23.11.2014 Views

Osmanlı Devleti - Prof. Dr. Metin Hülagü

Osmanlı Devleti - Prof. Dr. Metin Hülagü

Osmanlı Devleti - Prof. Dr. Metin Hülagü

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

1<br />

Türk Dış Politikasında Değişim Var mı, Gerekli mi?:<br />

Osmanlı <strong>Devleti</strong> – Türkiye Cumhuriyeti Örneği<br />

Mehmet <strong>Metin</strong> HÜLAGÜ *<br />

1. Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin Tarihsel Gelişimi<br />

Osmanlı <strong>Devleti</strong>, ya da Avrupalı bakış açısıyla Osmanlı İmparatorluğu, 1299 yılında<br />

şu anki Bilecik ilinin Söğüt ilçesinde kuruldu. Anadolu Selçuklu <strong>Devleti</strong> zamanında Osman<br />

Bey, Koyunhisar Savaşı ile İzmit’i aldı, Bursa’yı kuşattı, para bastırarak Osmanlı aşiretini<br />

Osmanlı Beyliği haline getirdi. En geniş zamanında devlet, üç kıtaya yayıldı, bin yıllık Bizans<br />

İmparatorluğu yıkılarak yeni bir çağ başlatıldı.<br />

1326’da Bursa’nın alınması ile daha kuruluş döneminden (1299-1453) itibaren<br />

genişlemeye başlayan Osmanlı Beyliği, Orhan Bey zamanında, komşusu Türkmen<br />

beyliklerinin topraklarına doğru, daha da artan bir şekilde genişleme politikasını sürdürmeye<br />

devam etti.<br />

1354’te Rumeli’ye ayak basan Osmanlı orduları, Balkanlar’da ele geçirdikleri<br />

Gelibolu Yarımadası’ndaki Çimpe Kalesi’ni üs olarak kullandı. Orhan Bey zamanında<br />

Osmanlı Beyliği, “Osmanlı <strong>Devleti</strong>” haline geldi, Bursa başkent yapıldı ve kendisi de ilk<br />

Osmanlı padişahı oldu.<br />

I. Murat (1326-1389) zamanında Balkan coğrafyasında Osmanlı fetihleri hızla devam<br />

etti. 1363’te Edirne, Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin eline geçti. Macar-Sırp-Bulgar-Eflak-Bosna birleşik<br />

ordusu Edirne yakınlarında 1364’te Sırp Sındığı Savaşı’nda Osmanlı orduları tarafından ağır<br />

bir yenilgiye uğratıldı. Kısa bir süre içinde Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan coğrafyası<br />

Osmanlı hakimiyetine geçti. Asrın sonlarında Osmanlı sınırı Tuna ve Belgrat’a kadar uzandı.<br />

Anılan devletlerin Osmanlı ilerlemesini durdurma çabaları ise; Birinci Kosova (1389),<br />

Niğbolu (1396), Varna (1444), İkinci Kosova (1448) zaferleri ile sonuçsuz kaldı. 29 Mayıs<br />

1453’te II. Mehmet’in İstanbul’u fethetmesi ile Osmanlı <strong>Devleti</strong> bir imparatorluk haline geldi.<br />

Bundan sonra II. Mehmet, tarihte “Fatih Sultan Mehmet” olarak anılmaya başlandı. 1460’ta<br />

Mora Despotluğu, 1461’de Trabzon Rum İmparatorluğu, 1459’da Sırbistan ve Bosna-Hersek<br />

toprakları Osmanlı coğrafyasına dahil edildi.<br />

Osmanlı <strong>Devleti</strong> Balkanlar’da Tuna üzerinde Macaristan’la; Arnavutluk, Yunanistan<br />

kıyıları ve Ege Denizi’nde ise Venedik’le karşı karşıya geldi. Otlukbeli’nde Akkoyunlu<br />

hükümdarı Uzun Hasan’a karşı kazandığı zafer üzerine Fırat’ın batısında yer alan Anadolu<br />

topraklarına yerleşti.<br />

Gedik Ahmet Paşa’nın Toroslar’ı ve Akdeniz kıyılarını alması üzerine ise Mısır<br />

Memlukları ile sınırdaş oldu. Gedik Ahmet Paşa’nın 1475’te kuzey Karadeniz’e yaptığı sefer,<br />

Ceneviz kolonileri Kefe ve Sudak’ın fethi ve Kırım Hanlığı’nın Osmanlı himayesine<br />

girmesiyle sonuçlandı. Böylece Osmanlı <strong>Devleti</strong>, bir iç deniz durumuna gelen Karadeniz<br />

üzerinde tam bir siyasi ve iktisadi egemenlik sahibi oldu.<br />

Gedik Ahmet Paşa Otranto’yu aldıktan sonra İtalya içlerinde harekata başladı.<br />

1484’teki Boğdan seferi ile kuzey ticaretinin zengin limanları Kili ve Akkerman Osmanlı<br />

* <strong>Prof</strong>. <strong>Dr</strong>., Erciyes Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü.


