünde herhangi<br />

bir bilgi vermemektedir. 34 Yaklaşık bir yıl bu görevde kalan Âsafî, 1591 yılı sonlarında<br />

bu görevinden alınmış, yerine Lâm Ali Çelebi tayin olunmuştur. 35 Yine<br />

Selânikî’nin nakledişiyle Âsafî, 1593 yılının Nisan ayında (1001 Receb) Hüseyin<br />

Çelebi’nin yerine ikinci kez bu göreve getirilmiş, 36 14 Temmuz 1593 (14 Şevval<br />

1001) tarihinde yeniden azledilip reisülküttablık görevini Yahya Çelebi’ye bırakmıştır.<br />

37<br />

Âsafî’nin 1592/93 (1001) yılında ikinci kez getirildiği reisülküttablık görevinden<br />

azledilişinden sonraki hayatı meçhulümüzdür. Bu görevden sonra başka<br />

hangi görevlerde bulunduğuna dair bilgimiz bulunmayan şair, Mehmet Nail<br />

Tuman’ın kaydına göre 1604 (1014) yılında vefat etmiş, mezarı ise Hırka-i Şerîf<br />

Mescidi’ndedir. 38<br />

Şecâat-nâme, Âsafî’nin hayatının birçok yönünü aydınlatmaya yeter bir kaynak<br />

teşkil etse de soyu ve ailesi hakkındaki bilgilerimiz sınırlıdır. Bu konuda ilk<br />

bildiğimiz Âsafî'nin Çerkez aslına mensup olduğudur. Kendisi bu hususu bizzat<br />

ifade etmemekle birlikte Şecâat-nâme’ de:<br />

32<br />

(6a)<br />

33<br />

Cornell H. Fleischer, Âsafî’nin Kefe beylerbeyliğine tayininden üç yıl sonra Şemahı (Şirvan)<br />

beylerbeyliğine atandığını belirtse de bu bilgiyi ihtiyatla karşılamak gerekmektedir. Bkz. a.g.e.,<br />

s.83.<br />

34<br />

Selânikî Mustafa Efendi, Selânikî Tarihi, (Haz. Mehmet İpşirli), C. I, Ankara 1999, s.227.<br />

35<br />

a.e., s.250.<br />

36<br />

a.e., s.311.<br />

37<br />

a.e., s.324.<br />

Âsafî’nin reisülküttablık görevleri için ayrıca bkz. Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, (Haz.<br />

Nuri Akbayar), C.VI, İstanbul 1996, s.1781.<br />

38<br />

Mehmet Nail Tuman, a.g.e., C.II, s.914.


84 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Akrabâsıydı müşîrün Âsafî<br />

Gösterüp üslûb-ı cengi muhtefî (6862)<br />

beytiyle Özdemiroğlu Osman Paşa ile olan akrabalığından bahsetmektedir. Nesebi<br />

Mısır Çerkezleri’ne dayandırılan 39 Özdemiroğlu Osman Paşa ile ilgili bu<br />

bilgi göz önünde bulundurulursa Âsafî’nin Çerkez aslına mensup olduğu düşünülebilir.<br />

Âsafî’nin ailesi hakkındaki bir diğer bilgimiz ise bir erkek kardeşe<br />

sahip olduğudur. Âsafî, Şecâat-nâme’de Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Demirkapı’dan<br />

Kefe yoluyla İstanbul’a hareketi esnasında uğranılan Rus saldırısını<br />

anlatırken yer verdiği bir beyitte;<br />

Kâyil-i nazm Âsafînin kardaşı<br />

Bezl idi meydânda cân u başı (4457)<br />

ifadesiyle saldırıda şehit olanlardan birinin de kardeşi olduğu bilgisini vermektedir.<br />

40<br />

Peçevî İbrahim Efendi, Âsafî’nin kişilik özelliklerine ilişkin olarak Peçevî<br />

Tarihi’nde onu çok saf, hile, dolan nedir bilmez bir şahsiyet olarak nitelemektedir.<br />

41 Gelibolulu Âlî de Peçevî’nin bu görüşüne “... hubb-ı mâl ü menâl sevdâsına<br />

iş itmiş degül idi.” 42 sözleriyle katılmaktadır. Âsafî’nin “... resm-i irtişâyı defâtir-i<br />

âmâlden hakk ve cadde-i istikâmetden bir ân ve bir sâ’at münfekk olmak müyesser<br />

olmamışdır el-hamdüli’l-lah sümme el-hamdüli’l-lah hele bu bende-i dîrîne ve çâker-i<br />

kemterîne Hakk ‘ubûdiyyeti yirine getürmede cüst ü çâlâk olup gâh kalem gibi<br />

togruluga gûşiş ve gâh kâgıd gibi yüz aklıklarına verziş idüp ...” 43 şeklindeki kendi<br />

ifadeleri de bir anlamda Peçevî ve Âlî’yi doğrular niteliktedir.<br />

Eseri:<br />

Âsafî’nin bilinen tek eseri Şecâat-nâme’dir. Aruzun fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün<br />

kalıbında, mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır. Gazavatname türünde kaleme<br />

alınan eser, 1587 yılında tamamlanmış, 44 6982 beyitten oluşmaktadır.<br />

39<br />

Abdurrahman Şeref, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası’nda kaleme aldığı Özdemiroğlu Osman<br />

Paşa’ya dair makalede Osman Paşa’yı Çerkez asıllı göstermektedir. Bkz. a.g.m., s.1289.<br />

40<br />

Şecâat-nâme’de Âsafî’nin kardeşinin şehit edilişine dair bir minyatüre yer verilmiş olması da bu<br />

bilgimizi doğrulamaktadır. Bkz. Şecâat-nâme, vr.188b, 50. minyatür<br />

41<br />

Peçevi İbrahim Efendi, a.g.e., C.II, s.74.<br />

42<br />

Gelibolulu Âlî, Nusretnâme, Nuruosmaniye Ktp., nu. 4350, vr.121b.<br />

43<br />

(3b)<br />

44<br />

Âsafî, Şecâat-nâme’nin yazılış tarihini aşağıdaki tarih kıtasıyla belirtmektedir:<br />

Bu neberd-i zâl-i dehrin nazm olan dîvânınun<br />

Başdan zîbâca bir dîbâcedir ser-nâmesi<br />

Âsafî dîbâcesin zerle yazarken hâmesi<br />

Didi târîhin anın Dalın Şecâ’at-nâmesi sene : 995 (1587) (6b)


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 85<br />

Şairin:<br />

‘Özrimi bilsünler itsünler ‘itâb<br />

İbtidâ nazmım-dırır işbu kitâb (6966)<br />

şeklindeki sözleri Şecâat-nâme’nin ilk eseri olduğunu ortaya koymaktadır. Gerek<br />

kendisinin gerekse kaynakların başka bir eserine işarette bulunmamaları bir<br />

başka eserinin olmadığını göstermektedir. 45<br />

Şecâat-nâme, plan olarak klasik mesnevi kurgusu hususiyetlerine yakın olmakla<br />

birlikte mesnevilerde ender rastlanan mensur bir dibace ile başlamaktadır.<br />

Dibaceyi gazavatname türünün özelliğine uygun olarak yer verilmiş iki<br />

fihrist takip etmektedir. Fihristlerin ilki Özdemiroğlu Osman Paşa önderliğindeki<br />

önemli savaşları ve bu dönemdeki önemli olayları, ikincisi de Âsafî’nin<br />

başından geçen kayda değer hadiseleri özetlemektedir. Ardından 23 beyitlik<br />

besmele ve tevhit, 6 beyitlik na’t, 12 beyitlik dört halifeye övgü, 27 beyitlik Sultan<br />

III. Murad’a methiye ve Özdemiroğlu Osman Paşa’nın biyografisine yer<br />

verilmektedir. Şecâat-nâme’nin girişinde münacat, miraciye ve sebeb-i telif kısımlarına<br />

yer verilmemiştir.<br />

Âsafî, eserini Sultan III. Murad adına kaleme almıştır. Padişahtan en büyük<br />

beklentisi Şecâat-nâme vesilesiyle yeni bir beylerbeylikle lütuflandırılmaktır.<br />

“İnşâllahü te’âlâ bu bende-i kemterlerinün ‘ilm-i nazm ü inşâda bizâ’atı ve fenn-i şimşîr<br />

ve şecâ’atda sanâ’atını belki bir cânibe serdâr idüp göndermege liyâkatını müşâhede<br />

buyurduklarında ümmîd-dârem ki bilâ-sebeb elimden alınan Kefe beglerbegiliginden<br />

dahi güzîde bir beglerbegilik ‘inâyet buyurılup ser-hadd-i a’dâya irsâl kılalar ve’l-hâsıl<br />

zannım budur ki bu kulları nâ-murâd konulmayup mekârim-i cezîle-i nâmütenâhîlerine<br />

lâyık ve sezâ-vâr ve bir ‘âlî mansıb ile behre-dâr ve kâm-kâr buyuralar...”<br />

46 yollu sözleri bunun bir delilidir. Âsafî’nin bu sözlerinden Kefe beylerbeyliğinden<br />

daha güzide bir beylerbeylik talebi açıkça anlaşılmakla birlikte<br />

“ser-hadd-i a’dâya irsâl kılalar” deyişiyle sınır boylarındaki mücadele dolu hareketli<br />

yaşantıya yeniden kavuşma özlemi de hissedilmektedir.<br />

Şecâat-nâme’nin muhtevasının ağırlıklı bölümünü Sultan III. Murad dönemi<br />

Osmanlı Şark seferleri oluşturmaktadır. Bu çerçevede Özdemiroğlu Osman Paşa’nın<br />

fetihleri de methedilmektedir. Eserin asıl konusunu 1578 yılında kazanı-<br />

45<br />

Agah Sırrı Levend: “Müellif yine önsözde, daha evvel yazmış olduğu başka bir eserden şu satırlarla<br />

bahsediyor: “Asafî mahlas olan bende-i kemterleri, müşârü’n-ileyh ‘Osmân Pş.nun ... otuz kırk cüz bir<br />

kitâb ve seksen sekiz yerde nakş-ı Mânî-nişân ile musavver meclis-i müstetâb tasvîr olunub, bahr-ı<br />

Mesnevî-i Ma’nevî üzre nazm eylemişlerdür.” ifadelerine yer vererek yanılgıya düşmektedir. Bkz.<br />

a.g.e., s.89.<br />

46<br />

(3b)


86 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

lan Çıldır Zaferi’yle 1585 yılında Özdemiroğlu Osman Paşa’nın ölümü arasında<br />

geçen olaylar oluşturmaktadır. Âsafî, eserini duyup işittikleri ile değil bizzat<br />

tanık olduğu olayları kaleme alarak oluşturmuştur. Eserde konu edilenler olayı<br />

yaşayanla anlatan aynı kişinin kaleminden çıkmış olma özelliğine sahiptir. XVI.<br />

yüzyıl Osmanlı Şark coğrafyasında yaşanan pek çok mühim hadiseyi tafsilatlı<br />

biçimde kaydeden Şecâat-nâme, edebiyatımızın önemli gazavatname örneklerinden<br />

biri olmakla birlikte aynı zamanda manzum bir tarih eseri niteliğindedir.<br />

Özdemiroğlu Osman Paşa’nın ölümü bahsiyle Şecâat-nâme’nin asıl konusunu<br />

tamamlayan Âsafî, ardından hatime bölümüne yer vermektedir. Bu bölümde<br />

eserin yazılışına ve bitiriliş tarihine dair bilgiler bulunmaktadır. Eser, dua<br />

kısmıyla son bulmaktadır.<br />

Şecâat-nâme’nin Türkiye kütüphanelerinde mevcut iki nüshası bulunmaktadır.<br />

İlki İstanbul <strong>Üniversitesi</strong> Kütüphanesi TY. 6043 numarada kayıtlı bulunmaktadır.<br />

Mensur bir dibaceyle başlayıp manzum metinle devam eden nüsha<br />

harekeli, nesih hatla kaleme alınmış, toplam 289 varaktır. Mensur dibacenin her<br />

sayfasında 19 satır, manzum bölümün her sayfasında ise iki sütun halinde 15<br />

satır yer almaktadır. Nüshanın önemli bir özelliği metinle başarılı bir şekilde<br />

ilişkilendirilmiş minyatürlere sahip bulunuşudur. Nüshanın tümü içeresinde<br />

toplam 77 minyatür yer almaktadır. İstanbul’da Ali b. Yusuf tarafından 1586<br />

yılında istinsah edilmiştir. Şecâat-nâme’nin bir diğer nüshası da Topkapı Sarayı<br />

Müzesi Kütüphanesi Revan 1301 numarada yer almaktadır. Harekeli nesih bir<br />

hatla kaleme alınan nüshanın mensur dibace ve manzum metninin her sayfasında<br />

15 satır yer almakta olup 318 varaktır. Üniversite nüshasına göre oldukça<br />

özensiz olan bu nüshada minyatür bulunmamaktadır. 47 1587 yılında istinsah<br />

edilen bu nüshanın da müstensihi Ali b. Yusuf’tur.<br />

Edebî Şahsiyeti:<br />

Âsafî, tek eseri Şecâat-nâme’de ortaya koyduğu edebî kimliği ile yeterince<br />

adından söz ettirebilmiş değildir. Devlet hizmetinde yükselme arzusuyla XVI.<br />

yüzyıl Şark seferlerinin cereyan ettiği coğrafyada kültür hayatından ve kültür<br />

merkezlerinden uzakta bir ömür geçirmek durumunda kalan şair, edebî şahsiyetini<br />

ispata pek olanak bulamamıştır. Adeta canla başla çalıştığı devlet kade-<br />

47<br />

Fehmi Edhem Karatay, “Bu eser saraya girmeden evvelki sahibi Mustafa Kapudanın elinde iken birçok<br />

minyatürlü sahifeleri sökülerek alınmış ve yerlerine başka bir yazı ile metin yazdırılarak resim yerlerinin<br />

boş bırakılmış olduğu bariz bir surette görülmektedir.” bilgisini aktarmaktadır. Bkz. Fehmi<br />

Edhem Karatay, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Kataloğu, C.I, İstanbul 1961,<br />

s.233.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 87<br />

melerinde yüksek mevkilere ulaşamaması ve Şecâat-nâme’den başka bir eser<br />

kaleme almamış olması da isminin geri planda anılmasına sebep olmuştur.<br />

Gerek devlet hizmetinde gerekse edebî sahada hak etttiği yeri alamayan<br />

Âsafî, nazım ve nesirde kendine güvenen bir şairdir. Şecâat-nâme’nin dibacesinde<br />

sarfettiği “...le’âl-i nesrimi dahi nizâm-ı nazmıma karîn ve bu iki zâde-i tab’ımı<br />

şâhidîn-i ‘âdileyn idüp min-ba’d da’vâ-yı ma’rifet itdigimce nazm u nesrim gibi iki zîbâ<br />

şâhid ve sıdk-makâle güvâh olmaga müsâ’id olalar” 48 sözleri ve<br />

Çok kulun ma’rifete kâdir olur<br />

Sâhib-i seyf ü kalem nâdir olur<br />

Şi’r ü inşâ diseler var fenim<br />

Sadr-ı heycâda yirim var benim<br />

(5b)<br />

(5b)<br />

dizeleri Âsafî’nin şiir ve inşada kalemine olan güvenini ispatlar niteliktedir.<br />

Âsafî’nin edebî yönüne ilişkin bu kendi değerlendirmeleri yanında XVI.<br />

yüzyıl tarih ve edebiyat sahasının önemli simalarından Gelibolulu Âlî’nin de<br />

Künhü’l-Ahbâr ve Nusretnâme adlı eserlerinde birtakım değerlendirmeleri bulunmaktadır.<br />

Âlî, Âsafî’nin ilmi yeterliliği yanında şiir ve inşaya muktedir bir şair olduğunu<br />

belirtmektedir. Âlî, “... bir kâmil-i melek-hısâl ve şi’r ü inşâya kâdir sâhib-i<br />

kemâl idi.” 49 ve “...istikâmet-i tab’la merdüm-perdâz ve beyne’l-akrân her cihetle<br />

mu’ayyenü’l-mikdâr u mümtâzdur...” 50 ifadeleriyle Âsafî’nin edebî şahsiyetine<br />

olan takdirini, “...vâkıf-ı rumûz-ı ma’nevî ve mütercim-i ebyât-ı Mesnevi...” 51 sözleriyle<br />

de Mesnevi’yi tercüme edebilecek kadar Farsça bildiğini ortaya koymaktadır.<br />

Âsafî hakkındaki tespitlerini “... niçe yıllar mütelemmiz ü nefâyis-i fevâyid-i<br />

şi’r ü inşâmızdan gâh u bî-gâh mütelezziz olmış idi.” 52 sözleriyle sürdüren Âlî,<br />

Âsafî’nin edebî şahsiyetinin oluşumunda katkısı bulunduğundan da bahsetmektedir.<br />

Âsafî ve Âlî’nin Lala Mustafa Paşa’nın himayesinde bir dönem birlikte<br />

görev almış, çağdaş iki şair olmaları bu görüşü muhtemel kılmakla birlikte<br />

Âsafî’nin böyle bir tespiti doğrular hiçbir kaydı yoktur.<br />

48<br />

(4a)<br />

49<br />

Gelibolulu Âlî, Nusretnâme, vr.121b.<br />

50<br />

Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr, vr. 241b.<br />

51<br />

Gelibolulu Âlî, a.e., vr.241b.<br />

52<br />

Gelibolulu Âlî, Nusretnâme, vr.121b.<br />

Cornell H. Fleischer de bu sözlerden hareketle Âsafî’nin Gelibolulu Âlî’nin öğrencisi olduğunu<br />

belirtmektedir. Bkz. a.g.e., s. 84.


88 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Âsafî’nin Şecâat-nâme’de ortaya koyduğu edebî şahsiyetini Gelibolulu<br />

Âlî’nin görüşleri ile birlikte değerlendirdiğimizde, Âsafî’nin dini, ilmi ve edebî<br />

sahada kendini yetiştirmiş, âlim bir şair olduğu hükmüne varmak zor değildir.<br />

Eserinden Mevlâna, Hafız ve Şeyh Sadi’yi okuduğu anlaşılan Âsafî, ayet ve hadislerden<br />

muhtevaya uygun yaptığı iktibaslarla dini ilimlere ve tasavvufa vakıf<br />

bir şair kanaati uyandırmaktadır. Şecâat-nâme’de mevzuya gayet uygun şekilde<br />

yer verdiği Mesnevi’den kimi hikâyelerle 53 Mevleviliğe ve dolayısıyla Mevlâna’ya<br />

olan muhabbetini ortaya koymaktadır.<br />

Âsafî, şiir tekniğini iyi bilen, geniş kültüre sahip bir şairdir. Şecâat-nâme’de<br />

duru bir Türkçeyle nazmedilmiş beyitlerindeki vezin kusurlarının azlığı vezne<br />

olan hâkimiyetinin, mesnevi içerisinde gazel formunda manzumelere yer verişi<br />

de klasik şiirin farklı nazım şekilleriyle manzumeler yazabileceğinin bir göstergesidir.<br />

54 Şecâat-nâme’de yer yer lirik, didaktik ve pastoral anlatımlarla akıcı kıldığı<br />

kendine has üslubunu atasözleri, deyimler, ayet ve hadis iktibaslarıyla<br />

zenginleştirmesi geniş bir kültüre ve şairlik perspektifine sahip olduğuna işaret<br />

etmektedir. Tarihî hadiseleri anlatırken konuya zenginlik ve çeşitlilik katmak<br />

amacıyla istitrâd yollu aktardığı kimi kıssa ve hikâyelerle de okuyucunun ilgisini<br />

canlı tutmayı başarmaktadır. Bu nitelikleri göstermektedir ki Âsafî, farklı<br />

şekil ve muhtevalarda eser kaleme alabilecek kudrete sahip bir şairdir.<br />

Âsafî’nin edebî şahsiyetinde dikkati çeken hususlardan biri de dile olan hâkimiyetidir.<br />

Gayet sade ve anlaşılır bir dille kaleme aldığı eserinde sahip olduğu<br />

kelime zenginliğinden istifadeyle hiç zorlanmadan, kolaylıkla söylenilmiş<br />

izlenimi uyandıran beyitleri buna bir göstergesidir. Bu meziyeti ona kafiye ve<br />

redif konusunda da kolaylık sağlamış, böylelikle şiirinin ahenk düzeyini rahatlıkla<br />

artırabilmiştir.<br />

Taş yuvarlarlar idi başlarına<br />

Karşu baş korlar idi taşlarına (1894)<br />

Dillerinde pend ile yir eyledi<br />

Her birin bir pend ile şîr eyledi (2751)<br />

53<br />

Âsafî’nin Şecâat-nâme’de Mesnevi’den istitrad yollu aktardığı hikâyeler için bkz. “Padişah ve<br />

Derviş” vr. 4b-6a, “Kedi ve Kuş” vr. 48b-49a.<br />

54<br />

Şecâat-nâme’nin kurgusu dâhilinde klasik mesnevi kurgusu dışında değerlendirilebilecek gazel<br />

nazım şekliyle yazılmış 4 farklı manzume daha yer almaktadır:<br />

Gazel I (24a)<br />

Gazel II (27b)<br />

Gazel III (39a)<br />

Gazel IV (61b)


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 89<br />

beyitlerinde iç kafiye, redif ve aliterasyonlarla bezenmiş bir söyleyiş Âsafî’nin<br />

şiir diline olan hakimiyetine ve sanatçı kişiliğine ispat niteliğindedir.<br />

Dile hâkim bir şair olduğu şüphe götürmeyen Âsafî, şahit olduğu olayları<br />

hikâye edişte kendine özgü, belirgin bir üslup da ortaya koymaktadır. Bu hususta<br />

dikkati çeken belirgin özellik, kimi kez atasözleriyle desteklenmiş, bir takım<br />

nasihatlarda bulunmayı amaçlayan hakîmâne bir üsluba sahip oluşudur.<br />

Şecâat-nâme’de açık bir biçimde hissedilen hakîmâne üslup oldukça hikemî söylemlerle<br />

ortaya konmuş pek çok beyitte göze çarpmakadır:<br />

Sınsa baş börk içredür dirler ezel<br />

Kol sınarsa yen içindedür mesel (1048)<br />

Fursatı fevt itme ‘ömrün fevti var<br />

Nükte fehm eyle cihânun mevti var (1506)<br />

Yegdir ölmek kişi yahşı nâm ile<br />

Sag kalmakdan ise âlâm ile (3943)<br />

Sen sag ol dünyâda mâl olsun giden<br />

Tâ vücûdun var helâl olsun giden (4543)<br />

Her ne yirde dâne var dâm andadır<br />

Dut kanâ’at gûşesin kâm andadır (4803)<br />

Âsafî, söz sanatlarını da ustalıkla kullanan bir şairdir. Şecâat-nâme’de:<br />

San’at-ı şi’riyye gerçi bunda yok<br />

Ehl-i rezme kıssasından hisse çok (6967)<br />

şeklindeki ifadesiyle eserini sanat yapmak adına kaleme almadığını belirtse de<br />

edebî sanatlara başarılı bir şekilde yer vermektedir. Kısa ve özlü söyleyiş içerisinde<br />

kimi kıssa ve olaylara işarette bulunduğu telmihlerle manaya derinlik<br />

kazandıran, oldukça çetin geçen savaşları anlatırken sıkça başvurduğu mübalağalarla<br />

okuyucuyu kolayca olayın havasına sokan, hoşlanarak kullandığı cinas,<br />

tarsi ve aliterasyonlarla Türkçenin ses olanaklarından layıkıyla istifade edebilen<br />

Âsafî, eserinde sözü sanatlı söylemekteki maharetine yeter bir delil ortaya koyabilmektedir.<br />

Böylelikle anlatımındaki doğallığını söz sanatlarıyla ustaca yoğurması,<br />

tarihî hadiselerin kuru bir ifadeyle değil şairane bir uslupla karşımıza<br />

çıkmasını sağlamaktadır.


90 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Âsafî’nin edebî kişiliği çerçevesinde nazmı yanında nesrinin de yeri bulunduğunu<br />

belirtmek gerekir. Şecâat-nâme’ye eklemiş olduğu mensur dibacede inşa<br />

sanatındaki kabiliyetini ortaya koymaktadır. Yer yer secilerle bezenmiş, berrak<br />

bir dille kaleme aldığı dibaceden akıcı ve ahenkli bir nesir üslubuna sahip olduğu<br />

kolaylıkla hissedilebilmektedir.<br />

Sonuç:<br />

Mevlâna’nın engin fikirlerinden beslenen Mevlevilik, Mevleviliğe mensup<br />

şairlerin oluşturduğu Mevlevi edebî muhiti dâhilinde pek çok şairin yetişmesine<br />

vesile olmuştur. Gelenek dâhilinde, bir tarikata intisabıyla bilinen divan şairlerinin<br />

iltifat ettikleri tarikatların başında yer alan Mevleviliğin XVI. yüzyılda<br />

yetiştirdiği şairlerden biri de Âsafî’dir.<br />

Mevlevi kimliği yanında muharip bir asker, bir devlet adamı olarak da bilinen<br />

Âsafî, ömrünün mühim bir safhasını Kafkasya gibi zor bir coğrafyanın her<br />

an yeni tehlikelere gebe, hareketli sınır boylarının bitip tükenmek bilmeyen<br />

mücadeleleri içerisinde geçirmiştir. Onun hayatı, devlet hizmetinde şaibesiz ve<br />

haklı bir yükselişin gerçek öyküsüdür. Özdemiroğlu Osman Paşa’nın maiyetinde<br />

dürüstlük içinde, durmak nedir bilmeden, tam bir görev aşkıyla çalışan<br />

Âsafî; kâtiplikten tezkirecilik, defterdarlık, sancakbeyliği ve beylerbeyliğe doğru<br />

giden haklı yükselişiyle en müşkil durumlarda dahi kendisine sonsuz derecede<br />

güven duyulabilecek, cesur bir görev adamı portresi çizmiştir.<br />

Âsafî’nin bizzat tanık olduğu olayları kaleme alarak ortaya koyduğu Şecâatnâme,<br />

edebiyatımızın önemli gazavatname örneklerindendir. Sultan III. Murad<br />

dönemi Şark seferlerini ve Kafkasya fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa’nın bu<br />

coğrafyadaki fetihlerini tafsilatlı şekilde konu edinen Şecâat-nâme, edebî açıdan<br />

olduğu kadar tarihî açıdan da kayda değer bir eserdir.<br />

Âsafî; sade ve akıcı dili yanında, hakîmâne bir üslup içerisinde söz sanatlarını<br />

ve Türkçenin ahenk olanaklarını kullanmaktaki ustalığıyla da dikkati çekmektedir.<br />

Tek eseri Şecâat-nâme’de ortaya koyduğu edebî kişiliği ile Türk dilinin<br />

ve klasik şiirin olanaklarını kullanmaya vakıf bir şair görünümü sergilemektedir.<br />

©


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 91<br />

KAYNAKLAR:<br />

Abdurrahman Şeref, “Özdemiroğlu Osman Paşa”, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası,<br />

C.III-IV, İstanbul 1329, s. 1289-1516.<br />

Alî-Şîr Nevayî, Mecâlisü’n-Nefâyis-I (Haz. Kemal Eraslan), Ankara 2001.<br />

Babinger, Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, (Çev. Coşkun Üçok), Ankara<br />

2000.<br />

Çerçi, Faris, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Künhü’l-Ahbâr’ında II. Selim, III. Murat ve III.<br />

Mehmet Devirleri, C.II, Kayseri 2000.<br />

Danişmend, İsmail H., İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.III, İstanbul 1971.<br />

Eravcı, Mustafa, “Dal Mehmed Çelebi Âsafî”<br />

http://www.ottomanhistorians.com/database/html/dalmehmed2.html<br />

Eroğlu, Süleyman, “Âsafî’nin Şecâat-nâmesi (İnceleme-Metin)” (Yayımlanmamış Doktora<br />

Tezi), Uludağ <strong>Üniversitesi</strong> Sosyal Bilimler <strong>Enstitüsü</strong>, Bursa 2007.<br />

Ertaylan, İsmail H., Gazi Geray Han Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1958.<br />

Fleischer, Cornell H., Tarihçi Mustafa Âlî Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, İstanbul<br />

2001.<br />

Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr, Nuruosmaniye Ktp., nu. 3409.<br />

Gelibolulu Âlî, Nusretnâme, Nuruosmaniye Ktp., nu. 4350.<br />

Gölpınarlı, Abdülbaki, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983.<br />

Horata, Osman, “Mevlâna ve Divan Şairleri”, Hacettepe <strong>Üniversitesi</strong> Edebiyat Fakültesi<br />

Dergisi, Özel Sayı, (1999), s.43-56<br />

İpekten, Haluk, - İsen, Mustafa, - Toparlı, Recep, - Okçu, Naci, - Karabey, Turgut,<br />

Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Ankara 1988.<br />

İsen, Mustafa, “Divan Şairlerinin Tasavvuf ve Tarikat İlişkileri”, Ötelerden Bir Ses,<br />

Ankara 1997, s.209-220.<br />

Karatay, Fehmi Edhem, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Kataloğu,<br />

C.I, İstanbul 1961.<br />

Kınalızade Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş- Şuara, (Haz. İ. Kutluk), C.I, Ankara 1989.<br />

Kırzıoğlu, M. Fahrettin, Osmanlılar’ın Kafkas Ellerini Fethi, Ankara 1993.<br />

Kütükoğlu, Bekir, Osmanlı-İran Siyasi Münasebetleri, İstanbul 1993.<br />

Levend, Agah Sırrı, Gazavatnameler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavatnamesi, Ankara,<br />

2000.<br />

Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, (Haz. Nuri Akbayar), C.VI, İstanbul 1996.<br />

Mehmet Nail Tuman, Tuhfe-i Nâilî Divân Şâirlerinin Muhtasar Biyografileri, (Haz. Cemal<br />

Kurnaz-Mustafa Tatçı), C.I, Ankara 2001.


92 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Parlatır, İsmail, “Veled Çelebi’nin Türk Dili Adlı Sözlüğünde Mevlâna İle İlgili Sözleri<br />

ve Yorumları”, Uluslararası Mevlâna Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara 2000,<br />

s.191-196.<br />

Peçevi İbrahim Efendi, Peçevi Tarihi, (Haz. Bekir Sıtkı Baykal), C.II, Ankara 1999.<br />

Rahimizâde Harîmî İbrahim Çavuş, Zafernâme-i Sultân Murâd Hân, İstanbul <strong>Üniversitesi</strong><br />

Ktp. Türkçe Yazmalar, nu. 2372.<br />

Selânikî Mustafa Efendi, Selânikî Tarihi, (Haz. Mehmet İpşirli), C.I, Ankara 1999.<br />

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.I, Dergah Yayınları, İstanbul 1977.<br />

Yeniterzi, Emine, Sevginin Evrensel Mühendisi Mevlâna, Ankara 2008.<br />

Zeyrek, Yunus, Tarih-i Osman Paşa, Ankara 2001.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 93<br />

Türk Orta Asyasında Budizm *<br />

Buddhism in Turkish Central Asia<br />

Hans J. KLIMKEIT<br />

Çeviren: Mehmet T. BERBERCAN **<br />

ÖZET<br />

Bu makalede, Türk Orta Asyasına yayılarak Türk kitleleri tarafından benimsenmiş bir<br />

inanç sistemi olan Budizm ele alınmış ve bu inanç sisteminin tarihî süreç içinde, Türk dili ve<br />

kültürü üzerinde oluşturduğu etkiler çeşitli yönleriyle ortaya konulmuştur. Türk Budist<br />

edebiyatının nitelikleri ve geçirdiği gelişim süreci belirtilerek Budizm’in İslamiyet öncesi<br />

Türk edebiyatındaki yeri açıklanmıştır.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Budizm, Budist, Türkler, Türkçe, Orta Asya<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

In this article, the spread of Buddhism amongst the Turkish populace at large in Turkish<br />

Central Asia and the effects of Buddhism on Turkish language and culture are exposed from<br />

the assorted aspects in the historical perspective. Additionally, the characteristics of Turkish<br />

Buddhist literature and its development are specified in detail, and the place of Buddhism in<br />

Pre-Islamic Turkish literature is elucidated.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Buddhism, Buddhist, Turks, Turkish, Central Asia<br />

*<br />

Hans-J. KIimkeit “Buddhism in Turkish Central Asia”, Numen, Published by BRILL, Vol. 37,<br />

Fasc. 1, Jun. 1990, s. 53-69.<br />

**<br />

İstanbul <strong>Üniversitesi</strong> Sosyal Bilimler <strong>Enstitüsü</strong> Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi.


94 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

Altay bölgesinden İç Asya’ya doğru yönelen Türkler, 6. asrın ortalarında<br />

Orta Asya steplerindeki varlıklarını kuvvetle hissettirmeye başladılar. 1 Dinleri<br />

gök, toprak ve atalara saygı gibi kültlerden oluşan bir dindi. 2 Kuzeydoğu<br />

Çin’den Aral Gölünün doğu kesimlerine kadar uzanan geniş bir bölgede ilk<br />

Türk kağanlığını kuranlar Türküt Türkleridir. Bir süre sonra bu kağanlık pek<br />

çok step hanedanlığının paylaştığı ortak yazgıdan kurtulamayarak doğu ve batı<br />

olmak üzere ikiye bölündü. Kağanlığın kurucusu ve devletin doğu kanadının<br />

ilk hükümdarı olarak Bumin Kağan (ölm. 552) kabul edilir. Kardeşi İstemi ise<br />

devletin batı kanadının hükümdarıydı. Bumin’den evvelki kağanların adları<br />

bilinmesine rağmen Eski Türkler, Bumin ve onun kardeşi İstemi’yi Türk devletinin<br />

kurucu babası olarak görmekte ve onların yönetimine tanrısal bir kutsiyet<br />

atfetmekteydiler. Költigin yazıtında zikredildiği gibi “Üstte mavi gök, altta yağız<br />

yer yaratılınca, ikisinin arasında insanlık yaratılmış ve insanlığı yönetmek üzere atalarım<br />

Bumin Kağan ve İstemi Kağan başa geçmiş. Onlar başa geçerek Türk milletinin<br />

ülkesini ve töresini düzene sokmuşlar.” 3 Bu sözler, 680 yılından sonra kurulan ikinci<br />

Türk imparatorluğunun büyük hükümdarlarından Bilge Kağan tarafından<br />

söylenmiştir. Bilge Kağan bu yazıtta, imparatorluğun ilk kağanlarının bilgeliğini<br />

ve cesaretini övmekte ve onların Çin ve Tibet ile olan ilişkilerinden bahsetmektedir.<br />

Bu yazıtta Budizm ve bu dinin tesiriyle ilgili olarak herhangi bir söz<br />

geçmemektedir. Birinci devletin ikiye bölünmesiyle kurulan iki yeni devletin<br />

(Batı ve Doğu), bu dinle kurduğu bağlantı ve bu dini tanıması farklı şekillerde<br />

olmuştur.<br />

Kuvvetli ihtimale göre, ilk devletin batı kesimindeki Türkler, Budizm ile<br />

daha önce tanışmışlardı. Çünkü bu din, o devirlerde batı Türklerinin hakim<br />

olduğu bölgelerde, kitlelere yayılmak için gereken yolları çoktan tesis etmişti.<br />

1<br />

Orta Asya’da Türklerin ortaya çıkışı ve tarihi için cf. B. Spuler, “Geschichte Mittelasiens seit dem<br />

Auftreten der Turken”, HO I, 5,5 (Leiden- Köln, 1966), pp. 123-310.<br />

2<br />

Eski Türklerin dinlerine bir bakış of. A. von Gabain, “Inhalt und magische Bedeutung der<br />

alttürkischen Insehriften”, Anthropos 48 (1953), pp. 537- 556; J.-P. Roux, “Les religions dans les<br />

sociétés Turko-Mongoles”, Revue de l’histoire des reilgions CCI (1984), pp. 393-420; J.-P. Roux, La<br />

religion des Turcs el des Mongols. (Paris 1984). (Bibliothéque Historique, Collection d’Histoire<br />

des Religions). J.-P. Roux, ‘Turkic Religions’, içinde: The Encyclopedia of Religion, ed. M.<br />

Eliade. Vol. 15. (New York-London, 1987), pp. 87-94.<br />

3<br />

T. Tekin, A Grammar of Orkhon Turkic. (The Hague, 1968). (Indiana University Publications,<br />

Uralic and Altaic Series, yol. 69), p. 232 (Türkçe metinler) and 263 (İngilizce tercüme). Eski<br />

Türk tarihi için cf. Spuler, op. cit, pp. 127ff. and K.-H. Golzio, Kings, Khans and other Rulers of<br />

Early Central Asia. (Köln, 1984). (Arbeitsmaterialien zur Religionsgeschichte 11), pp. 60f.<br />

Bumin’den önceki dört hükümdarın isimleri.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 95<br />

Mutlak bir kanıt elimizde olmadığından, o devirde yaşayan batı Türklerinin<br />

Budizm’i kabul ettiklerini gösteren bir kesinlik söz konusu değildir. Ancak, batı<br />

Türkleriyle meskun Kapisa (Begram) bölgesinde, Türk kağanlığınca kurulmuş<br />

bir takım Budist tapınaklar olduğunu öğreniyoruz. 4 Çinli rahip Wu-k’ung, 759<br />

ve 764 yıllarında ziyaret ettiği Gandhara’da, Türk kağanlarınca inşa ettirildiğini<br />

düşündüğü Budist ibadethaneler keşfetmiştir. 5 629’da, bütün Orta Asya’yı gezen<br />

Hsüan Tsang, Budizm’in o yıllarda Türkler arasında yayıldığına ilişkin hiçbir<br />

şey zikretmemiş, aksine Türk kağanlarının kendi inançlarına bağlı olduklarını<br />

belirtmiştir. A. von Gabain’e göre Hsüan Tsang’ın öncelikli emeli Çinli ve<br />

Hintli Budistlerle tanışmaktı. 6 Bununla beraber, onun diğer etnik gruplara bağlı<br />

Budistlerle de temas kurmuş olduğunu biliyoruz.<br />

Türk Kağanlığına ve özellikle onun batı kesimine dönersek, hakikaten de<br />

bu kesimin batıdaki ve güneydeki toprak sınırlarının tam olarak nerelere uzandığını<br />

bilmiyoruz. Dikkat çeken nokta şu ki, Ceyhun nehri, Sasaniler ile Batı<br />

Türk Devleti’nin arasında sınır görevi üstlenmiş 7 ve bilinenlere göre, 6. asırda<br />

Batı Türk Devleti’nin sınırları içine girdiği muhtemel olan Afganistan topraklarında<br />

sağlam biçimde kök salmıştı.<br />

Doğu Türk Devleti’nde Çin Budizmi ile temas kurulduğu gözlenir. Çin<br />

kaynaklarında, Batı Wei Hanedanı’nın baş kumandanı ve Kuzey Chou yönetiminin<br />

(556-581) kurucusu Yü-wen T’ai’nin, Ch’ang-an ve başka yerlerde muhtelif<br />

sayıda ibadethane ve manastır inşa ettirdiği ve bu yapıların, hem Çinlilerin<br />

hem de Türklerin ortak kullanımı için yapıldığı zikredilmiş, ayrıca onun “Türklerin<br />

büyük kağanı, Mu-han (553- 572)” için “Türk İbadethanesi” inşa ettirtiği 8<br />

ve Yü-wen T’ai’nin ikinci halefi, Mingti (556-560)’nin bu ibadethanenin kuruluşunu<br />

anma vesilesiyle bir yazıt diktirdiği belirtilmiştir. Bu yazıtta, “Büyük Türk<br />

İ-ni Wen Mu-han, yaz mevsiminde kuruluşu bitirmek için döndü, bu ibadethanenin<br />

yapılması tamamen kutsal bir iştir.” 9 denilerek, Mu-han kağanın askeri vasıfları<br />

övülmüş, Chou sülâlesine yardım ettiği belirtilmiştir ve yazıtın en sonunda Yüwen<br />

T’ai’nin şevk ile din yayıcı misyonerliğinden bahsedilmiştir. Mu-han Kağan’ın<br />

gerçekten Budizm’i benimsediği şüphelidir. Bu yazıt, biraz da Çinlilerin<br />

gerçekleşeni değil de kendi dileklerini yansıtmak istemeleri sebebiyle yazılmış<br />

4<br />

A. von Gabain, “Buddhistische Türkenmission”, Asiatica. Festschrift Friedrich Weller. Zum 65.<br />

Geburtstag gewidmet von seinen Freunden, Kollegen und Schülern (Leipzig, 1954), p. 166.<br />

5<br />

Ibid.<br />

6<br />

A. von Gabain, op. cit.,( n. 4), p. 167. 18 Cf. Laut, op. cit., (n. 11). 65<br />

7<br />

B. Spuler, op. cit., p. 129.<br />

8<br />

A. von Gabain, op. cit., p. 162f.<br />

9<br />

A. von Gabain, op. cit., p. 163.


96 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

olabilir. Ama gerçek şu ki, 6. Asırda, Ch’ang-an’da Türkler için bir Budist tapınağı<br />

inşa ettirilmiştir. Bu durum hatırı sayılır sayıda bir Türk nüfusunun (A.<br />

von Gabain’e göre 6000 kişi) burada yaşamış olduğunu gösteriyor.<br />

Mu-han Kağan’ın halefi, genç kardeşi Tapar Kağan (T’o-po [572-581]) Budizm’e<br />

daha açık bir yapıdaydı. Gerçekten Budizm’i benimsediğini bilmesek de<br />

muhtemelen, onun bu dine tamamen teslim olmaksızın bir ilgi gösterdiği bellidir.<br />

Hakim olduğu toprakların sınırları içinde bir Budist tapınağı inşa ettirmiş<br />

ve T’silerden (Bir Çin Hanedanı) Budizm’i anlatan kitaplar istemiş ve kendisi<br />

için “Nirvanasutra” adlı eseri Türkçeye çevirtmiştir. 10 Bu çeviri, Shi-Ts’ing<br />

adında yüksek rütbeli resmi bir görevli tarafından yapılmıştır. Bu eser, Türkçeye<br />

çevrilen ilk Budist metindir. Budizm ile alakalı bir metnin Türkçeye çevrilmesinde<br />

hayli güçlüklerle karşılaşılması kesindi; çünkü Türkçede, karışık ve<br />

zor Budist terminolojisini ifade edecek kelimeler, anlam karşılıkları bulunmuyordu.<br />

Ayrıca akla gelen başka bir soru, bu metnin hangi alfabeyle yazıldığıydı.<br />

Bu yazı, Orhun yazıtlarındaki Runik yazı mı yoksa, daha muhtemel olarak,<br />

Soğd yazısı mıydı bilinmemektedir. 11<br />

Budizm’in, ilk devletin doğu kesiminde yaşayan Türkler üzerindeki etkisini<br />

daha iyi anlamamızı sağlayacak kanıtlardan biri de beraberindeki yoldaşı keşişlerle<br />

beraber Kapisa’dan (Bugünkü Afganistan’daki Begram şehri) gelen ve eve<br />

dönüş yolu üzerindeki Ch’ang-an’da bir süre kalarak Türklerle meskun bölgelerden<br />

geçen keşiş Jinagupta’dır. Bu keşiş, Tapar Kağan zamanında Türk sarayına<br />

davet edilmiş ve muhtemelen orada Tapar Kağan’a “dharma”yı öğretmiştir.<br />

Hindistan’dan gelen Çinli keşişler, 260 tane Budist yazmayla gelmişler; ancak<br />

Çindeki Ts’i hanedanının çıkardığı kargaşadan dolayı ülkelerine gitmeyi<br />

reddetmişler ve Jinagupta ile beraber kalarak bu 260 yazma üzerinde çalışıp bu<br />

eserleri Çinceye çevirmişlerdi. 12 Bu keşişlerin Türk sarayını etkileyip etkilemediği<br />

üzerinde bilgimiz yoktur.<br />

İlk Türk devletinin sona ermesiyle devletin doğu kanadına hakim olan<br />

Türklerin Çin egemenliğine girmesi neticesinde, Çinliler yaklaşık otuz yıl (650-<br />

682) Orta Asya’ya hükmettiler. Bu otuz yıllık süreden sonra Türkler, tekrar toparlanarak<br />

İlteriş Kağan (ilteriş = derleyen, toparlayan kişi) önderliğinde bağımsızlıklarını<br />

ilan ettiler. Çin kaynaklarına göre İlteriş Kağan “Kutlug = ku-to-<br />

10<br />

A. von Gabain, op. cit., p. 164.<br />

11<br />

A. von Gabain, op, cit., pp. 164f. Eski Türk Budizmi’nde Soğdların rolü - J.P. Laut, Derfrühe<br />

Türkische Buddhismus und seine literarischen Denkmäler. (Wiesbaden, 1986).<br />

(Veröffentlichungen der Societas Uralo-Aitaica, Bd. 21), pp. 1ff.<br />

12<br />

A. von Gabain, op. cit., p. 165.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 97<br />

lo” namına sahipti. Bu kağan, ikinci Doğu Türk Devleti’ni kurdu. Böylece Kök-<br />

Türk Kağanlığı (ya da “Mavi Türkler” veya “Göğe ait, ilahi Türkler”) kurulmuş<br />

oldu. 13 Bu devlet göçebe bir devletti. Çin kültüründen etkilenen Türkler; şehirler,<br />

kasabalar kuruyorlardı. 680’den itibaren, bu yeni devletle beraber, eski göçebe<br />

hayat tarzı yeniden hakim olmaya başladı ve aynı zamanda Çin düşmanlığı<br />

baş göstererek milli bir uyanma hareketi içine girildi. Orhun abidelerinden<br />

anlaşıldığına göre, Költigin yazıtında bir ikaz mahiyetinde olarak, Türkler kendi<br />

eski hayat tarzlarına dönmeye ve bugünkü Moğolistan sınırları içinde olduğu<br />

sanılan Ötüken adıyla bilinen dağlara (ormana) dönmeye teşvik ediliyordu.<br />

14 Bu ikaz, Çin Budizmi’ne yanaşmamayı ve Türklerin öz dini olan Kök-<br />

Tengriciliğe (Göğü ilahi tutan ve toprak ana ‘Umay’ı kutsayan din) dönmeyi de<br />

ima ediyordu diyebiliriz. Her ne kadar daha önceden Budizm’e açılım gösterilse<br />

de 692 ile 735 yılları arasında yazılmış Köktürk yazıtlarında Budizm’in hiçbir<br />

izi yoktur. Ancak bu devirde Soğd Budistleri ile temasa geçileceği görülecektir.<br />

745 yılı civarında, Köktürk imparatorluğu Uygur Türklerinin isyanı sonucu<br />

yıkılacak ve ardından Uygurlar, steplerin yeni bakimi olacaklardı. 15<br />

Uygur devleti, Köl Bilge Kağan tarafından kuruldu (744-747) ve bu hakimiyet<br />

840 yılına kadar sürdü. Kırgızlara yenilen Uygurlar, bu yenilginin ardından<br />

hakimi oldukları toprakları terk ederek iki koldan göçe mecbur kaldılar. Birinci<br />

kol Kansu koridoruna, ikinci kol 850’den 1250’li yıllara kadar hakim olacakları<br />

Turfan Havzasındaki çöl şehirlerine yöneldi.<br />

Budist Türk edebiyatından günümüze ulaşan edebi mahsuller, en fazla<br />

Turfan bölgesinden Hami, Tun-huang ve Sarı Türklerin (Sarı Uygurlar) yerleştiği<br />

Kansu koridoru bölgelerindendir. Her ne kadar 762 yılında, Bögü Kağan<br />

(Mo-gu) Çin’den gelen Maniheist rahiplerle temasa geçmiş ve bu dini benimseyerek<br />

resmi din haline getirmiş olsa da Budist edebi metinlerin bazısı Uygur<br />

Kağanlığı dönemine kadar gitmektedir. 16 Elimizdeki bilgiler neticesinde, Budizm’in<br />

o devirde, bugünün Moğol steplerinde yaşamış Türkler arasında, adı<br />

geçen bölgelere göçlerinden evvel, yaygın olduğu sonucuna varabiliyoruz. İlkin<br />

üç dilli Çince, Uygurca ve Soğdca yazılmış Karabalgasun yazıtında, Uygurların<br />

Maniheizm’i kabul ettiği ve oymalı boyanmış resimlerle iblis figürleri tasvir<br />

edilerek bunların yok edileceği belirtilmiştir. İblis figürleri olarak tasvir edilen-<br />

13<br />

Cf. B. Spuler, op. cit., pp. 136ff.<br />

14<br />

T. Tekin, op. cit., pp. 216f ve 285. Cf. ayrıca Spuler, op. cit., pp. 139ff.<br />

15<br />

Uygurların yükselişi için cf .Spuler, op. cit, pp. 148ff.<br />

16<br />

Cf. S. N. C. Lieu, Manichaeism in the Later Roman Empire and Medieval China. A Historical Survey.<br />

(Manchester, 1985), p. 193.


98 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

lerin bazıları Budizm’e ait figürlerdir. 17 Jens Peter Laut, “Der frühe türkische<br />

Buddhismus und seine literatischen Denkmäler” adlı eserinde, Soğdların Step Türkleri<br />

arasında yaptıkları Budizm propagandasına dikkat çeker. 18<br />

Soğd Budizmi’nin önemli etkisini göstermesi bakımından Bugut yazıtı<br />

önemli kanıttır. 19 İlk Türk devleti zamanından kalan bu yazıt, 580’li yıllarda<br />

yazılmıştır. Bu taş yazıt üzerinde, S. G. Klyashtorny ve V. A. Livsiç araştırmalar<br />

yapmış ve bu araştırmanın sonuçlarını 1972’de yayınlamışlardır. Bu yazıtın üç<br />

yüzü Soğdca olmasına karşın bir yüzü Brahmi harfleriyle yazıldığı belirlenen<br />

Sanskritçe bir metindir. Ne yazık ki bu metin fena halde tahribata uğradığından<br />

çözülememiştir. Ama Budizm konulu bir metin olduğu kesindir. Soğdca yazılmış<br />

kesimlerde tembih içeren şöyle bir ifade vardır: “Büyük yeni bir Samgha kur<br />

!” 20 . Bu ibareden kimin konuştuğu ve kimin adres gösterildiği anlaşılmasa da<br />

yazıttaki bu ibarenin Tapar Kağan’ın bizzat verdiği bir emir olma ihtimali vardır.<br />

Bu metinden çıkarılacak sonuç, Budizm’in yayılmasının teşvik edildiğidir.<br />

Bu yazıt Soğdların Budist inancını Moğol steplerinde yaymak için üstlendikleri<br />

önemli rolü göstermesi bakımından da önemlidir. Bilindiği üzere Soğdlar, İpek<br />

yolu boyunca ticaret ile uğraşan, Semerkand ve Çin arasında kervanlar vasıtasıyla<br />

ticari hayatı ellerine geçirmiş bir halktı. Orhun yazıtlarına göre,<br />

Pulleyblank tarafından da ortaya koyulduğu gibi 21 , Soğdların Türkler arasında<br />

koloniler kurduğunu biliyoruz. 22 Bugut yazıtında gördüğümüz Soğd yazısının<br />

ilk Türk kağanlığı (Köktürkler) tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır. Soğd<br />

yazısının geliştirilmiş bir şeklini kullanmış olan Uygurlar, bu yazıyla oluşturulan<br />

edebiyatın en fazla mahsulünü verenlerdir. Kuzey Chou hanedanına ait yıllıklarda<br />

geçen bilgiler de Soğd yazısının ilk Türk kağanlığı tarafından kullanıldığını<br />

kanıtlamaktadır. Pulleyblank’ın bildirdiğine göre, Chou hanedanına ait<br />

yıllıklarda “T’u-küe dili, hu barbarlarının yazısına benzemektedir” 23 şeklinde bir<br />

17<br />

Cf. G. Schlegel, Die chinesische Inschrift auf dem uigurischen Denkmal in Kara Balgassun.<br />

(Helingfors, 1896). (Memoires de la Société Finno-Ougrienne IX), p. 61. Cf p. 58: “Wiederholt<br />

bedauerten wir dass ihr früher unwissend wart und die Geister Götter [lit Buddhas] nanntet.”<br />

18<br />

Cf. J. P. Laut, op. cit., (n. 11).<br />

19<br />

S. G. Klyashtorny ve V.A. Livsiç, “The Sogdian lnscription of Bugut Revised”, AOH 26 (1972),<br />

pp. 69-102. Bu yazıtın önemi için Laut, op. cit, pp. 3ff.<br />

20<br />

S. G. Klyashtorny / V. A. Livsiç, op. cit, p. 86.<br />

21<br />

E. G. Pulleyblank, “A Sogdian Colony in Inner Mongolia”, T’oung Pao 41(1952), pp. 317-356.<br />

Cf. ayrıca S.G. Klyashtorny, “Sur les colonies sogdiennes de la Haute Asie”, UAJb 33 (1961),<br />

pp. 95-97.<br />

22<br />

Cf. T. Tekin, op, cit., (n. 3), pp. 273 ve 275.<br />

23<br />

Liu, Mau-Tsai, Die chinesıschen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe). Vol.I.<br />

(Wiesbaden, 1958). (Göttinger Asiatisehe Forschungen, Bd. 10), p. 10.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 99<br />

ibare göze çarpmaktadır. Burada geçen “hu” kelimesi o devirlerde İranî kavimler<br />

için, özellikle Soğdlar için kullanılmaktaydı. 24<br />

Soğdların Moğol steplerindeki Türk kağanının sarayına olan politik etkileri,<br />

Pulleyblank tarafından aydınlatılmaya çalışılmıştır. O’na göre bu kavmin etkisi<br />

bütün göçebe milletlerin yaşadığı bölgelere kadar bir yayılma göstermekteydi. 25<br />

Türklerin arasında bulunan Soğdların varlığından Çin, fena halde rahatsızlık<br />

duymaktaydı. 7. asırdan kalan bir Çince metinde şöyle denilmektedir:<br />

“T’u-küeler (Türkler) basit ve kandırılması kolay yapıda insanlardır. Onları yönetmek<br />

ve birbirlerine düşürmek oldukça basittir. Ancak ne yazık ki pek çok şeytan zihniyetli<br />

kurnaz ‘hu’ onların arasında yaşamakta ve onları içten içe yöneterek onlara rehberlik<br />

etmektedir.” 26<br />

Soğdların Türkler arasındaki etkisi pek çok hususta kendini göstermekle<br />

beraber, din bakımından Türklere kuvvetli etkileri olmuştur. Ayrıca burada şu<br />

da vurgulanmalıdır ki, Soğdlar din olarak sadece Budizm’in değil,<br />

Maniheizm’in ve hatta Hıristiyanlığın da propagandasını yapmış olmalıdırlar.<br />

Bu milletin Türkler üzerindeki dinsel etkilerini göstermesi bakımından, bir Uygur<br />

beyinin (Uygur Kağanlığı kurulmadan evvel) kendine Budist bir isim vermesine<br />

“P’u-sa (Bodhisattva) (661/3?)” sebep olacak derecede tesiri bulunmuşsa<br />

da bu durumun bütün esaslarını bilemiyoruz? 27<br />

Soğdların Türkler üzerindeki kültürel etkilerini göstermesi bakımından<br />

Türkçede Soğd dili kökenli oldukça fazla miktarda kelime vardır. Çıkarılan sonuç<br />

şudur ki, Soğdların Türkler üzerinde dinsel etkilerinin yanında seküler<br />

dünyaya ait kültürel etkileri de vardı. 28 J. P. Laut’un da belirttiği gibi, Turfan’da<br />

bulunan Türk edebiyatının en eski yazmalarında aşırı derecede Soğdca ödünç<br />

kelime vardır. Bu Budist metinler daha yakından incelendiğinde, bu metinlerin<br />

sadece linguistik açıdan arkakik özellikler gösterdiğine şahit olunmaz aynı zamanda<br />

Laut’un dediği gibi bu yazılar “Klasik öncesi Türkçe” ile yazılmış olma<br />

24<br />

Pulleyblank, op. cit., pp. 318f.<br />

25<br />

E. G. Pulleyblank, op. cit., pp. 317f.<br />

26<br />

Liu, op. cit., p. 87. 29 Laut, op. cit., pp. 9f.<br />

27<br />

Liu op. cit., p. 351; Spuler, op. cit., p. 149.<br />

28<br />

Cf. K. Röhrborn, “Zum Wanderweg des altindischen Lehngutes im Alttürkischen”, Studien zur<br />

Geschichte und Kultur des Vorderen Orients. Festschrift für Bertold Spuler zum siebzigsten<br />

Geburtstag (Leiden, 1981), pp. 337-343. Tabii ki Türk Budist terminolojisine Soğd ve Tohar etkisinin<br />

yanında Hint etkisi ve artan bir şekilde Çin etkisi de vardı. Cf. K. Röhrborn, “Zur<br />

Terminologie der buddbistischen Sekundär-Überlieferung in Zentralasien”, ZDMG 133 (1983),<br />

pp. 273-296; K. Röhrborn, “Zur Rezeption der chinesisch-buddhistischen Terminologie im<br />

Alttürkischen”, WZKS XXX (1986), pp. 179-187.


100 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

hususiyeti arz eder. Bu yazıların Mani metinlerinin yazıldığı n - diyalektine yakınlığı<br />

göze çarpar. 29 Bu metinlerin bazısı bizi daha eskiye, Uygur Kağanlığı<br />

(745-840) dönemine kadar götürebilir. Dikkat çekici olarak, bu Budist metinlerde<br />

içerik olarak Maniheizm tesiri göze çarpar. 30 Erken devir Türk Budist metinlerinde<br />

Maniheizm’e ait üslup yapısı ve betimleme geleneği göze çarpmaktadır.<br />

31 Örneğin, bu metinlerde zikri geçen “arıġ nom (temiz akide)” ibaresi Hint<br />

Budizmi’nde bulunmayan bir ibaredir. Bu ibarenin Hint Budizmi’ndeki karşılığı<br />

“caratham brahmacāryam (temiz yolu yürümek)”dır. “arıġ nom (temiz akide)”<br />

ibaresi orijinalite açısından Maniheizm’e ait bir ifade tarzıdır. 32<br />

Maniheist betimlemelere, özellikle Budizm’e ait olduğu şüpheli metinlerde<br />

de bolca rastlanır. Örneğin, “Sekiz Yükmek Yaruk Sutra” adlı eserde güneş ve<br />

ay, ordular (saraylar) şeklinde betimlenmiştir. 33 Bu betim tarzı Budist metinler<br />

için olağan dışı bir tarzdır. Manihezimde güneş ve ay kavramının saraylar şeklinde<br />

tasvir edilmesi ve bedeli ödendikten sonra insanı kurtaran mutlak tanrıların<br />

yerleri olarak açıklanması bu kavramların bütün sistemin bir parçası ve bir<br />

kesimi olmasıyla alakalıdır.<br />

Bugüne kadar yayımlanmış Türk Budist metinlerinin bir kısmı çok eski<br />

linguistik özelliklere 34 ve yaygın görüşe göre, Maniheizm’i anımsatan bir içeriğe<br />

sahiptir. Bu metinler şunlardır:<br />

1. “Lotus Sutra”nın en eski nüshası 35<br />

2. “İyi ve Kötü Düşünceli Kardeş Hikâyesi (Kalyanamkara ve Papamkara)”<br />

gibi bazı hikayeler 36<br />

29<br />

J. P. Laut, op. cit., pp. 9f<br />

30<br />

Cf. H.-J. Klimkeit, Die Begegnung von Christentum, Gnosis and Buddhismus an der Seidenstraġe.<br />

(Opladen, 1986). (Rheinisch-Westf. Akad. d. Wiss., Voträge (G 283). Maniheist metinler üzerindeki<br />

Budizm tesiri için cf. H.-J. Klimkeit, “Buddhistische Ubernahmen im iranischen und<br />

turkischen Manichaismus”, W. Heissig ve H.- J. Klimkeit (ed.), Synkretismus in den Religionen<br />

Zentralasiens. (Wiesbaden, 1987), pp. 58-75.<br />

31<br />

Cf. Referanslar için Klimkeit, op. cit., (n. 30), (1986), pp. 46ff.<br />

32<br />

Cf. UigWb, s.v. arıg. Prof. Schmithausen, beni bu Hint teriminden haberdar etti. “arıġ nom”<br />

terimi Psalmları anımsatmaktadır: Ps. 12,7’de Luther’in tercümesinde, “Die Worte des Herrn<br />

sind lauter wie Silber” (The English Revised Standard Version’da (Ps. 12,6), “The promises of<br />

the Lord are promises that are pure...”). Cf. alsa Ps. 18,31 Luther’e göre, “die Worte des Herrn<br />

sind durchliutert”. (Revised Standard Version (18,31):”... the promise of the Lord proves<br />

true”).<br />

33<br />

W.Bang, A. von Gabain ve G. R. Rachmati, “Türkische Turfantexte VI: Das buddhistische Sutra<br />

Säkiz yükmäk”. (Berlin, 1934). (SPAW 1934), pp. 93-192. Cf. pp. 125f.<br />

34<br />

Cf. J. P. Laut, op. cit., p. 11.<br />

35<br />

D. Maue ve K. Röhrborn, “Zur alttürkischen Version des Saddharmapundarika-Sutra”, CAJ24<br />

(1980), pp. 251-273.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 101<br />

3. Buda’nın hayat hikayesini anlatan bazı metin parçaları 37<br />

4. Tibet Yazısıyla yazılmış bir Budizm ilmihali 38<br />

5. “London Scroll (Londra Tomarı)” olarak bilinen Budizm’e ait olduğu<br />

şüpheli Sekiz Yükmek Yaruk Sutra” 39<br />

6. Maitrisimit adıyla bilinen bir eser olan “Maitreya ile Karşılaşma” 40<br />

Bu eser, Türk Budizmi’nin en önemli eserlerinden biridir. Toharcadan Uygurcaya<br />

aktarılan bu eserin kolofonu (eser sonunda eser künyesini bildiren yazı)<br />

eserin orijinal dilinin Hintçe (Enetkek) olduğunu belirtir. Ancak böyle bir eserin<br />

Hintçe orijinali bulunmadığı gibi ne Sanskritçe ne de bir Prakrit diliyle yazılmış<br />

bir örneği vardır. Hatta Tibetçe ya da Çince bir tercümesi de bulunmamaktadır.<br />

Belli olan şu ki, bu eser Tarım nehrinin içinde aktığı Merkezî Asya’da,<br />

Tarım Havzasında yazılmıştır. Bu eser, İslam öncesinde, Kuzey Tarım<br />

Havzası’nda yaşayan Hīnayāna Türklerinin önemli edebi yaratılarından biridir.<br />

41 Eserin sadece Türkçe olan kısımlarında, Jākata ve Avadāna tarzı yazılmış<br />

öykülerle ilişkili olan kesimlerin bulunması, “yangı kün (yeni yıl günü)” için<br />

hazırlanmış tiyatral bir drama olan bu eserin yazarı ya da yazarlarının Klasik<br />

Budist literatürüne geniş ölçekte vakıf kişiler olduklarını göstermektedir. Bu<br />

eserin eski bir nüshası Turfan civarındaki Sangim’de bulunmuş, yazım tarihi<br />

11. asra ait başka bir yazma ise Hami’de bulunmuştur.<br />

Sonuç şu ki, pek çok Budist Türk keşişi, Sanskrit Budist edebiyatına vakıf<br />

kişilerdi. Bu edebiyattan Türkçeye pek çok eser aktardılar. Turfan bölgesinden,<br />

İpek yolunun Tarım havzası havalisine yönelen kuzey ve güney istikametlerinde<br />

bu kategoriden pek çok metin bulunmuştur. Sanskritçeden, Prākritçe (Pāli<br />

36<br />

J. R. Hamilton, Le Conte Bouddhique du Bon et da Mauvais Prince en Version Ouġgoure, Manuscrits<br />

ouġgoures de Touen-Houang. (Paris, 1971). (Mission Paul Pelliot, Documents conservés á la<br />

Bibliothèque Nationale 3).<br />

37<br />

F. W. K. Müller, Uigurica II (Berlin, 191ı). (APAW 1910, Nr. ), pp. 4-7; J. P, Laut, “Ein<br />

Bruchstück einer alttürkischen Buddhabiographie, UAJb, N.F. 3(1983), pp, 38-101.<br />

38<br />

D.Maue ve K, Rohrborn, “Ein ‘buddhistischer Katechismus’ in alttürkischer Sprache end<br />

tibetischer Schrift’. Teil 1: ZDMG 134 (194), pp, 286- 313; Ted II: ZDMG 135 (1985), pp 68-91.<br />

39<br />

W. Bang, A. von Gabain, G. R. Rachmati, op. cit., (no. 33).<br />

40<br />

Ş. Tekin, Maitrisimit nom bitig. Die uigurische Übersetzung eines Werkes der buddhistischen<br />

Vaibhāşika-Schule. 2. Vols. (Berlin, 1980) (Berliner Turfantexte IX); Geng Shimin ve H-J.<br />

Klimkeit, H. Eimer ve J. P. Laut’un katkılarıyla, Das Zusammentreffen mit Maitreya. Die ersten<br />

fünf Kapitel der Hami-Version der Maitrisimit. (Wiebaden, 1988). (Asiatische Forschungen 103)<br />

Cf. ayrıca: Geng Shimin/H.-J. Klimkeit/J. P. Laut, “ ‘Der Herabstieg des Bodhisattva Maitreya<br />

vom Tusita-Götterland zur Erde.’ Das 10. Kapitel der Hami-Handschrift der Maitrisimit”, içinde:<br />

AoF 14 (1987), pp. 350-376; Geng/Klimkeit/Laut, “ ‘Das Erscheinen des Bodhisattva.’ Das<br />

11. Kapitel der Hami-Handschrilt der Maitrisimit’, içinde: AoF 15 (1988), pp. 315-366.<br />

41<br />

Ş. Tekin, op. cit., Vol. I, p. 7.


102 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

dili hariç), Toharca A (Kuchean) ve Çinceden yapılan çok sayıda tercüme bulunmaktadır.<br />

Budist metinleri, daha erken olmasa bile, özellikle 8. ve 9. asırlarda<br />

Çinceden Türkçeye aktarılmıştır. 42 En önde gelen tercümanlardan biri de 10.<br />

asırda yaşamış, Hsüen-tsang’ın biyografisi de dahil olmak üzere çok sayıda tercüme<br />

eseri bulunan, Şingko Şeli Tutung’dur. 43 Tibetçeden Türkçeye yapılan<br />

tercümeler de olmasına karşın, bunlar az sayıda, numunelik tercümelerdir. 44<br />

Türk Budizmi’nin ana merkezi olan Turfan Havzasında Budizm, daha erken<br />

olmasa bile, 4. ve 5. asırda belirmeye başlamış, yaygın görüşe göre, burada<br />

yaşayan Çinlilerce benimsenmiştir. 469 yılında bu bölgede inşa edildiği bilinen<br />

bir Çin Budist tapınağına ait yazıt bu durumu kanıtlar. 45 Bu yazıtta,<br />

Maitreya’nın bir hükümdar olarak selamlandığı bildirilerek Taoist ve<br />

Konfüsyan konsepte dahil mevzular anlatılmıştır.<br />

9. asırda Turfan bölgesine yerleşmeye başlayan Uygurlar, bu bölgede sayıları<br />

gittikçe artan kitleler halinde Budizm’i benimsemişler, eski dinleri<br />

Maniheizm’i bırakmaya başlamışlar; ama buna rağmen bazı Uygur kralları ve<br />

maiyetleri Maniheizm’i benimsemeye devam etmiştir. Bu Uygur krallarının kim<br />

olduğunu ne yazık ki bilemiyoruz. Görünen o ki Maniheizm ve Budizm bir kaç<br />

asır bu bölgede beraber yaşamış ama Budizm’in sayıca artan bir şekilde üstünlüğü<br />

devam etmiş, 46 Turfan’a hakim Uygur beylerinin İslamiyeti kabulleriyle,<br />

15. asırdan itibaren Budizm’in yerini İslamiyet almaya başlamıştır. 10. asrın başlarında,<br />

Koço şehrine gelen Wang yen-te adında Çinli bir temsilci, bu şehirde<br />

sadece bir tane Maniheist tapınağın kaldığını ama elli kadar Budist manastırı ve<br />

Çince Budist metinlerle teçhiz edilmiş bir kütüphane olduğunu belirterek gelişip<br />

kök salan Budist kültürünün bu bölgedeki derin tesirine işaret etmiştir. 47<br />

42<br />

Adı yukarıda geçen The Nirvana-Sütra, 6. asırda tercüme edilmişti.<br />

43<br />

Cf. P. Zieme, “Singqu Säli Tutung - Übersetzer buddhistischer Schriften ins Uigurische”,<br />

Tractata Altaica. Denir Sinor sexagenario ... dedicata. Ed. W. Heissig et al. (Wiesbaden, 1976), pp.<br />

767-773. Cf ayrıca: P. Zieme, “Xuangzangs Biographie und das Xiyuji in alttürkischer<br />

Überlieferung”, içinde: J. P. Laut ve K. Röhrborn (edd.), Buddhistische Erzählliteratur und<br />

Hagiographie in tükischer Überlieferung. Wiesbaden 1990. (Veröffentlichungen der Societas<br />

Uralo-Altaica, Vol. 27), pp. 75-107.<br />

44<br />

Temel olarak Yüan zamanında çevrilen Tantrik metinlerle ilgilidir. G. Kara ve P. Zieme,<br />

Fragmente tantrischer Werke in uigurischer Ubersetzung. (Berlin, 1976). (Berliner Turfantexte VII).<br />

Bununla beraber bazı Mahāyāna metinleri erken devir Tibetçeden çevrilmiştir. Örneğin,<br />

“Altun Yaruq Sutra”. Cf. von Gabain, op. cit,, (n. 4), p. 171.<br />

45<br />

O. Franke, Eine chinesische Tempelinschrift aud Idiqutşahri bei Turfan. (Turkistan). (Berlin, 1907).<br />

(APAW 1907, Anhang: Abhandlungen nicht zur Akademie gehöriger Gelehrter:<br />

Philosophische und historische Abhandlungen), pp. 1-92.<br />

46<br />

A. von Gabain, op. cit., (n. 4), pp. 169ff.<br />

47<br />

Cf. M.A. Stein, Innermost Asia. Vol. II. (Oxford, 1926, repr. Delhi, 1981), pp. 582ff.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 103<br />

Tun-huang’da, duvarlarla çevrili gizli bir kütüphanede, Uygur edebiyatına<br />

ait eserler bulunması, bu bölgede azımsanmayacak sayıda Budist Uygur rahibinin<br />

yaşadığını kanıtlar. Turfan Uygurlarının İslamiyet’e yönelmesiyle Budizm,<br />

sadece Kansu bölgesinde yaşayan Sarı Uygurlar arasında kalmış olmalıdır. 17.<br />

asırda istinsah edildiği belirlenen Sarı Uygurlara ait “Altın Yaruk<br />

(Suvarnaprabhasasutra)” gibi Budist metinlerin bulunması, yalnızca Kansu<br />

bölgesinde Budist geleneğin devam ettiğini gösteren delillerden sayılır. Ayrıca<br />

bazı Uygur metinleri de Etsen-Gol gölü yakınlarında bulunmuştur. 48<br />

Türk Budist metinlerinin yazıldığı yazı, Soğd alfabesinden geliştirilmiş Uygur<br />

yazısıdır. Bazen metinlere, Brahmi harfleriyle yazılmış notların ya da Çince<br />

karakterlerin eklendiği görülür. Uygur yazısı hem yazmalarda hem de basmalarda<br />

kullanılmıştır. Çok az örneği olmakla beraber daha önce zikrettiğimiz gibi,<br />

bazı Budist ilmihallerinin yazımında kullanılmak kaydıyla Tibet yazısından<br />

da istifade edildiği görülür.<br />

Budist Türk edebiyatıyla ilgili olarak 1980 yılında, W. Scharlipp tarafından<br />

bu edebiyatın genel özelliklerini belirten bir çalışma yapılmıştır. 49 O tarihten bu<br />

yana başka çalışmaların da yayınlandığı görülür. 50 Scharlipp, 10., 13. ve 14. asırların<br />

Budist Türk edebiyatının en çok beslendiği devirler olduğunu bildirir.<br />

Türk Budizmi ile ilgili eserlerin bazısının nüshasının bol olduğu ve l00’den fazla<br />

hatta 300’e varan yaprak sayısına sahip olduğu düşünülmektedir.<br />

Budist Uygur edebiyatıyla (Eski Türk Budizmi) alakalı oldukça fazla detaya<br />

sahip bir çalışma yapmaktan ziyade, bu edebiyatın genel karakterini ortaya koyan<br />

bir çalışma yapmayı hedefliyoruz:<br />

Budist metinlerle ilgili yapılan çalışmalarda, Vinaya metinlerinin dikkatten<br />

kaçtığı göze çarpmaktadır. Vinaya metinlerinin Sanskritçe yazıldıkları bilinir. 51<br />

Abhidharma edebiyatıyla ilgili olarak, evvelâ Abhidharmakosa adlı eserin bazı<br />

parçalarının günümüze ulaştığını belirtelim. Tun-huang’da, “Sthiramati’nin<br />

48<br />

Cf. J.R. Hamilton, Manuscrits Ouġgours du IXe-Xe siècle de Touen-Houang. Vol. I. (Paris, 1986).<br />

(Fondation Singer-Polignac), pp. ix-xxiii.<br />

49<br />

W. Scharlipp, “Kurzer Überblick über die buddhistische Literatur der Türken”, Materiallia<br />

Turcica 6 (1980), pp. 37-53; cf. A. von Gabain tarafından yapılan diğer araştırmalar: “Der<br />

Buddhismus in Zentralasien”, HO 1,8,2 (Leiden-Köln, 1961), pp. 496-514; Zentralasiatische<br />

türkische Literaturen I: Nichtislamische alttürkische Literatur”, HO 1,5,1 (Leiden-KöIn, 1963),<br />

pp. 207-228 (repr. Leiden-Köln, 1982, pp. 207-228 ilavesiyle beraber pp. 469-471); “Die<br />

alttürkische Literatur”, Philologiae Turcicae Fundamenta II, ed. P. N. Boratav. (Wiesbaden, 1964),<br />

pp. 211-243.<br />

50<br />

Cf. Bibliyografyalar için: P. Zieme, Buddhistische Stabreimdichtungen der Uiguren. (Berlin, 1985).<br />

(Berliner Turfantexte XIII), p. 14-21, Laut, op. cit.,, (n. 11), pp. 213-228, UigWb.<br />

51<br />

A. von Gabain, op. cit., (n. 49), (1963), p. 221.


104 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Abhidharmakosa Hakkındaki Tefsiri”nin Çinceden yapılmış Uygurca bir tercümesi<br />

bulundu. Bu eserin Çince versiyonu artık mevcut değildir. Bu eser, 600 kadar<br />

hikmetli mısra ve tüm detaylarıyla Sarvāstivādin’in öğretilerini içermektedir. 52<br />

Hinayāna metinlerinin sadece Uygurca yazılmış bir versiyonu mevcuttur<br />

(Metindeki Toharca parçalarla beraber). Maitrisimit’in bir Hīnayāna metni olduğunu<br />

belirtmiştik. Klasik Mahāyāna sutralarının, daha önce bu yazıda atıfta<br />

bulunduğumuz, Lotus Sutra’nın (Saddhannapundarīka-Sūtra) bir kaç yaprağı<br />

bugüne ulaşmıştır. En hacimli Budizm metinlerinden Suvarnaprabhāsa-Sūtra<br />

(Altun Yaruk) adlı eserin Uygurca versiyonu günümüze ulaşabilmiştir. 53 Bu<br />

eser, ele geçen bazı varaklarda yazdığı üzere, 10. asırda Şingko Şeli Tutung tarafından<br />

muhtemelen I-T’sing’in Çince versiyonundan çevrildi. 54 17. asırda istinsah<br />

edilen metnin bütünü Kansu’da bulunmuştur. Bu eserin giriş bölümü yazılırken,<br />

Tibetçe versiyonundan faydalanılmıştır. Uygurca versiyonda, bu eserin<br />

popüler bir eser olduğuna ilişkin pek çok açıklama yer alır. 55 Bu eserde kolofon<br />

ilave (eserin künyesini bildiren yazı) olmamasına rağmen eserin içinde kolofon<br />

tipi pasajlara rastlanır. Bu Uygurca versiyonunun en önemli özelliği daha kişisel<br />

bir din telakkisinin varlığıdır. Örneğin Çince versiyonlarda, “Buda” ya da<br />

“Budalar” şeklinde kullanımlar geçmesine rağmen Uygur versiyonunda “Buda<br />

baba” ya da “babamız Buda, babalarımız Budalar” şeklinde kullanımlar göze<br />

çarpar. 56<br />

Prajnāpāramitā edebiyatıyla ilgili olarak “Elmas-Sutra (Vajracchedika-<br />

Sūtra) adlı eser göze çarpar. Bu eserin Çince versiyonundan yapılmış bir Uygurca<br />

tercümesine sahibiz.<br />

Şimdiye kadar, 8 farklı dilde yazma eser bulunmuştur. Kumrājiva’nın Çinceye<br />

çevrilen Vajracchedika adlı eserinden 500 yıl sonraki en eski Orta Asya<br />

metni MS. 905 yılına aittir. Prajnāpāramitā edebiyatına yakın olan, Türk Budist-<br />

52<br />

Cf. Scharlipp, op. cit, p. 43.<br />

53<br />

W. Radloff ve S. E. Malov, Suvarnaprabhāsa (St. Petersburg, 1913-1917). (Bibliotheca Buddhica<br />

17). Almanca tercümesi (14. bölümün başına kadar): W. Radloff, Suvarnaprabhāsa (Das<br />

Go!dglanz-Sutra), ed. S. Malov. (Leningrad, 1930). (Bibliotheca Buddhica 27). Cf. ayrıca K.<br />

Kudara ve K. Röhrborn, “Zwei verirrte Blättter des uigurischen Goldglanz-Sütras im<br />

Etnografiska Museum, Stockholm”, ZDMG 132 (1982), pp. 336-347.<br />

54<br />

Cf. A. von Gabain, “Die alttürkische Literatur”, Philolagiae Turcica Fundamenta II, ed. L. Bazin et<br />

al. Wiesbaden 1964 (211- 243), pp. 225f.; P. Zieme, Die Stabreimtexte der Uiguren von Turfan<br />

und Dunhuang. Studien zur alttürkischen Dichtung. [“Dissertation”, i.e. Habilitationsschrift<br />

Berlin 1983], Baskıda (1990), Ch. I B 14 (MS p. 36).<br />

55<br />

Cf. J. Nobel, Suvarnaprābhāsottama-Sūtra. Das Galdglanz-Sūtra ... Vol. 1. (Leiden, 1958), p.<br />

xxxiv.<br />

56<br />

H.-J. Klimkeit, “Buddha als Vater”, Fernöstliche Weisheit und christlicher Glaube. Festgabe für<br />

Heinrich Dumoulin SJ zur Vollendung des 80. Lebensjahres. (Mainz, 1985), pp. 240ff.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 105<br />

ler arasında olduğu kadar Çinli Budistler arasında da popüler olduğu muhtemel<br />

olan sutra, ünlü Vimalakīrtinirdésa-Sūtra adlı eserdir. 57 Bir diğeri,<br />

Prajnāpāramitā edebiyatıyla ilişkili olan doktrinsel bir mahiyete sahip Uygurca<br />

yazılmış Nāgārjuna’nm Mektubu’nun (Suhrllekha [Bir dosta mektup]) günümüze<br />

ulaşan parçalarıdır. 58<br />

Klasik Mahāyāna metinlerinin arasında, Amitābha kültüyle ilişkili başka<br />

metinler de vardır. Bunlar arasında, “Abiraki (Amitābha-Sūtra)” başlıklı bir<br />

eserden istifade edilerek oluşturulan eserler söz konusudur. 59 Abitaki, Amitābha<br />

dinselliğinin en tanınmış metinlerinden birinin tercümesi olmamasına rağmen<br />

daha ziyade, eser başlığından da anlaşıldığı gibi “Beyaz Lotus Çiçeği Topluluğu”,<br />

Çince bir eserin tercümesiyle ilişkilidir. Uygurca metin, bir takım<br />

meditasyonel pratikleri anlatmakta ve Amitābha kültünü işleyen tanınmış metinlerden<br />

alıntıları içermektedir.<br />

Budist Türk edebiyatıyla alakalı metinleri oluşturan diğer bir kategori,<br />

apokrifayal (dinde sonradan çıkan oluşumları benimseyerek aslından uzaklaşmış)<br />

sutralardan oluşur. Bu kategori içinde, daha önce de bahsettiğimiz “Sekiz<br />

Yükmek Yaruk Sutra” adlı eser bulunmaktadır. Bu eserin Hint Budizmi’ne ait<br />

versiyonu muhtemelen hiç var olmamasına rağmen Yogacāra felsefesiyle ilgili<br />

bir bağı vardır. Bu metnin Çin’de yazıldığı sanılmakla birlikte, Moğolca ve Tibetçe<br />

versiyonlarının olduğunu biliyoruz. Çok sayıda metin parçası ve yazma<br />

nüshası bulunmasına karşın Londra’da bulunan nüshası en iyi korunmuş olanıdır.<br />

Çinceden çevrilen diğer pek çok apokrifayal eseri de “sūtra” olarak zikrediyoruz.<br />

“sūtra” Uygurca versiyonda denildiği gibi, 10. asırda Şingko Şeli<br />

Tutung’un da çevirdiği şekilde “vücudu ve zihni görmek, onları idrak etmek<br />

(citta)” anlamındadır. 60<br />

Diğer bir kategori, büyük çaplı ve önemli sutralar üzerine yapılan tefsirlerdir.<br />

Örneğin, Suvarnaprābhāsottama-Sūtra (Altun Yaruk Sutra) üzerine yapılan<br />

Çinceden çevrilen bir tefsir metninde, inancın 10 katlı önemi anlatılmaktadır. 61<br />

Bu tefsir metinlerinin çoğu Çinceden yapılan tercümelerden oluşmaktadır. 62<br />

57<br />

Scharlipp, op. cit, (n. 49), p. 45.<br />

58<br />

Scharlipp, op. cit., p.46.<br />

59<br />

A. Temir, K. Kudara ve K. Röhrborn, “Die alttürkischen Abitaki-Fragmente des Etnografya<br />

Müzesi, Ankara”, Turcica XVI (1984), pp. 13-28. O. Sertkaya ve K. Röhrborn, “Bruchstücke der<br />

alttürkischen Amitābha-Literatur aus Istanbul”, UAJb N.F. 4 (1984), pp. 97-117.<br />

60<br />

G. Hazai, “Fragmente eines uigurischen Blockdruck-Faltbuches”, AoF III (1975), pp. 91-108.<br />

61<br />

W. Bang ve A. von Gabain, “Türkische Turfan-Texte V. Ans buddhistischen Schriften”. (Berlin,<br />

1931). (SPAW 193ı), pp. 340-356 (Text B).<br />

62<br />

G. Kara ve P. Zieme, op. cit., (n. 44).


106 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Bir başka kategoriyi, Tantrik metinlerle ilgili olarak Moğol devrinde (13. ve<br />

14. asır), Tibetçeden yapılan tercümeler oluşturur. Elimizde Tantrik ritüelleriyle<br />

ilgili, bir mandala meditasyonunun teşekkülünü örnekleyen metin bulunmaktadır.<br />

63 Bu bağlamdaki büyü metinlerinin muhtelif çeşitleri bulunmaktadır.<br />

Kendine has özellikleriyle kendi başına bir kategori oluşturan Insadi Sutra 64<br />

adlı eserden bahsedecek olursak, muhtemelen 13. ya da 14. asırda yazıldığı düşünülen<br />

bu eserin elimizdeki tek nüshası 17. ya da 18. asırda yazılmıştır. Bu<br />

eser, Pravārana seromonisinin orijinini ve bu seromoninin hususi durumlarını<br />

bildirmektedir. Eser, Hindistan’daki yağmur mevsimini konu alan bölümle sonlanır.<br />

Çeşitli Mahāyā metinlerini zikretmesi dolayısıyla Mahāyānistik tarza sahip<br />

harflerle yazılmıştır. Orijinal dili Türkçe olan bu eserin yazıldığı devirde<br />

İslam, Doğu Türkistan’a girmeye başlamıştı. Maitreya’nın ortaya çıkması için<br />

duyulan ümidin seslendirildiği bu eserde, Batı Asya dinlerine mahsus Meryem<br />

Ana ve Muhammed gibi figürler eleştirisel bir bakış açısıyla ele alınmıştır.<br />

Klasik ve ikincil derecede öneme sahip bazı sutralar A. von Gabain’in<br />

1964’te yaptığı bir araştırmada açıklanmıştır. 65 Bu tarihten itibaren, A. von<br />

Gabain’in araştırmasındaki kategorizasyonda ismi geçen eserler üzerinde çeşitli<br />

çalışmalar yapıldığını, Budist Āgamalar da dahil olmak üzere, bazı metinlerin<br />

neşredildiğini görüyoruz. 66 Bunlar arasında Budizm temalı hikayeler de göze<br />

çarpmaktadır. 67<br />

Dikkat çeken diğer bir kategori, günah itirafnamelerinden oluşur. 68 Bu itirafnamelerin<br />

en büyüğü “Kşanti kılguluk nom (Günah İtiraf edilen Sutra)” adlı<br />

metindir. 69 Bu tip metinlerin çoğu gibi bu eser de Çinceden yapılmış bir tercümedir.<br />

Bu metinde, Bodhisattva olarak davranan bir kişi, bu metinleri ezberleyerek<br />

kötü karmaya sahip olmaları sebebiyle “samsāra”da acı çeken ve kendi<br />

çabalarıyla kurtuluşa eremeyecek canlıların kaderi üzerinde etki oluşturmaya,<br />

onları kurtarmaya çalışır. Bu metnin ne zaman Çinceden Uygurcaya çevrildiğini<br />

bilmiyoruz. Bu metinden başka, günah itirafı özelliği taşıyan birkaç küçük<br />

63<br />

A. von Gabain, op. cit., (n. 49), (19M), pp. 228-230.<br />

64<br />

S. Tezcan, Das uigurische Insadi-Sūtra. (Berlin, 1974). (Berliner Turfantexte III).<br />

65<br />

A. von Gabain, op. cit., (n. 49), (1964), pp. 225-227.<br />

66<br />

Cf. Yukarıda atıf yapılan bibliyografya ile ilgilidir (n. 50), bunlardan başka, J.P. Laut and K.<br />

Röhrborn, Der türkische Buddhismus in der japanischen Forschung (Wiesbaden, 1988).<br />

(Veröffentlichungen der Societas Uralo-.Altaica, Bd. 23), bu eserde Röhrborn, Japonya’da Türk<br />

Budizmi üzerine yapılan çalışmalar hakkında bir araştırma yayınlamıştır.<br />

67<br />

A. von Gabain, op. cit., (n. 49), (1964), pp. 221-228.<br />

68<br />

Cf. A. von Gabain, op. cit., (n. 49), (1964), pp. 227-228.<br />

69<br />

K. Röhrborn, Eine uigurische Totenmesse. (Berlin, 1971). (Berliner Turfantexte II); I. Warnke, Eine<br />

buddhistische Lehrschrift über das Bekennen der Sünden (Basılmamış tez, Berlin (GDR), 1978).


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 107<br />

metin parçası olmakla beraber, bunlardan bazılarının Maniheizm’e mahsus günah<br />

itiraf metinleri oldukları anlaşılmaktadır. 70 Günah itiraf metinlerinin, Hindistan’da<br />

bilinmemesi ve elimizdeki metinler gibi, rahip sınıfından olmayan<br />

kişiler için olmaları, Budizm ve Maniheizm arasında ortak bir etkileşim oluştuğunu<br />

göstermektedir. Bu tip Uygur metinlerinin karakteristik özelliği formalize<br />

olmaları (belli bir biçime sahip olmaları) ve rahipler sınıfından olmayan insanların<br />

ve bu metinlerin yazılması için bağış yapanların adlarının metne sokulmasıdır.<br />

Ortaya çıkan soru şudur: Neden Türk Budizmi’nde günah itiraf metinleri<br />

büyük bir öneme sahipti? Bana göre bu durum sadece yabancı kaynaklı bir etkilenim<br />

değildir; çünkü metinlerde belirtilen günahkâr olma düşüncesi daha ziyade<br />

tarihsel ve doğa kaynaklı haricî güçlerin karşısında duyulan çaresizlik hissine<br />

ayna tutmaktadır.<br />

Orta Asya’nın çöl şehirlerinde yaşayan insanların, sürekli göçebe ve yabancı<br />

güçlerin tehdidi altında, her gün bu güçlerden kaynaklanan bir tehlikeyle<br />

karşılaşacaklarının şüphesini duymaları, etraflarında gelişen hadiselerin etkeni<br />

değil de edilgeni olma hissini duymalarına sebep olmuştur. Bu durum kendini<br />

dinsel olarak “günahkârlık” açısından açıklar.<br />

Budist Türk edebiyatının genel özellikleri çerçevesinde yaptığımız<br />

kategorizasyondan da anlaşıldığı gibi, bu edebiyatın en önemli yönü bir tercüme<br />

edebiyatı olmasıdır. Tercümeler; Hint dillerinden (Sanskritçe, Prākritçe),<br />

Toharcadan ve çokça da Çinceden yapılmıştır. Moğol devrinde, Tibetçeden de<br />

Uygurcaya tercümeler yapıldığı gözlenir. Insadi Sutra ve bu eser gibi itirafname<br />

tarzında yazılmış bir dizi eser iç kaynaklı Türkçe eserler midir? Akla gelen soru<br />

şudur: Orijinal dili Türkçe olan metinler var mıdır?<br />

Bu sorunun cevabı olumludur. Bu bağlamda iki temel saha zikredilmiştir.<br />

Birincisi, dikkat nazarına alınacak derecede mahsul vermiş olan Türkçe şiir<br />

edebiyatıdır. 71 Bu edebiyatta klasik içeriğe yeni bir form (şekil) tahsis edilmiştir;<br />

Altın Yaruk Sutra’nın V. bölümündeki “Günahların Kefâreti” kısmında mısralar<br />

halinde yazılmış örnekler vardır. 72 Klasik metinlerden müstakil olarak ve<br />

70<br />

Cf. H.-J. Klimkeit, “Manichäische and buddhistische Beichtfomeln aus Turfan. Beobachtungen<br />

zur Beziehung zwischen Gnosis und Mahāyāna ”, ZRGG 29 (1977), pp. 193-228.<br />

71<br />

P. Zieme op. cit., (n. 50); P. Zieme, Die Stabreimtexte der Uiguren von Turfan und Dunhuang.<br />

Studien zur alttürkischen Dichtung. Gelecek Budalığı vadeden “vyākarana-şiirleri” olarak bilinen<br />

şiirler, Budist Uygur edebiyatına aittir. Cf. J. P Laut/P. Zieme, “Ein zweisprachiger<br />

Lobpreis auf den Bäg von Koço and seine Gemahlin”, içinde: J. P. Laut and K. Röhrborn (edd.),<br />

Buddhistische Erzdhlliteratur und Hagiographie in türkischer Überlieferung, Wiesbaden 1990, pp.<br />

15-36.<br />

72<br />

P. Zieme, op. cit., (n. 50), pp. 86ff.


108 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

çeşitli övgüler içeren şiirler de vardır. Diğer şiirler, dinsel ve seküler hayata<br />

mahsus farklı farklı konularla ilgilidirler. P. Zieme tarafından bu tür şiirsel mahiyete<br />

sahip metinler tercümeleriyle beraber neşredilmiştir. Şiirlerdeki konular<br />

çeşitlidir. Bir örnekte, rahip sınıfından olmayanlar sadaka vermeye teşvik edilmekte,<br />

bir başka örnekte ölüm kavramı ele alınmakta, bazılarındaysa Budist<br />

felsefeyi ilgilendiren meseleler vs. dile getirilmektedir. 73<br />

İkincisi kolofonlardır. Kolofonların (Eserin yazılış tarihinin, eserin edebi<br />

künyesinin, kimin katkısıyla yazdırıldığının belirtildiği bilgiler) mısra şeklinde<br />

verildiği gözlemlenir. 74 Bu özellik, yalnızca Türk Budizmi’ne mahsus edebî<br />

eserlerde görülen yaygın bir tarzdır. Bağışçı müritlerin (eserin yazılması için<br />

katkı sağlayan) sayesinde geçerlilik kazanan bu uygulama, genel manada bir tip<br />

popüler dindarlığı açıklamaktadır. Teologlar tarafından ayırt edilen bu Budist<br />

folk inancının içindeki dinî fikriyat irdelenebilir. Nirvāna, tengri yiri (tanrıların<br />

yeri), Amitābha’nın Batı Cenneti ve Maitreya ile Karşılaşma kabul edilen kurtuluş<br />

imajlarıdır. Bu imajlar serbestçe birbiriyle değiştirilebilir, biri diğerinin yerine<br />

konulabilir. 75 Kolofonların en önemli özelliği tabii ki onların kendi şahsi karakterleri<br />

olmasıdır. Kolofonlar, içinde birey için genel çerçevede Budist fikriyatını<br />

içeren anlamlar bulunan bir dinselliği yansıtırlar.<br />

Budist Türk edebiyatının sadece küçük bir kısmı elimizde bulunmaktadır.<br />

Elde bulunan eserlerin fragman boyutunda küçük metinler olmaları nedeniyle<br />

bizim yapabileceğimiz değerlendirme dar olacaktır. Buna karşın vardığımız<br />

sonuçlar Türk Budist edebiyatını yansıtmaya çalışmış ve Orta Asya Türklerinin,<br />

Budist literatürün oluşması için gösterdikleri katkıyı belirtmiştir. 76 ©<br />

73<br />

P. Zieme, op. cit., (n. 50), pp. 106ff.<br />

74<br />

P. Zieme, op. cit., n. 50), pp. 155ff.<br />

75<br />

H-J. Klimkeit, “Der Stifter im Lande der Seidenstraβen. Bemerkungen zur buddhistischen<br />

Laienfrömmigkeit”, ZRGG 35 (1983), pp. 289-308.<br />

76<br />

Örneğin, Buda’nın hayatı üzerine mülahazalar, rahibe yetiştiren kurumların tertibi vs. Türk<br />

Budizmi’ne has bir tavra işaret etmektedir. Cf. H-J. Klimkeit, Der Buddha. Leben und Lehre.<br />

Stuttgart 1990, pp. 55f., 77, 83f.; J. P. Laut, “Die Gründung des buddbistischen Nonnenordens<br />

in der alttürkischen Überlieferung”, baskıda (1990).


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 109<br />

XX. Yüzyılın Başlarında Menteşe Sancağı<br />

Hapishaneleri<br />

Menteşe Sanjak Prisons in The Early 20th Century<br />

Mehmet TEMEL *<br />

ÖZET<br />

Hapis, ceza infaz sistemi olarak Osmanlı ceza hukukundaki yerini batılılaşma süreciyle birlikte<br />

aldığından, hapishaneler XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygınlaşmaya başlamıştır.<br />

Başlangıçta fiziki ve sıhhi bakımdan uygun mekânlarda açılmadıklarından 1856 yılından 1917<br />

yılına kadar aralıklarla çıkarılan nizamname ve yasalarla ıslah edilmeye çalışılmışlardır.<br />

XX. yüzyılın başlarında Muğla merkeziyle Marmaris, Köyceğiz, Fethiye, Milas ve Bodrum<br />

ilçelerinde yedi hapishane bulunuyordu. Bunların en büyüğü olan Bodrum Genel Hapishanesi,<br />

Bodrum Kalesi’nin 1895 yılında genel hapishaneye dönüştürülmesiyle hizmete açılmıştır.<br />

Kapasitesi büyük ve havadar olduğu için ülkenin diğer hapishanelerinden sürekli olarak<br />

hükümlü sevk edilmiştir. Hapishane ıslahatının Osmanlı Devleti’nin öncelikli gündemini<br />

oluşturmaması nedeniyle Muğla’daki hapishaneler için de yeterli ödenek ve personel<br />

ayrılmadığından XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlatılan ıslah çalışmaları istenen düzeyde<br />

başarılı olamamış, insan sağlığına uygun olmayan koşullar cumhuriyet dönemine kadar<br />

devam etmiştir.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Hapishane, Menteşe Sancağı, Bodrum Kalesi, Gardiyan, Mahkûm, Muğla.<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

As a result of the westernization movement in the Ottoman legislation, prisons started to be<br />

more prevalent as of the second half of 19 th century. Initially, their physical and hygiene conditions<br />

were not very healthy but rehabilitation efforts were intermittently made through laws<br />

and regulations from 1856 to 1917.<br />

At the beginning of the 20 th century, there were seven prisons in Muğla city center and in its<br />

provinces; Marmaris, Köyceğiz, Fethiye, Milas and Bodrum. The biggest of all these was Bodrum<br />

general-purpose prison, which was inaugurated, when the Bodrum castle was turned into<br />

a general-purposeprison in 1895. As it had a big capacity and it was airy, many inmates from<br />

different prisons across the country were continuously transferred here. As reform of prisons<br />

was not a priority for the Ottoman State, not enough financial support and personnel were<br />

allocated for the prisons of Muğla; hence, the reform movements started in the second half of<br />

*<br />

Doç. Dr. Muğla <strong>Üniversitesi</strong> Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.


110 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

the 19 th century were not much of a success. Therefore, prison conditions that were not suitable<br />

for human health persisted until Republic era.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Prison, Menteşe Sanjak, Bodrum Castle, Prison Guard, Inmate, Muğla.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 111<br />

<br />

Hapis, Osmanlı hukukunda bir ceza infaz kurumu olmaktan çok muhakeme<br />

öncesi tutuklama mekânı veya uyarı amaçlı kısa süreli bir ceza aracı olarak<br />

kabul edildiğinden 1 , suçlulara işledikleri suçlara göre XIX. yüzyılın ortalarına<br />

kadar hadd, kısas, diyet ödeme, ta’zir, kürek, kalebentlik, prangabentlik, sürgün,<br />

para cezası, organ kesme, salben idam (iple asma), iple boğma, çuvala koyarak<br />

Boğaziçi’nde denize bırakma, zindana atma gibi cezalar verilmiştir 2 . Bu<br />

nedenle hapis cezası Tanzimat’a kadar pek uygulanmamış, hapishane Osmanlı<br />

ceza hukukundaki yerini ancak Tanzimat’tan sonra almaya başlamıştır.<br />

İlk zamanlarda mahbes olarak adlandırılan ve haklarında hüküm kesinleşmemiş<br />

olan suçluların alıkonulduğu bu mekânlar, hapishane amacıyla inşa<br />

edilmiş yapılar olmayıp hükümet binaları altında veya şehrin üst yöneticisinin<br />

ikametgâh ve işyeri olarak kullandığı konağın tomruk dairesi, mahzeni, kale,<br />

tophane, saray gibi binaların içinde bu amaçla ayrılmış yerlerdi 3 . Mahbesler,<br />

dar, havalandırma imkânı çok sınırlı, az ışık alan ve insan sağlığına uygun olmayan<br />

ağır koşulların hüküm sürdüğü mekânlar olmaları nedeniyle özellikle<br />

Osmanlı Devleti’ndeki yabancı diplomatlar tarafından eleştirilmiş ve acil olarak<br />

ıslah edilmeleri istenmiştir.<br />

Osmanlı mahbeslerinin Amerika ve Avrupa hapishanelerinin düzeyine çıkarılması<br />

gerektiği inancıyla bir çalışma başlatan İngiltere’nin İstanbul’daki<br />

Büyükelçisi Stratford Canning, Osmanlı’daki İngiliz konsoloslarından bulundukları<br />

yerlerdeki mahbeslerin durumuyla ilgili gözlemlerini raporlarla elçiliğe<br />

bildirmelerini istemiştir. Canning, konsoloslardan gelen bu raporları dikkate<br />

alarak 1851 yılında Osmanlı mahbeslerinin ıslahı hakkında bir takrir hazırlamış<br />

ve acil olarak çözümlenmesi gereken sorunları özetle şu şekilde belirtmiştir:<br />

Mahbeslerde mimari yapı da dâhil olmak üzere fiziki koşulların iyileştirilmesi,<br />

otoritenin ve mahpusların güvenliklerinin sağlanması, sağlıklarının ko-<br />

1<br />

Gültekin Yıldız, “Osmanlı Devleti’nde Hapishane Islahatı (1839-1908)” (Basılmamış Yüksek<br />

Lisans Tezi Marmara <strong>Üniversitesi</strong> <strong>Türkiyat</strong> <strong>Araştırmaları</strong> <strong>Enstitüsü</strong>, 2002), s.107.<br />

2<br />

Abdülaziz Bayındır, “Örneklerle Osmanlı’da Ceza Yargılaması”, Türkler, Cilt 10, Ankara 2002,<br />

s.73-78; Mustafa Avcı, “Osmanlı Uygulamasında İnfazı Özellik Gösteren Hapis Türleri: Kalebentlik,<br />

Kürek ve Prangabentlik”, Yeni Türkiye, Sayı 45, (Mayıs-Haziran 2002), s.128-147; Avcı,<br />

“Osmanlı Hukukunda Para Cezaları”, Türkler, Cilt 10, Ankara 2002, s.91-106; Münteha Maşalı,<br />

“Osmanlı’da Ölüm Cezası”, Yeni Türkiye, Sayı 45, (Mayıs-Haziran 2002), s.148-161; Osman<br />

Köse, “XVIII. Yüzyıl Sonları Rus ve Avusturya Savaşları Esnasında Osmanlı Devleti’nde Bir<br />

Uygulama: İstanbul’da İçki ve Fuhuş Yasağı”, Turkish Studies, Volume 2/1, (Winter 2007),<br />

s.113; İsmail Acar, “Osmanlılarda Zina Suçu ve Cezası”, Türkler, Cilt 10, Ankara 2002, s.83-90.<br />

3<br />

Yıldız, a.g.tez, s.101.


112 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

runması, ahlaki açıdan ıslah edilmeleri, aydınlatma, ısıtma, havalandırma ve<br />

temizlik konularında iyileştirmelere gidilmesi, adil davranılması, şikâyetlerini<br />

mahkemelere intikal ettirebilmelerine ve ibadetlerini yapabilmelerine imkân<br />

sağlanması 4 .<br />

Canning’in, mahbeslerin ıslah edilmesiyle ilgili takririnin Osmanlı hükümeti<br />

tarafından ne kadar dikkate alındığını tahmin etmek güç ise de beş yıl sonra<br />

ilan edilen Islahat Fermanı’nda mahbeslerin ıslah edilmeleri gerektiğine ilişkin<br />

bir hüküm yer almıştır.<br />

28 Şubat 1856 tarihli fermanda “…hukuk-ı insaniyyeyi hukuk-ı adalet ile tevfik<br />

etmek için mazanne-i sû’ olanların veyahut te’dibât-ı cezaiyyeye müstehak bulunanların<br />

haps ve tevkiflerine mahsus olan kâffe-i mahbes ve mahall-i sâirede usûl-i<br />

hapsiyyenin mümkün mertebe müddet-i kalîle zarfında ıslahına mübaşeret olunması…”<br />

5 ifadesiyle yer alan mahbesler XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hapishane<br />

olarak adlandırılmaya başlanmıştır.<br />

XIX. yüzyılın sonlarında planlı, projeli, modern hapishaneler inşa edilmesi<br />

planlanmış ise de ülkenin içinde bulunduğu olumsuz ekonomik ve siyasi koşullar<br />

nedeniyle gerçekleştirilememiş, bunların yerine özellikle Sultan II. Abdülhamit<br />

döneminde ülke genelinde kâgir, tek veya iki katlı, eski binalardan dönüştürülen<br />

veya şahıslardan kiralanan sağlıksız, çoğu zaman bodrum katlarından<br />

oluşan yapılar yaygınlaşmaya başlamıştır.<br />

Hapishanelerin ülke genelinde yaygınlaşmaya başlamasının ardından 1880<br />

yılında bu kurumların uymak zorunda oldukları fiziki ve idari koşulları belirleyen<br />

6 bölüm ve 97 maddeden oluşan “Memalik-i Mahrûse-i Şahane’de Bulunan<br />

Tevkifhane ve Hapishanelerin İdare-i Dâhiliyelerine Dair Nizamname Layihası” yayınlanmıştır.<br />

Nizamnamede, hapishanelerde oluşturulacak birimler, görevlendirilecek<br />

müdür, gardiyan, tabip, kapıcı, imam, işçi, çamaşırcı gibi personelin özellikleri,<br />

görev ve yetkileri, tutuklu ve hükümlülerin barınma, yemek ve sağlıkla<br />

ilgili ihtiyaçlarının karşılanması, mahkûmların uymak zorunda oldukları kurallar,<br />

çalıştırılmaları ve ahlak sicili tutulması gibi konular yer almıştır 6 .<br />

Modern bir ceza infaz kurumunda bulunması gereken özellikleri yansıtan<br />

bu nizamnamenin hükümlerinin uygulamadan yoksun kaldığı bundan sonraki<br />

4<br />

Yıldız, a.g.tez, s.125.<br />

5<br />

Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, V. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1983, s.262.<br />

6<br />

Nizamname layihasının metni için bkz. BOA, (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), DH.MB.HPS.M,<br />

(Dahiliye Nezareti Mebânî-i Emîriyye Hapishaneler Müdüriyeti Müteferrik Evrakı), Dos.1/2,<br />

no.10.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 113<br />

gelişmelerden ve yeni ıslahat girişimlerinden anlaşılmaktadır. Adliye örgütüne<br />

ve hapishanelere yeterli maddi kaynak ve personel ayrılmaması, tatil günleri<br />

dışında günde beş saat görev başında bulunması gereken adliye personelinin<br />

öğleden sonra işyerini terk etmesi ve rüşvet gibi sorunlar da doğrudan hapishaneleri<br />

etkilemiştir. 1887 ve 1888 yıllarında Elazığ, Ankara ve Manisa hapishanelerinde<br />

yapılan denetimlerde ve hükümlü ve tutuklulardan gelen şikâyet dilekçelerinde,<br />

on yıla yakın bir süre tutuklu kalıp beraat eden, on beş yıldır hapis<br />

yatmakta iken hala temyiz mahkemesinin kararını bekleyen, bir yıla yakın tutuklu<br />

kaldığı halde mahkemeye çıkarılmayı bekleyen çok sayıda tutuklu ve<br />

mahkûmun bulunduğu tespit edilmiştir 7 .<br />

Hapishanelerin, yukarıda değinilen cezaların XIX. yüzyılın ikinci yarısında<br />

kabul edilen ceza kanunlarıyla (1840, 1851, 1858) büyük ölçüde uygulamadan<br />

kalkması ve devletin dağılma süreciyle birlikte artan asayişsizlik sonucu sayıları<br />

hızla çoğalan hükümlü ve tutukluları barındıramaz hale gelmesinin ardından<br />

sağlık, güvenlik ve personel istihdamı sorunları büyüyerek devam etmiştir. Zaten<br />

hapishane ihtiyaçlarını karşılayacak nitelikte inşa edilmediklerinden ve zamanla<br />

artan ihtiyaçlara cevap veremediklerinden her mali yılbaşında taşradan<br />

merkezi hükümete tamir ve değişiklik istekleri bildirilmiştir 8 .<br />

XIX. yüzyıl boyunca istenilen düzeyde iyileştirilemeyen hapishanelerin<br />

olumsuz koşullarının ıslah edilmesi çalışmaları XX. yüzyılın başlarında da devam<br />

etmiştir. 1912, 1914 ve 1917 yıllarında yapılan ıslah çalışmalarında tüm<br />

hapishane ve ıslah evlerinin tek tip bir mimari plan dâhilinde iyileştirilmesi ve<br />

yenilenmesi, bahçeli hapishaneler inşa edilmesi, sağlık koşullarının modern<br />

esaslara göre yeniden düzenlenmesi ele alınmıştır 9 . Ancak hükümetlerin Balkan<br />

ve I. Dünya Savaşı yıllarında hapishane ıslahı için zaman ve kaynak ayırmaya<br />

imkân bulamaması, sorunların Cumhuriyet dönemine devredilmesine neden<br />

olmuştur. Menteşe Sancağı hapishaneleri de aynı olumsuz özelliklere sahip<br />

mekânlar olarak göze çarpmaktadırlar.<br />

7<br />

Fatmagül Demirel, “Osmanlı Adliye Teşkilatında Yaşanan Sorunların Hapishanelere Yansıması<br />

(1876-1909), Osmanlı’da Asayiş Suç ve Ceza 18.-20. Yüzyıllar, Derleyenler: Noemi Levy ve<br />

Alexandre Toumarkıne, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, Basım Yılı (?), s.192-199.<br />

8<br />

Yıldız, a.g.tez, s.206.<br />

9<br />

1911-1918 yılları arasında yapılan hapishane ıslah çalışmaları için bkz. Kent Schull, “Tutuklu<br />

Sayımı: Jön Türklerin Sistematik Bir şekilde Hapishane İstatistikleri Toplama Çalışmaları ve<br />

Bunların 1911-1918 Hapishane Reformu Üzerine Etkileri” Osmanlı’da Asayiş Suç ve Ceza…,<br />

s.212-238; Yasemin Saner Gönen, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Hapishaneleri İyileştirme Girişimi<br />

1917 Yılı”, Hapishane Kitabı, Der: Emine Gürsoy Naskali ve Hilal Oytun Altın, İstanbul<br />

2005, s.173-183; 1917 yılında kabul edilen hapishaneler nizamnamesi için bkz. BOA,<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.31, no.82.


114 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Menteşe Sancağı’ndaki Hapishaneler<br />

XX. yüzyılın başlarında Menteşe Sancağı’nda merkezde 1, Bodrum’da 2,<br />

Fethiye, Marmaris, Milas ve Köyceğiz’de birer olmak üzere 7 hapishane bulunuyordu.<br />

Kapladığı alan bakımından çok küçük olan bu hapishanelerden sadece<br />

Bodrum Genel Hapishanesi diğerlerine göre oldukça büyüktü. Bunun dışındakilerin<br />

tamamı rutubetli, az ışık alan, köhne, sağlıksız ve dar mekânlardan<br />

oluşmaktaydı.<br />

Bu hapishanelerin fiziki, sosyal, sıhhi özellikleri hakkında Menteşe Mutasarrıflığı’nın<br />

21 Şubat 1914 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne göndermiş olduğu<br />

soru varakalarında önemli bilgiler verilmektedir. Kazalarda kaymakam, jandarma<br />

kumandanı, savcı, mahkeme başkanı, hapishane müdürü ve gardiyan<br />

tarafından imzalandıktan sonra mutasarrıflık tahriratıyla Nezarete gönderilen<br />

soru varakalarında, hapishanenin adı, bağlı bulunduğu kaza ve vilâyetin ismi,<br />

cinsiyete göre mahkûm ve tutuklu sayıları, hapishanenin üzerinde bulunduğu<br />

arazinin yüzölçümü, ekonomik değeri, kamu malı ya da kiralık olup olmadığı<br />

ve sıhhi özellikleri hakkında bilgiler yer almaktadır. Varakalarda ayrıca ıslah<br />

edilebilecek olan hapishanelerin ne şekilde tamir edilip yenilenebileceği, ıslah<br />

ve tamiri mümkün olmayanların yenilerinin ne tarzda ve nereye inşa edilebilecekleri,<br />

mahkûmların iaşelerinin ne şekilde sağlanmakta olduğu ve mahkûmlardan<br />

hapishane içinde değişik işlerde çalışanların bulunup bulunmadığına<br />

ilişkin bilgilere de yer verilmektedir. 1913 yılında Hapishaneler Müdüriyeti tarafından<br />

hazırlanmış olan soru varakalarına göre Menteşe Sancağı’ndaki hapishanelerin<br />

durumu şöyledir.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 115<br />

Tablo I: Muğla Hapishanesi 10<br />

Vilayetin<br />

ismi<br />

Livanın<br />

ismi<br />

--- Kazanın ismi Muğla<br />

Menteşe Hapishanenin hususi<br />

bir ismi varsa<br />

onun ismi<br />

Kadınlara mahsus hapishane var mıdır?<br />

Hükümetin malı mıdır kiralık olarak mı kullanılmaktadır?<br />

19 13 yılı Kanun-u evvelinin 1. günü mevcut mahpusların<br />

sayısı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin mahallince<br />

önem derecesi, hükümet konağı dâhilinde<br />

veya haricinde ve hükümet dairesi müştemilatından<br />

olup olmadığı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin ziraı.<br />

(Ölçümü mümkün değilse tahminen)<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin beher<br />

ziraının değeri<br />

Yoktur. Muğla Hapishanesi adıyla<br />

anılmaktadır.<br />

Vardır.<br />

Hükümetin malıdır.<br />

Erkek: 214<br />

Kadın: 14<br />

Toplam: 228<br />

Hapishanenin bulunduğu arazinin<br />

caddeye bakan kısmında şahıslara<br />

ait dükkânlar bulunduğundan pek<br />

önemi yoktur. Hükümet konağının<br />

dışında ise de konakla aynı avlu<br />

içerisindedir. Konağın müştemilatındandır.<br />

Uzunluk: 75<br />

Genişlik: 45<br />

75x45:3375 zira’ yüzölçümü olduğu<br />

ölçülerek anlaşılmıştır.<br />

İdare Meclisi tarafından beher zira’ı<br />

mimarisi 10 kuruş olarak belirlenmiştir.<br />

Livanın sonradan bağımsız<br />

olması, Nizamiye Alayı merkezi<br />

olacağının rivayet edilmesi, Aydın-<br />

Marmaris genel yolunun tamamlanmasından<br />

sonra ekonomik olarak<br />

önem kazanması gibi durumlar<br />

arazinin değeri üzerinde etkili olacaktır.<br />

Hapishanenin genel durumuna dair açıklamalar: Yeniden yapılması gerekir mi? Tamirle isteğe<br />

uygun hale dönüştürmek mümkün müdür? Tamirat derecesi ve özel mütalaa:<br />

Hapishanenin genel durumu şöyledir:<br />

1. Yeterli düzeyde aydınlık değildir.<br />

2. Mahkûmlar toprak üzerinde yatıp kalkmaktadırlar.<br />

3. Havanın yenilenmesi mümkün olamadığı için hıfzıssıhhaya aykırıdır. Bundan kaynaklanan<br />

zarar ve sakıncaların bir dereceye kadar hafifletilebilmesi için her yıl mahkûmlara<br />

450-500 arasında hasır dağıtılmakta ise de rutubetin etkisi giderilemediğinden<br />

mahkûmlar arasında hastalık eksik olmamaktadır. Mevcut binanın üzerine bir kat<br />

daha inşa edilip, odaların dışa gelen duvarlarının tavana yakın cephesinde uzunluğu-<br />

10<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.2.


116 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

na ufak ve demirli pencereler açılır ve ön tarafları açık koridor halinde tamamen hava<br />

ve güneşe maruz bırakılırsa yeni bir hapishane inşasına gerek kalmayacaktır. Alt kat<br />

odaları dershane, sanayihane vb. amaçlarla kullanılabilir. Mahkûmların gündüzleri<br />

çoğunlukla sabah güneşi almayan taş döşeli bir avluda sabahtan akşama kadar teneffüs<br />

etmeleri sağlıklarını korumaları için pek de yeterli olmasa gerektir. Bunun için<br />

hapishanenin, kasabanın dışında yeni tarza uygun olarak yeniden inşa edilmesi ve<br />

oldukça geniş bir bahçenin mahkûmların teneffüslerine hasredilmesi sağlıklarının<br />

korunması için daha uygun olacaktır. Bu kabul edildiği takdirde mevcut bina, bazı<br />

değişiklikler ve ilaveler yapıldıktan sonra burada ikame edilmek istenen Nizamiye<br />

Alayı için askeri daire olarak kullanılabileceği gibi, livanın bağımsız olması nedeniyle<br />

yeni kurulacak olan adliye, orman, ziraat gibi daireleri içine almak üzere inşası zorunlu<br />

olan bina haline dönüştürülebilir. Hapishane şu andaki durumuyla tamire muhtaç<br />

olup, küçük tamirat için defalarca istenen meblağ havalenamesi verilmediği gibi, büyük<br />

tamirat için daha önceden yapılan başvurular da dikkate alınmamıştır.<br />

Tablo II: Bodrum Merkez Hapishanesi 11<br />

Vilayetin --- Kazanın ismi Bodrum<br />

ismi<br />

Livanın Müstakil Hapishanenin hususi<br />

Merkez Hükümet Hapishanesi.<br />

ismi Menteşe<br />

bir ismi varsa<br />

onun ismi<br />

Kadınlara mahsus hapishane var mıdır?<br />

Vardır.<br />

Hükümetin malı mıdır kiralık olarak mı kullanılmaktadır?<br />

Hükümetin malı olmayıp kiralanmıştır.<br />

1913 yılı Kanun-ı evvelinin 1. günü mevcut mahpusların<br />

sayısı<br />

Erkek: 13<br />

Kadın: 1<br />

Toplam: 14<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin mahallince<br />

önem derecesi, hükümet konağı dâhilinde<br />

veya haricinde ve hükümet dairesi müştemilatından<br />

olup olmadığı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin ziraı.<br />

(Ölçümü mümkün değilse tahminen)<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin beher<br />

ziraının değeri<br />

Erkekler (Zükûr) Hapishanesi, hükümetin<br />

alt katında 20’şer m²’lik iki<br />

odadan ibarettir.<br />

İki odanın yüzölçümü 40 m²’dir.<br />

Hapishanenin genel durumuna dair açıklamalar: Yeniden yapılması gerekir mi? Tamirle isteğe<br />

uygun hale dönüştürmek mümkün müdür? Tamirat derecesi ve özel mütalaa:<br />

Hapishane, hükümet konağının alt katındaki iki odadan oluşmaktadır. Harap durumda<br />

olan konağın tamire ihtiyacı olduğundan, hükümet bahçesinin bir kenarına<br />

yeni şartlara uygun olarak yeni bir hapishane inşa edilmesi gerekmektedir. 20 Ocak<br />

1914. Bodrum Kaymakamı.<br />

0<br />

11<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.3.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 117<br />

Tablo III: Milas Hapishanesi 12<br />

Vilayetin<br />

ismi<br />

Livanın<br />

ismi<br />

Aydın Kazanın ismi Milas<br />

Menteşe Hapishanenin hususi<br />

bir ismi varsa<br />

onun ismi<br />

Kadınlara mahsus hapishane var mıdır?<br />

Hükümetin malı mıdır kiralık olarak mı kullanılmaktadır?<br />

1913 yılı Kanun-ı evvelinin 1. günü mevcut mahpusların<br />

sayısı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin mahallince<br />

önem derecesi, hükümet konağı dâhilinde<br />

veya haricinde ve hükümet dairesi müştemilatından<br />

olup olmadığı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin ziraı.<br />

(Ölçümü mümkün değilse tahminen)<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin beher<br />

ziraının değeri<br />

Yoktur. Milas Hapishanesi denilir.<br />

Kiralama yoluyla bir hane tedarik<br />

edilmiştir.<br />

Erkekler hapishanesi hükümetin<br />

malıdır. Kadınlar Hapishanesi kiralama<br />

yoluyla tedarik edilmiştir.<br />

Erkek: 9<br />

Kadın: 1<br />

Toplam: 10<br />

Hapishane hükümet binasına bitişik<br />

olmayıp 5.5 metre aralıdır. Karşılıklı<br />

iki koğuştan ibaret olup orta yerlerinde<br />

avlu yani gezinti yeri vardır.<br />

Koğuşların ve avlunun metre zira’<br />

hesabıyla uzunluk ve genişliği aşağıda<br />

gösterilmiştir.<br />

Büyük Koğuş: En: 6 metre (8 zira’)<br />

Boy: 13 metre (16 zira’)<br />

Avlu: En: 13.40 metre (17.18 zira’)<br />

Boy: 15.20 metre (20 zira’)<br />

Küçük Koğuş: En: 5 metre, Boy: 7<br />

metre<br />

Ehl-i vukuf ifadesinden Milas’ta<br />

mahal ve mevkiine göre beher murabba’<br />

zira’ arsanın 3 kuruştan 13<br />

kuruşa kadar olduğu anlaşılmıştır.<br />

Hapishanenin bulunduğu mahal<br />

civarındaki arsa dar ve henüz senedi<br />

olmadığından hapishane olmamış<br />

olsa değerinin ne edeceği tahmin<br />

edilememektedir.<br />

12<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.4.


118 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Tablo IV: Marmaris Hapishanesi 13<br />

Vilayetin Liva Aydın Kazanın ismi Marmaris<br />

ismi vilayetine<br />

bağlı iken<br />

sonradan<br />

bağımsız<br />

yönetime<br />

kavuşmuştur<br />

Livanın Menteşe Hapishanenin hususi<br />

Hapishanenin hususi ismi olmayıp<br />

ismi Sancağı<br />

(Müstakildir)<br />

bir ismi varsa<br />

onun ismi<br />

Marmaris Zükûr (Erkekler) Hapishanesi<br />

olarak adlandırılmaktadır.<br />

Kadınlara mahsus hapishane var mıdır? Vardır. Zükûr Hapishanesi’nden<br />

ayrıdır.<br />

Hükümetin malı mıdır kiralık olarak mı kullanılmaktadır?<br />

Gerek zükûr ve gerek nisa (Kadınlar)<br />

hapishaneleri hükümetin malı<br />

olmayıp, çarşı içinde bulunan zükûr<br />

hapishanesi aylık 57 ve mahalle<br />

içinde çarşıya yakın bir mahalde<br />

bulunan nisa hapishanesi aylık 19<br />

kuruş icar bedeli ile kullanılmaktadır.<br />

1913 yılı Kanun-ı evvelinin 1. günü mevcut mahpusların<br />

sayısı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin mahallince<br />

önem derecesi, hükümet konağı dâhilinde<br />

veya haricinde ve hükümet dairesi müştemilatından<br />

olup olmadığı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin ziraı.<br />

(Ölçümü mümkün değilse tahminen)<br />

Erkek: 8 mahkûmen mahpus<br />

Kadın: 1 tutuklu<br />

Toplam: 9<br />

Bu arazinin önemi yoktur. Kazadaki<br />

hükümet konağı 4 yıldır yıkılmış<br />

durumdadır. Yeniden inşası için<br />

kaza ve vilayet genel meclisi tarafından<br />

defalarca istenen tahsisat<br />

verilmediğinden, hükümet konağı<br />

bulunmaması nedeniyle genellikle<br />

kiralama suretiyle müteferrik, dağınık<br />

ve düzgün olmayan hane ve<br />

binalarda bulunan daireler gibi bu<br />

hapishaneler de ayrı ayrı yerlerdedir.<br />

Erkekler hapishanesinin üzerinde<br />

bulunduğu arazi 36 m² olup 1 odadan<br />

oluşmaktadır. Muvazzaf gardiyanı<br />

bulunmamaktadır. 9 m²’den<br />

oluşan kadınlar hapishanesinin<br />

gardiyanlığını da odanın sahibesi<br />

13<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.5.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 119<br />

olan kadın fahri olarak yürütmektedir.<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin beher Erkekler hapishanesi arazisinin beher<br />

ziraı 25 ve kadınlar hapishanesi<br />

ziraının değeri<br />

arazisinin beher ziraı 30 kuruş değerindedir.<br />

Hapishanenin genel durumuna dair açıklamalar: Yeniden yapılması gerekir mi? Tamirle isteğe<br />

uygun hale dönüştürmek mümkün müdür? Tamirat derecesi ve özel mütalaa:<br />

Zemin katta olan erkekler ve kadınlar hapishaneleri avlu, teneffüshane ve hava cereyanından<br />

mahrum, oldukça basık ve rutubetli olmaları nedeniyle sıhhi şartlara uygun<br />

bir halde değildirler. Kiralık mağaza ve binaların büyük çoğunluğunu resmi daireler<br />

işgal etmektedir. Mevcut binaları mahalli ihtiyaçlara cevap vermeyen Marmaris Kasabası’nda<br />

memurların ve dışarıdan gelecek yabancıların ikametlerine mahsus kiralık<br />

fazla hane ve hatta yolcular için han gibi mekân ve bina bulunmamaktadır. Bu nedenle<br />

hapishaneler için başka uygun bir mahal tedariki kesinlikle mümkün değildir. Hapishane<br />

olarak kullanılan mahallerle zorunlu olarak idare edilmektedir. Bu nedenle<br />

hükümet tarafından sıhhi şartlara uygun bir şekilde yeni hapishane inşası zorunludur.<br />

Yıkılan hükümet konağının yerine 700-800 liralık bir tahsisatla yenisi yapıldığı<br />

takdirde dağınık halde bulunan resmi dairelerin bir arada toplanması sağlanacak,<br />

aynı zamanda hükümet konağı içinde sıhhi şartlara uygun, havadar ve güneş gören<br />

bir hapishane inşa edilebilecektir. Ayrı mekânlarda bulunan resmi daireler için yıllık<br />

olarak gönderilmekte olan 7.900 lira ile de çok sayıda yabancı savaş gemisinin uğrak<br />

yeri olan Marmaris Limanı yenilenebilir. 7 Ocak 1914.<br />

Müddeî-i Umumi Muavini Vekili ve Polis Komiseri, Jandarma Bölük Kumandanı Vekili<br />

Mülazım-ı Evvel, Marmaris Kaymakamı.<br />

Tablo V: Köyceğiz Hapishanesi 14<br />

Vilayetin<br />

ismi<br />

Livanın<br />

ismi<br />

Aydın Kazanın ismi Köyceğiz<br />

Menteşe Hapishanenin hususi<br />

bir ismi varsa<br />

onun ismi<br />

Kadınlara mahsus hapishane var mıdır?<br />

Hükümetin malı mıdır kiralık olarak mı kullanılmaktadır?<br />

1913 yılı Kanun-ı evvelinin 1. günü mevcut mahpusların<br />

sayısı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin mahallince<br />

önem derecesi, hükümet konağı dâhilinde<br />

---<br />

Yoktur. Aylık 50 kuruş icar bedeli<br />

ile bir hane kadınlar hapishanesi<br />

olarak açılmalıdır.<br />

Yalnız erkeklere ait olan iki odalı<br />

hapishane hükümetin malıdır.<br />

Erkek: 22<br />

Kadın: 4<br />

Toplam: 26<br />

Hükümet dairesi müştemilatındandır.<br />

14<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.6.


120 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

veya haricinde ve hükümet dairesi müştemilatından<br />

olup olmadığı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin ziraı. Uzunluğu 5 metre 40 cm, genişliği 5<br />

(Ölçümü mümkün değilse tahminen)<br />

metre 20 cm’ dir.<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin beher Hapishanenin üzerinde bulunduğu<br />

ziraının değeri<br />

arazinin beher ziraının değeri, belediye<br />

meclisi kararıyla 23 kuruş olarak<br />

takdir edilmiştir.<br />

Hapishanenin genel durumuna dair açıklamalar: Yeniden yapılması gerekir mi? Tamirle isteğe<br />

uygun hale dönüştürmek mümkün müdür? Tamirat derecesi ve özel mütalaa:<br />

Hapishane denilen mahal iki odadan oluşmakta olup biri tevkifhane diğeri hapishanedir.<br />

Ancak zemin üzerine inşa edildiği için oldukça rutubetli ve hıfzıssıhhaya tamamen<br />

aykırıdır. Koruma bakımından da uygun değildir. Şimdilik tamire ihtiyacı<br />

bulunmamaktadır. Hıfzıssıhhaya uygun, bir bina içinde, yeni tarzda, erkeklere ve<br />

kadınlara mahsus olmak üzere yeniden iki hapishane inşa edilmesi gerekmektedir. 12<br />

Ocak 1914. Muavin Vekili.<br />

Tablo VI: Mekri (Fethiye) Hapishanesi 15<br />

Vilayetin<br />

ismi<br />

Livanın<br />

ismi<br />

--- Kazanın ismi Mekri<br />

Menteşe Hapishanenin hususi<br />

bir ismi varsa<br />

onun ismi<br />

Kadınlara mahsus hapishane var mıdır?<br />

Hükümetin malı mıdır kiralık olarak mı kullanılmaktadır?<br />

1913 yılı Kanun-ı evvelinin 1. günü mevcut mahpusların<br />

sayısı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin mahallince<br />

önem derecesi, hükümet konağı dâhilinde<br />

veya haricinde ve hükümet dairesi müştemilatından<br />

olup olmadığı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin ziraı.<br />

(Ölçümü mümkün değilse tahminen)<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin beher<br />

ziraının değeri<br />

Hususi ismi yoktur.<br />

Kiralama yoluyla sağlanan bir kadınlar<br />

hapishanesi vardır.<br />

Erkekler hapishanesi hükümetin<br />

malıdır.<br />

Erkek: 43<br />

Kadın: -<br />

Toplam: 43<br />

Hapishane hükümet dairesine bitişik<br />

ve onun müştemilatındandır.<br />

143 zira’i mimari<br />

Beher ziraı 50 kuruş değerindedir.<br />

Hapishanenin genel durumuna dair açıklamalar: Yeniden yapılması gerekir mi? Tamirle isteğe<br />

uygun hale dönüştürmek mümkün müdür? Tamirat derecesi ve özel mütalaa:<br />

Hapishane, 28 m²'lik iki koğuş, küçük bir nezaret odası ve kademhaneleri içine alan<br />

15<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.7.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 121<br />

bir aralıktan oluşmaktadır. Avlusu yoktur. Belediye tabibi tarafından verilen rapora<br />

göre mevcut koğuşlar fennen 20 kişiden fazla alamaz. Bu durumda tutukluların ve<br />

mahkûmların mevcudu bazen 50’ye ulaşmakta, izdiham son dereceye varmaktadır.<br />

Hapishanenin darlığı nedeniyle sayıları yüzlere ulaşan mahkûmlar celp ve derdest<br />

edilememektedir. Harap bir halde olup hıfzıssıhhaya asla uygun değildir. Tamire ve<br />

genişletmeye muhtaçtır. Bir koğuş ilavesiyle birlikte tamirinin 13.000 küsur kuruşa<br />

mal olacağı anlaşılmıştır. Evrakı livaya gönderilmiştir.<br />

Tablo VII: Bodrum Genel Hapishanesi 16<br />

Vilayetin --- Kazanın ismi Bodrum<br />

ismi<br />

Livanın Müstakil Hapishanenin hususi<br />

Bodrum Genel Hapishanesi<br />

ismi Menteşe<br />

bir ismi varsa<br />

onun ismi<br />

Kadınlara mahsus hapishane var mıdır?<br />

Yoktur<br />

Hükümetin malı mıdır kiralık olarak mı kullanılmaktadır?<br />

---<br />

1913 yılı Kanun-ı evvelinin 1. günü mevcut mahpusların<br />

sayısı<br />

Erkek: 470<br />

Kadın: 0<br />

Toplam: 470<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin mahallince<br />

önem derecesi, hükümet konağı dâhilinde<br />

veya haricinde ve hükümet dairesi müştemilatından<br />

olup olmadığı<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin ziraı.<br />

(Ölçümü mümkün değilse tahminen)<br />

Hapishanenin üzerinde bulunduğu arazinin beher<br />

ziraının değeri<br />

Genel Hapishane kasabanın güneyinde<br />

denize doğru çıkan bir taş<br />

yarımadanın üzerinde eski bir kaleden<br />

ibarettir.<br />

Müştemilatıyla beraber tahminen<br />

50.000 zira’dır.<br />

Emsali olmaması nedeniyle kıymet<br />

takdiri yapılamamıştır.<br />

Hapishanenin genel durumuna dair açıklamalar: Yeniden yapılması gerekir mi? Tamirle isteğe<br />

uygun hale dönüştürmek mümkün müdür? Tamirat derecesi ve özel mütalaa:<br />

Bu kale, 17 kuleyi içine alan, denizden yüksek ve korunmuş, havası güzel ve ferah bir<br />

yarımada halinde olup bundan tahminen 20 yıl önce hapishane olarak kullanılmaya<br />

başlanmıştır. Kuleleri koğuş olarak kullanılmıştır. Bu eski koğuşlar yeni tarz üzere<br />

tamir ve taksim edilip çoğaltılabilirse Osmanlı Devleti’nin en güzel ve havadar genel<br />

hapishanesi olabilir. Tamirat ve genişletmenin derecesini takdir etmek mümkün olmadığından,<br />

ancak bir fen memurunun ilmiyle yapılması gerekmektedir. 20 Ocak<br />

1914. Bodrum Kaymakamı.<br />

Menteşe Sancağı’nın en büyük hapishanesi olan Bodrum Genel Hapishanesi<br />

1895 yılında tarihi Bodrum Kalesi’nin bazı tamirat ve değişikliklerle genel<br />

hapishaneye dönüştürülmesi sonucu hizmete açılmıştır. Kalenin genel hapisha-<br />

16<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.8.


