PDF'lerinizi Online dergiye dönüştürün ve gelirlerinizi artırın!
SEO uyumlu Online dergiler, güçlü geri bağlantılar ve multimedya içerikleri ile görünürlüğünüzü ve gelirlerinizi artırın.
<strong>altZine</strong><br />
Üç Aylık Edebiyat ve<br />
Kültür Dergisi<br />
Ücretsiz<br />
İlkbahar <strong>2015</strong><br />
Şehir // Eğlence<br />
Sayı Editörleri<br />
Su Başbuğu<br />
Hande Ortaç<br />
Yayın Kurulu<br />
Ümit Aykut Aktaş<br />
Su Başbuğu<br />
Sanem Bozkurt<br />
Özge Calafato<br />
Hande Ortaç<br />
Aylin Sökmen<br />
Engin Türkgeldi<br />
Tasarım&Uygulama<br />
Su Başbuğu<br />
Görsel Katkıda Bulunanlar<br />
Hekim Ali Babacan<br />
Sena Başöz<br />
Jean-Michel Bihorel<br />
Balca Ergener<br />
Levent Gönenç<br />
Sevecen Tunç<br />
Engin Türkgeldi<br />
altzine@altzine.net<br />
www.altzine.net<br />
Önsöz - Su Başbuğu&Hande Ortaç<br />
Tunalı’da Bira İçmek – Yekta Kopan<br />
Yaşamın Akşam Suyu – Sevecen Tunç<br />
Gençliğim İzmir – Ayşegül Yaraman<br />
Kars – Aylin Sökmen<br />
Boş Zaman ve Eğlence Kültürü – Nial Tekin<br />
Şeyler 2.0 – Özge Calafato<br />
Başka Şehir Başka Sinema – Eylem Ertürk<br />
Pinyata – Sanem Bozkurt Sarı<br />
Yeni Hayat Üçgeni: Site-Plaza-AVM – Ali Ergur<br />
Taksi – Hande Ortaç<br />
Osmanlı’dan Günümüze Bir Kent Ögesi Olarak<br />
Meyhaneler – Fikret İklima Yeşiltaş<br />
Namık – Hekim Ali Babacan<br />
Alternatif Müziğin İzleri Üzerine: Kod Müzik ve<br />
Gece Servisi - Ekin Sanaç<br />
Ankara Cidden Çok Eğlencelidir! – Tuğba Çelik<br />
Urfa Postası – Engin Türkgeldi
<strong>altZine</strong>, 1998’den beri internet üzerinden yayın yapan bir<br />
edebiyat dergisi. Hatta bu konuda alanında ilk demek daha doğru<br />
olur. Başlangıç yıllarında <strong>altZine</strong>, hayal gücüne yeni bir boyut<br />
kazandıran, erişimin ve dağıtımın ucuz ve kolay olmasından dolayı<br />
daha demokratik olarak nitelendirilebilecek yapısıyla, internet’i<br />
deneyimleme hevesindeki yaratıcı insanları bir araya getiren<br />
bir platform oldu. 2010 yılına geldiğimizdeyse internet artık<br />
birçokları tarafından keşfedilmiş, blogların açılmasıyla kullanımı<br />
yaygınlaşmış ama ulaşılabilirliğin konforuyla elekten geçmeyen<br />
paylaşımlarla kalabalıklaşan ve bu sebeple nitelikli metinlere<br />
ulaşmanın güçleştiği bir hâl almıştı. Bu tarihlerde basılı edebiyat<br />
dergilerindeki editöryel elemeyi internette de uygulamak ve belli<br />
bir çizginin üstünde yazılmış metinleri içeren bir içerik havuzu<br />
oluşturabilmek için <strong>altZine</strong>, editöryel yaklaşımın ön plana çıkarıldığı<br />
bir platforma dönüştü. Dünyada internet erişiminde ve bilgisayar<br />
kullanımında üst sıralarda olan Türkiye, aynı performansı kaliteli<br />
ve özgün Türkçe kurmaca içerik için gösteremiyor ne yazık ki. Bu<br />
15 yılı aşan yolculuk boyunca <strong>altZine</strong>’in, 292 yazarın 464 özgün<br />
metniyle yer aldığı bir platform olarak bu boşluğu önemli ölçüde<br />
doldurduğuna inanıyoruz.<br />
Zaman, sanal alemde gerçekte olduğundan daha hızlı<br />
geçiyor sanki. İmkânlar arttıkça ihtiyaçlar aynı hızda değişiyor ve<br />
dönüşüyor. İnternet üzerinde yayın yapan bir dergi ya da platformun<br />
bu değişime karşı koyması değil, akışla birlikte ilerleyerek gidişata<br />
uyum sağlaması hatta müdahale etmesi gerekiyor ya da biz<br />
kendimize böyle bir misyon biçiyoruz. <strong>altZine</strong> her ay belirlenen<br />
tema çerçevesinde ağırlıklı kurmaca yayımlayan fakat bağımsız tüm<br />
fikir ve yorum yazılarına açık olan bir metin deposuydu. Okunması<br />
2
için keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce<br />
metnin hevesli okuyucular tarafından<br />
titiz bir çalışmayla incelenmesi<br />
gerekiyordu. Okurlarımızın halen bu<br />
metinlere ulaşma şansı var.<br />
Yeni <strong>altZine</strong> tematik bir<br />
dergi olma özelliğini koruyacak.<br />
Fakat form olarak daha anlaşılır,<br />
içerik olarak üstüne biraz daha kafa<br />
yorulmuş, birbirini tamamlayan<br />
metinlerin kavramsal bir çerçeve<br />
içinde buluşabildiği bir yapıya<br />
kavuşuyor. Bir yıl boyunca 4 sayı<br />
olarak yayımlanacak olan <strong>altZine</strong><br />
Edebiyat ve Kültür Dergisi, yılın<br />
başında belirlenecek olan bir tema<br />
etrafında şekillenecek. Bu 4 sayı,<br />
temayı 4 farklı açıdan irdeleyecek.<br />
Her şey çok hızlı akıyor dedik<br />
ya buna karşı durmanın da bir<br />
marifet olduğuna inanıyoruz. Bir<br />
yılı tek bir konu üstüne düşünüp<br />
didiklemek de; zamanın, teknolojinin,<br />
tüketim kültürünün anlık, geçici<br />
ve akışkan yapısına bir nebze de<br />
olsa direnmemizi sağlayacak. 4<br />
farklı editör grubunun elinden<br />
çıkacak 4 farklı sayı, yılın teması<br />
üstüne derinlemesine düşünmemizi<br />
sağlayacak. Yıl içinde 4 sayı olunca<br />
yayın tarihlerimizi de mevsim<br />
dönümlerine denk getirmek istedik.<br />
21 Mart, 21 Haziran, 23 Eylül ve 21<br />
Aralık tarihlerinde yeni sayılarımızı<br />
yayımlayarak, başlayan mevsimin<br />
tazeleyici ve dönüştürücü gücünden<br />
faydalanmak istiyoruz. Yeni <strong>altZine</strong>’in<br />
ilk sayısını da baharı karşılarken<br />
yayımlıyoruz; 21 Mart <strong>2015</strong>. İlkbaharın<br />
yenileyici nefesinden güç alarak yeni<br />
formumuzun <strong>altZine</strong>’in on yıllara<br />
yayılan serüvenine ömür katacağını<br />
umuyoruz.<br />
<strong>2015</strong> yılını kapsayacak ve<br />
tüm sayılarımızın üst başlığı olacak<br />
temamız ŞEHİR, ilk sayımızın<br />
konusu ise EĞLENCE. Bu iki<br />
kavram arasındaki ilişkiyi günümüz<br />
şehirlerinde hayat tarzı ekseninde,<br />
eğlencenin tüketimi çerçevesinde<br />
irdelemeye çalıştık. Kurmaca metinleri<br />
destekleyen anı-araştırma-tanıklık<br />
yazılarıyla birlikte; yeni kentlerin<br />
sosyolojik boyutlarını inceleyen ve<br />
hayat tarzı konusunda çözümlemeler<br />
içeren çerçeve metinlere de yer<br />
vererek, tarihsel arka plan ve<br />
altmetin çalışmalarımızı görünür kılmaya<br />
gayret ettik.<br />
Şehir//Eğlence sayımız,<br />
<strong>altZine</strong>’in kurucusu ve uzun yıllar<br />
yürütücüsü olan Yekta Kopan’ın<br />
selamıyla açılıyor. Yekta Kopan’ın<br />
metnini, yine eski bir <strong>altZine</strong> ve<br />
altKitap çizeri olan Levent Gönenç<br />
resimledi. Dostlukları gibi <strong>altZine</strong>’in<br />
yeni formunun da kalıcı ve yine onlar<br />
kadar üretken olmasını diliyoruz.<br />
Sadece şehirle kısıtlanamaz<br />
ama futbol, toplumsal eğlence endüstrisinin<br />
en büyük temsilcilerinden<br />
biri. Sevecen Tunç, İstanbul’da,<br />
sektörün henüz naif yıllarında geçen<br />
ve gerçek karakterlere dayandırdığı<br />
yarı kurmaca metniyle sayımıza<br />
katkıda bulundu.<br />
Şehirdeki eğlence kültür<br />
tüketimini kişisel tanıklıklarıyla zenginleştirerek<br />
anlatan, bir yandan<br />
da değişen eğlence anlayışlarını<br />
3
tarihselleştiren ve farklılıkları ustaca<br />
ortaya koyan iki metnimiz var. İzmir’le<br />
ilgili olan metin Ayşegül Yaraman<br />
tarafından kaleme alındı. İzmir’in<br />
çehresini değiştiren aile tarihiyle de<br />
zenginleşen Yaraman’ın metni, İzmir<br />
için hem sözlü bir tarih çalışması<br />
hem de akademik bir çözümleme.<br />
Tuğba Çelik ise Ankara’nın eğlence<br />
tarihini titiz bir çalışma ve incelikli<br />
gözlemleriyle günümüze kadar getiriyor.<br />
Çelik, Ankara hakkındaki birçok<br />
önyargıyı yıkacağına inandığımız samimi<br />
bir yazıyla bu sayıya katkıda<br />
bulunuyor.<br />
Fikret İklima Yeşiltaş ise<br />
meyhane kültürünün Orta Asya’dan<br />
günümüze, toplumsal çelişkilerini<br />
ve sosyolojik katkılarını ortaya koyan<br />
bir yazıyla bu sayımızın yazar<br />
kadrosunda yerini alıyor.<br />
<strong>altZine</strong>’in Şehir//Eğlence<br />
sayısının kavramsal çerçevesini iki<br />
önemli metin üzerinden tartışmaya<br />
açıyoruz. Hayat tarzı kavramını inceleyen<br />
çerçeve metni Nial Tekin;<br />
şehirdeki yeni hayat formlarını ve bu<br />
formların tüketim motivasyonlarını<br />
ortaya koyan metni Ali Ergur kaleme<br />
aldı. Dergimizin tartışma konularını<br />
belirlerken, bu iki yazarımızın farklı<br />
metinlerinden faydalanmıştık, kavramsal<br />
arka planımızı görünür<br />
kılan bu yepyeni iki metini keyifle<br />
okuyacağınıza inanıyoruz.<br />
Eğlence deyince müzik ve<br />
sinemayı dışarıda bırakmak olmazdı.<br />
Dinamiklerin çok hızlı değiştiği bu<br />
iki sektörü, sektörün farklı kalmayı<br />
başaran oluşumlarıyla konuştuk.<br />
Sinema için Başka Sinema röportajını<br />
Eylem Ertürk; müzik için Kod<br />
Müzik ve Gece Servisi röportajını ise<br />
Ekin Sanaç gerçekleştirdi.<br />
Hekim Ali Babacan, Sanem<br />
Bozkurt, Özge Calafato, Hande<br />
Ortaç, Aylin Sökmen ve Engin<br />
Türkgeldi kurmaca metinleriyle;<br />
Hekim Ali Babacan, Sena Başöz,<br />
Jean Michel Bihorel, Balca Ergener<br />
görselleriyle bu sayıya katkıda bulunup<br />
içeriğimizi zenginleştirdiler.<br />
Çok kısa bir zamanda destek<br />
çağrımıza olumlu cevap veren tüm<br />
yazar, çizer ve sanatçı dostlarımıza<br />
çok teşekkür ederiz. Dostluğumuz<br />
<strong>altZine</strong>’in yıllar boyu bizleri bir<br />
araya getiren, birlikte okumaya ve<br />
tartışmaya imkân veren yapısından<br />
ve misyonundan kaynaklanıyor.<br />
Her zaman olduğu gibi<br />
derdimiz tüm sözü söylemek değil,<br />
ilk soruyu ortaya atıp birlikte<br />
düşünmemizi sağlayacak tartışmalar<br />
ve bunları özgürce konuşabileceğimiz<br />
mecralar yaratmak. Yeni<br />
<strong>altZine</strong>’in yeni dostluklara vesile<br />
olması dileğiyle…<br />
Sayı Editörleri<br />
Su Başbuğu § Hande Ortaç<br />
4
Tunalı’da Bira İçmek<br />
Yekta Kopan<br />
Sulu bira içtiğimiz yıllarda bunlara paramız yetmezdi.<br />
Şimdi cebimiz iki kuruş para gördü, biraz palazlandık ya, vuralım<br />
dibine kafasındayız. Menüde kaç çeşit yabancı bira varsa hepsinden<br />
içeceğiz. İkişer şişe. Bir Levent’e, bir bana. Sevdiğimiz bir marka<br />
olursa birer tane daha patlatırız.<br />
Parkın girişindeki ağaçların dallarına kırmızı-beyaz<br />
fenerler asmışlar. Her fenerin tepesinde bir güvercin var; nöbetçi.<br />
İlk iki şişe Belçika’dan geliyor. İlk iki şişenin sohbeti de gençlik yıllarından.<br />
Tam da burada... bu parkın bir kuytusunda okuduğumuz<br />
bir şiir kitabı düşüyor aklımıza. Neyse ki, biraya ezberden şiir<br />
meze yapanlardan değiliz. Gençlik dersen... onu da kendi haline<br />
bırakmak lazım.<br />
Birileri Tunalı’nın romanını yazacak diye bekledik durduk<br />
yıllarca. Umutla salaklık arasındaki sınırda, üçüncü şişeyi<br />
Almanya’dan söylüyoruz. Beyaz bira. Tam da fenerler yandığında<br />
aşk düşüyor masaya. Konuşulacakların hepsini yıllar önce konuşmuş,<br />
sır tutmayı bilen kuğulara anlatmışız. Susup masayı parlatmaya<br />
devam ediyoruz.<br />
Müzikten konuşmaya başladığımızda Japonya’dan bir bira<br />
söylüyoruz. Taş gibi. Hani var ya, geceler boyu dinlediğimiz gitar<br />
sololarından hiçbir farkı yok. Yudum yudum akıyor, gırtlaktan. Nota<br />
nota beynimize akan şarkılar gibi. Yapamadığımız bestelere yer<br />
açıyoruz masada. Kızarmış patateslerle kokoreçlerin tam ortasına.<br />
Gece güzel iniyor Ankara’ya. Tunalı, hayal kokuyor.<br />
Cadde boyunca yürürdük. Çoğu zaman nereye<br />
yürüdüğümüzü düşünmeden. O yürüyüşün mezesi sohbetlerin<br />
tadına varmaktan başka amacımız olmadan. Yorulduğumuzda,<br />
oturur Kuğulu Park’ta bir banka, hayal kurardık. Cebimizde ne<br />
5
varsa denkleştirip, biraya otururduk<br />
Kıtır’da.<br />
Hâlâ hayallerimiz var. Bizim<br />
için şehir, o hayallerin imkânsızlığı.<br />
Bizim için eğlence, o imkânsızlığa<br />
âşık olmak.<br />
Kaçıncı bira için elimizi<br />
havaya kaldırdığımızı bilmeden<br />
devam ediyoruz geceye. Şu parkta,<br />
şu parkların hepsi için ayağa kalkan<br />
çocuklara, zamansız ölümlere<br />
içiyoruz. Canımız acıyor. O çocuklar<br />
olmadan eğlenemez hiçbir şehir.<br />
Ben peçeteye bir şeyler<br />
karalıyorum, son biraları söylemeden<br />
önce. Levent, üstüne bir desen<br />
çiziyor. Fondip yapıyoruz.<br />
Gecenin bir vakti, Kuğulu’dan<br />
Tunalı’ya uzun yürüyüşümüze<br />
başladığımızda aklımıza geliyor,<br />
peçeteyi masada unuttuğumuz. Ne<br />
düşünüyorsak, ne hayal ediyorsak bir<br />
kez daha Ankara’nın kuru soğuğuna<br />
hediye ediyoruz.<br />
Gülmeye başlıyoruz.<br />
Çizim: Levent Gönenç<br />
6
Yaşamın Akşam Suyu<br />
Sevecen Tunç<br />
Şeref Mardinli için...<br />
Şeref Bey Amca yıllar sonra yeniden bu sabah, uykusundan<br />
yorganı tekmeleyerek uyandı. Yetmiş altı yaşındaydı. Topa<br />
vurmayalı nereden baksanız bir yirmi senesi vardı. Çocukluğunda<br />
abisi ile sobanın kenarına serili dar döşeği iki ucundan paylaştığı<br />
zamanlar, tekmeleri arada abisinin yüzüne isabet eder, her ikisi<br />
de korku ve heyecanla yataktan fırlardı. Sabırlıydı Adnan abisi.<br />
Kardeşinin düşsel şutlarını canı çok yanmadıkça sineye çeker, ‘Ah,<br />
merkez muhacim, bu seferki gollük pası kime attın!’ diyerek alaya<br />
bile alırdı.<br />
Şeref Bey Amca’nın çocukluğu Karagümrük’te geçmişti.<br />
Ama o semtin takımını değil, hayranı olduğu Tahtabacak İsmet’in<br />
Vefa’sını tutardı. Abisine sorsanız Şeref Bey Amca vefasız mı<br />
vefasızdı... Mahallesinin takımı dururken, öte mahallenin takımını<br />
tutmak da ne oluyordu ki? Karagümrük çeyrek asırlık mazisiyle<br />
İstanbul’un ve Cumhuriyet’in en eski kulüplerindendi. Her biri millî<br />
takım namzeti futbolcusuyla İkinci Küme’de aslanlar gibi mücadele<br />
ediyordu. Ancak ilgisizlikten yakınıyordu Karagümrüklüler. Cihan<br />
Harbi bittiğinden beri kentte pıtrak gibi türeyen köksüz kulüplere<br />
bile devletin eli uzanırken, kırmızı-siyahlılar kaç yıldır Halk Fırkası’nın<br />
salonunu lokal olarak kullanıyordu. Üstelik o Halk Fırkası ki Maarif<br />
Vekili Hasan Ali Bey, Karagümrük’ün Çukurbostan namı ile maruf<br />
toprak sahasını Vefalılara peşkeş çekmişti de işte o günden sonra<br />
iki komşu semtin arası iyice açılmıştı.<br />
Ama tüm bunlar on ikilik Şeref’in umrunda mıydı? O,<br />
Tahtabacak İsmet’e takmıştı bir kere. Bir vurdu mu topa, beş<br />
minare boyu... Bir maç çıkışı Şeref’in ceketine Vefa’nın yeşil beyaz<br />
çubuklu, mineli rozetini iliştiren de İsmet’ti. Karagümrük fakirdi,<br />
Vefa okullu... Hem kaleci Faruk da doğma büyüme Karagümrüklü<br />
7
olmasına rağmen Vefa’da oynamıyor<br />
muydu? Öyleyse Adnan abisi neden<br />
ona bu kadar kızıyordu?<br />
Futbol sevdası başına<br />
belaydı Şeref’in. Bir kere, futbolla<br />
dersleri beraber götüremiyordu.<br />
Okulla meşin top arasında muvazene<br />
kurmak, Vefa’nın İngiltere’den getirdiği<br />
ecnebi takım karşısında<br />
beraberlik golünü bulması kadar<br />
zordu. Sonra, bu iptila yüzünden<br />
en çok ana babasına zulmediyordu.<br />
Anası, mahalle maçlarında çamura<br />
batan okul formasını haftanın beş<br />
günü temizlemekten bir nebze<br />
şikayet etmiyordu da babası, yardım<br />
edeceğim diye geldiği yorgancı dükkânından<br />
futbol topu yapmak için<br />
elyaf ve pamuk aşırmasına tahammül<br />
edemiyordu. Celal Usta pamukları<br />
dövdüğü hallaç yayını alınca eline...<br />
“Profesyonel olunca,” diye<br />
bağırmaya başlıyordu Şeref. “Sana<br />
kapitone makinelerinden alacağım<br />
da beni dövdüğün için kendinden<br />
utanacaksın!”<br />
Gelin görün ki Celal<br />
Usta’nın utancı, oğlunun Vefa’nın B<br />
takımıyla Şeref Stadı’na çıktığı bir<br />
bahar günüyle sınırlı kaldı. O gün<br />
oğlunu izlemeye Karagümrük’ün<br />
amigosu Gardrop Fuat’la gitmişti.<br />
Stadın denize nazır ahşap tribününde<br />
az sayıdaki şakşakçı, kâh bezik kâh<br />
tavla oynayarak maçın başlamasını<br />
beklerken, Celal Usta’nın gözleri<br />
denizin sahayla, orta saha çizgisi<br />
doğrunca buluştuğu noktada bekleyen<br />
kayıkçıya takılıvermişti. Ta ki<br />
Gardrop, denize kaçan topları toplamakla<br />
mükellef bir görevli olduğunu<br />
açıklayıncaya kadar, Boğaz’ın akşam<br />
suyunda balık tutmak yerine<br />
beyhude bekleyen bu balıkçıya bir<br />
anlam verememişti.<br />
Şeref Bey Amca, daha maçın<br />
ilk dakikalarında, ahiretlik kahramanı<br />
Tahtabacaklığa soyunup beş minare<br />
boyu diktiği topu, Çırağan’ın pencerelerinden<br />
birine gönderdi. Celal<br />
Usta o an kendi kendine, bu saraya<br />
da bir top toplayıcı gerek, diye<br />
söylendi. Pencerenin geniş pervazına<br />
ilişmiş onlarca kuş bir anda havalanıp<br />
kanatlarınca yaracaktı göğü.<br />
İşte Şeref Bey Amca’nın,<br />
Vefa rozeti gibi ömrü boyunca<br />
taşıyacağı lakabına kavuşması da<br />
böyle oldu. O günden sonra Yorgancı<br />
Celal’in oğlu, Kuşçu Şeref namına<br />
mazhar oldu.<br />
O gün Şeref Stadı sanki<br />
toprak bir saha değil; gayyanın<br />
kuyusuydu. Yumruklar, tekmeler gırla<br />
gidiyordu. Tribünden ise hakeme<br />
yine o mahut terane okunuyordu. Ne<br />
olduysa maçın bitimine yakın, rakip<br />
takımdan iri kıyım bir oyuncunun<br />
ayağını uzattığı meşin yuvarlağa<br />
Şeref’in kafa topu diye yükselmesiyle<br />
oldu. Aldığı darbe göz sinir sistemini<br />
felç etti Şeref Bey Amca’nın.<br />
Aylarca açamadığı sol gözüne, Surp<br />
Pırgiç’teki en son ameliyattan sonra<br />
yeniden kavuştu.<br />
Bu maç böyle bitmeseydi<br />
belki de Kuşçu Şeref ismini bir<br />
Tahtabacak İsmet gibi, Mehmetçik<br />
Basri, Baba Gündüz, Tenekeci Garbis<br />
gibi herkes hatırlayacaktı! Hayat<br />
8
Şeref Stadı<br />
Mecmuası’nın sayfalarında boy<br />
gösterecek, belki Varol Ürkmez gibi<br />
beyaz perdeye bile konuk olacaktı.<br />
Şeref Bey Amca isterdi ki Vefa’nın<br />
A takımına çıksın, yeşil-beyazlı<br />
mukaveleye çıngıraklı imzasını<br />
çaksın, aldığı transfer parasıyla da<br />
babasına kapitonesini alsın. Olmadı...<br />
Onun futbol serüveni de pür amatör<br />
olarak kaldı...<br />
***<br />
Şeref Bey Amca geçmişini<br />
bu kadar berrak kılan şeyin<br />
futbol olmasına şaşarak yataktan<br />
kalktı. Yetmiş altı yaşındaydı. En<br />
yakın zaman, en uzaktı onun için.<br />
Çocukluğum, diye düşündü. Kör<br />
Galip ile Tahtabacak’ın pasları gibi<br />
seyyal... Ya şimdim? Geleceğim? İstanbul’da<br />
doğmuş, iki yıllık askerlik<br />
ve birkaç küçük seyahat dışında tüm<br />
anıları bu mavisel kentte birikmişti.<br />
‘Bütün yaşamım’ dediği bir fotoğraf<br />
çerçevesi ise o fotoğraftaki en net<br />
yüz, İstanbul’un yüzüydü. Futbolun<br />
bir de... Gerisi bulanıktı.<br />
Şeref Bey Amca alelacele<br />
üstünü giyinip, Kalfaefendi Sokağı’ndaki<br />
evinden çıktı. Asmalı’dan<br />
aldığı sıcacık simitleri Surdibi’ndeki<br />
kıraathanede demli bir çay eşliğinde<br />
yemeyi düşünürken, aklına daha<br />
parlak bir fikir geldi. “Şimdi, akşamki<br />
Fener maçının kaç kaç biteceği<br />
kahve ahalisinin tek istifhamıdır.<br />
İddialara tutuşulur, bahisler oynanır.<br />
Kaldıracak kafam yok gayrı,” diyerek<br />
Mumhane’nin Ayvansaray Caddesi’ne<br />
bağlandığı dar sokaklar boyunca<br />
dola düşüne Haliç’e indi.<br />
Parktaki iki halı saha da<br />
doluydu. İlkinde Eyüpspor’un minik<br />
takımı antrenman yapıyor; diğerinde<br />
ise hafta sonu tatilini fırsat bilen bir<br />
grup veteran, Şeref Bey Amca’nın<br />
futbol demeye dilinin varmadığı bir<br />
top oyununu icra ediyordu! Minikleri<br />
izlemeyi tercih etti Şeref Bey<br />
Amca. Çocukluğunda Çukurbostan<br />
sahasındaki idmanları izlemek de en<br />
büyük zevkiydi. Hatırladığı kadarıyla<br />
sahayı salı, çarşamba ve perşembe<br />
günleri Vefa, pazartesi ve cumaları<br />
ise Karagümrük kullanıyordu. Ah,<br />
9
nasıl sevdalıysa, Vefa’nın antrenörü<br />
Necdet Hoca’nın futbolcuları bile<br />
bıktıran kültür-fizik ve nefes<br />
idmanlarını dahi kaçırmıyordu. Seneler<br />
geçmişti... Acaba çocukluk rüyalarının<br />
yılmaz jönlerinden kaçı hâlâ<br />
yaşıyordu?<br />
Şeref Bey Amca, eski<br />
günlerde antrenmana dalıp akşam<br />
yemeğine geciktiği gibi, bu defa<br />
da kahvaltısını yapmayı unuttu.<br />
Soğuyan simidini Dolmabahçe’deki<br />
çay bahçesinde yemeye karar verdi.<br />
Aheste aheste yürüdü durağa doğru.<br />
Otobüsten Kabataş’ta indiğinde,<br />
Dolmabahçe istikametine bir insan<br />
selinin akmakta olduğunu gördü.<br />
Aynı anda Beşiktaş’ın da bugün<br />
Bursaspor’la maçının olduğunu hatırladı.<br />
’Hey gidi, koca Mithatpaşa!’ dedi<br />
İnönü Stadyumu’na dönerek yüzünü.<br />
Duhuliyede Adnan abisinin omzunda<br />
izlediği maçları anımsadı. 75 kuruşluk<br />
toprak altı tribününden 125 kuruşluk<br />
açık tribüne ancak liseden sonra,<br />
fabrikada çalışmaya başladığı zaman<br />
terfi edebilmişti. Kapalıda maç izlemek<br />
için ise, senelerce beklemesi<br />
gerekecekti. Nerede olursa olsun, sol<br />
gözündeki görme kaybından ötürü,<br />
ve üstelik Gazhane’nin dumanları<br />
arasında, oyuncuları seçmekte hep<br />
zorlanıyordu.<br />
Stadyuma akın edenler<br />
arasında yeşil-beyaz atkılı gençleri<br />
gördüğünde, seneler sonra Vefa’yı<br />
Mithatpaşa’da izleyecekmiş gibi içi<br />
bir hoş oldu. Neden sonra aklına<br />
geldi; ‘Artık futbolun Vefa’sı yoktu...’<br />
Tramvay yoluyla Dolmabahçe arasına<br />
kurulu atkı tezgahlarından birinin<br />
önünde durdu. Yüzlerce rengin<br />
arasında gözleri hâlâ Vefa’nın yeşilbeyazını<br />
arıyordu. Sonra bir başka<br />
yeşil-beyaz ilişti gözüne. Satıcıya on<br />
lirasını uzattı. Önce denizin kıyısına<br />
inip, saatlerdir bitiremediği simidiyle<br />
martıları doyurdu. Sonra boynunda<br />
Bursaspor atkısı, yakasında Vefa<br />
rozeti ile stadyuma doğru yola<br />
koyuldu.<br />
Gazhaneli İnönü, Galip Haktanır Arşivi<br />
Fotoğraf: Balca Ergener<br />
10
Gençliğim İzmir<br />
Ayşegül Yaraman<br />
Yeniden samimiyet kurmaya çalıştığım doğum kentimi<br />
bana bütün kayıplara rağmen eğlenceli kılan İzmirli arkadaşlarıma...<br />
1980’li yıllarda Paris’te Türkçe dersi verdiğim Yunan<br />
öğrencim, kökeni Yunanca olan nostalji sözcüğünün aslen memleket<br />
özlemi anlamına geldiğini öğretmişti bana. İster dönüştüğü haliyle<br />
geçmiş, ister aslıyla memleket özlemini anlatsın bu yazıda nostalji<br />
yapacağım.<br />
Hayatımda İzmirli kimliğimin vurgusunun artması<br />
konjonktürel mi bilemiyorum. Nostalji, hafıza ve İzmir’in kesiştiği<br />
son derece sübjektif anılar, aşağıda bir dönemin eğlence anıları/<br />
anlayışı olacak. Otobiyografi, biyografi, anı ve statüsüne önem<br />
atfedilmeksizin kişilerin sözlü tarihinin; köşeli, kuru, olanı değil<br />
ideolojik egemenliğe göre olması gerekeni anlatan resmî tarihin<br />
karşısında hümanist, demokrat, hakiki ve en önemlisi bilimsel tarih<br />
olduğuna kariyerim boyunca ürettiklerimde de inandım. Ama bu<br />
sefer kendi tarihime yolculuğun çekiciliği ağır basıyor.<br />
Büyüklerin eğlencelerine tabi olduğum yıllar: 1960’lar<br />
Ailem İzmir’e İstanbul’dan erken Cumhuriyet döneminde<br />
göçmüş. İlk yerleşilen mahalle 1937’de Beyler Sokağı. Orası<br />
itibar kaybedince Köprü, Güzelyalı ve Alsancak ikametgâh<br />
mahalleleri olmuş. Ben Güzelyalı’yı çok az yakaladım. Temamız<br />
eğlence olduğuna göre parktaki, adeta film kareleri sıklığıyla<br />
çekilmiş fotoğraflarım; yazın Sahil, Vadi ve Gözümoğlu, kışın<br />
Köşk sinemaları; Dondurmacı/lokmacı Rıza; yoğun komşuluk ve<br />
ahbaplık; anne dedem Yüksek Mimar Mühendis Ferruh Örel’in 30<br />
yıl ilk müdürü ve benim neslimi de belirleyen yapılarının mimarı<br />
olduğu 20 Ağustos-20 Eylül tarihleri arasında açık kalan Fuar<br />
gezmeleri erken çocukluk anılarımdan. Neredeyse İzmir’den uzun<br />
soluklarla ayrıldığım 20’li yaşlarıma kadar eğlence deyince biz<br />
11
İzmirlilerin aklına önce Fuar gelirdi.<br />
Lozan Kapısı yakınındaki ABD<br />
Pavyonu’nda lokmayı ilk kez çiçek<br />
yağında tatmıştık. SSCB Pavyonu,<br />
