kur'an'da tesbih kavramı - gariban tavuk
kur'an'da tesbih kavramı - gariban tavuk
kur'an'da tesbih kavramı - gariban tavuk
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
T.C.<br />
MARMARA ÜNİVERSİTESİ<br />
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ<br />
İLAHİYAT ANABİLİM DALI<br />
TEFSİR BİLİM DALI<br />
KUR’AN’DA TESBİH KAVRAMI<br />
Yüksek Lisans Tezi<br />
GEZİM DUNGAJ<br />
İstanbul, 2006<br />
I
T.C.<br />
MARMARA ÜNİVERSİTESİ<br />
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ<br />
İLAHİYAT ANABİLİM DALI<br />
TEFSİR BİLİM DALI<br />
KUR’AN’DA TESBİH KAVRAMI<br />
Yüksek Lisans Tezi<br />
GEZİM DUNGAJ<br />
Danışmanı: PROF. DR. SADRETTİN GÜMÜŞ<br />
İstanbul, 2006<br />
II
İÇİNDEKİLER<br />
Sayfa No:<br />
KISALTMALAR .............................................................................................................. VII<br />
ÖNSÖZ .............................................................................................................................VIII<br />
GİRİŞ .....................................................................................................................................1<br />
1. TESBİH KELİMESİNİN LÜGAT VE İSTİLAHİ MANALARI ................................3<br />
1. 1. Sözlük Anlamı ..................................................................................................3<br />
1. 2. Terim Anlamı ...................................................................................................5<br />
2. TESBİH KELİMESİNE YAKIN ANLAMLI KELİMELER ......................................6<br />
2. 1. Zikir ..................................................................................................................6<br />
2. 2. Şükür.................................................................................................................8<br />
2. 3. Takdis .............................................................................................................11<br />
2. 4. Hamd ..............................................................................................................13<br />
2. 5. Dua..................................................................................................................16<br />
2. 6. Tekbir..............................................................................................................19<br />
2. 7. Secde...............................................................................................................22<br />
2. 8. Teshîr ..............................................................................................................25<br />
2. 9. Tehlil...............................................................................................................27<br />
3. TESBİH ÇEŞİTLERİ.....................................................................................................29<br />
3. 1. Sözlü Tesbih ...................................................................................................29<br />
3. 2. Sözsüz Tesbih.................................................................................................31<br />
III
4. KUR’ÂN’DA TESBİH KAVRAMININ KULLANILIŞI ...........................................33<br />
4. 1. Allah’ı Tenzih Etmek .....................................................................................33<br />
4. 2. İnşallah Anlamında........................................................................................38<br />
4. 3. Boş Vakit, Meşguliyet Anlamında .................................................................40<br />
4. 4. Namaz Kılmak ve Dua Etmek ........................................................................42<br />
4. 5. Gezegenlerin Allah’a Boyun Eğmeleri...........................................................46<br />
4. 6. Melekler, Ruhlar, Gâziler, Atlar ve Gemilerin Hızlı Hareket Etmeleri..........48<br />
5. CANLI VARLIKLARIN TESBİHİ ..............................................................................50<br />
5. 1. Meleklerin Tesbîhi..........................................................................................51<br />
5. 2. Cinlerin Tesbîhi ..............................................................................................55<br />
5. 3. İnsanların Tesbîhi ...........................................................................................60<br />
5. 3. 1. Nebilerin Tesbihi...............................................................................61<br />
5. 3. 1. 1. Hz. Musa’nın Tesbihi ...............................................................63<br />
5. 3. 1. 2. Hz. Davud’un Tesbihi ..............................................................64<br />
5. 3. 1. 3. Hz. Yunus’un Tesbihi...............................................................68<br />
5. 3. 1. 4. Hz. Zekeriya’nın Tesbihi..........................................................71<br />
5. 3. 1. 5. Hz. İsa’nın Tesbihi ...................................................................73<br />
5. 3. 1. 6. Hz. Muhammed ( a.s )’ın Tesbihi.............................................76<br />
5. 4. Hayvanların Tesbihi .......................................................................................80<br />
5. 4. 1. Kuşların <strong>tesbih</strong>i .................................................................................83<br />
6. CANSIZ VARLIKLARIN TESBİHİ............................................................................89<br />
6. 1. Güneş, Ay ve Yıldızların Tesbihi ...................................................................90<br />
6. 2. Gök Gürültüsünün Tesbîhi ............................................................................98<br />
6. 3. Dağ ve Bitkilerin Tesbihi .............................................................................100<br />
6. 4. Cemadatın Tesbihi.......................................................................................104<br />
IV
SONUÇ ..............................................................................................................................112<br />
BİBLİYOGRAFYA ..........................................................................................................114<br />
V
KISALTMALAR<br />
(s.a v.) : salallahu aleyhi ve sellem<br />
bs. : baskı<br />
bkz. : bakınız<br />
C. : Cilt<br />
DİA. : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi<br />
Dğr. : Diğer<br />
Hz. : Hazreti<br />
md. : madde, maddesi, maddeleri<br />
r.a. : radıyallahü anh<br />
s. : sayfa<br />
T.D.V. : Türkiye Diyanet Vakfı<br />
thk. : tahkik eden<br />
trc. : tercüme eden, tercüme edenler<br />
ts. : tarihsiz<br />
v. : vefatı<br />
vb. : ve benzeri, ve benzerleri<br />
vd. : ve devamı<br />
Yay : Yayına hazırlayan<br />
VI
ÖNSÖZ<br />
Kur’ân’ın, indirilişinden beri bir çok araştırmaya konu olduğu ve bu araştırmalarla<br />
onun daha iyi anlaşılmasının amaçlandığı bilinmektedir. Onu anlamak isteyen, kimsenin<br />
kavramları yerli yerinde kullanmak ve Kur’ân’ın o kavrama biçtiği rolü kavraması<br />
gerekmektedir. İşte biz de bu metodu göz önünde bulundurarak tezimizi ortaya koymaya<br />
çalıştık. Tez, giriş ve altı başlıktan oluşmaktadır. Girişte insanın Yüce Allah’a karşı yaptığı<br />
genel tavırlarından bahsedilmektedir. Burada asıl vurgulanmak istenilen, insanın Bir olan<br />
Yaratıcıya boyun eğme duygusu ile yaratılmasıdır.<br />
Birinci başlıkta “<strong>tesbih</strong>” kelimesinin sözlük ve terim anlamlar üzerinde<br />
durulmuştur. İkinci başlıkta ise <strong>tesbih</strong> kelimesi ile yakın anlamlı kelimeler teker teker ele<br />
alınıp arasındaki ilişkisini ortaya konulmuştur.<br />
Üçüncü başlıkta en önemli müfessirlerin görüşlerine dayanarak <strong>tesbih</strong>in<br />
çeşitlerinin üzerinde durulmuştur. Dördüncü başlıkta ise <strong>tesbih</strong> kelimesinin âyetlerde nasıl<br />
kullanıldığını, Kur’ân’dan ve müfessirlerin yorumlarından örnek vererek anlatılmıştır.<br />
Beşinci başlıkta canlı varlıkların <strong>tesbih</strong>i üzerinde durulmuştur. Burada meleklerin,<br />
cinlerin, insanlardan Kur’ân’da geçen bazı peygamberlerin <strong>tesbih</strong>i konusunu ele alınmıştır.<br />
Altıncı ve son başlıkta ise cansız varlıkların <strong>tesbih</strong>i üzerinde durulmuştur.<br />
Araştırmam esnasında hiçbir desteğini esirgemeyen kıymetli hocam Prof. Dr.<br />
Sadrettin Gümüş Bey’e, Doç. Dr. Abdulaziz Hatip Bey’e, Dr. Erdoğan Baş Bey’e, Murat<br />
Kaya Bey’e ve özellikle bana Kur’ân’ı sevdiren pek muhterem Doç. Dr. Mehmet Okuyan<br />
Bey’e ve diğer bütün hocalarıma şükranlarımı arzederim.<br />
Gezim Dungaj<br />
İstanbul/2006<br />
VII
GİRİŞ<br />
Bir insan, kendi haberi olmadan birinin sürekli kendi iyiliği için çalıştığını öğrense<br />
acaba ne yapar? Herhalde “bana bu iyiliği ne için yapıyor?” diye sorar. Sonra ona teşekkür<br />
eder. Allah, bize bizim haberimiz olmadan iyilikler, güzellikler veriyor, bahşediyor. Ama<br />
biz bunların farkında bile değiliz. Her şey biz insanlar için ayarlanmış, uygun hale<br />
getirilmiş, emrimize verilmiş. Fakat insanoğlu bunların gelişigüzel, rasgele yapıldığını<br />
zannediyor. Bir “sânî” (yapıcı, sanatkâr)ı fark edemiyor. Bu durumu fark etmek, Allah’a<br />
sonsuz şükrânı gerektirir. Bunun içindir ki, Kur’ân hamd ile başlamıştır. Kur’ân’ın ilk<br />
sayfasından başlayan bir okuyucu Allah’a hamd ederek âyetleri okumaya başlar. Yani önce<br />
hamd, övgü...<br />
Allah’ın büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü hatırlayarak, insanlardan bir<br />
insan, okuyuculardan bir okuyucu, Mü’minlerden bir Mü’min olduğunu hatırlayarak, bir<br />
“dâhî” olduğunu zannederek değil. Eğer <strong>tesbih</strong>i olmazsa, bir “hiç” olacağını düşünerek,<br />
Kur’ân’ı okumaya başlayan kişi, önce bu tür duygular atmosferinde işe başlamalıdır.<br />
Tesbih üzerinde düşünme, bu duyguları veya benzerlerini akla getirecektir. Çünkü <strong>tesbih</strong><br />
yani onu hatırlama, hamd etme, teşekkür etme insanın kendini bilmesidir. Yaratılışı<br />
düşünerek Allah karşısındaki konumunu tespit etmesidir. Hamd, <strong>tesbih</strong>, teşekkür gibi<br />
övmeler bir itiraftır, âcizlik ve küçüklük itirafıdır.<br />
Doğadaki her şey, Allah’ı övmekte, O’na <strong>tesbih</strong> etmektedir. “Yedi gök, yer ve<br />
bunlarda bulunanlar O’nu <strong>tesbih</strong> eder; O’nu hamd ile <strong>tesbih</strong> etmeyen hiçbir şey yoktur;<br />
fakat siz onların <strong>tesbih</strong>lerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, Bağışlayan’dır..” 1<br />
Yeryüzünde insan soyu yaratılmadan önce de bu böyleydi. Yeryüzünde bir halife<br />
yaratmayı murad edince Allah’a karşı melekler şöyle dediler: “Kan dökecek ve fesat<br />
çıkaracak birini mi? Oysa ki biz seni hamd ile <strong>tesbih</strong> ediyoruz.” 2 Ondan önce doğada tam<br />
bir hamd ve <strong>tesbih</strong> düzeni vardı. Herkes ve her şey Allah’ı övüp yüceltiyor, O’na karşı<br />
1 İsra, 17/44.<br />
2 Bakara, 2/30.<br />
1
gelmiyor, tam bir teslimiyetle itaat ediyordu. İnsanoğlunun yaratılması ve şeytanla birlikte<br />
yeryüzüne gelmesiyle O’nu yüceltmek, tanımak şöyle dursun; O’na ve elçilerine karşı<br />
savaş açanlar çıktı. İnsanların çoğu Allah’ı unutup şeytanın yoluna girdi. Şeytanı övüp<br />
yüceltti.<br />
İnsanoğlu ibâdete, hamde meyilli yaratılmıştır. Birilerini övmeye, onlara bağlanıp<br />
ibâdet etmeye eğilimdir. Suyun çukur bulduğu yere doğru akmaya başlaması gibi, insan da<br />
Allah’ı unutursa, birilerine doğru akmaya, ona ibâdet etmeye, bağlanmaya, övüp<br />
yüceltmeye başlar. Çünkü insan, aslında ibâdete etmek için yaratılmıştır. Allah’a kulluk<br />
etmezse başkasına edecektir. Zira onun mayasında bu vardır. İnsan, kul olarak her zaman<br />
fakirdir, yani her açıdan Allah’a muhtaçtır. Çünkü O’ndan başka nimet veren yoktur.<br />
Hayatını sürdürebilmek için her zaman O’nun yarattığı nimetleri tadmak zorundadır. Kul<br />
bu nimetlerin karşılığını da ancak kullukla yerine getirebilir. İnsan, aynı zamanda hata ve<br />
günah içerisindedir. Günahkâr ise her an Rabbinin af ve mağfiretine muhtaçtır. Bu açıdan<br />
Yüce Allah kulları hakkında Rahmân, Rahim ve Ğafur’dur. Rahmân ve Rahim olan Allah<br />
kullarına nimet vererek ve ihsanda bulunarak merhamet etmektedir.<br />
Kul daima Rabbinin verdiği nimetler ile nefsinin günahları arasındadır. Hasan-i<br />
Basrî diyor ki: “Ben nimet ile günah arasında sabahlıyorum. Bundan dolayı nimeti şükürle,<br />
günahı ise tevbe-istiğfar ile hatırlamak istiyorum.” 3 İnsan ancak Allah’ı sık sık <strong>tesbih</strong><br />
ederek günahlardan uzaklaşır. Günahlardan da uzak kalınca insan hem bu dünyada hem de<br />
ahrette mutlu ve temiz bir hayat sürdürebilir ki bu, Kur’ân-ı Kerimin indiriliş sebebidir diye<br />
düşünüyoruz.<br />
Neticede Müslümanlar olarak gördüğümüz her şeyi ister canlı olsun ister cansız<br />
olsun Allah’a <strong>tesbih</strong> ettiklerinin farkında olup, bizde O’nun ne kadar Yüce olduğunu his<br />
etme duygusunu uyandırması gerekmektedir. Biz bu çalışmamızda <strong>tesbih</strong>in ne olduğu,<br />
Kur’ân’da nasıl kullanıldığı, canlı ve cansızların nasıl <strong>tesbih</strong> ettiklerini ve bunun ne kadar<br />
önemli olduğu konuları üzerinde durmaya çalışacağız.<br />
3 İbn Teymiyye, Ebü’l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdülhalim, Câmiu’r Rasâil, thk. Muhammed Reşit<br />
Rıza, Lecnetü’t-Turâsi’l-Arabi, ts., C.1, s. 116.<br />
2
1. TESBİH KELİMESİNİN LÜGAT VE İSTİLAHİ MANALARI<br />
1. 1. Sözlük Anlamı<br />
“Tesbih” kelimesi ( سبح ) fiilinin masdarı olup tef’il vezninde kulanıldığında teksir<br />
(çoğaltma) ifade eder. 4 Bu kelime Arapçada çeşitli anlamlara geldiği görülmektedir. Biz ilk<br />
olarak ( سبح ) kökünden türeyen kelimelere bakıp incelemeye çalışacağız.<br />
“Sebh” Arapça’da suda ya da havada hızlı hareket etmek 5 , nehirde yüzmek 6 , boş<br />
vakit, geçimde tasarrufa gitme 7 , işe gitmede acele etme, hemen işe koyulma, atların<br />
koşması 8 , yıldızların yörüngelerinde hareket etmesi 9 , çukur kazmak, çokça konuşmak 10 ,<br />
uzaklaştırmak 11 gibi anlamlara gelmektedir.<br />
“Subha” duâ ve nafile namaz 12 anlamına gelir. “es-Sebbâha” ve “el-Musebbiha”<br />
kelimeleri işaret parmağı, “sebûha” kelimesi ise “Haram Belde” anlamındadır. 13<br />
“Subhanellah” lafzı, Allah’ı vasıflandırması doğru olmayan her türlü şeylerden<br />
tenzih etmektir. Zeccac (v. 337/949), “subhan” lafzının “Allah’ı tenzih ederim” demek<br />
olduğunu, Sibeveyh (v. 180/796), “subhanellah” lafzının “beraetullah” lafzıyla aynı<br />
anlamda kulanıldığını, yani Allah’ı tenzih etmek anlamına geldiğini söylemiştir. Ayrıca<br />
Araplar hayret ifade etmek için ( subhân min keza) derler. 14<br />
4 Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul: Hikmet Yay, 1992, C.1, s. 260.<br />
5 el-İsfehânî, er-Râğıb Ebu’l Kasım el-Hüseyn b. Muhammed b. el-Mufaddal, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-<br />
Kur’ân, 3. bs., Beyrut: Dâru’l-Kalem, 1997, “s-b-h” md.<br />
6 İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemalud-din Muhammed b. Mukerrem, Lisanu’l –Arab, Beyrut: Dâru Sâdir, ts.,<br />
“s-b-h” md.<br />
7 A.g.e., “s-b-h” md.<br />
8 el-İsfehâni, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân, “s-b-h” md.<br />
9 İbn Manzûr, a.g.e., “s-b-h”, md; el-İsfehânî, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân, “s-b-h” md.<br />
10 İbn Manzûr, a.g.e., “s-b-h” md.<br />
11 Ateş, Süleyman, Kur’ân Ansiklopedisi, “<strong>tesbih</strong>” md., İstanbul: Kur’ân Bilimleri Araştırma Vakfı<br />
(KUBA), ts., C.20, s. 289.<br />
12 ez-Zebîdî, Ebü’l-Feyz Murtaza Muhammed b. Muhammed, Tâcu’l-Arûs, thk. İbrahim Terzi, Beyrut: Dâru<br />
İhyai’t-Türâsi’l-Arabi, 1975, “s-b-h” md.<br />
13 İbn Manzûr, a.g.e., “s-b-h” md.<br />
14 İbn Manzûr, a.g.e., “s-b-h” md.<br />
3
İbn Cînnî (v. 392/1001) “subhân”ın beraat ve tenzih anlamında özel bir isim<br />
olduğunu belirtirken Sa’leb, bu kelimenin “sebbaha’nın’ masdarı değil “sebeha”nın<br />
). سبحت االله تسبيحا و سبحانا ( denmektedir: masdarı olduğunu söylemiştir. 15 Tehzib’te şöyle<br />
Burada her ikisi de aynı anlamdadır. Masdar <strong>tesbih</strong>tir, isim olan “subhan”da masdarın<br />
yerine geçer. 16<br />
“es-Subbuh” Allah’u Teâla’nın sıfatlarından olup “el-Kuddus” ile aynı manaya<br />
gelmektedir. Çünkü Allah <strong>tesbih</strong> ve takdis edilmeletedir. Ebu İshak ve Sibeveyh gibi<br />
bunların aynı manaya gelmediğini söyleyen de vardır. 17<br />
“Subuhât”, “subha”nın çoğulu olup وجه االله“ ”سبحات Allahın yüceliği, azameti<br />
demektir. İbn Şumeyl, bu ifadenin “Allah’ın yüzünün nuru” anlamına geldiğini söylemiştir.<br />
Yine bu ifadenin Allah’ın güzellikleri, onu tenzih etmek, O’nun nurunun üzerine düştüğü<br />
her şeyi yakıcı, yok edici olması, secde edilen yer gibi anlamlara geldiği de söylenmiştir. 18<br />
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi<br />
onunla konuşunca, Musa: “Rabbim! Bana Kendini göster, Sana bakayım” dedi. Allah: “Sen<br />
Beni göremezsin ama dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de Beni göreceksin” buyurdu.<br />
Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düştü; ayılınca: “Yarabbi,<br />
münezzehsin, Sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim” dedi!” 19<br />
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi “<strong>tesbih</strong>” kelimesi, ise “sebbeha”nın masdar olup<br />
Allah’ı tenzih etmek anlamına gelmektedir. Bu kelimenin aslı, Allah’a ibadette hızlı<br />
hareket etmek olup, kötülükten uzaklaştırmak için kullanıldığı gibi, iyilik yapmak için de<br />
kullanılmıştır. Bu; gerek kâvli, gerek fiilî ve gerekse niyetle alâkalı ibadetler hakkında<br />
umumî bir kelimedir 20 .<br />
15 A.g.e., s. 471.<br />
16 el-Ezherî, Ebu Mansûr Muhammed b. Ahmet, Tehzibu’l-Luğa, Mısır: Dâru’l-Mısrıyye, 1964, “s-b-h” md.<br />
17 İbn Manzûr, a.g.e., “s-b-h”, md.; el-Ezherî, a.g.e., “s-b-h” md.<br />
18 İbn Manzûr, a.g.e., “s-b-h” md.<br />
19 Araf, 7/143.<br />
20 el-İsfehâni, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“s-b-h” md.<br />
4
Ayrıca “Tesbih” kelimesi türkçede tespih şeklinde de kullanılır. Namazdan sonra<br />
33 defa sübhanellah, 33 defa elhamdülillah ve 33 defa Allahuekber dualarını okumaya da<br />
<strong>tesbih</strong> denir. Bunların ilki subhanellah olduğu için, hepsine birden bu isim verilmiştir. 21<br />
1. 2. Terim Anlamı<br />
“Tesbih”in istilahi olarak şöyle tarif edildiği görmekteyiz: “Allah’ı kutsal<br />
yüceliğine lâyık olmayan kusurlardan, gerek söz gerek kalb ile tenzih etmek, uzak<br />
tutmaktır” 22 . Başka bir ifade ile “Tesbih” Allah’ı türlü noksanlıktan beri kılmak, O’nu<br />
üstün sıfatlarıyla vasıflandırmak; Onun bir ve tek, yüceler yücesi olduğunu her zerrenin<br />
gerek lisan-ı hal gerekse liasn-ı kal ile haykırmasıdır.<br />
Zemahşeri (v. 538/1144) Keşşaf’ta Allah’ın ismini <strong>tesbih</strong> etmenin ne olduğunu<br />
şöyle açıklamaktadır: “Yüce Allah’ın ismini tenzih etmek, Allah hakkında sahih olmayan<br />
cebr ve Allah’ı bir şeye benzetme gibi, isimlerini inkar etmeye götüren manalardan O’nu<br />
uzak tutmaktır; O ismi hafife almaktan, huşû ve saygı dışında bir maksatla anmaktan<br />
korumaktır 23 .<br />
Gördüğümüz gibi Tesbih: Yüce Allah’ı eksik, yakışıksız niteliklerden ve eylemlerden<br />
uzaklaştırmak demektir. 24 Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde bu konu ile ilgli olarak bir çok<br />
âyetler zikretmektedir. Ancak biz gelecek bölümlerde duracağımız için bir âyet verip<br />
yetineceğiz. Âyet şudur: “De ki: Faraza müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah’tan başka<br />
tanrılar bulunsaydı, elbette onlar Arş’ın ve kâinat hakimiyetinin sahibi Yüce Allah’a üstün<br />
gelmek için çareler arayacaklardı! (Ama besbelli ki böyle bir şey asla vaki değildir). Allah<br />
onların, iddialarından münezzehtir, Son derece yücedir, uludur.” 25<br />
Âyetten anlaşıldığı gibi, Allah’ın tek bir tanrı olduğu, müşriklerin O’na nispet<br />
ettikleri bir takım yakışmayan sıfatlardan uzak olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca O<br />
21 Turgay, Nurettin, , Şamil İslâm Ansklopedisi, “<strong>tesbih</strong>” md., İstanbul: Şamil Yay, 1994, C.6, s. 192.<br />
22 Kılıç, Hamza. Kişisel Gelişimde Zikir ve Tesbih, İstanbul: İnsan Yay, 2001, s. 145.<br />
23 ez-Zemahşeri, Carullah Ebû’l-Kasım Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakayıkı’t-Tenzil, Beyrut: Dâru<br />
İhyâi’t-Turâs, ts., C.4, s. 739.<br />
24 Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, “<strong>tesbih</strong>” md., C.20, s. 289.<br />
25 İsrâ, 17/42-43.<br />
5
kendisine yakışmayan şeylerden münezeh olduğunu ve bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf<br />
olduğunu belitmektedir. Çünkü gerçekten O yüceler yücesidir.<br />
2. TESBİH KELİMESİNE YAKIN ANLAMLI KELİMELER<br />
Kur’âni Kerimde çeşitli manalarda kullanılan müşterek lafızlar vardır. Bir<br />
kelimenin bir âyette ifade ettiği mana ile yine aynı kelimeninin diğer âyetlerde ifade ettiği<br />
anlamlar aynı olmayabilmektedir. Tefsir ilminde bu tür kelimelere “Vucuh” denilmektedir.<br />
Bunun aksine de, yani çeşitli birçok kelimenin aynı manayı ifade etmesine “Nezâir”<br />
denmektedir. Şüphesiz bu durum Kur’ân’ın mucize oluşunun bir delilidir. 26 Buna göre biz<br />
aşağıda <strong>tesbih</strong> kelimesinin yakın anlamlı kelimeler üzerinde kısaca durmaya çalışacağız.<br />
2. 1. Zikir<br />
“Zikir”, sülasinin birinci babından masdardır. Zikir kelime olarak “bir şeyi telaffuz<br />
etmek, korumak, muhafaza etmek 27 , hatırlamak ve anmak manasındadır. 28 Zikir kelimesi<br />
bazen; nefsin elde etmesi gereken bilgileri korumak imkânı kastedilir ki bu durumuyla<br />
“hıfz” gibidir. Ancak “hıfz” bilginin elde edilmesi, zikir ise elde edilen bilginin<br />
hatırlanmasıdır. 29 Kur’ân’da “kesret-i zikir” manasında ذآرى kelimesi mastar olarak<br />
kullanılmaktadır. 30 “et-tezkire” kelimesinde “kendisiyle bir ihtiyacın hatırlandığı şey” 31<br />
manasında olup Kur’ân’da sık sık kullanılan kelimelerdendir. Bu kelime delalet ve<br />
emareden daha umumidir. 32<br />
“Zikir” ve “Zikrâ” kelimelileri unutmanın zıddıdır. 33 Bu kelime mecazen; “sena”,<br />
“şeref” 34 , “dua”, “kitap” 35 manasındadır. Bunun dışında zikir kelimesinin Kur’ân-ı Kerimde<br />
26 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Ankara: T.D.V. Yay, 1985, s. 184.<br />
27 İbn Manzûr, a.g.e., “z-k-r” md.<br />
28 Tahanevi, M. b. Ali b. Kadı M. Hamid b. Sabir, Keşşafu İstilahati’l-Funun, İstanbul: Kahraman Yayınları,<br />
1984, “z-k-r” md.<br />
29 el-İsfehânî, er-Râgîb Ebu’l Kasım el-Hüseyn b. Muhammed b. el-Mufaddal, el-Mufredât Fi-Garîbil-<br />
Kur’ân, Beyrut: Dâru’l-Kutubi’l İlmiye, ts., “z-k-r” md.<br />
30 Tahanevi, a.g.e., “z-k-r”, md.<br />
31 el-Cevheri, İsmail ibn Hammad, Tâcü’l-Luğa ve Sıhahi’l-Arabiyye, Mısır: ts., “z-k-r” md.<br />
32 el-İsfehâni, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“z-k-r” md.<br />
33 el-Cevheri, a.g.e., “z-k-r” md.<br />
6
ir çok manada kullanıldığı tespit edilmiştir: Hıfz, taat ve ceza, beş vakit namaz, beyan,<br />
söz, Kur’ân, Tevat, Şeref ve şan, ayb, Levh-i Mahfuz, sena, vahy, salat, Cuma namazı,<br />
ikindi namazı bunlardan bazılarıdır. 36<br />
Zikir kelimesi terim olarak ise şöyle tarif edilmektedir: Allah’ı anmak üzere<br />
yapılması veya söylenmesi tavsiye edilen, hamd, duâ, ibâdet ve övgü gibi fiiller ve<br />
sözlerdir.<br />
Zikir, insanın bilgi olarak elde ettiği şeyleri muhâfaza altında tutmasına ve<br />
gerektiğinde hatırlamasına imkân sağlayan bir bellek anlamında potansiyel bir gücü ifade<br />
ettiği gibi, bir şeyin kalben veya sözlü (dil ile) hatırlanması şeklinde aynı gücün harekete<br />
geçirilmesine de denir. 37 Kalp veya dil ile zikir, unutulmuş bir şeyin yeniden hatırlanması,<br />
ya da hafızadakinin unutulmamak üzere sürekli canlı tutulması şeklinde olabilir. 38<br />
Zikrin bir diğer tarifi ise: “Şanı yüce olan Allah’ı zikretmenin hakikatı onu <strong>tesbih</strong><br />
etmek, ona hamdetmek, onun şanını yücelten kelimeleri telaffuz etmek, Kur’ân okumak,<br />
Nebisi Muhammed (s.a.v)’e salât ve selamda bulunmak, gerek din gerek dünya ve gerekse<br />
âhiretle ilgili bütün ihtiyaçlarını O’ndan istemek, Nebimiz Muhammed (s.a.v)’in, Allah’a<br />
sığındığı her şeyden O’na sığınmaktır” 39 .<br />
Zikrin, yukarıda yapılan tariflerden dışında, tasavvufi anlamda birçok tarifi de<br />
yapılmıştır: Allah’ı anmak ve hatırlamak, O’nu unutmamak ve gaflet halinde olmamak.<br />
Allah kelimesini veya “La ilahe illallah” cümlesini söylemek 40 ve tekrarlamak vb. 41<br />
34 İnşirah, 94/4.<br />
35 ez-Zebîdî, a.g.e., “z-k-r” md.<br />
36 Ebü’l-Beka, Kadı Eyyub b. Musa el-Kefevi, Kulliyatu Ebi’l-Beka, İstanbul: Matbaa-i Amire Yay, 1987, s.<br />
337-338.<br />
37 el-İsfahânî, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân, “z-k-r” md.<br />
38 A.g.e., “z-k-r” md.<br />
39 Ramazanoğlu, Süleyman, “Tasavvuf – Kur’ân ve Sünnete Göre Zikir”<br />
http://www.akadem.nl/sayı2/Tasavvuf.htm.<br />
40 İlkine lafza-i celâl, ikincisine kelime-i tevhid zikri ve ya tevhid zikri denir.<br />
41 Uludağ, Süleyman, “Zikir” md., Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet Yay, 1995, s. 588.<br />
7
Zikir, Kur’âni bir kavram olarak Allah’ı gerek kalben gerek lisanla anmak<br />
demektir. Kur’ân-ı Kerimde buna işaret eden pek çok âyet vardır. 42 Zikirde yönelinen varlık<br />
yüceler yücesi olan Allah olduğundan bu aynı zamanda bir <strong>tesbih</strong> olmaktadır.<br />
Neticede yapılan tariflere göre zikir ve <strong>tesbih</strong> kelimelerinin birbirleriyle çok yakın<br />
anlam ilişkisi bulunmaktadır. Zikrin asıl anlamı; Yüce Allah’ı hatırlamak, O’nu<br />
unutmamakdır ki aynı zamanda, <strong>tesbih</strong>in amacıdır. Tesbih eden kimsenin, Allah’ı unutması<br />
imkânsızdır. Buradan hareketle <strong>tesbih</strong> kelimesinin yerine zikir kelimesini kullanmak pek<br />
ala uygun düşmektedir.<br />
2. 2. Şükür<br />
Arapça bir kelime olan şükür, “şekere” kökünden gelmektedir. Şükür kelimesinin<br />
zıddı, küfür (nankörlük)dür; nimeti unutup örtmektir. 43<br />
“Şükür, kişinin kendine ulaşan<br />
ni’meti bilmesi ve bunu çeşitli şekillerde açığa vurmasıdır.” 44 Bir başka deyişle nimet<br />
sahibini bilip onu övmesi demektir.<br />
Bir başka tanım ise: “Verilen herhangi bir nimetten dolayı, bu nimeti verene karşı<br />
söz, fiil veya kalb ile gösterilen saygı ve karşılık, iyiliğin kıymetini bilme ve iyilik yapana<br />
bu hissi gösterme, nimet ve iyiliği anıp sahibini övme.” 45<br />
Kur’ân’da “şükr” kökünden yirmi dokuzu isim, kırk altısı fiil olmak üzere yetmiş<br />
beş kelime yer alır. Fiillerin on ikisi doğrudan veya dolaylı ifadelerle kullara şükreden<br />
kimselerden olmayı emir ve tavsiye etmektedir. İsimlerin onu “şekûr” şeklinde olup<br />
bunlardan dördü Allah’a nispet edilmiştir. Üçü “gafûr” ismiyle birlikte bulunur. Dört yerde<br />
geçen “şâkir” isminin ikisi “alîm” ismiyle birlikte Allah’ı nitelemektedir.<br />
42 “Artık Beni anın, Ben de sizi anayım; Bana şükredin, nankörlük etmeyin (Bakara, 2/152); “Onlar ayakta<br />
iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: “Rabbimiz! Sen bunu<br />
boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru.” (Âl-i İmran, 3/191); “Rabbini gönülden ve<br />
korkarak içinden hafif bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma.” (A’raf, 7/205); “Herhangi bir şey için,<br />
Allah’ın dilemesi dışında: “Ben yarın onu yapacağım” deme. Unuttuğun zaman Rabbini an ve şöyle de:<br />
“Umulur ki, Rabbim beni doğruya daha yakın olana eriştirir.” (Kehf, 18/23-24).<br />
43 el-İsfahânî, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“ş-k-r” md.<br />
44 İbn Manzûr, a.g.e., “ş-k-r” md.<br />
45 Turgay, Nurettin, a.g.e., “şekere”, C.6, s. 62.<br />
8
Şükrü, “insana bahşedilen duygu, düşünce, âzâ ve cevârihi (uzuv ve latifeleri)<br />
yaratılış gayeleri istikametinde kullanmak” şeklinde tanımlamak mümkündür ki, o, “kalple,<br />
lisanla, ifâ edilebileceği gibi bütün uzuvlarla da yerine getirilebilir” 46 .<br />
Büyük Müfessir Hamdi Yazır (v. 1942), şükür hakkında şunu söylemektedir:<br />
“Şükür, geçmiş olan bir nimete kavlen, fiilen veya kalben Mün'imini tazim ile mukabele<br />
etmektir. Sadece fiilen veya kalben yapılan şükür ne medihtir ne hamd. Lâkin lisan ile<br />
kavlen yapıldığı vakit hem hamd hem medih olur ve bu hamd şükrün başıdır. Hamd ve<br />
şükür, ikisi de bir hakk u hakikat aşk u inşirahı ve binaenaleyh ahlâkı olmakla beraber,<br />
hamdde mânâ-yı şevk, şükürde mânâ-yı sadakat daha barizdir. Bu suretle şükür bir mâzi-i<br />
mütehakkıkın hatıra-i tebcili olduğundan daha zor, yapanları daha azdır” 47<br />
Şükür konusu üzerinde tafsilatlı bir şekilde ilk duran mütefekkirlerden birisi İmâm<br />
Gazzalî’dir. Gazzâlî (v. 505/1111), şükrü sabırla birlikte ele almış, şükür konusunu detaylı<br />
bir şekilde inceleyerek tevhid ile şükür arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. Şükrün<br />
“Verilen nimeti minnet duygusu içinde itiraf etmek” ve “İhsanını anarak ihsanda bulunanı<br />
övmek” şeklinde tanımları yapıldığını, anılan tanımların yeterli olmadığını söyleyen İmâm<br />
Gazzalî, “şükür hakkında yapılan tanımların hiç birinin tam anlamıyla şükrü ihata<br />
edemediğini” belirtmiştir. Ona göre bu kavramın hakikatini kavrayabilmek için şükrün,<br />
ilim/bilme, hâl/hissetme ve amel/yapma olmak üzere üç ciheti bulunduğu hatırdan<br />
çıkarılmamalıdır. Yapılan tanımlar, şükrün bilme, hissetme ya da amel ciheti esas alınarak<br />
yapıldığı için eksik kalmışlardır. Bu sebeple şükür, kısaca "nimeti, nimeti verenden bilme,<br />
nimetin verilmesinden dolayı mutluluk hissetme ve nimeti veren kişinin maksadına ve<br />
sevgisine uygun bir şekilde davranma" şeklinde anılan üç yön dikkate alınarak<br />
tanımlanabilir. Bu durumda esas olan bilmektir; bilmek, minnet duyma hissini/hâlini ortaya<br />
çıkarır, bu duygu da ona göre davranmayı netice verir. 48 Şükür bir anlamda da kulun<br />
kendini gerçek şükretmekten âciz görmesidir. İnsan ne kadar gayret ederse etsin; ne verilen<br />
46 Gülen, M. Fethullah, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, İzmir: Nil Yay, 2001, s. 135.<br />
47 Elmalılı, Hamdi Yazır, a.g.e., C.1, s. 57.<br />
48 Gazzalî, Ebu Hamid Huccetülislam Muhammed b. Muhammed İhyâu Ulûmi'd-dîn, trc. Ahmed<br />
Serdaroğlu, İstanbul: Bedir Yay, 1974, C.6, s. 176-177.<br />
9
nimetlerin karşılığını hakkıyla ödeyebilir, ne de nimet vereni hakkıyla övebilir. Şüphesiz ki<br />
Allah’ın bir insana şükredebilme kabiliyeti ve fırsatı vermesi, anlayabilenlere göre, insan<br />
için en büyük iyiliktir. Bir başka açıdan “şükür”, güç ve imkânlarını Allah’a ibadet ve itaat<br />
uğruna kullanabilmektir.<br />
Şükr’ü çeşitli açılardan tanıtan şu tanımlara bakmakta da yarar vardır: Şükür, ihsan<br />
yapan kimseyi, ihsanını anarak övmektir. Şükür, nimet verene kalbin sevgiyle, organların<br />
itaatle, dilin onun zikri ile ve onu övmekle meşgul olmasıdır. Şükür, nimetleri onu verene<br />
boyun eğerek nisbet etmektir. Şükür, Allah’ın nimet vermesinden dolayı O’nun ihtiyacı<br />
olmadığı halde O’nu övmekle lezzet duymaktır. Şükür, bir nimeti verene teşekkür etmek,<br />
memnuniyetini ve minnettarlığını belirtmek, verilen nimetin değerini bilip takdir etmektir.<br />
Her türlü nimetin tek ve gerçek sahibinin Allah olduğunun şuuruna varmak ve bunu<br />
saygıyla ifade etmektir. Şükür, şükürden âciz olduğunu bilmektir. Şükür, Allah’ın verdiği<br />
nimet ile Allah’a isyan etmemektir.<br />
Kur’ân, insana sayısız nimet verildiğini, insanın bunları veren Allah’ı bilip,<br />
hizmetine sunulan bu nimetlerden dolayı nimet sahibine minnet duymasını, bu minnettarlığı<br />
çeşitli şekillerde ortaya koymasını söylüyor. Türkçe’de kullandığımız ‘teşekkür etmek,<br />
şükran duymak’ kavramları da aynı kökten gelmekte ve yaklaşık aynı manayı ifade<br />
etmektedirler. Neticede görüldüğü gibi müminler Yüce Allah tarafından bahş edilen<br />
nimetlere karşı şükür edip O’nu yüceltmektedir. Ki Kur’ân’dan anladığımıza göre<br />
mü’minler Allah’a üç şekilde şükredebilirler. Ki onların yaptıkları bütün bu şükürlerin aynı<br />
zamanda bir <strong>tesbih</strong> faliyyeti olduğunu açıkca görülecektedir.<br />
1) Dil ile şükür: Ni’met sahibini anmak, O’nu övmek, O’nun nimet sahibi<br />
olduğuna iman etmekle ve bunu Tevhid kelimesiyle ilân etmekle olur. Bu basit bir teşekkür<br />
ifadesi değil, dil ile “şehâdeti” getirmek, dil ile doğru sözlü olmak, dil ile Kur’ân’ı tasdik<br />
etmek, dil ile İslâm’ı anlatma, Kur’ân okuma ve dil ile Allah’ı çokca zikretmek ve buna<br />
benzer dil ile ilgili kulluk görevlerini yapmakla yerine getirilir.<br />
10
2) Kalp ile şükür; imanı kalbe yerleştirdikten sonra nimet sahibinin Allah<br />
olduğunu kalp ile tasdik etmek, vahy ile gelen şeyleri kabul etmek, yüreğe Allah’tan başka<br />
kimsenin gerçek anlamda korkusunu ve sevgisini koymamaktır.<br />
3) Fiil (aksiyon-eylem) ile şükür; bedenin organlarıyla nimet verene itaat etmek ve<br />
O’nun yüce emirlerini yerine getirmektir. Kısaca İslâm’ı her bakımdan yaşamaya<br />
çalışmaktır. Çünkü nimet vereni bilip O’nu övmek, bir anlamda O’ndan gelen her şeyi<br />
kabul etmektir. 49<br />
Bütün bu tanımlara bakarak neticede şunu söylememiz mümkündür: Müminler<br />
Yüce Allah ’ın nimetlerini boyun bükerek itiraf etmektedirler. Onlar kendilerine yapılan<br />
iyiliği itiraf eder ve ni’met vereni överler. Bu anlamda müminlerin “Allah’a hamdolsun”<br />
demeleri bir şükür ifadesidir. Nimetlere şükür, Allah’ın yaptığı ihsanları görmek, Allah’ı<br />
ululamak ve nimet verenin hizmetinde bulunmaktır. İşte O’na yapılan bu ta’zimler ve<br />
şükürler aynı zamanda bir <strong>tesbih</strong> faaliyetidir.<br />
2. 3. Takdis<br />
“Takdis” kelimesi, pek uzağa gitmek olan “kuds” den alınmıştır. Ve temizlemek<br />
ve pek temiz tutmak manasındadır. 50 Ancak buradaki temizleme, maddi temizlenmesi<br />
manasında olmayıp, Allah’ın şu âyetinde zikrolunduğu gibi manevi temizlemedir. 51<br />
“Evlerinizde oturun; eski Cahiliyye’de olduğu gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın; zekatı<br />
verin; Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! (ehl-i beyt) Şüphesiz<br />
Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.” 52 Âyetteki “kusuru” ifadesi ile,<br />
kötülüğü ve hayasızlığı kaldırmak 53 kast edilmiştir.<br />
49 Hüseyin, K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, İstanbul: Beyan Yay, 2000, s. 648.<br />
50 Elmalılı, a.g.e., C.1, s. 260.<br />
51 el-İsfehâni, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“k-d-s” md.<br />
52 Ahzap, 33/33.<br />
53 et-Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân fî Tefsiri’l-Kur’ân, Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1985,<br />
C.22, s. 6.<br />
11
Kur’ân’da “kuds” kökünden biri fiil, dokuzu isim olmak üzere toplam on kavram<br />
yer almaktadır. Fiil olarak geçtiği bir yerde meleklerin Allah’ı takdîs etmesi şeklinde zât-ı<br />
ilâhiyyeye dolaylı atıfta bulunmuştur. 54 İsm-i mefûl kalıbındaki “mukaddes” kelimesi iki<br />
