21.03.2015 Views

altZine_ilkbahar_2015

altZine_ilkbahar_2015

altZine_ilkbahar_2015

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>altZine</strong><br />

Üç Aylık Edebiyat ve<br />

Kültür Dergisi<br />

Ücretsiz<br />

İlkbahar <strong>2015</strong><br />

Şehir // Eğlence<br />

Sayı Editörleri<br />

Su Başbuğu<br />

Hande Ortaç<br />

Yayın Kurulu<br />

Ümit Aykut Aktaş<br />

Su Başbuğu<br />

Sanem Bozkurt<br />

Özge Calafato<br />

Hande Ortaç<br />

Aylin Sökmen<br />

Engin Türkgeldi<br />

Tasarım&Uygulama<br />

Su Başbuğu<br />

Görsel Katkıda Bulunanlar<br />

Hekim Ali Babacan<br />

Sena Başöz<br />

Jean-Michel Bihorel<br />

Balca Ergener<br />

Levent Gönenç<br />

Sevecen Tunç<br />

Engin Türkgeldi<br />

altzine@altzine.net<br />

www.altzine.net<br />

Önsöz - Su Başbuğu&Hande Ortaç<br />

Tunalı’da Bira İçmek – Yekta Kopan<br />

Yaşamın Akşam Suyu – Sevecen Tunç<br />

Gençliğim İzmir – Ayşegül Yaraman<br />

Kars – Aylin Sökmen<br />

Boş Zaman ve Eğlence Kültürü – Nial Tekin<br />

Şeyler 2.0 – Özge Calafato<br />

Başka Şehir Başka Sinema – Eylem Ertürk<br />

Pinyata – Sanem Bozkurt Sarı<br />

Yeni Hayat Üçgeni: Site-Plaza-AVM – Ali Ergur<br />

Taksi – Hande Ortaç<br />

Osmanlı’dan Günümüze Bir Kent Ögesi Olarak<br />

Meyhaneler – Fikret İklima Yeşiltaş<br />

Namık – Hekim Ali Babacan<br />

Alternatif Müziğin İzleri Üzerine: Kod Müzik ve<br />

Gece Servisi - Ekin Sanaç<br />

Ankara Cidden Çok Eğlencelidir! – Tuğba Çelik<br />

Urfa Postası – Engin Türkgeldi


<strong>altZine</strong>, 1998’den beri internet üzerinden yayın yapan bir<br />

edebiyat dergisi. Hatta bu konuda alanında ilk demek daha doğru<br />

olur. Başlangıç yıllarında <strong>altZine</strong>, hayal gücüne yeni bir boyut<br />

kazandıran, erişimin ve dağıtımın ucuz ve kolay olmasından dolayı<br />

daha demokratik olarak nitelendirilebilecek yapısıyla, internet’i<br />

deneyimleme hevesindeki yaratıcı insanları bir araya getiren<br />

bir platform oldu. 2010 yılına geldiğimizdeyse internet artık<br />

birçokları tarafından keşfedilmiş, blogların açılmasıyla kullanımı<br />

yaygınlaşmış ama ulaşılabilirliğin konforuyla elekten geçmeyen<br />

paylaşımlarla kalabalıklaşan ve bu sebeple nitelikli metinlere<br />

ulaşmanın güçleştiği bir hâl almıştı. Bu tarihlerde basılı edebiyat<br />

dergilerindeki editöryel elemeyi internette de uygulamak ve belli<br />

bir çizginin üstünde yazılmış metinleri içeren bir içerik havuzu<br />

oluşturabilmek için <strong>altZine</strong>, editöryel yaklaşımın ön plana çıkarıldığı<br />

bir platforma dönüştü. Dünyada internet erişiminde ve bilgisayar<br />

kullanımında üst sıralarda olan Türkiye, aynı performansı kaliteli<br />

ve özgün Türkçe kurmaca içerik için gösteremiyor ne yazık ki. Bu<br />

15 yılı aşan yolculuk boyunca <strong>altZine</strong>’in, 292 yazarın 464 özgün<br />

metniyle yer aldığı bir platform olarak bu boşluğu önemli ölçüde<br />

doldurduğuna inanıyoruz.<br />

Zaman, sanal alemde gerçekte olduğundan daha hızlı<br />

geçiyor sanki. İmkânlar arttıkça ihtiyaçlar aynı hızda değişiyor ve<br />

dönüşüyor. İnternet üzerinde yayın yapan bir dergi ya da platformun<br />

bu değişime karşı koyması değil, akışla birlikte ilerleyerek gidişata<br />

uyum sağlaması hatta müdahale etmesi gerekiyor ya da biz<br />

kendimize böyle bir misyon biçiyoruz. <strong>altZine</strong> her ay belirlenen<br />

tema çerçevesinde ağırlıklı kurmaca yayımlayan fakat bağımsız tüm<br />

fikir ve yorum yazılarına açık olan bir metin deposuydu. Okunması<br />

2


için keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce<br />

metnin hevesli okuyucular tarafından<br />

titiz bir çalışmayla incelenmesi<br />

gerekiyordu. Okurlarımızın halen bu<br />

metinlere ulaşma şansı var.<br />

Yeni <strong>altZine</strong> tematik bir<br />

dergi olma özelliğini koruyacak.<br />

Fakat form olarak daha anlaşılır,<br />

içerik olarak üstüne biraz daha kafa<br />

yorulmuş, birbirini tamamlayan<br />

metinlerin kavramsal bir çerçeve<br />

içinde buluşabildiği bir yapıya<br />

kavuşuyor. Bir yıl boyunca 4 sayı<br />

olarak yayımlanacak olan <strong>altZine</strong><br />

Edebiyat ve Kültür Dergisi, yılın<br />

başında belirlenecek olan bir tema<br />

etrafında şekillenecek. Bu 4 sayı,<br />

temayı 4 farklı açıdan irdeleyecek.<br />

Her şey çok hızlı akıyor dedik<br />

ya buna karşı durmanın da bir<br />

marifet olduğuna inanıyoruz. Bir<br />

yılı tek bir konu üstüne düşünüp<br />

didiklemek de; zamanın, teknolojinin,<br />

tüketim kültürünün anlık, geçici<br />

ve akışkan yapısına bir nebze de<br />

olsa direnmemizi sağlayacak. 4<br />

farklı editör grubunun elinden<br />

çıkacak 4 farklı sayı, yılın teması<br />

üstüne derinlemesine düşünmemizi<br />

sağlayacak. Yıl içinde 4 sayı olunca<br />

yayın tarihlerimizi de mevsim<br />

dönümlerine denk getirmek istedik.<br />

21 Mart, 21 Haziran, 23 Eylül ve 21<br />

Aralık tarihlerinde yeni sayılarımızı<br />

yayımlayarak, başlayan mevsimin<br />

tazeleyici ve dönüştürücü gücünden<br />

faydalanmak istiyoruz. Yeni <strong>altZine</strong>’in<br />

ilk sayısını da baharı karşılarken<br />

yayımlıyoruz; 21 Mart <strong>2015</strong>. İlkbaharın<br />

yenileyici nefesinden güç alarak yeni<br />

formumuzun <strong>altZine</strong>’in on yıllara<br />

yayılan serüvenine ömür katacağını<br />

umuyoruz.<br />

<strong>2015</strong> yılını kapsayacak ve<br />

tüm sayılarımızın üst başlığı olacak<br />

temamız ŞEHİR, ilk sayımızın<br />

konusu ise EĞLENCE. Bu iki<br />

kavram arasındaki ilişkiyi günümüz<br />

şehirlerinde hayat tarzı ekseninde,<br />

eğlencenin tüketimi çerçevesinde<br />

irdelemeye çalıştık. Kurmaca metinleri<br />

destekleyen anı-araştırma-tanıklık<br />

yazılarıyla birlikte; yeni kentlerin<br />

sosyolojik boyutlarını inceleyen ve<br />

hayat tarzı konusunda çözümlemeler<br />

içeren çerçeve metinlere de yer<br />

vererek, tarihsel arka plan ve<br />

altmetin çalışmalarımızı görünür kılmaya<br />

gayret ettik.<br />

Şehir//Eğlence sayımız,<br />

<strong>altZine</strong>’in kurucusu ve uzun yıllar<br />

yürütücüsü olan Yekta Kopan’ın<br />

selamıyla açılıyor. Yekta Kopan’ın<br />

metnini, yine eski bir <strong>altZine</strong> ve<br />

altKitap çizeri olan Levent Gönenç<br />

resimledi. Dostlukları gibi <strong>altZine</strong>’in<br />

yeni formunun da kalıcı ve yine onlar<br />

kadar üretken olmasını diliyoruz.<br />

Sadece şehirle kısıtlanamaz<br />

ama futbol, toplumsal eğlence endüstrisinin<br />

en büyük temsilcilerinden<br />

biri. Sevecen Tunç, İstanbul’da,<br />

sektörün henüz naif yıllarında geçen<br />

ve gerçek karakterlere dayandırdığı<br />

yarı kurmaca metniyle sayımıza<br />

katkıda bulundu.<br />

Şehirdeki eğlence kültür<br />

tüketimini kişisel tanıklıklarıyla zenginleştirerek<br />

anlatan, bir yandan<br />

da değişen eğlence anlayışlarını<br />

3


tarihselleştiren ve farklılıkları ustaca<br />

ortaya koyan iki metnimiz var. İzmir’le<br />

ilgili olan metin Ayşegül Yaraman<br />

tarafından kaleme alındı. İzmir’in<br />

çehresini değiştiren aile tarihiyle de<br />

zenginleşen Yaraman’ın metni, İzmir<br />

için hem sözlü bir tarih çalışması<br />

hem de akademik bir çözümleme.<br />

Tuğba Çelik ise Ankara’nın eğlence<br />

tarihini titiz bir çalışma ve incelikli<br />

gözlemleriyle günümüze kadar getiriyor.<br />

Çelik, Ankara hakkındaki birçok<br />

önyargıyı yıkacağına inandığımız samimi<br />

bir yazıyla bu sayıya katkıda<br />

bulunuyor.<br />

Fikret İklima Yeşiltaş ise<br />

meyhane kültürünün Orta Asya’dan<br />

günümüze, toplumsal çelişkilerini<br />

ve sosyolojik katkılarını ortaya koyan<br />

bir yazıyla bu sayımızın yazar<br />

kadrosunda yerini alıyor.<br />

<strong>altZine</strong>’in Şehir//Eğlence<br />

sayısının kavramsal çerçevesini iki<br />

önemli metin üzerinden tartışmaya<br />

açıyoruz. Hayat tarzı kavramını inceleyen<br />

çerçeve metni Nial Tekin;<br />

şehirdeki yeni hayat formlarını ve bu<br />

formların tüketim motivasyonlarını<br />

ortaya koyan metni Ali Ergur kaleme<br />

aldı. Dergimizin tartışma konularını<br />

belirlerken, bu iki yazarımızın farklı<br />

metinlerinden faydalanmıştık, kavramsal<br />

arka planımızı görünür<br />

kılan bu yepyeni iki metini keyifle<br />

okuyacağınıza inanıyoruz.<br />

Eğlence deyince müzik ve<br />

sinemayı dışarıda bırakmak olmazdı.<br />

Dinamiklerin çok hızlı değiştiği bu<br />

iki sektörü, sektörün farklı kalmayı<br />

başaran oluşumlarıyla konuştuk.<br />

Sinema için Başka Sinema röportajını<br />

Eylem Ertürk; müzik için Kod<br />

Müzik ve Gece Servisi röportajını ise<br />

Ekin Sanaç gerçekleştirdi.<br />

Hekim Ali Babacan, Sanem<br />

Bozkurt, Özge Calafato, Hande<br />

Ortaç, Aylin Sökmen ve Engin<br />

Türkgeldi kurmaca metinleriyle;<br />

Hekim Ali Babacan, Sena Başöz,<br />

Jean Michel Bihorel, Balca Ergener<br />

görselleriyle bu sayıya katkıda bulunup<br />

içeriğimizi zenginleştirdiler.<br />

Çok kısa bir zamanda destek<br />

çağrımıza olumlu cevap veren tüm<br />

yazar, çizer ve sanatçı dostlarımıza<br />

çok teşekkür ederiz. Dostluğumuz<br />

<strong>altZine</strong>’in yıllar boyu bizleri bir<br />

araya getiren, birlikte okumaya ve<br />

tartışmaya imkân veren yapısından<br />

ve misyonundan kaynaklanıyor.<br />

Her zaman olduğu gibi<br />

derdimiz tüm sözü söylemek değil,<br />

ilk soruyu ortaya atıp birlikte<br />

düşünmemizi sağlayacak tartışmalar<br />

ve bunları özgürce konuşabileceğimiz<br />

mecralar yaratmak. Yeni<br />

<strong>altZine</strong>’in yeni dostluklara vesile<br />

olması dileğiyle…<br />

Sayı Editörleri<br />

Su Başbuğu § Hande Ortaç<br />

4


Tunalı’da Bira İçmek<br />

Yekta Kopan<br />

Sulu bira içtiğimiz yıllarda bunlara paramız yetmezdi.<br />

Şimdi cebimiz iki kuruş para gördü, biraz palazlandık ya, vuralım<br />

dibine kafasındayız. Menüde kaç çeşit yabancı bira varsa hepsinden<br />

içeceğiz. İkişer şişe. Bir Levent’e, bir bana. Sevdiğimiz bir marka<br />

olursa birer tane daha patlatırız.<br />

Parkın girişindeki ağaçların dallarına kırmızı-beyaz<br />

fenerler asmışlar. Her fenerin tepesinde bir güvercin var; nöbetçi.<br />

İlk iki şişe Belçika’dan geliyor. İlk iki şişenin sohbeti de gençlik yıllarından.<br />

Tam da burada... bu parkın bir kuytusunda okuduğumuz<br />

bir şiir kitabı düşüyor aklımıza. Neyse ki, biraya ezberden şiir<br />

meze yapanlardan değiliz. Gençlik dersen... onu da kendi haline<br />

bırakmak lazım.<br />

Birileri Tunalı’nın romanını yazacak diye bekledik durduk<br />

yıllarca. Umutla salaklık arasındaki sınırda, üçüncü şişeyi<br />

Almanya’dan söylüyoruz. Beyaz bira. Tam da fenerler yandığında<br />

aşk düşüyor masaya. Konuşulacakların hepsini yıllar önce konuşmuş,<br />

sır tutmayı bilen kuğulara anlatmışız. Susup masayı parlatmaya<br />

devam ediyoruz.<br />

Müzikten konuşmaya başladığımızda Japonya’dan bir bira<br />

söylüyoruz. Taş gibi. Hani var ya, geceler boyu dinlediğimiz gitar<br />

sololarından hiçbir farkı yok. Yudum yudum akıyor, gırtlaktan. Nota<br />

nota beynimize akan şarkılar gibi. Yapamadığımız bestelere yer<br />

açıyoruz masada. Kızarmış patateslerle kokoreçlerin tam ortasına.<br />

Gece güzel iniyor Ankara’ya. Tunalı, hayal kokuyor.<br />

Cadde boyunca yürürdük. Çoğu zaman nereye<br />

yürüdüğümüzü düşünmeden. O yürüyüşün mezesi sohbetlerin<br />

tadına varmaktan başka amacımız olmadan. Yorulduğumuzda,<br />

oturur Kuğulu Park’ta bir banka, hayal kurardık. Cebimizde ne<br />

5


varsa denkleştirip, biraya otururduk<br />

Kıtır’da.<br />

Hâlâ hayallerimiz var. Bizim<br />

için şehir, o hayallerin imkânsızlığı.<br />

Bizim için eğlence, o imkânsızlığa<br />

âşık olmak.<br />

Kaçıncı bira için elimizi<br />

havaya kaldırdığımızı bilmeden<br />

devam ediyoruz geceye. Şu parkta,<br />

şu parkların hepsi için ayağa kalkan<br />

çocuklara, zamansız ölümlere<br />

içiyoruz. Canımız acıyor. O çocuklar<br />

olmadan eğlenemez hiçbir şehir.<br />

Ben peçeteye bir şeyler<br />

karalıyorum, son biraları söylemeden<br />

önce. Levent, üstüne bir desen<br />

çiziyor. Fondip yapıyoruz.<br />

Gecenin bir vakti, Kuğulu’dan<br />

Tunalı’ya uzun yürüyüşümüze<br />

başladığımızda aklımıza geliyor,<br />

peçeteyi masada unuttuğumuz. Ne<br />

düşünüyorsak, ne hayal ediyorsak bir<br />

kez daha Ankara’nın kuru soğuğuna<br />

hediye ediyoruz.<br />

Gülmeye başlıyoruz.<br />

Çizim: Levent Gönenç<br />

6


Yaşamın Akşam Suyu<br />

Sevecen Tunç<br />

Şeref Mardinli için...<br />

Şeref Bey Amca yıllar sonra yeniden bu sabah, uykusundan<br />

yorganı tekmeleyerek uyandı. Yetmiş altı yaşındaydı. Topa<br />

vurmayalı nereden baksanız bir yirmi senesi vardı. Çocukluğunda<br />

abisi ile sobanın kenarına serili dar döşeği iki ucundan paylaştığı<br />

zamanlar, tekmeleri arada abisinin yüzüne isabet eder, her ikisi<br />

de korku ve heyecanla yataktan fırlardı. Sabırlıydı Adnan abisi.<br />

Kardeşinin düşsel şutlarını canı çok yanmadıkça sineye çeker, ‘Ah,<br />

merkez muhacim, bu seferki gollük pası kime attın!’ diyerek alaya<br />

bile alırdı.<br />

Şeref Bey Amca’nın çocukluğu Karagümrük’te geçmişti.<br />

Ama o semtin takımını değil, hayranı olduğu Tahtabacak İsmet’in<br />

Vefa’sını tutardı. Abisine sorsanız Şeref Bey Amca vefasız mı<br />

vefasızdı... Mahallesinin takımı dururken, öte mahallenin takımını<br />

tutmak da ne oluyordu ki? Karagümrük çeyrek asırlık mazisiyle<br />

İstanbul’un ve Cumhuriyet’in en eski kulüplerindendi. Her biri millî<br />

takım namzeti futbolcusuyla İkinci Küme’de aslanlar gibi mücadele<br />

ediyordu. Ancak ilgisizlikten yakınıyordu Karagümrüklüler. Cihan<br />

Harbi bittiğinden beri kentte pıtrak gibi türeyen köksüz kulüplere<br />

bile devletin eli uzanırken, kırmızı-siyahlılar kaç yıldır Halk Fırkası’nın<br />