2<br />

<strong>Devleti</strong>’ne katıldı. Venedik ile 1499’dan 1503’e kadar süren savaş ise Osmanlı<br />

İmparatorluğu’na Modon, Koron, Nevarin ve İnebahtı limanlarını kazandırdı.<br />

Yavuz Sultan Selim’in 1514’te Şah İsmail’e karşı Çaldıran’da kazandığı zafer<br />

Osmanlı hakimiyetini Tebriz’e kadar genişletti. 1516 Mercidabık ve 1517 Ridaniye savaşları;<br />

Osmanlı topraklarının Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz’a kadar uzanmasını sağladı, Hint<br />

Okyanusu’na açılma olanağına kavuşturdu ve Osmanlı <strong>Devleti</strong>’ni İslam dünyasının<br />

tartışmasız lideri yaptı.<br />

Kanuni Sultan Süleyman’ın bir taraftan 1521’de Belgrat’ı fethi Orta Avrupa’da, diğer<br />

taraftan da 1522’de Rodos’u fethi Akdeniz’de Osmanlı <strong>Devleti</strong> için yeni ve elverişli bir<br />

dönemin başlangıcı oldu. Kanuni 1526’da Macar ordusunu Mohaç’ta büyük bir bozguna<br />

uğrattı ve Osmanlı ordusu Hasburglar’la karşı karşıya geldi. 1529’da Viyana’yı kuşatmasının<br />

ardından 1532’de Alman Seferi’ni gerçekleştirdi. 1541’de Macaristan’ı Budin adıyla bir<br />

Osmanlı eyaleti haline getirdi. 1543’te ise Estergon Kalesi’ni aldı.<br />

Barbaros Hayrettin Paşa ise, Preveze Deniz Savaşı’nda Andrea Dorya komutasındaki<br />

birleşik Hıristiyan donanmasını 28 Eylül 1538’de mağlup etti. 1538’de Hint Okyanusu’nda<br />

Portekizlilere karşı başlatılan mücadele 1669’a kadar sürdü. Yemen, Habeşistan ve bazı<br />

Afrika ülkeleri Osmanlı <strong>Devleti</strong> hakimiyetine alındı.<br />

Kanuni döneminin önemli mücadele alanlarından biri de İran oldu. 1533’te Sadrazam<br />

İbrahim Paşa, onu takiben 1534’te de padişahın bizzat kendisi İran seferine çıktı. "Irakeyn<br />

Seferi" denilen bu seferin en önemli ve kalıcı etkisi 1535’te Bağdat dahil olmak üzere Irak<br />

topraklarının Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin eline geçmesi oldu. İran savaşları 1576 yılına kadar geçerli<br />

olacak olan 1555’teki Amasya Antlaşması ile sona erdi. Bu antlaşma neticesi; Azerbaycan ile<br />

merkezi Tebriz, bir kısım Doğu Anadolu toprakları ve Irak, Osmanlı hakimiyetine girdi.<br />

Ancak I. İbrahim dönemi (1640-1648), Osmanlı <strong>Devleti</strong> için hemen her açıdan<br />

olumsuzlukların yaşandığı bir dönem oldu. Olumsuz gelişmeler, çocuk yaştaki IV. Mehmet’in<br />

(1648-1687) saltanatı döneminde de devam etti.<br />

Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin içinde bulunduğu idari bozukluk 1656’da sadrazamlık vazifesine<br />

getirilen Köprülü Mehmed Paşa’nın ve ailesinden olan diğer sadrazamların, XVIII. yüzyıl<br />

başlarına kadar Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin idaresinde “Köprülüler Devri”nin yaşanmasına neden<br />

oldu. Köprülüler Devri, aynı zamanda Osmanlı fetihlerinin gerçekleştiği son devrin de<br />

başlangıcını teşkil etti. Bozcaada, Limni, Erdel, Uyvar, Neograt, Girit, Kandiye ve Podolya<br />

kale ve beldeleri Osmanlı topraklarına katıldı. 1678’de Kara Mustafa Paşa Çehrin’i ele<br />

geçirdi. Ruslar 1681’de Dinyeper nehrinin sağında kalan toprakları Osmanlılara terk etmek<br />

zorunda kaldı. Osmanlı <strong>Devleti</strong>’ni yeniden Avrupa’daki en geniş sınırlara ulaştırmak isteyen<br />

Kara Mustafa Paşa büyük bir orduyla 1683’te Viyana’yı kuşattı. Ancak 12 Eylül 1683’te<br />

Osmanlı ordusu büyük bir bozguna uğradı.<br />

Viyana mağlubiyetinden sonra tahta geçen II. Süleyman (1687-1691) ve II. Ahmet<br />

(1691-1695) devirlerinde iç huzursuzluklar devam etti. Osmanlı <strong>Devleti</strong> 1696’da oluşturulan<br />

Avusturya-Lehistan-Malta-Venedik-Rus birleşik ittifakına karşı dört cephede birden<br />

mücadele etmek zorunda kaldı.<br />

II. Mustafa (1695-1703) döneminde Avusturya’ya karşı üç ayrı sefer düzenlendiyse<br />

de, ilk iki seferde kısmen başarı sağlanırken son seferde Osmanlı ordusu Zenta denilen yerde<br />

bozguna uğradı. Nihayet 26 Ocak 1699’da, 25 yıl süreyle geçerli olacak ve Osmanlı<br />

<strong>Devleti</strong>’nin önemli oranda toprak kaybetmesine sebebiyet verecek olan Karlofça Antlaşması<br />

imzalandı.


