19.04.2016 Views

AramızdanAyrılanlar

Türk Fizik Derneği : " Aramızdan Ayrılanlar"

Türk Fizik Derneği : " Aramızdan Ayrılanlar"

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Sayfa 1<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 2<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 3<br />

ÖNSÖZ<br />

Fizik Derneği 27 Mart 1950 yılında ülkemizin önde gelen bilim insanları<br />

tarafından İstanbul’da Çemberlitaş’ta Muallimler Birliği Binasında kurulmuştur.<br />

12 Ekim 1976 gün ve 15732 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Bakanlar<br />

Kurulunun 7/12434 sayılı kararı ile "Türk Fizik Derneği" adı kabul edilmiş ve<br />

yine Bakanlar Kurulunun 13 Haziran 1977 gün ve 7/15806 sayılı kararnamesiyle<br />

Türk Fizik Derneği kamu yararına çalışan dernekler arasına girmiştir. Ayrıca,<br />

Türk Fizik Derneği ülkemizin çeşitli bölgelerinde yaşayan bütün fizikçilere<br />

ulaşabilmek ve çalışmalarını ülke geneline yaygınlaştırabilmek amacıyla 1995<br />

yılında Ankara, İstanbul ve İzmir’de şube açmıştır.<br />

Bilindiği üzere 2005 Dünya Fizik Yılı, Albert Einstein’in tüm modern<br />

fiziği etkileyen fikirlerini yayımladığı, dünyada “miraculous year” olarak<br />

adlandırılan mucizevî yılın 100. yıldönümüydü. Ayrıca 18 Nisan 2005 tarihi de<br />

Einstein’ın ölümünün 50. yılıydı. 2005 yılı, Einstein’nın, mükemmel fikirlerini ve<br />

bu fikirlerin 21. yüzyıl yaşamına etkilerini kutlama fırsatı sağlamıştı. 2005 yılının<br />

Dünya Fizik Yılı olmasını fırsat bilen derneğimiz bir çok bilimsel etkinlik<br />

gerçekleştirmek kararı yanında TÜRK FİZİK DERNEĞİ ARAMIZDAN<br />

AYRILANLAR anı kitabı hazırlama kararı almış; kitabın editörlüğüne Prof. Dr.<br />

Baki Akkuş, Prof. Dr. Ali Girgin, Dr. Yeşim Öktem, Yüksek Kimyager<br />

Osman Azmi Barut ve Çağıl Çınar’ı getirmiştir.<br />

Gerçekleştirdiği tüm bilimsel etkinlikleri ülkemiz fizikçilerine yakışır<br />

şekilde uluslararası düzeyde ve nitelikte yapmak için çalışan ve bunu başaran<br />

Türk Fizik Derneği, artık aramızda olmayan ve rahmetle andığımız hocalarımızı<br />

unutturmamak amacıyla Aramızdan Ayrılanlar anı kitabının basımını<br />

gerçekleştirmek için tüm kurulları ile seferber olmuştur.<br />

Bu kitap bir bakıma Cumhuriyet Tarihimiz’in fizik biliminde bir<br />

dökümüdür. Kitaptaki bilim adamlarının yaşam öyküleri 85 yılda ülkemizin<br />

nereden nereye geldiğini, cumhuriyeti kuran çelik iradenin ülküsü olan Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin Temeli Kültürdür anlayışının ve Çağdaş Uygarlık<br />

Düzeyinin Üzerine Çıkmak ülküsünün neresinde olduğumuzu gösteren bir belge<br />

niteliğindedir. Özellikle Cumhuriyetimiz’in kuruluşundan az önce ve kuruluşun<br />

ilk dönemlerinde doğmuş olan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Temeli Kültürdür<br />

ülküsünün rehberliğinde yetişmiş fizikçilerimizin yaşam öykülerinden bugünkü<br />

kuşaklar için çıkarılacak pek çok ders vardır. Bu kitaptaki yaşam öykülerinden<br />

diğer bilim sahaları için de benzer dersler çıkarmak mümkündür. Çünkü<br />

cumhuriyeti kuran irade her alanda hızlı ve etkin bir kalkınma hamlesini uygarlık<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 4<br />

aleminde saygın bir yer almamız için gerekli görüyordu. Tüm bilim dalları da<br />

elbetteki bundan nasibini alacaktı.<br />

Kitapta dikkat ettiğimiz önemli bir husus da fizikçi kimlikleriyle öne çıkan<br />

bilim insanlarımızın bilimsel çalışmalarının dışında günlük hayatta nasıl<br />

yaşadıkları ve topluma, insanlara bakışını yansıtmaya çalışmak oldu.<br />

2005 yılının Dünya Fizik Yılı olarak kabul edilmesinin özel önem ve<br />

anlamından esinlenerek artık aramızda olmayan fizikçilerimizin yakınları ile olan<br />

anılarını ve özgeçmişlerini içeren anı kitabının basım çalışmaları editörlerin<br />

özverili çalışmaları sonucu tamamlanmıştır. Çok büyük emek harcanarak<br />

gerçekleştirilen Aramızdan Ayrılanlar anı kitabı ile, bilgilerimizi borçlu<br />

olduğumuz büyüklerimize onları bu şekilde anarak bir parça olsun şükranlarımızı<br />

dile getirmiş olacağız.<br />

Kitap için yaklaşık üç yıldır çok büyük özveri ile çalışan ve emek<br />

veren editörler Prof. Dr. Baki AKKUŞ, Prof. Dr. Ali GİRGİN, Dr. Yeşim<br />

ÖKTEM, Yüksek Kimyager Osman Azmi BARUT ve Çağıl ÇINAR’a ve<br />

rahmetli hocalarımiz ile ilgili bilgilerin yazılmasında, mizampajında ve<br />

redaksiyonunda yapmış olduğu katkılardan dolayı Gülfem Susoy’a<br />

teşekkürlerimizi sunuyoruz.<br />

Ayrıca, kitap için bilgi ve belge yollayarak katkı sağlayan tüm<br />

fizikçilerimize ve tüm özel ve kamu kurum ve kuruluşlarına teşekkür ederiz.<br />

Saygılarımızla<br />

Prof. Dr. Baki AKKUŞ<br />

Türk Fizik Derneği<br />

Genel Merkez Yönetim Kurulu adına<br />

Genel Başkan<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 5<br />

<br />

BİLİM ŞEHİTLERİMİZ<br />

ENGİN ARIK<br />

Metin Arık, Engin Atagür, Meral Arık Toprak, Baki Akkuş, Osman Azmi Barut<br />

ŞENEL BOYDAĞ<br />

Dursun Koçer, Durul Ören, Clara Brandabur<br />

İSKENDER HİKMET<br />

Mehmet Çalık, Serkant Ali Çetin, Suat Uğurlu, Sema Hikmet, Hizber Hikmet<br />

MUSTAFA FİDAN<br />

Fulya Çifter, Gülşah Kacur Fidan, Yasemin Fidan, Seza (Dostu), Ömer Şaylı, Okan Saldoğan, Tuğçe Gözaçan Karahanoğlu,<br />

Aysel Kadıoğlu, Adem Kadıoğlu, Şengül Kacur, Fuat Kacur, Arkadaşları (Recep, Üzeyir, Erkan, İlhan)<br />

ÖZGEN BERKOL DOĞAN<br />

N. Bülay Doğan, Alison Oğuz,Biljana Lakic,<br />

ENGİN ABAT<br />

Deniz Abat, Özlem Erdem, Evşen Tamam, Bora Bağış, Esen Kuşluoğlu,<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

İRFAN AKGÜN<br />

Filiz Akgün, Nihal Akgün, Bilgehan Akgün, Bahadırhan Akgün<br />

YURDANUR AKOVALI<br />

Hayat Ferah, Aysel Ekşi, Güneri Akovalı<br />

SAİT AKPINAR<br />

K. Gediz Akdeniz, Ali Girgin,İsmet Ertaş, Ali Alpar, Ayhan Çilesiz, Erdal İnönü, Çetin Arıkan<br />

BÜLENT AKSOY<br />

İffet Halide Aksoy, Zeynep Gürel<br />

SAİD ALİ ANKARA<br />

Alpay Ankara, İ.Demir İnan<br />

ERDOĞAN APAYDIN<br />

Editörler<br />

CAHİT ARF<br />

Derleyen:Osman Azmi Barut<br />

EROL AYGÜN<br />

Ali Yaman<br />

ASIM ORHAN BARUT<br />

Osman Azmi Barut<br />

ENİS BEHİÇ BAŞ<br />

Mehmet Erbudak<br />

HİLMİ BENEL<br />

Ali Girgin, İsmet Ertaş<br />

ALİ RIZA BERKEM<br />

Dürdal Berkem, Ali Rıza Berkem, Erdal İnönü, Alber Bilen, Melek Sine Ünver,Ayşe Lebriz Berkem, Zeynep Erdem, Melisa Ünver<br />

RATİP BERKER<br />

Editörler<br />

ÇETİN CANSOY<br />

Şehsuvar Zebitay, Haşim Mutuş Yard,. Göksel Daylan Esmer<br />

ALİ FUAT CESUR<br />

Yalçın Elerman, Ayhan Elmalı, Mehmet Kabak<br />

İHAMİ CİVAOĞLU<br />

Editörler<br />

ORDAL DEMOKAN<br />

Nur Demokan, ODTÜ Fizik Bölümü<br />

HAYRİ DENER<br />

Rauf Nasuhoğlu, Demir İnan<br />

FAHRİ DOMANİÇ<br />

Ömür Akyüz<br />

DİLŞAD ELBRUS<br />

Hakkı Bilgehan, İsmet Ertaş, Hüseyin Erbil<br />

CAVİT ENER<br />

Ali Girgin,İsmet Ertaş<br />

ENİS ERDİK<br />

Zekeriya Aydın<br />

AYNUR ERGİNSAV<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 6<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Yakın Arkadaşı (İsimsiz)!!!<br />

CAVİD ERGİNSOY<br />

Derleyen: Osman Azmi Barut<br />

MÜBECCEL ERGÜN<br />

Özcan Öktü<br />

KERİM ERİM<br />

Osman Bahadır<br />

ŞEVKET ERK<br />

Müzeyyen Erk, Münevver Erdinç, Prof. Dr. Sezgin Alsan Prof. Dr. Mehmet Sakınç, Lütfiye Eroğlu, Prof Dr. Işık Aydemir, Yaşar<br />

Morpınar, Prof. Dr. Hüseyin Afşar<br />

ERİCH FİSCHER<br />

Erdal İnönü, Naif Türetken<br />

ADİL GEDİKOĞLU<br />

Zekeriya Aydın<br />

BERKAY GÖRGEZ<br />

Deniz Görgez, Levent Çırpıcı, Adem Soylamış<br />

CAFER GÜMÜŞ<br />

Zekeriya Aydın<br />

ZİYA GÜNER<br />

Zekeriya Aydın<br />

FEZA GÜRSEY<br />

Mehmet Koca, İsmet Ertaş, Osman Azmi Barut<br />

BEDİ ILGIM<br />

Mesut Ilgım, Durul Ören<br />

ERDAL İNÖNÜ<br />

Derleyen: Osman Azmi Barut<br />

SELMA KARAALİ<br />

İsmet Ertaş<br />

MUSTAFA CEMİL KARADENİZ<br />

Nihat Aktaç, S.Askeri Baran, Ali Girgin<br />

SELMAN RIZA KINACI<br />

İsmet Ertaş<br />

HAKKI KIZILTAN<br />

Demir İnan, Erol Öztekin, Fevzi Apaydın<br />

FİKRET KORTEL<br />

İsmet Ertaş<br />

HÜSEYİN KORU<br />

Süleyman Özçelik, Prof. Dr. Mehmet Şimşek, Prof. Dr. Kemal Solak<br />

BEHRAM KURŞUNOĞLU<br />

Eric Nagourney-Ayfer Kale, Tolga Yarman<br />

NUSRET KÜRKÇÜOĞLU<br />

Ali Girgin<br />

RAUF NASUHOGLU<br />

Şükran Nasuhoğlu, . Süleyman Özoğlu<br />

REŞAT OTMAN<br />

Alp Otman<br />

CÜNEYT ÖZBAYLI<br />

Ergun Gültekin<br />

BELKIS ÖZDOGAN<br />

K. Gediz Akdeniz, . Ali Girgin, İsmet Ertaş<br />

ŞEVKET ÖZKÖK<br />

Ali Girgin<br />

CİHAN ÖZMUTLU<br />

Aytaç Yalçıner, Salih Dinçer<br />

HARALD PERLİTZ<br />

Yalçın Elerman, Ayhan Elmalı, Atilla Elmalı, Mehmet Kabak<br />

NİMET PUSAT<br />

İsmet Ertaş<br />

CELAL SARAÇ<br />

İsmet Ertaş, Hüseyin Erbil<br />

OBEN SEZER<br />

Onur Sezer, Tahir Efe Çolakoğlu, Özlem Pehlivan<br />

ADNAN SOKULLU<br />

Sanay Sokullu, Dr. Oryal Gökdemir, Erdoğan Yalav, Tahir Arıkut, İsmet Ertaş<br />

