12.07.2015 Views

Saatleri_Ayarlama_Enstitusu-Ahmet_Hamdi_Tanpinar

Saatleri_Ayarlama_Enstitusu-Ahmet_Hamdi_Tanpinar

Saatleri_Ayarlama_Enstitusu-Ahmet_Hamdi_Tanpinar

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

SAATLERİAYARLAMAENSTİTÜSÜ


<strong>Ahmet</strong> <strong>Hamdi</strong> Tanpınar


Bihakk-ı Hazret-'ı Mecnun izâleeyleye Hak Serimde derd-i hıreddenbiraz eser kaldı.İzzet Molla


Birinci Bölüm-Büyük Ümitler-IBeni tanıyanlar, öyle okuma


yazma işleriyle büyük bir ilgimolmadığını bilirler. Hattâ bütünmütalâalarım, çocukluğumdaokuduğum Jul Vern ve Nik Karterhikâyelerini ortadan çıkarırsanız,Arapça ve Farsça kelimelerini atlayaatlaya gözden geçirdiğim birkaç tarihkitabıyla, Tûinâme, Binbir Gece, EbuAli Sinâ hikâyeleri gibi eserlerdenibarettir. Daha sonraki zamanlarda,enstitümüz kurulmadan evvelişsizlikten evde çocukların mektepkitaplarına zaman zaman göz attığımgibi, bazen bütün günümü geçirdiğimEdirnekapı veya Şehzadebaşı


kahvelerinde gazeteleri hatmemecbur kaldığım zamanlarda ufaktefek tefrika parçaları ve makaleleride okudum.Adlî Tıpta müşahede altındabulunduğum zamanlarda tedavimeçalışan, sonraları da bana o kadariyiliği dokunan Doktor Ramiz’inpsikanalize dair neşrettiği etütleri debu arada sayabilirim. Bu kadarmühim işlerle uğraşan bu âlim zatınhakkımda gösterdiği teveccühe lâyıkolabilmek için bu kitapların vemakalelerin bir satırını bileatlamadığıma sizi temin edebilirim.


Fakat başlangıcını bilmediğim çokmühim meseleler üzerinde yazılmışbu eserler ne benim edebî zevkime,ne de anlayışıma hiçbir tesiryapmadılar. Sadece Doktor Ramiz’leuzun sohbetlerimizde -daima o söylerben dinlerdim- yetkisizliğimi örtmeğeyaradılar. İnsan çocukluğunda aldığıterbiyeyi unutmuyor. Babam ilkzamalarda Emsile ve Avamil gibiArapça sarf ve nahiv kitaplarındangayrı, sonraları mektep kitaplarınındışında kitap okumanın aleyhinde idi.Belki bu sansürün veya tahdidinyüzünden ben düpedüz her türlü


okumayı reddetmiştim.Arapça sarf ve nahiv kitaplarındangayrı, sonraları mektep kitaplarınındışında kitap okumanın aleyhinde idi.Belki bu sansürün veya tahdidinyüzünden ben düpedüz her türlüokumayı reddetmiştim.Bununla beraber hayatımın birsafhasında ufak bir eser yazmağamuvaffak oldum. Fakat bunu, daimakötü gördüğüm bir benlik dâvası için-yani etrafa, “Bak bizim Hayri İrdalkitap yazmış!” dedirtmek içinyazmadığımgibi, kuvvetli,önünegeçilmez bir istidat zorladığı için de


yazmış değilim. Şimdi lâğvedilmişolan, daha doğrusu Halit Ayarcı’nıntam zamanında müdahalesiyle daimîtasfiye hâlinde bulunan enstitümüzünyayınları arasında çıkan bu eserihangi maksatla, hangi şartlarla, nasılve niçin yazdığımı ilerdeanlatacağım. Şu kadarını söyleyeyimki, saatçilerin pîrî Şeyh ZamanîHazretlerinin hayatını ve keşiflerinianlatan bu eserin gördüğü rağbetidoğrudan doğruya, enstitümüzünkurucusu, aziz velinimetim, büyükdostum, beni hiçten bugünküşahsiyetime eriştiren Halit Ayarcı’nın


yüksek meziyetlerine borçluyum.Zaten hayatımda iyi, güzel, faydalıne varsa hepsi onun, bir otomobilkazasının üç hafta evvel aramızdanalıp götürdüğü o büyük adamındır.Bunu ispat için, vaktiyle yanındaçalışmış olduğum Muvakkit NuriEfendiye dair anlattığım şeyler vesaatçiliğe dair kendisine verdiğimizahatla birdenbire Şeyh <strong>Ahmet</strong>Zamanî Efendiyi bulduğunu -belkienstitümüz kadar büyük bir icat- veonun Dördüncü Mehmet zamanındayetişmesi icap ettiğini keşfettiğinisöylemem yeter sanırım.


Bu iki dikkat ve keşifle birzamanlar parlak şekilde kutlanansaat bayramlarımızın ağırlık merkezibir hamlede teşekkül etmiş oldu. Bukitabın muhtelif dillere tercümeedilmesi, dışarda ve içerde o kadarağır başlıkla ve ehemmiyetle tenkitedilmesi de gösterdi ki, rahmetlidostum Halit Ayarcı ne <strong>Ahmet</strong>Zamanî Hazretlerinin yaşamış olmasılüzumunda, ne de yaşaması icapeden asrı seçerken hiç hataetmemiştir. Bana gelince, esas fikrikendime ait olmasa bile, imzamıtaşıyan bu eserin on sekiz dile


gazetelerin dediği gibi “dervişçesinetavırlarımız ve lâubaliyane, hattâtiryakice ahvalimiz” bizi kurtardı.İkincisinde ise, ecdadın mahlâskullanmak itiyadı imdadımıza yetişti.Edirnekapı ve Eyüpmezarlıklarında, Karacaahmetmeşherinde birkaç gün dolaştıktansonra, bir <strong>Ahmet</strong> Zamanî Efendinasıl olsa bulunacaktı. Nitekimbulduk da. Bir ölünün şahsiyetindeyaptığım bu küçük onarmadan pek okadar müteessir değilim. Hiçolmazsa bu sayede adamcağızınkabri tamir edildi, adı tanıtıldı.


Şöhret, âfet olduğu kadar da vesile-irahmettir. Kabrinin fotoğraflarıHollanda’dan başlayarak bütündünya gazetelerinde, tabiî daima başucunda bir elim taşa dayanmışolarak ve öbür elimde pardösüm,şapkam, gazateler filân, bizzat benbulunmak şartıyla, neşredildi.Bugün bunları düşündükçe yalnızbir şeye üzülüyorum. Kitabımhakkında o kadar iyi şeyler yazan,beni dünyaya tanıtan, günlercepeşimde dolaşan Van Humbert’in bumezara dayanarak bir resimaldırmasına müsaade etmedim. Her


icasında, “Siz n’olsa hıristiyansınız,ruhu muazzep olur!” diye reddeder,ancak sağ tarafımda durmasınamüsaade ederdim. Fakat,düşünülürse beni de mazur görmekmümkündür. Herif beni aylarcasıkıntıya sokmuştu. Oh olsun! Nediye durup dururken gelir, elâleminrahatını kaçırırlar. Biz kendiâlemimizde yaşayan insanlarız! Herşeyimiz kendimize göredir. Bununlaberaber ilerde görüleceği gibi VanHumbert benden öcünü aldı.Evet, ne okumaktan, neyazmaktan hoşlanırım. Bu böyle iken


çeviren insanların hiçbiriuyanmamışlardı. İster istemez sabahkahvemi kendim pişirdim. Sonrakoltuğuma gömülerek, hayatımıdüşünmeğe,unutulması,bahsedilmeden geçilmesi veyadeğiştirilmesi icap eden şeyleriayıklamağa,behemehalyazılacakları derinleştirmeğe, hulâsabir yazıdan ve bilhassa hâtıratcinsinden bir yazıdan samimilikdenen şeyin istediği bütün sıkışartları göz önünde tutarak,hâdiseleri zihnimde sıralamağaçalıştım.


Çünkü ben Hayri İrdal, her şeydenevvel mutlak bir samimiliktaraftarıyım. İnsan her şeyi açıkçasöylemedikten sonra neden yazıyazsın? Bu cinsten kayıtsız veşartsız bir samimilik ise behemehalbir süzme, eleme ister. Siz de kabuledersiniz ki, her şeyi olduğu gibisöylemek mümkün değildir. Sözüyarıda bırakmaktansa, vaktinde iyitasarlamak, okuyucu ile behemehalanlaşacağınız noktalan seçmekgerekir. Çünkü samimiyet tek başınaolan iş değildir.Bütün bunlara bakıp hakikaten


hayatımı, mühim, anlatılmasıbehemehal lâzım gelen bir şeysandığıma, ona olduğundan fazla birdeğer verdiğime inanmayınız.Öteden beri Cenab-ı Hakk’ıninsanlara bu hayatı yazmak içindeğil, iyi kötü yaşamak içinbahşettiğine inananlardanım. Zatenyazılmış şekli mevcuttur. Nezd-iİlâhî’deki nüshasından, kaderimizdenbahsediyorum.Hayır, hâtıralarımı yazmaktankastım kendimi anlatmak değildir.Sadece şahidi olduğum birtakımvak’aların unutulmamasına yardım


etmektir. Bir de üç hafta evveltoprağa gömdüğümüz aziz insanıanlatmak ve anmak.Ben insanların en naçizi vemânasızı, karımın, vaktiyleenstitümüzün kurulmasından evvelhakkımda kullandığı dille, ensünepesi, hakikaten büyük, icatdehasıyla doğmuş bir adamıtanıdım. Yıllarca yanı başındayaşadım. Çalışma şeklini gördüm.Fikrin kafasında nasıl tutuştuğuna,nasıl birdenbire büyüyen bir ağaçgibi dal budak salıp âdeta bütünvücudunu kavradığına ve oradan


hayata yayıldığına şahit oldum.Asrımızın belki en büyük, en faydalımüessesesinin, <strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü’nün onun gözlerindebirdenbire beliren bir parıltıdanbugünkü yahut dünkü hâline gelişinigün gün hayatımın bir parçası gibiyaşadım. Hattâ kendimi methetmekgibi gülünç bir hâle düşmeden,diyebilirim ki, talih ve tesadüf, buHayri İrdal zavallısına bütünacizlerine rağmen, bu müesseseninkuruluşunda mühim bir rol oynamayınasip dahi etti.Bana öyle geliyor ki, gördüklerimi


ve işittiklerimi yazmak, geleceknesillere karşı en büyük vazifemdir.Kaldı ki müessesemizin tarihçesinibenden daha iyi yapabilecek tekinsan, Halit Ayarcı, artık aramızdadeğildir. Dün akşam yine onunmasamızdaki yerini boş gördüm.Karımın dolmuş gözlerle bütünyemek müddetince bu boşsandalyeye bakışını bir türlüunutamayacağım. Sanki etrafındakiher şeye yabancı idi. Nihayetdayanamadı, peşkiri ile gözlerinisilerek masadan kalktı, odasınakapandı. Eminim ki bütün gece


ağlamıştır. Hakkı da var, HalitAyarcı benim velinimetimse, onun daen büyük dostu idi. Zaten buhâtıraları yazmak fikrini bende, birazda onun bu çok yerinde olan kederiuyandırdı.Kendi kendime, yatağımda uzunzaman düşündüm. “Hayri İrdal,dedim, çok şey gördün, geçirdin.Yaşın ancak altmış olduğu hâldebirkaç insanın ömrünü birdenyaşadın. Sefaletin, bir köşeyeatılmış olmanın her türlü acısınıtattın. İkbalin merdivenlerinden çevikve çâlâk çıktın. Hiçbir zaman ve


hiçbir kuvvetin halledemeyeceğimeselelerin halloldu. Bütün bunlarhep onun Halit Ayarcı’nın sayesindeoldu. Seni mezbeleden o çekipçıkarttı. Hayatın için, düşüncen verahatın için hakikî düşman olan herşeyi ve herkesi o sana dost yaptı.Etrafında sade çirkinlik, fakirlik,sefalet gören bir adam ikenbirdenbire insana lâyık birtakım asilzevk ve saadetlerin bulunduğunuduydun ve insan ruhunun asilliğinianladın. Yakın sevgisini öğrendin.Karın Pakize’yi bile asil yüzü ile osana tanıttı; çocuklarını Cenab-ı


Hakk’ın sana azap çektirmek içingönderdiği birtakım biçarelerzanederken birdenbire ve onunsayesinde evlât sahibi olmanınnimetlerine kavuştun. Bu kadar iyi,temiz, büyük, her mânasıyla büyükbir dostun hâtırası için hiçbir şeyyapmayacak mısın? Onununutulmasına, hâtırasının, bir yığınalayın, iftiranın altında kaybolmasınarazı mı olacaksın? Düşün bir kere,Halit Ayarcı’yı tanımadan evvelhayatın ne idi? Şimdi nesin? Düşün,Edirnekapı’daki evi, her gün kapınıyoklayan, yahut yolunu kesen


alacaklıları, bir dilim ekmeğinpeşindeki çırpınışlarını... Sonrabugünkü rahat ve saadetini düşün!..”


IIHalit Ayarcı’yı tanımadan evvelkihayatım, dedim. Fakat gerçektenbuna bir hayat denebilir mi? Eğeryaşamak kelimesinin mânası herşeyden mahrum olmak ve ıstırapçekmekse, her an küçülmek ve bununefsinde her lâhza duymaksa, birtürlü aşamayacağı bir çemberiniçinde durmadan çırpınmaksa,


süphesiz ben de, benimkiler de enderin şekilde yaşıyorduk. Yok, bukelimenin içinde biraz ruh ve imkângenişliği, birtakım hakları duymak, oiçten sevinmeler, dışa karşı birparçacık güven, etrafınızla müsavişartlar içinde rahat bir karşılaşmafilân varsa, o zaman iş çok değişir.Dikkat ediniz ki, bir şeyleryapmaktan, insanlara faydalıolmaktan hiç bahsetmedim. ZatenHalit Ayarcı’yı tanıyana kadar bucinsten bir zevkin farkında biledeğildim. Bugün ise hayatımın birgayesi var. Arkamda az çok beni


hatırlatacağına inandığım bir işbırakıyorum. On yıl müddetledünyanın en yeni, en faydalımüessesesinin müdür muavinliğiniyaptım. Değil çoluk çocuğuma, uzakyakın bütün akrabama, eş vedostuma, hattâ insan hâli, vaktiylekalbimi kıranlara bile iyilik ettim, işbuldum, refaha kavuşturdum. Bumeselede sade enstitümüzmemurları için -ki yarısı benim veHalit Ayarcı’nın akrabasıdır, çünküenstitü kurulur kurulmaz kadrosununmüsavi şekilde mühim yerlerdentavsiye edilenlerle hısım ve


akrabamızdan teşkil edilmesine HalitAyarcı büyük bir isabetle kararvermiş ve bu kararı hiç şaşmadantakip etmiştik-, Suadiye tarafındayaptırdığımız mahalle ile şehrimizinimarına yaptığımız hizmetihatırlamak kâfidir sanırım.Bilmem enstitümüzün daha ilgakararından çok evvel matbuattaaleyhinde başlayan ve ilgakararından sonra büsbütün şiddetiniarttıran hücumlardan buradabahsetmeğe lüzum var mı? Hayat nekadar gariptir? On sene evvel heryaptığımızı beğenen, öven, geniş


teşkilâtımızı dünyaya bir örnek gibigösteren gazeteler, vaktiyle o kadardostum olan, gerek resmîkokteyllerimize, gerek basıntoplantılarımıza can atan gazetelerşimdi aleyhimize yazmadıklarınıbırakmıyorlar.Evvelâ teşkilâtın genişliğinden velüzumsuzluğundan bahsettiler.İşsizliğin alabildiğine yürüdüğü birmemlekette bu kadar insana işbulmuş olmamızı hiç hesabakatmadan, üç müdürlüğün, on birşube müdürlüğünün, kırk yedi daktilove iki yüz yetmiş bir kontrol


memurunun çokluğunu durmadanbaşımıza kaktılar. Sonra, sanki birsaatte yelkovan, akrep, zemberek,pandül, mil hakikaten yokmuş vehakikaten zaman dediğimiz şey,saat, dakika, saniye ve sâliseyeayrılmazmış gibi bu şubemüdürlüklerinin adlarıyla alay ettiler.Daha sonra bu müdürlüklerde onsene ehliyetle çalışan, işlerinin içindepişip yetişmiş memurlarımızıntahsillerini, ihtisas ve se-lâhiyetleriniele aldılar, nihayet bir zamanlar okadar beğendikleri neşriyatımızainsafsızca hücum ettiler.


Başta benim yazdığım “Şeyh<strong>Ahmet</strong> Zamanî ve Eseri" adlı kitapolmak üzere bütün çalışmalarımızıdelik deşik ettiler. Sâlise şubemizşefinin -küçük baldızımın kocası- okadar dikkatle ve emekle yazdığı“Lodos Rüzgârlarının Kozmik SaatAyarlan Üzerindeki Tesiri”, dostumDoktor Ramiz’in “Saat vePsikanalizin”,“SaatKarakterolojisinde İrdal Metodu”,Halit Ayarcı’nın “Sosyal Monizm veSaat”, “Saniye ve Sosyete” adlıkitaplarının kapakları sanki çokgülünç şeyler, yahut tehlikeli


vesikalarmış gibi günlercegazetelerin ilk sayfalarında acayipbaşlıklar altında teşhir edildi.Bunlarla da kalmadılar, şehrimizhalkını o kadar sevindiren,eğlendiren ve müessesemize bütünilmî ve İçtimaî faaliyetlerinikolaylaştıracak imkânları sağlayanvidolu, zamlı, tenzilâtlı ikramiyeli vekollektif rakit ceza sistemimizi elealarak, bizi düpedüz sahtekârlık vedolandırıcılıkla vasıflandırdılar.Halbuki Halit Ayarcı ile karımPakize’nin bitmez tükenmez vidolutavla partilerini seyrederken, can


sıkıntısından bulduğum bu nakit cezasistemini bir zamanlar nasılalkışlamışlardı.Büyük bir maliyecimiz bu cezasistemini maliye tarihinde gerçek birbuluş addettiğini resmen bildirmiş vebundan sonra adımı Doktor Turgot,Necker ve Schacht’la beraberanmakta hiç tereddüt etmeyeceğiniher fırsatta tekrarlamıştı.Hakkı da vardı. Şu itibarla ki,şimdiye kadar halkı mükellef kılanpara işlerinde memnuniyetsizlikdaima esastır. Hele bu bir cezaşeklinde olursa, daima insanı


ahatsız eder. Bizim nakit cezamızise hiç böyle değildi. Suçiu, kontrolmemurumuzdan bunu işitir işitmez,evvelâ şaşırıyor, sonra işinmantığındaki sağlamlığı anlayınca,tebessüme başlıyor, tatbikattakiciddiliği görür görmez, gülmektenkatılıyordu. Kaç kişi memurlarımızabilhassa ilk günlerde “Aman ne olur,bir kere de bizim eve gelin, bunukarım behemehal görsün, işteadresim” diye kartını uzatmış, ayrıcaotomobil parasını da vermişti.Nakit cezamızın dayandığı esas,şehre ait umumî saatler başta olmak


üzere, açıkta bulunan saatlerdenbiriyle uymayan her saatten alınanbeş kuruştan ibaretti. Fakat bu saatile bir başka saatin arasında da ayarfarkı varsa bu sefer ceza iki mislioluyordu. Böyle komşu olan saatlerinsayısı çoğaldıkça ceza da hendesînispetle artıyordu. Tam saat ayarıhaddizatında imkânsız olduğu için -bu, saatlere mahsus bir ferdîhürriyet meselesidir, bittabi o zamanbunu açıklıyamazdım-, hele kalabalıkbir yerde yapılan tek bir kontroldaepeyce miktarda bir para tahsilimümkündü.


Kaldı ki, biz bu karışık hesaba birde ilerilik ve gerilik farkı ilâveetmiştik. Herkes bilir ki, bir saat yageri kalır, yahut ileri gider. Bu işinüçüncü şekli yoktur. Bu da tam ayarimkânsızlığı gibi umumî bir kaidedir;meğer ki durmuş olsun. Fakatburada iş şahsîleşir. Benimnazariyem şudur ki, insanlar kâinatınsahibi olmak üzere yaratıldıkları için,eşya onlara uymak tabiatındadır.Meselâ, benim çocukluğumun geçtiğiAbdülhamit devrinde cemiyetimizneşesizdi. Başta padişahın asıkyüzünden gelen ve halka halka


etrafa yayılan bu neşesizlik eşyayada sirayet etmişti. O zamanın vapurdüdüklerinin acılığını, hüznünü,keskinliğini benim yaşımda olanlarınhepsi bilir. Halbuki hâdiselerin lutfuylabirdenbire o kadar gülecek şey bulanbugünkü hayatımızda vapurdüdüklerinin, tramvay seslerininneşesine bakın!Saatler de böyledir. Sahiplerininmizaçlarındaki ağırlığa, canı tezliğe,evlilik hayatlarına ve siyasîakidelerine göre yürüyüşlerini isteristemez değiştirirler. Bilhassa bizimgibi üst üste inkılâplar yapmış, türlü


zümreleri ve nesilleri geridebırakarak, dolu dizgin ilerlemiş bircemiyette bu sonuncusuna, yani azçok siyasî şekline rastlamak gayettabiîdir. Bu siyasî akideler ise çokdefa şu veya bu sebeple gizlenenşeylerdir. Hiç kimse ortada o kadarkanun müeyyidesi varken elbettedurduğu yerde, “Benim düşüncemşudur” diye bağırmaz. Yahut gizli biryerde bağırır. İşte bu gizlenmelerin,mizaç ve inanç ayrılıklarınınkendilerini bilhassa gösterdikleri yersaatlerimizdir.Sahibinin en mahrem dostu olan,


ileğinde nabzının atışına arkadaşlıkeden, göğsünün üstünde bütünheyecanlarını paylaşan, hulâsa onunhararetiyle ısınan ve onu uzviyetindebenimseyen, yahut masasınınüstünde, gün dediğimiz zamanbütününü onunla beraber bütün olupbittisiyle yaşayan saat, ister istemezsahibine temessül eder, onun gibiyaşamağa ve düşünmeğe alışır.Fazla teferruata girmedenşurasını da işaret edeyim ki, saatkadar derin şekilde olmasa bile bubenimseme ve uyma keyfiyeti bütüneşyamızda vardır. Eski


şapkalarımız, ayakkabılarımız,elbiselerimiz gün geçtikçe bizden birparça olmazlar mı? Onları sık sıkdeğiştirmek isteyişimiz de bu yüzdendeğil midir? Yeni bir elbise giyenadam az çok benliğinin dışınaçıkmışa benzer: Kendindenuzaklaşmak, ona bir değişikliğinarasından bakmak ihtiyacı, yahut“Ben artık bir başkasıyım!”diyebilmek saadeti.İddia edebilirim ki,-rahmetli HalitAyarcı müessesemizin aleyhineçıkmak korkusu ile bu cinsiddialardan sakınmamı bana şiddetle


tavsiye ederdi; fakat mademki buvesayet artık yoktur, ben rahatçaiddia edebilirim-eski bir şapkadan veayakkabıdan sahibinin bütün huyunu,alışkanlıklarını, hayatındakiaksaklıkları, hattâ ıstıraplarınınçeşidini görmek mümkündür.Hizmetçilerimize hemen evimize gelirgelmez bir kat elbise, bir iki eskigömlek, boyunbağı, hiç olmazsaayakkabılarımızdan birini hediyeetmemizin hikmeti de bu olsagerektir. Bizi hiç tanımayan bu insanbirdenbire elbisemizin içine girdiği,kunduramızla yürüdüğü için, âdeta


onun gizli zoru ile bize yaklaşır,farkında olmadan bizim -itiyat vedüşüncelerimizi benimser. Bunu benkendi nefsimde iki defa tecrübeettim.Türlü Meslekler Bankası’danatılmama ve o kadar felâketedüşmeme sebep olan müdür CemalBey, vaktiyle bana bir kat eski elbisehediye etmişti. Cemal Beylearamızda büyük mizaç farkları vardı.O aksi, titiz, kibirli, insanları küçükdüşürmekten hoşlanan, her şeyiciddî mizanlara vuran bir adamdı.Benim uysal, sade geçim derdi ile


meşgul benliğimin tam zıddı birtabiat. Vâkıa onun bu taraflarını pekbenimseyemedim. Bu benim içinimkânsızdı. Fakat tek zaafı,refikasına karşı beslediği sevgi sankibu elbiseden bana geçti. Üzerimegiydiğimin haftasında sıkı Müslümanterbiyeme, üç çocuk babasıolmama, Pakize gibi her cihetle banaüstün bir kadının kocası bulunmamarağmen, Selma Hanımefendiyedelicesine âşık oldum, bankadanayrıldım, seneler geçti, bu elbiseüstümde lime lime oldu. Fakat busevgi yakamı bırakmadı.


İkinci elbiseyi bana enstitümüzünilk kuruluş günlerinde o zamankikıyafetimlemüesseseyegelemeyeceğimi düşünen HalitAyarcı hediye etmişti. Sırtıma dahailk geçirdiğim günde bütün varlığımındeğiştiğini gördüm. Birdenbireufkum, görüş zaviyem genişledi.Hayatı onun gibi bir bütün olarakmütalâaya alıştım. Değişme,koordinasyon, çalışmanın tanzimi,zihniyet değişikliği, üst düşünce,İlmî zihniyet gibi tabirlerlekonuşmağa, kendi isteksizliğime“zaruret”, “imkânsızlık” gibi adlar


koymağa, şarkla garp arasındaölçüsüz mukayeseler yapmağa,ciddiliğinden kendim de ürktüğümhükümler vermeğe başladım. Onungibi, insanlara “Acaba ne işe yarar?”diyen bir gözle bakıyor, hayatı kenditeknemde yoğuracağım bir hamurgibi görüyordum. Bir kelime ile onuncesareti ve icat kudreti banaaşılanmış gibiydi. Sanki bu elbisedeğil bir büyü idi. Hattâ Cemal Beyinrefikası Selma Hanımefendiyi bileartık erişilmesi imkânsız bir varlıkgibi görmüyordum. Bittabi bütünbunlar Halit Ayarcı’da olduğu gibi


pürüzsüz geçmiyordu. Yumuşak veuysal, merhametli, sefaleti tatmıştabiatım ikide bir işe karışıyor, lafımıkesiyor, kararlarımı değiştiriyordu.Hulâsa birbiri arasından düşünen,karar veren, konuşan bir adamolmuştum. Rahmetli Halit Ayarcı’yabunu anlattığım zaman gülmüş,sonra büyük bir iyi kalblilikle, “Böyleolması hususî bir çeşni veriyor,devam edin!” demişti.Yine bu meseleyi münakaşaettiğimiz günlerden birinde söylediğişeyleri burada kaydetmeden bir türlügeçemeyeceğim:


-Aziz Hayri İrdal, demişti,söylediğiniz son derecede doğrudur.Bütün büyük adamlarınmaiyetlerinde çalışanlara daimaelbiselerini ve öteberilerini vermeleribu yüzdendir. Roma imparatorları,krallar, büyük diktatörler hepkendileri gibi düşünsünler diyeeşyalarını dostlarına hediyeederlerdi. Hattâ Osmanlıhükümdarlarının, vezirlerinin kürk vekaftan ihsan etmeleri de bu yüzdenolsa gerektir. Siz, farkında olmadantarihin büyük bir sırrını, bir çeşitpsikolojik mekanizmayı keşfettiniz!


Şüphesiz doğru söylüyordu.Unutmayın ki bu keşif de onunelbisesi sırtıma geçtikten sonraolmuştu. Evet, o keşif dehasıyladoğmuş adamdı ve ben de onunkıyafetine büründüğüm için bunukeşfetmiştim.Biz yine saatlere dönelim. BuradaDoktor Ramiz’in “<strong>Saatleri</strong>nPsikanalizi” adlı enstitümüzneşriyatından o çok mühim etüttende bahsetmek isterdim. Fakatbüsbütün İlmî ve çok ayrı mahiyettebirtakım istitratlarla bu hâtıralarıağırlaştırmaktan korktuğum için


unu yapmayacağım. Kitapmevcuttur. İsteyen daima müracaatedebilir.Doktor Ramiz’le aramızdaki fark -burada yalnız onun banasöylediklerini naklediyorum- benimumumî psikoloji ve sosyolojimetoduyla işi ele almama mukabil,onun meseleyi bütün psikanalizcilergibi cinsiyet, libido ve refulmannoktalarından ele almasındadır.Umumî ve hususî psikoloji vebilhassa sosyoloji hakkında hiçbirfikrim olmamasına rağmen işin böyleolmasına ben de memnunum. Beni


daima ciddiye almak lutfunu gösterenDoktor Ramiz bu düşüncelerininsonunda benim büyük bir idealistolduğumu da ilâve etmişti. Bumeseleyi beraberce münakaşaettiğimiz karım ise, saat ve zamangibi insanla o kadar yakından alâkalıolan bir meselede cinsiyet tarafınıbüsbütün ihmal edişimin sadeceidealistliğimden gelemeyeceği, işinbaşka ve daha ciddî, hattâ uzvî vesıhhî sebepleri de olması icabettiğifikrindedir.Hangi bakımdan olursa olsunarada bir ilerilik, gerilik farkı


ulunduğu aşikârdır ve bu farkmühim bir farktır. Bu itibarla saatlerigeri kalanlardan aldığımız nakitcezaya iki kuruş zam yapmamızıherkes gayet tabiî buldu. Hattâekseriyetin hoşuna gitti. Böylecehem geriliğe lâyık olduğu cezayıveriyor, hem de ileri düşünüşünhakkını teslim ediyorduk. İnsanyaratılışı tam bir eşitliğe razıolamaz. Ufak tefek imtiyazlarınteşvikine de muhtaçtır. Diyebilirim ki,bizzat iyilik dahi, ancak ceza görmesive ayıplanması icap eden birkötülüğün bulunmasıyla kabildir.


İleride sık sık adı geçecek olanrahmetli hocam Muvakkit Nuri Efenditasavvuftan bahsederken “her şeyinzıddıyla maruf ve mümkün olduğunu”söylerdi. Halit Ayarcı benim bu cezazammı teklifimi bilhassa bu noktadamühim bularak kabul etmişti.Bulduğum nakit ceza sistemininüçüncü özelliği de, tekrarlanancezalardan yaptığımız yüzde ondanyüzde otuza kadar tenzilâttı. Bilindiğigibi suçlar -dünyanın her cins kanunve örfünde- tekrarlandıkça cezalarıartar. Bu ise suçlu ile vâz-ı kanunarasında bir nevi yarış ve hattâ


inada sebep olur.Birinci cürüm için söylemiyorum.Çok mümkündür ki, ilk işlenen cürümilk evlenme gibi insanda mutlak birpişmanlık hissi uyandırsın. Fakatinsanlık hâli İkincisinden sonrabaşlayan ceza artışlarında karşıtarafı ümitsizliğe düşüren bir neviaçık arttırma manzarası bulunduğuaşikârdır. İşte biz nakitcezalarımızda yüzde ondanbaşlayarak yedinci ve sekizincitekrarda yüzde otuza kadar inmeksuretiyle bu tabiî neticeyi ve onunaksülâmellerini önlüyorduk. Böylece


vidolu ve kollektif olan cezasistemimiz aynı zamanda bir nevimüessese ilgisi kazanıyordu. Kaldı kiişin içinde ticarî bir taraf da vardı.Hasılatını belediyemizin bizebırakmak lutfunda bulunduğu bu cezasistemimizle bir nevi ticaretyapıyorduk. Hangi ticarî müessesedevamlı müşterilerine ufak birikramda bulunmaz? Öteden berimevsim sonu tenzilâtlarına alışıkolan ve ancak bu suretle ticareterbabının kârı hakkında küçük birfikir edinebilen İstanbul halkınınböyle bir şeyden memnun


olacaklarını peşin olarak tahminetmekle hiç hata etmemiştim. Kaldıki, yarı resmî bir müessesedenböyle bir şey pek beklenemezdi. Buitibarla halkın hoşuna gitmesi verağbeti arttırması çok mümkündür.Nitekim öyle oldu. Bir türlüinanamadıkları, bir latife zannettikleribu tenzilât işini bizzat görebilmek içinhalkımız birbirinin koluna giripayarsız saatleri ellerindebürolarımıza hücuma veyakontrollarımızı yoldan çeviripkendileri için ceza yazdırmağabaşladılar. Halkın kendi isteğiyle


hattâ güle güle verdiği bu nakit cezamodası birdenbire şehri sardı. Artıkçocuklara oyuncak filân almağaihtiyaç kalmadı. Sevimli küçükler,büyüklerin neşesine iştirakedebilmek için en güzel, en içgıdıklayıcı vasıtayı bulmuşlardı.Şurasını da söyleyeyim ki, sadeİstanbul ahalisi değil, civar köyler,hattâ biraz uzakça şehirler halkı dabu işe merak sardırdılar. O kadar ki,tenzilâtlı nakit cezanın ve bilhassaceza abone karnelerinin ilk tatbikaylarında Demiryolları İdaresi bazıhatlarda ilâve seferler yapmağa


mecbur oldu. Haydarpaşa ve Sirkecigarları her gün, “Aman şunu birgörsek”, yahut “Olur şey değil,hakikaten de doğruymuş...” diyen vegülen, kırılasıya gülen insanlarladolup boşalıyordu.Taşradan gelen halkın sabırsızlığıo dereceye vardı ki, kontrolmemurlarımızın mühim bir kısmınıAnadolu tarafında Pendik’ten,Trakya cihetinde Çatalca’danbaşlayarak yakın istasyonlara vebizzat şehir garlarına tahsise, hattâbu yüzden kadromuz yetişmediği içinSaat Ayar İstasyonlarımızdan ve


köyler için gençler arasındanseçtiğimiz Ayar Ekiplerimizdenpersonel almağa mecbur kalmıştık.Müessesemizin hudut haricindekişöhretinin mühim bir kısmını da bunakit ceza sisteminin yaptığınısöylemek doğru olur. Birkaç seyyahvapuru yolcularının, yol üstündekaptanlarını seyahat programlarımdeğiştirmeğe mecbur ettiklerini veİstanbul’da bir hafta kalıp hepsininellerinde birkaç tenzilâtlı cezamakbuzu yollarına devam ettiklerini,hattâ bu seyyahlar içinde birçoğununHalit Ayarcı ile yahut benimle


mülakat yapmadan İstanbul’danayrılmadıklarını, şehrimizin muhtelifdükkânlarındasatılanfotoğraflarımızın âdeta yağmaedildiğini elbette gazetelerdeokumuşsunuzdur.Burada son zamanlardamüessesemiz hakkında yapılanbütün haksızlıkları teker tekersayacak değilim. Bu hâtıralarilerledikçe okuyucularım onlarıgörecekler ve nasıl bir gadreuğratıldığımıza kendileri hükümvereceklerdir. Yalnız şahsıma ait birnoktaya da burada işaret etmekten


vazgeçemeyeceğim.Metih veya zem, <strong>Saatleri</strong><strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü’ndenbahsedilirken daima bir hakikatunutulmuştur. O da bu müesseseninbenim şahsımla, hattâ mazimle olansıkı bağlılığıdır. Müessesemizin HalitAyarcı’nın teşebbüs kudretinden,velut düşüncesinden çıktığını hiçbirzaman inkâr edecek değilim. O hermânasıyla benim velinimetim, büyükdostum oldu. Fakat <strong>Saatleri</strong><strong>Ayarlama</strong> Müessesesi’ndekivaziyetim hiç de dışardakilerinzannettikleri ve sık sık ima ettikleri


gibi, öyle sadece bir âletin, uysal birvasıtanın alâkası değildir. HalitAyarcı onu düşüncesinden bulduysa,ben de btün hayatımda onu doğurantesadüfleri, hattâ büyük ıstıraplarpahasına yaşadım. O hayatımın birmeyvasidir.Bu hâtıraların birinci vazifesi,gerek rahmetli Halit Ayarcı’nın vegerek müessesenin aleyhindeki isnatve iftiraları red ise, birincisinden hiçde aşağı kalmayan ikinci vazifesi debu küçük, fakat mühim hakikatibelirtmektir.


IIIYukarda hayatımın sıkıntılarındanbirkaç defa bahsettim. Hâtıralarımilerledikçe okuyucularım ömrümboyunca ihtiyaç ve mahrumiyetinâdeta ikinci bir deri gibi vücudumayapışmış olarak dolaştığımıgöreceklerdir. Fakat hiç de saadetdenen şeyi tatmadım diyemem.Fakir düşmüş bir ailede doğdum.


Buna rağmen çocukluğum epeycemesut geçti. Fakirlik, içimizdeetrafımızda ahenk bulunmak şartıyla-ve şüphesiz muayyen birderecesinde- zannedildiği kadarkorkunç ve tahammülsüz bir şeydeğildir. Onun da kendine göreimtiyazları vardır. Benimçocukluğumun belli başlı imtiyazıhürriyetti.Bu kelimeyi bugün sadece siyasîmânasında kullanıyoruz. Ne yazık!Onu politikaya mahsus bir şeyaddedenler korkarım ki, hiçbir zamanmânasını anlamayacaklardır.


Politikadaki hürriyet, bir yığınhürriyetsizliğin anahtarı veya ardınakadar açık duran kapısıdır. Meğer kidünyanın en kıt nimeti olsun; ve birtek insan onunla şöyle iyice karnınıdoyurmak istedi mi etrafındakilermutlak surette aç kalsınlar. Ben bukadar kendi zıddı ile beraber gelenve zıtlarının altında kaybolan nesnegörmedim. Kısa ömrümde yedi sekizdefa memleketimize geldiğini işittim.Evet, bir kere bile kimse banagittiğini söylemediği hâlde, yedi sekizdefa geldi; ve o geldi diye bizsevincimizden, davul zurna,


sokaklara fırladık.Nereden gelir? Nasıl birdenbiregider? Veren mi tekrar elimizdenalır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar,“Buyurunuz efendim, bendeniz artıkhevesimi aldım. Sizin olsun, belki birişinize yarar!” diye hediye mi ederiz?Yoksa masallarda, duvar diplerindebirdenbire parlayan fakat yanınayaklaşıp avuçlayınca gene birdenbirekömür veya toprak yığını hâlinegiren o büyülü hâzinelere mi benzer?Bir türlü anlayamadım.Nihayet şu kanaata vardım ki, onahiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet


aşkı, -haydi Halit Ayarcı’nın sevdiğikelime ile söyleyeyim, nasıl olsa beniartık ayıplayamaz, kendine ait birlügati kullandığım için benimle alayedemez!- bir nevi snobizmden başkabir şey değildir. Hakikaten muhtaçolsaydık, hakikaten sevseydik, o sıksık gelişlerinden birinde adamakıllıyakalar, bir daha gözümüzünönünden, dizimizin dibindenayırmazdık. Ne gezer? Dahageldiğinin ertesi günü ortada yoktur.Ve işin garibi biz de yokluğuna pekçabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarındabirkaç manzume, resmî nutuklarda


adının anılması kâfi geliyor.Hayır, benim çocukluğumunhürriyeti, hiç de bu cinsten birhürriyet değildir. Evvelâ, burasızannımca en mühimidir, onu bana hiçkimse vermedi. Bu sızdırılmış altınkülçesini birdenbire kendi içimdebuldum. Tıpkı ağaçta kuş sesi, sudaaydınlık gibi. Ve bir defa için buldum.Bulduğum günden beri de küçücükhayatım, fakir evimiz, etrafımızdakiinsanlar, her şey değişti. Vakıâsonraları ben de onu kaybettim.Fakat ne olursa olsun bana teminettiği şeyler hayatımın ne büyük


hâzinesi oldular. Ne dünkü sefaletim,ne bugünkü refahım, hiçbir şey onunmucizesiyle doldurduğu seneleribenden bir daha alamadılar. O banahiçbir şeye sahip olmadan, hiçbirşeye aldırmadan yaşamayı öğretti.Lüzumsuz hiçbir şeyin peşindekoşmadım. Hiçbir ihtirasın peşindebeyhude yere emek sarf etmedim.Hiçbir zaman sınıfımızın birincisiveya İkincisi, hattâ yirmincisi olmakistemedim.Fatih Rüştiyesi’ndeki sınıfımızınkalabalık mevcudu bana, etrafımdakiyarışı en geri sıralardan, isterseniz


una kıral locası deyin, seyretmekimkânını verdi. İnsan işlerine uzaktanbakmayı oradan öğrendim.Arkadaşlarımın çoğu gibi mektebelalalarla, uşaklarla gitmedim. Neyeni, süslü elbiselerim, ne sugeçmez potinim, ne sıcak paltomvardı. Daima diz kapaklarım yamalı,daima dirseklerim biraz dışarıyafırlamış gezdim. Hiç kimse mektebegiderken bin türlü sıkı tembihle beniöpmedi, ne de akşam üstü yolumudört gözle beklediler. Hattâ eve nekadar geç gelirsem etrafımdakiler okadar rahattı. Bununla beraber


mesuttum. Bütün bu şeylerinyokluğuna karşılık hayatı ve sokağıkazanmıştım. Mevsimler, insanlar,hayvanlar, eşya en munis, en değişikyüzleriyle benimdiler.Günde iki defa Edirnekapı ileFatih arasındaki yolu en uzun zamaniçinde, her adımı ayrı ayrı hayallerpeşinde atarak, gider gelirdim. Vakıâon yaşlarıma doğru bu mesut hayatıbir ihtiras bulandırdı. Dayımın sünnethediyesi olarak verdiği saatlehayatımın ahengi biraz bozulur gibioldu. Bir ihtiras ne kadar masumolursa olsun yine tehlikeli bir şeydir.


Bununla beraber mesut yaradılışımonun hayatımı büsbütün çığırındançıkarmasına mâni oldu. Bilâkis onabir istikamet verdi. Yani hayatımonunla şekil aldı. Belki de banahürriyetin asıl kapısını o açtı.


IVBabam istediği kadar doğumgünümü eski bir kitabın arkasına 16Receb-i Şerif, sene 1310 diyekaydetmiş olsun, asıl Hayri İrdal’ındoğum tarihi bu saatin elime geçtiğigündür diyebilirim. Onu mavikurdelesiyle -yengemin kordonparasından kurtulmak için bulduğuçare!- yastığımın üstüne koydukları


günden itibaren hayatım sanki dahabaşka türlü,daha çok derin, dahagayeli oluverdi. Bu küçük saat,evvelâ etrafını temizlemek, kendihayat sahasını lâyıkıylabenimsemekle işe başladı. Hiçolmazsa onun gelişiyle o zamanakadar benim diyebileceğim ne varsahepsi birdenbire ikinci plana geçti.Yine dayımın hediyesi mukavvadaniki şerefeli minarem -kendiçocuklarına başka türlü, istersenizbugünkü tabirleriyle modern ve lâikhediyeler seçen dayım, belki debabamın kayyum olması ve evimizin


Mihrimah Camii’nin yanı başındaolmasından bana bu cins hediyelerverirdi- evimizin taşlığında o kadardikkatle bütün mahalle çocukları hepberaber yaptığımız büyük uçurtma,camiin şurasından burasındanaşırdığım kurşun parçalarımleblebiciye satarak tedarik ettiğimKaragöz takımım, bir başkasınınolduğunu bile bile her serbestolduğum anda Edirnekapımezarlıklarında, surlarda bin türlümünasebetsizliğine tahammül ederekotlattığım komşumuz İbrahimEfendinin huysuz keçisi, hulâsa


etrafımdaki her şey benim içinmânalarını kaybettiler.Korkarım ki, bu hâtıralarıokuyanlar, bu yazdıklarıma bakarako güne kadar saat görmediğimi,yahut evimizde hiç saatbulunmadığını zannedecekler. Hayır,tam aksine olarak evimizde birkaçsaat birden vardı.Herkes bilir ki, eski hayatımız saatüzerine kurulmuştur. Hattâ sonralarıMuvakkit Nuri Efendiden öğrendiğimegöre Avrupa saatçiliğinin en büyükmüşterisi daima Müslümanlar ve


onlar içinde en dindarı olanmemleketimiz halkı imiş. Günde beşvakit namaz, ramazanlarda iftar,sahur, her türlü ibadet saatle idi.Saat Allah’ı bulmanın en sağlamçaresi idi ve bu sıfatla eskilerinhayatını idare ederdi.Adım başında muvakkithanelervardı. En acele işi olanlar bile onlarınpenceresi önünde durarak cebinden,servetlerine, yaşlarına, cüsselerinegöre altın, gümüş, sadece savatlı,kordonlu, kordonsuz, kimi bir iğneyastığı, yahut kaplumbağa yavrusukadar şişkin, kimi yassı ve küçük,


saatlerini besmeleyle çıkarırlar,sayacağı zamanın kendileri ve çolukçocukları için hayırlı olmasını duaederek ayarlarlar, kurarlar, sonrakulaklarına götürerek sanki yakın veuzak zaman için kendilerine verdiklerimüjdeleri dinlerlerdi. Saat sesi buyüzden onlar için şadırvanlardaki susesleri gibi hemen hemen iç âleme,büyük ve ebedî inançların sesiydi.Onun, kendisine mahsus, hayatın heriki buudunda genişleyen hassalarıvardı. Bir taraftan bugününüzü vevazifelerinizi tâyin eder, öbür taraftanda peşinde koştuğunuz ebedî


saadeti, onun lekesiz ve ârızasızyollarını size açardı.Evimizde, üst katın sofasındababamın her başı sıkıldıkçasatmağa kalkıştığı; fakatanlatacağım sebepler yüzünden birtürlü satamadığı büyük ayaklı duvarsaati vardı. Duvarlardaki küçüklübüyüklü yazı levhaları, yerdekihasırlar, onların serin ve rutubetlikokuşuyla, oda ve merdivenkapılarındaki kalın perdelerleberaber evimize küçük bir mescit hâliveren bu saat babama dedesindenmiras kalmıştı.


İnsan kötülemekten hoşlanan bazıkomşularımız, bilhassa o huysuzkeçinin sahibi İbrahim Bey, bu saatibabamın daha evvel kayyumluğunuyaptığı ahşap bir mescitten burayagetirdiğini iddia ederlerdi. Onlarınrivayetine göre mescidin yandığıgece babam birçok kurtarılan eşyaile, bilhassa yazı levhalarıyla beraberbu saati de eve getirmişti. Konsolunüzerindeki deve kuşu yumurtası,tavana asılı Mekke süpürgeleri vekapı perdeleri de onlara göre bueşyadandı.Zavallı babam, bir türlü önüne


geçemediği bu iftiraya üzülür,günlerce ağzını bıçak açmazdı.İnsanlar niçin yalan söylerler ve iftiraederler? Benim naçiz kanaatımagöre, iftira sade çirkin değil, aynızamanda gülünç ve âciz bir şeydirde. İnsan tabiatı iktizasıncabirbirlerini kötülemek isteyenlersadece düşmanlarının hayatlarınabaksınlar, yeter. Çünkü her insanınhayatında hiçbir muhayyilenin icatedemeyeceği kadar aksaklık vardır,ve bu aksaklıklar o insanla beraberyetişmiş, büyümüş şahsî, nevikendine mahsus şeylerdir. Kul


kusursuz olmaz, sözü sırf bu gerçekiçin söylenmiş bir sözdür. Buhikmetin gösterdiği yoldan gidipkarşımızdakinitanımağaçalışacağımız yerde iftirayakalkmak, âdeta pazar malıylagiyinmeğe benzer. Ben, kendim hepböyle yaptım. Onun içindir ki, buhâtıraları okuyanlar hiçbir yalan veiftiraya tesadüf etmeyecekler,sadece birtakım şimdiye kadar gizlikalmış hakikatleri öğreneceklerdir.Belki bu hakikatleri naklederken ufaktefek onarmalarda bulunduğumolacaktır. Fakat bu kendimi


vazifelendirdiğim hâtırat yazarlığınınicaplarındandır.Babamın birçok kusarları vardı vezavallı hiçbirini gizlemezdi. İlkkarısını ve ondan olan çocukları zarzor beslerken şer’î mahkemekararıyla evimizde birkaç gün için, oda ücretini vererek, misafir kalan birkadıncağızla, hem de kocasındanboşandığı günün haftasında, kaşlagöz arasında evlenmesi bu zaaflarınen iyi misalidir.Asıl kötüsü, anneme o kadar bağlıolan babam bu kadıncağızla, onuzengin zannettiği için evlenmişti.


Halbuki kadın parasızdı. Babamaevimizdeki misafirlik bedelini ve bazımahkeme masraflarını ödemek içinikide bir koynundan çıkarıp gözümünönünde açtığı büyükçe kesedekimecidiyeler meğer bütün servetiimiş. Buna rağmen babam bu kadınıboşamadı, ömrünün sonuna kadar ikievli yaşadı.Bütün bunları rahmetliyi ayıplamakiçin söylemiyorum. Evlenme merakıbizim ailemizin ezelî derdidir. Benkendi hayatımda bunu tecrübe ettim.Evet, babamın da, herkes gibi,komşularımızın pek haklı şekilde


istismar edebilecekleri bir yığın zaafıvardı. Fakat hırsızlık, hem de bircami eşyasını almak... Velev ki vakıfmalı olsun ve yanmış bir camidengelsin! Hayır, bu babamın aslayapacağı iş değildir.Zaten bu saatin büsbütün başkabir hikâyesi vardı. Babamın dedesi,Bâb-ı Ali memurlarından Tevkiî<strong>Ahmet</strong> Efendi, Mısır meselesizamanında bir iftira yüzündenbaşının çok sıkıştığı, hattâ hayatınınbile tehlikeye girdiği bir sırada,kurtulursa bir cami yaptırmayınezretmişti. İşler düzelip de rahat bir


nefes alınca derhal işe koyulmuş,fakat parası yetmeyecek korkusuylacamiin arsasını aldıktan sonra geriyekalan para ile doğrudan doğruyabinaya başlayamamış, yaptıracağıcamie vakıf olmak üzereEdirnekapı’da uzun zaman bütünaile, ahır ve hizmetçiler kısmındaoturduğumuz büyük konakla, bir ikiakar daha satın almıştı.Paranın geri kalan kısmıyla dacamiin hasırlarını, kilimlerini, kapınınyanına koyacağı büyük saati,duvarlara asacağı yazı levhalarını,kandillerini tedarik etmişti. Böylece


teferruatı hazırladıktan sonra,adamcağız tam camiin inşasınabaşladığı sırada yeniden azledilmişve bir daha yakasını sıkıntıdankurtaramadığı için temelleri kazılancamiin inşası kendiliğinden gerikalmıştı.Kendisine hayratının ne zamanbiteceğini soranlara: “Takribengelecek sene inşallah!” diye cevapverdiğinden dolayı, eşi dostuömrünün sonuna doğru onu Tevkiîyerine Takribî <strong>Ahmet</strong> Efendi diyeanmağa başlamışlar. <strong>Ahmet</strong> Efendiölürken oğlu Numan Beye bu


camiden bahsederek, “Benimborcumdu, fakat eda edemedim.Allah nasip etmedi. Şimdi seninüstüne borçtur. Onu behemehalyaptırmalısın!” vasiyetinde bulunmuş.Babasından oturduğu konaktanbaşka on para mirasa konmayanNuman Beyin hayatı bu vasiyetyüzünden büsbütün perişan olmuş,babasının nezrini yerine getirmek içinkonağın kendisine varıncıya kadarnesi var nesi yoksa hepsini satmış,fakat bir türlü inşaatabaşlayamamıştı. İşte ailemizin camieşyası ile döşeli olan bu küçük evde


yaşaması bu yüzdendi.Evkafta oldukça iyi bir memurluklaişe başlayan ve ardı arasıkesilmeyen talihsizlikler yüzündenküçük bir cami kayyumluğuna kadarinen babamın hayatını da dedesininbu vasiyeti âdeta zehirlemişti.Onun için babam, başınagelenlerin hemen hepsinden, içteniçe biraz da alacaklısı addettiği busaati mesul tutar ve onunla böyle hergün burun buruna yaşamaktansıkılırdı. Artık unutulmuş olan camihikâyesini tazelememek için bütündedikodulara sessiz sadasız katlanır,


u hikâyeyi kimseye anlatmazdı.Hulâsa hayatının gizli ve tekmeselesi, faciası bu saat olmuştu.Gerek bu dedikodular, gereksofaya verdiği o iç kapatıcı manzarayüzünden ben bu saatin düşmanıolmuştum. Halbuki güzel saatti.Kendi hâlinde, hiç kimsenin işinekarışmadan, kervanını kaybetmiş birmekkâre gibi başı boş, dalgın dalgınbir yürüyüşü vardı. Hangi takvimlehareket eder, hangi senenin peşindekoşar, neleri beklemek içinbirdenbire günlerce durur, sonraağır, tok, etrafı dolduran sesiyle


hangi gizli ve mühim vak’ayıbirdenbire ilân ederdi? Bunu hiçbilmezdik. Çünkü bu bağımsız saatne ayar, ne ıslah ve tamir kabulederdi. O başını almış giden,insanlardan tecerrüt hâlinde yaşayanhususî bir zamandı. Bazen durupdururken üst üste çalmağa başlardı.Sonra aylarca yalnız rakkasının gidişgelişiyle kalırdı. Annem onun buihtiyarî hâllerini hiç iyiye yormazdı.Ona göre bu saat ya bir evliya idi,yahut da onu iyi saatte olsunlarçarpmıştı. Bilhassa İbrahim Beyinvefat ettiği gece, belki de hemen


hemen aynı sularda, haftalardırişlemeyen saatin birdenbire en derinsesiyle vurmağa başlamasındansonra bu korku hepimizin içineyerleşti. Annem o günden sonraayaklı saatimizden hep Mübarekdiye bahsetti. Bütün dindarlığınarağmen daha beşerî düşünen babamise ona Menhus adını koymuştu.Menhus veya Mübarek bu saatçocukluğumun bir tarafını zaptetmişgibidir.Bu büyük saatten başka bir deküçük masa saatimiz vardı ki,babamla annemin yattıkları odada


ir masanın üzerinde dururdu. Busaat birincisi gibi dinî veya uhrevîdeğildi. Tam aksine olarak laik birsaatti. Hususî zembereği kuruluncasaat başlarında o zamanın çokmoda olan bir türküsünü çalardı.Radyo çıktığından beri çalar saatlerortadan kayboldu. Doğrusunuisterseniz ben birincilerini tercihederim. Vakıa sesi maazallah kapıgıcırtılarına benzeyen ve bütüngayretlerine, yahut gayretlerimerağmen hâlâ üç makamıtanıyamayan büyük baldızımın, sırfHalit Ayarcı’nın himmetiyle bu mühim


müesseseye büyük ve şöhretlimuganniye olarak girmesindensonra, böyle bir fikri ortaya atmamhiçbir zaman doğru olmaz. Amma, neyapayım ki, radyo münasebetsiz biricattır. Hiç olmazsa çalar saat bütüngün alabildiğine şarkı söylemez, cinyutmuş gibi dans havaları tepinmez,felâket yağmuru havadisleriyleüzerinize çullanmaz, ve sizinkisusturulduğu zaman behemehalkomşularınki başlamaz. Benceradyo, aklımın erdiği kadarınısöyleyeceğim tabiî, -aziz okuyucumbu fikirleri dinlerken, muntazam bir


tahsil görmemiş, ömrü kahvepeykelerinde geçmiş, ihtiyar biradamdan geldiklerini hiçbir zamanunutma!- insanoğullanna lüzumsuzmeraklar aşılamaktan başka birşeye yaramaz. Bazen düşünürüm,ne kadar garip mahluklarız? Hepimizömrümüzün kısalığından şikâyetederiz; fakat gün denen şeyi bir anevvel ve farkına varmadan harcamakiçin neler yapmayız? Ben bile buyaşta işimle gücümle meşgulolacağım yerde radyo başına oturupsaatlerce, bir kere bile gidipgörmediğim, -tabiî sinemalardaki


havadis filmleri hariç- futbolmaçlarının, boks güreşlerininhikâyesini dinliyorum.Üçüncü saat babamın koyun saatiidi, pusulalı, kıblenümalı, takvimli,alaturka ve alafranga, mevcut vegayrimevcut bütün zamanları sayanacayip bir saatti bu. Tek bir kusuruvardı. O da muhtelif marifetlerini birtek ustanın lâyıkıyla tanımasınaimkân olmamasıydı. Nuri Efendi bileonu tam mânasıyla ve her yandanişletebileceğine kani değildi. Bir kerebozulunca kolay kolay tamiredilemiyordu. Yalnız orta katındaki


odasında oturulan evler gibi saatinyarısı muattal dururdu. Babamın NuriEfendi ile dostluğu bu yüzdensıklaşmıştı.Sanatının tam ehli olan ustam busaati tamirden o kadar bıkmıştı ki,sonunda babama kendi eliylekurmasını bile menetmişti. Görülüyorki, dayımın hediyesi beni hiç debüsbütün gafil avlamamıştı. Dahadoğrusu onun hayatımdadolduracağı yer kendisi gelmedençok evvel hazırlanmıştı.O yaşta bir saati olup da içinde nevardır diye merak etmemek kabil


midir? Hele insan, benim gibiçocukluğu boyunca ayaklı bir saatinâdeta bir büyü gibi zaptettiği birevde yaşamış olursa! O zamanakadar azar, tekdir belâsı saatlereyalnız dışlarından bakmaklayaşamıştım. Onları sadeceseyrediyor, varlıklarından lezzetalıyordum. Dayımın hediyesi ileberaber bende kendilerini yakındantanımak ve anlamak ihtiyacı başladı.Daha ilk elime aldığım gün zihnîhayatım birkaç merhaleyi birdenatladı. Niçin? Neden? Ve nasıl?suallerinin hücumu içinde kaldım.


Dayımın hediyesinin elimegeçtiğinden hemen birkaç haftasonra bir daha hiçbir işeyaramayacak hiçbir zamanısaymasına artık imkân olmayan iğribüğrü maden parçaları, paslı veyaparlak bir yığın enkaz hâline geldiğinisöylemeğe lüzum var mı? Butecrübeden elimde iki şey kaldı. Hergördüğüm saati çözmek ve içinebakmak hevesi, bir de saatten gayrışeye alâkasızlık.O seneyi bu saat yüzünden, ertesiseneyi yolda bulduğum çok eskibaşka bir saat yüzünden aynı sınıfta


geçirdim. Vâkıa üçüncü seneninsonunda daha ziyade babamınsızlanışlarına acıdıkları için bütünmektebin, hattâ semt halkının elbirliğieden yardımıyla rüştiyenin ikincisınıfına atlayabildim; amma, bendede artık okuma hevesi kalmamıştı.Vaktimi daha ziyade Nuri Efendininmuvakkithanesinde geçirmeğebaşlamıştım. Gariptir ki, budevamsızlık mektep hayatımüzerinde epeyce müspet bir tesiryaptı. Hocalarımız beni öyle sık sıkgörmedikleri için kabahatlerimi degörmüyorlardı. Onun için rüştiyeyi


itirene kadar bir daha sınıftakalmadım. Zaten artık mektebinAllahlık talebelerinden olmuştum.Bütün ömrüm boyunca her geçtiğimyerde beni karşılayan ve teşyi edenhazin baş sallamaları, kendisinigizlemeğe çalışan merhametlitebessümler, daha hoyratlarındayüzüme karşı hain gülmelerbaşlamıştı.


VSabahtan akşama kadar vaktiminçoğunu geçirdiğim Nuri Efendininmuvakkithanesinde ne bu başsallamaları, ne o manalı tebessümlerve kahkahalar vardı. Orada sadecesaatler vardı. Her pencereninönünde karşı karşıya işleyen mindersaatleri, duvar boyunca dizilmişzaman nöbetçileri hâlinde ayaklı


saatler, sağ tarafta Nuri Efendininsedirinin üstündeki asma saat,odanın her tarafında pencereiçlerinde döşeme kenarlarında, sedirüzerinde, küçük raflarda tamir içingetirilmiş, kimi yarı çözülmüş kimiparça parça, bazısı çırılçıplak,bazısı sadece üstü açılmış bir yığınsaat vardı. Nuri Efendi gün boyuncabu saatlerle meşgul olur, gözleriyorulunca “Yap bir kahve!” diyereksedire uzanır, bu taş oda içindekabaran saat seslerinin içinde, belkide görmediği, hiç göremeyeceği, eldokunduramayacağı,sesini


dinleyemeyeceği,dünyadaki bütünsaatleri düşünerek dinlenirdi.Nuri Efendi benim tanımağabaşladığım zamanlarda, elli beş,altmış yaşlarında, orta boylu, zayıf,kuru, fakat dinç bir ihtiyardı.Ömründe hiç hastalık, hattâ ufak birdiş ağrısı çekmediğini söyler ve bunuRumeli toprağından gelmesineyorardı. “Babam pehlivandı... Ben degençliğimde epeyce güreştim.”diyerek bu zayıf cüssede şaşılacakbir şey olan kuvvetli pazularınıgösterirdi. Birisine kızdığı veya campek sıkıldığı zaman camiin


avlusunda kim bilir hangi tamirzamanından kalmış kocaman bir taşıkucaklar, şuraya buraya taşırdı.Uzun, dört köşe yüzü, beyaz,seyrek sakalı, büyük, kestane rengiçok yumuşak bakışlı gözleriyleinsanın üzerinde garip bir tesiryapardı. Bu bakışlarla karşılaşanlaronu sadece iyilik yapmak içinyaratılmış tasavvur ederlerdi. Hani omasallarda başınız sıkıldığı zamanyakıp imdadınıza çağırmak için sizesakalından üç tel verip kaybolanihtiyarlar gibi bir şey.Muvakkithaneye yerleştiğinden beri


otuz beş sene geçtiği hâlde bir kerehiddet ettiğini, bir kere bağırdığınıgören olmamıştı.Nuri Efendinin konuşması çok tatlıidi. Tane tane, kelimelerine dikkatederek, onları âdeta seçerekkonuşurdu. Bilhassa saatçilik üzerinesohbetten çok hoşlanırdı.Tanıdıklarının bir kısmı onu büyükbir âlim, bir kısmı ise yarı evliyaaddederlerdi. Hakikatte pek az tahsilgörmüş, ancak bir iki sene camiderslerine devam etmişti. Bunukendisi de gizlemezdi. Sık sık, “Beniadam eden saatlerdir!” derdi.


Galiba semtin en iyi saatçisi idi.Fakat bir meslek adamından ziyade,işin zevkinde bir keyif ehli gibiçalışırdı. Kendisine saatlerini tamiriçin getirenlerle pazarlık etmez, neverirlerse kabul ederdi. Yalnız saatibırakıp giderken, “Sakın habergöndermeden gelip almağa kalkma!”derdi. Bazen de “Acele yok ha!Acele istemem!” diye arkasındanbağırırdı. Böylece kendisine emanetedilen saati bir kere açtıktan sonrabir cam kavanoz altına koyar, bazenhaftalarca el sürmeden karşıdanseyreder, eğer işliyorsa zaman


zaman üstüne eğilir, sesini dinlerdi.Bu hâlleriyle üzerimde bir saatçidenziyade saat doktoru hissini bırakırdı.Zaten saatle insanı birbirinden pekayırmazdı. Sık sık, “Cenab-ı Hakinsanı kendi sureti üzere yarattı;insan da saati kendine benzer icatetti...” derdi. Bu fikri çok defa şöyletamamlardı: “İnsan saatin arkasınıbırakmamalıdır. Nasıl ki, Allah insanıbırakırsa her şey mahvolur!” Saathakkındaki düşünceleri bazen dahaderinleşirdi: “Saatin kendisi mekân,yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Buda gösterir ki, zaman ve mekân,


insanla mevcuttur!”Bu cins benzerlikler üzerinde ısrareden bir yığın sözü daha vardı:“Maden, kendiliğinden ayar kabuletmez. İnsan da böyledir. Salâh,iyilik, Hakk’ın bize lutufla bakışısayesinde olur. Saat de böyledir.”Nuri Efendide saat sevgisi bir neviahlâktı: “Bozuk bir saate, birhastaya, bir muhtaca bakar gibibakmağa alış!” ve Nuri Efendihakikaten öyle yapardı. Diyebilirim kien çok üzerine düştüğü saatler,hurda denebilecek kadar bozulmuş,atılması lâzım gelen, hattâ atılmış


saatlerdi. Onlardan biri eline geçinceçehresi âdeta yumuşardı: “Kalbişlemiyor artık. Beyinde de ârızavar”, yahut; “Nasıl yürüsün biçare, ikiayağının ikisi de yok...” diyebüsbütün beşerî bir dil konuşurdu.Şurada burada tesadüf ettiğiyaymacılardan bu cins bozuk saatlerisatın alıp ötesini berisini değiştirerektamir ettikten sonra fakir dostlarınahediye ederdi: “Al bakayım şunu!Hele bir zamanına sahip ol... Ondansonrasına Allah kerimdir!..” sözükendisine dert yananların -fakirolmak şartıyla- çoğuna cevabı idi.


Böylece Nuri Efendinin sayesindezamanına tekrar sahip olan insansanki darıldığı karısı ile daha kolaybarışabilir, çocuğu daha çabukiyileşirmiş, yahut hemen o günborçlarından kurtulacakmış gibisevinirdi. Bunu yaparken iki türlüsevap işlediğine inandığımuhakkaktı. Çünkü bir yandan yarıölü bir saati diriltmiş oluyor, öbüryandan da bir insana yaşadığınınşuurunu, zamanını hediye ediyordu.Nuri Efendi böyle esaslı tadillerleyeniden zaman arabasına koştuğusaatlere o devrin silâhlarını


kastederek hafif bir alayla “muaddel”adını verirdi. Çünkü bu saatlerdezemberek, tulumba, çarklar her biriayrı fabrikalardan, ayrı işçiliklerdengelmiş olurdu. Bu cinsten bir saatieline alıp da evirip çevirirken, “Nekadar bize benziyor... Tıpkı bizimhayatımız!” derdi. Bu Nuri Efendinin,sonradan Halit Ayarcı’nın verdiğiisimle içtimaiyatçı tarafı idi.Bu sözleri senelerden sonra HalitAyarcı’ya naklettiğim gün, azizvelinimetim hakikî bir heyecanakapılmış, âdeta boynuma atılarak,“Siz büyük bir filozofla tanışmışsınız


azizim!” diye bağırmıştı. Halit Ayarcıile ilk tanıştığım günün, dahadoğrusu gecenin hikâyesini bütünteferruatıyla ilerki sahifelerdeyazacağım. Burada yalnızenstitümüzün, İstanbul halkını okadar şaşırtan, düşündüren ve aynızamanda güldüren sloganlarının NuriEfendinin bu naklettiğimcümlelerinden doğduğunu derhalilâve edeyim.Ne gariptir ki, yıllar boyuncamerhum üstadımın bu cümleleriniveya benzerlerini dinlemeklegençliğimi yok yere harcadığımı


düşünmüş ve azap çekmiştim.Halbuki refaha, ikbale, insanın hakikîkıymetlerini yapan umumî hizmeteonların sayesinde nail oldum.Fakat elden ne gelir? Kör topalidadî tahsilimi -mektepten vehocalardan elden geldiği kadar uzakkalmak şartıyla- bitirmeğeuğraştığım o yıllarda, Nuri Efendininhiçbir açık geliştirme yapmadaninsanla saat, saatle cemiyetarasında bulduğu yakınlıkları, onlarınüzerine kurduğu hayat ve cemiyetfelsefesini nereden anlayacaktım?Çünkü Halit Ayarcı ve Doktor


Ramiz’in sonradan banasöylediklerine nazaran bu hakikîfelsefe idi. Şurasını da derhalkaydedeyim ki, Doktor Ramiz, NuriEfendinin bu sözlerini Halit Ayarcı ilebeni tanıştırdığı o günden çok evvel,hem de birçok defalar dinlediği hâldeancak Halit Ayarcı onlarıbeğendikten sonra kıymetlerinianladı. Doktor Ramiz daima birazdalgındır. Kendiliğinden herhangi birşeyi güç bulur. Hele umumî kanaatindışına hiç çıkmaz. Nitekim banakarşı davranışları da böyle oldu.Daima dost ve mükrimdi.


Sohbetimden hoşlanır, dertlerimidinlemekten hiç bıkmaz,görünmezsem arar bulur, çolukçocuğumun sıhhatini düşünür, banaufak tefek yardımlar da ederdi. HalitAyarcı ile tanışmama o vesile oldu.Fakat hiçbir zaman benim gerçekdeğerlerimi görmedi. Hakkımdakikanaati herkesin kanaati idi. Yanibana ilk devirlerde hep bazı hususîmeziyetleri de bulunan biçare birmeczup, kabiliyetsiz bir adam, birhayat dışı gözü ile baktı. Ancak HalitAyarcı’nın beni takdir ettiğinigördükten sonradır ki, hakkımdaki


görüşü değişti ve bir daha methimidilinden düşürmedi. Öyle ki eldemevcut dört eserinin indeksindeFreud’dan, Young’dan, HalitAyarcı’dan sonra en çok zikredilenad benim adımdır. Hemen hemenrahmetli hocam Nuri Efendi ve Şeyh<strong>Ahmet</strong> Zamanî ile bir ayardageliyorum. Bana kalırsa bu kadarı dafazla idi. Ben böyle İlmî eserlerdeadı geçecek adam olmadım. Tabiîinsanlık hâli ben de onun builtifatlarını mükâfatsız bırakmadım.Daima ufak tefek ücret zamlarıylakendisini korudum. Mamafih


üsbütün haksızlık da etmeyelim.Uzun zaman beni tedavi eden DoktorRamiz, okuyucuların ilerdegörecekleri gibi hayatımın başka birtarafı ile, Seyit Lûtfullah’a bağlıtarafıyla alâkalı idi.Bu da gösterir ki, gerek NuriEfendiyi gerek beni, daha doğrusubenim vasıtamla Nuri Efendiyi vebittabi Nuri Efendinin arasından benive ikimizin arasından da saatin vezamanın hayattaki ferman-ferma,insanüstü rolünü ilk anlayan ve takdireden Halit Ayarcı’dır. Zaten onunbelli başlı meziyetlerinden biri de,


gizli kalmış kıymetleri bulupçıkarmasıdır.Nuri Efendi ve Halit Ayarcı... İştebenim hayat mekiğim bu iki kutuparasında dolaştı. Birisini çokgençken, insanlara ve hayatagözlerim henüz açıldığı sıradatanıdım. Öbürü her şeyden ümitkestiğim, hattâ ömür defterimitamamlanmış sandığım bir zamandakarşıma çıktı. Fakat bu ayrımeziyette, ayrı zihniyette insanlarbütün zaman ayrılıklarının üstündenhayatımda bir daha ayrılmamakşartıyla birleştiler. Ben onların bir


muhassalasıyım. Tıpkı Nuri Efendinino kadar dikkatle ve ayrı ayrıişçiliklerden gelmiş parçalarıbirleştirerek tamir ettiği, zamankervanına kattığı hurda saatler gibionlardan bir parça, onların“muaddel” bir halitası, terkip hâlindeeseriyim.Nuri Efendi belki saat tamirindenziyade saatlerin ayarında titizdi.Ayarsız saat bu halim selim adamıâdeta çileden çıkarırdı.Meşrutiyet’ten sonra bilhassa şehirsaatleri çoğalınca “ayarsız saatgöreceğim” korkusu ile


muvakkithaneden çıkmaz olmuştu.Ona göre işlemeyen, kırılmış,bozulmuş bir saat hastalanmış birinsana benzerdi. Tabiatındamazurdu. Fakat ayarsız bir saatinhiçbir mazereti yoktu. O bir İçtimaîcürüm, korkunç bir günahtı. İnsanlarıiğfal etmek, onlara vakitlerini israfettirmek suretiyle hak yolundanayırmak için şeytanın baş vurduğuçarelerden biri de Nuri Efendiyegöre, şüphesiz ayarsız saatlerdi.Nuri Efendi sık sık, “Ayar,saniyenin peşinde koşmaktır!” derdi.Halit Ayarcı’yı pek şaşırtan


sözlerinden biri de bu olmuştu:- Düşün Hayri İrdal, düşün azizdostum bu ne sözdür? Bu demektirki, iyi ayarlanmış bir saat, birsaniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki bizne yapıyoruz? Bütün şehir vememleket ne yapıyor? Ayarı bozuksaatlerimizle yarı vaktimizikaybediyoruz. Herkes günde saatbaşına bir saniye kaybetse, saatteon sekiz milyon saniye kaybederiz.Günün asıl faydalı kısmını on saataddetsek, yüz seksen milyon saniyeeder. Bir günde yüz seksen milyonsaniye yani üç milyon dakika; bu


demektir ki, günde elli bin saatkaybediyoruz. Hesap et artık senedekaç insanın ömrü birden kaybolur.Halbuki bu on sekiz milyonunyarısının saati yoktur; ve mevcutsaatlerin çoğu da işlemez. İçlerindeyarım saat, bir saat gecikenlervardır. Çıldırtıcı bir kayıp...Çalışmamızdan, hayatımızdan, asılekonomimiz olan zamandan kayıp.Şimdi anladın mı Nuri Efendininbüyüklüğünü, dehasını?.. İşte bizonun sayesinde bu kaybın önünegeçeceğiz. İşte enstitümüzün asılfaydalı tarafı... Muarızlarımız


istediklerini söylesinler. Biz bucemiyette en mühim işi yapıyoruz.Derhal büyük ve sıhhatli bir istatistikhazırlayın ve broşürleri bu haftasonunda basalım... Daha doğrusuonu ben hazırlarım. Bu kadar mühimişi hiç kimseye veremem... Fakat sizde Nuri Efendinin hayatını anlatan birkitap yazın. Şöyle Avrupalıca birkitap. Bunu yalnız siz yapabilirsinizve vazifenizdir de... Bu adamıdünyaya tanıtmalıyız.Bu kitabı yazamadım. Dahafaydalı olması, müesseseninpolitikasına daha fazla yardım


etmesi için onun yerine aynı fikirlerive malzemeyi kullanarak <strong>Ahmet</strong>Zamanî Efendi’nin Hayatı veEserleri’ni yazdım. Acaba bu ustamabir ihanet midir?Nuri Efendi bana fazla iş vermez,verdiği işin de behemehalyapılmasını istemezdi. Aceleyelüzum yoktu. O, zamanın sahibi idi.Ona istediği gibi tasarruf eder,yanındakilere de az çok bu hakkıtanırdı. Zaten o beni daha ziyade birdinleyici olarak kabul etmişti. Arasıra, “Oğlum Hayri! derdi. İyi birsaatçi olup olmayacağını bilmiyorum.


Doğrusu, bunu senin hayrın için çokisterdim. Sen erken yaşta bir iş tutupona kendini vermezsen büyüksıkıntılara uğrayabilirsin. Yaradılışınmütevazı insan yaradılışı... Hayatave etrafa karşı yeter derecededayanıklı değilsin. Seni ancak işkurtarabilir. Yazık ki bu iş için lâzımolan dikkat sende yok. Fakat saatleriseviyorsun, onlara acıyorsun! Bumühim bir şeydir. Sonra ayrıcadinlemek gibi bir hasletin var. Burasımuhakkak. Dinlemesini biliyorsun, kibu mühim bir meziyettir. Hiçbir şeyeyaramasa bile insanın boşluğunu


örter, karşısındakıyla aynı seviyeyeçıkarır!” diye iltifat ederdi.Nuri Efendi her yıl bir takvimneşrederdi. Büyük bir kısmı bir yılevvelkinden olduğu gibi aktarılan butakvimi kasım sonlarında yazmağabaşlar, şubat ortasındaNuruosmaniye’de bir matbaayabenimle yollardı. Bu işin gözümünönünde olması beni çok şaşırtırdı.Rumî, Arabî aylar, onlarınmevsimlerine aşılanmış daha başkadaha eski yıl ve zaman bölümleri,güneş ve ay tutulmaları, en incehesaplarıyla her gün için kaydedilen


kuşluk, öğle, ikindi, akşam, yatsısaatleri, büyük fırtınalar, küçük,fakat onun hesabında çok mânalırüzgârlar, gün dönümleri, şiddetlisoğuklar, eyyamı bahur sıcakları, buküçük cami odasında başındatakkesi, alçak sedirinde sağ dizininüstüne kâğıt tomarlarını dayayarakpirinç gibi rakam dizilerini sıralayanbu adamın kamış kalemiyle sarıpirinç divitinden, yavaş yavaş âdetaçok çeşitli bir rüya gibi doğarlar,sanki sırası geldikçe meydanaçıkmak, dünyamızda hüküm sürmekiçin odanın bir köşesinde, ışığın en


az uğradığı ve saat seslerinin enfazla yığıldığı bir tarafındatoplanırlardı.Onun bu takvime çalıştığıgünlerde ben hakikî bir mucizeyeşahit oluyormuşum gibi kendimi esrariçinde kaybederdim. Bir sene evvelkitakvimi de aynı şekilde ömrümüzünbütün merhaleleriyle hazırladığımbildiğim için âdeta onun tarafındantanzim edilmiş bir dünyada, onuniradesinden çıkmış bir ışık içindeyaşadığımı zanneder ve rahmetliüstadıma biraz da korku karışanbaşka türlü bir hayranlıkla


ağlanırdım.Vefa ile Küçükpazar arasında, biryokuşun üzerinde harap birmedresede -âdeta bir baykuş gibioturan,Deli Seyit Lûtfuilah, ŞehzadeCamii’nin biraz aşağısında, BurmalıMescit taraflarında aşı boyalı,cephesi bitmek tükenmek bilmeyenbir konakta atlı arabalı muhteşem birhayat süren TunusluzâdeAbdüsselâm Bey, Hırkaişerif’teHalvetî Dergâhı’mn arkasında oturanAvcı Naşit Bey, Vezneciler’de bireczane işleten ve bu çok Müslümansemtin nadir Hıristiyan ileri


gelenlerinden olan Eczacı AristidiEfendi, Nuri Efendiyi sık sık ziyaretederlerdi.Abdüsselâm Bey, yirmi otuz odalıkonağında bütün bir aşiretleyaşayan, çok zengin, insan canlısıbir adamdı. Evinin hususiyeti birgirenin yahut içinde bir kere doğmakgafletini gösterenin bir daha dışarıyaçıkamamasıydı. Beyaz kolalıgömlekleri içinde daima kibar, zarif,bu eski İstanbul efendisi böylecefarkında olmadan konağınaimparatorluğun her köşesindengelme, damat, gelin, birkaç yenge ve


enişte, sayısız adette çocuk, belkibir o kadar da kaynana kaynata,ihtiyar hala, teyze, genç yeğen, sekizon halayık yığmıştı. Babamın zoruile birkaç defa hanımının ziyaretinegiden annem, her defasında eve bukalabalıktan başı dönmüş, yorgun vebitkin dönmüştü. Çok küçükken birdefa da ben annemle gitmiştim.Hotozlu, fistanlı, beyaz sadakorentarili, yahut açık dekolteleribileklerine kadar inen ve oradadantelâlarla, kırmalarla kumaştan vesüsten bir dalgacık gibi kabaran heryaştan yirmiye yakın kadın ve bir o


kadar çocuk içinde ne yapacağımışaşırmış geçirdiğim o günü hiçunutamam. Dışardan bitmeztükenmez gibi görünen bu evin içindeinsanlar âdeta üst üste yaşıyordu.Bu kalabalıkta keyfiyet itibariyle dehemen hemen aynı karışıklık vardı.Kendisi Tunus Beyinin yakınakrabası ilk karısı şerifsülâlesindendi. İkinci karısı saraydançırağ edilmiş, Abdülhamit’le senlibenli konuştuğu söylenen çok kibarbir Çerkesti. Bir kardeşinin karısıHidiv ailesinden geliyordu,öbürününki bilmem hangi Kafkas


kabilesinin reisinin kızıydı.Gelinlerden her biri ya şöhretlimüşirin, veya vezirin kızı, yahut dabir Arnavutluk beyinin torunuydu. Bukadar karışık bir ailenin Abdülhamitdevrinde bir yığın vesvese, vehim,dedikodu uyandırabileceğini düşünenAbdüsselâm Bey kardeşlerindenbirinin kızını padişahın çok itimatettiği hafiyelerden biriyleevlendirmeğe muvaffak olmuştu. Buzat, kendisinin aza oiduğu Şura-yıDevlet’te kâtip olduğu için evde vedairede hemen hemen bütün günonu göz altında bulundurabiliyordu.


Sabah akşam lastik tekerlekliarabasında Abdüsselâm Beylekardeşinin damadının beraberceŞura-yı Devlet’e gidip geldiklerinigörmek onları tanıyanların pekhoşuna gidermiş. Asıl garibidamadın, çok sevdiği, velinimetaddettiği Abdüsselâm Beyi böyle gözaltında bulundurmaktan üzülmesinemukabil bir saat yalnız kalsa “yangınvar!” diye bağıracak, bomboş birtramvaya binse tek yolcunun yanınagidip oturacak, yahut vatmanınyanında ayakta duracak cinsten olanAbdüsselâm Beyin bu zarurî


arkadaşlıktan pek memnunolmasıydı.Abdüsselâm Beyi Mütarekeyıllarında daha yakından tanıdım.Adamakıllı ihtiyarlamasına rağmenhâfızası az çok yerinde idi. O günleribana anlatırken Ferhat Beyin buçekingenliğine kahkahalarla gülerdi.Abdüsselâm Bey askerdendöndüğüm zaman yalnızlığımaacımış, -anam, babam hepsiölmüşlerdi- beni küçük kızı ileberaber oturduğu Bayezıt’taki evinealmış, evlerinde yetişmiş bir kızlaevlendirmişti. Evet Zeynep’le


<strong>Ahmet</strong>’in anneleri ilk karım bu evdebüyümüştü.Abdüsselâm Beyin konağıMeşrutiyet’in ilânına kadar bu şekildedevam etti. Bu konağın kalabalığı vemasrafı hakkında bir fikir verebilmekiçin semtin iki bakkal, bir şekerci vebir kasabının hemen hemen bukonakla geçindiğini söylemek yeter.Aristidi Efendinin eczanesinin bellibaşlı hasılâtı da bu konaktandı.Hürriyetin ilânından sonra, ayrı ayrıplanlarda bir benzeri olduğuimparatorluk gibi, konak da yavaşyavaş dağıldı. İlk önce Bosna-


Hersek, Bulgaristan, Şarkî Rumeli veŞimalî Afrika arazisi ile beraberbirader beylerle hemşire hanımlarayrıldılar, sonra Balkan Harbisıralarında küçük beylerin ve gelinhanımların bir kısmı evden çıktı.Sonuna doğru hemen hemen yalnızFerhat Beyle -kardeşinin damadıkendiçocuklarının bir kısmı kaldı.Ferhat Bey sonuna kadarAbdüsselâm Beyle beraber yaşadı.Onlar sabah akşam kendilerini ŞurayıDevlet’e götürüp getiren lastiktekerlekli arabanın siyah, yağız,Macar ve İngiliz kırması atları gibi


irbirlerine alışıktılar. Sonzamanlarda bu iki adamın birbiriylekonuşması sadece Ferhat BeyinAbdülhamit’e, haftada bir, konakahvaline dair verdiği jurnallar üzerineidi.Ferhat Beyin mahcubiyetten yüzükızara kızara anlattığı bu hâtıralarsayesinde Abdüsselâm Bey, eskikonağının iç yüzünü her gün yeni birtarafından öğreniyor, nisbeten dahagenç ve dinç yaşta, zengin, talihinalabildiğine yüzüne güldüğü,etrafında tam istediği cinsten cıvılcıvıl, üst üste, Babil Kulesi kadar


karışık, her dilden ve her kafada;fakat insan yakınlığının sıcaklığı iledolu bir hayatın kaynaştığı o günleriâdeta yeniden yaşıyordu.Fakat hemen her akşamgözlerimin önünde tekrarlanan bucanlandırma ve geçmişi yeni baştanyaşamada aksayan bir taraf vardı.Ferhat Beyi dinlerken AbdüsselâmBeyin gözlerini bulandıran mazihasretine, garip, âdeta muzipçe birparıltı, dudaklarının kenarında insanzaaflarıyla alay eden anlaşılmaz birgülümseme karışırdı, ve bu halFerhat Beyi hikâyelerinde büsbütün


şaşırtır, bir kat daha mahcup ederdi.Bir gün eski Şura-yı Devlet azasısırrını bana açtı:- Biçare damat bey, hakikaten buişten fazla mahcup ve mustarip...Farkında değil ki, ben de her haftakendisi için bir jurnal veriyordum...Benim Nuri Efendininmuvakkithanesine gidip gelmeğebaşladığım sıralarda AbdüsselâmBeyin konağında ancak otuz yediinsan kalmıştı. Bunlar da kendiçocuklarının dışında, talihincilvesiyle, daha ziyade emektarhizmetçiler, kardeşlerinin uzak


akrabaları, kime ait olduğu her günyeniden münakaşa edilen ihtiyarteyzeler, halalar, yengelerdi.Abdüsselâm Bey bu hâle içten içeüzülüyor, gizlice daima temenniettiğini söylediği hürriyetin evini böyleinsansız, çocuk şamatasız bırakmışolmasını bir türlü anlamıyor, konağıngittikçe sırtında ağır basanmasraflarını çok münasebetsiz biryük buluyordu. Bu yükün altında,bütün bu uzak akraba, AbdüsselâmBeye, ara yerdeki esas cümlelersilinmiş, bu yüzden mânası bir türlüçıkmayan bir metin gibi geliyor, onu


şaşırtıyor, bununla beraberbüsbütün yalnız kalmak korkusu ilebu beyhude kalabalığa yine dört ellesarılıyordu.


VIAbdüsselâm Bey ise daha ziyadeservetinin mühim bir kısmını şu veyabu şekilde tüketmiş, fakat dışarıyave bilhassa yeğenlerine karşı sevgisihiç değişmemiş, hâlâ küçükmeraklarında ısrar eden, olmayacakşekilde sağa sola yardıma koşan,sükûneti de telâşı kadar latif, hattâhafifçe komik bir operet amcasına


enziyordu. Şahsiyetlerini yapanhususiyetler ve garabetler ne olursaolsun her ikisinin de çehreleri kuvvetlibir insan zeminine düşerdi. SeyitLûtfullah’da bu zeminin kendisi yoktu.Onun acayip gölgesi doğrudandoğruya yalanın boşluğundayüzüyordu. O maskenin, yahutödünç kişiliğin kendisi idi. Çok hayalîbir piyeste asıl baş rolü, hakikatintam inkârını üzerine alan aktörtasavvur edin ki, oyunun yarısındasahneyi, ödünç şahsiyetini günlükhayatında yaşamak için bırakmışolsun ve o kıyafetle ve karakterle


şehre, sokağa, insanların arasınafırlasın. İşte bu küçük gruba bir yığınmerakı, ihtirası aşılayan, onlarınkendi başlarına kalmış olsalar çoktabiî geçecek hayatlarını alt üsteden Seyit Lûtfullah bu çeşit biradamdı. Onda yalanın neredebaşladığı ve nerede bittiği bilinmezdi.Ne söylendiği gibi Medineli, ne deseyitti. Hattâ asıl adı bile buolmayabilirdi. Nuri Efendiye göreseyitliği vaktiyle Irak taraflarındanikâhlandığı bir kadından geliyordu.Aslen Bülûçtu. Memleketini çokgençken bırakmış, hemen bütün


Şark’ı gezdikten sonra İstanbul’agelmiş, Arap Camii’nde güzel veyanık sesiyle okuduğu Kur’ân’larladikkati çekmiş, bu sayedeEmirgân’da oturan çok zengin birailenin bahçıvanının kızı ile evlenmiş,hattâ bu sayede bir vâızlık bilekoparmıştı. Bu ilk gelişinde kendisinitanıyanlar, mazbut, mutaassıp birşeriatçi olduğunu, vaazlarında,münakaşalarında etrafı âdetayıldırdığını anlatırlardı. Babamınsöylediğine göre bu vaazlarda SeyitLûtfullah hemen hemen insanhayatında ibadetten başka bir şeye


müsaade etmez, yemekten,içmekten, konuşmağa kadar her şeyiyasak edermiş.Bu ilk devre ancak üç yıl sürmüş,karısının ölümü üzerine her şeyibırakarak yeniden seyahate çıkmış,ancak on sene sonra Meş-rutiyet’teniki yıl evvel, İstanbul’a dönmüş, oyıkık medrese odasına yerleşmişti.Fakat bu dönen Seyit Lûtfullah artıkeski adam değildi. Gözlerinden biriakmış, ağzı hafifçe çarpılmış, bütünvücudu büyük hareketlerine zararvermeyen, fakat onları bir türlüserbest de bırakmayan, her uzuv için


ayrı, küçük, mânâsız ve lüzumsuz biryığın dar sahalı harekette kendisinidağıtan bir tik kaplamıştı. Sol kolunudurmadan araba çeker gibi ileriyegeriye götürüyor, ensesini kulunçkırar gibi büküyordu. Sol ayağı iseher zaman için ağırdı. Meşin gibiesmer, çarpık yüzü ile uzun boyuyüzünden daha fazla göze batankamburu ile Seyit Lûtfullah benimgördüğüm zamanlarda, insandanziyade peşinden koştuğu defineleribekleyen bir ecinniye benziyordu.Halbuki gençliğinde daha ziyadegüzel sayılırmış.


Bu değişikliği gaip âlemle yaptığımücadelelere yorardı. Ona göreSavuç Bulak’ta, bilmem hangizaviyede misafir kaldığı zamanlardabehemehal bir huddam tedarikineçalışmış, fakat iyi saatte olsunlarınpek aksisine tesadüf etmiş olacak kibu hâle gelmişti. Nuri Efendi ondanbahsederken, “Havass-ı Kur’ânböyledir, onunla oynayanlar işte buhâle gelirler,” der; fakat tek zaafıolan tecessüsü yüzünden, küfürleomuz omuza yürüyen bu adamdanbir türlü vazgeçemezdi.Hemen herkesin Seyit Lûtfullah


için ayrı bir fikri vardı. Aristidi Efendionu bir şarlatan addeder,vücudundaki değişiklikleri dahaziyade eksik tedavi edilmiş birfrengiye yorar, yahut bu cinsten birmirasın neticesi addederdi. Bunarağmen Abdüsselâm Beyin hatırıiçin, elindeki birkaç eski yazmadangetirdiği formülleri inanmadan tatbikeçalışırdı. Abdüsselâm Bey ise eriyiptükenmiş servetinin telâfi imkânlarınıbir taraftan Aristidi Efendininlâboratuvarındaki çalışmalarabağladığı hâlde, öbür taraftan daSeyit Lûtfullah’ın gaipler dünyası ile


olan münasebetini hiç gözdenkaçırmaz ve meselâ hakikaten vaatettiği gibi Kayser Andronikos’unhâzinelerini bir gün bulacağına inanır,ayrıca eski bilgiler için kendisinitükenmez bir hazine addederdi.Çoktan İstanbullulaşmış, hattâArapçasını unutmuş bu Tunuslu’daeski Mağrip sadece hurafeleriyledevam ediyordu.Bu devirlerdeki Abdüsselâm Beyidaima elinde bu iki atu ile enimkânsız ameliyelere girişen birkumarbaz görmemek imkânsızdı.Aristidi Efendinin eczanenin


arkasındaki gizli lâboratuvarınınbütün masrafı onun sırtında idi ve bulâboratuvarda günün birinde altınyapılacağına gerçekten inanıyordu.Bu meselede Aristidi Efendi ilearalarındaki fark bu sonuncusununbu gayeye ancak modern kimya ileerişilebileceğine inanmasıydı. FakatAbdüsselâm Beyin hatırınıkıramadığı için Seyit Lûtfullah’ıngetirdiği büyü ve simya karışıkformülleri de ister istemezdenemeğe razı olmuştu.Hakikatte bütün bu insanlarhakikat denen duvarın ötesine


geçmek için birer delik bulmuşyaşıyorlardı. Abdüsselâm Beyhakikaten Seyit Lûtfullah’a inanıyormuydu? Burasını bilmem. Banakalırsa inanmaktan daha mühim birşeyle hareket ediyorlardı. Bu mühimşey üçü için aynı şekilde mühimdi.Onlar için “imkân” denen şeyinhududu yoktu. Her şeyin mümkünolduğu bir âlemleri vardı. Eşya,madde, insan, her şey bu hudutsuzimkânın eşiğinde, her an kendisinideğiştirecek mucizeli kelimeyi,formülü, duayı, yahut ameliyeyibekliyordu. Evet onların gördükleri,


elleriyle yokladıkları, duyularınacevap veren şeylere herkes gibiinanmamaktan başka hiçbirgünahları yoktu.İçlerinde en realistleri olan, fakatpara sıkıntısı içinde yaşadığı için hercesur tecrübeyi mubah gören zavallıbabam da son zamanlarda dedesininvasiyetini yerine getirmek için bütünümidini Seyit Lûtfullah’a bağlamıştı.Fakat dostları yine aynı parasıkıntıları yüzünden onu her şeyifedaya hazır addettikleri içinaralarına almazlardı. Bu yüzdenhemen hepsine az çok düşmandı.


Fakat ne saatini bedava tamir edenNuri Efendiye, her zaman yardımınıgördüğü Abdüsselâm Beye, ne deeline diline üşenmeyen Avcı NaşitBeye açıktan açığa düşmanlıkedemediği, hattâ onları ne olsa yinebiraz sevdiği için, bütün köşedebırakılmış insan hıncıyla SeyitLûtfullah’a yüklenirdi. Ona göreLûtfullah “yalancı esrarkeşin biri” idi.Orta yerde ne iyi saatte olsunlardanhazır bir huddam, ne define, ne degaip âlemle herhangi bir münasebetvardı. Adamcağızın yüzünü böyleçıfıt çarşısına çeviren şey düpedüz


esrarın, işretin, uzvî suistimallerinneticesi olan felçti. Hakikatte onuzani, dessas, tembel, dolandırıcıaddeden babam, bu noktada çokmüspet düşünceli Aris-tidi Efendi ilebirleşirdi.Mamafih Lûtfullah, kendisi deesrar kullandığını gizlemezdi. Onuniçin esrar tehlikeli bir keyif vasıtasıdeğil büyüğe, güzele, hakikateermek için bir yol, kendi karışıklûgatince “tarîk” idi. Aklı ortadankaldırmadan hakikate ermeninimkânsızlığını her zaman söyler, çokdefa yarı mastor gezerdi. Böyle


anlarında durmadan perdenin öbürtarafından bahseder, görüneninötesinde insanı bekleyen lezzetlerianlata anlata bitiremezdi.Onu dinlerken bir tarafı ile orada,bizim görmediğimiz o âlemde firuzesaraylarda, altın, mücevher, sırmalıkumaşlar bin çeşit tadılmamışgüzellikler arasında yaşadığınainanmamak zordu. Hattâ orda, ohazlar âleminde Aselban adlı bir desevgilisi vardı. Tıpkı masallardaolduğu gibi hiç solmayan güllerarasında, berrak havuzların başındabülbül sesleri, gül ve yasemin


kokulan, serin su şakırtıları içindekendisi kadar güzel cariyeleriyle sazsohbetleri yapıp eğlenen, yahutpenceresinde tek başına oturupdostumuzu düşüne düşüne gergefişleyen bu sevgilinin güzelliğinihepimiz ezberden bilirdik. Aselban’ıngeceden daha siyah saçları,yıldızlardan daha parlak bakışları,yaseminden beyaz teni, sülünlerehaset ettirecek edalı yürüyüşü vardı.Yazık ki, kendisini seven buharikulâde sevgili ile tam visalşimdilik bir çeşit “emr-i muhal” idi.Evvelâ Kayser Andronikos’un


hâzinesi bulunacaktı. Bu defineninbulunması gaip âlemdekilerin, yaniAselban’ın ana ve babasının vebilhassa çok hiddetli ve Aselbankadar güzel kardeşinin sevgiliyeerişmesi için koştukları şarttı. Çünkübu define bir tılsımdı. Haddizatındaservete hiç ihtiyacı olmayan, yahutbütün ihtiyaçlarını gaipten tedarikeden Seyit Lûtfullah’ın bu define işiile uğraşmasının tek sebebi işte buşarttı. Onu çıkarttıktan sonraAselban bizim gibi insan kılığınagirecek, Seyit Lûtfullah hakikîçehresini alacak, yani güneş gibi bir


şey olacak ve bu iki emsalsiz güzellikbirbiriyle birleşecekler vedünyamızda hakikî bir iktidar içindemesut yaşayacaklardı.Çöküntü anlarında bu işin bütüngüçlüğünü, hattâ imkânsızlığınıiyiden iyiye ölçmüş gibi meyus,biçare yaşayan Seyit Lûtfullah,büyük neşe ve iç açılış anlarındayanimastor olduğu zamanlardakendisininbizim gördüğümüz insanolmadığını, onu asıl çehresiylekamaştırıcı güzelliği içindegörebilmemiz imkânsızlığını söylerdi.Anlattığına göre bu sır âleminde


Aselban’ın dizleri dibinde yaşayandostumuzun şimdi Amerikanfilmlerinde seyrettiğimiz şarkprensleri, Hint racaları gibi bir şeyolması gerekirdi.- Dün Aselban’la avda idik. Yüztazı birden bizimle koşuyordu! Öyleceylânlar, kaplanlar vurduk ki... Helebir tanesi...Bilhassayerindenkımıldayamayacak kadar ihtiyar birtazı ile ava çıkan avcı Naşit Beyinbulunduğu zamanlarda anlatılan buav hikâyeleri bitmek bilmezdi.Abdüsselâm Beyin yanında bu


mesut hayat tasavvuru daha azhareketli ve daha cıvıl cıvıldı.Aselban’ın babasının sarayındahemen hemen bine yakın, meleklerkadar güzel çocuk, onların bir ikimisli kadar birbirini seven vedüşünen, birbirinden bir lâhzaayrılmağa razı olmayan her yaştanhısım akraba bulunurdu.Abdüsselâm Bey bu kalabalığınortasında kırk genç cariye ile birdenkeyif süren Aselban’ın babasınınhayatını hakikaten kendindengeçerek dinlerdi.Bu saadetin tek lekesi Seyit


Lûtfullah’ın ancak Aselban’ınkendisini çağırdığı zamanlar orayagidebilmesi idi. Bu davet olmazsaaylarca Seyit Lûtfullah bizim sefildünyamızda, büründüğü paçavralargibi perişan, oturduğu harabe kadaryıkık dolaşırdı. Böyle zamanlardainsanlardan kaçar, rast geldikleri iletitiz, huysuz, kavgacı olurdu.Lûtfullah’ın bu hiddetleri bir sar’anöbeti gibi korkunç ve yıpratıcı idi.O zaman garip bir gurur kendisiniistilâ eder, ağzı köpüre köpüreelindeki kuvvetlerle düşmanım harapedeceğini, öldüreceğini söyler, etrafa


hangi dilden olduğu pek bilinmeyenkarmakarışık beddualar, lânetleryağdırırdı. “Ben... Ben ha... Ben...Şahıs benim ne olduğumu biliyor muacaba?.. Şahıs biliyor mu benkimim?.. Ben şahsın başına belâlaryağdırırım.” Çünkü böylezamanlarda Lûtfullah’ın karşısındakiadam dahi “o” veya “şahıs” olurdu,“Şahıs bilir mi ki ben onu külederim?..”Hiddeti de esrar gibi bir nevisarhoşluktu, ve bu anlarında SeyitLûtfullah kendisini ölümün ve hayatınefendisi addederdi. Bu gurur Seyit


Lûtfullah’ın bozuk kafasında çokacayip bir hayat ve ölüm felsesiyleberaber yürürdü. Hiddeti geçinceSeyit Lûtfullah’ta büsbütün başkatürlü bir yeis başlardı. “Evvelsi gün,düşmanlarım (gaip âlemdekiler tabiî)beni kızdırdılar. Birçok sırları ifşaettim. Şimdi işler daha güçleşecek...Bize şimdilik kudretimizi göstermekmenedilmiştir” derdi.Mamafih babam bile onun bazıkuvvetlerine inanırdı:- Herifte bir şeyler var... derdi.Olmasa, fırıncı <strong>Ahmet</strong> Efendiyi buhâle koymazdı. Üç gecenin içinde,


evi dükkânı yandı, bütün ailesi silmeöldü. Şimdi kendisi Darülaceze’de...Ve birdenbire bu meşum kudrettenürkerek yakasını çevirir, tükürürdü:- İnsan değil, âfet... Maazallahbaşımıza taş yağdırabilir. Bubüyücüyü hükümet ne diye içeriyetıkmıyor? Dün akşam gene bacağınısürükleye sürükleye Edirnekapımezarlığına gidiyordu. Kim bilir kimincanına kıydı?Seyit Lûtfullah’ın yüzünü duvaraçevirerek konuştuğu huddamı ilebaktığı falların doğru çıktığı, bazıasabî hastalıklarda nefesinin ve


ilhassa elinin çok iyi tesir ettiğidaima söylenirdi.1906 yılında, şöhreti yavaş yavaşbaşladığı sıralarda, AbdüsselâmBey çok kıymetli bir altın saatikaybettiğini sanmıştı. Nuri Efendivasıtasıyla müracaat ettiği SeyitLûtfullah kendisine, gaiple uzunmüzakerelerden sonra o acayipTürkçesiyle:- Saat hatunun sanduğunda,sanduk vapurun ambarında, vapurdenizin ortasında... Hemen telgrafçekile... Feillâ (aksi takdirde)...Cevabını vermişti.


Üç gün sonra vak’anın büsbütünbaşka türlü olduğu anlaşılmıştı.Yani, saat başka bir yeleğin cebinde,yelek gardrobun içinde, gardropAbdüsselâm Beyefendinin ikincihanımının Mısır’dan yeni getirttiğicariyenin odasında çıkmıştı. Fakattesadüfe bakın ki, evden o günlerdememleketine gitmek üzere ayrılmışolan Ünyeli bir hizmetçininarkasından çekilen telgrafa şu cevapalınmıştı:“Kadın bulundu. Sandığında,pazar malı, âdi cinsten bir masasaati çıktı. Saat ve kadın


emniyettedir. Emr-i devletlerineintizar olunduğu...”Bütün teferruatta doğru olan veyalnız esasta aldanan bu yanlışadenebilir ki, Seyit Lûtfullahİstanbul’daki bütün şöhretini borçluidi.Filhakika esasa ait olan bu küçükyanlış âdeta onun şaşırtıcı kudretiniölçmek imkânını veren bir zaviye idi.Ve bu zaviye sayesinde SeyitLûtfullah’ın kerameti, kudret vetasarruf derecesi geceleyinokyanuslarda çalkanan bir vapurunhakikî mevkiî gibi çok sarih şekilde


okunuyordu. Aradaki farka gelincezaten Seyit Lûtfullah iyi saatteolsunlarla tam işi görüleceğini hiçbirzaman iddia etmemişti.Hulâsa bu yanlış, bilmem hangicamiin 999 penceresi gibi tekeksiğiyle zihinleri dolduran bir şeydi.İsabet tam olsaydı, birisi kalkıp onupekâla tesadüfe yorabilirdi. Çünkübütün teferruat ortadan kendiliğindensilinecekti. Halbuki bu ufak yanlışsayesinde elde edilen neticelerinhiçbiri ortadan kaybolmuyor; onunışığında, saat, evden giden hizmetçi,vapurun ambarı, sandık, hepsi,


üyük zahmetlerle alman bir yolunmenzilleri gibi aydınlanıyordu. İnsanişlerinde hatanın oynadığı büyük vefaydalı rolü bilmem bundan iyigösteren misal var mıdır?O tarihten itibaren Seyit Lûtfullah,Tunuslu konağının en devamlı ve enmuteber misafiri oldu. Her dediğineinanıldı. Bu inanmada kılığının,kıyafetinin, yaşayış tarzının,oturduğu medrese artığının da ayrıayrı payları vardı. Hayatını,kıyafetini biraz değiştirmesi içinverilen nasihatlere eliyle çok tehlikelibir karanlığı gösteren bir işaret


yaparak, “Müsaade etmiyorlar” diyereddederdi. Abdüsselâm Beyin zorlakendisine hediye ettiği bir cübbe ilesarığı üç gün sonra konağa,“Müsaade edilmedi. Velinimet mazurgörsün...” sözü ile iade etmişti. SeyitLûtfullah bir masalı devam ettirmeninsırrını biliyordu.Yatıp kalktığı medrese odasını daiyi saatte olsunların emriyle seçtiğinisöylerdi. Bu medrese artığı kadarinsana her parçası ayrı ayrıdikkatlerle, emeklerle hazırlanmışhissini bırakan pek az yer gördüm.Birinci Mahmut zamanında küçücük


camii ile beraber yapıldığı söylenenbu bina sanki bugünkü hâlinialabilmek için, daha mimarın içindençıktığı günden itibaren ve çokmuntazam bir plana göre yavaşyavaş yıkılmağa başlamıştı. Avlunundöşeme taşlan ya kırılmış, yahut daortasında alabildiğine büyüyen çınartarafından sökülmüştü. Üçtarafındaki hücrelerin hemen hepsi -Seyit Lûtfullah’ın yattığı odamüstesna-kimi yarı yarıya, kimibüsbütün yıkılmıştı. Avlunun soltarafında bulunan küçücük camidensadece minarenin kapısı ile dört


asamağı ayakta duruyordu. Onunyanı başındaki şirin mezarlık -içindegene bu devre ait kalbur üstü dörtbeş kişi, cami ve medreseyi yaptıranKahvecibaşı ile beraber yatıyorlardıayaktaduran parmaklığı ile sokaktanancak ayrılıyordu.Medresenin bütün avlusu,mezarlık, camiin arsası olması lâzımgelen yer, her taraf kendi kendinebitmiş otlar ve ağaçlarla dolu idi. Buağaçlar içinde, devrilmiş sütunlarınaltından fışkıran dal budak salanlarbile vardı. Fakat en garibi, insanı enfazla kavrayanı Seyit Lûtfullah’ın


yattığı odanın tam üstünde biten,ince, zarif, rüzgârda âdeta oyadanyapılmış hissini veren servi fidanı idi.Bazı bulutlu havalarda arkasındakikül rengi boşlukla çok hayalî bir şeygibi göze çarpan bu servi fidanı,sanki bütün bu terkibi sonsuz veyenilmez tabiat namına zaptetmişebenzerdi.Tepesinde sallanan bu acayipsorguçla bu medrese, uçurumun tamkenarında, yuvarlanmak için en sonanı, son kararı bekleyen korkunç veabes bir muvazene hissini bırakırdı.Seyit Lûtfullah bu harabenin tek


odasında yere serilmiş bir şiltedeyatardı. Oda rutubet içinde ve daimakaranlıktı. Şiltenin etrafında, içlerinegaliba öteberisini koyduğu birkaçbüyük küp vardı. Bu acayip odadainsana son derecede alışık birkaplumbağa, -tabiî Aselban’ınhediyesi, ve bu yüzden de adıÇeşminigâr’dı- gelen gideninbacakları arasında dolaşıp dururdu.Söylediklerine bakılırsa bumedreseyi iyi saatte olsunlarınkendisine ikametgâh diye tahsisetmelerinin asıl sebebi civardakihazine idi. Kayser Andronikos’un


zamanından kalma bu defineninetrafında gaip âleminde yapılanmücadeleleri anlatmakla bitiremezdi.Mamafih dostumuzun bana çokmahrem bir şekilde söylediklerinebakılırsa bu medrese hiç de öylegöründüğü gibi yıkık ve harapdeğildi. Bilâkis muhteşem ve aydınlıkbir saraydı. Nasıl biz SeyitLûtfullah’ın hakikî güzelliğinigöremiyorsak bu sarayın ihtişamınıda öylece göremezdik. Ancak definemeydana çıktığı zaman bu saray dasom altın sütunları, firuze ve elmaskubbeleriyle parlayacaktı. Zaten o


zaman her şey yoluna girecekti.Aselban maddesiyle görünmeğe razıolacak, âşığı asıl çehresiyle ortadagezecek ve beraberce ebedîlezzetlerle dolu bir hayatyaşayacaklardı.- İşte o zaman hükmüm bütündünyaya geçecek, her istediğimolacak... derdi. Dünyadan haksızlığı,sefaleti kaldıracak, tam bir adaletleinsanları idare edecekti. Çünkü buacayip adamın âdeta müstakil bircihaz gibi işleyen, hattâ zamanzaman da asıl kişiliğini yapan gariphareketlerini içten idare ettiği


duygusunu bırakan bir adalet vehaksızlık dâvası da vardı.Bu tarafından bakılırsa SeyitLûtfullah ebedî hayata kavuşmak,namütenahî hazlar ve kudretler eldeetmek için tesadüfün kendisineverdiği nimetleri istihkar eden, onlarıdoğru dürüst yaşamayan biradamdı. O büyük bir ruh ve idealistti.Hayatta “hep”i elde etmek için “hiç”inkısır çölünde yaşamayı tercihetmişti.Doktor Ramiz, eski dostumungaripliklerini kendisine anlattığımzaman bilhassa bu nokta üzerinde


durmuş, ve bu adalet ve haksızlıkmeselesinin Seyit Lûtfullah vak’asınınanahtarı veya anahtarlarından biriolabileceğini bana defalarcasöylemişti. Kafası tama-miyle ilmîmetotlarla işleyen aziz dostum biraralık bu yüzden Seyit Lûtfullah’ınMarx’ı okuyup okumadığını bilemerak eder olmuştu. Sık sık “Marxveya Engels’i okumuş olması lâzım!Yazık ki tahkik etmemişsiniz” diyebana çıkışır ve benim:- Biçare nerden bu mühimadamları okusun. Zavallı doğrudürüst Türkçe bilmezdi! kabilinden


itirazlarımı da:- Sizler daima böylesiniz...Ruhunuzu saran küçüklük duygularıiçinde büyük değerlerimizikaybedersiniz... Azizim vazgeçin buhuydan. Ben kat’iyen eminim kiAlmanca biliyordu ve bütün sosyalistedebiyatı okumuştu. Aksi takdirdedevrimizin büyük meselesi olanadalet ve haksızlık dâvalarını bukadar kuvvetle benimsemez veuğrunda böyle mücadele etmezdi. Obizim sosyalist mektebimizinbaşlangıcıdır, diye sustururdu.Doktor Ramiz’in konuşması daima


öyleydi. Bir nokta olarak başlar vebirkaç saniyede büyük bir çığ olurdu.Ben kendi hesabıma hafif bilgidağarcığımla bu büyük âlimi hiçbirzaman açıkça tenkit cesaretinikendimde duymadım. Fakat ne yalansöyleyeyim, zavallı eski dostumunşahidi olduğum ömründe bu cinstenbir mücadele fikrini verecek mühimbir şeye de rastlamış değilim.Aristidi Efendinin, Naşit Beyin,Abdüsselâm Beyefendinin ihtiraslarıbu kadar sonsuz değildi. AristidiEfendi, kayınbiraderi olanHeybeliada’daki ihtiyar bir papazdan


Kayser Andronikos’un olsa olsaİmparator Adriyen olabileceğini iyiceöğrendikten sonra bu define işinesadece İlmî bir mesele gibibakıyordu. Ona göre seyitLûtfullah’ın tereddütleri, gaipâleminden emir beklemeleri beyhudeidi. Birkaç kazma ve kürekle derhalişe başlaması lâzım gelirdi. Fakat iyisaatte olsunların dünyasında herşeyin kendisine mahsus bir vakti veerkânı vardı.1909 yılının en büyük hâdisesiAristidi Efendinin bir gece tek başınaKayser Andronikos’un hâzinesini


aramağa kalkması olmuştu. Fakatdaha ilk kazmada definenin yeri,başındaki gizli mücadele devametmek şartıyla, değişmişti. Beklediğialtın dolu küpler, mücevherler, eskikumaşlar ve saray eşyası, hattâyazma kitaplar, fildişi altın azizheykelleri yerine iki üç kemikledibinde Sultan Mahmut devrinden tekbir mangır sallanan boş birkavanozun çıkması Aristidi Efendiyede ister istemez bu şüpheyi vermişti.Seyit Lûtfullah o geceden sonra,değil defineyi bulmak, sadece eskiyerine getirebilmek için aylarca


uğraşmağa mecbur olacağınısöylediği zaman adamcağızüzüntüden, vicdan azabından azkalsın ölecekti. Tıpkı AbdüsselâmBeyin saat hikâyesi gibi bu yanlışameliye de Aristidi Efendide SeyitLûtfullah’a karşı olan sonmukavemetleri kırdı.Onun karşısında daima yüzündetaşımağa kendisini mecbur sandığı ocehalete karşı Avrupalıcamüsamahalı tebessüme, bir nevihurafevî korku karıştı ve dostumuzunkarşısında ricat yolu kesilmiş birordu gibi daima perişan ve tereddüt


içinde kaldı.Seyit Lûtfullah’ın asıl istediğikâinatın sırrına, maddeye ruhentasarruf etmekti. Altın imbikle değil,ruhla yapılır. Toprağın altında ondançok ne var? Mesele el dokunmadanyapmaktır, derdi.Bununla beraber Aristidi Efendinineczanesinin arka tarafındaki gizlilâboratuvarda imbikler, körükler, hercinsten şişeler, korneler arasındayapılan tecrübelerde de öbürleri gibihazır bulunuyor, eski yazmalardançıkardığı formülleri Aristidi Efendiyeveriyordu. Hattâ bu yüzden bu iki


adamın arasında günlerce sürenmünakaşalar oluyordu.Bu münakaşalarda AristidiEfendinin münevver Avrupalımüsamahası ve sabrı ile, gaip âlemeo kadar kuvvetle tasarruf edenLûtfullah’ın gurur ve alınganlığı tıpkıateşte kaynayan büyük şişeniniçinde ve etrafında dövüşen zıtkuvvetler gibi birbiriylekarşılaşırlardı. Birkaç defasına şahitolduğum bu tecrübelerden bendekalan tek hâtıra Lûtfullah’ınkullandığı ıstılahlardı. “Tathir, teşmi,teklis, tas’id, tezviç, tevlit, hal, akit


(temizleme, mum veya muşambahâline getirme, toprak hâlinegetirme, koyulaştırma, evlendirme,doğurtma, eritme ve bağlama)” gibikelimeler hâlâ bile bana kuvvetli biriradenin karşısında açılacak büyükimkân kapıları gibi görünür.Bununla beraber bu kapılardanbirinin bir gün, hem de enbeklenmedik şekilde açıldığınıhepimiz gördük. Abdüsselâm Beyinparası ile yapılan bu tecrübelerinbütün şerefini kendisine inhisarettirmek isteyen Aristidi Efendi birgece tek başına çalışırken imbik


çatladı ve lâboratuvar ateş aldı. Birsaat sonra yetişebilen itfaiye vemahalle tulumbacıları AristidiEfendiyi yarı yanmış buldular. Bu1912 yılı şubatında oldu ve onunölümüyle imbikle altın yapma işisona erdi. Küçük grup için yalnızdefine ümidi kalmıştı.