salonunu lokal olarak kullanıyordu. Üstelik o Halk Fırkası ki Maarif<br />

Vekili Hasan Ali Bey, Karagümrük’ün Çukurbostan namı ile maruf<br />

toprak sahasını Vefalılara peşkeş çekmişti de işte o günden sonra<br />

iki komşu semtin arası iyice açılmıştı.<br />

Ama tüm bunlar on ikilik Şeref’in umrunda mıydı? O,<br />

Tahtabacak İsmet’e takmıştı bir kere. Bir vurdu mu topa, beş<br />

minare boyu... Bir maç çıkışı Şeref’in ceketine Vefa’nın yeşil beyaz<br />

çubuklu, mineli rozetini iliştiren de İsmet’ti. Karagümrük fakirdi,<br />

Vefa okullu... Hem kaleci Faruk da doğma büyüme Karagümrüklü<br />

7


olmasına rağmen Vefa’da oynamıyor<br />

muydu? Öyleyse Adnan abisi neden<br />

ona bu kadar kızıyordu?<br />

Futbol sevdası başına<br />

belaydı Şeref’in. Bir kere, futbolla<br />

dersleri beraber götüremiyordu.<br />

Okulla meşin top arasında muvazene<br />

kurmak, Vefa’nın İngiltere’den getirdiği<br />

ecnebi takım karşısında<br />

beraberlik golünü bulması kadar<br />

zordu. Sonra, bu iptila yüzünden<br />

en çok ana babasına zulmediyordu.<br />

Anası, mahalle maçlarında çamura<br />

batan okul formasını haftanın beş<br />

günü temizlemekten bir nebze<br />

şikayet etmiyordu da babası, yardım<br />

edeceğim diye geldiği yorgancı dükkânından<br />

futbol topu yapmak için<br />

elyaf ve pamuk aşırmasına tahammül<br />

edemiyordu. Celal Usta pamukları<br />

dövdüğü hallaç yayını alınca eline...<br />

“Profesyonel olunca,” diye<br />

bağırmaya başlıyordu Şeref. “Sana<br />

kapitone makinelerinden alacağım<br />

da beni dövdüğün için kendinden<br />

utanacaksın!”<br />

Gelin görün ki Celal<br />

Usta’nın utancı, oğlunun Vefa’nın B<br />

takımıyla Şeref Stadı’na çıktığı bir<br />

bahar günüyle sınırlı kaldı. O gün<br />

oğlunu izlemeye Karagümrük’ün<br />

amigosu Gardrop Fuat’la gitmişti.<br />

Stadın denize nazır ahşap tribününde<br />

az sayıdaki şakşakçı, kâh bezik kâh<br />

tavla oynayarak maçın başlamasını<br />

beklerken, Celal Usta’nın gözleri<br />

denizin sahayla, orta saha çizgisi<br />

doğrunca buluştuğu noktada bekleyen<br />

kayıkçıya takılıvermişti. Ta ki<br />

Gardrop, denize kaçan topları toplamakla<br />

mükellef bir görevli olduğunu<br />

açıklayıncaya kadar, Boğaz’ın akşam<br />

suyunda balık tutmak yerine<br />

beyhude bekleyen bu balıkçıya bir<br />

anlam verememişti.<br />

Şeref Bey Amca, daha maçın<br />

ilk dakikalarında, ahiretlik kahramanı<br />

Tahtabacaklığa soyunup beş minare<br />

boyu diktiği topu, Çırağan’ın pencerelerinden<br />

birine gönderdi. Celal<br />

Usta o an kendi kendine, bu saraya<br />

da bir top toplayıcı gerek, diye<br />

söylendi. Pencerenin geniş pervazına<br />

ilişmiş onlarca kuş bir anda havalanıp<br />

kanatlarınca yaracaktı göğü.<br />

İşte Şeref Bey Amca’nın,<br />

Vefa rozeti gibi ömrü boyunca<br />

taşıyacağı lakabına kavuşması da<br />

böyle oldu. O günden sonra Yorgancı<br />

Celal’in oğlu, Kuşçu Şeref namına<br />

mazhar oldu.<br />

O gün Şeref Stadı sanki<br />

toprak bir saha değil; gayyanın<br />

kuyusuydu. Yumruklar, tekmeler gırla<br />

gidiyordu. Tribünden ise hakeme<br />

yine o mahut terane okunuyordu. Ne<br />

olduysa maçın bitimine yakın, rakip<br />

takımdan iri kıyım bir oyuncunun<br />

ayağını uzattığı meşin yuvarlağa<br />

Şeref’in kafa topu diye yükselmesiyle<br />

oldu. Aldığı darbe göz sinir sistemini<br />

felç etti Şeref Bey Amca’nın.<br />

Aylarca açamadığı sol gözüne, Surp<br />

Pırgiç’teki en son ameliyattan sonra<br />

yeniden kavuştu.<br />

Bu maç böyle bitmeseydi<br />

belki de Kuşçu Şeref ismini bir<br />

Tahtabacak İsmet gibi, Mehmetçik<br />

Basri, Baba Gündüz, Tenekeci Garbis<br />

gibi herkes hatırlayacaktı! Hayat<br />

8


Şeref Stadı<br />

Mecmuası’nın sayfalarında boy<br />

gösterecek, belki Varol Ürkmez gibi<br />

beyaz perdeye bile konuk olacaktı.<br />

Şeref Bey Amca isterdi ki Vefa’nın<br />

A takımına çıksın, yeşil-beyazlı<br />

mukaveleye çıngıraklı imzasını<br />

çaksın, aldığı transfer parasıyla da<br />

babasına kapitonesini alsın. Olmadı...<br />

Onun futbol serüveni de pür amatör<br />

olarak kaldı...<br />

***<br />

Şeref Bey Amca geçmişini<br />

bu kadar berrak kılan şeyin<br />

futbol olmasına şaşarak yataktan<br />

kalktı. Yetmiş altı yaşındaydı. En<br />

yakın zaman, en uzaktı onun için.<br />

Çocukluğum, diye düşündü. Kör<br />

Galip ile Tahtabacak’ın pasları gibi<br />

seyyal... Ya şimdim? Geleceğim? İstanbul’da<br />

doğmuş, iki yıllık askerlik<br />

ve birkaç küçük seyahat dışında tüm<br />

anıları bu mavisel kentte birikmişti.<br />

‘Bütün yaşamım’ dediği bir fotoğraf<br />

çerçevesi ise o fotoğraftaki en net<br />

yüz, İstanbul’un yüzüydü. Futbolun<br />

bir de... Gerisi bulanıktı.<br />

Şeref Bey Amca alelacele<br />

üstünü giyinip, Kalfaefendi Sokağı’ndaki<br />

evinden çıktı. Asmalı’dan<br />

aldığı sıcacık simitleri Surdibi’ndeki<br />

kıraathanede demli bir çay eşliğinde<br />

yemeyi düşünürken, aklına daha<br />

parlak bir fikir geldi. “Şimdi, akşamki<br />

Fener maçının kaç kaç biteceği<br />

kahve ahalisinin tek istifhamıdır.<br />

İddialara tutuşulur, bahisler oynanır.<br />

Kaldıracak kafam yok gayrı,” diyerek<br />

Mumhane’nin Ayvansaray Caddesi’ne<br />

bağlandığı dar sokaklar boyunca<br />

dola düşüne Haliç’e indi.<br />

Parktaki iki halı saha da<br />

doluydu. İlkinde Eyüpspor’un minik<br />

takımı antrenman yapıyor; diğerinde<br />

ise hafta sonu tatilini fırsat bilen bir<br />

grup veteran, Şeref Bey Amca’nın<br />

futbol demeye dilinin varmadığı bir<br />

top oyununu icra ediyordu! Minikleri<br />

izlemeyi tercih etti Şeref Bey<br />

Amca. Çocukluğunda Çukurbostan<br />

sahasındaki idmanları izlemek de en<br />

büyük zevkiydi. Hatırladığı kadarıyla<br />

sahayı salı, çarşamba ve perşembe<br />

günleri Vefa, pazartesi ve cumaları<br />

ise Karagümrük kullanıyordu. Ah,<br />

9


nasıl sevdalıysa, Vefa’nın antrenörü<br />

Necdet Hoca’nın futbolcuları bile<br />

bıktıran kültür-fizik ve nefes<br />

idmanlarını dahi kaçırmıyordu. Seneler<br />

geçmişti... Acaba çocukluk rüyalarının<br />

yılmaz jönlerinden kaçı hâlâ<br />

yaşıyordu?<br />

Şeref Bey Amca, eski<br />

günlerde antrenmana dalıp akşam<br />

yemeğine geciktiği gibi, bu defa<br />

da kahvaltısını yapmayı unuttu.<br />

Soğuyan simidini Dolmabahçe’deki<br />

çay bahçesinde yemeye karar verdi.<br />

Aheste aheste yürüdü durağa doğru.<br />

Otobüsten Kabataş’ta indiğinde,<br />

Dolmabahçe istikametine bir insan<br />

selinin akmakta olduğunu gördü.<br />

Aynı anda Beşiktaş’ın da bugün<br />

Bursaspor’la maçının olduğunu hatırladı.<br />

’Hey gidi, koca Mithatpaşa!’ dedi<br />

İnönü Stadyumu’na dönerek yüzünü.<br />

Duhuliyede Adnan abisinin omzunda<br />

izlediği maçları anımsadı. 75 kuruşluk<br />

toprak altı tribününden 125 kuruşluk<br />

açık tribüne ancak liseden sonra,<br />

fabrikada çalışmaya başladığı zaman<br />

terfi edebilmişti. Kapalıda maç izlemek<br />

için ise, senelerce beklemesi<br />

gerekecekti. Nerede olursa olsun, sol<br />

gözündeki görme kaybından ötürü,<br />

ve üstelik Gazhane’nin dumanları<br />

arasında, oyuncuları seçmekte hep<br />

zorlanıyordu.<br />

Stadyuma akın edenler<br />

arasında yeşil-beyaz atkılı gençleri<br />

gördüğünde, seneler sonra Vefa’yı<br />

Mithatpaşa’da izleyecekmiş gibi içi<br />

bir hoş oldu. Neden sonra aklına<br />

geldi; ‘Artık futbolun Vefa’sı yoktu...’<br />

Tramvay yoluyla Dolmabahçe arasına<br />

kurulu atkı tezgahlarından birinin<br />

önünde durdu. Yüzlerce rengin<br />

arasında gözleri hâlâ Vefa’nın yeşilbeyazını<br />

arıyordu. Sonra bir başka<br />

yeşil-beyaz ilişti gözüne. Satıcıya on<br />

lirasını uzattı. Önce denizin kıyısına<br />

inip, saatlerdir bitiremediği simidiyle<br />

martıları doyurdu. Sonra boynunda<br />

Bursaspor atkısı, yakasında Vefa<br />

rozeti ile stadyuma doğru yola<br />

koyuldu.<br />

Gazhaneli İnönü, Galip Haktanır Arşivi<br />

Fotoğraf: Balca Ergener<br />

10


Gençliğim İzmir<br />

Ayşegül Yaraman<br />

Yeniden samimiyet kurmaya çalıştığım doğum kentimi<br />

bana bütün kayıplara rağmen eğlenceli kılan İzmirli arkadaşlarıma...<br />

1980’li yıllarda Paris’te Türkçe dersi verdiğim Yunan<br />

öğrencim, kökeni Yunanca olan nostalji sözcüğünün aslen memleket<br />

özlemi anlamına geldiğini öğretmişti bana. İster dönüştüğü haliyle<br />

geçmiş, ister aslıyla memleket özlemini anlatsın bu yazıda nostalji<br />

yapacağım.<br />

Hayatımda İzmirli kimliğimin vurgusunun artması<br />

konjonktürel mi bilemiyorum. Nostalji, hafıza ve İzmir’in kesiştiği<br />

son derece sübjektif anılar, aşağıda bir dönemin eğlence anıları/<br />

anlayışı olacak. Otobiyografi, biyografi, anı ve statüsüne önem<br />

atfedilmeksizin kişilerin sözlü tarihinin; köşeli, kuru, olanı değil<br />

ideolojik egemenliğe göre olması gerekeni anlatan resmî tarihin<br />

karşısında hümanist, demokrat, hakiki ve en önemlisi bilimsel tarih<br />

olduğuna kariyerim boyunca ürettiklerimde de inandım. Ama bu<br />

sefer kendi tarihime yolculuğun çekiciliği ağır basıyor.<br />

Büyüklerin eğlencelerine tabi olduğum yıllar: 1960’lar<br />

Ailem İzmir’e İstanbul’dan erken Cumhuriyet döneminde<br />

göçmüş. İlk yerleşilen mahalle 1937’de Beyler Sokağı. Orası<br />

itibar kaybedince Köprü, Güzelyalı ve Alsancak ikametgâh<br />

mahalleleri olmuş. Ben Güzelyalı’yı çok az yakaladım. Temamız<br />

eğlence olduğuna göre parktaki, adeta film kareleri sıklığıyla<br />

çekilmiş fotoğraflarım; yazın Sahil, Vadi ve Gözümoğlu, kışın<br />

Köşk sinemaları; Dondurmacı/lokmacı Rıza; yoğun komşuluk ve<br />

ahbaplık; anne dedem Yüksek Mimar Mühendis Ferruh Örel’in 30<br />

yıl ilk müdürü ve benim neslimi de belirleyen yapılarının mimarı<br />

olduğu 20 Ağustos-20 Eylül tarihleri arasında açık kalan Fuar<br />

gezmeleri erken çocukluk anılarımdan. Neredeyse İzmir’den uzun<br />

soluklarla ayrıldığım 20’li yaşlarıma kadar eğlence deyince biz<br />

11


İzmirlilerin aklına önce Fuar gelirdi.<br />

Lozan Kapısı yakınındaki ABD<br />

Pavyonu’nda lokmayı ilk kez çiçek<br />

yağında tatmıştık. SSCB Pavyonu,<br />

dedemin sere serpe uzanan kadın<br />

heykelleriyle belleklere kazınmış<br />

olan gölü geçince solda kalırdı ve<br />

iki kutuplu soğuk savaş yıllarının<br />

Amerikan etkisine rağmen mutlaka<br />

ziyaret edilirdi. Lozan Kapısı’nın sol<br />

yanındaki Pakistan Pavyonu’nun<br />

tipik mimarisi çekici gelirdi. İlk<br />

gençlik yıllarımda galiba diskotekti.<br />

Tam karşısında İtalyan Pavyonu<br />

olurdu. Tüketim yılları olmadığı için<br />

ülke pavyonlarında genellikle satış<br />

yapılmaz, bol bol bizim için o dönem<br />

çok lüks olan kuşe kağıtlara basılmış<br />

broşür dağıtırlardı. Dükkânlar, kendilerini<br />

aşağı bırakmak için önünde<br />

kuyruklara giren insanlara şaşırdığım<br />

Paraşüt Kulesi etrafına dizilirdi.<br />

Stantlara yaklaşmak, yürümek zordu.<br />

En büyük risk ise çığırtkanların<br />

reklam için üzerinize boca ettiği<br />

Gizli Çiçek ve Beyaz Zambak kolonyalarına<br />

hedef olmaktı; zira bu<br />

ağır ve sabit kokular üstünüzden<br />

günlerce çıkmazdı. Annem, bana<br />

her yıl muntazaman, genişleyen parmağıma<br />

göre mavi taşlı bir yüzük<br />

alırdı; tahaccümden dolayı bulana<br />

kadar akla karayı seçerdik. Tenceretava<br />

satılan bölgeler de vardı ama bu<br />

benim seçkim.<br />

Lunapark’ı es geçmek mümkün<br />

değil. Şimdiki gibi tüm yıl kurulu<br />

kaldığını hatırlamıyorum; galiba yalnızca<br />

aynalar sabitti. En önemlisi ise<br />

genellikle İtalya’dan gelen dünyaca<br />

meşhur sirklerdi. Ben o tarihlerden<br />

beri sirkleri pek sevmem. Hayvan,<br />

ahır ve tezek kokuları, benimle<br />

birlikte asgari dört nesildir büyük<br />

şehirli olan ailemin verdiği görgüden<br />

çok uzaktı. Trapezcilere ve her<br />

nedense palyaçolara ise çok acır,<br />

eğlencenin zevkini çıkaramazdım.<br />

Genelde Fuar, özelde Lunapark çok<br />

kalabalık olduğundan lafla taciz bir<br />

yana, elle sarkıntılık çok yaygındı.<br />

Bu yüzden fazla dolaşmaktan imtina<br />

ederdik. Tariş’in uzun kuyruğu kimseyi<br />

caydırmazdı, çünkü buz gibi şıra,<br />

manolya kokulu sıcak İzmir gecesinde<br />

herkesi ferahlatırdı. Ne mutlu ki<br />

şıra geleneği Fuar’da hâlâ devam<br />

ediyor. Büfelerde naylon torba içine<br />

pipet konarak satılan ayranlar artık<br />

yok. Bana zaten içirilmezdi. SEK<br />

Pavyonu açıldığında ilk pastörize<br />

ve kaymaksız yoğurdu orada tattım.<br />

Sunilik döneminin bu başlangıcı,<br />

kokuyor diye saf tereyağı yemeyen,<br />

sokak sütü ağır diye içemeyen benim<br />

gibi boğazsız bir çocuk için büyük<br />

bir mutluluktu. Genellikle Fuar’ın<br />

çıkışında her çocuğa alınan ve bileğe<br />

bağlandığı halde her nasılsa uçup<br />

karanlık gökyüzüne karışan balonları<br />

çoğumuz buruk bir hasretle hatırlarız.<br />

Birkaç renk olurdu da, her birinin<br />

tepe bölümü mürekkep gibi kokan<br />

bir başka boyaya batırıldığından<br />

daha koyuydu. Tavşan şeklindekiler<br />

çıktığında ben de çocukluktan çıkmıştım.<br />

Artık onlar da yok.<br />

Gazi İlkokulu’ndayken okul<br />

gezisi olarak gittiğimiz Hayvanat<br />

Bahçesi ve Sağlık Müzesi’ni de<br />

12


Bu yazıyı okuyorsanız ve internet<br />

bağlantınız varsa tıklayın.<br />

Ateş Böceği - Yönetmen: Osman F. Seden - 1975<br />

atlamayayım. Sağlık Müzesi’nin yolu,<br />

çevresinde Türk büyüklerinin<br />

büstlerinin bulunduğu havuzun<br />

oradan geçerdi. Bu bölgenin<br />

Fuar gecelerinde çok romantik<br />

bir aydınlatması olurdu. Hayvanat<br />

bahçesinin yine kokusu burnumu<br />

yakar ve melul mahzun dar alanlara<br />

kıstırılmış hayvanlar içimi acıtırdı.<br />

Çok daha sonraki yıllarda, kızımın<br />

Bahadır’dan dolayı İzmir’de en sevdiği<br />

yerlerden biri oldu. Fuar, sadece<br />

İzmirlinin değil, Ege Bölge halkının<br />

ve yerli turistlerin de buluşma<br />

noktasıydı. Ve dolayısıyla özellikle<br />

çocukluğumda Türkiye’nin tüm sınıfsal,<br />

kültürel farklarını birleştirirdi.<br />

Epeydir kalburüstü İzmirliler Fuar<br />

açıkken neredeyse hiç gitmiyor.<br />

Aslında karşılaşma noktalarımız azaldıkça<br />

kutuplaştık. Benim hatırladığım<br />

dönemlerin Fuar denilince akla<br />

gelen en önemli eğlencesi gösteri<br />

sanatlarında yoğunlaşırdı. Gazino<br />

kültürünü, klasik şarkıcıların dışında,<br />

iki-üç şarkı ezberleyerek sinemadaki<br />

ünlerini sahneye taşıyan film<br />

artistleri ve uvertür şarkıcıların<br />

yoğunluğuna bakarak gösteri sanatı<br />

olarak tanımlamam doğru mu<br />

bilemiyorum ama Kenterlerden<br />

Dormenlere, Sururi ailesinin İstanbul<br />

Tiyatrosu’ndan Nejat Uygur’a<br />

tüm tiyatrolar İzmir’e akardı. Çeşitli<br />

gazinoları/bahçeleri/gece kulüplerini/tiyatroları<br />

besleyen ünlülerin<br />

keselerine göre geceledikleri yerler<br />

değişse de en kalburüstü mekân<br />

Efes Oteli’ydi ve ilk gençlik yıllarımın<br />

arkadaşlarıyla havuz ve akşamüstü<br />

kokteyli saatlerinde bu açık gösteriyi<br />

kaçırmak istemezdik. Zeki Müren’i<br />

Manolya Bahçesi’nde neredeyse<br />

her yıl izlerdik. Gece yarılarına<br />

kadar süren program nedeniyle<br />

çocukken uyuklardım. En son Göl<br />

Gazinosu’nda 1979’da seyretmiştik<br />

ailece. Müzeyyen Senar Çamlık<br />

Senar’da olurdu genellikle. Onu<br />

son izleyişim ise üniversite yıllarının<br />

yaz tatilinde artık arkadaşlarımla<br />

birlikte, Kübana’dadır. O dönemde<br />

sahneye çıkan neredeyse herkesi<br />

seyretmişimdir, gece yarılarına kadar.<br />

Hatta kış aylarında Benelux<br />

Pavyonu’nda saz olurdu. Oraya da<br />

13


ailece giderdik. Daha çok radyo<br />

sanatçıları çıkardı. Pop, alaturka<br />

müzik türlerine yatkınlığımda payı<br />

büyüktür ve küçümseyenlere inat,<br />

zenginlik sayarım.<br />

Alsancak’a taşındığımızda<br />

7 yaşındaydım. İzmir Sineması henüz<br />

yoktu ama Tayyare Sineması<br />

kışın; Ar, Ünüvar, Dünya, Güneş,<br />

Kemahlıoğlu sinemaları yazın sıklıkla<br />

gidilen eğlence yerleriydi.<br />

Ar Sineması’nın önündeki seyyar<br />

çiğdemci pek meşhurdu da önünde<br />

kuyruklar olurdu. Kış geceleri yine<br />

komşuluklar, ahbaplıklar yoğundu.<br />

Sevinç Pastahanesi’nden alınan hazır<br />

salep koşa koşa eve getirilir, misafire<br />

ikram zenginleştirilirdi. Bir de yemek<br />

konusunda pek seçici olduğum halde<br />

Sevinç’in mozaik pastasını severdim.<br />

İlk olarak Kıbrıs Şehitleri’nde<br />

küçük bir mekânda açılan Efes<br />

Pastahanesi’nin hazır kekleri de ev<br />

ürünlerine taş çıkartan başka bir<br />

ikramdı. Reyhan’ın meşhur ve güzel iki<br />

katlı mekânında, yanılmıyorsam ikinci<br />

katında zaman zaman piyanoyla canlı<br />

müzik olurdu. Gündoğdu’da Pampam<br />

vardı ve kaşar rendeli domates<br />

çorbası ünlüydü. İlk Coca Cola’yı,<br />

Gündoğdu’dan Kordon’a çıkan sol<br />

köşedeki Burçak’ta içmiştim. Gerek<br />

Fuar gazinolarına gerek son söz<br />

ettiğim yerlere ahbaplar çoluk çocuk<br />

giderlerdi.<br />

Tabii kulüplerin bir de<br />

matineleri vardı. Kordon’da şimdiki<br />

limana yakın bölgede bulunan Sibel’de<br />

dans müziği yapan Alpay’ı<br />

izlemeye pazar gündüzleri beni de<br />

götürürlerdi. Çapa Öğretmen Okullu,<br />

Atatürkçü, muasır medeniyet tutkunu<br />

anneannemin arkadaşlarıyla bir çarşamba<br />

günü kadınlar matinesinde,<br />

1960’lı yıllarda Fransa’nın ünlü revüsü<br />

Madam Arthur’un gösterisini izlediğini<br />

hatırlıyorum. O yıllar için<br />

çok aykırı olan travesti şovu o kadar<br />

çok anlatıldı ki. Yine Sibel’de striptiz<br />

gösterileri de olurdu galiba.<br />

Hafta sonu ise teyzemle<br />

yürüyerek Alsancak Stadı’na maça<br />

giderdik. Fuar Müdürü’nün kızını evvel<br />

ezel herkes tanıdığı için mi, yoksa<br />

o devrin nezaketinden mi bilinmez,<br />

1955 golf şampiyonu teyzemi ve<br />

yanındaki küçük kız çocuğu olan<br />

beni kimse rahatsız etmez; futbol<br />

taraftarlığı üzerinden tatlı sataşmaları<br />

da kimse ihmal etmezdi. Söylememe<br />

gerek yok herhalde, o devirlerde<br />

rakip takımların taraftarları bir arada<br />

maç seyrederlerdi ve müsabakalar<br />

genellikle pazar öğleden sonraları<br />

olurdu.<br />

1971’de İzmir’de yapılan<br />

Akdeniz Oyunları’nın da tadını<br />

yediden yetmiş yediye layıkıyla çıkardığımızı<br />

hatırlıyorum. İzmir’e<br />

pek yakışmış ve sporda, özellikle<br />

Akdeniz Oyunları’nın, 6 Ekim 1971’de, İzmir Atatürk<br />

Stadyumu’ndaki açılış gösterileri.<br />

14


yüzmede çağ atlatmıştır.<br />

Ergenlikten İlk Gençliğe: 1970’ler<br />

Büyüyüp kendi eğlencelerimizi<br />

yaşamaya başladığımız ergenlik<br />

yıllarının en cazip ve kolay<br />

ritüeli Kordon’da tur atmaktı.<br />

Herkes aynı eğlenceyi tercih ettiği<br />

için yaşdaşların en harc-ı âlem<br />

karşılaşma noktalarındandı. Daracık<br />

bir kaldırımda sadece Sisi’nin, daha<br />

Heykel’e doğru da Ömerağa’nın<br />

masaları dururdu. Yol belli saatlerde<br />

trafiğe kapatıldığı için sere serpe<br />

tüm Akdenizliliğimizi yaşardık. Deniz<br />

ise şimdiki çimenlerin başladığı yere<br />

geliyordu henüz. Akşam saat 6’da,<br />

o zamanki NATO’da bayrak töreni<br />

olurdu ve o civardaysanız mıhlanıp<br />

kalmak zorundaydınız. Eve dönüş<br />

vakti yaklaştıkça turlanılan mesafe<br />

daha küçülür; Gündoğdu’dan<br />

başlayan tur neredeyse Tayyare<br />

Sineması’nın köşesinde bitmeye<br />

başlardı.<br />

Çok sık gitmemiş olmama<br />

rağmen Plevne Bulvarı’nda Gazi<br />

İlkokulu’nun arkasında bulunan<br />

Kantin’in mütevazı yapısıyla benim<br />

neslime çok hizmet verdiğini<br />

unutmamam gerekir.<br />

O zamanlar cumartesi de<br />

yarım gün okul olduğu için, kış hafta<br />

sonlarının en büyük eğlencesi olan<br />

14:30 seansında İzmir Sineması’na<br />

gitmenin amacı da sadece film<br />

izlemek değildi. Hatta ne oynadığının<br />

da pek önemi yoktu. Söz konusu olan<br />

yine bir karşılaşma noktasıydı. O<br />

zaman hemen hemen tüm okullar<br />

erkek-kız ayrı eğitim verdikleri<br />

için de, özellikle erkek ve kızların<br />

karşılaşma mekânıydı. Bir adım ötesi<br />

flört edenlere buluşma imkânı.<br />

Alsancak’ın dışına hele hele<br />

şehir dışına, örneğin Narlıdere,<br />

Kilizman ve Çeşme’ye lisenin son<br />

yıllarında erkek arkadaşlarımızın da<br />

bulunduğu gruplarımız olduğunda<br />

çıkmaya başladık. Ama nadirdir.<br />

Karşıyaka’ya, Güzelyalı’ya, Hatay’a<br />

da gitmezdik. Oralarda oturanlar da<br />

Alsancak’a pek gelmezlerdi. Şimdiki<br />

gibi Alsancak tüketim ve eğlence çılgınlığının<br />

merkezi olmamıştı. Köhne<br />

Alsancak çarşısında (şimdiki Kıbrıs<br />

Şehitleri) dolaşmak aklımıza bile<br />

gelmemiştir herhalde.<br />

Topçu’nun, o zaman İzmir’in<br />

ünlü pavyonlarınca çevrili ‘sakat’<br />

ve gariban mekânında hep aklımız<br />

kalırdı; zira ne ailelerimizle ne<br />

arkadaş grubumuzla gidebileceğimiz<br />

bir yer değildi. En yakın arkadaşımla,<br />

ikimizin de evlendiği ilk senelerde,<br />

ben İzmir’e gelip görüştüğümüzde<br />

‘kocalarımız sayesinde’ hevesle oraya<br />

gittiğimizi hatırlıyorum.<br />

Yıllarca Altay Lokali<br />

olarak denize uzanan tahta iskele<br />

biz liseyi bitirirken Karina Disko<br />

olmuştu. Atatürk Spor Salonu’ndaki<br />

diplomalarımızı aldığımız kep töreninden<br />

sonra oraya gitmiştik. Çok<br />

uzun süre mi açık kalmadı, yoksa biz<br />

mi rağbet etmedik bilemem, pek sık<br />

gitmedik. Efes Oteli’ndeki mezuniyet<br />

yemeği sonrasında ise geleneksel<br />

olduğu üzere Mogambo’ya gidilmişti.<br />

Bir havuz üzerinde istiridye şeklin-<br />

15


deki pistini dedem çizmişti ve<br />

Mogambo benim hep en sevdiğim<br />

mekân oldu. Onun uzantısı Disko<br />

Saffet’e de üniversiteliyken çok sık<br />

gider olmuştum. Hem arkadaşlarım<br />

artık mekânın yönetimini sahibi olan<br />

babalarından devralma sürecine<br />

girdikleri, hem de hepimizin yaşı<br />

oraya gidecek kadar büyüdüğü<br />

için. Yine Disko Saffet dönemimde<br />

geceleri İkiçeşmelik’teki çorbacılara<br />

dadandığımızı hatırlıyorum; çorba<br />

sevmezdim ama gece yarısının hafif<br />

alkollü açlığıyla kelleye bayılırdım.<br />

İstanbul’daki üniversitemden<br />

İzmir’e tatile geldiğim yazlarda<br />

İkinci Kordon’da SSK’nın<br />

apartmanının altında bulunan<br />

Bonjour’a takılır olduk. Daha önce<br />

doğum günü pastalarımızın ve<br />

Christmas çöreklerimizin alındığı bu<br />

‘seçkin’ ve hafifçe ‘yaşlı’ mekânda<br />

Yaman Okay’la tanıştık. Ankara<br />

Sanat Tiyatrosu’nun en devrimci<br />

yılları. Yaz boyu İzmir’de kaldılar ve<br />

Elhamra’da Ana, Dimitrof, Nereye<br />

Payidar, Kanlı Düğün oyunlarını<br />

sergilediler. Oyunlar çok oturmuş<br />

olmasına rağmen, her gün en az<br />

birkaç sahneyi yeniden geçerlerdi<br />

ve biz de provaların müdavimi<br />

olmuştuk. Onlarla öğrendiğimiz<br />

yerlerin başında gündüzleri açık<br />

olan eski balık halinin içindeki salaş<br />

meyhaneler vardı. Bir de Özsüt’ün<br />

Kemeraltı’ndaki ekşi süt kokulu<br />

dükkânında peynir tatlısının üzerine<br />

kazandibi koyarak yemeği Yaman ve<br />

arkadaşları öğretmişti bize.<br />

O yıllardan sonra manen<br />

ve fiilen ve en önemlisi mecburen<br />

oldukça uzak kaldım İzmir’den.<br />

1990’lardan sonra sık gelip gitsem<br />

de aile önceliğinin dışına<br />

çıkamadım. İki yıldır İzmir’i tekrar<br />

yakalıyorum. Bambaşka. Derslerde<br />

İzmir’in yerleşim düzenini anlatırken<br />

Bostanlı/Üçkuyular arasındaki hilalde<br />

yaşayanların içlerine pek göç<br />

sızdırmadıklarını ve de kendilerinin<br />

sahili bırakmadıklarını söylerim. Kentsel<br />

gerilimin önemli bir nedenidir bu<br />

durum ama paradoksal olarak aynı<br />

gerilimin günlük yaşamda değil, fiktif<br />

bir tehdit gibi kalmasına neden<br />

olur. Bu yerleşim şeklinin benim için<br />

en cazip yanı herkesi, üç aşağı beş<br />

yukarı, bıraktığım yerde bulmuş olmak.<br />

Çünkü onlardan başka hiçbir<br />

şey bıraktığım yerde değil. Başta<br />

annem ve deniz, ki deniz psikanalizde<br />

anne sembollerindendir.<br />

16


Marka Kentte<br />

Şehirli Eğlence<br />

Aylin Sökmen<br />

“Ne güzel işte, ucuza gelecek bu tatil,” dedi kadın<br />

sevgilisine dönüp.<br />

Kalacakları otelden bedava araba yollamışlardı. Bir tek<br />

son dakika aldıkları uçak biletine aslında hak ettiğinden fazla para<br />

vermişlerdi çünkü alt tarafı Kars’a gidiyorlardı.<br />

Onları havalimanından karşılayan Hyundai marka metalik<br />

arabanın şoförü, “Nasıl İstanbul? Özledik biz de valla, bir ayağımız<br />

hep oradadır,” diyerek başladı konuşmaya. Osmanbey ve<br />

Avcılar’dan aldığı tekstil ürünlerini otelin altındaki dükkânında<br />

satıyordu. İş hanından bozma binanın üst katlarını bu sene otele<br />

çevirdiklerini, odalardaki tüm malzemelerin İstanbul’dan geldiğini<br />

ballandıra ballandıra anlattı. Sıra sıra kuyumcuların dizili olduğu kısa<br />

cadde üzerinde durduklarında, “Kars’ın en marka caddesindeyiz<br />

biz,” dedi. “İlk kışımızı geçiriyoruz bu sene...” Daha sonra odanın<br />

pencereleri yere kadar cam olduğu için geceleri yaşanan ısı<br />

kaybını iliklerinde hissedip, otel müdürünün o açıklamayı laf olsun<br />

diye yapmadığını anlayacaklardı.<br />

Otelin lobi olarak kullanılan asma katında işlemlerin<br />

yapılmasını beklerken, mesleği mimarlık olan adam etrafı incelemeye<br />

başladı. Altın varakla ve oymalarla bezenmiş çevirmeli<br />

telefonun fotoğrafını iPhone’u ile çekerken ‘Antika özentisi, biraz<br />

kitsch...’ diyerek kendi kendine mırıldanıyor, kadın da kalacakları<br />

odanın nasıl olacağını düşünüp ‘Temiz olsun yeter’ diyordu ki, otel<br />

müdürü suratı düşmüş bir şekilde yanlarına geldi.<br />

“Yalnız,” dedi ve kısa bir süre ikisine de ayrı ayrı<br />

baktıktan sonra “evlilik cüzdanı olmadan aynı odayı veremiyoruz,<br />

biliyorsunuz.”<br />

Bilmiyorlardı. Daha doğrusu akıllarının ucuna gelmişti<br />

17


ama kırklı yaşlarının başında olduklarından<br />

böyle olası bir duruma kafa<br />

yormak istememişlerdi.<br />

“Söylemediler mi size yer<br />

ayırtırken?”<br />

Söylememişlerdi. Kadının<br />

sevgilisine, başka otel mi baksak bakışını<br />

yakalayan otel sahibi, “Bütün<br />

oteller böyledir burada,” dedi. “Yani<br />

İstanbul’da, Ankara’da da çoğu otel<br />

öyledir. Ama madem söylemediler,<br />

biz de sizi mahcup etmeyiz, tek<br />

oda parası alırız ayrı odalara. Yani<br />

kusurumuza bakmayın, ben izin<br />

versem de Karslı abilerim var, yani<br />

üstümüz var...”<br />

Daha sonra valizleri taşıyan<br />

genç otel görevlisi “En üst kata<br />

yerleştirelim sizi, bir tek kişilik,<br />

bir çift oda. Valizleri ayrı odaya<br />

yerleştirirsiniz sonra akşam kimse<br />

bakmaz zaten, istediğiniz gibi<br />

takılırsınız,” dedi göz kırparak.<br />

Gülümsediler. Müdürünün<br />

yanında mülayim ve sessiz gözüken<br />

gencin, takılırsınız, kelimesini kullanması<br />

hoşlarına gitmişti. Belli ki modern<br />

ve kafa biriydi. Çıkarken bahşiş<br />

veririz, diye düşündüler.<br />

Otel lobisinden aldıkları<br />

‘Kars’ta görülecek yerler’ broşürünü<br />

takip ederek camileri, kiliseleri,<br />

hamamları, Rus mimarisi belediye<br />

binalarını gezerek Kars Kalesi’ne<br />

doğru çıkarken yan yamaca sıralanmış<br />

TOKİ evlerini gördüler. Kayak<br />

kıyafeti giymiş aileler, sırt çantalı<br />

gençler, birkaç tane de marka çanta<br />

taşıyan kadından oluşan yerli bir<br />

turist grubunun yanından geçtiler.<br />

Rehberin İnsanlık Anıtı’ndan bahsettiğini<br />

duyar gibi oldular.<br />

“N’oldu yıkıldı di mi sonunda?”<br />

dedi adam.<br />

“Evet öyle biliyorum. Rezillik<br />

ama resmen! ”<br />

Kale içinde piknik yapmak<br />

yasaktır tabelası gördüklerinde nefes<br />

nefese kalmışlardı ama buna<br />

değeceğine emindiler. Ne var ki,<br />

kalenin tepesinden çıplak gözle<br />

baktıkları karlı dağların kucağına<br />

oturmuş kent ve doğa manzarası,<br />

adamın iPhone kamerasıyla çektiği<br />

resimlerde bir türlü gerçekte<br />

gözüktüğü gibi güzel çıkmıyordu.<br />

Kendi gördüğünün tıpkısının aynısını<br />

başkalarına gösteremeyecek oluşunun<br />

hayal kırıklığını yaşayan adam bir<br />

anda arkadan gelen rocky şarkısıyla<br />

irkildi. Lunaparklarda kendine yer<br />

bulamayacak derecede dökük bir<br />

boks makinesi belli aralıklarla kendi<br />

kendine çalışıyor, rocky şarkısı<br />

çalarken kış aylarında terkedilmiş çay<br />

bahçesinin camlarına soluk renkler<br />

yansıtıyor ve bir anda susuyordu.<br />

Kaleden aşağı inerlerken turla gelen<br />

grubun anca tırmanmaya başlamış<br />

olduklarını gördüler.<br />

“Bak işte, onlar daha nerede,<br />

uzun uzun anlatıyor rehber,<br />

ne gerek var aynı şeyleri biz de<br />

gördük,” dedi adam. Taş köprünün<br />

karşısındaki tepedeki karlar erimeye<br />

başlamıştı. “Bak bak,” dedi, köprünün<br />

bitimindeki boyaları kabarmış duvarı<br />

gösterip.<br />

saçlarının tonu hangi<br />

kahveye ait bilmiyorum<br />

18


ama,<br />

gözlerindekilerin hatrı 40<br />

yılı aşacak gibi<br />

#şiirsokakta<br />

ben seni severim<br />

sen başkasını<br />

geberir gideriz<br />

#şiirsokakta<br />

İlerleyen iki gün boyunca<br />

şehrin sokaklarında floresan turuncu<br />

kayak montuyla dolaşırken<br />

üzerine çevrilen bakışlardan biraz<br />

utandı kadın. Orhan Pamuk’un Kar<br />

romanından sonra daha da bir merak<br />

etmişti Kars’ı. Kitabı çıkar çıkmaz<br />

satın almış ama yarısına gelmeden<br />

sıkılıp bırakmıştı. Sinema manyağı<br />

bir arkadaşı Kars’a gideceğini<br />

duyduğunda heyecanlanmış, Reha<br />

Erdem’in Kosmos’u da orada çekildi,<br />

demişti. Kadın internetten filmi<br />