ÖZBEK SÜLÜN<br />

Tonguç Sülün<br />

BESİM TANYEL<br />

İsmet Ertaş, Hüseyin Erbil<br />

SADRETTİN TUNAKAN<br />

Ali Girgin<br />

ALİ İMRE USSELİ<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 7<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Erdal İnönü<br />

SALİH MURAT UZDİLEK<br />

Ahmet Refik Kotran<br />

BAHRİYE YARAMIŞ<br />

Ali Girgin<br />

HASBİ YAVUZ<br />

Tayfun Büke, Muhittin Okka<br />

FAHİR YENİÇAY<br />

Ali Girgin İsmet Ertaş<br />

SELAHATTİN YÜCEL<br />

Ali Girgin<br />

CEM YÜKSEL<br />

Annesi<br />

YEŞİM BESEN YÜKSEL<br />

Gülseren Besen<br />

NUMAN ZENGİN<br />

Demir İnan, Engin Kendi, Fevzi Apaydın, Erol Öztekin, İsmet Ertaş, Hüseyin Erbil, Hüseyin Erbil<br />

KURT ZUBER<br />

İsmet Ertaş, Hüseyin Erbil, K. Gediz Akdeniz, Ali Girgin<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 8<br />

BİLİM<br />

ŞEHİTLERİMİZ<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 9<br />

30 Kasım 2007 Cuma gecesi saat 1.30. Uğursuz gece!... Isparta<br />

yakınlarında nedeni kuşkulu, trajik bir uçak kazası… 57<br />

insanımız hayatını kaybediyor. Ancak , bu kazayı trajik yapan,<br />

uçakta bulunan ve ülkemiz için yaşamsal öneme sahip 6 değerli<br />

fizikçimizin oluşu… Çünkü bu değerli bilimciler, ülkemiz için çok<br />

önemli olan ve geleceğini kurtaracak projelerde çalışan<br />

insanlardı. Ama, o uğursuz kaza ile sadece ülkemiz, geleceğini<br />

kurtaracak, ışıklar saçacak insanlarını kaybetmekle kalmıyor;<br />

pek çok yaşam savruluyor, acılar içinde kalıyor. Hele içlerinde<br />

gencecik , hayatı dolu dolu yaşayacak , bilime yapacağı<br />

katkılarla ülkemizin ufkunu genişletecek olan insanların ölümü<br />

yok mu!... İşte bu insanı daha da kahrediyor; acıyı büsbütün<br />

arttırıyor. Bir isyan duygusu dalga dalga bütün yüreğinizi<br />

kaplıyor. Ama, yapacak bir şey yok. Yolumuza devam etmek<br />

zorundayız.<br />

Mustafa Kemal Türkiyesi bu ve benzeri olumsuzlukları<br />

göğüsleyip aşmak zorunda… Geleceğimiz buna bağlı… Büyük<br />

adamın ve kazada yitirdiğimiz 6 bilim şehidimizin ebedi<br />

istirahatgâhlarında huzur içinde uyuyabilmeleri için bilim<br />

camiası olarak omuzlarımıza yüklenen zor ve ağır<br />

sorumluluğun altından kalkmakla yükümlüyüz.<br />

6 bilim şehidimizi şükran ve rahmetle anıyor; her birinin aziz<br />

hatırası önünde saygı ile eğiliyoruz!...<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 10<br />

Engin Arık<br />

(1948-2007)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 11<br />

BİLİME ADANMIŞ BİR HAYAT<br />

ENGİN ARIK<br />

Derleyen: Osman Azmi Barut<br />

(Türk Fizik Derneği Yönetim Kurulu Üyesi)<br />

Ülkemizin deneysel yüksek enerji fiziği alanında dünya ölçeğinde en çok tanınan bilim insanı<br />

Engin Arık’ ın yaşamını bilime adanmış bir hayat olarak özetleyebiliriz. Canlılığı, seçkin ve<br />

dinamik bilim insanı kişiliği ile gençlere örnek olan, ülkemizin teknolojik geri kalmışlığı<br />

aşabilmesi için sürekli kafa yoran, çözümler üreten ve bu konuda yetkilileri sürekli uyaran, tüm<br />

bu meşguliyetleri arasında yakalandığı amansız hastalığı bile alt etmeyi başarabilen bu çok<br />

değerli bilim insanımız ne yazık ki, 30 Kasım 2007 Cumartesi gece yarısı 1.30’ da Isparta’ya<br />

giden uçağın, nedeni kuşkulu düşüşü sonucu yaşamını yitirdi. Bu yitirilen sıradan bir yaşam<br />

değildi. Bu yaşam, Türkiye gibi bilimin, teknolojinin önemsenmediği, kalkınmak için olmazsa<br />

olmaz koşul olduğunun idrak edilmediği bir ülkede yetişen çok değerli bir bilim insanının<br />

yaşamıydı. Bu değerli insanın ölümüyle, ülkemiz, yaklaşık 40 yıl aradan sonra tekrar yüksek<br />

teknolojiye geçiş şansını yitirmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. 1967 yılında büyük<br />

fizikçimiz Cavit Erginsoy’un ani bir kalp krizi sonucu henüz 43 yaşında iken zamansız ölümü<br />

sonucu, yitirdiğimiz yüksek teknolojiye geçiş şansını kaçırmak tehlikesini şimdi yeniden<br />

yaşıyoruz. Demek ki, kalbinde inancı kafasında bilgisi olan bir tek insan bile ülkelerin hayatında<br />

kilit rol oynayabiliyor. Şimdi ülkemizin temel bilimcilerinin özellikle fizik camiasının en önemli<br />

görevi Engin Hanım’ın gerçekleştirmeye çalıştığı projeleri hayata geçirmek, CERN asli üyeliğini<br />

bir an önce gerçekleştirmek olmalıdır. Bunlar gerçekleştirilirse Engin Arık ebedi<br />

istirahatgâhında huzur içinde uyuyacak; aksi taktirde bilim dünyamız yaşanacak olumsuzluğun<br />

hesabını gelecek kuşaklara veremeyecektir.<br />

Özgeçmişi<br />

İstanbul’da, 14 Ekim 1948’de doğan Prof. Dr. Arık, İstanbul Üniversitesi Fizik-Matematik<br />

Bölümünden 1969 yılında mezun olduktan sonra Pittsburgh Üniversitesinde fizik alanında<br />

master ve doktora yaptı.<br />

İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi kuramsal fizik kürsüsünde 1968-1969 döneminde öğrenci<br />

asistanı olarak çalışan Arık, 1969-1979 yılları arasında Pittsburgh Üniversitesi fizik bölümünde<br />

araştırma asistanı olarak çalıştı.<br />

1976-1979 yılları arasında Londra Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışan Arık, 1979<br />

yılında Boğaziçi Üniversitesi fizik bölümüne geçti. 1981 yılında doçent olan Arık, 1983 yılında<br />

üniversiteden ayrılarak 2 yıl Control Data firmasında uzman olarak çalıştı. Engin Arık 1988<br />

yılında profesör oldu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 12<br />

1997-2000 yılları arasında Viyana üniversitesinde çalışan Arık, 1985 yılından bu yana Boğaziçi<br />

Üniversitesi fizik bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapıyordu.<br />

Engin Arık, kendisi gibi Boğaziçi Üniversitesi fizik bölümünde görevli kuramsal fizikçi Prof. Dr.<br />

Metin Arık ile evliydi. Engin Arık iki çocuk annesi ve iki torun sahibiydi.<br />

Prof. Dr. Engin Arık, İsviçre’nin Cenevre kenti yakınlarında kurulu nükleer araştırma merkezi<br />

"European Organization for Nuclear Research (CERN)"deki "Atlas Deneyi"nde çalışıyordu.<br />

Aşağıda okuyacağınız satırlar Engin Arık’ ın eşi değerli kuramsal fizikçimiz, Boğaziçi Üniversitesi<br />

Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Metin Arık tarafından kaleme<br />

alınmıştır. Bu satırlarda Metin Bey, eşi ile nasıl tanıştıklarını, evliliklerini, ve eşinin bilimsel<br />

yaşamını kısaca özetlemektedir:<br />

Engin daha lise yıllarından parçacık fizikçisi olmaya karar vermişti. Mesela ben lise son sınıfa<br />

kadar üniversitede fizik okumayı düşünmemiştim ama Engin daha liseden beri atom<br />

parçacıklarıyla ilgilenmiş. O zaman liselerarası TÜBİTAK grupları vardı. TÜBİTAK yazın bu<br />

öğrenciler için kamplar düzenleyip, her daldan bilim adamını getirip, onlara konferans<br />

verdiriyordu. Bu kampta parçacık fiziği hakkında dinlediği konferans onu etkilemiş ve böylece<br />

kararını vermiş. Biz Engin ile üniversitenin birinci yılında tanıştık. Yazın tabii Engin’in bir yerlere<br />

gitmesi lazım ki ben de gidebileyim. Dolayısıyla Engin üniversitede olmasına rağmen o lise<br />

kampına gidiyordu. Oradan arkadaşları vardı. Ben de o kampa arada bir gidiyordum veya<br />

kampın çıkışında Engin’i bekliyordum. Böylece yazın da görüşebiliyorduk.<br />

Engin’in babası onun üniversitede kariyer yapmasını ve araştırmacı olmasını isterdi ve<br />

evliliğimizle ilgili iki üniversite hocasının geçim derdine düşeceğinden ve Engin’in araştırmacı<br />

olamayacağından korkardı. Çok haksızda sayılmazdı ama bir şey vardı ki o da: Kızının<br />

mücadeleci kişiliği. Engin ile üniversite biter bitmez evlenip ABD’ye yüksek lisans okumaya<br />

gittik. Oğlumuz doğduğunda ikimizde 20’li yaşların başındaydık. Bursla okuyorduk, bir yandan<br />

araştırmaları sürdürdük bir yandan da çocuklarımızı sevgiyle yetiştirmeyi başardık.<br />

Engin’in hayatındaki en önemli araştırmalardan biri ATLAS Projesiydi. Dünyanın en büyük<br />

temel bilim araştırmalarından biri olan ve 10 yıldır devam eden araştırmanın başından beri<br />

içindeydi ve maddi olanaksızlıklara rağmen proje için çalışmaktan asla vazgeçmedi. Engin’in<br />

en büyük arzularından biri Türkiye’nin CERN’e tam üyeliğiydi ve bunun gerçekleşememesine,<br />

Türkiye’nin bu çok önemli fırsatı kaçırmasına inanamıyordu. Bunu değiştirmek için çok çabaladı<br />

ama hayattayken maalesef gerçekleşmedi. ATLAS Projesi içinde Boğaziçi Grubu’ nun lideri olan<br />