VIINiçin, <strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü’nün hikâyesini bu uzakhâtıralarla ağırlaştırdım? Neden bumazi gölgeleri yüzünden yolumbirdenbire değişti? Bunlar o cinsşeylerdi ki, ne hakikatini, ne degülünç tarafını bugünün insanıanlayamaz. Bana gelince, yaşı,geçmiş şeyleri tahayyülden ve


hatırlamadan artık lezzet almayacakkadar ileri. Böyle de olmasa, HalitAyarcı’nın hayatıma girdiği andanitibaren ben büsbütün başka birinsan oldum. Realitenin içindeyaşamağa, onunla mücadeleyealıştım. Evet o bana yeni bir hayatbuldu. Bu eski şeylerden şimdi çokuzaktayım. İçimde, kendi mazim olsabile o günlere karşı katılaşmış birtaraf var. Ne yazık ki, bu mazidönüşünü yapmadan kendimianlatamam. Ben yıllarca buadamların arasında, onların rüyalarıiçin yaşadım. Zaman zaman onların


kılıklarına girdim, mizaçlarınıbenimsedim. Hiç farkında olmadanbazen Nuri Efendi, bazen Lûtfullahveya Abdüsselâm Bey oldum.Onlar benim örneklerim, farkındaolmadan yüzümde bulduğummaskelerimdi. Zaman zamaninsanların arasına onlardan birisinibenimseyerek çıktım. Hâlâ bilebazen aynaya baktığım zaman,kendi çehremde onlardan birini tanırgibi oluyorum. Şu anda NuriEfendinin kendini yenmiştebessümünü yüzümde dolaşıyorsanıyorum, biraz sonra Lûtfullah’ın


yalanı benimsemiş bakışlarınıkendimde bularak yaptığım iştenürküyorum. Bir başka defasındababamın ümütsiz kıskançlığı vesabırsızlığıyla perişan oluyorum.Hattâ bu, kıyafetimde bile görülüyor.En meşhur terzilerde yaptırdığımelbiselerim sırtıma geçer geçmezbana Abdüsselâm Beyin kılığınıveriyorlar. Daha dün gözlüklerimideğiştirmem icap edince, artık ocinsin modası geçmiş olduğunu bilebile Aristidi Efendininkine benzer biraltın gözlük aramadım mı? Belki deşahsiyet dediğimiz şey bu, yani


hafızanın ambarındaki maskelerinzenginliği ve tesadüfü, onlarınbirbiriyle yaptığı terkiplerin bizibenimsemesidir.Belki daha derin, daha kuvvetli birşey, bu mirasları ikide bir aksatan oiçten müdahalelerdir. Her hâldebende olan budur. Bunu herkes içinsöyleyemem. Elbette benim gibiyaşamayanlar, kendilerini başkatürlü, daha kuvvetle, daha safşekilde bulanlar vardır.Fakat ben onların hâtıralarınıyazıyorum. Kendi hayatımıyazıyorum. Şurası da var ki,


hayatımın ileriki safhaları, bana buinsanların tesirinden kurtulmakimkânını pek vermedi. Oğlumundediği gibi, “hakikî çalışmanınnizamından” geçmedim. Onlar bendekarmakarışık devam ettiler. <strong>Ahmet</strong>bana benzemiyor ve benzememekiçin de elinden geleni yapıyor. Hattâkendini bu yüzden birçokimkânlardan mahrum etti. Liseyibitirir bitirmez devlet hesabınatahsilin çarelerini buldu. Tıbbiyeyibitirince mevkiimin ve servetimizinicabı olarak Amerika’da tahsilinitamamlamasını teklif edince derhal


eddetti ve Anadolu’ya gitti. Hulâsabana hiçbir şey söylemeden bendengelen her şeye sırt çevirerek yaşadı.Oğlumun beni sevmediğini iddiaedemem. Fakat bende kendidüşüncesine uymayan birtakımşeyleri beğenmediği birtakım şeyleredüşman olduğu muhakkak. Bunarağmen gene içten içe ondayaşadığımı hissediyorum. Bir günmuayenehanesinde bir hastayabakarken gördüm. Tıpkı benim birsaate bakışım gibi bir şeydi bu.Yahut da Nuri Efendinin... Çoktemenni ederim ki, Nuri Efendinin-


kine benzesin,çünkü iş, ona bendenfazla hâkimdi.Her ne olursa olsun mazimbugünkü vaziyetimden bana bütünbir mesele gibi geliyor. Ne ondankurtulabiliyorum, ne de tamamiyleonun emrinde olabiliyorum.


VIIIBu hâtıraları bu kadaruzatmamda, dört sene evvel birantikacı dükkânında bulduğum vederhal satın alarak çalışma odamın,Villa Saat’ın verandasına ve mevsimçiçekleri ile dolu bahçesine açılankapı penceresine taktırdığım eskiparmaklığın da elbette bir payıvardır. Bu parmaklığın yıldız benekli,


lâle motifleri arasından doğrudandoğruya mazime, o kadar ihtiyaç veyoksulluk içinde; fakat o kadar rüyalıve ümitli geçen çocukluk günlerimebakar gibi oluyorum. Seyit Lûtfullahiçin şunun bunun muvakkithaneyebıraktığı şeyleri o yıkık medreseyegötürdüğüm zamanlarda buparmaklığın Önünde durur, onu uzunuzadıya seyreder, bir gün kendisidefineyi bulursa veya Aristidi Efendihakikaten cıvayı altın yaparsahisseme düşen kısımdan -vâkıakimse böyle bir şey söylememiştiama, elbette benim de hisseme bir


şeyler düşecekti- bütün duvarı vemezarlığı, belki de camii tamirettirmeyi düşünürdüm.Talih ve tesadüf bana tam aksiniyaptırmıştı. Büyüyünce ve elimepara geçince bir başka camiyevakfetmeyi nezrettiğim büyük duvarsaatimiz gibi bundan tam on iki seneevvel, çok sıkışık bir zamanımda,güpegündüz bütün yakalanmatehlikesini gözüme alarak, kendisinitutan son duvar parçası da koptuğuiçin olduğu yerde, Naşit Beyinçiftesiyle vurduğu kuşların kanadıgibi sarkan bu parmaklığı bir


antikacıya otuz kâğıda satmıştım.O zaman bu otuz kâğıt beniAndronikos Kayser’in bütündefinesini elde etmişim veya AristidiEfendinin imbiklerinde bütündünyanın cıvalarını altın yapmışımgibi sevindirmişti.O gün o para ile karım Pakize’yeufak tefek hediyeler almış, büyükbaldızımın -musikî meraklısı olanudunubilmem kaçıncı defa olarak;fakat bu sefer derhal geriyealacağımdan emin olarak, tamirevermiş, dördüncü kere büyük bircesaretle güzellik müsabakasına


girmeğe hazırlanan ve bu iş için bizeyeniden bitmez tükenmez masrafkapıları açan küçük baldızıma,genişçe ve asıl elbiseyi hiçbir suretletutmayan, bu itibarla son derece gözalan ve binaenaleyh yüzde doksandokuz kıraliçeliğini sağlayacağınaPakize’nin inandığı bir kemer tedarikedebilmiştim. Ayrıca da son ikilirasını eski ahbabım yaymacı AliEfendiye vererek ondan Uç akşamevvel semtimizdeki açık havasinemasına çoluk çocuk girebilmekiçin rehin olarak bıraktığımkomşumuz bakkal Hulki Efendinin


saatini geri almıştım.Geçici de olsa bu parmaklık evimeçoktan beri görmediğim bir rahatlıkve genişlik getirmişti. Fakat ne olsaiçimde bir keder vardı. Kendimazime ve bilhassa çocukkenyaptığım bir ahde ihanet etmiştim.Kaldı ki uzun zamanlar buparmaklığın hemen arkasında yatankocaman taş kavuklu adamınevliyalığına belki de yanı başındaalabildiğine büyümüş dut ağacıyüzünden inanmıştım. Annemin sonhastalığında iyileşmesi için herakşam ona gider dua eder,


parmaklığın tam önünde mumlaryakardım.Dört sene evvel, zaman zamanuğradığım antikacı dükkânlarındanbirinde, -tabiî artık bir şeyler satmakiçin değil, almak, Villa Saat’isüslemek için-depoyu gezerkenbirdenbire bu parmaklığıgörmeyeyim mi? Eğer fiyatınınbirkaç misli artacağını bilmeseydim,derhal üstüne atılır, eski bir dost gibikucaklardım. Fakat ne dersiniz! HainYahudi bütün gayretime rağmen işiyine anladı. Belki de hafifçeomuzumu dönmeme rağmen ellerimin


nasıl titrediğini fark etmişti. Onun içinbütün dikkatimle Hint işi bir rahleüzerinde yaptığım pazarlıktan sonrasorduğum suale, “Dokuz yüz lira...Çok iyi bir şeydir. Konya’dan geldi.Müzelik eşya...” cevabını verdi. Otuzlira ve dokuz yüz lira. Tam otuz mislibir fark. Adeta oğlumun dediği gibikaresi! Nerde ise rakamların buuygunluğuna aldanarak, “Peki! Sizeve gönderin...” diyecektim. Aklımıbaşıma topladım, yüz ellidentutturdum. O darıldı. Ben yüzaltmışa çıktım. Bu sefer benimşakacı olduğuma karar verdi. Sanki


her şerefesine ayrı bir merdivendençıkılan bir cami minaresinde imişiz vetam orta yerde buluşmak için kalınduvarların arasından birbirimizigözleyebiliyor ve ona göre hareketediyormuşuz gibi, o yavaş yavaş indi,ben adım adım çıktım. Fakat iyihesaplıyamamış olacağım ki,Mandalin Efendi binden bir basamaküstte, dört yüz yetmiş beşte durdukaldı. Belki de bu mağlûbiyetinintikamını almak için parayı verdiktensonra eğildim, hâlâ alt tarafındançocukken yaktığım mumların izigörülen parmaklığı öptüm. Artık bu


mazi hâtırasına kavuşmaktan gelensevincimi gizlemeğe lüzumgörmedim. Hattâ daha ileriye gittim:- Mandalin Efendi, dedim... Bugünhiç de iyi tüccar değildiniz. Müzelikolmasına müzelik olan, fakat,Konya’dan gelmediğini herkesten iyi,hem çok iyi bildiğim bu parmaklığıbana daha çok pahalıyasatabilirdiniz...Mandalin bir müddet yüzümebaktı, sonra kollarını uçacakmış gibihavaya kaldırdı:- Ne yapalım paşam, oldu...Oldu... dedi. Sen sağ ol... Hepimiz


sağ olalım... Öbür müşteriler var!..KahvecibaşıCamii’ninmezarlığının parmaklığını evimegetirdiğim, hususî hayatıma malettiğim için beni belki ayıplayacakolanlar bulunur. Şüphesiz bundanben de az çok müteessirim. İşiniçinde insanı rahatsız eden bir tarafvar. Fakat düşününce kendimeteselli imkânları da bulmuyor değilim.Evvelâ ne medrese, ne cami artıkortada yoktur. Binaenaleyhparmaklığı mutlak surette iadeyemecbur olduğum bir sahibi mevcutdeğildir. Vâkıa bu parmaklığı


yerinden sökmüş olmakla bu binanıntoptan ortadan kalkmasına biraz daben sebep olmuş olabilirim. Fakat nekadar eski ve harap olduğunuyukarda anlattım. Ayrıca onu hangizarurî şartlar altında yerindensöktüğümü de biliyorsunuz. Kaldı ki,bu harap binanın yerinde yapılanapartmanları görünce insan isteristemez teselli buluyor. Semt âdetaşenlenmiş. Bu gidişle birkaç yıl içindemodern bir mahalle kurulacak! Benartık modern adamı, modernmimariyi, modern konforu seviyorum.Mezarlığın ortadan kalkması, o


canım yazılı, işlenmiş taşların,musluk taşı, ayna taşı, radyatör rafıgibi şeyler olması da beni o kadarüzmüyor. Kahveci Salih Ağanınevliya olmadığını çoktan biliyorum.Zaten ona yaptığım adaklara,yaktığım mumlara rağmen anneminyine ölmüş olmasını, evliya olsunveya olmasın onu daha ozamanlarda kendisine affetmemiştim.“Şehrin ortasında bir mezarlık eksik”diye bu yaşımda oturup ağlayacakdeğilim her hâlde! Modern hayatölüm düşüncesinden uzaklaşmayıemreder!


Hem ne oluyor kuzum, kendihayatımızı mı yaşayacağız. Yoksaölüleri mi bekleyeceğiz?Parmaklığın kendisine gelince, bugüzel sanat eserini ilk keşfeden,onun karşısında hayranlık duyanbenim. Onun güzelliğini ben farkettim. Onu antikacının dükkânındaben yakaladım. Herhangi biranlayışsız ele düşmesini benönledim. Hulâsa onu ben kurtardım.Kurtardığım şeyi kendi evimdeemniyet altına almam, bir daha olurolmaz maceralara düşmemesinitemin etmem kadar doğru bir şey


olur mu? Sonra ondan benim kadarkim zevk alabilir? İnce arabeskiarasından kendi mazisini, bütün ogarip insan kalabalığıyla beraber kimseyredebilir?Bu satırları yazarken ara sırabaşımı kaldırıp ona bakıyorum. Birkaç adım ötesindeki yazılı kavağın,sedre ağacının -onu da Boğaziçi’dekieski bahçeden söktürmüştümaltındatorunlarımın, en küçükkızımla Cenab-ı Hakk’ın altmışımdansonra bana ihsan ettiği Halide ileberaber oyunlarını seyrediyorum.Ellerinde küçük renkli kovalar,


kürekler, bahçenin kumlarınıdoldurupboşaltıyorlar.Yanıbaşlarında dadılarının, kızımZehra’nın kendi çocukları için tutmakgafletinde bulunduğu o susak İsveçlikızla, benim Halide için bulduğum,şirin, güler yüzlü, balık etli, hafifbuğday tenli Asiye Hanımınbeklemesine rağmen iyice biliyorumki, şu anda asıl onlarla meşgulolanlar, onları koruyanlar, neşelerinihakkıyla tadanlar büsbütün başkavarlıklardı. Evet, neden yalansöyleyeyim, ben Nuri Efendinin, insancanlısı Abdüsselâm Beyi, hattâ


Aselban’ın hediyesi yırtık cübbesiyleSeyit Lûtfullah’ın şu dakikada onlarlaberaber olduklarına inanıyorum. Kimbilir belki de kısa entarisinin altındanmavi donu o kadar zarif şekildesarkan Halide’yi çiçek tarhlarındanbirinin ortasındaki güneş saaatineöyle düşe kalka götüren ve orada ikieliyle taşa abanarak düşünmesinesebep olan Nuri Efendinin kendisidir.Bu çocuğa Pakize’nin arzusu üzerinerahmetli Halit Ayarca’nın adınıverdiğime ne kadar isabet etmişim.Gün geçtikçe ona benziyor. Küçükgül yaprağı yüzünde onun çizgileri


peydahlanıyor, hattâ tabiatı bileyavaş yavaş o tarafa kayıyor. Onungibi iradesini herkese kabul ettiriyor,hoşuna giden her şeyi istemedenelde ediyor.Bu demektir ki, Seyit Lûtfullah’ınadlarımızın talihlerimiz üzerindekitesirleri hakkında söylediği şeyler hiçde mübalâğalı değilmiş. Eminim ki,Halide’ye başka birinin adınıverseydim, rahmetli velinimete bukadar benzemezdi.


IX1912 yılı hayatımın en ıstıraplıyıllarından biri oldu. Bu yılın hemenbaşında Nuri Efendi öldü. Onunölümü ile hayatımda bir yığın meseleçıktı. Daha cenazeden dönerkenkendimi on yedi yaşıma rağmen işsizgüçsüz buldum. İki yıl evveline kadarzar zor idadî tahsilime devametmiştim. Fakat bilhassa Seyit


Lutfullah’la dostluğum arttıktan sonramektebin semtine bile uğramazolmuştum. Şimdi kendimi ortadahissediyordum. Mektep, gençlik içindaima ehemmiyetlidir. Her şeydensarfınazar o yaşlarda ömrün enazaplı meselesi olan “Ne olacağım?”sualini geciktirir. Bırakın ki vaktindeyetişir, sonuna kadar sabreder,aktarmaları tam zamanındayaparsanız, içindekini behemehal biryere götüren trenlere benzer. Ben butrenden vaktinden çok evvel âdetaçölün ortasında inmiştim.Etrafımda yavaş yavaş beni hedef


alan, üzerimde yüksek sesledüşünen bir teşhis uğultusu, çokcömert ve İnsanî bir endişebaşlamıştı. Annemin dilinden “Buçocuk ne olacak?” sözü düşmüyor,komşular babamla herkarşılaştıklarında söze, “Oğlanı neyapacaksın?” sualiyle başlayorlardı.Kimisi behemehal okumam, kimisi birsanat sahibi olmam lâzım olduğufikrinde idi. Ve hepsi birden babamınbu işi her türlü zecrî tedbire başvurarak halletmesini istiyorlardı.- Bir iş tutacağı yok, bari şunuevlendirsen... fikrinde bulunanlar bile


vardı.Bu suali ben de kendi kendimesoruyordum. Vâkıa meslek, iş,kazanç düşünmüyordum. Fakat günve zaman denen bir şey vardıortada. Onu harcamak lâzımdı. Ovakte kadar saatten başka bir şeyemerak etmemiştim. Ondan da büyükbir şey anlamıyordum. Rahmetli NuriEfendiden saat hakkında bir yığınmalûmat edinmiştim. Fakat ciddîşekilde saatçiliğe yanaşmamıştım.Üstelik sakardım. Elimle gözümberaber çalışmaktan uzaktı. Her ikisibirbirinden ayrı yaşıyorlardı.


Yaradılıştan amatördüm. İş olaraküstüme aldığım her şeydençarçabuk sıkılıyordum. İçimdebirdenbire bir yol açılıyor ve benelimdeki işten sessizce onakayıyordum. Mektepte, NuriEfendinin muvakkithanesinde,babamla yedi yaşımdan beri herCuma ve Perşembe günleri gittiğimizdergâhlarda bu hep böyleydi.Bununla beraber bir şey yapmamlâzımdı. Muvakkithanenin birazilerisinde ihtiyar bir saatçinin yanınaçırak girdim. Adamcağız fakir veişsizdi. Ekmek parasını güç


çıkarıyordu. Bununla beraber benikabul etti. Kendi tamir edeceğimsaatlerin parasından bana birkaçkuruş vermeğe bile razı oldu. Fakattalihime dükkâna o günlerde müşteriuğramıyordu. Usta çırak sessizsadasız karşı karşıya oturuyorduk.Hiç de Nuri Efendiyebenzemiyordu. Saat hakkında hiçbirfikri ve felsefesi yoktu. Bir gün NuriEfendiden öğrendiğim şeyleri şöylebir tekrarlayayım dedim, hiçbir şeyanlamadı. Saat insana benzer, derdemez, “Buraya bak, ben deliliktenhoşlanmam!” cevabını verdi.


Öbür yandan Seyit Lûtfullahpeşimi bırakmıyordu. Gaip âlemlemünasebette benim yardımımaalışmıştı. İkide bir dükkâna geliyor,“Haydi kalk! Emir geldi. Etyemez’egideceğiz!” diyor. Bana izin vermesiiçin ustaya rica ediyor, olmazsa onucinlerle tehdit ediyordu. Etyemez,Eyüpsultan, Vaniköy, hulâsa bütünİstanbul bizimdi. Yarı topal bacağınısürükleye sürükleye, başında kirlisarığı, en ufak rüzgârda şişencübbesi, o önde ben arkasında,karışık ve yamalı kıyafetimledolaşıyorduk.


Buna rağmen iyi kötü ihtiyaradamın yanında birkaç ay çalıştım.Evet, Asım Efendi saatin felsefesinibilmiyordu; fakat saat tamirini biliyorve insana bir şeyler öğretiyordu.Yazık ki, kötü bir hâdise benidükkândan ayrılmağa mecbur etti.Günün birinde Seyit Lûtfullahdükkâna tamir için verilmişsaatlerden birini aşırdı. Hâdiseortaya çıkınca ben itham edildim.Saatlerce karakolda kaldım. Nihayetbir gün evvel onun dükkâna geldiğihatırlandı, çağırdılar. Adamcağızsaati Andronikos Kayser’in


hâzinelerinin başında yakılacaktütsüyü satın almak için aşırdığınısöyledi. Ve yok pahasına sattığı yeride gösterdi. Bu işi huddamınınısrarıyla yaptığım, bu gibi definearaştırmalarında behemehalçalınmış bir şeye lüzum olduğunuiddia ediyordu. Böylece asılkabahatli meydana çıkınca bensalıverildim. Fakat biçareyi orada ohâlde bırakmak istemediğim için birtürlü gidemiyordum. NihayetAbdüsselâm Beye haber vermeğiakıl ettim. Onun yardımıylaesrarkeştik ve hırsızlık cürümleri


yüzünden mahkemeye gitmektenkurtuldu. Abdüsselâm Bey birkaçmecidiye ile saati satıldığı yerdentekrar satın aldı. Fakat Asım Efendibeni artık istemiyordu. Hakkı davardı. Bu kadar münasebetsiz vemesuliyetsiz dostları olan bir çırakdaima tehlikeli bir şeydi.


XBu saat hâdisesi evimizdekarakoldakinden şüphesiz dahamühim ve benim için daha tehlikeli verahatsız edici akisler uyandırabilirdi.Fakat tam ertesi günü olan birhâdise, aile hayatımızı kökündensarstı, babamın hiddetine, anneminbitmek tükenmek bilmeyen şikâyetve üzüntülerine büsbütün başka bir


mecra verdi.Bu daima böyledir. Hâdiselerkendiliğinden unutulmaz. Onlarıunutturan, tesirlerini hafifleten, varsakabahatlilerini affettiren daima öbürhâdiselerdir. Filhakika babamınbenim yüzümden palas pandıraskarakola çağırıldığının hemen ertesigünü halam öldü. Ve ikindiden birazsonra tam gömülürken tekrar dirildi.Bu çift hâdise bütün aile hayatımızıalt üst etti. Babam onların tesirindenbir daha kurtulamadı.Halam, babamın yeryüzünde tekakrabası idi. Belki de bu yüzden


irbirlerine huy, mizaç, hattâ sıhhatitibariyle taban tabana zıt idiler.Babam kanlı canlı, taş yeseöğütür cinsten bir adamdı. Müthiş biryaşamak, harcamak iştihası vardı.Kâinat onun için harman gibi satıpsavrulacak bir şeydi, yahut da etrafıböyle hükmediyordu. Halam isezayıf, çocukluğundan hastalıklı,kindar, içine kapanıktı. Babam çokdindar olduğu hâlde neşeli, saza,söze meraklı idi. Halam neşesiz,somurtkan, son derecede sofu,kibirli, alıngan, nefsine hakikî birdüşman muamelesi yapmaktan


hoşlanan bir kadıncağızdı. Bu iki ayrıinsan yalnız bir noktada birleşirlerdi.İkisi de sıkıntı içinde yaşarlardı.Daima hayalperest, olmayacakümitler içinde yaşayan babamparasızlığı yüzünden sıkıntıda idi.Rahmetli kocası SüpürgecilerKâhyası’nın oğlundan, Etyemez’dekikonaktan başka birkaç han, hamamve bir iki sarrafta işletilen para, biryığın eshama konan halam isehasisliği yüzünden yarı aç, yarı tok,kıt kanaat bir hayat geçiriyordu.Hattâ parasını yerler korkusuylatekrar evlenmeğe bile cesaret


edememiş, on altı odalı kocakonakta yarı deli bir ahretlik vekendisi kadar sofu, hasis, üstelik dededikoducu ihtiyar bir kalfa ile yalnızbaşına bir baykuş gibi yaşamıştı.Kocasının ölümünün hemenhaftasında işlerine biraz fazlakarıştığı için babamın evine gidipgelmesini menetmişti. Onun içinhalamı ancak, bayram, kandil gibimübarek günlerde elini öpmek içinevine gittiğimiz zaman görürdük. Birde ramazanların ikinci haftasınıcamilere yakın diye bizim evdegeçirmeği âdet edinmişti. Biz evine


gittiğimiz zaman İstanbul’un en ucuzikramlarını görür, envai nasihatlerleen ucuz cinsten hediyelerini alardık.O bize geldiği zamanlar ise ikramdaen ufak bir kusuru kabul etmez,kıyametleri koparırdı. İkihizmetçisiyle beraber bu huysuzmisafiri ağırlamak korkusu evimizidaha iki ay evvelinden sarardı.Filhakika bize gelir gelmez hayatgörüşü değişen, iştahı açılan halamıbir hafta ağırlayabilmek, ancakşabandan itibaren başlıyan vegittikçe ağırlaşan bir perhizle kabilolabilirdi. Fakat en gücü, bu bir hafta


içinde halamın nasihatlerine,tenkitlerine tahammüldü.Hakikatte ne babamı, ne de biziseverdi. Hattâ sevmediğini açıktanaçığa göstermekten âdeta zevkduyardı. Onun bizim şahsımızda veailemizde hısım akrabadan dahaziyade mirasçıyı gördüğümuhakkaktı. Evcek, onun için, ölümdenen korkunç şeyin arkasındaişleyen makinanın bir kolu, hattânetice düşünülürse bütünü idik.Halam bir gün ölürse, mirasıdolayısıyla, bizim için ölmüş olacaktı.Her hareketimizden mâna çıkarır, en


iyi niyetli sözlerimizden bizi ithamederdi. Bize verdiği nasihatler de bumevzuda olurdu. “Kimsenin ölümünübeklemeyin, en büyük günahtır!”sözü dilinden düşmezdi. Hakikatte -hiç olmazsa ilk zamanlarda- hiçkimsenin böyle bir düşüncesi yoktu.Babam kardeşine acır, hattâ mesutolmasını bile isterdi. Dul kaldığızaman ahbabımız avcı Naşit Beyleevlenmesi için çok ısrar etmişti.Fakat çirkinliğine iyiden iyiye kaniolan halam, bu fikre hiçyanaşmamış, “Ben paramı yedirecekadam aramıyorum” demişti.


Hakikatte bu evlenme tasavvurunubabamın bir dolabı addediyordu.Bilhassa tam bu fikir ortaya atıldığızaman babamın benimle Naşit Beyinkızını -çok küçük yaşlarımızarağmen- nişanlamış olması budüşünceyi onda uyandırmıştı.Bir defasında bir hastalığıesnasında babam vizite parasınıkendi cebinden vererek bir doktorgötürmüştü. O gün, “Acele etme!Nasıl olsa hepsi sana kalacak!” diyebabama bağırdığım ve ikisiniberaber kovduğunu evde hemenherkes sık sık hatırlardı.


Son zamanlarda işleri epeydenepeye bozulduktan sonra babamın,halamın mirasına tek kurtuluş ümidiolarak bakmağa başladığını inkâredemem. Kaldı ki, halamın sıhhati,takip ettiği sıhhat rejimi sayesinde -az yemek, hiç kımıldamamak, daimaparasını düşünmek vesaireadamakıllıbozulmuş, ahlâkı dabüsbütün kötüleşmişti. Babama hiçrahat vermiyor, çok yakın addettiğimirasına karşılık ondan akla gelmezfedakârlıklar istiyor, her vesile ileadamcağızı azarlıyor, hırpalıyordu.Hulâsa halam yavaş yavaş babam


için bir kardeş olmaktan çıkmış, birdert hâline gelmişti.Sona doğru halamın yarı vücuduişlemez olmuştu. Bu yarısı işlemeyenvücutla onun yaşamakta ve bilhassakendisine eziyet etmesinde devametmesini babam bir türlüanlayamıyor, bunu ancak kendisinekarşı tâ çocukluktan beri beslediğizalim hislere yoruyordu. Bir kelimeile, babama göre halam sadece onainadından yaşıyordu. Etyemez’dekikonakta akşama kadar bu yatalakkadının her türlü cefasını çektiktensonra her eve dönüşte:


- Hiç imkân var mı? diyordu. Buhâlde bir insan hiç yaşayabilirini?Menhus bana düşmanlığındanyapıyor. Ama Allah büyüktür...Bu söz de gösterir ki; bu iştebabam kendini doğrudan doğruyamazlûm addediyordu.Nihayet mukadder gün geldi. Deliahretlik iki gözü iki çeşme babama,halamın vefatı haberini getirdi.Babam acele ile konağa gitti. Lâzımgelen tedbirleri aldı. Namazı Lâleli’dekılındı. Defin işlerini komşumuzİbrahim Beye havale eden babamnamazdan sonra konağa el koymak


ve herhangi bir şeyin kaybolmasınıönlemek için doğrudan doğruyaEtyemez’e dönmüştü. Zannıma görebu işte en büyük hatası da buolmuştu. Birdenbire miras ve malkaygısına düşmemiş olsaydı, evvelâhalam vaktinde gömülmüş olacak,yani tekrar dirilmesi ihtimaliazalacaktı. Sonra da böyle bir şeyvâki olsa bile babamı başı ucundameyus ve perişan, iki gözü iki çeşmeağlar, yakasını yırtar görmesielbette ki çok başka türlü tesirederdi. Halbuki iş tam aksineolmuştu. İbrahim Bey babamın bu iş


için verdiği paradan kendisine de birşeyler arttırabilmek için SüpürgecilerKâhyası’nın gelinini âdeta bir fakircenazesi gibi kaldırmıştı.Diğer taraftan aileden kimsebulunmadığı için yanma gömüleceğirahmetli zevcinin mezarı güçbulunmuş, geç kazılmış, araya biryığın gecikme ve uygunsuzlukgirmişti. Neticede tam kabir açılıp dakapağı ortadan kesilen tabutindirileceği zaman halam birdenbireetrafın ölüm sandığı laterjik uykudanuyanmış, ve öyle herhangi birvaziyetten şaşıracak bir mahlûk


olmadığı için, tabutun kapağını zorlakaldırarak etrafa bakmış, “ve daimamütehallik olduğu cevdeti karihasayesinde” durumu bir lahzadakavrayarak cenazede tek yakındantanıdığı Etyemez imamına: “Haydiçabuk, beni eve götür...” emrinivermişti.İbrahim Beyin anlattığına görecenazede bulunan kalabalığın büyükkısmı korkudan kaçtığı için, tabutunMerkezefendiden tekrar evegetirilmesi hayli güç olmuş. Hattâhalam kaçamayacak kadarkorkanları azarlamasaymış, bu iş


iraz imkânsızlaşırmış. Filhakika ilkiş olarak imamdan, kazıcılardanbirinin orada çukurun yanındabıraktığı paltomsu şeyi isteyereksıkı sıkıya örtündükten sonra yarıbeline kadar dışarda, yarı belindengerisi içerde, oturduğu bu garipsedyenin içinden bütün harekâtıhalam kendisi idare etmiş, evvelâEtyemez’deki konağa kadar kendisinitaşayacak olanlarla sıkı bir pazarlıketmiş -halbuki “Getirdiğiniz gibigötürün!” de diyebilirdi ve ondandaha ziyade bu beklenirdi!- hattâşehre girdikten sonra ilk rast


geldikleri poğaçacı dükkânındankarnını doyuracak bir şeyler bilealdırmış.Böylece çöreklerini yiye yiyeâhiretten dönen bu acayip ölününarkasına sokakta her rast gelentakıldığı için halam vaktiyle gelinolarak girdiği eve âdeta birkaçmahallenin, hattâ bütün semtin yarıhalkını peşinden sürükleyerek, tambir zafer alayı ile dönmüş.Bu esnada babam, olan bitendenhabersiz, hizmetçileri sindirmiş,kardeş hakları namına zaptettiğievde kömürlükte gömülü olanlara


kadar, yükte hafif pahada ağır nevarsa hepsini meydana çıkarmış,odanın ortasına yığmış, ceplerihalamın başının ucundakiçekmecedeki mücevherler, tahvillerve altınlarla dolu, “Daha ne kaldıacaba?” der gibi etrafınabakınıyormuş. Bense tâçocukluğumdan beri merakımıçeken; fakat bir türlü şöyle yakındandokunmak fırsatını bulamadığımyemek odasının saatini sökmüş,harıl harıl tamire uğraşıyordum.Kapıyı halama ben açtım. Yereindirilen tabuttan, kendini çıkarmaları


için kısa birkaç emir verdi. Tarihinkaydettiği meydan muharebelerinikazanan hiçbir kumandan şüphesizkapısının önünde tabuttan indirilenbu kadın kadar soğukkanlı olamazdı.Soğukkanlı ve heybetli. Tarihkitaplarında resimlerini gördüğümkayserler gibi bir şeydi bu. Yazık ki,halam, bana o anda kendisine karşıduyduğum hayranlığı anlatmakfırsatım vermedi. Hattâ alkışlamakimkânı bile bırakmadı. Kapıdan beniiterek girdi ve yüzüme bilebakmadan:- Nerde o baban olacak herif?.,


diye sordu.Korkudan,heyecandan,hayranlıktan atan çenemle yukarıyıişaret ettim. Yanındakilere, “Beniyukarı götürün! Çabuk...” diyeemretti. Fakat onları beklemeden,hiç kimsenin yardımı olmadan kendikendine merdivenleri çıktı. Herkesbir kat daha şaşırmıştı. Kötürümhalam, öleceği beklenen, ölen halam,yardımsız yürüyor, koşa koşamerdivenlerden çıkıyordu.Babamı ikinci evlenişinden sonrapek sevmezdim. Hangi hâllerininyapmacık, hangilerinin doğru


olduğunu bilmediğim için desızlanışlarına çokluk acımazdım.Bununla beraber o günkü hâlini hiçbirzaman unutamam. Birkaç saat evvelcennetteki mekânına gönderdiğinisandığı huysuz ve hasis kardeşiniböyle sırtında kefen, karşısındagörür görmez, adamcağızınkorkudan, şaşkınlıktan âdeta dilitutulmuştu. Yüzü muşamba gibisararmış, bütün vücudu ile titriyordu.Aralarında hiçbir karşılıklı konuşmaolmadı. Halam yalnız, “Aldıklarınınhepsini çıkart!” dedi.Babam:


- Hoş geldin kardeşim... diye birşeyler kekelemek istedi ve titreyenelleriyle ceplerine, koynunadoldurduklarının hepsini teker tekerçıkardı. Beş dakika sonra külebasılmış sülük gibiydi. Bütünaldıklarını hattâ fazlasıyla vermişti.Fazlasıyla, çünkü istikbal içinbeslenen ümidi dahi oracığabırakmıştı. Büyük bir dikkatlehareketlerini takip eden halambabamın canından başka geriyealınacak bir şeyi kalmadığımanlayınca olduğu yerden:- Haydi, şimdi git! dedi. O budala


oğlunu da al götür, o kalabalık dadefolsun... Safinaz, sen benimyatağımı yap! Bir ıhlamur kaynatınbana... Çabuk olun, çok üşüdüm...Dışarda soğuk var...Biz baba oğul çarpılmış gibi evdençıktık.İtiraf edeyim ki, bu garip hâdisebenim üzerimde babama yaptığıtesiri yapmadı. Halam şüphesiz bizekarşı çok büyük bir haksızlık etmişti.Fakat ben hiçbir zaman hak diyekendime ait bir şeye inanmadım.Bütün mazlum doğmuşlar gibibaşıma gelen talihsizliğin neresinden


ve ne pahasına kurtulursam kârsayardım. Mesele yalnız bir hakanlayışı değildir. Daha karışıktır.Hayatımı düşündükçe -yaşım bunamüsaittir-daima kendimde seyircihâleti ruhi-yesinin hâkim olduğunugördüm. Başkalarının hâlini,tavırlarını görmek, onlar üzerindedüşünmek, bana kendi vaziyetimidaima unutturdu.O gün de şüphesiz böyle olmuştu.Halamın tekrar dirilmesiylekaybettiğimiz şeylerden ziyadegözümün önündeki şeyler beniyakalamıştı.


Fakat dahası var. Eğer babameve dönmek için bir kira arabasınabinmeğe razı olacak kadar perişanolmasaydı, ailem içinde böyleişitilmedik ve görülmedik bir hâdisevuku bulduğu için sevinirdim bile.Halamın o heybetli hâli, onunkarşısında babamın o garip duruşuarabada bizim hesabımıza dövünedövüne günün olan bitenini babamaanlatmağa çalışan İbrahim Beyinşaşkınlığı öyle sevinilmeyecek hattâgülünmeyecek şeylerden değildi.Asıl garibi evcek bütün selâmetimizibağladığımız, seneler boyunca


eklediğimiz, ümitlendiğimiz bumühim hâdiseden, dünyanın enbüyük harfleriyle, en keskin ışıkreklamlarıyla halamın vefatından, biran, baba oğul el koyduğumuzkonaktan, Süpürgeciler Kâhyası’nınservetinden kocaman bir saatrakkasının cebimde kalmasıydı.Evet, babam ne derse desin, benhalamın mirasından hissemialmıştım. Bir ara İbrahim Beybabamın yüzüne korka korkabakarak: “Bütün kabahat bendeoldu” diye hayıflandı. “İşi daha çabuktutabilirdim.”


Babam yavaşça başını kaldırdı:- Üzülme İbrahim Bey... Takdiriİlâhi böyleymiş... diye mırıldandı vearkasından ilâve etti:- O zaman asıl fenası olurdu...İnşallah ibret alır da dedemizinvasiyetini o yerine getirir. Şimdisıhhatte artık...Pek az insanın başına gelen buhâdiseden sonra babam bir dahadüzelmedi. Ne dilindeki ağırlık, ne deellerindeki titreme geçti. Artık talihekarşı hiçbir mücadelede bulunmakhevesi kalmamıştı.Herkes hayatının bir devrinde şu


veya bu şekilde talihinin şuurunaerer. Babam, ve hepimiz, onunla enzalim şekilde karşılaşmıştık. Babambunu o kadar iyi biliyordu ki, bütünbu olan biten şeylerde kendisabırsızlığının, kendi ihtiyatsızlığınınpayını bile düşünmeğe lüzumgörmüyordu. Garip bir sükûnetekavuşmuştu. Kendi köşesinde sessizsadasız oturan bir adam olmuştu.Yalnız ara sıra, bilmem niçin sofanınduvarına astığı ve bir daha oradankaldırılmasına razı olmadığı saatrakkasına bakar ve sonra acayip vemazlûm bir gülüşle gülümseyerek


yerinden fırlardı.Bütün ömrünce o kadar çokkonuşan, kızan, bağıran, şüphelenensızlanan adamın böyle birdenbiresusması, her şeye sükûnetlekatlanması beni hâlâ biledüşündürür.Her insan, ne kadar müspetyaradılışta olursa olsun ölümündensonra tekrar dirilmeyi düşünür, özler.Bu hayat dediğimiz mihnetlersilsilesinin çok ileri zamana,müpheme atılmış bir mükâfatıgibidir. En müsait ve daimakazanacak kâğıtlarla oynanan bir


oyun gibi, yeniden, âdeta baştanaşağı beğenmemek, inkâr etmek,değiştiğinden dolayı sevinmek içinkalmışa benzeyen küçük bir mazişuurundan başka her şeyi, her tarafıdeğişmek, güzelleşmek şartıylatekrar yaşamağa başlamakinsanlığın elbette vazgeçemeyeceğibir hülyadır.İşte halam milyonda bir insanaancak nasip olabilen bu saadeti tattı.Vâkıa bu,bâsübâdelmevtfilân gibitabirlerden beklenildiği şekilde tamve yeniden bir doğuş olmadı.Ebedî uçurumun başından o kadar


eklenmedik şekilde döndüğü zamandahi, yine bildiğimiz halamdı. Fakattâ içinde, çok mühim bir şeydeğişmişti. Bu değişme, isterseniz buihtilâl veya inkılâp -halamın hayatıdediğimiz ve evcek, hattâ bütüntanıdıklarca kabul ettiğimiz düzenibozduğu için ona bu son isimleri deverebiliriz- kanaatımca şu üç esaslınoktada toplanır:Evvelâ halam, muvakkatölümünden sonra kendisini o hastave mecalsiz hâlinde dahi âhirettengeriye getiren vücudunu bir dahaeskisi gibi hor görmedi. Ve onu


elinde olmayan kusurlar yüzünden -çirkinlik, biçimsizlik, yaşlılık gibihaksızyere mahkûm etmedi. Hattâbu vücudun dünya dediğimiz bu kördöğüşünde tek dayanağı olduğunuiyice kafasına koydu ve kadrini bildi.İkinci değişiklik serveti hakkındakidüşüncelerinde oldu. O kadar bağlıolduğu, kendisini sadece bir bekçisandığı bu serveti birkaç saat içinolsa bile kardeşinin, yani kendisi içinne kadar aziz olursa olsun birbaşkasının ellerinde ve cebinde,böyle kolayca sahip değiştirmişgördüğü andan itibaren, onun kendi


şahsıyla olan münasebetlerinin yenibaştan ve yeni bir statükoya göredüzenlenmesi ihtiyacını duydu. Ozamana kadar, “Her ne pahasınaolursa olsun saklayacağım vearttıracağım!” diyen ve evininkömürlüğünü bir banka kasasınaçeviren halam sanki o gün, “Hayır,ne saklayacağım, ne dearttıracağım. Oturup çıtır çıtıryiyeceğim!” kararını verdi.Sanki o zamana kadar parasınagöz koyduğunu sandığı insanlaradüşman olan halam, birdenbireihanetine şahit olduğu bu servetin


kendisine düşman olmuştu.Mutlak barış taraftarları nederlerse desinler, bu düşmanlık hiçde ayırıcı bir şey olmadı. Bilâkis ozamana kadar birbirine zıtmış gibiayrı kutuplarda yaşayan, yahut ayrıayrı mevcut olmakla kalan iki şey,para ve halam, bu düşmanlıkyüzünden birleştiler. Böylecemuvakkat ölümüyle her şeyi birdenbırakan halam, mucizeli dirilişiyle herşeye birden ve başka şekilde sahipoldu. Mezarın başından evine kadarve o acayip şartlar içinde yalnızkendi iradesiyle ve etrafının iradesini


yenerek gelen halam -çünkü bütün okalabalık, bir ölüyü gömmeninrahatlığını, elbette onun tekrardirilmesine ve kendisini evine kadargetirmeğe mecbur etmesine tercihederdi- bu macerada yaşama denenşeyin tadını almıştı. İnceden inceyeserpilen kar arasından yumuk yumukgülen o mart güneşi, sur dışının osert rüzgârı, etrafında gittikçe artan,âdeta uğuldayan kalabalık, yolboyunca yeniden kavuştuğu insançehreleri o zamana kadar içindeuyuyan bir yığın şeyi kırbaçlamıştı.Hayat denen bir şey vardı. Paralı


parasız insanlar yaşıyorlardı.Kızıyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar,alâkadar oluyorlar, seviyorlar, ıstırapçekiyorlar, fakat yaşıyorlardı.Kendisi niçin yaşamayacaktı? Helebütün etrafın haset ettiği imkânlarelinde iken... Hulâsa evine gelirkenhayatı, evinde de babamınceplerinden ve koynundan zorlaçekip çıkarttığı servetini bulmuştu.Nihayet üçüncü değişiklik bizzatuzviyetinde olmuştu. Korku, ölümdenkurtulmak sevinci, servetine kavuşmatelâşı halamın kötürümlüğünü,sakatlığını yenmişti.


Netice? diyeceksiniz. Netice şuoldu: Şehrin hemen üçte biritarafından zafer arabasında birSezar gibi evine getirilen halam uzunve deliksiz bir uykudan sonra ertesisabah sapasağlam yatağındanfırladı. İlk işi imamı çağırtmak veona merhumun bütün elbiselerini,geçmiş hayatında hâtıra diyesakladığı şeyleri vermek oldu. Sonrabir arabaya binerek tek başına işadamına gitti; ve onu da peşinetakarak Beyoğlu’nun en iyi terzileriniziyaret etti. Günlerce giyimiyle,kuşamıyla meşgul oldu. Bunlar


yapılırken bir taraftan daSüpürgeciler Kâhyası Konağıtemizlendi, tamir edildi, badanalandıve baştan aşağı yeniden döşendi.Hattâ lastik tekerlekli siyah bir kupaarabası dahi alındı.Arabanın geldiği gün eve bir uşak,bir erkek ahçı, yeni yeni odahizmetçileri de girdi. Ve onlarıngirdiği gün halam ahretle bütünalâkasını kestiğini göstermek içinSafınaz Hanımdan ahret kardeşliğiunvanını geri aldı. Ve kadıncağız birkira arabasında iki sandığı vecebindeki beş on kuruşla evden


ayrıldı ve onun yerine, insan oğludaima insana muhtaçtır, bir haftasonra avcı Naşit Bey halamın ikincikocası ve hepimizin eniştemizsıfatıyla, kızı ve oğlu ile beraberkonağa yerleşti. Altı ay sonra dakarı koca sıhhi vaziyetlerinidüzeltmek için Viyana’ya gittiler.Dönüşlerinde Naşit Bey İttihat veTerakkî’ye mebus oldu. Biraz sonrahalamın servetiyle genişçe birticarete girdi.Bütün bu işlerde bizim saatrakkasından başka tek kazancımızSafinaz Hanım olmuştu. Beşiktaş’taki


akrabasında bir müddet oturanSafınaz Hanım parasını bitirincebirdenbire eski velinimetinin birkardeşi bulunduğunu, onunEdirnekapı’da dört odalı, küçük, kutugibi güzel, rahat, temiz bir evdeyaşadığını hatırladı, içi boşalmışsandığını cebinde kalan son çeyreğiile bir kira arabasına atarak kalkıpbize geldi.


XIAristidi Efendinin ölümü altınarama işine son vermişti. Halamınyeniden dirilmesi ve ölmesi ile mirasümitleri kapanıyordu. Böyleceelimizde son ümit olarak SeyitLûtfullah ve onun arayacağı definekalmıştı. Münasebetsiz bir hâdise buümidi de hiç beklenmedik birzamanda kül etti.


Seyit Lûtfullah son zamanlardaYemiş İskelesi taraflarında küçük bircamide haftanın muayyen günlerindeva’zetmeğe başlamıştı. İşte buvaazlardan birinde adamcağızbirdenbire o zamana kadarherkesten gizlediği mühim birhakikati açıklamak ihtiyacınıduymuştu.Ortalığın gittikçe karıştığını, İslâmâlemini tehdit eden maddî ve mânevîtehlikeleri, iyice sayıp döktüktensonra bu işlerin böylegidemeyeceğini, bunlara son verecekMehdi’nin gelmesi yaklaştığını


söylemiş ve vaazın nihayetinde sonmüjdeyi de vererek, “O Mehdibenim!” demişti. “O Mehdi benim,fakat daha huruç etmedim. Fakatyakında edeceğim. O zaman hepinizetrafımda olacaksınız...”Müphem bir zamana talikedilmekle beraber oldukça sarih olanbu müjdede Seyit Lûtfullah’ın o günaldığı esrar miktarının elbette mühimbir hissesi vardı. Fakat böyle de olsahükümet, hele o zamanda, yaniMahmut Şevket Paşa’nın henüzöldürüldüğü, İstanbul’un bin türlüsiyasî huzursuzlukla çalkandığı bir


günde bunu hiçbir surette hoşgöremezdi.Bereket versin ki, esrarın dalgasıgeçtikten sonra, bilhassa ilksoruşturmada daha sarih konuşmakimkânını buldu. Aselban’dan,Andronikos Kayser’in hâzinelerinden,bu hâzinenin başında iyi saatteolsunlarınyaptıklarımuharebelerden, kendisine musallatolan huysuz ve hain, bir nevi beşincikol kılıklı huddamdan epeycebahsetti. Belki, bu Mehdilik fikrinin deonun haince bir telkini olduğunusöyledi. Böylece asıl kabahatlinin


şimdilik hiçbir hükümet ve zabıtakuvveti tarafından ele geçirilmesiimkânı olmayan huddamı “Abdazah”olduğu tespit edilince kendisine dahahususî bir muamele yapmak ihtiyacıhâsıl oldu.Lûtfullah’ın tevkifinin hemenakşamında babam, ben,Abdüsselâm Bey, Nuri Efendininyerine muvakkittik yapan IspartalıSadi Efendi, polis müdüriyetineçağrıldık. Biz ifademiz alınsın diyekoridorda beklerken, halamlaevlendiğinden beri hiç görmediğimizNaşit Bey geldi. Fakat ne gelişti bu...


Bu gelen hiç de tanıdığımızbabacan, yüzünden sadece parasıkıntısı ve yaşamak zevki, yahuthasreti akan Naşit Bey değildi. Bütünvarlığından bir vakar ve büyüklüktaşıyordu. O zamana kadar hepdüşük gördüğümüz bıyıklarıdünyaya meydan okur gibi sivrilmiş,üzüntü ile kısık gözlerine tuhaf birsertlik, baktığı şeyi delen ve ötesinegeçen bir dikkat gelmişti. Sırtındakieski avcı ceketini atmış, bal rengipardösüsü, altın saplı bastonu ileağır ağır, tanığı olduğumuzhâdisenin, yani oraya kadar gelişinin


ehemmiyetini herkese anlatanadımlarla yürüdü. Önümüzdenbirkaç yüz bin liralık servetin veİttihat ve Terakkî nüfuzunun bir remzigibi gururla geçti ve AbdüsselâmBeyin de bulunduğu odaya girdi.Beş on dakika sonra ikisi birdençıktılar. Babam bu vesile ile eskidostunda yeni eniştesini tebrik etti,saadet diledi. Ben, elini öpüp alnımakoydum. Hey gidi günler.Büyükçekmece yollarında ısrarlabana kızım ne vakit alacağımı soran,“Bir iki sene sonra behemehaldamadımsın!” deyip de başka bir


şey demeyen adam şimdi öpmek içinelini bana âdeta zorla verdi ve geriyealdıktan sonra tekrar eldivenlerinigeçirmeden evvel mendili ile bir iyicesildi, temizledi. Mamafih onun vebiraz da Abdüsselâm Beyinbulunmaları işleri kolaylaştırdı. Bukadar mühim adamlarla konuştuktansonra bizim gibilerin ifadelerini almakbirdenbire lüzumsuz bir iş, hattâçekilmez bir angarya gibi göründü.“İcabında yine çağırırız” sözüyleevlerimize gönderildik.İki gün sanra da Seyit Lûtfullah,“esrarkeş ve meczup taifesinden,


melekâtı akliyesine sahip olmayan,fakat bugünlerde serbest kalması datehlikeli görülen” bir adam sıfatıylaSinop’a gönderildi.Seyit Lûtfullah’ın gittiği gününakşamı bir emniyet memuru evimizebir sepet içinde Çeşminigâr’ı getirdive iyi bakmamızı sıkı sıkıya tembihetti. “Hoca efendi kitaplarını berabergötürdü!” diyordu. BöyleceAndronikos’un hâzinelerinden dehissemizi almış olduk.Fakat Çeşminigâr Safinaz Hanımgibi vefalı çıkmadı. Bizim evi bir türlübeğenmedi. Safinaz Hanımın, evin,


etrafı seyredip tek nefes alacak yeriolan cumbanın önündenkalkmamasına mukabil, o hemen herfırsatta evden kaçtı. Semttedolaşmadığı yer kalmadı. Hemenher gün ya biz, yahut komşulardanbiri, Mihrimah Camii’nde, yahutkomşu bahçelerden birinde veya biraraba atının ayakları dibindebuluyorduk.Çok dikkat ettim, masallar adlabaşlar. Ceketinize veyaboyunbağınıza eskiliği veya güzelliğiyüzünden bir ad verin, derhal hüviyetideğişir, bir çeşit şahsiyet olur.


Çeşminigâr’a mahalleli, belki de asılismini yadırgadığı için Emanet adınıvermişti. Ve bittabi hiçkimseEmanet’in kaybolmasına razıolmuyordu. Mahallede herkes onunyüzünden âdeta gözü yerdedolaşıyordu. Bizde hasbî işlereverilen o büyük dikkat sayesinde,mutlaka bir yerde yakalıyorlar, koşakoşa eve getiriyorlar ve biziazarlayarak Emanet’i teslimediyorlardı. Böylece küçük, dışardanbakılınca verimsiz teşebbüslerlesemtin coğrafyası hakkında tam birfikir edindikten sonra bir gün


tamamiyle ortadan kayboldu. Bu ağırhaberi ben âdeta korka korka SeyitLutfullah’a bildirdim. Fakat Sinopkalesinden aldığımız cevaphakikaten şaşırtıcı idi. Safranlımürekkeple ve kargacık burgacık biryazı ile yazılan bu mektupta siyasîmenfi, Çeşminigâr’ın Sinop’ta gelipkendisini bulduğunu, bu itibarlaendişelerimizin beyhude olduğunu,kendisinin sıhhatte olduğunu, SeyitBilâl civarında Ümmi Gülsümhâzinesini aramakla meşgulolduğunu; yakında bulacağını, ozaman bütün istediklerinin tahakkuk


edeceğini söylüyor, bu vaziyetkarşısında artık ihtiyacı kalmadığıAndronikos Kayser’in hâzinelerinibana hediye ediyordu. “Sabahakşam buluştuğumuz ve sohbetettiğimiz, beraberce seyranaçıktığımız Aselban seni dünyakardeşi yaptı. Ve sana AndronikosKayser’in hâzinelerini kardeşlikhediyesi verdi. Amma sen de kadrinibilmelisin. Hazine şimdilik Kız Kulesialtında olmakla, çıkarılması emrimuhal gibi görünür, amma pekyakında duamız ve tertibatımızberekâtıyla çıkarılması eshel bir


mahalle naklolunacağından zerrekadar endişe olunmaya. Ammaihtiyatla hareket gerektir. Feillâ...”Böylece her şeyi kaybettiktensonra aşağı yukarı hepsini buluyor,yeni baştan servet ve kudrete sahipoluyorduk.


XIISeyit Lûtfullah’ın nefyinden sonrabenim için, tekrar, ne olacağımmeselesi meydana çıktı. İsteristemez tekrar saatçi dükkânınagittim. Eski ustam, mâni ortadankalktığı için beni sevinçle karşıladı.Fakat ben artık eski Hayri değildim.Nuri Efendinin muvakkithanesindesaatin sırrına hayranlıkla, aşkla


aktığım günler geçmişti. Arayabaşka örnekler girmişti. SeyitLûtfullah’ın mektebinden geçmiştim.Hayat kelimesi ile çalışma kelimesiarasında kafamda hiçbir münasebetkalmamıştı. Hayat benim için iki elicebinde uydurulan bir masaldı.Akşama kadar ihtiyar ve romatizmalıbir adamın dizleri dibinde oturup,onun şikâyetlerini dinleye dinleyeçalışmak hoşuma gitmiyordu. Gününbirinde mili, lupu ve dükkânınanahtarını önüne bıraktım. Cebimdebir gün evvelki gündeliğimden kalanbeş on para ile sokağa fırladım. İlk


solukta surlara kadar uzandım. Herşey birdenbire düzelmiş gibimesuttum. O akşamı, Şehzadebaşıtiyatrolarından birinde geçirdim. Islık,alkış, kahkaha, satıcı sesi, sahneışığı ve bilhassa o günlerde yenimeşhur olmağa başlayan bir Ermenikızının baygın bakışları ve biberlisesi bana yeni bir ufuk açtı. Fakat enhoşuma gideni her gün sokakta,kahvede karşılaştığım bu adamlarınsahnede, ışığın ve bozuk mızıkagürültüsünün ortasında başkahüviyetlerle yaşamaları idi. Bu âdetacanlı bir rüya idi. O gece kararımı


verdim. Üç gün sonra tuluatkumpanyalarından birinde idim.Tabiî bana hiçbir mühim rolvermediler. Yaptığımızın fevkalâdebir iş olduğunu da hiçzannetmiyordum. Buna rağmen bu1913 yılı, hayatımın en harika devrioldu. Gün baştan aşağı benimdi.Akşama doğru bir suikast hazırlargibi yavaş yavaş tiyatrodatoplanıyorduk. Sonra bir hay huydurbaşlıyordu. Davul, zurna, klarnetsesleri dışarda gecenin artık bizimolduğunu ilân ediyor, sahne ikinci birdünya gibi hazırlanıyordu. Perdenin


öbür tarafında müşteriler toplanıyor,ayak sesleri, gürültüler, çığlıklar,itişmeler, sabırsız ıslıklar salaşıkökünden sarsıyor, nihayet perdeaçılıyordu. Halk arasından ilkkantoları seyrediyorduk. İhtiyarkadın göbeği fincan gibi oynuyor,halk işin maskaralığını bile bile, belkide böyle olduğu için memnun,alkışlıyor, ıslık sesleri kumaşlar gibiyırtılıyordu.Her şey fakir, eski, biçare vehasisti. Fakat ben Seyit Lûtfullah’ınmektebinden geldiğim için bütün bufakir ve biçare şeyler sırf yalan


olduğu için kendiliğinden bana güzelgörünüyordu. İlk giydiğim, ÜçüncüNapolyon devri asilzadesininpantalonu üç yerinden yırtıktı. Âşıkolduğum kadın, daha iyisi kontes,ferah ferah annemi doğurmuşolabilirdi, fakat ne ehemmiyeti vardı?Mesele o anda adımın Hayriolmaması, gerçeğin dışındabulunmamda idi. Bu tek mânasıylakaçıştı. Yalanın sihirli çizgisi içindeidim ve bu bana yetiyordu.Neleroynamıyorduk?Repertuvarımızda her türlü şaheservardı. Hiçbir Don Kişot bizim kadar


cesaretle ve iç rahatı ileyeldeğirmenlerine hücum etmemiştir.Yazık ki üçüncü ayında tiyatromuzdasıkı bir tensikat başladı. Ben kadroharicinde kaldım. Bu seferKadıköyü’ndeki bir kumpanyayagirdim. Kuşdili’nde küçük bir salaştaoyunlarımız başladı. Vâkıa kazancımmühim bir şey değildi. Yol parasınıgüç çıkarıyordum. Fakat bu seferkumpanya yeni ve şöhretsiz olduğuiçin kadınlar gençti ve ben hepsine,istisnasız, âşıktım.Son vapurların yalnızlığındaonların hayali ile bir evvelki


yolculardan arta kalmıştahtakuralarını yüklenerek İstanbul’adönüyordum. Şurası da var ki, busefer talihim biraz daha açıktı. İkinci,üçüncü derecede rolleralabiliyordum.Üçüncü merhale yineKadıköyü’nde, bu sefer bir operetoldu. Alaturka ile alafranga arasındasallanan bir musikîde sesimi tecrübeettim. Hüzzam, Hüseyni, babamlaher perşembe akşamı ve cuma günüdevam ettiğimiz tekkelerdeberaberce okuduğumuz makamlarınbütün programı bu musikîye


sığabiliyordu. Müdürümüz yalnız birşey hususunda titizdi. Tekgözlüğünün camının temizliği! O pırılpırıl yandıkça sanki dokunduğu herşeyi güzelleştiriyordu.Operetten sonra bir orta oyunu,orta oyunundan sonra AbdüsselâmBeyin ısrarıyla girdiğim Darülbedayitiyatrosu, Antuan’ın hiçbir şeyanlamadığım dersleri... Beni buacayip dünyadan yorgunluğunun birtürlü anlayamadığım bukargaşalıktan Birinci Dünya Harbikurtardı. Onunla sanki ilk defaayağım toprağa bastı. Fakat çok


geç kaldığımı hissediyordum.


İkinci Bölüm-Küçük Hakikatler-ITerhis olup da İstanbul’a


döndüğüm zaman şehri, insanlarınıdeğişmiş buldum. Her şey fakir,biçare ve alt üsttü. Babam harpiçinde ölmüştü. Üvey anam evde tekbaşına yaşıyordu. Kapıdan girergirmez bu dört yılın beyhudegeçtiğini daha ilk anda anladım.Evde hiçbir şey değişmemişti.Sofanın ve odaların kapısında dahayırtık, daha renkleri atmış, fakatdışarıya karşı yine eskisi kadarkapalı aynı perdeler sarkıyor,duvarlarda aynı levhalar asılıduruyordu. Sofadaki eski hasırın sonparçası her adımda dağılmağa


hazır, etrafı küf, rutubet kokusu iledolduruyor, Mübarek daha tozlu,Kafkas çöllerinde hastalanmış bir çöldevesi gibi bitkin, kendi köşesindehiçbir nizama girmeyen bir zamanısayıklıyordu.Daha ilk adımı atar atmaz,gerçekten baba evine, çocukluğuma,ilk gençliğime, ne derseniz deyiniz,döndüğümü anladım. Halbuki ben budört seneden neler beklemiştim?Şimdi ise içimde aynı hayatisteksizliği, her şeyi aynıumursamamak vardı.İlk günler o kadar üzücü olmadı.


Üvey anam şefkat için doğmuştu.Acınacak derecede yalnızdı ve buyalnızlığı içinde benim düşüncemeyapışarak yaşamağa öyle alışmıştıki, geldiğim gün sevincinden öleceksandım. Dört sene, o zaman oldukçageniş olan bahçenin hermeyvasından o sıkıntı içinde ayrıayrı reçeller kurmuş ve saklamıştı.Bunu ilk kahvaltımda gördüm veşaşırdım. “Şu erikten ye... Yaptığımzaman baban sağdı... Bu vişneyievvelki sene yapmıştım... Sanasakladım... Yok canım, bozulmuşolur mu hiç?... Bu kayısı da o


senenin a, olur mu, bir keretadıver...” Böylece dört ayrımevsimin reçellerini bir gündetatmağa mecbur olmuştum.Kadıncağız durup durup ağlıyor,boynuma sarılıyordu. Beni güzel,kahraman, becerikli buluyor,yaptığım büyük işlerin hikâyesinidinlemek istiyordu. Gelecekhakkında korkularımı anlatmağakalktıkça sözümü kesiyor,“Hiç olurmu? Senin gibi adam! İşsiz kalırmısın hiç?” diyordu. Ben de yavaşyavaş buna inanmağa başladım.Durmadan iş arıyordum. Fakat


İstanbul’da benim gibi terhis edilmişon binlerce genç adam vardı.Vapurlar her gün esirlikten dönenyüzlerce insan getiriyordu. Bir türlü işbulamıyordum. İlk aylar, birikmişmaaşlarımın verdiği nisbî bir rahatlıkiçinde geçti. Bir uçuruma uzatılmışbir kalas üzerinde yürür gibi sadetehlike ve muvazeneden ibaret birhayat yaşıyordum.Tekrar mazinin ağına düşmemekiçin eski tanıdıklardan hiçbirinigörmüyordum. Zaten AbdüsselâmBeyden başkası kalmamıştı. Okadar sevdiğim bu adamcağızı dahi


görmemek için, o günlerde sık sıkgittiğim Harbiye Nezareti’nin yolunudeğiştirmiştim. Şehzade Camii’nin,Direklerarası’nın arkasından gidipgeliyordum.Fakat o gelip beni buldu. Bu,dönüşümün üçüncü ayındaydı. Birsabah evimizin önünde, erkenden biraraba durdu. Pencereden yavaşçabaktım. İçinden Abdüsselâm Beyinindiğini gördüm. Kapıda, “Nerede buhayırsız oğlan!” diye soruyordu.Yukarıya çıkmadı. Aşağıdataşlıkta giyinmemi bekledi.Arabasına alıp Soğanağa’da yeni


taşındığı konak yavrusu evinegötürdü.Eski konak, debdebe, arabalar,atlar, hizmetçiler, her taraftan akanrefah bu yeni evde şimdi hâtıra biledeğildi. Ne de eski kalabalık vardı.Biçare adam küçük kızı, damadı,onların çocukları ve bir de karısıölmüş olan Ferhat Beyle yapayalnızoturuyordu. Bir iki ihtiyar emektar, ikihafta sonra -beni ilk yapılacak iş buimiş gibi- evlendirdiği yetiştirmesiEmine beraberlerinde idi.İlk önce ikinci katta kendi odasınaçıktık. Üzerinde küçük Hint işi bir


çekmece duran bir sedire benioturttu. Çekmecenin üstünde zarfzarf mektuplar, her birinin yerini ayrıayrı bildiği, zarfından çıkarıp banauzatıp gösterdiği fotoğraflar vardı.Ona, iş bulmak için çektiğimsıkıntımı anlattım. Bana hak verdi.Beraberce aramayı vaat etti. Fakatiş yoktu. Abdüsselâm Beyin eskitanıdıkları ya ortadan çekilmişler,yahut da adamcağıza ehemmiyetvermeyecek derecede değişmişlerdi.Birkaç gün sağa sola gidip geldiktensonra tahsilimi tamamlamama kararverildi. Onun ve bilhassa Ferhat


Beyin teşvikiyle Posta TelgrafMektebi’ne girdim. Mekteplerinhemen hemen bomboş olduğu,neredeyse araya simsar koyarak,mükâfat vaat ederek öğrenciaradıkları bir zamanda, hiç olmazsadışardan en mütevazısı gibi görünenbu mektebi acaba nedenseçmiştiler? Hakikat şu ki, beni okadar sevmelerine rağmenhakkımdakidüşüncelerideğişmemişti. Mamafih AbdüsselâmBeye bunun için mühim başkasebepler de gösteriyordu. Tahsilkısa idi. Talebeye ufak bir geçim


parası veriliyordu. Ayrıca datelgrafçılığın saatçiliğe benzediğinehükmetmişti. Bu hükmü, belki alıcıve verici âletlerin tıkırtı ileçalışmasından geliyordu. Belki desadece işin içinde âlet denen şeyinbulunması yüzündendi.- Senin için bir şeyler kurcalamaklâzım geldiğine göre iyi kötü bumerakını bu işte tatmin edersin...diyordu.Mektebe yazıldıktan, yanikendime ait şöyle böyle emniyetli biristikbalin eşiğine ayak bastıktansonra, bir gün Abdüsselâm Beye


enim behemehal Emine ileevlenmem lâzım geldiğini söyledi.Zaten evinden çıktığım yoktu.Kendisi sabah akşam bunun içinısrar ediyordu. Evlenme işi buyakınlığı rahatlaştıracak, tabiîkılacaktı.Madem baba oğul gibiyiz... Emineile bu baba oğulluk bir düğüm dahakazanacaktı. Emine benden iyisinibulamazdı. -Hakikatte bulurdu.Bulması lâzımdı. Zavallı Emine!-Benim de şimdilik ondan iyisinibulmam oldukça güçtü. Aradayabancılık denen şey, binaenaleyh


alışma güçlüğü falan d? yoktu. Yenive parasız evlileri o kadar korkutanev açmak, geçim sıkıntısı, yalnızlıkgibi şeyler de -Abdüsselâm Bey buyalnızlık kelimesinin üstünde bilhassaduruyordu- Soğanağa’daki evde hepberaberce oturacağımıza görekendiliğinden ortadan kalkıyordu.Böylece hem iki taraf için Allah’ınemri yerine gelecek, hem ben rahatedecektim. Üstelik, -burasını tabiîsöylemiyordu- bu sıkıntılı zamanda,çarşı diliyle işlerin kesat gittiğigünlerde, zarurî olarak evkadrosuna, hattâ ısrar ettiği gibi


üvey annem gelirse iki kişi birdenilâve etmiş olacak, senelerdir okadar aksi giden talihinden bu suretleöc alacaktı.Üvey annem gelmedi. Babamla okadar mesut olduğunu sandığı eviterk etmek istemiyordu. İnsanlarınsaadet anlayışları da gariptir.Kitaplara bakarsanız, kendilerinidinlerseniz, insanoğlunun esas vasfıakıldır. Onun sayesinde diğerhayvanlardan ayrılır. Beylik sözüyle,hayata hükmeder. Fakat kendihayatlarına teker teker bakarsanızbu yapıcı unsurun zerre kadar


müdahalesini göremezsiniz. Bütüntelâkkileri, hususî bağlanışları hep buaklın varlığını yalanlar, üvey annem,Soğanağa’daki evde bizimle beraberoturmayı, “Bir başkasının evindebenim ne işim var? Haydi, seninhakikî annen olsam neyse... Sanabile bir bakıma yabancı sayıldığımagöre...” gibi bir sebeple reddetseydiaklım elbette yatardı. Fakatsenelerce uzakta bekledikten sonrabir sığıntı gibi girdiği, hiçbir zamanhakkıyla benimsenmediği, o kadar yılbir yatalağa baktığı, bir gün yüzügülmediği evimizi, geçmiş saadetleri


adına bırakmayacağını söylemesibeni âdeta çıldırtmıştı. Bu aklın,mantığın, her şeyin dışında,Abdüsselâm Beyin beni o kadarısrarla kendisine damat yapması,Emine’nin sevine sevine benimleevlenmesi kadar gülünç, budalacabir şeydi. Bununla beraber böyleydi.Üvey annem evimizde mesutolduğunu sanıyordu. Babamlaevlendikten sonra bu evin dışındayaşadığı yıllarda bir gün bu evegirebilmek saadetini gözünde öylebüyütmüş, bu işin imkânsızlığıkendisini öyle kavramıştı ki, en az


müsait, saadet denen şeyden enuzak şartlar altında girdiği bu evişimdi bırakamıyordu.Sadece düşünceye ait, zanüzerine kurulmuş bu saadet hâtırasıo kadar kuvvetliydi ki, sonundaAbdüsselâm Bey bile hürmet etmeğemecbur kaldı.Emine, şirin, saf ve her şeydenevvel iyi insandı. Hayat karşısındaşaşılacak bir cesareti vardı. Ömrüküçük bir kuş gibi Abdüsselâm Beyinevi denilen kafeste geçmişti.Dünyası orada tanıdığı insanlardanibaretti. Evlendiğimiz zaman, kapıdan


ilk çıktığı gün adımlarısendeleyecek, korkup tekrar geridönecek kadar bu evin dışındakişeyler için yabancı ve tecrübesizdi.Buna rağmen, galiba her şeyi, hertecrübeyi kendisinde yaradılıştanhazır bulanlardan olacak ki, hiçbirşeyi yadırgamadı. Hiçbir vaziyetteşaşırmadı. Sonuna kadar sağlam,cesur, neşeli kaldı.İlk yıllarımız çok mesut geçti.Mektebi bitirdikten sonra evvelâPosta Telgraf’tan çıktım. SonraAbdüsselâm Bey bir dostuvasıtasıyla bana Tünel İdaresi’nde


ir iş buldu. O zamana göre iyikazanıyordum. İlk çocuğumuzunyaşamamasından başka bir derdimyoktu. Bir de kendimize ait birhayatımız olmaması... Evde her şeyrahat, bol ve emniyetli idi. Fakat hürve kendi başımıza değildik.Abdüsselâm Beyin insan sevgisibütün evdekiler gibi bir an peşimizibırakmıyordu. Gece yarısı sofadaveya yandaki odalarda bir ayak sesi,hafif bir öksürük işitse yardımımızakoşmak için bunu bir fırsat bilenAbdüsselâm Beyin yanında sözgeçirebildiği herhangi bir insanın bir


dakika tek başına kalmağa hakkıyoktu. İş zamanları hariç ben hemenhemen yalnız ona aittim. Sabahleyinkahvaltımızı beraber yapardık.Evden çıkarken akşam hangikahvede kendisini bulabileceğimisöyler ve benden bir saat evveloraya gelirdi. O zaman emekliyeayrılan Ferhat Bey de tabiatiyleberaber bulunurdu. Akşam üstüberaber eve döner, daima birbahane bulup geciktirdiği yatmasaatine kadar bir arada otururduk.Buna mukabil asıl damadı, küçükkızının kocası, evin bütün erkekleri


adına gezer, tozar, hattâ zamanzaman karısını alıp çıkardı.Emine ile ilk fırsatta evdenayrılmağa karar vermiştik. HattâEmine birkaç defa eski eve uğramış,az çok, üvey annemin mesutmazisine hürmet etmek şartıyla nasılnizam vereceğini tasarlamış, hattâ ilkiş olarak sofadaki hasırları sökmüş,atmış, hikâyesini benimleevlenmeden çok evvel işittiği halamınsaatinin rakkasını yerindenkaldırmış, tavan arasında bir yeresaklamıştı.- Neden beğenmiyorsun,


anlamıyorum?.. Çok güzel, kutu gibibir ev... Görürsün, cennet yaparım!..Hele bir şu muhabbet esirliğindenkurtulalım.Emine, şimdiki sinema dilini hiçbilmeden, Abdüsselâm Beyinevindeki hayatımıza bakarakkendimize “muhabbet esiri” adınıvermişti.Bize böyle ayrılmayı düşündürensadece yalnız Abdüsselâm Beyininsan sevgisi değildi. Yavaş yavaşihtiyar adamın düştüğü sıkıntı da bizirahatsız ediyordu. Elinde avucundaolanların hepsi satılmış, kalanlar da


ehinde idi. Ve Abdüsselâm Beypara sıkıntısını hiç kimseye fâşetmeden borçla yaşıyordu. Nedamadının, ne Ferhat Beyin, ne debenim masrafı paylaşmamızı birtürlü kabul ettirememiştik. O kadarneşeli tabiatı yavaş yavaşbozulmuştu. Dalgın ve düşünceli idi.Yanında kimse olmadan sokağaadım atmayan adam şimdi zamanzaman, borç para bulmak için gizlicesokağa çıkıyordu. Emine ile ben buvaziyette ona daha fazla yük olmayıistemiyorduk.Fakat projemizi bir türlü tatbik


edemedik. Tam bizim kendisinekararımızı açacağımız günlerdedamadı kendisini Anadolu’da biryerde bir memuriyete tâyin ettirmekfırsatını buldu. Abdüsselâm Beyuzun münakaşalar, itirazlar,şikâyetlerden sonra ister istemezkarı kocanın evden ayrılmasına razıoldu. Ayşe Hanımefendi, evdenayrılacağı zaman ikimize birden,“Babam size emanet!., dedi. Zatensizin de babanız sayılır...” Kocası dakarısının yanında hemen hemen aynışeyleri söyledi. Fakat o uzaklaşıncabirdenbire: “Allah sabır versin


sizlere” diye ilâve etti. Çarnâçar bizkaldık. İhtiyar adamı yalnızbırakamazdık. Kaldı ki, bu sonzamanlarında candan birininbakmasına hakikaten muhtaçtı.Vücudu gibi hâfızası da zayıflamıştı.Hemen her şeyi unutuyor, her şeyibirbirine karıştırıyordu.Çamlıca’da oturan büyük oğluna,Anadolu’da bulunan ortanca oğlunavaziyeti bildirerek babalarınıyanlarına almalarını rica ettim. Okadar iyiliğini gördüğüm buadamcağız için yapabileceğim tekşeydi bunlar.


Ortanca oğlu hiç cevap vermedi.Yalnız o şeker bayramı babasına birtebrik telgrafı çekmekle, bir deçocuklarının resimlerini göndermekleyetindi. Çamhca’da oturanı, yineeskisi gibi küçük kardeşiyle beraberbayram tebrikine geldiği zaman birfırsatını bulup işin imkânsızlığınıanlattı. “Karım bana yemin verdirdi.Yapamam” diyordu.- Bari yardım edin, dedim. Parasıyok, borç içinde. Kazandığımınhepsini veririm, zaten gizli olarak dasarf ediyorum. Fakat korka korka...Çünkü benden para kabul etmek


istemiyor. Bu gidişle borçluçıkarsınız...Fakat o inanmıyordu:- Sen babamı bilmezsin... diyordu.Muhakkak vardır. Kim bilir neredegizlidir!- İyi ya... dedim. Babanıza bir şeyolursa hepsi mahvolur. Ayrıca Emineile biz töhmet altında kalırız. Yazıkdeğil mi bize? Gelin babanızlaberaber oturun. Malınıza mukayyetolun!..Omuzlarını silkti. Zaten babasıodaya girmişti. Giderken beni kapıdauzun uzun süzdü: “Sana emniyetim


var...” dedi. Fakat bakışları hiç deemniyet eden adamın bakışlarıdeğildi. İçime garip bir korku girdi.O yılın kurban bayramından sonraFerhat Bey de evi terk etti.Kadıköyü’ndedul bir kadınlaevlenmişti. O da öbür damadı gibibize, “Allah sabır versin... Allahkolaylık versin!..” dedi ve arkasındanilâve etti: “Aklınız varsa siz de benimgibi yapın!”Abdüsselâm Beyin evinde biz karıkoca ihtiyar adamla tek başımızakalmıştık. Burmalı Mescid’inarkasındaki konakta bir aşiret kadar


kalabalık oğul, torun, hısım veakraba içinde yaşayan adam,kendisine her suretle yabancı ikiinsanın elinde ölecekti. Bu onunsakınılmaz kaderiydi.Bütün hayatım boyunca dikkatettim. İnsanın daima en çok korktuğuşeyler başına geliyor. AristidiEfendinin imbiğin patladığı geceyanarak ölümünden sonra bir günmuvakkithanede idim. Herkes kazayadair bir şey anlatıyordu. Şimdihatırlamadığım birisi de onun bucinsten bir kazadan her zamankorktuğunu garip bir tesadüf gibi


söylemişti. O zamana kadar hiçağzını açmadan konuşmayı dinleyenNuri Efendi birdenbire elindeki saatibırakarak:- Bana kalırsa bu hiç de garipdeğildir. Belki tabiî umurdandır. Hâlyoktur, mazi ve onun emrinde biristikbal vardır. Biz farkında olmadanistikbalimizi inşa ederiz. AristidiEfendi bu tecrübelere başladığıanda âkibetini hazırlamıştı. Ölümükendisinde hazırdı. Bunu bilmişolmasına niçin hayret ediyorsunuz?demişti.Abdüsselâm Bey de insan


sevgisiyle, belki de insanlara fazladüşkünlüğü, hısım akraba sevgisiylekendisine bu yalnızlığı hazırlamıştı.Şüphesiz bu sevgi olmasaydıetrafındakiler kendisinden böylekaçmayacaklar, yalnızlığı bu kadarduymayacak, böyle perişanolmayacaktı.Ertesi senenin şeker bayramı evehiçbir akraba uğramadı. Fakat herkandil ve bayramda olduğu gibidamat, gelin, torun, yaşayan, belkide yaşamayan bütün akrabalar için,hepsinin yaşına ve mertebesine göreyine hediyeler alındı. Bu iş için lâzım


gelen parayı nasıl ve neredenbulmuştu? Bunu hiç kimse bilemezdi.Düzine ile ipek mendiller,kravatlar, gömlekler, kızlar için belkide ucuz cinsten mücevherler, erkekçocuklar için saatler, eski emektarlariçin alınmış entarilikler üst üste,paket paket odasına dizildi. Vebiçare ihtiyar sırtında eski redingotu,daima temiz kolalı gömleği,gözlerinde daima parlak gözlükleri,bir eli her zaman için biçimli kesilmişsakalında ve gözleri karşısındakisaatte, sokaktaki her gürültüyekulağını kabartarak, her an kapı


zilinin çalındığını sanarak üç gün, heradım sesinde geleni karşılamak içinayağa kalkarak bekledi.Bu bayram günlerinde yine eskisigibi bütün akrabayı doyurabilecekbollukta ve gelmeyeceklerine eminolduğumuz bu insanların zevklerinegöre yemekler pişiyor, sofra birlahzada kurulmağa hazır duruyordu.Dördüncü günün akşamı, hakiki biryeis içinde:- Emine kızım, dedi. Şu paketlerikaldırın... Çocukların odasınakoyun!.. Geldikleri zaman alırlar!Bu oda Abdüsselâm Beyin evinin


ir nevi deposu idi. On bir çocukbeşiği, bir yığın mânâsız hayatartığı, Abdüsselâm Beyin muhtelifzifaflarına şahit olmuş birkaçkaryola, konsollar, aynalar, eskioyuncaklar, sandıklar, hulâsa konaksatılıp da bu sekiz odalı evetaşınıldığı zaman kızının vedamadının eskiciye vermelerine birtürlü razı olmadığı türlü eşya buradatozlar içinde, birbirinin üstüneyığılmış beklerdi. Abdüsselâm Bey,içinde hiçbir çocuğun doğmadığı,büyümediği bu odaya “çocuklarınodası” adını vermiş ve garibi şu ki bu


ad tutmuştu da. Belki de bu adınsihri yüzünden bu odaya garip birhava sinmişti. Yavaş yavaş herkesevin kaybolmuş hayatının oradatoplandığına inanmıştı. Orasıbirikmiş ayrılıkların, üst üste yığılmışölümlerin, hâtıra ve unutulmalarınodasıydı. Yaşayanlar bile oradakendi çocukluklarının, ilkgençliklerininölümünüseyrediyorlardı. Büyük odanınortasında daha ziyade karayavurmuş gemi gibi bir yığın eşya heponları hatırlatırdı. Hulâsa bu odaAbdüsselâm Beyin kalbi gibi bir


şeydi. Bu iyi ruhlu adamın yanındabizi o kadar huzursuz kılan şeyin neolduğunu ancak bu odaya bir kereolsun girenler anlayabilirdi. Çünkü buüst üstelik, yarattığı zaman dışılıkta,eşyanın kayıtsızlığını yok etmişti.Onun içindir ki anahtarı daimakapının üzerinde durduğu hâlde hiçkimse içeriye girmezdi.Sağlam aklına, neşeli tabiatınarağmen efendisinin hayatındakiıstırapları âdeta benimseyen Emineise bu odanın önünden bile geçmekistemezdi. Karım içinde büyüdüğü buevi bütün psikolojik derinliğiyle


enimsemişti.Odaya o girmedi. Onun yerinepaketleri istemeye istemeye bentaşıdım. Karanlıkta adımlarım bütünbu eski, sahipsiz eşyaya takılatakıla, sofadan gelen ışıktanbirdenbire canlanan büyük biraynada hiç de bana benzemeyensilik bir hayali seyrede ede birkaçdefa gidip geldim. İçimde garip,sebebini bilmediğim bir korku vardı.Nereden geliyordu bu? Ve neacayip şeydi? Durup dururkenbirdenbire nasıl kavramıştı bütünvarlığımı? Halbuki sevinç delisi


olmam lâzım gelen günleriyaşıyordum. Karım gebe idi vedoğumu bekliyorduk. Arada sıradagülerek bana, “Çok gürültüyapıyor... Galiba kız olacak!”diyordu. Hiç durmadantepinmesinden şikâyet ediyor, “Nasılbaşa çıkacağım?” diye şimdiden veşüphesiz yalancıktan tasalanıyordu.Abdüsselâm Bey bile bütünkederlerine rağmen bu işin sevinciiçinde idi. İkide bir bana, “Kaç günkaldı, sorsana!” diye ısrar ediyordu.Sonra bir evvelki cevabımızıhatırlayarak parmaklarıyla


hesaplıyordu. Epeyce zamandırevde çocuk doğmamıştı. “Yenidenbüyük baba olacağım...” sözüdilinden düşmüyordu.Sıra biraz kenara konmuş sonpaketlere gelince, gözleriyle mânalımanalı bakarak,“Onlar dursun”dedi.“Onların sahibi behemehalgelecek...” Emine’nin yüzü kıpkırmızıkesildi ve odadan çıktı. AbdüsselâmBeyin çehresinde artık seyrekleşentebessümlerinden biri belirmişti.- Ferhat Beye sormadınız mı?Niçin refikasını buraya getirmedi dekendisi Kadıköyü’ne gitti? Hep


eraber yaşardık. İnsan bu kadaryıllık evini bırakıp gider mi?- Hanım, baba evindençıkmıyormuş...Çıkmayıistemiyormuş!..Abdüsselâm Bey yüzüme dik dikbaktı:- Ne diye öylesini aldı? Fakir,kimsesiz bir şey bulamadı mı?Birdenbire şaşırdım. Ve birazevvelki korku, daha canlı,daha keskin şekilde içime yerleşti.Artık bu insan sevgisini, yalnızlıkkorkusunu geçiyordu. İşin içine dahamühim şeyler giriyordu. Kendimizi


iradesizliğim yüzünden bir biçareyeteslim etmiştik.Zehra’nın doğuşu, AbdüsselâmBeyin hısım akrabası tarafındanunutulmuş olmasından duyduğuıstırapları birdenbire hafifletti.Çocukların odasından evin enmükellef beşiği çıkarıldı. Takribî<strong>Ahmet</strong> Efendi ailesinin son torunu ilkuykularını gümüş zırhlı ve sedefkakmalı, bir dekovil kadar büyük,ağır ve ceviz oymalı bir beşikteuyudu. Tabiî Abdüsselâm Bey dahailk günden itibaren başının ucundanayrılmadı. Konağın eski âdeti


üzerine çocuğa benim yerime o adverdi. Ve yanlışlıkla benim anneminadı olan Zahide adını vereceği yerdekendi annesinin adı olan Zehra’yıverdi.


IIİşte, birbirinin peşini bırakmamışfelâketler dizisi bu mânâsızyanlışlıklarla başladı. İhtiyar adamevvelâ bu yanlışlığa bizim kadargüldü, sonra müteessir oldu, kendiniithama başladı. Sonuna doğru buteessür hakikî bir vicdan azabı hâlinegirdi. Kendisini âdeta çocuğumuzubizden çalmış sanıyordu. Bu iş için


muhakkak ahrette kendisine hesapsorulacaktı. Diğer taraftan da bu adbenzerliği yüzünden “valide” diyeçağırmağa başladığı Zehra’ya birkat daha bağlandı. Çocuğunistikbalini düşünmeğe başladı. Vemevcut servetini kızıma bağışlayanvasiyetnamelerle evin içi doldu.Günde kaç vasiyetname yazardı?Burasını Allah bilir. Son üç seneiçinde evin her tarafı, halı, kilim,yastık altları, masa gözleri,çekmeceler, onun vasiyetnameleriyledoldu. Biz Emine ile her gün birkaçtanesini yırttığımız hâlde yine


ölümünden sonra kucak dolusuvasiyetname çıkmıştı. Hemenhepsinde biçare ihtiyar “servet-imevcudesini” “validesi ZehraHanıma” terk ettiğini söylüyor vebizim onun tahsil ve terbiyesine sonderecede dikkat etmemizi şiddetleistiyordu.“Annesi kerimem Emine Hanım ile,babası oğlum Hayri Efendinin tahsilve terbiyesine itina etmeleri veyetişip evlenene kadar...” diyedevam eden, bitip başlayan buvasiyetnamelerde kendi kızımızımüşfik ihtiyar bize emanet ediyordu.


Anadolu harbi çoktan bittiği,mühim bir kısmı İstanbul’da olduğuiçin ölümünü haber alanlar ertesigünü eve gelmişlerdi. O akşamhemen herkesin elinde buvasiyetnamelerden birkaçı vardı.Tabiî vasiyet hükümden sakıttı. Vetabiatiyle biz sadece evdençocuğumuzu ve şahsımıza ait eşyayıalıp çıkmağa çoktan razıydık.Nitekim öyle yaptık. Fakat aradanbirkaç gün geçince hava değişti.Abdüsselâm Bey çoğu tutarı kadarmühim meblâğlara rehine verilmiş biryığın ufak tefeği kızımın üzerine


geçirmek için bazı tedbirleremüracaat etmiş, ayrıca bir iki noterede vasiyetname bırakmıştı. Öyle kiişlerin tanzimi için mahkeme kararızarurî oldu.Bu arada hemen bütün veresebizi, ortada miras denecek bir şeyolmamasına rağmen babalarınınzihnini kendilerinden çalmakla, ihtiyarve hâfızası bozulmuş adamı “Kızımızsenin annendir!” diye kandırmak, buolmayacak şeye “türlü desiselerleinandırmakla” itham ediyordu.Yine kendimizi müdafaa için, “Sonzamanlarda rahmetli hiç de


muvazenesine sahip değildi!” deyincebu sefer velinimetimize hakaretle,hâtırasını tezyifle itham ediliyorduk.“İftira!” diyorlardı. “İftira venimetnâşinaslık, nankörlük...”diyorlar ve hemen arkasındansözlerimizi kendi dâvaları içinyoruyorlardı: “Gördünüz mü?diyorlardı, nasıl itiraf ediyorlar?”Yârabbi, ne kadar çok hisselieşya vardı, ve ne kadar çok resmîmuamele zarureti ortaya çıkmıştı.Rahmetli nerede altıda bir, yedide,hattâ onda bir hissesi satılan arsa,mülk varsa hepsini almıştı. Kim bilir,


elki de bugünün arsa ve mülkfiyatlarının etrafındaki kazancıdüşünerek yapmıştı bunları.Çekmeceler senet doluydu. Ve hersenede mukabil birkaç borç senediçıkıyordu. Bu emlâk, akar değil, pulkoleksiyonu gibi bir şeydi. Karşısınaçıktığımız hâkimlerin çoğu evvelâkoskoca adamın ahretliğinin kızını“kendi annesi” zannetmesine hafifçe,gülümsüyorlar, biraz sonra veresetarafından yapılan kandırıcıaydınlatmalarla kötü niyetimizdenşüphelenmeğe başlıyorlardı. Bendilimin döndüğü kadar:


- Efendim, merhum şakacıadamdı. Evlâdı gibi sevdiği kızımlabu tarzda latife ederdi... diyeanlatmağa çalışınca:- Üç yaşındaki çocukla latife edilirmi? diye azarlanıyordum. Hem evlâdıgibi diyorsunuz! Hem de anne diyeşaka ettiğini söylüyorsunuz. Birindenbirini seçin!- Seçecek vaziyette olan bendeğilim ki... Rahmetli ikisini birdenkabul etmişti.- Vasiyetnamelerin bazıları altıaylıkken başlıyor... Bu nasıl iştir. Altıaylık çocuk latifeden ne anlar?


diyorlardı.- Anlamaz, anlamaz, ama herkesyine yapar. Çocuklarla konuşurkenhangimiz dilimizi, sesimizideğiştirmeyiz?.. Sade çocukla değilkedi veya köpekle oynarken bile yakendimizi onun seviyesine indirir,yahut onu kendi seviyemize çıkarırız.- Rahmetli bu işte ortalama birhad bulmuştu... Tarafeyn müsavî,fakat zıt vaziyetlerde idiler...Hukuk ıstılahlarına yavaş yavaşalışıyordum:- Peki, burası böyle diyelim! Yaçocuğun, yani validesinin rahmetliye


“oğlum” demesini nasıl izahedersiniz? Şahitlerin ifadeleri sarih...Vefatını müteakip hep “oğlumnerede?” diye ağlarmış...Filhakika doğruydu. Zehra’yı dakendisine “oğlum!” demeğealıştırmıştı. Kız iki gözü iki çeşme,oğlunu arıyordu. Yine vaziyetiaydınlatmağa çalışıyordum.- Efendim, öğretmişti... Bütüngününü beraber geçirirdi. Zatenbütün işler hep oradan gelmiyor mu?Biçare son zamanda yaşı dolayısıylapek sağlam düşünemiyordu...Böyle vaziyetlerde kimseyi


incitmeden konuşmak ne güçoluyordu. O kadar sevdiğim adamiçin bunaktı, diye avaz avazbağırabilsem nasıl rahatlayacaktım.Bunak olmasaydı evin içini ancakfiravun ailelerinde görülen bu garipana-oğul, baba-ana hikâyesiyledoldurur muydu? Neticede zatenhükümsüz olan vasiyetname bir keredaha iptal ediliyor, ben ayrıcamahkeme huzurunda münasebetsizmünasebetsiz konuştuğum,velinimetimin hâtırasına hürmetsizlikettiğim için tazir ediliyordum.Velinimet, baba, miras kelimeleri


içinde boğulacağıma iyice inandığımbir günde iş biter gibi oldu. Fakatbitmedi. Efkârıumumiye safhasıbaşladı.


IIIVasiyetnamenin reddi küçükmuhitimde derin bir akisuyandırmıştı. Bütün tanıdıklar, yahutmühim bir kısmı, beni ve bilhassakızımı meşru bir haktan mahrumedilmiş addediyorlardı. Mahallede,ticarethanede -o zaman Tünelşirketinden ayrılmış, hususî birmüessede çalışıyordum- herkes


ana karşı yapılan haksızlığa isyanediyor ve kendi mizacına göretepkiler gösteriyordu. Bir kısmı banave kıza acıyorlardı. Bir kısmı da biziunutuyor, birkaç kuruş için yahut“dünya malı için” babalarının sonisteklerine hürmetsizlik edenvereseye kızıyorlardı. Bir diğerkısmı da bu kadar mühim bir servetigöz göre göre kaybettiğim içinsünepeliğime, budalalığımahükmediyorlardı. Abdüsselâm Beyinmirası bu münakaşalarda, konuşanınruh hâline ve görüş zaviyesine göre,ya bir kalemde ortadan siliniyor,


yahut bir çığ gibi büyüyor, yahutmesele dışı addediliyordu. Yalnızahlâkî değerlere ehemmiyet verenlerise bu servetin adını bile anmıyorlar,sadece mukaddes olan bir isteğigörüyorlardı. Buna mukabil insanınbehemehal açıkgöz ve çakır pençeolmasını isteyenler benimbeceriksizliğimi büyütmek içindurmadan kaybımızın yekûnunuhesaplıyorlardı.Her üç tarafın müşterek olduğu birnokta vardı. Hiçbirisi bu işte benidinlemiyorlardı. Hiçbirine, “Bu


adamın zaten parası yoktu... Borçluidi. Ben bir şey kaybetmiş değilimki... Bırakın ki zaten istemem!”diyemiyordum.Patronum bile bu umumî havayakatılmıştı. Durup dururken maaşımabeş lira teselli zammı yaptı.Yukarıdan gelen bu acıma jestietrafımdaki merhamet havasını birkat daha arttırdı. Bazıları beni artıkyediğim darbenin altındankalkamayacak derecede yıkılmışgörüyorlardı. Bir akşam dairedençıkarken arkadaşlarımdan birikoluma girdi:


- Gel Hayriciğim, dedi. Şuradabirkaç kadeh rakı içelim... Rakı herderde iyidir.- İçelim, içelim, amma derdimolduğu için değil... Benim derdimyok. Zevk için içelim... Yalnız,istersen bize gidelim, evde içelim.Karımı bugünlerde yalnız bırakmakdoğru olmaz...Filhakika karım ikinci çocuğum<strong>Ahmet</strong>’e gebe idi. Fakat Sabri Beysözümü yanlış anlamağa kararvermişti:-Tabiî... Az şey mi geldibaşınıza... Hakkı da var


kadıncağızın...Ve bütün ağırlığıyla banayüklendi. Eve gelmek istemiyordu.Sıkıntı vermek hoşuna gitmezdi. İllâki beni meyhanede teselli edecekti.Belki bu miras meselesini iyiceanlatmak fırsatını bulurum, ümidiylerazı oldum. Üstelik de kolumdançıkacak karşıma oturacaktı. SabriBey bütün çirkinliğine rağmenkarşıdan seyri insana rahat gelen birkiloda idi.Nitekim girdiğimiz meyhanedeelimden geldiği kadar bu iştekivaziyetimi anlatmağa çalıştım:


- Bu adamı baba gibi severdim,dedim. Çok iyiliğini gördüm.Fazlasını beklemezdim, hakkım dayoktu. Kaldı ki, son altı yıl içindeparasızdı. Borçla yaşıyordu.Vasiyetname filân, bunaklığındandoğan şeylerdi. Gerçekten mirasçısıolsaydım, uyku uyumazdım. O kadarborçluydu...Daha buna benzer şeyler.Sabri Bey birdenbire hareketegeçti:- Peki, bu kadar borcu nasılyapabiliyordu?- Şunu bunu rehine vererek... Ama


daha başka borçlan olduğuna daeminim...Ve hakikaten inandırırım ümidiylebir yığın izahat verdim. O hep başınısallıyor, aynı suale dönüyordu:- İyi amma ona bu vaziyette nasılborç veriyorlardı? Yani nasılkandırıyordu?Artık sabrım tükenmişti:-Ne bileyim ben? Belki muayyenbir usulü vardı... Bir sistemi...Sabri Bey bu sistem meselesindebilhassa kulak kesildi. Belli ki kendiside böyle bir sisteme muhtaçtı. Busihirli kelimeyi duyar duymaz ikinci


şişeyi ısmarladı:- Canım anlaşılmayacak bir şeyyok bunda... Bir yığın tanıdığı vardı.Yahut beklediği bir miras... Tunus’ta,Cezayir’de, bir yerde arazi filân.- Yok, yok, oralar uzak. Başka birşey olmalı...- Yahut da satmasına kıyamadığı,fakat herkesin, hiç olmazsaalacaklıların bildiği çok kıymetli birşey, meselâ elmas...Merakı muhayyilemi çözmüştü.Birdenbire gözümün önünden SeyitLûtfullah’ın hayali geçti. O banaKayser Andronikos’un hâzinelerinden


ahsederken, bizim saraya ait“Şerbetçibaşı” pırlantasının dabunların arasında bulunduğunusöylemişti. Bana acıdığı için zorlasoktuğu bu meyhanede şimdibenden, etrafı dolandırmak içinmetot öğrenmeğe kalkan bu budalaile neden alay etmeyecektim sanki?- Farz et ki, Şerbetçibaşı Elmasıkendisinde olsun. “Satmıyorum, aileyadigârı. Çocuklarım satınca sizeborcumu öderler.” gibi bir şeysöylemiş olabilir pekâlâ!Sabri Bey Şerbetçibaşı Elması’naiyice inandı.


- Doğru... dedi. Muhakkak öyleolmalı.Ve üçüncü şişeyi ısmarladı. Busıcak yaz gününde terden yapışyapış, masaya abandı:- Nasıl şeymiş şu ŞerbetçibaşıElması? diye sordu.Gözleri meraktan parıldıyordu:- Hiç gördün mü?- Canım, uydurdum. Şimdiberaber uydurmadık mı? Yani birtahmin olarak konuşmuyor muyduk?- Fakat adını biliyorsun!..- Farz et ki, çocukluğumda birmasalda dinlemiş olabilirim. Birisi


öyle bir şeyden bahsetmiş olabilir.Elmas fikriyle beraber aklıma gelmişolabilir. Aslı yok tabiî...- Olmaz olur mu? Kaşıkçı Elmasıgibi bir şeydir muhakkak...Aynı büyüklükte, aynı kıymette...Öyle değil mi?Tekrar kadehleri doldurdu. İçtik.-Tabiî sana göstermiştir.- Neyi?- Şerbetçibaşı Elması’nı...Birdenbire uyandım... Onunla alayedeyim diye başıma açtığım işianlamıştım. Garsonu çağırdım.Paralan verdim. Cebimde kalan tek


yirmi beşliği garsona uzattım. SabriBey hiç ses çıkarmadan kısıkgözleriyle beni seyrediyordu. Belli kisoracağı bir yığın şey daha vardı.“Allahaısmarladık!” bile demedenkapıdan fırladım.İçimde meselâ bir kolumu veyabacağımı kendi elimle kesmişim,nefsime, çoluk çocuğuma karşı dahabüyük bir hata yapmışım gibi birazap, o her şeyi alt üst edenkarmakarışık korkulardan biri vardı.Eve gelince Emine’ye vaziyetianlattım. “O budala ile rakı içmeğenasıl razı oldun?” diye azarladı.


Sonra:- Ehemmiyet verme, unut... Hemne çıkar sanki! İnsan alay etmezmi?.. Sarhoşken her şey konuşulur...diye teselli etti.Ertesi günü tatildi. Bütün günüevde, Abdüsselâm Beyinçocuklarının miras karşılığı olarakbize hediye ettikleri eski saatleritamirle uğraştım. Halbuki askerdendöndüğümden beri elimi saatesürmemiştim.Akşama doğru içime bir sükûnetgeldi. Ben de “muhakkakunutmuştur” diye düşünüyordum.


Fakat ertesi günü yazıhaneyeayak atar atmaz Sabri Beyköşesinden kalktı, yanıma geldi vekulağıma yavaşça:- Elmas, diye fısıldadı. Kısıkgözlerinde hep aynı parıltılı bakışlarvardı. Bana kim bilir neler anlatmakistiyordu?Daha ertesi akşam, patron beniiçeriye çağırdı. ŞerbetçibaşıElması’nın hikâyesini dinlemekistiyordu. Kendisine vaziyeti anlattım.Biraz inanır gibi oldu. FakatŞerbetçibaşı Elması hikâyesiyayılmağa başlamıştı. Yavaş yavaş


ütün tanıdıklar onu öğrendiler. Kimerastlasam:- Yahu, hiç de bahsetmezsin!Böyle meraklı hikâye anlatılmazmı?., diye yakama yapışıyordu.Yavaş yavaş semtteki kahvelerinönünden geçemez oldum. Elindetavla pulu, zar, iskambil kâğıdı,domino taşı, bir yığın insanfırlıyorlar, beni yoldan çeviriyorlar:“Bir çay içmez misin?” diye zorlabeni içeriye tıkıyorlar. ŞerbetçibaşıElması’nı anlatmamı istiyorlardı.Benim inkârım karşısında, namus vekanaatkârlığıma hayran olan, yahut


u yüzden beni biçarelikle ithamedenler ben ayrıldıktan sonra başbaşa verip dedikodu yapıyorlardı.Birdenbire herkes vaktiyle birŞerbetçibaşıElması’ndanbahsedildiğini şimdi hatırlıyor, eskizaman işlerini, elmas hikâyelerinibildiği kadar bu mevcut olmayanelmasın etrafında bir masaluyduruyordu. Karım da, ben deperişan hâlde idik.İşte tam bu sıralarda AbdüsselâmBeyin senetli alacaklıları, yani onarehinsiz borç verenler veresealeyhine dâva açmağa başladılar.


Hemen hepsi de elmas hikâyesinibiliyorlardı. Ve çoğu ona dayanarakgizlenmiş mirasla alacaklarınınödenmesini istiyorlardı. Zarurî olarakbeni de dâvaya kattılar.


IVİlk önce sadece mütalâasınamüracaat edilen bir şahit olarakdinlendim. Sonra birdenbire dâvanınağırlık merkezi oldum. Evde ihtiyaradamla seneler boyu yalnızbaşımıza kaldığımız için her şey gibibunu da ancak bizim bulmamızgerekirdi. Bu noktada Şerbetçi başıElması’nın elimizde bulunmasıhükmüne varmaları için birkaçadımlık bir mesafe vardı. Bir iki


“muhtemeldir ki...”, “binaenaleyh...”ile bu mesafe de elbette geçilecekti.Nitekim öyle oldu. Bir iki oturumdansonra elmasın bizde bulunmasınatabiî bir şey gibi bakıldı. Kaldı ki,Abdüsselâm Bey vasiyetnamesinde,“Borçlarımın edasından sonra kalanservetimi”, “bakiye-i servetimi” gibitabirler kullanmıştı. Alacaklılarınayazdığı mektuplarda da buna benzercümleler vardı. Bana gelince, ben buelmastan açıkça bahsetmiştim.Sabri Bey hakkımdaki tahkikatınolduğu gibi, mahkemedeki


duruşmaların da belli başlıkahramanı oldu. İfadeleri zeytinyağılekesi gibi genişliyor, büyüyordu.Hemen her yüzleşmede kendisinesöylediğim yeni bir şey hatırlıyordu.Dâva boyunca bana olanmuhabbetine rağmen hakikatinaydınlanması için insanüstü gayretlersarf etti. Birkaç celselik birsoruşturmadan sonra, başta benolmak üzere herkes bu elmasınSaliha Sultan tarafındanŞerbetçibaşı marifetiyle satınalındığını, onun ölümü üzerinehâzineye girdiğini, daha sonra Birinci


Abdülhamit’in bir gözdesine hediyeettiğini öğrendik.Tabiatiyle ne bu Şerbetçibaşı’nın,ne de Saliha Sultan’ın kim olduğunuhiç kimse merak etmiyordu. Sadeceelmasın kendisi asırlar boyunca arasıra kaybolmak şartıyla elden elegeçiyor, nihayet Abdüsselâm Beyinailesine geliyordu. Bana sorduklarızaman:- Hayır, dedim. KayserAndronikos’un hâzinesinde idi!..Bu cevabım hiç hoşa gitmedi.İzahatım deliliğe vurma telâkkî edildi.


Alacaklılardan biri, halamın kocasıNaşit Beydi. En yakın akrabamsıfatıyla ilk önce beni gözetmeğeçalıştı. Çok temkinli cevaplar verdi.Beni tanımıyordu, tanıyamazdı da.Hayır, Abdüsselâm Bey onaelmastan bahsetmemişti. Sadece,“İşlerimi düzelttikten sonra öderim”vaadindebulunmuştu.“Zannettiğinizden fazla zenginim”demişti. Arada eski hukuk vardı.Hakikaten zengindi. Elmasmeselesine gelince, böyle bir eskiailede bu cinsten bir hâtıranınbulunması elbette tabiîydi. Hattâ


ulunmaması gayri tabiî idi. “Yüz ellisenelik hanedan bu...” Bana gelince,iyi çocuktum. Öyle derlerdi. Bunuhalam kendisine söylemişti. Fakatbabam terbiyeme dikkat etmemişti.Para canlısı bir adam olduğu içinbaşka hiçbir şeye bakmazdı. Hattâhalamı Naşit Beyle evlenmektenmenetmiş, Seyit Lûtfullah’a büyüleryaptırmıştı. Halam Naşit Beyleevlenmeden evvel kendisine, “Helebir evlenelim, muhakkak Hayri’yikardeşimden kurtarırım!” demişti.Fakat babam bu evlenmeninolmaması için halamı benim


yardımımla baygınlığından istifadeederek gömmeğe kalkınca bendennefret etmişti. O zamandan sonraadımı bile anmamıştı.- Zaten aile itibariyle biraz paracanlısıdırlar. Yalnız refikamcömerttir, İnsanî hislere sahiptir.Burada tabiatıyla Takribî <strong>Ahmet</strong>Efendi Camii meselesi de ortayaçıkıyordu; hem de korkunç birşekilde değiştirilerek. Babam,dedesinin bu cami için ayırdığıparayı yemişti.Naşit Bey ikide bir mendiliniçıkarıyor, gözlüklerinin camını


temizliyor, sonra alnının terlerinisiliyor ve sözüne devam ediyordu.Hiçbir şeyde acele etmiyor, yavaşyavaş konuşuyor, her şeyi tamvaktinde ve sorulduğu zamansöylüyordu. Fakat o tarzdasöylüyordu ki, sözlerinin müphemkalan ucu ile hiç bahsetmekistemediğine, daima yeminedebileceği aile meselelerindenbirinin üzerinde zarurî olarak yeni birsuale yol açıyordu. Nitekim tekrarhalamın muvakkat ölümüne âdetakendiliğinden dönmüştü. Sanki çokcilâlı bir satıh üzerinde yine iyi


cilalanmış herhangi bir şeyi ufaktefek dokunmalarla kaydırıyordu.Neden bana düşmandı? Bendenne istiyordu? Niçin mahvıma kararvermişti ve neden, nasıl bu kadarustalıklı idi? Anlamak mümkündeğildi. O konuşurken ben çiledençıkıyordum. Daha ağzını açmadanbütün vücudumda bir şeylerkaynıyor, kafamda her şey alt üstoluyordu. Zannederim kisoğukkanlılığı, hesaplılığı vealeyhimde bu kadar kararlı oluşubeni bu hâle sokuyordu.Sonra birdenbire değiştim.