3<br />

III. Ahmet (1703-1730) dönemi Rusya ile Osmanlı <strong>Devleti</strong> arasında yeni bir savaşın<br />

yaşanmasına, Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin Karlofça Antlaşması ile kaybettiği yerleri 1711 Prut<br />

Antlaşması ile tekrar kazanma fırsatını yakalamasına neden oldu. Ancak aynı başarı,<br />

Avusturya karşısında sergilenemedi. Temeşvar ve Belgrat’ın kaybı üzerine Osmanlı <strong>Devleti</strong><br />

1718’de Pasarofça Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. 1722’de Damat İbrahim Paşa<br />

sadaretinde İran’a karşı başlatılan savaştan ise kesin bir netice alınamadı. Patrona Halil<br />

ayaklanması bu döneme son veren ciddi ve sarsıcı bir iç gelişme oldu.<br />

I. Mustafa döneminde (1730-1754) Fransa’nın da teşvikiyle Osmanlı <strong>Devleti</strong>,<br />

Rusya’ya savaş ilan etti. Avusturya, Rusya’nın yanında yer aldı. Her iki cephede de başarılar<br />

kazanan Osmanlı <strong>Devleti</strong>, Pasarofça Antlaşması ile Avusturya’ya devrettiği yerleri 18 Eylül<br />

1739 Belgrat Antlaşması’yla geri alma fırsatını yakaladı.<br />

Damat İbrahim Paşa zamanında başlayan İran savaşları, Lale Devri’nden sonra da<br />

devam etti. Safavi idaresinin çöküş dönemine girmesini ve 1724’te İran’da taht kavgalarının<br />

başlamasını fırsat bilen Ruslar, Azerbaycan ve Dağıstan’ı işgal etti. İran’ın Rusya’nın eline<br />

geçmesini istemeyen Osmanlı <strong>Devleti</strong>, İran’a sefer düzenledi. Rusya’nın kuzeydeki işgaline<br />

karşın Güney Azerbaycan’ı topraklarına katma yoluna gitti. Şah Tahmasp ile Osmanlı <strong>Devleti</strong><br />

arasında 1732’de barış yapıldı. Nadir Şah’ın (1688-1747) İran’da 1736 yılında iktidara<br />

geçmesinden sonra Osmanlı <strong>Devleti</strong> ile İran arasında oldukça uzun, ancak sonuçsuz savaşlar<br />

yaşandı. Nihayet iki devlet arasındaki sınır, Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla belirlenen esaslar<br />

üzerine 1746’da yeniden kabul gördü.<br />

Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nde I. Mahmut (1730-1754), III. Mustafa (1757-1773) ve I.<br />

Abdülhamid (1773-1789) devirlerinde ordu merkezli bir dizi ıslahat hareketlerine başlandı.<br />

Dışarıdan askeri uzaman ve subaylar getirildi, Tophane ıslah edilerek yeni ve daha geniş çaplı<br />

toplar döküldü, donanma yenilendi. Tüm bu ıslahatlara rağmen, 21 Temmuz 1774’te Küçük<br />

Kaynarca Antlaşması’nı imzalamak Osmanlı <strong>Devleti</strong> için kaçınılmaz oldu.<br />

1579-1699 tarihleri arasında yaşanan “Duraklama Dönemi”ni 1699’da başlayıp<br />

1792’de son bulan “Gerileme Dönemi” izledi. 1792-1920 tarihleri arasında yer alan “Yıkılış<br />

Devri”nde ise 93 Harbi, Ayastefanos Antlaşması (1878), Berlin Antlaşması (1878), Tanzimat<br />

Fermanı (1839), Trablusgarp Savaşı (1911-1912), Balkan Savaşları (1912-1913), Birinci<br />

Dünya Savaşı (1914-1918), Çanakkale Savaşları (1915-1916) ve Saltanatın Kaldırılması<br />

(1922) gibi önemli ve belirleyici olaylar takip etti.<br />

2. Osmanlı <strong>Devleti</strong> ve Dış Politikada “Genişleme” Felsefesi<br />

1299’da kuruluşundan 1699’da başlayan Gerileme Dönemi’ne kadar Osmanlı <strong>Devleti</strong>,<br />

yukarıda özetlenmeye çalışıldığı üzere, dış politikada sürekli genişleme felsefesiyle hareket<br />

etmiştir. Sahip olduğu topraklar Asya, Avrupa ve Afrika olmak üzere üç kıtaya yayılmış,<br />

muhtelif unsurlardan oluşan kitleler üzerinde asırlar süren bir hakimiyet kurmuştur.<br />

Şer’i bir devlet esası, diğer bir ifadeyle İslam Hukuku prensipleri üzerine kurulmuş<br />

olan Osmanlı <strong>Devleti</strong> için, dış politikada genişleme felsefesini benimsemek ve bu felsefeyi<br />

her fırsatta uygulamaya çalışmak kaçınılmaz bir durum olmuştur. Zira İslam Hukuku dünyayı,<br />

hakimiyet açısından iki kategoriye ayırmıştır: Müslümanların yaşadığı ve hakim olduğu<br />

“İslam Diyarı” (Daru’l-İslam) ve gayr-i Müslimlerin yaşadığı ve hakim olduğu “Küfür<br />

Diyarı” (Daru’l-Harb).<br />

İslam Hukuku’na göre dünya biri hak, diğeri batıl olan iki gücün mücadele alanıdır ve<br />

dünyada hakimiyetin mutlak sahibi mutlak surette Allah’a (onun koyduğu yasa ve ön gördüğü