dedemin sere serpe uzanan kadın<br />
heykelleriyle belleklere kazınmış<br />
olan gölü geçince solda kalırdı ve<br />
iki kutuplu soğuk savaş yıllarının<br />
Amerikan etkisine rağmen mutlaka<br />
ziyaret edilirdi. Lozan Kapısı’nın sol<br />
yanındaki Pakistan Pavyonu’nun<br />
tipik mimarisi çekici gelirdi. İlk<br />
gençlik yıllarımda galiba diskotekti.<br />
Tam karşısında İtalyan Pavyonu<br />
olurdu. Tüketim yılları olmadığı için<br />
ülke pavyonlarında genellikle satış<br />
yapılmaz, bol bol bizim için o dönem<br />
çok lüks olan kuşe kağıtlara basılmış<br />
broşür dağıtırlardı. Dükkânlar, kendilerini<br />
aşağı bırakmak için önünde<br />
kuyruklara giren insanlara şaşırdığım<br />
Paraşüt Kulesi etrafına dizilirdi.<br />
Stantlara yaklaşmak, yürümek zordu.<br />
En büyük risk ise çığırtkanların<br />
reklam için üzerinize boca ettiği<br />
Gizli Çiçek ve Beyaz Zambak kolonyalarına<br />
hedef olmaktı; zira bu<br />
ağır ve sabit kokular üstünüzden<br />
günlerce çıkmazdı. Annem, bana<br />
her yıl muntazaman, genişleyen parmağıma<br />
göre mavi taşlı bir yüzük<br />
alırdı; tahaccümden dolayı bulana<br />
kadar akla karayı seçerdik. Tenceretava<br />
satılan bölgeler de vardı ama bu<br />
benim seçkim.<br />
Lunapark’ı es geçmek mümkün<br />
değil. Şimdiki gibi tüm yıl kurulu<br />
kaldığını hatırlamıyorum; galiba yalnızca<br />
aynalar sabitti. En önemlisi ise<br />
genellikle İtalya’dan gelen dünyaca<br />
meşhur sirklerdi. Ben o tarihlerden<br />
beri sirkleri pek sevmem. Hayvan,<br />
ahır ve tezek kokuları, benimle<br />
birlikte asgari dört nesildir büyük<br />
şehirli olan ailemin verdiği görgüden<br />
çok uzaktı. Trapezcilere ve her<br />
nedense palyaçolara ise çok acır,<br />
eğlencenin zevkini çıkaramazdım.<br />
Genelde Fuar, özelde Lunapark çok<br />
kalabalık olduğundan lafla taciz bir<br />
yana, elle sarkıntılık çok yaygındı.<br />
Bu yüzden fazla dolaşmaktan imtina<br />
ederdik. Tariş’in uzun kuyruğu kimseyi<br />
caydırmazdı, çünkü buz gibi şıra,<br />
manolya kokulu sıcak İzmir gecesinde<br />
herkesi ferahlatırdı. Ne mutlu ki<br />
şıra geleneği Fuar’da hâlâ devam<br />
ediyor. Büfelerde naylon torba içine<br />
pipet konarak satılan ayranlar artık<br />
yok. Bana zaten içirilmezdi. SEK<br />
Pavyonu açıldığında ilk pastörize<br />
ve kaymaksız yoğurdu orada tattım.<br />
Sunilik döneminin bu başlangıcı,<br />
kokuyor diye saf tereyağı yemeyen,<br />
sokak sütü ağır diye içemeyen benim<br />
gibi boğazsız bir çocuk için büyük<br />
bir mutluluktu. Genellikle Fuar’ın<br />
çıkışında her çocuğa alınan ve bileğe<br />
bağlandığı halde her nasılsa uçup<br />
karanlık gökyüzüne karışan balonları<br />
çoğumuz buruk bir hasretle hatırlarız.<br />
Birkaç renk olurdu da, her birinin<br />
tepe bölümü mürekkep gibi kokan<br />
bir başka boyaya batırıldığından<br />
daha koyuydu. Tavşan şeklindekiler<br />
çıktığında ben de çocukluktan çıkmıştım.<br />
Artık onlar da yok.<br />
Gazi İlkokulu’ndayken okul<br />
gezisi olarak gittiğimiz Hayvanat<br />
Bahçesi ve Sağlık Müzesi’ni de<br />
12
Bu yazıyı okuyorsanız ve internet<br />
bağlantınız varsa tıklayın.<br />
Ateş Böceği - Yönetmen: Osman F. Seden - 1975<br />
atlamayayım. Sağlık Müzesi’nin yolu,<br />
çevresinde Türk büyüklerinin<br />
büstlerinin bulunduğu havuzun<br />
oradan geçerdi. Bu bölgenin<br />
Fuar gecelerinde çok romantik<br />
bir aydınlatması olurdu. Hayvanat<br />
bahçesinin yine kokusu burnumu<br />
yakar ve melul mahzun dar alanlara<br />
kıstırılmış hayvanlar içimi acıtırdı.<br />
Çok daha sonraki yıllarda, kızımın<br />
Bahadır’dan dolayı İzmir’de en sevdiği<br />
yerlerden biri oldu. Fuar, sadece<br />
İzmirlinin değil, Ege Bölge halkının<br />
ve yerli turistlerin de buluşma<br />
noktasıydı. Ve dolayısıyla özellikle<br />
çocukluğumda Türkiye’nin tüm sınıfsal,<br />
kültürel farklarını birleştirirdi.<br />
Epeydir kalburüstü İzmirliler Fuar<br />
açıkken neredeyse hiç gitmiyor.<br />
Aslında karşılaşma noktalarımız azaldıkça<br />
kutuplaştık. Benim hatırladığım<br />
dönemlerin Fuar denilince akla<br />
gelen en önemli eğlencesi gösteri<br />
sanatlarında yoğunlaşırdı. Gazino<br />
kültürünü, klasik şarkıcıların dışında,<br />
iki-üç şarkı ezberleyerek sinemadaki<br />
ünlerini sahneye taşıyan film<br />
artistleri ve uvertür şarkıcıların<br />
yoğunluğuna bakarak gösteri sanatı<br />
olarak tanımlamam doğru mu<br />
bilemiyorum ama Kenterlerden<br />
Dormenlere, Sururi ailesinin İstanbul<br />
Tiyatrosu’ndan Nejat Uygur’a<br />
tüm tiyatrolar İzmir’e akardı. Çeşitli<br />
gazinoları/bahçeleri/gece kulüplerini/tiyatroları<br />
besleyen ünlülerin<br />
keselerine göre geceledikleri yerler<br />
değişse de en kalburüstü mekân<br />
Efes Oteli’ydi ve ilk gençlik yıllarımın<br />
arkadaşlarıyla havuz ve akşamüstü<br />
kokteyli saatlerinde bu açık gösteriyi<br />
kaçırmak istemezdik. Zeki Müren’i<br />
Manolya Bahçesi’nde neredeyse<br />
her yıl izlerdik. Gece yarılarına<br />
kadar süren program nedeniyle<br />
çocukken uyuklardım. En son Göl<br />
Gazinosu’nda 1979’da seyretmiştik<br />
ailece. Müzeyyen Senar Çamlık<br />
Senar’da olurdu genellikle. Onu<br />
son izleyişim ise üniversite yıllarının<br />
yaz tatilinde artık arkadaşlarımla<br />
birlikte, Kübana’dadır. O dönemde<br />
sahneye çıkan neredeyse herkesi<br />
seyretmişimdir, gece yarılarına kadar.<br />
Hatta kış aylarında Benelux<br />
Pavyonu’nda saz olurdu. Oraya da<br />
13
ailece giderdik. Daha çok radyo<br />
sanatçıları çıkardı. Pop, alaturka<br />
müzik türlerine yatkınlığımda payı<br />
büyüktür ve küçümseyenlere inat,<br />
zenginlik sayarım.<br />
Alsancak’a taşındığımızda<br />
7 yaşındaydım. İzmir Sineması henüz<br />
yoktu ama Tayyare Sineması<br />
kışın; Ar, Ünüvar, Dünya, Güneş,<br />
Kemahlıoğlu sinemaları yazın sıklıkla<br />
gidilen eğlence yerleriydi.<br />
Ar Sineması’nın önündeki seyyar<br />
çiğdemci pek meşhurdu da önünde<br />
kuyruklar olurdu. Kış geceleri yine<br />
komşuluklar, ahbaplıklar yoğundu.<br />
Sevinç Pastahanesi’nden alınan hazır<br />
salep koşa koşa eve getirilir, misafire<br />
ikram zenginleştirilirdi. Bir de yemek<br />
konusunda pek seçici olduğum halde<br />
Sevinç’in mozaik pastasını severdim.<br />
İlk olarak Kıbrıs Şehitleri’nde<br />
küçük bir mekânda açılan Efes<br />
Pastahanesi’nin hazır kekleri de ev<br />
ürünlerine taş çıkartan başka bir<br />
ikramdı. Reyhan’ın meşhur ve güzel iki<br />
katlı mekânında, yanılmıyorsam ikinci<br />
katında zaman zaman piyanoyla canlı<br />
müzik olurdu. Gündoğdu’da Pampam<br />
vardı ve kaşar rendeli domates<br />
çorbası ünlüydü. İlk Coca Cola’yı,<br />
Gündoğdu’dan Kordon’a çıkan sol<br />
köşedeki Burçak’ta içmiştim. Gerek<br />
Fuar gazinolarına gerek son söz<br />
ettiğim yerlere ahbaplar çoluk çocuk<br />
giderlerdi.<br />
Tabii kulüplerin bir de<br />
matineleri vardı. Kordon’da şimdiki<br />
limana yakın bölgede bulunan Sibel’de<br />
dans müziği yapan Alpay’ı<br />
izlemeye pazar gündüzleri beni de<br />
götürürlerdi. Çapa Öğretmen Okullu,<br />
Atatürkçü, muasır medeniyet tutkunu<br />
anneannemin arkadaşlarıyla bir çarşamba<br />
günü kadınlar matinesinde,<br />
1960’lı yıllarda Fransa’nın ünlü revüsü<br />
Madam Arthur’un gösterisini izlediğini<br />
hatırlıyorum. O yıllar için<br />
çok aykırı olan travesti şovu o kadar<br />
çok anlatıldı ki. Yine Sibel’de striptiz<br />
gösterileri de olurdu galiba.<br />
Hafta sonu ise teyzemle<br />
yürüyerek Alsancak Stadı’na maça<br />
giderdik. Fuar Müdürü’nün kızını evvel<br />
ezel herkes tanıdığı için mi, yoksa<br />
o devrin nezaketinden mi bilinmez,<br />
1955 golf şampiyonu teyzemi ve<br />
yanındaki küçük kız çocuğu olan<br />
beni kimse rahatsız etmez; futbol<br />
taraftarlığı üzerinden tatlı sataşmaları<br />
da kimse ihmal etmezdi. Söylememe<br />
gerek yok herhalde, o devirlerde<br />
rakip takımların taraftarları bir arada<br />
maç seyrederlerdi ve müsabakalar<br />
genellikle pazar öğleden sonraları<br />
olurdu.<br />
1971’de İzmir’de yapılan<br />
Akdeniz Oyunları’nın da tadını<br />
yediden yetmiş yediye layıkıyla çıkardığımızı<br />
hatırlıyorum. İzmir’e<br />
pek yakışmış ve sporda, özellikle<br />
Akdeniz Oyunları’nın, 6 Ekim 1971’de, İzmir Atatürk<br />
Stadyumu’ndaki açılış gösterileri.<br />
14
yüzmede çağ atlatmıştır.<br />
Ergenlikten İlk Gençliğe: 1970’ler<br />
Büyüyüp kendi eğlencelerimizi<br />
yaşamaya başladığımız ergenlik<br />
yıllarının en cazip ve kolay<br />
ritüeli Kordon’da tur atmaktı.<br />
Herkes aynı eğlenceyi tercih ettiği<br />
için yaşdaşların en harc-ı âlem<br />
karşılaşma noktalarındandı. Daracık<br />
bir kaldırımda sadece Sisi’nin, daha<br />
Heykel’e doğru da Ömerağa’nın<br />
masaları dururdu. Yol belli saatlerde<br />
trafiğe kapatıldığı için sere serpe<br />
tüm Akdenizliliğimizi yaşardık. Deniz<br />
ise şimdiki çimenlerin başladığı yere<br />
geliyordu henüz. Akşam saat 6’da,<br />
o zamanki NATO’da bayrak töreni<br />
olurdu ve o civardaysanız mıhlanıp<br />
kalmak zorundaydınız. Eve dönüş<br />
vakti yaklaştıkça turlanılan mesafe<br />
daha küçülür; Gündoğdu’dan<br />
başlayan tur neredeyse Tayyare<br />
Sineması’nın köşesinde bitmeye<br />
başlardı.<br />
Çok sık gitmemiş olmama<br />
rağmen Plevne Bulvarı’nda Gazi<br />
İlkokulu’nun arkasında bulunan<br />
Kantin’in mütevazı yapısıyla benim<br />
neslime çok hizmet verdiğini<br />
unutmamam gerekir.<br />
O zamanlar cumartesi de<br />
yarım gün okul olduğu için, kış hafta<br />
sonlarının en büyük eğlencesi olan<br />
14:30 seansında İzmir Sineması’na<br />
gitmenin amacı da sadece film<br />
izlemek değildi. Hatta ne oynadığının<br />
da pek önemi yoktu. Söz konusu olan<br />
yine bir karşılaşma noktasıydı. O<br />
zaman hemen hemen tüm okullar<br />
erkek-kız ayrı eğitim verdikleri<br />
için de, özellikle erkek ve kızların<br />
karşılaşma mekânıydı. Bir adım ötesi<br />
flört edenlere buluşma imkânı.<br />
Alsancak’ın dışına hele hele<br />
şehir dışına, örneğin Narlıdere,<br />
Kilizman ve Çeşme’ye lisenin son<br />
yıllarında erkek arkadaşlarımızın da<br />
bulunduğu gruplarımız olduğunda<br />
çıkmaya başladık. Ama nadirdir.<br />
Karşıyaka’ya, Güzelyalı’ya, Hatay’a<br />
da gitmezdik. Oralarda oturanlar da<br />
Alsancak’a pek gelmezlerdi. Şimdiki<br />
gibi Alsancak tüketim ve eğlence çılgınlığının<br />
merkezi olmamıştı. Köhne<br />
Alsancak çarşısında (şimdiki Kıbrıs<br />
Şehitleri) dolaşmak aklımıza bile<br />
gelmemiştir herhalde.<br />
Topçu’nun, o zaman İzmir’in<br />
ünlü pavyonlarınca çevrili ‘sakat’<br />
ve gariban mekânında hep aklımız<br />
kalırdı; zira ne ailelerimizle ne<br />
arkadaş grubumuzla gidebileceğimiz<br />
bir yer değildi. En yakın arkadaşımla,<br />
ikimizin de evlendiği ilk senelerde,<br />
ben İzmir’e gelip görüştüğümüzde<br />
‘kocalarımız sayesinde’ hevesle oraya<br />
gittiğimizi hatırlıyorum.<br />
Yıllarca Altay Lokali<br />
olarak denize uzanan tahta iskele<br />
biz liseyi bitirirken Karina Disko<br />
olmuştu. Atatürk Spor Salonu’ndaki<br />
diplomalarımızı aldığımız kep töreninden<br />
sonra oraya gitmiştik. Çok<br />
uzun süre mi açık kalmadı, yoksa biz<br />
mi rağbet etmedik bilemem, pek sık<br />
gitmedik. Efes Oteli’ndeki mezuniyet<br />
yemeği sonrasında ise geleneksel<br />
olduğu üzere Mogambo’ya gidilmişti.<br />
Bir havuz üzerinde istiridye şeklin-<br />
15
deki pistini dedem çizmişti ve<br />
Mogambo benim hep en sevdiğim<br />
mekân oldu. Onun uzantısı Disko<br />
Saffet’e de üniversiteliyken çok sık<br />
gider olmuştum. Hem arkadaşlarım<br />
artık mekânın yönetimini sahibi olan<br />
babalarından devralma sürecine<br />
girdikleri, hem de hepimizin yaşı<br />
oraya gidecek kadar büyüdüğü<br />
için. Yine Disko Saffet dönemimde<br />
geceleri İkiçeşmelik’teki çorbacılara<br />
dadandığımızı hatırlıyorum; çorba<br />
sevmezdim ama gece yarısının hafif<br />
alkollü açlığıyla kelleye bayılırdım.<br />
İstanbul’daki üniversitemden<br />
İzmir’e tatile geldiğim yazlarda<br />
İkinci Kordon’da SSK’nın<br />
apartmanının altında bulunan<br />
Bonjour’a takılır olduk. Daha önce<br />
doğum günü pastalarımızın ve<br />
Christmas çöreklerimizin alındığı bu<br />
‘seçkin’ ve hafifçe ‘yaşlı’ mekânda<br />
Yaman Okay’la tanıştık. Ankara<br />
Sanat Tiyatrosu’nun en devrimci<br />
yılları. Yaz boyu İzmir’de kaldılar ve<br />
Elhamra’da Ana, Dimitrof, Nereye<br />
Payidar, Kanlı Düğün oyunlarını<br />
sergilediler. Oyunlar çok oturmuş<br />
olmasına rağmen, her gün en az<br />
birkaç sahneyi yeniden geçerlerdi<br />
ve biz de provaların müdavimi<br />
olmuştuk. Onlarla öğrendiğimiz<br />
yerlerin başında gündüzleri açık<br />
olan eski balık halinin içindeki salaş<br />
meyhaneler vardı. Bir de Özsüt’ün<br />
Kemeraltı’ndaki ekşi süt kokulu<br />
dükkânında peynir tatlısının üzerine<br />
kazandibi koyarak yemeği Yaman ve<br />
arkadaşları öğretmişti bize.<br />
O yıllardan sonra manen<br />
ve fiilen ve en önemlisi mecburen<br />
oldukça uzak kaldım İzmir’den.<br />
1990’lardan sonra sık gelip gitsem<br />
de aile önceliğinin dışına<br />
çıkamadım. İki yıldır İzmir’i tekrar<br />
yakalıyorum. Bambaşka. Derslerde<br />
İzmir’in yerleşim düzenini anlatırken<br />
Bostanlı/Üçkuyular arasındaki hilalde<br />
yaşayanların içlerine pek göç<br />
sızdırmadıklarını ve de kendilerinin<br />
sahili bırakmadıklarını söylerim. Kentsel<br />
gerilimin önemli bir nedenidir bu<br />
durum ama paradoksal olarak aynı<br />
gerilimin günlük yaşamda değil, fiktif<br />
bir tehdit gibi kalmasına neden<br />
olur. Bu yerleşim şeklinin benim için<br />
en cazip yanı herkesi, üç aşağı beş<br />
yukarı, bıraktığım yerde bulmuş olmak.<br />
Çünkü onlardan başka hiçbir<br />
şey bıraktığım yerde değil. Başta<br />
annem ve deniz, ki deniz psikanalizde<br />
anne sembollerindendir.<br />
16
Marka Kentte<br />
Şehirli Eğlence<br />
Aylin Sökmen<br />
“Ne güzel işte, ucuza gelecek bu tatil,” dedi kadın<br />
sevgilisine dönüp.<br />
Kalacakları otelden bedava araba yollamışlardı. Bir tek<br />
son dakika aldıkları uçak biletine aslında hak ettiğinden fazla para<br />
vermişlerdi çünkü alt tarafı Kars’a gidiyorlardı.<br />
Onları havalimanından karşılayan Hyundai marka metalik<br />
arabanın şoförü, “Nasıl İstanbul? Özledik biz de valla, bir ayağımız<br />
hep oradadır,” diyerek başladı konuşmaya. Osmanbey ve<br />
Avcılar’dan aldığı tekstil ürünlerini otelin altındaki dükkânında<br />
satıyordu. İş hanından bozma binanın üst katlarını bu sene otele<br />
çevirdiklerini, odalardaki tüm malzemelerin İstanbul’dan geldiğini<br />
ballandıra ballandıra anlattı. Sıra sıra kuyumcuların dizili olduğu kısa<br />
cadde üzerinde durduklarında, “Kars’ın en marka caddesindeyiz<br />
biz,” dedi. “İlk kışımızı geçiriyoruz bu sene...” Daha sonra odanın<br />
pencereleri yere kadar cam olduğu için geceleri yaşanan ısı<br />
kaybını iliklerinde hissedip, otel müdürünün o açıklamayı laf olsun<br />
diye yapmadığını anlayacaklardı.<br />
Otelin lobi olarak kullanılan asma katında işlemlerin<br />
yapılmasını beklerken, mesleği mimarlık olan adam etrafı incelemeye<br />
başladı. Altın varakla ve oymalarla bezenmiş çevirmeli<br />
telefonun fotoğrafını iPhone’u ile çekerken ‘Antika özentisi, biraz<br />
kitsch...’ diyerek kendi kendine mırıldanıyor, kadın da kalacakları<br />
odanın nasıl olacağını düşünüp ‘Temiz olsun yeter’ diyordu ki, otel<br />
müdürü suratı düşmüş bir şekilde yanlarına geldi.<br />
“Yalnız,” dedi ve kısa bir süre ikisine de ayrı ayrı<br />
baktıktan sonra “evlilik cüzdanı olmadan aynı odayı veremiyoruz,<br />
biliyorsunuz.”<br />
Bilmiyorlardı. Daha doğrusu akıllarının ucuna gelmişti<br />
17
ama kırklı yaşlarının başında olduklarından<br />
böyle olası bir duruma kafa<br />
yormak istememişlerdi.<br />
“Söylemediler mi size yer<br />
ayırtırken?”<br />
Söylememişlerdi. Kadının<br />
sevgilisine, başka otel mi baksak bakışını<br />
yakalayan otel sahibi, “Bütün<br />
oteller böyledir burada,” dedi. “Yani<br />
İstanbul’da, Ankara’da da çoğu otel<br />
öyledir. Ama madem söylemediler,<br />
biz de sizi mahcup etmeyiz, tek<br />
oda parası alırız ayrı odalara. Yani<br />
kusurumuza bakmayın, ben izin<br />
versem de Karslı abilerim var, yani<br />
üstümüz var...”<br />
Daha sonra valizleri taşıyan<br />
genç otel görevlisi “En üst kata<br />
yerleştirelim sizi, bir tek kişilik,<br />
bir çift oda. Valizleri ayrı odaya<br />
yerleştirirsiniz sonra akşam kimse<br />
bakmaz zaten, istediğiniz gibi<br />
takılırsınız,” dedi göz kırparak.<br />
Gülümsediler. Müdürünün<br />
yanında mülayim ve sessiz gözüken<br />
gencin, takılırsınız, kelimesini kullanması<br />
hoşlarına gitmişti. Belli ki modern<br />
ve kafa biriydi. Çıkarken bahşiş<br />
veririz, diye düşündüler.<br />
Otel lobisinden aldıkları<br />
‘Kars’ta görülecek yerler’ broşürünü<br />
takip ederek camileri, kiliseleri,<br />
hamamları, Rus mimarisi belediye<br />
binalarını gezerek Kars Kalesi’ne<br />
doğru çıkarken yan yamaca sıralanmış<br />
TOKİ evlerini gördüler. Kayak<br />
kıyafeti giymiş aileler, sırt çantalı<br />
gençler, birkaç tane de marka çanta<br />
taşıyan kadından oluşan yerli bir<br />
turist grubunun yanından geçtiler.<br />
Rehberin İnsanlık Anıtı’ndan bahsettiğini<br />
duyar gibi oldular.<br />
“N’oldu yıkıldı di mi sonunda?”<br />
dedi adam.<br />
“Evet öyle biliyorum. Rezillik<br />
ama resmen! ”<br />
Kale içinde piknik yapmak<br />
yasaktır tabelası gördüklerinde nefes<br />
nefese kalmışlardı ama buna<br />
değeceğine emindiler. Ne var ki,<br />
kalenin tepesinden çıplak gözle<br />
baktıkları karlı dağların kucağına<br />
oturmuş kent ve doğa manzarası,<br />
adamın iPhone kamerasıyla çektiği<br />
resimlerde bir türlü gerçekte<br />
gözüktüğü gibi güzel çıkmıyordu.<br />
Kendi gördüğünün tıpkısının aynısını<br />
başkalarına gösteremeyecek oluşunun<br />
hayal kırıklığını yaşayan adam bir<br />
anda arkadan gelen rocky şarkısıyla<br />
irkildi. Lunaparklarda kendine yer<br />
bulamayacak derecede dökük bir<br />
boks makinesi belli aralıklarla kendi<br />
kendine çalışıyor, rocky şarkısı<br />
çalarken kış aylarında terkedilmiş çay<br />
bahçesinin camlarına soluk renkler<br />
yansıtıyor ve bir anda susuyordu.<br />
Kaleden aşağı inerlerken turla gelen<br />
grubun anca tırmanmaya başlamış<br />
olduklarını gördüler.<br />
“Bak işte, onlar daha nerede,<br />
uzun uzun anlatıyor rehber,<br />
ne gerek var aynı şeyleri biz de<br />
gördük,” dedi adam. Taş köprünün<br />
karşısındaki tepedeki karlar erimeye<br />
başlamıştı. “Bak bak,” dedi, köprünün<br />
bitimindeki boyaları kabarmış duvarı<br />
gösterip.<br />
saçlarının tonu hangi<br />
kahveye ait bilmiyorum<br />
18
ama,<br />
gözlerindekilerin hatrı 40<br />
yılı aşacak gibi<br />
#şiirsokakta<br />
ben seni severim<br />
sen başkasını<br />
geberir gideriz<br />
#şiirsokakta<br />
İlerleyen iki gün boyunca<br />
şehrin sokaklarında floresan turuncu<br />
kayak montuyla dolaşırken<br />
üzerine çevrilen bakışlardan biraz<br />
utandı kadın. Orhan Pamuk’un Kar<br />
romanından sonra daha da bir merak<br />
etmişti Kars’ı. Kitabı çıkar çıkmaz<br />
satın almış ama yarısına gelmeden<br />
sıkılıp bırakmıştı. Sinema manyağı<br />
bir arkadaşı Kars’a gideceğini<br />
duyduğunda heyecanlanmış, Reha<br />
Erdem’in Kosmos’u da orada çekildi,<br />
demişti. Kadın internetten filmi<br />
araştırmış, afişindeki güzel ve gizemli<br />
kadın oyuncunun çığlık atan tuhaf<br />
hallerini görünce filmi izlemekten<br />
vazgeçmiş fakat sonradan Kars<br />
Çayı’nın kenarındaki yamaçlarda<br />
tıpkı onun gibi poz vererek resim<br />
çektirmeyi ihmal etmemişti. Kadın<br />
illa ki de bir köye gitmek istiyordu.<br />
Yakınlarda şöyle enteresan bir köy<br />
yok mu diye lobideki görevliye ve<br />
taksicilere sorduğunda her seferinde<br />
şaşkın bakışlarla karşılaşıyordu. ‘Yani<br />
napıcaksınız ki köyde abla?’ diyen bir<br />
taksiciye ‘Hayvanları, çocukları ve<br />
oradaki ahalinin resmini çekeceğim,’<br />
diyemedi.<br />
Ertesi gün çevreyi gezmek<br />
için kiraladıkları taksinin<br />
şoförüne İstanbul’dan geldiklerini<br />
söylediklerinde daha onlar sormadan,<br />
bir oğlunun Erzurum’da yabancı dil<br />
okuduğunu, zamanında her şeyi<br />
görsün diye ona çobanlık yaptırdığını,<br />
buralarda anca büyükbaş hayvancılık<br />
yapabileceğini, çocuklarına bir şeyi<br />
bir kere söylediğini ve onların<br />
da sözünden çıkmadığını, laf<br />
dinleyen akıllı kızının lisede bu<br />
sene takdir getirdiğini ve doktor<br />
olmak istediğini uzun uzun anlattı.<br />
Arabanın çamurlanmış camından<br />
etrafı görmeye çalışırken, şoforü<br />
bir antropolog edasıyla dinlediler<br />
ve duyarlı sorularıyla vicdanlarını<br />
rahatlattılar. Son senelerde özellikle<br />
Sarıkamış ve kışları tamamen donan<br />
karlı Çıldır Gölü’ne Türkiye’nin<br />
dört bir yanından turist geliyordu.<br />
Aslen Ardahanlı olan şoför, ‘Çıldır<br />
Ardahan’ın abla, hâlâ Kars diyen<br />
var,’ diye yakındı. Büyüleyici Ani<br />
Harabeleri’nin resimlerini çekip<br />
Instagram’a koyarken yer bilgisinde<br />
Ermenistan Sınırı demeyi de unutmadılar.<br />
Sınırdalardı çünkü. Ülkenin<br />
sınırlarında olmak havalıydı. Taaaa<br />
Doğu Anadolu’nun en ucuna kadar<br />
gitmiş olmanın verdiği haz, bir<br />
başkaydı. Taksi ile uçsuz bucaksız<br />
beyazlığın arasından geçerken<br />
uzaktan Ağrı Dağı’nın ucunu bile<br />
gördüler. Avrupa’ya herkes gidiyordu<br />
bir şekilde artık, ama az<br />
kişi ta İstanbul’dan kalkıp Kars’a<br />
gelirdi. Nitekim birkaç tanıdıktan<br />
‘Ne işiniz var orada?’ diye şaşkınlık<br />
yorumu aldıklarında daha da gurur<br />
19
duymuşlardı kendileriyle.<br />
Akşam yemeği için gittikleri<br />
meşhur kaz evinde etsiz mantı<br />
hengel, buğdaydan yapılmış haşıl<br />
yemeğine ek olarak paylaşmak üzere<br />
kaz ve dana kavurma istediler. Kadın<br />
etli kavurmanın tadına baktı ve suratı<br />
buruştu.<br />
“Bildiğin canlı hayvan<br />
kokuyor bu... Taze herhalde, yiyemeyeceğim<br />
ben.” Neyse ki kaz<br />
kokmuyordu, çok da lezzetliydi.<br />
Yemekten sonra sigara<br />
içmeye çıktığında yanına gelen<br />
lokantanın sahibi kadına döndü,<br />
“Gerçekten çok lezzetliydi,<br />
elinize sağlık. Orhan Pamuk’tan<br />
sonra çok insan gelmeye başlamış<br />
buraya, öyle mi?” dedi.<br />
“Ya evet, arttı biraz turist.<br />
Orhan Pamuk’un Kar romanının izinde,<br />
diye günlük turlar da var.”<br />
“Orhan Pamuk buradayken<br />
gördünüz mü siz? Tanıştınız mı?”<br />
“Yok, ben o ara buralarda<br />
değildim ama olsaydım kesin kaz<br />
yemeğe gelirdi lokantama. Bütün<br />
devlet büyüklerini, büyükelçileri<br />
ağırladık. Kaz işini ben başlattım<br />
burada, sonra herkes yapmaya başladı.<br />
Ta İzmir’e, İstanbul’a kaz yolluyoruz<br />
buradan özel siparişle. Köydendir<br />
kazlarımız, çok talep var ama kaz az,<br />
her yerden geliyorlar marketlere<br />
istiyorlar ama o zaman bu lezzet<br />
olmaz. Ben ticaret lisesi mezunuyum,<br />
dernek kurucusuyum, sürdürülebilir<br />
Kars Kazı diye bir de projemiz var<br />
inşallah, bu işi geliştireceğiz... Bu<br />
gece şanslısınız, âşıklar atışması var,<br />
birazdan başlarlar...”<br />
Âşıklar atışırken, onlar da<br />
porsiyonu 60 TL’den yedikleri enfes<br />
kaz yemeğini, 0’ları atmayı reddeden<br />
yerel bakkaldan beş buçuk milyona<br />
aldıkları Antep fıstığını, gecekonduların<br />
olduğu ara bir sokağa<br />
girdiklerinde peşlerine takılan ‘erkek<br />
kuaförü’ sahibini, kiliseden bozma<br />
camiyi gezerken yanlarına yanaşıp<br />
‘Meryem Ana Meryem Ana buradan’<br />
diyerek istavroz çıkardıktan sonra<br />
‘Türkçe biliyor musunuz?’ diye soran<br />
adamı, kıraathanelere iki metreden<br />
fazla yaklaştıklarında içeriden birinin<br />