araştırmış, afişindeki güzel ve gizemli<br />

kadın oyuncunun çığlık atan tuhaf<br />

hallerini görünce filmi izlemekten<br />

vazgeçmiş fakat sonradan Kars<br />

Çayı’nın kenarındaki yamaçlarda<br />

tıpkı onun gibi poz vererek resim<br />

çektirmeyi ihmal etmemişti. Kadın<br />

illa ki de bir köye gitmek istiyordu.<br />

Yakınlarda şöyle enteresan bir köy<br />

yok mu diye lobideki görevliye ve<br />

taksicilere sorduğunda her seferinde<br />

şaşkın bakışlarla karşılaşıyordu. ‘Yani<br />

napıcaksınız ki köyde abla?’ diyen bir<br />

taksiciye ‘Hayvanları, çocukları ve<br />

oradaki ahalinin resmini çekeceğim,’<br />

diyemedi.<br />

Ertesi gün çevreyi gezmek<br />

için kiraladıkları taksinin<br />

şoförüne İstanbul’dan geldiklerini<br />

söylediklerinde daha onlar sormadan,<br />

bir oğlunun Erzurum’da yabancı dil<br />

okuduğunu, zamanında her şeyi<br />

görsün diye ona çobanlık yaptırdığını,<br />

buralarda anca büyükbaş hayvancılık<br />

yapabileceğini, çocuklarına bir şeyi<br />

bir kere söylediğini ve onların<br />

da sözünden çıkmadığını, laf<br />

dinleyen akıllı kızının lisede bu<br />

sene takdir getirdiğini ve doktor<br />

olmak istediğini uzun uzun anlattı.<br />

Arabanın çamurlanmış camından<br />

etrafı görmeye çalışırken, şoforü<br />

bir antropolog edasıyla dinlediler<br />

ve duyarlı sorularıyla vicdanlarını<br />

rahatlattılar. Son senelerde özellikle<br />

Sarıkamış ve kışları tamamen donan<br />

karlı Çıldır Gölü’ne Türkiye’nin<br />

dört bir yanından turist geliyordu.<br />

Aslen Ardahanlı olan şoför, ‘Çıldır<br />

Ardahan’ın abla, hâlâ Kars diyen<br />

var,’ diye yakındı. Büyüleyici Ani<br />

Harabeleri’nin resimlerini çekip<br />

Instagram’a koyarken yer bilgisinde<br />

Ermenistan Sınırı demeyi de unutmadılar.<br />

Sınırdalardı çünkü. Ülkenin<br />

sınırlarında olmak havalıydı. Taaaa<br />

Doğu Anadolu’nun en ucuna kadar<br />

gitmiş olmanın verdiği haz, bir<br />

başkaydı. Taksi ile uçsuz bucaksız<br />

beyazlığın arasından geçerken<br />

uzaktan Ağrı Dağı’nın ucunu bile<br />

gördüler. Avrupa’ya herkes gidiyordu<br />

bir şekilde artık, ama az<br />

kişi ta İstanbul’dan kalkıp Kars’a<br />

gelirdi. Nitekim birkaç tanıdıktan<br />

‘Ne işiniz var orada?’ diye şaşkınlık<br />

yorumu aldıklarında daha da gurur<br />

19


duymuşlardı kendileriyle.<br />

Akşam yemeği için gittikleri<br />

meşhur kaz evinde etsiz mantı<br />

hengel, buğdaydan yapılmış haşıl<br />

yemeğine ek olarak paylaşmak üzere<br />

kaz ve dana kavurma istediler. Kadın<br />

etli kavurmanın tadına baktı ve suratı<br />

buruştu.<br />

“Bildiğin canlı hayvan<br />

kokuyor bu... Taze herhalde, yiyemeyeceğim<br />

ben.” Neyse ki kaz<br />

kokmuyordu, çok da lezzetliydi.<br />

Yemekten sonra sigara<br />

içmeye çıktığında yanına gelen<br />

lokantanın sahibi kadına döndü,<br />

“Gerçekten çok lezzetliydi,<br />

elinize sağlık. Orhan Pamuk’tan<br />

sonra çok insan gelmeye başlamış<br />

buraya, öyle mi?” dedi.<br />

“Ya evet, arttı biraz turist.<br />

Orhan Pamuk’un Kar romanının izinde,<br />

diye günlük turlar da var.”<br />

“Orhan Pamuk buradayken<br />

gördünüz mü siz? Tanıştınız mı?”<br />

“Yok, ben o ara buralarda<br />

değildim ama olsaydım kesin kaz<br />

yemeğe gelirdi lokantama. Bütün<br />

devlet büyüklerini, büyükelçileri<br />

ağırladık. Kaz işini ben başlattım<br />

burada, sonra herkes yapmaya başladı.<br />

Ta İzmir’e, İstanbul’a kaz yolluyoruz<br />

buradan özel siparişle. Köydendir<br />

kazlarımız, çok talep var ama kaz az,<br />

her yerden geliyorlar marketlere<br />

istiyorlar ama o zaman bu lezzet<br />

olmaz. Ben ticaret lisesi mezunuyum,<br />

dernek kurucusuyum, sürdürülebilir<br />

Kars Kazı diye bir de projemiz var<br />

inşallah, bu işi geliştireceğiz... Bu<br />

gece şanslısınız, âşıklar atışması var,<br />

birazdan başlarlar...”<br />

Âşıklar atışırken, onlar da<br />

porsiyonu 60 TL’den yedikleri enfes<br />

kaz yemeğini, 0’ları atmayı reddeden<br />

yerel bakkaldan beş buçuk milyona<br />

aldıkları Antep fıstığını, gecekonduların<br />

olduğu ara bir sokağa<br />

girdiklerinde peşlerine takılan ‘erkek<br />

kuaförü’ sahibini, kiliseden bozma<br />

camiyi gezerken yanlarına yanaşıp<br />

‘Meryem Ana Meryem Ana buradan’<br />

diyerek istavroz çıkardıktan sonra<br />

‘Türkçe biliyor musunuz?’ diye soran<br />

adamı, kıraathanelere iki metreden<br />

fazla yaklaştıklarında içeriden birinin<br />

‘buyrun’ diyerek ayaklanmasını,<br />

Çıldır Gölü’nde turistler için buzları<br />

kırarak balık avlayan köylünün en<br />

az 250 TL ücret talep ettiğini, çay<br />

boyunca peşlerinden korkakça<br />

yürüyen tatlı kangal yavrusu köpeği<br />

nasıl da İstanbul’a getirmek istediklerini,<br />

âşıklardan birinin vakti<br />

zamanında Turkcell reklamına çıkmış<br />

olduğunu, çalıp söylerken habire<br />

cep telefonunun çaldığını ve her<br />

defasında üşenmeden telefonunu<br />

açıp ‘He söyle, yok arıcam ben<br />

seni programdayım şimdi’ deyişini<br />

dönüşte arkadaşlarına anlatmak üzere<br />

zihinlerinin bir ucuna kazıdılar.<br />

***<br />

Dönüş günü onları havalimanına<br />

bırakan otel müdürü “Nasıl,<br />

beğendiniz mi Kars’ı?” dedi.<br />

“Evet evet, çok güzel...”<br />

“Şu sınır kapımız bir açılsa...<br />

Güvenlidir de burası, kapkaçı hırsızlığı<br />

yoktur, bir utancımız geçen sene,<br />

duymuşsunuzdur, Mert Aydın.”<br />

20


İsim hiç de yabancı<br />

gelmemişti ama duraksayıp birbirlerine<br />

baktılar. Son yıllarda sürekli<br />

hatırlanan diğer isimler arasından<br />

hangisi olduğunu tam çıkaramadılar.<br />

“E peki, nasıl buldunuz<br />

yeni binayı? Artık havaalanı değil<br />

havalimanıyız! Yurt dışı seferlerimiz<br />

de var,” dedi gururla.<br />

Ege ve Akdeniz’deki havaalanlarını<br />

düşündü kadın. Hakikaten<br />

de çoğuna kıyasla çok Avrupai<br />

duruyordu. “Evet evet, güzel olmuş,<br />

birçok şehirdekinden çok daha iyi!”<br />

dedi sevinçle.<br />

Arabadan indiklerinde havalimanına<br />

tekrar baktı adam: “Sonuçta<br />

Kars iyi hoş da, ne bileyim...”<br />

Kadın, son dakika yolda<br />

durup eşe dosta aldıkları Kars<br />

gravyeri paketlerini valize tıkıştırdı,<br />

zorla fermuarını kapadıktan sonra<br />

sevgilisine döndü: “Fena mı işte,<br />

gelişiyor onlar da... Hem herkesten<br />

farklı bir şey yapmış olduk!” dedi ve<br />

yanağına bir öpücük kondurdu.<br />

21


Boş Zaman ve<br />

Eğlence Kültürü<br />

Nial Tekin<br />

Boş zaman, çalışma zamanına karşıt olarak konumlanmış<br />

modern bir kavramdır. Marksist çerçevede, iş gücünün yeniden<br />

üretilmesine karşılık gelen bu zaman birimi, birey tarafından,<br />

toplumsal bir etkinlik olan çalışmanın neden olduğu ‘yıkıntıların’<br />

giderilmesi arzusuyla biçimlendirilir. Buna karşılık, şayet ‘boş<br />

zaman’ın ekonomik ve politik araçların etkisine girebileceğini kabul<br />

edersek, bu kavramın ideolojik anlamlara gebe olduğunu görürüz.<br />

Endüstrileşme süreciyle birlikte, kilisenin şekillendirdiği<br />

zamansallık, fabrikaların üretim disiplinine göre, rasyonel bir algı<br />

ile yeniden şekillendi. Eğlence ve dinlencenin, zaman israfı olduğu<br />

doktrinini benimseyen püriten ahlakın, rasyonelleşme karşısında<br />

etkisini yitirmesiyle 1 , sosyal hayat ve çalışma dışı zamanın<br />

düzenlenmesinde yeni eğlence ritüelleri oluştu. Bugün artık<br />

eğlence etkinlikleriyle anlamlandırılan iş dışı zaman birimi, yeni<br />

üretim alanları yaratarak, ekonomik olanın, operasyonel bir aracına<br />

dönüştü. Bir diğer anlatımla, insanın dünyaya çalışmak için geldiği<br />

yönündeki çileci söylemler yerini hayatın zevklerinden faydalanma<br />

anlayışına bıraktı. Zira, kapitalist üretim biçimi, üreten insan kadar<br />

tüketen insana da ihtiyaç duymakta. Yani, toplumsal örgütlenmede<br />

birey, artık sadece bir işgücü olarak değil; kültür, eğitim, boş zaman<br />

ve hatta hastalıklarıyla da yerini alır. 2<br />

Bir dönem ayrıcalıklı bir kesimin imtiyazında olan eğlence<br />

etkinlikleri, herkesin ulaşabileceği şekilde popülerleşti. II. Dünya<br />

Savaşı’nın ertesinde, OECD ülkelerinin yaşadığı ekonomik büyümeye<br />

paralel olarak, yasallaşan hafta sonu tatilleri ve ücretli izinlerle<br />

1 Bu noktada, şüphesiz, ağır çalışma saatlerinin azaltılması yönünde yapılan önemli<br />

işçi hareketlerinin altı.<br />

2 Laclau, Ernosto, Mouffe, Chantal, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çeviri Ahmet<br />

Kardam ve Doğan Şahiner, Birikim Yayınları: İstanbul, 1992, s. 197.<br />

22


irlikte ücretli kesimin iş dışında<br />

geçirdiği zaman artarak düzenlendi.<br />

Hatta çalışan kesim, 1960’lardan<br />

itibaren, ücretlerin artışından ziyade,<br />

çalışma saatlerine dair düzenlemelere<br />

çok daha hızlı tepki verdi. 3<br />

Dolayısıyla, her ne kadar eğlence<br />

kültürü, sanayi sonrası toplumlardaki<br />

tüketimci ve hedonistik değerlerle<br />

analiz edilse de, özetlenen sosyotarihsel<br />

bağlamdan da anlaşılacağı<br />

üzere, boş zamanın şekillenmesine<br />

paralel olarak, eğlence tamamen<br />

endüstriyel toplumların üretimidir.<br />

Bu nedenle de, boş<br />

zaman etkinlikleri, üretim süreciyle<br />

eşbaşlı bir dönüşüm yaşar. Modern<br />

zaman çalışanının, emek sürecinin<br />

baskısından da kaçmak için eğlenceyi<br />

aradığını söyleyen Horkheimer ve<br />

Adorno, Kültür Endüstrisi kavramıyla,<br />

böyle bir kaçısın neden<br />

mümkün olmadığını anlatır: “Zira,<br />

(emek sürecinde) otomatikleşme,<br />

eğlenmeye yarayacak ürünlerin üretimini<br />

öylesine derinden belirler ki,<br />

insanoğlu, boş zamanında, bu sürecin<br />

kopyasından, yani emek sürecinin<br />

yeniden üretilmesinden başka bir<br />

şeye tutunamaz.” 4 Dolayısıyla, boş<br />

zaman, çalışma zamanının karşıtı<br />

değil, onun ‘gölgede kalmış uzantısı’<br />

halini alır. 5<br />

3 Teboul, René, Culture et Loisir Dans La<br />

Société du Temps Libre, Edition L’Aube: La<br />

Tour d’Aigues, 2004, s. 10.<br />

4 Horkheimer, Max ve Adorno, Theodore, La<br />

dialectique de la raison, Editions Gallimard:<br />

Paris, 1974, ss. 145-146.<br />

5 Adorno, T. W., The Culture Industry:<br />

Selected Essays On Mass Culture, ed. J. M.<br />

Bernstein, Routledge: London and New York,<br />

2001, s. 194.<br />

Bugün artık, boş zaman<br />

endüstrileri, kendi başına bir<br />

ekonomik alan yarattı. Yani, eğlence<br />

etkinliklerinden oluşan ve önemli<br />

kâr oranları sağlayan, önemli bir<br />

hizmet sektörü oluştu ve bu sektör<br />

özellikle dünya metropollerinin<br />

merkezinde yerini aldı. Zira, farklı<br />

yaşam biçimlerine (life style) gebe<br />

olan kentler, bireyleri tüketim<br />

etkinliklerine yönlendirecek şekilde<br />

planlanmıştır. Üstelik, bu durum<br />

sadece 21. yüzyıla özgü değildir.<br />

Mesela, café bourgeois olarak<br />

adlandırılan sosyalleşme alanları 17.<br />

yüzyıldan itibaren ortaya çıkmıştır. Bu<br />

bağlamda, kentleşme, yeni kültürel<br />

kodların ve normların benimsendiği<br />

bir süreçtir aynı zamanda.<br />

Eğlence alanında yaratılan<br />

ürünleri anlatırken kullandığımız,<br />

endüstri kavramı sadece ilk anlamı<br />

olan üretim sürecini değil, kültürel<br />

ürünlerin standardizasyonu, dağıtım<br />

tekniklerinin rasyonelleştirilmesini<br />

ve tüketilmesini anlatmak amacıyla<br />

da kullanılır. Bu standartlaşma<br />

içerisinde, boş zamanını değerlendirmek<br />

isteyen rasyonel bireyin,<br />

maliyet/verimlilik üzerinden biçimlenen<br />

eğlence tatmini, aslında iş<br />

disiplinin bir uzantısıdır. En kısa<br />

zamanda en fazla kâra ulaşma<br />

prensibi, belirlenmiş olan boş zaman<br />

biriminde gerçekleştirilen tüketim<br />

etkinliklerinin de merkezindedir.<br />

Bauman, bu durumu anlatmak için<br />

bugün artık tüketimde ‘ihtiyaçlardan<br />

arzulara bir geçiş’ olduğunu söyler.<br />

İhtiyaç nesnesi temelde, bizi bizim<br />

23


dışımızda var olan, nesnel bir<br />

gerçekliğe gönderir, oysa arzu<br />

nesnesi, arzunun kendisidir, tekrar<br />

tekrar arzulamaktır. Kapitalist üretim<br />

prensibi (Marx’ın anlattığı biçimiyle<br />

herhangi bir ihtiyacın tatmini değil,<br />

artı değerin artması prensibi) ihtiyaç<br />

yerine hiç doyurulamayacağına<br />

inanılan arzuyu tüketimin merkezine<br />

koyar. Arzu, nesnelerin yüzeyselliğinden<br />

öteye geçmeden, onlarda<br />

kendi yansımasını gördüğü kısa<br />

anın zevkini çıkarır. Hiçbir nesne,<br />

arzuyu tatmin edemez, zira yaşanan<br />

an çoktan bitmiş ve arzu bir diğer<br />

nesnede yansımasını bulmuştur<br />

bile. Dolayısıyla arzunun bu kaygan,<br />

değişken ve maddi olmayan<br />

temelinden ötürü kapitalist üretim<br />

ihtiyaçtan ziyade, kendisini ebediyen<br />

canlı tutacağına inandığı arzuya<br />

yatırım yapmaktadır. Bu bağlamda<br />

özne ise; zevk ve performans<br />

öznesidir. 6 Bugün yaşanan,<br />

1960’lardaki şeyleşme (réification)<br />

eleştirilerinde sıkça yapıldığı<br />

şekliyle öznenin şey’e indirgenerek,<br />

yadsınması ya da reddi değil, tersine<br />

öznelliğe olan vurgunun artması,<br />

öznelliğin tikelliğinin teşvikidir. 7<br />

Öznelliğe yapılan vurgu ise; üretim<br />

boyutunda müşteri merkezli ürün<br />

metoduyla somutlaşır. Bugün her<br />

ürün bireysel bir hava taşır. Hatta<br />

bireyselliğin kendisi, şeyleştirilerek<br />

sunulan nesnenin yansımasında<br />

var olur. Fetişleşerek özneden<br />

6 Laval, C., Dardot, P., La Nouvelle Raison du<br />

Monde, La Découverte, 2009.<br />

7 Fischbach, F., La Privation de Monde.<br />

Temps, Espace et Capital, Vrin: Paris, 2011.<br />

bağımsızlaşan nesne, hayattan kaçıp<br />

saklanılacak bir sığınak yanılsaması<br />

yaratır ve bu nesnede yaşayan birey,<br />

kendi zamansallığından kopan, sonsuz<br />

bir şimdiye sıkışan öznedir. Zira,<br />

sermayeye özgü değerin zamanı<br />

zorlayıcı bir şimdidir.<br />

Bu algı içerisinde, genel<br />

eğilim, niteliksel zamanın, fiziki olanın<br />

zamanının genelleşmiş zorlayıcılığı<br />

içinde inkârıdır. Bir diğer anlatımla;<br />

yaşanan deneyimin zamanının,<br />

ölçülebilir, hesaplanabilir olan zamanda<br />

olumsuzlanmasıdır. Zira<br />

geçen zamanın, ona sayısal bir değer<br />

atfettiğimiz için kontrol edilmesi,<br />

kazanılması halinde elle tutulur<br />

bir şeye dönüştüğü algısı vardır. 8<br />

Yani, boş zaman etkinlikleriyle<br />

şekillenen yaşam biçimini anlatmak<br />

için, şöyle diyebiliriz: “Deneyim<br />

epizotlarında gittikçe zenginleşirken,<br />

yaşanan deneyimlerde gittikçe yoksullaşıyoruz.”<br />

9 Kontrolsüz bir ritimde<br />

yaşarken yaptığımız sadece bizde iz<br />

bırakmayan, kişiliğimizi oluşturacak<br />

anlatılar kurmayan deneyimleri biriktirmektir.<br />

8 Hall, E. T., La Vie dans de la Vie. Temps Culturel,<br />

Temps Vécu, 1983, Points Seuil: Paris,<br />

1992, s. 60-61.<br />

9 Benjamin, Walter, Expérience et Pauvreté,<br />

Petite Bibliothèque Payot: Paris, 2011.<br />

24


Şeyler 2.0<br />

Yazı ve fotoğraflar: Özge Calafato<br />

Çok sıkılmıştık. Hayat üstümüze üstümüze geliyordu.<br />

Sıkıntı bir türlü bitmiyordu. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu.<br />

Halimize şükretmekle daha fazlasını istemek arasında<br />

gidip gelmekten başımız dönmüştü. Kendimizi mutlu hissetmemiz<br />

gerektiğine ikna olmuştuk ama daha fazla yaşamak istiyorduk,<br />

bu kesin. Bazen de hızla ölmek istiyorduk ki güzel şöhretimiz<br />

bozulmasın.<br />

Bir yerlerde tanıştık ama şimdi ikimiz de hatırlamıyoruz.<br />

Hafızamız kayboldu, tortusuyla avunuyoruz. Birbirimizi nasıl<br />

bulmuştuk? Böyle harika rastlantılara nasıl da bayılıyorduk.<br />

Sıkıntıdan sıyrılmanın tek yolunun her gittiğimiz şehri<br />

bir eğlence yerine çevirmek olduğunu çok başlarda anladık.<br />

Eğlendikçe her şehir bizim oldu.<br />

Eğlenmek için o kadar çok sebep vardı ki. Bize her yer<br />

panayır.<br />

25


Şehrin yağmurları<br />

Şiddetle yağan yağmurda damlaları içerek sırılsıklam koşturup<br />

kahkaha atarken çok eğleniyorduk.<br />

Rio de Janeiro<br />

Şehrin sabahları<br />

Sabahın en erken saatlerinde yollara dökülüp mahmur ve meşgul<br />

şehirlilerin afiyetle yediği bütün kahvaltıları düşleyip acıkıyorduk.<br />

26


Şehrin Geceleri<br />

Gece şehrin üzerine çöktüğünde dünyayı değiştireceğimize dair<br />

kuvvetli bir hisle içimiz titriyordu. Şehrin ara sokaklarında sürekli<br />

kaybolmak istiyorduk.<br />

Şehrin metinleri<br />

Şehri her an devrim oldu olacak hissiyle yaşıyorduk. Duvar<br />

yazılarının peşinde saatler harcıyorduk.<br />

27


Şehrin sisleri<br />

Sisli günler favorimizdi. Bir gözün diğerini görmediği o irkilten<br />

günlerde adeta birer detektif gibi çözülmemiş cinayetlerin izlerini<br />

sürüp heyecanlanıyorduk. Her sisli gün bir korku filmiydi bizim için.<br />

Şehrin mantık hataları<br />

En büyük eğlencelerimizden biri nesnelerin kendisiydi. Dükkân<br />

dükkân gezip anlamlandıramadığımız her nesneyi kendimize<br />

eğlence konusu yapmakta üzerimize yoktu.<br />

28


Şehrin insanları<br />

Şehrin insanlarının da şehrin nesnelerinden pek bir farkı olmuyordu<br />

bazen. Sokaklar en eğlenceli defilelerdi. Ama erkeklerden çok hep<br />

kadınlar ilgimizi çekiyordu.<br />

Şehrin mabetleri<br />

Şehrin deşifre edilmesi zor sanat sergileri otoportre çekmek<br />

için müthiş fonlar sunuyordu. Galeri açılışlarında bedava kokteyl<br />

kanepeleriyle karın doyurup sonu gelmez selfie’ler çekerek çok<br />

eğleniyorduk.<br />

29


Sarmaş dolaş oldukça her şehri tekrar tekrar yaşıyorduk.<br />

30


Başka Şehir<br />

Başka Sinema<br />

Söyleşi: Eylem Ertürk<br />

Zaman içinde değişen tüketim alışkanlıklarımız, şehirle<br />

olan ilişkimizi ve sinemaların durumunu da etkiliyor. Bir tarafta<br />

sayıları gittikçe azalan bağımsız sinema salonları var. Teknolojik<br />

değişikliklere uyum sağlayamayan tekil salonlar izleyici kaybediyor,<br />

ekonomik zorluklar kentsel dönüşüm baskısıyla birleşiyor, şehrin<br />

hafıza mekânları yavaş yavaş ortadan kayboluyor. Diğer yandan<br />

AVM’ler içinde yaygınlaşan yeni tüketim alışkanlıkları sinemaları da<br />

etkisi altına alıyor. Mekânları değişse de, sinema salonları şehirdeki<br />

kültürel hayatın, sanat ve eğlence tüketiminin önemli durakları<br />

olmayı sürdürüyor...<br />

İmre Tezel ve Emre Akpınar’la Türkiye’de sinema salonları,<br />

değişen film tüketim alışkanlıkları ve Başka Sinema’yı konuştuk.<br />

Film izleme alışkanlıkları, özellikle de son yıllarda, hızla<br />

değişti. İzleyiciyi ve sinema salonlarını etkileyen bu dönüşüm<br />

hakkında ne düşünüyorsunuz?<br />

Aslında Türkiye’deki sinema bileti satışlarında kayda<br />

değer bir artış var. Mesela 2014’te 60 milyon bilet satıldı. Bunun<br />

%60’ını ticari yerli filmler oluşturuyor. Bu %60’ın %75’lik kısmını ise<br />

vizyona giren 108 yerli filmden 10 tanesi oluşturuyor. Bu da sinema<br />

salonlarının, öncelikli olarak bu ticari yerli filmleri tercih etmelerine<br />

sebep oluyor. Dijitalleşmeyle birlikte artık 35mm filmlerin yerini<br />

DCP dediğimiz hard diskler aldı ve kopya yaratmak için gerekli<br />

olan maliyetler düştü. Bunun da etkisiyle çok hasılat getiren filmler<br />

sinema salonlarında çok yaygın olarak yer alabiliyor. Eskiden 200<br />

kopyayla vizyona giren ticari bir yerli film, bugün 800 salonda<br />

yer bulabiliyor. Türkiye’de 2000 sinema salonu olduğu gerçeğine<br />

dayanarak, 800 salonda ticari bir filmin gösterildiği bir ortamda,<br />

31


geriye kalan 1200 salonu da 30-40<br />

film alıyor. Sonuçta yüksek kopya<br />

sayısıyla vizyona giren yabancı ve<br />

yerli filmler nedeniyle, bağımsız<br />

filmlerin programlanabileceği<br />

salon sayısı gittikçe azalıyor. En<br />

büyük değişimi burada yaşıyoruz<br />

aslında. Bu da seyirciye sunulan<br />

seçeneğin azalmasına, art arda<br />

benzer filmlerin vizyona girmesine<br />

ve genele baktığımızda daha farklı<br />

bir kültürel yapının oluşmasına<br />

sebep oluyor. Öte yandan da bu<br />

dönüşüme ayak uyduramayan birçok<br />

bağımsız salonun kapandığını veya<br />

kapanma tehlikesiyle karşı karşıya<br />

olduğunu görüyoruz. Başka Sinema<br />

elinden geldiği kadar bu işin yönünü<br />

değiştirmeye çalışıyor aslında. Şu an<br />

seyirciyle buluşan birçok film, Başka<br />

Sinema olmasaydı vizyona çıkma<br />

şansı bulamayacaktı. Bu hem yerli,<br />

hem de yabancı filmler için geçerli.<br />

Sinema salonları şehrin<br />

kültürel hayatının önemli bir<br />

parçası. İstanbul’da sadece<br />

Beyoğlu bölgesine baktığımızda<br />

bile, bağımsız filmlerin vizyona<br />

girebildiği eski sinema salonlarının<br />

kentsel dönüşüme direnemediğini<br />

görüyoruz. Sinema sektörünün<br />

içinden bakarak, bu değişimin şehrin<br />

kültürel hayatı üzerine etkisini nasıl<br />

değerlendiriyorsunuz?<br />

Yıllarca festivallere ev<br />

sahipliği yapan Emek Sineması akla<br />

geliyor ilk önce. Orada film izlemek<br />

apayrı bir deneyimdi, ama artık<br />

insanlar bu deneyimi yaşayamayacak.<br />

Hem tarihi ve mimari dokusu hem<br />

de uzun yıllar kültürel hayatın<br />

yapıtaşlarından biri olması nedeniyle,<br />

Emek Sineması’nın yok olması büyük<br />

bir kayıp. Bu yok oluş kültürel<br />

çeşitliliğin yok olmasına giden bir<br />

süreç aslında. Biz tekil salonlarda<br />

film izlemenin farklı bir deneyim<br />

olduğunu düşünüyoruz ve bu<br />

salonların yaşamasını destekliyoruz.<br />

Ama bir yandan da hayatımızın içinde<br />

var olan gerçekliği de kabul etmeliyiz.<br />

Artık ne yazık ki tekil sinema sayısı<br />

yok denecek kadar az. Bu nedenle<br />

de AVM’lerin içindeki salonlarda yer<br />

almak zorundayız. Çünkü ortada bir<br />

gerçeklik var ve biz bunun içinde<br />

bulunan insanları dışlamak yerine, o<br />

yapının içine katılıp oradaki insanlara<br />

da ulaşmak zorundayız. Başka<br />

Sinema’nın amacı en basit haliyle iyi<br />

filmleri her türden, her yerden, her<br />

bakıştan, her düşünceden insanla<br />

buluşturmak. Bu sebeple AVM’lerin<br />

içinde de varız. Bir şekilde oradaki<br />

tek tipleşmeyi kırmayı deniyoruz.<br />

Zaman içinde izleyici ilgisinin arttığını<br />

da gözlemliyoruz. Öte yandan,<br />

birçok AVM sineması da Başka<br />

Sinema’yı bünyelerine dahil ederek<br />

bu kültürü ve çeşitliliği tutmanın ve<br />

insanlara yeni seçenekler sunmanın<br />

peşindeler. Bu da bir yandan umut<br />

verici.<br />

Kasım 2013’te yeni bir<br />

program anlayışıyla hayatımıza giren<br />

Başka Sinema nasıl bir ihtiyaçtan<br />

doğmuştu?<br />

Yurt içi ve yurt dışındaki<br />

32


festivallerde çok ses getiren ve<br />

izleyici tarafından büyük ilgi gören<br />

birçok film, ne yazık ki vizyonda<br />

yer bulamıyordu. Bunun nedeni de<br />

sinemalarda gişeye yönelik yerli<br />

filmlerin ve blockbuster Amerikan<br />

filmlerinin yer kaplamasıydı. Ya da<br />

arthouse diyebileceğimiz bu tür<br />

filmler bir hafta içinde vizyona girip<br />

kalktığı için seyirci bu filmlerden<br />

haberdar olamıyor, dolayısıyla bu<br />

filmler seyircisine ulaşamıyordu.<br />

Başka Sinema’nın öncelikli amacı, bu<br />

tip filmlerin hak ettiği süre vizyonda<br />

kalabilmesini sağlayabilmek oldu.<br />

Tüm dünyanın dijitale geçtiği ve<br />

35mm teknolojisinin yok olduğu bir<br />

dönemdeyiz. Türkiye’deki sinemaların<br />

çoğu bu dijital teknolojiye yatırım<br />

yapabilmişken, tekil sinemalar böyle<br />

bir şansları olmadığı için zorlanmaya<br />

başlamışlardı. Başka Sinema’nın<br />

yapısını oluştururken amaçlarımız<br />

arasında tekil salonların bu filmleri<br />

göstermeye devam edebilmelerini<br />

sağlamak da vardı. Bu nedenle de<br />

sinema salonlarına gerekli olan<br />

yatırımı Başka Sinema kapsamında<br />

gerçekleştirdik. Aslında daha<br />

geniş bir açıdan bakarsak, yerli film<br />

yapımcılarının bu filmleri yapmaya<br />

devam edebilmeleri, yabancı film<br />

ithalatçılarının bu tip filmleri almaya<br />

devam edebilmeleri, M3 Film gibi<br />

dağıtımcıların bu filmleri dağıtmaya<br />

devam edebilmeleri ve bağımsız<br />

salonların bu filmleri gösterebilmesi<br />

için de böyle bir yapıya ihtiyaç vardı.<br />

Bir yaşam alanı açtık diyebiliriz belki<br />

de.<br />

Başka Sinema’ya benzer<br />

programlama modellerinin farklı<br />

ülkelerde de örnekleri var mı, yoksa<br />

bu tür alternatif arayışları Türkiye’ye<br />

özgü bir durum mu?<br />

Aslında var ama sinemalar<br />

özelinde: New York’ta IFC veya<br />

Paris’teki birkaç salon gibi. Arka<br />

arkaya birçok film izleyebileceğiniz,<br />

eski filmlerin ve kült filmlerin<br />

oynatıldığı salonlar var. Fakat<br />

bildiğimiz kadarıyla bir dağıtım<br />

modeli olarak Başka Sinema bir ilk.<br />

Çünkü Başka Sinema’nın içeriğini<br />

oluşturan şirket, M3 Film, bir<br />

dağıtımcı. Bir dağıtımcının bu yola<br />

girip bu işi yapması, sanırız dünyada<br />

bir ilk, en azından bildiğimiz kadarıyla.<br />

Türkiye’de şu anda<br />

5 şehirde 13 sinemada Başka<br />

Sinema var. İstanbul dışında hangi<br />

şehirlerdesiniz? Bunu artırmayı<br />

düşünüyor musunuz? Farklı<br />

şehirler ve yeni salonları neye göre<br />

belirliyorsunuz?<br />

İstanbul dışında İzmir,<br />

Ankara, Bursa ve Eskişehir’deyiz.<br />

Tabii ki kuruluşumuzdan beri en<br />

büyük amacımız olabildiğince fazla<br />

şehirde olmak, İstanbul’da da salon<br />

sayımızı artırmak. Görüşmeleri<br />

devam eden şehirler arasında<br />

Diyarbakır, Mardin, Erzurum,<br />

Trabzon, Samsun, Kıbrıs gibi yerler<br />

var. Buralarda da olmayı çok istiyoruz.<br />

Öncelikle salonların yerlerine ve<br />

potansiyellerine bakıyoruz. Salonun<br />

yeri, kapasitesi, daha önce oynayan<br />

filmlere göre nasıl çalıştığı önemli<br />

33


göstergeler. Şehrin kendi sosyopolitik<br />

ve ekonomik yapısını göz<br />

önüne alarak, hem Başka Sinema’nın<br />

seyirci potansiyelini geliştirmeye<br />

uygun olan şehirleri hem de kapasite<br />

açısından uygun olan sinemaları<br />

seçmeye özen gösteriyoruz. Tabii ki<br />

en önemli etkenlerden biri sinemanın<br />

da bizi istemesi. Dolayısıyla öncelikle<br />

bu yönde görüşmeler yapmamız<br />

gerekiyor.<br />

Bulunduğunuz şehirlerde<br />

sinema tüketim alışkanlıklarına<br />

nasıl bir etkiniz olduğunu<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Başka Sinema’nın ana<br />

amaçlarından biri, izleyiciye yeni bir<br />

seçenek sunabilmek. Yani tamamen<br />

festival havasındaki bir programı, her<br />

ayın başında bir program dahilinde<br />

izleyiciye sunup onların tepkisini<br />

görmekti ilk amacımız. Başka<br />

Sinema’nın marka haline gelmesinin<br />

hem nedeni hem de sonucu seyircinin<br />

bu program altında gösterilen<br />

filmlere güven duyması oldu. Bir<br />

film Başka Sinema seçkisindeyse iyi<br />

olduğunu düşünüp o filme gelmesi<br />

ya da kendi zevklerine uygun bulması<br />

bizim için çok önemli. Seyirciye<br />

böyle bir seçki dahilinde çeşitlilik<br />

sunulmadan beğeniler konusunda<br />

yorum yapmak sağlıklı değil. Film<br />

izleme alışkanlığını yaratmak ve<br />

çeşitlendirmek önceliğimiz. Bu<br />

da bir kültürün kaybolmasının<br />

önüne geçmek demek. Çok daha<br />

yaygın hale gelmek istememizin<br />

de en önemli nedenlerinden<br />

biri bu. Aklıma ilk gelen örnek<br />

İzmir Karaca Sineması. Kapatıp<br />

başka bir yapıya dönüştürmeyi<br />

düşünüyorlardı sinemayı. Fakat hem<br />

bizim uğraşlarımız, hem oradaki<br />

kültür sektörünün baskıları, hem<br />

de seyircinin yoğun isteği üzerine<br />

bu sinema kapanmaktan kurtuldu<br />

ve şu anda çok iyi bir Başka Sinema<br />

salonu haline geldi. Bunda oranın<br />

programını yapan kişinin de çok<br />

büyük emeği olduğunu söylemek<br />

gerek. Hassasiyetle üstünde durup<br />

direndiğimiz zaman bu filmler Mall<br />

of İstanbul gibi, Haramidere gibi<br />

daha periferide yer alan bir sürü<br />

yerde de seyircisine ulaşıyor. Aslolan<br />

önyargılardan sıyrılıp denemek,<br />

hem filmlere hem de izleyiciye bir<br />

şans vermek, yeni bir alan açmak ve<br />

seçenekler sunmak. Sadece Beyoğlu<br />

gibi kemikleşmiş izleyici kitlesi<br />

olan yerlerde değil, Türkiye’nin<br />

birçok yerinde Başka Sinema’nın<br />

yaygınlaşacağına, izleneceğine<br />

ve alışkanlık haline geleceğine<br />

inanıyoruz. Seyirci geliştirmek de bu<br />

demek zaten. İleride bu dönüşümü<br />

daha açık ve güçlü bir şekilde<br />

göreceğimize inanıyoruz.<br />

Başka Sinema bundan<br />

sonra nasıl devam edecek, yeni<br />

planlar var mı?<br />

Amacımız daha çok<br />

şehirde ve sinemada olup, daha<br />

çok insana ulaşırken, bir yandan<br />

da içerik konusunda daha çeşitli<br />

olmak, programa yeni etkinlikler ve<br />

söyleşiler eklemek, beklenmedik<br />

34


yerlerde insanların karşısına<br />

çıkıp Başka Sinema heyecanını<br />

sürdürmek. Tanıtım anlamında<br />

her filmle tek tek ilgileniyoruz.<br />

SineBebe, Başka Çarşamba gibi<br />

programlar yaratıyoruz. Örneğin<br />

SineBebe seanslarında Rexx dolup<br />

taşıyor. Büyük bir ekibimiz ve sonsuz<br />

bütçemiz olmadığı için yavaş yavaş<br />

ilerleyebiliyoruz, ama yaptığımız<br />

her şeyin iyi ve kalıcı olmasını<br />

hedefliyoruz.<br />

Son olarak eklemek<br />

istediğiniz bir şey var mı?<br />

Başından beri birlikte<br />

ilerlediğimiz en büyük destekçimiz<br />

Kariyo & Ababay Vakfı’na, diğer<br />

destekçilerimize ve heyecanını<br />

yitirmeyen seyirciye çok teşekkür<br />

ederiz. Her türlü yeni fikre açığız.<br />

Bu yazıyı okuyorsanız ve internet<br />

bağlantınız varsa tıklayın.<br />

35


Occupy Zvezda<br />

Editörlerin notu<br />

Belgrad’da Avrupa’nın en eski sinema salonlarından biri olan Zvezda (Yıldız)<br />