4<br />

felsefeye) ait olmalıdır. Bu yaklaşım, gerçekleştirilmesi halinde Müslümanlara sağlayacağı<br />

dünyevi yararları bir tarafa, her Müslüman tarafından mutlak surette icra edilmesi gereken<br />

dini bir vazife olarak kabul görmüştür.<br />

İslam Hukuku’nun bu kategorik hakimiyet tanımı ve buna bağlı olarak ortaya koymuş<br />

olduğu dünya ayırımı, Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin bir taraftan batıya doğru, diğer taraftan ise doğuya<br />

doğru sürekli genişleme çabası içerisinde olmasını gerekli kılmıştır. Ancak bu genişleme,<br />

yukarıda belirtilmeye çalışılan esaslar ve genişleme siyasetinin dayandığı temel prensipler<br />

dolayısıyla; sömürgecilik, işgal ve benzeri kavramlar veya bu anlamda çağrışım yaptıracak bir<br />

kelime veya terimle hiçbir şekilde ilgili olmamıştır. Bu anlamda doğru olan ve kullanılması<br />

gereken kelime yahut terim, “Fetih” kelimesi olmalıdır.<br />

Müslümanların omzuna İslam Hukuku’nun yüklemiş olduğu dünyaya İslam’ı ve hakkı<br />

hakim kılma emrinin, teorik olarak iki şekilde gerçekleştirilmesi söz konusu olabilirdi:<br />

Bütünü ile insanları Müslüman yapmak veya tüm dünyayı fethedip İslam hakimiyeti altına<br />

almak. Ancak bu iki alternatiften ilkinin dini terminolojideki “Münafık” kavramından ve<br />

“Allah dilemedikçe kimseye hidayetin sağlanamayacağı” şeklindeki Kur’ani beyandan dolayı<br />

gerçekleştirilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla söz konusu “ilahi emrin” icrası tümüyle<br />

dünyayı fethetme mecburiyetini gerekli kılmaktaydı.<br />

Osmanlı idarecileri, İslam Hukuku’nun omuzlarına temel ve ihmal edilemez bir vazife<br />

olarak yüklemiş olduğu bu sorumluluğu Müslüman halkın anlayacağı dil ve kelimelerle ifade<br />

etmeye çalışmışlardır. Akademik bir kullanım olan “Daru’l-İslam” ve “Daru’l-Harb” ifadeleri<br />

yerine, kendi içinde birinin diğerine göre dönem dönem öncelik ve ağırlık kazandığı, Nizam-ı<br />

Alem, İla-yı Kelimetullah, Kızıl Elma, Gaza, Cihat gibi terimleri kullanmayı tercih<br />

etmişlerdir. Yine Müslüman halkı motive etmek ve bu ilahi kaynaklı vazifeyi icrada gevşeklik<br />

ve tembellik göstermelerine fırsat vermemek için Osmanlı idarecileri; gayr-i Müslim<br />

unsurların yaşadıkları diyarları da dikkate almayan, küçümseyen ve ehemmiyet atfetmeyen bir<br />

üslup ile “Diyar-ı Küfür” ve “Kafiristan,” bu yerlerde yaşayanları da “Kâfir” ve “Kefere” gibi<br />

kelimelerle anmışlardır.<br />

Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin “Nizam-ı Alem” adı altında dünyayı fethetme politikası, 18.<br />

yüzyıla kadar Batı ve Doğu olmak üzere iki doğrultuda devam etmiştir. Batı’da Viyana<br />

önlerine kadar ilerlenirken Doğu’da ise Arap Yarımadası hakimiyet altına alınmış, fetih<br />

siyasetinin önünde tek ciddi problem olarak İran coğrafyası kalmıştır.<br />

İkinci Viyana kuşatması ve bu kuşatmanın mağlubiyetle neticelenmesi, Osmanlı dış<br />

politikasında ve dolayısıyla fetih siyasetinde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. O güne<br />

kadar Avrupa karşısındaki askeri üstünlüğe ilaveten siyasi ve idari belirleyicilik de bir anda<br />

çok yönlü bir değişime uğramış;Viyana önlerinde yaşanan bu umulmadık yenilgi, Osmanlı<br />

devlet adamları üzerinde çok ciddi boyutlu psikolojik etkiler meydana getirmiştir.<br />

3. Fetih Politikasından Fiili Olarak Vazgeçilmesi<br />

Osmanlı <strong>Devleti</strong> 1699’da başlayıp 1792’de son bulan “Gerileme Devri”nde batıya<br />

doğru sürdürmekte olduğu söz konusu fetih politikasından geçici bir süre için vazgeçmek,<br />

“İla-yı Kelimetullah” felsefesini gerçekleştirme vazifesini fikren değilse bile fiilen, ancak<br />

muvakkaten, bırakmak zorunda kalmıştır. Özellikle 1683-1739 tarihleri arasında yaşanan<br />

“Gerileme Devri”; bir yönüyle Batı’ya karşı izlenecek olan yeni dış politika ilkelerinin<br />

belirlenmesi açısından bir geçiş dönemi oluştururken, diğer yönüyle de o güne kadar uygulana<br />

gelen dış politika prensiplerinin artık uygulanamaz olduğunu gösteren bir dizi belirleyici<br />

askeri harekatın gerçekleşmesine tanıklık etmiştir. Örneğin Osmanlı <strong>Devleti</strong>, 1696’da


5<br />

oluşturulan Avusturya-Lehistan-Malta-Venedik-Rus birleşik ittifakına karşı dört cephede<br />

birden mücadele etmek zorunda kalmıştır. Avusturya’ya karşı düzenlenen üç seferden ilk<br />

ikisinde kısmen başarı sağlamış, sonuncusunda ise büyük bir mağlubiyet yaşamıştır. 26 Ocak<br />

1699’da, 25 yıl süreyle geçerli olacak olan ve ciddi toprak kaybına sebebiyet veren Karlofça<br />