122 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

neye dönüştürülmesi için gerekli keşif çalışmalarını yapmak üzere 1893 yılında<br />

Erkan-ı Harp Kaymakamı (Kurmay Yarbay) Hüsnü Bey’le birlikte bir mimar<br />

görevlendirilmiştir 17 . İki yılda tamamlanan dönüştürme çalışmalarının ardından<br />

hapishanenin kurulmasında emeği geçen Hüsnü Bey’e üçüncü rütbeden<br />

Osmanlı nişanı takdim edilmiş, Tabip Arif Mehmet Efendi Bodrum Hapishanesi<br />

Tabipliği’ne atanmış, gardiyan sayısı da 9’a yükseltilmiştir 18 . Ancak diğer<br />

hapishanelerden zaman zaman mahkûm sevk edilmesi nedeniyle 9 gardiyan<br />

yetersiz kalınca 5 yeni gardiyan daha alınması için tahsisat ayrılmıştır 19 .<br />

Kalenin hapishane koşulları için uygun ve kapasitesinin geniş olması nedeniyle<br />

uzak ve yakın bölgelerden mahkûm sevk edilmesi bu hapishanedeki<br />

mahkûm sayısının artmasına yol açmıştır. Hükümlü sayısının bazen 700’e ulaştığı<br />

bu hapishane genel hapishaneye dönüştürülmeden önce de ihtiyaç duyulduğunda<br />

hapishane olarak kullanılmıştır. 1874 yılında İstanbul hapishanelerinden<br />

100 kadar mahkûmun nakledilmesi 20 , Selanik ve Draç hapishanelerindeki<br />

kürek mahkûmlarının buraya sevk edilmesi mahkûm sayısı yoğun olan hapishanelerin<br />

izdihamının giderilmesinde bu hapishanenin önemli işlevinin olduğunu<br />

göstermektedir 21 .<br />

Kalenin genel hapishaneye dönüştürülmesinden sonra mahkûm sevkinin<br />

daha da sıklaştığı görülmektedir. 1909 Haziran’ında Rize Hapishanesi’ndeki<br />

mahkûmlar İstanbul üzerinden aktarmalı olarak Bodrum’a nakledilmiş 22 , Rodos’un<br />

İtalyanlar tarafından işgal edilmesi üzerine Rodos Hapishanesi’nden<br />

salıverilen 28’i cinayetten, biri hırsızlıktan, biri de yaralamadan hükümlü 30<br />

mahkûm 23 , Manastır, İlbasan ve Selanik Divan-ı Harpleri tarafından çeşitli cezalara<br />

çarptırılan hükümlüler 1911 yılında Bodrum Genel Hapishanesi’ne gönderilmiştir<br />

24 .<br />

İtalyan ve I. Dünya Savaşlarında sahillerin sık sık saldırıya uğraması da sahillerdeki<br />

hapishanelerde bazı düzenlemeler yapılmasını gerekli kılmıştır. Osmanlı-İtalya<br />

savaşı sırasında Bodrum hapishanelerindeki mahkûmlar iç bölge-<br />

17<br />

BOA, DH.MKT (Dahiliye Nezareti Mektubi Kalemi), Dos.2, no.12, Lef.1;<br />

BOA, DH.MKT, Dos.2062, no.15.<br />

18<br />

BOA, DH.MKT, Dos.2, no.12, Lef.4-5.<br />

19<br />

BOA, DH.TMIK.S (Dahiliye Nezareti Tesri-i Muamelat ve Islahat Komisyonu Islahat),<br />

Dos.30, no.68, Lef.1-3.<br />

20<br />

Yıldız, a.g.tez, s.173.<br />

21<br />

BOA, DH.MKT, Dos.2, no.12, Lef.7-10.<br />

22<br />

BOA, DH.MKT, Dos.2835, no.79.<br />

23<br />

BOA, DH.MB.HPS (Dahiliye Nezareti Mebânî-i Emîriyye Hapishaneler Müdüriyeti Evrakı),<br />

Dos.104, no.15, Lef.1-8.<br />

24<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.103, no.27.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 123<br />

lerdeki hapishanelere nakledilmiş, kale 26-28 Mayıs 1915 tarihlerinde İngiliz ve<br />

Fransız savaş gemileri tarafından bombalanınca da 25 kaza merkezindeki hapishane<br />

açık kalmak üzere kale içindeki hapishane tahliye edilmiş ve hapishanede<br />

görevli personelin civar vilayetlerde istihdam edilmeleri kararlaştırılmıştır 26 . 16<br />

Haziran 1919 tarihine kadar başka hapishanelerde görevlendirilemeyen memur<br />

ve müstahdemlerin de işlerine son verilmiştir 27 .<br />

Sahillerin saldırıya uğramasının yarattığı güvenlik tehlikesi nedeniyle<br />

mahkûmların iç bölgelerdeki hapishanelere nakledilmesi buralarda da aşırı yığılmalara<br />

ve güvenlik zayıflığına yol açınca hükümet 1914 yılının sonunda cezalarının<br />

dörtte üçünü tamamlayan mahkûmların affedilip salıverilmelerini<br />

öngören bir yasa çıkarmak zorunda kalmıştır 28 . 1916 yılında hapishanelere<br />

gönderilen izahat varakalarında da ceza kanununun 48. ve 67. maddeleri arasındaki<br />

suçlardan hüküm giyenlerden siyasi suçlular hariç olmak üzere cezalarını<br />

tamamlamaya 6 ay kalmış çiftçi ve yol tamircisi gibi genel menfaatlere çalışabilecek<br />

olan mahkûmların sayılarının bildirilmesi istenmiştir 29 . Savaşın ortaya<br />

çıkarmış olduğu ekonomik ve sosyal sıkıntıların az da olsa hafifletilebilmesi için<br />

hükümetin böyle bir yola başvurmak zorunda kaldığı anlaşılmaktadır.<br />

Her bakımdan olumsuz koşullar içinde bulundukları soru varakaları tablolarından<br />

da anlaşılan hapishanelerin ıslah edilebilmeleri için yerel yöneticilerin<br />

yeterli personel ve ödenek ayrılması gerektiğine ilişkin Dâhiliye Nezareti’ne<br />

bildirdikleri isteklerin pek karşılanamadığı görülmektedir. Personel yetersizliği<br />

nedeniyle kadınlar hapishanesinde erkek, erkekler hapishanesinde de kadın<br />

gardiyan çalıştırılmak zorunda kalınmıştır. 1912 yılında Köyceğiz Hapishanesi’nde<br />

görevli erkek gardiyanın maaşına zam yapılarak kadınlar hapishanesi<br />

gardiyanlığını da yürütmesi sağlanmış 30 , I. Dünya Savaşı yıllarında Marmaris<br />

Erkekler Hapishanesi’nin gardiyanlığını bir süre kadın gardiyan üstlenmiştir.<br />

Bazen kadın gardiyanlık için ödenek ayrılmadığından kadınlar fahri gardiyan<br />

olarak görev yapmışlar, mutasarrıflığın, maaş tahsis edilmesi isteği Dâhiliye<br />

Nezareti tarafından uygun görülmemiştir. 31 .<br />

25<br />

BOA, DH.EUM. 3. Şube (Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti 3. Şube), Dos.28,<br />

no.45, Lef.8.<br />

26<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.104, no.35; BOA, DH.MB.HPS, Dos.74, no.38.<br />

27<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.163, no.34.<br />

28<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.105, no.33.<br />

29<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.26, no.65, Lef.1.<br />

30<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.41, no.24.<br />

31<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.93, no.1, Lef.1.


124 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Menteşe Mutasarrıflığı tarafından Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen 28<br />

Ağustos 1916 tarihli tahriratta, Marmaris Hapishanesi’nin gardiyanlığını fahri<br />

olarak yürütmekte olan Nuriye adlı kadına aylık 50 kuruş maaş tahsis edilmesi<br />

teklifinde bulunulmuş 32 , ancak Dâhiliye Nezareti Mebanî-i Emiriyye ve Hapishaneler<br />

Müdüriyeti’nden 10 Eylül 1916 tarihinde Menteşe Mutasarrıf vekili Ali<br />

Galip Bey’e gönderilen cevabi tahriratta maaş tertibinde karşılığı olmadığı için<br />

Nuriye kadına maaş tahsis edilemeyeceği bildirilmiştir 33 .<br />

Mutasarrıflık tarafından 21 Kasım 1916 tarihinde nezarete gönderilen ikinci<br />

tahriratta da Marmaris Hapishanesi gardiyanlığı için gerekli olan aylık 50 kuruş<br />

maaş ödeneğinin ve hapishane icar bedeli olan aylık 50 kuruşun ödenmeyen 31<br />

kuruşluk kısmının yılsonuna kadarki toplam miktarıyla birlikte havale edilmesi<br />

isteğinde bulunulmuştur 34 . Nezaretin 7 Aralık 1916 tarihli cevabında, tahsis edilen<br />

ödenekte gardiyanlık maaşı bulunmadığı için maaş tahsisinin mümkün olmadığı,<br />

ancak icar bedelinin toplamı olan 124 kuruşun 25 Kasım 1916 tarih ve<br />

952/22 numaralı havalename ile gönderildiği bildirilmiştir 35 . Savaş yıllarının<br />

ortaya çıkardığı olağanüstü koşullar nedeniyle de olsa gerek çok gerekli olmayan<br />

durumlarda tahsis edilen ödenekler dışında ilave havalename gönderilmemiştir<br />

36 .<br />

Menteşe Mutasarrıflığı’nın kadın gardiyan için maaş tahsis isteğinin 1918<br />

yılında da devam ettiği anlaşılmaktadır. Marmaris Kadınlar Hapishanesi’nde<br />

kadın gardiyan bulunmaması nedeniyle intizamın sağlanmasında zorluklarla<br />

karşılaşılınca mutasarrıflık 10 Ağustos 1918 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne bir<br />

tahrirat göndererek hapishaneye bir kadın gardiyan alınabilmesi için aylık 200<br />

kuruşluk havalename gönderilmesini istemiştir 37 . Nezaretin kadın gardiyan<br />

istihdamı politikasında henüz bir değişiklik olmamış olacak ki 2 Eylül 1918 tarihli<br />

cevabında maaşlar tertibinde tahsis edilmiş bakiye olmadığından kadın<br />

gardiyan için maaş tahsisinin mümkün olmadığı, ancak gelecek yılın bütçesinde<br />

teklif edilen zammın kabul edilmesi durumunda ödenek ayrılabileceği bildirilmiştir<br />

38 .<br />

Küçük hapishanelerdeki mahkûmların kadro ve ödenek yetersizliği nedeniyle<br />

karşılaştıkları sorunların, başkent İstanbul ve ülkenin diğer bazı büyük<br />

32<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.93, no.1, Lef.2.<br />

33<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.93, no.1, Lef.3.<br />

34<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.93, no.1, Lef.4.<br />

35<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.93, no.1, Lef.5.<br />

36<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.63, no.21.<br />

37<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.94, no.16, Lef.1.<br />

38<br />

BOA, DH.MB.HPS, Dos.94, no.16, Lef.2.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 125<br />

hapishanelerinde aynı ölçüde görülmediği anlaşılmaktadır. 1880 ve 1917 nizamnameleri<br />

gereğince mahkûmlara tanınan haklar büyük hapishanelerde bütçe<br />

imkânları dâhilinde yerine getirilmeye çalışılırken küçük hapishanelere aynı<br />

imkânlar sağlanamamıştır. Büyük hapishanelerde maaşı ve ekmek bedeli devlet<br />

tarafından karşılanmak üzere berber görevlendirilmiş, piyasanın üzerinde fiyatla<br />

mal satılmaması koşuluyla bakkal dükkânı işletilmesine izin verilmiş, nizamnameler<br />

gereğince görevlendirilmeleri hükmolunan aşçı, tabip, din adamı<br />

atamaları yapılmıştır 39 .<br />

Bodrum Genel Hapishanesi’ndeki hükümlüler kısmen de olsa bu tür hizmetlerden<br />

yararlanabilmekte iken diğer ilçe hapishaneleri aynı imkâna sahip<br />

değillerdi. Bodrum Hapishanesi’ne kadrolu tabip atanmış, ekmek temin işi bir<br />

müteahhide verilmiş iken diğer hapishanelerdeki mahkûmların sayısının azlığından<br />

ve mekân darlığından olsa gerek tabip, berber, imam vs. atanmamış,<br />

ekmek ihtiyacı dışarıdaki fırınlardan sağlanmıştır.<br />

Hapishane Yoklama Cetvellerinden Örnekler<br />

Dâhiliye Nezareti yılda üç kez olmak üzere hapishanelerdeki mahkûmların<br />

cinsiyetlerine ve suç çeşitlerine göre sayılarını gösteren yoklama cetvelleri istemiştir.<br />

1 Kasım-28 Şubat, 1 Mart-1 Temmuz, 1 Temmuz-1 Kasım dönemlerini<br />

kapsayan yoklama cetvellerinde suçun çeşidi cinayet, cünha ve kabahat olmak<br />

üzere üç gruba ayrılmıştır. Kaymakam, savcı, mahkeme başkanı, jandarma kumandanı,<br />

tabip ve hapishane gardiyanı tarafından imzalanan cetveller düzenli<br />

olarak nezarete gönderilmiştir.<br />

Yoklama cetvelleri, izahat varakaları ve değişik bilgi formlarıyla hapishaneler<br />

hakkında istatistik amaçlı bilgi toplama uygulaması İttihat ve Terakki döneminde<br />

yaygınlaşmıştır. Hapishanelerle ilgili istatistikî bilgileri ceza reformu<br />

programlarını meşrulaştırmada kullanmayı amaçlayan parti, hapishaneleri aynı<br />

zamanda sosyal reform, modernleşme ve imparatorluğun yıkılmasından sonra<br />

kurmayı düşündüğü ulus devlet programı için birer laboratuar haline getirmeye<br />

çalışmıştır 40 .<br />

Hangi amaçlarla düşünülmüş olursa olsun hapishanelerdeki mahkûmların<br />

suç çeşidi, yaş, cinsiyet, meslek vb. durumlarının bilinmesini sağlayan cetvel ve<br />

istatistiklerin gelecekte izlenecek ceza ve hapishane politikalarının belirlenme-<br />

39<br />

BOA, DH.MKT, Dos.1478, no.21; BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.2, no.18.<br />

40<br />

Schull, agm., s.215.


126 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

sinde önemli birer gösterge oldukları açıktır. Cetvel örneklerinden bazıları şöyledir:<br />

Tablo VIII: Marmaris Hapishanesi’nin 1914 Yılı İkinci Dört Aylık<br />

Yoklama Cetveli 41 .<br />

Mahkûmların Miktarı Düşünceler Tutukluların Miktarı<br />

Suçun<br />

Çeşidi<br />

1914 yılı 1<br />

Erkek Kadın Yekûn Erkek Kadın Yekun<br />

Temmuz-1<br />

7 0 7<br />

Cinayet 0 0 0<br />

Kasım arası<br />

Cünha 6 0 6<br />

Kabahat 4 2 6<br />

Yekûn 10 2 12<br />

7 0 7<br />

Düşünceler<br />

Hal-i hazır<br />

durum<br />

nedeniyle<br />

Muğla<br />

Hapishanesi’ne<br />

naklolunmuştur.<br />

1914 yılı 1 Temmuz-1 Kasım arası 4 aylık dönemde Marmaris Hapishanesi’nde<br />

yapılan yoklamada 10 erkek, 2 kadın olmak üzere toplam 12 mahkûm, 7 erkek tutuklunun<br />

bulunduğu anlaşılmış ve bu cetvel onaylanmıştır. 8 Aralık 1914. Marmaris Kazası<br />

Bidayet Mahkemesi Başkanı, Marmaris Kazası Müddeî-i Umumi (Savcı) Vekili adına<br />

memur, Marmaris Jandarma Kumandanı adına Başçavuş, Marmaris Hükümet Tabibi.<br />

Tablo IX: Marmaris Hapishanesi’nin 1917 Yılı İkinci Dört Aylık<br />

Yoklama Cetveli 42 .<br />

Suçun<br />

Mahkûmların Miktarı Düşünceler Tutukluların Miktarı<br />

Çeşidi<br />

Erkek Kadın Yekûn<br />

1917 yılı 1<br />

Erkek Kadın Yekûn<br />

Temmuz-<br />

Cinayet 0 0 0 1 Kasım arası 1 0 1<br />

Cünha 0 2 2 2 0 2<br />

Kabahat 6 5 11 0 0 0<br />

Yekûn 6 7 13<br />

3 0 3<br />

41<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.18, no.75, Lef.1.<br />

42<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.31, no.67, Lef.1,2.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 127<br />

Marmaris Kazası Kaymakam Vekili, Bidayet Ceza Mahkemesi Reisi, Müddeî-i<br />

Umumi Vekili, Müstantik ,(Sorgu Hakimi) Jandarma Kumandanı, Hapishane Müdürü,<br />

Tabip. 1 Kasım 1917.<br />

Tablo X: Marmaris Hapishanesi’nin 1917 Yılı Üçüncü Dört Aylık<br />

Yoklama Cetveli 43 .<br />

Suçun<br />

Mahkûmların Miktarı Düşünceler Tutukluların Miktarı<br />

Çeşidi<br />

Erkek Kadın Yekûn<br />

1917 yılı 1<br />

Erkek Kadın Yekûn<br />

Kasım-<br />

Cinayet 0 0 0 28 Şubat arası 0 0 0<br />

Cünha 1 10 11 0 3 3<br />

Kabahat 1 0 1 0 0 0<br />

Yekûn 2 10 12<br />

0 3 3<br />

Marmaris Kazası Kaymakam Vekili, Bidayet Ceza Mahkemesi Reisi, Müddeî-i<br />

Umumi Vekili, Müstantik, Jandarma Kumandanı, Hapishane Gardiyanı, Tabip. 1 Mart<br />

1918.<br />

Tablo XI: Marmaris Hapishanesi’nin 1918 Yılı Birinci Dört Aylık<br />

Yoklama Cetveli 44 .<br />

Suçun<br />

Mahkûmların Miktarı Düşünceler Tutukluların Miktarı<br />

Çeşidi<br />

Erkek Kadın Yekûn<br />

1918 yılı 1<br />

Erkek Kadın Yekûn<br />

Mart-1 Tem-<br />

Cinayet 0 0 0 muz arası 0 0 0<br />

Cünha 0 7 7 2 0 2<br />

Kabahat 1 1 2 0 0 0<br />

Yekûn 1 8 9<br />

2 0 2<br />

Marmaris Kazası Kaymakamı, Müddeî-i Umumi Vekili, Jandarma Kumandanı,<br />

Hapishane Gardiyanı. 1 Temmuz 1918.<br />

43<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.33, no.33, Lef.1.<br />

44<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.34, no.67, Lef.2.


128 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Tablo XII: Marmaris Hapishanesi’nin 1918 Yılı İkinci Dört Aylık<br />

Yoklama Cetveli 45 .<br />

Suçun<br />

Mahkûmların Miktarı Düşünceler Tutukluların Miktarı<br />

Çeşidi<br />

Erkek Kadın Yekûn<br />

1918 yılı 1<br />

Erkek Kadın Yekûn<br />

1 Temmuz-<br />

Cinayet 0 0 0 1 Kasım arası 0 0 0<br />

Cünha 4 3 7 0 0 0<br />

Kabahat 2 2 4 0 0 0<br />

Yekûn 6 6 11<br />

0 0 0<br />

Marmaris Kazası Kaymakamı, Müddeî-i Umumi Vekili, Jandarma Kumandanı,<br />

Gardiyan. 31 Ekim 1918.<br />

45<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.35, no.78, Lef.2.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 129<br />

Tablo XIII: Menteşe Sancağı'ndaki Tüm Hapishanelere Ait 1918 Yılı Üçüncü<br />

Dört Aylık Mahkûmlar ve Tutuklular Cetveli 46 .<br />

Kaza<br />

İsimleri<br />

Mahkûmlar<br />

Kabahat Cünha Cinayet<br />

Haklarında<br />

kesin<br />

hüküm<br />

verilmeyip<br />

tutuklu<br />

bulunanlar<br />

Erkek<br />

Kadın<br />

Erkek<br />

Kadın<br />

Erkek<br />

Yekûn<br />

Kadın<br />

Yekûn<br />

Düşünceler<br />

Erkek<br />

Kadın<br />

Muğla 0 0 14 3 75 11 103 43 6 49<br />

Milas 0 0 5 1 0 0 6 11 1 12<br />

Marmaris 1 0 2 4 0 0 7 0 0 0<br />

Köyceğiz 0 0 29 21 1 0 51 16 8 24<br />

Bodrum 0 0 6 1 0 0 7 1 0 1<br />

Fethiye 4 0 10 12 0 0 26 23 0 23<br />

Yekûn 5 0 66 42 76 11 200 94 15 109<br />

Bu cetvel 28 Nisan 1919 tarihinde Menteşe Mutasarrıflığı İstatistik Müdürlüğü<br />

tarafından hazırlanmıştır.<br />

46<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.38, no.33, Lef.2.


130 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Tablo XIV: Hapishanelere Ait İzahat Varakası 47 .<br />

1. Hapishane Mahallerinin İsimleri: Marmaris<br />

2. Hapishane: ……<br />

3. Tevkifhane: Ayrıca tevkifhane yoktur, hapishane vardır.<br />

4. Müdürün ismi, müdür bulunmadığı takdirde memur veya başgardiyanın ismi: Celal<br />

Efendi adında bir gardiyan vardır.<br />

5. Kâtiplerin adedi: Yoktur.<br />

6. Gardiyanların adedi: 1 gardiyan vardır.<br />

7. Mevcudun adedi: 6 Erkek Kadın Henüz 18<br />

yaşında<br />

bulunmayan<br />

tutuklular<br />

a. Tevkifhanede:<br />

b. Hapishanede<br />

8. Ceza kanunnamesinin 48. ve 67. maddelerine<br />

kadar adı geçen suçlardan dolayı ilgili<br />

maddeler hükümlerine uygun olarak mahkûm<br />

olan siyasi suçlular hariç olmak üzere<br />

cezalarını tamamlamaya 6 ay kalmış olan<br />

çiftçi ve yol tamircileri gibi umumi menfaatlere<br />

çalışabilecek mahkûmların sayısı:<br />

9. Tutukluların adedi:<br />

a. Günlük umumi menfaat için çalışanlar:<br />

b. Hapishanenin kendi işlerinde müstadem<br />

bulunanlar:<br />

c. Hususi siparişlerin imaliyle meşgul<br />

bulunanların adedi:<br />

d. Hiçbir işi bulunmayanların adedi:<br />

10. Yiyeceklerin ne şekilde hazırlandığı:<br />

a. Hapishanenin kendi mutfağında<br />

b. Bir müteahhit vasıtasıyla<br />

c. Bir hayır cemiyeti tarafından<br />

Yoktur<br />

3<br />

Yoktur<br />

3<br />

Yoktur<br />

Yoktur<br />

Yoktur<br />

Yoktur<br />

Yoktur<br />

3<br />

Fırıncılardan<br />

alınmak suretiyle<br />

mahpuslar idare<br />

edilmektedir.<br />

Yoktur<br />

1. İşbu cetvel mümkün olduğu kadar süratle doldurulmak üzere vilayetler veya<br />

mutasarrıflıklarca hapishanelere dağıtılacaktır.<br />

2. Soruların karşılıkları doldurulduktan sonra vilayetler veya mutasarrıflıklar tarafından<br />

vilayetler veya liva dâhiline ait olanlar bir araya toplanarak tamamı onaylandıktan<br />

sonra topluca yazı ile nezarete gönderilecektir.<br />

3. Cevaplar gayet açık olarak yazılacaktır.<br />

47<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.26, no.65, Lef.1.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 131<br />

4. Her sorunun cevabı karşısına yazılacak ve sorunun içerdiği husus mahallinde<br />

mevcut değilse cevap hanesi açık bırakılmayıp işaret konulacaktır. Dâhiliye Nezareti<br />

Hapishaneler İdare-i Umumiyesi. 14 Aralık 1916.<br />

Cetvellerden XX. yüzyılın başlarında Menteşe Sancağı hapishanelerinde<br />

Bodrum Genel Hapishanesi kapatılıncaya kadar ortalama 800 ila 1.000 arasında<br />

mahkûmun bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu hapishanenin kapatılmasının ardından<br />

XIII no’lu tabloda görüldüğü gibi mahkûmların sayısı ortalama dörtte<br />

üç oranında azalma göstermiştir.<br />

Konuyla ilgili arşiv belgelerinden Menteşe Sancağı hapishanelerindeki<br />

mahkûmlardan İstanbul’daki merkezi yönetime pek şikâyet dilekçesi gönderilmediği<br />

anlaşılmaktadır. Van, Konya, Şam, Ankara, Manisa gibi hapishanelerdeki<br />

mahkûmların şikâyetlerine ilişkin Mebanî-i Emiriyye ve Hapishaneler<br />

Müdüriyeti ve diğer bazı fonlarda belgelere rastlandığı halde 48 Bodrum Genel<br />

Hapishanesi ekmek müteahhidi Bodrumlu Resulzade Halil’in, kalan alacaklarının<br />

ödenmediğine ilişkin 2 Eylül 1916 tarihli şikâyetinin 49 dışında Menteşe hapishanelerinden<br />

dilekçe gönderildiğine dair belgelere şimdilik ulaşılamamıştır.<br />

Sonuç<br />

Osmanlı Devleti’nin siyaset, eğitim, bilim ve askeri alanda gösterdiği batılılaşma<br />

çabalarından hukuk ve ceza infaz sistemi de doğrudan etkilenmiştir.<br />

Tanzimat döneminde batılı ülkelerin hukuk sistemlerinden esinlenilerek hazırlanan<br />

ceza kanunlarıyla yüzlerce yıldır uygulana gelen bedene yönelik cezalandırma<br />

yöntemleri kaldırılmış, onların yerini ceza infaz kurumu olarak hapis ve<br />

hapishane almıştır. Ancak hapishaneler başlangıçta mahkûm ve tutukluların<br />

sağlık, barınma, iyi yönetilme gibi haklarının sağlanmasını kolaylaştırıcı nitelikte<br />

yapılar olarak inşa edilmediklerinden Osmanlı Devleti XIX. yüzyılın ikinci<br />

yarısından itibaren batılı devletlerin hapishane ıslahı baskılarına maruz kalmıştır.<br />

XIX. ve XX. yüzyılın başlarında kabul edilen yasa ve nizamnamelerle hapishanelerin<br />

ıslahına başlanmış, mahkûmların hakları güvence altına alınarak<br />

genişletilmeye çalışılmıştır. Ancak bu iyileştirmeler mimari olarak yenilenme-<br />

48<br />

Konya Hapishanesi’ndeki mahkûmların, bakkalın fahiş fiyatla mal satmasının engellenmesine<br />

ilişkin 1909 yılındaki şikâyet dilekçeleri, (BOA, DH.MKT, Dos.2905, no.19); Eskişehir Hapishanesi’ndeki<br />

mahkûmların yemek ve elbiselerle ilgili 1920 Mart’ındaki şikayetleri (BOA,<br />

DH.MB.HPS, Dos.98, no.46); Van Merkez Hapishanesi’ndeki mahkûmların elbiselerini yıkamak<br />

için bir süredir sabun ve odun verilmemesi nedeniyle temizlenemediklerine ilişkin 1887<br />

Mayıs’ındaki şikayetleri (BOA, DH.MKT, Dos.1441, no.15) ile ilgili belgeler bunlara örnektir.<br />

49<br />

BOA, DH.MB.HPS.M, Dos.25, no.53.


132 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

yen dar, sağlıksız eski mekânlar içinde yapılmaya çalışıldığından istenilen düzeyde<br />

başarılı olunamamıştır. Örneğin 28 m²’lik Köyceğiz Hapishanesi’nde 26,<br />

36 m²’lik Marmaris Erkekler Hapishanesi’nde 8, 40 m²’lik Bodrum Merkez Hapishanesi’nde<br />

13 mahkûmun barındığı, bahçelerinin ve gerektiği kadar havalandırma<br />

imkânlarının olmadığı dikkate alınırsa yapılan diğer iyileştirmelerin<br />

fazla önem taşımadığı anlaşılacaktır. Taş döşeli avlusu bulunan 300 m² büyüklüğündeki<br />

Muğla Merkez Hapishanesi’nde 228 mahkûmun barındırılması, İstanbul’un<br />

büyük hapishanelerinde başarılı olan ıslah çalışmalarının XX. yüzyılın<br />

ilk çeyreğinde taşra hapishanelerinde aynı düzeyde olmadığını göstermektedir.<br />

Dağılma sürecine giren devletin siyasi varlığını koruma kaygısıyla merkezi<br />

gücün kontrolü ve suç çeşitliliği arttırılınca suçlu sayısı çoğalmış, buna karşılık<br />

sağlıklı mekânsal büyüme sağlanamamıştır. Bu da cumhuriyetin ilk yıllarına<br />

kadar hapishanelerde asayişsizliğin, bulaşıcı ve salgın hastalıkların, suiistimallerin,<br />

intizamsızlığın devam etmesine neden olmuştur. Her şeye rağmen bedene<br />

yönelik ağır cezalar uygulayan infaz sisteminden bu aşamaya gelinmesini de<br />

reform sürecinin başarısı olarak değerlendirmek gerekir. ©


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 133<br />

KAYNAKLAR<br />

a. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Belgeleri<br />

DH.EUM.3.Şube (Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti 3. Şube),<br />

Dos.28, no.45, Lef.8.<br />

DH.MB.HPS, (Dahiliye Nezareti Mebânî-i Emîriyye Hapishaneler Müdüriyeti Evrakı),<br />

Dos.104, no.15, Lef.1-8.<br />

DH.MB.HPS, Dos.103, no.27.<br />

DH.MB.HPS, Dos.104, no.35.<br />

DH.MB.HPS, Dos.74, no.38.<br />

DH.MB.HPS, Dos.163, no.34.<br />

DH.MB.HPS, Dos.105, no.33.<br />

DH.MB.HPS, Dos.41, no.24.<br />

DH.MB.HPS, Dos.93, no.1, Lef.1.<br />

DH.MB.HPS, Dos. 93, no.1, Lef.2.<br />

DH.MB.HPS, Dos. 93, no.1, Lef.3.<br />

DH.MB.HPS, Dos. 93, no.1, Lef.4.<br />

DH.MB.HPS, Dos. 93, no.1, Lef.5.<br />

DH.MB.HPS, Dos. 63, no.21.<br />

DH.MB.HPS, Dos. 94, no.16, Lef.1.<br />

DH.MB.HPS, Dos. 94, no.16, Lef.2.<br />

DH.MB.HPS, Dos.98, no.46.<br />

DH.MB.HPS.M, (Dahiliye Nezareti Mebânî-i Emîriyye Hapishaneler Müdüriyeti<br />

Müteferrik Evrakı), Dos.11, no.18, Lef.2.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.3.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.4.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.5.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.6.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.7.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.11, no.18, Lef.8.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.31, no.82.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.26, no.65, Lef.1.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.2, no.18.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.18, no.75, Lef.1.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.31, no.67, Lef.1,2.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.33, no.33, Lef.1.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.34, no.67, Lef.2.


134 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.35, no.78, Lef.2.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.38, no.33, Lef.2.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.25, no.53.<br />

DH.MB.HPS.M, Dos.1/2, no.10.<br />

DH.MKT (Dahiliye Nezareti Mektubi Kalemi), Dos.2, No.12, Lef.1.<br />

DH.MKT, Dos.2062, no.15.<br />

DH.MKT, Dos.2, no.12, Lef.4-5.<br />

DH.MKT, Dos.2, no.12, Lef.7-10.<br />

DH.MKT, Dos.2835, no.79.<br />

DH.MKT, Dos.1478, no.21.<br />

DH.MKT, Dos.2905, no.19.<br />

DH.MKT, Dos.1441, no.15.<br />

DH.TMIK.S (Dahiliye Nezareti Tesri-i Muamelat ve Islahat Komisyonu Islahat),<br />

Dos.30, no.68, Lef.1-3.<br />

b. Kitaplar ve Makaleler<br />

ACAR, İsmail; “Osmanlılarda Zina Suçu ve Cezası”, Türkler, Cilt.X, Ankara 2002,<br />

s.83-90.<br />

AVCI, Mustafa; “Osmanlı Uygulamasında İnfazı Özellik Gösteren Hapis Türleri:<br />

Kalebentlik, Kürek ve Prangabentlik”, Yeni Türkiye, Sayı 45, (Mayıs-Haziran<br />

2002), s.128-147.<br />

________“Osmanlı Hukukunda Para Cezaları”, Türkler, Cilt X, Ankara 2002, s.91-<br />

106.<br />

BAYINDIR, Abdülaziz; “Örneklerle Osmanlı’da Ceza Yargılaması”, Türkler, Cilt X,<br />

Ankara 2002, s.69-82.<br />

DEMİREL, Fatmagül; “Osmanlı Adliye Teşkilatında Yaşanan Sorunların Hapishanelere<br />

Yansıması (1876-1909), Osmanlı’da Asayiş Suç ve Ceza 18.-20. Yüzyıllar,<br />

Derleyenler: Noemi Levy ve Alexandre Toumarkıne, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul,<br />

Basım Yılı Yok, s.190-199.<br />

GÖNEN, Yasemin Saner; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Hapishaneleri İyileştirme<br />

Girişimi 1917 Yılı”, Hapishane Kitabı, Der: Emine Gürsoy Naskali ve Hilal Oytun<br />

Altın, İstanbul 2005, s.173-183.<br />

KARAL, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, Cilt.V, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara<br />

1983.<br />

KÖSE, Osman; “XVIII. Yüzyıl Sonları Rus ve Avusturya Savaşları Esnasında Osmanlı<br />

Devleti’nde Bir Uygulama: İstanbul’da İçki ve Fuhuş Yasağı”, Turkish<br />

Studies, Volume 2/1, (Winter 2007), s.104-123.<br />

MAŞALI, Münteha; “Osmanlı’da Ölüm Cezası”, Yeni Türkiye, Sayı 45, (Mayıs-<br />

Haziran 2002), s.148-161.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 135<br />

SCHULL, Kent; “Tutuklu Sayımı: Jön Türklerin Sistematik Bir şekilde Hapishane İstatistikleri<br />

Toplama Çalışmaları ve Bunların 1911-1918 Hapishane Reformu<br />

Üzerine Etkileri” Osmanlı’da Asayiş Suç ve Ceza 18.-20. Yüzyıllar, Derleyenler:<br />

Noemi Levy ve Alexandre Toumarkıne, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, Basım<br />

Yılı Yok, s.212-238.<br />

s.212-238.<br />

YILDIZ, Gültekin; Osmanlı Devleti’nde Hapishane Islahatı (1839-1908), Basılmamış<br />

Yüksek Lisans Tezi Marmara <strong>Üniversitesi</strong> <strong>Türkiyat</strong> <strong>Araştırmaları</strong> <strong>Enstitüsü</strong>, İstanbul,<br />

2002.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 137<br />

Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularında Iktâ‘<br />

“Iqta in Anatolian Seljukids”<br />

Erkan GÖKSU *<br />

ÖZET<br />

Büyük <strong>Selçuk</strong>lu Devleti’nin Anadolu şubesi olması hasebiyle bu devletin siyasî geleneği üzerine<br />

inşa edilen Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu Devleti de ıktâ‘ sistemini uygulamıştır. Ancak devletin idarî<br />

ve askerî yapılanmasının temelini teşkil Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ı, birçok bakımdan Büyük <strong>Selçuk</strong>lu<br />

ve sair Yakın Doğu devletlerinden farklı olup, kendine has özellikler taşır. Kendisinden<br />

önceki Müslüman Türk devletlerine göre daha merkeziyetçi bir yapıya sahip olan Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu<br />

Devleti, ıktâ‘ sistemini de bu yapıya uydurmuş ve söz konusu sistemi başarılı bir şekilde<br />

uygulamak suretiyle idarî ve askerî mekanizmanın düzenli bir şekilde işlemesini sağlamıştır.<br />

Feodal parçalanmaların önüne geçmek için ıktâ‘lar küçültülmüş ve ıktâ‘ arazilerinin idarî ve<br />

askerî idarecilerinin yetkileri sınırlandırılmıştır. Bu durum, idarî olduğu kadar askerî bakımdan<br />

da devletin hızla merkeziyetçi bir yapıya bürünmesini sağlamıştır.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Türkiye <strong>Selçuk</strong>luları, Iktâ‘ Sistemi, Askerî Iktâ‘, Merkeziyetçilik<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

Anatolian Seljukids as a heir of the Great Seljukids executed the system of iqta.<br />

Military and administrative structure of the state was based on the iqta which differs from<br />

those of the Great Seljukids and other Near Eastern states and has its own characteristics.<br />

Anatolian Seljukids had a more centralist structure than previous Islamic Turkish states and<br />

thus adopted more centralist iqta system.<br />

By means of this Anatolian Seljukids run the administrative and military mechanism properly.<br />

To prevent feudal partition sizes of iqtas were decreased and authority of iqta owners in<br />

military and administrative fields was limited. This situation was resulted in a more centralist<br />

government with respect to military and administration.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

System of Iqta Military Iqta, Anatolian Seljukids, Centralism<br />

*<br />

Yrd. Doç. Dr., Gaziosmanpaşa <strong>Üniversitesi</strong> Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.


138 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

İslâm tarihinde ilk örneklerine Hz. Peygamber 1 döneminde rastlanan ıktâ‘,<br />

Hulefâ-i Râşidîn 2 , Emevîler 3 ve Abbasîler 4 döneminde tekâmül etmiş ve Endülüs’ten<br />

Hindistan’a kadar uzanan sahada hüküm süren bütün İslâm devletlerinde<br />

uygulanan bir sistem haline gelmiştir 5 .<br />

Iktâ‘nın Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemlerinde başlayan ve<br />

zamanla teamül halini alan bir sistem olması, tarihî tecrübenin gelişim seyri ve<br />

1<br />

el-Belâzurî (Ahmed b. Yahya b. Câbir el-Belâzurî), Fütûhu’l-Büldân, (Tahkik. Rıdvan Muhammed<br />

Rıdvan), Beyrut 1403., (Türkçe terc., Çev. Mustafa Fayda, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara<br />

2002., s.16-17, 23, 28-29, 40, 50, 106, 126, 135, 184 ve muhtelif yerler; Ali Şafak, İslâm Arazi<br />

Hukuku ve Tatbikatı, İstanbul 1977., s.197-198, 209-210.; Halil İnalcık, “İslâm Arazi ve Vergi<br />

Sisteminin Teşekkülü ve Osmanlılar Devrindeki Şekillerle Mukayesesi”, Osmanlı İmparatorluğu<br />

(Toplum ve Ekonomi), İstanbul 1996., s.15.; Halil Cin, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu<br />

Düzenin Bozulması, İstanbul 1985., s.54., Osman Turan, “İktâ”, İA, V/2., İstanbul 1992.,<br />

s.950.; Mustafa Demirci, Abbasîlerde Toprak Sistemi, (Marmara <strong>Üniversitesi</strong> SBE, Doktora<br />

Tezi), İstanbul 2001., s.180-182.; Mustafa Demirci, “İktâ”, DİA, XXII, İstanbul 2000., s.43.<br />

2<br />

el-Belâzurî (Türkçe terc., s.15-16, 181-182 ve muhtelif yerler); Turan, “Iktâ”, s.950.; Demirci,<br />

Abbasîlerde Toprak Sistemi, s.182-184.; Demirci, “İktâ”, s.43-44.<br />

3<br />

el-Belâzurî, (Türkçe terc., s.45, 50, 177, 183, 190-191 ve muhtelif yerler); İsmail Hakkı<br />

Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ankara 1941, s.17-18.; Şafak, a.g.e., s.217.;<br />

Demirci, Abbasîlerde Toprak Sistemi, s.184-185.; Demirci, “İktâ”, s.44.; Tsugitaka Satō, “Land<br />

Tenure and Owneship, or Iqta”, Medieval Islamic Civilization: An Encyclopedia, II., (Ed.<br />

Josef W. Meri), (Taylor and Francis Group), New York 2006., s.447.; Hugh Kennedy, The<br />

Armies of the Caliphs: Military and Society in the Early Islamic State, Routledge, 2001., s.82<br />

vd., 140-141.<br />

4<br />

Mustafa Demirci, Abbasîlerde Toprak Sistemi, (Marmara <strong>Üniversitesi</strong> SBE, Doktora Tezi),<br />

İstanbul 2001.; Satō, “Land Tenure and Owneship, or Iqta”, s.447-448.; Khalil Athamina, “Some<br />

Administrative, Military and Socio-Political Aspects of Early Muslim Egypt”, War and Society<br />

in the Eastern Mediterranean, 7th-15th Centuries, (ed. Yaacov Lev), Leiden: Brill 1997., s.105,<br />

109.; Kennedy, The Armies of the Caliphs, s.82 vd.; Şafak, a.g.e., s.208.; Demirci, “İktâ”, s.44;<br />

Mehmet Ali Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, Ankara 1985., s.261-<br />

262.<br />

5<br />

Bazı yazarlar, eski çağlardan itibaren muhtelif devletlerde ıktâ‘nın muadili uygulamalara rastlandığına<br />

işaret etmişlerdir. [M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine<br />

Tesiri, (Önsöz, bazı notlara, bibliyografyaya ilaveler ve geniş bir indeksle yayınlayan<br />

Orhan F.Köprülü), İstanbul 1981., s.101.; Şafak, a.g.e., s.36-43.; Demirci, Abbasîlerde Toprak<br />

Sistemi, s.180.; Demirci, “İktâ”, s.43.; Cin, a.g.e., s.55, 57.; Kılıçbay, a.g.e., s.263-264.]. Bu cümleden<br />

olmak üzere İslâmiyet öncesi Türk devletlerinde mevcut toprak hukukunu veya arazi<br />

tevcihlerini de bir nevi ıktâ‘ olarak değerlendirenler de mevcuttur. [Bahaeddin Ögel, “İslâm’dan<br />

Önceki Türk Devletlerinde Tımar Sistemi”, IV. Türk Tarih Kongresi, Ankara 1952,<br />

s.242-251.; Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, TTK Yay., Ankara 2002., s.170, 191, 201.].<br />

), / اخباز ( “hubz/ahbâz” ‏,(نان پاره)‏ “nânpâre” Ancak muhtelif Müslüman Türk devletlerinde<br />

“suyurgal” ‏(سيورغال)‏ 5 , tuyûl/tiyûl ‏(تيول)‏ ve “timar” ‏(تيمار)‏ gibi adlarla da karşımıza çıkan<br />

ıktâ‘nın, hem ıstılah hem de sistem olarak İslâm medeniyetine has bir kurum olduğu söylenebilir<br />

[Erkan Göksu, “Iktâ‘ Sisteminin Tekâmülünde <strong>Selçuk</strong>luların Rolü”, Tarihin Peşinde<br />

Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi (The Pursuit of History International<br />

Periodical for History and Social Research), I/1, (Mart 2009), s.83-84.].<br />

خبز


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 139<br />

hareketliliğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu sürece İslâm hukukçuları<br />

da katkıda bulunmuş, mevcut tatbikatı tasvir etmek, gerekiyorsa eleştirmek<br />

suretiyle uygulayıcılara yol göstermeyi hedeflemişlerdir. Iktâ‘ konusu klasik<br />

dönem fıkıh literatürünün vakıf, cihad, maden, ihyâü'l-mevât gibi arazi hukukuyla<br />

doğrudan veya kısmen ilgili bölümlerinde veya emvâl, haraç, elahkâmü’s-sultâniyye<br />

türü eserlerde böyle bir yaklaşımla ele alınmıştır. Bunun<br />

sonucu olarak literatürde ıktâ‘ya konu olan taşınmaz malların özellikleri, kamu<br />

otoritesinin bunları tahsis yetkisi ve şekli, ıktâ‘dârda aranan şartlar, tahsisin<br />

devamlılık arz edip etmeyeceği ve ıktâ‘ ile mülkiyet naklinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği<br />

gibi hususlarda ayrıntılı fıkhî tartışmalara rastlanır 6 .<br />

İslâm tarihi incelendiğinde ıktâ‘nın, arazinin mülkiyetiyle birlikte tasarruf<br />

hakkının da verildiği “ıktâ‘u’t-temlîk” ( ) 7 , sadece tasarruf hakkının<br />

التمليك اقطاع<br />

6<br />

“Iktâ‘ konusunda Kur’an-ı Kerim’de hüküm bildiren sarih bir âyet yoktur. Bu husustaki görüşler<br />

Hz. Peygamber'in söz ve uygulamalarına dayandırılmaktadır. Ayrıca sahabe devri uygulamaları,<br />

bilhassa Hz. Ebu Bekir ve Ömer dönemindekiler, sünnete açıklık getirmesi açısından<br />

özel öneme sahiptir. Ayrıca ıktâ‘nın cevazı hususunda icmâ vardır. Resûl-i Ekrem çok sayıda<br />

kimseye farklı mülâhazalarla ıktâ‘da bulunmuştur. Bu ıktâ‘ların büyük kısmı ‘müellefe-i<br />

kulûb’a, bir kısmı da âtıl duran tabii kaynakları verimli hale getirmek için yapılmıştır. Bunlar<br />

gerçekleştirilirken hem kamu yararı hem de özel mülkiyet korunmuştur. Resûl-i Ekrem ve<br />

özellikle Hz. Ömer dönemi ıktâ‘ uygulamalarının sistemleştirilmesinden sonra İslâm arazi hukukuyla<br />

ilgili esaslar netleşmeye başlamıştır. Sonraki dönemlerde bu uygulamalar esas alınarak<br />

yerine ve zamanına göre ıktâ‘ kavramının kapsamı genişletilmiş ve değişik isimlerle muhtelif<br />

ıktâ‘ şekilleri geliştirilmiştir. Bu durum, ıktâ‘ şekilleri ve bunların hükmü konusunda İslâm<br />

hukukçuları arasında görüş ayrılıklarının doğmasına sebep olmuştur. İslâm hukukçuları<br />

ıktâ‘nın, Müslüman ya da müellefe-i kulûb’dan olup beytü’l-mâl’den istihkak sahibi kişilere<br />

hakları nispetinde yapılabileceği hususunda fikir birliği içindedir. Hz. Peygamber'in tahsis ettiği<br />

ıktâ‘lardan müellefe-i kulûba yapılmış olanlar önemli bir yer tutmaktadır. Hz. Ebu Bekir<br />

döneminde de bazı kabile reislerine aynı amaçla ıktâ‘lar yapıldığı, Hz. Ömer devrinde ise bu<br />

tür ıktâ‘ların azaldığı, önceden yapılanların denetlendiği ve âtıl bırakılan bazılarının tamamen<br />

ya da kısmen iptal edildiği görülmektedir. Beytü’l-mâl’den hak sahibi olmayanlara ıktâ‘ yapılması<br />

hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Hazineye ait taşınmazlardan beytü’l-mâl’den istihkakı<br />

bulunmayanlara ıktâ‘ yapılması Mâlikîlere ve Hanefîlerden Muhammed b. Hasan eş-<br />

Şeybânî'ye göre caiz değildir. Çünkü beytü’l-mâl üzerinde bütün Müslümanların hakkı vardır.<br />

Şâfiîlerle Ebû Yûsuf gibi bazı Hanefîler ise kamu yararı gerektirdiği takdirde buna cevaz vermektedir.”<br />

[Demirci, Abbasîlerde Toprak Sistemi, s.180-185.; Demirci, “İktâ”, s.43; Beşir<br />

Gözübenli, “İktâ (Fıkıh)”, DİA, XXII, İstanbul 2000., s.49.]<br />

7<br />

Bu tür ıktâ‘ların, mevât ve mamur arazi ile madenlerden yapılması öngörülmüştür. Iktâ‘dârın<br />

diğer özel mülkleri gibi kira, ariyet, alım satım, hibe, miras vb. akidlere konu olabilir. Bir kimsenin<br />

kendisine ıktâ‘ edilen araziyi vakfetmesinin hükmü mülkiyetin sübûtuna bağlıdır. Vakfa<br />

konu olan arazinin ıktâ‘dârın mülkiyetine geçtiği hukuken sabitse vakıf sahihtir, aksi takdirde<br />

sahih olmaz. Temlîken ıktâ‘ üç türlü taşınmazdan yapılabilir: Mevât arazi, mâmur (âmir) topraklar<br />

ve madenler. Hukukçuların çoğunluğu, hazine malından olmayan mevât ve sahipsiz<br />

âtıl arazi gibi taşınmazların ıktâ‘sının onu ihya ederek kamu yararına işleteceği düşünülen<br />

herkese yapılabileceği hususunda fikir birliğine varmıştır. Mâlikîler'e göre düşmanlardan silâh<br />

zoruyla alınan mevât topraklar temlîken ıktâ‘ edilebilir. Hz. Peygamber’in, ölü bir araziyi tarıma<br />

elverişli hale getirenin ona sahip olacağına dair hadislerini ve bu yöndeki uygulamalarını<br />

dikkate alan fakihler, mevât toprakların uygun görülen kimselere ihya için ıktâ‘ edilebileceği


140 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

ıktâ‘ edildiği “ıktâ‘u’l-istiğlâl” (<br />

) 8 ve kamuya ait pazar ve<br />

konaklama yerlerinden, su rezervlerinden istifade, geniş yolların kenarlarında<br />

oturma, tezgâh açma, gölgelik asma ya da hayvan bağlama gibi faydalanma<br />

önceliklerinin tahsis edildiği “ıktâ‘u’l-irfâk” ( ‏(اقطاع 9 şeklinde uygulandığı<br />

görülmektedir 10 . Bununla beraber ıktâ‘nın hem amaç hem de uygulama<br />

bakımından farklılık arz ettiği gözden kaçmamaktadır. Nitekim İslâm<br />

الارفاق<br />

اقطاع<br />

الاستغلال<br />

görüşündedir. Kamu yararı gözetilerek ihya maksadıyla ıktâ‘ edilen topraklar üç yıl üst üste<br />

âtıl tutulursa Halife Ömer'in uygulamasına dayanılarak yetkili merci tarafından geri alınır.<br />

Ayrıca bir kimseye ihya edemeyeceği kadar büyük toprakların ıktâ‘sı caiz değildir. Gerek söz<br />

konusu sürenin bitiminden önce gerekse ihyanın gerçekleşmesinden sonra arazi işletildiği<br />

müddetçe ıktâ‘dan dönüş caiz olmaz; aksi bir davranış gasp sayılır. Ancak belli bir kullanıma<br />

tahsis edilmek şartıyla yapılan ıktâ‘lar şartın yerine getirilmemesi durumunda geri alınabilir.<br />

Ayrıca bir kişi sahip olduğu ıktâ‘yı kendi rızasıyla iade edebilir [Gözübenli, a.g.m., s.50-51.<br />

Ayrıca bkz., el-Mâverdî (Ebu’l-Hasan Habib el-Mâverdî), el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, (Çev. Ali<br />

Şafak), İstanbul 1994., s.356.; Hasan Enverî, Istılâhât-ı Dîvânî Devre-i Gaznevî ve Selçûkî,<br />

Tahran 2535., s.71-72.; Muhammad Akram Khan, Islamic Economics and Finance: A<br />

Glossary, New York 2003., s.91.; Şafak, a.g.e., s.197-204.]<br />

8<br />

“İstiğlâl” kelimesinin sözlük anlamı, bir şeyin gelirinden faydalanmaktır. “Iktâ‘u’l-vazîfe”,<br />

“ıktâ‘u’l-tazmîn” gibi adlar da ıktâ‘u’l-istiğlâl ise gerçek kişilerin mülkiyet, faydalanma ya da<br />

işletme hakkına sahip olmadığı ve ıktâ‘sından kamunun zarar görmeyeceği haraç veya öşür<br />

arazisi gibi bir taşınmazın mülkiyetini değil, sadece kullanım hakkını sağlayan ıktâ‘dır. Buna<br />

“ıktâ‘u'l-imtâ” veya “ıktâ‘u’l-intifâ” da denmektedir. Bazı kamu personelinin ücretlerinin çeşitli<br />

devlet gelirlerinin havalesiyle ödenmesi usulü Emevî ve Abbasî dönemlerinde yaygınlaşmaya<br />

başlamıştır. Özellikle ordu mensuplarına hizmetlerinin karşılığı olarak haraç gibi bazı<br />

vergilerin toplama imtiyazının verilmesi uygulaması zamanla askerî ıktâ‘ları doğurmuştur. Bir<br />

ıktâ‘dâr, sadece kullanım hakkına mâlik olduğu taşınmazı başkasına kiralayabilir veya ariyet<br />

olarak verebilir. Bu hüküm, kiracının tasarrufu altındaki taşınmazı başkasına kiralamasının<br />

cevazına benzetilmektedir. Iktâ‘dârın ölümü veya ıktâ‘nın geri alınması durumunda mülkün<br />

el değiştirmesi sebebiyle kira akdi düşer. İntifa hakkı devlet başkanı tarafından babadan oğula<br />

miras kalacak şekilde ıktâ‘ edilebilir. Ancak devlet başkanının halefi bu kaydı geçersiz sayabilir.<br />

Mülkiyetinin beytü’l-mâle ait olduğu görüşünü savunanlara göre madenler “ıktâ‘u'ttemlîk”in<br />

değil “ıktâ‘u'l-istiğlâl”in konusuna girer. Eğer ıktâ‘, savaş için hazırlık yaparak gereği<br />

halinde orduya katılmak koşuluyla verilmişse ıktâ‘dâr intifa hakkını kamu otoritesinin iznini<br />

almaksızın başkasına devredemez [Gözübenli, a.g.m., s.51., Ayrıca bkz., Hasan Enverî,<br />

s.72.; Khan, a.g.e., s.91.; Şafak, a.g.e., s.205-207.].<br />

9<br />

Kamuya ait pazar yerleri, konaklama yerleri ve su rezervlerinden istifade, geniş yolların kenarlarında<br />

oturma, tezgâh açma, gölgelik asma ya da hayvan bağlama gibi faydalanma önceliklerinin<br />

tahsisidir. Hanbelî ve Şâfiîler'e göre kamu yararı bulunması halinde bu tür ıktâ‘lar<br />

caizdir. Kamu yararı ortadan kalkınca yetkili merci tarafından geri alınır. Bu tür ıktâ‘lar,<br />

ıktâ‘dârın ölümüyle miras hükümlerine tâbi olmaz. Iktâ‘nın bedelsiz yapılması asıldır. Bununla<br />

birlikte Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler ile Şâfıîler'den bazılarına göre bir defaya mahsus ya<br />

da her yıl ödenmek üzere belli bir bedel karşılığında ıktâ‘ yapılması da caizdir. Bu durumda<br />

ıktâ‘nın bedeli beytü’l-mâle aktarılır. Ancak bazı Şâfiîler ıktâ‘nın bir çeşit atıyye, hibe veya teşvik<br />

olduğu gerekçesiyle bedel karşılığında yapılmasına cevaz vermemektedir. Çünkü bedel talebi<br />

satış akdinin özelliğindendir [Gözübenli, a.g.m., s.51. Ayrıca bkz., Hasan Enverî, s.72.;<br />

Khan, a.g.e., s.92.; Şafak, a.g.e., s.207.]<br />

10<br />

el-Mâverdî, el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, s.356 vd.; Ann K. S. Lambton, Landlord and Peasant in<br />

Persia: A Study of Land Tenure and Land Revenue Administration, (I.B. Tauris & Co Ltd.)<br />

London 1991, s.28-30.; Aynı yazar, Continuity and Change in Medieval Persia: Aspects of<br />

Administrative, Economic and Social History, 11th-14th Century, New York, 1988.; Tsugitaka<br />

Satō, State and Rural Society in Medieval Islam: Sultans, Muqta’s, and Fallahun, Leiden:


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 141<br />

lılık arz ettiği gözden kaçmamaktadır. Nitekim İslâm medeniyetine ait her müessese<br />

gibi ıktâ‘ da bir yandan muhtelif siyasî ve ictimaî hadiseler diğer yandan<br />

İslâm toplumunu oluşturan farklı millet ve kültürlerin katkısıyla tekâmül etmiş<br />

ve neticede her devlet, ıktâ‘ sistemini kendi siyasî, ictimaî ve iktisadî şartlarına<br />

göre tadil veya tekâmül ettirerek uygulamıştır.<br />

Iktâ‘ sisteminin tarihî tekâmülünde <strong>Selçuk</strong>lular devri özel bir yer teşkil<br />

eder 11 . Bu dönemde Nizâmü’l-mülk marifetiyle düzenlenen ıktâ‘ nizâmı 12 , yapılan<br />

bazı değişikliklerin ardından öylesine düzenli ve yaygın bir şekilde uygulanmıştır<br />

ki bazı müellifler ıktâ‘ sistemini Nizâmü'l-mülk’le özdeşleştirmişler ve<br />

söz konusu sistemin ilk defa Nizâmü'l-mülk eliyle <strong>Selçuk</strong>lular döneminde uygulanmaya<br />

başlandığını zikretmişlerdir. Hâlbuki Nizâmü'l-mülk’ün yaptığı iş,<br />

daha önceki dönemlerde uygulanan ıktâ‘nın aksayan yönlerini tadil etmek ve<br />

Büyük <strong>Selçuk</strong>lu Devleti’nin siyasî, ictimaî ve iktisadî şartlarına göre yeniden<br />

tanzim etmekten ibarettir. Nizâmü'l-mülk’ün ıktâ‘ sistemi üzerinde yaptığı düzenleme,<br />

önceki dönemlerde yaygın bir şekilde uygulandığı bilinen idarî ıktâ‘<br />

(administrative iqtâ‘) ile örneklerine pek az rastlanan askerî ıktâ‘nın (military<br />

iqtâ‘) 13 terkibi ve böylece ıktâ‘nın idarî ve iktisadî fonksiyonları yanında askerî<br />

Brill 1997., s.1-2.; Aynı yazar, “Land Tenure and Owneship, or Iqta”, s.447.; Şafak, a.g.e., s.197-<br />

198.; İnalcık, “İslâm Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü”, s.19.<br />

11<br />

Geniş bilgi için bkz., Göksu, “Iktâ‘ Sisteminin Tekâmülünde <strong>Selçuk</strong>luların Rolü”, s.83-96.<br />

12<br />

Iktâ‘ sisteminin <strong>Selçuk</strong>lulardan önce de mevcut olduğunu zikretmiştik. Bunun yanında Büyük<br />

<strong>Selçuk</strong>lularda da Nizâmü'l-mülk’ün söz konusu düzenlemesinden önce ıktâ‘ tevcihine dair<br />

kayıtlar mevcuttur [el-Hüseynî (Sadrud-dîn Ebu’l-Hasan Ali İbn Nâsır Ali el-Hüseynî),<br />

Ahbârü’d-Devleti’s-<strong>Selçuk</strong>iyye, (Türkçe terc., Necati Lügal), TTK Yay., Ankara 1999., s.29.;<br />

İbnü’l-Esîr (Muhammed b. Muhammed Abdu’l-Vâhid eş-Şeybânî İbnü’l-Esîr), el-Kâmil fi’t-<br />

Târîh, (Tahkîk. Ebu’l-fidâ Abdullah el-Kâdı), Beyrut 1415/1995., (Türkçe terc., el-Kâmil fi’t-<br />

Tarih Tercümesi, X, (Çev. Ahmet Ağırakça-Abdülkerim Özaydın-Mertol Tulum), İstanbul<br />

1985-1987., s.59.]. Esasen Nizâmü'l-mülk de “eskiden askerlere ıktâ‘ verme usulünün olmadığını<br />

zikretmekle beraber [Nizâmü’l-mülk, Siyerü’l-Mülûk (Siyâsetnâme), (Be ihtimâm Hubert<br />

Darke), Tahran 2535 (1976), s.134., (Türkçe terc., Mehmet Altay Köymen, Ankara 1982., s.127],<br />

“eski sultanların” ıktâ‘dan nasıl yararlandıklarına dair örnekler vermektedir [Nizâmü'l-mülk,<br />

s.43-55., (Türkçe terc., s.41-51.)]. Iktâ‘ sisteminin Büyük <strong>Selçuk</strong>lularda çok kısa bir süre içerisinde<br />

düzenli bir şekilde ülkenin tamamında uygulanabilmiş olmasının sebebi de bölge halkı<br />

ve devlet ricâlinin, söz konusu sisteme yabancı olmamalarına bağlanabilir [V.<br />

Xylyfly/Huluflu, Səlcyk Devlətinin Daxili Kyrylyşyna Dajir, (ADETI Nəşrijatə), Baqə 1930.,<br />

s.12.; Kılıçbay, a.g.e., s.263-264.].<br />

13<br />

Askerî ıktâ‘nın <strong>Selçuk</strong>lulardan önce Fâtımîler, Büveyhoğulları ve Eyyûbîlerde uygulandığı<br />

bilinmektedir. Geniş bilgi için bkz, Lambton, Landlord and Peasant in Persia, s.60-64.; C. E.<br />

Bosworth, “Military Organisation under the Buyids of Persia and Iraq”, Oriens, 18, (1965-<br />

1966), s.143-167.; D. T. Suzuki, “The Iqta System of Iraq under the Buwayhids”, Orient, 18<br />

(1982), s.83-105.; Satō, State and Rural Society in Medieval Islam, s.6-7., 18-42.; Aynı yazar,<br />

“Land Tenure and Owneship, or Iqta”, s.448.; Ira Marvin Lapidus, A History of Islamic<br />

Societies, Cambridge University Press., 2002., s.116, 122.; Turan, “İktâ”, s.951.; Demirci, “İktâ”,<br />

s.45.; Sadi S. Kucur, “İktâ (<strong>Selçuk</strong>lular)”, DİA, XXII, İstanbul 2000., s.47.


142 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

bir işlev kazanmasını temindir 14 . Bu yeni ıktâ‘ nizamı, hem nazariyat hem de<br />

fiiliyatta daha önceki İslâm devletlerinde görülen klasik ıktâ‘ modelinden farklı<br />

olup Büyük <strong>Selçuk</strong>lulardan sonra Atabeglikler, Hârezmşâhlar, Türkiye <strong>Selçuk</strong>luları,<br />

Eyyûbîler, Memlûkler, Osmanlılar hatta Hindistan’da kurulan Müslüman<br />

Türk devletlerinde görülen toprağa bağlı ordu sisteminin kurulmasına<br />

zemin hazırlamıştır 15 .<br />

Büyük <strong>Selçuk</strong>lu Devleti’nin Anadolu şubesi olması hasebiyle bu devletin<br />

siyasî geleneği üzerine inşa edilen Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu Devleti’nde de ıktâ‘ sistemi<br />

uygulanmıştır. Ancak Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ının mahiyeti ve sistemin işleyişiyle<br />

ilgili muhtelif çalışmalar yapılmış olmasına rağmen, konuyla ilgili bütün hususların<br />

tam olarak aydınlatılabildiği söylenemez. Bu durumun temel sebebi, döneme<br />

ait kaynaklarda konuyla ilgili yeterli bilginin mevcut olmamasıdır. Iktâ‘<br />

tevcihi ve bununla ilgili muamelata ait resmî vesikalardan mahrum olduğumuz<br />

gibi 16 , İbn Bîbî ve diğer muasır kaynaklarda rastlanan bilgiler de konunun bütün<br />

yönlerini aydınlatmaktan uzaktır.<br />

14<br />

Bu sistem neticesinde ortaya çıkan toprağa bağlı ordu sistemi, dönemin şartları göz önüne<br />

alındığında oldukça önemli bir gelişmedir. Zira bu sistemle devlet, gulâmlardan teşekkül eden<br />

merkez kuvvetleri dışında ordunun büyük kısmını oluşturan ıktâ‘ askerlerine maaş vermekten<br />

kurtulmuş, bununla da kalmayarak maişetlerini, sefer için gerekli erzak, at, silâh, çadır gibi<br />

teçhizâtlarını bulundukları ıktâ‘lardan temin eden ve sistemin düzenli işleyişine paralel olarak<br />

büyüyen düzenli ve daimî bir orduya sahip olmuştur. Eserinde siyaset, ahlak, felsefe gibi<br />

muhtelif konular yanında ordu ve savaş taktikleri hakkında da bilgi veren Muhammed bin<br />

Turtûşî, (451-520/1059-1126), askerî ıktâ‘nın Endülüs’teki uygulaması ve önemi hakkında şunları<br />

söylemektedir: “Toprakların askerlere ıktâ‘ edildiği dönemde Müslümanlar düşmana karşı<br />

daima galip gelirlerdi. Askerler kendilerine ıktâ‘ edilen arazileri yöredeki çiftçilere işlettirir,<br />

kendileri sadece takip ve kontrolünü yaparlardı. Dolayısıyla topraklar mamur, mallar bol, ordu<br />

zengin, ambarlar dolu, silâhlar haddinden fazla idi. Fakat Hâcib Mansûr İbn Ebu Âmir'in<br />

askerî ıktâ‘ sistemini bırakıp maaşlı askerî sisteme geçmesiyle ordunun gücü zayıflamış, araziler<br />

aç gözlü görevlilerin eline düşmüştür. Haraç âmilleri çiftçileri soyuyor, ellerinde ne varsa<br />

alıyorlardı. Bunun neticesinde halk topraklarını terk etti, hazinenin gelirleri kurudu, ordunun<br />

gücü zayıfladı ve buna karşılık düşman güçlendi. Nihayet bu kötü gidişin önüne geçmek için<br />

tekrar askeri sisteme dönüldü.” (Sirâcü'l-mülûk, II. 498-499’den nakleden Demirci, “İktâ”,<br />

s.46.) Melikşâh döneminde 400.000 kişi olduğu rivayet edilen [Nizâmü'l-mülk, s.133., (Türkçe<br />

terc., s.216.)] Büyük <strong>Selçuk</strong>lu ordusunun büyük kısmının ıktâ‘ askerlerinden oluştuğu düşünülecek<br />

olursa, askerî ıktâ‘ sisteminin ne derece etkin bir askerî yapılanmaya imkân tanıdığı daha<br />

iyi anlaşılır.<br />

15<br />

Nizâmü’l-mülk’ün ıktâ‘ düzenlemesi ve Büyük <strong>Selçuk</strong>lular dönemi ıktâ‘ sistemi hakkında<br />

toplu bilgi için bkz. Erkan Göksu, “Iktâ‘ Sisteminin Tekâmülünde <strong>Selçuk</strong>luların Rolü”, s.87-93.<br />

16<br />

Kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularında ıktâ‘ tevcihinin “Dîvân-ı<br />

Pervânegî”de yazıldığı İbn Bîbî (el-Hüseyin b. Muhammed b Ali el-Caferî er-Rugedî), el-<br />

Evâmirü’l-‘Alâ’iye fi’l-Umûri’l-‘Alâ’iye, Tıpkı Basım, (Önsöz ve fihristi haz. Adnan Sadık<br />

Erzi), TTK Yay., Ankara 1956., s. s.348.), sicil defterlerine kaydedildiği (İbn Bîbî, s.121.) ve ıktâ‘<br />

tevcih edilen kimselere bu muamelata ilişkin menşûrlar verildiği malumdur (İbn Bîbî, s.209).<br />

Ancak bu vesîkalardan hiç biri günümüze ulaşmamıştır. Bununla beraber bazı münşeat mec-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 143<br />

Mevcut kayıtları değerlendiren bazı araştırmacılar, zaman zaman tahminler<br />

bazen de genellemeler yapmak suretiyle konuya ışık tutmaya çalışmışlarsa da<br />

meselenin tam anlamıyla çözümü mümkün olmamıştır. Üstelik araştırmacılar<br />

tarafından ileri sürülen farklı görüşler, konu hakkında hararetli bir tartışmanın<br />

başlamasına zemin hazırlamıştır ki bu durum ıktâ‘yı <strong>Selçuk</strong>lu tarihinin üzerinde<br />

en fazla tartışılan meselelerinden biri haline getirmiştir 17 .<br />

Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ının, Büyük <strong>Selçuk</strong>lu ve sair Yakın Doğu devletlerinden<br />

farklı, kendine has özelliklere sahip bir nizam olduğunu ileri süren Osman<br />

Turan, Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ve buna bağlı olarak da Osmanlı ıktâ‘ının menşeini<br />

Orta Asya geleneğine bağlamış 18 ve onu takip eden birçok araştırmacı da <strong>Selçuk</strong>lu<br />

ıktâ‘ının, eski Türk toprak hukuku ve “ortak hâkimiyet” prensibinin yeni<br />

şartlara uydurulmasından ibaret olduğu fikrini benimsemişlerdir 19 .<br />

Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ı üzerinde muhtelif çalışmaları bulunan ve ıktâ‘nın<br />

feodalite ile alâkalandırılmasına en ciddi tenkidleri yapan Claude Cahen de<br />

Orta Asya geleneğini tümden reddetmemekle beraber, Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu<br />

ıktâ‘ının menşeinin sadece buna bağlanamayacağını söylemektedir. Ona göre<br />

<strong>Selçuk</strong>lu Türkiye’sinde tesis edilen toprak hukuku ve ıktâ‘ nizamı üzerinde,<br />

Türklerin Anadolu’ya geldikleri sırada bölgede uygulanmakta olan Bizans<br />

mualarında sübaşı tayini vb hususlara dair vesîka numuneleri mevcut olup bunlardan, ıktâ‘yla<br />

ilgili malumat edinmek mümkündür.<br />

17<br />

Tartışmaların bir yönünü, ıktâ‘ sisteminin menşei ve uygulamaları ile ilgili hususlar teşkil<br />

ederken diğer yönünü de ıktâ‘nın Ortaçağ Avrupa feodalitesi ve Bizans “thema”sı veya<br />

“pronoia”sı ile karşılaştırılması, hatta alâkalandırılması oluşturmaktadır. Bu konudaki görüş<br />

ve değerlendirmeler hakkında toplu bilgi için bkz., Xylyfly, a.g.e., s.15-17.; Claude Cahen,<br />

“<strong>Selçuk</strong>î Devletleri Feodal Devletler mi idi?” (Terc. Lütfi Güçer), İÜ İktisat Fakültesi Mecmuası,<br />

XVII/1-4, (Ekim 1955-Temmuz 1956), s.348-358.; Claude Cahen, Osmanlılardan Önce<br />

Anadolu’da Türkler, (Çev. Yıldız Moran), İstanbul 1979., s.55-59, 182-185.; M. Fuad Köprülü,<br />

“Ortazaman Türk-İslâm Feodalizmi”, Belleten, V/19 (1941), s.319-334.; Aynı yazar, Bizans<br />

Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, s.94 vd.; Ann K. S. Lambton, “Reflections<br />

on the Iqta”, Arabic and Islamic Studies in Honour of Hamilton A. R. Gibb, (Ed. George<br />

Makdisi) Leiden, E. J. Brill, 1965., s.358-372.; Marshall G. S. Hodgson, The Venture of Islam:<br />

Conscience and History in a World Civilization, (The Expansion of Islam in the Middle<br />

Periods), II., University of Chicago Press, 1977., s.49-52.; Satō, State and Rural Society in<br />

Medieval Islams.1-18.; Omid Safi, “Büyük <strong>Selçuk</strong>lularda Devlet-Toplum İlişkisi”, Türkler, V,<br />

Ankara 2002., s.354-355.<br />

18<br />

Turan, “İktâ”, s.952-953.<br />

19<br />

Toplu bilgi için bkz., M. Said Polat, Moğol İstilasına Kadar Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularında İçtimaî<br />

ve İktisadî Hayat, (Marmara Üni. <strong>Türkiyat</strong> Araş. Ens., Doktora Tezi, İstanbul 1997., s.96 vd.;<br />

Kılıçbay, a.g.e., s.262 vd.


144 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

“pronoia”sı, İslâm ve Sâsânî geleneklerinin de belirleyici bir rolü bulunmaktadır<br />

20 .<br />

Iktâ‘nın daha Anadolu’nun fethi sırasında bölgede uygulanmaya başlandığı<br />

ve zamanla bir yandan bu yeni coğrafyanın siyasî, sosyal ve iktisadî şartlarına<br />

diğer yandan ise Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularının idarî politikası doğrultusunda tekâmül<br />

ederek kendine has bir mahiyet kazandığı şüphesizdir. Nitekim Anadolu’daki<br />

ilk arazi tevcihlerinin, Malazgirt Savaşı’ndan sonra Büyük <strong>Selçuk</strong>lular<br />

tarafından yapıldığı malumdur 21 . Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu Devleti’nin kurulmasından<br />

sonra da aynı uygulama devam etmiş ve Süleyman Şâh’tan itibaren başta Anadolu’da<br />

faaliyet gösteren Türkmen begleri olmak üzere muhtelif devlet ricaline<br />

araziler tevcih edilmiştir 22 . Ancak Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu Devleti’nin kuruluş dönemine<br />

tesadüf eden ve zaman zaman ıktâ‘ olarak adlandırılan bu ilk arazi tevcihlerini,<br />

gerçek manada ıktâ‘ olarak değerlendirmek yanıltıcı olabilir 23 . Her ne<br />

kadar bu ilk arazi tevcihlerinin klasik ıktâ‘ nizamına veya bu nizamın öngördüğü<br />

şart ve hukuka uygun olup olmadığını gösteren etraflı malumat mevcut değil<br />

ise de -daha önce de muhtelif vesilelerle zikrettiğimiz üzere- devletin siyasî,<br />

idarî ve askerî yapısının büyük oranda Türkmen unsuruna, aşiret ananelerine<br />

dayandığı, siyasî ve idarî yapılanmanın, merkezî otoritenin tam anlamıyla tesis<br />

edilemediği “kuruluş dönemi”nde, diğer müesseseler gibi ıktâ‘ nizamının da<br />

henüz tam anlamıyla ve sistemli bir şekilde uygulandığını söylemek oldukça<br />

20<br />

Cahen’in ıktâ‘ hakkındaki görüşleri için bkz., Claude Cahen, “Iqta”, EI 2 , V, (E. J. Brill Pres),<br />

Leiden 1986, s.1088-1091.; Aynı yazar, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 55-59, 176-<br />

179, 182-185.; Aynı yazar, “<strong>Selçuk</strong>î Devletleri Feodal Devletler mi idi?”, s.348-358.<br />

21<br />

Zahîrü’d-dîn Nişâbûrî, Selçûknâme, (Neşr. İsmailhân Afşar Hamîdü’l-Mülk), Tahran 1332.,<br />

s.28.; Reşîdü’d-dîn Fazlullâh, Câmi’ü’t-Tevârîh, II. Cilt 5. Cüz (<strong>Selçuk</strong>lular Kısmı), (Neşr. Ahmet<br />

Ateş), TTK Yay., Ankara 1999., s.38-39.; Kerîmüd-dîn Mahmud Aksarayî, Müsâmeretü’l-<br />

Ahbâr, (Neşr. Osman Turan), TTK Yay., Ankara 1999., s.17.; Anonim <strong>Selçuk</strong>nâme, (Târîh-i<br />

Âl-i Selçûk der Anadolu), Anadolu <strong>Selçuk</strong>luları Devleti Tarihi III, (Neşr ve çev. Feridun Nafiz<br />

Uzluk), Ankara, 1952., s.35., (Türkçe terc., s.23.). Bazı kaynaklarda, Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu Devleti’nin<br />

kurucusu olan Kutalmışoğulları’nın da Anadolu’ya gelmelerinin bu tür arazi tevcihi neticesinde<br />

vuku bulduğu kaydedilmişse de bu konu tartışmalıdır. Konu hakkındaki görüş ve<br />

değerlendirmeler için bkz., İbrahim Kafesoğlu, “Anadolu <strong>Selçuk</strong>lu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu?”,<br />

TED, Sayı.10-11 (1981), s.1-28.; Salim Koca, Malazgirt’ten Miryokefalon’a, Çorum<br />

2003., s.33-37.<br />

22<br />

Cenabî, Süleyman Şâh’ın İstanbul’dan Trablus’a kadar olan btün kale ve kasabaları ele geçirip<br />

adamları ve maiyyetindekileri ıktâ‘ ettiğini zikretmiştir [Cenâbî Mustafa Efendi, el-‘Aylemü'z-<br />

Zâhir fi Ahvâli'l-Evâ’il ve'l-Evâhir, (Haz. Muharrem Kesik, Cenâbî Mustafa Efendi'nin el-<br />

‘Aylemü'z-Zâhir fî Ahvâli'l-Evâ’il ve'l-Evâhir Adlı Eserinin Anadolu <strong>Selçuk</strong>luları İle İlgili Kısmının<br />

Tenkidli Metin Neşri, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 1994., s.2.]<br />

23<br />

Büyük <strong>Selçuk</strong>lular döneminde olduğu gibi [Ann K. S. Lambton, “‘Atebetü’l-Ketebeye Göre<br />

Sancar İmparatorluğunun Yönetimi”, (Çev. Nejat Kaymaz), Belleten, XXXVII/147 (1973),<br />

s.365.], Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularında da ıktâ‘ teriminin bazen genel, bazen de teknik anlamda kullanıldığı<br />

anlaşılmaktadır.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 145<br />

zordur 24 . Bu durumda daha çok Türkmen beglerine yapılan arazi tevcihlerinin,<br />

yeni fethedilen yerlerin begler arasında taksimi mahiyetinde olup bir yandan<br />

Türkmenleri yeni fetih faaliyetlerine yönlendirmek diğer yandan ise yerleşik<br />

hayata geçmelerine zemin hazırlamak amacına matuf olduğu söylenebilir. Bu<br />

hususa dikkat çeken Cahen de <strong>Selçuk</strong>lu Türkiyesi’ndeki toprak idaresi ele alınırken<br />

kullanılan kavramların dikkatli seçilmesi gerektiğini, XII. yüzyılda, yani<br />

birinci dönemde topraklarda yapılan taksimatın ıktâ‘ olmadığını, bu tevcihlerle<br />

daha sonraki dönemlerde ordudaki emîrlere verilen ıktâ‘ların birbirinden ayrılması<br />

gerektiğini belirtmektedir 25 .<br />

<strong>Selçuk</strong>lu Türklerinin Anadolu’da kesin olarak yerleştikleri, devlet teşkilâtı,<br />

idarî ve ictimaî nizamın büyük ölçüde tesis edildiği XII. yüzyıl sonlarından itibaren<br />

ise ıktâ‘nın hızla yaygınlaştığı ve <strong>Selçuk</strong>lu Türkiye’sine has özelliklerle<br />

devletin idarî ve askerî yapılanmasının temelini teşkil ettiği görülmektedir. Bu<br />

dönemde, bir yandan bir asırlık kuruluş devresinde meydana gelen “telakki<br />

farklılığı” veya “zihniyet değişikliği” 26 , diğer yandan ise siyasî ve askerî ihtiyaçların<br />

sevkiyle merkeziyetçi bir yapıya bürünen devlet, ıktâ‘ nizamını da bu<br />

yapıya uydurmuş 27 ve söz konusu nizamı başarılı bir şekilde uygulamak sure-<br />

24<br />

Klasik ıktâ‘ nizamının uygulanabilirliği, her şeyden önce merkezî otoritenin etkinliği ve yerleşik<br />

devlet düzeniyle alâkalıdır. Büyük <strong>Selçuk</strong>luların ıktâ‘yı bütün ülkeye yaymalarına karşılık<br />

Türkmenleri tam anlamıyla sisteme dâhil edememeleri ve merkezin kontrolü altına alamamaları<br />

bundan kaynaklanmaktadır.<br />

25<br />

Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s.176-178.; Polat, a.g.t., s.99-100. [Cahen,<br />

ayrıca “muayyen müesseseleri anlatan tabirlerin teknik ve gerçek manasında kullanılmasında<br />

azamî itina göstermek ve bu bakımdan mesela bir feodal olan mukta‘yı rastgele amir, beğ,<br />

beglerbeyi, sâhib, şıhne, sübaşı ve serleşker’e otomatik bir tarzda benzetmemek gerektiğini”<br />

söylemektedir. Cahen “<strong>Selçuk</strong>î Devletleri Feodal Devletler mi idi?”, s.355.]<br />

26<br />

Köprülü’nün “telakki farklılığı” dediği “zihniyet değişikliği”nden kasıt, “göçebe” hayattan<br />

“yerleşik” hayata geçiş süreci içersinde yaşanan fikrî ve zihnî değişimdir. M. Said Polat, zihniyet<br />

ile yerleşim ilişkisinin, iki şekilde meydana geldiğini söylemektedir. Bunlardan birincisi,<br />

zihniyet değişimi ile yerleşimin tabiî bir şekilde seyretmesi ve göçebelerin uzun bir süreçte bu<br />

değişimi geçirdikten sonra yerleşime hazır hale gelmeleri; ikincisi, tabiî süreçte olmayıp zihniyet<br />

yapısı yerleşimi kabul etmediği halde şartların onu buna zorlaması sonucunda gerçekleşen<br />

yerleşimdir [Polat, a.g.t., s.88-89., Ayrıca bkz., Cahen, “<strong>Selçuk</strong>î Devletleri Feodal Devletler mi<br />

idi?”, s.353-354.]<br />

27<br />

Sistem olarak ıktâ‘nın arazi tahsisatını merkezin kontrolüne bağlaması, üstelik bu sisteme göre<br />

arazi tahsisatı yapılanların, kendilerine ıktâ‘ edilen arazi üzerindeki yetki ve salahiyetlerinin<br />

sınırlanması, söz konusu sistemi klasik Ortaçağ İslâm devletine has bir payitaht düzeni ve<br />

merkeziyetçi devlet anlayışı için ideal bir yöntem haline getirmiştir [Lambton, Landlord and<br />

Peasant in Persia, s.63, 65, 66.; Reuven Amitai, “Turko-Mongolian Nomads and the Iqtâ‘<br />

System in the Islamic Middle East (CA100-1400 AD)”, Nomads in the Sedentary World,<br />

(Edited by Anatoy M. Khazanov and André Wink), London 2001., s.156.; Hodgson, The<br />

Venture of Islam, II, s.50.]. Ancak merkeziyetçi devlet nizamı için bir araç gibi görünen<br />

ıktâ‘nın, mukta‘lar üzerinde gereken kontrolün sağlanamaması, mukta‘ların kötü niyetli yaklaşımları<br />

gibi sebeplerle, hedeflenen amacın tam tersine yani “feodalleşmeye” yol açacağı şüphesizdir<br />

[Göksu, “Iktâ‘ Sisteminin Tekâmülünde <strong>Selçuk</strong>luların Rolü”, s.90.].


146 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

tiyle idarî ve askerî mekanizmanın düzenli bir şekilde işlemesini sağlamıştır 28 .<br />

Nitekim kuruluş döneminde bir vilâyetin askerî, idarî, malî bütün işleri emîr ve<br />

kumandanlara ıktâ‘ olarak terk edilmekte iken, özellikle II. Kılıç Arslan’dan<br />

sonra, “feodal” parçalanmalara nihayet vermek gayesiyle Anadolu’da askerî<br />

ıktâ‘ların küçültüldüğü ve bir vilâyetin başına serleşker (sübaşı) olarak gönderilen<br />

büyük emîr ve kumandanların -o bölge askerlerinin kumandanı olmakla<br />

beraber- salahiyetlerinin tamamıyla tahdid edildiği, bütün vilâyetin vergileri,<br />

maiyyetindeki askerlere ait malî gelir ve ıktâ‘lar üzerinde tasarruf hakkı tanınmayarak<br />

sadece kendisine tahsis edilen maaşla iktifasının temin edildiği görülmektedir.<br />

Böylece Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ı, “feodal” parçalanmalara,<br />

mukta‘ların başına buyruk hareketine imkân tanımayan, merkeziyetçi bir anlayış<br />

üzerine inşa edilmiştir ki bu durum, idarî olduğu kadar askerî bakımdan da<br />

devletin hızla merkeziyetçi bir yapıya bürünmesini sağlamıştır.<br />

Bu durum, “Tekârîrü’l-Menâsıb” ve “Rüsûmü’r-Resâ’il”de yer alan<br />

serleşkerlik menşûrlarından, açık bir şekilde anlaşıldığı gibi 29 , İbn Bîbî’nin kayıtları<br />

da bu yöndedir 30 Eserine, XII. yüzyılın sonlarından (1192) itibaren başlayan<br />

müellif, eserinin başlarından itibaren sık sık ıktâ‘ tevcihlerinden bahsetmek<br />

suretiyle hem ıktâ‘ sisteminin <strong>Selçuk</strong>lu Türkiyesi’nde yaygın bir şekilde uygu-<br />

28<br />

Bazı yazarlar, bu durumun, Anadolu topraklarının gayr-i müslimler elinden fethedilmesi hadisesinin<br />

tabii neticesi olarak arazinin, hemen hemen bütün ülkeye şamil bir şekilde “mîrî” sayılmasına<br />

bağlamışlardır. Buna göre “daha fetihten itibaren toprakların büyük kısmının devlet<br />

tasarrufunda tutulması ve daha sonra bu nizamın üzerine kurulan askerî ıktâ‘ların devlet<br />

kontrolüne tâbi kılınması, öteki <strong>Selçuk</strong> şubelerini çabucak parçalayan “feodalleşme” hadisesine<br />

engel olmuştur. Neticede etnik durumu itibarıyla Büyük <strong>Selçuk</strong>lulara ve diğer kollara nazaran<br />

göçebe ananelerinin daha fazla cari olmasına rağmen, onlardan daha kuvvetli bir merkeziyet<br />

sistemi tatbik edilebilmesinin bir sebebi budur.” [Nejat Kaymaz, “İdarî Mekanizmanın Rolü<br />

I”, DTCF Tarih <strong>Araştırmaları</strong> Dergisi, II/2-3 (1964)., s.98.]. Bu görüşe karşı çıkan bazı yazarlar<br />

ise Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularının Anadolu’yu Bizans’tan değil, bölgeyi daha önce fethetmiş<br />

bulunan Türk İslâm fatihlerinden aldıklarına dikkat çekerek, Anadolu’daki mîrî rejimin, bölgedeki<br />

Türkmen beglerinin tasfiyesinden sonra onların mülklerinin devlet mülkü (mîrî) haline<br />

getirilmesiyle kurulduğunu iddia etmişlerdir [Kılıçbay, a.g.e., s.283.].<br />

29<br />

Tekârîrü’l-Menâsıb, (Neşr. Osman Turan), Türkiye <strong>Selçuk</strong>luları Hakkında Resmî Vesikalar),<br />

TTK Yay., Ankara 1988., s.13-30; Hasan b. ‘Abdi’l-Mu’min el-Hoyî, Rüsûmur-Resâ’il ve<br />

Nücûmü'l-Fezâ’il, (Tashîh ve İhtimâm: Adnan Sadık Erzi), AÜİF Yay., Ankara 1963., s.26-27.<br />

30<br />

Müellif, Alâü’d-dîn Keykubâd’ın “En büyük bir serleşker (sübaşı) küçük bir hata yapsa, adalete,<br />

örfe, şeriata, muamelata aykırı davransa, ona büyük bir ceza buyurur, bazen onun varlık<br />

ağacını, devrilmiş hurma ağaçları gibi kökünden kazır, suçlulara ‘belki yollarından dönerler<br />

diye and olsun onlara büyük azabdan önce dünya azabını tattırırız’ hükmünü okur, onlara<br />

ders verip hizaya getirmek için ‘şüphesiz suçlulardan öç alacağız’ ayetini söylerdi” demek suretiyle<br />

bu hususa işaret etmektedir [İbn Bîbî, s.225.]. Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ların merkeziyetçi<br />

yapısı hakkında toplu bilgi için bkz., Xylyfly, a.g.e., s.18-19.; Osman Turan, Türkiye <strong>Selçuk</strong>luları<br />

Hakkında Resmî Vesikalar, TTK Yay., Ankara 1988, s.76.; Cahen, “<strong>Selçuk</strong>î Devletleri Feodal<br />

Devletler mi idi?”, s.354., Kaymaz, “İdarî Mekanizmanın Rolü I”, s.91-156; Cahen, Anadolu’da<br />

Türkler, s.232-245.]


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 147<br />

landığını göstermekte hem de Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ının genel özellikleri, kimlere,<br />

ne zaman ve ne şekilde ıktâ‘ tevcih edildiği, ıktâ‘ edilen arazinin ve<br />

mukta‘ların hukukî durumu gibi konularda önemli bilgiler vermektedir.<br />

Iktâ‘yla ilgili ilk kaydına II. Rüknü’d-dîn Süleyman Şâh’ın tahta oturduğu<br />

1196 yılında tesadüf edilen 31 İbn Bîbî’nin verdiği bilgiye göre Türkiye <strong>Selçuk</strong>luları<br />

döneminde ıktâ‘lar sultan veya sultan adına bazı büyük devlet ricali tarafından<br />

belli bir hizmet karşılığı 32 veya bağış şeklinde tevcih edilmektedir 33 . Iktâ‘<br />

arazisi ve gelirleri “dîvân-ı istifâ”nın kontrolünde olup 34 ıktâ‘ menşurları “Dîvân-ı<br />

Pervânegî”de kaleme alınmaktadır 35 . Yeni fethedilen bölgelerin uygun<br />

görülen bir miktarı ıktâ‘ arazisi olarak belirlenmektedir. 36 Meliklere, sivil ve<br />

askerî ricale, maaş veya hizmetlerinin karşılığı, ödül, bağış, bazen de hizmete<br />

teşvik amacıyla ıktâ‘lar verilmekte 37 ve ıktâ‘ menşurları, hükümdar değişikliği<br />

sırasında yenilenmektedir 38 . Tevcih edilen bir ıktâ‘ arazinde eksiltme yahut değiştirme<br />

olmayıp, mukta‘ın eceliyle ölümü halinde “nânpâre”si ailesine veya<br />

yakınlarına kalmaktadır 39 . Buna karşılık daha önce tevcih edilmiş olan bir ıktâ‘<br />

arazisi genişletilebilmektedir 40 . Iktâ‘lardan gelen vergiler, devlet hazinesi için<br />

önemli bir gelir kaynağı olup 41 , mukta‘nın, kendisine ıktâ‘ edilen arazi üzerinde<br />

yaşayan halktan, normal vergi (rusûm) dışında “bir tavuk kanadı” bile talep<br />

edememektedir 42 .<br />

Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘nın askerî vasfından da söz etmek gerekir. Döneme<br />

ait kaynaklar, Cahen’in “Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ının askerî bakımdan bir önemi<br />

haiz olmadığı” görüşünün 43 aksine, söz konusu sistemin askerî vasfını açık bir<br />

31<br />

İbn Bîbî, s.33.<br />

32<br />

Çinçin Kalesi’nin fethiyle ilgili başka bir kayıt da dikkat çekicidir. İbn Bîbî, bu münasebetiyle<br />

verdiği bilgide, Emîr-i Meclis’in “leşker-i hâssa”sında bulunup onun tarafından geniş ve verimli<br />

ıktâ‘larla mükâfatlandırılmış olan 100 Kürt gulâmdan da bahsetmiştir [İbn Bîbî, s.165-<br />

166.] ki bu kayıt, ıktâ‘ların askerî hizmet karşılığında verildiğini ve Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ının -<br />

en azından bu dönem için- ne derece yaygınlaşmış olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.<br />

Ancak Emîr-i Meclis’in bu ıktâ‘ları kendi ıktâ‘ını parçalamak suretiyle mi yoksa Sultan<br />

adına mı verdiği tam olarak anlaşılamamaktadır.<br />

33<br />

İbn Bîbî, s.496 ve muhtelif yerler.<br />

34<br />

İbn Bîbî, s.733.<br />

35<br />

İbn Bîbî, s.348.<br />

36<br />

İbn Bîbî, s.146.<br />

37<br />

İbn Bîbî, s.113, 120, 149, 120, 273, 289 ve muhtelif yerler.<br />

38<br />

İbn Bîbî, s.113, 120, 209-210.<br />

39<br />

İbn Bîbî, s.128.<br />

40<br />

İbn Bîbî, s.168.<br />

41<br />

İbn Bîbî, s.605.<br />

42<br />

İbn Bîbî, s.477-478.<br />

43<br />

Müellif, Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ının, başka Müslüman devletlerde taşıdığı askerî önemi taşımadığı<br />

iddia etmiş [Cahen, Anadolu’da Türkler, s.182.] ve Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ordusunu oluşturan


148 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

şekilde ortaya koyar mahiyettedir. Nitekim İbn Bîbî, ıktâ‘ askerlerini genellikle<br />

“sipâhiyân-ı kadîm/sipâh-ı kadîm”, “leşker-i kadîm” veya “asâkir-i kadîm”<br />

ifadeleriyle zikretmiştir. Bunların yanında, herhangi bir sefer veya hadise münasebetiyle<br />

bahsettiği “ülkenin etrafına dağılmış askerler” veya “vilâyet askerleri”<br />

tabirlerinin, ferman gönderilmek suretiyle orduya katılması emredilen ve<br />

vazifelerinin tamamlanmasından sonra yurtlarına, memleketlerine döndükleri<br />

kaydedilen askerî kuvvetlerin de ıktâ‘ askerleri olduğu şüphesizdir. Ayrıca ıktâ‘<br />

arazilerinin idarî ve askerî âmirleri olmaları hasebiyle ıktâ‘ askerlerinin bağlı<br />

bulunduğu serleşker veya sübaşılarla ilgili her kayıt da ıktâ‘ askerleriyle ilişkilidir.<br />

44<br />

Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘nın askerî vasfı, döneme ait münşeat mecmualarında<br />

yer alan muhtelif vesîkalar tarafından da teyit edilmektedir. Nitekim<br />

“Tekârîrü’l-Menâsıb”da yer alan bütün serleşkerlik menşurlarında,<br />

serleşkerlerin, bölgedeki ıktâ‘ askerlerinin göreve hazır halde bulundurulmasından<br />

sorumlu oldukları belirtilmiştir. 45 “Rusûmü’r-Resâ’il”deki bir vesikada<br />

da ashâb-ı ıktâ‘ât’ın özürsüz olarak hizmette kusur etmeleri ve askerleri teftiş<br />

(‘arz) vaktinde hazır bulundurmamaları halinde ıktâ‘larını değiştirmek veya<br />

ıktâ‘ sahibini azletmek salahiyetinin serleşkere verildiği görülmektedir 46 ki bu<br />

kayıtlar, Büyük <strong>Selçuk</strong>lularda olduğu gibi Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularında da ordunun<br />

büyük kısmının ıktâ‘ askerlerinden oluştuğunu ortaya koymaktadır.<br />

Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu Devleti’nin Kösedağ Savaşı’ndan (1243) sonra Moğol vesayeti<br />

altına girmesi, birçok müessese gibi ıktâ‘ nizamını da olumsuz etkilemiştir.<br />

<strong>Selçuk</strong>lu Türkiye’si, Moğol istilası esnasında tamiri kabil olmayan kayıplara<br />

uğramış, Moğol askerlerinin ayak bastığı yerler harabeye dönmüş, cemiyette<br />

huzur ve emniyet kalmamıştır. Hepsinden önemlisi, yabancı istilâsı ve tahakkümü,<br />

devletin kurulu idarî ve sosyal düzenini yıkacak her türlü faaliyet ve<br />

gelişmeler için çok müsait bir ortam yaratmıştır. 47 Bu dönemde bir yandan siyasî<br />

ve idarî mekanizmada, diğer yandan ise sosyal ve iktisadî yapıda meydana<br />

unsurlar arasında ıktâ‘ askerlerinden hiç bahsetmemiştir [s.228-231.]. Bazı araştırmacıların da<br />

belirttiği gibi [Alessio Bombaci, “The Army of the Saljuqs of Rum”, Annali, 38/4 (1978), s.351.;<br />

Polat, a.g.t., s.109.; M. Said Polat, “Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularında Askerî Teşkilât (1071-1243)”, Türklük<br />

<strong>Araştırmaları</strong> Dergisi, 17 (Bahar 2005), s.36.] Cahen, bu iddiasını materyal eksikliğine bağlamaktadır.<br />

Hâlbuki konuyla ilgili kayıtlar dikkatle incelendiğinde bu iddianın gerçekçi olmadığı<br />

anlaşılmaktadır.<br />

44<br />

Iktâ‘ askerlerinin Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ordusundaki yeri hakkında geniş bilgi için bkz., Erkan<br />

Göksu, Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularında Ordu, (Gazi <strong>Üniversitesi</strong> SBE., Doktora Tezi), Ankara 2008,<br />

s.77-110.<br />

45<br />

Tekârîrü’l-Menâsıb, s.13-30.<br />

46<br />

Rusûmü’r-Resâ’il, s.26-27.<br />

47<br />

Nejat Kaymaz, Pervâne Mu‘înüd’d-dîn Süleyman, DTCF Yay., Ankara 1970., s.36-37.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 149<br />

gelen sarsıntı, ıktâ‘ nizamının düzenli bir şekilde işlemesine imkân vermediği<br />

gibi, her geçen gün bozulmasına zemin hazırlamıştır. 1243 öncesinde sınırlı bir<br />

şekilde uygulanan ıktâ‘ların mülk haline getirilmesi uygulaması, Moğol idarecilerinin<br />

de etkisiyle hızla artmıştır 48 .<br />

Iktâ‘ların mülkleşmesi hadisesinden en kârlı çıkanlar, Moğollara yanaşan<br />

<strong>Selçuk</strong>lu hizmet aristokrasisi olmuştur. Özel mülkiyete dönüşen toprakların<br />

büyük bölümü bunların ellerine geçmiştir. Moğolların Anadolu <strong>Selçuk</strong>lu Devletini<br />

yıkmaları sonucu, eyaletlerin bir bölümü yüksek devlet memurlarının ellerinde<br />

beylikler haline gelmiş, diğer bölüm ise Moğol valilerin ellerinde beyliklere<br />

dönüşmüştür. Daha aşağı düzeylerdeki devlet memurları ise devlet topraklarını<br />

paylaşmışlar veya ellerindeki ıktâ‘ları, özel mülk haline dönüştürmüşlerdir<br />

49 . Diğer yandan saltanat mücadelesine girişen melik ve sultanlar da galip<br />

çıkmanın yolu olarak, devlet topraklarından temlîklerde bulunmayı görmüşlerdir.<br />

IV. Kılıç Arslan'ın Erzincan civarındaki toprakları emîrlerine ıktâ‘ olarak<br />

dağıttıktan sonra, mücadele ettiği kardeşi II. İzzü’d-dîn Keykâvus’u yenmesi<br />

halinde buraları onlara temlîk edeceğine dair söz vermesi, bu hususa dair dikkat<br />

çekici bir örnektir. 50<br />

Sonuç<br />

Büyük <strong>Selçuk</strong>lu Devleti’nin Anadolu şubesi olması hasebiyle bu devletin<br />

siyasî geleneği üzerine inşa edilen Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu Devleti de ıktâ‘ sistemini<br />

uygulamıştır. Ancak devletin idarî ve askerî yapılanmasının temelini teşkil<br />

Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ı, birçok bakımdan Büyük <strong>Selçuk</strong>lu ve sair Yakın Doğu<br />

devletlerinden farklı olup, kendine has özellikler taşır. Nitekim siyasî ve askerî<br />

ihtiyaçların sevkiyle merkeziyetçi bir yapıya bürünen devlet, ıktâ‘ nizamını da<br />

bu yapıya uydurmuş ve söz konusu nizamı başarılı bir şekilde uygulamak suretiyle<br />

idarî ve askerî mekanizmanın düzenli bir şekilde işlemesini sağlamıştır.<br />

Büyük <strong>Selçuk</strong>lularda bir vilâyetin askerî, idarî, malî bütün işleri emîr ve kumandanlara<br />

ıktâ‘ olarak terk edilmekte iken, özellikle II. Kılıç Arslan’dan sonra,<br />

“feodal” parçalanmalara nihayet vermek gayesiyle Anadolu’da askerî ıktâ‘lar<br />

48<br />

Olcaytu döneminde (1304-1316) harap olmuş toprakların mamur hale getirilmesi için, dîvâna<br />

ait toprakların şuurlu bir şekilde mülkleştirilmesi [Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî, Târîh-i Güzîde,<br />

(Neşr. Abdu’l-Hüseyin Nevâ’î), Tahran 1362., s.480], bu tarihte bile <strong>Selçuk</strong>lu topraklarının<br />

bir kısmının devlet mülkiyetinde olduğunun göstergesidir (Polat, a.g.t., s.109.)<br />

49<br />

Osman Turan, <strong>Selçuk</strong>lular Zamanında Türkiye, İstanbul 2002., s.486.; Cahen, Anadolu’da<br />

Türkler, s.320.; Kılıçbay, a.g.e., s.284.<br />

50<br />

İbn Bîbî’nin kaydına göre IV. Kılıç Arslan, “Rum topraklarının çoğunu sıradan ve seçkin kişilerin<br />

mülkü (emlak-ı hâss u âm) yapmış ve o konuda herkese hutût-ı şer‘i, menâşir-i sultânî ve<br />

emsile-i dîvânî yazarak hak sahiplerine bağışlamıştır [İbn Bîbî, s.642.].


150 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

küçültülmüş ve bir vilâyetin başına serleşker (sübaşı) olarak gönderilen emîr ve<br />

kumandanların salahiyetleri, sadece o bölge askerlerinin kumandanı olmakla<br />

tahdid edilmiştir. Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu serleşkerlerinin (sübaşı) askerî âmiri bulundukları<br />

bölgenin vergilerini toplama, maiyyetindeki askerlerin malî gelirleri<br />

veya ıktâ‘ları üzerinde tasarruf etmelerinin önüne geçilerek sadece kendisine<br />

tahsis edilen maaşla iktifa etmelerini sağlayan bir düzenleme yapılmıştır. Böylece<br />

Türkiye <strong>Selçuk</strong>lu ıktâ‘ı, “feodal” parçalanmalara, mukta‘ların başına buyruk<br />

hareketine imkân tanımayan, merkeziyetçi bir anlayış üzerine inşa edilmiş<br />

ve bu durum, idarî olduğu kadar askerî bakımdan da devletin hızla merkeziyetçi<br />

bir yapıya bürünmesini sağlamıştır. Ancak bu yapı Moğol istilasıyla beraber<br />

ortadan kalkmıştır. ©


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 151<br />

KAYNAKLAR<br />

Aksarayî (Kerîmüd-dîn Mahmud Aksarayî), Müsâmeretü’l-Ahbâr, (Neşr. Osman<br />

Turan), TTK Yay., Ankara 1999.<br />

Amitai, Reuven, “Turko-Mongolian Nomads and the Iqtâ‘ System in the Islamic<br />

Middle East (CA100-1400 AD)”, Nomads in the Sedentary World, (Edited by<br />

Anatoy M. Khazanov and André Wink), London 2001., s.152-171.<br />

Anonim <strong>Selçuk</strong>nâme, (Târîh-i Âl-i Selçûk der Anadolu), Anadolu <strong>Selçuk</strong>luları<br />

Devleti Tarihi III, (Neşr ve çev. Feridun Nafiz Uzluk), Ankara 1952.<br />

Athamina, Khalil, “Some Administrative, Military and Socio-Political Aspects of<br />

Early Muslim Egypt”, War and Society in the Eastern Mediterranean, 7th-15th<br />

Centuries, (ed. Yaacov Lev), Leiden: Brill 1997., s. 101-114.<br />

Bombaci, Alessio, “The Army of the Saljuqs of Rum”, Annali, 38/4 (1978), 343-369.<br />

Bosworth, C. E., “Military Organisation under the Buyids of Persia and Iraq”,<br />

Oriens, 18, (1965-1966), s.143-167.<br />

Cahen, Claude, “Iqta”, EI 2 , V, (E. J. Brill Pres), Leiden 1986, s.1088-1091.<br />

Cahen, Claude, “<strong>Selçuk</strong>î Devletleri Feodal Devletler mi idi?” (Terc. Lütfi Güçer), İÜ<br />

İktisat Fakültesi Mecmuası, XVII/1-4, (Ekim 1955-Temmuz 1956), s.348-358.<br />

Cahen, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, (Çev. Yıldız Moran), İstanbul<br />

1979.<br />

Cenâbî Mustafa Efendi, el-‘Aylemü'z-Zâhir fi Ahvâli'l-Evâ’il ve'l-Evâhir, (Haz.<br />

Muharrem Kesik, Cenâbî Mustafa Efendi'nin el-‘Aylemü'z-Zâhir fî Ahvâli'l-<br />

Evâ’il ve'l-Evâhir Adlı Eserinin Anadolu <strong>Selçuk</strong>luları İle İlgili Kısmının<br />

Tenkidli Metin Neşri, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 1994.<br />

Cin, Halil, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, İstanbul 1985.<br />

Demirci, Mustafa, “İktâ”, DİA, XXII, İstanbul 2000.<br />

Demirci, Mustafa, Abbasîlerde Toprak Sistemi, (Marmara <strong>Üniversitesi</strong> SBE, Doktora<br />

Tezi), İstanbul 2001.<br />

el-Belâzurî (Ahmed b. Yahya b. Câbir el-Belâzurî), Fütûhu’l-Büldân, (Tahkik. Rıdvan<br />

Muhammed Rıdvan), Beyrut 1403., (Türkçe terc., Çev. Mustafa Fayda, Kültür<br />

Bakanlığı Yay., Ankara 2002.<br />

el-Hüseynî (Sadrud-dîn Ebu’l-Hasan Ali İbn Nâsır Ali el-Hüseynî), Ahbârü’d-<br />

Devleti’s-<strong>Selçuk</strong>iyye, (Türkçe terc., Necati Lügal), TTK Yay., Ankara 1999.<br />

el-Mâverdî (Ebu’l-Hasan Habib el-Mâverdî), el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, (Çev. Ali Şafak),<br />

İstanbul 1994.<br />

Enverî, Hasan, Istılâhât-ı Dîvânî Devre-i Gaznevî ve Selçûkî, Tahran 2535.<br />

Genç, Reşat, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, TTK Yay., Ankara 2002.


152 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Göksu, Erkan, “Iktâ‘ Sisteminin Tekâmülünde <strong>Selçuk</strong>luların Rolü”, Tarihin Peşinde<br />

Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi (The Pursuit of History<br />

International Periodical for History and Social Research), I/1, (Mart 2009),<br />

s.83-96.<br />

Göksu, Erkan, Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularında Ordu, (Gazi <strong>Üniversitesi</strong> SBE., Doktora Tezi),<br />

Ankara 2008.<br />

Gözübenli, Beşir, “İktâ (Fıkıh)”, DİA, XXII, İstanbul 2000., s.49-50.<br />

Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî, Târîh-i Güzîde, (Neşr. Abdu’l-Hüseyin Nevâ’î),<br />

Tahran 1362.<br />

Hasan b. ‘Abdi’l-Mu’min el-Hoyî, Rüsûmur-Resâ’il ve Nücûmü'l-Fezâ’il, (Tashîh<br />

ve İhtimâm: Adnan Sadık Erzi), AÜİF Yay., Ankara 1963.<br />

Hodgson, Marshall G. S., The Venture of Islam: Conscience and History in a<br />

World Civilization, (The Expansion of Islam in the Middle Periods), II.,<br />

University of Chicago Press, 1977.<br />

İbn Bîbî (el-Hüseyin b. Muhammed b Ali el-Caferî er-Rugedî), el-Evâmirü’l-‘Alâ’iye<br />

fi’l-Umûri’l-‘Alâ’iye, Tıpkı Basım, (Önsöz ve fihristi haz. Adnan Sadık Erzi),<br />

TTK Yay., Ankara 1956.<br />

İbnü’l-Esîr (Muhammed b. Muhammed Abdu’l-Vâhid eş-Şeybânî İbnü’l-Esîr), el-<br />

Kâmil fi’t-Târîh, (Tahkîk. Ebu’l-fidâ Abdullah el-Kâdı), Beyrut 1415/1995.,<br />

(Türkçe terc., el-Kâmil fi’t-Tarih Tercümesi, X, (Çev. Ahmet Ağırakça-<br />

Abdülkerim Özaydın-Mertol Tulum), İstanbul 1985-1987.<br />

İnalcık, Halil, “İslâm Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü ve Osmanlılar Devrindeki<br />

Şekillerle Mukayesesi”, Osmanlı İmparatorluğu (Toplum ve Ekonomi), İstanbul<br />

1996., s.15-30.<br />

Kafesoğlu, İbrahim, “Anadolu <strong>Selçuk</strong>lu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu?”, TED, Sayı.10-11<br />

(1981), s.1-28.<br />

Kaymaz, Nejat, “İdarî Mekanizmanın Rolü I”, DTCF Tarih <strong>Araştırmaları</strong> Dergisi,<br />

II/2-3 (1964), s.91-155.<br />

Kaymaz, Nejat, Pervâne Mu‘înüd’d-dîn Süleyman, DTCF Yay., Ankara 1970.<br />

Kennedy, Hugh, The Armies of the Caliphs: Military and Society in the Early<br />

Islamic State, Routledge, 2001.<br />

Khan, Muhammad Akram, Islamic Economics and Finance: A Glossary, New York<br />

2003.<br />

Kılıçbay, Mehmet Ali, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, Ankara<br />

1985.<br />

Koca, Salim, Malazgirt’ten Miryokefalon’a, Çorum 2003.<br />

Köprülü, M. Fuad, “Ortazaman Türk-İslâm Feodalizmi”, Belleten, V/19 (1941),<br />

s.319-334.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 153<br />

Köprülü, M. Fuad, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, (Önsöz,<br />

bazı notlara, bibliyografyaya ilaveler ve geniş bir indeksle yayınlayan Orhan<br />

F.Köprülü), İstanbul 1981.<br />

Kucur, Sadi S., “İktâ (<strong>Selçuk</strong>lular)”, DİA, XXII, İstanbul 2000.<br />

Lambton, Ann K. S., “‘Atebetü’l-Ketebeye Göre Sancar İmparatorluğunun Yönetimi”,<br />

(Çev. Nejat Kaymaz), Belleten, XXXVII/147 (1973), s.365-394.<br />

Lambton, Ann K. S., “Reflections on the Iqta”, Arabic and Islamic Studies in<br />

Honour of Hamilton A. R. Gibb, (Ed. George Makdisi) Leiden, E. J. Brill, 1965.,<br />

s.358-372.<br />

Lambton, Ann K. S., Continuity and Change in Medieval Persia: Aspects of<br />

Administrative, Economic and Social History, 11th-14th Century, New York<br />

1988.<br />

Lambton, Ann K. S., Landlord and Peasant in Persia: A Study of Land Tenure and<br />

Land Revenue Administration, (I.B. Tauris & Co Ltd.) London 1991.<br />

Lapidus, Ira Marvin, A History of Islamic Societies, Cambridge University Press.,<br />

2002.<br />

Nizâmü’l-mülk, Siyerü’l-Mülûk (Siyâsetnâme), (Be ihtimâm Hubert Darke), Tahran<br />

2535/1976, (Türkçe terc., Mehmet Altay Köymen, Ankara 1982.<br />

Ögel, Bahaeddin, “İslâm’dan Önceki Türk Devletlerinde Tımar Sistemi”, IV. Türk<br />

Tarih Kongresi, Ankara 1952, s.242-251.<br />

Polat, M. Said, “Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularında Askerî Teşkilât (1071-1243)”, Türklük<br />

<strong>Araştırmaları</strong> Dergisi, 17 (Bahar 2005), s.17-53.<br />

Polat, M. Said, Moğol İstilasına Kadar Türkiye <strong>Selçuk</strong>lularında İçtimaî ve İktisadî<br />

Hayat, (Marmara Üni. <strong>Türkiyat</strong> Araş. Ens., Doktora Tezi, İstanbul 1997.<br />

Reşîdü’d-dîn Fazlullâh, Câmi’ü’t-Tevârîh, II. Cilt 5. Cüz (<strong>Selçuk</strong>lular Kısmı), (Neşr.<br />

Ahmet Ateş), TTK Yay., Ankara 1999.<br />

Safi, Omid, “Büyük <strong>Selçuk</strong>lularda Devlet-Toplum İlişkisi”, Türkler, V, Ankara<br />

2002., s. 352-363.<br />

Satō, Tsugitaka, “Land Tenure and Owneship, or Iqta”, Medieval Islamic<br />

Civilization: An Encyclopedia, II., (Ed. Josef W. Meri), (Taylor and Francis<br />

Group), New York 2006.<br />

Satō, Tsugitaka, State and Rural Society in Medieval Islam: Sultans, Muqta’s, and<br />

Fallahun, Leiden: Brill 1997.<br />

Suzuki, D. T., “The Iqta System of Iraq under the Buwayhids”, Orient, 18 (1982),<br />

s.83-105.<br />

Şafak, Ali, İslâm Arazi Hukuku ve Tatbikatı, İstanbul 1977.<br />

Tekârîrü’l-Menâsıb, (Neşr. Osman Turan), Türkiye <strong>Selçuk</strong>luları Hakkında Resmî<br />

Vesikalar), TTK Yay., Ankara 1988.


154 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Turan, Osman, “İktâ”, İA, V/2., İstanbul 1992., s.949-959.<br />

Turan, Osman, <strong>Selçuk</strong>lular Zamanında Türkiye, İstanbul 2002.<br />

Turan, Osman, Türkiye <strong>Selçuk</strong>luları Hakkında Resmî Vesikalar, TTK Yay., Ankara<br />

1988<br />

Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ankara 1941<br />

Xylyfly/Huluflu, V., Səlcyk Devlətinin Daxili Kyrylyşyna Dajir, (ADETI<br />

Nəşrijatь), Baqь 1930.<br />

Zahîrü’d-dîn Nişâbûrî, Selçûknâme, (Neşr. İsmailhân Afşar Hamîdü’l-Mülk), Tahran<br />

1332.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 155<br />

Atatürk Çiftlikleri ve Bunların Hazineye Devri<br />

Ataturk’s Farms and Their Transfer to the Treasury<br />

Yaşar SEMİZ *<br />

ÖZET<br />

Üç bölümden oluşan bu yazının konusu Atatürk’ün Türk çiftçisine öncülük ve önderlik etmek<br />

amacıyla kurduğu çiftlikler ve bunların hazineye devredilmesidir.<br />

Çalışmanın birinci bölümünde ilki 1925’te kuruluşuna başlanan Atatürk Orman Çiftliği olmak<br />

üzere Atatürk’ün Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kurduğu çiftlikler ele alınmıştır. İkinci<br />

bölümde çiftliklerin kuruluş amaçlarına ulaştıktan sonra bunların nasıl hazineye devredildiklerinden<br />

bahsedilmektedir. Üçüncü bölümde Atatürk’ün hazineye bağışladığı çiftlikler de dahil<br />

olmak üzere Devlet Üretme Çiftlikleri’nin daha iyi idare edilmesi için yapılan yasal düzenlemeler<br />

değerlendirilmektedir.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Atatürk çiftlikleri, ziraat reformu, yeni ziraat teknikleri, hazine, yasal düzenleme<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

This aim of this paper, which consists of there parts, is to study the establishment of the state<br />

farms by Ataturk to illustrate and teach new agricultural techniques to the Turkish farmers<br />

and later their transfer to the Turkish treasury. The first section deals with the farms that were<br />

established in various places of Anatolia starting with Ataturk’s Farm in Ankara. The second<br />

section takes up how these farms were transferred to the state ownership after the realization of<br />

initially intended goals. The final section covers the developments about legal regulations<br />

aimed to better organize and administer the State Production Farms including the ones donated<br />

by Ataturk.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Ataturk’s farms, agricultural reforms, new agricultural techniques, Treasury, law and<br />

regulations<br />

*<br />

Doç. Dr. <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> <strong>Türkiyat</strong> <strong>Araştırmaları</strong> <strong>Enstitüsü</strong> Türk Tarihi Anabilim Dalı Öğretim<br />

Üyesi.


156 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

GİRİŞ<br />

I.Dünya Savaşı’nın son yıllarında memleketimizde açlık ve sefalet son derece<br />

artmıştı. Savaşın getirdiği olumsuzluklar yüzünden tarlalarda çalışacak insan<br />

ve hayvan kuvveti kalmadığından, Harbiye Nezareti ordudaki ihtiyat askerlerini<br />

ziraatçılar idaresinde görevlendirerek Konya’nın Çumra kazasında Almanya’da<br />

yeni icat edilen Hanomak marka traktörlerle teknik ziraat yapılmış ve çok<br />

iyi sonuçlar alınmıştı 1 .<br />

Aslında I.Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda da devlet ve ordu ülkenin çeşitli<br />

yerlerinde “devlet” ve “ordu” çiftlikleri kurmuştu 2 . Bunlar arasında en dikkat<br />

çekici olanlardan biri Adana’dadır. Burada toprağın ziraata hazırlanması<br />

için tarlanın iki tarafına karşılıklı olarak konulan “Lokomobil”lerle çekilen büyük<br />

pulluklar kullanıldı. Türkiye’de Cumhuriyetten önce sadece bu iki bölgede makineli<br />

ziraat yapılmıştı 3 .<br />

Bu örneklerden hareket eden büyük toprak sahibi çiftçilerimiz Millî Mücadeleyi<br />

takip eden yıllarda yeni ziraat aletleri ve bilhassa traktör kullanmaya<br />

yöneldi. 1925 yılından itibaren Ziraat Vekâleti, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i<br />

Hukuk Cemiyeti Reisi sıfatıyla Atatürk’ün 8 Nisan 1339(1923)’da yayınladığı<br />

“Dokuz Ümde”nin 3, 4 ve 5. maddesine 4 uygun olarak traktör kullanımı eğilimi<br />

gösterenlere dar bütçesine rağmen kredi açma yöntemiyle yardıma çalıştı. Ziraat<br />

Bankası’nı bu yardıma iştirak ettirdi 5 . Traktörlerin işletilmesi için gerekli<br />

akaryakıtın traktör sahiplerine gümrüksüz verilmesini sağladı 6 .<br />

1<br />

Süreyya Özek, “Devlet Çiftlik Yapar mı?”, Cumhuriyet, 1 Nisan 1954.<br />

2<br />

Şevket Raşit, “Türkiye’de Devlet Çiftlikleri”, Dönüm, sayı 26, Ağustos 1934, s. 51-54.<br />

3<br />

Özek, agm.<br />

4<br />

Bu maddeler şunlardır: Madde3-Müessesatı maliye çiftliklere, sanayi ve ticaret erbabina…<br />

para ikraz edecek sürette islah ve teksir olunacaktır. Madde4-Ziraat Bankası’nın sermayesi<br />

tezyit olunacak çiftliklere daha kolay ve daha vasi yardım edilmesi temin olunacaktır. Madde5-Memleketimiz<br />

çiftliğine ziraat makineleri vasi mikyasta ithal olunacak ve çiftliklerimizin<br />

alât ve edavatı ziraiyeden kolaylıkla istifade etmeleri temin kılınacaktır. Atatürk, Mustafa Kemal,<br />

Nutuk, c.2, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1973,s. 718-719; Hikmet Bilâ, CHP Tarihi<br />

(1919-1979) Doruk Mat., Ankara 1979, s. 745-747; Kâzim Karabekir,Paşaların Kavgası, Emre<br />

yay. İstanbul 1992 s. 131-134.<br />

5<br />

Yusuf Saim Atasağun, Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası (1888-1939), Kenan bs., İstanbul<br />

1939, s. 196-197; 201-268; Yusuf Ziya Atasağun, “Cumhuriyet yıllarında Ziraat Bankası”, Kooperatif<br />

Dergisi, Yıl 3, sayı 35, Ağustos 1946, s. 18-20.<br />

6<br />

TBMM ZC, Devre 1, cilt 24, İçtima 3, 21.10.1338 tarihli oturum, s. 75-81. Kütahya Mebusu Ragıp<br />

Bey’in traktörlerde kullanılacak yakıtın gümrüksüz getirilmesi için verdiği kanun teklifi.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 157<br />

İşte Atatürk bu süreçte hem ziraatçılara öncülük yapmak hem de ülke ekonomisinin<br />

özellikle ziraata dayandığını göstermek için harekete geçti. İhtiyaç<br />

duyulan parasal kaynak için Millî Mücadele devam ederken Hindistan’dan<br />

yardım amacıyla gönderilen yaklaşık 500-600 bin lira kullanıldı. Paranın önemli<br />

bir kısmı Büyük Taarruz sırasında maliyenin karşılayamadığı bazı harcamalar<br />

için Batı Cephesi Komutanlığı emrine verilmişti. Zaferden sonra bu paranın<br />

kullanılmayan yaklaşık 380 bin lirası Bakanlar Kurulu kararı ile Atatürk’e iade<br />

edilmişti 7 .<br />

Atatürk, bu paranın ülke menfaatleri için en faydalı şekilde nasıl kullanılabileceğinin<br />

arayışına başladı. O sırada ülkenin yabancı bankaların baskısından<br />

kurtarılması için milli bir bankanın kurulması fikri gündeme gelmişti. Millî<br />

ekonominin kurulması için milli bir bankanın kurulmasına duyulan ihtiyacı<br />

derinden hisseden Atatürk, elindeki paranın 250 bin lirasını temel sermaye olarak<br />

bu bankanın kurulması için tahsis etti. Ayrıca diğer sermaye sahiplerinden<br />

toplanan paranın da katılımı ile ilk millî müesseselerimizden biri olan İş Bankası<br />

kuruldu 8 . Yardım parasının geri kalan kısmı ile de o dönemde Türk toplumunun<br />

büyük bir kısmının çalışıp geçimini sağladığı, ülke ekonomisinin yaklaşık<br />

%80’ini oluşturan ziraat alanında yatırım yapmaya karar verdi.<br />

Atatürk böyle bir girişimin ilk işaretini Millî Mücadelenin hemen ardından<br />

16.03.1923’te Adana’da çiftçilerle yaptığı konuşmada vermişti: “Efendiler, kılıç<br />

kullanan el yorulur ve sonunda kılıcı kınına koyar belki kılıç o kında küflenir ve paslanır.<br />

Ama saban kullanan kol, gün geçtikçe daha güçlenir ve güçlendikçe daha çok toprak<br />

ele geçirir. Çünkü milletleri vatanlarında karar kılmanın en önemli aracı sabandır.<br />

Onun için, gerçek fetihler yalnız kılıçla değil sabanla yapılandır. Kılıç ve saban, beki<br />

fetihten birincisi ikincisine her zaman yenildi. Milletlerimiz çok büyük acılar, yenilgiler,<br />

çok acıklı olaylar görmüştür. Bütün olaylardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsak<br />

bunun asıl gizli nedeni şundandır: Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken diğer elindeki<br />

sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı,<br />

biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktı.” 9 .<br />

İşte bu ifadelere uygun olarak Atatürk öncelikle başkent Ankara yakınlarında<br />

örnek bir çiftlik kurmak için fikir almak üzere uzmanlarla toplantılar ya-<br />

7<br />

Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Bankası Yay., İstanbul 2004, s. 649.<br />

8<br />

Hakkı Naşit Uluğ, Hemşerimiz Atatürk, Türkiye İş Bankası Kültür Yay. İkinci bs., İstanbul<br />

1973, s. 241-245.<br />

9<br />

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c.2, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1989, s. 120-<br />

121.


158 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

parak uygun bir yer bulmalarını istedi 10 . Atatürk çiftlik için bulunmasını istediği<br />

yerin arazi şartlarının çok kötü ve o günkü şartlarda tarım için çok elverişsiz<br />

olmasını istiyordu.<br />

Atatürk’ün yaptığı tanımlama doğrultusunda ilk arayış Ankara’da başlatıldı.<br />

Ankara’yı Silifke yakınlarındaki Tekir ve Şövalye, Tarsus’ta Piloğlu, Dörtyol’da<br />

Karabasamak Çiftliği ile portakal bahçesi ve Yalova’da Baltacı ve Millet<br />

Çiftlikleri ile ilgili arayışlar izledi 11 .<br />

ÇİFTLİKLERİN KURULMASI<br />

A-Atatürk Orman Çiftliği<br />

1925 yılı baharında Atatürk ülkenin tanınmış ziraatçılarından bir grubunu<br />

çağırtarak onlara ağaçsız ve çorak Ankara’nın yanı başında büyük bir çiftlik<br />

kurmak istediğini söyledi ve böyle bir çiftlik için yer aramalarını emretti.<br />

O uzman heyette yer alan ziraatçılardan biri (Tahsin Coşkan) o zamanki hatıralarını<br />

şöyle anlatıyor: “Ankara’nın çevresinde bir yer ararken, en az bugünkü<br />

çiftlik yeri üzerinde durmuştuk. Burası tabiatın hiç cömert davranmadığı, bakımsız,<br />

hastalıklı, sarı ve insanı bakarken bedbin eden bir hâlde idi. İçinde şimendifer geçen<br />

geniş arazinin bataklık yerlerinde şehrin hayatını zehirleyen ve etrafta yaşayanları kendi<br />

gibi renksiz ve hasta yapan sazlıklar, birer sıtma kaynağı halinde idi. Tetkikler bittikten<br />

sonra neticeyi Büyük Şef’e arz ettik. Atatürk elleri ile bugünkü çiftliğin olduğu yeri<br />

işaret ettiler. Burayı gezdiniz mi? Buranın bir çiftlik kurulması için bulunması lazım<br />

gelen vasıflardan hiçbirini taşımadığı bataklık, çorak, fakir bir yer olduğu hakkındaki<br />

müşterek kararımızı söyledik.<br />

Atatürk’ün bize cevabı şu oldu: İşte istediğimiz yer böyle olmalıdır. Ankara’nın<br />

kenarında hem batak hem çorak hem de fena yer. Bunu biz islah etmezsek kim gelip<br />

islah edecek?” 12 .<br />

Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki Atatürk, ziraat uzmanlarından çiftlik için<br />

en elverişli toprakları değil özellikle ziraat için en kötü toprakta çiftlik kurmak<br />

için rapor istemiştir. Onun aradığı bir çiftlik arazisinden çok temel gelir ve geçim<br />

kaynağı tarım olan ülke insanı ile toprak arasındaki güçlü ilişkiyi doğa şartlarının<br />

hemen hemen hiç uygun olmadığı bir toprak parçasında dahi sağlıklı bir<br />

10<br />

Atatürk Çiftlikleri, Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu Yay., Ankara 1939, s. 11.<br />

11<br />

Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi Yay., Ankara 1968, s. 179.<br />

12<br />

Atatürk Çiftlikleri (1939), s. 12-13; “Atatürk Orman Çiftliği”, Türk Ticaret Almanağı, sayı 4,<br />

Mayıs 1956.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 159<br />

şekilde kurabileceğini göstermek ve en kötü şartlardaki toprağın da sahiplenilerek<br />

üretime kazandırılabileceğini göstermekti.<br />

Nitekim Atatürk Ankara’da kurmak istediği modern çiftlik alanı olarak bugünkü<br />

Orman Çiftliği sahasını seçti. Seçilen alanda Çubuk Suyu, Macun Çayı,<br />

İncesu, Bend Deresi, Kutuğun Deresi geçmektedir. Bu suların bir kısmı zaman<br />

zaman taşarak araziyi tahrip etmiş. Bir kısmını da arazinin çeşitli yerlerinde<br />

senelerce toplanarak bataklık, sazlık yerler meydana getirmiş ve sonuç olarak<br />

sıtma yuvası haline gelen bu yerler Ankara’nın yakın köylerinin sağlığını tehdit<br />

etmekteydi 13 .<br />

Atatürk çiftlik yerinin kesin olarak belirlenmesinin ardından bir kere daha<br />

yerli ve yabancı uzmanlardan kurulacak çiftlikle ilgili görüşleri için ayrıntılı bir<br />

rapor istedi. Uzmanlar arasında bu topraklar üzerinde herhangi bir ziraat faaliyetlerin<br />

yapılmayacağını iddia edenlerin bulunduğu gibi ciddi bir müdahaleden<br />

sonra toprağın ehlileştirip ziraata elverişli hale getirileceğini düşünenler de<br />

vardı. Ancak en ilginç cevap Ziraat Vekâletinin yabancı uzmanlarından Schmid<br />

tarafından verildi. Schmid, çiftlik arazisi olarak tespit edilen yerde ziraat yapmak<br />

girişimi için “Bu arazide ziraat yapmak ya sabrı tüketir ya da parayı” demişti 14 .<br />

O günlerde halkın görüşü de Schmid’den çok farklı değildi. Genel kanaat<br />

“Burada ağaç bile yetişmiyor insan nasıl yaşar şeklindeydi” 15 .<br />

Atatürk ise doğa şartlarının hiç de cömert davranmadığı bu Orta Anadolu<br />

yaylasında adeta bir mucizeyi gerçekleştirmek için yola çıkmıştı. Amacı hem<br />

Türk tarımına örnek bir çiftlik kurmak hem ağaç bile yetişmeyen Ankara’nın<br />

başkent olarak kurulmasını uygun görmeyenlere yemyeşil bir kent çevresi oluşturmaktı.<br />

Çiftlik ile ilgili çalışmalarla doğrudan ilgilenerek arazi alınması, işletme<br />

planlarının hazırlanması, arazinin düzenlenmesi ve ıslahına ait girimlerinin<br />

hazırlanmasını istiyordu.<br />

Çiftlik için ilk aşamada Merhum Abidin Paşa’nın eşi Faika Hanımdan 20<br />

bin dönüm arazi satın alındı. Satın alınan bu arazi, sahipleri tarafından işletil-<br />

13<br />

Tarık Rona (Atatürk Çiftliği Direktörü), “Atatürk Orman Çiftliği Nasıl Kuruldu”, Modern<br />

Türkiye, yıl 3, sayı 25, Ekim 1955; Atatürk Çiftlikleri, s. 14.<br />

14<br />

Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, Birinci Köy ve Ziraat Kalkınma Kongresi Yay. Devlet bs., İstanbul<br />

1938, s.267; Ekrem Üzümeri (Haz), Atatürk Orman Çiftlikleği, Ankara 1953, s. 6.<br />

15<br />

Ziraat Tarihine Bir Bakış, s.268; Aslan Tufan Yazman, Atatürk’le Beraber, Türkiye İş Bankası<br />

Kültür Yay., Ank. 1969, s. 108-110.