Engin’in görevini şimdi ben üstlendim. Çalışan grup zaten devam ediyor ama proje üç kişiyi<br />

kaybetti; iki öğrenci, bir hoca. Boğaziçi’nden hoca olarak Engin ve ben vardık. Öğrenci olarak<br />

da 5 kişi vardı, öğrencilerden ikisi Engin’le aynı uçakta olan Berkol ve Engin idi. Projeye yeni<br />

hocalar katıldı, yeni öğrenciler gelecek. ATLAS deneyi bu yaz veri almaya başlayacak. Biz veri<br />

alınır alınmaz hazır olup hemen Engin’in planladığı şekilde analiz etmeyi düşünüyoruz.<br />

Araştırma Engin’in planladığı gibi devam edecek.<br />

Engin, Türk Hızlandırıcı Projesi için de çalışıyordu. Biz Türkiye olarak hızlandırıcı teknolojisini<br />

kaçırdık. Engin, deneysel yüksek enerji fiziği alanında Türkiye’nin geri kalmış olmasını eleştirirdi<br />

ve bundan tabii ilgili kurumları sorumlu tutuyordu. Hızlandırıcı işine 50 sene önce girip dünya<br />

ile birlikte bu işte bir takım teknikler geliştirmek, bunu öğrenmek gereği vardı. Düşük enerjili<br />

hızlandırıcılar ilk başta sadece parçacık fiziği deneyleri yapmak için geçerliydi. Fakat sonra<br />

anlaşıldı ki, bunların fizik, kimya, mühendislik gibi çeşitli alanlarda uygulamaları var.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 13<br />

Dolayısıyla 50 sene önce sadece fizik için önemli olan düşük enerjili hızlandırıcılar artık teknoloji<br />

için de önemli olmaya başladı. Dolayısıyla bir hızlandırıcı yapıp bu işe girmemiz gerekiyor. Bu<br />

bir ulusal hızlandırıcı projesi olup aynı zamanda da bir Hızlandırıcı Merkezi olacak. Bu merkez,<br />

ilk hızlandırıcı yapıldıktan sonra, yeni hızlandırıcılar için kararlar verecek. Uzun soluklu bir proje.<br />

Şimdi Engin’in yerine bu projede ben de varım.<br />

Toryum ise çok önemli bir konu fakat bu daha da uzun soluklu bir proje. Bunu Türkiye’nin<br />

geleceği açısından çok önemli görüyorum. Bu hızlandırıcı projesiyle de ilgili, çünkü toryum<br />

yakan nükleer reaktörlerin hızlandırıcı temelli olması lazım. Yani hızlandırıcı kullanarak<br />

yakabiliyorsunuz. Hızlandırıcıyı ne kadar ucuz yapabilirseniz, ne kadar ucuza ne kadar uzun<br />

süre çalıştırabilirseniz toryumu yakmak da o kadar hesaplı oluyor. Dolayısıyla bu hızlandırıcı<br />

meselesi toryum açısından da çok önemli. Türkiye’de Toryum var, bir de toryumu yakacak<br />

özellikte hızlandırıcı teknolojisini başarırsak o zaman enerji problemimizi halletmiş olacağız.<br />

Bilimsel ve teknolojik olarak bu proje var ama bir kar getirme aracı olarak daha bu proje yok.<br />

Engin bunun önemini kavramış ve vurgulayan birisiydi.<br />

Çocuklarıyla veya öğrencileriyle, hatta benimle olan ilişkisini şöyle değerlendiriyorum;<br />

sevgisinin o kadar güçlü olduğunu hissettirirdi ki o sevgiden en ufak bir şey kaybetmemek için<br />

insanlar onun istediğini yaparlardı. Genç arkadaşlarla konuşuyorum; şöyle diyorlar;<br />

“Hocamızın bize şöyle bir bakması yeterdi”. Hiçbir şey söylemezdi, bir şey yapmazdı ama<br />

öğrencileri onu anlardı ve onun istediğini yapardı… Her şeye enerji dolu yaklaşırdı. Durmadan<br />

bir şey yapardı, her meselenin anında hallolması lazımdı. Hiçbir şey bekleyemezdi.<br />

Engin, kişiliği çok güçlü birisiydi. Her şeyi en ince detayına kadar düşünen, en ince detayına<br />

kadar planlayan ve bunları çok mantıklı bir şekilde yapabilen bir insandı. Bu zaman zaman<br />

onun için mutsuzluk kaynağı da oluyordu. Çünkü ne kadar mantıklı ve düzgün plan yaparsanız<br />

yapın başkalarının davranışları yüzünden o planlar altüst olabiliyor. Dolayısıyla bu konuda<br />

haksızlıklara uğradığı olmuştu. Bu arada bizim toplumumuzun, sistemimizin düzgün<br />

çalışmaması da söz konusu. İnandığı doğrular için daima savaşan, gözü hiç korkmayan, son<br />

derece cesur bir kişiydi. Hayatta gördüğüm medeni cesareti en yüksek olan insandı diyebilirim.<br />

Bana söylemek istediğim başka bir şey var mı diye sorulduğunda cevabım:<br />

“Ben Engin’i geri istiyorum.”<br />

Değerli fizikçimiz Metin Arık’ ın yukarıda kısaca temas ettiği Engin Hanım’ ın çalışmalarına biraz<br />

daha yakından bakalım; öncelikle CERN’ de gerçekleştirilecek ATLAS deneyi konusundaki<br />

düşüncelerini kendi ağzından aktaralım:<br />

“CERN deki dairesel hızlandırıcı da protonlar saniyede 40 milyon defa çarpışınca ve<br />

laboratuarda büyük patlama anına yaklaşılınca evren bulmacasındaki eksik parça yerine<br />

oturacak. Yani maddeye kütlesini kazandırdığı varsayılan ve adını İngiliz fizikçi Peter Higgs’ ten<br />

alan Higgs parçacığı bulununca sırlar çözülecek.<br />

Evrenin başlangıcında bir bakışım (simetri) olması gerekiyordu. Yani madde-antimadde<br />

şeklinde. Ancak antimadde yokoluyor. Bakışımsız (asimetrik) bir düzende sadece madde<br />

kalıyor. Oysa bir anti galaksi de olması gerekiyordu. Evrendeki parçacıklar kütlelerini nasıl bir<br />

mekanizma sonucu kazandı? Kurama göre parçacıkların kütle kazanması için Higgs<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 14<br />

parçacığının varlığı gerekiyordu. O parçacık olmaksızın evren olmazdı. Higgs parçacığının<br />

bugüne kadar bulunamamasının nedeni, kütlesi ağır olduğu için o enerjiye ulaşılamadığı için<br />

miydi?<br />

Şimdi Higgs parçacığının kütlesinin LHC (Large Hadron Collider-büyük<br />

hadron çarpıştırcı) adını verdiğimiz dairesel hızlandırıcıda ortaya çıkacak<br />

muazzam enerjinin sınırları içinde olduğu düşünülüyor. İsviçre’deki CERN<br />

yer altı laboratuarında LHC’ ye entegre olarak inşa edilen dünyanın en<br />

büyük detektörü ATLAS, protonların çarpışması sonucu ortaya çıkacak<br />

parçacıklardan veri toplayıp Higgs parçacığını ve diğer sürprizleri<br />

bulacak.Parçaları CERN üyesi ülkelerin firmaları tarafından imal edildikten<br />

sonra, yerin 100 metre altındaki kuyuya indirilip inşa edilen ATLAS<br />

detektörü, 10 katlı bir bina yüksekliğinde ve 45 metre genişliğindedir. Bu deneyde bir araya<br />

gelen insan sayısı 2000’e yakın. Türkiye dahil 35 ülkeden fizikçiler var.<br />

ATLAS detektörünün saptayacağı sürprizler arasında, Türk gurubunun da üzerinde çalıştığı<br />

dördüncü kuvark ailesi de olabilir. Bu Higgs parçacığının bulunması kadar önemli olacak. Türk<br />

gurubu olarak bunun içinde bulunmak bizi gururlandırıyor. Hep birlikte bunu kutlamayı<br />

umuyoruz.<br />

Bu ailelerle ilgili şemayı aşağıda veriyoruz:<br />

Yukarıdaki her bir kolon bir aileyi (family ya da generation)<br />

temsil ediyor. Bilinen 3 aile var.<br />

Büyük patlamadan bu yana evreni anlamak temel bilim<br />

araştırmalarının en önemli hedefi olmuştur. Bugün<br />

gördüğümüz galaksiler, yıldızlar, gezegenler ve insanlar,<br />

başlangıçta var olan temel parçacıklardan oluşmuş. Evren<br />

başladığı zaman sadece kuvarklar ve leptonlar vardı. Bu<br />

kuvarklar birleşip protonları oluşturdu. Onlar birleşip<br />

çekirdekleri, atomları ; atomlar da birleşip galaksileri<br />

oluşturdu. Atomların içine girdikçe daha küçük parçacıkları nötronları, protonları çekirdeğin<br />

içinde görüyoruz. Protonları ve nötronları çarpıştırınca kuvarkları görüyoruz. Bütün evreni<br />

meydana getirmek için, birinci ailedeki iki kuvark ve bir de elektron yeterli. CERN’ deki<br />

deneylerde ikinci aile kuvarklarını ve leptonlarını bulduğumuzda şaşırdık. Daha sonra üçüncü<br />

aileyi de bulduk. Bu temel parçacıklar arasında etkileşim kuvveti var ve dördüncü bir ailenin<br />

olması gerekiyor. Tabii bu kuramsal, eğer varsa ATLAS deneyinde göreceğiz.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 15<br />

ATLAS deneyinde saniyede 40 milyon olay meydana gelecek ve bilgisayarlarda milyonlarca<br />

işlem sonucu ayıklanarak olayların sayısı 5-10’ a indirilecek.”<br />

Engin Arık, ülkemizin CERN’ e üye olması için büyük çaba sarfetmişti. Türkiye CERN’ de<br />

gözlemci statüsünde ve TÜBİTAK katkı payını ödemediği için öğrenciler merkezdeki<br />

programlara katılamıyor, burs alamıyor ve deneyler aksıyor. Arık, “ Türkiye bir Avrupa ülkesi<br />

olarak neden CERN’ e üye olmasın? Bilimsel ortamda olmak büyük saygınlık kazandırır.<br />

Türkiye’nin önüne hedefler koyması gerekir. Biz projeleri tartışıyor sonra rafa kaldırıyoruz.<br />

Atılım yapsak Türkiye 15 yılda bilim ülkesi olur. Bulgaristan 1999 yılında 20. üye olarak CERN’<br />

e katıldı. Romanya üye olmak üzere.Ermenistan yoksul ama 1000 kişilik Erivan Enstitüsü’ nde<br />

detektör kuruluyor. İspanya bir zamanlar Türkiye ile kıyaslanabilir bir ülkeydi, oysa şimdi<br />

parçacık fiziğinde ilerledi, yer altı laboratuarı kurdu. Türkiye’ deki parçacık fizikçilerinin sayısı<br />

ise 10- 20 kişiyi geçmiyor ve hızlandırıcı kurmak için destek bulamıyor.”<br />

“Bir hızlandırıcı merkezi kurmanın pratik hayata ne faydası var?” sorusu akla gelebilir. İlk<br />

bakışta böyle zahmetli ve parasal değeri yüksek bir projeye israf gözüyle bakılabilir. Oysa,<br />

devletler varlıklarını, uzun erimli ve stratejik değeri yüksek projeleri gerçekleştirerek<br />

sağlayabilir. Temel bilimin teknolojiye dönüşümü kalkınmayı beraberinde getiriyor. Parçacık<br />

hızlandırıcıları, moleküler biyoloji ve tıptan nükleer fiziğe, gıda sterilizasyonu ve enerji<br />

üretiminden savunma sanayine kadar yüzlerce alanda kullanılıyor. Bundan başka, temel bilim<br />

etkinlikleri aynı zamanda bir kültür kaynağıdır. Temel bilimleri önemsemeyen, unutan<br />

toplumlar medeniyet aleminde horlanmaktan, medeniyet yarışında ilerlemiş toplumların<br />

boyunduruğu altında yaşamaktan kendilerini kurtaramazlar.<br />

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği ve ABD’ nin mali ve bilimsel-teknolojik<br />

yetenekleriyle tek başlarına mücadele edemeyeceklerini gören 12 Avrupa ülkesinin (Belçika,<br />