Birdenbire üzerimden büyük yükler,tabaka tabaka ağırlıklar kalkmış gibihafifliyordum. Bütün bu garip vemantıksız dâvanın devamı boyuncabundan korkmuştum. Bu ruh hafifliği,bu pervasızlık ve alâkasızlık Emineile evlendiğim günden beri sıkı sıkıkapadığım bir kapının yenidenaçılmasıydı.Sanki Naşit Bey hesaplıkonuşmalarıyla, temkinli düşmanlığıile bu kapının arkasına sımsıkıdayanmış olan koruyucu meleğiEmine’yi oradan uzaklaştırmağamuvaffak olmuştu. Son kelimeleri


üzerine en gür sesimle haykırdım:- Hayır, hayır, halam hakikatenvefat etmişti. Hattâ gömülmek üzereidi. Fakat hortladı. Paralarındanayrılmamak için hortladı.İnanmazsanız, bir resmini isteyinbakın! Son zamanlarda resimçıkartmağa merak sardırdı. Bakınızbu resimlere, yahut kendini çağırtın,görün, konuşun! Sözlerimindoğruluğunu anlarsınız!Herkes şaşırmıştı. Fakat neçıkar? Ben rahattım. Sakindim,hafiftim. Mademki herkesin ayrı bir


hakikati vardı. Ve herkes zemin vezamana göre onu yavaş yavaşyeniden yaratıyordu; ne diye benkendimi yoracaktım?Devam ettim:- Huyuna gelince, beni yanınaalmak şöyle dursun, yüzümü bilegörmek istemezdi. Kimseyi görmekistemez, kimseyi sevmezdi. Hasis,huysuz, hava ve hevesine mağlûp birkadındı. Parasını çalarlar korkusuylageceleri bu paranın saklı olduğukömürlükte yatardı. Yalnız biradama tahammül etti. Budolandırıcıya, bu harp zenginine...


Hattâ onun sıska kızına biletahammül etti.Ve ilâve ettim:- Bu kızı evvelâ bana verecekti.Fakat istemedim, beğenmiyordum.Naşit Bey o zaman bendenparasızdı. Şimdi zengin oldu. Vezengin olunca bana düşman oldu.Galiba halam ölünce bütün servetininbana geçeceğini bildiği için...Hâlâ bile hatırladıkça utandığımyüz kızartıcı şeyler bunlar. FakatNaşit Bey yüzünden başka adamolmuştum. O dakikada yılan olup onuısırmağa razıydım. Bunu


yapamadım, fakat elimi ona doğruuzatıp haykırdım:- Harp zengini... Sabun, şekerhırsızı, benden ne istiyorsun?Tekrar aynı gürültü. Oturum tatiledildi. Naşit Bey ayrılmadan evvelbana tatlı tatlı gülümsedi. İstediğinihattâ fazlasıyla yapmıştım.On beş dakika sonra Adlî Tıbbagönderilmeme karar verilmişti.İşte Doktor Ramiz’i bumüessesede tanıdım. Beni odayaaldıkları zaman müdürün yanında idi.Hikâyemi herkesten fazla dikkatledinledi, alâkadar oldu ve beni


incelemeyi üzerine aldı. Müdürünyanından doğruca kendi odasınaindik. O zaman Adlî Tıp,Dolmabahçe’nin müştemilâtından biryerde bulunuyordu. Doktor Ramiz’inodası alt katta idi. Tek penceresibahçe duvarına bakan dar, sefil biroda. Duvarlardan birinde musluğu iyikapanmayan bir lavabo vardı. Odayagirer girmez doktor ellerini yıkamağabaşladı. Ben bir kenarda talihimidüşünüyordum.Dolmabahçe’ye gelirken denizigörmüştüm, sonbahar güneşininyaldıza boğduğu mavilik, yavaş


yavaş alışmağa başladığım talihimlearama, birdenbire uyandırıcı bir şeygibi girmişti.İçim alt üsttü. Karım, çocuklarım,evim bana olduklarından daha çokuzakta, erişilemeyecek şeyler gibigörünüyorlardı.Bir an, bütün dâvanın devamıboyunca korktuğum şey tekraraklıma geldi. Ya karımı da bu işekarıştırırlarsa? Hâkim şimdiye kadaronu garip şekilde dışarda tutmuştu.Bu bir ümitti. O hâlde bu ithamınciddiliğine inanmıyordu. Öyleyse nediye beni buraya göndermişti? Hayır,


ekliyordu. Emine’yi de bu korkunçağa sokacaklardı. Tevkifedildiğimden beri on gün geçtiğihâlde, karımın taşlıkta boynumasarılışı gözlerimin önündengitmiyordu. Gözlerinin altı, yanaklarıadamakıllı çukurlaşmıştı, sesibozuktu. Elleri sıcak sıcaktı. Tekpencerenin önünde, duvarın dibindetozlu ve sefil, âdeta sürünen mevsimsonu çiçeklerine bakarakdüşünüyordum. Bir arı dikine banadoğru geldi. Benden bir karış ötedepencerenin pervazına mecalsizkondu. İçerden, hiç işitmediğim


cinsten acayip ıstırap çığlıklarıgeliyordu. Ramiz Bey elleriniyıkamış, çantasından çıkardığıkolonya ile bir kat dahatemizleniyordu.Kapı vuruldu, bir hademe artançığlıklarla beraber içeriye girdi:- Salim Bey ölüyü açacağızdiyor... Gelmeyecek misiniz?..Ben kemiğime kadar titredim.Ramiz Bey kolonyalı ellerini havadasallayarak kuruturken cevap verdi:- Hayır, ben burada meşgulüm.Mideyi kaynatsınlar... Ben sonragelir bakarım.


Sonra bana döndü:- Bir zehirleme vak’ası var da...Daha doğrusu şüpheleniyoruz.Tekrar çantasını ele aldı, bu sarımeşin, dışardan kilitli, içerden güzelve epeyce teşkilâtlı bir çanta idi.Sonradan öğrendim ki, dostumüstünde hiçbir şey taşımaz, hepsinibu çantaya kor ve her açılıştansonra behemehal kilitlerdi. Çıkarttığıcıgara paketinden bir tane banaikram etti. Bir de kendisi aldı. Benkibrit aradım, yoktu. O ikimizinkini deyaktı. Hâlâ bekleyen hademeyekahve ısmarladı.


Otuz yaşlarında, hafif sarı esmer,tıknazlığa doğru gidebilecek yapıda,ortadan uzun boylu, genç biradamdı. Büyük, dalgın bakışlı, çoksiyah gözleri vardı. Bununla beraberilk bakışta insan ne bu gözleri, ne dedüzgün sayılacak yüzünügörebiliyordu. Ramiz Bey kendisiyleilk karşılaşan insan üstünde dahaziyade anlaması güç bir aksaklıkduygusu bırakıyordu. Sonradan,kendisine iyice alışınca, bu duygununileriye doğru çıkık alnı ve kemikliyüzün düzgün mimarisiyle bütünçizgileri kaçmak istiyormuş gibi


irdenbire bitiveren çeneninarasındaki uygunsuzluktan geldiğinianladım. Bu kaçış hâlindeki çeneonun yüzünü hiç de tabiî şekildebitirmiyordu. Sesi de böyleydi. Garipve açık aksanlarla başlıyor, sonra birçeşit mırıltıda âdeta izini karıştırmakister gibi kayboluyordu. Nedense buçehre, bu ses bana daima gayrimuntazan kavislerle yapılmışhelezonları hatırlatıyordu. Tahsiliniyaptığı Viyana’dan yeni dönmüştü.İyi doktor olduğunu, çok parlakdiplomalar aldığını sonradanherkesten öğrendim. Ayrıca


psikanalize merak etmiş ve birmüessesede bir iki sene bu metotlaçalışmıştı.Daha o gün Doktor Ramiz’in butedavi sistemine, hastası çıkıncatatbik edilecek bir usulden ziyadebütün dünyayı ıslah edecek tekvasıta, ancak dinlerde görülen o tekkurtuluş yolu gibi baktığını anladım.Ona göre bu yeni ilim her şeydi.Cürüm, cinayet, hastalık, ihtiras,parasızlık, sefalet, talihsizlik, sakatdoğma, düşmanlık, hulâsa insanhayatını bizim irademizin dışındacehennem yapan şeylerin hiçbiri


yoktu. Yalnız psikanaliz vardı. Hepsidönüp dolaşıp ona geliyorlardı. Ohayat muammasının biricik anahtarıidi.Dönüşünde kendisine bu mucizelimanivelâ ile bütün memlekete mihverdeğiştirtecek bir mevki ve imkânvermedikleri için hemen herkese veher şeye dargındı. Kendisinitanıdığım zamanlarda bu dargınlıkşahsiyetinden dalga dalga akıyordu.Bu dargınlığı besleyen şey iseDoktor Ramiz’in bilhassa İçtimaîmeselelere olan büyük ilgisiydi. Öyleki, onunla birkaç saat konuştuktan,


şikâyetlerini, tahlillerini, gelecek içindüşündüklerini dinledikten sonra,insanların yalnız hakkıylayapabilecekleri işle meşgul olduklarıbir dünyada yaşamanın nasıl birsaadet olabileceğini düşünmemek,böyle bir dünyayı özlememekimkânsızdı.Daha o gün Doktor Ramiz’inhoşnutsuzluk denen şeyin tâ kendisiolduğunu anladım. Çok zengin birsözlüğü vardı. Gençlik, memleketmeseleleri, umumî terbiye, istihsal vebilhassa hareket gibi kelimelerdilinden düşmüyordu. Hiçbir şeyin


üzerinde duramayan, ancak zarurîbir şekilde bir iş yaparken veyaşikâyet ederken mesut olaninsanlardandı. Bu yüzden çok güzelbir mesleği, cemiyet içinde bir yeriolduğu hâlde kendisini biçare, herhakkı yenmiş, gelecek için ümitsizsanıyordu.Belki beni de kendisi gibi bir sınıfdışı, bir gayri memnun zannettiği içinsevmiş, himayesine almıştı.Viyana’dan döndüğü günden beriherkese dargın, hemen hemen,yapayalnız yaşıyordu.İlk önce ikimiz de ayakta umumî


vaziyeti konuştuk. Ben başımdakidertten kurtulmak şartıyla dünyayıgül gülistan görmeğe çoktan hazırolduğum için başlangıçta sözlerindenpek bir şey anlayamadım. Fakatsonra yavaş yavaş düşüncelerineayak uydurmasını öğrendim.Memlekette hiçbir şeyibeğenmiyordu. Zihniyet eskiydi.Kendisi gibi, benim gibi (!) gençlerekâfi derecede yer ve imkânverilmiyordu. Sadece 'ikimizinvaziyetini mütalâa etmek bunuanlamağa yeterdi. Benim gibi adamayapılır muamele miydi bu? Kendisine


gelince memlekete döneli iki seneolduğu hâlde henüz ona doğru dürüstpsikanaliz metodunu tatbik etmekfırsatını bile vermemişlerdi.Geldiğinden beri ilk defa hasta yüzügörüyordu. Bereket versin benimvaziyetim “vak’a” olarak mühimdi.Yani ben ona kâfi bir teselliolmuştum. Halbuki Avrupa, bilhassaViyana ve hele Almanya hiç böyledeğildi. Oralarda ihtisasa hürmetvardı ve psikanaliz gündelik ekmekgibi bir ihtiyaçtı.Kahvelerimiz gelince o masanınbaşına geçti. Beni de karşısına


oturttu. Tekrar çantasını açtı. Cıgarapaketini çıkardı. Birer cıgara yaktık,paket çantaya kondu. Kilitlendi.- Beni burada hiç sevmezler...diye tekrar söze başladı. O kadareski metotla çalışıyorlar ki... Zatenyerim değil. Mecburî hizmetmüddetimi geçiriyorum. Nasılsa sizibana bıraktılar. Müdür evvelden vaatetmişti. Münasaip bir vak’a çıkarsa...demişti.Birbirimizin ezelden kısmetiolduğumuz nasıl belliydi!Bu izahattan sonra bir müddetdaha Viyana’ya ve diğer Alman


memleketlerine döndük. Oralarınintizamına, hayatın rahatlığınaberaberce hasret çektik.Kahvelerimiz bitince kalktı,fincanları önümüzden uzaklaştırdı:- Şimdi anlatın bakalım?..İlk sözü bana bıraktı. Ona evvelâkısaca vak’ayı anlattım. Sonra bütünhayatımı anlatmamı istedi. Bensöyledikçe önündeki bir kâğıda notalıyordu. Bilhassa çocukluğumunüstünde fazla duruyordu. Hemen hersöylediğimi birkaç defatekrarlatıyordu. “Mübarek”ten pekhoşlanmıştı. Ona dair bir yığın sual


sordu. Evimizin ayaklı saatini hepannemin verdiği adla anıyordu.- Nasıl bir şeydi bu?..- Büyük bir ayaklı saat... Çok iyicinsten. Eski İngiliz işi. Mecitzamanında alınmış. Fakat bozuk.Evde karım tavan arasına kaldırdı.Ama yine isterseniz görmekmümkün... Güzel sesi var.Ve gözlerine satın alır ümidiylebakıyordum. Böyle bir şey hiç defena olmazdı. Tevkifhanede ikenyanı başımdaki odada yatankalantor bir Yahudinin Lizbon’daçürüğe çıkarılmış bir gemiyi


Benderbuşirli bir İranlıya sattığını,hattâ komisyonculuk bedelini peşinolarak aldığını gardiyanlardanduymuştum. Bunu ben de pekâlâyapabilirdim. Nihayet dayanamadım:- Ucuz veririm... dedim. İstersenizgidelim, görelim!Bu da şüphesiz bir kârdı. Yüreğimağzımda konuşuyor ve içimden kendikendime düşünüyordum: “Ah birmerak etse de eve kadar gitsek,Emine’yi doya doya görsem,taşlıktaki tulumbadan o su çekse benyüzümü yıkasam, Zehra ile çocuktürküleri söylesem...”


- Bozuk dediniz değil mi?- Bozuk... Daha doğrusubakımsız!Bir müddet düşündü:-Tabiî öyle olması lâzım...Neden öyle olması lâzımdı?Burasını pek anlıyamadım. NuriEfendiye göre bir saatin işlemesi,hattâ hiç durmaması lâzımdı.Omuzlarımı silktim. Bizim meseleyegelmeyecek miyiz? Hayırgelmeyeceğiz, gelemeyeceğiz;çünkü Doktor Ramiz saatten sonrababama geçti. Babamdan sonraanneme, annemden sonra Nuri


Efendiye... Bütün tanıdıkları meraketti. En sonunda bir türlüyapılamayan Takribî <strong>Ahmet</strong> EfendiCamii’nin hikâyesinde karar kıldı.- Bu camiden evde çokbahsediliyor muydu?- Hayır, dedim. Yahut pek az.Babam eline biraz para geçmesiniümit etti mi ondan bahseder, sonralafını ettirmezdi. Hattâ onuhatırlattığı için saate birazdüşmandı.- Hangi saat?- Büyük saat işte...- Mübarek’e mi? Adıyla


söylesenize şunu! Bir adı olan şeyadıyla anılır, diye beni azarladı.Ben bu hakikati unuttuğumamüteessir, o kendiliğinden bir vecizebulduğundan memnun, tekrarMübarek’e döndük. Durmadan birşeyler soruyor, ve ben başımageleceklerden habersiz hatırladıkçaanlatıyordum:- Bir gece hep beraber otururkensaat birdenbire çalmağa başladı.Babam son derece öfkelendi.“Anladık! diye bağırdı. Sen debiliyorsun ki, param yok. Şimdilikimkânsız. Evi zor geçindiriyorum...


Eski zaman değil ki. Ne diyesıkıştırırsın beni!”- Bunu Mübarek’e mi söylemişti?- Evet. Yani, galiba... Bilmem!- Öyle olacak... Çok enteresan birvak’a... Son derece tipik ve nadir birvak’a. Size teşekkür ederim,bilhassa teşekkür ederim...Bu hâle girdiğim için teşekkürediyordu.-Aynen söylüyorsunuz değil mi?Baştan aşağı irade ve dikkatkesilmiş, yüzüme bakıyordu.“Muhakkak bir rapor yazacağımkongreye...”


- Bir daha söyleyin bakayım?Aynen tekrarladım.- Çok mühim ve az görülmüş birvak’a. Âdeta tabu olmuş ve etrafındaçeşitli kompleksler yaratmış.Mamafih emsali var.Ve bana Cava’da, yahut başka biradada eski bir topun evliya gibiziyaret edildiğini, çocuksuz kadınlarınüstüne çaput bağladıklarını anlattı.Ben lafı değiştirmek ümidiyle:- Bizde de vardı, dedim. EskiMahmudiye Gemisi öyle idi. Hani ÜçAmbarlı dedikleri. Geceleri gizliceSivastopol muharebesine gider


tabyaları topa tutar, sabahlarıdönermiş. Babam hatırlıyordu.Selimiye Kışlası kadar büyükmüşiçi...- Sizin evde mi? diye sordu.Dalgın mıydı? Beni iyice deli misanıyordu? Yoksa, daha korkuncu...- Hayır, hayır... diye haykırdım.Bizim memlekette, İstanbul’dademek istiyorum...Ve deli olmadığımı anlatmak içintasrih ettim:- Hiç koskoca zırhlı eve girer mi?Böyle bir şeyi almak için Ayasofyakadar yer lâzım.


- Ayasofya mı?Ettiğim hatayı anladım:- Yani söz timsali söylüyorum,dedim, ve araya başka bir şeysokmasına müsaade etmeden tekrarhikâyeyi anlattım.Sözlerimi btiyük bir ciddiyetledinledi. Not aldı. Yine teşekkür etti.Sonra fikrini söyledi:- Bu da çok enteresan, fakat aynıdeğil. Benim dediğim başka...Bir taraftan konuşuyor, bir taraftançantasından çıkardığı çakıile tırnaklarını temizliyordu. Bitirincebana da ikram edecek sandım; fena


olmayacaktı. Birdenbire düştüğümbu vaziyette bir şeyle oynamak,meşgul olmak en iyisiydi. Fakatçakıyı bana uzatmadı, işi bitincetekrar çantaya koydu. Buna mukabilikimiz de bol miktarda kolonyalandık.Sonra sıra cıgara paketine geldi.Artık dayanamadım.- Doktor, dedim. Şunları yanınızaalsanız...Ve korkudan ödüm patladı. Hafifgülümsedi:- Böylesi daha rahat...Doktorun rahat anlayışı, üveyannemin saadet anlayışından


farksızdı. Ah, insanoğlu!- Siz çok can adamsınız, HayriBey... Keşke Viyana’da ikentanışsaydık!..Ve bittabi bir anda Viyana’yagittik. Doktor Ramiz’in baş sevgilisişehir benim meselemin yerine geçti.Sonra en ümit edilmez anda döndük.- Anneniz Mübarek’e çokehemmiyet verirdi değil mi?- Galiba...- İyi hatırlayın...Tekrar gözlerini gözlerime dikti.- Belki... dedim. Yani, saat tuhafbir saatti. Acayip hâlleri vardı.


İsterseniz bir çeşit keyfi, yahut daihtiyarî çalışması vardı. Belki debozuk olduğu için böyleydi. Her hâldeher yaptığı şey bize acayipgörünürdü.Ben konuşurken yüzü âdetasevinçten parlıyordu. Başını sallayasallaya beni dinledi. Sonra aldığınotları okudu.- Tuhaf,acayip hâl, ihtiyarî, keyfî,yaptığı işler... Öyle değil mi? Çokenteresan.. Sonra?..- İşte böyle...Artık sıkılmıştım. Muayenem neolmuştu? Hiç ondan bahsetmiyordu.


- Evet, dinliyorum, anneniz?- Sonunda âdeta korkmağabaşlamıştı ondan... Malûm ya eskizaman insanları, cahil kadın.- Bu işte eski, yeni yoktur. Eniptidaî insan ile aramızda hiçbir farkolamaz. Şuur hayatı yahut şuuaraltıhayatı her yerde birdir. Psikanaliz...Ve böylece hayatımda o kadarçok işiteceğim kelimelerden biridudaklarının arasından bir lahzadafırladı, lop yumurta gibi önümeoturdu.Ayağa kalktı:- Yarın yine devam ederiz. Şimdi


sizin istirahatinize bakalım! Yatağınızgeldi mi?- Karım yollayacak, dedim.- O hâlde iyi, dedi. Burada, buodada yatarsınız. Koğuştasıkılırsınız, çok rahatsız olursunuz.Ben müdürle bir konuşayım.Sıkıntı içinde idi:- Burada beni sevmezler. Lafımıda hiç dinlemezler. Ama, mademkihastamsınız...- Ben hasta değilim doktor. Herşeyi biliyorsunuz artık. Ben hastamıyım?Dinlemeden odadan çıktı. Bir


müddet sonra arkasından bakarakdüşündüm.Sonra musluğa koştum ve yüzümüyıkadım. Bu konuşma beni yormuştu.Doktorun giderken açık bıraktığıkapıdan soğuk bir rüzgârla beraberdeminki sesler, daha keskin, dahakorkunç geliyordu. Ne oluyordu?Hakikaten bir deli mi bağırıyordu?Yoksa bir hasta mı? Adam, ölüaçılacak demişti. Acaba açtılar mı?Belki de şimdi kapatmışlardır!Doktor kapıyı kapatmamıştı. Onu dakapatmamış olabilirlerdi; fakat niçinaçıyorlardı? Birdenbire içimde çılgın


ir kaçma arzusu peydahlandı.Korka korka kapıdan çıktım.Koridorda, geldiğimi tahmin ettiğimtarafa doğru yürüdüm. Benyürüdükçe çığlıklar artıyordu. Kendikendime bu taraf değil dedim. Fakatsesler beni âdeta kendilerine doğruçekiyordu. Yarı açık bir kapınınaralığından konuşmalar geliyordu.Başımı şöyle bir uzattım. Bütünvücudum zangır zangır titreyerekgeriye çekildim. Hayır, dahakapatmamışlardı. Tekrar geriyedöndüm. Koşa koşa odaya girdim.Kapıyı kapattım. Sandalyeme


üzüldüm.Biraz sonra Doktor Ramiz geldi.Yüzü sevinç içindeydi.- Oldu... dedi. İlk önce müşkülâtçıkarttı. Fakat kendisine sizin dahaziyade benim sahamı alâkadar edenbir hasta olduğunuzu anlatınca razıoldu.- Ama doktor, ben hasta değilim...Allah rızası için... Size anlattım.Tekrar gözlerini gözlerime dikti. Enkatî sesiyle:- Hastasınız... diye kesip attı.Psikanaliz çıktığından beri hemenherkes az çok hastadır.


- O hâlde dışardakilerden farkımne?- O başka şey... Ben sizdenmesulüm.- Şimdi ne olacak?-Tedavi edeceğiz. Zaten öylemühimce bir iş değil. Bu işte teşhishemen hemen tedavidir. Yanimuntazam devam edilirse birkaçsenede biter.Çıldıracaktım. “Birkaç sene...”-Rapor!.. Doktor, karım hasta.Yüzünden belli, hasta. Beni buradanbir an evvel çıkarın.- O ayrı şey, dedik ya!


Sonra sözü değiştirdi. Geceleriburada yatacaksınız, rahat edersiniz.Etrafta dolaşmayın. Fazla şey dedüşünmeyin. Yalnız cıgara yasak!Geceleri cıgara içmeyeceğinizimüdüre vaat ettim. O gittikten birazsonra bir komşu, yatağımı veyiyeceğimi getirdi. Emine kendigelememiş, fakat hiçbir şeyiunutmamıştı.Ertesi günü, daha ertesi günüDoktor Ramiz hep benimle meşguloldu. Bu sefer rüyalarımı meraketmişti. Kim bilir, belki de yaradılışicabı pek rüya görmem. Fakat


herkes gibi benim de az çok korkuluve garip sayılabilecek rüyalarımvardı. Hatırımda kalanları tekerteker anlattım.Dördüncü günü tedavi usulümüzdeğişti. Odanın perdeleri indirildi.Ben bir kanepenin üzerine yüzümduvara çevrik yattım. Artık sualsormuyordu. Sadece hatırımagelenleri anlatmamı istiyordu. Ve bendurmadan konuşuyordum. Onualdatmak için konuştuğumu zannedeede konuşuyordum. Fakat yavaşyavaş halka daralıyordu. Düşüncemsanki karanlık bir mahzen olmuştu.


Hiçbir yere kımıldamak imkânıolmayan bir mahzen. Sonrabirdenbire bir yerde bir kelime, birhâtıra, tıpkı bir pencere açılmış gibiparlıyordu. Ve ben oraya doğruyürüyordum. Bu iki saat kadarsürdü. Perdeler açılınca kendimigerçekten bitkin buldum. Ve busonuna kadar günlerce böyle devametti.Ben sabırsızlıktan, üzüntüdençıldırıyordum. Emine hiçbir şeyiunutmuyor, ya kendisi geliyor, yahutbirisini bulup yolluyordu. Rahatımyerinde idi. Kendime boş saatlerimde


epeyce iş de bulmuştum. Baştamüdür olmak üzere birkaç kişininsaatini tamir etmiştim. Müdür yavaşyavaş bana alışmıştı. Ara sıraodasına çağırıp benimle birkaç çiftlaf ediyordu. O daha ziyadeŞerbetçibaşı Elması’na meraksarmıştı:- Hani öyle bir şey benim de elimegeçse doğrusu, ha... Adına bakılırsaceviz büyüklüğünde bir şey olmalı...Olağan işlerdir, Hayri Bey... Sizbirkaç gün daha sabredin. RamizBey raporunu versin!Ve tam kapıdan çıkacağım zaman


irdenbire duruyor, yeleğininceplerini karıştırdıktan sonra bir saatuzatıyordu:- Az kalsın unutuyordum...Hanımın saati! Çoktan beri iyiişlemiyor... Şuna bir baksanız...Ertesi günü hademe “birarkadaşın” saatini getiriyordu.Bazılarını tamir ediyor, bazılarını daâlet yokluğundan sadece hastalığınıteşhis ederek sağlık veriyordum. Buarada benim psikanalizim bütünhararetiyle devam ediyordu.Benimle konuşurken Ramiz Beyinadı geçtikçe müdürün gözlerindeki


parıltıdan şüphelendiğim içinvaziyetim hakkında herhangi bir şeysöylemeğe cesaratim kalmamıştı.Bu kadar iyi bir adam için fenayayorulacak bir söz nasıl ağzımdançıkardı? Bununla beraber zamangeçiyordu. Ve ben gerçektenbunalmıştım. Emine günden günedaha hâlsiz ve biçare idi.Tevkifimdenberi beni âdeta sırtında bir yük gibitaşıyordu. Daha muhakeme başlarbaşlamaz işime son vermişlerdi.Nerde ise parasızlık dabaşlayacaktı. Müesseseye girdiğiminonuncu günüydü ki, Doktor Ramiz


irdenbire konuşmayı kesti:- Bu devre artık bitti! dedi.Odanın içinde birkaç kere dolaştı.Sonra önümde durdu. Bir eliyleomuzuma dokundu:- Evet! Hastalığınız anlaşıldı, dedi.Sizde tipik bir baba kompleksi var.Babanızı beğenmemişsiniz... Bu okadar mühim değil. Reşit olmak içinbelki de en kısa yoldur. Fakat sizdaha mühim bir şey yapmışsınız...İhtiyarsız ellerimi oğuşturdum.Şakaklarım ter içinde idi:- Doktor lütfet!..- Hacet yok! dedi. Hastalığınızı


uldum. Zaten hayatınızı dinlerkenbulmuştum. Rüyalarınızdan ziyadehayatınızdan belliydi. Fakat bugündaha vuzuhla gördüm. Teşhisimdeyanılmama imkân yok.Ben canım ağzımda dinliyordum:- Neymiş doktor?..- Mühim bir hastalık... Fakat dahakötüsü de olabilirdi. Merak etmeyin,kolaylıkla önlenecek bir şey... Tipik,fakat zararsız...Tekrar uzaklaştı. Odanın öbürucunda bir iskemleyi âdeta siper alırgibi önüne çekti. Onun arkalığınadayanarak ilâve etti.


- Demin de dedim ya... Sizbabanızı beğenmiyorsunuz...Beğenmemişsiniz.- Aman doktor!..- Dinleyin, dinleyin...Beğenmedikten sonra kendiniz onunyerine geçeceğiniz yerde, kendinizedurmadan baba aramışsınız... Yanireşit olamamışsınız. Hep çocukkalmışsınız! Öyle değil mi?Yerimden fırladım. Bu fazlanınfazlasıydı. Düpedüz iftiraydı,hainlikti, zalimlikti, beni bir kalemdeinsanlığın dışına çıkarmaktı.- Hiç aklımdan geçmez. Geçmedi


de. Saçma, budalalık! Ne diye birbaşka baba arayayım? İstesem deistemesem de onun oğluyum...Babamı nasıl inkâr ederim?- Maalesef böyle... Hem bütünömrünüzce böyle devam etmiş...İşleriniz, şahsiyetiniz bu yüzdendurmadan karışmış...Şaşkın şaşkın etrafıma bakındım.Hiçbir yerden bir yardım gelemezdi.Kurtarırsam, kendimi kendimkurtaracaktım. Bütün kuvvetimitopladım:- Bak doktor! dedim. Benim hiçbirşeyim yok. Sadece talihsizim.


Başıma durmadan münasebetsizişler gelir. Bu talihsizlik daha beninereye kadar götürecek, bilmiyorum.Bu sefer de başıma mânâsız bir işgeldi. Lüzumsuz yere konuştum.Ağzımdan bir kelime çıktı. Onunetrafında bütün bir masal uydurdular.Mahvıma kadar gittiler. Benmaalesef kendim başladığım biryalanın kurbanıyım. Bunu nasılyaptım? Niçin yaptım? Bilmiyorum.Fakat bu iş böyle... Bir gevezelik...Başka bir şey değil. Belki buradabütün insanlıkla birleşiyorum.Hepimiz kendi masallarımızın


kurbanıyız. Fakat benimki başkatürlü oldu. Karımın, çocuklarımınhayatında, kendi hayatımda onuncezasını çekiyorum... Anla beni!Bana insanlar yüklendiler, başka birşey yok ortada...Kabil olsa yerde sürünecek,ayaklarınakapanacaktım.Konuşmam boyunca içimden kendimihep bu vaziyette görüyordum. Birşeyleri öpmek, yalvarmak,aşağılaşmak, onda hemen herkesive bütün talihi inandırmak istiyordum.O da durmadan, “Sakin olun,Hayri Bey!” diyordu. Ve ben devam


ediyordum:- Yalan. Anlayın, küçücük biryalan. Bir şaka!Daha kendime gelmiş bir hâldeanlatmağa çalışıyordum:- Aradan bu yalanı çıkarın, hiçbirşey kalmaz, kurtulurum. Hasta filândeğilim. Hasta arıyorsanız var!..Karım hasta! Hem korkuyorum, çokhasta. Yüzü berbattı geçen gün...Evden ayrıldığım gün o kadardeğildi! Fakat ben, kendim, benim birşeyim yok. Sağlam adamım.Ah o andaki sesim! Nasıltanıyordum bu sesi ve hıçkıran bütün


vücudumu. Bütün ömrümde kaç defarüyalarımdan kulaklarımda hep aynıgözyaşlarıyla ıslak bu sesle veiçimde bu korkunun tâ kendisiyleuyanmıştım. Korku... Korku ve insan,korku ve insan talihi, insanın insanahücumu, o hiç yere düşmanlık. Fakatneyi aldatabilirdim, kimeanlatabilirdim? İnsan neyi anlatabilir?İnsan insana, insanlara hangi derdinianlatabilir? Yıldızlar birbiriylekonuşabilir, insan insanlakonuşamaz.Hele Ramiz Beyin bunlarıanlamağa, hattâ dinlemeğe hiç niyeti


yoktu. O hastalığımla, daha doğrusukendi teşhisiyle alâkadardı. Hembabamı ne diye inkâr edeyim?-Sakin olun!., dedi. Maalesefbeğenmiyorsunuz. İnkâr değil,beğenmemek. İşler sizde çokkarışmış... Evvelâ Mübarek işikarıştırmış. Hikâyesi dolayısıylaevde âdeta muhterem, mukaddes biryer almış. Evin içinde kıymetler altüst olmuş... Babanızı ikinci dereceyeatmış...- Saat mi? Biçare bir şey!.. Eski,ihtiyar bir saat... Aile yadigârı.- Gördünüz mü? Biçare, eski,


ihtiyar... Ondan hep insanmış gibibahsediyorsunuz. Sözünüze dikkatedin! Biçare dedikten sonra, eskidediniz... Yani evvelâ bir insandanbahseder gibi bahsettiniz... Farkınavardınız, eski dediniz! Eşya oldu. Busefer gönlünüz razı olmadı, ihtiyarsıfatını kullandınız... Notlarınıkarıştırdı. İlk günlerde, “tuhaf”,“acayip hâller”,“keyfilik”, “ihtiyarilik”,“yaptığı işler” tabirini kullanmıştınız!-Yani?-Yani çocukluğunuz bu saatin evegetirdiği hava içinde geçmiş...Babanız bile onu kıskanmış...


Anneniz Mübarek adını verdiği hâldebabanız “Menhus” adını koymuş,nasıl oldu da parçalamadışaşıyorum. Çünkü babanız sizdenevvel tehlikeyi görmüş...- Parçalamak değil amma, satmakistiyordu...Doktor sevinçle yerinden fırladı.Dâvasının bir ispatını dahavermiştim.- Yani evden uzaklaştırmakistiyordu.Başımı eğdim, yalan değildi.Babam bu saate âdeta düşmandı.“Bana hiç rahat vermiyor ve menhus


evimi âdeta zaptetti...” deyipduruyordu.Yeniden kuvvetlerimi topladım.Yeniden anlatmağa çalıştım. Başkane yapabilirdim?- Doktorcuğum lütfet! Bunlarmâkul şeyler değil. Adamcağızağzından iki kelime kaçırdı diye...Saat kıskanılmaz... Eşya kıskanılırmı hiç? Başkasında olsa anlarım.Kendi malim insan kıskanmaz, belkibeğenmez, bıkar, atar, satar, yakar,mahveder, amma...- Sonra Nuri Efendi, SeyitLûtfullah, Abdüsselâm Beyler gelmiş.


- Nuri Efendi ustamdı, dünyanınen iyi adamıydı. Lûtfullah biçare birmeczuptu, söyledikleri yaptıkları benieğlendirirdi. Masal gibi hoşumagiderdi. Abdüsselâm Beye gelinceçok iyiliğini gördüm.- Evet amma, hepsinin muayyenbir devresi var. Ayrı ayrı zamanlardapeşlerinden gidiyorsunuz.Yavaş yavaş içimde bir telâşbaşlamıştı. Acaba böyle miydi?Muhakkak ki, hepsine ayrı ayrıbağlanmıştım. Doktor Ramizbirdenbire büsbütün amansız kesildi:- Çocuğunuzun adını Abdüsselâm


Beyin vermesini ne ile izah edersiniz?Tekrar ellerimi uzattım. Akıl vemantığa, o tek selâmet yolunadönmesi için yalvardım:- İnsaf doktor, insaf... Nezaketmeselesi, evinde oturuyordum.İyiliğini görmüştüm. Velinimetimdi...Teberrüken, teyemmünen, eskilerindediği gibi takdisinimet için, nederseniz deyin...- Yani bir kelime ile size babalıketmişti. Siz de içinizden bunu kabuletmiştiniz... O kadar kabul etmiştinizki, adamcağız kızınıza kendianasının adını veriyor.


- Bu da benim kabahatim mi? Overdi, yanlışlık...- Tabiî... Bu rolü ona sizaşıladınız!..Telkin meselesi. Sizkuvvetli adamsınız Hayri Bey,kuvvetli bir hasta yahut...Artık bütün mukavemetimkırılmıştı. Nerdeyse yalnız onabakacak, ona şaşıracaktım. Nasılmuhakeme esnasında günlerceherkese şaşırdımsa, “Nasıl oluyorda böyle düşünebiliyorlar!” diyehayret ettimse... Galiba bizibenzerlerimizin karşısında her günbirkaç defa çıldırmaktan bu hayret


kurtarır.Cigaramı söndürerek ayağakalktım:- Bu kadarı fazla değil mi doktor?dedim. Vâkıa babama pek hayrandeğildim. Acayip tabiatları vardı.Huysuzdu, fazla konuşurdu, kendisiniidare edemezdi. Hulâsa pek öylesevilecek, hürmet, riayet edilecek biradam değildi. Yahut talihsiz adamdı.Ama yine babamdı. Sevmesem bileacırdım. Öyle iyi, mazlûm taraflarıda vardı ki... Onun üstüne birbaşkasını aramak... Hem zavallıadamın ölümünden şu kadar yıl


sonra. Hem ben kendi annemdeğildim ki kendime başka babaseçeyim...O eliyle işaret ederek oturttu.-Doğru, doğru... Fakat ne yapalımki, vâkıa bu. Sözlerinizin kendisi debunu gösteriyor. Rahmetli pek öylesevilecek, hürmet, riayet edilecekadam değildi, demediniz mi? Halbukibir baba daima sevilir, hürmeteşayan görülür. Bu ister istemezböyledir. Bakınız, babanızıkıskanmıyorsunuz, normal vaziyettebaba kıskanılır. O zaman işdeğişirdi. Babanızı kıskanmadınız.


Neyini kıskanacaktım zavallının?Her ağzımı açışta doktorungülüşü daha mânalaşıyordu.- Kıskanmadınız! Çünkü ondameziyet bulmadınız. Telâşa lüzumyok. Bu cins şeyler herkeste bulunur.Siz biraz fazla bu iş üzerindegecikmişsiniz. Baba olamamışsınız...Baba olunca geçer...- Baba olamadım mı? İki çocuğumvar... Hem İkincisinin adını benkoydum... İnsaf edin! <strong>Ahmet</strong>’in adınıben koydum.- Abdüsselâm Bey öldüğü için...Mamafih sonuncu babanızın ölümü


ile size bir nevi istiklâl ve olgunlukgelmiş olabilir. Mesele şimdi bukompleksinneticelerindenkurtulmanızda. Zaten şuur altında birhâdise olduğu için kendi kendisikaldıkça ehemmiyetsiz bir şeydir.Ehemmiyetsiz ve hattâ tabiî bir şey.Bilhassa bugünkü cemiyetimizde.Çünkü İçtimaî şekilde bu hastalıkhemen hepimizde var. Bakın etrafa,hep maziden şikâyet ediyoruz,hepimiz onunla meşgulüz. Onuiçinden değiştirmek istiyoruz. Bununmânası nedir. Bir baba kompleksideğil mi?.. Büyük, küçük hepimiz


onunla uğraşmıyor muyuz?.. ŞuEtilere, Frikyalılara bilmem nekavimleri-ne muhabbetimiz nedir?Baba kompleksinden başka bir şeymi?Tekrar ayağa kalktım. Kaçmakistiyordum. Fakat kahvelerimizgelmişti. Yerime oturdum.- Bu günlük bu kadar yetmez mi?diye yalvardım.- Hayır, oturun ve beni dinleyin!Siz de bilirsiniz ki psikanaliz...Boynumu büktüm, kollarımı açtım.- Doktor nerden bileceğim benonu? Ben cahil bir adamım. Hayatımı


on defa dinlediniz. Doğru dürüstokumadım. Babam kâfi derecedesert değildi. Beni okutamadı.Birdenbire durdum. Yine kendimiele vermiştim. Babamıbeğenmediğimi gösteren sözlersöylemiştim. Sözü değiştirmekistedim.- İyi kötü biraz saatten anlarım,işte o kadar!..Ve tabiî saat der demez evvelâ“Mübarek” sonra rahmetli NuriEfendi, yani ikinci babam hatırımageldi, sustum. Bu baba kompleksikorkunç bir şeydi. İnsana ağız


açtırmıyordu.Bereket versin doktor benidinlemiyordu. Zaten pek az dinlerdi.- Malûm malûm... Buralarınıbiliyorum. Ama üzülmeyin. Okumuşolsanız bir şey mi çıkardısanıyorsunuz? Psikanaliz bilmediktensonra, hepsi bir...Bir müddet düşündü. Çantasınıaçtı. Cıgara paketini çıkardı. Birtanesini bana ikram etti, bir dekendisi yaktı. Tekrar paketi çantayakoydu, kilitledi.“Niçin cebine koymaz!” diyeyeniden sinirlendim. Sonra kendime


kızdım. Dünyanın en gülünçhastalığına tutulmuşum, bir deelâlemin işine karışıyordum.Doktor Ramiz yüzüme âdetaşefkatle baktı.- En iyisi işe baştan başlamaktır.Ben size kısaca öğretirim.Psikanaliz...İnsaf, merhamet, yangın var...Hayır, psikanaliz...İlk ders akşama kadar sürdü.Akşamüstü Doktor Ramiz banaAlmanca basılmış bir konferansınıbırakarak gitti. Gece yatağımıodaya serdim. Başıma gelenleri


düşünmeğe başladım. İkinci haftabitiyordu. Hâlâ rapordan eser yoktu.Üstelik de yeniden tahsilebaşlamıştım. Broşürü elime aldım.Zehir gibi Almanca idi. Hoş Türkçeolsa ne anlayacaktım? Belki rüyamagirer de keşfederim diye yastığımınaltına koydum.Ertesi günü sabahleyin“ziyaretçiniz var” dediler. Karımdı.Yüzü daha solgunca, yanakları dahaçöküktü. Meraklı gözlerle banabakıyor, gözyaşlarını zorlatutuyordu. Onu teselli için neşeligöründüm.


- Bitmiyor mu? dedi.- Hayır, dedim. Yeni başladık.Dün ilk dersi aldım.- Ne dersi? Delirdin mi?- Bayağı ders işte. Psikanalizöğreniyorum!Vaziyeti kendisine kısaca anlattım.Emine’nin bulanık gözlerine rağmenyüzünde beliren tebessümüseyretmek iç yıkıcı bir şeydi.İşin komiğini anlıyor, fakatgülmeğe cesaret edemiyordu.- Deli mi bunlar? dedi. Hiç yoktanbaşımıza bu iş gelsin...Sonra beni teselli etti:


- Öyle hastalık olmaz. Aldırma! Hahı de, şu raporu al!.. Yalvar, akıllıgörün, deli ol, ne yaparsan yap!..Buradan çık!O gün Ramiz Bey rapora hiçyanaşmadı. Bilâkis psikanalizhakkındaki izahat devam etti. Fakatbu sefer benzetmelerle işi anlatmağabaşladı. İş büsbütün karışmıştı.Hem anlamadığımı biliyor, hem debir şeyler anladığımı sanıyordum. Birara, bir akşam evvel bıraktığıkitaptan bahsetti.- Biraz baktınız mı? dedi.- Nasıl bakayım? Ben Almanca


ilmem ki... Bilsem de bu yüksekilim...- Ha, evet... dedi. Unutmuşum.Zarar yok, ben size anlatırım.Bereket versin bu sefer araya, obroşürdeki konferans vesilesiyletanıdığı Alman kızının hâtırası girdi.Oradan onun arkadaşı olanhastabakıcıya geçtik. İkide bir çantaaçılıyor, cıgara paketi çıkıyor, sonratekrar kapanıyordu. Biraz sonra tabiîsıra İngiliz çakısına geliyor, çantatekrar açılıyor, o aranıyor, tırnaklartemizleniyor, daha sonra kolonyaşişesi çıkıyor, eller temizleniyordu.


Ve genç kızlar tünel kayışı gibi biriöbürünü tanıştırarak gözümüzünönünden akıyordu. Saat ikiye doğruDoktor Ramiz, “İşim var!” diye gitti.Daha ertesi günü doğrudandoğruya rüyalarımızla meşgul olduk.Bu sefer doktor, Almanya’da hiçkadın tanımamış gibi davranıyordu.Buna mukabil yorgun ve sinirli idi.Gözlerinin altı halka halka mordu. Hiçuyumamış olacaktı. Belki deyorgunluğu ve sinirliliği yüzündenanlattığım rüyaları hiçbeğenmiyordu. Beni babasınıbeğenmeyen, her rast geldiği yerde


kendisine baba arayan adamlarıngörmesi icap eden rüyalarıgörmemekle itham ediyordu.- Nasıl olur? diyordu. Sizin gibi birzat, hastalığına uygun bir tek rüyagörmüş olmasın! Bari bundan sonrabiraz gayret etseniz...İşte bu son cümle tedavimde yenibir merhalenin başlangıcı oldu. Ogün akşama kadar sustu, beni âdetagörmemezlikten gelerek, odanıniçinde sinirli dolaştı, sonra birdenbirekararını vermiş gibi karşıma geçti,en ciddî sesiyle:- Sizden hastalığınıza daha uygun


üyalar görmenizi istiyorum.Anladınız mı? dedi. Bütün gayretinizisarf edip öyle rüyalar görmeyeçalışın! Evvelâ sembollerdenkurtulmalısınız. Babanızı rüyanızdakendi çehresiyle gördünüz mü işdeğişir, her şey düzelir...- Ben her zaman babamı kendiçehresiyle görürüm. Zaten öylegörmedim mi babam olmaz, başkasıolur.- O kadar kolay değil. Bu işler sizfarkında olmadan olur. Onun içiniradenizi toplayıp, babanızınbüründüğü sembollerden kurtulmağa


çalışın. Onlar ortadan kalkıncababanızdan kurtulmak kolaylaşır.Yani babanızdan gelme aşağılıkduygusundan... Size bu haftagörmeniz lâzım gelen rüyalarınlistesini veriyorum.Ve elime bir kâğıt parçası uzattı.- Doktor, isteyerek rüya görülürmü hiç? Reçeteyle rüya... İmkânsız.- Bu müspet bir ilimdir, dostum!Burada itiraz olmaz.Bütün bunlar avukatımın deliliğimimutlaka ispat etmem icap edersebaş vurmam için öğrettiği uydurmaateş oyununa hiç ihtiyaç kalmadan,


daha esaslı şekilde, yüzde yüzemniyetle deliliğe doğru gitmekti. Neyapayım ki, bu sayede bir yığınhasta, katil, eroin düşkünününbulunduğu koğuştan kurtuluyor,günümü Doktor Ramiz gibi terbiyeli,zeki, âlim, insancıl ve iyi niyetli biradamla geçiriyor, istediğim kadar,yahut onun istediği kadar, cıgara,kahve içiyordum.Bu kadar iyiliğe karşı ben deelbette küçük bir karşılıktabulunmayı isterdim. Yatmadan evvelelimden geldiği kadar babamıdüşünüyor, onu hayatımın her


safhasındahatırlamağaçalışıyordum. Fakat inadına babamhiç rüyama girmiyor, yahut hepDoktor Ramiz’in sembolleriylekarşıma çıkıyordu. Kâh çok dar veyıkılmağa hazır bir köprü, kâhbozuk, her tarafı çamur birikintileridolu bir kaldırım oluyor, bazensimsiyah bir vapur hâlinde, benküçük bir kayıkta çalkanırkenüzerime geliyordu. Ve ben tabiî,doktorun emrini yerine getirememekkorkusuyla derhal sıçrıyarakuykudan uyanıyor, tekrar gözlerimisımsıkı kapayarak onu asıl


çehresiyle düşünmeğe başlıyordum.Bu tecrübelerden adamakıllı yorulupda uyku basınca, yani doktorunsözüyle kontrol imkânı kalmayıncabüsbütün başka türlü rüyalarbaşlıyordu.Hakikatte âkıbetimiz ve bilhassaEmine’nin sıhhatindeki perişanlıkdüşüncemi zaptetmişti. Uykuda veyauyanık onunla meşguldüm. Doğrudandoğruya içinde bulunduğum vaziyetinaksi olan karmakarışık, sefil vesıkıntılı hayallerden sonra, daimaonun solgun yüzüne ve şikâyet,serzeniş dolu gözlerine bakarak


uyanıyordum. Doktor Ramiz bütünbunlara kızıyor:- Size en yeni ve şahsî metodu,kendi bulduğum metodu tatbikediyorum. Buna “Dirije rüya” metoduadını verdim. Evvelce görülmüşrüyalarla hastalığı teşhisten sonrahastanın rüyalarını sıkı bir kontrolleidare ederek onu tedavi etmekmetodu... Bu metodu bana siz ilhamettiğiniz hâlde şimdi hiç gayretetmiyorsunuz. Ne kadar acayipinsansınız! Hiç iradeniz yok mu? Hepbugünle mi meşgul olursunuz? Birazda bütün hayatınızı düşünün.


Yazık ki bunun için yeter derecedeiradeli değildim. Zaten hiçbirimizdeğildik. Halbuki irade her şeydi. Hiçolmazsa Doktor Ramiz’e göre irade,psikanalizin yanı başına konabilecekhayatı tıpkı bir kralın kıraliçesi gibionunla paylaşmağa lâyık tek şeydi.Bütün büyük filozoflar ondanbahsederlerdi. Ve tabiî hemenarkasından bir yığın isim geliyordu.Bir yığın isim ki iradenin ta kendisiidiler: Nietzsche, Schopenhauer... VeDoktor Ramiz bütün bunlarıbehemehal okumuş olduğumainandığı için hepsinden bana üstü


kapalı misaller veriyor, sonrakitaplardan aldığı bu misalleri günlükhayata, kendi hayatına, benimhayatıma, memleket meselelerinetatbik ediyor ve oradan tabiatıylaAlman musikîsine geçiyorduk. DoktorRamiz’e göre -sonradan Almanya’daokuyanların çoğunda bu hâli gördüm-Beethoven’i hemen hemen bizimsokağın arkasında oturan bir adamgibi behemehal tanımaklığım lâzımgeliyordu. Wagner’e gelince omutlaka ikimizin de akrabasıydı. Çokdefa Dokuzuncu Senfoni’nin korosuile veya Tenhauser’in marşıyle biten


konuşmalardan sonra doktorun ferdîhâtıraları başlardı. O da bitincedoktor birdenbire ayağa kalkar, tıpkımutlak boşluğun karşısına dünyayıyaratmak iradesiyle dikilen bir tanrıgibi karşıma geçer, yokluktan herşeyi çekecek büyük ve sihirlikelimeyi tekrar ederdi:- İrade... derdi. Anladınız ya!İrade... Her şey bu kelimededir.Ve beni, tevdi ettiği bu sırla başbaşa bırakmak için çantası vepardöstisü kolunda, ıslıkla deminsöylediği marşı veya koroyutekrarlayarak odadan fırlardı.


Ve ben yalnız odada başım ikielimin arasında şaşkın ve budala“Beethoven, Nietzsche, irade,Schopenhauer, psikanaliz...” diyetekrarlardım. Ah kelimeler, isimler veonlara inanmanın saadeti...Bir gece rüyamda bir arslanıüzerime saldırırken gördüm. Bereketversin bir yerime dokunmadan geçti.Çocukluğumda, ne ŞerbetçibaşıElması'nun hırsızı, ne miraskaçırıcısı ve Doktor Ramiz’in hastasıolmadığım o mesut zamanlarda,sabah kahvaltımızı yaparken herkeso gece gördüğü rüyayı anlatırdı. O


zamanlar yapılan tabirlerden arslanın“adalet”i temsil ettiğini öğrenmiştim.Rüyamdaki arslan banadokunmamıştı. O hâldekurtulacaktım. Sabahleyin DoktorRamiz’i bu müjde ile karşıladım verüyamı anlattım. İlk önce hoşunagitti:- Evet...- Sonra yanımdan geçip gitti.Bana hiç dokunmadı.Yüzü birdenbire değişti:- Yalnız bu kadar mı?- Tabiî... Korkudan derhaluyandım. Hattâ biraz da sevinerek.


Çünkü rüyada arslan görmek adaletveya hükümet kudretidir...Fakat o dinlemedi:- Yazık! Büyük fırsatkaybetmişsiniz... Çok yazık!Biraz düşündükten sonra ilâve etti:- O arslana kendiniziyedirtecektiniz.Tüylerim diken diken oldu:- Aman doktor...- Evet böyle... Yahut öldürüppostuna girmeliydiniz. Hulâsa ondakaybolmalıydınız ve yine ondandoğmalıydınız. O zaman her şeyhallolurdu. Masallarda dikkat


etmediniz mi? Hep kaybolurlar...Kaybolmak, yani ölmek, sonra tekrardirilmek... Bir kompleksten kurtulmakiçin bundan daha emin çare yoktur.Fakat yapamadınız... Yapamadınız.Bu fırsatı kaçırdınız!Hakikî bir yeis içinde ellerinioğuştura oğuştura odanın içindedolaşıyordu:-Yapamadınız...Bütüngayretlerimi mahvettiniz. Tekrardoğacaktınız, halbuki olduğu gibikaldınız...Ben elimden geldiği kadarteselliye çalıştım:


- Üzülmeyin doktor, bu gecegayret ederim. Zaten doğru dürüstgitmemişti, belki bu akşam yine gelir.- Nafile, bu beceriksizlikle... Hiçzahmet etme!Sonra tekrar gözlerini gözlerimedikti ve aşikâr bir yeis içinde:- Azizim, dedi, birbirimizi beyhudealdatmayalım! Sen iyi olmakistemiyorsun... Hiç gelir mi bir daha?Giden gelir mi hiç!Hakkı vardı. Arslan da babam gibibaşına geleceği anlamış olacak ki,bir daha rüyama girmedi.Bununla beraber arslan sayesinde


iraz ferahladım. Bir gün sonrabana:- Arslan adalettir, demiştiniz, o nedemektir? diye sorunca ona eskitabirnamelerden bahsettim.Eskiler de rüya tabirlerine çokehemmiyet verirlerdi. Amma sizinkigibi değil... Hiç uymuyor...- Demek bizde de rüya anahtarlarıvar?- Hayır, hayır, anahtar değil...Bayağı kitap! Her görülen şeyinkarşılığı yazılı.Doktor Ramiz bize ait şeyleri çokseverdi, fakat güçlükle, sanki birkaç


senelik bir gurbetten değil de, iki ayrıhayatın arasındaki boşluktan gibihatırlardı. Tabirnameleri, “Öyle yaöyle ya!” diye hatırladı ve derhalbaşını sallamağa başladı:- Azizim, bizim bu eskiler,tükenmez hazine...Niçin eskilerden bahsederkenbaşımızı sallarız? Bu bir âdet mi,gelenek mi, yoksa yeni bir hastalıkmı?O gün akşama kadartabirnamelerden bahsettik. Viyana’yabir kongre için bu hususta bir raporyazacaktı. Benim böyle şeyleri


ildiğimi söyleyerek yardımımı istedi.Gözünde birdenbire değişmiş, benadlî bir iş için müşahedeye alınan birhasta, o doktor olmaktan çıkmış,bayağı iki iş arkadaşı olmuştuk.İkide bir sırtıma vuruyor, bu işibaşarmak icap ettiğini söylüyordu.Ayrılırken o akşam için hangirüyaları görmekliğim icap ettiğinisordum. Anlamamış gibi yüzümebaktı... “Rapor...” dedi. “Raporuyazın! Kongre yakın!”Bu rapor tabiî yazılmadı. Fakatyeni dostumun önünde mühim biretüt sahası açılmıştı. Eski tıp, cefir,


ilm-i menafiülaza, ilm-i havas, ilm-isimya, ilm-i huruf, hulâsa, tiyatrodiliyle, Seyit Lûtfullah’ın bütünrepertuvarı, sahaflarda öbek öbekyığılan yazma ve basma kitaplarınyarım ve biçare bilgileri onun içinbirdenbire çok mühim şeylerolmuştu. İşin garibi bunların hepsinibenim vasıtamla öğrenmekistemesiydi.- Canım doktor, kitapları varbunların... Şöyle Bayezıt’taSahaflarda bir dolaşsanız sekiz onliraya kıyamet kadar toplarsınız!- Evvelâ siz anlatın bir kere...


Tabiî kitap da alınacak. Amma ilimağızdan nakledilir. Bak benpsikanalizi nasıl birkaç günde sizeöğrettim...Bereket versin ki, bu arada yargıçdosyayı ciddiyetle okumuş veifademin Abdüsselâm Beyindamadının ve kızının ifadeleriyleaynı olduğunu görmüş, hiç olmazsadâvanın bana ait kısmında kâfiderecede kanaat edinmişti. DoktorRamiz’in, önünde açılan yeni etütsahaları uğrunda hakkımda vereceğiraporu tamamiyle unuttuğu ve belkide en mucizeli şekilde iyileştiğime


karar verdiği bugünlerden birindeberaatime daha doğrusu dâva dışıkalmama karar vermişti.İyilikler de kötülükler gibidir.Beraber gelirler. Bu kararın banatebliğ edildiği günün gecesinde bende Doktor Ramiz’ebeğendirebileceğim cinsten, şöyledörtbaşı mamur, binaenaleyh herhatırladıkça kafamı zehirleyecek vekendi kendimden şüphe ettirecek birrüya görmeğe muvaffak olmuştum.


VRüyamda Aristidi Efendinineczanesininarkasındakilaboratuvarında idim. Nuri Efendi,Seyit Lûtfullah, Abdüsselâm Bey,onun büyük oğlu, belki bütüntanıdıklarım, Doktor Ramiz, hepberaberdik ve ayakta AristidiEfendinin tecrübelerini takipediyorduk. Fakat burası hakikaten


eczanenin laboratuvarı mıydı, yoksa“çocukların odası”nda mıydık? Vâkıabütün o aynalar, konsollar, beşikler,üst üste yığılmış eşyanın hiçbiriortada yoktu. Bununla beraberonların hepsi orada idiler. Ve orasıhem laboratuvar, hem “çocuklarınodası” idi. Zaten benimle beraberbulunanlar da ortada yoktu. Fakatorada olduklarını, hep beraberolduğumuzu biliyordum. Hep birden,bir akşam yarım aydınlıkta içeriyegirdiğim zaman kendi yüzümü içindegördüğüm için o kadar acayipşekilde şaşırdığım ve korktuğum o


üyük aynaya bakıyorduk. Çünküinbik bu aynanın kendisi idi, yahutonun içinde kaynıyordu. Toprak rengibir külçe köpüre köpüre durmadankendi üstünde dönüyor, ince kükürtrengi damarların filizlediği siyahımsıbir bulut gibi inbiğin tâ yukarılarınaçıkıp iniyordu.Yanı başımdan bir ses:- Nerdeyse ayrılacaklar... Amandikkat... diye bağırdı ve hep birdengittikçe artan bir dikkatle, buköpüren, kendi üstünde canlı birmahlûk gibi toparlanıp dönen çamur


ve toprak rengi buluta bakıyorduk.Birdenbire Seyit Lûtfullah’ın sesiniişittim.- Tamam...Tamam... Oldu!..O zaman inbiğin üstü yemyeşil birışıkla aydınlandı. Siyah bulutaşağıya bir çamur gibi çökmüştü.Onun üstündeki kükürt rengi ışığınortasında yavaş yavaş o açık baharbulutlarına benzeyen henüz kıvamsızbir şekil peydahlanmağa başladı.Ben korkudan yüreğim ağzımdaaynanın içine girecekmişim gibi eğileeğile bakıyordum. Seyit Lûtfullahdurmadan:


- Tamam...Tamam! Şimdi, şimdi...diyor ve o acayip dualarını okuyordu.Ve ben, olacak şeyi biliyormuşumgibi kalbim ağzımda:- Yapmayın! Bırakın, yapmayın!diye yalvarıyordum.Birdenbire beyaz bulut değişti.Emine’nin başı, saçları kükürtlürüzgârda yarı tutuşmuş gibidudakları solgun ve gözleri apaçıkgöründü. Bana, “Kurtar beni!..” diyebağırıyordu. Ben aynaya, yahutinbiğe doğru atılmak içinçırpınıyordum. Fakat bir türlükımıldanamıyordum, sanki her


tarafımdan yüzlerce el benitutuyordu, belki de hiç tutan yoktu,sadece olduğum yerden bir yerekımıldıyamıyordum. Dehşetten,sevgiden, ümitsizlikten, acımaktanyarı çılgın uğraşıyor, yalvarıyordum.Emine durmadan: “Kurtar beni,kurtarın beni!” diye bağırıyordu veSeyit Lûtfullah:- Bu kadar zahmetten sonra nasılolur? diye cevap veriyor, sonra:“Dur... Dur...” diye banasaldırıyordu.Hepsi bana sarılmıştı. İnbiğiniçinde Emine, gözleri korkudan açık


saçları alev alev tutuşmuş,yalvarıyordu. Ben muttasılçırpınıyor, ona doğru gitmekistiyordum. Fakat Seyit Lûtfullahçengel gibi elleriyle beni yakalamıştı.Ne kadar çok eli vardı ve nasıl sıkıtutuyordu, her yanımdan âdetamengenelerle sıkıştırılmış gibiydim.Nefes alamıyor, boğulacak gibikıvranıyordum. “Bırakın beni...Bırakın!” diye yalvarıyor, onlarlaboğuşuyordum. Ve biliyordum ki,bırakmayacaklar, onu hiçbir zamankurtaramayacağım... Buna rağmenuğraşıyor,çırpınıyordum. “Gitti,


mahvoldu. Bırakın beni!” diyordum.Ve hakikaten aynadaki hayalgittikçe değişiyordu.Biraz sonra, üzerime dikilmiş,korkudan alabildiğine açık iki gözdenbaşka bir şey kalmadı. Durmadansavrulan, kendi üstüne dönen en çiğtirşe rengi bir ışığın arasından banabakan korku, hayret ve itham dolu ikibüyük göz, “Bütün bunlar seninyüzünden oldu!” diyen Emine’ningözleri...O zaman, işte bütün ogördüklerimden daha korkunç bir şeyoldu. Müthiş bir rüzgâr her şeyi


savurmağa başladı. Başımızdandam bir lahzada uçtu, duvarlarkendiliğinden devrildi ve biz burüzgârda savrulmağa başladık.Biraz sonra kendimi karanlıkgecede bir bayırdan aşağıya inerkenbuldum. Yanımda Doktor Ramizvardı. Koluma girmiş, bir şeylersöyleyerek beni çekiştire çekiştireyürüyordu. Aşağıda uçurumundibinde bir ev ışıklar içinde parıl parılparlıyordu. Fakat yolun çok uzunolduğunu, eve erişsem de bununhiçbir şeye yaramayacağınıbiliyordum. Bununla beraber, âdeta


koşarcasına yürüyordum. “Birazdaha gayret, doktor, biraz daha...”diyordum. Birdenbire yanı başımızdabir gölge belirdi; bu gittikçe büyüyengölge Seyit Lûtfullah’ınkaplumbağası idi. Korkunç bir şeydibu. Karanlıkta iyi mayalanmış birhamur gibi, su gibi, rüzgâr gibi yavaşyavaş kabarıyor, büyüyor, etrafıkaplıyordu. Hiçbir şey onunbüyümesine mâni olamazdı.Milyonlarca çekirgenin yapacağı birhışırtı ile her lahza biraz daha kendiiçinden büyüyordu. Dişlerim birbirinevura vura, “Büyüyecek, büyüyecek,


yerin ve göğün kendisi olacak!” diyesöyleniyordum. Bu korku ileuyandım.Ter içindeydim. Dişlerim birbirinekenetli, bir müddet olduğum yerde,yalnız kalbimin gürültüsünüdinleyerek etrafa bakındım. Dahasabah olmamıştı. Garip bir sessizlikvardı. Koca bina, her şeyi inkâr edenbu sessizliğin içinde, ölü bir sudaçalkanan bir gemi enkazı gibi sessizsadasız yüzüyordu. Bununla beraberne olsa ayaklarım yere basmıştı.Bütün o kadar dehşetle yaşadığımşeyler rüya idi. Bir cigara yaktım. Bir


iki nefesten sonra yataktan çıktım.Masanın başında bir sandalyeyeoturdum. Kendi kendime bir dahatekrarladım: Rüya imiş. FakatEmine’nin yüzü ve çığlıkları aklımdangitmiyordu. Bakışlarını görmemekister gibi gözlerimi kapadım.Birdenbire bir acı ile uyandım.Ağzımdaki cıgara sonuna gelmiş,dudaklarımı yakmıştı. Onu yereattım, terliklerimle üzerine bastım,sonra yine gözlerimi kapadım.Bir el omuzuma dokundu. Hiçbirşey anlamadan yüzüne baktım.DoktorRamiz’in


hademesiydi.“Saaton!” dedi. Müdürbeni istiyormuş. Hep aynı korkuiçinde giyindim. Vereceği kötühaberden o kadar emindim ki,adama “Niçin?” demek, bir şeylersormak aklımdan geçmiyordu.Yüzüne bile bakmıyordum. Her şeybitmişti.Yukarda müdür bana gülerekkararı okudu. Doğrudan doğruyaserbest bırakılmamı söylüyorlardı.Ben muttasıl ona, “Eve dönüp de neyapacağım?” der gibi bakıyordum.“Emine’yi kaybedecek olduktansonra...” İçimde, hemen o anda,


çoktan beri sargılı, iyiliğe gitmediğiçok iyi bilinen bir yarayı kendi elimleaçacakmışım, onun ümitsizmanzarasıyla ve dehşetiylekarşılaşacakmışım hissi vardı.Müdür sonunda:- Neniz var? diye sordu.- Hiç dedim. Korkuyorum. Artıkher şeyden korkuyorum.Babacan bir adamdı. İnsan işlerinibiliyordu:- Hepsi geçer... Bu iştenkurtuldunuz ya, ehemmiyet vermeyin!Ve bana ayak üstünde kendihikâyesini anlattı:


- Biz heyetten raporu çoktangöndermiştik!Aşağıda Doktor Ramiz sevinçtenboynuma sarıldı:- İşlerimize dışarda devam ederiz!diyordu. Zaten tedaviniz bitmişgibiydi. Birkaç seans daha yaparız,olur biter. Şu raporu da hazırlarız!Birdenbire tepem attı:- Hangi rapor? diye bağırdım.- Canım, bizim kongre raporu...Tebliğ denen şey. Tabirnameleriçin...Heyhat!Eşyamı benimle beraber hazırladı.


Eve kadar otomobille berabergelmekte ısrar etti. Ne kadar iyiinsandı! Şu anda benden fazlasevindiğine hiç şüphe edilemezdi.Buna rağmen altı hafta yerindenkımıldamamış, bir türlü başındanberi vaat ettiği öbür raporuvermemişti.Şimdi bütün bunları unutmuş, birçocuk gibi seviniyor, ikide bir gelecekzamanlardaki dostluğumuz namınaprojeler kuruyordu. Yazık ki busevinci lâyıkıyla paylaşamıyor, hiçbirsözüne cevap veremiyordum. Okonuşurken, ben hep gördüğüm


üyayı düşünüyordum.Sona doğru çılgın bir sabırsızlıkbeni yakaladı. Hep, “Bir an evvel, biran evvel!” demeğe başladım.Yolda rastladığımız her şeyi,herkesi bu rüyanın içime iyiceyerleşmiş havasında görüyordum.Onun arasından geçerek, onunâdeta bir başka parçasını yaşayarakmahallemize ve sokağımıza geldim,onun dehşetiyle kapıyı çaldım.Emine’nin sevincini gördüğüm ânakadar bu hep böyle devam etti.Denebilir ki, asıl onu görünceuykudan uyandım. Karım biraz


zayıflamıştı. Ellerinde ve boynundahep aynı sıcaklık vardı. Bununlaberaber karşımdaydı. Ve herzamanki neşesiyle, açık kalbiylegülüyordu. Bu gülüş banakaybettiğimi sandığım her şeyi birlahzada iade etti.Yukarı çıktığımız zaman DoktorRamiz birdenbire: “Mübarek!” diyehaykırdı ve eski yerinde tertemiz,pırıl pırıl, bütün azametiyle kurulmuşaile yadigârına doğru koştu.Ben, “Hayırdır inşallah!” der gibikarıma baktım.O, gülerek:


- Ne yapayım, dedi. Başımızaöyle şeyler geldi ki artık ben de buişlere inanmağa başladım. Geçenhafta indirdim. Fena da olmadı hani;yeri âdeta boş duruyormuş!Doktor Ramiz, bizi unutmuştu.Zehra’nın ayakta, öpmesi için eliniuzatmasını beklediğinden habersiz,yere çömelmiş eski saatimizebakıyordu. Yüzünde en büyükhasretine kavuşmuş insanlarınsevinci vardı. Emine biraz ötedensessiz bir tebessümle bir ona, birbana bakıyor: “Bunu da neredenbuldun?” der gibi işaretler yapıyordu.


Ben, tekrar omuzlarımı silktim ve buyeni gelen amcanın dalgınlığındanistifade ederek kızımı bilmemkaçıncı defa tekrar kucakladım. Herşey yerli yerindeydi.


VIEmine’nin neşesi ve cesaretiyavaş yavaş bozulmuş sinirlerimidüzeltti. Acayip maceramızıunutmağa başladım. Bilhassa okorkunç rüyanın tesir ve korkularıgitmişti. Bu rüyayı, günlerce sürenmünasebetsiz ısrarıyla banamusallat eden Doktor Ramiz’e karşıhiddetim bile yavaş yavaş geçti.


Hususuyla Emine’yi muayene edipde, hiçbir şeyi yok, dediği zamaniçimde ona karşı sadece minnetvardı.İlk günlerim tabiatıyla iş aramaklageçti. Daha muhakeme başlarbaşlamaz çalıştığım yerde işime sonverdiklerini söylemiştim. Bir günmektepteki hocalarımdan birinerastladım. Beni Fener Pos-tanesi’ninmüdürüne yolladı... “Orada bir açıkvarmış!” diyordu. Hakikaten bu yeraçıktı. Emrim geledursun hemen ogün işe başladım. Maaşım, eski


kazancımı tutmuyordu. Fakatehemmiyeti yoktu. Ufak tefekkısıntılarla her şey yoluna girebilirdi.Hürriyete, evime, çocuklarıma, doğrudürüst yaşayan insanların dünyasınayeniden kavuşmuştum. Hattâ DoktorRamiz bile acayip merakları, birbirinitutmaz hareketleriyle artık eskisi gibibeni rahatsız etmiyordu. Zaten dahaserbest kaldığımın haftasında beniöyle garip bir âleme sokmuştu ki,orda herhangi bir hareketinaksaklığını görmek imkânsızdı.Burası Şehzadebaşı’nda, boşzamanlarında vakit geçirdiği büyükçe


ir kıraathaneydi. Aziz dostum, benAdlî Tıpta iken, bu kıraathanelerdekibütün ahbaplarına, türlümeziyetlerimi, eski âlemimizhakkındaki bilgimi, saat tamirindekimaharetimi öyle övmüş, maceramı okadar yana yakıla anlatmış, bilhassahastalığım hakkında o kadar çok vemühim tafsilât vermişti ki, daha ilkadımımı atar atmaz bütün kahvesevinç çığlığı ile doldu. Âdeta eskibir dost ve günün kahramanı gibikarşılandım. Doktor Ramizmasamızın önünden her geçenidurduruyor ve beni, “Hakikî bir baba


psikozu geçirdi, meslek hayatımın enmühim hastası budur.” diye takdimediyor, sonra tekrar izahatabaşlıyordu.- Şimdi hastalığını da, tedavisinide biliyor. Yaman adamdır.Mükemmel bir kültürü vardır. Sonrairadesi... Bu irade sayesinde öyle birrüya gördü ki!., diye sırtımı uzunuzun sıvazlamalarla devam eden buizahat hakikaten garipti.Doktor neredeyse sözlerini, “Haydikalk! Amcanın karşısında biraz yürübakayım!”, yahut, “Hani yeni şiirezberlemiştin, onu okusana canım!”


diye bitirecekti.İlk önce buna çok sıkıldım vebayağı neticelerinden korktum.Fakat hayır, burası gerçekten garipbir yerdi. Hiçbir şeye hayretedilmiyor, hiçbir şeyin üzerinde fazladurulmuyordu. Burada insan, olduğugibi, bütün hususiyetleriyle,kabahatleriyle, sakatlıklarıyla kabulediliyordu. Ve bunlar ne kadar çokolursa o kadar hoşa gidiyordu. Fakatbu affedilmek değildi. Aksine hiçbirşey unutulmaz, hattâ her zaman içinhatırlanırdı. Gerçekte onlar,pasaportlarda o kadar dikkatle


kaydedilen ve isim, doğuş tarihi gibişeylerin ötesinde insanı herhangi birkarışıklığa artık meydanvermeyecek şekilde tâyin edenayırıcı ve değişmez çizgilerebenzerdi. Yıllardan sonra bukahvede tanıdıklarımızdan birini birvekil sandalyesinde gördük.Korkulacak derecede muvaffakiyetlibir politika adamı olmuştu. Fakat buacayip kahvede onu tanıyanlarkendisine hâlâ aynı gözle bakıyorlar,adı söylenince aynı şeylerihatırlıyorlar, aynı hükümleritekrarlıyorlardı.


Bütün hususiyetini, sonunda iflâseden sahibinden alıyordu. Ömründebir gün bile ciddî görünmekzahmetine katlanmamış olan buadam İstanbul’un hemen yarısınıtanıyordu. Zaten dost olmak için birkere görmesi kâfiydi. Bu sayedekıraathanesini bir nevi kulüpyapmıştı.Son derece sevimli, iri yapılı,güzel bir adamdı. Acayibi,yaşanabilecek tek diyar gibi seçmişolmasaydı, birinci sınıf bir iş adamıolabilirdi. Kendisine mahsus eski ileyeni arasında bir dil, hemen hemen o


kadar yapmacık bir kıyafet ve baştaFrenk taklidi sivri bir sakalla birçehre uydurmuştu. Bu yapma çehreve kıyafet ve yapma dille, her işindış tarafında kalmak şartıylasabahtan akşama kadar dünyanın enakla sığmaz hikâyelerini anlatıyordu.Hiçbir şey bulamazsa kendi hayatınınhiç bahsedilmemesi lâzım gelentaraflarını naklederdi. Zaten bir camkavanozda imiş gibi âdeta gözönünde yaşardı. Hemen daima âşıktıve sevdiği kadınları bir başkasınınbeğenip sevmesine imkânolmayacak cinsten seçtiği için çok


defa evlenmek zaruretinde kalır,binaenaleyh daima sırtında birboşanma dâvası ile yaşardı.Kahveye her cins ve meşrepteninsan geliyordu. Zengin mirasyedi,müflis veya tutunmuş tüccar,şöhretsiz şair, gazeteci, ressam,yüksek memur, satranç ve damaustaları, eski pehlivanlar, bir ikiDarülfünun hocası bir yığın talebe,aktörler, musikişinaslar, hulâsa hermeslekten adam... Küçük gruplaraayrılmış olmalarına rağmen hemenhepsi yine beraber yaşar gibiydiler.Herkes bir defa rast geldiğiyle ikinci


gün senli benli olurdu. Hiç kimseninöbüründen saklı bir sırrı yoktu. Kirliveya temiz bütün çamaşırlar ortadaidi. Herkes onları istediği gibi eviripçevirir, koklar, münasip bulduğunuetrafına ehemmiyetle gösterirdi. Herfazilet, her biçarelik, hattâ reziletlerbile burada aynı soğukkanlılıkla,hattâ icap ederse bir çeşit şefkatlemuhakeme ve kabul edilirdi.Pederasti, aşırı çapkınlık, küçükveya büyük para dalaveresi âdetaadımlarınıza dolaşacak şekildeortada idi.Başta kahve sahibi olmak üzere


ütün gedikli müşterilerin buradatakılmış hususî adları, hayatlarındansanki büyük bir dikkatle seçilmiş vekendileri görülür görülmez hatırlananve hatırlatılan bir iki hikâyesi vardı.Bu insanların çoğunu bütünömrümce gördüm. Bazılarınıişlerinde, bazılarını evlerindetanıdım. Bir kısmı sonradan benimyanımda, yani <strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü’nde çalıştılar. Hepsi iyikötü, işinde, gücünde, haysiyetliinsanlardı, yahut böyle görünmek içinyapmayacakları fedakârlık yoktu.İçlerinde daha o zamanlar bile


mühim işlerde bulunanlar vardı.Böyle olduğu hâlde bu vaziyettenhiçbiri sıkılmaz, hattâ hepsi az çokhoşlanırdı. Bazıları sanki birdenbireunutulmaktan korkuyorlarmış gibi, bucinsten takılmaları kendiliklerindentahrik ederlerdi.Bu kahvede neler konuşulmazdı?Tarih, Bergson felsefesi, Aristomantığı, Yunan şiiri, psikanaliz,ispritizma, alelâde dedikodu, çıplakhikâye, korkunç veya meraklımacera, günlük siyasî hâdise,birbiriyle sarmaş dolaş, biri öbürünüyarıda bırakarak, çok yüklü,


eraberinde her rast geldiğinitaşayan bir bahar seli gibi kabarık bukonuşmada beyhude ve şaşırtıcı,akar giderdi. Tabiî hiçbirinden tambahsedilmezdi. Hepsi çok uzun biruykudan, bir çeşit ölümden sonrahatırlanır gibi bu kahveye gelirdi.Büyük İskender veya Annibal,Kant’ın imperataif’leri, busayıklamağa benzer konuşmadasadece günlük hayatı uyuşturmakiçin icat edilmiş şeylerdi. Zaten ensıhhatli vak’a bile söyleniş tarzı içinanlatılırdı. Birbirlerini o kadar fazladinlemişlerdi ki, hepsi anlatılanı


aşağı yukarı evvelden bilirdi. Buradakonuşma yalnız kendisi için,konuşanların kabiliyetleri içindi vedaha ziyade sevilmiş bir eserin,yahut oyunun tekrarına benzerdi vesohbet, bir ortaoyunu gibi evveldentâyin edilmiş şartlarla devam ederdi.Hep aynı kelimelerle müdahale edilir,aynı yerlerde gülünür, maceraoradakilerden birkaçı arasındageçmişse, alâkadarlar aynı yerlerdetamamlayıcı sözü alırlardı. Anlatan,daha yeni tafsilâta girerse, sözderhal kesilir, “Bunu yeni uydurdun!”denirdi. Mamafih bu yeni şekil ve


parça gelecek programda aynıdikkatle aranırdı.Bu konuşmalarda tekrar şarttı vekimseyi yormazdı. Aksine olarakalışık çehresiyle gelmeyen şeyyadırganırdı. Bunun dışında,hakikaten yeni bir fikir veya meselesiolanların sözü ilk defalar sadecenezaket ve biraz da tecessüsyüzünden dinlenirdi ve daima uyanıkolan muhit muhayyilesi onu şakayaen çok müsait tarafındanyakalayana, yahut kendi seviyesineindirene kadar öyle kalırdı. Bütünciddî şeyler böyleydi. Bir kere


alelâde çapkınlığa, Karagözşakasına, pederasti hikâyesine veyaortaoyunu taklidine indirildikten sonrakabul edilirdi. Zaten bu cins ciddîşeylerden bahsedenler, hususî birisim altında tanınırlardı. OnlarNizamıâlemcilerdi. Dünyayıdüzeltmek zahmetini üstlerine alanbu aristokratların altında daha genişbir tabakaya “Esafil-i Şark” adıverilmişti. Onlar kültürden,medeniyetten bu kahvedekimüşterek hayata yarayacak kadarınıalmakla yetinen günlük hazların vegeçim sıkıntısının veya


çaresizliklerinin dışında yalnızcakomiğin, aksayanın üzerindezararsızca durmakla yetinenlerdi.Nihayet üçüncü bir tabaka, ŞişTaifesi gelirdi. Şiş, hiçbir inceliğiolmayan, şehir hayatına intibaketmemiş, yahut kaba insiyaklarınıyenememiş insanlardı. ŞişTaifesi’nden bir insan kavgaedebilirdi, bir Esafil-i Şark veyaNizamcı ancak Şiş’li-ği tutarsa kavgaederdi. Binaenaleyh, Şiş’lik biraz daiptidaîlik mânasına geliyordu. Veyalnız bu taife, belki de kalabalıkolduğu için Yarım Şiş diye kendi


içinde de ayrıca sınıflanırdı.İlk bakışta ortaoyununun, tulûatın,Karagöz’ün, meddah hikâyesinin birkalıntısı gibi gelen bu garip kalabalıkve onun hayatı başlangıçta benisıktı. Hele muayyen bir hastalıkla vebirtakım olmaz şeylerle damgalıolarak aralarına girmiş olmaktanbüsbütün ürkmüştüm. Daha üçüncügünü bana ciddiyetle Mübarek’inhatırını soranlar olmuştu. Nerdeyse“Evli mi, bekâr mı?” diye merakedeceklerdi. Abdüsselâm Bey, SeyitLûtfullah, Nuri Efendi gibi bu semtteyaşamış, hele son ikisini birçoğunun


şahsen tanıdıkları adamların hâtırasıise daha ilk adımımda tazelenmişti.Kayser Andronikos’un hâzinesininLûtfullah tarafından suretihususiyede bana hediye edilmişolması, benim malım bulunması isehiçbir suretle gözlerinden kaçmasınaimkân olmayan bir vak’a idi. Hulâsa,hiç istemeden, peşinde koşmadanbütün bir şöhret benim için evveldenhazırdı. Hiçbir cemaat tarafından bukadar hararetle kabul edilemezdim.Doktor Ramiz’in beni ilk getirdiğigünün haftasında, huzurumda, hangisınıftan olduğum keyfiyeti münakaşa


edildi. Sıkılganlığım, daima kendiişlerimle meşgul oluşum, bütün bukonuşmaları ciddî telâkkî etmeyişimtabiatıyla beni Nizamlık yapıyordu.Sonradan Emine ölüp de hayatımiyice mihverinden çıkınca bu payeyikaybettim. Ve yavaş yavaş Esafil-iŞark arasına girdim. Hakları davardı!Böylece sınıfım tâyin edildiktensonra bana verilecek lakap üzerindedüşünüldü. Fakat bu o kadar kolayolmadı. Birkaç celseye ihtiyaç oldu.Nihayet hastalığım, yani babapsikozu dolayısıyla “Öksüz” adı


üzerinde ittifak edildi. Fakat benimhikâyem çoktu. Naşit Beyinbirdenbire ölümü, halamın hikâyesinicanlandırdı. Halamın onun acısıylakendisini dervişliğe vermesi, ozamanlar kadınlar arasında şöhretkazanan bir şeyhe bağlanışı veserveti dolayısıyla en gözde müridiolması bu şöhreti birkaç senemuhtelif fasılalarla besledi. Kaldı ki,halam benim bu acayip kalabalıktaunutulmama razı değilmiş gibisonunda âşıkane nefesler bileyazmağa başladı. Hakikattehayatımın her tesadüfü bu şöhrete


yardım ediyordu.Daha ikinci haftasındaBedesten’de ayarcılık eden çoktemiz ve iyi kalbli bir adam, AristidiEfendinin altın hikâyesine meraksarmıştı. Elinde sahaflardan satınaldığı bir yazma, peşimdenayrılmıyor, muttasıl bana bu sanatınsırrını soruyordu. ŞerbetçibaşıElması ise hemen her günün başlıcamevzuu idi. Kahvenin sahibi sadekahvesini eline alır almaz, “Bu gece,Cenab-ı Hakk hayra tebdil eylesin,âlem-i menamda, bana altın bir tepsiüzerinde Şerbetçibaşı Elması’nı


sunuyorlardı.” diye uydurma birrüyaya başlıyor ve elmasın tarifiniyapıyordu. İkinci defasında bu rüyadeğişiyor, elmasın bulunduğu tepsiyibir “Bânu!” getiriyor, üçüncüsündeBânu, Câdu, yani halam oluyordu.Yavaş yavaş bu hayata ben dealıştım. Ne kadar hafif ve rahattı.Uysal kalabalık insana başta kendisiolmak üzere her şeyi unutturuyordu.İşimden çıkar çıkmaz bir soluk orayauğruyor, daha ilk adımda, sanki birbaşkası oluyor, günlük üzüntülerdenuzak, yalnız şakadan bir âlemegiriyordum. Burada yarım saat evvel


veya sonraki hayatıma âdeta birbaşkasının imiş gibi bakıyordum.Adım bile değişmişti, orada Hayrideğildim, Öksüz’düm.Doktor, gününün bütün boşsaatlerini bu kıraathaneninmasalarından birinde çantasını açıpkapayarak, tırnaklarını temizleyerek,hayattan ve memlekettekitembellikten şikâyet etmekle,psikanaliz anlatmakla, yahut etrafıdinlemekle geçiriyordu. Hemen herşeyle alâkadardı. Ve bir ucu İçtimaîtenkide bağlanmak şartıyla her fikironun için sevimli, kabule değerdi;


öbür ucu zaten elinde idi vekolaylıkla Freud’a, Jung’abağlayabilirdi. Bütün bu acayipşeylerden sıkılıp sıkılmadığınıkendisine her sordukça bana:- Deli misin! diye cevap veriyordu;bundan daha enteresan etüt mevzuuolabilir mi? Bana mesleğimi asılsevdiren bu kahve oldu. Buradakiinsanları nerede bulabilirim? Kaldı ki,topluluğun kendisi de ehemmiyetli!Sosyal-psikanaliz için bundan iyi yerbulunmaz.Bak, mâzi nasıl devam ediyor;şaka, ciddî onu nasıl yaşıyorlar...


Hepsi hayallerinde büsbütün başkabir âlemde yaşıyor. Topluluk hâlinderüya görüyorlar.Bir başka defasında yine aynımesele için şöyle konuştu:- Bu kadar aydın bir kalabalığınerede bulabilirim? Hepsi ihtisassahibi insanlar... Hepsi memleketmeselelerinin içinde ve sade onunlayaşıyorlar. Hiçbir gazetede bu kahvekadar havadis bulamazsınız.Göreceksiniz, hâtıra defterimineşrettiğim zaman göreceksiniz, buadamlardan neler öğrendiğimi hepgünü gününe okuyacaksınız...


Doktorun memleket meseleleri veaydın konuşmalar dediği şeyhakikatte alelâde dedikoduydu.Fakat onun âlim bakışlarında iştabiatıyla değişiyordu.Daha sonraları, enstitüye alınmasıhususunda o kadar ısrar ettiğimYangeldi Asaf Bey dolayısıyla -ilerdegörüleceği gibi Asaf Bey,Tamamlama Büromuzun şefi oldubütünbu işlerden bahsederken HalitAyarcı’ya Doktor Ramiz’in bu fikrinisöyleyince, aziz velinimetim:- Bana kalırsa bu çalışmahayatına tam intibak etmemekten


gelen bir şeydir, demişti. Hayat,kendi şeklini yaratmazsa böyle olur.Bu kahve hakkında sizi dinlerkenben, çoğunu tanıdığım bu insanlarıhep bir çeşit aralıkta yaşıyorlarmışgibi düşündüm. İsterseniz onlarakapının dışında kalanlar dadiyebiliriz. Muasır zamana girememişolmanın şaşkınlığı içinde yarı ciddî,yarı şaka, tembel bir hayat! Öyle birmâzi falanla pek alâkası olmasagerek!- Amma hepsinin bir işi vardı! diyeyaptığım itiraz üzerine:- Her iş, iş değildir. İş evvelâ bir


zihniyet ve zaman telâkkisidir.Enstitümüz kurulmadan evvelmemlekette hakikî iş hayatıolabileceğine inanmanıza hayretediyorum. Çalışmak ancak muayyendüzeniyle olur... Siz ki, bu kadartecrübelisiniz, bu enstitününkurulmasında o kadar himmet ettiniz,buna nasıl iş diyebilirsizin! diye benipaylamıştı.Enstitümüz kurulmadan evvelhakikaten bir çalışma hayatımız varmıydı, yok muydu? Bunun hakkındakatiyetle hiçbir şey söyliyemem. Buhâtıraları yazmağa başladığımdan


eri içimde birçok değişiklikler oldu.Artık, tasfiye hâlindeki enstitümüzeeski gözle baktığımı iddia edebilecekhâlde değilim. Bana şimdimüessesemiz, memlekette işhayatını kurmaktan ziyade bazıişsizlerin kendilerine iş bulmasınayardım etmiş gibi görünüyor. Bunusöylemekle ıoplum hayatına büyükfaydalarımız olduğunu inkâretmiyorum; fakat aradan geçenzamanla yavaş yavaş yaptığımız işehiç olmazsa başka zaviyelerden debakılabileceğini söylemek istiyorum.Bu, belki de para ve refah


dolayısıyla ona artık muhtaçolmadığım içindir. Arayamenfaatlerimiz girmeyince hâdiselerielbette başka türlü, daha realist birgözle görmeğe, hakikaten dahauygun şekilde anlamağa veyorumlamağa başlarız. Belki de bu,oğlum <strong>Ahmet</strong> le birkaç gün evvelaramızda geçen münakaşanınneticesidir. Hâtıralarını yazdığımıöğrenir öğrenmez bir gün neşredilirkorkusuyla soyadın. değiştirenoğlumun bu müessese aleyhindekifikirleri beni bu düşünceleregötürmüş olabilir.


Her neyse, Halit Ayarcı’nın işhakkındaki fikirlerini tam mânasındakabul etmemekle beraber, bukahvede tanıdığım insanlar için en iyiteşhisi onun koyduğunuzannediyorum. Hakikaten buradakihayat, asıl kapının dışında birhayattı. Ve onu yaşayanlar, oşekilde, yani hiç içeriye girmeyidüşünmeden, yahut da bir ayaklarıdaima eşikte, yaşıyorlardı. Hiçbirmesele yoktu ki eninde sonunda birkaçış, bir kurtulma vesilesi olmasın!Neden kaçarlardı, niçin kaçarlardı?Hiçbir mukavemetleri yok muydu?


Yoksa hakikaten her şeye yabancı,her şeye kayıtsız mıydılar? Hayır,burada her şey biraz afyon, birazuyku ilâcıydı.Şüphesiz işin içine menfaat girinceher şey değişiyordu ve menfaat bukahvede hiç de ikinci derecede kalanbir şey değildi. Her gün bir yığınpara kavgasına, bitmez tükenmezhesaplara, bazen haftalarca sürenfiskoslu konuşmalara şahitoluyorduk. Bunları öğrenmemiz içinbehemehal gözlerimizin önündengeçmeleri lâzım değildi. İlgililerdenbirisi veya her şeyin aslını bilen


kahve sahibiyle yarım saatlik birkonuşma yeterdi. Ve bütün buhesaplar, fiskoslar, bazen çetinkavgalarda biten anlaşmazlıklaruysal dostlarımızı bile çok başkaışıklarda gösteren şeylerdi. Onlarsayesinde bu insanların sonderecede hesaplı, hakkının onparasında bile dikkatli ve titiz,alabildiğine açıkgöz ve çakır pençeolduklarını bir kere daha anlardık.Daha dün yapışık doğmuş ikizlergibi birbirinden ayrılmayan,yediklerinde, içtiklerinde daimaberaber görünen iki dost, ertesi


günü bir hesap yüzünden pençepençeye geliyorlar, yahutaralarındaki eşit haklı kardeşlikbozuluyor, biri efendi, diğeri maiyetoluyor, günlerce, aylarca bu yenivaziyet devam ediyordu. Bazı defalarbu, hiçbir gürültüsüz kendiliğindenolurdu. Para derhal gönüllüsünübulur, karşılıklı vaziyetlerikendiliğinden kurardı. Bazen oldukçaçetin ve değişik safhalardan sonrayeni bir muvazeneye varırlardı.Fakat hemen her şeklinde daimabeklenmedik bir şey araya girerdi.Bir defasında gedikli


müşterilerden ikisini günlerce birköşeye çekilmiş baş başa konuşurgördük. İkinci defasında pejmürdekılıklı bir adamcağız yanlarında idi.Üç gün sonra kalantor bir bey dahageldi, katıldı. O günden itibaren budört kişi birbirinden ayrılmaz oldular.Günde birkaç defa kahvede buluşupbaş başa veriyorlar, yahut birbirleriiçin haber bırakıp gidiyorlardı.Hepsinin elinde bir çantapeydahlanmıştı. Bu, kış sonlarındaoluyordu. Sonra birdenbire baharadoğru pejmürde adamın üstü başıdeğişti. Zarif, şık, daima gülümseyen


ve daima uyanık bir beyefendi ortayaçıktı. İki ay evvel âdeta görünmedengelip giden adam sanki bir radyoveya frijider reklamı gibi gözeçarpmak için sağa sola selâmdağıtarak aramızda dolaşıyordu.Derken otomobille gidip gelmeğebaşladı. “Şoför”, “Bizim şoför”kelimeleri, sırasına göre munis veyumuşak, yahut hiddetli veya canısıkılmış ve hep bir imtiyaz ve İçtimaîmevki ifadesiyle, daima bilmem kaçsilindirin, şu kadar paranın ve saatteseksen kilometre süratin arayakoyduğu fark ve imtiyazla ağzından


düşmez oldu.Her devrin ve yaşayışın kendisinegöre bir insan tasarrufu vardır ki,bütün bir zihniyeti ve inkârı güçrealiteleri ifade eder. Şoför kelimesibunların şüphesiz en medenisi, enlatifi, en iyisi ve en cemiyetlisidir. İkidudağın arasında bir öpüş taklidinebenzeyen ve ilk hecede havayabıraktığını ikinci hecede âdetageriye alan bu kelimenin Türkçe’ninen mühim kazançlarından biriolduğuna bilmem dikkat ettiniz mi?Hangi şiveden söylenirse söylensin odaima mânalıdır.


Nihayet yazın başında hepsibirden kayboldular. O andan itibarenhavadisler sızmağa başladı.Dostlarımız tanıdıkları girgin, paraişlerini gayet iyi bilen bir avukatlaadamcağızın çok çetrefil bir mirasişini takip etmişlerdi. Şimdi kendihimmetleriyle muazzam servetinekavuşan bu zengin dostueğlendirmeğe çalışıyorlardı.Bunu öğrendiğimiz andan itibarenbir rasathane hoparlöründenherhangi bir yıldızla peykleri takipediliyormuş gibi küçük, kısa, bazenteferruatlı ve uzun, günlük haberlerin


ir daha sonu gelmedi. Bütün plajlar,gizli eğlence yerleri sankibitişiğimizde imişler veya sankiaramızda yalnız bir camlı kapı ve tülperdeli bir pencere varmış gibi bizesırlarını açtılar. Bir nesil evvelin şiirve hayal lügatinden orta sınıfageçmiş takma adlarla anılan genç,güzel kadınlar, tecrübesiz kızlar, ılıkgazoz şişelerimizden ve yapışkanşurup bardaklarımızdan çıkıpkarşımızda soyunmağa başladılar.Hemen her gün en kaba ve hoyrathikâyelerden dinlediğimiz bu yazcümbüşleri, teşrin yağmurlarına


kadar sürdü.Bir taraftan terden sırtımızayapışmışfanilâlarımızıiskemlelerimizin arkalarına sürtesürte isiliklerimizi kaşırken, öbürtaraftan da işittiğimiz bu hikâyelersayesinde, ayışığında serin sulardayıkandık, loş plaj kabinelerindeseviştik, rüzgârlı ve ağaçlı tepelerdecins tekeler gibi boğuştuk. SonraBeyoğlu barlarının hikâyesi başladı.Üst üste malî krizlerin bütünAvrupa’dan kovduğu yarı çıplakkızlar saksofon seslerinindâüssılasında mayolarını ve


sutyenlerimde âdeta gözlerimizinönünde attılar, yahut kürklerle,mücevherlerle giyindiler. Dahadoğrusu birincileri attıkları içinikincileri giyindiler.Emine’nin bir gece bütün tutumfikirlerini yenerek Zehra’nın entarisinive <strong>Ahmet</strong>’in ayakkabısınıdüşünmeden gitmeğe razı olduğu bireğlence yerinde, her zamanki çocuksaflığıyla, “Ayol, bunlar insan değil,melek” diye beğendiği sarışın vekumral, buğday tenli kızlar, kadınlarda böylece kahvemizinmahremiyetine fokstrot adımlarla ve


tango kıvranışlarıyla, dağılmışsaçları kalçalarını döve döve, nefesnefese zafer çığlıkları atarak, gençküheylânlar gibi girdiler, tavlaşakırtılarını, hayalimizde birbiriardınca patlatılan şampanyaşişelerinin gürültüsü örttü.Kışın ortasına doğru bu çılgıneğlenceler birdenbire bitti. Kamera,tekrar bizim kahveye döndü. Birgece dördü birden geldiler. Hepsiyorgun ve sinirli idi. Evvelâ birköşede sessiz, sadasız münakaşaettiler, cüzdanlar açıldı, senetlerçıktı, tekrar cüzdanlara kondu.


Sonra sesler birdenbire yükseldi.Rezil, alçak, dolandırıcı kelimeleriarabacı kırbaçları gibi şakırdamağabaşladı. Yumruklar sıkıldı, “Bensana gösteririm!” tehditleri duyuldu.Nihayet hepsi birbirine girdiler.Neticede mirasyedi ve iki arkadaşıavukatı sille tokat kahveden dışarıyaattılar. Bir sene evvel o kadarhaysiyetli ve kibirli tavırlarla bizi hiçbeğenmeden aramıza gelen adamçamurlar içinden güçlükle kalktı. Birtulumbacı gibi küfür ede edeyanağından sızan kanları sildi.Gözlükleri kırılmış olduğu için


şapkasını ben bulup başınageçirdim.İki hafta sonra aynı kavgamirasyedi ile iki arkadaşı arasındaoldu. Bu sefer velinimet de aynışekilde kahvenin kapısına bırakıldı.Fakat netice hiç de o gecesandığımız şekilde çıkmadı.Kahvemizin gedikli müşterileri olan ikiahbap çavuş daha ertesi sabah bizedert yanmağa başladılar. Birkaç günsonra şikâyetleri ayyuka çıktı. Vâkıabir sene adamakıllı eğlenmişlerdiamma, ellerinde hiçbir şeykalmamıştı. Hattâ mirasyedi,


kendilerini sonradan bütünhaklarından ıskata muvaffak olduğuçarpaşık bir şirket sayesinde birininelinden baba evini, öbürünün elindenbilmem neredeki büyük ve işlekmağazasını almıştı. İkisi de şimdibeş parasızdılar. Üstelik eldençıkarılan bu mağazanın sahibieğlence yerlerine kendi delâletiylesürüklediği, düşmesine yardım ettiğikızlardan birine delice âşıktı.Bütün bu işler mirasyediahbabımızın dünyanın en rahat, tatlıtebessümüyle bir gün gelip aramızdaoturmasına mâni olmadı. İki saat


kadar kahvenin sahibi ile baş başakonuştular. Eski dostumuz hiddettenkan başına sıçrayarak onu dinledi.Ertesi akşam elden çıkan mağazanınsahibi ile uzun bir lavla partisinetutuştular.Velinimet, dünyanın enmasum çehresiyle zarları avucundaşakırdatarak fırlatıyor, arkasındantavlanın içine girecekmiş gibi eğiliyor,zarların dönüşünü takip ediyor, herdüşeşte bir kere el çırpıyordu. Onbeş gün sonra müflis mağazasahibinin sevdiği kızla evlendiğiniişittik. Üç ay sonra da mucizelerinmucizesi! bir yavrusu dünyaya geldi.


Bütün kahve halkını sevindiren buhaber üzerine epeyce münakaşalaryapıldı ve neticede âmme çoğunluğuile çocuğa “Karışık!” adı verildi.Bu hâdise, muhtelif vebeklenmedik safhalarıyla bizi aylarcameşgul etti. Sonra hemenarkasından gelen bir başkasıyüzünden unutuldu. Trakya’nınbilmem hangi köyünde BalkanMuharebesi esnasında yere gömülenepeyce mühim bir parayı aramak içinİstanbul’a iki Bulgar gelmişti. Buadamlara bu kahvenin adresini kimvermişti? Hangi tesadüf bizimkilerin


arasına onları atmıştı? Söylemeğehacet yok ki, o bahar âdeta birKutup seyahati hazırlanıyormuş gibibir sefer heyeti kuruldu, küçük birçalana tutuldu. Kamp eşyası alındı.On beş yirmi gün her taraf arandı,tarandı. Biz arkada kalanlarhalecanla, heyecanla hâdiseleri takipediyorduk. Her gün haberlerinşekline göre bulunacak defineninmiktarı değişiyordu. On bin altındiyorlardı. Sonra beş bine iniyor,yirmi bine, yüz bine çıkıyordu. Belkibütün yaz böyle geçecekti. Bereketversin ki, mahallî hükümetin


müdahalesiyle iş sona erdi. Dönüştebittabi tekrar bir masraf kavgasıoldu. Fakat hemen arkasındanmeşhur bir tarih üstadımız üç saatsüren bir Hazreti Ali çengininhikâyesine başladı ve onun heyecanlısafhaları arasında umumî barıştemin edildi. O gece en yüklügecelerimizden biriydi. Ben Emine’ninhastalığına rağmen Ramiz Beyinmezesi ve rakısı aynı derecede kıtikramını kabul etmiş, evegitmemiştim.Filhakika o gece aramıza,kaybettiğimiz iki Bulgara mukabil bir


İsviçreli Alman müsteşrik katılmıştı.Adamcağız bu asil ve entellektüelmuhite düştüğünden nasılmemnundu? Patates gibi sarı yüzünügeniş bir gülüş âdeta bir dahaeklenmesi imkânsız denecek şekildeikiye bölüyordu. Kıt Türkçesi, nebütün konuşmaları takip etmesine,ne de hepimizle can ciğer dostolmasına mâni oldu. Şurası var ki,bizi tam zamanında bulmuştu; birhafta sonra parası tükendi ve umumhesabına yaşamağa başladı. Birazsonra mimarlıkla hayatınıkazanmağa karar verdi ve sağ


taraftaki masalardan biri onunbürosu oldu. Müşterileriyle oradapazarlık ediyor, orada herkesin gözüönünde bir sürü boş kibritkutusundan mücessem planlarınıyapıyor, değiştiriyor, ikmal ediyordu.Dünyada bundan daha pratik, dahaakla uygun bir çalışma olamazdı.Bu çalışma gözümüzün önündetam dört sene sürdü. Hiçbir mimaronun kadar sabırlı, kanaatkâr,müşterisinin arzularına itaatli değildi.Sipariş sahibi, “Şu iki kibrit kutusunuoraya değil de, şuraya koysann’olur?” der demez, Doktor Mussak


ir an gözlerini yumuyor, düşünüyor,sonra kibrit kutularını bozup tekrarbaşlıyordu. Daha o zaman kâğıtüzerine çizilen planla böyle kaldırılıpkonması daima kabil eşyavasıtasıyla yapılan maketinarasındaki büyük farkı anlamıştım.Çalışmalar hepimizin gözü önündeolduğu için sade ev sahibi değil,kahvedeki müşteriler, hattâgarsonlar bile işe karışıyorlar, Dr.Mussak’ın aynı ciddiyetle dinlediği veçok defa kabul ettiği tekliflerdebulunuyorlardı. Bilmiyorum kooperatifevlerini icat eden kimdir? Fakat


kollektif mimariyi bu arkadaşımızınbulduğu muhakkaktır. Yazık ki hiçbeklenmedik bir kaza bu çalışmayabirdenbire son verdi. Dostumuz,Süleymaniye’de İbrahim Paşasebiline yakın bir yerde yaptığı üçkatlı eve merdiven koymasınıunutmuştu. Ev iskeleleri alındığıandan itibaren birbiriyle alâkasıolmayan üç kısma ayrılıyordu. AdlîTıpta iken Doktor Ramiz’in banapsikanaliz öğrettiği günlerde, vâzıholmak için şuur hayatını benzettiğibirinci katı henüz boş, yahut,teşekkül etmemiş, yalnız kömürlüğü


ile tavan arası mevcut büyük konakbile bunun yanında daha doğrudürüst, daha aklı başında bir binagibi görünüyordu.Şurasını da söyleyeyim ki ozamanlar beni çok şaşırtan, aklımınbir türlü almadığı bu iki bina ileDoktor Mussak’ın kibrit kutularındanyaptığı planlar, sonradan çok işimeyaradı. Enstitümüze yeni bir binayapılması için karar verilince yapılantekliflerin hepsini redderek işi kendiüstüme aldım ve bu iki tecrübeninsayesinde İstanbul halkının o kadarbeğendiği, Enstitü binasını vücuda


getirdim. Üç sene bütün dünyacamünakaşa edilen bu binadan ileridetabiatıyla bahsedeceğim. Yalnız şukadarını söyleyeyim ki, bu binanın,asansör ve merdivenlerin çıktığıpilpâyeler ve sütunlardan başka birşey bulunmayan, sadece üstü kapalıbir teras hâlinde bıraktığımız ikincikatı doğrudan doğruya bir taraftanSüleymaniye’deki eve, diğer taraftanda Doktor Ramiz’in yukarıdabahsettiğim izahatına bağlıdır.Süleymaniye’deki evin vaziyetiaramızda çok münakaşa edildi. Buevin merdivenle çıkılamayacak iki


katına vazife aramak işini nedensebiz üzerimize almış gibiydik.Bu daima böyleydi. Ne kadar ciddîbaşlarsa başlasın burada her iş enbeklenmedik neticelerle biterdi. Bukahvenin bir adım ötesinde yüzdeyüz gibi bakılan bir hesap, buradabirdenbire en hafif ihtimal şeklinegirer, bir yığın gidip gelmeden sonratalihin bir alayı olurdu.Hulâsa bu abes denen şeyinbataklığı idi. Ve ben farkındaolmadan boynuma kadar onagömülmüştüm.Sanki çok tüylü, yumuşak bir yığın


kol ve kanatlı, insanı âdeta bitmeztükenmez gıdıklamalar, kısıkgülüşler ve haz baygınlıkları içindesömürüp tüketen bir hayvanın elinedüşmüşüm gibi bu mânâsız âlemegömüldüm. Hiçbir şeyin birbirinitutmadığı ve her şeyin en şaşırtıcışekilde birbirine bağlı olduğu birdünyada, bilmediğimiz bir yerdekopan bir fırtınanın getirdiğienkazdan yapılmış bir panayırdaimişim gibi yaşamağa başladım. Bufırtına nerede kopmuştu? Hangituhaf ve zıtlarla dolu âlemleri yağmaetmiş, yahut nasıl karmakarışık bir


armadayı didik didik böylesavuşturmuş ki bize kadar getiripönümüze yığdığı şeylerin hiçbiriniasıl kendi çehrelerinde tanımamızaimkân yoktu. Her şey bir hokkabazşapkasından çıkar gibi birbirininpeşinden, birbirine takılı geliyordu.Bu yaşanırken çok rahat, sonradanüzerinde düşünülünce bir kâbus gibisıkıcı bir şeydi.Sanki bir deniz altı kovuğundayürüyormuşum gibi bir türlükavrayamadığım fikirler, bilgikırıntıları ayaklarıma dolaşıyor, herkımıldandıkça köksüz asabiyetler,


süreksiz ümitler, yersiz inançlarçürümüş yosunlar gibi kollarıma vevücuduma sarılıyor, beni dahaderinlere doğru çekiyor, gözlerimiher açtıkça ucunu bucağınıgöremediğim heyulâ dâvalar yarıkaranlıkta üzerime saldırıyorlardı.Sonra hepsi birden bir mürekkepbalığı gibi kendi savurduklarıdumanın içinde kayboluyor, ve benDoktor Ramiz’le, yahut YangeldiAsaf Beyle karşı karşıya, başımbiraz evvelki hengâmeyi dağıtan gürkahkahanın geldiği yere dönük,kulaklarımda farkına varmadan


yokladığım derinliklerin ağırlığındagelen bir çınlama, bir uykudanuyanmış gibi hiçbir şeyi tanımadanetrafa bakıyordum.- Evet, azizim. Bu işin çıkarıyoktur! Gençlik harekete geçmeli! Buşark fatalizminden kurtulmalı!Doktor Ramiz suratını bir kat dahaasıyor. Yangeldi Asaf Beye bu emribekliyormuş gibi, kollarıyla,ayaklarıyla daima dördünü birdenişgal ettiği sandalyelerden şöyle birtoparlanıyor, ve bu kadar çetinhareketin derhal mükâfatını görmüşgibi, masaya çaprazlamasına


dayadığı kollarının arasına başınıgömüyor ve uyumağa başlıyordu.Çünkü Yangeldi Asaf Beyin daimauykusu vardı, ve bu uyku dünyanınen güzel, en mâsum uykusuydu. Ogözlerini kapar kapamaz, etrafımıztatlı bir mışıltı ile dolardı ve havadasanki yüzlerce melek hep birdenmaddesiz kanatlarıyla uçuşurlar, çokyavaş fısıltılarla kulağına ninnisöylerler, uykusunun peteğini mâsumrüyaların balıyla doldururlardı.O zaman içimde birdenbire bir şeyburkulur, “Emine...” diye yerimdenfırlar, eve koşardım. Emine hasta idi.


Doktorların ilk önceleri ufak birzayıflık dediği şey yavaş yavaştehlikeli, neticesi sakınılmaz birhastalık olmuştu. Bunu bendoktorlardan evvel biliyordum. AdlîTıpta son gece gördüğüm o acayiprüyadan beri biliyordum. Kaderimbiği gözümün önünde kaynıyordu,ve Emine’nin başı, yastığımın öbürucunda, yüzümde, dudaklarımda,avuçlarımın içinde iken, yine her anbenden biraz daha uzaklara çekiliyor,oradan bana büyük, açık gözleriylebakıyordu. O istediği kadarkonuşsun, gülsün, gelecek yollar için


hayaller kursun, Zehra’yı gelin etsin,<strong>Ahmet</strong>’i Tıbbiye’den çıkartsın, daimabu baş çok uzaklarda yavaş yavaşsiliniyor, gözleri uzaklardan bana,“Ne yaparsın, çaresi yok ki bu işin!”der gibi bakıyordu. Bu korkunç zalimbir şeydi. Emine yavaş yavaş, damladamla gözlerimin önünde ölüyordu.Ne ben, ne de kimse, hiç birimiz birşey yapamıyorduk.