160 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

meyen çok geniş tarla parçalarıyla çevriliydi. Atatürk’ün Faika Hanım’a ait araziyi<br />

alması üzerine diğer arazi sahipleri de işletemedikleri topraklarını satmak<br />

istediklerini belirttiler. Böylece Balgat, Etimesgut, Çakırlar, Macun, Güvercinlik,<br />

Tahar ve Yağmurbaba, gibi çevreden birkaç tarla daha alınarak 102 bin dönümlük<br />

bir arazi üzerinde “Gazi Orman Çiftliği” oluşturuldu 16 . Satın alınan arazi<br />

için 100-120 bin lira ödendi 17 .<br />

Çiftlik arazisinin alınmasının hemen ardından hızla çalışmalara başlandı.<br />

Atatürk burada iki çadır yaptırmıştı. Birinde kendisi diğerinde iş başında bulunan<br />

mühendisler kalıyordu. Çalışmalar devam ederken bir aralık bazı mühendisler<br />

ümitsizliğe kapılmış ve çekine çekine söylenenlere karşı Atatürk, sertçe<br />

ayağını yere vurarak “Bu toprak mı? Dikeceğiniz de fidan mı? Serpeceğimiz de tohum<br />

değil mi? Niye olmasın efendim, niye olmasın. Mutlaka ve mutlaka yetiştireceğiz”<br />

diyor ve kararlılıkla işe devam edilmesini istiyordu 18 .<br />

Yaklaşık iki yıllık yorucu çalışmanın sonunda başarıya ulaşılmıştı. “Burada<br />

ağaç bile yetişmez insan nasıl yaşar” denilen yerde birkaç yıl içinde binlerce ağaç<br />

yetiştirildi. Çorak topraklar en verimli hububat ambarı hâlini getirildi. Yeşeren<br />

meralarda kuvvetli hayvancılık yapılmaya başlandı 19 . Atatürk hem büyük emek<br />

sarf ederek kurduğu çiftlikte daha fazla ilgilenebilmek hem de zaman zaman<br />

doğa ile baş başa kalabilmek için 1926’da Söğütözü düzlüğünde bir köylünün<br />

kulübesinin yanına, köylünün de onayını alarak kendi kulübesini yaptırmıştı 20 .<br />

Daha sonraki yıllarda Atatürk adına çiftlikle ilgili işleri yürüten Hasan Rıza<br />

Soyak, Atatürk’ün burada daha rahat konaklayabilmesi için Orman Çiftliği’nin<br />

istasyondan yukarı doğru çıkan yolun tam karşısına isabet eden yerde ufak bir<br />

kuleli köşk inşa ettirdi 21 . Atatürk bazı akşamlar Kuleli Köşke gelir ve çiftlik<br />

16<br />

Besim Gürocak, “Atatürk Çiftlikleri”, Atatürk ve Tarım, Tarım ve Orman Bakanlığı Yay., Ankara<br />

1981, s.176; “Atatürk Orman Çiftliği”, Türk Ticaret Almanağı.<br />

17<br />

Soyak, s. 650., Atatürk’ün çiftlikleri oluşturması için tam yetki ile görevlendirilen Hasan Rıza<br />

Soyak ve Tahsin Coşkan’ın çiftlik arazisinin satın alınması ve oluşturulması için Atatürk’ün İş<br />

Bankasındaki hesabından farklı zamanlarda çektikleri paranın dökümü için bak., Uygur<br />

Kocabaşoğlu, Türkiye İş Bankası Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yay. Ankara 2001, s. 614-<br />

615, 626 ve 629., İzzet Öztoprak, Atatürk Orman Çiftliği’nin Tarihi, Atatürk Araştırma Merkezi<br />

Yay., Ankara 2006, s. 19-25.<br />

18<br />

M. Kemal Ulusu (der), Atatürk’ün Yanı Başında, Nuri Ulusu’nun Hatıraları, Doğan Kitap,<br />

İstanbul 2008, s. 118.<br />

19<br />

M. Levent Esmer, “Önder Atatürk’ün Önder Çiftliği”, Türkiye Ziraat Mecmuası, sayı 5, Eylül<br />

1953, s. 111.<br />

20<br />

Ahmet Banoğlu - Nurcihan Kesim, Atatürk Başmuharrir ve Atatürk’ün Kulübesi, Türk Dünyası<br />

Yay., İstanbul 1957, s. 45-46.<br />

21<br />

Ulusan, s. 119.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 161<br />

işleri ile uğraşan Tahsin Bey’den bilgiler alır, sofrasını kurdurur ve misafirlerini<br />

ağırlardı 22 .<br />

Atatürk’ün bizzat çalışarak, bütün millete tarla başında modern ziraat araç<br />

ve tekniklerinin ve özellikle traktörün nasıl kullanacağını gösterdiği 23 Gazi Orman<br />

Çiftliğine bir aralık Macaristan’dan ziraatçı bir müdür de getirildi. Bu müdür<br />

o zamana kadar çiftlikte ilk planda tutulan traktör yerine kuvvetli Macar atı<br />

(nonyos) ile ekim yapmaya başladı ise de 24 bu durum uzun sürmedi.<br />

Çiftlikte üretilen ürünler yine orada kurulan işletmelerde işlenerek kıymetlendirildi.<br />

Küçük ölçüde fakat örnek bir süt sanayi, her geçen gün genişleyip<br />

güçlenen ve çeşitli kollara ayrılan ziraat sanatları tesisleri, bira fabrikası, soda,<br />

gazoz ve buz fabrikaları çiftliğin dikkat çeken üretim merkezleridir 25 . Çiftlikte<br />

ayrıca demir eşya, pulluk ve deri fabrikası vardır 26 .<br />

Diğer taraftan yüzme havuzları, hayvanat bahçeleri, lokantaları ve çeşitli<br />

dinlenme parkları açılarak halkın rahatlıkla ve güvenle dinlenip, hoşça vakit<br />

geçirebilecekleri mesire yerleri oluşturulduktan sonra halkın ziyaretine de açıldı<br />

27 . Cumhuriyet’in 10. , çiftliğin kuruluşunun 8. yıl dönümünde ise Atatürk;<br />

başta Başbakan İsmet İnönü ve Kazım Özalp olmak üzere bütün bakanları, milletvekilleri,<br />

askeri ve mülki idarecileri olmak üzere çok sayıda halkı çiftlikte<br />

misafir etti. Ev sahibi sıfatıyla Atatürk gün boyunca bütün toplantı yerlerini<br />

dolaşarak misafirleri ile yakından ilgilendi ve onlara çiftlik ürünleri ikram etti 28 .<br />

Misafirlere en zor şartlarda bile ziraatçılığın yapılabileceğini gösterdi.<br />

Gelişmeleri yakından izleyen Yunus Nadi, çiftliğin kuruluşundan hazine<br />

devrine kadarki gelişmesini şöyle değerlendiriyor: “ Atatürk Çiftliği, Ankara’daki<br />

orman çiftliklerinden başlar. Bu çiftliğin maksadı zaten en olmayacak sanılan yerde<br />

insan azmi ve himmetinin neler yapılacağını göstermekten ibaretti. Biz Ankara’ya gittiğimiz<br />

zaman orada fesleğen ve kadife çiçeğini bile bulamamıştık. Tabiatın kabiliyetsiz-<br />

22<br />

Ulusan, s. 119.<br />

23<br />

Ziraat Tarihine Bir Bakış, s.262’deki fotoğrafı, Cumhuriyet, 16 Temmuz 1929.<br />

24<br />

Bu dönüşümün sebepleri arasında traktörle kullanılan benzinin pahalı oluşu ve bazı yolsuzluklara<br />

rastlanması sayılabilir. Özek, agm.<br />

25<br />

Esmer, .s. 111., Üzümeri, s.10., Öztoprak, s. 91-92.<br />

26<br />

Atatürk Çiftlikleri, s, 62-69., Öztoprak, s. 42-52 ve 87-88.<br />

27<br />

“Gazi Orman Çiftliğinde Yıldönümü” Servetifünun, No 1812/128, 14 Mayıs 1931; “Gazi Orman<br />

Çiftliğinde”,Servetifünun, No 1875/190, 21 Temmuz 1932; Mehmet Kemal, Türkiye’nin<br />

Kalbi Ankara, Çağdaş Yay. İstanbul 1983, s. 266-269; Esmer, s. 111; “Karadeniz Yüzme Havuzu<br />

Halka Açıldı”, Hakimiyeti Milliye, 6 Ağustos 1932.<br />

28<br />

“Gazi Orman Çiftliğinde Yıldönümü”, Servetifünun, No 1920/235, 1 Haziran 1933; “Gazi Çitliğinde<br />

Birkaç Saat”, Hakimiyeti Milliye, 10 Ağustos 1929.


162 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

liği üzerinde çok ısrar olunarak bu kurak sahalarda bol bir yeşilliğin yaratılması zor ve<br />

hatta imkânsız gibi görünüyor ve gösteriliyordu. Şimdiki orman çiftliğinin o zaman<br />

dere kenarlarındaki bodur söğüt ağaçlarından başka yeşilliği yoktu… Bu kurak ve kıraç<br />

görünen Ankara’yı bütün Anadolu yaylası için numune olacak şekilde bir yeşilliğe<br />

boğmak medeni vazifesini yapmaklığım lâzımdır.” diye düşündü. Türk vatanını az<br />

zamanda cennete çevirebileceğini düşünüyordu. Bugün hakikat ispat edilmiş<br />

olduktan sonra Atatürk çiftlikleri millete iade ediyor 29 . Gelişmeleri yakından<br />

izleyen bir İngiliz gazeteci burada elde edilen sonuçları okuyucularına “Gazi bir<br />

çölde bir mamure vücuda getiriyor” şeklinde duyurdu 30 .<br />

B- Silifke Çiftlikleri<br />

Atatürk’ün 1925 yılında kuruluş çalışmalarını başlattığı bir diğer çiftlik Silifke’deki<br />

Tekir Çiftliği’dir. 12 bin dönüm büyüklüğündeki çiftliğe Atatürk ilk<br />

olarak 25 Ocak 1925’te gelerek arazinin ve bölgenin ne derce zorlu, bakımsız ve<br />

perişan olduğunu bizzat gördü 31 .<br />

Çiftliğin yolu, Mersin Asfaltının bugün Olukbaşı denen Tekir Köyü ayrımından<br />

güneye döner, Altınkum Köyünü sağda bırakarak çiftliğe uzanır. Çiftliğe<br />

denizden bakıldığı zaman Susanoğlu plajı ile Taşucu sahil bandı üzerindedir.<br />

Çiftlik evinden Akdeniz’de gelip geçen gemiler rahatlıkla görülmektedir.<br />

Dağın tam eteğinde büyük bir kayanın altındaki mağaradan tertemiz bir su çıkıyor.<br />

Bu su çiftliğin can damarıdır.<br />

Rum Bodoski çiftliği adıyla bilinen ve terk edilmiş olan çiftlik arazisi Atatürk<br />

adına açık arttırmaya vekâleten katılan Sadık Bey tarafından 36 bin lira<br />

karşılığında satın alındı. Ardından yine Sadık Bey aracılığı ile çiftlikte yoğun bir<br />

çalışma başlatıldı. Zirai çalışmaların yanı sıra o çevrede daha önce örneğine hiç<br />

rastlanmayacak şekilde iki katlı damı kiremitle örülü bir ev inşa edildi 32 .<br />

Çiftlikte ziraat ve hayvancılık yapılmaktadır. Ancak çiftliği diğerlerinden<br />

ayıran en önemli özelliği burada pirinç ve pamuk ziraatının yapılmasıdır. O<br />

dönemde pirinç ziraatının fennî tekniklerle yapan başka bir çiftlik yoktu 33 . Çiftlikte<br />

toprağın mümbit ve sulanabilir olmasından dolayı pamuk üretiminde de<br />

iyi sonuçlar alınmıştır. Dışarıdan yüksek kaliteli tohumlar getirilmiş ve uzun<br />

29<br />

Yunus Nadi, “Büyük Reisin Millete İhdası”, Cumhuriyet, 14 Haziran 1937.<br />

30<br />

Nakleden Cumhuriyet, 9 Ağustos 1929.<br />

31<br />

İzzet Aslan, Atatürk Silifke’de, Tayko mat, Ankara 1969, s. 78.<br />

32<br />

Aslan, s. 82, Önder Mehmet, Atatürk’ün Yurt Gezileri, İş Bankası Kültür Yay., Ankara 1998, s.<br />

373.<br />

33<br />

Atatürk Çiftlikleri, s. 36


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 163<br />

elyaflı pamuk elde edilmiştir. Çiftlikte pamuktan başka jüt, rami ve keten gibi<br />

lifli maddelerin ziraatı da tecrübe edilmiştir 34 . Ziraat çalışmaları sürdürülürken<br />

aynı zamanda ürünlerin işlenmesi, depolanması ve pazarlanması için uygun<br />

binalarda yapıldı. Ziraat ve inşaat çalışmalarında çoğunlukla Silifke, Gülnar,<br />

Anamur ve Mut gibi çevre ilçeler ile bu ilçelere bağlı köylerdeki insanlardan<br />

faydalanıldı. Günlerinin önemli bir kısmını boş geçiren bu insanlar hem iş sahibi<br />

oldular, hem de en zor şartlarda bile uygun ziraatın nasıl yapılacağını öğrenme<br />

şansını buldular.<br />

Atatürk, 13 Mayıs 1926’da Silifke çiftliğini ziyaret ettiği zaman 35 orada çalışanları<br />

ve çiftliğe yeni getirilmiş olan ziraat makineleri ile hasat yapılışını izledi.<br />

Akşama kadar tarla işleri ile meşgul oldu 36 .<br />

Atatürk’ün bu çiftlikle ne kadar yakından ilgilendiğini 11 Şubat 1931’de<br />

Atatürk ve beraberindekilerle çiftlik ziyaretine katılan Afet İnan şöyle naklediyor:<br />

“Çiftlikte iki katlı küçük bir ev vardı. Yanında bir fırın ve çalışanların yemek yediği<br />

bir yer vardı. Çiftlikte herkesi barındıracak yer yoktu. Bu hâl karşısında tabi bütün<br />

düşünceler derhal dönmek ve fırtına ya da yağmura yakalanmamaktı. Hâlbuki, Atatürk<br />

çiftlik işleriyle meşguldü. Herkese tercüman olmak için düşünceleri iletmek istedim. –<br />

Tetkikatımız bitmeden dönmeyiz, sizler de buraları tanıyın-; diyerek çevresine neşe ve<br />

emniyet havası vermişti. Böylece herkes onun etrafında onu takip ediyordu. Bir ara<br />

amelelerin yemek odasına girdi. Yumurta ve peynirle yenen çiftlik yemeği hepimize pek<br />

tatlı gelmişti. Atatürk fırıncı ile o kadar neşeli konuşuyordu ki bütün fikirler orada toplanmıştı”<br />

37 .<br />

Her fırsatta çiftliği desteklemek isteyen Atatürk 1936 yılında Silifke’de kurulan<br />

Tekir Çiftliği Tarım Kredi Kooperatifinin de bir numaralı üyesi olarak<br />

ortağı oldu. Bu Kooperatifin kuruluş dilekçesinde çiftlik sahibi Atatürk kooperatifin<br />

kurulmasını isteyenlerin başında yer almıştır. Kooperatifin kuruluşu için<br />

Ziraat Bankası’na verilen dilekçe şöyledir:<br />

34<br />

Atatürk Çiftlikleri, s. 36.<br />

35<br />

Atatürk’ün Silifke’ye gelişi 7 Mayıs 1926’da Mersin ziyaretinin ardından gerçekleşti., Taha<br />

Toros, Atatürk’ün Adana seyahatleri, Adana Kent Konseyi Yerel Gündem Yay., Adana 2001, s.<br />

70-71.<br />

36<br />

Cumhuriyet, 26 Mayıs 1926.<br />

37<br />

Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara<br />

1984, s. 314.


164 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

“Silifke Ziraat Bankası’na<br />

Merkezi (Tekir Çiftliği) olmak ve Arkarası, Perecenti, Avşar, Kardedeli, Tekir,<br />

Tekirkoyuncu, Türkmeneli, Türkmenkuşağı, Tazara köylerinin de ihtiva etmek üzere<br />

mıntıkamızın 2856 sayılı Tarım Kredi Kooperatifleri kanununa uygun bir Tarım Kredi<br />

Kooperatifi kurmak istiyoruz.<br />

Dileğimiz bankanızca da muvafık görüldüğü taktirde imzalanmak üzere altı<br />

nüsha ana mukavelamenin itasına rica eder ve hazırlanacak ana mukavelamenin Ekonomi<br />

Bakanlığınca tasdik ve noterlikçe tescil muamelelerinin iflası için gereğinin yapılmasını<br />

arz ederiz. 30/6/936<br />

1<br />

Tekir Çiftliği Sahibi Kemal Atatürk<br />

2 3 4<br />

Tekir Köyünden Tekir Köyünden Tekir Köyünden<br />

Alirıza Oğlu Osman Nuri Oğlu Ziya Mehmet Oğlu İbrahim “ 38<br />

Atatürk taleplerinin kabul edilmesi üzerine Ekonomi Bakanı Celal Bayar’a<br />

çektiği telgrafta ise şu ifadelere yer verdi:<br />

“Celal Bayar’a 1.VII.1936<br />

Tarım Kredi Kooperatiflerinin ilki olan Tekir Kooperatifi muamelesinin bittiğini,<br />

sevinerek öğrendim. Bu kooperatifte 1 sayılı ortak olarak bulunmamı, muhabbetle yad<br />

etmenize teşekkür ederim. Tarım Kredi Kooperatiflerinin az zamanda bütün yurdu kaplamasını,<br />

başarıcı gayretlerinizden bekliyoruz. Gözlerinizden öperim. K.Atatürk” 39 .<br />

Silifke çiftliği Ankara’daki Gazi Çiftliğinden sonra Atatürk çiftlikleri arasında<br />

ikinci büyüklüğe sahiptir. Bu çiftlikte at ve koyun yetiştiriciliği yapılmakla<br />

beraber bilhassa pirinç ve pamuk tarımı bakımından oldukça önemli bir yere<br />

sahiptir 40 . Atatürk ziraat (tecrübelerinden) yalnızca iki sahada deneme uygulamasını<br />

yeterli görmemişti. Memleketin farklı iklimlerinde de inceleme ve araştırma<br />

çalışmaları yaptırdı. Adana, Tarsus ve Yalova’da aldığı çiftliklerde farklı<br />

38<br />

Remzi Saka, “Atatürk ve Kooperatifçilik” Kooperatif Dergisi, yıl 3, sayı 34, Eylül 1948, s.5;<br />

Kooperatif üyelerinin tam listesi için bak “Tekir Kredi Kooperatifi”, Karınca, sayı 29-30,<br />

İkinciteşrin 1936.<br />

39<br />

Remzi Saka, “Atatürk ve Kooperatifçilik II “, Kooperatif Dergisi, yıl 3, sayı 34, Ekim 1948, s. 7.<br />

40<br />

Gürocak ,s. 178.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 165<br />

tetkik ve tecrübeler yaptırdı. Bütün bu çalışmalara belli aralıklarla kendisi de<br />

katılarak ilgilendi.<br />

Atatürk’ün Ankara ve Silifke’nin dışında kurduğu Yalova’da 11.895 dönüm<br />

arsa üzerinde kurulan Millet ve Baltacı çiftliği, Dörtyol’da 16.500 dönüm arazinin<br />

üzerinde portakal bahçesi ve Karabasamak çiftliği Tarsus’ta da 8 bin dönüm<br />

üzerinde Piloğlu çiftliği adıyla biliniyor 41 .<br />

C-Yalova ve Diğer Çiftlikler<br />

1929 yılında kurulan Yalova çiftliği iki kısımdan oluşmaktadır. Yalova’nın<br />

doğusunda ve sahilinde bulunan kısım Baltacı, Yalova’nın batısında bulunan<br />

kısmı Millet Çiftliği adıyla anılır. Çiftlikte zeytin dışında tarla bitkileri (yoncalık),<br />

Amerikan asma fidanlığı, bağ, meyve fidanlığı, sebzelik vardır. Ayrıca çiftlikte<br />

sığır, koyun, tavuk ve arıcılık da yapılmaktadır 42 .<br />

Yalova Çiftliğin 220 dönümlük zeytinliği de vardı. Uzun zaman bakımsız<br />

kalan zeytinlik Atatürk çiftlikleri kapsamına alınınca fenni bir bakıma tabi tutuldu.<br />

Dışarıdan yüksek evsaflı zeytin fidanları getirilerek mevcut zeytin ağaçlarına<br />

katıldı 43 .<br />

Atatürk bu çiftliği çok sevdiği için çiftliğin bir köşesine küçük bir köşk yaptırmıştı.<br />

1929 yılında koca bir çınarın yakınında yapılan inşaat yükselirken çınarın<br />

bir dalının kesilmesi ihtiyacı doğmuştu. Dalın kesilmesini istemeyen Atatürk<br />

köşkün temelinin ağacın biraz uzağına taşınması için gerekli hazırlıklar<br />

yapıldı. Ağustos 1930 da kalın tahta kızaklarla köşk beş metre civarında doğuya<br />

doğru kaydırıldı. Bütün bu işlemler sırasında Atatürk, kız kardeşi Makbule<br />

Hanım, Afet İnan, Yaveri Nasuhi Bey ve Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı<br />

Tekçe ile birlikte gelişmeleri yakından takip etti. Daha sonra bu köşke yapılan<br />

kaydırmadan dolayı “ Yürüyen Köşk” adı verildi 44 .<br />

Atatürk 1926 yılında Tarsus’ta Piloğlu ve Adana Dörtyol’da birer çiftlik<br />

kurmuştu. Yine öncelikle verimsiz ve bataklık alanların ıslah edilmesi yöntemiyle<br />

kurulan bu iki çiftlikten Piloğlu’nda hububat ve hayvancılık öne çıkarken,<br />

Dörtyol’da portakal bahçeleri dikkat çekmektedir.<br />

41<br />

Atatürk Çiftlikleri, s.27 ve 40; Gürocak, s. 175-177.<br />

42<br />

Mustafa Işıkan, “Yalova Deneme ve Üretme Çiftliği”, Çiftçi, cilt 11, sayı 123/3, Aralık 1955, s.<br />

92-96.<br />

43<br />

Atatürk Çiftlikleri, s. 40; Mahmut Necmettin Deliorman, “Yalova ile Millet Çiftliği Ararsındaki<br />

Bahçeler”, Kurun, 31 Mayıs 1938.<br />

44<br />

Ulusu, s. 98-100.


166 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Atatürk, Dörtyol ve Tarsus’ta çiftlik kurmaya ocak 1925’te başlayan Adana-<br />

Mersin gezisi sırasında karar vermişti. Bu gezi sırasında Atatürk eşi Latife Hanımla<br />

birlikte portakal dallarından yapılan zafer taklarının altından geçtiler.<br />

Atatürk ve beraberindekiler 20 ocak’ta da Mersin’e geçtiler ve burada 11 gün<br />

süreyle çeşitli incelemelerde bulundular. İncelemelerin önemli bir kısmını narenciye<br />

konusu teşkil etti 45 . 25 ocak’ta Mersin Ziraat Odası yöneticileri, Atatürk’ü<br />

bir portakal bahçesine davet ettiler. Atatürk burada yanındakilerden<br />

narenciye hakkında bilgi aldı. Bahçeden ayrılırken “Anlıyorum ve görüyorum ki<br />

bu bölgede iyi narenciye yetiştirilebilecek. Bu hem sağlık hem kazanç açısından güzel bir<br />

üründür. Bu bakımdan narenciye ziraatına önem vermek gerekir” diyerek izlenimlerini<br />

özetledi 46 .<br />

Tarsus’ta kurulan çiftlik hububat ağırlıklıyken, Dörtyol çiftliği narenciye<br />

ağırlıklıdır. 1938 yılı itibarı ile portakal bahçesinde 900 sandık portakal, 3000<br />

limon,1500 adet turunç, 100 adet krepfort, 20 salkım muz üretilmişti 47 .<br />

Atatürk kurduğu bu örnek çiftliklerde ziraat sahasında tutulacak yolu her<br />

fırsatta göstermiş ve bizzat ziraatla uğraşarak övünülecek eserler meydana getirmiştir.<br />

En kötü arazi ve iklim şartlarında bile uygun teknik ve kararlı tutunma<br />

azmiyle büyük sonuçlar alınacağını göstermiş ve bu alanda da Türk toplumuna<br />

öğretmenlik yapmıştır 48 . Bu öğretmenliğin en önemli dersi ise başta bulundukları<br />

bölgeler olmak üzere ülke genelinde ziraatın kalkınması için iyi birer<br />

örnek, ziraatçılar için de iyi bir okul olan bu çiftlikleri için “Ziraatı mutlaka sanat<br />

ve ticaretle birleştirmek lâzımdır. Ziraata sanat katılmazsa ve ürünleri satışa çıkarılmazsa<br />

zararla karşılaşılır” 49 demişti. Atatürk, şahsî bir menfaat beklemediği bu<br />

çiftlikleri 1937 yılında bütün unsurları ile birlikte millet adına hazineye devretti.<br />

Atatürk’ün Çiftlikleri Hazineye Devretmesi<br />

Atatürk 1925 yılından başlayarak 13 yıl süre ile çok ciddî ve planlı çalışmalar<br />

yaparak ziraata hiç de uygun olmayan topraklarda çiftlikler kurarak ziraata<br />

elverişli hale getirdi. Bunun için gerektiğinde yerli ve yabancı uzmanlara yerli<br />

ve ithal bitki ve hayvanlar üzerinde çeşitli çalışmalar yaptırarak bu topraklar<br />

için en elverişli olanlarını tespit ettirip uygulattı. Çiftliklerde yerine göre arazi-<br />

45<br />

Toros, s. 69.<br />

46<br />

Toros, s. 69.<br />

47<br />

Atatürk Çiftlikleri, s. 40.<br />

48<br />

Esmer, s. 111, Ulus, 8 Sonkânun 1938.<br />

49<br />

Emre Ahmet Cevdet, İki Neslin Tarihi Mustafa Kemal Neler Yaptı, Hilmi Kitapevi, İstanbul<br />

1960, s. 358-359.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 167<br />

yi ıslah ve tanzim ettirdi, çevresini güzelleştirdi. Ziraatla ilgili okullar için örnek<br />

deney ve staj sahaları oluşturdu. Çiftliklerde halka gezip dolaşabileceği, gerektiğinde<br />

bilgi alabileceği yerler sundu. Hilesiz ve nefis gıdalar üretip, sattırarak<br />

halkın ziraattan nasıl bir gelir elde edebileceğini gösterdi. Çevre köylerle birlikte<br />

kooperatifler kurulmasına öncülük ederek ziraatta işbirliğinin önemini gösterdi.<br />

Bu şekilde çiftliklerin kuruluşunun amacına ulaştığını gösterdikten sonra<br />

bunları hazineye devretmeye karar verdi. Çünkü ziraatla ilgilenenlerin çiftliklerin<br />

devlet elinde olursa buralardan daha rahat ve kolay faydalanacaklarını düşünmüştü<br />

50 .<br />

Hasan Rıza Soyak devir işleminin nasıl başlatıldığını şöyle naklediyor:<br />

“1937 senesi Mayıs ayı içindeydi; memleket dışında bir vazife ziyaretine çıkacak ve ilkin<br />

Paris’e uğradıktan sonra Almanya’ya gidecektim. – Çocuk! Çabuk gel, gel de artık şu<br />

çiftliklerin devir işini halledelim. Biliyorsun ben 1927 senesinde, Büyük Nutkumu verdiğim<br />

celselerden birinde TBMM’ye bunların partiye ait olduğunu söylemiştim. Bu<br />

itibarla devir esnasında hükümetten, parti için bir miktar para alırsak iyi olacaktır. Bakalım<br />

İsmet Paşa’nın avdetinde meseleyi onunla da görüşeceğim, 51 en münasip şekli o<br />

zaman kararlaştırırız” 52 .<br />

İsmet İnönü ise çiftliklerin hazineye devredilmesini kendisinin önerdiğini<br />

söyler: “Bu meseleyi ben açtım Atatürk’e, Atatürk’le ilk görüşmemde Orman Çiftliğinin<br />

satın alınması meselesini konuştuk. Atatürk Ziraat Vekâleti’nin çiftliği almak istediğini<br />

söyledi. O zaman hatırımda tam rakamı kalmadı, bedeli meselesinin konuşulduğunu<br />

da orada öğrendiğimi zannediyorum. Ben buna itiraz ettim. Orman Çiftliğini<br />

yetiştirmek için çok emek sarf etmişsiniz, ama hükümet ve devlet de bir örnek göstermek<br />

için gösterdiğiniz gayreti kolaylaştırmak üzere çok emek sarf etmiştir. Büyük ölçüde<br />

hükümet yardımı ile meydana gelmiş bir eseri tekrar hazineye satmak muamelesi bizim<br />

için doğru olmaz. – Ne olacak çiftlik diye sordu… Hazineye ver doğrudan doğruya dedim…<br />

O hâlde ben vereyim dedi” 53 .<br />

Bu görüşmeden sonraki görüşmeleri Hasan Rıza Soyak şöyle anlatıyor:<br />

“Ben Paris’ten Almanya’ya geçmek üzere hazırlanırken Ankara’dan nöbetçi yaver telefon<br />

etti. Atatürk’ün Almanya seyahatimi geriye bırakarak derhal yurda dönmekliğimi<br />

emrettiğini bildirdi. Hemen o akşam yola çıktım. İstanbul’a vardığım gün Atatürk’da<br />

50<br />

Mahmut Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet (1931-1938), Kalite Mat. Ankara 1974, s. 239.<br />

51<br />

Başbakan İsmet İnönü o sırada İngiltere Kralı VI. George’un taç giyme töreninde Türkiye’yi<br />

temsilen Londra’da bulunuyordu.<br />

52<br />

Soyak, s. 651.<br />

53<br />

İsmet İnönü, Hatıralar, 2. Kitap, Bilgi Yay., İstanbul 1987, s. 287.


168 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

buraya gelmişti ve birkaç saat sonra Karadeniz yoluyla doğuya doğru bir seyahate çıkmak<br />

üzere idi 54 . Kendisi ile karşılaşınca, İnönü ile konuştuktan sonra çiftlikleri, bütün<br />

tesis ve varlıklarıyla, hazineye hibe etmeye katı karar verdiğini söyledi ve bana şu talimatı<br />

verdi. Son akşam Ankara’ya git; mevcudu tespit edip, bir listesini yap. Ayrıca başvekilliğe<br />

tarafımdan bir mektup hazırla. Mektup müsveddesini İsmet Paşa’ya gösterip<br />

ve mutabakatını al, sonra bana telgrafla bildir… Ankara’da emirleri dairesinde bir mektup<br />

ve bir liste hazırladım. Müsveddeyi Başbakan’a okudum, muvafık buldu. Ankara’dan<br />

mektubu ve listeyi telgrafla Trabzon’da bulunan Atatürk’e arz ettim” 55 .<br />

Bu gelişmenin ardından Atatürk 11.06.1937’de Trabzon’dan Başvekâlet’e<br />

yazdıkları mektupla çiftliklerini millete hediye ettiklerini bildirdi 56 . “Mâlum<br />

olduğu üzere, ziraat ve ziraî iktisat sahasında fennî ve amelî tecrübeler yapmak maksadıyla<br />

muhtelif zamanlarda memleketin muhtelif mıntıkalarında müteaddit çiftlikler tesis<br />

etmiştim” diye başlayan mektup “…Tecrübelerini müsbet iş sahasından alan bu müesseselerin<br />

ziraat usullerini düzeltme, istihsalatı arttırma ve köyleri kalkındırma yolunda<br />

devletçe alınan ve alınacak olan tedbirlerin hüsnü intihab ve inkişafına çok müsait<br />

birer amil mesnet olacaklarına kani bulunuyorum ve bu kanatla, tasarrufum altındaki<br />

bu çiftlikleri bütün tesisat, hayvanat ve demirbaşları ile beraber hazineye hediye ediyorum.<br />

Çiftliklerin arazisi ile tesisat ve demirbaşını mücmel olarak gösteren bir liste ilişiktedir.<br />

Gerekli kanuni muamelenin yapılmasını dilerim” ifadeleri ile bitiyordu.<br />

Atatürk, Başvekâlet’e çektiği telgrafın ve ekinde yer alan listenin bir an önce<br />

mecliste ele alınmasını istiyordu. Başbakan İnönü de derhal mukabil bir telgraf<br />

çekerek çiftliklerin Hazineye bağışlanmasından dolayı hükümetin duyduğu<br />

memnuniyeti bildirdi 57 . Ancak Başbakan İnönü’nün zamanlama bakımından<br />

kanunun mecliste ele alınması konusunda bazı çekinceleri vardı. Hasan Rıza<br />

Soyak, kanunun meclise getirilmesi sırasında İnönü ile aralarında geçen gelişmeyi<br />

şöyle naklediyor: “O gün (12 haziran) müzakereyi takip etmek üzere BMM<br />

binasına girerken Başvekil İsmet Paşa’nın beni odasında beklediğini söylediler, derhal<br />

yanına çıktım.<br />

Gel Soyak! Ben mektubu bugün meclise arz etmekten vazgeçtim. Bunu kasım içtimasına<br />

bırakmayı daha uygun buluyorum; diye söze başladı. Şaşırmıştım. –Niçin Pa-<br />

54<br />

Atatürk 8 Haziran 1937’de İzmir Yolcu Gemisi ile Trabzon’a hareket etmişti. (Ulus ve Cumhuriyet<br />

9 Haziran 1937) ve 10 haziran’da Trabzon’a ulaşmıştı. Mahmut Goloğlu, Atatürk ve Trabzon,<br />

Kültür ve Yardımlaşma Derneği, İstanbul 1987, s. 432.<br />

55<br />

Soyak, s. 652.<br />

56<br />

BCA, Dosya No: 384, fon kodu: 30..10.0.0, Yer no: 2.12..5., Belge ekte sunulmuştur.<br />

57<br />

BCA, Dosya no: 391, Fon kodu: 30.,0.0, Yer no : 2.12..10


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 169<br />

şam- Önce bir hususi kanunla Cumhurreisi’nin maaş ve tesisatından kesilen ağır vergileri<br />

hafifletmek lâzım- dedi. Aksi hâlde çiftlikleri devrettikten sonra geçinme hususunda<br />

güçlük çeker diye düşünüyorum. Hâlbuki meclis bugün yarın tatile girecek, böyle bir<br />

kanunu yetiştirmek imkânsızdır. İnşallah kasımda ilk iş olarak bunu yaparız. Ondan<br />

sonra da Meclise arz ederiz.<br />

Aman Paşam bu çok yakışıksız bir şey olur. Adeta taviz karşılığı hibe gibi bir şey.<br />

Atatürk bunu katiyen kabul etmez… Müsaade buyrulursa iş yürüsün… Peki öyleyse<br />

dedi ve odasından çıkarak meclise girdi” 58 .<br />

Meclis’in 12 Haziran 1937 tarihli oturumunda Reisicumhur Atatürk’ün tasarruflarında<br />

bulunan çiftliklerini hazineye devrettiklerini dair tezkeresi ile bu<br />

yüksek değerdeki hareketi şükranla TBMM’ye arz eden Başvekâlet tezkeresi<br />

okundu ve büyük alkış aldı. Başbakanlık tezkeresi şöyledir:<br />

“Büyük Millet Meclisi Yüksek Reisliğine<br />

Reisicumhur Atatürk, tasarruflarında bulunan çiftliklerini hazineye ihda buyurduklarını<br />

melfut (ilişikteki) tezkere ile tebliğ buyurmuşlardır. Devletin ziraat politikasında<br />

ve memleketin ziraat inkışafında mühim amil olacak kıymet ve ehemmiyette olan<br />

alicenabane hareket şükran ile Meclis’e arz ederim” 59 dedikten sonra Atatürk’ün bu<br />

konuda Başbakanlığa yazdığı yazı ve ekleri okundu 60 .<br />

Listenin okunmasından sonra kürsüye gelen Başbakan İnönü şu konuşmayı<br />

yaptı 61 .<br />

“Muhterem arkadaşlar; şimdi büyük sevinç ve heycanla dinlediğimiz Atatürk’ün<br />

teberrüü yüksek kıymetli üzerinde ehemmiyetle durulacak çok mühim bir hadisedir.<br />

Yüksek heyetinizin ve bütün memleketin dikkatini celbedecektir ki hazineye intikal etmekte<br />

olan bu çiftlikler değeri milyonlar ifade eden bir servet halindedir. Bu çiftlikleri<br />

Atatürk senelerden beri şahsî tasarrufu ve bilhassa şahsi emeğiyle vücuda getirmiştir.<br />

58<br />

Soyak, s. 654-655.<br />

59<br />

TBMM Zabit Ceridesi, Devre 5, c. 19, İçtima 2,, 12.06.1937, s. 266; BCA Dosya No 387, Fon Kodu<br />

: 30..10.0.0, Yer No: 2.12..7.<br />

60<br />

TBMM Zabit Ceridesi, Devre 5, c. 19, İçtima 2,, 12.06.1937, s. 266-268; Atatürk’ün tezkeresi ve<br />

ekleri için ayrıca bak. Atatürk’ün Tamım Telgraf ve Beyannameleri, c.4, Atatürk Araştırma<br />

Merkez Yay., Ankara 1991, s.669-672, ek 2.<br />

61<br />

Engin Karapınar (Yayına haz.), İsmet İnönü’nün TBMM’deki Konuşmaları, c. 1, (1920-1938),<br />

TBMM Kültür ve Sanat Yay., Ankara 1992, s. 414-419., “İsmet İnönü Dedi ki: Atatürk her türlü<br />

şahsi menfaatlerin üstündedir” Cumhuriyet, 13 Haziran 1937., “Atatürk’ün Yüksek Jesti”<br />

Ulus, 13 Haziran 1937.


170 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Anadolu ortasında herkesin burada nasıl bir mamure çıkacağına bedbin bir nazarla<br />

baktığı sırada bütün memleket gibi Anadolu ortasında da ilimle ve çalışma ile büyük<br />

mamure vatandaşlar için büyük servet temin olunabileceğine şahsen misal vermek hevesi<br />

senelerden beri kendisini işgal etmekteydi. Çiftliklerin maddeten olan yüksek kıymetleri<br />

ancak bu kanaat ile ve şahsî çalışma ile temin edilmiştir.<br />

Arkadaşlar, Atatürk’ün bu eserleri vücuda getirdikten sonra bunları hazineye hiçbir<br />

bedelsiz ve karşılıksız terk etmesinde esaslı, büyük ve siyasi bir ideal vardır. …<br />

Bu çiftlikleri Atatürk, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın malı olarak saklıyordu. Şimdi<br />

hazineye terk etmesi, bir defa çiftliklerin istifadesi köylüler için bir mektep teşkil edici<br />

bir vasıta hâlinde kullanılması devlet elinde ameli noktai nazardan daha kolay mümkün<br />

olacağını ümit etmesindendir.” dedikten sonra Atatürk bize bir defa daha kendi<br />

huzur ve rahatının, vatandaşların refahında olduğunu söylüyor diyerek konuşmasını<br />

tamamladı.<br />

İnönü’nün ardından milletvekillerinden sırayla Mehmet Somer, R.Şevket<br />

İnce, Örge Evren, Hüsnü Kitapçı, Rasıh Kaplan, Nakiye Elgün, Rüşeni Barkın,<br />

Durak Sakarya, Berç Türker, Muhiddin Baha Pars, Yaşar Özey, Cemal Hüsnü<br />

Taray ve İ.Mehmet Uğur kürsüye çıkarak Atatürk’ün takdire şayan davranışından<br />

övgü ile söz ettiler 62 .<br />

Konuşmalardan sonra Dr. Cemal Tuncay ve arkadaşları tarafından verilen<br />

iki maddelik Atatürk’ün bağışlarla ilgili telgrafı ve duyulan memnuniyeti ifade<br />

eden takrir alkışlarla kabul edildi 63 . Takririn kabul edilmesinden sonra TBMM<br />

Reisi Mustafa Abdülhalik Renda meclis kararına uyarak Atatürk’e şu telgrafı<br />

çekti 64 .<br />

“Memleketin ziraî kalkınmasına yardım olmak üzere yıllardan beri bizzat uğraşarak<br />

yetiştirdiğiniz çiftlikleri ve içinde bulunan fabrika, hayvanat, âlet ve sairenin kâffesini,<br />

ziraatın inkişaf ve tekâmül uğrunda hükümetçe alınmakta olan tedbirlerin muvaffakiyetini<br />

kolaylaştırmak gayesi ile emir buyurdukları hakkındaki haber Kamutay’da<br />

derin heyecan uyandırmış ve hislerinin ve derin teşekkürlerinin yüksek huzurunuza<br />

sunulmasına ittifakla karar verilmiştir. Derin saygılarımla arz ederim.”<br />

62<br />

TBMM Zabıt Ceridesi, 12.06.1937, s. 269-274.<br />

63<br />

TBMM Zabit Ceridesi, 12.06.1937, s. 275; Ayın Tarihi No 43, Ankara, Temmuz 1937, s. 43 ve<br />

Karınca Dergisi, Sayı 37, Haziran 1937, s. VI.<br />

64<br />

Ayın Tarihi No. 43, Ankara, Temmuz 1937, s.44-45; Cumhuriyet, 14 Haziran 1937.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 171<br />

Gazi Orman Çiftliğindeki Bira Fabrikası Meselesi<br />

Bu gelişmenin ardından çiftliklerin hazineye devri için yasal düzenlemelerin<br />

tamamlanması için çalışmalar başlatıldı. Ancak Gazi Orman Çiftliğindeki<br />

bira fabrikası kimsenin beklemediği bir tartışmanın başlamasına sebep oldu.<br />

Çünkü İnönü bazı yasal ve etik sebeplerden dolayı bira fabrikasının devrini<br />

uygun görmüyordu. Nitekim hatıralarında bu konuyu şöyle açıklıyor: “Çiftlik<br />

devrediliyor, fakat bira fabrikası devredilmiyor. Bunu sonradan öğrendim. Dediler ki<br />

bira fabrikası devredilmeyecek ve bira inhisarı yapılacak. … Bomontiye 65 lüzum yok<br />

diyorlar. Hâlbuki ona da ihtiyaç vardır dedim. İnhisar vekâleti bira fabrikası ile bir inhisar<br />

mukavelesi yapacak ve (fabrikayı) işletecek. Bunu Orman Çiftliği yapacak. Orman<br />

Çiftliği devlete verilecek ve sonra da bira fabrikası ile vekâlet böyle bir şey yapacak. Bir<br />

gün vekil (Gümrük ve İnhisar Vekili Ali Rana Tarhan) bana geldi ve dedi ki, Orman<br />

Çiftliği ve bira fabrikası üzerine bir mukavele yapmaya imkân yoktur. Hukuki vaziyet<br />

odur ki, bütün bu tasarruflar Atatürk’ün adınadır… Bunun üzerine ben Atatürk ile<br />

konuştum. Bira fabrikası ile mukavele yapılacak, bunu Orman Çiftliği yapamaz. Mal<br />

sahibi olan, tasarruf sahibi olan sizinle vekâlet arasında inhisar mukavelesi yapılması<br />

lâzım. Güldü. Nasıl olacak dedi. Bu olmayacak dedim” 66 .<br />

Ancak o sırada İstanbul’daki Bomonti Fabrikasına ruhsat verilmeyeceği<br />

varsayıldığı için Orman Çiftliği’ndeki bira fabrikasının genişletilmesi ile ilgili<br />

çalışmalar İnönü’nün de bilgisi dâhilinde başlanmıştı. Ancak yapılmış olan büyük<br />

yatırımlar sebebiyle borçlar da çoğalmıştı. Atatürk çiftliği, genişletilmesine<br />

devam etmek şartıyla, bir millî müessese olarak idare edilmek üzere, borçlarıyla<br />

beraber hükümete devretmeye razı olmuştu 67 . Esasen Atatürk’ün yakın çevresinde<br />

bulunanlar bu fabrikanın verimli olabilmesi için devlet tarafından satın<br />

alınmasını uygun görüyorlardı 68 .<br />

65<br />

O sırada İstanbul’da özel sektörün elinde bulunan bira fabrikasının imtiyaz süresi bitmek<br />

üzereydi. Aynı zamanda devletle de bir mahkemesi vardı. Bu süreçte Ahmet İhsan Tokgöz İstanbul’daki<br />

Bomonti Fabrikasının çoğunluk hisselerini almış (Soyak, s.668) İdare Meclisi Reisi<br />

olmuş, İsmet İnönü’nün eniştesi Kudüs’lü Abdülrezzaki’yi de idare meclisine almıştı. Ahmet<br />

İhsan bir taraftan Ankara’daki bira fabrikasının genişletilmesini önlemek diğer taraftan da<br />

Abdülrezzaki vasıtasıyla Ankara’daki fabrikanın gelir getirmeyeceği fikrini İnönü’ye telkin ettiriyordu.<br />

Atay Falih Rıfkı, Çankaya, Sena Mat., İstanbul 1980, s. 494; Ayrıca bak. “Türk Birası<br />

ve Bomonti Fabrikası”, Ticaret Dünyası, yıl 5, sayı 7, Ocak 1950, s. 2-5.<br />

66<br />

İnönü, Hatıralar, s. 288-289.<br />

67<br />

Kazım Özalp- Teoman Özalp, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara<br />

1992, s.60.<br />

68<br />

Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Remzi Kitapevi, İstanbul 1966, s. 483, dipnot 1.


172 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Atatürk 16 Haziran 1937’de Trabzon’daki incelemeleri tamamladıktan sonra<br />

yine İstanbul’a döndü. O sırada İstanbul’a gelmiş olan Genel Sekreteri Hasan<br />

Rıza Soyak’tan çiftliklerin hazineye devredilmesi ile ilgili, Mecliste yapılmış<br />

görüşmeler ile ilgili bilgi aldı. Soyak’ın meclis görüşmeleri öncesi İnönü ile yaptığı<br />

konuşmaları hakkında anlattıklarını dikkatle dinledikten sonra “herhalde<br />

kendisi bunu bana izah eder” diyerek konuyu kapatmıştı. 69<br />

Bira fabrikası konusu Nyon Antlaşması 70 konusunun görüşülerek oylanması<br />

için TBMM’nin olağanüstü toplantıya davet edildiği sırada yeniden gündeme<br />

geldi. Meclis antlaşmayı müzakere etmek üzere 18 Eylül 1937’de toplanıyordu.<br />

Atatürk Meclis’in toplanacağı sırada Ankara’da olmak istediğinden 16 eylül<br />

akşamı hareket etti. 17 eylül sabahı Ankara’da Etimesgut İstasyonunda Başbakan<br />

İnönü tarafından karşılandı. İstasyonda Atatürk’ü karşılarken, yeri ve zamanı<br />

uygun olmamasına rağmen fabrikayı göstererek bilinen eleştirilerini tekrarladı.<br />

Fabrikaya yeni yardımlar yaparak büyütmenin zararlı bir yatırım olduğunu<br />

belirtmek istemişti 71 . Oysa Atatürk çiftliği devlet idaresine bıraktığından<br />

itibaren yönetimi değişmemiş olmasına rağmen Çiftliğin ihmal edildiği fikrinde<br />

bulunuyor ve devir başından beri bunu kabul ettiği için pişman olduğunu belirten<br />

sözler sarf ediyordu 72 .<br />

Aynı gün akşama doğru Gazi Orman Çiftliği’ne gelen Atatürk ilgililerden<br />

bilgi alarak gerekirse kanunun yeniden incelenmesini istedi. O gün Atatürk’e<br />

bilgi verenlerden biri olan Hasan Rıza Soyak görüşmeleri şöyle nakletmektedir:<br />

“Atatürk’ü Çiftlik Müdürünün odasında buldum. Yanlarında Dahiliye Vekili Şükrü<br />

Kaya, Çiftlik Müdürü Tahsin Coşkan ve Başyaver Celal Öner vardı. Gösterdiği yere<br />

oturdum. Bak unutmadan söyleyeyim. Bu sabah trenle çiftlikten geçerken İsmet Paşa,<br />

bira fabrikası hakkında bana şunları söyledi: -Fabrikanın istenilen vasıflara haiz olmadığı<br />

anlaşılmış, çıkaracağı biranın maliyeti yüksek, memlekete dağıtılması hayli güç ve<br />

çok masraflı olacakmış. Çünkü fabrika deniz kıyısında değilmiş. Sen(Soyak) ve Tahsin<br />

Bey verdiğiniz yanlış bilgiyle kendisini aldatmışsınız” dedi 73 . Bu açıklamaya Soyak<br />

69<br />

Soyak, s. 660.<br />

70<br />

Nyon Konferansı 1937’de İspanya’daki iç savaş sırasında Akdeniz’deki denizaltı korsanlığını<br />

önlemek için toplanmıştı. Konferansa İspanya, Almanya, İtalya ve Arnavutluk dışında kalan<br />

bütün Akdeniz ve Karadeniz ülkelerinin yanı sıra Türkiye’de katılmıştı. Denizaltı gemilerinin<br />

korsanlık hareketine karşı alınacak müşterek tedbirlere ek olarak 17 Eylül 1937 tarihinde deniz<br />

üstü gemileri ve uçakların yardımıyla engellenmesini içermektedir., Ulus, 19 Eylül 1937.<br />

71<br />

Aydemir, s.483; Hulusi Turgut (Der.), Kılıç Ali’nin Anıları, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.,<br />

İstanbul 2006, s. 311.<br />

72<br />

Özalp, s. 60<br />

73<br />

Soyak, s. 661-662.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 173<br />

şu cevabı vermişti: “Sayın Başbakan’a bunları kim söylemişse yanlış söylemiş, hakikat<br />

hiç öyle değildir. Sırf kendilerinin ısrarlı emirleri üzerine Ankara Fabrikası, eğer iyi bir<br />

idare tarafından işletilirse her bakımdan istenilen ve tarafımızdan vaat edilen şeyleri<br />

tahakkuk ettirecek kabiliyettedir” 74 .<br />

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Atatürk’ün yaptığı bazı temas ve görüşmeleri<br />

İnönü’ye, İnönü’nün temasları ve görüşmeler de Atatürk’e eksik ya da bir miktar<br />

değiştirilerek anlatılıyordu 75 . İnönü’nün bu durumdan hayli rahatsız olduğu<br />

bilinmektedir. Nitekim hatıralarında da bu konuya değinmekte ve şöyle demektedir:<br />

“Evvelce de Atatürk ile Hükümet Başkanı olarak beni müteessir eden bir<br />

olay cereyan etmişti 76 . Atatürk vekillere sert muamele yapacak. Atatürk’ten bilhassa<br />

rica ettiğim vekillerden hangisini istemiyorsa vekile söyleriz, hiç kimse itimadına mazhar<br />

olmadığı hâlde vekâlette kalma arzusunda değildir. Bunu rica ettim kendisinden. Bu<br />

nokta üzerinde son derece kırılıyorum… Benim için çok üzüntü verici bir hadise oluyor”<br />

77 .<br />

17 eylül akşamı da İnönü ve bakanlar kurulunu Çankaya’ya davet ettiler.<br />

Çankaya sofrasında hava gergindir. Atatürk sözleri hemen ziraat işlerine getirir<br />

ve “ En ziyade ehemmiyet verdiğimiz bu işler maalesef iyi gitmiyor. Ziraat işlerinde bir<br />

keşmekeş var. Ziraat vekâleti acz içindedir. Buna bir çare bulmak lâzımdır” 78 der. Sonra<br />

konuşmalarını Ziraat Vekili Muhlis Erkmen’i eleştirmeye getirir ve ondan<br />

memnun olmadığını söyler. İnönü’nün bir kere daha korktuğu başına gelmişti.<br />

O an bir anda değişerek daha önce görülmedik bir şekilde tepki göstererek “yani<br />

Ziraat Vekilinin çekilmesi isteniyor. Tıpkı bundan evvelki diğer bazı vekiller hakkında<br />

yapıldığı gibi fikrim alınmaya lüzum görülmeden vekillerim istifaya mecbur ediliyor.<br />

Emrivakiler karşısında bulunduruluyorum. İleri sürdüğüm görüşlere itimat edilmeye-<br />

74<br />

Soyak, s. 668.<br />

75<br />

Bu anlatımlardan biri Atatürk’ün Çiftliğe karşı Bomonti’yi gündeme getirmesinin sebebi olarak<br />

o sırada Atatürk’e İnönü’nün kardeşi Hasan Rıza Temelli’nin bu şirketin çıkarlarını savunmakta<br />

olduğu şeklindedir. Şükrü Temelli bu olayların tartışıldığı günlerde trafik kazasında<br />

hayatını kaybetmişti. İnönü’nün bundan dolayı da canı çok sıkılıyordu. Soyak, s.671. İnönü,<br />

Hatıralar, s.289. Kılıç Ali’nin Anıları, s. 312-313. Bu olayda Çiftlikte konuşulanları İnönü’ye anlatan<br />

Dahiliye Vekili Şükrü Kaya idi. Kılıç Ali’nin Anıları, s. 312-313, Soyak, s. 669; Can Dündar(<br />

Haz.) Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor Salih Bozok, Doğan Kitap, İstanbul 2003, s. 136.<br />

76<br />

Daha önce İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey de sofradaki bir tartışmanın ardından istifa etmek<br />

zorunda kalmıştı.<br />

77<br />

İnönü, Hatıralar, s. 289.<br />

78<br />

Kılıç Ali’nin Anıları, s. 313; Aydemir, s. 484.


174 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

rek başkalarından araştırılıyor. En önemli memleket konuları ilgisi olmayanlarla görüşülerek<br />

hep sofra başında kararlaştırılıyor. Bu vaziyetten korkuyorum” dedi 79 .<br />

Sofra başında geçen ve zaptı olmayan bu konuşmalar daha sonra sofrada<br />

olanlardan dinlenerek çeşitli şekillerde anlatılır. Bu anlatımlardan en ilginç olanı<br />

o gün toplantıya da katılmış olan Kâzım Özalp tarafından şöyle nakledilir:<br />

“Atatürk sözü çiftlikteki ağaçların bakımsızlığından açıyor. Tarım Bakanı Şakir<br />

Kesebir’den bunun sebebini soruyor. Kesebir yerine Başbakan atılarak – sebebini adamlarınıza<br />

sorun” diyerek sözlerini şöyle sürdürüyor. “ Ne oldu Paşam size? Eskiden<br />

böyle değildiniz. Artık emirlerinizi hep sofradan mı alacağız. Aramıza Kara Tahsinler 80<br />

giriyor. Konuşmamıza meydan vermiyorlar” 81 .<br />

Bu konuşmanın ardından Atatürk “Efendiler anlaşılıyor ki bugün fazla görüşemeyeceğiz”<br />

diyerek toplantıyı bitirmiştir 82 .<br />

Bu olayın ardından 20 Eylül 1937’de İsmet İnönü Başbakanlık görevinden<br />

ayrıldı. O sırada Meclis açık olmadığı için Celal Bayar önce vekâleten, 1 ekim de<br />

Meclis yeni dönem çalışmalarına başladıktan sonra 25 ekim’den itibaren de asaleten<br />

Başbakanlık görevini yürütmeye başladı 83 .<br />

Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu’nun Kurulması ve Çiftliklerin Resmi<br />

Devri<br />

Atatürk’ün Çiftliklerini hazineye bağışı sırasında yaşananlar Devlet Ziraat<br />

İşletmeleri konusunda yasal bir eksiklik olduğunu gösterdi. Nitekim Atatürk de<br />

1 Kasım 1937’de TBMM’nin beşinci dönem üçüncü toplanma yılını açarken bu<br />

konuya değinmiş ve “Millî ekonominin temeli ziraattır. Bunun içindir ki, ziraatta<br />

kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar,<br />

bu programa erişmeyi kolaylaştıracaktır. Fakat bu hayatî işi isabetle amacına<br />

ulaştırabilmek için ilk önce ciddî etütlere dayalı bir ziraat siyaseti tesbit etmek ve onun<br />

için de her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek tatbik<br />

edebileceği bir ziraat rejimini kurmak lâzımdır” 84 dedikten sonra sözlerini şöyle<br />

sürdürdü: “Köylüler için, umumiyetle pulluğu pratik ve faydalı bulurum. Traktörler,<br />

büyük çiftliklere tavsiye olunabilir. Köyde ve yakın köylerde, müşterek harman makineleri<br />

kullandırmak, köylülerin ayrılmayacağı bir âdet hâline getirilmelidir. Memleketi<br />

79<br />

Kılıç Ali’nin Hatıraları, s. 314; Aydemir, s. 484.<br />

80<br />

Sultan II. Abdülhamid’in Başkâtibi<br />

81<br />

Özalp, s. 60-61. Benzer ifadeler Atay, s. 496.<br />

82<br />

Atay, s. 496-497; Kılıç Ali’nin Hatıraları, s. 315.<br />

83<br />

Kılıç Ali’nin Hatıraları, s. 322 ve 328; Özalp, s. 61.<br />

84<br />

Atatürk’ün Söylev ve Demeçler, c. 1, , s. 412.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 175<br />

iklim, su ve toprak verimi bakımından, ziraat bölgelerine ayırmak icap eder. Bu bölgelerin<br />

her birinde, köylülerin gözleri ile görebilecekleri, çalışmaları için örnek tutacakları<br />

verimli, modern, pratik, ziraat merkezleri kurmak gerekir. Bugün devlet idaresinde bulunan<br />

çiftliklerin ve bunların içinde türlü ziraat-sanayi kurumlarının bir kısmı; ziraat<br />

hayat ve faaliyetinin bütün sahalarında her türlü teknik ve modern tecrübelerini ikmal<br />

etmiş olarak bulundukları bölgelerde en faydalı ziraat usul ve sanatlarını yapmaya<br />

hazır bulunmaktadırlar. Bu vekâlet için büyük kolaylıklar temin edecektir” 85 .<br />

İşte Atatürk’ün hem çiftliklerini hazineye devretmek için yazdığı mektuba<br />

hem de 1 Kasım 1937’de Meclis’in açılışı sırasında ziraatla ilgili açıklamalarına<br />

uygun olarak Bayar Hükümeti’nin Ziraat Vekâleti tarafından 27.12.1937 tarihinde<br />

Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu’nun teşkili hakkında bir kanun lâyihası<br />

hazırlandı 86 . Kanun lâyihasının esbabı mucibesinde (hazırlanış gerekçesi) şu<br />

ifadeler yer alıyordu: “Atatürk’ün 11.VI.1937 tarihli mektubu ile Hazineye teberrü<br />

eyledikleri çiftlik ve müesseselerin idaresi için özel bir kanuna ihtiyaç duyulmuştur. İlk<br />

kuruluşları ile istihdaf edilen yüksek maksadı göz önünde tutarak bu çiftlik ve müesseselerin<br />

ziraatımız ve ziraat sanatlarımız için hakiki bir rehber ve numune olmak hizmetlerinin<br />

devam ettirilmesi bu kanun esasını teşkil etmektedir.”<br />

27.12.1937’de TBMM’ye arz edilen kanun lâyihası 7.1.938 (7 Kânunisanı<br />

1938) tarihinde kanunlaşır 87 . Kanunun 1. maddesinde kurumun kuruluş amacı<br />

açıklanıyor: “Her türlü ziraat işleri ve sanatları ile meşgul olmak üzere Ankara’da<br />

Ziraat Vekâletine bağlı Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu oluşturulmuştur” denmektedir.<br />

3. maddede kurumun yapacağı işler arasında: a) Bu kanunla uhdesine geçecek<br />

ve ileride uhdesine verilecek ziraî ve sinaî kurumları işletmek ve bunların<br />

ziraat ve sanatları sahasındaki işletme ve yetiştirme hizmetlerini yapmak, b)<br />

Bölgelerine göre lüzumlu ziraat çeşitlerini, yöntemlerini ve sanatlarını gösterip<br />

yaymakta örnek ve rehber olacak yeni ziraat işletme merkezleri, fabrikalar,<br />

atölyeler tesis edip işletmek” sayılabilir.<br />

5. madde ise Atatürk’ün 11.06.1937 tarihli mektubu ile hazineye bağışladığı<br />

bütün menkul ve gayrimenkul mallar ve bunlara ait hak ve sorumlulukların<br />

kurma devri ile ilgilidir. “Devlet veya devlet müesseselerine ait olup 1. ve 3. maddele-<br />

85<br />

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 1, s. 412-413.<br />

86<br />

TBMM ZC, Devre 5, c. 22; İçtima 3, 7.01.1938, s.46-49; Atatürk Çiftlikleri, s. 93.<br />

87<br />

TBMM Kavanın Mecmuası, Devre 5, İçtima 3, cilt 18, Ankara, 1 Teşrinisanı 1938, s.101-104;<br />

Sarkıs Karakoç; Sicilli Kavanini, c.19, Cihan Kitaphanesi 1938, s. 13-17; Resmi Gazete, sayı<br />

3807, 13.01.1938; Ulus, 8 Sonkânun 1938; TBMM Zabit Ceridesi, 17.01.1938, s. 46-49.


176 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

rinde yazılı amaçlara uygun mahiyetteki diğer menkul ve gayrimenkul mallardan uygun<br />

görülenleri gerekli görüldükçe Ziraat Vekâleti’nin teklifi üzerine Devlet Ziraat<br />

İşletmeleri Kurumuna devrine Bakanlar Kurulu yetkilidir.<br />

Bu maddenin birinci fıkrasına göre Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumuna intikal<br />

edecek malların 1 ikinciteşrin 1937 tarihindeki bilanço ve mevduat vaziyetleri esas<br />

tutulmak üzere Maliye ve Ziraat Vekâletlerine kurum tarafından tayin edilecek birer<br />

kişiden oluşan üç kişilik bir komisyon kıymetlerini tespit edeceği gibi bu maddenin 2.<br />

fıkrasına göre bilâhare görülecek lüzum üzerine Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumuna<br />

devrine karar verilecek devlete ve devlet kurumlarına ait mallar hakkında da devir tarihlerindeki<br />

vaziyetlerine göre aynı komisyon tarafından kıymet ve takdiri yapılır” denmektedir.<br />

18 maddeden oluşan bu kanunun yürürlüğe girmesinden kısa bir süre sonra<br />

11.05.1938’de daha önce millete hediye ettiğini duyurduğu çiftliklerinin bağışlama<br />

belgelerini imzaladı 88 . Belgelerin imzalanma işi Atatürk’ün beraberinde<br />

Salih Bozok ve Başyaveri Celal Ünver’le birlikte Gazi Çiftliğindeki Marmara<br />

köşküne gelişleri ile başladı. Devir merasimi sırasında Hasan Rıza Soyak, Dâhiliye<br />

Vekili ve CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Ziraat Vekili Faik Kurdoğlu ve<br />

Ankara Valisi Nevzat Tandoğan da hazır bulundu 89 .<br />

Öğlen saatlerinde Ankara Defterdarı ve Tapu Müdürü’nün de Marmara<br />

köşküne gelmesi ile devir işlemlerine başlandı. Devir işlemlerini Atatürk adına<br />

vekâleten Başkâtibi Hasan Rıza Soyak yürüttü.<br />

Devir resmi senedinin akit tablosunda şu ifadeler yer almaktadır 90 .<br />

“11.05.1938 tarihine rastlayan çarşamba günü ben aşağıda imza ve resmi mührünü<br />

koyan ve Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının verdiği selahiyeti haiz bulunan Çankaya<br />

Tapu Sicilli Muhafızı Eşref Tüzüner özel bir suretle resmi senet tanzimi için Marmara<br />

Köşküne giderek yüksek şahsiyetleri malŭm bulunan Reisicumhur Atatürk resmi<br />

bir senet tanzimini irade buyurarak söze başladılar. Tapu sicilinde adına mücessel mahal<br />

ve vasıfları iş bu ve bağlı 14 tane resmi senette gösterilen ve 1 sıra sayısından başlayıp<br />

100 sıra sayısında nihayetlenen Ankara’da Orman Balgat, Çakırlar, Macun,<br />

Tahhar, Güvercinlik, Etimesgut, çiftliklerindeki tarlalarla yapılarını ve 101 sıra sayısından<br />

başlayıp 135 sıra sayısında gösterilen Dörtyol’daki portakal bahçeleri ile içindeki<br />

88<br />

“Büyük Şefimizin Eşsiz Jestleri”, Ulus, 12 Mayıs 1938.<br />

89<br />

Ziraat Tarihi, s. 270; Üzümeri, s. 18; Ulus, 12 Mayıs 1938.<br />

90<br />

Atatürk Çiftlikleri, s. 131 ve devamı; “Atatürk, Millete Hediye Ettikleri Çiftliklerinin Bağışlama<br />

Vesikalarını İmza Buyurdular”; Belediyeler Dergisi, sayı 33, Mayıs 1938, s. 5-6.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 177<br />

yapılarımı, Karabasamak, Hüyük ve Kasaba mevkilerimdeki arazilerimi ve 126 sıra<br />

sayısından başlayıp 129 sıra sayısında nihayetlenen Tarsus’ta Piloğlu çiftliğindeki arazi<br />

ve yapılarımı ve 130 sıra sayısından başlayıp 133 sıra sayısında nihayetlenen Silifke’de<br />

Tekir ve Şövalye çiftliklerindeki yapı ve arazimi ve 134 sıra sayısından başlayıp nihayetlenen<br />

Yalova Baltacı ve Milet çiftlikleri ile yine Yalova Balabandere ve Samanlıova<br />

mevkiinde bulunan tarlalardaki tam ve yarım hisselerimi şartsız ve kayıtsız olarak bağışlama<br />

suretiyle Hazineye terk ve teberru ettim Bu gayrimenkullerin Hazine adına<br />

tescilini isterim” diyerek sözlerini bitirdiler. Bu resmî senedi tanzim ederken hazır<br />

bulunan Ankara defterdarımızı Kayaalp’da Hazine namına bütün hukuk<br />

vecibe ile bağışlamayı kabul ettiğini söylediler. Aşağıda adları yazılı şahıslar<br />

huzurunda bu senedi tanzim ettim. Huzurlarında açıkça okudum, irade ve arzuları<br />

dairesinde yapıldığını tasdik ve kabul buyurdular. Bu resmî senedi hepimiz<br />

imzaladık.<br />

Şahit Riyaset-i Cumhur Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak<br />

İmza<br />

Şahit Riyaset-i Cumhur Baş Yaveri Celal Öner<br />

İmza<br />

Saat<br />

12.45<br />

Tapu Sicil Müdürlüğü<br />

Mühür ve İmza<br />

Atatürk, Hazine’nin dışında bazı gayrimenkullerini de Ankara Belediyesi’ne<br />

bağışladı 91 . Ankara Belediyesi’ne yapılan bağış senedinin giriş kısmı hazineye<br />

devir senedi ile aynı şekilde başlamakta ve şöyle devam etmektedir: “Tapu<br />

sicillerinden adıma mücessel mal ve vasıfları iş bu resmi senette gösterilen Ankara’nın<br />

Tülüce Mahallesinde Hükümet ve Hanardı sokaklarında, altında altı dükkânı bulunan<br />

otel ile Orman Çiftliği mevkiinde 12 hektar 2497 ve 9460 ve 12 hektar 3200 ve 30 hektar<br />

8156 metre murabaı miktarlarındaki 13, 14, 18 ve 21 parsel sayılı gayrimenkullerimi<br />

kayıtsız ve şartsız olarak bağışlama suretiyle Ankara Belediyesi’ne terk ve teberru<br />

ettim. Belediye adına tescilini isterim.”<br />

Bu resmî senet düzenlenirken hazır bulunan Ankara Belediye Reisi Nevzat<br />

Tandoğan’da bağışlamayı kabul etti.<br />

91<br />

Atatürk Çiftlikleri, s. 131 ve devamı; Belediyeler Dergisi, sayı 33, Mayıs 1938, s. 6; Ulus, 12<br />

Mayıs 1938.


178 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Bağışla ilgili düzenlemeler bittikten sonra Ziraat Vekili Faik Kurdoğlu bağışlardan<br />

duyduğu memnuniyeti şu şekilde açıkladı 92 : “Atatürk çiftlik sahasında<br />

bizlere ve memleket çiftçisine en hakiki, en iyi yolu göstermişlerdir. Bu çiftlikler realist<br />

düşüncelerden doğmuş, bu memleket için hakiki numune çiftlikleridir. Yalnız milli değil,<br />

beynelminel ölçüde kıymette eserlerdir. Mevcut vasıta ve şartlarda sebat, sistem ve<br />

teknikle vücuda getirilmiş abidelerdir. Maddi kıymetleri 4,5 milyona yaklaşır. Manevi<br />

bakımdan okul ve model olarak ülkü olarak kıymetlerinin ölçüsü yoktur. Atatürk her<br />

sahada ve her işte en büyük kıymet ve hakikat şahikasıdır. Atatürk’ün ziraat için söylediklerinin<br />

ve filende yaptıklarının eşine dünya tarihinde rastlanmaz. Atatürk her sahada,<br />

her işte ve her fikirde yüce liderdir. Ona bin minnet ve şükran.”<br />

Atatürk, listesi önceden bildirilen, hazineye bağışladıkları gayri menkullerden<br />

başka 30 Ağustos Sokağında Ankara Fevzi Paşa Mahallesi’nde Ulus Matbaasının<br />

tamamı, bütün demirbaş eşyası çevresindeki arsaları ile ve aynı sokakta<br />

16290 metre kare büyüklüğündeki arsasını Cumhuriyet Halk Partisi’ne, Hipodrom<br />

ve Stadyum civarındaki arsaları ile çarşı içerisindeki bir otel ve altındaki<br />

dükkânları Ankara Belediyesi’ne bağışladılar 93 .<br />

Atatürk, imza ve takrir işlemlerinden sonra Dâhiliye ve Ziraat Vekilleri ile<br />

Ankara Valisini yemeğe alı koymuşlar ve bağışladıkları çiftliklere ait hatıralarını,<br />

amaçlarını ve Türk çiftçiliği hakkındaki emir ve direktiflerini, bu sahadaki<br />

yüksek ideallerini büyük bir neşe içinde anlatmışlardı 94 .<br />

Yemek masasından ayrılırken Ziraat Vekili Fahri Kurdoğlu, Türk köylüsü<br />

ve çiftçisi adına şu veciz konuşmayı yaptılar: “Atatürk, bugün bir faninin erebileceği<br />

en yüksek bahtiyarlığı ile karşılaştım: Beni yüksek huzurunuza kabul buyurdunuz,<br />

sofranıza alıkoydunuz. Ehemmiyetini vücuda getirilişlerindeki nesillerin bir birlerinden<br />

daha fazla nispette anlayıp öveceği büyük ve âli cenap bağışlarınızın tarihi bir safhasında<br />

hazır bulundurdunuz. Bu asil hareketiniz yekpare kendi yapınız, sayısız hizmetlerinizin<br />

yüz binlerce eser ve direktiflerin arasında bir iştir. Ululuğunu ve yüceliğini eşiğinde<br />

bulunan bizlerden çok ilerledikçe tarih görecek ve minnet ve şükranla övecektir.”<br />

Dedikten sonra Ankara Vali ve Belediye Reisi Nevzat Tandoğan’la birlikte Atatürk’e<br />

şükran ve minnetlerini sunmuşlardır 95 .<br />

92<br />

“Ziraat Vekilinin Beyanatı”, Ulus, 12 Mayıs 1938.<br />

93<br />

Belediyeler Dergisi, s. 6., “Atatürk’ün Teberrüleri”, Kurun, 12 Mayıs 1938; Asim Us,” Atatürk’ün<br />

Teberrüleri”, Kurun, 13 Mayıs 1938.<br />

94<br />

Kurun, 12 Mayıs 1938.<br />

95<br />

Kurun, 12 Mayıs 1938.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 179<br />

Bu gelişme ile birlikte Atatürk’ün çiftliklerini hazineye devretme süreci tamamlanmış<br />

oldu.<br />

SONUÇ<br />

Savaştan yeni çıkmış, hemen hemen hiçbir ciddî sanayisi olmayan ülkelerin<br />

başlıca kuvvet ve servet kaynağı toprak ve ziraattır. Atatürk de bu gerçekten<br />

hareket ederek Cumhuriyet’in ilanından sonra “Milli ekonominin temeli ziraattır.<br />

Bunu içindir ki ziraatta kalkınmaya büyük önem vermekteyiz” 96 sözlerine uygun olarak<br />

ilki 1925’te Ankara’da Orman Çiftliği’nden başlayarak Anadolu’nun çeşitli<br />

yerlerinde çiftlikler kurdu. Zaman zaman kendisinin de bizzat çalışarak katkıda<br />

bulunduğu bu çiftlikler tabiatın hiç cömert davranmadığı yerlerde kurulmuş ve<br />

uzun çalışmalar sonucunda genel ziraat, hayvancılık, sanayi ve ticari teşkilatlarıyla<br />

bir bütünlük oluşturmuşlardır.<br />

Bu çiftliklerde verimsiz toprakların nasıl ıslah edilip düzenleneceği en iyi<br />

verimin nasıl elde edileceği üzerinde yabancı uzmanlardan da faydalanılarak<br />

incelemeler yapıldı. Ziraatta başta traktör olmak üzere zirai makine ve aletlerinin<br />

yerinde kullanımı anlatıldı. Sulama tesisleri kurularak kurak toprakların<br />

nasıl sulanacağı ve doğru gübre kullanılması yöntemiyle daha fazla ürünün<br />

nasıl elde edileceği uygulamalı olarak gösterildi.<br />

Çiftlikler bu özellikleri ile bulundukları bölgelerde ilgililer için iyi bir örnek,<br />

ziraat eğitimi yapan kurumlar için iyi bir laboratuar, ziraat eğitimi almak<br />

isteyenler için de iyi bir okul oldu.<br />

Atatürk, çevreyi güzelleştiren, halka gezecek ve dinlenilecek yerleri temin<br />

eden çiftliklerinin amacına ulaştıklarını gördükten sonra bunları 11.06.1937 de<br />

hazineye devrederek daha geniş ölçüde halkın hizmetine sunmuş ve Türk milletine<br />

en önemli derslerinden birini daha vermiş oldu. ©<br />

96<br />

Türk Ziraat Tarihi, s.287.


180 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 181<br />

Atatürk’ün Çiftliklerini hazineye devrettiğini gösteren mektubu


182 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 183


184 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Atatürk’ün Çiftliklerini hazineye bağışladığına dair TBMM’de okunan tezkere


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 185


186 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 187


188 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ


Orman Çiftliği istasyon binası<br />

TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 189


190 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Silifke Çiftliği Krokisi


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 191


192 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Silifke Çiftliği Karakol Binası


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 193<br />

Osmanlılar İle Anadolu Beylikleri Arasındaki<br />

İlişkilerde Ulemânın Diplomatik Rolü<br />

The Diplomatic Role of Ulama in the Relations Between the<br />

Ottoman and Anatolian Beyliks<br />

İsmail ÇİFTCİOĞLU *<br />

ÖZET<br />

Teşkilât ve müesseselerde <strong>Selçuk</strong>lu geleneğinin hâkim olduğu Anadolu Beylikleri ve Osmanlılarda,<br />

ulemânın hizmet alanı içinde tedrisat, kaza ve telifâtla ilgili faaliyetler, ağırlıklı bir yere<br />

sahipti. Bununla birlikte gerek Anadolu Beylikleri, gerekse Osmanlılar, önceki teamüllerin de<br />

etkisiyle bu zümreden diplomasi alanında da faydalanma yoluna gittiler. Ulemânın bu alanda<br />

tercih edilmesinin temel nedeni, hem siyasî çevreler, hem de toplum nazarında belli bir itimat<br />

ve saygınlığa sahip bulunmasıyla ilgilidir. Osmanlılarla Beylikler arasındaki siyasî meselelerin<br />

diplomasi kanalıyla çözümünde elçilikle görevlendirilen ulemâ, taraflar arasında barışın tesisi<br />

ve anlaşma zemininin hazırlanmasında önemli rol oynamıştır. Bu resmî görevinin yanında,<br />

zaman zaman kendi inisiyatifi doğrultusunda üstlendiği arabuluculuk misyonuyla yine, barışın<br />

sağlanması yönünde kayda değer katkılarda bulunmuştur.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Osmanlılar, Anadolu Beylikleri, Ulemâ, Diplomasi, Elçilik<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

In the Ottoman and Anatolian Beyliks dominated by the Seljuk tradition in terms of organization<br />

and institutions, the ulama (scholars) mostly worked in the areas of teaching, judicial<br />

activities and book writing. Besides, both the Ottomans and Anatolian Beyliks used the scholars<br />

in the area of diplomacy. The main reason for their use as a diplomatic mission can be attributed<br />

to their popularity and respect among the population as well as the rulers. The ulama<br />

charged with diplomatic mission to solve the problems between the Ottoman and Beyliks<br />

played a significant role in establishing peace and realizing agreement. Along with such official<br />

mission, the ulama sometimes adopted a voluntary role to mediate between the conflicting<br />

parties and made significant contributions to peace and cooperation.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

The Ottomans, Anatolian Beyliks, Ulama (Scholars), Diplomacy, Ambassadorship<br />

*<br />

Yrd. Doç. Dr., Dumlupınar <strong>Üniversitesi</strong> Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Öğretim Üyesi.


194 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

Âlim sözcüğünün çoğulu olan ulemâ terimi, topluma mal olmuş bilginler<br />

anlamına gelmektedir (İpşirli, 1999: 71). İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren<br />

ulemânın nazarî ve amelî sahada ihtisaslaşmaya başladığı görülür. Ancak bu<br />

ihtisaslaşma kesin hatlarla ayrılmış değildi. Her âlim en azından fıkhın esas<br />

prensiplerini öğrenir, her fakih İslâm akaidinin diğer disiplinlerinden bir kısım<br />

bilgileri yeteri derecede bilirdi (Gökbilgin, 1993: 23). Ulemânın bilhassa Abbasiler<br />

dönemine kadar geçimini her hangi bir meslek veya sanatı icra ederek temin<br />

ettiği bilinmektedir. Ancak Abbasilerin ulemâyı, özellikle de kadıları maaşa<br />

bağlamaları ile bu gelenek bozulmuştur. Büyük <strong>Selçuk</strong>lularda, Nizamiye Medreseleri’nin<br />

kurulmasıyla birlikte ulemâ, siyasî otorite karşısında bağımsız tutumunu<br />

önemli ölçüde kaybetmeye başlamıştır. <strong>Selçuk</strong>lu yönetiminin<br />

Batınılik’e karşı Sünnî inançları savunmak amacıyla açtığı bu medreselerde görev<br />

yapacak olan hocalar, devlet tarafından tayin edilmiştir. Bu uygulama ile<br />

İslâm dünyasında bundan böyle ulemânın devletin kontrol ve hâkimiyetine<br />

girdiği bir süreç başlamıştır. Anadolu <strong>Selçuk</strong>lu ve Osmanlı ulemâsı da doğal<br />

olarak böyle bir geleneğin vârisi olmuşlardır (Ocak, 2003: 246).<br />

İslâm tarihinde ulemânın devlet yöneticilerinden hemen hemen her dönemde<br />

ilgi ve saygı gördüğüne dair sayısız örneklere rastlamak mümkündür.<br />

Bununla birlikte bu zümrenin, devlet yöneticilerinin hatalı olan icraatlarını zaman<br />

zaman eleştirdikleri, bu yüzden de karşılıklı bir takım sıkıntıların yaşandığı<br />

durumlar da olmuştur. Nitekim, Ebu Hanife (ö. 767), Emevi ve Abbasi halifeleriyle;<br />

Buhârî (ö. 869) Tahirîlerin Buhâra emiriyle; Şemsü’l-eimme lakabıyla<br />

tanınan Serahsî (ö. 1090) de Karahanlı hükümdarlarıyla bu tür sıkıntılar yaşamıştır.<br />

Ünlü âlim Gazalî (ö. 1111) ise: “devlet başkanlarına karşı daha rahat konuşabilmek<br />

için sultanların yanına gitmemeyi ve sultanlardan para almamayı<br />

prensip haline getirmiştir” (Baktır, 2002: 561). Anadolu <strong>Selçuk</strong>luları ile bu devletin<br />

vârisi olan Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde de ulemânın yönetim çevreleriyle<br />

ilişkilerinde benzeri örneklere rastlanmakla birlikte, bu zümreye siyasî<br />

otorite tarafından genelde saygı duyulduğu ve fikirlerine önem verildiği bilinmektedir.<br />

Kuruluş devrinde Osmanlılar, kaynağını <strong>Selçuk</strong>lu bakiyyesinden sağladıkları<br />

(Unan, 1998 43; Lekesiz, 1999: 81) ulemâdan öncelikle istişare mekanizmasında<br />

yararlanma yoluna gitmişlerdir. Buna ilaveten ulemâyı vezirlik,<br />

vezir-i âzamlık, kadıaskerlik, defterdarlık, nişancılık gibi divan üyelikleri ile<br />

merkezi bürokrasinin önemli makamlarına getirmişlerdir (İpşirli, 1999: 72).


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 195<br />

Osmanlılar gibi Anadolu Beylikleri de ulemânın kaynağını ağırlıklı olarak <strong>Selçuk</strong>lu<br />

bakiyyesinden sağlamışlardır.<br />

Gerek Anadolu Beylikleri gerekse Osmanlılar, hem siyasî irade hem de toplum<br />

nazarında itimat ve itibara sahip bulunan ulemâdan diplomasi alanında da<br />

yararlanmayı ihmal etmemiş, bu zümreye taraflar arasındaki siyasî anlaşmazlıkların<br />

çözümünde elçi sıfatıyla önemli görevler vermişlerdir. Bu makalede,<br />

ulemânın Osmanlılar ile Beylikler arasındaki ilişkilerde üstlendiği bu misyonla<br />

ilgili olarak bazı örneklere yer verilmektedir. Böylece kaza, tedrisat ve bürokraside<br />

büyük hizmetleri görülen bu zümrenin, diplomasi alanında da ne kadar<br />

önemli bir rol üstlendiği hususuna dikkat çekilmektedir.<br />

İlk sıralarda Çobanlı-Candarlı etkisinde bulunduğu anlaşılan (Emecen,<br />

2001: 19) ve yönünü Bizans’a doğru çeviren Osmanlılar, çevresindeki Beylikleri<br />

doğrudan karşılarına almak yerine, ılımlı bir siyaset izlemeyi tercih ettiler.<br />

Mecbur kalmadıkça civar Beyliklerle bir mücadeleye girmekten kaçındılar. Ancak<br />

şartlar oluştuğunda ilhak faaliyetlerinden de geri durmadılar (Karadeniz,<br />

2008: 5). Osmanlıların ilk ilhak ettikleri beylik Karasioğulları oldu. Sulh yoluyla<br />

ve daha ziyade bütünleşme şeklinde gerçekleşen bu ilhak ile Osmanlılar, Rumeli’ye<br />

geçiş için önemli bir avantaj elde ettiler (Günal Öden, 1999: 54-62). Karesi<br />

Beyliği’nin ilhakından sonra Eratna Beyliği’nin elinden 1354 yılında Ankara’yı<br />

alan Osmanlılar, Batı Anadolu’daki diğer Beyliklerle olan ilişkilerinde özellikle<br />

I. Murad devrinden itibaren vasallık sistemini esas aldılar. Esnek bir çizgide<br />

seyreden bu siyasetin sonucunda Germiyan arazisinin önemli bir bölümü akrabalık<br />

yoluyla, Hamidoğulları topraklarının tamamı ise, satın alınmak suretiyle<br />

elde edildi (Âşıkpaşazâde, 1949: 129-131). Osmanlı fetihlerinin uçlardan hinterlanda<br />

doğru genişlemesi, <strong>Selçuk</strong>luların vârisi iddiasıyla diğer Beylikler üzerinde<br />

hâkimiyet kurmaya çalışan Karamanoğullarını telaşlandırdı. 1367 yılındaki<br />

başarısız Gorigos seferiyle (Tekindağ, 1954: 170-174) Beylikler nazarındaki nüfuzu<br />

sarsılan Karamanlılar, Osmanlılarla yaptıkları 1387’deki Frenk-Yazısı Savaşı’nı<br />

kaybettiler ve Osmanlı tâbiiyetini kabul ettiler. Bu zaferin ardından Osmanlılar<br />

Orta Anadolu’da üstünlük kurarlarken, 1389 yılında gerçekleşen I. Kosova<br />

Savaşı’nda Karamanoğulları ile birlikte diğer bütün Anadolu Beylikleri<br />

Osmanlıların yanında yer aldılar (İnalcık, 1997: 293; Emecen, 2001: 45). Ancak I.<br />

Murad’ın Kosova’da ölümünü duyan Anadolu beyleri isyan etmekte gecikmediler.<br />

Yeni tahta geçen ve daha evvelki ılımlı siyaseti bırakıp seri ve sert bir ilhak<br />

politikası takip eden Yıldırım Bâyezid, merkeziyetçi bir yönetim kurma<br />

teşebbüsüne girişti. Bu maksatla 1389-1398 yılları arasında düzenlediği seferlerle<br />

Saruhan, Aydın, Menteşe, Germiyan, Candar ve Karamanoğulları Beylikle-


196 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

riyle, Sivas’taki Kadı Burhâneddin Ahmed devletini ortadan kaldırarak topraklarını<br />

Osmanlı ülkesine kattı (Anonim, 1992: 37; İnalcık, 1999: 68).<br />

Ankara Savaşı’ndan sonra, kardeşlerini bertaraf ederek duruma hâkim olan<br />

Çelebi Mehmed, Timur tarafından toprakları geri verilen Anadolu Beyliklerine<br />

karşı tavizkâr bir siyaset izledi. Aydın, Karaman ve Candaroğuları Beylikleri<br />

üzerinde hâkimiyet kurarak onları vasallık bağı ile kendisine bağladı. Saltanatının<br />

ilk yıllarında sıkıntılı anlar yaşayan ve Beyliklere karşı bazı tavizler vermek<br />

zorunda kalan Sultan II. Murad ise, 1421-1429 yılları arasında, izlediği ılımlı<br />

siyasetiyle duruma hâkim oldu ve Candaroğulları ile Karamanoğulları dışındaki<br />

bütün Beylikleri ilhak etti (Karadeniz 2008: 27). Osmanlıların Rumeli’deki<br />

meşguliyetlerini fırsat bilen Karamanlılar saldırıya geçerek kaybettikleri yerleri<br />

geri alma teşebbüsünde bulundularsa da, Osmanlılar karşısında her defasında<br />

mağlup olmaktan kurtulamadılar ve yapılan antlaşmalara uymadılar (Anonim,<br />

1989: 4-7, 33-34, 36). Hatta Batılı bazı devletlerle işbirliği yapmaktan da geri<br />

durmadılar (Dukas, 1956: 142; Tekindağ, 1993: 325). Bu arada 1461 yılında Kastamonu<br />

ve Sinop’u ilhak eden Osmanlılar, Candaroğulları Beyliği’ne son verdiler.<br />

Diğer taraftan, Venedik ve Akkoyunlularla ittifak yapmaktan çekinmeyen<br />

Karamanlıların üzerine düzenledikleri bir seferle Konya’yı ele geçirdiler (Anonim,<br />

2000: 127; İbn Kemal, 1957: VII, 273-277). Ancak Karaman ülkesinin tamamen<br />

ilhakı Otlukbeli zaferinden sonra gerçekleşebildi. İçel taraflarında Osmanlılara<br />

bağlı olarak hüküm süren Karamanoğlu Kasım Bey’in 1493 yılında vefatıyla<br />

beylik sona ermiş oldu (Tekindağ, 1993: 327). Bundan sonra, Çaldıran Seferi’ni<br />

müteakip Dulkadiroğulları Beyliği’ni ilhak eden Osmanlılar, Mısır Seferi<br />

sırasında da Ramazanoğulları Beyliği’ni kendilerine bağladılar.<br />

Anadolu’da siyasî birliği tam anlamıyla Yavuz Sultan Selim döneminde<br />

sağlayabilen Osmanlıların, bunu başarmaları elbette kolay olmamıştır. Zira,<br />

Hristiyanlara karşı gazanın öncülüğünü yaparak İslâm dünyasında haklı bir<br />

şöhrete kavuşmaları, onları Anadolu Beylikleri ile olan ilişkilerinde daha dikkatli<br />

davranmaya zorlamıştır. İşte bu yüzdendir ki, Beyliklerle olan meselelerin<br />

çözümünde bu ince siyasetin bir gereği olarak yeri geldiğinde diplomasiden de<br />

yararlanma yoluna gitmişlerdir. Kuşkusuz Osmanlılar karşısında ittifak halinde<br />

hareket etmeyi âdet haline getiren Anadolu Beylikleri de, mecbur kaldıklarında<br />

aynı yola başvurmuşlardır. Bunun için her iki taraf da ekseriyetle ulemâdan<br />

faydalanmayı tercih etmişlerdir. Kimi zaman vezir veya kadı; kimi zaman da<br />

vaiz yahut kâtip sıfatıyla görevlendirilen, ancak ulemâ üst kimliğinde birleşen<br />

bu zümre, gerçekten de taraflar arasındaki siyasî meselelerin diplomatik kanallarla<br />

çözümünde aktif rol oynamıştır. Aşağıda ulemânın Osmanlılarla Kara-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 197<br />

man, Germiyan ve Candaroğulları Beylikleri arasındaki ilişkilerinde üstlendiği<br />

bu role dair bazı örneklere yer verilmektedir.<br />

1. Osmanlı-Karamanoğulları İlişkileri<br />

Osmanlılar ile Karamanlılar arasında barışın tesisi için Sultan I. Murad döneminde<br />

karşılıklı olarak elçilerin gidip geldiği bilinmekte ise de, kaynaklarda<br />

bu elçilerin isimleri belirtilmemektedir. Benzeri durum Yıldırım Bâyezid dönemi<br />

için de söz konusudur. Çelebi Mehmed döneminde karşılıklı gidip gelen bir<br />

elçi isminden bahsedilmemekle birlikte, kroniklerde Karamanlı âlimlerden Kadı<br />

(Kara) Mürsel’in, Osmanlılar ile Karamanoğulları arasındaki anlaşmazlıkların<br />

çözümü için arabuluculuk görevine hazır olduğunu Karaman hükümdarı<br />

Mehmed Bey’e ilettiği ifade edilmektedir. Bilindiği gibi Mehmed Bey, Mehmed<br />

Çelebi’nin Rumeli’de kardeşi Musa Çelebi meselesiyle uğraştığı sırada, onun<br />

Bursa’ya gelmekte olduğu haberini alınca, şehri ateşe vererek Kirmasti (Kemal<br />

Paşa) yolundan Hamid İli’ne, oradan da Karaman’a dönmüştü. Rivayete göre<br />

bu sırada kadıaskerlik görevinde bulunan Kadı Mürsel, Karamanoğlu’na: “Beyim!<br />

Gel, ben duacını gönder. Varayım, Osmanoğlu ile sizi barıştırayım” demiş,<br />

Karamanoğlu ise bu teklife yanaşmayıp: “Hey! Bu ne sözdür? Elbette o benim<br />

üzerime gelirse ben onunla haklaşırım” cevabını vererek Osmanlılara karşı olan<br />

tavrını değiştirmemiştir (Âşıkpaşazâde 1949: 149; Neşrî, 1995: II, 523-525). Öyle<br />

anlaşılıyor ki kronikler, bu ifadelerle Karamanlıları Osmanlılar karşısında uzlaşmaya<br />

yanaşmayan taraf olarak göstermeye, dolayısıyla Osmanlıların durumunu<br />

meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.<br />

II. Murad devrine gelindiğinde kaynaklar Osmanlılarla Karamanlılar arasındaki<br />

mevcut siyasî meselelerin çözümünde görev alan bazı elçi isimlerden<br />

söz etmeye başlarlar. Kaynakların bu konuda haber verdiği ilk isim Mevlânâ<br />

Hamza’dır. Karamanoğlu II. İbrahim Bey devri âlimlerinden olan Mevlânâ<br />

Hamza, daha çok fetva konusundaki kifayeti ile tanınmaktaydı (Mecdî<br />

Mehmed Efendi, 1269: 120-121; Hoca Sadeddin, 1280: II, 456). Osmanlı hükümdarı<br />

II. Murad, 1433 yılında Karamanlılar üzerine yürüyüp, Karamanoğlu İsa<br />

Bey’i hükümdar ilan ettiğinde, Osmanlı kuvvetlerinin önünden kaçan ve takip<br />

edileceğini anlayan II. İbrahim Bey, mütecaviz tutumundan dolayı özür dilemek<br />

ve barış teklifinde bulunmak maksadıyla Mevlânâ Hamza’yı, Osmanlı hükümdarına<br />

murahhas olarak göndermişti. Mevlânâ Hamza Sultan Murad’a,<br />

İbrahim Bey’in: “Hünkâr hazretleri bizim küstahlığımızı mazur tutup, bu kez<br />

dahi suçumuzu affetsin. Bu defadan gayrı suçta bulunmayayım” şeklindeki<br />

sözlerini ilettikten sonra, “Karamanoğlu ettiği işe pişmandır. Hünkârdan af<br />

umar. Hamid İli’nden dahi elini çekti. Elhâsıl sultanım bu kere dahi bizi bağış-


198 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

lasın” diyerek Osmanlı hükümdarının elini öptü. Sultan Murad, Karamanlı<br />

âlimin bu sözleri karşısında “Mevlânâ Hamza, senin hatırın için suçundan geçtim.<br />

Amma bu vilayeti ona ben verdim. Şimdiden sonra karındaşı İsa’ya veririm”<br />

cevabını verdi. Bu görüşme sırasında Karamanoğlu İsa Bey de oradaydı.<br />

Osmanlı hükümdarı, Mevlânâ Hamza’ya karşılık İbrahim Bey’e Behcetü’ttevârîh’in<br />

yazarı Şükrullah’ı elçi olarak (Şükrullah, eserinde bu görevinden<br />

bahsetmez) gönderdi. Böylece Karamanoğlu ile daha önce almış olduğu toprakları<br />

geri vermesi ve bundan sonra bir daha düşmanca davranmaması şartıyla<br />

barış yapıldı (Âşıkpaşazâde 1949: 175; Neşrî, 1995: II, 617-619).<br />

Karamanlılar ile Osmanlılar arasındaki husumetin, -kaynaklarda bu konuda<br />

her ne kadar yeterli bilgi bulunmasa da- zaman zaman ulemâyı rahatsız ettiğini;<br />

başka bir ifadeyle bu zümrenin, taraflar arasında gereksiz yere kan dökülmesini<br />

tasvip etmediğini söylemek mümkündür. Nitekim II. İbrahim Bey<br />

zamanında Karaman’a gelerek burada bir müddet ikâmet eden ünlü âlim Alâeddin<br />

Ali es-Semerkandî, Osmanlılarla Karamanlılar arasındaki mevcut anlaşmazlıklardan<br />

rahatsızlık duymuş olmalı ki, taraflar arasında barışın sağlanması<br />

yönünde bir tutum sergilemiştir (Konyalı, 1967: 213).<br />

Bu konuda başka bir örneğe ise, Şikârî’deki (1946: 190) kayıtlarda rastlıyoruz.<br />

Müellife göre Segedin Antlaşması’ndan (1444) hemen sonra Osmanlılarla<br />

Karamanlılar arasında vuku bulan savaş sırasında, Şeyh Yahya (Kâtip Yahya b.<br />

Muhammed), Mevlânâ Şemseddin ve Mevlânâ Nizâmeddin gibi önde gelen<br />

şahsiyetlerin başını çektiği, üç yüz kadar ulemâ, fudalâ, müftü ve vaizden oluşan<br />

bir heyet, Germiyan ve Dulkadiroğulları ileri gelenlerini de önlerine düşürüp<br />

Sultan II. Murad ile Karamanoğlu II. İbrahim Bey’i barıştırdı. Bu teşebbüs<br />

iki hükümdar arasında bir muahede yapılmasına vesile oldu. Barış heyetinde<br />

bulunan Şeyh Yahya tarafından kaleme alınan Sevgendnâme (ahdnâme)’deki<br />

şartlara göre (Uzunçarşılı, 1937: 120-123; Aköz, 2005: 165-173) Karamanoğlu II.<br />

İbrahim Bey, bundan sonra Osmanlı topraklarına saldırmayacak ve Osmanlıların<br />

dostlarına dost, düşmanlarına da düşman olacaktı. Diğer taraftan ahidnâme<br />

sadece Sultan II. Muradın saltanatıyla sınırlı kalmayıp, oğlu II. Mehmed’in saltanatı<br />

boyunca da geçerliliğini koruyacaktı.<br />

Şikârî’de geçmemekle birlikte Osmanlı kronikleri, bu muahedenin yapılmasından<br />

önce II. İbrahim Bey’in Sultan II. Murad’a, zevcesi Melek Hatun (II.<br />

Murad’ın kız kardeşi) ile veziri Hoca Server’i kendisini bağışlaması için gönderdiğinden<br />

bahsederler (Âşıkpaşazâde, 1949: 182-183; Neşrî, 1995: II, 643-645).<br />

Kroniklere göre Melek Hâtun eşinin yaptıklarından dolayı bağışlanması için<br />

göz yaşları dökmüştü. Kalbi yumuşayan Osmanlı sultanı Hoca Server’e döne-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 199<br />

rek: “Yeminini bozmanın ve inkâr etmenin Karamanlılara has bir âdet ve İbrahim<br />

Bey’in bu hanedanın tutuşturduğu bir mum olduğunu, geçmiş hatalarını<br />

göz yumduğumuzu, tutmadığı yeminlerini yüzüne vurmadığımızı, bildiğin<br />

halde, o yalan söyleyen taraftan nakl-i iman ile hangi yüzle sulh için gayret<br />

edersin? Ne cüretle ona kefil olmaya kalkışırsın?” diyerek çıkıştı. Hoca Server<br />

padişaha methüsenada bulunduktan sonra şunu arz etti: “Daha evvelki kabahatlerinde<br />

bu hakir kul onun yanında değildi. Şimdiki hatası dahi bu hakirin<br />

rızası ile olmamıştır. Turgutoğullarının tahrikiyle olmuştur. O dahi tamamen<br />

pişman olup, suçunu itiraf etmiştir. Bundan sonra bir kusuru görülürse cezası<br />

bana olsun” diyerek yemin ve ahdinin sağlamlığını taahhüt etti (Hoca<br />

Sadeddin, 1280: I, 371). Bu görüşmeden sonra -muhtemelen yukarıda sözünü<br />

ettiğimiz diğer ulemânın da aracı olmasıyla- taraflar arasında muahede yapıldı.<br />

Ancak ahidnâme 1451 yılına kadar yürürlükte kalabildi. Zira bu tarihte Sultan<br />

Murad ölmüş ve yerine oğlu II. Mehmed tahta geçmişti. Bu değişiklik İbrahim<br />

Bey’i yeniden ümitlendirdi. Osmanlılar aleyhine Venedik Cumhuriyeti ile<br />

bir antlaşma yapan İbrahim Bey, Aydın ve Menteşe hükümdar ailelerini de<br />

tahrik etti (Dukas, 1956: 142-143; Müneccimbaşı, 1995: 235; Tekindağ, 1963: 44-<br />

46) . Bu durum yeni padişahın ilk seferini Karamanlılar üzerine yapmasına neden<br />

oldu. Osmanlı ordusu Akşehir ve Beyşehir taraflarına geldiğinde karşı koyamayacağını<br />

anlayan Karamanoğlu, Taşeli’ne çekilmek zorunda kaldı. Ulemâdan<br />

Molla Veli’yi elçi olarak gönderip sulh teklifinde bulundu. Osmanlıların<br />

murahhası ise, Kasap oğlu Mahmud Bey’di. Taraflar arasında yapılan muahede<br />

gereğince İbrahim Bey, Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir’i Osmanlılara terk ediyor,<br />

ayrıca Osmanlı ordusuna asker vermeyi kabul ediyordu (Tursun Bey, 1977:<br />

38-39; Oruç Beğ, 2007: 77; Uzunçarşılı, 1988a: I, 453-454).<br />

Fatih Sultan Mehmed döneminde Karamanlılardan Osmanlılara gönderilen<br />

bir başka elçi de, ulemâdan Sarı Yakub oğlu Ahmed Çelebi’dir. Karamanoğlu II.<br />

İbrahim Bey’in ölümünden (1463) sonra, ortaya çıkan taht kavgasında kardeşi<br />

Pîr Ahmed Bey’in Osmanlıların yardımıyla beyliğin başına geçeceğini haber<br />

alan İshak Bey, Sarı Yakub oğlunu II. Mehmed’e elçi olarak göndermişti. İshak<br />

Bey Osmanlı hükümdarına, biraderi Pîr Ahmed Bey’in, üzerine gönderilmemesi<br />

şartıyla Akşehir ve Beyşehir’i terk edeceğini bildiriyordu. Ancak bu teklif II.<br />

Mehmed nezdinde kabul görmedi. Nitekim, Server Çavuş oğlu Çavuşbaşı<br />

Ahmed’le Karamanoğlu’na: “Akşehir ve Beyşehri evvelden bizim satın alınmış<br />

mülkümüzdür. Ona ne minnetimiz vardır. Çarşamba suyu sınır olsun. Ötesi<br />

sana, berisi bize. Tâ ki biz kardeşini koyuvermiyelim” cevabını gönderdi. İshak


200 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Bey, padişahın bu teklifini kabul etmeyince, Pîr Ahmed Bey’e yardıma karar<br />

verildi (Âşıkpaşazâde, 1949: 214; Neşrî, 1995: II, 775-777).<br />

2. Osmanlı-Germiyanoğulları İlişkileri<br />

Germiyanlılar ile Osmanlılar arasında Germiyanoğlu Süleyman Şah döneminde<br />

Karamanoğullarından kaynaklanan bazı siyasî endişeler yüzünden bir<br />

yakınlaşma olmuştur. Hamitoğullarına verdikleri destek nedeniyle<br />

Karamanoğullarının Germiyanlılara cephe alması, Süleyman Şah’ı zor durumda<br />

bırakmıştır. Gün geçtikçe güçlenen Osmanlılarla mütecaviz Karamanlılar arasında<br />

sıkışan Germiyan beyi, çareyi Osmanlılarla sıhriyet tesis etmekte bulmuştur.<br />

Osmanlı kronikleri, oldukça ihtiyarlamış olan Süleyman Şah’ın, oğlu Yakub<br />

Bey’i yanına çağırarak: “Oğul! Dilersen ki bu il sizin elinizde kala. Osmanlı ile<br />

birlik edin ve kızımın birini onun oğlu Bâyezid’e verin” diye tembihte bulunduğunu<br />

kaydederler (Âşıkpaşazâde, 1949: 129; Neşrî, 1995: I, 203-205). Kroniklerin,<br />

Germiyan beyinin siyasî bir mecburiyetten dolayı yakınlaşma ihtiyacı hissettiği<br />

Osmanlılarla birlik içinde olmayı öğütleyen bu tür sözlerine yer vermeleri<br />

elbette manidardır. Öyle anlaşılıyor ki, kronikler bu ifadelerle Türkmen beylerinin<br />

Osmanlılarla ittifak hâlinde olmalarını ima etmekte, dolayısıyla beylikler<br />

üzerinde henüz kurulmakta olan Osmanlı nüfuzunu güçlendirmeye yönelik<br />

propaganda yapmaktadırlar.<br />

Osmanlı kaynakları, Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun ile Sultan I.<br />

Murad’ın oğlu şehzâde Bâyezid arasında gerçekleşen düğünden bahsederken<br />

yine, Osmanlı propagandasının hâkim olduğu bir üslûp kullanırlar. Buna göre<br />

Süleyman Şah’ın Osmanlılarla dünür olma isteğini Sultan I. Murad’a bildirmek<br />

üzere dönemin tanınmış ulemâsından İshak Fakih görevlendirilir. Osmanlı sultanının<br />

huzuruna, bakımlı atlardan ve Denizli’nin ak alemli bezlerinden oluşan<br />

zengin hediyelerle çıkan İshak Fakih: “Kızımızı oğlun Bayazıd Han’a alın. Kızımıza<br />

birkaç parça hisar verelim. Cıhazına (çeyizine) tutsun.” sözleriyle Süleyman<br />

Şah’ın dünürlük teklifini iletir. Sultan Murad bu teklifi değerlendirip<br />

kabul eder. Kütahya, Simav, Eğrigöz ve Tavşanlı’nın çeyiz olarak verilmesiyle<br />

karar sağlama alınmış olur. 1381 yılında gerçekleşen ve Osmanlılar için âdeta<br />

bir gövde gösterisine dönüşen düğüne, gerek Anadolu Beylikleri’nden, gerekse<br />

Memlüklerden çok sayıda elçi, değerli hediyeler getirir (Âşıkpaşazâde, 1949:<br />

129; Neşrî, 1995: I, 204-207). Düğünden sonra şehzâde Bâyezid Kütahya valisi<br />

olurken, kayın pederi Süleyman Şah da Kula’ya çekilir ve vefatına kadar burada<br />

ikâmet eder (Varlık, 1974: 61-66).


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 201<br />

Osmanlılar ile Germiyanlılar arasındaki ilişkilerde elçilikle görevlendirilen<br />

bir diğer isim de Kara Timurtaş Paşa oğlu Umur Bey’dir. Devlet adamlığının<br />

yanı sıra, âlim kişiliği ile de bilinen; Bursa, Edirne, Afyonkarahisar, Bergama ve<br />

Biga gibi şehirlerde ilmî ve dinî eserler yaptırarak bazı kitapları Türkçeye tercüme<br />

ettiren Umur Bey (Uzunçarşılı, 1988a: I, 575-576), Küçük Mustafa Çelebi<br />

ve İsfendiyar Bey meselelerini hallettikten sonra, divan heyetinin sayısını azaltan<br />

Osmanlı hükümdarı II. Murad tarafından, Germiyanoğlu Yakub Bey’e elçi<br />

olarak gönderilmiştir (1423) (Neşrî, 1995: II, 575). Ancak kroniklerde onun bu<br />

göreviyle ilgili olarak ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır.<br />

3. Osmanlı-Candaroğulları İlişkileri<br />

Osmanlılar ile Candaroğulları arasındaki ilk ilişkiler, Sultan I. Murad döneminde<br />

başlamıştı. Karşılıklı mücadele şeklinde cereyan eden bu ilişkilerin<br />

ardından, kaynaklarda “Kötürüm Bâyezid” olarak da zikredilen Celâleddin<br />

Bâyezid’in, memleketini oğlu İskender Bey’e vermeye kalkması, Osmanlıların<br />

beylik içindeki taht kavgalarına müdahil olmalarına yol açmıştı. Osmanlıların<br />

yardımı ile Kastamonu’da hükümdar olan Süleyman Paşa burada bir müddet<br />

hüküm sürdü ise de, Yıldırım Bâyezid tarafından ortadan kaldırıldı. Böylece<br />

beyliğin Kastamonu kolu da sona ermiş oldu (1391) (Esterâbadî, 1990: 370-371;<br />

Uzunçarşılı, 1988b: 125-128; Yücel, 1988: 75-83).<br />

Bu arada, babası Celâleddin Bâyezid’in vefatından (1385), Ankara Savaşı’nın<br />

sonuna kadar beyliğin Sinop kolunun hükümdarlığını elinde bulunduran<br />

İsfendiyar Bey, Timur’un eski Candarlı topraklarını kendisine geri vermesiyle<br />

memleketinin sınırlarını genişletmişti. Çelebi Mehmed döneminde Osmanlılara<br />

tâbi olan İsfendiyar Bey Çankırı, Kalecik ve Tosya taraflarını oğullarından Hızır<br />

Bey’e vermek istedi. Ancak büyük oğul Kasım Bey, bu duruma karşı çıkarak<br />

kardeşine verilen toprakların kendisine bırakılması halinde, Osmanlıların himayesine<br />

gireceğini Çelebi Mehmed’e bildirdi. Osmanlı sultanı bu isteği kabul<br />

edip, İsfendiyar Bey’den Çankırı, Kalecik, Tosya Kastamonu ve Bakır Küresi’nin<br />

Kasım Bey’e verilmesini istedi. İsfendiyar Bey, başlangıçta bu isteğe ret<br />

cevabı verdi ise de, karşı koyacak gücü olmadığından Osmanlılarla anlaşmayı<br />

tercih etti. Bu maksatla veziri ile ulemâdan vaiz Mehmed’i Çelebi Mehmed’e<br />

göndererek Kastamonu ve Bakır Küresi’nin kendisine bırakılmasını; diğer şehirleri<br />

ise, Kasım Bey’e değil, Osmanlı Devleti’ne terk edeceğini bildirdi (Neşrî,<br />

1995: II, 539-541). Sözü edilen yerleri işgal eden Osmanlılar Tosya, Çankırı ve<br />

Kalecik taraflarını Kasım Bey’e verdiler. Böylece biri yarı müstakil, diğeri de<br />

Osmanlı himayesinde olmak üzere, Candaroğulları Beyliği ikiye bölünmüş oldu<br />

(Uzunçarşılı, 1988b: 129-132).


202 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Sonuç<br />

İslâm dünyasında klasik ulemâ tipinin belirginleşmeye başlamasıyla birlikte,<br />

bu zümrenin hizmet alanında da belli bir şekillenme söz konusu olmuştur.<br />

Abbasiler ve Büyük <strong>Selçuk</strong>lular dönemlerinde ulemânın genellikle dinî hizmetlerin<br />

yanında tedrisat, kaza ve telifatla meşgul olduğu, zaman zaman da kendisine<br />

ihdas edilen resmî görevleri yerine getirdiği bilinmektedir. Türkiye <strong>Selçuk</strong>luları<br />

ile bu devletin teşkilât ve müesseselerde birer takipçisi olan Anadolu Beyliklerinde<br />

hemen hemen aynı teamülün devam ettiği görülür. Osmanlılarda<br />

bunlara ilave olarak ulemânın, Divân-ı hümâyûn’da ve merkezi bürokrasinin<br />

önemli kademelerinde sıkça boy gösterdiği dikkati çeker.<br />

Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde yine önceki teamüllerin bir uzantısı<br />

olarak ulemâdan diplomasi alanında faydalanma yoluna gidilmiştir. Ulemânın<br />

bu alanda tercih edilmesinin önemli sebepleri vardır: Ulemâ her şeyden önce<br />

hem siyasî çevreler, hem de toplum nazarında belli bir itimat ve saygınlığa sahiptir.<br />

Bu itimat ve saygınlık onun ilmî, aynı zamanda dinî hüviyetinden kaynaklanmaktadır.<br />

Bu yüzdendir ki, hem Osmanlılar hem de Anadolu Beylikleri,<br />

aralarında zuhur eden meşruiyet mücadelesinde bu zümreden faydalanmasını<br />

bilmişlerdir. Diğer taraftan ulemânın diplomasi ve nezaket kurallarını kavrama<br />

ve vâkıf olma konusundaki yeterliliğinin de, bu tür tercihlerde etkili olduğu<br />

söylenebilir.<br />

Ulemânın Osmanlı-Anadolu Beylikleri ilişkilerindeki misyonu iki şekilde<br />

gerçekleşmiştir. Bunlardan ilkine göre ulemâ, taraflar arasında barışın tesisi<br />

veya anlaşmanın sağlanması için görüşmelerde bulunmak, başka bir ifadeyle<br />

taraflar arasındaki mesajları iletmek amacıyla siyasî irade tarafından elçilikle<br />

görevlendirilmiştir. Ancak burada ulemâyı sadece mesaj iletmekle görevli bir<br />

diplomat olarak düşünmek doğru değildir. Zira, bazı durumlarda ulemânın<br />

sergilediği tavırların veya ikna kabiliyetinin de karşı tarafın vereceği kararlarda<br />

önemli etkisi görülmüştür. Nitekim Sultan II. Murad’ın, Karamanoğlu II. İbrahim<br />

Bey’i, Karamanlı âlim Mevlânâ Hamza’nın hatırı için affettiğini söylemesi,<br />

bu konuya dair kayda değer bir örnektir.<br />

Ulemânın resmî yetkisini kullanarak yerine getirdiği bu görevin yanı sıra,<br />

taraflar arasında barışı sağlamak adına bazen kendi inisiyatifi doğrultusunda<br />

hareket ettiği durumlar da söz konusu olmuştur. Gerçekten de bazı âlimler,<br />

bilhassa Karamanlılar ile Osmanlılar arasında -Karamanlı hükümdarlarının siyasî<br />

ihtirasları yüzünden- ortaya çıkan husumetten hoşlanmamış, aynı kültür<br />

ve inanca mensup kitleler arasında kardeş kanı dökülmesini tasvip etmemişler-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 203<br />

dir. Bu nedenle karşılıklı barışın tesisi için arabulucu rolünü üstlenmekten kendilerini<br />

alamamışlardır. Buna en güzel örnek de Karamanlılardan; Şeyh Yahya,<br />

Mevlânâ Şemseddin ve Mevlânâ Nizâmeddin gibi önde gelen şahsiyetlerin başını<br />

çektiği; ulemâ, fudalâ, müftü ve vaizlerden oluşan kalabalık bir heyetin,<br />

Karamanoğlu II. İbrahim Bey’le Sultan II. Murad’ı barıştırma girişimleridir. ©


204 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

KAYNAKLAR<br />

Aköz, Alaaddin (2005), “Karamanoğlu II. İbrahim Bey’in Osmanlı Sultanı II.<br />

Murad’a Vermiş Olduğu Ahidnâme”, <strong>Türkiyat</strong> <strong>Araştırmaları</strong> Dergisi, sy. 18: 159-<br />

178.<br />

Anonim (1989), Gazavât-ı Sultân Murâd b. Mehemmed Hân, (Yay. Halil İnalcık-<br />

Mevlûd Oğuz), Ankara: TTK Yayınları.<br />

Anonim (1992), Tevârîh-i Âl-i Osman, (F. Giese neşri), (Haz. Nihat Azamat), İstanbul:<br />

MÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları.<br />

Anonim (2000), Osmanlı Kroniği (1299-1512), (Haz. Necdet Öztürk), İstanbul: Türk<br />

Dünyası <strong>Araştırmaları</strong> Vakfı Yayınları.<br />

Âşıkpaşazâde (1949), Tevârîh-i Âl-i Osman. (Haz. Nihal Atsız), İstanbul: Türkiye Yayınevi.<br />

Aziz B. Erdeşir-i Esterâbadî (1990), Bezm u Rezm, (Çev. Mürsel Öztürk), Ankara: KB<br />

Yayınları.<br />

Baktır, Mustafa (2002), “Beylikleri Döneminde Anadolu’da Ulemâ-Ümerâ Münasebetleri”,<br />

Türkler, C. 7: 560-568.<br />

Dukas (1956), Bizans Tarihi, (Çev. VL. Mirmiroğlu), İstanbul: İstanbul Matbaası.<br />

Emecen, M. Feridun (2001), İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, İstanbul:<br />

Kitap Kitabevi.<br />

Hoca Sadeddin (1280), Tâcü’t-Tevârîh, C. I-II, İstanbul: Matbaa-i Âmire.<br />

Gökbilgin, M. Tayyib (1993), “Ulemâ”. İA, C. 13: 23-26.<br />

Günal Öden, (1999), Karası Beyliği, Ankara: TTK Yayınları.<br />

İbn Kemal (1957), Tevârih-i Âl-i Osman, (Haz. Şerafettin Turan), VII. Defter, Ankara:<br />

TTK Yayınları.<br />

İnalcık, Halil (1997), “Türkler”, İA, C. XII/2: 286-308.<br />

İnalcık, Halil (1999), “Osmanlı Tarihine Toplu Bir Bakış”, Osmanlı, C. I: 37-116.<br />

İpşirli, Mehmet (1999), “Osmanlı Ulemâsı”, Osmanlı, C. 8: 71-79.<br />

Karadeniz, H. Basri (2008), Osmanlılar İle Beylikler Arasında Anadolu’da Meşruiyet Mücadelesi,<br />

İstanbul: Yeditepe Yayınları.<br />

Konyalı, İ. Hakkı (1967), Âbideleri ve Kitabeleri İle Karaman Tarihi, İstanbul: Baha Matbaası.<br />

Lekesiz, M. Hulûsi (1999), “Osmanlılarda Sünnî-Hanefî Geleneğinin Oluşmasında<br />

Ulemânın Rolü”, Osmanlı, C. 8: 80-84.<br />

Mecdî Mehmed Efendi (1269), Terceme-i Şakâ’ik, İstanbul: Matbaa-i Âmire.<br />

Müneccimbaşı (1995), Camiü’d-Düvel, (Çev. Ahmet Ağırakça), İstanbul: İnsan Yayınları.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 205<br />

Neşrî (1995), Kitâb-ı Cihan-nümâ, (Yay. F. Reşit Unat-M. Altay Köymen), C. I-II, Ankara:<br />

TTK Yayınları.<br />

Ocak, A. Yaşar (2003), “Dinî Bilimler ve Ulemâ”, Osmanlı Uygarlığı, (Haz. Halil İnalcık,<br />

Günsel Renda), C. I, İstanbul: KB Yayınları.<br />

Oruç Beğ (2007), Oruç Beğ Tarihi, (Haz. Necdet Öztürk), İstanbul: Çamlıca Yayınları.<br />

Şikârî (1946), Karamanoğulları Tarihi. (Haz. M. Mesut Koman), Konya: Yeni Kitab Basımevi.<br />

Tekindağ, Şehabettin (1954), “Karamanlıların Gorigos Seferi (1367)”, İÜEF Tarih<br />

Dergisi, sy. 6: 161-174.<br />

Tekindağ, Şehabettin (1963), “Son Osmanlı-Karaman Münasebetleri Hakkında Araştırmalar”,<br />

İÜEF Tarih Dergisi, C. XIII, sy. 17-18: 45-76.<br />

Tekindağ, Şehabettin (1993), “Karamanlılar”, İA, C. VI: 316-330.<br />

Tursun Bey (1977), Târîh-i Ebü’l-Feth, (Haz. Mertol Tulum), İstanbul: Baha Matbaası.<br />

Unan, Fahri (1998), “Osmanlı İlmiye Tarîkînde Pâyeli Tâyinler Yahut Devlette Kazanç<br />

Kapısı”, Belleten, C. LXII, sy. 233’ten ayrıbasım: 41-64.<br />

Uzunçarşılı, İ. Hakkı (1937), “Karamanoğlu Devri Vesikalarından İbrahim Bey’in<br />

Karaman İmâreti Vakfiyesi”, Belleten, C. I: 56-127.<br />

Uzunçarşılı, İ. Hakkı (1988a), Osmanlı Tarihi, C. I, Ankara: TTK Yayınları.<br />

Uzunçarşılı, İ. Hakkı (1988b), Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri,<br />

Ankara: TTK Yayınları.<br />

Varlık, M. Çetin (1974), Germiyanoğulları Tarihi (1300-1429), Ankara: AÜ Edebiyat<br />

Fakültesi Yayınları.<br />

Yücel, Yaşar (1988), Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar I, Çoban-oğulları Beyliği,<br />

Candar-oğulları Beyliği, Ankara: TTK Yayınları.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 207<br />

Eyyûbîler’de Mezâlim Mahkemeleri ve Dârü’l-Adl<br />

Atrocıty Courts and Darü’l-Adl (Justice Port) In Ayyubıds<br />

Ayşe D. KUŞÇU •<br />

ÖZET<br />

Mezâlim Mahkemeleri, İslâm Tarihinde daha ziyade normal mahkemelerde halledilemeyen<br />

olağanüstü davalara bakan “mahkemeler üstü bir mahkeme” gibi işlev görmekte idi. Bu<br />

mahkemelere genellikle halife veya hükümdar ya da adaletin tevzii hususunda onlara vekalet<br />

edebilecek liyâkatte kişiler başkanlık ederlerdi. Hz. Muhammed döneminde şekillenip Dört<br />

Halife döneminde kurumsallaşan bu mahkemelerin benzerlerine eski Türk devletlerinde de<br />

rastlanılmakta idi. Ancak Türkler, İslâmiyeti kabul ettikten sonra tıpkı Emeviler ve Abbasiler<br />

döneminde olduğu gibi Mezâlim geleneğini benimsediler ve hattâ bu kurumu daha da<br />

geliştirdiler. Tolunoğulları, Ihşidiler, Gazneliler, Büyük <strong>Selçuk</strong>lular, Atabeyler, Türkiye<br />

<strong>Selçuk</strong>luları, Eyyûbîler ve Memlûkler döneminde sultanlar, haftanın belirli günlerini<br />

mezâlime ayırarak halkın şikayetlerini bizzat kendileri dinlemeye özen gösterdiler. Osmanlılar<br />

döneminde ise “Mezâlim Divânı” veya “Mezâlim Mahkemeleri” adı altında bir kurum<br />

bulunmamakla birlikte bu kurumun görevini “Divân-ı Hümayûn” yerine getiriyordu.<br />

Osmanlı sultanları da zulme uğrayanların en büyük umudu, adaletin en keskin kılıcı<br />

idiler. Bununla birlikte Türk ve hattâ bütünüyle İslâm tarihinde ilk olarak Musul Atabeyi<br />

Nureddin Mahmud Zengi ve onun sarayında yetişip daha sonra müstakil bir devlet kuran<br />

Eyyubî hükümdarı Selahaddin, bu mahkemeler için hususî binalar inşâ ettirmiştir. Bunlara<br />

“Adalet Sarayı” manâsında “Dârü’l-Adl“ denildi. Eyyûbîler’in Mezâlim mahkemeleri<br />

hususundaki yenilikleri bu somut adımlarla sınırlı kalmadı.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Adalet, mezâlim mahkemeleri, Eyyubîler, Darü’l-Adl.<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

Atrocity Courts were such widespread Islamic superior courts that try extraordinary cases<br />

proven to be insoluble in the normal courts. They used to function under the presidency of the<br />

Caliph himself or the ruler or someone who had the right and the merit to represent them in<br />

distributing justice. Tribunals having features in common with the Atrocity Courts which had<br />

been created in Prophet Muhammad’s time and istituted in the period of Four Caliphs’ were<br />

also seen in the ancient Turkish states. After they had affiliated Islam Turks sustained the<br />

Atrocity Courts just like the Umayyads and Abbasids did, and they even improved it. Under<br />

Tulunids, Ikshidids, Ghaznavids, Great and Roman Seljuqs, Atabegs, Ayyubids and Mamluks<br />

•<br />

Dr. Gazi <strong>Üniversitesi</strong> Fen- Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.


208 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

the sultans considered it important to hear the complains of the people presiding to the<br />

Atrocity Courts in the special days of the week themselves. In the Ottomans’ time though there<br />

were no such tribunals entitled “Atrocity Courts” their functions were being fulfilled by “Divan-ı<br />

Hümayun” which was known to be the imperial council of the Ottoman State. The sultan<br />

was being reckoned as the sword of justice and a gleam of hope for those who suffered<br />

cruelty. However untill Nuraddin Mahmud Zengi of Mosul Atabegs and later Saladin Ayyubi<br />

who received training in Zengid’s palace in Mosul there had never been a special building set<br />

apart for the Atrocity Court. Zengi and Ayyubi both constructed new buildings for that<br />

purpose named as “Dârü’l-Adl“ meaning Court of Justice. Ayyubids took even further steps<br />

with respect to the Atrocity Courts in the forthcoming years.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Justice, Atrocity Courts, Ayyubids, Darü’l-Adl.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 209<br />

<br />

Giriş<br />

Mezâlim Divanı veya Mezâlim Mahkemeleri, İslâm tarihinde Adliye Teşkilâtı’nın<br />

son derece önemli ve bir o kadar da dikkat çeken bir kurumudur. Osmanlı<br />

Devleti dönemine kadar istisnasız bütün İslâm Devletlerinde var olan bu<br />

kurum, bazı araştırmacılar tarafından günümüz “yüksek mahkemelerine” ya da<br />

“yüce divana” benzetilerek açıklanmaya çalışılmıştır. Fakat tarihî süreç içerisinde<br />

zaman zaman farklı fonksiyonlar icra eden bu kuruma bu tarz benzetmeler<br />

ile açıklık getirmeye çalışmak yüzeysel bir değerlendirme yapmaktan öteye<br />

gidemez. Çünkü ele alacağımız Eyyûbîler döneminde konu, hukukî bir uygulama<br />

gibi gözükse de kökeni Türk yönetim felsefesine dayanan farklı bir boyutuyla<br />

karşımıza çıkar.<br />

Mezâlim kelimesi, Arapça “za-la-me” (zülmetmek, zalim olmak, haksızlık<br />

etmek) fiil kökünden türemiş bir isim olup “mazleme”(haksızlık, zülum) kelimesinin<br />

çoğuludur. 1 Terim olarak mezâlim, İslâm devletlerinde konusu, hadd,<br />

kısas ve diyet cezalarını gerektirmeyen haksız fiiller ile özel borç ilişkileri dışında<br />

kalan ve haksızlığa yol açan davranışları önlemek için yürütülen, temelde<br />

kamu düzenini ayakta tutmayı hedefleyen olağanüstü mahkemelere denilmiştir.<br />

2 Sahip olduğu bu özel statüden dolayı çoğu zaman halifenin veya sultanın<br />

ya da onlara vekâlet edebilecek kabiliyette ehliyetli birinin başkanlık ettiği bu<br />

fevkalâde mahkemeler, bir oturum tarzında düzenlendiğinden “Mezâlim Divanı”<br />

adını da almışlardır.<br />

Zulüm, buna karşılık olarak hak ve adalet gibi kavramlar, insanlığın yerleşik<br />

hayata geçtiği bir başka deyişle toplu halde yaşamaya başladığı dönemlerden<br />

itibaren önem kazanmaya başlamıştır. Toplumların devlet olma sürecinde<br />

1<br />

İbrahim Mustafa, Ahmed Hasan ez-Zeyyât, Hâmid Abdülkâdir, Muhamed Ali Neccâr,<br />

Mu’cemü’l-Vasit, Kahire 1972 , II.Baskı; İlyas Karslı, el-Mu’cemü’l-Esasî, İstanbul, 1997.<br />

2<br />

el-Mâverdî, Ali b. Muhammed b. Habîb Ebi’l-Hasan, el-Ahkâmü’s-Sultaniyye (Ter.: Ali Şafak ,<br />

İslâmda Hilâfet ve Devlet Hukuku ), I.Baskı, İstanbul, 1973, Bedir Yayınevi, s.156, 1 No’lu dipnot.<br />

Burada geçen “hadd” kelimesinin birkaç manâsı vardır. Bunlardan birincisi, sınır manâsıdır;<br />

ikincisi, Riayet edilmesi gereken Şer’i kurallar; üçüncüsü, Bir şeyi mahiyeti ile tarif; dördüncüsü,<br />

cezayı gerektiren herhangi bir suç; beşincisi ise, dinen suç olan eylemlere karşı bizzat Şâr’i’<br />

(Şer’iati uygulayan kimse) tarafından belirlenmiş, miktarı belli, cezalardır. Metinde geçen ve<br />

fıkhî bir ıstılâh haline gelmiş olan hadd, bu sonuncu manâsıyla kullanılmıştır. Hadd, suçu işleyen<br />

için ukûbet (ceza), diğer insanlar için de caydırıcı bir mahiyet arz eder. Haddler : Hadd-i<br />

Zinâ, Hadd-i Şurb, Hadd-i Sirkat, Hadd-i Sekr, Hadd-i Kazif, Hadd-i Kat-ı Tarik adıyla altı<br />

nev’e ayrılır ve bunlara “hudud-ı hâlisa” da denir (Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri<br />

Sözlüğü, İstanbul, 1998, Rağbet Yay., s.129-130).


210 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

ise önemini daha da arttırmış, hattâ zulmün yok edilmesi, hak ve adaletin temini<br />

gibi hususlar devlet yöneticilerinin temel görevleri arasında yer almıştır. Kısacası<br />

insanın ve toplumun en temel ihtiyaçlarından biri olan hak ve adaletin<br />

temini, insanlığın toplumsal gelişimi ile birlikte gelişme göstermiştir. Sümerler<br />

döneminde yaşanan bir hadise bunun tipik bir örneği ve hattâ ilk yazılı ispatı<br />

niteliğindedir. Milattan önce 1850 yıllarında Sümer ülkesinde bir cinayet işlenmiş<br />

ve bu cinayet başkent İsin’de oturan kral Ur-Ninurta’ya ulaştırılmıştır. O da<br />

bu işin araştırılması görevini Nippur şehrindeki adalet mahkemesi halk kuruluna<br />

vermiştir. 3 Bilindiği üzere Sümerliler, ilk yazılı kanunların mucidi idiler ve<br />

şehir devletleri halinde yaşamaktaydılar.<br />

Hak ve adaletin temini, yaygınlaştırılması meselesi yalnızca gelişmiş toplumların<br />

ve onların idarecilerinin bir vasfı olmayıp aynı zamanda bütün dinlerin<br />

de titizlikle ele aldığı konular arasında yer almıştır. İslâmiyet de diğer dinler<br />

gibi zulmün ortadan kaldırılmasına son derece önem vermiş, getirdiği emir ve<br />

yasaklarla bir yandan fertlerin birbirleri ile olan ilişkilerini düzenlerken diğer<br />

yandan, o zamana kadar kabileler halinde yaşayan, Arap toplumunu devlet<br />

sistemi ile tanıştırıp onların da hak ve adalet gibi en temel haklarının devlet<br />

güvencesi altına alınmasını sağlamıştır. Bu çerçevede İslâm peygamberi Hz.<br />

Muhammed, Medine İslâm Devletinin ilk devlet başkanı olmasının yanı sıra<br />

aynı zamanda ilk başyargıçtır. Mevcut şartlar içinde ilk başkumandan ve ilk<br />

imam, kısacası en yüksek dünyevî otoriteyi kullanan kişi yine odur. Fakat onun<br />

vefatını takip eden dönemde halifeleri, yani İslâm Devletinin başkanları onun<br />

peygamberlik görevi hâriç, “devlet başkanı” sıfatıyla, uhdesinde bulundurduğu<br />

diğer bütün yetkileri üstlenmişler, ancak zamanla kumandanlığı, askerlik işlerini<br />

en iyi bilene, imamlığı, bazen bizzat kendileri yaptıkları gibi bazen de vekillere<br />

tevdi etmişlerdir. Yargıçlığı ise, yine kendileri yaptıkları gibi sırf bu iş için<br />

kadılar görevlendirmişlerdir. İslâm Devletinin sınırlarının genişlemesi ve nüfusun<br />

artması zaten bir müddet sonra doğrudan doğruya buna imkan vermemiştir.<br />

Böyle olmakla birlikte İslâm devleti idarecileri her dönemde adaleti ve istişareyi,<br />

devletin en temel unsurları haline getirmişler ve “olmazsa olmaz” olarak<br />

görmüşlerdir. Bu anlayış tarih boyunca halife veya sultan, unvânı ne olursa olsun<br />

devlet başkanlarının aynı zamanda “başyargıç” olmasını zarurî kılmıştır.<br />

Fakat bulundukları konum itibarıyla onlar, yalnızca alelâde kadıların ve mah-<br />

3<br />

S.N. Kramer - Muazzez İlmiye Çığ, Tarih Sümer’de Başlar, Ankara 1990, T.T.K. Yay., s.47.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 211<br />

kemelerin halledemediği fevkalâde dâvâlara yani Mezâlim Mahkemeleri’ne<br />

başkanlık edebilmişlerdir. İslâm alimlerinden el-Mâverdî’ye göre 4 ;<br />

Mezâlim mahkemesine başkanlık eden sultan veya ona vekâleten bu işi üstlenen<br />

şahıs, halk arasında ihtilâf çıkaranları anlaşmaya, hakları inkâr edenleri<br />

azâmetle inkârından vazgeçirmeye, geçimsizleri korku ile yola getirmeye çalışan,<br />

kötülükleri önleyen biri idi ve düzene karşı gelenleri anında cezalandırabilirdi.<br />

Kendisinde kudretli olmak, emirlerinde tesirli, nüfûz sahibi, azâmetli,<br />

namusu bakımından dürüst, tamahkâr olmayan, takvâ sahibi olmak gibi vasıflar<br />

aranırdı. 5<br />

Belki de bu sebeplerden olsa gerek, bir kısım İslâm alimleri bu fevkalâde<br />

mahkemenin menşeini Hz. Muhammed dönemine kadar dayandırırlar. Esasen<br />

Hz. Muhammed daha Peygamber olmadan önce “emin” sıfatıyla Kabe’de<br />

Hacerü’l-Esved meselesini hallederek, kamu düzenini sağlamaya yönelik oldukça<br />

önemli bir girişimde bulunmuştur. Ancak kendisine peygamberlik geldikten<br />

sonra, önünde Kur’an-ı Kerim gibi bir rehberinin de bulunması, bu gibi<br />

konularda onu tek yetkili kılmıştır. Özellikle Medine’ye hicretten sonra Ensâr<br />

ve Muhacirîn veyahut Müslümanlar ile Medine’de bulunan Yahudi kabileleri<br />

arasındaki anlaşmazlıklarda Hz. Peygamber tek müracaat merkezi olmuş, problemleri<br />

çözmüştür. Bir defasında Zübeyr bin Avvâm ile Ensâr’dan biri arasında<br />

arazi sulama meselesi yüzünden bir ihtilâf çıkmıştır. Hz. Muhammed bu meseleyi<br />

şöyle halletmiştir: Zübeyr’e<br />

- Ey Zübeyr, önce sen sula sonra da Ensâr. Bu sözler üzerine Ensâr’dan<br />

olan şahıs,<br />

- Şüphesiz o, amcanın oğludur ya Resulullah dedi. Bunun üzerine<br />

Resulullah sinirlendiler ve Zübeyr’e:<br />

- Ey Zübeyr, suyu iki topuklarına ulaşıncaya kadar akıt, buyurdu. 6<br />

4<br />

Basra’da doğan Ali bin Muhammed bin Habîb Ebi’l- Hasen ( 974-1058) el-Mâverdî,<br />

Büveyhoğulları’nın iktidarı zamanında yetişmiş, Basra ve Bağdad’da Fıkıh, Üsûl-i Fıkıh, Tefsir<br />

ve Hadis tahsil etmiştir. Fıkıhçı, Üsûlcü, Tefsirci, Edebiyatçı, Siyasetçi bir âlim olan el-<br />

Mâverdî’nin bu alanlarda pek çok eseri mevcuttur. Kendisi bir ara gül suyu (mâ-i verd) ticareti<br />

ile de meşgul olduğundan bu lakabla anılmıştır. Muhtelif şehirlerde kadılık yapan, hattâ<br />

Nişabur yakınlarındaki Ustuvâ şehrinde başkadılık görevinde bulunan el-Mâverdî,<br />

Büveyhoğulları’ndan el-Kâdir’in sarayında danışman olarak da çalışmıştır. Onun siyâsete olan<br />

ilgisi ve yakınlığı bu sahada kıymetli eserler vermesine sebep olmuştur. Kitâbu Nasihati’l-<br />

Mülûk, Kitâbu Teshîli’n- Nazar ve Ta’cîli’z-Zafer, Kitâbu Kavânîni’l- Vüzerâ, Ma’rifetü’l-Fezâil<br />

ve el-Ahkâmu’s-Sultâniyye bunlardandır.<br />

5<br />

el-Mâverdî, el-Ahkâm, s.157.<br />

6<br />

el-Mâverdî, el-Ahkâm, s.157.