Almanya, Fransa, Danimarka, Hollanda, İngiltere, İsveç, İsviçre,İtalya, Norveç, Yugoslavya,<br />

Yunanistan) işbirliği ile 1954 yılında kuruldu.<br />

Merkezi, İsviçre ve Fransa sınırında yer alan ve Cenevre şehrine yakın olan CERN, dünyanın en<br />

büyük ve en önemli parçacık fiziği araştırma laboratuvarıdır. Merkezde Nobel ödüllerini de<br />

içeren pek çok önemli keşif yapılmıştır.<br />

Yukarıda bahsedilen sebeplerden dolayı Engin Arık, DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) desteği ile<br />

yürütülen ve Ankara da Gölbaşı’ nda kuruluşu planlanan Türk Hızlandırıcı Merkezi için yoğun<br />

çaba harcıyordu. Onun deneysel yüksek enerji fiziği alanındaki uluslararası deneyimi ve büyük<br />

bilgi birikimi proje açısından yaşamsal önem taşıyordu. Bu proje gerçekleşirse ülkemiz pek çok<br />

sanayi kolundan savunma teknolojilerine kadar geniş bir spektrumda dışa bağımlılığı büyük<br />

oranda azaltacak ve bilim ve teknoloji de büyük atılım yapacaktır.<br />

Engin Arık, kendi bilimsel çalışmaları ve Türk Hızlandırıcı Merkezi projesinin dışında, ülkemizin<br />

enerji sorunuyla da yakından ilgileniyor ve özellikle toryum üzerinde yoğunlaşıyordu. Arık’ın<br />

çeşitli dönemlerde toryum ile ilgili seslendirdiği düşüncelerini konunun teknik ayrıntılarına<br />

girmeden kısaca özetleyelim:<br />

“ Dünya rezervlerinin yarıdan fazlası Türkiye’de, Batı Anadolu da bulunuyor. Eskişehir,<br />

Sivrihisar, Beypazarı ve Kızılcaören yörelerinde. Avusturalya’ da 300 bin ton, Hindistan’da 290<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 16<br />

bin ton, Norveç’te 170 bin ton, ABD de 160 bin ton , Kanada’ da 100 bin ton, Afrika’ da 35 bin<br />

ton, Brezilya’da 16 bin ton ve Türkiye’de ise sondajı yapılıp kesinleşen miktar 380 bin ton.<br />

Toryumun 21. yüzyılın stratejik maddesi olmak olasılığı büyüktür. Yeni tip reaktörlerde yakıt<br />

olarak kullanılacak. Eğer biz toryum ile elektrik enerjisi üretebilmek olanağına kavuşursak, bu<br />

trilyonlarca varil petrole eşdeğerde bir enerji kaynağı olacak. Bir başka şekilde ifade edersek;<br />

1 ton toryum 1 milyon varil petrole eşdeğer enerji üretebiliyor. Eğer toryumu kullanıma<br />

sokabilirsek Türkiye elektrik üretmek için petrol ya da doğalgaz satın almak zorunda<br />

kalmayacak.<br />

Japonya , elinde hiç toryum bulunmamasına rağmen, toryumla çalışacak<br />

nükleer enerji santrallerine yönelik çalışmalar yapıyor. 290 bin ton toryum<br />

rezervi bulunan Hindistan enerji geleceğini toryum da arıyor. Büyük bir<br />

servetin üzerinde oturuyoruz; küçük bir bilimsel yatırımla toryum, toryumla<br />

enerji üretimi alanının dünya devleri arasına girebiliriz.<br />

Toryumun yakıt olarak kullanılması fikri ilk defa 1993 yılında, CERN’ de çalışan,<br />

1984 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü alan İtalyan fizikçi Carlo Rubbia tarafından önerildi. Daha<br />

sonra toryumun uranyumun yerini alabileceği kanıtlandı. Toryumla çalışan nükleer santrallerin<br />

patlama tehlikesi söz konusu değil. Çernobil benzeri bir felaketin yaşanması da mümkün değil.<br />

Işınetkin (radyoaktif) atık en az düzeyde, yani uranyumlu santrallerin atıkları gibi tehlikeli, uzun<br />

ömürlü değil. Bunlar da nötronlarla yok edilebiliyor. Çevre kirlenmiyor. Reaktörün fişini<br />

çektiğinizde her türlü işlem duruyor.<br />

Dünyada ön araştırma çalışmaları bitti, projenin fizibilitesi 1998 yılında tamamlandı. 11 Avrupa<br />

ülkesinin bilimsel araştırma bakanları için araştırma panelleri oluşturuldu, bir de bilim<br />

insanlarının katıldığı teknik danışma gurubu var. Ne yazık ki Türkiye buralarda yok. Maalesef<br />

biz CERN de de yokuz. Bilimsel araştırmalara yapılan yatırımlar bir süre sonra misliyle kendini<br />

öder duruma geliyor. Ama Türkiye bu gibi konulara para ayırmadığı için büyük bir bilim adamı<br />

eksikliği var.<br />

Türkiye’de 2010 yılında hızlandırıcı, deneysel yüksek enerji fiziği ve<br />

nükleer fizik konularında 1200 bilim insanının çalışıyor olması<br />

gerek. Şu anda sadece 80 kişi var ( bu rakamlar 2002 yılına aittir).<br />

Önce bilim ve bilim insanına yatırım yapmak gerekir. Devletin,<br />

hükümetin, TÜBİTAK’ nun, TÜBA’ nin, özel teşebbüsün, sanayi<br />

kesiminin katkıda bulunması gerekir.”<br />

Engin Arık çok iyi bir bilim insanı oluşunun yanı sıra, iyi bir anne, canlı hayat dolu, öğrencileri<br />

ve çevresinde çok sevilen bir kişiydi. Aşağıda okuyacağınız biri düz yazı, diğeri şiir onun bu<br />

özelliklerinin birer kanıtıdır:<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 17<br />

Ablama Hitap…<br />

Ender Atagür<br />

(Engin Arık’ ın kız kardeşi)<br />

Can Kuşum…<br />

Nasıl anlatılır sensizlik… içimdeki yangın...inanamıyorum hala.. kulağım hep telefonda…<br />

silmedim numaranı…bekliyorum özlemle bir gün aramanı… bana merhaba tatlı kuşum<br />

demeni…nerdesin canımın içi nerdesin melek yüzlüm…mavi gözlüm nerdesin…<br />

Ben küçüktüm…Sen ise yetişkin olup uçup gitmiştin uzaklara… evliliğin, kariyerin çocuklar<br />

derken… Ben büyüdüm… Sen de ancak soluklanmaya başlamıştın yaşam koşusunda…Artık<br />

yılların acısını çıkartırcasına beraberdik sonunda.. Derken bir gün hastalığın çıktı karşımıza…<br />

Hemen yanına koştum birlikte girdik hastane odasına…Seni gözlüyordum<br />

hep..Reaksiyonlarını izliyordum…sen ise hiçbir şey yokmuş gibi gülücükler saçıyordun<br />

etrafına..Ameliyata gittin…Bende de pil bitti.. Kapıp koyuverdim kendimi hıçkıra hıçkıra…<br />

dakikalar,saatler…yıllar gibi geldi geçti… Nihayet gözüktün koridorun ucunda… Yine aynı<br />

güler yüzünle bakıyordun bana… inanamadım önce… acaba ameliyattan vaz mı geçildi dedim<br />

kendi kendime… Yoo…doktor çok başarılı geçti ameliyat dedi. Seni yatağına aldılar..koluna da<br />

serumu bağladılar ..doktor da üzerini değişmeye gitti bu arada… Sen ise daha ameliyatın<br />

üzerinden bir saat geçmesine rağmen doğruldun yatakta ve benden gazeteleri isteyip<br />

başladın okumaya… ben ise şaşkın şaşkın bakıyordum sana.. hani hep biliriz ki yeni<br />

ameliyattan çıkan biri kolay kolay kendine gelemez..yarı baygın yatar.. inler,sızlar… sende<br />

emaresi yokk! Tam o sırada doktor göründü kapıda… o da benim düşündüğüm gibi bir hasta<br />

bekliyordu ki… seni görünce kala kaldı orada… “ pesss ! dedi, hayatımda ilk defa böyle hasta<br />

görüyorum karşımda! “ evet…o da şaşırmıştı işte…demek ki ben boşuna aptallaşmamışım<br />

karşında… sonra günlerce düşündüm bunu…ve yine bir kez değil bin kez daha hayran oldum<br />

sana…<br />

Sonra her hafta sonu tedaviler için buluştuk seninle… Sen yine aynı güçlü kimliğinle her<br />

seferinde kendinden çok etrafını düşünerek direndin hayata… ve başardın, yendin, her<br />

adımından zaferle çıktığın gibi bundan da zaferle kurtuldun sonunda… artık sevinçle<br />

buluşuyor, zamandan çaldığımız kısa anların tadını çıkarıyorduk…<br />

O gün… yine saat 17.15 te konuşmuştuk.. Henüz laboratuardan çıkıyordun. Bana hafta sonu<br />

döneceğim, gelecek hafta sonu yine gel İstanbul’a dedin…<br />

Geldim geldim bitanem…ama İstanbul’a değil… Isparta’ya…<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 18<br />

Tanrı; hep onun gibi olmak istedin, güçlü ve iradeli.. hadi bakalım,dedi.. Sına kendini !!<br />

Hayatımın en zor sınavını yaşadım… Allahım… ne olur böyle sınavlarla deneme beni bir<br />

daha…!<br />

Seni özlemle ve sonsuz bir sevgiyle<br />

yüreğinde taşıyan minik kardeşin…<br />

Oğlu Yavuz ile...<br />

Her zaman örnek bir anne...<br />

<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 19<br />

Kızı Yasemin ile…<br />

<br />

Aileyi birleştiren, her zaman sevdiklerini yanında isteyen, bütünleştirici yönüyle….<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 20<br />

Müziğe olan tutkusu hiç bitmedi....<br />

Şarkı söylemekten büyük keyif aldığı korosunun bir konserinde…<br />

Mayıs 2007<br />

Romanya’da<br />

düzenlenen Fizik<br />

Kongresinde, her<br />

fırsatta onunla<br />

olmaktan çok mutlu<br />

olduğu kardeşi ile…<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 21<br />

Gidişi ile birlikte ortadan kaybolan<br />

çok sevdiği kedisi maviş…<br />

Fransa’da üç kız kardeşin ilk ve ne yazık ki…son kez buluşması….<br />

Paris’teki kongreden dönüşte seni Metz garında karşılamıştık….(birimiz resim çekmek<br />

zorunda olunca üçümüz yan yana gelemedik…)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 22<br />

Hatırlıyor musun…<br />

Bu yemekten sonra bulaşıkları ben yıkayayım<br />

demiştin… Ben de sana masadakileri taşıyordum…<br />

Sen tabii her zamanki çabukluğunla ben daha içeri<br />

gidip gelene kadar hemen yıkayıveriyordun<br />

getirdiklerimi… Tam elini kurulayıp arkanı<br />

döndüğünde elimde bir kadeh görünce basıverdin<br />

yaygarayı… “Aaaa..! Bu nereden çıktı?? Kızım sen<br />

vitrini mi boşaltmaya başladın?” diye… Erinç ile<br />

ikimiz senin o halini görünce kahkahalarla<br />

gülmeye başladık ve ne yazık ki bütün gece sana o<br />

kadehin masadaki son bulaşık olduğunu izah<br />

edemedim…<br />

ENGİN’e<br />

Masmavi bir denizdi gözlerin<br />

İçinde yakamozların oynaştığı<br />

Derin denizlerin yüksek dalgaları gibi<br />

Derinden ve yüce bakardı gözlerin<br />

Bir kuytu köşe, bir dağın zirvesi gibi<br />

İnsanı saran ve heybetli…<br />

Gülümserdin mavi mavi<br />

Gülümserdin inci inci<br />

Gülümserdin anaç ve şefkatli<br />

Ağız dolusu güldüğün pek görülmezdi<br />

Gülümserdin dost dost<br />

Gülümserdin bin ince hüzünle…<br />

Anaydın, evlattın, kardeştin<br />

Gelindin, görümceydin<br />

Babaanneydin<br />

Teyzeydin, halaydın<br />

Arkadaştın, dosttun<br />

Sevgiliydin, sevendin<br />

Sevilendin<br />

Çocuktun<br />

Hep çocuk kalanlar gibi<br />

Saf, temiz, kanan, inanan<br />

Kızan, ağlayan<br />

Söyleyen, söylenen<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 23<br />