âyette Hz. Musa’ya vahyin geldiği vadinin sıfatı 55 olarak kullanılmış olup “şirkten<br />
arındırılmış” mânasına alınmıştır. Bu kelime aynı mânada Mûsa Peygamber’e îman eden<br />
Benî İsrâil’in hicret ettiği toprağın da (el-arzü’l-mukaddese) sıfatı olmuştur. 56 Kudüs ise<br />
dört âyette “ruhü’l-kudüs” terkibinde yer alır ve Cebrâil’i belirler. O’nun bu kavramla<br />
anılması insanları arıtan ilâhî mesajı ileten bir vasıta olması sebebiyledir. 57 Kuddûs ismi<br />
geçtiği iki yerde “melik” ismiyle birlikte Allah’ı nitelemektedir. 58<br />
Allah’ı takdis etmek demek; Allah’ın sahip olduğu izzet, büyüklük, her türlü<br />
noksanlıktan uzak olma sıfatlarının Allah’a verilmesi ve bunun ilan edilmesidir. “Takdis”<br />
ile “<strong>tesbih</strong>” birbiriyle iç içedir. Kur’ân’da da bu iki kelime aynı âyette geçmektedir. “İşte O<br />
Rrahman Rabbin meleklere: “Bakın, Ben yeryüzünde ona sahip çıkacak birini<br />
yaratacağım!” demişti. Onlar: “Seni övgüyle yüceltip takdîs eden bizler dururken, orada,<br />
54 Bakara, 2/30.<br />
55 “Musa ateşin yanına gelince: “Ey Musa!” diye seslenildi: “Ben şüphesiz senin Rabbinim; ayağındakileri<br />
çıkar; çünkü sen, kutsal bir vadi olan Tuva’dasın”. “Ben seni seçtim; artık vahyolunanları dinle.” (Ta-ha,<br />
20/11-13); “Tuva’da, kutsal bir vadide, Rabbi ona şöyle hitap etmişti…” (Nâziât, 79/16)<br />
56 “Ey milletim! Allah’ın size yazdığı kutsal yere girin, ardınıza dönmeyin, yoksa kaybedenler olarak<br />
dönersiniz” demişti.!” (Mâide, 5/21)<br />
57 el-İsfehani, a.g.e., “k-d-s” md; “And olsun ki, Musa’ya kitap verdik, ondan sonra ardarda peygamberler<br />
gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya belgeler verdik, onu Ruhul Kudüs ile destekledik. Size bir peygamber<br />
nefsinizin hoşlanmadığı bir şey getirdikçe, büyüklük taslayarak, bir kısmını yalancı sayıp, bir kısmını öldürür<br />
müsünüz?” (Bakara, 2/87); “İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan<br />
Allah’ın kendilerine hitabettiği, derecelerle yükselttikleri vardır. Meryem oğlu İsa’ya belgeler verdik, onu<br />
Ruhul Kudüs’le destekledik. Allah dileseydi, belgeler kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından<br />
birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı, kimi inkar etti. Allah dileseydi birbirlerini<br />
öldürmezlerdi, lakin Allah istediğini yapar.” (Bakara, 2/ 253); “Allah, “Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve anana<br />
olan nimetimi an” demişti, “Seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla<br />
konuşuyordun; sana Kitap'ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey<br />
yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi etmiştin. Ölüleri<br />
iznimle diriltiyordun. İsrailoğullarına belgelerle geldiğinde, onlardan inkar edenler, ‘Bu apaçık bir büyüdür’<br />
demişlerdi de Ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.” (Mâide, 5/110); “De ki: “Kur’ân’ı; Ruhul<br />
Kudüs (Cebrail) Rabbinin katından, inananların inançlarını pekiştirmek, Müslümanlara doğruluk rehberi ve<br />
müjde olmak üzere gerçekle indirmiştir.” (Nahl, 16/102)<br />
58 “O, kendisinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal; esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten,<br />
güçlü, buyruğunu herşeye geçiren, ulu olan, Allah’tır. Allah onların koştukları eşlerden (ortaklardan)<br />
münezzehtir. (Haşr, 59/23); “Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar, hükümran, çok kutsal, güçlü ve Hakim<br />
olan Allah’ı <strong>tesbih</strong> ederler.” (Cuma, 62/1)<br />
12
ozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler.<br />
[Allah:] “Sizin bilmediğiniz (çok şey var, onları) Ben bilirim!” diye cevapladı.” 59 Takdisle<br />
<strong>tesbih</strong> arasında şu fark vardır: Takdiste ta’zim, <strong>tesbih</strong>te ise tenzih anlamı vardı ki, bunlar<br />
birbirlerini bütünlerler. 60 Yani, <strong>tesbih</strong>te: Allah’ın her türlü şirk ve sapıklığa mensup<br />
olanların, O’na isnat ettikleri, O’na yaraşmayan şeylerden tenzih edilmesi anlamı galip<br />
iken; Takdiste ise Allah’ın mevsûf olduğu temizlik, izzet, büyüklük gibi sıfatların O’na<br />
verilmesi ve ilan edilmesi manası vardır.<br />
el-Halimi (v. 403/1012) konuyla ilgili olarak şöyle diyor: Kuddûs’ün manası,<br />
faziletleri ve güzel sıfatları sebebiyle öğülen demektir. Şu halde <strong>tesbih</strong>te takdis, takdiste<br />
<strong>tesbih</strong> kendiliğinden ve zımnen vardır. Çükü mezmum şeyleri nehyetmek, övülen sıfatları<br />
isbat etmek demektir. “Ortağı ve benzeri yoktur” sözümüz O’nun tek olduğunu kabul<br />
etmektir. Buna karşılık övülecek hususları kendine nispet etmek, O’nun hakkında kusuru<br />
nefyetmektir. Ancak şu var ki : “O şöyledir” demenin zahiri takdis, “O şöyle değildir”<br />
demenin zahiri <strong>tesbih</strong>tir. 61<br />
Allah’ın sıfatlarından biri de el-Kuddüstür. Allah’ın bu sıfatı Kur’ân’da iki yerde<br />
geçmektedir. 62 Aynı zamanda esma-i hüsnadandır. Kuddüs: Gâyet mukaddes, her türlü<br />
kusurdan münezzeh (uzak), her vasfında mükemmel, sınırlamaya ve tasvire sığmaz, hiçbir<br />
leke kabul etmez, tertemiz demektir. 63<br />
2. 4. Hamd<br />
“Hamd” birini güzel vasıfları ve iyi fiilleri sebebiyle övmek anlamına<br />
gelmektedir. 64 Bu kelime “medih”ten daha özel, şükürden daha genel bir mâna ifade ettiği<br />
59 Bakara, 2/30.<br />
60 Yıldırım, Suat, Kur’ân’da Uluhiyyet, İstanbul: Kayıhan Yay, 1987, s. 267.<br />
61 Yıldırım, Suat, a.g.e., s. 267.<br />
62 “Allah O’dur ki O’ndan başka ilah yoktur: Mutlak hakim, kutsal, kurtuluşun tek kaynağı, iman bağışlayan,<br />
doğru ile yanlışın tek belirleyicisi, üstün, eğriyi düzeltip doğruyu ihya eden, bütün ihtişamın sahibi! Şanı yüce<br />
olan Allah, insanların ilahlık yakıştırdıkları her şeyden münezzehtir.” (Haşr, 59/23); bkz, Cuma, 62/1.<br />
63 Elmalılı, a.g.e., C.7, s. 524.<br />
64 İbn Manzûr, a.g.e., “ş-k-r” md.<br />
13
kabul edilir. 65 Nimet ve ihsan mukabilinde olan şükur, Allah’ın lütuf ve nimetlerinin<br />
şuuruna vararak, bunların karşılığında hürmet, huşû ve itaatte bulunmaktır. Hamd ise bir<br />
şahsın kendi zâtında sahip olduğu vasıflar ve yaptığı fiillerin tamamına râci olduğundan<br />
daha geniş mânalı bir övgüye işaret eder. 66<br />
Hamd kavramı Kur’ân’da altmış sekiz yerde geçmekte olup bunların beşi Hz.<br />
Peygmaber’e nispet edilmiştir. Bir âyette de yaptıklarıyla övülmek isteyen grupları<br />
yererken “hamd” kökünden gelen fiil kullanılmıştır. Hamd ismi yirmi üç yerde<br />
“elhamdülillâh” (Allah’a hamd olsun) şeklinde gelerek lafza-i celâlle bir terkip<br />
oluşturmuştur. On beş âyette “rab” ismine veya Allah’a racî bir zamire muzaf olmuştur. 67<br />
Hâmid ismi on âyette “ganî” , üç âyette “azîz”, bir âyette “mecîd”, bir âyette “hakîm”, bir<br />
âyette de “velî” ismiyle birlikte Allah’a nispet edilmiştir. 68<br />
“Hamd” kavramının anlamını Türkçe’de aynen karşılayacak bir kelime<br />
bulunmamaktadır. Çünkü o yalnızca bir övme değil, methetme ile şükür arasında bir çeşit<br />
övme, özel bir methetmedir. Canlı veya cansız varlıklar da methedilebilir. Mesela, değerli<br />
bir elmas parçası veya güzel bir at övülebilir. Ama hiç bir zaman onlara hamd edilmez.<br />
‘Hamd’, canlılara ve cansızlara istediği şekli ve değeri veren daha güçlü bir varlığa karşı<br />
yapılır.<br />
Dilciler hamd, şükür, medih ve senâ kelimleri arasında sıkı bir münasebetin<br />
bulunduğunu kabul ederler. Bazı âlimler hamd ile şükür arasında anlam bakımından fark<br />
gözetmezken dilcilerin çoğunluğuna göre yukarıda bahsettiğimiz gibi şükür: kişinin<br />
kendisine yapılan bir iyiliği bilip sahibine övgü ile mukabelede bulunması ve bunu diğer<br />
insanlara da duyurmasıdır. Hamd ise söz konusu iyiliğin kendisine yönelik olma şartı<br />
aranmadan bir kimsenin mutlak manada lutufkârlığının ve iyilikseverliğinin dile<br />
getirilmesidir. Buna göre hamd şükürden daha kapsamlıdır. Hamd ile medih arasında anlam<br />
65 el-İsfehânî, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“h-m-d” md.<br />
66 A.g.e., “h-m-d” md.<br />
67 Topaloğlu, Bekir, “Hamd” md., DİA, T.D.V. Yay, C.15, s. 443.<br />
68 Bkz. Topaloğlu, Bekir, “Hamîd” md., DİA, T.D.V. Yay, C.15, s. 458.<br />
14
yakınlığı bulunmakla birlikte medih birinde var olan veya var olduğu kabul edilen övgüye<br />
lâyık bir özelliğin belirtilmesidir.<br />
Namazın esasını Allah’a hamd oluşturduğundan Kur’ân, bazı yerlerde namaza<br />
hamd ismi verir 69 . Mü’minlerin dâvâ, dâvet ve duâlarının sonu da şudur: Hamd âlemlerin<br />
Rabbı Allah’a mahsustur 70 . Zaten ilkte de, sonda da hamd, Allah’a mahsustur 71 . Her şey<br />
Rabbına devamlı hamdediyor 72 . İnsan ve cinlerin kâfirleri dışındaki tüm yaratıklar Allah’a<br />
hamdetmektedirler 73 . “Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.” 74 Hamd ve şükür,<br />
nimetleri arttırır: “Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi)<br />
arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye<br />
bildirmişti.” 75 Bütün bunlara rağmen, insanoğlu ise çok zâlim ve çok nankördür 76 .<br />
“Kullarımdan şükreden ne kadar az!” 77<br />
“El-hamdü lillâh (hamd Allah’a mahsustur) de. Fakat onların çoğu<br />
düşünmezler.” 78 “Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir<br />
69 “Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile <strong>tesbih</strong> et; gece<br />
saatlerinde ve gündüzleri de <strong>tesbih</strong> et ki Rabbinin rızasına eresin.” (Tâhâ, 20/130); “Söylediklerine sabret;<br />
Rabbini, güneşin doğmasından önce ve batışından önce överek <strong>tesbih</strong> et.” (Kaf, 50/39)<br />
70 “Oradaki duaları: “Münezzehsin ey Allah’ım”, dirlik temennileri: “Selam size” ve dualarının sonu da:<br />
“Alemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun”dur.” (Yûnus, 10/10)<br />
71 “Allah O’dur; O'ndan başka tanrı yoktur. Hamd, dünyada da ahirette de O'nun içindir; hüküm de O’nundur.<br />
Yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/70)<br />
72 “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu <strong>tesbih</strong> eder; O’nu hamd ile <strong>tesbih</strong> etmeyen hiçbir şey yoktur;<br />
fakat siz onların <strong>tesbih</strong>lerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, Bağışlayan’dır.” (İsrâ, 17/44)<br />
73<br />
“Korku ve ümide düşürmek için size şimşeği gösteren, yağmurla yüklü bulutları meydana getiren O’dur.<br />
O’nu, gök gürlemesi hamd ile, melekler de korkularından <strong>tesbih</strong> ederler. Onlar pek kuvvetli olan Allah<br />
hakkında çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar.” (Ra’d, 13/12-13)<br />
74 “Akşamlarken ve sabahlarken, öğle ve ikindi vaktinde Allah’ı -ki göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur-<br />
<strong>tesbih</strong> edin, namaz kılın.” (Rûm, 30/18)<br />
75 “Rabbiniz: “Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz bilin ki azabım<br />
pek çetindir” diye bildirmişti.” (İbrahim, 14/7)<br />
76 “Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah’ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz.<br />
Doğrusu insan pek zalim ve çok nankördür.” (İbrahim, 14/34)<br />
77 “Süleyman için, o ne dilerse, mabedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç<br />
kazanlar yaparlardı. “Ey Davud ailesi, şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe’ 34/13)<br />
78 “And olsun ki onlara: “Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?” diye sorarsan,<br />
şüphesiz, “Allah’tır” derler. De ki: “Övülmek Allah içindir”, fakat çoğu bunu akletmezler.” (Ankebut, 29/63)<br />
15
velîye/dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim (el-hamdü lillâh) de ve tekbir<br />
getirerek O’nun şânını yücelt (Allahu Ekber’ de).” 79<br />
Kur’ân’ın birinci sûresi olan Fâtiha’nın ilk âyeti hamd olayının kime ait olduğunu<br />
net bir şekilde ortaya koymaktadır. “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a aittir”. 80 Buna göre<br />
hamd sahibi bellidir. İnsanlar kendi görüşlerinden hareket ederek başkalarına hamd<br />
edemezler. Kur’ân-ı Kerim bu gerçeği başka bir âyette şöyle dile getirmektedir:<br />
“Başlangıçta da sonda da hamd yalnızca Allah’a aittir.” 81 Hamd, eşi ve benzeri olmayan<br />
ilâhî rahmetin hakkıyla övülmesi, o rahmetin sahibinin hakkıyla yüceltilmesidir. Görüldüğü<br />
gibi hamd Allah’a karşı bir şükür ve <strong>tesbih</strong> olmaktadır. Bu yüzden <strong>tesbih</strong> ve hamd çok<br />
yakın bir ilişki içerisindedir.<br />
2. 5. Dua<br />
Arapça bir kelime olan dua, davet/da’vâ gibi kelimelerin mastarı olup, sözlüklerde<br />
çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek; öncelik tanımak, söz vermek, özel<br />
birisini yemeğe davet etmek, isim vermek, yalvarmak; küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya<br />
vâki olan talep ve niyaz; sığınmak, ilgi kurmak; dilekte bulunmak, nida gibi manalara<br />
gelir. 82 Terim olarak ise: Kulun Allah’a sığınma ve yakarışını, Allah’ın yüceliği karşısında<br />
kulun güçsüzlüğünü itiraf etmesini, sevgi ve tazim (yüce bilme) duyguları içerisinde<br />
lütfünü, yardımını ve affını dilemesini ifade eder. Yine dua, bir kulun Allah’ın yüceliği ve<br />
azameti karşısında kendi zayıflığını kavramak yoluyla Allah’ın büyüklüğünü dile getirmesi,<br />
O’na yalvarması, O’na hamd etmesi, şükretmesi, O’nu övmesi demektir. 83<br />
Kur’ân-ı Kerim’de yirmi yerde geçen dua kelimesiyle birlikte bazı âyetlerde da’vâ<br />
ve da’vet kelimeleri de aynı anlamda kullanılmıştır. Ayrıca pek çok ãyette dua kökünden<br />
79 “De ki: “Hamd, çocuk edinmemiş olan, hükümranlığında ortağı bulunmayan, düşkün olmayıp yardımcıya<br />
da ihtiyaç göstermeyen Allah’a mahsustur.” O’nu gereği gibi büyükle..” (İsrâ, 17/111)<br />
80 “Hamd, alemlerin Rabbi Allah içindir” (Fâtiha,1/ 2)<br />
81 “Allah O’dur; O’ndan başka tanrı yoktur. Hamd, dünyada da ahirette de O’nun içindir; hüküm de<br />
O’nundur. Yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/70)<br />
82 Dere, Mehmet, “İslâm Terminolojisinde Dua Kavramı”, http://www.ilkadimdergidi.com/164/arastirmamehmetdere.htm.<br />
[Mart 2002]<br />
83 Dere, Mehmet, a.g.e., http://www.ilkadimdergidi.com/164/arastirma- mehmetdere.htm. [Mart 2002]<br />
16
fıiller yer almıştır. Bu âyetlerde dua ve türevleri Allah’a yakarma, istek ve ihtiyaçlarını<br />
arzederek O’nun lutfunu dileme, çağırma, seslenme, davet etme, ibadet etme, yardıma<br />
çağırma, bir durumu arzetme, Allah'ın birliğini tanıma, isnat ve iddia etme anlamlarında<br />
kullanılmıştır. 84<br />
İbn Manzûr (v. 711/1311), dua etmenin başlıca üç şeklinin bulunduğunu belirterek<br />
bunları şöyle sıralamıştır:<br />
1) Allah’ın birliğini dile getirme ve O’nu övgüyle anma.<br />
2) Allah’tan af, merhamet gibi manevî isteklerde bulunma.<br />
3) Allah’tan dünyevî nimetler isteme. 85<br />
Aynı müellif, genellikle “Ya Rabbi”, “Allahım” gibi hitap ve çağrı ifadeleriyle<br />
başlayan veya Allah'ı övgüyle anan her sözün içinde bir dilek ve istek bulunmasa da dua<br />
olduğuna işaret ederek buna Hz. Peygamber’in Arefe günüyle ilgili bir hadisinde geçen.<br />
“Arefede benim duam ve benden öncekilerin duası “Lâ ilâhe illallâhü vahdehü lâ şerîke leh<br />
lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alã külli şey in kadir” sözüdür” şeklindeki<br />
açıklamasını delil gösterir; bundan dolayı tehlil (lâ ilâhe illallah), tahmîd (elhamdülillâh)<br />
gibi dini ifadelere İslâmî gelenekte dua denildiğini hatırlatır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de<br />
Yûnus suresinin onuncu âyetinde müminlerin cennetteki dualarının Allah’ı tâzim ve tenzih<br />
sözleriyle (sübhânekellâhümme) başlayacağı, yine onların dualarının övgü sözleriyle (elhamdü<br />
lillâhi rabbi’l-âlemin) biteceği bildirilmiştir. 86<br />
Râgıb el-lsfahânî (v. 503/1109), sözlük anlamıyla dua kelimesinin nidâ ile anlam<br />
yakınlığı olmakla birlikte ıstılahi mânadaki duada daima tâzim ve tãzimle birlikte istekte<br />
bulunma anlamının mevcut olduğuna dikkat çeker ve buna Müslümanların Hz.<br />
Peygamber’i çağırırken (dua) saygılı bir ifade kullanmalarını emreden “Peygamberin<br />
84 Parladır, Selâhattin, “Dua” md., DİA, T.D.V. Yay, İstanbul: 1994, C.9, s. 530.<br />
85 İbn Manzûr, a.g.e., “d-a-v” md.<br />
86 A.g.e., “d-a-v” md.<br />
17
çağrısını, kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. Allah, içinizden sıvışıp<br />
gidenleri şüphesiz bilir. O’nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın<br />
gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” 87 âyetini delil gösterir. 88<br />
Gerçekten kâinata dikatli bir şekilde bakılırsa bütün yaratıkların tabiatında Allah’a<br />
doğru bir yönelişinin varlığını görebiliriz. Kur’ân-ı Kerim, yerde ve gökte bulunan bütün<br />
varlıkların hareket ve davranışlarını zikir ve dua olarak nitelendirmekte, canlı ve cansız tüm<br />
yaratıkların Allah’ı övgü ile <strong>tesbih</strong> ettiğini belirtmektedir. 89 Kâinatın özü, varlıkların<br />
gözbebeği diye tarif edilen insanın en önemli görevi Allah’a kulluktur. 90 Allah’a kulluğu en<br />
güzel şekilde ifade eden ibadet şekli ise duadır. Dua, her an bizimle olan Allah’ı anmak,<br />
yaratıcı ile bağlantı kurmak ve bu şuura yükselmektir. İlahi rahmet ve ilginin gerçekleşmesi<br />
için ilk adımın kul tarafından atılması gerekmektedir. Bir kudsi hadiste; “Kulun Rabbine<br />
gösterdiği ilgi ve sevginin fazlasıyla karşılığını bulacağı belirtilmiştir.” 91 Diğer bir kudsi<br />
hadiste ise; dua ve ibadetle meydana gelen yakınlaşmanın Allah’ın sevgisine, bu sevginin<br />
de kulda duyarlı bir vicdan ve sağduyunun doğmasına yol açacağı bildirilmiştir. 92<br />
Görüldüğü üzere, insan Rabbine yöneldiği oranda değer kazanmaktadır. “De ki: “İbadetiniz<br />
(duanız) olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” Ey inkarcılar! Yalanladığınız için,<br />
azap yakanızı bırakmayacaktır!” 93 âyeti kerimesi bu gerçeği ifade etmektedir. O halde,<br />
insana düşen Allah’a yönelmek, ilahi rahmet ve merhameti dilemek, rahmet kapısına varıp<br />
dua etmektir.<br />
87 Nur, 24/63.<br />
88 el-İsfahânî, Mu’cem-u Mufredât- Elfazi’l-Kur’ân, “d-a-v” md.<br />
89 “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu <strong>tesbih</strong> eder; O’nu hamd ile <strong>tesbih</strong> etmeyen hiçbir şey yoktur;<br />
fakat siz onların <strong>tesbih</strong>lerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, Bağışlayan’dır!” (İsra, 17/44); “O’nu,<br />
gök gürlemesi hamd ile, melekler de korkularından <strong>tesbih</strong> ederler. Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında<br />
çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar. Yerde ve göklerdeki kimseler de, gölgeleri de,<br />
sabah akşam, ister istemez Allah’a secde ederler.” ( Rad, 13/13,15); “Göklerde ve yerde olanlar Allah’ı <strong>tesbih</strong><br />
ederler. O güçlüdür, Hakim’dir.!” (Hadid, 57/1); Ayrıca şu âyetlere bakınız: Haşr, 59/1; Saf, 61/1; Cuma,<br />
62/1; Tegabün 64/1.<br />
90 “Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır.” (Zariyat, 51/56)<br />
91 Bkz. Müslim, “Tevbe”, 1; et-Tirmizî “Deavât”, 132.<br />
92 Bkz. el- Buhârî, “Rikak”, 38.<br />
93 Furkan 25/77.<br />
18
Kul, içinde bulunduğu şartların tesiriyle bir şey için veya Allah için Allah'a<br />
yönelmektedir. Bu durumda dua kavramı, İslâmî dönemde yeniden teşkil edilen semantik<br />
alan içinde dinî duygu ve yönelişin birbirine komşu olan zikir, <strong>tesbih</strong>, hamd, senâ, şükür,<br />
tövbe, İstiğfar, istiâze vb. görünüşlerinin genel çerçevesini oluşturmaktadır. İnsan içinde<br />
bulunduğu zor ve sıkıntılı durumlardan kurtulmak, kötü durumlara maruz kalmamak için<br />
Allah’ı hatırlar, aczini, güçsüzlüğünü ve kusurlarını samimiyetle itiraf ederek O’ndan<br />
yardım ister. Kötü durumdan kurtulma isteği, onu işlediği günah ve kusurlar sebebiyle<br />
pişmanlık duymaya ve kalbini temizlemeye, Allah’ı övüp yüceltmeye, af dilemeye sevk<br />
eder. Bazen sıkıntıdan kurtulduğu, nimet ve rahata kavuştuğu için memnuniyetini dile<br />
getirir (şükür, hamd, senâ). Dua bazen tabiattaki nizam ve estetiği derinden müşahede eden,<br />
mutlak kemal, güzellik ve gerçekliği sezen kişinin içinde meydana gelen hayranlık<br />
duygularının ifadesi olur. 94 Böylece bu sebeplerden dolayı Allah’a yapılan bu dualar aynı<br />
şekilde bir <strong>tesbih</strong> olmaktadır.<br />
2. 6. Tekbir<br />
“Tekbir” sözlükte, yüceltmek, büyük tanımak, ululamak demektir. 95 “De ki:<br />
“Hamd, çocuk edinmemiş olan, hükümranlığında ortağı bulunmayan, düşkün olmayıp<br />
yardımcıya da ihtiyaç göstermeyen Allah’a mahsustur.” O’nu gereği gibi büyükle”. 96<br />
Ayrıca büyük görmek, “Allahu ekber” demek. 97 “Kebure” kökünden “tef'îl” babında bir<br />
mastar. Bütün namazlara giriş “Tekbir” ile olduğu gibi, namaz rükünlerinin ayrılması tekbir<br />
cümlesi ile olur. Bayram veya cenaze namazlarında ilâve tekbirler, teşrik tekbirleri de<br />
Allah’ın yüceliğinin anıldığı diğer tekbir çeşitleridir: Buna göre tekbir hüküm olarak farz,<br />
vacip, sünnet veya nafile olarak tekrarlanan “övgü ve senâ” cümlesidir. 98<br />
Kur’ân’da çeşitli şekillerde oldukça kullanılmış kelime gruplarından birini teşkil<br />
eden bu kavram elli beşi fiil, 106’sı isim olmak üzere toplam 161 yerde geçmektedir.<br />
94 Parladır, Selâhattin, “dua” md., a.g.e., C.9, s. 531.<br />
95 Ateş, “Tekbir” md, Kur’ân Ansiklopedisi, C.20, s. 225.<br />
96 İsrâ, 17/111.<br />
97 el-İsfehânî, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“k-b-r” md.<br />
98 Döndüren, Hamdi, “Tekbir” md., “Şamil İslâm Ansklopedisi”, İstanbul: Şamil Yay, 1994, C.6, s. 164.<br />
19
Fiillerden dördü, isimlerden ise dokuzu Allah’a nispet edilmiştir. İsimlerin yedisi “kebir”<br />
şeklinde iken, yücelik ve hakimiyet 99 anlamına gelen “kibriya” 100 masdarı ile<br />
“mutekebbir” 101 ismi birer defa olmak üzere Allah’ı nitelemektedir.<br />
Kur’ân-ı Kerimde, “kbr” kökünden gelen “tekbir” kelimesini sadece Allah için<br />
kullanılmadığı görülmektedir. Bilakis şu âyetlerde olduğu gibi şeytanlar, kâfirler ve diğer<br />
insanlar için de kullanılmaktadır.<br />
1) Allah’ın büyüklüğü: “Muhakkak ki Allah Aliyyu’l Kebîrdir.” 102 “Gayb ve<br />
şuhûd âlemini bilen Kebîru’l Müteâldir.” 103 “Hukm, Aliyyu’l Kebîr olan Allah’ındır.” 104<br />
“Allah, her mütekebbir cebbarın kalbini mühürler.” 105 “Rabbini büyükle!” 106 “Rabbinin<br />
ismini an.” 107<br />
2) Şeytanın büyüklenmesi: “Meleklere, “Adem’e secde edin” demiştik, İblis<br />
müstesna hepsi secde ettiler, o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkar edenlerden oldu.” 108<br />
3) Yeryüzünde kâfirlerin Büyüklenmesi: “Âyetlerimizi yalanlayarak<br />
büyüklenenler ateşe atılacaklardır.” 109 “Firavun ve onun seçkinler çevresine gönderdik;<br />
fakat bunlar büyüklük tasladılar; zaten (oldum olası) kendilerini büyük gören bir toplumdu<br />
bunlar.” 110 “Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir<br />
topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu; çünkü o,<br />
99 Fîrûzâbâdî, Ebü’t-Tahir Mecdüddin Muhammed b. Yakub b. Muhammed, el-Kâmûsu’l-Muhît, Beyrut:<br />
Müessesetü’r-Risale, 1986, “k-b-r” md.<br />
100 “Göklerde ve yerde azamet O’nundur, O, güçlüdür, Hakim’dir!” (Câsiye, 45/37)<br />
101 “O, kendisinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal; esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten,<br />
güçlü, buyruğunu herşeye geçiren, ulu olan, Allah’tır. Allah onların koştukları eşlerden (ortaklardan)<br />
münezzehtir.” (Haşr, 59/23)<br />
102 Hacc, 22/62.<br />
103 Ra’d, 13/19.<br />
104 Mü’min, 40/12.<br />
105 Mü’min, 40/15.<br />
106 Müddessir, 74/3.<br />
107 Alak, 96/3.<br />
108 Bakara, 2/34.<br />
109 Nisâ, 4/5.<br />
110 Mü’minûn, 23/46.<br />
20
ozguncunun biriydi.” 111 “Ama Firavun yalanladı ve baş kaldırdı. Geri dönüp yürüdü.<br />
Adamlarını toplayıp seslendi: “Sizin en yüce Rabbiniz benim” dedi.” 112<br />
4) Rasûl’e karşı büyüklenme: “Ve yine şöyle derler: “Bu Kur’ân, neden iki şehrin<br />
ileri gelenlerine inmiş değil?” 113 “Âyetlerimiz gözlerinin önüne serilince: “Bu apaçık bir<br />
sihirdir” dediler. Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden<br />
ötürü onları bile bile inkar ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!” 114 “O,<br />
Kitap ile ilgisiz bir topluma, kendi içlerinden kendilerine Allah’ın mesajlarını aktaran,<br />
onları arındıran, ilahî kelâmı ve hikmeti öğreten bir elçi göndermiştir ki, o’ndan önce, açık<br />
bir sapıklık içindeydiler.” 115<br />
5) Varlıkların birbirine karşı büyüklenmesi: “İblis: “Ben ondan daha üstünüm.<br />
Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” dedi.” 116<br />
Görüldüğü üzere, her şey Allah’ın “en büyüklüğü” etrafında dönmektedir. Bu<br />
nedenle İslâmî bir devrimin dünyaya ilân edeceği temel çağrı bu büyüklüğün tanınması ve<br />
O’na teslim olunmasıdır. 117<br />
Biz Müslümanlar, sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, şaşırdığımızda, şok<br />
olduğumuzda, hayran olduğumuzda hep tekbir getiririz: Allahu ekber! Çünkü “Allah en<br />
büyüktür” mânâsına gelen tekbirin işlevi de, anlamı kadar büyüktür. Seviniyorsak<br />
sevincimizi Allah’ın büyüklüğüne bağlarız. Üzülüyorsak, kendimizi Allah’ın en büyük<br />
oluşuyla teselli ederiz. O’ndan bağımsız bir saâdet ve felâket tasavvur etmediğimiz için<br />
safâ halinde de, cefâ halinde de “Allahu ekber” deriz. Şaşırdığımızda, Allah’ın en büyük<br />
oluşunu hatırlar ve bizi şaşırtan şeyin Allah için çok basit, sıradan bir şey olduğunu bir kez<br />
daha hatırlarız. Şok olduğumuzda, bizi şok eden olayın Allah katında daha büyüklerinin<br />
111 Kasas, 28/4.<br />
112 Nâziât, 79/21-24.<br />
113 Zuhruf, 43/31.<br />
114 Neml, 27/13-14.<br />
115 Cum’a, 62/2<br />
116 Sâd, 38/76.<br />
117 Eliaçık, İhsan, İslâm ve Sosyal Değişim, İstanbul: Bengisu Yay, 1995, s. 27.<br />
21
olduğunu dile getirmek için tekbir getiririz. Hayran olduğumuzda, hayretimizi esere değil;<br />
o eserin sahici müessirine, sanata değil; asıl sanatkâra yönelttiğimizi tekbirle ifade ederiz.<br />
Şüphesiz âlemlerin Rabbi Allah (cc) her şeyden yücedir ve büyüktür. “Kibriyâ”<br />
yani her türlü yücelik ve büyüklük O’nun Rabliğinin gereğidir. Mü’minler, iman ederek bu<br />
büyüklüğü tasdik ederler. Onlar Allah’ın büyüklüğü (kibriyâsı) karşısında istikbar edip<br />
büyüklük taslamazlar, kibir göstermezler. Mü’minler, Allah Teâlâ’nın kendilerine hidâyet<br />
lutfetmesinden dolayı Allah’ı tekbir ederler, “Sen en büyüksün” derler. Büyüklük (kibriyâ)<br />
kelimesi neyi ifade ediyorsa, büyüklükten ne kast ediliyorsa hepsinin Allah’a ait olduğunu<br />
ilân ederler. İşte “tekbir”, Allah’ın her şeyden üstün, ulu, azamet sahibi ve büyük olduğunu<br />
söylemenin adıdır. Neticede Allah’ı yüceltmek, yani tekbir getirmek <strong>tesbih</strong> eylemi<br />
kapsamına direr.<br />
2. 7. Secde<br />
“Secde” kelimesi: baş eğme, itaat etme, üstün bir varlığın önünde yere kapanma;<br />
namazda veya Allah'a ibadet niyeti taşıyarak alın ve burun yere değecek şekilde yere<br />
kapanma 118 ve dua etme anlamında bir fıkıh terimidir.<br />
Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde Müslümanlar, rükû ve secde edenler şeklinde<br />
tanımlanmış; Allah'a yaptıkları secde nedeniyle yüzlerinin nurlandığı ve alınlarındaki secde<br />
izlerinden tanınacakları bildirilmiştir. 119 Diğer yandan, secdenin, Müslümanların namaz<br />
kılarken alınlarını yere koymaları dışında, aslında Allah'ın emirlerine uymak, O’nun<br />
kâinattaki düzenine riâyet etmek anlamına geldiği şu âyet-i kerimeyle daha iyi<br />
anlaşılmaktadır: “Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar,<br />
hayvanların ve insanların birçoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların<br />
118 İbn Manzûr, a.g.e., “s-c-d” md.<br />
119 “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine<br />
merhametlidirler. Onları rükua varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnudluk dilerken görürsün.<br />
Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır. İncil’de de şöyle<br />
vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin<br />
hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öfkelendirir. Allah,<br />
inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.” (Fetih, 48/29)<br />
22
irçoğu da azabı hak etmiştir. Allah’ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek yoktur. Doğrusu<br />
Allah ne dilerse yapar.” 120 Dolayısıyla secde, Allah’ın buyrukları dışına çıkmamak<br />
anlamına gelirken; namazda yapılan secde ise Allah’a itaatin bir sembolü, bir göstergesidir.<br />
Namazda secde eden Müslüman, hayatının diğer zamanlarında da O’na boyun eğiyor,<br />
buyruklarından dışarı çıkmıyor demektir. Secde kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’ân’da 92<br />
yerde geçer. Secde yapana “sâcid”, çok secde yapana ise “süccâd” denir. Üzerinde secde<br />
yapılıp namaz kılınan kumaş veya küçük halıya “seccâde”, secde yapılıp (topluca) namaz<br />
kılınan binaya “mescid” adı verilir. Secde yapma olayına da “sücûd” denilir. Sücûd aynı<br />
zamanda çok secde yapan anlamına da gelmektedir. 121<br />
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Yusuf’un kıssası anlatılırken, anasının, babasının ve on bir<br />
kardeşinin Yusuf’a secde ettikleri bildiriliyor. 122 Allah'ın dışında hiç bir varlığa secde<br />
edilmeyeceğini, bunun şirk olduğunu söyleyen İslâm âlimleri söz konusu âyeti açıklarken,<br />
buradaki “secdeye kapandılar” cümlesine iki tür anlam yüklüyorlar: Ya onlar<br />
sevinçlerinden Allah’a şükür niyetiyle yere kapandılar; ya da, Hz. Yusuf’un emrine girerek<br />
hayatlarının diğer bölümünde Onun buyruklarının dışına çıkmadılar. Bir diğer anlamı,<br />
Yusuf’un önünde saygıyla eğildiler demektir.<br />
123<br />
Buna göre Allahın dışına hiçbir<br />
mahlûkata, ister canlı olsun ister cansız olsun secde yapılamaz. Çünkü secde yapılmaya<br />
yani saygı duyulmayı layık olan bir tek varlık vardır. O da her şeyin Yaratıcısı olan<br />
Allahtır.<br />
120 Hacc, 22/18.<br />
121<br />
“Kabeyi, insanlar için toplanma ve güven yeri kılmıştık. İbrahim’in makamını namaz yeri edinin, dedik.<br />
Evimi ziyaret edenler, kendini ibadete verenler, rüku ve secde edenler için temiz tutun diye İbrahim ve<br />
İsmail’e ahd verdik.” (Bakara, 2/125); “Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyama duranlar,<br />
rüku edenler ve secdeye varanlar için Evimi temiz tut” diye İbrahim’i Kabe'nin yerine yerleştirmiştik” (Hacc,<br />
22/26)<br />
122 “Ana babasını tahtın üzerine oturttu, hepsi onun önünde (Allah’a secde edip) eğildiler. O zaman Yusuf:<br />
“Babacığım! İşte bu, vaktiyle gördüğüm rüyanın çıkışıdır; Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan, benimle<br />
kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni hapisten çıkaran, sizi çölden getiren Rabbim bana pek çok iyilikte<br />
bulundu. Doğrusu Rabbim dilediğine lütufkardır, O şüphesiz bilendir, Hakim’dir” dedi.” (Yusuf, 12/100)<br />
123 Kızmaz, Fedakâr, “Secde” md., Şamil İslâm Ansklopedisi, İstanbul: Şamil Yay, 1992, C.5, s. 358.<br />
23
Namaz secdesi dışında “şükür secdesi”, namazda yanılmanın karşılığı olarak<br />
“yanılma (sehiv) secdesi”, Kur’ân’da secde âyetleri okunduğu zaman yapılan “tilâvet<br />
(okuma) secdesi” 124 gibi secde çeşitleri karşımıza çıkmaktadır.<br />
Secde iki türlüdür: Birincisi; ihtiyarî, yani insanın kendi hür iradesiyle / özgür<br />
tercihiyle yaptığı secde. 125 Bu, yalnızca insana mahsustur. Allah (cc) bütün insanları<br />
kendine secde etmeye, yani kendine mutlak anlamda itaat etmeye davet ediyor. 126 Ikincisi;<br />
Teshirî, yani ister istemez, daha doğrusu zorunlu olarak yapılan secdedir. İnsanın dışındaki<br />
bütün varlıklar da Allah’a secde ederler ve bu secdelerini ister istemez yaparlar. Çünkü<br />
başka tercihleri olamaz. 127<br />
Secde tam anlamıyla; ibadetin, kulluk tavrının özü ve esasıdır. Bu yüzden Kur’ân-ı<br />
Kerim, çeşitli âyetlerde secde edenleri övmektedir. 128 Peygamber’e uyan ve O’nun Allah<br />
katından dini benimseyip yaşayan sahabelerin ve mü’minlerin yüzlerinde secde izleri<br />
vardır. Onların mü’min oldukları neredeyse alınlarındaki secde izinden belli olur. “Onları<br />
rükûa varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rızâ isterler. Yüzlerinde<br />
secdelerin izinden nişanları vardır.” 129 Allah’a her yerde secde edilebilmekle birlikte,<br />
secde/ibadet için özel yapılar da söz konusudur. Bu konuyla ilgili âyette, secdenin/ibadetin<br />
124 Döndüren, Hamdi, Delilleriyle İslâm İlmihali İnanç-İbadet-Günlük Hayat, İstanbul: Erkam Yay, 2005,<br />
s. 443.<br />
125 el-İsfehânî, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“s-c-d” md.<br />
126 “Ey inananlar! Rüku edin, secdeye varın, Rabbiniz’e kulluk edin, iyilik yapın ki saadete erişesiniz.!”<br />
(Hacc, 22/77); “(Ama artık) Allah’a secde edin ve [yalnız O’na] kulluk yapın!” (Necm, 53/62)<br />
127 “Göklerde ve yerde var olan her şey ve herkes isteyerek yahut zorunlu olarak Allah’ın önünde<br />
eğilmektedirler; onların gölgeleri de sabah akşam bunu yapmaktadır.” (34 Ra’d, 13/15); “Ayrıca göklerde ve<br />
yerde olan her şey, bütün canlılar/hayvanlar ve melekler kendilerini büyüklük duygusuna kaptırmadan Allah<br />
için saygı ve tazimle yere kapanmaktadırlar. Üstlerinde (egemen) bulunan Rablerinden korkuyor ve<br />
kendilerine ne buyurmuşsa onu yapıyorlar.” (Nahl, 16/49); “Ey insanoğlu,] göklerde ve yerde var olan her<br />
şeyin, güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların ve hayvanların Allah’ın (kudret ve yüceliği) önünde yere<br />
kapandığını görmüyor musun.” (Hacc, 22/18); Bil ki, Rabbine yakın olanlar O’na kulluk yapmaktan asla kibre<br />
kapılmazlar; ve O’nun sınırsız yüceliğini övgüyle anar ve [yalnızca] O’nun önünde yere kapanırlar.” (A’râf,<br />
7/206)<br />
128 “Eğer andlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dininize dil uzatırlarsa, inkarda önde gidenlerle<br />
savaşın, çünkü onların yeminleri sayılmaz, belki vazgeçerler. (Tevbe, 9/112); “Sihirbazlar [hemen] diz çöküp<br />
yere kapanarak.” (A’râf, 7/120); “[O’nun huzurunda] saygıyla yere kapananlar arasında yer aldığını da<br />
görmektedir; çünkü her şeyi bütün gerçeğiyle bilen (ve dolayısıyla) her şeyi işiten O’dur!” (Şuarâ, 26/219)<br />
129 “...Onların [namazda] eğilerek (ve) yere kapanarak Allah’ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün: onların<br />
işaretleri, yüzlerindeki secde izleridir…” (Fetih, 48/29)<br />
24
sadece Allah’a yapılması vurgulanmaktadır: “Mescidler şüphesiz Allah’ındır, öyleyse<br />
oralarda Allah’a yalvarırken başkasını katmayın.” 130<br />
Neticede Yüce Allah’a yapılan secde, bu isterse namazda yapılan secde olsun ister<br />
O’nun emirlerine boyun eğmek olsun, ikisi de insanın güçsüzlüğünü itaraf etmesidir. Ki bu<br />
da Allah’ın kudretini, büyüklüğünü kabul etmek demektir. Dolayısıyla O’nu övmek,<br />
yüceltmek ve aczini itiraf etmek de <strong>tesbih</strong>tir.<br />
2. 8. Teshîr<br />
“Teshir”, Kurâ’nın temel kavramlardan olup Kur’ân terminolojisinde, boyun<br />
eğidirmek, emrine vermek gibi anlamları taşımaktadır. 131 Bunun dışında aynı kökten suhrî,<br />