212 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Resulullah böylelikle her ikisinin talebini reddetmiş ancak her ikisinin de<br />

ihtiyacına cevap vermiştir.<br />

Resulullah’dan sonra Dört Halife döneminin başlarında Müslümanların<br />

birbirleri ile aralarında öyle kayda değer büyük nizâ ve ihtilâflar çıkmamış, çıkanlar<br />

da devlet başkanı olan halifeye intikâl edecek boyutta olmamıştır. Çünkü<br />

bu ilk dönemlerde Müslümanlar, kendi özünde bulunan iman, insaf ve sorumluluk<br />

duygusunun bir gereği olarak, başkalarına zulüm ve haksızlık yapmaktan<br />

kaçınmışlardır. 7 Ancak devlet başkanlığı seçimi gecikince, insanlar arasında<br />

dedi-kodu çoğalmaya, hükümlerin tatbikinde ihmâlkârlıklar olmaya başlayınca<br />

mezâlim mahkemelerine ihtiyaç duyulur olmuştur.<br />

Mezâlim Mahkemesinin Kurumsallaşması<br />

Hz. Ali kendi döneminde mezâlim işlerine bakmak ve bu işleri yürütme<br />

amacıyla memur tayin eden ilk halife olmuştur. Hattâ o, bir gün minberde: İncitici<br />

söz söylemeye, dövmeye teşebbüse, elbise yırtmaya 9 dirhem para cezası<br />

kararı vermiştir. 8 Daha sonraki dönemlerde Hz. Ali’nin bu ve benzeri uygulamaları<br />

insanlar arasında yayılmış, hâkim ve idâreciler, mütegallibe ve mazlûmlar<br />

arasındaki ihtilâfları çözme yoluna gitmişlerdir. Bu konuda genel yargı işlerinin<br />

yarısı mezâlim mahkemelerine devredilmiş ve bunlar için hâkimlik yetkisini<br />

taşıyan şahıslar tâyin edilmiştir.<br />

İlk defa yargı işleri için belirli bir gün tâyin eden, kendisine getirilen anlaşmazlıkları<br />

bu belirli günlerde halleden kişi, Emevî halifelerinden Abdülmelik<br />

bin Mervân olmuştur. O, halledemediği işleri de kadısı İbn İdris el-Ezdî’ye havale<br />

etmiştir. Onun bu uygulamasından iki farklı sonuca ulaşmak mümkündür.<br />

Bunlardan birincisi; bu dönemde Mezâlime gelen davaların çeşitliliği, yani alelade<br />

davalar olmadığıdır ki, Halife Mervan belki de bunların bir kısmını halledecek<br />

şer’i bilgi ve yeterliliğe sahip olmadığını düşündüğünden böyle bir yola<br />

başvurmuştur. İkincisi ise Mervan’ın yukarıda belirttiğimiz gibi İslâm devlet<br />

başkanlarının son derece önem verdikleri Mezâlim mahkemesi riyasetini zaman<br />

zaman adalet ve liyakâtlerinden emin oldukları kişilere devretme yönünde bir<br />

tercih kullandıklarıdır.<br />

Yine Emevî halifelerinden Ömer bin Abdülaziz halife olunca bizzat kendisi<br />

sünnete uygun bir şekilde mezâlim işlerine bakmaya, ihtilâfları çözmeye başlamıştır.<br />

Emevîler’in zorluk ve sıkıntılarını, kalblerindeki korkularını yok eden<br />

7<br />

Corcî Zeydân, İslâm Uygarlıkları Tarihi, (Günümüz Türkçesi’ne çev.:Nejdet Gök), İstanbul,<br />

2004, İletişim Yay., c.I, s.310.<br />

8<br />

el-Mâverdî, el-Ahkâm, s.158.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 213<br />

bu şahsa etrafındakiler bir gün; “hayatından korkuyoruz” dedikleri vakit, o<br />

cevaben; “Şimdi onlardan kendimi korursam, ahirette beni kim koruyacak?”<br />

demiştir 9 .<br />

Emevîler döneminden sonra Abbâsîler döneminde de bazı halifeler mezâlim<br />

işlerine büyük önem vermişlerdi. Bunlar arasında Mehdî, Hadî, Harûn<br />

Reşid ve oğlu Me’mûn’u zikretmek gerekir. Me’mun halkın şikayetlerini dinlemek<br />

için pazar gününü ayırmıştır. Bir gün mezalim meclisinden çıkarken üstü<br />

başı perişan bir kadın ile karşılaşmış ve sebebini sorduğunda kadın, onun oğlu<br />

Abbas’tan şikayetçi olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Me’mun, oğlu Abbas<br />

ile kadını yüzleştirmiş ve kadını haklı görünce lehine hüküm vermiştir. Böyle<br />

olmakla birlikte Me’mun’un Mezâlim işlerini zaman zaman o dönemde başkadı<br />

olan Yahya bin Eksem’e bıraktığı da olmuştur. Kardeşi Mu’tasım ise Ahmed bin<br />

Davud’u bu işle görevlendirmiştir. 10<br />

Abbasi halifeleri Muhtedi’den sonra mezâlim divanlarına katılmamışlar ve<br />

halkın şikayetlerini dinleme işlerini vezirlerine havale etmişlerdir. Halifelerin<br />

güç ve otoritelerinin giderek zayıflamaya başladığı dönemlerde ise valiler bu işi<br />

üstlenmişlerdir. 11<br />

Tarihte yüzlerce devlet kurmuş ve bu devletleri başarıyla idare etmiş olan<br />

Türk hükümdârları da hak ve adalete son derece büyük önem vermişlerdir.<br />

Zaten devlet kurmak ve idare etmek, kamu hukuku meydana getirmek demektir.<br />

12 Bu sebeple hak ve adalet devletin ve toplum hayatının temel prensibi olarak<br />

kabul edilmiştir. Türk hükümdarları gerek İslâmiyet’in kabulünden önce ve<br />

gerekse İslâmî dönemde hâkimi oldukları milletin hak ve hukukunu gözetip,<br />

bu konuda gerekli tedbirleri almayı en mühim vazifeleri arasında görmüşlerdir.<br />

Eski Türklerde adlî teşkilâtın, hükümdarın başkanlığındaki yüksek devlet<br />

mahkemesi (“Yargu” siyasi suçlarla meşgul) ile, hakan adına örfî hukuku (töre<br />

hükümlerini) uygulamakla görevli yargan (yargucı)lar ve maiyyetlerinden ibaret<br />

olduğu anlaşılmaktadır. 13 Asya Hun devletinde Tanhu ile -evlilik yoluylaakrabalık<br />

bağı olan bazı aile mensuplarının yargıçlık görevi yaptıkları belirtilmiştir.<br />

14 Avrupa Hun devleti hükümdarı Attilâ kendisine suikast hazırlayan<br />

9<br />

el-Mâverdî, el-Ahkâm, s.158-159.<br />

10<br />

Corcî Zeydân, İslâm Uygarlıkları, s.311.<br />

11<br />

Corcî Zeydân, İslâm Uygarlıkları, s. 311.<br />

12<br />

Salim Koca, Türk Kültürünün Temelleri, Ankara, 2003, c.II, s. 84.<br />

13<br />

İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul, 1989, VI. Baskı, s.280.<br />

14<br />

M. Mori, “Kuzey Asya’daki Eski Bozkır Devletlerinin Teşkilâtı”, Tarih <strong>Enstitüsü</strong> Dergisi, İstanbul,1978,<br />

S.9, s.217.


214 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Bizans suikastçilerinden biri olan ve aynı zamanda Bizans heyetinin tercümanlığını<br />

yapan Bigila (Vigilas)’yı bir heyet önünde alenen sorguya çekmiştir. 15 Yine<br />

Göktürk “ayguçı”sı meşhur Tonyukuk, Kapgan Kagan tarafından bu mevkiden<br />

uzaklaştırıldığı yıllarda (705-716) yüksek devlet mahkemesi üyeliği<br />

(yarganlık) yapmıştı. 16 Bu bir bakıma İslâmiyet’ten önce Türklerde Mezâlim<br />

Mahkemesi benzeri bir kurumun varlığı manâsına da gelir, ancak verilen örneklerden<br />

anladığımız kadarıyla eski Türkler’deki bu mahkeme, daha ziyade<br />

hükümdara ve devlete karşı suç işleyenleri yargılayan bir kurumdur.<br />

Böylesine güçlü bir hukukî kültüre ve adalet teşkilâtına sahip olan Türkler,<br />

İslâmiyetin kabulünden sonra da yabancı olmadıkları mezâlim kurumunu kolayca<br />

benimsemişler ve hatta geliştirmişlerdir. 17<br />

Abbasiler döneminde Mısır’da Tolunoğulları Devleti’ni (875-905) kuran<br />

Ahmed bin Tolun, mezalim işlerine öylesine önem vermiştir ve halk da ona o<br />

derece güvenmiştir ki, bu dönemde Mısır’da adlî davalara bakan kadı Bekkâr<br />

neredeyse vazifesinden azl edilmişçesine dava göremez hale gelmiştir. 18<br />

Tolunoğulları Devletinden sonra Mısır’da kurulan ikinci Türk devleti olan<br />

Ihşidîler Devleti (935-969) döneminde de mezâlim oturumları tertip edilmiştir.<br />

Türkler’in ve Türk hükümdarlarının adalete verdiği değer hususunda en<br />

manidâr hadiselerden biri de Karahanlılar döneminde kaleme alınıp, Türk devlet<br />

geleneğini ve felsefesini en iyi anlatan siyasetnâmelerden biri olan Kutadgu<br />

Bilig’de geçer. Burada müellif Yusuf Has Hâcib , adalete “Kün Toğdı” adını verir<br />

ve onu hükümdar yerine koyar. 19 Yani hükümdarlığın en önemli vasıflarından<br />

olan adalet, bir bakıma hükümdarlıkla özdeşleşmiştir. Bu anlayış Türk devletlerinin<br />

hepsinde geçerliliğini korumuştur ve Türk hükümdarlarını tıpkı<br />

Emevî ve Abbâsîler’in adaleti ile meşhur halifeleri gibi haftanın belirli günlerinde<br />

belirli bir yerde mezâlim meclisleri tertip etmeye sevk etmiştir. Türk hükümdarları<br />

bu meclislerde ya bizzat kendileri mezâlim mahkemesine başkanlık<br />

etmişler veya kendi yerlerine bu mahkemeye başkanlık edebilecek dirâyettecrübe<br />

ve bilgi birikimine sahip birini bu işle görevlendirmişlerdir. Meselâ<br />

Gazneliler döneminde “Mezâlim Divânı”na bizzat hükümdâr da gelirdi. Bura-<br />

15<br />

İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, s.280; Şerif Baştav, Büyük Hun Kağanı Attila, Ankara<br />

,1998, K.B. Yay., s.71.<br />

16<br />

İ.Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, s.280.<br />

17<br />

Vecdi Akyüz, “Müslüman Türk Devletlerinde Divan-ı Mezâlim Kurumu”, Türkler, c.V, Yeni<br />

Türkiye Yayınları, s. 210.<br />

18<br />

Kındî Ebû Ömer Muhammed bin Yusuf, Kitâbü’l-Vulât ve’l-Kudat, (Yay.:R.Guese), Beyrut, 1908,<br />

s.512.<br />

19<br />

Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig (Ter.: Reşid Rahmeti Arat ), Ankara, 1991, V. Baskı, s. 7, b.68.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 215<br />

da hükümdar büyük-küçük rütbeye bakmadan halkının en basit kişisinin dahi<br />

şikâyetini dinler ve dâvâsına bakardı. 20<br />

<strong>Selçuk</strong>lular ve Zengîler döneminde ise hükümdârlar Pazartesi ve Perşembe<br />

olmak üzere haftanın iki günü “Mezâlim Divânı” tertip etmişlerdir. 21 Özellikle<br />

Büyük <strong>Selçuk</strong>lu Devleti sultanlarının askerî ve siyasî otoriteyi sağlaması, o dönemde<br />

halifeliğin ve İslâm dünyasının içine düştüğü anarşiden kurtarılması<br />

için adetâ bir zaruret olarak karşılanmış, böylelikle mutlak otorite ve adalet<br />

kavramlarına dayanan güçlü bir yapı ortaya çıkmıştır. 22 <strong>Selçuk</strong>lu veziri<br />

Nizâmü’l-Mülk’ün meşhur eseri Siyâset-nâme’de: “Padişah için haftada iki gün<br />

Mezâlim’e oturmaktan, haklıyı haksızdan ayırmaktan, adalet dağıtmaktan<br />

raiyyet’in sözünü, vasıtasız kendi kulağı ile işitmekten başka çare yoktur. Onların<br />

daha mühim olan birkaç dilekçeyi arzetmeleri, (hükümdar)ın da (dilekçelerin)<br />

her biri hakkında bir yazılı emir ( misal) vermesi gerekir. Zira, cihân hakiminin<br />

zulme uğrayanlar ve adalet isteyenleri haftada iki gün huzuruna davet<br />

ettiği ve sözlerini dinlediği haberi memlekette yayılınca, bütün zalimler korkarlar;<br />

ellerini çekerler( kısa tutarlar) (hiç) kimse cezalandırılma korkusu ile zulüm<br />

ve yağmaya cesaret etmez” denilmektedir. 23 Nizâmü’l-Mülk’ün bu ifadelerinden<br />

de anlaşıldığı gibi, <strong>Selçuk</strong>lu Devletinde Mezâlim Mahkemeleri, kamu düzenini<br />

sağlama hususunda oldukça etkin bir rol oynamakta idi.<br />

20<br />

Erdoğan Merçil, “Gazneliler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi., c. VI, s. 295.<br />

21<br />

<strong>Selçuk</strong>lular ve Harezmşahlar zamanında adliyenin , “Şer’i yargı” ve “Örfî Yargı” olarak ikiye<br />

ayrıldığına hükmetmek mümkündür. Çünkü şer’i davalara kadılar bakarken, örfî ve kanunî<br />

meseleleri halletmekle görevli ayrı mahkemeler bulunuyordu. Bu mahkemeler Adalet Teşkilatı’nın<br />

başkanı, başka bir deyişle “Adalet Bakanı” konumunda bulunan ve kendisine “Emir-i<br />

dâd” veya “Dâdbeg” denilen kişiye bağlıydılar.Taşrada sözünü ettiğimiz bu görevlinin naipleri<br />

ve inzibat memurları bulunuyordu. Bu teşkilatın üstünde, ağır siyasî suçlar sultanın başkanlığındaki<br />

mahkeme: Divan-ı Mezâlim’de veya Türkçe ismiyle “Yuwuluk’us-Sultan’da<br />

hükme bağlanırdı. Burada geçen “yuwuluk” kelimesine Divan-ı Lügati’t-Türk de rastlıyoruz:<br />

“Oğlan yuwuldı (oğlan uslandırıldı, haşarılığı yatıştırıldı) şeklinde geçiyor ki, mahkeme etme<br />

ve cezalandırma doğrudan doğruya uslandırma amaçlı olduğu için iki tabir arasında mantıklı<br />

bir ilgi mevcuttur. (İ. Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, s.354; Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-<br />

Türk, (Ter.:Besim Atalay),Ankara, 1992, III.Baskı, c.3, s.80).<br />

22<br />

Nejdet Gök, “Türk- İslâm Kültüründe Adalet Anlayışı ve Osmanlı Uygulamalarından Örnekler”,<br />

Türkler,c.XI, s.66. Esasen Büyük <strong>Selçuk</strong>lu Adlî Teşkilâtı’nın gücü tıpkı diğer <strong>Selçuk</strong>lu kurumlarında<br />

olduğu gibi muhtelif unsurların bir araya gelmesinden kaynaklanmaktadır. Zira<br />

<strong>Selçuk</strong>lu kurumlarına baktığımız zaman; bir yandan Gazneliler teşkilâtı vasıtasıyla intikal<br />

eden Abbasî-Samanî gelenekleri, diğer yandan yine Gazneliler ve Karahanlılar’dan intikal<br />

eden Eftalit, Köktürk ve Uygur gelenekleri ve nihayet devletin kurucusu ve asli unsuru olan<br />

Oğuz kabile gelenekleri ile karşılaşırız. Bu sebeple Büyük <strong>Selçuk</strong>lu Adlî Teşkilâtı’nda Şer’i hukuk<br />

kadar “Türk töresi”nin de etkisi vardır.Bu konuda ayrıca bkz.Fuad Köprülü, “Ortazaman<br />

Türk Hukukî Müesseseleri”, Türkler, c. V.<br />

23<br />

Nizâmü’l-Mülk, Siyâset-nâme, (Hzl.: M. Altay Köymen), Ankara, 1999, T.T.K. Yay., s.10.


216 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Türk Devletlerinde adalet ve kamu düzeni konusundaki hassasiyet <strong>Selçuk</strong>lulardan<br />

sonra da devam etmiştir. Hükümdarların halkı “kendi kulağıyla dinleme”<br />

geleneği Büyük <strong>Selçuk</strong>lular’dan sonra Harezmşahlar ve Zengiler döneminde<br />

de revaç bulmuştur. 24 Harezmşahlar döneminde halkın şikayet dilekçelerini<br />

sultana iletmekle görevli hususi bir görevli tayin edilmiştir. “Kıssadârlık”<br />

makamı denilen bu makama tayin edilen kişinin doğrudan sultana bağlı olduğu<br />

anlaşılmaktadır. 25 Ayrıca Harezmşahlar’dan Muhammed bin Tekiş’in annesi<br />

Türkmen Hatun’un bizzat kendisinin mezâlim oturumları yaptığını görüyoruz.<br />

26 Bu husus Mezâlim kurumunun gelişimi açısından farklı bir örnek teşkil<br />

etmekle birlikte daha önce Asya Hunları’ndaki bir uygulama ile benzerlik gösterir.<br />

Zirâ Asya Hunları’nda da tanhu ile akrabalık bağı olan kişiler, halkın şikayetlerini<br />

dinleyip töre çerçevesinde hüküm verebiliyorlardı.<br />

Zengiler döneminde ise özellikle Zengî Devleti Sultanı Nureddin<br />

Mahmud’un, zamanımıza kadar gelen “el-Âdil” unvanı o dönemde onun diğer<br />

unvanlarının hepsinden daha meşhur ve yaygın olarak biliniyordu. 27 Gerçekten<br />

de Nureddin iktidarı döneminde bu unvanı fazlasıyla hak edecek pek değerli<br />

icraatta bulunmuştu. Her şeyden önce o, bu mahkeme için ”Dârü’l-Adl” denilen<br />

husûsî bir mekan yaptırmakla tarihe geçmişti. 28 Daha önce hiçbir hükümdârın<br />

böyle bir girişimi olmamıştı. Mezâlime gelen dâvâlar genellikle şehrin Cuma<br />

24<br />

Harezmşah hükümdarı Celâleddin Harezmşah’ın (ölm.1231)müverrihi Nesevî’nin diğer İslâm<br />

devletlerindeki benzer kurumlara benzeterek “Divânü’l-Mezâlim (Mezâlim Divanı)” olarak<br />

açıklamaya çalıştığı bu mahkeme Celâleddin’in ordusunda vazife görmekte idi. Devletin merkezinde<br />

ve hattâ büyük askerî merkezlerde bu tür kurumların varlığı gayet tabiî idi. (Fuad<br />

Köprülü, “Ortazaman Türk Hukukî Müesseseleri”, Türkler, c. V,s.243). Ortaçağlar boyunca<br />

askerlik san’atında bütün milletlerin takdir ve gıptasıyla karşılaşan Türkler’in, ordu için bu<br />

tarz bir mahkeme kurmaları ve bu mahkemelerde örf ve âdete ve devletin örfî kanunlarına göre<br />

hüküm verdikleri bilinmektedir. Onların bu gelenekleri zamanla İslâmî bir renk almıştır.<br />

“Ordu kadılığı” denilen kurum da , bu geleneğin devamından başka bir şey değildir. Bu kurum,<br />

<strong>Selçuk</strong>lular, Eyyûbîler, Memlûkler ve Osmanlılar dahil olmak üzere pek çok Türk-İslâm<br />

Devleti’nde etkin bir şekilde varlığını devam ettirmiştir.<br />

25<br />

Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, Dün-Bugün, İstanbul, 1993, M.E.B.Yay., II.Baskı,s.160; Vecdi<br />

Akyüz, “Müslüman Türk Devletlerinde Divan-ı Mezâlim Kurumu”,s.212.<br />

26<br />

İbn Haldûn, Abdurrahman, Tarihu İbn Haldûn (Kitâbü’l-İber ve Divânü’l-Mübtedâ ve’l-Haber),<br />

Beyrut, tarihsiz, c.V, s.235. Türk tarihinde “Katun” veya “Hatun” adı ile anılan hükümdar eşleri<br />

veya annelerinin devlet içindeki konumları hakkında fikir sahibi olmak için bkz.: H.Namık<br />

Orkun, Eski Türk Yazıtları, Ankara,1994; Muharrem Ergin, Orhun Âbideleri, İstanbul, 1988, Boğaziçi<br />

Yay.,.XII.Baskı; Bahriye Üçok, İslâm Devletlerinde Türk Nâibeler ve Kadın Hükümdarlar,<br />

Ankara, 1981. Ayrıca Türkmen Hatun ve faaliyetleri hakkında bkz.: İbrahim Kafesoğlu,<br />

Harezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara, 1956.<br />

27<br />

Nureddin’ in el-Adil’den başka el-Alim ve el-Arif olmak üzere iki farklı ünvanı daha vardı.<br />

Bu hususta bkz. Nikita Elısséeff, Nûr ad-Din, un Grand Prince Musulman de Syrie au Temps des<br />

Croisades, Institut Français de Damas 1967, (I-III); Bahaeddin Kök, Nûruddin Mahmud bin Zengi<br />

ve İslâm Kurumları Tarihindeki Yeri, İstanbul, 1990 .İşaret Yay.<br />

28<br />

Bahaeddin Kök, Nûruddin Mahmud bin Zengi,s.102.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 217<br />

Camii’nde hükümdarın başkanlık ettiği meclislerde hallediliyordu. Fakat İslâm<br />

tarihinde ilk defa olarak Nureddin Mahmud, Haleb’de bir mahkeme binâsı<br />

“Dârü’l-Adl”i yaptırmıştı. 29<br />

Nureddin, daha sonra Kadı Kemâlüddin eş-Şehrizûrî’nin de teşvikiyle<br />

Dımaşk’ta da bir “Dârü’l-Adl” yaptırdı. Darü’l-Keşf dediği bu binânın yapılış<br />

sebebini İbn Vâsıl ve el-Makrîzî şöyle açıklar: Nureddin Mahmud, emîrleriyle<br />

birlikte saltanat merkezi olan Dımaşk’ta otururdu. Fakat o, uzun süreli olarak<br />

buradan ayrıldığı vakit, emîrlerinden Esedüddin Şirkûh 30 , büyük mülkler edinip<br />

oldukça nüfûzlu bir hâle geldiğinden adetâ saltanat şeriki gibi davranırdı.<br />

Nâibleri de halka zülmederdi. Bu yüzden halkın Esedüddin Şirkûh’dan şikâyeti<br />

artmıştı. Bu sebeple Nureddin Mahmud, Esedüddin ve halka zülmeden sâir<br />

devlet erkânının yargılanması için bu binâyı inşâ ettirdi. 31<br />

Daha önce belirttiğimiz gibi Nureddin Mahmud, inşâ ettirmiş olduğu bu<br />

Adalet Sarayı’nda haftada iki gün kadılar ve fakihlerin de hazır bulunduğu<br />

meclisler tertip ederdi. Bu meclislerde halkın, üst düzey devlet görevlileri,<br />

zıman usülü 32 zekât toplayan zekât memurları ve sâire ile olan dâvâlarına bakardı.<br />

Kısacası halk ve devlet (hükümet) arasındaki anlaşmazlıklar bu Adalet<br />

Sarayı’nda çözüme kavuşurdu.<br />

Hem <strong>Selçuk</strong>lular ve ve hem de Zengiler ile muasır olup Şia esaslara dayanan<br />

Fâtimîler döneminde de mezâlim oturumları tertip edilirdi. Ancak bu divânlara<br />

bizzat Fâtimî halifeleri değil onların oldukça geniş yetkileri hâiz vezirleri<br />

başkanlık ederdi. Bilindiği üzere Fâtimî vezirleri “vezâret-i tefviz” yetkilerini<br />

kullanıyorlardı. Hattâ Halife el-Âzıd, Fâtimîler’in büyük vezirlerinden es-<br />

29<br />

Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul, 1983, s.134; Mehmet Altay<br />

Köymen, Alp Arslan ve Zamanı II, Ankara, 1983, Ankara Üniv. D.T.C.F. Yay.s. 151;<br />

30<br />

Esedüddin Şirkûh, Eyyûbî Devleti’nin kurucusu Selahaddin Eyyûbî’nin amcasıdır.<br />

31<br />

İbn Vâsıl, Cemâlüddin Muhammed bin Sâlim, Müferricü’l- Kürûb fi Ahbâr-ı Benî Eyyûb (İlk üç<br />

cildin tahkiki: Cemâlüddin eş-Şeyyâl), Kahire, 1953-1960 ve (IV. ve V. Ciltlerin tahkiki:<br />

Hasaneyn Muhammed er-Rabie), Kahire 1972-1977, c. I, s. 268-269; el-Makrîzî, Kitâbü’l-Mevâiz<br />

ve’l-İtibar bi-Zikri’l-Hıtat ve’l-Âsâr, tarihsiz, Bulak bsm, c.II, s. 208,<br />

32<br />

İslâm Devletlerinde, devletin en önemli gelir kaynaklarından biri zekat idi. İnsanların hayatını<br />

idâme ettirmek için elde ettiği gelirden değil, dinen nisâb miktarını aşan, kazançtan alınan zekat,<br />

bir bakıma vergi gibi idi. Bazen bizzat devlet tarafından görevlendirilen zekat memurlarınca<br />

toplandığı gibi bazen de devlete belirli bir miktarda zekat toplayabileceğini garanti edip<br />

bunu bir kefaletle belirten kişi ya da kişilerce toplanırdı. İşte bu ikinci usûl, Arapça garanti, kefalet,<br />

güvence ve sigorta gibi manâlara gelen “zıman” kelimesiyle ifade edilirdi. Zekat konusunda<br />

geniş bilgi için bkz. Hayreddin Karaman, “Zekât”, mad., M.E.B. İslâm Ansiklopedisi ,<br />

c.XIII, s. 495-496.


218 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Sâlih Talâî bin Ruzzik vezârette bulunduğu sırada oğlunu da mezâlime bakmak<br />

ve orduya kumanda etmekle görevlendirmişti. 33<br />

Eyyûbîler Döneminde Mezâlim Mahkemeleri<br />

Fâtimîler’den sonra Mısır’da 1174 senesinde tamamıyla müstakil hareket<br />

edip Eyyûbî Devleti’ni kuran Selahaddin de tıpkı sarayında yetiştiği ve Mısır’daki<br />

ilk dönemlerinde tâbi olduğu Nureddin Zengi gibi adaleti, devletin<br />

temel prensiplerinden biri olarak gördü ve pek çok tatbikatıyla bunu gösterdi.<br />

Devletini kurduktan sonra Kahire’de metbû’ Nureddin’in inşâ ettirmiş olduğu<br />

Dârü’l-Adl’e benzer, bir bina inşâ ettirerek burada, Ramazan ayı hâriç, haftada<br />

iki gün pazartesi ve perşembe aralarında kadıların, fakihlerin ve âlimlerin bulunduğu<br />

mezâlim meclisleri tertip ettirmeye başladı. 34 Bu meclisler büyük küçük<br />

herkese açıktı. Bunun yanısıra halk, haftanın diğer günleri de gelip sultana<br />

şikâyetlerini arz edebilirlerdi. Kendisinin hayatını kaleme alan İbn Şeddâd’ın<br />

naklettiğine göre, Selahaddin döneminde Kahire’de inşâ edilen söz konusu bu<br />

Dârü’l-Adl’in kapısı sürekli şikâyetlere açık idi. Selahaddin, bütün zamanını<br />

mezâlime gelen bu şikâyetleri incelemekle geçirir, sonra da gece veya gündüz<br />

farketmeksizin mezâlim kâtibi ile bir saat oturarak bunları istişâre ederdi. 35<br />

Selahaddin’in adalete verdiği önem hususunda İbn Şeddâd’da geçen iki<br />

hadise oldukça mühimdir. Bunlardan birincisi, Selahaddin’in hâssa birliğinde<br />

görevli olup kendisinin yakın adamlarından biri ile yeğeni Takıyüddin Ömer<br />

arasında geçen bir anlaşmazlık sebebiyle, yeğenini yargılanmak üzere hâkim<br />

önüne çıkmaya zorlamasıdır. İkincisi ise, Selahaddin ile Ömer el-Ahlatî olarak<br />

bilinen Tâcir Şeyh Hasan arasında geçen hâdisedir. Buna göre Şeyh Hasan Kudüs’te<br />

Kadı İbn Şeddâd’a gidip sultandan dâvâcı olur. İbn Şeddâd, dâvânın sebebini<br />

sorduğunda, Şeyh Hasan, o vakit ölmüş olan Sungur el-Ahlatî’nin daha<br />

önce kendisinin kölesi olduğunu, onun ölümüyle bu zât üzerindeki mülkiyet<br />

hakkının kaybolmadığını, sultanın Sungur el-Ahlatî’nin mallarına el koyduğu-<br />

33<br />

Halife el-Âzıd’ın Ruzzik bin es-Sâlih Talâî bin Ruzzik’i Mezâlim’in idâresi ve ordu kumandanlığı<br />

ile görevlendirdiğine dâir sicil, el-Kalkaşandî’de kayıtlıdır (el-Kalkaşandî, Ahmed bin Ali,<br />

Subhu’l-‘Aşâ fi Sınâati’l-İnşâ, (Tahkik, açıklama ve ilâveler: Muhammed Hüseyin Şemsüddin),<br />

Beyrut-Lübnan , 1987, Darü’l-Fikr Neşriyâtı, c. X, s.334 v.d.; el-Makrîzî, el-Hıtat, c. II, s. 207-208,<br />

Bulak bsm. ).<br />

34<br />

İbn Şâhinşâh el-Eyyûbî, Muhammed bin Takıyüddîn Ömer, Mizmârü’l-Hakâik ve Sırrü’l-Halâik<br />

(Tahkik, Hasan Habeşî), Kahire, 1968, Alemü’l-Kutûb, s.53; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Şemsüddin Ebî’l-<br />

Muzaffer Yûsuf bin Kızoğlu et-Türkî, Mir’âtü’z-Zaman fî Tarihi’l-Ayân, Haydarâbâd, 1951, Meclis-i<br />

Dâireti’l- Maârifi’l-Osmaniyye, c.VIII, I.Kısım, s. 283; el-Makrîzî, el-Hıtat, c.II, s.208, Bulak<br />

bsm.<br />

35<br />

İbn Şeddâd, Bahâüddin, en-Nevâdirü’s-Sultaniyye ve’l-Mehâsinü’l-Yûsufiyye (Siretü Selahaddin),<br />

Kahire, 1994, II.Baskı, s. 42.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 219<br />

nu iddiâ ederek bu malları istediğini belirtir. İbn Şeddâd: “Ya Şeyh! bunun için<br />

mi buradasın?” dediğinde Şeyh Hasan, “Hukuk gecikmekle iptâl olmaz, bu durum<br />

kitapta kayıtlıdır. Onun ölümü benim mülkiyet hakkımı ortadan kaldırmaz”<br />

der. Bunun üzerine İbn Şeddâd, durumu tahkik için Şeyh Hasan’ın elindeki<br />

kayıtları inceler. Nihâyet Şeyh Hasan’ın Sungur el-Ahlatî’yi Erciş’te bir<br />

tüccardan satın aldığını ve bu olayın tarihini bulur. Bu hâdise Selahaddin’e intikâl<br />

eder. Aynı kişi bu defa da Selahaddin’in huzurunda aynı şeyleri iddia<br />

edince, Selahaddin kendisini cesaretinden dolayı kutlayıp bir hil’at ile büyük<br />

bir bağışta bulunur. 36<br />

Eyyûbîler döneminde gerek Selahaddin ve gerekse onun halefleri zamanında<br />

sadece Mısır’da değil, Eyyûbî hânedanı mensuplarının hâkim olduğu<br />

diğer eyâletlerde de Mezâlim Divânları tertip edilir ve bunlara bu eyâletlerin<br />

hâkimleri başkanlık ederdi. 37 Çünkü devlet daha başlangıçtan itibaren Eyyubî<br />

ailesi mensupları arasında bölüşülmüştü ve her bir eyalet yarı müstakil bir idare<br />

ile yönetiliyordu. Bu bakımdan adetâ federasyonel bir yapı arz ediyordu.<br />

Eyâletlerdeki hâkimler yaptıkları pek çok işte olduğu gibi Mezâlim hususunda<br />

da Mısır’daki büyük sultanı örnek alıyorlardı. Meselâ Selahaddin’in oğlu Haleb<br />

hakimi el-Melik ez-Zâhir Gıyâsüddin Gâzî, Haleb’de bir Dârü’l-Adl yaptırmış<br />

ve her pazartesi ve perşembe günleri mezâlim meclisleri tertip ettirmiştir. 38 Yine<br />

Dımaşk, Haleb ve Hama’daki Eyyûbî hâkimleri pazartesi ve perşembe günlerini,<br />

hâkimi oldukları eyâletin dahilî işleri ile kamu meseleleri ve umûmî kazâ<br />

yâni mezâlime ayırmışlardır. el-Kalkaşandî bu eyâletlerde nâibler tarafından<br />

Darü’l- Adl’de tertip edilen bu tür meclislere “el-Mevkıb” denildiğini kaydeder.<br />

39<br />

el-Kâtibü’l-İsfahânî, Selahaddin’in Dârü’l-Adl’de kadılar ve âlimler huzurunda<br />

meclisler tertip ederek işe başladığını, kazâ ve hükümlerle haklının haksızdan<br />

ayırt edilip herkese hakkının verildiğini bildirir. 40 el-İsfahânî,<br />

Selahaddin’in gerek Kahire’deki ve gerekse Dımaşk’taki Dârü’l-Adl’de tertip<br />

36<br />

İbn Şeddâd, en-Nevâdir, s. 42-46.<br />

37<br />

Eyyubî Devleti, Mısır merkez olmak üzere Suriye, Yemen ve Güneydoğu Anadolu’nun belirli<br />

bir bölümüne hâkim olmuş ve bu hâkim olunan yerler de kendi içinde farklı idare birimlerine<br />

bölünmüştü. Meselâ Suriye; Dımaşk, Haleb, Hama ve Hıms gibi dört büyük eyâletten oluşuyordu..<br />

38<br />

Sıbt, Mir’ât, c.VIII, II.Kısım, s. 580.<br />

39<br />

el- Kalkaşandî, Subh, c. IV, s.229-232; A.Gassân Sebanu, Memleketü Hama el-Eyyûbîyye, Dımaşk,<br />

1984, Darü’l Kuteybe Yay, s. 145. Esasen tören/alay/merasim manâsındaki bu ıstılâh,<br />

Eyyûbîler’den önceki hiçbir Türk ve İslâm Devleti’nde bu manâda kullanılmamıştır. Kelimenin<br />

bu manâda kullanımı yalnızca Eyyûbîler’e hastır.<br />

40<br />

el-Kâtibü’l-İsfahânî, el-Fethü’l-Kussi fi’l-Fethi’l-Kudsî (Tahkik ve şerh: Muhammed Mahmud<br />

Subh), Kahire, 1965, Dârü’l-Kavmiyye Neşriyatı, s. 214.


220 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

ettiği pek çok mecliste hazır bulunmuştur. Bu sebeple onun bu hususta verdiği<br />

bilgiler oldukça değerlidir. el-İsfahânî, 1175 senesinde Dımaşk’taki Dârü’l-<br />

Adl’de Selahaddin’in huzurunda oturup onun buyurduğu işleri yaparken dönemin<br />

meşhur şâirlerinden Hımıslı amâ şâir Ebu’s-Sa’adât el-Menâvat gelmiş<br />

ve Selahaddin’i metheden bir kaside söylemiştir. Bu kasidenin beyitlerinden<br />

birinde:<br />

“O öyle bir meliktir ki, ülkedeki bütün gelinlerin duvağı açılsa,<br />

Tacları onun eşsiz adâletiyle süslenmiştir.” 41 Şeklinde Selahaddin’in adâleti<br />

övülür.<br />

Eyyûbîler döneminde Mısır’da ve diğer eyâletlerde düzenlenen bu mezâlim<br />

meclislerinde yalnızca mezâlim işleri görülmezdi. Mezâlim işlerine bakıldıktan<br />

sonra devletin diğer işleri, tâyin ve azillerin müzâkereleri yapılırdı. Bu yönüyle<br />

Eyyubî Mezâlim mahkemelerini bir bakıma Büyük <strong>Selçuk</strong>lular’da sultanın ve<br />

üst düzey devlet görevlilerinin hazır bulunup devlet işlerini görüştüğü “Divanı<br />

Âli” gibi mütalaa etme imkanı doğsa da tam olarak bir yargıya varmak mümkün<br />

değildir. Zirâ Mezâlim meclislerinin toplanma sebebi bütünüyle hukukî<br />

amaçlıdır. Devlet işlerinin burada görüşülme sebebi ise; sultan dâhil bütün devlet<br />

erkanının burada hazır bulunmasının vermiş olduğu fırsatın kullanılması ile<br />

alâkalı olabilir. 42<br />

Kaynaklardan anladığımız kadarıyla Eyyûbî sultanlarının hemen hepsi diğer<br />

devlet işleri görüşülsün veya görüşülmesin Mezâlim Mahkemelerinde bizzat<br />

bulunmaya büyük önem vermişlerdir. Onlar Mezâlime baktıkları zaman<br />

saltanat tahtı üzerinde oturmazlardı. Tahtın yanında ayakları yere değecek bir<br />

halde bir kürsü üzerinde otururlardı. Sultan bu kürsüye oturunca sağ tarafında<br />

dört mezhebin başkadıları ve önünde Beytü’l-Mâl vekili ve diğer âmme memurlarıyla<br />

muhafızlar ve saray hizmetkârları hazır bulunurdu. 43 Ancak ilk defa<br />

olarak Eyyûbî sultanı el-Melik es-Sâlih Necmüddin Eyyûb, çok utangaç olup<br />

insanlarla yüzyüze gelmekten kaçındığı için mezâlimde bir takım düzenlemeler<br />

41<br />

Ebû Şâme, Şihâbüddin Abdurrahman bin İsmail bin İbrahim bin Osman el-Makdisî ed-<br />

Dımaşkî eş-Şâfiî, Kitâbu’r-Ravzateyn fî Ahbâri’d-Devleteyn (en-Nûriyye ve’s-Salâhiyye), (Tahkik,<br />

dipnot ve ilâveler: İbrahim Şemsüddin), Beyrut, 2002, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, c.II, s. 257-259.<br />

42<br />

Ayrıca yukarıda değindiğimiz gibi daha Resullulah döneminden itibaren Müslümanlar’ın her<br />

türlü dinî ve dünyevî problemleri ile devlet yönetimine dair işlerin pek çoğunun şehrin Cuma<br />

Camisinde halledilmesi geleneğinin burada etkili olduğu muhakkaktır.<br />

43<br />

el-Makrîzî, el-Hıtat, Bulak bsm, c.II, s. 224; Corcî Zeydân, İslâm Uygarlıkları, s. 312.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 221<br />

yapmıştır. Mezâlim başkanlığına kendi yerine İftihârüddin Yâkût el-Cemâlî’yi<br />

tâyin etmiştir. 44<br />

es-Salih’in bu istisnâ durumu hâriç Eyyûbî Mezâlim Divânları’nda el-<br />

Mâverdî ve en-Nuveyrî’nin Mezâlim Divânı’nda mutlaka bulunmaları gerektiğini<br />

bildirdikleri görevliler daima hazır bulunmuşlardır.<br />

Mezâlim Mahkemelerinin son derece fonksiyonel olduğu Eyyûbîler döneminde<br />

(1174-1250) hükümdarların adalet işlerine bu denli önem vermelerinin<br />

yanı sıra adlî teşkilâtın lokomotif görevini üstlenen kadılar da itina ile seçilirdi.<br />

İlmiyye sınıfının ileri gelenlerinden olan bu kadılar, müderrislik ve hatiplik gibi<br />

eğitim-öğretim görevi de ifâ edebiliyorlardı. Başkadıların pek çoğu Mısır’daki<br />

“es-Sâlihiyye” ve Dımaşk’taki el-Medresetü’ş Şâmiyye el-Berraniyye’de müderrislik<br />

etmişlerdi. Sultan tarafından tayin edilen başkadıların kadılık alâmeti yine<br />

sultan tarafından kendilerine gönderilen Kellûte ve Kubba idi. 45 Kellûte, başa<br />

sarılan bir çeşit sarık idi. Kubba ise elbise üzerine giyinilen bir cübbe idi.<br />

Mezâlim Divânı, Eyyûbîler’den sonra 1250 yılında aynı coğrafyada kurulup<br />

XVI. Yüzyılın başlarına kadar Ortadoğu’nun en büyük devletlerinden biri olan<br />

Memlûk Devleti döneminde de devam etmiştir. el-Makrîzî’nin ifâdesine göre,<br />

bu divân Memlûk Devleti idare merkezi binası olan Kal’atü’l Cebel’de “Dârü’l-<br />

Adl” denilen yerde, Ramazan ayı hâriç, senenin her pazartesi ve perşembe günleri<br />

toplanırdı. Amme hizmetleri ele alınır ve genellikle başka memleketlerden<br />

gelen elçiler de bu meclise gelebilirlerdi. Burada silsile-i merâtibe göre oturulurdu.<br />

el-Makrizi, bu konuda oldukça ayrıntılı bilgiler verir. Kaynaklarda<br />

Eyyûbî Mezâlim Divânı hakkında bu kadar ayrıntı bulunmamakla birlikte el-<br />

Makrizî’nin vermiş olduğu bu bilgiler ışığında Eyyûbîler döneminde de Mezâlim<br />

Divânı’nın benzeri bir silsile-i merâtib gereği düzenlendiği kanaatine varılabilir.<br />

Zirâ Memlûk Devleti’nin pek çok konuda Eyyûbî Devleti’nin takipçisi<br />

olduğu görülür.<br />

el- Markizî’nin verdiği bilgilere göre; Mezâlim meclisi toplandığında, sultan<br />

minber benzeri yüksek bir yerde otururdu ki, bu sultanın tahtı idi. Onun<br />

sağında sırasıyla Şafiî, Hanefî, Malîkî ve Hanbeli mezhebi başkadıları, Hanbelî<br />

başkadısının yanında Beytü’l-Mâl vekili, onun yanında Kahire Muhtesibi otururdu.<br />

Sultanın solunda ise Sır Kâtibi, onun yanında Nâzırü’l-Ceyş ve ilerisinde<br />

de Muvakkîler ve muarrifler ile Küttâb-ı Dest ve Muvakki-î Dest oturur ve<br />

44<br />

en-Nuveyrî, Nihâyetü’l-Ereb, c.XXIX, s. 274-275; R. Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti,<br />

s.135; A.Gassân Sebanu, Memleketü Hama, s. 145.<br />

45<br />

İbn Vâsıl, Müferric, c.IV, s. 172, c.V, s. 44; Ebû Şâme, er-Ravzateyn, c.V, s. 178.


222 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

böylelikle daire tamamlanırdı. 46 Şâyet meclise vezir iştirâk eder ve bu vezir de<br />

kalem erbâbından olursa, Sultan ile Kâtibü’s-Sırr arasında otururdu; kılıç ehlinden<br />

ise diğer vazifelilerin yanında yer alırdı. Meclise saltanat nâibi katılırsa o<br />

da kılıç ehlinden olan vezir gibi diğer görevlilerin yanında bulunurdu. Bunlar<br />

sultanın arkasında sağ ve sol tarafa oturmak kaydı ile ikinci bir daire oluştururlardı.<br />

Aralarında silâhdâr, câmedâr, hâsekiler, yaşlılar, Yüzler Emirleri’nin büyükleri<br />

otururlardı. Bunlara “Danışma Emîrleri” denirdi. Bunların en aşağısında<br />

da bazı büyük emîrler ve vazifeliler otururdu. Böylelikle ikinci daire de tamamlanmış<br />

olurdu. Danışma emîrlerinin arkasına hâcibler, devâtdâr ve diğer<br />

vazifeliler oturur, böylece sultanın bulunduğu daire giderek derinleşirdi. Burada<br />

tabii olarak şikâyet sahipleri ve onların dâvâcı oldukları kişiler de bulunurdu.<br />

47<br />

Teşkilât bakımından <strong>Selçuk</strong>lular’dan ve Memlûk Devletinden büyük ölçüde<br />

istifade eden Osmanlılar döneminde ise Mezâlim mahkemelerinin işlevini<br />

daha geniş yetkilerle donatılmış olan “Divan-ı Hümâyun” ifâ etmiştir. Divân-ı<br />

Hümayûn’un aslî görevi halkın şikayetlerini dinlemektir. Osmanlı sultanları<br />

divândaki görevlerinden çekildikten sonra da, özellikle davaları, “Kasr-ı Adâlet”<br />

veya “Adâlet Köşkü” adı verilen mahalde, pencere arkasından dinlemeye<br />

devam etmişler ve bunu en önemli görevleri arasında saymışlardır. 48<br />

Mezâlim Mahkemesindeki Görevliler ve İfâ Ettikleri Görevler<br />

İslâm Devletlerinde Mezâlim oturumlarına halife veya sultanın ya da bizzat<br />

onların görevlendirdiği bir şahsın başkanlık ettiğini belirtmiştik.<br />

Bir şahıs şayet hükümdar tarafından sadece Mezâlim işlerine bakmakla görevlendirilmiş<br />

ise, haftanın her günü görevini yerine getirirdi. Böylelikle halkın<br />

şikayetleri vaktinde cevap bulur, adalet gecikmez, halk kötülükleri aksettirmekten<br />

çekinirdi. Ayrıca yüksek memurların fazla meşgul edilmeleri önlenmiş<br />

olurdu. 49<br />

46<br />

Burada geçen görevliler hakkında geniş bilgi için bkz. el-Kalkaşandî, Subh ve Ayşe D. Kuşçu,<br />

Eyyûbî Devleti Teşkilâtı, Ankara, 2005 (Basılmamış Doktora Tezi)<br />

47<br />

el-Makrîzî, el-Hıtat, c.II, s. 208-209 Bulak bsm.; el-Kalkaşandî, Subh, c. IV, s.45-47.<br />

48<br />

Nejdet Gök, Türk-İslâm Kültüründe Adalet Anlayışı, s.67. Osmanlı Devleti’nde Adalet anlayışı<br />

hakkında bkz., Halil İnalcık, Osmanlıda Devlet, Hukuk, Adalet, İstanbul, 2000, Eren Yay. Ayrıca<br />

Doğu-Batı Dergisi’nin 13.sayısında (Yıl: 4) bu konuda yazılmış çeşitli makaleler bulunmaktadır.<br />

Bunlar arasında, Halil İnalcık, Türk Tarihinde Türe ve Yasa Geleneği, s. 157-175; Doğan Özlem,<br />

Hukuk Devletini Sosyal Devlet İçinde Düşünmek, s. 9-23; Hayrettin Ökçesiz, Hukuk ve<br />

Adalet Üstüne Duygular, s. 225-230, adlı makaleler oldukça kayda değer.<br />

49<br />

el- Mâverdî, el-Ahkâm, s.161.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 223<br />

“Divân Reisi” veya “Sâhibü’d- Divân” denilen kişinin sultan olması durumunda<br />

yanında kıssaları okuması için Sırr Kâtibi’ni de getirmesi âdetten idi.<br />

Mezâlim başkanından hariç genel olarak Mezâlim oturumlarına şu kişiler<br />

katılırdı.<br />

1- Muhafızlar, çavuşlar: Başta sultan veya onun vekili olmak üzere, divâna<br />

katılan sâir şahısların can güvenliğini sağlamak; mahkemede emniyet ve asayişi,<br />

huzur ve sükunu temin etmek; kaba kuvvet kullanmaya cür’et edenlere mâni<br />

olmak; mahkemeye gelmek istemeyenleri getirmekle görevliydiler.<br />

2- Hukukçular: Kadılar, fakihler ve sâir ulemâdan oluşurdu. Bu kişiler karışık<br />

işlerin, olayların sorulup danışılması için hazır bulunurdu. Bir bakıma “bilirkişi”<br />

vazifesi ifâ ederlerdi.<br />

3- Kâtipler: Bunların her birinin çeşitli vazifesi vardı. Mezâlime mürâcaât<br />

eden dâvâlı ve dâvâcıyla ilgili leh veya aleyhte olan hususları tespit edip mahkemeye<br />

takdim etmek; Divân Reisi’nin emriyle mevcut yazılardan gerekli olanlarını<br />

yeterli sayıda kopya etmek; çeşitli müessese ve şahıslara gönderilecek<br />

olan yazıları kaleme almak ki, bu işi yapanların yazışma kurallarını çok iyi bilen<br />

kâtipler olması gerekiyordu; mahkemenin seyri esnâsında kayda geçilmesi gereken<br />

hâdiseleri kaydetmek.<br />

4- Şahitler: Bunlar şuhûd (görgü şahitleri) ve udûldan (hukukçular) oluşuyordu.<br />

İhtilâflı meselelerde bildiklerini gördüklerini söylemek, mahkemenin<br />

cereyân tarzını takip etmek, verilen kararı geçerli kılmak gibi görevleri vardı. 50<br />

Genel Olarak Mezâlim Mahkemeleri’nin Baktıkları Dava Çeşitleri<br />

el-Mâverdî ve en-Nuveyrî, mezâlim mahkemelerini menşeî itibariyle Hz.<br />

Muhammed (S.A.V)’den de önceye, İslâmiyetten önceki dönemde yapılan,<br />

Hılfü’l-Fudûl 51 ’a kadar dayandırırlar ve Mezâlim mahkemelerinin baktıkları<br />

dâvâları, yani Mezâlimin görevlerini on sınıfa ayırırlar. Bunlar şu şekildedir:<br />

50<br />

el- Mâverdî, el-Ahkâm, s.161-162; en-Nuveyrî, Nihâyetü’l- Ereb, c.VI, s. 271-274; el- Kalkaşandî,<br />

Subh, c. IV, s.43-47; el-Makrîzî, el-Hıtat, c. II, s. 208-210, Bulak bsm.; R. Şeşen, Salâhaddîn Devrinde<br />

Eyyûbîler Devleti, s.135; Mehmet Aykaç, Abbâsi Devleti’nin İlk Dönemi İdâri Teşkilâtında Divânlar<br />

(750-847), Ankara, 1997, T.T.K. Yay., s.64.<br />

51<br />

“Hılfü’l-Fudûl”, İslâmiyet’ten önce Rabîa ve Mudar kabileleri başta olmak üzere Arap kabilelerinin<br />

daha ziyade ticaret gibi dünyevî gayelerle aralarında anlaşarak oluşturdukları bir sulh<br />

platformu idi. Arapların “Haram Ayları” dedikleri dört ayı içine alan ve üç tanesi ardı ardına<br />

gelen bu dönemde Mekke-Tâ’if ve Medine üçgeni arasında kalan bölgede tam bir sulh ortamı<br />

yaşanır, kan dökmek yasaklanır, insanlar huzur ve güven içinde Arabistan’ın bir ucundan diğer<br />

ucuna gidip gelebilme, ticaret yapabilme ve sair ihtiyaçlarını karşılayabilme imkanına kavuşurdu.<br />

Genellikle çok basit sebeplerle bu sulh anlaşması birkaç defa ihlâl edilmişti. Ancak


224 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

1- İdârecilerin (vâlilerin), halka zulmetmesi, cebir ve şiddet hareketlerinde<br />

bulunması hallerinde bunlara bakarlar. Bu gibi durumlarda idârecilerin bu hareketleri<br />

önlenir. İnsaf ve merhameti bırakmayan memurlarla değiştirilir. Bu<br />

açıdan memurların durumunu araştırır.<br />

2- Vergi memurlarının vergi toplarken gösterdiği zorlukları önlemek, onların<br />

dinî esaslara, halifelerin (veya hâkimlerin) emirlerine göre ölçülü hareket<br />

etmelerini sağlamak. Alınması gereken vergi miktarı ne ise onu almak. Fazla<br />

vergi alınmışsa hazineden tekrar mükellefe iâde ettirmek, eksik vergi alınmışsa<br />

mükelleften eksik kısmı tahsil etmek (Bu durum genellikle zimmete geçirme<br />

hadiselerinde görülürdü.)<br />

3- Devlet mallarının ve mülklerinin kayıtlarını (yani Malî Divân defterlerini)<br />

lüzumu halinde kontrol etmek. Bu işle görevli memurlar, halkın devlet malından<br />

yararlanacağı miktarı, kimlere ait olduğunu, ne kadarını tekrar devlete<br />

iâde etmesi gerektiğini esaslı bir şekilde yazarlar. Bu memurlar doğruluktan<br />

ayrılır, malların kayıtlarını eksik tutarlarsa gerekli hükümlere göre bu yanlış<br />

hareketlerin, önüne geçilir.<br />

4- Hazineden kendisine yiyecek ve içecek yardımı yapılanların, erzâkın geç<br />

ve eksik verilmesi hâlinde şikâyetleri üzerine duruma el koymak. Yani memur<br />

ve askerlerin maaşlarındaki gecikme, eksik veya fazla ödemeden dolayı ortaya<br />

çıkabilecek ihtilâfları çözme. Bu gibi durumlarda hâkim kayıtları kontrol eder,<br />

eski verilenlerden daha az bir miktarda erzâk ve maaş verilmişse ve bu eksiklik<br />

memurun şahsından ileri geliyorsa, ona aradaki fark ödettirilir. Kayıtlardan ve<br />

hazinenin almış olduğu tedbirlerden ileri geliyorsa hâkim hazine aleyhine karar<br />

verir.<br />

5- Gasbolunan mâl ve hakları geri vermek. Bu iki gruptur.<br />

a) İdâreci şahısların, bazı şahıslara ait mâl ve mülkü ya rağbetten yani onu<br />

ele geçirmeyi çok arzulamalarından dolayı veya zorla almalarıdır. Bu gibi durumlarda<br />

mezâlim hâkimi durumu açıkça bilirse, mâl veya mülkün iâdesini<br />

son olarak Resulullah (S.A.V)’ın amcalarından ez-Zübeyr’in gayretleri ile genç ve yaşlı bütün<br />

Mekkeliler’in saygı gösterdikleri Abdullah bin Cud’an’ın evinde yapılan merasimle yeniden<br />

bir “Hılfü’l-Fudûl” mutabakatı yapıldı. Resullulah (S.A.V.) da bu merasime katılıp yemin<br />

edenler arasında idi. Hâşim Oğulları, el-Muttalib Oğulları, Zühre Oğulları ve Teym Oğulları<br />

gibi Mekke’nin ileri gelen ailelerinin de katıldığı bu sulh yemini Arap toplumu için o derece<br />

önemli olsa gerek ki, Resullullah (S.A.V.) kendisine peygamberlik geldikten sonra bile bu yemine<br />

katılanlar arasında bulunduğu için gurur duymuştur. (Muhammed Hamidullah, İslâm<br />

Peygamberi, (Ter.:Salih Tuğ), İstanbul, 2003, VI. Baskı, İrfan Yay., c.I, s.51-53; Corcî Zeydân, İslâm<br />

Uygarlıkları, s.310).


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 225<br />

emreder. Durum açık olarak anlaşılmıyorsa duruşma yapar. Mâl sahibi mâlı<br />

nereden elde ettiğini ispatlarsa mâlı gâsıptan alınır ve sâhibine verilir. Şâyet<br />

mâl Divân-ı Sultânî’de yani devletin mâl deposunda ise ayrıca bir delil ve şâhide<br />

gerek duyulmadan mâlı kendisine verilir. Burada yoksa tazminata hükmedilmesini<br />

emreder.<br />

b) Bir kısım taşınabilir mâlların ve hukukî tasarrufların gasbı. Bu iş de ya<br />

idâreciler yahutta kuvvetli şahıslar tarafından yapılır. Mâl sahibinin şikâyet ve<br />

talebi ile dört yoldan biri ile mâl gâsıbın elinden alınır. Ya gâsıbın ikrar ve itirafıyla;<br />

ya mezâlim hâkiminin mâlın kime ait olduğunu bilmesiyle, ya gâsıbı ele<br />

veren delillerle veyahut da şahsın mâlı gâsbettiğine dâir şâhitlerin şehâdeti ile.<br />

6- Vakıf mâlları ile ilgili dâvâlar. Özel ve genel vakıfları koruma ve himâyeye<br />

dâir dâvâlar.<br />

7- Hâkimler tarafından sonuçlandırılamayan dâvâlara bakmak. (İşte bu<br />

noktada mezâlimin buradaki fonksiyonu günümüz temyiz mahkemesi ile hemen<br />

hemen aynıdır). Mezâlim hâkimleri kuvvetçe daha üstün, emirleri daha<br />

geçerlidir. Hükmün gereği ne ise onu tamı tamına infaz ederler.<br />

8- Devlet memurlarının, özellikle malîyecilerin vazifelerini yerine getirirlerken<br />

karşılaştıkları güçlükleri yenmek. Memurun aczinden yararlanan, vergisini<br />

inkâr eden kimselerin bu hallerine mâni olur. Allah’ın hakkına, kamu hakkına<br />

ait konularda yerine getirilmeyen hakları, yapılmayan işleri yerine getirtir.<br />

9- İbâdetlerin yerine getirilmesini kontrol eder. Cumaların, bayramların,<br />

haccın, harplerin kontrolünü yapar, şartlarını arar, ihlâllerini önler. Zirâ Allah’ın<br />

hakkı yapılıp yerine getirilmede en öncelikli haktır. (Bu noktada ise<br />

İslâmın özgün bir hukukî kurumu olan “hisbe teşkilâtı” ile bir örtüşme söz konusudur.<br />

Bu teşkilâtın başında olan muhtesibin beledî bir takım görevleri yanı<br />

sıra bu tür dinî konularda da yetkili olup bir takım cezaî yaptırımlar uygulayabildiği<br />

bilinmektedir.) 52<br />

10- Şahısların birbirleri arasındaki ihtilâfları halleder. Bu gibi durumlarda<br />

mezâlim hâkimi, normal hâkimler gibi duruşmayı yaptıktan sonra icâbına göre<br />

hükmeder. Hükümde şüpheye düşülürse bakılır; isâbet edilen kısımlar alınır,<br />

52<br />

Bu konuda bkz. Yusuf Ziya Kavakçı, Hisbe Teşkilâtı. Bir İslâm Hukuk ve Tarih Müessesesi Olarak<br />

Kuruluş ve Gelişmesi, Ankara, 1975.


226 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

diğerleri bırakılır 53 ( Bu durum daha ziyâde Şer’i hukukun yetersiz kaldığı dâvâlarda<br />

olur.)<br />

Sonuç<br />

1174-1250 senelerinde Mısır, Suriye, Yemen ve Güneydoğu Anadolu’nun<br />

bir bölümüne hâkim olan Eyyûbîler, siyasî ideal, askerî yapı ve kültürel bakımdan<br />

<strong>Selçuk</strong>lular ve Zengiler’in takipçisi olmuşlardır. Böylelikle tipik bir Türk-<br />

İslâm devleti görünümü arz eden bu devlet, adlî teşkilât konusunda hem İslâm<br />

hukukunu hem de Türk hakimiyet anlayışından kaynaklanan Türk töresini<br />

bünyesinde barındırmayı başarmıştır. Dönemin bütün kaynaklarında devletin<br />

kurucusu olan Selahaddin’in adalete verdiği değer konusunda doğrudan veya<br />

dolaylı bir bilgiye rastlamak mümkündür. O, bu vasfını resmî veya özel hayatında<br />

uyguladığı pek çok işte göstermiştir. Onun, Haçlılar’ın en büyük düşmanı,<br />

iyi bir devlet adamı ve iyi bir siyasetçi olarak yetişmesinde birinci derecede<br />

rol oynayan Nureddin Mahmud’u örnek alarak Kahire’de bir Adalet Sarayı<br />

yaptırması onun adaletinin yalnızca somut bir göstergesidir. Asıl önemli olan<br />

Kutadgu Bilig’de de özellikle vurgulanan Türk hakimiyet telakkisine göre; hükümdarın<br />

halka karşı en önemli vazifelerinden (sorumluluklarından) biri kabul<br />

edilen “köni törü”, yani “doğru kanunlar” koyup bunları “nısf” (adalet) ile uygulama<br />

prensibinin hayatiyete geçirilmesidir. Ancak bu temel prensip çerçevesinde<br />

devletin bir hukuk devleti olması sağlanabilir. Selahaddin’in de bu yolda<br />

belki de en önemli adımı Mezâlim oturumlarına son derece önem verip bizzat<br />

katılmasının yanı sıra kendisini bile yargılatabilecek seviyede adaleti kurmuş<br />

olduğu devletin temeli yapmasıdır.<br />

Selahaddin’den sonra gelen Eyyûbî hükümdarları da aynı yolu takip etmeye<br />

çalışmışlardır. Ancak çeşitli iç ve dış sebeplerden kaynaklanan otorite bunalımı,<br />

onların hiçbir zaman Nureddin ve Selahaddin gibi adaletiyle tarihe mâl<br />

olma fırsatını elde etmelerine imkan vermemiştir. ©<br />

53<br />

el-Mâverdî, el-Ahkâm, s.162-167; en-Nuveyrî, Şihâbüddin Ahmed bin ‘Abdülvehhâb,<br />

Nihâyetü’l- Ereb fî Fünuni’l-Edeb (Tahkik:Said ‘Âşûr, Kaynaklar:Muhammed Mustafa Ziyâde,<br />

Fuad Abdülmuti es-Sayyâd), Mısır, 1985, c.VI, s. 271 v.d.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 227<br />

KAYNAKLAR<br />

A.Gassân Sebanu, Memleketü Hama el-Eyyûbîyye, Dımaşk, 1984, Darü’l Kuteybe Yay.<br />

AKYÜZ, Vecdi, “Müslüman Türk Devletlerinde Divan-ı Mezâlim Kurumu”, Türkler,<br />

c.V, Yeni Türkiye Yayınları.<br />

AYKAÇ, Mehmet, Abbâsi Devleti’nin İlk Dönemi İdâri Teşkilâtında Divânlar (750-847),<br />

Ankara, 1997, T.T.K. Yay.<br />

BAŞTAV, Şerif, Büyük Hun Kağanı Attila, Ankara ,1998, K.B. Yay.<br />

Corcî Zeydân, İslâm Uygarlıkları Tarihi, (Günümüz Türkçesi’ne çev.:Nejdet Gök), İstanbul,<br />

2004, İletişim Yay.c.I<br />

Doğu-Batı Dergisi, (Yıl:4),S.13.<br />

Ebû Şâme, Şihâbüddin Abdurrahman bin İsmail bin İbrahim bin Osman el-Makdisî<br />

ed-Dımaşkî eş-Şâfiî, Kitâbu’r-Ravzateyn fî Ahbâri’d-Devleteyn (en-Nûriyye ve’s-<br />

Salâhiyye), (Tahkik, dipnot ve ilâveler: İbrahim Şemsüddin), Beyrut, 2002,<br />

Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye Neşriyatı.<br />

ELISSÉEFF, Nikita, Nûr ad-Din, un Grand Prince Musulman de Syrie au Temps des<br />

Croisades, Institut Français de Damas 1967, (I-III).<br />

ERDOĞAN, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1998, Rağbet Yay.<br />

ERGİN, Muharrem, Orhun Âbideleri, İstanbul, 1988, Boğaziçi Yay.,.XII.Baskı.<br />

GÖK, Nejdet, “Türk- İslâm Kültüründe Adalet Anlayışı ve Osmanlı Uygulamalarından<br />

Örnekler”, Türkler, c.XI.<br />

İbn Haldûn Abdurrahman, Tarihu İbn Haldûn (Kitâbü’l-İber ve Divânü’l-Mübtedâ ve’l-<br />

Haber), Beyrut, tarihsiz, c.V.<br />

İbn Şâhinşâh el-Eyyûbî, Muhammed bin Takıyüddîn Ömer, Mizmârü’l-Hakâik ve<br />

Sırrü’l-Halâik (Tahkik, Hasan Habeşî), Kahire, 1968, Alemü’l-Kutûb.<br />

İbn Vâsıl, Cemâlüddin Muhammed bin Sâlim, Müferricü’l- Kürûb fi Ahbâr-ı Benî<br />

Eyyûb (İlk üç cildin tahkiki: Cemâlüddin eş-Şeyyâl), Kahire, 1953-1960 ve (IV.<br />

ve V. Ciltlerin tahkiki: Hasaneyn Muhammed er-Rabie), Kahire 1972-1977.<br />

İbrahim Mustafa, Ahmed Hasan ez-Zeyyât, Hâmid Abdülkâdir, Muhamed Ali<br />

Neccâr, Mu’cemü’l-Vasit, Kahire 1972 , II.Baskı.<br />

İNALCIK , Halil, Osmanlıda Devlet, Hukuk, Adalet, İstanbul, 2000, Eren Yay<br />

KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Millî Kültürü, İstanbul, 1989, VI. Baskı.<br />

____________, Harezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara, 1956.<br />

el-Kalkaşandî, Ahmed bin Ali, Subhu’l-‘Aşâ fi Sınâati’l-İnşâ, (Tahkik, açıklama ve ilâveler:<br />

Muhammed Hüseyin Şemsüddin), Beyrut-Lübnan, 1987, Darü’l-Fikr<br />

Neşriyâtı.


228 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

KARAMAN, Hayreddin, “Zekât”, mad., M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, c.XIII.<br />

KARSLI, İlyas, el-Mu’cemü’l-Esasî, İstanbul, 1997.<br />

el-Kâtibü’l-İsfahânî, el-Fethü’l-Kussi fi’l-Fethi’l-Kudsî (Tahkik ve şerh: Muhammed<br />

Mahmud Subh), Kahire, 1965, Dârü’l-Kavmiyye Neşriyatı.<br />

KAVAKÇI, Yusuf Ziya, Hisbe Teşkilâtı. Bir İslâm Hukuk ve Tarih Müessesesi Olarak Kuruluş<br />

ve Gelişmesi, Ankara, 1975.<br />

Kındî, Ebû Ömer Muhammed bin Yusuf, Kitâbü’l-Vulât ve’l-Kudat, (Yay.:R.Guese),<br />

Beyrut, 1908.<br />

KRAMAER,S.N.- ÇIĞ, Muazzez İlmiye, Tarih Sümer’de Başlar, Ankara 1990, T.T.K.<br />

Yay.<br />

KOCA, Salim, Türk Kültürünün Temelleri, Ankara, 2003, c.II, s. 84.<br />

KÖK, Bahaeddin, Nûruddin Mahmud bin Zengi ve İslâm Kurumları Tarihindeki Yeri, İstanbul,<br />

1990 .İşaret Yay.<br />

KÖPRÜLÜ, Fuad, “Ortazaman Türk Hukukî Müesseseleri”, Türkler, c. V.<br />

KÖYMEN, Mehmet Altay, Alp Arslan ve Zamanı II, Ankara, 1983, Ankara Üniv.<br />

D.T.C.F. Yay.<br />

KUŞÇU, Ayşe D., Eyyûbî Devleti Teşkilâtı, Ankara, 2005 (Basılmamış Doktora Tezi)<br />

el-Makrîzî, Takıyûddin Ahmed bin Ali, Kitâbü’l-Mevâiz ve’l-İtibar bi-Zikri’l-Hıtat ve’l-<br />

Âsâr, tarihsiz, Bulak bsm.<br />

el-Mâverdî, Ali b. Muhammed b. Habîb Ebi’l-Hasan, el-Ahkâmü’s-Sultaniyye (Ter.:<br />

Ali Şafak , İslâmda Hilâfet ve Devlet Hukuku ), I.Baskı, İstanbul, 1973, II.Baskı İstanbul<br />

1976, Bedir Yayınevi.<br />

MERÇİL, Erdoğan, “Gazneliler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi.<br />

MORİ, M., “Kuzey Asya’daki Eski Bozkır Devletlerinin Teşkilâtı”, Tarih <strong>Enstitüsü</strong><br />

Dergisi, İstanbul,1978, S.9.<br />

Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, (Ter.:Salih Tuğ), İstanbul, 2003, VI. Baskı,<br />

İrfan Yay.<br />

Nizâmü’l-Mülk, Siyâset-nâme, (Haz.: M. Altay KÖYMEN), Ankara, 1999, T.T.K. Yay.<br />

en-Nuveyrî, Şihâbüddin Ahmed bin ‘Abdülvehhâb, Nihâyetü’l- Ereb fî Fünuni’l-Edeb,<br />

(Tahkik:Said ‘Âşûr, Kaynaklar:Muhammed Mustafa Ziyâde, Fuad Abdülmuti<br />

es-Sayyâd), Mısır, 1985.<br />

ORKUN, H.Namık, Eski Türk Yazıtları, Ankara,1994.<br />

Sıbt İbnü’l-Cevzî, Şemsüddin Ebî’l-Muzaffer Yûsuf bin Kızoğlu et-Türkî, Mir’âtü’z-<br />

Zaman fî Tarihi’l-Ayân, Haydarâbâd, 1951, Meclis-i Dâireti’l- Maârifi’l-<br />

Osmaniyye.<br />

ŞEŞEN, Ramazan, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul, 1983.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 229<br />

TANERİ, Aydın, Türk Devlet Geleneği, Dün-Bugün, İstanbul, 1993, M.E.B.Yay.,<br />

II.Baskı.<br />

ÜÇOK , Bahriye, İslâm Devletlerinde Türk Nâibeler ve Kadın Hükümdarlar, Ankara,<br />

1981.<br />

Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig (Ter.: Reşid Rahmeti Arat ), Ankara, 1991, V. Baskı


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 231<br />

Nizârî İsmailîleri’nin Gelir Kaynakları *<br />

Source Of Income Nizari Ismailis<br />

Ayşe ATICI ARAYANCAN **<br />

ÖZET<br />

Büyük <strong>Selçuk</strong>lu topraklarında 1090–1257 yılları arasında varlıklarını koruyan Nizârî<br />

İsmailîleri, Türk ve İslam tarihi için önemlidir. Nitekim <strong>Selçuk</strong>lu coğrafyasında yaptıkları<br />

faaliyetler ile uzun yıllar ayakta kalmayı başarmışlar, kendilerine ait bölgelere sahip olup,<br />

otonom bir yapı kurarak kendi gelir kaynaklarını oluşturmuşlardır. Makalemizde, illegal<br />

yollar ile <strong>Selçuk</strong>lu bünyesinde otonom bir yapı kurarak varlıklarını koruyan Nizârî<br />

İsmailîlerin vergi, ganimet, hediyeler, tarım, dokumacılık, gibi çeşitli yollardan elde<br />

ettikleri gelir kaynakları üzerinde durulacaktır.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Nizârî, <strong>Selçuk</strong>lu, Gelir, Vergi, Din<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

Between the years 1090-1257 in the Great Seljuk territory to protect assets Nizar İsmailis,<br />

Turkish and Islamic history is important . Indeed, their activities in geography with Seljuklu<br />

for many years had managed to remain standing, have their own region and their income<br />

sources by establishing a structure of autonomous created. In this article, an autonomous<br />

structure within the Seljuk and illegal road building to protect the assets of the various ways<br />

Nizar İsmailis will focus on sources of income<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Nizari, Seljuks, İncome, Tax, Religion<br />

*<br />

Bu makale, I. İktisat Tarihi Kongresinde sunulmuş (2007) ‘’Hasan Sabbah ve Halefleri Döneminin<br />

Gelir Kaynakları’’ adlı bildiri metninin genişletilerek ve yeni kaynaklar eklenerek yazılmış<br />

hâlidir.<br />

**<br />

Ankara <strong>Üniversitesi</strong> Sosyal Bilimler <strong>Enstitüsü</strong> Tarih Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi.


232 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

Giriş:<br />

Din olgusu, toplumların hayatını daima etkilemiştir. Siyasî, ekonomik ve<br />

psikolojik etkileri olan bu süreç medeniyetler için bazen birleştirici bazen de<br />

yıkıcı bir takım sonuçlara yol açmıştır. Öyle ki savaşlar, iç çatışmalar hatta ayrıkçı<br />

hareketler bu süreçte kaçınılmaz olmuştur. Nitekim dini bir hareket olarak<br />

ortaya çıkan Nizârî İsmâilîleri de Büyük <strong>Selçuk</strong>lu İmparatorluğu’nu etkilemiş,<br />

mevcut düzeni sarsmış ve adeta devlet içinde otonom bir yapı kurup, çalkantılara<br />

neden olmuştur. Özellikle <strong>Selçuk</strong>lu coğrafyasında yaptıkları faaliyetler<br />

dikkate değerdir. Büyük bir coğrafyaya sahip olan <strong>Selçuk</strong>lu İmparatorluğunun<br />

sınırları, Orta Asya’dan, batıda Ege ve Akdeniz sahilleri, kuzeyde Aral gölü,<br />

Hazar Denizi, Kafkasya ve Karadeniz, güneyde Arabistan yarımadası ve Umman<br />

denizine 1 kadar uzanmaktaydı. Bu geniş alan üzerinde Nizârîler, Hasan<br />

Sabbah öncülüğünde önceleri İran daha sonra Suriye bölgesinde varlığını sürdürmüşlerdir.<br />

Yaptıkları propaganda faaliyetleri ile imparatorluğu derinden<br />

etkilemişlerdir.<br />

Hasan Sabbah, eski İsmâilî düşüncelerini yeniden canlandırdığı için onun<br />

kurduğu yeni yapıya “Davet-ül Cedide” denilmiştir. Bu yeni davette amaç, geniş<br />

kitlelere “Ta’lim doktrinini” 2 ulaştırmaktadır. Nizârî İsmâilîliği’nin inançsal,<br />

felsefi temeli olan ve Hasan Sabbah tarafından geliştirilen “Ta’lim doktrinini”<br />

yayma çabaları, başlangıçta dinî bir amaçla ortaya çıkmış ise de gittikçe yaygınlaşan<br />

propaganda çalışmaları ile zaman içinde siyasî bir tavır kazanmıştır. Bu<br />

çerçevede söz konusu siyasi ve dini tavrın gelişimini özetleyebiliriz. Hasan<br />

Sabbah Fatımi İsmâilî dâîsi olarak Mısır’da bir süre yaşadıktan sonra<br />

H.475/M.1082’de İsfahan’a gitmiş ve dokuz yıl İran’da kalmıştır, İran’da kaldığı<br />

sürede, çeşitli bölgeleri dolaşarak İsmâilîliğin propagandasını yapmıştır. 3 İlk<br />

olarak Kirman ve Yezd’e oradan Huzistan’a, daha sonra Damgan’a geçmiş, o<br />

bölgelerde İsmâilî faaliyetlerini sürdürmüştür. Daha sonra, Deylem bölgesinde<br />

İsmâilîği yaymaya başlamıştır. Deyleman dâîliğine getirilen Hasan Sabah,<br />

Alamut kalesini ele geçirmek için planlar yapmaya başlamış, Kuzey İran’a yani<br />

1<br />

Mehmet Altay Köymen, <strong>Selçuk</strong>lu Devri Türk Tarihi, Ankara, 2004, s. 1.<br />

2<br />

Allah’ı tanıma ve hakikati anlamak akıl ve nazarla değil, ancak masum bir imamın öğretisi ile<br />

mümkün olduğuna inanılan anlayıştır.<br />

3<br />

Heınz Halm,, The Fatımîds and Their Traditions of Learning, I.B. Taurıs, The İnstıtute of İsmâilî<br />

Studies, London, 1997, s. 59., Müstevfi, Nüzhet’ül Külûb, Tahran, 1913, s. 41 İran bölgesinde<br />

Hasan Sabbah’tan başka El–Kirmani, El-Muayyed al Şirazi, Nasır-i Hüsrev hepsi ayrı ayrı<br />

dâîlik yapmıştır.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 233<br />

Hazar Denizi kıyılarında Gilan ve Mazenderan gibi dağlık bölgelerde çalışmalarını<br />

hızlandırmış ve burada tam üç yıl çalışmıştır. İsmâilî mezhebinin propagandasını<br />

yapmış, halkı İsmâilîği davası etrafında toplamak için o bölgelere<br />

yeni dâîler göndererek etkisi altına almıştır. Nihayetinde Büyük <strong>Selçuk</strong>lu toprakları<br />

içinde olan Rudbar vadisinde bulunan “beldetü’l-ikbal” dediği<br />

Alamut’u kendisine merkez olarak seçmiştir.<br />

Propaganda yöntemi ile yayılan Nizârî İsmâilî merkez olarak Alamut’u seçtikten<br />

sonra teşkilatlanmaya önem vermiştir. Teşkilatlanma ve bir devlet olabilmek<br />

için gerekli olan bütün alt yapıları oluşturmaya başlamıştır. Bunun için<br />

önce bir dâî teşkilatı kurmuş, coğrafyasını genişletmiş, edebiyata ve dile önem<br />

vermiş ve gelir kaynakları oluşturmuştur. Bilindiği gibi çeşitli kaynaklarda ve<br />

araştırmalarda Nizârî İsmâilîleri “teşkilat, devlet, tarikat, düzen, mezhep, fırka,<br />

cereyan, hareket ”vs. gibi sıfatlarla tanımlanmak istenmiştir 4 . Ancak tam olarak<br />

devlet kuramayan, aynı zamanda dinî amaç uğruna yola çıkan, dağlık ve<br />

kayalık bölgeleri mekân seçerek dağınık bir coğrafyayı benimseyen, çeşitli suikastlar<br />

yapan, bulundukları bölgelerde İsmâilî olmayan ve halka huzur vermeyen<br />

Nizârîler, <strong>Selçuk</strong>lu topraklarında bazı bölgeleri ve kaleleri ele geçirmelerinden<br />

dolayı <strong>Selçuk</strong>lu devleti bünyesinde iç devlet gibi varlığını korumuşlardır.<br />

Dolayısıyla bunlar için tam olarak nasıl bir terim kullanılması gerektiği meselesi<br />

de tartışmalıdır. Bu nedenle böyle bir durumda <strong>Selçuk</strong>lu imparatorluğu<br />

bünyesinde otonom bir yapı kuran Nizârî İsmâilîleri’nin gelir kaynakları nelerdir,<br />

nerelerden gelir sağlamışlardır mevzuları bir merak konusudur.<br />

Bu çerçevede hadiseye baktığımızda Nizârî İsmâilîleri illegal olarak vergi,<br />

haraç, ganimet toplayıp, suikast yaparak hazineye gelir sağlarken, tarım, dokumacılık<br />

ve hayvancılık yaparak üretime dönük faaliyetler de bulunmuş, propagandalarını<br />

ayakta tutmaya çalışmışlardır.<br />

4<br />

Mesela Mehmet Altay Köymen İsmâilîleri “hareket” olarak, Osman Turan ise İsmâilîleri “teşkilat’’,<br />

İsmail Kaygusuz ise “devlet” olarak nitelendirmiştir. Yine Farhad Daftary gibi batılı<br />

araştırmacılar İsmâilîleri “devlet” olarak, Bernard Lewıs ise “Haşişiler” adlı çalışmasında “radikal<br />

bir tarikat” olarak zikretmektedir. İsmail Kaygusuz ise “Hasan Sabbah ve Alamut” adlı<br />

çalışmasında da İsmâilîyye inancı ve devleti olarak kullanmıştır. Sonuç olarak İsmâilîlerin Şii<br />

koluna mensup süreç içinde değişime uğramış bir harekettir. Ve Sultan Sancar ile yaptıkları<br />

anlaşma sonucunda bir takım şartlar altında âmam verilmiştir.


234 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

1.Gelir Kaynakları:<br />

a. Nizârî İsmâilîleri’nin Çeşitli Yollar ile Müslüman ve Hristiyan Halktan<br />

Aldığı Vergiler:<br />

Nizârî İsmâilî gelir kaynaklarından en önemlisi çeşitli yollar ile halktan alınan<br />

vergilerdir. Bunların başında müritlerden alınan vergiler gelmektedir 5 . Bu<br />

vergi Nizarî İsmâilî teşkilatı bünyesinde bulunan dâîlerin aracılığıyla alınmaktaydı.<br />

Dâî, tacir ve zanaatkâr kılığında şehrin bir mahallesine gelip yerleşir ve<br />

insanları iyice tecrübe ettikten sonra uygun gördüğü kimseleri İsmâilî mezhebine<br />

davet ederdi. Gerektiğinde onların derecelerini yükseltir ve üstlerinden<br />

yükünü kaldırtırdı 6 . Uygun gördüğü kişiye yani müritte talim doktrini anlatmaya<br />

başlar, mürid olmak isteyenlerden her aşama için 12 dinar vergi alırdı. Bu<br />

olay Muhammed Hammadi b. Malik b. Ebufedâîl’in Keşfü Esrar-il –Batıniyye<br />

ve Ahbar-il Karamita adlı eserinde şu şekilde geçmektedir: “Dâî ibadet ve takvası<br />

mütevazı hayatıyla kendini tanıtıp, çevresindeki kimseler ile ilişkiler kurup,<br />

konuştuğu kimseleri tarttıktan sonra, içlerinden gizli gerçeklere ilgi duyanları<br />

ve özellikle cahil olanları seçer ve ona İsmâilî gerçeklerini anlatmaya<br />

başlardı 7 . Önce namaz ve zekâtın Bâtınî manasını öğretip telkinde bulunur, daha<br />

sonra telkinleri kabul eden müride “Allaha yakınlık kazandıracak bir sadaka(vergi)<br />

ver ki, ermeğe sana bir merdiven ve kurtuluşa vesile olsun ve biz de<br />

sana mevlamızdan namazları senin üzerinden kaldırmasını ve bu ağır yükü<br />

senden indirmesini isteyelim” der. Müritte dâîye çıkarıp 12 dinar verir. Dâî 12<br />

dinar alıp imama götürür ve ‘filan kulun namaz ve zekâtın manasını anladı,<br />

onu bu yükten kurtar’ derdi. O da: ‘Ben ondan namaz yükünü kaldırdım’ deyip,<br />

üzerlerinde olan yük ve köstekleri kaldır ayetini okurdu 8 .Aynı şekilde<br />

12’şer dinar karşılığında şahıslar, oruç, içki memnuniyeti ve taharetten de kurtulurlardı<br />

9 . Bunun için ise aynı dâî müride oruç üzerine telkinde bulunur ve der<br />

ki: “Fidyeyi ver ki erişmene merdiven ve vesile olsun. Mevlamızdan orucu senden<br />

kaldırmasını isteyelim” der. Bu sözün üstüne mürid 12 dinarı verir. Davetçi<br />

onu imam ya da mevlana dediği kişiye götürür ve “Mevlana! Kulun falan orucun<br />

hakiki manasını belledi. Ona Ramazan’da yiyip içmeyi helal kıl” der. Mev-<br />

5<br />

Henry Corbin,,İslam Felsefesi Tarihi, İletişim Yayınları, (Çev Hüseyin Hatemi ) , İstanbul,<br />

1986,s.45<br />

6<br />

Heınz Halm, age., s.18 .<br />

7<br />

Robert Mantran, İslam’ın Yayılış Tarihi (VII-XI. Yüzyıllar ), (Çev. İsmet Kayaoğlu), A.Ü İlahiyat<br />

Fakültesi, Ankara <strong>Üniversitesi</strong> Basımevi, Ankara, 1981, s.142.<br />

8<br />

Ş.M.Günaltay, Bâtinilerin ve Karmatilerin İç yüzü, Yazan: Muhammed Hammadi b.Malik b.<br />

Ebufidal Diyanet İşleri Yayanları, Ankara,1948,s. 42.<br />

9<br />

Ahmet Ateş, “Bâtınîye”, s İslam Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul, 1949, s.341.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 235<br />

lâları: “Davetçiye sırlarımıza karşı bu müride güvenip emin oldun mu?” der.<br />

Davetçi de “evet” deyince. Mevlaları: “Ben de oruç ödevini üzerinden kaldırdım”<br />

der. Dâî bir süre sonra yine kişinin yanına gelir ve : ‘’Şimdiye kadar mezhepten<br />

üç derece tanıdın şimdi de taharetin hakiki manasını öğreneceksin bunun<br />

içinde 12 dinar vermen lazım’’ der. Kişi taharetinde hakiki manasını anlayınca<br />

12 dinarı çıkarıp verir. Daha sonra yine 12’şer dinar karşılığında artık akıl<br />

yolu ile cennete girme zamanının geldiğinden bahsederdi 10 . Yine İsfahan yakınlarında<br />

davethane kuran İbn Attaş’ın oğlu Ahmet bölgede tam otuz bin kişiyi<br />

Nizârî İsmâilîğine kazandırmış, mürid olarak İsmâilîği mezhebine katmıştır ve<br />

bu bölgeden <strong>Selçuk</strong>lu hazinesini zarara uğratacak, kendi hazinelerini güçlendirecek<br />

vergiler toplamışlardır 11 .<br />

Alınan diğer bir vergi ise <strong>Selçuk</strong>lu köylülerinden İsmâilîği mezhebini kabul<br />

etmedikleri için alınan vergilerdir. Nizârî İsmâilîleri Davet’ül Cedide fikrini<br />

yaymak için zaman zaman masum <strong>Selçuk</strong>lu halkının üzerine saldırmıştır. Fikirlerini<br />

kabul etmeyen köylü halkın malını gasp edip, eziyet etmiş yada öldürmüşlerdir.<br />

Bu eziyetten vazgeçmenin karşılığı olarak sultana ait köylere ve halkın<br />

hayvanlarına, evine, tüm mal varlıklarına vergi koyup tahsil etmişlerdir. Bu<br />

yüzden sultan kendine ait köylerden, halk da kendi emlakından istifade edemez<br />

olmuştur 12 . Buna en iyi örnek İbn Attaş’ın İsfahan’da kalede hükmünü<br />

sürdürürken, rasgele her tarafa saldırıp, yağmalaması ve halkın onun şerrinden<br />

kurtulmak için vergi vermeyi kabul etmesi 13 verilebilir.<br />

Halktan ve yoldan geçen tüccarlardan alınan diğer bir vergi ise yol vergisidir.<br />

Güvenli bir şekilde seyahat edebilme ve yol emniyetinin sağlanması açısından<br />

ulaşım önemliydi. Nizârîler de sahip oldukları kalelerin etrafını koruma<br />

altına alıp, aslında <strong>Selçuk</strong>lu toprakları olan ancak kendine mal ettiği bölgelerden<br />

yol vergisi almıştır. Buralar genellikle elde ettikleri yada yaptırdıkları kalelerin<br />

çevresinden geçen yollardır. Örneğin Girdkuh kalesinin eteğinden geçen<br />

kervanlardan bir miktar vergi almışlardır. Nizârî İsmâilîleri tarafından yapılan<br />

suikast uyarısından korkan Sultan Sancar onlara ait Kurmiş bölgesinde bulunan<br />

mülklerin haracından 3 bin dinar eksiltmiş ve Girdkuh eteğinden geçen yolculardan<br />

da yol vergisi almalarına izin vermiştir, hatta alınan bâctan onlara veri-<br />

10<br />

Ş.M.Günaltay, age., s. 42-43.<br />

11<br />

Farhad Daftary,Muhalif İslam’ın 1400 Yılı İsmâilîler : Tarih ve Kuram, (Çev.Ercüment Özkaya),<br />

Ankara, 2001 s. 393.<br />

12<br />

İbn’ül Esir, El Kâmil Fi’t –Tarih Tercümesi (İslam Tarihi) , (Çev.Abdülkerim Özaydın), C. 10-11,<br />

İstanbul, 1987,s.346.<br />

13<br />

Ömer Rıza Doğrul, Hasan Sabbah’ın Cennet Fedâîleri, İstanbul, 1975, s. 54; İbrahim Kafesoğlu,<br />

Sultan Melikşah Devrinde Büyük <strong>Selçuk</strong>lu İmparatorluğu, İstanbul,1953,s. 212.


236 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

lecek olan miktarı da belirlemiştir 14 . Bugün iç gümrük vergisi olarak nitelendirilen<br />

bu vergi Büyük <strong>Selçuk</strong>lu İmparatorluğun da cevaz-ı rah yada bâc bedraga<br />

vergisi olarak geçmektedir 15 . Burada bir nevi yol müsaadesi vergisi gibi düşünülen<br />

cevaz-ı rah dikkati çekmektedir. Görüldüğü üzere Nizârî İsmâilîleri önceleri<br />

illegal sonraları legal olarak yol vergisi almışlardır.<br />

Diğer bir gelir kaynağı ise birçok Hristiyan yöneticiden çeşitli biçimlerde<br />

cizye adı altında alınan vergilerdir. Nizârî İsmâilîleri’nin Frenk ve Rum şahlarından<br />

aldıkları cizyeler buna örnektir. Bu durum Cuveynî’nin eserinde: “O<br />

mel’unların korkusundan sararıp solan cizye veren ve bu yaptıklarından ar duymayan<br />

Frenk ve Rum şahları bu olaydan mutlu olmuşlardır 16 ”diye geçmektedir.<br />

Nizârî İsmâilîlilerin halktan çeşitli yollarla aldıkları vergilerden yukarıda<br />

bahsettik. Bilindiği gibi vergi kelimesiyle ifade ettiğimiz konular aslında bazı<br />

mükellefiyetlerdir. Bunlar genellikle maddi olarak alınırdı. Bu maddi karşılık<br />

ya üretilen mal ya da paradır 17 . Bu noktada alınan verginin Nizârî İsmâilî teşkilatında<br />

hangi kalenin hazinesinde toplandığı, kime verildiği, hangi idari kalemlere<br />

sunulduğu sorusu akla gelmektedir. Toplanan gelirler, bir kalenin kendi<br />

ihtiyaçlarına sarf olunduğu gibi merkezi idare olan Alamut kalesi için de kullanılmaktaydı.<br />

Verginin doğrudan alındığı yerler ise şehir, kasaba, kalelerin<br />

civar bölgeleri veya mıntıkalardı. Yani Büyük <strong>Selçuk</strong>lu toprakları içinde yapısını<br />

kuran Nizârî İsmâilîleri, <strong>Selçuk</strong>lu tebâsının kendi devletine ödemesi gereken<br />

vergiyi zaman zaman kendi teşkilatına ödetmişlerdir. Bu hususların yanında<br />

İsmâilîliği kalelerinin içinde dükkân, pazar, çarşının olup olmadığını, sosyal<br />

hayatın nasıl olduğunu ve buralardan ne tür vergiler alınıyor du? gibi sorulara<br />

ne yazık ki kaynak yetersizliğinden dolayı cevap veremiyoruz.<br />

b. Hediyeler ve Ele Geçirilen Ganimetler:<br />

Bu dönemde alınan ve verilen çeşitli hediyeler Nizârî İsmâilîlerinin hazinesinin<br />

zenginliğini gösteren en önemli unsurlar arasındadır. Nitekim hazineyi<br />

besleyen gelirlerin en değerli ve en yüklüsü kral, baron ve sultanların gönderdikleri<br />

hediyelerdi. Nizârî Fedaîleri tarafından öldürülmekten korkan civar<br />

14<br />

Cüveyni, Tarih-i Cihanguşa, (Çev.Mürsel Öztürk), Ankara 1999,s.547 .<br />

15<br />

Tuncer Baykara, “<strong>Selçuk</strong>lularda Vergilere Dair,” IX.Türk Tarih Kongresi, 1988, s. 689.<br />

Örneğin Tuncer Baykar’a çalışmasında“Bir müsellemlik vesikası verilen zatın gittiği ve geldiği<br />

yerde alıp satmada bütün hukuk bâc bedraga ve cevâz-ı râh’tan muaf müsellem olmasını amirdir” diye<br />

bahsetmiştir.<br />

16<br />

Cuveynî, age., s.511. Her ne kadar Cuveynî bu şekilde belirtmiş olsa da durumun böyle geliştiğine<br />

pek ihtimal vermemekteyiz.<br />

17<br />

Tuncar Baykara, agm., s. 688.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 237<br />

devletlerinin kral ve baronları Alamut’a değerli hediyeler göndermişlerdir 18 .<br />

Örneğin 1227’de Kutsal topraklara yeni bir Haçlı seferini başlatan Alman İmparatoru<br />

II. Fredirick, Suriye Nizârîleri’nin lideri Mecdeddin’e gönderdiği elçilerle<br />

tam 80 bin dinar tutarında armağanlar göndermiştir 19 . Yine Mecdeddin, 1237<br />

yılında Anadolu <strong>Selçuk</strong>lu Sultanı Alâeddin Keykubat’a elçi göndererek<br />

Alamut’a gönderdiği iki bin dinarlık yıllık verginin bundan böyle kendisine<br />

gönderilmesini istemiştir. Bu arada Erran ve Azerbaycan emiri Muzaffereddin<br />

Özbeg ile Alamut Efendisi III. Hasan arasında bir dostluk oluşmuştur. Özbeg<br />

Irak Acem’de bağımsızlık iddiasına kalkışan yardımcısı Mengli’nin üzerine yürümeye<br />

karar vermiş ve III. Hasan ordusunu alıp yardıma gitmiştir. Özbeg,<br />

Azerbaycan’da kendi sarayında konuk olarak ağırladığı Alamut Efendisine büyük<br />

saygı göstermiş ve askerlerinin masrafını kendi kesesinden karşılamıştır 20 .<br />

Yine Hasan Sabbah’ın haleflerinden Alâaddin Muhammed döneminde verilen<br />

ve alınan hediyeleri de buna örnek verebiliriz. Celaleddin Harizmşah beş fedaîyi<br />

diri diri yaktırmıştır. Alamut’ta bu olayı çok ciddiye alan İsmâilîler karşılık<br />

olarak hemen Celaleddin Harzemşah ile yüzleşirler. Alaadin Muhammed elçisi<br />

Salahadiin’i Barhana’daki vezir Şeref al-Mulk’e gönderir. Ve İsmâilî elçisi : “Beş<br />

fedaîmizi yaktığınız, onların her biri için on dinar kan hakkı ödemek zorundasınız “der.<br />

Bu sözler Şeref al-Mülk’ü bir eylem ve düşünce koyamayacak kadar büyük<br />

dehşete düşürür ve çok korkar. O bolca hediyeler ve şahane onurlandırmalar ile<br />

birlikte elçiye başka değerli şeyler de verir. Sultan’ın hazinesine getirmeyi teklif<br />

ettikleri otuz bin dinar yıllık vergilerini on bine indirdiğini bildiren bir resmi<br />

mektup yazdırır, Şeref al-Mülk bu belgeyi mühür ile onaylar ve elçiye verir” 21 .<br />

Bolca hediye kabul eden Nizari İsmaili yöneticilerinin kendileri de zaman<br />

zaman önemsedikleri kişilere hediyeler vermiştir. Örneğin Nasavi, Alaaddin<br />

Muhammed’in yanına gittiğinde aldığı hediyeleri “Allaaddin Muhammed bana<br />

çok cömertçe davrandı. İki kere aynı miktarda armağanlar ve onur giysileri verdi. Kendisi<br />

çok saygıdeğer ve onurlu bir adamdı. Benim üzerime giydirdiklerinin değeri ayni ve<br />

nakdi (eşya ve parasal) olarak üç bin dinar civarındadır. Bize bu değer karşılığında<br />

verdiği iki takım onur giysisi şunlardır: Saten kumaştan bir kaftan, bir başlık, biri satenden<br />

çizgili ve diğeri Çin krepinden bir kürk ve şapka, iki dinar ağırlığında kemer,<br />

yetmiş elbiselik kumaş parçası, askeri gereçler eksiksiz yani tam takım eyerleriyle iki at,<br />

bin altın dinar değerinde dört eyer, üstü kumaş örtülü at ve takım elbiseme uygun otuz<br />

18<br />

Marco Polo, Dünyanın Hikâye Edilişi (Harikalar Kitabı), (Çev Işık Ergüden), İstanbul, 2003, s.122.<br />

19<br />

Farhad Daftary, age., s. 449.<br />

20<br />

Farhad Daftary, age., s.437.<br />

21<br />

İsmail Kaygusuz,Nizârî İsmâilî Devletinin Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut (Öğretisi,Tarihi,Felsefesi,),<br />

İstanbul, 2004, s. 141


238 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

kadar onur cübbesi” 22 şeklinde anlatmıştır. Yine Hasan Sabbah’ın haleflerinden<br />

Rukneddin Meymundiz Kalesindeki hazinesinden kıymetli bir hediyeyi padişaha<br />

sunduktan sonra geri kalanları askerlere dağıtmıştır 23 . Başka bir örnekte<br />

ise Büyük <strong>Selçuk</strong>lu hükümdarı Sultan Sancar Irak <strong>Selçuk</strong>lu devleti olayları ile<br />

ilgilenirken Sultan Sancar’a bağlı bir grup emir Erkuş’un komutasında harekete<br />

geçerek Horasan da İsmâilîlerin elinde bulunan Girdkuh kalesini kuşatmıştır.<br />

Uzun süre devam eden kuşatma sonucunda İsmâilîler çok zor durumda kalmıştır.<br />

Kale tam ele geçirilmek üzereyken Emir Erkuş kuşatmayı terk etmiştir. Rivayete<br />

göre Emir Erkuş İsmâilîlerden aldığı çok değerli altın, mücevher ve paralar<br />

karşılığında kuşatmadan vazgeçmiştir.<br />

Bu hediye alıp vermeler aslında Nizârî İsmâilî hazinesinin zenginliğini göstermektedir.<br />

Aynı zamanda ticaret alanında da faaliyetler bulunduğuna da kanıttır.<br />

Yukarıda geçen Çin krepinden kürk, şapka, cübbe, saten kumaşlar vs.<br />

yani başka ülkelerden ithal edilmiş olan ticaret eşyaları ticari alışverişin yapıldığını<br />

gösterir. Yani dışarıdan ithal edilen bu eşyalar aslında iç dış ticaretin aktif<br />

bir şekilde sürdüğünün göstergesidir. Ayrıca İsmâilî gruplar tarafından ele geçirilen<br />

savunmaya elverişli arazi parçası Dar ül Hücreler’de yaşayan Alamut<br />

döneminin dağlılar, köylüler ve kentli gruplardan oluşan Nizârî cemaatinin 24<br />

mutlaka kendi aralarında başka ticari faaliyetlerinin bulunduğu varsayılmaktadır.<br />

Alınan ve verilen hediyelerin yanı sıra hazineyi besleyen en önemli gelir<br />

ganimetlerdir. Kaynaklarda etraftan topladıkları deve, sığır, davar, merkep ve<br />

v.b. gibi diğer ganimetlerin 25 varlığından bahsedilmektedir. Horasan ve<br />

Huzistan’daki bazı kalelere yerleşerek ticaret ve hac kervanlarını da açıktan<br />

basarak soyup ganimet elde etmişlerdir 26 .Aynı şekilde, İsfahan’da şehrin muhtelif<br />

yerlerine dağılarak, kendilerine muhalefet edenlerin, güçlerinin yettiği<br />

şahısların mallarını gasp edip öldürmüşlerdir 27 . Yine, Beyhak yöresinde bulunan<br />

Turayşit kasabasındaki İsmâilîler harekete geçmiş ve o bölgede geniş çapta<br />

yağma ve talanda bulunmuşlardır. Pek çok kişiyi öldürmüş mallarını yağma<br />

etmiş, kadınları esir almışlardır 28 .<br />

22<br />

İsmail Kaygusuz , age., s. 141<br />

23<br />

Cuveyni, age., s.508.<br />

24<br />

Farhad Daftary, age., s. 389.<br />

25<br />

Bernard Lewıs, age., s.59.<br />

26<br />

Osman Turan, age., s.228.<br />

27<br />

İbnü’l Esir, age., c.10, s. 259<br />

28<br />

İbnü’l Esir, age., c.10,317; Bernard Lewıs,a.g.e,s.51.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 239<br />

Halktan zorla aldıkları ganimetlerin yanında savaşlardan topladıkları ganimetlerde<br />

hazineyi beslemiştir. Örneğin Sultan Muhammed Tapar, İsmâilî kalesi<br />

Alamut’u ikinci kez kaleyi kuşatmaya almıştır. 9 ay kuşatma altında kalan<br />

Nizârî İsmâilîleri açlıktan kale içinde perişan olmuşlardır. Sultan Muhammed<br />

Tapar’ın ölüm haberinin üzerine kuşatma sona ermiş, sefalet içinde kalan<br />

İsmâilîler ise askerlerin bıraktıkları şeylere hücum etmişlerdir. Alamut halkı<br />

hazineye 200 bin dinardan daha fazla kıymetli eşya ve erzak nakletmiştir 29 .<br />

c.Üretim Sektöründen Elde Edilen Gelirler:<br />

Nizari İsmailileri propagandalarını ayakta tutma ve kendi halkının geçimini<br />

sağlamak için tarım, dokumacılık ve hayvancılık gibi üretim sektöründe yer<br />

alan unsurlara da önem vermişler ve bir takım girişimlerde bulunmuşlardır<br />

c.1 Tarım:<br />

Üretim sektörünün en başında tarımsal faaliyetler ile elde edilen ürünler<br />

gelmektedir. Tarımsal üretime dair açık bir bilgi olmasa da ilgili sektörün var<br />

olduğunu biliyoruz. Hasan Sabbah Alamut kalesini ele geçirdikten sonra kaleyi<br />

yenileme çabalarına başlamış, ambarlarını ve su kaynaklarını genişletmiştir.<br />

Taşların ve kayaların içinde çeşitli uzunlukta ve genişlikte taş ve kireç kullanılarak<br />

büyük hacimli su depoları ve yiyecek depoları yapmışlardır 30 . Bazı sıvı ve<br />

katı yiyecekleri oradaki depolarda bozulmadan muhafaza etmişlerdir. Alamut<br />

vadisinin sulama sistemini mükemmelleştirip tarımsal üretimi artırmış, vadiye<br />

pek çok meyve ağacı diktirmiştir. Su ve yiyecek gereksinimi için sarnıçlar ve<br />

ambarlar yaptırılmıştır. Vadi içindeki tarlaları sulamak için su kanalları açtırılmıştır.<br />

Benzer şekilde Buzurg Ümmid de Lamsar kalesini ele geçirdikten sonra,<br />

kaleyi sağlamlaştırmış, su şebekesi ve sarnıçlar yaptırarak 31 tarım yapılmasını<br />

desteklemiştir.<br />

Nizari bölgesi olarak bilinen Girdkuh ve çevresi Mansurabad olarak bilinen<br />

Alamut kalesi tarım için en verimli bölgelerden birkaç tanesidir ve bu bölgelerde<br />

aktif tarım yapılmıştır. Cuveyni’nin eserinde geçen ‘’Nizam’ül Mülk Ahmed<br />

derhal harekete geçerek Alamut’u oranın yanında ve Andic’in sahilinde bulunan<br />

Ustuvand’ı kuşatmıştır. Uzun süren savaşlardan sonra Alamut’takilerin tahıllarını<br />

(galle) yok etti” 32 cümlesi bölgede tarım yapıldığına kanıttır. Nizârî İsmâilîleri,<br />

yerleştiği bütün kalelere kendi düzenlerini kurup, civarında sebze ve meyve<br />

29<br />

El-Bundari, age., s. 11.<br />

30<br />

Cuveyni, age., s.574.<br />

31<br />

Farhad Daftary, age., s. 382.<br />

32<br />

Alaaddin Ata Melik Cuveyni, age., s.545.


240 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

yetiştirmeye uygun olan kalelerden istifade ederek kendi ihtiyaçlarına yetecek<br />

kadar çeşitli zirai ürünler yetiştirmişlerdir. Alamut’ta “Cennet bahçesi” denilen<br />

yani Hasan Sabbah’ın kalenin etrafına kurduğu meyve bahçelerinin varlığından<br />

söz edildiğini biliyoruz. Bu örnek de kalelerde meyve bahçelerinin varlığının<br />

ispatıdır. Hatta kalelerin etrafında da bir takım mahsuller bulunmaktadır 33 . İbn<br />

Batuta’ya göre kurutulmuş meyve üretimi ihraç edilecek kadar önemlidir 34 .<br />

Marco Polo da eserinde bu meyve bahçelerinden bahsetmiştir. Bu dönemde<br />

haşhaş ve şarap kullanımı da mevcuttur. Buradan yola çıkarsak bölgede haşhaş<br />

ve üzüm bağlarının olduğunu varsayabiliriz. Ancak Nizârî İsmaillerin coğrafyasının<br />

önemli bir bölümü dağlık ve kayalık arazilerdir. Bu nedenle ekilebilir<br />

alanların azlığı söz konusudur ve üretimde çeşitlenme çok azdır. Bu açıdan<br />

baktığımızda geçimlik küçük topluluk ekonomilerinin olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Çünkü dışarıya ihracat yapabilecek ve bundan kar sağlayabilecek kadar çok<br />

üretim yapabilecekleri tarım alanları yoktur. Kendilerini doyurabilecek kadar<br />

tarımla uğraşmışlardır. Yine kaynaklarda tarım aletleri kullanımı, tarımda verimliliği<br />

artırma gibi sulama dışında tarımsal faaliyetlerin varlığına rastlanmamaktadır.<br />

c.2 Hayvancılık:<br />

Nizâri İsmâilîeri tarımın yanı sıra hayvancılık ile de meşgul olmuşlardır diyebiliriz.<br />

Özellikle Alamut Vadisinde geniş meralar bulunmaktadır. Kaynaklarda<br />

etraftan topladıkları deve, sığır, davar, merkep ganimetlerin 35 varlığından<br />

bahsedilmektedir. Bu hayvanların bir kısmından halk temel gereksinimlerini<br />

karşılarken hayvancılıktan elde ettikleri yün ve yapağı ile de dayalı olarak dokumacılık<br />

ile meşgul olmuşlardır. Yine bu hayvanlardan hayvansal gıdalar elde<br />

edip depolarda saklamışlardır.<br />

c.3: Dokumacılık:<br />

Bu dönemde görülen sektörlerden bir diğeri ise dokumacılıktır. Hasan<br />

Sabbah Alamut kalesi kuşatıldığı dönemde iki kızı ve karısını Girdkuh’a gönderir<br />

Ve reis Muzaffer‘e davamıza yardımcı olmaları için bu kadınlara ip eğirt,<br />

dikiş diktirir. Ancak o işi yaparlarsa, onlara ücret öde diye mektup 36 yazmıştır.<br />

Buradan anlaşıldığı üzere kalelerin içerisinde dokumacılık ve dikiş üzerine faaliyetler<br />

bulunmaktadır. Muhtemelen ganimetlerden elde ettikleri koyun, keçi<br />

33<br />

Bernard Lewıs, age., s.59.<br />

34<br />

Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, İstanbul,1986,s.137.<br />

35<br />

Bernard Lewıs, age., s.59.<br />

36<br />

Cuveyni, age., s.545., Farhad Daftary, age., s.404.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 241<br />

vs. gibi hayvanların yünlerinden yararlanarak kadınlar tarafından üretim yapılmaktadır.<br />

Ayrıca burada emeğin ücretlendirilmesinden de bahsedilmektedir.<br />

Buradan yola çıkarak üretim araçlarına sahip bir üst sınıf ile bunlar için çalışan<br />

bir alt sınıfın olduğu söylenebilir. Ayrıca ekonomik anlamda paylaşım ve<br />

iş bölüşümü ilişkilerinden bahsetmek de çok zor.<br />

c.4.Sanayi Kolları:<br />

XI.-XIII. yüzyıllar arasında sanayi kolları olarak madencilik, dericilik vb.<br />

alanlarda faaliyetler olduğunu bilmekteyiz. Ancak Nizari İsmaililerin söz konusu<br />

sanayi kollarında üretim yaptıklarına dair net bir verimiz yoktur. Yukarıda<br />

bahsettiğimiz üzere Alamut kalesinin içinde çeşitli uzunlukta ve genişlikte<br />

taş ve kireç kullanılarak büyük hacimli su depoları ve yiyecek depoları yapıldığından<br />

37 söz etmiştik. Bu depoların yapımında taş ve kireç kullanılmıştır. Bu<br />

taşları ve kireçleri çıkardıkları bir maden ocağı olabilir yada bu maddelerin ticaretinin<br />

yapıldığı muhtemeldir.<br />

Diğer sanayi dalları olan dericilik, silah sanayi vs. gibi alanlarda üretim yapıldığına<br />

dair kaynaklarımızda herhangi bir örneğe rastlanmamaktadır. Ancak<br />

yaşadıkları dönem düşünüldüğünde özellikle dericilik <strong>Selçuk</strong>lu İmparatorluğunda<br />

çok önemli bir sektördür. Ve ganimetlerden elde ettikleri hayvanların<br />

derilerini küçük miktarda satıyor olabilirler.<br />

d. Dayanışma:<br />

Nizârî İsmâilîleri propaganda faaliyetlerini sürdürebilmek ve ekonomiyi<br />

ayakta tutmak için kadın erkek mücadele verip, çeşitli gelir kaynakları oluşturmuşlardır.<br />

Hata dayanışma çerçevesinde kendi aralarında para toplayıp<br />

merkez hazineye yollamışlardır. Örneğin Ahmet b. Abdülmelik b. Attaş Şahdiz<br />

Kalesinin dizdarı ile arkadaş olmuş ve o ölünce kaleyi ele geçirmiştir. Ona destek<br />

olmak ve propagandanın devam edilmesi babında İsfahan’daki İsmâilîler<br />

ona taç giydirmiş ve aralarında para toplayarak ona göndermişlerdir.<br />

e.Para Kullanımı:<br />

Bilindiği gibi ekonominin en önemli unsurlarından biri paradır. İnsanlık tarihinde<br />

para ekonomik faaliyetin gelişmişliğini gösteren en önemli araçlardan<br />

biridir Nizari İsmâilîlerin gelir kaynaklarını ele aldığımızda dikkatimizi çeken<br />

bir diğer husus acaba onlara ait bir paranın var olup olmadığıdır. Girdkuh kalesine<br />

giden Hasan Sabbah’ın kızlarına ve karısına ücret ödenmesi söylenmiştir.<br />

37<br />

Cuveyni, age., s.574.


242 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Onlara ücret öde sözü de ilginçtir. Bu ücreti ne ile ödemişlerdir. Nizârî<br />

İsmâlîleri ödemeleri takas ticareti ile mi yapıyordu, <strong>Selçuk</strong>lu parası mı kullanılıyordu<br />

yoksa kendilerine ait para bastırmışlar mıydı? gibi bir takım sorular<br />

aklımıza gelmektedir. Bu önemli bir durumdur. İllegal yollarla büyük <strong>Selçuk</strong>lu<br />

İmparatorluğu topraklarında var olmayı başarabilen Nizârî İsmâilîleri tüm bu<br />

ekonomik faaliyetlerini ne ile yapmaktadır.<br />

Nizârî İsmâilîleleri muhtemelen <strong>Selçuk</strong>lu topraklarında ele geçirdiği bölgelerde<br />

yine <strong>Selçuk</strong>lu paraları kullanmıştır. Ancak bir süre sonra kendi paralarını<br />

bastırmışlardır. Bunlara ait ilk para 1966’da Newyork Amerikan Nümizmatik<br />

Derneği’nin 1158 yılında basılmış çok nadir paralar ele geçirmesi ile ortaya<br />

çıkmıştır. George C. Miles’in yazdığı Coins of the Assassin of Alamut makalesine<br />

göre“Paralardan birinin çapı 14mm. ağırlığı 0,65 gr.dır. Ön yüzünde “Muhammed<br />

bin (Kiya) Buzurg Ummid” yazılı, çevresinde ise basıldığı yer, darphane<br />

adı “Kursi al-Daylam” ve 553 A.H. (1158) tarihi açık bir biçimde kazınmıştır.<br />

Arka yüzünde “Ali tanrının dostudur (Aliyyü Veliyullah)” Şii formülü<br />

ile başlayan yazının sonraki üç satırdan “al-Mustafa li-dinillah, Nizâr” (Tanrı<br />

dini için seçilmiş Nizar) okunmaktadır. Bu üç satır kenar yazıtındaki “Amir almü’minin<br />

salâvat (tanrının inayetleri kutsamaları onun (Ali )ve en saygı değer<br />

kişilikler olan soyundan gelenler üzerine olsun ) sözleri tamamlanmaktadır 38 .<br />

Bu nümizmatik kanıt aslında Nizârî İsmaillerin zaman içinde kendi ekonomik<br />

politikasını oluşturduğunu, hazineyi besleyecek legal yada illegal yollar bulduğunu,<br />

üretim ve dış ticarete dönük hareketliliğin var olduğunu ortaya çıkarırken,<br />

Nizârî İsmâilî ekonomisinin ve gelir kaynaklarının gelişmişliğini göstermektedir.<br />

f.Sonuç:<br />

Propaganda ile geniş bir coğrafyada faaliyetlerini sürdürmüş olan Nizari<br />

İsmailileri varlıklarını korumak ve devletleşebilmek adına çok iyi bir örgütsel<br />

yapı kurmuşlardır. Kurdukları bu yapıyı korumak adına birçok devlet adamına<br />

suikastlar düzenleyip, dailer aracılığıyla halkı etkilemeye çalışmışlardır. Bunun<br />

yanı sıra gizlilik içerisinde yürüttükleri propaganda faaliyetleri çerçevesinde<br />

dağlık arazileri ve kale içlerini tercih ederek zor bir coğrafyada varlıklarını sürdürüp,<br />

geçimlik küçük topluluk ekonomileri oluşmuştur. Dışarıya ihracat yapabilecek<br />

ve bundan kar sağlayabilecek kadar çok üretim arazileri bulunmaz<br />

iken, ticaret ve diğer ekonomik faaliyetlerin çokluğu söz konusu değildir.<br />

38<br />

İsmail Kaygusuz, age., s. 83.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 243<br />

Devletlerin, milletlerin hayatlarında siyasi ve sosyal olaylar kadar bulundukları<br />

coğrafyanın konumu ve iktisadi imkânları da önemli rol oynar. Dağlık<br />

bir coğrafyayı seçen, çevrelerinde köylerle, az sayıda bazı küçük kentleri kapsayan,<br />

sayısız kaleden oluşan Nizârî İsmâilîleri halktan aldıkları çeşitli vergiler,<br />

hediyeler, tarım, sanayi, dokumacılık ve dayanışma ile elde ettikleri gelir kaynakları<br />

ile ayakta durabilmişlerdir. Yaşamsal değerleri ayakta tutma adına yaptıkları<br />

bir takım ekonomik faaliyetlere rağmen sistemli ve sürekli olan aktif bir<br />

ekonomi görülmemektedir. Ancak yine de İsmâilî gruplar tarafından ele geçirilen<br />

savunmaya elverişli arazi parçası olan Dar ül Hücreler’de yaşayan Alamut<br />

döneminin dağlılar, köylüler ve kentli gruplardan oluşan Nizârî halkının mutlaka<br />

kendi aralarında ticari faaliyetler bulunmuştur.<br />

Sonuç itibariyle Nizârî İsmâilîleri, propaganda çerçevesinde yaptıkları faaliyetlerin<br />

en önemli amacı siyasi olarak varlıklarını korumaktır. Bunun için <strong>Selçuk</strong>lu<br />

imparatorluğunun muazzam bürokrasi mekanizması içinde yaşayan şehir,<br />

göçebe ve köy halkından toplanan vergi, ganimet vs. sayesinde ihtiyaçlarını<br />

karşılayıp, legal yâda illegal ekonomik faaliyetlerde bulunmuşlar, ancak Büyük<br />

<strong>Selçuk</strong>lu İmparatorluğunu sarsmayı başaramamışlardır. ©


244 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

KAYNAKLAR<br />

Ateş, Ahmet, “Bâtınîye”, İslam Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul, 1949.<br />

Baykara, Tuncer, “<strong>Selçuk</strong>lularda Vergilere Dair”, IX. Türk Tarih Kongresi, 1988, s. 689<br />

Corbin, Tuncer, İslam Felsefesi Tarihi, İletişim Yayınları, (Çev Hüseyin Hatemi ) , İstanbul,<br />

1986<br />

Cuveyni, Ata Melik, Tarih-i Cihanguşa, Çev.Mürsel Öztürk, Ankara 1999.<br />

Daftary, Farhad, Muhalif İslam’ın 1400 Yılı İsmâilîler: Tarih ve Kuram, (Çev. Ercüment<br />

Özkaya), Ankara, 2001<br />

______________;Mediaeval İsma’ili History and Thought, Cambridge Unıversity Press,<br />

New York- USA, 2001.<br />

______________;İsmâilî Literature, New York, USA, 2004.<br />

Doğrul, Ömer Rıza, Hasan Sabbah’ın Cennet Fedâîleri, İstanbul, 1975.<br />

Günaltay, Ş.M. Bâtınîlerin ve Karmatilerin İç yüzü, Yazan: Muhammed Hammadi<br />

b.Malik b. Ebufidal Diyanet İşleri Yayınları, Ankara,1948.<br />

Halm, Heinz, The Fatımîds and Their Traditions of Learning, I.B. Taurıs, The İnstıtute of<br />

İsmâilî Studies, London, 1997<br />

Hodgson M.S. Marshall, The Order Of Assassins, Mounte & Go, Gravenhage, 1955.<br />

Hasan, İbrahim Hasan, İslam Tarihi ,”Siyasî, Dinî, Kültürel, Sosyal”, İstanbul, 1985.<br />

İbn’ü Esir, El Kamil Fi’t –Tarih Tercümesi (İslam Tarihi) , (Çev. Abdülkerim Özaydın),<br />

C.10–11, İstanbul, 1987.<br />

İbnü’l Adim, Bugyet-‘t–Taleb fi Tarihi Haleb (Seçmeler ) ,Biblogyarafilerle <strong>Selçuk</strong>lular Tarihi<br />

,(Çev. Ali Sevim), TTK, Ankara, 1982.<br />

Kafesoğlu, İbrahim, Sultan Melikşah Devrinde Büyük <strong>Selçuk</strong>lu<br />

İmparotorluğu.,İ.Ü.Edb.Fak.Yayınları, İstanbul, Osman Yalçın Matbaası,1953 .<br />

______________; “<strong>Selçuk</strong>lular”, İslam Âlemi Tarih Coğrafya Etnografya ve Biblografya<br />

Lûgatı İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Yayınevi, C.X, İstanbul, 1967<br />

Kaygusuz, İsmail, Nizârî İsmâilî Devletinin Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut (Öğretisi,<br />

Tarihi, Felsefesi,),Su yayınları, İstanbul, 2004<br />

Köymen M. Altay, Alp Arslan ve Zamanı II, DTCF A.Ü.Yayınları, Ankara,1983.<br />

______________; <strong>Selçuk</strong>lu Veziri, Nizamül-Mülk ve Tarihi Rolü, M.K, 1977.<br />

______________; Büyük <strong>Selçuk</strong>lu İmparatorluğu Tarihi İkinci İmparatorluk Devri II, Ankara,<br />

1984.<br />

______________; <strong>Selçuk</strong>lu Devri Türk Tarihi, DTCF, Ankara, 1982.<br />

Lewis, Bernard, Fedâîyan-ı İsmâişî Tabistan, Devarpenah Maatbası, Tahran,1948.<br />

______________; The Orginis of İsmâilîsm, Cambridge, 1928.<br />

______________; The Sources for the History of the Syrian Assisian, Cambridge ,1928.<br />

______________; “İsmâilîler”, İ.A., C. V/2, İstanbul, 1960.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 245<br />

______________; Haşşaşiler (Ortaçağ İslam Dünyasında Terörizm ve Siyaset) (Çev.Ali<br />

Aktan), Sebil Yayınevi , İstanbul, 1999.<br />

______________; Haşşaşiler (Radikal Bir Tarikat), (Çev.Kemal Sarıözen) Kapı Yayınları,<br />

İstanbul, 2005.<br />

______________; The Assassins, Printed Great Britain, London, 1967<br />

Mantran, Robert, İslam’ın Yayılış Tarihi (VII-XI. Yüzyıllar ),(Çev. İsmet Kayaoğlu),<br />

A.Ü.İlahiyat Fakültesi, A.Ü. Basımevi, Ankara, 1981.<br />

Mateos (Urfalı), Urfalı Mateos Vekayi-namesi ve Papaz Grigo’un Zeyli (1136-1162)<br />

(Çev.Hrant D. Anderasyan) , (Haz. Eduard Delaurar, Halil İnanç) ,TTK, Ankara,<br />

1962.<br />

Müstevfi, Nüzhet’ül Külûb, Tahran, 1913.<br />

Müneccimbaşı (Ahmet b.Lütfullah), Câmiu’d –Düvel (<strong>Selçuk</strong>lular Tarihi 1), Horasan–<br />

Irak, Kirman ve Suriye <strong>Selçuk</strong>luları (Yayınlayan ve Nedim Çevirisinden Günümüz<br />

Türkçesine Aktaran Ali Öngül), Akademi Kitapevi, İzmir, 2000.<br />

Saykes, Serperesi, Tarih-i İran , (Çev.Seyyid Fahreddin Takiyi Fahr Dayi Geylani),<br />

Dünya-yi Kitap ,Tahran ,1377.<br />

Tabakoğlu, Ahmet, Türk İktisat Tarihi, İstanbul,1986.<br />

Teyfik b. Ebuziya, Hasan b. Sabbah, Ankara, 1699.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 247<br />

Bolvadinli Ahmet Fevzi Efendi ve Konyalı<br />

Mehmet Vehbi’nin İcazetnamesi<br />

Ahmad Fawzi Bolvadini And An İcazetname Of<br />

Mohammad Vahbi Konavi<br />

İrfan GÖRKAŞ *<br />

ÖZET<br />

In this text, the diploma which Mohammad Vahbi, who is from Konya, gave it to Ahmad<br />

Fawzi Bolvadinî, will be evaluated. Firstly, we will talk about Ahmad Fawzi’s life by benefitting<br />

from autobiography which he prepared and presented as a petition by himself. After that,<br />

the diploma will be mentioned.<br />

There are two reasons for our choosing this diploma as a subject for this text. First of them is in<br />

view of Mohammad Vahbi. According to me this diploma is one of the last diplomas which he<br />

gave to his pupils before the republic era. The second one is in view of Ahmad Fawzi Bolvadinî.<br />

Ahmad Fawzi has two diplomas. One of them is from Sheikh al-İslam Musa Kazım, the second<br />

one is from Mohammad Vahbi. He had the Ruus exam with this first diploma, and was appointed<br />

as a mudarris of province called tashra. The second diploma and its content will be<br />

evaluated here.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Diploma, Konyalı Mohammad Vahbi, Ahmad Fawzi Bolvadinî, Abu Saeed<br />

Mohammed KHadimî.<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

Bu yazıda, Konyalı Mehmet Vehbi Hoca’nın Bolvadinli Ahmed Fevzi Efendi’ye verdiği icazetname<br />

ele alınacaktır. Öncelikle, kendi el yazısıyla yazıp verdiği bir dilekçesinde yer alan otobiyografisinden<br />

hareketle Ahmet Fevzi Efendi’nin kısaca biyografisine yer verilecek, daha sonra<br />

icazetname değerlendirilecektir.<br />

Bu icazetnameyi yazı konusu olarak seçmemizin iki nedeni vardır. Birincisi Mehmet Vehbi<br />

Hoca açısındandır. Bize göre bu icazetname, Mehmet Vehbi Hoca’nın Cumhuriyet öncesi verdiği<br />

son icazetnamelerden birisidir. İkincisi Ahmet Fevzi açısındandır. Ahmet Fevzi, iki icazetname<br />

alır. Birincisi Şeyhülislam Musa Kazım’dan, ikincisi Mehmet Vehbi Hoca’dan. Birinci<br />

icazetname ile ruus sınavına katılır ve taşra müderrisi olarak atanır. İkinci icazetname, işte<br />

burada ele aldığımız icazetnamedir.<br />

*<br />

Dr. Öğretmen


248 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

İcazetname, Konyalı Mehmet Vehbi, Bolvadinli Ahmet Fevzi, Ebu Said Muhammed Hadimî.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 249<br />

<br />

Bolvadinli Yörükzade Ahmet Fevzi Efendi<br />

Bolvadinli Yörükzade Ahmet Fevzi Efendi adıyla, iki yıl önce bir kitap yayınlandı.<br />

Adından da anlaşılacağı gibi kitap, bir biyografi kitabıdır. Burada ele alacağımız<br />

icazetnamenin orijinali, kitapta ek olarak yayınlanmış, ama bugüne<br />

kadar icazetname üzerinde herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır. Kitabın<br />

yazarı, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi emekli başkanı H. Hilmi Özdemir’dir. Kitaba<br />

göre 1290’da doğan Bolvadinli Yörükzade Ahmet Fevzi Efendi, Mehmet Vehbi Hoca’nın<br />

talebesidir. Bu hususu, Yörükzade 30 Haziran 1340/1924 tarihli Bolvadin<br />

Müftülüğü’ne verdiği bir dilekçesinde şöyle belirtir:<br />

Bolvadin Müftülüğü huzur-ı fadılanesine.<br />

Bolvadin Kazası müderrislerinden Alaca Mahallesinden Yörükzade Ahmed Fevzi<br />

Efendi bin Mehmed Tevellüd 1290. Acizleri sene 309 tarihinden itibaren Konya<br />

meb’us-ı sabıkı Mehmed Vehbi Efendi hazretlerinin halka-i tedrisinde bulunmakda<br />

iken padişahdan Dersaadet’e azimet edüb orada dahi merhum Şeyhulislam Musa Kazım<br />

Efendi hazretleri halka-i tedrisinde bulunub ba’de'l-icaze o tarihde açılan ruus imtihanına<br />

bi’d-duhul 150 kuruş maaşla "taşra müderrisi" ünvanıyla kazamız Bolvadin'e<br />

gelüb kazamızda "tedris-i ulum ve va'z u nasihat" vazifesiyle maaşlarımızı almakta<br />

iken i’lân-ı hürriyet senesinde maaşı mezkurumuz 200 kuruşa iblağ olmağın "merkez<br />

kaza müderrisi" ünvanıyla maaşlarımızı ahz edüb vazifelerimizi ifa etdikden sonraların<br />

ol sene 337 tarihlerinden itibaren her tarafda küşad olunan "medaris-i ilmiye"<br />

kazamızda dahi küşad olub Umur-ı Şer'i Vekalet’inin 14 Kanun Sani 338 tarih ve<br />

2606/5 numaralu emirname-i alisî mu’cib 200 kuruş maaşla kazamız "Medaris-i İlmiye"sine<br />

tercihan müderris ta’yin olub daha sonra Şer’iyye Vekaleti'nin Tedrisat-ı<br />

Müdiriyyet-i Umumiyye'nin 9 Teşrinsani sene 338 tarih ve 6595/45 numralı emri<br />

mu’cibince 1 Eylül 338 tarihinden itibaren müderrisin faslından 500 kuruş maaş tahsisi<br />

olub tedrisat şartıyla maaşlarımızı almakta iken bu defa Tevhid-i Tedrisat esası kabul<br />

edildiği 12 Mayıs 340 ve 448/425 numralu emirnamesi mucibince kazamız ve muhitinde<br />

ahaliye va'z u nasihat vazifesi bi’l-ifa kaza vaizi ünvanıyla tahsisan tahriri ahz<br />

eylediğimizi arz u beyan eylerim efendim. 30 Haziran 340. Bolvadin Kazası vaizlerinden<br />

Yörükzade 1<br />

1<br />

Biyografi için bk. H.Hilmi Özdemir, Bolvadinli Yörükzade Ahmet Fevzi Efendi, Ankara, 2007,<br />

s.123. İrfan Görkaş, “Yörükzade’nin Biyografisi Üzerine”, Bolvadin Yenises, 20 Ağustos 2007,<br />

Sayı 740, s.3. İrfan Görkaş, “Örnek Bir Din Adamı: Bolvadinli Yörükzade Ahmet Fevzi Efendi”,


250 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Anlaşılmaktadır ki kendi biyografi dilekçesine göre Yörükzade,<br />

1309/1893’ten itibaren Konya meb’usu Mehmet Vehbi’nin öğrenciliğini yaparken<br />

İstanbul’a gider Şeyhulislam Musa Kazım’ın öğrencisi olur. İcazet aldıktan<br />

sonra 2 aynı yıl (1319/1903) 3 ruus sınavına girer ve 150 kuruş maaşla “taşra müderrisi”<br />

olarak Bolvadin’e atanır. Beş yıl sonra 1324/1908’de Bolvadin’de göreve<br />

başlar. Yani “İlan-ı Hürriyet” yılında (1908’de), 200 kuruşla “merkez kaza<br />

müderrisi” olur. Teşrinievvel 1337/1921’de her tarafta açılan Medaris-i İlmiye,<br />

Bolvadin’de de açılır. 14 Kanunisani 1338/1922’de, Umur-ı Şer’iyye Vekâleti’nin<br />

aynı tarih ve 2006/5 numaralı emirleriyle Bolvadin İlmiye Medresesi’ne tercihen<br />

müderris tayin olunur. Şer’iyye Vekâleti’nin Tedarisat-ı Müdüriyyeti<br />

Umumu’nun 9 Teşrinisani 1338 tarih ve 448/45 sayılı emirleri gereği 1 Eylül<br />

1338 tarihinden itibaren 500 kuruş maaşla “müderris-i fuzala”ya terfi eder. 12<br />

Mayıs 1340/1924 tarih ve 448/425 emirle, Tevhid-i Tedrisat-ı Esasi gereği “vaiz”<br />

ünvanıyla, kaza ve muhitinde ahaliye vaz u nasihat vazifesine atanır. Yukarıda<br />

verilenlerden başka satır aralarında, yazar, babasına dayanarak, babasının<br />

eğitim hayatının 18 yıl sürdüğünü, 35 yaşında Bolvadin’e döndüğünü yazar.<br />

Yazarın bu bilgisi ile Yörükzade’nin açıklamaları birlikte düşünülürse,<br />

Yörükzade’nin “309 tarihinden itibaren Konya meb’us-ı sabıkı Mehmed Vehbi Efendi<br />

hazretlerinin halka-i tedrisinde bulunmakda iken” ifadelerine göre Konya’daki tahsiline<br />

başlayış yaşı 15 yaş olmalıdır. 1319’da ruus sınavına girip taşra müderrisi<br />

olarak atandığına bakılırsa tahsil hayatı 10 yıl olarak görünmektedir. Bu demektir<br />

ki aile, Yörükzadenin 35 yıllık tahsil hayatına, Bolvadin’deki tahsil yıllarını<br />

da ilave etmektedir. Böyle düşünüldüğü takdirde 15 yaşında başlayan Konya<br />

tahsili de dâhil tahsil hayatı 18 yıl, yani 35 yaşına kadar sürer.<br />

Mehmet Vehbi Hoca’nın (1862-1949) biyografisine bakılırsa, Mehmet Vehbi<br />

Hoca’nın Yörükzade ile örtüşen Konya tarihleri, 1888-1893 yıllarıdır. Çünkü<br />

Vehbi Hoca, bu yıllarda, Konya’da, Mahmudiye Medresesi müderrisidir. Daha<br />

sonra 1901’de Konya Hukuk Mahkemesi üyeliğine seçilir. 1903’de Mekteb-i<br />

Hukuk’a Vesaya Müderrisi olarak atanır. 1908’de II.Meşrutiyetin ilan edilmesi<br />

Bolvadin Yenises, 2003, Sayı 522, s.3. Ayrıca bak. Muharrem Bayar, Bolvadin Tarihi, c.2, İstanbul,<br />

2004, s.458.<br />

2<br />

Musa Kazım’ın icazeti için bak. H.Hilmi Özdemir, age, s.157-164. İcazet tarihi 1319’dur.<br />

3<br />

“Usul-i tedris ve teslit-i ruus hakkında ba-irade-i seniye mahz olan kaideye tevfikan bu kere<br />

icra olunan imtihanda bahr-ı sefid Hufyebaş(?) Kurşunlu Medresesinde Bolvadinli Ahmed<br />

Fevzi Efendi ibn Mehmed isbat-ı ehliyet-i ilmiye etmiş olmağla bin üç yüz yirmi dört sene-i<br />

hicriyesinde tedrise bed’ ev mübaşeret etmek üzere ruhsatı havi işbu ilmühaber izni muma<br />

ileyhe ita kılındı 15 Zilhicce 1319 ve 12 Mart 1318” Özgün belge için bak. Özdemir, age, s.175


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 251<br />

sonrasında Konya mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a girer, 4 yani İstanbul’a<br />

gider. Yörükzade’nin 1290/1874 yılında doğduğu, tahsil hayatına 15 yaşında<br />

başladığı dikkate alınırsa, 1889 yılı, Yörükzade’nin Mehmet Vehbi Hoca’nın<br />

“halka-i tedris”ine katılma yılıdır, denilebilir. Yani bu yıl Mehmet Vehbi’nin,<br />

Mahmudiye Medresesi’nde ikinci müderrislik yılıdır. Yörükzade’nin verdiği en<br />

yakın yıl, 1309/1893’tür. Buna göre 1893 yılı, Yörükzade’nin Mehmet Vehbi’nin<br />

halka-i tedrisinden ayrıldığı yıl olmalıdır. Konya’dan ayrılma gerekçesine<br />

Yörükzade’nin kendisi herhangi bir sebep belirtmemiş olsa da, Vehbi Hoca’nın<br />

1901’de Konya Hukuk Mahkemesi üyeliğine seçilmesi meselesi, Yörükzade’nin<br />

Konya’dan ayrılma gerekçesini oluşturmuş olabilir. Bu durumda<br />

Yörükzade’nin Konya tahsili sekiz yıl sürmüştür, denilebilir.<br />

Yörükzade, yazdığı otobiyografisine göre 1309’dan itibaren İstanbul’da<br />

Şeyhülislam Musa Kazım’ın öğrenciliğini yapar, on yıl sonra 1319/1903’de icazet<br />

alır. Musa Kazım’ın şeyhülislamlık makamına ilk atanma tarihi, 4 Recep<br />

1328/12 Temmuz 1910’dur. 5 Buna göre Yörükzade, şeyhülislam olmadan önce<br />

Musa Kazım’dan ders ve icazet almış olmaktadır. Musa Kazım’ın Mekteb-i Hukuk,<br />

Mekteb-i Sultanî, Darulfünun ve Darulmuallimin hocalıklarından önce<br />

Fatih Cami’nde ders verdiğini biliyoruz. Muhtemelen Yörükzade, Musa Kazım’ın<br />

derslerini burada, yani Fatih Camiinde takip etmiş olmalıdır. Çünkü<br />

otobiyografisine göre Yörükzade, Musa Kazım’dan icazet aldıktan 6 sonra,<br />

“ruus sınavı”na katılır. Ruus sınavının yapılış tarihi, 15 Zilhicce 1319/12 Mart<br />

1318’dir. 7 Bu demektir ki Yörükzade icazeti alır almaz, yani 1319/1903 yılında<br />

sınava katılmıştır. Ancak ruus belgesine göre, beş yıl sonra yani 1324/1908’de<br />

göreve başlayabilecektir. İşte ruus sınavı ile göreve başlama yılı arasındaki bir<br />

sürede, yani müderris atanmış olduğu halde, Yörükzade, Mehmet Vehbi’den<br />

icazet alır. 8 Mehmet Vehbi’nin icazet tarihi 1321/1905’tir. Anlaşılacağı gibi<br />

Mehmet Vehbi bu sırada henüz Meclis-i Mebusan’a girmemiştir.<br />

İşte burada, bu yazıda söz konusu ettiğimiz icazetname bu icazetnamedir.<br />

O halde burada şu soruyu sorabiliriz. Müderris olarak atanmış olan Yörükzade,<br />

acaba Mehmet Vehbi’den ne icazetnamesi almıştır? Acaba Mehmet Vehbi icazetnamesinin<br />

muhtevasında neler vardır?<br />

4<br />

Remzi Ateşyürek, “Mehmed Vehbi Efendi”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2003,<br />

c.28, s.540-541<br />

5<br />

Şeyhülislam Musa kazım Efendi, Külliyat Dinî ve İctimaî Makaleler, Yay. Ferhat Koca, Ankara<br />

Okulu, Ankara, 2002, s.13.<br />

6<br />

Musa Kazım’ın icazeti için bak. H.Hilmi Özdemir, age, s.157-164. İcazet tarihi 1319’dur.<br />

7<br />

H.Hilmi Özdemir, age, s.175, 176.<br />

8<br />

H.Hilmi Özdemir, “İcazetname Belge No 9”, age, s.142-156. Ayrıca bak. Ek 1.