Kıskanan<br />

Kıskanılan…<br />

Ellerin vardı hünerli<br />

Kalem tutan, güzel yazan<br />

Dillerin vardı<br />

Ilık bir bahar güneşi gibi ısıtan<br />

Ne az konuşurdun ne de çok<br />

Kararlı ve cesurdun…<br />

Hem az yaşadın hem çok<br />

Neler sığdırdın o kısacık ömrüne<br />

Ne sevgiler verdin, ne destekler<br />

Ne dostluklar, ne hayatlar<br />

Hayat sendin, sen hayattın<br />

Hayatımızdan akıp gittin…<br />

Sel oldun, umman oldun<br />

Yel oldun, tayfun oldun<br />

Dalgalarla koştun<br />

Bulutlarla uçtun<br />

Durmak nedir bilmedin<br />

Cihana nam saldın…<br />

Hep çalıştın, hep ürettin<br />

Paylaşmayı nasıl da severdin<br />

Yüzüne güleni dost zannederdin<br />

Bonkördün, verimliydin<br />

Herkese yardım ederdin<br />

Almayı da vermeyi de bilirdin…<br />

Hocaydın, bilgeydin<br />

Politikacıydın, girişimciydin<br />

Liderdin, yenilikçiydin<br />

Yönetendin<br />

Her zaman öndeydin<br />

Önderdin…<br />

Şimdi bir hikaye anlatsam sana<br />

Desem ki “güzeller güzeli bir kız<br />

Sevdalandı okul arkadaşına<br />

Okul arkadaşı da ona vurgun<br />

Hem de ondan fazla<br />

Ama vermezler kızı delikanlıya…<br />

Yürekli kız, yürekli delikanlı<br />

Gizlice evlenir kaçarlar bir gurbet ile<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 24<br />

Gencecik, bir başlarına<br />

Buldukları bursla<br />

Hem okurlar hem de dünyalar güzeli<br />

İki çocuk büyütürler…<br />

Sonra döner gelirler ülkelerine<br />

Işık saçarlar girdikleri yere<br />

Uğraşırlar didinirler<br />

Kendilerine bir yer edinirler<br />

Bolluk getirirler çevrelerine<br />

Çocukları büyür, torunları olur baş tacı ettikleri…<br />

Sevgi dolu bir yaşamdır onlarınki<br />

Sadece sevgi<br />

Sevgi ve emekle yoğrulan bir yaşam<br />

Derler ya öykülerin sonu acıklıdır diye<br />

Nazara mı gelirler ne<br />

Güzeller güzeli kız bir kazaya kurban gider”<br />

Oy anam ne acıdır bu<br />

Ne umulmadık kazadır bu<br />

Duyanların yüreklerini dağlar<br />

İnsanlar, kediler, köpekler<br />

Tüm börtü böcek, kuşlar<br />

Ağlar da ağlar…<br />

Bir hikaye bitti<br />

Bütün hikayeler gibi bitti<br />

Ya da yeniden başladı<br />

Her son bir başlangıç<br />

Her ölüm bir doğumdur aslında<br />

Her doğum yeni bir yaşam…<br />

Kim bilir, kimlerle, nasıl<br />

Bilinmezliklerle dolu hikayeler<br />

Bilinmezliklerle dolu hayatlar<br />

Başlar.. biter... başlar<br />

Biter.. başlar<br />

Muttasıl…<br />

Meral ARIK TOPRAK<br />

24.12.2007<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 25<br />

İrfan Akgün<br />

(1955 – 2006)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 26<br />

Eşi Filiz Akgün<br />

Çocukları Nihal, Bilgehan, Bahadırhan Akgün<br />

5 Ağustos 2006.........<br />

Bugün ailemiz üzgün ve kederli. Seni bir daha hiç göremeyecek olmayı kabullenmek<br />

geride bıraktığın bizler için çok zor ve acı verici... Ancak sevgin birleştiriyor yüreklerimizi<br />

ayrılığının acısında ve sana duyduğumuz Özlem duygulandırıyor bizi.<br />

Arkandan böyle bir yazı yazacağım aklımın ucundan dahi geçmemişti. Şu anda<br />

duygularımı anlatmak için kelimeler yetersiz kalıyor. Ben ve çocuklar seni ilgine, sevgine en<br />

fazla ihtiyacımız olduğu dönemde kaybettik.<br />

Sen bizim için dünyanın;<br />

En FEDAKÂR<br />

En AKILLI<br />

En ÇALIŞKAN<br />

En DÜRÜST<br />

En DİSİPLİNLİ<br />

En YAKIŞIKLI<br />

Babasısın, eşisin. Ailesinde çalışkanlığı ve<br />

dürüstlüğü ile en önde olan, aile fertlerine yön<br />

veren, her dertlerine koşan fedakâr evlatsın,<br />

abisin.<br />

Sadece bizim değil, devletinde senin gibi<br />

dürüst, çalışkan örnek insanlara ihtiyacı varken<br />

bırakıp gittin. Aldığın görevleri hep başardın. En<br />

son olarak Kırşehir‘de kurucu dekan olarak yoktan bir fakülte inşa ettin. Fakültenin inşaatı<br />

sırasında işçilerle birlikte çalıştın. Yoktan var ettiğin, şimdi Ahi Üniversitesi Fen- Edebiyat<br />

Fakültesi adını alan okul sanki senin dördüncü çocuğundu. Hastalığın sırasında zaman<br />

zaman Kırşehir’e fakültene yapmış olduğun ziyaretlerde kendi derdini unutup fakülteyi<br />

daha iyi yerlere getirmek için uğraştığına herkes şahittir.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 27<br />

Bu fani dünyada insanlar yaptıkları ile anılıyor. Sen de<br />

dürüstlüğünle, yardım severliğinle, iyi dost olmanla,<br />

yurtseverliğinle hep güzellikle anılacaksın. Unutan,<br />

vefasız insanlar olsa bile yetiştirdiğin binlerce öğrencin<br />

ve yazdığın eserlerinde yaşayacaksın...Seni görmeyeli,<br />

sesini işitmeyeli sekiz ay oldu. Bu sekiz ayın nasıl geçtiğini<br />

anlatmak mümkün değil. Bu ayrılık içimizi her geçen gün<br />

daha fazla yakıyor. Özlemimiz her geçen gün daha fazla<br />

büyüyor. SENİ ÇOK SEVİYORUZ...<br />

Senden ayrı gezen Yürek değil, beden oldu<br />

Fizik camiasının yeri doldurulmaz önemli<br />

araştırmacı ve şahsiyetlerinden biri olan Prof. Dr. Akgün,<br />

1955 yılında Çankırı-Çerkes'de doğdu. İlkokulu köyünde,<br />

orta öğrenimini Ankara'da tamamladı.<br />

1977 yılında Ankara Üniversitesi Fen<br />

Fakültesinden Fizik Yüksek Mühendisi olarak mezun<br />

olan İrfan Akgün ayni yıl Fırat Üniversitesi Fen<br />

Fakültesinde asistan olarak göreve başladı. 1981<br />

yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde doktora<br />

çalışmasını tamamlayarak 1983 yılında İnönü<br />

Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesine Yardımcı Doçent<br />

Doktor olarak atandı. 1984 yılında Gazi Üniversitesi<br />

Fen-Edebiyat Fakültesinde Yardımcı Doçent Doktor<br />

olarak göreve başlayan Akgün 1994 yılında Doçent ve<br />

2000 yılında Profesör oldu. Fizik Bolum Başkan<br />

Yardımcılığı ve Türk Fizik Derneği Yönetim Kurulu<br />

Üyeliği yaptı. 26 Eylül 2000 yılında Gazi Üniversitesi<br />

Kırşehir Fen-Edebiyat Fakültesine Kurucu Dekan olarak atandığı görevini yürütmekteydi.<br />

Evli ve üç çocuk babasıdır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 28<br />

Katı hal Fiziği Alanında çok sayıda ulusal ve uluslararası<br />

dergilerde yayınlanmış bilimsel çalışmaları ile bilim<br />

dünyasına ve araştırmacılara ışık tutucu katkılarda<br />

bulunmuş; 15 civarında Doktora-Yüksek Lisans<br />

öğrencisinin tez danışmanlığını yürüterek bilim<br />

insanlarının yetişmesine önemli katkılar sağlamıştır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 29<br />

Yurdanur Akovalı<br />

(1932 – 2004)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 30<br />

Hayat Ferah, Prof. Dr. Aysel Ekşi, Prof.Dr. Güneri Akovalı<br />

Dr. Yurdanur Akovalı, AÜ FF Fizik Bölümü (BSC,MSc) ve Maryland Üniversitesi Fizik<br />

Bülümü’nden (PhD) mezun olmuş, daha sonra Oak Ridge National Lab. Fizik Bölümü’nden<br />

emekliliğine kadar (1967-01) ONRL Nuclear Data Proje Direktörü olarak, daha sonra ise aynı<br />

projede yarı zamanlı olarak çalışmıştır. Dr. Akovalı, 2001 yılından itibaren Tennessee<br />

Üniversitesi Fizik Bölümü’nde araştırma profesörü olarak da görev yapmaktaydı.<br />

Dr. Akovalı, nükleer yapı datası oluşturma konusunda uluslararası üne sahipti ve özlellikle<br />

aktinit çekirdeğinin A-chain evaluation ve horizontal evaluation’ı konusunda uzmanlaşmıştı;<br />

yüzlerce ENSDF ile ilgili evaluation ve review yayınlamştır. Dr. Akovalı’nın genç fizikçilerin<br />

eğitimi ve nükleer tekniklerin geliştirilmesi konularındaki katkıları bilinmekte ve uluslararası<br />

düzeyde kabul görmektedir.<br />

Dr. Yurdanur Akovalı adına Çekül Vakfı yardımı ile bir orman oluşturulmaktadır. Dr.<br />

Akovalı adına, anılarını taze tutma amacı ile bir web sayfası hazırlanmakta ve bu sayfa,<br />

tanıyanlarının anekdot, resim gibi katkılarına açık bulunmaktadır.<br />

Hemen herkes gibi biz hep çok iyi anlaştık Yurdanur’la. Bursa’da geçti çoçukluğumuz<br />

babamız memurdu ve savaş yılarıydı; öle çok oyuncağımız yoktu bir süre nasıl oldu bilmiyorum,<br />

evde ne kadar güsel düğme varsa onları toplayıp insanlara benzeterek oynatmıştık.<br />

Oyunumuzun adıyda buydu, ‘haydi oynatalım mı?’derdik ve başlardık oynamaya. Daha sonra<br />

şeker ve çukulata kağıtlarna merak sardık; kağıtları iyice düzeltir, onlardan elbiseler yapar ve<br />

çöplere giydirir, onları oynatırdık. Oyunlarımız hep insan ağırlıklı idi. Hiç kavga etiğimizi<br />

hatırlamıyorum. Hiç mızıkcılıkta etmezdik. Kendimi bilemiyorum, ama Yurdanur daima çok<br />

uyumlu bir çoçuktu; akıl almaz derecede de iyi kalpli idi. Bursa’da iki katlı büyük eski bir evde<br />

oturuyoduk, hatırlıyorum, yatak odaları yukarda idi. Uykumuz gelince koca evde yukarı<br />

çıkmaya korkardık ve Yurdanur bizi toparlayıp yukarı çıkarırdı. Ve bu bize çok doğal gelirdi.<br />