Sineması, Devlet tarafından özelleştirme kapsamında Sırbistan’ın en zengin<br />

iş adamına satılmış ve kaderine terk edilmişti. 21 Kasım 2014’te, bir grup genç<br />

film yapımcısı ve kültür sanat çalışanı, bu efsanevi sinema binasını işgal etti,<br />

temizledi, düzenledi ve Belgrad vatandaşları için ücretsiz film izleyebilecekleri<br />

bir salona dönüştürdü.<br />

Faturaları ödedikleri takdirde şu an için binada kalmalarına izin verildi.<br />

Bütçelerini gönüllerden toparladıkları bağışlarla oluşturuyorlar. Direnişi takip<br />

etmek için altcine’nin web sayfasını ziyaret edebilirsiniz.<br />

Akla harabe halinde yıkılmayı bekleyen Alkazar Sineması ve <strong>altZine</strong>’in bu<br />

sayısında da bahsedilen daha bir çok salon geliyor.<br />

Zveda (Yıldız) Sineması - Belgrad - 2014 Alkazar Sineması - İstanbul - 1944<br />

36


Pinyata<br />

Sanem Bozkurt<br />

Banyodan su sesi geldikten sonra içinden yirmiye kadar<br />

saydı. Mutfağa geçip musluğu açtı. Yüzünde bir gülümseme<br />

belirdi. İçinden bu kez ona kadar saydı, Ali’nin kızgın ama çaresiz<br />

sesi yükseldi.<br />

“Musluk mu açtınız yine? Buz gibi oldu su!”<br />

“Hayır, musluk falan açık değil. Şofben bozuk. Oyalanma<br />

da çık bari.”<br />

“Hayret bir şey ya… ” diye başlayıp giden söylenmesi su<br />

sesinin içinde kaybolurken kendisine kahve hazırladı. Kahvesini<br />

yudumlarken musluktan akan suya bakarak duşun altında Ali’nin<br />

bir o tarafa bir bu tarafa kaçarak şampuanlı saçlarını durulamaya<br />

çalıştığını hayal etti. İçerde suyun sesi kesilir kesilmez musluğu<br />

kapatıp Damla’nın odasına doğru yöneldi.<br />

“Küçük prensesim. Kalk bakalım. ”<br />

“Kalkmak zorunda mıyım?”<br />

“Hımm, bir bakalım. İstersen uyuyabilirsin. Parti yapmayalım<br />

o zaman.”<br />

“Parti, parti partiiii!” diye yataktan fırladı Damla. “Giydirin<br />

beni hemen.”<br />

Bu sırada Ali giyinmiş ve bu kez parfümle duş almış<br />

şekilde odaya girdi. O gelince Damla kollarını uzatıp “Babaaa!”<br />

diye seslendi. Ali, nadide ve kırılgan bir vazo gibi dikkatle Damla’yı<br />

kucakladı.<br />

“Güzel kızım uyanmış mı? Saçlarını tarayalım mı prensesimin?”<br />

Pınar, “Kıyafetini hazırladım, koltuğun üzerinde,” diyerek<br />

uzaklaşırken cevap yerine ikisinin gülüşmesi geldi.<br />

Doğum günü partisi brunch olacaktı. Damla’nın sınıf<br />

37


arkadaşları, kendi çocukları olan<br />

arkadaşları derken yirmi beş kişi<br />

olmuşlardı. Ali, ‘Nişan mı yapıyoruz<br />

mübarek amma para tutuyor,’<br />

diye çok söylenmişti. Tabi Pınar’a<br />

söyleniyor Damla’ya ise ne isterse<br />

kızım onu yaparız, palyaço da olur,<br />

pinyata da, diyerek anlayışı sonsuz<br />

bir baba oluveriyordu.<br />

Henüz kimse gelmeden<br />

garsonlardan birinin eline tutturdukları<br />

telefonla, Ali’yle sıkı sıkı<br />

sarılıp Damla’yı kucaklayarak<br />

#BugüngünlerdenDamla pozu verdiler.<br />

Sonra gelenleri karşılama<br />

merasimi başladı. Damla dâhil sekiz<br />

prenses kıyafetli kız çocuğu, dört<br />

örümcek adam kıyafetli oğlan, iki tane<br />

de kovboy vardı. Damla kendisinden<br />

başka bu kadar prenses olmasından<br />

pek hoşnut gözükmüyordu, özellikle<br />

sınıf arkadaşı Nazlısu’nun maşayla<br />

kıvrılan saçlarını, renkli lipstickle<br />

kızaran dudaklarını ve pembe ojelerini<br />

gören Damla’nın yüz ifadesi<br />

fırtına öncesi sessizliği andırıyordu.<br />

Pınar’ın yanına gelerek “Ben de pembe<br />

oje istiyorum,” diye fısıldadı.<br />

“Şimdi nereden bulayım ojeyi<br />

sana? Eve gidince süreriz olmaz<br />

mı?”<br />

“Olmaz ben şimdi istiyorum.”<br />

“Damla’cım bak ne güzel<br />

bir parti. Bir sürü hediye getirdi<br />

arkadaşların. Haydi, gidip oynayın<br />

biraz.” Bu son cümleyle beraber<br />

Damla Pınar’ın eteğine yapışarak<br />

ağlamaya başladı. ‘Pembe oje istiyorum<br />

dedim!’ cümlesini oluşturan<br />

kelimelerin araya serpiştirildiği<br />

hıçkırıklarla ağlıyordu.<br />

Bunu duyan Nazlısu<br />

yanlarına gelerek, “Bu pembe<br />

değil ki Damla, fil dişi üzerine<br />

sürülmüş açık somon zaten,” demesiyle<br />

Damla’nın ağlama sesi biraz<br />

daha tiz bir tona taşındı. Pınar<br />

çaresizce etrafına bakındı, Ali yoktu.<br />

Damla’nın gözyaşları yanaklarından<br />

süzülüyordu. Birden “Pembe oje yok<br />

ama sana rimel sürelim istersen?”<br />

dedi.<br />

Eliyle gözyaşlarını silen<br />

Damla sakince “Tamam, haydi<br />

sür anneciğim,” diye cevap verdi.<br />

Tuvalete gidip ayna karşısında rimel<br />

sürdüler.<br />

“İşte bak, çok güzel oldu,”<br />

dedi Damla’ya. ‘Yaptığım doğru değil<br />

ama kriz yönetiminde bazen böyle<br />

tavizler gerekiyor,’ dedi kendine<br />

de. Böylece işlerini bitirip partiye<br />

katıldılar.<br />

Çocukların hiçbiri yerine<br />

oturmuyor, kimisi balonlarla oynuyor,<br />

kimisi birbirini kovalıyordu. Damla<br />

nihayet sakinlemiş, arkadaşlarının<br />

yanına gitmişti.<br />

Ali yanına gelerek kulağına<br />

eğildi “Şunlara bak!” diye Serap’ı<br />

işaret etti. “Kendi gelmiş, kocasını<br />

getirmiş, iki çocuk bir de bakıcı.”<br />

Gözlerini kısarak dudaklarını oynatmaya<br />

başladı.<br />

“Çok belli ediyorsun,” dedi<br />

Pınar.<br />

“Neyi belli ediyorum?”<br />

“Beşle yüz otuz beşi çarptığını.”<br />

38


Bu sırada masaya içecek<br />

servisi başlamış, herkes mutlu<br />

gözüküyordu. Pınar “Şşişt” diye bir<br />

ses duydu, sağında solunda kimse<br />

yoktu. Aşağıya doğru bakınca,<br />

bir örümcek adamın kendine<br />

seslendiğini gördü. Gülümseyerek<br />

çocuğun hizasına eğildi. “Buyurun<br />

sayın süper kahraman?”<br />

“Hani palyaço yok mu?<br />

Kim eğlendirecek bizi?” diye sordu<br />

çocuk.<br />

Önce yüzündeki tükürükleri<br />

sildi Pınar. “Geliyor merak etme,<br />

yolda şimdi,” diye yanıtladı. Çocuk<br />

şüpheli gözlerle bakarak örümcek<br />

adam kalabalığının içine karıştı.<br />

Geliyor demişti demesine<br />

ama çocuk haklıydı. Çoktan burada<br />

olmalıydı. Çok kısa bir zaman içinde<br />

bu çocuk kalabalığı mekânın altını<br />

üstüne getirirdi. Verilen her zarar<br />

hesaba eklenir ve Ali ile sonsuza<br />

uzanan başka bir kavga konuları<br />

olurdu. Aceleyle şirketi aradı.<br />

“Metin Bey, merhaba… Hayır<br />

gelmedi… Nasıl başka birisi mi? O<br />

da iyidir diyorsunuz. İnşallah. Ama<br />

acil gelmesi gerekiyor… Ararsanız<br />

sevinirim. Bulamadıysa ben tarif<br />

ederim… Tamam, bekliyoruz.”<br />

Çok geçmeden kapıda<br />

göbekli, orta yaşı geride bırakalı<br />

epey olmuş, bıyıklı bir adam belirdi.<br />

Az önce son nefesini çekmiş olduğu<br />

sigaranın kalan dumanını savurarak<br />

içeri girdi. Burnunda kırmızı bir<br />

ponpon vardı.<br />

İnanmaz gözlerle bakan<br />

Pınar’ın yanına gelerek kendini<br />

tanıttı.<br />

“Merhaba. Muhsin ben.<br />

Animatörüm. Bana da geç haber<br />

verdiler, bu yüzden geciktim. Beş<br />

dakika içinde hazır olurum.”<br />

Pınar şok içindeydi. Ali’ye<br />

bakındı. Yoktu. Ne diyeceğini<br />

düşünüyordu ki yanlarına gelen<br />

Nazlısu Muhsin’in patlamaya<br />

hazır balon gibi duran göbeğini<br />

parmağıyla dürterek, “Palyaço sen<br />

misin yani? Bıyıklı palyaço olmaz ki<br />

ama…” dedi.<br />

“Sen bu işleri iyi biliyorsun<br />

herhalde küçük hanım. Zaten<br />

boyanmışsın da. İstersen sen ol<br />

palyaço. Ne dersin?” diye cevap<br />

verdi Muhsin. Fildişi üzerine somon<br />

ojeleriyle “Anneee!” diye bağırarak<br />

uzaklaştı Nazlısu.<br />

Tuvalet tarafını gösterdi<br />

Pınar, “Şu tarafta hazırlanabilirsiniz.”<br />

Pınar’ın yanına gelen Ali “Bu mu<br />

eğlendirecek çocukları? Şirketi<br />

hemen arıyorsun Pınar.”<br />

“Yeni birini gönderecek<br />

olsalar bile artık çok geç. Ona<br />

bir şans verelim bence. Şu anda<br />

elimizdeki en iyi seçenek bu zaten.”<br />

“Öff. Parasıyla rezil olmak böyle bir<br />

şey herhalde.”<br />

Cevap vermeden masaya<br />

geri döndü Pınar. Açlıktan bayılmak<br />

üzereydi. Damla da doğru düzgün<br />

bir şey yememişti daha. Kendine<br />

hızlıca bir tabak hazırladı. Bu<br />

sırada Muhsin kostümünü giymiş<br />

çocukları az ilerdeki boş alana<br />

toplamaya çalışıyordu. Nazlısu’yla<br />

olan konuşmasını duyan birkaç kız,<br />

39


gelmelerini söyleyen Muhsin’in<br />

sözünü ikiletmeden peşine takılmıştı.<br />

Oğlanlarsa oralı olmuyor birbirlerini<br />

kovalıyorlardı. Koşarken bir tanesi<br />

gelip Muhsin’e tekme atıp “Şişko,”<br />

diye bağırarak uzaklaştı. Bu az önce<br />

Pınar’a palyaçoyu soran çocuktu.<br />

Muhsin sakince çocuğa<br />

dönüp “Omzundaki ne senin? Gel<br />

yaklaş bakayım,” dedi. Pınar merakla<br />

olan biteni izliyordu. Çocuk telaşla<br />

omuzlarına bakmaya başladı.<br />

Kafasını çevirdikçe “Öbür<br />

tarafa geçti. Şimdi sırtında. Bak diğer<br />

omzunda,” diyen Muhsin, “Aman<br />

korkma ya. Altı üstü örümcekmiş,”<br />

dediğinde çocuk zıplayarak “Örümcek,<br />

örümcek!” diye bağırmaya<br />

başladı. Kahkaha atan Muhsin,<br />

“Örümcekten korkan örümcek adam<br />

demek böyle oluyormuş. Korkma bir<br />

şey yok omzunda. Sana küçük bir<br />

şaka yaptım sadece,” dedi. Çocuk<br />

rahatlamıştı ama hâlâ öfkeliydi.<br />

Diğer arkadaşları da çocuğa<br />

“Sen nasıl örümcek adamsın?”<br />

diyerek Muhsin’in yanına doğru<br />

ilerleyince çaresiz peşlerinden gitti.<br />

Balondan at yapan Muhsin, kalbi<br />

kırık örümcek adama bunu hediye<br />

ettiğinde barışmışlardı.<br />

Pınar karnını doyurmuştu,<br />

çocukların sesi kesilmişti, Ali para<br />

ile ilgili konuşmayı bırakmıştı. Pınar<br />

neşeyle çayını yudumladı. Damla’nın<br />

sınıf arkadaşlarının anneleriyle<br />

sohbet etmeye koyuldular. Yanlarına<br />

gelen garson Pınar’ın kulağına<br />

pastanın ne zaman kesileceğini<br />

sordu. “Birazdan,” dedi Pınar.<br />

Bu huzur dolu dakikaların tadını<br />

çıkartmak istiyordu.<br />

“Damla bir şey yedi mi?”<br />

diye sordu Ali.<br />

“Pek sayılmaz canım ya.<br />

Bir şeyler hazırlayacağım onun için<br />

şimdi.“<br />

“Sen burada kendi karnını<br />

doyur. Ben yediririm kızıma. Nasıl<br />

annesin anlamıyorum,” diyerek<br />

uzaklaştı Ali.<br />

Neye uğradığını anlamayan<br />

Pınar etrafındakilere belli etmemeye<br />

çalışarak lavaboya doğru yöneldi.<br />

Tuvaletlerden birine girip kapısını<br />

kapattı, klozetin kapağını kapatıp<br />

üzerine oturdu, sifonu çekti sesi<br />

duyulmasın diye. Sonra dışarı çıkıp<br />

yüzünü yıkadı.<br />

Masada herkesin keyfi<br />

yerinde gözüküyordu. Hava almak<br />

istedi. Mekândan dışarı çıktı.<br />

Soğuktan dolayı boş kalan masalardan<br />

birine oturup park etmiş<br />

arabaları izledi bir süre.<br />

“Oturabilir miyim?” dedi<br />

birisi arkasında. İrkildi Pınar. Dönüp<br />

baktı gelen Muhsin’di. “Tabii,” dedi.<br />

“İçer misin?” diye sigara<br />

uzattı Muhsin. Damla’ya hamileliği<br />

ile beraber bırakmıştı Pınar. Zaman<br />

zaman kaçamak yapıyordu ama<br />

Ali’nin asla haberi yoktu bundan.<br />

Kesinlikle yasaklamıştı sigarayı.<br />

Maazallah Damla’ya kötü örnek<br />

olurdu falan.<br />

“Evet,” dedi Pınar, “bir tane<br />

iyi olur.” Dışarıdan gören olsa ne der,<br />

diye geçirdi içinden. Palyaço kıyafetli<br />

bir adamla eksi beş derecede sigara<br />

40


içiyorum.<br />

Konuşmadılar. Pınar bir<br />

iki nefes alıp bu garip durumu<br />

uzatmamak için teşekkür edip içeri<br />

geçti. Masanın etrafındaydı herkes,<br />

happy birthday şarkısı çalıyor, Damla<br />

babasıyla beraber mumu üflemeye<br />

hazırlanıyordu. Pınar’ın üç hafta önce<br />

sipariş ettiği, kızına layık olanı bulmak<br />

için altı ay önceden yerli yabancı<br />

demeden onlarca blog takip ederek<br />

uğraştığı ve nihayet karar verdiğinde<br />

bu kez kimin en güzel yapacağını iki<br />

ay araştırdığı pastanın önünde, baba<br />

kız gülücükler saçıyorlardı. Yanlarına<br />

gitti.<br />

“Nerdesin sen?” diye çıkıştı<br />

Ali.<br />

“Neden beni beklemediniz?”<br />

“Bakındım sana aslında, göremedim.”<br />

“Büyük nezaket gerçekten<br />

bana bakınman.”<br />

“Hazırlanana kadar gelirsin<br />

diye düşündüm sonra. Damla da çok<br />

sabırsızlandı, ne yapsaydım?”<br />

“Buraya bakın!” diye<br />

seslendi Serap, “Bir de üçünüzü<br />

çekelim.”<br />

“Bari bugün asma şu<br />

suratını,” dedi Ali. “Hem ortadan<br />

kayboluyorsun hem de surat bir<br />

karış geliyorsun.” Başını Pınar’ınkine<br />

yaklaştırıp, “Sigara mı içtin sen?”<br />

dedi.<br />

Derin bir nefes aldı Pınar,<br />

“Defol git!” demek istedi ama sustu.<br />

“Pasta enfes olmuş şekerim.<br />

O ne güzel tasarım. Tadı da bir harika,”<br />

konulu tebrikleri kabul etti bir süre.<br />

Pastalarını bitiren çocukları Muhsin<br />

büyük sürpriz için çağırdı. Pinyata<br />

onları bekliyordu. Bütün çocuklar<br />

birer kez vuracak birkaç turun<br />

sonunda pinyatanın parçalanmasına<br />

yakın, sopa Damla’nın eline verilecek<br />

böylece doğum günü çocuğu eşek<br />

şeklindeki pinyatayı parçalayacak<br />

ve çocuklar da etrafa saçılan şeker,<br />

çikolata, küçük oyuncaklardan oluşan<br />

ganimetleri toplayacaklardı.<br />

Pinyata bu kadar sağlam<br />

çıkmasaydı olması gereken buydu.<br />

Dakikalar geçiyor pinyata bir türlü<br />

bana mısın demiyordu. Anne babalar<br />

daha hızlı diye tezahürata başladılar.<br />

Çocuklar var güçleriyle vuruyor ama<br />

olmuyordu.<br />

“Bozuk senin pinyatan,” dedi<br />

örümcekten korkan örümcek adam.<br />

Damla’nın yüzü asıldı. Gelecek olanı<br />

sezen Pınar ortaya atılıp Damla’nın<br />

elinden sopayı aldı.<br />

“Seni inatçı eşek!” dedi.<br />

“Gel bakalım.”<br />

Çocuklar, “Haydi, haydi!”<br />

41<br />

İllüstrasyon: Jean-Michel Bihorel


diye el çırpıp tempo tutmaya<br />

başladılar.<br />

Ali Pınar’a bakıyordu. Pınar<br />

da dönüp Ali’nin yüzüne dikkatlice<br />

baktı, fotoğrafını çeker gibi. Sonra<br />

dönüp eşeğe baktı ve hırsla vurmaya<br />

başladı.<br />

Bir yandan vuruyor bir<br />

yandan eşekle konuşuyordu. “Bunu<br />

nasıl buldun?” diyordu, “Başına bunun<br />

geleceğini tahmin etmemiştin<br />

herhalde?”<br />

Konuklardan neşeli kahkahalar<br />

yükseldi.<br />

“Alemsin Pınar.”<br />

“Eşeğin yerinde olmak istemezdik!”<br />

Vurmaya ve konuşmaya<br />

devam ediyordu Pınar, “Bunun için<br />

para ödemek zorunda değilsin üstelik.<br />

Tamamen bedava!”<br />

“Süper ya!”<br />

“Pınar’ın içindeki vahşi çıktı<br />

ortaya.”<br />

“Bir tane de bizim için vur o<br />

haddini bilmez eşeğe.”<br />

Bir tek Ali’den ses çıkmıyordu.<br />

Kollarını kavuşturmuş Pınar’ı<br />

izliyordu.<br />

“Ne oldu sevgili eşek hiç<br />

sesin çıkmıyor?” dedi Pınar ve tekrar<br />

vurdu. Pinyata’nın karnından şekerler<br />

etrafa saçıldı. Büyük bir alkış koptu.<br />

Çocuklar heyecanla yerdekileri<br />

toplamaya başladılar. Pınar sopayı<br />

Muhsin’e uzattı.<br />

Vedalaşma faslı kısa sürdü.<br />

Çoğunun yetişmeleri gereken tenis,<br />

piyano ve bale dersleri vardı. Ali<br />

hesabı öderken Pınar da parasını<br />

ödemek için Muhsin’i aradı.<br />

“İyi idare ettiniz gerçekten,”<br />

dedi Pınar.<br />

Gülümsedi Muhsin ve bir<br />

kutu uzattı. “Pinyatanın parçalarını<br />

koydum. Sizin için anlamı olduğunu<br />

düşünüyorum,” dedi. Pınar başını<br />

sallayarak kutuyu aldı, çantasına<br />

koydu. “Sopayı da hediye edebilirim<br />

isterseniz.”<br />

“Teşekkürler,” dedi Pınar.<br />

“Hiç gerek yok. Bana bu yeter.” El<br />

sıkışarak ayrıldılar.<br />

Arabaya bindiklerinde Damla’nın<br />

kucağı şekerlemelerle doluydu.<br />

“Ne partiydi! Çok eğlendim!” dedi<br />

Damla “Siz de eğlendiniz mi?” Pınar<br />

arkaya Damla’nın oturduğu araba<br />

koltuğuna döndü, eline uzandı.<br />

“Tatlım, çocuklar iyi vakit<br />

geçirince anne babalar da mutlu<br />

olurlar biliyorsun. Sen eğlendiysen<br />

biz de çok eğlendik,” dedi.<br />

Önüne döndü, gülümseyerek<br />

çantasına sarıldı.<br />

42


Yeni Hayat Üçgeni:<br />

Site - Plaza - AVM<br />

Ali Ergur<br />

Hermetik Yaşam Döngüsünde Lefebvre’i Yeniden Okumak<br />

Kentsel mekânın dönüşümü, küreselleşme sürecinin<br />

içinde ve finans kapitalizminin yönlendiriciliğinde yeni bir<br />

siyasi olan-toplumsal olan bağlamı oluşturmuştur. Buna göre,<br />

Veblen’in, o dönemde henüz yalnızca yükselmekte olan bir<br />

finans burjuvazisinin özelliği olarak teşhis ederek 19. yy. sonunda<br />

duyurduğu tüketim-temelli yaşam biçimlerinin, genel bir toplumsal<br />

özellik haline geldiğini görmekteyiz. Üretimin görünmezleşmesi,<br />

üretim ilişkilerinin ve sömürünün de görünmezleşmesi, hatta<br />

tam tersi görüntüye bürünmesi, sanayi-sonrası çağın temel<br />

özelliklerindendir. Bu yazıda, finans kapitalizminin cinsinden<br />

yeniden yapılanan kent mekânının, Foucault’nun modern çağın<br />

özelliği olarak kuramlaştırdığı kapatma, öz-disiplin ve merkezi<br />

gözetim özelliklerinin ötesine geçerek, atomlaşmış gözetim haline<br />

geldiğini iddia edeceğiz. Sanayi modernliğinin denetim unsuru,<br />

üretimin merkezi gözetimi idiyse, sanayi-sonrası modernliğininki<br />

tüketim eksenli sıvılaşmış ya da bulutsu bir gözetim sürecidir. Buna<br />

mukabil, kurumsal kapatmanın yerini alan ya da onunla birlikte<br />

işlemeye başlayan gönüllü katılıma dayalı bir hermetik yaşam<br />

döngüsünün ortaya çıktığını iddia edebiliriz. Tüketim-gözetimmekân<br />

ilişkisini yeniden değerlendirirken, çağımızın kentbilim<br />

yazınına temel katkıları olmuş bir düşünürün, Henri Lefebvre’in,<br />

yapısalcılığa da, kültüralizme de mesafeli duran dengeli tavrının<br />

felsefi izdüşümlerini izlemeye çalışacağız.<br />

Türkiye’nin yapısal dönüşümlerinin önemli bir dönüm<br />

noktası 1945 sonrası tarımda makineleşme olgusuysa, bir diğeri<br />

1980’lerden itibaren küresel ekonomiyle bütünleşme aşaması<br />

olmuştur. Tarımda makineleşme kısa sürede emek arzı fazlası<br />

43


açığa çıkarmış, böylece kırdan kente<br />

denetimsiz bir göçü tetiklemiştir.<br />

Özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllar, bu<br />

sürecin kentte maddi ve maddiolmayan<br />

sonuçlarının açıkça<br />

görülmeye başlandığı dönemdir.<br />

Tarımsal üretim ve köylülükten<br />

çıkış olarak adlandırılabilecek<br />

bu süreç, 1960’lı yıllarda özel<br />

sermayenin sanayi atılımları ve<br />

küresel ekonomiyle ilk buluşma<br />

girişimleriyle birleşince, başlangıçta<br />

kırın itmesiyle ivmelenen göç ve<br />

kentleşme, 1960’lardan sonra kentin<br />

çekimini de içinde barındırmıştır.<br />

Kentlerin fiziksel yapılanmasındaki<br />

iç içe geçen sayısız sorunun yanı<br />

sıra, bu sürekli göç ve yeniden<br />

yerleşme hareketinin üst derecede<br />

siyasileştirilmesi, hızlı bir toplumsal<br />

heterojenleşme, kültür yaşamının<br />

çeşitli boyutlarında yeni bileşim<br />

ve çatışmaların izlerinin git gide<br />

daha kuvvetli bir şekilde yansıması<br />

gibi sonuçlar gözlemlenmiştir.<br />

1980’lere gelindiğinde ise, bu<br />

karmaşık ve çatışmalı dönüşüm<br />

süreci önemli bir mecraya girmiştir.<br />

Neo-liberal politikaların dünya<br />

çapında yaygınlaşması, 24 Ocak<br />

1980 kararlarıyla Türkiye’de de<br />

yankı bulmuştur. 12 Eylül 1980<br />

darbesi ise, emekçi kitlelerinin,<br />

özellikle 1961 Anayasası sonrasında<br />

kazandıkları hakları ellerinden<br />

alabilecek, sermayeye hızlı büyüme<br />

sağlayabilecek uygun siyasi ortamı<br />

sağlamıştır. 1983 sonrasında Turgut<br />

Özal hükümetleriyle başlayan neoliberal<br />

politikaların benimsenmesi<br />

ve küresel kapitalizmle bütünleşme<br />

süreci, Türkiye’nin toplumsal<br />

yapısının bir kez daha köklü bir<br />

dönüşüme girmesine yol açmıştır.<br />

Artık toplumsal dönüşüm yalnızca iç<br />

değişkenlerle değil, aynı zamanda,<br />

hatta daha ziyade dış değişkenlerle<br />

belirlenir hale gelmiştir. Hatta iç ve<br />

dış kavramlarının anlamsızlaşmaya<br />

başladığı bir küresel eylem<br />

mantığının, bu bağlamda ortaya<br />

çıktığının altını çizebiliriz. Buradaki<br />

tartışmamızda, bu sürecin çok boyutlu<br />

sonuçlarının her birine girmek gibi bir<br />

iddiamız olmamakla birlikte, küresel<br />

kapitalizmle bütünleşmenin sonucu<br />

olan, dünyanın farklı toplumlarında<br />

da benzer bir şekilde gözlemlenen<br />

yeni bir toplumsal katmanlaşmanın<br />

yol açtığı, kent mekânının ayrışma<br />

sürecine dair mütevazi bir<br />

çözümleme yapmayı hedefliyoruz.<br />

Bugün İstanbul’un bir<br />

çeşit ideal-tip oluşturduğu kentsel<br />

dönüşüm süreci, Türkiye’nin irili ufaklı<br />

birçok kentinde son derece hızlı ve<br />

çatışmacı bir gelişim izlemektedir.<br />

Bu sürecin genel yönünün tedrici<br />

olarak daha kapalı hale gelen,<br />

gönüllü katılıma dayalı bir kapanma<br />

sahaları oluşumuna doğru olduğunu<br />

ifade etmek yanlış olmaz. Hermetik<br />

yaşam döngüsü adını verdiğimiz<br />

bu model, insan-insan ve insandoğa<br />

ilişkisini önemli ölçüde (1)<br />

bireyselleştirmekte, (2)arzulanan<br />

bir ayrışmaya dağıtmakta, (3)iyi<br />

denetlenen, belli sınırlarda kendi<br />

kendine yeterli yaşam alanları olan<br />

kapalı site, kapalı işyeri ve alışveriş<br />

44


merkezi üçgenine sıkıştırmaktadır.<br />

Bu sistemin ateşleyici gücü tüketimgözetim<br />

eklemlenmesidir. Bu üçlü<br />

kapalı alan modeli yine üç temel<br />

araçla birbirine bağlanır: Otomobil,<br />

kredi kartı, cep telefonu. Hermetik<br />

yaşam döngüsü, kendi içinde git<br />

gide daha çok kapanma eğilimi<br />

gösterirken, kentin bütün aktörlerini,<br />

farklı toplumsal ekonomik özellikleri<br />

olan ve farklı kapalılık dereceleri arz<br />

eden kapanma sahalarına kapatma<br />

eğilimindedir. Böylece kentle steril<br />

temas adını verdiğimiz bir mekânsal<br />

ayrışma ve kentin organik dokusuyla<br />

temasın yitimi olgusu, insan-mekân<br />

ilişkisini kökten dönüştürmektedir.<br />

Hermetik yaşam döngüsünün temel<br />

özelliklerini, Lefebvre’in kentin<br />

dönüşümünü anlamak için geliştirdiği<br />

kavramsal araçlardan bazılarını takip<br />

ederek tartışmaya çalışacağız.<br />

Lefebvre, öncelikle<br />

Marx’tan ödünç aldığı tümellik<br />

(totalité) kavramı ekseninde kenti<br />

ve onun gündelik yaşamını tartışır.<br />

Buna göre, kapitalist kent, yalnızca<br />

insanın mekânla kurduğu ilişkiyi<br />

düzenlemekle kalmaz, gerçeği (gerçek<br />