VIIEmine’nin ölümüyle sontutunduğum dal da kopmuş gibibüsbütün boşlukta kaldım.Kaybettiğim şey benim için o kadarbüyüktü ki ilk önceleri bunu bir türlüanlayamadım. Ne de hayatımdakineticesini ölçebildim. Sade içimdesimsiyah ve çok ağır bir şeyledolaştım durdum. Sonra buharaplığa daha başka bir duygu, bir


çeşit kurtuluş duygusu karıştı. Birbaskıdan kurtulmuştum. Artık Eminebir daha ölemezdi, hattâhastalanamazdı da. Orada zihniminbir köşesinde olduğu gibi kalacaktı.Hayatımda birçok şeyler daha benikorkutabilir, başıma türlü felâketlergelebilirdi. Fakat en müthişi, onukaybetmek ihtimali ve bunun korkusuartık yoktu. Her an onun hastalığınınarasından etrafa bakmayacak, oazapla yaşamayacaktım. Korkuiçimden doğru kabarıpbüyümeyecek, dört yanımıkaplayamayacaktı.


Vâkıa evim yıkılmıştı, iki çocuklabaş başa kalmıştım, çalışmanınlezzetini kaybetmiştim, hepsindenfenası, artık hiçbir şeyeinanmıyordum. Fakat korkmuyordumda. Olabilecek şeylerin en kötüsüolmuştu. Artık hürdüm.Emine arkamda olmayınca herakıntı beni sürükleyebilirdi. Kahve vearkadaşlar en yakını idi. Dahahaftasında kendimi orada, okalabalığın arasında buldum. Caddeüzerindeki yan dükkânların arkasınadüşen ikinci salonda bir elimdeiskambil kâğıtları, öbüründe rakı


kadehim, ağzımda cıgara, kulağımanlatılan hikâyede, hulâsa etrafımlaen rahat bir alışverişte, konuşuyor,içiyor, eğleniyor buldum. Her şeyiunutmuş muydum? Hakikateneğleniyor muydum? Şüphesiz hayır.İçimde o zamana kadarduymadığım bir eziklik vardı. Bukorku değildi, acı değildi. Ancakkendisine ihanet eden insanlarınduyacağı bir azaptı. Bir ucuiğrenmede biten garip bir duygu.Böyle günlerden birinde idi. Bir aragözüm karşıdaki aynada kendihayalime erişti. İki yanma asılmış


paltoların arasında kendi yüzümü okadar memnun ve biçare, o kadarzelil ve her tarafa sürüklenebilir, herşeye mukavemetsiz ve her şeydenistifa etmiş gördüm ki, bir an billûrunbeni kusacağını, kendi suratımıayaklarımın ucuna fırlatacağınısandım. Fakat hayır, hiç de böyleolmadı. İkinci, üçüncü bakışta buhayale de alıştım. Her şey müsaviidi.İhtiyar bir kadın evde çocuklarımlameşgul oluyordu. Ben sabahleyinkalkabildiğim saatte işe gidiyor, iştenkahveye geliyor, oradan Doktor


Ramiz’le veya başkasıyla civarmeyhanelerden birisinde akşamcılıkediyor, gece geç vakit evedönüyordum. Bazen çocuklarıyatmış buluyor, sevine sevinekendim de yatıyordum. Bir gün dahageçmişti ve ben hesap vermektenkurtulmuştum. Fakat çok defa onlarıkedi yavruları gibi birbirine sokulmuş,birbirine yaslanmış, evin birköşesinde beni bekler buluyordum.O zaman işte günün en korkunçtarafı başlıyordu.İçimden geçenleri kendilerinesezdirmeden çocuklarımı kucağıma


almak, gönüllerini yapmağaçalışmak, şaklabanlık etmek,gözyaşlarını kurutmak, güldürmeklâzımdı. Niçin bu kadarmahzundular? Niçin bu kadar çokağlıyorlardı ve neden böylemusallattılar? Mevcut olmalarıylahayatıma getirdikleri güçlükler kâfideğil miydi? Hürriyetimi sıfıraindirmeleri ve beni küçücük bir daireiçinde bir dolap beygiri gibidurmadan dolaşmağa mecburetmeleri yetişmiyor muydu?Onları görür görmez içimmerhametten parça parça oluyor,


kendi iradesizliğime, talihime kızıyor,başımı saatlerce duvarlara çarpmakistiyordum. O zaman işte Emine, evinbir tarafından çıkıyor, yavaşçayanıma yaklaşıyor, her vakit yaptığıgibi elleriyle omuzuma dokunuyor,“Kendine gel!” diyordu.Ve ben kendime geliyordum.Kararlar, yeminler, ahitler, karanlıktadökülen gözyaşları birbirinikovalıyordu. Fakat ne faydası vardı?Ne yaşadığım hayatı beğeniyor, neyenisine gidebilecek kudretikendimde buluyordum. Her şeydendüpedüz kopmuştum. Çocuklarıma


karşı beslediğim acıma hissindenbaşka etrafımla hiç bir bağım yoktu.Her şeye, herkese sadecekatlanıyordum. Sokağa adımımı ataratmaz, kendimi bir yığın muvazaanın,gafletin esiri görüyordum vebulunduğum yerden, yaptığım iştengayri her yer, bana erişilmez şekildegüzel ve harikulâde görünüyordu.Postanede elime geçen uzakyerlerden gelmiş her mektup zarfı,her kartpostal beni çıldırtıyordu.Peru, Arjantin, Kanada, Mısır, Kap,nerelerden gelmiyordu bumektuplar? İki sokak ötede, tek bir


odada tahtakurularıyla haşır neşirolan şu ihtiyar Yahudi kadınınMeksika’da bir kardeşi vardı.Komşusu hahamın kızkardeşiArjantin’de kürk ticareti ediyordu.Öte taraftaki Rum bakkalın oğluMısır’da idi. Yeğeni Chicago’dahocalık yapıyordu. Ve ben onlaragelen mektupların zarflarına bakarbakmaz, gözlerim kendiliğindenkapanıyor, etrafım değişiyor, kendimbaşka bir adam oluyordum. Kaçmak,her şeyi bırakıp gitmek!..Fakat hayır, bütün bunlarıyapabilmek,kendisini


alışkanlıklarının dışında denemekiçin başka türlü adam olmak lâzımdı.Koşmak, kımıldamak, atılmak,istemek, isteyişinde devam etmeklâzımdı. Bütün bunlar benim içindeğildi. Ben biçare bir gölge idim.Yanımdan biraz sürtünerek geçenher adamın peşine takılan, ondanayrılır ayrılmaz, iki kedi yavrusu gibibirbirine sokulan, birbirinin kucağındagülen, ağlayan, bilhassa ağlayan ikiçocukla çapaçul, biçare bir gölge...Gül! dedikleri yerde gülen, ağla veyakonuş dedikleri yerde konuşan,ağlayan, enteresan buldukları zaman


enteresan olan, yüzüne bakmadıklarıgün mevcut olmayan biçarenin biri.Bunları hatırlar hatırlamaz, oraya,kahveye, az çok benden başka türlüyaşayanların, kendilerini hiç olmazsabenim gibi göz hapsinde tutmayaninsanların arasına gidiyordum.Onların yanında benim de hayatımoluyor, onlarla düşünüyor, onlarlaberaber yaşıyordum.Belki de böyle değildi. İşin aslındabaşka şeyler de vardı. Bu adamlarıtamamiyle beğenmiyordum.Aralarında sadece bir muhacir gibiyaşıyordum. Bir tipi gecesinde, ıssız


dağ başında soğuktan ve yüklürüzgârdan boğulmak üzere olan biradamın sığındığı sıcak, bol gübrekokulu, atların tepişmesinin insansesine, taze çay ve kahve kokusunakarıştığı o yarı ahır, yarı han odasıyerlerden biri gibi onların arasınasığınmış, bu karışık ve yüklü havadaısınıyor, mesut oluyordum.Şüphesiz bir gün bubeğenmemezlik, işlerin biraz müsaitgittiği bir zamanda büyüyüp benikurtaracağını zannettiğim o küçüknoktada kaybolacak ve tamamiyle buhavaya teslim olacaktım. Daha


şimdiden zaman zaman, “Ah! İştegüzel hayat! Rahat ve mesut... Neadamlar!” demeğe başlamıştım bile.<strong>Ahmet</strong>’in geçirdiği büyükçe birhastalık beni kendime getirene kadarböyle yaşadım. Ancak onu dakaybetmek korkusuyla talihime razıoldum.Bu esnada Doktor Ramiz altıseneden beri üzerinde düşündüğüprojeyi fiile koymuş, PsikanalizCemiyeti’ni açmıştı. Kendisindenbaşka doktor bulunmayan yirmi birazası içinde, hem de müesseseninmüdürü sıfatıyla ben de vardım.


Evet, şimdi itiraf edeyim ki, <strong>Saatleri</strong><strong>Ayarlama</strong> Enstitüsü’ne müdürmuavini olduğum zaman, hiç de bucins işlerde tecrübesiz değildim.Daha evvel Psikanaliz Cemiyeti’ninmüdürü ve hemen hemen onabenzeyen İspritizmacılar Kulübü’nünde muhasibi idim. Aziz dostumun,senelerce kirasını verdiği bir odadateessüs eden bu cemiyetin anahtarı,müdür sıfatıyla daima yeleğimincebinde durdu. Ve kapısı ancak ikidefa, verdiği konferanslar dolayısıylagerek kendisine ve gerek umumaaçıldı. Bu konferanslardan


irincisinde Doktor Ramiz,dinleyicilerine beni, Türkiye’de tedaviettiği ilk hasta sıfatıyla ve tüylerürpertici izahatla takdim etti. İşte busayede, ikinci karım Pakize’nindikkatini çektim. İkinci konferanstaise, yetmiş sahifelik taş basması birtâbirnameyi başından sonuna kadar,ufak tefek izahlar mukayeselerleokudu.Mevsim yazdı. Odaya açıkpencerelerden dalga dalga sıcak birrüzgâr giriyor, yüzlerimizi alazlıyor,bizi çok başka derinliklere çekipgötürüyor ve sonra esneyerek,


hatibin iyi niyetine teslim ediyordu.Bir arı, küçük cüssesinde birkaçdizel motörünün sesini bulmuş,durmadan başımızın üstündevızıldıyor, havada üst üste çeliklevhalar deliyor, onların aralarındangeçerek Doktor Ramiz’in sesinesarılıp, onu örtüyordu.İlk önce Yangeldi Asaf Bey arkasırada seçtiği yerinde uyumağabaşladı. Fahrî müdür sıfatıyla hatibinbir basamak aşağısında, iki elimdizimde, ayakkaplarımın söküğügörülmesin diye gayretler ederek,terbiyeli terbiyeli oturduğum


sandalyeden -Avrupa’da böyleyapılırmış, tabiî müdür sıfatıylaoturmam için söylüyorum,ayakkapların eskiliği için değil-onuniki kolunu işgal ettiği iki sandalyedençektiğini, sonra tam önündeki umacışapkalı kadının ensesine doğrudikkatle baktığını bir lahza görür gibioldum. Sonra birdenbire başı buşapkanın arkasında kayboldu vebinlerce melek kemanlarınıdinliyormuş gibi İlâhî bir mışıltıbaşladı. Üçüncü sahifeye doğru bumışıltıların, arının vızıltısıyla beraberteşkil ettikleri küçük, hafif ve serin


çalkantılı körfezde bizim gruptangenç bir şairin rüyaları yelken açtı vetek başına şiddetli bir geçmiş zamandeniz muharebesine girdi. Halatlargıcırdıyor, ağızdan dolma toplarsimsiyah gürlüyor, hücumlar,vaveylâlar arasında yangınlarbüyüyordu. En ön sırada oturankırklık bir hanım bu karışıklıktanderhal istifade etti ve şüphesizgelirken cebine gizlediği bir düzinekadar ördek yavrusunu usulcacıkyere bıraktı ve kendini onlarınvakvaklan arkasında maskeledi. Onubiraz ötede bir başkası takip etti ve


derhal bitmez tükenmez bir iştahlaboşanan bir banyo oldu.Onuncu sahifeye doğru evlerindeve daha rahat şartlar altında uyumakiçin salonu terk edenler müstesna,hemen herkes uyudu. Hepsi uyuruyumaz hançeresinin müstait olduğuyahut tercih ettiği sesi derhalbuluyor, derhal o ses ve hareketoluyor, onu bütün rahatlığıylayaşıyordu.Doktor Ramiz, bu kollektif ihanetleelinden geldiği kadar mücadele etti.Hiçbir zaman onu bu kadarkahraman ve vaziyete hâkim olma


kararında görmemiştim. Sesi, AsafBeyin mırıltılarının her lahza yenidenyetiştirdiği yumuşak otlar ve nebatlararasında kükremiş bir aslan gibifırlıyor, sağa sola en beklenmedikşekilde hücum ediyor, görünmezdüşmanlarıyla boğuşuyor, atılıyor,yakaladığını boğuyor, boğamadığınısindiriyordu.Yüzü ter içindeydi, elleriyledurmadan işaretler yapıyor, sankiyirmi ağızdan birden üzerine hücumeden horlamaları iterek, kakarakkendisine yol açmağa çalışıyor,kelimeler, dudaklarından kırbaç


şakırtılarıyla çıkıyor, ateşli ökselergibi dört yana fırlıyor, itfaiyehortumları gibi sağa sola uzanıyordu.Fakat, bir insan tek başına bu kadarçok, bu kadar terbiyeli, kaçmasını,değişmesini, sinmesini bu kadar iyibilen bir düşmanla nasıl mücadeleedebilirdi!İki saniye evvel hakladığı, birsaniye sonra tekrar diriliyor, tekrargölgede pusu başlıyor, ördekyavruları telâşlı telâşlı vaklıyorlar,delinmiş su borusu, bir kobra yılanıgibi ıslık çalıyor, banyo dünyanınbütün sularını döndüre döndüre


oşaltıyor, imkânsız yokuşlardakamyonlar vites değiştiriyor, engürültülü tren kazaları birbirinikovalıyordu.Ve Doktor Ramiz’in sesi, her anuyanık, her an tetikte her hâdiseyianında karşılıyor, durmadan şekildeğiştiriyor, yalvarıyor, vaat ediyor,tehdit ediyor, üst üste enbeklenmedik nizamlar kuruyor, örfîidareler ilân ediyordu.Ben, ellerim dizimde, ikide birağırlaşan göz kapaklarımıparmaklarımla açarak, onun bugayretini seyrediyor, gösterdiği


cesarete, kudrete, her an biraz dahahayran oluyordum.- Dahî bir avrat rüyasında azgınbir deli görse iyi niyet değildir.Hemen tövbe ve istiğfar eyleye...Yan tarafta, üçüncü sırada ozamana kadar farkına varmadığımgenç kadın ağır uykusundan derin bir“oh” çekerek yerinde gerindi. DoktorRamiz bu ilk ümit işaretine âdeta birkurtarıcıya yapışır gibi yapıştı ve engür sesiyle devam etti.- Ve dahî bu mecnun er kişi ise veçıplak ise ol avrat behemehal zinaişler, zevci mukayyet ola...


Kırklık hanımın boynu birdenbireiri bir kumru oldu ve dem çekmeğebaşladı. Ördek yavruları artıkortalıkta görünmüyordu. Hatip budeğişiklikten habersiz, devamediyordu.- Ve dahî bir er kişi rüyasındakendisini cümlesi uyur bir taifeninarasında görse büyük beşarettir,cümle ef’alinde fâilimutlak olur vekimseye hesap verme zorundabulunmaz.Doktor Ramiz bu cümlenin verdiğihürriyetten istifade etti ve başınıhemen oracıkta, boynunun üstünde


eğerek o da uyumağa başladı.


VIIIEvlendiğimiz zaman Pakize’nintiroit guddeleri henüz bozulmamıştı,binaenaleyh huysuz ve sinirli değildi.Hayat hakkında hiçbir fikri yoktu,binaenaleyh neşeli ve rahattı. Annesiile babası henüz ölmemişlerdi. Hattâböyle bir ihtimal kimsenin aklınagelmeyecek kadar sıhhatli, dinçgörünüyorlardı. Bu itibarla kardeşlerihenüz bizimle beraber yaşamağa


karar vermemişlerdi. Ayrıca büyükbaldızım musikîye olan istidadınıhenüz keşfetmemiş, küçük baldızımsadece irade ve ısrarıyla dünyagüzeli olabileceği fikrine düşmemişti.Ben, İspritizma Cemiyeti’ndetanıdığım Cemal Beyin sözüne uyupFener Postanesi’ndeki vazifemdenhenüz istifa ederek, onun idaremeclisi azası bulunduğu ve sonradanreisi olduğu Türlü İşler Bankası’namemur olmamıştım. Binaenaleyhelimde henüz güvenebileceğim birişim vardı ve hayatımız emniyette idi.Üstelik Selma Hanımefendiye de


henüz âşık olmamıştım.Evet, bunların hiçbiri henüzolmamıştı. Onun için evliliğimizin ilksenesini küçük evimizde, Mübarek’insakin bakışları altında, nisbetenrahat ve mesut geçirdik. Şüphesiz buhayat, Emine’nin zamanındaki hayatdeğildi. İkinci karım hiç de onabenzemiyordu. Onun ciddiliği,saadeti kendi içinde bulan cömertyaratılışı, ne de sakin güzelliği vardıPakize’de. Fakat gençti, kendisinegöre neşeliydi, kendi âlemindeyaşamasını biliyordu.Hayatta sevdiği tek bir şey vardı,


o da sinema idi. Pakize sinemanınsade terbiye değil, tatmin ettiğiinsandı da. Beyaz perdeninkarşısında o kadar kendinden geçer,o kadar her şeyi bırakırdı ki,sonunda yaşadığı hayatla seyrettiğimacerayı birbirinden ayıramaz hâlegelirdi.Bir gün dünyanın en büyükciddiyetiyle bana, eskisi gibi İspanyoldansını yapamadığını söylemişti. Buevlendiğimizin ikinci yılında bir pazarsabahı oldu. O, yatakta, saçlarınıyastığa dağıtmış, tembel tembel,kendisini kaldıracak bir vinç


ekliyordu. Ben pencerenin önünde,ayakta, yataktan kalkmak hususundadaha atik, kahvaltı meselelerindebiraz daha sabırsız bir kadınlatesadüfen evlenmiş olmanın insanaverebileceğisaadetleridüşünüyordum. Birdenbire karım:- Hayri! diye beni çağırdı. Sana birşey söyleyeyim mi, ben galibaİspanyol dansım unuttum.Pakize’nin danstan hoşlandığınıbilirdim. Fakat İspanyol dansınıbildiğini hiç işitmemiştim. Zatendoğru dürüst yürümesini bilebilmeyen, bastığı yeri görmeyen bir


insandan bu pek beklenmezdi.- Hayırdır inşallah! Hangi İspanyoldansı?- Vallahi unutmuşum... Dün birdeneyeyim, dedim, bir türlübeceremedim. İnsan üç günde bildiğişeyi unutur mu?- Ben senin İspanyol dansı ettiğinibilmiyorum.- Canım unuttun mu? Geçen günetmedim mi? Hani çok beğenmiştin?Gazinoda... Herkes alkışlamıştı.Sonra o zabit geldi...Evlendiğimizden beri sinemadanbaşka yere gitmemiştik. Neden


sonra anladım ki, karım, kendisiniberaber seyrettiğimiz bir filmin artistiile, Jeanette Mac Donald’lakarıştırıyordu, onu kendisisanıyordu. Birkaç gün sonra kırmızısabahlıklarını aradı, benim süvariceketimi bulamadığı için üzüldü.Beyaz saten tuvalet elbisesi ortadagörünmüyordu, bu felâkete ağladı.Bir başka sabah daireye giderkenboynuma sarıldı ve dikkatli olmamıtekrar tekrar tembih etti.Kendisini bazen Jeanette MacDonald, bazen Rosalinne Russelsanan, beni Charles Boyer ile, Clark


Gable ile, William Povvel ilekarıştıran, bir gün evvel komşu kızınıMartha Egerth’e benzettikten sonraertesi gün pencereden, “Martha,kardeşim, nereye gidiyorsun böyle?”diye seslenen bir kadınlaevlenmedinizse bu işin acayipliğinisize anlatamam.Filhakika çok güç bir şeydi bu. Heran tehlikeli yanlışlıklar oluyor,hesaplar karışıyordu. Bununlaberaber işin eğlenceli, hattâ faydalıtarafları da vardı. Karım, dediğimgibi sinema ile tatmin oluyor,hayatımızın aksak taraflarına


akmıyordu. Vâkıa Adolf Menjou gibien aşağı yüz otuz kat elbisem olduğuiçin artık düğmelerim dikilmiyordu.Fakat ceketimin dirsek yerlerininçıktığını da pek fark etmiyordu.Gördüğü filmlerdeki her şey bizimdi,şatolar, elmaslar, bahçeler, asîlkibar dostlar... Bu itibarla buakşamki yemeğe mutfaktayememizin veya hiçyememekliğimizin ehemmiyeti yoktu.Hulâsa onun da bir firar anahtarıvardı. Bununla beraber üzerindedüşünmemem imkânsızdı.Hangi zemberek bozulmuştu ki


öyle durmadan sürükleniyor veorda kalıyordu? Acaba can sıkıntısımı onu zaman zaman böyle çocukyapıyordu? Böyle olsa bile yine dekendisinde esaslı bir şeyin, bir çeşitzeminin bu işe hazırlanmasıgerekirdi. Lodostan uyuyamadığımgecelerden birinin sabahındaPakize’ye yirmi dakika yatıpuyuyacağımı söyledim. Halbuki birsaat sonra eve gelecek komşularlapikniğe gidecektik. Pakize haklıolarak uyanamayacağımı söyledi.“Hayır, dedim, uyanırım. Hemgöreceksin tam zamanında”. Vâkıa


daha beklediğimiz insanlar gelmedenPakize’nin alabildiğine açtığı radyoile on beş, yirmi dakika sonrauyandım. Karım buna çok şaşırdı.Laf olsun diye kim bilir kimdenöğrendiğim o nadir tarih bilgilerimdenbirini yumurtladım: “Napolyon bunuher zaman yaparmış!” Söylersöylemez gözlerinden geçen küçükparıltıyı görerek pişman oldum.Fakat olan olmuştu. Daha o günPakize benimle Napolyon arasındamukayeselere başladı. VâkıaNapolyon’u bilmiyordu ama, “Yusuf’ubilmeziz amma seni rânâ tanırız”


fehvasınca, beni iyi biliyordu.Heybeli’nin çamları altında yalancıdolmalarımızı yerken veyahazmederken saatlerce büyükkumandanın da benim gibi selezeytininden hoşlandığını, kovboyfilimlerine bayıldığını, daima sağtarafına yatarak uyuduğunu ve ancaksabaha karşı horladığını anlattıdurdu. Bu henüz birinci kademeydi.Üç dört gün sonra benzeyiş bu seferbenim tarafımdan başladı: İhtiyatzabitliğimden kalma elbiselerim tavanarasından çıktı. Temizlendi, ütülendi, evvelâ yatak odamıza, sonra


misafir odasına asıldı. Ertesi günbehemehal onları giymem için ısrarabaşladı. “Kendini unutturacaksın!”diye bana çıkıştı. Yarabbim bubudalalıkları yaparken ne kadargüzeldi. Sarışın yüzü nasıltatlılaşıyordu. Nihayet sıra taçgiymemiz merasimine geldi. Bayağıbu iş için sabırsızlandı. Bu ikinci,yahut üçüncü kademe oldu. Nihayetkendisini Josephine Beauharnaissanarak üvey çocuklarını benimsedive ilk izdivacının mahsulleriaddetmeğe başladı. Evet,çocuklarım benim ve Emine’nin


çocukları olmaktan o gün çıktılar vePakize’nin oldular. Ben birdenbireüvey baba oluyordum. Bu defteriokuyanlar belki de bu işi latifbulabilirler. Fakat hayatıma getirdiğikarışıklığı da inkâr edemezler.Hayır, Pakize’de aksayan bir tarafvardı. Bunu anladığım zamankollarımın arasında sıktığım,hayatımın mesuliyetlerini paylaştığıminsan bana imkânsız şekilde yarımve sakat görünmeğe başladı. SelmaHanıma, o kadar budalaca âşıkolmamın, Cemal Beyin peşine okadar iradesizce takılmamın asıl


sebebi elbette birazcık olsunPakize’dir.Annesinin, babasının birbiriardınca ölümleri üzerine iş birazdeğişti. Baldızlarım eve gelincekarımın ayakları yere değdi. FakatPakize’de her inkılâp ters tarafındanve beklenmedik şekilde oluyordu. Busefer de hayatımızın mihverikardeşleri oldu. Ben, kendisi,çocuklarım, ikinci, üçüncü planlaraindik. Biri otuz beşinde, öteki yirmisekizinde olan bu iki öksüze o kadarçok acıdı ki, asıl acınacak kendisi ilebiz olduk. Ve ondan sonra yavaş


yavaş Halit Ayarcı’ya tesadüfümekadar gittikçe hızını arttıran birsefalet başladı. Sanki dibi olmayanbir kuyuya indiriliyormuşum gibi herlahza biraz daha derine, biraz dahakaranlıklara gömüldüm. Fakat dahaevvel İspritizma Cemiyeti’ndekihayatımı anlatmalıyım.


IXİspritizma Cemiyeti hiç dePsikanalizCemiyeti’nebenzemiyordu. Orası şenlikli idi.Bitmez tükenmez münakaşalar,tecrübeler yapılırdı. Hemen her üçgünde bir yukarı âlemden gelentebliğler yayınlanır, onlar tefsir edilir,çok âlimane fikirler söylenirdi. Birfarkı da kadın azasının bolluğu idi.Medyum olanlardan başka sadece


meraklı yedi sekiz kadın azamızvardı. Ben, cemiyetin muhasebecisive kâtibi sıfatıyla her akşam iştençıkınca uğrar, yazılacak yazılarımıyazar, boş zamanlarımda aidatıtoplar, defterleri tutardım. İşteCemal Beyi her an yeni vebeklenmedik hâdiselerle dolu bumuhitte tanıdım.Cemal Bey itikadımca birİspritizma Cemiyeti azası olacakinsanların en sonuncusu idi. Böylecemiyetler, daha ziyade beraberceyalan söyleyip, beraberce aldanıphoşça vakit geçirmek isteyen


insanların işidir. Cemal Bey isekollektif yalandan hoşlanacak adamdeğildi. Yalan, onun için ferdî birsilâh, bazen da kendisini ve hayatınısüslemek için müracaat ettiği birvasıta idi. Öyle herkesin dut hasırıgibi, bir ucundan tuttuğu yalanatenezzül edemezdi. Zaten kendisi içinher şeyi mubah gören bu asil vemühim adam, başkasında yakaladığıen küçük kusuru bile affetmediği içinkarşısında öyle düpedüz yalansöylemek kabil değildi. O, hermânasıyla oyunu bozan adamdı.Siyasî hayatı da bu yüzden yarıda


kalmıştı.Bununla beraber muntazamangelir, içtimalarda, tecrübelerdebulunur, dudaklarında hep aynıetrafını küçümseyen tebessüm, bizimuhtelif meselelerde aydınlatırdı.Bazı ruh meseleleriyle alâkadarolduğu, bu bahislerden hoşlandığımuhakkaktı. Ayrıca da cemiyetinazasından Nevzat Hanımefendiyehafifçe âşıktı.Nevzat Hanımla olan alâkasıcemiyete rağmen ilerlememişti. Bugenç ve güzel kadın kocasınınöldüğünden beri cinsî hayata


kapılarını sıkı sıkıya kapatmışgibiydi. Şişli’de ihtiyar kaynanasıylaberaber oturduğu büyükçe birapartmanda masa tecrübeleriyaparak, ispritizmaya dair kitaplarokuyarak yaşıyordu. Bu yaşamatarzı az çok sıhhatini de bozmuştu.Daima yarım baş ağrılarından veuykusuzluktan şikâyet ederdi.Uykusuzluğun belli başlısebeplerinden biri geç vakte kadarsüren ispritizima tecrübeleri ise, birbaşka sebebi de Murat’tı. MuratNevzat Hanımın masa tecrübelerindeeve alışan bir ruhtu. Hemen hemen


apartmanı karargâh ittihaz etmişti. Elayak çekilince mutlaka ortaya çıkar,camları siler, halıları silker, eşyanınyerini değiştirir, kitapları düzeltir.Nevzat Hanımın okumasını münasipbulmadıklarını yırtar, kaybederdi.Cemal Beyin Nevzat Hanıma verdiğiçapkınca bir romanı daha ilk gecedeyırttığını hepimiz biliyorduk. Vebütün bu işleri âşikâr şekilde gürültüile yapardı.Murat’ın bir başka huyu dahayatını gizlemesiydi. Masa başındasıkıştırıldığı zaman bazen on seneevvel ölmüş Adanalı bir riyaziye


hocası, bazen Kırım muharebesindeşehit olmuş bir nefer, bazen NevzatHanımın kocası Sezai Beyin ihtiyatzabiti iken tanıdığı bir mühendisolurdu. Fakat adı hiç değişmezdi.Kendisini hangi medenî hâl altındagösterirse göstersin bu vefalı veişgüzar ve ahlâk prensiplerine sonderecede bağlı ruh daima otoriteli vedaima kendi başına idi. Onun içinçok defa masa tecrübelerindekendisine sorulan suallere “Böyleşeyleri düşünmeyin!” diye aksi cevapverirdi.Nevzat Hanımın hizmetçisiz kaldığı


zaman evi Murat’ın muhafaza ettiğini,hattâ bazen kadıncağız çantasındananahtarını çıkarmadan onun kapıyıaçtığını hepimiz bilirdik. Bazen bunumisafirlere yaptığı da söylenirdi. Buyüzdendir ki Cemal Beyinpusulalarını ve ufak tefek hediyelerinigötürdüğüm zaman kapıyı çalarkenbayağı korkardım. Nevzat Hanım isebundan bilâkis memnun olur, hattâövünürdü. Bazen ona emniyetederek anahtarsız sokağa çıktığı davardı. Bu yüzden bir balo dönüşündekapıda kaldığını kendi ağzındanişittim. Kadıncağız, “Beni


kıskanmağa ne hakkı var?” diyeşikâyet ediyordu. “Bu yaştan sonrahürriyetime ne diye karışır?”Arkadaşlar içinde Murat’latelefonda konuştuklarını iddiaedenler bile vardı. Bittabi arkadan bumühim işin tafsilâtı geliyordu. Ve butafsilât, tabiatıyla maceranınsahibine göre değişiyordu.- Çok boğuk bir ses... Sanki çokuzaktan geliyordu. Âdetakilometrelerce derin sis tabakalarınıdelerek... Bununla beraber sözleriniişitiyordum. Daha doğrusu kendiiçimde buluyordum. Ses çok


mahzundu. Ancak ölenler böyledarılabilir, dargın konuşabilirdi!Bu kahvedeki grubumuzun bellibaşlı bir uzvu olan genç bir şairinhikâyesi idi.- İşitmekle sarih şekildedüşünmek arasında bir şey... diyetamamlıyordu. “Nevzat Hanım evdemi?” diye sorunca, bana, “Evdeamma gelmeseniz iyi olur, çokrahatsız.” cevabını verdi.Zengin bir tüccar olan Şuayp Beybüsbütün başka türlü anlatıyordu:- Telefon açılınca ömrümde ilkdefa sessizlik denen şeyi duydum.


Bu bizim tanıdığımız sessizlik değildi;başka bir şeydi. Sonra “Kimsiniz?”diye birisi adımı sordu. Ben adımısöyledim ve “Nevzat Hanımın banavereceği kitabı sormak istiyorum”dedim. O zaman: “Bırakın kitabı filânda çabuk evinize gidin. Karınız birkaza geçirdi. Koşun, durmayın!”Adını sordum, “Ben Murat’ım!” dedive telefonu kapattı. Sesi insanıazarlar gibiydi.Şuayp Bey, anlattığına göre, evegidince karısını merdivendendüşmüş bulmuştu.Öbür hayatın derinliğinden bizim


dünyamızın işleriyle bu kadar sıkısıkıya alâkadar olan, karşısındakiniazarlayan, uyandıran, nasihat verenMuratlara üç hafta sonra avukat NailBey bir başka Murat ilâve etti:- Gayet garip bir şeydi bu!diyordu. İlk önce müthiş bir gürültüduydum. Düdükler ötüyor, çanlarçalıyor, sanki kıyamet kopuyordu.Sonra ses duydum. “Burası değil!”diyordu. Kapattım, bir daha açtım.Aynı şey tekrarlandı. Üçüncüdefasında aynı ses: “Anlamıyormusunuz canım, hanımefendigelemez... Meşgul...” diye cevap


verdi. “îyi amma, dedim, apartmanmeselesini konuşacaktım. Çokmühim bir şey!” Ses bu sefer âşikârbir şekilde şikâyet etti. “Tabiatınıbilmiyor musunuz? Gelemez, işi var.Ruhlarla konuşuyor! Israr etmeyin!”Bu sefer ben: “Kimsiniz?” diyesordum. “Tanımadınız mı?.. Murat!”diye cevap verdi. Bütün konuşmaesnasında çıngıraklar, çanlar, ziller,vapur düdükleri, hepsi devamediyordu. Fakat asıl garibi Murat’ınsesinin alaydan âdeta katılmasıydı.Yalnız Cemal Beyle ben, Murat’latelefonda konuşmadık ve Şişli 'deki


apartmanda karşılaşmadık.Doğrusunu isterseniz kendihesabıma bundan hiç de şikâyetçideğilim.İspritizma Cemiyeti’ndeki hayatım,Cemal Beye rastlamasaydımhakikaten eğlenceli olurdu ve hiçbirşey pahasına bu cemiyettenayrılmazdım. Kim belkemiğinde tatlıbir üşüme ile yaşamasını sevmez?Yazık ki Cemal Bey vardı ve yinedaha yazık ki ben çok uysaldım.Üstelik ufak tefek kazançları ihmaledecek vaziyette değildim. CemalBey beni ilk günden itibaren


enimsedi. Yani evvelâ kılıkkıyafetime şaşırdı. Sonra şahsımıgülünç buldu. Yüzüme karşı,“Demek böyle adam olurmuş!” diyeaçıktan açığa hayret etti ve hemenarkasından hususî işine koşturdu. Vebu sonuna kadar böyle devam etti.Cemiyete gelip de beni görürgörmez aklına, yapılacak mühim birişin gelmemesi imkânı yoktu. Söze:“Kuzum Hayri Bey... Eğermümkünse...” diye en tatlı sesiylebaşlar ve sonra bir lahzada işdeğişirdi. Ayaklan burnuma nişanalmadan benimle konuştuğunu pek


az gördüm. Konuşmanın kendisi degerçekten acayipti. Tekrar dediğimizşey onda bir çeşit hakaretvasıtasıydı:- Yarın, saat on birde...Unutmazsınız değil mi?.. Evet, saaton birde, tam on birde, anladınız mı!Ve bütün bunları her kelimeyisanki beynim denen odun kütüğüneçakı ile kazmak istiyormuş gibi ince,sivri, insana baş dönmesi, bulantıverecek kadar dikkatli bir seslesöylerdi. İşte o zaman gözümde herşey perdelenir, farkında olmadanyumruğumu sıkardım. Bu çeneyi


dağıtmak, bu krem içinde yüzentombul yanağı, bu yolunmuş, İtinalIkaşları birbirine geçirmek, mânâsızbozuk bir gramofon plağı gibiparçalamak için ömrümün yarısınınasıl seve seve verirdim. Fakat buancak bir saniye sürer, hemenarkasından Selma Hanımın, kemeribir lahza çözülse bir yığın ince, zarif,düz ve kavisli çizgi hâlinde dağılacakvücudu, sade üslûp ve eda bakışları,küçük tatlı kahkahaları hayalimdecanlanır, hulâsa sabrın ucunda benibekleyen mükâfatı düşünür, kendimitoplardım:


- Baş üstüne beyefendi.Bazen doğrudan doğruyagideceğim terzinin, ayakkabıcının,büyük mağazanın, limanda vapurdançıkışını bekleyeceğim ve eşyalarıotomobile taşınırken yardımedeceğim, yahut bu eşyaları kendimtaşıyacağım, zengin bezirgânınadını, adresini, hulâsa yapacağım işibütün teferruatıyla söylerdi. Ozaman iş tahammülsüz bir hâle gelir,hiddetten, iğrenmeden âdetaboğulurdum. Çünkü bu adları,adresleri, yapılacak işi bir kâğıdayazmak yetmezdi. Ayrıca da Cemal


Bey’in karşısında, yedi sekiz defaokumak, tekrarlamak, onuunutmayacağıma, sıralarınıbozmayacağımakendisiniinandırmak lâzım gelirdi.Bütün bunlara sadece ensonunda, yahut bu defa olmazsagelecek defa Selma Hanımı görmekümidiyle katlanırdım. Bazen son birmüdafaa hissiyle dudaklarımaküçük, yarı mağrur, yarı alaycı birgülümseme yapıştırır veetraftakilere, “Görüyorsunuz ya, bubudaladan neler çekiyorum? Amaben işin alayındayım, siz aldırmayın!


Öyle tadını çıkarıyorum ki, bu işin...”mânasında güya yaptığım eğlencelialaya onları da katan, kendimecürüm ve eğlence arkadaşı yapanbakışlar atardım.Benim biçare, ürkektebessümümün, yan bakışlarımınkim farkında idi? Orada, karşılarındaCemal Beyefendi, kendinden emin,kudretli, zalim, kırıcı hüviyetiyle herşeyi yangın kulesinin tepesindenseyreden otoritesi ve sevimsizliğiyleparlarken benim yüzümdekideğişikliği fener tutsam bile kimsegöremezdi.


Hayır, Cemal Bey hiç sevimlideğildi. İnsana şöyle bir sıcaklıkaşılaması bir yana dursun, tahammüledilecek tek tarafı yoktu... Dostluğukayıtsızlığından beterdi. Çok defasöyleyeceklerini yalnız banaişittirmek için koluma girdiği zamanbütün vücudumu acayip, felcebenzeyen bir üşüme kaplardı. Buherkes için aşağı yukarı böyleydi.Şuayp Bey, o yanına gelip oturuncaelini kanapeden yavaşça çeker,toparlanır, Avukat Nail Bey olduğuyerde âdeta kakılırdı. Bu böyle ikenyine herkes onu gözetir, sayar,


ondan çekinir, hattâ hoş görmeğeçalışırdı. Diyebilirim ki, bu adamdabazı soğuk ve tehlikeli hayvanlarınavlarını büyüleyen ve kımıldamasınaimkân vermeyen çekiciliği vardı. Bukuvvetle şüphesiz, hiç olmazsa şerbabında, çok büyük şeyleryapabilirdi. Fakat ileride anlaşılacağıgibi o da bir çeşit eksiklikledoğmuştu. Talih ve tesadüf etrafınısanki bu adamdan korumak istermişgibi bu iradeye ne tam bir hedef, nede kendisini toparlamak imkânınıvermişti.Hayatına girdikçe etrafına yaptığı


tesiri daha iyi anlıyordum. Bir günterzisi bana hesap defterini gösterdi.Rakamlar yıkıcı idi. Adam iyiceyüzüme baktıktan sonra başınısallayarak, “Dün de şu iki yüz lirayıgötürdüm. İstemişti...” diyeparmağıyla son rakamı işaret etti, vebirdenbire gözümün önündeçıldırıyormuş gibi bir hiddet içinde,hesap puslasanı yırttı. Üç gün sonraCemal Beyi sırtındaki elbiseninomuzunda, bana göre hiç de mevcutolmayan bir pot için adamıazarlarken gördüm ve zavallınınsabrına şaşırdım. Görmeden


inanılacak şey değildi bu. Adamcağızmahcubiyetinden omuzlarınınarasında âdeta kaybolmuştu.Durmadan özür diliyor, ağzından,“Emredersiniz efendim!”den başkabir şey çıkmıyordu.Gömlekçisi, ayakkabıcısı,sapkacısı, oturduğu katın sahibihepsi aynı şekilde paralarınıalıyordu. Zavallı ev sahibi ikiseneden beri birikmiş kiraya mukabilbirkaç yüz lira olsun behemehalkoparmak kararıyla gittiği evde, evsahipliği denen mukaddes vazifeyedair sıkı bir ders almış, ayrıca da


anyonun fayanslarını değiştirmeyi,arka balkona bir camekânyaptırmayı vaat etmeğe mecburkalmıştı. Keskin Boşnak şivesiyledurmadan, “Fayanslar...” diyordu,hanımefendinin ropdöşambrınauymuyormuş! Ve hakikaten butalihsizlikten mustarip görünüyordu.İspritizma Cemiyeti’nde CemalBeyin otoritesine ehemmiyetvermiyen, hattâ böyle bir şeyinfarkında bile olmayan tek insanMadmazel Afroditi idi. Afroditi,sımsıkı bir ten, her ağzını açışta birispirto alevi gibi parlayan otuz iki diş,


uzun kirpikleri arkasında telkinleri birufuk gibi derinleşen bakışlar,konuştukça sizin boğazınızdadüğümlenen Italyan babasındankalmış ağdalı, hardal gibi sert ve dik,ve yine de son derecede tatlı birses, isteyerek çolpalaştırdığıhareketleriyle bir örümcek gibi dörtbir tarafınızı saran eller, bir yığıncazibe ve dostluk, hulâsa belki defarkına varmadan hareket ve hücumhâlinae bütün kadınlıktı.Afroditi’de her şey uzviyetinin birnevi emri, ilhamı, hattâgizleyememekten müteessir olduğu


hediyeleriydi.Afroditi Cemal Beyi görür görmezbir elini yanağına götürerek tıraşişareti yapar, “Yaktı...” diye arsızarsız bağırır, kaçar, ya benimçalıştığım odaya, yahut da kahveocağına girer, sıkı sıkı örttüğükapının arkasına dayanır, hardallısesiyle gülerdi. Ancak kendisindeaffedilebilen bu kışkırtıcı şaka bizialdatmazdı. Onu Cemal Beydenböyle kaçıran şeyin bir türlüyenemediği bir tiksinme olduğunuhepimiz bilirdik. Zaten o da bunugizlemezdi:


- Ne yapayım! Tahammüledemiyorum... derdi. Bu adamdaçok kötü bir şey var. Ne olduğunubilmiyorum.Fakat Cemal Beye bunlarıgörmezlikten gelir, daima kibar,daima üstten bakışlı, “Gençliğe vegüzelliğe affedilmeyecek kusuryoktur, ne yapsın biçare, terbiyesikıt!” der gibi tavırlar alırdı. Hakikatteise Afroditi’nin bu hâlleri onu sıkar,bir zırh gibi büründüğü haysiyetinizedelerdi. Cemal Bey haysiyetliadamdı. Haysiyeti, zengininotomobili, generalin yaveri, polisin


tabancası, bekçinin düdüğü gibidaima yanı başında, daima en gözeçarpar yerde idi. Bu haysiyetigörmeden, ona dikkat etmeden,onunla karşılaşmadan ve onuntarafından rahatsız edilmeden CemalBeyle münasebet kabil değildi. Yirmiyaşında iken, annesinin ağır hastaolduğu bir gece, onun başı ucundabeklerken, elindeki kalemle masanınüzerine oynar gibi bir şeyler çizmeğebaşlamış, hiç ehemmiyet vermediğibir hâdise, ertesi gece ve dahaertesi gece aynı saatte, yinefarkında olmadan tekrarlanmıştı.


Üçüncü gecenin sabahında Afroditibu hâdiseyi olduğu gibi görmüş ve ozamana kadar başıboş eğleniyorumsandığı kâğıtlara dikkat etmiş,“Doktor değiştir!” cümlesini iğribüğrü çizgilerin arasından okumuş.İlk önce, aldırmak istememiş, sonrabir dosta açılmış ve bilhassaberaber yaşadıkları dayısınınısrarıyla doktoru değiştirmişler vekadın ölüm tehlikesinden kurtulmuş.O zamandan sonra ne vakit elindekalem, başı boş birkaç dakika masabaşında beklese kendiliğinden birşeyler yazmağa başlamış. İlk önce


kısa ve çok defa mânâsız kelimeler,karışık cümleler hâlindeki bu yazılargitgide genişlemişler, gününolaylarını, yahut aileyi veya gençkızı, hattâ şehrin hayatını alâkadareden meselelere bağlı haber,açıklama gibi şeyler olmağabaşlamışlardı. Uzun müddet birkaçdost arasında bu kabiliyetinidenedikten sonra, etrafın ısrarıylakendisini muayyen mevzular üzerindetoparlamayı öğrenmiş ve müsaitcevaplar da almıştı.Daha sonra geceleri sık sıkyatağından önüne geçilmez bir


kuvvetle sürüklenir gibi kalkmağa,masanın başına oturmaya vesahifeler dolusu yazılar yazmağabaşladı. Çok defa böyle geceleyipyazdığı şeyleri ne kendisi, ne debaşkası okuyabiliyordu. Bazen demânası doğru dürüst kavranmayanbir yığın başı boş kelimeler, isimler,hattâ rakamlar, birbirini takipediyordu. Bu rakamların içinde ensık geçeni 17 ve 153 rakamları idi.Kelimeler çok defa İtalyanca,Rumca, Fransızca ve Türkçeoluyordu.Afroditi’nin babası Cenovalı bir


İtalyan’dı. Gençliğinde hayatına malolması ihtimali bulunan mühimce birhâdise yüzünden İzmir’e kaçmış,oradan İstanbul’a gelmiş, bir Rumkızıyla evlenerek burada yerleşmişti.İyi kuyumcu ve tenordu. Tünelcivarında açtığı küçük dükkânı azzamanda tutunmuş, para, mülksahibi olmuştu. Fakat aradan epeycezaman geçtiği, hattâ adını biledeğiştirerek yaşadığı hâlde kendisiniemniyette addetmediği için ailesiylemünasebetini kesmişti. O kadar ki1915 yılında öldüğü zamanetrafındakiler ailesinin Cenovalı


olduğunu, orada bir anası, babası vebir de kız kardeşi bulunduğunu ancakbiliyorlarmış. İskaçeri’nin ölümüüzerine zaten dükkânda yetiştirdiğikayını işin başına geçmiş, Mütarekeyıllarının değişiklikleri arasındadükkân birdenbire büyümüş, büyükbir mağaza olmuştu. FakatAfroditi’nin babasının zamanındakiişçilik artık kalmamıştı. Bu geniş,zengin, işlerini en iyi ustalaragördüren mağazada, hâlâ onunyaptığı işlerin arandığı söylenirdi.O yıllarda Afroditi ile annesininbelli başlı düşünceleri bu adamın


hayatı; varsa eğer Afroditi’ninuzaktaki hısım akrabası idi. Gençkızı medyumlukta ilerleten bu merakolmuştu. Dostlarının yanında, yaptığıtecrübelerde zihnini yavaş yavaş eskiehemmiyeti gözünden kaybolan bumesele üzerinde tutmağa başlamışve nihayetinde kendisini geceyarılarında uyandıran, gündüzlerieline her kalem alıp gözünüyumdukça kargacık burgacıkyazılarla varlığım anlatan kuvvetin,1923’te kardeşini ve onun çolukçocuğunu bekleye bekleye ölenhalası olduğunu öğrenmişti.


Ondan sonra tebliğler büsbütünsarihleşmiş, ölü hala onları dahayakından sıkıştırmağa başlamıştı:- Niye gelmiyorsunuz? Niyeevimizde oturmuyorsunuz? Niçinmirasınızı aramıyorsunuz? diyeüstlerine düşüyordu. Benevlenmedim, yemedim içmedim, herşeyi size sakladım. Niyegelmiyorsunuz?Kocasının adı ile, Cenovalıolduğundan başka hiçbir şeybilmeyen, elinde hiçbir vesikabulunmayan kadıncağız gittikçe ağırbasan bu davete uyarak seyahate


çıkmayı ilk önceleri hiç de akıllı bir işgibi görmemişti. Fakat kızının veetrafındakilerin ısrarı karşısında,“Hiç olmazsa şöyle bir gezmiş oluruz”diye yola çıkmışlardı. Ondan sonraen şaşırtıcı tesadüfler birbirinikovalamış, miras meselesi kolaycahalledilmişti.Ortada büyük bir servet yoktu.Miras dar, fakat uzun bir sokakta biri17 numarada, öbürü 153 numaradaiki evle ihtiyar kadının biriktirdiği beşon paradan ibaretti. Afroditi ileannesi bu iki mülkün parasından çokfazlasını bu yolculukta sarf


etmişlerdi. Fakat tek başlarına ve bukadar eşine rastlanmaz şartlaraltında bu işi halletmeleri iki kadınıson derecede şaşırtmış vedüşündürmüştü. Asıl hazini, ihtiyarhalanın kardeşine bu evleri vemobilyaları olduğu gibi saklamak içinher türlü fedakârlığı yapmış olması,bir pansiyon işleterek, ömrününsonuna kadar dantelâ örerekhayatını kazanması idi. Ayrıca daonlara bir yığın dantelâ bırakmıştı.Fakat bu biriktirme ve saklamamerakı yüzünden evler de bakımsızkalmıştı.


Afroditi ile annesi bu kadar garipşekilde kendilerine gelen bu mallarısatmağa kıyamamışlar, ihtiyarhalanın emrini tutarak İtalya’dakalmağa da gönülleri razı olmadığıiçin -zaten işleri İstanbul’da idievlerehafif bir tamir geçtikten sonradönmüşlerdi.O tarihten itibaren hala ortadayoktu. Afroditi her boş kaldığı andamasa başına geçiyor, eline bir kalemalıyor, kaşlarım hafif çatıyor, alnınıgeriyor, yüzü mermerdenmiş gibikaskatı ve bütün çizgileri âdetaiçeriye geçmiş, saatlerce şefkatli


halanın tekrar konuşmasınıbekliyordu.Fakat hala görünmüyordu. Sankiüzerindeki ağır yükü attıktan sonrabu fedakâr ruh ölümün vaat ettiğihakiki istirahate çekilmişti. Hakkı davardı. Bütün hayatını uzaktakikardeşinin ve onun kaç taneolduklarını, yahut hakikaten mevcutolup olmadıklarını dahi bilmediğiçocuklarının düşüncesine vakfetmiş,elinde avucunda ne varsa onlar içinsaklamış; onlara, “İşte eviniz, iştebenim sizin için biriktirdiğim şeyler...”diyebilmek için gözleri yolda


eklemişti.Hayatta, yapamadığı bu vazifeyiölümden sonra da unutmamış,sonsuz boşluk içinde, dayanacağıhiçbir maddî mesnedi olmayaniradesi yıllarca bu kardeşin peşindedolaşmış, onları araya tarayaAfroditi’nin genç kız yatağının başınakadar gelmişti. Bu kadarı onlarayetmeliydi.Fakat Afroditi böyledüşünmüyordu. Birdenbire alıştığı vebağlandığı bir iradeyi -İspritizmaCemiyeti’nde Afroditi’nin halasınınadı İrade idi- daima etrafında hazır


görmek istiyor ve bulamadğı için deıstırap çekiyordu. Ona kâfi derecedeteşekkür bile edememiş, bir kereolsun, “Niye bu kadar zahmet ettin,halacığım... Bil-sen ne kadarüzüldük bu iş için...” diyememişti.Sonuna doğru bu minnet hissine veıstıraba bir nevi azap da karışıyordu:- Bana ne mirastan? deyipduruyordu. Benim param var. Bizimiçin ne diye yorulur, ne diyeevlenmez? Bu yapılır iş mi? Haydibunları yaptı, şimdi ne diyegörünmüyor?Kanaatımca Afroditi’nin asıl


istediği şey, halasını hiç olmazsa birkere eline geçirip ona iyice birteşekkür ettikten sonra, bütün buzahmetlere beyhude yerekatlandığını anlatmak ve belki debirdenbire kendisini unuttuğu içinbiraz paylamaktı. Fakat bu kadarşefkatli ve iradeli bir ruhun birdenbirevefasızlaşabileceğine de pekinanmadığı için:- Bu işte bir şey var, diyordu. Yabize darıldı, yahut da başına birkaza geldi...Ve halasına geniş ve tıka basagidip gelişlerle dolu feza yollarında


irdenbire sakatlanmış, her türlühareket imkânından mahrum,bakımsız, olduğundan daha biçaretasavvur ediyordu.- Belki de orada, evimizdekalmamızı istiyordu. Amma bizİstanbulluyuz! diyordu. İstanbul’aalıştık. Babam bile buradan gitmekistemezdi. Bütün ahbaplarımızburada...Benim, biraz da Pakize’nin vekardeşlerinin huysuzlukları yüzündenâdeta İspritizma Cemiyeti’nindemirbaşı olduğum günlerde Afroditibu işe bir başka hal çaresi bulmaya


yeni başlamıştı. İkide bir elbisesininbir tarafını süsleyen halasınındantelâlarından birini iki parmağınınarasında tutup bize göstererek:- İnsan birisini bu kadar seversenasıl darılır? diyordu. Hiç darılabilirmi? Muhakkak yorulmuştur. Yahutda bizim yüzümüzden bu dünyadaevlenemedi. Öbür dünyada birisinibuldu ve evlendi.Bu fikre biraz inanır gibi olduğuzamanlar Afroditi hakikaten mesuttu.O zaman gülüyor, şarkı söylüyor,beğendiği erkekleri kucaklayıpöpüyordu. Çünkü bu haşarı çocuk


halasının kendileri yüzündenevlenmemiş olmasını kendisine birtürlü affetmiyor, onun yarım kalmışhayatından içten içe kendisini suçlututuyordu. Ona göre bir kadınınbehemehal evlenmesi lâzımdı. Aksitam bir felâketti. Bu yüzden benimhalamın o yaşta evlenmiş olmasınıbeğeniyordu:- Elbette! diyordu, elbetteevlenecek... Herkes hayatınıyaşamalı!Ve sadece bizleri hiç düşünmedenevlenmiş olduğu için halamın bizlerekarşı olan muamelesini, haksızlığını


affediyor, hattâ hoş görüyordu. Veevlenmemiş halasıyla benim, NaşitBeyin ölümünden sonra, şimdiüçüncü bir izdivaca hazırlandığınıişittiğimiz halam arasında yaptığı bucanlılık ve irade mukayesesinde,kendisini mağlûp gördüğü için horozudövüşte yenilmiş bir mahalledelikanlısı gibi üzülüyor, pis pisdüşünüyordu.On sekiz yaşından beriBeyoğlu’nun en çok aranan kızıydı.Türk, ecnebi kendi cemaatlerindenhemen hemen kalbur üstünde bütünİstanbul onu tanırdı. Her toplantıya


çağrılır, her gittiği yerde beş on âşıkbulurdu. Buna rağmen belki dehürriyetini sevdiği için bir türlüevlenmeğe razı olmuyordu. İyideniyiye uyandığı hâlde, biraz evvelkirüyalarının havasından bir türlüsıyrılamadığı için yatağındançıkamayan bir insan gibi, o dahakikaten yirmi yaşına doğru çokgürültülü ve heyecanlı yaşadığı vebütün tadını çıkardığı genç kızhayatını bir türlü bırakamıyor,aradaki beş sene içinde birçok şeyinesaslı şekilde değişmesine rağmenonu devam ettirmek istiyordu.


Her yaşta bir yığın erkek arkadaşıvardı ve hepsiyle aynı cömertdostluk içinde yaşıyordu. Hepsi onabüyülenmiş gibi bağlı ve hepsi de buyüzden az çok biçare idiler. Fakat birmüddet sonra, kadınlığının vegüzelliğinin ne kadar tehlikeli bir silâholduğunu bilmeyen bu genç kızdanya büsbütün uzaklaşıyorlar, yahut damustarip ve huzursuz onun etrafındaher gün aynı mahremiyet vecazibelerin tesiri altında kala kalaona alışıyorlardı.Afroditi’nin macerası cemiyettekikadın ve erkek bütün azanın devamlı


konusuydu. O, Nevzat HanımınMurat’ı gibi, bu topluluğun değişmezve eskimez mevzularından biriydi. Buo kadar böyle idi ki elime beş onpara fazla geçsin diye aralarınakatıldığım zaman bu cemiyetin dahaziyade bu ihtiyar kadınla Muratüzerinde konuşmak, onlarınmevcudiyetinden şüphe etmek, yahutonları kabul etmek için kurulduğunusanmıştım.Genç kızı, aralarındaki on yaşfarka rağmen Dame de Sion’dantanıyan (!) ve galiba hiç sevmediğihâlde son derecede sevdiğini iddia


eden asıl medyumumuz SabriyeHanımefendiye göre, mekteparkadaşı öyle medyum filân değildive hiç de olmamıştı. O sadeceİtalyan sefaretinde genç bir kâtiplebirkaç sene sevişmişti. Yine SabriyeHanıma göre bu aşk İstanbul’un ozamanki kibar muhitini çok meşguletmişti. Bütün ecnebi kolonisi veonlarla münasebette olan Türkmuhitleri son derecede güzel vekibar buldukları İtalyan diplomatıyüzünden bu aşkı her safhasındatakip etmişlerdi. Butun mesele gençdiplomatın birdenbire memlekete


dönmesiyle başlıyordu. Afroditisevgilisiyle bir daha buluşmak veevlenme şanslarını son defadenemek üzere yapmağa kararverdiği bu seyahate annesini razıedebilmek için bu macerayıuydurmuştu. Miras meselesininçarçabuk halli de bunu gösteriyordu.Bu iş daha evvelden hazırlanmıştı.Eğer bu cinsten bir yardım olmasa okadar kısa bir zamanda böylekarışık işin halline imkân var mıydı ?Sabriye Hanımın hemen herkeseayrı ayrı anlattığı bu hikâye acabaişin asıl hakikati miydi? Burasını hiç


kimse bilemezdi. Şurası muhakkak kihakikat de olsa, ona inanmakcemiyet azasının hoşuna gidecek birşey değildi. Çünkü Nevzat HanımınMurat’ı gibi, Afroditi’nin halası da buküçük topluluğun cankurtaranlarından biriydi. Bu masal,doğru veya yanlış, onlara lâzımdı.Onun sayesinde ölümün bilinmezibirdenbire canlanmış, aralarınagirmiş, kendileriyle iş birliği etmişti.Bu canlı ve son derecede meraklımacera şöyle dursun, hayat yollarınıdarlaştıran, teklifler, tembihler,hatırlatmalar, öğütlerle dolu şeylerdi.


Bu tebliğleri bize dikte eden ruh,hiçbir akideyi incitmeden, sonundayine mahiyeti meçhul kalan tatsıztuzsuz bir hakikatten bahsediyordu.Afroditi’nin halası ile Nevzat HanımınMurat’ı ise bizim hayatımıza iyideniyiye uzanan varlıklarıyla âdeta yanıbaşımızda idiler. Onlar hemenhemen bizim gibi yaşıyorlardı. Biryalan olsalar bile mevcuttular.Mürşidimiz bile bu işte hakikatinpeşinde değildi. O sadece vâkıalarınpeşinde idi. Vâkıa, Afroditi’nin halasıidi. Bu kadarı kâfi gelmeliydi! Busevimli ruhlar, karanlık ve karlı


gecede, siz evinizde otururkenbirdenbire kapıyı çalan ve sobanızınönünde paltosunu ve boyun atkısınıüzerlerindeki buzları çatırdataçatırdata çıkaran bir misafir gibigelmiş, hiç de kendisinin olmayan birâlemde içimizden birisine delâletetmiş, ve böylece varlığını veyaşadığı şartların kudretinigözümüzün önüne koymuştu.Bunu romancı Atiye Hanım çok iyianlıyordu. Onun için Sabriye Hanımınverdiği, akla yakın izahatı dinlemezdibile. Afroditi’nin meselesinde öyle birbedahet vardı ki inkâra kalkışmak


eyhude idi. Zavallı kız, halasıkendisiyle artık meşgul olmadığı içintacından, tahtından uzaklaştırılmışbir kıraliçe gibi meyus ve biçarearamızda dolaşıyor, sadece geçmişkudretini hatırlayarak yaşıyordu. Buportre belki yalnız Atiye Hanımınmuhayyilesinden doğmuştu. HakikîAfroditi’nin hiç de meyus bir hâliyoktu. Fakat Atiye Hanımefendi birromancı sıfatıyla işi böyle alıyordu.Zaten Atiye Hanım bu noktada dabirdenbire, size herhangi bir itirazfırsatı vermeden sözü çeviriyor,bilmem nedense derhal gençliğinde


pek rağbet kazanmış olan KıraliçeKristin adlı bir filmi hatırlıyordu. Ozaman fikirleri biraz karışıyordu.Çünkü Atiye Hanımefendi bu filmiçok sevmişti. Kendi sanat hayatındabu film bir dönemeç yeri olmuştu.Çoktan beri tıpkı ona benzer birKösem Sultan yazmak istiyordu. İştebu Kösem Sultan için, Afroditi’ninbugünkü hâli canlı bir örnek olacaktı.Fakat bu kitabı yazması için dahaepeyce beklemesi lâzımdı. ÇünküAtiye Hanım, henüz hayatınınkendisine hazırladığı mevzularıbitirmemişti. Birbiri ardınca çıkardığı


on altı romanı, bu yorulmaz erkekmüstehlikini ancak on sene evvelkiaşkına kadar getirebilmişti . Halbukiaradaki on sene içinde hiç olmazsabir o kadar daha erkek harcamış, buyüzden çok asil hislerle içlenmiş,üzülmüş, ıstırap çekmişti. Veyaşamak onun için sevmek,sevişmek, erkek değiştirmek, ıstırapçekmek olduğuna göre, başından hiçolmazsa yeniden bir on altı cildidoldurabilecek maceralar geçmişti.Binaenaleyh Kösem Sultan romanıbir müddet daha bekleyecekti.Böyle olması, Sabriye Hanımın


anlattığı şeylere inanmamasını icapettirmezdi. O halanın mevcudiyetininlüzumuna kanidi. Yoksa, gençdiplomata hiçbir itirazı yoktu. Hattâbir romancı sıfatıyla bunun lüzumunakanidi. Kaldı ki, kendi nefsindenbiliyordu, dünyanın ölmüş ölmemişbütün halaları bir araya gelse insan,böyle bir münasebet olmadan kalkıpİtalya’ya gidemezdi. Bittabi bütünbunları Sabriye’ye söylemenin hiçlüzumu yoktu. O biçare kız, ömrününsonuna kadar kıskanmağamahkumdu.Meşrutiyet senelerinde Türkiye’ye


hicret etmiş Lehistanlı bir Yahudinintorunu olan Madam Plotkin, AtiyeHanımefendinin tam zıddına olarak,Sabriye Hanıma inanıyordu. Fakatdedikoduyu hiç sevmediği için buhusustaki fikrini ancak, bahsi açıldıdiye, ve yanında bulunanlarasöylerdi. Madam Plotkin ayrıcahakikati de severdi. Bu itibarla bildiğibazı tafsilâtı da saklamazdı. Meselâgenç diplomatın evlendiği Brezilyalıdul kadını geçen sene kocası MösyöPlotkin’le beraber Çekoslovakya’yagittiği zaman Prag’da tanımıştı. O daAfroditi’yi pek severdi, amma


doğrusu Brezilyalıyı daha güzel,daha comme il faut ve daha çokzengin bulmuştu. Sonra birdenbireyine sözü Afroditi’ye çevirirdi:- Zavallı kızın hiç talihi yok! derdi.Bu sefer de Semih Beyi seviyor.Halbuki Semih Bey delicesine NevzatHanıma âşık...O zaman Sabriye Hanım içiniçekerek vaziyeti tasrih ederdi:- Zavallı Semih Bey... derdi.Beyhude yere akıntıya kürekçekiyor. Nevzat Hanım, artıkdünyada kimseyi sevemez. Ne onu,ne de başkasını... Amma erkek aklı,


ne yaparsın!Ve yan gözüyle, daima kibirli,daima dudaklarında küçümseyicitebessümü kendilerini dinleyenCemal Beye hafiften bakardı. Bu an,Sabriye Hanımın kül rengiyanaklarını hafif bir kan dalgasınınkapladığı, gözlerinde acayipparıltıların dolaştığı andır. Sonraincecik dudaklarını ısırır ve bir kutukapatır gibi, sımsıkı kilitlerdi. Buşüphesiz susmak için değildi.Muhakkak ki bu anlarda SabriyeHanım içinden “Sevgilim, beni affet!”derdi. “Senden bu şekilde intikam


almamalıydım!” Çünkü SabriyeHanım Cemal Beye âşıktı.Fakat İspritizma Cemiyeti’nebunun için girmemiş, bu yüzdenmedyum olmamıştı. Bunun büsbütünbaşka sebebi vardı. O insan işlerinemeraklıydı. Daha beş yaşındanitibaren bir fareye benzeyen küçücükyüzünde alabildiğine açılmışgözleriyle ve alabildiğine delikkulaklarıyla evin içinde olan biten nevarsa hepsinin aslını öğrenmeğeçalışmıştı. Bu tecessüs çocuktabelki üvey annesini babasındankıskandığı için başlamıştı. Belki de


sadece böyle yaratıldığı içindi.Büyüdükçe bu merak ve tecessüsüde kendisiyle beraber büyümüş,sırasıyla sokağa, mahalleye, semte,oradan şehre, şehirden bütün hayatataşmıştı. Böylece otuzuna kadaryaşadığı dünyada olan bitenleri iyiceöğrendikten ve bilhassa öğrenmecihazlarını adamakıllı kurduktansonra öbür dünyaya meraksardırmıştı.Nasıl ilim, dünyamızı iyiden iyiyetanıdıktan sonra diğer yıldızlarıhedef almışsa, Sabriye Hanım daşimdi öbür dünya ile, oradaki hayatla


meşguldü. Tecrübe masası,İspritizma Cemiyeti bu gizli âlemeaçılmış pencerelerdi. SabriyeHanımefendi pencereleri severdi.Evinde kaldığı zamanlar evin her ikisokağa açılan pençelerinden hiçbiriniihmal etmezdi. Şimdi ufku dahageniş, daha sonsuz bir pencereninönünde idi.Şurası da var ki Sabriye Hanımbunu yaparken dünyamızla alâkasınıhiç de kesmiş olmuyordu. Öbürdünya Sabriye Hanıma göre buranınbir devamıydı. Yüzlerce tanıdıkorada idi. Evet, hangi mesele ile


meşgul olursa olsun yaalâkadarlardan biri, yahut en yakınmüşahit, muhakkak bir veya birkaçıorada idi. İki dünya hakikattebirbirlerine çok yakındılar. Meselâkomşusu Zeynep Hanımın intiharıişinde, hakikati anlamak için öbürdünyadakilere müracaat âdeta zarurîolmuştu.Bu intihar Sabriye Hanımıkökünden sarsmıştı. Zeynep Hanımıçok sever ve beğenirdi. İyi, asil,kibar ve intihan da gösteriyor kitalihsiz bir kadındı. Vâkıa kendisi gibiiyi bir mektepte okumamıştı, biraz


kapalı yaşardı amma akıllı kadındı.Kocası zengindi ve kendisiniseviyordu. Hiçbir meselesi yoktu.Öyle olduğu hâlde günün birinde,hem de tabanca ile intihar etmişti.Polis, işi asabî buhran diyerekkapatmıştı. Fakat sinir denen şeyisadece başkalarının dalına binmekiçin bir vasıta gibi gören SabriyeHanım böyle bir şeye inanmazdı.Zeynep Hanımın kocası aradan ikisene geçtiği hâlde hâlâevlenmemişti. O kadar peşinedüştüğü hâlde dışarda hiçbirmünasebetini işitmemişti. Hep eski


sessiz sadasız, kibar adamdı.Sırtından büyük bir yükü atmışabenzemiyordu. Meselâ, Allahgöstermesin, böyle bir şey kendibaşına gelse emindi ki bu Cemal Beydenen soğuk adam sevinirdi. FakatZeynep Hanımın intiharı hiçbir erkeğihafifletmişe benzemiyordu. Ne deyine bu erkeklerden herhangi birinitabiî kocasından başka, büyük birteessüre düşürmemişti. Yinetanıdıklarından hiçbir kadın, nesevinmiş, ne de vicdan azabıduymuştu. Nevzat Hanım, aynıapartmanda oturdukları hâlde hep


aynı şaşkın, yeni doğmuş çocukhâlini muhafaza etmiş, Atiye Hanımyazmakta olduğu romana sadece buintiharı nakleden bir bahis ilâveetmekle kalmış -hangi romancı böylebir fırsatı kaçırır?-, Selma Hanımyalancıktan biraz ağlar görünmüş -ogün makyajı çok yerinde idi, gideceğiyer de vardı... Hem son zamanlardagöz kenarlarındaki çizgilerdenkorkmağa başladı-, Seher Hanım isebir ay sonra haber almıştı. MadamPlotkin kocasının vekâletini aldığıÇekoslovakya’daki fabrikalardangelecek mallarla o kadar meşguldü


ki zaten böyle birşey aklınagelemezdi. O hâlde?..Zavallı Zeynep Hanımın ölümünesebep neydi? Bu intihar niçindi?Bunun gibi ortada birçokhalledilmemiş mesele vardı.Yüzlerce, binlerce insan, orada, öbürdünya dediğimiz büyük depoda,kendi sırlarının üzerlerine kapanmış,kıskanç ve sessiz bekliyordu.İşte Sabriye Hanım onlarıkonuşturmak istiyordu. İspritizmayıbunun için merak etmişti.Hâfızasındakidosyalarıtamamlamak, meçhulleri aydınlatmak


için.Fakat işin içine bir talihsizlikkarışmıştı. Tecrübelere başlarbaşlamaz medyum olduğuanlaşılmıştı. Medyum olmak SabriyeHanımın hiç işine gelmezdi. Ogeceleri kendi rahat yatağında bilebir kulağı kirişte uyurdu. Şimdibaşkası tarafından uyutulmak hiçhoşuna gitmiyordu.Kaldı ki medyum hür değildir. Sualsoramaz. İradesi başkasınınelindedir. Bir çeşme lülesi gibiağzından başka birisinin düşüncesiakardı. Operatör, sualleri sorar, ruh


cevap verir. Halbuki Sabriye Hanımsualleri kendisinin sormasını isterdi.Bu işe bunun için girmişti. Şimdi tamtersine oluyordu.Bununla beraber Sabriye Hanımiradesi, -bu hakikaten olur şeydeğildi- bu umumî kaideyi bozmağamuvaffak olmuştu. Filhakika onunağzından konuşan ruhlar hernedense çok defa mürşidin suallerinecevap verecek yerde, alelâde dünyaişleriyle meşgul olmayı tercihediyorlardı. Operatör, bir başkamedyumda, meselâ eski bir Kadirîşeyhinin oğlu olan Hüsnü Beyde,


daima çok tafsilâtlı cevaplar aldığıruhların tasfiyesi meselesini şayetyanlışlıkla Sabriye Hanımın ağzındandinlemek ve öğrenmek istersemesele derhal değişiyor, ispritizmalûgatıyla ruhların çirkinihtiraslarından kurtulup temizlenmesimânasına gelen bu tasfiye kelimesiinsanların arasındaki alelâdemânasını alıyordu:- Hayır, ne münasebet! Şirkettasfiye edilir mi hiç! Bilâkiseskisinden daha itibarda. Aksiyonlaryükseldi, daha da yükselecek!- Yüksek varlıkla hiç temas


edebildiniz mi? cinsinden bir sualeHüsnü Beyin ağzından daima:- O mertebeye gelebilmem için enaşağı on bin sene çile çekmemlâzım. Zaten o zaman sizinlemünasebette bulunamam! tarzındacevaplar gelmesine mukabil, SabriyeHanımın ağzında aynı ruh:- Hayır, hiç teşebbüs etmedim.Hattâ düşünmedim bile. Ben buradaRudolf Valentino’nun sonmuaşakasıyla meşgulüm! İstersenizanlatayım! cevabını veriyordu.Çok defa da kendisini tammevzuuna vermişken birdenbire sözü


keser:- Bulamıyorum. ZeynepHanımefendiyi bulamıyorum; galibaintihar edenlerin yeri ayrı... Ben deburanın yenisiyim. Kusura bakmayın!diye itizar ederdi.Bazen de yine aynı dindar,terbiyeli ve iyiliksever ruh mürşidin,insanların daha temiz ve daha safolabilmeleri çaresini sorduğu zaman:- Siz budala mısınız? Bırakın bumeseleleri! Burnunuzun dibinde olanşeylere bakın. Bugünlerde içinizdenbirini son derece şaşırtan bir hâdisehazırlanıyor! diye söyleniyordu.


Sabriye Hanımın medyumlukta enmuvaffak olduğu şey, bedeninindışına çıkabilmesi, düşüncesiyledolaşması idi. Böyle bir iş verildi miderhal eski bir eteklik gibi vücudunuorada, aramızda bırakır, vegösterilen düz duvara tırmanır,istenilen pencereden seve sevebakar, gördüklerini ballandıraballandıra anlatırdı. Filhakikamütecessis tabiatına en uygun olanıda bu idi. Böyle bir fırsat eline geçtimi, erken uyanmamak, aramızaçabuk dönmemek için her hileye başvurur, mürşide, “Karşıdaki


apartmanın üçüncü katma da birdakika bakayım mı?” diye yalvarırdı.“Ben, Suat Hanım zannediyordum.Halbuki o değilmiş. Sarışın birkadın... Uzun boylu, tanıyamadım”diye bize gördüklerini anlatırken iyicekatılaşmış yüzünde görmekten,bilmekten gelen saadet, bu çirkinkadını, âdeta tabiî uykusunda çokmesut bir rüya görüyormuş gibigüzelleştirirdi.Sabriye Hanım, bu cinstentecrübelere tek bir şart koşmuştu. Oda, operatörün kendisini, NevzatHanımın evine bir göz atmak fırsatını


vermeden uyandırmaması idi.Uyandıktan ve kendine geldiktensonra da ilk sözü: “Ne söyledim?Acaba bir şey gördüm mü? Baktırdımı?” suali olurdu.Hakikat şu ki, Sabriye Hanım,Nevzat Hanımla Zeynep Hanımınkocası arasındaki gizli bir aşkın gençkadının intiharına sebep olduğunuzannediyordu. O, Afroditi’nin halasıgibi, Murat’ın da bir yalan olduğunave bu yalanın, çok mücrim bir aşkı,bir insanın, hem de kendisinin çoksevdiği bir insanın ölümüne sebepolan bir aşkı örtmek için icat


edildiğine inanıyordu.Bu meselede kulübünefkârıumumiyesi Sabriye Hanımasadece iltihak etmemekle kalmıyor,onu düpedüz reddediyordu. MuratAfroditi’nin halasına da benzemezdi.O bir vuruşta böyle hiç lüzumsuzyere yıkılacak cinsten değildi.İspritizma Cemiyeti’nin yarı nüfuzu,şirinliği, dost havası, bu aksi, titiz,lafını esirgemez, böyle olduğu için desevimli ruhtan geliyordu. Bir akşamonun bütün elektriklerimizi söndürüpdakikalarca hepimizi heyecandan,korkudan olduğumuz yerde


titretmesini kim unutabilirdi? Buhâdisenin olduğu günün haftasındacemiyet yeni aza kabul etmemekkararını almağa mecbur olmuştu. Bukadar sevilmiş ve benimsenmiş biruzuv feda edilemezdi.Onun için operatörümüz, SabriyeHanıma bu iş için verdiği vaatleritutmaz ve Sabriye Hanımı NevzatHanımın evinden daima uzaktabulundurmağa dikkat ederdi. ÇünküNevzat Hanıma belki laf anlatmakkabildi ama, Murat’a ne derecedemümkündür, bunu hiç kimsebilemezdi. Ve hiçbirimiz onu


darıltmak istemezdik.Bununla beraber, bu şüphe veonun getirdiği küçük facia havası dahoşa gitmez değildi. Mesele biraz dakendisini meraklı, oldukça dehşetlibir vaziyette görmek olduğuna görebu da ihmal edilecek şeylerdendeğildi.Sabriye Hanım, bunun farkındaolduğu için uyutulmağa daimanazlanır, alelâde masa tecrübelerinitercih ederdi. Gerek evinde, gerekkulüpte sık sık bu cins tecrübeleryapar ve nasılsa davetini kabul etmişolan ruhlara hakikî âhiret azabının ne


olduğunu öğretirdi. Filhakika onunsualleri karşısında şaşırmamakhemen hemen imkânsızdı. Butarzdaki tecrübelerde mürşidin,yahut operatörün usulüne alışık olanruhları çağırmamayı tercih ederdi.Hikâyesini benden dinlediği SeyitLûtfullah’ı seçmesi ve aşağıdaanlatacağım gibi onunla büyük bir işbirliği yapması bu yüzdendi.Filhakika Sabriye Hanım, SeyitLûtfullah’ı benim delâletimleçağırdıktan bir hafta sonraİspritizmacılar Cemiyeti’nde verdiğibir konferansta, “İspritizma ve sosyal


temizlik” mevzuu üzerinde bir hayliısrar etmiş ve ruhlardan müteşekkilbir istihbarat servisinin ne şartlarlakurulabileceğini ve ne gibi faydalartemin edebileceğini iyice anlatmıştı.Bu hususta Taflan Deva Beyinkendisine sıkı sıkıya yardım ettiğinibiliyorduk. Bu zengin, kibar ve çokokumuş adam hakikaten büyük veateşli bir temizlik meraklısıydı. Çokdefa düşünürüm, bizimmemleketimizde istidatlar hakikîyerlerini bulsa hayatımız ne kadardeğişir ve güzelleşir. Taflan DevaBeyi on dakika dinleyip de kaydı


hayat şartıyla, İstanbul’a veyaherhangi bir şehrimize Belediye reisiyapma hülyasına kapılmayan, hattâbunun için varını yoğunu sarfa hazırolmayan, aramızda hiç kimse yoktuzannederim. İrfanı, iyi terbiyesi, hersınıftan bir yığın insanı tanımış vekendisine bağlamış olması, bunupekâlâ mümkün kılabilirdi. Yazık kiTaflan Deva Bey temizliği sadeceiçtimâ ve ahlâkî mânasında alıyordu.Onun için sokak, ev, şehir, daimaikinci, üçüncü derecede şeylerdi.Asıl mühim olan cemiyetin muzırdüşüncelerden kurtulmasıydı.


İşte Sabriye Hanımın bu merakıyüzünden Seyit Lûtfullah’la bir gecehiç ummadığım bir zamandabirdenbire karşılaştım. Doğrusunuisterseniz bu cemiyete girdiğimandan beri kendimi yeniden onayakınlaşmış hissediyordum. Nekadar ilmî gayelerle teşekkül etmişolursa olsun, ne kadar ciddîmeselelerle uğraşırsa uğraşsın,burası onun malikânesiydi. Daha ilkgününde onu yanı başımda görürgibi olmuştum. Bazı tebliğlerdeaşikâr şekilde müdahalesi oluyordu.


XBu hayat sonuna kadar böyledevam edebilirdi. Fakat Cemal Beyinhiç beklenmedik bir müdahalesi benicemiyetten birdenbire uzaklaştırdı.Şirkette bana çok iyi bir vazife teklifetmişti. Bol para alacaktım. Onunlaberaber çalışacaktım. “Zatenarkadaşız, değil mi?” diyordu. Fakatserbest kalmam bütün günüme sahipolmam icap ediyordu. Fener


Postanesi’ndeki işim gibi, İspritizmaCemiyeti’ni de bırakacaktım. Teklif okadar güzeldi ki ister istemez razıoldum. Kendi tâbirince, artık sırayagiriyordum. Buradan daha büyükmevkilere geçebilirdim. Kabiliyetliadamdım, ne diye kendimi bumânâsız işlerde israf ediyordum?Hele böyle alelâde hizmetçiliğebenzeyen bir işte kalmam hiçbirsuretle doğru değildi.Cemiyetteki hayatım beni deyormuştu. Akşam yemeklerimi evdeyemem mümkün değildi. Uykumperişandı. İspritizmacılar hemen


hemen bütün vaktimi alıyordu. Yirmidört saatin içinde tek dinlenmezamanım, Cemal Beyin benigönderdiği işlerde geçirdiğimzamandı.Kulüpten ayrılırken veda ettiğimNail Bey, meseleyi benden bir dahadinledi. Sonra bir gözünü yumarak:- Seyit Lûtfullah... dedi.Ben, anlamadığımı göstermek içinyüzüne baktım. Sonra latife ediyorsanarak cevap verdim:- O emin ellerde... Sabriye Hanımonunla meşgul...Nail Bey, elime bir gün evvel


yayınlanmış bir tebliği tutuşturdu. Butebliğde, İspritizma Cemiyeti’ne sonzamanlarda kötü ruhların musallatolduğu söyleniyor, bilhassa SeyitLûtfullah’ın celselerde çağırılmamasıtavsiye ediliyordu.Nail Bey:- Seyit Lûtfullah çok şeybiliyordu... dedi. Sabriye Hanımkadar biliyordu. Sen de onakarmakarışık sualler soruyorsun...Neyse, ayağını denk al!Nail Beyin sözlerinin hakikîmânasını çok sonra anladım. Ben odakikada İspritizma Cemiyeti’nden


eski dostumla beraber ayrıldığımıdüşünüyordum.Cemal Beyin maiyetindeki işimrahattı. Saat beşten sonrakizamanım benimdi. Muhit değişmişti.Burada, Fener Postanesi’ndekicıgara yanıklarıyla dolu tahta masatelefon etmek için sıra bekleyen,itişen kakışan yüzlerce insan, onlarınbirbirine karışan konuşmaları yoktu.Her şey kibar, rahattı. Telefon benimkonuşmam içindi. Zil seslerine benkoşmuyordum. Bilâkis ben basıncakoşan adamlar vardı. İlk gün üstüste sekiz defa aynı hademeyi


çağırdım.Birinde havayı sordum, İkincisindesaati; üçüncüsünde paltomu tutupgiydirmesini, dördüncüsündeçıkarmama yardım etmesini istedim;beşincisinde adını öğrendim... Vâkıasonunda iş biraz cıvıklaştı.Akıncısında cıgara ikram ederekkarşıma oturtmuş, yedincisini kalkıpgitmesi, sekizincisini tekrar gelmesiiçin çalmıştım.İster inanın, ister inanmayın, bubenim için hakikî zevkti. Sırayagirmiştim!Akşamları Şehzadebaşı’ndaki


kıraathanede Doktor Ramiz’lebuluşmağa başladık. Fakat kahvedeeski cümbüş kalmamıştı. Dörtsenede müşterilerin çoğu gitmişti. Neçıkar, biz vardık: Yangeldi Asaf Bey,Doktor Ramiz, iki üç ressam,gazeteci... Ve ben aralarında yenitecrübelerimle zengin bayağı birşahsiyet olmuştum. Ara sıra şairEthem Bey geliyor, bizeispritizmacılara dair havadisveriyordu. Nevzat Hanım sonzamanlarda büsbütün dalgın veneşesizdi. Sabriye Hanım hemenhemen cemiyete uğramıyordu.


Bir gün telefon çaldı. SabriyeHanımdı. Evinde yapacağı birtoplantıya çağırıyordu. İtizar ettim,ısrar etti. Kabule mecbur oldum.Fakat biraz sonra Cemal Beyebahsedince birdenbire kızdı:- Sakın ha!., dedi. Sakın, zinhar...Hiçbir suretle gitmeyeceksin!Tabiî gitmedim.Bu esnada Cemal Beyle olanhususî münasebetimiz eskisi gibidevam ediyordu. Kahve, ev, hertarafta, bana ihtiyaç oldukçaaranıyordum. Fakat Cemal Beydeğişmişti, Her gün biraz daha hırçın


oluyor, emirlerini ne kadar dikkatleyaparsam yapayım, beni azarlıyor,itham ediyordu. Bu arada bazısıkıntılar da geçirdiğini bildiğim içinbuna yoruyordum. Müthiş parasızdı.Her an hesaplar yapıyordu. Bazencebinden avuç dolusu para çıkarıyor,gözümün önünde sayıyor, birtakımparçalara ayırıyor, sonra büyük biryeisle cüzdanına yerleştiriyordu.- Ayı çıkaramayacağım! diyordu.Halbuki önümde saydığı para ilebütün Karagümrük ahalisi haccagidip gelebilirdi. O yılın kışı buhesaplarla geçti. Sonra vaziyet


irdenbire düzeldi. Vâkıa Cemal Beybana karşı olan muamelesinideğiştirmedi, terzinin, ayakkabıcının,gömlekçinin, Karaköy’deki kasabın,ev sahibinin bütün kabahatleri yinebenimdi, hepsinin namına yine benhesap veriyor, ben terliyor, ben azapçekiyordum. Fakat para hesaplarıortadan kalkmıştı.Bu sırada küçük bir hâdise oldu.Bir gece Sabriye Hanım, büyükcüssesi sokağımızı kapatan birotomobille beni evimde ziyaretegeldi. Geçmiş zamandan konuştuk,hâtıraları yâdettik. Cemal Beyin


hayatına dair benden bazı ufak tefekbilgi sızdırdı. Sonra karımla,baldızlarımla öpüşerek ayrıldı.Sabriye Hanımın evimize gelişihayatımızı kökünden sarstı. Karım,baldızlarım bu şık kadının kıyafetinehayran olmuşlardı. İyi giyinmeninparaya muhtaç olduğunu pekkestiremedikleri için behemehal onutaklide karar verdiler. Bu, onlarcayalnız bir irade meselesiydi. Ve üçüde iradelerini şiddetle kullanmağabaşladılar. Bir ayın içinde üçmaaşımı birden sarf ettim. Fakatimkânsızdı. Yine her şeyleri eksikti.


Sabriye Hanım giderken küçükbaldızımı pek beğendiğini söylemişti.Küçük baldızım bu iltifâtı o kadarciddî kabul etti, öyle inandı ki osenenin güzellik müsabakasınagirmeğe karar verdi.Ondan iki ay sonra, nasılsaadresimi bulan Nevzat Hanım evimizegeldi. O da benden o gece SabriyeHanımın neler sorduğunu öğrenmekistedi. Ayrıca Cemal Beyin kendisihakkındaki düşüncelerini merakediyordu.Üç kardeş bu sefer hakikîzarafetin Nevzat Hanımda olduğuna


karar verdiler. Evcek, elbiseler,çamaşırlar değişecekti. Her şey yokpahasına satıldı. Ben iki maaş dahapeşin sarf ettim. Üstelik Pakize busefer beni kıskanmağa başladı. Ozamana kadar hiç beğenmediğikocası birdenbire gözündekıymetlenmişti. Bu cinsten birkadının beni araması için ortada çokciddî bir sebep olmalıydı. Muhakkakaramızda bir şey vardı.Nevzat Hanımın ziyaretini CemalBey nereden öğrenmişti? Dahaertesi günden itibaren bana karşıbuz gibi soğuktu. Hususî işlerinde


yaktığı tenkitler resmî işlerine degeçti. Hiçbir yaptığımıbeğenmiyordu. Kâğıtları suratımaatıyor, hademelerin karşısında bilebağırıp çağırıyordu. Bu artık hayatdeğildi, hakikî cehennemdi. Herdakika mangal dolusu ateşyutuyordum. Evimizdeki kıyafetinkılâbı yüzünden kendi elbiselerimde satılmıştı. Yama parçalan birbirinitutmaz bir elbiseyle dolaşıyordum.Fakat ne bu hâlim, ne de iki aylıktıraşım Pakize’yi beni kıskanmaktanalıkoyamıyordu. Günümün herdakikası için hesap vermeğe


mecburdum.Yukarıda cahil adam olduğumusöylemiştim. Hayatım kelimeöğrenmekle geçti. Hemen hersafhasında sözlüğümü yenidenyapmıştım, hem de kendihayatımda, etimle, kemiğimleyaşayarak. Şerbetçi Elması hikâyesibana “abes” denen şeyi öğretmişti.Bu abesi o güne kadar dışımdatanımıştım. Şimdi o kendi hayatımınmalı olmuştu. Hiç tanımadığımcinsten bir korku içime yerleşmişti.Her saniye, biraz sonra olacak birşeyden korkuyordum. Biliyordum ki


şu yarım saat içinde ya karım, yabaldızlarımdan biri daireye neyaptığımı görmek için gelecekler,onlar daha gitmeden Cemal Bey beniazarlamak için yanına çağıracak,onun elinden kurtulduğum zamanmuhakkak bir alacaklı ilekarşılaşacaktım.Her dakikam yeni bir zilletti. Hersaat talihsizliğim başka bir çehresiylekarşıma çıkıyordu. Halbuki bütünbunlara hiçbir sebep yoktu. Hiçbiribilerek yaptığım bir hata yüzündendeğildi. Hepsi kendi kendine gelmişti.Genç bir kadın, kendisine


vaziyetimi olduğu gibi anlattığımhâlde, belki de yalnız bunun içinbenimle evlenmek istemişti. Hiçfarkında olmadan, sadece tesadüfleryüzünden birtakım insanlarlatanışmıştım. İçlerinden birisi benimlealâkadar olmuştu. Artık ne yaparsamyapayım, şimdi onun pençesindeidim. Ondan kurtulamıyordum.Makina, dışarıda kurulmuş,dışarıdan gelen emirlerle işliyor,şimdi hızını arttırıyor, biraz sonraeksiltiyor, bazen duruyordu. Ozaman, ne testere, ne bıçak, hiçbirşey işlemiyordu. O zaman telâş ve


azabın yerini derhal korku alıyordu.Biraz sonrası dediğimiz şeydenkorkuyordum.Yazın sonuna doğru Cemal Beyüç gün için Ankara’ya gitti. Bu üç günbana tam bir cennet gibi geldi.Sıkıntılarım yine devam ediyordu.Fakat onun, kendi ağırlığıyla yaptığıtazyikten kurtulmuştum. Suyundibinde değildim. Sırtımda o korkunçağırlığı hissetmiyor, kemiklerim onunyüzünden çatırdamıyordu. Ötekiler,güçlükler, yorgunluklar, birtakımazap ve ıstıraplardı. İşte o zaman birinsanın, başkalarının hayatındaki


yerini öğrendim.Bu üç günü yalnız Cemal Beyidüşünerek geçirdim. Bir bakımagöre hayatımda hiçbir şeydeğişmemişti. Dairedekilerin hepsihemen hemen onu taklit ettikleri için,aşağı yukarı yine aynı şeylere maruzkalıyordum. Evim eski hâldeydi.Fakat yine ferahtım, rahattım. Ohâlde Cemal Bey diye bir şey vardıhayatımda. Bu korkunç bir realiteydi.Ve Cemal Bey sade benimhayatımda değildi, bütün etrafımdaidi.Şu hakikati kendi hayatım bana


öğretti: İnsanoğlu insanoğlunununcehennemidir. Bizi öldürecek belkiyüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyetvardır. Fakat başkasının yerini hiçbirialamaz.Bir hâdise bunun yalnız benim içinböyle olmadığını öğretti. Cemal Beygitmeden evvel bana birtakım işlervermişti. Bunlardan birisi içinkarısıyla konuşmam lâzımdı. Eveuğradım. Vâkıa Selma Hanımboynuma sarılmadı, ne desevincinden çiftetelli oynuyordu. Herşey eskisi gibiydi. Fakat yine dearada bir şey değişmişti. Daha


ahattı, daha emniyetli idi veyüzünde o zamana kadargörmediğim bir hâl vardı. O da birağırlıktan kurtulmuştu.Selma Hanım behemehal birkahve içmemi istemişti. Salondakarşımda oturmuş, etekliğininkıvrımlarıyla oynarken onu yakındanseyrediyordum. Hayır, o da kısa birmüddet için kurtulmuştu. Hâlindemürebbiyesinden izin almış birçocuğun rahatlığı vardı. Böyle miydi?Belki daha ziyade masallardakicadılardan kurtulmuş kızlarabenziyordu.


Nevzat Hanım da muhakkak böyleolmalıydı. Onda da bir hafiflik, birgevşeme bulunacaktı. Bir ara SelmaHanım, Nevzat Hanımı görüpgörmediğimi sordu. Artık İçtimaîmevkiimi iyi benimsemiş olduğumugöstermek için Cemal Beyden“Beyefendi” diye bahsederek cevapverdim:- Beyefendi, onlarla temasımımenetti...Selma Hanım ilk önce anlamamışgöründü:- Nevzat iyi değilmiş, dedi. Ben degidip göremedim.


Sonra birdenbire uyanmış gibiyüzüme dikkatle baktı. Bir şeylersöylemek istedi, vazgeçti. Benianlamıştı.Fakat ne çıkardı? Hangi meseleyihallederdi? Sadece talihin hediyeettiği bu üç günü, bir başka meseleile daha zehirlemekten başka hiçbirişe yaramazdı. En iyisidüşünmemekti. Kaçmaktı. Kendiiçime kaçmak. Fakat bir içim varmıydı? Hattâ ben var mıydım? Bendediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azapve korku idi.Onun içindir ki, Cemal Bey döner


dönmez beni işimden çıkardığızaman pek de müteessir olmadım.Hiç olmazsa kendisindenkurtulmuştum. Onu görmeyecektim.Sesini duymayacaktım. Ellerininişaretleri, dar alnının çizgileri rüyamagirmeyecekti. İçimdeki bulantıduracaktı. Hiddet, kin benikemirmeyecekti.Bununla beraber eve bu haberinasıl vereceğimi düşünüyordum.Onlar üzüleceklerdi, şüphesiz.Üstelik de kabahatin bende olduğunusanacaklardı. Nasıl geçineceğimi, okadar düşünmüyordum. O sonra


gelecek işti. Evvelâ, ilk an denen şeyvardı. Tehlikeli bir geçit gibi benikorkutuyordu. Evdekileri büyük birheyecan ve teessür içinde buldum.Hepsinin yüzü asıktı. Nerdeyseağlayacaklardı.Demek biliyorlardı. Kim söylemiştiacaba? Nerden haber almışlardı?Yavaşça Pakize’ye sordum:- Nerden öğrendiniz?Pakize önündeki gazeteyi uzattı.Bu, benim işten çıkarılmamolamazdı. Ben o kadar mühim adamdeğildim. Alelâde bir kâtiptim. Hayırbu başka şeydi. Eliyle gösterdiği yeri


okudum. O sene güzellikmüsabakasının jürisinden üç kişiistifa etmişti. İçlerinde SabriyeHanım da vardı. Küçük baldızımhüngür hüngür ağlayarak:- Bana vaat etmişti. Yardımedecekti, diyordu.Bir iki defa bunun mühimolmadığını, işimden çıkarıldığımı, açkalmamız tehlikesi bulunduğunu, asılüzülecek şeyin bu olduğunuanlatmağa çalıştım. İmkânsızdı.Onlar kendi dertlerindeydiler.


Üçüncü Bölüm-Sabaha Doğru-IYanı başımdaki masada, daha ogece Pakize ile ve kardeşleriyle çetin


ir kavgadan sonra, büyük kızımZehra’yı vermeğe razı olduğumTopal İsmail domino oynuyordu. Benbir taraftan onun kirli sarı, etleridökülecekmiş gibi ablak yüzünü,çiçek bozuğunun daha sakil yaptığıküt burnunu, şişkin gözleriniseyrederek bir taraftan da bu güzelbahar gününü bana zehreden talihimidüşünüyordum.Zehra başka bir evde olsaydı,etrafında biraz iyilik, biraz dikkatgörseydi, şüphesiz tek talibi Topalİsmail olmazdı. Yırtık elbileselerinin,bakımsız kıyafetinin arasında bile bu


ahar gününü andıran serin, diş dişbir güzelliği vardı. Ne yazık ki ikibaldızım, musikî meraklısı ilegüzellik kıraliçesi namzedi, ikisibirden on iki senelik bir gayretle kızıçirkin ve sevimsiz olduğunainandırmışlardı. Önceleri Pakize,kardeşlerinin kızıma karşı olanvaziyetlerini az çok değiştirmeğeçalışmıştı. Sonra felâket devrimizdetalihin hesabını yalnız Zehra’dansorabilirmiş gibi o da onayüklenmişti.Dün akşam hiç yere evvelâ büyükbaldızım, Zehra’ya çatmış, Pakize


onun bu haksızlığını örtmek için, hiçlüzumsuz yere oğlum <strong>Ahmet</strong>’iağlatmıştı. Kendisine yapılanhaksızlıklara ses çıkarmayan,fakat<strong>Ahmet</strong>’e dokunulmasını istemeyenZehra, bu sefer annesiyle çetin birkavgaya girişmişti. Zehra’da enhoşuma giden taraf, zaman zamançok derinde kalmış bir şeyinkendisinde uyanmasıdır. Zehra,benim bilmediğim, yapamadığım şeyibiliyor ve yapıyor. Haksızlığa isyanedebiliyor. Yazık ki bu isyan benimaleyhimde olmuştu. Çünkü Pakize’ninbu gibi hâllerde tek bir tâbiyesi


vardır. Başkalarıyla olan kavgalarısadece aldatıcı bir karakolmuharebesi addeder ve onlardafazla gecikmeğe lüzum görmeksizindüşman kuvvetin bütünü addettiğibana karşı hücuma geçerdi. Busefer de öyle oldu. Kavga hemenhemen gece yarısına kadar sürdü.Nihayet yastığım, yorganım sofadakisedire yığıldı. Pakize beni odasındanatmıştı.Pakize’nin o zamanlarda banakarşı cefada tek yanıldığı noktaburasıydı. Beni odasından kovmayıhakikî bir ceza addediyordu. Halbuki


otuz beşine geldiği hâlde hâlâ doğrudürüst yatmasını öğrenmediği içinonunla bir yatakta yatmaktansa,ayaklarımı sofadaki sedirinuzunluğuna uydurarak, oradakurulmayı tercih ederdim.Pakize bu cezanın müeyyidesine okadar inanmıştı ki onu kaybetmemekiçin yıllardan beri ayrı yatmamız içinyaptığım teklifleri, ricaları:- A, nasıl olur, Allahgöstermesin... Ben odada yatayım,kocam sofada... diyerek reddetmişti.Dünyada rahat edemem! Seni öylerahatsız yerde bildikçe gözüme uyku


girmez...Halbuki asıl onun yanındarahatsızdım. Gündüz hayatında,kavga zamanları, eğlence ve sinemahariç, o kadar sâkin, tatlı surettetembelliğe müsait olan karım uykuyadalar dalmaz bir nevi cambaz kesilir,kolları, elleri, bacakları birdenbireçoğalır, imkânları genişler, birörümcek gibi yüzükoyun yattığıyerden her nevi plastik danstan zenciibadetlerine kadar perde perdeyükselip alçalan bir hareketsar’asına tutulur, bu çoğalmış azabeni dört bir tarafımdan sarar,


dürter, acayip terkipler hâlindevücuduma yapışır, hoyrat itişlerleayrılırdı.Bu hareket bolluğuna, tiroitguddelerinin bozukluğundan gelenbenirlemeleri, horlama vesayıklamaları da ilâve edersenizgece hayatımın nasıl bir şenlik içindegeçtiğini tasavvur edebilirsiniz.Pakize’nin bir huyu da rüyalarınısıcağı sıcağına anlatmak için beniuyandırmasıydı. O zaman onungündüz hayatında mahrum olduğuşeyleri uykuda nasıl ele geçirdiğiniöğrenirdim.Binaenaleyh


kavgalarımız ne kadar çetin biterseben, ayrı yatacağım için mesutolurdum.İşte o gece, sofada yatıyordum.Herkes uyuduktan sonra kızımyavaşça yanıma geldi. Ve Topalİsmail’le evlenmeğe karar verdiğinisöyledi. Gözleri yaş içindeydi. “Artıktahammülüm kalmadı, diyordu.<strong>Ahmet</strong>’i de alırım. Belki bakılır...Yarın annesi gelecek... Her gün birkere uğrayıp fikrimi soruyor. Razıolduğumu söyleyeceğim.” Ve geldiğigibi sessiz adımlarla, hıçkırıklarınıkısarak çekilip gitti.


Topal İsmail iki adım ötemizde idi.Bütün çirkinliğiyle ve bu çirkinliğiinsan ruhunun derinliklerine doğruuzatan kötü huylarıyla onu olduğumyerden görüyordum. İlmîmenâfiülâzânın kaydettiği bütünmenfi hasletler onda vardı. Alın,hemen hemen yok denecek kadardardı. Binaenaleyh kendinibeğenmişti. Kollar uzun ve parmaklarküt, el ayaları geniş, katı ve yaragibi kırmızıydı. Alt dudağın kalınlığı,gözlerin yanlara doğru akışı dagösteriyordu ki zâlim ve ahmakçahilekâr ve yalancı idi. Sesi bir fırça


gibi diken dikendi. Sadece bu sesimedeniyetin yanından bilegeçmediğini göstermeğe yeterdi.Dişleri sarı, birbiri üstüne binmiş veters türstü. Bu da kısmetsizliğe vehasisliğe delildi. Onda muhakkak kiher kusur vardı. Zavallı Zehra onunlane yapacaktı?Yavaş yavaş sıkılmağabaşlamıştım. Her an kalkıp gitmekistiyordum. Doktor Ramiz’i dört gözlebeklediğim bu kahvede müstakbeldamadım beni olduğu yerdenzehirliyordu.Oyun oynarken çenesi ve üst


dudağı bir saat zembereği gibiatıyor, gırtlak kemiği yerindenfırlıyordu. Fakat en kötüsü elleri idi.Bu geniş küt parmaklı, boğumboğum, hiçbir işin terbiyesinialmamış eller, şüphesiz tabiîhâllerde akla gelmesi ihtimaliolmayan zulümler ve cürümler içinyaratılmışa benziyordu.“<strong>Ahmet</strong>’i de yanıma alırım...”Zehra’nın dün gece beni o kadarteselli eder gibi olan bu cümlesişimdi beni büsbütün korkutuyordu.Bir yerine iki kurban verecektik! Elimialnıma götürdüm. “Hayri İrdal,


kendine gel” diye düşündüm.“Bakamıyorsun! Bu çocuğabakmanın imkânı yok!..” Fakat neçıkardı? Talihi değişmeyecekti ki.Bilakis daha kötüleşecekti.Bir iki defa yerimden doğruldum.Fakat müstakbel damadımın attığıçığlıkla büyülenmiş gibi tekraroturdum. Ne kadar huysuzdu, nekadar kötülükle dolu idi. Ne kadarçirkin ve kaba idi. Hayır, ben bunakızımı veremezdim. Ve nasıl korkunçbir ihtirasla oynuyordu? Oyun,dışarıdan yaptığı bir hareket değildi;onun içine girmiş bütün vücudunu


ayrı ayrı çalıştırıyor, bir şeylerididikletiyor, gagalıyordu. Yamalıkundurasından çorabının yırtığıgörülen sağ ayağı masanın altındanbir dikiş makinesinin kolu gibi işliyor,gırtlağı durmadan etrafa hücumediyor, parmakları çengel gibimuttasıl bir şeylere takılıyor, birşeylere asılıyor, dudakları etrafısomuruyor, çene onlarınsomurduğunu kusuyor, ve burunacayip homurtularıyla bütün hayatıkokutmağa çalışıyordu.- Çirkin, efendim çirkin! Çirkin veahmak, ahmak ve hayvan...


Birdenbire omuzuma bir el dokundu.Doktor Ramiz gülerek “Yinedalgadasın!” diyordu. Yanı başında,kırk iki, kır üç yaşlarında, uzunboylu, hafif buğday renkli, iyi vetemiz giyinmiş, gösterişli ve hattâgüzel bir adam duruyordu. DoktorRamiz ona:“Arkadaşım Hayri Bey... diye benitanıştırdı. Enteresan adamdır.Kıyafetine bakmayın!” Sonra banadöndü:“Mektep arkadaşım HalitAyarcı...” Ve mutad suallerinebaşladı. Bir taraftan soruyor, bir


taraftan da bakışıyla ileridekimasada boş bir yeri peyliyordu.İnsan ne garip mahlûktur. Odakikada Halit Ayarcı’nın oradabulunmasını âdeta bir şanssızlıksanıyordum. Çünkü bu adamınmevcudiyeti bana Doktor Ramiz’deniki lira borç almama düpedüz mânigibi geliyordu. Nerden bilecektim ki oanda kahveye Dotor Ramiz’le gelenadam benim iyi talihimdir.Çocuklarımın sıhhati, karımın vebaldızlarımın istikbalidir.“Hem de küstah bir adamabenziyor!” diye içimden


söyleniyordum. “Durmadan insanabakıyor. Sanki satın alacak gibi.” Veyabancı adama hiddetim bu yüzdenbir kat daha artıyordu. Bununlaberaber bakışlarında hiç de insanırahatsız edecek bir şey yoktu. Bubakış, hiç de öbürlerine, kendimibildim bileli üstümde hissettiklerimehiç benzemiyordu. Onlarda neküçültme ne yadırgama, ne alayvardı. Sadece herhangi bir şeyebakar gibi bakıyordu. Ne olduğumuanlamak istiyordu, o kadar.Tam ayrılacağımız, ben masamaoturacağım, onlar Doktor Ramiz’in


uzaktan peylediği masayageçecekleri sırada, yani işlerimbüsbütün bozulduktan sonra DoktorRamiz, birdenbire peydahladığıhuyla, omuzuma vurmalar, çenemi,yanağımı okşamalar ve bu esnadabaştan aşağıya kıyafetimi süzmekgibi mukaddemelere başlamak üzereiken -son zamanlarda herkesbenimle bu tarzda meşguldü, tamfihristimi yapmadan kimse yanımdanayrılmıyordu-birdenbire durdu vearkadaşına:- Sen saatinden şikâyetediyordun... Bir de Hayri Bey görsün


şunu! Hayri Bey saatten çok iyianlar...Doktor Ramiz yaşlandıkçalüzumsuz konuşmayı arttırdığı içindevam etti:- Bakma, deryadil, kalenderadamdır, dükkânı filân yoktur ammasaati bilir...Sonra bana döndü, âdetatekellüflü bir tavırla:- Buyurmaz mısın Hayri Bey...Şöyle bir kahve içelim!Ve benimle eski mektep arkadaşıarasındaki servet, seviye, refah,terbiye, tahsil farklarına rağmen beni


ne kadar sevdiğini Halit Ayarcı’yatam gösterebilmek için bu sefersırtımdan, tam kamburumunüstünden beni kucakladı.Son beş senedir böyle olmuştu.Eski ahbaplarım beni birçok şeylererağmen sevdiklerini göstermeğekendilerini mecbur sanıyorlardı.Doktor Ramiz bunların en masumuidi. Boş masaya geçtikten sonradoktor dişlerini içerden eme emetemizleyerek meziyetlerimi saymağabaşladı:- Hayri Bey, neler bilmez zaten...İlm-i menâfiü’l-âzâ, ilm-i sima, ilm-i


simya, ilm-i havas, ilm-i cifr, ilm-isihr, ilm-i huruf... Elinden her şeygelir... Eski tababet bile. Geçengünü bir teşhis koydu, ben bileşaşırdım!Doğru idi, beş senedir, SeyitLûtfullah repertuvarını tekrarlayarak,insanları aldatmakla geçiniyordum.Halit Bey hem onu dinliyor, hemkendi kendine, “Elime bir parageçerse muhakkak uğrar alırım,yerini biliyorum, amma ne işimeyarar?” der gibi bir tavırla beniseyrediyordu. Halit Bey ameliyesiniinsanlar üzerinde, ve insanlarla


yapan cinstendi. Onun için bakışlarıinsanı taciz etmiyordu. Sadece eşyaseviyesine indiriyordu. Birdenbirebana sordu:- Hakikatten saaten anlar mısınız?Nasıl deryadil değilsem, nasıl ilm-isimya, ilm-i cifr ve eski ta-bebetibilmiyorsam, başımdaki bereye,birdenbire ağarmış saçlarıma,tıraşsız sakalıma ve derviş hâlimerağmen nasıl hiçbir tarikat-tendeğilsem, öylece saatten deanlamıyordum. Fakat yalanaalışmıştım. Hayatım denen bu kalpakçeyi başka türlü süremezdim.


İnsanlar benim böyle olmamıistemişlerdi. Yalancı idim.Binaenaleyh saatten çok iyianladığımı mı söylemem lâzımdı?Fakat bu en aşağı otuz beş türlüsöylenirdi. Cemal Beye, SelmaHanıma, Doktor Ramiz’e, SabriyeHanıma, Yangeldi Asaf Beye,hepsine, herkese ayrı ayrı şekillerdesöylenirdi. Bir müddet Halit Ayarcı’yabaktım. Hayır, burada doğrudandoğruya hareket lâzımdı. En yavaşsesimle:- Bir görelim, bakalım! dedim.Cebinden kordonsuz, küçük bir


altın saat çıkardı. Avucumunortasına bıraktı. Saat o kadar iyiişlenmişti ki avucumun içinde birküçük güneş var sandım. Hayır,büsbütün yıkılmamıştım. Sevdiğimbirkaç şey kalmıştı.Ben avucumdan kayıp kaçarkorkusuyla parmaklarımı saatinüzerine kapatırken o:- İki aydır işlemiyor. Babayadigârı... Onun için çok severim.Nesi var acaba? diye tekrarlıyordu.- Hata, dedim. Hem de büyükhata... Elbette işlemez. Kordonsuzsaat, yularsız hayvan, nikâhsız kadın


gibidir. Saatini seven evvelâ birkordonla kendisine bağlar.Bu sözleri biraz karşımdakiniyoklamak ve biraz da vakitkazanmak için söylemiştim.Halit Ayarcı bana dikkatle baktı:- Hakkınız var! dedi, iki defadüşürdüm.Ben:- Yazık! diye cevap verdim. Çünküçok güzel iş. Bugün epeyce nadirdir.İngiliz malı. Ondokuzuncu asır ortası.Sizin anlayacağınız, bir harika.Saat hakikaten güzeldi. Nerde iseİsmail’i de, kızımı da unutacaktım.


Senelerdir Cemal Beyin karısınınsaatini tamir ettiğimden beri bukadar güzel işi elimde tutmamıştım.Hakikî bir heyecan içindeydim:- Burada âlet de yok... Bir çakıolsaydı...Ve çakımı aradım. Elim ilksoktuğum cebimden yanmış gibiçıktı. Çakı Malta çarşısındayaymacı Ali Efendide idi. Sonzamanlarda böyle olmuştuk.Evimizde -baldızlarıma ait olanşeylerin dışında-, bize o anda lâzımolan her şey, bizi hayalen veBitpazarı’na, ya Malta çarşısına


götürüyordu. Yahut da aradığımızşeyin yerini herhangi bir eskicininçehresi, insanı çıldırtan dikkati,burun bükmesi alıyordu. Sofrada,yatakta, giyinirken, soyunurken,konuşurken hep bu canlandırmaiçinde yaşıyorduk. Hepsinin bizdenbir ayrılış hikâyesi ve içimizden birtürlü gitmeyen bir hâtıra çehresivardı.Doktor Ramiz çantasını açtı.Çakısını çıkardı. Bir müddet, hazinhazin tırnaklarına baktıktan sonraçakıyı bana uzattı. Halit Ayarcı’nınçehresinden hafif bir tebessüm geçti.