suhriyyet de birine istediği şeyi yaptırıp onu gülünç duruma düşürmek, 132 yani onunla alay<br />
emek. 133 Boyun eğdirmekten kasıt, varlığın, Yaratıcı önünde O’nun tarafından belirlenmiş<br />
hedeflere doğru gelişmek ve yürümek üzere boyun eğmesidir.<br />
Emrine vermek anlamındaki “teshîr” den kasıt varlıkların insanın hizmetine<br />
verilmesidir. 134 Teshîr fili Kur’ân’da mâzî, geniş zaman ve isim-fiil şeklinde<br />
kullanılmaktadır. 135 Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın geceyi<br />
gündüze ve gündüzü geceye kattığını, her biri belirli bir süreye kadar hareket edecek olan<br />
güneşi ve ayı buyruk altında tuttuğunu; Allah’ın, yaptıklarınızdan haberdar olduğunu<br />
bilmez misin?” 136 Yani, gündüz ile gecenin sabit ve düzenli biçimde zuhur edip<br />
dönüşmesi, kendiliğinden, güneş ve ayın bir sisteme boyun eğdiğini gösterir. Güneş ve Ay<br />
burada özellikle zikredilmiştir. Çünkü her ikisi de göğün önde gelen cisimleridir. O kadar<br />
ki, en eski dönemlerden beri insanoğlu bunlara ilâh olarak tapmıştır ve bugün bile birçok<br />
kimse için durum böyledir. Ancak gerçek şu ki, Allah, Arz da dahil olmak üzere kainatın<br />
130 Cinn, 72/18.<br />
131 Öztürk, Yaşar Nuri, “teshir” md., Kur’ân’nın Temel Kavramları, İstanbul: Yeni Boyut Yay, 1999, s.<br />
591.<br />
132 Ateş, “teshir” md., Kur’ân Ansiklopedisi, C.20, s. 309.<br />
133 el-İsfehâni, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“s-h-r” md.<br />
134 Öztürk, Yaşar Nuri, “teshir” md., a.g.e., s. 591.<br />
135 Ateş, “teshir” md., Kur’ân Ansiklopedisi, C.20, s. 309<br />
136 Lokman, 31/29.<br />
25
tüm yıldız ve gezegenlerini kendisinden bir parmak bile sapamayacakları bir sisteme<br />
bağımlı kılmıştır. 137<br />
“Emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, lütfedip verdiği rızkı aramanız<br />
için denizi buyruğunuz altına veren Allah’tır, belki artık şükredersiniz. Göklerde olanları,<br />
yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir. Doğrusu bunlarda, düşünen<br />
kimseler için dersler vardır.” 138 âyetlerinde de Allah’ın insanlara olan nimetleri hatırlatılır.<br />
Allah insanların yararlanması için emriyle yani yarattığı yasalarla denizde gemileri<br />
yürütmektedir. Göklerde ve yerde bulunan nice güçleri, insanların hizmetine vermiştir. İşte<br />
bunları yapan yalnız Allah’tır. Öyle ise yalnız bunları yapana ve yaratana tapılır, yalnız<br />
O’na şükredilir. O’ndan başkasına tapılmaz ve şükredilmez. Hamde ve şükre lâyık olan,<br />
yalnız Allah’tır. 139<br />
“Gökleri ve yeri yaratan, yukardan indirdiği su ile rızık olarak ürünler yetiştiren,<br />
emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli yörüngelerinde yürüyen ay<br />
ve güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah’tır.” 140<br />
“Her sınıf varlığı yaratan O’dur. Gemiler ve hayvanlardan binesiniz diye size<br />
binekler var etmiştir. Bütün bunlar; üzerlerine oturunca Rabbinizin nimetini anarak:<br />
“Bunları buyruğumuza veren ne yücedir.” 141<br />
Yukarıda zikrettiğimiz âyetleden anladığımız kadarıyla “teshîr” ve “<strong>tesbih</strong>”<br />
kelimeleri arasında çok yakın bir anlam ilişkisi bulunmaktadır. “<strong>tesbih</strong>” Yüce Allah’a<br />
boyun eğmek, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmek olduğunu daha önce belirtmiştik.<br />
“teshîr” kelimesi ise Allah’ın insanlar için yarattığı bütün mahlukatı, bu insanlara boyun<br />
eğdirilmesi, onların hizmetine sunulmasıdır. Ancak bu iki kelimenin arasında bir fark<br />
görülmektedir. “Tesbih” kelimesi bütün varlıklar, canlı cansız olanlar tarafından Allah’ı<br />
137 el-Mevdûdî, Ebu’l-A’lâ, Tefhimu’l-Kur’ân, trc. Ahmed Asrar, İstanbul: Bengisu Yay, 1997, C.6, s. 430.<br />
138 Câsiye, 45/12-13.<br />
139 Ateş, “teshîr” md., Kur’ân Ansiklopedisi, C. 20, s. 318.<br />
140 İbrahim, 14/32-33.<br />
141 Zuhruf, 43/12-13.<br />
26
tenzih etmek için kullanılan bir terimdir. “Teshir” ise evrende bulunan her şeyin insanın<br />
hizmetine sunulmasını ifade eden bir kavramdır. Bu evrende var olan bütün mahlukat<br />
O’nun koyduğu kanunu usanmadan uygulamaktadır. İşte onların bu boyun eğme eylemi<br />
Yüce Allah’ın ne kadar güçlü ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu<br />
göstermektedir ki bu aynı zamanda <strong>tesbih</strong>tir.<br />
2. 9. Tehlil<br />
Tehlil, “Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh yoktur)” sözünü söylemek demektir.<br />
Bu kelime, bilindiği gibi “kelime-i tevhid” olarak da adlandırılır. Tevhid, İslâm’ın<br />
temelidir. Allah’tan başka hiçbir ilâhın olmadığını, hâkimiyet, üstünlük, yaratıcılık ve<br />
ilâhlığın ancak Allah’a ait olduğunu kalp ve dil ile söylemeye tehlil denir. 142 Tevhid<br />
kelimesi, iki kısımdan meydana gelir. Birinci kısmı, “Lâ ilâhe illâllah”, ikincisi ise,<br />
“Muhammedün Rasûlullah (Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir)” 143 .<br />
Kur’ân’ın birçok yerinde, tehlil kelimesinin ifâde ettiği Allah’ın varlığı ve birliği<br />
inancını açıklayan âyetler bulunmaktadır. Bu âyetlerden bazılarının meâli şöyledir:<br />
“Yeryüzünde edindikleri tanrılar mı, onlar mı ölüleri diriltecekler? Eğer yerle gökte<br />
Allah’tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların<br />
vasıflandırdıklarından münezzehtir.!” 144 .<br />
“Allah çocuk edinmemiştir; O'nun yanında hiçbir tanrı yoktur, olsaydı, her tanrı<br />
kendi yarattığı ile beraber gider ve birbirinden üstün olmağa çalışırlardı. Allah onların<br />
vasıflandırdıklarından münezzehtir. O, görülmeyeni de, görüleni de bilir. Koştukları<br />
ortaklardan yücedir.” 145<br />
Hz. Peygamberimiz, günde yüz defa tehlil’i okumayı/zikretmeyi tavsiye etmiş ve<br />
bunun, büyük sevapların kazanılmasına ve çeşitli günah ile zararların giderilmesine vesile<br />
142 Nureddin Turgay, “tehlil” md., a.g.e., C.6, s. 163.<br />
143 A.g.e., “tehlil” md., C.6, s. 163.<br />
144 Enbiya, 21/21-22.<br />
145 Mü’minûn, 23/91-92.<br />
27
olduğunu açıklamıştır. 146 Aslında buradaki yüz sayısı, çokluğa işarettir. İhlâsla bol miktarda<br />
tehlil okumanın faziletini ifade etmektedir. Yine diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:<br />
“Zikrin en faziletlisi; “lâ ilâhe illâllah”, duanın en faziletlisi de “el-hamdü lillâh’tır.” 147<br />
Başka bir hadiste de Rasûlullah (s.a.s.): “Lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber ve lâ havle ve lâ<br />
kuvvete illâ billâh” demenin, çok sayıda günahların affedilmesine vesile olacağını<br />
söylemiştir. 148 Ebû Süfyan’ın naklettiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), Herakl’e mektup yazdığı<br />
zaman ona; “Gelin sizinle aramızda müsâvi, eşit olan bir kelimede birleşelim” demişti. Bu<br />
kelimenin, takvâ kelimesi olan “Lâ ilâhe illâllah” olduğu belirtilir. 149<br />
Tehlil ile ilgili olarak Hz. Peygamberin şu hadisleri bize konuyu daha iyi<br />
anlamamıza yardım edecektir: Hz. Ebü Bekri’s-Sıddik’in âzadlısı Yüseyre (radıyallâhu<br />
anhümâ) ki ilk muhâcirlerden idi ve şöyle anlatıyor: “Resulullah (s.a.v) bize dedi ki: “Size<br />
<strong>tesbih</strong>, tehlil, takdis, tekbir çekmenizi tavsiye ederim. Bunları parmaklarla sayın. Zira<br />
parmaklar (Kıyamet günü nelerde kullanıldıklarından) suale maruz kalacaklar ve<br />
konuşturulacaklardır.” 150 Nu’man İbnu Beşîr radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah<br />
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Allah’ın celalinden zikrettiğiniz <strong>tesbih</strong><br />
(sübhanallah), tehlil (lâ ilahe illallah) ve tahmid (elhamdülillah) cümleleri Arş’ın etrafında<br />
dönüp dururlar. Onlar tıpkı arı oğulu uğultusu gibi uğultu çıkararak, sahiplerini andırırlar.<br />
Sizden biri, Arş’ın civarında kendisini andırtan birisinin olmasından hoşlanmaz mı?” 151<br />
Ümmü Hâni radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “La ilahe<br />
illallah (Allah'tan başka ilah yoktur)" kelimesini fazilette hiçbir amel geçemez ve bu kelime<br />
hiçbir günahı bırakmaz, (affettirir).” 152<br />
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhisslâtu vesselâm)<br />
ilerledi, Mekke’ye girdi. (Doğru Beytullah’agiderek) Haceru’l-Esved’e geldi, (ilk iş) onu<br />
146 Buhârî, “Deavât”, 64; et-Tirmizî, “Deavât”, 60.<br />
147 İbn Mâce, “Edeb”, 25; et-Tirmizî, “Deavât”, 9.<br />
148 et-Tirmizî, “Deavât”, 58.<br />
149 el-Buhârî, “Eymân”, 19.<br />
150 et-Tirmizî, “Deavât”, 131; Ebû Dâvûd, “Salât”, 359.<br />
151 Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Ankara: Akçağ Yay, 1991, C.17, s. 496.<br />
152 A.g.e., C.17, s. 492.<br />
28
istilâm buyurdu. Sonra Beytullah’ı (yedi şavtta) tavaf etti. (Tavaf tamamlanınca) Safâ<br />
tepesine geldi, oradan beytullah’a baktı. Ellerini kaldırıp Allah’ı (tekbir, tehlil, tahmid ve<br />
tevhitle zikretmeye başladı ve Allah’ın zikretmesini dilediğince zikretti, dua etti. Bu sırada<br />
Ensâr (radıyallahu anhüm) da onun aşağısında (aynı şekilde zikir ve duada<br />
bulunuyordu).” 153<br />
Sunuç itibariyle gelmiş geçmiş bütün peygamberler, Yüce Allah tarafından<br />
insanlara tevhid inancını getirmişlerdir. Bu Peygamberler yalnız Allah’a inanmaya ve<br />
yalnız O’na ibâdet etmeye çağırmışlardır. Onlar bir takım batıl inanclara karşı mücâdele<br />
etmişlerdir. Bu mücadele tevhid mücâdelesidir. Yukarıda belirtiğimiz gibi tehlil getirmek,<br />
“Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah” söylemek demektir ki bu, şu anlama<br />
gelmektedir: bütün batıl tanrıları red ediyorum. Allah tektir O’na yakışmayan sıfatlardan<br />
tenzih ederim. O Son derece yücedir, uludur ve Muhammed (s.a.v.) O’nun elçisidir. İşte<br />
tehlil, bu tevhidi kalben, fikren ve zikren idrak etmek, yaşamak ve Allah’a yaklaşmaktır ki<br />
bu, <strong>tesbih</strong> faaliyetlerindendir.<br />
3. TESBİH ÇEŞİTLERİ<br />
“Tesbih” i sözlü <strong>tesbih</strong> (lisanu’l-kâl) ve sözsüz <strong>tesbih</strong> (lisânu’l-hâl) olmak üzere<br />
ikiye ayırmak mümkündür. Es-Sa’dî (v. 1376/1956), “Yedi gök ve yerle aralarında ne varsa<br />
hepsi, Onu noksan sıfatlardan tenzîh eder ve hiçbir şey yoktur ki Ona hamdederek Onu<br />
noksan sıfatlardan tenzîh etmesin,…” 154 tefsirini yaparken; (Yüce Allah’a) konuşan,<br />
konuşmayan canlılar; ağaçlar, bitkiler, camidler, hayat taşıyan ve ölüler söz ve hal diliyle<br />
<strong>tesbih</strong> ettiklerini söylemektedir. 155<br />
3. 1. Sözlü Tesbih<br />
Allah’ı kendisine lâyık olmayan sıfatlardan lisanen tenzih etmek sözlü <strong>tesbih</strong>,<br />
başka bir ifadeyle lisâ-ı kâl ile yapılan <strong>tesbih</strong> olmaktadır. Bu <strong>tesbih</strong> daha ziyade insanların,<br />
153 Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 46.<br />
154 İsra,17/44.<br />
155 es-Sa’dî, Abdurrahmân b. Nâsir, Tefsîru’s-Sa’dî, Beyrut: Dâru Muessesetu’r-Risâlât, 2000, C.1, s. 459.<br />
29
cinlerin ve meleklerin yani akıllı varlıkların yaptığı <strong>tesbih</strong> türüdür. Müfessirlerin genel<br />
kanaati, akıllı varlıkların sözlü, diğer varlıkların ise sözsüz <strong>tesbih</strong> yaptıklarıdır. Beydâvî (v.<br />
685/1286), göklerde ve yerdeki akıllı varlıkların sözlü <strong>tesbih</strong> yaptığı görüşendedir. 156 İbn<br />
Kesîr (v. 774/1372) ise; bütün eşyanın <strong>tesbih</strong> ettiğini ve bunların <strong>tesbih</strong>lerinin bizim<br />
dillerimizden farklı bir dille olduğu için <strong>tesbih</strong>lerini anlamadığımızı belirtmektedir. 157<br />
Şu âyetler de sözlü <strong>tesbih</strong>e delalet etmektedir.<br />
“Sen Rabb’ini hamd ile <strong>tesbih</strong> et (O’nu övecek sözlerle an, sübhanellahi<br />
velhamdulillah de) ve secde edenlerden ol.” 158<br />
“Öyleyse Yüce Rabb’inin adını <strong>tesbih</strong> et.” 159<br />
“Rabb’inin Yüce adını <strong>tesbih</strong> et.” 160<br />
Görüldğü gibi âyetlerde Allah’ın noksan sıfatlardan tenzih edilmesini, şanının<br />
yüceltilmesini emredilmektedir.<br />
Hadis-i şeriflerde zikir, tehlil ve tahmidi teşvik eden sözler de sözlü <strong>tesbih</strong>e işaret<br />
etmektedir. Ve resulullah’ın bunlara teşvik eden sözleri hadis kitaplarında bol bol<br />
geçmektedir. Ebû Hureyre’den rivâyet olunan bir hadiste Resulallah (s.v.a) şöyle<br />
buyuruyor. “Bir kimse sabah namazının arkasında yüz kere <strong>tesbih</strong>te, yüz kere de tehlilde<br />
bulunursa, deniz köpüğü gibi çok bile olsa günahları affedilir.” 161<br />
Yine Ebü Hüreyre’den rivâyet edilen başka bir hadiste bir kimse günde yüz defa<br />
“La ilahe illallah vahdehu la şerike leh lehu’l-mulku ve lehu’l-hamdu ve huve ala kulli<br />
şeyin kadir” derse o kimse için on köle azad etmiş olanı sevabı ve ayrıca kendisine yüz<br />
hasene yazılır. Yüz günahı da silinir. Bunun için o gün akşamlayıncaya kadar şeytandan<br />
156 el-Beydâvî, Nasru’d-Din Ebi Saîd Abdullah Ebi Ömer b. Muhammed eş-Şîrazî, Tefsîrü’l-Beydâvî,<br />
Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1966, C.3, s. 448.<br />
157 İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut: Dâru’l-Marife, 1996, C.3, s.45.<br />
158 Hicr, 15/98.<br />
159 Vâkıa, 56/96.<br />
160 A’lâ, 87/1.<br />
161 en-Nesâî, “Sehv”, 95.<br />
30
muhafaza olur. Onun yaptığı daha fazelitli bir iş kimse yapamaz. Meğer ki onun<br />
yaptığından fazla iş yapsın. Ve bir kimse günde yüz defa “Subhanallah ve bihamdihi” derse<br />
günahları denizin köpüğü kadar bile olsa sâkıt olur.” 162<br />
Bu kısa açıklamalardan anlaşıldığı üzere akıllı varlıklar tarafından Yüce Allah’a<br />
yapılan övmeler yani <strong>tesbih</strong>ler, sözlü <strong>tesbih</strong>lerdir. Bunu yukarıda zikrettiğimiz âyet ve<br />
hadislerde açık bir şekilde görmekteyiz. Çünkü “Yüce Rabbinin adını <strong>tesbih</strong> et”<br />
dinildiğinde ağızdan çıkan sesler veya kelimelerden meydana gelen <strong>tesbih</strong> anlaşılacaktır. Ki<br />
Hz. Peygamber (s.a.v)in hadislerinden de böyle anlaşılmaktadır.<br />
3. 2. Sözsüz Tesbih<br />
Bu <strong>tesbih</strong>in türü lisanen yapılan <strong>tesbih</strong> değil, her şeyin yaratılşının bir yönüyle<br />
veya bir sıfatıyla Allah’ın varlığına, birliğine delâlet etmesidir. 163 Bu <strong>tesbih</strong> türü daha<br />
geneldir ve bütün varlıklar için geçerlidir. Çünkü âyette; “…O’nu hamd ile <strong>tesbih</strong> etmeyen<br />
hiçbir şey yoktur…” 164 denmektedir. Tesbih, Allah’ın zâtını ve sıfatlarını eksik, kötü<br />
şeylerden uzaklaştırmak demek olduğuna göre göklerde ve yerde bulunan her şeyin Allah’ı<br />
<strong>tesbih</strong> etmesi, iki anlama gelebilir: ya göklerde ve yerde bulunan her şey kendine özgü<br />
dilleriyle, Allah’ı <strong>tesbih</strong> eder, O’nun eksik sıfatlardan uzak olduğunu söyler. Ya da dil ile<br />
<strong>tesbih</strong> akıllı varlıklara özgüdür. Cansız şeylerin Allah’ı <strong>tesbih</strong> etmesi dil ile değil, hal iledir.<br />
Onlar, bulundukları hal ve bilinçle, düzenle kendilerini yaratan Allah’ın sonsuz kudret ve<br />
kemâl sahibi olduğunu gösterirler. 165<br />
Yine Büyük Müffesir Taberî (v. 310/923) bu konu ile ilgili olarak bir kısım<br />
âlimlerin âyette, Allah’ı <strong>tesbih</strong> eden bütün varlıklardan maksadın, ruh sahibi varlıklar<br />
olduğunu, diğerlerin ise canlı veya cansız bütün varlıkların Allah’ı <strong>tesbih</strong> ettiklerini<br />
söylediklerini belirtmektedir. 166<br />
162 el-Buhârî, “Deavat”, 54.<br />
163 et-Tûsî, Ebu Cafer Muhammed b. Hasan, Tefsîru’t Tibyan, Necef: Dâru’l-Endelusî, 1965, C.6, s. 482.<br />
164 İsra, 17/44.<br />
165 Ateş, “<strong>tesbih</strong>” md., Kur’ân Ansiklopedisi, C.20, s. 293.<br />
166 et-Taberî, a.g.e., C.15, s. 93.<br />
31
Abdullah b. Mes’ud diyor ki: “Ben, Resulullahın parmaklarının arasından su<br />
kaynadığını gördüm. Şüphesiz ki bizler, yenirken yemeğin <strong>tesbih</strong> ettiğini işittik. 167 Cabir b.<br />
Abdullah diyor ki: “Resulullah (s.a.v.) önceleri bir hurma kütüğünün üzerine çıkarak hutbe<br />
okuyordu. Ensardan bir kadının, Resulullaha bir minber yapılmasını teklif etmesi üzerine<br />
Resulullaha minber yapıldı. Cuma günü olunca Resulullah minberin üzerine çıktı. Hurma<br />
kütüğü, çocuğun ağlaması gibi ağlamaya başladı. Resulullah (s.a.v.) minberden aşağı inip<br />
onu kucakladı. Kütük hâlâ çocuğun inlemesi gibi inliyordu. Resululah ise onu teskin etmek<br />
istiyordu. Bu Hadis-i Şerif birçok sahabi tarafından rivâyet edilmiştir ve mütevatir<br />
hadislerdendir. Bütün mevcudatın kendi lisanlanyla ve kendi halleriyle Allah’ı <strong>tesbih</strong><br />
ettikleri gibi hayvanlar da kendi lisanlanyla Allah’ı <strong>tesbih</strong> ederler. 168<br />
Bu <strong>tesbih</strong> türünün daha genel olduğunu söyledik. Zira sözlü <strong>tesbih</strong> yapılan akıllı<br />
varlıklar aynı zamanda sözsüz <strong>tesbih</strong> de yapmakta, varlıklarının bir yönüyle Yüce<br />
Yaratıcıya delâlet etmektedirler. “(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına göğün nasıl<br />
yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine yeryüzünün nasıl yaratıldığına bir bakmazlar<br />
mı? 169<br />
âyetlerini insanların varlıklara ibret nazarıyla bakmaları gerektiğini, onların<br />
yaratılışındaki mukemmelliğin yaratıcılarına delâlet ettiğini, dalayısıyla lisân-ı hâl ile <strong>tesbih</strong><br />
ettiklerini göstermektedir.<br />
Daha önce de belirtiğimiz gibi bu <strong>tesbih</strong> türü hem insanlar hem de diğer canlı ve<br />
cansız varlıklar için de geçerlidir. Ayrıca sözlü <strong>tesbih</strong> ile bütün insanlar <strong>tesbih</strong> etmezken<br />
sözsüz <strong>tesbih</strong> ile bütün insanlar “evrensel <strong>tesbih</strong> faaliyeti”ne katılmaktadır. Bu ister istemez<br />
boyun eğme şeklinde gerçekleşmektedir. Bazı insanlar her ne kadar ilâhî emirlere isyan<br />
ederse etsin yine de evrensel kanuna Allah’ın her şeyi kavrayan ve insan fiillerinin iyi veya<br />
kötü, varlık sebebini bulduğu o esrarengiz nizam boyun eğmekten kurtulmuş değildirler. Bu<br />
durum sözsüz <strong>tesbih</strong>in bir yönünü ifade etmektedir. Biz buna “evrensel <strong>tesbih</strong> faaliyeti”<br />
demekteyiz.<br />
167 Buhârî, “el-Menâkib”, 25; Ahmed b. Hambel, Müsned, C.1, s. 460.<br />
168 Buhârî, “el-Menâkib”, 25; et-Tirmizî, “el-Cumua”, 10.<br />
169 Ğaşiye, 88/17-20.<br />
32
Sözsüz <strong>tesbih</strong>in bir diğer yönü de her varlıkta mevcut olan esrarengiz özelliklerdir.<br />
Her varlık bu özellikleriyle yüce yaratıcıyı haykırmaktadır. Bu durum ifade eden en ilginç<br />
varlık insanoğludur. Zira insanın anatomisi incelendiğinde onun mükemmel bir sistemle<br />
çalışan küçük bir evren olduğu görülür. Nitekim bir âyette, “Kesin olarak inananlara,<br />
yeryüzünde ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?<br />
Rızkınız da, size söz verilen azap da yukarıdan gelir.” 170 diye buyrulmaktadır. Demek ki<br />
insan varlığı, yaratılış itibarıyla Allah’ın varlığına, birliğine, kudretine… delil olmaktadır.<br />
İşte bu durum sözlü <strong>tesbih</strong> ile yapılan <strong>tesbih</strong>i ifade etmektedir. İnsana düşen görev gerek<br />
kendisinde gerek diğer varlıklardaki işaretleri idrak edip şuurlu bir <strong>tesbih</strong> faaliyetinde<br />
bulunmaktadır.<br />
4. KUR’ÂN’DA TESBİH KAVRAMININ KULLANILIŞI<br />
Tesbih kelimesi ve mustaklarının Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli anlamlarda kullanıldığı<br />
görülmektedir. Asıl önemli olan da kelimenin Kur’ân-ı Kerim’deki anlamlarının tesbit<br />
edilmesidir. Zira İzutsu’nun dediği gibi bütün anahtar terimler Kur’ân’da yeni bir anlam<br />
kazanmakta olup bu anahtar terimleri tahlil ederken kendilerine özel anlamlar kazandıran<br />
çeşitli ilişkilerini de gözden uzak tutmamalıyız. 171<br />
4. 1. Allah’ı Tenzih Etmek<br />
Kur’ân-ı Kerim’e bakıldığında <strong>tesbih</strong> kavramının en çok kullanılan anlamlarından<br />
bir tanesinin “Allah’ı tenzih etmek” olduğu görülmektedir. Daha önce de “<strong>tesbih</strong>”i kavram<br />
olarak; “Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih etmek” şeklinde tarif etmiştik. Bu anlam şu<br />
âyetlerde kullanılmıştır:<br />
170 Zâriyat, 51/20-21.<br />
171 İzutsu, Toshihiko, Kur’ân’da Allah ve İnsan, trc. Süleyman Ateş, İstanbul: Yeni Ufuk Yay, ts., s. 19.<br />
33
“Kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescidi Haram’dan (Mekke’den), kendisine bir<br />
kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya<br />
(Kudüs’e) götüren Allah'ın şanı yücedir. Doğrusu O, işitir ve görür.” 172<br />
“Allah çocuk edinmemiştir; O’nun yanında hiçbir tanrı yoktur, olsaydı, her tanrı<br />
kendi yarattığı ile beraber gider ve birbirinden üstün olmağa çalışırlardı. Allah onların<br />
vasıflandırdıklarından münezzehtir!” 173<br />
Seyyid Kutup (v. 1966) konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Her tanrı<br />
yarattığını ayırır, onu özel bir yasa ile yönlendirirdi; o zaman evrenin her bir parçasının, ya<br />
da yaratıklardan her bir grubun kendine özgü bir yasası olurdu. Her parçayı ve her grubu<br />
yönlendiren genel bir yasa etrafında birleşmezlerdi. “Biri öbürüne karşı üstünlük kurmaya<br />
çalışırdı.” Diğerlerine galip gelmek, egemenlik kurmak ve evrenin yönlendirmesini elinde<br />
bulundurmak için üstünlük sağlamaya çalışırdı. O zaman da ancak bir yasa, bir<br />
yönlendirme ve bir planlama ile ayakta kalabilen, düzeni sağlanan evrenden eser kalmazdı.<br />
Bu tabloların hiçbiri evrende mevcut değildir. Evrenin biçiminin birliği yaratıcısının<br />
birliğine, kendisine egemen olan yasalar sisteminin birliği de planlayıcısının birliğine,<br />
tanıklık etmektedir. Evrenin her parçası, evrende yer alan her şey birbirleriyle uyum<br />
içindedirler. Bir çatışmanın, bir zıtlaşmanın, bir karmaşanın olduğu görülmemiştir.” 174 Bu<br />
172 İsrâ, 17/1.<br />
173 Mu’minûn, 23/91; Ayrıca bu âyetlere bakılabilir: “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer; onlar için seçim<br />
hakkı yoktur. Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir, yücedir.!” (Kasas, 28/68); “Yerin<br />
yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah münezzehtir!” (Yasin,<br />
36/36); “Allah’la cinler (melekler) arasında da bir soy bağı icad ettiler. And olsun ki, cinler de, kendilerinin<br />
(bunu söyleyenlerin) hesap yerine götürüleceklerini bilirler. Allah onların vasıflandırmalarından<br />
münezzehtir.” (Saffât, 37/158-159); “Senin güçlü olan Rabbin, onların vasıflandırmalarından münezzehtir.”<br />
(Saffât, 37/180); “Göklerin ve yerin Rabbi, Arşın Rabbi onların vasıflandırmalarından münezzehtir!”<br />
(Zuhruf, 43/82); “O halde, Allah’tan başka bir tanrıları mı var? Allah, sınırsız şanıyla insanların O’na<br />
yakıştırdığı ortaklardan münezzehtir.” (Tur, 52/43); “O, kendisinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok<br />
kutsal; esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu herşeye geçiren, ulu olan, Allah’tır.<br />
Allah onların koştukları eşlerden (ortaklardan) münezzehtir.” (Haşr, 59/23); “Bir kısım insanlar da, “Allah<br />
kendine bir oğul edindi!” iddiasında bulunurlar. (Asla!) O, yaratılmışlara özgü böyle vasıflardan kesinlikle<br />
uzaktır. Göklerde ve yerde ne varsa yalnız O’nundur; her şey bütün varlığıyla O’nun iradesine tâbidir.”<br />
(Bakara, 2/100).<br />
174 Kutup, Seyyid, Fî Zilâl-il Kur’ân, trc. Salih Uçan, Vahdettin İnce ve Mehmet Yılmaz, İstanbul: Dünya<br />
Yay, 1991, C.7, s. 426.<br />
34
yorumundan anlaşıldığı gibi; Evrende var olan her şey bir uyum içindedir. Buna göre bu<br />
evrende bir düzenin olması, tek bir Tanrı’nın olduğunun göstergesidir. Eğer birden fazla<br />
Tanrı olsaydı bu düzen olmazdı.<br />
“Cinleri O yaratmışken kafirler Allah’a ortak koştular. Körü körüne O’na oğullar<br />
ve kızlar uydurdular. Hâşâ, O onların vasıflandırmalarından yücedir.” 175<br />
Râzî bu âyetteki “sübhan” kelimesi ile ilgli şöyle bir açıklama yapmaktadır:<br />
“Subhanehu buyruğu, Allah’ı, O’na yakışmayan her şeyden tenzih etmeyi ifade eder. Hak<br />
Teâlâ’nın, “ve çok yücedir” ifadesinin, mekân bakımından bir yüksekliği ifade etmediği<br />
hususunda şüphe yoktur. Çünkü burada, bu tabirle kastedilen, Allahu Teâlâ’yı yanlış ve<br />
bâtıl görüşlerden tenzih etmektir. Mekân bakımından yükseklik, bu manayı ifade etmez.<br />
Binaenaleyh, burada Cenâb-ı Hakk’ın her türlü bâtıl itikâd ve yanlış görüşten yüce ve<br />
münezzeh olduğu manasını ifade ettiği sabit olur.” 176<br />
Mananın böyle olması halinde “Subhanehu” ile “tealâ” (çok yücedir) ifadesi<br />
arasında herhangi bir fark kalmaz” diyenlere, er-Râzî, şöyle cevap verilebileciğini<br />
söylemektedir: “Cenâb-ı Hakk’ın “Subhanehu” sözüyle kastedilen, bu sözü söyleyen<br />
kimsenin O’nu , O’na yakışmayacak şeylerden tenzih, <strong>tesbih</strong> ve takdis etmesidir. Halbuki<br />
Teâlâ lâfzından maksad ise, ister O’nu bir tenzih eden olsun, ister olmasın O’nun zâtı<br />
itibariyle, (zaten) böylesi sıfatlardan yüce ve münezzeh olmasıdır. O halde, tesbîh ve takdis<br />
etmek, tenzih edenlerin sözleriyle alâkalıdır. Yüce olmak ise, Cenâb-ı Hakk’ın, başkası<br />
sebebiyle değil zâtı gereği tahakkuk edip mevcut olan zâtı sıfatlarıyla ilgilidir.” 177<br />
Bu konu ile ilgli olarak şu âyetlere bakmamıza yarar vardır: “Onlar Allah’ı<br />
bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa<br />
tek Tanrı’dan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka tanrı yoktur.<br />
175 En’am, 6/100.<br />
176 er-Râzî, Ebu Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer, Mefâtihu’l-Ğayb, Beyrut; Dârü’l-Kütübi’l-<br />
İlmiyye, 1990, C.13, s. 96.<br />
177 A.g.e., C.13, s. 96.<br />
35
Allah, koştukları eşlerden münezzehtir” 178 “Allah çocuk edindi” dediler; haşa; O<br />
müstağnidir; göklerde ve yerde olanlara sahiptir. Elinizde, onun çocuk edindiğine dair bir<br />
delil yoktur, bilmediğiniz şeyi Allah’a karşı nasıl söylüyorsunuz?” 179 “Beğendikleri erkek<br />
çocukları kendilerine; kızları da Allah’a malediyorlar. O bundan münezzehtir.” 180<br />
“Allah çocuk edinmez, O münezzehtir. Bir işin olmasına hükmederse ona ancak<br />
“Ol” der, o da olur.!” 181<br />
Seyyid Kutup bu âyeti şöyle açıklar: “Evlât edinmek O’nun bu yüceliği ile<br />
bağdaşmaz. Ölümlüler soylarını sürdürmek için ve güçsüzler destek kazanmak amacıyla<br />
evlât ediniyorlar. Oysa yüce Allah kalıcıdır, varlığının sona ermesi sözkonusu değildir.<br />
Ayrıca güçlüdür, hiç kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Tüm varlıklar O’nun “ol” sözü ile<br />
var olur. O bir işin olmasına karar verince o işe sadece “ol” der, o da hemen oluverir. Yani<br />
neyi gerçekleştirmek isterse ona iradesini yönelterek gerçekleştirir, bunun için ne evladın<br />
ve ne de yardımcının aracılığına ihtiyaç duymaz.” 182<br />
“Allah çocuk edinmek isteseydi, yaratıklarından dilediğini seçerdi. O<br />
münezzehtir, O; gücü her şeye yeten tek Allah’tır.!” 183<br />
Büyük Mufessir Elmalılı der ki : “Şanı yüce olan Allah kendini tenzih eder ve<br />
O’nun yüce zatı, bunların böyle cahilce ve iftira edercesine vasıflandırmalarından<br />
mukaddes ve yücedir. Gerek zıtlık, gerek benzerlik ve aynı cinstenlik şekliyle olsun, her<br />
çeşit ortaklık ve aynı şekilde aynîlik ve aynı cinstenlikle ortaklığı gerektiren doğurmak ve<br />
doğmak gibi vasıflar haddi zatında ilâhlık vasfına uymayan, ilâh anlayışıyla çelişkilidirler.<br />
Bunlar bir çeşit noksan, acizlik ve ihtiyaç ifade eden sonradan olma vasıflardır. İlâhlık<br />
gerçeği ise, her noksandan uzak ve yüce bir kemâldir. Şu halde Allah’ın zatı ve hakikati<br />
hakkında ortaklık ve çocuk mümkün değildir. Ve bunu anlamak için başka bir delile ihtiyaç<br />
178 Tevbe, 9/31.<br />
179 Yûnus, 10/68.<br />
180 Nahl, 16/57.<br />
181 Meyrem, 19/35.<br />
182 Kutup, a.g.e., C.7, s. 164.<br />
183 Zümer, 39/4.<br />
36
da yoktur. Bizzat ilâh anlayışı bu imkansızlığı ispata yeterlidir. Zira ilâh anlayışında en<br />
yüksek bir yücelik ile bir yaratıcılık ve güzellik vasfı vardır.” 184<br />
İşin garibi, müşrikler kız çocuklarından hoşlanmadıkları halde, eşi ve benzeri<br />
olmaktan münezzeh olan Yüce Allah’ın kızları olduğunu söylerler: Yüce Allah, buna<br />
“Rabbiniz erkek çocukları sizin için ayırdı da, kendisi meleklerden kızlar mı edindi?<br />
Gerçekten siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz.” 185 diye karşılık vermektedir.<br />
Birçok müffesirler zikrettiğimiz âyetlerdeki ”سبحان“ kelimesine, Allah kendisini,<br />
O’na yakışmayan sıfatlardan “tenzih etmektedir” diye tefsir etmişlerdir. 186 Çünkü<br />
müşrikler O’na yakışmayan birtakım sıfatlar nispet ediyorlardı. Onlar: Allah’ın eşi, çocuğu,<br />
mülkünde ortağının olduğunu ve cahillikten kaynaklanan bir takım sözler söylüyorlardı. Bu<br />
yüzden Allah bizzat kendini bu âyetlerde tenzih etmiştir. Allah, O’na yakışmayan noksan<br />
sıfatlardan pek uzaktır.<br />
En güzel isimlerin ve sıfatların kendisine layık ve âit olduğu yüceler yücesi<br />
Rabbimizin zatını, sıfatlarını ve fiillerini tenzih ederek iman etmek Allah'a İman'ın ilahi<br />
takdire uygun yapılabilmesi için elzemdir. Allah'ı fiillerinde tenzih etmek öz olarak, O’nun<br />
her şeyin yaratıcısı olduğunu ama şerri, zulmü dilemediğini, hiç kimseye haksızlık<br />
etmeyeceğini, kulları için kötülüğü dilemekten münezzeh olduğunu kabul etmektir. Allah<br />
her şeyin yatatıcısıdır, Kâinatta ikinci bir yaratıcı yoktur; ancak O asla insanlar için kötülük<br />
düşünmez, şerri dilemez.<br />
184 Elmalılı, a.g.e., C.3, s. 148.<br />
185 İsrâ, 17/40.<br />
186 Bkz. er-Râzî, a.g.e., C.13, s. 96.<br />
37
4. 2. İnşallah Anlamında<br />
el-İsfehâni “<strong>tesbih</strong>” kelimesinin kalem suresinin 28 ve 17 âyetlerine dayanarak,<br />
“istisna” yani “İnşallah demek” anlamı da ihtiva ettiği görüşündedir. 187 Âyet şudur:<br />
“Ortancaları: “Ben size Allah’ı anmanız gerekmez mi, dememiş miydim?” dedi.” 188<br />
Müfessirler, kalem suresinin 17-32 âyetlerinde 189 anlatılan kıssada belirtilen<br />
bahçenin Yemen ve Habeşistan’da olduğunu rivâyet etmişlerdir. Bazıları da, bu bahçenin<br />
Sakîf’ten bir adama ait olduğunu, (bu adamın) ağaçtan yere düşen ürünleri fakirlere<br />
bıraktığını, o ölüp çocukları mirasçı olunca; “Babamız kuskusuz ahmak bir adamdı” deyip<br />
fakirleri bundan mahrum bıraktıklarını söylemişlerdir. 190<br />
Bu bahçe sahipleri sabah vakti erkenden bahçelerinin mahsullerini<br />
devşireceklerine yemin etmişlerdi. Böylelikle fakirler durumu öğrenip daha önce aldıklarını<br />
almaya gelmesine mani olmak istiyorlardı. Bu yolla mahsulün ve ekinin tamamını kendilerine<br />
saklamaya çalışmışlardı. Bunu söylediklerinde de “inşallah” dememişlerdi. 191<br />
Çoğunluğun kanaatine göre onlar yemin edip “inşallah”, diyerek işi Allah’ın<br />
iradesi şartına bağlayıp, istisna yapmadıkları kanaatindedirler. Çünkü onlar bu işi kesinlikle<br />
yapacaklarından emin idiler. Başkalarının görüşü ise: Bundan maksat; onların ekinin<br />
tamamını toplayacaklarını, yoksullara paylarını yahut ta babalarının vaktiyle yoksullara<br />
verdiği kısmı istisna etmeksizin bunu yapacaklarını anlatmaktır. Maksat, durumlarının<br />
187 el-İsfehâni, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“s-b-h” md.; İbn Manzûr, a.g.e., “s-b-h” md.<br />
188 Kalem, 68/28.<br />
189 “Biz bunları, vaktiyle bahçe sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan, bahçeyi<br />
devşireceklerine bir istisna payı bırakmaksızın yemin etmişlerdi. Ama onlar daha uykudayken Rabbinin<br />
katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapkara kesilmişti. Sabah erken: “Ürünlerinizi<br />
devşirecekseniz erken çıkın” diye birbirlerine seslendiler. “Bugün orada, hiçbir düşkün kimse yanımıza<br />
sokulmasın” diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı. Yoksullara yardım etmeye güçleri yeterken böyle<br />
konuşarak erkenden gittiler. Bahçeyi gördüklerinde: “Herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız; belki de biz<br />
yoksun bırakıldık” dediler. Ortancaları: “Ben size Allah'ı anmanız gerekmez mi, dememiş miydim?” dedi.<br />
“Rabbimizi tenzih ederiz; doğrusu biz yazık etmiştik” dediler. Birbirlerini yermeye başladılar. Sonra şöyle<br />
dediler: “Yazıklar olsun bize; doğrusu azgınlık edenlerdendik. “Belki Rabbimiz bize bundan daha iyisini<br />
verir; doğrusu artık, Rabbimizden dilemekteyiz.”<br />
190 Derveze, Muhammed İzzet b. Abdülhadi b. Derviş, et-Tefsiru’l-Hadis, trc. Ahmet Çelen, Şaban Karataş,<br />
Mehmet Çelen, İstanbul: Ekin Yay, 1997, C.1, s. 47-48.<br />
191 ez-Zühaylî, Vehbe, Tefsiru’l-Münir, Dımaşk: Dâru’l-Fikr, 1991, C.29, s. 63.<br />
38
ortaya çıkarılması için Mekkelilerin sınanmasıdır. Allah’ın üzerlerindeki nimetlerine<br />
şükredip, Allah’ın kendilerine müjdeci ve uyarıcı olmak üzere göndermiş olduğu Allah<br />
Rasulüne iman mı edeceklerdi, yoksa onu yalanlayarak risaletini kabul etmeyip Allah’ın<br />
üzerlerindeki hakkını inkâr mı edeceklerdi? Böylelikle bahçe sahipleri cezalandırıldığı gibi,<br />
kendileri de lâyık oldukları cezaya çarptırılacaklardı. 192<br />
Vahidi (v. 468/1076) de âyetteki تُسَب ِّحُونَ“ ”لَوْلَا kelimesinin inşallah anlamında<br />
olduğu kanaatindedir. Çünkü o istisna (inşallah demeleri) Allah’ı ta’zîmdir. Her ta’zîm<br />
<strong>tesbih</strong>tir. 193<br />
Arapça’da, ,”سبح“ “Falanca, içinde istisnanın bulunmadığı, yer almadığı bir<br />
biçimde yemin etti” demektir. Ki, bu kelimelerin tümünün manası birdir. Yine bu<br />
kelimelerin hepsinin aslı, “vazgeçirmek, geri çevirmek” anlamına gelen kökünden gelir.<br />
Zira, yemin eden kimse, “Allah’ın başkasını dilemesi durumu müstesna, Allah’a yemin<br />
ederim ki, şöyle yapacağım..” dediğinde, “istisnayı kullanmış olmasından dolayı, her<br />
yeminin oluşmasını adeta geri çevirmiş olur. Alimler, “ ” ifadesinin ne demek<br />
olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak çoğu, “Onlar, Allah’ın meşîetini<br />
işe katmadılar; zira onlar, bu işi, muhakkak yapabileceklerini umuyorlardı” derken, diğer<br />
bazıları da, “Çünkü onlar, bahçedekilerin tümünü kendileri için devşirmeyi amaçlamışlardı.<br />
Babalarının o fakir kimselere verdikleri o miktardan, fakir kimseler için ayırmıyorlardı.”<br />
demişlerdir. 194<br />
Elmalılı, تُسَب ِّحُونَ“ ”لَوْلَا ifadesi ile ilgili olarak şöyle demektedir: “Yüce Allah’ın<br />
kusursuzluğunu tanısanız, onun eksiklikten uzak bir Allah olduğunu egemenliğini kimseye<br />
vermeyeceğini; alçaklığı, haksızlığı, zorbalığı sevmediğini bilseniz, hakkı gözetseniz,<br />
istisna yapsanız da zorbalığa sapmasanız. Bu, “vaktiyle beni niye dinlemediniz?” diye<br />
benlik sevdasıyla yapılan sadece bir sitem değil, bu kez düştükleri ümitsizlikten kurtarmak<br />
ve ümitsizlikle Allah’a zulüm yakıştırmak gibi, ona karşı daha büyük bir küfür ve günaha<br />
192 Bkz. a.g.e., C.30, s. 79-80.<br />
193 el-Vâhidî, Ali b Ahmed Ebu’l-Hasen, Tefsiru’l-Vâhidî, Beyrut: Dâru’l-Kalem, 1994, C.2, s. 1123.<br />
194 er-Râzî, a.g.e.., C.30, s. 80.<br />
39
düşmekten sakındırmak için sitem tarzında, edilen hatayı hatırlatarak tevbe etmeye ve<br />
uyanmaya bir çağrıdır. Bu sebeple uyandılar.” 195<br />
Hasan el-Basrî ise şöyle demiştir: “Buradaki <strong>tesbih</strong> ile namaz kastedilmiştir.<br />
Çünkü onlar sanki namaz hususunda tembellik ediyorlardı. Yoksa namaz, onları<br />
kötülüklerden alı kor ve Allah’ı zikretmeye, “İnşallah” demeye devamlarını sağlardı.” 196<br />