252 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Şimdi bu icazetnamenin muhtevasını görebiliriz.<br />

Mehmet Vehbi Hoca’nın Yörükzade’ye Verdiği İcazetname<br />

Mehmet Vehbi Hoca’nın Yörükzade’ye verdiği icazet tarihinin 1321/1905<br />

olduğunu söylemiştik. İcazetnameye baktığımızda, Mehmet Vehbi’nin<br />

Yörükzade’ye verdiği icazetin, iki bölümden oluştuğunu söyleyebiliriz.<br />

İcazetnamenin Birinci Bölümü<br />

İcazetnamenin birinci bölümü, Ebu Said Muhammed Hadimî’ye ulaşan,<br />

Hadimî medresesi icazet silsilesini ifade eden ve Arapça yazılmış bir icazettir.<br />

Mehmet Vehbi Hoca, bu icazet silsilesine, “Ahmed Fevzi Efendi b. Mehmed Efendi<br />

el-Bolvadinî” adını el yazıyla ilave etmiş, “Kad savvertü hazihi’l-icazete mine’labdi’l-fakiri’l-hakiri’l-mu’terif<br />

tera bi-…el-müftehır bi-hidmeti’t-tullabi’l-müktemil biğubari<br />

erculi’l-fukahai es-Seyyid Muhammed Vehbi Efendi b.Hüseyin Efendi el-Hadimî<br />

eş-şehîr Peçelikzade ahsenellahu teaala bi’l-hüsna ve’z-ziyade fi seneti ihda ve ışrine ve<br />

selasemie ve elf min hicreti men lehu’l-urfu ve’ş-şeref ve’ş-şeafaatu’l-kübra li’l-halefi<br />

ve’s-selefi anhu teaala” ifadesiyle ve “mühür”le tamamlamıştır. 9<br />

Besmele ve hamdden sonra Mehmed Vehbi Hoca, “ve ba’d fe-yekulü’l-abdü’lfakiru’l-hakir<br />

el-mu’terif bi’l-aczi ve’t-taksir es-seyyid Mehmed Vehbi Efendi b.Hüseyin<br />

Efendi el-Hadimî mevliden ve’l-Konevî mavtınen afa anhüma’l-bâri daimen…” şeklinde<br />

bir giriş yapar ve sözü “nefs ilmi (ilmü’n-nefs)”ne getirir. Nefis ilmini, nefislerin<br />

imarının anlatıldığı ve nefis imarıyla ilgili tahsilin yapıldığı ilim olarak<br />

tanımlar. Nefs ilmini ayet ve hadislerle destekleyerek anlatır. Mehmet Vehbi<br />

Hoca, şu ayetleri delil olarak zikreder.<br />

“Fe-lemma cavezâ kâle li-fetahu âtina ğadaenâ lekad lekıyna min seferina<br />

hâzâ nesabâ. 10 Kâle eraeyte iz eveyna ila’s-sahrati fe-innî nesîtü’l-hûte ve ma<br />

ensanîhu illa’ş-şeytanü en ezkürahu vettehaze sebîlehu fi’l-bahri aceba. 11 Kâle<br />

zâlike ma künna nebği fe’rteddâ alâ âsârihima kasasa. 12 Fe-veceda abden min<br />

ıbadina âteynahu rahmeten min ındina ve allemnahu min ledünnâ ‘ılmâ. 13 Kâle<br />

lehu Musa hel ettebi’uke alâ en tü’allimenni mimma ‘ullimte ruşda, 14 ve<br />

9<br />

H.Hilmi Özdemir, age, s.150-151.<br />

10<br />

Kehf Suresi, 18/62<br />

11<br />

Kehf Suresi, 18/63<br />

12<br />

Kehf Suresi, 18/64<br />

13<br />

Kehf Suresi, 18/65<br />

14<br />

Kehf Suresi, 18/ 66.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 253<br />

kalellahu teala innema yahşallahe min ıbadihi’l-ulema 15 ve kalellahu ve’llezine<br />

ûtul-ılme deracat” 16<br />

Mehmet Vehbi Hoca, konuya devamla “Peygamber Efendimizin, şüphesiz<br />

melekler, kanatlarını ilim talep edenin ayakları altına sererler, buyurmuştur”<br />

hadisini belirtir ve “bilgin (el-âlim)” ve “bilginin üstünlükleri (fazlu’l-âlim)”<br />

konusuna geçer. Mehmet Vehbi, bilgini (âlim), göklerde olanların ve sudaki<br />

balıklara varıncaya kadar yerde olanların bilgisine dalan kimse olarak tanımlar.<br />

Bilginin ibadet edene üstünlüğü, yıldızlı gecedeki dolunayın, yıldızlara<br />

(kevakib) olan üstünlüğü gibidir. Bilginler (el-ulema), nebilerin varisleridir.<br />

Mehmet Vehbi hoca devamla, bu konuda “aklî” ve “naklî” delilin çok olduğunu,<br />

anlatılamayacağını ifade eder ve sözü “üstad”a getirir ve Ahmet<br />

b.Hanbel’in, “yüce üstad (el-üstaz el-âlî) edinmek, selefin sünnetidir” sözüne<br />

yer verir. Yine el-Hakim’in, “hoca aramak (talebü’l-üstaz), doğru bir yoldur”<br />

dediğini belirtir ve Ahmed Fevzi b. Mehmed Efendi el-Bolvadinî’nin ömrünün uzun<br />

bir müddetini “edebi ilimler” ve “aklî fenler”in tahsili yolunda harcadığını, zamanın<br />

fazıllarının meclisinde bulunduğunu, bu ilimlerden ve fenlerden gayreti<br />

kadar nasibini elde ettiğini anlatır, Allah’ın onu ilmi, ameli, tefsir veya hadis<br />

bakımından usul ve füru yönüyle başarılı kılması için dua eder. Şeyhlerinin ve<br />

üstatlarının kendisine izin verdiğini belirterek “şeyhlerini, üstatlarını ve onların<br />

üstatları”ndan bazılarını anacağını belirtir. Çünkü peygamberimizin bir hadisinde<br />

belirttiğine göre “güneş ve ay daim oldukça, salihler zikredildiği anda,<br />

rahmet inmeye devam edecektir.”<br />

Anlaşılmaktadır ki Mehmet Vehbi’nin icazeti, tasavvufa, icazetteki ifadesiyle<br />

“ilmü’n-nefs”e ve “üstad”a dairdir. Bu açıdan Mehmet Vehbi, ilk olarak el-<br />

Hac Hüseyin Feyzi b.Mustafa el-Kadıhanî’ye yer verir. Kadihanî, el-müftî el-<br />

Konevî olarak tanınmaktadır. Devamla Seyyid Mehmed Efendi el-müfti el-<br />

Hadimî’yi belirtir. Sırayla şu isimlere yer verir. Seyyid Ahmed Efendi el-müfti<br />

el-Hadimî, Veliyyüddin Efendi el-Akşehrî, eş-Şeyh es-Seyyid Ebi Said Muhammed<br />

el-Hadimî, es-Seyyid Mustafa Efendi el-Öztemirî el-Konevi, es-Seyyid<br />

Ahmed Efendi b.Abdullah b.Ebi Said el-müfti Hadim, muhaddislerden Ömer<br />

b.Abdülkerim b.Abdürrasuli el-Mekki, İsmail Efendi el-Aydıncıkî, el-Hac Mustafa<br />

Efendi el-Hadimî, el-Alaî doğumlu ve Konevî vatanlı Molla Efendi, es-<br />

Seyyid Ömer b.Abdurrahman el-müfti el-Karamanî, el-Reşid Mustafa Efendi elmüsevvid<br />

el-Ereğli el-Konevî, el-Hac Mehmed Efendi b.İsmail el-Horzumî/el-<br />

Harezmî doğumlu el-Kırkağacî vatanlı, es-Seyyid Süleyman el-Kırkağacî, es-<br />

15<br />

Fatır Suresi, 35/28<br />

16<br />

Mücadele, 58/11


254 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Seyyid Süleyman el-Vehbî el-Kırkağacî, es-Seyyid Mehmed el-Şükrî el-Alâî<br />

Reyhanzade diye maruf, el-hac hafız İsmail b.İdris el-Aydıncıkî Mekkede mücavir<br />

Medinede ikamet etmiştir, Numan Efendi el-müfti Hadim b.Ebi Said el-<br />

Hadimî, el-Hac Mehmed Efendi el-müfti el-Hadim, es-Seyyid Ahmed Efendi,<br />

el-Hac İbrahim Efendi el-Alaşehrî, es-Seyyid Mehmed Efendi el-müfti Hadim.<br />

Mehmet Vehbi, dikkat edin ilk olarak icazet alanlar diyerek “kardeş, Seyyid<br />

Hacı nitelemeleriyle Mehmed Said Efendi 17 ve Müftizade diye bilinen İbn Yusuf,<br />

Mehmed Said’in kardeşi Şarihu’l-Mecami olan Abdullah Efendi” 18 nin ismini<br />

verir. İkinci olarak icazet alanın es-Seyyid el-Hac Said Efendi olduğunu, üçüncü<br />

olarak icazet alanın es-Seyyid Mehmed olduğunu Müftüzade olarak tanındığını<br />

belirtir. Mustafa el-Boluvî, İsmail Efendi el-Konevî’den sonra Ahmed el-<br />

Ürgübî’nin aynı şekilde icazet aldığını belirtir.<br />

Mehmet Vehbi, bunların hepsinin büyük fazıl kimseler olduğunu, hepsinin<br />

şeriatın hadimi, et-Tarikatu’l-Muhammediye’nin şarihi olan Ebu Said Muhammed<br />

el-Hadimî’den icazet aldıklarını belirtir. Böylece Yörükzadenin icazet silsilesi,<br />

18.yüzyıl Hadim Medresesi kurucusu ve müderrisi Ebu Said Muhammed Hadimî’ye<br />

ulaşmış olur.<br />

Onların akranı olduğunu söylediği El-Hac Abdullah Efendi el-Senkorî (?)<br />

el-Kayserî’nin, Vehbi’nin “üstazülkül” olarak andığı es-Seyyid Sadık el-<br />

Kayserî’den icazetli olduğunu belirterek, devamında şu isimlere yer verir. Abdullah<br />

b.el-Kankırevî el-İslambulî, Ahmed el-Ürgübî, Osman el-Akşehrî el-<br />

Kayserî, es-Seyyid Mehmed Emin el-Hadimî. Bunların icazet senetleri de muttasıl<br />

olarak Ebu Said Muhammed Hadimî’ye ulaştığını ifade eder.<br />

Mustafa b.Ömer el-Vidinî el-İslambulî, İbrahim b.Mehmed el-Esirî,<br />

Abdurrahim Efendi b.Yusuf el-Uluvî el-Ebik Efendi’nin kardeşi diye meşhur,<br />

kardeşi Mehmed b.Yusuf el-Uluvî el-İbik Efendi diye meşhur isimleri belirtir ve<br />

senetlerinin muttasıl olarak el-Allame el-Devvanî’ye ulaştığını belirtir.<br />

Es-Seyyid Ahmed el-Hazim Efendi b.es-Seyyid Abdurrahman er-Ruhî el-<br />

Nevşehrî el-İslambulî yine Mehmet Vehbi’nin Hadimî medresesinden icazet<br />

alan hocaları, üstatları, şeyhleri arasında saydığı isimlerdendir. Yine buradan<br />

icazet alanlar, Seyyid el-Hac Salih b. es-Seyyid Mehmed ki Hacı Torun Efendi<br />

el-Kayserî olarak tanınır, hocaların hocası (üstazü’l-esatize) el-Hafız Kasım b.<br />

eş-şeyh el-hac Mahmud el-Kayserî’dir. Mehmet Vehbi bunların icazet senetleri-<br />

17<br />

Ebu Said Muhammed Hadimî’nin oğlu’dur.<br />

18<br />

Ebu Said Muhammed Hadimî’nin oğlu’dur.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 255<br />

nin muttasıl şekilde Şeyhü’l-meşayıh Ebu Said Muhammed el-Hadimî’ye ulaştığını<br />

belirtir.<br />

Yine, el-hac Ömer Efendi el-Akşehrî el-İslambulî, Mehmed Esad b. el-imam<br />

Ahmed ki İmamzade adıyla tanınır, es-Seyyid Abdurrahman el-kuyucağı el-<br />

İslambulî, es-Seyyid Salih el-Amasravî el-Ankaravî Ebi Said es-Seyyid Muhammed<br />

el-Hadimî’den icazet almışlardır. Yine es-Seyyid Mehmed b.Yusuf ki<br />

Müftüzade diye tanınır, eş-Şeyh Muhammed el-Hadimî’den icazetlidir. Es-<br />

Seyyid Hazim Ahmed b.Abdurrahman b.Abdullah, babası, Mehmed<br />

Saçaklızade ki her ikisinin senedi de Taftazanî’ye ulaşır. Taftazani’den icazetli<br />

olan Buhari şarihi eş-Şeyh Yusuf Efendizade kendi senediyle Nebi s.av.e ulaşır.<br />

Diğer isimleri belirtmek gerekirse, zikredilen isimler şunlardır:<br />

Abdürrezzek el-Antaki ve el-Hüseyn Pirzade, eş-Şeyh Muhammed el-Yemani,<br />

Abdülhay, es-Sevri, Ali el-Makdisi, Allame Şehabeddin Abdülberr b.el-Şahne,<br />

Kemaleddin İbn Hümam, Siraceddin Ömer b.Ali ki Kariü’l-Hidaye diye tanınır,<br />

Alaaddin es-Siraki(?), es-Seyyid Celaleddin, Alaaddin Abdülaziz el-Buhari, Allame<br />

Şemseddin Muhammed el-Gerederi, Hidaye sahibi Burhaneddin,<br />

Şemsüleimme el-Serahsi, Şemsüleimme el-Hulvanî, el-Kadî Ebi Ali el-Nesefi, el-<br />

İmam Ebi Bekr Muhammed b. Fazl, Abdullah Ebi Hafs el-Buhari, Babası, Muhammed<br />

b.Hasan el-Şeybani, İmam Azam Numan b.Sabit, Balebek müftüsü<br />

diye tanınan Muhammed Hibetullah b.Mahmud el-Nacî.<br />

Mehmet Vehbi, üstatlarımızın silsilesine dönelim, yani Ebu Said Muhammed<br />

el-Hadimî’yi kastediyorum diyerek sözü, Hadim medresesi kurucusu,<br />

müftüsü ve Nakşî şeyhi Muhammed Hadimî’ye getirir. Onun icazetini, şeyhi ve<br />

babası olan zahid, naki bir kimse olan Şeyh Mustafa el-Hadimî’den icazet aldığını<br />

açıklar. Silsilede yer alan bir diğer isim, Muhammed b.Ahmed el-<br />

Tarsusî’dir. Kütüb-ü Sitte, özellikle Buhari icazeti almıştır. İcazet aldığı kimse<br />

Şeyh Muhammed b.Ali el-Kamil el-Dımaşkî’dir. Silsiledeki diğer isimler sırasıyla<br />

şunlardır. Hayreddin b.Ahmed el-Deylemî, Ahmed b.Muhammed<br />

Eminüddin b.Abdülâl, babası, Şeyhülislam Zekeriya el-Ensari, Buhari şarihi<br />

Ahmed b.Ali b.Hacer el-Askalanî, Burhaneddin, Allame b.el-Şahne, Siraceddin<br />

el-Debirî, el-Herevi, Ebu’l-hasan Abdurrahman el-Davudi, Abdullah el-Serahsi,<br />

Muhammed b.Yusuf el-Feriri(?), Muhammed b.İsmail el-Buhari ki senedi muttasıl<br />

olarak Nebi a.s.v’a ulaşır.<br />

Mehmet Vehbi, burada tekrar Ebu Said Hadimî’ye döner, bir diğer icazet<br />

silsilesine yer verir. Buna göre Hadimî, Ahmed el-Kazabadi’den bilgiler (elulum)<br />

alır. Mehmet Vehbi, devamında silsileyi şu şekilde verir. Tefsiriyle meş-


256 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

hur olan Muhammed el-Sivasi, el-fazıl el-Güdanî(?), eş-Şeyh Abdullah el-<br />

Cezeri, Ahmed el-Müncel, Mevlana Mirzacan el-Şirazi, Mevlana Celaleddin<br />

Muhammed b. Esad el-Devvani, Mevlana Muhyiddin el-Keşkeşani, Mevlana el-<br />

Şerif el-Cürcani, Mevlana Mübarekşah, Mevlana Kutbeddin el-Razi, Mevlana<br />

Kutbeddin el-Şirazi, Mevlana Ömer el-katib el-Kazvini, Mevlana el-İmam el-<br />

Gazali, İmamu’l-harameyn Abdülmelik b.Yusuf el-Cüveyni, Babası Yusuf b.el-<br />

Tayyib, Mevlana Muhammed b.Süleyman el-Saluki, İbrahim el-Mervezi,<br />

Ebulabbas Ahmed, Ebulkasım Osman, Ebu İbrahim İsmail, Ebu Abdullah Muhammed<br />

b.İdris el-Şafii, Muhammed b.Hasan el-Şeybani, Ebu Hanife Numan<br />

b.Sabit, Hammad b.Süleyman, İbrahim en-Nahaî, Alkame ve Ebu<br />

Abdurrahman el-Esved b.Zeyd, Ebi Abdurrahman b.Abdullah b.Habib. Bu ise<br />

iki sahabiden icazet alır. Bunlar, Abdullah b.Mesud ve Ali b.Ebi Talib’tir. Onlar<br />

ise Nebi a.s.v.den icazet alırlar. Mehmet Vehbi sözünü, “bu ne güzel bir isnad”<br />

diyerek tamamlar. Nebi a.s.v’in vahiy emini Cebrail’den, Cebrail’in ise Allah’tan<br />

aldığını belirterek el yazısıyla Ahmed Fevzi Efendi b.Mehmed Efendi el-<br />

Bolvadinî adını silsileye kaydeder ve Bolvadinli Ahmed Fevzi Efendi’ye tavsiyelere<br />

geçer.<br />

Mehmet Vehbi hoca, tavsiyelerine, “bu fazıl kardeşim Ahmed Fevzi Efendi<br />

b.Mehmed Efendi el-Bolvadinî’nin, hidayete erenlerin güneşi, iktida edenlerin<br />

dolunayı (bedr), talebenin başvuru kaynağı, akıl sahiplerinin sığınağı (melce)<br />

olmasını diliyorum. Ona Allah’tan sakınmasını (takva), ona itaatini, salih ameli,<br />

onun kulluğunu, onun rızasına uymayı, arzulardan uzak durmayı tavsiye ediyorum”<br />

diyerek başlar ve şöyle devam eder: Ey doğru sözlü kardeşim bilmelisin<br />

ki aklî ve naklî ilimlerin en uzak maksadı, bilgidir (el-marife). Bu bilgi, Allah’ı<br />

bilmek, kulun kendisini (nefsihi) bilmesi, kendisiyle Allah arasındaki bağı<br />

bilmesidir. O halde bilgi konusundaki ilk ilimde, Allah’ın izzeti, azameti ve<br />

kemali kendi zatında ve sıfatında keşfedilir ve kula ve ameline ilave olarak her<br />

yönden âlemlerden müstağni kalınır.<br />

İkinci ilimde, her yönden mevlasının keremi, ihsanına kadar sürekli olarak<br />

hem zahiri hem Batıni bakımından kulun dünyasındaki ve ahiretindeki zilleti,<br />

hakirliği, fakirliği keşfedilir. Keremin ve ihsanın kesilmesi gerçekleşmesi bakımından<br />

“turfete ayn”dır. Kulun, mensur bir heba olması anında.<br />

Üçüncü ilimde, uygun olan keşfedilir, yani gani ve hamid olan mevlasına<br />

tazimle kulun acziyle birlikte amacının genişliği, gücünün nihayeti ile kıyamını<br />

gerektirenler keşfedilir. Mevlanın şanına layık olan bu tazimden sonra, Allah’ın<br />

hakikat olarak takdir ettikleri keşf edilir. Ayrıca Mevlanın iki dünyada (dareyn)<br />

verdikleri keşf edilir. Bu da ancak onun fazlı ve ihsanıyla olur. Kul açısından


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 257<br />

bu, ne olumlu (icab) ne zorunlu (vücub), ne hakikattır (istihkak). Bu durum ve<br />

tazimle yapılan Mevla kıyamı, istihlak yolunu hazır etmeye, şeriata uyarak kemalin<br />

elde edilmesine devam ederek elde edilen üç ilimin gerektirdiği şeydir.<br />

Mehmet Vehbi Hoca ilimle ilgili açıklamalarını, son sözümüz “Lailahe illallah<br />

Muhammedün Rasulüllah birahmetike ya erhamerrahimin” olsun diyerek tamamlar<br />

ve “kad sadartü hazihi’l-icazete mine’l-abdi’l-fakiri’l-hakiri’l-mu’teziri’l-mu’terif bi’laczi<br />

ve’t-taksiri tera bi-akdemi’l-müftehır… es-Seyyid Mehmed Vehbi Efendi bin Hüseyin<br />

Efendi el-Hadimî el-şehir Peçelikzade ahsenallahu teala ve bi’l-husna ve’z-ziyadeti fi<br />

senetin ıhda ve ışrine ve selasemie ve elf min hicre men lehu’l-urfu’ş-şerefu ve’şşefaatu’l-kübra<br />

li’l-halefi ve’s-selefi anhu teaala” 19 diyerek icazeti düzenlediğini<br />

açıklayarak mühürler. Mehmet Vehbi Hoca’nın verdiği icazet burada sona ermez.<br />

Aksine icazetin sözünü ettiğimiz birinci bölümü tamamlanmış olur.<br />

İcazetnamenin İkinci Bölümü<br />

Mehmet Vehbi Hoca icazetin ikinci bölümüne “sonra diyorum ki” diye başlayarak<br />

icazeti kendisine, Kadınhanlı Hüseyin Efendi’nin verdiğini söyler ve<br />

icazet silsilesini açıklamayı sürdürür. Bunlar sırasıyla vermemiz gerekirse şunlardır:<br />

Ahmed Hazim el-Nevşehrî, Balebek müftüsü olarak tanınan Muhammed<br />

Hibetullah. Mehmet Vehbi Hoca’ya göre Hibetullah’tan el-Şifau’ş-Şerif icazeti<br />

almışlardır. Ayrıca hocaları el-Kütübü’s-Sitte, tefsir ve diğer akli ve nakli ilimleri<br />

almışlardır. Nevşehri, üstazım Hibetullah Muhammed el-Naci bana şu zinciri<br />

vermiştir (ahberana), diyerek rivayet zincirini belirtir. Salih b.İbrahim el-Cebini,<br />

Hanbelilerin Şam (Dımaşk) müftüsü Muhammed Ebu’l-Vehhab b.Abdülbaki el-<br />

Hanbeli, Muhammed b.Bülyan(?) el-Hanbeli ed-Dımeşki, el-Vefai el-Hanbeli<br />

ed-Dımeşki, Dımeşk Muhaddisi el-Şems Muhammed b.Muhammed b. Tolon el-<br />

Hanefi ed-Dımeşki, eş-Şems Muhammed b. Nasıreddin ed-Dımeşki, Aişe binti<br />

Muhammed b. El-Hadi ed-Dımeşki, İbn el-Şahne diye tanınan Ahmed b.Ebi<br />

Talib b.Ebi Niam el-Hicazi ed-Dımeşki, Ebu Abdullah el-Hüseyn b.el-Mübarek<br />

ez-Zebidi, Abdülevvel b.İsa el-Herevi, Ebulhasan Abdurrahman b.Muzaffer el-<br />

Davudi, Ebi Abdullah Muhammed b.İsmail b.İbrahim el-Buhari, Mekki<br />

b.İbrahim, Yezid b.Ubeyd, İbn Ekva Ebu Seleme, Nebi a.s. Mehmet Vehbi Hoca,<br />

verdiği bu silsileden “Benim söylemediğim bir şeyi bana isnad eden kimse,<br />

ateşteki yerine hazırlansın” hadisini rivayet eder. Ebu Seleme’nin “o halde benimle<br />

Buhari arasında on iki ravi vardır”, “benimle Rasulullah arasında yirmi<br />

ravi vardır” dediğini aktarır. Hepsinin Muhammed Hibetullah’ın hocası olduğunu,<br />

iki Muhammed arasında bir silsile olduğunu söyler ve silsiledeki isimleri<br />

19<br />

H.Hilmi Özdemir, “İcazetname Belge No 9”, age, s.151.


258 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

sıralar. İkincisi olan Ümmü Seleme zincirini verir. Sonra nefsime ve sana vasiyet<br />

ediyorum. Allah teaala bütün nebilere ve velilere ve Nebi a.s.vasiyet etmişti.<br />

Gizli ve aleniyet içersinde Allah’tan sakınan kimse kurtulmuştur.<br />

Mehmet Vehbi Hoca şöyle devam eder: “İlimle ve ilmin neşriyle, özellikle<br />

şeriat ilimleriyle meşgul olmak gerekir. Zira onlar, ebedi saadetin anahtarıdır.<br />

Bütün malayani işlerden kaçınmak gerekir. Yine nebi a.s.den rivayet edilmiştir.<br />

Allah’tan kuluna arız olanların alameti, kulun malayani olmayanlarla meşgul<br />

olması, vaktinin zerresini malayani şeyleri tasarrufa harcamaması, hasretini<br />

kıyamet gününe uzatmasıdır. Yemekte, giyinmekte, meskende şüpheli şeylerden<br />

uzak durmak, masivadan kalbi arındırmak (tathir) gerekir. Bu ise ancak<br />

tatlılıkla, riyazatla, halk sohbetini terk etmekle kolay olur. Yine ahlakı iyileştirmekle<br />

(tehzib) meşgul olmak gerekir. Şöhretin sebeplerinden kaçınmak gerekir,<br />

çünkü şöhret afettir. İhvanla birlikteliği azaltmak gerekir. Onların zararının en<br />

azı, vaktini israf etmeleridir. Vakit ise senin malının sermayesidir…”<br />

Mehmet Vehbi Hoca, öğrencisine, fasit meyillere ve şeytani isteklere vakti<br />

harcamamasını, meliklere hizmette izzeti aramasını, dünyayı ve dünya ehlini<br />

talep etmemesini, dünyadan bir şey elde etmemesini söyler. Ömrü müddetince<br />

zilleti seçmesini, dünya işinde ondan başkasında müstağni olarak Bari’ye tevekkül<br />

etmesini söyler. Hadis-i Kudsi’de belirtildiği gibi her kulu kul yapmasını<br />

belirtir. Hadiste Allah şöyle buyurur: “Ey dünya bana hizmet edene hizmet<br />

et. Sana hizmet edeni, kendine tabi kıl.” Mehmet Vehbi Hoca’ya göre bunlar,<br />

denenmiş ve müşahede edilmişlerdir. Nebi a.s.v. şöyle buyurmuştur: “İçinde<br />

kalacağın kadar dünya için, içinde kalacağın kadar ahiret için amel et. Allah’a<br />

ihtiyacın kadar onun için amel et. Katlanmaya sabredebildiğin kadar cehennem<br />

için amel et.” Hadis ve belirtilenler, nasihat ehli için yeterlidir. Mehmet Vehbi<br />

Hoca’ya göre bunlar, önceki ve sonraki ilimlerin özüdür (zübde), netice olarak<br />

nebilerin ve elçilerin hikmetinin amacı ve istediğin şeylerin sonuncususun. O<br />

halde senin istediğin zorunlu (vacib) bir bağış (hibe), onun ayrık akıllarından<br />

(müfarik) olmaktır. O halde baki salihleri (el-salihat el-bakiyat), fani zaillere (elfaniyat<br />

el-zailat) feda etme. En aşağı olanları hayırlı olanla değiştiren kimselerden<br />

olma. Çünkü bunların hepsi, Allah’ın katındaki yardım kanadıyla eşit olmaz.<br />

Mehmet Vehbi Hoca Yörükzade’ye tavsiyesini şöyle sürdürür: O halde Allah<br />

tealanın şu sözünü düşün. “Sizde olanlar tükenir, Allah katında olanlar bakidir,<br />

sonsuzdur” 20 O halde kendilerini nimetlendirerek arkadaşlığına ulaşma-<br />

20<br />

Nahl Suresi, 16/96 “Ma ındeküm yenfedü ve ma ındellahi bâk.”


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 259<br />

ya çalışan, dostluğunu kazanan, kabrinde senin dostluğunu kazanarak dünyanın<br />

sona ermesinin gayreti içinde olan nefsine muhalefet et. Arzularına (heva)<br />

tabi olarak dünya ehline tabi olan kimselere muhalif ol. Nasihatım, onlarla birlikteyken,<br />

onların zuhruflarına (zaharif) ve zahiratlarına meyletmişken sadece<br />

sanadır…” 21<br />

Halkla hüsn-i muaşeret üzere ol. Merhametle, hilmle, sevgiyle, şefkatle<br />

davran. Zulmedeni affet. Kötülük edene ihsan et. Tevazuyla, rifkle muamele er.<br />

Gücünün yettiği kadar öfkeni yut, kızgınlığını defet. Allah’ın Habib’ine olan şu<br />

sözünü düşün. “Fe bima rahmetin minallahi linte lehüm ve lev künte fazzan<br />

galîza’l-kalbi lenfaddu min havlik” 22 ol.<br />

Ayet onlardan ne istiyor, rahmete nail olanlara onun sebebini nasıl ortaya<br />

koyuyor, ayrılığın veya birliğin (cem’) sebebine nasıl işaret ediyor? Aklın, nefsin,<br />

ruhunun gayreti sürdükçe onlara olan ihtiyacını kıs. Nebi a.s., “Allah’a<br />

imandan sonra amellerin en üstünü, insanları sevmektir” buyurdu. Bu konuda,<br />

el-Cami es-Sağir’in şu hadisi yeterlidir. “En üstün amel, sana gelmeyene gitmen,<br />

sana vermeyi yasaklayana vermen, sana kötülük edene iyilik etmendir.”<br />

Sohbetin salihlerle, özellikle fakirlerle 23 olsun. Fakirlerin edebiyle edeblen…<br />

Büyük Hikmeti ve Adem aleyhisselamın çamurundan hamurlanan uzak gayeyi,<br />

yani kulluğa (ibade) hasredilmesini öğren. Faziletleri yerine getir ki o Kuran’ı<br />

okumaktır, özellikle namaz (salat) kılmaktır, özellikle de teheccüt namazını<br />

kılmaktır. Kuran okumanın en iyisi, zikredilebildiği kadarıyla Allah’ı zikirdir.<br />

Bütün zikir gayretiyle, bire bir Allah’ın huzurunda olmaya devam ederek en iyi<br />

kulluğu yerine getirmeye çalış. Neticede Allah’a kavuşabilesin ki bu hal, maksatların<br />

ve yolların en yücesidir. Allah bizi, rızıklandırsın, muvaffak kılsın. Son<br />

sözüm, Lailahe illallah Muhammedün Rasulullah sallallahu Teala aleyhi ve<br />

selleme teslimen li-kesir ev el-hamdü lillahi rabbi’l-alemiyn. 24 Böylece Mehmet<br />

Vehbi Hoca nasihatlerini tamamlar ve şu ifadelerle icazeti imzalar.<br />

“Ve kad harrartü eydan hazihi’l-icazete mine’l-abdi’l-ğarikı fi bihari’l-isyan ve’lharikı<br />

min şerri’s-sehvi ve’n-nisyan ev men’i mine’t-türab ve hadai mine’z-zübab es-<br />

Seyyid Mehmed Vehbi Efendi bin Hüseyin Efendi el-Hadimî mevliden ve mavtınen el-<br />

Konevî eş-şehir Peçelikzade en’amellahu teala anhüma li-ddünya ve’l-ahirati fi seneti<br />

21<br />

H.Hilmi Özdemir, “İcazetname Belge No 9”, age, s.154.<br />

22<br />

Al-i İmran Suresi, 3/159<br />

23<br />

Fakirlerden kasıt, “dervişler”dir.<br />

24<br />

H.Hilmi Özdemir, “İcazetname Belge No 9”, age, s.156.


260 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

ihda ışrine ve selasi mie ve elf min hicreti men lehu’l-iz ve’ş-şeref ve’ş-şefaatü’l-kübra<br />

lil-halef ve’s-selef lillahi teala” Mühür.<br />

Ek İcazetname<br />

İcazetnamede, Ek icazetname ismi bulunmamaktadır, aksine önceki icazetnamenin<br />

mühürlenmesiyle bu icazet başlamakta, herhangi bir girişten söz<br />

edilmemektedir. Dolayısıyla ek icazetname başlığı bize aittir.<br />

Ek icazetname, yine Arapça yazılmıştır. “Haze Hatmü Hace …” şeklinde<br />

başladığından anlaşılmaktadır ki Yörükzade’nin “hatme-i hace” yaptırabilme<br />

icazetidir denilebilir. İcazetnamede yazıldığı şekliyle, “7 Fatiha-i Şerife, 100 Salavat-ı<br />

Şerife, 79 Elemneşrahleke Suresi, 1001 İhlas-ı Şerif, 71 Fatiha-i Şerif, 100<br />

Salavat-ı Şerife” isimleri sayıldıktan sonra Nakşibendiliğin hatme-i hacesinin<br />

okunması icazetini verdiğini, yine Hocalarının (şüyuh) Şeyhlerinin (meşayıh)<br />

kendisine verdiği gibi Bahaiyye evradı, Delail-i Hayrat, Hizbü’l-Bahr icazeti verdiğini<br />

belirtir. 25 Dualarla icazetini tamamlar, şu ifadelerden sonra icazeti mühürler.<br />

“Ve kad harrartü eydan hazihi’l-icazete mine’l-fakiri’l-hakiri’l-mu’terif bi’l-aczi fi<br />

fi’l-kasir es-Seyyid Mehmed Vehbi Efendi bin Hüseyin Efendi el-Hadimî müvelliden<br />

ve’l-Konevî muvattınen ekremehümallahu teala fi’d-dünya ve’l-ukba fi seneti ihda ışrine<br />

ve selase mie ve elf min hicretin men lehu’l-iz ve’ş-şeref ve’ş-şefatü’l-kübra lil-halef ve’sselef<br />

lillahi Teala.” Mühür. 26<br />

Sonuç<br />

Sonuç olarak Hadimli Mehmet Vehbi Hoca’nın, Bolvadinli Ahmed Fevzi<br />

Efendi’ye verdiği icazetname ile ilgili şunları söyleyebiliriz. İcazetname, her<br />

şeyden önce bir isim “silsile”sinden oluşmaktadır. Bu silsile, el-Hac Hüseyin<br />

Feyzi b.Mustafa el-Kadıhanî’den başlamakta Hz. Peygamberde sona ermekte,<br />

oradan Cebrail vasıtasıyla Allah’a ulaşmaktadır. Bu anlamda silsile, bilginin<br />

kaynağı meselesinde, bilginin kaynağının Allah olduğu anlayışını ortaya koymaktadır.<br />

Bu husus, İslam dünyasındaki icazetnamelerde görülen ortak ve genel<br />

özelliktir. Mehmet Vehbi icazetnamesine has olan, başka bir deyişle diğer<br />

icazetnamelere göre daha özel olan durum, silsilenin, 18.yüzyıl Osmanlı düşünürlerinden<br />

Ebu Said Muhammed Hadimî’ye ve onun medresesi hocalarına ve<br />

öğrencilerine ait isimleri ihtiva etmesidir.<br />

25<br />

Ahmet Fevzi, Bolvadin’de Hacı Ata’ya, Kaside-i Bür’e, Delailülhayrat ve Hizbülazam icazeti verir.<br />

İcazetler için bak. İrfan Görkaş, “Hacı Ata’nın İcazetleri ve Yörükzade’yle İlişkisi”, Bolvadin<br />

Yenises, 05 Kasım 2007, Sayı 751, s.7<br />

26<br />

H.Hilmi Özdemir, “İcazetname Belge No 9”, age, s.156.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 261<br />

İkinci olarak icazetnamede, genel ilimlerden başka icazeti verilen ilimlerden<br />

bazılarının adlarına yer verilmektedir. Bu ilimlerin başında hadis disiplini,<br />

özellikle de Buhari Şerif veya Kütüb-i Sitte adlı eserler gelmektedir. Adı verilen<br />

bir diğer disiplin, tefsirdir. Genel adıyla ilimler, icazetnamede, “aklî” ve “naklî”<br />

ilimler olarak belirtilir.<br />

İcazetname’nin, burada söz etmemiz gereken bir başka önemli özelliği vardır.<br />

Bilindiği gibi Mehmet Vehbi Efendi, Nakşî geleneğe mensup bir isimdir.<br />

Hatme-i Hace icazetiyle birlikte düşünüldüğünde, onun verdiği icazet, aynı<br />

zamanda bir tasavvuf icazeti sayılabilir. İcazetname İslam düşüncesi açısından<br />

değerlendirilebilir. Sözgelimi bu yönüyle icazetnamede, İslam düşüncesinin<br />

temel meselelerinden olan hem bilgi meselesine, hem ahlak meselesine dair<br />

Mehmet Vehbi’nin görüşlerini bulabiliyoruz. Zira Mehmet Vehbi Hoca, icazetnamenin<br />

birinci bölümünde nefis ilminden söz etmektedir. Mehmet Vehbi, nefis<br />

ilmini ki bu ilmin tasavvufa dair ilim olduğu anlaşılmaktadır, öncelikle tanımlar.<br />

Çünkü onu “nefislerin imarının anlatıldığı ve nefis imarıyla ilgili bilgi<br />

tahsilinin yapıldığı ilim” olarak tanımlar. Nefs ilmini ayet ve hadislerle destekleyerek<br />

anlatır.<br />

Mehmet Vehbi Hoca, verdiği icazette, öğrencisi Bolvadinli Ahmed Fevzi’den<br />

de söz eder. Fevzi’nin ömrünün uzun bir müddetini “edebi ilimler” ve “aklî<br />

fenler”in tahsili yolunda harcadığını, zamanın fazıllarının meclisinde bulunduğunu,<br />

bu ilimlerden ve fenlerden gayreti kadar nasibini elde ettiğini anlatır,<br />

Allah’ın onu ilmi, ameli, tefsir veya hadis bakımından usul ve füru yönüyle başarılı<br />

kılması için dua eder. Bu bağlamda Mehmet Vehbi’nin icazeti, bir mutasavvıfın<br />

“ilmü’n-nefs”e ve “üstad”a dair görüşlerini içeren bir icazetnamedir.<br />

Mehmet Vehbi hoca, akli ve nakli ilimlerin amacının bilgi elde etmek olduğunu<br />

belirtir ve bilgi elde etmenin amacının da kulun Allah’ı bilmesi, kendisini<br />

(nefsihi) bilmesi, kendisiyle Allah arasındaki bağı bilmesi şeklinde sıralar. Bu üç<br />

amaç, neticede insanı keşf ilmine ulaştıracaktır. Bu anlamda Mehmet Vehbi,<br />

tasavvufi (keşf) bilgiyi “la ilahe illallah” önermesi temelinde özetler. Böylece tasavvufi<br />

bilgiyi, öteki adıyla keşf bilgisini, “kelime-i tevhid”le temellendirmiş<br />

olur. Bildiğimiz kadarıyla bu temellendirme tarzı, icazet isimlerinin kendisine<br />

ulaştığı Ebu Said Muhammed Hadimî’ye aittir.<br />

İcazetnamenin belirteceğimiz bir başka özelliği “ahlak”tan söz etmesidir.<br />

Bu icazetnamenin ikinci bölümüdür. Vehbi Hoca, ahlakı, hadisle, hadis bilimiyle<br />

temellendirir. Bu anlamda Hibetullah’tan el-Şifau’ş-Şerif icazeti, el-Kütübü’s-<br />

Sitte, tefsir ve diğer akli ve nakli ilimlerin icazetlerinden söz eder ve talebesine,


262 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

“ilimle ve ilmin neşriyle, özellikle şeriat ilimleriyle meşgul olması gerektiğini,<br />

onların ebedi saadetin anahtarı olduğunu, bütün malayani işlerden kaçınması<br />

gerektiğini” tavsiye eder. Yemekte, giyinmekte, meskende şüpheli şeylerden<br />

uzak durmasını, masivadan kalbini arındırmasını, ahlakını iyileştirmesini<br />

(tehzib), şöhretin sebeplerinden kaçınmasını, tek sermayesinin de vakit olduğunu…”<br />

öğütler.<br />

Mehmet Vehbi Hoca, öğrencisine, fasit meyillerle ve şeytani isteklerle vakit<br />

harcamamasını, meliklere hizmette izzeti aramamasını, dünyayı ve dünya ehlini<br />

talep etmemesini, ömrü müddetince zilleti seçmesini, dünya işinde ondan<br />

başkasında müstağni olarak Bari’ye tevekkül etmesini, nefsine muhalefet etmesini,<br />

arzularına uyanlara uymamasını söyler.<br />

Yazımızı Mehmet Vehbi Hoca’nın Yörükzade’ye yaptığı, Nakşî tasavvuf<br />

geleneğin temel ilkeleri diyebileceğimiz ahlaki tavsiyesiyle tamamlayabiliriz:<br />

“Halkla hüsn-i muaşeret üzere ol. Merhametle, hilmle, sevgiyle, şefkatle davran.<br />

Zulmedeni affet. Kötülük edene ihsan et. Tevazuyla, rifkle muamele et.<br />

Gücünün yettiği kadar öfkeni yut, kızgınlığını defet. Sohbetin salihlerle, özellikle<br />

fakirlerle olsun. Fakirlerin edebiyle edeblen… Büyük hikmeti ve Adem<br />

aleyhisselamın çamurundan hamurlanan en yüce gayeyi, yani kulluğa (ibade)<br />

hasredilmesini öğren. Faziletleri yerine getir ki o Kuran’ı okumaktır, namaz<br />

kılmaktır, özellikle teheccüttür. Kuran okumanın en iyisi, zikredilebildiği kadarıyla<br />

Allah’ı zikirdir. Bütün zikir gayretiyle, bire bir Allah’ın huzurunda olmaya<br />

devam ederek en iyi kulluğu yerine getirmeye çalış. Neticede Allah’a kavuşabilesin<br />

ki bu hal, maksatların ve yolların en yücesidir. Allah bizi, rızıklandırsın,<br />

muvaffak kılsın. Son sözüm, lailahe illallah Muhammedün Rasulullah<br />

sallallahu Teala aleyhi ve selleme teslimen li-kesir. Ev el-hamdü lillahi rabbi’lalemiyn.”dir.<br />

Böylece Mehmet Vehbi Hoca nasihatlarını tamamlar ve icazeti<br />

imzalar. ©


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 263<br />

KAYNAKLAR<br />

H.Hilmi Özdemir, Bolvadinli Yörükzade Ahmet Fevzi Efendi, Ankara, 2007<br />

İrfan Görkaş, “Örnek Bir Din Adamı: Bolvadinli Yörükzade Ahmet Fevzi Efendi”,<br />

Bolvadin Yenises, Bolvadin, 2003, Sayı 522.<br />

____________“Yörükzade’nin Biyografisi Üzerine”, Bolvadin Yenises, 20 Ağustos<br />

2007, Sayı 740.<br />

____________“Hacı Ata’nın İcazetleri ve Yörükzade’yle İlişkisi”, Bolvadin Yenises, 05<br />

Kasım 2007, Sayı 751.<br />

Muharrem Bayar, Bolvadin Tarihi, c.2, İstanbul, 2004.<br />

Remzi Ateşyürek, “Mehmed Vehbi Efendi”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul,<br />

2003, c.28.<br />

Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Külliyat Dinî ve İctimaî Makaleler, Yay. Ferhat Koca,<br />

Ankara Okulu, Ankara, 2002.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 265<br />

Atatürk’ün Ecdat Yurdu Taşkale<br />

Yerleşmesinin Coğrafyası<br />

The Geography of Taşkale Settlement Atatürk’s Ancestry Homeland<br />

Tahsin TAPUR ∗<br />

ÖZET<br />

Araştırma sahası, İç Anadolu Bölgesi’nin güneyinde, Karaman kent merkezinin 46 km güneydoğusunda<br />

bulunan tarihi Taşkale (Kızıllar) yerleşmesidir. Bu çalışmanın amacı, tarihi<br />

Taşkale yerleşmesinin; tarihi, yerleşmenin kuruluşunda etkili fiziki coğrafya özellikleri, nüfusu,<br />

nüfus gelişimi, yerleşme özellikleri, mesken tipleri, ekonomik özelliklerini ortaya koymaktır.<br />

Ayrıca Taşkale’nin tanıtılması gereken en özelliklerinden birisinin de Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

kurucusu büyük önder Atatürk’ün atalarının yaşamış olduğu bir yerleşim yeri olmasıdır.<br />

Araştırmada gerek araziden elde edilen veriler ve gerekse ilgili literatür değerlendirilerek<br />

Taşkale yerleşmesi coğrafi açıdan incelenmiştir. Bu inceleme sonunda Taşkale, doğal (mağaralar,<br />

Gürlük pınarı ve mesire yeri) ve beşeri (tahıl ambarları, sit alanları, otantik yaşamı, halısı)<br />

güzellikleri ile korunması gereken tarihi bir yerleşim yeri olduğu belirtilmiştir.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Karaman, Taşkale, Atatürk’ün Ata Yurdu, Kızıllar Halısı.<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

The research area is the settlement of Taşkale (Kızıllar) that is located on 46 km south-east of<br />

Karaman city centre, in the south of Central Anatolia. The aim of this study is to reveal its<br />

history and physical geographic features effective in the foundation of the settlement,<br />

population, population development, settlement features, housing types and economic features<br />

of historical Taşkale settlement. Besides, one of the most characteristic to be revealed of Taşkale<br />

is being a settlement in which ancestors of great leader Atatürk who is the founder of Turkish<br />

Republic lived. In of the research both data gained from the field and concerned literatures were<br />

assessed and Taşkale settlement was analyzed in terms of geographical aspect. By the result of<br />

this assessment, Taşkale was determined as a settlement that is to be protected with its natural<br />

(caves, Gürlük spring and promenade place) and human beauties (granaries, sit areas,<br />

authentic life, and carpet).<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Karaman, Taşkale, Homeland of Atatürk, Kızıllar Carpet<br />

∗<br />

Dr., <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi, Coğrafya Eğitimi Anabilim Dalı.


266 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

Giriş<br />

Taşkale (Kızıllar), İç Anadolu Bölgesi’nin güneyinde, Karaman kent merkezine<br />

46 km uzaklıktadır. İbrala deresinin geçtiği dar bir vadinin kenarında kurulan<br />

Taşkale’nin; batısında Yeşildere Kasabası (Karaman), kuzeybatısında Karaman<br />

il merkezi, güneyinde Mut ve Silifke ilçeleri (Mersin), doğusunda Ayrancı<br />

ilçesi (Karaman) ve Bolkar dağları yer alır (Şekil: 1).<br />

Şekil: 1- Taşkale ve çevresinin lokasyon haritası


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 267<br />

Çalışmanın amacı, Karaman’ın güneybatısında yer alan tarihi Taşkale yerleşmesinin<br />

coğrafi özelliklerini incelemektir. Çünkü yapılan araştırmalara göre<br />

Taşkale (Kızıllar) tarihi M.S. 2 ve 3. yüzyıllara kadar inmektedir. Manazan harabeleri<br />

başta olmak üzere Taşkale çevresinde tarihi kalıntı ve antik yerleşim<br />

yerlerinde yapılan tespitler ve ortaya çıkan buluntular; Frigler, Geç Roma, Erken<br />

Hristiyanlık ve Bizans dönemlerine ait izler taşımaktadır. <strong>Selçuk</strong>lu Türklerinin<br />

Karaman yerleşmeleri ile Taşkale’ye <strong>Selçuk</strong>lu, Karamanoğulları Beyliği ve<br />

Osmanlılar hakim olmuşlardır. Osmanlı zamanında Karaman’dan Rumeli’ye<br />

gönderilen Türkmen ve Yörük grupları bulunmaktadır. Atatürk’ün anne<br />

(Konyarlar) ve baba tarafından (Kocacık Yörükleri) soyu Taşkale (Karaman)<br />

çevresinden Rumeli’ye gitmişlerdir. Bu nedenle Taşkale aynı zamanda Atatürk’ün<br />

ata yurdu olarak da bilinmektedir.<br />

Bu çalışmada tarihi Taşkale yerleşmesinin; fiziki coğrafya özellikleri, tarihi,<br />

nüfusu ve nüfus gelişimi, yerleşme özellikleri, mesken tipleri, ekonomik faaliyetleri<br />

gibi konular üzerinde durulmuştur. Çalışmanın hazırlanmasına literatür<br />

taraması ile başlanılmıştır. Özellikle Taşkale’de Belediye’ye ait dokümanlar toplanmış,<br />

Belediye Başkanı ve yerel halk ile (2008 ve 2009 yıllarımda) görüşmeler<br />

yapılmıştır. Karaman İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Türkiye İstatistik Kurumu<br />

gibi resmi ve özel kuruluşlardaki Taşkale ile ilgili bilgi ve istatistikî verileri<br />

toplanmıştır. Taşkale’den elde edilen arazi bilgileri ile literatürden sağlanan<br />

bilgiler fotoğraflarla desteklenerek coğrafi metot dahilinde tarihi Taşkale yerleşmesi<br />

incelenmiştir.<br />

Fiziki Coğrafya Özellikleri<br />

Taşkale, Karaman kent merkezinin 46 km güneydoğusunda İbrala deresinin<br />

geçtiği dar bir vadinin kenarında kurulmuştur. Kuruluş yerinin seçiminde<br />

fiziki coğrafya şartlarının büyük etkisinin olduğu dikkati çekmektedir.<br />

Taşkale ve çevresinde yer alan dağ sıraları genellikle Toros dağlarının kuzey<br />

uzantılarıdır. Bu bölgedeki arazilerin temelinde Paleozoik ve Mesozoik’e ait<br />

formasyonlar yer alır. Bu araziler yarı kristalize gri ve beyaz renkli, sert, kırılgan,<br />

ince tabakalı kalkerlerden oluşmaktadır. Bu temel formasyonlar üzerinde<br />

yer alan Tersiyer formasyonları, Neojen’e (Miosen ve Pliosen) ait birliklerle<br />

temsil edilirler. Sahada DSİ’nin yaptığı sondaj çalışmalarından elde edilen verilere<br />

göre Miosen yaşlı formasyonların, denizel ve karasal olmak üzere iki ayrı<br />

fasiyeste teşekkül ettikleri görülmüştür. Denizel Miosen formasyonlarında bol<br />

fosil görülürken, karasal Miosen formasyonlarında hemen hemen hiç fosile rastlanmamaktadır<br />

(D.S.İ, 1975: 21).


268 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Neojen’e ait formasyonlar Kretase üzerinde diskordans olarak gelen 10 cm<br />

çapında iri konglomeralarla başlar ve yukarı doğru konglomeraların çakıllarının<br />

küçüldüğü dikkati çeker. Taban konglomerası olarak adlandırdığımız bu<br />

konglomeralar; Kretase kalkerleri, radyolarit ve serpantin çakıllarından meydana<br />

gelmiştir (Akkuş, 1995: 8-12). Miosen kalkerleri karslaşmaya uygun (mağara,<br />

dolin, uvala gibi) litolojideki birimlerdir.<br />

Taşkale çevresinde Kuaterner’e ait birimler daha çok İbrala deresinin kenarında<br />

görülür. Toroslardan gelen irili ufaklı birçok mevsimlik derenin oluşturduğu<br />

İbrala deresi, taşımış olduğu malzemeleri derenin kenarında biriktirmiştir.<br />

Bu malzemeler Kuaterner’e ait alüvyon depolarıdır. Bu alüvyon depolar;<br />

çakıl, kum, silt, kil ve killi marnlar ile temsil edilmektedir. Alüvyonlar Taşkale<br />

çevresindeki tarım yapılan alanları oluşturur.<br />

Taşkale ve çevresi Toros dağlarının Karaman’a doğru uzanan yamaçları<br />

üzerinde yer alan plato sahası üzerinde yer alır. Plato sahası batıda, Hacıbaba<br />

Dağı’nın güney ucundaki yamaçlardan başlar, Ayrancı’nın doğusuna kadar<br />

devam eder. Platoyu meydana getiren yüzey, Post Pliosen ile Pleistosen<br />

aşınımlarıyla meydana gelmiş Miosen ve Pliosen alanlarıdır. Bu görünümü itibariyle<br />

Taşkale çevresi bir aşınım sathı özelliği taşımaktadır.<br />

Şekil: 2- Taşkale ve çevresinin topografya haritası


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 269<br />

İbrala deresi Taşkale yerleşmesinde olduğu gibi Karaman ovasına kadar<br />

simetrik vadilerin tabanında akmaktadır. İbrala deresi, dağlar ve plato sahasından<br />

aşındırdığı materyali havza tabanında ulaştığı sahada bırakarak birikinti<br />

koni ve yelpazelerinin oluşmasına neden olmuştur. Plato sahasında yer alan<br />

vadi yamaçları polisiklik bir özellik göstermektedir. Taşkale çevresinde İbrala<br />

Deresi Vadisi’nde bu durumu açıkça görmek mümkündür (Foto: 1).<br />

Plato yüzeyi ile ova tabanını birleştiren sırtlarda Pleistosen Konya Gölü sularının<br />

tedrici bir şekilde çekildiğini gösteren izler mevcuttur. Bu izler Pleistosen’deki<br />

yağışlı ve kurak devrelerde çeşitli yükseltide aşınım sathı (polisiklik<br />

vadi) basamaklarının oluştuğunu gösterir. Plato sahası, Toros Dağları’na doğru<br />

yükselmekte ve 1400-1500 m.ye ulaşmaktadır.<br />

Foto: 1- İbrala deresinin Neojen çökelleri içinde açmış olduğu dar ve<br />

derin vadiden bir görünüm<br />

Plato üzerinde Yeşildere-Taşkale arasında volkanik formasyonlar kalın örtü<br />

tabakaları halinde yatay bir şekillenme göstermektedir. Bu tabakaların plato<br />

sahası üzerindeki aşınım sathını maskelemiş olması, buradaki volkanizmanın


270 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

oldukça yeni olduğuna işaret eder. Muhtemelen bu volkanik faaliyet Holosen’e<br />

kadar ulaşmaktadır (Akkuş, 1995: 35). Taşkale tahıl ambarları bu yatay tabakalı<br />

volkanik malzeme içinde açılmıştır.<br />

Plato sahasında kalkerlerin geniş yer kaplaması karstik oluşumlu mağaraların<br />

gelişmesine neden olmuştur. Taşkale çevresinde de çok sayıda mağara<br />

sistemleri gelişmiştir. Bu mağaralardan en dikkati çekenleri ise Manazan mağaraları,<br />

İncesu mağarası ve Asarini mağarasıdır.<br />

Taşkale’nin iklim özellikleri coğrafi özellikleri ve alansal yakınlık nedeniyle<br />

Karaman Meteoroloji İstasyonunu ölçümleriyle izaha çalışılmıştır. Karaman’da<br />

yıllık ortalama sıcaklık 11.7 °C dir. Sıcaklıkta Ocak ayından itibaren Temmuz<br />

ayına kadar devamlı bir artış görülürken, Ağustos ayından itibaren ise Aralık<br />

ayı sonuna kadar bir düşüş dikkati çekmektedir. Karaman’da don olaylı günlerin<br />

sayısı 95.3 gündür. Yılın yaklaşık dokuz ayında don olayına rastlanmaktadır.<br />

Yıllık ortalama verilere göre Karaman’da nispi nem oranı % 60’dır. Bu oran<br />

kış aylarında fazla, yaz aylarında ise düşük olduğu görülmektedir (Tablo: 1).<br />

Sahanın yağış şartlarını etkileyen bulutluluğun aylara göre dağılışı incelendiğinde,<br />

en düşük değere yaz aylarında; en yüksek miktarlara ise; kıs aylarında<br />

rastlanmaktadır. 1975-2007 yılları arasında ortalama bulutluluk (0-10) 3.7 olarak<br />

tespit edilmiştir<br />

Tablo: 1- Karaman meteoroloji istasyonuna ait bazı rasat verileri (1975-2007)<br />

Aylar<br />

O Ş M N M H T A E E K A Yıl.<br />

Sıcaklık (°C) 0.3 1.4 5.8 11.4 16.2 20.4 23.6 23.0 18.7 12.8 6.3 2.1 11.8<br />

Don Olayı 22.2 19.1 14.6 3.3 0.2 - - - 0.1 2.6 13.5 19.7 95.3<br />

Nem (%) 76 72 65 58 56 50 45 45 50 60 69 75 60<br />

Yağış (mm) 41.5 34.4 35.6 39.0 37.6 22.6 5.6 5.2 5.6 28.4 34.5 43.3 333.3<br />

Kaynak: DMİGM, 2008.<br />

Karaman yıllık ortalama yağış miktarı 333.3 mm’dir. Yıl içindeki yağışın aylara<br />

göre dağılışı düzensiz olup, en yağışlı aylar Ocak (41.5 mm) ve Aralık (43.3<br />

mm) iken; en kurak ay ise 5.2 mm ile Ağustos’tur (Tablo: 1). Karaman’da yağışlar,<br />

İlkbahar mevsiminde konveksiyonel yağışlar şeklindedir. Yaz mevsiminde<br />

kutbi hava kütlelerinin kuzeye kayması sonucu sahada etkili olan tropikal hava<br />

kütlelerine bağlı olarak kuraklık hakim olmaktadır. Sahada yıllık ortalama kar<br />

yağışlı günlerinin ortalaması 22.1 gündür. Kar yağışının en çok görüldüğü aylar;<br />

Ocak (6.3 gün) ve Şubat (6.0 gün) aylarıdır.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 271<br />

İklim tipi tasnif formüllerine göre Karaman çevresinde yarı kurak bir iklimin<br />

görüldüğü dikkati çekmektedir. Thornthwaite’ın iklim tasnifine göre Karaman’da,<br />

yarı kurak, su eksiği yaz mevsiminde ve çok kuvvetli olan deniz tesirine<br />

yakın, birinci dereceden mezotermal bir iklim tipi görülmektedir. Fakat Karaman<br />

denizden uzak olup, deniz etkisine kapalı bir yerdedir. De Martonne<br />

formülüne göre de Karaman’ın yıllık kuraklık indisi değeri 8.1’dir. Bu indis değerine<br />

göre Karaman step veya yarı kurak bir iklim sahası içinde kalmaktadır.<br />

Türkiye iklim kuşaklarına nispeten daha uygun düşen Erinç formülüne göre ise<br />

Karaman’ın yıllık yağış indisi 18’dir. Bu değer, Karaman çevresinin yarı kurak<br />

iklim sahasında bulunduğunu göstermektedir.<br />

Taşkale ve çevresinde önemli sayılabilecek bir akarsu yoktur. Fakat güneyindeki<br />

Toros dağlarından kaynaklarını alan çok sayıda mevsimlik dere bulunmaktadır.<br />

Taşkale çevresinde bu derelerin suyunu İbrala deresi (Yeşil Dere)<br />

toplayarak Karaman ovasına taşımaktadır. İbrala (Yeşil) deresi, Taşkale doğusundaki<br />

Meyir Dağı’ndan ilk kaynaklarını alır. Kuzeydoğuya doğru akarak<br />

Taşkale çevresinde dar ve derin vadilerden geçerek Karaman Ovası’na ulaşır.<br />

Uzunluğu 69 km olan derenin, su toplama havzası 225 km 2 ve ortalama debisi<br />

de 826 lt/sn civarındadır.<br />

Taşkale ve çevresinde daha çok zonal topraklardan kahverengi topraklar,<br />

kırmızı kahverengi topraklar, azonal topraklardan ise kolüvyal topraklar ve<br />

alüvyal topraklar yaygındır. Kahverengi ve kırmızı kahverengi topraklarda yağışın<br />

azlığı nedeniyle toprağın alt kısımlarında kireç ve jips birikmesi görülür.<br />

Bu topraklar üzerindeki doğal bitki örtüsü bozkır bitkileridir. Taşkale çevresindeki<br />

bu topraklarda ana madde Kretase ve Tersiyer’e ait kireç taşı, marn ara<br />

tabakalı marno-kalker ve çakıllı eski depozitlerdir. Bu topraklarda topografya<br />

hafif dalgalı veya dalgalı olup, eğim % 6-20’dir. Toprağın derinliğini kısıtlayan<br />

en önemli faktör erozyon ve ana maddenin sertliğidir. Zonal toprak alanlarında<br />

genel olarak kuru tarım yapılmakta birlikte mera şeklinde de değerlendirilir<br />

(Konya Kapalı Havzası Toprakları, 1978).<br />

Taşkale çevresinde İbrala deresinin vadi tabanında ise alüvyal topraklar ile<br />

vadi yamaçlarında kolüvyal topraklar görülür. Bu toprakların en önemli özellikleri;<br />

tuzluluk, alkalilik, drenaj ve rüzgâr erozyonun görülmesidir. İçlerinde<br />

değişik özellikte mineral bulunan alüvyal toprakların tarımsal değeri yüksektir.<br />

İbrala deresi kenarında bulunan bu alüvyon topraklar, sulu tarım alanları olarak<br />

kullanılır. Alüvyal topraklar gibi taşınmış, horizonlaşma göstermeyen<br />

kolüvyal topraklar, derelerin vadi ile birleştiği kesimlerde alüvyal topraklarla iç


272 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

içe girmiş haldedir. Taşlılık oranı yüksek olan bu toprak alanları meyve alanı<br />

olarak değerlendirilir.<br />

Taşkale ve çevresi, İlkçağlardan beri yerleşme alanı olarak kullanılmıştır.<br />

Bunun için insanlar; yakacak, kereste ihtiyacı, aşırı otlatma, tarla açmak için<br />

ormanları tahrip etmişler ve bu ormanların yerini günümüzde antropojen stepler<br />

dediğimiz ot formasyonu almıştır (Foto:2). Bu formasyondaki en yaygın türler<br />

geven (Astragalus sp.), çoban yastığı (Acontholimon sp.), kekik (Tymus sp.),<br />

yavşan otu (Artemisia sp.), gelincik (Papaver sp.), üçgül (Trifolium sp.), menekşe<br />

(Viola sp.) v.s. gibi türlerdir. Bu bitkiler ilkbahar yağışları ile hızla gelişir ve çiçeklenirler<br />

(Çetik, 1985). Yağışların kesilmesi ve sıcakların artması ile hızla sararır<br />

ve kururlar. Bu step alanlarının diğer bir önemli özelliği ise hububat tarımı<br />

yapılan alanlar olmasıdır. Ancak bu alanlarında önemli ölçüde erozyon faaliyeti<br />

görülmektedir. Hatta çoğu kesimde erozyon nedeniyle anakaya yüzeye kadar<br />

çıkmıştır.<br />

Taşkale çevresinde step formasyonlarının üzerinde 1200-1800 m.ler arasında,<br />

artan yağış ve neme bağlı olarak ağaç (orman) formasyonuna rastlanır (Foto:<br />

2). Orman formasyonunu karaçam (Pinus nigra), tüylü meşe (Quercus<br />

pubescens) ve saçlı meşe (Quercus cerris) ile karakterize edilir. Bu formasyonların<br />

alt katını ise laden (Cistus laurifolius), boylu ardıç (Juniperus excelsa), katran ardıcı<br />

(Juniperus oxycedrus), menengiç (Pistasia), yasemin (Jasminium frnuticans), geyik<br />

dikeni (Crategus monogyna) ile yabani armut (Pyrus elaeagnifolia) dur.<br />

Mevsimlik dere ve vadi tabanlarında (özellikle İbrala deresi kenarında) tatlı<br />

su bitkileri ve kültür bitkilerinden; tarla ürünleri (buğday, yulaf, arpa, mercimek,<br />

nohut vs.), meyveler (ceviz, kaysı, üzüm, armut, kiraz, elma) ile sulanabilen<br />

alanlarda domates, biber, salatalık, soğan, patates, fasulye, patlıcan gibi sebzeler<br />

yer almaktadır.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 273<br />

Foto: 2- Taşkale çevresindeki bitki örtüsü ve tarım alanları<br />

Beşeri Coğrafya Özellikleri<br />

Taşkale'nin eski adı Kızıllar'dır. Yapılan araştırmalar ve tespitlere göre<br />

Taşkale tarihi M.S. 2-3. yüzyıllara kadar inmektedir. Yörede bulunan ve harabe<br />

halindeki Manazan, Zanzana ve Miske gibi yerleşim yerlerinde yapılan tespitler<br />

ve ortaya çıkan buluntular; Frigler, Geç Roma, Erken Hristiyanlık, Bizans, <strong>Selçuk</strong>lu<br />

ve Osmanlı dönemlerine ait izler taşımaktadır. Taşkale çevresinde en eski<br />

yerleşim yeri Manazan harabeleridir. Bir mağara yerleşmesi olan Manazan harabeleri<br />

içinde bulunan kalıntılar, çanak çömlek gibi unsurlar bu yerleşimin<br />

daha çok Roma ve Erken Hıristiyanlık döneminde kullanıldığını göstermektedir.<br />

Mağaranın doğu cephesinde yer alan bir nişte sıva içerisine yazılmış Bizans<br />

dönemini ifade eden bir kitabe mevcuttur. Hatta Manazan Mağarası'nın ölü<br />

meydanından çıkarılan genç bir kadın cesedi bozulmamış bir halde bulunmuştur.<br />

Bu ceset bugün Karaman Müzesi'nde muhafaza edilmektedir.


274 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Erken Hristiyanlık dönemi saklı kentlerinden olan Manazan harabeleri ilgili<br />

Eyice (1971) 1432 yılında Güney Anadolu’dan İstanbul'a kadar Anadolu'yu dolaşan<br />

Bertramdan'de La Brosie're'den söz etmektedir. Brosie're, at üstünde yanında<br />

bir Müslüman rehberi ile Karaman'a doğru giden Brosie're, Ereğli<br />

(Aradie)'den Larende (Karaman)'ye doğru giderken yolu üzerinde kaya içerisine<br />

oyulmuş bir köyde gecelemiştir. Buradan daha sonra yola çıkarak Manazan<br />

mağarasına ulaşmış ve burada iki gece geçirmişler. Brosie're bölge ile ilgili çeşitli<br />

tespitlerde bulunmuştur. Buna göre Broseire’re Taşkale’nin kayalara oyulmuş<br />

bir tarihi yerleşim yeri olduğunu ve Manazan mağarasında da yaşayanların<br />

varlığından bahsetmiştir (Eyice, 1971:117). Konyalı (1967) Manazan'ın Osmanlı<br />

devrinde de bir yerleşim yeri olduğunu belirten çeşitli Osmanlı kayıtlarından<br />

bahsetmektedir. Konyalı’ya göre Taşkale ile ilgili olarak Erken Hristiyanlık döneminde<br />

bir şapel olan Taş Camii dahil hiç bir eserde her hangi bir tarih ya da<br />

tarihlendirmeye yarayacak bir kalıntı yoktur. Kapadokya, Hatunsaray (Konya),<br />

Sille, Kilistra benzeri tarihi yerler, Anadolu'da Erken Hristiyanlık çağına tarihlendirilmiştir.<br />

Gizli tapınma, savunma ve saklanma gibi kaygılarla birlikte doğal<br />

etkilerden korunma ve doğayı kullanma özelliği olan bu tarihi yerleşim yerlerinin<br />

benzeri olan Taşkale ambarları da Anadolu Erken Hristiyanlık çağına<br />

tarihlendirilebilir (Konyalı, 1967: 660).<br />

Taşkale’nin önceki adı Kızıllar olması, halkının giyim-kuşam ve geleneksel<br />

etkinlikleri (geleneksel halk tiyatrosu ve seyirlik oyunları), dokunmakta olan<br />

Kızıllar Halısı yörede konar-göçer bir aşiretin iskân edildiğini ispatlamaktadır.<br />

Kızıllar, konar-göçer Türkmen yörüklerindendir ve Osmanlı imparatorluğunun<br />

aşiretleri iskân politikası uyarınca yöreye yerleştirilmiş bir aşirettir. Hazar Denizi'nin<br />

doğusunda oturan Yamutlar'dan bir kabile olan Kızıl aşireti, Moğol İstilası<br />

ile göç ederek Anadolu’ya gelmiş ve Osmanlı sınırları içine katılmıştır. Kızıl<br />

aşireti, Sibirya Türklerinden Hakas, Abakan Tatarlarının bir boyu olarak da belirtilmektedir<br />

(Özkan, N., 1987). Bu aşiret nüfus olarak fazla olduğu için Anadolu’nun<br />

değişik yörelerinde iskân edilmişlerdir. Anadolu'da Kayseri, Sivas,<br />

Adana, Maraş, Bolu, Tarsus, Mersin, Karaman, Afyon, Bolvadin, Dinar, Şarkîkaraağaç,<br />

Karaman, Çerkeş gibi 13 il sınırları içerisinde 16 köy ve kasabada yerleşmişlerdir.<br />

Bu yerleşim yerlerinde bu gün bile varlıklarını devam ettirmektedirler.<br />

Çünkü buralarda hala Kızıl, Kızıllı, Kızıllar, Kızılca, Kızıloğuz,<br />

Kızılcakeçili vs. adlarıyla yaşayan Türkmenler, bugün bile aşiret geleneklerine<br />

bağlı olan otantik kültüründen bir şey kaybetmemişlerdir. Taşkale’de de aynı<br />

aşiret gelenekleri devam etmektedir. Son yıllarda yapılan araştırmalar kasabanın<br />

yakın tarihi açısından çok önemli olduğunu göstermektedir. Kızıllar aşiretinin<br />

sadece Anadolu coğrafyasında kalmadıkları, Osmanlı Devleti’nin iskân po-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 275<br />

litikası gereği, Anadolu’dan bir kısmının daha sonra Rumeli’ye iskan edilmek<br />

üzere gönderilmiş oldukları tespit edilmiştir. Rumeli'de Kızıllar aşiretine ait<br />

Türkmenler; Gümülcine, Dimetoka, Kavala, Üsküp, Vardar, Selanik, Silistre,<br />

Manastır ve köylerinde iskân edilmişlerdir (Güler, 2000 & Özkan, 2002).<br />

Çeşitli bilimsel çalışmalarda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal<br />

Atatürk’ün hem anne ve hem de baba tarafı soyunun Karamanlı (Taşkale) olduğu<br />

belirtilmektedir. Karaman'a yerleşen aşiret ve oymaklardan Kızıllar ve<br />

Sofular aşiretlerinin büyük bir kısmı Taşkale (Kızıllar) ve Yeşildere (İbrala) kasabalarında<br />

yaşamışlardır. Kaynakların verdiği bilgilere göre, Rumeli'ye gönderilen<br />

Kızıllar ve Sofular aşiretlerine ait Türk grupları üç önemli isim altında toplanmaktadır:<br />

Konyarlar, Yörükler ve Tatarlar. Osmanlı tahrir defterlerine göre<br />

Rumeli’ye iskân edilen Türkmen ve yörüklerin yerleştikleri yerlere de tarihi,<br />

kültürel ve coğrafi nedenlerle çeşitli aşiret isimleri verilmiştir. Rumeli'ye iskân<br />

edilen Türkmen ve Yörük grupları şunlardır: Kızıllar, Sofular, Konyalar, Naldöken<br />

Yörükleri, Tanrıdağı (Karagöz) Yörükleri, Selanik Yörükleri, Ofçabolu<br />

Yörükleri, Vize Yörükleri ve Kocacık Yörükleridir. Karaman’dan Rumeli’ye<br />

gönderilen Türkmen gruplarından olan Konyarlar (Konya ve Karaman’dan gelenlere<br />

verilen isim) Atatürk'ün anne tarafından soyu, Kocacık Yörükleri ise<br />

Atatürk'ün baba tarafından soyudur. Bu bilgilere göre Atatürk’ün hem anne ve<br />

hem de babasının soyunun Taşkale (Karaman) çevresinden Rumeli’ye gittiğini<br />

göstermektedir (Güler, 2000).<br />

Taşkale idari olarak tarih boyunca çeşitli yerleşim birimleri olarak faaliyet<br />

göstermiştir. <strong>Selçuk</strong>lular, Karamanoğulları Beyliği ve Osmanlılar döneminde<br />

idari bakımından köy statüsüne sahiptir. Cumhuriyet döneminde de Taşkale<br />

bir kasaba yerleşmesi olmuştur. Bugün Taşkale, Karaman sınırları içinde; Atatürk,<br />

Aliağa, Kasımmescid, Ortacami ve Taşmescid adıyla anılan 6 mahalleden<br />

oluşmaktadır. Bunlardan Atatürk Mahallesi Taşkale merkeze 21 km uzaklıkta<br />

toplu konut olarak devlet tarafından yeni kurulan bir mahalledir. Bu mahalleye<br />

daha çok Taşkale tahıl ambarlarında yerleri istimlak edilenler yaşamaktadır.<br />

Taşkale, ilkçağlardan beri yerleşim yeri olmasına rağmen nüfus yönünden<br />

cumhuriyet öncesine kadar nüfus bilgisi ile ilgili bir kayıtlar yok denecek kadar<br />

azdır. Ancak çevredeki farklı dinlere ait ibadethanelerin bulunması Taşkale ve<br />

çevresinde gayri Müslimlerle Müslümanların <strong>Selçuk</strong>lu ve Osmanlı döneminde<br />

birlikte yaşadıklarını göstermektedir. Osmanlı kayıtlarından Konya Vilayet Salnamelerine<br />

göre Taşkale’de 1873 yılında 158 hanede 381 nüfus, 1897’de 170 hanede<br />

1051 nüfus olduğu belirlenmiştir (Aköz, 2000: 78-79).


276 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Cumhuriyetten sonra düzenli nüfus sayımlarının başlamasıyla nüfus miktarı<br />

ve nüfus gelişimi ile ilgili kayıtlar bulunmaktadır. Taşkale’de nüfus istatistikleri<br />

ile ilgili bilgiler 1935-2000 yılları arasında yapılan genel nüfus sayımı<br />

Devlet İstatistik <strong>Enstitüsü</strong>, 2007 ve 2008 yılından itibaren adrese dayalı nüfus<br />

sayımı Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yapılmıştır (Tablo: 2; Şekil: 3).<br />

Tablo: 2- Taşkale’de 1935-2008 yılları arasında nüfus gelişimi<br />

Yıl Toplam Erkek Kadın Yıl Toplam Erkek Kadın<br />

1935 1.524 656 868 1975 2.429 1.173 1.256<br />

1940 1.636 712 924 1980 2.525 1.201 1.324<br />

1945 1.656 739 917 1985 4.097 2.052 2.045<br />

1950 1.834 1990 2.690 1.339 1.351<br />

1955 2.043 994 1.049 2000 2.224 1.110 1.114<br />

1960 2.271 1.093 1.178 2007 952 456 496<br />

1965 2.442 1.166 1.276 2008 856 405 451<br />

1970 3.002 1.375 1.627<br />

Kaynak: TUİK, 2009.<br />

Taşkale’de sayım yıllarına göre nüfusun 1935-1970 yılları arasında düzenli<br />

olarak arttığı görülmektedir. 1970-1985 yılları arasında da tekrar bir azalma olduğu<br />

dikkati çeker. Bu tarihlerde meydana gelen azalmada göçlerin etkisi vardır.<br />

Özellikle bu dönemde ülkemizin diğer yerlerinde olduğu gibi Taşkale’den<br />

de yurt dışına önemli miktarda işçi göçü olmuştur. Ancak bu nüfus 1985 den<br />

sonra bir kısmı emekli olarak veya kendi isteği ile Taşkale’ye geri dönmüştür.<br />

Bu nedenle 1985’den sonra nüfusta tekrar bir artışın olduğu görülmektedir.<br />

1985 den sonra da gerek Karaman il merkezine, gerekse ülkemizin diğer yerlerine<br />

önemli göç verdiği için Taşkale nüfusu 1985’de 4097 iken 2000’de 2224 e<br />

düşmüştür. 2007 yılı adrese dayalı nüfus sayımı sonucunda da bu miktar 952’ye<br />

2008 adrese dayalı nüfus sayımında da 856’ya kadar inmiştir (Tablo: 2). Bu durum<br />

gerek nüfusun genel azalması gerekse adrese dayalı nüfus sayımında<br />

Taşkale’de yaşamayıp Taşkale nüfusuna dahil edilmesinin önlenmesi ile ortaya<br />

çıkmıştır.<br />

Nüfus miktarı sürekli azalan bir kasaba olan Taşkale, 2008 yılında<br />

TBMM’de çıkarılan bir kanunla nüfusu 2000’in altında olan kasaba belediyelerinin<br />

kapatılması ile ilgili kararla belediyesinin kapatılması düşünülmüştür.<br />

Ancak daha sonra bu uygulamadan vazgeçilmiştir.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 277<br />

Nüfus<br />

4.500<br />

4.000<br />

3.500<br />

3.000<br />

2.500<br />

2.000<br />

1.500<br />

1.000<br />

500<br />

0<br />

1935<br />

1940<br />

1945<br />

Yıllar<br />

1950<br />

1955<br />

1960<br />

1965<br />

1970<br />

1975<br />

1980<br />

1985<br />

1990<br />

2000<br />

2007<br />

2008<br />

Şekil: 3- Taşkale’de sayım yıllarına göre nüfus gelişimi (1935-2008)<br />

Taşkale nüfusunun 2008 yılı itibariyle mahallelere dağılımı ise şu şekildedir.<br />

Toplam nüfusun (856) 299’u Aliağa, 173’ü Ortacami, 159’u Atatürk, 113’ü<br />

Taşmescid ve 112’si de Kasımmescid mahallesinde yaşamaktadır.<br />

Taşkale’de çalışan nüfusunun % 86’sı tarım ve hayvancılık faaliyetinde, %<br />

8’i çeşitli hizmet sektöründe, % 6’sı da imalat sanayi, taş işçiliği ve madencilik<br />

sektöründe çalışmaktadır. Taşkale kırsal bir yerleşme olduğu için tarım ve hayvancılık<br />

sektöründe çalışanların oranı oldukça fazladır.<br />

Taşkale’de nüfusun okuma yazma oranı 2008 yılı itibariyle okuma yazma<br />

çağında bulunan (6 yaş ve üzeri) toplam nüfus 801’dir. Bu nüfusta okuma yazma<br />

bilenlerin oranı % 81’dir. Bu oran erkek ve kadınlara göre değişmektedir.<br />

Okuma yazma bilen erkeklerin oranı % 95 iken, bu oran kadınlarda % 75’dir.<br />

Taşkale’de okuma yazma bilmeyenlerin büyük bir kısmının yaş ortalama ise 50<br />

yaşın üzerindedir. 50 yaş altı nüfusta ise okuma yazma bilenlerin oranı %<br />

98’dir. Okuma yazma bilenlerin 260’ı ilkokul, 53’ü ilköğretim okulu, 27’si orta<br />

ve dengi okul, 96’sı lise ve dengi okul, 9’u yüksek okul ve üzeri, 146’sı okuma<br />

yazma bilen fakat bir okul bitirmeyen, 44’ü eğitime devam eden ve mezun olduğu<br />

okul durumu bilinmeyen nüfustur (Tablo: 3).


278 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Tablo: 3- Taşkale’de nüfusun okuma yazma durumu (6 yaş ve üzeri)<br />

Bitirilen Eğitim Düzeyi Erkek Kadın Toplam<br />

Okuma yazma bilmeyen 19 147 166<br />

Okuma yazma bilen fakat okul bitirmeyen 63 83 146<br />

İlkokul mezunu 148 112 260<br />

İlköğretim mezunu 31 22 53<br />

Ortaokul veya dengi okul mezunu 21 6 27<br />

Lise veya dengi okul mezunu 67 29 96<br />

Yüksekokul ve üzeri 9 0 9<br />

Okula devam eden ve durumu bilinmeyen 22 22 44<br />

Toplam 380 421 801<br />

Kaynak: TUİK 2008 Adrese Dayalı Nüfus Kayıtları, Ankara,<br />

Taşkale’de 2008-2009 eğitim öğretim yılında bir genel lise bir ilköğretim<br />

okulu eğitim öğretim hizmeti vermiştir. 2008-2009 eğitim öğretim yılında lisede<br />

33 öğrenci ve 4 öğretmen; ilköğretim okulunda 15’i anasınıfı toplam 135 öğrenci<br />

ve 8 öğretmen ile eğitim öğretim sağlanmıştır. Kasabada bir halk kütüphanesi<br />

vardır. Nüfusun sağlık hizmetleri Taşkale sağlık ocağında verilen hizmetlerle<br />

karşılanılır. Sağlık ocağında görevli bir sağlık memuru vardır. Karaman merkezde<br />

Kasabanın bağlı bulunduğu aile hekimliği biriminde görevli doktor zaman<br />

zamanda kasabaya gelerek hastalara sağlık hizmeti vermektedir.<br />

Taşkale kasabası İbrala vadisinin kenarında kurulmuş toplu yerleşme özelliği<br />

taşıyan ilkçağlardan beri kullanılan yerleşim yeridir. Çünkü Taşkale’de ilk<br />

yerleşim yeri kasabanın kuzeyinde bulunan ve bugün büyük ölçüde buğday<br />

ambarı olarak kullanılan alanda kurulmuştur. Daha sonra vadi yamacına doğru<br />

yerleşim alanı genişlemiştir. Bugün ambar olarak kullanılan yerde yaşayan sadece<br />

iki aile kalmıştır. Diğer aileler yeni kurulan Atatürk mahallesine taşınmışlardır<br />

(Foto: 3).<br />

Taşkale kasabasında 2007 yılı itibariyle toplam 899 bina mevcuttur. Bu binalardan<br />

191’i müstakil konut, 517’si konut ve konut dışı karışık bina, 10 ticari<br />

işletme, 1 sanayi tesisi, 2 okul, 1 belediye binası, 4 cami, 15 konut dışı karışık<br />

yapı, 133 tarımsal yapı, 24 diğer yapıdır (TUİK, 2007). Taşkale sakinleri daha<br />

çok tarım ve hayvancılıkta çalışmasına rağmen il merkezinde değişik sektörlerde<br />

de çalışanlar bulunmaktadır. Bunlar günlük gidiş geliş yaparak çalışanlardır.<br />

Kasabada halkın sosyal ve ticari işlerini karşılayan 6 bakkal, 1 lokanta, 1 fırın, 1<br />

kasap, 2 kahvehane ve bir de balık ve et lokantası (Gürlük şelalesinde) yer almaktadır.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 279<br />

Foto: 3- Taşkale’nin güneyden ve doğudan görünümü


280 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Taşkale'nin tarihi geçmişi kadar eski ve köklü bir mimari geleneği vardır.<br />

Bu geleneğin belirgin özelliklerine meskenler, sosyal ve dini amaçlı yapılarda<br />

da rastlanır. Kuruluş yerindeki topoğrafik şartlar yapıların eğimli bir zeminde<br />

inşasını zorunlu kılmıştır. Bu zorunluluğa bir de alan darlığı eklenmiştir. İbrala<br />

deresinin açmış olduğu dar vadinin kuzey yamacına inşa edilen yerleşim dokusu,<br />

adeta teraslanmış bir alanda basamak basamak yükselmektedir. Arazinin en<br />

düşük kodu ise İbrala deresinin talveg hattı ile sınırlıdır. Böylece birbirinin üstüne<br />

kurulmuş gibi görünen yapıların damları da birbirlerinin avlu fonksiyonunu<br />

üstlenmiştir (Foto: 3, 5). Bu zorunluluklarla gelenekselleşen plan evlerde<br />

iki oda bir mabeyn (aralık) şeklinde ortaya çıkmaktadır. Belediye ve camiler<br />

gibi diğer sosyal ve dini amaçlı yapılar dahil Taşkale’deki tüm yapılarda avlu<br />

yoktur. Tamamen bitişik nizamda yapılan yapılar tek cepheli olup dar sokaklara<br />

açılırlar (Foto: 4).<br />

Foto: 4- Taşkale’de bitişik nizam evlerin açıldığı dar sokaklar<br />

Taşkale’deki meskenlerde, yapı malzemesi olarak taş, toprak ve ahşap birlikte<br />

kullanılmıştır (Foto: 5). Ahşap malzeme; taş duvarlara hatıl, bağdadi kısımlarda<br />

ise ana malzeme olarak değerlendirilmiştir. Çam, ardıç ve kavaktan<br />

elde edilen ahşap yapı malzemeler; iç ve dış kapılarda, pencere kenarlarında,<br />

oda döşeme, dolap, raf, kiriş, sütun, dikme, lente ve merdiven gibi yapı alanlarında<br />

geniş bir kullanım alanına sahiptir. Ayrıca Taşkale meskenlerinde kerpiç<br />

konutlara da rastlanmaktadır. Kerpiç malzeme, taş ve ahşabın yanında harici<br />

kısımlarda ahır, avlu ve samanlık duvarlarında bulunur.<br />

Taşkale evlerinin kapı ve pencereleri küçük, basık ve dar tutulmuş, yukarı<br />

kısımda ışıklıklara yer verilmiştir. Evler, genellikle iki katlıdır. Zemin katta ahır<br />

ve samanlık gibi eklentiler bulunur. Birinci kat odalar ve mabeynden oluşmak-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 281<br />

tadır. Meskenlerin üzeri genellikle düz toprak damdır. Damlarda ahşap kirişlerle<br />

desteklenen hasırın üzeri samanla yoğrulmuş toprak çamurla kapladır. Mevsim<br />

ve ısı farkları ile kabaran dam toprağı, yağmurlarından önce yuvak denilen<br />

taş silindirle sıkıştırılır (Foto: 5).<br />

Foto: 5- Taşkale’de yerleşme dokusu, konut şekilleri ve damlardaki yuvak<br />

Taşkale’de geleneksel halk mimarisi yapı şekli ve eklentileri (ahır, samanlık,<br />

kiler), cami, çeşme ve mezarlık gibi mimarı alanları ülkemizin sosyoekonomik<br />

şartlarındaki gelişmeye bağlı olarak değişmeye başlamıştır. Çünkü<br />

geleneksel toprak ve taş yapı malzemesi terk edilerek bugün tuğla, çimento,<br />

demir ve PVC’nin kullanıldığı modern yapı malzemesi inşaatlarda kullanılmaktadır.<br />

Özellikle kasabanın 21 km uzağına yeni kurulan Atatürk Mahallesi tamamen<br />

belirli bir plan dahilinde tek katlı, altı ahır ve samanlığı olan modern


282 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

konutlar halindedir. Bu konutların damları galvaniz kaplama, kapı ve pencereleri<br />

metal ve PVC yapı malzemesinden oluşmaktadır (Foto: 6).<br />

Foto: 6- Taşkale merkeze 21 km uzaklıkta kurulan Atatürk Mahallesi<br />

Belediyenin dar sokak ve caddeleri genişletmesi için yaptığı istimlâkler<br />

çağdaş yapı malzemelerinin yapılarda kullanılmasını hızlandırmıştır. Yaşanan<br />

bu hızlı değişimde geleneksel otantik mesken tipleri giderek azalmaya başlamıştır.<br />

Ya bunlar yıkılarak yenileri yapılmaya başlamış ya da kendi kaderine<br />

terk edilerek doğal şartlarda yıkılmaya yüz tutmuştur. Bu geleneksel otantik<br />

özellikli konutlar, gelecek kuşaklara bırakılması gereken önemli bir kültür mirasıdır.<br />

Taşkale’nin hemen girişinde sol tarafta dik bir yamaç üzerinde ambar olarak<br />

kullanılan çok sayıda kaya evi vardır. Taşkale'deki geleneksel mimari doku<br />

içerisinde önemli bir yeri olan bu mağara görünümlü evler (Foto: 7) bu gün taş<br />

ambarlar adıyla depo olarak da kullanılmaktadır. Ambarlar, önceleri yerleşme<br />

amacıyla daha sonra savunma ve saklanma amaçlı çok katlı mağara kenti ile<br />

bugünkü Taşkale yapıları arasında bir geçiş dönemi özellikleri sergiler.<br />

Foto: 7- Taşkale girişinde yer alan kayaya oyulmuş mağara evleri


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 283<br />

Taşkale Doğal Tahıl Ambarları (Taş Ambarlar): Taşkale yerleşim merkezinin<br />

kuzeyinde yaklaşık 40 m yüksekliğinde 251 taş ambar mevcuttur. 165 m uzunluğu<br />

olan ambarların derinlikleri yer yer 5-10 m’yi bulmaktadır. Bu ambarların<br />

bir kısmı ilkçağdan kalsa da büyük bir kısmı Bizans, <strong>Selçuk</strong>lu ve Osmanlı dönemlerinde<br />

kazıldığı sanılmaktadır (Foto: 8). Taş ambarlar, kaya yapısı gereği<br />

hububat saklamaya elverişlidir. Bu özelliği keşfeden yöre halkı yüzyıllardır<br />

ürünlerini taş ambarlarda depolamaktadır. Doğal kayaya oyularak yapılmış<br />

odacıklar 5 ile 60 ton arasında ürün saklama kapasitelidir. Bu odacıklar ürünlerin<br />

ayrı ayrı depolanmasına uygun planda açılmışlardır. Her mevsimde hava<br />

sirkülasyonu sağlayan tüf bloktan oluşmuş ambarlara "tutamak" yerlerinden<br />

tutup, tırmanmak suretiyle "sekemek" denilen yüzeyindeki oyuklara basılarak<br />

çıkılır. Makara sistemi ile de ambarlara mahsul depolanır (Foto: 8).<br />

Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğü (TMO) tarafından uzmanlara<br />

yaptırılan incelemede, bu ambarlarda saklanan buğdayların ortalama 50 yılda<br />

ancak % 5 oranında unlanma görüldüğü belirtilmiştir. TMO, 1989 yılında ambarları<br />

tanıtmak amacıyla İngilizce-Türkçe olarak 60 bin takvim, kartpostal ve<br />

dergi bastırmış ve yurtiçi ve yurtdışında dağıtmıştır. Taşkale Belediyesi tarafından<br />

Ankara, Konya ve Karaman’da buğday ambarları ve Taşkale ile ilgili fotoğraf<br />

sergileri düzenlenmiştir (http://www.taskale.bel.tr/ 2009).<br />

Foto: 8- Taşkale tahıl ambarlarının farklı açılardan görünümü


284 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Erken Hıristiyanlık döneminden bu yana kullanıldığı kabul edilen taş ambarlardan<br />

biri Hıristiyanlık döneminde şapel (kilise), daha sonra mescit ve cami<br />

olarak kullanılmıştır. Taşcami veya Taşmescid olarak adlandırılan bu mekan,<br />

kayalara oyulmak suretiyle yapılan otantik özellikli Türkiye’de eşi olmayan bir<br />

tarihi camidir. Bugün dahi ibadete açıktır (Foto: 9).<br />

Foto: 9-Taşmescid’in değişik noktalardan görünümü<br />

Taşkale’de, kasabanın içme suyunu karşılayan tarihi taş çeşmeler ile vadinin<br />

iki yamacındaki yerleşim alanları arasında ulaşımı sağlayan taş köprüler<br />

yer almaktadır. Kasabada 5 çeşme ve 2 tarihi taş köprü bulunmaktadır. İbrala<br />

deresi üzerinde yapılan tarihi taş köprü Turizm Bakanlığı tarafından sit kapsamında<br />

değerlendirilerek koruma altına alınmıştır.<br />

Ekonomik Coğrafya Özellikleri<br />

Taşkale ekonomisinde halıcılık başta olmak üzere tarım ve hayvancılık,<br />

bağcılık, arıcılık gibi ekonomik faaliyetler ön plandadır. Tarım ve hayvancılık<br />

sadece günlük ihtiyaçları karşılayacak şekilde yapılan bir faaliyet olduğu gibi<br />

üretilen ürünlerin bir kısmı da diğer yerlere pazarlanarak değerlendirilmektedir.<br />

Taşkale’de kuru tarım alanlarında tahıl tarımı ön plandadır. Bu tarım alanlarından<br />

yılda (2008 yılı) toplam 8.000 ton tahıl elde edilmektedir. Bu üretimin<br />

5.000 tonu buğday, 2.100 tonu arpa ve çavdar, 900 tonu ise nohut ve mercimek-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 285<br />

tir. İbrala deresi çevresinde ise bağ ve bahçe tarımı yaygındır. Bu bağ ve bahçe<br />

tarımında da meyvecilik ön plandadır. Kasabada yılda (2008 yılı) yaklaşık 180<br />

ton ceviz, 7 bin ton elma, 2 bin ton kaysı üretilmektedir (Foto: 10).<br />

Taşkale’de küçükbaş hayvancılık önemli bir ekonomik faaliyettir. Kasaba<br />

de 12 bin Karaman koyunu, 2 bin keçi ve 150 baş da büyük baş hayvan vardır.<br />

Daha çok yünü ve tulum peyniri için beslenen Karaman koyunu yünü köklü ve<br />

yaygın olan Kızıllar halısının dokunmasında da önemlidir.<br />

Süt ve süt ürünlerinden koyun yoğurdu ve tulum peyniri üretimi yaygındır.<br />

Özellikle depolamada kullanılan doğal mağaralar tulum peynirine özel bir<br />

lezzet kazandırmaktadır. Bu peynirler Konya ve Karaman başta olmak üzere<br />

ülkemizin değişik yerlerine gönderilmektedir. Taşkale’de 2008 yılında toplam<br />

400 ton tulum peyniri üretilmiştir.<br />

Foto: 10- Taşkale’de tarım alanları ve tarım ürünleri (buğday ve ceviz)<br />

Taşkale (Kızıllar) geleneksel el sanatı olarak halıcılığın yaygın bir şekilde<br />

sürdüğü bir halıcılık merkezidir. Bilimsel kaynaklara Kızıllar Halısı olarak geçen<br />

kasabada 40'ın üzerinde geleneksel halı deseni yaşamaktadır. Halı dışında kilim,<br />

yastık, heybe, çanta, seccade gibi turistik amaçlı dokumalar (Foto: 14) da<br />

yaygındır. Taşkale’de halen 80 ailenin geçimini sağladığı 120 halı tezgâhı bulunmaktadır.<br />

Bu tezgâhlardan 40’ı belediyeye ait atölyede yer alır.<br />

Taşkale’deki halıcılık, çok eski dönemlere kadar gitse de en yaygın olduğu<br />

dönem <strong>Selçuk</strong>lulardan sonraki dönemdir. Kızıllar halıları seyahatnamelerde ve


286 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Şeriyye sicillerinde de önemli ölçüde yer almıştır. Taşkale (Kızıllar halısı) halıcılığı<br />

o kadar ileri gitmiştir ki dokunan halılar, yabancı ülkelere ihraç edilmektedir.<br />

Bu halılarda Orta Asya'dan gelen 39 motif ve desen de hala kullanılmaktadır.<br />

Halk için başta gelen bir geçim kaynağı olan tezgâhlar son yıllarda eski<br />

önemini kaybetmiştir. 2008 yılı itibariyle Taşkale’de işçilik bedeli olarak dokumacılara<br />

yılda yaklaşık toplam 96 Milyar TL gelir sağlanmıştır. Tezgâhların tamamı<br />

(500 tezgâh) faal olsa bu gelir beş kat daha fazla olacaktır.<br />

Taşkale’de yer altı kaynağı olarak manganez, mermer ve traverten kaynakları<br />

vardır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın yapmış olduğu etütler sonucunda<br />

önemli mermer ve traverten rezervi bulunduğunun belirtilmesi üzerine<br />

300'e yakın maden işletme ruhsatı alınmıştır. Halen Taşkale çevresinde 3 özel<br />

şirket tarafından traverten üretimi yapılmaktadır.<br />

Karaman-Yeşildere-Taşkale istikameti 46 kilometre olup asfalt kaplamadır.<br />

Taşkale’den her gün Karaman il merkezine düzenli ulaşım vardır. Kasaba sabit<br />

telefon ve GSM şirketlerinin cep telefonu görüşmelerine açıktır. Taşkale’de belediye<br />

misafirhanesi ve birkaç pansiyon tipi ev dışında düzenli bir konaklama<br />

tesisi yoktur. Taşkale’de 100 yataklı bir konaklama tesisi projesi vardır.<br />

Taşkale kasabası tarihi ve otantik özellikleri başta olmak üzere kentsel sit,<br />

arkeolojik sit, doğal sit unsurları ile önemli turizm potansiyeline sahip bir kasabadır.<br />

Bu turizm değerlerinin birçoğu henüz turizme açılmış değildir. Bu değerlerin<br />

turizm altyapısı tamamlanarak turizme kazandırılması hem kasaba için<br />

hem de Karaman için önemli bir ekonomik potansiyel olacaktır. Ayrıca son<br />

araştırmalarla Atatürk'ün ataları Taşkaleli olup, bunun tanıtımı da Taşkale turizminde<br />

önemli yer alacaktır. Çünkü gerek Atatürk’ün soyu gerekse,<br />

Taşkale’de Atatürk’e ait bir hayvan çiftliği alanının varlığı turizm açısından değerlendirilmesi<br />

gereken alternatif bir turizm potansiyelidir.<br />

Turizm Bakanlığı Taşkale’de 22.06.1992 tarih 1360 sayılı kararı ile kentsel sit<br />

alanı alanlarını tescillemiş, 12.07.1995 tarih 2333 sayılı kararla da koruma amaçlı<br />

plan onayı yapmıştır. 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun<br />

2. Maddesi ve 3386 Sayılı Kanunu’nun ilgili maddeleri uyarınca tespiti<br />

ve tescili yapılan alanları belirleyerek koruma altına almıştır (Tablo: 4).


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 287<br />

Tablo: 4- Taşkale’de koruma altına alınan sit alanları<br />

Adı Sit Adı Yeri<br />

Kuzey Kayalıklar Kentsel Taşkale Merkez<br />

Tahıl Ambarları Arkeolojik Taşkale Merkez<br />

Manazan Harabeleri Arkeolojik Taşkale ve Yeşildere Arası<br />

Fosil Yatakları Doğal Taşkale ve Yeşildere Arası<br />

İncesu Mağarası Doğal Taşkale<br />

Asarini Mağarası Doğal Taşkale<br />

Gürlük Şelalesi Doğal Taşkale Gürlük Mevki<br />

Taş Köprü Köprü Taşkale Merkez<br />

Taşmescid Mescit Tahıl Ambarları<br />

Orta Camii Cami Belediye Lojmanı Yanı<br />

Kaynak: Karaman İl Çevre Durum Raporu, 2007.<br />

Turizm Bakanlığı'nın 13.04.2000 tarih ve 70/205-1456-10418 sayılı yazısıyla<br />

"Turistik Yönden önem Arzeden Beldeler" kapsamına alınan Taşkale'de alternatif<br />

turizm için önemli bir potansiyele sahiptir.<br />

Taşkale’ye bu gün yerli ve yabancı turistler gelmektedir. Ancak bu ziyaretler<br />

daha çok tam turistik bir ziyaretten çok bir uğrak yeri halindedir. Bu nedenle<br />

kesin ne kadar turist geldiği bilinememektedir. Gelenler daha çok tahıl ambarlarını,<br />

Manazan harabelerini ve Gürlük mevkiini ziyaret ettikten sonra kasabadan<br />

ayrılmaktadır. Turizme yönelik bir konaklama ve dinlenme tesisi yoktur.<br />

Bu konuda otantik özellikli bazı eski konutlar pansiyon şeklinde düzenlenmiştir.<br />

Ayrıca belediye misafir hanesi de dışarıdan gelen ziyaretçilere konaklama<br />

için hizmet vermektedir. Ancak bunlar turizm için yeterli değildir. Taşkale’nin<br />

çekiciliği olan önemli turizm unsurları; Taşkale tahıl ambarları, Manazan mağara<br />

ve harabeleri, Gürlük pınarı ve şelalesi, İncesu ve Asarini mağaraları, Taşkale<br />

yaylaları, Taşmescid, Orta cami ve Taş köprüdür.<br />

Dünya'nın insan eliyle oluşturulmuş en büyük mağaralarından olan<br />

Manazan mağarası, üç katlı bir mağara sistemidir. İbrala vadisinin kuzey yamacındaki<br />

doğal kayaya oyulmuş mağaranın içerisinde galeriler ve yüzlerce<br />

oda vardır (Foto: 11). Mağaranın Erken Hristiyanlık ve Bizans dönemine ait olduğunu<br />

ispatlayan ön cephede bir Şapel bulunmaktadır.


288 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Foto: 11- Tarihi Manazan harabeleri ve Manazan mağaraları<br />

Mağara katları; giriş katı, kumkale, at meydanı ve ölü meydanı adlarını taşır.<br />

Mağara meskenin ön cephesi yıkılmış olduğundan belirli bir girişi yoktur.<br />

Meskenlerin bütün bölümleri, bunların arasındaki bağlantılar, katlar arasındaki<br />

vertikal (bacamsı) çıkışlar, dağ kütlesinin insan eliyle oyulması sonucunda oluşturulmuştur.<br />

Her katın ortasında geniş ve uzun bir salonu vardır. Düzenli bir<br />

şekilde işlenen bu salonun dar kenarından birisi dağın yamacına dayanıyor ve<br />

buradan açılan pencerelerle içeriye ışık girmesi sağlanıyordu. İlk katta oyuk<br />

biçimde çok sayıda mezar vardır. Giriş koridorundan sonra bir baca ile üst<br />

kata çıkılır. Kumkalede mağara duvarına ezilmiş tüf kaya ve kireç karışımından<br />

sıva vardır. Bu sıvaların dökülmesi sonucunda salon zemininde oluşan<br />

kum tabakası nedeni ile bu kata Kumkale adı verilmiştir. Kumkale katından<br />

yine bir baca ile at meydanına çıkılır. Salonun sağında ve solunda iki katlı 60<br />

hücre yer alır. Bu katta yüzeyi sıvalı bir su sarnıcı vardır. Bu katın kullanım<br />

alanının geniş olması nedeniyle at meydanı adını almıştır. Bu kattaki mezarlarda<br />

Bizans ve Erken Hıristianlık dönemi arkeolojik buluntulara rastlanmıştır.<br />

Ölü meydanı denilen son katta bugün fazlaca tahrip edilmiş mezarlara<br />

rastlanır. Bu kat duvarlarına gömülmüş (doğal mumya) 100-150 ceset çıkarılmıştır.<br />

Cesetlerin zamanımıza kadar organik yönden korunmuş olarak gelmesi<br />

tüf kayanın nem emici özelliği çürümeyi geciktirmiştir. Bu cesetlerden<br />

sağlam durumda olan genç bir kadın cesedi Karaman Müzesi teşhir salonunda<br />

bulunmaktadır. Manazan mağaralarında Kültür Bakanlığı'nca kurtarma<br />

kazısı yapılmış ve mağaranın korunması için sit alanı ilan edilmiştir (Özkan,<br />

2002).<br />

Taşkale sınırları içerisinde İncesu Deresi kenarında birbirinden 350 m uzaklıkta<br />

olan İncesu ve Asarini mağaraları bulunmaktadır. Bu mağaralardan İncesu


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 289<br />

1.356 m uzunluğunda, Asarini mağarası ise 750 m uzunluğundaki iki galeriden<br />

oluşmaktadır. Mağaraların içerisinde sarkıt-dikit, göl ve traverten havuzları<br />

bulunur. Bu mağaralarda kültür mantarcılığı ve gıda depolaması için uygun<br />

şartlara sahiptir. Meyve, sebze, narenciye ürünleri depolamasına elverişli olup,<br />

geleneksel yöntemlerle bu mağaralarda tulum peyniri depolanır. Astım-bronşit<br />

gibi solunum yolları hastalıklarında iyileştirici etkisi olduğu da sanılmaktadır.<br />

Gıda depolaması konusunda <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Veteriner Fakültesi uzmanları<br />

fizibilite çalışması yapmaktadır. Ayrıca mağaraların sağlık turizmine açılması<br />

için, aydınlatma ve yol projesi tamamlanmıştır.<br />

Taşkale’nin güneybatısında doğal güzelliği ve suyu ile meşhur olan Gürlük<br />

mevkii önemli bir mesire yeridir. Gürlük (Gürlük) pınarından çıkan kaynak<br />

suyu alabalık üretimine çok uygundur. Yapılan teraslama ve düzenlemelerle<br />

Gürlük, çadır turizmine de elverişli hale getirilmiştir. Gürlük her türlü sosyal<br />

imkânı bulunan örnek bir mesire yeridir (Foto: 12). Ayrıca mesire yerinin 100 m<br />

aşağısında kaynak suyunun yatağında oluşan Gürlük şelalesi, yöreye ayrı bir<br />

güzellik vermektedir. Buraya ulaşım için hafta sonları Taşkale Belediyesi, Karaman<br />

merkezden düzenli otobüs seferleri yapmaktadır (Özkan, 1997).<br />

Avrupa'da Karamaniyye (Kızıllar) ismi ile satılan Taşkale el dokuması halıları<br />

kıymet biçilmez değerdedir. Kızıllar halısı olarak dünya halı ticaretinde de<br />

önemli yere sahip el sanatları bu gün eski önemini kaybetmek üzeredir. Bu el<br />

sanatının kaybolmaması için ekonomik anlamda gerekli destek çalışmaları yapılmalıdır.<br />

Halı dışında kilim, yastık, heybe, çanta, seccade gibi turistik amaçlı<br />

dokumalar en yaygın el sanatlarıdır.<br />

Taşkale'de turizm açısından önemli bir değer de otantik yaşam tarzıdır. Gerek<br />

geleneksel kıyafetler, gerekse Taşkale'nin hemen girişinde yarısı kayalara<br />

oyulmuş diğer yarısı kerpiç evler, otantik yaşamın en önemli unsurlarıdır.<br />

Taşkale'de kadınlar son yıllara kadar fes takıyor, bellerine metrelerce uzunluğunda<br />

kuşaklar bağlıyor ve kırmızı ağırlıklı elbiseler giyiyordu. Günümüzde bu<br />

tarz giyinen kadın sayısı azalmıştır (2008 yılında üç kadın bu şekilde giyiniyordu).<br />

Taşkale’ye özgü bu otantik giyim tarzının da korunması ve canlandırılması<br />

gerekmektedir. Taşkale tahıl ambarlarının kenarında bulunan mağara evleri de<br />

otantik yaşamın önemli unsurlarını oluşturmaktadır.


290 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Foto: 12- Taşkale’de Gürlük kaynağı ve Gürlük şelalesi<br />

Taşkale’deki düğünlerde ve özel günlerde halk tiyatroları, seyirlik oyunları<br />

oynanır. Bunlardan en yaygın olanı geleneksel halk tiyatrosu olarak seyirlik<br />

düzmece deve oyunudur. Bu oyunu oynayan ekibin masrafları ve oyun gereçleri<br />

Taşkale Belediye Başkanlığı tarafından finanse edilmektedir. Oyun önemli günler<br />

haricinde kasabaya gelen konuklar için de sergilenmektedir. Bu ekip ve gösterileri,<br />

Karaman’da kutlanan Türk Dil Bayramı Etkinlikleri'ne de her yıl vazgeçilmez<br />

bir anlam kazandırmaktadır (http://www.taskale.bel.tr/ 2009).<br />

Sonuç<br />

Taşkale (Kızıllar), Karaman kent merkezinin 46 km güneydoğusunda otantik<br />

özellikli tarihi bir yerleşim birimidir. Araştırmalara göre Taşkale (Kızıllar)<br />

tarihi M.S. 2 ve 3. yüzyıllara kadar inmektedir. Manazan harabeleri başta olmak<br />

üzere Taşkale çevresinde tarihi kalıntı ve antik yerleşim yerlerinde yapılan tespitler<br />

ve ortaya çıkan buluntular; Roma, Erken Hristiyanlık, Bizans, <strong>Selçuk</strong>lu ve<br />

Osmanlı dönemlerine ait izler vardır. Osmanlı zamanında Karaman’dan Rumeli’ye<br />

gönderilen Türkmen gruplarından olan Atatürk’ün anne tarafından<br />

(Konyarlar) ve baba tarafından (Kocacık Yörükleri) soyu Taşkale (Karaman)<br />

çevresinden Rumeli’ye gitmişlerdir. Bu nedenle Taşkale aynı zamanda Atatürk’ün<br />

ata yurdu olarak da bilinmektedir.<br />

Taşkale’de ilk yerleşim yeri İbrala deresinin açmış olduğu vadi yamacındaki<br />

kolay işlenen kayalara oyulan mağara tipi meskenlerdir. Kuruluş yerindeki<br />

topoğrafik şartlar yapıların eğimli bir zeminde inşasını zorunlu kılmıştır. Bu


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 291<br />

zorunluluğa bir de alan darlığı eklenmiştir. İbrala deresinin açmış olduğu dar<br />

vadinin kuzey yamacına güneye dönük olarak inşa edilen yerleşim dokusu,<br />

adeta teraslanmış eğimli arazide basamak basamak yükselen toplu yerleşme<br />

şeklindedir. Taşkale’deki meskenlerde, yapı malzemesi olarak taş, toprak ve<br />

ahşap birlikte kullanılmıştır. Ancak bu gün daha çok modern yapı malzemeleri<br />

(çimento, tuğla, demir ve PVC) inşaatlarda daha çok kullanılmaktadır.<br />

Taşkale’de 2008 yılı itibariyle 856 (405’i erkek, 451’i kadın) nüfus bulunmaktadır.<br />

Nüfusun okuma yazma oranı % 81’dir. Çalışan nüfusunun % 86’sı<br />

tarım ve hayvancılık faaliyetinde, % 8’i çeşitli hizmet sektöründe, % 6’sı da imalat<br />

sanayi, taş işçiliği ve madencilik sektöründe çalışmaktadır. Taşkale ekonomisinde<br />

halıcılık başta olmak üzere tarım ve hayvancılık (Karaman koyunu,<br />

tulum peyniri), bağcılık, arıcılık gibi ekonomik faaliyetler ön plandadır.<br />

Taşkale kasabası tarihi ve otantik özellikleri başta olmak üzere kentsel sit,<br />

arkeolojik sit, doğal sit unsurları ile önemli turizm potansiyeline sahip bir kasabadır.<br />

Çekiciliği olan turizm unsurları; tahıl ambarları, Manazan mağara ve harabeleri,<br />

Gürlük pınarı, İncesu ve Asarini mağaraları, Taşmescid, Orta cami ve<br />

Taş köprüdür. Bu değerler turizm açısından henüz değerlendirilmemiş önemli<br />

bir potansiyeldir. Buraya ilgi duyan ve burası ile ilgilenen birçok dergi, gazete,<br />

televizyon ve internet siteleri Taşkale hakkında bilgiler vermeye başlamıştır.<br />

Son olarak ünlü yönetmen Abdullah Oğuz Taşkale’nin otantik yaşamından etkilenmiş,<br />

önce burada bir reklam filmi çekmiş, daha sonra da ‘Mutluluk’ isimli<br />

sinema filmini çekmiştir. Bu da göstermektedir ki turizm, tarih, mağaracılık ve<br />

otantik yaşam konulu birçok alanda, Taşkale değerlendirilmeye açık bir yerleşim<br />

yeridir.<br />

Taşkale’nin tanıtımı ve daha fazla turist çekebilmesi için Taşkale Tahıl Ambarları<br />

yanına Karaman İl Özel İdaresi Öncülüğünde 100 kişi kapasiteli otel ve<br />

dinlenme tesisi yapma projesi hazırlanmıştır. 2007 yılında hazırlanan proje ile<br />

ilgili somut bir gelişme olmamıştır. Bu proje ile Taşkale daha iyi tanıtılmış olacak<br />

ve daha fazla turistin geleceği bir kasaba haline gelecektir. Bu da başta sürekli<br />

göç veren yöre halkı ekonomisine ve ülkemiz turizmine önemli katkılar<br />

sağlayacaktır. Ayrıca nüfusun diğer yerlere göç etmesi de engellenecektir. ©


292 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

KAYNAKLAR<br />

Akkuş, Akif 1995, Karaman Havzası’nın Fiziki Coğrafyası, <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Araştırma<br />

Fonu No: 091/083, Konya.<br />

Aköz, Alâaddin 2000, Karaman Tarih, Kültür, Sanat (Tarihçe: Türk Devri), Karaman<br />

Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayını, Karaman.<br />

Çetik, Ali Rıza 1985, İç Anadolu’nun Vejetasyonu ve Ekolojisi, <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Yayınları<br />

No: 7, Konya.<br />

Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Karaman Meteoroloji İstasyonu 1975-<br />

2007 Yılları Arası Yıllık Ortalama Rasat Verileri, Ankara.<br />

Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü 1975, Karaman-Ayrancı-Akçaşehir Ovaları Hidrojeolojik<br />

Etüt Raporu, Ankara.<br />

Eyice, Semavi 1971, Karadağ (Binbir Kilise) ve Karaman Çevresinde Arkeolojik İncelemeler,<br />

İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları No: 16, İstanbul.<br />

Güler, Ali 2000, Hemşehrimiz Atatürk, Karaman Valiliği Yayınları, Karaman.<br />

Güler, Ali 2001, Karaman’dan Kocacık’a Kızıloğuzlar: Atatürk’ün Soyu, Gök İletişim Yayınları,<br />

Ankara.<br />

Gümüşçü, Osman 2001, Tarihî Coğrafya Açısından Bir Araştırma: XVI. yüzyıl Larende<br />

(Karaman) Kazasında Yerleşme ve Nüfus, Türk Tarih Kurumu Yayınları XIV. Dizi,<br />

Sayı: 25, Ankara.<br />

Harita Genel Komutanlığı 1989, 1/25 000 Ölçekli Topografya Haritası (Karaman N 31 /<br />

d1 ve d2 paftası), Ankara.<br />

Karaman Valiliği İl Çevre ve Orman Müdürlüğü, 2006 Yılı Karaman İl Çevre Durum<br />

Raporu, Karaman.<br />

Konya Kapalı Havzası Toprakları 1978, Topraksu Genel Müdürlüğü, Ankara.<br />

Konyalı, İbrahim Hakkı 1967, Karaman Tarihi: Abideleri ve Kitabeleri, Baha Matbaası,<br />

İstanbul.<br />

Özkan, Nevzat 1997, Türk Dünyası; Nüfus-Sosyal Yapı-Dil-Edebiyat, Geçit Yayanları,<br />

Kayseri.<br />

Özkan, Nurettin 1997, Otantik Kent Taşkale, Arı Ofset Matbaacılık, Konya.<br />

Özkan, Nurettin 2002, Atatürk'ün Ata Yurdu Otantik Kent Taşkale (Kızıllar), Taşkale<br />

Belediyesi Yayını, Karaman.<br />

Taşkale Belediyesi Web Sitesi-http://www.taskale.bel.tr/ Erişim Temmuz 2009.<br />

Türkiye İstatistik Kurumu, Taşkale 1935-2008 Arası Nüfus Kayıtları, Ankara.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 293<br />

Antalya’da İskân Edilen Muhacirler (1878-1923)<br />

Emigrants Populated In Antalya (1878-1923)<br />

Ali Rıza Gönüllü *<br />

ÖZET<br />

1683’den itibaren Avrupa’dan çekilmeye başlayan Osmanlı Devleti, beraberinde göç<br />

hareketlerini de başlatmıştır. Osmanlı topraklarının hacmi daraldıkça, burada yaşayan<br />

Müslüman Türk nüfus, devletin hakimiyeti altında bulunan topraklara göç etmeye<br />

başlamıştır. Bunun yanında Rusların, Kafkasya’da uygulamış olduğu tehcir esnasında da<br />

önemli miktarda bir Müslüman nüfus, Osmanlı Devleti’ne sığınmıştır. Rumeli’den,<br />

Kafkasya’dan ve Girit’ten göç eden binlerce Müslüman Muhacir, Osmanlı topraklarının<br />

merkezi olan Anadolu’da iskan edilmiştir. Bu muhacirlerin Anadolu’da iskan edildiği<br />

şehirlerden biriside Antalya’dır. Antalya’ya sevk edilen muhacirler, buraya deniz yolu ile<br />

gelmişlerdir. Göçler sonucunda Antalya’da, muhacirlerin iskan edildiği yeni mahalle ve köyler<br />

teşekkül etmiştir. Antalya’da iskan edilen muhacirlerin devlet tarafından iaşeleri karşılanmış,<br />

ayrıca bunlara ikamet etmeleri için mesken ve bir miktar arazi verilmiştir. Ancak Antalya’ya<br />

sevk edilen muhacirlerin beslenme ve barınmalarının karşılanması sırasında, bir takım<br />

problemler de ortaya çıkmıştır. Fakat bu problemler merkezi ve mahalli yönetimin işbirliği<br />

yapması neticesinde çözüme kavuşmuştur. Ayrıca Antalya’da iskan edilen bazı muhacir<br />

grupları, iskan esnasında ve daha sonraki yıllarda muhtelif asayiş olaylarının meydana<br />

gelmesine de sebep olmuşlardır.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Muhacir, İskan, Göç, Rumeli, Kafkasya, Girit, Osmanlı Devleti, Tehcir, Rusya.<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

Ottoman State withdrawing from Europe since 1683 also started emigration movement.<br />

Ottoman Lands reducing caused; Muslim Turkish population emigration to the lands under<br />

State dominance. Furthermore, significant amount of Muslim population sheltered to<br />

Ottoman State during Russian deportation enforced in Caucasia. Thousands of Muslim<br />

Emigrant emigrating from Rumelia, Caucasia and Crete were populated in Anatolia that was<br />

the centre of Ottoman lands. One of the cities they have been populated in Anatolia was<br />

Antalya. Emigrants sent to Antalya by seaway. As a result of emigrations settling, new<br />

neighborhoods and villages occured in Antalya. Emigrants feeding was provided by the state<br />

settling in Antalya and also residence to live and sum land was given. Nevertheless during<br />

*<br />

Dr., Öğretmen


294 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

feeding and and sheltering of emigrants some problems occured. But these problems were<br />

solved by central and local government cooperation. Besides some emigrant groups settled in<br />

Antalya provoked various public crimes during and after populating years.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Emigrant, Populating, Emigration, Rumelia, Caucasia, Crete, Ottoman State, Deportation,<br />

Russia.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 295<br />

<br />

GİRİŞ<br />

Tarihinin her döneminde varlığını bilinen ve meydana getirmiş olduğu sonuçlardan<br />

dolayı, fert ve toplum hayatını derinden etkileyen göç; “coğrafi bakımdan<br />

bir iskan ünitesinden ayrılan kişilerin, başka bir yerde hayatlarını devam<br />

ettirmeye karar vermeleri ve bu kararı uygulamaları ile ortaya çıkan bir<br />

hadisedir. İnsanlık tarihi kadar eski olan göç kavramı; genel olarak, insan ve<br />

insan topluluklarının bulundukları bölgelerden, geçici veya sürekli olmak üzere<br />

başka bölgelere gitmeleri ve yerleşmeleri sureti ile meydana gelen yer değiştirme<br />

hareketidir” 1 .<br />

Ayrıca göçler, ortaya çıkma sebeplerine bağlı olarak, şu şekilde bir tasnife<br />

tabii tutulmaktadır: ”Göçler genellikle iç göçler ve dış (uluslar arası) göçler diye<br />

ikiye ayrılmaktadır. İç göçler, bir ülkenin kendi sınırları içerisinde yapılan göçlerdir.<br />

Dış göçler ise, uzun süre kalmak ve çalışmak ya da yerleşmek amacı ile<br />

bir ülke sınırlarını her iki yönde aşarak yapılan nüfus hareketleridir. Bunun yanında<br />

göç hareketlerine katılanların sayısını dikkate alarak, münferit göçler ve<br />

kitle göçleri diye bir tasnif de yapılabilir. Ayrıca eğer kişi veya grup, tamamı ile<br />

kendi rızası ve iradesi ile hiçbir zorlama olmaksızın daha iyi yaşama, daha verimli<br />

geçinme vasıtaları elde etme gibi sebeplerle göç etmeye karar vermişse,<br />

meydana gelen bu tür göçlere serbest göç denilmektedir. Mecburi göç ise, İnsanların<br />

bulundukları bölgede yaşayabilmeleri için asgari şartların ortadan<br />

kalkması halinde yapılan göçlerdir” 2 .<br />

Türk Milleti de tarih sahnesine çıktıktan sonra iktisadi, coğrafi ve sosyal sebepler<br />

neticesinde göç hareketlerine başlamıştır. Bu göç hareketleri Türk Milleti’nin<br />

kolektif şuurunda, Türk fütuhat felsefesinin ve cihan hakimiyeti ülküsünün<br />

doğmasına sebep olmuştur. Bu sebepten dolayı Türk Milleti, Asya, Afrika<br />

ve Avrupa Kıtaları’na yayılmışlar ve bu bölgelerde hakimiyet kurmuşlardır 3 .<br />

Ancak, Türk Milleti 1683’deki II. Viyana Kuşatması’ndan sonra hakim olduğu<br />

Avrupa topraklarından, devletin hakimiyetinde bulunan diğer topraklara<br />

göç etmeye başlamıştır. Nitekim bu olaydan sonra Türk askeri nereden çekilmişse,<br />

Müslüman Türk ahali de oradan çekilmek zorunda bırakılmıştır. XVII.<br />

Yüzyılın sonlarından itibaren Türk hakimiyetinden çıkan topraklarda meskûn<br />

1<br />

Abdullah Saydam, Kırım ve Kafkas Göçleri (1856-1876), Ankara 1997, s.1.<br />

2<br />

Saydam, aynı eser, s.1.<br />

3<br />

İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara 1977, s.30 v.d.