Hayır, bakmasını, görmesini bilenadamdı.Saati açtım. Lupa ihtiyaç yoktu,ne de herhangi hususî bir dikkate.Sadece mıknatıslanmıştı.Halit Ayarcı, çocuğunu muayeneettiriyormuş gibi âdeta heyecanlabakıyordu.- Hiçbir şeyciği yok... dedim.Sadece mıknatıslanmış. Sakınsöktürmeğe filân kalkmayın! Lüzumyoktur. Bunun hususî bir âleti vardır,büyük saatçilerin hepsinde bulunur.Yarım saatlik bir iş.Halit Ayarcı başını salladı:


- Nasıl oldu da bunu görmediler...- Görmezler. Daha doğrusu dikkatetmezler. Saat de insan vücudugibidir. Çok defa alışılmış hastalıklararanır. Yalnız bir fark vardır.Doktorlar tedavi ettikleri insanlarınbünyesini bazen bozarlar amma,herhangi bir uzviyeti değiştiremezler.Halbuki bazen saat tamirinde bu olur.Yedek parça hikâyesi...Doktor Ramiz sevincindençıldıracaktı. Hiç ümit etmediği birrekoru kırmıştım. Doğru dürüstkonuşuyordum, beğeniliyordum.- Bir şeyi mi değiştirmişler?


Yapmayın yahu! Senelerdirtanıdığım insan...Hakikaten içimde İspritizmaCemiyeti’nin azasının dilindendüşmeyen o altıncı his mi uyanmıştı,yoksa karşımdakileri kendimehayran mı etmek istiyordum? Belkide bu kahveden sıkılmıştım.Etrafımda yeni baştan bulduğum buinsan sıcaklığını daha yakındankavramak mı istiyordum? Hulâsa,bütün talâkatimle konuşmağabaşladım:- Siz o adama gidin! Evvelâşuradan kaldırdığı taşı, veya


enzerini, hiç olmazsa aynı tartıdabir taşı oraya koysun. Vâkıa mühimbir şey değil amma... Orda o tartıyaihtiyaç var. Böyle bir saati yapanadam iki yakutun arasına bumercimeği koymaz. Sonramıknatıstan kurtarsın. Nihayet şu kılıda değiştirsin.Halit Ayarcı birkaç dakika sustu.Ben, sanki talihimin anahtarınıyakalamışım gibi saate sıkı sıkıyayapışmıştım. Hakikatte onabakmıyordum bile.Arkamdaki masada deminden beridevam edegelen münakaşa tam


kıvamına girmiş, yumruk yumruğa,sille silleye, iskemle iskemleyeşiddetli bir kavga başlamıştı.Müstakbel damadım, gırtlak kemiği,avını arayan şahin gibi dışarıyafırlamış, sapsarı yüzü, diken dikensaçlarıyla alabildiğine küfrediyor,tutmağa çalışanların üstündendurmadan saldırıyordu. Kendikendime:- Eyvahlar olsun! dedim. Eyvahlarolsun! Şimdi muhakkak birini, hattâbirkaçını öldürecek. Zaten herifinkatil olacağı gözlerinden, dişlerindenbelliydi. En aşağısı idam, yahut


müebbet hapis!.. Eyvahlar olsun, buümit de gitti. Kız, yine başımdakaldı.Ayağımıza kadar gelmiş bukısmeti beğenmediğim, horgördüğüm, nazlandığım için şimdipişmandım.- Sen mi beğenmezsin? İşte Allah,insanı böyle mahrum eder. Herif buakşam hapiste. Haftaya da idamdır.Kızım evlenmeden dul oldu. Zavallıyavrucak, kim bilir işitince nasılüzülür?Kafamdan ancak gölgesi geçenbir düşüncenin iki dakika sonra böyle


cezasını çekeceğimi neredenbilebilirdim? Biz fakirler böyleyizdir.Kader sarayında bizim işlere bakanbüro hiç şaşmaz, ihmal etmez.Zihnimizden geçen en uzak, enmâsum ihtimallerin, sadece şiddet ileret için düşündüğümüz şeylerin bileceremesini öderiz.Fakat düşündüğüm olmadı.Müstakbel damadım sanki üm-imenâfiü’l-âzâyı ve ilm-i simayı iflâsettirmeğe karar vermişti. Hiç kimseyiöldürmedi. Hattâ bir tokatçık bileatamadı. Bilâkis evvelâ suratına,hangi pir aşkına olduğunu fark


edemediğim iki sunturlu tokat yedi.Ağzının tam üstünü birinci sınıftanbir yumruk okşadı, sonra kafasındakahvenin en sağlam görünüşlüiskemlesi parçalandı. Daha sonrabirbiri peşine gelen fâsılasıztekmelerle âdeta ayakları yerdenkesildi, havada uçmağa başladı vekahvenin kapısı önündeki kaldırımayığıldı. Ah Yârabbim, o andakisevincim!Evet, müthiş bir sevinçti bu.Evvelâ, kimseyi öldürmemişti.Binaenaleyh ne idam edilecek, ne dehapsolunacaktı. Vâkıa bu iki ihtimalin


ikisi de, ortada yalnız kendisi olsaydıpek o kadar üzüleceğim şeylerdendeğildi. Fakat arada kızım vardı.İdam olunmayacağına veyahapsedilmeyeceğine göre istersemkendisini damatlığa kabuledebilirdim.Sonra, gözlerimin önünde temiz birdayak yemişti. Artık bana karşıeskisi gibi horozlanmasına imkânyoktu. O bana, “Moruk, ne var neyok...” diye densizlik etmeğekalkınca, ben ona, “Hiç İsmailciğim,şöyle bir kahveye gittim de... Hanigeçen günü senin dayak yediğin


kahve yok mu? İşte oradandönüyordum” diyebilirdim. Yahut dasadece: “Kahve! Sandalye!Lokantacının Sabri!” der, geçerdim.Yahut, “İsmail, kuzum o sandalyeninparasını ödedin mi? Aman yavrum,böyle şeylere dikkat et! O sandalyesenin kafanda kırıldı. Kahve sahibininsuçu ne? Ne diye ziyan çeksin adam,senin yüzünden!”Nihayet, sevincimin üçüncü birsebebi vardı. İsmail bu dayaktansonra en aşağı üç gün yerindenkalkamayacak, hiç olmazsaevlenmeyi hatırlayamayacaktı.


Düşünmeğe vaktim vardı. Bazıinsanların ömrü vakit kazanmaklageçer... Ben zamana, kendizamanıma çelme atmaklayaşıyordum.Fakat ne diye burada böyleoturuyordum? Niçin ayağakalkmıyor, onu dövenlerialkışlamıyordum, alınlarındanöpmüyordum?- Kerata... Hem benim inci gibikızıma göz korsun, hem karşımdaöyle saygısız saygısız sırıtırsın!Aptal aptal suratıma bakarsın! Nurolsun o eller...


Halit Ayarcı bu içten konuşmalarabirdenbire son verdi:- Çabuk yaparlar mı bunu?- Azamî bir saat... O da taşınbulunması, yerine konmasıyüzünden...Halit Ayarcı, Doktor Ramiz’edöndü:- Doktor, haydi, hep berabergidelim! Şu işi halledelim. Beyefendi,siz de lutfunuzu tam yapın... Zahmetolmazsa. Sonra gider bir yerde vakitgeçiririz.- Aman efendim bendeniz bukıyafetle...


İtirazım kıyafetimle herhangi biryere gitmekten utandığım içindeğildi. Zaten düştüğüm vaziyettekıyafetimi ve her şeyimi olduğu gibikabulden başka çarem yoktu. İncigibi kızını Topal İsmail budalasınavermeyi bir saniye bile düşüneninsan için kıyafet, haysiyet, şeref gibimeseleler artık mevzubahis bileolamazdı. Nazlanmam, onlarlaberaber gitmezsem belki birkaç liraverirler ümidiyleydi. Bir de öyle, izzetikram davet edildiğim yerlerden çokdefa yayan döndüğümühatırlıyordum. Fakat Halit Ayarcı


enim hesaplarımı nereden bilecekti:- Kıyafetinizde ne var? Sizi görenkim olduğunuzu yüzünüzden anlar.Demek o da anlamıştı. Zaten benkaderimin yüzümde yazılı olduğunuartık biliyordum. Şunu da söyleyeyimki Halit Ayarcı hiç de başkaları gibikılık kıyafetimi saymamış, sadeceyüzüme bakmıştı.İlk geçen boş taksiyi çevirdiler.Ben kendiliğimden şoförün yanınadoğruldum; yerim elbette orasıolacaktı. Fakat Halit Ayarcıkolumdan tutarak mâni oldu. Öbüreliyle açtığı arabanın kapısından


zorla beni içeri tıktı. Sonra DoktorRamiz’i sürdü; nihayet kendi girdi.Garip adamdı. Nezaketi bile emirşeklindeydi ve icabında ellerini bilekullanmaktan çekinmiyordu. Şurasıda var ki cüssesi müsaitti.Kaç senedir otomobilebinmemiştim. Bir kış gecesi, SelmaHanımın balo elbisesini gerçektenHırka-i Şerifmiş gibi kucağımdan birsaniye ayırmadan ve ikide birmukavva kutusunu öpüp okşayarakevlerine götürdüğüm geceden beri.O gece belki de hayatımın en mesutgecelerinden biri olmuştu. Selma


Hanımefendi beni yukarıyaçağırtmış, kahve ikram etmiş, sonrada saat dörtten dokuza kadarpeşinde koştuğum tuvaletini giyerekyanıma gelmişti. Cemal Beyseyahatteydi ve Selma Hanımberaberce baloya gedeceğidostlarını bekliyordu. Hiçbir zamanbenimle o kadar ahbap olmamış,aradaki mesafeyi o kadarunutmamıştı. Bir ara, “Haydi siz degelin, ne çıkar sanki, Cemal’inelbiseleri var, bir tıraş olursunuz...”diye beni baloya götürmeğe bilekalkmıştı. Sonra benim telâşımdan


korkmuş gibi, “Vazgeçtim,vazgeçtim, dedi, amma bir şartla,unutmayın ki ben bu gece baloyagideceğim, eğer dostlar gelmezsesizinle gideceğim...” Ve ben içimdendostlarının hem geç kalmalarına, hiçgelmemelerine, hem bir an evvelgelip beni nerdeyse boğacak olan busaaddetten kurtarmalarına duaediyordum. O gece ilk defa SelmaHanımefendinin sade üslûp, sadezarafet, sade iyi seçilmiş elbise, enlatif duruş ve çıldırtıcı bir yığın gülüşolmadığını, ayrıca bir vücudubulunduğunu, bu vücudun birinci sınıf


ir kadın vücudu olduğunu, bu gemiile dünyanın en güzel seyahatleriyapılabileceğini görmüştüm. Hiçbirsaray aynası onun sırtı kadar güzelolamazdı, kolları ay ışığında gümüşırmaklar gibi akıyordu.Belki de müstakbel damadımınkarşımda yediği dayağın verdiğihafiflikle bu nadir saadeti birdenbirehatırlamıştım.Topal İsmail’in gözümün önündeyediği dayak bir türlü aklımdançıkmıyor, düşündükçe bir yığın yeniteferruatı hatırlıyordum. Her tokatıyiyişinde burnunu bir çekişi vardı ki,


ütün ömrümce muhakkakhatırlayacaktım. O kadar çirkinburun ancak bu işe yarayabilirdi.Hayır, Selma Hanımın hâtırası nekadar tatlı olursa olsun, benimtesadüfün hazırladığı bu nimettenhakkıyla istifadem lâzımdı. Ya Allahgöstermesin, o anda kahvedebulunmasaydım hâlim ne olurdu? Vekafasının kırıldığını, yahutöldürüldüğünü sadece gazetedeokusaydım, yahut mahalledekomşulardan biri şüphesiz içindensevine sevine ve şöyle gürünüşteaçıyormuş gibi bana söyleseydi, o


zaman içimden oh olsun keratayadeyip geçecektim. Halbuki şimdi buhâtıra, tıpkı Selma Hanımefendinin ogece beni saadetten neredeyseçıldırtacak olan iltifatları gibi içimdedaima hazır bulunacaktı. İstediğimzaman ona dönecek, tekmenin indiğitarafı, yere kapanışını, yüzü kaniçinde yerden kalkışını, tekraryüzükoyun yere kapanmasını tatlıtatlı düşünecektim. Kapıdançıkarken nasıl bana bakmıştı ah,kalb kalbe karşıdır, mendeburmahlûk, rezil adi herif... Belli kidayak yediğinde bu kadar mustarip


değildi. O zaten, dünyaya, tedipedilmek için gelmişti. Onu asıl yıkanbu dayağı benim karşımdayemesiydi. Ta ciğerindenzehirlenmişti. Mel’un kerata, hâlinebakmazsın da kızıma göz koyarsınha...Bayezıt’a geldiğimiz zamanalışkanlık yüzünden evvelâ cebimiyokladım. Saatim bittabi yanımdayoktu. Satılalı sekiz ay olmuştu.Sonra meydanın saatlerine baktım.Biri üç buçukta durmuştu; öbürübelki dün gecenin on birinden rötarlıbir tren gibi bugünün akşamına


yetişmeğe çalışıyordu... Bir sözsöylemek için:- Bu saatler de bir türlü doğrudürüst işlemezler... dedim.Sonra müstakbel damadımınhâtırasını kafamdan bir yılanölüsünü atar gibi kovduğum içinmemnun ve rahat ilâve ettim.- Bilirsiniz ki, şehrin hiçbir saatibirbirini tutmaz. İstersenizEminönü’ndekine, sonra daKaraköy’dekine bir bakalım...Hiç kimse buna cevap vermedi.Herkes kendi düşüncesine dalmışgibiydi. Omuzlarımı silktim. Ne


çıkardı! Zehra’yı o herifevermeyecektim ya... Gerisininehemmiyeti yoktu. Fakat Yârabbim,nasıl besleyecektim, nasılbakacaktım.Kederimi dağıtmak için yenidenTopal İsmail’e döndüm, olmadı; busefer Selma Hanımı düşünmekistedim, tutmadı. Şartlar ağırbasıyordu. Eminönü’nde DoktorRamiz’in sesini duydum.- Sahi yahu, yirmi beş dakika farkvar.Karaköy’de, Halit Ayarcı:- Burada da yarım saat ileriyiz!


dedi.Saatçi, zengin ve son derecekibarlık meraklısı bir Ermeniydi. Onugörüp de gömlekçisini, hele berberinibeğenmemek kabil değildi.Ayakkabılarının cilâsına gelince,keratanın yatarken onları koynunaaldığı muhakkaktı. Halit Ayarcı’yı biryığın Fransızca kelime ile karşıladı.Fakat o aldırmadı. Saatini çıkardı,bana dönerek:- Lütfen Hayri Beyefendi, izahbuyurun, dedi.Agop Saatçiyan, evvelâ benitepeden tırnağa kadar istihfaf ve


merhametle süzdü, sonra, enenteresan yerimmiş gibi gözleriayaklarıma dikildi kaldı. Belli ki,başka bir zamanda ve tek başımagelseydim hiç tereddüt etmedenAllah versin diyecekti.Belki bu yüzden en sert sesimleelimdeki saatin vaziyetini anlattım.- Hem, dedim, üç defa hoyratçasöküp bakmışsınız, bu saatler nazikaletlerdir, böyle tartaklanmağagelmez, bakın şunun arkasına, bufabrika işi değil, el işi... Sankiustadan ustaya mektup, ama, belliki, size yazılmamış..


Ve saatin iç kapağına hakkedilmişresimleri gösterdim. Sonra yavaşçadudaklarımı büktüm.- Zanaatkârın yerini tüccarınalması acınacak şeydir hakikaten!dedim.Hey Nuri Efendi, aziz ustam, nuriçinde yat. O dakikada adamcağızınbeni dinlerkenki hâlini görmeliydin. Budoğrudan doğruya senin zaferindi.Senin cümlelerinden birini dinlediktensonradır ki, Saatçiyan Efendigözlerini ayakkabılarımdan ayırdı;daha doğrusu bu ayakkabıların tekbaşına oraya gelmediklerini, bir


sahipleri bulunması lâzım geldiğini, obiçarenin de bir başı ve bu başta dabir çehrenin mevcut olabileceğinidüşündü.- Hayır, o ite kızımı vermem!Yüzüme bakmayı hatırınagetirmesine oldukça nazik birtebessümle teşekkür ettikten sonradevam ettim:- Galiba çıraklarınız saati tamirederken şu taşı düşürmüşolacaklar... Şuna da bir baksanız...Saatçi ellerini uğuştura uğuşturabir şeyler kekeledi. Fakat artıktahammülüm kalmamıştı.


- Siz, dedim, dediğimi yapın...Daha doğrusu dediklerimi... Evvelâşu saati mıknatıstan kurtarın...Sonra Halit Ayarcı’ya döndüm:- Eskiden, dedim, bu cins işler,yalnız sermaye meselesi değildi.Sevenler ve işin içinde yetişenleryaparlardı!Nuri Efendi kulağımın dibindesanki bana: “Aferin oğlum!” diyordu.Şüphesiz kafamdaki dertlerolmasaydı, kendimi sonugelmeyecek bir macerayasürüklenmiş sanmasaydım veevdekilerin akşam yiyecekleri beş on


para olsaydı zavallı saatçiye bumuameleyi yapmazdım. Bir araadamcağızın yüzüne baktım.Yaptığımdan utandım. Kendikendime,“Hoş görsün! dedim. Benimgibi akşam ne yiyeceğini düşünmeğemecbur değil ya...”Yârabbim, kurulmuş, sağlamişlerin arkasına çekilince insan nekadar rahat oluyor. Bütün dünyayameydan okuyabiliyor. Saatçi odakikada kendini toparladı. Saatielimize verip kovabilirdi de.Dükkânda bir buçuk saat kaldık.Bu müddet zarfında saat tüccarına,


Allah’ın inayeti ve ustamın ruhaniyetisayesinde sıkı ve çok faydalı birmeslek dersi verdim. Bilhassasaatinin hareketini bozmayacak, tamdenkleşmeyi kuracak taşın ağırlığıüzerinde o kadar hassasdavranmıştım ki, adamın yüzü teriçinde kalmıştı.Son olarak saatçiye, bir daha bucins saatlerle meşgul olurken fazlayağ kullanmamasını tembih ettim:- İmambayıldı yapmıyorsunuz!Saat işletiyorsunuz. Hem bu yağı dakullanmayın artık! Şimdi çok hafifkemik yağlan var!


Bütün bunlar olup biterken HalitAyarcı bir kere bile gözlerini bendenayırmamıştı. Biz çıkarken dükkânsahibi Fransızcasını tamamiyleunutmuşa benziyordu. Büyük biriltifat olsun diye:- Beyefendi, zatınızİsviçrelisinizdir? diye sordu. Yoksaorada tahsil ettiniz?- O da nereden çıktı?- Saatten anlıyorsunuz da...Ben kısaca:- <strong>Saatleri</strong> severim, dedim, hemçok severim.Keşke bu adama bu kadar haşin


davranmasaydım, belki beniçıraklığa kabul ederdi.Mağazanın kapısı önünde HalitBeyle Doktor Ramiz kısa birmünakaşaya giriştiler. Geceyinerede geçireceklerdi? Dahadoğrusu nerede geçirecektik?Nihayet Halit Ayarcı:- Boğaz’a gidiyoruz... diye kesipattı. Hayri Beyefendi bize şerefverirler. Beraber bir rakı içeriz değilmi beyefendi...Ben içimden, “Varan dört... diyekaydettim. Bir saat içinde dört defabeyefendi olmuştum. Üstelik Topal


İsmail karşımda dayak yemişti. Belkide bu yüzden kızımı hiçbir zamanalmayacaktı. Sonra İstanbul’un enmeşhur saatçisini bir buçuk saatgagalamıştım. Tam benim hayatimdibu. Evdekiler açtı ve ben kendiminolsa bile fabrikasının adını bir türlüöğrenemeyeceğim bir otomobildeidim. Üstelik de Büyükdere’ye, rakıiçmeğe gidiyordum.Büyükdere’ye son defa SelmaHanımefendinin akrabasından birhanımın cenazesi dolayısıylagitmiştim. Ömrümde o günküyorgunluğumu unutamam. Selma


Hanımefendiye olan bağlılığımyüzünden hemen hemen merhumeyitek başıma sırtımda taşımıştım.Neredeyse beraber gömülmeğe razıolacaktım. Aşk insana neleryaptırmaz?O günden kalan en korkunçhâtıram, bütün yol boyunca vemerasim esnasında nasırınabasılmış gibi sinirli, somurtkan duranCemal Beyin gözlerimizkarşılaştıkça, hâlime için içingüldüğünü fark etmemdi. Busonunda beni öyle rahatsız etti ki, biriki defa açılan çukura, merhumeye


efakat için kendi yerime onufırlatmayı ve kaçıp gitmeyidüşündüm. "Bu işi yaptıktan sonraçıkar Hünkârtepe’de, serin rüzgârda“Gemilerde talim var!” türküsünüsöylerim... Niçin başka türkü değil?Onu da bilmiyordum. Bittabiyapamadım. Üstelik dönüşte kolumagirmek lutfunda bulunduğu için az çokkendisini de taşımış oldum.- Niçin hep fakir ve biçare adamlardayak yer? Meselâ bizim CemalBeyi hiç kimse dövmez.Son zamanda kendimle yükseksesle konuşmayı âdet etmiştim.


Doktor Ramiz :- Yine mi o mesele? diye banaşakadan çıkıştı. Ne istersinadamcağızdan?..Sonra Halit Ayarcı’ya döndü:- Hayri Bey, bizim Cemal’i hiçsevmez, diye izah etti.Ben, bütün sırlarım yakalandığıiçin yüzüm kıpkırmızı penceredenbaktım.- Hakkı var ya!., dedi. Sonra banadöndü. Ben birkaç defa düşünmedimdeğil. Fakat sonundan korktum. Birkere başlarsam bırakmam! diyedüşündüm. Düşün bir kere o suratı


insan tokatlamaya başlarsa!Yan gözle ellerine baktım vehakikaten bu işin olmadığınaüzüldüm.Vapurda beni yanından bir dakikaayırmamıştı. Ve hemen beşdakikada bir, “Çok yoruldunuz HayriBey. Bugünkü lutfunuzu hiçunutamam!” diyerek yorgunluğumutazeledi. “Merhume acayip kadındı.Hani sizin halanızdan bir numaraüstünü, falan gibi bir şey... Selmatabiî hiç sevmezdi. O da bizedüşman gibiydi. Ama, ne olsaakraba idi. Son bir hizmetten


çekinemezdik. Sabahleyin neyapacağım?” diye düşünüyordum.Selma’ya da söylemiştim. O, bana,“Üzülme, Hayri Bey gazetedeokuyunca behemehal gelir” diyorduhep. Zaten ben de sizi düşünerekilânı o kadar teferruatlı vermiştim.Doğrusu büyük zahmet ettiniz...”Evet, böyle olmuştu. Bu işegönüllü gitmiştim.Cemal Bey, banadüpedüz,“Aptalsın! Tedavi edilmezşekilde aptalsın!” demiyordu.Sadece bu hikâyeyi on defaanlatarak beni, aptallığıma kendi


içimden inandırıyordu. “Evet, Selmabu kadını sevmezdi. Çok kötülükgörmüştü. Ama ne olsa size yineminnettardır.” Ve her ağzını açışındaayaklarımın altından toprak kayargibi oluyordu. Ya o mezarın başındaoturup, abdestsiz, gusülsüz, yanıkyanık okuduğum aşir...Halbuki ne hülyalar kurmuştum.Meselâ ertesi gün veya bir haftasonra Selma Hanımefendi ile tekrarkarşılaşınca bana en şirintebessümlerinden biriyle bakacak,“Hayri Bey, diyecek, Hayri Bey,teyzeme karşı gösterdiğiniz


ağlılığın hikâyesini Cemal’dendinledim. Beni ne kadarduygulandırdınız, bilemezsiniz!Dostluğunuza nasıl minnettarım!Fakat emindim Hayri Bey, sizin,benim en iyi dostum olduğunuzaemindim!” Ve daha buna benzer negüzel şeyler söyleyecekti ve ben ozaman şaşıracak, kekelemeğebaşlayacak, hiçbir şeysöyleyemediğim için ayaklarınakapanacaktım. Bu sefer SelmaHanımefendi, büsbütün tatlılaşansesiyle: “Hayır, hayır, bunuyapmayın! Hayri Bey... diyecekti.


Bunu yapmayın, ben hepsinibiliyorum... Biçare, hislerininarasında bunalmış kalmış, zavallı birkadına bunu yapmayın!”Ben bütün o yorgunluğuma,hayalimde hep bu yerli film sahnesi, -bittabi Selma Hanımefendi bizimartistler gibi burnundankonuşmayacaktı- tahammületmiştim. Cemal Bey bu latif hülyayıbeş dakikada bir kere yıkıyordu.Bir ara, Halit Ayarcı’nın devameden sesini duydum:- Cemal’i biraz tanıyıp daöldürmek istememek kabil değildir.


Ben daha Galatasaray’da iken birkaçdefa bunu düşünmüştüm.O günden sonra bir dahaBüyükdere’nin adını bileanmamıştım. Rakı böyle değildi.Onunla ülfetim daha sıkı, dahaderindi. Vâkıa istersem o vesiledeCemal Beyefendiyi hatırlıyabilirdim.Fakat bu benim değil, onun aleyhindeidi. Bir gün evinde sofra başındaiken, kendisini ziyaret ettiğim içinbeni de oturtmuş, ikram etmişti. İlkyudumu ağzına alır almaz yüzününöyle mendebur bir buruşması vardıki, birdenbire iştiham kapanmıştı ve


sırf kendisine rakı nasıl içilirgöstermek için üst üste sekiz kadehibile yuvarlamış, evden zilzurnaçıkmıştım. Şimdi düşünüyorum da,acaba Cemal Beyle olanmünasebetlerimizde tamamiyle haklıolan ben miydim? diyorum. Çünküadamcağızın karısından başka hiçve hiçbir hâlini beğenmediğim okadar âşikârdı ki...İkinci defa işsiz kalınca bir arahakikaten rakıya düştüm. Bu yüzdenŞehzadebaşı’ndan Edirnekapı’yakadar, yol boyunca rastladığınızeşiğinden atlar atlamaz ekşimiş pilaki


ve yanmış zeytinyağı kokusuciğerinizi haşlayan meyhanelerinhepsine birkaç lira borcum vardı.Yarı yıkık evimizin arasına gözkoyan ve bu yüzden bana oldukçageniş bir kredi sağlayan semtbakkalındaki hesabımı da her akşamyalvara yakara aldığım kırk beşliklerkabartmıştı. Bazen şişeyi evegötürmeğe cesaret edemez, hemenoracıkta, tezgâhın yanında çırağınarsızlıkları ve Yusuf Efendininborcum ve evim hakkındaki imalısözleri arasında yarılar, arkamdansöylenecekleri hiç düşünmeden ve


hiçbir kimsenin bakışlarıyla dakarşılaşmamağa çalışarak âdetaboşlukla konuşuyormuşum gibi,“Şunubir kenara koy, yarın akşamuğrarım...” derdim.Hulâsa, rakıyı da, Büyükdere’yide tanıyordum. İkisinin de bende biryığın hâtırası vardı. İkisinin yan yanagelmeleri de pek mümkündü. ElbetteBüyükdere’de rakı içenler vardı.Fakat ben bu işe nereden gitmiştim?İşte değişiklik burada idi. Ben, rakıve Büyükdere... Hayır olmadı.Büyükdere, rakı ve ben... Ne şeklesoksam, bu iki saat evvel aklımın


alacağı şey değildi. Üstelik buradakiben, bugün dört defa “beyefendi”olmuştum.Hayri Bey, Hayri Efendi, Hayrioğlum, falcı Hayri, saatçi Hayri ,öksüz Hayri, şu büyücü Hayri,müsrif, ayyaş, esrarkeş Hayri,Pakize’nin kocası Hayri,baldızlarımın eniştesi Hayri... Şimdibir de Hayri Beyefendi ortayaçıkmıştı.- Hayri Beyefendi, bir cıgara...Lütfen.- Teşekkür ederim beyefendi!Böyle denmesi lâzım. Eskiden, altı


yıl evvel de böyle derdim. Sonzamanda belki bunu da unutmuştum.Deminden beri cigarasızlıktandudaklarımın kenarı ve içi, bütün dişetlerim yanıyordu. Sevincimdenbeşinci “beyefendi”yi az kaldıkaçıracaktım.Otomobil, ok gibi, bu güzel, buğulubahar akşamını âdeta israf ederekuçuyordu. Çemberlikuyu sırtlarındapuslu havada, bir kat dahagüzelleşen akşam, göz alabildiğineyeşillik arasında, taze otlar kadaryumuşak, kır çiçekleri gibi ince veçekingen, şarap renginden altın


engine kadar giden perdelerle, birşerit gibi uzanıyordu. Bu şeridin birucu sanki bizde imiş gibi onu veetrafındaki akislerini toplaya toplayagidiyorduk.Büyükdere, rakı ve ben, amaHayri Beyefendi olarak ben. Ayrıcaotomobilin yetmiş kilometre sürati.Muhakkak tekrar çocukluğumadöndüm ve bir bayram yerindeyim!- Pek dalgınsınız Hayri Beyefendi!Bereket versin, Doktor Ramizyanımda. O varken benim kendimeait işlerde söz söylememe lüzumyoktur. Şimdi de o cevap veriyor:


- Hayri Bey, daima böyledir!Hayri Beyefendi, bizim Hayri, sizinHayri, dalgın Hayri... Ne kadar çokHayri var. N’olur birkaçını yoldaeksek. Herkes gibi ben de bir tekinsan, kendim olsam.Otomobil yerlerinden söktüğüağaçları tepemizden ata ata gidiyor.Her şeyde bir çocuk saçıyumuşaklığı var. Altı sene evvelbakımsızlıktan ölen küçük kızımınsaçları da böyle yumuşaktı. Bari şuihtiyarı çiğnemesek! Üstü başıbenden perişan. Belli ki kendindedeğil! Aferin şoföre, adama hiç


dokunmadan geçti. Şimdi geçirdiğitehlikeyi anlayacak ve ürkecek. Bugece belki de rüyasında onugörecek, kaybettiği sevgililerinden bukazanın hâtırasıyla birdenbireayrılacak. Fakat niçin hep SelmaHanımı ve Cemal Beyidüşünüyorum. Galiba bir otomobilebindiğim için olacak.- Hayri Beyciğim, lütfen akşamüstü bize uğrar masınız? Selma sizibekliyor. Evet saat altı, yedide...Telefonda Cemal Beyin sesi, çişigelmiş çocuklar gibi iki ayağınınüstünde sallanıyor. Ben cevap


veriyorum:- Baş üstüne beyefendi...Ve üstümü kirletir korkusuylahemen telefonu kapatıyorum.Biliyorum, şimdi hiddettensapsarıdır. Telefonu daima kendisikapatmak ister.Saat yediyi bekliyorum, altıbuçukta kapının önündeyim. Hizmetçikız yılışarak gülüyor. Dünyanın enkötü kolonyasını sürünmüş.Gözlerinde fena bir pırıltı var. Sankiholün ışığında çok derin birkaranlıktan bakıyor gibi. Eli âdetaceketime asıldı. Niçin kızıyorum


sanki? Aynı insanlara, hemen hemenaynı şekilde hizmet etmiyor muyuz?Bende hiç meslek tesanüdü yok mu?Hayır, kızmıyorum. Acele ediyorum.Selma Hanımefendinin yatakodası indirilmiş perdeleri, abajurunbüsbütün körlettiği ışığı ile bir denizmağarasına benziyor. Yatak büyükbir sedef gibi alaca ışıkta kabarıyor.İçinde Selma Hanım var.Acaba hasta mı? Kızım da hasta,küçük kızım. Hem on günden beri.Dün Doktor Ramiz uğramadı. Fakatbunun hastalığı başka türlü olmalı,çünkü ötekilerin hepsini bana


unutturdu. Ne <strong>Ahmet</strong>’in göğsünü, neZehra’nın sinüzitini, ne karımın tiroitguddelerini, ne de en küçüğünhummasınıdüşünüyorum.Sandalyenin, şezlongun üzerinde biryığın ipekli çamaşır var. Cemal Bey,bir sandalyenin üzerine atılmışrobdöşambrıyla odada hazır.- Geçmiş olsun efendim...Şakaklarım atıyor. Bir şeyler dahabulup söylemem lâzım. Fakat nesöyleyebilirim? Küçük kızımın busabah ateşi otuz sekizdi, yüzü çokdeğişikti. Fakat Selma Hanımabunlardan ne? Şimdi ben evimde


olmalıydım. Amma burada olduğumiçin mesudum.- Hayri Beyciğim, sizi yine rahatsızettim. Fakat sizden başkası da bu işiyapamaz...Yine çok güzel ve şirin. Yüzüçocukluğumun şekerci dükkânlarına,şimdiki çiçekçi vitrinlerine benziyor,ışık ve renk içinde.Nuri Efendinin sesi içimdekonuşuyor.- Sabır, insan oğlunun tekkalesidir...Ben bu kalenin içinden onudinliyorum. Fakat duvarları bu odada


çok ince.- Bir hediye göndermemiz lâzım.Görüyorsunuz ben hastayım. Bunezle yakamı hiç bırakmadı. Cemalgitmek istedi amma, onun dasabahleyin ateşi vardı biraz... Bir şeyçıkar başımıza diye korktum...Yumruk tam yerine isabet etti.Cemal Beye gösterilen bu alâkakadar beni hiçbir şey mesut edemez.Fakat kadın aklı bu. Ne yaparsın?Güzel olmak kâfi değil. O devamediyor:- Zaten bu gece başka yeresözlü... Artık iş size düştü...


Şişli’de... Doğumevinde... Akrabadanbir hanım. Çok sevişiriz. Sizdenbaşkasını bulamadık!Hastalık muhakkak ki yakışıyor.Aksırma hiç güzel olur mu? Amma,elimden gelse alıp götüreceğim,yatağımın baş ucuna avize diyeasacağım. Yatakta bir şeyleraranıyor: “Lütfen şuradan birmendil...”- Üşüyeceksiniz hanımefendi...- Hayır... Oda sıcak!Oda sıcak, fakat siz yine örtünün,kollarınızı, boynunuzu, göğsünüzüörtün. Yatakta örtüler altında şekliniz


kaybolsun. Vücudunuzu gizleyin ki buköpek sadakati bende devam etsin.Yoksa, yoksa... İyi ama niçin bendensaklansın! Ben ona o kadaraşağılardan bakıyorum ki...- Ben, hediyeyi almıştım. Oradasandalyenin üstünde. Ufak bir ricamdaha var. Ayşe size Cemal’inelbiselerinden birini verecek. Bütüntakımıyla. Anlıyorsunuz ya, zengininsanlar. Bizim de hediyemizi ailenineski bir emektarıyla göndermemizlâzım. Kim bilir ne kadargüzelleşeceksiniz!Bir kahkaha daha. Bu kahkahayı


da götürmeliyim. Fakat bunu nereyeasarım? Kendisine uşaklık etmekkâfi değil. Etrafa evlerinde doğupbüyüdüğümü, beşiklerini salladığımıda zannettirmem lâzım. Üstümbaşım da temiz olmalı! Ve ayrıcaüstümdeki elbise Cemal Beyinüstünde görünmüş olmalı! Vegörenler, “İyi bakıyorlar, doğrusu!”demeli. “Geçenlerde Cemal’in giydiğielbise değil miydi? Adam boyluposlu! Sonra efendiden adam.Bayağı kâmil bir hâli var.”- Darılmadınız değil mi Hayri Bey?Zaten biliyorum, siz beni seversiniz,


ana darılmazsınız!Demek, benim sevdiğimi biliyor.Bu sevinç bana yetişir. Yüzü tekraryastığa gömüldü. Saçları dağıldı.Yatak, yumuşak, ince bir plaj kumugibi bu yüzükoyun yatan kadınvücudunun şeklini alıyor. Örtülerdalganıyor. Şu paketi alıpkaçabilsem... Hayır, tekrar dönüyor,tekrar aynı cümbüşlü bakış, aynıgülümseme... Belli ki o anda kendisiiçin benden başka kimse yok. Belli kiyine bana bir hakaret hazırlıyor:“Ayşe, size para da verecek.Otomobille gider gelirsiniz!”


Ayşe hakikaten üç gün evvelCemal Beyin sırtında gördüğümkahverengi elbiseleri hazırlamış.Mutfağın yanındaki daracık yerdesoyunuyorum. Ayşe kapının önünde.Ayşe kapıyı açıyor. Emine,çocuklarım, Pakize, hepsi burada...Niye böyle anlarda hepsi birdenbaşıma üşüşürler? Yalnız SelmaHanım yok. O odasında yatağındabir kedi nazıyla dinleniyor. O girerse,onu unutmazsam bu iş olmaz.Halbuki ben ancak Ayşe gibikadınlarda kısmetimi aramalıyım!İkimizin boğazlarımızda bir yığın


şey düğümleniyor, çözülüyor. FakatAyşe’nin kolları hiç de onunkinebenzemiyor. İçimde bütün dünyayıikrah ettirecek bir bulantı var. Hayırben Ayşe’den hoşlanacak insandeğilim. Selma Hanım da banaancak bahşiş, eski elbise ve işverebilir. Ben ikisinin ortasında,boşlukta sallanıyorum. Düşmemekiçin bir tarafa tutunmam lâzım. Fakatnasıl, ne suretle?Kapıdan bir başka Hayri İrdalçıkıyor, iki kolunda iki paket. Birisinitütüncüye bırakırım, sonra geçerkenalması kolay. Şişli’ye kadar gitsem


ile sonra eve ne ile döneceğim?Tabiî tramvayla. Başka çaresi yok.Ayşe, benim gibi değil, peşin para ileçalışıyor. Ben de peşin para ileçalışıyorum. Maaşımı kaç defapeşin alıyorum. Evvelâ mutemetten,sonra dostlardan, sonra herkesten.Demek bu paranın banaverilmesini istiyormuşum. O hâldeAyşe’yi niçin beğenmiyorum? Ayşe,Pakize, Selma Hanımefendi. Emineartık görünmez! Ona artık lâyıkdeğilim. İçimde sevilmeyen insanvücudunun cıvıklığının bulantısı hâlâdevam ediyor. Buna tenezzül


etmemeliydim. Bu kadar güzelkadına, hem de hizmetçisiyle ihanetetmek... Ve Selma Hanımın, CemalBeyin bu düşünceye yine kendiiçimden fırlattığı kahkahalar,“Cemal’in de biraz ateşi var!”Otomobil birdenbire durdu.Lokantanın vitrinlerinde barbunyalar,yolda gördüğümüz akşamdantoplanmış gibi kırmızı ile maviarasında perde değiştiriyorlar.- Buyrunuz beyefendi...- Aman efendim, istirhamederim...Taşlıkta bizi lokanta sahibi


karşılıyor. Halit Ayarcı elini sıkıyor.Demek bu da âdet. Param olursaben de yaparım. Fakat onun gibiyapmam imkânsız. O güveni benkendimde bulabilir miyim hiç? Bulokantaya giriş değil, bütün birfütuhat! O zamanlar el sıkmak âdetiolsaydı, İskender Mısır’a, DârâYunanistan’a girdikleri zamanmuhakkak böyle yaparlardı. Adımattıkça lokanta genişliyor, geriliyor,uzanıyor. Sade öyle mi ya? Birtaraftan da toparlanıyor, ona doğruâdeta koşuyor. Bütün müşterileringözü bizde. Kenarda güzelce bir


kadının başı önündeki tabağagömüldü. Keşke yeni ahbabımızınyüzüne vaktinde bakabilseydim.Biraz geç kaldım. Artık tanıyıptanımadığımı öğrenemem. Amasırtını deniz tarafına çevirmesininsebebini biliyorum; kadının rahatınıbozmak istemiyor. Beni karşısınaaldı. Kadının başı tabaktan çıktı.Fakat eski neşesi yok.Dışarda deniz var, gece var.Garip, sessizliği insanın içineyerleşen, bir rüya balığı gibi insanıniçinde masmavi kımıldanan gece.- Mehtap biraz sonra tam


karşıdan çıkacak...Halit Bey düğün gecesindetabanca sıkar gibi emirler veriyor:- Rakı... Yani Kulüp rakısı. Ammaöbürlerinden, hani şu benimgetirttiklerimden!Demek Kulüp rakısının başkacinsi de var. Niçin olmasın? Her şeysınıf sınıf. Kadınlar da öyle değil mi?Selma Hanımefendi, Nevzat Hanım,Pakize, sonra Pakize’nin kardeşiolduğu hâlde meselâ büyükbaldızım... Hepsi ayrı cinsten. Dahaniceleri var. Kâinat lâhana gibi,yaprak yaprak, kat kat.


Lokantacı listeyi uzatıyor. HalitBey bana dönüyor:- Buyurun mezeleri seçin!Birdenbire kendime geliyorum.- Siz burayı daha iyi tanırsınız.Ben hazretin yalnız bir midyedolmasını bilirim. O daBalıkpazarında satıcı iken...Devam etmek istemiyorum. “Benfakir adamım. Siz getirmeseydiniz,ancak kapısının önündengeçebilirdim. Belki adlarını bilebilmem. Ben Hayri İrdalım. Beş yılevvel ölen en küçük kızının cenazesibekçi kucağında kalkan adam. Sizin


anlayacağınız, biçarenin biri.Büyüğünü de yarın Topal İsmail’enikâhlayacağım. Hani kahvede,huzur-ı âlinizde dayak yemekküstahlığını gösteren omendebura...”Fakat neye yarar? Bu kadar güzelbaşlayan geceyi niye bozmalı? Felekbu gece beni Hayri Beyefendi yaptı.Onun tadını çıkaralım.Bir ayağımı öbürünün üstüneatıyorum ve etrafa kayıtsız kayıtsızbakıyorum. Belki de ben, kendimöyle yaptığımı sanıyorum. Belki deyüzüm karmakarışıktır. Çünkü siz de


anladınız ya, o zamanlar ben bütünhayatını sırtında bir kambur gibigezdiren o biçare insanlardandım.Lokantacı yanı başımızdanayrılmıyor. Yârabbim, Halit Ayarcı’yane kadar şefkatle, sevgiyle bakıyor.Sevinç adamcağızın iki yanına âdetaCebrail kanatları takmış. Gözleri onaher iliştikçe, neredeyse elindekimeze tabaklarıyla penceredendışarıya, denize, göklere doğruuçacak, belki bütün lokantayıberaberinde götürecek. Yok,şüphesiz fazla ileriye gitmeyecek,Ayasofya’nın kubbesindeki melekler


gibi oraya, pencerenin dışında camayapışıp kalacak. Oradan HalitAyarcı’ya: “Ah, ciğerlerimin kanı, vegözlerimin nuru...” diye her anseslenecek.- Uzat doktor kadehini! Siz debeyefendi lütfen...Bu işleri ne kadar iyi biliyor. Sesine rahat emir veriyor. Acabaaktörlüğü var mı? Hayır bu aktörlükdeğil, başka şey. Hayatıbenimsemiş! Hiç mağlup olmamış.- Biraz buz? Biraz daha... Şimdi ilkkadehleri biraz acele içeriz... Sonrayavaşlarız... Böylece istediğimiz


zamana kadar eğleniriz.Belli ki bu masa bizim bakkalıntezgâhının arkasına hiç benzemiyor.Burada rakı için geniş zamanayrılıyor. Rakı kadehimde mermerbir saray birdenbire çökmüş gibideğişti, tortulandı. İkinci günde ışıkböyle yaratılmış olmalı. Sonra ilkyudumun zevki. Dilimle damağımahafif dokunuyorum, çok ince bir sakızlezzeti var. Hayır, bu benim kırkbeşlik değil. İkinci yudum, üçüncüyudum. Kafamın içinde bir şey,kapak gibi ağır bir şey döndü. Bütünvücudumda tanımadığım bir sıcaklık


var. Kulaklarım hamamda imişim gibiçınlıyor. Dördüncü yudum: Kadehboşaldı. Bu kadar da acele doğrumu ya? Biraz daha tadını çıkarmaklâzım değil mi? Bu gece yediğim,içtiğim, gördüğüm şeyleri nasıl olsabir daha görecek, içecek, yiyecekdeğilim!Halit Ayarcı kadehimi dolduruyor.Ah, herkes saatini onun kadar sevseve hepsi de Doktor Ramiz’in dostuolsa... Buz rakıyı damar damaryaptı.- Bir şey almıyorsunuz HayriBeyefendi...


Artık sayamayacağım. Vazgeçtim.Hayır, teşekkür ederim. Benimâdetim böyledir, hepsi önümdeolunca karnım birdenbire doyar.Doktor Ramiz hiç bana benzemiyor.Şehzadebaşı’ndakiküçükmeyhanelere beni davet ettiği zamanverdiği bitmez tükenmez perhiznasihatlerini birdenbire unutmuş gibiyiyor. Tabaklar önünden resmigeçityapıyor. Ben sanki içinde büyük birbuz parçası eriyen büyük bir kadehinarkasından onu seyrediyorum.- Psikanaliz, devrimizin en mühimkeşfidir.


Halit Ayarcı’nın sesi birdenbirediken diken oldu.- Bırak doktor şu psikanalizi...Allah belâsını versin! Biz şimdi rakıiçiyoruz.Doktor Ramiz derhal psikanalizibırakıyor ve hemen onun yeriniİstakozu alıyor. Doğrusunuisterseniz, on senedir, onunlaberaber olduğumuz zamanlardabenim de yapmak istediğim hep buidi. Fakat beni davet ettiğimeyhanelerde, masanın üstündepsikanalizden başka ağza konacakdoğru dürüst bir şey bulunmazdı.


- Bizim Saatçiyan’a adamakkıllıders verdiniz bugün...- Belki biraz fazla oldu. Mamafihhak etmişti...- Doğru, hak etmişti... Hemfazlasıyla!Halit Ayarcı tekrar beni satınalmağa karar vermiş gibi rahat rahatgözlerini yüzüme dikti:- Saatçiliği nerede öğrendinizHayri Bey?- Gençliğimde, çocuk denecek biryaşta Muvakkit Nuri Efendi adındabir zatla tanıştım. Babamındostuydu...


Sözümü bitiremedim. Lokantayaen aşağı on kişilik bir kafile girdi.Herkesin başı onlara çevrildi. Enönde yürüyen iriyarı, kalantor biradam -şu gazetelerde günaşırıresimleri çıkanlardan biri olacaktımuhakkak- uzaktan Halit Ayarcı’yaeliyle bir selâm verdi. O yarı ayağakalkarak son derecede haysiyetli birtavırla selâmını aldı. Masalar çekildi,sandalyeler oynatıldı. Garsonlarsalonun içinde, bilardo masasındabileler gibi koşuşuyorlardı. Sonrakalantor adam yanımıza geldi.Kafilenin öbür kısmı, hazırlanan


masanın etrafında, bir gözleri bizimmasaya doğru yürüyen adamda,öbür gözleri biraz sonra aynı adamınkendi aralarında oturacağısandalyede, hepsi birden bu uğurdaşaşı olmağa dünden razı, ayakta,sözde büyük bir rahatlık içindebirbirleriyle konuşarak, şakalaşarakonu bekliyorlardı.Yeni gelen, bir elini omuzunakoymak suretiyle Halit Ayarcı’yaayağa kalkmak fırsatını vermedeniltifat etti:- E, ne var ne yok bakalım, HalitBey?


Ses diye işte buna derlerdi. BuHalit Ayarcı’nınkinin de üstünde,daha marifetli, daha kudretli,yüzlerce mâna ile zengin bir şeydi.Hem iltifat ediyor, hem geriye alıyor,kucaklıyor, itiyor, üstüne çıkıyor, yanyana, kol kola yürüyordu. Hepsini biranda, hep beraber ve üç dört kelimeile yapıyordu. O dakika hepimizanladık ki Halit Ayarcı mühimadamdır; fakat ona iltifat eden dahaçok mühimdir ve o, çok mühim adamolduğu için Halit Ayarcı birkaç yüzdaha mühimdir. Bu konuşma değil,ardı arası gelmeyen bir çarpı


ameliyesiydi.- Sağlığınız efendim...- Kim bu arkadaşlar?..Yeni gelen adam bir el işaretiylebizi yeni baştan yarattı. DoktorRamiz’le ben Tevrat’ın yeniyaratılmış adamı gibi, o andaduyduğumuz sevinç, hayranlık vemahcubiyetle giyindik, örtündük.Fakat Halit Ayarcı şaşırmıyordu.Evvelâ Doktor Ramiz’i tanıştırdı.Sonra beni takdim etti.-Aziz dostlarımdan Hayri İrdalBey... Memleketimizin en tanımışsaat üstadı. Misli bulunmaz bir


adam...Bu takdim şeklinden bir dahaanladım ki Halit Ayarcı mazi veistikbalini hâlin arasından görenzattır. Beni kırk yıllık dostu gibitanıtıyordu. Kalantor zat benimleteşerrüf ettiği için son derecemesuttu. Birdenbire yüzünde birçocuk tebessümü belirdi. Belli ki busaadeti bana birkaç kelime ileanlatacaktı. Fakat birdenbiremasanın üstündeki barbunyalardikkatini çekti. Ben biraz dahabekleyebilirdim. Fakat barbunyalarbekleyemezdi. Onlar beklerlerse


soğurlardı. Soğuk barbunya isehiçbir işe yaramazdı. Halit Ayarcı’nınomuzundan çektiği eliyle bir tanesinialdı ve hep aynı mesut çocuktebessümüyle ağzına götürdü. Fakatbeni unutmadı, unutmamıştı veunutmayacaktı da. Bunu göstermekiçin serbest olan sol elini benimomuzuma koydu ve hep aynıtebessümle yüzüme baktı. Benisevmişti. Ben bu teveccühün, iltifatınaltında üç santim kadar döşemetahtasına gömüldüm. O, hep aynımuhabbetle yüzüme bakıyordu.Konuşmağa lüzum yoktu,


anlaşıyorduk. Beni sevmişti. Ben deonu sevmiştim. Bu emniyetle sağ elibir kadın saçı okşar gibi masayauzandı. Tekrar bir barbunya döşemetahtasına şöyle kayıtsızca atılan birkılçık oldu. Bu ameliye iki üç dafatekrarlandı. Çatala lüzum yoktu.Çatal fazla külfetti. O samimîadamdı. Bana bakışlarından busamimiliği okunuyordu. Niçin aynısamimiliğibarbunyalaragöstermeyecek, araya bir vasıtakoyacaktı. Hem çatal yemek yemekiçindi, böyle çerezler için değil!Beşinci barbunyadan sonra


evvelkinden yüz defa daha anlayışlagözlerimin içine baktı ve barbunyalarıben yaratmışım, ben tutmuşum, benpişirmişim gibi hep bana bakarak:- Nefis... dedi, çok nefis... Güzelpişmiş. Zaten mevsimi!.. Bütünağırlığiyle omuzuma basarak sonemirlerini verdi: -Aman yiyin! Tamzamanıdır barbunyanın...Sonra beni bıraktı. Doğrudandoğruya masaya döndü. Ve artıkbana bir daha bakmadı. Barbunyadaana baba bir kardeş olmuştuk.Gerisine ne lüzum vardı? Birdenbirebuzlu badem tabağı dikkatini çekti.


Şüphesiz bu yeni icat edilmiş birnesne olacaktı. Bir taraftan onutadıyor, diğer taraftan Halit Beylekonuşuyordu. Tuhaf bir konuşmaydıbu. Söyleneni dinlemiyor, bademdenen nesne ile meşgul olduğu içinkendisi de konuşmuyor; fakatbüsbütün boş durmak da hoşunagitmediği için karşısındakinin birşeyler söylemesini istiyordu. Bir araHalit Bey kendisine:- Bugünlerde sizi taciz edeceğimgaliba... dedi.O kısaca cevap verdi:- Muhakkak, hem yarın! Öğle


yemeğinde. Buraya gelin.Sonra omuzumdan istemeyeistemeye elini çekti. Fakat bu ihanetiyaptığı için tatlı bir bakışla gönlümüalmayı da ihmal etmedi. Ve hep aynısevimli, dost, babacan, her zamaniçin emrinize hazır ve her zaman içinsizden çok farklı, tebessümlerinin,gözlüklerinin pırıltısıyla bizi ihyaederek çekilip gitti.Biz tekrak yerimize oturduk.Doktor Ramiz’in yüzü sevinçtenkıpkırmızıydı. Ben, en aşağıdördüncü kat gökte Hazreti İsa ilesarmaş dolaştım. Niçin olmasın? Bu


samimiliğe, bu iltifata taş olsam yinedayanamazdım. Bir ara solomuzuma baktım. Mektepkitaplarındaki Asur tanrılarınınomuzları gibi nur içinde bakıyordu.Ben, Hayri İrdal, bu biçare hayatartığı, bu iltifata mazhar olayım! Buakıl alacak şey değildi. Rabbim, nebüyüksün sen!Yalnız bir kişi, Halit Ayarcıoralarda değildi. Yerine otururoturmaz, “Hadise kapanmıştır” dergibi bir sesle bana:- Evet... dedi.Galiba onun gelişiyle kesilen


sözüme devam etmemi istiyordu.Fakat ben ne istediğini anlayacakhâlde değildim. Hele Nuri Efendidençok uzaktaydım.Ramiz Bey hemen hemen HalitBeyin evetiyle aynı zamanda:- Hakikaten büyük adam... diyeatıldı. Ne babacan, ne asil hâllerivar. Böyle olduğunu hiç bilmezdim.- Her zaman böyle midir? diyeHalit Ayarcı’ya sordum.O dalgın dalgın cevap verdi:- Evet, dedi. Her zaman böyledir.Her zaman iştahlı ve dost.Sonra omuzlarını silkti ve beni çok


muazzep eden hafif bir gülümsemeile -çünkü hakikaten bu büyükadama gerçekten ısınmıştım,bağlanmıştım, lehimlenmiştim,kaynamıştım, ne derseniz deyiniz, veHalit Ayarcı’nın onu küçümsemesine,beğenmemesine içerliyordum, şurasıda var ki rahmetli velinimeti daha peko kadar tanımıyordum- sözünedevam etti:- Tabiî iktidarda olmadığızamanlar... İş başında iken az çokdeğişir. İştahından bahsetmiyorum.O daimî ve edebîdir. Fakat bu şahsaait bir hâl değildir. Haleflerinde,


seleflerinde, hulâsa bütün ailede,hepsinde vardır. İltifatını, dostluğunukastediyorum. Zaten iktidarda ikengörmek pek az nasip olur. Ozamanlar daha ziyade gazetelerderesimlerini görürüz, düştükleri zamanda kendilerini...Cebinden çıkardığı bir akşamgazetesini açarak ilk sahifedeki birresme işaret etti:- Yerine gelen adam... Bir ayevvel onunla burada karşılaşmış,ikimiz de yalnız olduğumuz içinsaatlerce baş başa konuşmuştuk. Ozaman da cebimdeki gazetede bunun


esmi vardı. Garip değil mi?..Ben ağzım hayretten bir karışaçık, dinliyordum.- Fakat öyle düşmüşe müşmüşepek benzemiyor, dedim.- Benzemez... Çünkü kudretibenimsemiştir. Daha doğrusu kudretdenen şey onu benimsemiştir. Âdetaberaberlerinde gezer.Gözlerim önündeki fotoğrafta:- Garip şey, dedim. Birbirlerine debenziyorlar.Hayretimden kekeliyordum.- Evet, benzerler. O benzeyen şeyyok mu, işte o hüviyetlerinesinen


iktidardır. Dedim ya, bu bir hulûlhâdisedir, ben sende ve sen bende...Ve eliyle, “Anlatılması güç!” dergibi bir işaret yaptı.Doktor Ramiz bu sözleriişitmekten âdeta mustarip, gözlerihep devletlinin masasında, HalitBeye çıkıştı:- Ama, çok efendi adam,hakikaten üstünden büyüklük akıyor.Halit Ayarcı omuzunu silkti.Kadehini kaldırdı:- İçelim!..- İçelim!..Ve içtik. Devletlinin eli omuzuma


ve bakışı gözlerime değdiği andanitibaren bende garip bir değişiklikolmuştu. Birdenbire iştiham artmış,bütün vücudumu bir rahatlık hissi, birnevi saadet ve ferahlık kaplamıştı.Durmadan içiyor, yiyor, gülüyor,konuşuyordum. Alkol bütün hafiflikkapılarını açmıştı. Her kadehte, heryudumda beni boğacağını sandığımsıkıntılar, fecir vakti camiavlularındaki ağaçlardan kalkankarga sürüleri gibi üzerimdenkalkıyor, bir daha dönmemek üzereçok uzaklara uçuyorlardı.Bu hafiflik, bu boşalma ve doluş, -


çünkü giden sıkıntılarımın yerinegarip bir sevinç, bir iç rahatı, birgüvenme geliyordu- şüphesiz ondan,onun omuzumu çökerten ağır veheybetli elinden, gözlerime akanmıknatıslı bakışlarındandı.Bu anlaşılamayacak bir şeydi.Çocukluğumda beni birçok türbeleregötürmüşler, bir yığın nefesi keskinzatlara okutmuşlardı. Eyüpsultan’dantâ Yuşâ tepesine, Kısıklı’dakiSelâmiefendi’ye kadar, Fatih,Aksaray, Hırkaişerif, Edirnekapı,Ayvansaray yolu, Topkapı, Yedikule,Kocamustafapaşa,Türbe, Sirkeci,


Eminönü taraflarına, hulâsa bütünİstanbul’da, surların içinde vedışında, hemen her semtte mevcutevliya ve keramet sahibi zatlarınyattıkları yeri tanır, zaman zamanziyaret eder, dua eder, yalvarır,mezarlarından taş alır,parmaklıklarına hiçbir şeybulmazsam ceketimin astarınıyırtarak bağlardım. Hiçbirisi bana butesiri yapmamıştı.Hepsinden biraz yeisli, biraz dahaüzgün, içim daha kapalı dönerdim.Ne Bukağılı Dede, ne Elekçi Baba,ne Üryan Dede, ne Tezveren Sultan,


hiçbiri, hattâ ayazmaların serinliğindeyatan, yahut Heybeliada’nın,Büyükada’nın, Kınalı’nın en yüksektepelerinde, rüzgârda köpüre köpüreuyuyan Hıristiyan evliyaları da dahil,hiçbiri derdime çare bulamamışlar,üzerimdeki maişet sıkıntısını birparmak kaldırmamışlardı.Kaldı ki bu mübareklerin hepsidünya işlerinden uzak, bizzatkendileri, ruhumuzu ve nefsimiziterbiye edeceğiz diye benimkindenbeter sıkıntılar içinde yaşamış mala,menale kıymet vermemiş, ellerinegeçeni de şuna buna dağıtmış


insanlardı.Seyit Lûtfullah harap birmedresede oturuyor, ben hiçyanında görmediğim hâlde, ondandestur aldığı söylenen Yılanlı Dede,Çukurbostan’da bir mahzendeyaşıyor, Karpuz Hoca Sütlüce’deyıkık bir evde, Yekçeşim Ali EfendiEdirnekapı mezarlıklarında vakitgeçiriyorlardı. Altıparmak’taki ŞeyhMustafa Hazretleri, Deli Hafız, ŞeyhViranı hepsi bu çeşit insanlardı. Ben,sabah akşam, giyebileceğim şöyletemizce bir gömlek bulamıyorumdiye yanıp yakılırken, kısmetimin


açılmasını himmetinden beklediğimGömleksiz Dede, kendisine hediyeedilen gömlekleri sokak ortasındacayır cayır yırtıp atmakla meşguldü.Böylesi zevatın, daha ziyademaddî meselelerde, dünya işlerindengelen sıkıntılarıma çarebulamayacakları besbelli bir şeydi.Nitekim ölüleri yüzüme bilebakmıyor, dirileri yalnız sabır vekanaat dersi veriyorlardı.Bunların arasında komşumuzsayılan Yedigelin Emine Hanım, üçsene peşinden koştuktan ve o kadaryalvardıktan sonra, elimdeki piyango


iletini şöyle mübarek eliyle birtutmuş, “Haydi, demişti, çokyalvardın, kalbim mahzun oldu. Duaettim. Paranı geriye alacaksın!Amma bir daha böyle şey istemem.Beni günaha sokma!”Peki amma, benim gibi birbiçareye beş on kuruş para teminetmek neden günah olsun? Bunu birtürlü anlıyamadım.Yedigelin Emine Hanıma o kadaryalvardım, ayaklarına kapandım.“Şunu biraz arttır, ya mübarek!dedim. Hiç olmazsa on senedir bumünasebetsiz icada verdiklerimi


geriye alayım!” Mümkün mü? “Haydio kabil değil, bu sene içindeverdiklerimi geriye versin! O da beşon kuruş eder. N’olur, yapma,etme!..” Hayır, taşım da taşım.Evliya inadı bu, kabil değil. Mahzunmahzun döndüm. Bütün ay, “Belkimahsustan böyle söyledi. Bu kadaryalvardıktan sonra muhakkak birşeyler çıkarır!” diye bekledim. Fakatnafile, mübarek kadın sözünü tuttu.Eski zamanların cülus atiyeleri gibisağı solu ihya eden, servete batıranmükâfatlar, ikramiyeler arasındabenim liram, kupkuru ve tek başına,


kıra salınmış uyuz keçi gibi salmasalma döndü.Devletli hiç de bu cinsten, yaninefis, ruh terbiyesi diye kendiniazaba sokacak, kısmetiniköreltecek, ebedî saadetler uğrundadünya nimetlerini tepecekinsanlardan değildi. Bilâkis hoşunagideni kapan, alan, yiyen, öğüten vebunları yaptıktan sonra da gerisiniarayan, bulamayınca canı sıkılantakımdandı. Ömründe hiçbir riyazetyapmadığı, en çetin hastalıkları bileperhizsiz yendiği aşikârdı. Masamızabakışı, iltifat tarzı, barbunyaları


derhal görmesi, benim tabağımda,çatalımda takılı duran midye tavasınıbile lahzada fark edişi, kısmet venimet tarlalarının üzerinde nasılşahinler gibi süzüldüğünü kendimalını velev âharın elinde olsa dahinasıl seçip aldığını iyicegösteriyordu. Hayır, o başkaçeliktendi. Bu iş için yaratılmıştı.Düşünün bir kere, koskocaBüyükdere’de, bu lokantada, kahveköşelerinde yarı aç, yarı tok ömrünügeçiren Hayri İrdal’ın tabağındaki tekmidyeyi bile, yemeğe kıyamadığı,tam lezzetine varmak için önünde


tuttuğu tek midyeyi bile hoşunagidince almakta tereddüt etmiyordu.Ve o böyle yaptığı için de Hayri İrdaldünyalar kadar mesuttu, yıllardanberi kendisini tanıyan dostu DoktorRamiz ona bu yüzden âdeta gıpta ilebakıyor, âdeta onu kıskanıyordu.Elbette böyle bir adamlakarşılaşma, göz göze gelme biruğur, bir saadetti. Elbette insana buyüzden birtakım iyilikler gelecekti.Nitekim öyle oldu. O geceden sonra,hattâ o gece içinde hemen hemenhayatımın mahreki ve mânasıdeğişti.


Bu evvelâ üzerimden bahsettiğimağırlığın kalkmasıyla başladı. Sonrayavaş yavaş mantığım değişti. Hattâdünyaya bakışım, eşyayı görüşüm,insanları anlayışım değişti. Vâkıabunlar bir günde olmadı. Hattâ çokgüçlükle ve adım adım oldu. Hattâçok defa bana rağmen oldu. Fakatoldu.Halit Ayarcı o gece benden bütünhayatımı öğrendi. Ona Nuri Efendiyi,Seyyit Lûtfullah’ı, Abdüsselâm Beyi,Ferhat Beyi, Aristidi Efendiyi, NaşitBeyi, Andronikos Kayser’in definesive cıvadan altın yapmanın en kolay


usulünün ilm-i havâs sayesinde birhuddam tedarikiyle olabileceğiüzerinde az çok ısrarla durarakanlattım. Talihimin bu küşayişianında hâlâ omuzumda devletlininelinin ağırlığını hissediyordum, belkibu mühim ve zengin zata bu defineyibulma ve kâinatın gizli kuvvetlerinetasarruf etme ihtirasını aşılarımümidiyle bütün talâkatimi sarf ettim.Hattâ o zamana kadar hiç kimseninbilmediği bazı izahat bile verdim.- Yirmi yedi altın direkli çadır,içlerindeki bütün eşya altın veyagümüşten, ve hep mücevher ve inci


kakmalı. Ayrıca sandık sandıkmücevherat, altın ve gümüş evanî,kadın hulliyatı, yüzükler, çelenkler,mâşallahlar...Halit Ayarcı gülerek:- Olmaz, dedi, Bizanslılardamâşallah yoktur. O bizleremahsustur...Burasını düşünmeliydim. Gâvurkısmının mâşallah denecek nesiolabilirdi? Mâşallah kelimesi elbettebizim olacaktı, bize lâyık bir şeydi.- Evet, amma, tabiî onlar da nazardeğmesin, kem gözden korusun diyebir şeyler takınıyorlardı. Hıristiyan


devletlerinde verilmesi âdet olan vesonraları bize de geçen nişanlarınhakikatte okunmuş, üflenmiş tılsımlarolduğunu Seyyit Lûtfullah’tanişitmiştim. Ben onları kastediyorum...Fakat Halit Ayarcı, SeyyitLûtfullah’ı tutmuyordu. O dahaziyade Nuri Efendi üzerindeçalışıyordu. Hattâ rahmetli üstadımıntakvimlerine, ara sıra çıkarttığızayiçelere, yazma kitaplarda bulduğusimya reçetelerine de pek kulakasmıyordu. Yalnız saatçiliğiylemeşguldü.Çaresiz ben de sözü o tarafa


döktüm. Onun yukarıda bahsettiğimsözlerini hafızamda kaldığı kadarnaklettim. Halit Bey hemen hercümlemin arkasından:- Olur şey değil... diyordu. Böylebir adam, aramızda bulunsun...Monşer, bu tam filozof, hem demuhtaç olduğumuz filozof... Zamanfelsefesi... Anladınız mı? Zaman,yani çalışma felsefesi... Siz defilozofsunuz Hayri Bey, hem hakikîbir filozofsunuz! diyordu.Fakat ben onu dinlemiyordum.Ayağa kalkarak elimle işaret edeede:


- Orada, dedim, görmüyormusunuz? Devletlinin masasında,tabaklar, filân hepsi oynuyor.Mazallah...Filhakika masadaki yemektabaklarının bir kısmı lodosfırtınasına tutulmuş gibisallanıyorlardı. İşin garibi masabaşındakiler bundan korkacakları,kaçacakları, salâvat getirecekleriyerde kahkahadan kırılıyorlardı.Sanki hepsini cin tutmuştu. İşinfenası benim bu sözlerim üzerinekahkahaların ve onlarla berabertabakların sallanmasının artmasıydı.


Şimdi hepsi bana bakarakgülüyorlardı.Halit Ayarcı beni teskin etti:-Aldırmayın, dedi. Bizim Faik’inhuyudur. Gittiği yerlerdenhokkabazlık eşyası getirir. Saloneğlencelerine meraklıdır.- Hayır, hayır, dedim. Benikandırıyorsunuz. Ben sarhoşum,demin de denizin dibinde AndronikosKayser’in hâzinelerini gördüm. Banabir şey oldu. Bırakın evimegideyim...Hakikaten evime gitmekistiyordum artık. Benim olmayan bu


hayattan, bu eğlencelerdenyorulmuştum. Evime, bana ve benimolan şeylerin arasına, ıstıraplarıma,yoksulluğuma dönmek istiyordum.- Gitmesine, nasıl olsa hepberaber gideceğiz. Sarhoşluğunuzagelince, gördünüz ki değilsiniz. Hemhiç değilsiniz... Olsanız da açılırsınız.Böyle gece hiç bırakılır mı? Şimdioturun da bana şu ustadan ustayamektubu anlatın... Fakat daha evveliçelim...Doktor Ramiz bir aksiseda gibitekrarladı:- Evet içelim...


Tekrar içtik. Fakat ben artıktedirgindim. Bununla beraber HalitAyarcı’nın merakını elimden geldiğikadar gidermeğe çalıştım.- Eski saatler el işiydiler. Yapanlarda maden işçiliğinden anlıyorlardı.Hulâsa büyük mânadakuyumcuydular. Bu itibarla yaptıklarısaatleri çok güzel eserlerlesüslerlerdi. Çizgiler, oymalar,filânla... Ve bunların en güzel, enehemmiyetlileri saatlerin içkapaklarının iç tarafında yani çokdefa, ancak saatçilerin açtıklarıyerlerde olurdu. Rahmetli Nuri Efendi


onun için bunlara ustadan ustayamektup derdi. Meselâ sizin saatin içkapağının altındaki gibi. Hani otulgalı kadınla, onun elini omuzunakoyduğu acayip, insan azmanıherif... Bu saatin bir eşini NuriEfendide görmüştüm.Halit Ayarcı izah etti:- Atena ile Herkül’denbahsediyorsunuz...Sonra bahse döndü:- Öyle ya, ancak saatçi görüronları. Halit Bey tekrar kadehesarıldı:- İçelim, diyordu. Bilhassa Hayri


Bey siz için. Amma böyle asık çehreile değil. İşsiz olmak, birtakımmeseleler içinde bulunmak bizieğlenmekten alıkoymamalı.- Keşke ben de sizin gibidüşünebilseydim...- Bir gün gelir, düşünürsünüz.Fakat evvelâ vaziyetinizi anlatınız.İşlerinizi şöyle beraberce gözdengeçirelim.Ona evimi, karımı, baldızlarımı,<strong>Ahmet</strong>’i, Zehra’yı anlattım. DoktorRamiz’in arada sırada bazımütalâalarla haşiyelediği hikâyemisonuna kadar dinledi. Sonra yüzüme


dik dik bakarak:- Dünyanın en tabiî vaziyeti...dedi. Evvelâ parasızsınız. Sonra daevlendirilmesi lâzım üç genç kadınvar evinizde... Bir de umumî sıhhatbozukça. Hepsi aynı yere çıkar, yanisadece para meselesi.Kelimeler değiştirilince işler nekadar kolaylaşıyordu. Para, üçizdivaç, biraz bolca yiyip içme...Hemen arkasından, bir iki kanunteklifi ile meseleyi hallederiz,demesini bekledim.- Fakat, dedim. Topal İsmail’ekızımı ben nasıl veririm?


- Elbette vermeyeceksiniz. Kızınızanlattığınıza göre zarif ve güzel birçocuk... Elbette vermezsiniz.Tekrar aynı çıkmaza girdiğimihissettim.- Vermem de ne yaparım?- Akranını bulursunuz... Okendiliğinden gelir.- Sonra, öbürleri, baldızlarım.Hele büyüğü, şu musikî meraklısı...Kim alır!Halit Ayarcı bir müddet düşündü:- Anlattığınıza göre durupdururken kimsenin alacağı cinstendeğil. Fakat bilinmez. Meselâ,


adyoda büyükçe bir şöhret...Herhangi bir gazinoda meşhur birartist, muganniye sıfatıyla...Görüyorsunuz ki her şeyin bir çaresivardır. Ufak bir refah değişikliği,biraz teşebbüs ve gayret, küçük birgörüş farkı her şeyi ıslah edebilir.- İtiraf edeyim ki bunları hiçdüşünmemiştim. Ben tek çare olarakyalnız evcek bizi alıp götürecek birsalgın, bir felâketle bu işler hallolursanıyor, onu bekliyordum.- Hatâ... Hep hatâ... Ne istersinizkendinizden ve evinizin zavallıhalkından?.. Şimdi sizden


dinlediklerime göre hepsi ihtiraslı,yaşamaya azmetmiş insanlar. Budemektir ki hepsi muvaffakiyetlerinikendilerinde taşıyorlar ve onunıstırabını çekiyorlar. Alelâde hayatarazı değiller...- Hayır, hiç değiller. Karımkendisini Hollyvvood’da zannediyor,büyük baldızım büyük bir muganniyeolduğuna kani. Küçüğü...- Tabiî... Tabiî, öyle olacak! Vehepsi de size karşı biraz kırgın.Kendilerini anlamıyorsunuz diye...Ben boynumu büktüm. Hiçolmazsa bu işte beni anlayacaklarını


sanıyordum. Altı saattir beraberindebulunduğum, her hareketine hayranolduğum adam da deli idi. Bununböyle olması için boğazımasarılmasına, soyunup çırılçıplak ortayerde takla atmasına hiç ihtiyaçyoktu. O devam etti:- Evet, diyordu. Onlarıanlamadığınız için size kırgınolmaları kadar tabiî ne olabilir?Darılmayınız ama sizin insan vehayat tecrübeniz hiç yok. Siz harbegirmeden mağlûp olmuş bir orduyabenziyorsunuz... Teknenin üstüneçıkacağınız yerde altında


kalmışsınız.Hastalığım, yahut üzüntüleriminsebebi böylece teşhis edildiktensonra içmekten başka yapacak birşey kalmıyordu. Bereket versin buakşam rakı boldu. İstediğim kadarbu mesut hâdiseyi kutlayabilirdim.O yine devam etti:- Hele büyük baldızınız gibi hakikîbir artiste karşı muameleniz, onuinkârınız...Elimdeki kadehi bıraktım. Neolursa olsun akıl ve mantık namınabir kere daha işe karışacaktım.“Ondan sonra ağzımı bile açmam...”


- Aman beyefendi, dedim, hangiartist, hangi büyük...Arz ettim, sesiçirkin, sonra kabiliyetsiz... Sonracahil. Daha İsfahanla Mahuru, RastlaAcemaşiranı birbirinden ayıramıyor.Hayır, imkânsız... Belki başkabilmediğim meziyetleri vardır. Belki,ne bileyim şahsen güzeldir, yanideğildir amma, söz gelişi diyorum,güzel olur da ben fark etmemişolabilirim. Fakat o sesle musikîsibeğenilsin! Buna imkân yok. Kulağıyok efendim, hiç yok. Sesleriayıramıyor.Halit Bey bana bir cıgara uzattı.


Kendisi de bir tane yaktı. Dışardabütün cümbüşüyle devam edenmehtaba baktı. Sonra karşıkimasanın münakaşasına kulakkabartır gibi oldu, fakat hemenomuzunu silkti, bana döndü:- Güzel olamaz, dedi. Güzeldenanlıyorsunuz. Hayatınızı artıkbiliyorum. Siz güzel kadındananlıyorsunuz. Fakat sanattan,bugünün sanatından anlamıyorsunuz.Evvelâ bu bir kalabalık işidir.Kalabalık neyi sever, neyi sevmez?Bunu kimse bilmez. Sonra bu meseleümitsiz bir kalabalığın işidir. Siz de


ilirsiniz ki zevk denen yüksek şeyinbizim içimizde içgüdüden kolaylığakadar giden bir yığın karşılığı vardır.Zevkten ümit kesildi mi onlarakolayca teslim oluruz. İşler karışıncazevkten ümit kesilir. Musikî deninceherkes, evvelâ “Hangi musikî?”sualini kendisine soruyor. Bu sual birkere soruldu mu sizin zevk, üslûpdediğiniz şeyler yoktur artık. Sonrakulağın herkeste ayarı bozuldu.Radyo devrindeyiz. Musikîyi nadir birşey gibi dinlemiyoruz. O, romatizma,nezle, para sıkıntısı, harp ihtimali,çok geçimsizlik gibi günlerimizin tabiî


arkadaşı oldu. Bu işe bir dekalabalığı ilâve edin... Hayır, beneminim ki bahsettiğimiz hanımefendibirkaç gün içinde yepyeni bir şöhretolarak İstanbul’u fethedebilir. Bakın!Vaziyet çok müşkül olurdu, şayetbaldızınız hanımefendi batımusikîsine merak sarsaydı. Çünküonu hakikaten yıllar boyu öğrenmeklâzım.Bir müddet yüzüme baktı.Hakikaten afallamıştım.- Bu meselelerde herkes işinalayında... Farkında olmadanalayında. Burasını anlamıyor


musunuz?- Hangi alay? Çıldırıyorlar...- Tabiî... Hayatlarına biraz duygu,istisnaî zamanlar katmak istiyorlar.Herkes kendi boşluğunu bir parçaduygu ile doldurmak, kendinisüslemek istiyor, fakat musikîden okadar anlamıyorlar ki, şarkılarıgüfteleri için seviyorlar. Zavallı HayriBey, siz garip bir adamsınız. Sizinbahsettiğiniz ölçüler geçmişzamanda kaldı. Onlar, hani şu deminsöylediğiniz, ustadan ustayamektuplardı. Şimdi artık o klasikdevirde değiliz. İsfahanla


Acemaşiranı birbirinden ayırmakkimsenin aklından geçmez. Siz banasöyleyin, kimi taklit ediyor?- Meşhurların hemen hepsini...Fakat hepsini aynı sesle, aynımakamdan, aynı şekilde söylüyor...Demek son derecede şahsî!Mesele halloldu. Orijinal ve yeni...Dikkat edin, yeni diyorum. En büyükharflerle yeni! Yeninin bulunduğuyerde başka meziyete lüzum yoktur.Şimdi seçilecek yol kaldı. Halkmusikîsi mi, alaturka mı? Yoksaalafrangaya kaçan halk musikîsi mi,yahut halk musikîsine kaçan


alafranga mı?.. Amma, bunu burada,bu masa başında pek kesipatamayız. Fakat öyle sanıyorum ki.,sesin bahsettiğiniz meziyetlerinegöre -Halit Ayarcı burada yüzünüburuşturdu ve parmaklarıyla çok âdibir kumaşı yokluyormuş gibi birhareket yaptı- daha ziyadealafrangaya kaçan bazı mahallî halktürkülerinde muvaffak olacaktır...Evet öyle tahmin ediyorum. Meğer kiTürkçe tangoyu tercih etsin! Yahutbazı şarkıları...Yüzüme dalgın dalgın baktı:- Evet, bütün mesele burada. Siz


teşebbüs fikrinden mahrumsunuz.Sonra idealistsiniz. Realiteyigörmüyorsunuz... Hulâsa eskiadamsınız. Yazık, çok yazık! Birazrealist olsanız bir parça, ufak birmiktarda, her şey değişirdi.Bu kadarı da fazlaydı artık.- Ben mi realist değilim! Realistolmasaydım size vak’ayı böyleanlatabilir miydim? Size baldızımhakkında en ufak bir ümitlebahsettim mi? Hiçbir tarafınıdeğiştirdim mi? En ufak bir hâlinimethettim mi? Ben öyle sanıyorum kiher şeyi olduğu gibi görenlerdenim.


Hattâ fazla realistim, rahatsızedecek kadar...Halit Ayarcı gülümsedi. Karşımasadan mütemadiyen el işaretleriyapılıyordu. Bir yudum rakı içti sonrabana döndü.- Şu konuşmamızı bitirelim, biz deonlara katılırız. Bu gece fenaolmayacak gibiye benziyor...Vaatkâr, demek istiyorum. BakınHayri Bey, ben karar verdim,beraber çalışacağız bundan sonra.Onun için anlaşmamız lâzım. Realistolmak hiç de hakikati olduğu gibigörmek değildir. Belki onunla en


faydalı şekilde münasebetimizi tâyinetmektir. Hakikati görmüşsün neçıkar? Kendi başına hiçbir mânası vekıymeti olmayan bir yığın hükümvermekten başka neye yarar?İstediğin kadar uzatabileceğin bireksikler ve ihtiyaçlar listesindenbaşka ne yapabilirsin? Bir şeydeğiştirir mi bu? Bilâkis yolundanalıkor seni. Kötümser olursun, apışırkalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibigörmek... Yani bozguncu olmak...Evet bozgunculuk denen şey budur,bundan doğar. Siz kelimelerlezehirlenen adamsınız, onun için size


eskisiniz, dedim. Yeni adamınrealizmi başkadır. Elinde bulunan bumal, bu nesne ile, onun buvasıflarıyla ben ne yapabilirim? İştesorulacak sual. Meselâ bu bahisteen büyük hatanız musikîden, yanimücerret bir fikirden hareket ederekbaldızınız hanımefendiyi mütalâaetmenizdir. Halbuki baldızınızhanımefendi tarafından işi münakaşaediniz, mesele ne kadar değişir.Nevvton başına düşen elmayı, elmaolmak haysiyetiyle mütalâa etseydibelki çürümüş diye atabilirdi. Fakat oböyle yapmadı. Şu elmadan nasıl


istifade edebilirim? diye kendinesordu. Azamî istifadem ne olabilir?dedi. Siz de öyle yapın! Baldızımmusikîden başka bir şeyde muvaffakolmak istemiyor. O hâlde elimde ikirakam var. Baldızım ve musikî.Birincisini değiştiremeyeceğimegöre, ister istemez İkincisi hakkındafikirlerim değişecek. Baldızıma hangimusikî uyar? Böyle düşünün! Sonunakadar bu çıkmazda mı kalacaksınız?Elbette ki hayır...Kendimi evimizin hemenarkasındakiKamburkargaçıkmazında bir taşa çömelmiş,


aşımın ucunda karımın kızkardeşi,elinde udu şarkı söylüyor,düşündüm.- Elbette hayır... Bin defa hayır...- Onu değiştirebilir misiniz?Birden sıçradım.- Zerre kadar... imkânsız...Büsbütün imkânsız...- O hâlde dediğimi yapacaksınız...Bilin ki zamanımızda bu gibi işler içinkuvvetle istemek kâfidir. Hayatyürüyor, Hayri Bey... Siz kelimelerlezehirlenin durun, hayat her gün yenibir şey keşfediyor. Bakın ben dörtbeş saat evvel sizi keşfettim, şimdide muganniye olarak baldızınızı


keşfediyorum.- Allah razı olsun beyefendi...Hakikaten teşekkürden başkayapacağım bir şey yoktu. Baldızımıkeşfetmişti. Mübarek olsun. Doğdumdoğalı herkes bana dürbünün terstarafından bakmayı teklif ediyordu.Ben bir türlü buna yanaşmıyordum.İnat ediyordum. Neye yaramıştı?Bütün hayatım kepaze olmuştu. Birde bunu denesem ne çıkar sanki?..Bununla beraber son itirazlarımıtoparladım.- Ah bir görseniz, yahut dinlesiniz,karşısında fıçı gibi terleye terleye,


parmaklarını çıtırdata çıtırdata,kırmızı topuklu iskarpinlerininüstünde sallana sallana size bir,“Gelse o şuh meclise.,.”yi bir kereokusa...Halit Ayarcı yüzüme dostça baktı:- Demek parmaklarını çıtırdatıyorha... Ne iyi, ne mükemmel, fakatazizim, bu başlıbaşına birmuvaffakiyet vasıtası... Düşünün birkere, şarkı söylerken eşarbınıparmaklarına dolayıp çözmeğeçalışmayacak, mendilini yırtmağauğraşmayacak... Bundan iyi neistersiniz? İki eli birden serbest


kalacak... İcabında halka, elleriyleselâmlar, öpücükler gönderecek,alkış tufanına teşekkür edecek... Sizhakikî bir hâzineye sahipsiniz,farkında değilsiniz. Toparlamağaçalışalım: Çirkin, diyorsunuz,binaenaleyh bugünün telâkkilerinegöre sempatik demektir. Sesi kötü,diyorsunuz, şu hâlde dokunaklı vebazı havalara elverişli demektir.Kabiliyetsiz diyorsunuz, o hâldemuhakkak orijinaldir. Yarınbaldızınızla meşgul olurum...Yarından itibaren baldızınızsahnededir, meşhurdur, gazetelerde


ismi sık sık geçer...O geceden vâzıh olarak bendekalan hâtıra buraya kadardır. HattâHalit Ayarcı’nın son cümlesi üzerine.“Vaat et, yarın unutacak olduktansonra...” diye düşündüğümü hayalmeyal hatırlıyorum. Ondan ötesihakikî boşluk... Yalnız sabaha karşıkendimi, karşı masadakilerden biriylekarşı karşıya çiftetelli oynarkenbuldum. İnce, tatlı, sisler içindeyumuk yumuk bir sabahtı bu. Açık birpencereden giren rüzgâr ve motorsesleri henüz yanmakta olanlambalara hücum ediyordu. Biz


ayakta bu güzel sabaha karşıdurmadan göbek atıyorduk. İçimdedünyanın en mesut hafifliği vardı.Halit Ayarcı geceki vaitlerini tutsunveya tutmasın, bana dürbününbakılacak yerini göstermişti.


IIBununla beraber Halit Ayarcıbütün sözlerini tuttu. Daha o geceninhaftasında baldızım küçük birgazinoda muganniye idi. İlk gecePakize, Halit Ayarcı, Doktor Ramizve ailemizin bütün efradı dinleyicilerarasında idik. Bu hakikî bir zaferoldu. Halit Ayarcı, sanki o gece banasöylediklerini tatbik için bu salonu vehalkını tedarik etmişti. Baldızımın


her usul hatası çılgınca alkışlandı.Ben, her lahza mahcubiyetimden yeraçılıp da içine giriyorum sanırkenkızcağız bayağı gecenin kahramanıoldu, “Yaşa” sesleri, yenge, ablaçığlıkları birbirini kovaladı. Pakize,ikide bir bana dönüyor, “Nasıl?” diyesoruyordu. Halit Ayarcı hiç sesçıkarmadan dinliyordu. Yalnızçıkarken.- Evet, dedi, tahminim gibi...Hanımefendi hakikaten muvaffakolacak... Hayata inanmak lâzımHayri Bey. Siz hayata değil.Acemaşirana inanıyordunuz...


Gördünüz mü nasıl beğenildi? Bucanlı insanın insanla karşılaşmasıdır.Sizin klasik makamlarınız böyle birmuvaffakiyeti dünyada eldeedemezdi. Şimdiden sonra yoluaçıktır. Göreceksiniz neler yapar.Bununla da kalmadı. Yine ogünlerde <strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü’nün çekirdeği olan küçükdairemiz açıldı. Bir sabah ben,sırtımda bir gece evvel HalitAyarcı’nın göndermiş olduğuelbiseler, belediyenin civarındakibüromuzun kapısında göründüm.İhtiyar, aklı başında bir hademe beni


karşıladı ve içeri aldı. HalitAyarcı’nın akrabasından olduğunubildiğim kalem şefimiz Nermin Hanımbeni görür görmez kırk yıllık ahbapgibi sevindi. Masamı gösterdi. İş içinelindeki örgüyü bile bırakmıştı.Nermin Hanımın daha o gün ya örgüördüğünü, yahut konuştuğunuöğrendim. Daha doğrusu daimakonuşur, yalnız kalınca örgü örerdi.O zamana kadar tanıdığımkadınların hiçbirine benzemiyordu.İnsanla dost olması için bir saniyegörmesi kâfiydi. Hayatında hiçbirsırrı yoktu. Sükûtu sevmezdi. Hiç


kimse ile darılmak âdeti değildi. Üçkocasından da darılmadan dostçaayrılmağa muvaffak olmuştu. Hâlâda ahbaplıkları devam ediyordu. İlksöz olarak:- Elbiseniz yakışmış... dedi. HalitBey sizi bana anlatınca bu elbiseninsize uyacağını tahmin etmiştim.Yalnız ayakkabılarınızı boyatmaklâzım. Bir de berberinizi değiştirin.Bu adam saç kesmesini bilmiyor.Doğrusu sizin gibi bir arkadaşbulduğuma memnunum. Amcam buvazifeye devamımı isteyincetereddüt etmiştim. Daire deyince


insan çekiniyor. Ne olsa, birçokyabancı insan, filân vardır, sıkılırım,dedim. Fakat baş başa olduğumuzusöyleyince, hele sizi anlatıncamüsterih oldum. Yaşınız başınız daahbaplığa müsait. Kocamkıskanmaz. Zaten aklı başında insanbu asırda karısını kıskanmaz. Bugünaile artık arkadaşlık üzerinekurulmuş bir müessese oldu. Fakaterkeklerimizin fikrî terbiyesi henüz bumertebeye gelmediği için... Mamafihartık ben de bıktım. Eskidenboşanma denen şey kolaydı. Şimdibirdenbire güçleştirdiler. Hâkimler


muttasıl barıştırmağa kalkıyor,dâvayı sallıyorlar. İlk kocamdandaha ne yaptığımı bilmedenboşanmıştım. İkincisinde mahkemebir sene sürdü. Ayrıca da bir seneyeniden evlenme için müddetkoydular. Üçüncüsü büsbütün güçoldu... Biliyorsunuz, siz de, ben deşimdilik kâtibiz. Fakat amcamteşkilâtı kabul ettirince siz müdürmuavini, ben kalem şefi olacağım!Halit amcam teşkilâtçıdır. Dahaşimdiden muazzam bir projehazırladı. Biz Şişli’de oturduğumuziçin yemeğimi de beraber


getireceğim. Siz de getirirsenizöğleleri beyhude yere yorulmaktankurtulursunuz... Mamafih sizingetirmenize lüzum da yok. Bengetiririm. Kayınvalidem yemekpişirmesini sever. Hele bendenkurtulsun da, icap ederse tepsi tepsigönderir. Doğrusunu isterseniz benonun buraya kâtip olmasını isterdim.Fakat amcam, yakışık almaz, dedi.Bu modern bir müessesedir. Gençhanım lâzım. Şimdi de genci ihtiyarıpek belli olmuyor ya... Eteklerinizibiraz kısaltıp saçlarınızı da kısakestirdiniz mi... Hele başınıza bir de


ere koyarsanız... Benimarkadaşlarımdan birinin kocasıküçük kızlara meraklıymış. Zavallıne yapacağını bilmiyordu. Nihayetakıl öğrettim. Kardeş, sırtına bir ortamektep önlüğü geçiriver, dedim.Başına da bir kasket... İlk önceolmaz filân dedi ama şimdi deadamcağız evden çıkmıyor. Oh,doğrusu çok iyi oldu sizinle beraberbulunmamız... Ben sabahleyindairenin yolunu bulamazsınız belkidiye az kalsın otomobille eve kadaruğrayıp sizi alacaktım... Sonrahanımefendiyi rahatsız etmekten


korktum, vazgeçtim. Amcam sizin iyifal baktığınızı söyledi. Doğrusu okadar sevindim ki... Her gün falımabakarsınız değil mi?..Nermin Hanım işte böyle birNermin Hanımdı. Hayret edileceknokta, üç kocasından da kendisininistemesiyle ayrılmış olmasıydı.Halbuki bu konuşmasına göreadamcağızların bunu kendilerinindüşünmüş olması lâzım gelirdi.Hakikatte günün on iki saatindekonuşan bir insandı.Daire iç içe iki odadan ibaretti.Birincisinde Nermin Hanımla benim


karşı karşıya masalarımız vardı.Bizim odadan Halit Ayarcı’nınbürosuna geçiliyordu.Şimdiden söyleyeyim ki alelâdeeşya ile döşenmiş bu odalarlaİstanbul’un en asrî müessesesi olanenstitü binası arasında hiçbirmünasebet yoktu. Hattâ aradakifarka terakki adı dahi verilemez.Onlar ayrı ayrı iki âlemdir.Nermin Hanıma bir ara işimizin neolduğunu sordum. Birinci zevcine veakrabasına dair uzun bir izahattansonra şimdilik hiçbir işimizolmadığını, sadece Halit Beyin


gelmesini bekleyeceğimizi söyledi.Filhakika ilk ayımızı sadece bu işlegeçirdik. Halit Ayarcı ara sıra telefonediyor, bizim hâl ve hatırımızısoruyor, muntazam şekilde devametmemizi, kırtasiye eksikliklerimizitamamlamamızı söylüyordu. Ayınsonuna doğru daktilo makinalarımız,perdelerimiz geldi.İkinci ayın ortasına doğru HalitAyarcı bir gün daireye uğradı.Beraberce Nuri Efendininhatırlayabildiğim sözlerinden yüzkadar slogan tertip ettik: “Madenkendiliğinden ayar kabul etmez”,


“Ayar saniyenin peşinde koşmaktır”.Bazen bunlara Halit Ayarcı’nın kendibuluşları da karışıyor ve onlar dahamânalı oluyordu: “Müşterek zamanmüşterek iştir”, “Hakikî insan zamanşuurudur”, “Refahın yolu sağlam birzaman anlayışından geçer” gibişeylerdi bunlar.Bundan sonra bunlarınbasılmasına nezaret işi başladı. Herbirinden biner tane basıyor ve şehredağıtıyorduk. Üçüncü aya doğruHalit Ayarcı enstitünün teşkilâtınıhazırlamış olduğunu bir sabah bizemüjdeledi. Ondan sonra


esbabımucibe lâyihasını yazmağabaşladı. Böylece hiç işi olmayanenstitümüz yavaş yavaş kendivarlığının etrafında bir yığın işpeydahlamış oldu.Bu üç ay bütün hayatımda biristisna oldu. Onu hiçbir zamanunutamam. Bu istediğine erişmesevinciyle kaybetme korkusununberaberce vücuda getirdikleri acayip,karışık, sevinçle ve korku ile dolu birdevirdi.Tekrar bir iş sahibi olduğumu,muayyen bir kazancım bulunduğunudüşündükçe her saniye başında,sanki ağır bir uykuda imişim gibi


sevinçten benirleyerek yaşıyordum.Artık gün boyunca kahve kahve şunabuna rastlamak ümidiyle koşmakyoktu.Biraz sonra ne yapacağım,sualinden kurtulmuştum. Çalışmayan,işsiz insan sıfatıyla evdehorlanmıyor, sokakta her rastgeldiğime talihsizliğimin hesabınıvermeğe mecbur olmuyordum. Bütüngün dairede kaldığım için eskitanıdıklarımın beni gördükçe yoldeğiştirmelerine, görmemezliktengelmelerine, benden kaçışlarınaşahit olmuyordum. Kendimi hayata


yeniden başlamış sanıyordum. Ve buhisle dünyanın en muntazam insanıgibi yaşıyordum. İçimde müthiş birgayret uyanmıştı. Dağlar devirmekistiyordum.İşte burada mesele birdenbiredeğişiyordu. Bir işim vardı, fakatyapacağım iş yoktu. Bu yeni vazifemöbürlerine hiç benzemiyordu.İnsanlarla, hayatla hiçbir alâkasınıbulamıyordum. Hattâ İspritizmaCemiyeti’nde bile birbirlerine vekendilerine yalan söylemektenhoşlanan birtakım insanlara hizmetettiğimi bildiğim için gülünç de olsa


ir iş yaptığıma inanıyordum. Buradao bile yoktu. Bu, birkaç kelimeninetrafında doğmuş bir şeydi. Dahaziyade bir masala benziyordu. BenHalit Beye bir şeyler anlatmıştım.Halit Bey birbirini tutmayan saatlerebakmış ve o esnada işsiz olduğunuhatırlamıştı. Başka insanlar onainanmıştı. Bu esnada şehrin saatleribirbirini tutmadığı için büyük bir zataait cenazede mühimce bir zatbulunamamıştı. Bu yüzden on gününiçinde bize bir bina bulmuşlar, ücretayırmışlar, iyi kötü döşemişler, buyetmiyormuş gibi gün geçtikçe


eksiklerimizi tamamlıyorlardı. Böyleiş olur muydu? Hayatta yeri neydibunun?İşin fenası Halit Ayarcı’nınortalıkta görünmemesiydi. Hiçolmazsa gelip gitseydi, aramızdabulunması biraz emniyet verirdi. Belkio gelse biraz iş de çıkardı. Fakatgelmiyordu, görünmüyordu. Yalnıztelefon ediyor, hâl hatır soruyor,yahut ufak tefek emirler veriyordu.Fakat havadisleri geliyordu.Nermin Hanım durmadan yeniteşkilâttan, muazzam kadrodanbahsediyordu. Ben küçücük


dairemizin varlığını gülünç bulurkeno, amcam dediği Halit Ayarcı’nınbizim için tasavvurlarını anlatıyor,şubelerden, şefliklerden demvuruyordu. Bütün bunlar beniendişelendiriyordu. Bana kalsaydı,dairemiz hiç de böyle şeylerekalkışmamalıydı. Mümkün mertebekendimizi unutturmalıydık. Aybaşından ay başına ücretlerimizialırken görünmek en münasibiydi.Fakat hiç de böyle olmuyordu. HalitAyarcı, hele son günlerde durmadanmüsveddeler yolluyor, sağa solamektuplar yazıyor, dairenin lâyıkıyla


döşenmesini, kalem levazımınıngönderilmesini istiyordu. Bunlaryetişmiyormuş gibi Halit Ayarcı,sanki sahneye çıkacakmışım gibibenim kılık kıyafetimle de meşguloluyordu.Bir gün Nermin Hanıma onungönderdiği müsveddelerden birinidikte ederken âdeta kederimdenağlayacaktım. “<strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü gibi mühim birmüesseseye hâlâ gereği gibiehemmiyet verilmediğinden”bahsediyor, yeni bütçeye ve tamkadrosuyla teşekkülüne kadar


tahsisat istiyor ve bir muhasiple birbaşka kâtibin verilmesinde ısrarediyordu.İşin garibi, üç gün sonra aldığımızcevapta bir yığın itirazdan sonradediklerini yapmağa çalışılacağısöyleniyordu. Gün geçmiyordu kiküçücük dairemize birtakım yenieşya gelmesin. Evvelâmuşambalarımız değişti, sonra onbeş adım ötedeki telefon yetmezmişgibi benim masama bir telefonkondu. Ertesi gün yarım düzine gecelambamız geldi. Daha sonra masalardeğişti. Halit Ayarcı’ya birinci sınıftan


ir Amerikan yazıhanesi verdiler.Bana bir parça daha az gösterişlisiverildi. Nermin Hanıma üzerindekayabileceğiniz kadar cilâlı bir masageldi. Halit Ayarcı bütün bu eşyanıngeleceği saatleri biliyor, telefondayerlerini tâyin ediyordu. Benimmasamın üstündeki gecelambasının, siyah parlak yazıtakımının, kurşun kaleminin nerededuracağını hep o tarif etti.Bütün bunların benim için tek birmânası vardı. Doğrudan doğruya birlevazım müdürlüğü, bir nevi depoolmazsa dairemiz lâğvedilecek,


hepimiz açıkta kalacaktık. Benmüdür muavinliğimin değil, almaktaolduğum Uç hademe ücretininpeşinde idim. Onu kaybederimkorkusuyla çıldırıyordum.Bir gün Halit Ayarcı’ya telefondabunu açmağa çalıştım, beni sonunakadar dinledikten sonra:- Azizim Hayri Bey, dönüp dolaşıphep aynı yere geliyoruz. Realist olun!cevabıyla telefonu kapadı.Bana Büyükdere’deki sözlerinihatırlatıyordu. Fakat sesi gülmektenkırılıyordu. Bir saat sonra tekrartelefonu açtı, bana:


- Hayri Bey! dedi. Hâlâ küçükücretinizi kaybetmekten korkuyormusunuz? Vazgeçin bu deliliklerden,realist olun!Ve tekrar telefonu kapadı.Endişelerimi artık NerminHanımdan gizlemiyordum. Bana sözsöylemek, yahut sözümü bitirmek,fırsatını verdiği nisbette bu işin sonuolamayacağınıanlatmağaçalışıyordum. Fakat Nermin HanımınHalit Ayarcı’ya itimadı vardı.- İmkân yok! diyordu. Halit amcamyanılmaz. O teşkilâtçıdır. Sonragüvenmediği işe girmez. Siz Halit


amcamı daha tanımıyorsunuz!- Fakat niye gelmiyor?- Gelecek... Ama biraz işleriyoluna koyduktan sonra... YarınAnkara’ya gidiyor. Bu işlerikonuşacak!İçimden, “Bari anlatmasa,kimseye bir şey söylemese!” diyedua etmekten başka neyapabilirdim?Bununla beraber belki de benimvesveselerimin tesiri altında o daüzülmeğe başladı:- Paraya o kadar ihtiyacım yok...diyordu. Fakat tekrar eve kapanmak,


ev işi görmek, kaynanamla burunburuna yaşamak hiç hoşumagitmiyor... İyi kadın ama iki çift lafetmeğe gelmiyor. Derhal kaçıyor.İnsan sadece susar mı? Bilir misinizki bu işe tâyinimden beri kaynanamınhuyu değişti. Bütün ev işini üstünealdı...Fakat Nermin Hanım banabenzemiyordu. Onun konuşmasıbaşka türlü idi. Tıpkı daldan dalasıçrayan serçeler gibi düşüncedendüşünceye atladığı için, dahaüçüncü cümlede başladığı noktayıunutuyor, büsbütün başka mevzulara


dalıyordu. Bütün hayatı,karmakarışık hâlde diliyle ikidudağının arasında yaşıyordu. Onuniçin kaynanasıyla tekrar evdekapanmaktan bahsederkenbirdenbire ilk kocasına atlıyor,oradan Küçük Mustafa Paşataraflarındaki konaklarında geçençocukluğuna sıçrıyor, daha sonrayeni aldığı şapkanın yakışıpyakışmadığını soruyordu.Ve bütün bunlar daima küçükbüyük birtakım istitratlarla oluyordu.Her defasında, “Belki tanırsınız...”mukaddimesiyle en aşağı yirmi


kişiden bahsediyor, bentanımadığımı söyleyince üzülüyor,onları lâyıkıyla tanıtacak izahatvermeğe kalkıyor; fakat tamyarısında bahsettiği adamın kızıveya karısının adı geçince ameliyetekrarlanıyordu.Nermin Hanımın dostluk yapmasıve bütün hayatını parça parçaanlatması için herhangi bir insanla birkere karşılaşması kâfiydi.Muşambacı, elektrikçi, döşemeci,hamal, bordrolarımızı imzalamağagetiren kâtip, hepsi onun hayatındanbazı şeyleri bir kere olsun


dinliyorlardı. Bununla beraber o dabu işin fazla süreceğinden şüpheetmeğe başlamıştı. Sonuna doğrukonuşmasının başıboş, daldan dalasıçrayışları muayyen bir merkezinetrafında toplanmağa başladı.Biraz sonra bu telâş hadememizDerviş Efendiye de geçti. Adamcağızbu yeni daireyi pek beğenmişti.Vâkıa gelip gideni pek olmadığı içinbahşiş filân alamıyordu. Fakat ,-ahattı, kimse kendisini tacizetmiyordu. Üstelik, öyle kapıönlerinde, filân da beklemiyordu.Nermin Hanımın masasının yanı


aşındaki sandalyede oturuyor, onudinliyor, her gün değişen şapkalarınıbir “Mâşallah!” çekerek methediyor,Nermin Hanımın konuşmasındanyoruldukça kahve pişirmekbahanesiyle odadan sıvışıyordu.Şüphesiz onun için dünyanın enrahat hayatıydı bu. Otuz beş senesüren hademelik hayatındabirdenbire hiç beklemediği zamanda,olması icap ettiği şekilde bir daireyekavuşmuştu. Fakat onun da aklı buişi almıyor, benim akşama kadarsağdan soldan bulduğum saatleritamir etmekliğim, Nermin Hanımın


süveter örerek hayatını anlatması,kendisinin bizi seyretmesi için bütünbu işin kurulmuş olmasına şaşıyordu.Onu yormuyorlar, azarlamıyorlar,bunaltmıyorlardı. Binaenaleyh bu işonun için de mantıksızdı. Bir günbana utana utana:- Beyim, demişti, bu işe ben deşaşıyorum. İçime acayip şüphelergirmeğe başladı. Acaba öldüm decennette miyim diye düşünüyorum.O zamana kadar hademe denenmahlûkun kendi hayatının şartlarınagöre ayrı bir cennet tasavvuruolabileceğini hiç düşünmemiştim.


Fakat saadet telâkkimiz niçin hayatşartlarımıza göre olmasın?Üçüncü ayın sonlarına doğru idi kibir gün bu tehlikeli durgunluk kırıldı,ve müessesemiz birdenbire bir nevicanlılığa kavuştu. Bir sabah, HalitAyarcı, önde belediye reisi,yanlarında belediye reisininyardımcılarından biri dairemize geldi.Nermin Hanım bermutat HalitAyarcı’ya üçüncü süveteriniörüyordu. Ben ona Seyit Lûtfullah’laAselban’ınsevişmelerinianlatıyordum. Bu beklenmedikziyaretle ikimiz birden şaşırmış


ayağa fırladık. Ben daha bu kadarmühim adamı nasılselâmlayacağıma karar vermedenHalit Ayarcı beni ona:- En kıymetli yardımcım... diyetakdim etti. Hayri İrdal Bey, bu işteen büyük şansımızdır.Sonra ilâve etti.- Bilir misiniz beyefendi, Hayri İrdalburada, sırf müesseseye hizmet içinâdeta fahrî çalışıyor.Belediye reisi, müessesemizin butek muvaffakiyet şansını “bir dahabırakmayacağım” der gibi bir elindenyakaladı.


- Kendisine verdiğimiz parautanılacak bir şey... Hakikatenutanılacak şey...Aziz velinimetim hakikaten banayapılan haksızlığa ağlayacakmış gibikonuşuyordu. İşin garibi belediyereisinin de bu işe gerçekten sıkılmışgörünmesiydi. Başını eğmiş,durmadan ayakkabılarına bakıyordu.- Bu işler başka türlü yürümez.Halit Bey...Ve teşekkür makamında elimidaha kuvvetle sıktı.- Tabiî, şimdiki vaziyetimuvakkat... Teşkilâtımız, sayenizde


tamamlanınca Hayri Bey müdürmuavinimiz olacak.Bu müjde belediye reisini âdetakurtardı. Başını ayakkabılarından birlahza ayırdı, gözlerimin içine sevinçlebaktı. Ben de ömrümde ilk defaolarak bir başkasının saadetiylemesut olan bir adam gördüm.- Nermin Hanım kalem şefimizdir.Birinci sınıf bir entellektüel. Onunkide büsbütün başka bir fedakârlık...Bizim için o kadar sevdiği evinibıraktı...Nermin Hanımın yüzü ilkbayramlığını giymiş bir kız çocuğu


gibi kıpkırmızıydı. “Nasılsınız? İyimisiniz?” suali karşısında tatlı birtebessüm dişlerinin üstünde birşekerleme gibi ezildi.- Demek, aziz arkadaşımızıevinden çaldık...Halit Ayarcı bu fikri çokbeğendiğini göstermek için:- Evet, öyle, çaldık, hem nasıl?Belediye reisi de kendi sözünübeğenmişti. Onun için daha parlak veo zamana kadar hiç söylenmemiş birşekilde tamamladı:- Amma, hayat namına dakazandık! Ne dersiniz Hayri Bey?..


Benim tasdikim üzerine, İçtimaîmeseleler üzerinde açılan bu küçükbahis kapandı.Halit Ayarcı:- Emrederseniz bir gezelim! diyeteklif etti.Gezilecek ne vardı? Bizim odadanHalit Beyin odasına geçilecekti, okadar. Fakat tecrübeli adamlarbaşka türlü oluyor. Belediye reisibulunduğu yerle öteki odanınarasındaki birkaç adımı yarımsaatlik bir mesafe yapmasınıbiliyordu. Dip duvardaki içi boşetajerlere, dosya dolabına, fiş


dolaplarına, masaların üzerindeayniyattan alındığı gibi duran büyük,siyah ciltli defterlere, henüzkılıflarından çıkmamış daktilomakinalarına, uzun ve fâsılasız geceçalışmaları vaat eden ampulsuzmasa lambalarımıza, perdeleredikkatle, teker teker ve tekrar tekrarbaktı. Sonra bir eli öbür odayaaçılan kapının topuzunda tekrardöndü ve bir daha odayı gözdengeçirdi. Meğer ne kadaryanılıyormuşum? Bu cins gezme vegörmeler için ne öyle gezilecek genişmesafeye, ne de görülecek şeye


ihtiyaç varmış. Esas olan sizin bukararı vermenizmiş. Belediye reisi enbasit şeyin karşısında birkaç saniyeduruyor, bir şeyler düşündüğünügösteriyor, fakat söylemiyor tamağzını açacağı zaman vazgeçiyor, ikiayağı üzerinde sallanıyor, yahut HalitAyarcı’nın koluna eliyle dokunuyordu.Halit Ayarcı’nın kapısı önündebizim odayı bir daha süzdüktensonra:- Perdeler güzel olmuş... dedi.Onun odasında da aynı dikkatigösterdi. Hatta perdelerin tülünüayırarak o kadar senedir tanıdığı


sokağa uzun uzun baktı. Sonramobilyayı tekrar gözden geçirdi.Hayır, mobilyayı beğenmemişti:- Arkadaşlarınki neyse amma,sizinki pek hafif düşmüş... Bu kadarmühim bir merkezde...Halit Ayarcı gülümseyerek cevapverdi:- Evvelâ mesai arkadaşlarımızınşartlarını düşünmeme müsaadebuyurun... Zaten nasıl olsa başka birdaireye geçmemiz icap edecek.Buraya sığamayacağız! O zamandeğiştiririz.Belediye reisi bunu yardımcısına


not ettirdi. Böylece yeni binanıntemeli atılmış oldu. Tam odadançıkacağı sırada Halit Beyin bir geceevvel duvara astırdığı grafik nazarıdikkatini çekti. Uzun uzun baktı:- Demek böyle ha!- Evet efendim, bilhassa sinemasaatlerinde ve öğle yemeklerindesaat ayarları hatırlanır. Mamafih butam bir grafik değildir. Hayri Bey işidaha ciddî şekilde derinleştiriyor.Muhtelif mesleklere göre ayarmeselesi çok değişiyor.- Şu hâlde tam bir sosyal etüt...- Gayemiz o değil mi?..


Çeşitli mesleklere göre saat ayarıhakkında hiçbir fikrim yoktu. Heleböyle bir sosyal etüt hiç aklımdangeçmemişti. Bununla beraber busosyal etüdü yaptığım için bayağımemnundum.Tekrar bizim odaya geçtik.Belediye reisi boş klasörlere, kılıflarıiçinde uyuyan yazı makinalarına vebüyük siyah defterlere bir müddetdaha baktı. Duvarda sloganlarıokudu:- Ayar saniyenin peşindekoşmaktır... Mühim söz bu, HalitBey!..