Antlaşması’nı imzalamaktan kurtulamamış; geçici bir durum arz eden 1711 Prut zaferinin<br />

hemen ardından gerçekleşen ve yeni toprak kayıpları ile neticelenecek olan 1718 Pasarofça<br />

Antlaşması’na imza koymak zorunda kalmıştır. Yaşanan bu olumsuz gelişmeleri, 1730’da<br />

patlak veren Patrona Halil isyanı izlemiştir. 1739 Belgrat Antlaşması, Pasarofça<br />

Antlaşmasıyla kaybedilen bir kısım yerlerin geri alınması fırsatını sağlamışsa da, fetih<br />

politikasından vazgeçme kararının kalıcı bir hale dönüşmeye başlamasını nihai olarak<br />

engelleyememiştir.<br />

Nihayet batı yönündeki fetih siyaseti 17. yüzyılın sonlarından itibaren duraksamaya<br />

başlamıştır. Aksi yöndeki bütün gayret ve çabalara rağmen, Osmanlı <strong>Devleti</strong> bu politikayı<br />

Gerileme Dönemi’nden itibaren bütünüyle terk etmek zorunda kalmıştır.<br />

Batı cephesindeki bu değişime karşın, doğu cihetinde hakimiyet kurma arayışları<br />

mevcudiyetini daha geç bir zamana kadar muhafaza edebilmiştir. Bu siyaset; özellikle İran’a<br />

karşı belirli bir süre daha tabii seyri içerisinde devam etmiş, sonraki yıllarda ise Osmanlı<br />

<strong>Devleti</strong>’nin gücüne paralel bir şekilde, kademe kademe sona ermiştir. Bu anlamda, hem<br />

Damat İbrahim Paşa zamanında İran ile yapılan savaşları, hem de Azerbaycan ve Dağıstan’ın<br />

Ruslar tarafından işgali üzerine Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin İran’a karşı düzenlediği seferleri anmak<br />

mümkündür. 1732’de yapılan Türk-İran barış antlaşmasının, Nadir Şah’ın İran’da iktidara<br />

geldiği 1736 yılı sonrasında, oldukça uzun süren hâkimiyet elde etme siyaseti adına hiç bir<br />

sonuç sağlamadığı da muhakkaktır. Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla daha evvelce iki devlet<br />

arasında tespit edilmiş olan sınırlar 1746’da bir kez daha kabul görmüş ve iki devlet<br />

arasındaki mevcut savaş durumuna son verilmiştir. Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın bir kez daha<br />

uygulama alanı bulmuş olması ise, Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin doğu cephesindeki fetih siyasetinin<br />

de artık fiilen işlemez ve uygulanamaz bir hale geldiğini net bir şekilde ortaya koymuştur.<br />

4. Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin İttifak Arayışları<br />

Dış politikasının temel unsuru olan fetih ilkesinden hem batı hem doğu cephesinde<br />

sırasıyla vazgeçmek zorunda kalan Osmanlı <strong>Devleti</strong>; sınırlarını korumak ve Avrupa<br />

devletlerinin tecavüzlerinden masun kalabilmek için, Prusya, Fransa ve İsveç gibi yine<br />

Avrupalı olan muayyen devletlerle yakın ilişkiler kurmaya çalışmış, bu dönemde ittifak<br />

arayışlarında bulunmak kendisi için kaçınılmaz bir hal almıştır. İleriki dönemlerde daha da<br />

artarak devam edecek olan bu yakınlaşma ve ittifak arayışlarına “denge siyaseti” de eşlik<br />

etmiş, Osmanlı <strong>Devleti</strong> geçmişte sürdürdüğü uluslararası ilişkilerdeki yalnızlık (ferdiyetçilik)<br />

politikasını tamamıyla terk etmek zorunda kalmıştır. Ancak Kırım Savaşı (1853-1856)<br />

sonrasında Avrupa Devletler Ailesi’ne 1856 yılındaki katılımı, kendisini toparlamaya yeterli<br />

gelmemiştir. Avrupa devletlerine yakınlaşma, ittifak arayışları ve denge politikası<br />

uygulamaları imparatorluğun yıkılışına kadar devam etmişse de, “Avrupa’nın Hasta Adamı”<br />

tanımlaması ve bu tanımlamaya uygun düşen askeri, siyasi, idari ve iktisadi seyri dolayısıyla<br />

Birinci Dünya Savaşı sonucu dağılmaktan kurtulamamıştır.<br />

5. Cumhuriyet Döneminin İlk Yıllarında Türk Dış Politikası<br />

Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması üzerine 1923’te yeni bir devlet<br />

kurulmuş; kurulan bu devlet, Cumhuriyet’in ilanı ile taçlandırılmıştır. Cumhuriyet


6<br />

Türkiyesi’nin kuruluşu, Türk tarihi açısından hiç şüphesiz ki laik demokratik esaslı yeni bir<br />

idari esasa dayanan bir devrin başlangıcı olmuştur. Ancak kurulan bu yeni Cumhuriyet<br />