olanı – le réel) tanımlayarak<br />

insanı manevi anlamda da kuşatır. Bir<br />

anlam dünyası ya da kısaca dünya<br />

olarak saydam bir ideoloji haline<br />

gelir. Böylece bütün etkinlikler<br />

yani onların aktörleri olmaları<br />

hasebiyle bireyler şeyleşirler; bu<br />

onların diğer şeylerden farklı olarak,<br />

birbirlerinden ayrılmalarını<br />

getirir. Hermetik yaşam döngüsü,<br />

homojenleşme eğiliminde kapalı<br />

Görseller: Sena Başöz, Doctoring, 12’09’’, 2010<br />

45


dünyalar kurarak bu şeyleşmenin<br />

hızlandırıcısı niteliğini kazanır. Kapalı<br />

sitenin dışında güvenilir bir kentsel<br />

varoluş, kapalı işyerinin dışında<br />

verimli bir çalışma biçimi, alışveriş<br />

merkezinin dışında özgür bir<br />

toplumsallaşma tahayyül edilemez<br />

hale gelir. Lefebvre, ekonomi<br />

politiğin insani olanı bir üretim<br />

aracına indirgediği kanısındadır.<br />

Hermetik yaşam döngüsü, böyle bir<br />

araçsallaştırmayı içerir; ancak onu<br />

daha öteye taşıyarak, bireyi tüketim<br />

faili olarak varolma seçeneğinin<br />

plebisitine yönlendirir. Kapatma<br />

kurumlarının baskınlığından kapanma<br />

sahalarının yükselişine<br />

geçen sanayi-sonrası toplum koşullarında<br />

Lefebvre’in de altını çizdiği<br />

tümellik iradesi (la volonté de<br />

totalité), gönüllü katılımın temel<br />

ideolojik zeminini döşemektedir.<br />

Zira bu irade ya da istek sayesinde<br />

üretimin görünmezleşmesine<br />

katkıda bulunup kentsel ayrışmaların,<br />

sahte-dünyaların (pseudomondes)<br />

kurulmasına, hakikatin<br />

tematikleştirilmelerini yasallaştırmaya<br />

katkıda bulunmaktadır.<br />

Hermetik yaşam döngüsü, kent<br />

mekânının organik ilişkiselliğini<br />

kırarak, onu tematikleştirilmiş (ikamet,<br />

çalışma, toplumsallaşma, tüketme,<br />

eğlenme, vb.) bir işlevselliğe<br />

bölmektedir.<br />

Lefebvre, insanın tümelliği<br />

kavramının birincil özelliği olarak<br />

gereksinimi sayar. Ona göre insan<br />

bir gereksinim varlığıdır (un être de<br />

besoin). Hatta insan gereksinimlerle<br />

insanileşir; çünkü gereksinimler,<br />

onun doğaya oranla yapay özelliğini<br />

belirler. Böyle bir saptama bizi<br />

kolaylıkla salt tüketimin meşruiyetine<br />

götürebilirdi. Ancak Lefebvre,<br />

gereksinimin bu insanileştirici<br />

özelliğini, insanın çalışması bağlamında<br />

anlamlandırır. Çalışma ise,<br />

diğer türlerde gördüğümüzden farklı<br />

olarak yalnızca maddi emek değil,<br />

emeğe katılan anlamı da barındırır.<br />

Sanayi-sonrası çağda üretimin<br />

görünmezleşmesi; yapılan işlerin<br />

doğasının, maddeden kopuş üzerine<br />

olduğu kadar, sanallık, varsayımsallık<br />

ve erekselliği kendisinden başka bir<br />

şey olmayan bir dolaşım ekseninde<br />

tanımlanmasıyla doğrudan ilişkilidir.<br />

Diğer yandan, Lefebvre,<br />

gereksinimin toplumsal bir kategori<br />

olduğu kanısındadır; onun bireysel<br />

deneyimlenişi arzu yoluyla olur.<br />

Diğer bir deyişle bireyselleşmiş<br />

gereksinim arzudur. Ancak bu sonsuz<br />

ve ben-merkezli bir arzu değildir;<br />

zira biçimlenişi sırasında kontroller,<br />

izinler, ket vurmalar, olanaklar<br />

etkili olur; bunlar, toplumsalın<br />

sınırlarını bireye hatırlatırlar. Arzu,<br />

belirsizlik ve sınırlılıklar arasında bir<br />

diyalektikte oluşur. Oysa hermetik<br />

yaşam dünyasını harekete geçiren<br />

arzu, önemli ölçüde öznelleşmiş,<br />

toplumsalın rasyonel çerçevesinden<br />

dışarı taşan, ben-merkezli salt<br />

yöneltimdir. Tüketimin nesnesi<br />

olan şey ya da etkinlik, hatta belki<br />

insan, regresif bir itkiyle arzulama<br />

eyleminin hedefidir. Bu anlamda<br />

arzu ya da arzulama, bir üretim<br />

46


sürecinin içerdiği emeğin hak ettiği<br />

ödül olmaktan ziyade, kendinde<br />

tanımlı, kendi söylemsel ekseninde<br />

meşrulaşan ve salt öznellik ifadesi<br />

olan bir duygu durumudur. Özetle<br />

Lefebvre, insanı gereksinim-çalışmaarzu<br />

üçlemesinin bileşimi olarak<br />

kavramsallaştırır. Hermetik yaşam<br />

döngüsünde bu üçlüden çalışma<br />

(üretim) eksiltilmiştir. Geriye<br />

gereksinim ve arzu ikilisi kaldığı<br />

zaman, varlık alanını imleyecek<br />

yegâne strateji, üretimden bağlantısı<br />

kopmuş tüketim olacaktır. Lefebvre,<br />

hazza (la jouissance) yönelmemiş bir<br />

çalışmanın kuru bir eylem olduğunu,<br />

ama çalışmanın sonucu olmayan bir<br />

hazzın da asalak bir yaşam anlamına<br />

geldiğinin altını çizer. Oysa hermetik<br />

yaşam döngüsü, modern kentin<br />

ölümü dışlaması gibi, çalışmayı<br />

hazdan uzaklaştırır.<br />

Lefebvre, mekân kavramına,<br />

fizik gerçeklik ve işlevsel yapılanma<br />

olma özelliklerinden öte, bir toplumsal<br />

boyut katan toplumbilimcilerdendir.<br />

Yirminci Yüzyıl’ın ikinci yarısında,<br />

modernliğin ileri aşamasında,<br />

artık mekân toplumsal mekândır;<br />

üstelik toplumsal zamandan ayrı<br />

düşünülemez. Bu noktada toplumsal<br />

mekân, bir dizi yapısal ve anlık ilişki<br />

biçiminin sürekli olarak etkileşerek<br />

diyalektik bir yaşam kurgusu<br />

oluşturması anlamına gelir. Bu<br />

noktada, mekân ve onun simgelediği<br />

gerçeklik ne De Certeau’nun<br />

iddia ettiği kadar anlıksallığa ve<br />

kendiliğindenliğe dayanır, ne<br />

işlevselcilerin ortaya koydukları gibi<br />

yapılanmıştır. Lefebvre hem bu iki zıt<br />

güç hem zaman ve mekân arasındaki<br />

diyalektik ilişkinin önemini vurgular.<br />

Ancak hermetik yaşam döngüsü, bu<br />

ilişkiselliği önemli ölçüde parçalar.<br />

Lefebvre’in toplumsal mekânda<br />

var olduğunu düşündüğü öznel<br />

ve nesnel boyutları, ikinci lehine<br />

bütünleştirir. Özel grubun varlık alanı<br />

olarak toplumsal mekân, git gide<br />

küçülmekte, gözetim ve teknolojik<br />

olarak sarılmışlık, öznel toplumsal<br />

mekânı tedricen daraltmaktadır.<br />

Zaman ve mekân ise, hermetik<br />

yaşam döngüsünde diyalektik bir<br />

tamamlayıcılıktan ziyade, zamanın<br />

mekânı biçimleyen bir çeşit plastik<br />

malzemeye dönüşmesine neden olur.<br />

Cep telefonu, bu anlamda, bireysel<br />

stratejiler içinde, mekânı model<br />

hamuru gibi yoğurabilme olanağını<br />

sunar. Kapanma sahaları, kendilerini<br />

var eden kurucu mantık olan gönüllü<br />

katılım süreci içinde praxis’in<br />

içerdiği düşünümsellik ve anlıksallık<br />

diyalektiğini silmektedirler. Onun<br />

yerine, Lefebvre’in altını çizdiği<br />

yapmanın (le faire) otomatikleşmesi<br />

yaygınlaşmaktadır. Hermetik yaşam<br />

alanı, çeşitliliği ticari hareketliliği<br />

sağlayacak kadar çok ve tüketim<br />

merkezli, toplumsallaşmayı indirgeyecek<br />

kadar az ve eğlence<br />

güdümlü hale getirir. Görüntüsü<br />

çeşitlilik, renklilik, duyusal uyarı,<br />

zamanın hem fazla boş hem fazla<br />

dolu biçimlenmesine dayalı bir alışveriş<br />

merkezi, sayısız benzerinin<br />

yalnızca bir biçimsel çeşitlemesidir;<br />

öngördüğü toplumsallaşma modeli,<br />

47


hayli indirgenmiş, homojenleştirici<br />

ve toplumsal tahayyülü şemalaştırıcı<br />

özelliktedir. Hermetik yaşam<br />

döngüsü, üretimi yüceltmez ancak<br />

eylemselliği öne çıkartır. Mekânın<br />

kuruluşu ve kapanma sahası olarak<br />

işleyişi, münhasıran performansın<br />

yegâne geçerlilik ölçüsü haline<br />

gelmesiyle mümkün olur. Lefebvre,<br />

bireysel pratik eylemi başarı<br />

ölçütüyle değerlendiren pragmatizmi<br />

eleştirirken, günümüzün performanskaygılı<br />

eylem düzlemini de işaret<br />

etmiş oluyordu. Zira ona göre, bu<br />

pragmatizm, toplum yaşamında<br />

olduğu kadar birey yaşamında<br />

da çok önemli bir boyutu, dramı,<br />

sorunların derinliğini sistemli olarak<br />

göz ardı eder. Her zaman yüksek<br />

performansta olmak, hermetik yaşam<br />

dünyasının en önemli esaslarındandır.<br />

Aynı dramatik unsur Bachelard<br />

tarafından da, başka bir bağlamda<br />

vurgulanmıştır; ânı damgalayan<br />

özellik, dramatik olana açılan bir<br />

derinlik sağlamasıdır. Performansın<br />

yegâne varoluş ölçüsü ve kimlik<br />

stratejisi aracı olduğu bağlam,<br />

teknolojik olarak inşa edilmektedir;<br />

buna Lefebvre teknokratik pozitivizm<br />

adını vermektedir.<br />

Lefebvre praxis’in toplumsal<br />

ilişkiler üretmek anlamına<br />

geldiğinin altını çizer. Üretmek<br />

yalnızca dolaşıma değişim ve<br />

tüketim fırlatmak değildir; aynı<br />

zamanda toplumsal ilişkiler üretmeyi<br />

de içermelidir. Hermetik yaşam<br />

döngüsü, üretimin yalnızca maddi<br />

boyutunu göz önüne alarak, kentin<br />

organik dokusuyla, öngörülmemiş,<br />

anlıksal olanla ilişki yerine, kapanma<br />

sahasının kendi içindeki (hermetik)<br />

ilişkisellik biçimlerini cesaretlendirir;<br />

bunların büyük çoğunluğu tüketim<br />

eksenlidir. Bu ilişkilerden ya da ilişki<br />

olasılıklarından tüketimi çektiğimiz<br />

zaman, geriye neredeyse<br />

maddi olmayan hiçbir şey kalmaz.<br />

Bu noktada Lefebvre, üretici<br />

güçlerle maddi doğa üzerindeki<br />

eylemi birbirinden ayırmanın,<br />

diğer bir deyişle praxis’i diğer bazı<br />

nesnelerden, onları ayrıcalıklı kılarak<br />

ayırmanın, o nesneleri fetişleştirmek<br />

anlamına geldiğinin altını çizmiştir.<br />

Metâ ve para bu ayrıcalıklı nesnelerin<br />

başında gelir; kapanma sahaları ise bu<br />

ayrıcalıklılaştırma ve fetişizm üzerine<br />

inşa edilmişlerdir. Üretim, Lefebvre’e<br />

göre yalnızca üretilen ve yeniden<br />

üretilen ürünler anlamına gelmez;<br />

toplumsal gruplar ve onların ilişkileri<br />

de üretilmiş olur. Bu bağlamda<br />

mekânın üretimi, ona içkin toplumsal<br />

ilişkiler yumağının da üretimi<br />

anlamına gelecektir. Bununla birlikte,<br />

hermetik yaşam döngüsündeki<br />

praxis, değişim değerini öncelediği<br />

hatta onu yegâne geçerlilik ve üretim<br />

koşulu haline getirmeye kurgulanmış<br />

olduğu için, ürettiği toplumsal<br />

grup ilişkileri, tüketimin anlıksal,<br />

uçucu, tarih-dışılaştırıcı karakterinin<br />

cinsinden tanımlanır.<br />

Lefebvre, bireyin kendisinin<br />

dışında kalan gerçekliği tanımlamak<br />

için kullandığı ‘dış dünya’ kavramının<br />

yanıltıcı olduğundan bahsetmiştir.<br />

Buna göre bireyin bilinci, ona<br />

48


dışsalmış gibi görünen, praxis<br />

tarafından üretilmiş bir dünya<br />

yansıtır. Oysa praxis, iç ve dış<br />

dünyalar yaratmaz; bunların ayrımını<br />

vurgulamaz. Praxis bir insani dünya<br />

(monde humain) biçimler. Yapmalarla<br />

oluşan bu insani dünya insani olanı<br />

barındırdığı kadar, insani olmayanı da<br />

(nesneleri, eserleri, anlamları) içerir.<br />

Hermetik yaşam döngüsü Lefebvre’in<br />

işaret ettiği bütünlüğü hem içerir<br />

hem dışlar. Zira kapanma sahalarında<br />

toplumsallaşma, praxis’i sayısız<br />

işlevin organik bütünlüğü ile bireyin<br />

bu öz-yeterlilik balonu içindeki<br />

varoluş deneyimiyle özdeşleştirdiği<br />

için bütüncül bir dünya kurmaktadır.<br />

Ancak bu bütünsellik münhasıran<br />

tüketimin, üstelik gözetimle desteklenmiş<br />

olarak, bir çeşit hakikat rejimi<br />

haline gelmesiyle mümkün olur.<br />

Bununla birlikte, Lefebvre’in işaret<br />

ettiği türden bir bütünlükten tam<br />

anlamıyla da bahsedemeyiz; çünkü<br />

o praxis’i belirgin bir şekilde üretim<br />

paydasında tanımlamaktadır. Diğer<br />

yandan kapanma sahaları, doğaları<br />

gereği, üstelik yaygın bir gönüllü<br />

katılıma dayandıkları için, çok kesin<br />

bir iç ve dış ayrımı yaparlar; varlıkları<br />

ve toplumsal meşruiyetleri, bu<br />

ayrımı, hem de çok keskin maddi<br />

ve maddi-olmayan göstergelerle<br />

yapmaları sayesinde mümkün olur.<br />

Mimari tasarımlarının git gide daha<br />

cüretkâr, kentin kapalı olmayan<br />

ilişkiler dünyasına aşamalı olarak<br />

daha fazla kapanan, estetik iddiası<br />

daha meydan okuyan bir özerkliği<br />

(hermetizmi) işaret etmesi, bize<br />

bu eğilimi gösterir. Ankara’daki,<br />

özellikle Söğütözü civarındaki birçok<br />

yeni alışveriş merkezi, İstanbul’da<br />

özellikle Zorlu Center bu iddiayı<br />

fazlasıyla barındırır. Devasa boyutlar,<br />

genel bir kapsayıcılığı işaret ederler.<br />

Buradaki temel iddia, bir dünya<br />

yaratmanın ötesine geçer; dünyanın<br />

ta kendisi, dünyanın tamamı olduğu<br />

önermesinin altı kalın çizgilerle<br />

çizilir. Hermetik yaşam döngüsünde,<br />

praxis’in, Lefebvre’in vurguladığı bir<br />

diğer özelliği de belirsizleşmektedir:<br />

Yineleyici praxis (praxis répétitive)<br />

ile yaratıcı praxis (praxis créatrice)<br />

arasındaki fark, hermetik yaşam<br />

döngüsünde görünmez hale gelir.<br />

Toplumsalın üretimi, kapanma<br />

sahasının kurucu mantığında, yineleyici<br />

praxis’i öne çıkarır; kapanma<br />

sahası bildik yinelemelere, bunların<br />

epeyce yapılaşmış eylem kalıplarına,<br />

öngörülmez ve anlıksalın mümkün<br />

olduğunca sistemli bir dışlanmasına<br />

dayanır. Örneğin sanat, sermayenin<br />

kamusallığı kapsamında, kapanma<br />

sahalarında çok büyük oranda piyasanın<br />

mutlak yönlendiriciliğinde<br />

ortaya çıkabilir. Bir kamu hizmeti<br />

olarak İstanbul’da bir konser salonu<br />

inşa edilemeyip mevcut en büyük<br />

ve görkemlisinin Zorlu Center’da<br />

içerilmiş olması bu açıdan önemlidir.<br />

Bütün bu yalıtma arzusuna karşın,<br />

elbette dışarıda hep yeni ve muhalif<br />

unsurlar kalır (sokak müzisyenliği,<br />

flash-mob’lar, grafiti, street art vb.).<br />

Ancak kent toplumsallaşmasının git<br />

gide daha ağırlıklı bir kısmı hermetik<br />

yaşam döngüsüne dâhil olduğu için,<br />

49


onun (1)sayısal bir üstünlüğü, (2)<br />

iç ve dış ayrımını keskinleştirerek,<br />

muhalefeti münhasıran dışta<br />

bırakması yönündeki eğilim, Lefebvre’in<br />

insani dünya kavramının<br />

yarılmasını işaret eder.<br />

Kentsel alan, bugün ciddi<br />

anlamda ayrışmakta, gündelik<br />

yaşamın mekânda örgütlenen maddi<br />

ve maddi-olmayan unsurları,<br />

gönüllü katılım esasına dayalı<br />

bir kapanma sahaları gelişimiyle,<br />

değişim değeri cinsinden yeniden<br />

yapılanmaktadır. Tüketimin kimlik<br />

stratejisi olduğu böyle bir hermetik<br />

yaşam döngüsünde, anlıksallık, tarihdışılama<br />

ve en önemlisi üretimden<br />

kopuk bir iç-dış ayrımı esastır. Kentin<br />

mekânı zaten homojenleşen parçalar<br />

halinde ayrışmaktayken, bunların<br />

üzerine, ayrıca hermetik yaşam<br />

döngüsü eklemlenerek, mekân-insan<br />

ilişkisinin organikliğinin aşındıran bir<br />

yalıtma/gözetim çemberi oluşmaktadır.<br />

Kaynakça<br />

Lefebvre, Henri, Critique de la Vie<br />

Quotidienne II, Fondements d’une<br />

Sociologie de la Quotidienneté,<br />

Paris: L’Arche Éditeur: Paris, 1961.<br />

Lefebvre, Henri, La Vie Quotidienne<br />

dans le Monde Moderne, Gallimard:<br />

Paris, 1968.<br />

Lefebvre, Henri, Le Droit à la Ville<br />

Suivi d’Espace et Politique, Éditions<br />

Anthropos: Paris, 1974.<br />

Lefebvre, Henri, Espace et<br />

Politique, Le Droit à la Ville II, Paris:<br />

Anthropos, 2000.<br />

50


51<br />

Resim: Sena Başöz


Taksi<br />

Hande Ortaç<br />

Arnavutköy’ün dar yokuşlarından ince topuklarının<br />

izin verdiği hızla sahile indi. Arkasında yoğun bir parfüm bulutu<br />

bırakıyordu. Birkaç kedi kokunun cazibesine kapılıp kadının peşine<br />

düştü. Sonra sıkıldılar. Karanlık bir köşede buldukları ne olduğu<br />

belirsiz kemikleri sıyırmayı tercih ettiler. Kadın tenha sokaklarda<br />

yankılanan topuk sesinden sıyrılıp Boğaz’ın ışıklı görüntüsüne<br />

daldı. Ana caddeye inmesiyle boyut değiştirmişti sanki.<br />

“Vay! Boğaz’ı övdükleri kadar varmış!”<br />

Elini bile kaldırmasına fırsat vermeden yoldan geçen<br />

taksilerden ikisi önüne kırdı. O da en yakında olanın arka koltuğuna<br />

kuruldu. Her yeri görmek istiyordu, tam ortaya oturdu. Oturduğu<br />

gibi dikiz aynasından sarkan maşallah’ı gördü. Gözlerini biraz<br />

yukarı kaldırınca çember sakallı şoförün aksiyle karşılaştı.<br />

“Selâmün Aleyküm,” şoför taksimetreyi çalıştırıp gaza<br />

bastı.<br />

“Kuruçeşme’ye lütfen.”<br />

“Ooo! Abla o tarafa çok trafik var, yukardan dolanalım.”<br />

“Yok ben manzarayı seyretmek istiyorum, sahilden<br />

gidelim.”<br />

“Hasupannallah!” derken kafası seyiren şoför, radyonun<br />

sesine abandı.<br />

Taksinin içi arka hoparlörlerden yükselen bir ilahiyle<br />

doldu. Dikiz aynasından sarkan maşallah deli gibi sağa sola sallanıp<br />

çırpınıyor, adamın gözleri sinirden kısılmış, kadına aynadan kesik<br />

atıp duruyordu. Kadın oralı olmadı. Keyfini bozmaya hiç niyeti<br />

yoktu. Yıllar boyu takside içilmiş sigaraların; sarhoş yolcuların<br />

hiç istemeyerek çıkardıkları kusmukların; şoförün oturmaktan<br />

kilitlenen bağırsaklarından yanlışlıkla ve sessizce kaçan gazın;<br />

52


sıcaktan ya da trafiğin stresinden<br />

terleyen vücutların; yollarda yenmek<br />

zorunda kalınan dürüm döner, dürüm<br />

çiğ köfte, dürülmüş lahmacunun<br />

ve aracın bagajının üçte ikisini<br />

kaplayan lpg tüpünün içeri yayılan<br />

sarımsaksı kokusunu bastırmak için<br />

kullanılan en ucuz araba kokusu<br />

kadının parfümünü bastırmıştı bile.<br />

Ama kadın hiçbir şeyi umursamadı.<br />

Sol yanında davetkâr bir şekilde<br />

akmakta olan İstanbul manzarasının<br />

tadını çıkarıyordu. Ara ara ağaçlarla<br />

ve binalarla kesilen Boğaz’ı izledi.<br />

Sadece iki dakika için… Sonra araç<br />

yavaşlamaya başladı, yavaşladı,<br />

yavaşladı ve korna seslerinin arasında<br />

durdu.<br />

Kadının suratı stop lambalarıyla<br />

kırmızıya boyanmıştı.<br />

“Neler oluyor burada şoför<br />

bey?! Kaza mı olmuş?” dediği<br />

anda şoförün sinirli ne kazası yahu<br />

düpedüz trafik, biz de boka batar<br />

gibi battık içine bakışları ok olup<br />

aynadan fırladı. Kadın bozuntuya<br />

vermeden yanlarında duran araçları<br />

izlemeye başladı. Bu arada radyodaki<br />

ilahi sona ermiş, sesi yapmacıklı derecede<br />

arınmış bir adam ‘İçinizin<br />

temizliği yüzünüze yansımış üstadım<br />

ama ne acıdır ki dinleyenlerimiz nur<br />

yüzünüzü görmeye nail olamıyorlar,’<br />

diyerek stüdyo konuğuyla hoşbeşe<br />

başlamıştı. Kadın taksimetrede yanıp<br />

sönen kıpkırmızı 7 TL’yi gördü.<br />

Taksi durduğu gibi farların<br />

beyaz koridorlarından sıyrılan, yüzlerini<br />

stop lambalarının kırmızıya<br />

boyadığı savaşçılar gibi camsilci<br />

çocuklar araçların etrafını sardılar.<br />

Bir tanesi de taksiye yanaşmış,<br />

şoförün yanındaki aynayı kara bir<br />

bezle silmeye başlamıştı. Şoför<br />

kaşlarını çatıp camı tıklattı.<br />

“Sittir hadi!” dedi belli<br />

belirsiz. Çocuk bu uyarıyı umursamadan<br />

yaptığı işe devam etti.<br />

Elindeki şişeden şoförün camına biraz<br />

sabunlu su fışkırttı, adamın gözünün<br />

içine baka baka köpüklü suyu, kara<br />

bezle güzelce camın yüzeyine yaydı.<br />

Bu pervasızlık karşısında şoför<br />

yerinde hopladı. “Piç! Sittir dedim,”<br />

diye camın ötesine bağırdı. Çocuk<br />

duymadı ya da duymamazlıktan<br />

geldi, istifini hiç bozmadan devam<br />

etti. Beline sıkıştırdığı cam çekme<br />

sopasını çıkarıp pisliği camdan<br />

sıyırmaya başladı. Şoförün ağzı açık<br />

kalmış, şaşkın şakın çocuğu izliyordu.<br />

Radyodaki günahlarından<br />

arınmış ses temiz temiz anlatmaya<br />

devam etti, ‘İçimizin güzelliği dışımıza<br />

sözlerimizle yansır, bizler de<br />

sözlerimizle karşımızdakini kucaklamalıyız.’<br />

“Bozuk yok, yok işte! Yok!<br />

Senin gibi piçe verecek PARA<br />

YOK!” Şoförün sesi camda patladı.<br />

Çocuğun suratında hâlâ en ufak<br />

bir tepki oluşmamıştı. Adam hızını<br />

alamadı, otomatik camı indirdi ve<br />

camdan sarkıp çocuğu ittirmeye<br />

çalıştı, yetişemedi. Bu sefer de<br />

kapıyı açtığı gibi biraz önce kaçmayı<br />

başaran çocuğu yakalayıverdi. Çocuğun<br />

suratına bir tane tokat patlattı.<br />

Çocuk ağlamadı bile, sadece diziyle<br />

adamın apış arasına bir tekme<br />

53


geçirdiği gibi koşarak kaçtı.<br />

‘Ellerimiz birbirinin içine<br />

geçmiş, ruhlarımız zikir coşkusuyla<br />

buluşmuş, hak yolunun neferleri<br />

olarak …’<br />

Şoför zar zor toparlanıp<br />

çocuğun peşinden koşmaya başladı.<br />

Kadın hayretler içindeydi.<br />

Arabanın anahtarı kontakta ve araç<br />

çalışır vaziyette trafiğin ortasında<br />

duruyordu. Kadının gözü taksimetreye<br />

takıldı. 8,15 TL. 1 lira 15 kuruş<br />

arasında her şey kontrolden çıkmıştı.<br />

Şoför çocuğu iki araba ötede<br />

yakaladı. Kulağından tuttuğu gibi<br />

bir tokat daha patlattı. Kadının ağzı<br />

açık kalmıştı ki şoförün yanındaki<br />

yolcu koltuğunun kapısı açıldı. Kareli<br />

gömlekli, kotlu bir adam araca girip<br />

ön koltuğa yerleşti.<br />

“Pardon,” dedi kadın, “görmüyor<br />

musunuz, yolcu var?!”<br />

“Hanfendi, gördük tabii,<br />

görülmeyecek gibi değilsiniz maşallah!<br />

Korkmayın canım, sizin<br />

güvenliğinizi sağlamak için yanınıza<br />

geldim.”<br />

“Şu anda yardıma ihtiyacı<br />

olan ben değilim. Herif ulu orta<br />

çocuk dövüyor! Baksanıza!”<br />

Kadın dehşet içinde<br />

parmağıyla şoförün çocuğu tartaklamasını<br />

gösterirken, koltukta oturan<br />

adam hiç istifini bozmadan cevap<br />

verdi.<br />

“Merak etmeyin, benim<br />

sizi koruduğum gibi o çocuğu da<br />

koruyup kollayanlar vardır.”<br />

Biri “Eşşoğluu!” diye seslenince<br />

şoför dehşet içinde arkasını<br />

döndü. Bir elinde kocaman bir sopaya<br />

tutturulmuş pamuk helvalar olan bir<br />

satıcı, diğer elinde tuttuğu satırla<br />

şoförün üstüne doğru koşuyordu.<br />

Şoför çocuğu bıraktı. Çocuk aynı<br />

ifadesiz suratla adamlara boş boş<br />

baktı sonra ortadan kayboluverdi.<br />

Şoförse kaçması gerektiğini ancak<br />

idrak etmişti. Koşmaya çalışırken<br />

ayakları birbirine girdi. Önce yere<br />

kapaklandı, beli açıldı. Pantolonunu<br />

toparlamaya çalışırken yerlerde<br />

süründü. Kalkmayı becerip kaçmaya<br />

başladı, araç selinin içinde kayboldu.<br />

Artık sadece onu takip eden pamuk<br />

helvacının sopası görülüyordu.<br />

Sopanın üstünde pamuk helvalar<br />

hoplayıp duruyorlar ve sanki zıplaya<br />

zıplaya trafiğin derinlerine doğru<br />

kendi başlarına ilerliyorlardı.<br />

Radyoda yeni bir ilahi<br />

başlamıştı ki arabaya yeni binen<br />