- Tahmin ederim efendim...Halit Bey hiç de mütevazı değildi,mamafih belediye reisine NuriEfendinin adını söylemeden, eskisaatçilerimiz tarafından bu cinsbirçok sözlerin söylendiğini ve buadamların cemiyet ve çalışma işleriniçok iyi bildiklerini, enstitümüzüngayelerinden birinin de bu ustalarıhalkımıza tanıtmak olduğunu anlattı.- Neşriyat büromuzun vazifesi buolacak...Belediye reisi göz ucuylamuavinine işaret etti. O, neşriyatbürosunun lüzumunu ve vazifesini


defterine kaydetti. Sonra gecelambalarımıza bakarak HalitAyarcı’yı en ciddî sesiyle tebrik etti.- Demek geceleri de çalışılacak!Büyük fedakârlık, büyükmuvaffakiyet... Teşekkür ederim,çok memnun oldum. Cidden teşekkürve tebrik ederim...Halit Ayarcı birdenbire çok tatlı vecömert bir jestle kendini ortadankaldırdı. Bütün bu klasörlerin, neyazacaklarını henüz kimseninbilmediği makinaların, odamızın kirlive sıvasız duvarlarıyla hiçbağdaşmayan perdelerin, etajerlerin,


gece lambalarının, benimle veNermin Hanımla beraber burayatoplanmışolmalarındakimuvaffakiyeti olduğu gibi ona,sadece ona bağışladı.- Estağfurullah, efendim...Muvaffakiyet efendimizin... Bunlarhep sayenizde oldu.Bu hâliyle yeni yaptırdığı konağınsenetlerini karısının bütün servetikülçe külçe mücevherler ve en güzelyazmalarla beraber, altın bir tepsiüzerinde, evine ilk defa gelen SultanAziz’e hediye eden Yusuf KâmilPaşaya ne kadar benziyordu!


- Bütün bu muvaffakiyetlersizindir... Alın, götürün, ben deberaber hep size aidiz...Fakat karşısındaki de doğrusuistenirse Sultan Aziz’den daha azkibar davranmadı. Nasıl, o kendisineuzatılan tepsiyi yani bütün ZeynepHanım servetini alıp kabul etmekalçak gönüllülüğünü gösterdiktensonra, bu servetin içinden kendisineen lâyık olanı, bir yazma Kur’ân’ıseçerek gerisini olduğu gibisahiplerine hediye etmişse, belediyereisi de öylece kendisine hediyeedilen muvaffakiyeti hafif ve çok


kibar bir tebessümle, “Zaten bunubekliyordum...” der gibi kabul etti,sonra:- Hayır, hayır, biz yalnız vazifemiziyaptık. Asıl himmet ve muvaffakiyetsizindir... diyerek muvaffakiyetitekrar Halit Ayarcı’ya ve hattâ yanbir bakışla biraz da bizlere -bizler,Nermin Hanımla ben, burada salonunyarı aralık kapısının arkasındabaşında başörtüsü ayakta hünkârınemirlerini bekleyen ZeynepHanımefendiye benziyorduk- iadeetti.Fakat Halit Ayarcı dinlemiyordu.


O, bu işteki muvaffakiyetintamamiyle belediye reisine aitolduğuna kanidi. Ne çare kikarşısındaki de aynı şekilde ısrarediyordu.- Evet, dediğim gibi... Bizimvazifemiz çalışanlara yardımdır, asılmuvaffakiyet sizindir. Ben sadeceelimden gelen imkânı hazırladım...Ve tepsi olduğu gibi yine bize geldi.Demek usul bu idi. Evvelâmuvaffakiyet denen bir şey kabuledilecek, sonra sahibi aranıpbulunacak, o tebrik edilecek, busefer o, muvaffakiyetin asıl


karşısındakinin olduğunu iddiaederek ona aynıyla devredecek,öteki çok mânalı bir kelime ile kendihissesini ayırdıktan sonra yine geriyeverecekti. Böylece üzerinde bukadar devr ü teslim, iade ve tekrariade muamelesi geçtikten sonra bumuvaffakiyetten artık kim şüpheedebilirdi? Enstitümüzün kurulmasıbir muvaffakiyetti. Bu resmenmuamelesini görmüş bir vâkıa idi.Artık müsterih olabilirdim.Bu anlaşmadan ve iki tarafınvaziyetinin böylece sıkı sıkıyatesbitinden sonra belediye reisi


teklifsizce Nermin Hanımınsandalyesine oturdu.Halit Ayarcı onun yanındakikoltuğa geçti, reis yardımcısı ortamasasının kenarına ilişti, biz de birersandalye bularak çemberi kapattık.Böylece herkes yerleştikten sonra<strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong> Enstitüsü’nünkadrosunun münakaşası başladı.Halit Bey cebinden çıkardığı birküçük defteri önüne açarak izahatveriyordu. Son derecede modern birmetotla İçtimaî hayatın tetkikinebaşlayan enstitümüzün, evvelâ birmüessese olmak haysiyetiyle mutlak


kadro ve ihtiyaçlarını anlattı:- Bir müdürümüz, bir müdüryardımcımız var. Ayrıca bir neşriyatmüdürüne, bir kalcın şefine, birmuamelât ve daire müdürünemuhtacız. Şimdilik mutlak kadromuzbundan ibarettir.Bu mutlak kadrodan sonra ihtisaskadrosu geliyordu. Bu da saatinkendi bünyesinden ve içtimaîhayattaki mevkiinden ve rolündendoğan bir kadro idi. Birinci kısımda,şimdilik yalnız Zemberek, Mil veYelkovan şubeleri vardı. İkincikısımda ise İçtimaî Koordinasyon,


Çalışma İstatistiği şubeleribulunacaktı.- Bunların hepsi mütehassıs zatlarolacaklar. Zaten Çalışma İstatistiğiniHayri Bey üzerine alacak. İçtimaîKoordinasyon kısmını da bendenizidare edeceğim, diyordu. Hattâ asıltahsisatımızı da oradan almayıdüşündük. Böylece müdürlük veyardımcı müdür maaşları baremhadlerini tecavüz etmez. Bittabi buteşkilâtımız bu binaya sığmayacak.En iyisi yeni bir binanın yapılmasıdır.- Onu not ettik, Halit Bey. Yalnızbu daire müdürü fazla değil mi? Yani


yukarıki kadrodaki... Siz ona mutlakkadro diyorsunuz...- Evet efendim, her dairenin tabiîçatısı olan kadro olması itibariyle.Bir nevi idarî ve organik iskelet gibi...- Bunu bilmiyordum. Bu mutlakkadro ismini çok iyi bulmuşsunuz.Yalnız şu daire müdürlüğü banalüzumsuz gibi görünüyor. Hattâmuamelât müdürlüğü de fazla gibigeliyor...Halit Ayarcı bu iki yardımcıolmaksızın çalışmanın güçolacağında bir müddet ısrar etti.Nihayet daire müdürlüğünden


fedakârlık yaptı. Böylece mutlakkadronun esası kabul edilmiş oldu.Belediye reisinin burada gösterdiğihassasiyete hayran olmamak kabildeğildi. Bir taraftan müessesemiziniyi çalışması hususunda hiçbirfedakârlığı esirgemiyor, diğertaraftan da israfın önüne geçiyordu.Bir ara benim de fikrimi sordu. HalitAyarcı benden evvel cevap verdi.- Hayri Bey, devlet hesabına,umumî menfaat hesabına daimafedakârdır.Artık işi öğrenmiştim. Bentamamladım:


- Yani bu işi üzerime alabilirim...Bu gayretim belediye reisitarafından derhal bir teşekkürlekarşılandı. Halit Ayarcı ise:- Zaten siz olmasaydınız bumesuliyetli işe dünyada girmezdim,diyordu.Böylece parça parça bir adamınmuhayyilesinde yaratıldıktan sonraayrıca da büyük bir teşkilâtın mihveriolmuştum. Eskilerin teveccüh,hüsnünazar -iyi bakış- dedikleri şeybu olacaktı. Ah elimden gelse de,vaktim olsa da bütün dünya tarihinitekrar okuyabilsem, diye düşündüm.


Bu işlerde aşağı yukarı mutabıkkalınca belediye reisi sontereddütlerini söyledi.- Bu kadar mütehassısı neredenbulacaksınız?- O kolay! Hayri Beyle bizonuhallederiz. Esasen Hayri Beyin buhususta çok faydalı bir fikri var.Personelimizi kendimiz yetiştireceğiz.Hayri Bey bu işte haklı. Daha eminşekilde çalışırlar.Artık biliyordum, dairede sinekavlarken Halit Beyin kalasında bolbol düşünmüştüm.- Dışardan ecnebî mütehassıs,


filân...Halit Ayarcı bunu katiyetlereddetti.- Bu iş son derecede mühim bir iş.Bütün kirimiz, pasımız burada.Buraya ecnebi alamayız. Bozar,mahveder. Anlamaz.Belediye reisi hem memnungörünüyordu, hem de çekingendi.- Doğrusu ecnebiyi ben deistemiyorum. Hem laf anlatması güçoluyor, hem de yadırgamalarınatahammül edilmiyor. En tabiî şeylerebile intibak edemiyorlar.Halil Bey dinlemiyordu bile. Ya


öyle olurdu, ya vazgeçilirdi.- Ecnebiye ihtiyacımız yok. Bu işonların anlayacağı iş değil. Bizmütehassıslarımızı kendi aramızdanyetiştireceğiz.Ne kadar kesin, etrafı hiçyoklamağa bile lüzum görmedenkonuşuyordu! Ya belediye reisinumunelik bir iki ecnebi isliyorsa?..Böyle şeylerde ben olsam dahadikkatli davranır karşımdakinin fikrinisonuna kadar yoklardım. Nitekimsonraları öyle yaptım. Resmikonuşmalarda daima yorgun, uyuklargibi tavırlar aldım, küçük açmazlarla


karşımdakini iyice söylettim, sonrakarar verdim. Çünkü böyle şeylerdeasıl karar değil, o kararlamünasebetli olan insanlar mühimdir.İnsan beyhude yere eşrefi mahlûkatolmadı.- Ben de sizin gibi düşünüyorum.Yalnız efkârıumumiye kâfi derecedegüvenir mi bize? Ecnebimütehassısa o kadar alışılmış ki...- Sırf bunun için dahi yapmamaklâzım. N’oluyoruz sanki? Her şeyionlardan mı öğreneceğiz? Memleketevlâdını hiç mühim bir iştegörmeyecek miyiz? Esasen Hayri


Bey vaat etti. Bu işi son derecedesıkı tutacağız. Efkârıumumiye enindesonunda bizimle birleşecek.Belediye reisi ellerini birbirineçarptı.- İşte burada sizden ayrılıyorum,dedi. Hayatı güçleştiren şeylerdenhoşlanacak yaşta değilim.Halit Bey meseleyi şahsı taraftanalmıyordu. O daima cömert verealistti.- Hakikaten bir işe yarayacaklarınıbilsek, haydi bir fedakârlık yapalım,deriz...Sonra birdenbire katileşti:


- Yok efendim, kendi personelimizikendimiz yetiştireceğiz. Vi-yanalarakadar ecnebî mütehassıslarla mıgittik? O zamanlar herkesmütehassıstı. Çünkü kendimizegüveniyorduk.Ah bu büyük kelimeler ve büyükbenzetmeler... Belediye reisi KanunîSultan Süleyman’ın topu, tüfeği,mızrak ve zırhıyla ortaya atılan kimbilir kaç yüz bin kişilik ordusuna karşıne yapabilirdi; tek çaresi şöylehaysiyetli bir ricatti.- Evet, meselenin başı bu.- Esasen çok insan var. Hayri Bey


şimdi listeyi tanzim etti.Belediye reisinin tereddüdü başkayerden geliyordu:-Yalnız, malûm ya, böylemeselelerde... Bu kadar personelibirden bulmak... Dedikodu, filândanbahsediyorum. Tavsiyeli, tavsiyesiz...Halit Bey bir el işaretiyle bütün buvehimlere son verdi:- Biz bu meseleyi hallettik.Müessesemize tam referansıolmayan, iyi tanımadığımız kimsegiremez. Bunun için de prensipimizgayet sağlam. Memurlarımızınyarısı, kendi akraba ve yakınlarımız


olacak. Yarısı da dışardangüvendiğimiz yüksek insanlarıntavsiyelileri. Böylelikle her nevidedikoduyu önlemiş olacağız...Herkes kefaleti umumiye altındaçalışacak.Belediye reisi bunu çok beğendi.- Hiç hatırıma gelmemişti, bu.Hakikaten kestirme yollarbuluyorsunuz, Halit Bey. Bu prensipbir yığın güçlüğü ortadan kaldırır.Demek imtihan yapmayacaksınız?- Hayır, asla...- Şahadetname, filân?..- Hayır efendim, hayır... Onlar


alelâde memuriyetler için lâzım gelenşeylerdir. Halbuki bu hayatın bizatihîkendisi olan bir iş. Memur değil,mütehassıs ister... Hem böylecebarem müşkülâtından kurtuluruz.İkisi de mânalı şekilde bakıştılar.Belediye reisi bir lahza durdu. Birşeyler söyleyecekti.- İtiraz edemiyorum, çünkükarşıma tam bir sistemle çıktınız.Halit Ayarcı tevazuyla gülümsedi.- Sayenizde iyi hazırlandık.- O hâlde bizim de kenditarafımızdan bazı hazırlıklaryapmamız, liyakatli insanlar


aramamız lâzım geliyor...- Bunu bilhassa rica edecektim.Yalnız şimdilik fazla insana ümitvermeyelim.- Doğru, çok doğru...Halit Ayarcı tekrar elindeki defterebaktı. Bu ara ben bir fırsatını bulupayağa kalktım. Halit Ayarcı’nın şumucizeli defterinde yazılı şeylerigörmek istiyordum. Sıra ile birkaçrakamdan başka, sadece majüskülbirkaç harf vardı.- Nihayet daktilo, müstahdem,daha sonra da kontrol memurlarımızgibi tâli işleri görecek arkadaşlar


kalıyor. Bunlar da tabiî kadromuzkabul edildikten sonra ihtiyaca göretâyin edilecek. Yalnız şimdilik birkâtibe daha ihtiyacımız var. Onu ricaedeceğiz.Sonra bana döndü:- Sizin Zehra Hanım acaba kabuleder mi? Tabiî ufak bir ücretle...Ama nihayet müessese onayabancı sayılmaz. Baba evi gibi birşeydir.Tekrar belediye reisine döndü:- Zehra Hanım, Hayri Beyinkızıdır.Bu sağlam delil ve bürhan


karşısında belediye reisi tek bircevap bulabildi:- Allah bağışlasın!Üç gün sonra Zehra da <strong>Saatleri</strong><strong>Ayarlama</strong> Enstitüsü’nde NerminHanımın maiyetinde işe başladı.Yani o da içinde daha ziyadetuvalete yarar eşya bulunançantasıyla ve Halit Beye teşekküriçin örmeğe karar verdiği süveterinyünleriyle geldi.Şurasını söyleyeyim ki HalitAyarcı birkaç sene içinde dünyanınen zengin süveter koleksiyonunasahip oldu. Dairemizdeki daktiloların


hemen hepsi ona bir veya birkaçsüveter örmüştü. Fakat busüveterlerin içinde şüphesiz engüzelleri Nermin Hanımınkilerdi.Eleğim-sağma gibi rengârenk,güneşe tutulmuş billur gibi çınlayan,üzerinde daima saate ait şeylerbulunan bu süveterler hakikîşaheserlerdi.Belediye reisi birdenbire tekrareski meseleye döndü. Hakikaten birmuamelât müdürüne ihtiyacımız olupolmadığını sordu. Dairemüdürlüğünü kaldırmış olmamızdançok memnundu. Bu fedakârlığı da


yaparsak eğer, tamamiyle tatminedilmiş olacaktı.- Ben daima bu işlerdehassasım... diyordu. Sonra ikinciderecede personel kadrosundanbirisini kullanırsınız. Adı da güzeldeğil. Muamelât müdürü. Hakikatenbir enstitü için yakışıksız bir isim. ÖzTürkçe devrinde.Zannederim ki bu son itiraz HalitBeyi kandırdı.- Madem ki öyleemrediyorsunuz...Adamcağız umumî menfaatnamına kazandığı bu zaferden çocuk


gibi seviniyordu. Sonra birdenbirehatırladı:-Tabiî bir mucip sebepler lâyihasıyazıyorsunuz!Halit Ayarcı gülümsedi:- Merak etmeyiniz. O çoktanhazır. İki aydır üzerindeyiz. Evvelkigece Hayri Beyle son bir defagözden geçirdik. Ben bu sabah sizesormadan bazı yerlerini değiştirdim.O kadar mühim değil. Bir iki nokta.Sonra size gönderirim.Bunları bana bakarak söylemişti.- İsterseniz size umumî çizgileriyleanlatayım. Yahut daha iyisi


okuyayım.Ve Halit Ayarcı elini ceketinin içcebine doğru uzattı.Belediye reisi, o ana kadarkendisinde görmediğim asık birçehre ile:- Hay hay... dedi.Ve gözlerini her cefaya razı adamgibi kapadı. Fakat o da zeki, veherhangi vaziyette şaşıracak cinstenadam değildi. Nitekim birden saatinebaktı. Ve birden yerinden fırladı:- Yemek vakti... dedi. İstersenizbaşka vakte bırakalım. Bugünepeyce çalıştık.


Sonra hepimize birden baktı:- Beraber yiyebiliriz değil mi?Nermin Hanımla ben itiraz ettik.Halit Ayarcı:- Onların keyfi yerinde! dedi. Kimbilir, Nermin Hanım neler getirmiştirbugün. Arz ettim ya, mükemmel evkadınıdır.Dediği doğruydu. Btitün güngelinini dinlemekten kurtulankaynanası, kadıncağızın dairederahatı için elinden geleni esirgemiyor,ne masraftan, ne zahmettençekiniyordu. Her gün saat on biredoğru Nermin Hanımın evine uğrayan


Derviş Efendinin bize getirmediği şeyyoktu.Belediye reisi, Halit Beyle kapıdançıkarlarken benden kadro üzerindebir daha düşünmemi rica etti vesözünü,- Bu iki müdürlüğü kaldırmamızçok iyi oldu. Belki biraz daha tasarrufyapabiliriz! diye bitirdi.Halit Bey benim yerime cevapverdi:- O benden beterdir beyefendi.Belki ben ufak tefek pazarlığa razıolurum amma, asıl mütehassıssıfatıyla onun fazla ileriye gideceğini


zannetmem.Ben ilk uçuşunu yapan kırlangıçyavrusu gibi korka korka lafakarıştım:- Bu gibi işlerde en doğrusurandımanı sağlamaktır.Ah Yârabbim o dakikadakarşımda bir ayna bulunmadığına,kendimi doya doyaseyredemediğime ne kadarmüteessirdim. İlk defa, evet bütünömrümde ilk defa böyle mühim bircümle söylemiştim.Kol kola çıktılar. Biz NerminHanımla onları merdivene kadar


teşyi ettik. Orada belediye reisi banave Nermin Hanıma son defateşekkür etti.Odaya girince başımı elleriminarasına alarak iyice yokladım.Büyükdere’deki meşhur gecedenberi bu âdeti edinmiştim. Çünkübana hep iki elimin üstünde veayaklarım havada yürüyorum gibigeliyordu. Etrafımda her şey öyleters ve tanınmaz bir mantık içindeidi.Nermin Hanım bütün bunlardanhabersiz:- Belediye reisi cici adam değil


mi? diyordu. Şu Halit amcamınkibitsin, muhakkak ona da bir süveteröreceğim.Tam münasip cevabını vermeküzere iken Derviş Efendi elindekitepsi ile girdi.Muvaffakiyet ve kadro tanzimiişlerini öğrenmiştim. Fakat istatistiktanzimi ve bilhassa bu istatistikleringrafiklerle gösterilmesi bahsindedaha çok acemiydim. Üç dört gündeHalit Ayarcı eksiğimi tamamladı. Birsabah daireye geldiğim zaman onumasamın önünde çalışıyor buldum.Ceketini çıkarmış, sandalyenin


arkasına asmıştı. İki kolu sıvalı, başıbitmek üzere bulunan büyük birgrafiğe eğilmişti. Bütün yüzünden,omuzlarından kendisini işe verdiğianlaşılıyordu. Yanına yaklaştım:- Kolay gelsin beyefendi, dedim.O yüzüme bakmadan:- Evet böyle... dedi. Mesleklerarasında saat ayarı daima değişiyor.Meselâ bakın buraya, ameleler,küçük işçiler, küçük memurlar saatayarlarında daha titiz oluyorlar.Hocalar da öyle. Halbuki iratsahipleri, ev kadınları, bilhassahizmetçiler, hulâsa hiç işi olmayanlar,


işlerinden başka işleri olmayanlar...Ben bu “İşlerinden başka işleriolmayanlar” sözünden hiçbir şeyanlamamıştım.- Yani demek istiyorum ki,kendilerine gösterilen işlerden başkaişi olmayanlar... Yani bütünzamanlarını yalnız ona verenler.Meselâ okur yazar, yahut musikîseven kadın için ev işi çarçabukbitirilmesi gereken şeydir. Çünkübaşka iş yapacaktır. O hâlde zamanonun için kıymetlidir. Dışarda çalışanev kadını da böyle. Gündelikçihizmetçiler de, fakat ötekilerde saat


mefhumu azalır...Halit Ayarcı tekrar grafiğin üzerineeğildi.- Renkler güzel değil mi? dedi.Nermin Hanım yaptı. Usulünü tarifettim. Bir gecenin içinde hazırlamış.Şimdi ben sıra ile her renkli sütunabir meslek adı koyuyorum.Bu bana bütün işittiklerimin vegördüklerimin en garibi geldi.İtiraza çalıştım:- Aman beyefendi, dedim, bu tamaksi olmuyor mu? Yani evvelâincelemeler yapılır, rakamlar, yanineticeler elde edilir. Sonra onların


ifadesi olan kolonlar tanzim edilir. Hiçolmazsa benim bildiğim böyle...Halit Ayarcı ilk defa görüyormuşgibi yüzüme baktı:- Eski usul, dedi, eski ve mânâsız.Müthiş zaman yer. Sonra hiçbirneticeye götürmez. Böylesi dahadoğrudur. Yanılma ihtimali buradaazalır. Çünkü kontrola imkânvermez. Meselâ şu sarı küçük sütun,kırmızı ile morun arasında, bakın.Hepsinden kısası, bu. Nermin Hanımbunu bu tarzda düşünmeyebilirdi.Amma düşünmüş. Mademkidüşünmüş, o hâlde bir sebebi vardır.


Bu sebebi kendisine sabahleyinsordum. Bilmiyorum, içimden öylegeldi cevabını verdi. Demek kiiçinden gelmiş. İçten gelen her şeydoğrudur. Şimdi ben bu sütununfonksiyonunu bulmak zorundayım.Yarım saattir bunun için kendimiyoruyorum. Rica ederim hangisayma ameliyesi benim şu andasıkışmış zihnimin bulacağı meslekismi kadar hakikate uygun olabilir?Saymak bizi daima aldatır. Gülünçve eksik neticelere götürür. Zatenherhangi bir şeyi saymanın imkânıyoktur. İnsan tek bir hâl olsa


istatistik denen bir şeye inanırım.İnsan karışıktır, durmadan değişir. Ohâlde niye bu yorucu işe girmeli?Ben bu sarı sütunu ağır hastalardasaat ayarının azlığı için ayırıyorum.Yanı başındakilere nazaran altı mislikısa olması da bunu gösterir.Nitekim buradaki tek siyah çizgi deölülerin zamanla hiç alâkasıkalmadığına işaret eder.- İyi ama, bunun yazılmasıbehemehal lâzım mı? Bu o kadartabiî bir şey ki...- Zannederim lâzım. Hattâbilhassa yazılmalı. Çünkü bunu


yazmazsak saat ve zamanlaalâkanın asıl yaşama şuuru olduğununasıl öğreteceğiz? Ne garip, sizdaha enstitümüzün niçin kurulduğunubilmiyor gibi konuşuyorsunuz. Bizİçtimaî bir dâvanın üzerindeyiz.Hizmet için buraya geldik. Hayattabenim için bundan başka bir iş yokmuydu sanıyorsunuz?- Sizin için bilmem ama, benim içinyoktu. Ve olmadı da. Burasını gayetiyi biliyorum.Halit Ayarcı elindeki grafikte sonrötuşlarını da yaptı. Sonra banadöndü:


- Bırakın bunları... Alışacaksınız.Bir gün alışırsınız. Belediye reisineverdiğiniz cevap son derecemükemmeldi.- Asıl sizin konuşmanızmükemmeldi.- Ben eski arkadaşıyım. Mektepteberaber okuduk. O zamandan berifâsılasız dostuz.-Yalnız...- Evet, yalnız?- Bu muvaffakiyet meselesi benipek şaşırttı. Daha bir şey yapmışdeğildik.- Yanılıyorsunuz Hayri Bey,


aşlamak, başarmaktır. Bakın, buşartlar içinde, bu küçük odada büyükbir işe kendimizi vermemiz, budaireyi kurmamız bir başarı değil mi?Birdenbire durdu, yüzüme dik dikbaktı:- Hayri Bey, bize niçininanmıyorsunuz? diye sordu.Yan gözle masamın bir kenarınakoyduğum öteberiye baktım. Galibatoparlanıp gitmek zamanı gelmişti.O, bunu fark etmiş de beni teminetmek istiyormuş gibi gülümsedi:- Hayır, telâş etmeyin. Sizdenayrılmak istemiyorum. Sizinle bu


müessesede yapacağımız çok işvar. Fakat öğrenmek istiyorum. Niçininanmıyorsunuz?- Bana müsbet bir işimiz yok gibigeliyor...- Müsbet işten kastınız nedir?Herkesin inandığı aklın bir lahzadakavradığı değil mi? Meselâ hamallık!Eşya var, bir yerden bir yeregidecek, götürülecek.- Sade bu kadar mı?- Ama sizin aklınızla, yanimantığınızla hepsine itiraz edilebilir!On dakika, hattâ beş dakika, üçdakika üzerinde düşünmek her işi


gülünç yapabilir. Herhangi bir şeyimantığın dışına çıkarmamız için onabiraz dikkat etmemiz kâfidir.Bir müddet düşündü. Sonra tekrargrafiğe eğildi. Kâğıda uzaktanbakmak için ayağa kalktı. Birdenbirebana döndü:- Dostum, işler bizden sonradünyaya gelmişlerdir. İşleri onlarıgörecek adamlar icat eder. Biz debunu icat ettik. Bunu bizden evvelkimsenin düşünmemesi veya başkaşekilde düşünmüş olması müsbetolmasına mâni midir, sanıyorsunuz?Biz bir iş yapıyoruz, hem mühim bir


iş... Çalışmak, zamanına sahipolmak, onu kullanmasını bilmektir.Biz bunun yolunu açacağız.Etrafımıza zaman şuurunu vereceğiz.İçinde yaşadığımız havaya bir yığınkelime ve fikir atacağız. İnsan, herşeyden evvel iştir, iş ise zamandır,diyeceğiz. Bu müsbet bir hareketdeğil midir?Bayağı müteessirdi. Konuşurkenağır bir yük taşıyormuş gibi soluyor,rahatsız oluyordu.- Zannederim ki hep saatte kalıyoronun arkasındaki şeyleri ihmalediyorsunuz. Saat bir vasıta, bir


âlettir. Tabiî mühim bir âlettir.Terakkî saatin tekâmülüyle başlar.İnsanlar saatlerini ceplerindegezdirdikleri, onu güneştenayırdıkları zaman medeniyet enbüyük adımını attı. Tabiattan koptu.Müstakil bir zamanı saymağabaşladı. Fakat bu kadarı kâfi değil.Saat zamandır, bunu düşünmemizlâzım!En iyisi eski teraneye dönmekti.- Beyefendi, biliyorsunuz ki bencahil bir adamım. Bütün bilgim, NuriEfendi ile Doktor Ramiz’den ve bir desizden dinlediğim şeylerdir. Yani


kulaktan ne kaparsam, nekapmışsam onlar. Neredenbileceğim bunları?..Halit Bey güldü:- Kendinizi beyaza çekmeyin. Bende iddia ediyorum ki çok şeybiliyorsunuz. Kâfi derecede zekisiniz.İnancınız yok. İşte eksikliğiniz. Sizmutlakın peşindesiniz. Ne garip, birsaatçinin mutlak değerler peşindekoşması. Zaman gibi izafi bir şeylemeşgul olan bir adamın... Hakikatenanlamıyorum.Tekrar omuzumdan yakaladı vebeni silkeledi:


- Değişeceksiniz, Hayri Beydeğişeceksiniz... <strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü her şeyden evvel kendisineinanılmağa muhtaçtır.Ve birdenbire yerinden fırladı,yere çömeldi. Oturduğu sandalyeyibir ayağından ve en dibinden tutarakhavaya kaldırdı, sonra kolunu hiçbükmeden dimdik ayağa kalktı vehep aynı vaziyette odanın içindedolaştı. Sonra başını arkaya doğrueğerek elindeki sandalyeyi bir ayağıile tam burnunun ucuna oturttu ve ikiyana açtığı kollarıyla muvazenesiniaraya araya odanın içinde yavaş


yavaş gezinmeğe başladı.Sandalyeyi bırakınca geniş birnefes aldı. O zamana kadarvücudunun güzelliğini anlamamaştım.Hakikaten çok güzel ve çevikadamdı. Her taraftan adalelerkabarıyordu.- Niye alkışlamadınız? diye banasordu. Şaşırdınız da onun için değilmi? Benim bu cinsten seksene yakınmarifetim vardır. İstersem herhangibir sirkte kendime daima iş bulurum.Fakat saatleri ayarlamayı tercihettim...Elini masaya indirdi:


- Ve ayarlayacağım da... Hemberaber ayarlayacağız...Sonra tekrar masaya oturdu, benikarşısına aldı:- Doktor Ramiz’i unuttuk. Onun içinbir iş lâzım. Doktor benimtarafımdan giriyor. Siz kimi teklifediyorsunuz?- Bilmem! dedim.Hakikatte ne söyleyeceğimibilmiyordum, çünkü nedenbahsettiğini anlamamıştım. Zatenhiçbir şey anlamıyordum. Sadecedeniz tutmuş gibi bir baş dönmesiiçindeydim. Halit Bey sabırlı sabırlı:


- Bakın anlatayım, dedi.Kadromuzun yarısı aramızdanolacak. Öyle konuşmadık mı o gün?Bir onlardan, bir bizden. Biz sizinle ikikişi olduğumuza göre o hâlde ben birkişi teklif edince siz de birisini teklifetmek hakkını kazanıyorsunuz. Şimdiben Ramiz’i teklif ettim.Bu sefer rahatladım. Bir çeşit aileoyunu oynuyorduk. Halit Bey Ramiz’iteklif etmişti.- Yangeldi Asaf Bey...- Güzel, hangi iş? Doğrusu adınıçok beğendim. Doktor Ramizmesleği icabı iş ve koordinasyon


kısmına girecek. Asaf Beyi nereyeteklif ediyorsunuz?- Şubelerden birine... Meselâ çarkşubesine...- Yapabilir mi?- Eskiden dişçi idi.- Şimdi değil mi?- Hayır, müşterilerden biri eliniağzında iken ısırdığından berimesleğini bıraktı. Zaten iştenhoşlanmayan bir adamdı. Dahaziyade uyumayı severdi. Kahvedeuyurken, yahut konuşurken, birmüşteri gelirse hizmetçileri haberverir, o da yavaş yavaş uyanır,


giderdi. Ve çok defa hastabeklemediği için hemen dönerdi.Zannederim ki reddetmez.Halit Beyi bu hikâyeningüldüreceğini sanmıştım. Fakat o hiçaldırmadı. Gayet sakin bir tavırla:- Şayanı dikkat adam... dedi.Muhakkak bir şey var işin içinde. Vemuhakkak ki bizde göreceği,muvaffak olacağı bir iş bulunur.Fakat ilk hamlede olmaz... Sonradüşüneceğiz onu... Bir başkasınıbulun.- Şair Ekrem Bey... Beni çoksever, ben de kendisini severim.


Otuz yaşlarında var.- İşte bu iyi... ne iş görür?- Hemen hemen hiçbir iş görmedişimdiye kadar...- Tamam... Genç bir insan,bozulmamış bir kabiliyet... Kabul.Asaf Beyi sonra düşüneceğiz!Başka teklifiniz?- Zehra Hanımı söylemiyorum.Çünkü o Nermin Hanımı karşılıyor...- Bu kadro, tam kadromuzdeğildir. Ben teşkilâtımız münakaşaedilmeden kadro teklifivermeyeceğim. Çünkü elimdengeldiği kadar geniş tutmak


mecburiyetindeyim. İyi oturmuş,rahat müesseseler emniyet verirler.Onun için müessesenin tam birteşkilât olmasını istiyorum. Öyle kimemuriyetlerimiz okununca saat vezaman denen şey kendiliğindengörünsün. Herkes ne yapılacağınıanlasın! Binaenaleyh sizin icabındateklif edeceğimiz vazifeleri kabuledecek insanlar üzerindedüşünmeniz lâzım...- Daha az, dar bir kadro ile işebaşlamak, daha doğru değil mi?- İmkânsız...- İhtiyaç oldukça teşkilât genişler.


- Hayır. Siz bana yalnız dümen vebacası olan bir gemi ile yolculuğaçıkmamı teklif ediyorsunuz. Hayır,gemi dediğin bir bütündür. Makinası,küpeştesi, güvertesi, daha bilmemher şeyi, kamarası, kaptanköprüsü... Hepsi ile bütündür.Kaptandan farelerine varıncayakadar! Bana, gemime tayfa, yolcu vefare bulun, anladınız mı? Dar kadrodemek çalışmamak demektir. Birmüessese canlı bir mahlûktur. Mide,kol, bacak... Hepsi lâzım. Hattâ dahaileriye giderek lüzumsuz unsurlar bilebulunmalı, diyeceğim.


Bütün cesaretimi topladım.- O da niçin? diye sordum.- İcabında çıkartmak için... Siz debilirsiniz ki dünyanın her tarafındaresmî, yarı resmî müesseselerekarşı bir kıskançlık vardır. Hemenher zaman iktisat, masrafı kısma gibilâflar çıkar, kararlar verilir. Böyle birtedbiri almak mecburiyetinde kalsakne yapacağız. Lüzumlu unsurlarımızımı çıkaracağız? Yakınakrabalarımızı, dostlarımızı mı fedaedeceğiz? Hayır. Ben bir iki günahkeçisi almak niyetindeyim.Biliyorsunuz değil mi? Eski Yahudiler


her sene çöle günahlarınıyükledikleri bir keçi salarlarmış. Bizde icabında öyle yapacağız. Herşeyi evvelden düşünmek lâzım.Kurulmamızdan iki sene sonra israflâfı çıkar. Bu demektir ki, umumîefkâra iyi niyetimizi göstermek içinrahatça feda edebileceğimiz bir ikikişi lâzımdır. O zaman neyapacağız? Kura mı çekeceğizaramızda? Belki onu da yaparızama... Biz yine başından tedbirliolalım. Elimizde birkaç kişi bulunsun.Hemen her müessesenin kolaylıklavazgeçebileceği, hattâ takibat


yapacağı cinsten birkaç kişi... Tâ kivicdan azabı çekmeyelim. Ayrıcasaat ayarı istasyonlarımız içinpersonel arayacağız...Ayakta, durmadan geziniyordu.Ayar istasyonları, saatleri durmuşhanımların ve beylerin saatlerininayarlarını düzeltmek için yol üstündeuğrayacakları küçük yerlerdi. Buradagenç hanımlar, beylerin, genç vegüzel delikanlılar da hanımlarınsaatlerini küçük ve makbuz mukabilibir ücretle kurup ayarlayacaklardı.Şehrin kibar ve zengin semtlerindekalabalık caddelerinde açılacak ilk


istasyonlardan sonra yavaş yavaşdaha derine, mahalle içlerine kadargirecekti. Nitekim ilk ikiistasyonumuzu Galatasaray’laTeşvikiye’de açtık.Böyle bir teşebbüs için muayyenşartları haiz oldukça kalabalık birpersonele muhtaç olacağımıztabiiydi. Müşteri, yahut müracaatsahibi ile meşgul olurken <strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü’nün asıl İçtimaî gayeleriniona anlatması icap eden bu gençunsurların zeki, sevimli ve konuşkanolmaları da lâzımdı.Burda da maalesef yine Halit


Ayarcı’ya itiraz ettim:- Bu kadar basit bir şey için kimayakkabı boyatır gibi bir dükkânagider? Kaldı ki modern hayat yavaşyavaş berber ve boyacı gibimuhallebicilerdensonramemleketimizin en işlek iş ve ticaretsahası olan meslekleri bilesöndürüyor. Herkes rast geldiğidükkânın kapısından başını şöyle biruzatıp saatini düzeltir.Halit Ayarcı:- Hayır, dedi, yanılıyorsun. Bilakiskoşacaklar. Bu istasyonlara öylezarif bir şekil vereceğiz, o kadar


güzel elemanlar bulacağız ki en işlekmağazaları geçecek. Siz banainanın!Kadromuzun tasdikine dört ayvardı. Bu itibarla fazla üzülmedim.Dört ay daha rahat edecektim.Ondan sonrası için Allah kerimdi.Kendi kendime, “Mademki dört aysonra burası yoktur, o hâlde ilerisiiçin hazırlık yapalım!” diyedüşünüyordum. Benim elimden gelenbu idi.Talih herhangi bir adam gibiyaşamama imkân vermemişti. Ohâlde muvaffak olmam için daha


cesur, daha atılgan ve daha kayıtsız,insanlarla münasebetinde daha dişlibir adam olmalıydım. “Halit Bey buişte belki muvaffak olmayabilir. Fakatmuhakkak ki hiçbir zaman cesaretikırılmayacak ve daima aynıkalacaktır. Acaba onu taklit edemezmiyim? Meselâ şu ayar istasyonlarıbahsinde onu geçmeğe çalışayım!”Ve müessesemiz açıldığından beriilk büyük gayretimi yaptım.- Personelin muayyen üniformasıolacak mı? diye sordum.- Henüz düşünmedim.- Biliyorsunuz ki ben tutacağına


inanmıyorum. Fakat tutması içinböyle bir üniforma bana şartgörünüyor. Erkeklerde vücudunbütün güzelliğini gösterecek, kadınveya kızlarda icap ederse yaşıörtmeğe ve bilhassa az çok cinsdışına çıkararak güzelliği dahakeskin, ısırıcı daha sinema yapmağayarayacak bir üniforma... Hiçolmazsa bir nevi kasketimsi bir şey!Daha ziyade genç erkek hâli verecekbir kıyafet!- O ne için?- Dikkati çeksin diye... Bütün obaşıbozuk kalabalığını halk ne


yapsın?Halit Bey bir iki dakika düşündü:- Oldu diye bağırdı. Kazandınız!Bir üniformamız olacak. Hattâ bütünpersonelimiz için bunu yapacağız...Müdürlerin dışında. Onlar için deküçük işaretler buluruz. Hiç olmazsarozetimsi bir şey! Bütünpersonelimizin kıyafeti olacak.Böylece daha karakteristik, dahatecessüsü gıcıklayan bir cihaz eldeederiz.- Ayrıca, dedim, bu personelinmüşterilere hitap tarzını hususîşekilde öğretmemiz lâzım... Malûm


ya, son zamanlarda aldı yürüdü,baba, amca, dayı, usta, patron,yenge, abla gibi kelimeler gırlagidiyor! Bir hısım akrabalıktır gidiyorki sormayın!Bunları söylerken hayalimde hepbiraz evvel tramvayda beni, “Babauyuyor musun?” diye âdetatartaklayan biletçi vardı.Halit Ayarcı’nın sevincine hudutyoktu:- Bu da iyi! dedi, bunu da kabul...Daha?- Konuşurken de aynı şekildeyeknesak, tatlı ve ölçülü olurlarsa,


ilhassa aynı zamanda sonderecede mültefit, nazik ve ciddîolmayı da öğretirsek rağbet artar.Saatten, enstitüden hep aynıkelimelerde, büyük bir ihtisasiddiasıyla bahsederlerse, arayahiçbir şey katmazlarsa, ve bilhassabu iş için kurulmuş saatler gibihareket ederlerse, yaşlarına göretuhaf görünecek bir ciddiliklesöyleyeceklerini söyleyip birdensusarlarsa...- Yani bir nevi otomatizm...Asrımızın asıl büyük zaafı vekudreti. İçten içe hazırlanan aydınlık


ve düzenli yeni Orta Çağ’ın temeli vebelkemiği. Haklısınız. Hayri Bey...Hayri Bey siz bir dâhisiniz. Öyle birşey buldunuz ki... Tam çalar saatgibi konuşup susacak insanlar, değilmi? Plak insan... Harika!Ve beni kucakladı:- Tebrik ederim Hayri Bey!Asrımızın bütün psikolojik vakıasınadokundunuz... Fakat çok güç... Bununasıl yapabiliriz?- Ben bu işi becerebilecek birisinitanıyorum, dedim. Daha doğrusu birkadın... Zaten böyle bir işi ancak birkadın yapabilir. Bir insan ki eline


geçen herkese istediği şekli verebilir.Sabriye Hanım sade öğretmez, takipde eder.Ona, kendisinin de biraz tanıdığıSabriye Hanımdan bahsettim.İspritizma Cemiyeti’ndeki ahbaplargece gündüz aklımdan çıkmıyordu.- Yarından tezi yok, bir mektuplakendisini davet edelim. İşimizeyarayacağına eminim. Sevimsizdiramma yapar bu işi! Hele takibimükemmel becerir...Bir müddet düşündü.- Bana kalırsa bu ayar istasyonlarıpersonelini sadece genç kızlara ve


kadınlara inhisar ettirelim. Hiç erkekalmayalım. Sizin dediğiniz şekilde birterbiyeyi ancak genç kızlaraverebiliriz. Erkekler için başka işlerararız... Bir yığın delikanlıyı otomathâline ne diye sokalım! Zatenyapamayız. Şimdi kadınlar daerkekler kadar genç ve güzelkadınlarla anlaşabiliyorlar... Sinemaartistlerine hayranlıklarından belli.Ben erkekler içinde hiç olmazsakadınlar kadar beyinsiz bulunduğunaemindim. Hayır, her iki taraf aynışekilde muamele görmeliydi. Fakatısrar etmedim. Çünkü aklıma başka


ir şey daha gelmişti. Bu üniforma vekıyafet meselesinde bizim bir estetikmüşavirine mutlaka ihtiyacımızolacaktı. Acaba SelmaHanımefendiyi ve Nevzat Hanımıberaberce müesseseye alamazmıydık? Yüzüm kızara kızara HalitAyarcı’ya bu meseleyi açtım. Esasprensipi kabul ediyordu. Fakatşahıslar üzerinde müteredditti. İşte ozaman ben biraz evvel öğrendiğimşekilde kozumu oynadım.Müessesenin müdürü sıfatıylazatıâliniz Sabriye Hanımı teklifbuyurdunuz. Bendeniz kabul ettim.


Şimdi ona mukabil kendi hakkımıkullanıyorum ve Selma Hanımıkendime mensup bir insan sıfatıylateklif ediyorum. Kendi yakınımaddederek....Halit Ayarcı bir müddet düşündü.Sonra gülmeğe başladı:- Bunu böyle bir prensip meselesiyaparsanız kabul... Amma kocasınıne yapacağız?- Onu da günah keçisi olarakalırız...Sessizce beni süzdü.- Sizde epeyce iş var! dedi. Hattâkin tutmayı bile biliyorsunuz. Hepsi


kabul... Hattâ Nevzat Hanım dahi...Fakat unutmayın ki kadropaylaşılmıştır. Bir iki tavsiyeli degelsin, ondan sonra karar veririz.Selma için söylemiyorum. İkisiyle detemas edin, konuşun. Benim bugünlerde çok işim var zaten.Meseleyi öğrendiniz. Cemal BeyleNevzat Hanım için biraz dahabekleyelim!Çıkarken, çok ehemmiyetsiz birşeyden bahseder gibi.-Ha! dedi, az kaldı unutacaktım.Belediye reisi kadronun çıkmasınaintizaren ücretinizi biraz arttırdı. Bu


aydan itibaren Uç yüz liraalacaksınız!İlk önce teşekkür için boynunasarılmayı, iki elini öpmeyi düşündüm,fakat birdenbire demin verdiğimkarar aklıma geldi. Ona yetişmeğe,onun gibi hareket etmeğe kararvermiştim. Bu benim tek çaremdi.Yarı yolda kendimi tuttum.-Teşekkür ederim, dedim.Ve en ciddî sesimle.- Fakat bence asıl meselemüessesenin muvaffakiyetidir.İkimiz birbirimize bir dakika kadarbakıştık:


- Evet, dedi, asıl mesele odur.Bu suretle esaslarını berabercedüşünmüş olduğumuz saat ayaristasyonlarından birine iki sene sonrauğradım. Uçak hosteslerini andıranbir kıyafetle giyinmiş genç bir kızdünyanın en tatlı tebessümleriylebeni birdenbire yakaladı, birörümcek gibi sardı. Bileğimdençıkartmama müsaade etmediğisaatimi kurdu, tabiî kendi saatiyleayarladığı için ayarını bozdu. Vebütün bunları yaparken de saathakkında, insan hakkında benimbildiklerimden yüz defa daha


ahmakça sözleri hep aynı şirintebessümle tekrarladı, hattâsuallerime cevap verdi, bana kozmiksaat ayarından bile bahsetti.Bilhassa sözü saatten gayrı bir şeyenakletmeme zerre kadar müsaadeetmedi. Ve çıkarken de elimeenstitüye ait yine az çok benimkalemimden çıkmış bir yığınprospektüs tutuşturdu. AyrıcaHürriyet Tepesi’nde yapılmakta olanyeni enstitü binamızı behemehalziyaret etmemi tavsiye etti ve bütünbunlar yetmiyormuş gibi bir yıllıkayar abonesi, yine enstitümüzün


astığı takvimden üç nüsha birdensattı.Tam ayrılacağım sıradaistasyonun duvarlarını süsleyenfotoğraflar arasında beni gösterenbir resmin önünde durdum. SelmaHanımefendinin bana göstermek içingetirdiği yeni kıyafet modelleriniseçerken çekilmiş olan bu resimbenim en iyi resmimdi. Genç kızagülerek beni tanıyıp tanımadığınısordum. Evvelâ böyle bir sualin sonderecede şahsî olduğunu ve ayaristasyonları nizamnamesindekendisini buna cevap vermeğe


mecbur edecek bir maddebulunmadığını söyledi. Sonra ısrarımüzerine.- Tabiî tanıdım... dedi,fakatSabriye Hanımın verdiği talimatındışına çıkmak istemedim. O bizemüşterilerin yüzlerine fazlabakmadan gülümsememizi, sonderecede gayrişahsî davranmakşartıyla şahsî olmamızı ve daimasaattenbahsetmemizi, ezberlemişgibi konuşmamızı, enstitüye dair hertürlü izahatı en açık şekildevermemizi söylemişti.Sabriye Hanımı bu işe tavsiye


ederken hiç de yanılmamıştım.- Peki, şimdi tanıdınız! Neyapmanız lâzım geldiğinidüşünüyorsunuz?Duvardaki saate baktı:- Yedide işim bitiyor... dedi. Ozaman sizi dinleyebilirim.Zehra enstitüde pek az kaldı. Oayar istasyonlarında çalışmayı tercihetmişti. Ve o sayede evlendi. Vetabiî evlenir evlenmez kocasınıyelkovan şubesi şefi ve mütehassısıyaptık. Damadımı da dışardabırakacak değildim ya! Küçükbaldızım, Zehra’dan boş kalan yere


tâyin edilmişti. Onu da enstitümüzdeiş arayan tavsiyesiz bir genç,müesseseye girmek için başka çarekalmadığını anlayınca, hemen o günistedi. Bilhassa bu sonuncu izdivaçbana enstitüde ayrıca bir nikâhmemurluğu tesisi fikrini verdi. FakatHalit Ayarcı işin ciddiyetini bozarkorkusuyla bu çok yerinde teklifireddetti.Sabriye Hanımı yukardaanlattığım konuşmadan iki gün sonraevinde ziyaret ettim. Beni gördüğüneson derecede memnun oldu. Geçmişzamandan hakikaten bir kalbi varmış


gibi hüzün ve teessürle bahsetti.Meseleyi kendisine açınca beraberçalışmamız ihtimaline çok sevindi.Ayrıca beni daha düzgün birkıyafetle ve bayağı mesuliyetinitaşıdığım bir işin arasında gördüğüiçin memnundu.- İspritizma Cemiyeti dağıldı...dedi. Büsbütün canım sıkılıyor.Daha doğrusu ben kendim de böylebir iş arıyordum. Ne zamanisterseniz emrinize hazırım.Kendisine şimdilik dahapersonelimizi tanzim etmediğimizihattâ kadromuzun bile çıkmadığını,


fakat yakında bunların halledileceğiniümit ettiğimizi söyledim.- Siz de bu meseleyi düşünün.Beşer, onar grupluk genç kızlar birbakıma mânâsız bir iş için toplanmışolacaklar. Bütün muvaffakiyetleri buçocukların davranışlarında olacak.Hattâ müesseseyi bu tutturabilir.Niçin bunu yapıyoruz? Burasınıbilmiyorum. Fakat tutması lâzım. Herşeyden evvel hoşa gitmeli vemümkün olduğu kadar fazlaşaşırtmalı, fakat rahatsız etmemeli.Öyle sanıyorum ki sonradan buistasyonlara başka fonksiyonlar da


verebiliriz. Şimdi bunları yetiştirmekmeselesi var.Sabriye Hanım dudaklarını kısmışbeni dinliyordu.- Halit Ayarcı ile beraberolduğunuzu söylemeseydiniz de benonunla beraber olduğunuzu anlardım.Bunlar hep onun düşünebileceğicinsten şeyler. Bilir misiniz ki alelâdeişi sevmez. İş dediğin onun içinevvelâ bir sergüzeşt olmalı. Kutupseyahati, kaçakçılık, her şey elindengelir. Yalnız lâalettâyindenhoşlanmaz. Sonra tuhaf olmalı,imkânsız olmalı, herkesi şaşırtmalı


ve hattâ korkutmalı! Sonra da işolmalı. Devlet memuriyetlerinde buyüzden kalmadı. Bütün büyüklerdostudur. O da bir vakitler onlarınarasında idi. Fakat bir türlü sevmedi.Çünkü sergüzeşt değildi. Fakat aynızamanda inanacağı bir tarafı dabulunmalı yaptığı işin... Meselâ sizzannetmem ki bu işleri ciddîbulasınız. Halbuki Halit Ayarcı bu işeimanla girmiştir, buna eminim.Eminim ki <strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü de böyledir. Yine cemiyetiçin çok iyi bir şey, imkânsız bir şeydüşünüyor. Fakat faydalı olması


üyük olması ona yetmez. Dedim yaherkesi şaşırtmak, kızdırmak,etrafta gürültü yapmak da lâzım...Zaten demin siz müesseseningayelerini anlatırken onunkelimelerini kullandığınızı derhalanladım. Özetliyorum, candaşım,geliyorum. Göreceksiniz ne cümbüşolacak...Sabriye Hanımı konuşturmak içinsual sormamak lâzım geldiğinibiliyordum.- Hiç böyle fırsatı kaybedermiyim? diyordu.Sabriye Hanımın salonunda onunla


karşı karşıya oturmuş çay içerkenister istemez hayatımdaki değişikliğidüşünüyordum. Beş sene evvel deben bu eve sık sık gelir ve SabriyeHanımla böyle karşı karşıyaotururdum. Fakat o zaman banayapılan her ikramda bir nevi okşama,gönül alma, yüksek sevap, kendikendini tatmin vardı. Ondan dahasonraki zamanlarda bu kapıyıçalmağa bile cesaret edemeyecekhâlde idim. O hâlde arada bir şeydeğişmişti. Bu değişikliği, nasılyapacaktım da bütün hayatıma maledecektim? Bunu devam


ettirebilmenin çaresi neydi? Bu işmeselesini de geçiyordu. Başka birşeydi. Sabriye Hanım zihnimdengeçenleri anlamış gibi birdenbiresözü değiştirdi:- Hayri Bey, biliyor musunuz ki sizçok değiştiniz! dedi.- Hayırdır inşallah! dedim.- Hayır, çok değiştiniz! Sakındarılmayın, sizi kırmak, küçültmekiçin söylemiyorum. Hayatınıza, hattâiçinize bir rahatlık gelmiş. Evet öyle.Çok rahatsınız. Biliyor musunuz ki buHalit Beyin tesiridir. Halit Bey rahatadamdır.


Bütün mesele burada idi. HalitBey rahat insandı. Bu para meselesi,filân değildi. Alelâde kendinegüvenme hissi de değildi. Dahabaşka bir şeydi. Hayatla, herhangibir şeyle oynar gibi oynuyordu. Onutanıdığımdan beri ister istemez heponun verdiği çerçeveler içindedüşündüğümü, hattâ onu taklitederek yaşadığımı bir daha anladım.Bu hakikatin yanı başında SabriyeHanımın bana anlattığı diğerhususiyetleri ikinci, üçüncü derecedekalıyordu.- Halit Beyle iş görenlerin hemen


hepsi kabiliyetleri derecesinde burahatlığı alırlar. Halit Bey benisevmez. Belki de kendisini iyitanıdığım için sevmez. Fakat benonu çok beğenirim...Sabriye Hanıma, Nevzat HanımlaCemal Beyi ve Selma Hanımı daHalit Ayarcı’nın müesseseye almakfikrinde olduğunu söyledim. SelmaHanımın adı geçer geçmez,“Bekliyordum bunu...” der gibigülümsedi.- Selma Hanım gelir, dedi. Hattâçağırdığınız için çok memnun olur.Zannederim ki çalışmağa ihtiyacı


var. O da benim gibi, fakat başkasebeplerle bir şeyle meşgul olmasılâzım. Zannederim ki Cemal Beylearalan çok fena. Cemal’in de işleripek bozuk... Bir yığın sıkıntısı var!Fakat Nevzat’ın geleceğindenşüpheliyim!- Niçin?- Nevzat, hiç de eski Nevzat değilartık. Zaten Selma’yı da çokdeğişmiş göreceksiniz. Fakat Nevzatgittikçe daha dalgınlaştı. Bütündostlarıyla alâkasını kesti. Âdeta birgünahı ödüyor gibi yaşıyor. Çokkoyu bir dindarlık çöktü üstüne.


Sabahtan akşama kadar Kur’ânokuyor, namaz kılıyor... Hattâ ruhlarıbile çağırmıyor.- Murat n’oldu?- O da kayboldu. Dedim ya! Artıkeski Nevzat Hanım değil.Sonra birdenbire sözü değiştirdi:- Bilir misiniz, bugünlerde benkiminle dostum? Halanızla... Nemükemmel kadın, nasıl canlı, yaşınınasıl yeniyor! Doğrusu aranızın açıkolmasına sizin hesabınızamüteessirim. O kadar açık fikirli,berrak görüşlü bir insan ki... O dabiliyorsunuz tasavvufa merak etti.


Hattâ âşıkâne şiirleri bile var. Yarınçayına gideceğim.Konuşmanın bundan sonrasınınbeni sıkacağını anladım. SabriyeHanımdan kendisine telefon ederetmez geleceği vaadini alarak evdençıktım.Sabriye Hanımın Selma Hanımiçin söylediği şeyler beni hakikatenüzmüştü. Belki bu yüzden ilk rastgeldiğim dükkândan Cemal Beyinevine telefon ettim. Karşıma CemalBey çıkarsa telefonu kapamağakarar vermiştim. Beş seneden berigörmediğim, türlü sıkıntılar arasında


çehresini bile unuttuğum kadınbirdenbire Sabriye Hanımın söylediğibirkaç sözle şimdi dört bir tarafımıbir yangın gibi sarmıştı. Halbukiişlerimizin yavaş yavaş düzeldiği bugünlerde Pakize ile yeniden tatlıbalayı günleri geçiriyorduk.Telefona Selma Hanım cevapverdi.- Nerelerdesiniz a canım!..Cemal’e soruyorum, Hayri Bey bu,bilinir mi hiç? İstifa etti, gitti, diyor. Okadar ara! diye yalvardım.Zannederim her tarafa baş vurdu.Sizi ele geçiremedik vesselâm...


Ve bütün bunları hep, içine biryığın çocuk neşesi karışan o incebillûr sesle söylemişti. Demek böyleidi, Cemal Bey ona benim istifaettiğimi söylemişti. Ben huyu suyubilinmeyen bir adamdım. Aramış, birtürlü bulamamıştı!Kendisine vaziyeti anlattım. Bizeyardım edip edemeyeceğini sordum.<strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong> Enstitüsü’nün adıpek hoşuna gitmişti:- Bu nasıl iş canım? diyordu,âdeta şakaya benziyor. Hakikatenşaka gibi bir şey... Hele bir anlatın...Elimden geldiği kadar müesseseyi


izah ettim. Kendisinden rica ettiğimizşeyi de söyledim. Ertesi sabahenstitüye geleceğini vaat etti. Onu ogünlerde kaleme devam etmeğebaşlayan Zehra’nın yüzünden HalitBeyin odasına aldım. Daha ilk andakendisinde bir yığın şeyin değiştiğigörülüyordu. Yine eskisi gibi güzelve zarifti. Bütün hareketlerinehâkimdi. Gülüşü ateş oyunu gibi birşeydi. Fakat makinada bozuk bir şeyvardı. Eski neşesi kalmamıştı.Istırap denen çemberden geçtiğimuhakkaktı. Sanki bilmediğimizüzüntüler, düşünceler, belki de bir


korku arasından konuşuyordu. Belkide yalnız bu sonuncusu vardı.Korkuyu bütün ömrümce tatmıştım,o yılanı gayet iyi bilirdim. Bir kereiçimize yerleşti mi bulandırmayacağıhiçbir şey yoktu. Fakat nedenkorkuyordu? Niçin telâşlıydı?Buralarını anlamam kabil değildi.Benden ilk önce iş hakkında izahatistedi. Çok çocukça bir saflıkla, “Benböyle şeyleri yapamam ki...” diyordu.Bunu söylerken elleriyle yaptığıişaret o kadar güzeldi ki bütünkonuşma boyunca bir dahayapmasını bekledim.


- Zannettiğiniz gibi değil! dedim.Sadece müesseseye fikirvereceksiniz! Hiçbir güçlüğü yok...Hele siz ki bu işleri çok iyi bilirsiniz, okadar mükemmel bir zevkiniz var...Sonunda o da razı oldu. Eğlencelibir iş olacağını tahmin ediyordu.Zaten giyim kuşam en sevdiği şeydi.Yalnız Cemal Beye bir kere sormasılâzımdı.- Belki istemez, diyordu. Onun içinvaat etmeyeyim! Meseleçıkarmayalım!- Ne mesele çıkacak! Zannetmemki Cemal Bey sizin herhangi bir


arzunuzu reddetmeğe kalksın!Bunu mahsus söylemiştim. Başınısalladı:- Cemal son zamanlarda hiç eskiCemal değil!O kadar kendisine hâkim olankadın neredeyse karşımdaağlayacaktı. İçime yumruk gibi birşey tıkandı.Asıl beni şaşırtan bu sözlerinaltında Selma Hanımın bütünhayatının bulunmasıydı. Demek ki oCemal Beyi hiç anlamadan, ondanhiç şüphe etmeden, gözü kapalı vebiçare yaşamıştı. Onu bütün


ömrünce insan olgunluklarının birnumunesi gibi görmüş ve öylesevmişti. Bununla da kalmıyordu.Ona bağlıydı. Onun emrinde idi. Onuseviyor, kıskanıyor, ve ondankorkuyordu. O zamana kadar bukadını bütün hayatından sıyıraraksevmiştim. Cemal Beyle evliolduğunu biliyor ve sadece kabulediyordum. Fakat ikisinin arasındakimünasebetin üzerinde durmamıştım.Benim içimde ne Cemal Bey banaSelma Hanımı, ne de Selma Hanımzarurî şekilde Cemal Beyin varlığınıhatırlatmıştı. Kocası olduğu gibi,


herhangi bir hastalığı da olabilirdi.Şimdi ise onu kıskandığınıanlayınca birdenbire vaziyetdeğişmişti. O zamana kadar CemalBeyden sadece nefret ederdim. Biryığın kinim vardı. Fakat onu hiçbirzaman kıskanmamıştım. Şimdi biranda onu kıskanmağa başlamıştım.Bileklerimden yukarıya doğru bütündamarlarım çekile çekile:- Peki sorun! dedim. Ümit ederimki reddetmez...Asıl felâketi o kadar beğendiğimkadının birdenbire hayatındanşikâyet edecek kadar herkese


enzemesiydi. Fakat daha garibi,hattâ daha gülüncü vardı.Sıkıntılarımdan biraz çıkar çıkmazkendime yeni ıstıraplar bulmamdı.Gömüldüğü dalgaların içinden başınıçıkarır çıkarmaz karşı sahili görenbir yüzücü gibi, ben de kendime biriş bulur bulmaz Selma Hanımadönmüştüm. “Buna niçin şaşmalı?diye düşünüyordum. Mademki yavaşyavaş yine kendim oluyorum...”İş meselesi böyle halledilinceSelma Hanım, benim aradaki beşsenelik hayatımı merak etti. Herşeyden evvel şirketten niçin istifa


ettiğimi soruyordu:- Biliyorsunuz ki o günlerde Cemalhep maaşınızın artacağındanbahsediyordu.Bir müddet yüzüne dalgın dalgınbaktım. Nerede ise her şeyisöyleyecektim. Fakat ne diye aceleedecektim sanki? Belki de sözlerimeinanmayacaktı. Yahut hayatına yenibir üzüntü daha ilâve edecektim. Eniyisi bir yalanla işin içindensıyrılmaktı:- İstanbul’dan uzakta idim...dedim.- İyi ama sizi görmüşler...


- Ben de hiç uğramadım, hepİzmir’de kaldım, demedim ya...Selma Hanım başını kaldırarakyüzüme baktı:- Niçin doğrusunusöylemiyorsunuz? dedi. Cemil’inyalan söylediğini ben biliyorum...Tekrar bir sessizlik oldu, sonrayavaşça ilâve etti:- Daha doğrusu şüphe ediyorum.Fakat şimdi eminim. Deminkiduruşunuz bana her şeyi öğretti...Elimden geldiği kadar kendisinitatmine çalıştım. Fakat o kendidüşüncesinde devam ediyordu:


- Hayır! dedi. Bu meselezannettiğiniz kadar basit değil. Çokkarışık bir iş bu! Benden gizlemesineo kadar ehemmiyet vermiyorum.Nihayet sizi sevdiğimi biliyordu. Çokzahmetimi çekmiştiniz, ahbaptık!Üzülürüm, diye gizlemiş olabilir, hoşbu da affedilecek şey değil. Çünküortada bir sürü yalan var. Fakat siziişten ne diye çıkarttı, oraya kendisigetirdiği hâlde?- Belki ötekiler çıkmamda ısrarettiler...- İmkânsız... Böyle olsa o zamanbenden gizlemezdi. Fakat farz edin ki


öyle, o zaman nasıl razı oldu? Hayır,bu işte mutlaka başka bir şey var.Sonra gözlerini gözlerime dikti:- Kim bilir, ne kadar sıkıntıçektiniz...- Aldırmayın! dedim. Her şeydüzeldi şimdi. Benim için üzülmeyinve mesele yapmayın bunu. Hattâbizim teklifimizi de unutun, belkikarşılaşmamızı istemez... Rahatınızbozulmasın!Selma Hanım bir müddetçantasında mendilini aradı.- Benim artık rahatım yok! dedi.İnsan talihi bu idi. Hiç kimse yıldız


olarak kalamıyordu. Muhakkakhayalimizdeki yerinden inecek,herkese benzeyecekti.- Her neyse, sizi tekrar bulduğumamemnunun... İş meselesine gelince,daha düşünürüz. Ben size telefonederim.Merdivenlerden beraber indik.Kapının önünde.- Hakikaten şaşılacak şey... Bukadar yalan söylesin! diyerek ayrıldı.Hakikaten şaşılacak şeydi.


IIIBelediye reisinin ziyaretinden ikiay sonra daha mühim, dahasalâhiyetli, hattâ mutlak denecekkadar salâhiyetti bir zat dairemizegeldi. Fakat biz artık eski binadadeğildik. Çok rahat, geniş bir yeregeçmiştik. Personelimiz deçoğalmıştı. Nermin Hanım, Zehra,Ekrem Bey, benimle beraber tam birbüro kadrosuyduk. İşlerimiz de


artmıştı. Halit Ayarcı her sabahgeliyor, ya Nermin Hanıma, yahutZehra’ya bir yığın şey dikteediyordu. Kızımın daktiloacemiliklerine ehemmiyet vermiyor,Ekrem Beyi iş fikrine yavaş yavaşalıştırıyordu.Halit Ayarcı’yı bu yeni misafir deşaşırtmadı. Bir müddet ayakta,belediye reisiyle beraber izahatverdi. Müessesenin esas gayesinianlattı. Bu yeni ziyaretçinineskisinden bir farkı vardı. Bu hiçkonuşmuyor, sadece gözlerinigözlerinize dikerek dinliyor, icap


ederse kirpik işaretleriyle sizi tasdikediyordu. O da izahattan sonramüesseseyi gezmeyi istedi.Duvarlara asılacak vecizeleri çokbeğendi. Bunları şehrin, hattâ yurdunher tarafına dağıtmamızınlüzumundan bahsetti. Halit Ayarcı buteklifi yalnız bir, “Düşünüyoruzefendim.,.”le karşıladı.Fakat belediye reisi.- Bu her şeyden evvel bir tahsisatmeselesi... diye cevap verdi.Enstitünün bu günkü parasıyla, hattâbu sene bütçeye koyduğumuz paraile bunun yapılması imkânsız...


Mamafih Halit Bey çalışıyor.Garip şekilde roller değişmişti. Busefer Halit Bey benim yerimegeçmiş, belediye reisi onun yerinialmıştı. Ben dördüncü planda idim.Mamafih Halit Ayarcı yine benimunutulmama razı olmadı. Bana çokaçık, cevabı içinde sualler sordu vekendi üslûbunda cevaplar aldı.Salâhiyetli zat, belediye reisini,- Tabiî... diye tasdik etti. Yalnızher şeyi paraya bağlamamalıdır.İnsan iradesi daima maddî şartlarıyener...Sözüne devam etsin diye ne kadar


dua ettim. Bunun sırrını bir kereöğrenseydim her şey halledilecekti.Fakat devam etmedi. Şüphesiz bumühim işin usullerini kendimizinbulmasını istiyordu.Belediye reisinin bu hususa hiçbiritirazı yoktu. Binaenaleyh, gerçeği buolmakla beraber, çünkü o da maddîşartları sadece iradesiyle yenmişebenziyordu, yeni kurulmuş birmüessesede, bilhassa bu kadarmasraflı bir işin büsbütün de parasızyapılamayacağını, yapılsa bile bu işiçin sarf edilecek iradenin çokpahalıya mal olacağını en münasip


dille, yani karşısındakinin fikrinidaima doğru bula bula tekrarhatırlatmağa çalıştı. İtikadımcabelediye reisinin bu işte hakkı vardı.İşsizlik samanlarımda sadeceirademle geçinebilmek için bu cevherio kadar sarf etmiştim ki çoktan beribende zerresi bile kalmamıştı. Vebelki de bu yüzden aylardır HalitAyarcı’nın ayağıyla ittiği bir futboltopuna benzemiştim.Halit Ayarcı bütün bu konuşmaboyunca âdeta lâkayt kalmıştı.Masanın bir köşesine hafifçeyaslanmış, sakin ve alâkasız,


eyhude sözlerle israf edilen zamanapek fazla fark ettirmeden acır gibietrafına bakıyordu. Hiçbir zaman cansıkıntısı denen şeyin bu kadar asîl,bu kadar üstün şeklini görmemiştim.Etrafındaki konuşmanın bitmesini,birdenbire kabaran bir rüzgârınsavurduğu bir toz dalgasınıngeçmesini bekler gibi bekliyordu.“Ben işe karışacağım zamanıbiliyorum. Fakat siz bir kere aranızdaanlaşın! Sizleri huyunuzdanvazgeçiremem ki... Çaresiztahammül edeceğim. Nasıl olsaolduğum yere geleceksiniz”. Bir insan


karşısındakine o anda yalnız sabırve tahammül olduğunu ancak bukadar terbiyeli şekilde gösterebilirdi.Nihayet salahiyetli zat kararınıverdi.- Para işini merak etmeyin... dedi.Her türlü fedakârlığı yapacağız.Mademki bu işe girdik... Benmümkün olduğu kadar tutumlu olmakgerektiğini söylemek istiyordum.Belediye reisi bu çok basittemenniye hemen hemen aynızikzaklardan geçen bir cümle ileteşekkür etti. İşte o zaman HalitAyarcı dayandığı masadan ayrıldı ve


seyirci vaziyetinden çıktı.- İmkânlarımız biraz genişlerseelde bulunan çok faydalı bir eseri deneşretmeyi düşünüyoruz! dedi.Hayır, bu adamı ben taklitedemezdim. Ona yetişmekimkânsızdı.- Demek hazır eserleriniz var! Neçabuk böyle?- Evvelâ büyük bir etüdümüz var.Arkadaşım Hayri Beyin hemenhemen bütün ömrünü sarf ederekyazdığı bir kitap... En büyüksaadetimiz için...Belediye reisi bu fırsattan istifade


ederek beni daha yakındantanıtmağa muvaffak oldu.- Hayri Bey arkadaşımız eskisaatçiliğimizin tarihini belki en iyi bilenadamdır. Zaten saatten vefelsefesinden çok iyi anlar.Bu sefer dikkatli bakışların tekhedefi ben oldum. Kanunun anlattığımânada tam bir cürmümeşruttu bu.Suçüstü... Suçüstü... “Ah Yârabbimbir kaçabilsem!” Fakat niyekaçacaktım sanki? Böyle bir ilgiyibütün ömrümde görmemiştim.- Kitabınızın ismi nedir, HayriBeyefendi?


Ben bu sualle birdenbireyuvarlandığım karanlık uçurumdatutunacak bir yer ararken HalitAyarcı benim yerime cevap verdi:- <strong>Ahmet</strong> Zamanî Efendiye ait biretüt. <strong>Ahmet</strong> Zamanî Efendi ve Eseri.- <strong>Ahmet</strong> Zamanî Efendi mi? Hiçişitmedim...- On yedinci asrın meşhurâlimlerinden... Dördüncü Mehmetdevri adamı. Tam klasikdevrimizde...- Ne yapmış bu adam?- Devrin en mühim saatçisi... HattâGraham’dan evvel rabia hesaplarını


ulmuş diyorlar. Hayri Bey doğrudandoğruya onun mektebinden gelen birzatın talebesidir. Muvakkit NuriEfendinin...Tekrar bakışlar benden yanaçevrildi.- Kitabınız bitti mi?Artık sıra bana gelmişti. Bukadarını yapabilirdim. Halit Ayarcıbeni yolun ortasına kadargötürmüştü. Bundan sonrası benimişimdi. Nereye gideceğimi biliyordum.- Doğrusunu isterseniz henüzhayır! Yani halledilecek bir iki meselevar. Fakat bitmek üzere... Hattâ


itmiş gibi...Halit Ayarcı tekrar dinamikrehavetinden ve alâkasızlığındansıyrıldı. Bana,- Zannederim ki gelecek nisanayetiştirirsiniz...Sonra misafire döndü.- Gelecek nisanın sekizi <strong>Ahmet</strong>Zamanî Efendinin ölümünün yüzsekseninci yıldönümüdür de...Sonra kendi kendine hesap etti.- Evet, tam yüz seksen seneoluyor.- Demek büyük bir merasimyapabiliriz?


Halit Ayarcı konuşmanın topunuyine belediye reisine bıraktı.- Halit Beyin niyeti de öyleefendim... Hayri Bey biraz yorulacakama...Bu fırsat kaçırılmaz...Müessesenin açış resmini de ozaman yaparız, değil mi Hayri Bey?Bu vesile ile daha parlak olur.Halit Ayarcı tekrar konuşmağakatıldı.- Açış törenini bendeniz yenibinamızda düşünmüştüm... dedi.Bu sefer ilk defa olarak iki tarafda itiraz etti.


- Hayır, hayır... O zaman çokgecikir... Zaten yeni bina için ayrı biraçış töreni daima yapılabilir! Bu gibitörenler ne kadar sık olursa o kadarfaydalıdır!Salâhiyettar zat tekrar banadöndü:- Hayri Bey, bu kitap şubata kadarbitecek... Bunu sizden katî şekildeistiyorum. Bu kadar mühim bir zatınunutulmuş olması doğru değil...Yaptığınız işin ehemmiyetini bilin veona göre çalışın... Siz de bana buneşriyat meselesini hatırlatın...- Baş üstüne efendim... Zaten


takdim ettiğimiz projede yazılı...Halit Bey tekrar tavzih etti.- Yalnız eserlerin ismi yok. Ek birliste takdim ederim.<strong>Ahmet</strong> Zamanî Efendi ismindehiçbir insan tanımamıştım. Hattâadını ilk defa işitiyordum. “AhYârabbim, ekmek paramı niçin banadoğrudan doğruya vermedin de benibaşkalarının uydurduğu bir yalanyaptın!” Hakikatte de böyle idim.Ucunu bucağını bilmediğim, her günyeni bir parçasıyla karşılaştığımâdeta tefrika hâlinde bir yalanolmuştum.


Salâhiyettar zat <strong>Ahmet</strong> ZamanîEfendiden bir türlü vazgeçemiyordu.- Mühim bir keşif, diyordu. Fakatnasıl oldu da hiç adı işitilmedi?Sanki demin kafamdan geçenleridüşünen ben değilmişim gibi, yavaşve en kandırıcı sesimle cevapverdim:- Eskiler malûm efendim...Şöhrete âfet diye bakarlardı. Sonraçok genç yaşta öldü. Kırk iki yaşındafalanmış...- Rabia hesapları o devirde,aramızda?..Bu sualle nefesim birdenbire


tükendi. Burada artık işin telkiniyoktu. Bilginin kendisi vardı. FakatHalit Ayarcı orada idi:- Niçin olmasın efendim?Sözüne devam edeceği yerdemasanın camı üzerine iyicebastırdığı büyük, geniş ayalı elinebakmağa başladı.- Öyle ya niçin olmasın?.. Eskilerio kadar az biliyoruz ki...- Devir, çok ehemmiyetli bir devir.Zaten büyük bir mekanik merakı var.Hemen herkes, küçük büyük icatlarlameşgul... Minareden minareye uçmatecrübeleri bile var...


Salâhiyettar zat tekrar banadöndü.- Nasıl bir insanmış bu?..Halit Ayarcı bu sefer de ceketinindüğmeleriyle oynamağa başlamıştı.Bu demekti ki, iş bana düşüyordu.Bütün kuvvetimi, cesaretimitopladım. “Ya pîr!” Fakatyalancıların piri kimdi acaba?- Uzun boylu, sarışın, kumralsakallı, siyah gözlü bir adammış! Diligençliğinde biraz peltekmiş. Fakatkendi kendine, iradesiyle düzeltmiş,diyorlar. Daha doğrusu hocamrahmetli Nuri Efendi böyle söylerdi.


Garip huyları varmış. Meselâ çok iyimeyva yetiştidiği hâlde üzümdenbaşkasını yemezmiş. Bal ve şekergibi şeyler de kullanmazmış. Mevlevîtarikatindenmiş. Zengin bir adamınçocuğuymuş. Birden fazla kadınalmanın aleyhinde bulunduğu içindevrinde pek sevilmezmiş...- Demek modern bir adam...Âdeta bizden!- Aşağı yukarı... Sarı rengi çoksevermiş. Hattâ pek mutat olmadığıhâlde sarı cübbe, sarı kaplı kürkgiydiğini hocam Nuri Efendi söylerdi.Sarı, güneşin rengidir, dermiş. Çok


aradım ama bu kanaatin neredengeldiğini bulamadım.Ben söyledikçe belediye reisininde, salâhiyetli zatın da yüzleritebessüme gark oluyordu. Ah, buküçük teferruat... İki üç çizgi, birkaçkonuşma parçası, işte size bütün birhayat...Tevekkeli değil eskiler yalnızşiir söylemişler!- Bir işi, falan var mıymış?Artık ne dönmem, ne de durmamkabildi. İster istemez yoluma devamedecek, yeni yeni şeyleruyduracaktım.- Çengelköy’de küçük bir camiin


müezziniymiş... Fakat evlenmemeselesindeki fikirleri yüzündençıkartmışlar. O da selâmlığınıaçmış, yatsı namazlarınımisafirlerine evinde kıldırmış. Ezanıda evin penceresinden okurmuş!Halit Bey tekrar bana döndü:- Bir Venedikli vasıtasıyla devringarplıriyaziyecileriylemektuplaştığını söylüyordunuz...- Evet ama, müsbet bir şeybulunamadı. NuruosmaniyeKütüphanesi’ndekikitapkaybolmasaydı...Salâhiyetli zat hayretler içinde idi:


- Mühim keşif doğrusu... Böyle biradam...Halit Ayarcı işi biraz dahatabiileştirmek ihtiyacını duydu.- Bendenize öyle geliyor ki, KâtipÇelebi’nin etrafındakilerden biriolacak... Başka türlü izahı güç...Bu ihtimal her ikisini de tatmin etti.Belediye reisi meselenin şimdilik butarzda halledilmesinden memnun,dairenin gezilmesini teklif etti.Bu aşağı yukarı iki ay evvelkiteftişin hemen hemen aynıdır. Şuşartla ki, binamız biraz dahagenişlemişti ve salâhiyettar zat


elediye reisinden daha yüksekmevkide olduğu için daha dikkatli,daha titizdi. Binaenaleyh iki saatsürdü. Hemen her şeyin önündedurdu, yerinden kalkabilecek her şeyibir kere yerinden oynatıp altınabakıyor, sonra kendisini elinde iyiceevirip çevirip muayene ediyor, tekraryerine koyuyordu. Bütün boşdefterleri açıp bakıyor, grafiklerinönünde uzun murakabe saatlerigeçiriyordu.Bir ara bana döndü, bir eli kılıfımçıkarmağa çalıştığı yazımakinasında:


- Neden öldüğünü biliyormusunuz? diye sordu.- Maalesef efendim... Ama...- Ben söyleyeyim, bakalım buldummu? Şekerden... dedi. Bende de varda oradan biliyorum.Tabiî niçin böyle olması icapettiğini sormadık. Niçin soracaktık?Hattâ niçin şüphe etmeliydi? Herkesbir şeyden öldüğüne göre <strong>Ahmet</strong>Zamanî Efendi de elbette birhastalıktan ölecekti. Şekerden veyacan sıkıntısından ölmesi arasında nefark vardı? Asıl mühim olansalâhiyetti zatın bu işe getirdiği iyi


niyet, bizimle böyle işbirliğietmesiydi. Hepimiz birden bu ihtimalikabul ettik. Hattâ ben:- Çok doğru buyurdunuz...Üzümden başka bir şey yemediğinegöre... diye hafiften tasdik bile ettim.Sonra saatine baktı. Güzel, altınkapaklı bir Lonjin’di. “Yoruldum...”dedi. Hepimiz yorulmuştuk. Onun içinHalit Ayarcı’nın odasına geldiğimizzaman Derviş Ağanın getirdiğikahveler pek makbule geçti. Hattâ azşekerli olmasına bile ehemmiyetvermedi.Kahvelerden sonra yine o gün


olduğu gibi kadro meselesine geçildi. Ondan sonra tebrik faslı geldi. Busefer altın tepsi belediye reisi ileonun arasında gidip gelmeğe başladıve nihayet kundaklanmış bir çocukgibi Halit Beyin birdenbire açtığıkollan arasında kaldı. Azizvelinimetim:-Teveccühlerinizegüvenmeseydim, bu işe katiyengirmezdim. Bu itibarla ne kadarteşekkür etsem azdır. Bana buhizmet vesilesini verdiğiniz içinbahtiyarım... diyerek meseleyihalletmişti.


Bütün gün hep böyle yapmış, enlüzumlu noktada konuşmuş, hiçbirşey rica etmeden istediklerininhepsini kabul ettirmiş, şimdi de asılişin kendisi tarafından kurulduğunu,beyhude münakaşaya lüzumolmadığını iyice anlatmıştı.Fakat salâhiyetli zat tecrübeliadamdı. Koskoca enstitüyü sadecebizlere bırakamazdı.- Bu müesseseyi başındanitibaren benimsedim, dedi. O sizlerinolduğu kadar benimdir de... Reis beyde size yardım edecekler...Ayrılırken tekrar bana iltifat etti:


- Kitabı isterim... Bitecek anladınızmı Hayri Bey?Ve yanağımı okşayarak kitaplaolan alâkasını bir daha teyit etti.Kapıdan çıkarken:- Sloganları dağıtın! Biran evvel veher tarafa... diye tekrar emir verdi.Tam merdivenin başında belediyereisine yavaşça:- Bu rabia hesabı nedir siz biliyormusunuz?diye sorduğunu işittim.Onlar gittikten sonra Halit Ayarcıtekrar bana döndü:- Artık bundan sonra da şüpheetmezsiniz zannederim... dedi.


- Hayır, dedim. Müessesekurulacak. Bir de işimizi bilsek!- Hâlâ bilmiyor musunuz? <strong>Saatleri</strong>ayarlayacağız...- Evet ama nasıl? Bu kadarkalabalık bir teşkilâtla...- Çaresini bulacağız... Herkeskendisine, tâyin olunduğu vazifeninadından bir iş çıkaracak. Zatenkurulur kurulmaz bir tâmimle bütünarkadaşlardan rica edeceğim bunu...Ve tabiî onlar da yapacaklar. Boşdurmayacaklar ya...Sonra bir eli odasının kapısınıntokmağında:


- Siz kitabı ne vakit bitireceksiniz?Yani ne vakit bitirebilirsiniz, demekistiyorum... diye sordu.- Nasıl yazarım ben bu kitabı?.,diye cevap verdim. Mevcut olmayanbir adam için...Halit Ayarcı’nın kaşları birdenbireçatıldı. İlk defa hiddetleniyordu.- Nasıl mevcut olmayan adam?..Daha demin kendinizbahsediyordunuz... DördüncüMehmet zamanında yaşamış. Sarırengi severmiş. Güneşin rengidir,dermiş. Mevlevî olduğunu bilebiliyorsunuz. Graham hesaplarıyla


meşgul olduğu malum... Şekerdenölmüş. Yok azizim, ben bu cinstensabotaj istemem. Bu müessesemuvaffak olacaktır. Herkes vazifesiniyapacak. Sizin ilk işiniz budur.- İyi ama, bütün bunlar mânâsızşeyler... Hepsi uydurma!Birdenbire ceketimden tuttu:- Bu kitap yazılacak!.. Yahut dagider içeriye istifanamenizi yazargetirirsiniz! Ben bu kadar bağlıolduğum bir müessesede en yakındostlarım tarafından ihanet görmemiistemem... Hem kendinizsöylüyorsunuz, hem de yoktur,


diyorsunuz...- Ben <strong>Ahmet</strong> Zamanî’denbahsetmedim...- Ama, Nuri Efendidenbahsettiniz... O da o demek...Sonra birdenbire belki de bozulanyüzüme dikkat ettiği için güldü:- Adı olan her şey mevcuttur HayriBey! dedi. Binaenaleyh <strong>Ahmet</strong>Zamanî Efendi vardır. Biraz da ikimizböyle istediğimiz için vardır. Hattâşimdi büyük dostumuz da istiyor. Hiçüzülmeyin... Çalışın sadece... Sonra,kadro meselesini ne yaptınız?İstediklerimizi veriyorlar. Hani


listeniz?..Aksi aksi:- Tanıdığım insan çok az... dedim.- Bulun...- Akrabam yok...- Akrabasız adam olmaz...- Belki vardı ama meydandayoklar... Şimdilik görünmüyorlar...İsterseniz gazetelere bir ilânvereyim!Tekrar gülümsedi.- Ah, Hayri Bey, ah Hayri Bey...dedi. Siz hakikaten beniyoruyorsunuz. Bir türlü sizi bazışeylere alıştıramadım. Hayır, ilâna


lüzum yok, biraz daha bekleriz...Onlar gelirler... Bir de SabriyeHanımla Selma Hanımı artık davetzamanı geldi sanırım.Odama girdiğim zaman Zehra’nınbeni beklediğini gördüm. Benden izinistiyordu. Yeni elbiseleri içindehakikaten güzel ve mesuttu. Yenitaşındığımız evde odasını ne kadarzevkle döşemişti. Pakize ile iki dostgibi geçiniyorlardı artık. Karımıntiroit guddeleri tedavi edileliden berievde kavga yoktu. <strong>Ahmet</strong> üç aydaaltı kilo almıştı. Kızıma yarın dahiisterse evde kalabileceğini


söyledim... O teşekkür yerine birkırıttıktan sonra çekilip gitti. Benbaşım iki elimin arasındadüşünmeğe başladım. Hayır,istirahat etmemin imkânı yoktu.Birçok yalanın içinde olsam bileihmal edemeyeceğim bir hakikat,büyük bir hakikat vardı ortada.<strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong> Enstitüsühayatımı kurtarmıştı.Halit Ayarcı ile evime refah denengüneş doğmuştu. Bütün bunlarıdüşünürken iç telefon çaldı. HalitAyarcı, sanki aramızda geçenşeyleri tamamiyle unutmuş gibi en


ahat sesiyle:- Yarın size <strong>Ahmet</strong> Zamanî’yiyazmanıza yardım edecek tarihkitaplarınıgetireceğim...Göreceksiniz ne kadar kolay iş...- Teşekkür ederim efendim...- Bir iki ayda çıkar...- Zannederim efendim. Siz deyardım edersiniz tabiî..- Selma Hanımla Sabriye Hanımıdavet için biraz bekleyin! Bengidiyorum, bir iş olursa evdeararsınız...- Baş üstüne efendim...


IVBaşından beri gazetelerde enstitühakkında havadisler çıkıyordu.Kadromuzun müzakere edileceğitarih yaklaştıkça bu yazılar arttı.Bayağı günün meselesi hâline geldik.Hemen her gün enstitünün teşkilâtı,çalışma tarzı, yapacağı iş münakaşaediliyor, bittabi bu arada müdürün,müdür yardımcısının ve diğerpersonelin hayatları hakkında da


ufak tefek şeyler geçiyordu. Bazıgazeteler Halit Ayarcı’yı son derecesempatik buluyorlar, bir kısmı bukadar mühim iddialı bir müesseseninbu cinsten bir iş adamına verilmesineşaşıyorlardı. Bir kısmı ise, “Ne işgörecek bu müessese?” diyesoruyordu. Halit Ayarcı bütün buyazıları dikkatle okuyor, tenkitleremüsamaha ile gülüyordu.- Elbette, diyordu, bu kadarmühim bir iş yapılırken aleyhte desöylenecek! Mesele münakaşaedilmesidir.Bilhassa bir gazetenin, <strong>Saatleri</strong>


<strong>Ayarlama</strong> Enstitüsü’nün gerekadının, gerek vazife ve öğrenilebildiğinisbette teşkilâtının bürokrasitarihinde hakikî bir merhale olduğunuyazması pek hoşuna gitmişti.- Kim yazdıysa bunu, işi anlamış...Zeki adam! Evvelâ asrını biliyor. Buasra birçok ad verilebilir. Fakat o herşeyden evvel bürokrasi asrıdır.Spingler’den Kayserling’e kadarbütün filozoflar bürokrasidenbahsederler. Ben hattâ derim ki,bürokrasinin asıl kemal çağı istiklâldevri bu devirdir. Bunu anlayan adammühim adamdır. Ben mutlak bir


müessese kuruyorum. Fonksiyonukendisi tâyin edecek bir cihaz...Bundan mükemmel ne olabilir?Kadro müzakerelerinin zamanıyaklaştıkça sıklaşan bu havadislerve düşünceler sonuna doğrubirdenbire şahıslarımız etrafındatoplandı ve iki hafta içinde de HalitBeyi bırakıp sadece beni hedefaldılar.Bu ağız değişmesi sayesindemüessesemizin lüzumuna dairyapılan münakaşaların birdenbirekesilmesine bakılırsa bu işte HalitAyarcı’nın bir tertibi olduğuna


hükmetmek hiç de yanlış olmaz.Şurası da var ki, hayatımın garipcilveleriyle ben Halit Beye nazaranefkârıumumiyeyi oyalamağa dahamüsaittim. İşte o andan itibarenbenim için günlerce süren birhuzursuzluk başladı. Hemen günaşırı, bir gazetede resmim çıkıyor,hayatım münakaşa ediliyor, bu kadarmühim bir işte bulunmamın doğruolup olmadığı hakkında fikirleryürütülüyordu. Takribî <strong>Ahmet</strong> EfendiCamii’nin bir asra yaklaşan hikâyesi,Şerbetçibaşı Elması, çocukluğumdave ilk gençliğimde tanıdığım insanlar,


yetiştiğim muhit, işsizlik yıllarım,gördüğüm işler birbirine zıt bir yığıntefsire yol açıyordu.Bazı kimseler için bu işin âdetatek favorisi bendim. Onlara görebütün ömrüm saat ve zamanlageçmişti. Binaenaleyh hayatımın hersafhası bu işe bir hazırlıktan başkabir şey değildi. Nuri Efendinin sontalebesi idim. Binaenaleyh Şeyh<strong>Ahmet</strong> Zamanî’nin müsbet veyaesrarlı bütün bilgilerinin vârisisayılırdım.Tam bu sıralarda-yine şüphesizHalit Ayarcı’nın gizli teşvikiyle-


Muvakkit Nuri EfendininMerkezefendi’deki mezarının tamiribeni büsbütün Ön safa geçirdi. Bumerasimde verdiğim nutukta, HalitAyarcı’nın sıkı tembihleri yüzünden<strong>Ahmet</strong> Zamanî’den bahsetmem işibüsbütün alevlendirdi. Bu seferzekâm, görüş kabiliyetim, hattâşahsî metodum methedilmeğebaşlandı.Ertesi hafta gazetelerden birindedünyanın en garip başlıklımakalelerinden biri vardı. “Hayriİrdal’ın çıraklık seneleri” diyebaşlayan bu yazıda, benim üç


yaşımdan itibaren saat ve zamanlameşgul olduğum anlatılıyordu.Babama muttasıl evimizdeki büyüksaati, Mübarek’i göstererek nasılişlediğini sorarmışım. “Zengin,dindar, kibar cetler silsilesinden tekaile mirası olarak büyükçe birsaatten başka bir şey bulunmayanbu evde ihtiyar baba sabah akşamçocuğuna, saatin kâinatın timsaliolduğunu söylüyordu. İşte bütünçocukluğu bu saat karşısında geçenHayri İrdal’ı talih doğmadan evvel buişe hazırlamıştı.” cümlesiyle biten bumakale hakikî bir şaheserdi. Bir


hafta sonra bir başka muharrir, beni,“Tanınmamış Voltaire’imiz” diyetakdim ediyor ve hayatındasaatçilikle zengin olan bu filozoflaaramızda ipe sapa gelmeyecekmukayeseler yapıyordu. Üçüncüyazıda Nuri Efendi de, babam daVoltaire de bir tarafa itiliyordu. Buyazıda benim hayatımın insanları vecemiyetimizi öğrenmek için girişmişolduğum bir tecrübe olduğusöyleniliyordu. “Hayri İrdalçocukluğundan beri zihniyetmeselesiyle meşguldü, elbette ki budevamlı çalışma bir gün gelip


meyvalarını verecekti.” deniyordu.Bittabi bu velveleye Doktor Ramizyabancı kalamazdı. Nitekimsonradan büyütüp kitap hâlinegetirdiği bir makale yazdı ve benimruh tahlilimi yaptı. Nezredilmiş bircamiin para şartları yüzünden küçüleküçüle indiği son had olan eskisaatimizi nasıl baba telâkkî ettiğimiiyice izah etti. Tâbirnamelerden, falkitaplarından. Seyit Lûtfullah’tanbahsetti ve bendeki zaman sezişiniövdü. Ona göre ben bir nevi Ebu AliSinâ idim. “Evet, diyordu DoktorRamiz, Hayri İrdal, bu şark


Faust’unun modern hayatımızda yenibaştan görünüşünden başka bir şeydeğildi. O nasıl ameliyelerini İzafîzamanda yapmışsa, Hayri Bey deyaşanan zamanda yapıyor. Buyüzden dostum Halit Ayarcı’nıngirdiği mühim teşebbüste bu hakikîdeğeri bulup meydana çıkarmasıkadar övülecek bir hareket olamaz!”İşin en sıkıcı tarafı Halit Ayarcı’nınbu budalalıklardan her şikâyetimdebıyık altından gülmesi, beni teskinihiç aklına getirmemesiydi.- Elbette, diyordu. Elbette azizdostum, böyle mühim bir


müessesenin kurulma şerefinipaylaşan bir insanın etrafında birazgürültü olur. Ne yapmamıistiyorsunuz sanki? Çıkıp, “Hayır,yalan söylüyorsunuz!” mu diyeyim?Bu müesseseyi kökünden yıkar.Bırakın, bu bir dalgadır,kendiliğinden geçer...Bazen de;- Voltaire’e veya Faust’abenziyorsanız kabahat benim mi?Yahut benzetiyorlarsa... Onlar dabizim bir şeylerimiz olmasınıistiyorlar. Elli senede bir medeniyetebütün tarihiyle yetişmek kolay mı?


İşin içine elbette biraz mübalâğagirecek! Nasıl filân romancımızıBalzac’a öbürünü Zola’yabenzettilerse, sizi de başkalarınapekâlâ benzetirler. Hayret ediyorumdoğrusu! Sizi kıskanmadığım içinbana teşekkür edeceğiniz yerdekızıyor, hiddet ediyorsunuz! Ben sizinyerinizde olsam hiç ses çıkarmaz,kendi işime bakardım. Siz oturun,kitabınızı yazın, enstitümüzüntekâmül çarelerini arayın!.. Bunlar okadar basit şeyler ki... Göreceksiniz,sonunda nasıl alışırsınız! Ne hacet,alışmadınız mı sanki? Bir hafta evvel


aleyhinizde çıkan yazıya nasılkızmıştınız? Öyle sanıyorum kikızılacak büyük bir tarafı da yoktu.Yani, şimdi söylediklerinizindoğruluğuna inanmam lâzım gelirsetabiî bulmanız icap eden bir yazıydıdemek istiyorum. Hayatınızdan kendianlattığınız şekilde bahsediyorlardı.Halbuki kızdınız. Demek kiöbürlerinden memnunsunuz!..Filhakika aleyhimdeki yazı da peköyle kızılmayacak cinsten değildi.“Bütün İstanbul halkının tanıdığı birmeczubu öne sürmekle işlenen buhata” diye başlıyor, beni nasılsa


adaletin elinden kurtulmuş alelâde birsahtekâr olmakla itham ediyor,“Şerbetçibaşı Elması rezaleti henüzunutulmuşken, bir başka dalaveredaha mı?” diye hem bana, hem HalitAyarcı’ya yükleniyordu. Bu yazınınmuharririne göre Halit Ayarcıefkârıumumiye ile alay eden bir işadamı, bir sergüzeşçi idi ve benonun kuklasıydım!Salâhiyettar zatın ziyaretinin ertesigünü mükâfat olarak bana kendikereste fabrikasında yüz liralık birücretle hiç işi olmayan bir kontrollükveren Halit Ayarcı, bu yazı üzerine


de sabun fabrikasında aynı şekildebir vazife vermişti. Bu dagösteriyordu ki yazı hakikatenaleyhimde idi, ve doğrusu ben dehakikaten kızmıştım.- Şüphesiz ki o yazılara kızdım.Aleyhimde söylenirse elbettekızarım. Siz de biliyorsunuz kiŞerbetçibaşı Elması dâvasındahiçbir kabahatim yok!..- Hayır, siz kukla kelimesinekızdınız...- Hayır ona kızmadım. Kuklaolduğumu biliyorum!Halit Bey hep aynı soğukkanlılıkla:


- Çok acayip insansınız, diyordu.İş arkadaşlığının ne olduğunubilmiyorsunuz. Bütün ömrünüzceyalnız yaşadığınız ne kadar belli! Hiçcemiyet hayatına alışmamışsınız!Ancak insana alışmamış olanlarbaşkalarının hürriyetine karışabilir!Hem aleyhinizde yazmayacaklar,hem de ölçülü şekildemethedecekler... Ne âlâ şey!Bulursanız bana da gönderinböylesini... Hayır azizim, herkesinhürriyeti var!Pek haksız da değildi. Lehimdeyazılan şeyler hoşuma gidiyordu.


Benim kızdığım şey, kendimin deinanmayacağım mübalâğalardı.Doktor Ramiz’in makalesinden sonrabir gazetecinin karımla yaptığıröportaj çıktı. Ve bu sonuncusuhepsini bastırdı. Pakize şahsımakarşı, on seneyi geçenalâkasızlığını, beni küçük görmesini,ihmallerini, hulâsa evlendiğimizdenberi yaptığı bütün haksızlıkları yirmidakikalık bir konuşmada ödemeğekarar vermiş gibi, beni durmadanövüyordu. Fakat Pakize saatle,psikanalizle, yüksek bilgi ile alâkasıolan insan değildi. O modern


kadındı. Sinemayı seviyordu.Kâinata beyaz perdeden bakıyordu.Binaenaleyh ister istemez onun gözüile ben de değişecek, sinemaolacaktım.Karım kocasını çok seviyordu.Esasen çocukluğumuzdan berisevişmiştik. Benim bir yığın talihsizlikyüzünden Emine ile evlenmemüzerine o da ilk kocasıyla evlenmişti.Fakat hiçbir zaman beniunutmamıştı, ne de ben onu... Zatenilk evlenmemden bir gün evvelkendisiyle konuşmuş, bu iştekizaruretleri anlatmıştım. Birinci karım


çok iyi kadındı. Fakat benianlayacak seviyede değildi. Onuniçin hayatta muvaffak olamamış,kendimi tanıyamamıştım. Onunölümü üzerine Pakize de kocasındanayrılmış, gelmiş, beni bulmuştu.Çünkü ben bütün büyük adamlar gibikadın meselesinde, çekingen,mağrur ve tabiatıyla dalgındım. İşteondan sonra, Pakize’nin sayesindeasıl çalışma devrem başlamıştı.“Kendisini işine tam vermek içinmemuriyetini bile bıraktı... Yedi,sekiz sene ailemden kalan öteberiylegeçindik. Neyimiz varsa hepsi sarf


oldu...” Ama Pakize şikâyetçi değildi.Esasen o, büyük bir adamın karısıolmanın ne gibi fedakârlıklar icapettirdiğini biliyordu. Hususî hayatımmı? Tabiî biraz dalgındım. Fakatkendimi büsbütün işe kaptırmadığımzamanlar neşeliydim. İyi atabinerdim, güzel yüzerdim, tenisoynardım. “Biraz kumarı severdiama, hatırım için vazgeçti!” Kadıntuvaletinden hakikî zarafetten çok iyianlıyordum. Küçük baldızımıntuvaletleri hep benim tavsiyemleyapılmıştı. Saatten başka sevdiğimşeyler mi? Tabiî musikîyi


seviyordum. Hem alaturka, hemalafrangasını. Güzel piyano ve banjoçalardım. Büyük baldızım bütünmuvaffakiyetini bana borçluydu. “A,bilmiyor musunuz?..Ablam BillurÇağlayan Gazinosu’nda her akşamsöyler... On bir buçukta gidersenizeğer, dinlersizin...” Evde çolukçocuğumla sohbetten hoşlanırdım.Sabah kahvaltılarında meyva suyuiçerdim. Bir huyum vardı, sık sıkâşık olurdum. Fakat karım bunu hoşgörüyordu. “Onun seviyesinde olanbir insan için...” “Zaten kadın kısmınıbilirsiniz, rahat bırakmazlar ki...”


Kendisine gelince, vaktiyle dansözolmak istemişti ama... “İnsan, Hayrigibi bir erkekle evlenince kendisiniseve seve feda etmeye alışıyor.”<strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong> Enstitüsüaçılmadan evvel, yani tam kurulacağısıralarda iki teklif almıştım. BirisiHollyvvood’dan... “Evet, evet,Hollywood’dan... Bir şark filmi için...”Öbürü de büyük bir saatfabrikasından...İsviçrefabrikalarından biri. İsminisöyleyemeyecekti. O kadar ev işinedüşkündü ki bu gibi şeyleribirdenbire unuturdu. “Zaten artist


olarak başladı. Biz ailece artistiz.Gençliğinde tiyatroda çalıştı. Sonzamanlarda bir filmde de rolü vardı!”Filhakika işsizliğini sıralarında ikidefa figüranlık yapmıştım. Sevdiğimyemekler mi? “Haşlanmış sebze,ızgara gibi şeyler...” Karıma göreyemeyi severdim ama, perhize çokriayet ederdim. En büyük kusurumda kendimi ihmal etmemdi! Anlaşılaneğlence ile pek başım hoşolmayacaktı ki geceleri pekçıkmazdık, nadiren sinemayagiderdik. Konuşmanın bundansonrası sevdiğim artistlerin adları idi.


Kısacası hangi mahkemeye vehâkime gidersem gideyim, eğerikimizi birden deli diye tımarhaneye,yahut yalancı diye hapishaneyetıkmazsa, yirmi dakika içindeayrılmamıza karar verebileceği birröportajdı bu! İler tutar bir yerimyoktu. “Geceleri çalışır... Sabahadoğru, yarım saat kadar ancakuyur...” Ama bu sadece büyük mesaizamanlarında böyleydi. Bazen deyirmi dört saat uyurdum. Bilmemniçin, çırçıplak döşemenin üstündeyatmaktanhoşlanırdım.Romatizmalarım ata binmeğe şimdi


müsaade etmediği için sadecejimnastik yapıyordum. Akrabamdançok zulüm görmüştüm. Fakat Pakizebunların üzerinde durmuyordu.Bilhassa halamdan bahsetmekistemediğini açıkça söylüyordu.“Hayri onları çoktan affetti...”Mülâkatı sabahleyin dairede HalitAyarcı bana kendisi okudu.Hiddetime hiç aldırmıyor, hercümlede bir kahkaha savuruyordu.- Harika... diyordu, harika...Bundan daha mükemmel bir mülakatolamaz. îlk işim bir gazete çıkarmakolacak karınızın idaresinde... Çay


Saati. Adı Çay Saati olacak... Buistidat böyle bırakılır mı hiç? Sizinasıl anlamış! Tam olduğunuz gibi...- Beni kepaze ediyor, desenizdaha doğru olur. Neremi anlamış!Baştan aşağı zevzeklik, herkese reziloldum.Halit Ayarcı’nın yüzü birdenbiredeğişti, ciddileşti:- Sizi ıslah ediyor, tanzim ediyor,sevebileceği şekle sokuyor... Niçinters tarafından alıyorsunuz hep?Bütün bunları da sizi sevdiği içinyapıyor. Size hakikî çehreniziveriyor.


- Baştan aşağı yalan vehamakat!..-Siz öyle zannedin. Herkesçıldıracak... Meselâ şu cümle:“Ayakkabılarımı kendisi giydirir. Buen sevdiği şeydir!”- Doğru dürüst ayakkabısı bileyok!- Olmadıysa kabahat sizin! Böylekadının kocası olan adam herşeyden evvel onun rahatım vesaadetini düşünür. Yarın yarımdüzine ayakkabı alın! Sonra buİsviçre seyahati! “Kocam hiç seyahatetmedi! Yalnız geçen yaz beni


İsviçre’ye, kendisini davet edenfabrikaya misafir gönderdi. Doğrusuhoşuma gitti... Seyahati seviyorumama, ne yapayım, kocamı yalnızbırakamam...” Niçin seyahatisevmiyorsunuz Hayri Bey? Hakikatensevmiyorsanız çok yazık. Belkivapur, şimendifer dokunuyor...Halbuki ata biniyorsunuz!Ayağa kalktım:- Bu kadın deli ve budala... dedim.Üstelik yalan söylüyor.Çocukluğumuzda nasıl sevişebiliriz kibenden tam on altı yaş küçük...- Ufak bir tarih hatası... Hepimiz


yaparız! Ne çıkar sanki? Farz et kibaştan aşağı doğru olmuş olsaydı,pek mi kazanırdınız? Kardayürümekten hoşlanmazsınız farzedelim, bunu herkesin bilmesi size nekazandırır?O da ayağa kalktı ve omuzumuyakaladı:- Değişiyorsunuz Hayri Bey,değişiyorsunuz... Asıl memnunolacağınız şey bu... Yeni hayat, yeniinsan... Tekrar doğamayacağınızagöre bundan başka çareniz yoktur...Ben sizin yerinizde olsam bugündenitibaren karımın istediği adam


olmağa çalışırdım. Bu röportajı birprogram gibi alın... Ve maddemadde tatbik edin!- Yani döşemede ve çırçıplakyatayım, öyle mi?Halit Ayarcı eli çenesindedüşündü:- Burada zannediyorum ufak birhata var, yani nasıl söyleyeyimküçük bir fantazi! Ondan vazgeçin!- Banjo çalayım, Amerikanşarkıları söyleyeyim!- Niçin olmasın? Bende bir tanevar. Amerika’da iken almıştım. Buakşam size gönderirim. Daha


doğrusu kendim getiririm.Çalışırsınız. Hiç de fena olmaz!Sesiniz güzel... Derhal başlayın!Acemaşiran’dan bıkmadınız mı?İçinizde hiç başka şeylerin dâüssılasıyok mu?Ben hiç cevap vermeden telefonuaçtım. Fakat mâni oldu.- Hayır, dedi, dönemezsiniz artık.Olanın üzerinde ısrar etmeyin. Sonrabu kadar iyi düşünceli bir kadınıüzmek doğru değil... Bakın sizi nasılseviyor. Sizce yapılacak şey busevgiye lâyık olmaktır.Bu ara Zehra odaya girdi. Bir


elinde gazete boynuma sarıldı:- Ah babacağım! diyordu, benzaten biliyordum böyle bir insanolduğunu senin! Ama, işte bizdengizliyordun... İmkânı var mıydı başkatürlü olmasının? Allah annemden razıolsun...Halit Ayarcı kızıma dikkatle vegülümseyerek baktı.- Siz de benim gibidüşünüyorsunuz... dedi. Annenizharika bir insan! Ben çoktan beri bukadar güzel bir şey okumadım!Bir kelime ile, çıldıracaktım.Daha o gün ikindiye doğru bu


harika mülâkatın ilk neticesiylekarşılaştık. Halit Ayarcı’nınodasında, kendisi, Doktor Ramiz,Yangeldi Asaf Bey, ben, oturmuşkonuşuyorduk. Daha doğrusu HalitAyarcı Bey bazı mukavemetlerimyüzünden bana hücum ediyor,Doktor Ramiz onun konuşmasıylaçıktığı düz caddede -her zamanyaptığı gibi- arabayı doludizginsürüyordu. Artık sadece <strong>Ahmet</strong>Zamanî Efendi mevzubahis değildi.Ayrıca karımın sabahleyingazetelerde çıkan mülâkatıkarşısındaki tavrım da bir cürüm


olmuştu.Doktor Ramiz’e göre ben bütünkabiliyetlerimi inkâr eden, asrına gözyummakta inat eden, bu yüzdendünyasını küçülttüğü için etrafınakarşı olan vazifelerinde bir yığınkusuru olan adamdım.- Başkaları seni olduğu gibigörüyor da, sen kendinigöremiyorsun! Birtakım miskincekorkularda hapsoluyorsun. Butahammül edilir iş mi?Ona göre <strong>Ahmet</strong> ZamanîEfendinin mevcut olmasındakitereddütlerimle karımın anlattığı


anjo çalan ve ata binen adamoluşumu kabul etmeyişim hep aynışeylerdi.- Karın seni bize dünyanın enmodern adamı diye takdim ediyor.Sen hâlâ şüpheci vaziyetlertakınıyor, her şeyi inkâr ediyorsun!- Karım delidir, evlendiğimgünlerde beni bir akşam evvelgördüğü filmin artistleri zanneder,sabahleyin yataktan kalkınca BağdatHırsızı filminde giydiği İncili terlikleriniarardı. Bunu sen de biliyorsun!Doktor Ramiz bir an afallar gibioldu. Fakat Halit Ayarcı aldırmadı:


-Tabiî! Karın deli, ben yalancı vemadrabaz... Peki kızına ne dersin?Zehra Hanıma?...- Zehra işin alayında... Dahaevvelki gece, “Hayatımdan çokmemnunum... Kendimi bir operet,yahut vodvilde sanıyorum... Yaşamadenen şeyin tadını almağabaşladım!” diyordu.Doktor Ramiz,- Gördün mü? dedi. Demek kiartist ruhlu olduğunuzu o da kabulediyor. Zaten bu sabah kendisisöylemiş. Baba, sen busun, demiş!Halit Ayarcı bana iyice dargın,


artık yalnız onunla konuşuyordu:- Bırak canım, o şüpheleriyle,inatlarıyla övünsün dursun... Hayatyürüyor. Bir gün kervanın dışındakalınca anlar! Bu dünyada yeni diyebir şey var! Onu inkâr edenin vayhâline! Zorla değiştiremeyiz ya!Sağduyusu kendine mübarek olsun!Biz canlı hayatın peşindeyiz!Doktor Ramiz birdenbire dahamüşfik oldu:- Ben kabiliyetlerini bildiğim içinacıyorum. Konuşmam, zorlamamhep bu yüzden... Yoksa bana ne?- Ben ona da acımıyorum. Yalnız


müessesemizi düşünüyorum!Yangeldi Asaf Bey uykusundansilkindi, avucunu sinek avlar gibibirden havaya uzattı:- Ben de onu düşünüyorum. Yazınbir frijider alacağız değil mi? Bir devantilatör...Halit Ayarcı gülmemek içindudağını kıstı.- İnanmayan bir adamla çalışmakdünyanın en güç işidir.Artık bunalmıştım.- Bütün dediklerinizi yapıyorum.Bu yetişmez mi? İnanmağa ne lüzumvar?