4. 3. Boş Vakit, Meşguliyet Anlamında<br />
Tesbih kavramının bir diğer anlamı ise ibadete ve hayra koşmak, boş vakit ve<br />
meşguliyettir. Bu manayı şu âyette görmekteyiz. “ إِن َّ لَكَ فِي اَلن َّهَار سَبْحًا طَوِیلًا ”. “Çünkü gündüz<br />
senin için uzun bir meşguliyet var.” 197<br />
Taberî kendi tefsirinde bu âyet ile ilgli olarak şu görüşleri zikretmektedir: “İbn-i<br />
Zeyd diyor ki: “Bu emir, gece namazının farz olduğu zamanda idi. Sonra Allah kullarına<br />
lütfederek bu namazı hafifletti. Daha sonra ise mecburi olmaktan çıkardı. Allah Teâla bu<br />
hususta Muzzemmil suresinin 1-4 âyetlerinde şöyle buyurmuştur; “Ey elbisesine bürünen<br />
Peygamber, gecenin birazı hariç olmak üzere kalk namaz kıl. Gecenin yarısını kalk yahut<br />
yarısından biraz eksilt veya yarısından biraz fazla kıl. Kur’ânı ağır ağır tane tane oku.”<br />
Daha sonra ise 20 âyetinde şöyle buyurmuştur: “Ey Muhammed, şüphesiz Rabbin, senin ve<br />
beraberindeki bir gurup ashabının, gecenin üçte ikisine yakın, yarısı ve üçte biri kadar bir<br />
müddet kalkıp namaz kıldığını bilir. Gece ve gündüzü ölçüp ayarlayan Allah’tır. Gece ve<br />
gündüzün bütün vakitlerini hesaplayamayacağınızı bildiği için Allah sizi affetti. O halde<br />
Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun.” İbn-i Zeyd sözlerine devamla diyor ki: “Daha sonra<br />
İsra Suresinin, 79 âyette belirtildiği üzere: “Ey Muhammed, gecenin bir bölümünde, sadece<br />
sana mahsus nafile namaz kıl. Muhakkak rabbin seni övülmüş bir makama erdirecektir”<br />
diye daha geniş bir emir geldi.” 198<br />
195 Elmalılı, a.g.e., C.8, s. 276.<br />
196 er-Râzî, a.g.e., C.30, s. 80.<br />
197 Muzzemil, 73/7.<br />
198 et-Taberî, a.g.e., C.29, s. 131.<br />
40
اخً<br />
Bu âyetteki ”سبح“ kelimesi hakkında çeşitli görüşler vardır. İbn Cüzey şöyle der:<br />
“Burada “Sebh”, işlerde tasarruf etme ve meşgul olma manasınadır. Yani, işlerinle meşgul<br />
olman için gündüz sana yeter. Geceyi de Rabbine ibadete ayır.” 199 Müberred, ise “gerekli<br />
olan şeyler için çabalaman, dönüp dolaşman...” manasını vermiştir. Bundan ötürü, eliyleayağıyla<br />
çabalayıp tersyüz yaptığı için yüzen kimseye “sabih” denmiştir. 200<br />
Râzî âyetin manasının ne demek olduğu hususunda şu iki izahın yapılabileceğe<br />
görüşündedir:<br />
1) Gündüz işlerin için dönüp-dolaşman, çalışıp-çabalaman söz konusudur.<br />
Dolayısıyla sen Allah’a ibadet için ancak geceleyin boşalırsın. Binaenaleyh sana gece<br />
namaz kılmanı emrettim.<br />
2) Zeccâc “Eğer geceleyin uyku ve istirahat gibi şeyleri temin edemezsen, gündüz<br />
boş vaktin var. Dolayısıyla bu vaktini bunlara harca” manasını vermiştir. 201<br />
” şeklinde de okunmuştur ki bu da, yünün atılıp سَبْ “ ile kelimesi “hî” ”سبح“<br />
çırpılması manasındaki, “sebhi’s-sûf” ifadesinden alınmıştır. Çünkü gündüz kalb,<br />
meşguliyetler sebebiyle darmadağınık olur ve çeşitli sebepler yüzünden kalbin himmetleri<br />
farklı farklı olur. 202<br />
İbnü’l-Arabi (543/1148) ise “sebh” kelimesini “hi” ile okunursa “rahatlık”<br />
anlamına geldiğini söylemektedir. 203 Bunun dışında “uyku” anlamında da diyenler de var.<br />
Buna göre “et-tesbîh”, “ağır uyku” demektedir. 204<br />
Abdullah b. Abbas ve Katade bu âyeti şu şekilde izah etmişlerdir. “Şüphesiz ki<br />
senin için gündüzün uzun bir boş zaman vardır. Geceleyin ibadet et. Gündüzün bu boş<br />
199 es-Sabuni, Muhammed Ali, Safvetü’t-Tefasir, trc. Sadreddin Gümüş ve Nedim Yılmaz, İstanbul: Ensar<br />
Neşriyat Yay, 1992, C.7, s. 105.<br />
200 er-Râzî, a.g.e., C.30, s. 156.<br />
201 et-Taberî, a.g.e., C.22, s. 216.<br />
202 er-Râzi, a.g.e., C.30, s. 156.<br />
203 İbnü’l-Arabi, Ebu Bekir Muhammed b. Abdullah, Ahkâmu’l-Kur’ân, Beyrut: Dâru’l-Cîl, ts., C.4, s. 1877.<br />
204 A.g.e., C.4, s. 1877.<br />
41
zamanında da uyursun.” 205 Abdullah b. Abbas ve Katade’nin bu izahtan : “sen geçeleyin<br />
çokça ibadet et, nasıl olsa dinlenmek için gündüz vakitlerinde boş zamanın var, bu<br />
vakitlerde uyursun” kast etmişlerdir.<br />
İbn-i Zeyd bu âyeti şöyle izah etmiştir: “Şüphesiz ki senin, gündüzün ihtiyaçlarını<br />
karşılaman için uzun bir zamanın vardır. O halde geceni dinine ayır. 206<br />
Neticede âyetteki “sebh” kelimesi, “yüzme” anlamının yanında, mecaz olarak, “ihtiyaçlar<br />
ve türlü meşguliyet alanları için koşuşturma, gidip gelme, dolaşıp durma” şeklinde<br />
de açıklanmıştır. 207 Burada Hz. Peygamberimiz’e ve bütün müminlere, gündüz vakitlerinde<br />
rızıklarını aradıkları için daha meşakkatli olduğu vurgulanmaktadır. Bu yüzden böyle bir<br />
vakitte insanların fazla meşguliyetlerden dolayı stresli olabileceklerini ve bunun için de<br />
ibadet etmek için en uygun zaman geceleyin olduğu anlatılmaktadır.<br />
4. 4. Namaz Kılmak ve Dua Etmek<br />
“Tesbih” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de namaz anlamına da gelmektedir. Zira<br />
namaz, evrendeki <strong>tesbih</strong> faaliyetine şuurlu ve en mükemmel bir katılımdır. 208<br />
“Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini<br />
hamd ile <strong>tesbih</strong> et; gece saatlerinde ve gündüzleri de <strong>tesbih</strong> et ki Rabbinin rızasına<br />
eresin.” 209 Râzî’ye göre Âlimler, buradaki “<strong>tesbih</strong>”in ne demek olduğu hususunda şu iki<br />
şekilde ihtilaf etmişlerdir: Âlimlerin çoğu, bununla namazın murad edildiği<br />
kanaatindedirler. Bu görüşte olanlar, şu üç değişik görüşü ortaya atmışlardır:<br />
1) Âyet, beş vakit namaza delâlet eder, fazlasına ve noksanına değil... Buna göre<br />
İbn Abbas (r.a): “Beş vakit namaz bu âyette mündemiçtir.” “Güneşin doğmasından evvel”<br />
205 et-Taberî, a.g.e., C.29, s. 131.<br />
206 A.g.e., C.29, s. 131<br />
207 Hayrettin Karaman, ve Dğr, Kur’ân Yolu, Ankara: T.D.V. Yay, 2003, C.5, s. 410.<br />
208 Öztürk, Yaşar Nuri, Din ve Fırat, İstanbul: Yeni Boyut Yay, 2. bs., 1992, s. 114.<br />
209 Taha, 20/130.<br />
42
ifadesi, sabah namazına, “(Güneşin) batmasından evvel” ifadesi de öğle ve ikindi namazına<br />
delâlet eder. Çünkü bu ikisi, güneşin batmasından evveldir. Âyetteki, “Gecenin bir kısım<br />
saatlerinde... <strong>tesbih</strong> et” ifadesi akşam ve en son olan yatsı namazını içine alır. “Gündüzün<br />
etrafında” ifadesi de, gündüzün iki tarafında olan sabah ve akşam namazlarını, te'kid eden<br />
bir ifade olmuş olur. Bu tıpkı, Bakara suresinin 238. âyetindeki 210 “salat-ı vusta” ifadesi<br />
gibi (te’kiddir).<br />
2) Âyet, beş vakit namaza ve fazlasına delalet eder. Âyetin beş vakit namaza<br />
delalet edişi şöyledir: Zaman, ya güneşin doğuşundan evvel veya batışından evveldir. O<br />
halde, gece ile gündüz bu iki ifadeye dâhildir. Dolayısıyla farz namazların vakitleri, bu iki<br />
ifade ile anlatılmıştır. Âyette geriye, “Gecenin bir kısım saatleri” ve “Gündüzün etrafı"<br />
ifadeleri kalır. “Gündüzün etrafı” ifadesi, nafile namazlara aittir.<br />
3) Âyet, beş vakit namazın bir kısmına delâlet eder. Buna göre, “güneşin<br />
doğmasından evvel” ifadesi, sabah namazına; “batmasından evvel” ifadesi, ikindi<br />
namazına, “gecenin bir kısım saatleri” ifadesi, akşam ve yatsı namazına aittir. Binaenaleyh<br />
öğle namazı, hariçte kalmış olur. Birinci görüş daha kuvvetli olup, nazarı dikkate alınması<br />
daha uygundur. Bütün bu görüşler, âyetteki “<strong>tesbih</strong> et” ifadesini “namaz kıl” manasına<br />
aldığımızda söz konusudur. Ebu Müslim: “Tesbih et” ifadesini, Cenâb-ı Hakk’ı tenzih et”<br />
manasına hamletmek uzak bir ihtimal değildir. Buna göre âyet, “Bu sayılan vakitlerde<br />
Allah’ı tenzih et” demektir” der. Bu görüş, âyetin zahirine ve bahsi geçen şeylere daha<br />
uygun bir görüştür. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)’e önce, onların ileri<br />
sürdükleri yalanlama, şirk ve küfürlerine sabretmesini emretmiştir. Buna uygun olan ise,<br />
peygamberliğinin devam etmesi, onu ortaya koyabilmesi ve ona çağırabilmesi için, Allah’ı<br />
tenzihi emretmesidir. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak, bütün vakitleri kapsayacak genel bir<br />
ifade kullanmıştır. 211<br />
[Zekeriya] yalvardı: “Ey Rabbim! Bana bir işaret göster!”. “İşaretin şudur ki,”<br />
denildi, “üç gün boyunca yüz işaretleri dışında insanlarla konuşma! Rabbini hiç durmadan<br />
210 “Namazlara; bilhassa salat-ı vusta’ya devam edin.” (Bakara, 2/238).<br />
211 er-Râzî, a.g.e., C.22, s. 115-116.<br />
43
an ve gece gündüz O’nun sınırsız şanını yücelt!” 212<br />
anlamına geldiğini gösteren âyetlerindendir.<br />
âyeti, <strong>tesbih</strong> kelimesinin namaz<br />
Âyetteki “şanını yücelt” ifâdesi hakkında şu iki görüş zikredilmiştir:<br />
1) Bundan murad, “namaz kıl” demektir. Çünkü namaz da “Tesbih” diye<br />
adlandırılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Rum suresinin 17 âyetinde “Haydi akşama girerken<br />
ve sabaha ererken Allah’ı “<strong>tesbih</strong> edin” (Yani namaz kıl) buyurmuştur. Namaz içinde <strong>tesbih</strong><br />
de yapıldığından ötürü, namazın “Tesbih” diye adlandırılması caiz olmuştur. İşte burada<br />
delil, şu iki bakımdan bu ihtimalin olabileceğini göstermektedir.<br />
a) Şâyet biz bu ifâdeyi “<strong>tesbih</strong>” ve “tehlîl” etme manasına alır isek, bu âyet ile<br />
bundan önceki “Rabb’ini çok zikret” âyeti arasında bir fark olmazdı. Binâenaleyh bu bâtıl<br />
olmuş olur. Çünkü bir şeyin yine kendisine, (aynısına) atfedilmesi caiz değildir.<br />
b) Bu, Hak Teâlâ’nın, “Gündüzün iki tarafinda namaz kıl” şeklindeki Hûd,<br />
suresinin 114 âyetine son derece uygundur.<br />
2) Hak Teâlâ’nın “Rabb’ini çok zikret” ifadesi lisân ile zikretme mânâsına<br />
hamledilir. 213<br />
Konu daha açık olması için şu âyetlere bakmamızda yarar vardır. “Öyleyse akşam<br />
vaktine girdiğinizde ve sabah kalktığınızda Allah’ın sınırsız şanını yüceltin; Göklerde ve<br />
yerde her türlü övgünün O’na mahsus olduğunu [görerek] öğle vaktinde de sonrasında da<br />
[O’nu yüceltin].” 214<br />
“O halde sıkıntılara karşı sabırlı ol; çünkü Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir,<br />
günahların için bağışlanma dile ve Rabbinin şanını sabah akşam yücelt.” 215<br />
212 Al-i İmran, 3/41.<br />
213 er-Râzî, a.g.e., C.8, s. 37.<br />
214 Rum, 30/17.<br />
215 Mü’min, 40/55.<br />
44
“O halde [ey müminler,] onların söyleyebilecekleri her şeye karşı sabırlı olun ve<br />
güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbinizin sınırsız ihtişamını yüceltin ve hamd<br />
edin; geceleri ve her namazın sonunda O’nun şanını yüceltin.” 216<br />
Bu âyette gecenin bir bölümünde yapılması emredilen <strong>tesbih</strong>’ten neyin kastedildiği<br />
hakkında farklı görüşler zikredilmiştir.<br />
İbn-i Zeyd’e göre, gecenin bir bölümündeki <strong>tesbih</strong>’ten maksat, yatsı namazıdır.<br />
Mücahid’e göre ise geceleyin kılınan herhangi bir namazdır, Taberî, âyetin genel ifadesine<br />
bakarak Mücahid’in görüşünün daha uygun olduğunu söylemiş ve bu ifadeden maksadın<br />
sadece yatsı namazı olmayıp hem akşam hem de yatsı namazı olduğunu söylemenin daha<br />
isabetli olacağını bildirmiştir. Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Ebu Hureyre, İbn-i Abbas, Şa’bî,<br />
Mücahid, Katade, Evzai ve Abdullah b. Muhacir’e göre “Secdeden sonra <strong>tesbih</strong>”ten<br />
maksat, akşam namazının farzından sonra kılınan iki rekat sünnettir. Taberî bu görüşü<br />
tercih etmiştir. 217<br />
Hz. Aişe (r.anh.) Resulullah’ın şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor: “Kim on iki<br />
rekat sünnete devam edecek olursa Allah onun için cennette bir ev yapacaktır. Bunlar<br />
öğleden önce dört rekat, öğleden sonra iki rekat, akşamdan sonra iki rekat, yatsıdan sonra<br />
iki rekat ve sabah namazından önce iki rekattır. 218<br />
Bu hususta diğer bir âyet de şudur: “Siz ey imana ermiş olanlar! Allah’ı çokça<br />
anın, ve sabah akşam O’nun şanını yüceltin.” 219<br />
Seyyid Kutub bu âyetle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Allah’ı anmak”<br />
kavramı, namazdan daha geniş kapsamlıdır. Çünkü bu kavram Rabb’i anmanın ve O’nunla<br />
kalpten ilişki kurmanın her türünü, her biçimini içerir. Bu anmanın dile dökülmesi ya da<br />
gizli yapılması önemli değildir. Amaç, biçimi ne olursa olsun, yüce Allah ile canlı, sıcak ve<br />
216 Kaf, 50/39-40.<br />
217 et-Taberî, a.g.e., C.26, s. 180-181.<br />
218 et-Tirmizî, “es-Salah”, 306.<br />
219 Ahzab, 33/41-42<br />
45
duygulandırıcı bir ilişki kurmaktır. İnsan kalbi yüce Allah ile ilişki kurmadığı, O’nu<br />
anmadığı, O’nunla başbaşa olmadığı anlarda boştur, ihtirasların oyuncağıdır, şaşkındır.<br />
Fakat yüce Allah’ı andığı, O’nunla ilişki halinde olduğu anlarda dolu, ciddi ve kararlı olur;<br />
yolunu-yöntemini bilir; nereden kalkıp nereye gideceğinin, adımlarını nereye doğru<br />
atacağının bilincinde olur. Bu yüzden gerek Kur’ân-ı Kerim ve gerekse Peygamberimiz sık<br />
sık Allah’ı anmamızı teşvik ederler. Kur’ân “Allah’ı anmak” ile insanın geçirdiği bazı<br />
vakitler ve durumları arasında bağ kurar. Amaç bu vakitleri ve durumları yüce Allah’ı<br />
anmakla donatmak, yüce Allah ile ilişki halinde olmanın bilinci ile renklendirmektir; kalbin<br />
Allah bilincinden yoksun kalmaması, O’nu unutmamasıdır.” 220<br />
Âyette ismi geçen “sabah” ve “akşam” vakitleri, kalpleri yüce Allah’ı anmaya<br />
özendirici, duyguları bu amaca yöneltici nitelikte vakitlerdir. Çünkü bu anlarda somut<br />
olarak görülüyor ki, yüce Allah durumları değiştiriyor, karanlıkları aydınlıklara ve<br />
aydınlıkları karanlıklara dönüştürüyor; ama kendisi kalıcı ve süreklidir; ne değişir, ne<br />
başkalaşır, ne halden hale dönüşür ve ne de kaybolur. Oysa O’nun dışındaki her şey değişir<br />
ve başkalaşır; dönüşüme uğrar ve yok olur.” 221 Seyyid Kutub’un yorumundan, âyette iki<br />
vaktin isimlerinin zikredilmesi, insanın özellikle bu vakitlerde Allah’a yönelmesinin, O’nu<br />
Yüceltmesinin, O’na ibadet etmesinin daha uygun olduğu anlaşılmaktadır.<br />
4. 5. Gezegenlerin Allah’a Boyun Eğmeleri<br />
Tesbih kelimesi, gezegenler için kullanıldığında, onların Yüce Allah’a boyun<br />
eğmeleri manasına gelmektedir. Şu âyette olduğu gibi: “Geceyi ve gündüzü, Güneş’i ve<br />
Ay’ı yaratan O’dur. Onların her biri bir yörüngede akıp gitmektedirler.” 222<br />
Âyette geçen “Felek” kelimesi gezegenlerin yörüngeleri demek olan “eflâk”in<br />
tekilidir. Bu kelimenin aslı dönmek anlamındadır. Nitekim dönüp durduğu için kirmenin<br />
220 Kutup, a.g.e., C.8, s. 336.<br />
221 A.g.e., C.8, s. 336.<br />
222 Enbiya, 21/33.<br />
46
“felke”si de buradan gelmektedir. 223<br />
Bu kelimeyle ilgili birçok rivâyetler bulunmaktadır: Kurtubî, İbn Mes’ud’un şu<br />
sözü aktarmaktadır: “Ben atımı adeta bir felekte dönüyormuş gibi bıraktım.” Atını dönüşü<br />
dolayısıyla üzerinde yıldızların döndüğü semânın felekine benzetmiş gibidir. İbn Zeyd dedi<br />
ki; Felekler yıldızların, güneşin ve ayın akıp gittiği yerlerdir. Bunlar sema ile arz<br />
arasındadırlar. Katade ise şöyle demiştir: Felek semânın sabit olması ile birlikte yıldızlarla<br />
beraber semâdaki bir dairesel dönüştür. Mücahid de şöyle demektedir: Felek, değirmenin<br />
merkez noktasını ve eksenini teşkil eden demiri şeklindedir. ed-Dahhâk da şöyle demiştir:<br />
Feleği, onun akışı ve hızlıca yol alışıdır. Feleğin dairesel bir dalga olduğu, güneş ve ay’ın<br />
onun içinde aktığı da söylenmiştir.” 224 Bu görüşlerden yola çıkarak, neticede “felek”<br />
kelimesinin anlamı bir eksenin etrafında dönmek olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre<br />
âyyetteki “felek” kelimesininin anlamı, yıldızların yörüngesidir. 225<br />
Âyetteki “her biri” ifadesiyle güneş, ay, yıldızlar, gezegenler, gece ve gündüz kast<br />
edilmiştir. Bütün bunlar bir yörüngede yüzmektedirler. Suda yüzer gibi hızlıca akarlar ve<br />
yol alırlar. 226<br />
İbn Sînâ (v. 428/1037) âyette geçen “ یسبحون ” kelimesi ile Yusuf suresinin 4’cü<br />
âyetinde: “Bir vakit Yusuf babasına şöyle demişti: “Babacığım! Ben [rüyamda] onbir<br />
”ساجدین“ yıldız, güneş ve ayı gördüm: benim önümde saygıyla yere kapanmışlardı!” geçen<br />
kelimesindeki çoğul şeklinin, akıl sahibi varlıklara mahsus bir şekil olduğuna dayanarak,<br />
yıldızların da insanlar gibi konuşabilen canlılar olduğunu ileri sürmektedir. Oysa yıldızların<br />
burada insanlara mahsus sîga ve çoğul bir kelimeyle vasıflanmaları onların canlı ve<br />
konuşabilen varlıklar olduğundan değil, yaptıkları yüzme filinden dolayıdır. 227<br />
Sibeveyh’e göre ise: bu, yıldızların, akılı varlıklar gibi bir iş yaptıkları içindir. Ki<br />
223 el-Kurtubî, Ebü’l-Hasan Ali Halef b. Abdülmelik İbn Battal, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’ân, Kahire,<br />
Dâruş-Şa’b, ts., C.11, s. 286.<br />
224 A.g.e., C.11, s. 286.<br />
225 er-Râzî, a.g.e., C.22, s. 144-145.<br />
226 el-Kurtubî, a.g.e., C.11, s. 485<br />
227 er-Râzî, a.g.e., C.22, s. 145.<br />
47
u görüş el-Ferrâ’nın açıklamasına yakındır. el-Kisaî ise: Burada “ یسبحون ” fiilinin ”و“ ve<br />
ile çoğul gelmesi âyet-i kerîmenin sonu oluşundan dolayı demektedir. Bir diğer görüşe ”ن“<br />
göre asıl akıp yüzüş “yörünge” içindir. O bakımdan bu ona nispet edilmiştir. Kurtubî ise<br />
gezegenin yörüngede aktığı görüşünün, daha doğru olduğu kanaatindedir. Ona göre bu yörüngeler<br />
meleklerin alanıdır ve melekûtun esbabı olan tabaka tabaka olan göklerin dışında<br />
yedi yörünge bulunmaktadır. Ay en yakın yörüngededir. Bundan sonra Utarit (merkür),<br />
sonra Zühre (venüs), sonra Güneş, sonra Merih (mars), sonra Müşteri (Jüpiter), sonra Zuhal<br />
(satürn), sonra burçların yörüngesi gelir, dokuzuncusu ise en büyük felektir.” 228<br />
İbn Abbas der ki: İğin iğ ağırsağı içinde döndüğü gibi dönerler. Mücahid de: Ne<br />
iğ ağırsaksız ne de ağırsak iğsiz dönmez. Yıldızlar, güneş ve ay da ancak onunla, o da<br />
ancak bunlarla döner. 229<br />
Neticede “Güneş, Ay ve dünyanın uçsuz bucaksız fezada döndüklerini bugünkü<br />
modern ilim de ispat etmektedir. Bu da Kur’ân’ın ebediyete kadar mucize olduğuna, O’nun<br />
Allah tarafından sâdır olan bir vahiy olduğuna ve insanoğluna büyük bir nimet olduğuna<br />
delâlet etmektedir.” 230<br />
4. 6. Melekler, Ruhlar, Gâziler, Atlar ve Gemilerin Hızlı Hareket Etmeleri<br />
Tesbih kelimesi yukarıda belirttiğimiz anlamlardan dışında, melekler, ruhlar,<br />
gâziler, atlar ve gemilerin hızlı hareket etmeleri gibi anlamlara da gelmeketedir. Nitekim<br />
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır:<br />
“Düşün bu [yıldız]ları, batmak üzere yükselen ve [yörüngelerinde] istikrarlı<br />
şekilde hareket eden, ve [uzayda] sakin sâkin yüzen, ve hızlı şekilde [birbirini] izleyen” 231<br />
Âyette geçen “[uzayda] sakin sâkin yüzen”, ifadesi ile ilgili farklı görüşler ileri<br />
sürülmüştür.<br />
228 el-Kurtubî, a.g.e., C.11, s. 286<br />
229 İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.3, s. 238.<br />
230 Bkz. ez-Zühaylî, a.g.e., C.17, s. 47.<br />
231 Nâziat, 79/1-4.<br />
48
1) Abdullah İbn Mes’ud, bunları melekler olduğunu söyler. Hz. Ali, Mücahid, Saîd<br />
İbn Cübeyr ve Ebu Salih’den de buna benzer bir ifâde nakledilmiştir.<br />
2) Mücahid ise bu ifade ile ölümü kast etmiştir der.<br />
3) Katade’ye göre: Kendi yörüngelerinde hızla dönüp dolaşan yıldızlar demektir.<br />
4) Ata İbn Ebu Rebâh’a göre: Bununla denizde sürat yapan gemilere işarettir. 232<br />
Bu görülşerin dışında savaşlarda Allah düşmanlarına doğru dört nala koşturulan<br />
atlara ve süvari birliklerine işaret ettiğini söylemişlerdir. 233<br />
Taberî, âyetin genel anlamda olduğunu, bütün bunları ve benzeri yüzen herşeyi<br />
kapsadığını söylemiştir. 234<br />
Râzî, Hz. Ali, İbn Abbas ve Mesrûk’un naklettiği görüşlerine dayanarak âyette<br />
geçen “yüzenler” kelimesiyle melekler kast edildiği görüşünü benimsemiştir. Ona göre<br />
melekler müminlerin ruhlarını yavaş yavaş ve aralıklarla alırlar. Yani o ruhu tıpkı kişinin<br />
suda yavaşca yüzdüğü gibi yumuşak almaya çalışırlar. Çünkü insan suda boğulmamak için<br />
çok yavaş bir şekilde hareket eder. Buna göre müminlerin canına şiddet dokunmasın diye,<br />
melekler çok merhamet ve şefkat göstermektedir. 235<br />
Bu âyetlerin içinde geçen bu kelimelerin bu şekilde birçok mânâya gelme<br />
ihtimalinden dolayı burada tefsirciler de birçok yorum nakletmişlerdir.<br />
Büyük müfessir Elmalılı “yüzenler” kelimesinin insanların nefisleri olduğunu<br />
söylemektedir. Bunun da iki ayrı yorumu vardır. Ona göre: bedenden neşeli olarak çıkan<br />
232 İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.4, s. 600.<br />
233 Beğavi, Ebu Muhammed Muhyissünne Hüseyin b. Mesud, Tefsirü'l Beğavi, Beyrut: Dârü’l-Ma’rife,<br />
1987, C.I, s. 324; Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsiri, İzmir: Anadolu Yay, 1989, C.13, s.<br />
6563<br />
234 et-Taberî, a.g.e., C.30, s. 30.<br />
235 er-Râzî, a.g.e., C.31, s. 26.<br />
49
nefisler ruhlar aleminde yüzerler. Yüzdükten sonra mükaddes bölgeye giderler. Bu nefisler<br />
şeref ve kudreti nedeniyle melekler sırasına ve hatta onlardan ileri geçmektedirler. 236 Yine<br />
ona göre: “Gâziler veya elleri veya atları ki, elleri silahlarını doldurur çeker, oklarını,<br />
mermilerini kolayca atarlar, karada ve denizde yüzer giderler, düşmanla savaşta yarışıp ileri<br />
geçerler, sonra onların işlerini yönetirler. Bu özellikler gazilerin atlarında da düşünülebilir.<br />
Şu kadar var ki, atların iş yöneticisi olmaları, sebebiyet alakası ile mecaz olur. Yani atlar iş<br />
çevirip yönetmeye sebep oldukları için, mecaz olarak onlara da iş çevirici denilebilir.” 237<br />
Görüldüğü üzere müfessirler âyetteki “sakin sâkin yüzen” ifadesi ile ilgili olarak<br />
farklı görüşler belirtmişlerdir. Bazılarına göre: meleklerdir. Bazılarına göre: ruhlardır yada<br />
gemilerdir vs. Fakat bize göre burada asıl önemli olan o varlıkların yüzmeleridir. Yüce<br />
Allah onlara verdiği emirleri yerine getirmektedirler. Yani O’nun koyduğu kanunlara<br />
boyun eğmektedirler.<br />
5. CANLI VARLIKLARIN TESBİHİ<br />
Canlı varlıklar, akıllılar ve akıllsızlar olarak iki şekilde telaki edilmektedir.<br />
Bunların mahiyeti farklı olduğundan <strong>tesbih</strong>lerinin mahiyeti de bazı yönlerden farklılık arz<br />
edecektir. Meraği (v. 1371/1952) bu noktada şunları söylemektedir: “Akıllılar Rabb’ini<br />
“Subhanallah” sözüyle ve hallerinin Allah’ın birliğine delalet etmesi suretiyle <strong>tesbih</strong><br />
ederler. Gayri akiller ise ancak ikinci bir yolla <strong>tesbih</strong> ederler ki o da, yaratılmış olmalarıyla<br />
Allah’ın varlığına, birliğine ve kudretine acık bir şekilde delalet etmeleridir.” 238<br />
Şimdi “En güzel bir şekilde yaratılan” 239 ve yaratılış gayesi ancak “Allah’a<br />
kulluk” 240 olan insanın Allah’ı nasıl <strong>tesbih</strong> ettiğini, O’na nasıl boyun eğdiğini, O’nun<br />
varlığını nasıl haykırdığını izah etmeye çalışacağız.<br />
236 Elmalılı, a.g.e., C.8, s. 511.<br />
237 A.g.e., C.8, s. 511.<br />
238 el-Merâği, Ahmed Mustafa, Tefsiru’l-Merâği, 5. bs., Kahire: Mustafa el-Babi el-Halebi, 1974, C.15, s.<br />
51.<br />
239 Tin, 95/4.<br />
240 Zariyat, 51/56.<br />
50
5. 1. Meleklerin Tesbîhi<br />
Bu evrende var olan her şey yüce Allah’ı <strong>tesbih</strong> etmektedir. 241 O bu evreni<br />
yaratmadan once melekleri yaratmıştır. 242 Biz ilk olarak bu varlıkların, mahiyeti ve<br />
görevlerinin üzerinde durmadan önce “melek” kelimesinin üzerinde durmak istiyoruz.<br />
“Melek”, dilde kuvvetli yönetim sahibi anlamına gelir. “Le’eke” kökünden gelen<br />
bu kelimenin aslı, mel’ek’tir. Esasen “le’eke”nin aslı da “eleke”dir. Mimli mastardan<br />
“me’lek”tir. Arapçada harflerin yeri değiştirilerek söylenen bazı kelimeler vardır. Bu<br />
babdan olarak “me’lek” de “mel’ek” şekline sokulmuş, sonra ortadaki hemzesi de kaldırılıp<br />
“melek” şekline konmuştur. “Eleke” gönderdi; “me’lek” ise elçilik etmek demektir.<br />
Allah’ın buyruklarını taşımak ve yerine getirmekle görevli elçiler olduğu için bu ruhsal<br />
varlıklara melek denmiştir.” 243<br />
“Melekler, yüce nûranî, latîf yaratılışlı, mâhiyetlerini ancak Allah’ın bildiği<br />
birtakım güçlü varlıklardır. Asıl rûhânî biçimleriyle onları bu gözle görmek mümkün<br />
değildir. Fakat onlar, istedikleri şekle bürünüp görünebilirler. Yerde, gökte, her tarafta<br />
bulunurlar. Bir anda yeri ve gökleri dolaşabilirler, çok ağır işleri bir anda yapma gücüne<br />
sahiptirler. Meleklerde erkeklik, dişilik olmadığı gibi, yorulma ve usanma da yoktur.<br />
Allah’a isyan etmezler, dâima O’na itaatle meşguldürler. Meleklerde günâh işleme yeteneği<br />
yoktur.” 244<br />
“Meleklerden bir kısmının görevi, yalnız Allah’a ibâdet etmektir. Bir kısmı<br />
Allah’ın verdiği görevleri yaparlar. Allah’ın Arşını taşıyan, Arşı tavaf eden, dâima zikir ve<br />
tehlîl ile meşgul olan melekler bulunduğu gibi; rüzgârları savuran, yağmurları yağdıran,<br />
depremleri oluşturan melekler de vardır. Yani tabiat kanunları ve güçlerinden tutun da<br />
peygamberlere vahiy taşıyan Hz. Cibril’e kadar çok çeşitli derece ve yaratılışta melekler<br />
241 “Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey O’nun sınırsız kudret ve yüceliğini anmaktadır; O’nun<br />
yüceliğini, aşkınlığını övgüyle yankılamayan bir tek nesne yoktur: ne var ki siz onların yücelemelerini<br />
anlayamıyor, kavrayamıyorsunuz. Yine de, hem çok bağışlayıcı, hem de halîm olan O’dur.” (İsra,17/44).<br />
242 İbrahim, Ahmed Şevki, Tesbihü’l-Kevn, Kahire: Nahdatu Mısr li’t-Tıbaa ve’n-Neşr, 2003 s. 55<br />
243 Ateş, “melek”, md., Kur’ân Asiklopedisi, C.13, s. 155<br />
244 A.g.e., C.13, s. 155-156.<br />
51
mevcuttur. İnsanların yaptıkları işleri kaydeden iki melek de vardır ki bunlara hafaza,<br />
“kirâmen kâtibîn” melekleri denir. Bunlar, insandan hiç ayrılmaz ve onun yaptığı her işi<br />
kaydederler. Yüce Allah, İnfitar suresinin 11 âyetinde “Sizin üzerinizde (yaptıklarınızı ve<br />
söylediklerinizi) zaptedici melekler vardır. Onlar değerli yazıcılardır, işlediklerinizi<br />
yazarlar.” buyurmaktadır.” 245<br />
Görüldüğü üzere meleklerin mahiyetleri insandan farklı olduğundan dolayı<br />
<strong>tesbih</strong>lerinin mahiyeti de insanınkinden farklı olması pek mantıklıdır. Melekler de kendi<br />
lisanlarıyla Allah’ı <strong>tesbih</strong> etmektedirler. Bu durum şu âyetlerde açıkça belirtilmektedir.<br />
“Rabbinin yanında olanlar, büyüklük taslayıp O’na kulluktan geri kalmazlar,<br />
(dâima) O’nu tesbîh ederler ve O’na secde ederler” 246 âyetinde, Allah’ın huzurunda<br />
bulunanların, O’na kulluktan böbürlenmeyecekleri, O’nu tesbîh ve O’na secde ettikleri<br />
bildirilmektedir. 247 Âyette geçen “Rabbinin yanında olanlar” ifadesini yorumlayan<br />
müfessirler, bunların melekler olduğunu söylemişlerdir.” 248<br />
Âyetten anlaşıldığı üzere Melekler Rablerinin büyüklüğünü uygun sıfatlarıyla<br />
tanımaktadırlar. Onlar Yüce Allah’ı noksan sıfatlarından tenzih etmektedirler.<br />
Yeryüzündeki bazı akılsızların O’na karşı yaptıkları saygısızlıklardan dolayı<br />
utandıklarından ötürü yüzlerini yere koyup Yüce Allah’tan özür dilemektedir. O’na secde<br />
eder, boyun eğer ve O’nun emirlerini gereği gibi yerine getirirler.<br />
“Melekleri, arşın etrafını çevirmiş oldukları halde, Rablerini hamd ile överken<br />
görürsün. Artık insanların aralarında adaletle hüküm olunmuştur. “Övgü, Alemlerin Rabbi<br />
245 Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Ahmed Hasan eş-Şeyh, el-Melâiketu Hakîkatuhum Vucûduhum<br />
Sıfâtuhum, Trablus: Jarrous Press, 1991, s. 7-8.<br />
246 A’râf, 7/206.<br />
247 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat, 1989, C.3, s. 437.<br />
248 eş-Şevkâni, Ebu Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed el-Havlani, Fethu’l-Kâdir, 2. bs., Kahire:<br />
Mustafa el-Babi el-Halebi, 1964, C.2, s. 409; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm C.2, s. 373; Bayraklı,<br />
Bayraktar, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’ân Tefsiri, İstanbul: Bayraklı Yayınları, 2003, C.7, s. 459-460.<br />
52
olan Allah içindir” denir..” 249 âyetinde de Allah’ın huzurunda bulunanların, gece gündüz<br />
hiç usanmadan O’nu tesbîh ettikleri vurgulanmaktadır.<br />
” حَاف ِّينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْ ِش “ konusudur: Bu âyette meleklerin iki durumda oldukları söz<br />
(Arşın çevresinde dönerler) ve diğer durum ise بِحَمْدِ رَب ِّهِمْ“ ”یُسَب ِّحُونَ (Rablerini hamd ile<br />
anarlar)<br />
Yüce Allah’ın arşını taşıyan melekler 8 tanedir. Bunlar kıyamet gününde de aynı<br />
şekilde arşını taşıyacaklardır.“Ve melekler onun başlarında [duracak]; ve onların da<br />
üstünde, o Gün sekiz(i) Rabbinin kudret ve egemenlik tahtını taşıyacak” 250 âyeti bunu<br />
açıkca ifade etmektedir. İbn Tahman, Musa b. Ukbe’den rivâyet ediyor. O Muhammed b.<br />
el-Münkedir’den, o Cabir b. Abdillah el-Ensarî’den dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:<br />
“Bana Arş’ın taşıyıcılarından olup Allah’ın meleklerinden bir melek hakkında (sizlere) söz<br />
etmem için izin verildi. Onun kulağının yumuşağı ile omuzu arasındaki mesafe yedi yüz<br />
yıldır.” 251 Bunun dışında Yüce Allah’ın arşının etrafına dolaşan ve tavaf ederek <strong>tesbih</strong> eden<br />
melekle 252 de bulunmaktadır.<br />
Allah’ın arşını taşıyan ve onun etrafına dalaşan melekler amel bakımından da<br />
farklılık arz etmektedirler. Allah’ı hamd ile <strong>tesbih</strong> edenler. Müminler için istiğfar eden<br />
melekler. Kur’ân-ı Kerim’de “Gökler neredeyse üstlerinden çatlayacak. Melekler Rablerini<br />
överek <strong>tesbih</strong> eder ve yeryüzünde bulunanlar için O’ndan bağışlanma dilerler. İyi bilin ki<br />
Allah Şüphesiz bağışlayandır, merhametli olandır” 253 buyrulmaktadır.<br />
Kurtubî âyetteki “Rabblerini hamd ile <strong>tesbih</strong> ederler.”ifadesi ile ilgili olarak şunu<br />
söylemektedir: “Onlar bu hamd ve <strong>tesbih</strong>lerini ibadet olsun diye değil, bununla lezzet<br />
almak üzere yapacaklardır. Yani onlar Rabblerine şükretmek üzere Arşın etrafında dua<br />
eder, namaz kılarlar. 254 es-Salebî dedi ki: Araplar “<strong>tesbih</strong>” lafzı ile birlikte “be” harfini kimi<br />
249 Zümer, 39/75.<br />
250 Hakka, 69/17.<br />
251 el-Kurtubî, a.g.e., C.18, s. 267.<br />
252 İbrahîm, a.g.e., s. 56.<br />
253 Şura, 42/5.<br />
254 el-Kurtubî, a.g.e., C.15, s. 287.<br />
53
zaman kullanırlar, kimi zaman hazf ederler ve şöyle derler: “ فسبح بحمد ربك ” “Rabbini hamd<br />
ile <strong>tesbih</strong> et”, ربك حمدا“ ”فسبح “Allah’a hamd ederek <strong>tesbih</strong> et.” 255<br />
Diğer âyetlerde ise Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer büyüklük taslarlarsa<br />
(bilsinler ki) Rabbinin yanında bulunan (melek)ler, gece gündüz O’nu <strong>tesbih</strong> ederler ve<br />
onlar hiç usanmazlar.” 256<br />
“Neredeyse gökler üstlerinden çatlayacaklar. Melekler Rablerini hamd ile <strong>tesbih</strong><br />
ederler; yerdekiler için de mağfiret dilerler. İyi bil ki Allah, işte çok bağışlayan, çok<br />
esirgeyen O’dur.” 257<br />
Burada “Melekler Onu nitelendirilmesi caiz olmayan ve celaline yakışmayan<br />
şeylerden tenzih ederler. Müşriklerin cesaretlerinden ötürü hayret ederler, diye de<br />
açıklanmıştır. Çünkü hayret edilen şeyler görüldüğünde <strong>tesbih</strong> ile zikir yapılır.” 258 Kurtubî<br />
bu yorumundan sonra âyetle ilgili olarak şu hadisi zikir eder: “Ali (r.a)’dan rivâyete göre o<br />
şöyle demiştir: Onların <strong>tesbih</strong>leri, müşriklerin Allah’ın gazabına maruz kalacak şekilde<br />
neler yaptıklarını görüp, hayret etmelerinden dolayıdır. İbn Abbas da şöyle demektedir:<br />
Onların <strong>tesbih</strong>leri, gördükleri yüce Allah’ın azameti karşısında zilletle boyun eğmelerinden<br />
ötürüdür. “Rabblerini hamd ile” buyruğu da Rabblerinin emri ile anlamındadır.” 259<br />
Râzî âyetle ilgili olarak şunu söylemektedir: “Meleklerin Gece Gündüz Tesbihleri<br />
Hak Teâlâ’nın “Onlar gece gündüz ara vermeyerek (O’nu) <strong>tesbih</strong> ediyorlar” ifadesi,<br />
“Onların <strong>tesbih</strong>leri her zaman devam eder. O <strong>tesbih</strong>i, hiçbir şeyde meşgul olmaları<br />
zedelemez, engellemez” demektir.” 260<br />
Bizim anladığımıza göre meleklere insanlar gibi bir takım görevler verilmiştir.<br />
İnsanlardan bazıları verilmiş bu görevini yerine getirmemektedirler. Melekler için böyle bir<br />
255 el-Heysemi, Ebü’l-Hasan Nureddin Ali b. Ebi Bekr b. Süleyman, Mecmaü'z-Zevaid ve Menbaü'l-<br />
Fevaid, 2. bs., Beyrut: Dârü’l-Kitâbi’l-Arabi, 1967, C.2, s. 190.<br />
256 Fussilet, 61/38.<br />
257 Şûra, 62/5.<br />
258 el-Kurtubî, a.g.e., C.16, s. 4.<br />
259 A.g.e., C.16, s. 4.<br />
260 er-Râzî, a.g.e., C.27, s. 112.<br />
54
şey söz konusu değildir. Onlar görevlerini hiç aksatmadan yerine getirirler bunun yanında<br />
“sübhanallah” demeleriyle usanmaksızın sürekli olarak Allah’ın <strong>tesbih</strong> etmektedirler. Şunu<br />
unutmamak gerekir ki; Yüce Allah’ın onların ibadetlerine ve <strong>tesbih</strong>atlarına ihtiyacı yoktur.<br />
Her şey O’na ister istemez boyun eğmek zorundadır. İşte her şeyin Allah’ı <strong>tesbih</strong> etmesi<br />
yüceliğinin ve kudretinin eseri olmasındandır. İşte melekler de bu durumun neticesi olarak<br />
görevlerini harfiyen yapmkata ve bıkmadan, usanmadan sürekli şekilde Allah’ı <strong>tesbih</strong><br />
etmekte, O’na hamdü senâda bulunmaktadır. Dolayısıyla melekler de kendi halleri gereği<br />
bir şekilde evrensel <strong>tesbih</strong> faaliyetine katılmaktadırlar.<br />
5. 2. Cinlerin Tesbîhi<br />
Sözlükte “örtmek, örtünmek, gizli kalmak” anlamındaki “c-n-n” kökünden türeyen<br />
bir isim olup tekili olan cinni “örtülü ve gizli şey” mânasına gelir. 261 Terim olarak<br />
“Duyularla idrak edilemeyen, insanlar gibi şuur ve iradeye sahip bulunan, ilãhî emirlere<br />
uymakla yükümlü tutulan ve mümin ile kãfir gruplardan oluşan varlık türü” anlamına<br />
gelir. 262 İslâm öncesi Arap toplumunun inancında ruhlar âleminin iyi ve kötü güçlerin<br />
önemli bir yeri vardı. Bazı taş ve ağaçlarda kuyu, mağara ve benzeri yerlerde insan hayatına<br />
tesir eden varlıkların mevcudiyetine inanılıyordu. Ruhlar âleminin iyi ve faydalı olanların<br />
meleklerle cinlerin bir kısmı kötü ve zararlı olanların da şeytanlar ve cinlerin diğer kısmı<br />
teşkil ediyordu. Câhiliye Araplari cinleri yeryüzünde oturan ilâhlar olarak kabul ediyor,<br />
meydana gelen pek çok olay onların yaptıklarına inanıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in<br />
261 İbn Manzûr, a.g.e., “c-n-n”,<br />
262 Şahin, M. Süreyya, “cin” md., DİA, İstanbul: T.D.V. Yay, 1993, C.8, s. 5.<br />
55
ildirdiğine göre Kureyşliler cinlerle Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürüyor 263<br />
cinleri Allah’a ortak koşuyor 264 ve cinlere tapıyorlardı 265 .<br />
Cinnin varlığı Kur’ân ve sünnet ile sabittir. Kur’ân-ı Kerim’de “Cin” kelimesi 22<br />
kez, “Cinler” demek olan (cinin çoğulu) “Cann” kelimesi 7 kez; Yine cinin çoğulu olan<br />
“Cinneh” kelimesi de 10 kez geçmektedir. 266 Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey cin ve<br />
insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan, bugünle karşılaşmanızdan sizi uyaran<br />