‘buyrun’ diyerek ayaklanmasını,<br />
Çıldır Gölü’nde turistler için buzları<br />
kırarak balık avlayan köylünün en<br />
az 250 TL ücret talep ettiğini, çay<br />
boyunca peşlerinden korkakça<br />
yürüyen tatlı kangal yavrusu köpeği<br />
nasıl da İstanbul’a getirmek istediklerini,<br />
âşıklardan birinin vakti<br />
zamanında Turkcell reklamına çıkmış<br />
olduğunu, çalıp söylerken habire<br />
cep telefonunun çaldığını ve her<br />
defasında üşenmeden telefonunu<br />
açıp ‘He söyle, yok arıcam ben<br />
seni programdayım şimdi’ deyişini<br />
dönüşte arkadaşlarına anlatmak üzere<br />
zihinlerinin bir ucuna kazıdılar.<br />
***<br />
Dönüş günü onları havalimanına<br />
bırakan otel müdürü “Nasıl,<br />
beğendiniz mi Kars’ı?” dedi.<br />
“Evet evet, çok güzel...”<br />
“Şu sınır kapımız bir açılsa...<br />
Güvenlidir de burası, kapkaçı hırsızlığı<br />
yoktur, bir utancımız geçen sene,<br />
duymuşsunuzdur, Mert Aydın.”<br />
20
İsim hiç de yabancı<br />
gelmemişti ama duraksayıp birbirlerine<br />
baktılar. Son yıllarda sürekli<br />
hatırlanan diğer isimler arasından<br />
hangisi olduğunu tam çıkaramadılar.<br />
“E peki, nasıl buldunuz<br />
yeni binayı? Artık havaalanı değil<br />
havalimanıyız! Yurt dışı seferlerimiz<br />
de var,” dedi gururla.<br />
Ege ve Akdeniz’deki havaalanlarını<br />
düşündü kadın. Hakikaten<br />
de çoğuna kıyasla çok Avrupai<br />
duruyordu. “Evet evet, güzel olmuş,<br />
birçok şehirdekinden çok daha iyi!”<br />
dedi sevinçle.<br />
Arabadan indiklerinde havalimanına<br />
tekrar baktı adam: “Sonuçta<br />
Kars iyi hoş da, ne bileyim...”<br />
Kadın, son dakika yolda<br />
durup eşe dosta aldıkları Kars<br />
gravyeri paketlerini valize tıkıştırdı,<br />
zorla fermuarını kapadıktan sonra<br />
sevgilisine döndü: “Fena mı işte,<br />
gelişiyor onlar da... Hem herkesten<br />
farklı bir şey yapmış olduk!” dedi ve<br />
yanağına bir öpücük kondurdu.<br />
21
Boş Zaman ve<br />
Eğlence Kültürü<br />
Nial Tekin<br />
Boş zaman, çalışma zamanına karşıt olarak konumlanmış<br />
modern bir kavramdır. Marksist çerçevede, iş gücünün yeniden<br />
üretilmesine karşılık gelen bu zaman birimi, birey tarafından,<br />
toplumsal bir etkinlik olan çalışmanın neden olduğu ‘yıkıntıların’<br />
giderilmesi arzusuyla biçimlendirilir. Buna karşılık, şayet ‘boş<br />
zaman’ın ekonomik ve politik araçların etkisine girebileceğini kabul<br />
edersek, bu kavramın ideolojik anlamlara gebe olduğunu görürüz.<br />
Endüstrileşme süreciyle birlikte, kilisenin şekillendirdiği<br />
zamansallık, fabrikaların üretim disiplinine göre, rasyonel bir algı<br />
ile yeniden şekillendi. Eğlence ve dinlencenin, zaman israfı olduğu<br />
doktrinini benimseyen püriten ahlakın, rasyonelleşme karşısında<br />
etkisini yitirmesiyle 1 , sosyal hayat ve çalışma dışı zamanın<br />
düzenlenmesinde yeni eğlence ritüelleri oluştu. Bugün artık<br />
eğlence etkinlikleriyle anlamlandırılan iş dışı zaman birimi, yeni<br />
üretim alanları yaratarak, ekonomik olanın, operasyonel bir aracına<br />
dönüştü. Bir diğer anlatımla, insanın dünyaya çalışmak için geldiği<br />
yönündeki çileci söylemler yerini hayatın zevklerinden faydalanma<br />
anlayışına bıraktı. Zira, kapitalist üretim biçimi, üreten insan kadar<br />
tüketen insana da ihtiyaç duymakta. Yani, toplumsal örgütlenmede<br />
birey, artık sadece bir işgücü olarak değil; kültür, eğitim, boş zaman<br />
ve hatta hastalıklarıyla da yerini alır. 2<br />
Bir dönem ayrıcalıklı bir kesimin imtiyazında olan eğlence<br />
etkinlikleri, herkesin ulaşabileceği şekilde popülerleşti. II. Dünya<br />
Savaşı’nın ertesinde, OECD ülkelerinin yaşadığı ekonomik büyümeye<br />
paralel olarak, yasallaşan hafta sonu tatilleri ve ücretli izinlerle<br />
1 Bu noktada, şüphesiz, ağır çalışma saatlerinin azaltılması yönünde yapılan önemli<br />
işçi hareketlerinin altı.<br />
2 Laclau, Ernosto, Mouffe, Chantal, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çeviri Ahmet<br />
Kardam ve Doğan Şahiner, Birikim Yayınları: İstanbul, 1992, s. 197.<br />
22
irlikte ücretli kesimin iş dışında<br />
geçirdiği zaman artarak düzenlendi.<br />
Hatta çalışan kesim, 1960’lardan<br />
itibaren, ücretlerin artışından ziyade,<br />
çalışma saatlerine dair düzenlemelere<br />
çok daha hızlı tepki verdi. 3<br />
Dolayısıyla, her ne kadar eğlence<br />
kültürü, sanayi sonrası toplumlardaki<br />
tüketimci ve hedonistik değerlerle<br />
analiz edilse de, özetlenen sosyotarihsel<br />
bağlamdan da anlaşılacağı<br />
üzere, boş zamanın şekillenmesine<br />
paralel olarak, eğlence tamamen<br />
endüstriyel toplumların üretimidir.<br />
Bu nedenle de, boş<br />
zaman etkinlikleri, üretim süreciyle<br />
eşbaşlı bir dönüşüm yaşar. Modern<br />
zaman çalışanının, emek sürecinin<br />
baskısından da kaçmak için eğlenceyi<br />
aradığını söyleyen Horkheimer ve<br />
Adorno, Kültür Endüstrisi kavramıyla,<br />
böyle bir kaçısın neden<br />
mümkün olmadığını anlatır: “Zira,<br />
(emek sürecinde) otomatikleşme,<br />
eğlenmeye yarayacak ürünlerin üretimini<br />
öylesine derinden belirler ki,<br />
insanoğlu, boş zamanında, bu sürecin<br />
kopyasından, yani emek sürecinin<br />
yeniden üretilmesinden başka bir<br />
şeye tutunamaz.” 4 Dolayısıyla, boş<br />
zaman, çalışma zamanının karşıtı<br />
değil, onun ‘gölgede kalmış uzantısı’<br />
halini alır. 5<br />
3 Teboul, René, Culture et Loisir Dans La<br />
Société du Temps Libre, Edition L’Aube: La<br />
Tour d’Aigues, 2004, s. 10.<br />
4 Horkheimer, Max ve Adorno, Theodore, La<br />
dialectique de la raison, Editions Gallimard:<br />
Paris, 1974, ss. 145-146.<br />
5 Adorno, T. W., The Culture Industry:<br />
Selected Essays On Mass Culture, ed. J. M.<br />
Bernstein, Routledge: London and New York,<br />
2001, s. 194.<br />
Bugün artık, boş zaman<br />
endüstrileri, kendi başına bir<br />
ekonomik alan yarattı. Yani, eğlence<br />
etkinliklerinden oluşan ve önemli<br />
kâr oranları sağlayan, önemli bir<br />
hizmet sektörü oluştu ve bu sektör<br />
özellikle dünya metropollerinin<br />
merkezinde yerini aldı. Zira, farklı<br />
yaşam biçimlerine (life style) gebe<br />
olan kentler, bireyleri tüketim<br />
etkinliklerine yönlendirecek şekilde<br />
planlanmıştır. Üstelik, bu durum<br />
sadece 21. yüzyıla özgü değildir.<br />
Mesela, café bourgeois olarak<br />
adlandırılan sosyalleşme alanları 17.<br />
yüzyıldan itibaren ortaya çıkmıştır. Bu<br />
bağlamda, kentleşme, yeni kültürel<br />
kodların ve normların benimsendiği<br />
bir süreçtir aynı zamanda.<br />
Eğlence alanında yaratılan<br />
ürünleri anlatırken kullandığımız,<br />
endüstri kavramı sadece ilk anlamı<br />
olan üretim sürecini değil, kültürel<br />
ürünlerin standardizasyonu, dağıtım<br />
tekniklerinin rasyonelleştirilmesini<br />
ve tüketilmesini anlatmak amacıyla<br />
da kullanılır. Bu standartlaşma<br />
içerisinde, boş zamanını değerlendirmek<br />
isteyen rasyonel bireyin,<br />
maliyet/verimlilik üzerinden biçimlenen<br />
eğlence tatmini, aslında iş<br />
disiplinin bir uzantısıdır. En kısa<br />
zamanda en fazla kâra ulaşma<br />
prensibi, belirlenmiş olan boş zaman<br />
biriminde gerçekleştirilen tüketim<br />
etkinliklerinin de merkezindedir.<br />
Bauman, bu durumu anlatmak için<br />
bugün artık tüketimde ‘ihtiyaçlardan<br />
arzulara bir geçiş’ olduğunu söyler.<br />
İhtiyaç nesnesi temelde, bizi bizim<br />
23
dışımızda var olan, nesnel bir<br />
gerçekliğe gönderir, oysa arzu<br />
nesnesi, arzunun kendisidir, tekrar<br />
tekrar arzulamaktır. Kapitalist üretim<br />
prensibi (Marx’ın anlattığı biçimiyle<br />
herhangi bir ihtiyacın tatmini değil,<br />
artı değerin artması prensibi) ihtiyaç<br />
yerine hiç doyurulamayacağına<br />
inanılan arzuyu tüketimin merkezine<br />
koyar. Arzu, nesnelerin yüzeyselliğinden<br />
öteye geçmeden, onlarda<br />
kendi yansımasını gördüğü kısa<br />
anın zevkini çıkarır. Hiçbir nesne,<br />
arzuyu tatmin edemez, zira yaşanan<br />
an çoktan bitmiş ve arzu bir diğer<br />
nesnede yansımasını bulmuştur<br />
bile. Dolayısıyla arzunun bu kaygan,<br />
değişken ve maddi olmayan<br />
temelinden ötürü kapitalist üretim<br />
ihtiyaçtan ziyade, kendisini ebediyen<br />
canlı tutacağına inandığı arzuya<br />
yatırım yapmaktadır. Bu bağlamda<br />
özne ise; zevk ve performans<br />
öznesidir. 6 Bugün yaşanan,<br />
1960’lardaki şeyleşme (réification)<br />
eleştirilerinde sıkça yapıldığı<br />
şekliyle öznenin şey’e indirgenerek,<br />
yadsınması ya da reddi değil, tersine<br />
öznelliğe olan vurgunun artması,<br />
öznelliğin tikelliğinin teşvikidir. 7<br />
Öznelliğe yapılan vurgu ise; üretim<br />
boyutunda müşteri merkezli ürün<br />
metoduyla somutlaşır. Bugün her<br />
ürün bireysel bir hava taşır. Hatta<br />
bireyselliğin kendisi, şeyleştirilerek<br />
sunulan nesnenin yansımasında<br />
var olur. Fetişleşerek özneden<br />
6 Laval, C., Dardot, P., La Nouvelle Raison du<br />
Monde, La Découverte, 2009.<br />
7 Fischbach, F., La Privation de Monde.<br />
Temps, Espace et Capital, Vrin: Paris, 2011.<br />
bağımsızlaşan nesne, hayattan kaçıp<br />
saklanılacak bir sığınak yanılsaması<br />
yaratır ve bu nesnede yaşayan birey,<br />
kendi zamansallığından kopan, sonsuz<br />
bir şimdiye sıkışan öznedir. Zira,<br />
sermayeye özgü değerin zamanı<br />
zorlayıcı bir şimdidir.<br />
Bu algı içerisinde, genel<br />
eğilim, niteliksel zamanın, fiziki olanın<br />
zamanının genelleşmiş zorlayıcılığı<br />
içinde inkârıdır. Bir diğer anlatımla;<br />
yaşanan deneyimin zamanının,<br />
ölçülebilir, hesaplanabilir olan zamanda<br />
olumsuzlanmasıdır. Zira<br />
geçen zamanın, ona sayısal bir değer<br />
atfettiğimiz için kontrol edilmesi,<br />
kazanılması halinde elle tutulur<br />
bir şeye dönüştüğü algısı vardır. 8<br />
Yani, boş zaman etkinlikleriyle<br />
şekillenen yaşam biçimini anlatmak<br />
için, şöyle diyebiliriz: “Deneyim<br />
epizotlarında gittikçe zenginleşirken,<br />
yaşanan deneyimlerde gittikçe yoksullaşıyoruz.”<br />
9 Kontrolsüz bir ritimde<br />
yaşarken yaptığımız sadece bizde iz<br />
bırakmayan, kişiliğimizi oluşturacak<br />
anlatılar kurmayan deneyimleri biriktirmektir.<br />
8 Hall, E. T., La Vie dans de la Vie. Temps Culturel,<br />
Temps Vécu, 1983, Points Seuil: Paris,<br />
1992, s. 60-61.<br />
9 Benjamin, Walter, Expérience et Pauvreté,<br />
Petite Bibliothèque Payot: Paris, 2011.<br />
24
Şeyler 2.0<br />
Yazı ve fotoğraflar: Özge Calafato<br />
Çok sıkılmıştık. Hayat üstümüze üstümüze geliyordu.<br />
Sıkıntı bir türlü bitmiyordu. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu.<br />
Halimize şükretmekle daha fazlasını istemek arasında<br />
gidip gelmekten başımız dönmüştü. Kendimizi mutlu hissetmemiz<br />
gerektiğine ikna olmuştuk ama daha fazla yaşamak istiyorduk,<br />
bu kesin. Bazen de hızla ölmek istiyorduk ki güzel şöhretimiz<br />
bozulmasın.<br />
Bir yerlerde tanıştık ama şimdi ikimiz de hatırlamıyoruz.<br />
Hafızamız kayboldu, tortusuyla avunuyoruz. Birbirimizi nasıl<br />
bulmuştuk? Böyle harika rastlantılara nasıl da bayılıyorduk.<br />
Sıkıntıdan sıyrılmanın tek yolunun her gittiğimiz şehri<br />
bir eğlence yerine çevirmek olduğunu çok başlarda anladık.<br />
Eğlendikçe her şehir bizim oldu.<br />
Eğlenmek için o kadar çok sebep vardı ki. Bize her yer<br />
panayır.<br />
25
Şehrin yağmurları<br />
Şiddetle yağan yağmurda damlaları içerek sırılsıklam koşturup<br />
kahkaha atarken çok eğleniyorduk.<br />
Rio de Janeiro<br />
Şehrin sabahları<br />
Sabahın en erken saatlerinde yollara dökülüp mahmur ve meşgul<br />
şehirlilerin afiyetle yediği bütün kahvaltıları düşleyip acıkıyorduk.<br />
26
Şehrin Geceleri<br />
Gece şehrin üzerine çöktüğünde dünyayı değiştireceğimize dair<br />
kuvvetli bir hisle içimiz titriyordu. Şehrin ara sokaklarında sürekli<br />
kaybolmak istiyorduk.<br />
Şehrin metinleri<br />
Şehri her an devrim oldu olacak hissiyle yaşıyorduk. Duvar<br />
yazılarının peşinde saatler harcıyorduk.<br />
27
Şehrin sisleri<br />
Sisli günler favorimizdi. Bir gözün diğerini görmediği o irkilten<br />
günlerde adeta birer detektif gibi çözülmemiş cinayetlerin izlerini<br />
sürüp heyecanlanıyorduk. Her sisli gün bir korku filmiydi bizim için.<br />
Şehrin mantık hataları<br />
En büyük eğlencelerimizden biri nesnelerin kendisiydi. Dükkân<br />
dükkân gezip anlamlandıramadığımız her nesneyi kendimize<br />
eğlence konusu yapmakta üzerimize yoktu.<br />
28
Şehrin insanları<br />
Şehrin insanlarının da şehrin nesnelerinden pek bir farkı olmuyordu<br />
bazen. Sokaklar en eğlenceli defilelerdi. Ama erkeklerden çok hep<br />
kadınlar ilgimizi çekiyordu.<br />
Şehrin mabetleri<br />
Şehrin deşifre edilmesi zor sanat sergileri otoportre çekmek<br />
için müthiş fonlar sunuyordu. Galeri açılışlarında bedava kokteyl<br />
kanepeleriyle karın doyurup sonu gelmez selfie’ler çekerek çok<br />
eğleniyorduk.<br />
29
Sarmaş dolaş oldukça her şehri tekrar tekrar yaşıyorduk.<br />
30
Başka Şehir<br />
Başka Sinema<br />
Söyleşi: Eylem Ertürk<br />
Zaman içinde değişen tüketim alışkanlıklarımız, şehirle<br />
olan ilişkimizi ve sinemaların durumunu da etkiliyor. Bir tarafta<br />
sayıları gittikçe azalan bağımsız sinema salonları var. Teknolojik<br />
değişikliklere uyum sağlayamayan tekil salonlar izleyici kaybediyor,<br />
ekonomik zorluklar kentsel dönüşüm baskısıyla birleşiyor, şehrin<br />
hafıza mekânları yavaş yavaş ortadan kayboluyor. Diğer yandan<br />
AVM’ler içinde yaygınlaşan yeni tüketim alışkanlıkları sinemaları da<br />
etkisi altına alıyor. Mekânları değişse de, sinema salonları şehirdeki<br />
kültürel hayatın, sanat ve eğlence tüketiminin önemli durakları<br />
olmayı sürdürüyor...<br />
İmre Tezel ve Emre Akpınar’la Türkiye’de sinema salonları,<br />
değişen film tüketim alışkanlıkları ve Başka Sinema’yı konuştuk.<br />
Film izleme alışkanlıkları, özellikle de son yıllarda, hızla<br />
değişti. İzleyiciyi ve sinema salonlarını etkileyen bu dönüşüm<br />
hakkında ne düşünüyorsunuz?<br />
Aslında Türkiye’deki sinema bileti satışlarında kayda<br />
değer bir artış var. Mesela 2014’te 60 milyon bilet satıldı. Bunun<br />
%60’ını ticari yerli filmler oluşturuyor. Bu %60’ın %75’lik kısmını ise<br />
vizyona giren 108 yerli filmden 10 tanesi oluşturuyor. Bu da sinema<br />
salonlarının, öncelikli olarak bu ticari yerli filmleri tercih etmelerine<br />
sebep oluyor. Dijitalleşmeyle birlikte artık 35mm filmlerin yerini<br />
DCP dediğimiz hard diskler aldı ve kopya yaratmak için gerekli<br />
olan maliyetler düştü. Bunun da etkisiyle çok hasılat getiren filmler<br />
sinema salonlarında çok yaygın olarak yer alabiliyor. Eskiden 200<br />
kopyayla vizyona giren ticari bir yerli film, bugün 800 salonda<br />
yer bulabiliyor. Türkiye’de 2000 sinema salonu olduğu gerçeğine<br />
dayanarak, 800 salonda ticari bir filmin gösterildiği bir ortamda,<br />
31
geriye kalan 1200 salonu da 30-40<br />
film alıyor. Sonuçta yüksek kopya<br />
sayısıyla vizyona giren yabancı ve<br />
yerli filmler nedeniyle, bağımsız<br />
filmlerin programlanabileceği<br />
salon sayısı gittikçe azalıyor. En<br />
büyük değişimi burada yaşıyoruz<br />
aslında. Bu da seyirciye sunulan<br />
seçeneğin azalmasına, art arda<br />
benzer filmlerin vizyona girmesine<br />
ve genele baktığımızda daha farklı<br />
bir kültürel yapının oluşmasına<br />
sebep oluyor. Öte yandan da bu<br />
dönüşüme ayak uyduramayan birçok<br />
bağımsız salonun kapandığını veya<br />
kapanma tehlikesiyle karşı karşıya<br />
olduğunu görüyoruz. Başka Sinema<br />
elinden geldiği kadar bu işin yönünü<br />
değiştirmeye çalışıyor aslında. Şu an<br />
seyirciyle buluşan birçok film, Başka<br />
Sinema olmasaydı vizyona çıkma<br />
şansı bulamayacaktı. Bu hem yerli,<br />
hem de yabancı filmler için geçerli.<br />
Sinema salonları şehrin<br />
kültürel hayatının önemli bir<br />
parçası. İstanbul’da sadece<br />
Beyoğlu bölgesine baktığımızda<br />
bile, bağımsız filmlerin vizyona<br />
girebildiği eski sinema salonlarının<br />
kentsel dönüşüme direnemediğini<br />
görüyoruz. Sinema sektörünün<br />
içinden bakarak, bu değişimin şehrin<br />
kültürel hayatı üzerine etkisini nasıl<br />
değerlendiriyorsunuz?<br />
Yıllarca festivallere ev<br />
sahipliği yapan Emek Sineması akla<br />
geliyor ilk önce. Orada film izlemek<br />
apayrı bir deneyimdi, ama artık<br />
insanlar bu deneyimi yaşayamayacak.<br />
Hem tarihi ve mimari dokusu hem<br />
de uzun yıllar kültürel hayatın<br />
yapıtaşlarından biri olması nedeniyle,<br />
Emek Sineması’nın yok olması büyük<br />
bir kayıp. Bu yok oluş kültürel<br />
çeşitliliğin yok olmasına giden bir<br />
süreç aslında. Biz tekil salonlarda<br />
film izlemenin farklı bir deneyim<br />
olduğunu düşünüyoruz ve bu<br />
salonların yaşamasını destekliyoruz.<br />
Ama bir yandan da hayatımızın içinde<br />
var olan gerçekliği de kabul etmeliyiz.<br />
Artık ne yazık ki tekil sinema sayısı<br />
yok denecek kadar az. Bu nedenle<br />
de AVM’lerin içindeki salonlarda yer<br />
almak zorundayız. Çünkü ortada bir<br />
gerçeklik var ve biz bunun içinde<br />
bulunan insanları dışlamak yerine, o<br />
yapının içine katılıp oradaki insanlara<br />
da ulaşmak zorundayız. Başka<br />
Sinema’nın amacı en basit haliyle iyi<br />
filmleri her türden, her yerden, her<br />
bakıştan, her düşünceden insanla<br />
buluşturmak. Bu sebeple AVM’lerin<br />
içinde de varız. Bir şekilde oradaki<br />
tek tipleşmeyi kırmayı deniyoruz.<br />
Zaman içinde izleyici ilgisinin arttığını<br />
da gözlemliyoruz. Öte yandan,<br />
birçok AVM sineması da Başka<br />
Sinema’yı bünyelerine dahil ederek<br />
bu kültürü ve çeşitliliği tutmanın ve<br />
insanlara yeni seçenekler sunmanın<br />
peşindeler. Bu da bir yandan umut<br />
verici.<br />
Kasım 2013’te yeni bir<br />
program anlayışıyla hayatımıza giren<br />
Başka Sinema nasıl bir ihtiyaçtan<br />
doğmuştu?<br />
Yurt içi ve yurt dışındaki<br />
32
festivallerde çok ses getiren ve<br />
izleyici tarafından büyük ilgi gören<br />
birçok film, ne yazık ki vizyonda<br />
yer bulamıyordu. Bunun nedeni de<br />
sinemalarda gişeye yönelik yerli<br />
filmlerin ve blockbuster Amerikan<br />
filmlerinin yer kaplamasıydı. Ya da<br />
arthouse diyebileceğimiz bu tür<br />
filmler bir hafta içinde vizyona girip<br />
kalktığı için seyirci bu filmlerden<br />
haberdar olamıyor, dolayısıyla bu<br />
filmler seyircisine ulaşamıyordu.<br />
Başka Sinema’nın öncelikli amacı, bu<br />
tip filmlerin hak ettiği süre vizyonda<br />
kalabilmesini sağlayabilmek oldu.<br />
Tüm dünyanın dijitale geçtiği ve<br />
35mm teknolojisinin yok olduğu bir<br />
dönemdeyiz. Türkiye’deki sinemaların<br />
çoğu bu dijital teknolojiye yatırım<br />
yapabilmişken, tekil sinemalar böyle<br />
bir şansları olmadığı için zorlanmaya<br />
başlamışlardı. Başka Sinema’nın<br />
yapısını oluştururken amaçlarımız<br />
arasında tekil salonların bu filmleri<br />
göstermeye devam edebilmelerini<br />
sağlamak da vardı. Bu nedenle de<br />
sinema salonlarına gerekli olan<br />
yatırımı Başka Sinema kapsamında<br />
gerçekleştirdik. Aslında daha<br />
geniş bir açıdan bakarsak, yerli film<br />
yapımcılarının bu filmleri yapmaya<br />
devam edebilmeleri, yabancı film<br />
ithalatçılarının bu tip filmleri almaya<br />
devam edebilmeleri, M3 Film gibi<br />
dağıtımcıların bu filmleri dağıtmaya<br />
devam edebilmeleri ve bağımsız<br />
salonların bu filmleri gösterebilmesi<br />
için de böyle bir yapıya ihtiyaç vardı.<br />
Bir yaşam alanı açtık diyebiliriz belki<br />
de.<br />
Başka Sinema’ya benzer<br />
programlama modellerinin farklı<br />
ülkelerde de örnekleri var mı, yoksa<br />
bu tür alternatif arayışları Türkiye’ye<br />
özgü bir durum mu?<br />
Aslında var ama sinemalar<br />
özelinde: New York’ta IFC veya<br />
Paris’teki birkaç salon gibi. Arka<br />
arkaya birçok film izleyebileceğiniz,<br />
eski filmlerin ve kült filmlerin<br />
oynatıldığı salonlar var. Fakat<br />
bildiğimiz kadarıyla bir dağıtım<br />
modeli olarak Başka Sinema bir ilk.<br />
Çünkü Başka Sinema’nın içeriğini<br />
oluşturan şirket, M3 Film, bir<br />
dağıtımcı. Bir dağıtımcının bu yola<br />
girip bu işi yapması, sanırız dünyada<br />
bir ilk, en azından bildiğimiz kadarıyla.<br />
Türkiye’de şu anda<br />
5 şehirde 13 sinemada Başka<br />
Sinema var. İstanbul dışında hangi<br />
şehirlerdesiniz? Bunu artırmayı<br />
düşünüyor musunuz? Farklı<br />
şehirler ve yeni salonları neye göre<br />
belirliyorsunuz?<br />
İstanbul dışında İzmir,<br />
Ankara, Bursa ve Eskişehir’deyiz.<br />
Tabii ki kuruluşumuzdan beri en<br />
büyük amacımız olabildiğince fazla<br />
şehirde olmak, İstanbul’da da salon<br />
sayımızı artırmak. Görüşmeleri<br />
devam eden şehirler arasında<br />
Diyarbakır, Mardin, Erzurum,<br />
Trabzon, Samsun, Kıbrıs gibi yerler<br />
var. Buralarda da olmayı çok istiyoruz.<br />
Öncelikle salonların yerlerine ve<br />
potansiyellerine bakıyoruz. Salonun<br />
yeri, kapasitesi, daha önce oynayan<br />
filmlere göre nasıl çalıştığı önemli<br />
33
göstergeler. Şehrin kendi sosyopolitik<br />
ve ekonomik yapısını göz<br />
önüne alarak, hem Başka Sinema’nın<br />
seyirci potansiyelini geliştirmeye<br />
uygun olan şehirleri hem de kapasite<br />
açısından uygun olan sinemaları<br />
seçmeye özen gösteriyoruz. Tabii ki<br />
en önemli etkenlerden biri sinemanın<br />
da bizi istemesi. Dolayısıyla öncelikle<br />
bu yönde görüşmeler yapmamız<br />
gerekiyor.<br />
Bulunduğunuz şehirlerde<br />
sinema tüketim alışkanlıklarına<br />
nasıl bir etkiniz olduğunu<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Başka Sinema’nın ana<br />
amaçlarından biri, izleyiciye yeni bir<br />
seçenek sunabilmek. Yani tamamen<br />
festival havasındaki bir programı, her<br />
ayın başında bir program dahilinde<br />
izleyiciye sunup onların tepkisini<br />
görmekti ilk amacımız. Başka<br />
Sinema’nın marka haline gelmesinin<br />
hem nedeni hem de sonucu seyircinin<br />
bu program altında gösterilen<br />
filmlere güven duyması oldu. Bir<br />
film Başka Sinema seçkisindeyse iyi<br />
olduğunu düşünüp o filme gelmesi<br />
ya da kendi zevklerine uygun bulması<br />
bizim için çok önemli. Seyirciye<br />
böyle bir seçki dahilinde çeşitlilik<br />
sunulmadan beğeniler konusunda<br />
yorum yapmak sağlıklı değil. Film<br />
izleme alışkanlığını yaratmak ve<br />
çeşitlendirmek önceliğimiz. Bu<br />
da bir kültürün kaybolmasının<br />
önüne geçmek demek. Çok daha<br />
yaygın hale gelmek istememizin<br />
de en önemli nedenlerinden<br />
biri bu. Aklıma ilk gelen örnek<br />
İzmir Karaca Sineması. Kapatıp<br />
başka bir yapıya dönüştürmeyi<br />
düşünüyorlardı sinemayı. Fakat hem<br />
bizim uğraşlarımız, hem oradaki<br />
kültür sektörünün baskıları, hem<br />
de seyircinin yoğun isteği üzerine<br />
bu sinema kapanmaktan kurtuldu<br />
ve şu anda çok iyi bir Başka Sinema<br />
salonu haline geldi. Bunda oranın<br />
programını yapan kişinin de çok<br />
büyük emeği olduğunu söylemek<br />
gerek. Hassasiyetle üstünde durup<br />
direndiğimiz zaman bu filmler Mall<br />
of İstanbul gibi, Haramidere gibi<br />
daha periferide yer alan bir sürü<br />
yerde de seyircisine ulaşıyor. Aslolan<br />
önyargılardan sıyrılıp denemek,<br />
hem filmlere hem de izleyiciye bir<br />
şans vermek, yeni bir alan açmak ve<br />
seçenekler sunmak. Sadece Beyoğlu<br />
gibi kemikleşmiş izleyici kitlesi<br />
olan yerlerde değil, Türkiye’nin<br />
birçok yerinde Başka Sinema’nın<br />
yaygınlaşacağına, izleneceğine<br />
ve alışkanlık haline geleceğine<br />
inanıyoruz. Seyirci geliştirmek de bu<br />
demek zaten. İleride bu dönüşümü<br />
daha açık ve güçlü bir şekilde<br />
göreceğimize inanıyoruz.<br />