adam, radyoyu sert bir hareketle<br />

kapattı. Kadın pamuk helva sırığından<br />

gözünü almayı başardığında, ön<br />

koltukta oturan adamın iyice arkasını<br />

dönmüş kendine baktığını gördü.<br />

Herif enikonu kadını süzmeye<br />

başlamıştı. Önce V yakalı bluzundan<br />

belli belirsiz gözüken dekoltesine,<br />

sonra dizlerini açıkta bırakan eteğine<br />

ve biraz kaykılıp ayakkabılarına kadar<br />

kadını derinlemesine tetkik etti.<br />

“Beyefendi benim korunmaya<br />

ihtiyacım yok, lütfen beni yalnız<br />

bırakır mısınız?”<br />

Adam kadına doğru biraz<br />

daha eğildi ve kaykılınca belindeki<br />

tabanca ortaya çıktı.<br />

“Aaa bu istediğinizi yapa-<br />

54


mam çünkü bu, görevimi ihmal etmem<br />

demek.”<br />

Gözü tabancaya takılmış<br />

olan kadın, “Polis misiniz?”diye sordu.<br />

“Şişt!” dedi adam fısıldayarak<br />

“sivil görevdeyim.” Suratında sinsi bir<br />

ifadeyle, “Şoförün araca döneceğini<br />

zannetmiyorum artık. Biz nereye<br />

gidelim fıstık?” derken adamın eli<br />

kadının dizine doğru uzanıyordu.<br />

Kadının kalbi küt küt atmaya<br />

başladı. Taksimetre 9,30 TL’de yanıp<br />

sönüyordu. Kuruyan bir meyve gibi<br />

gövdesini içine çekmeye çalıştı. 9,35<br />

TL. Nefesini tutup görünmez olmak<br />

istedi. Adam yavaş yavaş ona doğru<br />

eğildi. İkisi birden alevlenen korna<br />

sesleriyle irkildi. Adamın dışarıdaki<br />

bu yeni hareketliliğe odaklanmasını<br />

fırsat bilen kadın kapıya doğru<br />

yöneldi. Tam tutup kapıyı açacağı<br />

sırada sürücü kapısı açıldı, içeriye bol<br />

makyajlı bir kadın girdi, panik içinde<br />

arabanın kapılarını kilitledi.<br />

“Hemen buradan gitmeliyiz!<br />

Hemen! Bana yardım edin!”<br />

İçeri atlayan kadın çığlık<br />

çığlığa bağırıyordu. Sivil polis kadına<br />

bir tokat çarptı.<br />

“Sussana orospu!” Bağırıp<br />

çağıran kadın sakinleşti birden, bir<br />

karşısındaki adama baktı, bir arkada<br />

oturan diğer kadına ve sinirleri<br />

boşalıp bu sefer de ağlamaya başladı.<br />

“Süleyman abi ya elini<br />

ayağını öpeyim yardım et bana.”<br />

“Neriman, bak iş üstündeyim,<br />

hadi kızım çek arabanı.”<br />

“Abi vallaha benim suçum<br />

yok.” Bir yandan hıçkırıyor, bir yandan<br />

da kesik kesik anlatmaya çalışıyordu.<br />

“Önce ful muamele, sonra sikiş, eee,<br />

ödemeye gelince yarım yövmiye!<br />

Neden?! Ben de çektim bıçağı çizdim<br />

herifi!”<br />

“Kızım neresini çizdin adamın?”<br />

“Ayy ay geliyor abi, geliyor<br />

valla! Saklayın beni!”<br />

“Ah Neriman vah Neriman!”<br />

Kadının paniğinin tersine sivil polisin<br />

sesi sakindi, dalga geçiyordu.<br />

“N’aptın yavrucum sen? Her elin<br />

adamını böyle böyle yola getirecek<br />

miyim sandın?” Süleyman’ın eli<br />

bu sefer hayat kadınının baldırına<br />

yöneldi.<br />

“İşimi yaptım hakkımı arıyorum<br />

Süleyman abi!”<br />

“Nerde şimdi it?” Süleyman’ın<br />

sesi iyice yumuşamıştı, Mini<br />

etekli hayat kadınının baldırlarını<br />

okşuyordu. Kadınsa iki elini<br />

direksiyona koymuş, açık bir yolda<br />

hızla ilerliyormuş gibi ileriye bakıyor,<br />

sanki kendine dokunulduğunu<br />

hissetmiyordu.<br />

“Arkamdan geliyordu.<br />

Saklanmak için arabaya atladım.”<br />

Hayat kadını takip edildiğini hatırlamışçasına<br />

arkasına baktı.<br />

“Geliyor! Geliyor! Alacak<br />

beni.” Elini vitese attığı gibi gaza<br />

bastı. Hoop ne oluyor demeye<br />

kalmadı, önlerinde bekleyen araca<br />

bindirdiler.<br />

Sivil polis kapının koluna<br />

tutunmuş bas bas bağırıyordu. “Ulan<br />

orospu, ulan aklı kıt. Dursana!”<br />

Neriman durmadı, bu sefer<br />

55


vitesi geriye taktı ve yine gaza bastı.<br />

Bu sefer de arkadaki araca küt diye<br />

bindirdiler. Süleyman korkudan ödü<br />

patlamış halde kadına bir tokat daha<br />

attı. Direksiyondaki bileğini kavradı<br />

ve kadının elini simitten ayırmaya<br />

çalıştı. Neriman çıldırmış gözlerle<br />

polise baktı. Diğer elinde minicik bir<br />

şey parıldadı.<br />

“Öldürecek beni anlamıyor<br />

musun?!” Tek hamlede adamın suratını<br />

çizip arabadan dışarı atladı ve<br />

kaçmaya başladı. Süleyman önce ne<br />

olduğunu anlamadı. Sonra yüzündeki<br />

sıcak ıslaklığı hissetmiş olacak,<br />

parmaklarıyla yarasına dokundu.<br />

Gözlerinden alev saçarak, “Ben senin<br />

ananı da ebeni de bellerim,” deyip<br />

arabadan atladı ve Neriman’ı takip<br />

etmeye başladı.<br />

Kadın arabanın arka koltuğunda<br />

oturup kalmıştı. Olanlara<br />

inanamıyormuş gibi boş gözlerle<br />

karşıya bakıyordu. Eteğini dizlerine<br />

doğru çekiştirdi, oturduğu yere biraz<br />

daha yerleşti. Derken sağ ve sol<br />

arka kapılar açılıp içeri birer adam<br />

girdi. Kadının iki yanına oturdular.<br />

İyi giyimliydiler, ekşi ve keskin<br />

kokulu parfümleri kadının başına<br />

saplandı sanki, hafif bir ağrı başladı.<br />

Biri iç cebinden bir sigara çıkarıp<br />

kadına ikram etti. Kadın istemediğini<br />

söyledi, diğeri sigarayı kabul etti.<br />

Kadının üstünden sigaralarını yakıp<br />

içmeye başladılar.<br />

“Eğlenmeye gidiyorsun<br />

değil mi?” dedi biri.<br />

Diğeri “Hem de en iyi gece<br />

kulüplerinden birine.”<br />

“Henüz varamadım ama<br />

amacım öyle. Başarabilirsem.”<br />

“Önemli olan mekân değil<br />

biliyorsun değil mi?”<br />

“Önemli olan nasıl bir<br />

eğlence aradığın?”<br />

“Nasıl yani?”<br />

Sağındaki adam ceketinin<br />

cebinden deri bir portföy çıkardı.<br />

Portföyü açtı, farklı büyüklüklerde<br />

elle sarılmış sigaralar yan yana<br />

dizilmişler, ince bir lastikle portföye<br />

tutturulmuşlardı.<br />

Solundaki adam “Turuncu<br />

rengi mi seversin, yoksa lacivert rengi<br />

mi tercih edersin?” diye sordu.<br />

Kadın anlamaz gözlerle<br />

bakıp “Turuncu” diye cevap verdi.<br />

Portföydeki hazır sarılmış<br />

sigaralardan orta büyüklükte olan<br />

bir tanesini kadının dudaklarına<br />

yerleştirdiler. Çakmağı çakıp ateşi<br />

sigaranın ucuna yaklaştırınca sigara<br />

bir anda alev aldı, arabanın içi sarı bir<br />

ışıkla aydınlandı. Kadın sigarayı içine<br />

çekip alevi tütüne hapsetti. Sigara için<br />

için yanmaya başladı. Yoğun turuncu<br />

bir duman sigaranın ucundan ağır<br />

ağır yükseliyordu. Kadın sigaradan<br />

derin bir nefes daha aldı ve nefes<br />

ciğerlerini ağır ağır işgal ederken<br />

aracın dışından gelen sesleri daha iyi<br />

duymaya hatta anlamaya başladığını<br />

fark etti. Arka araçtaki şoförün çişi<br />

gelmiş söyleniyordu, yan arabadaki<br />

kızın çorabı kaçmıştı, naylon çorabını<br />

pürüzsüz bacağından aşağıya doğru<br />

yavaşça sıyırdı. Çıt diye bir çantanın<br />

tokası açıldı. Çorap hışırtıyla çantanın<br />

dibine koyuldu. Ön arabadaki<br />

56


adam ciklet çiğniyordu, Boğaz’da<br />

minik bir balıkçı teknesi karanlığa<br />

saklanarak pancar motorunu patlatarak<br />

yol almaya çalışıyordu. İki<br />

adam da kadının gözlerinin içine<br />

bakıyorlardı. Beğendi mi acaba?<br />

Kadın tam sigarayı dudağına bir<br />

kez daha götürüp sigaranın tadını<br />

çıkaracak, sol yandaki cam tıklatıldı.<br />

O tarafta oturan adam konuşmak<br />

istemedi ama dışarıdaki ısrarla camı<br />

tıklatmaya devam etti. Gelenden<br />

böyle kurtulamayacağını anlayan<br />

adam camın otomatik düğmesine<br />

dokundu, cam aşağıya kayarak<br />

açılırken kıpkırmızı güllerle dolu bir<br />

buket camdan içeri girdi.<br />

“Bu güzel ablaya bir demet<br />

çiçek almak ister misiniz abilerim?”<br />

“Hadi çek arabanı! Görmüyor<br />

musunuz meşgulüz!”<br />

“Abicim bu güzel ablanın<br />

hatrına! Kadınlar çiçektir.”<br />

“Uzatma da git, uğraştırma,<br />

kötü olur!”<br />

Kadın tam turuncu dumandan<br />

bir fırt daha almak için sigarayı<br />

ağzına yaklaştırırken buket dışarı<br />

çekildi ve aynı anda çiçekçi kadının<br />

başı camdan içeri girdi.<br />

“Ablacım ucuza gitme,<br />

amma güzelsin ablacım, bu abiler<br />

senin kıymetini bilsin, sana çiçek<br />

gibi davransın, benim öküz gibi<br />

davranmasınlar ablacım, sen istersen<br />

alırlar, bir demet gül ablacım sana<br />

layık değil ama, bak bütün gece<br />

burada dikildim, bir bu demet kaldı<br />

ablam, Allah aşkına bak Allah’ın<br />

adını ağzıma aldım, eğer bir kötülük<br />

varsa kafamda almam vallaha almam,<br />

ama daha eve gideceğim, son buket<br />

ablam, çocuklar evde aç bekler, hadi<br />

güzel gözlü ablam, bırak da sana bir<br />

kıyak yapsınlar, ha ablam…”<br />

Solda oturan adam hızla<br />

ve kuvvetle çiçekçinin başını içeri<br />

uzattığı kapıyı açtı, kadın ne olduğunu<br />

anlayamadan geri çekilmeye çalışırken<br />

kapının çerçevesi başına şiddetle<br />

çarptı. Çiçekçi arabanın dışında<br />

acıyla kıvranırken, otomatik cam<br />

yukarıya doğru sessizce kapandı.<br />

“Uğraşma dedik, anlamadı!”<br />

Çiçekçi küfredip uzaklaştı.<br />

Arabadaki kadınınsa daha fazla sabrı<br />

kalmamıştı. Eğlenmek istiyordu.<br />

Hazırlanmış gelmiş bir taksinin arka<br />

koltuğunda kapalı kalmıştı. Tuzak<br />

gibi… Oooff. Şu sigaradan bir fırt daha<br />

alacak ve gecesinin bundan sonrasını<br />

harika bir şekilde geçirecekti.<br />

Yanında yakışıklı sayılabilecek eğlenceden<br />

anlayan iki adam vardı. İşte<br />

tam sırasıydı. Kadın bir nefes daha<br />

almak için sigarayı dudaklarının<br />

arasına oturttu. İçine çekmeye çalıştı,<br />

çekti, çekti duman filan gelmedi.<br />

Kadın yanındaki adamlara umutsuzca<br />

baktı. Tekrar tekrar denedi, ama bir<br />

türlü olmuyordu. Sonra birden her<br />

yer çiğ bir ışıkla oldu. Çok uzaklarda<br />

bir yerde 15,00 TL kırmızı kırmızı<br />

parladı ve söndü hemencecik. Yoğun<br />

ışıkta gözleri kamaşmıştı. Etrafındaki<br />

her şey bir anda yok olmuştu.<br />

***<br />

“Neler oluyor?!” diyerek<br />

yattığı yerden doğruldu. Bembeyaz<br />

bir odanın ortasındaydı. Ön tarafında<br />

57


gözlük şekli verilmiş bir ekran olan<br />

başlığı kafasından çıkardı.<br />

“Neden bitti anlayamıyorum?”<br />

diye tekrar seslendi. “Daha<br />

eğlenmeye bile başlayamadım.”<br />

Metalik bir ses duvarların<br />

ötesinden cevap verdi. “Üzgünüm,<br />

ödediğiniz para ancak bu kadarına<br />

yetti.”<br />

“Ama nasıl olur? 2010’lu<br />

yıllar İstanbul’u çok eğlenceli dediler<br />

bana. Siz de izlediniz işte, daha hiçbir<br />

şey olmadı ki!”<br />

“Hanımefendi biliyorsunuz<br />

bu modellemeler on binlerce kişinin<br />

hafıza kayıtlarından gerçeğe<br />

uygun olarak yaratılıyor. Bizim bir<br />

müdahalemiz olmuyor. Bu tarihler<br />

için yaratılmış olan modelimizde bu<br />

ücret aralığında ancak bu kadar bir<br />

eğlence alabiliyorsunuz. Devamı için<br />

bir bu kadar daha ödeme yapmanız<br />

gerekli.”<br />

“Yani bu gecelik bu kadar,<br />

öyle mi?” Çok büyük bir hayal kırıklığı<br />

yaşıyordu, sinirli bir şekilde çantasını<br />

kaptığı gibi kapıya yöneldi.<br />

“Bir dahakine aynı yıllardaki<br />

Uzak Doğu eğlencelerini deneyeceğim.<br />

Umarım beni İstanbul<br />

gibi hayal kırıklığına uğratmaz,”<br />

diye söylenerek uzaklaşırken topuk<br />

sesleri koridorda yankılanıyordu.<br />

58


Osmanlı’dan Günümüze Bir Kent*<br />

Kültürü Ögesi Olarak Meyhaneler<br />

Fikret İklima Yeşiltaş<br />

“Kalbi âşık gibi viran ettiler meyhaneyi<br />

Bivefalar ahdına döndürdüler peymaneyi” 1<br />

Nevî<br />

Türkler Anadolu’ya göç etmeden ve hatta yerleşik hayata<br />

geçmeden evvel, pek çok hastalığın şifası olarak niteledikleri kımızın<br />

eser miktarda dahi olsa alkol barındırması nedeniyle, İslamiyet’in<br />

kabulünden önce alkol tüketiminden tamamıyla uzak değillerdi.<br />

Buna rağmen, ilk dönemlerde göçebe hayatın etkisi, ardından<br />

da İslamiyet’in kabulü ile meyhane kültürünü içselleştirememiş;<br />

ancak İstanbul’un fethiyle beraber, Bizans İmparatorluğu’ndan<br />

miras alınanlar içerisinde meyhanelerle yakından tanışma fırsatı<br />

bulmuşlardır.<br />

İlber Ortaylı İstanbul’da meyhanelerin o dönemlerde<br />

nerelerde bulunduğunu “Sanıldığının aksine, sadece Galata -<br />

Beyoğlu’nda değil, İstanbul’un her semtine dağılmıştı. Kuşkusuz<br />

her köşeye meyhane açılamazdı. Dini yerlere, mezarlık, tekke,<br />

türbe, cami civarına bugün de içkili lokanta açılamıyor.” 2 şeklinde<br />

açıklamış, bir yandan ne kadar yaygın olduklarına dikkat çekerken;<br />

öte yandan da Müslüman halk tarafından kabul görmüş olsa dahi,<br />

inanç sistemleriyle meyhaneler arasındaki sınırın korunması için<br />

çabalandığının altını çizmiştir.<br />

Şüphesiz bu dönemden Tanzimat Devri’ne kadar<br />

meyhanelerin yöneticileri çoğunlukla gayrimüslimlerden;<br />

özellikle Ermeni ve Rumlardan oluşmuş; lakin bütün dinlerin<br />

mensupları İmparatorluk süresince içki yasakları ve serbestisi<br />

arasındaki gelgitlerden etkilenmiştir. İçki içmek ve meyhane<br />

açmak birçok padişah döneminde defaten yasaklanmış; ancak<br />

* Kent sözcüğü burada sosyolojik anlamda sanayileşme sonucu ortaya çıkan<br />

yerleşim birimini değil, ticari, kültürel, toplumsal yönüyle kırsal ile benzerlik göstermeyen<br />

yerleşim birimini işaret etmektedir.<br />

1 “Aşığın kalbi gibi meyhaneyi viran ettiler<br />

Vefasızlar kadehi kendilerine benzettiler “<br />

2 Ortaylı, İlber, İstanbul’dan Sayfalar, Hil Yayınları: İstanbul, 1986, s.170.<br />

59


İstanbul’da Bir Meyhane, 17.Yy., Minyatür<br />

zaman zaman Yeniçerilerin yasağa<br />

ilişkin hoşnutsuzluğu ve<br />

meyhanelere konan ağır vergilerin<br />

hazineye sağladığı gelir göz önünde<br />

bulundurulduğunda, tekrar serbest<br />

bırakılmak durumunda kalmıştır. Bu<br />

yasaklar çoğu zaman Anadolu’da<br />

Bektaşi fıkralarının doğmasına<br />

olanak hazırlamış; ayrıca Ankara<br />

yöresinde alkol ihtiyacını gidermek<br />

için bozahanelere gidenlerin<br />

sayısında kayda değer artışlar<br />

gözlemlenmiştir. 3 Tüm bu süreli<br />

yasakların asıl sebebi İslam’ın<br />

içkiyi haram kılmasından ziyade,<br />

meyhanelerin zaman içinde politik<br />

eleştiri merkezleri haline gelmesi<br />

olmuştur.<br />

Öte yandan, İstanbul meyhaneleri<br />

ilerleyen vakitlerde bazı<br />

3 Oğuz, Burhan, Türkiye Halkının Kültür<br />

Kökenleri 1, İsis Yayınları: İstanbul, 1976, s.733-<br />

734.<br />

ritüellere sahip olmaya başlamış ve bu<br />

ritüellerin görünür bir şekilde devam<br />

ettirilmesi Müslüman çoğunluğun<br />

da bu durumu içselleştirdiğinin<br />

göstergesi olarak ele alınmıştır.<br />

Ortaylı, “Ramazanın bitiminde, yani<br />

arife günü meyhaneci gedikli<br />

müşterilerine özel bir davetiye<br />

gönderirdi. Midye yahut uskumru<br />

dolmalarından oluşan bu davetiyeye<br />

unutma bizi dolması deniyormuş.<br />

İstanbullu alkolik değildi, ama<br />

töreniyle ve mezesiyle, özgün sohbetleriyle<br />

içkiyi ve meyhane hayatını<br />

severdi.” 4 diye aktarırken bu aleniliğe<br />

dikkat çekiyor.<br />

Meyhanelerde şimdilerde<br />

görmeye alışık olmadığımız bir başka<br />

adet ise, fiske şamdanı yakmaktır.<br />

“Saki meyhaneye gelen müdavimleri<br />

kulağında bir çiçek olduğu halde<br />

karşılar, ‘Buyurun efendim, buyurun’<br />

diyerek içeriye davet ederdi. Bu<br />

arada tanıdığı misafirlere adlarıyla<br />

hitap ederdi. Sofra kurulduktan<br />

sonra barba 5 kendi eliyle fiske<br />

şamdanı sofraya koyar, sofradakileri<br />

‘Ağalar, sefa geldiniz!’ 6 diyerek<br />

selamlardı.” Ardından meyhanedeki<br />

çubuktârın 7 getirip yaktığı tütün<br />

çubuğu, mezelerin dizilişi, meyhane<br />

ustasının akşamcılar masasına ‘derdinize<br />

yanın’ diyerek diktiği mum;<br />

İstanbul meyhanelerinin kendilerine<br />

has niteliklerinin göstergeleridir.<br />

Bugün hâlâ kullandığımız<br />

4 Ortaylı, İlber, ibid, s.88.<br />

5 Meyhane sahibi, yöneticisi.<br />

6 Zat, Vefa, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,<br />

Meyhaneler maddesi, C.5, Kültür<br />

Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayınları, s.437.<br />

7 Bazı kaynaklarda ateşoğlan diye geçiyor.<br />

60


pek çok kelime ve söz öbeğinin<br />

kökeninde de İstanbul meyhanelerinin<br />

bu ritüelleri bulunmaktadır.<br />

İçkiyi fazla kaçırıp yürüyemeyecek<br />

halde olanları evlerine götürmek<br />

için, meyhane önlerinde bekleyen<br />

hamalların olması ‘küfelik’ tabirini;<br />

aslan kabartmalı bardaklarda<br />

sunulan rakının renginin de süt<br />

rengine benzemesinden ‘aslan sütü’<br />

dolaylamasını ve sarhoş olan<br />

kişinin, normalde konuşmaktan<br />

imtina edeceği meseleleri açıklıkla<br />

anlatabildiği rakı sofrasına ‘çilingir<br />

sofrası’ isminin verilmesi bu zengin<br />

ritüeller sayesinde gerçekleşmiştir.<br />

18. yüzyılda, Batılılaşma<br />

hareketlerinin ivme kazandığı<br />

dönemde, Osmanlı Devleti, özellikle<br />

İstanbul’da altyapı, onarım ve<br />

şehirleşme çalışmalarına yönelmiştir.<br />

Böylelikle kent hayatı dönüşmeye,<br />

yeni mekânlar gün yüzüne çıkmaya<br />

başlamıştır. 8 Tanzimat Döneminin görece<br />

özgür ortamı içerisinde meyhane<br />

sayılarında artış görülmüş, ancak<br />

genele bakıldığında bu artış yalnızca<br />

meyhanelerle sınırlı kalmamış, Batı<br />

tarzı ve hatta Batılılarca açılan<br />

içki mekânlarına da ilk kez bu<br />

dönemde rastlanmıştır. Böylelikle,<br />

artık meyhanelerin ticari anlamda<br />

rekabet etmek zorunda kaldığı yeni<br />

oluşumlar, yavaş yavaş meyhane<br />

kültürünün de dönüşmesine yol<br />

açmış; sözgelimi, Batılı yaşam tarzına<br />

öykünmenin arttığı bu dönemde,<br />

8 Hamadeh, Shirine, Public Spaces and the<br />

Garden Culture of Istanbul in the Eighteenth<br />

Century, Cambridge University Press: Cambridge,<br />

2007 s.283.<br />

gedikli 9 meyhanelerin geleneksel<br />

sini-tabure düzeni, yerini çağdaş<br />

masa-sandalyelere bırakmıştır.<br />

Bu yeni gelişmelerin meyhaneler<br />

açısından önemini ise<br />

Ortaylı şöyle anlatıyor: “1850 yılı<br />

Ocak ayında, İstanbul meyhanecileri<br />

sadrazama başvurdular; ağır vergiler<br />

veriyorlardı, bu vergilerin taksite<br />

bağlanmasını ve bir bölümünün affını<br />

istiyorlardı. Asıl önemlisi şehrin dört<br />

bir tarafını, punçci denen ve bazılarını<br />

yabancı uyrukluların işlettiği dükkânlar<br />

sarmıştı. Punçci dediğimiz;<br />

bildiğimiz İngiliz punch’ını, yani çay<br />

ve sıcak şerbeti romla karıştırıp satan<br />

dükkânlardı. Aynı işi şekerlemeciler<br />

de yapıyormuş. Meyhaneciler;<br />

punçci ve şekerlemecilerin içki<br />

sattığından, ama kendileri gibi vergi<br />

vermediklerinden, hele bazılarının<br />

yabancı uyruklu olup adamakıllı yükü<br />

tuttuklarından şikâyet ediyorlardı.” 10<br />

Cumhuriyet’in ilanıyla beraber,<br />

alafranga ve alaturka arasındaki<br />

çatışma her alanda olduğu gibi<br />

eğlence ve toplumsal mekânlarda<br />

da kendisini göstermiş; toplumsal<br />

yaşama, üst sınıfların rağbet ettiği<br />

birer alafranga meyhane formu<br />

olarak giren gazinolar ve birahaneler<br />

alaturkalaşmış ve gelenekselden<br />

neredeyse tamamen kopuk yeni<br />

meyhanelerin ortaya çıkışına da<br />

zemin hazırlamıştır. 11 Zira Cumhuriyet<br />

9 Osmanlı’da 3 tür meyhane vardı. Gedikliler,<br />

devlet izni ile açılanlar; Koltuk Meyhaneleri,<br />

izbe yerlerde, kaçak işletilenler ve son olarak;<br />

sokakta kıyafetinin iç bölümüne sakladığı içki<br />

dolu hazne ile içki sunan Ayaklı Meyhaneler.<br />

10 Ortaylı, İlber, ibid, s.172.<br />

11 Zat, Erdir, Yay. Yön., Rakı Ansiklopedisi,<br />

61


Hatay Meyhanesi Defterleri, Kapak, Yapı Kredi Yayınları, 2003.<br />

Dönemi’nin eğlence hayatına baloları<br />

taşıyan üst sınıflar, bu dönüşüm<br />

içinde tercihlerini pahalı mezelerin<br />

satıldığı sosyete meyhanelerinden<br />

yana kullanmış; böylece meyhane,<br />

hemdem sofrası 12 olmaktan çıkmış,<br />

onun yerine yemek için gidilen<br />

gurme mekanlar haline gelmişlerdir.<br />

Meyhanelerin eski ritüelleri<br />

zaman içinde tamamen ortadan<br />

kalksa da sanat çevreleriyle ilintisi,<br />

Cumhuriyet döneminde de tam<br />

anlamıyla kopmamış, nasıl Divan<br />

Edebiyatı’ndan pek çok şair onlara<br />

methiyeler düzmüşse; Cumhuriyet<br />

Dönemi şairleri için de meyhaneler<br />

hep önemli olmuştur. Öyle ki,<br />

aralarında Cemal Süreya gibi<br />

pek çok şair, ressam ve yazarın<br />

bulunduğu, İstanbul Bostancı’daki<br />

Hatay Meyhanesi müdavimlerinin,<br />

meyhanenin defterine tuttukları<br />

notlardan Hatay Meyhanesi Defter-<br />

Overteam Yayınları: İstanbul, 2010, s.381<br />

12 (genellikle sohbet kastedilerek) paylaşılan,<br />

kaynaşılan sofralar.<br />

leri isimli bir kitap dahi derlenmiştir.<br />

Osmanlı Devleti’nin geleneksel<br />

meyhanelerinin padişahlarca<br />

birçok kez kapatılmasına neden<br />

olan ‘devlet sohbetleri’ yani siyasal<br />

olanın eleştirisi; bugünün<br />

meyhanelerinde yerini bulamaz<br />

yahut meyhaneler artık bireylerin<br />

toplumsallaştığı ender alanlardan<br />

olmadığı için göze çarpar nitelikte<br />

değildir. Aynı şekilde, geçmişte sahip<br />

olduğu ritüel ve anlam bütünlüğüyle<br />

karşılaşmak da günümüzde pek<br />

mümkün değildir. Meyhaneler artık,<br />

yerel-maddî unsurların bir imaj<br />

etiketi olarak kullanıldığı (bardak,<br />

sini, alaturka müzik, vb.) yerelin/<br />

gelenekselin yalnızca bu maddî<br />

unsurlar üzerinden iyi ya da kötü,<br />

basit ya da karmaşık bir biçimde<br />

taklit edildiği ve pazarlanabilirliğinin<br />

önemsendiği ticarî eğlence, yemeiçme<br />

mekânlarına dönüşmüştür. 13<br />

Tüm bunlara rağmen,<br />

Vefa ZAT; İstanbul’da meyhane<br />

geleneğini yaşatmaya çalışan yerler<br />

arasında Tepebaşı’nda Despina,<br />

Asmalımescit’te Refik ve Yakup,<br />

Balıkpazarı’nda Cumhuriyet, Kumkapı’da<br />

Kör Agop isimlerini saymıştır.<br />

Yine de adı geçen meyhanelerden<br />

pek çoğunun tabelalarında meyhane<br />

değil, Restaurant ibaresinin yer<br />

alması; bu mekânların da mevcut<br />

dönüşümden tam anlamıyla kaçamadığının<br />

ibaresi olsa gerektir.<br />

13 Özdemir, Nebi, Cumhuriyet Dönemi Türk<br />

Eğlence Kültürü, Akçağ Yayınları: Ankara,<br />

2005, s.110.<br />

62


Namık<br />

Hekim Ali Babacan<br />

Beş saattir elinde tutmaktan 40 derece olmuş şişedeki<br />

‘yerli içki’ ancak yarılanmıştı. Son 20 lirasını ‘giriş artı bir yerli içki’<br />