- Hiçbir şey yapmayın, yalnızinanın, bize bu yeter...Halit Ayarcı bu sefer gerçektenhiddetliydi:- Çünkü bana evvelâ inanç lâzım.Saf kalbe bu işin doğruluğunainanç... Siz çürümüş insansınız...Eski ruhsunuz! Hayata inanmayaninsanla çalışılmaz. Daha <strong>Ahmet</strong>Zamanî’nin mevcudiyetini bile kabuletmediniz...- İyi ama, yok bu adam... Yok.Tarihlerde yok! Bana tek bir kâğıtgösterin, sadece bir isim gösterin,yeter.


Doktor Ramiz.- Eski moda laflar... diyordu.Tarih, günün emrindedir. Ben sanayüz meselede yüzlerce kâğıtgösteririm ki yalandır, bundan neçıkar? Mevcut olmasa adınıbilmezdiniz, ondan konuşmazdınız...Bütün mesele şuradan geliyor:Kendinizi zamanınızdan üstüngörüyorsunuz... Entellektüel gururu.Ben bütün hakikatleri bilirim, demekistiyorsunuz! Hayır, azizim, öyle birşey olamaz. Bir insan bütünhakikatleri bilmez, bilemez...Birdenbire kapının önünde kopan


ir gürültü, bana vermeğehazırlandığım cevabı unutturdu. İlkönce Derviş Ağanın sesi geldi.Adamcağız,- Olmaz hanımefendi, sormadanolmaz! Resmî toplantı var! diyeçırpınıyordu.Dik bir ses ona cevap verdi:- Ben bilirim onların toplantısını...Çekil bakayım oradan!Derviş Ağa galiba bir şeyler dahasöylemek istedi.- Çekil diyorum sana herif...Artık şüphe edemezdim, halamınsesiydi. Yirmi dört yılın arasından


onu tanımıştım. Olduğum yerdebüzüldüm. Hiçbir kurtuluş imkânıyoktu.Birdenbire kapı ardına kadaraçıldı. Halam, bir elinde başınınüstünde salladığı şemsiyesi,öbüründe bir yığın gazete ve bavulkadar büyük bir çanta, beyazsaçlarının üzerine kondurduğu siyah,büyük tüylü, bir kartal kadarazametli şapka, bir fırtına gibi içeriyegirdi. Merkezefendi mezarlığındandönüşü kadar garip, şaşırtıcı bir hâlivardı. Makyajlı yüzü hiddetten altüsttü. Pudra ve sürmelerinin


arasından gözleri şimşek gibiparlıyordu.Bileklerinde,parmaklarında,boynunda,kulaklarında bir yığın mücevhervardı. Sırtında yeldirmeye benzeyenbej rengi pardösüsüyle yürürkendaha ziyade uçuyora benziyordu.Fırsat bulsaydım kahkahadançıldırabilirdim. Hepimiz ayağakalkmıştık. Yalnız Halit Bey olduğuyerde sakin, “Bu da nedir?” der gibiona bakıyordu.- Toplantı varmış ha?.. Netoplantısıymış o bakayım?..Sonra birdenbire beni gördü.


- Seni mendebur seni, sünepeherif seni... Yaptıklarınyetişmiyormuş gibi bir de gazetelereakrabam diye adımı geçirlisin ha!..Ben yana fırladığım için ilk darbeAsaf Beyin omuzuna geldi. İkincisiHalit Ayarcı’nın masasına indi. Vekocaman kristalle beraber şemsiyede kırıldı.- Seni arsız, hayâsız,dolandırıcı... O şıllık karın demekbeni affediyor ha!- Aman halacığım... Allahaşkına,diyemeden kırık şemsiyenin diptarafı burnuma indi.


Dudaklarımın üstüne doğru sıcakbir şeyin aktığını duydum. Ellerimleyokladım, kandı.- Oh olsun... Dur bakalım, dahaneler yapacağım sana...Tam üzerime doğru atılmak üzereiken yorgunluktan, yahut da kanıgörmesi asabını bozduğu için olduğuyerde durdu. Nerdeyse düşecekmişgibi bütün vücudu titriyordu.İşte o zaman Halit Ayarcı yavaşçayerinden kalktı. Hemen o andagelmiş bir misafiri ağırlar gibisükûnetle masanın etrafını dolaştı.Halamın omuzlarından tutarak onu


masanın tam yanı başındaki büyükkoltuğa oturttu. Elindeki çantayı,gazeteleri camı kırılan masanınüstüne koydu.- Zannederim ki ZarifeHanımefendi ile teşerrüf ediyorum...dedi.Halamın yüzü bembeyazdı. Fakathiddeti hâlâ geçmemişti. Ağzı köpüreköpüre:- Evet, dedi, Zarife Hanım... Bumendeburun halasıyım!Halit Ayarcı aynı soğukkanlılıklave aynı tebessümle:- Bendeniz Halit Ayarcı’yım! Bu


müessesenin müdürü...Bu kadarı halamı yenidençıldırtmağa kâfiydi.- Demek ki bu dolandırıcıların birde müdürü var ha!.. Ne yaparmış bumüessese bakayım?Bana doğru dik dik bakarak ilâveetti:- Elbette! Bu sünepenin nehaddine böyle şeyler yapmak!..Sonra tekrar Halit Ayarcı’yadöndü:- Babası olan herif de böyleydi...Şunun bunun peşinden gitmektenbaşka elinden bir şey gelmezdi.


Tabiî, öyle ya, birisi kurmadanhareket eder mi? Ata binermişbeyim, tenis oynarmış! Eşekle atıbirbirinden fark etmezsin sen! Bir debenim adımı gazetelere geçirirsiniz!Ne zamandır beni affedecek adamoldu karın?..Sonra tekrar Halit Ayarcı’yadöndü:- Ama siz, bir insan evlâdınabenzersiniz, nasıl girdiniz bumendeburla bu işe?...Halit Ayarcı hiç istifinibozmuyordu:- Resmî bir müessesenin


aleyhinde bulunuyorsunuz! Çokyazık! Halbuki biz de buradakendimize göre hizmet ediyoruz.- Hizmet mi? Neymiş o hizmetbakayım?<strong>Saatleri</strong>ayarlayacakmışsınız öyle mi? Benyutar mıyım bunu? Benim adımKefen Yırtan Zarife’dir. Öyle laflaragelmem...Birdenbire durdu, etrafına bakındı:- Bana ne sizin işlerinizden? dedi.Vaktiyle uğraşırdım böyle şeylerle.Fakat şimdi vazgeçtim. Ben burayakarısı beni affettiğini gazetelereyazan herifi görmeğe geldim. Daha


urnunun üstündeki iki damla kanısilmesini bilmiyor, şuna bakın! Bir debüyük büyük laflar...Ben yavaşça cebimdençıkardığım mendilimle yüzümüsildim. Önünden geçmem lâzımgelmeseydi derhal dışarıya fırlardım.Halit Ayarcı zili çaldı. Hiçtanımadığımız bir Derviş Ağa içeriyegirdi. Alnı şiş içinde, yakası yırtıktı.Halamdan mümkün mertebe uzakbulunmak için odanın ta öbürucundan dolaştı.- Ne emredersiniz hanımefendi,kahve, çay...


- Bir kahve! dedi. Tiryaki işi olsun.Doktorlar yirmi senedir yasak etti,ama ben yine içiyorum. Ama bupasaklı herif yapacaksa, vazgeçin!- Derviş Ağa çok iyi kahve pişirir.Memnun kalacaksınız! Biz de isterizDerviş Ağa.Sonra Derviş Ağa çıkarken ilâveetti:- Amma daha evvel, bir sepet, birşey getir de şu camları kaldır! Birisigelirse mahçup olmayalım!Ve bizzat kendisi şemsiyeninparçasını masanın altına attı.- Ne olsa resmî daire,


hanımefendi!Halam bayağı müteessir olmuştu.- Ben buraya gelmezdim, ammaeski evde bulamadım! Çıkmışlar.Adresi de bilen yok. İster istemezgeldim.Halit Bey en tatlı tebesümüyle onuteselli etti:- Zarar yok efendim, zarar yok...Aile arasında olağan şeylerdirbunlar. Zaten siz gelmeseydiniz, bizsize geliyorduk!- Bana mı? Ne münasebet?- Tabiî size! diye cevap verdi.Şimdi konuşuyorduk. Bakınız


anlatayım: <strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü’nün çalışmalarınıdestekleyecek halk arasındafikirlerini yayacak, hattâ bunlar içinneşriyat yapacak bir cemiyeteihtiyacımız var. Onun için bir “SaatSevenler Cemiyeti” tesisine çoktankarar vermiştik. Bugün bu cemiyetinmüessisler heyeti üzerindekonuşuyorduk. Toplantımız bununiçindi.Arkadaşlarla ben bu cemiyetindaha ziyade kadınlar arasında azabulmasını istiyorduk. Reisi debilhassa bir kadın, ve muhterem bir


hanımefendi, olmalıydı... Sabahtanberi düşünüyoruz, münasip, şahsiyetsahibi birini hatırlayamadık. NihayetHayri Bey, “Halam bu iş için enelverişli insandır. Evvelâ baştanaşağı şahsiyettir. Bir orduyu bileidare eder. Tecrübe sahibi insandır.Sonra da muhitinde çok sevilir. Yazıkki bana dargındır. Ben teklifedemem! Ricaya gitsem kovar!”diyordu. Bunun üzerine ben hepbirden size müracaat etmeyi teklifettim. İşte tam o esnada siz teşrifettiniz... Eğer reisliği kabulediyorsanız, lütfen yerime buyurun!


Halam bir müddet Halit Ayarcı’ya,sonra da onun yanı başında ayaktadurduğu boş koltuğa baktı. İlk defadans edecek bir kız gibi şaşkın vearzu ile dolu idi:- Bilmem yapabilir miyim? Hele buyaşta...Halit Ayarcı gülümsedi:- Hiç yapmaz olur musunuz? Kaldıki sizi iş başında gördük!Halam bana dik dik baktıktansonra:- Bu daha bir şey değil! dedi. Helebir karısı elime geçsin!Halit Ayarcı rahat bir kahkaha attı:


- Bu işte Pakize Hanımın kabahatiolamaz... Eminim! Görseniz pekseversiniz. O cins kadın değil. Bunlarröportajı yapanın ilâvesi olacak. Birşey karışmış her hâlde. Görmedinizmi? diyordu, resimlerin çoğu HayriBeyin değil!Hakikaten röportajdaki resimlerinbirçoğu benim değildi. Beni atüstünde gösteren resim aşikârşekilde bir İngiliz manzarasınınortasında idi. Kütüphanem diyetanıtılan yeri bütün ömrümcegörmemiştim, göremezdim. Saatkolleksiyonum hayalimden bile


geçemezdi.Bir sükût dakikası oldu. SonraHalit Ayarcı yerinden kalktı, halama:- Kabul buyurursanız, şöyle geçinde içtimaa başlayalım! dedi.Halam hiç ses çıkarmadanyerinden kalktı ve masanın başınageçti. Halit Bey yandaki sandalyeyeoturdu.- Müsaade buyurursanız DoktorRamiz toplantımızın kâtipliğiniyapsın!Doktor Ramiz bir bloknotlamasanın yan tarafında yerini aldı.Halam âdeta kadınca şikâyete


aşladı:- Bu işler hep böyle olur, hepbenim üstüme yıkılır. Bununladördüncü cemiyetin reisliği olacak.Daha İttihat ve Terakkî zamanındanberi bu böyle gidiyor.Mamafih Halit Ayarcı hiç vakitkaybetmiyordu. İlk iş kurucularmeclisinin azalarını bulmaktı.Halamın bu husustaki fikrini sordu.- Benimle Hayri Bey, bir de Doktorbulunacağız... Gerisi kadın olmasılazım...Halam bu fikri beğenmiyordu.Bizim Saat Sevenler Cemiyet’inde


ulunmamız belki yerinde idi, böylecemiyetlerde reise yardım edecekgenç ve sempatik bir iki erkeğin debulunmasını istiyordu. Halit Bey ŞairEkrem Beyi tavsiye etti. Ondansonra kadın aza üzerindedüşünmeye başladık. Halam birkaçisim söyledi. Halit Bey SabriyeHanımla Nevzat Hanımı teklif etti.Zarife Hanım birincisini kabul ediyor,fakat İkincisini istemiyordu.- Sabriye hoş kız! diyordu. Kulağıdelik. Konuşmasını bilir. Ötekini neyapayım! Mızmızın biri.Sonra kendiliğinden Selma


Hanımın ismini ortaya attı. Böyleceon on iki isim kaydettikten sonraertesi hafta kendi evinde buluşmaküzere toplantıya son verildi.Tamçıkacağı sırada kapı açıldı ve kızımZehra içeriye girdi. Halit Bey halama:- Tanıdınız mı? diye sordu.Yeğeninizin kızı...Halam yine düşman düşman banabaktıktan sonra Zehra’ya bir iki tatlıkelime söyledi. Hâline bakılırsaakraba görmek hiç hoşunagitmiyordu. Bununla beraber kızımodadan çıktıktan sonra bir müddetarkasından düşünceli düşünceli


aktı. Sonra bana döndü:- Bu herhâlde öbüründen olacak,şu hani seni anlamayan karından...Bu yeni şıllıkla alâkası olamaz...dedi.Bir hafta sonraki içtimada SaatSevenler Cemiyeti’nin nizamnamesihazırlandı. İki hafta sonra cemiyetinresmî formaliteleri bitmiş, her şeydüzenlenmişti. Bu arada Halit Bey birgün bana:- Halanızla mutabık kaldık...Hürriyet Tepesi’ndeki arsayıenstitüye hediye etti. Yeni binamızorada yapılacak! haberini verdi.


Birkaç gün sonra da Suadiye’ninüstlerinde bir başka, daha büyükçearazinin yine halam tarafından<strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong> EnstitüsüKooperatifi’ne bedeli taksitleödenmek şartıyla devredildiğiniöğrendim. Halit Beyin bunu banahaber verdiği gün neşesi pekyerindeydi.- Nasıl? dedi. Bir daha karınızakızar mısınız? Pakize Hanım gibiakıllı bir kadın... Dün, halanızdagördüm, bilemezsiniz nasılsevişiyorlar. “Cemiyetin idare meclisiazalığına seçilmezse ben de


çekilirim” diyordu.Pakize bunları bana anlatmıştı.Zehra ise onun evinden artıkçıkmıyordu.- Güzel... dedim, çok güzel. Hepsiiyi. Yalnız ben anlamıyorum!Anlayamayacağım da...- Hayır, dedi, anlamıyorsunuz veanlamaya da çalışmıyorsunuz...Mamafih ehemmiyeti yok! Siz kitabıbitirin.


VHalit Ayarcı’nın, halamın enstitüyeo kadar gazapla geldiği gününakşamı, bana uşağı ile gönderdiğibanjo, çalışma odamda asılıduruyor. Ara sıra ona bakar ve birzamanlar hayat yolunda ne kadaracemi olduğumu acı acı düşünürüm.Rahmetli velinimeti bu kadar üzmelimiydim? Şurası var ki bazı insanlar,hakikatin ışığı kendilerinde mevcut


olarak doğuyorlar. Ben ise, tamzıddı idim. Meselâ halam bile benimgibi değildi. O yaşta ve o kadartecrübeden sonra, daha iki saatlik birkonuşmanın veya kavganın sonunda,gözümün önünde Halit Ayarcı’nınsözlerini kabul etmiş, ne olduğunubilmediği bir cemiyetin reisi olmağarazı olmuş, bize evini açmıştı. Benise her şeyi Halit Beyden beklediğimhâlde onu kırmaktan çekinmiyor,onunla devamlı kavga ediyordum.Kapıyı açıp da uşağın elinde buacayip çalgıyı görür görmezhiddetten az kalsın çıldıracaktım.


Hele içeriye getirip kanepeninüzerine koyduğum zaman Pakize’ninve Zehra’nın sevinçleri, hattâkarımın, “Çalsana şunu!” diye ısrarıbeni büsbütün çileden çıkarttı. DahaPakize ile mülâkat üzerinekonuşmamış, bu kepazeliği niçinyaptığını ona sormamıştım. Böylebir konuşmanın beni nerelere kadargötürebileceğini bilmiyordum. Fakatkarım hiç oralarda değildi. Birhamlede yedi çocuk birdendoğurmuş bir dişi kedi gibi yaptığıişten memnun, bütün uzviyetindensevinç aka aka etrafımda


dolaşıyordu. Onun bu şuursuzluğunugördükçe kafam büsbütün atıyordu.Bu hiddete Zehra’nın küçük birmüdahalesi son verdi:- Baba, dedi, bugün kimi gördüm,biliyor musunuz? Topal İsmail’i.Dairenin hemen kapısının önündegibi bir şey... Birdenbire benigörünce nasıl şaşırdı! Benzi kül gibioldu. Sonra uzun bir ıslık çaldı, koşakoşa gitti. Meğer ne kadar çirkinmiş!Az kalsın onunla evlenecektim. Allahgöstermesin, ne yapardım o biçareile?..Hiddetim birdenbire söndü. Tam o


esnada Pakize:- Bana hâlâ teşekkür etmedinHayri! dedi. Halit Bey bana, dünyadasen kocanı anlayamazsın! Onunkadar mühim adamı anlayabilir misinhiç? demişti. Hattâ bahis biletutuştuk. Amma kazandım.Sabahleyin telefonda beni nasıltebrik etti bilsen!Demek iş böyle olmuştu. Bunu daHalit Ayarcı düşünmüş, Pakize’yikışkırtmış, beni dosta düşmanagülünç etmişti. Karıma teşekkürettim:- Fevkalâde... dedim, yalnız


döşemede çıplak yatmam neredenaklına geldi? Başka bir şeyuyduramaz miydin? Bilirsin ki bentakkesiz, hırkasız bile yatamam!Karım son derece mahcup ilâveetti:- Hamak kelimesini unutmuştum,dedi. Halit Bey senin bütüngençliğinde hep hamakta uyuduğunusöylüyordu. Fakat kelime bir türlüaklıma gelmedi.Bu ehemmiyetsiz teferruatıböylece hallettikten sonra banatekrar velinimetin hediyesini uzattı:- Haydi çal biraz n’olursun!


diyordu.Sazı elime alıp şurasına burasınadokundum. Maksadım bilmediğimigöstermekti. Fakat Pakize’ninyüzüne bakınca büsbütün şaşırdım.Yedi kat göklerde imiş gibi mesuttu.Neredeyse gözünden yaşlarakacaktı. Fakat Zehra ortadankaybolmuştu. <strong>Ahmet</strong> ise hiçgörünmüyordu,odasındaçalışıyordu. Yemekte bu bahisleretekrar dönmedik!Yatmadan evvel bir ara Zehra’yıgördüm:- Nasıl, dedim, banjomu beğendin


mi?Zehra, büyük gözlerini üzerimedikti:- Başka çaremiz var mıydı baba?diye sordu. Yalnız <strong>Ahmet</strong> beni çokdüşündürüyor, diye ilâve etti.Fakat ben <strong>Ahmet</strong>’idüşünmüyordum:- Topal İsmail’i hakikaten gördünmü? dedim.- Hayır, fakat hâliniz o kadaracayipti ki, bir şey söyleyip önlememlâzımdı. Aklıma o geldi.Sonra ceketimin düğmesini tuttu.Gözleri gözlerimin içinde:


- Fena mı yaptım? dedi. Beyhudeyere kavga edecektin! Ben kavgadanbıktım artık. Bütün çocukluğumkavga, dırıltı içinde geçti. Bilmezsinneler çektim! Bağıran insan sesi beniöyle korkutuyor ki... Hele hiddetindeğiştirdiği insan yüzü! Öylekendinden çıkıyor, öyle katılaşıyor kiinsan... Dünyada bundan kötü,iğrenç bir şey olamaz.- Ama sen de ara sırakızıyorsun... dedim.- Şimdi değil artık! Şimdi rahatım.Ben etrafımı sevmezsem rahatedemiyorum. Her şey içimde alt üst


oluyor sanki...Zehra’nın konuşkan zamanıydı.Her genç kız gibi o da kendisinianlatmak istiyordu. Söylediklerindene kadar yalan vardı, bilmiyorum.Fakat bana açılması hoşumagidiyordu.- Hem biz kavga edemeyiz! dedi.Sen de öylesin... Kendisinden başkaherkesi haklı bulan insan kavga edermi hiç?..- Neler söylüyorsun kızım sen?- Öyle değil mi? dedi. Öyle değilmisiniz? Hiçbir kabahatim olmasa,hayatlarına karışmış olmayı kendime


affedemiyorum!- Bari şimdi memnun musun?.,diye sordum.Birdenbire yüzü güldü.- Tabiî! dedi. Bir kere üst üstedeğiliz artık! Herkesin bir hayatı var.Sonra bu işler de tuhafıma gidiyor.Hep sonu n’olacak? diye bakıyorum!Başka bir şey daha var, herkes okadar değişti ki, etrafımda...Doğru söylüyordu. Herkesdeğişmişti.- Yalnız <strong>Ahmet</strong> değişmedi. O hepkapalı, hep ciddî. Sizden gizli bir şeyyaptık. <strong>Ahmet</strong> devlet imtihanlarına


girdi. Kazandı.Demek bu idi. Bir aydır eviniçindeki sır havasının sebebi bu idi.- Niye bana haber vermediniz?Fena bir şey değil ki...- Her şey olup bitince söylemekistiyordu. Muvaffak olamazsagizleyecektik.Acaba anneleri sağ olsaydıbirbirini bu kadar severler miydi?diye düşündüm.- Darılmadın ya...Çocuklarımın bana karşı hâlâsaygı ve sevgi göstermelerineşaşıyordum. <strong>Ahmet</strong> bile beni açıktan


açığa üzmek istemiyordu. Buşüphesiz Emine’den gelen birtaraflarıydı. Birdenbire içimdekorkunç bir yara sızladı. Oyaşasaydı bunların hiçbiri olmazdı.Birbirine alışmış, birbirini tanıyan ikiaraba atı gibi hayat yükünü hep yanyana, birbirimizi gözeterek taşımakne iyi olacaktı. Gözümün önündeeski evimizin taşlığında benim AdlîTıptan döndüğüm günkü sevincicanlandı.Gece geç vakte kadar oturmaodasında tek başıma, neyapacağımı bilmeden vakit geçirdim.


Bir türlü içeri gitmek istemiyordum.Emine’nin hâtırası içimde o kadarkuvvetliydi ki, hattâ uyurken bilePakize’yi görmeğe tahammüledemeyecektim. Bunun da ayrıca birhaksızlık olduğunu biliyordum.O akşam hava çok ağırdı, Saatbir buçuğa doğru gök gürültüsü,şimşek başladı. Odanın perdeleribirbiri ardınca bir tiyatro dekoru gibiyeşil ışıklarda kaybolup, sonratekrar eski yerlerine geliyordu. Sonraşiddetli bir yağmur boşandı. Pakizegök gürültüsünden korkardı.İstemeye istemeye yatak odasına


girdim ve yanma uzandım. Beniyanında hissedince birdenbireuyandı. Dünyanın en şefkatli sesisandığı bir sesle, nazlana nazlana,- Yine bu vakitlere kadar çalıştın,değil mi? Hayri, sen hiç kendineacımıyorsun! diye mırıldandı.Radyoda kadın sesiyle yapılan oreklâm özentileri bile bu kadar soğukolamazdı. İlk önce alay ediyorsandım. Keşke öyle olsaydı. Hayır,ciddî idi. Halbuki çalışmadığımı,çalışacak bir şeyim olmadığınıbiliyordu. Sadece aklı başında, iyiniyetli, kocasının sıhhatine dikkat


eden kadın rolünde idi. Boynumauzattığı kolunun altında bütünvücudum buz kesilmişti. Kurulmuş birsaatten, bir otomattan ne farkı vardısanki bunun? O zaman tekrar işebaşladığımdan beri etrafımda hergün biraz daha artan dikkati, itinayıhatırladım. Hakikatte altı aydan beribir buz dolabında yaşıyor gibiydim.Pakize’nin sadece uzvî iştihalarıylabeni hatırladığı, bana geldiği, onundışında beni sünepe pısırık, tembel,budala, beceriksiz bulduğu günlereneredeyse hasret çekecektim. Hiçolmazsa o zamanlar kendisiydi.


İlk önce tekrar yataktan fırlamakistedim. Fakat bu sefer tamuyanacak ve konuşmağabaşlayacaktı. En iyisi hiçkıpırdamadan olduğum yerdekalmaktı. Her temastan bir parçakaçarak büzüle büzüle âdeta duvarayapıştım ve oradan, gözlerim açık,sağanağın uğultusunu dinleye dinleyesabahı beklemeğe başladım. Hiçdurmadan kendi kendime,“Ahmakmı, yalancı mı?” diye soruyordum.Hem ahmak, hem yalancıydı. Belkide ahmak olduğu için yalancıydı.Belki de daha korkunç bir şeydi.


Sadece şahsiyeti yoktu. Ara sırasağanak hafifliyor, o zamannefeslerini işitiyordum: “Hiç olmazsarüyasında biraz kendisi olsa!” Bir arayavaşça doğruldum ve yüzünebaktım. Hafif açık dudaklarıgülümsüyor gibiydi. Yüzü bazıuçanlarda olduğu gibi iyice içinedoğru çekilmişti. İnsanın düpedüzyokluğu idi bu! Bununla beraber,kapalı gözleriyle, yarı açıkdudağıyla, belirsiz nefes alışıyla vebilhassa kendisi olmayışıyla nekadar güzeldi. Fakat niçin uyurkenbu kadar mesuttu? Kime ve neye


öyle gülüyordu? Bu hiç de herhangibir gülümseme değildi. Ancakkuvvetle duyulan bir hisle eldeedilebilecek bir şeydi bu. Demek ki,o da kızım gibi memnundu. Belki dekendisine düşeni yaptığını sandığıiçin bu huzuru duyuyordu. Yahut daher şeyden ve hepimizden sıyrıldığı,kendi içinde bir köşeye çekildiği içindibu. Hulâsa onun da bir sırrı vardı.Hattâ kendi yokluğunda olsa bilebuna eriştiği için mesut ve güzeldi.Bir lahza bu bütünlüğü kıskanır gibioldum. Neredeyse onu bozacak,dağıtacaktım. Fakat neye yarardı?


Birkaç dakika sonra yine aynı insan,aynı taş bebek olacak değil miydi?Bu düşünce ile tekrar köşemebüzüldüm. Sabaha karşı bir aradalmışım. Bu kısa uykuda gördüğümrüya belki o günlerdeki ruh hâletimidaha iyi anlatır.Rüyamda eski evimizin sofasındaidim. Geniş, büyük bir aynanınönünde durmuş, dikkatle çehremiseyrediyordum. Ve her defasındakendi kendime bu ben değilim ki...Bu ben miyim? İmkânı yok... diyesöyleniyordum. Filhakika gördüğümşey benim yüzüm değildi. Kaldı ki,


her an değişiyordu. Âdeta görmekfırsatını bulamayacak kadardeğişiyordu. Sonra birdenbirehalamın sesini işittim. Haydi geçkaldık! dedi ve beni çekmeğebaşladı. Dar ve sapa yollardan hızlayürümeğe çalışıyorduk. Fakat heradımda ya halamın ya benim,birimizden birinin ayakkabısı çıkıyor,bu yüzden duruyor, sonra tekrarkoşmaya başlıyorduk. “ Nihayet iştegeldik!” diye haykırdı. Ve kendimibüyükçe bir meydanda, bir nevibayram yerinde yapayalnız buldum.Davul zurna sesleri arasında büyük,


çok büyük ve kat kat, çemberleribirbirinin içinden geçen bir atlıkarıncanın üstünde idim. Herdönüşünde bir tanıdığa rastlıyor vegülmekten katıla katılaselâmlaşıyorduk. Sonra yavaş yavaşsüratimiz artmağa başladı ve bizim,Halit Ayarcı’nın, benim, halamın,Selma Hanımın, Cemal Beyinbulunduğu çember mihverden fırladıve imkânsız yüksekliklere doğrudöne döne çıkmağa başladı. Benkorkudan ölecek gibi SeyitLûtfullah’ın kaplumbağasınınboynuna asılmıştım. Üzerinde


oturduğum hayvan o idi. Bir taraftanona sımsıkı sarılıyor, düşmemeğeçalışıyor, öbür taraftan da durmadanhalama bakıyordum. Filhakika halamartık atlı karıncadaki hayvanlardanherhangi birinde değildi. Boşlukta tekbaşına uçuyordu. Pakize’nin sesibeni uyandırdı. Karım:- Haydi uyan! Saat dokuz! Daireyegeç kalacaksın! diyordu.Halam koltuğunda oturmuş,karşısındakilere beni anlatıyordu.- Siz bu adamın kim olduğunudünyada bilmezsiniz, kızım! Ona hiçgüvenilmez. Rahmetli kardeşim adım


Hayri koyacağı yerde hayırsızkoymalıydı. Tam yirmi sene beniarayıp sormadı. Ne yapar, ne eder?diye düşündüm durdum. Kolay mı?Ailenin tek erkeği! Elbette severim.Onsuz Takribî <strong>Ahmet</strong> Efendihanedanı söner giderdi. En sonundaadını gazetelerde gördüm. Bari,dedim, gidip arayayım! Bu yaştakikadına yapılır mı bu iş?Sırtında siyah atkısı, elinde küçükJapon yelpazesi, bütün mücevherleriiçinde parıl parıl Selma Hanıma,öbür kadınlara bakarak dertyanıyordu. Ben kanepenin bir


köşesinde âdeta susta duruyordum.Daha doğrusu bir reçel kavanozunadüşmüşüm gibi bütün ömrümcetatmadığım bir yığın tatlı serzenişleriçinde yavaş yavaş boğuluyordum.- Bir ara harbde şehit olduğuhaberi geldi. Rahmetli kocamlaaylarca matemini tuttuk. Üç defamevlit okuttum, hatimler indirttim.Amma yine içimden hiçbir şeyolmamıştır, sağ salim gelirdiyordum... Öyle oldu.Hakikaten doğruydu. Askerdenyeni dönüşümde halamı tanıyan birdostum bir gün ziyaretine gittiği


zaman evi hıncahınç bulmuş, ve tamduada benim adımın okunduğunuişitince şaşırmıştı. “Her şey bitince,halana eğer yeğeni benim tanıdığımHayri ise hayatta olduğunu, hiçüzülmemesini söyledim. Bana nededi, bilir misin? Demek bu dayalandı, ha! Tabiî o babanın öyleoğlu olur! Sakın ha! Evime ayakbasmağa kalkmasın! Sonra iş fenaolur.”Şimdi aynı halam bana bakıpgülümsüyor, babamdan rahmetlebahsediyor, benimle övünüyordu.Kendisine babamın ben askerde iken


açlıktan öldüğünü, benimŞerbetçibaşı Elması hikâyesindekocasının ısrarı yüzünden az kalsıntımarhaneyi boylamak üzereolduğumu birisi söylemeğe kalksamuhakkak hayret edecek, imkânıyok! diyecekti.Zaten böyle şeylerdenbahsetmeyeceğimi, maziyi hiçhatırlatmayacağımı biliyordu. Benartık sıraya girmiş, terbiyeli, mazbutadam olmuştum. Halit Ayarcı gibihayatımı çekip çeviren bir dostum,mühimce bir işim vardı.Halamın evine bu ilk gelişimdi.


Saat Sevenler Cemiyeti bu kokteylleo gün ilk umumî toplantısınıyapmıştı. Halam devam etti.- Böyle günlerde ne beklenir?Hısım akraba, ev sahipliği yaparlar,değil mi? Sağ olsun. Hayriciğimaklına bile gelmez. Allah kızıylakarısından razı olsun! Onlar geldilerde...Filhakika Zehra hole yakın birsofada üç delikanlı ile tatlı tatlıdidişiyordu. Pakize iç salonda HalitAyarcı ile Sabriye Hanımınbulundukları grupta idi. Muhakkak kibüyük baldızım da, günün şöhretli


artisti sıfatıyla, marifetinigöstermeğe çağırılacağı zamanıbekleyerek bir yerde yarış atlan gibisabırsızlıkla eşiniyordu. Halamdevam ediyordu.- Hiç beklemezdim doğrusu,çocukluğunda tanıdığım Hayri’nin bukadar modern bir insan olacağını! İşide kendisi gibi... Hem de kurucusu oimiş! O kadar sessiz sadasızdı ki...Amma saati severdi doğrusu! Hattâbenim hastalığım esnasında bir günyemek odamızın saatini tamirekalkmıştın, hatırlıyor musun? Sonrarakkasını kaybetmiştin!


Halamın, “Ya rakkası şimdibulursun, yahut bir daha gözümegörünme!” demesinden bir lahzakorktum. Hayır, o maziyidüzeltmekle, hattâ güzelleştirmeklemeşguldü. Neden olmasın sanki,kendimize daima yaşanacak iklimyaratmaktan başka ne yaparız? Hâldenen keskin bıçak sırtındaoturamayacağımıza göre...- İsterdim ki üvey kızım daZehra’ya benzesin! Ne gezer, şirretinbiri çıktı!Selma Hanımın gözlerinden birparıltı geçti. Halamı bize getiren şeyi


o da, ben de öğrenmiştik. O tambenim aksime yalnızlıktan mustaripti.Üvey kızını ve damadını sevmiyordu.Fakat Halit Ayarcı bunu neredennasıl öğrenmişti? Ve neden bu kadarçapraşık yollardan yürümüştü? Nasılher şeyi böyle tehlikeye atmağa razıolmuştu?Halam sözünü bu istikamettetamamladı.- Hayri ile evlendirmediğim için neiyi yaptım. Rahmetli Naşitçiğiminbayağı hatırını kırdım.Ne denirdi? Her şey değişmişti.Her şeyi olduğu gibi yani bugün bana


verildiği gibi kabule mecburdum.- Ya oğlum! Talihin varmış...Şair Ekrem Beyin görünmesiüzerine halam bizi unuttu.- İşte bir başka vefasız daha...İdare meclisinde aza olduğu hâldeiçtimalara bile gelmiyor. HaydiEkremciğim! Şöyle yürüyelimbakalım, misafirlerimiz ne hâlde!..Zavallı Ekrem, bir gözü bizdenbiraz uzakta. Cemal Beyin âdetapençesinde çırpınan Nevzat Hanımda, halamla beraber uzaklaştı.Birkaç kişi daha eğlenceli arkadaşlarbulmak ümidiyle onları takip etti.


Selma Hanıma halamı nasılbulduğunu sordum. O bana cevapvereceği yerde “Sizi çok seviyor,dedi. Bir saattir hep sizden bahsetti!”Kendisine halamla olan hikâyemizianlattım. Evvelâ katılasıya güldü,sonra ciddiyetle,- Büyük insanların etrafı da acayipolur... diye söylendi.Ben şaşkın şaşkın yüzüne baktım.Ne diyebilirdim ki?Biraz sonra Sabriye Hanımyanımıza geldi. Bütün gün Taksim’deaçılacak “Ayar İstasyonu”ndaçalışmıştı. “Kızların üçü de çok iyi


yetiştiler” diyordu. “Sabahtan beriprova yaptık! Tam istediğimiz gibi,yalnız elbiseleri yok...” Selma Hanımistediğimiz zaman işebaşlayabileceğini söyledi. Birazsonra Cemal Bey gelip karısını aldı.O zaman Sabriye Hanıma sordum:- Cemal Beyden izin almış mıSelma Hanım?- İzne lüzum yok, boşandılar...dedi,. Fakat şimdilik gizli? CemalBeyin ihtilâsı var. Şirket iflâs etmeküzere... Kıyamet kopuyor. Siznerelerdesiniz?- Cemal Beyin hâlinde öyle bir şey


yoktu. Nevzat Hanımla gayet rahatkonuşuyordu!- Cemal ölürken de istifinideğiştirmez... dedi. Asıl mesele odeğil! Halanız nasıl? Harika değil mi?- Evet, dedim. Fakat hiçbir şeyanlamıyorum. Nasıl barıştı? Niçinbarıştı? Karımın yazdığı budalalıklaronu cemiyete getirmek için miydi?Hiçbir şey bilmiyorum.- Halit Beyi tanımıyorsunuz daonun için... Siz zannediyorsunuz kiprogramla hareket eder, Halanızzengin diye ona ağ kurdu. Hayır... Osadece enstitünün sizin vasıtanızla


eklâmını yapmak istiyordu. Oesnada halanız geldi, o da istifadeetti. Halit Bey rahat ve uyanıkadamdır. Sporu sever, menfaatideğil!Saat Sevenler Cemiyeti’nde biryığın genç, güzel kadın, yakışıklı,kibar erkek vardı. Bütün bir muhittibu. Bununla beraber hemen hemenbirçoğunu ya İspritizmaCemiyeti’nden, yahut kahveden,yahut Halit Beyin etrafındatanımıştım. Bir ara, Büyükdere’degördüğüm devletli de geldi. O geldiğizaman ben halamın yanında idim.


Yeğeni olduğumu söyleyince bir katdaha memnun oldu. Enstitü ile çokalâkadardı.- İşler nasıl?..Ben cevap vermek üzere ikengarson havyarlı sandviçler getirdi.Devletli, bir bana, bir de tepsiyebaktı. Sonra dünyanın en kayıtsızçehresiyle tepsiyi masanın üstünekoymasını söyledi. Biraz sonra viskigetirildi. Viski ile beraber Halit Beyde bize iltihak etti. “Genişçe birkooperatif yapıyoruz, beyefendi!dedi. Personelimiz için!” Planları hiçhaberim olmadan bermutat ben


tetkik ediyordum. Ayrıca da“Saatleme Bankası” adlı bir bankaiçin de bir projem bulunduğunu ogece yine Halit Beyden öğrendim.Bilerek, bilmeyerek, herhâldehayatımda muvaffak olmuştum.Fakat eriştiğim şey neydi? Buacayip, birbirini tutmaz kalabalıktacanım sıkılmaktan başka elime negeçmişti?


VIŞeyh <strong>Ahmet</strong> Zamanî’nin Hayatı veEseri adlı kitabımın neşri hakikatenbüyük bir teveccühle karşılandı. HalitAyarcı’nın bir çırpıda bulduğu bumühim şahsiyet etraftan derhal kabuledildi. Pek az insan Grahamhesaplarının bundan iki yüz seneevvel ve bilhassa aramızda yaşamışbir adam tarafından bulunupbulunamayacağını düşünüyordu.


Esasen Halit Ayarcı’nın ısrarıylaecdadın riyazî bilgilere olan merakıüzerinde o kadar geniş tafsilâtvermiştim ki <strong>Ahmet</strong> Zamanî’nin keşfi,kendiliğinden herhangi bir hesapameliyesinin en tabiî neticesioluyordu. Bununla beraber kitabınbasılışı sona erdiği günlerde hakikîbir korku içinde idim. “Ya, diyordum,kitap beğenilmezse... İşin yalanolduğu meydana çıkarsa...” Ve bukorku ile âdeta her saniyebenirleyerek yaşıyordum. Gecelerigözüme uyku girmez olmuştu. HalitAyarcı benim bu telâşıma gülüyor ve


her fırsatta korktuklarımın tam aksiolacağını söylüyordu:- Azizim Hayri İrdal, diyordu,sevgili dostum, göreceksin ki bukitap çok sevilecek. Siz yalan diyebir şey mevcuttur, sanıyorsunuz.Hayır, yalan yoktur. Böyle meseledeyalan olamaz. <strong>Ahmet</strong> Zamanı bugüniçin yalan olamaz, bilâkis hakikatin takendisi olur. Ne vakit yalan olurdu,bilir misiniz, hem de korkunç biryalan? Eğer hakikaten bizimkendisine yüklediğimiz fikirlerleyazdığını söylediğimiz eserlerle onyedinci asır sonunda yaşasaydı, işte


o zaman yalan olurdu. Çünküasrından ayrılırdı. Asrını delipgeçerdi. Bu da imkânsız tabiî! Bumeselelerde yalan veya hakikat diyebir şey yoktur. Asrına uymak, onunadamı olmak vardır. <strong>Ahmet</strong> ZamanîEfendi bizim asrımızın bir ihtiyacıdır.Bu ihtiyacı on yedinci asrın sonundatatmin ediyor, işte bu kadar...Binaenaleyh gerçeklerin gerçeğidir.Geçen akşam halanızı hep beraberdinledik. Takribî <strong>Ahmet</strong> Efendisülâlesini Fatih devrine çıkarıyordu.Kimse itiraz etti mi? Yok. Herkespekâlâ kabul etti. Niçin? Çünkü bu


fikir yaşayan iki büyük realiteyedayanıyordu, halanıza ve size! Sizkabul edildikten sonra mesele baştanhalledilmişti. Bu kadar sevilen ikişahsiyeti tarihin en uzak zamanınagötürmekten daha tabiî ne olabilir?Amma yirmi sene evvel halanız bunuyapsaydı, herkes ayıplardı. Çünküne siz on sene evvel bugünküsizdiniz, ne de Zarife Hanımefendibugünkü Zarife Hanımdı. Herkes ozaman, “Allah Allah! derdi, doğmuşolmaları bile mânâsız olan buadamların Fatih devrinde kendilerineced aramaları kadar gülünç şey olur


mu? Tam, murdar öldüğüne yanmazkendisine öd ağacından tabut ister,sözü... Muhakkak yalan söylüyorlar.Aksi takdirde hâllerinde bir necabetve asalet bulunması gerekirdi...”Amma şimdi demiyorlar! Başka birmisal daha... Halanız sizinmuvaffakiyetlerinize şahit oldukçasade hakkınızdaki fikri değil,pederiniz hakkındaki fikri dahideğişti. Yine geçen akşambabanızdan nasıl bahsediyordu?Yalan mı söylüyordu? Hayır. Sadecebugüne ait bir hissi maziyetaşıyordu. <strong>Ahmet</strong> Zamanî’nin Viyana


muhasarasına iştirak etmesi çok iyioldu. Bu kadar mühim bir adamböyle mühim bir hâdiseden uzakkalamazdı. Bilir misiniz, sizin bubuluşunuzu fevkalâde beğendim.Aşağı yukarı Goethe’nin Fransızİhtilâli harplerine, Valmymuharebesine gidişi gibi bir şey... Bubüyük adam daima devriyle temashâlinde idi. Buna mukabil <strong>Ahmet</strong>Zamanî Efendinin harpde öylefevkalâde bir şeyler yapmaması daölçü fikrinizin bulunduğuna delâleteder. Herkes her işi yapmaz. Varsıno cinsten kahramanlığı başkaları


yapsın! Esasen böyle bir şey olsaydımeselâ <strong>Ahmet</strong> Zamanî Efendi falanveya filân kaleyi fethetseydi, bumüverrihlerin gözünden kaçmazdı.Onun Akd-ül-Mizac fi-Umur-il-İzdivacadlı risalesini gençliğinizde okumuşolmanız hakikaten talih eseridir.Okumamış olsaydınız bu mühimeserden kimse bahsetmeyecek,kaybolup gidecekti. Gerek bu eserin,gerek saatçiliğe dair kitabınınkaybolmasına herkes nasıl üzülecek.Nuruosmaniye Kütüphanesi’ndekieski yazmalardan birinin arkasına buiki kitabın adını işaret etmeniz de


çok iyi oldu. Amma burada eskimürekkepten anlamanızın da tesirivar. Hayır azizim şahane bir eseryazdınız!..Bir başka defasında şöyledemişti:- Bir harekette başlangıçtaki hızıtutmak, onu yaratmak kadarmühimdir. Siz bizim hareketimizimaziye nakille hızlandırdınız. Ayrıcada cedlerimizin daima inkılâpçı vemodern olduklarını gösterdiniz.Herhangi bir insan bile mazisiyledargın yaşayamaz. Tarih, sadecetenkit için midir? Beğendiğimiz ve


sevdiğimiz bir insana hiç tesadüfetmeyecek miyiz? Bu işten herkesmemnun olacak, göreceksin!Yazık ki etrafın gösterdiği çokdoştça ilgiyi birkaç âlim taslağıbozmağa kalktı. Böyle bir insanınmevcut olmadığını, kitabımın baştanaşağı uydurma olduğunu söylemekküstahlığında bulundular.Bu esere başladığım zamanki ruhhâlinde olsaydım bütün tenkitlerememnun olur, “Oh Yârabbim!derdim, sana bin şükür... Hiçolmazsa aklı başında birkaç kişiyerastlamak mümkün! İşte yalanı kabul


etmiyorlar. Bundan daha mesut neolabilir?” Fakat yazık ki değişmiştim.Bu kitapla uğraştığım altı ay içindeHalit Ayarcı’nın disiplinini öylebenimsemiştim ki, kolay kolay heritirazı kabul edemezdim. Kaldı kimuharrir sıfatıyla ortada izzetinefsimde mevzubahisti. Ayrıca da <strong>Ahmet</strong>Zamanî Efendiyi sevmiştim.Varlığından şüphe etmek bana ağırgeliyordu. Tek kelime ile, HalitAyarcı’nın izafilik dediği şeyin, tabircaizse, bir hakikat olduğunu kendihayatımda yaşıyordum.Bu arada olan iki hâdise


nakledilmeğe değer. Bunlardan birisibeş altı göbekten beri Çengelköylübir zatın kendisini <strong>Ahmet</strong> Zamanî’nincedbeced torunu ilân etmesi vesoyadını değiştirmeğe kalkması veelindeki aile şeceresinin doğruluğunaşahadet etmemi benden istemesiydi.Maalesef gerek bu şecerenin, gerekvesika olarak göstermeğe kalktığıvakıfnamenin asılları ortada yoktu.Elinde kendi el yazısıyla kopyalarıvardı. Hakikat namına tabiatıylareddetmek mecburiyetinde kaldım.Bu hâdisenin matbuata aksi deayrıca övülmeme sebep oldu.


Herkes benim bu gibi meselelerdekidikkatime hayran olmuştu. Kitabınrağbeti bu yüzden biraz daha arttı.Halit Bey bu işteki metanetimi pekbeğendi. Yalnız Zehra müteessirdi.“Belki adamcağız hakikaten ZamanîEfendinin oğludur...” diye üzülüyordu.- Olsa bile bizim Zamanî’nın oğluolamaz. Çünkü herif yaşamadı! diyesusturdum.İkincisi, eski İspritizmaCemiyeti’ndeki bazı dostların bir aygeceli gündüzlü bir uğraşmadansonra <strong>Ahmet</strong> Zamanî’nin ruhunuçağırmağa ve onunla konuşmağa


muvaffak olmalarıydı. Bu konuşmada<strong>Ahmet</strong> Zamanî Efendi de kitabımınbazı yerlerine itiraz etmişti. Ezcümlepeltek ve kekeme olmayıreddediyor, nisbet ve tarikatihakkında daha geniş malûmatveriyordu. Gazeteler bunu dayazarak işi biraz daha alevlendirdiler.Asıl garibi bu mülakatın merhumtarafından bana bir teşekkürlebitmesiydi. Yazı hayatında ilk defagörülen bu âhiretten teşekkür delâyık olduğu ehemmiyetle karşılandı.<strong>Ahmet</strong> Zamanî için en son veortalığı en fazla karıştıran tenkit


Cemal Beyden geldi. Selma Hanımıneski kocası zaten öteden beri banadüşmandı. Boşadığı karısıylagittikçe artan münasebetimiöğrenince büsbütün küplere binmişti.Bu iş vesilesiyle hem bana, hem deenstitüye adamakllı yüklenmekfırsatını kaçırmadı. Yalnızyaratılıştan yalancı olduğu için,<strong>Ahmet</strong> Zamanî’yi doğrudan doğruyareddedeceği yerde, onun yerinebaşka birisini çıkartıyordu. CemalBeye göre <strong>Ahmet</strong> Zamanî hiçbirzaman yaşamamıştı. Fakat odevirde yaşayan çiçek meraklısı,


mihanikle meşgul, büyüklere dost birFennî Efendi vardı. Asıl saatle vezamanla meşgul olan bu idi. BizFennî Efendinin eserini kendiuydurduğumuz Zamanî Efendiyenakletmiştik. Bunun da sebebi gayetbasitti. Zamanî adı enstitümüz içinen tabiî, akla en yakın bir reklamdı.Böylece tarihî bir hakikati reklam içintahrif etmiştik. İşin garibi CemalBeyin bizim Zamanî Efendiyeatfettiğimiz saatçiliğe dair kitabıkendisinin de görüp okuduğunusöylemesi, ve birden fazla kadınalma aleyhindeki kitabı düpedüz


uydurduğumuzu iddia etmesiydi.Hiçbir tâbiye bu kadar ustalıklıolamazdı. Cemal Bey bizi vurmakiçin yalanımızı kabul ediyordu.Filhakika, “vardı, hayır yoktu”şeklinde sonuna kadar devamedebilecek bir münakaşayagitmektense, yalanın bir kısmınıkendisine bir ring yaptıktan sonraoradan bize hücum etmek, bizivurmak daha tesirliydi. Bu acayiptenkidin çıktığı andan itibaren <strong>Ahmet</strong>Zamanî’nin varlığından şüpheedilmeğe başlandı. Ne HalitAyarcı’nın üst üste yaptığı basın


toplantıları, ne benim yazdığımcevaplar bu şüpheyi bir dahagideremedi. Kitabın şöhretikökünden sarsılmıştı.Makalenin çıktığı gün Selma ileberaberdik. Daha doğrusu herzaman buluştuğumuz garsoniyere osabah gazeteyi alarak gelmişti.- Bak, yılan seni nasıl sokmuş!.,diye bana uzattığı gazetede eskiresmimi onun resmiyle berabergörünce az kalsın çıldıracaktım.Cemal Bey beni küçültmek içinhiçbir şeyi esirgemiyordu.“Vaktiyle şirketimde küçük bir


memur sıfatıyla çalışırken kötüahlâkı ve yalancılığı dolayısıylaçıkarmağa mecbur olduğum birşarlatan, pespaye bir dolandırıcı...”diye söze başlıyor, “Değil rabiahesaplan üzerinde konuşmak,alelâde bir toplam ameliyesiyapmaktan bile âciz olan bu adamıntarihî bir şahsın ismi, hayatı ve eseriüzerinde yaptığı bu tahriftenhakikatte mesul olan tek insan HalitAyarcı Beydir!” diye sözü bitiriyordu.O gün bir an için her şeyinyıkıldığını sandım ve asıl işte ozaman bu bir yıl içinde ne kadar


dönülmez yolları geçmiş olduğumuanladım. Hiçbir şey böyle bir âkıbetkadar korkunç olamazdı. Hayatımamucizeli sihirbazlar gibi giren, banabir yığın yolu birden açan para,mevki, şöhret hepsi birden gidiyordu.En korkuncu Selma’nın gözlerinde,münasebetimizin başladığından berirastladığım o acayip ve ürkekparıltıydı.Zannederim ki enstitü işlerini ogünden, daha iyisi bu korkudansonra asıl ciddiye aldım ve dört ellesarıldım. Hayır bu iş bir yalan gerçekmeselesi değil, bir olmak ve


olmamak meselesiydi. Kendikendime. “Bazı düşünceler benimiçin sadece bir lüks ve fazla süstür,bunu artık anlamalıyım!” dedim.Tekrar yarınsız ve hiçbir şeysiz insanolacaktım. Tekrar sokağadüşecektim. Tekrar eski günler,arada alıştığım bu kadar nimettensonra, ve şüphesiz onların yüzündendaha acı, daha çekilmez şekildebaşlayacaktı. Yalnızlık, güvensizlik,küçülme... Karşımda yarı çıplakgülümseyen güzel kadın dahaşimdiden benim için uzak bir hayalolmuşa benziyordu. Bu bahar sabahı


sisli denize bakarak onu beklediğimbu sıcak, güzel ve tenha apartman,onun ömrümde görmediğim eşyası,bu mahremiyet, daha arkada asılhayatımı yapan bir yığın şeylerberaber gidebilirdi. Selma’nıngelirken getirdiği, kendi eliylevazolarına yerleştirdiği baharçiçekleri bir lahzada solmuşgibiydiler.Birdenbire telefon çaldı. Asabım okadar bozuktu ki zilin sesi bana birkıyamet alâmeti gibi korkunç vedayanılmaz geldi. Hakikatte deböyleydi. O bana dışardaki âlemi


hatırlatıyordu. Onun bu odayahücumuydu. Ve biliyordum ki dışarısıbana düşmandır. Korka korka açtım.Halit Ayarcı’nın yarı alaylı sesi içimibiraz serinletti.- Gördün mü? diyordu.- Evet, şimdi okudum...Mahvolduk! Ne yapacağız?İlk önce:- Başımıza dünya yıkılıyor, seneğlen! diye alay etti.Sonra:- Ehemmiyet verme! dedi. Fakatişi sıkı tutmak lâzım! Sen derhaldikkatli bir cevap yazarsın! Ben


kendi tarafımdan onun zayıfdamarını bulur basarım. Bunlarefkârıumumiyeyi bir zaman işgaleder. Fakat asıl mühim meseleherkesi şaşırtacak bir şeyyapmamızdır. Anladın mı? Yeni, çokyeni bir şey... Öyle bir şey ki, dost,düşman herkes şaşırsın! Bizim gibimüesseseler bir lahza bile aktü-aliteolmaktan vazgeçemezler. Bunukafana koy ve öyle çalış!.. Bir şeyiunutma! Talihe güvenmek lâzım!- Lâf! dedim, hepsi lâf! Her şeybitti. Sizi benimle vurdular. Hiç birçaremiz yok! Tası tarağı toplayıp


gitmekten başka hiçbir şeyyapamayız!Halit Ayarcı benim bu sözlerimüzerine en gürültülü kahkahalarındanbirini attı.- Yağma yok, Hayriciğim, yağmayok! Ben yerimdeyim, sen deyerinde kalacaksın! Bizim gibi mühimdâvalar peşinde olan insanlar kolaykolay düşman karşısındaçekilemezler...Soğukkanlılığı, kendisine inanışı,neredeyse beni çıldırtacaktı. Bir anaziz velinimetimin aklından şüpheettim. Acaba vaziyetin vahimliğini


fark etmiyor muydu? O düşüncemianlamış gibi, sesi birdenbireciddileşti:- Tabiî! dedi, müthiş darbe. Hiçbunu tahmin etmezdim. Cemal Beyyalanla mücadele etmesini biliyor.Yalana ancak yalanla karşı konabilir.Bu işte hakikat üzerinde ısrarsadece sönük bir inat olurdu. Bizisilâhımızla vuruyor. Ama aldırma!Ben talihime güvenirim bu işlerde...Akşama görüşelim!Halit Ayarcı vaziyeti tamgörmüştü. Yalnız bir yerdealdanıyordu. Cemal Beyin bulunduğu


yerde ben talihime nasılgüvenebilirdim? Zaten talihimin öbüryüzü değil miydi? Yıllardır, HalitAyarcı’ya tesadüfüme kadar heponun darbesinin beni attığı çukurdakalmıştım. Şimdi biraz nefes almağabaşladığım bir anda tekrar karşımaçıkıyordu. İnsan ruhu ne gariptir,bütün bunları düşünürken bu adamınkarısının yanı başımda bütünvücuduyla omuzuma asılmışkulaklarımı ısırdığını, bendenokşama ve sevgi beklediğinidüşünmüyordum. Vâkıa Selma ileayrılmasında hiçbir dahlim


olmamıştı. Bununla beraber işiniçinde yine hoşuna gitmemesi icapeden bir taraf vardı.Halit Ayarcı kapar kapamaztelefon tekrar çaldı. Bu sefer CemalBeydi. Her zamanki sesiyle kibar,mağrur, tek başına bütün bir kutbuyeniden donduracak soğuk sesiyle,tıpkı eski zamanlarda olduğu gibi.- Hayri Bey, diyordu, lütfen eğerboş bir vaktiniz olursa gazetelere birgöz gezdirin. Sizi memnun edecek birhavadis göreceksiniz!- Hacet yok Cemal Bey, hacetyok... diye cevap verdim. Çok eski


ir dostum bu sabah gelirken getirdi!Ve telefonu kapadım. Cemal Bey,Selma’yı boşamasına rağmenbenden kıskanıyordu. Cemal Beyyerimizi öğrenmişti. Cemal Bey bizitakip ediyordu. Cemal Bey için bizmesele idik. Birdenbire bütünkâinatım Cemal Bey olmuştu. Selmabir kaşını kaldırmış düşünüyordu.- Bunu hiç anlamıyorum! diyordu,hem hiç... Bilmiyorsun, bilemezsin,beni ne kadar sevmezdi. Ve nasılküçük, biçare görürdü. Adım evdeyapma çiçekti. Beni göğsümde,mantomda yapma bir çiçek olmadan


sokağa çıkarmazdı. “Sen de taşı,derdi hep! Sen de taşı! Çünkü benseni yanımda öyle taşıyorum!” Vebirisi çiçeğimi överse sevincindenbayılırdı. Ah o sinsi sinsi bakıpgülüşü...Söylemeğe hacet yok ki Selmabenim sadece sevgilim değildi. Obiraz da mazim dediğim korkunçşeyden aldığım öçtü. Onunsayesinde arkamda bıraktığımgünlere, “haydi siz de...”diyebiliyordum. “Hacalet... İşteönünde küçüldüğüm tek insankollarımın arasında. Onun dışında


ne vardı sanki?” Eski efendimin benikıskanmasında hoşuma giden,saadetimi bir kat daha arttıran tuhafbir şey bir nevi gıcıklayıcı bir zevkde vardı. Benim bu kadında kendimimüdafaa etmem lâzımdı.Cemal Beye, Halit Ayarcı ve ben,ikimiz de cevap verdik. Ben kendiyazımda sadece mazlûm bir adamtavrı takındım. Talihin kötü cilvelerineherkes uğrayabilirdi. Ben deuğramıştım. Haksızlığı aşikârdı.Yalancılığımın veya herhangi birahlâksızlığımın tek delilinigösterebileceğini zannetmiyordum.


Yalnız yaratılıştan ahlâklı adamdım,beni çürütemeyeceğini bildiği içinşirketten çıkartmıştı. İkinci makalem,yine hep aynı mazlûm ağzıyla idi.Fakat bu sefer şirkete dairbildiklerimi hafifçe çıtlatıyordum.Halit Ayarcı’nın basın toplantısı birazdaha şiddetli oldu. Saat SevenlerCemiyeti’nin bu mesele hakkındaneşrettiği tebliğ ise hakikaten ateşpüskürüyordu. Fakat Cemal Bey dedurmuyor, hücumlarına devamediyordu. Başka, büsbütün başka birşey lâzımdı. Öyle bir şey ki,meseleyi unuttursun ve bizi büsbütün


aşka kapıdan temize çıkartsın!Bugünlerde olduğu kadar hiçbirzaman kafamı zorladığımıhatırlamıyordum. Fakat hiçbir şeybulamıyordum. Ne ben, ne HalitAyarcı, hiçbirimiz efkârıumumiyeyiyeni baştan lehimize çevirecek biricatta bulunamıyorduk. Sankiboşlukta yüzüyorduk. Düşüncemizalelâde şeylerden bir adım ileriyegitmiyordu.Beri taraftan Cemal Bey Selma ilemünasebetimizi sıkı sıkıya takipediyordu. Her buluştuğumuz yerdemuhakkak bir telefonunu alıyorduk.


Ayrıca Pakize’ye imzasız bir yığınmektup geliyordu.İşte tam bu sırada bir gece evdeHalit Ayarcı ile karımın tavlaoyunlarını seyrederken yukardaanlattığım nakitli ceza sistemi aklımageldi. Halit Ayarcı’ya ne kadar güçve biçare vaziyette olduğumuzugöstermek için onu hemen o andaanlattım.- Bula bula bunu buldum...Düşünün artık hâlimi!..Fakat Halit Ayarcı çoktan zarlarıbırakmış, ayağa kalkmıştı.Gözlerinde acayip bir donukluk vardı.


- Şunu bir daha anlat bakayım?diye bana tekrarlattı.Ve daha bitirmeden karımınboynuna sarıldı.- Kurtulduk... Tam zafer, HayriBey, tam zafer... diyordu.Üç gün sonra ikramiyesiyle,piyangosuyla, zamanlarıyla,tenzilâtıyla nakit ceza usulümüzbütün bir sistem olmuştu. HalitAyarcı benim keşfimi tam Hollywoodmetoduyla ilân etti. Birkaç haftaiçinde <strong>Ahmet</strong> Zamanî Efendiyiherkes unutmuştu. <strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü ilk kuruluş anlarında dahi


erişemediği bir teveccüh vemuhabbet kazandı. Bununarkasından Saat Sevenler Cemiyetivasıtasıyla tesis ettiğimiz köyler içinSaat Ayar Ekipleri geldi. Zaten SaatAyar İstasyonlarımız çoğalmıştı.Şehir bizimdi. Bir yığın genç kız veerkek, sırtlarında Samiye Hanımınicadı üniformalar, yakalarındarozetlerimiz, gidip geliyorlar, umumîhayata neşe katıyorlardı.Böylece her şey yoluna girdi. Vebiz tekrar, hattâ eskisinden dahakuvvetle günün adamı olduk.Babacanca hâllerim halkın hoşuna


gidiyordu. Acayip mazim, icatkabiliyetim, açık kalbim her gün birkere daha övülüyordu. Hiçbir toplulukyoktu ki bulunmam istenilmesin!Doğrusunu isterseniz ben de buşöhretin tam tadını çıkarmaktan hiççekinmiyordum. Gözlüğüm,şemsiyem, hiçbir zaman yerine tamoturmayan şapkam, biraz bolkesilmiş elbiselerim, babayanihâllerim, hulâsa elimdeki teşbihevarıncaya kadar her şeyim bumuvaffakiyeti besleyecek şekildetanzim edilmişti. Gittiğim her yerdeetrafım çevriliyor, her meselede


fikrim soruluyordu. Umuma aitölçüleri hiç rahatsız etmeyecekşekilde yaşadığım için seviliyordum.Bununla beraber Cemal Bey vardı,o benim kötü talihimdi. Nasıl olsa, biryerden, bir gün çıkacaktı ve o tekrarçıktığı gün her şey bitecekti. Bütünbunları Halit Ayarcı’ya anlattıkça okızıyor, beni paylıyordu:- Yaptığınız işe inanmadığınız içinböyle düşünüyorsunuz, diyordu.İnsan yaptığı işe sade menfaati içingirerse, yalnız onu düşünürsekendisini sonunda sizin gibi ithameder!


- İyi ama ayrı şeyler değil mibunlar?- Hayır, hiçbir suretle... Eğeriçinizde bu kurt olmasa, CemalBeyden veya herhangi bir adamdankorkmanıza imkân yoktur. Sizdekikorku kendinize imansızlıktan. Sizsiniksiniz. Sadece para için çalışıyor,ferdî saadetinizi düşünüyorsunuz.Müessesenin yeni açıldığı devirdede öyle değil miydi? Hadememaaşınızı keserler diye korkmuyormuydunuz? Beni her teşebbüstenmenetmeğe kalkmadınız mı?Aziz velinimetim tehlike biraz


geçer geçmez tekrar eski ağzınıalmış, büyük idealler namınakonuşmağa başlamıştı. Şüphesizhaksız da değildi. O bu işte oyunuidare edendi. Böyle düşünmesi,böyle davranması lâzımdı.Halbuki mesele benim içinbüsbütün başka idi. Cemal Beybenim mazideki ıstırabımdı. O benimhayatımın bir tarafıydı. Gizli, her antepmesi beklenen bir hastalık gibibende yaşıyordu.


VIINitekim öyle oldu. Hiçbeklenmedik bir şekilde onunla sonbir defa daha karşılaştım. Vâkıa buson karşılaşmada ne enstitü yıkıldı,ne param azaldı, ne mevkiimsarsıldı. Bununla beraber ben de,Selma da aylarca tesiri altındakaldık.Bir sabah gazeteleri elime alıralmaz onun Nevzat Hanımla beraber,


Zeynep Hanımın eski kocası TayfurBey taralından öldürüldüğünüokudum. Tayfur Bey çiftecinayetinden sonra intihar etmişti.Onun bıraktığı mektup, SabriyeHanımın o kadar çapraşık yollardansenelerce peşinde koştuğu meseleyiaçıklıyordu. Sabriye Hanım haklıydı.Zeynep Hanım, sanıldığı gibi intiharetmemişti. Nevzat Hanıma çılgıncaâşık olan kocası tarafındanöldürülmüştü. Polis genç kadınınselelerdir tuttuğu hâtıra defterini deele geçirmişti.Bu üçüzlü cinayetin benim için


acıklılığından büsbütün başka birmânası vardı. Sevimsiz, huysuz,geçimsiz, hodbin, her girdiği yerdebir yığın insanı kendine düşmaneden, insanlar içinde küçük bir akrepgibi, sağa sola kuyruğunu çarpaçarpa dolaşan Cemal Bey, hiçolmaması lâzım gelen bir şey olarak,bir aşk kahramanı gibi ölmüştü.Şüphesiz işin bu tarafı da, hattâlüzumundan fazla gülünç bir şeydi.Ve belki de talih, her an kendisinehâkim olmak iddiasında bulunan veinsan kalbinin bütün zaaflarını inkâretmekle övünen bu adamdan intikam


almak, onunla alay etmek için buâkıbeti böyle hazırlamıştı. Seven vebu sevgi uğrunda bilmeden olsa dahiölen bir Cemal Bey bu aklın alacağışey değildi. Şüphesiz bu işin gülünçve maskara tarafına, alayın farkındaolmasa bile, ilk gülecek insan yinekendisiydi. “Ben mi? diye dudakbükerdi. İmkânsız!...” O insanlarımaşa ile tutmağa, gizli ve kirlidizginlerle idare etmeğe ve küçükkuyruk darbeleriyle zehirlemeğealışıktı. Ve yalnız böyle olmasınıisterdi. Bununla beraber bu tarzdaölüşü, çehresini o kadar


değiştiriyordu ki kendisini az çoktanıyanlar bile bu işte aldanabilirlerdi.Hele onu hiç tanımayan, adınısadece bu ölümün aydınlığındaişitenlerin hâtırasında büsbütünbaşka bir adam gibi yaşayacaktı.İşin garibi, onu böyle sadece gazetehavadisinden tanıyanlar için tesadüfisteseydi, Cemal Bey bir veli, cömertruhlu bir cemiyet adamı, filân gibi deölebilirdi. Cinayet, şüphesiz daimakötü bir şeydir. Bununla berabermuhakkak insan eliyle öldürülmesimukadder idiyse, Cemal Beyin ilkrast geldiği insan tarafından ve sırf


Cemal Bey olduğu için, burnu okadar kısa, alnı o kadar dar vekarışık, yüzü o kadar parlak veitinalı, sesi öyle nazlı ve hımhım,gözleri öyle küçük ve parlak vebakışları öyle yırtıcı kuş bakışıolduğu için, öldürülmesi icap ederdi.Halbuki böyle olmuyordu. Acıklı,baştan başa yanlış anlama ile dolubir romanın içine zorla giriyor, üstelikgüzel, kendi içine kapanmış, tatlı vebedbaht, bir türlü etrafına kendisinianlatamamış bir kadının ölümüne desebep oluyordu. İşte mantıksızlıkburada idi.


Daha beş yaşında iken annesiyleberaber misafir gittiği bir evde, camkavanozdaki balıkları teker tekersudan çıkarıp eliyle gözlerini körettikten sonra tekrar suya atan veonların can çekişmesini gülerekseyreden adam için bu iş, hakikatenyadırganacak bir talihti. Cemal Beyinbütün hayatı bu idi. Her tanıdığıinsana aşağı yukarı bu balıklarayaptığı şeyi yapmıştı. Vâkıa hiçkimsenin gözünü oymamıştı. Fakather rast geldiğinin benliğiyleoynamıştı. O kadar güzel, fakatbütün ömrünce beyhude kalmış


Selma ondan ayrılır ayrılmazyaşamağa başlamıştı. Kibar,tecrübeli avukat Nail Beyin daha ogün astımları geçmişti. Nail Bey hiçkimseye Cemal Beyle aralarındageçen şeylerden bahsetmemişti.Hattâ Selma’ya dair birçok şeyleribile kendisinden -bittabi bu sefersormadan, hattâ istemeye istemeyeve söz arasında- öğrendiğim kulağı okadar delik dostumuz Sabriye Hanımbile bu hususta bir şey bilmiyordu.Fakat aynı araba içinde Cemal Beyeson hürmetimizi yaptığımız gün onubaşka bir adam olarak görmüştüm.


Âdeta yeni doğmuş gibi bir şeydi. Birara bana, “Kendimden utanıyorum!”demişti.Bütün bunları yapan adam, şimdi,kendisini hiç tanımayan ve hayattecrübesi, hattâ saadet rüyası basitsevda hikâyelerinin ötesinegeçmeyen yüz binlerce insanınkafasında, kendisiyle hiçbir suretlemünasebeti olmayan genç ve güzelbir kadının hayatına birdenbireeklenivermişti. Nasıl hiçbir suretledengi olmadığı Selma’nın bütünömrü boyunca hayatına girmişse,onun da ölümüne öylece girmişti.


Tayfur Beyi bir iki defagörmüştüm. Bazı anlardasoğukkanlı, içten hesaplı, yahut dahaziyade kendisi tarafından kurulmağamüsait bir insandı. Terbiyeli ve kibargörünüşlerinin altında bir yığın zaafısaklayabilirdi. Evvelden hazırlanmakşartıyla herhangi bir cinayetiişleyebilirdi. Fakat kolay kolay kendiöldürdüğü adamın vücudunu âdetadoğrar gibi parça parça edecekinsan değildi. Bununla beraberCemal Beyi âdeta tanınmayacakhâle sokmuştu. İşin garibi bıçakyaralarının birçoğunun çehrede


olmasıydı. Bu bence çok mânalıydı.Her şey bittikten sonra hâdiseleribaştan sonuna kadar bütünvuzuhuyla yazacak kadar aklıbaşında olan katil, bu çehreninkarşısında kendisinden geçmişti.Nitekim mektubun bir yerinde bunuişaret ediyordu.Cemal Bey zorla insanlarınhayatına girenlerdendi. NevzatHanımın da hayatına öylekayıvermişti. O ölümünü insanlardaarayanlardandı. Fakat asıl abes,insan hayatı namına isyandançıldırtacak şey Nevzat Hanımın


hayatı idi.Şair dostumuz Ekrem’in bu sessiz,kendi köşesine kapanmış kadınısevmesi çok tabiî bir şeydi. NevzatHanımın hâdisede hiçbir kabahatiyoktu. Ömründe kocasından başkakimseyi tanımamıştı. Dediğim gibicinsî hayata, kocasının öldüğü günuzviyeti kapanmıştı. Bütün ömrüevvelâ, onunla izdivacı kafasınakoyan ve bunun için karısını öldürenTayfur Beyin şantajı içinde geçmiş, oyetişmiyormuş gibi sonra da nasılsabu hâdiseyi haber alan Cemal Beyona musallat olmuştu.


Nevzat Hanım bütün ömrüboyunca etrafındakilerin tazyikialtında yaşamıştı. Kıskançlık, sevgi,inat, benlik dâvası, itisaf manisi,alelâde çapkınlık ve sahip olmahırsı, tecessüs, hulâsa insan ruhununbütün korkunç ve zalim çarkları onunetrafında, bu güzel kadını kendikendisinin gölgesi yapmak içinçalışmıştı. Etrafındakilerin hemenhepsi onun hayatına, bir kere bileonu anlamağa çalışmadan, hep onaçullanmak için girmişlerdi.Çocukluğu boyunca kendisindençirkin ve huysuz olan ablası


tarafından kıskanılmıştı. Onun,babasının zenginliği sayesindeevlenip de biraz rahata kavuştuğuzaman ortaya kocası Salim Beyçıkmıştı. Bu hastalıklı, korkak,hodbin ve sızlanmaktan hoşlanan,şahsiyetsiz insan birdenbire onusevdiğini zannetmiş ve tecrübesizkıza seneler boyu ısrarıyla kendisinisevdirmese bile, hiç olmazsa ondabu zannı yaratmağa muvaffakolmuştu. Fakat daha evlendiklerininikinci haftasında genç kadın kocasınıhiçbir zaman sevmediğini ve hiçbirsuretle sevemeyeceğini anlamıştı.


Salim Bey şahsiyetsiz ve üstelik herşeyde hasis bir insandı. Üstelikkarısını da sevmiyordu. Sevgi dediğişey hakikatte musallat bir fikirdi. Oancak elde etmekten hoşlananinsandı. Bir de kaybedeceğinianladığı zaman sevebilirdi. Ayrıcatuhaf bir izzetinefis anlayışı vardı.Bütün şahsiyetsizler gibi o daetrafıyla ve etrafında yaşıyordu.Nevzat Hanım bu işinyürümeyeceğini anlayıp da boşanmateklifinde bulununca, “İmkân mı var,sonra etraf, arkadaşlarım ne der?Beni herkese rezil mi etmek


istiyorsun? Bırak ki ben sensizdünyada yaşayamam!” diye cevapvermişti. Ve bu hâl Uç senesürmüştü. Bu arada Nevzat Hanımınöteden beri kalbden rahatsız olanbabası bir gece âni bir krizleölmüştü. Küçük kızını çok seven vemesut olmadığını hisseden adamın,ölümünden bir iki gün evvel söylediğibirkaç cümle, aile arasında, NevzatHanımın Salim Beyle evlenmesini buölümün tek sebebi yapmıştı. ZavallıNevzat Hanım böylece çifte ateşarasında kalmıştı. İşte, kocasınınakrabası, komşuları, arkadaşları,


elki de apartmanın kapıcısı nedemez? diye sürüklediği bu acayipve tatsız hayatın üçüncü senesindeSalim Bey, askerde iken, dahaziyade kendisinin sebebiyet verdiğibir kaza neticesinde ölmüştü. NevzatHanımın talihsizliği, evlilik hayatındanpatlıyasıya canı sıkılan, aşktan vekadından hiçbir şey anlamayan veancak kıskandığı veya bırakılacağınıanladığı zaman karısını sevmeğekalkan bu münasebetsiz kocanınkendi korkaklığının sebep olduğunahemen bütün taburun şahadet ettiğibu kazadan bir gece evvel, karısına


yazdığı mektubunda yineümitsizlikten,intihardanbahsetmesindeydi. Filhakika bütüngörenler kazada kastı hiçbir şeyolmadığını söylüyorlardı. SalimBeyin bindiği at taburun en yumuşaktâlim atıydı. Sicilinde birazürkeklikten başka hiçbir şey yoktu.Salim Bey eğer birdenbirekorkmamış olsaydı, hayvan gemiazıya almayacaktı. Hattâ kendisinibu vaziyette doğrudan doğruya yerefırlatsaydı at yanı başında dururdu.Nitekim yine tanımadığı bir biniciyebu tecrübe yaptırılmış ve atın


kendiliğinden durduğu görülmüştü.Hulâsa bir yığın acemilik ve korkaklıkyüzünden atı çileden çıkartmış vekazaya sebep olmuştu.Herkes bunu bildiği hâlde aldığımektup yüzünden Nevzat Hanımkocasının intihar ettiğine inanmıştı.Kaldı ki Salim Beyin akrabaları dayine onun mektupları yüzünden bunainanıyorlardı. Bu mektuplar kendisineyazılanlar gibi de değildi. Onlardakişikâyet daha başka türlü ve gençkadının daha aleyhinde idi.Üstelik oğlunu hiç sevmeyen,pısırık, hasis ve mânâsız bulan


annesi de bu ölümü fırsat bilmiş vedul kadının evine yerleşmişti. Onuntesiriyle Nevzat Hanımın asabıbüsbütün bozulmuştu. Biraz sonra buşantaja ve içten yıkılmağa kocasınınNevzat Hanıma âşık olduğunuanlayan Zeynep Hanımın ondanşüphesi katılmıştı. Nevzat Hanımıçok seven Tayfur Bey karısını,onunla evlenmek ümidiyle ortadankaldırmak gibi delice bir iş yapmış,üstelik dünyanın en garip mantığıylaonu bu izdivaca mecbur etmek için,cinayetini de genç kadına itirafetmişti. Böylece babası da dahil üç


ölüm biçare kadının sırtınayüklenmişti. İşte bizim rüyalarınınağırlığı altında perişan gördüğümüzNevzat Hanım içten ve sessiztebessümlerinin arkasında bu acayiptalihi yaşıyordu. Onun hiç kabahatiolmadan insanlar ölüyorlar,birbirlerini öldürüyorlar ve mesuliyetiona yüklüyorlardı. Şüphesiz biraziradeli bir insan olsaydı, yaratılışındaküçük bir hodbinlik, yahut müdafaahissi bulunsaydı, bütün bu beyhudeyükleri sırtından atar, hepsindenkurtulurdu. Hele Zeynep Hanımınölümünü polisten gizlemesini hiç


kimse anlamıyordu.Bütün bu hâdiseleri öğrendiğimzaman ister istemez kızımın yukardabahsettiğim sözünü hatırladım. Obana, evimizin bir zamanlardakicurcunası içinde hayatımızıanlamağa çalışırken, “Biz kabahatiüzerine yüklenen insanlarız” demişti.Zannediyorum ki bütün bu hâdisedetek anahtar bu cümledir. NevzatHanım kendisini yapmadığışeylerden mücrim addedenlerdendi.Belki aile terbiyesi, belki ablasınınkıskançlığı altında geçen çocukluğuonu buna alıştırmıştı. Bu ruh hâli


Sabriye Hanımın anlattıklarına göre,çocukluğunda ablasının yalancıktanbir intihar teşebbüsü ile başladı.Herhâlde müdafaasız insandı.Bununla beraber onun asılkendisini itham ettiği nokta Salim’inölümü meselesiydi. İspritizmayamerakı da buradan başlamıştı.Murat hikâyesi, genç kadını elindengeldiği kadar etrafından tecritetmeğe çalışan kaynanasının icadıidi. Ve telefonlara cevap veren dekendisi idi. Bu kadının dik sesi dahailk gördüğüm gün dikkatimi çekmişti.Zil, zurna, vapur düdüğü gibi sesler


harikulâdeninkarşısındamuhayyilenin icatları olmalıydı. Benbütün ömrümde yalanın alâkalı vealâkasız insanlar tarafındanbeslendiğini çok gördüm. Onun içinSabriye Hanımın bu izahına hiçşaşırmadım.Biraz sonra bu çift şantaja,Zeynep’i çok seven Sabriye Hanımgirmiş ve o daha ziyade evde kalmışkız psikolojisiyle Tayfur Beyle Nevzatarasında ciddî bir münasebetbulunduğuna inandığı için işe âdetabir tahkikat şekli vermiş, hulâsa gençkadının etrafındaki tazyiki bir misli


daha arttırmıştı. Daha sonra daCemal Beyin müdahalesi başlamıştı.Şurası var ki ne Cemal Bey, neTayfur Bey, ne de Sabriye Hanım,Salim Beyin annesi yaşadığımüddetçe eve fazlasokulamamışlardı. Hattâ evdeyapıldığı söylenilen ispritizmatecrübeleri bile Murat’ınmübalâğasıydı. İhtiyar kadın ölünceikisi de meydanı boş bulmuşlardı.Sabriye Hanıma göre CemalBeyin Nevzat Hanıma olandüşkünlüğü para meselesiydi.Şirketteki işinden ihtilâs yüzünden


atılan ve Selma Hanımın babadankalma servetiyle açığı kapatarakvaziyeti kurtaran Cemal Bey NevzatHanımla parası için evlenmekistiyordu. Ve tek ümidi de bu olduğuiçin genç kadına o kadar fazlayüklenmişti.Selma’ya gelince o parameselesinin bu işteki rolünü inkâretmemekle beraber, Cemal Beyinöteden beri Nevzat’a zaafı olduğunusöylüyordu. “Cemal çapkındı vebilhassa güç şeylerden hoşlanırdı.Nevzat’ın öyle kendine kapanmışyaşayışı onu meşgul etmiş olabilir...”


diyordu. Hattâ yine Selma’ya göreCemal Beyin daha evvel de ZeynepHanımla bu cinsten münasebetiolmuştu.Tayfur Beye gelince, o NevzatHanımı hiç anlamamıştı. Gençkadının kendisini Cemal Beyin sinsidostluğuna teslim ettiğini zannetmişti.Filhakika Tayfur Beyin ölmeden evvelbıraktığı mektupta sevgiden ziyadekıskançlık, hiddet, hattâ kin vardı.Nevzat Hanımın talihsizliği birtanesi bile bir ömrü yıkmağa kâfigelecek bu dört insanın, dördününbirden onun hayatına yüklenmesi idi.


Enstitünün personel meselesininve kadro işlerinin bizi çok yoracağınıdaha evvelden tahmin etmiş, buyüzden mümkün mertebe çok dar birkadro ile işe başlanmasınıistemiştim. Fakat gerek bizimtarafımızdan gösterilen, gerek bizetavsiye edilen namzetler birdenbire okadar çoğalmıştı ki, buna imkânkalmadı. Hemen her gün bir veyabirkaç müracaat karşısındakalıyorduk. Benim ve Halit Ayarcı’nındairedeki çift telefonlarımızdurmadan işliyordu. Enstitününaçıldığı günlerde akraba ve tanıdık


azlığı yüzünden geçirdiğim telâşınhakikaten çocukça bir şey olduğunudaha ilk ayda öğrendim. Meğer nekadar çok hısım ve akrabam varmış.Hele mektep ve mahallearkadaşlarımın hatırşinaslığı,vefakârlığı her türlü tahminiminüstünde idi. Namzet defterinin banaait olan hanesi dolmuş taşmıştı.Felâket senelerimde beni o kadarsıkıntım içinde rahatsız etmemekdirayetini gösterenler şimdi banahısım akraba sevgisi ve dostluk gibiyüksek İnsanî meziyetlerin bende debol bol mevcut olduğunu ispat


edebilmem için lâzım gelen fırsatıvermekte birbirleriyle âdeta gözaçtırmayacak şekilde yarışagirmişlerdi.Bu hücum karşısında HalitAyarcı’ya ne yapabileceğimisorduğum zaman bana şu cevabıverdi:- Azizim Hayri İrdal, bu gibi işlerdeiki usûl vardır. Ya işi tamamiyletesadüfe bırakırsın, yahut danamzetleri muayyen kategorilereayırarak içlerinden birini tercihedersin. Ben de aynı vaziyetteolduğum için bu iki şıktan birisini


eraberce düşünelim. İşi talihe vetesadüfe bırakmayı kabul edersekkuraya müracaat ederiz. Fakatzannederim ki, bu pek lehimizeolmaz. Dışardan işitilirse yanlış tefsiredilir.- O hâlde sınıflara ayıracağız!- Evet, ama hangi sınıflara?..- İçlerinden tecrübelileri seçsek...Meselâ muayyen bir meslekte azçok çalışmış olanları...- Asla... Siz tecrübe kelimesininhakikî mânasını bilmiyorsunuz.Tecrübe sahibi demek, yıpratılmışolmak, muayyen hudutta ve muayyen


fikirlerde donmuş olmak demektir.Bu cins insanlardan bize hiçbirzaman hayır gelmez.Başka çare yoktu, tecrübesizleriseçecektik.- O hâlde, dedim, tecrübesizleriseçelim!Halit Ayarcı burada bir lahzadurakladı. Odasının duvarında asılıyeni grafiklerden birini dikkatlesüzdü. Sonra beni kolumdan çekerekönüne kadar götürdü.- Bu grafiği, dedi, çocuklarda saatsevgisi hakkında bir deneme olarakyaptım. Fakat bazı yerleri bana


yanlış gibi geliyor. Bu lâcivert haneyidaha ziyade okur yazar ailelerinçocuklarına ayırmalı! Halbuki benhediye saatlere ayırmıştım. Hayır,onları daha küçük olan bu sarıhaneye geçireceğiz. Lütfen tashiheder misiniz?Dediği tashihi yaptım. Fakat, “Nefaydası var bunların?” diyesormaktan da kendimi alamadım. Obana ciddî ciddî baktı.- Bilmek daima faydalıdır.Sonra tekrar asıl mevzua döndüm.- Hiç tecrübesiz olanları da nasılbileceksiniz?


- Meselâ hiçbir iştebulunmayanlar...- İşsizliğin tecrübesini yapmışolurlar ki, daha güçtür. İdaresihakikaten güçtür. Olmaz.- O hâlde?..- O hâlde bir tek çare var...Müracaat sırası... Fazla tercihettiklerinizin haricinde müracaatsırası... Yahut büsbütün bu tesadüfebağlanmamak için birinciden itibarenatlaya atlaya müracaat sırası. Buşansımızı daha çoğaltır. Anladınızmı? Defterinizde yazılı ilk ismi kabulediyorsunuz. İkincisini geçiyorsunuz.


Üçüncüsünü kabul ediyorsunuz...Hattâ burada da bir değişiklikyapabiliriz: Meselâ üçüncüsündensonra dördüncü ve beşinciyigeçiyorsunuz, akıncıyı, ondan sonraonuncuyu... İlk numaranız kimdir?- Bildiğiniz gibi Asaf Bey! Şimdilikmuvakkat ücret veriyoruz ama, birvazifesi yok!Yüzünü buruşturdu.- Asaf Bey, tembel insan! dedi.Ben tembel insanlardan hoşlanmam.Hususuyla bizimki gibi ferdî hürriyeteriayet eden ve personeline muayyenbir iş göstermeyen ve görecekleri


işin mahiyet ve kabiliyetini kendi icatkabiliyetlerinden bekleyen modern birmüessesede böylesi insanlar daimetehlikeli olur. Her gün muntazamgeliyor, değil mi?- Hepimizden evvel!Filhakika Asaf Bey hepimizdenevvel geliyor ve hepimizden sonragidiyordu.- Ne iş görüyor?- Şimdilik hiç... Yalnız gazeteleriokuyor, daha doğrusu gazeteleriokumasını emretmiştiniz!- Okuyor mu?- Hayır... Fakat Nermin Hanım


onun yerine okuyor.- Devam etsin bu işe...- Evet ama kadroya mal olmasılâzım! Aksi takdirde muvakkat bütçebitince...Halit Ayarcı bir müddet dahadüşündü.- Dostumuza kendisine göre bir işbulun... dedi. Çalışmaması icapeden, ataleti müessese için faydalıbir iş... O zaman mesele hallolur.- Böyle bir iş için kadro ayırmakbiraz tuhaf olmaz mı?- Hayır, dedi. Daha doğrusubilmiyorum. Hiçbir fikrim yok.


Ama koskoca bir müessesede bucinsten bir iş de bulunabilir,zannediyorum. Gecikmesini icapeden işleri havale edeceğimiz birbüro... Hattâ aziz dostunuzunkabiliyetlerine göre hiçyapılmamasını da temin edeceğineşüphe etmem!- Fakat isim? Ne ismini veririz?- Bir isme ihtiyaç var mı? Ah buformaliteler! İş görmek isteyeninsana kımıldamak imkânımbırakmıyor. Bu kadar sıkı kayıtlar,formaliteler içinde nasıl çalışılır?Odanın içinde sağa sola dolaştı.


Tekrar önümde durdu:- Hakikaten bir isim lâzım mı?- Zannederim...İçini hakikî bir teessürle çekti.Hakikaten mustaripti.- Aziz Hayri Beyciğim, eğer birgün bu kadar sevdiğim ve şevklekurulmasına çalıştığım bumüesseseden ayrılırsam, emin olunki, tek sebebi bu kayıtlardır, diyehayıflandı. Zannetmeyin ki bu isimiçin söylüyorum bunu. Onu çoktanhallettim! Fakat ne diye bu kadarabes şeyler için vaktimizi israfedelim? Beni üzen işin bu tarafı!


SAJE.’nde bu cinsten bir vakit israfıhakikaten hazin bir şey!..Zili çaldı. Derviş Ağaya:- Lütfen Ekrem Beye söyleyin!Pingpong odasına geçsin, bir partiyapalım! Siz de bulunursunuz değilmi?Halit Ayarcı pingpong oyununu çokseviyordu ve üst katta bunun için biroda ayırtmıştı. Çok defa ben deberaber bulunduğum için büsbütüncanım sıkılmasın diye, pasyansaçmam için bir masa koydurmuştum.“Hay hay!” dedim.O tekrar koluma girdi ve odanın


kapısından beni âdeta iterek çıkardı.- Evet, dedi, çok zamankaybediyoruz. Bunlardan ekonomiyapmalı! Bu hususta bir grafikhazırlayacağım! Bu gece halanızade-vetli olduğumuzu unutmayın.- Baş üstüne... Ama şu isim?- Ha evet! Tamamlama bürosu!Anladınız mı? Gecikmesiniistediğimiz işleri oraya havale ederiz.İki kâtip yeter değil mi? Rica ederimfazla insan vermeyelim!- Hattâ bir tane bile kâfi!- Hayır, hayır, iki tane... Birisi


halanızın tavsiye ettiği bir gençöbürü de benim tanıdığım çok kibarbir genç kız... Fakat istersenizhalanızın tavsiye ettiği genci başkabir daireye nakledelim ve oraya birhanım verelim! İki kadın daha iyiçalışırlar... Yani daha rahat olurlar.Buna karar verdikten sonravakitten ekonomi, hakikî ve tekhedefi olan S. A. E.’nde vakitgeçirmek için pingpong odasınaçıktık.


VIIIHalit Ayarcı ile Ekrem Beyinpingpong oyunlarını seyretmektenhoşlanırdım. İkisi de güzel insandı vearalarındaki yaş farkına rağmen aynıçeviklikle, vücuda mal edilmiş aynıdikkatle ve bittabi rahatlıklaoynarlardı. Bu cins bedentatminlerinden tamamiyle mahrumolduğum için araya hafif birkıskançlık girse bile, bu iki insanın


irbirine o kadar ahenkle cevapvermelerini, müşterek harekette heran birleşip ayrılmalarını seyretmekbeni hem şaşırtır, hem de tuhaf birşekilde, kendimden intikam alır gibimesut ederdi.Ekrem’i öteden beri severdim. Oda benim gibi bir yere, bir insanadayanmadan yaşayamayacakcinstendi. Bana karşı yedi sene hiçmuamelesi değişmemişti. En düşkünzamanımda bile kibar ve dostdavranmıştı. Anlayışsızlığımı vecehaletimi hiç yüzüme vurmamıştı.Acayip hâllerimi tuhaf bir şekilde


gülümseyerek karşılardı. Enstitüdeona ilk fırsatta bırakmasını tavsiyeedeceğim bir iş bulduğum için çokmemnundum. Halit Beyin ondanhoşlanması da beni korkutmuyordu.Bildiğimiz hesapların öylesinedışında idi ki herhangi bir kimseninona tesir etmesine imkân yoktu.O gün Ekrem hiç de iyioynamıyordu. Sanki kendisi değildi.Ve şüphesiz ki değildi. Hareketleriçolpa, dikkati dağınık, tepkileri geçve kesikti. İleriye doğru herhücumunda eli âdeta vücudunun biradım ötesinde, kendi düşüncelerine


takılmış gibi duruyordu. Şüphesiz kiNevzat Hanımın düşüncelerinegömülü, onların arasından zorlahareket ediyordu. Kim bilir nelerdüşünüyordu! Sevdiği insandanebediyen ayrılmanın verdiği acı,genç kadının ölümündeki fecaat, vebu ölümle birdenbire ona ve hepimizeaçılan ıstırapları onu içindenyıkmıştı.O kadar hayattan uzak ve kendiâleminde, kendine yeter zannetiği veöyle tanıdığı genç kadın şimdi onuniçinde başka türlü canlanmışolmalıydı. Eminim şimdi artık onun


yüzünden hiç eksilmeyentebessümün mânasını anlamağabaşlamıştı. Bu, trapezindenpartnerinin-kendine doğru uzattığıellerine yapışmak için kendisiniboşluğa doğru fırlatan cambazın,hesabında bir milimetre şaşırsakendisini ölüme götüreceğini bildiğibir hareketi yaparken dudaklarındaneksilmeyen tebessümün aynıydı. Obir süs değil, çok kahramanca birşeydi. Ve bütün bir ömür boyuncasürmüş bir kendisiyle anlaşmazlığıgizliyordu. Zavallı Ekrem şimdi belkide bu tebessümün üstünde


düşünürken kitaplarda okuduğu vebeğendiği cinsten bir gölgeyi değil,canlı bir mahlûku sevdiğini anlıyordu.Ve belki de bu yüzden içi pişmanlıkadoluydu. Çünkü bu hafif gülümsemeherkes gibi ona da çekilen bir imdatişaretine benziyordu.Ekrem, Nevzat Hanımın soluk vesessiz tebessümünde Şehzadebaşıkahvelerinde bana uzun uzadıyaanlattığı estetiğinin kadınınıbulduğunu zannetmişti. Şimdi isminihatırlamadığım bir İngiliz muharririninacayip, hattâ korkunç hikâyelerindençıkarttığı bu estetiğe Ekrem Bey saf


şiir estetiği derdi. Bu kadınlar DoktorRamiz’e göre hiç de şiirle, saf veyagayri saf, alâkalı değildiler. DoktorRamiz huyu tuttuğu zaman çoğuintihar eden veya ölen bu kadınlarınpsikanalizini yapmak ister, nadirolarak doktor olduğu zamanlar dakansızlıktan mustarip olduklarınısöylerdi. Ekrem Bey, bir çeşittakılma telâkkî ettiği bu sözlere pekkulak asmaz, belki de en uysaldinleyicisi olduğum için bana, yedisekiz şair filozofun birden adıkarışan, bu saflığı nisbetinde karışıkestetiği anlatmağa devam ederdi.


Ekrem’in bu konuşmalarını nedereceye kadar anlardım, bunutahmin edersiniz. Yalnız şurasımuhakkak ki Nevzat Hanımefendi ileilk karşılaştığım gün, kendi kendime,işte Ekrem Beyin ömrünün sonunakadar sevebileceği bir kadın,demiştim. Hayatımızın bir devrindensonra başımıza gelen şeylere okadar hazırlanmış oluyoruz ki,kederimizi kendi içimizde taşır gibiyaşıyoruz. Ekrem kütüphane dolusukitapları okuyarak Nevzat Hanımaâşık olmağa hazırlanmıştı. Fakat buhazırlıkla, onun hayatımızda aldığı


şekil her zaman birbirini tutmuyor.Ekrem Bey bir estetiğin en olgunörneğini bulduğunu sandığı bir yerdeüçüzlü bir cinayetle karşılaştı.Nevzat Hanımı üstün bir sanateseri yapan bu tebessüm, hakikatte,Ekrem Beyin istediği gibi bütünmeselelerini halletmiş, maddesininötesine geçmiş, orda gözümüzünönünde bir yıldız uzaklığıyla parlayanbir ruhun saltanatı değildi. Onunarkasında türlü tehdit ve ıstırapiçinde yaşayan, sıkışmış bir insanınbiçareliği vardı. İşte Ekrem, şimdi hiçfark etmediği bu biçareliği


görüyordu.Yukarda bahsettiğim gecehalamın evinde geç vakte doğruNevzat Hanımla konuşmuştum.Nasılsa Cemal Beyin elindenkurtulmuştu. Daha doğrusu halam birara Cemal Beyi yakalamıştı. NevzatHanım bu fırsattan istifade ederek tauzakta bir pencerenin yanınaçekilmiş, ayakta dışarıya bakıyordu.İlk defa olarak yüzünden tatlımaskesini atmıştı. Çizgileri sert veâdeta bütün canlılığıyla dışarda idi.Bu hâliyle belki eski tanıdığımızNevzat Hanımdan çok başka, ateşe


hazır bir silâh gibi güzeldi. Yavaşçayanına yaklaştım ve babacanlığımınverdiği cesaretle:- Burada ne diye beyhude yeresıkılıyorsunuz? diye sordum. Bakın,Ekrem orada sizi bekliyor. Biçareyebiraz iltifat etsenize... Senelerdirbunu bekliyor...Yüzü birdenbire yumuşadı. Dahadoğrusu biraz evvelki hâlinden çıktı,fakat eski alışılmış çehresini debulamadı. Âdeta yarı yolda kalmışgibi bir şeydi.- Ekrem Bey... diye mırıldandı.Ekrem biraz daha kuvvetli olsaydı,


ne meseleler hallolurdu, bilir misiniz?O zaman kendisine dünyanın enahmakça sualini sordum:- Bunu kendisine söyleyeyim mi?Yüzü tekrar sertleşti:- Sakın ha!., dedi. Hem neyeyarar? Böyle şeyler kendiliğindenolur. İyi anlayın. Belki de kabahatbendedir. Bu işlerden öyle iğrendimki ben...Sonra kolumdan tuttu:- Benimle hiç meşgul olmayın...dedi. Olmaz mı? Siz olsun beni rahatbırakın! Bir zaman, Sabriye ile sıkıfıkı olmuştunuz! Sizden nefret


etmiştim. Hayatımı kurcalamağakalktınız. Sırf onun gözüne girmekiçin... Sonra ortadan kayboldunuz...Gözlerini yummuş, bir yastık arargibi başını arkaya atmıştı.- Ama siz beni aradınız, evimde...- Biliyorum. Sabriye’nin size nesöylediğini öğrenmek istiyordum.Mümkünse pazarlık edecektim.Neyse, geçti... Şimdi yineortadasınız! Herkes yine ortada. Bukadar çok insanı etrafında görmekne demektir bilir misiniz?Bir müddet yüzüme baktı, sonra:- Beni rahat bırakın! Ve benden


ahsetmeyin. Olmaz mı? diye ısraretti.Sakin adımlarıyla orada HalitBeyin bulunduğu kalabalığa karıştı.O geceden sonra bu konuşmaiçimde düğüm olmuştu. İnsanlararasına karışmak, biraz müsavîmuamele görmek için nelere kadartenezzül ettiğimi biliyordum. Fakatbunun acılığını, başkalarındakitesirini hiçbir zaman bu kadarkuvvetle ölçmemiştim. Kendimisadece kendi gözümle görmüştüm.Şimdi beğendiğim, sevdiğim, kendisiiçin bir şeyler yapmak istediğim nadir


insanlardan birinin gözüylegörüyordum.Bu konuşmadan on beş gün sonraNevzat Hanımla bir daha karşılaştım.Bu, Seher Hanımın evinde idi. Benhalamla beraber gitmiştim. Dahasalonun kapasından onun sesini işitirişitmez geriye dönmek istedim.Fakat kabil değildi. İki saat karşıkarşıya oturduk. Nevzat Hanım banatek bir kelime söylemedi. Yalnızberaber çıktığınız zaman -halamevine bırakmayı teklif etmişti- yalnızkaldığımız bir anda.- Ben sizi kırdım o akşam...


Affedin! diye fısıldadı.- Ben size değil, kendimedargınım! diye cevap verdim.Hâdiseden sonra Ekrem’i hergörüşümde onun sözünü hatırlamışve genç adama acımıştım. Banaâdeta yarım insan gibi görünmüştü.Bir ara oyunda kendini toparlar gibioldu. Üst üste birkaç dakika HalitAyarcı’ya oynamak fırsatını bilevermedi. Sonra kendi hareketlerindedağıldı gitti. Bütün ömrü böylegeçecekti. Omuzumu silktim.Yanı başımdan bir el beni dürttü.Sabriye Hanımdı. Vücudum kaskatı


kesildi. Kaç gündür böyle oluyordu.Onu görmemek için yoldeğiştiriyordum. Halbuki bu kadınıaramıza kendim sokmuştum! SabriyeHanım benimle konuşmak kabilolmadığını görünce uzaklaştı. Oyunmasasının arkasını dolaştı ve küçükmasanın önüne oturdu. İskambildestesiyle oynamağa başladı.Dudakları kısık, vücudu dimdikti.Yüzünde garip bir sarılık vardı.Halit Bey bir müddet daha Ekrem’icanlandırmağa çalıştı. Sonra ümidinikesmiş gibi oyunu bıraktı. EkremBey yüzünü sildi. Ben Cemal Beyin


doğranmış vücudunu tekrarhâfızamın torbasına tıktım. Bu dahane kadar sürecekti? Aşağı ininceYangeldi Asaf Beyin bulunduğuodanın kapısından şöyle bir baktık.Tamamlama Büromuzun müstakbelşefi elli beşlik biçare bir kadın olanhademe Gülsüm Hanımıkucaklamağa çalışıyordu. Bu okadar beklenmedik ve komik birşeydi ki, neredeyse kahkahayıfırlatacaktık. Halit Ayarcı kolumdançekti ve ayaklarımızın ucuna basabasa uzaklaştık.- Ne dersiniz beyefendi? dedim,


isterseniz listenin ikincinumarasından başlayalım!Hakikaten insan seçmektemahirdim. Ekrem Bey bir posa idi,Sabriye Hanım zalim bir acuze, AsafBey bir bunak...- Bereket versin ki, Doktor Ramiz’isiz de tanıyorsunuz...Halit Ayarcı paltosunu giyerkencevap verdi:- Tamamlama bürosu fenaişlemeyecek... Hattâ vaitkâr. Sizlütfen, söylediğim genç kızları başkabir arkadaşın yanına verin. Yahutbütün daktilo hanımları bir yere


toplayalım. Size gelince, azizim, hiçüzülmeyin... Emin olunuz ki ohâlinizde dostlarınızı seçemezdiniz...Siz onların dostluklarıyla size sadakaverdiklerini sanıyorsunuz, halbukisize onlar iltica etmişlerdi...- Sabriye de mi? dedim.- Hayır, dedi. O sizi kullanmakistedi. Burası aşikâr, ama, yinebilinmez...- Yolda Halit Bey Ekrem’le oyunoynarken çektiği sıkıntıyı anlattı:- Ben aşktan daima kaçtım. Hiçsevmedim. Belki bir eksiğim oldu.Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı


insanlara verdiği zevki enindesonunda ödetmesidir. Şu veya buşekilde... Fakat daima ödersiniz...Hiçbir şey olmasa, bir insanınhayatına lüzumundan fazla girersinizki bundan daha korkunç bir şeyolamaz...Filhakika ben ödemeğebaşlamıştım. Zavallı Selma’nın asabıümitsiz denecek derecedebozulmuştu. Ne Cemal Beyi, neNevzat Hanımı unutabiliyordu.Geceleri sabaha kadar benirliyerekyatağından sıçrıyordu.Fakat hangimiz unutabilmiştik?


Şüphesiz Cemal Beye acımamıştım.Ölüm ve cinayet gibi büyük daralarteraziye girmeseydi, belki ondankurtulduğumdan memnun bileolurdum. Fakat ne olsa bir şey vardıiçimde, bunu lâalettâyin bir vakıa gibialamıyordum. Sonra Nevzat Hanımınbenimle konuşurken hep o rahat biryastık arayan başı gözümünönünden gitmiyordu.Halamın tam kapısı önünde HalitAyarcı birden kolumu tuttu.- Hem musıkîşinasa da iş bulmuşoluruz. Adı Macit Beydi, değil mi? Şuşef dorkestr olmak isteyen... Evet,


yüz kişilik bir salon! Bütün daktilogenç kızlar makinalarının önünde!Karşılarında bir sedir üzerinde elindedeğneği, bir şef dorkestr!.. Onunidaresiyle çalışıyorlar. Hep birden“A”lara “B”lere vuruyorlar, muntazamve yekpare... Azizim, bu hiç de fenaolmayacak. Bak siz demin Asaf Beyitanıdığınıza pişmandınız. Halbukiteselli edici jestiyle bize ne ori jinalbir fikir hazırladı. Evet, hususîkâtiplerimiz hariç, hepsi büyük birsalonda... Modern dünya, modernçalışma...Eve girdiğimiz zaman iki salonu,


holü hıncahınç kalabalık bulduk.Fakat bu seferki kalabalık benimalışık olduğum cinsten değildi.Tanıdıklarımızdan başka, hermilletten ecnebî vardı. Şimalli,cenuplu, yakınşarklı, şarklı... İlkyarım saat bir elim Halit Ayarcı’nınelinde -bazen de onun yerine halamgeçiyordu- muhtelif milletlerdeninsanlara takdim edilmemle geçti.Böylece hemen herkes benim kimolduğumu öğrendi. Sonra bir kenaraçekilmek fırsatını buldum. İşte ozaman evin bütün duvarlarında<strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong> Enstitüsü’nün


grafiklerinin ve sloganlarının asılıolduğunu gördüm.Saat sekize doğru ışıklarsöndürüldü ve kısa metraj bir filmgösterildi. İlk ayar istasyonumuzunaçılış resmi idi bu! Herkes, ben dedahil Hayri İrdal’ı bir yığın mühimadamın arasında kurdelenin önünde,biraz sonra elinde bir kâğıt parçasınutuk verirken, daha sonra genç birkız saatini ayarlarken -Yârabbim, neşeker gülümsemeydi kızınki! Niçin ozaman dikkat etmemiştim!- seyrettik.İkinci film, bizzat enstitünün açılışıidi. Fakat burada Halit Ayarcı beni


gölgede bırakmıştı. Kimler yoktu?Ve nasıl, tıpkı bu gece gibi, HalitAyarcı sadece orada bulunuşuylahemen hepsini gölgede bırakıyordu?Işıklar açılınca biraz evvel takdimedildiğim insanlar benimle HalitAyarcı arasında âdeta mekikdokudular. Halit Ayarcı banasezdirmeden işleri öyle tanzimetmişti ki hemen herkes benievvelden tanıyordu. ŞerbetçibaşıElması, Seyit Lûtfullah, <strong>Ahmet</strong>Zamanî, Mübarek, Nuri Efendiisimleri âdeta konfetiler gibi üstümeyağıyordu. Her yeni kadeh benim ve


Ayarcı’nın etrafımızdaki alâka veçoşkunluğu bir kat daha arttırıyordu.O geceki kadar fazlakonuştuğumu bilmiyorum. Hemenherkese her şeyi anlatıyordum veişin garibi hangi dilde hitap edilsebeni derhal anlayan bir tercümanyanı başımda mırıldanıyordu. FakatHalit Ayarcı neleri düşünememişti?Bir ara yüz, yüz elli kadar, büyükçebir duvar saatinin fotoğrafınıimzaladım. Biraz sonra bilmecekendiliğinden çözüldü. Halam, ikincisalonda bizim eski saatimizdenoldukça büyük, rokoko süslü, fakat


dört tarafı sonradan fil dişi üzerineArapça yazılarla çevrilmiş bir saatemisafirlerini takdim ediyordu. İşingaribi herkesin onu bilmesi vehayretle bakması idi. Gözlüklü,gözlüksüz, levinyonlu yüzlerce gözüzerinde idi ve bütün salon önündenâdeta bir resmigeçit yapıyordu. Bu,onsekizinci asır başlarındaAlmanya’da mihanikin ve otomatzevkinin en parlak devrinde yapılmış,büyük, zengin, gösterişli, hakikatentam işletecek, hattâ kurabilecekustası bulunursa çeşit çeşit marifetgöstermeğe hazır nadir saatlerden


iriydi. Fakat merasim ciddiliğiyle okadar acayipti ve saatin önü öylekalabalıktı ki ancak bir göz atabildim.Halam, omuzunda siyah şalı, siyahkostümü içinde, göğsü dantelâlariçinde yarı dekolte, boyalı saçları,makyajlı yüzü, elmasları, incileri ileher zamankinden fevkalâde veşaşırtıcı, bir eli bastonunda, öbürüsahte Mübarek’e takdim edilmek içinilerleyen misafirinde, evvelâ yenigelenin adını söylüyor, sonra da,“Mübarek, bizim aile saatimizMübarek” diye onu tanıtıyor vehemen arkasından, “Şimdilik bizde


misafir kalıyor...” filân gibi bir cümlesöylüyordu.Bir ara, çeyrek başı olacak galiba,saat vurmağa başladı. SesiMübarek’inkinden daha güzeldi.Fakat öyle bir gürültü koptu kilâyıkıyla dinliyemedim. Filhakikakadranın üstündeki kapı açılmış ve<strong>Hamdi</strong> Beyin tablolarında görülenihtiyar derviş kılıklı bir adam dışarıyaçıkarak, “Hoş geldiniz” diyebağırmış, sonra derhal içeri girmişti.Halam hiç şaşırmadan:- Şeyh <strong>Ahmet</strong> Zamanî Efendi...diye bu marifeti izah etti.


İşte o zaman, sevinç, hayranlık,alkış, bir kıyamettir koptu.İşin garibi saatimizi o kadar iyitanıyan, günlerce ziyaret eden,sattığımı yakından bilen DoktorRamiz’in Mübarek’teki bu değişiklikkarşısında hayretiydi. Nihayetdayanamadı, beni bir köşeye çekti,gayet mahrem ve hakikaten endişelibir sesle:- Kardeşim, dedi, bu gece benMübarek’i çok değişmiş gördüm.Nasıl diyeyim, fazla süslü gibi geldibana!Elimdeki viski kadehini ona


tutuşturdum.- Doğru! diye cevap verdim. Para,refah, fazla kazanmak hırsı hepimizgibi onu da değiştirdi.- Ama onunki biraz fazla! dedi.Eskiden daha sade ve güzeldi.Önüne geçemiyor musunuz?- Kabil değil! Hiçbir şeyyapamıyoruz. Yapamayız da... Çoknasihat verdim, bir türlü dinlemiyor...- Herhâlde bir çaresini aramalı!Hiçbir şey yapamasak bile o nişanıgöğsünden çıkartmağa razı etmeklâzım!- İstersen sen dene. Bana Sultan


Aziz verdi diyor, başka bir şeydemiyor. Halamı görmüyor musun?O yaştaki kadına yakışacak kıyafetmi o? Bizim aile böyle! Yaşlandıkçaazıyoruz. O da ne olsa, ailedensayılır. Sana doğrusunu söyleyeyimmi? Ben bile, bunadığım zaman neleryapacağım, diye korkmağabaşladım.Burada aziz dostum isyan etti.- Hayır, dedi. Ben varken sen hiçkorkma! Zaten seni tedavi ettim.Dostuma teşekkür etmeğe vakitbulamadım. Halamın misafirlerietrafımı almışlardı. Hemen hemen


kendisi kadar yaşlı ve bir mekkârekatırı kadar boncukla, küçük zillerle,zincirlerle, halkalarla süslü bir kadınbana asıl ailemizin <strong>Ahmet</strong>Zamanî’den mi, Mübarek’ten migeldiğini sordu. Ben tercümana, “Asıldedemizin Mübarek olduğunu söyle!”dedim. Bir başkası Mübarek’in böyleyer değiştirmelerinin, misafirliğegitmelerinin sık sık vâki olupolmadığını sordu. Tabiatıyla bu işinnadir olduğunu, ancak doktortavsiyesiyle razı olduğumu söyledim.Bu sefer doktorunun kim olduğunumerak ettiler.