Başka Sinema bundan<br />
sonra nasıl devam edecek, yeni<br />
planlar var mı?<br />
Amacımız daha çok<br />
şehirde ve sinemada olup, daha<br />
çok insana ulaşırken, bir yandan<br />
da içerik konusunda daha çeşitli<br />
olmak, programa yeni etkinlikler ve<br />
söyleşiler eklemek, beklenmedik<br />
34
yerlerde insanların karşısına<br />
çıkıp Başka Sinema heyecanını<br />
sürdürmek. Tanıtım anlamında<br />
her filmle tek tek ilgileniyoruz.<br />
SineBebe, Başka Çarşamba gibi<br />
programlar yaratıyoruz. Örneğin<br />
SineBebe seanslarında Rexx dolup<br />
taşıyor. Büyük bir ekibimiz ve sonsuz<br />
bütçemiz olmadığı için yavaş yavaş<br />
ilerleyebiliyoruz, ama yaptığımız<br />
her şeyin iyi ve kalıcı olmasını<br />
hedefliyoruz.<br />
Son olarak eklemek<br />
istediğiniz bir şey var mı?<br />
Başından beri birlikte<br />
ilerlediğimiz en büyük destekçimiz<br />
Kariyo & Ababay Vakfı’na, diğer<br />
destekçilerimize ve heyecanını<br />
yitirmeyen seyirciye çok teşekkür<br />
ederiz. Her türlü yeni fikre açığız.<br />
Bu yazıyı okuyorsanız ve internet<br />
bağlantınız varsa tıklayın.<br />
35
Occupy Zvezda<br />
Editörlerin notu<br />
Belgrad’da Avrupa’nın en eski sinema salonlarından biri olan Zvezda (Yıldız)<br />
Sineması, Devlet tarafından özelleştirme kapsamında Sırbistan’ın en zengin<br />
iş adamına satılmış ve kaderine terk edilmişti. 21 Kasım 2014’te, bir grup genç<br />
film yapımcısı ve kültür sanat çalışanı, bu efsanevi sinema binasını işgal etti,<br />
temizledi, düzenledi ve Belgrad vatandaşları için ücretsiz film izleyebilecekleri<br />
bir salona dönüştürdü.<br />
Faturaları ödedikleri takdirde şu an için binada kalmalarına izin verildi.<br />
Bütçelerini gönüllerden toparladıkları bağışlarla oluşturuyorlar. Direnişi takip<br />
etmek için altcine’nin web sayfasını ziyaret edebilirsiniz.<br />
Akla harabe halinde yıkılmayı bekleyen Alkazar Sineması ve <strong>altZine</strong>’in bu<br />
sayısında da bahsedilen daha bir çok salon geliyor.<br />
Zveda (Yıldız) Sineması - Belgrad - 2014 Alkazar Sineması - İstanbul - 1944<br />
36
Pinyata<br />
Sanem Bozkurt<br />
Banyodan su sesi geldikten sonra içinden yirmiye kadar<br />
saydı. Mutfağa geçip musluğu açtı. Yüzünde bir gülümseme<br />
belirdi. İçinden bu kez ona kadar saydı, Ali’nin kızgın ama çaresiz<br />
sesi yükseldi.<br />
“Musluk mu açtınız yine? Buz gibi oldu su!”<br />
“Hayır, musluk falan açık değil. Şofben bozuk. Oyalanma<br />
da çık bari.”<br />
“Hayret bir şey ya… ” diye başlayıp giden söylenmesi su<br />
sesinin içinde kaybolurken kendisine kahve hazırladı. Kahvesini<br />
yudumlarken musluktan akan suya bakarak duşun altında Ali’nin<br />
bir o tarafa bir bu tarafa kaçarak şampuanlı saçlarını durulamaya<br />
çalıştığını hayal etti. İçerde suyun sesi kesilir kesilmez musluğu<br />
kapatıp Damla’nın odasına doğru yöneldi.<br />
“Küçük prensesim. Kalk bakalım. ”<br />
“Kalkmak zorunda mıyım?”<br />
“Hımm, bir bakalım. İstersen uyuyabilirsin. Parti yapmayalım<br />
o zaman.”<br />
“Parti, parti partiiii!” diye yataktan fırladı Damla. “Giydirin<br />
beni hemen.”<br />
Bu sırada Ali giyinmiş ve bu kez parfümle duş almış<br />
şekilde odaya girdi. O gelince Damla kollarını uzatıp “Babaaa!”<br />
diye seslendi. Ali, nadide ve kırılgan bir vazo gibi dikkatle Damla’yı<br />
kucakladı.<br />
“Güzel kızım uyanmış mı? Saçlarını tarayalım mı prensesimin?”<br />
Pınar, “Kıyafetini hazırladım, koltuğun üzerinde,” diyerek<br />
uzaklaşırken cevap yerine ikisinin gülüşmesi geldi.<br />
Doğum günü partisi brunch olacaktı. Damla’nın sınıf<br />
37
arkadaşları, kendi çocukları olan<br />
arkadaşları derken yirmi beş kişi<br />
olmuşlardı. Ali, ‘Nişan mı yapıyoruz<br />
mübarek amma para tutuyor,’<br />
diye çok söylenmişti. Tabi Pınar’a<br />
söyleniyor Damla’ya ise ne isterse<br />
kızım onu yaparız, palyaço da olur,<br />
pinyata da, diyerek anlayışı sonsuz<br />
bir baba oluveriyordu.<br />
Henüz kimse gelmeden<br />
garsonlardan birinin eline tutturdukları<br />
telefonla, Ali’yle sıkı sıkı<br />
sarılıp Damla’yı kucaklayarak<br />
#BugüngünlerdenDamla pozu verdiler.<br />
Sonra gelenleri karşılama<br />
merasimi başladı. Damla dâhil sekiz<br />
prenses kıyafetli kız çocuğu, dört<br />
örümcek adam kıyafetli oğlan, iki tane<br />
de kovboy vardı. Damla kendisinden<br />
başka bu kadar prenses olmasından<br />
pek hoşnut gözükmüyordu, özellikle<br />
sınıf arkadaşı Nazlısu’nun maşayla<br />
kıvrılan saçlarını, renkli lipstickle<br />
kızaran dudaklarını ve pembe ojelerini<br />
gören Damla’nın yüz ifadesi<br />
fırtına öncesi sessizliği andırıyordu.<br />
Pınar’ın yanına gelerek “Ben de pembe<br />
oje istiyorum,” diye fısıldadı.<br />
“Şimdi nereden bulayım ojeyi<br />
sana? Eve gidince süreriz olmaz<br />
mı?”<br />
“Olmaz ben şimdi istiyorum.”<br />
“Damla’cım bak ne güzel<br />
bir parti. Bir sürü hediye getirdi<br />
arkadaşların. Haydi, gidip oynayın<br />
biraz.” Bu son cümleyle beraber<br />
Damla Pınar’ın eteğine yapışarak<br />
ağlamaya başladı. ‘Pembe oje istiyorum<br />
dedim!’ cümlesini oluşturan<br />
kelimelerin araya serpiştirildiği<br />
hıçkırıklarla ağlıyordu.<br />
Bunu duyan Nazlısu<br />
yanlarına gelerek, “Bu pembe<br />
değil ki Damla, fil dişi üzerine<br />
sürülmüş açık somon zaten,” demesiyle<br />
Damla’nın ağlama sesi biraz<br />
daha tiz bir tona taşındı. Pınar<br />
çaresizce etrafına bakındı, Ali yoktu.<br />
Damla’nın gözyaşları yanaklarından<br />
süzülüyordu. Birden “Pembe oje yok<br />
ama sana rimel sürelim istersen?”<br />
dedi.<br />
Eliyle gözyaşlarını silen<br />
Damla sakince “Tamam, haydi<br />
sür anneciğim,” diye cevap verdi.<br />
Tuvalete gidip ayna karşısında rimel<br />
sürdüler.<br />
“İşte bak, çok güzel oldu,”<br />
dedi Damla’ya. ‘Yaptığım doğru değil<br />
ama kriz yönetiminde bazen böyle<br />
tavizler gerekiyor,’ dedi kendine<br />
de. Böylece işlerini bitirip partiye<br />
katıldılar.<br />
Çocukların hiçbiri yerine<br />
oturmuyor, kimisi balonlarla oynuyor,<br />
kimisi birbirini kovalıyordu. Damla<br />
nihayet sakinlemiş, arkadaşlarının<br />
yanına gitmişti.<br />
Ali yanına gelerek kulağına<br />
eğildi “Şunlara bak!” diye Serap’ı<br />
işaret etti. “Kendi gelmiş, kocasını<br />
getirmiş, iki çocuk bir de bakıcı.”<br />
Gözlerini kısarak dudaklarını oynatmaya<br />
başladı.<br />
“Çok belli ediyorsun,” dedi<br />
Pınar.<br />
“Neyi belli ediyorum?”<br />
“Beşle yüz otuz beşi çarptığını.”<br />
38
Bu sırada masaya içecek<br />
servisi başlamış, herkes mutlu<br />
gözüküyordu. Pınar “Şşişt” diye bir<br />
ses duydu, sağında solunda kimse<br />
yoktu. Aşağıya doğru bakınca,<br />
bir örümcek adamın kendine<br />
seslendiğini gördü. Gülümseyerek<br />
çocuğun hizasına eğildi. “Buyurun<br />
sayın süper kahraman?”<br />
“Hani palyaço yok mu?<br />
Kim eğlendirecek bizi?” diye sordu<br />
çocuk.<br />
Önce yüzündeki tükürükleri<br />
sildi Pınar. “Geliyor merak etme,<br />
yolda şimdi,” diye yanıtladı. Çocuk<br />
şüpheli gözlerle bakarak örümcek<br />
adam kalabalığının içine karıştı.<br />
Geliyor demişti demesine<br />
ama çocuk haklıydı. Çoktan burada<br />
olmalıydı. Çok kısa bir zaman içinde<br />
bu çocuk kalabalığı mekânın altını<br />
üstüne getirirdi. Verilen her zarar<br />
hesaba eklenir ve Ali ile sonsuza<br />
uzanan başka bir kavga konuları<br />
olurdu. Aceleyle şirketi aradı.<br />
“Metin Bey, merhaba… Hayır<br />
gelmedi… Nasıl başka birisi mi? O<br />
da iyidir diyorsunuz. İnşallah. Ama<br />
acil gelmesi gerekiyor… Ararsanız<br />
sevinirim. Bulamadıysa ben tarif<br />
ederim… Tamam, bekliyoruz.”<br />
Çok geçmeden kapıda<br />
göbekli, orta yaşı geride bırakalı<br />
epey olmuş, bıyıklı bir adam belirdi.<br />
Az önce son nefesini çekmiş olduğu<br />
sigaranın kalan dumanını savurarak<br />
içeri girdi. Burnunda kırmızı bir<br />
ponpon vardı.<br />
İnanmaz gözlerle bakan<br />
Pınar’ın yanına gelerek kendini<br />
tanıttı.<br />
“Merhaba. Muhsin ben.<br />
Animatörüm. Bana da geç haber<br />
verdiler, bu yüzden geciktim. Beş<br />
dakika içinde hazır olurum.”<br />
Pınar şok içindeydi. Ali’ye<br />
bakındı. Yoktu. Ne diyeceğini<br />
düşünüyordu ki yanlarına gelen<br />
Nazlısu Muhsin’in patlamaya<br />
hazır balon gibi duran göbeğini<br />
parmağıyla dürterek, “Palyaço sen<br />
misin yani? Bıyıklı palyaço olmaz ki<br />
ama…” dedi.<br />
“Sen bu işleri iyi biliyorsun<br />
herhalde küçük hanım. Zaten<br />
boyanmışsın da. İstersen sen ol<br />
palyaço. Ne dersin?” diye cevap<br />
verdi Muhsin. Fildişi üzerine somon<br />
ojeleriyle “Anneee!” diye bağırarak<br />
uzaklaştı Nazlısu.<br />
Tuvalet tarafını gösterdi<br />
Pınar, “Şu tarafta hazırlanabilirsiniz.”<br />
Pınar’ın yanına gelen Ali “Bu mu<br />
eğlendirecek çocukları? Şirketi<br />
hemen arıyorsun Pınar.”<br />
“Yeni birini gönderecek<br />
olsalar bile artık çok geç. Ona<br />
bir şans verelim bence. Şu anda<br />
elimizdeki en iyi seçenek bu zaten.”<br />
“Öff. Parasıyla rezil olmak böyle bir<br />
şey herhalde.”<br />
Cevap vermeden masaya<br />
geri döndü Pınar. Açlıktan bayılmak<br />
üzereydi. Damla da doğru düzgün<br />
bir şey yememişti daha. Kendine<br />
hızlıca bir tabak hazırladı. Bu<br />
sırada Muhsin kostümünü giymiş<br />
çocukları az ilerdeki boş alana<br />
toplamaya çalışıyordu. Nazlısu’yla<br />
olan konuşmasını duyan birkaç kız,<br />
39
gelmelerini söyleyen Muhsin’in<br />
sözünü ikiletmeden peşine takılmıştı.<br />
Oğlanlarsa oralı olmuyor birbirlerini<br />
kovalıyorlardı. Koşarken bir tanesi<br />
gelip Muhsin’e tekme atıp “Şişko,”<br />
diye bağırarak uzaklaştı. Bu az önce<br />
Pınar’a palyaçoyu soran çocuktu.<br />
Muhsin sakince çocuğa<br />
dönüp “Omzundaki ne senin? Gel<br />
yaklaş bakayım,” dedi. Pınar merakla<br />
olan biteni izliyordu. Çocuk telaşla<br />
omuzlarına bakmaya başladı.<br />
Kafasını çevirdikçe “Öbür<br />
tarafa geçti. Şimdi sırtında. Bak diğer<br />
omzunda,” diyen Muhsin, “Aman<br />
korkma ya. Altı üstü örümcekmiş,”<br />
dediğinde çocuk zıplayarak “Örümcek,<br />
örümcek!” diye bağırmaya<br />
başladı. Kahkaha atan Muhsin,<br />
“Örümcekten korkan örümcek adam<br />
demek böyle oluyormuş. Korkma bir<br />
şey yok omzunda. Sana küçük bir<br />
şaka yaptım sadece,” dedi. Çocuk<br />
rahatlamıştı ama hâlâ öfkeliydi.<br />
Diğer arkadaşları da çocuğa<br />
“Sen nasıl örümcek adamsın?”<br />
diyerek Muhsin’in yanına doğru<br />
ilerleyince çaresiz peşlerinden gitti.<br />
Balondan at yapan Muhsin, kalbi<br />
kırık örümcek adama bunu hediye<br />
ettiğinde barışmışlardı.<br />
Pınar karnını doyurmuştu,<br />
çocukların sesi kesilmişti, Ali para<br />
ile ilgili konuşmayı bırakmıştı. Pınar<br />
neşeyle çayını yudumladı. Damla’nın<br />
sınıf arkadaşlarının anneleriyle<br />
sohbet etmeye koyuldular. Yanlarına<br />
gelen garson Pınar’ın kulağına<br />
pastanın ne zaman kesileceğini<br />
sordu. “Birazdan,” dedi Pınar.<br />
Bu huzur dolu dakikaların tadını<br />
çıkartmak istiyordu.<br />
“Damla bir şey yedi mi?”<br />
diye sordu Ali.<br />
“Pek sayılmaz canım ya.<br />
Bir şeyler hazırlayacağım onun için<br />
şimdi.“<br />
“Sen burada kendi karnını<br />
doyur. Ben yediririm kızıma. Nasıl<br />
annesin anlamıyorum,” diyerek<br />
uzaklaştı Ali.<br />
Neye uğradığını anlamayan<br />
Pınar etrafındakilere belli etmemeye<br />
çalışarak lavaboya doğru yöneldi.<br />
Tuvaletlerden birine girip kapısını<br />
kapattı, klozetin kapağını kapatıp<br />
üzerine oturdu, sifonu çekti sesi<br />
duyulmasın diye. Sonra dışarı çıkıp<br />
yüzünü yıkadı.<br />
Masada herkesin keyfi<br />
yerinde gözüküyordu. Hava almak<br />
istedi. Mekândan dışarı çıktı.<br />
Soğuktan dolayı boş kalan masalardan<br />
birine oturup park etmiş<br />
arabaları izledi bir süre.<br />
“Oturabilir miyim?” dedi<br />
birisi arkasında. İrkildi Pınar. Dönüp<br />
baktı gelen Muhsin’di. “Tabii,” dedi.<br />
“İçer misin?” diye sigara<br />
uzattı Muhsin. Damla’ya hamileliği<br />
ile beraber bırakmıştı Pınar. Zaman<br />
zaman kaçamak yapıyordu ama<br />
Ali’nin asla haberi yoktu bundan.<br />
Kesinlikle yasaklamıştı sigarayı.<br />
Maazallah Damla’ya kötü örnek<br />
olurdu falan.<br />
“Evet,” dedi Pınar, “bir tane<br />
iyi olur.” Dışarıdan gören olsa ne der,<br />
diye geçirdi içinden. Palyaço kıyafetli<br />
bir adamla eksi beş derecede sigara<br />
40
içiyorum.<br />
Konuşmadılar. Pınar bir<br />
iki nefes alıp bu garip durumu<br />
uzatmamak için teşekkür edip içeri<br />
geçti. Masanın etrafındaydı herkes,<br />
happy birthday şarkısı çalıyor, Damla<br />
babasıyla beraber mumu üflemeye<br />
hazırlanıyordu. Pınar’ın üç hafta önce<br />
sipariş ettiği, kızına layık olanı bulmak<br />
için altı ay önceden yerli yabancı<br />
demeden onlarca blog takip ederek<br />
uğraştığı ve nihayet karar verdiğinde<br />
bu kez kimin en güzel yapacağını iki<br />
ay araştırdığı pastanın önünde, baba<br />
kız gülücükler saçıyorlardı. Yanlarına<br />
gitti.<br />
“Nerdesin sen?” diye çıkıştı<br />
Ali.<br />
“Neden beni beklemediniz?”<br />
“Bakındım sana aslında, göremedim.”<br />
“Büyük nezaket gerçekten<br />
bana bakınman.”<br />
“Hazırlanana kadar gelirsin<br />
diye düşündüm sonra. Damla da çok<br />
sabırsızlandı, ne yapsaydım?”<br />
“Buraya bakın!” diye<br />
seslendi Serap, “Bir de üçünüzü<br />
çekelim.”<br />
“Bari bugün asma şu<br />
suratını,” dedi Ali. “Hem ortadan<br />
kayboluyorsun hem de surat bir<br />
karış geliyorsun.” Başını Pınar’ınkine<br />
yaklaştırıp, “Sigara mı içtin sen?”<br />
dedi.<br />
Derin bir nefes aldı Pınar,<br />
“Defol git!” demek istedi ama sustu.<br />
“Pasta enfes olmuş şekerim.<br />
O ne güzel tasarım. Tadı da bir harika,”<br />
konulu tebrikleri kabul etti bir süre.<br />
Pastalarını bitiren çocukları Muhsin<br />
büyük sürpriz için çağırdı. Pinyata<br />
onları bekliyordu. Bütün çocuklar<br />
birer kez vuracak birkaç turun<br />
sonunda pinyatanın parçalanmasına<br />
yakın, sopa Damla’nın eline verilecek<br />
böylece doğum günü çocuğu eşek<br />
şeklindeki pinyatayı parçalayacak<br />
ve çocuklar da etrafa saçılan şeker,<br />
çikolata, küçük oyuncaklardan oluşan<br />
ganimetleri toplayacaklardı.<br />
Pinyata bu kadar sağlam<br />
çıkmasaydı olması gereken buydu.<br />
Dakikalar geçiyor pinyata bir türlü<br />
bana mısın demiyordu. Anne babalar<br />
daha hızlı diye tezahürata başladılar.<br />
Çocuklar var güçleriyle vuruyor ama<br />
olmuyordu.<br />
“Bozuk senin pinyatan,” dedi<br />
örümcekten korkan örümcek adam.<br />
Damla’nın yüzü asıldı. Gelecek olanı<br />
sezen Pınar ortaya atılıp Damla’nın<br />
elinden sopayı aldı.<br />
“Seni inatçı eşek!” dedi.<br />
“Gel bakalım.”<br />
Çocuklar, “Haydi, haydi!”<br />
41<br />
İllüstrasyon: Jean-Michel Bihorel
diye el çırpıp tempo tutmaya<br />
başladılar.<br />
Ali Pınar’a bakıyordu. Pınar<br />
da dönüp Ali’nin yüzüne dikkatlice<br />
baktı, fotoğrafını çeker gibi. Sonra<br />
dönüp eşeğe baktı ve hırsla vurmaya<br />
başladı.<br />
Bir yandan vuruyor bir<br />
yandan eşekle konuşuyordu. “Bunu<br />
nasıl buldun?” diyordu, “Başına bunun<br />
geleceğini tahmin etmemiştin<br />
herhalde?”<br />
Konuklardan neşeli kahkahalar<br />
yükseldi.<br />
“Alemsin Pınar.”<br />
“Eşeğin yerinde olmak istemezdik!”<br />
Vurmaya ve konuşmaya<br />
devam ediyordu Pınar, “Bunun için<br />
para ödemek zorunda değilsin üstelik.<br />
Tamamen bedava!”<br />
“Süper ya!”<br />
“Pınar’ın içindeki vahşi çıktı<br />
ortaya.”<br />
“Bir tane de bizim için vur o<br />
haddini bilmez eşeğe.”<br />
Bir tek Ali’den ses çıkmıyordu.<br />
Kollarını kavuşturmuş Pınar’ı<br />
izliyordu.<br />
“Ne oldu sevgili eşek hiç<br />
sesin çıkmıyor?” dedi Pınar ve tekrar<br />
vurdu. Pinyata’nın karnından şekerler<br />
etrafa saçıldı. Büyük bir alkış koptu.<br />
Çocuklar heyecanla yerdekileri<br />
toplamaya başladılar. Pınar sopayı<br />
Muhsin’e uzattı.<br />
Vedalaşma faslı kısa sürdü.<br />
Çoğunun yetişmeleri gereken tenis,<br />
piyano ve bale dersleri vardı. Ali<br />
hesabı öderken Pınar da parasını<br />
ödemek için Muhsin’i aradı.<br />
“İyi idare ettiniz gerçekten,”<br />
dedi Pınar.<br />
Gülümsedi Muhsin ve bir<br />
kutu uzattı. “Pinyatanın parçalarını<br />
koydum. Sizin için anlamı olduğunu<br />
düşünüyorum,” dedi. Pınar başını<br />
sallayarak kutuyu aldı, çantasına<br />
koydu. “Sopayı da hediye edebilirim<br />
isterseniz.”<br />
“Teşekkürler,” dedi Pınar.<br />
“Hiç gerek yok. Bana bu yeter.” El<br />
sıkışarak ayrıldılar.<br />
Arabaya bindiklerinde Damla’nın<br />
kucağı şekerlemelerle doluydu.<br />
“Ne partiydi! Çok eğlendim!” dedi<br />
Damla “Siz de eğlendiniz mi?” Pınar<br />
arkaya Damla’nın oturduğu araba<br />
koltuğuna döndü, eline uzandı.<br />
“Tatlım, çocuklar iyi vakit<br />
geçirince anne babalar da mutlu<br />
olurlar biliyorsun. Sen eğlendiysen<br />
biz de çok eğlendik,” dedi.<br />
Önüne döndü, gülümseyerek<br />
çantasına sarıldı.<br />
42
Yeni Hayat Üçgeni:<br />
Site - Plaza - AVM<br />
Ali Ergur<br />
Hermetik Yaşam Döngüsünde Lefebvre’i Yeniden Okumak<br />
Kentsel mekânın dönüşümü, küreselleşme sürecinin<br />
içinde ve finans kapitalizminin yönlendiriciliğinde yeni bir<br />
siyasi olan-toplumsal olan bağlamı oluşturmuştur. Buna göre,<br />
Veblen’in, o dönemde henüz yalnızca yükselmekte olan bir<br />
finans burjuvazisinin özelliği olarak teşhis ederek 19. yy. sonunda<br />
duyurduğu tüketim-temelli yaşam biçimlerinin, genel bir toplumsal<br />
özellik haline geldiğini görmekteyiz. Üretimin görünmezleşmesi,<br />
üretim ilişkilerinin ve sömürünün de görünmezleşmesi, hatta<br />
tam tersi görüntüye bürünmesi, sanayi-sonrası çağın temel<br />
özelliklerindendir. Bu yazıda, finans kapitalizminin cinsinden<br />
yeniden yapılanan kent mekânının, Foucault’nun modern çağın<br />
özelliği olarak kuramlaştırdığı kapatma, öz-disiplin ve merkezi<br />
gözetim özelliklerinin ötesine geçerek, atomlaşmış gözetim haline<br />
geldiğini iddia edeceğiz. Sanayi modernliğinin denetim unsuru,<br />
üretimin merkezi gözetimi idiyse, sanayi-sonrası modernliğininki<br />
tüketim eksenli sıvılaşmış ya da bulutsu bir gözetim sürecidir. Buna<br />
mukabil, kurumsal kapatmanın yerini alan ya da onunla birlikte<br />
işlemeye başlayan gönüllü katılıma dayalı bir hermetik yaşam<br />
döngüsünün ortaya çıktığını iddia edebiliriz. Tüketim-gözetimmekân<br />
ilişkisini yeniden değerlendirirken, çağımızın kentbilim<br />
yazınına temel katkıları olmuş bir düşünürün, Henri Lefebvre’in,<br />
yapısalcılığa da, kültüralizme de mesafeli duran dengeli tavrının<br />
felsefi izdüşümlerini izlemeye çalışacağız.<br />
Türkiye’nin yapısal dönüşümlerinin önemli bir dönüm<br />
noktası 1945 sonrası tarımda makineleşme olgusuysa, bir diğeri<br />
1980’lerden itibaren küresel ekonomiyle bütünleşme aşaması<br />
olmuştur. Tarımda makineleşme kısa sürede emek arzı fazlası<br />
43
açığa çıkarmış, böylece kırdan kente<br />
denetimsiz bir göçü tetiklemiştir.<br />
Özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllar, bu<br />
sürecin kentte maddi ve maddiolmayan<br />
sonuçlarının açıkça<br />
görülmeye başlandığı dönemdir.<br />
Tarımsal üretim ve köylülükten<br />
çıkış olarak adlandırılabilecek<br />
bu süreç, 1960’lı yıllarda özel<br />
sermayenin sanayi atılımları ve<br />
küresel ekonomiyle ilk buluşma<br />
girişimleriyle birleşince, başlangıçta<br />
kırın itmesiyle ivmelenen göç ve<br />
kentleşme, 1960’lardan sonra kentin<br />
çekimini de içinde barındırmıştır.<br />
Kentlerin fiziksel yapılanmasındaki<br />
iç içe geçen sayısız sorunun yanı<br />
sıra, bu sürekli göç ve yeniden<br />
yerleşme hareketinin üst derecede<br />
siyasileştirilmesi, hızlı bir toplumsal<br />
heterojenleşme, kültür yaşamının<br />
çeşitli boyutlarında yeni bileşim<br />
ve çatışmaların izlerinin git gide<br />
daha kuvvetli bir şekilde yansıması<br />
gibi sonuçlar gözlemlenmiştir.<br />
1980’lere gelindiğinde ise, bu<br />
karmaşık ve çatışmalı dönüşüm<br />
süreci önemli bir mecraya girmiştir.<br />
Neo-liberal politikaların dünya<br />
çapında yaygınlaşması, 24 Ocak<br />
1980 kararlarıyla Türkiye’de de<br />
yankı bulmuştur. 12 Eylül 1980<br />
darbesi ise, emekçi kitlelerinin,<br />
özellikle 1961 Anayasası sonrasında<br />
kazandıkları hakları ellerinden<br />
alabilecek, sermayeye hızlı büyüme<br />
sağlayabilecek uygun siyasi ortamı<br />
sağlamıştır. 1983 sonrasında Turgut<br />
Özal hükümetleriyle başlayan neoliberal<br />
politikaların benimsenmesi<br />
ve küresel kapitalizmle bütünleşme<br />
süreci, Türkiye’nin toplumsal<br />
yapısının bir kez daha köklü bir<br />
dönüşüme girmesine yol açmıştır.<br />
Artık toplumsal dönüşüm yalnızca iç<br />
değişkenlerle değil, aynı zamanda,<br />
hatta daha ziyade dış değişkenlerle<br />
belirlenir hale gelmiştir. Hatta iç ve<br />
dış kavramlarının anlamsızlaşmaya<br />
başladığı bir küresel eylem<br />
mantığının, bu bağlamda ortaya<br />
çıktığının altını çizebiliriz. Buradaki<br />
tartışmamızda, bu sürecin çok boyutlu<br />
sonuçlarının her birine girmek gibi bir<br />
iddiamız olmamakla birlikte, küresel<br />
kapitalizmle bütünleşmenin sonucu<br />
olan, dünyanın farklı toplumlarında<br />
da benzer bir şekilde gözlemlenen<br />
yeni bir toplumsal katmanlaşmanın<br />
yol açtığı, kent mekânının ayrışma<br />
sürecine dair mütevazi bir<br />
çözümleme yapmayı hedefliyoruz.<br />
Bugün İstanbul’un bir<br />
çeşit ideal-tip oluşturduğu kentsel<br />
dönüşüm süreci, Türkiye’nin irili ufaklı<br />
birçok kentinde son derece hızlı ve<br />
çatışmacı bir gelişim izlemektedir.<br />
Bu sürecin genel yönünün tedrici<br />
olarak daha kapalı hale gelen,<br />
gönüllü katılıma dayalı bir kapanma<br />
sahaları oluşumuna doğru olduğunu<br />
ifade etmek yanlış olmaz. Hermetik<br />
yaşam döngüsü adını verdiğimiz<br />
bu model, insan-insan ve insandoğa<br />
ilişkisini önemli ölçüde (1)<br />
bireyselleştirmekte, (2)arzulanan<br />
bir ayrışmaya dağıtmakta, (3)iyi<br />
denetlenen, belli sınırlarda kendi<br />
kendine yeterli yaşam alanları olan<br />
kapalı site, kapalı işyeri ve alışveriş<br />
44
merkezi üçgenine sıkıştırmaktadır.<br />
Bu sistemin ateşleyici gücü tüketimgözetim<br />
eklemlenmesidir. Bu üçlü<br />
kapalı alan modeli yine üç temel<br />
araçla birbirine bağlanır: Otomobil,<br />
kredi kartı, cep telefonu. Hermetik<br />
yaşam döngüsü, kendi içinde git<br />
gide daha çok kapanma eğilimi<br />
gösterirken, kentin bütün aktörlerini,<br />
farklı toplumsal ekonomik özellikleri<br />
olan ve farklı kapalılık dereceleri arz<br />
eden kapanma sahalarına kapatma<br />
eğilimindedir. Böylece kentle steril<br />
temas adını verdiğimiz bir mekânsal<br />
ayrışma ve kentin organik dokusuyla<br />
temasın yitimi olgusu, insan-mekân<br />
ilişkisini kökten dönüştürmektedir.<br />
Hermetik yaşam döngüsünün temel<br />
özelliklerini, Lefebvre’in kentin<br />
dönüşümünü anlamak için geliştirdiği<br />
kavramsal araçlardan bazılarını takip<br />
ederek tartışmaya çalışacağız.<br />
Lefebvre, öncelikle<br />
Marx’tan ödünç aldığı tümellik<br />
(totalité) kavramı ekseninde kenti<br />
ve onun gündelik yaşamını tartışır.<br />
Buna göre, kapitalist kent, yalnızca<br />
insanın mekânla kurduğu ilişkiyi<br />
düzenlemekle kalmaz, gerçeği (gerçek<br />
olanı – le réel) tanımlayarak<br />
insanı manevi anlamda da kuşatır. Bir<br />
anlam dünyası ya da kısaca dünya<br />
olarak saydam bir ideoloji haline<br />
gelir. Böylece bütün etkinlikler<br />
yani onların aktörleri olmaları<br />
hasebiyle bireyler şeyleşirler; bu<br />
onların diğer şeylerden farklı olarak,<br />
birbirlerinden ayrılmalarını<br />
getirir. Hermetik yaşam döngüsü,<br />
homojenleşme eğiliminde kapalı<br />
Görseller: Sena Başöz, Doctoring, 12’09’’, 2010<br />