Türkiyesi, Osmanlı <strong>Devleti</strong>’nin 1683’ten itibaren izlemek zorunda kaldığı savunma ve<br />

müdafaa karakterli dış politika ilkesini dış siyasetinin esası haline getirmekten ve icra<br />

etmekten kendini kurtaramamıştır. Yeni devletin tesisinin ve Cumhuriyet’in ilanının hemen<br />

ardından barışçı bir dış politika felsefe ve çizgisini esas alan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”<br />

ilkesi bütün dünyaya ilan edilivermiştir.<br />

Şüphesiz ki, henüz yeni kurulmuş, taze, korunmaya ve kollanmaya her haliyle muhtaç<br />

bir durumda bulunan Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk yıllarında bu türden ilkelerin dış<br />

politikada kabulü ve ilanı çok tabii ve hatta zaruri siyaset gereklerinden olmuştur. Bu türden<br />

ilkeleri, yeni kurulan hemen her ülkenin siyasi tarihinde görmek mümkündür ve makul<br />

karşılamak da gerekir. Amerika Birleşik Devletleri bile; 1776 tarihinde bağımsızlığına<br />

kavuşmasının hemen ardından 2 Aralık 1823’te Monroe Doktrini’ni dünyaya ilan etmiş, dış<br />

politikasında saygılı ve ölçülü bir seyir takip edeceği taahhüdünde bulunmuştur. Bu bildiride;<br />

Avrupalı devletlerin Latin Amerika kıtasını sömürge konusu yapmalarına göz yummayacağı,<br />

ABD’nin Avrupa devletlerinin işlerine karışmamasına karşılık onların da Amerika kıtasına<br />

karışmamaları istenmiştir. Ancak aynı ABD bugün, dünyanın jandarmalığını yaptığını<br />

söylemekte, “Yeni Dünya Düzeni” kurma çabası içine girmekte ve sınır komşumuz Irak’ta<br />

yeni bir sistemi oluşturmaya ve oturtmaya çalışmaktadır.<br />

ABD’nin istiklalini kazanmasından kısa bir süre sonra böyle bir doktrini dünyaya ilan<br />

etmesi gayet tabii karşılanabilir. Ancak bugün sömürgecilik hareketini yeni bir metot ve yeni<br />

bir dönemle sürdürmekte olan ABD’nin belirli bir güç ve kuvvet kazanmasının hemen<br />

ardından Monroe Doktrini’ni değişik süreçlerde türlü anlamlarda kullanmaya başladığı da<br />

bilinmektedir. Hatta ABD’nin Monroe Doktrini’ne; kuzeyden güneye Amerika kıtasındaki<br />

tüm topraklara, şu veya bu şekilde sahip olmaya hakkı bulunduğu şeklinde yeni bir anlam<br />

yüklediği de unutulmamalıdır.<br />

Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra, “hazır ol cenge, ister isen<br />

sulh-u salah” sözü yerine “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi geçerli kılınarak bölge ülkeleri<br />

ile dostluk antlaşmaları ve savunma paktları vücuda getirilmeye çalışılmıştır. 1683 sonrası dış<br />

politikadaki müdafaa karakterli Osmanlı geleneği, 1923 sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti<br />

dış siyasetinin de temel unsuru haline gelmiştir. Bu anlamda 17 Eylül 1930’da Türkiye-<br />

Litvanya arasında bir Dostluk Antlaşması imzalanmış, 9 Şubat 1934’te ise Türkiye, Romanya,<br />

Yunanistan ve Yugoslavya’yı kapsayan bölgesel bir Balkan Paktı oluşturulmuştur.<br />

7 Nisan 1937’de Türkiye ile Mısır arasında bir dostluk antlaşması yapılmış; yine aynı yıl<br />

8 Temmuz 1937’de, Sovyet yayılmacılığına karşı Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında<br />

Sadabat Paktı kurulmuş ve oluşturulan bu ittifak 14 Ocak 1938’de TBMM’den onay almıştır.<br />

Sadabat Paktı’nı 1955’te Türkiye ile Irak arasında oluşturulan Bağdat Paktı izlemiştir. Bağdat<br />

Paktı’na kuruluşundan kısa bir süre sonra İngiltere, Pakistan ve İran’ın da üye olmaları ve<br />

Amerika Birleşik Devletleri’nin müşahit olarak katılımı, ancak Irak’ın zamanla örgütten<br />

ayrılmasıyla Bağdat Paktı’nın adı CENTO (Merkezi Antlaşma Örgütü, Central Treaty<br />

Organization) olarak değiştirilmiştir.<br />

Batıda Balkan Paktı’nın, doğuda ise Sadabat Paktı’nın kurulmuş olması ayakları<br />

üzerinde durma çabasında olan yeni Türkiye Cumhuriyeti için şüphesiz ki son derece gerekli<br />

ve bir o kadar da yararlı siyasi ve askeri birer girişim olmuştur. Bu ittifaklarla Türkiye<br />

Cumhuriyeti, kendisine yönelebilecek dış tehditlere karşı peşinen önlemler almış,<br />

bölgesindeki ülkelerle emperyalizme karşı sağlam dostluklar oluşturmaya çalışmıştır. Sadabat<br />

Paktı’nın imzalanması dolayısıyla özellikle bölgede İran’la güçlü bir dayanışma sağlanmış,


7<br />

Hitler idaresindeki Alman ordularının tecavüz ve tasallutundan bu ittifakın da sağladığı siyasi<br />

ve askeri caydırıcılık dolayısıyla emin olunabilmiştir.<br />

Balkan Paktı’nın imzalanması ile İtalya’nın Akdeniz’deki emperyalist özlemlerine ket<br />

vurulmuş, Yunanistan ile Türkiye arasındaki gergin ilişkilerde belirli bir yumuşama görülmüş<br />

ve sınırların karşılıklı olarak garanti edilmesi taahhüdü sağlanmıştır. Dış politikada ittifak ve<br />

pakt arayışları, Türkiye Cumhuriyeti’nin NATO’ya katılımı ile devam etmiştir. Aynı yöndeki<br />