296 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

olan Müslümanlar Tuna Nehri’nin güneyine iltica etmişlerdir. 1768-1774’deki<br />

Osmanlı-Rus Savaşı öncesi Rusya’nın takip ettiği tehcir siyaseti sonucu da Kazan-Azak<br />

arasında yerleşmiş olan Türk toplulukları, Osmanlı topraklarına göç<br />

etmek zorunda bırakılmıştır. XIX. Yüzyılın başına kadar bu bölgeden gelen<br />

göçmen sayısı 300 ile 500 bin arasında değişmektedir. Kırım Savaşı sonrası doğuda<br />

serbest kalan Rusya, 1859’da Şeyh Şamil’in direncini de kırınca, sayıları<br />

600 bin ile bir milyon arasında değişen Kafkasya Mültecileri, Türk topraklarına<br />

göç etmek zorunda kalmışlardır 4 .<br />

Osmanlı topraklarına, Balkanlardan son büyük Müslüman göçmen dalgası<br />

da 1877-1878’deki Osmanlı Rus Savaşı (Doksan üç Harbi) ve 1912-1913’teki Balkan<br />

Savaşları’ndan sonra gelmiştir 5 .<br />

Türk hakimiyetinden çıkan bölgelerden ve Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına<br />

göç hareketi başladığı zaman, buralardan gelen Müslüman Muhacirler Balkanlarda<br />

ve Anadolu’da önemli şehirlere iskan edilmişlerdir. Bu şehirler arasında;<br />

Kosova, İşkodra, Yanya, Selânik, Edirne, Aydın, Hüdavendigar, İzmit,<br />

Kastamonu, Trabzon, Ankara, Konya, Sivas, Erzurum, Van, Bitlis,<br />

Ma’mûret-ül Aziz, Diyarbekir, Halep, Trablusgarp, Kıbrıs, Suriye, Beyrut ve<br />

Filistin gibi merkezler bulunmaktadır 6 .<br />

1867 tarihli Vilâyet-i Umumiye Nizamnamesi’nin yayınlanmasından 7 bir yıl<br />

sonra Konya Vilâyeti’ne bağlı olduğu bilinen , Antalya (Teke ) Sancağı da 8 , devlet<br />

tarafından Müslüman Muhacirlerin sevk ve iskan edildiği şehirlerden birisi<br />

olmuştur.<br />

Tanzimat’ın ilânına kadar Osmanlı Devleti’ne gelen göçmenlerin iskanı ya<br />

doğrudan doğruya Bâb-ı Alî tarafından sınır eyaletlerine gönderilen talimatlara<br />

göre, yahut da göçmenlerin bizzat devlete müracaatları üzerine yapılan yardımlarla<br />

gerçekleşiyordu. Daha sonraki yıllarda yoğunlaşan göçmen akını üzerine<br />

1878 yılı başlarında İstanbul’da biri özel, diğeri resmi iki yeni teşkilat kurulmuştur.<br />

Bunlardan birincisi Milletlerarası Göçmenlere Yardım Komitesi, diğeri<br />

ise İâne-i Muhâcirîn Komisyonu idi. Bu komisyon 1894 yılında eskisi kadar<br />

4<br />

Nedim İpek, Mübadele ve Samsun, Ankara 2000, s.3.<br />

5<br />

Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914) Demografik ve Sosyal Özellikleri, Çeviri: Bahar<br />

Tırnakcı, İstanbul 2003, s.301.<br />

6<br />

Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri (1877-1890), Ankara 1999, s.174.<br />

7<br />

1867 tarihli Vilâyet-i Umumiye Nizamnamesi ile, 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi yeniden<br />

bütün imparatorluğu kapsamak üzere yayınlanmıştı. Bu konuda bakınız. İlber Ortaylı, Tanzimat’tan<br />

Sonra Mahalli İdareler (1840-1878), Ankara 1974, s.48.<br />

8<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1285, s.86.; İbrahim Hakkı Konyalı, Alanya (Alaiyye), İstanbul<br />

1946, s.260.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 297<br />

göçmen gelmediği gerekçesi ile kaldırılmıştır. Fakat 1897’deki Osmanlı-Yunan<br />

Savaşı nedeniyle, Balkanlardan tekrar büyük göç dalgaları gelmeye başlayınca,<br />

padişahın başkanlığı altında yeniden Muhâcirîn Komisyon-ı Alî’si kurulmuştur<br />

9 .<br />

İstanbul’da teşekkül eden bu teşkilatlara bağlı olarak, 1878 yılı Haziran<br />

ayından itibaren il teşkilatları da kurulmuştur 10 . Antalya’da da muhacirlerin<br />

iskanı ve diğer meseleleri ile alakalı görevleri yapmak üzere Muhâcirîn Komisyonu<br />

Başkanlığı teşekkül etmiştir (Ek.1) 11 . Daha sonra bu komisyonun yerine<br />

İskân-ı Muhâcirîn Komisyonu Başkanlığı kurulmuştur 12 . İskân-ı Muhâcirîn<br />

Komisyonu Başkanlıkları, merkezin yanında vilayetlerde sancaklarda ve kazalarda<br />

da teşkilatlanmışlardır. Buna bağlı olarak İskân-ı Muhâcirîn Komisyonu<br />

Başkanlığı’nın, Antalya Sancağı’nda ve Antalya’nın Alanya Kazası’nda mahalli<br />

teşkilatı faaliyete geçmiştir (Ek.2) 13 .<br />

ANTALYA’DA İSKÂN EDİLEN MUHACİRLER<br />

Coğrafi şartlarının elverişli olması yanında, deniz ulaşımına ve geniş arazi<br />

yapısına sahip olan Antalya, tarihin her döneminde önemli göç olaylarına sahne<br />

olmuştur 14 . Antalya, XIX. Yüzyılın ikinci yarısından sonra da Müslüman<br />

Türk Muhacirler tarafından meydana getirilen önemli göç dalgaları ile karşılaşmıştır<br />

15 .<br />

Bu çalışmada Osmanlı Devleti’nin son zamanlarından itibaren Rumeli’den,<br />

Kafkasya’dan ve Girit’ten Antalya’ya hicret eden ve Antalya’da iskan edilen<br />

Müslüman Türk Muhacirler üzerinde duracağız.<br />

RUMELİ MUHACİRLERİ<br />

1877-1878 Osmanlı Rus savaşı esnasında ve savaş sonrasında, Rusların ve<br />

Bulgarların Rumeli’de takip ettikleri imha politikası sonucu, Müslüman nüfus<br />

yerini yurdunu terk etmiş ve Varna, Şumnu, Edirne, Makedonya ve İstanbul<br />

9<br />

Ahmet Halaçoğlu, Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912-1913) Ankara 1995,<br />

s.106-107.<br />

10<br />

Halaçoğlu, aynı eser, s.106.<br />

11<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1302, s.114.<br />

12<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1322, s.144.<br />

13<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1322, s.165.<br />

14<br />

Muhammet Güçlü, XX. Yüzyılın İkinci Yarısında Antalya, Antalya 1997, s.40.<br />

15<br />

Ali Rıza Gönüllü, Demokrat Parti Dönemi’nde Antalya (1950-1960), (Marmara <strong>Üniversitesi</strong> <strong>Türkiyat</strong><br />

<strong>Araştırmaları</strong> <strong>Enstitüsü</strong>, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı Basılmamış<br />

Doktora Tezi.), İstanbul 2008, s.13.; Hayati Doğanay, “Dıştan Anadolu’ya Göçün Nüfus<br />

Artışı Üzerindeki Etkilerine Genel Bir Bakış”, Atatürk <strong>Üniversitesi</strong> Edebiyat Fakültesi Araştırma<br />

Dergisi, Sayı: 12, Ankara 1980, s.351.


298 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

gibi Osmanlı merkezlerine yığılmıştı. Bâb-ı Âli de, bu muhacirlerin büyük bir<br />

kısmını daimi olarak yerleştirmek üzere Anadolu’ya sevk etmiştir 16 .<br />

Bu arada Antalya’nın sahil şeridinde mevcut olan arazilerde, 25.000 muhacirin<br />

iskan edilebileceği öğrenilince, Muhâcirîn Komisyonu, Varna ve Selânik<br />

Limanları’nda sevk edilmeyi bekleyen Çerkes, Tatar ve Kıpti muhacirlerin bir<br />

kısmını bu bölgeye yerleştirmek üzere, 14 Mart 1878 tarihinde Sadaret’ten izin<br />

istemiştir. Fakat bu teşebbüsün sonucu bilinmemektedir 17 .<br />

XIX. Yüzyılın son yıllarında Antalya’da iskan edilen muhacir grupları arasında<br />

Tuna Muhacirleri de bulunmakta idi. Antalya’da hamiyet sahibi kişiler<br />

tarafından yapılan yardımlarla, yetmiş hane inşa edilmiş ve bu hanelere Tuna<br />

Muhacirleri yerleştirilmiştir. Konya Vilâyeti tarafından, Dahiliye Nezâreti’ne,<br />

“Tuna Muhacirleri’nin iskan edildiği bu mahalleye, Kırımlı isminin verildiği”<br />

bildirilmiştir. Bu konuda Dahiliye Nezâreti 19 Aralık 1886 tarihinde, Muhâcirîn<br />

Komisyonu Başkanlığı’na malumat vermiş ve gerekli işlemin yapılmasını istemiştir<br />

18 .<br />

Rumeli’den göç eden muhacirlerin Anadolu’ya sevk edilmesi esnasında, Filibe<br />

Muhacirleri’nden bir grup da, iskan edilmek üzere Suriye Vilâyeti’ne gönderilmişti.<br />

Ancak Filibe Muhacirleri Suriye’de iskan olunmak istememişler ve<br />

geri dönüşleri esnasında, Antalya’ya uğramışlardır. Filibe Muhacirleri, Antalya’da<br />

bulundukları sırada, tezkirelerinde İzmir’e gitmeleri kayıtlı olmasına<br />

rağmen, burada iskan edilmek için müracaat etmişlerdir. Dahiliye Nezâreti tarafından<br />

29 Kasım 1888 tarihinde Muhâcirîn Komisyonu Başkanlığı’na “Filibe<br />

Muhacirlerinin yapmış olduğu bu hareketlilik hakkında, malumatlarının olupolmadığı”<br />

sorulmuştur 19 . Bunun üzerine Muhâcirîn Komisyonu Başkanlığı tarafından,<br />

Dahiliye Nezâreti’ne şu cevap verilmiştir. “Muhacirlerin bir mahalden<br />

diğer bir mahalle nakl-i hane etmeleri sonradan icra kılınan talimatla yasaklanmıştır.<br />

Bu suretle terk-i mesken edenlere, yerli ahaliden kabul edilerek, gidecekleri<br />

mahallerde devlet tarafından yardım yapılmayacaktır. Gerekli tahkikat<br />

yapıldıktan sonra bu muhacirler, Şam’da iskan olunmayarak, misafir olarak<br />

kalmak için Antalya’ya gitmişler ise, iadeleri sefaletlerine sebep olacağından,<br />

Antalya tarafından talimata uygun olarak, arazi verilerek iskan edilmeleri lazım<br />

gelecektir. Ancak Suriye Vilâyeti tarafından bu muhacirler iskan edilmiş ve da-<br />

16<br />

İpek, aynı eser , s.172.<br />

17<br />

İpek, aynı eser, s.203.<br />

18<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezâreti Mektubi Kalemi, ( BOA. DH. MKT.),<br />

nr.1385/103.<br />

19<br />

DOA. DH. MKT. nr.2559/57. Lef.1.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 299<br />

ha sonra da bunlar iskan mahallini terk etmişler ise, bunların hane ve arazilerinde<br />

başkaları iskan edilecek, ayrıca bu muhacirlere Antalya tarafından bir şey<br />

verilmeyecektir. Bu muhacirler, yerli halk gibi muamele görecek, yani iskan için<br />

gerekli olan her türlü işlem kendileri tarafından gerçekleştirilecektir. Bunun için<br />

Suriye Vilâyeti ile haberleşerek, buradan alınacak olan bilgiye göre muamele<br />

yapılması lazım gelmektedir (22 Aralık 1888)” 20 .<br />

Balkan Harbi sırasında da (1912-1913) Selânik Limanı’ndan başta İzmir ve<br />

İstanbul şehirleri olmak üzere, Anadolu’nun Antalya, Mersin, İskenderun ve<br />

Suriye gibi sahil limanlarına çok sayıda muhacir taşınmıştır 21 . Bu arada Aydın<br />

Vilâyeti’nin daha fazla göçmen isti’âbına tahammülü olmadığından, bu vilâyete<br />

bundan böyle muhacir gönderilmemesi istenmiştir. Aydın Vilâyeti’nin bu talebi<br />

dikkate alınmış ve Selânik’te harekete hazır olan 6.000 göçmenin İzmir’e çıkarılmayarak,<br />

Antalya İskelesi’ne nakilleri Sadâret tarafından kararlaştırılmıştır 22 .<br />

Bunun yanında Balkan Harbi’nden sonra Antalya’ya hicret eden Müslüman<br />

Türk Muhacirlerden, Antalya Merkez Kazası’nda 30 hanede 119 nüfus 23 , Antalya’nın<br />

Alanya Kazası’nda da 4 hanede 13 nüfus ikame edilmiştir 24 .<br />

KAFKASYA MUHACİRLERİ<br />

XIX. Yüzyılın başlarından itibaren Kafkasya’da başlayan Rus tehdidi,<br />

1850’li yılların sonuna doğru etkili olmaya başlamıştır. Bu yıllarda Kafkasya’yı<br />

istila etmeye başlayan Rusya, bu bölgede yaşayan halkı da, zorla tehcire tabi<br />

tutmuştur. Rus tehciri sonucunda Kafkasya’da yaşayan yerli halklardan bir<br />

kısmı Anadolu’ya hicret etmiştir 25 . Kafkasya Muhacirleri, XIX. Yüzyılın son yıllarından<br />

itibaren Konya Vilâyeti’ne gelmeye başlamıştır. Konya Vilâyeti tarafından,<br />

Kafkasya’dan gelecek olan 9.100 nüfus muhacirden, 4 bin nüfusun Antalya,<br />

Isparta ve Burdur’da yerleştirilmek üzere deniz yolu ile Antalya Limanı’na<br />

ve 2 bin nüfusun Niğde’de iskan olunmak üzere Mersin İskelesi’ne çıkarılması,<br />

ayrıca 3 bin nüfusun da Konya merkezine gönderilmesi planlanmıştır.<br />

Konya Vilâyeti’nin yapmış olduğu bu dağıtım planı hakkında, Dahiliye Nezâreti<br />

tarafından Muhâcirîn Komisyonu Başkanlığı’na bilgi verilmiştir. Ayrıca Dahiliye<br />

Nezâreti, “Muhacirlerin bulunduğu mahallerden, iskan mevkisine hareket<br />

20<br />

Aynı Belge. Lef.2.<br />

21<br />

Halaçoğlu, aynı eser, s.55.<br />

22<br />

Halaçoğlu, aynı eser, s.58.<br />

23<br />

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Toprak İskan Genel Müdürlüğü, (BCA. TİGM.), Fon Kodu ( F.<br />

K.) 272.0.0.12. Yer Numarası (Y.N.) 52.121.22. Lef. 3-4<br />

24<br />

Aynı Belge. Lef. 5.<br />

25<br />

Saydam, aynı eser, s.72 v.d.


300 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

etmeden dört gün evvel malumat verilmesini, muhacirlerin nakilleri için vapur<br />

tedarik edilmesini ve muhacirlerin nakliye masraflarının ödenmesine dair gerekli<br />

muamelenin yerine getirilmesini”, Muhâcirîn Komisyonu Başkanlığı’ndan<br />

talep etmiştir (7 Ekim 1890) 26 .<br />

Ancak Konya Vilâyeti’nin bu dağıtım planını yaptığı sırada, Konya Vilâyeti<br />

Meclis-i İdaresi tarafından, Kafkasya’dan hicret edecek olan 9.100 nüfustan yalnız<br />

1.500 muhacirin vilâyet dahilinde iskan olunmasına karar verilmiş ve bu<br />

karar vilâyet makamına beyan edilmiştir. Fakat Konya Vilâyeti tarafından, Meclis-i<br />

İdare’nin almış olduğu bu karara itibar edilmemiş ve Kafkasya’dan gelecek<br />

olan 9.100 muhacirin hepsinin, Konya Vilâyeti’nde iskan olunabileceği, bir defa<br />

daha Muhacirîn Komisyonu Başkanlığı’na bildirilmişti. Konya Vilâyeti’nin<br />

yapmış olduğu bu talep üzerine, Muhacirîn Komisyonu Başkanlığı tarafından,<br />

Kafkasya’dan gelecek olan muhacirlerin hepsi Konya Vilâyeti’ne sevk olunmuştur.<br />

Yalnız Konya Vilâyeti, bir müddet sonra Kafkasya’dan gelecek olan 9.100<br />

nüfus muhacirin, Konya’da iskan edilmesi konusunda, Muhacirîn Komisyonu<br />

Başkanlığı’na yapmış olduğu müracaatın yanlış olduğunu anlamış ve bu yanlıştan<br />

dönmek istemiştir. Bunun için Konya Vilâyeti tarafından, Dahiliye Nezâreti’nden,<br />

“Vilâyet içinde o kadar nüfusun iskanına kafi verimli boş arazi bulunmadığı<br />

ve bu sebepten dolayı, adı geçen muhacirlerin hepsinin gönderilmesi<br />

halinde, hem muhacirler hem de mahalli halk müşkülata uğrayacağından dolayı,<br />

Antalya İskelesi’ne çıkarılmış olan 2.700 nüfus muhacirin Antalya tarafından<br />

iskanı olunması, geri kalan muhacirlerin de Kastamonu, Ankara, Ma’mûret-ül<br />

Aziz ve Adana Vilâyetleri’ne sevk ve iskanı edilmesi” talep edilmiştir 27 .<br />

Ancak 8 Kasım 1890 tarihinde çıkarılan padişah irâdesinde,” Muhacirlerin<br />

hicretlerini kabul etmeden evvel, muhacirlerin iskan olunacakları mahallerin<br />

tayin edilmesi ile nakil ve iskan masraflarının temin olunması, ayrıca muhacirlerin<br />

gönderildikleri mahalde iskan edilmeyerek misafir olarak kalması veya bir<br />

yerden başka bir yere gönderilmesi gibi sefalet ve perişanlıklarına sebep olacak<br />

ahvalin meydana gelmesine asla izin verilmemesi” yetkililerden talep edilmekte<br />

idi. Bu sebepten dolayı Dahiliye Nezâreti tarafından, “Kafkasya’dan gelecek<br />

olan muhacirlerin sefaletten ve yerli ahalinin müşkülat ve mağduriyetten uzak<br />

kalmalarını temin edecek surette bir karar almak ve bu konuda gerekli tetkikleri<br />

yapmak için Muhacirîn Komisyonu Reis-i Sânisi, nezârete davet edilmiş ve bir<br />

görüşme yapılmıştır”. Bu görüşmenin sonunda Dahiliye Nezâreti tarafından 10<br />

Kasım 1890 tarihinde Sadaret Makamı’na gönderilen yazıda, “Kafkasya’dan<br />

26<br />

BOA. DH. MKT. nr.1768/80.<br />

27<br />

BOA. DH. MKT. nr.1779/118


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 301<br />

gelen muhacirlerin nüfusu her ne kadar 9.100 kişiden ibaret ise de, bu muhacirlerden<br />

400 hanede ikamet eden iki binden fazla nüfusun Kastamonu’da iskan<br />

olunmak üzere, ilkbaharda hicret edecekleri ve bu muhacirlerin iskan mahallerinin<br />

tespit edilmiş olduğu, Antalya’ya çıkmış olan muhacirlerden beş bin kadar<br />

nüfus muhacirin, vilâyette yer olmadığı halde Konya’ya gönderilmeleri<br />

bunların sefaletlerine sebep olacağından dolayı, muhacirlerin nakli için kiralanan<br />

vapurlardan dördünün Mersin İskelesi’ne gönderilerek, Adana’da mevcut<br />

olan boş arazilerde acil olarak iskan edilmeleri ve böylece beş bin kadar nüfusun<br />

yerleşmesinin sağlanmış olacağı, artık Konya’ya muhacir sevk edilmesinden<br />

vazgeçilerek, Adana Vilâyeti’ne malumat verilmesi için Muhacirîn Komisyonu<br />

Başkanlığı’na tebligat yapılması” istenmiştir. Bunun yanında Dahiliye<br />

Nezâreti, “Elde yazılı defterlerde, Konya’da bin altı yüz hanenin iskanına yetecek<br />

miktarda boş arazi mevcut olduğu için, Konya’ya muhacir sevk edildiğini”,<br />

Sadaret Makamı’na açıklamak mecburiyetinde kalmıştır 28 .<br />

Sadaret tarafından Dahiliye Nezâreti’nin bu talebi uygun görülmüş ve Muhacirîn<br />

Komisyonu Başkanlığı’na, “Adı geçen vapurların Mersin’e sevk edilmesi<br />

ve Kafkasya Muhacirleri’nin Adana dahilindeki boş arazilere yerleştirilmeleri”<br />

emri verilmiştir. Aynı zamanda Sadaret, Konya Vilâyeti’ne de “Kafkasya<br />

Muhacirleri’nden Antalya İskelesi’ne çıkarılmış olan 2.700 nüfusun, Antalya’da<br />

iskanı edilmesini, Konya Vilâyeti Meclis-i İdaresi’nin almış olduğu karara göre,<br />

vilâyet dahilinde 1.500’den fazla muhacirin iskan edilmesinin mümkün olmadığını,<br />

fakat alınmış olan bu karara vilâyet tarafından da uyulmadığını, padişah<br />

irâdesine uygun olarak gerek muhacirlerin ve gerek yerli ahalinin sefalet ve<br />

mağduriyetten muhafaza edilmesi için ve Adana Vilâyeti’nde yeterli miktarda<br />

boş arazi bulunmasından dolayı, 5.000 kadar muhacirin, adı geçen vilâyete sevk<br />

edilmesinin uygun görüldüğünü” bildirmiştir. Bununla birlikte, “Vilâyetten<br />

yapılan talep üzerine Kafkasya’dan gelen 9.100 nüfus muhacirin, Konya’ya<br />

gönderildiğini ve Konya’da iskan edilecek olan muhacir miktarında meydana<br />

gelen karışıklıkla ilgili olarak, gerekli tahkikatın yapılacağını”, Konya Vilâyeti’ne<br />

ihtar etmiştir 29 .<br />

Konya Vilâyeti’nde bu gelişmeler olduğu sırada, Kafkasya’nın Kuban ahalisinden<br />

olan ve Osmanlı topraklarına hicret etmelerine padişah irâdesi ile izin<br />

verilen muhacirlerden kadın ve erkek 2.412 nüfus muhacir, Gazi Kaptan’ın idaresinde<br />

bulunan Rusya’nın Filut ve Velenter Kumpanyası’na ait Avril isimli<br />

gemi ile Karadeniz Boğazı’ndan geçerek Antalya İskelesi’ne ulaşmak üzere ha-<br />

28<br />

Aynı Belge. Lef.1<br />

29<br />

Aynı Belge. Lef.1.


302 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

reket etmiştir. Muhacirler için gerekli olan malzemeyi ikmal etmekle görevlendirilen<br />

Padişahın Yaver Mülâzımları’ndan Hacı İbrahim Efendi de, bu gemide<br />

bulunmakta idi. Kafkasya Muhacirleri’nin Antalya’ya hareket ettiğine dair malumat,<br />

Karadeniz Boğazı Muhafızlığı Vekâleti’nden 3 Kasım 1890 tarihinde<br />

Tophâne-i Amire Müşirliği’ne de bildirilmiştir 30 .<br />

Anadolu’ya yapılan muhaceret sırasında ve muhacirlerin iskan edilmesi süresinde<br />

bir çok mesele de ortaya çıkmıştır. Bu meselelerin arasında, muhacirlerin<br />

iaşelerinin karşılanması ve barınmalarının sağlanması başta gelmektedir.<br />

Ancak bütün olumsuz şartlara rağmen mahalli ve merkezi yönetimler tarafından,<br />

muhacirlerin iaşe ve barınma ihtiyaçlarının temin edilmesi için her türlü<br />

gayret gösterilmiştir. Bu arada iskan edilmek üzere Antalya’ya gönderilen Kafkasya<br />

Muhacirleri’ne verilecek olan ekmek tayinat miktarı da, muhacirler tarafından<br />

az bulunmuştu. Muhacirlerin isteği üzerine, Konya Vilâyeti tarafından,<br />

“Muhacirlerden zengin ve servet sahibi olanlar istisna edildikten sonra, dul ve<br />

acuzeden iş-güç sahibi olmayanlardan on yaşına kadar olanlara 100’er dirhem<br />

ve yukarısına 200’er dirhem ekmek tayinatı verilmesinin Muhâcirîn Talimatı<br />

gereği olduğu, ancak şu anda muhacirler arasından zengin ve servet sahibi<br />

olanlarını ayırmanın imkansız bulunduğu, muhacirlere verilen ekmek tayinat<br />

miktarının ne küçük ve ne de büyük şahısları idare etmediği ve bu sebepten<br />

dolayı adı geçen miktarların yüzer dirhem arttırılması”, Dahiliye Nezâreti’nden<br />

talep edilmiştir. Dahiliye Nezâreti de 15 Şubat 1891 tarihinde Muhacirîn Komisyonu<br />

Başkanlığı’ndan, “Adı geçen muhacirlerin geçici olarak ve mecburen<br />

kalacakları bir ay müddet için on yaşından aşağı olanlarına 200’er dirhem, yukarısına<br />

da 300’er dirhem ekmek tayinatı verilmesi için gerekli işlemin yapılmasını”<br />

talep etmiştir 31 . Konya Vilâyeti’nin Kafkasya Muhacirleri’ne verilecek olan<br />

ekmek tayinat miktarının arttırılması talebi, Muhâcirîn Komisyonu Başkanlığı<br />

tarafından da muvafık bulunmuştur. Ayrıca bu talep Meclis-i Mahsus-u Vükela’da<br />

da müzakere edilmiştir. Bu müzakere sonucunda, Meclis-i Mahsus-u Vükela<br />

tarafından da Kafkasya Muhacirleri’ne verilecek olan ekmek tayinat miktarının<br />

arttırılması uygun görülmüştür. Bu konuda Meclis-i Mahsus-u Vükela’nın<br />

da, olumlu karar alması üzerine, Dahiliye Nezâreti tarafından 11 Mart 1891 tarihinde<br />

Konya Vilâyeti’ne, “Muhacirlere talep edilen miktarda ekmek tayinatı<br />

verilmesi, ayrıca adı geçen muhacirlerin uzun müddet bulundukları yerde kalmaları<br />

hem kendilerinin sefaletine, hem de devlet tarafından fazla masraf ya-<br />

30<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yıldız Perakende Evrakı Askeri Maruzat, (BOA. Y. PRK. ASK.),<br />

nr.60/45.<br />

31<br />

BOA. DH. MKT. nr.1829/69.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 303<br />

pılmasına sebep olacağından uygun bulunmadığı, ilkbahar mevsiminin gelmesi<br />

ile birlikte iskan muamelesinde müşkülat kalmamış olmasından dolayı, muhacirlerin<br />

yerleştirilmesi için bir an evvel gerekli çalışmanın yapılması”, talimatı<br />

verilmiştir 32 .<br />

Yine “Antalya’ya gelen Kafkasya Muhacirleri, kısım kısım iskan mevkilerine<br />

sevk edilmekte idi. Bunların iskan edileceği haneler de yakın zamanda inşa<br />

edilecekti. Ancak bu muhacirlerin çocuk ve hanımları, hanelerin inşaatlarının<br />

tamamlanmasına kadar, çadır olmadığından dolayı, yağmur altında ve günün<br />

karşısında bulunmakta idiler. Bu sebepten dolayı Teke Mutasarrıflığı, Kafkasya<br />

Muhacirleri’nin bir müddet barınmalarını sağlamak için, Dahiliye Nezâreti kanalı<br />

ile Redif Debboyları’ndan geçici olarak çadır verilmesi talebinde bulunmuştur”.<br />

Ancak Teke Mutasarrıflığı’nın bu isteği, Ser Askerlik tarafından debboylardan<br />

eşya alınmasının yasak olması sebebi ile olumsuz karşılanmıştır. Bu<br />

olumsuz tavır karşısında, Teke Mutasarrıflığı tarafından tekrar Konya Vilâyeti’nden,<br />

“Antalya ve Alanya Redif Debboyları’ndan 250 adet çadır verilmesi<br />

için, Antalya Redif Kumandanlığı’na, Seraskerlik Makamı’nca izin verilmesi”<br />

talep edilmiştir. Teke Mutasarrıflığı’nın bu talebi Konya Vilâyeti tarafından, 8<br />

Nisan 1891 tarihinde Mâbeyn-i Hümâyun Baş Kitâbeti’ne bir telgrafla bildirilmiştir<br />

33 .<br />

Bu arada, “Antalya’ya sevk edildikleri halde, bir kısım Kafkasya Muhaciri<br />

yedi aydan beri iskan olunmamıştı. Bunun üzerine muhacirlerden bir çok imza<br />

ile Antalya’dan Padişahlık Makamı’na bir dilekçe gönderilmişti. Kafkasya Muhacirleri<br />

bu dilekçede; “Kendilerine sahilde iskan edilmek üzere bazı yerler gösterilmekte<br />

olduğunu, halbuki yüksek mahallere alıştıklarından dolayı, sahillerde<br />

ve sıcak yerlerde iskan edilmelerinin sıhhatlerini ihlal edeceğini, ayrıca dağlarda<br />

pek çok boş arazi bulunduğunu ve aralarından vuku bulmakta olan ölüm<br />

olaylarına nihayet vermek üzere hızlı bir şekilde iskan edilmelerini” talep etmişlerdir.<br />

Ayrıca Kafkasya Muhacirleri bu dilekçede “Antalya Mutasarrıfından<br />

da şikayetçi olduklarını” belirtmişlerdir. Ancak daha önce devlet tarafından, bu<br />

muhacirlerin iskan edilecekleri yerler hazırlanmış ve bu durum kendilerine bildirilerek,<br />

onayları alınmıştı. Muhacirler tarafından da, bu iskan mahalleri ile<br />

ilgili olarak şikayetçi olmayacaklarına dair, devlete teminat verilmişti. Bütün bu<br />

işlemler tamamlandıktan sonra da, muhacirlerin celp edilmeleri sağlanmıştı.<br />

Bununla birlikte Kafkasya Muhacirleri tarafından gönderilmiş olan bu şikayet<br />

32<br />

BOA. DH. MKT. nr.1817/74.<br />

33<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yıldız Perakende Evrakı Umum Vilayetler Tahriratı, (BOA. Y.<br />

PRK. UM.), nr.21/64.


304 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

dilekçesi padişah tarafından dikkate alınmış ve bunun üzerine, bir İrâde-i<br />

Seniyye çıkarılmıştır. Bu padişah irâdesinde, “Muhacirlerin içinde bulundukları<br />

perişan hal ve sefaletleri ileride karışıklığa meydan verebileceğinden dolayı, bu<br />

husus hakkında bir an evvel gerekli tedbirlerin alınması”, yetkili makamlara<br />

emredilmiştir (2 Mayıs 1891) 34 .<br />

Ayrıca, “Antalya’da bulunan Kafkasya Muhacirleri’nden 208 hane halkı,<br />

kendileri için ayrılmış olan bir mahalde iskan edilmelerine muvafakat ederek,<br />

iskan mahalline hızlı bir şekilde gönderilmelerini talep etmişlerdi. Ancak bu<br />

muhacirlerin geçici bir süre için, ikamelerini sağlayacak olan çadırların, Redif<br />

Debboyu’ndan verilmesi için Kumandanlığı’na müracaat edilmiştir. Kumandanlık<br />

tarafından da çadırların muhacirlere verilmesi için, Ser Askerlik’e başvurulmuştur.<br />

Fakat mahalli kumandanlığın bu talebine, Ser Askerlik tarafından<br />

bir cevap verilmemiştir”. Bunun üzerine Konya Vilâyeti, bu konunun bir an<br />

evvel halledilmesi için, Dahiliye Nezâreti’ne başvurmuştur. Dahiliye Nezâreti<br />

de 18 Mayıs 1891 tarihinde Ser Askerlik’den, “Konya Vilâyeti tarafından talep<br />

edilen ve muhacirlerin ikame etmelerini sağlayacak olan çadırların verilmesi<br />

için gerekli işlemin yapılmasını ve neticesinin bildirilmesini” istemiştir 35 .<br />

Bir müddet sonra da, “Antalya’da misafir olarak bulunan 600 haneden fazla<br />

Çerkes Muhacirden bir bölümünün, tedarik olunan mahalle iskan olunmak<br />

üzere sevk olunmasına, Antalya Mutasarrıflığı tarafından karar verilmiştir”. Bu<br />

konu hakkında Antalya Mutasarrıflığı Vekâleti’nden, Dahiliye Nezâreti’ne telgrafla<br />

gerekli malumat verilmiştir. Dahiliye Nezâreti de bu telgrafı, bilgi sahibi<br />

olunması için Muhâcirîn Komisyonu Başkanlığı’na göndermiştir (26 Mayıs<br />

1891) 36 .<br />

Yine, “Konya Vilâyeti dahiline hızlı bir şeklide iskan edilmek üzere sevk<br />

edilen Çerkes Muhacirlerinden, Antalya’da bulunan 400 haneden 100 hanesinin,<br />

merkez vilâyete bağlı olan Akşehir ve Ilgın Kazaları’na iskan edilmeleri<br />

kararlaştırılmış ve sevk işlemleri gerçekleştirilmişti. Antalya’da kalan 300 hane<br />

halkına da defalarca değişik arazi gösterilmiş, fakat bunlar kendilerine ayrılan<br />

arazileri beğenmemişti. Bu muhacirler İbradililer (İbradı) ile Akseki dahilindeki<br />

Ormanaliler (Ormana) arasında tartışma konusu olan Anif Yaylası ile Doğanzâdeler<br />

uhdesinde bulunan Antalya dahilindeki Çakış Çiftliği’nde iskan edilmelerini<br />

istemişlerdir. Yalnız bu mahallere iskan edilmelerinin uygun olmaya-<br />

34<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi İrade Dahiliye, (BOA. İ. DH.), Dosya No:1226, Gömlek Sıra No:<br />

95953. 1308. N/23.<br />

35<br />

BOA. DH. MKT. nr.1883/94.<br />

36<br />

BOA. DH. MKT. nr.1836/33.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 305<br />

cağına dair, mahalli yöneticiler tarafından Çerkes Muhacirlere gerekli uyarı yapılmış<br />

olmasına rağmen, kendilerine tesir edilememiştir. Hatta Çerkes Muhacirler<br />

bu iki mahalden başka yerde iskan olunmalarını kabul etmeyecekleri ve<br />

tayinatlarının yeterli miktarda olmadığı beyanı ile Muhacirler Komisyonu Reisi’nin<br />

hanesini basmışlar ve rast geldikleri şahısları sopalarla yaralamışlardır.<br />

Bu olaylar üzerine, muhacirlerin cemiyeti zabıta tarafından dağıtılmıştır. Ancak<br />

Antalya’nın mahalli yöneticileri, Çerkes Muhacirler Anif Yaylası’na sevk olundukları<br />

takdirde, Ormanaliler ile İbradililer birleşerek bir vukuatın meydana<br />

gelmesine sebebiyet verebileceklerini düşünmekte ve meydana gelecek kötü bir<br />

hadiseyi önlemek için, bu muhacirlerin Çakış Çiftliği’nde iskan edilmelerini<br />

sağlamak istiyorlardı. Bunun içinde Çakış Çiftliği’ne tasarruf eden Doğan-zâde<br />

eytamına ya münasip bir bedel veya bu çiftliğe mukabil başka bir mahal verilmesi<br />

neticesinde muvaffakiyetlerinin alınması lazımdı. Bu temin edildiği takdirde,<br />

Çerkes Muhacirlerin Çakış Çiftliği’nde iskan edilmeleri gerçekleşmiş olacaktı.<br />

Bu esnada Teke Sancağı İdare Heyeti tarafından, “Çerkes Muhacirlerin<br />

çarşıda ve hükümet civarında silahlı olarak dolaşmalarından, ayrıca bu muhacirlerin<br />

uzun müddet sükut etmelerine imkan bulunmadığından ve memleketin<br />

asayişini muhafaza etmek maksadı ile Çerkes Muhacirlerin şimdiden Çakış<br />

Çiftliği’ne sevk edilmeleri uygun görülmüş, ayrıca tayinat miktarlarının arttırılmasına<br />

karar verilmiştir”. Bunun yanında Teke Sancağı İdare Heyeti tarafından,<br />

bu karar hakkında Konya Vilâyeti’ne malumat verilmiş ve bu konuda gerekli<br />

işlemin yapılması istenmiştir 37 . Konya Vilâyeti de, “Teke Sancağı İdare<br />

Heyeti tarafından Çerkes Muhacirlerin Çakış Çiftliği’nde iskan edilmesi ve bu<br />

muhacirlerin tayinat miktarının arttırılması yönünde almış olduğu kararı”, Dahiliye<br />

Nezâreti’ne bildirilmiştir 38 .<br />

Bu esnada Konya Vilâyeti’ne bağlı olan Hamid-abad ve Burdur Sancakları’nda<br />

bulunan 270 hane muhacir de, adı geçen sancaklar ile vilâyet merkezinde<br />

kendileri için ayrılmış olan arazileri kabul etmemiş ve Karahisar-ı Sahip Sancağı’nın<br />

Sanduklı Kazası dahilinde iskan edilmelerini Konya Vilâyeti’nden ısrarla<br />

talep etmişlerdir. Konya Vilâyeti de , “Burdur ve Hamid-abad Sancakları’na<br />

yerleştirilmek istenen muhacirlerin, istekleri doğrultusunda Karahisar-ı Sahip<br />

Sancağı’nın Sanduklı Kazası’nda iskan edilmesine izin verilmesini veya zorla<br />

vilayet dahilinde iskan edilmelerini”, Dahiliye Nezâreti’nden talep etmiştir 39 .<br />

37<br />

BOA. DH. MKT. nr. 1841./107. Lef.1<br />

38<br />

Aynı Belge. Lef.2.<br />

39<br />

Aynı Belge. Lef.2.


306 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Dahiliye Nezâreti de 14 Haziran 1891 tarihinde, “ Bu muhacirlerin Sanduklı<br />

Kazası’nda iskanlarına kafi uygun boş arazi olup-olmadığının Hüdavendigar<br />

Vilâyeti’nden sorulduğunu ve alınacak cevaba göre gerekli işlemin yapılacağını,<br />

Antalya’da bulunan muhacirlerin de hükümet emirlerine karşı bu derece<br />

muhalefet sergilemeleri ve kötülük icra etmeleri ile beraber, Çakış Çiftliği’nde<br />

iskanları tasvip edilecek olduğu takdirde, bu araziye bedel olan diğer arazi ile<br />

sahiplerinin arzusu doğrultusunda işlem yapılmasını, şayet muvafakat sağlanamaz<br />

ise, Teke Sancağı ile sair mahalde bulunan ve muhacir iskanına uygun<br />

olmayan arazilerin müzayede yolu ile satılmasını ve elde edilen gelir ile Çakış<br />

Çiftliği’nin satın alınma işleminin gerçekleştirilmesini ve bu işlemin sonucunda<br />

Çakış Çiftliği’nin Çerkes Muhacirlere tahsis edilmesi için lazım gelen muamelenin<br />

yerine getirilmesini”, Sadaret Makamı’ndan talep etmiştir 40 .<br />

Bir müddet sonra, iskan edilmek gayesi ile Konya Vilâyeti’ne gönderilen<br />

Kafkasya muhacirlerinden 180 hane halkı için de, Antalya Sancağı’nın Boğazak<br />

Mevkii’nde yapılmakta olan hanelerin inşaatı ikmal edilmiştir. Meydana gelen<br />

bu yeni köye, padişahın ismine nispet olarak, Hamidiye isminin verilmesi,<br />

Konya Vilâyeti’nin talebi üzerine Dahiliye Nezâreti tarafından uygun görülmüş<br />

ve bu konuda bir İrâde-i Seniyye çıkmıştır. Bu padişah irâdesine dayanılarak,<br />

Antalya’nın Boğazak Mevkii’nde teşekkül eden ve muhacirlerle meskun olan<br />

bu köye, Hamidiye isminin verildiği hakkında, Dahiliye Nezâreti tarafından,<br />

Konya Vilâyeti’ne, Sicil-i Nüfus İdâre-i Umûmiyesi’ne, Muhâsebe’ye ve Divân-ı<br />

Hümâyûn Beylikçiliği’ne malumat verilmiş ve bu konuda gerekli işlemin yapılması<br />

istenmiştir (27 Ekim 1891) 41 .<br />

Bu arada Antalya Sancağı’nın Akseki Kazası’na bağlı Ormana Köyü halkından<br />

Abdullah imzası ile Manavgat’tan Padişahlık Makamı’na bir telgraf<br />

çekilmiş ve bu telgrafta; “Tasarruflarında bulunan arazilerine muhacirlerin iskan<br />

edilmekte olduğu bildirilmiş ve gereğinin yapılması” istenmiştir. Teke Mutasarrıflığı’ndan<br />

alınan cevap üzerine, Dahiliye Nezâreti tarafından, Konya Vilâyeti’ne<br />

1 Kasım 1891 tarihinde gönderilen yazıda; “Adı geçen arazilerin kanunen<br />

muhacirlere verilecek olan boş arazilerden olduğu, Ormana ahalisinin<br />

şikayet ettiği ve istida ile yerine getirilmesini istediği taleplerin, oraya muhacir<br />

iskanına teşebbüs olunmasından dolayı meydana gelen başkaldırı hareketlerinden<br />

olduğu, bu tür arazilerin, eski sahipleri tarafından müdahale yapılması<br />

sebebi ile boş bırakılmasının uygun olmadığı ve adı geçen arazilere muhacirle-<br />

40<br />

Aynı Belge. Lef.3.<br />

41<br />

BOA. DH. MKT. nr.1883/33.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 307<br />

rin iskan edilmesinin sağlanması için gerekli işlemin yapılması” talep edilmiştir<br />

42 .<br />

1892 yılının ilk aylarında da Antalya’ya sevk olunan Kafkasya Muhacirleri’nden<br />

açıkta kalanların ikamet etmeleri için, Antalya’da iki han kiralanmıştı.<br />

Bu iki hana icar bedeli olarak aylık 3.250 kuruş verilecekti. Bu miktar paranın<br />

kira bedeli olarak kabul edilmesi ve aylık olarak ödenmesine izin verilmesi,<br />

Konya Vilâyeti tarafından Dahiliye Nezâreti’nden talep edilmiştir. Dahiliye Nezâreti<br />

de 19 Şubat 1892 tarihinde Muhâcirîn Komisyonu Başkanlığı’ndan, “ Antalya’ya<br />

sevk olunan Kafkasya Muhacirleri’nden açıkta kalanların ikamesi için<br />

kiralanmış olan iki adet hana, kira bedeli olarak verilecek olan aylık 3.250 kuruşun<br />

kabulünü ve tediye edilmesini” istemiştir 43 . Ancak Muhâcirîn Komisyonu<br />

Başkanlığı tarafından Dahiliye Nezâreti’ne verilen cevapta, “Muhtaç muhacirlerin<br />

ekmek tayinatı ve nakil masrafından başka ortaya çıkacak olan masraflarının,<br />

mahalli belediyeler tarafından ödenmesi gerektiği ve bundan dolayı adı<br />

geçen hanların icar bedellerinin belediye tarafından karşılanmasının zorunlu<br />

olduğu, fakat bu surette ödenmesi kabil değilse Muhâcirîn Tahsisatı’na mahsuben<br />

emval-i mahalliyeden sarf ve itasının lazım geleceğinden dolayı, buna göre<br />

hareket edilmesinin icap ettiği, ayrıca adı geçen muhacirlerin uzun müddet kiralık<br />

hanlarda ikamet etmelerinin caiz olmayacağından dolayı, bunların bir an<br />

evvel iskan mahallerine sevk olunmaları” istenmiştir. Dahiliye Nezâreti de 9<br />

Mart 1892 tarihinde Konya Vilâyeti’ne, Muhacirîn Komisyonu Başkanlığı’nın<br />

bu cevabını bildirmiş ve buna uygun olarak hareket edilmesi talimatını vermiştir<br />

44 .<br />

Bu arada Antalya’ya sevk edilen muhacirlerden bir kısmı da, burada bulunan<br />

medreselere yerleştirilmişti. Bu olayda Antalya halkı arasında rahatsızlığa<br />

sebep olmuştur. Antalya Müftüsü Hüseyin Efendi ve 11 arkadaşı tarafından 45<br />

10 Kasım 1892 tarihinde Mâbeyn-i Hümâyun Baş Kitâbeti’ne çekilen telgrafta<br />

bu konuda şöyle denilmektedir; “Medreselerimiz, muhacirlerin oturtulması ile<br />

zapt edilmiş ve talebelerimiz sokak arasında kalmışlardır. Ulema ve talebenin<br />

bu hallerine acil çare bulunmasını dileriz” 46 . Antalya halkının bu talebi üzerine,<br />

Padişah tarafından bir İrâde-i Seniyye çıkarılmıştır. Bu padişah irâdesinde,<br />

42<br />

BOA. DH. MKT. nr.1896/114.<br />

43<br />

BOA. DH. MKT. nr.1811/34.<br />

44<br />

BOA. DH. MKT. nr.1816/131.<br />

45<br />

Bu imza sahipleri; Süleyman (1), Ahmed, Mustafa, Süleyman (2), Yusuf, Mahmud, İsmail,<br />

Hüseyin, Salih, Resul ve Şakir’dir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi İrade Hususi, (BOA.İ.HUS.),<br />

Dosya No:5, Gömlek Sıra No:1310. R/65. Lef.1.<br />

46<br />

Aynı Belge. Lef.1.


308 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

“Muhacirlerin hızlı bir şekilde hanelere ikame edilmeleri, ancak lüzumu kadar<br />

hane bulunmadığı takdirde muhacirlerin barakalarda ikame edilmelerinin sağlanması<br />

ile medreselerin tahliye edilerek, talebeye iade edilmesi ve bunların<br />

rahatsız edilmemesi” talimatı verilmiştir (15 Kasım 1892) 47 .<br />

Antalya’ya iskan edilen Kafkasya Muhacirleri’nden bir kısmı, bir çok asayiş<br />

olayının meydana gelmesine de sebep olmuştur. Metropolit imzası ile Isparta’dan<br />

Fener’deki Patrik Efendiye gönderilen telgrafta, “ Çerkeslerin İslâm mekteplerine<br />

gelir sağlayan mağazaları yaktıkları, Yahudilerin evlerini bastıkları,<br />

çiftliklerde adamlar yaraladıkları, fakir aileleri öldürdükleri, fakir Müslümanları<br />

para vermeğe mecbur ettikleri, Antalya’da gemilerin yola çıkmasına izin<br />

vermedikleri ve kereste tüccarların işsiz durdukları” gibi konularda bilgi verilmiştir.<br />

Ayrıca bu konu hakkında, 12 Mayıs 1893 tarihinde Mâbeyin-i Hümâyun<br />

Baş Kitâbeti’nde görevli Lütfi Bey’e de malumat verilmiştir 48 .<br />

Antalya’ya bağlı Milli Köyü’nde iskan edilmiş olan Çerkesler ile Antalya’nın<br />

Varsak Köyü halkı arasında da, hayvan otlatma meselesinden dolayı<br />

bir kavga meydana gelmişti. Kavga esnasında Çerkesler yerli halktan birisini<br />

öldürmüş ve birkaç kişiyi de yaralamışlardı. Bunun üzerine Teke Mutasarrıflığı<br />

tarafından tahkikat yapılması ve sanıkların yakalanması için mülkiye ve adliye<br />

memurları ile zaptiye subaylarından teşekkül etmiş bir heyet derhal olay mahalline<br />

gönderilmişti. Ancak Çerkesler bu heyete karşı bir takım itaatsiz harekette<br />

bulunmuşlar ve katil ile diğer sanıkları teslim etmemişlerdi. Bunun yanında<br />

Çerkesler, Burdur yoluna doğru hareket etmişlerdi. Bu olaylar sonucunda<br />

Konya Vilâyeti tarafından, Isparta ve Burdur Mutasarrıflıkları’na cinayet ve<br />

yaralama olaylarına karışmış olan Çerkeslerin, bir fenalık meydana gelmedeniade<br />

edilmesi, ayrıca bunların içinde bulunan katil Çerkes Mahmud’un da<br />

yakalanması emredilmiştir. Bununla birlikte Teke Mutasarrıflığı’na da bu işi<br />

gürültüye getirmeden yalnız katil ve zanlıların hakimane tedbirlerle yakalanmaları<br />

ve bu konuda hiçbir fenalığın vuku bulmasına meydan verilmemesi talimatını<br />

verilmiştir. Ayrıca Çerkeslerin Antalya’da meydana getirdiği bu asayiş<br />

olayları hakkında, Konya Vilâyeti tarafından 4 Ağustos 1893 tarihinde, Mâbeyin-i<br />

Hümâyun Baş Kitâbeti’ne de malumat verilmiştir 49 .<br />

Bunun yanında Antalya Sancağı’na bağlı İstanos Nahiyesi’nin Ballıca Mevkii’ne<br />

Çerkez Muhacirler iskan edilmişler ve kendilerine bir miktar arazi verilmişti.<br />

Ancak muhacirler tarafından Padişahlık Makamı’na çekilen telgrafta; “<br />

47<br />

Aynı Belge. Lef.2.<br />

48<br />

BOA. Y. PRK. UM. nr.27/12.<br />

49<br />

BOA.Y.PRK.UM. nr.28/15.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 309<br />

Ziraatlarına kafi kendilerine arazi verilmeyerek sıkıntı çekmekte olduklarını,<br />

bunun yanında hanelerinin önüne ekmiş oldukları bir miktar tütünün sökülmeye<br />

teşebbüs edildiğini ve bu sebepten dolayı maişetlerini temin edecek miktarda<br />

arazi ita edilmesi ile beraber tütünlerinin bu senelik sökülmemesini, ayrıca<br />

köylerine bir cami-i şerifin inşa edilmesini” istemişlerdir. Dahiliye Nezâreti<br />

tarafından, muhacirlerin bu isteklerinin yerine getirilmesi ve neticenin bildirilmesi,<br />

23 Ağustos 1895 tarihinde Konya Vilâyeti’nden talep edilmiştir 50 .<br />

GİRİT MUHACİRLERİ<br />

Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’tan sonra en büyük ada olan Girit, 1699 yılında<br />

Osmanlı hakimiyetine girmişti. Osmanlı Devleti yönettiği her bölgede uyguladığı<br />

adaletli ve hoşgörülü idare tarzını Girit’te de icra etmişti. Ancak 1821 yılında<br />

meydana gelen Yunan isyanından sonra Girit Adası’nda, fetihten itibaren<br />

devam eden huzur bozuldu 51 . Yunanlılar’ın büyük Yunanistan kurma hayalleri,<br />

1864 yılında yedi adanın kendilerine verilmesi üzerine tekrar uyandı. Yunanistan<br />

bu maksatla ve adayı Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinden kurtarmak için,<br />

halkı ayaklanmaya teşvik etti. Bu yüzden Girit, 1866 yılında ilk defa geniş ölçüde<br />

bir ayaklanmaya sahne oldu 52 . Bu ayaklanmadan sonra Girit’te meydana<br />

gelen olaylar sürekli olarak Giritli Rumların lehine ve Müslüman Türklerin<br />

aleyhine gelişti 53 . Bunun sonucunda da 18 Aralık 1897 tarihinde büyük devletler,<br />

Girit’in özerkliğini ilan ettiler. Girit’in özerk olması ile birlikte, adadaki<br />

Rumlar, Müslüman Türklere saldırmaya başladılar. Bu saldırılar karşısında Girit<br />

Adası’nda güvenliği kalmayan Müslüman Türkler, Anadolu’ya hicret etmeye<br />

başladılar 54 . Bu arada Girit’ten göç eden Müslüman Türklerin sayısı zaman<br />

geçtikçe artış göstermekte idi. Sadece 1898 yılı Aralık ayında İzmir üzerinden<br />

Anadolu’ya gelen göçmen sayısının her hafta birkaç yüz kişiyi aştığı, Aydın<br />

Vilâyeti tarafından Bâb-ı Âli’ye bildiriliyordu 55 .<br />

Girit Adası’ndan Anadolu’ya gelen Müslüman Türklerin, devlet tarafından<br />

iskan edildiği mahaller arasında Adana, Ankara, Konya, Suriye, Beyrut,<br />

Bingazi, Halep, Karahisar-ı Sahip ve Aydın Vilâyetleri gibi şehirler bulunmakta<br />

50<br />

BOA. DH. MKT. nr.274/62.<br />

51<br />

Süleyman Beyoğlu, “Girit Göçmenleri (1821-1924)”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, Sayı:2,<br />

İstanbul 2000, s.123.v.d.<br />

52<br />

Cemal Tukin, “Girit”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1996, XIV/89.<br />

53<br />

A. Nükhet Adıyeke, Osmanlı İmparatorluğu ve Girit Bunalımı (1896-1908), Ankara 2000, s.21.<br />

54<br />

Beyoğlu, aynı makale, s.123.v.d.<br />

55<br />

Adıyeke, aynı eser, s.271.


310 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

idi 56 . Ayrıca Konya Vilâyeti’ne bağlı olan Antalya Sancağı da Girit’ten hicret<br />

eden Müslüman Türklerin iskan edildiği yerlerden birisi olmuştur.<br />

XIX. Yüzyılın son yıllarından itibaren Girit Adası’ndan Anadolu’ya, Müslüman<br />

Türklerin muhacereti başlamıştı. Bu esnada İzmir ve civarına gelen Girit<br />

Muhacirleri’nin sayısının artması üzerine, bunların iaşelerine tahsis edilen meblağa,<br />

aylık 20 bin kuruş daha tahsis ve ilave kılınması ve bu muhacirlerin yarısının<br />

Hüdavendigar veya Konya Vilâyetleri’ne iskan edilmelerinin sağlanması<br />

için, Aydın Vilâyeti tarafından sürekli olarak, Bâb-ı Âlî’ye telgraf gönderilmekte<br />

idi. Bu telgraflar da Bâb-ı Âlî tarafından Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu Birinci<br />

Azâlığı’na tevdi edilmekte idi. Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı’nın<br />

yapmış olduğu değerlendirme neticesinde, “İstenilen 20 bin kuruş zammın,<br />

hazineden senelik ita kılınmakta olan 500 bin kuruş muhacirîn tahsisatından<br />

üç aylık olarak ayrılmasına ve havale edilmesine, ayrıca Konya Vilâyeti’nde<br />

5 bin haneye yakın muhacirîn iskanına uygun arazi bulunduğunun, boş<br />

arazileri araştırmakla görevli olan komisyon tarafından tahkik ve haber verilmesi<br />

üzerine, adı geçen muhacirlerin yarısının acele olarak Konya Vilâyeti’ne<br />

iskan olunmasına” karar verilmiştir. Bu konu hakkında Muhâcirîn-i İslâmiye<br />

Komisyonu Birinci Azâlığı’nın 13 Mart 1899 tarihinde yapmış olduğu talep üzerine,<br />

padişah tarafından bir İrâde-i Seniyye çıkarılmıştır. Bu padişah irâdesinin<br />

çıkmasından sonra, Muhacirîn-i İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı, “Muhacirîn<br />

tahsisatına aylık 20 bin kuruş zam yapılmak sureti ile havale edilmesi hususunun<br />

Maliye Nezâreti’ne yazılmasını”, Sadaret Makamı’ndan istemiştir. Ayrıca<br />

Muhacirîn-i İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı, “ Adı geçen muhacirlerin<br />

yarısının Konya Vilâyeti’ne nakil edilmelerini ve bu muhacirlerin Konya Vilâyeti’ne<br />

bağlı olan Antalya’ya ve Antalya’da bulunan münasip köylere toplu<br />

olarak, ayrıca içlerinde sanat sahibi olanların da, sanat sahibi bulunmayan köylere<br />

müteferrikan hızlı bir şeklide ikame ettirilmesini ve yerleştirilmesini”, Aydın<br />

ve Konya Vilâyeti’nden talep etmiştir. Yine, “İskan işlemlerinin intizam ve<br />

hızlı bir şekilde cereyan etmesi için, mutemet memurlardan ve seçkin şahıslardan<br />

meydana gelen komisyonlar teşkil edilmesini”, Konya Vilâyeti’ne tebliğ<br />

etmiştir 57 .<br />

Konya Vilâyeti de, “Vilâyetin her yerinin muhacirlerin iskanına uygun olmadığını,<br />

Antalya’da havası ve arazisi uygun olan mahallerin ne kadar nüfus<br />

alacağının vaktiyle bildirilmesine rağmen, şimdi 6 bin nüfusun yerleştirilme-<br />

56<br />

Beyoğlu, aynı makale, s.131.<br />

57<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yıldız Mütenevvi Maruzat Evrakı, (BOA. Y. MTV.), nr.188/57.<br />

Lef.1.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 311<br />

sinde bazı güçlükler olduğunu, daha önce Girit’ten Antalya’ya gelen 750 nüfus<br />

muhacirin iskan edilmelerine kadar, bu muhacirlerin iaşeleri için aylık gerekli<br />

olan 15 bin kuruş tahsisatın tamamının maliyeden alınamadığını”, Muhâcirîn-i<br />

İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı’na bildirmiştir. Bunun yanında, “Şimdi<br />

gönderilecek olan 6 bin nüfusun yaşaması için gerekli olan nesneler temin<br />

edilmeden evvel, bunların iskanlarına karar verilinceye kadar idare ve iaşeleri<br />

için aylık 120 bin kuruş tahsisatın, bu muhacirler sevk edilmeden önce acil olarak<br />

tertip ve ita edilmesini, muhacirlerin iskan işlerine bakmak ve sevk edilecek<br />

nüfusun iskanı için lazım gelen meblağın ne kadar olacağını tayin etmek üzere,<br />

boş arazileri araştırmak ile görevli olan heyetin hemen Antalya’ya gönderilmesini<br />

ve vilayetten de iki bin kuruş maaşla bir memur ve katibin tayinine izin<br />

verilmesini”, Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı’ndan talep etmiştir<br />

58 .<br />

Ancak Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı tarafından, Konya<br />

Vilâyeti’nin bu taleplerine itibar edilmemiştir. Çünkü 28 Mart 1899 tarihinde,<br />

Konya Vilâyeti’ne verilen talimatta, “Boş arazileri araştırmak ile görevli olan<br />

heyetin yapmış olduğu araştırma ve tahkikat neticesinde, şimdilik 5 bin hanenin<br />

iskanına uygun boş arazi bulunduğunu haber vermelerine ve her hanede<br />

kaide olarak beş nüfus hesaplanması neticesinde, çok sayıda nüfusun iskan<br />

edilmesinin sağlanacağını, bunun için Konya Vilâyeti tarafından 6 bin nüfusun<br />

iskanında müşkülat olacağının beyan edilmesine mahal bulunmadığını, şimdiye<br />

kadar maliyeden verilmekte olan yıllık 500 bin kuruştan aylık 120 bin kuruşun<br />

tertip ve havalesine imkan olmadığını ve bunun için aylık 120 bin kuruş<br />

tahsisatın verilmesini, komisyonun nakdi istihsalinden ileride tamamı ile<br />

ödenmek üzere, mahallinde çözmek için Aydın ve Konya Vilâyetleri’ne komşu<br />

olan Adana ve Hüdavendigar Vilâyetleri’nin Ziraat Bank Şubeleri’nin Sandıkları’na<br />

tahammül derecelerine göre taksim edileceğini ve tahsisatın bu şubeler<br />

tarafından sağlanacağını, ayrıca iki bin kuruş maaşla memur istihdamına gerek<br />

olmadığını ve bunun için Konya Vilâyeti tarafından zenginlerden ve eşraftan<br />

mutemet bir zevatın veya vilâyet erkanından uygun birisi ile vazifeli katiplerden<br />

birisinin seçilmesini, yalnız bunlara usul ve nizam dairesinde harcırah ve<br />

maaşı olmayan zevata da uygun miktarda yevmiye verilmesini, iskan mahallinde<br />

de İdare Meclisi’nden ve sair mahalli münasip şahıslardan komisyonlar<br />

teşkil edilerek, iskan muamelesinde vilâyet merkezinden seçilmiş olan memurlarla<br />

işbirliği yapılmasını, iskan mevzusunda kötü muameleye meydan verilmemesini,<br />

iskan işinin hızlı ve intizam içinde gerçekleşmesine itina gösterilmesi<br />

58<br />

Aynı Belge. Lef.2.


312 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

için iskan mahallinin vilâyet merkezi tarafından dolaşılarak teftiş edilmesini,<br />

muhacirler için inşa kılınacak meskenler için gerekli olan kerestenin civarda<br />

bulunan miri ormanlardan parasız olarak tedarik edilmesini, bazı servet sahiplerinin<br />

ve iskan mahalline komşu olan köylerde yaşayan ahalinin mümkün olduğu<br />

kadar nakden ve amelen muhacirlere yardım etmelerinin sağlanmasını”<br />

talep etmiştir 59 .<br />

Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı, Konya Vilâyeti tarafından<br />

muhacirlerin iskan edilmesinde kullanılmak üzere talep edilen aylık 120 kuruş<br />

tahsisatın, Adana ve Hüdevendigar Vilâyetleri Ziraat Bank Şubeleri’nin Sandıkları’ndan<br />

ödenmesi için, Nafia ve Ticaret Nezâreti’ne talimat verilmesini de,<br />

Bâb-ı Âlî’den istemiştir 60 . Ayrıca Konya Vilâyeti’ne gelecek olan Girit Muhacirleri’nin<br />

iskan işlemleri ile ilgili olarak, mahalli ve merkezi yönetim tarafından<br />

gerçekleştirilecek olan çalışmalar hakkında, Padişaha da malumat vermiştir 61 .<br />

19 Haziran 1899 tarihinde de Yunan Vapuru ile Aydın Vilâyeti’ne, Girit<br />

Adası’ndan 450 nüfus muhacir gelmiştir. Bunlardan 385’i iki gün sonra dubalar<br />

üzerine alınmış ve askeri tedbirler altında Aydın Vilâyeti tarafından Hacı Davut<br />

Vapuru’na bindirilerek Antalya’ya gönderilmiştir. Ayrıca Aydın Vilâyeti tarafından,<br />

bu konu hakkında Sadaret Makamı’na gerekli bilgi verilmiştir 62 . Sadaret<br />

tarafından da “Girit Adası’ndan Aydın Vilâyeti’ne gelen muhacirlerden 385’nin<br />

Antalya’ya gönderildiği dair malumat”, Konya Vilâyeti’ne bildirilmiş ve bu<br />

konuda gerekli işlemin yapılması tebliğ edilmiştir. Bunun yanında Sadrazam<br />

tarafından bu konuda, Padişaha da bilgi verilmiştir (21 Haziran 1899) 63 .<br />

Muhacirlerin iskan edilmesi sırasında, mahalli yönetim tarafından, önemli<br />

miktarda masraf yapılmakta idi. Antalya mahalli yöneticileri tarafından da, Antalya’da<br />

ve Alanya’da bulunan muhacirler için, Hazine’den aşar gelirlerinden<br />

akçe sarf edilmesi talep edilmiş, ancak bu talebe Hazine tarafından izin verilmemişti.<br />

Ayrıca Antalya’nın vergi tahsisatı da mahalli masraflara yetmemekte<br />

idi. Bunun yanında Antalya’da şimdiye kadar muhacirlerin yiyecek ve erzakları<br />

ile inşaatları için, 124.200 kuruş miktarında bir para harcanmıştı. Konya Vilâyeti<br />

tarafından Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı’ndan, ” Bu günde<br />

iskan masraflarının vergi tahsilatına hasredilmesi, iskan maddesini güçleştire-<br />

59<br />

BOA. Y. MTV. nr.188/57. Lef.2.<br />

60<br />

Aynı Belge. Lef.2.<br />

61<br />

Aynı Belge. Lef.2.<br />

62<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yıldız Perakende Evrakı Sadaret Maruzatı, ( BOA. Y. PRK. A.),<br />

nr.12/28, Lef.1-2.<br />

63<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yıldız Sadaret Hususî Maruzat Evrakı, (BOA. Y. A. HUS.),<br />

nr.397/71.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 313<br />

ceğinden, sene-yi haliye aşar gelirinden para sarfına izin verilmesi” talep edilmiştir.<br />

Muhacirîn-i İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı da Konya Vilâyeti’nin<br />

bu talebini, Maliye Nezâreti’ne bildirmiş, ayrıca bu talebin gerçekleşmesi için 7<br />

Ekim 1899 tarihinde Sadaret Makamı’ndan yardım istemiştir 64 . Sadaret tarafından<br />

bir gün sonra Maliye Nezâreti’ne, Konya Vilâyeti’nin bu talebinin yerine<br />

getirilmesi talimatı verilmiştir 65 .<br />

Ancak Maliye Nezâreti tarafından, “Konya Vilâyeti’nin öşür gelirlerinin<br />

harp tazminatı karşılığı olması ve bunun bir akçesinin bile diğer cihete sarfının<br />

uygun olmadığı, ayrıca bu sene ki aşar gelirleri hayli fazla ise de, harp tazminatı<br />

hesabı tamamen kapatılmaksızın, aşardan hazine hesabına akçe sarfının gayri<br />

mümkün olmasından dolayı, Antalya’daki Muhâcirîn-i İslâmiye’nin iaşe ve iskan<br />

masraflarının mülkiye memurlarının tahsilat emrine gayret ederek, diğer<br />

emval tahsilatının vilâyetin metruk kısmından temin ve tediyesi ile öşür gelirlerinin<br />

tamamen ve nakden şubeye teslim edilmesi”, Sadaret Makamı’na bildirilmiştir<br />

(18 Ekim 1899) 66 . Maliye Nezâreti’nin bu olumsuz cevabı hakkında,<br />

Sadaret tarafından 21 Ekim 1899 tarihinde Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu<br />

Birinci Azâlığı’na bilgi verilmiştir 67 . Aynı tarihte Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu<br />

Birinci Azâlığı tarafından da, Konya Vilâyeti’ne, “Harp tazminatı tamamen<br />

kapatılmaksızın aşardan hazine hesabına akçe sarfı gayri mümkün olduğundan,<br />

Antalya ve Alanya’daki muhacirlerin iaşe ve iskan masraflarının tahsilata<br />

gayret olunarak, vilâyetin metruk kısmından temin ve tediye edilmesi, öşür<br />

gelirlerinin de tamamen şubeye teslim edilmesi emri”, Maliye Nezâreti’nin yazısına<br />

dayanılarak tebliğ edilmiştir 68 .<br />

Bu arada Posta Vapuru ile İzmir’e 37 nüfus Girit Muhaciri gelmişti. Ancak<br />

bu muhacirler Antalya ve Mersin’de bulunan akrabalarının yanına gitmek istemişlerdir.<br />

Aydın Vilâyeti tarafından Girit Muhacirleri talepleri doğrultusunda,<br />

Antalya ve Mersin’e gönderilmiştir. Ayrıca bu konu hakkında Aydın Vilâyeti<br />

tarafından 11 Kasım 1899 tarihinde, Padişah’a bilgi verilmiştir 69 .<br />

XX. Yüzyılın ilk aylarında, Antalya’ya hicret eden muhacirlerin ikamet edecekleri<br />

hanelerin inşaatı kısım kısım tamamlanmakta idi: Antalya’da Girit’ten<br />

64<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Sadaret Mektubî Kalemi Mühimme Kalemi (Odası), (BOA . A.<br />

MKT. MHM.), nr.508/5. Lef.1.<br />

65<br />

Aynı Belge. Lef.2.<br />

66<br />

Aynı Belge. Lef.3.<br />

67<br />

Aynı Belge. Lef.4.<br />

68<br />

Aynı Belge. Lef.5.<br />

69<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yıldız Perakende Evrakı Komisyonlar Maruzatı, (BOA.Y. PRK.<br />

KOM.), nr.10/49.


314 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

hicret eden Müslüman Türk Muhacirler için inşa edilmekte olan hanelerden, 60<br />

tanesinin daha inşası ikmal edilmişti. İnşası tamamlanmış olan bu hanelere Girit<br />

Muhâcirîn-i İslâmiyesi, nakil ve ikame edilmişlerdir. Bu vesile ile Antalya’da<br />

bir tören yapılmıştır. Bu törene Antalya’da bulunan askeri ve mülki memurlar<br />

ile mahalli eşraf ve ulema da katılmıştır. Tören esnasında kurbanlar kesilmiş ve<br />

törene katılan halk tarafından padişaha teşekkür edilmiştir. Bu konuda, Antalya<br />

İskân-ı Muhacirîn Memuru Hakkı Efendi tarafından 26 Şubat 1900 tarihinde,<br />

Konya Vilâyeti’ne malumat verilmiştir. Konya Vilâyeti de, Antalya’da meydana<br />

gelen bu gelişmeler hakkında, Dahiliye Nezâreti’ne bilgi vermiştir. Dahiliye<br />

Nezâreti de, kendisine intikal eden bu malumatı, Sadaret Makamı’na bildirmiştir<br />

70 .<br />

Antalya Kasabası haricinde de Girit’ten hicret eden Müslüman Türkler için,<br />

inşa edilmekte olan hanelerden, 60 adetinin inşaatı tamamlanmıştı. Bu hanelere<br />

234 nüfus muhacir, kurbanlar kesilerek iskan edilmişlerdir. Ayrıca bu hanelere<br />

muhacirlerin yerleştirilmesi törenine katılan davetliler tarafından, padişaha teşekkür<br />

edilmiştir. Bunun yanında Antalya’nın Çakallık Mevkisi ile Alanya’nın<br />

Manavgat Nahiyesi’nde de 110 hanenin inşası bitmiş ve bunlara da mahalli yönetim<br />

tarafından birkaç gün içinde, yeteri kadar nüfus muhacir yerleştirilmesi<br />

planlanmıştır. Yine Antalya’da muhacirler için yapılmış ve yapılmakta olan<br />

hanelerle ilgili olarak, Antalya İskân-ı Muhâcirîn Memuru tarafından Konya<br />

Vilâyeti’ne malumat verilmiştir. Konya Vilâyeti de 27 Şubat 1900 tarihinde bu<br />

konu hakkında Dahiliye Nezâreti’ne bilgi vermiştir. Dahiliye Nezâreti de, kendisine<br />

intikal eden malumatı, Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı’na<br />

ve Sadaret Makamı’na bildirmiştir 71 .<br />

1900 yılının Mart ayının başında da Antalya’da ikmal olunan ve muhacirlere<br />

ait olan hanelerinin mevcudu 85’e baliğ olmuştu. Ayrıca Antalya’ya altı saat<br />

yürüyüş mesafesinde bulunan Antalya’nın Çakallık Mevkii’nde, muhacirlerin<br />

ikamesi için yapılmakta olan 70 hanenin inşası tamamlanmıştı. Bu hanelere yerleştirilecek<br />

olan 310 nüfus muhacir, özel olarak kiralan bir vapurla, iskan mahalline<br />

getirilmiştir. Burada yapılan törende, halk tarafından padişaha teşekkür<br />

edilmiş ve muhacirler hanelerine yerleştirilmiştir. Bunun yanında Çakallık<br />

Mevkii’nde iskan edilen muhacirlerin ihtiyacı olan camii şerif ile muhacirlerin<br />

kız ve erkek çocuklarına mahsus mektep, Eşraftan Mahmud ve biraderleri Ab-<br />

70<br />

BOA. DH. MKT. nr.2312/22.<br />

71<br />

BOA. DH. MKT. nr.2312/80.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 315<br />

dullah ve Tevfik Efendiler tarafından bedel alınmaksızın inşa edilecekti (13<br />

Mart 1900) 72 .<br />

Girit’ten hicret eden Müslüman Türk Muhacirler için, Antalya’nın Alanya<br />

Kazası’nda inşa edilmekte olan hanelerden de, 22 tanesinin inşaatı tamamlanmıştır.<br />

Bu haneler için kaza memurları ile ulema ve eşrafın huzurunda kura<br />

çekilmiş ve kura sonucunda bu hanelere 88 nüfus muhacir yerleştirilmiştir. Bununla<br />

birlikte Antalya’da muhacirler için yapılmakta olan 102 hanenin de, inşaatı<br />

tamamlanmıştır. Bu vesile ile Antalya ve Alanya’da inşası tamamlanmış olan<br />

bu hanelerin, sahiplerine teslim törenine katılanlar tarafından padişaha teşekkür<br />

edilmiştir. Ayrıca muhacirler için Antalya’da 100 hanenin daha inşasına<br />

başlanılacaktır. Ancak bu hanelerden her biri, inşası ikmal edilmiş olan diğer<br />

hanelerden 60 cm. yüksek ve 50 cm. geniş yapılacaktır. Bunun yanında Antalya’da<br />

inşa edilecek olan bu yeni hanelerin fiyatı, daha önce inşası ikmal edilmiş<br />

olan hanelerin fiyatından 109 kuruş düşük tutulmuş ve bu haneler yeni fiyatı ile<br />

askıya çıkarılmıştır (26 Mart 1900) 73 . Bu arada Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu<br />

Birinci Azâlığı tarafından, “Girit’ten hicret eden Müslüman Muhacirleri’nin<br />

ikamesi için Antalya ve Alanya’da inşası tamamlanmış olan hanelere, muhacirlerin<br />

yerleştirilmesi ve bu esnasında yapılan tören hakkında” Padişaha malumat<br />

verilmiştir 74 .<br />

Yine Aydın Vilâyeti tarafından Girit’ten gelen Müslüman Türk Muhacirleri’nden<br />

96 nüfus, Antalya’da bulunan akrabaları yanında iskan olunmak üzere,<br />

Antalya’ya gönderilmiştir. Ancak Konya Vilâyeti tarafından, Muhâcirîn-i<br />

İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı’na gönderilen telgrafta özetle şöyle denilmektedir.<br />

“Bunların iskanına kafi Antalya’da yer olmadığı gibi, ziraat mevsimi<br />

de geçtiği için, bunlara belli bir müddet hazineden iaşeleri için yardım yapılması<br />

mecburiyeti meydandadır. Antalya’da bu muhacirlerin akrabaları bulunmadığından,<br />

İzmir Komisyonu tarafından bu sevk işleminin yapılması, İskân<br />

Muamelatı’na uygun değildir. Muhacirleri hızlı bir şekilde oraya-buraya<br />

hicrete teşvik etmek ve mallarını değersizce Yunanlılara aldırarak, menfaat temin<br />

etmek üzere, Atina Komitesi’nin teşebbüsüne İzmir Sevk Memuru Giritli<br />

Kavur-zâde Hasan Efendi’nin yardım ettiği söylentisi ortada dolaşmaktadır.<br />

Yalnız ortada dolaşan bu söylentinin, adı geçen şahsın sabık ahvaline uygun<br />

düşmesi ihtimal dahilinde bulunmaktadır. Esasen hicret edecek muhacirlerin<br />

iskan mahalli, Komisyon-u Alî tarafından kararlaştırılmakta ve iskan yerleri<br />

72<br />

BOA. DH. MKT. nr.2323/34.<br />

73<br />

BOA. Y. MTV. nr.201/6. Lef.1.<br />

74<br />

Aynı Belge. Lef.3.


316 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

hazırlandıktan sonra vilâyete malumat verilmektedir. Ancak bu işlemler tamamlandıktan<br />

sonra, muhacirlerin iskan mahalline hareket etmeleri lazım gelmektedir.<br />

Şu anda düşünülen şey ise, adı geçen muhacirlerin Antalya’da iskanlarının<br />

ve iaşelerinin sağlanması, ayrıca ikmal olunan 400 haneden başka, muhacirlerin<br />

muhtaç oldukları 300-400 hanenin nerede ve ne suretle inşa olunacağıdır.<br />

Evvel ve ahir bildirildiği üzere Antalya’da iskana uygun arazi kalmamasından<br />

dolayı, bunlardan bir kısmı Finike İskelesi’nde iskan edilmek istenilmiştir.<br />

Ancak muhacirler bunu katiyen kabul etmeyerek Antalya ve Alanya’yı tercih<br />

etmişlerdir. Ağnam Resmi ile öşre dokunulmayarak vilâyete bırakılması ve<br />

tedricen alınacak olan cüzi bir varidat-ı müteferrikadan, muhacirlerin iskan<br />

masraflarının ödenmesi hakkında Maliye Nezâreti’ne talimat, ayrıca İzmir’e<br />

mevzuat hilafına harekete devam edilmemesi emrinin verilmesini dilerim” 75 .<br />

Bunun üzerine Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı tarafından,<br />

“Girit Muhacirlerinden bu defa 96 nüfus, Antalya’daki akrabaları yanında iskan<br />

olunmak üzere gönderilmiş ise de, bunların iskanına kafi Antalya’da yer olmadığı<br />

ve Antalya’da bu muhacirlerin akrabalarının bulunmadığı, ayrıca Antalya’ya<br />

muhacir gönderilmemesi gerektiği”, Aydın Vilâyeti ile Sevkiyata Memur<br />

olan Ferik Şakir Paşa’ya bildirilmiş ve bu konuda gerekli işlemin yapılması talimatı<br />

verilmiştir . Ayrıca Konya Vilâyeti’nin göndermiş olduğu telgraf, önemine<br />

binaen, padişaha tevdi edilmiştir ( 13 Nisan 1900) 76 .<br />

1900 yılının Haziran ayı bilgilerine göre, Antalya’da muhacirlerin iskanı<br />

için 84 hane daha inşa edilmiştir. Bunlarla birlikte Antalya’da inşası tamamlanmış<br />

hane sayısı 186’ya çıkmıştır. Böylece Antalya ve Alanya’da inşa ve ikmal<br />

olunan hanelerin sayısı da 367’a ulaşmıştır. Bunun yanında Antalya ve Alanya’da<br />

350 hanenin de inşasına devam edilmektedir. Konya Vilâyeti, Antalya<br />

İskân-ı Muhâcirîn Memurluğu tarafından, Antalya ve Alanya’daki muhacirlerin<br />

ikamesi için yapılmakta olan bu haneler hakkında kendisine verilen malumatı,<br />

Dahiliye Nezâreti’ne bildirmiştir. Dahiliye Nezâreti de bu konu hakkında, 19<br />

Temmuz 1900 tarihinde Sadaret Makamı’na bilgi vermiştir 77 .<br />

Bir müddet sonra Antalya’nın Boğazak Mevkii’nde inşa edilmekte olan ve<br />

muhacirlerin ikame edilecekleri hanelerinden 50 tanesi ikmal edilmiştir. Bu<br />

hanelere 211 nüfus muhacir iskan edilmiştir. Bu konuda Konya Vilâyeti’nin 22<br />

75<br />

Aynı Belge. Lef.2.<br />

76<br />

Aynı Belge. Lef.3.<br />

77<br />

BOA. DH. MKT. nr.2376/47.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 317<br />

Ekim 1900 tarihinde verdiği bilgiye dayanılarak, Dahiliye Nezâreti tarafından<br />

Sadaret Makamı’na gerekli malumat verilmiştir 78 .<br />

Bu arada Girit’ten hicret eden ve Antalya’ya sevk olunmuş olan Müslüman<br />

Türk Muhacirlerin, Antalya’da iskan edilme işlemleri yerine getirilmiş ve bunun<br />

neticesinde Antalya’da müstakil iki mahalle ve beş köy teşekkül etmiştir.<br />

Antalya’da teşekkül eden köy ve mahalleler şunlardır; Antalya Kasabası’nın<br />

Şarampol Mevkii’nde Hamidiye Mahallesi, Antalya’nın Alanya Kazası’nın<br />

Hasbahçe Mevkii’nde Sultaniye Mahallesi 79 , Eski Antalya’da Selimiye Köyü,<br />

Çakallık Mevkii’nde Kadriye Köyü, Boğazak Mevkii’nde Ahmediye Köyü, Karaburun<br />

Mevkii’nde Burhaniye Köyü ve Nikyet Mevkii’nde Mecidiye Köyü.<br />

Antalya’ya sevk edilen muhacirlerin, Antalya’da iskan edildiği ve bunun neticesinde<br />

teşekkül eden mahalle ve köy isimleri hakkında, Konya Vilâyeti Meclisi<br />

İdaresi tarafından 22 Ekim 1900 tarihinde Dahiliye Nezâreti’ne bir mazbata<br />

gönderilmiştir. Dahiliye Nezâreti de, Sadaret Makamı’na bu konu hakkında<br />

malumat vermiş ve gerekli işlemin yapılmasını istemiştir (25 Kasım 1900) 80 .<br />

Bunun yanında Antalya’da iskan edilecek olan muhacirler için yapılmakta<br />

olan 66 hanenin, inşaatı ikmal edilmiştir. Bu hanelere yaşlı ve genç 310 nüfus<br />

muhacir yerleştirilmiştir. Ayrıca muhacirlerin hanelerine yerleştirilmesi esnasında,<br />

bir tören yapılmış ve bu törene katılan halk tarafından padişaha teşekkür<br />

edilmiştir. Bu konu hakkında Konya Vilâyeti tarafından, Dahiliye Nezâreti’ne<br />

malumat verilmiştir. Dahiliye Nezareti de 19 Ağustos 1901 tarihinde “Antalya’da<br />

yapılan bu çalışmalar hakkında” Sadaret Makamı’nı bilgilendirmiştir 81 .<br />

Bu esnada Antalya’da iskan edilmiş olanmuhacir çocukları için, Antalya’nın<br />

Hamidiye Mahallesi’nde, 200 öğrenciyi alabilecek kapasitede bir<br />

Mekteb-i İbtidaiyye ve muhacirlerin dini görevlerini yerine getirmeleri için bir<br />

Mescid-i Şerif inşası gerekli görülmüştü. Konya Vilâyeti’nin talebi üzerine, Muhâcirîn-i<br />

İslâmiye Komisyonu Birinci Azâlığı tarafından, Şûrâ-yı Devlet Maliye<br />

Dairesi’ne gönderilen yazıda; “Yapılacak olan bu inşaatlar için 20 bin kuruş<br />

miktarında bir paranın tahsis ve sarfına izin verilmesi” istenmiştir. Şûrâ-yı Devlet<br />

Maliye Dairesi de 18 Ağustos 1902 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, “Antalya’nın<br />

Hamidiye Mahallesi’nde yapılacak olan Mekteb-i İbtidaiyye ve<br />

78<br />

BOA. DH. MKT. nr.2420/6.<br />

79<br />

Bu mahalle, Cumhuriyetin ilk yıllarında Muhacir Mahallesi ismi ile anılmıştır. Ali Rıza Gönüllü,<br />

Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Alanya (1908-1938), Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara<br />

2008, s.114.<br />

80<br />

BOA. DH. MKT. nr.2427/120.<br />

81<br />

BOA. DH. MKT. nr.2525/34.


318 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Mescid-i Şerif’in inşası için gerekli olan 20 bin kuruşun, Muhâcirîn Tahsisatına<br />

mahsuben verilmesini” uygun görmüştür 82 . Şûrâ-yi Devlet Maliye Dairesi’nin<br />

almış olduğu bu olumlu karar üzerine, Sadaret tarafından 28 Ağustos da Padişahlık<br />

Makamı’na bir tezkere gönderilmiş ve bu tezkerede “Antalya’nın Şarampol<br />

Mevkii’nde bulunan Hamidiye Mahallesi’nde iskan olunan muhacirler için<br />

20 bin kuruş sarfı ile bir mektep ile bir mescid-i şerif inşası ve meblağ-ı<br />

mezburun Muhâcirîn Tahsisatı’na mahsuben havale-i tediyesi hususunun Maliye<br />

Nezâreti’ne tebliği ve Dahiliye Nezâreti ile Muhacirîn-i İslâmiye Komisyonu<br />

Birinci Azâlığı’na malumat itası hakkında, Şûrâ-yı Devlet Maliye Dairesi’nden<br />

kaleme alınan mazbata ekleri ile beraber arz ve takdim kılındığı” ifade<br />

edilmiştir. Sadaret’in bu tezkeresi Padişah tarafından uygun görülmüş ve bu<br />

konu ile ilgili bir İrâde-i Seniyye çıkarılmıştır (10 Eylül 1902) 83 .<br />

Bu arada Girit’teki Türklerin katledilmesi, Bab-ı Ali’nin olaylar karşısında<br />

çaresiz kalması, halk arasında Yunan aleyhtarlığını güçlendirmiştir 84 . Yunanlıların<br />

adım adım Girit’i ele geçirmeleri karşında Bâb-ı Âlî, halkın bu konudaki<br />

hassasiyetini de kullanarak, Yunanlılara karşı genel bir boykot ilan etti (Mayıs<br />

1910) 85 . Devletin almış olduğu bu boykot kararına, Antalya halkı tarafından da<br />

iştirak edilmiştir. 14 Haziran 1910 tarihinde Antalya’ya gelen Yunan Vapuru’na<br />

halk tarafından bir yarım boykot uygulanmıştır. Ancak Teke Mutasarrıflığı tarafından,<br />

Antalya halkının bu boykot hareketine, gelecek haftada devam edilebileceği<br />

düşünülmekte idi. Ayrıca bu dönemde Antalya’ya Yunan Vapuru ile<br />

Amerikan bandıralı Hacı Davud Vapuru’ndan başka vapur da uğramamakta<br />

idi. Bunun üzerine Teke Mutasarrıflığı tarafından, bu durum karşısında yapılacak<br />

işlemler hakkında Konya Vilâyeti’nden malumat istenmiştir. Konya Vilâyeti<br />

de, “Ahali tarafından yapılacak olan boykota, mahalli yönetim tarafından müdahale<br />

edilmezse, anasır arasında nifak meydana geleceğinden, boykotun engellenmesi<br />

için gerekli tedbirin alınmasını” Teke Mutasarrıflığı’ndan talep etmiştir.<br />

Konya Vilâyeti tarafından Antalya meydana gelen bu boykot olayı, Dahiliye<br />

Nezâreti’ne de bildirilmiş ve bu konuda daha neler yapılabileceği sorulmuştur<br />

86 . Dahiliye Nezâreti cevabi yazısında, “Konya Vilâyeti’nin boykot hak-<br />

82<br />

BOA. İ. DH. Dosya No:1401, Gömlek Sıra No: 1320. C/5. Lef.1.<br />

83<br />

Aynı Belge. Lef.2.<br />

84<br />

Beyoğlu, aynı makale, s.134.<br />

85<br />

Beyoğlu, aynı makale, s.134.<br />

86<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezâreti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti, (BOA.DH.KMS.),<br />

nr.105/12 Lef. 1.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 319<br />

kındaki düşüncesini ve bu konuda Antalya Mutasarrıflığı’na yapmış olduğu<br />

tebliği uygun bulduğunu” bildirmiştir (18 Haziran 1910 87 .<br />

II. Meşrutiyetin ilan edilmesinden bir müddet sonra, dönemin getirdiği romantizm<br />

içinde, devletin ve devletin yönetim biçimi ile dönemin padişahlarının<br />

isimleri, Antalya’da teşkil edilmiş olan muhacir köylerine verilmek istenmiştir.<br />

Antalya’da Girit Muhacirleri’nin iskan edildiği mahallerden birisi olan Antalya’nın<br />

Hamidiye Mahallesi’nin ihtiyar heyeti ve mahalle halkı tarafından verilen<br />

dilekçeye dayanılarak, Konya Vilâyeti tarafından 23 Ağustos 1910 tarihinde<br />

Dahiliye Nezâreti’nden; “Hamidiye Mahallesi isminin Osmaniye’ye tebdil<br />

edilmesi ile beraber, burada yeniden inşa olunan Camii Şerife; Reşadiye ve<br />

Mekteb-i İbtidaiyye’ye de Meşrutiyet isimlerinin verilmesi” talep edilmiştir 88 .<br />

Dahiliye Nezâreti de Konya Vilâyeti’nin bu talebini 5 Eylül de Sadaret Makamı’na<br />

bildirmiş ve bu konuda gerekli işlemin yapılmasını istemiştir 89 . Talep<br />

edilen bu yeni isimler ve isim değişiklikleri Sadaret tarafından da uygun görülmüş<br />

ve bu talep hakkında Padişahlık Makamı’na bir tezkere gönderilmiştir 90 .<br />

Bu tezkerede şöyle denilmektedir. “Antalya’da Girit Muhacirleri’nin iskan edildiği<br />

Hamidiye Mahallesi isminin Konya Vilâyeti’nin yazısı üzerine, Osmaniye’ye<br />

tebdili ile yeniden inşa olunan Camii Şerif’in Reşâdiye ve Mekteb-i<br />

İbtidaiyye’nin de Meşrutiyet namlarıyla isimlendirilmesi hakkında Dahiliye<br />

Nezâreti’nin tezkiresi ekleri ile birlikte arz ve takdim olunmuştur”. Sadaret tarafından<br />

gönderilen bu tezkere, Padişah tarafından da uygun görülmüş ve bu<br />

talep doğrultusunda 10 Eylül de, bir İrâde-i Seniyye çıkarılmıştır 91 . Padişah irâdesinin<br />

çıkması üzerine Sadaret tarafından Dahiliye Nezâreti’ne, “Antalya’da<br />

Girit Muhacirleri’nin iskan edildiği mahallenin isminin Osmaniye’ye tebdil<br />

edildiği, ayrıca yeniden inşa olunan Camii Şerifin; Reşadiye ve Mektebi<br />

İbtidaiyye’nin de; Meşrûtiyet isimleri almasının uygun görüldüğü” bildirilmiştir.<br />

Ayrıca Dahiliye Nezâreti’nden padişah irâdesine uygun olarak hareket<br />

edilmesi” istenmiştir (14 Eylül 1910) 92 . Dahiliye Nezareti de, bu konu hakkında<br />

Konya Vilâyeti’ne malumat vermiş ve gerekli işlemin yapılmasını talep etmiştir<br />

(18 Eylül 1910) 93 .<br />

87<br />

Aynı Belge. Lef.2.<br />

88<br />

BOA. İ.DH. Dosya No: 1483, Gömlek Sıra No: 1328.N/5. Lef.1.<br />

89<br />

Aynı Belge. Lef.2.<br />

90<br />

Aynı Belge. Lef.3.<br />

91<br />

Aynı Belge. Lef.4.<br />

92<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezâreti İdarî Kısım Belgeleri, (BOA. DH.İD.), nr.85/1.<br />

Lef.1.<br />

93<br />

Aynı Belge. Lef.2.


320 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Kısa bir süre sonra Şûrâ-yı Devlet tarafından, Girit’ten hicret eden Müslüman<br />

Türk Muhacirler için, Antalya Kasabası’nda yeniden tesis edilen mahalleye<br />

Umrân-ül-Hâmid ve Antalya’nın Çakallık Mevkii’nde teşkil edilen köye de<br />

Ma’mûret-ül- Hâmid ismi verilmesine karar verilmiş ve bu konuda bir İrâde-i<br />

Seniyye çıkmıştır. Bu durum hakkında Dahiliye Nezâreti tarafından 28 Ekim<br />

1910 tarihinde gerekli muamelenin yapılması için Konya Vilâyeti’ne, Divân-ı<br />

Hümâyûn Beylikçiği’ne ve Sicil-i Nüfus İdâre-yi Umûmiyesi’ne bilgi verilmiştir.<br />

Ayrıca Dahiliye Nezâreti, bu konu hakkında Maliye ve Defter-i Hakani Nezâretleri<br />

ile Ser Askerlik’e de malumat vermiştir 94 .<br />

Bu arada Antalya halkı arasında, Yunanlılara karşı olumsuz havanın devam<br />

ettiği görülmektedir. Bu defa Antalya’da iskan edilmiş olan Girit Muhacirleri<br />

tarafından Yunanlılara karşı bir boykot uygulaması ortaya konulmuştur. 26<br />

Haziran 1911 tarihinde Antalya’da iskan edilen bazı Girit Muhaciri vatandaş<br />

tarafından, Antalya’da bulunan Yunanlı Esnafın dükkanlarına gidilmiş ve bu<br />

şahıslara, boykot yaptık diyerek dükkanlarını açmamaları konusunda talimat<br />

verilmiştir. Giritli Muhacirlerin bu hareketine yüzü aşkın ekmekçi esnafı, gezici<br />

esnaf ve kahveci esnafı da iştirak etmiştir. Bunun üzerine devriye kolları çıkarılmış<br />

ve meydana gelen kalabalık dağıtılmıştır. Ayrıca Yunanlı esnafın dükkanlarını<br />

açması temin edilmiştir. Yine bu olaya sebep olanlar hakkında kanuni<br />

muamele yapılmıştır. Bunun yanında Antalya’da meydana gelen bu olay, aynı<br />

gün Teke Mutasarrıflığı tarafından Konya Vilâyeti’ne bildirilmiştir. Konya Vilâyeti<br />

de bu olay hakkında Dahiliye Nezâreti’ne malumat vermiştir 95 . Dahiliye<br />

Nezâreti tarafından da, Konya Vilâyeti’ne,” Bir daha bu tarz bir hareketin olmaması<br />

için gerekli tedbirin alınması ve şimdiden bu olaya sebebiyet verenler<br />

hakkında icap eden kanuni muamelenin yapılması” talimatı verilmiştir 96 .<br />

Yunanlılar tarafından Girit Adası’ndaki Müslüman Türklere yapılan mezalim<br />

daha sonraki yıllarda da devam etmiş ve bunun üzerine Antalya Milletvekili<br />

Ahmet Saki (Derin) 97 ve iki arkadaşı tarafından İcra Vekilleri Heyeti Başkanlığı’na<br />

“Yunan Hükümeti tarafından Girit’teki İslâm ahaliye mezalim tatbik edildiği,<br />

bu sebepten dolayı nakillerinin sağlanması ve gerekli tedbirlerin alınması<br />

ile ilgili bir muhtıra” verilmiştir. Ayrıca bu muhtıra hakkında, Atina’da bulu-<br />

94<br />

BOA. DH. MKT. nr.2421/10.<br />

95<br />

BOA. DH. KMS.nr.108-1/9, Lef.1.<br />

96<br />

Aynı Belge. Lef.2.<br />

97<br />

Ahmet Saki (Derin) (1876-1944); “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde II. ve III. Dönem Antalya<br />

Milletvekili olarak görev yapmıştır. Görevi esnasında Genel Kurulda 29 değişik konuda söz<br />

alarak konuşma yapmıştır”. Bu konuda bakınız. Kazım Öztürk, Türk Parlamento Tarihi TBMM-<br />

II. Dönem (1923-1927), Ankara 1995, s.89-90


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 321<br />

nan Muhtelit Mübadele Heyeti Türk Vekilleri Reisi Tevfik Rüşti Bey 98 ile Mübadele<br />

ve İskan Vekâleti’ne malumat verilmiştir 99 . Ancak, bu muhtıraya, İcra<br />

Vekilleri Heyeti tarafından, “ Henüz mübadele başlamadığı için, Yunanlılar<br />

tarafından mezalime uğrayan Girit Adası’ndaki Müslüman Türklerin nakil işleminin<br />

yapılamayacağı” cevabı verilmiştir (30 Eylül 1923) 100 .<br />

Bir müddet sonra 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti<br />

ile Yunan Hükümeti arasında imzalanan “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine<br />

İlişkin Sözleşme ve Protokol” gereğince 101 , Girit Adası’nda yaşayan ve<br />

Yunanlılar tarafından zulme uğrayan Müslüman Türkler de, Anadolu’ya göç<br />

etmişlerdir 102 .<br />

SONUÇ<br />

Tarih boyunca sürekli göç alan Antalya, Osmanlı Devleti Dönemi’nde de<br />

Müslüman Türk Muhacirlerin iskan edildiği önemli şehirlerden birisidir. Bilhassa<br />

XIX. Yüzyılın son yıllarından itibaren, hakim devlet ve milletlerin zulmü<br />

sonucunda Rumeli’den, Kafkasya’dan ve Girit’ten hicret eden yüzlerce Müslüman<br />

Türk Muhacir, Osmanlı Devleti tarafından Antalya’ya sevk edilmiş ve burada<br />

iskan edilmişlerdir.<br />

Antalya’ya sevk edilen muhacirler, karayolundan ziyade, genellikle deniz<br />

yolu ile Antalya’ya gelmişlerdir. Osmanlı memleketinin diğer köşelerinde olduğu<br />

gibi, Antalya’ya sevk edilen muhacirler de, mahalli ve merkezi yönetimin<br />

devamlı işbirliği yapması sonucunda, sağlıklı bir şekilde burada iskan edilmişlerdir.<br />

Antalya’ya sevk edilen muhacirlerin, devlet tarafından nakil, iaşe ve barınma<br />

ihtiyaçları karşılanmıştır. Ayrıca muhacir evlerinin inşasında kullanılacak<br />

olan keresteler, devlet tarafından miri ormanlardan bedelsiz olarak tahsis<br />

edilmiştir. Bunun yanında muhacirlere maişetlerini temin etmek için, bir miktar<br />

arazi tahsis edilmiştir.<br />

Antalya’ya gelen muhacirlere, mahalli halk tarafından da maddi ve manevi<br />

her türlü yardım yapılmıştır. Hayırsever vatandaşlar tarafından, muhacirlerin<br />

ikamet etmelerini sağlamak için çok sayıda ev ile cami ve okul inşa edilmiştir.<br />

Bununla birlikte Antalya’da mevcut olan boş araziler üzerinde, muhacirlerin<br />

98<br />

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Muamelat Genel Müdürlüğü, (BCA. Mua.) Fon Kodu (F. K.)<br />

030.010.0.0. Yer Numarası, (Y. N.) 123.873.16. Lef.1.<br />

99<br />

BCA. Mua. F. K. 030.010.0.0. Y. N. 123.874.34.<br />

100<br />

BCA. Mua. F. K. 030.010.0.0. Y.N.123.873.16. Lef.2.<br />

101<br />

İsmail Soysal, Tarihçeleri ve Açıklamaları İle Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları (1920-1945),<br />

Ankara 1983, I/177.; Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), Ankara 1986, s.321.<br />

102<br />

Beyoğlu, aynı makale, s.136.


322 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

iskan edildiği yeni mahalle ve köyler teşekkül etmiştir. Bu mahalle ve köyler ile<br />

muhtelif kurumlara verilen isimler arasında dönemin padişahlarının, devletin<br />

ve devletin yönetim biçiminin isimleri bulunmaktadır. Ayrıca Antalya’ya muhacirlerin<br />

sevk ve burada iskan edilmeleri, Antalya’nın nüfusunun artmasına<br />

katkı sağlamıştır.<br />

Antalya’ya sevk edilen muhacirlerin iaşelerinin temin edilmesinde ve barınmalarının<br />

sağlanmasında bir çok problem de meydan gelmiştir. Bazı zamanlarda<br />

muhacirler gelmiş oldukları coğrafi bölgeye benzemeyen, arazilerde iskana<br />

tabi tutulmuşlar ve bu hadisede, muhacirler arasında huzursuzluk doğmasına<br />

sebep olmuştur. Ancak Antalya’da meydana gelen bütün bu olumsuzlukların<br />

çözüme kavuşması için mahalli ve merkezi yönetim tarafından her türlü<br />

tedbir alınmıştır. Ayrıca münferitte olsa yerli halktan bazı şahıslar, topraklarına<br />

muhacirlerin iskan edilmesinden rahatsız olmuşlar ve bunun önlenmesi için<br />

mahalli ve merkezi yönetime başvurmuşlardır.<br />

Bunun yanında iskan esnasında ve iskandan sonra mahalli halk ile muhacirler<br />

arasında bazı tatsız olaylar da meydana gelmiştir. Bilhassa Antalya’da<br />

bazı muhacir grupları öldürme ve yaralama olaylarına sebep olmuşlardır. Ayrıca<br />

şehir içinde güvenliği bozucu hareketlere yeltenmişler ve devlet görevlilerine<br />

saldırmışlardır.<br />

Osmanlı Devleti’nin ulaşmış olduğu tabii sınırlarından geri çekilmesi esnasında<br />

ve Rusların Kafkasya’da uygulamış olduğu tehcir neticesinde, Osmanlı<br />

toprakları Müslüman Türk Muhacirlerin hicret ettiği bir sığınak olmuştur. Bu<br />

muhacirler sevk ve iskan esnasında bir çok eziyet ve sıkıntı çekmişler, ayrıca<br />

çok sayıda insan hayatını kayıp etmiştir. Ancak muhacirler gelmiş oldukları<br />

Anadolu topraklarında ve Antalya’da, devlet yetkilileri ve mahalli halk tarafından<br />

saygı ve itibar görmüşlerdir. ©


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 323<br />

KAYNAKLAR<br />

1.ARŞİV BELGELERİ<br />

1.1.BAŞBAKANLIK OSMANLI ARŞİVİ<br />

1.1.1.Bâb-ı Âlî Belgeleri<br />

1.1.1.1.1310 Öncesi İrâde Dahiliye, (İ. DH).<br />

1.1.1.2.1310 Sonrası İrâde Dahiliye, (İ. DH).<br />

1.1.1.3.1310 Sonrası İrâde Hususi, (İ. HUS).<br />

1.1.1.4.Sadaret Mektubî Kalemi Mühimme Kalemi (Odası), (A. MKT.<br />

MHM.).<br />

1.1.2.Yıldız Sarayı Belgeleri<br />

1.1.2.1. Yıldız Sadaret Hususî Maruzat Evrakı, (BOA. Y. A. HUS.).<br />

1.1.2.2.Yıldız Perakende Evrakı Komisyonlar Maruzatı, (BOA.Y. PRK.<br />

KOM.).<br />

1.1.2.3.Yıldız Perakende Evrakı Umum Vilayetler Tahriratı, (BOA. Y. PRK.<br />

UM.).<br />

1.1.2.4.Yıldız Perakende Evrakı Askeri Maruzat, (BOA. Y. PRK. ASK.).<br />

1.1.2.5.Yıldız Mütenevvi Maruzat Evrakı, (BOA. Y. MTV.).<br />

1.1.2.6.Yıldız Perakende Evrakı Sadaret Maruzatı, ( BOA. Y. PRK. A.).<br />

1.1.3.Dahiliye Nezâreti Belgeleri<br />

1.1.3.1. Dahiliye Nezâreti Mektubi Kalemi, (DH. MKT.).<br />

1.1.3.2.Dahiliye Nezâreti İdarî Kısım Belgeleri, (BOA. DH.İD.).<br />

1.1.3.3.Dahiliye Nezâreti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti, (BOA.DH.KMS).<br />

1.2.BAŞBAKANLIK CUMHURİYET ARŞİVİ<br />

1.2.1.Muamelat Genel Müdürlüğü, (Mua.).<br />

1.2.2.Toprak İskan Genel Müdürlüğü, (TİGM.).<br />

2.SÂLNÂMELER<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1285.<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1302.<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1303.<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1304.<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1305.<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1312.<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1314.<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1322.<br />

3.KİTAP VE MAKALELER<br />

Adıyeke, A.Nükhet, Osmanlı İmparatorluğu ve Girit Bunalımı (1896-1908), Ankara<br />

2000.


324 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), Ankara 1986.<br />

Beyoğlu, Süleyman, “Girit Göçmenleri (1821-1924)”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi,<br />

Sayı: 2, İstanbul 2000, s.123-138.<br />

Hayati Doğanay, “Dıştan Anadolu’ya Göçün Nüfus Artışı Üzerindeki Etkilerine<br />

Genel Bir Bakış”, Atatürk <strong>Üniversitesi</strong> Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi, Sayı:<br />

12, Ankara 1980, s.351-378.<br />

Gönüllü, Ali Rıza Gönüllü, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Alanya (1908-1938), Atatürk<br />

Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2008.<br />

Gönüllü, Ali Rıza, Demokrat Parti Dönemi’nde Antalya (1950-1960), (Marmara <strong>Üniversitesi</strong><br />

<strong>Türkiyat</strong> <strong>Araştırmaları</strong> <strong>Enstitüsü</strong>, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı Cumhuriyet<br />

Tarihi Bilim Dalı Basılmamış Doktora Tezi.), İstanbul 2008.<br />

Güçlü, Muhammet, XX. Yüzyılın İkinci Yarısında Antalya, Antalya 1997.<br />

Halaçoğlu, Ahmet, Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912-1913) Ankara<br />

1995.<br />

Konyalı, İbrahim Hakkı, Alanya (Alaiyye), İstanbul 1946.<br />

İpek, Nedim, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri (1877-1890), Ankara 1999.<br />

İpek, Nedim, Mübadele ve Samsun, Ankara 2000.<br />

İpek, Nedim, “Bosna-Hersek Göçü (1878-1914)”, Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız Armağanı,<br />

İstanbul 1995, s.295-308.<br />

Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ankara 1977.<br />

Karpat, Kemal H., Osmanlı Nüfusu (1830-1914) Demografik ve Sosyal Özellikleri, Çeviri:<br />

Bahar Tırnakçı, İstanbul 2003.<br />

Ortaylı, İlber, Tanzimat’tan Sonra Mahalli İdareler (1840-1878), Ankara 1974.<br />

Öztürk, Kazım, Türk Parlamento Tarihi TBMM-II. Dönem (1923-1927), Ankara 1995.<br />

Saydam, Abdullah, Kırım ve Kafkas Göçleri (1856-1876), Ankara 1997.<br />

Soysal, İsmail, Tarihçeleri ve Açıklamaları İle Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları<br />

(1920-1945), I, Ankara 1983.<br />

Tukin, Cemal, “Girit”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XIV, İstanbul 1996,<br />

s.85-93.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 325<br />

EKLER<br />

Ek. 1. Antalya Muhâcirîn Komisyonu Reis ve Azaları.<br />

Ek.2. 1906 yılı Antalya ve Alanya İskân-ı Muhâcirîn Komisyonu Reis ve Azaları<br />

YILLAR<br />

1884 103 1885 104 1886 105 1887 106 1894 107 1896 108<br />

REİS Mehmet Galip Mehmet Galip Raşid Efendi Raşid Efendi Rifat Bey Rifat Efendi<br />

Efendi<br />

Efendi<br />

AZALAR Mustafa Nafiz Hacı Mehmet Hafız Mehmet Hafız Mehmet Rıza Bey Zihni Bey<br />

Efendi<br />

Efendi Efendi Efendi<br />

Hacı Mehmet<br />

Efendi<br />

Pandili Efendi Pandili Efendi Pandili Efendi Zihni Bey Süleyman Efendi<br />

Hafız Hacı Ali Nevfel Bey Nevfel Bey Nevfel Bey Süleyman Efendi Hakkı Bey<br />

Efendi<br />

Pandili Efendi Osman Efendi Osman Efendi Osman Efendi Hakkı Bey Rıza Bey<br />

Nevfel Bey<br />

Osman Efendi<br />

Hacı Kostanti<br />

Efendi<br />

Hacı Kostanti<br />

Efendi<br />

Hacı Kostanti<br />

Efendi<br />

Hacı Kostanti<br />

Efendi<br />

Katip Celalettin Efendi Emin Efendi Emin Efendi Emin Efendi<br />

Rifat Efendi<br />

Hacı Ligori Efendi<br />

Hacı Ligori<br />

Efendi<br />

ANTALYA 109 ALANYA 110 .<br />

REİS Mutasarrıf Bey Kaymakam Hasan Nahit Bey<br />

AZALAR Muhasebeci Bey Mal Müdürü Hayrettin Efendi<br />

Belediye Reisi Ömer Efendi<br />

Hüsnü Efendi<br />

Hacı Yani Efendi<br />

Belediye Baş Katibi Tevfik Efendi<br />

Ahmet Asım Efendi<br />

Müftü-zâde Hüseyin Efendi<br />

103<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1302, s.114.<br />

104<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1303, s.231.<br />

105<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1304, s.182.<br />

106<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1305, s.183.<br />

107<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1312, s.177.<br />

108<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1314, s.173.<br />

109<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1322, s.144.<br />

110<br />

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi, Konya 1322, s.165.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 327<br />

“Mir İslama” Dergisine Göre 20. Asır Başında<br />

İdil-Ural Bölgesinde Mektep ve Medrese Meselesi *<br />

Problem Of The Mektep And Medrese In Idil-Ural Region<br />

In The Beginnign Of 20 th Century According To “Mir Islama”<br />

Alper Alp **<br />

ÖZET<br />

Makalede genel olarak İslam ülkelerinde meydana gelen fikrî ve siyasî gelişmeler<br />

hakkında Rusya kamuoyuna bilgi vermek; bu gelişmelerin Rusya Müslümanlarına etkilerini<br />

incelemek, Rusya Müslümanlarının yayınlamakta olduğu gazete ve dergilerin yazılarını<br />

takip ederek onlar arasında revaçta olan fikirleri, sosyal, siyasi çeşitli talepleri Rus aydınlarna<br />

ve Rus idarecilerine aktarmak amaçlarını taşıyan Mir İslama (İslam Dünyası) dergisinin Kazan<br />

Tatarlarının eğitim faaliyetlerine yaklaşımı incelenmektedir. Bu kapsamda derginin ortaya<br />

çıkışını hazırlayan tarihi süreç ve dergiye yüklenen misyon ele alınmıştır. Derginin takip ettiği<br />

Tatar basın organları ve Tatar aydınlarının eserleri belirtilmiştir. Mir İslama’nın Kazan Tatarlarının<br />

eğitim faaliyetlerine dair çizdiği genel tablo ile mektep ve medreselerin bu tablodaki<br />

yeri incelenmiştir.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Mir İslama, Mektep, Medrese, Ceditçilik, Tatar Basını, Çarlık Rusyası<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

In the article, what is being discussed upon is the approach of the magazine “Mir İslama”<br />

(World of Islam) which aims at informing the Russian public about ideological and political<br />

developments in Islamic countries, investigating the effects of these developments on Russian<br />

Moslems, to convey the ideas, social and political demands popular among them to Russian<br />

intellectuals and Russian administrators by following articles in the newspapers and magazines<br />

that Russian Moslems publish, to the educational activities of Kazan Tatars. In this respect,<br />

the historical process that led to the existence of the magazine and its mission is evaluated.<br />

Tatar press organs that the magazine follows and the works of Tatar intellectuals are<br />

stated. Overall picture that Mir İslama draws in the educational activities of Kazan Tatars and<br />

the place of mekteps and medreses schools in this picture is examined.<br />

*<br />

Bu makale 11-12 Kasım 2006 tarihlerinde Kütahya’da yapılan IV. Uluslar arası İdil-Ural <strong>Araştırmaları</strong><br />

Sempozyumunda sunulan bildirinin genişletilmiş hâlidir.<br />

**<br />

Arş. Gör., Gazi <strong>Üniversitesi</strong> Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.


328 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Mir İslama, Mektep, Medrese, Jadidizm, Tatar Press, Tsarist Russia


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 329<br />

<br />

GİRİŞ<br />

Mir İslama Dergisi<br />

Mir İslama (İslam Dünyası) dergisi Rusya’da İslam araştırmaları konusundaki<br />

ilk dergidir 1 . Bu isimde bir dergi çıkarmak için ilk girişimlerde bulunan<br />

kişi ise Kazan İlahiyat Akademisi profesörlerinden M.A.Maşanov’dur 2 . Bu düşüncesini<br />

1907 yılında Petersburg’ta yapılan Sinod toplantısında dile getirmiştir.<br />

Maşanov, derginin yayınlanmasını iki temel amaç doğrultusunda istemektedir.<br />

Buna göre, dergi İslamiyet’i sarsmak, Müslümanları Rus Hıristiyan kültürüne<br />

yakınlaştırmak ve Tatarlarla Ruslar’ın kaynaşması için bir temel oluşturmak<br />

amaçlarını gütmelidir 3 . Ancak Maşanov’un bu projesi gerçekleşmemiştir.<br />

Mir İslama Dergisi’nin yayın hayatına başlamasının arkasında siyasi sebepler<br />

yatmaktadır. Bu dönemde Rusya’da revaç bulan millî hareketler ve bu hareketlerin<br />

önderleri hakkında objektif ve kesin bilgilere hükümetin ve özellikle<br />

İçişleri Bakanlığının duyduğu ihtiyaç yasal bilgi kaynaklarının kurulmasının<br />

öneminin hükümet yetkililerince kavranmasını sağladı. Bunda süreli yayınlara<br />

özel bir yer verilmişti. Bu konu, İdil boyundaki Müslüman Tatar etkisine karşı<br />

alınacak tedbirler hususunda yapılan özel toplantıda merkezde yer aldı.<br />

1<br />

M.H. Hasanov, Tatarskiy Entsiklopediçeskiy Slovar, Kazan-1999, s.361.<br />

2<br />

Mihail Aleksandroviç Maşanov, 1852 yılında dünyaya geldi. Papaz olan babasının örnek alarak<br />

teoloji eğitim almaya karar verdi. 1868 yılında Tobolsk Ruhban Okuluna girdi. 1872 yılında<br />

bu okuldan mezun olan Maşanov aynı yıl Kazan ruhban Akademisine girdi. 1876 yılında bu<br />

akademiden mezun olan Maşanov çalışmalarına bu akademide teolog olarak devam etti. 1885-<br />

1887 yılları arasında Suriye, Filistin ve Mısır’da bulundu. Bu bölgelerde Arap dili ve İslam İlahiyatı<br />

üzerine çalıştı. Kazan’a döndükten sonra İslam Karşıtı Çalışmalar Bölümünde faaliyetlerini<br />

sürdürdü. Bu çalışmaları önemli oranda 19. yüzyıl sonu ve 20. asır başında daha önce zorla<br />

Hıristiyanlaştırılan Kreşin Tatarları’nın İslamiyet’e dönüşlerinin sebepleri ve önüne geçilmesi<br />

için gerekli tedbirler geliştirmeye yönelikti. Yine bu amaç doğrultusunda 1912-1916<br />

İnorodoçeskoe Obozrenie adlı dergiyi yayınladı. 1924 yılında ölen Maşanov’un önemli yayınları<br />

arasında şunlar bulunmaktadır: Zametka O Religiozno-Nravstvennom Sostayanii Kreşenıx<br />

Tatar Kazanskoy gubernii Mamadışskogo Uyezda, Kazan-1875; Muhammedanskiy Brak v<br />

Sravnenii s Hristianskim Brakom v Otneşenii ih Vliyaniya Na Semeynuyu jizn Çeleveka, Kazan-1876;<br />

Verhovnaya Vlast v İslame, Kazan-1878; Evropeyskie Xristiyane na Musulmanskom<br />

Vostoke, Kazan-1889; Obzor Deyatelnosti Bratstva Svyatitela Gruiya za dvadtsat pyat let ego<br />

suşestvoniya 1867-1892, Kazan-1892, Sovremennoe Sostayanie Tatar-Muhammedan i ix<br />

Otnoshenie k Drugim İnorodtsam, Kazan-1910, Bkz. M.Z.Habibullin, İz İstorii Kazanskogo<br />

İslamovedeniya Vtoroy Polovinı XIX-naçala XX veka: Mihail Aleksandroviç Maşanov, Kazan-<br />

2004, s.21-72.<br />

3<br />

Ramil Hayrutdinov, “Mir İslama İz İstorii Sozdania Jurnala”, Mir İslama, No:1-2, 1999, s.5.


330 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

12-29 Ocak 1910 tarihleri arasında Sinod Temsilcileri, Halk Eğitimi Bakanlığı<br />

temsilcilerinin de katılımı ile gerçekleştirilen toplantıda sistematik, geniş çaplı<br />

ve daimi olarak Müslüman dünyasını, onların tamamıyla kendilerine has düşünce<br />

akımlarını içeren basınını takip ederek, devlet menfaatlerine ve hükümet<br />

faaliyetlerine olağan üstü olumsuz yansımalarının neler olabileceğini öğrenmenin<br />

zorunlu olduğunu kabul etti. Toplantıda bu görevin yerine getirilmesi için<br />

gerekli vasıtalar müzakere edilirken, İç İşleri Bakanlığı bünyesinde bir süreli<br />

yayın organı kurulması tasarısı üzerinde duruldu. Bu yayının sayfalarında<br />

Rusya ve yabancı ülkelerdeki Müslüman basınındaki en ilginç makaleler ile<br />

Rusya’daki Müslümanlar arasında siyasi, sosyal önemli olaylarını aydınlatacak<br />

materyaller yer bulacaktı.<br />

Bu programı gerçekleştirme görevi Tümgeneral N. K. Şvedov başkanlığındaki<br />

St. Petersburg İmparatorluk Doğu <strong>Araştırmaları</strong> Derneğine verildi. Dernek<br />

meclisi kendi aralarında nitelikli bir İslam araştırmaları uzmanı bulunmadığı<br />

için Rusya’nın en büyük doğu araştırmaları uzmanı olan Barthold’un yardımına<br />

başvurdu 4 . Barthold’un redaktörlüğünde derginin ilk sayısı Mart 1912’de<br />

yayınlandı 5 . Bathold’un derginin ilmi prensiplerle hareket etmemesi sebebiyle<br />

redaktörlükten ayrılmasından sonra çok uzun bir zaman geçmeden 1914 yılı<br />

başlarında çıkan 12. sayısıyla derginin yayın hayatı sona erdi 6 .<br />

Dergi’de Rusya Türkleri arasında eğitim faaliyetlerinden, mektep ve medreselerle<br />

ilgili gelişmeler konusundaki yazılara geniş yer verilmiştir. Mektep-<br />

Medrese konusunda yazılar 1913 yılı boyunca derginin her sayısında yer almıştır.<br />

A) MİR İSLAMA DERGİSİNİN HABER KAYNAKLARI<br />

İdil-Ural bölgesindeki mektep ve medrese alanında meydana gelen gelişmeler<br />

hakkında Mir İslama dergisinde yayınlanan yazıların Tatar basınında konu<br />

ile ilgili yayınlanan makalelerin çevirileri ve bunlara dayalı yorumlar olduğu<br />

görülmektedir. Derginin alıntı yaptığı yayın organları Vakit, Tercüman, Yıldız,<br />

Sibirya , Şura, Mektep gibi gazete ve dergilerdir. Bu konuda Mir İslama<br />

Dergisinde görüşleri üzerine değerlendirilme yapılan yazarlar ise Ahmed Hadî<br />

Maksudî , Musa Carullah, Ahmet Zeki Velidî , Mahmud Fuad, İsmail Gaspıralı,<br />

Fatih Kerimî , Ahmet Tsalikov (Kavkaz i Povoljye) vs.dir.<br />

4<br />

Hayrutdinov, agm. , s.9-10.<br />

5<br />

Agm. , s.11.<br />

6<br />

Agm., s.14.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 331<br />

B) “MİR İSLAMA”YA GÖRE MEKTEP MEDRESE MESELESİNİN GE-<br />

NEL HATLARI<br />

Dergi mektep-medrese meselesinde bazı genellemeler yapma yoluna gitmiştir.<br />

Dergiye göre : “Müslümanlar arasında mektep-medrese meselesinin kesin<br />

bir şekil aldığını söylemek mümkün değildir. Fakat Müslümanlar arasında<br />

beliren akımların iki yönlü olduğu tespiti yapılabilir.<br />

1) Müslüman okulları ile Rus okulları arasındaki ilişkiler<br />

2) Ceditçi ve kadimci Müslüman mekteplerinin kendi aralarındaki ilişkiler<br />

Genel olarak, söz konusu iki yönden birincisine yani Rus okulları ile Müslüman<br />

mektepleri arasındaki ilişkilere dikkat edildiğinde Müslümanların Rus<br />

eğitim kurumlarından farklı ve bağımsız olarak ilk, orta, yüksek düzeyde mektepler<br />

kurma eğiliminde oldukları açık olarak görülmektedir 7 . Bu okulların<br />

programları Müslümanlar için özel olarak hazırlanmalı, öğretim kadrosu Müslüman<br />

kadın ve erkek eğitim enstitülerinde yetiştirilmeli, mektepler finansal<br />

bakımdan bağımsız durumda olmalı, Müslümanların bağışları ile kurulmalı ve<br />

donatılmalı ya da Müslüman nüfusunun yaşadığı “guberniyalardaki zemstvo”<br />

idarelerinin desteğine dayanmalıdır. Bu okullarda eğitim “Müslüman dillerinde<br />

8 ” yapılmalı ve özel ders kitapları hazırlanmalıdır. Bu dil hangisi olmalıdır.<br />

Tatar, Kırgız, Sart gibi her Türk topluluğu için ayrı mı yoksa İsmail Gaspıralı<br />

Bey’in kendi gazetesi Tercüman ile oluşturmaya çalıştığı ortak bir dil mi olacağı<br />

meselesi hâlihazırda çözülmemiştir. Rus dili bu okulda okutulan derslerden biri<br />

olarak bulunmalıdır ve Ruça’ya hiçbir hakim rol öngörülmemektedir. Genel<br />

eğitim dersleri yerli dilde yapılmalıdır 9 ”.<br />

Mir İslama Dergisi meselenin ikinci yönü olarak Müslümanların kendi arasındaki<br />

mücadeleyi göstermektedir. “Müslüman liberaller 10 İslam dünyasını,<br />

İslam akaidinin kaynaklarının eski açıklamalarına dayanan bağlardan kurtarıp,<br />

Batı-Avrupa kültürü yoluna yönlendirmek çabasındadır. Muhafazakârlar ise,<br />

Hanefi mezhebine göre Kuran ve şeriatın asırlar boyu devam eden emirlerini<br />

aynen muhafaza etme idealindedir 11 ”.<br />

7<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk III, 1913, s. 131.<br />

8<br />

“Müslüman dilleri” tabiri Mir İslama (İslam Dünyası) Dergisinin kullandığı bir tabirdir.<br />

9<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk III, 1913, s. 132.<br />

10<br />

Dergide “Ceditçiler” terimi yerine yer yer liberaller veya progresist(ilerlemeciler) adlandırmaları<br />

tercih edilmiştir.<br />

11<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk III, 1913, s. 132.


332 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Dergi, mektep medrese meselesinin genel çerçevesini içinde Müslümanlar<br />

arasındaki bütün düşünce akımlarını topladığı tespitini yapmaktadır. “Bu meselede<br />

ayrı ve bağımsız etkiler altında oluşan dinî, felsefî İslam ekolleri kendi<br />

yansımalarını bulmaktadır. Bu meseleye farklı Müslüman sosyal çevrelerinin<br />

devlet ve siyaset görüşleri yansımaktadır 12 ”.<br />

C) MEKTEPLERİN DURUMU VE TAŞIMALARI GEREKEN ÖZELLİK-<br />

LER<br />

Mir İslama dergisi Rusya genelinde mektepler hakkında şu bilgileri vermektedir:<br />

“Rusya Halk Eğitim Bakanlığının verilerine göre 1910 yılında Rusya’daki<br />

mektep sayısı 10.003’tür. Bunlardan 6003’ü Güney Kafkasya’da bulunmaktadır.<br />

Bu mekteplerden kaçının ceditçi kaçının kadimci olduğunu söylemek ise mümkün<br />

değildir. Bunu zorlaştıran en önemli etken ise tam olarak belirli bir cedit ve<br />

kadim okul yapısının mevcut olmamasıdır” 13 . Bu hesabın dışındaki 4000 mektebin<br />

önemli bir kısmının İdil boyunda bulunduğu hükmüne varmak mümkündür.<br />

Çünkü 1912 yıllında sadece Kazan Guberniyasında 1088 mektep bulunmaktaydı<br />

14 .<br />

Mir İslama dergisine göre, bu kadar yüksek bir sayıda olmasına rağmen<br />

Müslüman mekteplerinin asıl sorunu 1870’ten itibaren hükümetin Rusya Müslümanların<br />

eğitim kurumlarıyla ilgili yayınladığı kararnamelerdir. 26 Mart 1870<br />

kanunu ile Müslüman eğitim kurumlarında Rus dili öğretimini zorunlu hale<br />

getirdi. Tatarlar’ın eğitim kurumlarındaki Rusça sınıflar için genel kontrol yetkisi<br />

halk okulları müfettişine verildi. 31 Mart 1906 15 ve 27 Ekim 1907’de yürürlüğe<br />

giren Tatarlar’ın, hükümetin Ruslaştırma çabalarının neticeleri olarak gördüğü<br />

kanunlarla 16 eğitim kurumlarına yönelik kısıtlamalar arttı. Ancak Mir<br />

İslama’da da işaret edildiği gibi, Tatar aydınları ve Rusya Müslümanlarının diğer<br />

önde gelen aydınları açısından mektebin amacı milli varlığın muhafazasıdır<br />

17 . 16-20 Ağustos 1906 tarihleri arasında Nijni-novgorod’da yapılan Umumi<br />

Rusya Müslümanlarının II. Kurultayında alınan bazı kararlar bu görüşü teyit<br />

etmektedir: “Her yerde iptidai mektepler açılsın; eğitim ana dilde Arap harfleriyle<br />

yapılsın; Rus dili mecburi olmasın; Mekteplerin idaresi, nezareti ehl-i İslam<br />

ihtiyarında olur; mekteplere muallim yetiştirmek için ehl-i islama mahsus<br />

12<br />

Agm., Mir İslama, T. II, Vıpusk III, 1913, s. 132.<br />

13<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve, Mektep”, Mir İslama, T. II, Vıpusk V, 1913, s. 280.<br />

14<br />

Ayşe Azade Rorlich, Volga Tatarları, Çeviren: Mehmet Süreyya Er, İstanbul 2000, s.196.<br />

15<br />

31 Mart Kanunları konusunda geniş bilgi için bkz. Rızaeddin Fahreddin, İslamlar Hakkında<br />

Hükümet Tedbirleri, s.12-18, Orenburg-1907.<br />

16<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk IV,1913, s.201.<br />

17<br />

Agm., s.224


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 333<br />

darü’l-muallimler olur vs 18 . Alınan bu kararlar Rusya Türkleri’nin hükümetin<br />

her türlü engellemelerine rağmen milli meselelerde inisiyatifi elden bırakmamak<br />

azminde olduklarının en belirgin ifadesidir.<br />

Mektepler’in millilik vasfını koruyabilmesi için gerekli şartlarda Tatar aydınların<br />

şu ortak noktalara temas etmişlerdir:<br />

a) Çocuklar manevi değerlerle yetiştirilmeli ve onlara Müslümanlık öğretilmelidir.<br />

b) Millî dil öğretilmelidir.<br />

c) Genel dersler millî dilde işlenmelidir.<br />

d) Okul teşkilatı için geniş bir toplumsal denetim sağlanmalıdır 19 .<br />

E) Medreseler<br />

a) İdil Boyundaki Medreselerin Genel Durumu<br />

Mir İslama dergisinde İdil boyunda belli başlı medreselerin 20. yüzyıl başlarındaki<br />

durumları hakkında genel bilgiler verilmiştir. Ancak bu bilgiler verilirken<br />

Rusya’nın parçası olan bir bölge hakkındaki Rus kamuoyu ve aydınlarının<br />

son derece az bilgiye sahip olması eleştirilmiş, buna sebep olarak farklı ülke<br />

ve halklara yönelik ilginin daha güçlü olması gösterilmiştir. “İdil boyunda<br />

medreseler eski ve yeni metot olma üzere ayrılabilir. Fakat bu kıstası ve aynı<br />

şekilde kabul edilen eğitim sistemi ile eğitim işlerinin örgütlenmesine göre tam<br />

bir tasnif yapmak zordur. Bunun sebeplerinden ilki medreselerde faaliyet gösteren<br />

birbirinden çok farklı eğilimler, ikincisi medreselerin birçoğunda değişen<br />

durumlar, üçüncüsü yeterli bilginin olmamasıdır 20 ” ifadeleriyle de dergide bu<br />

konuda verilen bilgilerin başlangıç aşaması olduğu ortaya konulmuştur.<br />

Dergi’de her ne kadar kısıtlı da olsa bazı medreselerin kurucuları, ceditçi ya<br />

da kadimci akımlardan hangisine mensup oldukları, bazılarının öğrenci kabul<br />

şartları, öğretim programları ve eğitim kadrosu hakkında bilgiler verilmiştir. Bu<br />

kısmi bilgiler verilirken hükümetin mektep ve medreselere yönelik baskıları<br />

konusunda hiçbir bilgi dergi sayfalarına yansımamıştır. Bu dönemde sadece<br />

Kazan Guberniyasında ceditçi mektep ve medreselerden 97’sinin kapatılmış<br />

olması hükümetin bu meseleye karşı olumsuz ve baskıcı yaklaşımının en açık<br />

18<br />

Musa Carullah Bigiyev, Umum Rusya Müslümanlarının 3. Resmî Nedveleri, Kazan-1906,<br />

s.59-60.<br />

19<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk IV,1913, s.224.<br />

20<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk VII,1913, s.431-432.


334 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

göstergelerinden biridir. Mektep ve Medreselere yönelik hükümetin kısıtlayıcı<br />

ve baskıcı tutumu Müslüman Fraksiyonu tarafından Duma gündemine de taşınmıştır<br />

21 . Mir İslama dergisinin hakkında bilgi verdiği medreseler şunlardır:<br />

1) Medrese-i Aliye (Ufa) : Kurucusu Mısır ve Arabistan’da uzun yıllar bulunmuş<br />

olan Ziyaeddin Kemali idi. Bir süre Osmaniye medresesinde çalışmış,<br />

ancak bu eğitim kurumunu kendi eğitim hedefleri açısından uygun bulmayarak<br />

buradan ayrılmıştır. Kısa bir süre sonra bilgisi ve millet yolunda hizmetleriyle<br />

ünlü Selim Giray Canturin ile tanışmıştır. O da milli eğitimin gerekliliğinin şuurundaydı.<br />

Ziyaeddin Kemalî ve Selim Giray Canturin bir araya gelerek Müslümanlar<br />

için doğru yöntemlerle dinî ve millî eğitim verebilecek bir eğitim kurumuna<br />

duyulan ihtiyacı ele almışlardır. Bu düşüncelerinin çevrelerine, tanıdıkları<br />

insanlara da yaymışlardır. Bu çabalar neticesinde 1906 yılında Aliye Medresesi<br />

açılmıştır 22 .<br />

Medresenin ilk açılış yılı ders programı incelendiğinde derslerin büyük bir<br />

kısmının dini bilimlerle ilgili olduğu görülmekteydi. Bu durum ise maddi imkânların<br />

sınırlı olmasının bir neticesi idi 23 .<br />

2) Medrese-i Osmaniye ( Ufa ): Başlangıçta bu medrese eski ve yeni metot<br />

eğitim kurumları arasında ortada yer alıyordu. Özellikle yüksek öğretim dersleri<br />

eski kitaplara göre yapılıyordu. Ancak daha sonra Ahund Cihangir<br />

Abizgildin büyük gayret sarf ederek reformlar gerçekleştirmiştir. Bu sebeple<br />

söz konusu medrese iyi cedit medreselerden biri olarak gösterilmeye başlandı.<br />

Bu medrese Müftü Sultanov’un mescidine bağlı olduğu için Orenburg Mahkeme-i<br />

Şeriyesine diğer medreselerden daha yakın idi. Medresede yaklaşık 400<br />

öğrenci bulunmaktaydı. Medrese ismini kurucusu Ahund Hayrullah Osmanî’den<br />

almıştır. Medresenin giderleri kısmen Müslüman Hayır Cemiyetlerinden,<br />

kısmen de öğrencilerden ve bağışlardan toplanan paralarla karşılanmaktadır.<br />

1909 yılında gelir 2646 ruble 54 kopik olmuştur.<br />

Medresede eğitim yedi sınıfa ayrılmıştı. Önceliği dini bilimler eğitimi yer<br />

almaktaydı. Arap dili zorunluydu. Şeriat hükümleri de bu dilde öğretilmekteydi.<br />

Genel dersler ise temel düzeyde tarih, coğrafya, aritmetik, hıfzısıhha, koz-<br />

21<br />

Duma’da bu konu ile ilgili olarak yapılan konuşmalara bir örnek olarak bkz. Sadri Maksudî,<br />

“Rusya Müslümanları Arasında Panislamizm Fikrinin Yukluğu Hakkında Gosudarstvenniy<br />

Duma Minberinden Süylengen Nutuk”, Vakit Gazetesinin 955. sayısına ilave olarak yayınlanmıştır.<br />

22<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk VII,1913, s.435–436.<br />

Mir İslama dergisinde bazı medreseler hakkında isimleri dışında bilgi verilmemiştir.<br />

23<br />

Agm., s.438.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 335<br />

mografya idi. Tabii bilimler programa hiç sokulmamıştır. Rusça üst sınıflarda<br />

öğretilmekteydi. Medrese bünyesinde öğrencilerin cüzi bir ücret karşılığında<br />

gerekli her şeyi bulabildikleri bir yurt bulunmaktaydı. 1913 yılında öğrenci sayısı<br />

yaklaşık 350’idi. Her yıl 20–25 öğrenci mezun olmaktaydı.<br />

Eğitim kadrosunun büyük kısmı medresede eğitim almıştır. Bir kısmı ise<br />

Rus okullarında öğrenim görmüştür. Hocaları maaşlarını medrese bütçesinden<br />

almaktaydılar<br />

3) Medrese-i Hasaniye: Bu medresenin kurcusu İmam Muhammed Sabir<br />

El-Hasanî’dir. II. Duma’da üye olarak bulunmuştur. Medrese ceditçi esaslara<br />

göre kurulmuş olmasına rağmen yüksek öğrenim eski kitaplarla yapılmaktaydı.<br />

Medrese-i Hasaniye’de yaklaşık 300 öğrenci öğrenim görmekteydi 24 .<br />

4) Medrese-i Arif Hazret Rameeva (Sterlitamak)<br />

5) Medrese-i Esterlibaş (Sterlitamak): Esterlibaş Köyünde bulunmaktadır.<br />

Medrese’de eğitim faaliyetlerini Haris Hazret Tukayev yürütmekteydi. Ufa’da<br />

meşhur bir işan olup birçok mürit yetiştirmiştir. Gubeydulla ve Muhammed<br />

Tukayev medreseyi yönetmekteydiler. Muhammed Tukayev I., II., III. Duma’da<br />

üye olarak bulunmuş IV. Duma’ya da seçilmesine rağmen üyeliği onaylanmamıştır.<br />

6) Medrese-i Koyuşki (Sterlitamak) : Kadimci bir eğitim kurumu olan bu<br />

medrese 1905 yılına kadar verdiği eğitim ile ünlüydü ve yaklaşık 500 öğrencisi<br />

vardı. 1905–1906 yıllarında Müslümanlar kendi kaderlerinin belirleme yolunda<br />

harekete geçtiklerinde ve Ufa’da birkaç ceditçi medrese kurduklarında bu medrese<br />

şöhretini kaybetmiştir 25 .<br />

7) Medrese-i Beyrek (Sterlitamak)<br />

8) Medrese-i Muhammediye (Kazan): Bu medresede yaklaşık 400 öğrenci<br />

öğrenim görmekteydi. Vakit Gazetesinin 26 Temmuz 1913 tarihli 1259 numaralı<br />

sayısında medreseye sonraki yıl için öğrenci kabulüyle ilgili şu ilan verilmiştir.<br />

İlan aynı zamanda medresenin eğitim anlayışı ve standartlarını yansıtması bakımından<br />

da önemlidir.<br />

“ Medrese-i Muhammediye’de başlangıç sınıfları için 1913–1914 öğretim yılı<br />

14 Ağustos Çarşamba günü başlayacaktır.<br />

Bu yıl başlangıç sınıflarına pansiyoner öğrenci alınmayacaktır.<br />

24<br />

Agm., s.451.<br />

25<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk VII,1913, s.451.