45
dünyalar kurarak bu şeyleşmenin<br />
hızlandırıcısı niteliğini kazanır. Kapalı<br />
sitenin dışında güvenilir bir kentsel<br />
varoluş, kapalı işyerinin dışında<br />
verimli bir çalışma biçimi, alışveriş<br />
merkezinin dışında özgür bir<br />
toplumsallaşma tahayyül edilemez<br />
hale gelir. Lefebvre, ekonomi<br />
politiğin insani olanı bir üretim<br />
aracına indirgediği kanısındadır.<br />
Hermetik yaşam döngüsü, böyle bir<br />
araçsallaştırmayı içerir; ancak onu<br />
daha öteye taşıyarak, bireyi tüketim<br />
faili olarak varolma seçeneğinin<br />
plebisitine yönlendirir. Kapatma<br />
kurumlarının baskınlığından kapanma<br />
sahalarının yükselişine<br />
geçen sanayi-sonrası toplum koşullarında<br />
Lefebvre’in de altını çizdiği<br />
tümellik iradesi (la volonté de<br />
totalité), gönüllü katılımın temel<br />
ideolojik zeminini döşemektedir.<br />
Zira bu irade ya da istek sayesinde<br />
üretimin görünmezleşmesine<br />
katkıda bulunup kentsel ayrışmaların,<br />
sahte-dünyaların (pseudomondes)<br />
kurulmasına, hakikatin<br />
tematikleştirilmelerini yasallaştırmaya<br />
katkıda bulunmaktadır.<br />
Hermetik yaşam döngüsü, kent<br />
mekânının organik ilişkiselliğini<br />
kırarak, onu tematikleştirilmiş (ikamet,<br />
çalışma, toplumsallaşma, tüketme,<br />
eğlenme, vb.) bir işlevselliğe<br />
bölmektedir.<br />
Lefebvre, insanın tümelliği<br />
kavramının birincil özelliği olarak<br />
gereksinimi sayar. Ona göre insan<br />
bir gereksinim varlığıdır (un être de<br />
besoin). Hatta insan gereksinimlerle<br />
insanileşir; çünkü gereksinimler,<br />
onun doğaya oranla yapay özelliğini<br />
belirler. Böyle bir saptama bizi<br />
kolaylıkla salt tüketimin meşruiyetine<br />
götürebilirdi. Ancak Lefebvre,<br />
gereksinimin bu insanileştirici<br />
özelliğini, insanın çalışması bağlamında<br />
anlamlandırır. Çalışma ise,<br />
diğer türlerde gördüğümüzden farklı<br />
olarak yalnızca maddi emek değil,<br />
emeğe katılan anlamı da barındırır.<br />
Sanayi-sonrası çağda üretimin<br />
görünmezleşmesi; yapılan işlerin<br />
doğasının, maddeden kopuş üzerine<br />
olduğu kadar, sanallık, varsayımsallık<br />
ve erekselliği kendisinden başka bir<br />
şey olmayan bir dolaşım ekseninde<br />
tanımlanmasıyla doğrudan ilişkilidir.<br />
Diğer yandan, Lefebvre,<br />
gereksinimin toplumsal bir kategori<br />
olduğu kanısındadır; onun bireysel<br />
deneyimlenişi arzu yoluyla olur.<br />
Diğer bir deyişle bireyselleşmiş<br />
gereksinim arzudur. Ancak bu sonsuz<br />
ve ben-merkezli bir arzu değildir;<br />
zira biçimlenişi sırasında kontroller,<br />
izinler, ket vurmalar, olanaklar<br />
etkili olur; bunlar, toplumsalın<br />
sınırlarını bireye hatırlatırlar. Arzu,<br />
belirsizlik ve sınırlılıklar arasında bir<br />
diyalektikte oluşur. Oysa hermetik<br />
yaşam dünyasını harekete geçiren<br />
arzu, önemli ölçüde öznelleşmiş,<br />
toplumsalın rasyonel çerçevesinden<br />
dışarı taşan, ben-merkezli salt<br />
yöneltimdir. Tüketimin nesnesi<br />
olan şey ya da etkinlik, hatta belki<br />
insan, regresif bir itkiyle arzulama<br />
eyleminin hedefidir. Bu anlamda<br />
arzu ya da arzulama, bir üretim<br />
46
sürecinin içerdiği emeğin hak ettiği<br />
ödül olmaktan ziyade, kendinde<br />
tanımlı, kendi söylemsel ekseninde<br />
meşrulaşan ve salt öznellik ifadesi<br />
olan bir duygu durumudur. Özetle<br />
Lefebvre, insanı gereksinim-çalışmaarzu<br />
üçlemesinin bileşimi olarak<br />
kavramsallaştırır. Hermetik yaşam<br />
döngüsünde bu üçlüden çalışma<br />
(üretim) eksiltilmiştir. Geriye<br />
gereksinim ve arzu ikilisi kaldığı<br />
zaman, varlık alanını imleyecek<br />
yegâne strateji, üretimden bağlantısı<br />
kopmuş tüketim olacaktır. Lefebvre,<br />
hazza (la jouissance) yönelmemiş bir<br />
çalışmanın kuru bir eylem olduğunu,<br />
ama çalışmanın sonucu olmayan bir<br />
hazzın da asalak bir yaşam anlamına<br />
geldiğinin altını çizer. Oysa hermetik<br />
yaşam döngüsü, modern kentin<br />
ölümü dışlaması gibi, çalışmayı<br />
hazdan uzaklaştırır.<br />
Lefebvre, mekân kavramına,<br />
fizik gerçeklik ve işlevsel yapılanma<br />
olma özelliklerinden öte, bir toplumsal<br />
boyut katan toplumbilimcilerdendir.<br />
Yirminci Yüzyıl’ın ikinci yarısında,<br />
modernliğin ileri aşamasında,<br />
artık mekân toplumsal mekândır;<br />
üstelik toplumsal zamandan ayrı<br />
düşünülemez. Bu noktada toplumsal<br />
mekân, bir dizi yapısal ve anlık ilişki<br />
biçiminin sürekli olarak etkileşerek<br />
diyalektik bir yaşam kurgusu<br />
oluşturması anlamına gelir. Bu<br />
noktada, mekân ve onun simgelediği<br />
gerçeklik ne De Certeau’nun<br />
iddia ettiği kadar anlıksallığa ve<br />
kendiliğindenliğe dayanır, ne<br />
işlevselcilerin ortaya koydukları gibi<br />
yapılanmıştır. Lefebvre hem bu iki zıt<br />
güç hem zaman ve mekân arasındaki<br />
diyalektik ilişkinin önemini vurgular.<br />
Ancak hermetik yaşam döngüsü, bu<br />
ilişkiselliği önemli ölçüde parçalar.<br />
Lefebvre’in toplumsal mekânda<br />
var olduğunu düşündüğü öznel<br />
ve nesnel boyutları, ikinci lehine<br />
bütünleştirir. Özel grubun varlık alanı<br />
olarak toplumsal mekân, git gide<br />
küçülmekte, gözetim ve teknolojik<br />
olarak sarılmışlık, öznel toplumsal<br />
mekânı tedricen daraltmaktadır.<br />
Zaman ve mekân ise, hermetik<br />
yaşam döngüsünde diyalektik bir<br />
tamamlayıcılıktan ziyade, zamanın<br />
mekânı biçimleyen bir çeşit plastik<br />
malzemeye dönüşmesine neden olur.<br />
Cep telefonu, bu anlamda, bireysel<br />
stratejiler içinde, mekânı model<br />
hamuru gibi yoğurabilme olanağını<br />
sunar. Kapanma sahaları, kendilerini<br />
var eden kurucu mantık olan gönüllü<br />
katılım süreci içinde praxis’in<br />
içerdiği düşünümsellik ve anlıksallık<br />
diyalektiğini silmektedirler. Onun<br />
yerine, Lefebvre’in altını çizdiği<br />
yapmanın (le faire) otomatikleşmesi<br />
yaygınlaşmaktadır. Hermetik yaşam<br />
alanı, çeşitliliği ticari hareketliliği<br />
sağlayacak kadar çok ve tüketim<br />
merkezli, toplumsallaşmayı indirgeyecek<br />
kadar az ve eğlence<br />
güdümlü hale getirir. Görüntüsü<br />
çeşitlilik, renklilik, duyusal uyarı,<br />
zamanın hem fazla boş hem fazla<br />
dolu biçimlenmesine dayalı bir alışveriş<br />
merkezi, sayısız benzerinin<br />
yalnızca bir biçimsel çeşitlemesidir;<br />
öngördüğü toplumsallaşma modeli,<br />
47
hayli indirgenmiş, homojenleştirici<br />
ve toplumsal tahayyülü şemalaştırıcı<br />
özelliktedir. Hermetik yaşam<br />
döngüsü, üretimi yüceltmez ancak<br />
eylemselliği öne çıkartır. Mekânın<br />
kuruluşu ve kapanma sahası olarak<br />
işleyişi, münhasıran performansın<br />
yegâne geçerlilik ölçüsü haline<br />
gelmesiyle mümkün olur. Lefebvre,<br />
bireysel pratik eylemi başarı<br />
ölçütüyle değerlendiren pragmatizmi<br />
eleştirirken, günümüzün performanskaygılı<br />
eylem düzlemini de işaret<br />
etmiş oluyordu. Zira ona göre, bu<br />
pragmatizm, toplum yaşamında<br />
olduğu kadar birey yaşamında<br />
da çok önemli bir boyutu, dramı,<br />
sorunların derinliğini sistemli olarak<br />
göz ardı eder. Her zaman yüksek<br />
performansta olmak, hermetik yaşam<br />
dünyasının en önemli esaslarındandır.<br />
Aynı dramatik unsur Bachelard<br />
tarafından da, başka bir bağlamda<br />
vurgulanmıştır; ânı damgalayan<br />
özellik, dramatik olana açılan bir<br />
derinlik sağlamasıdır. Performansın<br />
yegâne varoluş ölçüsü ve kimlik<br />
stratejisi aracı olduğu bağlam,<br />
teknolojik olarak inşa edilmektedir;<br />
buna Lefebvre teknokratik pozitivizm<br />
adını vermektedir.<br />
Lefebvre praxis’in toplumsal<br />
ilişkiler üretmek anlamına<br />
geldiğinin altını çizer. Üretmek<br />
yalnızca dolaşıma değişim ve<br />
tüketim fırlatmak değildir; aynı<br />
zamanda toplumsal ilişkiler üretmeyi<br />
de içermelidir. Hermetik yaşam<br />
döngüsü, üretimin yalnızca maddi<br />
boyutunu göz önüne alarak, kentin<br />
organik dokusuyla, öngörülmemiş,<br />
anlıksal olanla ilişki yerine, kapanma<br />
sahasının kendi içindeki (hermetik)<br />
ilişkisellik biçimlerini cesaretlendirir;<br />
bunların büyük çoğunluğu tüketim<br />
eksenlidir. Bu ilişkilerden ya da ilişki<br />
olasılıklarından tüketimi çektiğimiz<br />
zaman, geriye neredeyse<br />
maddi olmayan hiçbir şey kalmaz.<br />
Bu noktada Lefebvre, üretici<br />
güçlerle maddi doğa üzerindeki<br />
eylemi birbirinden ayırmanın,<br />
diğer bir deyişle praxis’i diğer bazı<br />
nesnelerden, onları ayrıcalıklı kılarak<br />
ayırmanın, o nesneleri fetişleştirmek<br />
anlamına geldiğinin altını çizmiştir.<br />
Metâ ve para bu ayrıcalıklı nesnelerin<br />
başında gelir; kapanma sahaları ise bu<br />
ayrıcalıklılaştırma ve fetişizm üzerine<br />
inşa edilmişlerdir. Üretim, Lefebvre’e<br />
göre yalnızca üretilen ve yeniden<br />
üretilen ürünler anlamına gelmez;<br />
toplumsal gruplar ve onların ilişkileri<br />
de üretilmiş olur. Bu bağlamda<br />
mekânın üretimi, ona içkin toplumsal<br />
ilişkiler yumağının da üretimi<br />
anlamına gelecektir. Bununla birlikte,<br />
hermetik yaşam döngüsündeki<br />
praxis, değişim değerini öncelediği<br />
hatta onu yegâne geçerlilik ve üretim<br />
koşulu haline getirmeye kurgulanmış<br />
olduğu için, ürettiği toplumsal<br />
grup ilişkileri, tüketimin anlıksal,<br />
uçucu, tarih-dışılaştırıcı karakterinin<br />
cinsinden tanımlanır.<br />
Lefebvre, bireyin kendisinin<br />
dışında kalan gerçekliği tanımlamak<br />
için kullandığı ‘dış dünya’ kavramının<br />
yanıltıcı olduğundan bahsetmiştir.<br />
Buna göre bireyin bilinci, ona<br />
48
dışsalmış gibi görünen, praxis<br />
tarafından üretilmiş bir dünya<br />
yansıtır. Oysa praxis, iç ve dış<br />
dünyalar yaratmaz; bunların ayrımını<br />
vurgulamaz. Praxis bir insani dünya<br />
(monde humain) biçimler. Yapmalarla<br />
oluşan bu insani dünya insani olanı<br />
barındırdığı kadar, insani olmayanı da<br />
(nesneleri, eserleri, anlamları) içerir.<br />
Hermetik yaşam döngüsü Lefebvre’in<br />
işaret ettiği bütünlüğü hem içerir<br />
hem dışlar. Zira kapanma sahalarında<br />
toplumsallaşma, praxis’i sayısız<br />
işlevin organik bütünlüğü ile bireyin<br />
bu öz-yeterlilik balonu içindeki<br />
varoluş deneyimiyle özdeşleştirdiği<br />
için bütüncül bir dünya kurmaktadır.<br />
Ancak bu bütünsellik münhasıran<br />
tüketimin, üstelik gözetimle desteklenmiş<br />
olarak, bir çeşit hakikat rejimi<br />
haline gelmesiyle mümkün olur.<br />
Bununla birlikte, Lefebvre’in işaret<br />
ettiği türden bir bütünlükten tam<br />
anlamıyla da bahsedemeyiz; çünkü<br />
o praxis’i belirgin bir şekilde üretim<br />
paydasında tanımlamaktadır. Diğer<br />
yandan kapanma sahaları, doğaları<br />
gereği, üstelik yaygın bir gönüllü<br />
katılıma dayandıkları için, çok kesin<br />
bir iç ve dış ayrımı yaparlar; varlıkları<br />
ve toplumsal meşruiyetleri, bu<br />
ayrımı, hem de çok keskin maddi<br />
ve maddi-olmayan göstergelerle<br />
yapmaları sayesinde mümkün olur.<br />
Mimari tasarımlarının git gide daha<br />
cüretkâr, kentin kapalı olmayan<br />
ilişkiler dünyasına aşamalı olarak<br />
daha fazla kapanan, estetik iddiası<br />
daha meydan okuyan bir özerkliği<br />
(hermetizmi) işaret etmesi, bize<br />
bu eğilimi gösterir. Ankara’daki,<br />
özellikle Söğütözü civarındaki birçok<br />
yeni alışveriş merkezi, İstanbul’da<br />
özellikle Zorlu Center bu iddiayı<br />
fazlasıyla barındırır. Devasa boyutlar,<br />
genel bir kapsayıcılığı işaret ederler.<br />
Buradaki temel iddia, bir dünya<br />
yaratmanın ötesine geçer; dünyanın<br />
ta kendisi, dünyanın tamamı olduğu<br />
önermesinin altı kalın çizgilerle<br />
çizilir. Hermetik yaşam döngüsünde,<br />
praxis’in, Lefebvre’in vurguladığı bir<br />
diğer özelliği de belirsizleşmektedir:<br />
Yineleyici praxis (praxis répétitive)<br />
ile yaratıcı praxis (praxis créatrice)<br />
arasındaki fark, hermetik yaşam<br />
döngüsünde görünmez hale gelir.<br />
Toplumsalın üretimi, kapanma<br />
sahasının kurucu mantığında, yineleyici<br />
praxis’i öne çıkarır; kapanma<br />
sahası bildik yinelemelere, bunların<br />
epeyce yapılaşmış eylem kalıplarına,<br />
öngörülmez ve anlıksalın mümkün<br />
olduğunca sistemli bir dışlanmasına<br />
dayanır. Örneğin sanat, sermayenin<br />
kamusallığı kapsamında, kapanma<br />
sahalarında çok büyük oranda piyasanın<br />
mutlak yönlendiriciliğinde<br />
ortaya çıkabilir. Bir kamu hizmeti<br />
olarak İstanbul’da bir konser salonu<br />
inşa edilemeyip mevcut en büyük<br />
ve görkemlisinin Zorlu Center’da<br />
içerilmiş olması bu açıdan önemlidir.<br />
Bütün bu yalıtma arzusuna karşın,<br />
elbette dışarıda hep yeni ve muhalif<br />
unsurlar kalır (sokak müzisyenliği,<br />
flash-mob’lar, grafiti, street art vb.).<br />
Ancak kent toplumsallaşmasının git<br />
gide daha ağırlıklı bir kısmı hermetik<br />
yaşam döngüsüne dâhil olduğu için,<br />
49
onun (1)sayısal bir üstünlüğü, (2)<br />
iç ve dış ayrımını keskinleştirerek,<br />
muhalefeti münhasıran dışta<br />
bırakması yönündeki eğilim, Lefebvre’in<br />
insani dünya kavramının<br />
yarılmasını işaret eder.<br />
Kentsel alan, bugün ciddi<br />
anlamda ayrışmakta, gündelik<br />
yaşamın mekânda örgütlenen maddi<br />
ve maddi-olmayan unsurları,<br />
gönüllü katılım esasına dayalı<br />
bir kapanma sahaları gelişimiyle,<br />
değişim değeri cinsinden yeniden<br />
yapılanmaktadır. Tüketimin kimlik<br />
stratejisi olduğu böyle bir hermetik<br />
yaşam döngüsünde, anlıksallık, tarihdışılama<br />
ve en önemlisi üretimden<br />
kopuk bir iç-dış ayrımı esastır. Kentin<br />
mekânı zaten homojenleşen parçalar<br />
halinde ayrışmaktayken, bunların<br />
üzerine, ayrıca hermetik yaşam<br />
döngüsü eklemlenerek, mekân-insan<br />
ilişkisinin organikliğinin aşındıran bir<br />
yalıtma/gözetim çemberi oluşmaktadır.<br />
Kaynakça<br />
Lefebvre, Henri, Critique de la Vie<br />
Quotidienne II, Fondements d’une<br />
Sociologie de la Quotidienneté,<br />
Paris: L’Arche Éditeur: Paris, 1961.<br />
Lefebvre, Henri, La Vie Quotidienne<br />
dans le Monde Moderne, Gallimard:<br />
Paris, 1968.<br />
Lefebvre, Henri, Le Droit à la Ville<br />
Suivi d’Espace et Politique, Éditions<br />
Anthropos: Paris, 1974.<br />
Lefebvre, Henri, Espace et<br />
Politique, Le Droit à la Ville II, Paris:<br />
Anthropos, 2000.<br />
50
51<br />
Resim: Sena Başöz
Taksi<br />
Hande Ortaç<br />
Arnavutköy’ün dar yokuşlarından ince topuklarının<br />
izin verdiği hızla sahile indi. Arkasında yoğun bir parfüm bulutu<br />
bırakıyordu. Birkaç kedi kokunun cazibesine kapılıp kadının peşine<br />
düştü. Sonra sıkıldılar. Karanlık bir köşede buldukları ne olduğu<br />
belirsiz kemikleri sıyırmayı tercih ettiler. Kadın tenha sokaklarda<br />
yankılanan topuk sesinden sıyrılıp Boğaz’ın ışıklı görüntüsüne<br />
daldı. Ana caddeye inmesiyle boyut değiştirmişti sanki.<br />
“Vay! Boğaz’ı övdükleri kadar varmış!”<br />
Elini bile kaldırmasına fırsat vermeden yoldan geçen<br />
taksilerden ikisi önüne kırdı. O da en yakında olanın arka koltuğuna<br />
kuruldu. Her yeri görmek istiyordu, tam ortaya oturdu. Oturduğu<br />
gibi dikiz aynasından sarkan maşallah’ı gördü. Gözlerini biraz<br />
yukarı kaldırınca çember sakallı şoförün aksiyle karşılaştı.<br />
“Selâmün Aleyküm,” şoför taksimetreyi çalıştırıp gaza<br />
bastı.<br />
“Kuruçeşme’ye lütfen.”<br />
“Ooo! Abla o tarafa çok trafik var, yukardan dolanalım.”<br />
“Yok ben manzarayı seyretmek istiyorum, sahilden<br />
gidelim.”<br />
“Hasupannallah!” derken kafası seyiren şoför, radyonun<br />
sesine abandı.<br />
Taksinin içi arka hoparlörlerden yükselen bir ilahiyle<br />
doldu. Dikiz aynasından sarkan maşallah deli gibi sağa sola sallanıp<br />
çırpınıyor, adamın gözleri sinirden kısılmış, kadına aynadan kesik<br />
atıp duruyordu. Kadın oralı olmadı. Keyfini bozmaya hiç niyeti<br />
yoktu. Yıllar boyu takside içilmiş sigaraların; sarhoş yolcuların<br />
hiç istemeyerek çıkardıkları kusmukların; şoförün oturmaktan<br />
kilitlenen bağırsaklarından yanlışlıkla ve sessizce kaçan gazın;<br />
52
sıcaktan ya da trafiğin stresinden<br />
terleyen vücutların; yollarda yenmek<br />
zorunda kalınan dürüm döner, dürüm<br />
çiğ köfte, dürülmüş lahmacunun<br />
ve aracın bagajının üçte ikisini<br />
kaplayan lpg tüpünün içeri yayılan<br />
sarımsaksı kokusunu bastırmak için<br />
kullanılan en ucuz araba kokusu<br />
kadının parfümünü bastırmıştı bile.<br />
Ama kadın hiçbir şeyi umursamadı.<br />
Sol yanında davetkâr bir şekilde<br />
akmakta olan İstanbul manzarasının<br />
tadını çıkarıyordu. Ara ara ağaçlarla<br />
ve binalarla kesilen Boğaz’ı izledi.<br />
Sadece iki dakika için… Sonra araç<br />
yavaşlamaya başladı, yavaşladı,<br />
yavaşladı ve korna seslerinin arasında<br />
durdu.<br />
Kadının suratı stop lambalarıyla<br />
kırmızıya boyanmıştı.<br />
“Neler oluyor burada şoför<br />
bey?! Kaza mı olmuş?” dediği<br />
anda şoförün sinirli ne kazası yahu<br />
düpedüz trafik, biz de boka batar<br />
gibi battık içine bakışları ok olup<br />
aynadan fırladı. Kadın bozuntuya<br />
vermeden yanlarında duran araçları<br />
izlemeye başladı. Bu arada radyodaki<br />
ilahi sona ermiş, sesi yapmacıklı derecede<br />
arınmış bir adam ‘İçinizin<br />
temizliği yüzünüze yansımış üstadım<br />
ama ne acıdır ki dinleyenlerimiz nur<br />
yüzünüzü görmeye nail olamıyorlar,’<br />
diyerek stüdyo konuğuyla hoşbeşe<br />
başlamıştı. Kadın taksimetrede yanıp<br />
sönen kıpkırmızı 7 TL’yi gördü.<br />
Taksi durduğu gibi farların<br />
beyaz koridorlarından sıyrılan, yüzlerini<br />
stop lambalarının kırmızıya<br />
boyadığı savaşçılar gibi camsilci<br />
çocuklar araçların etrafını sardılar.<br />
Bir tanesi de taksiye yanaşmış,<br />
şoförün yanındaki aynayı kara bir<br />
bezle silmeye başlamıştı. Şoför<br />
kaşlarını çatıp camı tıklattı.<br />
“Sittir hadi!” dedi belli<br />
belirsiz. Çocuk bu uyarıyı umursamadan<br />
yaptığı işe devam etti.<br />
Elindeki şişeden şoförün camına biraz<br />
sabunlu su fışkırttı, adamın gözünün<br />
içine baka baka köpüklü suyu, kara<br />
bezle güzelce camın yüzeyine yaydı.<br />
Bu pervasızlık karşısında şoför<br />
yerinde hopladı. “Piç! Sittir dedim,”<br />
diye camın ötesine bağırdı. Çocuk<br />
duymadı ya da duymamazlıktan<br />
geldi, istifini hiç bozmadan devam<br />
etti. Beline sıkıştırdığı cam çekme<br />
sopasını çıkarıp pisliği camdan<br />
sıyırmaya başladı. Şoförün ağzı açık<br />
kalmış, şaşkın şakın çocuğu izliyordu.<br />
Radyodaki günahlarından<br />
arınmış ses temiz temiz anlatmaya<br />
devam etti, ‘İçimizin güzelliği dışımıza<br />
sözlerimizle yansır, bizler de<br />
sözlerimizle karşımızdakini kucaklamalıyız.’<br />
“Bozuk yok, yok işte! Yok!<br />
Senin gibi piçe verecek PARA<br />
YOK!” Şoförün sesi camda patladı.<br />
Çocuğun suratında hâlâ en ufak<br />
bir tepki oluşmamıştı. Adam hızını<br />
alamadı, otomatik camı indirdi ve<br />
camdan sarkıp çocuğu ittirmeye<br />
çalıştı, yetişemedi. Bu sefer de<br />
kapıyı açtığı gibi biraz önce kaçmayı<br />
başaran çocuğu yakalayıverdi. Çocuğun<br />
suratına bir tane tokat patlattı.<br />
Çocuk ağlamadı bile, sadece diziyle<br />
adamın apış arasına bir tekme<br />
53
geçirdiği gibi koşarak kaçtı.<br />
‘Ellerimiz birbirinin içine<br />
geçmiş, ruhlarımız zikir coşkusuyla<br />
buluşmuş, hak yolunun neferleri<br />
olarak …’<br />
Şoför zar zor toparlanıp<br />
çocuğun peşinden koşmaya başladı.<br />
Kadın hayretler içindeydi.<br />
Arabanın anahtarı kontakta ve araç<br />
çalışır vaziyette trafiğin ortasında<br />
duruyordu. Kadının gözü taksimetreye<br />
takıldı. 8,15 TL. 1 lira 15 kuruş<br />
arasında her şey kontrolden çıkmıştı.<br />
Şoför çocuğu iki araba ötede<br />
yakaladı. Kulağından tuttuğu gibi<br />
bir tokat daha patlattı. Kadının ağzı<br />
açık kalmıştı ki şoförün yanındaki<br />
yolcu koltuğunun kapısı açıldı. Kareli<br />
gömlekli, kotlu bir adam araca girip<br />
ön koltuğa yerleşti.<br />
“Pardon,” dedi kadın, “görmüyor<br />
musunuz, yolcu var?!”<br />
“Hanfendi, gördük tabii,<br />
görülmeyecek gibi değilsiniz maşallah!<br />
Korkmayın canım, sizin<br />
güvenliğinizi sağlamak için yanınıza<br />
geldim.”<br />
“Şu anda yardıma ihtiyacı<br />
olan ben değilim. Herif ulu orta<br />
çocuk dövüyor! Baksanıza!”<br />
Kadın dehşet içinde<br />
parmağıyla şoförün çocuğu tartaklamasını<br />
gösterirken, koltukta oturan<br />
adam hiç istifini bozmadan cevap<br />
verdi.<br />
“Merak etmeyin, benim<br />
sizi koruduğum gibi o çocuğu da<br />
koruyup kollayanlar vardır.”<br />
Biri “Eşşoğluu!” diye seslenince<br />
şoför dehşet içinde arkasını<br />
döndü. Bir elinde kocaman bir sopaya<br />
tutturulmuş pamuk helvalar olan bir<br />
satıcı, diğer elinde tuttuğu satırla<br />
şoförün üstüne doğru koşuyordu.<br />
Şoför çocuğu bıraktı. Çocuk aynı<br />
ifadesiz suratla adamlara boş boş<br />
baktı sonra ortadan kayboluverdi.<br />
Şoförse kaçması gerektiğini ancak<br />
idrak etmişti. Koşmaya çalışırken<br />
ayakları birbirine girdi. Önce yere<br />
kapaklandı, beli açıldı. Pantolonunu<br />
toparlamaya çalışırken yerlerde<br />
süründü. Kalkmayı becerip kaçmaya<br />
başladı, araç selinin içinde kayboldu.<br />
Artık sadece onu takip eden pamuk<br />
helvacının sopası görülüyordu.<br />
Sopanın üstünde pamuk helvalar<br />
hoplayıp duruyorlar ve sanki zıplaya<br />
zıplaya trafiğin derinlerine doğru<br />
kendi başlarına ilerliyorlardı.<br />
Radyoda yeni bir ilahi<br />
başlamıştı ki arabaya yeni binen<br />
adam, radyoyu sert bir hareketle<br />
kapattı. Kadın pamuk helva sırığından<br />
gözünü almayı başardığında, ön<br />
koltukta oturan adamın iyice arkasını<br />
dönmüş kendine baktığını gördü.<br />
Herif enikonu kadını süzmeye<br />
başlamıştı. Önce V yakalı bluzundan<br />
belli belirsiz gözüken dekoltesine,<br />
sonra dizlerini açıkta bırakan eteğine<br />
ve biraz kaykılıp ayakkabılarına kadar<br />
kadını derinlemesine tetkik etti.<br />
“Beyefendi benim korunmaya<br />
ihtiyacım yok, lütfen beni yalnız<br />
bırakır mısınız?”<br />
Adam kadına doğru biraz<br />
daha eğildi ve kaykılınca belindeki<br />
tabanca ortaya çıktı.<br />
“Aaa bu istediğinizi yapa-<br />
54
mam çünkü bu, görevimi ihmal etmem<br />
demek.”<br />
Gözü tabancaya takılmış<br />
olan kadın, “Polis misiniz?”diye sordu.<br />
“Şişt!” dedi adam fısıldayarak<br />
“sivil görevdeyim.” Suratında sinsi bir<br />
ifadeyle, “Şoförün araca döneceğini<br />
zannetmiyorum artık. Biz nereye<br />
gidelim fıstık?” derken adamın eli<br />
kadının dizine doğru uzanıyordu.<br />
Kadının kalbi küt küt atmaya<br />
başladı. Taksimetre 9,30 TL’de yanıp<br />
sönüyordu. Kuruyan bir meyve gibi<br />
gövdesini içine çekmeye çalıştı. 9,35<br />
TL. Nefesini tutup görünmez olmak<br />
istedi. Adam yavaş yavaş ona doğru<br />
eğildi. İkisi birden alevlenen korna<br />
sesleriyle irkildi. Adamın dışarıdaki<br />
bu yeni hareketliliğe odaklanmasını<br />
fırsat bilen kadın kapıya doğru<br />
yöneldi. Tam tutup kapıyı açacağı<br />
sırada sürücü kapısı açıldı, içeriye bol<br />
makyajlı bir kadın girdi, panik içinde<br />
arabanın kapılarını kilitledi.<br />
“Hemen buradan gitmeliyiz!<br />
Hemen! Bana yardım edin!”<br />
İçeri atlayan kadın çığlık<br />
çığlığa bağırıyordu. Sivil polis kadına<br />
bir tokat çarptı.<br />
“Sussana orospu!” Bağırıp<br />
çağıran kadın sakinleşti birden, bir<br />
karşısındaki adama baktı, bir arkada<br />
oturan diğer kadına ve sinirleri<br />
boşalıp bu sefer de ağlamaya başladı.<br />
“Süleyman abi ya elini<br />
ayağını öpeyim yardım et bana.”<br />
“Neriman, bak iş üstündeyim,<br />
hadi kızım çek arabanı.”<br />
“Abi vallaha benim suçum<br />