peygamberler gelmedi mi?” “Kendi hakkımızda şahidiz” derler. Dünya hayatı onları aldattı<br />
da inkarcı olduklarına, kendi aleyhlerinde şahidlik ettiler.” 267<br />
“Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz<br />
yetiyorsa geçin! Ama Allah’ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki!” 268<br />
İnsanlardan nasıl inanan ve inanmayan varsa yukarıda belirtiğimiz gibi cinlerden<br />
de inan ve inanmayan vardır. 269 Yüce Allah onları uyarmak ve O’na ibadet etsinler diye Hz.<br />
Peygamberimizi göndermiştir. Peygamber onlara Kur’ân okuyordu. Cinlerden bazıları yüz<br />
263 “Bazıları da Allah ile bütün görünmez varlık türleri arasında bir yakınlık uydurdular; oysa bu görünmez<br />
varlıklar [da] pekala bilir ki, onlar, [bu şekilde Allah’a isnadda bulunanlar,] mutlaka [Hesap Günü O’nun<br />
huzurunda] yargılanacaklardır: [çünkü] Allah, insanların geliştirdiği her türlü tasavvurun üstünde, sonsuz<br />
yüceliktedir.” (Sâffât 37/ 158),<br />
264 “Ama bazıları bütün görünmez varlık türlerine Allah’ın yanında (O’na denk) bir yer yakıştırmaya<br />
başladılar, halbuki onları[n tümünü] yaratan O’dur; ve cehaletleri yüzünden O’na oğullar ve kızlar isnad<br />
ettiler! O, sonsuz ihtişam sahibidir ve insanların her türlü tasavvur ve tahayyülünü aşan bir yüceliğe sahiptir.”<br />
(En’âm 6/ 100)<br />
265 “Melekler: “Sen, kudret ve egemenliğinde eksiksiz ve kusursuzsun!” derler, “Bize yakın olan [yalnız]<br />
Sensin, onlar değil! Hayır, onlar [bize ibadet ettiklerini zannettikleri zaman, aslında] duyuları ile<br />
kavrayamadıkları güçlere [körcesine] tapıyorlardı; çoğu onlara inanmıştı.” (Sebe’ 34/41 ).<br />
266 Bâkî, Muhammed Fuad, el-Mu'cemü'l-müfehres li-elfazi'l-Kur’âni'l-Kerim, İstanbul: El-Mektebetü’l-<br />
İslâmiyye, 1982, “c-n-n” md.<br />
267 En’am, 6/130.<br />
268 Rahman, 55/33-34.<br />
269 “Kuran’ı dinleyecek cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik. Onlar Kuran’ı dinlemeğe hazır olunca<br />
birbirlerine: “Susun” dediler. Kur’ân’ın okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletlerine döndüler.<br />
Şöyle dediler: “Ey milletimiz! Doğrusu biz, Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan,<br />
gerçeği ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik.” “Ey milletimiz! Allah’a çağırana (Muhammed’e) uyun ve<br />
O’na inanın da Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azabdan korusun. Allah’a çağırana<br />
uymayan kimse bilsin ki, Allah’ı yeryüzünde aciz bırakamaz; onların O’ndan başka dostları da bulunmaz; işte<br />
onlar apaçık sapıklıktadırlar. Gökleri, yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah’ın, ölüleri<br />
diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet; O her şeye Kadir’dir.”(Ahkaf, 46/29-33)<br />
56
çevirerek, onu dinlemediler. Cinler akıllıdırlar. Bundan dolayı da mükelleftirler. Bazıları<br />
mü’mindir bazıları da kâfirdir. 270<br />
el-İsfehâni (v. 502/1108) cinleri üç gruba ayırmaktadır:<br />
1) Hayırlı olan, Allah’ın emrinden çıkmayan ve insana iyi şeyler ilham eden<br />
melekler.<br />
2) İnsanı aldatan şerre yönelten şeytanlar.<br />
3) Hem hayırlılar hem de şerli olanlar. 271<br />
Biz, konumuzla alakalı olan cinler, yani hayırlı cinler üzerinde durmaya<br />
çalışacağız.<br />
Yüce Allah cinleri insanlardan önce yaratmıştır. O bütün mahlûkatı O’na ibadet<br />
etme, secde ve <strong>tesbih</strong> yapma duygusuyla yaratmıştır. Bu duygu veya fıtrattan çıkan<br />
kimseler büyük hüsrana uğramıştır. Yaratma sebebi de O’na ibadet etmektir. Bunu Kur’ân-ı<br />
Kerim’de şöyle ifade etmektedir: “Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için<br />
yaratmışımdır.” 272<br />
Bu âyette cinleri insanlardan önce zikretmesi, onların bu dünyada uzun bir<br />
zamanda insanlardan önce yaratılması sebebiyledir. 273 Bir diğer görüşe göre ise: “Cinlerin<br />
ibâdeti gizli olup, o ibâdetlerin içine, büyük oranda riya giremediğindendir. İnsanların ise<br />
ibâdetlerine gelince, bu ibâdetlerin içine riya karışabilir. Çünkü insan, Allah’a bazan,<br />
hemcinsinden (insanlardan) dolayı, onlar için ibâdet eder. Bazan da, cinlerden haber almak,<br />
yahut da onlardan korktuğu için ibâdet eder. Hâlbuki cinler böyle değildir.” 274<br />
270 İbrahîm, a.g.e.,, s. 63.<br />
271 el-İsfehâni, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“C-n-n” md.<br />
272 Zariyat, 51/56<br />
273 İbrahîm, a.g.e., s. 62.<br />
274 er-Râzî, a.g.e., C.28, s. 199.<br />
57
Âyette “Bana kulluk etmeleri için yarattım” ifadesiyle ilgili şu görüşler<br />
belirtmişlerdir: İbn Abbas’tan rivâyetle Ali İbn Ebu Talha bu ifadeyi şöyle açıklar: “<br />
İsteyerek vaya istemeyerek Bana ibadeti kabul ve ikrâr etsinler diye yarattım.” İbn Cerîr de<br />
bu görüşü benisemiştir. İbn Cüreyc ise: “Ancak Beni tanısınlar diye yaratmıştım”, şeklinde<br />
açıklar. 275 Ali b. Ebi Talib bu ifadeyi: “ Sadece Bana ibadet etmelerini emretmek ve buna<br />
davet etmek için yaratmışımdır” diye açıklamıştır. 276 Bütün bu açıklamalardan, cinlerin<br />
insanlar gibi ibadet etme meyli ile yaratılmış varlıklar olduklarını anlaşılamaktadır.<br />
Kurtubî “İbadet; itaat, taabbüd de ibadete kendini vermek demektir” diyerek. O<br />
halde “Bana kulluk etmeleri için yarattım” buyuruğu Bana zilletle boyun eğsinler, emrime<br />
uysunlar ve ibadet etsinler diye... demek” 277 olduğu görüşünü benimsemektedir.<br />
“De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’ân’ı dinlediği bana vahyolundu; onlar şöyle<br />
demişlerdir; “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik de ona<br />
inandık; biz, Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız. Doğrusu Rabbimizin yüceliği her<br />
yücelikten üstündür. O, zevce ve çocuk edinmemiştir.” 278<br />
Bu âyette, Kur’ân’ı dinleyen cinlerin kimler olduğu hususunda Âsım, Zer’den<br />
şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Zevba’a ve adamlarından bir gurup (cin) Mekke’de Hz.<br />
Peygamber (s.a.s)’in yanına geldiler. Hz. Peygamber (s.a.s)’in Kur’ân okuyuşunu<br />
dinlediler, sonra da çekip gittiler. Râzî bu görüşü zikrettikten sonra, Ahkaf suresinin 29<br />
âyetinde “Hani cinlerden bir gurubu Kur’ân dinlemeleri için sana çevirmiştik” şeklinde<br />
anlatılan hadisenin bu olması gerektiğini, Şeysaban kabilesinden olduğunu ve sayıca en<br />
kalabalık cin kabilesi olduğunu söylemektedir. 279<br />
Taberî âyette geçen “Ced” kelimesi ile ilgili olarak şöyle demektedir: “Abdullah b.<br />
Abbas, Süddi, Katade ve İbn-i Zeyd’e göre “Ced” kelimesinin manası “Emir, saltanat ve<br />
275 İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.4, s. 303.<br />
276 el-Beğavi, a.g.e., C.1, s. 380.<br />
277 el-Kurtubî, a.g.e., C.17, s. 56.<br />
278 Cin, 72/1-3.<br />
279 er-Râzî, a.g.e., C.30, s. 135.<br />
58
kudret” demektir. Buna göre âyetin manası şöyledir: “Cinler dediler ki: Rabîmizin emri,<br />
saltanatı ve kudreti her şeyin üstündedir, yücedir.” İkrime, Mücahid ve Katade’den<br />
nakledilen diğer bir görüşe göre “Ced” kelimesinden maksat, “Azamet ve celal” demektir.<br />
Bu izaha göre âyetin manası şöyledir: “Rabbimizin büyüklüğü ve celali pek yücedir.”<br />
Hasan-ı Basri’ye göre “Ced” kelimesinden maksat, “Zenginlik”tir. 280 Sonra cinlerin bu<br />
sözleriyle: “Rabbimizin mülk, saltanat, kudret ve azameti pek yücedir. Artık onun ne eşi<br />
olabilir ne de çocuğu. Zira eş edinme, şehvani arzuları giderme acziyetinin bir neticesidir.<br />
Rabbimiz ise böyle bir acizlikten beridir, münezzehtir” manasını kast ettiğini<br />
söylemektedir. 281 Ki bütün bu ifadeler <strong>tesbih</strong>in, cinlerinin faaliyetlerinden olduğu<br />
anlaşılmaktadır.<br />
İbn Kesir’in ifadesiyle: Cinler Allah’a teslim oldukları ve Kur’ânı dinledikleri<br />
zaman O’nun eş ve çocuk edinmekten uzak olduğunu söylemişlerdir. 282 Yani Yüce Allah’ı<br />
tenzih etmişlerdir.<br />
Bezzar, Hâkim ve İbn Cerir’den sahih bir hadis rivâyet etmişlerdir. Hadis şudur:<br />
“Peygamberimiz (s.v.a.) cinlere Kur’ân okuyordu. Onu bitirdikten sonra dedi ki: “Ben<br />
cinlere Kur’ân okudum, yani Rahman suresini. Onlar en güzel karşılığı veren oldular. Ne<br />
zaman ben آلَاء رَب ِّكُمَا تُكَذ ِّبَانِ“ ”فَبِأَي ِّ âyetini okusam onlar “Biz Senin nimetlerinden hiçbir şeyi<br />
yalanlayamayız ey Rabbimiz. Hamd Sanadır” diye karşılık verdiler. Ki imanı tasdik etmek<br />
ve hamd, Yüce Allah’a salat, secde ve <strong>tesbih</strong>tir. 283<br />
Neticede âyetlerden anladığımız şu ki: Mü’min olan cinler Yüce Allah’a şirk<br />
koşmazlar. O’nun emirlerine boyun eğmişlerdir ve O’nu bütün noksanlardan tenzih<br />
etmektedirler.<br />
280 et-Taberî, a.g.e., C.29, s. 104; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.4, s. 550.<br />
281 et-Taberî, a.g.e., C.29, s. 105.<br />
282 İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.4, s. 550.<br />
283 İbrahîm, a.g.e., s. 66.<br />
59
5. 3. İnsanların Tesbîhi<br />
Zâriyat suresinin 56 âyetlerinde de belirtildiği üzere: Yüce Allah bütün insanları<br />
ve cinleri Ona ibadet etsinler diye yaratmıştır. Daha önce cinlerin <strong>tesbih</strong>i konusunu ele<br />
almıştık. Burada ise insanların Yaratıcısına nasıl ibadet ettikleri ve O’nu nasıl <strong>tesbih</strong><br />
ettiklerini izah etmeye çalışacağız.<br />
Bilindiği üzere insan, akıllı ve şuurlu bir varlıktır. “O yaratanı bilerek ve isteyerek<br />
<strong>tesbih</strong> etmektedir. İnsan, Allah’ın Yüceliğini, kudret ve azametinin, noksanlıklardan uzak<br />
olduğunu söylemek ve düşünmekle O’nu <strong>tesbih</strong> etmektedir. O Allah’ı aklın, zekânın, duygu<br />
ve hayallerin ürettiği her türlü benzetmelerden, her türlü <strong>tesbih</strong>lerden de tenzih<br />
etmektedir.” 284<br />
İnsanlar Allah’ı iki şekilde <strong>tesbih</strong> etmektedirler: “Sözlü <strong>tesbih</strong>” ve “Sözsüz<br />
<strong>tesbih</strong>”. Sözlü <strong>tesbih</strong>: İnsanların <strong>tesbih</strong>i diğer varlıkların <strong>tesbih</strong>inden farkıdır. Zira<br />
insanların yaptığı sözlü <strong>tesbih</strong> bilinçli ve iradî ile yapılan bir <strong>tesbih</strong>tir. Daha önce<br />
belirttiğimiz gibi, Melekler de sözlü <strong>tesbih</strong> ederler, ancak onların imtihan için<br />
yaratılmaması, sevap ve günah işlemelerinin mümkün olmaması nedeniyle onların sözlü<br />
<strong>tesbih</strong>i bu yönüyle insanlarınkinden farklılık arz etmektedir. İnsanların yaptığı sözlü<br />
<strong>tesbih</strong>in bilinçli ve iradî olduğunu söylemiştik, ancak sözlü <strong>tesbih</strong>in bütün insanlar için<br />
geçerli olduğunu söyleyemeyiz. Zira, insanlar bu dünyada imtihan olmaktadırlar. İnanan da<br />
var inanmayan da.<br />
Kur’ân-ı Kerim’de <strong>tesbih</strong>le ilgli seksen kusur âyetin bir kısmı sözlü <strong>tesbih</strong>e delalet<br />
etmekte ve bunu emretmektedir. “ Sen Rabb’ini hamd ile <strong>tesbih</strong> et ( O’nu övecek sözlerle<br />
an, sübhanallah velhamdu lillah de) ve secde edenlerden ol.” 285 Bu gibi “<strong>tesbih</strong>in<br />
emredildiği bazı âyetlerdeki “<strong>tesbih</strong> et” lafzının “Namaz kıl” anlamına da geldiğini daha<br />
önce belirtmiştik. 286 Dolayısıyla, insanın “sübhanallah” demesi de namaz kılması da ve<br />
284 Kılıç, a.g.e., s. 148.<br />
285 Hicir, 15/98; Vâkıa, 56/96; A’la, 87/1.<br />
286 Âl-i İmran, 3/41; Tâhâ, 20/130; Rûm, 30/17; Mü’min, 40/55.<br />
60
ütün ibadet-u taatı da <strong>tesbih</strong>tir. Kısacası en genel anlamıyla yaratılışına uygun hareket<br />
etmesi bir <strong>tesbih</strong> faaliyetedir.<br />
Tesbihle ile ilgili olarak pek çok da hadis rivâyet edilmiştir. Rivâyet olunduğuna<br />
göre Ebu Zerr kuşluk vakti Hz. Peygamber (s.a.v)’in yanına veya Hz. Peygamber Ebu<br />
Zerr’in yanına girdi ve “Ey Allah’ın resülu, anam babam sana feda olsun, hangi söz daha<br />
faziletlidir?” Peygamberimiz (s.v.a.): “Allah’ın melekleri için seçtiği söz olan “sübhanallahi<br />
ve bihamdihi sözüdür” buyurdu. 287<br />
Demek ki insanın “sübhanallah” sözü gerçekten geniş bir mana ihtiva etmektedir.<br />
Zira <strong>tesbih</strong> faaliyeti “tevhid sistemi”nin özünü teşkil etmektedir.<br />
5. 3. 1. Nebilerin Tesbihi<br />
“Nebi”, Arapça bir kelime olup, “nbe’” kökünden türetilmiştir. “Muhbir”, yani<br />
“haber verici” anlamına gelir. Ancak nebe’, herhangi bir haber değil; bize bildirilen<br />
fevkâlade değerde, çok önemli bir haber, bir tebliğ demektir. Nebe’, yalnız, doğruluğunda<br />
hiç şüphe olmayan bir haber için kullanılabilir. 288 Nebi’nin manası, Allah’ın, seçtiği<br />
kullarına ilâhî haberinin, vahiy yoluyla ulaşması ve vahyine muhatab olmasıdır. Kelime,<br />
Allah ile peygamberi arasındaki alâkayı, yani vahyi ve haber vermeyi açıklıyor. 289<br />
Kur’ân-ı Kerim’de “nebi” yerine “resül” de geçmektedir. Arapçada “irsal”<br />
kelimesinden alınan “rasul”, gönderilen kimse, haberci, elçi anlamına gelmektedir. Yüce<br />
Allah tarafından, insanları irşad edip onları doğru yola yöneltmek için gönderilmiş<br />
olduklarından, peygamberlere, “resül-i kirâm, mürselîn” denmiştir. 290<br />
Kur’ân-ı Kerime baktığımınzda Hz. Adem’den başlamak üzere diğer bütün<br />
peygamberlerin Yüce Allah’ın risalerini teblig etmek için gönderildiğini anlamaktayız. Her<br />
287 Müslim, “Zikir”, 84.<br />
288 el-İsfahanî, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“n-b-y” md.<br />
289 el-Bûtî, Saît Ramazan, Kübra’l-Yakiniyyati’l-Kevniyye Vücudü'l-Halik, 8. bs., Dımaşk: Dâru’l-Fikr,<br />
1982, s. 172.<br />
290 İbn Manzûr, a.g.e., “r-s-l” md.; el-İsfehâni, Mu’cemu Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân,“r-s-l” md.<br />
61
millete mutlaka kendi içinden seçilen bir peygamber gönderildiği açıkça beyan<br />
edilmiştir. 291 Ayrıca her kavme kendi lisanıyla gönderilmiştir. 292 Kuran’da da dikkat<br />
çekildiği gibi, bu peygamberlerin tüm davranışları, ahlaki özellikleri, müminler için<br />
örnektir. Allah, müminlere peygamberleri örnek almayı tavsiye etmiştir: “Andolsun, sizin<br />
için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın<br />
Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.” 293 Yüce Allah, Peygamberleri müminler için müjdeci<br />
kafirler için uyarıcı olarak gönderildiğini şu âyetlerde açıkca belirtmektedir:<br />
“Peygamberleri ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderiyoruz. Kim inanır ve<br />
nefsini ıslah ederse onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” 294<br />
“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat<br />
insanların çoğu bilmez” 295<br />
“Peygamberlerden sonra, insanların Allah’a karşı bir hüccetleri olmaması için,<br />
gönderilen müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir kısmını daha önce sana anlatmış, bir<br />
kısmını da anlatmamıştık. Allah, Musa’ya hitabetmişti. Allah güçlüdür, Hakim’dir.” 296<br />
Bütün peygamberler Yüce Allah’a ibadet edip O’nu <strong>tesbih</strong> etmişlerdir. Onlar<br />
Allah’tan aldıkları o kutsal emirleri kendi toplumuna teblig etmeden önce kendileri büyük<br />
bir titizlikle uygulamışlardır. Bu emirlerin içerisinde O’na yakışmayan bütün sıfatlardan<br />
291 “Biz seni hakikat ehli bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik: çünkü hiçbir topluluk yoktur ki içlerinden<br />
bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun.” (Fâtır, 35/24); “Her ümmet için mutlaka bir elçi olagelmiştir: ancak (her<br />
ümmetin) elçisi geldikten [ve tebliğini yaptıktan] sonra onlar hakkında bütünüyle adaletle yargıda bulunulur;<br />
ve onlara asla haksızlık yapılmaz.” (Yunus,10/47); “Her kim ki doğru yolu izlemeyi seçerse, bunu kendi<br />
iyiliği için yapmış olacaktır. Ve her kim ki yoldan saparsa, bu kendi kötülüğüne olacaktır; kimse kimsenin<br />
yükünü taşıyacak değildir. Ayrıca, Biz, [kendilerine] bir elçi göndermeden [yaptığı haksızlıklardan ötürü<br />
hiçbir topluma] azap etmeyiz.” (İsrâ, 17/15);<br />
292 “Biz her elçiye, mutlaka kendi halkının diliyle [vahyedilmiş bir mesajla] gönderdik ki, [hakkı] onlara açık<br />
(ve dolaysız) bir biçimde ulaştırabilsin; artık bundan sonra Allah [sapmayı] dileyeni sapıklık içinde bırakır,<br />
[doğru yolu tutmayı] dileyeni de doğru yola yöneltir, çünkü doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen en yüce<br />
iktidar sahibi O’dur.” (İbrahim, 14/4);<br />
293 Ahzab Suresi, /21.<br />
294<br />
En’am, 6/48.<br />
295 Sebe’, 34/28.<br />
296 Nisa, 4/164-165.<br />
62
uzak tutmak, O’nu yüceltmektir. Buna göre Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen bazı<br />
peygamberlerin <strong>tesbih</strong>leri üzerinde durmaya çalışacağız.<br />
5. 3. 1. 1. Hz. Musa’nın Tesbihi<br />
Hz. Musa’nın <strong>tesbih</strong>i ile ilgli olarak Yüce Allah bir âyette şöyle buyurmaktadır:<br />
“Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Musa: “Rabbim! Bana<br />
Kendini göster, Sana bakayım” dedi. Allah: “Sen Beni göremezsin ama dağa bak, eğer o<br />
yerinde kalırsa sen de Beni göreceksin” buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir<br />
etti ve Musa da baygın düştü; ayılınca: “Yarabbi, münezzehsin, Sana tevbe ettim, ben<br />
inananların ilkiyim” dedi.!” 297<br />
İbn Kesir âyetteki “Subhan” kelimesi Yüce Allah’ı bu dünyada her hangi birinin<br />
görmesinden uzak olduğu manasındadır demektedir. 298 Bir diğer görüş ise: Hz. Musa<br />
Allah’ın ona izin vermediği bir konuda soru sorduğu için “subhaneke” demiştir. 299<br />
Bu konuda şu iki izah yapılmıştır:<br />
1) “Dünyada iken seni görme isteğinden dolayı, sana tevbe ettim!”<br />
2) “Senin iznin olmadan seni görme isteğinden tevbe edip sana yöneldim” Senin,<br />
dünyada iken görülmeyeceğine inanıp iman edenlerin ilki benim,” veya, “Senin iznin<br />
olmadan senden bir şey istemenin uygun olmadığına inananların ilki benim…” demektir. 300<br />
3) Hz. Musa âyette geçen ifadeleri, Yüce Allah’ın kudretinin azametini gösteren<br />
âyetler belirdiğinde müminlerin adeti olduğu üzere ve O’nu <strong>tesbih</strong> etmek için dile<br />
getirmiştir. 301<br />
297 Araf, 7/143.<br />
298 İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.2, s. 325.<br />
299 eş-Şevkâni, a.g.e., C.2, s. 354.<br />
300 er-Râzî, a.g.e., C.14, s. 191.<br />
301 el-Maverdi, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib, Tefsirü’l-Mâverdî, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’-<br />
İlmiyye, 1996, C.3, s. 259.<br />
63
Hz. Mûsâ ayılıp kendisine geldiği zaman da: “Ya Rabbi seni <strong>tesbih</strong> ederim, sana<br />
tevbe edip yöneldim ve ben inananların ilkiyim diyordu. Ya Rabbi seni <strong>tesbih</strong> ederim. Yâni<br />
seni senin tanıttığın gibi tanırım. Sana senin bildirdiğin gibi inanırım. Seni senin sıfatlarınla<br />
tanırım. Seni sende olmayan sıfatlardan tenzih ederim, ben senin sıfatlarına, senin gücüne<br />
kudretine iman edenlerin ilkiyim” diye dua etmiştir.<br />
5. 3. 1. 2. Hz. Davud’un Tesbihi<br />
Hz. Dâvûd (a.s.) Hz. Nûh (a.s.)’un soyundandır 302 ve İsrâiloğullarına peygamber<br />
olarak gönderilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, Câlût’u öldürmesinden sonra Dâvûd’a hem<br />
hükümdarlık hem de hikmet (nübüvvet) verildiği bildirilir 303 . İsrâiloğullarının tarihinde<br />
peygamberlikle hükümdarlık ilk defa Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya gelmiştir. 304 Kur’ân,<br />
Dâvûd (a.s.)’a peygamberliğin ve Zebur’un dışında bir lutuf ve mûcize olarak, diğer<br />
insanlara verilmeyen başka şeyler de verildiğini söylüyor. Hz. Dâvûd, bir Allah elçisiydi.<br />
Ona verilenler, hem onun peygamberliğinin delili, hem de gerçek şükrün, hakkıyla kulluk<br />
yapmasının karşılığıydı. Şüphesiz Allah hakkıyla şükreden kullarını değişik şekillerde<br />
mükâfatlandırır. Hz. Dâvûd’a geniş bir hükümdarlığın yanında hikmet, ilim, anlayış,<br />
adâletle hükmetme, neyin nasıl yapılacağını bilme, yerli yerinde iş yapma, faydalı olana<br />
sarılma, güzellikler üretme gibi şeyler verildi. O, bu hikmetle hükümdarlığını süslüyor,<br />
sürekli Kur’ân’ın sâlih amel dediği, güzel ve faydalı işleri yapıyordu. 305<br />
“Davud ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm<br />
veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahiddik. Süleyman’a bu meselenin hükmünü<br />
302 “Ona İshak’ı, Yakub’u bağışladık, her birini doğru yola eriştirdik. Daha önce Nuh’u ve soyundan Davud’u,<br />
Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u ki işlerini iyi yapanlara böylece karşılık veririz,<br />
Zekeriya’yı, Yahya’yı, İsa’yı ve İlyas’ı ki hepsi iyilerdendir, İsmail’i, Elyesa’ı, Yunus’u, Lut’u ki hepsini<br />
dünyalara üstün kıldık doğru yola eriştirdik.” (En’âm, 6/84-86).<br />
303 “Onları Allah’ın izniyle bozguna uğrattılar; Davud Calut’u öldürdü, Allah Davud’a hükümranlık ve hikmet<br />
verdi ve ona dilediğinden öğretti. Allah’ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni<br />
bozulurdu. Fakat Allah alemlere lütufkardır.” (Bakara, 2/251).<br />
304 İbn Kesîr, Ebü’l-Fida İmadüddin İsmail b. Ömer, Kısasu’l-Enbiyâ, thk. Abdülkadir Ahmed Ata, 2. bs.,<br />
Beyrut: Mektebetü’l-İslâmiyye, 1982. s. 248.<br />
305 Bkz. Bakara, 2/251.<br />
64
ildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik. Davud ile beraber <strong>tesbih</strong> etsinler diye dağları<br />
ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları Biz yapmıştık.” 306<br />
Râzî âyette bahsedilen “<strong>tesbih</strong>” hususunda şu iki izah yapıldığını<br />
söylemektedir:<br />
1) “Dağlar bizzat Allah’ı <strong>tesbih</strong> ediyorlardı. Bu görüşü belirtenler, dağların <strong>tesbih</strong>i<br />
hususunda da şu izahları yapmışlardır:<br />
a) Mukâtil şöyle demiştir: “Dâvud (a.s), Rabbini zikrettiğinde dağlar ve kuşlar da,<br />
onunla birlikte zikrediyorlardı.”<br />
ederdi.”<br />
b) Kelbî şöyle der: “Dâvud (a.s.) <strong>tesbih</strong> ettiğinde, dağlar da onunla birlikte <strong>tesbih</strong><br />
c) Süleyman b. Hayyân şöyle der: “Dâvud (a.s.) kendisinde bir gevşeklik<br />
gördüğünde, Allah Teâlâ dağlara emreder, dağlar da <strong>tesbih</strong>e başlardı. İşte o zaman Dâvud<br />
(a.s.)’un neşvesi ve iştiyakı artardı.<br />
2) Bazı me’anî âlimlerinin tercihi olan görüşe göre, dağların ve kuşların <strong>tesbih</strong>i,<br />
tıpkı “Allah’ı hamdi ile <strong>tesbih</strong> etmeyen hiçbirşey yoktur” 307 âyetinde beyan edildiği gibidir.<br />
Bu işin, Dâvud (a.s.)’a has olarak zikredilmesi, ancak onun bunu, kesin olarak bilmesinden<br />
dolayıdır. Böylece onun yakîni ve ta’zimi artıyordu. Birinci görüş doğruya daha yakındır.<br />
Çünkü âyetin lafzını zahirî lafzından alıp (mecazi) manaya hamletmek için, burada bir<br />
zaruret yoktur. 308<br />
306 Enbiya, 21/78-79.<br />
307 İsra, 17/44.<br />
308 er-Râzî, a.g.e., C.22, s. 173.<br />
65
“Ey dağlar ve kuşlar! Davud <strong>tesbih</strong> ettikçe siz de onu tekrarlayın” diyerek and<br />
olsun ki, ona katımızdan lütufta bulunduk; “geniş zırhlar yap, dokumasını sağlam tut” diye<br />
ona demiri yumuşak kıldık. Yararlı iş işleyin; doğrusu Ben yaptıklarınızı görenim.!” 309<br />
Âyette geçen “ اوبي ” kelimesi, <strong>tesbih</strong> edin anlamındadır. 310 Ebu Meysere bunun<br />
habeşce dilinde <strong>tesbih</strong> edin anlamına geldiğini söylemiştir. Bu bakımından “te’vîb”<br />
kelimesi, tekrar demektir. Âyetin anlamı şu olur: “Dağlara ve kuşlara da onunla birlikte<br />
sesini tekrarlamalarını emrettik. 311<br />
Vehb İbn Münebbih dedi ki: “Yüce Allah Dâvud’a öyle bir şey vermişti ki, ondan<br />
başka kimseye vermemişti. O, güzel sesti. O, Zuburu okuyunca, yabani hayvanlar bile gelip<br />
dinlerler ve kulak verirlerdi. Öyle ki onların boyunlarından tutulurdu da hiçbir kaçmazdı.<br />
Şeytanlar mezmurları, barbutları ve zilleri onun sesinin çeşidine göre yaptılar.” 312<br />
Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû<br />
Mûsâ el-Eş’arî’nin sesini işittiğinde, “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden<br />
verilmiştir.” 313 Ebû Mûsa’nın naklettiği bir başka rivâyette de, “Ey Ebû Mûsâ! Sana Âl-i<br />
Dâvûd’un Mezâmir’inden bir mizmar verilmiştir.” 314 demiştir. Hz. Dâvûd, sesinin güzelliği<br />
yanında süratli okuyuşuyla da tanınmıştı. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadise göre<br />
Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Dâvûd’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O bineğinin<br />
hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebûr’u okurdu. 315<br />
Ebu’d-Derdâ (r.a.)’dan naklen şöyle denmektedir: “Hz. Peygamber (s.a.), Davud<br />
(a.s.)’u zikrettiği ve kendisinden birşeyler naklettiği zaman, “O insanların en fazla ibadet<br />
edeni idi.” buyururdu.” Burada zikredilen dört özellik şunlardır:<br />
309 Sebe, 34/10-11.<br />
310 İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.3, 695.<br />
311 A.g.e., C.4, s. 39.<br />
312 A.g.e., C.3, 695.<br />
313 Ahmed b. Hanbel, Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybani, el-Müsned, Kâhire: Müessesetu<br />
Kurtuba, ts., C.2, s. 354.<br />
314 el-Buhârî, “Fezâilu’l-Kur’ân”, 31.<br />
315 el-Buhârî, “Tefsir”, 55.<br />
66
1) Sabır: Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.)’e, kadrinin yüceliğine rağmen, Allah’a<br />
taatte sabır gösterme konusunda Hz. Davud’a uymasını emir buyurmuştur.<br />
2) Kulluk: Yüce Allah Hz. Davud hakkında “Kulumuz Davud” buyurmak suretiyle<br />
Hz. Davud’u “kulluk”a vasfetmiş, Zât-ı ilâhisinden de ta’z-im maksadıyla çokluk sigasıyla<br />
bahsetmiştir. Yüce Allah’ın bir kimseyi “kulluk”la vasfetmesi, onun için şereflendirmenin<br />
son noktasıdır. Nitekim İsrâ suresinin 1 âyettinde anlatıldığı gibi Hz. Muhammed (s.a.) de<br />
Miraç gecesi bu sıfatla vasfedilmiştir: “Yüceliğinde sınır olmayan O [Allah] ki kulunu<br />
geceleyin, kendisine bazı alametlerimizi göstermek için [Mekke’deki] Mescid-i Harâm’dan,<br />
çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götürdü. Çünkü, gerçekten her şeyi işiten,<br />
her şeyi gören O’dur.” Zira Allah Tealâ’nın, peygamberleri “kulluk”la tavsif buyurması,<br />
onların, taatte bütün güçlerini sarfetmeleri sebebiyle kulluğun gerçek anlamına ulaştıklarını<br />
hisettirmektedir.<br />
3) Taati yerine getirmede ve ma’siyetlerden sakınmada kuvvet: Bu husus, “kuvvet<br />
sahibi” 316 kavl-i ilâhisinde dile getirilmiştir.<br />
4) Bütün işlerinde Allah Tealâ’ya taate rücû: Bu husus “O daima Allah’a<br />
yönelirdi.” 317 kavl-i ilâhisinde dile getirilmiştir.” 318<br />
Abdullah b. Amr’dan rivâyetle, Abdullah, her gün gündüzleri oruç tutar, geceleri<br />
de (nâfile) namaz kılardı. Onun bu durumu Rasûlullah’a bildirildiğinde Hz. Peygamber onu<br />
çağırdı ve şöyle buyurdu: “Bir gün oruç tut, bir gün iftar et. İşte bu Dâvûd (a.s.)’ın<br />
orucudur.” Bir başka rivâyette ise, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah’u Teâlâ ya<br />
en sevimli oruç, Dâvûd (a.s.)’ın orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allah’a<br />
en sevimli namaz da Dâvûd namazı idi. O, her gecenin yarısında uyur. Üçte birinde (nafile)<br />
namaz kılardı. Altıda birinde de yine uyurdu.” 319<br />
316 Sad, 38/17.<br />
317 Bkz. Sad, 38/17.<br />
318 İbni Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.4, s. 29.<br />
319 Müslim, “Siyam”, 183; en-Nesâî, “Siyam”, 69.<br />
67
Neticede şunu söylemek mümkündür ki: Âyetlerden anlaşıldığı üzere Hz. Davut<br />
Yüce Allah’ı <strong>tesbih</strong> etmiştir. Yukarıda zikrettiğimiz bütün bu âyet, hadis ve büyük<br />
müffesirlerin açıklamalarından, onun Yüce Allah’ı ne kadar <strong>tesbih</strong> ettiğini anlamaktayız.<br />
Hatta onunla beraber kuşların ve dağların eşlik ettikleri anlaşılmaktadır. “Kuşların ve<br />
dağların <strong>tesbih</strong>i” konusunda gelecek bölümlerde duracağmız için bu kadarla yetineceğiz.<br />
5. 3. 1. 3. Hz. Yunus’un Tesbihi<br />
“Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında, Lut’u ve ailesinin hepsini<br />
kurtarmıştık. Sonra diğerlerini yok etmiştik. Sabah akşam, onların yerleri üzerinden<br />
geçersiniz. Akletmez misiniz? Doğrusu Yunus da peygamberlerdendir. Dolu bir gemiye<br />
kaçmıştı. Gemide olanlarla karşılıklı kura çekmişti de yenilenlerden olmuştu, bu sebeple<br />
denize atılmıştı. Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu. Eğer Allah’ı <strong>tesbih</strong> edenlerden<br />
olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı. Halsiz bir halde iken<br />
kendisini sahile çıkardık. Onun için, geniş yapraklı bir bitki yetiştirdik. Onu, yüzbin veya<br />
daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona inandılar, bunun üzerine Biz de<br />
onları bir süreye kadar geçindirdik.” 320<br />
Taberî kendi tefsirinde bu kısayı kısaca şöyle anlatmaktadır: “Yüce Allah, Yunus<br />
(a.s.)ı Musul şehrine yakın bir şehir olan Ninova halkına peygamber olarak göndermiştir.<br />
Hz. Yunus, insanları hak dine davet etmesine rağmen, onlar inkarlarında ısrar etmişler ve<br />
Yunus’u dinlememişlerdir. Yunus (a.s.) bunun üzerine oradan ayrılmış ve Allah’ın üç gün<br />
sonra göndereceği bir azabı haber vermiştir. Ninova halkı azabın kendilerine mutlaka<br />
geleceğini anlayınca çoluk çocuklarını ve hayvanlarını alarak çöllere açılmışlar ve orada<br />
Rablerine yalvararak göndereceği azabı kendilerinden kaldırmasını istemişlerdir. Bunun<br />
üzerine Allah Teâla da dualarını kabul edip azabı kendilerinden kaldırmıştır. Yunus (a.s.)<br />
ise kavminin inkarcılığını görünce, onları bırakıp bir gemiye binerek oradan uzaklaşmak<br />
istemiş, gemi dalgalara tutulmuş yükünün ağırlığından dolayı batıp boğulacaklarını<br />
anlayınca yolcular aralarında kur’a çekerek içlerinden birini denize atmaya karar vermişler,<br />
320 Saffat, 37/139-148<br />
68
kur’a Yunus’a çıkmış, Yunus’u denize atmamak için kur’ayı üç defa tekrar etmişler,<br />
hepsinde de kur’a Yunus’a çıkmış, bunun üzerine Yunus (a.s.) kendisini denize atmıştır.<br />
Yüce Allah’ın vazifelendirdiği bir balık gelip Yunus’u yutmuş bunun üzerine Yunus,<br />
denizin, gecenin ve balığın karnının meydana getirdikleri karanlıklar içinde kalmıştır. İşte<br />
orada Rabbine niyaz ederek “Senden başka hiçbir ilah yoktur, Seni tenzih ve <strong>tesbih</strong> ederim.<br />
Doğrusu ben, zalimlerden oldum” diye Allah’a yalvarmıştır.” 321<br />
“Zünnun (Balık Sahibi; Yunus) hakkında söylediğimizi de an. O, öfkelenerek<br />
giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı; fakat sonunda karanlıklar içinde:<br />
“Senden başka tanrı yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim” diye<br />
seslenmişti. Biz de ona cevap verip, onu üzüntüden kurtarmıştık. inananları böyle<br />
kurtarırız.” 322 âyetti Hz. Yunus’un bağlığın karnında bunalım içine düştüğünde Yüce<br />
Allah’ı nasıl niyaz ettiğini anlatmaktadır.<br />
Âyette geçen “Sübhaneke” ifadesi, Hz. Yunus (a.s)’ın Yüce Allah’ın, bütün<br />
noksanlıklardan tenzih ettiğini göstermeketedir. Âyetten anlaşıldığı üzere Hz. Yunus (a.s.)<br />
düştüğü sıkıntılara sabır etmeyip Yüce Allah’ın bu konuda ona yardım edemeyeceği<br />
zannederek görevi brakıp kaçmıştı. “Bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştıramıyacağımızı<br />
sanmıştı...” buyruğu Râzî’ye göre: Yunus (a.s.), O’nun aciz olduğunu zannetmemiş<br />
olduğuna delâlet eder. Bu yüzden Yunus (a.s.), “Sübhaneke” demiştir. Çünkü bu ifadenin<br />
takdiri, “Allahım seni, bunu bir zulüm olarak veya intikam alma arzusuyla yahutta, beni bu<br />
balığın karnından kurtarmaktan aciz olduğun için yapmış olmandan tenzih ederim. Tam<br />
aksine sen bunu, ulûhiyyetin hakkı ve hikmetinin muktezâsı olarak yaptın...” şeklindedir. 323<br />
Peygamberimiz (a.s.v) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Yunusun balığın<br />
karnındayken şöyle dua etmişti: “Senden başka tanrı yok! Sınırsız kudret ve yüceliğinle<br />
321 et-Taberî, a. g.e., C.23, s. 105.<br />
322 Enbiya, 21/87-88.<br />
323 er-Râzî, a.g.e., C.22, s. 187.<br />
69
Sen her şeyin üstündesin: doğrusu ben gerçekten büyük bir haksızlık yaptım”. Daha önce<br />
bu duayı yapan hiç kimse yok ki Allah onun duasını kabul etmesin. 324<br />
Beyhaki ve Hakimin tahriç ettiklerine göre: Hz. Yunus, balık onu yutmadan önce<br />
boluk zamanında bile Allah’a çokça dua ederdi. Balık karnında iken kendini ölü<br />
zannederdi. Ayakları hareket ettirince o da Allah’a secde etti ve dediki: “ben benden once<br />
hiç kimse Sana secde etmeyen bir yere secde yaptım ve şöyle dua etti: “Senden başka hiçbir<br />
ilah yoktur, Seni tenzih ve <strong>tesbih</strong> ederim. Doğrusu ben, zalimlerden oldum”. 325<br />
Görüldüğü üzere Hz. Yunus (a.s.) yalvarmaya tevhidle başladı. Sonra tenzih,<br />
<strong>tesbih</strong> ve sena etti. Sonra da istiğfar etti ve nefsinin zulüm, yani günah işlediğini itiraf<br />
etti. 326 Bütün bu yalvarmaların tümü bu âyette <strong>tesbih</strong> olarak adlandırılmaktadır. Aslında<br />
tevhîd inancını söylemesi ile “sübhâneke” demesi <strong>tesbih</strong>i ifade etmektedir. 327 İbni Ebî<br />
Hatim, Hz. Enes’in (r.a.) Peygamberimiz’e (s.a.) isnat ettiği şu hadisi rivâyet etmektedir:<br />
Hz. Yunus (a.s.) balığın karnında iken bu kelimelerle dua etmeyi arzu edince şöyle niyazda<br />
bulundu: “Allahım! Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben<br />
zalimlerden oldum.” dedi. Bu dua arşın altına yöneldi. Melekler: Ya Rabbi! Bu ses garip bir<br />
yerden gelen, bilinen güçsüz bir sestir, dediler. Cenab-ı Hak: Bunu bilmiyor musunuz? diye<br />
sordu. Melekler: Hayır ya Rabbi! Bu kim! dediler. Cenab-ı Hak: Kulum Yunus’tur, dedi.<br />
Melekler: Devamlı kabul edilmiş ameli, makbul duaları semaya yükselen kulun Yunus mu<br />
bu! Ya Rabbi! Rahat içerisinde işlediği amel sebebiyle ona rahmette bulunup belâdan<br />
kurtarmaz mısın? dediler. Cenab-ı Hak: Evet, dedi. Balığa emretti. Balık onu boş bir<br />
aRâzîye attı. 328<br />
324 el-Âlûsî, Ebü’s-Sena Şehabeddin Mahmud b. Abdullah, Ruhul’l-Meanî, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâs, ts.,<br />
C.17, s. 85; İbrahîm, a.g.e., s. 75.<br />
325 İbrahîm, a.g.e., s. 74.<br />
326 Bkz. ez-Zühaylî, a.g.e., C.17, s.115, 119.<br />
327 Bayraklı, a.g.e., C.12, s. 507.<br />
328 İbn Kesîr, Tefsiru’l Kur’âni’l-Azim, C.4, s. 22; Bayraklı, a.g.e., C.9, s. 106-108;<br />
70
“Eğer o, [en derin bunalım anlarında bile] Allah’ın sınırsız şanını yüceltenlerden<br />
olmasaydı, herkesin yeniden dirileceği güne kadar o (balığı)n karnında kalmış olacaktı.” 329<br />
Kurtubî “Eğer o, gerçekten <strong>tesbih</strong> edenlerden” ifadesi ile “namaz kılanlardan<br />
olmasaydı” kast edildiğini söylemektedir. 330 Bana göre o namaz kılanlardan olmasaydı<br />
herkesin yeniden dirileceği güne kadar o (balığı)n karnında kalmış olacaktı.<br />
Balığın karnında ne kadar kaldığı hususunda farklı görüşler vardır. es-Süddî, el-<br />
Kelbî ve Mukatil b. Süleyman, kırk gün kalmıştır derken, ed-Dahhak yirmi, Atâ yedi gün,<br />
Mukatil b. Hayyan üç gün kalmıştır, demişlerdir. Tek bir saat (kısacık bir an) kaldığı da<br />
söylenmiştir. 331 Bu tartışmalar bizim konumuzun dışında olduğu için bu konu ile ilgili<br />
olarak bu kadarla yetineceğiz.<br />
5. 3. 1. 4. Hz. Zekeriya’nın Tesbihi<br />
Kur’ân’da adı gelen peygamberlerden biridir. Soyu Dâvud (a.s)’a dayanmaktadır.<br />