Zira Yurdanur korkusuzdu, sağlamdı, bize göre çok güçlü idi. Kimin derdi olsa ona yardım<br />

ederdi.<br />

Yurdanur ile ilgili söylenecek çok şey var. Aşağıdaki kısa anı demedi hemen akla<br />

gelenlerden. Kışın büyük ablamız sabah erken kalkıp ders çalışırdı, o üşümesin diye onunla<br />

beraber sabah erkenden kalkıp sobayı Yurdanur yakardı. Geçen yılardan birinde ona<br />

somuştum ‘nasıl bu kadar iyiydin sen, hiç kızmazmıydın, hiç itiraz etiğini hatırlamıyorum<br />

ben,’demiştim. ‘benim için evde herkesin mutlu olması çok önemliydi, annemin üzülmesini<br />

istemiyorum,’ demişti. Ortokul ikinci sınıfta iken parasız yatılı okul sınavına girmek istedi.<br />

Babamın önce üzüldğünü hatırlıyorum, ‘ben çocuklarımı okutamaz mıyım, neden devletin<br />

parasız okuluna gitmek istiyorsun?’ demişti. ‘Baba matematik öğretmeni benim matematiğe<br />

yeteneğim olduğunu söylüyor, sınava gir, mutlaka kazanırsın diyor, ortokul bitince İstanbul’da<br />

Kandilli Kız Lisesi’nde okurmuşum, izin verin bu sınava gireyim!’ dediğini hatırlıyorum. Annem<br />

ve babam ondaki matematik yeteneğinin sanırım farkında idiler, ama Yurdanur bunu hiçbir<br />

zaman övünülecek birşey gibi görmedi, göstermedi. Gerçekten sınava girdi, kazandı ve sonra<br />

Kandilli Kız Lisesi’ne gitti.<br />

Yurdanur’dan ayrılmak bize çok zor gelmişti. Yurdanur’la haftada bir mektuplaştık. ‘Posta<br />

parası yerine deftere yazalım, burada herkes öle yapıyor, defterin gidip gelmesi çok daha ucuz,’<br />

dedi. Öle yaptık. Çok da memnunduk sonra bir gün postacı ‘Nedir bu taşıdığım defterler, hiç<br />

bu kadar gidip gelen defter görmedim,’diye yakındı. İşin tadı kaçmıştı. Mektuplaşmaya döndük<br />

gene.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 31<br />

Yurdanır çok kolay uyum sağladı Kandilli’ye.Matematik Hocası Nihal Hanım’dan söz<br />

ederdi gururla, onun gibi olmak isterdi.Aslında Nihal Hanım herkesin korktuğu bir<br />

hocaydı.Yurdanur ilk yazılı sınavlarda üst üste 10 alınca , okulda şaşkınlık yaşanmış, başka<br />

sınıflardan gelip “İşte şu örgülü saçlı kız” diye Yurdanur’u birbirlerine göstermişlerdir.Yurdanur<br />

bundan büyük keyif alırdı.Ama kendisine Madam Curie adını taktıklarını da hiç<br />

söylemedi.Sonra sonra arkadaşlarından duymuştuk.<br />

Babamızı erken kaybettik.Yurdanur liseden sonra İstanbul Teknik Üniversitesinde<br />

okumak istiyordu.Babamızın ölümü ile aile Anneannenin evine dönmüştü.O yıllarda Türkiye’de<br />

sadece birkaç üniversite sınavla öğrenci alıyordu. Yurdanur sınava girdi ve kazandı.Ancak<br />

ailenin onu İstanbul’da okutması imkansızdı.Yurdanur Devlet Demiryolları’nda çalışmaya<br />

başlamak zorunda kaldı.Hiç de şikayet etmedi.Burada uzun süre kalmayacağını<br />

biliyorduk.Nitekim kısa süre sonra AÜ FF Fizik Bölümü’ne girdi.Derse devam mecburiyeti var<br />

mıydı, varsa nasıl idare etti, bilemiyorum, ama hiç problem çıkarmadan hem okulu bitirdi, hem<br />

çalıştı.Sonra okulda Hayri Dener’in asistanı oldu ve Devlet demiryollarından ayrıldı.<br />

F.F’nde mutluydu.Bir gün Hayri Dener kendisini çağırmış, “Yurdanur, Fullbright ABD’de<br />

fizik alanında bir burs veriyor, senin gitmeni çok isterdim, ama sen benim tek asistanımsın,<br />

seni gönderemiyorum, gerçekten üzgünüm”, demiş.Yurdanur o gün çok durgundu.Gene bir<br />

şey söylemedi. Ertesi gün sevinçten uçarak eve geldi.Hayri Dener “ ben bu gece hiç<br />

uyuyamadım. Sen bu ülke ve dünya için önemlisin, ziyanı yok kara tahtaya ben yazar,<br />

tebeşirleri ben silerim.Seni gönderiyorum.” Demiş.Yurdanur böyle gitti ABD’ye.<br />

Yurdanur doktorasını ABD’de aldı ve bir daha dönemedi Türkiye’ye.Birçok sayısız<br />

konferanslara katıldı.Son yıllarda bir kez Prag’da ve iki kez Viyana’da beraber olduk.Yurdanur<br />

gündüzleri konferansa katılıyor, akşam beraber yemeğe gidiyorduk.Orada meslekdaşları<br />

arasında dışardan gözledim onu.Ona nasıl saygı duyduklarını gördüm.Onur duydum ve onur<br />

duyduk hep.Yurdanur sıradan bir insan değildi.<br />

Şimdi kardeşleri olarak en büyük özlemimiz, fizik alanında, onun adına, uluslararası bir<br />

ödüllü yarışmanın kurulabilmesini görmek olacak.<br />

1. www.cekulvakfi.org.tr/pages/english.asp<br />

2. www.yurdanurakovalı.com<br />

KAYNAKLAR<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 32<br />

Sait Akpınar<br />

(1913 – 2003)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 33<br />

K. Gediz Akdeniz - Ali Girgin<br />

(İstanbul Üniversitesi, Fizik Bölümü, İstanbul)<br />

Sait Akpınar 28 Mart 1913 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası kumaş ve fes imal edilen<br />

Feshane-i Amire’nin imamı Yahya Efendi’dir. Osmanlı İmparatorluğunun son günlerini yaşadığı<br />

yıllardır.<br />

Henüz çok küçük olmasına rağmen Sait Akpınar’ın ilk hatırladıkları Birinci Dünya Savaşına<br />

ait anılardır [1].“Uçakları hatırlıyorum. Uçaklar İstanbul üzerine geldiği zaman, evde bir telaş<br />

olurdu. Annemiz beni kardeşimle birlikte evimizin alt katına saklardı.”Sait Akpınar, 1920 yılında<br />

Hekim Kutbuddin adında bir mahalle mektebine gönderiler.“O yaşlarda ben, en modern<br />

çekirdek fiziği araştırma metotlarından birini kullanarak annemin saatini incelemiştim.<br />

Annemin altın, üzeri mineli, pırıl pırıl bir kol saati vardı. Saat evde çekmecede dururdu. Bahçede<br />

üzerinde ceviz kırdığımız yüksek bir taş vardı. Saatin içinden çarklar çıktı. Evvela içinde bir şeyler<br />

oynuyordu, sonra onlar da durdu. Bir ara “cizzt” diye bir ses çıktı, saatin yayı boşalmıştı. Sonra<br />

her şey bitti. Bilirsiniz, çekirdek fiziğinde hızlandırıcılar kullanılır; bunların hepsinin metodu<br />

benim kullandığım metodun aynısıdır.”<br />

Cumhuriyet ilan edildiğinde Sait Akpınar 10 yaşındadır ve bütün mahalle mektepleri<br />

kapatılmıştır. Evlerine en yakın olan ilkokula kayıt olmak için giden Akpınar’a, okulda yer<br />

olmadığı için biraz beklemesi söylenir [1]:“Yine de senin kaydını yapalım, yakında Defterdar’da,<br />

Balıkhane Nazırı’-nın konağında okul açılacak, oraya gidersin.” Birkaç ay sonra okulun<br />

açılmasıyla öğrenimine yeniden başlayan Akpınar, daha önce beşinci sınıfa gelmiş olmasına<br />

rağmen okulda ikinci sınıfa kadar ders açıldığı için ikinci sınıftan devam eder. Bu arada Yahya<br />

Efendi, feshane fabrikasında beraber çalıştıkları ve Fransa’da eğitim görmüş bir tekstil<br />

mühendisi olan Cevat Bey’den oğluna Fransızca dersleri vermesini ister. “Feshane fabrikası,<br />

Haliç’te deniz kenarındaydı. Cevat Bey odasına geldiği zamanlar ders yapardık. Gelmediği<br />

zamanlarda ise ben çok sevinirdim; fabrikanın içinde dolaşmaya çıkardım çünkü. Babam oranın<br />

imamı olduğu için bana ses çıkarmazlardı; ben de bir şeyler keşfetmeye çalışırdım. En çok da<br />

fabrikanın düdüğünün nerede olduğunu keşfetmek isterdim.”<br />

Sait Akpınar fiziğe ilgi duymasına neden olan ilginç rastlantıyla şöyle anlatır: “Bir gün<br />

annem beni bir şeyler almam için aktara gönderdi. Aktar, yanında duran kitaptan bir sayfa<br />

kopardı, onu külah yaptı ve aldıklarımı bunun içine koydu. Bizim evde okumak için yalnızca<br />

babamın kitapları vardı; onların da kimisi Arapça, kimisi Farsça’ydı. Ben ara sıra onlara<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 34<br />

bakardım ama hoşuma giden bir şeyler göremezdim. Eve gelen kesekağıtları hep gazeteden<br />

yapılırdı, onları açar okurdum. Aktardan döndükten sonra ben o külahı da açıp okudum. O<br />

kadar enteresan şeyler yazıyordu ki. Enerji diye bir şey tarif ediyordu: Isı enerjisi vardır, elektrik<br />

enerjisi vardır. Gittim aktardan kitabı aldım ve eve geldim. Aman yarabbi! O enerjilerin<br />

birbirine nasıl dönüştüğünü, sorup tecrübe etmek istediğim ama tecrübe edemediğim bilgilerin<br />

hepsi vardı. Kitabın ne başı ne sonu belliydi. Yalnız bir sayfasının başında hikmet-i tabiyye diye<br />

bir yazı vardı. Eskiden fiziğe böyle derlermiş.”<br />

1927 yılında ilkokulu bitiren Sait Akpınar, 1930 yılında Eyüp Ortaokulu’ndan mezun olur<br />

ve ilk öğrencilerinden biri olduğu Aksaray’daki Pertevniyal Lisesi’ne başlar. Bu yıllarda<br />

Fransızca öretmeni Nurullah Ataç’tır. Akpınar’ın çok iyi Fransızca bildiğini gören Ataç, ona bol<br />

bol Fransızca kitap okumasını ve Almanca öğrenmesini önerir. Bunun üzerine Akpınar,<br />

sonraları Dil Tarih- Coğrafya Fakültesi’nde profesör olan Christinus adlı bir Avusturyalıdan<br />

Almanca dersleri almaya başlar. Sait Akpınar’ın üniversiteye başladığı yıl olan 1933, üniversite<br />

reformunun yapıldığı yıldır. Elektrik ve elektronik Akpınar’ın ilgisini çekmektedir ve İstanbul<br />

Üniversitesi Elektronik Bölümü’ne başlar.“İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Elektrik-<br />

Elektronik Bölümü’nün sonradan kapatılmış olmasının Mühendislik Fakültesinin olmadığı<br />

yıllarda Fizik Bölümü’nün gelişmesinin hızını kesmiştir” yorumunun [2] yanlış olmadığını<br />

burada da görüyoruz. Örneğin Sait Akpınar’ın bir yıl sonra Maarif Vekâleti Avrupa imtihanını<br />

kazanıp devlet bursu alarak Almanya’ya, Goethe Üniversitesi’ne gitmesini ve sonra da fizikçi<br />

olmaya karar vermesini elektronik merakı yanında Elektronik Bölümüne kayıt olmasına<br />

borçludur:<br />

“İstanbul’da 1926 yılında ilk radyo kurulduğu zaman ben radyo yapmayı öğrendim.<br />