yok.” Bir yandan hıçkırıyor, bir yandan<br />
da kesik kesik anlatmaya çalışıyordu.<br />
“Önce ful muamele, sonra sikiş, eee,<br />
ödemeye gelince yarım yövmiye!<br />
Neden?! Ben de çektim bıçağı çizdim<br />
herifi!”<br />
“Kızım neresini çizdin adamın?”<br />
“Ayy ay geliyor abi, geliyor<br />
valla! Saklayın beni!”<br />
“Ah Neriman vah Neriman!”<br />
Kadının paniğinin tersine sivil polisin<br />
sesi sakindi, dalga geçiyordu.<br />
“N’aptın yavrucum sen? Her elin<br />
adamını böyle böyle yola getirecek<br />
miyim sandın?” Süleyman’ın eli<br />
bu sefer hayat kadınının baldırına<br />
yöneldi.<br />
“İşimi yaptım hakkımı arıyorum<br />
Süleyman abi!”<br />
“Nerde şimdi it?” Süleyman’ın<br />
sesi iyice yumuşamıştı, Mini<br />
etekli hayat kadınının baldırlarını<br />
okşuyordu. Kadınsa iki elini<br />
direksiyona koymuş, açık bir yolda<br />
hızla ilerliyormuş gibi ileriye bakıyor,<br />
sanki kendine dokunulduğunu<br />
hissetmiyordu.<br />
“Arkamdan geliyordu.<br />
Saklanmak için arabaya atladım.”<br />
Hayat kadını takip edildiğini hatırlamışçasına<br />
arkasına baktı.<br />
“Geliyor! Geliyor! Alacak<br />
beni.” Elini vitese attığı gibi gaza<br />
bastı. Hoop ne oluyor demeye<br />
kalmadı, önlerinde bekleyen araca<br />
bindirdiler.<br />
Sivil polis kapının koluna<br />
tutunmuş bas bas bağırıyordu. “Ulan<br />
orospu, ulan aklı kıt. Dursana!”<br />
Neriman durmadı, bu sefer<br />
55
vitesi geriye taktı ve yine gaza bastı.<br />
Bu sefer de arkadaki araca küt diye<br />
bindirdiler. Süleyman korkudan ödü<br />
patlamış halde kadına bir tokat daha<br />
attı. Direksiyondaki bileğini kavradı<br />
ve kadının elini simitten ayırmaya<br />
çalıştı. Neriman çıldırmış gözlerle<br />
polise baktı. Diğer elinde minicik bir<br />
şey parıldadı.<br />
“Öldürecek beni anlamıyor<br />
musun?!” Tek hamlede adamın suratını<br />
çizip arabadan dışarı atladı ve<br />
kaçmaya başladı. Süleyman önce ne<br />
olduğunu anlamadı. Sonra yüzündeki<br />
sıcak ıslaklığı hissetmiş olacak,<br />
parmaklarıyla yarasına dokundu.<br />
Gözlerinden alev saçarak, “Ben senin<br />
ananı da ebeni de bellerim,” deyip<br />
arabadan atladı ve Neriman’ı takip<br />
etmeye başladı.<br />
Kadın arabanın arka koltuğunda<br />
oturup kalmıştı. Olanlara<br />
inanamıyormuş gibi boş gözlerle<br />
karşıya bakıyordu. Eteğini dizlerine<br />
doğru çekiştirdi, oturduğu yere biraz<br />
daha yerleşti. Derken sağ ve sol<br />
arka kapılar açılıp içeri birer adam<br />
girdi. Kadının iki yanına oturdular.<br />
İyi giyimliydiler, ekşi ve keskin<br />
kokulu parfümleri kadının başına<br />
saplandı sanki, hafif bir ağrı başladı.<br />
Biri iç cebinden bir sigara çıkarıp<br />
kadına ikram etti. Kadın istemediğini<br />
söyledi, diğeri sigarayı kabul etti.<br />
Kadının üstünden sigaralarını yakıp<br />
içmeye başladılar.<br />
“Eğlenmeye gidiyorsun<br />
değil mi?” dedi biri.<br />
Diğeri “Hem de en iyi gece<br />
kulüplerinden birine.”<br />
“Henüz varamadım ama<br />
amacım öyle. Başarabilirsem.”<br />
“Önemli olan mekân değil<br />
biliyorsun değil mi?”<br />
“Önemli olan nasıl bir<br />
eğlence aradığın?”<br />
“Nasıl yani?”<br />
Sağındaki adam ceketinin<br />
cebinden deri bir portföy çıkardı.<br />
Portföyü açtı, farklı büyüklüklerde<br />
elle sarılmış sigaralar yan yana<br />
dizilmişler, ince bir lastikle portföye<br />
tutturulmuşlardı.<br />
Solundaki adam “Turuncu<br />
rengi mi seversin, yoksa lacivert rengi<br />
mi tercih edersin?” diye sordu.<br />
Kadın anlamaz gözlerle<br />
bakıp “Turuncu” diye cevap verdi.<br />
Portföydeki hazır sarılmış<br />
sigaralardan orta büyüklükte olan<br />
bir tanesini kadının dudaklarına<br />
yerleştirdiler. Çakmağı çakıp ateşi<br />
sigaranın ucuna yaklaştırınca sigara<br />
bir anda alev aldı, arabanın içi sarı bir<br />
ışıkla aydınlandı. Kadın sigarayı içine<br />
çekip alevi tütüne hapsetti. Sigara için<br />
için yanmaya başladı. Yoğun turuncu<br />
bir duman sigaranın ucundan ağır<br />
ağır yükseliyordu. Kadın sigaradan<br />
derin bir nefes daha aldı ve nefes<br />
ciğerlerini ağır ağır işgal ederken<br />
aracın dışından gelen sesleri daha iyi<br />
duymaya hatta anlamaya başladığını<br />
fark etti. Arka araçtaki şoförün çişi<br />
gelmiş söyleniyordu, yan arabadaki<br />
kızın çorabı kaçmıştı, naylon çorabını<br />
pürüzsüz bacağından aşağıya doğru<br />
yavaşça sıyırdı. Çıt diye bir çantanın<br />
tokası açıldı. Çorap hışırtıyla çantanın<br />
dibine koyuldu. Ön arabadaki<br />
56
adam ciklet çiğniyordu, Boğaz’da<br />
minik bir balıkçı teknesi karanlığa<br />
saklanarak pancar motorunu patlatarak<br />
yol almaya çalışıyordu. İki<br />
adam da kadının gözlerinin içine<br />
bakıyorlardı. Beğendi mi acaba?<br />
Kadın tam sigarayı dudağına bir<br />
kez daha götürüp sigaranın tadını<br />
çıkaracak, sol yandaki cam tıklatıldı.<br />
O tarafta oturan adam konuşmak<br />
istemedi ama dışarıdaki ısrarla camı<br />
tıklatmaya devam etti. Gelenden<br />
böyle kurtulamayacağını anlayan<br />
adam camın otomatik düğmesine<br />
dokundu, cam aşağıya kayarak<br />
açılırken kıpkırmızı güllerle dolu bir<br />
buket camdan içeri girdi.<br />
“Bu güzel ablaya bir demet<br />
çiçek almak ister misiniz abilerim?”<br />
“Hadi çek arabanı! Görmüyor<br />
musunuz meşgulüz!”<br />
“Abicim bu güzel ablanın<br />
hatrına! Kadınlar çiçektir.”<br />
“Uzatma da git, uğraştırma,<br />
kötü olur!”<br />
Kadın tam turuncu dumandan<br />
bir fırt daha almak için sigarayı<br />
ağzına yaklaştırırken buket dışarı<br />
çekildi ve aynı anda çiçekçi kadının<br />
başı camdan içeri girdi.<br />
“Ablacım ucuza gitme,<br />
amma güzelsin ablacım, bu abiler<br />
senin kıymetini bilsin, sana çiçek<br />
gibi davransın, benim öküz gibi<br />
davranmasınlar ablacım, sen istersen<br />
alırlar, bir demet gül ablacım sana<br />
layık değil ama, bak bütün gece<br />
burada dikildim, bir bu demet kaldı<br />
ablam, Allah aşkına bak Allah’ın<br />
adını ağzıma aldım, eğer bir kötülük<br />
varsa kafamda almam vallaha almam,<br />
ama daha eve gideceğim, son buket<br />
ablam, çocuklar evde aç bekler, hadi<br />
güzel gözlü ablam, bırak da sana bir<br />
kıyak yapsınlar, ha ablam…”<br />
Solda oturan adam hızla<br />
ve kuvvetle çiçekçinin başını içeri<br />
uzattığı kapıyı açtı, kadın ne olduğunu<br />
anlayamadan geri çekilmeye çalışırken<br />
kapının çerçevesi başına şiddetle<br />
çarptı. Çiçekçi arabanın dışında<br />
acıyla kıvranırken, otomatik cam<br />
yukarıya doğru sessizce kapandı.<br />
“Uğraşma dedik, anlamadı!”<br />
Çiçekçi küfredip uzaklaştı.<br />
Arabadaki kadınınsa daha fazla sabrı<br />
kalmamıştı. Eğlenmek istiyordu.<br />
Hazırlanmış gelmiş bir taksinin arka<br />
koltuğunda kapalı kalmıştı. Tuzak<br />
gibi… Oooff. Şu sigaradan bir fırt daha<br />
alacak ve gecesinin bundan sonrasını<br />
harika bir şekilde geçirecekti.<br />
Yanında yakışıklı sayılabilecek eğlenceden<br />
anlayan iki adam vardı. İşte<br />
tam sırasıydı. Kadın bir nefes daha<br />
almak için sigarayı dudaklarının<br />
arasına oturttu. İçine çekmeye çalıştı,<br />
çekti, çekti duman filan gelmedi.<br />
Kadın yanındaki adamlara umutsuzca<br />
baktı. Tekrar tekrar denedi, ama bir<br />
türlü olmuyordu. Sonra birden her<br />
yer çiğ bir ışıkla oldu. Çok uzaklarda<br />
bir yerde 15,00 TL kırmızı kırmızı<br />
parladı ve söndü hemencecik. Yoğun<br />
ışıkta gözleri kamaşmıştı. Etrafındaki<br />
her şey bir anda yok olmuştu.<br />
***<br />
“Neler oluyor?!” diyerek<br />
yattığı yerden doğruldu. Bembeyaz<br />
bir odanın ortasındaydı. Ön tarafında<br />
57
gözlük şekli verilmiş bir ekran olan<br />
başlığı kafasından çıkardı.<br />
“Neden bitti anlayamıyorum?”<br />
diye tekrar seslendi. “Daha<br />
eğlenmeye bile başlayamadım.”<br />
Metalik bir ses duvarların<br />
ötesinden cevap verdi. “Üzgünüm,<br />
ödediğiniz para ancak bu kadarına<br />
yetti.”<br />
“Ama nasıl olur? 2010’lu<br />
yıllar İstanbul’u çok eğlenceli dediler<br />
bana. Siz de izlediniz işte, daha hiçbir<br />
şey olmadı ki!”<br />
“Hanımefendi biliyorsunuz<br />
bu modellemeler on binlerce kişinin<br />
hafıza kayıtlarından gerçeğe<br />
uygun olarak yaratılıyor. Bizim bir<br />
müdahalemiz olmuyor. Bu tarihler<br />
için yaratılmış olan modelimizde bu<br />
ücret aralığında ancak bu kadar bir<br />
eğlence alabiliyorsunuz. Devamı için<br />
bir bu kadar daha ödeme yapmanız<br />
gerekli.”<br />
“Yani bu gecelik bu kadar,<br />
öyle mi?” Çok büyük bir hayal kırıklığı<br />
yaşıyordu, sinirli bir şekilde çantasını<br />
kaptığı gibi kapıya yöneldi.<br />
“Bir dahakine aynı yıllardaki<br />
Uzak Doğu eğlencelerini deneyeceğim.<br />
Umarım beni İstanbul<br />
gibi hayal kırıklığına uğratmaz,”<br />
diye söylenerek uzaklaşırken topuk<br />
sesleri koridorda yankılanıyordu.<br />
58
Osmanlı’dan Günümüze Bir Kent*<br />
Kültürü Ögesi Olarak Meyhaneler<br />
Fikret İklima Yeşiltaş<br />
“Kalbi âşık gibi viran ettiler meyhaneyi<br />
Bivefalar ahdına döndürdüler peymaneyi” 1<br />
Nevî<br />
Türkler Anadolu’ya göç etmeden ve hatta yerleşik hayata<br />
geçmeden evvel, pek çok hastalığın şifası olarak niteledikleri kımızın<br />
eser miktarda dahi olsa alkol barındırması nedeniyle, İslamiyet’in<br />
kabulünden önce alkol tüketiminden tamamıyla uzak değillerdi.<br />
Buna rağmen, ilk dönemlerde göçebe hayatın etkisi, ardından<br />
da İslamiyet’in kabulü ile meyhane kültürünü içselleştirememiş;<br />
ancak İstanbul’un fethiyle beraber, Bizans İmparatorluğu’ndan<br />
miras alınanlar içerisinde meyhanelerle yakından tanışma fırsatı<br />
bulmuşlardır.<br />
İlber Ortaylı İstanbul’da meyhanelerin o dönemlerde<br />
nerelerde bulunduğunu “Sanıldığının aksine, sadece Galata -<br />
Beyoğlu’nda değil, İstanbul’un her semtine dağılmıştı. Kuşkusuz<br />
her köşeye meyhane açılamazdı. Dini yerlere, mezarlık, tekke,<br />
türbe, cami civarına bugün de içkili lokanta açılamıyor.” 2 şeklinde<br />
açıklamış, bir yandan ne kadar yaygın olduklarına dikkat çekerken;<br />
öte yandan da Müslüman halk tarafından kabul görmüş olsa dahi,<br />
inanç sistemleriyle meyhaneler arasındaki sınırın korunması için<br />
çabalandığının altını çizmiştir.<br />
Şüphesiz bu dönemden Tanzimat Devri’ne kadar<br />
meyhanelerin yöneticileri çoğunlukla gayrimüslimlerden;<br />
özellikle Ermeni ve Rumlardan oluşmuş; lakin bütün dinlerin<br />
mensupları İmparatorluk süresince içki yasakları ve serbestisi<br />
arasındaki gelgitlerden etkilenmiştir. İçki içmek ve meyhane<br />
açmak birçok padişah döneminde defaten yasaklanmış; ancak<br />
* Kent sözcüğü burada sosyolojik anlamda sanayileşme sonucu ortaya çıkan<br />
yerleşim birimini değil, ticari, kültürel, toplumsal yönüyle kırsal ile benzerlik göstermeyen<br />
yerleşim birimini işaret etmektedir.<br />
1 “Aşığın kalbi gibi meyhaneyi viran ettiler<br />
Vefasızlar kadehi kendilerine benzettiler “<br />
2 Ortaylı, İlber, İstanbul’dan Sayfalar, Hil Yayınları: İstanbul, 1986, s.170.<br />
59
İstanbul’da Bir Meyhane, 17.Yy., Minyatür<br />
zaman zaman Yeniçerilerin yasağa<br />
ilişkin hoşnutsuzluğu ve<br />
meyhanelere konan ağır vergilerin<br />
hazineye sağladığı gelir göz önünde<br />
bulundurulduğunda, tekrar serbest<br />
bırakılmak durumunda kalmıştır. Bu<br />
yasaklar çoğu zaman Anadolu’da<br />
Bektaşi fıkralarının doğmasına<br />
olanak hazırlamış; ayrıca Ankara<br />
yöresinde alkol ihtiyacını gidermek<br />
için bozahanelere gidenlerin<br />
sayısında kayda değer artışlar<br />
gözlemlenmiştir. 3 Tüm bu süreli<br />
yasakların asıl sebebi İslam’ın<br />
içkiyi haram kılmasından ziyade,<br />
meyhanelerin zaman içinde politik<br />
eleştiri merkezleri haline gelmesi<br />
olmuştur.<br />
Öte yandan, İstanbul meyhaneleri<br />
ilerleyen vakitlerde bazı<br />
3 Oğuz, Burhan, Türkiye Halkının Kültür<br />
Kökenleri 1, İsis Yayınları: İstanbul, 1976, s.733-<br />
734.<br />
ritüellere sahip olmaya başlamış ve bu<br />
ritüellerin görünür bir şekilde devam<br />
ettirilmesi Müslüman çoğunluğun<br />
da bu durumu içselleştirdiğinin<br />
göstergesi olarak ele alınmıştır.<br />
Ortaylı, “Ramazanın bitiminde, yani<br />
arife günü meyhaneci gedikli<br />
müşterilerine özel bir davetiye<br />
gönderirdi. Midye yahut uskumru<br />
dolmalarından oluşan bu davetiyeye<br />
unutma bizi dolması deniyormuş.<br />
İstanbullu alkolik değildi, ama<br />
töreniyle ve mezesiyle, özgün sohbetleriyle<br />
içkiyi ve meyhane hayatını<br />
severdi.” 4 diye aktarırken bu aleniliğe<br />
dikkat çekiyor.<br />
Meyhanelerde şimdilerde<br />
görmeye alışık olmadığımız bir başka<br />
adet ise, fiske şamdanı yakmaktır.<br />
“Saki meyhaneye gelen müdavimleri<br />
kulağında bir çiçek olduğu halde<br />
karşılar, ‘Buyurun efendim, buyurun’<br />
diyerek içeriye davet ederdi. Bu<br />
arada tanıdığı misafirlere adlarıyla<br />
hitap ederdi. Sofra kurulduktan<br />
sonra barba 5 kendi eliyle fiske<br />
şamdanı sofraya koyar, sofradakileri<br />
‘Ağalar, sefa geldiniz!’ 6 diyerek<br />
selamlardı.” Ardından meyhanedeki<br />
çubuktârın 7 getirip yaktığı tütün<br />
çubuğu, mezelerin dizilişi, meyhane<br />
ustasının akşamcılar masasına ‘derdinize<br />
yanın’ diyerek diktiği mum;<br />
İstanbul meyhanelerinin kendilerine<br />
has niteliklerinin göstergeleridir.<br />
Bugün hâlâ kullandığımız<br />
4 Ortaylı, İlber, ibid, s.88.<br />
5 Meyhane sahibi, yöneticisi.<br />
6 Zat, Vefa, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,<br />
Meyhaneler maddesi, C.5, Kültür<br />
Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayınları, s.437.<br />
7 Bazı kaynaklarda ateşoğlan diye geçiyor.<br />
60
pek çok kelime ve söz öbeğinin<br />
kökeninde de İstanbul meyhanelerinin<br />
bu ritüelleri bulunmaktadır.<br />
İçkiyi fazla kaçırıp yürüyemeyecek<br />
halde olanları evlerine götürmek<br />
için, meyhane önlerinde bekleyen<br />
hamalların olması ‘küfelik’ tabirini;<br />
aslan kabartmalı bardaklarda<br />
sunulan rakının renginin de süt<br />
rengine benzemesinden ‘aslan sütü’<br />
dolaylamasını ve sarhoş olan<br />
kişinin, normalde konuşmaktan<br />
imtina edeceği meseleleri açıklıkla<br />
anlatabildiği rakı sofrasına ‘çilingir<br />
sofrası’ isminin verilmesi bu zengin<br />
ritüeller sayesinde gerçekleşmiştir.<br />
18. yüzyılda, Batılılaşma<br />
hareketlerinin ivme kazandığı<br />
dönemde, Osmanlı Devleti, özellikle<br />
İstanbul’da altyapı, onarım ve<br />
şehirleşme çalışmalarına yönelmiştir.<br />
Böylelikle kent hayatı dönüşmeye,<br />
yeni mekânlar gün yüzüne çıkmaya<br />
başlamıştır. 8 Tanzimat Döneminin görece<br />
özgür ortamı içerisinde meyhane<br />
sayılarında artış görülmüş, ancak<br />
genele bakıldığında bu artış yalnızca<br />
meyhanelerle sınırlı kalmamış, Batı<br />
tarzı ve hatta Batılılarca açılan<br />
içki mekânlarına da ilk kez bu<br />
dönemde rastlanmıştır. Böylelikle,<br />
artık meyhanelerin ticari anlamda<br />
rekabet etmek zorunda kaldığı yeni<br />
oluşumlar, yavaş yavaş meyhane<br />
kültürünün de dönüşmesine yol<br />
açmış; sözgelimi, Batılı yaşam tarzına<br />
öykünmenin arttığı bu dönemde,<br />
8 Hamadeh, Shirine, Public Spaces and the<br />
Garden Culture of Istanbul in the Eighteenth<br />
Century, Cambridge University Press: Cambridge,<br />
2007 s.283.<br />
gedikli 9 meyhanelerin geleneksel<br />
sini-tabure düzeni, yerini çağdaş<br />
masa-sandalyelere bırakmıştır.<br />
Bu yeni gelişmelerin meyhaneler<br />
açısından önemini ise<br />
Ortaylı şöyle anlatıyor: “1850 yılı<br />
Ocak ayında, İstanbul meyhanecileri<br />
sadrazama başvurdular; ağır vergiler<br />
veriyorlardı, bu vergilerin taksite<br />
bağlanmasını ve bir bölümünün affını<br />
istiyorlardı. Asıl önemlisi şehrin dört<br />
bir tarafını, punçci denen ve bazılarını<br />
yabancı uyrukluların işlettiği dükkânlar<br />
sarmıştı. Punçci dediğimiz;<br />
bildiğimiz İngiliz punch’ını, yani çay<br />
ve sıcak şerbeti romla karıştırıp satan<br />
dükkânlardı. Aynı işi şekerlemeciler<br />
de yapıyormuş. Meyhaneciler;<br />
punçci ve şekerlemecilerin içki<br />
sattığından, ama kendileri gibi vergi<br />
vermediklerinden, hele bazılarının<br />
yabancı uyruklu olup adamakıllı yükü<br />
tuttuklarından şikâyet ediyorlardı.” 10<br />
Cumhuriyet’in ilanıyla beraber,<br />
alafranga ve alaturka arasındaki<br />
çatışma her alanda olduğu gibi<br />
eğlence ve toplumsal mekânlarda<br />
da kendisini göstermiş; toplumsal<br />
yaşama, üst sınıfların rağbet ettiği<br />
birer alafranga meyhane formu<br />
olarak giren gazinolar ve birahaneler<br />
alaturkalaşmış ve gelenekselden<br />
neredeyse tamamen kopuk yeni<br />
meyhanelerin ortaya çıkışına da<br />
zemin hazırlamıştır. 11 Zira Cumhuriyet<br />
9 Osmanlı’da 3 tür meyhane vardı. Gedikliler,<br />
devlet izni ile açılanlar; Koltuk Meyhaneleri,<br />
izbe yerlerde, kaçak işletilenler ve son olarak;<br />
sokakta kıyafetinin iç bölümüne sakladığı içki<br />
dolu hazne ile içki sunan Ayaklı Meyhaneler.<br />
10 Ortaylı, İlber, ibid, s.172.<br />
11 Zat, Erdir, Yay. Yön., Rakı Ansiklopedisi,<br />
61
Hatay Meyhanesi Defterleri, Kapak, Yapı Kredi Yayınları, 2003.<br />
Dönemi’nin eğlence hayatına baloları<br />
taşıyan üst sınıflar, bu dönüşüm<br />
içinde tercihlerini pahalı mezelerin<br />
satıldığı sosyete meyhanelerinden<br />
yana kullanmış; böylece meyhane,<br />
hemdem sofrası 12 olmaktan çıkmış,<br />
onun yerine yemek için gidilen<br />
gurme mekanlar haline gelmişlerdir.<br />
Meyhanelerin eski ritüelleri<br />
zaman içinde tamamen ortadan<br />
kalksa da sanat çevreleriyle ilintisi,<br />
Cumhuriyet döneminde de tam<br />
anlamıyla kopmamış, nasıl Divan<br />
Edebiyatı’ndan pek çok şair onlara<br />
methiyeler düzmüşse; Cumhuriyet<br />
Dönemi şairleri için de meyhaneler<br />
hep önemli olmuştur. Öyle ki,<br />
aralarında Cemal Süreya gibi<br />
pek çok şair, ressam ve yazarın<br />
bulunduğu, İstanbul Bostancı’daki<br />
Hatay Meyhanesi müdavimlerinin,<br />
meyhanenin defterine tuttukları<br />
notlardan Hatay Meyhanesi Defter-<br />
Overteam Yayınları: İstanbul, 2010, s.381<br />
12 (genellikle sohbet kastedilerek) paylaşılan,<br />
kaynaşılan sofralar.<br />
leri isimli bir kitap dahi derlenmiştir.<br />
Osmanlı Devleti’nin geleneksel<br />
meyhanelerinin padişahlarca<br />
birçok kez kapatılmasına neden<br />
olan ‘devlet sohbetleri’ yani siyasal<br />
olanın eleştirisi; bugünün<br />
meyhanelerinde yerini bulamaz<br />
yahut meyhaneler artık bireylerin<br />
toplumsallaştığı ender alanlardan<br />
olmadığı için göze çarpar nitelikte<br />
değildir. Aynı şekilde, geçmişte sahip<br />
olduğu ritüel ve anlam bütünlüğüyle<br />
karşılaşmak da günümüzde pek<br />
mümkün değildir. Meyhaneler artık,<br />
yerel-maddî unsurların bir imaj<br />
etiketi olarak kullanıldığı (bardak,<br />
sini, alaturka müzik, vb.) yerelin/<br />
gelenekselin yalnızca bu maddî<br />
unsurlar üzerinden iyi ya da kötü,<br />
basit ya da karmaşık bir biçimde<br />
taklit edildiği ve pazarlanabilirliğinin<br />
önemsendiği ticarî eğlence, yemeiçme<br />
mekânlarına dönüşmüştür. 13<br />
Tüm bunlara rağmen,<br />
Vefa ZAT; İstanbul’da meyhane<br />
geleneğini yaşatmaya çalışan yerler<br />
arasında Tepebaşı’nda Despina,<br />
Asmalımescit’te Refik ve Yakup,<br />
Balıkpazarı’nda Cumhuriyet, Kumkapı’da<br />
Kör Agop isimlerini saymıştır.<br />
Yine de adı geçen meyhanelerden<br />
pek çoğunun tabelalarında meyhane<br />
değil, Restaurant ibaresinin yer<br />
alması; bu mekânların da mevcut<br />
dönüşümden tam anlamıyla kaçamadığının<br />
ibaresi olsa gerektir.<br />
13 Özdemir, Nebi, Cumhuriyet Dönemi Türk<br />
Eğlence Kültürü, Akçağ Yayınları: Ankara,<br />
2005, s.110.<br />
62
Namık<br />
Hekim Ali Babacan<br />
Beş saattir elinde tutmaktan 40 derece olmuş şişedeki<br />
‘yerli içki’ ancak yarılanmıştı. Son 20 lirasını ‘giriş artı bir yerli içki’<br />
için harcamıştı ve başka parası yoktu. Abartma değil gerçekten<br />
50 kuruşu dahi kalmamıştı. Eve de yürüyerek gidecekti. ‘Keşke<br />
Bağlar’dan tutsaydım evi’ diye düşündü. Bütün öğrenciler öyle<br />
yapıyordu halbuki. Emek’teki evi rahmetli babasının bir arkadaşı<br />
tutmuştu o gelmeden. Bir senelik kontrat olmasa şimdi bırakır<br />
çıkardı o evi. Pek de anlaşamadığı iki arkadaşı daha vardı evde.<br />
İkinci yıl daha kafa dengi birilerini bulmaktı planı.<br />
Şişesini kaldırıp iki saattir dans etmekte olan kıza kaldırdı.<br />
Bu üçüncü denemesiydi. Kız yine oralı olmadı. Kıvırcık kızıl saçlarını<br />
savurarak arkasını döndü.<br />
Belki de geldiğinden beri aynı şişede olduğu için ilgisini<br />
çekmiyordu kızın. Halbuki arada bir ortadan kaybolup yeni bir şişe<br />
alıp gelmiş gibi yapıyordu ama belli ki kız bu numarayı yutmamıştı.<br />
Eskişehir’in musluk suyu içilse tuvaletten su doldurup onu içecekti<br />
midesi şişene kadar ama içilmiyordu ki işte meret!<br />
Ne olursa olsun çok eğlenmeliydi o gece. En belalı dersleri<br />
bile hallettiyse finallerde, eğlenmek onun da hakkıydı.<br />
Sahnedeki grup ara verdiğinde o da bir ara verip sigara<br />
içmek için dışarı çıktı. Neyse ki nerdeyse dolu bir paketi vardı. O<br />
geceki tek dayanağı dolu paketiydi. Daha yeni yakmıştı sigarasını<br />
ki “Ateşi verebilcen mi?” diyen sesi duydu. Kıvırcık kızıl saçlı<br />
kızdı bu. Yanında da kısa mavi saçlı bir kız vardı. Kızı tanıyordu.<br />
Mimarlık’tandı. Daha cebine koymamış olduğu çakmakla iki kızın<br />
da sigaralarını yaktı.<br />
“Kaçıncı bu?” diyerek elindeki şişeyi gösterdi kız.<br />
Dudağının kenarından alaycı bir gülümseme gelip geçti inceden.<br />
63
Çizim: Hekim Ali Babacan<br />
Mimarlık’taki kız da hafiften kıkırdadı.<br />
Kafa buluyorlardı onunla. Kimsenin<br />
gecesini mahvetmesine izin vermeyecekti.<br />
Eğlenmeye gelmişti ve<br />
eğlenecekti. İçkisi olsun ya da<br />
olmasın.<br />
“Yedi galiba,” dedi tereddütsüz.<br />
“Hiç yedi tane içmişsin gibi<br />
değil halin,” dedi mavi saçlı kız ve<br />
yine kıkırdadı.<br />
“Alkol eşiğim yüksektir,”<br />
dedi yine tereddütsüz ama sert bir<br />
şekilde.<br />
Bir süre konuşmadılar.<br />
“Yalnızsın galiba,” dedi kızıl saçlı<br />
olan. Cevabı dikkatli vermeliydi. İçki<br />
ısmarlatmaya çalışıyor olabilirlerdi.<br />
Normalde ısmarlardı elbette ama<br />
şimdi hovardaca davranılacak bir<br />
gece değildi. Ustaca bir cevap<br />
vermeliydi.<br />
“Evet, yalnızım. Kendime<br />
özel bir kutlama,” dedi. Pek ustaca<br />
bir cevap olmamıştı ama işe yaramıştı<br />
galiba. Çünkü kızlar sigaralarını<br />
aceleyle bitirip içeri girdiler.<br />
Derin bir oh çekti. Aslında<br />
ev arkadaşlarıyla çıkacaktı dışarı.<br />
Akışkanlar’a nispet yaparcasına<br />
geceye beraber akacaklardı. Ama<br />
biri finaller biter bitmez memlekete<br />
gidecek kadar ana kuzusuydu.<br />
Diğerinin ise iki gün önce teyzesi<br />
vefat etmişti. Arkadaşları olsaydı<br />
gecesi elbette daha eğlenceli<br />
olacaktı. Onlar kendisine göre daha<br />
paralı kimselerdi. Para bakımından da<br />
kendilerince gayet cömerttiler. Oysa<br />
onun annesi ev hanımıydı. Babasının<br />
maaşıyla zar zor geçiniyordu kadın.<br />
Bağkur emeklisi dedesinden ise para<br />
isteyemezdi. İstese verirdi adam ama<br />
istemezdi işte. Aksi gibi Başbakanlık<br />
bursu da geç kalmıştı.<br />
Her şey üst üste gelmişti.<br />
Ama bu gece eğlenmeye kararlıydı.<br />
Hem de çok…<br />
Grup tekrar sahneye çıkmıştı<br />
içeri girdiğinde. Deminki<br />
kızları aradı gözleri. İki çocuğun<br />
yanında olduklarını gördü. Kızlara<br />
asılan çocukların yanında başka bir<br />
kız daha vardı. Yancı gibi onların<br />
gülüşmelerine erken veya geç ama<br />
bir türlü senkronu tutturamayarak<br />
gülüyordu.<br />
Bir süre sonra kız da<br />
64
gözleriyle etrafı kesmeye başlamıştı.<br />