336 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Rüşdiye ve idadiye kısımlarına kabul için sınav 13 Eylül’de başlayacaktır.<br />

Öğretim yılı ise 21 Eylülde başlayacaktır. 21 Eylülden sonra medreseye öğrenci<br />

kabul edilmeyecektir.<br />

Öğrenciler sağlık raporu, kimlik ve ebeveynleri ile velilerinden izin belgesi<br />

getirmek zorundadırlar.<br />

Öğrenciler bir defalık onar ruble ödeyeceklerdir. Ayrıca her öğrenciden<br />

okul eşyalarına verebilecekleri zararlar sebebiyle 3 ruble alınacak, yılsonunda<br />

alınan bu para iade edilecektir.<br />

Medreseye gündüzlü olarak devam etmek isteyen öğrencilerden Kazan’da<br />

ailesi veya velisi olmayanlar kabul edilmeyecektir.<br />

Rüştiyenin birinci sınıfına girmek için, öğrenci 12 yaşından küçük olmamalı<br />

ve dört yıllık başlangıç sınıflarında aldığı şu dört dersten geçmek zorundadır.<br />

Kuran’ı Doğru Okuma, Türkçe kitap okuma ve anlama, doğru yazma, dört işlem,<br />

temel coğrafya, İslam Tarihi ve Rusça Okuyabilme Becerisi” 26 .<br />

9) Medrese-i Tayyibiyye (Kazan) : Bu medresede yaklaşık 200–250 öğrenci<br />

öğrenim görmekteydi.<br />

10) Medrese-i Kasımiyye (Kazan) : Bu medresede 200 öğrenci bulunmaktaydı.<br />

11) Medrese-i Apanayev (Kazan) : Bu okulda 1883 yılında yaşları 8 ile 34<br />

arasında değişen yaklaşık 800 öğrenci bulunmaktaydı.<br />

Okulda öğretim yedi bölüme ayrılmıştır. Bölüm tasnifinde ilk basamak<br />

VII’dir. Bölümlere göre şu dersler okutulmaktadır:<br />

VII. bölüm ilk mektep programıdır.<br />

VI. bölüm, başlangıç düzeyde dini kitapların okunması, Arapça etimoloji ve<br />

Kuran<br />

V. bölüm, Arapça okuma, cümle ve din derslerine giriş<br />

IV. bölüm, Sınıf, gramer, akaid ve mantık<br />

III. bölüm, Arapça etimoloji, sentaks ve retorik, mantık ve diyalektik, akaid<br />

II. bölüm, Arapça etimoloji, sentaks ve retorik, mantık ve diyalektik, akaid,<br />

ilahiyata giriş, kadim ilahiyat, ibadet,<br />

26<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk VII,1913, s.452.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 337<br />

I.bölüm, Arapça etimoloji, sentaks ve retorik, mantık ve diyalektik, ilahiyata<br />

giriş, kadim ilahiyat, ibadet, hadis âlimleri, tefsir 27 .<br />

12) Medrese-i Kışkar (Kazan Guberniyası): Bu medrese Kışkar köyünde<br />

bulunmaktaydı. Medrese İsmail Hazret tarafından kurulmuştur. Bu medrese<br />

bütün Rusya Müslümanları arasında İslam mantığının beşiği olarak tanınırdı.<br />

Medresenin hocaları öğrencilerine dini bilimleri öğretmekte değil, dini meseleleri<br />

tartışmayı öğretmeleriyle ün kazanmışlardır 28 .<br />

13) Medrese-i Çistay (Çistapol Şehri) : Zakir Hazret Kemalov tarafından<br />

kurulmuştur.<br />

14) Medrese-i Kızlav (Çistapol ) aynı isimli köyde bulunmaktadır.<br />

15) Menger köyünde (Çistapol ) Medrese-i Menger<br />

16) Satış köyündeki (Laişevskiy Uyezdi) Satış Medresesi<br />

17) Urı köyündeki Urı medresesi (Tsarevokakşayskiy Uyezd )<br />

18) Meçkere köyündeki Meçkere Medresesi (Vıyatskaya Guberniya)<br />

19) Medrese-i Tünter (Vıyatskaya Guberniya) : Tünter köyündeki bu<br />

medrese Kadimcilerin en önde gelen liderlerinden olan Müderris İşmuhammed<br />

Hazret Dinmuhammed ile ün yapmıştır. İşmuhammed hakkındaki ceditçilerin<br />

ve kadimcilerin görüşü birbirinden çok farklı olmuştur. Kadimciler onu İslam’ın<br />

esaslarının savunucusu olarak görüp büyük saygı duymuşlardır. Ceditçiler<br />

ise çok sert eleştirilerde bulunmuşlardır 29 .<br />

20) Medrese-i Huseyniye (Orenburg Şehri ) : Meşhur zengin Huseyinov<br />

tarafından kurulmuştur. Ceditçi bir eğitim kurumuydu.<br />

21) Medrese-i Zahidiye (Orenburg Şehri )<br />

22) Medrese-i Hüseyinov (Orenburg Şehri): Kadimci bir medrese idi.<br />

Hüseyinov’un akrabaları tarafından kurulmuştur.<br />

23) Medrese-i Gadiyev (Çelabinsk Şehri ) : 1904 yılında Molla Münir<br />

Galiyev tarafından kurulmuştur. Eğitim ve teşkilatlanma yönünden ceditçi bir<br />

eğitim kurumuydu. 200 öğrencisi vardı.<br />

27<br />

Agm., s.453.<br />

28<br />

Agm., s.453-454.<br />

29<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk VII,1913, s.454–455.


338 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

24) Medrese-i Ahund Gubeydulla Kurbangaliyev (Çelabinsk Uyezdi) :<br />

Mediyak köyündedir. Medresenin kurucusu yerli Başkurtlar arasında çok etkili<br />

bir şahsiyettir. Mederesede 300 öğrencisi öğrenim görmekteydi.<br />

25) Medrese-i Muhammediye (Troitsk): Molla Ali Efendi Yavşev tarafından<br />

kurulmuştur. 21 Temmuz 1913 tarihli 1265 numaralı Vakit Gazetesinde<br />

medreseye öğrenci alımı ile ilgili olarak bir ilan yayınlanmıştır. Söz konusu ilan<br />

verilen bilgiler ceditçi bir medresede okutulan dersleri göstermesi bakımından<br />

önemlidir.<br />

“Medresenin başlangıç sınıflarında eğitim 1 Eylülde başlayacaktır. Rüşdiye<br />

kısmında 7 Eylül’de, İdadiye’de 14 Eylül’de başlayacaktır. Medreseye giriş için<br />

sınav dönemi 1 Eylül-1 Ekim tarihleri arasıdır.<br />

Her öğrenci bir defalık 19 ruble ödemektedir.<br />

Rüşdiyenin üçüncü sınıfına kadar gelenler 5 ruble ödemektedir.<br />

Öğrencileri karyola ve marta verilmektedir.<br />

Rüşdiyeye girmek için aşağıdaki konulardan sınav vermek gerekmektedir.<br />

1) Tatarca okuma, okuduğunu açıklama, doğru yazma, birkaç şiiri ezbere<br />

bilmek<br />

2) Aritmetik: dört işlem, sözlü ve yazılı problemler<br />

3) Rus dili, okuma, basit dikte<br />

4) İlahiyat: doğru Kuran okuma, itikat, İslam’ın şartları<br />

İdadiye girmek için ise<br />

1) Tatar dili: cümle ve gramer yapısı bakımından metinleri çözümleme,<br />

metnin anlamını değiştirmeden nakletme, yazma, Tatar edebiyatına giriş.<br />

2) Aritmetik: Problem çözme Malinin, Burenin ya da Veraşagin kitaplarına<br />

göre<br />

3) Coğrafya: Genel Rusya Coğrafyası, Genel Coğrafya<br />

4) Rus Dili: Metni nakletmek, doğru yazma, etimoloji, temel gramatik çözümlemeler,<br />

birkaç şiiri ezbere bilmek.<br />

5) Arap Dili: Basit metinleri okuma ve anlama, gramer ve cümle çözümlemeleri,<br />

doğru yazma, birkaç ezbere şiir bilmek


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 339<br />

6) Din Dersleri: itikat, oruç, zekât, hac, İslam’ın ortaya çıkışı ve yayılışı,<br />

Hz. Muhammed’in hayatı.<br />

7) Tatar İstilası Tarihi 30 .<br />

26) Medrese-i Resuliye (Troitsk): Meşhur İşan Zeynulla Hazret bu medresede<br />

çalışmaktaydı..<br />

27) Medrese-i Rahmankulov (Troisk): Ahund Rahmankulov tarafından<br />

kurulmuştur. Ceditçi teşkilatlanması ile Troisk’deki diğer medreselere örnek<br />

olmuştur. Yaklaşık 300 öğrencisi vardı 31 .<br />

28) Medrese-i Hilmiye (Buinsk Şehri, Simbirsk Guberniyası): Bu medrese<br />

Abdulla Hazret’in yönetimindeydi. Eğitim Ekim ayında başlamaktaydı. Toplam<br />

150 öğrenci vardı. Medrese ilk, orta ve yüksek olmak üzere üç kısma ayrılmıştı.<br />

29) Medrese-i Muriye: Burada Eğitim Ekim ayının 1’inde başlamaktaydı.<br />

Üç kısma ayrılmış olan medresede 12 müderris görev yapmaktaydı 32 .<br />

b) İdil Boyundaki Medreselerdeki Huzursuzluklar<br />

Medreselerle ilgili bu dönemde derginin önem verdiği bir diğer husus<br />

medrese öğrencilerinin başlattıkları hareketlerdir. Dergi bu hareketlerin önemini<br />

şu sözlerle vurgulamaktadır: “Görüşlerin açığa vurulması, fikirlerin savunulması,<br />

idealleri savunmak ve hayata geçirme teşebbüsleri, bütün bu aşırılıklar<br />

milliyet farkı olmaksızın bütün toplumlarda gençler arasında ortaya çıkmaktadır.<br />

Dolayısıyla geçen sene Tatar medreselerinde ortaya çıkan huzursuzluklar<br />

en ciddi biçimde bizim dikkatlerimizi celp etmelidir. Okullardaki her düzensizlikte<br />

ve medreselerdeki her kargaşada olduğu gibi iki taraf çatışmaktadır. Bunlar:<br />

Okulu belli bir düzen, program ve hedef doğrultusunda yöneten Okul idaresi<br />

ile okullardaki düzen, program ve hedeflerden memnun olmayan öğrencilerdir.<br />

Böylelikle gençlik, kaynaşmalarıyla, protestolarıyla, memnuniyetsizlikleriyle<br />

ve çıkışlarıyla halk arasında dolaşan görüş ve ideallerin en parlak sözcüsü<br />

oldu 33 .”<br />

Kargaşalıkların Ufa’daki Aliye Medresesi, Orenburg’taki Hüseyniye Medresesi,<br />

Kazan’daki Şihabeddin Mercanî medresesi, Çistopol’daki Buinsk Medresesi<br />

gibi değişik yerlerde çıkmış olması, olayların temelinde bazı genel sebeplerin<br />

yattığını, okul nizamı ve öğretim kadrosuna yönelik hoşnutsuzluklar ve<br />

30<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk VII,1913, s.456-457.<br />

31<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk VII,1913, s.457-458.<br />

32<br />

Agm., s.461<br />

33<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk VIII, 1913, s.513-514.


340 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

eleştirilerin Müslüman gençlik arasında yaşanan yer farkı olmaksızın, çok yayıldığını<br />

göstermektedir.<br />

Hüseyniye medresesindeki huzursuzluklar ve bu medresenin öğrencilerinin,<br />

medrese yönetiminden talepleri genel bir tablo ortaya koymak bakımından<br />

iyi bir örnek durumundadır:<br />

1) Yetersiz bazı muallimlerin medreseden ayrılması<br />

2) Programda zamanın gereklerine ve milletin menfaatlerine uymayan<br />

unsurların değiştirilmesi, bu çerçevede dünyevî ilimlerle ilgili ders sayısının<br />

artırılması, Arap dilinin ayrı bir ders olarak okutulması, Rus dili öğretiminin<br />

kuvvetlendirilmesi ve derslerin sabah saatlerine konulması, millî Tatar edebiyatının<br />

idadiye sınıflarının programına alınması, dinî dersler ana dilde okutulmalı<br />

3) Kütüphanenin her zaman açık olması<br />

4) Bu olaya karışan öğrencilerin sorumlu tutulmamaları 34<br />

Medrese yönetimi, öğrencilerinin taleplerinin makul olduğuna kanaat getirmekle<br />

birlikte maddi imkânların sınırlı olması ve yeterli öğretim kadrosunun<br />

olmayışı gibi nedenlerle isteklere olumlu bir cevap verememiş, olaylarda birinci<br />

dereceden sorumluluğu olan öğrencileri ise medreseden atmıştır 35 .<br />

Bu kargaşalardan ortaya çıkan önemli bir sonuç da medreselerin büyük bir<br />

kısmının vakıf gelirinden yoksun olmaları ve hükümetten herhangi bir yardım<br />

alamamaları dolayısıyla eğitim öğretim faaliyetlerinin iyileştirilmesi yönünde<br />

adım atamadıklarıdır. Müslüman eğitim kurumlarının hükümetin maddi yardımını<br />

sağlamak Tatar aydınlarının ve siyasetçilerinin ana hedeflerinden biri<br />

olmasına rağmen bu konuda bir netice elde edilememiştir.<br />

c) Medreseler İçin Nitelikli Öğretim Kadrosu Hazırlanması Meselesi<br />

Medreselerde öğretimin faaliyetlerinde iyileştirilmesini engelleyen yeterli<br />

öğretim kadrosuna sıkıntısının giderilmesi yönünde de çabalara girişilmiştir.<br />

Bunun için Darü’l-muallimin ve Darü’l-muallimat kurulması yönünde çalışmalar<br />

başlatılmıştır. Bu konuda Tatar basınında haberler ve yorumlar çıkmış Mir<br />

İslama dergisi bu mesele hakkında da değerlendirmelerde bulunmuştur.<br />

Müslüman okullarına muallim ve muallimeler yetiştirmek üzere bu iki kurumun<br />

kurulması ile ilgili teklif Orenburg Mahkeme-yi Şeriyesi Müftüsü Mu-<br />

34<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk VIII, 1913, s.518<br />

35<br />

Agm., s.519–520.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 341<br />

hammed Sultanov’un göreve gelişinin 25. yıldönümü dolayısıyla yapılan kutlamada<br />

gündeme gelmiş (21 Mayıs 1911) ve kutlama toplantısına katılanların<br />

tamamı tarafından kabul görmüştür. Söz konusu toplantıda bu eğitim kurumlarının<br />

nizamnamesinin hazırlanması için bir komite kurulmuştur 36 .<br />

Tasarıya göre söz konusu iki eğitim kurumu Ufa’da açılacak ve Orenburg<br />

Mahkeme-i Şeriyesinin doğrudan kontrolü altında olacaktı. Okul teşkilatının<br />

denetimi İçişleri Bakanlığına bağlı Yabancı Dinler Din İşleri Bölümü’nün sorumluluğunda<br />

olacaktı. Okulun Halk Eğitim Bakanlığı denetiminde bulunmayacak<br />

olmasının sebebi Mahkeme-i Şeriyenin İçişleri bakanlığına bağlı olması<br />

ile açıklanmıştır.<br />

Dergi tasarıdaki bu maddelerden hareketle Müslümanların kendi okullarını<br />

izole ettikleri, dini ve milli menfaatlerine göre düzenlemeler getirdikleri yorumunu<br />

yapmaktadır 37 .<br />

Darü’l-muallimin için öngörülen programda ilahiyat bilimleri ile bağlantılı<br />

olmayan bazı derslere de yer verilmişti. Bunlar: dil, tarih, coğrafya, tabiiyat,<br />

aritmetik, cebir, geometri, hukuk bilgisi, hıfzısıhha, tarım vesairedir. Bu derslerin<br />

programa dâhil edilmesinin sebeplerine açıklama getirirken dergi Tatar toplumunun<br />

önde gelenlerinin fikirlerinden istifade etmiştir. Buna göre bu eğitim<br />

kurumlarında dini bilimler dışındaki bilimlerinde okutulmasının iki sebebi<br />

vardır: “Birincisi, Müslüman dini okulları olan mektep ve medreselerde, kuruldukları<br />

andan beri öğrencilere dinî hakikâtlerin ve öğretilerin daha iyi anlaşılmasını<br />

sağlayacak bütün bilimler hakkında bilgi verilmektedir. Bilim dalları<br />

da dünyevi ve uhrevi olarak ayrılmaz. Dolayısıyla ilahiyat öğretimi de bilimin<br />

diğer dallarının öğretiminden tam olarak ayrılamaz. İkincisi, tamamıyla dünyevi<br />

bilimler gibi görülen dersler, sadece Allah kelamının daha iyi benimsenmesinde<br />

bir araç olarak kullanılacaktır 38 .”<br />

Mir İslama bu yaklaşımın bütün Müslüman okullarının ortak noktası olduğu<br />

tespitini yapmış ve söz konusu yaklaşımı sert biçimde eleştirmekten geri<br />

kalmamıştır: “Rusya Müslümanları ana dillerinde kendi milli bilimsel anlayışlarını<br />

oluşturmaya çalışmaktadırlar. Ancak onların bu konu ile ilgili ileri sürdükleri<br />

gerekçeler belirgin derecede yapaydır. Burada mektep ve medreselerde<br />

kuruldukları günden beri dünyevi ve uhrevi bilimler birlikte öğretildiğinden<br />

36<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve, Dar-ul-muallimin i Dar-ul-muallimat v Ufe” ,<br />

Mir İslama, T. II, Vıpusk. X, 1913, s.658.<br />

37<br />

Agm., s.672-673.<br />

38<br />

Agm., s.660.


342 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

bahsedilirken kastedilen Rusya’da kurulanlar değil, Asya ve Avrupa’da çeşitli<br />

halifeliklerde var olmuş eğitim kurumlarıdır. Bize öyle geliyor ki, Müslümanlar<br />

bu meselede geçmiş halifeliklerin gelişme dönemleriyle benzerlik kuruyorlar.<br />

Ancak gözden kaçırdıkları nokta o dönemde bilimsel bilgi birikiminin durumudur.<br />

Bu dönem idealize edilmesine rağmen, söz konusu dönemde ulaşılan<br />

bilim seviyesi ile günümüzdekinin hiçbir ortak yönü yoktur. O dönem artık<br />

geride kalmıştır, günümüz kültürü görüş açısıyla o döneme geri dönmeye çalışmak<br />

akılsızlıktır. Günümüz artık uzmanlaşma günüdür. Dolayısıyla dini<br />

okullara dünyevi bilimleri sokmak pek makul görünmüyor 39 ”.<br />

Medresede okutulacak derslerin tamamı şunlardı: Tefsir, Kelam, Hadis, Fıkıh,<br />

Ahlak, İslam Tarihi, Arapça, (Türk-Tatar)Tatar Türkçesi, Rusça, Farsça,<br />

Dünya ve Rusya Tarihi, Dünya ve Rusya Coğrafyası, Tabiiyat, Pedagoji, Mantık,<br />

Pedagoji Biliminin gelişim Tarihi, Aritmetik, Geometri, Temel Cebir, Fizik,<br />

Astronomi, Kimya, Hıfzısıhha, Hukuk, Tarım, İlahiler.”<br />

Nizamnameye göre, Daru’l-muallimin-i Sultaniye altı sınıflıdır. Genel olarak<br />

bakıldığında ceditçi bir medrese görünümü arz etmektedir. Arapça ve Farsça<br />

dersleri üçüncü sınıfa kadar, Tatar Türkçesi dördüncü sınıfa kadar okutulacaktır.<br />

Tatar Türkçesinin yerini beşinci sınıfta Tatar-Türk Edebiyatı alacaktır.<br />

Beşinci ve altıncı sınıfta Fransızca okutulacaktır.<br />

Darü’l-muallimin’de öğretim dili Tatar Türkçesi olacaktır. Rusça orta öğretim<br />

kurumlarında okutulan çerçevede yabancı dil olarak okutulacaktır 40 . Bu<br />

durum ise derginin ifadesiyle Müslüman toplumunda dini milli prensipleri<br />

güçlendirmeye yöneliktir 41 .<br />

Sultanov’un göreve gelişinin 25. yıl dönümü kutlandığı sırada Darü’lmuallimin<br />

kurulmasına yönelik tasarıyla birlikte Darü’l-muallimat kurulması<br />

tasarısı da kabul edilmiştir. Bu karar da Mir İslama dergisine göre Rusya Müslümanları<br />

için tam manasıyla bir yenilikti. Ancak bu tasarı kadimci Müslümanların<br />

büyük tepkisine sebep oldu. Kadınlar için öğretmen okulu projesi, Ceditçi<br />

Müslüman basının düşüncesine göre ise Müslümanların kadının toplumdaki ve<br />

ailedeki rolünün değişmesi ile ilgili görüş açılarının değiştiğine işarettir 42 .<br />

39<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve, Dar-ul-muallimin i Dar-ul-muallimat v Ufe” ,<br />

Mir İslama, T. II, Vıpusk. X, 1913, s.660-663.<br />

40<br />

Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve, Dar-ul-muallimin i Dar-ul-muallimat v Ufe” , Mir<br />

İslama, T. II, Vıpusk. X. ,s.666-667.<br />

41<br />

Agm., s.673.<br />

42<br />

Agm., s.669.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 343<br />

Dergi Darü’l muallimin ile Darü’l-muallimat için hazırlanan tasarılar arasında<br />

bazı farklılıklara da dikkat çekmektedir. Bu farklılıklardan ilki programlardadır.<br />

Darü’l-muallimat’ın programında yer almayan dersler şunlardır:<br />

Fransızca ve Farsça, Resim, Tabiat bilgisi, Mantık, Fizik, Kimya, Astronomi.<br />

Darü’l-muallimata özel olan dersler ise çocuk terbiyesi ve el işidir. Bu okullara<br />

girmek için Kız öğrenciler 14 erkek öğrenciler 15 yaşından küçük olmamalıdır.<br />

Darü’l-muallimin 40 öğrenci alırken Darü’l-muallimat her yıl için 50 öğrenci<br />

alacaktı. Darü’l-mualliminde altı yıllık öğrenimini tamamlayan öğrenci rüşdiye<br />

mektebinde muallim olmaya hak kazanacaktı. Dört yıllık eğitimi başarıyla tamamlayan<br />

öğrenci iptidai mektep muallimi olabilecekti. Kız öğrenciler için ise<br />

durum biraz farklı idi. 6 yıllık öğrenimini tamamlayan kız öğrenci medrese hocalığı<br />

hakkını elde edecekti. 4 yıllık öğrenimini tamamlayan kız öğrenciler ise<br />

mektepte muallime olabilecekti 43 .<br />

Dergi Müslüman entelektüellerin bir kısmının eski mektep hocalarının yerine<br />

yeni bir öğretim kadrosu oluşturma arzusunun Müslümanlar arasındaki<br />

ideolojik akımlarla bağlantılı olduğu, dinî millî temele dayalı olduğu değerlendirmesini<br />

yapmıştır. Bu değerlendirmeyi yaparken de şu noktalardan hareket<br />

etmektedir : “Eğer bu kültür hareketi hiçbir milli mesele ve İslamcılık meselesiyle<br />

bağlantılı olmasaydı öğretmen eksikliği meselesi olmazdı. Çünkü zemstvo<br />

idaresindeki okullar Rusya Müslümanlarının hizmetindedir. Genel Rus eğitim<br />

kurumlarıysa Müslüman çocuklarının dini taleplerini karşılama imkânına sahiptir.<br />

Ancak Müslümanlar bilime kendi milli görüş açılarıyla bakmaktadırlar 44<br />

”.<br />

Dergi’nin mektep ve medreseler için nitelikli öğretim kadrosu yetiştirilmesi<br />

amacıyla oluşturulacak eğitim kurumlarına ortaya koyduğu olumsuz tavır hükümet<br />

yetkililerince de paylaşılmıştır. Müftü Sultanov’un bu konu ile ilgili olarak<br />

hükümet çevreleriyle Peterburg’ta yaptığı görüşmeler başarısızlıkla neticelenmiştir<br />

45 . Daha sonra İç İşleri Bakanlığına bu konu ile ilgili yapılan müracaat<br />

da sonuçsuz kalmıştır 46 . Böylelikle İdil-Ural bölgesinde yaşayan Tatarların modern<br />

bir eğitim sistemine geçmekteki çabalarından biri daha engellenmiş, ancak<br />

Rus eğitim kurumlarında modern eğitim alma imkânının önü açık bırakılarak<br />

43<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve, Dar-ul-muallimin i Dar-ul-muallimat v Ufe” ,<br />

Mir İslama, T. II, Vıpusk. X, 1913, s.673-674.<br />

44<br />

Agm., s.675.<br />

45<br />

Bogdanov, D., “Russkie Musulmane”, İnorodçeskoe Obozrenie, Kniga 2., Mart 1913, s. 129.<br />

46<br />

Mahmutova, Stanovlenie Svetskogo Obrazovaniya U Tatar (Borba Vokrug Şkolnogo<br />

Voprosa 1861-1917). , s.80.


344 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Kazan Tatarlarının eğitim yoluyla asimile ve entegrasyonu sağlanmaya çalışılmıştır.<br />

SONUÇ<br />

Mir İslama, Rusya devlet yetkililerine, kamuoyuna İslam Devletlerinde ve<br />

toplumlarında meydana gelen siyasi, sosyal olaylar hakkında bilgi veren bir<br />

yayın organı olarak tasarlanmıştır. Dergi bu doğrultuda Rusya Müslümanlarına<br />

da büyük önem vermiştir. Çarlığın hâkimiyet sahası içinde yer alan İdil-Ural<br />

boyu, Türkistan, Kazak Bozkırları, Kırım ve Kafkasya’da yaşayan Müslüman<br />

Türk toplulukları arasındaki sosyal ve kültürel gelişmelere Mir İslama sayfalarında<br />

geniş yer verilmiştir. Bu çerçevede İdil-Ural bölgesindeki eğitim sahasındaki<br />

gelişmeler de derginin ilgilendiği meselelerdendir. Bu konuyla ilgili olarak<br />

Tatar gazete ve dergilerinde yayınlanmış yazılar iktibas edilmiş ve bunlara dayalı<br />

olarak analizler yapılmıştır. Derginin yaptığı analizlerde en çok üzerinde<br />

durduğu husus mektep ve medreselerin milli ve modern bir karaktere bürünmeye<br />

başladığıdır. Rusya’daki genel eğitimden ayrı böyle bir eğilimin oluşmasını<br />

eleştiren derginin yaklaşımı hükümet politikalarına paralellik taşıdığı görülmektedir.<br />

Mektep ve medreseleri dinî eğitim kurumları olarak görmek noktasında<br />

hükümet çevrelerinin görüşleri ile Mir İslama dergisinde ifade edilen<br />

görüşler örtüşmektedir. Ceditçi eğitim kurumların gelişmesi ve bu kurumların<br />

öğretim kadrolarının oluşturulmasına yönelik hükümetin engellemeleri de dergide<br />

belirtilen görüşlerle aynı zemindedir. Bu yönleri ile dergi İdil-Ural bölgesindeki<br />

mektep medrese meselesinde ortaya konulan hükümet uygulamalarının<br />

fikrî arka planını yansıtmaktadır. ©


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 345<br />

KAYNAKLAR<br />

Dergiler:<br />

Mir İslama<br />

İnorodçeskoe Obozrenie<br />

Kitaplar:<br />

Bigiyev, Musa Carullah, Umum Rusya Müslümanlarının 3. Resmî Nedveleri, Kazan<br />

1906.<br />

Fahreddin, Rızaeddin İslamlar Hakkında Hükümet Tedbirleri, Orenburg 1907.<br />

Habibullin , M.Z. , İz İstorii Kazanskogo İslamovedeniya Vtoroy Polovinı XIXnaçala<br />

XX veka: Mihail Aleksandroviç Maşanov, Kazan-2004<br />

Hasanov, M.H., Tatarskiy Entsiklopediçeskiy Slovar, Kazan 1999.<br />

Mahmutova, A.H., Stanovlenie Svetskogo Obrazovaniya U Tatar (Borba Vokrug<br />

Şkolnogo Voprosa 1861-1917), Kazan 1982.<br />

Maksudî, Sadri; Rusya Müslümanları Arasında Panislamizm Fikrinin Yukluğu<br />

Hakkında Gosudarstvenniy Duma Minberinden Süylengen Nutuk, Vakit<br />

Gazetesinin 955. sayısına ilave olarak yayınlanmıştır.<br />

Rorlich, Ayşe Azade, Volga Tatarları, Çeviren: Mehmet Süreyya Er, İstanbul 2000.<br />

Makaleler:<br />

Bogdanov, D., “Russkie Musulmane”, İnorodçeskoe Obozrenie, Kniga 2., Mart<br />

1913, s. 128-130.<br />

Hayrutdinov, Ramil, “Mir İslama İz İstorii Sozdania Jurnala”, Mir İslama, 1999,<br />

No: 1-2, s. 5-20.<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk III, 1913, s.<br />

131-151.<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve”, Mir İslama, T. II, Vıpusk IV,1913, s.<br />

195-224.<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve, Mektep”, Mir İslama, T. II, Vıpusk V,<br />

1913, s. 279-301.<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve, Medrese (Prodoljenie), Medrese<br />

Povoljye” , Mir İslama, T. II, Vıpusk VII, 1913, s. 431-461.<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve, Medrese(Prodoljenie), Medrese<br />

Povvoljye” , Mir İslama, T. II, Vıpusk VIII, 1913, s. 513-571.<br />

“Şkolnıy Vopros v Russkom Musulmanstve, Dar-ul-muallimin i Dar-ul-muallimat v<br />

Ufe” , Mir İslama, T. II, Vıpusk. X, 1913, s. 651-676.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 347<br />

Montessori Yönteminin Beş - Altı Yaş Çocuklarının<br />

Alıcı Dil Gelişimine Etkisinin İncelenmesi<br />

Examination Of The Affect Of Montessori Method On Receptive<br />

Language Of Kindergarten Children<br />

Gökhan KAYILI *<br />

Sezai KOÇYİĞİT **<br />

Filiz ERBAY ***<br />

ÖZET<br />

Bu araştırmada, Montessori yönteminin beş - altı yaş çocuklarının alıcı dil becerilerine etkisi<br />

incelenmiştir. Araştırma, deneme modelinde gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın çalışma grubunu,<br />

2008 – 2009 yıllarında <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Mesleki Eğitim Fakültesi İhsan Doğramacı<br />

Uygulama Anaokulu’nda eğitim gören toplam 40 çocuk oluşturmaktadır. Veri toplama aracı<br />

olarak Peabody Resim-Kelime Testi kullanılmıştır. Araştırma sonucuna göre, Montessori yöntemi<br />

ile eğitim alan beş - altı yaş çocuklarının alıcı dil becerileri ile Milli Eğitim Bakanlığı<br />

Okul Öncesi Eğitim Programına göre eğitim alan beş - altı yaş çocuklarının alıcı dil becerileri<br />

arasında anlamlı bir fark bulunmuştur.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Montessori Yöntemi, dil gelişimi, okul öncesi eğitim.<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

At this research, the effects of Montessori Method to receptive language skills of five-six aged<br />

children were examined. This research was carried out with essay form. Working group of<br />

research consists of totally 40 kindergarten children who received education between 2008-<br />

2009 academy years in Ihsan Dogramaci Application Kindergarten, Faculty of Vocational<br />

Education, Selcuk University. Peabody Picture-Vocabulary Test was used as data collection<br />

tool. According to the result of research, a significant difference was found between receptive<br />

language skills of kindergarten children who receive education with Montessori Method and<br />

also education according to The Ministry of Education, Preschool Education Program.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Montessori Method, language development, preschool education.<br />

* Arş. Gör., <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Ev Yönetimi Bölümü.<br />

**<br />

Arş. Gör. Dr., <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Ev Yönetimi Bölümü.<br />

***<br />

Arş. Gör. Dr., <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Ev Yönetimi Bölümü.


348 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

GİRİŞ<br />

Dil insanın kendisini ve çevresini ifade edebilmesinde, düşünceler geliştirmesinde,<br />

görüp algılanan, yaşanan olaylarla ilgili bilgileri, çeşitli kültür birikimlerini<br />

aktarmada, diğer insanlarla iletişim kurabilmesinde, isteklerini, umutlarını,<br />

üzüntülerini, sevinçlerini, düşüncelerini, hissettiklerini anlatabilmesinde ve<br />

başkalarınınkini anlayabilmesinde, diğer insanları etkilemesinde, yönlendirme<br />

ve yönetmesinde kullandığı en güçlü iletişim aracıdır (Erdoğan, Bekir ve Aras,<br />

2005; Aktan Kerem, 2005). Dil, iletişim sağlama aracı olarak kullanılan sesler,<br />

işaretler (semboller) ve sözcükler gibi temel birimleri olan bir sistemdir (Dönmez,<br />

1986).<br />

Dil gelişimi ise, kelimelerin, sayıların, sembollerin kazanılması, saklanması<br />

ve dilin kurallarına uygun olarak kullanılmasıdır. Dilin kendine özgü kuralları<br />

ve bu kurallar çerçevesinde gelişen bir sistemi vardır. Bu karmaşık sistemin gelişiminde<br />

çeşitli görüşler öne sürülmektedir. Bu görüşlerden bir kısmı dil gelişiminde<br />

kalıtımın, diğerleri de çevresel etkenlerin daha etkili olduğunu savunmaktadır<br />

(Senemoğlu, 1989).<br />

Dilin iki temel bileşeni vardır. Bunlardan ilki (reseptif dil, anlama dili) alıcı<br />

dil, diğeri (ekspresif dil) anlatım dilidir. Alıcı dil; sözel uyaranların duyu-sinir<br />

ağı ve işitsel-algısal süreçler aracılığı ile alınması ve anlaşılması olarak tanımlanır.<br />

Anlatım dili ise; duyu-sinir ve motor-sinir işlevler (nefes alma, ses çıkarma,<br />

rezonans, artikülasyon mekanizmaları gibi) ile zihinsel kavramın bir ses imgesi<br />

aracılığıyla ifadesidir (Karacan, 2000). Alıcı dil anlatım dilinden önce gelişir. İlk<br />

çocukluk veya okul öncesi dönem diye adlandırılan sıfır-altı yaş grubu çocuklarındaki<br />

dil gelişimi, özellikle Türkçenin eğitim ve öğretimi açısından özenle<br />

üzerinde durulması gereken temel dil devresidir. Bu devrede, okul öncesi çağındaki<br />

çocukların dil kurallarına uygun olarak konuşabilmeleri, öğrendikleri<br />

sözcükleri yerli yerinde kullanabilmeleri ve öğrendiklerini doğru telaffuz edebilmeleri<br />

büyük önem taşımaktadır. Etkin bir şekilde dinleyebilen ve konuşabilen<br />

çocuk başkalarıyla ilişkilerinde başarılı olduğu gibi etkin öğrenme stratejileri<br />

geliştirmekte ve okuma yazma becerisi kazanmada da öne çıkmaktadır. Yaşına<br />

uygun dil becerileri geliştiremeyen çocuklar ise sosyal uyumsuzluk, okuma<br />

zorluğu yaşamakta ve okulda çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalabilmektedir.<br />

Bu nedenlerle okul öncesi dönemde çocukların dil gelişimlerinin desteklenmesinde<br />

farklı etkinlik ve yöntemler kullanılmalı; çocukların eğitim ortamları fark-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 349<br />

lı materyallerle zenginleştirilerek dil gelişimi için uyarıcı hâle getirilmelidir (Sağır,<br />

2002; Sevinç, 2003).<br />

Alan yazında okul öncesi dönemde dil gelişimi ve onun desteklenmesine<br />

ilişkin farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu yaklaşımlardan biri Maria<br />

Montessori’nin görüşleridir. Maria Montessori de dil eğitimini okul eğitiminin<br />

odak noktası olarak görür. Montessori’ye göre dil, birlikte yaşamaktan dolayı<br />

gelişmektedir. Yine dil, anlamlı ve önemi olan simgelerin yapısıdır; ayrıca iç ve<br />

dış dünyadaki olayları betimler. Montessori dilin oluşumu konusunda öncelikle<br />

okul süresini düşünmez. Çünkü çocukta dilin gelişmesi çok daha önce başlar.<br />

Dile hâkim olabilmek kalıtımsal bir olay değildir; ama çocuğun işitme ve konuşma<br />

potansiyeline bağlıdır. Montessori bu konuda bilinçaltında dili öğrenebilmenin<br />

emici zihnin bir sonucu olduğunu düşünmüştür. Montessori dil eğitimini<br />

bütünsel açıdan ele almıştır. Çocuk yardım almaktadır ama bu dolaysız<br />

bir yardımdır (Wilbrandt, 2008).<br />

Montessori dil eğitiminin içinde okuma yazma çalışmalarına da ağırlık<br />

vermiştir. Montessori’ye göre yazma becerisi okuma becerisinden önce oluşur.<br />

Montessori yönteminde, çocuklar harflerin isimlerini sırayla öğrenmeden önce<br />

harflerin sesletimlerini öğrenirler. Önce sesletimler öğretilir, çünkü bunlar ileride<br />

okuyabilmeleri için gerekli olan kelimelerin sesleridir. Çocuklar bu<br />

sesletimleri, öğretmenin verdiği zımparalı harflere dokunarak öğrenirler ve bu<br />

da çocukların ilgisini çeker. Okuma eğitimi, çocuğun zımparalı harfleri kullanmasına<br />

yönelik ilgisinin artması ve gördüğü kelimelerin ne demek olduğunu<br />

sormaya başlaması ile başlar. Montessori eğitim yaklaşımında harf kartlarını<br />

kullanarak kelime üretmek veya yazma çalışmaları yapmak okuma alışkanlığı<br />

kazandırır (Dönmez, 1986). Çocuklar sınıf içindeki eşyaların, nesnelerin, eylemlerin<br />

yazılışını görerek öğrenirler. Bu konu ile ilgili örnek verirsek bardağın<br />

üzerinde ismini görür ve onu kullanır. Montessori yönteminde, konuşulan dilde<br />

sözel ifade geliştirici etkinlikler, yazmaya yönelik çizgi etkinlikleri, küçük<br />

cisimlerle yapılan ses etkinlikleri, yazmaya yönelik kalem ve kâğıtsız etkinlikler,<br />

okumaya yönelik materyaller ve alıştırmalar dil geliştirici etkinliklerin temeli<br />

olarak ele alınır (Wilbrandt, 2008).<br />

Alan yazın tarandığında Montessori yöntemini inceleyen pek çok çalışmanın<br />

bulunduğu görülmektedir. Fakat Montessori yönteminin çocukların alıcı dil<br />

becerileri üzerindeki etkisi ile ilgili yapılan çalışmaların sayısı sınırlıdır. Bu çalışmanın<br />

alan yazına katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Ayrıca araştırma sonucu<br />

Montessori yönteminin okul öncesi eğitim dönemindeki çocukların alıcı<br />

dil gelişimlerine etkisini ortaya koyması bakımından önem arz etmektedir.


350 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Araştırmanın Amacı<br />

Bu araştırmada Montessori yönteminin beş-altı yaş çocuklarının alıcı dil gelişimlerine<br />

etkisi incelenmiştir.<br />

YÖNTEM<br />

Araştırmanın Modeli<br />

Araştırma deneme modelindedir. Deneme modelleri; neden-sonuç ilişkilerini<br />

belirlemeye çalışmak amacı ile doğrudan araştırmacının kontrolü altında,<br />

gözlenmek istenen verilerin üretildiği araştırma modelleridir. Araştırma gerçek<br />

deneme modellerinden, son-test kontrol gruplu model olarak planlanmıştır.<br />

Son-test kontrol gruplu modelde yansız atama ile oluşturulmuş iki grup bulunur.<br />

Bunlardan biri deney, öteki kontrol grubu olarak kullanılır ve gruplara<br />

sadece son-test uygulanır (Karasar, 2005).<br />

Çalışma Grubu<br />

Bu araştırmanın çalışma grubu, 2008–2009 öğretim yılında <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong><br />

Mesleki Eğitim Fakültesi İhsan Doğramacı Uygulama Anaokulu’nda eğitim<br />

alan ve yansız atama ile seçilen beş-altı yaş çocuklarından oluşmaktadır. Araştırmanın<br />

deney grubuna Montessori yöntemi ile eğitim alan 20 çocuk, kontrol<br />

grubuna ise Milli Eğitim Bakanlığı Okul Öncesi Eğitim Programına göre eğitim<br />

alan 20 çocuk olmak üzere toplam 40 çocuk dâhil edilmiştir. Araştırmanın çalışma<br />

grubu oluşturulurken cinsiyet değişkeni göz önüne alınmıştır.<br />

Veri Toplama Aracı<br />

Peabody Resim-Kelime Testi<br />

Asıl formu İngilizce (Peabody- Picture-Vocabulary Test) olan Peabody Resim-Kelime<br />

Testi Dunn tarafından hazırlanmış, Katz ve arkadaşları tarafından<br />

1972 yılında Türkçeye uyarlanmıştır (Katz, Önen, Demir, Uzlukaya ve Uludağ,<br />

1974). Peabody Resim-Kelime Testi kelime bilgisinin gelişimini ölçmektedir. İkion<br />

iki yaş arası çocuklara bireysel olarak uygulanabilir. Uygulamada zaman<br />

sınırlaması olmayıp, 10–15 dakikada yanıtlanabilmektedir. Testte resimlerle<br />

kelime (kavram) gelişimini saptamayı amaçlayan sorular bulunmaktadır. Her<br />

biri 4 resimden oluşan 100 kart ve kayıt formu vardır. 100 adet karttan oluşan<br />

testte, çocuğun her kartta bulunan dört adet resim arasından kendisine söylenen<br />

kelimeye uygun olan resmi bulup göstermesi istenmektedir. Her doğru<br />

yanıta 1 puan verilir. Teste son sekiz sorudan altı tanesine yanlış cevap alınana<br />

kadar devam edilir. Puanların toplamı testin ham puanını oluşturmaktadır. Bu-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 351<br />

nu bulmak için de çocuğun en son bildiği kelimenin sıra numarasından, o numaraya<br />

kadar yaptığı yanlışların toplamı çıkartılır. Elde edilen bu ham puan,<br />

önceden saptanmış olan çocuğun yaşadığı yere (köy, şehir, gecekondu) göre<br />

Alıcı Dil Yaşını Bulma Çizelgesinden alıcı dil yaşına çevrilir. Doğum tarihi<br />

(gün/ay/yıl) testin yapıldığı tarihten çıkartılarak takvim yaşı bulunur. Peabody<br />

Resim-Kelime Testi, kelime bilgisinin gelişimini ölçmesi, alıcı dil yaşını belirlemesi<br />

bakımından ayrıca da bireysel olarak uygulanabilme özelliğine sahip olmasından<br />

dolayı araştırmada kullanılması uygun görülmüştür.<br />

Verilerin Toplanması ve Analizi<br />

Araştırmada kullanılan Peabody Resim-Kelime Testi araştırmacı tarafından<br />

her çocuğa bireysel olarak uygulanmıştır. Elde edilen puanlar SPSS 11.0 programı<br />

kullanılarak, Mann-Whitney U testi ile analiz edilmiştir.<br />

BULGULAR<br />

Montessori eğitimi alan ve MEB Okul Öncesi Eğitim Programa göre eğitim<br />

alan anaokulu çocuklarının alıcı dil puanlarının Mann Whitney U-Testi sonuçları<br />

Tablo 1’de verilmiştir.<br />

Tablo 1<br />

Alıcı Dil Puanlarının Gruba Göre Mann Whitney U-Testi Sonuçları<br />

Grup N Sıra<br />

Ortalaması<br />

Sıra<br />

Toplamı<br />

U<br />

p<br />

Montessori Grubu 20 28,23 564,50<br />

Kontrol Grubu 20 12,77 255,50<br />

45,50 ,000<br />

Tablo 1’e göre, Montessori yöntemi ile eğitim alan çocuklar ile Milli Eğitim<br />

Bakanlığı Okul Öncesi Eğitim Programına göre eğitim alan çocukların alıcı dil<br />

puanları arasında anlamlı bir fark olduğu bulunmuştur (U=45,50, p


352 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

SONUÇ VE TARTIŞMA<br />

Bu araştırmada Montessori yönteminin beş-altı yaş çocuklarının alıcı dil becerilerine<br />

etkisi incelenmiştir. Araştırma sonucunda, Montessori yöntemiyle<br />

eğitim alan çocuklarla Milli Eğitim Bakanlığı okul öncesi eğitim programına<br />

göre eğitim alan çocukların alıcı dil puanları arasında anlamlı bir fark olduğu<br />

bulunmuştur (U=45,50, p


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 353<br />

çocukların dil gelişimleri desteklenmektedir. Ancak çocuk sayısının fazla olması<br />

gibi sebepler öğretmenlerin bu tür bireysel programları hazırlayıp uygulamasını<br />

güçleştirmektedir. Bu nedenle bu sınıflardaki çocukların alıcı dil puanlarının<br />

Montessori yönteminin uygulandığı sınıftaki çocukların puanlarından daha<br />

düşük çıkması kaçınılmazdır.<br />

Montessori yöntemi, çocuğun öğrenme isteği üzerine kurulmuştur. Çocuğa<br />

kendi kendine uygulayarak, en iyi ve en kolay şekilde öğrenme yolunu bulmasını<br />

sağlar (Oğuz ve Köksal Akyol, 2006). Dil etkinliklerinde de aynı durum söz<br />

konudur. Geleneksel eğitim anlayışının aksine çocuk dille ilgili kazanımlarına<br />

kendi isteği doğrultusunda, kendi keşifleri ile ulaşır. Bu da çocukta dilin daha<br />

etkili ve kalıcı bir şekilde öğrenilmesine zemin hazırlar. Görüldüğü üzere bu<br />

durum da çalışmanın sonucunu destekler niteliktedir.<br />

Montessori yönteminin çocukların alıcı dil becerilerine etkisinin araştırıldığı<br />

diğer çalışmalarda benzer bulgulara ulaşılmıştır. Prendergast (1969)<br />

Kaliforiya’ da yapmış olduğu araştırmada Montessori yönteminin çocukların<br />

okula hazır bulunuşluluk düzeylerini incelemiştir. Araştırma sonucunda<br />

Montessori yöntemiyle eğitim alan anaokulu çocukları ile normal programa<br />

göre eğitim alan anaokulu çocuklarının alıcı dil puanlarının anlamlı düzeyde<br />

farklılaştığını bulmuştur.<br />

Erben (2005) tarafından Montessori materyallerinin zihin engelli ve işitme<br />

engelli çocukların alıcı dil gelişiminden görsel algı düzeyine etkisinin<br />

incenlediği çalışmada, zihin engelli deney ve kontrol grubu öğrencilerin ön test<br />

ve son teste bağlı olarak “daire, dikdörtgen ve kare” şekillerini tanıyabilmeleri<br />

açısından 0,01 manidarlık düzeyinde (p < 0,01) anlamlı bir fark bulunmuştur.<br />

Zihin engelli deney grubu öğrencilerine uygulanan ön test ve son test sonuçlarına<br />

bakıldığında son testin yüksek olduğu görülmektedir. Bu durum<br />

Montessori materyallerine uygun olarak hazırlanan ve sunulan çalışmanın grup<br />

içindeki süreçte zihin engelli deney grubu öğrencilerin alıcı dil becerilerinden<br />

görsel algı düzeylerini etkilediği sonucuna ulaşıldığını göstermektedir.<br />

Öneriler<br />

Çocuğun ilerideki yaşamında başarılı ya da başarısız olmasını hazırlayabilecek<br />

dili etkili olarak kullanma yeteneğinin, dil gelişiminin kritik olduğu okul<br />

öncesi yıllarda uygun öğretme-öğrenme ortamları düzenlenerek geliştirilmesi<br />

gerekmektedir. Çocukların dili kullanmasına yol açacak ortamlar hazırlanarak,<br />

bu ortamlarda dilin biçimsel ve anlamsal özelliklerinin kazandırılmasına önem<br />

verilmelidir. Bu bağlamda okul öncesi eğitim programı Montessori yönteminde


354 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

kullanılan dil geliştirici materyaller ve etkinliklerle veya benzer çalışmalarla<br />

zenginleştirilebilir. Okul öncesi öğretmenlerine Montessori yöntemi ile ilgili<br />

özel ya da hizmet içi eğitim kursları düzenlenebilir. Eğitimciler bu kurslarla<br />

çocuklarda dil gelişimini nasıl destekleyecekleri konusunda kendilerini geliştirebilirler.<br />

Okul öncesi eğitime yönelik Montessori uygulamalarını içeren teorik<br />

kitaplar, uygulamaya yönelik kitaplar hazırlanabilir. Bu kitapların uygulama<br />

CD’leri ile desteklenmesi eğitimcilerin bu etkinliklere daha fazla yer vermesini<br />

sağlayabilir. ©


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 355<br />

KAYNAKLAR<br />

Aktan Kerem, Ebru. (2005). Okul Öncesi Dönemde Fonolojik Duyarlılık ve Gelişimi. Okul<br />

Öncesi Eğitimde Güncel Konular. İstanbul: Morpa Kültür Yayınları.<br />

Behrman, RE. & Vaugan, VC. (1987) Developmental Pediatrics Nelson Textbook of<br />

Pediatrics. USA, WB Saunders Company.<br />

Dönmez, B. N. (1986). Çocuklarda Dilin Kazanılışı. 4. Ya-pa Semineri YAY. Ankara<br />

Erben, S. (2005). Montessori Materyallerinin Zihin Engelli ve İşitme Engelli Çocukların<br />

Alıcı Dil Gelişiminden Görsel Algı Düzeyine Etkisi. Yayımlanmamış Yüksek Lisans<br />

Tezi. <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong>, Konya.<br />

Erdoğan, S., Bekir, Ş. H. ve Aras, E., S., (2005). Alt Sosyoekonomik Bölgelerde Anasınıfına<br />

Devam Eden 5–6 Yaş Grubundaki Çocukların Dil Gelişim Düzeylerine<br />

Bazı Faktörlerin Etkisinin İncelenmesi. Ç.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi. 14(1), 231–<br />

246.<br />

Karacan, E. (2000). Bebeklerde ve Çocuklarda Dil Gelişimi. Klinik Psikiyatri. 3, 263–<br />

268.<br />

Karasar, N. (2005). Bilimsel Araştırma Yöntemi. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.<br />

Katz, J., Önen, F., Demir, N., Uzlukaya, A. ve Uludağ, P. (1974). A Turkish Peabody<br />

Picture-Vocabulary Test. Hacettepe Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi. 6(1–2), 129–<br />

140.<br />

Miller J. F., Chapman R. S. & Branston M. B. (1980) Language Comprehension in<br />

Sensorimotor Stages V And VI. J Speech Hear Re.,23, 284-311.<br />

Oğuz, V. ve Köksal Akyol, A. (2006). Çocuk Eğitiminde Montessori Yaklaşımı. Ç.Ü.<br />

Sosyal Bilimler <strong>Enstitüsü</strong> Dergisi. 15 (1). 243–256.<br />

Prendergast, R. (1969). Pre-Reading Skills Developed in Montessori And<br />

Coventional Nursery Schools. The Elemantary School Journal. 70(3), 135–141.<br />

Sağır, M. (2002). İlköğretim Okullarında Türkçe Dil Bilgisi Öğretimi. Ankara: Nobel Yayınları.<br />

Senemoğlu, N. (1989). Okulöncesi Eğitimde Dilin Önemi. Milli Eğitim Vakfı Dergisi.<br />

4(14), 21–22.<br />

Sevinç, Müzeyyen. (2003). Dil Gelişimi ve İlköğretime Hazırlık. Erken Çocuklukta Gelişim<br />

ve Eğitimde Yeni Yaklaşımlar. İstanbul: Morpa Kültür Yayınları.<br />

Smolak, L. (1982). Cognitive Precursors of Receptive vs. Expressive Language. J<br />

Child Lang. 9, 13–22.<br />

Wilbrandt, E. Ç. (2008). Okul Öncesi Dönem Montessori Yöntemi İle Kaynaştırma Uygulamaları.<br />

Ankara: Poyraz Ofset.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 357<br />

İlköğretim 7. Sınıf Öğrencilerinin<br />

Türk Dünyası ve Türk Cumhuriyetlerine<br />

Yönelik Tutum ve Düşünceleri<br />

The Attitude and the Opinion of the 7th Class Students of<br />

Primary School about Turkish World and Turkish Republics<br />

Kadir ULUSOY *<br />

ÖZET<br />

Tarih boyunca birçok devlet kurmuş ve geniş bir coğrafyada hüküm sürmüş Türk milleti zengin,<br />

tarihi ve kültürel mirasa sahiptir. Bu zengin mirası şimdiki ve gelecek nesillere aktarmak<br />

her Türk vatandaşının görevleri arasında olmalıdır. Bugün adı Kırgız, Kazak, Azeri, Özbek,<br />

Türkmen vb. ne olursa olsun hepsinin bir olduğunu, Türk olduğunu bilmek ve öğretmek durumundayız.<br />

18. yüzyılın sonuna doğru devletleşmiş ve bugün dünyanın en büyük gücü durumundaki<br />

Amerika’da hiç kimsenin ben Portekiz’im, Afrikalıyım, Hindu’yum, İspanyol’um,<br />

İngiliz’im dememesi için çalışmalar yapılmış “Amerikan” kimliği öne çıkarılmıştır. Artık o<br />

devlet içinde yaşayan herkes Amerikan’dır. Hatta dili, dini farklı insanlar Amerika’ya gidip<br />

çocuğunu orada dünyaya getirmekte ve Amerikan kimliğini taşımaktadır. Neden Amerikan<br />

olmak bu kadar pirim yapıyor da binlerce yıllık tarihi olan Türklük pirim yapmıyor, neden<br />

farklı dilden dinden ve ırktan insanlar Amerikan kimliğini taşıyor da aynı dilden, dinden,<br />

ırktan olmasına rağmen Türkler, parça parça ayrılıyor.<br />

Bu durumun düzeltilmesi için Türk dünyasının bilinmesi gerekiyor. İşte bu çalışmada ilköğretim<br />

7. sınıf öğrencilerinin Türk Dünyası ve Türk Cumhuriyetleri ile ilgili bakış açıları öğrenilmeye<br />

çalışıldı. Öğrencilerin verdikleri cevaplara göre Türk Dünyasının bir bütün olduğu,<br />

kültürümüzün benzediği, ülkeler arasında işbirliğinin artırılması gerektiği gibi cevaplar görülmüştür.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Türk Dünyası, Türk Cumhuriyetleri, kültür, sosyal bilgiler dersi, tarih<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

The Turkish nation that established many states and ruled in a large geographical location<br />

throughout history has a rich heritage of culture and history. Every Turkish citizen should<br />

*<br />

Yrd. Doç. Dr., Adıyaman <strong>Üniversitesi</strong> Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Anabilim Dalı.<br />

Öğretim Üyesi


358 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

have the responsibility to convey this heritage to today’s and future’s generations. We must<br />

teach the fact that whatever their names such as Kirghiz, Cossack, Azeri, Uzbek and Turcoman<br />

are, they are the same and we must know that they are Turks.<br />

There have been studies carried out for nobody saying. I’m Portuguese, African, Hindu, Spanish<br />

or English in the US which became a state towards the end of 18 th century and a super<br />

power today. Identity of being American became superiority. Today every citizen that lives in<br />

that state is American. Even a person of different languages and religions goes to the US in<br />

order to give birth their children and has the identity of American. Whereas why being an<br />

American is at a premium but being a Turkish, having thousands years of history is not. Why<br />

people of different goes languages and races carry the identity of American but the Turkish of<br />

the same language, religion and race break into separate pieces.<br />

The Turkish world should be known to remove this separation. In this study, it has been tried<br />

to be learned about the point of views of the seventh grade students for the Turk and the Turk<br />

Republics. With regards to the answers given by the students, it has come out that the Turk<br />

world is unique, our cultures are alike, and cooperation between those countries should be<br />

increased.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

the Turkish world, the Turk Republics, culture, social science, history


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 359<br />

<br />

Giriş<br />

Türkler dünyanın en eski milletlerinden biridir. Tarih boyunca büyük devletler<br />

kurmuş, büyük medeniyetler meydana getirmiştir. Tarihin her hangi bir<br />

devresinde ayrı ayrı yerlerde çeşitli Türk topluluk, idare ve devletlerini görmek<br />

mümkündür. Bu nedenle; Türk tarihi denince tek bir topluluğun belirli bir mekândaki<br />

tarihi değil, fakat dili, dini, töresi ve gelenekleri ile aynı “milli” kültürün<br />

taşıyıcısı olan ve değişik adlarla anılan Türk zümrelerinin çeşitli bölgelerde<br />

ortaya koydukları tarihlerin bütünü anlaşılmalıdır (Memiş, Köstüklü;2005:1-2).<br />

Tarihte birçok devlet ve idare kurmuş olan Türk milleti Orta Asya’da kendi istekleri<br />

dışında Rusların politikası yüzünden ayrı ayrı isimlerle parçalara ayrılmıştır.<br />

Bugünkü Türk Cumhuriyetlerinin kurulduğu Türk devletlerinin toprakları,<br />

devletlerarası hukuku hiçe sayan Ruslar tarafından 19. asrın muhtelif devirlerinde<br />

işgalden sonra “böl ve yönet” sistemi uygulanarak bu bölgede yaşayan<br />

Türklerin Türk milletinin bölünmez birer parçası olduğu fikrinden uzaklaştırmaları<br />

için her türlü idari, eğitimsel ve kültürel baskı uygulanmıştır. Bu baskılar<br />

sonucunda Sovyetler Birliğinde Türk yerine; “Özbek”, “Kazak”, “Kırgız”,<br />

“Türkmen”, “Azeri” vb. boy hanedan, bölge adları ile hitap edilmiş ve kendilerini<br />

birbirinden ayrı halkalar olduğu ve Türklükle hiçbir alakaları olmadığı fikri<br />

aşılanmıştır (Saray;1999:3).<br />

1991 yılı dünya ve Türk tarihi için yeni bir dönüm noktası teşkil etti. Çünkü<br />

bu tarihten itibaren Avrupa ve Asya'nın siyasi haritası yeniden değişti. 1917'de<br />

temelleri atılan ve 1922'de kurulan Sovyetler Birliği ortadan kalktı ve yerini,<br />

siyasi geleceğinin ne olacağı belli olmayan bir yapıya “Bağımsız Devletler Topluluğu<br />

(BDT)'na” bıraktı. Sovyetler Birliğinin dağılmasının dünyada ve Avrupa’da<br />

oluşturduğu etkilerin dışında bizi ilgilendiren durum ise Sovyetler Birliği’nin<br />

dağılmasından sonra bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri olmuştur.<br />

Türkiye Cumhuriyeti artık bu yeni süreçte önemli kararlar almak ve<br />

atılımlar yapmak zorunda kalmıştır. Türk Dünyası tabiri artık daha çok kullanılmaya<br />

başlanmıştır.<br />

SSCB’nin dağılmasından sonra bağımsız olan Türk Cumhuriyetleri o zor<br />

zamanlarında yanlarında Türkiye Cumhuriyeti’ni bulmuşlardır. Kardeş cumhuriyetleri<br />

tanımakla yetinmeyen Türkiye, onların milletler arası kuruluşlara<br />

üye olmalarını da sağlamıştır. Türk cumhuriyetleri hem Türkiye hem de diğer


360 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

ülkelerden aldıkları desteklerle kısa zamanda ekonomik atılımlar gerçekleştirmişlerdir<br />

(Saray;1999:393).<br />

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması sonucunda kurulan<br />

yeni bağımsız devletler kendi bağımsızlık değerlerini aramaya başlamışlardır.<br />

1991’den itibaren egemenliğin ve bağımsızlığın sembolü olarak bütün cumhuriyetler<br />

bir yandan kendi milli bayrak, bayram ve kahramanlarını dünya kamuoyuna<br />

takdim ettiler, diğer yandan da ekonomide ulusal para birimine geçtiler<br />

(Özdoğan;1994:25). Türkiye Cumhuriyeti ile de eğitim, dil, kültür tarih<br />

alanlarında ortak çalışmalar yapılmaya başlandı.<br />

Türk kimliğinin yeniden ve uluslar arası düzeyde gündeme gelmesi Sovyet<br />

sisteminin dağılmasıyla oldu. Dünyayı etkileyen bu politik ve ideolojik<br />

değişim Türkiye’yi de etkiledi. Bağımsızlığını kazanan devletlerin beş tanesinin<br />

Türk kökenli olması uzun yıllar kopuk olan ilişkilerin birden bire canlanması<br />

Türk ve İslam âleminde yeni bir arayış yarattı (Behar;1994:143).<br />

Artık özellikle sosyal bilgiler ve tarih ders kitaplarının son sayfalarında yer<br />

alan Türk Dünyası haritası daha bir önem taşımaya başladı. Bu haritayı gören<br />

bir öğrenci; Boşnaklar, Kumuk, Karaçay, Balkar, Nogaylar, Çeçenler, İnguşlar,<br />

Çerkez, Abhaz, Uygur ve Avrupa’da yaşayan Türkler gibi birçok yerde Türk<br />

insanının yaşadığını ve buralarda gelenek, görenek ve kültürlerini yaşattığını<br />

öğrenecektir. Öğrencilerimiz bu haritalarda Türklerin sadece bağımsız devletler<br />

olarak değil aynı zamanda muhtar cumhuriyetler ve muhtar vilayetler olarak,<br />

hatta başka devletler içinde bile bazı Türklerin yaşadığını görecektir. Öğrencilerimiz<br />

sosyal bilgiler ve tarih ders kitaplarında Türk Dünyası olarak adlandırılan<br />

coğrafyanın 20 milyon kilometre kare alanı bulduğunu, bu alanların<br />

Türk kültür izlerinin taşıdığını ve buralarda kültürünün yaşandığı öğrenmeleri<br />

beklenmektedir. Bu geniş coğrafyada Anadolu, Kafkaslar, Balkanlar, Türkistan<br />

ve Sibirya bölgeleri vardır. Sovyetlerin dağılması ile birlikte Günümüzde yedi<br />

bağımsız Türk Cumhuriyetinden söz edilmektedir. Bunlar; Türkiye, Azerbaycan<br />

(18 Ekim 1991), Türkmenistan (27 Ekim 1991), Özbekistan (31 Ağustos1991),<br />

Kırgızistan (12 Aralık 1991), Kazakistan (16 Aralık 1991) cumhuriyetleri<br />

ve “Yavru Vatan” Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir.<br />

Hayit (1995:366)’e göre; Türkistan’da 5 bağımsız devletin kurulması, Türkistan<br />

Türk Müslümanlarının zaferidir. Bunun ile Türkistan’ın milli bağımsızlık<br />

tarihi başlamıştır. Türkistan halkı, bütün gördükleri ve yaşadıkları zulümlere<br />

rağmen, kendisinin varlığını koruyabilmiştir. Bu ise, onun istiklal sahibi<br />

olmasına imkân sağlamıştır.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 361<br />

Günümüzde Rusya Federasyonu içinde Muhtar cumhuriyet statüsünde 9<br />

ayrı özerk Türk bölgesi bulunmaktadır. Ayrıca Bulgaristan, Yunanistan, Irak,<br />

İran, Suriye, Afganistan, Kosova ve Makedonya gibi devletlerde yıllardan beri<br />

Türk kültürünü yaşayan ve yaşatan kardeşlerimiz mevcuttur. Türk dünyası<br />

olarak adlandırılan coğrafya hem siyasi hem ekonomik, hem de stratejik bir<br />

öneme sahiptir. Dünya petrol, doğal gaz rezervlerinin ve önemli su kaynaklarının<br />

önemli bir kısmı Türk Dünyası dediğimiz coğrafyadadır. Stratejik öneme<br />

sahip bu coğrafyayı öğrencilerin tanıması oldukça mühimdir.<br />

Araştırmanın Amacı<br />

Bu çalışma; ilköğretim 7. sınıf öğrencilerinin Türk Dünyası hakkındaki görüşlerini,<br />

sosyal bilgiler programında ve sosyal bilgiler ders kitaplarında Türk<br />

Dünyası ile ilgili işleyişleri tespit etmeyi amaçlayan ve durumu ortaya koymaya<br />

çalışan betimsel bir çalışmadır.<br />

Araştırma; Sosyal bilgiler 4.-7. sınıf programlarında Türk Dünyası ve Türk<br />

Cumhuriyetleri ile ilgili nelere yer verildiği tespit etmeye çalışmak,<br />

Sosyal bilgiler 4.-6. sınıf ders kitaplarında Türk Dünyası ve Türk Cumhuriyetleri<br />

ile ilgili işleniş yapılıp yapılmadığını tespit etmek,<br />

7. sınıf öğrencilerinin Türk Cumhuriyetleri ve Türk Dünyasına yönelik bakış<br />

açılarını öğrenmek amacıyla yapılmıştır. Araştırma; 2007-2008 eğitim öğretim<br />

yılında, Adıyaman ili Cumhuriyet İlköğretim ve 1 Aralık İlköğretim okullarının<br />

7. sınıflarında okuyan 129 öğrencisinin katılımı ile yapılmıştır.<br />

Verilerin Toplanması<br />

Bu çalışmada İçerik analizi yapılarak sosyal bilgiler (4-7)programları ve<br />

sosyal bilgiler 4-6. sınıf ders kitapları incelenmiştir. Öğrencilerle yapılan çalışmada<br />

veriler anket tekniği ile toplanmıştır. Anketteki sorulara verilen cevaplar<br />

3 ölçekli olmuştur. Ayrıca öğrenciler anket sorularında verdikleri cevapların<br />

nedenlerini de açıklamıştır.<br />

Bulgular ve Yorum<br />

Çalışmada program ve ders kitapları ile ilgili içerik analizi sonucu elde<br />

edilen bilgilere yer verilmiştir. Yapılan ankette elde edilen bulguların yüzdelikleri,<br />

frekansları ve ortalamaları alınmıştır. Öğrencilerin “neden, niçin” sorularına<br />

verdikleri cevaplar da frekanslara ayrılmıştır.


362 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

A. Sosyal Bilgiler Programında Türk Dünyası<br />

İlköğretim 4-5. sınıf programının amaçlar kısmında Türk Cumhuriyetleri<br />

ile ilgili bir amaca rastlanılamamıştır. Öğrenme alanlarının amaçlar kısmına<br />

bakıldığında ise Türk Cumhuriyetleri ile doğrudan bir açıklamaya yer verilmemesine<br />

rağmen “Küresel Bağlantılar” öğrenme alanında genel bir ifadeye<br />

yer verildiği görülmektedir. Bu ifadeye göre öğrencilerin “Hakkında genel bilgi<br />

edindikleri ülkelerle ülkesinin ekonomik ilişkileri, ülkesinin ekonomik kaynakları<br />

ile diğer ülkelerle yapılan ticarette bu kaynakların yerini ekonomi bilimine<br />

ait konularla keşfedecekleri, ülkeler arası ekonomik ilişkilerin sebep ve<br />

sonuçlarını sorgulama fırsatını da bulacakları” (Milli Eğitim Bakanlığı;<br />

2004:105) söylenmektedir. Bu ifadeye bakılırsa sosyal bilgiler kitap yazarı isterse<br />

örnek ülke olarak Türk Cumhuriyetlerinden birini veya birkaçını seçebilecektir<br />

ancak programın bu konuda bir zorlaması yoktur.<br />

4 ve 5. sınıfta Küresel Bağlantılar öğrenme alanlarında “Uzaktaki Arkadaşlarım”<br />

ve “Hepimizin Dünyası” ünitelerine yer verişmiştir. Bu ünitelerin<br />

kazanımlarına bakılacak olunursa:<br />

4. sınıf “Uzaktaki Arkadaşlarım” ünitesi;<br />

“Dünya üzerinde çeşitli ülkeler olduğunu fark eder.<br />

Görsel materyallerden yararlanarak çeşitli toplumların günlük yaşamlarına ilişkin<br />

çıkarımlarda bulunur.<br />

Kendisi ile başka bir toplumdaki yaşıtlarının günlük yaşamlarını karşılaştırır.<br />

Toplumlar arasında ortak kutlanan özel günlere örnekler verir.” (Milli Eğitim<br />

Bakanlığı; 2004:21)<br />

5. sınıf “Hepimizin Dünyası” ünitesi;<br />

“Dünya çocuklarının ortak yönlerini ve ilgi alanlarını fark eder.<br />

Ülkeler arasında ekonomik alışveriş olduğunu fark eder.<br />

Ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerde iletişim ve ulaşım teknolojisinin etkisini<br />

tartışır.<br />

Çeşitli ülkelerde bulunan ortak miras ögelerine örnekler verir.<br />

Ortak mirasın tanınmasında turizmin yerini fark eder.<br />

Turizmin uluslararası ilişkilerdeki yeri konusunda bakış açısı geliştirir.” (Milli<br />

Eğitim Bakanlığı;2004:36)


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 363<br />

Yukarıda yer alan kazanımlar işlenirken Türk Dünyasından bahsedilebilir.<br />

Ancak doğrudan Türk Dünyası ile ilgili bir kazanım ifadesi yoktur.<br />

6. sınıf Küresel Öğrenme alanı “Ülkemiz ve Dünya” ünitesinde yer alan<br />

3.kazanımda; “Türk Cumhuriyetleri, komşu ve diğer ülkelerle olan kültürel, sosyal,<br />

siyasi ve ekonomik ilişkilerimizi Atatürk’ün milli dış politika anlayışı açısından değerlendirir.”<br />

(Milli Eğitim Bakanlığı;2006:21) ifadesi bu ünitede Türk Cumhuriyetlerinden<br />

bahsedileceğini göstermektedir. 7. sınıfta ünitelerde yer alan kazanımlarda<br />

Türk Cumhuriyetleri ile ilgili bir kazanım ifadesine rastlanılmamıştır.<br />

Şimdi de program kazanımlarına ve amaçlarına uygun olarak hazırlanılan<br />

ders kitaplarına Türk Cumhuriyetleri ile ilgili bir işleniş yapılıp yapılmadığına<br />

bakalım.<br />

B. Sosyal Bilgiler Ders Kitaplarında Türk Dünyası<br />

4. sınıf sosyal bilgiler kitaplarından A Yayınlarına ait kitapta Azerbaycan’a<br />

yer verildiği görülmektedir. Azerbaycan’ı tanıtmaya yönelik bilgiler verilmiş,<br />

Azerbaycan’ın haritası konulmuş, zenginlik kaynaklarından bahsedişmiş ve<br />

Türkiye ile Azerbaycan arasındaki dostluk ve kardeşlik üzerinde durulmuştur<br />

(Kolukısa, Oruç vd. 2005:201,203). Aynı kitapta “Toplumlar arası ortak kutlanan<br />

özel günler işlenirken, Türkmenistan ile ilgili bilgiler verilmiştir. Türkmenistanlı<br />

12 yaşındaki bir öğrencinin ağzından Nevruz kutlamaları hakkında<br />

bilgiler aktarılmıştır. Ayrıca Türkmenistan’ın diğer milli ve dini bayramları<br />

hakkında da bilgiler verildiği görülmektedir (Kolukısa, Oruç vd. 2005:210,211).<br />

Bu bayramlardan Türkiye ile ortak kutlananlar üzerinde de durulmuştur.<br />

6. sınıf sosyal bilgiler kitaplarından A Yayınlarına ait kitapta “Türk Cumhuriyetleri,<br />

komşu ve diğer ülkelerle olan kültürel, sosyal, siyasi ve ekonomik<br />

ilişkilerimizi Atatürk’ün milli dış politika anlayışı açısından değerlendirir”<br />

kazanımını işlerken Türkiye dışında Türklerin yaşadığı ülke ve bölgeler üzerinde<br />

durulmuştur. 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Kırgızistan, Azerbaycan,<br />

Özbekistan, Türkmenistan ve Kazakistan ile ilgili ilişkilerden bahsedilmiştir.<br />

Kitapta konu içine Türk Dünyası haritası verilerek konu pekiştirilmeye çalışılmıştır.<br />

Türk Dünyasının ortak kültürlerinden bahsedilmiştir. Atatürk’ün<br />

Yurtta Barış Dünyada Barış sözü konu ile ilişkilendirilerek işlenmiştir<br />

(Kolukısa, vd. 2006:98,103). Yine aynı ders kitabında 6. sınıfın İpek Yolunda<br />

Türkler ünitesinde ise Nevruz kutlamalarından bahsedildiği ve Türkiye dışındaki<br />

diğer Türk Cumhuriyetlerinden örnekler verilmiştir (Kolukısa<br />

vd;2006:134:137).


364 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Milli Eğitim Bakanlığının hazırladığı 4. 5. ve 6. sınıf sosyal bilgiler kitaplarında<br />

da Türk dünyasına ve Türk Cumhuriyetlerine yönelik işlenişin yapıldığı<br />

görülmektedir. Milli Eğitim Bakanlığının sosyal bilgiler ders kitabında Türk<br />

Cumhuriyetleri dışında Almanya anlatılırken, orada yaşayan Türklerden bahsedilmiştir.<br />

C. Öğrencilerle Yapılan Anket Çalışması<br />

Tablo 1. Araştırmaya Katılan Öğrencilerin Ölçeğe Verdikleri Yanıtların<br />

Seçeneklere Göre Ortalama, Yüzde ve Frekans Dağılımları: (N=129)<br />

İfadeler<br />

1. Türk Cumhuriyetlerinden bir<br />

ülkeye gidip, o ülkedeki kültürel<br />

mirası tanımak isterim.<br />

2. Nevruz kutlamalarını için Türkiye<br />

gelen öğrencilerle tanışmak<br />

isterim.<br />

3. Türk Cumhuriyetlerinde yaşayan<br />

öğrencilerin günlük hayatlarının<br />

nasıl geçtiğini görmek<br />

isterim.<br />

4. Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin<br />

coğrafi konumlarının<br />

önemini açıklayabilirim.<br />

5. Türk Cumhuriyetleri'nin tarihî<br />

ve coğrafyası hakkında bilgi<br />

edinmek için çaba göstermekteyim.<br />

6. Türk Dünyasında meydana<br />

gelen olaylar karşısında kendi<br />

ülkemde olmuş gibi heyecan<br />

duyarım.<br />

7. Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri<br />

arasında siyasi, sosyal,<br />

ekonomik ve kültürel bağlar<br />

geliştirilmelidir.<br />

8. Türk dünyasının ortak değerleri<br />

olan dil, tarih ve kültür bilincinin<br />

gelişmesi için çalışmalar<br />

yapılması gerektiğine inanıyorum.<br />

9. Türk Cumhuriyetleri ile olan<br />

ve Türklerin yaşadığı komşularımızla<br />

olan ilişkilerimizi<br />

Atatürk’ün “Yurtta Barış<br />

Dünyada Barış” ilkesi çerçevesinde<br />

düzenlemeliyiz.<br />

<br />

Evet Kısmen Hayır<br />

f % f % f %<br />

2.93 124 96.1 2 1.6 3 2.3<br />

2.74 101 78.3 19 14.7 7 5.4<br />

2.53 88 68.2 20 15.5 20 15.5<br />

2.23 46 35.7 60 46.5 17 13.2<br />

2.54 77 59.7 39 30.2 9 7.0<br />

2.70 92 71.3 27 20.9 5 3.9<br />

2.77 97 75.2 23 17.8 2 1.6<br />

2.75 95 73.6 24 18.6 3 2.3<br />

2.78 95 73.6 24 18.6 1 0.8


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 365<br />

10. Sosyal Bilgiler ders kitabımızda<br />

komşu ülkelerde yaşayan<br />

Türkler ile ilgili yeterli bilgi<br />

edinemedim.<br />

11. Sosyal Bilgiler ders kitaplarımızda<br />

Türk Dünyası ile ilgili<br />

yeteri kadar işleniş yapılmamıştır.<br />

12. Sosyal Bilgiler ders kitabımızda<br />

Türk Dünyası ile ilgili yeteri<br />

kadar görsele yer verilmemiştir.<br />

13. Türk Dünyasına karşı ilgi duyuyor<br />

musunuz?<br />

2.12 53 41.1 31 24 38 29.5<br />

2.11 44 34.1 46 35.7 30 23.3<br />

2.23 54 41.9 40 31 26 20.2<br />

2.64 90 69.8 19 14.7 12 9.3<br />

2.önermeye 2 (% 1.6), 3. önermeye 1 (% 0.8), 4. önermeye 6 (% 4.7), 5. önermeye<br />

4 (% 3.1), 6. önermeye 5 (% 3.9), 7. önermeye 7 (% 5.4), 8. önermeye 7 (%<br />

5.4), 9. önermeye 9 (% 7), 10. önermeye 7 (% 5.4), 11. önermeye 9 (% 7), 12.<br />

önermeye 9 (% 7), 13. önermeye 8 (% 6.2) öğrenci cevap vermemiştir.<br />

1. önermeye baktığımızda öğrencilerin büyük bir bölümünün Türk Dünyasından<br />

bir ülkeye gidip, o ülkedeki kültürel mirası tanımak istediği görülmektedir.<br />

2. önermeye bakıldığında öğrencilerin önemli bir kısmının ülkemize Nevruz<br />

kutlamalarına gelen öğrencilerle tanışmak istediği görülmektedir.<br />

3.önermeye göre ülkemizdeki öğrencilerin, Türk Dünyasında yaşayan öğrencilerin<br />

günlük hayatlarının nasıl geçtiğini görmek istediklerini söyleyebiliriz, ancak<br />

kararsızların ve hayır diyenlerin oranında % 30’lar civarında olması göz önünde<br />

bulundurulmalı.<br />

4.önermede öğrencilerin Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin coğrafi konumlarının<br />

önemini açıklayabilme durumlarının iyi olmadığı görülmektedir. Öğrencilerin<br />

büyük bir bölümünün karasız ve hayır görüşlerini belirtmesi bu noktadaki eksikliği<br />

göstermektedir.<br />

5.önermede öğrencilerin % 59.7’sinin Türk Cumhuriyetleri'nin tarihî ve coğrafyası<br />

hakkında bilgi edinmek için çaba göstermekte olduğu görülmektedir.<br />

Yaklaşık yüzde kırklık bir oranın bu konuda bir çaba içinde olmadığı ortaya<br />

çıkmaktadır.<br />

6.önermeye göre öğrencilerin % 71.3’ünün Türk Dünyasında meydana gelen<br />

olaylar karşısında kendi ülkesinde olmuş gibi heyecan duyduğu görülmektedir.<br />

Kısmen diyenlerin oranını da eklersek öğrencilerin büyük bir bölümünün Türk<br />

Dünyasında olan olaylar karşısında heyecan duyduğu söylenebilir.


366 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

7.önermede öğrencilerin % 75.2’si Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında siyasi,<br />

sosyal, ekonomik ve kültürel bağlar geliştirilmesi gerektiğini düşünüyor. Sadece<br />

iki öğrencinin hayır görüşü verdiği bu önermede öğrencilerin Türk Cumhuriyetleri<br />

arasındaki bağların kuvvetlenmesine sıcak baktığı söylenebilir.<br />

8.önermeye göre öğrencilerin büyük bir bölümünün Türk dünyasının ortak<br />

değerleri olan dil, tarih ve kültür bilincinin gelişmesi için çalışmalar yapılması gerektiğine<br />

inandığı görülmektedir.<br />

9.önermede öğrenciler Türk Cumhuriyetleri ile olan ve Türklerin yaşadığı<br />

komşularımızla olan ilişkilerimizi Atatürk’ün “Yurtta Barış Dünyada Barış”<br />

ilkesi çerçevesinde düzenlenmesi konusuna çok büyük oranda destek verdikleri<br />

görülmektedir.<br />

10.önermeye baktığımızda öğrencilerin Sosyal Bilgiler ders kitabımızda komşu<br />

ülkelerde yaşayan Türkler ile ilgili yeterli bilgi edinemediği görülmektedir.<br />

Öğrencilerin % 29.5’inin komşu ülkelerde yaşayan Türklerle ilgili bilgiler edinebildiği<br />

görülmektedir.<br />

11.önermede öğrencilerinin % 23.3’ünün dışında kalan öğrenciler Sosyal Bilgiler<br />

ders kitaplarında Türk Dünyası ile ilgili yeteri kadar işleniş yapılmadığını<br />

belirtmişlerdir. Bu oran oldukça önemlidir. 10 ve 11. önermelere göre; ders kitaplarında<br />

Türk dünyasına ve Türk Cumhuriyetlerine yönelik işlenişin yeterince<br />

yapılmadığı söylenmektedir.<br />

12.önermeye göre öğrencilerin % 20.2’sinin dışında kalan kısım Sosyal Bilgiler<br />

ders kitaplarında Türk Dünyası ile ilgili yeteri kadar görsele yer verilmediğini söylemiştir.<br />

13.önermede öğrencilerini büyük bir çoğunluğunun Türk Dünyasına karşı ilgi<br />

duyduğu görülmektedir. Verilen diğer cevaplara bakıldığında da bu durum<br />

açıkça ortaya çıkmaktadır.<br />

D. Öğrencilerin Sorulan Açık Uçlu Sorulara Verdikleri Cevaplar Aşağıdadır.<br />

1. Türk Cumhuriyetlerinden bir ülkeye gidip, o ülkenin kültürünü neden<br />

öğrenmek istediklerini sorduğumda aldığım cevaplar şunlardır:<br />

Bizim kültürümüzle aynı mı, orada teknoloji gelişmiş mi diye merak<br />

ediyorum. Kültürleri bizim kültürümüze benzer mi, değişik mi onu öğrenmek<br />

isterim.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 367<br />

O ülkelere bizim kültürümüzü tanıtmak çok hoşuma gider, hep onların<br />

kültürümü bize geçecek birazda bizim kültürümüz onlara geçsin.<br />

Oraları görürüm bizimkine benziyor mu yoksa bizimkinden değişik mi<br />

diye merak ederim.<br />

Nasıl bir yer olduğunu merak ediyorum. Ülkeleri merak etiğim için ve<br />

o ülkeleri tanımak için gitmek isterim.<br />

Oradaki Türk kültürünü tanıyarak bilgi sahibi olmak isterim. O ülkelerin<br />

kültürel miraslarını görüp, o ülkeyle ilgili bilgi edinirim.<br />

O ülkelerdeki kültürel mirası merak ettiğimden, o ülkelerin güzelliğine<br />

ve içinde yaşayanların dürüstlüğüne bakarım. Geri kendi ülkeme geldiğimde<br />

yakınımdaki kişilere orada gördüklerimi anlatırım. Oraları gidip görmek beni<br />

sevindirir.<br />

Başka kültürleri de başka tarihçileri de görmek isterim. Ülkemizle başka<br />

ülkeleri kıyaslamak için. Oraya gidip oradaki kültürel mirası görmeyi, tanımayı<br />

ve kültürleriyle ilgili bilgi edinmeyi çok isterim. Başka bir ülkenin kültürel<br />

mirasını görmeyi severim. Başka kültürleri tanımak isterim. Başka ülkelerin<br />

kişiliğini, yöresel kıyafetlerini ve eserlerini tanımak isterim. Çünkü başka kültürleri<br />

tanımak görevimizdir. Kendi ülkeme gelen turistler gibi bende başka<br />

ülkelere gidip yeni kültürler görmek istiyorum.<br />

Çünkü orada eskiden bizim atalarımız yaşamış. Onların nasıl yaşadığını<br />

daha iyi öğrenmem için oraları görmem gerekir.<br />

Ben Hindistan’ı gezmeyi çok istiyorum. Orayı çok merak ediyorum.<br />

Kültürel mirasını tanımayı gerçekten isterim. Oraya gidersem onlara ülkemi de<br />

tanıtırım. Yani çok iyi olur.<br />

Çünkü aynı tarihi paylaşmış olduğumuz bir ülkenin kültürel mirasını<br />

tanımak isterim.<br />

Kültürümüzün gelişmesi için. Bir ülkedeki kültürel miras o ülkenin en<br />

önemli hazinesidir.<br />

Ülkemizi daha ileriye götürmek herkese ülkemizi tanıtmak isterim.<br />

Hep kendi bölgemizin kültürünü öğrenmek bize yetmez.<br />

Param gitmeye yetmez.


368 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Öğrencilerin büyük bölümü Türk Cumhuriyetlerini merak ettiğinden dolayı<br />

o ülkelerin kültürlerini öğrenmek istediklerini belirtmiştir.<br />

2. Nevruz kutlamalarını için Türkiye gelen öğrencilerle neden tanışmak<br />

istersiniz sorusuna verilen cevaplar şunlardır:<br />

Onların ülkelerini tanımak ve onlarında bizim Türkiye’miz hakkında<br />

bilgi edinmeleri için. Onların ülkemiz hakkındaki düşüncelerini öğrenirim.<br />

Başka ülkelerden gelen öğrencileri tanımak ve onlarla konuşmak isterim.<br />

Onların ülkesini de tanımak isterim. O insanları tanımak ve kutlamalarını<br />

görmek için. Onları ve kültürlerini tanımak isterim.<br />

Ülkemize gelenlerin yüzünü ve nasıl konuştuğunu öğrenirim. Onların<br />

nevruz kutlamalarındaki coşkularını görmek için. Onların kutlamalarını öğrenmek<br />

isterim.<br />

Çünkü o kişileri merak ediyorum. Giyinme şekillerini, dürüst olup olmadıklarını,<br />

dillerini, nasıl biri olduklarını merak ediyorum.<br />

Onların kültürlerini onlarla konuşarak öğrenmek için, giyinişlerini merak<br />

ettiğim için. Belki onlarla iyi anlaşırız.<br />

Onlara çeşitli sorular sorar, bilgi sahibi olurum.<br />

Onlarla arkadaş olmak isterim.<br />

Onların ülkelerinde nasıl kutlamalar yaptıklarını öğrenip, çevremdeki<br />

insanlara anlatırım, onlarında tartışmalarını söylerim.<br />

Onları ülkemizde gezdirmek ve onlara ülkemizi tanıtmak isterim. Onlara<br />

kültürümüzü öğretmek isterim, misafirperverliğimizi göstermek isterim.<br />

Onlara ülkemizin hoşgörülü olduğunu göstermek isterim. Onların bizim<br />

ülkemize geldiği için anlarım ki bizim ülkemizi seviyorlar.<br />

Ülkemizi sevmelerini sağlarım.<br />

Nevruz kutlamalarında bahar geldi diye bayram yapılıyor ama sonra<br />

bir sürü olay oluyor.<br />

Çünkü onlarla bağlarımızın gelişeceğini düşünüyorum.<br />

Barış için tanışmak isterim.<br />

Ülkelerinde bu kutlamaları yapıp yapmadıklarını ve bundan zevk alıp<br />

almadıklarını öğrenmek isterim.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 369<br />

Ben istesem bile ailemin nasıl karşılayacağını bilemem.<br />

3. Türk Cumhuriyetlerinde yaşayan öğrencilerin günlük hayatlarının nasıl<br />

geçtiğini görmek isteme nedenleri:<br />

Onların nasıl konuştuklarını, nasıl giyindiklerini, bizimle olan farklılıklarını,<br />

eğitim yerlerini, yaptıkları etkinlikleri, okulların alanını ve iklimlerini<br />

merak ediyorum.<br />

Nerede kaldıklarını, nerde yaşadıklarını görmek isterim. Hayatlarını<br />

öğrenmek istiyorum. (Onların yaşamlarını merak ediyorum).<br />

Bizde bu coğrafyada yaşıyoruz, insanların hayatını öğrenip onlara yardım<br />

etmeliyiz.<br />

Çünkü orada atalarımızın torunları var. Onların günlük yaşamını görmek<br />

isterim.<br />

Yaşamlarını görmek bazı örnekler almak için.<br />

Çünkü seyahat etmeyi severim ve onların neler yaptığını görmek ve<br />

örnek almak isterim.<br />

Çünkü onlar Türk’tür. Onun içinde çok çalışmalarını ve bu millete çok<br />

yararlı olmalarını isterim.<br />

Çünkü bir ihtiyaçları varsa karşılamak isterim, kaleme deftere ihtiyacı<br />

varsa veririm.<br />

Onların günlük hayatlarında yaptıkları yanlışları yapmamaya çalışırım.<br />

Öğrenmeme gerek yok.<br />

Onların özel hayatlarına karışmam.<br />

Arkadaşların hayatlarına ve özel hayatlarına girmek istemem.<br />

Günlük hayatlarını öğrenmek istemem.<br />

Çünkü merak etmiyorum<br />

4. Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin coğrafi konumları hakkında söyledikleri:<br />

Öğrenciler bu soruya genelde yanlış cevap vermiştir. Öğrencilerin 57 tanesi<br />

bu soruda Türkiye’nin coğrafi konumunu anlatmıştır. 57 yanlış cevabın 19 tanesi<br />

“Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin coğrafi konumunun önemini açıklayabilirim”<br />

diyen öğrencilere aittir.


370 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Asya kıtasındadırlar.<br />

Tarihteki ilk Türk devletleri genellikle Orta Asya’da kurulmuştur.<br />

Türkiye’nin dışındaki diğer tüm Türk Cumhuriyetleri de Orta Asya’dadır.<br />

(öğrencinin 6.sınıf 3. ünite ile ilgili bilgilerini de kullandığı görülmektedir.)<br />

Üç tarafı denizlerle çevrili ve tarihi yerler vardır.<br />

Onlar birer cumhuriyettir, coğrafi konumları da önemlidir.<br />

Ben bu ülkede yaşıyorum ve nasıl bir ülkede yaşadığımı öğrenmek isterim.<br />

Türkmenistan, Kazakistan, Macaristan gibi bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin<br />

coğrafi konumu Türkiye’ye yakın olmasıdır.<br />

Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan Orta Asya’da Hazar<br />

Denizinin kıyısında bulunuyor. KKTC ise Akdeniz’de bulunan bir adanın<br />

yarısıdır.<br />

Genelde Türkiye’ye komşudur. (Tamamen yanlış bir bilgi ile karşılaşıyoruz.)<br />

Türkiye’nin coğrafi konumu çok güzel bazı ülkeler sırf kış yaşarken,<br />

diğer ülkeler çok sıcak olurken bizim ülkemiz dört mevsimi birden yaşar. (Burada<br />

öğrencinin ya soruyu tam anlayamadığı ya da sadece Türkiye ile ilgili bilgiye<br />

sahip olduğu görülmektedir.)<br />

Marmara, Ege ve Akdeniz kıyılarında olduğu için balıkçılık ve turizm<br />

gelişmiştir. İç Anadolu’da öyle ama yükselti çok fazladır. Mesela Erzurum çok<br />

soğuktur. Doğu ve Güney Doğuda çok gelişmemiştir ve çok soğuktur.<br />

Türkler çok başarılıdırlar, savaşta çok hırslıdırlar.<br />

Türkmenistan dört tarafı karayla kaplıdır. Denizcilik yapılmaz.<br />

Genellikle Asya’dadır. Verimli topraklara sahiplerdir. Hammaddesi<br />

fazladır.<br />

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye’ye komşu bir devlettir. Aynı<br />

şekilde Özbekistan, Kazakistan, gibi devletlerde komşu devlettir. Amerika ve<br />

Yunanistan komşu değildir.<br />

Ekvator’a yakın.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 371<br />

Sadece bizim adımızı taşıyorlar ama biz onlara karışmıyoruz.<br />

Azerbaycan bağımsız bir Türk devletidir, Türkiye’ye yakın bir devlettir.<br />

Hiçbir bilgim yok.<br />

Hiçbir şey söylemek istemem.<br />

Kendi ülkemi biliyorum ama diğer ülkeler hakkında bilgim olmadığı<br />

için bir şey söyleyemem<br />

Pek fazla bilmediğim için bir şey söyleyemeyeceğim<br />

Coğrafi konumları öğrenmediğim için bir şey söyleyemem.<br />

Bu konuda bir şey söylemek istemiyorum.<br />

Gerek görmüyorum.<br />

Türk Cumhuriyetlerinin coğrafi yerlerini ve konumlarını pek bilmediğin<br />

için kısmen diyorum.<br />

Karıştırıyorum.<br />

5. Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında siyasi, sosyal, ekonomik ve<br />

kültürel bağlar geliştirilmesinin gerekçeleri hakkında söylenenler:<br />

Türkiye’yi daha iyi öğrenmek için. Türk Cumhuriyetleri ile sosyal, ekonomik<br />

ve kültürel bağların geliştirmek için.<br />

Çünkü onlarda Türk’tür. Onlarda Türk olduğu için ekonominin gelişmesi<br />

önemlidir. Biz kardeşiz aynı tarihi paylaşıyoruz. Bu bağlar geliştirilmelidir.<br />

Çünkü hepimiz Türk’üz. Çünkü Türkler gelişmeli. Sebebi; nede olsa Türk<br />

Türk’ün kardeşidir. Çünkü onlar bizim ağabeylerimizdir, kardeşlerimizdir. Bizler<br />

bir arada olmalıyız ve gelişmeliyiz. Çünkü biz aynı ırktanız.<br />

Bir savaş olduğunda bir araya gelerek savaşırız.<br />

Aramızda siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel bağlar gelişirse birlik ve<br />

beraberlik olur. Ülkeler arasında dayanışma ve hoşgörü oluşur.<br />

Çünkü ülkemizle ülkeler arasında ki ilişkiler çok gelişmemiştir. Çünkü<br />

ilişkiler çok gelişmemiştir. Ülkeler arası bağlar ne kadar güçlü olursa o zaman<br />

kültürel ve diğer ekonomik alanlardaki ilişkilerimizde gelişir.<br />

Türkiye bence zor duruma düşerse en çok yardımı Türk Cumhuriyetlerinden<br />

alır. Şimdi de onların gelişmesi için yardım etmeli, bağları geliştirmelidir.


372 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Geliştirilmelidir. Çünkü bu bağlar gelişmezse belki bizler zayıflayabiliriz.<br />

Çünkü diğer ülkelere göre daha çok gelişmeliyiz, açıkçası pek gelişmedik.<br />

Ticaret yapılabilir, para kazanılır. İthalat ihracat olur, bağlar gelişir.<br />

Öğrenciler genelde sosyal, kültürel ve ekonomik bağların geliştirilmesinin<br />

faydalı olacağını düşündükleri görülmektedir.<br />

6. Türk dünyasının ortak değerleri olan dil, tarih ve kültür bilincinin gelişmesi<br />

için çalışmalar yapılması gerekliliği hakkında görüşler:<br />

Gelişmenin olmasını isterim. Türk Dünyasının ortak değerleri olan dil,<br />

tarih ve kültür geliştirilmelidir.<br />

Bu bilinçler geliştirilmemiştir. Tanınmış bir ülke olmak için bu alandaki<br />

ilişkiler geliştirilmelidir.<br />

Çünkü Türkçe her ülkede hatta her yörede farklı şive ile konuşuluyor.<br />

Kültürel mirasımıza sahip çıkılmıyor, gün geçtikçe onları kaybediyoruz.<br />

Diğer ülkelere göre üstün olmamız gerektiği için.<br />

Aramızda anlaşmazlıklar olmaması ve kardeşçe yaşamak için.<br />

Çünkü onların unutulmaması için, bir devletin bütün tarihi, dili, kültürü<br />

ön planda olmalıdır.<br />

Türk Cumhuriyetlerinde Türkçe öğretmek için eğitim veriliyor.<br />

Bu çalışmalar yapılırsa ülkeler ayakta kalır.<br />

Çalışmalar yapılırsa ülkeler daha çok gelişir, zenginleşir ve turist açısından<br />

ilgi duyar.<br />

Gerçek benliğimizi kaybetmemiş oluruz.<br />

7. Türk Cumhuriyetleri ve Türklerin yaşadığı komşularımızla olan ilişkilerimizi<br />

Atatürk’ün “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkesi çerçevesinde düzenleme<br />

nedenleri hakkında görüşler:<br />

Çünkü barış dünyada en gerekli şeydir. İletişim kurmak içinde gereklidir.<br />

Barış dünyaya birlik ve beraberlik getirir. Çünkü herkes barış içinde olursa<br />

dünyada kötülük olmaz, küslük olmaz herkes huzurlu yaşar.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 373<br />

Atatürk’te komşu ülkelerimizle birlik ve beraberlik içinde olmamızı istemiştir.<br />

Kavgalar olmasın diye bütün dünyanın barış içinde olması gerekir.<br />

Çünkü barış çok önemlidir. Barış yoksa savaşlar oluyor. Eğer barış<br />

olursa savaş olmaz. Ülkeler arası bağ gelişir. Ülkeler arası iletişim olur. Diğer<br />

ülkelerle barışık olmalıyız. Çünkü ülkeler barışla gelişebilir. Barışı sağlamak<br />

için. Herkes barış içinde yaşamalı.<br />

Her ülke ile barışık olmalıyız. Diğer ülkelerle aramız iyi olursa ülkemiz<br />

açısından daha iyi olur. Ülkelerin hep barış içinde yaşamasını isterim. Diğer<br />

ülkelerle de kardeşlik bağlarımız gelişebilir.<br />

Türkler, herkesle barış içinde yaşar, herkesten yardım alır. Düşmanı<br />

olmadığından hep gelişir.<br />

Çünkü onlarda insan, onlarda Türk’tür. Çünkü tüm Türk Türkler kardeştir.<br />

Kim ölmeyi ister ki?<br />

Herkes bayrağımıza saygı duysun.<br />

Atatürk’ü seviyorum, diğer insanlarda seviyor.<br />

İnsanlar birbirine küsmemeli Atatürk’te insanların birbirine küsmelerini<br />

istemezdi.<br />

Öğrencilerin verdikleri cevaplar göre, Atatürk’ün “Yurtta Barış Dünyada<br />

Barış” ilkesinin önemini kavradıkları söylenebilir.<br />

8. Öğrencilerin Türk Dünyasına karşı ilgi duyma nedenleri:<br />

Çünkü dünyada birçok Türk var.<br />

Türk Dünyasını öğrenmeliyiz. Tarihte ne yaşadıklarını bilirsek Türklere<br />

yardım edip etmediklerini öğreniriz.<br />

Türkiye dışında ki diğer ülkelere karşı merakım var. Çünkü onlarda<br />

Türk’tür. Onlarda bizim kanımızı taşıyor. Çünkü hepimiz Türk’üz ve doğal olarak<br />

ilgili duyuyoruz. Bende bir Türk’üm Türklerin geçmişini tanımak isterim.<br />

Onlarda bizim gibi Türk onlara çok ilgi duyuyorum. Türk dünyası Türkler için<br />

çok hem de çok önemlidir.<br />

Türk Dünyasını çok iyi öğrenmeliyiz. Çünkü onlarda bizden(içimizden).<br />

Ekonomik yönden bilgi edinmek istiyorum.


374 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Çünkü Türkler hoşgörülüdür. Türkler her şeyin iyisini bilir.<br />

Türk Dünyasından başka ülkeler benim ilgimi çekmiyor.<br />

Türkler eskiden beri çok yerlere sahipti, buralarda Türkler farklı ırklardan<br />

olsa da hala çok fazladır. (Türkleri farklı bir ırk olarak ayırıyor. Öğrencinin<br />

devlet kavramıyla ırk kavramını karıştırdığı görülmektedir.)<br />

İlgi duymuyorum, Türkiye’de yaşadığım için merak etmiyorum. Çünkü<br />

meraklı değilim.<br />

Öğrencilerin ifadelerine göre, onların Türk Dünyasına karşı ilgi duymalarındaki<br />

en büyük neden “Türklük” bilincinden gelmektedir.<br />

9. Türk Dünyası ile ilgili söylemek istedikleri başka düşünceler: Genellikle<br />

bu bölüm boş bırakılmış veya öğrencilerin büyük bir bölümü “Yok” yazmıştır.<br />

Ancak azda olsa görüş bildiren öğrencilerde vardır. Bu görüşler:<br />

“Türk Cumhuriyetlerinin çok iyi tanınması ve bilinmesi gerekir.<br />

Hepimiz Türk’üz, Türk kalacağız.<br />

Çok çalışmalıyız, ülkemizi dış baskılardan kurtarmalıyız” cevapları etrafında<br />

toplanmıştır.<br />

Sonuç<br />

Köklü bir geçmişe sahip Türkiye Cumhuriyeti büyük devlet olma bilinciyle<br />

hareket etmelidir. Bulunduğu coğrafyada ve dünyada sözü geçer bir konumda<br />

olmak zorundadır. Bölgesinde meydana gelen ve meydana gelebilecek<br />

olayları iyi takip etmeli, Orta Asya’da kurulan Türk devletleriyle birlikte Türkiye’nin<br />

önüne çıkan tarihi imkânları değerlendirmelidir ve dünya milletleri<br />

arasında hak ettiği yeri alması için Türk Dünyasıyla ilişkilerin daha faydalı<br />

şekilde gelişmesini sağlamalıdır.<br />

Sosyal bilgiler ve tarih öğretmenlerine bu süreçte düşen en önemli görevlerin<br />

başında ise tarih bilincini öğrencilere kazandırırken, öz benliğini kaybetmemiş, her<br />

zaman gelişmeye açık nesiller yetiştirmeye çalışmak olmalıdır.<br />

Yapılan bu çalışmada programla, ders kitaplarıyla ve öğrenci görüşleri ile ilgili<br />

şu sonuçlar elde edilmiştir:<br />

Sosyal bilgiler dersi 4.-7. sınıf müfredatında Türk Cumhuriyetleri ve Türk<br />

Dünyası ile ilgili olarak doğrudan 6. sınıfta bir kazanıma yer verildiği görülmektedir.<br />

4 ve 5. sınıfın 8. ünitelerinde yer alan kazanımlar işlenirken Türk


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 375<br />

Cumhuriyetlerinin işlenme ihtimali vardır. Ders kitaplarına bakıldığında ise 4. ve<br />

5. sınıf kitaplarının 8. ünitelerinde Türk Cumhuriyetleri genellikle işlenmiştir. 6.<br />

sınıf sosyal bilgiler kitabında ise program kazanımı gereği Türk Cumhuriyetlerinin<br />

işlendiği görülmektedir.<br />

Ancak ankete katılan 7. sınıf öğrencilerinin geçen yıl 6. sınıfta ilgili konuları işlediği<br />

halde Türk Cumhuriyetleri ile ilgili yeterli bilgiye sahip olamadığı görülmüştür.<br />

Öğrenciler ders kitabında “Komşu ülkelerde yaşayan Türkler ile ilgili yeterli<br />

bilgi edinemediği, Türk Dünyası ile ilgili yeteri kadar işleniş yapılmadığı ve Türk<br />

Dünyası ile ilgili yeteri kadar görsele yer verilmediğini” belirtmişlerdir.<br />

Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin coğrafi konumları ve Türk Dünyasının durumu<br />

hakkında doğru bilgiye sahip olan öğrenci sayısı oldukça azdır. Bu durum<br />

Safran (2006)’ın da belirttiği gibi, öğrencilerimize gerekli bir takım bilgileri istediğimiz<br />

ölçüde veremediğimizi göstermektedir. Bu konuda yapmamız gereken pek<br />

çok iş vardır. İlköğretim ve lise kitaplarında “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Türk<br />

Cumhuriyetleri, Türk Dünyası” kavramları yer almaktadır. Hiçbir kitapta bu kavramların<br />

açık tanımları yapılmamış, öğrencilerin bu kavramları anlayabilmesi konudan<br />

çıkarılacak sonuçlara bırakılmamalıdır. Öğretmen yetiştiren kurumlar, Türk<br />

Dünyasını tam anlamıyla kavratabilecek mahiyette derslere programlarında yer<br />

vermeli, sosyal bilgiler ve tarih öğretmenleri imkânları ölçüsünde bu konularla ilgili<br />

bilgi düzeylerini güncellemelidirler.<br />

Ders kitaplarında Türk Cumhuriyetlerinden bahsedilmesine karşın komşu ülkelerde<br />

yaşayan Türklerle ilgili örneğin; Yunanistan’da Batı Trakya Türkleri, Irakta<br />

Kerkük, Musul, Erbil ve diğer yerlerde yaşayan Türkmenler, İran, Bulgaristan’da<br />

ve Suriye’de yaşayan Türklerle ilgili işleniş olmadığı görülmektedir. Ders kitaplarında<br />

sadece bağımsız Türk devletlerinden bahsedilmemesi genel olarak Türk dünyasından<br />

bahsedilmesi daha faydalı olacaktır. Türkiye’de ve Türk Dünyasında okutulacak<br />

tarih kitaplarında ortak milli benliği oluşturacak ifadeler ve işleyişler yapılmalıdır.<br />

Türk Cumhuriyetleri ve Türk Dünyasına yönelik işlenişe ve görsel materyallere<br />

daha fazla yer verilmelidir. Bilgilere ek olarak konular görsel açıdan da<br />

zenginleştirilmelidir. Çünkü Türk Dünyasına karşı öğrencilerin ilgili olduğu<br />

görülmektedir. Gerekirse derste öğretmenlerin konuları işlerken Türk Dünyasını<br />

tanıtıcı film ve belgeselleri öğrencilere izletmesinde fayda olacaktır.<br />

Anket çalışması ve açık uçlu sorulara göre;


376 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Ankete katılan öğrenciler en fazla “Türk Cumhuriyetlerinden bir ülkeye gidip,<br />

o ülkedeki kültürel mirası tanımak isterim” maddesine katılım gösterirken, en az<br />

katılımı “Sosyal Bilgiler ders kitaplarımızda Türk Dünyası ile ilgili yeteri kadar<br />

işleniş yapılmamıştır” maddesine yapmıştır.<br />

Öğrenciler verdikleri cevaplara göre, Türk dünyasına karşı genelde meraklı<br />

oldukları, Türk Cumhuriyetlerinden bir ülkeye gidip, o ülkenin kültürünü öğrenmek<br />

istedikleri görülmektedir. Öğrencilerin Türk Cumhuriyetlerinin kültürünü<br />

bilmek, tanımak ve öğrenmek amacında olduğu söylenebilir.<br />

Başka ülkelerden ülkemize gelen öğrencilerle tanışma ve konuşma isteğinin<br />

fazla olduğu görülüyor. O öğrencilerin kültürlerini öğrenmek ve kendi kültürümüzü<br />

onlara anlatma isteği önemli oranda öğrenci cevapları arasındadır.<br />

Öğrencilerin büyük bir bölümünün Türk Cumhuriyetleri ve Türk Dünyasının<br />

coğrafi, konumu ile ilgili yeterli bilgiye sahip olmadıkları görülmüştür. Öğrencilerin<br />

verdikleri cevaplara bakılırsa öğrencilerin bırakın Türk Cumhuriyetlerinin<br />

coğrafi konumunu bilmesini, Türkiye’nin bile coğrafi yapısını bilmediği<br />

anlaşılmaktadır.<br />

Öğrenciler Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye arasındaki siyasi, sosyal, ekonomik<br />

ve kültürel bağlar geliştirilmesini istemektedirler. Öğrenciler Türk dünyasının<br />

ortak değerleri olan dil, tarih ve kültür bilincinin gelişmesi için çalışmalar<br />

yapılması gerekliliğine inanmaktadırlar.<br />

Öğrenciler barışın önemli olduğunu düşünüyor ve huzurlu bir şekilde yaşamak<br />

için, kavgaların olmamasını barışın olmasını istiyorlar. Bu soruya anket<br />

kısmında da sadece bir öğrencinin hayır cevabı verdiği düşünülürse öğrencilerin<br />

barış konusunda çok duyarlı olduğu söylenebilir.<br />

Öğrencilerin Türk Dünyasına karşı meraklarının olduğu görülmektedir.<br />

Unutmamalıyız ki; modern dünyada güçlü, her alanda sözü dinlenir bir<br />

devlet olarak yer almak istiyorsak Türk Cumhuriyetleri ile de iyi ilişkiler geliştirmek<br />

ve her alanda çalışmalar yapmak zorundayız. Kendinden olanla bile<br />

anlaşamayan bir devlet, başka devletlerle nasıl anlaşabilir? diye düşündürtmememiz<br />

lazım. Yetişen yeni neslin Türk Cumhuriyetlerini bilmesi, tanıması<br />

ve bu ülkelerde de Türkiye’yi kardeş gören, seven ve sayan insanlar olduğunu<br />

bilmesi gerekir. ©


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 377<br />

KAYNAKLAR<br />

Behar, B.E. (1994). Azerbaycan Özbekistan ve Türkmenistan’da Eğitim ve Kültür<br />

Politikaları “Bağımsızlığın İlk Yılları” (Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan,<br />

Özbekistan, Türkmenistan) Ankara: TC. Kültür Bakanlığı Yayınları.<br />

Hayit, B. (1995). Türkistan Devletlerinin Milli Mücadeleleri Tarihi, Ankara: Türk Tarih<br />

Kurumu Yayınları.<br />

Kolukısa, E. A. Oruç Ş. vd.(2005). Sosyal Bilgiler Ders Kitabı 4, Ankara: A Yayınları.<br />

Kolukısa, E. A., vd.(2006). Sosyal Bilgiler Ders Kitabı 6, Ankara: A Yayınları.<br />

Memiş, E., Köstüklü N. (2005).Yeni ve Yakınçağda Türk Dünyası, Konya: Çizgi<br />

Kitabevi.<br />

Milli Eğitim Bakanlığı (2005). Sosyal Bilgiler Ders Kitabı (4-5), İstanbul: Milli Eğitim<br />

Bakanlığı Yayınları.<br />

Milli Eğitim Bakanlığı (2006). Sosyal Bilgiler Ders Kitabı 6, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı<br />

Yayınları.<br />

Özdoğan, G. G. (1994). Sovyetler Birliğinden Bağımsız Devletlere: Uluslaşmanın<br />

Dinamikleri “Bağımsızlığın İlk Yılları” Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan,<br />

Özbekistan, Türkmenistan) Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları.<br />

Safran, M. (2006). Ders Kitaplarımızdaki “Türk Dünyası” Konularına İlişkin Bir Çalışma:<br />

Tarih Eğitimi Makale ve Bildiriler, Ankara: Gazi Kitabevi.<br />

Saray, M. (1999). Yeni Türk Cumhuriyetleri Tarihi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.<br />

Sosyal Bilgiler Dersi 4–5. Sınıflar Öğretim Programı ve Kılavuzu, (2005). İstanbul:<br />

Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.<br />

Sosyal Bilgiler Dersi 6–7. Sınıflar Öğretim Programı ve Kılavuzu, (2005). İstanbul:<br />

Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 379<br />

Biçim ve Usûl Açısından<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin Kârları<br />

Abdülkâdir Merâgî’s “Kâr”s In Terms Of Style And Pattern<br />

Sibel KARAMAN *<br />

Yusuf AKBULUT **<br />

ÖZET<br />

Türk müziğinin en büyük din dışı beste formlarından biri olan “kâr”ın, en güzel örnekleri ilk<br />

büyük Türk bestekârı ve nazariyatçısı Abdülkâdir Merâgî’ye aittir. Kendinden sonra gelen<br />

“kâr” formu bestecilerini de etkilemiş olan bu büyük bestekârın toplam 10 adet “kâr”ı<br />

bulunmaktadır.<br />

“Kâr” formunun Merâgî’ye ait ilk örneklerinin biçim, usûl açısından nasıl bir dağılım gösterdiği<br />

mevcut notalardan incelenip, sunulmuştur.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Türk Müziği, Abdülkâdir Merâgî, Usûl-Aruz Vezni İlişkisi, Kâr, Şekil, Biçim.<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

The most beautiful examples of “kâr” one of the biggest non-religious melody forms in Turkish<br />

Music belong to Turkish composer and theorist Abdülkâdir Merâgî. This great composer who<br />

had a great influence on the succeeding “kâr” composers has totally 10 “kâr”s.<br />

The first examples of the “kâr” form belonging to Merâgî have been examined and presented<br />

how they are situated in terms of style and pattern.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Turkish Music, Abdülkâdir Merâgî, The relationship between meter and Aruz-Pattern. Kâr,<br />

Shape, Style.<br />

*<br />

Öğr. Gör. <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı.<br />

**<br />

Prof. Dr. <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Öğretim<br />

Üyesi.


380 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

<br />

GİRİŞ<br />

Günümüz dünyasında bir topluma ulus olma hakkını veren en önemli, belki<br />

de tek sosyolojik olgu kültürdür. (Akbulut, 1997: 9) Bu anlamda Türk ulusu,<br />

Türk kültürü olduğu için vardır. Türk ulusunun varlığını sürdürebilmesi ancak<br />

ve ancak kendisine ulus olma hakkını veren Türk kültürünün muhafaza edilmesi,<br />

geliştirilmesi ve yaşatılmasıyla mümkündür. Hangi türden olursa olsun,<br />

en başta gelen “ulusal kimlik belgelerimiz” den birisi de Türk müziğidir (Akbulut,<br />

2000: 95). Türk müziği tarihsel süreçte “Klasik Türk Müziği”, “Türk Halk<br />

Müziği”, “Türk Tasavvuf Müziği” ve “Mehter Müziği” gibi farklı kollara ayrılmış,<br />

her bir kol kendi yolunda yürüyerek bu günlere ulaşmıştır. Bu son derece<br />

doğal bir sosyolojik gerçektir.<br />

Türk kültürünün bir alt orijini olan “Klasik Türk Müziği” nde en eski ve<br />

sanatlı sözlü müzik formu olan “kâr” formunun 500 yıla yaklaşan bir geçmişi<br />

vardır. Klasik öncesi döneme ait kâr formundaki eserler, Türk müziği geleneğinin<br />

ilk örneklerindendir. İncelemeler sonucu anlaşılmıştır ki “kâr” formunun en<br />

önemli bestekârları Abdülkâdir Merâgî, Itri, Sadullah Ağa ve Dede Efendi’dir.<br />

Hiç şüphesiz Türk müziğinin en büyük din dışı beste formlarından biri olan<br />

“kâr formu” bu örneklerden sonra belirginleşmiş ve biçimselleşmiştir.<br />

“Kâr”larda kullanılan güftelerin genellikle “Farsça” olduğu dikkatten kaçmamaktadır.<br />

Bu durum en eski “kâr” bestecilerimizden Abdülkâdir Merâgî’nin<br />

Farsça güfteler kullanmasından kaynaklanmaktadır.<br />

Bu çalışma ile Türk müziğinin ilk ve en önemli bestekârlarından<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin “kâr” formundaki eserlerinin analizi, yani “Kâr formu”<br />

nun ilk örneklerinin biçim ve usûl açısından incelenerek taşıdığı özelliklerin<br />

ortaya konulması sağlanmıştır.<br />

Araştırmanın yöntemi<br />

Öncelikle Abdülkâdir Merâgî’ye ait “kâr” formundaki eserlerin notaları -<br />

farklı nüshaları ile birlikte- bir araya getirilmiştir. Bir araya getirilen bu eserler,<br />

karşılaştırmalı olarak dikkatle incelenmiş ve elden geldiğince düzeltilerek bilgisayar<br />

ortamında “Finale” programında yeniden yazılmıştır. Eserlerin güfteleri<br />

incelenerek vezinleri tespit edilmiş, açıklamaları yapılmış ve yanlışlıklar mümkün<br />

mertebe düzeltilmiştir. Besteler biçimsel açıdan incelenmiş hem notaların<br />

üzerinde hem de tablo halinde gösterilmiştir. Eserlerin usûl-aruz-vezin üçlüsü


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 381<br />

açısından incelenmesi aşamasında ise güftelerdeki hecelerin dağılımının daha<br />

kolay anlaşılabilmesi amacı ile eserlerde kullanılan usûlün velvelesi göz önünde<br />

bulundurulmuştur. Mısra içerisindeki her hece bu darplara yerleştirilmiştir.<br />

Velveleler bilgisayar ortamında “Finale” programında üç çizgi üzerinde yazılmış<br />

ve eserlerin güftesi velveleye nota değerlerine göre dağıtılmıştır.<br />

1. ABDÜLKÂDİR MERÂGÎ’NİN HAYATI<br />

“Yerli ve yabancı kaynaklarda Farabi ve İbni Sina birinci ve ikinci üstad sayıldıkları<br />

için Üstad-ı Salis, Meragalı Abdülkâdir, İbni Gaybî, Hoca Abdülkâdir,<br />

Meragalı olarak anılan bu ünlü Türk bilgin ve Musikişinası Azerbeycan’ın<br />

Meraga şehrinde doğdu. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir, verilen<br />

tarihler tahminlere dayanır ve 1353 ile 1360 arasında değişir (Özalp, 1986, s.<br />

128), Rauf Yekta Bey’in Esâtiz-i Elhân adlı kitabında “VIII. Kûrun-ı Hicrî<br />

Evâsıtında” (Hicrî VIII yüz yıl ortalarında) diye yazmaktadır (Aksüt, 1993: 15).”<br />

“Çok ilgi çekici ve fırtınalı bir hayat sürmüştür, hayat hikâyesinin büyük<br />

bir bölümü biliniyor. Eserlerini, yüzyıllarca ilim ve sanat dili olarak kullanılan<br />

Arapça ve İran dillerinde yazdığı için Batılı araştırmacılar bu Azerbaycanlı<br />

Türk’ü İranlı bir musiki nazariyatçısı olarak kabul etmişlerdir (Özalp, 1986:<br />

128).”<br />

“Bu büyük musiki bilginimiz hakkında ilk ciddî yayını Rauf Yekta Bey<br />

yapmıştır. Babası çağının bilginlerinden Gıyaseddin Gaybîdir. (Özalp, 1986,<br />

s.128).” Gıyâsüddîn-i Gaybî’nin lakabının menşei bilinmiyor. (Öztuna, 1987, s.<br />

7) Babasından söz ederken "Bir çok ilim dalında üstün bilgisi vardı; bilhassa<br />

Musikinin pratik ve teorik dallarında üstad idi" dediğine göre temel bilgileri ve<br />

Musikiyi babasından öğrendiği kesindir (Özalp, 1986: 128).”<br />

“Abdülkâdir’in çocukluk çağına ait bilgiler de yine kendi kitaplarındaki<br />

ifadelerle sınırlı kalıyor. Babasının, yetişmesi için tam bir özen ve söze sığmayacak<br />

şefkat gösterdiğini, musikide onun “mübarek himmetleriyle” ulaştığı derecenin,<br />

bilgi, maharet ve gücün, tüm insanlarca açıkça görülebilir bir hale geldiğini<br />

söyleyen Abdülkâdir, İbn-i Gıyâseddin Gaybî’nin onu musiki alanında yetiştirmesinin<br />

amacını ise “Kur’ân’ı ezberlemem, gerekli nağmeleri belleyerek,<br />

beğenilen ezgilerle okumayı öğrenmem” şeklinde hikâye eder (Bardakçı, 1986:<br />

21).”<br />

“Babasının ölümünden sonra Tebriz'e geldi. Daha sonra İlhanlılar'ın hizmetine<br />

girerek önce üçüncü hükümdar sultan Hüseyin'e sonra 1380 yılında<br />

Ahmed Celâyerî'ye nedim oldu. Döneminin tanınmış Musikişinası Rızaeddin


382 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Rıdvan Şah'ın düzenlediği bir Musiki yarışmasını kazanmış olması bu yıllarda<br />

ününün yaygınlaşmış bir Musikişinas olduğunu ispatlar (Özalp, 1986: 128).”<br />

“1386 yılında Timur'un Azerbeycan'ı istilâ etmesi sonucu Ahmed Celâyerî<br />

Bağdat'a kaçmış; "yâr-ı aziz" dediği Hocayı da yanında götürmüştü. Bağdat'ın<br />

Timur'un eline geçmesiyle Sultan Ahmed, Yıldırım Beyazıd'a sığındı; Meragalı<br />

da Timur'un eline düştü. Timur, bir çok ilim ve sanat adamı gibi onu da<br />

Semerkant'a gönderdi; 1397 yılında bu sarayda hizmet gördüğü biliniyor.<br />

1399'da Timur'un akıl hastası oğlu Miranşah'ın (öl.1400) nedimleri arasındaydı.<br />

Bu nedimler arasında Meragalı'dan başka Kudbeddin-i Nayî, Habib-i Udî,<br />

Ardeşir-i Çengî gibi ünlü Musikişinaslar da bulunuyordu. Oğlunun anormal<br />

davranışlarına çevresindeki insanların neden olduğu düşüncesine kapılan Timur<br />

bunların çoğunu öldürtmüştü. Canını güçlükle kurtaran Abdülkâdir derviş<br />

kılığına girdi ve Semerkant'tan kaçarak Bağdat'a geldi. Eski efendisinin<br />

hizmetine girdiyse de bu uzun sürmedi. 1401 yılında Bağdat yeniden alınınca<br />

bir süre saklanan Merâgî bir rastlantı sonucu Timur'la yüz yüze geldi. Hiddetlenen<br />

imparator hiç tereddüt etmeden idamını emretti. O anda Meragalı<br />

Kur'an-ı Kerîm'den bir sûreyi ezberinden ve çok duygulu bir şekilde okuyunca<br />

bağışlandı. Böylece eski saygınlığı geri verilerek bir süre Timur'la dolaştı. Hindistan<br />

seferi sırasında Semerkant'a gitmek için Timur'dan izin istedi. Arzını kabul<br />

eden Timur kendisine bir de yazılı nişan verilmesini emretmişti. Bu nişanın<br />

bizzat Timur tarafından dikte ettirildiğini tarihi kaynaklar belgelemektedir<br />

(Özalp, 1986: 129).”<br />

“Kesin bir kanıt olmamakla birlikte 1421 tarihinde Bursa'ya gelerek Sultan<br />

II. Murad'a eserini sunduğu, sonra Semerkant'a geri döndüğü ileri sürülür. Timur'un<br />

ölümünden sonra oğlu Muinüddin Şah'a intisab etti ve bunun torunu<br />

Halil Mirza'dan himaye gördü, Şahrûh'un sarayında bulundu. Şahrûh taht şehrini<br />

Herat'a nakledince buraya geldi ve 1435'te Herat'ta veba hastalığından öldü<br />

(Özalp, 1986: 129).”<br />

1.1. Sanatı<br />

“Anadili Türkçe'den başka Arapça ve Farsça'yı iyi bilirdi; bestekâr, hanende,<br />

nazariyatçı, şâir, ressam, hâfız ve hattattı. Musiki sanatımızı modern bir fizikçi<br />

gibi düşünmüş, incelemiş ve bir çok kapalı noktalarını açıklamıştır.<br />

Meragalı'nın düşünce ve sezişlerini takdir eden ve kendisinden beş yüz yıl sonra<br />

yaşayan Helmholtz, "Fiziologie der Tonemphfindungen" adındaki büyük<br />

eserinde Hoca'nın bütün eserlerini okuduğunu, derinlemesine inceleyerek çok<br />

yararlandığını söyler.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 383<br />

Kıessewetter, Türk Musikisi açısından hatalarla dolu olan eserini,<br />

Hammer'in Abdülkâdir'den çevirdiği önemli notları esas alarak yazmıştır.<br />

Eserlerinde Musikinin pratik ve teorik yönlerini toplamış, bütün bunları fiziksel<br />

olaylara ve fizik yasalarına dayanarak deneysel bir düşünce doğrultusunda<br />

açıklamıştır. Nitekim, Câmiü'l-Elhan adındaki kitabının önsözünde Musikinin<br />

"Erkân-ı Riyâziye"den bir rükün ve Eczâ-i Hikmet'ten bir cüzüv" olduğunu<br />

söyler. Eskilerin Musikiyi Astroloji'ye bağladığı, bu sanatın "İlm-i<br />

Nucûm"dan sayıldığı bir dönemde, adı geçen kitabında Musikiyi şu fasıllara<br />

ayırarak incelemesi bunu ispatlar.<br />

I. Bölüm: Sesin tarifi, Ezginin tarifi, Ses ve ezginin kulağa gelmesi, Pestlik<br />

ve tizlik.<br />

II. Bölüm: Aralıkların oranı, Aralıkların birbirinden farkı, Aralıkların birbiri<br />

ile ilgisi, Kulağa hoş gelmeyen seslerin nedenleri.<br />

Musikideki bu derece ustalığından dolayı kendinden söz eden bütün yazar<br />

ve araştırmacılar, "Geçmiş zamanları yücelten bir kimse" ya da "Musiki nazariyatında<br />

en yetkili kişi" gibi sıfatları kullanmışlardır. Eserlerini, kendinden önce<br />

yazılmış olanları inceleyerek ve bunların arasındaki çelişkileri, bu çelişkilerin<br />

nedenlerini açıklayarak yazmış ve bunları gidermeye çalışmıştır. Meselâ Şirazlı<br />

Kudbeddin'in Musikiden söz eden ansiklopedik eserinde, Farabi ve Safiyüddin<br />

hakkındaki itirazlara, eleştirilere bilimsel ve teknik kanıtlarla karşılık verir.<br />

Kudbeddin'in bu hatalarını, amelî yönden eksik olmasına bağlar. Bir gün bir<br />

toplantıda, o yılların sayılı Musiki bilginlerinden Nasrullah Kâri elinde bir kitapla<br />

içeri girer ve Hoca kitabın konusunu kendisine sorar. Nasrullah ise<br />

"Safiyüddin'in Kitabü'l-Edvar'ına bir açıklama yazdım. Sizden eleştirisini ve<br />

düzeltilmesini rica ediyorum" der. Kitabı eline alarak bir göz gezdiren Hoca,<br />

düzelmesi gereken noktaları o anda söyleyerek bulunanları hayran eder (Özalp,<br />

1986: 129).”<br />

“Meragalı'nın en çok etkisinde kaldığı kimse Farabi olmuştur. Pitagoras'ın<br />

Musiki ile ilgili fikirlerini Farabi'den iktibas ederken, Yunanca bilmediği için<br />

yanılgılara düşmüştür. Gerçekten de Yunanca asıllı Musiki deyimleri Türk Musikisinin<br />

yapısına uymadığı gibi yararlı da olmamıştır. H. Sâdeddin Arel bu<br />

konuyu şöyle açıklıyor: ". . . Bu isimlerle onların tariflerini, Farabi'den sonra<br />

gelen nazariyatçılardan ancak bir kaçı iktibas etmiştir. Fakat, sanırım ki iş işten<br />

geçtikten sonra onlar da pişman olmuşlardır. Çünki isimlerin de, tariflerinin de<br />

kitaplarda konu edilen Musikiye bir faydası olmadığı gibi iktibas eden yazarların<br />

bunları anlamadığı ortaya çıkmıştır. Meragalı Abdülkâdir gibi yüksek bir


384 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

âlim bile kendi eseri olan Câmiü'l-Elhan'ın yine kendi eli ile yazdığı nüshasında,<br />

Farabi'nin Yunanca’dan çevirdiği deyimleri iktibas ederken karma karışık<br />

bir şekle sokmuştur..." Arel bunlardan başka Meragalı'nın bu deyimleri bir cetvel<br />

halinde verdiği halde yine hatalara düştüğüne, metinlerle cetvelin birbirini<br />

tutmadığına değinir. Bir çok sanat dalında uğraşısı olduğu halde, Musiki ile<br />

ilgili eserlerinin dışında başka bir eseri günümüze gelmemiştir (Özalp, 1986:<br />

129).”<br />

1.2. Şairlik Yönü<br />

Sesi pek parlak, okuyuşu çok güzel, ud çalışı üstadane olan Abdülkâdir<br />

Merâgî aynı zamanda şiir yazmakta ve hat sanatında da başarılı bir kişi olarak<br />

karşımıza çıkmaktadır. Şairliği hakkında uzman kişiler, Farsça şiirlerinin, klasik<br />

Fars edebiyatının örneği sayılabilecek nitelikte olduğunu belirtmişlerdir. Hat<br />

sanatında da elde bilgiler vardır. 1<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin tek Türkçe şiirinin metni:<br />

“Benziyor cennete yaz-ı nevbahâr<br />

Hasse bâ-rûy-i hoş-ı an gül’izâr<br />

Yâr ile zevk u safâ kıl der çemen<br />

Çünki boluptur çemen çün rûy-i yâr<br />

Çün şâhum girse gamınga ayş içün<br />

Gül ayağına saçar akça nisâr<br />

Devle eyler bülbül-i destan-serâ<br />

İl kaharlar serv-i bostân u çenâr<br />

Mevsim-i ayş u tarabdur sultanum<br />

1<br />

Hat sanatı hakkında: Murat Bardakçı, yukarıda adı geçen eserinin 30’uncu sayfasında ve dip<br />

notunda :………”….bazı kaynaklarda Sultan Ahmed tarafından Abdülkâdir’e verildiği belirtilen<br />

ve 779 yılı Safer ayının ortalarında (Haziran 1377) yazılmış bir “vasıfnâme” veya “takdirnâme”<br />

yer alıyor.Abdülkâdir’in incelediğimiz kitaplarında rastlayamadığımız bu belgede<br />

Ahmed Celayir, onu usta bir hâfız, muhakka, reyhanî, sülüs, nsih, rık’a ve tevki’ yazılarında<br />

üstad, musıkıde de eşsiz bir kişi olarak gösteriyor, ayrıca telli sazlardaki maharetini, özellikle<br />

ud çalmadaki üstünlüğünü anlatıyor.<br />

Ahmed Celâyir’in, yazısının sonunda, Abdülkâdir’in bazı sazlar icad ettiğini de söylemesi<br />

ve örnek olarak “saz-ı kâsehây-ı çînî”den, yani su dolu kaplardan meydana getirdiği çalgıdan<br />

bahsetmesi,<br />

Abdülkâdir’in bu buluşunun 779 Ramazanında Erdebil’de Safevî şeyhi Sadruddin’in huzurunda<br />

çalınmasından önce de meşhur olduğunu gösteriyor.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 385<br />

Cânı hoş kim kıldı işret ihtiyâr<br />

Ber leb-i cû vu kenâr-ı bostân<br />

Yâr dudağın……….der kenâr<br />

Sûfî-i sâfî-ki bolmuş tobekâr<br />

Anung için sâkiyâ câm-ı mey âr<br />

Çünki gördüng şehni Abdülkâdirâ<br />

Baht-ı yarung boldu sensin bahtiyâr (Bardakçı, 1986: 135 ).”<br />

1.3. Bir efsane<br />

“Farabi ve İbni Sina gibi Hoca Abdülkâdir'in de sanatı ile ilgili bir efsane<br />

yaratılmıştır. Gerçek dışı olan bu efsanenin özeti şöyle: Hoca eserlerini çok kıskanırmış<br />

ve kimsenin bunları öğrenmesini istemezmiş. Sultan Hüseyin<br />

Baykara, çok zeki bir köleyi sağır ve dilsiz rolü oynatarak Meragalı'nın hizmetinde<br />

çalışmasını sağlamış, bir-iki denemeden sonra kölenin gerçekten sağır ve<br />

dilsiz olduğuna iyice kanaat getiren Üstad hiç çekinmeden eserlerinin en değerlilerini<br />

okumaya ve başka eserler üzerinde çalışmaya başlamış. Bu eserleri hiç<br />

sezdirmeden öğrenen köle gizlice saraya gelirmiş ve bellediği eserleri saray<br />

Musikişinaslarına öğretirmiş. Bir gün Hüseyin Baykara Hoca'nın da hazır bulunduğu<br />

bir Musiki meclisinde bu eserleri icra ettirmiş, olaya çok sinirlenen ve<br />

üzülen bestekâr renkten renge girerek düşüp bayılmış ve bu olaydan sonra da<br />

çok yaşamamıştır (Özalp, 1986: 130).”<br />

“Bu olayın gerçekle ilgisi yoktur. Ayrıca Hüseyin Baykara ile çağdaş bile<br />

değildir. Kaldı ki Meragalı yazmış olduğu kitaplarda sırası geldikçe değeri yüksek<br />

olan eserlerinin anlaşılamadığından ve yaygınlaşamadığından yakınır; ancak<br />

orta derecedeki eserlerini öğretebildiğini söyler. Bestelerinin günümüze çok<br />

az olarak gelmesinin nedeni Kenzü'l-Elhan'ın bulunamaması, notaya gereği<br />

kadar değer verilmemesi ve aradan geçen beş yüz yıllık zaman olsa gerektir<br />

(Özalp, 1986: 130).”<br />

“Bu efsane divan edebiyatı içinde işlenerek "Hoca-Gulam" ikilisi sembolleşerek<br />

"âşık-maşuk" anlamlarını kazanmıştır. Bu etki ile Itrî, Hâfız Post'un ölümü<br />

için;<br />

Âlemin nakşın çıkardı bildi kârın kim ecel<br />

Ne Gulâma rahmeder ne Hâce'ye verir amân


386 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Şair Sami ise Küçük Müezzin Çelebi için,<br />

Hâce şâyân idi olmaklığa şâkirdi anın<br />

Hemçü def sezâ halka begûş olsa Gulâm<br />

gibi tarih beyitlerini yazmışlardır (Özalp, 1986: 130).”<br />

2. ESERLERİ:<br />

2.1. Kenzü’l-Elhan (Nağmelerin Hazinesi):<br />

“Bu eser bugüne kadar hiçbir yerde bulunamamıştır. Meragalı diğer eserlerinde<br />

sırası geldikçe musiki konularının anlaşılması güç olan bölümleri için bu<br />

esere başvurulmasını salık verir. Ayrıca pek çok bestesinin notasını bu eserine<br />

kaydettiğini de söyler. Özellikle Câmiü'l-Elhan'ın önsözünde, adı geçen kitabı<br />

iyi incelenirse Musiki sorunları için başka bir esere başvurmaya gerek kalmayacağını<br />

ileri sürer (Özalp, 1986: 130).”<br />

2.2. Câmiü’l-Elhan (Nağmeler Topluluğu):<br />

“Bu kitabını 1405'de oğlu Nureddin Abdurrrahman'a hediye etmiştir. Kitabı<br />

sonradan 1423 yılında geri alarak gözden geçirdiği ve bazı ekler yaptığı eser<br />

üzerindeki notlardan anlaşılıyor. Kitabın üzerinde Şahrûh'a sunuş yazısı bulunan<br />

(1415) bir nüshası İstanbul Nuruosmânîye Kitaplığı'nda No. 3644’de bulunmaktadır.<br />

2<br />

Farsça yazılmış olup içinde bazı eserlerinin notası vardır. Geniş olarak yazdığı<br />

önsözünde kendi hakkında ayrıntılı bilgi verir. Hoca'nın anlattığına göre<br />

2<br />

Hoca Abdülkâdir Merâgî’nin adına kayıtlı musiki eserleri hakkında Murad Bardakçı’nın şu<br />

açıklamalarını, araştırmacılara ışık tutacağı düşüncesiyle, buraya yazmayı uygun gördüm.<br />

“…Dizilerinin; Hafif, Muhammes gibi usûllerinin Abdülkâdir’in zamanında olduğu şekilde<br />

değil, daha sonraki yıllarda aldıkları biçimde olduklarını, formlarının da Hoca’nın bahsettiği<br />

türlere kesinlikle uymadığını; Kâr-Beste ve SEMAİ gibi formların daha sonraki dönemlerde ortaya<br />

çıktığını, bunları göz önüne alarak, Abdülkâdir Merâgî, adına kayıtlı elde bulunan eserlerin<br />

bu bestekâra ait olmalarının imkânsız olduğunu…” (Maragalı Abdülkâdir) Murat Bardakçı<br />

(Pan Yay. 1986,s. 127-28-29).<br />

Ayrıca: “Şerh’ul-Kitab’ul-Edvâr (Topkapı Sar. Küt. A. 3470. vrk.42a-42b) Bu eserinde bizzat<br />

kendi bestesi olarak güftelerini verdiği eserlerinden hiçbirinin bugün elde olmadığını…”kaydeden<br />

Bardakçı, eldeki eserlerin güfteleri hakkında da aydınlatıcı bilgiler vermektedir.<br />

(Aynı eser, sah. 128. dip Not. No.115)<br />

Rauf Yekta Bey de eldeki eserlerin Abdülkâdir Merâgî’ye aidiyeti hakkında şüpheleri<br />

vardı (Bkz. Esâtîz-i Elhân. Abdülkâdir Merâgî sh. 117-118).<br />

Bütün bu iddialar, çok iyi inceleme ve araştırmalar neticesinde ortaya atılmıştır. Akla gelen<br />

bir başka husus, bu eserlerin başka kişiler tarafından bestelenip Hoca’ya mal edilmiş olmalarıdır.<br />

Bu iddia ve varsayımlar Hoca Abdülkâdir’in Musikideki şahsiyetini hiçbir zaman küçültmez.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 387<br />

1376 yılının 12 Aralık günü yapılan bir toplantıda Hükümdar Celâleddin Hüseyin,<br />

Şeyhülislâm Şeyh Kâhhî, vezir Emir Şemseddin Zekeriya hazır bulunuyormuş.<br />

Bunlardan başka Safiyüddin'in"Kitâbü'l-Edvar"ı ile "Şerefiyyesi"ne<br />

şerh yazmış olan Celâleddin Feyzullah Ubeydî, Sadeddin Kûçek ve Horasanlı<br />

Ömer Taç da varmış. Bunlardan birisi, "Musiki eserlerinden en zor beste şekli<br />

olanı Nevbet-i Mürettep'tir ve bir tanesinin bestelenmesi için bir ay gerekir; o<br />

da bestekâr kudretli ise" demiş. Hoca Abdülkâdir buna karşılık olarak bir ayda<br />

otuz tane yapabileceğini, bir ay sonra gelecek olan Ramazan'ın arife gününde<br />

otuzunu birden okuyabileceğini söylemiş. Bu sözlere kimse inanmamış. Çağdaşı<br />

olan Musiki ustalarından Hoca Rıdvan Şah, daha önce bestelediklerini okuyacak<br />

diye kuşkulanmış. Hoca bunun üzerine "Her gün okunacak Nevbet-i<br />

Mürettep'in sözlerini siz seçin ve bana hangilerinin yapılmasını siz söyleyin"<br />

demiş. Bunun üzerine hükümdar, orada bulunanlara her gün okunacak nevbetlerin<br />

sözlerinin huzurunda saptanmasını, her biri için ses ve düzümde hangi<br />

sanatların kullanılması isteniyorsa kararlaştırılmasını istemiş. Sonra Hoca'ya<br />

dönerek:"-Birinci Nevbet-i Mürettep'i benim adıma taksim et ve Hüseynî makamından<br />

bestele. Bu nevbet-i mürettep Kavl, Gazel, Terâne, Früdaşt ve<br />

Müstezad olmak üzere beş parça olsun. Son kıt'ada 12 makam ile 6 Âvâzeyi<br />

göster. Öyle ki her iki makam arasında bir âvâze bulunsun. Makamlı olan bölümlerini<br />

şiirin bir mısraı ile bestele. Nevbet-i Mürettip'in usûlü de Sakîl ü Remel<br />

olsun.”<br />

Orada hazırlanan şiirleri istenilen şekilde besteleyip zamanında okuyunca<br />

herkes şaşırmış ve bu durum bir Ramazan boyu devam etmiştir (Özalp, 1986:<br />

130).”<br />

2.3. Makasidü’l-Elhan (Nağmelerin Amacı):<br />

“1422 yılında Sultan II. Murad'a sunulmuş ve Farsça olarak yazılmıştır. 3<br />

Eserin bir nüshası Raûf Yekta Bey'in kütüphanesinde, II. Murad'a sunuş yazısı<br />

bulunan diğer nüshası da Leyden <strong>Üniversitesi</strong> kitaplığında bulunmaktadır. Bu<br />

eserinde kendi icadı olan sazlar hakkında bilgi verir; meselâ, değişik büyüklük-<br />

3<br />

Murad Bardakçı (Maragalı Abdülkâdir, Pan Yay. 1986 İst.) sh.43’de “Maragalı Abdülkâdîr’in<br />

kitaplarından Makasıd’ul-Elhan’ın bazı nüshalarının II. Murad’a ithaf edilmiş bulunması XX.<br />

Yüzyılın ilk yarısından başlayarak Abdülkâdir’in Osmanlı ülkesine, özellikle Bursa’ya geldiği,<br />

kitabını Sultan’a bizzat sunduğu yolunda bir kanıya neden oldu.”Aynı kitabın 142. sayfasında<br />

Makasıd’ul-Elhan hakkında ilginç açıklamalar vardır.<br />

Rauf Yekta Bey: (“…ancak Makasıd’ul Elhan unvanlı eserin mukaddimesini cennetmekân<br />

Sultan Murad Han-ı sani bin Mehmed-i evvel hazretleri nâmına te’lif ettiğine nazaran, Hoca’nın<br />

ol zaman Devlet-i Âliye-i Osmaniyye’nin pâyitahtı olan Bursa’ya kadar gelerek eserini<br />

müşârileyh hazretlerine bizzat takdim ettiği… ıstıdlâl edilebiliyor…” ) diye yazmaktadır.