Kur’ân’da anılan duâlarından Meryem suresinde 6 âyetinde anlaşıldığına göre, soyu daha<br />
sonra Yâkub (a.s)’a varmaktadır. 332 Zekeriyya (a.s) İsrâiloğullarının peygamberi olduğu<br />
gibi, aynı zamanda onların bilgini, reisi ve müşaviri, yani danışmanı idi 333 . Onun hakkında<br />
çeşitli âyet ve hadisler vardır. Ebû Hureyre’nin naklettiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.s);<br />
“Zekeriyya (a.s) marangoz idi demiştir.” 334 Kur’ân-ı Kerimde Hz. Zekeriya ile ilgli şu<br />
âyetler bulunmaktadır:<br />
“Aynı yerde Zekeriya Rabbine yalvardı: “Ey Rabbim!Rahmetinle bana güzel bir<br />
zürriyet bağışla; zira Sen, her yakarışı duyarsın.” 335<br />
329 Saffat, 37/143-144.<br />
330 el-Kurtubî, a.g.e., C.15, s. 126.<br />
331 A.g.e, C.15, s. 126.<br />
332 “Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yakub oğullarına mirasçı olsun. Rabbim! Onun, rızanı<br />
kazanmasını da sağla.”<br />
333 es-Sa’lebi, Ebu İshak Ahmed b. Muhammed b. İbrahim en-Nisaburi, Kısasü'l-Enbiya, 4. bs., Lübnan :<br />
Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1985, s. 372.<br />
334 Ahmed b. Hanbel, a.g.e., C.2, s. 405.<br />
335 Ali-İmran, 3/38.<br />
71
[Zekeriya] şaşkınlıkla: “Ey Rabbim!” dedi, “Yaşlılık beni yakalamışken ve karım<br />
da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?” [Ona]: “Pekala olabilir!” denildi, “Allah dilediğini<br />
yapar.” [Zekeriya] yalvardı: “Ey Rabbim! Bana bir işaret göster!”. “İşaretin şudur ki,”<br />
denildi, “üç gün boyunca yüz işaretleri dışında insanlarla konuşma Rabbini hiç durmadan<br />
an ve gece gündüz O’nun sınırsız şanını yücelt!” 336<br />
Âyette geçen “<strong>tesbih</strong>” kelimesi hakkında şu iki görüş zikredilmiştir:<br />
1) Bundan murad, “namaz kıl” demektir. Çünkü namaz da “Tesbih” diye<br />
adlandırılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Haydi akşama girerken ve sabaha ererken Allah’ı<br />
“<strong>tesbih</strong> edin” 337 buyurmuştur. Namaz içinde <strong>tesbih</strong> de yapıldığından ötürü, namazın<br />
“Tesbih” diye adlandırılması caiz olmuştur. İşte burada delil, şu iki bakımdan bu ihtimalin<br />
olabileceğini göstermektedir:<br />
a) Şâyet biz bu ifâdeyi “<strong>tesbih</strong>” ve “tehlîl” etme manasına alır isek, bu âyet ile<br />
bundan önceki “Babb’ini çok zikret” âyeti arasında bir fark olmazdı. Binâenaleyh bu bâtıl<br />
olmuş olur. Çünkü bir şeyin yine kendisine, (aynısına) atfedilmesi caiz değildir.<br />
b) Bu, Hak Teâlâ’nın, “Gündüzün iki tarafinda namaz kıl” 338 âyetine son derece<br />
uygundur.<br />
2) Hak Teâlâ’nın “Rabb’ini çok zikret” ifadesi lisân ile zikretme mânâsına<br />
hamledilir. 339<br />
Hz. Zekeriya kendisi bizzat Yüce Allah’ı <strong>tesbih</strong> ederdi. Bunun dışında o halknı da<br />
<strong>tesbih</strong> etmelerini ve namaz kılmalarını emrederdi. “Bunun üzerine [Zekeriya] mâbedden<br />
kavminin karşısına çıktı ve onlara “Sabah akşam [Rabbinizin] sınırsız kudret ve yüceliğini<br />
336 Ali-İmran, 3/41-42.<br />
337 Rum, 30/17.<br />
338 Hûd, 11/114.<br />
339 er-Râzî, a.g.e., C.8, s. 37.<br />
72
anın!”diye işaret etti.” 340<br />
Begavi bu âyetle ilgli der ki: “Hz. Zekeriya halkına karşı sabah ve akşam<br />
vakitlerinde çıkıp namazı emrederdi. Karısı hamile kaldığında konuşmaktan men edildi. Bu<br />
yüzden işaret yaparak halkına çıkıp namazı emrediyordu. 341<br />
“İşaret etti” kelimesi el-Kelbî, el-Kutebî; ima etti; Mücahid, yerin üzerinde yazı<br />
yazdı, İkrime bir kitaba yazdı, diye açıklamıştır. Şu delili getiriyorlar. Arapça’da “vahiy”<br />
yazmak demektir. Zu’r-Rimme’nin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: “Sahifelerin<br />
iç taraflarında bir yazı (vahiy) kalıntısını andıran o dört siyah at dışında...” Antere de şöyle<br />
demiştir: “Kisra döneminde kalmış sahifelerdeki bir yazı (vahiy) gibi ki onları açık-seçik<br />
konuşamayan bir Arap olmayana hediye etmiştir. 342 Burada hangi anlam verilirse verilsin<br />
asıl önemli olan Hz. Zekeriya halkına <strong>tesbih</strong> etmelerini veya namazı kılmalarını<br />
emretmesidir. Namaz da bir <strong>tesbih</strong> türü olduğunu geçen bölümlerde de belirtmiştik.<br />
5. 3. 1. 5. Hz. İsa’nın Tesbihi<br />
“İsa” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 25 yerde geçer. Hz. İsa’nın lâkabı olan “Mesîh”<br />
11 yerde ve çoğunluğu “İbn Meryem” şeklinde olmak üzere “Meryem” ismi de 34 yerde<br />
kullanılır. İsa ismi, Kur’ân-ı Kerim’de geçen âyetlerin tümünde “İbn Meryem -Meryem<br />
oğlu-” ifadesiyle geçer. Bu şekilde kullanılması, Hz. İsa’nın bir beşer olduğu ve bir<br />
beşerden doğduğunun vurgulanması ve babasız olduğu için olmalıdır.<br />
İsa, Meryem’in oğludur. Bâkire olan Meryem’den Allah’ın yaratıcı kudretinin bir<br />
nişânesi olarak doğmuştur; Allah’tan bir kelime’dir veya Allah’ın kelimesi’dir 343 ki, Allah<br />
340 Meryem, 19/11.<br />
341 el-Beğavi, Hüseyn b. Mes’ud el-Fer’a Ebu Muhammed, Meâlimu’t-Tenzîl, thk. Halid Abdurrahman Ak,<br />
2. bs., Beyrut: Dârü’l-Ma’rife, 1987, C.1, s. 221.<br />
342 el-Kurtubî, a.g.e., C.11, s. 85-86.<br />
343 “O zaman melekler, “Ey Meryem!” demişlerdi, “Allah, Kendisinden bir söz ile sana, Meryem oğlu İsa<br />
Mesih adıyla bilinecek, bu dünyada ve öteki dünyada büyük şeref sahibi ve Allah'ın en yakınlarından olacak<br />
[bir oğul] müjdeliyor.” (Âl-i İmrân, 3/45); “Ey Kitap ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak<br />
gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden<br />
bir ruhtur. Allah’a ve peygamberlerine inanın, “üçtür” demeyin, vazgeçin, bu hayrınızadır. Allah ancak bir tek<br />
Tanrı’dır, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde olanlar da yerde olanlar da O'nundur. Vekil olarak Allah<br />
73
onu Meryem’e ilka etmiş ve ona “Kün (Ol)!” demiş o da olmuştur 344 . Hz. İsa’nın babasız<br />
dünyaya gelişini yadırgayanlara Kur’ân, Hz. Âdem’i örnek göstermektedir. Allah Âdem’i<br />
nasıl anasız ve babasız yaratmışsa ve buna gücü yetmişse İsa’yı da babasız yaratmıştır.<br />
Bunda Allah’a ve O’nun yüce kudretine iman edenler için bir gariplik yoktur 345<br />
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de müşrikler Hz. İsayı Tanrı’nın oğlu olduğunu<br />
düşünüyorlardı. O da böyle bir şeyden uzak olduğunu delil olarak şu âyetleri<br />
göstermektedir: “Bir kısım insanlar da, “Allah kendine bir oğul edindi!” iddiasında<br />
bulunurlar. (Asla!) O, yaratılmışlara özgü böyle vasıflardan kesinlikle uzaktır. Göklerde ve<br />
yerde ne varsa yalnız O’nundur; her şey bütün varlığıyla O’nun iradesine tâbidir.” 346<br />
“Ey Kitap ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği<br />
söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve<br />
kendinden bir ruhtur. Allah’a ve peygamberlerine inanın, “üçtür” demeyin, vazgeçin, bu<br />
hayrınızadır. Allah ancak bir tek Tanrı’dır, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde olanlar<br />
da yerde olanlar da O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.” 347<br />
“Yeryüzünde edindikleri tanrılar mı, onlar mı ölüleri diriltecekler? Eğer yerle<br />
gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların<br />
vasıflandırdıklarından münezzehtir!” 348<br />
“Allah çocuk edinmemiştir; O’nun yanında hiçbir tanrı yoktur, olsaydı, her tanrı<br />
kendi yarattığı ile beraber gider ve birbirinden üstün olmağa çalışırlardı. Allah onların<br />
vasıflandırdıklarından münezzehtir.” 349<br />
yeter.” (Nisâ, 4/171); “Meryem oğlu İsa hakkında, üzerinde öylesine derin bir anlaşmazlığa düştükleri doğru<br />
açıklama işte budur.” (Meryem, 19/34)<br />
344 Nisâ, 4/171.<br />
345 Âl-i İmrân, 3/59.<br />
346 Bakara, 2/116.<br />
347 Nisa, 4/171<br />
348 Enbiya, 21/21-22.<br />
349 Mü’minûn, 23/91.<br />
74
“Allah çocuk edinmez, O münezzehtir. Bir işin olmasına hükmederse ona ancak<br />
“Ol” der, o da olur.” 350<br />
“Allah çocuk edinmek isteseydi, yaratıklarından dilediğini seçerdi. O münezzehtir,<br />
O; gücü her şeye yeten tek Allah’tır!” 351<br />
Gölürdüğü üzere Yüce Allah bu âyetlerde, kendisinin coçuğu olmadığını ve bunun<br />
gibi şeylerden münezeh olduğunu vurgulamaktadır. O Hz. İsa’yı sorduğunda şöyle cevap<br />
vermiştir: “Allah, “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Beni ve annemi Allah’tan başka<br />
iki tanrı olarak benimseyin dedin?” demişti de, “Haşa, hak olmayan sözü söylemek bana<br />
yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen, benim içimde olanı bilirsin;<br />
ben Senin içinde olanı bilmem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak Sensin” demişti, “Ben<br />
onlara sadece ‘Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ diye bana emrettiğini<br />
söyledim. Aralarında bulunduğum müddetce onlar hakkında şahiddim, beni aralarından<br />
aldığında onları Sen gözlüyordun. Sen her şeye şahidsin”.” 352<br />
Yukarıda vermiş olduğumuz Hz. İsanın <strong>tesbih</strong>ini gösteren âyet <strong>tesbih</strong><br />
âyetlerindendir. Yüce Allah Hz. İsaya sorduğunda “sen şöyle şöyle mi dedin” diye o da<br />
“ben dedim veya demedim” dememiştir. Fakat o şöyle demiştir: “benim hakkım olamayan<br />
şeyi söylemem. Bu benim hakkım değildir. Hz. İsa her şeyi bilen mutlak olan Allahın<br />
ilmine bıraktı ve dedi ki “Bunu söylemiş olsaydım Sen muhakkak bilirdin” ki bu da Allah’a<br />
karşı ne kadar mütevazı ve edepli olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Allah’ın<br />
huzurunda <strong>tesbih</strong>ini göstermektedir. 353<br />
Hz. İsanın dışında Yüce Allah’ı <strong>tesbih</strong> eden onun annesi olan Hz. Meryem de<br />
vardır. Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyrulmaktadır: “Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ,<br />
secde et, rüku edenlerle birlikte rüku et”.” 354<br />
350 Meyrem, 19/35.<br />
351 Zumer,39 /4.<br />
352 Maide, 5/116.<br />
353 İbrahîm, a.g.e., s. 84.<br />
354 Ali-İmran, 3/43.<br />
75
Âyet-i kerimede geçen “Boyun eğ” diye tercüme edilen kelimesinden maksat,<br />
Mücahide göre “Namazda kunutunu uzun yap.” Rebi’ b. Enese göre “Ayakta dur.” Evzaiye<br />
göre “Ayağa kalk.” Katadeye ve Süddiye göre “İtaat et.” Hasan-ı Basriye göre “İbadet et.”<br />
Said b. Cübeyre göre ise “İhlaslı ol.” demektir. Bu hususta Ebu Said el-Hudri, Resulullahın<br />
şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir. “Kur’ânın herhangi bir yerinde kunut kelimesi<br />
zikredilcek olursa bundan maksat, Allah’a ibadettir. 355 Mücahid diyor ki: “Hz. Meryeme bu<br />
emir geldikten sonra o kadar ayakta durmuştu ki topukları şişmişti.” Evzai de diyor ki: “Hz.<br />
Meryemin ayakları iltihaplanıp onlardan irin akmıştı.” 356 Taberî buradaki “Kunut’tan<br />
maksadın “Allaha itaatte ihlaslı olmak.” demek olduğunu, Allah Teâlanın Hz. Meryeme<br />
“Ey Meryem, rabbine ibadette ihlaslı ol, sadece onun rizası için ibadet et. Ona itaatte huşu<br />
içinde ol. İbadette boyun eğ.” buyurduğunu söylemiştir. 357<br />
Neticede bütün bu kelimeler (Allah’a boyun eğmek, itat etmek, ibadet etmek<br />
namaza durmak, vs) <strong>tesbih</strong> kavramının eş anlamları olduklarını daha önce de belirtmiştik.<br />
5. 3. 1. 6. Hz. Muhammed ( a.s )’ın Tesbihi<br />
Resulullah (a.s.v) Rabbını <strong>tesbih</strong> etmek için, Rabbininden bahsetmek için, Rabbine<br />
hamd etmek için, Rabbına şükretmek için en ufak bir değişikliği vesile ediyor, sebep kabul<br />
ediyordu. Hayatın monotonluğunu bozan en ufak bir değişikliği O’nu zikretmek için bir<br />
sebeb sayıyor, bir vesile görüyordu. Sözü döndürüp dolaştırıp hep Allah’a getiriyordu. Şu<br />
âyetlere bir göz atalım.<br />
“Yüce Rabbinin adını <strong>tesbih</strong> et.” 358<br />
yapılabileceğini söylemektedir:<br />
Râzî bu âyetle ilgili olarak şu izahların<br />
1) Bununla, “Rabbinin adını, bu isimle başkasını isimlendirmekten tenzih ederek,<br />
<strong>tesbih</strong> et” manası kastedilmiştir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk’dan başkasının, Cenâb-ı<br />
355 et-Taberî, a.g.e., C.3, s. 265.<br />
356 A.g.e., C.2, s. 265.<br />
357 A.g.e., C.2, s. 266.<br />
358 A’la, 87/1.<br />
76
Hakk’ın isimleriyle anılmasını bir nehiy olmuş olur. Nitekim müşrikler, putlarına, Lât,<br />
Müseyleme’ye de, “Yemâme’nin Rahmân’ı” diyorlardı.<br />
2) “Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin, Cenâb-ı Hak hakkında düşünülemeyecek<br />
manalarda tefsir edilmesi hususunda, O’nu tenzih et.” Bu, mesela, buradaki, “A’lâ” (yüce)<br />
kelimesinin, mekan açısından olan bir yükseklik manasına; “Rahman Arş üzerinde istiva<br />
etmiştir” ifadesindeki “istivâ”nın da, “Arş üzerinde karar kılmıştır” şeklinde, Allah’ın<br />
münezzeh olduğu bir manada tefsir edilmesi gibi... Aksine buradaki yücelik, hakimiyet,<br />
güçlü-kuvvetli oluş manasında; istiva da, hükümran olma manasında tefsir edilmiştir.<br />
3) Cenâb-ı Hakk’ın adının, huşu ve ta’zîm niyyeti ve üslûbu içerisinde değil de,<br />
gelişi güzel, saygısız bir şekilde söylenmekten korunması, böylece onun tenzih edilmesi...<br />
Buna, Allah’ın isimlerinin, insanın gaflet içerisinde olduğu bir sırada, manalarına ve<br />
inceliklerine dikkat etmeden anma da girer.<br />
4) “Rabbinin adını <strong>tesbih</strong> et” emriyle “Allah’ı, sana indirdiğim ve O’nun isimleri<br />
olarak öğrettiğim isimleriyle öv” manası kastedilmiştir. Buna göre âyet tıpkı, “De ki: ister<br />
Allah diyerek, ister Rahman diyerek dua edin” 359 âyeti gibi olmuş olur. Bu izahın bir<br />
benzeri de, “Rabbinin azim ismini <strong>tesbih</strong> et” 360 âyetidir. Bu izahtan murad, şu iki şeydir:<br />
Birincisi: Bunun manası, “Müşriklerin ıslık çalarak, el çırparak yaptıkları ibadet<br />
gibi değil, Rabbinin ismini zikrederek namaz kıl” şeklindedir. İkincisi: “Kul Rabbini, ancak<br />
tevkîfî olarak (vahiyle) bildirilmiş olan isimleriyle anmalı.” Ferrâ, “Sebbih isme rabbike”<br />
ifâdesi ile “Sebbih bismi rabbike” ifadesi arasında bir farkın olmadığını ileri sürerken<br />
Vahidî, “Bu iki ifade arasında bir fark vardır. Çünkü, “Sebbih bismi rabbike” ifadesinın<br />
manası, “Allah’ı, bâtılı savunan kimselerin söylediklerinden, O’nun münezzeh, yüce ve<br />
uzak olduğunu ortaya koyan ismi ile an, <strong>tesbih</strong> et” şeklindedir. “Sebbih isme rabbike”<br />
ifadesinin manası ise, “Allah’ın ismini, ona yakışmayan şeylerden tenzih et” şeklindedir”<br />
demiştir.<br />
359 İsra, 17/110.<br />
360 Hakka, 69/52.<br />
77
5) Ebû Müslim, buradaki “isim” ile, Yüce Allah’ın sıfatlarının kastedildiğini<br />
söylemiştir. Bu, “En güzel isimler Allah’a aittir. Allah’a o güzel isimlerle dua edin” 361<br />
âyetinde de böyledir.<br />
İkinci izah, yani âyetteki “adını” kelimesinin zaid oluşu ve mananın, “Rabbini<br />
tenzih ve <strong>tesbih</strong> et” şeklinde oluşu, bir kısım muhakkik alimin görüşüdür. Bu alimler şöyle<br />
demişlerdir: Çünkü, “isim”, gerçekte, harflerden meydana gelmiş bir lafızdır. Dolayısıyla<br />
da, Allah hakkında yapılması gerekli olan tenzih gibi, “ismi” de tenzih etmek gerekmez. Ne<br />
var ki, bahsi geçen son derece büyük bir zat olunca, o değil de, O’nun ismi zikredilmiş de,<br />
böylece, “ismini <strong>tesbih</strong> et; zikrini yadet, ulula” denilmiştir. Ve bu tıpkı, “Selam yüce<br />
meclise” denilmesi gibidir. Lebîd de, الحول ثم السلام عليكما“ ”الى yani selam demektir. Bu,<br />
Arapça’da, meşhur olan bir yol ve yöntemdir. Râzî şöyle devam eder: “Bu izaha göre şöyle<br />
diyebiliriz: “Allah’ı, <strong>tesbih</strong> etmek” şu iki manaya gelebilir:<br />
1) “Kafirlere, o kendisi sebebiyle Allah’ı uygun olmayan bir şekilde anacakları bir<br />
tarzda, muamelede bulunma” demek olup, bu manaya göre bu ifade, Yüce Allah’ın tıpkı, o<br />
müşriklerin “Allah’tan başka taptıklarına sövmeyiniz; eğer böyle yaparsanız, onlar da,<br />
bilmeksizin Allah’a söverler...” 362 âyeti gibi olmuş olur.<br />
2) Bu, Allah’ı, zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri ve hükümleri hususunda kendisine<br />
yakışmayan şeylerden takdis ve tenzih etmek demektir. Zatını, Yüce Allah’ın cevherlerden<br />
ve ilintilerden (arazlardan) mürekkeb olmadığı; sıfatlarını, muhdes, sonlu ve noksan<br />
olmadıkları; fiillerini de O’nun mutlak mâlik olduğu, işlediği hiçbir konuda kendisine itiraz<br />
edilemeyeceği hususunda takdis ve tenzih etmek.” 363<br />
Bir diğer âyette ise yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Rabbinin hükmüne kadar<br />
sabret; onların günah işleyen ve inkarcı olanlarına uyma. Rabbinin adını sabah akşam<br />
361 A’râf, 180.<br />
362 En’âm, 6/108.<br />
363 Bkz. er-Râzî, a.g.e., C.31, s. 123-124.<br />
78
an.” 364<br />
Elmalılı bu âyetle ilgli şunları söylemektedir: “Peygamber’e teheccüdün vacip<br />
olduğuna bir dikkat çekme olmakla beraber, Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabredilmesi<br />
emredilen müddetin uzun bir gece gibi geleceğine ve onun, Allah’ı <strong>tesbih</strong> edip noksan<br />
sıfatlardan uzak tutarak uyanık bir şekilde ibadet ve hazırlık ile geçirilmesi gerektiğine de<br />
işaret vardır.” 365<br />
Âyetteki “Rabbinin adını an” ise Yüce Allah’ın bu ifadelerinden, namaz değil,<br />
aksine sözlü ve itikadi açıdan olan <strong>tesbih</strong>, yani takdis ve tenzih kastedilmiştir ki maksadı<br />
da, kulun bütün vakitlerde, gece ve gündüz, kalbiyle ve diliyle Allah’ı zikretmesi<br />
(hatırlaması) gerektiğini bildirmektir. Bu Hak Teâlâ’nın, “Ey iman edenler Allah’ı çokça<br />
zikredin ve O’nu sabah akşam <strong>tesbih</strong> edin” 366 âyetiyle anlatılmak istenen manadır. 367<br />
Hz. Peyganber (a.s.v)’in <strong>tesbih</strong> ile ilgili bir çok hadisleri bulunmaktadır. Onlardan<br />
birkaçını burada aktarmak istiyoruz: “Allah’ım seni hamdinle tenzih ederim, senden başka<br />
ilah yoktur. Günahım için af delirim, rahmetini taleb ederim. Allahım ilmimi artır, bana<br />
hidâyet verdikten sonra kalbimi saptırma. Katından bana rahmet lütfet. Sen lütfedenlerin en<br />
cömerdisin.” 368<br />
Ebu Hureyrenin rivâyet ettiği bir hadisinde Resulallah (s.a.v): “Allah’ı <strong>tesbih</strong><br />
ederim, hamdler Allah’adır, Allah’tan başka ilah yoktur, Allah en büyüktür” demem bana<br />
üzerine güneşin doğduğu şeyden (dünyadaki her şeyden) daha sevgilidir.” 369 Her namazın<br />
arkasından yapılması gereken <strong>tesbih</strong>i de şu hadislerinde beyan etmektedir: “Her namazın<br />
arkasından kim 33 defa Allah’ı <strong>tesbih</strong> eder “subhanallah” der, 33 defa Allah’a hamd eder<br />
“alhamdülillah”, 33 defa Allah’ı tekbir eder “Allahu ekber” der ve “la ilahe ilallahu<br />
vahdehu la şerike leh …” sözü ile yüze tamamlarsa, günahları deniz köpüğü kadar dahi<br />
364 İnsan, 76/25-26.<br />
365 Elmalılı, a.g.e., C.8, s. 472.<br />
366 Ahzab, 33/41-42.<br />
367 er-Râzî, a.g.e., C.31, s. 124-125; eş-Şevkâni, a.g.e., C.5, s. 497.<br />
368 Ebû Dâvûd, “Edep”, 108.<br />
369 Müslim, “Zikir”, 32.<br />
79
olsa, onlar bağışlanır.” 370<br />
Resulullah (s.a.v)’in hadis kitaplarında haber verilen zikirlerini, dualarını,<br />
<strong>tesbih</strong>lerini, tehlillerini düşünecek olursak; gerçekten O’nun hayatının zikirle, dua ile,<br />
<strong>tesbih</strong> ve tehlil ile dolu olduğunu görürüz. O her zaman Allah’ı <strong>tesbih</strong> etmeyi bir görev<br />
bilmiş ve O’nun adı anılmadan yapılan işin noksan olduğunu kabul etmiştir.<br />
5. 4. Hayvanların Tesbihi<br />
Kur’ân’ın ifadesine göre hayvanlar da birer ümmettir. Âyette şöyle<br />
buyrulmakatdır: “Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi<br />
birer toplulukturlar. Kitap’da Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık; onlar sonra Rablerine<br />
toplanacaklardır.” 371<br />
Ferrâ şöyle demiştir: “Her çeşit canlı, başlı başına bir ümmettir. Nitekim Hz.<br />
Peygamber bir hadisinde, “Şâyet köpekler ümmetlerden bir ümmet olmasaydı, onların<br />
öldürülmelerini emrederdim” 372 buyurmuş, böylece de köpeklerin bir ümmet olduğunu<br />
beyan etmiştir.<br />
Râzî Nur suresinin 41. âyetini tefsir ederken şu uzun açıklamayı yapmaktadır:<br />
“Bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Biz, Allah Teâlâ’nın, kuşlara ve diğer haşerâta, akıllıların<br />
ekserisinin yapamayacağı fevkalâde kabiliyetler ilham etmiş olduğunu, verdiğini<br />
görmekteyiz. Durum böyle olunca, onlara, kendisini tanımalarını, kendisine dua ve<br />
<strong>tesbih</strong>atta bulunmalarını ilham etmiş olması niçin mümkün olmasın? Hak Teâlâ’nın,<br />
kuşlara ve haşerâta fevkalâde kabiliyetler ilham ettiğini şöyle izah ederiz:<br />
1) Allah Teâlâ’nın, onlara avlarını ele geçirme hususunda verdiği kabiliyetler.<br />
Meselâ örümceğin, sineği avlama hususundaki, o ince hilesini bir düşün. Nitekim şöyle<br />
denilir: Ayı, öküzün geçeceği yerde sırt üstü yatar. Öküz onu boynuzlamak istediğinde de,<br />
370 Müslim, “Salat”, 146.<br />
371 En’am, 6/38.<br />
372 Ebû Dâvûd, “Sayd”, 1.<br />
80
elleriyle boynuzlarından yapışır ve onu yere yıkıncaya, öldürünceye kadar ısırmaya başlar.<br />
Yine ayının taş atabildiği, sopa alıp insanlara vurabildiği, öldüğünü sandığı insanı bıraktığı,<br />
zaman zaman onu koklayıp, nefes alıp almadığını kontrol ettiği, kolay bir sıçrayışla ağaca<br />
çıktığı, bir eline ceviz koyup öbür eliyle vurarak kırdığı, sonra üfleyerek kabuklarını<br />
savurup, içini yediği anlatılmıştır. Yine farenin, hırsızlığı hususunda enteresan şeyler<br />
anlatılmıştır.<br />
2) Arının ve üstlendiği reislik (beylik, başkanlık) durumunun ve en üstün<br />
mühendislerin bile yapamadıkları şekilde, altıgen evler (Petek) yapışı.<br />
3) Turna kuşunun, kendisine en uygun havayı bulabilmek için, dünyanın bir<br />
ucundan, bir ucuna uçması. Yine denildiğine göre, her bir atın, karşılaştığı her atın sesini<br />
unutmayıp, tanıması da, bunların özelliğindendir. Yine köpeklerin, birbiri tarafından<br />
tanınan şekilde havladıkları rivâyet edilmiştir. Pars, su içtiğinde yahut “hânikü’l-fehd” adlı<br />
bitkinin suyunu içtiğinde, insanların süpürüntü ve çöplerini yediği rivâyet edilmiştir.<br />
Timsahlarda da, saksağan kuşu gibi kuşları beklemek için ağızlarını açtıkları ve o kuşların,<br />
timsahın diş aralarını temizlediği, o kuşların başında, dikenimsi şeylerin bulunduğu, timsah<br />
onu yutmaya yeltendiğinde, bu dikenimsi şeyin ona bu imkânı vermediği ve kuşun böylece,<br />
kolaylıkla (tehlikesizce) gittiği söylenmektedir. Yine kaplumbağanın, yılanı yedikten sonra,<br />
dağda biten kekik otundan yediği ve böylece onun tesirinden kurtulduğu rivâyet edilmiştir.<br />
4) Kirpi, rüzgar esmeden önce, kuzey ve güneyi tesbit eder, böylece de yuvasının,<br />
girişini (rüzgara göre) değiştirir. Kırlangıç da, çamurdan yuva yapıp, ağaç oyma hususunda<br />
gerçekten bir ustadır. Eğer çamura ihtiyacı olursa, toprağı kazar ve sonra kanatlarında<br />
taşıyabileceği kadar bir çamur yapabilmek için, o çamuru çorakta yuvarlar. Yavru<br />
yaptığında, yavrularının bakımını titizlikle yapar, onların pisliklerini gagasıyla alıp,<br />
yuvadan atar. Sonra da onlara bu pisliklerini, yuvanın bir tarafına yapmalarını öğretir. Avcı,<br />
kekliğin yavrularının olduğu tarafa yaklaştığında, keklik ona gözükür, peşine düşüp,<br />
yavrularının bulunduğu taraftan uzaklaşması için, ona yaklaşır ve neredeyse<br />
yakalanacakmış gibi his verir. Ağaçkakan, yeryüzüne nadiren konar. Genellikle ağaç<br />
81
üzerinde, içinde (ağaç) kurdu olduğunu bildiği yeri gagalar durur. Yine kuğular, uçarken<br />
gökte çok yükselirler. Eğer bir bulut, yahut sis onların birbirlerini görememelerine sebep<br />
olursa, o zaman, sanatlarından, birbirlerini duyup takip edebilecekleri bir ses çıkarırlar. Bir<br />
dağ başında uyuduklarında, başkanları hariç, hepsi başlarını kanatları altına sokarlar.<br />
Başkanları ise, başı açıkta uyur. Böylece bir bekçi vasifesi görür en hafif bir ses duysa,<br />
hemen uyanır. Karıncalar, son derece düzgün bir çizgi üzerinde, birbirlerini kontrol ederek,<br />
yuvalarına gitmektedirler. 373 Râzî’nin saydığı bütün bu örneklerden hayvanların, kendi<br />
çeşitlerine göre ümmet oldukları anlaşılmaktadır. Bunlar hareketleriyle, sesleriyle, hasılı<br />
yaşam biçimleriyle Allah’ı <strong>tesbih</strong> ederler.<br />
Ebu Hüreyre, karıncaların <strong>tesbih</strong>i ile ilgili olarak Hz. Peygamber (a.s.v)’den şu<br />
hadisi rivâyet etmiştir: “Peygamberlerden birini karınca ısırmış. O peygamber karıncaların<br />
bulunduğu yuvanın yakılmasını emredince Allah ona şöyle vahy etmiştir: Seni ısıran bir<br />
karınca yüzünden <strong>tesbih</strong> eden bir topluluğu yok ettin.” 374<br />
İbn Ömer (r.a.) diyor ki: “Resûlüllah (s.v.a) Efendimiz, kurbağa öldürmeyi<br />
yasakladı ve şöyle buyurdu: “Doğrusu onun vıraklaması <strong>tesbih</strong>tir.” 375<br />
İmam Beyhaki şöyle rivayet ediyor: “Hz. Peygamber (s.a.v.) hayvanların yüzlerine<br />
damganmasını ve vurmasını yasaklanmıştır. Çünkü o hayvanlar Yüce Allah’ı <strong>tesbih</strong> ve<br />
hamd ederler.” 376<br />
Hayvanlar lisân-ı hâlleriyle de <strong>tesbih</strong>te bulunmaktadırlar. Hayvanların yaratılış<br />
özellikleri, verilen görevi yerine getirmeleriyle düşünen bir toplum için Allah’ın varlığına<br />
delil teşkil etmektedir. Zira onları mükemmel şekilde yaratıp emrine boyun eğdiren Yüce<br />
Allah’tan başkası olamaz. Nitekim “Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl<br />
yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” 377<br />
373 er-Râzî, a.g.e., C.24, s. 11-12.<br />
374 İbn Mace, “Sayd”, 10.<br />
375 İbn Mâce “sayd”, 10.<br />
376 eş-ŞiRâzi, Nasır Mekarim, el-Emsal fi Tefsiri Kitabillahi'l-Münzel, Beyrut : Müessesetü’l-Ba’se, 1992,<br />
C.9, s. 14.<br />
377 Ğaşiye, 88/17-18.<br />
82
âyeti insanları düşünmeye çağırıp Allah’ın varlığına ve birliğine götürmeye çalışmaktadır<br />
ki bu mecazî <strong>tesbih</strong>i ifade etmektedir.<br />
Neticede <strong>tesbih</strong> ve ibadet sınırsız çeşitleriyle her şeyde vardır. Fakat her şeyin<br />
kendi <strong>tesbih</strong>lerinin ve ibadetlerinin bütün yönlerini bilip hissetmesi gerekmez. Çünkü bir<br />
şeyin olması, kalbin hazır olması gerektirmez. Şu halde bütün çeşitleriyle hayvanlar da<br />
bütün hareket ve sükûnlarıyla, Allah’ın nizamına boyun eğmeleriyle ve lisân-ı hâlleriyle<br />
Allah’ı <strong>tesbih</strong> edip yüceltmektedir. 378<br />
5. 4. 1. Kuşların <strong>tesbih</strong>i<br />
Kuşların öyle özellikleri vardır ki, onları incelediğimiz zaman hem akıllara<br />
durgunluk verir, hem de Yüce Allah’ın yüksek kudretinin onlardan yana tecellisini yansıtır.<br />
Bir kısmını şöyle özetleyip maddeleştirebiliriz :<br />
1) Uçan kuşların vücutlarının hemen her parçası ve bölümü uçuşa uygun ve<br />
yardımcı ölçüde yaratılmıştır. Şöyle ki: Vücut boşluklarında ve uzun kemiklerinde<br />
akciğerle bağlantılı hava torbacıkları vardır. Göğüs kasları geminin ön kısmını andırır<br />
şekildedir ve vücudun önemli kısmını meydana getirir. Kanat tüyleri, kanatlar kapandığı<br />
zaman havanın süzülebileceği delikler ve aralıklar bırakmayacak şekilde üst üste biner.<br />
Kanatlarını açıp çırptığı zaman hava tüylerin arasından kayar ve öne doğru süratlenmesini<br />
sağlar.<br />
2) Yağışlı havada ıslanmamaları için vücutları çok ince yağ salgılar da o sayede<br />
tüyleri kaygan hale gelir.<br />
3) Vücutlarındaki ve uzun kemiklerindeki hava torbacıkları sayesinde hem<br />
uçmaları sağlanır, hem de yeterli oksijen aldıkları için terlemezler. Böylece çok uzun<br />
yolculuklarında su içmeden yollarına devam edebilirler.<br />
378 Ulutürk, Veli, Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, İzmir: Çağlayan Yay, 1995, s. 70.<br />
83
4) Gözleri çok keskindir. Yerdeki taneyi, havada uçuşan sineği uzaktan fark<br />
edebilirler.<br />
5) Göç mevsiminde bir kısmı binlerce kilometre yol katederek, okyanusları<br />
aşarlar. Nereye göç etmeleri gerekiyorsa bir yanlışlığa meydan vermeden oraya doğru yol<br />
alırlar.<br />
6) Nesillerini devam ettirmede büyük ustalık gösterirler. Yuva yapma ve yer<br />
seçmedeki maharetleri harikadır.<br />
7) Her kuş kendi türüyle yaşar ve onlarla gruplar halinde hayatını sürdürür.<br />
8) Her kuş yine kendi türünün özelliğine göre hareket sağlar, ses çıkarır ve bağlı<br />
bulunduğu grupla haberleşir.” 379<br />
Yüce Allah’ın kudretini ispat eden delillerden bir tanesi, O’nun yarattığı bütün<br />
varlıklarına konuşma yeteneği vermesidir. Hiçbir mahluk yoktur ki onun konuşma veya<br />
kelamı olmasın. Bunu, şu âyette görmekteyiz: “Derilerine: “Aleyhimize niçin şahidlik<br />
ettiniz?” derler. “Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi önce yaratan O’dur ve<br />
O’na döndürülüyorsunuz” cevabını verirler.” 380 Kur’ân-ı Kerim bizlere karıncanın, arının<br />
ve kuşların dilinden haber vermektedir. Bunun dışında dağların ve diğer cemadatın dilinden<br />
de bahs etmektedir ki, bu Yüce Allah’ı <strong>tesbih</strong> faaliyeti olmaktadır. Tesbih faaliyeti bahs<br />
edeceğimiz gibi konuşma, hareket ve seslerden oluşmaktadır. 381<br />
Yüce Allah Hz. Süleyman’a kuşların konuşma dilini öğretmiş ve bu üstün ilim<br />
sayesinde ordusunda kuşlardan oluşan bir bölük kurmasını sağlamıştır. Hz. Süleyman bu<br />
vesileyle kuşlarla bağlantı kurmuş, onlara dilediği şekilde hükmedebilmiştir. Bu durum<br />
tümüyle Allah’ın Hz. Süleyman’a olan rahmetinin bir sonucudur. Bunun farkında olan<br />
Süleyman Peygamber, halkına yaptığı açıklamada bu ilmi kendisine Allah’ın öğrettiğini<br />
379 Yıldırım, Celal, a.g.e., C.8, s. 4239-4240<br />
380 Fussilet, 41/21.<br />
381 İbrahim, a.g.e., s. 118.<br />
84
özellikle belirtmiştir. Bu ilmin kendisine ait bir özellik olmadığını ve insanın sadece<br />
Allah’ın öğretmesiyle böyle bir ilme sahip olabileceğini vurgulamıştır. Böylece Allah’a<br />
karşı olan teslimiyetini ve muhtaçlığını açıkça ifade etmiştir: “Süleyman Davud’a varis<br />
oldu: “Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize herşeyden bolca verildi. Doğrusu bu<br />
apaçık bir lütuftur” dedi.” 382 Yine karınca vadisinde Hz. Süleyman (a.s), bir karıncanın:<br />
“Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman’ın ordusu farkına varmadan sizi ezmesin”<br />
dedi.” 383 deyişini anlar, güler ve Rabbına şükreder.<br />
Mukatil bu âyet-i kerime hakkında şöyle demektedir: “Bir gün Süleyman (a.s)<br />
oturur iken yanında belli bir şeyin etrafında dönen bir kuş geçti. Yanında bulunanlara: Bu<br />
kuşun ne dediklerini biliyor musunuz? Bu kuş bana şunları söyledi: Ey saltanat sahibi<br />
hükümdar ve ey Israiloğullarının peygamberi selam sana! Yüce Allah sana ikramda<br />
bulunmuştur. Seni düşmanlarına karşı muzaffer kılmıştır. Ben şimdi yavrularımın yanına<br />
gideceğim, ikinci bir defa sana geleceğim. O biraz sonra bize ikinci defa gelecek derken<br />
kuş döndü, Süleyman (a.s) dedi ki: Bu kuş şöyle diyor: Ey saltanat sahibi hükümdar selam<br />
sana. Eğer izin verirsen ben yavrularım için bir şeyler kazanayım taki yetişsinler, sonra<br />
senin yanına geleyim o vakit bana istediğini yap. Süleyman onlara kuşun söylediklerini<br />
bildirdi, ondan sonra da ona izin verdi, kuş da gitti.” 384<br />
Ferkad es-Sebehî dedi ki: “Süleyman bir ağacın üzerinde kafasını oynatan,<br />
kuyruğunu hareket ettiren bir bülbülün yanından geçiyordu. Arkadaşlarına; bu bülbülün ne<br />
dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır ey Allah’ın peygamberi dediler.<br />
Süleyman (a.s) dedi ki: Bu bülbül şöyle diyor: Ben bir meyvenin yarısını yedim. Artık<br />
bundan sonra dünya umurumda değil. Yine bir ağacın üstünde bir hüdhüd kuşu gördü,<br />
küçük bir çocuk da ona bir tuzak kurmuştu. Süleyman: Ey hüdhüd dikkat et dedi, kuş: Ey<br />
Allah’ın peygamberi bu akılsız bir çocuktur, ben de onunla dalga geçiyorum, dedi. Daha<br />
sonra Süleyman geri döndüğünde kuşun çocuğun tuzağına yakalanmış olduğunu ve<br />
382 Neml, 27/16.<br />
383 Neml, 27/18.<br />
384 el-Munâvî, Zeynüddin Muhammed Abdürrauf b. Ali, thk. Hamdi Danış Muhammed, Feyzü’l-Kadîr,<br />
Mekke: Mektebetu Nizar Mustafa el-Baz, 1998, C.1, s. 380<br />
85
çocuğun elinde bulunduğunu gördü. Ey hüdhüd bu da ne? dedi. Hüdhüd: Ey Allah’ın<br />
peygamberi ben o tuzağı göremedim ve nihâyet ona düştüm dedi. Süleyman: Yazık sana,<br />
sen yerin altındaki suyu görüyorsun da sana kurulan tuzağı görmüyor musun? Hüdhüd dedi<br />
ki; Ey Allah’ın peygamberi tedbirin takdire karşı faydası yoktur.” 385<br />
Yüce Allah Ku’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Göklerde ve yerde olan<br />
kimselerin, sıra sıra uçan kuşların Allah’ı <strong>tesbih</strong> ettiğini görmez misin? Her biri kendi niyaz<br />
ve <strong>tesbih</strong>ini bilir. Allah, onların yaptıklarını bilendir.” 386<br />
Yüce Allah bu âyet-i Kerimede göklerde ve yerde olanların <strong>tesbih</strong> ettiklerini<br />
belirtirken özellikle dikkatimizi kanatlarının çırparak uçan kuşlara çekmektedir. Allah bu<br />
misalle bize mesaj vermektedir. Zira kuşların boşlukta uçmaları düşünen için ibret verici bir<br />
durumdur. Nitekim Yüce Allah başka bir âyette de havada kanat çırparak uçan kuşları<br />
kendisinden başka kimsenin tutmadığını 387 belirterek mesajını da vermiş olmaktadır.<br />
Râzî âyetteki <strong>tesbih</strong> ile, ya bütün varlıkların, Yüce Allah’ın noksanlardan<br />
münezzeh olduğuna ve kemâl sıfatlarına sahip olduğuna delil oluşu, yahut onların bizzat<br />
dilleriyle konuşup <strong>tesbih</strong> ettikleri, yahut da bazıları hakkında tenzih, bazıları hakkında da<br />
lisânen konuşma manası kastedilmiş olduğunu söylemektedir. 388<br />
Süleyman Ateş’e göre her şey Allah’ın verdiği içgüdü ile ve ilham ile görevini<br />
yapar, kendisindeki içgüdü ile Allah’a yönelir. Dolayısıyla her varlığın, Allah’ın kendisine<br />
yüklediği görevini yapması Allah’ı <strong>tesbih</strong> sayılır. 389<br />
Ebu Sâbit’ten şu rivâyet edilmiştir: “Muhammed b. Cafer el-Bakır (r.a)’ın yanında<br />
oturuyordum. O bana, “Güneş doğarken ve batarken, şu serçelerin ne dediklerini biliyor<br />
385 A.g.e., C.1, s. 380<br />
386 Nur, 24/41.<br />
387 “Onlar, üstlerinde kanat çırparak uçan kuşlara hiç bakmazlar mı? Onları havada tutan yalnızca<br />
Rahmân’dır: Gerçek şu ki O, her şeyi gözetiminde bulundurur.” (Mülk, 67/19).<br />
388 er-Râzî, a.g.e., C.24, s. 10.<br />
389 Ateş, Yüce Kur’ânın Çağdaş Tefsiri, C.6, s. 200-201.<br />
86
musun?” dedi. Ben de, “Hayır” dedim. O, “Bunlar, Rablerini <strong>tesbih</strong> ve takdis ediyor ve o<br />
günkü rızıklarını istiyorlar” dedi.” 390<br />
Şüphesiz Yüce Allah hiçbir mahluku boşuna yaratmadığı gibi, başı boş da<br />
bırakmamıştır. Ne için yaratılmışlarsa o maksada uygun cihazlarla donatılmış ve o gayeye<br />
yöneltilmişlerdir. Bu itibarla yumurtadan çıkan ördek yavrusu hemen suda yüzüyor, kuş<br />
yavrusu kanatlarını uçmaya hazır bulup uçuyor, arı bal yapıyor, inek süt veriyor…<br />
Demek ki yüce Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmamış, başı boş bırakmamış ve her<br />
şeye ifa edecekleri fonksiyona göre yollarını göstermiştir. Bütün hayvanlar yuvasını<br />
yapmayı, rızkını arayıp bulmayı, neslini kurumayı vb biliyor.<br />
Bir diğer âyette ise: “Doğrusu Biz, akşam sabah onunla beraber <strong>tesbih</strong> eden<br />
dağları, kuşları da toplu halde onun buyruğu altına vermiştik. Her biri ona<br />