için harcamıştı ve başka parası yoktu. Abartma değil gerçekten<br />

50 kuruşu dahi kalmamıştı. Eve de yürüyerek gidecekti. ‘Keşke<br />

Bağlar’dan tutsaydım evi’ diye düşündü. Bütün öğrenciler öyle<br />

yapıyordu halbuki. Emek’teki evi rahmetli babasının bir arkadaşı<br />

tutmuştu o gelmeden. Bir senelik kontrat olmasa şimdi bırakır<br />

çıkardı o evi. Pek de anlaşamadığı iki arkadaşı daha vardı evde.<br />

İkinci yıl daha kafa dengi birilerini bulmaktı planı.<br />

Şişesini kaldırıp iki saattir dans etmekte olan kıza kaldırdı.<br />

Bu üçüncü denemesiydi. Kız yine oralı olmadı. Kıvırcık kızıl saçlarını<br />

savurarak arkasını döndü.<br />

Belki de geldiğinden beri aynı şişede olduğu için ilgisini<br />

çekmiyordu kızın. Halbuki arada bir ortadan kaybolup yeni bir şişe<br />

alıp gelmiş gibi yapıyordu ama belli ki kız bu numarayı yutmamıştı.<br />

Eskişehir’in musluk suyu içilse tuvaletten su doldurup onu içecekti<br />

midesi şişene kadar ama içilmiyordu ki işte meret!<br />

Ne olursa olsun çok eğlenmeliydi o gece. En belalı dersleri<br />

bile hallettiyse finallerde, eğlenmek onun da hakkıydı.<br />

Sahnedeki grup ara verdiğinde o da bir ara verip sigara<br />

içmek için dışarı çıktı. Neyse ki nerdeyse dolu bir paketi vardı. O<br />

geceki tek dayanağı dolu paketiydi. Daha yeni yakmıştı sigarasını<br />

ki “Ateşi verebilcen mi?” diyen sesi duydu. Kıvırcık kızıl saçlı<br />

kızdı bu. Yanında da kısa mavi saçlı bir kız vardı. Kızı tanıyordu.<br />

Mimarlık’tandı. Daha cebine koymamış olduğu çakmakla iki kızın<br />

da sigaralarını yaktı.<br />

“Kaçıncı bu?” diyerek elindeki şişeyi gösterdi kız.<br />

Dudağının kenarından alaycı bir gülümseme gelip geçti inceden.<br />

63


Çizim: Hekim Ali Babacan<br />

Mimarlık’taki kız da hafiften kıkırdadı.<br />

Kafa buluyorlardı onunla. Kimsenin<br />

gecesini mahvetmesine izin vermeyecekti.<br />

Eğlenmeye gelmişti ve<br />

eğlenecekti. İçkisi olsun ya da<br />

olmasın.<br />

“Yedi galiba,” dedi tereddütsüz.<br />

“Hiç yedi tane içmişsin gibi<br />

değil halin,” dedi mavi saçlı kız ve<br />

yine kıkırdadı.<br />

“Alkol eşiğim yüksektir,”<br />

dedi yine tereddütsüz ama sert bir<br />

şekilde.<br />

Bir süre konuşmadılar.<br />

“Yalnızsın galiba,” dedi kızıl saçlı<br />

olan. Cevabı dikkatli vermeliydi. İçki<br />

ısmarlatmaya çalışıyor olabilirlerdi.<br />

Normalde ısmarlardı elbette ama<br />

şimdi hovardaca davranılacak bir<br />

gece değildi. Ustaca bir cevap<br />

vermeliydi.<br />

“Evet, yalnızım. Kendime<br />

özel bir kutlama,” dedi. Pek ustaca<br />

bir cevap olmamıştı ama işe yaramıştı<br />

galiba. Çünkü kızlar sigaralarını<br />

aceleyle bitirip içeri girdiler.<br />

Derin bir oh çekti. Aslında<br />

ev arkadaşlarıyla çıkacaktı dışarı.<br />

Akışkanlar’a nispet yaparcasına<br />

geceye beraber akacaklardı. Ama<br />

biri finaller biter bitmez memlekete<br />

gidecek kadar ana kuzusuydu.<br />

Diğerinin ise iki gün önce teyzesi<br />

vefat etmişti. Arkadaşları olsaydı<br />

gecesi elbette daha eğlenceli<br />

olacaktı. Onlar kendisine göre daha<br />

paralı kimselerdi. Para bakımından da<br />

kendilerince gayet cömerttiler. Oysa<br />

onun annesi ev hanımıydı. Babasının<br />

maaşıyla zar zor geçiniyordu kadın.<br />

Bağkur emeklisi dedesinden ise para<br />

isteyemezdi. İstese verirdi adam ama<br />

istemezdi işte. Aksi gibi Başbakanlık<br />

bursu da geç kalmıştı.<br />

Her şey üst üste gelmişti.<br />

Ama bu gece eğlenmeye kararlıydı.<br />

Hem de çok…<br />

Grup tekrar sahneye çıkmıştı<br />

içeri girdiğinde. Deminki<br />

kızları aradı gözleri. İki çocuğun<br />

yanında olduklarını gördü. Kızlara<br />

asılan çocukların yanında başka bir<br />

kız daha vardı. Yancı gibi onların<br />

gülüşmelerine erken veya geç ama<br />

bir türlü senkronu tutturamayarak<br />

gülüyordu.<br />

Bir süre sonra kız da<br />

64


gözleriyle etrafı kesmeye başlamıştı.<br />

Yavaştan dörtlünün yanından ayrılıp<br />

bara doğru geldi. Kız yaklaşınca onu<br />

da gözünün bir yerden ısırdığını fark<br />

etti. Ama çıkaramıyordu. Gözlerini<br />

kısmış hatırlamaya çalışırken elinde<br />

bir birayla yanına yaklaştı kız.<br />

“Tanıyamadın di mi?” diye<br />

sordu.<br />

“Efendim?” dedi.<br />

Gülümsedi kız. “Sanat tarihi<br />

almıştık bir ders. Bizden başka seçen<br />

olmayınca ders açılmadı ya,” diyerek<br />

göz kırptı.<br />

Parmağıyla işaret etti kıza.<br />

Amerikan filmlerindeki ‘bingo’ işareti<br />

gibi yaparak.<br />

“He. Şimdi hatırladım,” dedi.<br />

“Hangi bölümdeydin sen?”<br />

“İktisat,” dedi. “Sen?”<br />

“Makine.”<br />

Elindeki şişeyi kaldırıp<br />

tokuşturalım dercesine bir hareket<br />

yaptı. Tokuşturup şişelerinden birer<br />

yudum aldılar.<br />

“Hangi dersi seçtin sonra?”<br />

diye sordu kız.<br />

“Beden,” diye yanıtladı<br />

kan sıcaklığındaki birasını sıkıca<br />

kavrarken. “Sen?”<br />

“Teknoloji.”<br />

Kız fena değildi aslında.<br />

Ama onunla ilgilenir gibi değildi.<br />

Biraz muhabbet ilerler diye umut<br />

etmişti ama tıkanmıştı mevzu. Bir<br />

süre konuşmadan boş boş oturdular.<br />

Sonra telefonu çaldı kızın; açtı.<br />

“Naptın?... Ne zaman?…<br />

Hemen gelirim nolcak… Yemin et!...<br />

On dakkaya ordayım.”<br />

Kız telefonu cebine soktuğu<br />

gibi ayağa kalkıp, başını hafifçe ileri<br />

iterek “Görüşürüz,” diyerek uzaklaştı.<br />

Şişenin dibine baktı. Ancak iki<br />

parmak bira kalmıştı. Hırsla kafasına<br />

dikti şişeyi. İçindeki sıvı o kadar azdı<br />

ki sanki boğazına değmeden kayıp<br />

gitmişti midesine. Çay gibi sıcaktı<br />

bira. Memnuniyetsizlikle buruşturdu<br />

yüzünü.<br />

Ayağa kalktı. Dans<br />

konusunda dünyadaki en yeteneksizlerden<br />

biriydi muhtemelen. Ama<br />

eğlenmeliydi. O da eğlenebilirdi.<br />

Tamam, sıkıcı biriydi ama o da<br />

eğlenebilirdi. Hem bunun için öyle<br />

çok paran olmasına da gerek yoktu.<br />

Kötü dans ettiğinin bilincindeydi.<br />

Muhtemelen dışarıdan bakıldığında<br />

daha kötü görünüyordu ama<br />

aldırmadı buna.<br />

Yerine oturduğunda ter<br />

içinde kalmıştı. Tuvalete gitti. O<br />

kadar az bira içmişti ki çişi bile yoktu.<br />

Atması gereken vücut ifrazatını zaten<br />

dans ederkenki terlemesi sonucunda<br />

dışarı atmıştı. Elini yüzünü yıkayıp,<br />

ağzını çalkalayıp tuvaletten çıktı. Bir<br />

arkadaşına “Yarın dışarı çıkalım mı?”<br />

diye mesaj attıktan sonra çıktı dışarı.<br />

Hava çok güzeldi. Çoğu<br />

uyuyan ama tek tük açık olan<br />

tekellerin önünde az da olsa hâlâ<br />

gezinen köpeklerin arasından<br />

üniversitenin ters yönünde ilerlemeye<br />

başladı.<br />

Doktorlar’ın ortalarına geldiğinde<br />

“Namık!” diye seslendiğini<br />

duydu birinin. Arkasını döndü.<br />

Rasta saçlı bir çocuk ve kız<br />

65


arkadaşı vardı arkasında.<br />

“Bana mı dedin?” diye sordu.<br />

“Yok moruk,” dedi rastalı.<br />

“E Namık dedin…”<br />

“Köpeği çağırdık biz hacı,”<br />

dedi kız.<br />

Sarı bir köpek yanaştı çiftin<br />

yanına.<br />

Kız diz çöktü. “Namık! Ooo<br />

çirkin bu çirkiiin,” diyerek köpeği<br />

sevmeye başladı.<br />

Köpek olan Namık kızın<br />

kolları arasında mest olurken asıl<br />

kızların yanında olması gereken insan<br />

olan Namık dönüp yoluna devam etti.<br />

Emek’e gidene kadar daha çok yolu<br />

vardı.<br />

Eve girdiğinde saat dördü<br />

biraz geçiyordu. Sokaktaki köftecinin<br />

dumanı, açık olan balkon kapısından<br />

içeri dolmuştu. Uykusu zaten yoktu.<br />

Televizyonu açtı. Kendini kanepeye<br />

fırlattı. Kanallar arasında gezinirken<br />

bir magazin programının tekrarına<br />

rastlayınca durdu.<br />

Adamlar iyi eğleniyordu.<br />

Kanal değiştirdi. Siyah<br />

beyaz bir film buldu. Daha önce<br />

izlediği bir filmdi. Yeni başlamış<br />

sayılırdı. Bu sırada bir mesaj geldi:<br />

“Olur. Çıkabiliriz.”<br />

Gülümsedi. Kanepeye daha<br />

da yayıldı.<br />

Yarın çok eğlenecekti.<br />

66


Alternatif Müziğin İzleri Üzerine:<br />

Kod Müzik ve Gece Servisi<br />

Söyleşi: Ekin Sanaç<br />

Kod Müzik’in dükkânı Atlas Pasajı’ndaydı. Benim ortaokul<br />

lise yıllarında okul çıkışlarımda gidip başka yerde olmayan bir<br />

dolu müzikle tanıştığım, kaset çektirdiğim, plak aldığım yer. O<br />

zamanlar underground müzik keşifleri birkaç müzik dükkânı ve o<br />

müzik dükkânlarındaki kişilerin rehberliğiyle yapılırdı. Başka bir<br />

yolu yoktu. Ve müzik her şeydi. Müzikle nefes alır, müzik üzerinden<br />

arkadaşlıklar kurar, her şeyi müzikle yaşardık; ben ve arkadaşlarım.<br />

Dolayısıyla bizler için Kod Müzik’in önemi büyük.<br />

Kod Müzik organizasyonuyla 1996’dan beri eskiden hayalini<br />

kuramayacağımız çok fazla isim Türkiye’ye konsere geldi ve<br />

halen gelmeye devam ediyor. Çok uzun yıllar özel seçki müzikleri<br />

buradaki insanlarla buluşturmuş, bu müziklere duyduğu tutkuyu<br />

paylaşmış ve dinleyiciyi bu yönde beslemiş olan bu oluşumun, Kod<br />

Müzik Plak Şirketi olarak da çok iyi isimleri basmışlığı var.<br />

Kod Müzik’ten iki önemli isim, Müge Turan ve Necati<br />

Tüfenk 10 yılı aşkın bir süredir Gece Servisi isimli rock’n roll müzik<br />

ağırlıklı bir radyo programı yapıyorlar Fakat bu uzun soluklu<br />

programı artık sonlandırmaya karar verdiler. Bu kararlarını ve on<br />

yıllara yayılmış müzik piyasası hakkındaki gözlemlerini konuşmak<br />

için buluştuk.<br />

Ekin: Lisedeyken sokaklarda benim dinlediğim müzikleri<br />

dinleyen insanların gittiğini düşündüğüm yerler vardı.<br />

Kadıköy’de, Beşiktaş’ta... Hatta insanları görünce, ayakkabısından,<br />

saçından, müzik dinlediğinin anlaşıldığını düşünüyordum. Müziğin<br />

dışavurumları vardı. Şu an düşününce çok yadırgadığım<br />

düşünceler bunlar elbette ama o zaman resmen öyleydi... Hiç<br />

unutmuyorum, Orta 2’de takip ettiğim yabancı dergilerin birindeki<br />

67


okuyucu mektuplarını okuyordum.<br />

Bir genç şöyle yazmıştı: “Bir grubu<br />

seviyorsan onu mutlaka canlı izlemiş<br />

olman gerekir. Bir grubun konserini<br />

izlemeden o grubu seviyorum diyemezsin,<br />

hayranı olamazsın”. Bunu<br />

okuyunca o kadar sinirlenmiştim ki<br />

çünkü o zaman dinlediğim grupların<br />

konserine gitmek aklımda olan bir<br />

kavram bile değildi. Sinirlenmem de<br />

çok saçma tabii, sonuçta İngiltere’den<br />

bir dergi! Ama içimi çok büyük bir<br />

öfke kaplamıştı. Sonrasında o gruplar<br />

İstanbul’a konser vermeye gelmeye<br />

başladı. Bu güne kadar sayısız konser<br />

organizasyonu yapan Kod Müzik<br />

bana böyle bir şeyler ifade ediyor<br />

işte. 20 yıldır konser yapıyorsunuz.<br />

Yaşadığımız yer için çok uzun bir<br />

süre. Dolayısıyla hislerinizi, nasıl<br />

dönüşümler gözlemlediğinizi merak<br />

ediyorum. Konserlerin, festivallerin,<br />

genel anlamda eğlencenin<br />

tekelleştiği bir süreçten de<br />

geçiyoruz. Çoğunlukla İstanbul’da<br />

organizasyonlar yaptınız, ama mesela<br />

Ankara üzerine düşüncelerinizi de<br />

merak ediyorum.<br />

Müge: Bir grubu konserinden<br />

tanımak, albümünü almak<br />

gibi mevhumla büyümedim. Bırak<br />

sevdiğimiz toplulukları izlemeyi,<br />

konser nedir bilmiyorduk. Bir grubun<br />

gelip de sahne efektleri, ışıklarıyla<br />

konser vermesi… Ben de çok geç<br />

keşfettim ama belki de çok çabuk<br />

alıştık. 3-5 konser olunca tabii ki<br />

de ‘konsere giden insanlar’ olduk,<br />

ama aslında o ilk gidilen konserler<br />

unutulmaz konserler oluyor.<br />

Stadyum konseri de olabilir, küçük<br />

bir mekândaki pub konseri de.<br />

Dolayısıyla bir kuraklıktan, kıtlıktan<br />

çıktık diyebiliriz. Bunun tarihi de<br />

tespit edilebilir. 1990, 1991, 1993’tür<br />

aslında. Şimdi herkes hep birden<br />

girişiyor. Mekânlar açılıyor. Biri küçük<br />

biri büyük grupları getiriyor. Farklı<br />

müziklere yöneliyor. Müzik türleri<br />

gelişiyor. Eskiden kaç müzik türü<br />

çalıyordu ki barda? Bırak canlı müziği,<br />

bir yerde rock çalar, bir yerde metal,<br />

ya da dans müziği çalan kulüpler<br />

vardı. Ortası yoktu. Çok farklı müzik<br />

türlerin çalındığı yerler yoktu. Biz<br />

gençler olarak hep bir yerlerdeydik<br />

ama müziğin belirlediği yerler<br />

değildi onlar. Belki bir kimliği vardı<br />

ama bir Karga değildi örneğin. O<br />

yüzden o kuraklıktan sonra böyle bir<br />

dönem yaşadık. Bugün mekânların<br />

seyirci potansiyellerini tam olarak<br />

ölçemiyorum. Bu çok çeşitlilikte<br />

bir konsere kaç kişinin geleceğinin<br />

algılayamıyorum, bunun sinyallerini<br />

alamıyorum.<br />

Necati: Bence seyirci potansiyeli<br />

anlamında herhangi bir<br />

şey değişmedi. Herhangi bir şey<br />

büyümedi. Bir kere bunu kesinlikle<br />

masaya koymamız gerekiyor. Yani arz<br />

fazla ama talep artmadı. Diyeceksin<br />

ki o zaman neden bu kadar grup<br />

gelebiliyor. İşte arz fazla ve buradaki<br />

talebe göre daha fazla grup<br />

getiriliyor. Cepten para harcanıyor.<br />

Hep aynı büyüklükte, belirli bir<br />

kesim var. 20’li 22’li yaşlarda gençler<br />

de var, ama aynı oranda 30-35<br />

yaşında, aileye karışıp kopanlar da<br />

68


var. Kimisi kopuyor, kimisi ekleniyor.<br />

Aslında sayı hep aynı. Türkiye’de<br />

eğlence anlayışının aslında çok<br />

tutucu olduğunun düşünüyorum.<br />

Yani metalciler de çok tutucu. Dans<br />

müziği dinleyenler de çok tutucu.<br />

Maceracı olmak isteyenlerin sayısı<br />

çok az. Hep majör, ortalama isimler<br />

geliyor. Ankara ve İzmir’i düşünecek<br />

olursan, orada oranlar daha da<br />

düşük. İstanbul’daki durum hem<br />

nüfus büyük olduğundan, hem de<br />

teknik olarak daha kolay. Bir de ben<br />

eskiden İzmir’e, Ankara’ya birilerini<br />

getirdiğimde insanlar daha bir aç<br />

olurdu. Şimdi daha zor. Kültür hayatı,<br />

eğlence hayatı İstanbul’da daha<br />

bir aktif oldu. Ankara’ya eskiden<br />

konserleri daha rahat götürürdük,<br />

şimdi riskli.<br />

Ekin: Benim birkaç sene<br />

önce İzmir’de olan arkadaşlarımın<br />

neredeyse hiçbiri şu an orada değil,<br />

hepsi kaçtı.<br />

Necati : Bu işler nasıl devam<br />

eder, bilemiyorum?<br />

Müge: İnsanlar günün sonunda<br />

yine bir şekilde dışarı çıkıp<br />

müzik dinleyecekler.<br />

Ekin: Bana aslında hep<br />

birçok şey değişirken bir yandan<br />

da bazı şeyler hiç değişmiyor gibi<br />

geliyor. 15 yaşımda gündüz punk<br />

konserlerine gidiyordum. En son<br />

2004’te gitmiştim bir gündüz punk<br />

konserine. Ve şimdi bu hafta sonu<br />

Peyote’de de bir gündüz punk<br />

konseri var.<br />

Müge: Altkültürler küçük de<br />

olsa kendilerini koruyorlar. Hip hop<br />

örneğin, eminim girişin 3 lira, 5 lira<br />

olduğu hip hop etkinlikleri oluyordur.<br />

Necati: Hip hop zaten çok<br />

başka bir şeye evrilmiş, güçlü bir<br />

alan.<br />

Müge: Kulüp kültürü de böyle<br />

bir şey mesela. Kulüp kültürünün<br />

de bir geçmişi var.<br />

Necati: Tabii, 19 ve 20 gibi<br />

mekanlar vardı.<br />

Ekin: Bir de onların efsaneleşmiş<br />

bir yazlık mekânları varmış<br />

2019 diye. Tabii ben yaş itibariyle hiç<br />

gitmedim.<br />

Müge: Araba hurdalarının<br />

içinde. Mad Max gibi bir ortamdı.<br />

Tabii bizim de yaşımız çok küçüktü,<br />

16 filandı. Ateşler yanar, meşaleler...<br />

Çok güzel fikirdi. Avrupa’nın en<br />

büyük açıkhava gece kulübüydü.<br />

Necati: Aslında zaten Radyo<br />

Eksen, Radyo 2019. Kullanılan mikser<br />

de 2019’un mikseriydi.<br />

Ekin: Kimindi o?<br />

Necati: Radyo 2019 Kaya<br />

Çilingiroğlu’nundu.<br />

Müge: Bazı mekânlar var bir<br />

daha var olamayacak mekânlar...<br />

Ekin: Ne çalıyordu bu<br />

mekânda?<br />

Necati: DJ’ler dışarıdan geliyordu.<br />

Herhâlde daha çok Hollanda<br />

house’u denebilir. Sadece DJ’ler<br />

değil, şov yapan kadın dans grupları<br />

da vardı.<br />

Müge: Ben neler gördüm<br />

orada, drag queen şovları...<br />

Necati: Peki şu anda orası<br />

ne oldu biliyor musunuz? Maslak Venue<br />

oldu. Sonic Youth’un çaldığı yer<br />

69


yani.<br />

Müge: Böyle tikel şeyler<br />

üstünden bakarsak, aslında bir endüstriden<br />

bahsedemeyiz, sadece<br />

girişimci birtakım adamlar var diyebiliriz.<br />

Ekin: Ve kadınlar!<br />

Müge: Evet. Ve böyle birtakım<br />

DJ’leri getirmek için varını<br />

yoğunu ortaya koyanlar ve batanlar<br />

vardı.<br />

Necati: Şu an dans müziğinde<br />

neler oluyor ben bilmiyorum, o<br />

defteri kapattım.<br />

Müge: Dans müziği kültürünü<br />

bildiğimiz şekliyle sürdüren Mini<br />

Müzikhol var. Ama konuştuğumuz bu<br />

eski mekânların kayıtları YouTube’da<br />

var mıdır diye merak ettim. Hani<br />

biri hayır için koymuştur belki. Çok<br />

istedim o günleri bir daha görmek.<br />

Çünkü insanın kafasında görüntü<br />

parçacıkları var. Şimdi ne kadar<br />

gerçek ne kadar doğru ondan bile<br />

emin olamıyoruz.<br />

Ekin: 15 yıla yakın bir süredir<br />

radyoda yapmakta olduğunuz müzik<br />

programı Gece Servisi’ni sonlandırıyorsunuz.<br />

Bu kararı nasıl aldınız?<br />

Neden bu doğru bir karar? Ne<br />

hissediyorsunuz?<br />

Müge: Gece Servisi’ni<br />

sanırım Ekim 2001‘den beri<br />

yapıyoruz. Yola çıkış sebebimiz sanıyorum<br />

net; müzik dinlemektense<br />

müzik paylaşmak. Radyo bunun için<br />

her zaman iyi bir araç oldu. Radyo<br />

Eksen’de başladık ilk olarak, sonra<br />

Açık Radyo’da devam ettik. Radyo<br />

Eksen’de 2 saatlik bir program<br />

yapıyorduk ve o 2 saati özene bezene<br />

hazırlardık gerçekten. Şimdi<br />

gururla tekrar arşivlere baktığımda<br />

görüyorum ki güzel programlarmış.<br />

Eksen’in açılışına denk gelmesi<br />

aslında bir anlamda iyi oldu. Eksen<br />

de alternatif rock müzik dünyasında<br />

bir yenilik olarak çıkmıştı o zamanlar.<br />

Necati: Barbaros Devecioğlu<br />

da oradaydı o zaman. Yani<br />

onun şekillendirdiği, her şeyi baştan<br />

belirlediği bir radyo olarak çıkmıştı.<br />

Müge: Doğuş Holding’in<br />

bir yayını olduğunu bilerek orada<br />

başladık. Ama yine de belirli bir<br />

duruşu olan çizgisini koruyan, en<br />

azından korumaya niyetli bir radyo<br />

kanalıydı. Bizim program her ne<br />

kadar Barbaros tarafından fazla<br />

akademik bulunsa da...<br />

Necati: Akademik bulunması<br />

derken belirlenmiş şarkı formatının<br />

dışına çıkıyorduk. Ya iyice gürültülü<br />

şeyler ya da 6-8dk’lık parçalar çalıyorduk.<br />

Müge: Veya Türkçe parça<br />

çalıyorduk.<br />

Ekin: Eksen’de Türkçe parça<br />

çalmak yasaktı nitekim.<br />

Necati: Evet, aynen öyleydi.<br />

Radyo ve eğlenceyi konuşacak olursak…<br />

Ekin: Mesela radyo benim<br />

için ortaokul, lise zamanları akşam<br />

dışarı çıkıp arkadaşlarımı görmeye<br />

iznim olmadığı için, resmen bir<br />

70


uluşma alanıydı. Pazartesi şu<br />

program, salı bu program, cuma<br />

o program... Aslında odamda tek<br />

başıma radyo dinlerken sosyalleştiğimi<br />

filan zannediyordum.<br />

Müge: Radyo bir anlamda<br />

çok da kişisel bir şey. Müzik<br />

dükkânından o anlamda çok farklı.<br />

Kod Müzik’te birebir buluşma, direk<br />

bir iletişim vardı. Tepki gibiydi bizim<br />

dükkân. Ben de müziği hep kendi<br />

odamda dinleyen biriyken, dört<br />

duvar arasında bir deneyimken dükkâna<br />

gitmek orada takılmak, müzikle<br />

hafiften kafayı yormuş sıyırmış<br />

tiplerle konuşmak çok daha başka bir<br />

şeydi.<br />

Necati : Çok güçlü bir şey.<br />

Ekin: Evet Kod Müzik’in<br />

dükkânı ben ve bazı arkadaşlarım gibi<br />

kaset toplayarak başlayıp üniversitede<br />

MP3’le tanışan arada kalmış<br />

kuşağın doğrudan bağ kurduğu<br />

yerdi.<br />

Necati: Açıkçası radyo biraz<br />

ölmekte olan bir format. Şuraya bak<br />

burada bir tane cd çalar, pikap ve<br />

amfi var. Radyo yok. Eskiden vardı.<br />

Ama radyo artık çok dijital olmuş ve<br />

kişiselleşebilmiş bir şey.<br />

Müge: Şu anda herkes<br />

bir radyo programcısı olabilir. Her<br />

blogger aynı zamanda bir DJ’dir.<br />

Kendine ait bir programı vardır<br />

denebilir.<br />

Necati: Yapılabildiğinin örnekleri<br />

de mevcut. Mesela Mete<br />

Avunduk’un kurduğu Standart FM ya<br />

da Radio Fil.<br />

Müge: Ama artık insanlar<br />

müziği bilgisayardan dinlediği<br />

için belki kendini ayrıksı bir yere<br />

koyamıyor radyo.<br />

Necati: Elinin altında her<br />

zaman dinleyebilir. Atacak soundcloud’a<br />

sonra açarım diyecek. Yani<br />

biz her çarşamba gidiyoruz Açık<br />

Radyo’ya ama o eski hissini kaybetti.<br />

Yani insanlar çarşamba günü<br />

saat 19:00’da radyonun başına geçmiyorlar.<br />

Müge: Ya da daha doğrusu<br />

biz afaki konuşuyoruz. 10 yıl önce<br />

bizi kaç kişi dinliyordu. Şimdi kaç kişi<br />

dinliyor. Bunu bilmiyoruz.<br />

Necati: Biz hiçbir zaman<br />

popüler radyo sanatçıları olmadık.<br />

Müge: Nefesimiz biraz tıkanmış<br />

durumda. Öyle bir şey var.<br />

Biz bu programı günün sonunda yine<br />

öncelikle kendimiz için yaptık. Hep<br />

bence öyle oldu. Bizim gibi birileri<br />

de varmış oralarda, biz de o insanlara<br />

ulaştık. Bizim yorulmamızda kişisel<br />

sebepler de vardır. Yani programcılar<br />

olarak belki başka bir yola girmek<br />

istedik diyebiliriz.<br />

Necati: İnsanların eğlenme<br />

ya da müziği tüketme şekli de değişti.<br />

Bu yüzden algı da değişti.<br />

Müge: Ama yine de birilerinin<br />

senin için seçtiği müzikleri<br />

dinlemek gibi bir ihtiyaç yok mudur?<br />

Bir yandan müzikle olan ilişki aslında<br />

değişmedi. Müziklerini dinleyenler<br />

var, keşfedenler var. Hani o keşif<br />

sürecinde radyo bir araç. Bu durum<br />

korunuyor ama eğlence dünyasının o<br />

organı çürümüş durumda. Paylaşma<br />

ortamı zayıfladı. Kimliğini kaybetti.<br />

71


Rengini kaybetti. Değiştirilebilecek<br />

bir şey ama yine de ben bunu<br />

değiştireyim desem nasıl bir şey yaparım<br />

bilmiyorum. Sanki o ivmemizi<br />

kaybettik.<br />

Ekin: Ben birçok konuda<br />

şöyle benzer bir duygu yaşıyorum.<br />

Genel olarak toplum olarak<br />

hafızamızın olmaması üzerine<br />

yetiştirilmemizin etkisini hissediyorum.<br />

Mesela 33 yaşındayım ama<br />

sokağa çıktığımda 17 yaşındayken<br />

gittiğim herhangi bir yeri bulma<br />

ihtimalim yok. Oralar artık yok çünkü.<br />

Hiçbir şey süremiyor gibi. Hastalık<br />

gibi. Beni hep bu düşündürüyor. Bir<br />

şeylerin izini sürmek istiyorsan aşırı<br />

mesai harcamak zorundasın.<br />

Müge: Böyle her şeyi evinde<br />

küçük dolaplarında saklayacaksın,<br />

her şeyi koruyacaksın. Öbür türlü çok<br />

mücadele vermen gerek. O yüzden<br />

böyle yazıp çizenler o her şeyi bilenler<br />

not alanlar vardı ya, onlar daha doğru<br />

yapmışlar. Çünkü kayıtlı hiçbir şey<br />

yok. Yani bizim hafızalarımızdaki bir<br />

takım eski şeyler bir takım hatıralar<br />

var ve onlar üzerinden konuşuyoruz.<br />

Sadece herkesin birbirine anlattığı<br />

hikâyeler var gibi. Belki terapi grubu<br />

gibi bunların konuşulduğu gruplar<br />

olabilir! ‘Hatırlayalım grubu’. Çünkü<br />

yoksa her şey hep unutmaya yönelik<br />

gibi...<br />

Ekin: Mekanlarda DJ’lik<br />

yapma nasıl gidiyor? Çalıyor<br />

musunuz? Oradaki hissiyatınız nasıl?<br />

Nasıl etkileşimler yaşıyor, geri<br />

dönüşler alıyorsunuz?<br />

Necati: Ben DJ’liğe döndüm.<br />

Siyah müzik çalıyorum. Geçtiğimiz<br />

cumartesi çaldım. Bambaşka<br />

şeyler bence.<br />

Müge: Geçen gün Earth<br />

konserinden önce bir saatlik bir<br />

seçki çaldık. Bayağı bir insan konser<br />

öncesinde dinledi.<br />

Necati: Çünkü senin o anda<br />

çaldığın şey ambiyansı belirliyor.<br />

Müge: Gelip ne çaldığımızı<br />

soruyorlar. Dükkânın amacı da buydu<br />

aslında. Birine bir şeyi sevdirmek,<br />

heyecanını görmek çok müthiş bir<br />

şey.<br />

Necati: Beyza’yı hatırlar<br />

mısınız? DJ Beyza. Hatta onun<br />

üzerine bir arkadaş belgesel yapmıştı.<br />

Beyza da buralarda Moda’da<br />

otururdu. 1997’den beri DJ’lik yapıyor.<br />

Elektronik müzik alanında önemli<br />

işler yaptı. Beyza’da mücadele ruhu<br />

vardı. Bana anlatmıştı hatırlıyorum,<br />

Beyza Maltepe’de falan DJ’lik yapıyordu.<br />

Müge: Günün sonunda<br />

bir erkek dünyasıydı. Sabah 4’lere<br />

kadar dans plaklarını taşı, koy, çal.<br />

Hani DJ’in tanrı konumunda olduğu<br />

zamanlar o zamanlar. Kendisi büyük<br />

mücadele verdi. Aslında bir yandan<br />

kadınlığını korumaya çalışıyorsun bir<br />

yandan da kadınlığını kullanıyorsun.<br />

Kulüp ortamında bikiniyle DJ’lik<br />

yapılırdı. O dünyada kendin olmaya<br />

çalışmak bence başlı başına bir<br />

savaş. Şimdi daha farklı tabii ki. Şimdi<br />

kadınlar birçok yerde çalabilir. Ama<br />

o zamanlar öyle değildi. Beyza’yı<br />

o yüzden hepimiz çok iyi tanırız.<br />

Dinlememiş olan bile tanır tabii ki.<br />

72


Ankara<br />

Cidden Çok Eğlencelidir!<br />

Tuğba Çelik<br />

Ankara’nın adı çıkmış; gri, sıkıcı, soğuk, beyaz yakalılar…<br />

Bu söylenenlerin doğruluk payı yok değildir. Ancak geçmişten beri<br />

eğlenceli bir kent olmak için çok uğraştığı da gözden kaçmamalıdır.<br />

Devlet kurumlarıyla iç içe bir kent ne kadar eğlenebilirse; o da o<br />

kadar eğlenir işte.<br />

Ankara’nın başkent olmasıyla başlayan modernleşme<br />

öyküsü, onun eğlence anlayışına da yön verir. Ankara’nın modern<br />

eğlence tarihi çok uzakta değildir, daha dünle yani 1920’lerle<br />

başlar. Onun öncesinde, Ankara’nın kendi halinde bir yerleşim yeri<br />

olduğunu hepimiz biliriz.<br />

Kent merkezi 1923’ten 1950’ye kadar Ulus’tu. Çünkü,<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Meclisi, Sümerbank gibi devlet<br />