Kendime yaptığım gibi başkalarına da yapardım. İTÜ’de okutulan kalın bir kitap vardı. Abbas<br />

adında bir arkadaşımla bu konuları sürekli konuşur tartışırdık. Okulda yabancı hocalar vardı.<br />

Von Mises [3] adlı bir Alman matematik hocamız vardı. Von Mises Alman olmasına rağmen<br />

Fransızca konuşurdu ve okuldaki bazı doçentler söylediklerini bize tercüme ederlerdi; Ratip<br />

Berker ve Cahit Arf bunlardandı. Bir ders beni okumaktan neredeyse alıkoyacaktı: teknik resim.<br />

Teknik resim dersinde bazı makine parçaları masanın üzerine konulur ve bunların şekilleri<br />

çizilirdi, ben de gayet güzel çizerdim. Fakat sonra, ‘teknik resmi mürekkeple yapacaksınız,<br />

hepinizin de bir pergel takımı olacak’ dendi. Pergel takımı yirmibeş lira, babamın maaşı onbeş<br />

lira. ‘Ben bunu babama söyleyemem,’ dedim kendi kendime, onun için bu tahsili bırakmak<br />

lazım. Ben böyle kararsızlık içindeyken eve bir mektup geldi:<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 35<br />

‘Siz Avrupa imtihanını kazandınız, İstanbul Maarif Müdürlüğüne müracaat ediniz.’ Adeta<br />

havalara uçtum ve kısa sürede işlerimi hallettim. 1934 başında sekiz kişi Berlin’deydik.<br />

Sınavdaki bir soruyu iyi cevaplandırmıştım: ‘Radyo nedir, nasıl çalışır?’ Sanırım o soru sayesinde<br />

ben sınavı kazanmıştım.”<br />

Sait Akpınar, Pertevniyal Lisesi’nde bir yıl Almanca okuduğu için, Almanca öğrenmeyi<br />

bırakır ve İngilizce dersleri almaya başlar. 1934 yılının Eylül ayında dil öğrenimini tamamlayan<br />

Akpınar, fizik, kimya ve matematik öğrenimine başlamak için Berlin’den Frankfurt’a gelir.<br />

Goethe Üniversitesi’ndeki öğrenimini sürdürdüğü sıralarda Almanya’da başlayan Yahudi<br />

aleyhtarı tutum, üniversitedeki bir çok bilim adamının yurtdışına, bu arada Türkiye’ye<br />

kaçmasıyla sonuçlanır. Bu durumdan Goethe Üniversitesi de etkilenmiştir. Öyle ki<br />

üniversitenin matematik bölümünde bir tek hoca kalmıştır, o da bir doçenttir. Bir gün, öğretim<br />

görevlilerinden bir fizik asistanı Akpınar’a ‘Bütün iyi hocalar İstanbul’da. Sen niye buraya<br />

geldin?’ der. Bu durum karşısında Akpınar, Almanya’da fiziğin en iyi okutulduğu Göttingen’e<br />

gitmeğe karar verir ve 1937’de Göttingen’e geçer. Burada Prof. Dr. R. W. Pohl ile yürüttüğü<br />

doktora çalışmasını 1940 yılında tamamlar [1].<br />

“Ben 1938 yılında doktora çalışmamın laboratuar kısmını tamamlamıştım. Bir süre<br />

dinlenelim diye iki arkadaşımla seyahate çıkmaya karar verdik; motosikletlerimizle<br />

Karaormanlar’a gittik. Bir gün bir yerde oturmuş bira içerken, 18 Ağustos’tu, yanımda oturan<br />

adamla ahbaplık ediyorduk. Bir ara bana ‘Bu yaptıkları domuzluk değil mi?’ dedi ve cebinden<br />

çıkardığı kırmızı bir kağıdı masanın altından bana gösterdi: savaş emri yazıyordu kağıtta, 1<br />

Eylül için adamın celp emriydi. Böylece İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcını öğrenmiş olduk.”<br />

Sait Akpınar 1939 Ağustos’unun sonunda Türkiye’ye döner. Bir yandan tezini yazmakta<br />

bir yandan da Almanya’ya dönüp sınava girebilmek için izin beklemektedir. Bu tarihlerde Prof.<br />

Kerim Erim ve İTÜ’den Prof. Salih Murat ile birlikte çalışma teklifleri alır. Ancak Akpınar,<br />

Almanya’dan gelen, o yıllarda Tecrübi Fizik Enstitüsü başkanı olan ve 2. Dünya Savaşı sırasında<br />

Türkiye’yi terk edecek olan Profesör Harry Dember’in yanında, Fen Fakültesi’nde kalmaya<br />

karar verir. O günlerde Polonya savaşı biter ve Akpınar’a Almanya’ya gidiş izni çıkar. 29 Şubat<br />

1940’ta doktorasını alan Akpınar, Mayıs başında yurda döner. Bir yıl sonra Akpınar askere<br />

çağrılır. Gaziemir’deki yedeksubay okulunda 4 ay kaldıktan sonra Ankara’ya gelir ve<br />

muhabereci olur. Bir ay Başbakanlık Muhabere Taburu’nda kalan Akpınar, Genelkurmay’a<br />

alınır. İkinci Dünya Savaşı’nın en yoğun olduğu günlerdir ve Türkiye’nin de savaşa girme<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 36<br />

tehlikesi vardır. Bu dönemde Sait Akpınar, Çatalca, Çanakkale ve Kars müstahkem mevkilerinin<br />

muhabere planlarını yapar.<br />

Akpınar, 1943 yılında terhis olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde fizik<br />

asistanı olarak çalışmaya başlar. O yıllarda Fizik Bölümünün birkaç doktoralı asistanlarından<br />

biridir ve Fizik Bölümündeki i görevi öğrencilere fizik deneylerini göstermektir. Birlikte çalıştığı<br />

hocalardan biri, o günlerde İsviçre’den gelmiş (1944, Şubat) olan Prof. Zuber’dir. Eski Fen<br />

Fakültesi Vezneciler’de, Zeynep Hanım Konağındadır. Bu binanın 1942 yılında yanmasından<br />

Sait Akpınar (Lacivert elbiseli)<br />

Resim: İÜ Fen Fakültesi Kütüphanesi<br />

sonra yeni bir Fen Fakültesi binası yapılmıştır. Sait Akpınar yangından kurtarılan laboratuar<br />

gereçleriyle deneyleri hazırlamaya çalışır; kullanılamayacak durumda olanları ise onarması için<br />

Toros adlı bir ustaya götürür. İlerde evleneceği eşi Remziye Hanım da bu bölümde asistandır<br />

ve Prof. Zuber’in doktora öğrencisidir. 1948 yılında evlenen çiftin bir kızları olur.<br />

Prof. Akpınar, radyoizotopların tıp alanındaki uygulamalarının Türkiye’deki<br />

öncülerindendir.Özellikle tiroid bezinde ortaya çıkan enfeksiyon ve düzensizliklerin neden<br />

olduğu hastalıkların tanısında radyoaktif iyot (İ-131) kullanımına yönelik ilk çalışmalar<br />

Türkiye’de, Fen Fakültesi Denel Fizik Kürsüsü’ndeki Laboratuarında, Sait Akpınar tarafından<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 37<br />

başlatılmıştır. Bu çalışmalar sırasında ayrıca, akciğerlerin gözlenmesini sağlamak amacıyla, cıva<br />

buharlı lambalar geliştirmiştir. Akpınar, 1991 yılında Türk Fizik Derneği’nin düzenlediği “Kurt<br />

Zuber Sempozyumu”nda o günleri şöyle anlatmıştır [3]:“…Ondan sonra bir grup teşekkül etti.<br />

Remziye Akpınar vardı ve Suha Gürsey bize katıldı. Şimdi yaptığımız çalışmaları size tanıtmak<br />

istiyorum; İşte proporsiyonel sayıcı rezolusyonu ve anizotropisi. 1947 ‘de bu çalışmayı yaptım.<br />

1950’lerde Tıp Fakültesi Haseki Hastanesi’nde radyoaktif (ışınetkin) cisimlerin tıpta<br />

kullanılması güncel olmuştu ve orada da tiroid hastalıkları üzerinde araştırma yapan bir grup<br />

vardı. Onlarla beraber bir takım çalışmalar yaptık. Benim burada hazırladığım aletleri oraya<br />

götürdük, onlar hastalarını getirdiler. Hatta ilk hastalarını benim bunun altındaki odama<br />

getirdiler. Böyle tahta masaların üzerinde, bazen hanım- bazen bey, yatırıp onların tiroidlerini<br />

ölçtük. Ondan sonra atom bombaları deneniyordu, ikide birde, sağda solda ve yağışlar<br />

geliyordu. Burada damda bir tertibat yaptık. Acaba bize ne kadarı geliyor falan onları<br />

incelemiştik. Proporsiyonel sayıcı resolusyonunu araştırırken ilk defa gördüğümüz bazı<br />

olaylarla karşılaştık. Bunların bir tanesine anormal pulslar diyorduk. Onların araştırmasına<br />

Suha (Gürsey) katıldı. Deşarjın yayılması üzerine yaptığımız tecrübelerin bir kısmı benim<br />

yaptığım tecrübeyle, bir kısmı da Remo’nun (Remziye hanım) yaptığı çalışmayla ortaya çıktı.<br />

Bir Geiger tüpü içerisine bir partikül girdiği zaman biliyorsunuz, çarpışmayla iyonizasyon<br />

yapıyor ve kafi derecede büyük elektrik yükü meydana getirdiği için partikülün sayılması<br />

mümkün oluyor. Bu deşarj acaba nasıl yayılıyor? Gördük ki partikülün geldiği yerde takriben<br />

deşarjın %60ı toplanıyor ve ancak Geiger sayıcısı gibi daha yüksek tansiyonda çalışan bir<br />

sistemde deşarj hem ortadaki telin partikülün geldiği mıntıkasında halka teşekkül ediyor ve<br />

hemde tel boyunca yürüyor. Suha (Gürsey) saf ve organik bir bakır içerisinde anormal deşarja<br />

eşlik eden foton emisyonunu inceledi. Bir buhar içerisinde kafi derecede yüksek alanlarda bir<br />

iyonizasyon meydana getirecek olursanız o buhara ait moleküller enerji seviyelerinin<br />

araştırılması mümkün oluyor…“Bundan sonraki çalışmalarda, bu anormal pulsları kozmik<br />

ışınların nükleer komponentlerinin, nötron, antiproton ve proton gibi bileşenlerinin,<br />

deteksiyonunda acaba kullanabilirmiyiz diye bir tecrübe yaptım burada ve Uludağ da. Fakat o<br />

kadar verimli bir şey değildi. Çok dar bir çalışma sahası vardı. Pek emniyetli olmadığı ortaya<br />

çıktı. Sonra 7. çalışma : “Output Distorsiyon of a Differential Analyzer” bu “Nuclear<br />

Instruments” mecmuasında yayınladığım ufak bir nottur. O zamanlar atom bombalarından<br />

gelen radyoaktif malzemenin cinsi nedir? Diye araştırdık. Aşağı yukarı biliyoruz, periyodik<br />

sistemde ne varsa hepsinden var. Fakat bilhassa böyle zayıf praparatı ölçerken sanki çift sayılar<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 38<br />

biraz fazlaymış gibi geldi ve o zaman şunu düşünmüştük: bir partikül parçalanıyor, onu görüyor<br />

cihaz; fakat ortaya çıkan yeni malzeme de radyoaktif. O da arkasından parçalanıyor. Çünkü yarı<br />