yönelmekteydi.” 391 İbn Abbas bu âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: “Dâvûd (a.s) <strong>tesbih</strong> etti<br />
mi dağlar ona cevab verir. Kuşlar onun etrafında toplanır ve onunla birlikte <strong>tesbih</strong> ederlerdi.<br />
İşte kuşların onun yakında toplanmaları, onların haşredilmeleri (toplanıp gelmeleri)dir.<br />
Buna göre anlam şöyle olur: Biz kuşları onunla birlikte <strong>tesbih</strong> etmeleri için onun etrafında<br />
topluca bir araya gelmelerini sağlayarak müsahhar kıldık.” 392<br />
Hz. Davud (a.s)’ın güzel ve tatlı bir sesi vardı. O Allah’ı <strong>tesbih</strong> ettiğinde dağlar<br />
onun güzel sesini yankılandırıyor, kuşlar da çevresine toplanıyor onunla beraber <strong>tesbih</strong><br />
ediyorlardı. Onun sesi ile ilgili olarak şöyle rivâyet edilmiştir: Ebu Musa el-Eşari (r.a)<br />
Kur’ân okurken oradan geçen Peygamber (s.a.v.) ayakta durup uzun bir süre onu dinlemiş<br />
ve o Kur’ân okumayı bitirdiğinde: “Bu adama Davud’un güzel sesinden bir parça verilmiş”<br />
393 demiştir.<br />
390 er-Râzî, a.g.e., C.24, s. 10.<br />
391 Sad, 38/18-19.<br />
392 el-Kurtubî, a.g.e., C.15, s. 161.<br />
393 el-Mevdûdî, a.g.e., C.3, s. 288-289.<br />
87
“Davud ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm<br />
veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahiddik. Süleyman’a bu meselenin hükmünü<br />
bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik. Davud ile beraber <strong>tesbih</strong> etsinler diye dağları<br />
ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları Biz yapmıştık.” 394<br />
Kuşların toplu halde Dâvud Peygamber’e boyun eğmesini ile ilgli olarak şu<br />
yorumlar yapıldığını görülmektedir:<br />
1) Dâvud Peygamber (a.s.) insanların kalbine kuş sevgisi aşılayarak onların<br />
korunmasını sağlamış, o kadar ki kuşlar insanlardan ürkmez olmuşlardı.<br />
2) Dâvud Peygamber kendisine verilen yüksek keramet veya mu’cizeyle, kuşların<br />
-ilâhî sünnet gereği- <strong>tesbih</strong>lerini anlıyor ve özellikle ibâdet için sabah ve akşam gibi iki<br />
faziletli vakitte, diğer bir anlatımla, sabahleyin kuşlar etrafa yayılırken, akşam vakti de<br />
yuvalarına dönerken Dâvud (a.s.) onların zikir ve <strong>tesbih</strong>ine gönül kulağını verip Hakk’ı<br />
tenzîh ediyor, O’nu anıp hamdu senada bulunuyordu.<br />
3) Güçlü ordusuyla dağları, ovaları aşıp uçan kuşlarla yarış edercesine bir saltanat<br />
kurduğu da düşünülebilir. 395<br />
İmam Sadık bu komu ile ilgli olarak şöyle demiş: “Karada ve denizde hiçbir<br />
avlanan her hangi bir kuş veya yabani hayvan yoktur ki kendi dilince Yüce Allah’ı <strong>tesbih</strong><br />
etmiş olmasın.” 396<br />
Konu ile ilgili olarak bir diğer rivayet ise şudur: İmam Bakir anlatıyor : “Bir gün<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.) serçenin sesini işitince, Ebu Hamzeti Semalî’ye dedi ki: “ O kuşlar<br />
Yüce Allah’ı <strong>tesbih</strong> ediyor ve günlük rızıklarını arıyorlar.” 397<br />
394 Enbiya, 21/78-79.<br />
395 Yıldırım, Celal, a.g.e., C.10, s. 5157-5158.<br />
396 eş-ŞiRâzi, a.g.e., C.9, s. 14.<br />
397 A.g.e., s. 14.<br />
88
Sonuç itibariyle zikredilen bütün âyetler, hadisler ve müfessirlerin yorumlarından<br />
anlaşıldığı üzere kuşların havada yol alırken kanat çarpışı <strong>tesbih</strong>tir. İster bu <strong>tesbih</strong> seslerle<br />
yapılmış olsun ister hareketiyle, önemli olan bu kuşların Yüce Allah’ı her zaman zikretip<br />
O’nu <strong>tesbih</strong> etmeleridir.<br />
6. CANSIZ VARLIKLARIN TESBİHİ<br />
Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda cansız varlıkların adeta konuşturulduğunu, onlara<br />
canlılık atfedildiğini görürüz. Tabiat dediğimiz bütün varlık ve hatta cansızlar bile O’na<br />
aynı Yaratıcı’nın emirlerine boyun eğen, fıtrî vazifelerini yerine getiren itaatli askerler gibi<br />
görünür: Çünkü “İnananların, imanlarını kat kat artırmaları için, kalblerine güven indiren<br />
O’dur. Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah’ındır. Allah bilendir, Hakim olandır.” 398 Evet,<br />
cansız tabiat dediğimiz eşya Kur’ân’da adeta canlı gibi karşımıza çıkmaktadır. Yüce Allah<br />
onlara hitap eder. Allah kâinat yaratılışında “Yeryüzüne üstünden ağır baskılar (dağlar)<br />
yerleştirdi, onu bereketli kıldı; arayıp soranlar için gıdalarını tam (toplam) dört gün içinde<br />
yetiştirmesi kanununu koydu (takdir etti). Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona<br />
ve yeryüzüne: “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin” dedi. İkisi de: “İsteyerek<br />
geldik” dediler.” 399 âyetinde belirtildiği gibi cansız eşyayı belli kanunlar çerçevesinde<br />
yönlendirip hedefini tayin etmiştir. Bu ve benzeri âyetlerdeki hitabın temsilî olduğunu,<br />
gerçekte cansızların böyle bir konuşmaları ve cevap vermeleri bulunmadığını ileri sürenlere<br />
göre de, bu cansızlar âlemi yaratılışlarından beri lisânı-ı hâl ile Allah’ın emirlerine tam bir<br />
itaatle boyun eğmektedir. Yani cansız dediğimiz eşya niçin yaratılmışlarsa hiç sapmadan o<br />
gayeye hizmet ediyorlar. Mesela, <strong>tesbih</strong>in kelime anlamı olan, yıldızların yörüngelerinde<br />
hiç sapmadan hareket etmeleri ilahi kanuna boyun eğmelerinin bir sonucudur. İşte bu<br />
durum evrensel bir <strong>tesbih</strong> faaliyetidir.<br />
Tabiata baktığımızda eşyanın cansız olduğunu söylesek de hareketsiz olduğunu<br />
söylememiz mümkün değildir. Zira bunun böyle olduğunu modern bilim ispat etmiştir.<br />
Daha yakın zamana kadar cansız dediğimiz tabiatın hareketsiz, donuk olduğu sanılırdı. Bu<br />
398 Fetih, 48/4.<br />
399 Fussilet, 41/11-12.<br />
89
gün maddenin en küçük parçası olan atomun çekirdeği etrafından saniyede 2.000 km. hızla<br />
döndüğü söylenmektedir 400 ki bu gerçekten enteresan, esrarengiz bir durum arz etmektedir.<br />
Demek ki her şey, canlı olmasa da hareket halindedir. Demek ki her şey belli bir nizam<br />
çerçevesinde hareket etmekte ve bu durumuyla da Allah’ı <strong>tesbih</strong> etmiş olmaktadırlar.<br />
Tabiat gerçekten o kadar mükemmel örülmüş ve o kadar düzenli çalışmaktadır ki,<br />
bu durum Allah’ın Yüce kudretinin eseri olarak Kur’ân-ı Kerimde pek çok yerde dile<br />
getirilmiştir. 401 Dev bir makine gibi olan bu kâinat içindeki tüm sebeplilik süreçleriyle<br />
birlikte kendi yapıcısının temel işareti (âyeti) ve varlığının delilidir. 402 İşte bazı âyetlere<br />
dayanarak cansız varlıkların <strong>tesbih</strong>lerini, onların boyun eğmelerinin mahiyetini açıklamaya<br />
çalışacağız.<br />
6. 1. Güneş, Ay ve Yıldızların Tesbihi<br />
Kur’ân’ın indiği dönemin uzay ve kâinât bilgisi gereğince Kur’ân “gökler”<br />
demiştir. Fakat “gökyüzü” dendiği zaman, nerde başlayıp nerde bittiği bilinmeyen, uçsuz<br />
bucaksız bir uzay akla gelmektedir. Bu uzay, yıldızları, gezegenleri ve galaksileri ve<br />
galaksi kümelerini içermektedir. Astronomi bilgisinin oldukça sınırlı olduğu miladi 7.<br />
yüzyıl insanları açısından “gökler ve yeryüzü”, üzerinde yaşadığımız bu dünya ile onun<br />
göğünü temsil etmektedir. Halbuki “gökler”, bütün uzay ve içindeki yıldızları ve<br />
gezegenleri, yani kâinâtı kapsayan bir terimdir. “Arz” ise, üzerinde yaşadığımız dünyadır.<br />
400 Karaman, ve Dğr, a.g.e., C.3, s. 423; Ateş, Yüce Kur’ânın Çağdaş Tefsiri, C.5, s. 219-220.<br />
401 “Dağları yerinde donmuş gibi durur görürsün, oysa onlar bulutlar gibi geçerler. Bu her şeyi sağlam tutan<br />
Allah’ın işidir. Doğrusu O, yaptıklarınızdan haberdardır!” (Neml, 27/88); “O her şeyden öncedir; kendisinden<br />
sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı son’dur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi<br />
bilir. Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve<br />
oraya yükseleni bilen O’dur. Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (Mülk,<br />
67/3-4); “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiblerine<br />
şüphesiz deliller vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin<br />
yaratılışını düşünürler: “Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından<br />
koru!” (Al-i İmrân, 3/190-191); “Gökleri, gördüğünüz gibi, direksiz yükselten, sonra arşa hükmeden, her biri<br />
belli bir süreye kadar hareket edecek olan Güneş ve Ay’ı buyruğu altına alan, işleri yürüten, ayetleri uzun<br />
uzun açıklayan Allah’tır; ola ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanırsınız.” (R’ad, 13/2)<br />
402 Fazlu Rahman, Ana Konularıya Kur’ân, trc. Alparslan Açıkgenç, Ankara: Ankara Okulu Yay, 1998, s.<br />
117.<br />
90
Yüce Allah bizlere bu uzayda var olan güneşin, ayın ve yıldızların <strong>tesbih</strong> ettiklerini haber<br />
vermektedir:<br />
“Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya<br />
istemeyerek buyruğuma gelin” dedi. İkisi de: “İsteyerek geldik” dediler..” 403<br />
Kurtubî’nin dediği gibi bu âyet, “evrenin Allah’ın koyduğu kanunlara boyun<br />
eğişini çok çarpıcı bir ifade ile ima etmektedir. Bu evren gerçeğinin yaratıcısına bağlılığını<br />
vurgulamaktadır. Bu bağlılık onun sözlerine ve iradesine uymak ve teslim olmak şeklinde<br />
kendini göstermektedir.” 404 Bunun dışında kâinâtın yaratılışının ilk başlangıcına ve Allah’a<br />
olan itaatine işaret etmektedir. Fakat göklerin ve yerin Allah’ın emrine “isteyerek geldik”<br />
demiş olmaları bir kere olmuş bitmiş bir iş değildir, bu teslimiyet o günden bugüne<br />
süregelmekte olup, kıyamete kadar da devam edecektir.<br />
Bu âyetin daha iyi anlaşılması için bilim adamlarının keşf ettiklerine başvurmamız<br />
daha uygun olacaktır.<br />
Bugünkü ilmî verilere göre “bu evrende en az 100 milyar galaksi bulunmaktadır.<br />
Bu galaksilerden biri Samanyolu’dur. Güneş de Samanyolu’ndaki 200 milyar yıldızdan<br />
biridir. Her yıldızın ayrı gezegenleri ve uyduları olup bir galakside trilyonlarca gökküre<br />
bulunmaktadır. Bilindiği üzere evrende her şey hareket halindedir, hiçbir şey belli bir yerde<br />
durmaz. Gerçekte dünya (ve onunla birlikte güneş sistemi) her yıl, bir önceki yılda<br />
bulunduğu yerden 500 milyon km uzakta bulunur ve uzayın sonsuzluğunda dolaşır<br />
durur.” 405 “Güneş, samanyolunu oluşturan 200 milyar yıldızdan biridir. Çapı 1.393.000<br />
km’dir. Dünyamızdan 325.500 defa daha büyük bir kütle olan ve her gün kendini yakan bu<br />
muazzam gaz fırını, saniyede 500-600 milyon ton hidrojeni, helyuma dönüştürür. Bir başka<br />
403 Fussilet, 41/11.<br />
404 Kutup, a.g.e., C.9, s. 20.<br />
405 Bkz. Deniz, M. Akif, “Hayat ve Enerji Kaynağımız: Güneş”, Teknobilim,<br />
http://www.ilkadimdergisi.com/171/teknobilim-akifdeniz.htm.<br />
91
deyişle, burada her saniyede binlerce hidrojen bombası patlar ve hidrojen atomları helyuma<br />
dönüşür. Bu sırada kaybolan kütle enerjiye dönüşür. İşte bu enerji, yeryüzünde yaşayan<br />
bütün canlıların hayatları için ihtiyaç duyduğu enerjidir. İbrahim Suresinin 32-33 âyetinde:<br />
“Gökleri ve yeri yaratan, yukardan indirdiği su ile rızık olarak ürünler yetiştiren, emri<br />
gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli yörüngelerinde yürüyen ay ve<br />
güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah’tır.” buyurulmaktadır.” 406<br />
“Güneşin birinci hareketi kendi ekseni etrafında dönüşüdür. 7 derece 11 saniye<br />
eğik bir eksen çevresindeki bu dönüşünü yaklaşık 25 günde tamamlar. İkinci hareketi,<br />
bütün gezegenleri ve uyduları ile birliktedir. Bu dönüş, Samanyolu merkezi etrafında olup<br />
saniyedeki hızı 270 km.dir ve bu dönüşü 250 yılda tamamlar. Üçüncü hareketi, Samanyolu<br />
ile birlikte yaptığı harekettir. Samanyolu 100-125.000 ışık yılı çapında bir galaksidir. İşte<br />
bu yıldızlar uydular topluluğu beraber dönmektedirler.” 407<br />
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır: “Ve [görmüyorlar ki,] geceyi<br />
ve gündüzü, güneşi ve ayı hepsi de uzayda dolaşan (o gök cisimlerini) yaratan O’dur!” 408<br />
Râzî, yıldızların hareketi konusunda çeşitli görüşleri belirttikten sonra “felek sakin<br />
olur, kendisindeki yıldız ise, tıpkı durgun sudaki balığın hareketi gibi hareket eder”<br />
görüşünün daha doğru olduğunu söylemektedir. 409<br />
Elmalılı bu âyetle iligili olarak şunu söylemektedir: “Güneş, ay ve yıldızlar<br />
takdirinde olmasıdır ki, güneş ile ayın yanında yıldızlar hazfedilmiş sonra da, hepsi<br />
anlamında olan “küllün” sözcüğü ve çoğul siğası olan “yesbehûn” ile hepsine işaret<br />
olunmuş demektir.” 410<br />
Gerçekten de yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında, hem de bağlı<br />
bulundukları sistemle birlikte dönmekte, evren bir fabrikanın dişlileri gibi düzenli<br />
406 Bkz. a.g.e., http://www.ilkadimdergisi.com/171/teknobilim-akifdeniz.htm.<br />
407 Bkz. a.g.e., http://www.ilkadimdergisi.com/171/teknobilim-akifdeniz.htm.<br />
408 Enbiya, 21/33.<br />
409 er-Râzî, a.g.e., C.22, s. 145.<br />
410 Elmalılı, a.g.e., C.5, s. 451.<br />
92
çalışmaktadır. Evrendeki yörüngeler sadece bazı gök cisimlerinin hareketi değildir. Güneş<br />
sistemimiz hatta diğer galaksiler, başka merkezler etrafında büyük bir hareketlilik<br />
gösterirler. Dünya ve onunla birlikte Güneş Sistemi her yıl, bir önceki yerinden 500 milyon<br />
kilometre uzakta bulunur. Gök cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile<br />
sistemi altüst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. 411<br />
“Ve güneş[te de onlar için bir işaret vardır]: o, kendine ait bir yörüngede akıp<br />
gider.” 412 Seyyid Kutubun dediği gibi daha önce güneşin sabit bir yerde kendi ekseni<br />
etrafında döndüğü zannedilirdi. Ancak sonra güneşin yerinde sabit olmadığı, aksine<br />
hareket etmekte olduğu ortaya çıktı. Uzay boşluğunda, astronomların hesabına göre<br />
saniyede on iki millik bir hızla, bir yöne doğru akıp gitmektedir. Güneşi, onun yol alışını ve<br />
varacağı yeri çok iyi bilen yüce Rabb’i diyor ki: Güneş bir yere doğru yol alıp gitmektedir.<br />
Güneşin ulaşacağı bu durağı ancak kendisi bilir. Kendisinden başka hiçbir kimse<br />
bilemez. 413<br />
İbn Kesîr, “o, kendine ait bir yörüngede akıp gider” ifadesinin anlamı ile ilgili şu<br />
iki görüşü zikretmektedir: Biri, “karar kılacağı yer”dir. Bu yer de arzdan sonra gelen Arş’ın<br />
altıdır. Zira, Hz. Peygamber (s.a.v.) Ebu Zerr’e (r.a.) şöyle demiştir: “Ey Ebâ Zer! Biliyor<br />
musun güneş nerede batar?” Ebu Zer: “Allah ve Rasûlu daha iyi bilir” demiş, Rasulullah<br />
(s.a.v) de “O Arş’ın altında secde edinceye kadar gider buyurmuştur. 414 İkincisi,<br />
Müstekarr’dan maksat, güneşin hareketinin son bulacağı kıyamet günüdür. O gün seyri<br />
bozulur, hareketi durur, dürülür ve bu âlem sona erer. Onun ne durması ne sükûnu vardır.<br />
Bilakis o hiç durmadan ve ara vermeden gece gündüz yürür. 415<br />
411 Bkz. http://www.sevde.de/KuranBilim/kuran_ve_bilim.ht<br />
412 Yasin, 36/38.<br />
413 Kutup, a.g.e., c.8, s. 473.<br />
414 el- Buhârî, “Tefsir”, 36.<br />
415 İbn Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azim, C.3, s. 754.<br />
93
Astronomların hesaplarına göre güneş, içinde bulunduğu galaksinin hareketi<br />
nedeniyle, Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı’na doğru saatte<br />
720.000 km.’lik bir hızla yolculuk etmektedir. (Bu, kaba bir hesapla güneşin günde<br />
720.000x24=17.280.000 km. yol katettiğini gösterir. Tabi ona bağlı olan dünyamızın<br />
da...) 416<br />
“Ve ay[da da bir işaret vardır ki] Biz onu, kuru ve eğik bir hurma dalını andırır<br />
hale gelinceye kadar çeşitli safhalardan geçirdik. Ne güneş aya erişebilir, ne de gece<br />
gündüzü yok edebilir, çünkü hepsi uzayda [yasalarımız doğrultusunda] hareket ederler.” 417<br />
“Bu âyette geçen “el-Urcûn” kelimesi, hurma salkımının sapına denir. “el-Kadim”<br />
de eski demektir. Hurmanın sapı eskidikçe incelir, eğrilir ve sararır. İşte ay sonunda, tıpkı<br />
eski hurma sapı gibi ince, eğri, sarımtırak bir görünüm alır. Bu benzetme hilâlin ilk ve son<br />
şeklini göstermekle kalmıyor, aynı zamanda Ayın, yörüngesinde geçerken Dünya<br />
çevresinde bir ayda dolandığı yolun biçimini de göstermiş oluyor. Ayın yolu tam dairesel<br />
olmayıp bir tarafı konkav bir eğrilik arz eder.” 418<br />
Kurtubîye göre ayın yirmi sekiz konağı vardır. Bu konakların ismi şöyledir:<br />
Şeretan, butayn, süreyya, deberan, hek’a, hena, zira, tarf, cebhe, haratan, sarfe, avva, simak,<br />
gafr, zubbaneyan, iklil, kalb, şevle, neaim, beledde, sa’d ez-zabih, sad’bula, u’s-dussuut,<br />
sa’du’l-ahbiye, el-ferğu’l-mukaddem, el-ferğu’l-muahhar, batnu’l-hut. 419 Ay, saydığımız bu<br />
konakların sonuna geldikten sonra baştakine dönmektedir. Yörüngesini yirmi sekiz gecede<br />
tamamlamaktadır. Sonra bu görünmez olur, sonra tekrar hilal olarak doğar ve yörüngesinde<br />
konakları kat etmeye yeniden başlamaktadır. 420 İşte ay böyle oluşmaktadır. Ayın<br />
oluşumunda geçirdiği bu safhalar, bu hareketler onun Yüce Allah’ı <strong>tesbih</strong> etmesidir.<br />
416 Bkz: http://www.sevde.de/KuranBilim/kuran_ve_bilim.ht<br />
417 Yasin, 36/39-40.<br />
418 Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, C.7, s. 348.<br />
419 el-Kurtubî, a.g.e., C.15, s. 29-30.<br />
420 A.g.e., C.15, s. 29-30.<br />
94
Bu hususta diğer bir âyette de şöyle: “Yerde ve göklerdeki kimseler de, gölgeleri<br />
de, sabah akşam, ister istemez Allah'a secde ederler.” 421<br />
Râzî bu âyetle ilgili olarak şunları söylemektedir: Burada bahsedilen “secde’nin<br />
manası hususunda iki görüş vardır:<br />
Birinci Görüş: Bu “secde”den murad, alnı yere koyma manasındaki secdedir. Bu<br />
manaya göre, âyetin iki izahı vardır:<br />
a) Bu, her ne kadar umûmî bir ifâde ise de, bundan murad hususî (belli)<br />
varlıklardır. Onlar da mü’minlerdir. Çünkü bazı mü’minler, Allah’a kolaylıkla ve arzu ile<br />
secde ederler. Bazı müslümanlar ise, bu kendilerine ağır geldiği için, Allah’a kerhen<br />
(zorlanarak) secde ederler. Onlar kendilerini, nefisleri istese de istemese de, bu ibadetleri<br />
yerine getirmeye zorlarlar.<br />
b) Bu ifâde umûmîdir ve bundan kastedilen mana da umûmîdir. Buna göre, âyette<br />
bir müşkil söz konusudur. Çünkü göklerde ve yerde olan her şey, Allah’a secde etmez.<br />
Aksine melekler ile cin ve insanlardan mü’min olanlar Allah’a secde ederler. Kâfirler ise<br />
secde etmezler.<br />
Buna iki şekilde cevap verilebilir:<br />
1) “Göklerde ve yerde kim varsa onlar da Allah’a secde ederler”; yani, “Göklerde<br />
ve yerde olan her canlının Allah’a secde etmesi gerekir” demektir. Böylece gereklilik<br />
(vücûb) olma ve meydana gelme ile ifâde edilmiştir.<br />
2) Secdeden murad, ta’zîm ve kulluğu itiraftır. Allah’ın Lokman suresinin 25<br />
âyetinde “Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kimin yarattığını sorarsan, muhakkak “Allah”<br />
derler” buyurduğu gibi, göklerde ve yerde bulunan her canlı, Allah’a kulluğu itiraf eder.<br />
421 R’ad, 13/15.<br />
95
İkinci Görüş: Secde, inkıyâd etmek, boyun eğmek ve başkaldırmamak<br />
anlamındadır. Bu manaya göre, göklerde ve yerde olan her canlı, Allah’a secde ediyor,<br />
demektir. Çünkü O’nun, kudret ve meşieti, herkes hakkında geçerlidir. 422<br />
“Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve<br />
insanların birçoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların birçoğu da<br />
azabı hak etmiştir. Allah’ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek yoktur. Doğrusu Allah ne<br />
dilerse yapar.” 423 Buradaki “secde” etmek tabiri “boyun eğme, Allah’ın verdiği görevi<br />
yerine getirmek” anlamını ifade etmektedir. 424<br />
Yüce Allah’a yapılan secde O’na ait özel bir şekilde olmaktadır. Göklerde bulunan<br />
melekler, yeryüzünde insanlar, cinler, ülvî alemden Güneş, Ay ve Yıldızlar, süflî alemden<br />
ağaçlar ve bütün hayvanlar, sevaba lâyık pek çok insanlar O’na secde ederler. 425 İster bu<br />
secde isteyerek yada istemeyerek yapılmış olarak anlaşılsın, burada asıl önemli olan bütün<br />
mahlukatın O’na secde etmeleridir.<br />
Bir başka dikkat çekici nokta, âyette belirtildiği gibi bu mahlukatın gölgeleri sabah<br />
akşam Allah’a secde etmeleridir. Aklımıza şöyle bir soru gelebilir. Neden Yüce Allah’a<br />
özellikle bu vakitlerde secde etmektedir? Kurtubî bu soraya şöyle cevap vermektedir:<br />
“Gölgeler bu vakitlerde açıkça ortaya çıkmakta, bir cihetten diğer bir cihete geçmektedir.<br />
Bu da yüce Allah’ın gölgeleri dilediğine uygun olarak evirip çevirmesi ile olur. Sonra o<br />
delil olarak en-Nahl suresinin 48 âyeti getirmektedir: “Allah’ın yarattığı şeylerin, gölgeleri<br />
sağa sola vurarak, Allah’a boyun eğerek secde etmekte olduklarını görmüyorlar mı?.<br />
Ayrıca göklerde ve yerde olan her şey bütün canlılar/hayvanlar ve melekler kendilerini<br />
büyüklük duygusuna kaptırmadan Allah için saygı ve tazimle yere kapanmaktadırlar:<br />
422 er-Râzî, a.g.e., C. 19, s. 24-25<br />
423 Hac, 22/18.<br />
424 Bayraklı, a.g.e., C.13, s. 54-56.<br />
425 ez-Zühaylî, a.g.e., C. 13, s. 135.<br />
96
Üstlerinde (egemen) bulunan Rablerinden korkuyor ve kendilerine ne buyurmuşsa onu<br />
yapıyorlar.” 426<br />
Kâinâtın Allah’ı <strong>tesbih</strong>ine, “secde” kavramıyla da işaret edilmiştir. Bir başka<br />
deyişle, “<strong>tesbih</strong>”le “secde” kavramları arasında büyük bir ilgi ve alaka vardır. Bunu zaten<br />
daha önce de belirtmiştik. Önemli olan burada, secde kavramının <strong>tesbih</strong> kavramıyla hemen<br />
hemen aynı anlamda kullanılmış olmasıdır. Bu âyette, <strong>tesbih</strong> âyetlerinin aksine, “gökler ve<br />
yeryüzü” değil de, “göklerde ve yeryüzünde bulunanlar”ın Allah’a secde ettikleri haber<br />
verilmektedir. Kâinâttaki varlıkların Allah’a secde etmesi, söz konusu varlık aleminde<br />
mutlak manada Allah’ın egemenliğinin geçerli olması demektir. Varlık, Allah’ın koyduğu<br />
yasalara harfiyen bağlıdır. Herhangi bir itaatsizlik söz konusu değildir.<br />
Yukarıda zikrettiğimiz âyetlerden anlaşıldığı gibi Yüce Allah’a evrende cansız<br />
olan varlıkları da boyun eğip, O’nu <strong>tesbih</strong> etmektedirler. Güneş, Ay, Gölgeler, Yıldızlar ve<br />
diğer cansız varlıkların, Onun koyduğu kanunlara ne kadar bağlı olduklarını açık bir şekilde<br />
anlaşılmaktadır. Yeryüzünde ve Gökyüzünde de hareket eden her şey, Yüce Allah’ı <strong>tesbih</strong><br />
etmektedir.<br />
Bayraktar Bayraklı, bu konuyu farklı açıdan bakarak şöyle demektedir: “Yüce<br />
Allah, gece ile gündüzü -bunlar anılınca Güneş ile Ay da devreye girmektedir- hepsini<br />
yarattığını ifade ederken, sadece gökyüzünü değil, oradaki cisimleri, ışığı ve karanlığı da<br />
yarattığına dikkat çekmektedir. Yer küre insanı ne kadar ilgilendiriyorsa, Güneş ile Ay,<br />
gece ile gündüz de bir o kadar ilgilendirmektedir. Ama gök cisimlerinin bir yörüngede, bir<br />
boşlukta akıp gitmeleri, hareket etmeleri, yüzmeleri de önemli bir ders, kanun ve öğreti<br />
niteliğini taşımaktadır. Onlar, kendilerine tahsis edilen yörüngede hareket ederken, insanın<br />
da kendisine tahsis edilen yolda hareket etmemesi ilginçtir. Aslında insan aklına da bir yörünge<br />
tahsis edilmiştir. Ama, cehaletin ve nefsin karanlığı onun yoluna engel<br />
koymaktadır.” 427 Sonra şöyle devam eder: “Yüce Allah insanlara iman etmeleri için dış<br />
âlemdeki göksel ve yerel kanunlarını anlatmakta, bunları araştırması için ödev vermektedir.<br />
426 el-Kurtubî, a.g.e., C.9, s. 302.<br />
427 Bayraklı, a.g.e., C.12, s. 439.<br />
97
Bu kanunların anlatımında uzaktan yakına, yakından uzağa metodunu kullanmaktadır.<br />
Yüce Allah, tekten çokluğa, çokluktan teke giden bir açıklama yapmaktadır. Tek olan<br />
Allah, tek maddeyi yani hidrojeni yaratıyor; daha sonra ondan tüm kâinatı ve ondaki<br />
varlıkları ve elementleri yaratıyor. Sonra o kâinatın yapısı ve kanunları insan aklını tek olan<br />
Allah’a imana götürüyor. İşte bu tekten çokluğa, çokluktan da teke giden bir metot<br />
oluyor.” 428<br />
6. 2. Gök Gürültüsünün Tesbîhi<br />
Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Gök gürlemesi O’nun sınırsız kudret<br />
ve yüceliğini övgüyle anmakta; melekler de korku ve sakınma içinde bunu yapmaktalar. Ve<br />
O yıldırımları gönderip onlarla dilediğini çarpmaktadır. (Hal böyleyken) onlar yine de<br />
Allah hakkında tartışıp duruyorlar; hem de O’(nun), kavranamaz ince ve derin planını<br />
gerçekleştirmek için sınırsız bir kudrete sahip olduğu ortada olduğu halde!” 429<br />
Bu âyette geçen “R’ad” kelimesi ile ilgili olarak âlimler farklı görüşler<br />
belirtmişlerdir:<br />
1) “R’ad” bir meleğin adıdır. Bu durumda duyulan ses bu meleğin Allah’ı <strong>tesbih</strong><br />
edişidir. Bu durumda mecazî değil hakikî <strong>tesbih</strong> kast edilmiş olur.<br />
2) “R’ad” o duyulan sesin adıdır.<br />
3) Mecazi bir mana söz konusudur. Yani o sesi duyanlar ses dolayısıyla Allah’ın<br />
hamdine bürünerek O’nu <strong>tesbih</strong> etmektedir. 430<br />
Bu konu daha açık olması için burada bazı müfessirlerin görüşlerini zikredeceğiz.<br />
Süleyman Ateş “gök görültüsü, hal diliyle kendisine oluşturan tabiat kanunlarının<br />
yaratıcısı yüce Allah’ın büyük kudretini ibret kulaklarına haykırmaktadır, kendisinin bir<br />
428 A.g.e., C.12, s. 439-440.<br />
429 Ra’d, 13/13.<br />
430 er-Râzî, a.g.e., C.19, s. 21; el-Âlûsî, a.g.e., C.13, s. 118-119; et-Tûsi, Ebu Cafer Şeyhüttaife Muhammed b.<br />
Hasan b. Ali, et-Tibyan fî Tefsiri’l-Kur’ân, Beyrut: İhyâu’t-Türasi’l-Arabi, ts., C.6, s. 230.<br />
98
astlantı değil, hikmet ve kudret sahibi Allah’ın kanunlarıyla meydana geldiğini<br />
söylemektedir. Düşünen, bu tabiat âyetinin sesinden, ne demek istediğini anlar” diye<br />
söylemektedir. 431 Mücâhid bu konu ile ilgili olarak şöyle demiş: Gök gürlemesi, sözle<br />
değil, aksine lisân-ı hâl ile Yaradanı ortaktan ve acizlikten tenzih eder, O’na boyun eğdiğini<br />
ilân ederek, kudreti ve hikmeti karşısında O’na mutî’ olduğunu bildirir. 432<br />
“Yıldırımın tesbîhi, yüklendiği program gereği sür’at göstermesi ve plândaki<br />
yerini alıp hizmet vermesi ve böylece Hakk’ın irâdesine baş eğip teslîm olması 433 diyenler<br />
de vardır.<br />
Elmalılı bu âyet ile ilgili olarak şöyle demektedir: “Şimşek ile birlikte olan ve daha<br />
sonra işitilen o gök gürlemesi, o yürekleri yerinden oynatacak gibi tepede patlayıp, yerleri<br />
ve gökleri sarsarcasına ufuktan ufuğa yayılan o çatlayış ve gürleyiş, Allah Teâlâ’nın nimet<br />
ve rahmetini, azamet ve kibriyasını ilan ederek O’nun uluhiyetinin şanını <strong>tesbih</strong> ve tenzih<br />
eden bir sestir ki, <strong>tesbih</strong>inin altında yatan mânâyı bütün âleme haykırır. Ya da işitenlere bu<br />
mânâyı hatırlatıp telkin eder.” 434 Hz. Peygamber (s.v.a)den nakledilmiştir ki, kendisi gök<br />
gürlediği zaman “ سبحان من یسبح الرعد بحمد ه ” “ Gök gürültüsünün hamd ile <strong>tesbih</strong> ettiği Allah’ı<br />
<strong>tesbih</strong> ederim” derdi. 435<br />
Neticede şunu söylemek mümkündür ki: Gök gürültüsünün <strong>tesbih</strong>i fıtri <strong>tesbih</strong>tir.<br />
Hiç bir zaman o Yüce Allah’ın ona verdiği fıtratın dışına çıkmaz. Bu şey bir tek ona<br />
verilmiş değil, bilakis yeryüzünde bütün mahkukatlara verilmiştir. 436 Ra’d O’nu hamd eder.<br />
Gök gürlemesi, gök gürültüsü de Allah’a hamd eder. Gök gürlemesi hamd ile Allah’ın<br />
yüceliğini, azametini, rubûbiyetini gündeme getirerek Rab’lerine boyun bükerler.<br />
Kurtubi’nin dediği gibi kim Ra’d’ın bulut sesi olduğunu söylerse onda hayatın yaratılmış<br />
olması dalayısıyla Ra’d’ın <strong>tesbih</strong> etmesi caiz olur. Çünkü Allah’ın âyetteki “melekler de<br />
431 Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, C.6, s. 463.<br />
432 ez-Zühaylî, a. g.e., C.13, s. 132.<br />
433 Yıldırım, Celal, a.g.e., C.6, s. 3049.<br />
434 Elmalılı, a.g.e., C.5, s. 131.<br />
435 A.g.e., C.5, s. 131.<br />
436 İbrahim, a.g.e., s. 109-110.<br />
99
O’nun korkusundan” sözü bunun doğru olduğunu göstermektedir. Kim Ra’d’ın melek<br />
olduğunu söylerse mana, “meleklerin de Allah korkusundan (O’nun <strong>tesbih</strong> ettiklerini)”<br />
şeklinde olur. 437 Ra’d şimşekten sonra gökyüzünde meydana gelen ve Rabbimizin azamet<br />
ve kibriyasını ilân eden gökleri ve yeri şiddetle sarsan gürültüdür. İşte bu göklerin <strong>tesbih</strong>i,<br />
göklerin hamdidir ki tüm kâinata ilân edilir. “R’ad”, melek de olsa gök gürültüsü de olsa<br />
önemli olan bu olayın bir <strong>tesbih</strong> faaliyeti olduğudur. Biz buna melek dersek hakikî <strong>tesbih</strong><br />
kast etmiş oluruz, gök gürültüsü dersek mecazi <strong>tesbih</strong>i kast etmiş oluruz. Önemli olan<br />
R’ad’ın Yüce Allah’a yaptığı <strong>tesbih</strong> faaliyetidir.<br />
6. 3. Dağ ve Bitkilerin Tesbihi<br />
Şimdiye kadar belirtiğimiz bu cansızların <strong>tesbih</strong>i dışında, dağlar ve bitkilerin<br />
<strong>tesbih</strong>i hususunda da bahs edilmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:<br />
“Davud ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm<br />
veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahiddik. Süleyman'a bu meselenin hükmünü<br />
bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik. Davud ile beraber <strong>tesbih</strong> etsinler diye dağları<br />
ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları Biz yapmıştık.” 438<br />
Âyette geçen “teshîr”den maksat, dağların ve kuşların Yüce Allah’ın kanunlarına<br />
şaşmadan uymaları ve Hz. Davud’un onlara has bu kanunu anlaması ve dağların<br />
yankısından, kuşların ötmesinden birtakım tesbîh anlamında neticeler çıkarmasıdır. 439<br />
Dağların Dâvud (a.s.)ın buyruğuna verilmesine gelince: Bu iki şekilde<br />
yorumlanabilir:<br />
1) Her şey Yüce Allah’ın koyduğu konuna bağlı kalıp planına göre O’nun<br />
emirlerine baş eğrerek O’nu <strong>tesbih</strong> ve tenzih etmektedirler. Nitekim Hz. Davud’a bunların<br />
437 el-Kurtubî, a.g.e., C. 9, s. 295.<br />
438 Enbiya, 21/78-79.<br />
439 Yıldırım, Celal, a.g.e., C.8, s. 3938-3939.<br />
100
<strong>tesbih</strong>lerini anlama kabiliyeti verilmiştir. Buna göre dağlar da onunla beraber Yüce Allah’ı<br />
<strong>tesbih</strong> ederlerdi.<br />
2) Hz. Dâvud sağlam ve güçlü devlet, iyi donatılmış ordusuyla dağları aşıp ülkeler<br />
fethediyordu. Orduların tekbîr seslerine dağlar yankı ile cevap veriyordu. Hz. Muhammed<br />
(a.v.s.)’in ve ordularının yankıları daha büyük olacağı, İslâm’ın geleceğinin çok parlak<br />
olacağı kapalı bir anlatımla müjdelenmektedir. 440<br />
“Ey dağlar ve kuşlar! Davud <strong>tesbih</strong> ettikçe siz de onu tekrarlayın” diyerek and<br />
olsun ki, ona katımızdan lütufta bulunduk; “geniş zırhlar yap, dokumasını sağlam tut” diye<br />
ona demiri yumuşak kıldık. Yararlı iş işleyin; doğrusu Ben yaptıklarınızı görenim.” 441<br />
Kurtubî’ye göre dağların <strong>tesbih</strong>i Yüce Allah’ın, ağaçta kelamı halkettiği 442 gibi,<br />
dağlarda da <strong>tesbih</strong>i halketmiştir. Böylelikle Dâvûd (a.s)’a bir mucize olmak üzere dağların<br />
<strong>tesbih</strong> sesleri, tıpkı <strong>tesbih</strong> eden kimsenin sesi işitildiği gibi, işitilirdi. 443 O Zebur’u<br />
okuduğunda dağlar onunla birlikte seslenir, kuşlar da ona kulak verirdi. Böylelikle tıpkı<br />
onlar da onun yaptığını yapmış gibi oluyorlardı. 444<br />
“…Davud’u hatırla! O, her zaman Bize yönelirdi: [ve bunun için,] her sabah ve<br />
her akşam sınırsız kudret ve egemenliğimizi anarken dağları o’na eşlik ettirirdik, ve [aynı<br />
şekilde] bölük bölük kuşları da: bunlar [hep birlikte] O’na, [kendilerini yaratmış olana,]<br />
tekrar tekrar yönelirlerdi. Biz de (buna karşılık) o’nun otoritesini güçlendirmiş ve<br />
kararlarında hikmet ve basîret üzere olmasını sağlamıştık.” 445<br />
İbn Kesîre göre Kuşlar, Dâvûd (a.s.)’un yaptığı <strong>tesbih</strong> gibi <strong>tesbih</strong> eder, onun<br />
nağmesi gibi nağme çıkarırlardı. Havada uçmakta olan bir kuş ona uğrayıp da, Zebur<br />
440 A.g.e., C.10, s. 5157-5158.<br />
441 Sebe’, 34/10-11.<br />
442 Kurtubî “Tefsiru’l-Beğavi”de geçen: “Ali b. Ebi Talib’den: Resülullah (a.s) ile beraber iken Mekke’nin<br />
dağlar ve ağaçlar arasından şehrin etrafına çıktık. Geçtiğimiz yerlerdeki hiç bir dağ ve ağaç olmasın ki ona:<br />
“es-selamü aleykum ya resülallah” demesin” hadisine dayanarak söylemiştir.<br />
443 el-Kurtubî, a.g.e., c, 14, s. 265.<br />
444 A.g.e., c, 14, s. 256.<br />
445 Sad, 38/18-20.<br />
101
okuyarak terennüm ettiğini duyunca havada durur ve onunla birlikte <strong>tesbih</strong> ederdi. Yüksek<br />
dağlar da böyleydi. Onunla birlikte nağme yapar ve ona bağlı olarak <strong>tesbih</strong> ederdi. 446<br />
Mukatil dedi ki: Dâvûd (a. s) yüce Allah’ı andı mı dağlar da onunla birlikte Allah’ı<br />
anardı ve o dağların <strong>tesbih</strong>ini anlardı. İbn Abbas dedi ki: “Tesbih eder halde” namaz kılar<br />
halde... demektir. 447<br />
Neticede bütün bu âyetler ve açıklamalardan Hz. Davud, kuşlar gibi dağlar da<br />
Yüce Allah’ı <strong>tesbih</strong> etmekte oldukları anlaşılmaktadır. Bu <strong>tesbih</strong>in nasıl yapıldığı<br />
hususunda yukarıda belirttiğimiz gibi çeşitli rivâyetler ve yorumlar yapılmıştır. Ancak biz<br />
müslümanların o <strong>tesbih</strong>i en iyi bilenin Yüce Allah olduğunu hiçbir zaman unutmamamız<br />
gerekmektedir.<br />
Bitkilerin <strong>tesbih</strong>i ile ilgili olarak şu âyeti kerimeyi incelemeye çalışalım:<br />
“Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların<br />
birçoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların birçoğu da azabı hak<br />
etmiştir. Allah’ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek yoktur. Doğrusu Allah ne dilerse<br />
yapar.” 448 Taberî’ye göre “yeryüzünde bulunan dağlar, ağaçlar ve hayvanlar Allah’a<br />
gölgeleriyle secde etmektedirler. Zira güneş bunların üzerine doğduğunda gölgeleri uzayıp<br />
kısalarak ve dönerek Allah’a secde etmektedir. Göklerde bulunan güneşin, ayın ve<br />
yıldızların secdeleri ise doğup batmalarıyladır. Zira bunlar doğarken ve batarken Allah’ın<br />
emrine uyarak hareket etmektedir.” 449<br />
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bitkiler ve ağaçlar O’nun buyruğuna boyun<br />
eğerler.” 450<br />
446 İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.4, s. 39.<br />
447 el-Kurtubî, a.g.e., C.15, s. 159.<br />
448 Hac, 22/18.<br />
449 et-Taberî, a.g.e., C. 6, s. 16-17.<br />
450 Rahman, 55/6.<br />
102
“Allah’ın yarattığı şeylerin, gölgeleri sağa sola vurarak, Allah’a boyun eğerek<br />
secde etmekte olduklarını görmüyorlar mı?” 451<br />
Seyyid Kutup bu âyetle ilgili olarak şunu söylemektedir “Kur’ân varlıkların ve<br />
eşyanın ilahi yasalara boyun eğişini boyun eğişin en belirgin görüntüsü olan “secde” ifadesi<br />
ile vermektedir. Dikkatleri uzadıktan sonra geri dönen gölgelerin hareketine çekmektedir.<br />
Gölgelerin hareketi gerçekten de gizli, saf duygular üzerinde etkili olan, köklü ve derin bir<br />
harekettir. Burada bütün yaratıklar gönülden boyun eğmiş, teslim olmuş ve itaatkâr olmuş<br />
biçimde çizilmektedir. Ayrıca bunlara yerde ve göklerde bulunan her canlı ilave edilmiştir.<br />
Bu evrendeki tüm varlıklara bir de melekler ekleniyor. Sonra bakmışız ki sahne, nesneler,<br />
gölgeler, hayvanlar ve meleklerle dolup taşmıştır. Hepsi boyun eğmiş, itaate yönelmiş,<br />