arayışların bugün de devam ettiği söylenebilir.<br />

Bütün bu arayışlar ve işbirlikleri; yeni kurulan ve zayıf bir askeri, siyasi ve iktisadi<br />

yapı içindeki bir devletin mevcudiyetini korumak anlamında belirli bir dönem için geçerli<br />

sayılabilir. Siyasi çıkarlar, bölgesel ve uluslararası dengelere bağlı olarak bugün de bu türden<br />

ittifaklar içinde yer almayı gerektirebilir ve alınmalıdır da.<br />

Ancak askeri, siyasi ve iktisadi açıdan küçümsenmeyecek bir güce erişmiş Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin; 20. yüzyılın başlarındaki şartlar içinde politik olarak söylenmiş ve<br />

söylenmesi gerekmiş olan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini yeniden herhangi bir yoruma<br />

tabi tutmadan dış politikasının temel unsurlarından biri olarak bugün de benimsemesi ve<br />

benimsetmesi pek de makul görünmemektedir. Bu nedenle, ilkenin anlamı üzerinde yeniden<br />

durulmalı ve günümüz şartlarına uygun olarak yorumlanmalıdır.<br />

6. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” İlkesinin Anlamı ve Yeniden Yorumlanması<br />

Atatürk’ün bu özdeyişi son dönemlerde anlamı ve söyleniş maksadı üzerinde pek<br />

durulmadan basmakalıp bir slogan halinde kullanılır bir hale gelmiştir. Oysaki bu özdeyişin,<br />

Atatürk’ün genel felsefesi ve dış politikası ilkeleri içerisinde ciddi bir şekilde<br />

değerlendirilmesi gerekir. Her ne kadar “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi ilk bakış ve<br />

duyuşta Atatürk’ün “barış” yanlısı olduğunu vurgulamaktaysa da, bu ilkeyle kayıtsız şartsız<br />

barış istenildiği zehabına kapılınmamalıdır. “Her ne pahasına olursa olsun barış”, inandıkları<br />

ve yaptıkları ile karşılaştırıldığı zaman, Atatürk’ün düşüncesi olamayacağı gibi, sürekli<br />

savaşın bir barış taktiği olarak kullanılamayacağı da açıktır.<br />

Burada teorik olarak üç yaklaşımı birbirinden ayırt etmek gerekmektedir. Birincisi,<br />

“barışa sürekli savaşla ulaşılabileceği” düşüncesidir. Genelde Makyavelizm ya da real politik<br />

adı verilen bu yaklaşımda barış, ancak “iki savaş arasındaki dinlenme ve hazırlık dönemi”dir.<br />

Böyle bir felsefenin geçerli kılınması halinde birbirinin kurdu olarak da tanımlanabilecek olan<br />

devletlerin bir arada ve barış içerisinde yaşamalarına imkan yoktur.<br />

İkinci yaklaşım tarzı ise, “ne pahasına olursa olsun” barışın elde edilmesini<br />

savunmaktadır. Diğer bir ifade ile, savaşın nihai olarak hiçbir fayda getirmeyeceği gerçeği<br />

dolayısıyla silaha müracaat edilmesi gereksizdir. Bu yaklaşıma “pasifizm” denilmektedir.<br />

“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi genel olarak bu yaklaşımla karıştırılmakta veya<br />

karıştırılmak istenmektedir. Dolayısıyla Türk dış politikasının zora girdiği ve silaha<br />

müracaatın kaçınılmaz olduğu yer ve zamanlarda bazı çevrelerin Atatürk’ün bu özdeyişini,<br />

adeta bir kalkan gibi kullanarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hareket serbestisini sınırlamaları<br />

ve hatta hareketsiz kılmaları görülebilmektedir. Oysaki Atatürk hiçbir vakit pasifist olmamış,<br />

pasif bir tavır sergilememiştir. Onun bu yönünü anlamak için sadece söylediklerine değil,<br />

yaptıklarına da bütünüyle bakmak gerekecektir. Yaptıkları dikkatlice incelendiği takdirde<br />

onun pasifist değil, bilakis eylemci olduğunu kabul etmek icap edecektir. En basit örneğiyle,<br />

onun önderlik ettiği Türk Kurtuluş Savaşı ile İngiliz yönetimine Gandi liderliğinde karşı çıkan<br />

Hindistan halkının pasif direnişi birbiriyle mukayese edilirse, Atatürk’ün pasifist bir asker<br />

veya bir siyasi lider olmadığı açıkça görülür.


8<br />

Üçüncü yaklaşım ise, hem Makyavelizm’e hem de pasifizme karşı olan yaklaşım<br />

biçimidir. Buna göre barış, devletler ve kişiler arasında genel olarak arzu edilen ve<br />

gerçekleşmesi mümkün olan bir durum olmakla beraber, öyle anlar gelebilir ki silahlı bir güce<br />

başvurmak veya doğrudan doğruya savaşa girmek zorunlu olabilir. Diğer bir ifade ile savaş,<br />

gerekli fakat barışa ulaşmak için en son başvurulabilecek bir araçtır. “Yurtta Sulh Cihanda<br />