388 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

teki çini kâselerden oluşan bir sazın nasıl çalınacağını anlatır. Yine bu eserde<br />

Musiki sanatını yücelten önemli olaylardan söz eder (Özalp, 1986: 131).”<br />

2.4. Şerhü’l-Kitabü’l-Edvar (Edvar Kitabının Açıklaması)<br />

“Safiyüddin Abdülmümin'in Kitabü'l-Edvar'ının açıklamasıdır. Farsça olarak<br />

yazılmış olan bu eserin bir nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi’ndedir<br />

(Özalp, 1986: 131).”<br />

2.5. Kitabü’l-Edvar (Edvar Kitabı)<br />

“Türkçe yazılmış bu eserin tek nüshası Leyden'de bulunmaktadır. Bu nazariyat<br />

kitabında bazı bestelerinin notası vardır (Özalp, 1986: 131).”<br />

2.6. Musiki Eserleri<br />

“Bazı Musiki aletlerini bulan ve o zamana kadar bilinenleri ıslah eden bu<br />

büyük insan, elimizde bulunan eserlerini "Ebced Notası" ile kaydederek günümüze<br />

gelebilmesini sağlamıştır. Bu eserler beste tekniği açısından ve formlaşmada<br />

kendinden sonra gelen bestekâr musikişinaslara örnek olmuştur. Saz musikisine<br />

ait eseri yoktur. Bu yolda da çok eser bestelediğini her eserinde belirttiği<br />

halde, notaya almadığı için kaybolmuştur. Değişik makam ve usûllerde 13<br />

kâr, beste ve nakış beste, nakış yürük semaî, sengin semaî ve aksak semaî olmak<br />

üzere toplam 30 sözlü eseri vardır. Devr-i hindi usûlü ile bestelemiş olduğu rast<br />

makamındaki “Kâr-ı Muhteşem” ile segâh makamındaki “Kâr-ı Şeşâvâz” ve<br />

“Haydarnâme” en tanınmışlarıdır. Eserlerinin çoğu Kenzü'l-Elhan'la birlikte<br />

kaybolmuştur. Bu eserlerin başkalarına ait olduğu görüşü de vardır.<br />

Sonuç olarak Hoca Abdülkâdir iyi bir nazariyatçı olduğu kadar iyi bir bestekârdır.<br />

Çok güzel ud çaldığı çeşitli kaynaklarda belirtiliyor. Onun için Devlet<br />

Şah "İyi ud çalan birinci sınıf bestekârdır" diyor. Bütün bu anlatılanlara bakılırsa<br />

verimli bir sanatkârdır. Güzel bir sese sahip olan ve usta bir hanende<br />

(gûyende) olduğu bilinmektedir. Denebilir ki Hoca Abdülkâdir Türk Musikisinin<br />

şekillenmesine, uslûblaşmasına, nazariyatının bir düzene sokulmasına birinci<br />

derecede yardımcı olmuş en büyük Musikişinaslarımızdan biridir. Musikimizi<br />

daha kolay kullanılabilir, klasik ve halk Musikisi geleneğini daha yakın<br />

bir duruma getirmek istemiştir. Klasik okulun başlangıcı olan bu büyük usta<br />

kendinden sonra gelen Musikişinasları yüzyıllarca etkilemiştir. Günümüze gelen<br />

eserleri klasik repertuarımızın en metin eserleri olarak hâlâ çalınıp söylenmektedir<br />

(Özalp, 1986: 131).“


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 389<br />

3. ABDÜLKÂDİR MERÂGÎ’NİN ESERLERİNİN DÖKÜMÜ VE DİZİN-<br />

LERİ<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin değişik form, makam ve usûllerde bestelediği 22<br />

eserin notası günümüze kadar intikal etmiştir. Bu eserlerin dökümü ve dizinleri<br />

aşağıda tablolar halinde gösterilmiştir.<br />

3.1. Abdülkâdir Merâgî’nin Eserlerinin Dökümü<br />

3.1.1. Abdülkâdir Merâgî’nin kâr formundaki eserleri: Abdülkâdir<br />

Merâgî’nin bilinen 10 adet kârı vardır. Bu kârların güftelerine ait ilk dizeler,<br />

bilinen güfte şairleri, kârların ait olduğu makam ve usûller şöyledir:<br />

Tablo 1: Abdülkâdir Merâgî’nin kâr formundaki eserlerinin dökümü<br />

Eserlerin ilk dizesi Güfte Şairi Makam Usûl<br />

Büti dârem ki gerd-i gül zi<br />

sünbül sâyebân dâred<br />

Şaha zi lûtf eğer nazar-ı sûy-i<br />

mâ küni<br />

Hafız Şirazi Acem Muhammes<br />

------------- Hüseyni Muhammes<br />

Gül bî-ruh-i yâr hoş nebâşed Hafız Şirazi Mahur Hafif<br />

Gûzeşte ârzû ez had be pây-i<br />

bû-i tu mârâ<br />

Kâfer tü kücâ ve ilmi Edvar<br />

kücâ<br />

Hafız Şirazi<br />

Nihavend-i<br />

Kebir<br />

------------- Pençgâh<br />

Devr-i Revan<br />

Ağır Sengin<br />

Semai<br />

Ah ki küned kavmi beyakîn ------------- Rast Devr-i Revan<br />

Ehinnü şevkân ilâ diyâri ------------- Rast Düyek<br />

Nümûneist begûş-i sipihr halka-i<br />

hor<br />

Ey Şehenşâh-ı Horasan yâ<br />

İmâm ibni’l hümâm<br />

Ez şevk-i likâ aşk-ı cemâlest ü<br />

Dîdim<br />

------------- Rast Düyek<br />

------------- Segâh Hafif<br />

------------- Segâh Hafif<br />

Tablo 1’ e göre Abdülkâdir Merâgî’ye ait 10 adet “kâr” formundaki eserden<br />

sadece 3 tanesinin güfte şairi bilinmektedir. Bu 10 “kâr”ın 3 ü “Rast”, 2 si “Se-


390 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

gâh”, diğerleri ise “Acem”, “Hüseyni”, “Mahur”, “Nihavend-i Kebir” ve<br />

“Pençgâh” makamında bestelenmiştir. Yine bu 10 “kâr”dan 3 ü “Hafif”, 2 si<br />

“Muhammes”, 2 si “Devr-i Revan”, 2 si “Düyek”, diğeri ise “Ağır Sengin Semai”<br />

usûlündedir.<br />

3.1.2. Abdülkâdir Merâgî’nin beste formundaki eserleri: Abdülkâdir<br />

Merâgi’nin “Beste Formu”nda bilinen 5 adet eseri vardır. Bu bestelerin güftelerine<br />

ait ilk dizeler, bilinen güfte şairleri, bestelerin ait olduğu makam ve usûller<br />

şöyledir:<br />

Tablo 2: Abdülkâdir Merâgî’nin beste formundaki eserleri<br />

Eserlerin ilk dizesi Güfte Şairi Makam Usûl<br />

Rûzigârı bud yâr-i men -------------<br />

Amed nesîm-i subh-dem tersem ki<br />

âzâreş küned<br />

Derd-mend-i aşk bî derdî<br />

nemîdâned ki çist<br />

İmşeb ki rûhaş çerağ-ı bezm-i men<br />

bud<br />

Nihavend-i<br />

Kebir<br />

Devr-i<br />

Revan<br />

------------- Rast Düyek<br />

------------- Rast<br />

Devr-i<br />

Revan<br />

------------- Rast Hafif<br />

Seyr-i gül-i gülşen bî-tü harâmest ------------- Rast Fer’<br />

Tablo 2’ye göre Abdülkâdir Merâgî’ye ait 5 adet “Beste” formundaki eserin<br />

güfte şairlerinin hiçbiri bilinmemektedir. Bu 5 eserin 4 ü “Rast”, diğeri ise<br />

“Nihavend-i Kebir” makamında bestelenmiştir. Yine bu 5 adet “Beste” formundaki<br />

eserin 2 si “Devr-i Revan”, diğerleri ise “Düyek”, “Hafif” ve ”Fer’” usûlündedir.<br />

3.1.3. Abdülkâdir Merâgî’nin ağır semai formundaki eserleri<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin “Ağır Semai” formunda bilinen 2 adet eseri vardır.<br />

Bu eserlerin güftelerine ait ilk dizeler, bilinen güfte şairleri, bestelerin ait olduğu<br />

makam ve usûller şöyledir:


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 391<br />

Tablo 3: Abdülkâdir Merâgî’nin ağır semai formundaki eserleri<br />

Eserlerin ilk dizesi Güfte Şairi Makam Usûl<br />

Bî tü nefesî hoş nezedem<br />

hoş nenişestem<br />

Ey mâh-ı men der<br />

mektebest<br />

Hafız Şirazi Pençgâh Aksak Semai<br />

------------ Rast Aksak Semai<br />

Tablo 3’e göre Abdülkâdir Merâgî’ye ait 2 adet “Ağır Semai” formundaki<br />

eserin birinin güfte şairi bilinmektedir. Bu 2 eserin 1 i “Pençgâh”, diğeri ise<br />

“Rast” makamında bestelenmiştir. Yine bu 2 adet “Ağır Semai” nin her ikisi de<br />

“Aksak Semai” usûlündedir.<br />

3.1.4. Abdülkâdir Merâgî’nin yürük semai formundaki eserleri<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin “Yürük Semai” formunda bilinen 5 adet eseri vardır.<br />

Bu eserlerin güftelerine ait ilk dizeler, bilinen güfte sahipleri, bestelerin ait<br />

olduğu makam ve usûller şöyledir:<br />

Tablo 4: Abdülkâdir Merâgî’nin yürük semai formundaki eserleri<br />

Eserlerin ilk dizesi Güfte Şairi Makam Usûl<br />

Tânâm-ı cemâl-i yâr<br />

burdîm<br />

Derviş recâ-yı (nâgehânipâdişâhî)<br />

neküned<br />

Her şeb nigarânest meh-i<br />

nev tâ tü berâyi<br />

Âhû biyâ mîrzem âhû<br />

biyâ<br />

Ger siyehi çünin büved<br />

çeşm-i tü ber helâk-i ma<br />

------------- Arazbar Yürük Semai<br />

Fasîhi Bestenigâr Yürük Semai<br />

------------- Irak Yürük Semai<br />

------------- Rast Yürük Semai<br />

------------- Rehavi Yürük Semai<br />

Tablo 4’e göre Abdülkâdir Merâgî’ye ait 5 adet “Yürük Semai” formundaki<br />

eserin sadece birinin güfte şairi bilinmektedir. Bu 5 eser sırasıyla “Arazbar”,


392 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

“Bestenigâr”, “Irak”, “Rast” ve “Rehavi” makamlarında bestelenmişlerdir.<br />

Formundan da anlaşılacağı gibi bütün eserler “Yürük Semai” usûlündedir.<br />

4. ABDÜLKÂDİR MERÂGÎ’NİN ESERLERİNİN DİZİNLERİ<br />

4.1. Abdülkâdir Merâgî’nin Eserlerinin Usûl Dizini<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin bilinen 22 eserinin usûlleri ve her usûle ait eser sayısı<br />

şöyledir:<br />

Tablo 5: Abdülkâdir Merâgî’nin eserlerinin usûl dizini<br />

Usûl adı<br />

Eser sayısı<br />

Ağır Sengin Semai 1<br />

Aksak Semai 2<br />

Devr-i Revan 4<br />

Düyek 3<br />

Fer’ 1<br />

Hafif 4<br />

Muhammes 2<br />

Yürük Semai 5<br />

Tablo 5’ e göre Abdülkâdir Merâgî’nin bilinen 22 eserinden 5 i “Yürük Semai”,<br />

4 ü “Hafif”, 4 ü “Devr-i Revan”, 3 ü “Düyek”, 2 si Aksak Semai”, 2 si<br />

“Muhammes”, diğerleri “Fer’” ve “Ağır Sengin Semai” usûlündedir.<br />

4.2. Abdülkâdir Merâgî’nin Eserlerinin Form Dizini<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin bilinen 22 eserinin bestelendiği formlar ve her<br />

formdaki eser sayısı şöyledir:<br />

Tablo 6: Abdülkâdir Merâgî’nin eserlerinin form dizini<br />

Form adı<br />

Eser sayısı<br />

Ağır Semai 2<br />

Beste 5<br />

Kâr 10<br />

Yürük Semai 5<br />

Tablo 6’ ya göre Abdülkâdir Merâgî’nin bilinen 22 eserinden 10 u “Kâr”, 5 i<br />

“Beste”, 5 “Yürük Semai”, 2 si ise “Ağır Semai” formundadır.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 393<br />

4.3. Abdülkâdir Merâgî’nin Eserlerinin Makam Dizini<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin bilinen 22 eserinin ait olduğu makamlar ve her makamdaki<br />

eser sayısı şöyledir:<br />

Tablo 7: Abdülkâdir Merâgî’nin eserlerinin makam dizini<br />

Makam adı<br />

Eser sayısı<br />

Acem 1<br />

Arazbar 1<br />

Bestenigâr 1<br />

Hüseyni 1<br />

Irak 1<br />

Mahur 1<br />

Nihavend-i Kebir 2<br />

Pençgâh 2<br />

Rast 9<br />

Rehavi 1<br />

Segâh 1<br />

Uşşâk 1<br />

Tablo 7’ ye göre Abdülkâdir Merâgî’nin bilinen 22 eserinden 9 u “Rast”, 2 si<br />

“Nihavend-i Kebir”, 2 si “Pençgâh”, diğerleri ise “Acem”, “Arazbar”, Bestenigâr”,<br />

“Hüseyni”, “Irak”, “Mahur”, “Rehavi”, “Segâh”, “Uşşak” makamındadır.<br />

5. KÂR NEDİR?<br />

“Dindışı Türk musikisinin en büyük formu olan Kâr, kelime olarak ‘iş, güç,<br />

sanat ekip biçmek’ gibi çeşitli mânâlara gelir. Türk musikisinde ise en eski ve en<br />

sanatlı sözlü beste şekillerinden birine isim olmuştur. Kâr’ın musiki tarihimizde<br />

en aşağı dört-beş yüzyıllık bir geçmişi vardır. Bu şekillerin en kuvvetli mahsûlleri<br />

büyük Türk bestekârı ve nazariyatçısı Meraga’lı Hoca Abdülkâdir’inkilerle,<br />

Hoca Abdülâli, Koca Osman, Ayıntâbi Mehmet Bey, Itrî, Sadullah Ağa, Dede<br />

İsmail Efendi gibi muhtelif asırlarda yaşamış büyük bestekârlarımızın kârlarıdır<br />

(Özalp, 1992: 11).”


394 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

“Son asırlarda pek az kullanılmış olmakla beraber, XVIII. Asırdan önce en<br />

gözde formlardan biriydi. Bestekârın kudreti, bilhassa kârlarında gösterdiği<br />

başarı ile ölçülürdü. Güfte murabbâ çok defa da fazla mısrâlıdır ve terennüm<br />

çok boldur. Ekseriyâ terennüm’le başlar. Kantemiroğlu, Edvarı’nda kârların<br />

yürük SEMAİ ile saz SEMAİ si arasında okunduğunu yazmaktadır (Öztuna,<br />

1969: 325-326).”<br />

“Genellikle Peşrev’den hemen sonra icra edilir. Geniş kapsamlı bir beste<br />

tarzı olduğundan bünyesinde değişik usûller çoğunlukla kullanılır. Bu usûl değişiklikleri<br />

esere farklı bir canlılık kazandırır (Yılmaz, 1994: 243).”<br />

“Kârların beste yapıları umumiyetle bend-miyanhâne, terennüm denilen<br />

kısımlara ayrılır. Bend sayıları ikiden beşe kadar değişen kârlar vardır. Her<br />

bend çeşitli melodi ve devre cümlelerini ihtiva eder ki, bu devre ve cümlelerden<br />

beste yapısı içinde, dâima tekrar edilen terennüm kısımlarına geçilir. Bu terennüm<br />

kısımları (ten-nen-nen) yahut (ye-lel-lel) gibi ve bunlara benzer hecelerle<br />

okunur. Bu hecelerin, melodi ve ritimle ilgili olduğu unutulmamadır (Özalp,<br />

1992: 11).”<br />

“Kârların makam ve usûl değişiklikleri, bu musiki eserlerinin sanat mahiyet<br />

ve kıymetini artıran değerlerdendir. Kârların sözleri ve mevzûları sevgiye,<br />

övmeye, düşünceye bazen hicve dair yazılmış dört veya sekiz mısralı şiirlerdir.<br />

Musiki tarihimiz boyunca bestelenmiş kârlar ya güfte arasında geçen ya da<br />

maksadı en iyi şekilde belirten bir kelime ile adlandırılmıştır. “Kâr-ı Lâlezâr”,<br />

“Kâr-ı Ceyhûn”, “Kâr-ı Bağ-ı Behişt”, “Kâr-ı Müneccim” vb. bazen de bestelenmiş<br />

oldukları makama göre Rast Kâr-ı Nev, Dügâh Kâr gibi, yahut sözlerin<br />

ilk kelimesi ile anılır (Özalp, 1992: 11).”<br />

“Kâr tarzında bestelenmiş eserler bazen uzunluk ve kısalıklarına göre değişik<br />

isimlerle anılırlar: “Kâr”, “Kârçe”, “Kâr-ı Nev”, “Kâr-ı Natık” gibi isimler<br />

eserlerin yapısını anlatır (Yılmaz, 1994: 243).”<br />

“Kâr, genellikle terennümle başlayan geniş kapsamlı, muhtelif usûllerin,<br />

kullanıldığı uzun eserlere verilen isimdir.<br />

Kârçe, kâr'dan daha kısa ve özelliklerini daha öz anlatım (belirten) eserlere<br />

verilen isimdir.<br />

“Kâr-ı Nev”, değişik usûllerin kullanıldığı bir formdur. Kâr'dan fazla farkı<br />

yoktur.<br />

“Kâr-ı Natık”, “kâr” ve “Kârçe”'den usûl ve güfte yönünden hemen ayrıcalık<br />

arz eder. Kâr-ı Natıkların güftelerinin hemen her satırında değişik usûllere


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 395<br />

rastlanılabilir. Kâr-ı Natıklar başladıkları makamın ismi ile anılırlar. “Rast Kâr-ı<br />

Natık”, “Neva Kâr-ı Natık” gibi... “Kâr-ı Natık” bitişte başladığı makam seslerine<br />

dönerek karar verir.<br />

Her satırda değişik usûllere rastlanıldığı gibi, her satırda değişik makamlara<br />

geçilmesi Kâr-ı Nātıkların özelliğidir. Her satır icra edilirken, geçilen makamın<br />

ismi belirtilir. "Rast getirip..." gibi... (Yılmaz, 1994: 243).”<br />

“Kârlar ya bir terennümle ya da doğrudan doğruya güfte ile başlar. Meselâ<br />

Itrî’nin neva makamındaki kârı güfte ile dügâh kâr terennümle başlar. İlk kâr<br />

örneklerini veren Hoca Abdülkâdir’in eserlerinin sözleri Farsça olduğundan,<br />

eski Musikişinaslar bunu bir gelenek durumuna getirerek eserlerine Farsça şiirler<br />

seçmişlerdir. Daha sonra bu gelenek terk edilmiştir. 19. yüzyılın sonlarına<br />

doğru bu formun daha az bestelendiği dikkati çeker.Hacı Faik bey son büyük<br />

kâr bestekârlarımızdandır. Klasik takım sıralamasında sözlü eserlerin birincisi<br />

olduğundan eski küme fasıllarında peşrevden sonra sözlü eserle kâr ile girilirdi<br />

(Özalp, 1992: 12).”<br />

“Kârlar en çok “Düyek”, “Devr-i Revan”, “Devr-i Kebir”, “Muhammes”,<br />

“Evsat”, “Devr-i Hindi”, “Hafif”, “Sakil”, “Nim Sakil” , “Türki Darp”, “Zencir”<br />

ve diğer usûllerle bestelenmişlerdir. Her kârın dinamizmi birbirinden farklıdır.<br />

Beste tekniği yönünden de kesin bir düzeni ve simetrisi yoktur. Bir beste formu<br />

olarak diğer beste şekilleri gibi fazla bağımlı değildir. Her bestekâr içinden geldiği<br />

gibi bestelemiştir. Nitekim kullanılan usûller yönünden de böyledir. Büyük<br />

usûllerin bazılarıyla bestelendiği gibi küçük usûllerle yönünden de böyledir. Bu<br />

usûllerin bazıları ile bestelendiği gibi küçük usûllerle de ölçülmüşlerdir. Hiç<br />

terennümü olmayan kârlar vardır. Sözleri dört, altı ve sekiz mısralı şiirlerden<br />

seçilmiş olabilir.Eski güfte mecmualarında Türk Musikisinde pek çok kârın bestelenmiş<br />

olduğu görülürse de bunlardan günümüze çok azı gelebilmiştir. 20.<br />

yüzyılda ise Refik Fersan, Rauf Yekta Bey, Ahmet Avni Konuk, Mustafa Nezihi<br />

Albayrak, Rakım Elkutlu, Münir Nureddin <strong>Selçuk</strong> kâr bestelemeyi denemişlerdir.<br />

Yorum ve icrâsı güç, ağdalı ve uzun eserler olduğundan zamanla ihmale<br />

uğramış, yerini diğer beste şekillerine bırakmıştır (Özalp, 1992: 12).”<br />

6. ESERLERİN BİÇİM, USÛL VE ŞEKİL AÇISINDAN İNCELENMESİ<br />

Yöntem<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin günümüze kadar gelen 10 adet “kâr”ının notası verilmiş,<br />

her eser önce biçim sonra da usûl ve şekil olarak incelenmiştir.


396 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Kâr’ların farklı notaları karşılaştırılmış, yanlışlar elden geldiğince düzeltilerek<br />

yeniden yazılmıştır. Bestelerin biçimleri hem notaların üzerinde hem de<br />

tablo halinde gösterilmiştir. Bu çalışma sırasında her mısra için kullanılan ezgiler<br />

ve terennümler aşağıda gösterilen harflerle belirtilmiştir.<br />

A, B, C, D, E, F, G, H……………. Mısra ezgisi<br />

a, b, c, d, e, f, g, h, ı, i, j, ………… Terennüm ezgisi<br />

T………………………………….. Terennüm<br />

Usûl-aruz vezni ilişkisi ile ilgili inceleme ise, güfte dağılımının daha iyi anlaşılabilmesi<br />

için kudüm velvelelerine uygun olarak yazılmıştır<br />

Üç çizgi üzerine yazılan velvelelerde: Üst çizgi sağ zahme ile sağ kâseye<br />

vurulan darpları; alt iki çizgi ise sol kâseye vurulan darpları gösterir. Alt iki<br />

çizginin üstte olanı sağ zahme ile, altta olanı ise sol zahme ile vurulur.<br />

_____________________________________ Sağ kâse, sağ zahme<br />

_____________________________________ Sol kâse, sağ zahme<br />

_____________________________________ Sol kâse, sol zahme<br />

Biçim ve usûlün yanı sıra usûl-aruz vezni ilişkisi açısından güftelerin vezinleri<br />

tespit edilmiş ve şekil yönünden de incelenmiştir.<br />

Bu çalışmada, Abdülkâdir Merâgî’ye ait kâr formunda bestelenmiş 10 adet<br />

eser usûl, biçim ve şekil açısından incelenmiş, bu 10 eserden sadece 1 tanesi örnek<br />

olarak verilmiştir.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 397


398 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 399


400 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 401


402 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 403


404 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

6.2. Segâh şeşâvâz kâr’ın biçimsel yapısı


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 405<br />

Birinci Bend:<br />

Usûlü: Hafif (Ağır)<br />

Ta…..Terennüm (Anlamsız)-1 usûl (32 zamanlı), (tekrarlı) - KARAR<br />

Tb…..Terennüm (Anlamsız)-1 usûl (32 zamanlı) - KARAR<br />

A……Birinci mısrâ-1 usûl (32 zamanlı) - KARAR<br />

B……İkinci mısrâ-1 usûl (32 zamanlı)<br />

C……İkinci mısrâ- 1 usûl (32 zamanlı) - KARAR<br />

İkinci Bend:<br />

Tc…..Terennüm (Anlamsız) 1 usûl (32 zamanlı)<br />

Td…..Terennüm (Anlamsız) 1 usûl (32 zamanlı)<br />

B……İkinci mısrâ-1 usûl (32 zamanlı)<br />

C……İkinci mısrâ-1 usûl (32 zamanlı) - KARAR<br />

Te…..Terennüm (Anlamlı) - 1 usûl (32 zamanlı), (tekrarlı) - KARAR<br />

Üçüncü Bend:<br />

D….Üçüncü mısrâ (1. miyan)-1 usûl (32 zamanlı) - Evç’te asma kalış<br />

E…..Dördüncü mısrâ (2. miyan)-1 usûl (32 zamanlı) - Evç’te asma kalış<br />

F..…Dördüncü mısrâ (3. miyan)- 1 usûl (32 zamanlı) - KARAR<br />

Dördüncü Bend:<br />

Usûlü: Hafif<br />

Tc…. Terennüm (Anlamsız)-1 usûl (32 zamanlı)<br />

Td….Terennüm (Anlamsız)-1 usûl (32 zamanlı), (tekrarlı)<br />

B…...Dördüncü mısrâ- 1 usûl (32 zamanlı)<br />

C…...Dördüncü mısrâ – 1 usûl (32 zamanlı)<br />

Te…..Terennüm (Anlamlı) – 1 usûl (32 zamanlı) - KARAR<br />

Tf…..Terennüm (Anlamsız) 1 usûl (32 zamanlı), (tekrarlı)<br />

Tg….Terennüm (Anlamsız)-1 usûl (32 zamanlı), (tekrarlı)<br />

Th…. Terennüm (Anlamsız)- 1 usûl (32 zamanlı), (tekrarlı)


406 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Tı….Terennüm (Anlamsız)- 1 usûl (32 zamanlı), (tekrarlı)<br />

Ti…..Terennüm (Anlamsız)- 1 usûl (32 zamanlı), (tekrarlı)<br />

Tj…..Terennüm (Anlamsız) -1 usûl (32 zamanlı), (tekrarlı)<br />

Usûlü: Hafif (Ağır)<br />

Te….Son terennüm (Anlamlı)-1 usûl (32 zamanlı)<br />

SON KARAR<br />

6.3. Segâh şeşâvâz kâr’ın şekil özellikleri<br />

Güfte:<br />

1. Ey Şehenşâh-ı Horasan yâ İmâm ibni’l hümâm<br />

2. Ser fedâ-yi hâk-i râhet Şâh Ali Mûse r-Rizâ<br />

3. Ey Şeh-i cûd ü sahâvet lûtf u hûlk ü merhamet<br />

4. Şeh-suvâr-ı mîr-i meydan gaazi-i rûz-i vegaa<br />

Takti: 4 / 4 / 4 / 3 15<br />

Vezin: Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün (REMEL BAHRİ)<br />

AÇIKLAMA<br />

1. Ey Horasan’ın Şehenşahı (Şahlar Şahı, Sultanı), ey hükümdar (kahraman,<br />

arslan) oğlu önder<br />

2. Baş, senin yolunun toprağına feda olsun, Şah-ı Ali Muse r-Riza<br />

3. Ey cömertlik ve el açıklığı , lütuf , ahlâk ve merhamet Şahı<br />

4. Meydân’ın Emiri (er meydânının emiri) ve baş süvârisi, savaş gününün<br />

gaazisi<br />

7. SONUÇ VE ÖNERİLER<br />

7.1. Sonuç<br />

Abdülkâdir Merâgî’nin 10 adet “kâr” formundaki eserinin incelenmesi sonunda<br />

varılan sonuçlar şunlardır:<br />

1) Bugünkü “kâr” formunun şekillenmesinde Abdülkâdir Merâgî’ye ait<br />

“kâr” ların büyük önemi vardır. Abdülkâdir Merâgî, Türk müziğinde din dışı<br />

sözlü musikisinin büyük formlarından biri olan “kâr” ın şekil almasını sağlamıştır.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 407<br />

2) Merâgî, kendinden sonra gelen bestekârları, eserlerindeki biçimsel kullanımla<br />

etkilemiş ve bunun sonucu olarak birçok abidevi eserin ortaya çıkmasına<br />

zemin hazırlamıştır.<br />

3) “Kâr” bestekârlarının eserlerinde çoğunlukla Farsça güfteler kullanması,<br />

bu etkilenmenin sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.<br />

4) Abdülkâdir Merâgî’ye ait bütün “kâr”ların tam bir sanat eseri örneği olduğu,<br />

usûl-aruz vezni ilişkisi incelemesi sonucunda ortaya çıkmıştır ki bu şaheserler<br />

“kâr” formunun ilk örnekleri olarak gösterilir. Hemen hemen bütün<br />

“kâr” larda da görebildiğimiz usûl, güfte, ezgi ve form bütünlüğü, “kâr” formu<br />

ile yazılmış eserlerin önemini ortaya koymaktadır.<br />

5) Abdülkâdir Merâgî, “kâr”larında kullanmış olduğu güftenin her mısrasını,<br />

mükemmel bir denge anlayışı içinde usûl sayısına göre yerleştirmiştir.<br />

6) Merâgî’nin bazı “kâr” larında, - usûl-aruz vezni ilişkisi açısından - güftelerin<br />

her satırda usûl darplarına tam olarak oturmadığı görülmüştür. Bu durum,<br />

sadece “Rubai” lerle bestelenmiş eserlerde görülür. Çünkü “Rubai” lerin<br />

her mısrasında kendilerine has vezinlere sahip olabilme özelliği vardır.<br />

7) Çalışma esnasında bazı güftelerin zaman içerisinde değişerek bu güne<br />

geldiği anlaşılmıştır. Güftelerdeki yanlışlıklar elden geldiği ölçüde düzeltilerek<br />

yazılmıştır.<br />

7.2. Öneriler<br />

1) Yüzyıllar önce bestelenmiş olmasına rağmen bu güne kadar gelebilmiş<br />

bütün klasik eserlerin güftelerinin teker teker kontrol edilmesi, eserlerin daha<br />

doğru bir şekilde icra edilmelerini sağlayacaktır.<br />

2) Usûl-aruz vezni ilişkisinin yeterince anlaşılabilmesi, bütün konservatuarlara<br />

“Ritim Uygulama” ve “Usûl-Aruz Vezni İlişkisi” derslerinin konması ile<br />

mümkün olacaktır.<br />

3) Günümüze kadar gelmiş eserlerin notaları gözden geçirilmeli, yanlışlıklar<br />

düzeltilmeli ve mümkünse notalar bilgisayar ortamında “Finale” programında<br />

yeniden yazılmalıdır. Bu eserlerin daha iyi okunur bir hale gelmesini<br />

sağlayacaktır.<br />

4) Çalışmanın kaynak taraması aşamasında bu tarz araştırmaların daha önce<br />

yeterli sayıda yapılmamış olduğu görülmüştür. Günümüze kadar gelen Türk<br />

müziğine ait nadide eserlerin sadece notalarda kaldığı görülmüştür. Arzu edilen,<br />

bu çalışmanın bundan sonra yapılacak diğer araştırmalara vesile olmasıdır.<br />

©


408 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

KAYNAKLAR<br />

1. AKBULUT, Yusuf, (2000), Osmanlılarda Müzik, <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Uluslar Arası<br />

Kuruluşunun 700. Yıl Dönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi<br />

Bildirileri, Konya.<br />

2. AKBULUT, Yusuf, (1997), Tekerlemelerin Müziksel Özellikleri, V. Milletler Arası<br />

Türk Halk Kültürü Kongresi, Halk Müziği, Oyun, Tiyatro, Eğlence Seksiyon<br />

Bildirileri, Ankara.<br />

3. AKSÜT, Sadun, (1993), Türk Musikîsinin 100 Bestekârı, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.<br />

4. BARDAKÇI, Murat, (1986), Maragalı Abdülkâdir, İstanbul: Pan Yayıncılık.<br />

5. ÇIPAN, Mustafa, (1999), Güfte İncelemesi I (Notalar, Güfteler, Şekil Özellikleri, Açıklamalar,<br />

Edebiyat ve Mûsikî Bilgileri), Konya: <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Basımevi.<br />

6. KARAMAN, Sibel, (2006), Biçim ve Usûl Açısından Abdülkâdir Merâgî’nin Kârları,<br />

Konya: Yüksek Lisans Tezi, <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Sosyal Bilimler <strong>Enstitüsü</strong>.<br />

7. ÖZALP, M. Nazmi, (1986), Türk Mûsikîsi Tarihi (Derleme), C. 1, Ankara: TRT Müzik<br />

Dairesi Başkanlığı Yayın No:34.<br />

8. ÖZALP, M. Nazmi, (1992), Türk Mûsikîsi Beste Formları, Ankara: TRT Genel Sekreterlik<br />

Basım ve Yayın Müdürlüğü Yayınları, Yayın No: 239.<br />

9. ÖZTUNA, Yılmaz, (1990), Büyük Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi, Ankara: Kültür Bakanlığı<br />

Yayınları.<br />

10. ÖZTUNA, Yılmaz, (1987), Abdülkaadir Merâği, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı<br />

Yayınları. 10. ÜNGÖR, Etem Ruhi, (1981), Güfteler Antolojisi, İstanbul: Eren<br />

Yayınları, C.1-2.<br />

11. YAVAŞÇA, Alâeddin, (2002), Türk Mûsikîsin’nde Kompozisyon ve Beste Biçimleri,<br />

İstanbul: Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Yayınları.<br />

12. YILMAZ, Zeki, (1994), Türk Mûsikîsi Dersleri. İstanbul: Çağlar Yayınları.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 409<br />

Türk Keman Okulunun Oluşum Süreci ve<br />

Temsilcileri ∗<br />

The Emerging Process And Representative Of Turkish Violin School<br />

Zafer KURTASLAN ∗∗<br />

ÖZET<br />

Bu çalışmada Türk keman okulunun oluşum ve gelişim sürecine ve bu süreçte önemli rol oynadığı<br />

düşünülen Türk ve yabancı keman sanatçı-eğitimcilerine yer verilmiştir. Osmanlı’da<br />

Batı Müziğine olan ilgi III. Selim (1761-1808) dönemine rastlamaktadır. Tanzimat’la (1839-<br />

1876) başlayan batılılaşma sürecinde Klasik Batı Müziğinin profesyonel anlamda eğitimi,<br />

1826 yılında II. Mahmut’un (1785-1839) isteğiyle kurulan askeri bando ve 1831’de kurulan<br />

Muzika-i Humayun Mektebi (Padişahın Müzik Topluluğu Okulu) ile başlamıştır. 1846 yılında<br />

Muzıka-i Humayun Yaylı Çalgılar Orkestrasını kurmak ve öğrencilere keman dersi vermek<br />

üzere Avrupa’dan davet edilen yabancı sanatçı-eğitimciler, keman eğitiminin okullaşma süreci<br />

içerisinde ilk sayılabilecek çalışmaları başlatmışlardır. Daha sonra Cumhuriyet’in ilanı ile<br />

birlikte açılan müzik eğitimi kurumlarıyla birlikte Türkiye’de yaklaşık yüz altmış yıldır keman<br />

icracısı ve eğitimcisi yetişmektedir.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Keman, Keman eğitimi, Türk keman okulu, keman eğitimcileri<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

In this research, the formation and development process of Turkish violin school and Turkish<br />

and foreign violin artist-educators who are considered to have a role in this process has been<br />

discussed. In Ottoman, the interest to the western music, was started with III. Selim (1761-<br />

1808). In the process of westernization which was started with Tanzimat (1839-1876); the<br />

professional education of Classical Western Music was started with military band and<br />

Muzika-i Humayun Mektebi (the School of Sultan’s Music Ensemble) which were founded<br />

with II. Mahmut’s (1785-1839) demand. In 1846, foreign artist-educators was invited from<br />

Europe to found Muzika-i Humayun String Orchestra and to give lessons to the students, was<br />

∗<br />

∗∗<br />

Bu makale, 9. İstanbul Türk Müziği Günleri, Müziksel Gelişimimizi Değerlendirme Sempozyumu’nda<br />

(2-3 Mayıs 2002, İTÜ) sunulan “Türk Keman Okulunun Oluşum Süreci ve Cumhuriyet<br />

Dönemine Kadar Olan Gelişimi” isimli bildiriden oluşturulmuştur.<br />

Öğr. Gör., <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi, Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü,<br />

Müzik Öğretmenliği Anabilim Dalı.


410 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

started the studies which can be considered the “first” in the process of professional violin<br />

education. Afterwards, with the foundation of Republic and music education institutions,<br />

violin artist-educators have been educated for a hundred and sixty years.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Violin, Violin education, Turkish violin school, violin educators


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 411<br />

<br />

1. GİRİŞ<br />

Keman, Ortaçağ’dan günümüze gerek yapımı gerekse icrası ve eğitimi ile<br />

müzik insanları tarafından merak edilen, hakkında birçok araştırma yapılan bir<br />

çalgı olmuştur. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hem geleneksel hem<br />

de batı müziği tarzında icracıları yetişmiş, besteler yapılmış, metotlar yazılmıştır.<br />

1.1. Tarihsel Gelişim Sürecin İçerisinde Türkiye’de Keman<br />

Günümüzde kullanılan modern Avrupa kemanının Osmanlı İmparatorluğu’na<br />

girmesinden önce ıklığ, giçek, ki-yak, yaylı kopuz ve kemençe gibi tarihi<br />

çok eskilere dayanan yaylı çalgıların Türk müziğinde önemli bir yeri vardı (Aşkın,<br />

t.y). Kemana batı dillerinde farklı isimler verilmiş, Fransızca’da “violon” ,<br />

İtalyanca’da “violona”, Almanca’da “violin” denilmiştir. Keman, birçok ülkenin<br />

geleneksel müziklerinde de kullanılan halk çalgısı olmuş ve o ülkelere özgü<br />

isimleriyle anılmıştır. Örneğin Macarca’da “hegedii”, Almanca’da “geige”, Rusça’da<br />

“skripka”, Türkiye’de ise keman sözcüğü çalgıyı anlatmaktan ziyade yayı<br />

anlatmak için kullanılmıştır.<br />

Kemençe sözcüğü ise, Farsça “keman” ve “çe” kelimelerinden oluşmaktadır.<br />

Keman, yay-kavis anlamında, “çe” ise küçültme edatı olarak kullanıldığına<br />

göre kemençe küçük yaylı çalgı anlamına gelmektedir (Yekta, 1986: 87). Zaten<br />

Anadolu’da yayla çalınan çalgıya “ıklığ”, bu sazın yayına “keman” , çalana da<br />

“kemani” deniliyordu. Birçok halk şairi dizelerinde “kaşları keman” benzetmesini<br />

kullanarak, yay şeklinde olan kaşı kemana benzetmiştir.<br />

Doğu müziği üzerine araştırmalarda bulunan Charles Fonton’a göre, batı<br />

kemanı doğuya Rumlardan kör Yorgi tarafından getirilmiştir. Ayrıca Fonton,<br />

kemana meyhaneler ve tavernalar dışında fazla rağbet edilmediğinden<br />

Yorki’den sonra unutulacağını, Türklerin asıl yaylı çalgı olarak rebaba önem<br />

verdiklerini ve kemanın rebap karşısında tutunamayacağını belirtmiştir<br />

(Fonton, 1987: 89). Fakat Fonton’un ön görüsü gerçek olmamış, rebap fasıllardan<br />

çekilmeye başlamış keman ise fasılların vazgeçilmez bir sazı haline gelmiştir.<br />

Batı kemanının Osmanlı müziğine ne zaman girdiğine dair kesin bir bulgu<br />

yoktur. Fakat bu konuda iki tespit bulunmaktadır: birincisi “ XIII’ncü yüzyıldan<br />

beri Ceneviz ve Venedik mahallelerinin bulunduğu İstanbul, Trabzon gibi bir-


412 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

iki şehrin o zamanki levantenleri 1 arasında Latin kemanlarının ve en eski viol<br />

şekillerinin kullanılmış olacağı muhakkaktır” (Gazimihal, 1939: 80). İkinci tespit<br />

de ise, 1732-1742 yılları arasında İstanbul ve İzmir’de bulunan İsviçreli ressam<br />

Liotard’ın “Keman Çalan Türk Musikicileri” (Ek1) isimli resminde ve<br />

Perrault’un, “Paralles des Anciens et des Modernes” adlı kitabında, Fransa’nın<br />

İstanbul elçisinin evinde İran asıllı bir Türk müzisyenin keman çaldığına dair<br />

bilgilere rastlanmaktadır (Aksoy, 2003: 106). Bu iki tespitin birincisinden batı<br />

kemanının XIII’üncü yüzyıldan beri Osmanlı’da görüldüğü anlaşılmaktadır.<br />

İkinci tespitten ise; Perrault’un kitabının 1697’de yazıldığına, Liotard 1732-1742<br />

yılları arasında Osmanlı’da bulunduğuna, Fonton’un kitabının da 1751 yılında<br />

yazıldığına göre kemanın Osmanlı müzik yaşantısında 17. Yüzyıldan itibaren<br />

girdiği anlaşılmaktadır. Kemanın ince saza ve saray fasıllarına da kör Yorki tarafından<br />

sokulduğu belirtilmektedir (Aksoy, 2003: 105).<br />

Modern Avrupa kemanının ilk olarak İstanbul’da müzikli konser salonu<br />

görevi yapan kahvehanelerde ve tavernalarda, Çingene, Yunan, Yahudi ve Ermeni<br />

çalıcılar tarafından kullanıldığı, dönemin meşhur çalıcılarının ise kör<br />

Yorci, Miron, Kemani İzak, Denizoğlu Ali Bey, Sebuh, Sinekemani Kapril,<br />

Nikagos ve Tatyos olduğu belirtilmiştir (Aksoy, 2000’den Akt: Tebiş, 2002: 12).<br />

Osmanlı’da kullanılan bir başka yaylı çalgı da sinekemandır (Ek2). “Eski<br />

kaynaklarda Viola D’Amore olarak anılan sinekeman, keman ailesinin ülkemize<br />

gelen ilk örneğidir” (Özalp, 2000: 191) Türk müziğinin önemli sazlarından birisi<br />

olduğu belirtilen sinekeman, kemana en çok benzeyen çalgıdır. “III. Sultan Selim<br />

(1789-1807) döneminde ney ve tanbur ile birlikte nefis bir üçlü teşkil etmekteydi”<br />

(Yekta, 1986: 86). Sinekeman göğüse dayanarak çalınmaktadır.<br />

Sinekeman bir Türk çalgısı olmamakla birlikte Yekta’ya göre, Osmanlı’da ilk<br />

kez ne zaman kullanıldığına dair kesin bir bilgi yoktur (Akt: Kurtaslan, 2001: 1).<br />

Türk müziği hakkında araştırmalar yapan Avrupalı gezgin rahip Toderini,<br />

Türklerin rebap, keman ve sinekemandan başka bir de “ayaklı keman” (Ek3)<br />

kullandıklarını belirtmiştir. Ayaklı keman, kontrabas gibi ayakta çalınmaktaydı<br />

(Aksoy, 2003: 134). Türk müziğinin en eski yaylı sazlarından birisi olan rebap,<br />

Toderini’ye göre kemanın Türk müziği fasıllarına girmesinden sonra unutulmaya<br />

yüz tutmuştur (Akt: Aksoy, 2003: 151).<br />

Türkiye’de keman eğitiminin tarihsel gelişim sürecine bakıldığında batı<br />

müziği eğitimi süreci ile paralel olduğu görülmektedir. Batı kültürüne karşı<br />

1<br />

Levanten: Levanten; Fr. Levantin. Yakın Doğuda yerleşmiş veya evlenerek soyu karışmış Avrupalı<br />

kimse.(TDK,1998)


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 413<br />

artan ilgi, batı kültürünün ürünü olan batı müziğine karşı olan ilgiyi de beraberinde<br />

getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde zaman zaman Avrupa’dan<br />

gelen çeşitli çalgı grupları sarayda konserler vermiştir. Örneğin 1543’te<br />

imzalanan Osmanlı-Fransız antlaşmasından sonra I. François, Kanuni Sultan<br />

Süleyman’a bir orkestra yollamış, bu orkestra sarayda üç konser vermiştir. III.<br />

Selim ilk kez 1797’de Topkapı Sarayı’na Batı’dan gelen bir opera topluluğunu<br />

konuk etmiş, temsiller saray çevresinde ilgi uyandırmıştır (İlyasoğlu, 1998: 10).<br />

Batı müziği eğitiminin ilk adımları batı tarzında bir bando kurulması amacı ile<br />

bandoya çalıcı yetiştirmek için kurulan Muzika-i Humayun’da atılmıştır.<br />

1.2. Muzika-i Humayun ve Keman Eğitimi<br />

Cumhuriyet’ten önce Osmanlı’da müzik eğitimi veren kurumların başında<br />

Enderun Mektebi 2 , 1826 yılında II. Mahmut’un isteğiyle kurulan askeri bando<br />

ve 1831’de kurulan Muzika-i Humayun (Padişahın Müzik Topluluğu) gelmektedir.<br />

Bir nevi saray konservatuarı olarak kabul edilen Muzika-i Humayun, Enderun<br />

Musiki Teşkilatı’nın yeni bir şubesi olarak ortaya çıktı (Gazimihal, 1955:<br />

41). II. Mahmut’un daveti üzerine ünlü İtalyan opera bestecisi Gaetano<br />

Donizetti’nin kardeşi Giuseppe Donizetti (1788-1856) Muzika-i Humayun’un<br />

bandosu, orkestrası ve öğretim elemanları ile oluşmasını sağlamak için 1820<br />

yılında İstanbul’a davet edilmiştir (Say, 2005: 510). Ancak Donizetti o dönem<br />

şartları itibariyle 1828’de İstanbul’a gelebilmiştir. Muzika-i Humayun’un ilk<br />

yıllarına ait edinilen bilgilerden anlaşıldığı üzere, bu kurum Osmanlı tarafından<br />

ilgi ve beğeni ile karşılanmış ve bir prestij unsuru olarak görülmüştür. Bir bakıma<br />

Muzika-i Humayun Türk müzik tarihine gerçek anlamda Klasik Batı müziği<br />

eğitiminin yapıldığı ilk müzik eğitimi kurumu olarak geçmiştir.<br />

Muzika-i Humayun’un kuruluşunun ilk yıllarındaki işlevi, saray ve ordu<br />

bandolarına çalıcı yetiştirmek ve saray bandosu olarak görev yapmaktı.<br />

Gazimihal’e göre, G. Donizetti’nin çabaları ile Avrupa’dan çalgı ve çalgı hocaları<br />

getirtilerek 1846 yılında Muzika-i Humayun’a yaylı sazlar bölümü açıldı.<br />

Kısa bir süre sonra Donizetti’nin şefliğinde bir orkestra kuruldu. Donizetti’den<br />

sonra orkestrayı yönetmek için ünlü İtalyan şef Angelo Mariani (1822-1873) daha<br />

sonra da Luigi Arditi (1822-1903) davet edildi. Bu iki İtalyan orkestra şefi<br />

aynı zamanda kemancı idi. O dönemde yazma ve arşivcilik geleneğinin öneminin<br />

kavranılamamış olmasından dolayı Muzika-i Humayun Yaylı Sazlar Bölümü’nün<br />

kuruluş aşamasında görev alan eğitimci kadro, ilk yıllarda yetişen ke-<br />

2<br />

Bkz. Özalp, M. (2000). Türk Musikisi Tarihi. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Cilt 1, s. 26, İstanbul.


414 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

mancılar ve öğretim programı hakkında ciddi bilgilere ulaşılamamıştır. M.R.<br />

Gazimihal İtalyan kemancı Camulova’nın, Saray Muzika Okulu’nda görev yaptığını<br />

belirtmektedir. Ayrıca M.R. Gazimihal’in dönemin bayan müzikçilerinden<br />

Leyla (Saz) Hanım ile yaptığı bir görüşmede Leyla Hanımın İtalyan iyi bir<br />

kemancıdan bahsettiğini belirtmiştir. Bu kemancı muhtemelen Camulova’dır<br />

(Gazimihal, 1939: 111).<br />

Valz ve Bugvani isimli yabancı kemancıların Muzika-i Humayun’da, Madam<br />

Duachasten’inde (Seyfettin Asal’ın ilk keman hocası) Beyoğlu’nda özel<br />

keman dersleri verdikleri bilinmektedir (Gazimihal, 1955: 54).<br />

Muzika-i Humayun Orkestrası’nda çalışmış olan kemancılar arasında<br />

“Jozef Gayto Efendi (Yüzbaşı), Boris (Mulazini Sani) 3 , Jozef Ramono<br />

(Serçavuş) 4 , meşhur keman virtuozu Samuel”in isimleri geçmektedir<br />

(Gazimihal, 1955: 104).<br />

2. Türk Keman Okulunun Temsilcileri<br />

Türk keman okulunun temsilcilerinden, Muzika-i Humayun’da öğrenim<br />

gören I. ve II. Kuşak kemancıların kısa biyografileri aşağıdaki gibidir:<br />

Vondra Bey (?-?)<br />

Abdülhamit tarafından Viyana Konservatuarı’nda eğitim alması için gönderilen<br />

Vondra Bey, bu okuldan birincilikle mezun olmuş ve başarısından dolayı<br />

kendisine değerli bir keman verilmiştir. Yurda döndükten sonra Muzika-i<br />

Humayun Orkestrası’nın Başkemancılığını yapmıştır (Gazimihal, 1955: 106).<br />

Vondra Bey aynı zamanda Muzika-i Humayun’da keman öğretmenliği yapmış<br />

ve “ilk Türk konser kemancısı olarak bilinen Osman Zeki (Üngör) Bey’in de<br />

hocası olmuştur (Tuğlacı, 1986: 223).<br />

Osman Zeki Bey (Üngör 1880-1959)<br />

On bir yaşında Muzika-i Humayun’da Pepini Gayto ve Vondra Bey’den<br />

keman, Aranda Paşa’dan teori dersleri alan Osman Zeki Bey, yeteneği ve çalışkanlığı<br />

ile Abdülhamit’in dikkatini çekmiş ve Paris Konservatuarı’na yollanmasına<br />

karar verilmiştir. Paris Konservatuarı’nda Henri Marteu ile çalışan Zeki<br />

Bey, bu okuldan ödül alarak mezun olmuştur. Yurda döndükten sonra Vondra<br />

Bey’in yerine başkemancı tayin edilmiştir. Daha sonra Saray Orkestrası’nın şefliğine<br />

getirilen Osman Bey, orkestranın ilk Avrupa turnesini gerçekleştirmiştir.<br />

3<br />

Teğmen (Develioğlu, 2007: 719)<br />

4<br />

Başçavuş (Develioğlu, 2007: 939)


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 415<br />

İlk Türk konser kemancısı olarak Türk Müzik Tarihine geçmiş olan Osman Zeki<br />

Bey, -Mendelssohn gibi-, tanınmış bestecilerin konçertolarının Türkiye’deki ilk<br />

seslendirilişlerini gerçekleştirmiştir (Say, 2005: 565). Türk Müzik Tarihinde<br />

önemli bir yeri bulunan iki kurumun başına getirilmiştir. Bunlardan biri, Atatürk’ün<br />

emriyle İstanbul’dan Ankara’ya getirilen Riyaset-i Cumhur Filarmoni<br />

Orkestrası, diğeri de Musiki Muallim Mektebi’dir. Musiki Muallim Mektebi’nin<br />

uzunca yıllar müdürlüğünü yapmıştır. 1928 yılında Moskova’ya davet edilmiş<br />

ve Rus orkestraları eşliğinde, 1934 yılında da Bakü’de konserler vermiştir. İstiklal<br />

Marşımızın bestecisi olan Osman Zeki Üngör’ün birçok okul şarkısı ve marşları<br />

vardır (Ege, 1948: 30). Kemancı, şef ve müzik eğitimcisi kimlikleri ile birçok<br />

öğrenci yetiştirmiş olan Osman Zeki Bey, ülkemizin önemli kemancı ve müzik<br />

eğitimcilerinden oğlu Ekrem Zeki Ün’ü yetiştirmiştir.<br />

Basri Bey (?-?)<br />

Zeki Üngör Bey’den sonra orkestraya Konzertmeister olan ve 1917 yılında<br />

görev yaptığı bilinen Basri Bey de Muzıka-i Humayun’un yetiştirdiği değerli bir<br />

sanatçıdır (Özasker, 1997: 55).<br />

İzzet Nezihi Albayrak (1898-?)<br />

Keman eğitimine küçük yaşta Zeki Üngör’den ve Fischer’den İstanbul’da<br />

keman dersleri alarak başladı. 1920 yılında Berlin Stern Konservatuarı’nda<br />

Gesza von Kresc ile keman çalışmıştır. Bu okulu bitirdikten sonra Ballenstadt<br />

Konservatuarı’nda öğretmenlik yapan Albayrak, 1937-1964 yılları arasında<br />

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda viyola grup şefliği yapmış, ayrıca<br />

Ankara Devlet Konservatuarı’nda keman öğretmeni olarak çalışmıştır. İzzet<br />

Nezihi Albayrak’ın öğrencileri arasında Kenan Kutucuoğu, Şekür Ertüzün, Orhan<br />

Kadam, İrun Özyücel, İmer Saracoğlu, Taner Öncel, Ahmet Ediz, Ersan Alper<br />

ve Nuri Çeken vardır. Suna Kan’a da özel ders vermiştir (Say, 2005: 44).<br />

Seyfettin Asal (1901-1955)<br />

Türk keman okulunun önde gelen temsilcilerinden, Seyfettin Asal, sekiz<br />

yaşında özel olarak Mme Duchasten’den keman, Hege’den piyano dersleri alarak<br />

müzik eğitimine başlamış ve bir yıl sonra müzik eğitimine Muzika-i<br />

Humayun’da devam etmiştir. Muzika-i Humayun’da iki yıl kadar Zeki (Üngör)<br />

Bey’le çalıştıktan sonra on iki yaşında Viyana’ya gönderildi. Elveym Opera Orkestrası’ndan<br />

Prof. Moravets ile çalışmaya başladı. Bir süre sonra akademiye<br />

gitmek isteyince, ilk devrenin birinci sınıfına bile kabul edilmedi. Altı aylık yoğun<br />

bir çalışmadan sonra üç sınıf birden atlatılarak Prof. Faisst’nin sınıfına ka-


416 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

bul edildi. O. Sevcik ile kısa bir süre çalıştıktan sonra Prof. Arnold Rose’nin sınıfına<br />

geçti. Dört yıl Prof. Rose ile çalışan Asal, en önemli başarısını F. Löwe’nin<br />

idaresinde Brahms’ın Keman Konçertosu’nu seslendirerek kazanmıştırı. Ödül<br />

olarak akademi bir İtalyan keman vermeyi kararlaştırsa da o zamanki Kuron’un<br />

düşüklüğü nedeniyle para keman almaya yetmedi. Viyana Konserthaus Senfoni<br />

Orkestrası’nda birinci keman sanatçısı olarak çalıştı. Seyfettin Asal’ın bir diğer<br />

önemli başarısı da, Opera Orkestrası’nın sadece bir keman sanatçısı almak için<br />

açtığı sınavı 300 kişi arasından ciddi bir eleme sonucunda kazanmasıdır. Ayrıca<br />

keman eğitiminin yanı sıra Joseph Marks ile armoni, konturpuan ve füg çalıştı<br />

(Gazimihal, 2006: 167).<br />

1924 yılında Türkiye’ye dönen Asal, Galatasaray Lisesi’nde müzik öğretmenliğinin<br />

yanı sıra İstanbul Belediye Konservatuarı’nda keman öğretmenliği<br />

yaparak çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir. İstanbul’da 20. yüzyılın ilk yarısında<br />

geliştirilen çoksesli müzik hareketinin önderlerinden olan Seyfettin Asal’ın keman<br />

ve piyano için değişik formlarda eserleri vardır (Say, 2005: 106).<br />

Enver Kapelman (1903-?)<br />

On yedi yaşında Muzika-i Humayun’da keman eğitimine başlayan Enver<br />

Kapelman, Mustafa Bey, Zeki Bey ve Karl Berger ile çalışmıştır. Riyast-i Cumhur<br />

Filarmoni Orkestrası’nın ikinci keman grup şefliğini yapmış olan<br />

Kapelman, Ankara Radyosu Salon Orkestrası’nda şeflik, Musiki Muallim Mektebi’nde<br />

de keman eğitimciliği yapmıştır. Atatürk’ün huzurunda keman çalan<br />

Kapelman’ın Atatürk’le ilgili anıları Marşlarda-Türkülerde Atatürk isimli kitapta<br />

yayınlanmıştır (Ege, 1948: 23)<br />

Ali Sezin (1897-1950)<br />

İlk keman çalışmalarına Albert Braun ile başlayan Ali Sezin daha sonra eğitimine<br />

Almanya’da devam etti. Berlin Stern Konservatuarı’nda keman,<br />

konturpuan, armoni, enstrümantasyon ve kompozisyon öğrenimi yaptı (Say,<br />

2005: 312). Joseph Wolfstahl ve ünlü kemancı-eğitimci Carl Flesch ile çalıştı<br />

(Ege, 1948: 21). 1925 yılında Türkiye’ye döndü ve Darülelhan’a keman eğitimcisi<br />

oldu. İstanbul Belediye Konservatuarı’nda uzunca yıllar keman öğretmenliği<br />

yaptı, çok sayıda öğrenci yetiştirdi. Yetiştirdiği öğrencileri arasında ilk akla gelenler<br />

arasında Orhan Borar (1910-1983) bulunmaktadır (Say, 2005: 312). Eğitimcilik<br />

deneyimlerini aktardığı “Kemana Çalışma Usulü” ve “Gam ve Arpejler<br />

Üzerine İhzari Ekzeyler” (Ege, 1948: 23) isimli iki metot yazmış ayrıca çeşitli<br />

keman eserleri bestelemiştir (Say, 2005: 312). Ali Sezin, Almanya’da ünlü ke-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 417<br />

mancı ve eğitimci Carl Flesch ile çalışarak Flesch ekolünü Türkiye’ye taşıyan ilk<br />

keman eğitimcisi olmuştur.<br />

Halil Rıfat (Bey) Onayman (1902-1968)<br />

1916 yılında Muzika-i Humayun Orkestrasına girmiş, Zeki Bey’in şef olması<br />

ile 1920 yılında Orkestra’nın başkemancılığına getirilmiştir. 1928 yılında Berlin<br />

Müzik Akademisi’nde öğrenimini sürdürmüştür. 1929 yılında yurda döndüğünde<br />

Musiki Muallim Mektebi’ne keman öğretmeni olarak atanmış, 1934<br />

yılında Osman Zeki Bey’in şeflikten ayrılması üzerine kısa bir süre Riyast-i<br />

Cumhur Filarmoni Orkestrası’na şeflik yapmıştır. 1945’te Ankara Radyosu’nda<br />

bir salon orkestrası kuran ve yöneten Onayman, 1949’da Ankara Devlet Konservatuarı’nda<br />

dersler vermeye başlamış, eğitimciliği boyunca birçok öğrenci<br />

yetiştirmiştir (Say, 2005: 602).<br />

Muzika-i Humayun dışında keman eğitiminin verildiği bir diğer müzik<br />

okulu da Bahariye Musiki Mektebidir. 17 Mayıs 1916 tarihinde kurulan bu okulun<br />

amacı bahriye bandolarına icracı yetiştirmekti. 1917 yılında yabancı deniz<br />

bandolarından örnek alınarak Türk Deniz Muzikalarında da hem bando sazlarını<br />

hem de orkestra sazlarını çalabilecek öğrencilerin yetiştirilmesi için yaylı<br />

çalgıların eğitimine başlanıldı. Bahriye Musiki Mektebi’nin bu yeni duruma<br />

getirilmesi ile Alman müzikçi Paul Lange görevlendirildi. Ermeni asıllı Vahram<br />

Mühendisyan bu okulda uzun yıllar keman öğretmenliği yapmış ve birçok öğrenci<br />

yetiştirmiştir. Basri Bey ve Halil Bey (Onayman) de Bahriye Musiki Mektebi’nde<br />

keman öğretmenliği yapmıştır (Tuğlacı, 1986: 92).<br />

Ayrıca İmparatorluk döneminde sarayda konserler vermiş ünlü kemancıların<br />

isimlerine rastlanmaktadır. Macar asıllı kemancı ve besteci A.Von Adelburg<br />

(1830-1873) bu isimler arasında yer almaktadır. Babasının diplomatik görevi<br />

sebebiyle İstanbul’da doğmuş ve daha sonra 12 yaşında Viyana’ya giderek müzik<br />

eğitimine başlamıştır. İstanbul’a birçok kez gelerek konserler vermiş ve<br />

Abdülmecid’in takdirini kazanmıştır. “İstanbul’un Boğaz Sahilinde nam ahengi<br />

şevkengiz” isimli eserini Abdülmecid’e sundu. Eserlerinde Doğu etkileri görülür.<br />

Ayrıca Antoine Murat’ın Türk müziği ses ve perde sistemi üzerine tamamlanmamış<br />

taslak halindeki el yazması araştırmalarını düzenleyerek Viyana’da<br />

bir dergide yayınlamıştır (Aksoy, 2003: 157).<br />

Sultan Abdülmecit’in müzik merakını duyarak 1848 yılında sarayda konser<br />

vermek üzere gelen ünlü kemancı, besteci ve pedagog H. Vieuxtemps (1820-<br />

1881) ve piyanist eşi, Padişah tarafından çok beğenilir. H. Vieuxtemps’ın sarayda<br />

verdiği bu konser Muzika-i Humayun’un yirmili yıllarına rastlamaktadır.


418 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Padişah, Vieuxtemps’dan Muzika-i Humayun’u denetlemesini ister.<br />

Vieuxtemps burada altmış kadar öğrenciye yaylı çalgı dersi verildiğini görür.<br />

Öğrenciler Belli’nin La Somnanbula Operası’ndan bir perdeyi konuk sanatçılar<br />

onuruna sahnelerler. Vieuxtemps icrayı son derece kötü bulur. Fakat Donizetti<br />

yönetimindeki bandoyu beğenmiştir. Ayrıca bandonun Vieuxtemps’nın padişaha<br />

ithafen yazdığı bir marşı ilk görüşte çalması sanatçı tarafından takdir<br />

edilmiştir (Gazimihal, 1955: 50). O dönemde bando’nun yaylı çalgılar orkestrasına<br />

göre daha iyi olmasının en önemli sebeplerinden birisi, bando sazlarının<br />

eğitimine yaylı sazların eğitiminden daha önce başlanılması olarak gösterilebilir.<br />

1902 yılında Osmanlı Sarayı’nda Abdülhamit huzurunda konser veren bir<br />

diğer ünlü kemancı da Leopold Auer (1845-1930)’dir. Leopold Auer, Yascha<br />

Heifetz, Mischa Elman, Efrem Zimbalist, İsolde Menges gibi dünyaca ünlü kemancıların<br />

hocasıdır. Padişahın müzik zevkine uygun parçalardan oluşan program<br />

(İtalyan operalarından aryalar, Brahms’ın Macar Dansları, Rus halk şarkıları<br />

gibi) oldukça beğeni ile karşılanmıştır (Gazimihal, 1939: 150).<br />

2. Cumhuriyet Sonrası Keman Eğitimi<br />

“1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti Aydınlanma Felsefesi ve Fransız<br />

ilkelerinden yola çıkmıştır ve geliştirdiği kültür ve eğitim politikaları doğal<br />

olarak “ulusalcı”dır. Bu doğrultuda gerçekleştirilen eğitsel reformlar 1924’te<br />

yürürlüğe giren “Tevhid-i Tedrisad Kanunu” (Öğretimde Birlik) ile başlamıştır”<br />

(Say, 2003: 513). Bu kanuna göre ülkenin her köşesinde aynı tip eğitim yapılacaktır.<br />

Böylece müzikte de ustadan çırağa kulak yoluyla gelen öğreti, yerini notaya,<br />

kitaba ve bilimsel yöntemlere bırakacaktır. Türkiye Cumhuriyetinin yeni<br />

kültür politikaları kapsamında hızla kurumsallaşmaya gidilmiştir. 1917 yılında<br />

kurulan ve halka açık ilk resmi müzik eğitim kurumu olan Dar’ül Elhan, Cumhuriyet<br />

ile birlikte yeniden şekillenerek bir konservatuara dönüştürülmüştür.<br />

Bu kurum 1923-1985 yılları arasında İstanbul Belediye Konservatuarı, 1985’den<br />

itibaren İstanbul <strong>Üniversitesi</strong> Devlet Konservatuarı adını almıştır. 1924’te Ankara’da<br />

ortaöğretim için müzik öğretmeni yetiştirilmek üzere Musiki Muallim<br />

Mektebi hizmete girmiştir. 1936 yılında Musiki Muallim Mektebi bünyesinden<br />

Ankara Devlet Konservatuarı (HÜ Ankara Devlet Konservatuarı) oluşturulmuş,<br />

Musiki Muallim Mektebi de 1937’de Gazi Eğitim <strong>Enstitüsü</strong>ne bağlanmıştır.<br />

Muzika-i Humayun ise 1924’te İstanbul’dan Ankara’ya getirilerek Riyaset-i<br />

Cumhur Musiki Heyeti adını almıştır (Say, 2005: 509).


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 419<br />

Cumhuriyetin ilk yıllarında açılmış olan ve yukarıda bahsedilen müzik eğitimi<br />

kurumlarında keman eğitimi Cumhuriyet öncesine göre daha ileri düzeye<br />

ulaşmıştır. Bunun en önemli sebeplerinden birisi İstanbul Belediye Konservatuarı,<br />

Musiki Muallim Mektebi ve Ankara Devlet Konservatuarı’nda görev yapmak<br />

üzere gelmiş olan nitelikli yabancı keman eğitimcilerinin yanı sıra yetişmiş<br />

olan Türk keman eğitimcilerinin de bu kurumlarda görev alıp öğrenci yetiştirmeleridir.<br />

Birçok öğrenci yetiştirmiş olan yabancı eğitimcilerin başında Lico<br />

Amar ve Karl Berger gelmektedir.<br />

Liko Amar (1891-1959)<br />

Macar asıllı Türk vatandaşı Lico Amar, Türkiye’de yaşamış olan yabancı<br />

kemancılar arasında en dikkat çeken isimlerin başında gelmekte olup, Türkiye’nin<br />

müzik yaşantısına gerek solistliği gerekse yetiştirdiği başarılı öğrencileri<br />

ile önemli katkı sağlamıştır.1916 ile 1922 yılları arasında Berlin Filarmoni Orkestrası’na<br />

başkemancı olmuş ayrıca 1922’de kurduğu Amar Kuarteti ile Avrupa’nın<br />

birçok merkezinde konserler verdi. Amar kuarteti özellikle çağdaş eserleri<br />

yorumlayarak ün kazandı. Rejim değişikliği yüzünden 1933 yılında Almanya’dan<br />

ayrılan Amar, bir süre Fransa ve Amerika’da yaşadıktan sonra 1935 yılında<br />

İstanbul’a yerleşti.1938 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’nda ve Musiki<br />

Muallim Mektebin’de keman öğretmenliği yapmak için Ankara’ya davet<br />

edildi (Ege,1948: 24 ). Amar, Türkiye’de özellikle çağdaş müziği tanıtan konserler<br />

verdi. 2 Nisan 1948 tarihinde Ulvi Cemal Erkin’in keman konçertosunu ilk<br />

seslendirilişini Ankara Devlet Operası’nın açılışında yaptı (Say, 2005: 61).<br />

Türk vatandaşlığına geçmiş olan Lico Amar’ın yetiştirdiği öğrencileri arasında<br />

Devlet Sanatçısı Suna Kan, Erdoğan Kürkçü, Orhan Kadam, Münir Akman,<br />

Gülden Turalı, Oktay Dalaysel, Ömer Can ve Cengiz Özkök ilk akla gelenlerdir.<br />

Karl Berger (1894-1947)<br />

Macar asıllı Türk vatandaşı (Ömer Baki) Karl Berger, Viotti ekolünün temsilcilerinden<br />

Ottakar Sevcik’in öğrencisi olmuştur. 1918 yılında sarayda bir dizi<br />

konser vermek üzere davet edilmiş olan Berger, ülkesine döndükten sonra 1920<br />

yılında Saray Müzik Öğretmenliği için aldığı teklifi kabul ederek İstanbul’a yerleşmiş,<br />

keman öğretmeni olarak kentin müzik yaşamına 28 yıl hizmet etmiştir.<br />

Sevcik ekolünü Türkiye’ye taşıyan Karl Berger’in yetiştirdiği öğrencileri arasında<br />

Necdet Remzi Atak, Bülent Tarcan, Erdoğan Saydam ve Ayla Erduran bulunmaktadır<br />

(Say, 2005: 203).


420 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

1924 yılında İstanbul’a yerleşmiş olan bir diğer ünlü kemancı Jozef Zirkin<br />

de birçok öğrenci yetiştirmiştir (Say, 2005: 678). Cumhuriyet’in ilk müzik kurumlarında<br />

çalışmış olan yabancı keman eğitimcileri arasında Eva Franke Klein,<br />

Bernhard Klein ve Peter Weis, Albert Braun, Gilbert Back, Fischberg, Jules<br />

Hıgny, Winkler, Marcel Debot’un isimlerine rastlanmaktadır.<br />

Cumhuriyetin ilk yıllarında bestecilik, icracılık ve müzik eğitimciliği için<br />

Avrupa’ya gönderilen üstün yetenekli Türk öğrencileri Türkiye’de Batı Klasik<br />

Müziği’nin bilimsel, eğitsel ve sanatsal boyuta ulaşmasında önemli roller üstlenmişlerdir.<br />

Yine bu dönemde yurt dışına gönderilen Çağdaş Türk Müziği bestecileri<br />

ulusal motifleri işleyen eserler bestelemişlerdir. Özellikle solistlerimizin<br />

ulaştıkları üstün icracılık düzeyleri bestecilerimizi keman için çeşitli formlarda<br />

eserler yazmaya yöneltmiştir. Gerek solistlikleri gerekse eğitimcilikleri ile Türk<br />

keman okulunun Cumhuriyet dönemi temsilcilerinin kısa biyografileri aşağıdaki<br />

gibidir:<br />

Cezmi Erinç (1910-1992)<br />

İzmir’de doğan Cezmi Erinç, İlkokulu İzmir’de tamamladıktan sonra Galatasaray<br />

Lisesi’ne devam etti. 1925’de bir devlet sınavını kazanarak Paris’te Ecole<br />

Normale de Musique’de ünlü kemancı Jacques Thibaud’un öğrencisi oldu. Bu<br />

okulu bitirdikten sonra Berlin’de Carl Flesh Okulu’ndan Wolfsthal ile bir süre<br />

çalıştı. Türkiye’ye döndükten sonra Musiki Muallim Mektebi’ne keman öğretmenliğine<br />

atandı. 1933 yılında Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası eşliğinde<br />

iki keman konçertosu seslendirdi. Ankara ve İstanbul’da resitaller verdi. Gazi<br />

Eğitim <strong>Enstitüsü</strong>’nde uzunca yıllar keman öğretmenliği yapan Cezmi Erinç’in<br />

basılmış tek eseri, piyano için op. 9 Dört Türk Ezgisi 5 başlığını taşır (Say, 2005:<br />

542).<br />

Burhan Duyal (1908-1968)<br />

Zeki Üngör’ün öğrencisi olarak yetişen Burhan Duyal, 1919’da Muzika-i<br />

Humayun’a girdi. Çalgısında hızla ilerleyerek orkestranın birinci keman üyeleri<br />

arasına katılmış, bu topluluğun Riyaset-i Cumhur Filarmoni ve Cumhurbaşkanlığı<br />

Senfoni dönemlerinde de görevini sürdürerek başkemancılığa yükselmiştir.<br />

Ayrıca Musiki Muallim Mektebi’nde keman öğretmenli de yapan Duyal, birçok<br />

öğrenci yetiştirmiş, yetiştirdiği öğrencilerinin çoğu Cumhurbaşkanlığı Senfoni<br />

Orkestrası’nın üyesi olmuştur (Say, 2005: 491).<br />

5<br />

Viyana, Üniversal Edition, 1935, No. 10249


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 421<br />

Ekrem Zeki Ün (1910-1987)<br />

Keman eğitimine babası Osman Zeki Üngör ile başlayan E.Z. Ün 1924-1930<br />

yılları arasında Paris Ecole Normale de Musique’de keman, kompozisyon ve<br />

şeflik eğitimi aldı. Paris’te altı yıl süren eğitimi boyunca Line Tallies, Marcel<br />

Chailley ve Jacques Thibaud ile keman, M. Laurant ve Alexandre Cellier ile<br />

Armani, Georges Dandelot ile kompozisyon çalıştı. 1930 yılında yurda döndüğünde<br />

Musiki Muallim Mektebi’nde keman öğretmenliği, Riyaset-i Filarmoni<br />

Orkestrası’nda şeflik, solistlik ve orkestra üyeliği yaptı. 1934 yılında İstanbul’a<br />

yerleşerek İstanbul Musiki Muallim Mektebi’nde ve Belediye Konservatuarı’nda<br />

eğitimciliğini sürdürdü. Kurduğu okul orkestrası ile konserler verdi ayrıca<br />

İstanbul Şehir Orkestrası’nın konuk şefliğini yaptı (Say, 2005: 564).<br />

Ekrem Zeki Ün gerek kemancılığı gerekse eğitimciliği ile Türkiye’de müzik<br />

eğitiminin akademik bir boyutta yapılmasında çok önemli rol oynamıştır. Yetiştirdiği<br />

öğrencileri günümüzde birçok sanat ve eğitim kurumunda görev yapmaktadır.<br />

Ekrem Zeki Ün besteci olarak verimli çalışmaları olup değişik formlarda<br />

eserler yazmıştır.<br />

Orhan Borar (1910-1983)<br />

Kemana özel derslerle başlayan Orhan Borar, İstanbul Belediye Konservatuarı’nı<br />

Albert Braun ve Ali Sezin’in öğrencisi olarak 1938’de tamamladı. 1939<br />

yılında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na girdi. On iki yıl bu orkestrada<br />

keman sanatçısı ve başkemancı olarak çalıştı. Daha sonra İstanbul’a yerleşen<br />

Borar, İstanbul Radyosu’nda Küçük Orkestra’nın şefliğini yapmıştır. İstanbul<br />

Belediye Konservatuarı’nda uzun yıllar keman eğitimciliği yapan Orhan Borar,<br />

Mithat Fenmen ile uzuca yıllar keman-piyano ikilisi olarak 300 dolayında konser<br />

vermiştir. Öğrencileri arasında Yusuf Güler Aksöz ve Ahmet Yürür vardır<br />

(Say, 2005: 239).<br />

Necdet Remzi Atak (1911-1972)<br />

Karl Berger’in öğrencisi olarak yetişen Atak, Cumhuriyet döneminin önde<br />

gelen solist ve eğitimcilerindendir. İşgal altındaki İstanbul’da henüz dokuz yaşında<br />

iken, Türkiye’nin ilk piyano virtuozu olarak kabul edilen ablası Ferhunde<br />

Erkin ile verdikleri konser işgal ordularının başkomutanı ve bazı subayları tarafından<br />

izlenilmiş ve çocukların Türk olamayacağını iddia etmişlerdir. 29 Ocak<br />

1926’da Ankara’da verdikleri bir konserde Atatürk de dinleyiciler arasında bulunmakta<br />

idi. Konserden sonra Atatürk tarafından köşke davet edilen küçük<br />

Atak kardeşler Atatürk’ün şu konuşması ile karşılanırlar:


422 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

“Türk’ün sanat meşalesini yakıp, medeniyet kavgasını daha bacak kadar<br />

çocukken en düşman bir muhit içinde yürütmesini bilen becerebilen bu çocuklara,<br />

lütfen, ayağa kalkmasını da biz bilelim” (Say, 2005: 121).<br />

1928 yılında Almanya’da eğitimine devam eden Necdet Remzi Atak, 1930<br />

yılında solist diploması alarak eğitimini tamamladı. 1931 yılında Türkiye’ye<br />

döndü ve Musik-i Muallim Mektebi’nde keman öğretmeni olarak görev aldı.<br />

N.R. Atak’ın Türk keman okuluna olan katkısı iki açıdan ele alınabilir: “Birincisi,<br />

Karl Berger’in öğrencisi olarak Viotti ve Sevcik ekolünü Türkiye’ye taşımıştır.<br />

Çünkü Karl Berger Viotti’nin öğrencisi olan Sevcik’in öğrencisi olmuştur.<br />

Dolayısıyla Atak, o yıllarda bu ekolü Türkiye’de sürdürebilecek tek kemancıdır.<br />

İkincisi; keman eğitiminin Türkiye’de okullaşmasını sağlayacak çağdaş, köklü<br />

bir sistem geliştirmiş ve kendinden sonra bu sistemi devam ettirecek nitelikli<br />

sanatçılar ve eğitimciler yetiştirmiştir” (Say, 1992: 113). Yetiştirdiği öğrencileri<br />

arasında, İlhan Özsoy, Ruşen Güneş, Koral Çalgan, Gürer Aykal, Erdoğan Çaplı,<br />

Süheyl Petek, Nejat Başeğmezler Hazar Alapınar, bulunmaktadır. Ege’nin<br />

1948 yılında yayımlanan Musikicilerimiz isimli kitabında N.R. Atak’ın,<br />

Wesielevvski’nin “Keman ve Üstatları” kitabının Türkçeye çevirisini yaptığını,<br />

“Bir Keman Ekolü” ve “Keman Tekniği Problemleri” isimli kitapları da hazırlamakta<br />

olduğunu belirtmiştir (Ege, 1948: 28). Günümüzde adı geçen eserlere<br />

rastlanmamaktadır.<br />

“Sahnedeki solist dünün çalışmalarını sergiler, eğitimci ise gençliğin elinden<br />

tutarak yarına yürüyen insandır; yarını düne tercih ederim” (Say,1992: 113).<br />

Bu sözler büyük bir sanatçı-eğitimcinin yaşam özetidir.<br />

Fethi Kopuz (1915-1996)<br />

Keman eğitimine Tahir Sevenay ile başlayan Fethi Kopuz, İstanbul Belediye<br />

Konservatuarı’nda eğitimine devam etmiştir. Mithat Fenmen ile birlikte Ankara<br />

Radyosu’nda resitaller verdi. 1943 yılında Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası’na<br />

keman sanatçısı olarak girdi. Orkestralar eşliğinde Ankara ve İstanbul’da<br />

konçertolar seslendirdi. 1949 yılında İngiltere’ye giderek Max Rostal’ın<br />

öğrencisi oldu. Yurda döndükten sonra kurduğu trio ile oda müziği konserleri<br />

verdi. 1961 yılında Amerika’ya gitmiş, 1964 yılında yurda dönerek Cumhurbaşkanlığı<br />

Senfoni Orkestrası’na başkemancı olmuştur. 1967 yılında tekrar Amerika’ya<br />

giden Kopuz, Eastern Illinois <strong>Üniversitesi</strong>’nde keman öğretmenliği yapmış,<br />

1974 yılında ABD’nin Seçkin Eğitimciler Almanağı’nda yer almış, 1975<br />

yılında Seçkin Fakülte Üyesi ödülüyle onurlandırılmıştır. 1975 yılında Türkiye’ye<br />

dönen Fethi Kopuz, radyo ve televizyon için konserler vermiş, çeşitli der-


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 423<br />

gilerde makaleler yazmış, bildiriler sunmuş ayrıca Marmara <strong>Üniversitesi</strong> Atatürk<br />

Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü’nde dersler vermiştir (Say, 2005:<br />

298).<br />

Semih Argeşo (1916)<br />

Keman eğitimine Arnold Zirkin’den dersler alarak başlayan Argeşo, İstanbul<br />

Belediye Konservatuarı’nda Seyfettin Asal ve Karl Berger’in öğrencisi oldu.<br />

1935 yılında Viyana Müzik Akademisi’nde Gottefried Feist ile çalıştı. 1940 yılında<br />

Türkiye’ye dönerek İstanbul Belediye Konservatuarı’nda keman öğretmenliğine<br />

başladı. 1941 yılında kurulan İstanbul Şehir Orkestrası’nın başkemancısı<br />

oldu. Bu orkestranın, İstanbul Şehir Senfonik Orkestrası, İstanbul Filarmonik<br />

Orkestrası ve İstanbul Radyo Senfonik Orkestrası adı altındaki etkinliklerinde<br />

görev yapan Semih Argeşo, İstanbul Radyo Salon Orkestrası’nı yönetmiş,<br />

daha sonra İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın başkemancısı olarak<br />

emekli olmuştur (Say, 2005: 94).<br />

Sedat Ediz (1916-1965)<br />

Cumhuriyet döneminin yetiştirdiği değerli kemancılar arasında olan Sedat<br />

Ediz, Zeki Üngör, Halil Onayman ve Burhan Duyal ile keman çalışmış ve Riyaset-i<br />

Cumhur Filarmoni Orkestrasının üyesi olarak profesyonel müzik yaşantısına<br />

başlamıştır. 1935-1945 yılları arasında Gibert Back ile oda müziği çalıştı ve<br />

kısa süre sonra başkemancı oldu. 1958 yılında Almanya’ya giderek Münih’de<br />

Prof. Lessing’den şeflik dersleri alan Ediz, İstanbul Şehir Orkestrası’nı ve Cumhurbaşkanlığı<br />

Senfoni Orkestrası’nı yönetmiştir (Say, 2005: 505).<br />

Efdal Dölen (1917-?)<br />

Müzik eğitimine Musiki Muallim Mektebi’nde başlayan Efdal Dölen, daha<br />

sonra Ankara Devlet Konservatuarı’na girerek Winkler’in öğrencisi oldu. 1943<br />

yılında okulun yüksek bölümünü bitirerek Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası<br />

birinci keman üyesi oldu. Ankara Radyosu’nda konserler verdi (Say, 1992:<br />

455).<br />

Buraya kadar Muzika-i Humayun’da ve Cumhuriyetin ilk yıllarınada açılan<br />

müzik eğitimi kurumlarında yetişmiş olan üç kuşak sanatçı-eğitimcilerin biyografilerine<br />

ve Türkiye’de keman sanatının yerleşmesine -gelişmesine yaptıkları<br />

katkılara yer verilmiştir. Tablo 1’de ise, Ahmet Say’ın hazırladığı Müzik Ansiklopedisi’nde<br />

yer alan, Türkiye’de eğitimci ve sanatçı olarak önemli hizmetleri<br />

olan sanatçı-eğitimciler, doğum tarihlerinden itibaren her on yıllık süreç bir<br />

kuşağı temsil etmek üzere listelenmiştir.


424 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Tablo 1. I. - VI. Kuşak Sanatçı-Eğitimciler<br />

I.Kuşak<br />

II.Kuşak<br />

III.Kuşak<br />

IV.Kuşak<br />

V. Kuşak<br />

Vondra Bey (?-?)<br />

Osman Zeki Üngör (1880-1959)<br />

Basri Bey (?-?)<br />

Vahram Mühendisyan (1895-1953)<br />

Ali Sezin (1897-1950)<br />

İzzet Nezih<br />

(1898-?)<br />

Albayrayrak<br />

Seyfettin Asal (1901-1955)<br />

Halil Rıfat Onayman (1902-1962)<br />

Mehmet Nuri İrun (1906-?)<br />

Cezmi Erinç (1907-1912)<br />

Burhan Duyal (1908-1968)<br />

Ekrem Zeki Ün (1910-1987)<br />

Orhan Borar (1910-1983)<br />

Necdet Remzi Atak (1911-1972)<br />

Necip Aşkın (?-1978)<br />

Reşat Aksel (1914-?)<br />

Fethi Kopuz (1915-1996)<br />

Semih Argeşo (1916)<br />

Sedat Ediz (1916-1965)<br />

Efdal Dölen (1917-?)<br />

Erdoğan Saydam (1921-1982)<br />

Hamit Alacalıoğlu (1922-2000)<br />

Kenan Kutucuoğlu (1922-2006)<br />

Orhan Kadam (1923-?)<br />

Ulvi Yücelen (1925-2004)<br />

İlhan Özsoy (1925-1985)<br />

Erdoğan Çaplı (1926-1979)<br />

Ermukam Saydam (1927)<br />

Haluk Onarır (1927-?)<br />

Ayhan Erman (1928-1999)<br />

Edip Günay (1931)<br />

Nuri Çeken (1933-?)<br />

Atilla Işıksun (1932-?)<br />

Ömer Can (1934)


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 425<br />

Akşit Yücelen (1935)<br />

Ergun Tekinson (1936-2001)<br />

Suna Kan (1936)<br />

Ayla Erduran (1936)<br />

Gülden Turalı (1935-2002)<br />

Ayhan Turan (1938-2009)<br />

Yusuf Güler Aksöz (1936)<br />

Oktay Dalaysel (1938)<br />

VI. Kuşak Saim Akçıl (1940)<br />

Gönül Gökdoğan (1940)<br />

Cengiz Özkök (1940)<br />

Ali Uçan (1941)<br />

Hazar Alapınar (1942)<br />

Engin Eralp (1942)<br />

Buraya kadar bahsedilen altı kuşak keman eğitimci ve icracılarının öğrencileri<br />

günümüzde gerek sanat kurumlarında gerekse müzik eğitimi kurumlarında<br />

görev yapmaktadırlar.<br />

3.SONUÇ ve ÖNERİLER<br />

Türkiye’de keman eğitiminin, geniş bir uygulama alanı ve Cumhuriyet öncesi<br />

dönemlere kadar uzanan yaklaşık bir buçuk asırlık bir geçmişi vardır. Türk<br />

keman okulunun oluşumuna yönelik akademik anlamdaki ilk çalışmalardan<br />

günümüze gerek eğitsel gerekse sanatsal anlamda önemli çalışmalar yapılmıştır.<br />

Araştırmadaki bulgular sonucunda Muzika-i Humayun, Türkiye’de batı<br />

müziği tarzında keman eğitiminin başladığı kurum olarak kabul edilmektedir.<br />

Bu kurumda keman eğitimine başlayan birinci ve ikinci kuşak sanatçıeğitimciler<br />

daha sonra Avrupa’nın önemli müzik merkezlerine müzik eğitimi<br />

için gönderilmiştir. Eğitimlerini tamamlayıp Türkiye’ye döndükten sonra<br />

Cumhuriyet devrimleri sonucunda açılan müzik kurumlarında görev almışlardır.<br />

Muzika-i Humayun’dan günümüze Türkiye’de uygulanan keman eğitimi,<br />

amatör müzik eğitimi ve mesleki (profesyonel) müzik eğitimi kapsamında yürütülmektedir:<br />

Amatör müzik eğitimi kapsamında yürütülen keman eğitimi,<br />

daha çok hobi amaçlı olarak özel dersler ile özel müzik dershanelerinde yapılmaktadır.<br />

Mesleki müzik eğitimi kapsamındaki keman eğitimi ise mesleki müzik<br />

eğitimi veren kurumlarında yürütülmektedir. Türkiye’de keman eğitiminin<br />

yapıldığı mesleki (profesyonel) müzik kurumları: Konservatuarlar (ilk, orta ve


426 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

yüksek öğrenim bölümleri ile), Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri, Eğitim Fakülteleri<br />

GSEB Müzik Öğretmenliği ABD, Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümleri’dir.<br />

Söz konusu keman eğitimi veren okullardaki hedeflenen keman eğitimi<br />

düzeyi keman icracılığı açısından farklıdır. Konservatuarlardaki keman eğitiminde<br />

amaç keman sanatçısı yetiştirmektir. Diğer okullarda ise keman eğitiminin<br />

süresinin dört yıl olmasından dolayı keman sanatçısı yetiştirmek gibi bir<br />

amaçları bulunmamaktadır. Keman eğitimi bu okullarda müzik öğretmenine<br />

nitelik kazandırma amacı ile bireysel çalgı olarak kullanılmaktadır.<br />

Türkiye’de keman eğitiminin ilk yıllarında keman eğitimcilerinin ve kullanılan<br />

kaynakların büyük ölçüde yurt dışından sağlandığı söylenebilir. Günümüzde<br />

ise keman eğitimi için materyal sorunu keman eğitimcilerimiz tarafında<br />

yazılmış olan metot, albüm vb. çalışmalarla daha da aza indirgenmiştir. Özellikle<br />

üniversitelerdeki akademik çalışmaların artması ile birlikte keman eğitimine<br />

yönelik yapılan çalışmaların okullaşma sürecine olan katkısı önemlidir.<br />

Günümüzde keman eğitimine yönelik yazmış oldukları kitaplar ile önemli<br />

hizmetleri bulunan eğitimcilerimizden Ömer Can, Hazar Alapınar ve Ali Uçan<br />

ilk akla gelen isimler arasındadır.<br />

Dünyadaki küreselleşme sürecinde bilginin hızlı paylaşımı ve farklı keman<br />

ekollerini temsil eden yabancı eğitimcilerin de geçmişte olduğu gibi Türkiye’de<br />

birçok öğrenci yetiştirdikleri görülmektedir.<br />

Türk keman okulunun oluşumuna ve gelişimine yönelik çalışmalar artırılmalıdır.<br />

Geçmişte ve günümüzde Türk keman okuluna katkısı olan sanatçı ve<br />

eğitimcilerin uyguladıkları yöntemler hakkında ciddi araştırmalar yapılıp ulusal<br />

bir keman eğitimi ekolü oluşturulmalıdır. Bestecilerimize ve eğitimcilerimize<br />

ait keman eserlerinin sıklıkla seslendirilmesine özel önem verilmelidir. Yüzyıllardır<br />

kullanılan evrensel keman eğitimi yöntem ve malzemelerinin yanı sıra<br />

ulusal kimliğimizin ürünleri olan müziklerimiz, keman eğitiminde vazgeçilmez<br />

olmalıdır. Bu amaç doğrultusunda eğitsel amaçlı eser ve metotlar artırılmalı,<br />

keman eğitimcileri bu doğrultuda özendirilmelidir. ©


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 427<br />

KAYNAKLAR<br />

Aksoy, B. (2003). Avrupalı Gezginlerin Gözüyle Osmanlılarda Musiki. İstanbul: Pan<br />

Yayıncılık.<br />

Aşkın, C. (t.y). The Violin In Traditional Turkish Music A General Outlook.<br />

http://www.lesartsturcs.org/music/violin_history.html, Erişim Tarihi:<br />

05.07.2009.<br />

Devellioğlu, F (2007). Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat (24. Baskı). Ankara:<br />

Aydın Kitabevi.<br />

Ege, H. (1948). Musikicilerimiz. Bursa:Uygun Yayınevi.<br />

Fonton, C. (1987). 18. Yüzyılda Türk Müziği. (Çeviren:Cem Behar). İstanbul: Pan<br />

Yayıncılık.<br />

Gazimihal, M.R. (1955). Türk Askeri Mızıkaları Tarihi. İstanbul: Maarif Basımevi.<br />

Gazimihal, M.R. (1939). Türkiye-Avrupa Musiki Münasebetleri I. Cilt. İstanbul:<br />

Numune Matbaası.<br />

Gazimihal, M.R. (2006). Anadolu Türküleri ve Musiki İstikbalimiz. (Çevirenler:Mehmet<br />

Salih Ergan, Ahmet Şahin Ak). İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş.<br />

İlyasoğlu, E. (1998). Çağdaş Türk Bestecileri. İstanbul: Pan Yayıncılık.<br />

Kurtaslan, Z. (2000). Çağdaş Türk Bestecilerinin Keman Konçertolarının Yay Teknikleri<br />

Üzerine Bir Araştırma. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, <strong>Selçuk</strong><br />

<strong>Üniversitesi</strong>, Sosyal Bilimler <strong>Enstitüsü</strong>, Konya.<br />

Özalp, M.N.(2000). Türk Musikisi Tarihi 1. Cilt. İstanbul: Milli eğitim Yayınevi.<br />

Özasker, A. (1997). Muzika-i Humayun’dan Cumhurbaşkanlığı Senfoni<br />

Orkestrasına. İstanbul:Boyut Yayınları.<br />

Say, A. (1992). Müzik Ansiklopedisi Cilt 1. Ankara: Müzik Ansiklopedisi Yayınları.<br />

Say, A. (2005). Müzik Ansiklopedisi. Cilt 1,2,3,4. Ankara: Müzik Ansiklopedisi Yayınları.<br />

Say, A. (2003). Müzik Tarihi. Ankara: Müzik Ansiklopedisi Yayınları,<br />

Selanik, C. (1996). Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni. Ankara:Doruk Yayıncılık.<br />

Tebiş, C. (2002). Müzik Öğretmeni Yetiştiren Kurumlardaki Keman Öğretiminin<br />

Müzik Öğretmenlerinin Görüşlerine Dayalı Olarak Müzik Öğretmenliği Formasyonu<br />

Açısından Değerlendirilmesi. Yayımlanmamış Doktora Tezi, Gazi<br />

<strong>Üniversitesi</strong>, Eğitim Bilimleri <strong>Enstitüsü</strong>, Ankara.<br />

TDK (1998). Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.<br />

Tuğlacı, Pars. (1986). Mehterhaneden Bandoya. İstanbul.<br />

Yekta, R. (1986). Türk Musikisi.(Çeviren:Orhan Nasuhioğlu). İstanbul:Pan Yayıncılık.


428 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

EKLER<br />

Ek 1: J.E. Liotord, 1737-1742 yılları arasında yaptığı resim<br />

“Keman Çalan Türk Musikicileri (Aksoy, 2003:105).


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 429<br />

Ek 2: Fetis’in koleksiyonundan “Sinekeman” (Gazimihal,1939:86)<br />

Ek 3: Bonanni, 1723 “Ayaklı Keman” (Aksoy, 2003:135)


431 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

V. Mennanov, G. Astanova, Ş. Kemâliddin, Ämir<br />

Temür’niŋ Türkiy Yårlıġı, Taşkent 2005, 52 s.<br />

V. Mennanov, G. Astanova, Ş. Kemâliddin, The Turkish Yarliq of Amir<br />

Temur, Taşkent 2005, 52 p.<br />

Mevlüt GÜLMEZ •<br />

ÖZET<br />

Bu makalede, Özbekistan Cumhuriyeti Bilimler Akademisi, Ebu Reyhan Birûnî Şarkşünaslik<br />

(Şarkiyat) <strong>Enstitüsü</strong>, Timurlular Tarihi Devlet Müzesi tarafından Taşkent’te 2005 yılında basılan,<br />

V. Mennanov, G. Astanova, Ş. Kemâliddin tarafından hazırlanan “Ämir Témür’niŋ<br />

Türkiy Yårlıġı” adlı eser ayrıntılı bir şekilde tanıtılmaya çalışılmıştır.<br />

•<br />

ANAHTAR KELİMELER<br />

Emir Timur, Tarhanlık yarlıkları, Özbekistan, Çağatay Türkçesi, Ebu Müslim,<br />

V. Mennanov, G. Astanova, Ş. Kemâliddin<br />

•<br />

ABSTRACT<br />

In this article, ‘The Turkish Yarliq of Amir Temur’ was tried to be presented in detail which<br />

was compiled by V. Mennanov, G. Astanova, Ş. Kemâliddin and published by Republic of<br />

Uzbekistan Science Academy, Ebu Reyhan Biruni Institute of Oriental Studies of Uzbekistan<br />

Academy of Sciences, The History of Temurs’ State Museum in Tashkent in 2005.<br />

•<br />

KEY WORDS<br />

Amir Temur, Tarqhanid yarliqs, Uzbekistan, Chagatay Turkish, Abu Muslim V. Mennanov,<br />

G. Astanova, Ş. Kemâliddin<br />

•<br />

Okt., <strong>Selçuk</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Rektörlüğü Türk Dili Bölümü.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 432<br />

<br />

Giriş<br />

Yarlık, bir hükümdarın yabancı memleketlerin hükümdarlarına gönderdiği<br />

emir mahiyeti taşıyan mektuptur. Altın Ordu, Kırım, Kazan ve Osmanlı sahalarında<br />

kullanılan diplomasi terimidir.<br />

Türk dili ve tarihi açısından önemli kaynaklardan biri olan yarlıklar, diplomatik<br />

yarlıklar ve tarhanlık yarlıkları olmak üzere iki gruba ayrılırlar. Diplomatik<br />

yarlıklar; diplomasiyle ilgili olan, yabancı hükümdarlara gönderilen ve emir<br />

niteliğini taşıyan iç yazışmalardır. Tarhanlık yarlıkları ise; hanın istediği kişi<br />

veya kurumlara verdiği, verilen kişiye her türlü vergi ve kamu görevinden muafiyet<br />

sağlayan, geniş maddi imkân ve imtiyazlar sunan yarlıklardır. Altın Ordu<br />

sahasına ait resmî belgelerin büyük bir kısmını bu tarhanlık yarlıkları oluşturmaktadır<br />

1 .<br />

Bu makalede, “Ämir Temür’niŋ Türkiy Yårlıġı” adlı eser ayrıntılı bir şekilde<br />

tanıtıldıktan sonra, Emir Timur’un tarhanlık yarlığı Türkiye Türkçesine<br />

aktarılacaktır.<br />

Tanıtacağımız kitabın ana konusunu oluşturan yarlık, ilk olarak 1910 yılında<br />

Türkistan Arkeoloji Severler Cemiyeti toplantısında özel rapor hazırlayan ve<br />

Rusça tercümesini Turkistanskie Vedomosti ‘Türkistan Haberleri’ adlı gazetede<br />

yayımlayan Rus Doğu Bilimci N.P. Ostroumov tarafından incelenmiştir.<br />

Ostroumov’un raporuna göre belge; Türkistan Genel Valisi A.D. Kalmikov’a<br />

Hive’yi ziyareti sırasında Hive Hanı tarafından sunulmuştur.<br />

Yarlık; Özbekistan Bilimler Akademisi, Doğu <strong>Araştırmaları</strong> <strong>Enstitüsü</strong> Kütüphanesinde<br />

yazma eserler arşivinde saklanmaktadır. Belgenin, sonraki yüzyıllarda<br />

onarıldığı, ince bir ipek malzemenin üzerine yapıştırıldığı araştırmacılar<br />

(V. Mennanov, G. Astanova, Ş. Kemâliddin) tarafından ifade edilmektedir.<br />

Yarlık nestalik hattıyla yazılmıştır. Boyutları 29 x 47 cm olan bir sayfa<br />

üzerine 11 satır halinde yazılan yarlığın birinci ve üçüncü sıralarının sağ tarafında<br />

badem şeklinde mühür göze çarpmaktadır.<br />

1<br />

A. Melek ÖZYETGİN, “Altın Ordu Hanlığı’nın Resmî Yazışma Geleneği”. Türkler. c. 8., Yeni Türkiye<br />

Yay., Ankara 2002, s.819-830.


433 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

1. Eserin Tanıtımı<br />

Özbekistan Cumhuriyeti Bilimler Akademisi, Ebu Reyhan Birûnî<br />

Şarkşünaslik (Şarkiyat) <strong>Enstitüsü</strong>, Timurlular Tarihi Devlet Müzesi tarafından<br />

Taşkent’te 2005 yılında basılan, V. Mennanov, G. Astanova, Ş. Kemâliddin<br />

tarafından hazırlanan Ämir Temür’niŋ Türkiy Yårlıġı (Emir Timur’un Türkçe<br />

Yarlığı) adlı eser, Söz Båşi (Söz Başı) nden sonra “Yårlı”niŋ Tåpiliş Tärihi<br />

(Yarlığın Bulunuş Tarihi), “Yårlı”niŋ Örgäniliş Tärihi (Yarlığın İnceleniş<br />

Tarihi), “Yårlı”- Mühim Tärihiy Hüccät (Yarlık- Önemli Tarihî Vesika),<br />

“Yårlı”niŋ Tili Hakidä (Yarlık’ın Dili Hakkında), Äbu Müslim (Ebu Müslim),<br />

Äbu Müslim Ävlådläri (Ebu Müslim’in Çocukları), “Yårlı”dägi<br />

Mä’muriy Atamälär (Yarlıktaki İdarî Görev Adları), Ämir Témür’niŋ Din<br />

Siyåsäti (Emir Timur’un Din Siyaseti), Hülåsä (Sonuç), İzåhlär (Açıklamalar),<br />

“Yårlı” Mätniniŋ Håzirgi Özbekçägä Täbdili (Yarlık Metninin Bugünkü Özbekçe’ye<br />

Değişimi), İzåhlär (Açıklamalar), Ädäbiyåtlär (Kaynaklar), “Yårlı”niŋ<br />

Fäksimile Suräti (Yarlığın Tıpkıbasımı), “Yårlı”niŋ Äräb İmlåsidägi<br />

Mätni (Yarlığın Arap İmlasındaki Metni), “Yårlı” Mätniniŋ Låtin<br />

Özbekçäsigä Täbdili (Yarlık Metninin Lâtin Özbekçesine Değişimi), “Yårlı”<br />

Mätniniŋ Rusçä Tärcimäsi (Yarlık Metninin Rusça Tercümesi), “Yårlı”<br />

Mätniniŋ İngilizçä Tärcimäsi (Yarlık Metninin İngilizce Tercümesi), Rezyume<br />

(Rusça Özet), Rezume (İngilizce Özet) olmak üzere yirmi bir bölümden meydana<br />

gelmiştir.<br />

Yazarlar, Söz Başı (s.3) nda Özbekistan Bilimler Akademisi, Ebu Reyhan<br />

Birûnî adındaki Şarkşünaslik (Şarkiyat) <strong>Enstitüsü</strong>’nün el yazmaları bölümünde<br />

Emir Timur devrine ait mühim bir vesikanın varlığına işaret ederek bu nadir<br />

vesikanın Orta Asya’daki Ebu Müslim’in çocuklarının hak ve hukuklarının himaye<br />

edilmesi ile ilgili olduğunu belirtmiştir. Yazarların verdiği bilgiye göre,<br />

bahsi geçen yarlığın Semerkant’ta el yazmaları bölümünde muhafaza edildiği,<br />

hattının nestalik, dilinin Türkçe, ölçüsünün 29 x 47 cm olduğu, eserin 11 satırdan<br />

oluştuğu ifade edilmiştir. Yarlığın birinci ve üçüncü sıralarının sağ tarafında<br />

badem şeklinde mühür olduğu da araştırmacıların verdiği bilgiler arasındadır.<br />

Mührün ortasında “Temür ibn Küregen ibn Taragay” ifadesinin olduğu,<br />

eserin son durumu ile ilgili bilgiler de bu bölümde yer almıştır.<br />

Yarlığın Bulunuş Tarihi (s. 3-5) bölümünde araştırmacılar, yarlıktan ilk<br />

olarak “Turkistanskie Vedomosti” gazetesinin 12 Noyabr (Kasım) 1910 yılının<br />

254. sayısında çıkan bir haberde söz edildiği bilgisini vermektedirler. Yarlıkta<br />

Emir Timur tarafından 780 / 1378-79 yılında Harezm’deki Tarhan Ata çizgisinde<br />

hareket eden Ebu Müslim’in çocuklarına verilen imtiyazdan bahsedilmiştir.


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 434<br />

Yarlığın, Türkistan genel valiliği için Hive Hanlığına gönderilen A. D.<br />

Kelmikov’a iltifat olarak Hive Hanı tarafından hediye edildiği, bu sırada Şarkiyatçı<br />

N. P. Ostroumov’un eline geçtiği bildirilmiştir. Yarlığın Ostroumov’un<br />

eline geçinceye kadarki zamanda mukaddes vesika sıfatında Hive Hanlarının<br />

özel arşivinde bugüne kadar saklandığı ve daha sonra bu önemli vesikaların A.<br />

P. Kün tarafından Sen-Petersburg’daki İmparator kütüphanesine takdim edildiği<br />

ifade edilmiştir.<br />

Yarlığın İnceleniş Tarihi (s. 5-6) bölümünde yarlığın Türkistan genel valiliğine<br />

getirilişi, Sen-Petersburg’a haber verilişi, eserin Rusçaya tercüme edilmesi<br />

talebi anlatılmıştır. Emir Timur’un mührünün bulunduğu bu Tarhanlık<br />

yarlığının Türkistan’daki “İşkibaz Kadimşinaslar Klubü” başkanı Doğu Bilimci<br />

N. P. Ostroumov’a tercüme etmesi için verildiği belirtilmiştir. Ostroumov’un,<br />

1910 yılı 13 Noyabr (Kasım) 255 numaralı Turkistanskie Vedomosti gazetesinde<br />

yarlığın Rusça tercümesini ve izahlarını neşrettiği bilgisi yine bu bölümde<br />

yer almıştır.<br />

Yarlık- Önemli Tarihî Vesika (s.7-10) bölümünde yarlıkların tarihî vesikalar<br />

arasında birinci sırada yer aldığı ifade edilmiştir. 150 yıllık Moğol zulmünün<br />

ardından Emir Timur’un Orta Asya’da bağımsız bir devlet kurma süreci bu<br />

bölümde bahsi geçen bir diğer konudur. Yarlığın “Ebu Muzaffer Fahr (?) Mansur<br />

Emir Temür Muhammed Bahadır Han sözüm” diye başladığı, Emir Timur’un<br />

diğer mektup ve yazışmalarında da aynı cümle ile başlaması yarlığın<br />

Emir Timur’a ait olduğu düşüncesini kuvvetlendirdiği görüşü de bu bölümde<br />

yer almıştır.<br />

Yarlığın Dili Hakkında (s. 10-14) bölümünde Türk Dilinin şekilleniş tarihinin<br />

eski zamanlara dayandığı, MÖ 2000 yıllarında Dravid dilini konuşan halklar<br />

ile Türkçe konuşan halkların yan yana yaşadığı ifade edilmiştir. Ural, Sibir<br />

ve Uzak Doğuda yaşayan ve bunların dışında Hazar, Bulgar, Çuvaş gibi başka<br />

farklı Türk boylarının da olduğu, eski dönemlerde Orta Asya’nın güney sınırlarında<br />

Eski Türk dilinin izlerine rastlandığı da bu bölümde verilen bilgiler arasındadır.<br />

Bunun yanında Türk Dili ile yazılmış en eski yazı meselesinin tartışmalı<br />

olduğu vurgulanmıştır. “Bilinmeyen Yazı” ve “Issık Yazıtı”nın en eski<br />

Türk yazısı olduğu görüşünü savunan pek çok âlimin bulunduğu ifade edilmiştir.<br />

Eski Sümer ve Elam dillerinde Türk dilinden işaretler bulunduğu da bu bölümde<br />

sözü edilen hususlardandır. Daha sonraki dönemlerden de bahseden araştırmacılar,<br />

Eski Türk yâdigârlarında kullanılan dilin esasını Karluk-Uygur,<br />

Oğuz ve Kıpçak şivelerinin oluşturduğu belirtilmişlerdir.


435 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Araştırmacılar, yarlıkta kullanılan dilin Çağatay Türkçesi olduğunu, Ali Şir<br />

Nevayî ve Zâhirüddin Muhammed Babür Han’ın eserlerindeki dile benzediğini<br />

ifade etmişlerdir. Yarlıktaki dilin Karluk-Uygur temelli olduğu, Arap ve Fars<br />

tesirlerinin de açıkça görüldüğü ifadesi de yine bu bölümde yer almıştır.<br />

Eserin Ebu Müslim (s. 14-18) kısmında, yarlıkta adı geçen, kendisine imtiyazlar<br />

verilen Ebu Müslim’in Timur devrinden yüzlerce yıl önce yaşamış itibarlı<br />

ve efsanevî bir kişi olduğu bildirilmiştir.<br />

Gerçek adının Abdurrahman ibn Müslim ibn Şanfirruz el-Mervazî el-<br />

Horasanî (100-137/718-755) olduğu, Horasan ve Maveraünnehir’de Emeviler’e<br />

karşı mücadele ettiği bilinmektedir. Yetenekli bir kişi olan Ebu Müslim, Abbasiler<br />

Halifeliğinin gözüne girerek “leşker başı” unvanını kazanmıştır.<br />

Ebu Müslim’in şahsî kütüphanesinde Oğuzların mukaddes kitabı<br />

“Oğuzname”nin Pehlevi dilindeki nüshasının olduğu, kitabın atalarından miras<br />

kaldığı da belirtilen bir diğer konudur.<br />

Ebu Müslim’in hayat hikâyesinin anlatıldığı bu bölümde hangi işle hayata<br />

atıldığı, hangi boya mensup olduğu, nerede yaşadığı, terbiyesini nereden aldığı,<br />

kendisinden sonraki halifesinin kim olduğu ve mücadeleleri de bu bölümde incelenmiştir.<br />

Ebu Müslim’in mezarının Nisa şehri yakınlarında olduğu, onun asırlarca<br />

hem İranlıların hem de Türklerin hatıralarında halk kahramanı sıfatıyla yaşadığı<br />

ve yaşamaya devam edeceği ifade edilmektedir.<br />

Ebu Müslim Evlatları (s. 18-19) bölümünde, Ebu Müslim çocuklarının<br />

Türkistan’da “Muhammed peygamberin çocukları” sıfatıyla tanındıkları, Ebu<br />

Müslim’in aslının tam olarak bilinmediği, ancak Horasan Türklerine mensubiyeti<br />

ile ilgili işaretlerin olduğu ifade edilmiştir.<br />

Ebu Müslim’in Horasan Emiri vazifesi gördüğü devirlerde (750-755)<br />

Seyyidler ailesine mensup kızla evlendiği ve çocuklarına bu yüzden seyyid denildiği<br />

sanılmaktadır. Onun ve ailesinin Semerkant yakınlarında ikamet ettiği<br />

ile ilgili bilgiler bu bölümde yer almaktadır. Ebu Müslim’in çocuklarının<br />

Harezm diyarına gelip yerleştiği, Emir Timur zamanında bu çocukların “Muhammed<br />

peygamberin çocukları” sıfatı ile itibar gördüğü de bu bölümde verilen<br />

bilgiler arasındadır.<br />

Eserin Yarlıktaki İdarî Görev Adları (s. 19-22) bölümünde, Emir Timur<br />

zamanındaki devletin işleyişi, kişilerin görevi ayrıntılı bir şeklide anlatılmıştır.<br />

Yarlık metninde geçen “vezirler, lalalar, sınır ve yol muhafızları, cağdavullar


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 436<br />

(ordunun arkasınca giden bir bölük asker), udayçılar (Han ve emirin huzuruna<br />

herhangi bir iş ve istek ile gelenler hakkında hana ya da emire haber veren ve<br />

hanın ya da emirin cevabını onlara ulaştıran görevli), elçiler, yolcular, kuşçular,<br />

bütün vergi toplayıcıları ve tahsilatçılar” gibi her bir meslek grubunun uyması<br />

gereken tüzüklerin olduğuna değinilmiştir. Emir Timur’un yarlıkta bahsedilen<br />

Harezm seyyidlerinin bazı mecburiyetlerden de muaf tutuldukları bu bölümde<br />

ifade edilmiştir.<br />

Eserin Emir Timur’un Din Siyaseti (s. 22-24) başlıklı bölümünde Timur’un,<br />

kendi hükümdarlığının ilk günlerinden son günlerine kadar İslâm dinini<br />

sağlamlaştırma politikası güttüğü ifade edilmiştir. Timur; şeyhlerin,<br />

seyyidlerin ve din adamlarının halk üzerindeki manevî nüfuzlarından istifade<br />

ederek ve zaman zaman İslâmî bir siyaset takip ettiği ifade edilmiştir.<br />

Timur’un din siyasetinin devlet başkanı olmadan önce başladığı da bu bölümde<br />

aktarılan diğer bir bilgidir. Takip edilen bu siyasetle Maveraünnehir’deki<br />

bütün seyyidler Timur’un tarafına geçmiştir. Timur’un bu seyyidleri şehir ve<br />

vilayetlerde kadı, müftü, belediye memuru olarak tayin edildikleri ifade edilmiştir.<br />

Harezm seyyidlerinin Moğollardan önce de bu yerlerde imtiyazlara sahip<br />

olduklarına değinilmiştir.<br />

Araştırmacılar, Harezm seyyidlerinin yarlıkta geçen imtiyazları elde etmelerinde,<br />

kendilerinin Timur’a müracaatta bulunmuş olma ihtimalini de göz<br />

önünde bulundurmuşlardır.<br />

Eserin Sonuç (s. 24) bölümünde Emir Timur tarafından Harezm’deki Ebu<br />

Müslim çocuklarına (Harezm seyyidleri) yapılan ihsan ve lütuflara değinilmiştir.<br />

Ayrıca Emir Timur’un devletçilik, adaletli güç ve Kur’an-ı Kerim esaslarına<br />

dayalı bir siyaseti ustalıkla uyguladığı bu bölümde anlatılmıştır. Yarlığın önemli,<br />

tarihî bir vesika olduğu, bu işin uzmanları için büyük bir önem arz ettiği de<br />

sonuç bölümünde değinilen bir başka konudur.<br />

Eserin tamamında kullanılan dipnotlar Açıklamalar (s. 24-32) kısmında<br />

gösterilmiştir. Bu bölümde, eserin daha iyi anlaşılmasına yönelik 103 not kullanılmıştır.<br />

Yarlık Metninin Bugünkü Özbekçe’ye Değişimi (s. 33) bölümünde, orijinali<br />

Çağatay Türkçesiyle yazılmış Arap harfli metin, daha iyi anlaşılsın diye günümüz<br />

Özbek Kiril harflerine aktarılmıştır.


437 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

Araştırmacılar, eserin Açıklamalar (s. 34-36) kısmında yarlıkta geçen bazı<br />

özel isimlerin daha iyi anlaşılmasını sağlamak maksadıyla izahlarda bulunmuşlardır.<br />

Kaynaklar (s. 37-44) “Menba’lar” ve “İlmî Kaynaklar” olmak üzere iki bölümden<br />

oluşturulmuştur. Araştırmacılar, eseri meydana getirirken faydalanmış<br />

oldukları 103 eserin künyesini bu bölümde vermişlerdir.<br />

Yarlığın Tıpkıbasımı (s. 45) bölümünde Emir Timur’a ait Türkçe yarlığın<br />

faksimile sureti verilmiştir.<br />

Yarlığın Arap İmlasındaki Metni (s. 46) bölümünde bu önemli belgenin<br />

daha çok kişi tarafından okunması ve anlaşılmasını sağlamak amacıyla Arap<br />

harfli metni de verilmiştir.<br />

Eserin, Yarlık Metninin Lâtin Özbekçesine Değişimi (s. 47) kısmında yarlık<br />

metni Lâtin harfli Özbek Türkçesiyle verilmiştir.<br />

Yarlık Metninin Rusça Tercümesi (s. 48) kısmında yarlık Rusça’ya tercüme<br />

edilmiştir.<br />

Yarlık Metninin İngilizce Tercümesi (s. 49) kısmında ise İngilizce’ye çevrilmiştir.<br />

Özbekistan Cumhuriyeti Bilimler Akademisi, Ebu Reyhan Birûnî Şarkiyat<br />

<strong>Enstitüsü</strong>, Timurlular Tarihi Devlet Müzesi tarafından Taşkent’te 2005 yılında<br />

basılan, V. Mennanov, G. Astanova, Ş. Kemâliddin tarafından hazırlanan Ämir<br />

Témür’niŋ Türkiy Yårlıġı “Emir Timur’un Türkçe Yarlığı” adlı eserin son<br />

bölümünde yarlığın Rusça (s. 50) ve İngilizce (s. 51) özetleri verilmiştir.<br />

2. Yarlık Metni<br />

Yarlığı Türkiye Türkçesine aktarırken bugün kullanılmayan ve yaşayan<br />

dilde karşılığı olmayan terimlerde zorluk çekileceğinden serbest bir çeviri yapmak<br />

uygun görülmüştür. Bugün yaşayan dilde karşılığı olmayan ifadeler de<br />

dipnotta gösterilmiştir.<br />

2.1. Metin<br />

Emir Timur’un Tarhanlık Yarlığı [1378]<br />

[1]. “Ebū-l- Muaffer Far (?) el-Manūr Emīr Témür Muammed Bahādır<br />

an sözüm


TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 438<br />

[2]. ükm-i Hümāyūn-ı cihān-penāhī boldı kim adīmü’l-eyyāmdın ilā<br />

hāa’l-hengām<br />

[3]. Ta‘īm ve tevīr-i evlād-ı seyyid-i kā’ināt ülāa-i zübde-i mevcūdāt,<br />

ehl-i ükūmāt<br />

[4]. pādşāhlarġa sāir ehl-i İslāmġa vācib ve lāzım irdi, bu vecdin ükkām-ı<br />

avi’l-itirām mā-teaddümleriġa evlād-ı<br />

[5]. Ebū Müslim’ni cemī‘i teklīfātdın sivā ve marfa‘ü’l-alem ılıp nişān-ı<br />

mübāreklerini bérgen erkenlar biz hem be-destūr-ı sābı bu evlādnı<br />

[6]. Elāf-ı usrev-āne birle ser-firāz ve meramet ıldu kim ança ‘ameldārlarġa<br />

mil-i ‘inālar ve atalılar ve tosavullar ve caġdavullar<br />

[7]. ve udayçılar ve elçiler ve yolçılar ve uşçılar ve tamām-ı alıġdār ve<br />

cemī‘-i taīl-dārlar ve āib-i dallerge dārü’s-salanat-ı vilāyet<br />

[8]. v ārezm’de avāle-gerdürler mil-i aa ve erbāb ve ġayrihim bu ‘ināyet-nāme<br />

yarlı alarġa manūr bolġaç kemā auhum<br />

[9]. bu evlādlarnıŋ be-vācibi ‘izzet ve ikrāmlarını barça kiltürüp alarġa hīç<br />

vecdin sebeb-i tadī‘ ve āzār bu cemā‘a<br />

[10]. olmasunlar ve ‘ale’l-uū, ehl-i ażā ve mutesib nikā-āne ve<br />

mutesib-āne aleb ılmasunlar alarnıŋ özleridin ehl-i alāları āżī bolub<br />

[11]. teblīġ-i hükkām āżi ılsunlar āferīde alardın bāzārda ve yolda arc<br />

ve bāc aleb ılmasunlar tā ki la‘netlerġa giriftār bolmaġaylar tip ükm-i ‘ālī<br />

bitildi – 780”<br />

2.2. Tercüme<br />

Emir Timur’un Tarhanlık Yarlığı [1378]<br />

[1]. Ebu Muzaffer Fahr (?) Mansur Emir Temür Muhammed Bahadır Han<br />

ki sözüm şudur:<br />

[2]. cihanın koruyucusu olan padişahın hükmü şöyle oldu ki eski günlerden<br />

bu zamana kadar<br />

[3]. Hz. Muhammed’in çocuklarına hürmet ve saygı, bütün yaratılmışlara,<br />

hükümet sahiplerine<br />

[4]. padişahlara ve diğer Müslümanlara vacip ve lazımdır. Bu sebeple hürmet<br />

sahibi hâkimler ve onlardan öncekiler


439 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ<br />

[5]. Ebu Müslim’in çocuklarını bütün tekliflerden dışarıda tutarak ve kalemlerini<br />

yücelterek, bu kişilere mübarek mühürlerini vermişlerdir. Biz de eskilerin<br />

izniyle bu çocukları<br />

[6]. padişahlara yakışır bir lütufla yücelttik ve onlara iyilik ettik. Şu kişiler<br />

ki – onlar vezirler, lalalar, sınır ve yol muhafızları, cağdavullar 2<br />

[7]. udayçılar 3 , elçiler, yolcular, kuşçular, bütün vergi toplayıcıları ve tahsilatçılar,<br />

onlarla münasebet kuran kişiler ile Saltanat şehri<br />

[8]. Harezm’de bulunan aksakallar, beyler ve diğerleridir– bu yardım ve ihsan<br />

yarlığı onlar tarafından görülünce, hak ettikleri üzere<br />

[9]. bu çocuklara gerekli izzet ü ikramda bulunula, onlara hiçbir sebeple rahatsızlık<br />

ve hoşnutsuzluk verilmeye;<br />

[10]. bunlardan başka kadılar ve belediye memurları resmî işlerden ücret<br />

talep etmesinler, onların içerisindeki dürüstler<br />

[11]. şehir hâkiminin bildirmesiyle kadı yapılsınlar, insanlar onlardan pazarda<br />

ve yolda harç ve vergi istemesinler, ta ki lanetlere uğramayalar şeklinde<br />

ulu hüküm yazıldı 780.<br />

Büyük emek ve gayretler sarf edilerek hazırlanan eser, üzerinde yeterince<br />

çalışmanın yapılmadığı yarlıkları gündeme getirmiş, Türklük Bilimi çalışmalarına<br />

ve bu alanla uğraşan araştırmacılara kaynak teşkil etmiştir. ©<br />

2<br />

3<br />

cağdavul: Ordunun arkasınca giden bir bölük asker, artçı asker.<br />

udayçı: Han ve emirin huzuruna herhangi bir iş ve istek ile gelenler hakkında hana ya da emire haber<br />

veren ve hanın ya da emirin cevabını onlara ulaştıran görevli.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!