ibadete ve secdeye kapanmıştır. Allah’a kulluk yapmaya karşı büyüklük taslamıyorlar ve<br />
O’nun emrine aykırı hareket etmiyorlar.” 452<br />
İşte zikrettiğimiz bu âyetler cansız varlıkların da Allah’a secde ettiğini O’nu <strong>tesbih</strong><br />
ettiğini göstermektedir. Ama bu boyun eğme ve <strong>tesbih</strong>in mahiyeti varlıklara göre bazı<br />
yönleriyle farklılık arz etmekte olup bunun ortak yönleri de vardır. Bildiğimiz gibi secde iki<br />
türlüdür:<br />
1) Mükellef akıllıların taabbuden Allah’a yaptıkları secde.<br />
2) Mahlûkatın hepsinin Yüce Allah’ın iradesinin gereğine boyun eğmeleridir.<br />
Demek ki, bu varlıkların <strong>tesbih</strong> ve secdeleri fitrîdir. Onlar fıtrat kanunlarına<br />
uymaktadır. 453 Bu durum bütün varlıklar için geçerlidir. Ancak daha önce belirttiğimiz gibi<br />
bazı yaratıklar sözle <strong>tesbih</strong>te de bulunmaktadır.<br />
Bu güne kadar yaratıkların lisanlarını anlama hususunda gayret edildiğini<br />
görmekteyiz. Bunun dışında bitkilerin konuşmalarının nasıl olduğu, hayatlarının ne şekilde<br />
451 Nahl, 16/48.<br />
452 Kutup, a.g.e., C.6, s. 536.<br />
453 Ulutürk, a.g.e., s. 65-66.<br />
103
sürüp gittiği konusunda da araştırmalar yapılmaktadır. Bu mevzudaki araştırmalar ilim<br />
dünyasına yeni bakış açıları ve değerlendirme imkânları kazandırmaktadır. New York’lu<br />
Cleve Backster Laboratuarda bu konu ile ilgli en geniş araştırmayı yapmıştır. Backster’in<br />
1960 yılında başladığı çalışmalarında kullandığı âletler, zayıf elektrik akımlarını ölçebilen<br />
ve bitki üzerinde meydana gelen titreşimleri grafik üzerine kayd eden Galvonometrelerdir.<br />
İnsanın refah ve saadetine dokunan herhangi bir tehdit, o insanın ruh dünyasını altüst eder.<br />
Yapılan araştırmalar neticesinde bu durumun, bitkilerde de aynen cereyan ettiğini<br />
göstermiştir. 454<br />
Ali b. Ebi Talib’den: Resülullah (a.s) ile beraber iken Mekke’nin dağlar ve ağaçlar<br />
arasından şehrin etrafına çıktık. Geçtiğimiz yerlerdeki hiç bir dağ ve ağaç olmasın ki ona:<br />
“es-selamü aleykum ya resülallah” demesin. 455<br />
6. 4. Cemadatın Tesbihi<br />
Yüce Allah Kur’ân-I Kerimde bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:<br />
“Göklerde ve yerde olan her şey, Mülkün Sahibi, Mukaddes, Kudret ve Hikmet Sahibi<br />
Allah’ın sınırsız şanını yüceltmektedir.” 456<br />
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu <strong>tesbih</strong> eder; O’nu hamd ile <strong>tesbih</strong><br />
etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların <strong>tesbih</strong>lerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim<br />
olandır, Bağışlayan’dır.!” 457<br />
Bu üç âyette “sebeha” fiilinin tef’ıl babından ve mazi sîgası kullanılmıştır. Bu<br />
durumda âyetler zahiren, “…her şey Allah’ı <strong>tesbih</strong> etti” diye tercüme edilmek<br />
durumundadır. Fakat Arapçada ve Kur’ân’da bu şekilde, geçmiş zaman (mazi) kipiyle<br />
şimdiki ve geniş zaman ve hatta bazen de gelecek zaman anlamının kastedildiği yerler<br />
bulunmaktadır. Meallerde de genellikle bu âyetler “…<strong>tesbih</strong> ederler” diye tercüme<br />
454 Bkz. Turgut, Talha, “Bitkilerin Fısıltıları”, Sızıntı Dergisi, Şubat 1981, 3 sayı.<br />
http://www.sizinti.com.tr/konu.sizinti?SIN=4977e7e5c8&k=1366&171636724<br />
455 el-Beğavi, a.g.e., C.1, s. 86-87.<br />
456 Cuma, 62/1; Hadid, 57/1; Haşr, 59/1, 24; Saf, 61/1; Teğabun, 64/1.<br />
457 İsrâ, 17/44.<br />
104
edilmektedir. Bununla beraber, “yüsebbihu”nun (<strong>tesbih</strong> ederler) yerini alacaksa, neden öyle<br />
denmedi de “sebbeha” dendi, diye sorulabilir. Elbette bu soru haksız değildir ve “sebbeha”<br />
mazi fiilinin kullanılması şöyle bir inceliğe binaen olmalıdır: Gökler ve yeryüzünde olan<br />
her şey, ilk varlık alanına çıkışı itibariyle Allah’ı <strong>tesbih</strong> ettiler, yani varlık alanına<br />
gelirlerken Allah’ı <strong>tesbih</strong> ettiler, onların var kılınmaları, Allah’ın varlığına, yüceliğine<br />
şehadettir. Fakat bu varlıkların <strong>tesbih</strong>i elbette ilk başlangıçtakiyle kalmadı. İlk günden<br />
bugüne kadar bu süreç devam etti, kıyamete kadar da devam edecektir.<br />
Ayrıca âyetlerde “Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey”in Allah’ı<br />
<strong>tesbih</strong> ettiği belirtilmektedir. Bu âyetlerde o kadar genelleyici bir ifade kullanılmıştır ki,<br />
göklerde, yeryüzünde ve her ikisinde bulunan her şey, yani bütün varlık Allah’ı <strong>tesbih</strong><br />
edenler zümresine dahil edilmiştir. Buna göre, kâinâtta Allah’ı zikretmeyen hiçbir şey<br />
kalmamaktadır. Var olan her şey O’nu <strong>tesbih</strong> etmektedir.<br />
Bu evrende ne varsa, hepsi Allah’ın büyüklüğünü söyler onun birliğine şahitlik<br />
eder. Maviliği ile gökler, yeşilliği ile tarlalar, göz alıcı renkleriyle ile bağlar, hışırtıları ile<br />
ağaçlar, şırıltıları ile sular, nağmeleriyle kuşlar, doğması ve batması ile güneş, yağmur<br />
yağdırmasıyla bulutlar vs. Bütün bunlar, Allah’ı <strong>tesbih</strong> eder ve onun birliğine şahitlik eder.<br />
Her şeyde onun birliğini gösteren bir delil vardır. 458<br />
Gökteki gezegenler, yerküre ve bütün varlıklar hareket halindedir. Maddenin en<br />
küçük parçası olan atomun çekirdeği etrafında dolaşan elektronlar aslında bu hareketleri ile<br />
Allah’a <strong>tesbih</strong> ibadeti yapmaktadırlar. Aynı şekilde Ka’be’nin etrafında tavaf yapmamız da<br />
<strong>tesbih</strong> olmaktadır. Demek ki göklerin, yerin ve içindeki varlıkların hareketi boşuna değil,<br />
bir amaca yönelik olarak gerçekleşmektedir. Yüce Allah’ın onlara verdiği görevi yerine<br />
getirmeleri de bir <strong>tesbih</strong>tir.” 459<br />
“O’nu hamd ile <strong>tesbih</strong> etmeyen hiçbir şey yoktur …” buyurduğu hakkında temel<br />
iki görüş vardır:<br />
458 Karaman, Hayrettin ve Dğr, a.g.e., C.3, s. 380.<br />
459 Bayraklı, a.g.e., C.11, s. 276.<br />
105
Birinci görüşe göre, bunların <strong>tesbih</strong>leri kendi lisân-ı hâlleri iledir. Çünkü bu<br />
varlıkların Allah’a olan ihtiyacları, sahip oldukları özellikleri ile birlikte münezzeh ve<br />
mukaddes bir yaratıcının kendilerini var etmesine muhtaç olduklarının delilidir.<br />
İkinci görüş sahipleri ise şöyle demektedir: Yaratıkların <strong>tesbih</strong>i lisân-ı kâl iledir.<br />
Ancak bizler onların lisanlarıyla yaptıkları bu <strong>tesbih</strong>i işitimemekteyiz. Yine bu görüşün<br />
savunucuları arasında iki yaklaşım vardır. Birinciler der ki: <strong>tesbih</strong> sadece ruh sahibi olan<br />
her şeye has bir fiildir. İkinci görüş ise böyle bir kayıt kabul etmemektedir. 460<br />
İkinci görüş sahiplerinin delillerinden olan birkaç hadisi burada zikr etmek<br />
istiyoruz: “Hz. Peygamber (s.a.v) mirâ’ca çıkarıldığı gece makâm ile zemzem arasında<br />
imiş. Cebrail sağında, Mîkâîl solunda imiş. Hz. Peygamber o ikisi ile birlikte uçmuş, yedi<br />
göğe çıkmış. Döndüğü zaman şöyle buyurmuş: pek çok tesbîh ile beraber, göklerin şöyle<br />
<strong>tesbih</strong> ettiğini duydum: “Yüce gökler heybet sahibini <strong>tesbih</strong> ederler. Yücelik sahibinin<br />
yüceliğinden eğilmişlerdir. Tesbih ederiz yücelerin yücesi, tenzih ve takdis ederiz O’nu.” 461<br />
“Şüphesiz ki Nuh (a.s) ölmek üzere iken iki oğlunu çağırıp onlara şöyle dedi:<br />
“Size iki şeyi yapmanızı, iki şeyden de kaçınmanızı vasiyet ediyorum: “Lâilâhe illallah” ile<br />
emrediyorum. Çünkü gökler, yer ve bu ikisi arasında bulunan her şey teRâzînin bir<br />
kefesine, “Lâ ilahe illallah” da diğer kefesine konulsa, elbette “Lâ ilahe illallah” ağır gelir.<br />
Eğer gökler ve yer bir halka olsa, “Lâ ilahe illallah” da onun üzerine konulsa, mutlaka onu<br />
bölüp birbirinden ayırırdı. Ve size “Sübhanellahi ve bi-hamdihi” demenizi de<br />
emrediyorum. Çünkü bu, varlık âleminde her şeyin <strong>tesbih</strong>idir ve her şey bu sebeple<br />
rızıklanır.” 462<br />
Râzî, âyetin “Her şey lisânıyla Allah’ı <strong>tesbih</strong>ettiği” şeklinde anlaşabileceğini<br />
savunanlara karşı bir kaç açıdan cevap verilebileceğini söylemektedir.<br />
460 Havva, Said, el-Esas Fi’t-Tefsîr, trc. M. Beşir Eryarsoy, İstanbul: Şamil Yay, 1990, C.8, s. 223.<br />
461 İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, C.3, s. 42.<br />
462 Ahmed b. Hanbel, a.g.e., C.2, s. 170.<br />
106
1) Sen tek bir elma aldığında, o elma sayısız atomlardan (cüzlerden) meydana<br />
gelmiştir. O atomların herbiri, Allah’ın varlığına başlıbaşına bir delildir. Onların her<br />
birinin, karakter, tad, renk, koku ve bir yer tutma gibi, kendilerine ait hususî sıfatlan vardır.<br />
Bu atomlardan herbirine, o belli sıfatlarının verilmesi, “mümkin” işler türündendir.<br />
Dolayısıyla bu verme, kadir ve hakîm bir İlâh’ın vermesi ile olmuştur. Bunu iyice<br />
kavradığında, o elmanın atomlarının herbirinin, Allah’ın varlığına tam bir delil ve tek bir<br />
atomda bulunan o sıfatların da yine Allah’ın varlığına tam bir delil olduğu ortaya çıkmış<br />
olur. Ama buna rağmen ne o atomların sayısı, ne de onlardaki sıfatların durumu bizce<br />
malum değildir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, “Fakat siz, onların <strong>tesbih</strong>ini iyi<br />
anlamazsınız” buyurmuştur.<br />
2) Kâfirler her ne kadar dilleri ile, âlemin bir ilahı olduğunu söylüyorlarsa da,<br />
onun varlığına delalet eden çeşitli deliller üzerinde tefekkür etmiyorlar. İşte bundan ötürü<br />
Allah Teâlâ Yusuf suresinin 105. âyetinde: “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ama,<br />
(insanlar) bunlardan yüzçevirici olarak, üstüne basar geçerler” buyurmuştur. Binâenaleyh,<br />
“Fakat onların <strong>tesbih</strong>ini iyi anlayamazsınız” âyeti ile de, bu mana murad edilmiştir.<br />
3) Müşrikler her ne kadar dilleri ile âlemin bir ilahı olduğunu kabul ediyorlarsa<br />
O’nun mükemmel bir kudrete sahip olduğunu bilemezler. Ayrıca bu âyetteki <strong>tesbih</strong>i, lisân-ı<br />
hal olarak anlamak mecazîdir. Lisân-ı kâl olarak anlamak ise <strong>tesbih</strong>in hakikî mânâsıdır. Bu<br />
durumda “<strong>tesbih</strong>” lafzının aynı anda hem mecazî hem de hakîki mânâda kullanılmış olması<br />
gerekir ki bu fıkıh usûlünün delillerine göre batıldır. Dolayısıyla bu <strong>tesbih</strong>i böyle bir<br />
mahzur meydana gelmemesi için insanlar hakkında değil de, yerde ve gökte bulunan<br />
cansızla hakkında mecacî mânâya hamletmek daha evladır.” 463<br />
Bursevî, Rûhûl’-Beyan’ın’da her iki görüşü de birleştirici bir yorum getirmektedir.<br />
Ona göre, göklerin ve yerin lisân-ı hal ile <strong>tesbih</strong> etmeleri yaratıcının varlığına, kudret ve<br />
463 er-Râzî, a.g.e., C.20, s. 175-176.<br />
107
hikmetine delalet etmektedir. Tesbihten kasıt mecazın umumileştirilmesi yoluyla gerek<br />
lisân-ı hâl, gerekse lisân-ı kâl ile konuşulan muntazam mânâ olduğuna binaendir. 464<br />
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır: “Sonra kalbleriniz yine<br />
katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar<br />
fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah<br />
yaptıklarınızı bilmez değildir.” 465<br />
Âyette geçen “Allah korkusundan yuvarlananlar vardır” ifadesiyle ilgili olarak şu<br />
açıklama yapılmıştır: Bazılarına göre “ha” zamiri taşlara değil kalplere gider. Diğerlerine<br />
göre ise bu zamir taşlara gider. Biz ikinci görüşün üzerinde durmaya çalışacağız.<br />
Buradaki “Allah korkusundan” ifadesi mecazi manada olduğunu söylenmiştir. 466<br />
Ehl-i sünnet, cansız varlıklarla diğer canlıların da kendilerine özgü namazları, <strong>tesbih</strong>leri ve<br />
Allah’tan korkuları olduğu görüşündedir. 467 Yani onlara göre “Allah korkusundan” ifadesi<br />
hakiki manada olup, mecazi değildir. Çünkü, Allah o cansız dediğimiz varlıklarda da hayat<br />
ve temyiz gücü yaratmıştır. Kaldı ki bir şeyde hayatın ve temyiz gücünün yaratılması için<br />
mutlaka onun belli bir bünye üzerinde yaratılması şartı yoktur. 468<br />
Semerkandi (v.539/1144) konu ile ilgili olarak şunu söylemektedir. “Kainata<br />
bulunan canlı cansız bütün varlıklar Rabblerini hamd ile <strong>tesbih</strong> ederler. Toprak<br />
kurumadıkça yaş nebat ve yaprak yerinden kopartılmadıkça su aktığı müddetçe elbise yeni<br />
olduğu müddetçe <strong>tesbih</strong> eder. Elbise eskiyince <strong>tesbih</strong>i bırakır, vahşi hayvanlar ve kuşlar<br />
çağrıştırdıkları vakitte <strong>tesbih</strong> ederler suküt ettiklerinde <strong>tesbih</strong>i brakırlar” 469<br />
464 el-Bursevi, İsmail Hakkı, Rûh’l-Beyan Fi-Tefsiri’l-Kur’ân, trc. Abdullah Öz ve Dğr, İstanbul: Damla<br />
Yay, 1996, C.5, s. 16.<br />
465 Bakara, 2/74.<br />
466 en-Nesefi, Tefsiru Medariki’t-Tenzil ve Hakaiki’t-Te’vil, Ebü’l-Berekat Hafızüddin Abdullah b. Ahmed<br />
b. Mahmud, Beyrut : Dârü’l- Kalem, 1989, C.1, s. 82.<br />
467 Bursevi, a.g.e., c.1,s. 174.<br />
468 en-Nesefi, a.g.e., C.2, s. 82.<br />
469 es-Semerkandi, Seyyid Alaeddin b. Yahya, Bahrul Ulum Tefsiri, trc. Ali Kara, İstanbul: Mutlu Ticaret<br />
Yay, ts., C.4, s. 94.<br />
108
Hz. Peygamberimizin şu hadisi çok ilginçtir. O şöyle buyurmakatdır: “Mekkede<br />
öyle bir taş biliyorum ki, peygamber gönderilmeden önce bana selam vermişti. O an hala<br />
zihnimde canlı.” 470<br />
Abdullah b. Mes’ud diyor ki: “Ben, Resulullahın parmaklarının arasından su<br />
kaynadığını gördüm. Şüphesiz ki bizler, yenirken yemeğin <strong>tesbih</strong> ettiğini işittik.” 471 Cabir b.<br />
Abdullah diyor ki: “Resulullah (s.a.v.) önceleri bir hurma kütüğünün üzerine çıkarak hutbe<br />
okuyordu. Ensardan bir kadının, Resulluha bir minber yapılmasını teklif etmesi üzerine<br />
Resülullaha minber yapıldı. Cuma günü olunca Resulullah minberin üzerine çıktı. Hurma<br />
kütüğü, çocuğun ağlaması gibi ağlamaya başladı. Resulullah (s.a.v.) minberden aşağı inip<br />
onu kucakladı. Kütük hâlâ çocuğun inlemesi gibi inliyordu. Resululah ise onu teskin etmek<br />
istiyordu. 472<br />
“Maddenin en küçük parcası olan atom, bu hareketiyle Yaratıcısının Şanını<br />
yüceliğini, hikmetinin üstünlüğünü söylemektedir. Her zerre Allah’ın yüceliğini,<br />
eksikliklerden uzak olduğunu kanıtlar. Dilsiz görünen doğa, derin düşünenler için dillenir<br />
hal diliyle Allah’ın bir olduğunu, her şeyde O’nun kudretinin göründüğünü söyler.” 473<br />
Maddenin hareketi ile ilgili olarak Fiziko-Matematik Araştırma Laboratuarı Şefi<br />
olan Yusuf Mürüvve şöyle demektedir: “Bildiğimiz üzere, üstün hızla hareket eden<br />
cisimler, insan gözünde sanki hareketsiz gibi görünür. Hareket eden cismin hızı artıkça, o<br />
cisim daha sağlam, daha katı ve sıkı, daha sert ve sabit gözükür. Atom çekirdeği<br />
çevresindeki Elektronların hareketi, atoma fazla sertlik kazandırmaktadır. Elektronların hızı<br />
artıkça atom daha da pekişmektedir. Bunun gibi bisiklet tekeri duruyorken, tekerin<br />
çubukları asasındaki boşluklardan insanoğlu, en ufak bir zarar görmeden elini<br />
sokabilmektedir. Fakat teker hızlı dönerken ahmağın biri aynı şeyi yapmaya kalkarsa, teker<br />
470 el-Beğavi, a.g.e., c.1, s. 86.<br />
471 el-Buhârî, “el-Menakıb”, 25; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., C.1, s, 460.<br />
472 el-Buhârî, “el-Menakıb”, 25; et-Tirmizî, “el-Cuma”, 10.<br />
473 Ateş, Yüce Kur’ânın Çağdaş Tefsiri, C.5, s. 219-220.<br />
109
kendisine şu şekilde görünecektir: Aradaki boşluklar kalkmış, sanki tek ve sert bir kurs<br />
durumunu almıştır. Gerçekte, boşluklar tekerdeki asıl yerlerinde bulunmaktadır.” 474<br />
Seyyid Kutub ise konu ile ilgili olarak şöyle söylemektedir: “Bu ifade şu koca<br />
evrende bütün atomların bir kalp gibi attığını göstermektedir. Allah’ı noksan sıfatlardan<br />
uzaklaştıran ifadelerle coşkun bir ruh halinde O’na doğru harekete geçmektedir. Bir de<br />
bakmışsın ki, bütün bir evren hareket ve hayat içindedir. Yine bir de bakmışsın ki, varlığın<br />
tamamı sevinç ve mutluluk içinde tek ses olarak O’nun adını yüceltmekte, yüce ulu ve bir<br />
olan yaratıcıya doğru bir saygı içinde yükselmektedir. Kalp bu olayı zihninde, içinde<br />
canlandırdığında, onun eşsiz bir kâinat tablosu olduğunu görecektir. Bütün taşlar ve bütün<br />
çakıllar, bütün tohumlar ve bütün yapraklar, bütün çiçekler ve bütün meyveler. Bütün<br />
bitkiler ve bütün ağaçlar. Bütün böcekler ve bütün sürüngenler. Bütün insanlar ve bütün<br />
hayvanlar. Yeryüzünde bulunan bütün canlılar. Suda yüzen bütün canlılar, havada uçan<br />
bütün canlılar. Bunun yanında göğün sakinleri... Evet bütün bu varlıklar, Allah’ı noksan<br />
sıfatlardan uzak görmekte ve yüceliği için de O’na yönelmektedirler.” 475<br />
“Onların yücelmelerini anlayamıyor, kavrayamıyorsunuz” sözünü gerçek<br />
anlamından ziyade, bir dikkat çekme, dikkat çekilen hadisenin ancak ince bir nazarla<br />
kavranabileceğine işaret olarak algılamak daha doğru olur kanaatindeyiz. Biz insanlar belki<br />
diğer varlıkların <strong>tesbih</strong>ini bizim gibi sesle, sözle, harflerle ve kelimelerle olacakmış gibi<br />
düşünmeye meyilliyiz. Halbuki tabiata yüzümüzü çevirdiğimiz vakit, “sessizlik sesi ile”,<br />
hal diliyle konuşan bir alem görmekteyiz. Aslında insan da her zaman mesajını kelamla<br />
iletmez; insan beden diliyle de “konuşur”. İşte insan, tabiata baktığında ondan sözler<br />
işitmez. Fakat tabiatın lisan-ı halini okumasını bilirse oradan çok büyük mesajlar çıkartır.<br />
Tabiatın mesajı, herkes tarafından algılanır değildir. Çünkü herkes tabiata, mesajını<br />
algılamak amacıyla bakıyor değildir. Söz konusu mesaj, tefekkürle, ta’akkul ile, tedebbür<br />
ve tezekkürle anlaşılır. İşte bu şekilde kâinâta bakanlar, kâinâtın, Allah’ı nasıl da tenzih<br />
eden işaretlerle dopdolu olduğunu, nasıl da zamanın, mekanın, oluşun biteviye Allah’ı<br />
474 Mürüvve, Yusuf, İzafiyet Teorisi ve Kur’ân İlkeleri, trc. Recep Çalı, Ankara: Aydın Matbaası, 1979, s.<br />
54.<br />
475 Kutup, a.g.e., C.7, s. 45.<br />
110
<strong>tesbih</strong> ettiğini anlayacaktır. Bunu anlamak için, mü’min gözüyle, basiretle, ibret gözüyle<br />
bakmak gerekmektedir. Materyalist biri için evren mekanik bir düzen iken, mü’min için<br />
evren, kevnî âyetler yumağıdır; Allah’ın hikmetlerinin denizler mürekkep olsa, ağaçlar<br />
kalem olsa, denizin tükenmesi pahasına, yazmakla bitmeyeceği amaçlı bir âlemdir, ilahî bir<br />
mekteptir. Yaratılışın her an yinelendiği bir akıştır adeta. Kâinâtın <strong>tesbih</strong>i, sanki ilahi sır<br />
perdesi altında işlemektedir. Fakat o perde hiç kalın değildir. Yeter ki insanlar akıllarını<br />
kullansınlar ve tefekkür etsinler. Akleden ve tefekkür eden insanlar, o perdeyi aralamakta,<br />
varlıkların Allah’ı <strong>tesbih</strong> ve zikir edişini görebilmektedirler. Kâinâtın yaratılışı, gece ile<br />
gündüzün düzenli işleyişi, yani zamanın ve mekanın mükemmel işleyişi akıl sahipleri için<br />
birer âyettir. “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin<br />
yaratılışını düşünürler: “Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin. Bizi<br />
ateşin azabından koru” 476 Bu da, varlıkların <strong>tesbih</strong>ini insanın anlayacağına dair bir<br />
ipucudur.<br />
Neticede şunu söylemek mümkündür ki insanın dışında kalan ister hayvan, ister<br />
bitki, ister diğer varlıklar ve isterse uzayın derinliklerinde yer alan diğer yıldızlar ve<br />
içlerinde bulunan bilmediğimiz şeyler olsun, bunların Allah’ı <strong>tesbih</strong>i, biz insanların<br />
“sübhanellah” sözüyle <strong>tesbih</strong> etmemize benzetilemez. Çünkü “sübhanellah” demek, sözdür<br />
ve harflerle konuşmak insana özgü bir eylemdir. Fakat ‘konuşma’nın tek biçimi, bizimki<br />
gibi sesle ve harflerle olan değildir. İnsan için nasıl bir de “beden dili” varsa, eşyanın ve<br />
hayvanların da kendilerine has mesaj dili vardır. Bu gerçeğe rağmen, nedense insan<br />
haricindeki varlıkların <strong>tesbih</strong>i, aynen insan gibi, sesle ve sözle <strong>tesbih</strong> olarak anlaşılmak<br />
istenmektedir. Halbuki, dilimizle “sübhanellah” demek, <strong>tesbih</strong>in biçimlerinden biridir ve<br />
biz insana mahsustur. Söz söylemenin, konuşmanın, yazı yazmanın da biz insana mahsus<br />
olması gibi … Şüphesiz insanın <strong>tesbih</strong>i, yani Allah’ı tenzih etmesi ve O’nu yüceltmesi<br />
sadece sözlü olandan ibaret değildir. Bu böyle olduğu gibi, diğer varlıkların <strong>tesbih</strong>i de hem<br />
hâl lisanıyla hem de kendi lisanlarıncadır, harflerle, kelimelerle olmak zorunda değildir.<br />
476 Al-i İmran, 3/191.<br />
111
SONUÇ<br />
“Tesbih” kelimesi “s-b-h” kökünden masdar olup sözlükte; havada hızlı hareket<br />
etmek, suda yüzmek, boş vakit, geçimde tasarrufa gitme, işe gitmede acele etme, hemen işe<br />
koyulma, atların koşması, yıldızların yörüngelerinde hareket etmesi anlamlarına<br />
gelmektedir. Bir terim olarak “<strong>tesbih</strong>” ise; Yüce Allah’ı tenzih etmektir. Söz, fiil ve niyet<br />
olarak ibadetlerin geneli için kullanılır. Kelimenin kök anlamı göz önüne alındığında,<br />
Allah’ı iman ve amelle tenzih edişte sürekliliği, sağa sola sapmamayı ve tezliği ifade ettiği<br />
söylenebilir. Yüce Allah’ı, O’na layık olmayan şaibelerden, gerek kavlen ve gerek kalben<br />
tenzih etmek ve uzak tutmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de geçen <strong>tesbih</strong> kelimesiyle yakın anlamlı<br />
başka bazı kelimeler de bulunmaktadır. Bunlar; zikir, şükür, takdis, hamd, dua, tekbir,<br />
secde, teshir ve tehlil şeklinde sıralanabilir.<br />
Bu kelime Kur’ân-ı Kerim’de; Allah’ı tenzih etmek, O’nu güzel isimlerle anmak,<br />
ibadete ve hayra koşmak, namaz kılmak ve dua etmek, gezegenlerin <strong>tesbih</strong>i, boş vakit,<br />
meşguliyet, melekler, ruhlar, gâziler, atlar ve gemilerin hızlı hareket etmeleri gibi<br />
anlamlarda kullanılmıştır. Kur’ân’da <strong>tesbih</strong> kelimesinin geçtiği ayetlerde, melek, cin,<br />
hayvan ve insandan ziyade, bu varlıkların dışındaki diğer mevcudatın da Allah’ı <strong>tesbih</strong><br />
ettiği vurgulanmaktadır.<br />
Bu varlıkların <strong>tesbih</strong>leri sözlü ve sözsüz olmak üzere iki türlüdür. İnsanlar,<br />
melekler, cinler gibi canlı varlıklar hem sözlü hem de sözsüz <strong>tesbih</strong> etmektedirler. Ancak<br />
sözlü <strong>tesbih</strong> bütün melekler için geçerli iken insanlar ve cinler için böyle bir şey söz konusu<br />
değildir. Çünkü insanlar ve cinlerden bazıları inanmazlar. Onlar inanmadıkları için sözlü<br />
<strong>tesbih</strong> yapmazlar. Mükelleflerin yaptığı <strong>tesbih</strong> şuurlu ve ihtiyâridir kerhî değildir. İnsanın<br />
nefes alıp vermesi bir <strong>tesbih</strong>tir. Kalbinin atışı, kanının dolaşması, sinirlerinin her an elektrik<br />
hızıyla duyguları taşıması, adalelerinin ve organlarının çalışmaları birer <strong>tesbih</strong>tir. Beyinden<br />
bütün vucuda yayılan elektrik, gözün görmesi, kulağın işitmesi birer <strong>tesbih</strong>tir.<br />
Yine kuşun havada, balığın suda, karıncaların toprakta yol alması Yüce Allah’ı<br />
<strong>tesbih</strong>tir. Bülbülün sesi, aslanın kükremesi ve kedinin mırlaması <strong>tesbih</strong>tir. Cansızların<br />
112
<strong>tesbih</strong>i ise lisan-ı hal iledir. Bir ağacın çiçek açması, meyve vermesi, bulutun yağmur<br />
indirmesi, rüzgarın esmesi, şimşeğin çakması, yıldırımın düşmesi, gezegenlerin<br />
yörüngelerini şaşırmadan akıp gitmeleri, elektronların atom çekirdeği etrafında<br />
dönüşleri…vs. hepsi, Allah’ın yaratılıştan verdiği özelliklerle, kendilerine yüklenen<br />
görevleri hakkıyla yerine getirmektedirler. Bu varlıkların, adeta yaratılıştan kodlandıkları<br />
fiil ve davranışları hakkıyla işlemeleri, kendilerinden beklenen rolü mükemmel şekilde<br />
yerine getirmeleri, varlık ummanında kendilerinden isteneni eksiksiz biçimde ifa etmeleri<br />
birer <strong>tesbih</strong>tir.<br />
Biz insanlar, diğer varlıkların <strong>tesbih</strong>ini bizim gibi sesle, sözle, harflerle ve<br />
kelimelerle olacakmış gibi düşünmeye meyilliyiz. Halbuki tabiata yüzümüzü çevirdiğimiz<br />
vakit, “sessizlik sesi ile”, hal diliyle konuşan bir alem görmekteyiz. Aslında insan da her<br />
zaman mesajını kelamla iletmez; insan beden diliyle de konuşur. İşte insan, tabiata<br />
baktığında ondan sözler işitmeyebilir. Fakat tabiatın lisan-ı halini okumasını bilirse oradan<br />
çok büyük mesajlar çıkartır. Tabiatın mesajı, herkes tarafından algılanabilir değildir. Çünkü<br />
herkes tabiata, mesajını algılamak amacıyla bakmaz. Söz konusu mesaj, tefekkürle,<br />
ta’akkul ile, tedebbür ve tezekkürle anlaşılır. İşte bu şekilde kâinâta bakanlar, kâinâtın,<br />
Allah’ı nasıl da tenzih eden işaretlerle dopdolu olduğunu, nasıl da zamanın, mekanın,<br />
oluşun biteviye Allah’ı <strong>tesbih</strong> ettiğini anlayacaktır. Bunu anlamak için, mü’min gözüyle,<br />
basiretle, ibret gözüyle bakmak gerekmektedir. İşte insanoğlu ancak bu durumda olduğunda<br />
bu varlıkların arasındaki yerini iyi bir şekilde bilmiş ve anlamış olacaktır. Yapacağı her<br />
hareketin bilincinde olup en iyi bir şekilde bu varlıkları değerlendirecektir. Başka bir<br />
ifadeyle şuurlu bir şekilde “evrensel <strong>tesbih</strong> faaliyeti”ne katılacaktır.<br />
113
BİBLİYOGRAFYA<br />
el-Âlûsî, Ebu Fadl Şihabu’d-Din es-Seyyid Mahmud el-Bağdadî. Ruhul’l-Meanî, Beyrut:<br />
Dâru İhyâi’t-Turâs, ts, C. 30.<br />
Ateş, Süleyman. “tekbir” md, Kur’ân Ansiklopedisi, Kur’ân Bilimleri Araştırma Vakfı<br />
(KUBA), C. 30.<br />
_____________, “teshir” md, Kur’ân Ansiklopedisi, Bilimleri Araştırma Vakfı (KUBA),<br />
C. 30.<br />
_____________, Yüce Kur’ân Çağdaş Tefsiri, Ankara: Yeni Ufuk Yayınları, 1982, c.12.<br />
Bayraklı, Bayraktar. Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’ân Tefsiri, İstanbul: Bayraklı<br />
Yayınları, 2004, C.12.<br />
el-Beğavi, Ebu Muhammed Hüseyn b. Mes’ud. Meâlimu’t-Tenzîl, thk. Halid<br />
Abdurrahman Ak, 2. bs, Beyrut: Dârü’l-Ma’rife, 1987, C. 6.<br />
el-Beydâvî, Nasru’d-Din Ebi Saîd Abdullah Ebi Ömer b. Muhammed eş-Şîrazî. Tefsîrü’l-<br />
Beydâvî, Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1966, C. 5.<br />
el-Buhârî, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail. el-Camiu’s-Sahih, el- Mektebetü’l<br />
Kübra’l-Emiriyye, 1895.<br />
Bursevi, İsmail Hakkı. Rûh’l-Beyan Fi-Tefsiri’l-Kur’ân, İstanbul: Damla Yayınevi, 1330,<br />
C. 10.<br />
el-Bûtî, Saît Ramazan. Kübra’l-Yakiniyyati’l-Kevniyye Vücudü'l-Halik, 8.bs., Dımaşk:<br />
Darü’l-Fikr, 1982.<br />
Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Ankara, Akçağ Yayınları, 1991, C. 18.<br />
Cerrahoğlu, İsmail. Tefsir Usulü, Ankara: T.D.V. Yayınları, 1985.<br />
el-Cevheri, Ebu Nasr İsmail b. Hammad el-Farabi. Sıhah Taci'l-Luga ve Sıhahi'l-<br />
Arabiyye, thk. Ahmed Abdülgafur Atar, 4. bs., Beyrut: Dârü’l-İlm li’l-Melayin,<br />
1990, C. 6.<br />
Deniz, M Akif. “Hayat ve Enerji Kaynağımız: Güneş”, Teknobilim,<br />
http://www.ilkadimdergisi.com/171/teknobilim-akifdeniz.htm<br />
114
Dere, Mehmet. “İslâm Terminolojisinde Dua Kavramı”,<br />
http://www.ilkadimdergidi.com/164/arastirma- mehmetdere.htm. [Mart 2002 (29<br />
Ocak 2006).<br />
Derveze, Muhammed İzzet b. Abdülhadi b. Derviş, et-Tefsiru’l-Hadis, trc. Ahmet Çelen,<br />
Şaban Karataş, Mehmet Çelen, İstanbul: Ekin Yay, 1997, C. 7.<br />
Döndüren, Hamdi. “Tekbir” md, “Şamil İslâm Ansklopedisi”, İstanbul: Şamil Yay, 1994,<br />
C. 6.<br />
_______________, Delilleriyle İslâm İlmihali İnanç-İbadet-Günlük Hayat, İstanbul: Erkam<br />
Yay, 2005.<br />
Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as b. İshak el-Ezdi es-Sicistani, Kitabu’s-Sünen, thk.<br />
Muhammed Avvame, Cidde: Dârü’l-Kıble li’s-Sekafeti İslâmiyye, 1998, C. 5.<br />
Ebül-Beka, Kadı Eyyub b. Musa el-Kefevi. Kulliyatu Ebi’l-Beka, İstanbul: Matbaa-i<br />
Amire Yayıları, 1987.<br />
Ece, Hüseyin K. İslâm’ın Temel Kavramları, İstanbul: Beyan Yay, 2000.<br />
Eliaçık, İhsan. İslâm ve Sosyal Değişim, İstanbul: Bengisu Yay, 1995.<br />
Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, trc. Alparslan Açıkgenç, Ankara: Ankara<br />
Okulu Yay, 1998.<br />
Fîrûzâbâdî, Ebü’t-Tahir Mecdüddin Muhammed b. Yakub b. Muhammed. el-Kâmûsü’l -<br />
Muhît, Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1986.<br />
Gazzalî, Ebu Hamid Huccetülislam Muhammed b. Muhammed. İhyâu Ulûmi'd-dîn, trc.<br />
Ahmed Serdaroğlu, İstanbul: Bedir Yayınları, 1974, C. 4.<br />
Gülen, M. Fethullah. Kalbin Zümrüt Tepeleri I, İzmir: Nil Yayınları, 2001.<br />
Hanbel, Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybani. el-Müsned, thk. Sıdki<br />
Muhammed Cemil Atar, Beyrut: Dârü’l-Fikr, 1991.<br />
Havva, Said. el-Esas Fi’t-Tefsîr, trc: M. Beşir Eryarsoy, İstanbul: Şamil Yay, 1990, C.16.<br />
el-Heysemi, Ebü’l-Hasan Nureddin Ali b. Ebi Bekr b. Süleyman. Mecmaü'z-Zevaid ve<br />
Menbaü'l-Fevaid, 2. bs, Beyrut: Darü’l-Kitâbi’l-Arabi, 1967, C. 6.<br />
İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm. Beyrut: Dâru’l-Marife, 1996, C.<br />
4.<br />
115
________, Kısasu’l-Enbiyâ, thk. Abdülkadir Ahmed Ata, 2. bs, Beyrut: el-Mektebetü’l-<br />
İslâmiyye, 1982.<br />
İbn Teymiyye, Ebü’l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdülhalim. Câmiu’r-Rasâil, thk.<br />
Muhammed Reşit Rıza, Lecnetü’l-Turâsi’l-Arabi, ts.<br />
İbnü’l-Arabi, Ebi Bekir Muhammed b. Abdullah. Ahkâmu’l-Kur’ân, Beyrut: Dâru’l-Cîl,<br />
ts, C. 4.<br />
İbn Mace, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid el-Kazvini, Sünenu İbn Mace, thk.<br />
Muhammed Mustafa A’zami, 2 bs., Riyad: Şirketü’t-Tıbaati’l-Arabiyye, 1984, C. 4.<br />
İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemalud-din Muhammed b. Mukerrem. Lisanu’l–Arab, Beyrut:<br />
Dâru Sâdir, ts, C. 15.<br />
İbrahim, Ahmed Şevki. Tesbihü’l-Kevn, Kahire: Nahdatu Mısr li’t-Tıbaa ve’n-Neşr, 2003.<br />
el-İsfehânî, er-Râğıb Ebu’l Kasım el-Hüseyn b. Muhammed b. el-Mufaddal. Mu’cemu<br />
Mufredâti Elfazi’l-Kur’ân, 3. bs., Beyrut: Dâru’l-Kalem, 1997.<br />
_________, El-Mufredât Fi-Garîbil-Kur’ân, Beyrut: Dâru’l-Kutubi’l İlmiye, ts.<br />
İzutsu, Toshihiko. Kur’ân’da Allah ve İnsan, trc. Süleyman Ateş, İstanbul: Yeni Ufuk<br />
Yayınları, ts.<br />
Karaman, Hayrettin ve dğr, Kur’ân Yolu, Ankara: T.D.V. Yayınları, 2003, C. 6.<br />
el-Kardavî, Yusuf. es-Sabru fî’l-Kur’ân, 6. bs, Beyrut: Müessestü’r-Risâle, 1991.<br />
Kılıç, Hamza. Kişisel Gelişimde Zikir ve Tesbih, İstanbul: İnsan Yayınları, 2001.<br />
Kutup, Seyyid. Fî Zilâl-il Kur’ân, trc. Salih Uçan, Vahdettin İnce ve Mehmet Yılmaz,<br />
İstanbul: Dünya Yay, 1991, C. 10.<br />
Kızmaz, Fedakâr. “Secde” md, Şamil İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Şamil Yay, 1992, C.<br />
6.<br />
el-Kurtubî, Ebü’l-Hasan Ali Halef b. Abdülmelik İbn Battal, el-Camiu li-Ahkami’l-<br />
Kur’ân, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’ân, Kahire, Dâruş-Şa’b, ts., C. 8<br />
el-Maverdî, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib, Tefsirü’l-Mâverdî, Beyrut: Dârü’l-<br />
Kutubi’-İlmiyye, 1996, C. 6.<br />
116
el-Mevdûdî, Ebu’l-A’lâ. Tefhimu’l-Kur’ân, trc. Ahmed Asrar, İstanbul: Bengisu Yay,<br />
1997, C. 7.<br />
el-Merâği, Ahmed Mustafa, Tefsiru’l-Merâği, Beyrut: Dâru’l-Fikr, ts, C. 10.<br />
el-Munâvî, Zeynüddin Muhammed Abdürrauf b. Ali. Feyzü’l-Kadîr, thk. Hamdi Daniş<br />
Muhammed, Mekke: Mektebetu Nizar Mustafa el-Baz, 1998, C. 13.<br />
en-Nesâî Ebu Abdurrahman Ahmed b. Ali b. Şuayb. Sünenü'n-Nesai, Beyrut: Dârü’l-Fikr,<br />
1930.<br />
en-Nesefî, Tefsirü Medariki’t-Tenzil ve Hakaiki’t-Te’vil Ebü’l-Berekat Hafızüddin<br />
Abdullah b. Ahmed b. Mahmud. Beyrut: Dârü’l- Kalem, 1989, C. 3<br />
Öztürk, Yaşar Nuri. Din ve Fırat, 2. bs., İstanbul: Yeni Boyut, 1992.<br />
_______________, Kur’ân’nın Temel Kavramları, İstanbul: Yeni Boyut Yay, 1999.<br />
Parladır, Selâhattin. “Dua” md, DİA, İstanbul: 1994, C. 30.<br />
Ramazanoğlu, Süleyman. “Tasavvuf – Kur’ân ve Sünnete Göre Zikir”<br />
http://www.akadem.nl/sayı2/Tasavvuf.htm.<br />
er-Râzî, Ebu Abdillah Fahreddin Muhammed b. Ömer, Mefâtihu’l-Ğayb, Beyrut; Dârü’l-<br />
Kütübi’l-İlmiyye, 1990, C. 32.<br />
es-Sa’lebî, Ebu İshak Ahmed b. Muhammed b. İbrahim en-Nisaburi, Kısasü'l-Enbiya, 4.<br />
bs., Lübnan: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1985.<br />
es-Sâbuni, Muhammed Ali. Safvetü’t-Tefasir, 4. bs., Beyrut: Dârü’l-Kur’âni’l-Kerim,<br />
1981, C. 3.<br />
es-Sa’dî, Abdurrahmân b. Nâsır. Tefsîru’s-Sa’dî, Beyrut: Dâru Muesseseti’r-Risâlât, 2000,<br />
C. 1.<br />
es-Semerkandi, Seyyid Alaeddin b. Yahya, Bahrul Ulum Tefsiri, trc. Ali Kara, İstanbul:<br />
Mutlu Ticaret Yayınları, ts., C. 6<br />
Şahin, M. Süreyya. DİA, “cin” md, İstanbul: T.D.V. Yayınları, 1993, C. 30.<br />
eş-Şeyh, Ahmed Hasan. el-Melâiketu Hakîkatuhum Vucûduhum Sıfâtuhum, Trablus:<br />
Jarrous Press, 1991.<br />
eş-Şevkâni, Ebu Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed el-Havlani. Fethu’l-Kâdir, 2.<br />
bs., Kahire: Mustafa el-Babi el-Halebi, 1964, C. 5.<br />
117
eş-Şirâzî, Nasır Mekarim, el-Emsal fi Tefsiri Kitabillahi’l-Münzel, Beyrut: Müessesetü’l-<br />
Ba’se, 1992, C. 20.<br />
et-Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr. Câmiu’l-Beyân fî Tefsiri’l-Kur’ân, Beyrut:<br />
Dâru’l-Fikr, 1985, C. 30.<br />
Tahanevi, M. b. Ali b. Kadı M. Hamid b. Sabir. Keşşafu İstilahati’l-Funun, İstanbul:<br />
Kahraman Yayınları, 1984, C. 2.<br />
et-Tirmizî, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Serve es-Sülemi. Sünenü't-Tirmizi, Dehli<br />
[Delhi]: Matbaatü’l -Müctema, 1897.<br />
Topaloğlu, Bekir. “hamd”, md., DİA, İstanbul: T.D.V. Yayınları, C. 30.<br />
______________, “hamîd”, md., DİA, İstanbul: T.D.V. Yayınları, C. 30.<br />
Turgay, Nureddin. “tehlil” md, Şamil İslâm Ansklopedisi, İstanbul: Şamil Yayınları,<br />
1994, C. 6.<br />
______________, “<strong>tesbih</strong>” md, Şamil İslâm Ansklopedisi, İstanbul: Şamil Yayınları,<br />
1994, C. 6.<br />
Turgut, Talha. “Bitkilerin Fısıltıları”, Sızıntı Dergisi, Şubat 1981, 3 sayı.<br />
http://www.sizinti.com.tr/konu.sizinti?SIN=4977e7e5c8&k=1366&171636724 (7<br />
Şubat 2006).<br />
et-Tûsî, Ebu Cafer Muhammed b. Hasan. Tefsîru’t Tibyan, Necef: Dâru’l-Endelusî, 1965,<br />
C. 6.<br />
Uludağ, Süleyman. “Zikir” md, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet Yayınları,<br />
1995.<br />
Ulutürk, Veli. Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, İzmir: Çağlayan Yayınları, 1995.<br />
el-Vâhidî, Ali b Ahmed Ebu’l-Hasen. Tefsiru’l-Vâhidî, Beyrut: Dâru’l-Kalem, 1415, C. 2.<br />
Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul: Hikmet Yay, 1992, C. 10.<br />
Yıldırım, Celal. İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsiri, İzmir: Anadolu Yayınları, 1989, C.<br />
14.<br />
Yıldırım, Suat. Kur’ân’da Uluhiyyet, İstanbul: Kayıhan Yay, 1987.<br />
ez-Zebîdî, Ebü’l-Feyz Murtaza Muhammed b. Muhammed. Tâcu’l-Arûs, thk. İbrahim<br />
Terzi, Beyrut: Dâru İhyai’t-Türâsi’l-Arabi, 1975, C. 20.<br />
118
ez-Zemahşeri, Carullah Ebû’l-Kasım Mahmud b. Ömer. el-Keşşâf an Hakayıkı’t-Tenzil,<br />
Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâs, ts, C. 4.<br />
ez-Zühaylî, Vehbe. Tefsiru’l-Münir, Dımaşk: Dâru’l-Fikr, 1991, C. 32.<br />
http://www.sevde.de/KuranBilim/kuran_ve_bilim.ht (14 Haziran 2006).<br />
119