Sulh” özdeyişinin doğru değerlendiriliş biçimi onun bu üçüncü yaklaşım tarzı içerisinde<br />

görülmesine bağlıdır.<br />

Burada vurgulanması gereken diğer bir nokta ise, yurtta sulh ile cihanda sulhun<br />

birbiriyle olan yakın ilişkisidir. Atatürk’ün bu özdeyişle yurttaki ve dünyadaki gelişmelerin<br />

birbiriyle sıkı ilişki içerisinde olduğuna değinmek istediği açıktır. Yurtta barışın olmaması<br />

halinde dünya barışından söz edilmesi mümkün olmayacağı gibi, dünya barışının olmadığı<br />

yerde bir yurt barışından da söz edilemeyecektir. Bu nedenle Atatürk’ün “Yurtta Sulh”<br />

kavramını “Cihanda Sulh” kavramından önce kullanmış olması üzerinde durulmaya değer bir<br />

husustur. Acaba ülke içindeki barış, dünya barışının bir ön koşulu mudur; her ülkede barış<br />

sağlanınca dünya barışı da kendiliğinden sağlanmış mı olacaktır? Yoksa, sadece sözün gelişi<br />

olarak mı “Yurtta Sulh” kavramı “Cihanda Sulh” kavramından önce kullanılmıştır?<br />

Aslında Atatürk’ün bu kavramların sırasını bilinçli bir şekilde kullanarak ülke<br />

barışının dünya üzerindeki etkisine dikkat çekmek istediği açıktır. Bir ülkede huzur ve sükun<br />

sona ermiş ve insanlar hayatlarından endişe eder bir duruma gelmişlerse dünya barışının<br />

olamayacağı aşikardır. Örneğin Türkiye’de terörizm dış odaklarca desteklendikçe, ülke içinde<br />

barış ortamının yaratılmasına olanak tanınmadıkça, doğal olarak Türkiye’nin meşru haklarının<br />

saklı kalacağı ve bir bölgesel barıştan, belki de dünya barışından söz edilemeyeceği gayet<br />

tabii olacaktır. Kısaca, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” özdeyişindeki yurt ve cihan sıralamasının<br />

rastlantı olmadığı muhakkaktır. Söz dizimi bakımından, “Cihanda Sulh Yurtta Sulh” ifadesi<br />

gayet doğrudur. Tüm dünyada barış olduğu takdirde muayyen bir ülkede de barışın olması<br />

gayet tabiidir. Aynı mantıkla, tek bir ülkede dahi barışın bozulması durumunda dünyada da<br />

gerçek anlamda barıştan söz edilemeyecektir.<br />

Diğer önemli bir konu ise bu ilkedeki “barış”ın anlamıdır. Atatürk bu özdeyişteki barış<br />

kelimesinden neyi kastetmiştir? Kurtuluş Savaşı döneminde yapılan ve söylenilenleri geniş bir<br />

açıdan değerlendirdiğimizde, ülkenin kurtarılmasının birinci aşamayı ve belki de en kolay<br />

aşamayı oluşturduğu söylenebilir. Öncelikle ekonomik alan başta olmak üzere belirli<br />

alanlarda iyileşme ve ilerleme kaydedemeyen bir ülke veya milletin, özgür, kararlı ve<br />

şahsiyetli politikalar izlemesi pek tabiidir ki mümkün olamayacaktır.<br />

Bu gerçek nedeniyledir ki doğal olarak barış, dar anlamda kullanıldığı biçimiyle<br />

“silahlı çatışmanın olmaması” değil, daha geniş anlamda, belirli ihtiyaçların karşılanması,<br />

ilişkilerin barışçıl yollardan sürdürülmesi ve sorunların barışçıl yollarla çözülmesini de içine<br />

alan bir barıştır. Silahların susması yani dar anlamdaki bir barış, bu geniş anlamdaki barışın<br />

ancak ilk ve gerekli aşaması olarak kabul edilebilir. Gerçek anlamda bir barışın gerçekleşmesi<br />

ise, bu ilk aşamanın ötesine geçilmesini gerekli ve kaçınılmaz kılar. Bu nedenledir ki,<br />

bugünkü mevcut sistemlerin çoğunda sosyal adaletin gereğince yer almaması, Ortadoğu başta<br />

olmak üzere, dünyanın birçok bölgesinde birçok yeni sorunun ve aynı zamanda muhtemel<br />

savaşların temel nedenini oluşturması gayet tabii olarak görülmelidir.<br />

7. Sonuç Yerine: Türk Dış Politikasının Geleceği<br />

Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha aktif bir dış politika benimsemesi<br />

gereklidir. Bunun yapılabilmesi için de, yukarıda açıklandığı anlama göre, “Yurtta Sulh


9<br />

Cihanda Sulh” ilkesinin yeniden yorumlanmasına ihtiyaç vardır. Kuzey Irak’ta bugün<br />

karşılaştığımız sorunlar ve Kıbrıs dahil olmak üzere bölgemizde yaşadığımız diğer<br />

problemlerde bu “pasifist” yanlış yorumun ciddi etkileri görülmektedir. Ancak, ne teorik<br />

olarak ne de uygulama açısından, bu ilkenin “hareketsizlik” veya “her ne pahasına olursa<br />

olsun barış” anlayışını getirmediği de açıktır.<br />

Askeri ve siyasi kabiliyet ve kudretlerine bakmaksızın bölgesindeki devletlerin<br />

“büyük” olmak için “büyük ülkülerle” hareket ettiği, kendi coğrafyasının yeni bir devlet<br />

kurma arayışları ile parçalanma noktasına geldiği bir dönemde Türkiye’nin, “Yurtta Sulh,<br />

Cihanda Sulh” ilkesinin yanlış ve pasifist bir yorumlanmasıyla uzunca bir süredir izlenen<br />

savunmacı, müdafaacı dış politika anlayışından kurtulup bölgesinde daha aktif, daha yapıcı ve<br />

daha belirleyici bir politika izlemesi gerekmektedir.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!