- O kadar yaşlı adamın elbette biryığın doktoru olur. Amma sonuncusuDoktor Ramiz Beydir, diye azizdostumu işaret ettim.İşin bundan sonrasını onunmemnuniyetle idare edeceğineemindim. Kalabalık Doktor Ramiz’edoğru akarken ben de hole çıktım.Ne garipti, hepimiz Halit Ayarcı’nınelinde bir kukla gibiydik. O biziistediği noktaya getiriyor ve oradabırakıyordu. Ve biz o zaman, sankievvelden rolümüzü ezberlemiş gibioynuyorduk. İçimde ona karşı hiddet,kin, isyan ve hayranlık birbirine


karışıyordu.Holde sol tarafta büyük sofanınüzerinde Zehra yeni yaptırdığıtuvaletin uzun eteklerini yayarakoturmuş, elindeki içki kadehinisallaya sallaya etrafındakidelikanlılarla bilmediği dillerleveyahut o anda hepsinin birdenbildikleri tek dille konuşuyordu.Takribî <strong>Ahmet</strong> Efendinin torunu buakşam hakikaten güzeldi veetrafındakilerin hepsi ona hayrandı.Küçük el işaretlerine, çenesininkendinden çok memnun dikliğinebaktım, gerçekten mesuttu. Fakat ne


kadar annesine benziyordu! Bir aragençlerden biri eline bir tabak içindebiraz yiyecek tutuşturdu. Kızımdizleri üzerinde rahat rahat yemeğebaşladı. Evimizin eski ananesini biriki yıl içinde tamamiyle unutmamışolduğuna sevindim. Senelerce kuruekmeğimizi böyle dizlerimiz üzerindeyemiştik.Bu ara yanıma Pakize yaklaştı.Güzel giyinmişti. Bu elbiseleri nezaman yaptırmıştı, bilmiyorum.Fakat kumaşı tanır gibi oldum. Alacaeşarpını, küçük çantasını o kadarrahat tutuyordu, öyle içten memnun


gülüyordu ki... Kendi kendime,“Acaba bu akşam hangi artistolduğunu zannediyor?” diyedüşündüm. Yüzü sevinç içindekoluma girdi.- Ah Hayri.... Ne kadar mesudumbilsen! dedi. Ben zaten seni alırkenböyle olacağımı biliyordum.- İyi amma ben seni aldığımısanıyorum, yoksa âdetler değişti mi?- Beni görünce de hep eskikafalılığın tutar. Neyse... İştememnunum. Hele bu gece Mübarek’igördüğüme öyle sevindim ki... Bilirsinya, ben onu çok severdim.


Bayramları hep elini öperdim...- Hoşuna gidiyor değil mİ bütünbunlar?- Gitmez mi hiç! Hep bunubekliyordum senden. Sengeciktiriyordun!Karımın arkasında ellilik, buldokköpeği kılıklı bir herif bir elinde ikikadeh içki, ben çekilir çekilmezatılmağa hazır gibi bekliyordu.- Kimdir bu Allah’ınmünasebetsizi? diye sordum. Dahaiyisini bulamaz miydin?- Hayranlarından biri...Mütemadiyen seni soruyor, gazeteci


imiş!Arkasından yavaşça ilâve etti:- Muvaffakiyetin müthiş bu gece...Sonra benim hep sırtındakikumaşa baktığımı görerek,- Tanıdın, değil mi? dedi. Hanikimse para vermediği içinsatamamıştık! Babanın kürkününkabı canım! Güve yenikleriniişlettim... Amma çok para gitti.Demek yeşil kumaşın üzerindeparlayan altın yıldızlar güveyenikleriydi.Karımı, “Allah iyilik versin!” diyearkasında bekleyen buldoğa


ıraktım. “Elbette bütün bütünyemez ya!..” Eşiğe yakın bir yerdenbir “hello” sesi geldi. Döndüm. Küçükbaldızımdı. Kendisine hiçyakışmayan kıpkırmızı tuvaletininiçinde, her an sıyrılmağa hazır birhançer gibi, etrafındaki erkeklerledalaşıyordu. Kulaklarında at nalı gibikalın maden küpeler vardı.Askerlikte bedava yere çürüğeçıkartıp attığımız eski nallaraacıdım. Bugünün modasıyla neservet kazanılırdı. Baldızım yanımayaklaşınca etrafındakileri bıraktı vebütün vücuduyla bana abandı:


- Bu gecenin en güzel erkeğisensin, enişteciğim!Pakize’nin kızkardeşi son günlerdebu acayip huyu peydahlamıştı.Doktor Ramiz’in psikanaliztedavilerinin bir neticesi olacaktı.Yavaşça iteledim:- Haydi git, eğlen! dedim. Hem birbaşka defasında bu kokuyu değiştir!O hiç aldırmadan küçük mendiliniburnuna tıkadı ve kokunun ömrümboyunca hatırlayamayacağım adınısöyledi. Gülmekten kırılıyordu.Şüphesiz neredeyse öbürbaldızım da gelecekti. Saat on birde


gazinoda işi bitiyordu. Ve o gelirgelmez şöhretini yapan şarkılarıokuyacaktı. Tekrar salona girdim,arkadaki odaya geçtim. Burasınisbeten tenha idi. Yerde büyük birkonak mangalının etrafında SeherHanım, Sabriye Hanım, NerminHanım bir yığın erkekle berabertoplanmışlar, Doktor Ramiz’inkendilerine öğrettiği şekilde, güyaBektaşi âyinine göre birbirleriniselâmlayarak, kadehlerini elleriyleyarım kapayarak rakı içiyorlardı.Beni de içmem için sıkıştırdılar. Benrakıyı sevmediğimi, yalnız viski


içtiğimi, zaten başkasına Mübarek’inmüsaade etmediğini söyledim.Hemen hemen <strong>Ahmet</strong>’in yaşında birdelikanlı sallana sallana ayağa kalktıve ceketinin arka cebinden çıkardığıyassı bir şişeyi bana uzattı.İhtiyarsız oğlumu düşündüm. “Zavallıbudala!” diye söylendim. “Zavallıbudala, namuslu olacağım diye şimdimektepte kör bir elektrik ışığı altındakim bilir neler çekiyordun.. Bâriolabilse... Hiçbir tâvizat vermedenyaşayabilse! Fakat imkânı mı var?”Delikanlıya şişesini iade ettim.Asitfenik gibi kokuyordu. Doktor


Ramiz yarı kucağına devrilmiş ihtiyarbir kokonanın arkasındantanınmayacak bir, “ nereyegidiyorsun?”la beni teşyi etti.Bu arada hizmetçiler durmadansağa sola kenarlarına tahta kaşıklardizilmiş etli pilâv lengerleritaşıyorlardı. Her lengerin peşindenelinde keşkül yerine bir tabak tutanbir sürü kadın, erkek koşuyordu.Kibar bir Fransız gülümseyerek veşüphesiz aynı yaşlarda olduğumuziçin dilini behemehal anlayacağımısanarak bana bir şeyler söyledi.Zorla, “Pilâva hücum!” dediğini


anlıyabildim. Yaşadığı zamandanhiçbir şey anlamayan bu biçareyehayretle baktım. Fakat o hayretimianlamadı. Bana şampanyanınverildiği yeri gösterdi. Kol kola orayakadar gittik. “Belki bu iyi gelir!”diyordum. Elbette birinden biri iyigelecek ve ben de etrafımdakilerebenzeyecektim. Muhakkakbenzemeliydim. Benzemezsemyaşamak çok güçtü.Şampanya bana hafif bir serinlikgetirdi. “Selma nerede?” diyeetrafıma baktım. “Selma gelseydi,ne iyi olacaktı!” Fakat Selma yoktu.


Sevgilim, Cemal Beyin ölümündenberi hasta idi. Bir ara Ekrem Beyigördüm. Bütün vücudu dikkat hâlindekarşıda bir yere bakıyordu. Nedensonra Naşit Beyin fotoğrafınınaltında bir buçuk ay evvel NevzatHanımla oturup konuştuğu kanepeyebaktığını anladım. Bu da gülünç vebudala bir işti. Bunu dabeğenmemiştim.Tekrar hole çıktım. Sağ taraftakikapıdan içeri girdim. Burası rahmetliNaşit Beyin bürosuydu. Hiçbir zamansevmediğim ve sevemeyeceğim buadamın odasına o zamana kadar


girmemiştim. Fakat halam evini banagezdirirken orda çok rahat bir koltukbulunduğunu söylemişti. Kapıyıarkamdan kapattım. İyi, zevkledöşenmiş bir oda idi. Duvarda biryığın resim vardı. Fakat asıl dikkatedeğeri koltuğun tam karşısında,Naşit Beyin av tüfeklerinden sankihakikaten karacalar, daha büyük vetehlikeli hayvanlar avlıyormuş gibi hercins av bıçaklarından yapılmışarmamsı süstü. Bu süsün tamortasından rahmetli Aristidi Efendinineczanesinin camekânında,yeşillenmiş formül içinde, iki ceninin


yumuk gözleriyle acı acı hayatfelsefesi yaptıkları kavanozlarınüzerinde senelerce fersiz tüylükanatlarıyla uçmağa hazır gibi durankartal bana canlanmış gözleriylebakıyordu. “Vaktiyle ne kadarmasum yalanlar söylermişiz!” diyekendi kendime mırıldandım.Uyandığım zaman sabahayakındı. Eğlence sesleri hâlâ devamediyordu. Gözlerimi açınca karşımdaHalit Ayarcı’yı gördüm.- Nasıl? diyordu. Fevkalâde oldudeğil mi?Deminden beri siziarıyordum. İnsan böyle güzel


geceden kaçar mı?O kadar rahat ve sakinkonuşuyordu ki ne diyeceğimişaşırmıştım.- Halanız harikulâde idi. Zaten herzaman harikulâde... Siz de fenadavranmadınız! Haydi kalkın da sizigörmek için buralara kadar gelmişbir dostu tanıyın! Van Humbert,birinci sınıf bir âlimdir!Gerine gerine:- Bitmedi mi hâlâ, Halit Bey, hâlâbitmedi mi? Bitmeyecek mi?- Hayır dostum, hayır, yenibaşlıyoruz. Daha dün doğmuş çocuk


gibiyiz.- İyi amma, oyunun esası nedir?Şunu anlatın bana... Her şey yolundagidiyor işte. Bu maskaralığa lüzumvar mıydı?Halit Bey, Naşit Beyin masasınaoturdu.- Her şey yolunda... Fakatyalnızız. Bütün dünyada yalnızız.Yalnızlık benim hoşuma gitmez.Anladınız mı? Bu kadar güzel veciddî bir müessese bütün dünyacataklit edilmelidir. Ben bunu istiyorum.Zannederim ki siz de istersiniz!


IXKonuşmamızı Doktor Ramiz’in,bütün bir gürültü ile odaya girişikesti. Aziz dostumuz tam kıvamındaidi. Saçları birbirine karışmış,boyunbağı, yaka bir tarafta idi. İkieliyle biraz evvel sözüm ona âyiniCem mangalının etrafında yarıyarıya kendisini ezen şişman kadınıodanın ortasına doğru itti. Bukadıncağızın bundan sekiz sene


evvel sevgili doktorun İlmî mesaisineservetinin yardımını ve hususîhayatının yalnızlığına da yüz otuzkiloluk bir vücudun bütün güzelliklerinigetiren, sonra birincisini olduğu gibidoktora bırakıp İkincisiyle beraber,bu son evlilik hayatınınyorgunluklarından dinlenmek için,psikanaliz usulleriyle muaşakanınhenüz bulunmadığı daha rahatdünyalara giden rahmetli karısınabenzeyişi hakikaten şaşırtıcı birşeydi. Doktor bizi görür görmezbirinci sınıftan bir sinema edasıylayeni sevgilisinin beline yapıştı ve sağ


omuzuna yapışık çenesinikonuşmağa daha müsait bir vaziyetesoktu. Fakat Halit Bey bir parmağınıağzına götürerek susmasını işaretetti, sonra kanepede sarhoş yatanbir kadını göstererek:- Gir, gir, doktor, yalnız fazlagürültü etmeyin... dedi. Buçocukçağız rahatsız!Sonra benim kalktığım koltuğugösterdi.- Koltuk rahattır. Biz çıkıyoruz,keyfinize bakın!Yüzündeki tebessüme hayranoldum. İnsan bu istihzayı bulduktan


sonra ebediyete kadar müsamahalıolurdu. Çünkü bu istihzainsanoğlunun toptan inkârıydı. Onaerişen insanın yapmayacağı,yapamayacağı şey yoktur. Eğeriçine yerleşmiş yalnızlık hissinden birlahza zehirlenmezse.Kolumdan çekerek dışarıyaçıkardı:- Doktor eğlenmesini biliyor,dedi.O sizin gibi değil! Siz her girdiğinizyerde, evvelâ nelerden iğrenebilirim,nelerden azap çekebilirim, diyeetrafınıza bakıyor, ondan sonra dahep burnunuzun altına bir tutam


ısırgan otu asmışlar gibi silkinesilkine dolaşıyorsunuz...Sözü kendimden uzaklaştırmakiçin:- Hâlinize bakılırsa pekiçmemişsiniz! dedim.- Yalnız birkaç kadeh... dedi. Bugece kendime hâkim olmam lâzım...Mamafih şimdi içeceğim. İçebilirim.Daha şampanya var! Halanızmükemmel ev sahibi. Masraftan hiççekinmiyor... Biraz hoşunuzagitmeyecek amma, artık muhtaçolmadığınıza göre söyleyebilirim!Parasını son meteliğine kadar


yemeden bu dünyadan gitmeyeniyeti yok!Büyük salonda ve holde dansbütün hızıyla devam ediyordu.Pudra, lâvanta, ter kokusu, çıplakomuz, vıcık vıcık koltuk altı,tebessüme bulaşmış ruj, havayı birmacun gibi keşifleştirmişti. Bir araküçük baldızım beni görür gibi oldu,at yapılı kavalyesini bırakıp bizedoğru gelmeğe teşebbüs etti.Bereket versin delikanlı daha atikçıktı.Mübarek’in bulunduğu oda dahasakince idi. Yalnız şampanya


dağıtılan masa oraya taşınmıştı.Veetrafı bir karınca yuvasınabenziyordu. Halit Ayarcı elimdençekerek beni halamla ve karımlakonuşan Van Humbert’in yanmakadar götürdü. Bu sevimli âlimimeyva ile sade soda içerken bulduk.Karım ve halam daha mâkul veİnsanî düşünüyorlardı. Ellerindeşampanya kadehleri vardı. Halamabakarken ister istemez, “Acabaserveti ölümüne kadar idare edecekmi?” diye düşündüm. Sonraomuzlarımı silktim. “Şimdi paramızvar, aldırma!” dedim. “Zaten eski


âhiret kardeşi de bizim evde defteritamamlamıştı. Pekâlâ o da aynı şeyiyapabilir! İdaresi biraz güçtür amma,çekerim... İnsan böyle halası oluncaher şeye katlanır...” Hakikaten desevilmeyecek insan değildi! Hayataşkı bereketli bir arpa tarlası gibi hertarafından fışkırıyordu.Van Humbert altmış beşyaşlarında daha ziyade çocuk yüzlü,orta boylu, sakin, güçlü kuvvetliadamdı. Bütün hâlinde öyle bir çocukedası vardı ki geniş sakalını takmazannetmek kabildi. Halit Bey benitakdim edince:


- Nasıl, diye sordu, konferansınıziyi geçti mi. Bendeniz de bulunmakistiyordum çok. Amma hanımefendive beyefendi istemediler banamüsaade etmek...Karım benim şaşırmama zamanbırakmadan:- Ne güzel Türkçe konuşuyor değilmi? diye bana misafirimizin methinietti.Halam onun estağfurullahını çokkısa kesti.- Bu gece aksilik oldu, çokmüteessirim... Lâkin ne yapalım kibu aile toplantısında konuşmayı


yeğenim evvelden vaat etmişti.Dikkat! Evvelâ bir konferanstaidim, Naşit Beyin odasında tüylerisolmuş kartala baka bakauyumamıştım. Sonra da konferansbir aile toplantısında olmuştu. O databiî idi. Saat on birde umumî birkonuşma yapılamazdı ya. Hayatımzannedildiğinden çok kolaydı.Hiç şikâyete hakkım yoktu. Küçtikbir baldır tazyiki, bir dizgin çekişi,kırbacın ucu ile ufak bir işaret, benigideceğim yola koyuyordu. Elbettebirisi konuşmamın mevzuunu dalütfedip söyleyecekti. Söylemeseler


ile ben bulabilirdim. Amma bu biraztehlikeliydi. Daha iyisi sabretmekti.Şimdilik benim Van Humbert’in elinisıkıp ona sırıtmaktan, daha doğrusuparmaklarımı onun elininmengenesinden kurtarana kadargözlerinin içine bakıp tebessümetmekten başka yapacağım bir şeyyoktu. “Parmaklarımın yerini birazdeğiştirebilsem ben ona gösteririmamma...”Halamdan sonra karım atıldı:- Hayriciğim, çok alkışladılar mıseni? Bulunamadım, yanındadeğildim, diye çok üzüldüm... Amma


yeni dostumuzu da bırakamazdımki... Sonra oraya kadar yormağarazı olmadım. Ne mükemmel adamgöreceksin! Bize öyle tatlı şeyleranlattı ki...Sonra misafirimize dönerek:- Kocam, ben yanında bulununcadaha rahat konuşur... diye ilâve etti.Ve sonra bütün ciddiyetiyle, yanihayasız hayasız gülerek ve ancakböyle kalabalıkta olduğuzamanlardaki o acayip bakışlaadamın içini alt üst ederek hak ettiğiiltifatı bekledi. Türkçe kelimeler busefer daha şevkle desteklendi.


-Tabiî efendim, insanın sizin gibibir ilham perisi bulunduğu zaman...Van Humbert, lügatten öğrendiğibu “ilham perisi” tabirini tam yerindekullandığı için dünyalar verilmişkadar mesuttu. Bu hızla parmaklarımve bütün elimin ayası yeni baştanezildi. “Elbette bir daha karşılaşırızve ben de senin elini bir keretutarım...” Karım hakkı olan bu iltifatıyakalar yakalamaz misafir hanımınyere düşürdüğü mendilini ağzındakendi sahibine getiren bir finoyaltaklığıyla bana döndü.- İnşallah, yine müsveddeleri


irbirine karıştırmadım?.Bu tip uyandırma, “Biraz kendinegel!” demekti. Rolümü benimsememlâzımdı. Büyük bir gayretle elimi VanHumbert’ten kurtardım, ve şarapşişesinin kenarına sarılmış ıslakpeşkirde parmaklarımın sızısınıhafiflettim.- Hayır şeker karıcığım, hayır,karıştırmadım... Yani doğrudandoğruya evde unutmuşum...Ezberden konuştum...İlk kahkahayı Halit Ayarcı attı.Sonra hepimiz birden koro hâlindegüldük. Van Humbert ilham perime


akarak:- Öyle olunca daha iyi oluyor...Benim de başıma birkaç kere geldi...Amma insan daha rahat konuşuyor.Karımın telâşı bu teminat üzerinesükûnet buldu. Bana da, ona da şirinşirin güldü.- Senin şempanze nerede? Dahadoğrusu o buldok, diye sordum.Halit Ayarcı bu zevzekliğimibeğenmediğini gösterir bir şekildehafiften kaşını çattı. Ve ben işiderhal anladığım için misafirimizedöndüm.- Yolculuğunuz iyi geçti mi


efendim?- Tabiî efendim, çok tabiî...Gönderdiğiniz bilet en lüks kamaraidi...Demek böyle, bu baş belâsınıbelki de kendi imzamla davetetmişlerdi. Fakat mevzuu, buakşamki konuşmamın mevzuunu birtürlü söylemiyorlardı. “Söylemesinlervarsın! Mademki ezberdenkonuştum, bir şey uydururum.Değiştirdim, derim!”Van Humbert’e bu sefer HalitAyarcı İstanbul’u nasıl bulduğunusordu. Buna da münasip cevaplar


aldık. Emrine verilen otomobil çokrahattı. Otelin banyo odasını pekbeğenmişti. Kendisini gezdiren adamHollandaca bilmiyordu amma,Almancası iyiydi.- Efendim Kapalıçarşı,Bedesten,Bakırcılar...Fakat heyhat, hazretKapalıçarşı’da pek az kaldı vederhal <strong>Ahmet</strong> Zamanî’ye geçti.Kitabımı hallaç pamuğu gibididiklemişti. Beni tam bir sualyağmuruna tuttu. Bizimkilere nekadar az benziyordu? Her kelimeninüzerinde ayrı ayrı durmuş gibiydi.


Cemal Beyin tenkitleri bilebununkilerin yanında solda sıfırkalıyordu. Bir ara cebinden kocamanbir kâğıt çıkardı. Bu bana soracağısuallerin listesiydi. Gecenin busaatinde hiç de çekilir şey değildi bu.Fakat ne diye Halit Ayarcı banasormadan yaptı bu işi? Ne diye heran beni emrivaki karşısındabırakıyor?İlk sualler kolay geçti. Fakatderinleştikçe bende acayipjimnastikler başladı. “Tamam, dedim,on dakika sonra sarhoşluğavururum.” Amma on dakikayı nasıl


geçirmeliydi!İlk imdat Halit Ayarcı’dan geldi.Doldurduğu şampanya kadehinimisafire uzattı:- Mideniz düzelmiştir artık...diyordu.Van Humbert bir, elindeki suallistesine, bir de şampanyaya baktı.Çok büyük bir iç mücadelesigeçirdiği aşikârdı. Kahraman mı,insan mı olacaktı? Fânilik tarafıgalebe etti. Arkasından Pakizekendisine o meşhurtebessümlerinden biriyle gülerekdansı sevip sevmediğini kayıtsızca


sordu. İkinci kadehin ortasındahenüz kendisini dansa davetetmediğini söyledi. Hazretsevincinden uçtu. Halit Ayarcı busefer halamın beline sarıldı. Halambir bavul yükü eşyayı benimkucağıma bırakarak onunla gitti.Halit Bey bu sefer de kendisine nekadar kızdığımı söylemek fırsatınıbana vermeden meseleyi halletmişti.Olduğum yerde kadehimi bitirdim.Kucağımda halamın şalı, yelpazesi,saplı dürbünü, dış salonunarkasındaki odada büyük baldızımınavaz avaz söylediği şarkıları


dinlemeğe gittim.Yârabbim ne emniyetti o! Nasılbağırıyordu! Nasıl kendindenmemnundu! Ve o bağırdıkça bütünetraf onunla beraber nasılcoşuyordu! Beni görür görmezcoşkunluğu bir kat daha arttı. Ortadamor elbiseleri içinde olduğundanşişman ve çirkin, fakat yine de garipbir şekilde sevimli, küçük bir filyavrusu gibi yüksek ökçeliiskarpinlerininüstündenetrafındakilere doğru -şüphesizkorsası yüzünden- güçlükle eğileeğile, parmaklarını çıtırdata çıtırdata


okumakta olduğu şarkı bitince,alkışları bile doğru dürüstbeklemeden benim yıllarca kendisineöğretmeğe çalıştığım hâldemuvaffak olamadığım bir semaiyebaşladı. Zavallı semaî acemi terzieline düşmüş Hint kumaşı gibigözümün önünde doğrandı gitti. Butahribat hayran dinleyiciler tarafındanaynı şekilde alkışlandı. Bu seferhalamın eşyasını, yanı başımdaduran Ekrem Beye devrettiğim içinalkışa ben de katılmıştım. Semaininarkasından Dede’nin güzel birbestesini tuzla buz etti. Bir ordu


çiğneseydi zavallı beste bu hâlegiremezdi. Tabiatıyla alkış aynıderecede şiddetli oldu. Ondan sonraçok hazin bir maya başladı. Fakat bumusikî değildi artık! Bu bir sürükurdun açlıktan uluması gibi birşeydi. İkisini de askerliğimde ŞeytanDağlarının yalnızlığında sık sıkdinlemiştim. Maya, bölüğümünneferlerinin ağzında yıldızlarlakonuşma gibi bir şeydi. Onlarınerkek seslerinden bu keder taştı mı,bütün tabiat canlanırdı. Halbukibüyük baldızımınki... Bununlaberaber herkes teessüründen


ağlıyordu. Bu umumî bir matem, filângibi bir şeydi. Belki de böyle olduğuiçin onu bitirir bitirmez, kıvrak biroyun havasına başladı. Bu seferkimuvaffakiyetinin artık hududu yoktu.Dans edenlerin yarısı etrafımızdatoplandılar. Herkes el çırpıyordu.Ben aklımda hep Halit Ayarcı ileBüyükdere’deki ilk konuşmamız,hayretten ağzım bir karış açık, VanHumbert’i de, kendimi de unutmuşonun bu coşkunluğu idare edişini, onubesleyişini seyrediyordum. Oyunhavasının yarısına doğru genç birkadın dayanamadı, çiftetelliye


aşladı. Oyundan hiç anlamıyordu.Fakat ne çıkardı, herkes memnundu.Orta yaşlı bir erkek, şüphesiz kocasıveya sevgilisi, genç kadını yalnızbırakmağa razı olmadı. İleriye atıldı.Ben kalabalıktan yavaşçasıyrıldım. Karımla sevgilimisafirlerimizi aramağa çıktım. Fakathayret, cazın etrafında büsbütünbaşka bir manzara beni bekliyordu.Burda da rekor yine bizim ailede idi.Küçük baldızım genç bir Amerikalıile salonun ortasında kırasıya birdansa girmişlerdi. Daha doğrusudans ediyoruz, diye birbirlerine


yapmadıkları zulüm, işkencekalmıyordu. Küçük baldızımçoraplarını, iskarpinlerini çıkarmış,bir eli partnerinde, bir eli kâfiderecede kısa bulmadığıeteklerinde, halısı kaldırılmış cilâlıparkenin üzerinde zıplıyor, kendiniyerden yere atıyor, tam bir yerikırıldı diye imdadına koşacağımzaman tekrar kalkıyor, tekrarzıplıyor, kavalyesine sarılıyor acayipçifteler atıyor, bilinmez düşmanlarıbaşı ile süsüyor, tekrar yerlereyatıyordu.Hey gidi hey! Ne gafletmiş benim


gafletim! Karımın ailesini meğer hiçtanımamışım! Zavallılar hapsedilmişistidattan az kalsın çatlayacaklarmış!Hele karıma karşı olan gafletim...Âdeta görmemişim, kör yaşamışım!Bütün o dalgınlıkları, budalalıkları,sadece hayat çerçevesinindarlığındanmış biçarenin! Fakathangisi öyle değildi? Küçükbaldızımın etrafında şehrin enmükemmel caz takımı aciz içindeçırpınıyordu. Davulcu dokuz elliolmuş, yine onun savruluşlarınayetişemiyordu. İçerde büyükbaldızım şehrin yarı halkını başına


toplamış hora teptiriyordu. Karımbirdenbire dünyanın en rahatkonuşan salon kadını olmuş, hiçgörmediği bir adamı, galibahayatında hiç görmediği şekildeağırlıyordu.Halam uzaktan bana işaret etti,bin müşkülâtla yanma yaklaştım.Eski hoyrat sesiyle:- Düdüğüm, dedi, gördün mübaldızını? İnsan diye ben buna derimişte! Hele karın... Aşk olsun vallahi!- Tabiî halacığım! Başkasıylaevlenir miydim ben?- Haydi oradan miskin!


dedi.Talihim varmış desene... Sanakalsa kim bilir hangi sünepe ileevlenirdin...- Karım, haydi öyle... Kızım nasıl,onu nasıl buluyorsun?Halam bana baktı.- Eğer paramın hepsini yememeAllah fırsat vermezse mirasımı onabırakacağım! Anladın mı?Halit Ayarcı geldi.- Doktor Ramiz’e bakmağagitmiştim... dedi. Uyuyor, mışıl mışıluyuyor!- Yalnız mı? diye sordum.- Hayır, hayır, dedi, seçtiği ruh


kardeşiyle... Her şey iyi gidiyor.Haydi gidelim bir şey içelim!Tekrar masaya döndük. Fakat busefer büfenin başında kimse yoktu.Zorla bir hizmetçi ele geçirdik. Bizebir şişe açtı. Halam, kızımınmüstakbel mirası zararına havyarlısandviçler istedi. Bu masrafa paradayanmazdı. “Bize gelecek... Sonnefesini kucağımda verecek! diyemırıldandım... Sonra Halit Ayarcı’yadöndüm.- Mücevherler halis, değil mi? diyesordum.- Tabii... Amma bunlar değil, dedi.


Bankadakiler. Muazzam servet...Korkma o kadar kolay olmaz o iş...Sonra mevzuu değiştirdi:- Güzel idare ettiniz doğrusu...dedi.Birdenbire tepem attı:- Neden haber vermediniz?dedim.Ben böyle hep emrivâkiler karşısındamı kalacağım?Gülerek bana baktı:- Aziz dostum dedi, zavallı azizdostum! Yahut zavallı ben! Çünküasıl zavallı olan benim bu işte. Birtürlü size iyi niyetimi anlatamıyorum.Beni bu kadarcık olsun


anlamalıydınız! Size rol filân yaptıranyok. Emrivâki de yok. Sadecehürmet eden, inanan insan var.Tasavvurlarımı tabii hayatınızşeklinde yaşamanızı istiyorum.Evvelden haber versem hürriyetiniziihlâl etmiş olurum. Asıl o zaman rolyapmış olurdunuz... Sokağaçıktığınız zaman kime tesadüfedeceğinizi bilmediğiniz gibi, bu gecede olacakları bilmiyordunuz. Geldiniz,gördünüz ve karşılaştığınız şeylerihepimiz birden yaşadık. Buradaemrivâki yok ki...- Amma bir yanlış yapabilirdim,


her şey berbat olurdu.Bir kahkaha savurdu.- Yapsanız ne çıkardı? Hatadenen şey yoktur ki zaten... İyianlayın! Farz ediniz ki hakikaten biryanlış yaptınız! Oradan yürürüz vedoğruya çıkarız. Hata denen şey,tashih etmek budalalığındabulunanlar için mevcuttur. Bizim içindeğil... Biz onun varlığını kabulettiğimiz andan itibaren her türlühatanın üstündeyiz. Hayır, HayriBey, hayır, yanlış yoktur ve olmazda. Bütün mesele bir vaziyeti iyihazırlamaktır. Ve insana itimattır.


Kaldı ki ben sizin kudretlerinizi bilirim.Siz benim keşfimsiniz.Ne demek işitiyordu bununla?Kadehlerimizi doldurdu vekendisininkini bir yudumda boşalttı:- İnsanla uğraşmak çok güçtür vezaman ister. Mesele vaziyeti iyihazırlamaktadır. İnsanlar onukendiliklerinden yaşarlar. Bütünmesele insanoğluna yaratıcılığınıvermektedir. Ben tiyatroyu sevmem.Ben kendiliğinden olan şeylerinadamıyım!- Bu akşam hiç kimseye yapacağışeyi söylemediniz mi?


- Tabiî bazılarına biraz çıtlattım.Uyuyordunuz. Adam geldi.Konferansta, dedim. Şimdi gelir,dedim. Gerisi kendiliğinden oldu.Bakın dedi, bu işlerde tek güçlükvarsa o da insanını seçmektedir.Burada haklısınız. Daima takımı iyiseçerim!- Hayır, hiç olmazsa bendealdandınız. Ben bu işeinanamıyorum. Bunu siz debiliyorsunuz. Azap çekiyorum...- Daha iyi ya! Onun için heradımda, her harekette muvaffakoluyorsunuz. Başkalarının otomat


gibi hareket edecekleri yerde sizcanlı insan olarak yaşıyorsunuz!Bu esnada Pakize yalnız olarakgeldi.- Hani misafir ? dedim.- Zehra’da, Zehra’ya verdim.Zeybek öğretiyor... Bir şey içeyim degidelim hep birden seyredelim!Kadehlerimiz ellerimizde gittik. Buartık filânın veya falanın tasavvurudeğildi. Tabiatı eşyanın ta kendisi idi.Caz alabildiğine bir zeybektutturmuştu. Ve kızım biraz evvelbaldızımın marifet gösterdiği yerde,yani salonun ortasında, karşısında


Van Humbert, dünyanın en garip, enakıl almaz zeybeğini oynuyorlardı.Etraf sadece göz olmuş onlarabakıyordu. Biz de bir müddet VanHumbert’in havada acemi acemisarkan kollarına, yere indikten sonragüçlükle kalkan dizlerine baktık.Halit Ayarcı yavaşça kulağıma:- Burada ben de pes! derim, diyemırıldandı.Dünyanın en harika ailesinin reisiidim. Ve bu haysiyetle deminden beribana çapkınca dirseğini çarpankarıma aynı şekilde cevap verdim.Halit Bey ilâve etti:


- Nasıl, hoşununuza gitti değil mi?Babalık gururunuzu bir tarafabırakın, sadece kadınlarımızın bumuvaffakiyeti muazzam iş değil mi?Böye bir şeyle karşılaşacağınızı ümiteder miydiniz?Ben bir gözüm kızımın VanHumbert’in hantal ve alabildiğinegeniş vücuduna yaptırdığı acayip vetehlikeli cambazlıklarda:- İmkân mı var? dedim. Hayalimebile gelmezdi. Hele kızım Zehra’nın...- Hakkınız var... Bu kadar süratliterakki, görülmemiş şey...- Yalnız biraz da bilselerdi.


Meselâ kızım hakikatenzeybek oyununu bilseydi, baldızımdemin tepindiği zıkkımdan birazanlasaydı. Büyüğü sandalye ile avizekırar gibi besteleri harapetmeseydi....Halit Ayarcı çok terbiyeli birşekilde esnedi:- Yine aynı mesele... dedi. Dahadoğrusu hep aynı mesele! Azizdostum, siz şifa kabul etmez birgayrimemnunsunuz... Bu işlerdebilmek ikinci derecede kalır. Yapmakvardır, sadece yapmak!.. Sonrakendi kendine konuşur gibi ilâve etti:


- Bilgi bizi geciktirir. Zaten nesonu, ne de gayesi vardır. Meseleyapmak ve yaratmaktadır. Bilselerdi,bilselerdi... Fakat bilselerdi bunuyapamazlardı. Bu heyecana, buicada, bu kendiliğinden bulmağaerişemezlerdi. Bilgileri buna mâniolurdu. Kızınız bu geceyi yarattı. Neile? Yaratma kabiliyetiyle... Çünküyaratmak, yaşamanın ta kendisidir.Biz yaşayan, yaşamayı tercih edeninsanlarız. Siz istediğiniz kadarsomurtun!- Ben somurtmuyorum, düşüncemisöylüyorum...


- Kendinize saklayın o düşünceyide, şu karşınızdaki harikulâdemanzaraya bakın!Filhakika manzara harikulâde idi.Van Humbert yeni öğrendiğizeybekle kızımın yardımındanvazgeçmiş, şimdi tek başına düşekalka, bir yığın cambazca hareketleryapıyordu. Salon alkış içinde idi.- Bakın, aziz dostum, bakın şuadamın iradesine! Bu ne gayrettir,ne yaşamak kudreti, yaşamakneşesidir! Bu kudretin yanında bilgidediğiniz şeyin lafı olur mu?Sonra eğildi, yavaşça kulağıma


fısıldadı:- Evet, aziz dostum, ben sizi böylegörmek isterdim...Bir lahza kendimi misafirimizinyerinde tasavvur ettim.- İnsaf ve merhamet! dedim. Benitımarhaneye mi yollayacaksınız?Halit Ayarcı ince ince gülümsedi:- Garip bir tımarhaneniz varbeyefendi! dedi. İşe yarar herkesioraya gönderebilirsiniz, tabiî baştabendeniz bulunmak üzere... Ammaher yaptığıma da iştirak ediyorsunuz!Fena alınmıştı. Bu kadar iyibaşlayan bir gecenin böyle bitmesini


hiç istememekle beraber geriyedönmem de imkânsızdı.- Hangi şartlar altında sizitanıdığımı pekâlâ biliyorsunuz! diyecevap verdim.- Evet, onu biliyorum. Zaten siz desaklamadınız. Bir huyunuz var, hiçbirşeyi saklamıyorsunuz. Hakikat şu,değil mi aziz dostum, biraz refahakavuşunca eski dünyanız içinizdetepmeğe başladı. Fedakârlığılüzumsuz ve fazla buluyorsunuz!- Hayır, sadece eski hâlime hasretçekiyorum...- Dönünüz! Hasretini çekiyorsanız,


dönünüz!Sonra birdenbire sesi değişti:- Amma, dönemezsiniz. Deminhesap ettiniz. Bir an içinizden geçeniokudum. “Halamla barıştım, işlerimde oldukça iyi” dediniz... “Birkaç yıliçin hiç olmazsa her şey yolundagidebilir. Niçin şu anda her şeyibitirmeli?” Öyle düşünmediniz mi?Amma sonra vazgeçtiniz... İlerisindenkorktunuz!İçimi olduğu gibi okumuştu.Omuzuma elini koydu ve beni içsalona götürdü. Görenler en tatlışekildekonuştuğumuzu


zannederlerdi.- Size kendi hakikatinizisöyleyeyim! Artık dönemezsiniz.Çünkü hiçbir şeydenvazgeçemezsiniz. Bütün tenkitlerinizeve küçük görmelerinize rağmen rahatve güzel bir karınız var, ayrıca birmetresiniz var ki çıldırıyorsunuz.Kızınız, oğlunuz için her an kendinizifedaya hazır olduğunuza da eminim.Üstelik şöhreti, hattâ abes telâkkîettiğiniz işler içinde olsa bile hareketiseviyorsunuz. Hulâsa bir ahtapot gibisayısız kollarla dünyayayapışmışsınız! Hiçbir şeyden


ayrılamazsınız. Nasıl döneceksiniz?- Dönmek istemiyorum, dedim,sadece biraz daha mâkul...Tekrar güldü:- Mâkul... Mâkul... diye başınısalladı. Hayır siz mâkulüaramıyorsunuz! O kadar budaladeğilsiniz. Aklın kendisi için işleyenbir cihaz olduğuna kaniyseniz obaşka... Hayır, sizin aradığınızbaşka bir şey.- Ben doğruyu arıyorum. Yahutistiyorum, bir parçacık olsun...- Doğru, ya bütün olur, ya hiçolmaz... Dostum, sizin bahsettiğiniz


sağlam kıymetler ancak bir lokma,bir hırka yaşamağa razı olanlariçindir. Sizin gibi her şeyi ve hepsinibirden isteyenler için değil! Bütün vehalis şahsiyet her şeyden evvelkendisiyle yetinmeyi icap ettirir.Bir tekme ile bütün iç dünyamdanuzaklaşmıştım.- O kadarını isteyen yok... dedim.- Demek pazarlığa geliyorsunuz!Ama bu iş, pazarlığa gelmez! Bumasada biri de, bini de kazanan hepaynı şeylerin üzerinde ve sonunakadar kaybetmek üzere oynar!Kazanç belki tesadüf olabilir, fakat


kaybettiğimiz şey tam ve katîdir.Oyuna girdiğiniz anda onu kaybettinizdemektir. Fazilet pazarlık götürürmesele değildir. Onun içindir kieskiler insan tabiatını olduğu gibikabul ederek söze başlarlardı. Hanişu: “Cümlenin malûmudur ki tabiatı-ibeşeriyye...”Sonra birdenbire masaya yaklaştı.İki kadeh doldurdu. Uzakta acayipsüsleri içinde sahte Mübarek bizihayretle süzüyor gibiydi.- Bu âlemde hiçbir hesap, hiçbirbağlanma bedava değildir. Hepsiaynı fedakârlıkları ister. Ve en iyiden


en kötüye bir adımda geçilebilir.Razı mısınız, vazgeçiyor musunuz?Bir müddet düşündüm.- Hayır, dedim. Olmayacağımıbiliyorum. Fakat niçin böylekonuşuyorsunuz?Halit Ayarcı tekrar kadehinidoldurdu. Çok sevimli bir bakışlaevvelâ kadehe, sonra Mübarek’e,sonra bana baktı.- Bilmiyorum,dedi, belki sarhoşum,belki de kendi kendime hesapveriyorum. En doğrusu bu meseleninüstüne çıkmaktır.- Hayır, dedim, siz kendinize


hesap vermiyorsunuz! Bende birşeyleri daha yıkmak istiyorsunuz.Hem taş taş yıkıyorsunuz! Ammaniçin?- Söyleyeyim: Aynı yollardangeçtiğim için. Sizi çok seviyorum veaynı zamanda size düşmanım. Banakendimi çok hatırlatıyorsunuz... Yo,beyhude böbürlenmeyin! Hiçbirzaman sizin gibi olmadım. Hiçbirzaman şaşırmadım ve ezilmedim...Fakat bir tarafınız var ki...Pürüzsüz bir kahkaha ile güldü:- Ömrünüzde bir kere böylegüldünüz mü? diye bana sordu.


Hiçbir zaman benim kadar temizruhlu olmadınız! Çünkü ben bu işlerinüstündeyim...Sonra birdenbire beni kucakladı:- Siz bana hayatı sevdirdiniz! dedi.Şehzadebaşı’nda o kahvedekihâliniz, o gülünç meyusiyetiniz,biçare kederleriniz, silkinip altındanbir türlü çıkamadığınız yükler...Büyükdere’deki şaşkınlığınız,tereddütleriniz, saadetleriniz... Küçükzeytin çekirdeği gibi dünyanız, hepsibana hayatı yeniden sevdirdi. Ogece hemen oracıkta elinize beş lirasıkıştırsaydım, nasıl mesut


olacaktınız! Evet, bana hayatısevdirdiniz. Siz benim en güzelaynamsınız!Yüzüm hacaletten kıpkırmızı:- Keşke öyle yapsaydınız! dedimve zorla kollarından kurtuldum.- İşte asıl abes bu sözdür, dedi.Tekrar gülümsedi ve kadehikaldırdı.- İstediğiniz gibi olsun... dedi.Zaten sizi tam değiştirmek niyetindedeğilim! O zaman ikimizden birilüzumsuz olur. Yalnız ufak tefek bazıtadilât lâzım. Hiç olmazsayaşayanlara karışmayın!


Bir müddet durakladım. Tereddütiçinde idim.- Hiçbir şeye inanmıyorsunuz,değil mi? dedim.O kadehini içti. Yan cebindençıkardığı mendille alnını sildi:- Artık yeter, dedi. Bakındostlarımız geliyor. Yaşasın <strong>Saatleri</strong><strong>Ayarlama</strong> Enstitüsü, yaşasın S. A.E. Ve Van Humbert’in koluna girmişhalamla beraber bütün ailemizi âdetabu çığlıkla karşıladı.Van Humbert’in sevincine payanyoktu. Bir muharebe kazanmışgibiydi. Beni karımdan ve kızımdan


dolayı tebrik ediyor, ikisini birdenHollanda’ya davet ediyordu. Onlarabisiklete binmeyi öğreteceğinisöylüyordru.- Biz burada hep beraberatlıkarıncadayız... dedim.Halit Ayarcı serzenişle baktı.Birbirimizin kalbini kırdığımız belliydi.Van Humbert İstanbul’da bir aykaldı. Onunla geçen bütünmaceramızı burada anlatmak çokzaman ister. Şu kadarını söyleyeyimki benden çok memnun ayrılmıştı.İstanbul’da geçirdiği zamandanyıllarca muhtelif yazılarında bahsetti.


Ne kızımla oynadığı zeybeği, neHalit Ayarcı’dan gördüğü ikramı, nede <strong>Ahmet</strong> Zamanî’nin kahirini ziyaretettiğimiz gün kendisine Çamlıca’daçektiğim yoğurtlu kebap ziyafetini hiçunutmuyordu.Her şekilde memnun ettiğime kaniolduğum bu adamın sonradanaleyhimde bulunması hakikatenşaşılacak şeydir. Fakat, “Düşenindostu olmaz!” sözü Van Humbert’tenve benden çok evvel söylenmişsözdür. Onun için kendisine karşıhiçbir hiddet ve kin duymadım.Sadece olmasa daha iyi olurdu, diye


düşündüm. Şurası da var ki VanHumbert bizim yüzümüzden epeyceziyanlarda görmüştü. Bilhassakarımdan ve büyük baldızımdanaldığı, sözüm ona malumatla eskioyunlarımıza dair yazdığı kitabıepeyce hırpalamışlardı. Bununlaberaber sonradan yazdığı yazılardada şahsımdan yine dostça bahsetti.En son yazısını şu cümle ilebitiriyordu: “Hayri İrdal ve ailesiefradı, insanı kabuğundançıkarmasını çok iyi bilen insanlar. Neolursa olsun onlarla İstanbul’dageçirdiğim zamanı hiçbir suretle


unutmayacağım. Kendilerinin dahaziyade atlıkarıncaya binmektenhoşlanmalarına rağmen, yine deHollanda’ya gelirlerse, onlara vaatettiğim gibi bisiklete binmeyiöğreteceğim...”


Dördüncü Bölüm-Her Mevsimin BirSonu Vardır-IHalit Ayarcı’nın tahmini doğru


çıktı. Halamın kokteylinden birkaç aysonra ajans telgrafları altı CenubîAmerika şehrinde birer SaatSevenler Cemiyeti’nin kurulduğunuhaber verdiler. Bir müddet sonra dabu cemiyetler bizim İstanbul’daki“Saat Sevenler”le münasebetegirdiler ve <strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong>Enstitüsü’nün esbabımucibilâyihasıyla nizamnamesini istediler.Bunu uzak ve yakınşarkla, bazıAvrupa memleketlerindeki hareketlertakip etti. Böylece iki buçuk seneiçinde yurt dışında otuzdan fazlaSaat Sevenler Cemiyeti ve üç enstitü


kurulmuş bulundu. İşin garibi,enstitünün kurulmasını kabuletmeyen memleketlerde bu husustaefkârıumumiyeye sarih sebepgösterilerek izahat verilmesiydi.Filhakika hemen hepsi, “Sanayihayatı kâfi derecede gelişmiş olduğuiçin böyle bir müesseseyeihtiyacımız yoktur” diyorlardı.Bu suretle kabul edenler veetmeyenler müessesemizinlüzumunda birleşmiş oluyorlardı. HalitAyarcı bu hususta gelen her ajanstelgrafının arkasından bir basıntoplantısı yaparak müessesenin


ehemmiyetini bir kere dahabelirtiyordu. Kendisi meşgul olduğuzaman bu iş bana düşüyordu. Halamise bu vesile ile büsbütün faaliyetkesilmişti. Dışarı memleketlerde sıksık yapılan Milletlerarası SaatSevenler Cemiyeti kongrelerininhiçbirini kaçırmadı. Bir zaman geldiki bavulları evvelâ yatak odasında,sonra daha kolaylık olsun diye holdehazır durmağa başladı. Buseyahatlerin çoğunda kızım, bazende kocasıyla kendisine refakatediyorlardı. İstanbul gümrüğününtanıdığı belli başlı simalardan biri


olmuştu. Yıllık pasaportları fasılasızyenileşiyordu. Süpürgeciler Kâhyasıailesinden kalan mücevher süslerininyanı başında yedi sekiz devletinnişanı peyda olmuştu. Bu arada bizde boş durmamıştık. Vidolu nakitcezasının temin ettiği sermaye ileHürriyet Tepesi’ndeki yeni binamızıyapmış, Milletlerarası SaatTröstü’nün büyük yardımına mazharolan Saatleme Bankamızınhimmetiyle kurduğumuz kooperatiflede Saat Evleri dediğimizpersonelimize mahsus mahalleyivücuda getirmiştik.


Yukardan beri bahsettiğim gibicezayınakdîsistemimizinbulunmasından sonra enstitümüzdekien belli başlı hizmetim, hiç olmazsabeni en fazla yoranı enstitümüzünbinası olmuştur. Zannederim kiefkârıumumiyeyi de yine nakitcezasından sonra hattâ ondan dahafazla meşgul eden şey de bu binaoldu. Bana Beynelmilel MimarlarCemiyeti’nin fahrî azalığını temineden bu bina ile başlangıçta hiçmeşgul değildim. Bu cins işlerdedaima yapıldığı gibi bir yarışmaaçmıştık. Bu yarışma için yazdığım


şartnameye Halit Ayarcı’nın ısrarı ile“müessesinin modern mahiyetine veadına uygun bir şekilde orijinal veyeni üslûpta” kaydını ilâve etmiştik.Daha doğrusu, başlangıçta hiç lüzumgörmediğim bu kaydın behemehalkonulması hususunda Halit Ayarcı’nınısrarı üzerine, hiddetimden ve birazda alay için cümlenin sonunu küçükbir ilâve ile değiştirmiş, “...ve adınadıştan ve içerden uygun şekilde...”hâline sokmuştum.İşte bu sonradan ilâve ettiğim“dıştan ve içten” şartı beni aylarcaplan üzerinde uğraşmağa mecbur


etti.Şartnamemiz gazetelerde ilânedildiği zaman herkes onu gayettabiî bulmuştu. Bizde üstünkörüokumak âdettir. Kaldı ki, “modernmahiyet”, “uygunluk”, “içten vedıştan” gibi tâbirler kullana kullanayıprandırdığımız, yalama hâlinegelmiş nesnelerdendir. Bu itibarlagelen projeler, bazı basmakalıpyenilikleri olan bildiğimiz binaplanlarından başka bir şey değildi.Hiç kimse Halit Ayarcı gibi söylediğisözü sonuna kadar unutmayan vemânası üzerinde kendisinden


aşkasının tefsirine müsaadeetmeyen bir insanla karşılaşacağınıtahmin etmemişti. Halbuki HalitAyarcı, projelerin hepsini -bilhassabenim, inadımdan ve sırf alay içinkoyduğum “içten ve dıştan”tâbirlerine dayanarak- reddediyordu.-Bunun dışardan neresi saatebenziyor?İlk suali bu idi. Hemen arkasındanikinci sual geliyordu:- Saat, zaman ve ayar fikrinibinanın içinde ne suretle ifadeettiniz?Ve bittabi gelen mimarlar verecek


cevap bulamadan gidiyorlardı. Hiçbirzaman, hattâ müessesemizinlağvedildiği günlerde bile aleyhimizdebu kadar yazı yazılmadı. Koltuğununaltına projesini sıkıştırıp kapıdançıkan herkes soluğu gazetelerdealıyordu. Sütun sütun makalelerbirbirini takip etmeğe başladı. Biz deboş durmuyor, cevap veriyorduk.Halit Ayarcı üst üste yaptığı basıntoplantılarında, “Modern adambeyhude konuşmaz. Biz müphemikabul edemeyiz. Şartname harfiharfine tatbik edilecektir.” diyordu.İkinci yarışmada saat fikrine biraz


yanaşanlar oldu. Fakat onlar daalelâde dört dılı'lı bina fikrindekalıyorlardı. Bu itibarla gelenprojelerin hemen hepsi masa veyaduvar saatlerini dışardan ilâvesüslerle yahut da kaidelerinin darlığıve katların çokluğu ile telkinediyorlardı. Bazıları ise daha ileriyegitmişler, yapının ön cephesindeikinci ve üçüncü katlara genişçe birsaat kadranı şeklini vermişlerdi.Böylece pencerelerin mühim birkısmı büyükçe bir yuvarlağın içindebulunuyordu. Halit Ayarcı bunları dabeğenmedi. Bir kısmı için:


- Bunlar herhangi bir binadayapılabilecek şeylerdir. Bunun neresimodern? diyordu. Neresi modern veneresi saat?Bir kısım için de:- İyi ama, bu kadran çizgisinicepheden herhangi bir tamirdekaldırırsam pencereler tabiatıylakendiliklerinden kat çizgisini verirler!O zaman saatliği nerede kalır? diyeitiraz ediyordu.Bittabi bu sualin de cevabı başkataraflardan geliyordu. Bir bina hiçbirzaman saat olamazdı. Saatin kendiçatısı ve karoserisi vardı. Ve bu da


herhangi bir binaya zatenkendiliğinden benzerdi. Halit Ayarcıbütün bunlara karşı artık masasınıncamının altında büyük harflerleyazılmış bir nüshasını bulundurduğuşartnamenin yukardaki cümlesinigösteriyor, yahut yazdırıp tamkarşısına duvara astırdığı “içten vedıştan” kaydını işaret ediyordu.Bu konkura iştirak edenlerden birtanesi işi biraz daha ileriyegötürmüş, ikinci ve üçüncü katlarınaydınlığını pencere yerine doğrudandoğruya saat kadranına benzeyenbir boşluktan vermişti. Ayrıca binayı


dört genişçe ayak üzerine almıştı.Fakat Halit Ayarcı bunu dareddetmişti:- Zoraki! diyordu. Pencere,penceredir. Bu pencere değil ki...Kenarındaki işaretleri silerim. Gotikkiliselerin renkli cam gülü olur. Bizbaşka şey istiyoruz. Saat fikrininbinanın bünyesine girmesini istiyoruz.Onunla birleşmesi lâzım! Lehim veek istemiyoruz. Binanın kendisindeprogramımızı ve gayemizi görmekistiyoruz.İtiraf edeyim ki beni asıl uyandıranHalit Ayacı’nın bu cümlesi oldu.


Kendi kendime, “Saat fikri binanınbünyesine girerse, bina binalıktançıkar” diye düşündüm. Ve zavallıdostuma âdeta acıyarak güldüm.Fakat ertesi sabah şöyle birdüşünceye kendiliğimden vardım:“Binalıktan çıkan, yani onunkanunlarınına riayet etmeyen birbina, pekâlâ saat fikrini insanaverebilir!” Ve ilk rast geldiğimmimara o gün bu fikrimi açtım. Fakathiç hazırlıklı değildim. Bir türlülâyıkıyla anlatamadım. Bununlaberaber bu konuşmadan kafamda bir“kütle” fikri kaldı.“Bu som kütleyi,


saate benzetmek için yıkarsan bu işolur!” diye düşündüm.<strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong> Enstitüsü’nüsessiz sedasız protesto eden veevimize ancak bayramdan bayramagelen <strong>Ahmet</strong>’in nasılsa evdebulunduğu gecelerden biriydi bu.Meseleyi onunla münakaşa ettim. Oda mimarın fikrinde idi: “Bir yapı herşeyden evvel kütledir” diyordu. Ertesigünü bir saati baştan aşağı söktüm,tekrar taktım. Hayır, imkânı yoktu.Buradan yürüyemezdim. Belki dahilîtertiplerde bundan istifadeedebilirdim. O hâlde elimizde yine


kadran kalıyordu. Halit Ayarcıcepheye verilen kadran manzarasınıbeğenmemişti. O hâlde başka türlüarayacaktım.Bu arada sık sık Halit Ayarcı ilekonuşuyor, kendisini ve müesseseyibu azaptan kurtarmasını rica ediyor,herhangi bir yapının da pekâlâ bu işigörebileceğini söylüyordum. Okatiyen yanaşmıyordu.- <strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong> Enstitüsüşimdiye kadar vaat etttiği her şeyiyaptı, diyordu. Vâkıa, şehrin saatleri,ne de hususî saatler hâlâ gereği gibimuntazam işlemiyor. Fakat


insanlarımız sık sık saate bakmağave vakti ölçmeğe alıştılar,köylerimize tamamıyla saatisokmadıksa bile saat zevkini soktuk.Bugün bir milyon köylü çocuğununkolunda bizim sattığımız oyuncaksaatler var! Bu demektir kibüyüdükleri zaman SaatlemeBankamızın gösterdiği kolaylıklarsayesinde hepsi birer saat sahibiolacak. Hiçbir faydası olmasabaşları sıkıldığı zaman rehineverebilecekleri veya satabilecekleriaz çok para eder bir mallarıbulunacak demektir. Saat süsünü


kadınlarda bilezik şeklinden çıkarttık.Alelumum mücevher süslere tatbikettik. Bilhassa bizim icadımız olansaatli jartiyerler bütün dünyadarağbet kazandı. Siz bu jartiyerlerepek itiraz etmiştiniz. Ancakmüzikhollerde kullanılır, diyordunuz.Halbuki şimdi İstanbul’da böyle saatlijartiyer taşıyan binlerce hanım var.Dünyanın en zarif hareketleriyleyolda eteklerini kaldırıp saatlerinebakıyorlar. Hattâ daha ileriye gidildi.Milletlerarası Saat Sevenlerkongresinde bazı devlet nişanlarınınsaat olması bile benim teklifim


üzerine kabul edildi. Bu husustabüyük bir propaganda başlıyor.Hattâ bu yüzden ve sizin sonkongrede verdiğiniz izahat üzerinesevdiklerine ve takdir ettiklerine altınsaatler hediye eden İkinci Mahmutbütün dünyada alâkayı celbetti.Hakkında kitap üzerine kitapyazılıyor. Bütün bu muvaffakiyetlermeydanda iken ne diye sözümdendöneyim? Vâkıa bir saat sanayiihenüz kuramadık. Amma saat ithalinikolaylaştıran birtakım tedbirlerinalınmasına bile sebep olduk! Yurdunen iyi saat mağazaları bizim


inhisarımızda! Bu kadar başarılıçalışan bir müessese, kendini nehakla ve nasıl tekzip eder? Ve bennasıl başkalarının oldu bittisini kabulederim? Her şeyi bırakın, ne diyekendimi mağlup, yahut yanılmışgöstereyim? Ben yanılmadım ki!..Ben bir şart koştum. Yapan yapar!- Güzel, beyefendi, çok güzel!Fakat görüyorsunuz yapamıyorlar.Tatbik edilmesi güç...- Edilmesi lâzım!Ben onu dinlemeden devam ettim:- Kaldı ki bu sizin kabahatinizdeğil! O “içten ve dıştan” tabirini,


insan hâli, size kızdığım, buhusustaki ısrarınızı lüzumsuzbulduğum için ben koydum oraya!Binaenaleyh sizin mağlubiyetiniz desayılmaz!Yüzümünkızardığınıhissediyordum. Başım önüme eğik,cevap bekledim. Halit Ayarcı hafifçetebessüm etti, daha doğrusukonuşurken âdeta sesigülümsüyordu.- Biliyorum, dedi, hepsinibiliyorum! Söylediğiniz için de ayrıcateşekkür ederim. Fakat bir teşekkürdaha edeceğim. O da, hak-kındaki


yanlış fikirleriniz, yahut aksi tabiatınızdolayısıyla da olsa, o tâbirikullandığınız içindir. Onun sayesindeorijinal bir bina sahibi olacağız! Bennetice adamıyım, niyet adamıdeğilim! Koydunuz, iyi yaptınız! Şimdisebat edeceğiz. Unutmayın ki birsonraki yılın nisanında beynelmilelkongre bizde olacak. Ben bu yenibinada olmasını istiyorum. Fikribizden aldılar, bizi geçtiler. Hiçolmazsa binamızın orijinalliği ile buişteki kıdemimize lâyık olalım!Filhakika <strong>Ahmet</strong> Zamanî’nindoğum tarihi milletlerarası saat


ayramı günü olarak kabul edilmişti.Kongreler hep bu tarihlerdeyapılıyordu...- Peki amma, dedim, nasılyapılacak? Saat bünyeye nasılgirecek? Yani yapının bünyesine...Başını ellerinin arasına aldı.- Bilmiyorum, dedi, orasını ben debilmiyorum. Mimarların işi. Onlardüşünsün. Daha doğrusu sizin işinizbu. Mademki siz koydunuz o şartı,siz düşünün!Ayağa kalktı. Gözlerini gözleriminiçine dikti ve en ciddî sesiyle sonsözünü söyledi:


- Bu binayı siz yapacaksınız, HayriBey, anlaşıldı mı? Bunu sizden katîşekilde bekliyorum. Bu sizin banaşahsî bir borcunuzdur!Dediği oldu. Fakat ne güçlüklebunu ancak ben bilirim. Sebebi dezihnimin başından itibaren hep cepsaatime takılmış olmasıydı. Hayattauğradığımız bütün güçlükler az çokkafamıza gelen ilk fikirden bir türlüsilkinip çıkamayışımız yüzündendeğil midir? Hayatım türlü türlü cinsve şekilde saatler içinde geçmişolmasına rağmen hep cep saatimidüşünüyordum ve mutlaka binamızın


sırrını onda arıyordum. İlk önce tıpkıonun gibi yuvarlak bir bina tasavvurettim. Günün on iki saatini gösterenon iki pavyon daire şeklinde merkezîbir holün etrafına dizilecekti. Fakat,biraz kâğıt üzerinde çalışınca bununimkânsızlığını gördüm. Bu sefersaatimi dik tutarak düşünmeğebaşladım. Sağlam, merdivenleri deiçine alan dört blok ayaktan büyük,şişkin, kabarık bir saate benzeyenbir binaya çıkılacaktı. Bittabi saatinyüzü ve arkası asıl cepheler olacaktıve yan tarafları da bina boyunca inenpencerelerin çizgisi süsleyecekti.


Böylece her iki cepheye de on ikisaati gösteren büyük işaretlerkoyacak asıl kadranın bulunduğubüyük cephenin ortasında daayaklardan çıkılan büyük kapıbulunacaktı.Fakat bundan da vazgeçmeğemecbur kaldım. Pakize bu son fikrifazla beğenmişti. Ve itiraf edeyim kiPakize’nin zevki benim için bir çeşitmiyar olmuştu. Onun beğendiği,heyecan duyduğu her şeydenkorkmağa başlamıştım. Bununlaberaber asıl fikir yine Pakize’dengeldi. Ona bu ilk projeyi anlattığım


zaman, her zamanki mesuttebessümüyle:- Ben biliyorum zaten, dün akşamMübarek’e kurban kestirmiştim.Rûhaniyeti yardım etti.İlk önce şaşırdım.- Hangi Mübarek? diye sordum. Oda nerden çıktı?Karım sükûnetle:- A! Kocacığım, dedi. Mübarekişte! Bizim evliya saatimiz. Hani şimdihalanın evinde bulunan! İşte oyardım etti bize!İlk önce hiddetten boğulacakgibiydim. Sonra birdenbire karımı


kucakladım. Binanın behemehalyuvarlak bir saat olması icapetmediğini, dünyada cep saatindenbaşka çeşit saatler de bulunduğunu,herhangi bir namuslu bina gibi uzunbir dörtgen olabileceğini banahatırlatmıştı.- Karıcığım, dedim, zatenhayatımın her başarısını sanaborçluyum. Bak senin sayendeMübarek bize yardım etti. Çokteşekkür ederim.Filhakika uzun bir dörtgene birsaat manzarası vermek o kadar güçdeğildi. Ufak tefek çıkıntılarla günün


on iki saatini bu dört çizgiyekoymaktan başka bir şeykalmıyordu. Aradaki hol de böylece,ilk düşüncemdeki, şaşırtıcı tanzimiimkânsız büyüklüğünü kaybedecekti.Asıl cephe saati on ikiyi gösterenyuvarlak bir bina olacaktı. Sonra ikitarafta dört küçük blok bizi saataltıya ayıracağımız arka cepheyegetirecekti. Bu üç katlı olacaktı. Herblokun arasına asma merdivenler,küçük çemen şeritleri koymak gayetkolay bir şeydi. Ortadaki büyük holcamla örtülecekti. Her blokuncephesinde tıpkı saatlerde olduğu


gibi geniş bir çember içinde sağdansola gitmek üzere birden on ikiyekadar Romen rakamları yazılıydı.Yalnız on ikinci dıl’ı, ki asıl cepheolacaktı, biraz geniş tuttum ve onunüzerine rakam koymadım. Saatfikrini tam verebilmek için girişkapısına da tam bir kadranmanzarası verdim. Altı metreirtifaında olan bu kapıda kadranın butarzda tanzimi beni epeyce yordu.Herhangi bir dikdörtgenin kenarlarınarakamlar koymakla hiçbir şey eldeedemezdim. Başka bir şey bulmaklâzımdı. Bursa’ya Konya’ya kadar


gittim. İstanbul camilerini dolaştım.Bütün kapı şekillerine baktım. Fakathiçbiri benim işime yarayacak şeylerdeğildi. Daha doğrusu hepsi düzgün,iyi işlenmiş dik dörtgenleriyleharikulâde şeylerdi amma, benimaradığıma cevap vermiyorlardı.Nihayet bir gece küçük İstanbulcamilerinden birinin yana doğrukaldırılmış perdesi bana bir fikirverdi. Akreple yelkovandan bir perdegibi istifade edecektim. Şimdi hangirakamlar üzerinde kapının boşluğunuayarlayacağım meselesi kalıyordu.İki kanatlı perdesi kaldırılmış kapı


fikrini bulduktan sonra gerisi kolaydı.Yaz aylarıydı. <strong>Ahmet</strong> tatilini herzaman yaptığı gibi mekteptegeçirmek istiyordu. Fakat benimısrarlı ricam üzerine, sırf banayardım etmek için evde bizimlekalmağa razı olmuştu. Benim güçlükiçinde olduğumu biliyor, ayrıca bucinsten bir iş üzerinde çalışmakhoşuna gidiyordu. Beni saatlerce,velevki mânasını anlamadığı, hattâmânâsız bulduğu bir iş üzerindegörünce yalnız bırakmağa razıolmamıştı. Hayatımda Emine’ninölümünden sonra ilk defa olarak


hakikî saadeti tanıyordum. Oğlumsade beni affetmiş görünmüyordu.Ayrıca bana yardım ediyordu. Onuyanı başımda, yaşı ile hiçmünasebeti olmayan birtakımmeselelere, sırf güçlükleri içinilgilenmiş, her ihtimalin üstünde ciddîciddî düşünür gördükçe sevinçtençıldırıyordum. Bu iş denen şeyinfazileti idi.İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor,kendisi yapıyor, etrafıyla arasındabir yığın münasebet kuruyordu.Fakat iş aynı zamanda insanızaptediyordu. Ne kadar abes ve


mânâsız olursa olsun bir işinmesuliyetini alan ve benimseyenadam, ister istemez onundairesinden çıkmıyor, onun mahpusuoluyordu. İnsan kaderinin ve tarihinbüyük sırrı burada idi.Baba oğlu, daha ilk münakaşadakadranla akrebin aynı yüksekliklerdedurmamasına karar verdik. Bu çokkolay ve çok alışılmış bir tenazurolacaktı.Binaenaleyh akreple yelkovanınteşkil edecekleri perdenin iki dıl’ınıniniş zaviyelerini tanzim etmek içinbaba oğul saatlerce elimizde birer


saat, ayar değiştirerek en münasipaçıklığı aradık. Bu açının hem ilkbakışta göze batmayacak, hem degörür görmez tabiî bir şey gibi kabuledilmeyecek şekilde olması lâzımdı.İnsanı birkaç dakika olsundüşündürmeli, hattâ kapıdan acelegeçen yolcu, birdenbire işin gayritabiîliğini hatırlayarak geriye dönmelive kapının beyaz mermerdenpervazlarına kakılmış büyük tunçtanrakamlara bakmağa mecburolmalıydı. Hiç olmazsa, “Aman,çıkarken şuna bir iyi dikkat edeyim!”diye kendi kendine söylenmeliydi.


Nihayet dördü kırk iki geçede kararverdik. Böylece altı metre yüksekliğiolan kapının kiriş taşından bir buçukmetre aşağıda başlamak üzere, ikitarafın taş perdeleri birbirinden pekaz farklı bir nisbetsizlikte asıl kapıboşluğunu yapacaklardı. Bu suretlesağ taraf boşluğu sol taraftan birazdaha yüksekçe olacak, fakat her ikitaraf da, somaki taştan kapınınperde pervazına en yakın yerde bileinsan boyundan biraz yüksekteasılacaktı. Taş perdelerin kenarkıvrımları arasında akrepleyelkovanın düz millerini yine işlenmiş,


hattâ savatlı tunç, belki de çelik vetunç karışık kalın çubuklar verecekti.Üstünde, perdenin iki ucununbirleştiği düzlükte de yine böyle birmadenden büyük bir rakkas kalınmihveri etrafında fakat bu sefer ucuyukarıya çevrili, durmadan sağa solagiderek ayar fikrini temsil edecekti.Kapının üstüne koyacağımızsayvanın yapacağı gölgede yeşilsomaki, beyaz mermer, kararmıştunç iyi bir renk tesiri bırakacaktı.Hiç olmazsa <strong>Ahmet</strong> böyledüşünüyordu.Bütün bunları kararlaştırdığımız


zaman saat on iki idi. Oğluma korkakorka:- Bu rakamı tanıdın mı? diyesordum.- Hayır, bilmiyorum! diye cevapverdi. Nesi var?- Senin doğduğun saat...Birdenbire yüzü kızardı vegülümsedi. Memnun olduğu belliydi.Sonra kaşları çatıldı, ve önünebakmağa başladı. Söyleyeceğisözün hatırımı kırmasındançekindiğini anladım. Nihayetdayanamadı.- Baba! dedi, zayıf tarafımı


eyhude arama. Biz henüz, bunuhepimiz için söylüyorum, fikirlerimiziçin birbirimizden vazgeçecekseviyeye gelmedik. Fakat şimdikivaziyette ben daha rahat ediyorum.Belki de bu sözlere muhatapolmaktan gelen sıkıntı içindebirdenbire yaptığımız işin eksiktarafını gördüm. Bu 720metrekarelik holü ne yapacaktım? Ogeceyi sabaha kadar bunudüşünmekle geçirdim. Nihayetsabaha karşı Kahvecibaşı Camiimezarlığının şimdi evimde bulunanparmaklığına benzer bir parmaklıkla


ikiye bölmeyi, bu suretle genişmesafeyi hiç olmazsa ilk gören içindaraltmayı düşündüm. Fakat bu dakifayet etmezdi. Bu boşluğu kıracakşeyler lâzımdı. <strong>Ahmet</strong>’inmektebinden, arkadaşlarından bulupgetirttiği mimârî mecmualarındagördüğüm birkaç resim bana bir fikirverdi. Parmaklığın tam orta yerine,her biri başka bir istikamette gidenve tıpkı mazotlu gemilerin bacalarınabenzeyen dört büyük sütun koymağakarar verdim. Fakat holün camlıtabanının sütuna ihtiyacı yoktu. İşteo zaman asıl büyük fikir geldi.


Mademki sütuna ihtiyaç vardı, ohâlde holün bir üst katı bulunacaktı.Ve böyle bir üst kat, <strong>Saatleri</strong><strong>Ayarlama</strong> Enstitüsü’nün kendisiylegayet uygun düşüyordu. Nasılkendimize iş bulmak için bu enstitüyükurduysak bu üst salonu da öylece,holün büyüklüğünün zarurî kıldığı,dört sütuna iş bulmak içinyapacaktık. Sabaha karşı ikinci birfikir hole ait bu çalışmayı tamamladı.Dört sütun yan yana bulunacaktı veiçlerinden geçilecekti. Sağdangelecek, sol tarafa geçmek içinSabah sütunun kapısından girecek


Öğle sütunundan geçtikten sonraAkşam sütununun merdivenindençıkarak, Gece sütunundan holünöbür tarafına inmiş olacaktı. Bunamukabil sol taraftan sağa geçmekisteyen ziyaretçi, Gece sütunundanAkşam’a ve Öğle’ye geçerek Sabahsütununun parmaklıklı kapısındançıkacaktı.Sabah kahvaltısında <strong>Ahmet</strong>’lebiraz konuştuktan sonra bu fikrimi detamamladım. O bana Üç Şerefeli’ninminarelerini hatırlatmıştı. ÜçŞerefeli’nin minarelerine bilindiği gibi,müezzinler birbirini görmeden ayrı


ayrı merdivenlerden çıkar. Bizimsütunlar bunun aksi olacaktı.Dövme bakırdan, geniş kafeslicamlarından her iki merdivenden inipçıkanlar görülecekti. Bir yoncayaprağı gibi aynı merkezdenyükselen bu dört sütununyeknesaklığını büsbütün kırmak içinholün ortasına diyagonal olarakyerleştirmeği daha münasipbulmuştum. Bittabi, sütunlar hepbirbirlerine kaidelerinin birazyukarısından, inip çıkanlarıngeçebilmesi için, küçük köprülerlebirleştirilmişti.


Buraya kadar her şey iyiydi. Fakatüst kattaki salon beni rahatsızediyordu. Ne sütunlar, ne parmaklıkmeseleyi halletmemiş, sadeceproblemi bir kat yukarıya nakletmişti.Burada yine mazim, yani işsizlikzamanlarımda oturduğum kahvelerdehatmetmeğe mecbur kaldığımgazetelerden öğrendiğim şeyimdadıma yetişti. Salon yerine tıpkıgökdelenlerde olduğu gibi bir üst katbahçe yapmak en iyisi olacaktı.Buna karar verdikten sonra dörtsütunun arasında ve iki yanda uzunbirer kalın camdan, hole ışık


vermenin de kabil olacağınıdüşündüm. Vâkıa bahçemiz çoktu vegökdelenlerin bahçesi de otuzuncu,otuz beşinci kattaydılar. Fakatçalışacak arkadaşlarımızınpencereden başlarını çevirdiğizaman biraz çiçek görmesi ve hiçolmazsa ikinci katın avluya bakanpencerelerinin ışık alması ancakbununla kabildi. Bu bahçenin degerek cephe kapısının bahçesigerek altı numaralı pavyonunönündeki bahçe gibi saat şeklindetarh edilmesini kararlaştırdım. Yalnızküçük bir fark olarak bir <strong>Ahmet</strong>


Zamanî büstü konacaktı. Böyleceholümüz hem eski mimarimizi, hemde modern mimariyi birleştirecekti.Nitekim asıl başarılı tarafımız da buhol addedildi.Binanın yalnız dört pavyonununbirden fazla katlı olmasına kararverdim. Asıl cephe pavyonu olan vesaat on ikiyi temsil eden, büyük girişkapısının bulunduğu pavyonla ikiyanındaki 1 ve 11 numaralıpavyonlar ikişer katlı olacaktı. Bucephe binasının mukabili olan saataltı pavyonunu ise üç katlıdüşündüm. Bu pavyonun ilk katını


hiçbir daire taksimatı olmayan, ikitaraflı geniş pencerelerleaydınlanmış bir salon hâlindebıraktım. Bunun üstündeki katıbirinden öbürüne geçilen iki yuvarlaksalon hâlinde tanzim ettim. Dahaüstündeki kat ise diğer pavyonlargibi daire bölmesine tâbi idi. Yalnızher iki katın merdivenini doğrudandoğruya binanın içindençıkartacağım yerde ikinci katınmerdivenini beş numaradan, veüçüncü katın merdivenini yedinumaralı pavyondan çıkarttım.Böylece altı numaralı pavyon iki


tarafındaki boşluktan geçen etrafıcamla örtülü, biri nisbeten daha kısa,İkincisi daha uzun ve dolambaçlı ikimerdivenle yanındaki pavyonlarabağlı oluyordu. Alt kat ise doğrudandoğruya hole bağlıydı.Hiçbir mimarî zaruret olmadan,sırf Doktor Mussak’ın hâtırasınıyaşatmak için, ve biraz da psikanaliztedavim esnasında aziz dostumDoktor Ramiz’in insan dimağını veşuurunu bana anlatırken yaptığı evbenzetmesini düşünerek yaptığım bulüzumsuz yenilikler de holdekisütunlar kadar makbule geçti ve ben


yukarda söylediğim gibi onlarınsayesinde Milletlerarası MimarlıkCemiyeti’nin fahrî azası oldum,birkaç cemiyetten madalya ve galibaiki ecnebî devletten nişan aldım.Söylemeğe hacet yok ki 6numaralı pavyonun ilk katı büyükiçtima salonumuz olacaktı. Onunüstündeki iç içe küçük daireşeklindeki salonlar küçük toplantılaratahsis edilecekti. En üst kat ise,etrafla münasebetin güçlüğündenSabriye Hanıma bırakılıyordu.Filhakika arkadaşımızın öğrenmekve bilmek, tetkik etmek hırsından


aşka türlü kurtulmak imkânı yoktu.Yine söylemeğe hacet yok ki bupavyonun ikinci katındaki iç içesalonların daire şeklinde olmasınınsebebi saatin çark ve dişlilerini temsiletmesi içindi. Nitekim dördüncüpavyonda da saniye kadranınıhatırlatmak için böyle bir yuvarlaksalon tanzim etmiştim.Böylece sırf Halit Ayarcı’ya inatolsun diye, onu muztar vaziyettebırakmak için şartnameye koyduğum“içten ve dıştan” saate benzemekkaydını bir yığın abes şeyler icatederek ödemiştim.


Bütün bu çalışma arasında tekkazancım, <strong>Ahmet</strong>’le beraberolmamdı. Oğluma hakikatenhasrettim. Bu yüzden işler bitecekdiye üzülüyordum. Ne çare kiayrılmamız mukadderdi, <strong>Ahmet</strong> beniseviyor, fakat hayatıma, gördüğümişe tahammül edemiyordu. Songeceyi , yine Doktor Mussak’ınhâtırasıyla, yüzlerce kibritkutusundan yaptığımız acayipmaketin karşısında geçirdik. Sondeğiştirmeleri yaptık.Oğlum merdivenlere, binaya,sütunlara dair bir yığın fikir söylüyor,


enimle alay ediyordu. Ben onunyeni terlemeğe başlamış bıyıklarınınyavaş yavaş değiştirdiği yüzüne,siyah üzüm gibi gözlerine, incedudaklarına bakıyordum. Bana hiçkendisini açmayan, düşüncelerininüzerinden atlayarak bana dostlukgösteren, yardım eden bu küçücükinsanı, bu benden parçayı, bendenbu kadar ayrı yapan şeyidüşünüyordum. Bana benzemediği,bütün düşüncesinde beni inkâr ettiğiiçin ona kızmıyordum. Hiçdargınlığım yoktu. Biliyordum ki banabenzememesi tek kurtuluş çaresidir,


ve buna razı oluyordum. Hattâbundan memnundum bile. Fakat bukuvvetin nereden geldiğini ayrıcamerak ediyordum. Takribî <strong>Ahmet</strong>Efendi ailesinin bu son erkeği hangidüşüncenin peşinden yürüyerekburaya varmıştı? Asıl beni şaşırtanşey, hiçbir nefret ve hiddetin işiniçinde bulunmaması idi. Halbuki bu işbu kadar sükûnetle olacak şeydeğildi. Demek ki oğlum sadecekendi içinde servetimin hayatınagetireceği kolaylıkları, aile bağlarınıyenmekle kalmamıştı, daha çetin birmücadele de yapmıştı. Kendisini de


yenmişti.Birdenbire hatırıma Emine’ninölümünden sonraki senelerde hergece, âdeta kapı eşiklerinde onunZehra ile kucak kucağa, birbirinesokularak ağlaya ağlaya benibekleyişlerini düşündüm. Gözlerimyaşardı. Biraz yüz bulsaydım herşeyi söyleyecek, af dileyecektim.Fakat <strong>Ahmet</strong>, ciddî, işi bittiği andanitibaren o kadar her türlümücadeleden uzak, sadece son sınıflise talebesi olmuştu ki böyle birbahsi açmama ihtimal yoktu. Bir ara:- Ablanla aran nasıl? dedim.


Gözlerinde güzel bir ışık parladı.- Ben Zehra’yı çok severim, dedi.Sonra elini göğsüne götürdü, yenisüveterini gösterdi.- Bunu bana o ördü...Tekrar aynı sükûta düştük. Benkendi içimden, “Oğlum, karşımda...Fakat düşüncelerimiz yenidenbirbirinden ayrıldı, diye düşündüm.Müşterek iş bitince aramızda eskiuçurum açıldı. Artık yine ancakhastalandığımı haber alınca, yahutmuayyen günlerde gelip göreceği biradam oldum.”Bu zalim bir düşünce idi. Her


tarafından bir çıkmaza benziyordu.“O kendisi olmak için beni unutmağabelki muhtaç! Fakat ben ancak onunsayesinde biraz kendim olabiliyorum.Bu, belki de onun hiç anlamayacağıbir şey. O benim kaderimi bitmişbiliyor ve bunda haklı! Fakat benonun kaderi üstüne acz içindetitriyorum.”Fakat arada bu uçurum daimakalacaktı. Ara sıra onun üstündenellerimiz birbirine uzanacak, sonraben küskün, o ümitli kendidünyalarımıza dönecektik.Biliyordum, bu düşünceler sade bu


akşamın düşünceleriydi. Yarınsabah ben kibrit kutularımı birsepete tıkıp enstitüye gittiğim zamanbaşka adam olacaktım. Daha ertesigünü belki etrafımda müthiş bir alkıştufanı kopacaktı. Halit Ayarcıöldürdüğüm köpeği bana sürükletmişolmanın kendisine bahşettiğimemnuniyeti en cömert şekildeödeyecekti. Sade bu mu? Yarınakşam Selma’mn gecesiydi. Beraberolunca ben yine her şeyiunutacaktım. Belki bir iki hafta sonraSabriye Hanımın, üç aydan berienstitünün içinde tecrit için çare


aradığım kadının, sırf Selma’ya vePakize’ye inat olsun diye, haftalardır,bana peşkeş çektiği genç kızlayatacaktım. Bu başka türlüdeğişmek, başka türlü unutmakolacaktı. Dün ikindi vakti SeherHanım benimle dikkati çekecekkadar manalı konuşmuştu. Bu kadınıbundan sonra ihmal etmeyeceğimibiliyordum. Hulâsa ben kendibataklığımda durmadan gömülecek,durmadan unutacaktım. Fakat hiçbirzaman bu saati, bu üç ayın lezzetinibulamayacaktım.Bütün bunlar hayatımda tek bir


hâdisenin doğurduğu şeylerdi.Emine ölmeseydi hiçbiriolmayacaktı. Oğlum bütün budüşünceleri anlamış gibi yavaşçayerinden kalktı:- Korkma, dedi, bundan sonradaha sık gelirim. Artık kâfi derecedekuvvetliyim!Ve ilk defa beni candan öptü. Beniolduğum gibi kabul etmeğe alışmıştı.O odadan çıkarken arkasındanbaktım. Belki şu anda sevdiği, belkiyarın seveceği kızı düşündüm.Bütün talihini düşündüm. Her çocukbabasından bu yaşta kopar. Fakat


enimki benden iki defa kopmuştu. Ogece yatağımda hep eski fakirevimizi hatırladım. Küçücük <strong>Ahmet</strong>’inkafesi sarkan cumbadan kırık kenarlıbir saksıda yetiştirdiği sardunyaçiçeği sabaha kadar gözümünönünden gitmedi. İkide biryatağımda silkiniyor, onu sabahleyinkahvaltıda bir kere daha göreceğimeseviniyordum.


IIHalit Ayarcı, getirdiğim projeyi,daha doğrusu oğlumun çizdiği çokacemice planla, benim boş kibritkutularından yaptığım acayip maketibüyük bir heyecanla karşıladı.Verdiğim izahatı dinledikçememnuniyeti artıyordu. Ben her şeyianlatıp bitirince ayağa kalktı veciddiyetle beni tebrik etti. Kendisinebirkaç defa:


- Acele etmeyin! Daha çok eksik,çok sakat tarafı var On, on iki salon,kırk kadar oda, bunu ne yapacağız?diye hatırlatmak istedim.O dinlemiyordu bile.- Azizim! dedi, nafile yereyaptığınız işi küçültmeğe çalışmayın.Harikulâde bir iş yaptınız. Asıl büyükmüşkülü de halletmişsiniz. Şuortadaki hol iki aydır beni de meşgulediyordu. Burada bulduğunuz hâlçaresi en iyisi!- Fakat ben size bundanbahsetmemiştim...- Düşüncelerimizi birbirimize


söylemeğe ihtiyaç olmadığını,konuşmadan anlaştığımızı artıkanlamanız lâzım! diye cevap verdi.İkimizin de hatası cep saatlerimizdenharekette ısrar oldu. Fakat vakta kisiz de, ben de cep saatlerimizinyerine Mübarek’i düşünmeğebaşladık; mesele değişti. Yalnız sizbeni geçtiniz. Odalara ve salonlaragelince bu hususta zerre kadarüzülmeyin! İkimizin de bir yığın yeniakrabası bulunduğu gibi, tavsiyeedilenler, ayar ekiplerinden terfizamanı gelenler var. Demekistiyorum ki nasıl bir memuriyet adı


kendi fonksiyonunu yaratırsa, bizimkigibi bir enstitüde boş bir oda vesalon da kendi fonksiyonunu yaratır.Sabriye Hanıma bulduğunuz yerharikulâde. Aziz arkadaşımızı böylekartal gibi binanın en yüksektepesinde yuva yapmış görmek benicidden mesut edecek. Fakat bunlarsonra düşüneceğiniz şeyler! Şimdi ilkyapılacak iş bir basın toplantısı ileefkârıumumiyeye bu muvaffakiyetiniziilân etmektir...Kibrit kutularıyla yaptığım busökülür, takılır, acayip ve şüphesizgülünç ve berbat -şimdi ki her şey


itti, niçin itiraf etmeyeyim?- maketinbaşında çekilen resimlerimizi elbetteokuyucularım arasında birçoğuhatırlarlar. Söylemeğe hacet yok kigerek binanın projesi, gerek maketbir taraftan şiddetle alkışlanırken,öbür taraftan da hemen hemen aynışiddetle tenkit edilen ben, talihimicabı burada da amatör dâhi ilesahtekâr, şarlatan oldum. Fakatartık vaziyete alışmıştım; holün bellibaşlı süsü ve buluşu olan dörtsütunla, Altıncı pavyonun her ikikatma ayrı merdivenlerden ve okadar görülmemiş şekilde çıkılması


yenilik taraftarlarını sevinçten,heyecandan çıldırtmıştı. Bir dostum,günlerce gazetesinde “Yeni,başından sonuna kadar, akılalmayacak kadar yeni! Yaşasınyenilik!” diye bağırdı. Bir başkası,“Kokmuş ve klasik şekillerdenayrıldığımız için” bahtiyarolduğumuzu söylüyordu. Birüçüncüsü ise bu acayip merdivenleri,onları binaya bağlayan hiç lüzumsuziki küçük köprüyü -çünkü üçpavyonun arasını sırf bu küçükköprücükler için açık bırakmıştımbiryığın övdükten sonra, “İşte,


diyordu, Türkçe’de yeni sentaksınbaşladığı devirde yeni mimarî defeyzini verdi. Devrik cümledüşmanları Hayri İrdal’ınmuvaffakiyeti karşısında bakalım neyapacaklar?”Dördüncüeleştirmecinin övmesi daha parlaktı.Ona göre ben, sade devrik cümleyelâyık bir bina yapmamıştım, aynızamanda soyut mimarî yapmıştım.Kibrit kutularından yapılan maket iseâdeta piyasaya tesir etti. İnhisarlarİdaresi bu yeni mimarlıkçalışmalarına lâzım olan maddeyiteminden âciz kaldı. Durmadan


gazetelere verdiğimiz beyanat,yapılan münakaşayı her gün birazdaha körüklüyordu. Her pavyonunayrı şekilde boyanacağını söylediğimzaman münakaşa tekrar alevlendi.Buna mukabil hakikî mimarlar, birtürlü eserimi kabul etmekistemiyorlardı. Öyle ki binanıninşasına nezaret etmek, betonarmehesaplarını yaptırmak için güçlükleeleman bulduk.Gerek makette, gerek merdivenmeselesinde Doktor Mussak’a nelerborçlu olduğumu yukarıdasöylemiştim. Niçin aramızda


doğmadığını bir türlü anlamadığımbu kafa dengi dostun hâtırasınıburada bir kere daha yâdetmekisterim. Bu bina yapıldığı zamanşüphesiz beni tebrik edecekti. Fakatasıl memnun olacağı şey, alelâde birunutkanlığını o kadar şiddetlecezalandıran bir zihniyetten onunhesabına aldığım intikamdı.Hakikatte bana gelen her alkış onabir nevi tarziye demekti. Bu binadolayısıyla gerek SaatlemeBankasından, gerek enstitününbütçesinden aldığım ikramiyeyi deonunla taksim etmeğe candan


azıydım.Gariptir ki bu parlak muvaffakiyeterağmen, Saat Evleri’ni yaptırmağabaşladığımız zaman bütün mahalleiçin yapılacak planların tarafımdanyapılmasını Halit Ayarcı teklif ederetmez beni o kadar alkışlayanarkadaşların hiçbiri bu işe razıolmadılar. Enstitünün son dereceorijinal olduğunu aylarca iddia eden,bundan son derecede mesutgörünen, günde değilse bile haftadahiç olmazsa iki defa inşaat yerinegidip seyredenler, dönüşte tebrik içinodamın kapısında birbiriyle itişen en


yakın dostlarımız buna itiraz ettiler.En insaflıları:- Bunlar hususî evlerdir. Bizdensonra çoluk çocuğumuza kalacak!Fazla orijinal olmasına ihtiyaç yoktur.Sağlam, ucuz, emniyetli olmasıkâfidir! diyorlardı.Bazıları ise daha ileriye giderek:- Dişimizden tırnağımızdanarttırdığımız para ile tecrübeyegirmeyiz. Biz ev istiyoruz, dâhiyaneeser değil! diye haykırıyorlardı.Hattâ beni o kadar iyi anladığınısandığım Doktor Rainiz bile bufikirde idi.


- Olmaz azizim, olmaz! Diyordu.Bir de bakarsın ki merdivenleri terstaraftan koymuşsun! Olur mu hiç?Doktor Ramiz’e, dilimin döndüğükadar bu merdivensiz kathikâyesinde mesuliyetin biraz dakendisine ait olduğunu, asıl ilhamıbana onun insan zihni hakkındaverdiği izahattan aldığımı anlatmağaçalıştım. Her defasında:- Karıştırma, azizim! Ev başka,insan şuuru ve ilim başka! cevabınıaldım.Yalnız, Yangeldi Asaf Bey buhususta hiçbir fikir beyan etmiyordu.


Elinde sinekliği -yaz sonuydu vedostumuz bu yeni âdeti çıkartmıştıüçiçtima boyunca münakaşaları hiçanlamadan dinledi, dördüncüsündeyavaşça yanıma geldi:- Hayriciğim, bu dâvadan senvazgeç! Dedi. İstersen babadankalma bir evim var, tamirettireceğim, sana onu bırakayım!Merakını tatmin edersin!Karım da bu fikirde idi. Maketinbaşı ucunda otuz beş defa resimçektiren Pakize, evimizin tarafımdanyapılması ihtimalini işitince küplerebindi. İlk defa karımla, kızımın ve


damadımın aynı fikirde olduklarınıgördüm. Karım durmadan:- Allah göstermesin! diyordu. Hiçsenin yapacağın evde oturulur mu?Zehra ise beni bu fikirdenvazgeçirtmek için elinden gelenyosmalığı esirgemiyordu.Doğrusu istenirse ben de SaatEvleri’ni kendim yapmayıistemiyordum. Benim merakım,zevkim insan ruhunu öğrenmekti.Herkes benim gibi mi, yoksa birazfarklı mı? Bunu öğrenmek için ısrarediyordum. Hayır, onlar da benimgibiydi, hattâ daha beterdiler. Hiç


şüphe etmeden hodbindiler.Umumum parası sarf edilirken okadar cömert, hasbî, kayıtsız şartsızyenilik taraftarı olan, benim eserimleövünen insanlar, şimdi kendimenfaatleri ortaya konuncabirdenbire dönmüşlerdi. Hattâ HalitAyarcı’yı bile artık dinlemiyorlardı.“İnsanla bu kadar oynanmaz ki, acanım!..” sözü dillerindendüşmüyordu. Hulâsa herkes kendisiolmuştu. Ve bunun için herkesbirbirine benziyordu. Halit Ayarcıbütün bunlardan mustarip, neyapacağını şaşırmış, ikide bir gelip


ana şikâyet ediyordu.- Nasıl olur? diyordu, nasıl olur?Dünyanın en modernmüessesesinde, en mükemmel veyeni şartlar altında ve bu kadaryenilik içinde çalışan bu insanlar buişi nasıl anlamazlar? O hâldeenstitüde ne işleri var? Niçin yenibinayı alkışladılar? Niçin bizi tebrikettiler? Demek yalan söylüyorlar!..Ben Halit Ayarcı’ya vaziyetianlatmağa çalışıyordum.- Hayır, yalan söylemiyorlar,diyordum. İkisinde de samimî idiler.Yeniliği kendilerine ucu dokunmamak


şartıyla seviyorlardı. Hâlâ da o şartlaseverler. Fakat hayatlarındaemniyetli ve sağlam olmayı tercihediyorlar.- Böyle şey olur mu? Bir insan ikitürlü düşünür mü? İki türlü mantıkbir kafada bulunur mu?Halit Ayarcı hakikaten meyustu.- Tabiî bulunur. Daha doğrusumenfaatler istikametini değiştirirsemantık da değişir.- Ben anlamıyorum doğrusubunu!.. Bütün eserim yıkıldı. Bumüessese artık benim değil!Şakaklarından ter akıyordu. Hiçbir


zaman onu bu hâlde görmemiştim.Karşısındaki kalabalıktan dahaçetinlerine, çok büyüklerine lafanlatmıştı. Burada, hepsi kendisininyetiştirmesi bir avuç insan onuşaşırtmıştı. Bir rüyada gibi etrafınabakınıyordu.- Hiç boks maçına gitmediniz mi?İlk önce bakamayız bile! Sonrabirdenbire heyecanlanırız, bir tarafıtutarız. Bir an evvel, kâfi derecedekuvvetli olmamasına kızarız,haykırırız. Haydi! deriz, dahakuvvetli! Daha müthiş! deriz ve öyleolmadığı için üzülürüz. Fakat


hangimiz o esnada o adamın yerindebulunmayı isteriz? Hiçbirimiz, değilmi? Bunlar da öyle işte... Mücadeleyibizim tarafımızdan seyrettiler. Ve bizialkışladılar. O anda çok samimîidiler. Fakat şimdi siz, “ringebuyurun!” deyince iş değişti. Buradakendi menfaatleri, kendi emniyetlerivar!- O hâlde bu adamlar banainanmıyorlar! Beyhude yere burayatoplanmışız! Beyhude yereuğraşmışız!- Hayır... Yine size inanırlar. Fakatmenfaatlerine dokunmamak


şartıyla... Zaten niçin inanmalarınıistiyorsunuz, onu anlamıyorum...- Fakat iş, iş!..Böylece Saat Evleri’nin uzun veçetin münakaşası hiç farkındaolmadan Halit Ayarcı’yı içindenyıkmıştı.Dördüncü içtima en çetini oldu.Halit Ayarcı işi tehdide kadargötürdü. Fakat heyhat! Sihirbozulmuştu. Karşısındakilerkendilerini kuvvetli buluyorlardı.Sözlerini bile dinletemedi. Saat Evleriherkesin evleri gibi olacaktı.Çoğunluk öyle istiyordu.


Toplantı salonunu yerini banabırakarak herkesten evvel terk etti.Ben ilk defa olarak enstitü azasınaait bu cins içtimalarda reye müracaatettim ve mutlak çoğunluğun hakkınıteslim ederek çıktım.Odasına girdiğim zaman büsbütünbaşka bir Halit Ayarcı ile karşılaştım.Vaktiyle halamı oturttuğu büyükkoltukta, ayaklarını masayadayamış, düşünüyordu. Benigörünce:- Ben bir yerde aldandım...Nerede? diye sordu. Neredealdandım? Onu bulsam bana yeter...


- Bilmiyorum... diye cevap verdim.En iyisi düşünmeyin bunu artık!Nihayet kendi evleri... İstediklerişekilde yaparlar. Güle güleotursunlar, der, geçeriz...O yüzüme, ısrarla, inatla baktı:- Niçin, dedi, benianlamıyorsunuz? Ben bir yerdealdandım!Gülerek kendisini teselli ettim.- Belki mimarlık dehamda! dedim.İtiraf edin ki bu işten hiçanlamıyordum, anlıyamazdım da...Omuzlarını silkti:- Bundan ne çıkar sanki?


- Fazla oynadık etrafla... Kabuletmiyor musunuz?Tekrar yüzüme baktı.- Hayır, dedi, oynamadık. Hiçoynamadık. Bizi aldattılar. Biz fazlainandık onlara...Sonra ayağa kalktı, odanın içindedolaşmağa başladı.- Bu müessese artık benim değil!Bundan sonra ben de herkes gibiyimburada... dedi.Ve şapkasını dahi almadan çıkıpgitti.Bu, Halit Ayarcı’nın kapıldığı ilkyeisti. Bütün meseleyi biraz da


hiçten yere alevlendirmişti. Bununlaberaber fazla devam etmedi.Milletlerarası <strong>Saatleri</strong> <strong>Ayarlama</strong>Enstitüleri’nin umumî kongresi yenibinamızda açıldığı zaman herkesyine eski Halit Ayarcı ile karşılaştı.Mütebessim, kibar, üstün, hakikîcentilmen, bütün kongreyi kendisinehayran etti. Kongrenin kapanışmerasiminde iki saat konuştu. Vebirbiri ardınca çılgınca alkışlandı.Bununla beraber kendisine enyakın insan sıfatıyla onun artık eskiHalit Ayarcı olmadığını gayet iyihissediyordum.


Şüphesiz ki, enstitümüzün o kadarâni şekilde lağvında onun bu ruhhaletinin çok tesiri olmuştur. Filhakikaeski heyecanı ve harareti kalsaydıbu hazin akıbetle bu kadarbeklenmedik şekilde karşılaşmazdık.Daima vaziyetleri karşılamasınıbildiğine göre, hatta lağva sebepolan hâdisenin vuku bulduğu günenstitüde bulunmuş olsaydı iş yinedeğişirdi. Fakat yoktu. Aylardan berizaten gelmiyordu. Enstitüde, ecnebîheyet geldiği zaman, yalnız benvardım. Ve yazık ki, ben de bütüntecrübeme rağmen bu heyetin


ehemmiyetini takdir edemedim. Kaldıki, artık eskisi gibi müessesedenşüphe de etmiyordum. HalitAyarcı’nın itişleriyle yavaş yavaşmüessesenin hakikaten lüzumlu bir işgördüğüne, hakikaten modern birteşekkül olduğuna inanmıştım. Etrafgerek bina hususunda, gerek diğermeselelerde bizi o kadar beğenmiş,o kadar alkışa garketmişti ki, böylebir şüphe aklıma bile gelmiyordu. Buitibarla heyete herkes tarafındanbeğenilen müessesemizi baştanaşağı gezdirdim. Ve yaptığımız işlerhakkında lüzumlu gördüğüm bütün


izahatı verdim.Yazık ki, bu gelen heyet Öbürlerigibi değildi. Ne kapının semboliksaati, ne katların acayip ve takmamerdivenleri, ne de büyük daktilosalonumuzda elinde değneği bir şefdorkestr gibi işaret veren kalemâmirimizin emri altında son dereceritmik çalışan yetmiş daktilomuzunhep bir anda makinaya basıp yazıyazmaları onları şaşırttı. Öyle ki,dostça başladığımız gezinti hemenhemen tam bir kayıtsızlık içinde bitti.Tekrar odama döndüğümüzzaman heyetin reisi kendisine ikram


ettiğim içkiyi kabul edeceği yerdedoğruca telefona koştu ve 0135’iarayarak saatin kaç olduğunu sordu.Aldığı cevap üzerine evvelâduvardaki saate, sonra yüzümebaktı.- Böyle bir kolaylık varken bumüesseseye ne lüzum var? diyesordu.Bu aşağı yukarı kurulduğu gündenberi benim Halit Ayarcı’ya sorduğumsualdi. O her defasında bana çokciddî, mantıkî cevaplar vermiş,tamamiyle ikna edememişse bile hiçolmazsa susturmuştu. Yazık ki, ben


Halit Ayarcı değildim. Bende ne onuntalâkati ve keskin mantığı vardı, nede karşımdaki adam behemehal iknaedilmek arzusuyla bu suali sormuştu.Bu itibarla verdiğim cevaplarınhiçbirini doğru dürüst dinlemedi bile.Her ağzımı açışta:- Böyle bir müesseseye ne lüzumvar? diyordu.Nihayet bütün dünyada bunabenzer müesseseler bulunduğunusöyledim ve tekrar Halit Ayarcı’danöğrendiğim şekilde mutlak vemuayyen kadroları anlattım.Sonunda adam bana,


“Allahaısmarladık!” bile demedençıkıp gitti.Bununla beraber bu acayipziyaretin böyle bir neticevereceğinden hiç de şüphe etmedim.Fakat ne olur ne olmaz HalitAyarcı’yı aradım. Evinde yoktu.Sağa sola sordum. Hiçbir yerdebulamadım. Üç gün sonramüessesenin lâğvedildiği emri geldi.Bu benim için bir bakıma büyükdarbe değildi. Çoktan beri artık buişin bitmesi lüzumuna kani olmuştum.Hele Amerikalının ziyaretinden sonrabüsbütün soğumuştum. <strong>Saatleri</strong>


<strong>Ayarlama</strong> Enstitüsü rolünü yapmıştı.Fakat ne olsa hayatıma girmişti.Ona çok emek vermiştik. Planınıkendi çizdiğim binadaki odama, onunyanında bazı geceler kaldığımistirahat odama, küçük baramerikanıma, banyo dairesine,mobilyaya, duvardaki resimlere, herşeye bağlıydım. Kendi elimle vezevkle tanzim ettiğim bahçesineçıldırıyordum. Diktiğim ağaçlarınbüyümesini artık göremeyecektim.Emri alır almaz Halit Ayarcı’yıtekrar aradım. Yarım saat sonra evegeleceğini ümit ediyorlardı. Masamın


aşında, bir elim telefonda, oturupdüşünüyordum. Bu müessese belkide bir gün bir işe yarayabilirdi. HalitBey, “Fonksiyonunu kendisiyaratacak!” diyordu. Bu fırsatınverilmediğine üzülüyordum. Diğertaraftan vaziyeti hiç de bizler gibiolmayan üç yüze yakın müstahdemi,filân vardı.Onların istikballeri beni sıkıyordu.Bu adamların hayatı ne olacaktı?Nasıl iş bulacaktık? Ne yapacaktık?Abes dahi olsa, bir iş işti. Haydi benhâtıratımı yazdırdım, onlar neyapacaklardı?


Yarım saat sonra Halit Ayarcı’yıtelefonla buldum. Durumu anlattığımzaman;- Galiba çok kederlisiniz... diyebenimle alay etti.- Siz üzülmüyor musunuz?- Hayır, dedi. Biliyorsunuz ki,müessese ile artık eski alâkamkalmadı. O beni inkâr etti.- Burada olsaydınız belki önünegeçerdiniz...- Ama, yoktum, dedi. Olmamamda artık eski bağların koptuğunugöstermiyor mu?- Fakat, dedim, mesele yalnız


izim meselemiz değil! Bu kadararkadaş, müstahdem var... Üç yüzeyakın insan...Bir müddet düşünür gibi oldu.- Evet, onlar var!.. dedi.- Sizi bu akşam görebilir miyim?- Zannetmem! diye cevap verdi vetelefonu kapadı.Bu bir cevap değildi. İçimde eskihiddet yine kabardı. Akşama banageleceğini umdum. Yine ortadayoktu. Ertesi günü evine uğradım.Erkenden seyahate çıktığınısöylediler. O haftayı hemen hemendairenin tasfiyesi işleriyle geçirdim.


Hafta sonunda evimde evveldenkararlaştırılmış büyük bir toplantıvardı. Bu acı havadis üzerine budavetten vazgeçmek istemiş fakatkarımı bir türlü kandıramamıştım.Villa Saat’teki bu son toplantı hiçde parlak başlamadı. Zaten aynımahallede yaşamağa başladığındanberi yarısından fazlası birbiriyleakraba olan ve eskiden olmayanlarda yeni evlenmelerle birbirinebağlanan bu insanlar, sadece gecegündüz hep bir arada oldukları içindaha altıncı ayında birbirine düşmanolmuşlardı. Öyle ki, gerek bu cins


davetlerde, gerek alelâdeziyaretlerde gelip gidenler buzahmete, daha ziyade birbirininayıbını, kusurunu görmek, tenkitetmek, küçük tarizlerle hırpalamakiçin katlanıyor gibiydiler. Bunugittikleri yerde insanın yüzüne karşısöylemezlerse -ki çoğunun nezaketive birikmiş kini buna müsaitti- hiçolmazsa arkadan dedikodu yapmakimkanını buluyorlardı.Bu itibarla çoktan beri bu cinstoplantıları istemiyor, davetlerdenkaçıyor ve mümkün oldukça kendimde hemen kimseyi davet


etmiyordum. Fakat küçük kızımHalide’nin doğum gününü büyük birdavetle kutlamayı üç yıldan beri âdetetmiştik. Pakize bir türlü yenievimizin bu ananesini bırakmakistemiyordu.Şurası da var ki karım, tam benimzıddıma olarak bu cins toplantılardanhiç de çekinme itiyadında değildi. Oetrafındaki düşmanlık halkasınaehemmiyet vermiyor, hattâ üzerineyürüyordu. Hafif bir tebessümle,küçük bir kahkaha ile taşı gediğinekoymaktan hangi kadın kendisinialabilir? Nedense kadın kısmı bu gibi


işlerde erkeklerden dahamukavemetli ve daha cesur oluyor.Yeni aldığımız sofra takımı,kendisinin bu gece için yaptırdığıtuvalet varken Pakize’nin bumünasebetsizdavettenvazgeçmesine imkân yoktu. Orefahımızla, güzelliğiyle, gençliğiyle,gün boyunca aleyhimizde bulunanlarıbir kere daha ezmeyi aklınakoymuştu.Şurası da var ki Pakize enstitününaffedilmesinin uyandırdığı ruh hâlinihiç hesaba katmamıştı. O hâlâ, herzamanki gibi tatlı sohbet arasında


yapılacak tarizlerle karşılaşacağınısanıyordu. Halbuki hiç de böyleolmadı. Davetlilerimiz âdeta bir kinçıkını hâlinde eve geldiler. Dahayüzlerine bakar bakmaz, bütün geceneler çekeceğimizi anladım. Nitekimbiraz sonra hiddet, birikmiş kin,kıskançlık birdenbire infilâk etti. İşingaribi bu çok İnsanî duygulara,benim tahmin ettiğim gibi sadece bizhedef olmuyorduk. Hemen hemenherkes birbirine düşmandı. Kadınlarkocalarına karşı, nişanlılar birbirinekarşı hep ay nı hislerlemütehassistiler. Bütün ayıplar, bütün


kusurlar ortada idi. Bütün kazançlarbiliniyordu. Hulâsa enstitünün lâğvınıhiçbiri öbürüne affetmiyordu. Herkesöbürünün nazarında mücrimdi.Bununla beraber müesseseninmesuliyetini taşıdığımız için en fazlamücrim olan tabiatıyla Halit Bey ilebendim. Kadehler arttıkça bu kin vedüşmanlık hissi de artıyordu. HalitAyarcı’nın ısrarıyla hiç yoktan ortayaçıkarttığımız,etrafımızatopladığımız insanlar şimdi bizdenhesap sormakla iktifa etmiyorlar,açıktan açığa bizi itham ediyorlardı.İlk darbeyi Pakize yedi. Yeni


tuvaletini methetmek şöyle dursun,davetlilerimiz alelâde nezaketkaidelerini bile unuttular. O zamanakadar ona kompliman yapmayı bellibaşlı vazifelerinden bilen gençmemurlarımız karımın etrafınayanaşmadılar bile. En yakındostlarımızın hanımları gözümünönünde onun yaşını hesapladılar.Saçının boyasını sordular.Sonra yavaş yavaş evimizinbüyüklüğünden, mobilyamızınzevksizliğinden, bu masrafı hangigelirle karşıladığımızdan bahsedildi.Ben üç kişilik bir grupa yaklaşırken,


“Sansar...” kelimesiyle kendimdenbahsedildiğini duydum.Bununla beraber, dediğim gibi kinsadece bize karşı değildi. Enstitününlâğvı ile bir yığın kombinezonortadan kaybolmuş, bir yığın dostlukâdeta uçmuştu. Bu itibarla hemenher taralta, her grupta aynı soğukluk,aynı dargınlık havası, aynı çekişmevardı.Saat ona kadar, yarım saattenberi iki kanadı açık yemek odasınınkapısında beklediğim hâldemünakaşaları kesip bir türlüdavetlilerimizi içeriye alamamıştım.


Biraz evvel etrafa meydan okuyanPakize âdeta gizlenmek istiyor gibikardeşlerinin arasına sığınmıştı.Yalnız halam istifini bozmamıştı. Herzamanki hiddetli feveranlarıylaetrafındakilere cevap yetiştiriyordu.İşte tam bu esnada birdenbireHalit Ayarcı, elinde seyahat çantası,başında şapkası ile göründü. Ve hiçkimseye aldırmadan bana doğrugeldi. Onun görünüşü ile birdenbirekesilen homurtu bir saniye sonra vesanki birdenbire adamakıllıbeslenmiş bir ocak gibi parladı.Fakat Halit Ayarcı hiç aldırmadı.


Elimi sıkarken:- Affedersiniz, diye özür diledi.Şimdi dönebildim. Kararı tashihettirdim. Daha doğrusu ilga kararıduruyor, amma müesseseninmuntazam surette tasfiyesi için daimîbir tasfiye komisyonu teşekkül etti.Bütün arkadaşlar orada vazifelidir.Bunu söyledikten sonra karımınelini öptü. Ve yemek odasına girdi.Kalabalık birdenbire etrafımızdadalgalandı. Herkes yine eskisi gibi,hattâ eskisinden fazla dosttu. İki günevvel birbirlerinden boşanacaklarınıişittiğim ve iki saattir hep ayrı ayrı


gruplarda dolaşan bir karı kocabirbirleriyle karşımda öpüşerekbarıştılar. Bozulmuş iki nişanınhemen oracıkta yenilendiğinigördüm. Üçüzlerin grubu tekrarteşekkül etti. Hulâsa bir bayramhavası içinde herkes sofraya oturdu.Hayır, bu adamlar kinlerinde vedüşmanlıklarında oldukları kadarsevinçlerinde de açık ve samimîidiler.Sofrada Halit Ayarcı’ya yavaşçasordum:- Peki ötekiler?.. Küçükler?Birdenbire yüzü karardı:


- Zaten onlar için yaptım, bu işi...dedi. Fakat ayar istasyonlarındaçalışanlar için bir şey yapamayız!Ona da siz çalışın.- Siz, dedim, siz niyeçalışmıyorsunuz?Yüzüme hayretle baktı:- Ben, dedi, aldandığımıanladım...Ve iştiha ile yemeğine başladı.Gece yarısı, kalabalık dağıldıktansonra benim çalışma odamda tekrarbuluştuk. Fakat aramızda garip birvaziyet vardı. HattâŞehzadebaşı’ndaki kahvede kendisini


ilk gördüğüm gün dahi bana karşı bukadar yabancı değildi. Benimle birparti tavla oynadı. Oyun bitince,“Allahaısmarladık!” diye ayrıldı. Ogeceden sonra Halit Ayarcı’yı birdaha ancak, korkunç otomobilkazasından sonra kaldırıldığı evinde,yatağında görebildim.-SON-

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!