Yavaştan dörtlünün yanından ayrılıp<br />
bara doğru geldi. Kız yaklaşınca onu<br />
da gözünün bir yerden ısırdığını fark<br />
etti. Ama çıkaramıyordu. Gözlerini<br />
kısmış hatırlamaya çalışırken elinde<br />
bir birayla yanına yaklaştı kız.<br />
“Tanıyamadın di mi?” diye<br />
sordu.<br />
“Efendim?” dedi.<br />
Gülümsedi kız. “Sanat tarihi<br />
almıştık bir ders. Bizden başka seçen<br />
olmayınca ders açılmadı ya,” diyerek<br />
göz kırptı.<br />
Parmağıyla işaret etti kıza.<br />
Amerikan filmlerindeki ‘bingo’ işareti<br />
gibi yaparak.<br />
“He. Şimdi hatırladım,” dedi.<br />
“Hangi bölümdeydin sen?”<br />
“İktisat,” dedi. “Sen?”<br />
“Makine.”<br />
Elindeki şişeyi kaldırıp<br />
tokuşturalım dercesine bir hareket<br />
yaptı. Tokuşturup şişelerinden birer<br />
yudum aldılar.<br />
“Hangi dersi seçtin sonra?”<br />
diye sordu kız.<br />
“Beden,” diye yanıtladı<br />
kan sıcaklığındaki birasını sıkıca<br />
kavrarken. “Sen?”<br />
“Teknoloji.”<br />
Kız fena değildi aslında.<br />
Ama onunla ilgilenir gibi değildi.<br />
Biraz muhabbet ilerler diye umut<br />
etmişti ama tıkanmıştı mevzu. Bir<br />
süre konuşmadan boş boş oturdular.<br />
Sonra telefonu çaldı kızın; açtı.<br />
“Naptın?... Ne zaman?…<br />
Hemen gelirim nolcak… Yemin et!...<br />
On dakkaya ordayım.”<br />
Kız telefonu cebine soktuğu<br />
gibi ayağa kalkıp, başını hafifçe ileri<br />
iterek “Görüşürüz,” diyerek uzaklaştı.<br />
Şişenin dibine baktı. Ancak iki<br />
parmak bira kalmıştı. Hırsla kafasına<br />
dikti şişeyi. İçindeki sıvı o kadar azdı<br />
ki sanki boğazına değmeden kayıp<br />
gitmişti midesine. Çay gibi sıcaktı<br />
bira. Memnuniyetsizlikle buruşturdu<br />
yüzünü.<br />
Ayağa kalktı. Dans<br />
konusunda dünyadaki en yeteneksizlerden<br />
biriydi muhtemelen. Ama<br />
eğlenmeliydi. O da eğlenebilirdi.<br />
Tamam, sıkıcı biriydi ama o da<br />
eğlenebilirdi. Hem bunun için öyle<br />
çok paran olmasına da gerek yoktu.<br />
Kötü dans ettiğinin bilincindeydi.<br />
Muhtemelen dışarıdan bakıldığında<br />
daha kötü görünüyordu ama<br />
aldırmadı buna.<br />
Yerine oturduğunda ter<br />
içinde kalmıştı. Tuvalete gitti. O<br />
kadar az bira içmişti ki çişi bile yoktu.<br />
Atması gereken vücut ifrazatını zaten<br />
dans ederkenki terlemesi sonucunda<br />
dışarı atmıştı. Elini yüzünü yıkayıp,<br />
ağzını çalkalayıp tuvaletten çıktı. Bir<br />
arkadaşına “Yarın dışarı çıkalım mı?”<br />
diye mesaj attıktan sonra çıktı dışarı.<br />
Hava çok güzeldi. Çoğu<br />
uyuyan ama tek tük açık olan<br />
tekellerin önünde az da olsa hâlâ<br />
gezinen köpeklerin arasından<br />
üniversitenin ters yönünde ilerlemeye<br />
başladı.<br />
Doktorlar’ın ortalarına geldiğinde<br />
“Namık!” diye seslendiğini<br />
duydu birinin. Arkasını döndü.<br />
Rasta saçlı bir çocuk ve kız<br />
65
arkadaşı vardı arkasında.<br />
“Bana mı dedin?” diye sordu.<br />
“Yok moruk,” dedi rastalı.<br />
“E Namık dedin…”<br />
“Köpeği çağırdık biz hacı,”<br />
dedi kız.<br />
Sarı bir köpek yanaştı çiftin<br />
yanına.<br />
Kız diz çöktü. “Namık! Ooo<br />
çirkin bu çirkiiin,” diyerek köpeği<br />
sevmeye başladı.<br />
Köpek olan Namık kızın<br />
kolları arasında mest olurken asıl<br />
kızların yanında olması gereken insan<br />
olan Namık dönüp yoluna devam etti.<br />
Emek’e gidene kadar daha çok yolu<br />
vardı.<br />
Eve girdiğinde saat dördü<br />
biraz geçiyordu. Sokaktaki köftecinin<br />
dumanı, açık olan balkon kapısından<br />
içeri dolmuştu. Uykusu zaten yoktu.<br />
Televizyonu açtı. Kendini kanepeye<br />
fırlattı. Kanallar arasında gezinirken<br />
bir magazin programının tekrarına<br />
rastlayınca durdu.<br />
Adamlar iyi eğleniyordu.<br />
Kanal değiştirdi. Siyah<br />
beyaz bir film buldu. Daha önce<br />
izlediği bir filmdi. Yeni başlamış<br />
sayılırdı. Bu sırada bir mesaj geldi:<br />
“Olur. Çıkabiliriz.”<br />
Gülümsedi. Kanepeye daha<br />
da yayıldı.<br />
Yarın çok eğlenecekti.<br />
66
Alternatif Müziğin İzleri Üzerine:<br />
Kod Müzik ve Gece Servisi<br />
Söyleşi: Ekin Sanaç<br />
Kod Müzik’in dükkânı Atlas Pasajı’ndaydı. Benim ortaokul<br />
lise yıllarında okul çıkışlarımda gidip başka yerde olmayan bir<br />
dolu müzikle tanıştığım, kaset çektirdiğim, plak aldığım yer. O<br />
zamanlar underground müzik keşifleri birkaç müzik dükkânı ve o<br />
müzik dükkânlarındaki kişilerin rehberliğiyle yapılırdı. Başka bir<br />
yolu yoktu. Ve müzik her şeydi. Müzikle nefes alır, müzik üzerinden<br />
arkadaşlıklar kurar, her şeyi müzikle yaşardık; ben ve arkadaşlarım.<br />
Dolayısıyla bizler için Kod Müzik’in önemi büyük.<br />
Kod Müzik organizasyonuyla 1996’dan beri eskiden hayalini<br />
kuramayacağımız çok fazla isim Türkiye’ye konsere geldi ve<br />
halen gelmeye devam ediyor. Çok uzun yıllar özel seçki müzikleri<br />
buradaki insanlarla buluşturmuş, bu müziklere duyduğu tutkuyu<br />
paylaşmış ve dinleyiciyi bu yönde beslemiş olan bu oluşumun, Kod<br />
Müzik Plak Şirketi olarak da çok iyi isimleri basmışlığı var.<br />
Kod Müzik’ten iki önemli isim, Müge Turan ve Necati<br />
Tüfenk 10 yılı aşkın bir süredir Gece Servisi isimli rock’n roll müzik<br />
ağırlıklı bir radyo programı yapıyorlar Fakat bu uzun soluklu<br />
programı artık sonlandırmaya karar verdiler. Bu kararlarını ve on<br />
yıllara yayılmış müzik piyasası hakkındaki gözlemlerini konuşmak<br />
için buluştuk.<br />
Ekin: Lisedeyken sokaklarda benim dinlediğim müzikleri<br />
dinleyen insanların gittiğini düşündüğüm yerler vardı.<br />
Kadıköy’de, Beşiktaş’ta... Hatta insanları görünce, ayakkabısından,<br />
saçından, müzik dinlediğinin anlaşıldığını düşünüyordum. Müziğin<br />
dışavurumları vardı. Şu an düşününce çok yadırgadığım<br />
düşünceler bunlar elbette ama o zaman resmen öyleydi... Hiç<br />
unutmuyorum, Orta 2’de takip ettiğim yabancı dergilerin birindeki<br />
67
okuyucu mektuplarını okuyordum.<br />
Bir genç şöyle yazmıştı: “Bir grubu<br />
seviyorsan onu mutlaka canlı izlemiş<br />
olman gerekir. Bir grubun konserini<br />
izlemeden o grubu seviyorum diyemezsin,<br />
hayranı olamazsın”. Bunu<br />
okuyunca o kadar sinirlenmiştim ki<br />
çünkü o zaman dinlediğim grupların<br />
konserine gitmek aklımda olan bir<br />
kavram bile değildi. Sinirlenmem de<br />
çok saçma tabii, sonuçta İngiltere’den<br />
bir dergi! Ama içimi çok büyük bir<br />
öfke kaplamıştı. Sonrasında o gruplar<br />
İstanbul’a konser vermeye gelmeye<br />
başladı. Bu güne kadar sayısız konser<br />
organizasyonu yapan Kod Müzik<br />
bana böyle bir şeyler ifade ediyor<br />
işte. 20 yıldır konser yapıyorsunuz.<br />
Yaşadığımız yer için çok uzun bir<br />
süre. Dolayısıyla hislerinizi, nasıl<br />
dönüşümler gözlemlediğinizi merak<br />
ediyorum. Konserlerin, festivallerin,<br />
genel anlamda eğlencenin<br />
tekelleştiği bir süreçten de<br />
geçiyoruz. Çoğunlukla İstanbul’da<br />
organizasyonlar yaptınız, ama mesela<br />
Ankara üzerine düşüncelerinizi de<br />
merak ediyorum.<br />
Müge: Bir grubu konserinden<br />
tanımak, albümünü almak<br />
gibi mevhumla büyümedim. Bırak<br />
sevdiğimiz toplulukları izlemeyi,<br />
konser nedir bilmiyorduk. Bir grubun<br />
gelip de sahne efektleri, ışıklarıyla<br />
konser vermesi… Ben de çok geç<br />
keşfettim ama belki de çok çabuk<br />
alıştık. 3-5 konser olunca tabii ki<br />
de ‘konsere giden insanlar’ olduk,<br />
ama aslında o ilk gidilen konserler<br />
unutulmaz konserler oluyor.<br />
Stadyum konseri de olabilir, küçük<br />
bir mekândaki pub konseri de.<br />
Dolayısıyla bir kuraklıktan, kıtlıktan<br />
çıktık diyebiliriz. Bunun tarihi de<br />
tespit edilebilir. 1990, 1991, 1993’tür<br />
aslında. Şimdi herkes hep birden<br />
girişiyor. Mekânlar açılıyor. Biri küçük<br />
biri büyük grupları getiriyor. Farklı<br />
müziklere yöneliyor. Müzik türleri<br />
gelişiyor. Eskiden kaç müzik türü<br />
çalıyordu ki barda? Bırak canlı müziği,<br />
bir yerde rock çalar, bir yerde metal,<br />
ya da dans müziği çalan kulüpler<br />
vardı. Ortası yoktu. Çok farklı müzik<br />
türlerin çalındığı yerler yoktu. Biz<br />
gençler olarak hep bir yerlerdeydik<br />
ama müziğin belirlediği yerler<br />
değildi onlar. Belki bir kimliği vardı<br />
ama bir Karga değildi örneğin. O<br />
yüzden o kuraklıktan sonra böyle bir<br />
dönem yaşadık. Bugün mekânların<br />
seyirci potansiyellerini tam olarak<br />
ölçemiyorum. Bu çok çeşitlilikte<br />
bir konsere kaç kişinin geleceğinin<br />
algılayamıyorum, bunun sinyallerini<br />
alamıyorum.<br />
Necati: Bence seyirci potansiyeli<br />
anlamında herhangi bir<br />
şey değişmedi. Herhangi bir şey<br />
büyümedi. Bir kere bunu kesinlikle<br />
masaya koymamız gerekiyor. Yani arz<br />
fazla ama talep artmadı. Diyeceksin<br />
ki o zaman neden bu kadar grup<br />
gelebiliyor. İşte arz fazla ve buradaki<br />
talebe göre daha fazla grup<br />
getiriliyor. Cepten para harcanıyor.<br />
Hep aynı büyüklükte, belirli bir<br />
kesim var. 20’li 22’li yaşlarda gençler<br />
de var, ama aynı oranda 30-35<br />
yaşında, aileye karışıp kopanlar da<br />
68
var. Kimisi kopuyor, kimisi ekleniyor.<br />
Aslında sayı hep aynı. Türkiye’de<br />
eğlence anlayışının aslında çok<br />
tutucu olduğunun düşünüyorum.<br />
Yani metalciler de çok tutucu. Dans<br />
müziği dinleyenler de çok tutucu.<br />
Maceracı olmak isteyenlerin sayısı<br />
çok az. Hep majör, ortalama isimler<br />
geliyor. Ankara ve İzmir’i düşünecek<br />
olursan, orada oranlar daha da<br />
düşük. İstanbul’daki durum hem<br />
nüfus büyük olduğundan, hem de<br />
teknik olarak daha kolay. Bir de ben<br />
eskiden İzmir’e, Ankara’ya birilerini<br />
getirdiğimde insanlar daha bir aç<br />
olurdu. Şimdi daha zor. Kültür hayatı,<br />
eğlence hayatı İstanbul’da daha<br />
bir aktif oldu. Ankara’ya eskiden<br />
konserleri daha rahat götürürdük,<br />
şimdi riskli.<br />
Ekin: Benim birkaç sene<br />
önce İzmir’de olan arkadaşlarımın<br />
neredeyse hiçbiri şu an orada değil,<br />
hepsi kaçtı.<br />
Necati : Bu işler nasıl devam<br />
eder, bilemiyorum?<br />
Müge: İnsanlar günün sonunda<br />
yine bir şekilde dışarı çıkıp<br />
müzik dinleyecekler.<br />
Ekin: Bana aslında hep<br />
birçok şey değişirken bir yandan<br />
da bazı şeyler hiç değişmiyor gibi<br />
geliyor. 15 yaşımda gündüz punk<br />
konserlerine gidiyordum. En son<br />
2004’te gitmiştim bir gündüz punk<br />
konserine. Ve şimdi bu hafta sonu<br />
Peyote’de de bir gündüz punk<br />
konseri var.<br />
Müge: Altkültürler küçük de<br />
olsa kendilerini koruyorlar. Hip hop<br />
örneğin, eminim girişin 3 lira, 5 lira<br />
olduğu hip hop etkinlikleri oluyordur.<br />
Necati: Hip hop zaten çok<br />
başka bir şeye evrilmiş, güçlü bir<br />
alan.<br />
Müge: Kulüp kültürü de böyle<br />
bir şey mesela. Kulüp kültürünün<br />
de bir geçmişi var.<br />
Necati: Tabii, 19 ve 20 gibi<br />
mekanlar vardı.<br />
Ekin: Bir de onların efsaneleşmiş<br />
bir yazlık mekânları varmış<br />
2019 diye. Tabii ben yaş itibariyle hiç<br />
gitmedim.<br />
Müge: Araba hurdalarının<br />
içinde. Mad Max gibi bir ortamdı.<br />
Tabii bizim de yaşımız çok küçüktü,<br />
16 filandı. Ateşler yanar, meşaleler...<br />
Çok güzel fikirdi. Avrupa’nın en<br />
büyük açıkhava gece kulübüydü.<br />
Necati: Aslında zaten Radyo<br />
Eksen, Radyo 2019. Kullanılan mikser<br />
de 2019’un mikseriydi.<br />
Ekin: Kimindi o?<br />
Necati: Radyo 2019 Kaya<br />
Çilingiroğlu’nundu.<br />
Müge: Bazı mekânlar var bir<br />
daha var olamayacak mekânlar...<br />
Ekin: Ne çalıyordu bu<br />
mekânda?<br />
Necati: DJ’ler dışarıdan geliyordu.<br />
Herhâlde daha çok Hollanda<br />
house’u denebilir. Sadece DJ’ler<br />
değil, şov yapan kadın dans grupları<br />
da vardı.<br />
Müge: Ben neler gördüm<br />
orada, drag queen şovları...<br />
Necati: Peki şu anda orası<br />
ne oldu biliyor musunuz? Maslak Venue<br />
oldu. Sonic Youth’un çaldığı yer<br />
69
yani.<br />
Müge: Böyle tikel şeyler<br />
üstünden bakarsak, aslında bir endüstriden<br />
bahsedemeyiz, sadece<br />
girişimci birtakım adamlar var diyebiliriz.<br />
Ekin: Ve kadınlar!<br />
Müge: Evet. Ve böyle birtakım<br />
DJ’leri getirmek için varını<br />
yoğunu ortaya koyanlar ve batanlar<br />
vardı.<br />
Necati: Şu an dans müziğinde<br />
neler oluyor ben bilmiyorum, o<br />
defteri kapattım.<br />
Müge: Dans müziği kültürünü<br />
bildiğimiz şekliyle sürdüren Mini<br />
Müzikhol var. Ama konuştuğumuz bu<br />
eski mekânların kayıtları YouTube’da<br />
var mıdır diye merak ettim. Hani<br />
biri hayır için koymuştur belki. Çok<br />
istedim o günleri bir daha görmek.<br />
Çünkü insanın kafasında görüntü<br />
parçacıkları var. Şimdi ne kadar<br />
gerçek ne kadar doğru ondan bile<br />
emin olamıyoruz.<br />
Ekin: 15 yıla yakın bir süredir<br />
radyoda yapmakta olduğunuz müzik<br />
programı Gece Servisi’ni sonlandırıyorsunuz.<br />
Bu kararı nasıl aldınız?<br />
Neden bu doğru bir karar? Ne<br />
hissediyorsunuz?<br />
Müge: Gece Servisi’ni<br />
sanırım Ekim 2001‘den beri<br />
yapıyoruz. Yola çıkış sebebimiz sanıyorum<br />
net; müzik dinlemektense<br />
müzik paylaşmak. Radyo bunun için<br />
her zaman iyi bir araç oldu. Radyo<br />
Eksen’de başladık ilk olarak, sonra<br />
Açık Radyo’da devam ettik. Radyo<br />
Eksen’de 2 saatlik bir program<br />
yapıyorduk ve o 2 saati özene bezene<br />
hazırlardık gerçekten. Şimdi<br />
gururla tekrar arşivlere baktığımda<br />
görüyorum ki güzel programlarmış.<br />
Eksen’in açılışına denk gelmesi<br />
aslında bir anlamda iyi oldu. Eksen<br />
de alternatif rock müzik dünyasında<br />
bir yenilik olarak çıkmıştı o zamanlar.<br />
Necati: Barbaros Devecioğlu<br />
da oradaydı o zaman. Yani<br />
onun şekillendirdiği, her şeyi baştan<br />
belirlediği bir radyo olarak çıkmıştı.<br />
Müge: Doğuş Holding’in<br />
bir yayını olduğunu bilerek orada<br />
başladık. Ama yine de belirli bir<br />
duruşu olan çizgisini koruyan, en<br />
azından korumaya niyetli bir radyo<br />
kanalıydı. Bizim program her ne<br />
kadar Barbaros tarafından fazla<br />
akademik bulunsa da...<br />
Necati: Akademik bulunması<br />
derken belirlenmiş şarkı formatının<br />
dışına çıkıyorduk. Ya iyice gürültülü<br />
şeyler ya da 6-8dk’lık parçalar çalıyorduk.<br />
Müge: Veya Türkçe parça<br />
çalıyorduk.<br />
Ekin: Eksen’de Türkçe parça<br />
çalmak yasaktı nitekim.<br />
Necati: Evet, aynen öyleydi.<br />
Radyo ve eğlenceyi konuşacak olursak…<br />
Ekin: Mesela radyo benim<br />
için ortaokul, lise zamanları akşam<br />
dışarı çıkıp arkadaşlarımı görmeye<br />
iznim olmadığı için, resmen bir<br />
70
uluşma alanıydı. Pazartesi şu<br />
program, salı bu program, cuma<br />
o program... Aslında odamda tek<br />
başıma radyo dinlerken sosyalleştiğimi<br />
filan zannediyordum.<br />
Müge: Radyo bir anlamda<br />
çok da kişisel bir şey. Müzik<br />
dükkânından o anlamda çok farklı.<br />
Kod Müzik’te birebir buluşma, direk<br />
bir iletişim vardı. Tepki gibiydi bizim<br />
dükkân. Ben de müziği hep kendi<br />
odamda dinleyen biriyken, dört<br />
duvar arasında bir deneyimken dükkâna<br />
gitmek orada takılmak, müzikle<br />
hafiften kafayı yormuş sıyırmış<br />
tiplerle konuşmak çok daha başka bir<br />
şeydi.<br />
Necati : Çok güçlü bir şey.<br />
Ekin: Evet Kod Müzik’in<br />
dükkânı ben ve bazı arkadaşlarım gibi<br />
kaset toplayarak başlayıp üniversitede<br />
MP3’le tanışan arada kalmış<br />
kuşağın doğrudan bağ kurduğu<br />
yerdi.<br />
Necati: Açıkçası radyo biraz<br />
ölmekte olan bir format. Şuraya bak<br />
burada bir tane cd çalar, pikap ve<br />
amfi var. Radyo yok. Eskiden vardı.<br />
Ama radyo artık çok dijital olmuş ve<br />
kişiselleşebilmiş bir şey.<br />
Müge: Şu anda herkes<br />
bir radyo programcısı olabilir. Her<br />
blogger aynı zamanda bir DJ’dir.<br />
Kendine ait bir programı vardır<br />
denebilir.<br />
Necati: Yapılabildiğinin örnekleri<br />
de mevcut. Mesela Mete<br />
Avunduk’un kurduğu Standart FM ya<br />
da Radio Fil.<br />
Müge: Ama artık insanlar<br />
müziği bilgisayardan dinlediği<br />
için belki kendini ayrıksı bir yere<br />
koyamıyor radyo.<br />
Necati: Elinin altında her<br />
zaman dinleyebilir. Atacak soundcloud’a<br />
sonra açarım diyecek. Yani<br />
biz her çarşamba gidiyoruz Açık<br />
Radyo’ya ama o eski hissini kaybetti.<br />
Yani insanlar çarşamba günü<br />
saat 19:00’da radyonun başına geçmiyorlar.<br />
Müge: Ya da daha doğrusu<br />
biz afaki konuşuyoruz. 10 yıl önce<br />
bizi kaç kişi dinliyordu. Şimdi kaç kişi<br />
dinliyor. Bunu bilmiyoruz.<br />
Necati: Biz hiçbir zaman<br />
popüler radyo sanatçıları olmadık.<br />
Müge: Nefesimiz biraz tıkanmış<br />
durumda. Öyle bir şey var.<br />
Biz bu programı günün sonunda yine<br />
öncelikle kendimiz için yaptık. Hep<br />
bence öyle oldu. Bizim gibi birileri<br />
de varmış oralarda, biz de o insanlara<br />
ulaştık. Bizim yorulmamızda kişisel<br />
sebepler de vardır. Yani programcılar<br />
olarak belki başka bir yola girmek<br />
istedik diyebiliriz.<br />
Necati: İnsanların eğlenme<br />
ya da müziği tüketme şekli de değişti.<br />
Bu yüzden algı da değişti.<br />
Müge: Ama yine de birilerinin<br />
senin için seçtiği müzikleri<br />
dinlemek gibi bir ihtiyaç yok mudur?<br />
Bir yandan müzikle olan ilişki aslında<br />
değişmedi. Müziklerini dinleyenler<br />
var, keşfedenler var. Hani o keşif<br />
sürecinde radyo bir araç. Bu durum<br />
korunuyor ama eğlence dünyasının o<br />
organı çürümüş durumda. Paylaşma<br />
ortamı zayıfladı. Kimliğini kaybetti.<br />
71
Rengini kaybetti. Değiştirilebilecek<br />
bir şey ama yine de ben bunu<br />
değiştireyim desem nasıl bir şey yaparım<br />
bilmiyorum. Sanki o ivmemizi<br />
kaybettik.<br />
Ekin: Ben birçok konuda<br />
şöyle benzer bir duygu yaşıyorum.<br />
Genel olarak toplum olarak<br />
hafızamızın olmaması üzerine<br />
yetiştirilmemizin etkisini hissediyorum.<br />
Mesela 33 yaşındayım ama<br />
sokağa çıktığımda 17 yaşındayken<br />
gittiğim herhangi bir yeri bulma<br />
ihtimalim yok. Oralar artık yok çünkü.<br />
Hiçbir şey süremiyor gibi. Hastalık<br />
gibi. Beni hep bu düşündürüyor. Bir<br />
şeylerin izini sürmek istiyorsan aşırı<br />
mesai harcamak zorundasın.<br />
Müge: Böyle her şeyi evinde<br />
küçük dolaplarında saklayacaksın,<br />
her şeyi koruyacaksın. Öbür türlü çok<br />
mücadele vermen gerek. O yüzden<br />
böyle yazıp çizenler o her şeyi bilenler<br />
not alanlar vardı ya, onlar daha doğru<br />
yapmışlar. Çünkü kayıtlı hiçbir şey<br />
yok. Yani bizim hafızalarımızdaki bir<br />
takım eski şeyler bir takım hatıralar<br />
var ve onlar üzerinden konuşuyoruz.<br />
Sadece herkesin birbirine anlattığı<br />
hikâyeler var gibi. Belki terapi grubu<br />
gibi bunların konuşulduğu gruplar<br />
olabilir! ‘Hatırlayalım grubu’. Çünkü<br />
yoksa her şey hep unutmaya yönelik<br />
gibi...<br />
Ekin: Mekanlarda DJ’lik<br />
yapma nasıl gidiyor? Çalıyor<br />
musunuz? Oradaki hissiyatınız nasıl?<br />
Nasıl etkileşimler yaşıyor, geri<br />
dönüşler alıyorsunuz?<br />
Necati: Ben DJ’liğe döndüm.<br />
Siyah müzik çalıyorum. Geçtiğimiz<br />
cumartesi çaldım. Bambaşka<br />
şeyler bence.<br />
Müge: Geçen gün Earth<br />
konserinden önce bir saatlik bir<br />
seçki çaldık. Bayağı bir insan konser<br />
öncesinde dinledi.<br />
Necati: Çünkü senin o anda<br />
çaldığın şey ambiyansı belirliyor.<br />
Müge: Gelip ne çaldığımızı<br />
soruyorlar. Dükkânın amacı da buydu<br />
aslında. Birine bir şeyi sevdirmek,<br />
heyecanını görmek çok müthiş bir<br />
şey.<br />
Necati: Beyza’yı hatırlar<br />
mısınız? DJ Beyza. Hatta onun<br />
üzerine bir arkadaş belgesel yapmıştı.<br />
Beyza da buralarda Moda’da<br />
otururdu. 1997’den beri DJ’lik yapıyor.<br />
Elektronik müzik alanında önemli<br />
işler yaptı. Beyza’da mücadele ruhu<br />
vardı. Bana anlatmıştı hatırlıyorum,<br />
Beyza Maltepe’de falan DJ’lik yapıyordu.<br />
Müge: Günün sonunda<br />
bir erkek dünyasıydı. Sabah 4’lere<br />
kadar dans plaklarını taşı, koy, çal.<br />
Hani DJ’in tanrı konumunda olduğu<br />
zamanlar o zamanlar. Kendisi büyük<br />
mücadele verdi. Aslında bir yandan<br />
kadınlığını korumaya çalışıyorsun bir<br />
yandan da kadınlığını kullanıyorsun.<br />
Kulüp ortamında bikiniyle DJ’lik<br />
yapılırdı. O dünyada kendin olmaya<br />
çalışmak bence başlı başına bir<br />
savaş. Şimdi daha farklı tabii ki. Şimdi<br />
kadınlar birçok yerde çalabilir. Ama<br />
o zamanlar öyle değildi. Beyza’yı<br />
o yüzden hepimiz çok iyi tanırız.<br />
Dinlememiş olan bile tanır tabii ki.<br />
72
Ankara<br />
Cidden Çok Eğlencelidir!<br />
Tuğba Çelik<br />
Ankara’nın adı çıkmış; gri, sıkıcı, soğuk, beyaz yakalılar…<br />
Bu söylenenlerin doğruluk payı yok değildir. Ancak geçmişten beri<br />
eğlenceli bir kent olmak için çok uğraştığı da gözden kaçmamalıdır.<br />
Devlet kurumlarıyla iç içe bir kent ne kadar eğlenebilirse; o da o<br />
kadar eğlenir işte.<br />
Ankara’nın başkent olmasıyla başlayan modernleşme<br />
öyküsü, onun eğlence anlayışına da yön verir. Ankara’nın modern<br />
eğlence tarihi çok uzakta değildir, daha dünle yani 1920’lerle<br />
başlar. Onun öncesinde, Ankara’nın kendi halinde bir yerleşim yeri<br />
olduğunu hepimiz biliriz.<br />
Kent merkezi 1923’ten 1950’ye kadar Ulus’tu. Çünkü,<br />
Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Meclisi, Sümerbank gibi devlet<br />
binaları Ulus’taydı. 1950’den sonra ise kent merkezi şimdi Kızılay<br />
dediğimiz Yenişehir’e doğru kayar. Bu semte zamanla bu adın<br />
verilmesinin nedeni, buraya Kızılay binasının yapılmasıdır; 2011’de<br />
Kızılay binasının yerine çok katlı bir AVM yapılmış olsa da neyse<br />
ki semtin adı aynı kalır. 1980-2000 yılları arasında Ankara’nın kalbi<br />
Çankaya-Gaziosmanpaşa’ya kayar. 2000’den sonra ise Çayyolu<br />
eksenli yeni bir kent merkezi oluşumundan söz edebiliriz. Kent<br />
merkezinin sürekli yer değiştirmesi insanların birbiriyle etkileşim<br />
biçimini değiştirdiği gibi Ankaralıların ürettiği eğlence anlayışının<br />
da gelenekselleşmeyip sık sık değişmesine neden olur.<br />
Batılılaşmayı seçen Türkiye Cumhuriyeti, Batılı eğlence<br />
anlayışını da tanımaya çalışır. Bu süre zarfında ülkenin lideri Mustafa<br />
Kemal, rol modeldir. Onun öncülüğüyle başlatılan cumhuriyet<br />
balolarında, kadın erkek dans etmeyi dener. Seçkin ailelerin genç<br />
kızları, delikanlıları bu balolara ebeveynleriyle katılır, müzik dinleyip<br />
dans ederler.<br />
73
Milletvekillerinin, sanatçıların,<br />
memurların gidebilmesi için<br />
Ankara’da açılan ilk lokanta-gece<br />
kulübü, Ulus’taki Sümerbank binası<br />
olarak bilinen yapının yerinde<br />
bulunan ve Taşhan’ın iç avlusuna<br />
bakan Şehir Lokantası’dır. Sahibi<br />
Bolşevik İhtilalinden kaçıp ülkemize<br />
gelen Juri Georges Karpovitch’tir.<br />
Karpovitch daha sonra Ulus’ta<br />
Merkez Bankası’nın yanına Karpiç<br />
Restoran’ı açar. 1950’lere kadar Baba<br />
olarak anılan Karpiç, Ankara’nın en<br />
gözde eğlence yeri olur. Müşteriler,<br />
yer ayırtma çabasına girmeden<br />
eşleriyle birlikte ya da yalnız<br />
başlarına akşam yemeğine buraya<br />
gelirlerdi. Çünkü müşterilerin hepsi<br />
birbirini tanır ve tıka basa dolu<br />
mekânın kapısından girenlere<br />
‘Gelin, bizimle oturun’ teklifinde<br />
bulunurlardı. Beyaz masa örtü ve<br />
peçeteleri, orkestra müziği, güzel<br />
yemekleriyle o devirde Karpiç’in<br />
rakibi yoktur. 1928’de Eski Meclis’in<br />
karşısına açılan Palas Otel’deki bütün<br />
çalışanlar Fransız’dır. Söylenenlere<br />
göre burada Avrupa’nın bütün<br />
yemeklerini, ünlü şarap markalarını,<br />
Bomonti Birası’nı, Erenköy – Çankaya<br />
– Kavaklıdere Şaraplarını, Karahisar<br />
Madensuyunu bulmak mümkünmüş.<br />