binaları Ulus’taydı. 1950’den sonra ise kent merkezi şimdi Kızılay<br />

dediğimiz Yenişehir’e doğru kayar. Bu semte zamanla bu adın<br />

verilmesinin nedeni, buraya Kızılay binasının yapılmasıdır; 2011’de<br />

Kızılay binasının yerine çok katlı bir AVM yapılmış olsa da neyse<br />

ki semtin adı aynı kalır. 1980-2000 yılları arasında Ankara’nın kalbi<br />

Çankaya-Gaziosmanpaşa’ya kayar. 2000’den sonra ise Çayyolu<br />

eksenli yeni bir kent merkezi oluşumundan söz edebiliriz. Kent<br />

merkezinin sürekli yer değiştirmesi insanların birbiriyle etkileşim<br />

biçimini değiştirdiği gibi Ankaralıların ürettiği eğlence anlayışının<br />

da gelenekselleşmeyip sık sık değişmesine neden olur.<br />

Batılılaşmayı seçen Türkiye Cumhuriyeti, Batılı eğlence<br />

anlayışını da tanımaya çalışır. Bu süre zarfında ülkenin lideri Mustafa<br />

Kemal, rol modeldir. Onun öncülüğüyle başlatılan cumhuriyet<br />

balolarında, kadın erkek dans etmeyi dener. Seçkin ailelerin genç<br />

kızları, delikanlıları bu balolara ebeveynleriyle katılır, müzik dinleyip<br />

dans ederler.<br />

73


Milletvekillerinin, sanatçıların,<br />

memurların gidebilmesi için<br />

Ankara’da açılan ilk lokanta-gece<br />

kulübü, Ulus’taki Sümerbank binası<br />

olarak bilinen yapının yerinde<br />

bulunan ve Taşhan’ın iç avlusuna<br />

bakan Şehir Lokantası’dır. Sahibi<br />

Bolşevik İhtilalinden kaçıp ülkemize<br />

gelen Juri Georges Karpovitch’tir.<br />

Karpovitch daha sonra Ulus’ta<br />

Merkez Bankası’nın yanına Karpiç<br />

Restoran’ı açar. 1950’lere kadar Baba<br />

olarak anılan Karpiç, Ankara’nın en<br />

gözde eğlence yeri olur. Müşteriler,<br />

yer ayırtma çabasına girmeden<br />

eşleriyle birlikte ya da yalnız<br />

başlarına akşam yemeğine buraya<br />

gelirlerdi. Çünkü müşterilerin hepsi<br />

birbirini tanır ve tıka basa dolu<br />

mekânın kapısından girenlere<br />

‘Gelin, bizimle oturun’ teklifinde<br />

bulunurlardı. Beyaz masa örtü ve<br />

peçeteleri, orkestra müziği, güzel<br />

yemekleriyle o devirde Karpiç’in<br />

rakibi yoktur. 1928’de Eski Meclis’in<br />

karşısına açılan Palas Otel’deki bütün<br />

çalışanlar Fransız’dır. Söylenenlere<br />

göre burada Avrupa’nın bütün<br />

yemeklerini, ünlü şarap markalarını,<br />

Bomonti Birası’nı, Erenköy – Çankaya<br />

– Kavaklıdere Şaraplarını, Karahisar<br />

Madensuyunu bulmak mümkünmüş.<br />

Orta düzey gelirli Ankaralılar ise özel<br />

günlerde Karaoğlan Mahallesi’nde<br />

bulunan Zevk, Smyrna, Lezzet, Yıldız,<br />

Gümüş Kepçe lokantalarına Türk<br />

mutfağının yemeklerinden tatmaya<br />

giderler. Ankara, pastanelerle de bu<br />

dönemde tanışır. Atatürk Bulvarı’nın<br />

üzerinde açılan Özen, Kutlu adındaki<br />

pastaneler, sokağa kadar taşırdıkları<br />

masa ve sandalyelerle bugün açık<br />

havayla temas eden kafelerin<br />

temelini atarlar.<br />

Cumhuriyet’in ilk yıllarında<br />

halka açık, ücretsiz pek çok eğlence<br />

ortamı yaratılmıştır. Çağdaş Türkiye’de<br />

ulaşılmak istenen şey,<br />

yaşamayı seven, açık görüşlü, eğlenerek<br />

dünyayı saran ülke insanları<br />

yetiştirmekti. Bu nedenle yoksul<br />

halkın çabucak ulaşacağı eğlence<br />

ortamları tasarlanmaya özen gösterildi.<br />

Çabaların boşa gittiği<br />

söylenemez. Pembe Köşk’ün önünde<br />

yapılan at yarışlarına halkın ilgisi<br />

her zaman çok yoğun olmuştur.<br />

Ulus Meydanı’nın yakınındaki Millet<br />

Bahçesi’nde çalan hafif batı müziğiyle<br />

gençler dans ederlerdi. Memurlar da<br />

iş çıkışında Anafartalar’da yürüyüş<br />

yaparlar, eve gitmeden önce bir<br />

kahveye oturup bir şeyler içerlerdi.<br />

Bugün dolmuşlarla, düzensiz yapılaşmasıyla<br />

kaotik bir görünüm<br />

çizen Bentderesi’nde, geçmişte<br />

Cumhuriyet Bahçesi bulunurdu. Yine<br />

Hamamönü’ndeki bayram yeri de<br />

eski Ankaralıların gezip dolaşmaya,<br />

çocuklarıyla koşup oynamaya gittikleri<br />

bir yerdi. 1925 yılında ise koca bir<br />

bataklık Mustafa Kemal’in talimatıyla<br />

yemyeşil hale getirilerek Atatürk<br />

Orman Çiftliği (AOÇ) kurulur.<br />

Böylelikle çorak bir kasabadan<br />

başkente dönen Ankara’ya uçsuz<br />

bucaksız bir mesire yeri kazandırılır.<br />

Genç kızlar ve erkekler AOÇ’de<br />

ata binerler, yürüyüş yaparlar, top<br />

oynarlar. Bugün bile Ankara’da<br />

74


geçirebileceğiniz en sakin hafta<br />

sonu seçeneklerinden birisi, AOÇ’ye<br />

gidip bir şeyler yemek, yürüyüş<br />

yapmak ve TİVMAŞ’tan alışveriş<br />

yapmaktır. 1930’larda Ankaralıların<br />

piknik yapmak için seçeneği az<br />

değildir. İncesu deresinin yakınları,<br />

Çubuk barajı... Varlıklı Ankaralıların<br />

ise bugün apartmanlarla, işyerleriyle<br />

dolu olan Çankaya, Dikmen,<br />

Keçiören, Ayrancı, Etlik’te bağ evleri<br />

vardı.<br />

1930’larda insanların rahatça<br />

gezip görmeleri için toplu taşıma<br />

seçenekleri oluşturulmaya çalışılır.<br />

Örneğin otomobillerin rahatça<br />

ulaşım sağlaması için geniş bulvarlar<br />

yapılmış ve yollar asfaltlanmıştır.<br />

Böylelikle Cebeci, Kızılay, Ulus,<br />

İstasyon, Etlik arasında otobüs<br />

işletilmeye başlanmıştır. İnsanlar<br />

toprak yoldan asfalt yola geçerek,<br />

otobüs kullanarak evlerinden ya<br />

da işlerinden çıkıp gezmeye başlamışlardır.<br />

1930’lardan 1960’lara kadar<br />

meyhane kültürü Ankara’da devam<br />

eder. Meyhane deyip geçmeyin,<br />

buralarda Türk edebiyatının iki<br />

önemli şiir dönemeci yani I. Yeni<br />

(Garip) ve II. Yeni şiiri doğar. Cemal<br />

Süreya’nın ‘17 dergi batırdım. İşte<br />

Papirüs, üç kez batırdım,’ dediği<br />

Papirüs dergisinin kuruluşu 1960’ta<br />

Ankara’da gerçekleşir; derginin her<br />

sayısı iki yaprak halinde çıkar. Turgut<br />

Uyar, Cemal Süreya, İlhan Berk şiire<br />

Ankara’da başlarlar; yazdıklarını<br />

birlikte yiyip içtikleri kahvelerde,<br />

meyhanelerde paylaşırlar. Onlardan<br />

önce 1930’larda Orhan Veli, Ankara<br />

Erkek Lisesi’nden arkadaşları Melih<br />

Cevdet ve Oktay Rıfat’la Garip şiir<br />

geleneğini başlatır Ankara’da. Yani<br />

siz bakmayın griliğine, durgunluğuna;<br />

Ankara insana fena halde şiir<br />

yazdıran bir kenttir. Orhan Veli’nin<br />

en sık gittiği iki meyhane Ulus’taki<br />

Kürdün Meyhanesi ile Anafartalar<br />

yokuşundaki Üç Nal’dır. Kürdün Meyhanesi<br />

herkesin birbiriyle samimi<br />

olduğu, veresiye defteri tutulan,<br />

hesabı ödemeyi geciktirenlere garsonun<br />

servisi yavaşlattığı meşhur bir<br />

meyhanedir. Orhan Veli’nin dışında<br />

meyhanenin müdavimleri arasında<br />

Melih Cevdet Anday, Oktay<br />

Rıfat, Ahmet Muhip Dıranas, Aka<br />

Gündüz, Cahit Sıtkı Tarancı, İlhan<br />

Berk, Nurullah Ataç, Çetin Altan ve<br />

Fikret Otyam vardır. Meyhane, şiire,<br />

yazıya ilk başlayan gençlerin de<br />

kendini gösterme yeridir. Ankara’nın<br />

entellektüelleri buraya geldiğinden<br />

burada sivil polis eksik olmazmış.<br />

Üç Nal Lokantası ise dönemin<br />

Ankara’sında kadınların da gelip içki<br />

içebildikleri yerlerden biridir. Kürdün<br />

Meyhanesi’ne devam eden yazar ve<br />

sanatçıların hemen hepsi buraya da<br />

gelir. Kadınlardan söz açıldı madem,<br />

Üç Nal’a Azra Erhat’ın, Cahide<br />

75<br />

Yeni Hayat Lokantası (Kürdün Meyhanesi)


Sonku’nun da geldiğini söyleyelim.<br />

1930’da Ankara’da sinema<br />

dönemi başlar. İlk sinema filmleri<br />

önce Taşhan’da izlendi, sonra Yeni<br />

Sinema açıldı. İçinde Mustafa Kemal’e<br />

ayrılmış bir loca da bulunan bu<br />

sinema, 1956 yılında yıkılır. Yeni açılan<br />

TRT radyosunda fasıllar, tangolar,<br />

konçertolar çalmaya başlar. 1930’da<br />

bugün için şaşırtıcı olabilecek bir<br />

başka mekân Gar Gazinosu’dur.<br />

Avrupalı sahne yıldızlarının ve revü<br />

gruplarının sahne aldığı bu gazinoya<br />

yalnızca kravatlı ve takım elbiseli<br />

erkekler ile şık giyimli bayanlar<br />

müşteri olarak kabul edilir.<br />

1946’da açılan Gençlik<br />

Parkı Ankara’ya ‘deniz getirme’<br />

girişimlerinin ilkini oluşturur. 1950’li<br />

yıllara kadar hafta sonları Gençlik<br />

Parkı’nda halk, sandal ve plaj<br />

eğlenceleri yapardı. Gençlik Parkı,<br />

aynı zamanda halkın dönemin önemli<br />

müzisyenlerini ücretsiz dinleyebildiği<br />

bir yerdi. Aynı dönemde Dikmen’de<br />

buz pateni gösterileri yapılır, halk bu<br />

gösterilerin de takipçisi olurdu.<br />

1949’da Ankara Devlet<br />

Tiyatrosu, Büyük Tiyatro ve Küçük<br />

Tiyatro olmak üzere iki sahneyle<br />

perdelerini açar. Şinasi, Akün,<br />

Altındağ sahneleri daha sonraki<br />

yıllarda adım adım açılır. Devlet<br />

Tiyatroları Ankara’da bir gelenek<br />

oluşturmuştur. Yıllar içinde oyunculuk,<br />

yönetmenlik, sahne tasarımı<br />

gibi pek çok meslek Ankara’da<br />

derinleşmiş, çeşitlenmiştir. Şimdilerde<br />

sahnelerin birer birer kapatılması<br />

söz konusu olsa da bugün Ankaralılar<br />

tiyatrolarının izleyici koltuklarını ısrarla<br />

tıka basa doldurmaktadırlar.<br />

1950’lerle bütün ülkeyi<br />

etkileyen köyden kente göçler<br />

Ankara’yı da etkiler. Bu dönemde<br />

Ulus’ta pavyonlar, tavernalar açılır.<br />

Ancak buralar Cumhuriyet Ankara’sının<br />

ideallerine uymaz. Dar<br />

gelirli, modern eğlence dünyasına<br />

yabancı, daha çok erkeklerin<br />

doldurduğu pavyon ve tavernalar,<br />

kentin devlet destekli çağdaşlaşma<br />

eğilimli kurgulanan sosyal yaşamını<br />

olumsuz anlamda değiştirir. Elektro<br />

bağlamayla söylenen türküler ve<br />

arabesk bu mekânlarda dinlenen<br />

esas müzikleri oluşturur. Bu dönemde<br />

Gençlik Parkı’ndaki eğlence<br />

anlayışı da değişir, giriş ücretli hale<br />

gelir. Bunun anlamı halkın nitelikli<br />

eğlenme ortamlarına bundan<br />

böyle erişemeyecek olmasıdır.<br />

Cumhuriyetin ilk yıllarında nitelikli<br />

eğlenceyle iç içe olan halk artık<br />

kendi haline terk edilmeye başlanır.<br />

Kalabalıklaşan nüfusla birlikte<br />

kentte tüketim artar, daha fazla<br />

konut, işyeri planlamasıyla Kızılay,<br />

Maltepe ve Sıhhiye popüler semtler<br />

haline gelir. Bu yeni semtlerde hızla<br />

76


gerçekleştirilen yapılaşma ve bu<br />

şok yapılaşmanın içine eklemlenen<br />

restoran-eğlence mekânları doğar.<br />

1960’lar tüm dünyanın rock<br />

müzikten etkilendiği bir dönemdir.<br />

Dolayısıyla bu dönemde Ankara’da<br />

rock müziğin dinlenebileceği<br />

mekânların da arttığı görülür.<br />

Bu dönem Ankara’daki ‘aile ile<br />

birlikte eğlenme’ geleneğinin değişip<br />

‘gençlerin tek başına ya da<br />

arkadaşlarıyla’ eğlenmeye başladığı,<br />

anne babanın eğlencesiyle gençlerin<br />

eğlencesinin ayrıştığı bir dönemi<br />

oluşturur. James Brown, Beatles,<br />

Led Zeplin, The Jackson Five, Rolling<br />

Stones, Ray Charles, Stevie Wonder,<br />

The Doors dünyayı sallarken Ankara<br />

da bu müzikten etkilendi.<br />

1970’lere gelindiğinde Ankara<br />

arabeske teslim olur. Bu yıllarda<br />

fantezi müzik yaygınlaşır. Ferdi<br />

Özbeğen, Ümit Besen orglarının<br />

başında her telden şarkılar, türküler<br />

çalarlar tavernalarda. Buna karşın<br />

1970’lerde televizyonun Türkiye’ye<br />

gelmesi, dünya kültürünün de<br />

Ankara’ya ulaşmasının kapısını<br />

aralanmış olur. Japon ve Çin<br />

restoranları açılır Çankaya’da. TRT<br />

televizyonunda ekrana getirilen<br />

yabancı müzik gruplarının şarkıları<br />

ise gece kulüplerinde çalınmaya<br />

başlanır. Artık gece eğlencelerinde<br />

canlı orkestra müziği yerine kayıttan<br />

müzik dinlemeye geçilir; bugünkü<br />

DJ müziğine giriş yapılır diyebiliriz.<br />

Türkiye eğlence tarihinde uzun süre<br />

konuşulacak olan gazino geleneği<br />

de Ankara’da çok etkili hale gelir bu<br />

yıllarda. Fahrettin Aslan Ankara’da<br />

bu dönemde üç gazino açar: Maksim,<br />

Başkent ve Göl gazinoları.<br />

Yine de 70’lerde de Ankaralı<br />

entellektüellerin sığınacakları bir<br />

iki liman kalmıştır. Tavukçu ve Körfez<br />

Lokantası. Esnaftan memura,<br />

öğrenciden piyango bileti satıcısına<br />

uzanan müşteri portföyüyle iç içe<br />

kurulu bir aydınlar lokalidir bu iki yer.<br />

Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncularının<br />

çok sık gittiği Tavukçu’ya Aziz Nesin,<br />

Rıfat Ilgaz, Ahmet Arif, Yaşar Kemal,<br />

Uğur Mumcu, Rutkay Aziz gibi<br />

değerli insanların çok sık uğradığı<br />

bilinir.<br />

1980’lerde Yüksel Caddesi<br />

ve Sakarya’da barlar, kafeler açılır.<br />

Buralara yetişkinlerden çok gençler<br />

gelir. Bu semtlere Tunalı, Bahçelievler<br />

7. Cadde de eklenir. Buralar gelir<br />

durumu daha yüksek bir genç kitlenin<br />

hedefi haline gelir. Düşündürücü<br />

olan durum, yetişkinlerin ilgisini<br />

çekecek eğlence duraklarının<br />

giderek azalmasıdır. Bir zamanlar<br />

eğlence, her yaştaki Ankaralı için bir<br />

ihtiyaçken 80’lerden sonra yalnızca<br />

gençlere has bir eyleme indirgenir.<br />

1980 darbesiyle devlet, eğlenceye<br />

dönük politika geliştirmekten çok<br />

uzaklaşmıştır. Ankara başkent olduğundan<br />

devlet politikalarından<br />

en çok etkilenen kent olmuştur ama<br />

Ankara da tüm halet-i ruhiyesini, İç<br />

Anadolu Bölgesi başta olmak üzere<br />

tüm Anadolu’ya yayar. Ankara’nın ve<br />

Ankaralının kaygılı yüzü bu iletkenlik<br />

ve sorumluluktan ileri gelir.<br />

1990’lardan itibaren zengin<br />

77


ve eğitimli ailelerin çocuklarının<br />

gittiği özel üniversitelerin Ankara’da<br />

açılmasıyla birlikte yeni açılan<br />

mekânlar daha çok üst gelir grubuna<br />

ait gençlere yönelik olmaya başlar.<br />

1990’lar hamburgerin Ankara’da<br />

franchising sistemiyle yaygınlaştığı<br />

bir dönemdir. O zamandan beri<br />

Ankara’daki yemek merkezleri her<br />

yıl katlanarak artar. Herkes bilir<br />

ki Ankara’da aç kalmak mümkün<br />

değildir. Her cebe, her ağız tadına<br />

uygun yemekler yiyebilirsiniz Ankara’da.<br />

Gelelim bugünlere, yani<br />

2000’lere.<br />

Anlatacak büyük bir<br />

hikâyeniz varsa ve bu hikâyeyi<br />

yalnızca arkadaşlarınıza değil, daha<br />

başka insanlara da anlatmak<br />

isterseniz adresiniz Kızılay Konur<br />

Sokak’taki Mülkiyeliler ve çevresidir.<br />

Ankara’nın kent merkezi şimdilerde<br />

başka semtlere kayıyor görünse de<br />

Ankaralı entelektüellerin Kızılay’dan<br />

ayrılması şimdilik olanaksızdır. Yazarlar,<br />

ressamlar, gazeteciler hâlâ orada<br />

çok koyu sohbetlere dalarlar. Parlak<br />

fikirler bulup, başka yerlerde yazıp<br />

söylemeye devam ederler. Orhan<br />

Veli gibi, Turgut Uyar gibi, Azra Erhat<br />

gibi…<br />

Ankara yıllardır bir okul<br />

kentidir. Bu nedenle kentin eğlence<br />

dünyasını özellikle üniversitelilerin ve<br />

liselilerin belirlediğini söyleyebiliriz.<br />

Eğlence için önce okuldan çıkmak<br />

gerekir ama. Saat 16.00 sularında<br />

Ayrancı, Kızılay, Tunalı, Ulus öğrenci<br />

kaynar. Otobüsler, dolmuşlar yollar<br />

gırla eğlencedir. Hoca taklitleri, maç<br />

tahminleri, yeni çıkan rock müzik<br />

grubunun cep telefonu kulaklığı<br />

marifetiyle tanıtımı, cam kenarında<br />

test çözeni dürtme ya da elinden<br />

testi alıp saniyesinde çözme,<br />

ardından kopan kızlı erkekli kahkaha<br />

tufanı. Gürültüden başı beyni<br />

patlayan memur emeklisi Ankaralı bir<br />

hanımefendi ‘Evladım, birazcık sessiz<br />

olabilir misiniz?’ diye sesleniverir. Bir<br />

anlık susulur ama tümden sessizlik<br />

sağlamak imkânsızdır, yeniden başlar<br />

bu döngü. Ankaralı hanımefendi de<br />

bilir sonucun böyle olacağını, ama<br />

ne yapsın! Baktı olmuyor o da çıkarır<br />

cep telefonunun kulaklığını, başlar<br />

dinlemeye alaturkaları. Ankaralı<br />

emekli hanımefendiler yenilikleri<br />

sever, izler; giyimlerine özen gösterir;<br />

düzgün bir dille çevrede olup biten<br />

yanlışlarda seslerini çıkarmayı iyi<br />

bilirler. Rengârenk sesler, otobüsün<br />

camlarından Atatürk Bulvarı’nın<br />

üzerindeki gökyüzüne dağılır. Bir<br />

de bahar mevsimiyse ağaçlar çok<br />

mutludur, tepelerinde kuşlarla.<br />

Kızılay çok güzeldir, kalabalığıyla.<br />

Kızılırmak Sineması’ndan<br />

Kocatepe’ye tırmanırken sağlı sollu<br />

uzanan, mütevazı, iyi müzikler çalan<br />

kafeler vardır. Bu kafelerde kitaplar<br />

konuşulur, filmler tartışılır. Kafelerde<br />

oturan sinemacılara, öykü yazarlarına,<br />

şairlere rastlarsınız. Ankara okumuş<br />

yazmış insanların birbirine kolayca<br />

değebildiği, sohbetle eğlenen<br />

insanlarla doludur. İtalyanca kursuna<br />

gitmek, Olgunlar’dan kitap<br />

almak, Karanfil pasajında fotokopi<br />

78


çektirmek, tez bastırmak işte neyse<br />

gerekçeniz Karanfil’de sevgilinizle<br />

ya da arkadaşınızla buluşursunuz,<br />

Dost Kitabevi’nin, Mülkiyeliler’in,<br />

metronun Yüksel Caddesi çıkışının<br />

önünde. Sonra sarmaş dolaş olursunuz<br />

buluşulanla, derken ver elini<br />

sokaklar. Ankara sokak doludur tıkış<br />

tıkış.<br />

Kızılay’da eline gitarı<br />

kapan gençlerin sahne aldığı küçük<br />

mekânlar vardır. Bu müzikli<br />

mütevazı yerler alkollü ya da alkolsüz<br />

olabilirler. Günün en popüler Türkçe<br />

pop şarkıları ile başlayan gece, Yeni<br />

Türkü ve Ezginin Günlüğü ile devam<br />

eder, Ankara’nın Bağları ile sona erer.<br />

Buralar daha çok şarkı söylemeye,<br />

gerekirse kalkıp dans etmeye<br />

‘müsait’ yerlerdir. Kurstan çıkışta eve<br />

gitmeye üşenip biraz da arkadaşlarla<br />

takılayım, yerleridir.<br />

Eski tüfekler Sakarya’daki<br />

barlara takılırlar. Öğleden sonra<br />

başlanıp gece yarılarına kadar<br />

süren politik tartışmalar, şiirin hası<br />

toplumcu mudur ikinci yeni midir,<br />

kadınlar neden bu kadar karmaşıktır<br />

meseleleri tartışılır durulur. Her gece<br />

bir ders çıkarılır, bir şeyler öğrenilir,<br />

bu zorlu ülkenin yeni maceralarına<br />

da güç toplanır. Buralar daha çok<br />

muhabbet, tartışma mekânlarıdır.<br />

Müzik arkadan belli belirsiz akar,<br />

sözünüzü kesen arkadaşınızın sözü<br />

bitince lafa nereden başlayacağınızı<br />

bilirsiniz. Bir gecede birbirinize<br />

fikren düşman olup aynı gecede<br />

kucaklaşır kardeş olursunuz. Buralarda<br />

çok iyi bildiğimiz yazarlara,<br />

şairlere, gazetecilere rastlamak<br />

pekâlâ mümkündür. Onları görünce<br />

yadırgamazsınız, fakat yanına oturup<br />

iki çift laf etmek isteseniz ters<br />

de karşılanmazsınız. Ankara’da<br />

herkes biraz ‘çok bilir’ olduğundan<br />

sizin onların sözüne karışmanız<br />

dert değildir, lakin bu işi adabıyla,<br />

nezaketle yapmalısınız.<br />

Tunalı’dan Akay’a inen Bestekar<br />

Sokak bugün çoğunlukla lise<br />

ve üniversite öğrencilerinin gittiği<br />

rock barlarla doludur. Red Hot Chili<br />

Peppers’tan Freddie Mercury’ye,<br />

Abba’dan Arcade Fire’a uzanan<br />

ve sokaklara yayılan müzik sesleri<br />

kaldırımda bile kendi eğlencenizi,<br />

muhabbetinizi yaratmanıza izin<br />

verir. ‘Buradan nereye gidiyoruz?’<br />

sorusunun sorulabileceği bir sokaktır<br />

ismiyle müsemma Bestekar Sokak.<br />

Ankara maalesef aynı<br />

zamanda bir AVM kenti. Her yıl<br />

daha büyük bir AVM yapmak<br />

isteniyor. AVM eğlencesi nasıl mı<br />

yapılır? Cumartesi ya da Pazar günü<br />

erkenden kahvaltı yapılır. Bol trafikli<br />

uzun bir araba yolculuğu yapılır.<br />

Uzun süre AVM’nin otoparkında<br />

park yeri aranır. Bütün mağazalar tek<br />

tek gezilir, gerekli gereksiz dünyanın<br />

masrafı yapılır. Alışveriş poşetleri<br />

arabaya bırakılıp geri gelinir. Spotlar,<br />

aşırı para harcamanın suçluluğu baş<br />

ağrısı yapar. Gişe filmlerinden biri<br />

seçilip gidilir. Çıkışta, tatsız tuzsuz<br />

bol patatesli, hamurlu bir yemek<br />

yenir. Evin yolu tutulur. Eğlenceden<br />

çok, eziyettir AVM.<br />

AVM eğlencesinden sıkılan<br />

79


kadınlar giderek çoğalıyor mu,<br />

bana mı öyle geliyor bilemiyorum.<br />

Günlerden cumartesiyse bir duş alıp<br />

Tunalı’ya koşan kadınlar var hâlâ.<br />

Pasajlarda kısacık etekler, taşlı tuşlu<br />

bluzlar, küçük şık şapkalar arıyorlar.<br />

Dönüp dolaşıp o beyaz tişörtü<br />

alıyorlar ama maksadın gezmek<br />

olduğunu bildiklerinden mutlular.<br />

Tepedeki güneşi görüyorlar, ağaçtan<br />

yere dökülen yaprağı görüyorlar.<br />

Ankara’nın bazı semtlerinin<br />

çocukları yaşadıkları kentten<br />

korkmazlar. Mesela Cebeci. Bağrış<br />

çağrış top koşturur; susayınca<br />

büfeden su, köşedeki simitçiden<br />

simit alırlar. Fakat çocuklar ara<br />

sokaktadırlar, görmek için başınızı<br />

uzatmanız gerekebilir. Sokakların iki<br />

tarafı da dizi dizi arabalarla doludur;<br />

kendilerine kalan ip gibi yolda da<br />

olsa futbol, yakan top vs. oynayan<br />

‘Ankara bebeleri’ sokağın sakinlerinin<br />

kafalarını şişmeye devam ediyorlar.<br />

Cebeci gibi, Ayrancı gibi semtlerde<br />

maç günleri erkekler kızlarla kafede<br />

maç izlemeye giderler. Derbi günleri<br />

her kafe aslında bir mini stadyuma<br />

döner. Küfür edenden ters bakış<br />

esirgenmez. Kızların yanında<br />

küfretmek olmaz Ankara’da.<br />

Bazı erkekler ve kadınlar,<br />

hatta lise öğrencileri yalnızca Akün<br />

Sahnesi’nde, AST’ta Büyük Tiyatro’da,<br />

Küçük Sahne’de tiyatro izlemek için<br />

evden çıkıyorlar. Cumhurbaşkanlığı<br />

Senfoni Orkestrası’nın konserleri hiç<br />

boş geçmiyor. Ayakta alkışlıyorlar<br />

oyuncuları, müzisyenleri... Devlet<br />

Opera ve Balesi’nin konser takvimini<br />

kol çantasında, ofisinin çekmecesinde<br />

saklayan Ankaralı çok.<br />

İstediği oyuna gitmek için aylarca<br />

bilet arayan gençler tanıyorum. Bu<br />

insanlar, cumhuriyetin ilk yıllarındaki<br />

Ankaralıların eğlence anlayışı ruhunu<br />

taşıyorlar. Eğlenmeyi öğrenmekten<br />

ayırmıyorlar.<br />

80


Urfa Postası<br />

Engin Türkgeldi<br />

İlk kez şehre iniyorum. Çarşı izni. Stabilize yolun uğultusu<br />

tüm minibüsü dolduruyor. Koltuklar dolu. Son anda bindiğim için<br />

sandıktan bozma bir tahtanın üzerinde oturuyorum. Pencereden<br />

dışarı baktığımda uçsuz bucaksız fıstıklıkları görüyorum sadece.<br />

Düzenli aralıklarla ekilmiş kısa ama güçlü fıstık ağaçları. Ova<br />

boyunca başka hiçbir şey yok. Sanki bir kaç dakikalık bir film<br />

pencerede tekrar tekrar oynuyor.<br />

Sıkılıyorum. Minibüsün içine dönüyorum. Şoför mahalli ile<br />

yolcu bölümü arasındaki kirişi Atatürk barajı, karınca duası, bir çift<br />

kadın gözü, çayırda seken bir kuzu, turkuaz renkli tropik bir deniz,<br />

İbrahim Tatlıses ve her sarsıntıda sallanan kehribar bir tespih<br />

süslüyor. Bir de hava karardığında tüm bunları mora boyayacak<br />

siyah lamba.<br />

81<br />

Fotoğraf: Engin Türkgeldi


Urfa’ya üç-dört kilometre<br />

kala iki genç minibüse el ediyorlar.<br />

Duruyoruz. Kapı açılıyor. Önce bir<br />

çuval ve bir Çikita muz kutusu,<br />

ardından yirmilerinde iki adam<br />

minibüse biniyorlar. Ayakta seyahat<br />

ediyorlar. Yüzleri gülüyor. Bıyıklı olan<br />

boştaki eliyle çuvalın ağzını kavramış,<br />

diğeri kutuyu bacaklarının arasında<br />

sabitlemiş. Yeniden yola koyuluyoruz.<br />

Çuvalda bir hareketlilik<br />

farkediyorum. Bir sağı bir solu<br />

inip kalkıyor. Kulak kabartıyorum.<br />

Derinden bir ‘guuu’ sesi. Çikita<br />

kutusundan da aynı sesin geldiğini<br />

duyuyorum.<br />

“Ne var bunların içinde?”<br />

diye soruyorum bıyıklıya.<br />

Tavuk, civciv, veyahut tavşan<br />

gibi bir yanıt beklerken adam<br />

“Güvercin,” diyor. Şaşırıyorum.<br />

“Ne yapacaksınız bunları,<br />

satacak mısınız?” deyince dünyanın<br />

en doğal olayından bahseder gibi<br />

“İddiaaa,” diyor. Yabancılığım bir<br />

damga gibi üzerimde. Ben sormadan<br />

anlatıyor. Posta güverciniymiş bunlar.<br />

Çuvaldakiler kendisinin, kutudakiler<br />

arkadaşının. Şehir girişine<br />

geldiklerinde güvercinleri havaya<br />

salacaklarmış. Eve ilk dönen kuşun<br />

sahibi iddiayı kazanacakmış.<br />

“Para var mı işin içinde?”<br />

diye soruyorum.<br />

“Yok,” diyor bıyıklı ama ben<br />

inanmıyorum.<br />

ŞANLIURFA<br />

Nüfus: 498000<br />

Rakım: 518<br />

Tabelayı geçtikten az sonra,<br />

adamlar şoföre inmek istediklerini<br />

söylüyorlar. Bıyıklıya yarışı izleyip izleyemeyeceğimi<br />

soruyorum. Başıyla<br />

onaylıyor. Beraber minibüsten iniyoruz.<br />

Selim’le buluşmamıza geç<br />

kalacağım ama olsun.<br />

Yol kenarındayız. Bekliyoruz.<br />

Neyi bilmiyorum. Bu sefer leb<br />

demeden leblebiyi anlayan diğeri<br />

oluyor, “Biraz bekleyelim ağabey,<br />

kuşlar sakinleşsin.”<br />

Konuşacak bir şey bulamıyorum.<br />

Yanımızdan geç vuran<br />

rüzgârlarıyla kamyonlar geçiyor.<br />

Keskin bir yanık mazot kokusu.<br />

Derken, uyarmadan veya hazırlık<br />

yapmadan bir anda çuvalın ağzı<br />

ve kutunun kapağı açılıyor. Beyaz,<br />

gri, lekeli, siyah, kahverengi,<br />

çeşit çeşit kuş havalanıyor. On<br />

beş-yirmi tane kadar. Kanatlarını<br />

gürültüyle çırpmalarında bir şaşkınlık<br />

hissediliyor. Tam olarak ne yapacaklarını<br />

bilmeden yükseliyorlar.<br />

Sonra bir kaç kez daireler çizerek<br />

tepemizde dönüyorlar.<br />

“Bir ikisi hâlâ şaşkın,” diye<br />

mırıldanıyor bıyıklı, “Hepsi dönmez<br />

geriye.” Üçümüz de başımızı arkaya<br />

atmış halde kuşları seyrediyoruz.<br />

82


Gözümü onlardan ayırmadan<br />

“Sık olur mu bu?” diyorum.<br />

“Bazen,” diye cevaplıyor<br />

öbürü “İki üç tanesi kaybolur<br />

gider.” Biz konuşurken güvercinler<br />

geldiğimiz yere, kuzeye doğru<br />

yöneliyorlar. Ellerimi siper edip<br />

kuşları takip etmeye çalışıyorum.<br />

Diğerlerinin dürbünlerini çıkarmalarını,<br />

yarışı takip etmelerini bekliyorum.<br />

Fakat ikisi de başlarını tekrar<br />

yere indiriyorlar. Güvercinler siyah<br />

noktalara dönüşüp gökyüzünde<br />

kayboluyorlar. Yarışı neden izlemediklerini,<br />

yanlarında neden dürbün<br />

getirmediklerini soruyor, yakından<br />

takip etmenin daha eğlenceli olacağını<br />

anlatıyorum. İzlenmeyen yarış<br />

mı olurmuş!<br />

“İşin eğlencesi orada değil<br />

ki ağabey,” diyor bıyıklı. Ses tonunda<br />

kendilerini asla anlamayacak yabancılara<br />

duyulan hoşgörü var.<br />

Çabuk bir ‘Allaha ısmarladık’tan<br />

sonra hiçbir şey olmamış<br />

gibi ellerinde boş bir çuval ve muz<br />

kutusuyla yolun diğer tarafına geçiyorlar.<br />

Geri dönmek üzere minibüs<br />

beklemeye başlıyorlar. Yüzlerindeki<br />

mutluluk bu taraftan bile seçiliyor.<br />

83

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!