Orta düzey gelirli Ankaralılar ise özel<br />
günlerde Karaoğlan Mahallesi’nde<br />
bulunan Zevk, Smyrna, Lezzet, Yıldız,<br />
Gümüş Kepçe lokantalarına Türk<br />
mutfağının yemeklerinden tatmaya<br />
giderler. Ankara, pastanelerle de bu<br />
dönemde tanışır. Atatürk Bulvarı’nın<br />
üzerinde açılan Özen, Kutlu adındaki<br />
pastaneler, sokağa kadar taşırdıkları<br />
masa ve sandalyelerle bugün açık<br />
havayla temas eden kafelerin<br />
temelini atarlar.<br />
Cumhuriyet’in ilk yıllarında<br />
halka açık, ücretsiz pek çok eğlence<br />
ortamı yaratılmıştır. Çağdaş Türkiye’de<br />
ulaşılmak istenen şey,<br />
yaşamayı seven, açık görüşlü, eğlenerek<br />
dünyayı saran ülke insanları<br />
yetiştirmekti. Bu nedenle yoksul<br />
halkın çabucak ulaşacağı eğlence<br />
ortamları tasarlanmaya özen gösterildi.<br />
Çabaların boşa gittiği<br />
söylenemez. Pembe Köşk’ün önünde<br />
yapılan at yarışlarına halkın ilgisi<br />
her zaman çok yoğun olmuştur.<br />
Ulus Meydanı’nın yakınındaki Millet<br />
Bahçesi’nde çalan hafif batı müziğiyle<br />
gençler dans ederlerdi. Memurlar da<br />
iş çıkışında Anafartalar’da yürüyüş<br />
yaparlar, eve gitmeden önce bir<br />
kahveye oturup bir şeyler içerlerdi.<br />
Bugün dolmuşlarla, düzensiz yapılaşmasıyla<br />
kaotik bir görünüm<br />
çizen Bentderesi’nde, geçmişte<br />
Cumhuriyet Bahçesi bulunurdu. Yine<br />
Hamamönü’ndeki bayram yeri de<br />
eski Ankaralıların gezip dolaşmaya,<br />
çocuklarıyla koşup oynamaya gittikleri<br />
bir yerdi. 1925 yılında ise koca bir<br />
bataklık Mustafa Kemal’in talimatıyla<br />
yemyeşil hale getirilerek Atatürk<br />
Orman Çiftliği (AOÇ) kurulur.<br />
Böylelikle çorak bir kasabadan<br />
başkente dönen Ankara’ya uçsuz<br />
bucaksız bir mesire yeri kazandırılır.<br />
Genç kızlar ve erkekler AOÇ’de<br />
ata binerler, yürüyüş yaparlar, top<br />
oynarlar. Bugün bile Ankara’da<br />
74
geçirebileceğiniz en sakin hafta<br />
sonu seçeneklerinden birisi, AOÇ’ye<br />
gidip bir şeyler yemek, yürüyüş<br />
yapmak ve TİVMAŞ’tan alışveriş<br />
yapmaktır. 1930’larda Ankaralıların<br />
piknik yapmak için seçeneği az<br />
değildir. İncesu deresinin yakınları,<br />
Çubuk barajı... Varlıklı Ankaralıların<br />
ise bugün apartmanlarla, işyerleriyle<br />
dolu olan Çankaya, Dikmen,<br />
Keçiören, Ayrancı, Etlik’te bağ evleri<br />
vardı.<br />
1930’larda insanların rahatça<br />
gezip görmeleri için toplu taşıma<br />
seçenekleri oluşturulmaya çalışılır.<br />
Örneğin otomobillerin rahatça<br />
ulaşım sağlaması için geniş bulvarlar<br />
yapılmış ve yollar asfaltlanmıştır.<br />
Böylelikle Cebeci, Kızılay, Ulus,<br />
İstasyon, Etlik arasında otobüs<br />
işletilmeye başlanmıştır. İnsanlar<br />
toprak yoldan asfalt yola geçerek,<br />
otobüs kullanarak evlerinden ya<br />
da işlerinden çıkıp gezmeye başlamışlardır.<br />
1930’lardan 1960’lara kadar<br />
meyhane kültürü Ankara’da devam<br />
eder. Meyhane deyip geçmeyin,<br />
buralarda Türk edebiyatının iki<br />
önemli şiir dönemeci yani I. Yeni<br />
(Garip) ve II. Yeni şiiri doğar. Cemal<br />
Süreya’nın ‘17 dergi batırdım. İşte<br />
Papirüs, üç kez batırdım,’ dediği<br />
Papirüs dergisinin kuruluşu 1960’ta<br />
Ankara’da gerçekleşir; derginin her<br />
sayısı iki yaprak halinde çıkar. Turgut<br />
Uyar, Cemal Süreya, İlhan Berk şiire<br />
Ankara’da başlarlar; yazdıklarını<br />
birlikte yiyip içtikleri kahvelerde,<br />
meyhanelerde paylaşırlar. Onlardan<br />
önce 1930’larda Orhan Veli, Ankara<br />
Erkek Lisesi’nden arkadaşları Melih<br />
Cevdet ve Oktay Rıfat’la Garip şiir<br />
geleneğini başlatır Ankara’da. Yani<br />
siz bakmayın griliğine, durgunluğuna;<br />
Ankara insana fena halde şiir<br />
yazdıran bir kenttir. Orhan Veli’nin<br />
en sık gittiği iki meyhane Ulus’taki<br />
Kürdün Meyhanesi ile Anafartalar<br />
yokuşundaki Üç Nal’dır. Kürdün Meyhanesi<br />
herkesin birbiriyle samimi<br />
olduğu, veresiye defteri tutulan,<br />
hesabı ödemeyi geciktirenlere garsonun<br />
servisi yavaşlattığı meşhur bir<br />
meyhanedir. Orhan Veli’nin dışında<br />
meyhanenin müdavimleri arasında<br />
Melih Cevdet Anday, Oktay<br />
Rıfat, Ahmet Muhip Dıranas, Aka<br />
Gündüz, Cahit Sıtkı Tarancı, İlhan<br />
Berk, Nurullah Ataç, Çetin Altan ve<br />
Fikret Otyam vardır. Meyhane, şiire,<br />
yazıya ilk başlayan gençlerin de<br />
kendini gösterme yeridir. Ankara’nın<br />
entellektüelleri buraya geldiğinden<br />
burada sivil polis eksik olmazmış.<br />
Üç Nal Lokantası ise dönemin<br />
Ankara’sında kadınların da gelip içki<br />
içebildikleri yerlerden biridir. Kürdün<br />
Meyhanesi’ne devam eden yazar ve<br />
sanatçıların hemen hepsi buraya da<br />
gelir. Kadınlardan söz açıldı madem,<br />
Üç Nal’a Azra Erhat’ın, Cahide<br />
75<br />
Yeni Hayat Lokantası (Kürdün Meyhanesi)
Sonku’nun da geldiğini söyleyelim.<br />
1930’da Ankara’da sinema<br />
dönemi başlar. İlk sinema filmleri<br />
önce Taşhan’da izlendi, sonra Yeni<br />
Sinema açıldı. İçinde Mustafa Kemal’e<br />
ayrılmış bir loca da bulunan bu<br />
sinema, 1956 yılında yıkılır. Yeni açılan<br />
TRT radyosunda fasıllar, tangolar,<br />
konçertolar çalmaya başlar. 1930’da<br />
bugün için şaşırtıcı olabilecek bir<br />
başka mekân Gar Gazinosu’dur.<br />
Avrupalı sahne yıldızlarının ve revü<br />
gruplarının sahne aldığı bu gazinoya<br />
yalnızca kravatlı ve takım elbiseli<br />
erkekler ile şık giyimli bayanlar<br />
müşteri olarak kabul edilir.<br />
1946’da açılan Gençlik<br />
Parkı Ankara’ya ‘deniz getirme’<br />
girişimlerinin ilkini oluşturur. 1950’li<br />
yıllara kadar hafta sonları Gençlik<br />
Parkı’nda halk, sandal ve plaj<br />
eğlenceleri yapardı. Gençlik Parkı,<br />
aynı zamanda halkın dönemin önemli<br />
müzisyenlerini ücretsiz dinleyebildiği<br />
bir yerdi. Aynı dönemde Dikmen’de<br />
buz pateni gösterileri yapılır, halk bu<br />
gösterilerin de takipçisi olurdu.<br />
1949’da Ankara Devlet<br />
Tiyatrosu, Büyük Tiyatro ve Küçük<br />
Tiyatro olmak üzere iki sahneyle<br />
perdelerini açar. Şinasi, Akün,<br />
Altındağ sahneleri daha sonraki<br />
yıllarda adım adım açılır. Devlet<br />
Tiyatroları Ankara’da bir gelenek<br />
oluşturmuştur. Yıllar içinde oyunculuk,<br />
yönetmenlik, sahne tasarımı<br />
gibi pek çok meslek Ankara’da<br />
derinleşmiş, çeşitlenmiştir. Şimdilerde<br />
sahnelerin birer birer kapatılması<br />
söz konusu olsa da bugün Ankaralılar<br />
tiyatrolarının izleyici koltuklarını ısrarla<br />
tıka basa doldurmaktadırlar.<br />
1950’lerle bütün ülkeyi<br />
etkileyen köyden kente göçler<br />
Ankara’yı da etkiler. Bu dönemde<br />
Ulus’ta pavyonlar, tavernalar açılır.<br />
Ancak buralar Cumhuriyet Ankara’sının<br />
ideallerine uymaz. Dar<br />
gelirli, modern eğlence dünyasına<br />
yabancı, daha çok erkeklerin<br />
doldurduğu pavyon ve tavernalar,<br />
kentin devlet destekli çağdaşlaşma<br />
eğilimli kurgulanan sosyal yaşamını<br />
olumsuz anlamda değiştirir. Elektro<br />
bağlamayla söylenen türküler ve<br />
arabesk bu mekânlarda dinlenen<br />
esas müzikleri oluşturur. Bu dönemde<br />
Gençlik Parkı’ndaki eğlence<br />
anlayışı da değişir, giriş ücretli hale<br />
gelir. Bunun anlamı halkın nitelikli<br />
eğlenme ortamlarına bundan<br />
böyle erişemeyecek olmasıdır.<br />
Cumhuriyetin ilk yıllarında nitelikli<br />
eğlenceyle iç içe olan halk artık<br />
kendi haline terk edilmeye başlanır.<br />
Kalabalıklaşan nüfusla birlikte<br />
kentte tüketim artar, daha fazla<br />
konut, işyeri planlamasıyla Kızılay,<br />
Maltepe ve Sıhhiye popüler semtler<br />
haline gelir. Bu yeni semtlerde hızla<br />
76
gerçekleştirilen yapılaşma ve bu<br />
şok yapılaşmanın içine eklemlenen<br />
restoran-eğlence mekânları doğar.<br />
1960’lar tüm dünyanın rock<br />
müzikten etkilendiği bir dönemdir.<br />
Dolayısıyla bu dönemde Ankara’da<br />
rock müziğin dinlenebileceği<br />
mekânların da arttığı görülür.<br />
Bu dönem Ankara’daki ‘aile ile<br />
birlikte eğlenme’ geleneğinin değişip<br />
‘gençlerin tek başına ya da<br />
arkadaşlarıyla’ eğlenmeye başladığı,<br />
anne babanın eğlencesiyle gençlerin<br />
eğlencesinin ayrıştığı bir dönemi<br />
oluşturur. James Brown, Beatles,<br />
Led Zeplin, The Jackson Five, Rolling<br />
Stones, Ray Charles, Stevie Wonder,<br />
The Doors dünyayı sallarken Ankara<br />
da bu müzikten etkilendi.<br />
1970’lere gelindiğinde Ankara<br />
arabeske teslim olur. Bu yıllarda<br />
fantezi müzik yaygınlaşır. Ferdi<br />
Özbeğen, Ümit Besen orglarının<br />
başında her telden şarkılar, türküler<br />
çalarlar tavernalarda. Buna karşın<br />
1970’lerde televizyonun Türkiye’ye<br />
gelmesi, dünya kültürünün de<br />
Ankara’ya ulaşmasının kapısını<br />
aralanmış olur. Japon ve Çin<br />
restoranları açılır Çankaya’da. TRT<br />
televizyonunda ekrana getirilen<br />
yabancı müzik gruplarının şarkıları<br />
ise gece kulüplerinde çalınmaya<br />
başlanır. Artık gece eğlencelerinde<br />
canlı orkestra müziği yerine kayıttan<br />
müzik dinlemeye geçilir; bugünkü<br />
DJ müziğine giriş yapılır diyebiliriz.<br />
Türkiye eğlence tarihinde uzun süre<br />
konuşulacak olan gazino geleneği<br />
de Ankara’da çok etkili hale gelir bu<br />
yıllarda. Fahrettin Aslan Ankara’da<br />
bu dönemde üç gazino açar: Maksim,<br />
Başkent ve Göl gazinoları.<br />
Yine de 70’lerde de Ankaralı<br />
entellektüellerin sığınacakları bir<br />
iki liman kalmıştır. Tavukçu ve Körfez<br />
Lokantası. Esnaftan memura,<br />
öğrenciden piyango bileti satıcısına<br />
uzanan müşteri portföyüyle iç içe<br />
kurulu bir aydınlar lokalidir bu iki yer.<br />
Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncularının<br />
çok sık gittiği Tavukçu’ya Aziz Nesin,<br />
Rıfat Ilgaz, Ahmet Arif, Yaşar Kemal,<br />
Uğur Mumcu, Rutkay Aziz gibi<br />
değerli insanların çok sık uğradığı<br />
bilinir.<br />
1980’lerde Yüksel Caddesi<br />
ve Sakarya’da barlar, kafeler açılır.<br />
Buralara yetişkinlerden çok gençler<br />
gelir. Bu semtlere Tunalı, Bahçelievler<br />
7. Cadde de eklenir. Buralar gelir<br />
durumu daha yüksek bir genç kitlenin<br />
hedefi haline gelir. Düşündürücü<br />
olan durum, yetişkinlerin ilgisini<br />
çekecek eğlence duraklarının<br />
giderek azalmasıdır. Bir zamanlar<br />
eğlence, her yaştaki Ankaralı için bir<br />
ihtiyaçken 80’lerden sonra yalnızca<br />
gençlere has bir eyleme indirgenir.<br />
1980 darbesiyle devlet, eğlenceye<br />
dönük politika geliştirmekten çok<br />
uzaklaşmıştır. Ankara başkent olduğundan<br />
devlet politikalarından<br />
en çok etkilenen kent olmuştur ama<br />
Ankara da tüm halet-i ruhiyesini, İç<br />
Anadolu Bölgesi başta olmak üzere<br />
tüm Anadolu’ya yayar. Ankara’nın ve<br />
Ankaralının kaygılı yüzü bu iletkenlik<br />
ve sorumluluktan ileri gelir.<br />
1990’lardan itibaren zengin<br />
77
ve eğitimli ailelerin çocuklarının<br />
gittiği özel üniversitelerin Ankara’da<br />
açılmasıyla birlikte yeni açılan<br />
mekânlar daha çok üst gelir grubuna<br />
ait gençlere yönelik olmaya başlar.<br />
1990’lar hamburgerin Ankara’da<br />
franchising sistemiyle yaygınlaştığı<br />
bir dönemdir. O zamandan beri<br />
Ankara’daki yemek merkezleri her<br />
yıl katlanarak artar. Herkes bilir<br />
ki Ankara’da aç kalmak mümkün<br />
değildir. Her cebe, her ağız tadına<br />
uygun yemekler yiyebilirsiniz Ankara’da.<br />
Gelelim bugünlere, yani<br />
2000’lere.<br />
Anlatacak büyük bir<br />
hikâyeniz varsa ve bu hikâyeyi<br />
yalnızca arkadaşlarınıza değil, daha<br />
başka insanlara da anlatmak<br />
isterseniz adresiniz Kızılay Konur<br />
Sokak’taki Mülkiyeliler ve çevresidir.<br />
Ankara’nın kent merkezi şimdilerde<br />
başka semtlere kayıyor görünse de<br />
Ankaralı entelektüellerin Kızılay’dan<br />
ayrılması şimdilik olanaksızdır. Yazarlar,<br />
ressamlar, gazeteciler hâlâ orada<br />
çok koyu sohbetlere dalarlar. Parlak<br />
fikirler bulup, başka yerlerde yazıp<br />
söylemeye devam ederler. Orhan<br />
Veli gibi, Turgut Uyar gibi, Azra Erhat<br />
gibi…<br />
Ankara yıllardır bir okul<br />
kentidir. Bu nedenle kentin eğlence<br />
dünyasını özellikle üniversitelilerin ve<br />
liselilerin belirlediğini söyleyebiliriz.<br />
Eğlence için önce okuldan çıkmak<br />
gerekir ama. Saat 16.00 sularında<br />
Ayrancı, Kızılay, Tunalı, Ulus öğrenci<br />
kaynar. Otobüsler, dolmuşlar yollar<br />
gırla eğlencedir. Hoca taklitleri, maç<br />
tahminleri, yeni çıkan rock müzik<br />
grubunun cep telefonu kulaklığı<br />
marifetiyle tanıtımı, cam kenarında<br />
test çözeni dürtme ya da elinden<br />
testi alıp saniyesinde çözme,<br />
ardından kopan kızlı erkekli kahkaha<br />
tufanı. Gürültüden başı beyni<br />
patlayan memur emeklisi Ankaralı bir<br />
hanımefendi ‘Evladım, birazcık sessiz<br />
olabilir misiniz?’ diye sesleniverir. Bir<br />
anlık susulur ama tümden sessizlik<br />
sağlamak imkânsızdır, yeniden başlar<br />
bu döngü. Ankaralı hanımefendi de<br />
bilir sonucun böyle olacağını, ama<br />
ne yapsın! Baktı olmuyor o da çıkarır<br />
cep telefonunun kulaklığını, başlar<br />
dinlemeye alaturkaları. Ankaralı<br />
emekli hanımefendiler yenilikleri<br />
sever, izler; giyimlerine özen gösterir;<br />
düzgün bir dille çevrede olup biten<br />
yanlışlarda seslerini çıkarmayı iyi<br />
bilirler. Rengârenk sesler, otobüsün<br />
camlarından Atatürk Bulvarı’nın<br />
üzerindeki gökyüzüne dağılır. Bir<br />
de bahar mevsimiyse ağaçlar çok<br />
mutludur, tepelerinde kuşlarla.<br />
Kızılay çok güzeldir, kalabalığıyla.<br />
Kızılırmak Sineması’ndan<br />
Kocatepe’ye tırmanırken sağlı sollu<br />
uzanan, mütevazı, iyi müzikler çalan<br />
kafeler vardır. Bu kafelerde kitaplar<br />
konuşulur, filmler tartışılır. Kafelerde<br />
oturan sinemacılara, öykü yazarlarına,<br />
şairlere rastlarsınız. Ankara okumuş<br />
yazmış insanların birbirine kolayca<br />
değebildiği, sohbetle eğlenen<br />
insanlarla doludur. İtalyanca kursuna<br />
gitmek, Olgunlar’dan kitap<br />
almak, Karanfil pasajında fotokopi<br />
78
çektirmek, tez bastırmak işte neyse<br />
gerekçeniz Karanfil’de sevgilinizle<br />
ya da arkadaşınızla buluşursunuz,<br />
Dost Kitabevi’nin, Mülkiyeliler’in,<br />
metronun Yüksel Caddesi çıkışının<br />
önünde. Sonra sarmaş dolaş olursunuz<br />
buluşulanla, derken ver elini<br />
sokaklar. Ankara sokak doludur tıkış<br />
tıkış.<br />
Kızılay’da eline gitarı<br />
kapan gençlerin sahne aldığı küçük<br />
mekânlar vardır. Bu müzikli<br />
mütevazı yerler alkollü ya da alkolsüz<br />
olabilirler. Günün en popüler Türkçe<br />
pop şarkıları ile başlayan gece, Yeni<br />
Türkü ve Ezginin Günlüğü ile devam<br />
eder, Ankara’nın Bağları ile sona erer.<br />
Buralar daha çok şarkı söylemeye,<br />
gerekirse kalkıp dans etmeye<br />
‘müsait’ yerlerdir. Kurstan çıkışta eve<br />
gitmeye üşenip biraz da arkadaşlarla<br />
takılayım, yerleridir.<br />
Eski tüfekler Sakarya’daki<br />
barlara takılırlar. Öğleden sonra<br />
başlanıp gece yarılarına kadar<br />
süren politik tartışmalar, şiirin hası<br />
toplumcu mudur ikinci yeni midir,<br />
kadınlar neden bu kadar karmaşıktır<br />
meseleleri tartışılır durulur. Her gece<br />
bir ders çıkarılır, bir şeyler öğrenilir,<br />
bu zorlu ülkenin yeni maceralarına<br />
da güç toplanır. Buralar daha çok<br />
muhabbet, tartışma mekânlarıdır.<br />
Müzik arkadan belli belirsiz akar,<br />
sözünüzü kesen arkadaşınızın sözü<br />
bitince lafa nereden başlayacağınızı<br />
bilirsiniz. Bir gecede birbirinize<br />
fikren düşman olup aynı gecede<br />
kucaklaşır kardeş olursunuz. Buralarda<br />
çok iyi bildiğimiz yazarlara,<br />
şairlere, gazetecilere rastlamak<br />
pekâlâ mümkündür. Onları görünce<br />
yadırgamazsınız, fakat yanına oturup<br />
iki çift laf etmek isteseniz ters<br />
de karşılanmazsınız. Ankara’da<br />
herkes biraz ‘çok bilir’ olduğundan<br />
sizin onların sözüne karışmanız<br />
dert değildir, lakin bu işi adabıyla,<br />
nezaketle yapmalısınız.<br />
Tunalı’dan Akay’a inen Bestekar<br />
Sokak bugün çoğunlukla lise<br />
ve üniversite öğrencilerinin gittiği<br />
rock barlarla doludur. Red Hot Chili<br />
Peppers’tan Freddie Mercury’ye,<br />
Abba’dan Arcade Fire’a uzanan<br />
ve sokaklara yayılan müzik sesleri<br />
kaldırımda bile kendi eğlencenizi,<br />
muhabbetinizi yaratmanıza izin<br />
verir. ‘Buradan nereye gidiyoruz?’<br />
sorusunun sorulabileceği bir sokaktır<br />
ismiyle müsemma Bestekar Sokak.<br />
Ankara maalesef aynı<br />
zamanda bir AVM kenti. Her yıl<br />
daha büyük bir AVM yapmak<br />
isteniyor. AVM eğlencesi nasıl mı<br />
yapılır? Cumartesi ya da Pazar günü<br />
erkenden kahvaltı yapılır. Bol trafikli<br />
uzun bir araba yolculuğu yapılır.<br />
Uzun süre AVM’nin otoparkında<br />
park yeri aranır. Bütün mağazalar tek<br />
tek gezilir, gerekli gereksiz dünyanın<br />
masrafı yapılır. Alışveriş poşetleri<br />
arabaya bırakılıp geri gelinir. Spotlar,<br />
aşırı para harcamanın suçluluğu baş<br />
ağrısı yapar. Gişe filmlerinden biri<br />
seçilip gidilir. Çıkışta, tatsız tuzsuz<br />
bol patatesli, hamurlu bir yemek<br />
yenir. Evin yolu tutulur. Eğlenceden<br />
çok, eziyettir AVM.<br />
AVM eğlencesinden sıkılan<br />
79
kadınlar giderek çoğalıyor mu,<br />
bana mı öyle geliyor bilemiyorum.<br />
Günlerden cumartesiyse bir duş alıp<br />
Tunalı’ya koşan kadınlar var hâlâ.<br />
Pasajlarda kısacık etekler, taşlı tuşlu<br />
bluzlar, küçük şık şapkalar arıyorlar.<br />
Dönüp dolaşıp o beyaz tişörtü<br />
alıyorlar ama maksadın gezmek<br />
olduğunu bildiklerinden mutlular.<br />
Tepedeki güneşi görüyorlar, ağaçtan<br />
yere dökülen yaprağı görüyorlar.<br />
Ankara’nın bazı semtlerinin<br />
çocukları yaşadıkları kentten<br />
korkmazlar. Mesela Cebeci. Bağrış<br />
çağrış top koşturur; susayınca<br />
büfeden su, köşedeki simitçiden<br />
simit alırlar. Fakat çocuklar ara<br />
sokaktadırlar, görmek için başınızı<br />
uzatmanız gerekebilir. Sokakların iki<br />
tarafı da dizi dizi arabalarla doludur;<br />
kendilerine kalan ip gibi yolda da<br />
olsa futbol, yakan top vs. oynayan<br />
‘Ankara bebeleri’ sokağın sakinlerinin<br />
kafalarını şişmeye devam ediyorlar.<br />
Cebeci gibi, Ayrancı gibi semtlerde<br />
maç günleri erkekler kızlarla kafede<br />
maç izlemeye giderler. Derbi günleri<br />
her kafe aslında bir mini stadyuma<br />
döner. Küfür edenden ters bakış<br />
esirgenmez. Kızların yanında<br />
küfretmek olmaz Ankara’da.<br />
Bazı erkekler ve kadınlar,<br />
hatta lise öğrencileri yalnızca Akün<br />
Sahnesi’nde, AST’ta Büyük Tiyatro’da,<br />
Küçük Sahne’de tiyatro izlemek için<br />
evden çıkıyorlar. Cumhurbaşkanlığı<br />
Senfoni Orkestrası’nın konserleri hiç<br />
boş geçmiyor. Ayakta alkışlıyorlar<br />
oyuncuları, müzisyenleri... Devlet<br />
Opera ve Balesi’nin konser takvimini<br />
kol çantasında, ofisinin çekmecesinde<br />
saklayan Ankaralı çok.<br />
İstediği oyuna gitmek için aylarca<br />
bilet arayan gençler tanıyorum. Bu<br />
insanlar, cumhuriyetin ilk yıllarındaki<br />
Ankaralıların eğlence anlayışı ruhunu<br />
taşıyorlar. Eğlenmeyi öğrenmekten<br />
ayırmıyorlar.<br />
80
Urfa Postası<br />
Engin Türkgeldi<br />
İlk kez şehre iniyorum. Çarşı izni. Stabilize yolun uğultusu<br />
tüm minibüsü dolduruyor. Koltuklar dolu. Son anda bindiğim için<br />
sandıktan bozma bir tahtanın üzerinde oturuyorum. Pencereden<br />
dışarı baktığımda uçsuz bucaksız fıstıklıkları görüyorum sadece.<br />
Düzenli aralıklarla ekilmiş kısa ama güçlü fıstık ağaçları. Ova<br />
boyunca başka hiçbir şey yok. Sanki bir kaç dakikalık bir film<br />
pencerede tekrar tekrar oynuyor.<br />
Sıkılıyorum. Minibüsün içine dönüyorum. Şoför mahalli ile<br />
yolcu bölümü arasındaki kirişi Atatürk barajı, karınca duası, bir çift<br />
kadın gözü, çayırda seken bir kuzu, turkuaz renkli tropik bir deniz,<br />
İbrahim Tatlıses ve her sarsıntıda sallanan kehribar bir tespih<br />
süslüyor. Bir de hava karardığında tüm bunları mora boyayacak<br />
siyah lamba.<br />
81<br />
Fotoğraf: Engin Türkgeldi
Urfa’ya üç-dört kilometre<br />
kala iki genç minibüse el ediyorlar.<br />
Duruyoruz. Kapı açılıyor. Önce bir<br />
çuval ve bir Çikita muz kutusu,<br />
ardından yirmilerinde iki adam<br />
minibüse biniyorlar. Ayakta seyahat<br />
ediyorlar. Yüzleri gülüyor. Bıyıklı olan<br />
boştaki eliyle çuvalın ağzını kavramış,<br />
diğeri kutuyu bacaklarının arasında<br />
sabitlemiş. Yeniden yola koyuluyoruz.<br />
Çuvalda bir hareketlilik<br />
farkediyorum. Bir sağı bir solu<br />
inip kalkıyor. Kulak kabartıyorum.<br />
Derinden bir ‘guuu’ sesi. Çikita<br />
kutusundan da aynı sesin geldiğini<br />
duyuyorum.<br />
“Ne var bunların içinde?”<br />
diye soruyorum bıyıklıya.<br />
Tavuk, civciv, veyahut tavşan<br />
gibi bir yanıt beklerken adam<br />
“Güvercin,” diyor. Şaşırıyorum.<br />
“Ne yapacaksınız bunları,<br />
satacak mısınız?” deyince dünyanın<br />
en doğal olayından bahseder gibi<br />
“İddiaaa,” diyor. Yabancılığım bir<br />
damga gibi üzerimde. Ben sormadan<br />
anlatıyor. Posta güverciniymiş bunlar.<br />
Çuvaldakiler kendisinin, kutudakiler<br />
arkadaşının. Şehir girişine<br />
geldiklerinde güvercinleri havaya<br />
salacaklarmış. Eve ilk dönen kuşun<br />
sahibi iddiayı kazanacakmış.<br />
“Para var mı işin içinde?”<br />
diye soruyorum.<br />
“Yok,” diyor bıyıklı ama ben<br />
inanmıyorum.<br />
ŞANLIURFA<br />
Nüfus: 498000<br />
Rakım: 518<br />
Tabelayı geçtikten az sonra,<br />
adamlar şoföre inmek istediklerini<br />
söylüyorlar. Bıyıklıya yarışı izleyip izleyemeyeceğimi<br />
soruyorum. Başıyla<br />
onaylıyor. Beraber minibüsten iniyoruz.<br />
Selim’le buluşmamıza geç<br />
kalacağım ama olsun.<br />
Yol kenarındayız. Bekliyoruz.<br />
Neyi bilmiyorum. Bu sefer leb<br />
demeden leblebiyi anlayan diğeri<br />
oluyor, “Biraz bekleyelim ağabey,<br />
kuşlar sakinleşsin.”<br />
Konuşacak bir şey bulamıyorum.<br />
Yanımızdan geç vuran<br />
rüzgârlarıyla kamyonlar geçiyor.<br />
Keskin bir yanık mazot kokusu.<br />
Derken, uyarmadan veya hazırlık<br />
yapmadan bir anda çuvalın ağzı<br />
ve kutunun kapağı açılıyor. Beyaz,<br />
gri, lekeli, siyah, kahverengi,<br />
çeşit çeşit kuş havalanıyor. On<br />
beş-yirmi tane kadar. Kanatlarını<br />
gürültüyle çırpmalarında bir şaşkınlık<br />
hissediliyor. Tam olarak ne yapacaklarını<br />
bilmeden yükseliyorlar.<br />
Sonra bir kaç kez daireler çizerek<br />
tepemizde dönüyorlar.<br />
“Bir ikisi hâlâ şaşkın,” diye<br />
mırıldanıyor bıyıklı, “Hepsi dönmez<br />
geriye.” Üçümüz de başımızı arkaya<br />
atmış halde kuşları seyrediyoruz.<br />
82
Gözümü onlardan ayırmadan<br />
“Sık olur mu bu?” diyorum.<br />
“Bazen,” diye cevaplıyor<br />
öbürü “İki üç tanesi kaybolur<br />
gider.” Biz konuşurken güvercinler<br />
geldiğimiz yere, kuzeye doğru<br />
yöneliyorlar. Ellerimi siper edip<br />
kuşları takip etmeye çalışıyorum.<br />
Diğerlerinin dürbünlerini çıkarmalarını,<br />
yarışı takip etmelerini bekliyorum.<br />
Fakat ikisi de başlarını tekrar<br />
yere indiriyorlar. Güvercinler siyah<br />
noktalara dönüşüp gökyüzünde<br />
kayboluyorlar. Yarışı neden izlemediklerini,<br />
yanlarında neden dürbün<br />
getirmediklerini soruyor, yakından<br />
takip etmenin daha eğlenceli olacağını<br />
anlatıyorum. İzlenmeyen yarış<br />
mı olurmuş!<br />
“İşin eğlencesi orada değil<br />
ki ağabey,” diyor bıyıklı. Ses tonunda<br />
kendilerini asla anlamayacak yabancılara<br />
duyulan hoşgörü var.<br />
Çabuk bir ‘Allaha ısmarladık’tan<br />
sonra hiçbir şey olmamış<br />
gibi ellerinde boş bir çuval ve muz<br />
kutusuyla yolun diğer tarafına geçiyorlar.<br />
Geri dönmek üzere minibüs<br />
beklemeye başlıyorlar. Yüzlerindeki<br />
mutluluk bu taraftan bile seçiliyor.<br />
83