ömrü kısa. Şimdi acaba böyle şeyler varmı? Böyle bir malzeme bazı tabii radyoaktif cisimlerde<br />

oluyor. Acaba fisyon artıklarında böyle bir şey varmı? Bu mesele söz konusuydu. Onun için bir<br />

elektronik devre yapmayı düşünmüştüm. 8 numaralı da bu cihazın anlatılmasıdır. Burada<br />

mecmua ismini görmüyorsunuz. Umumiyetle onların hepsi Fen Fak. Mecmuasında çıkmıştı.<br />

Yalnız birkaç tanesinde mecmua ismi var, onlar dışarıda yayınlandı. Bu sefer şöyle bir<br />

problemde çıktı. Şimdi bizim diferansiyel integral analizör bir radyoaktif malzemenin gecikme<br />

analizini güzel yapıyor. Fakat bir element hakikatten olsa ve parçalansa onun arkasından da<br />

kısa ömürlü bir şey çıksa ben bunu cihazıma koysam doğru dürüst ölçebilirmiyim? Fakat öyle<br />

bir preparat yok elimizde. Tabiatta böyle saniye mertebesinde yarı ömrü olanlar da çok az ve<br />

bunlar da bizde yok. O halde şöyle düşünmüştüm elektronik bir devre yapayım. Bu elektronik<br />

devre tamamen istatistik olan hadiseyi simule etsin. Bununla bakalım ne elde edeceğiz. Bu<br />

Izomer Simulatör dediğim şey. 9. çalışma: onu Review of Scientific Instruments’de<br />

yayınlamıştık. Ondan sonra radyoaktif yağışları 58’de tekrar topladık ve gördük ki o zaman<br />

hakikatten bazen müsaade edilebilir dozun üstünde radyoaktif su geliyor yağmurdan. Sonra<br />

düşündük ki Türkiye’de birçok yerde yağmur suları ayazmalarda toplanıyor ve sonra içiliyor, ev<br />

işlerinde kullanılıyor. Gerçi süzülüyor fakat acaba bunların mertebesi nedir? O zamanlar atomenerjisi<br />

komisyonuyla ilişiğim vardı. Orada onlara tavsiye ettim süzme meselesini. Süzmek<br />

içinde killi toprak çok iyi bir süzgeç oluyor. Ondan geçirmek suretiyle radyoaktif maddenin<br />

hemen hemen çoğunu orada yakalıyorsunuz. Öyle bir çalışma Ankara Üniversitesi’nde<br />

yapılmıştı. Bu da nükleer patlamaların burada topladığımız radyoaktif artıklarını analiz etmek<br />

suretiyle bunların ne zaman patlatılmış bir atom bombasının etkisidir, onu bulmak için başka<br />

bir fiziksel arayıştır. Beta absorbsiyonu ile ilgili bir çalışma dışarıda, Nükleoniks’de yayınladı ve<br />

birçok mektuplar alındı. Arada birkaç radyoaktif çalışma daha yapıldı. 1947’de Bolu zelzelesi<br />

olmuştu. O zaman oradan yeni sular çıkmıştı. Fen Fakültesi o suların aktivitesini incelemek<br />

üzere Adnan (Sokullu) ile beni Bolu’ya göndermişti. Başka bir sefer de yeni keşfedilen Damlataş<br />

Mağarası’nın su ve havasını incelemek üzere İkinci Kimya’dan Halit Bey ile birlikte oraya<br />

gönderildik. Gazete haberlerinin aksine hastaları iyileştiren etkilerin radyoaktivite değil,<br />

yüksek yoğunlukta Karbondioksit olduğu anlaşıldı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 39<br />

Sait Akpınar, 1948 yılında üniversite doçenti olduktan bir yıl sonra eylemli kadroya<br />

geçerek Tecrübei (Denel) Fizik Enstitüsü’nde görevine devam eder. Sait Akpınar 1956 yılında<br />

İstanbul Üniversitesinden ve İstanbul Teknik Üniversitesinden dörder kişinin katılımıyla<br />

kurulan müşterek bir reaktör komitesine girer. Bu komitenin amacı Türkiye’de bir nükleer<br />

reaktör kurmaktır. 1949 yılında ABD bursu ile Massachusetts Institute of Technology’de<br />

nükleer elektronik ve kozmik ışınlar üzerine çalışmalar yapan Akpınar’ın bu konuda oldukça<br />

geniş bir bilgi birikimi oluşur. 1955−57 yılları arasında Uludağ’da bir fizik laboratuarı kurulması<br />

çalışmalarının içine giren Akpınar, burada memleketimizde ve Orta Doğu’nun bu bölgesinde<br />

ilk ve tek olan bir mezon teleskopu geliştirir ve uluslararası bir çalışmanın parçası olarak<br />

bununla gözlemler yapar.Buradaki bütçenin yetersiz oluşu, imkansızlıklar yüzünden<br />

alınamayan bilimsel malzemeler, çalışmayı olanaksız hale getirdiğinde Sait Akpınar buradan<br />

ayrılmaya karar verir. 1956−57 yılları arasında Milli Savunma Bakanlığı İlmi İstişare Kurulu<br />

üyeliği de yapar. 1957 yılında profesör kadrosuna atanan Akpınar, 1957 − 61 yılları arasında<br />

İÜFF’nde dersler verir. Bu tarihte 6 ay için ABD’deki Argonne National Laboratory’de Nükleer<br />

Reaktörler kursuna katılır ve burada bir süre ders verir.<br />

“Argonne’dan ayrıldıktan sonra, Hariciye Vekaleti beni Türkiye’de kurulacak reaktörü<br />

yapacak olan fabrikanın daha önce yapmış olduğu bir reaktörü incelemek ve onun üzerinde<br />

daha yakından etüt yapmak üzere üç ay süreyle Princeton’a gönderdi. Sonra Hariciye<br />

Vekaleti’ne: ‘Ben bu işin nasıl yapılacağını Amerikalılar’dan iyice öğrendim. Ama bunu bizim<br />

ülkemizin şartlarına uyarlamak kolay değil; çünkü onlar iki durumla karşılaştıklarında kolay<br />

ama pahalı olanı tercih ediyorlar, oysa bizim paramız az. Avrupa’dakiler aynı problemleri nasıl<br />

çözüyorlar ben bunları öğrenmek için onbeş günlük bir program istiyorum,’ dedim. İngiltere,<br />

İsveç, Norveç, Fransa ve Almanya’daki nükleer merkezleri gezme fırsatı buldum. Bu geziden<br />

sonra Türkiye’ye döndüm.”<br />

Nükleer reaktör 1961 yılında açılacaktır. Türkiye’ye döndükten sonra Çekmece Nükleer<br />

Araştırma ve Eğitim Merkezi’nin (ÇNAEM) kuruluş çalışmalarını yürüten Akpınar, 1962−69<br />

yılları arasında bu kuruluşun müdürlüğünü de yapar. Sait Akpınar, aynı yıllarda TÜBİTAK Temel<br />

Bilimler Araştırma Gurubu Yürütme Komitesi’nde de görev alır. Akpınar ÇNAEM Müdürlüğü<br />

görevi sırasında Kimya, Radyoizotopüretimi, Radyobiyoloji, Reaktör Fiziği,<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 40<br />

Avrupa sınavını kazanmış Türk öğrenciler 1937’de Göttingen’de.<br />

S. Aybar, F. Domaniç, C. Arif, B. Davran, S. Akpınar, E Zadil.<br />

Elektronik ve Sağlık Fiziği Bölümleri’ni kurarak bilimsel çalışmaların başlamasını ve<br />

merkezin, uluslar arası düzeyde bir araştırma merkezi niteliğine kavuşmasını sağlamıştır.<br />

Ayrıca ÇNAEM’de Akpınar döneminde, sonradan dağıtılacak olan, Prof. Dr. Niyazi Tarımer<br />

liderliğini yaptığı Teorik Fizik çalışma grubu oluşturulmuş ve bu metnin yazarlarından biri olan<br />

(Gediz Akdeniz) 1968 yazında grubunun açtığı Kuvantum Fiziği ve Elektromagnetik Teori<br />

kurslarına katılmıştır.<br />

Prof. Akpınar, ÇNAEM’deki görevinden ise Nisan 1969’da Türkiye Atom Enerjisi Kurumu<br />

(TAEK) Genel Sekreterliği ile anlaşamadığı için istifa eder ve üniversiteye döner.<br />

Dr. Ayhan Çilesiz, o günleri şöyle yorumlamaktadır [3]:“Prof. Akpınar’ın meslek yaşamı<br />

ülkenin bir bakıma 1930’lardan bu yana olan gidişinin bir göstergesi sanki ÇNAEM’deki<br />

engellemeler, zorluklar, saçmalıklar gittikçe artmış, Prof. Akpınar’ın tüm uğraşılarına karşın<br />

araştırmalar azalmaya başlamıştır. Bu işin sonu, Prof.Akpınar’ın 1969 Nisan’ında Merkez<br />

Müdürlüğü’nden istifasından, 1969 Ekim’inde de benim Reaktör İşletme Şefliği ve Müdür<br />

Vekilliği’nden atılmama kadar varmıştır.”<br />

Prof. Dr. Erdal İnönü, İstanbul Üniversitesi’nde yapılan Heisenberg gibi büyük fizikçilerin<br />

de katıldığı “Mekanik Kongresi”ne katılması Türk Fizik Tarihinde önemli değişikliklere neden<br />

olmuştur. İnönü’nü bu kongre vasıtasıyla tanıdığı fizikçilerden biri de Prof. Akpınar dır. İnönü<br />

bu tanışmayı ve sonrasını şöyle anlatır [4]:“1952’de ben ABD’de teorik fizik üzerine doktora<br />

yaptıktan sonra döndüm ve Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nde göreve başladım. Yaz<br />

sonunda İstanbul’da bir mekanik kongresi olmuştu. Dünyanın ünlü mekanik ve matematik<br />

araştırıcılarının geldiği bir toplantıydı. O kongrede ben de yeni doktora çalışmamı anlatmak<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 41<br />

için bulundum ve İstanbul Üniversitesi’ndeki fizikçilerle tanışma olanağı buldum. Sait Bey ile o<br />

zaman tanıştık. Benim Doktora çalışmam kozmik ışınlar üzerinedir; kozmik ışınların elementer<br />

parçacıklar alanındaki bir sonucunu hesap etmiştim. O günlerde Sait Akpınar da kozmik<br />

ışınlarla ilgileniyordu. Böylece bir işbirliği ortamı doğmuş oldu. Kendisi İÜ’nde olduğu için ben<br />

çalışmalarını uzaktan takip ediyordum. O zaman öğrendim ki, ben kendisini daha önce de<br />

görmüştüm. Ben o sıralar henüz lise öğrencisiydim. Babam o zamanlar cumhurbaşkanıydı;<br />

birlikte Polatlı Topçu Okulu’na ziyarete gitmiştik. Babam orada yedeksubay öğrencileriyle<br />

birlikte yemek yemişti. Masada ben de yanındaydım. Aynı masada okul komutanı, baş yaver,<br />

iki de yedeksubay öğrencisi vardı. Sonradan öğrendim ki, o iki öğrenciden biri Sait Akpınar’mış.<br />

Sait Akpınar ile başka bir anım da 1953 yazında birlikte Avrupa’ya yaptığımız seyahattir. O yıl<br />

Fransa’da Alpler üzerinde, Chamonix’de Teorik Fizik üzerine bir yaz okulu düzenlenmişti;<br />

bugün çok popüler olan yaz okullarının ilkiydi. Sait Akpınar da o yaz İspanya’da Pirene<br />

Dağları’nda bulunan Bagneres de Bigorre’a gidecekti.<br />

İkimizin de seyahat tarihleri çakışıyordu ve yola beraber çıktık. Yolculuğumuza İstanbul’da<br />

başladık; otomobili ben kullanıyordum. Yunanistan’dan geçerken, ıssız bir arazide<br />

otomobilden benzin kokusu gelmeye başladı. Ben önce aldırmadım, ama koku artınca durmak<br />

zorunda kaldım. Kaputu açınca Sait Bey şöyle bir baktı: “Aa” dedi, “buradan benzin sızıyor.”<br />

Benzini karbüratöre götüren boru delinmiş. Sait Bey, “mesele yok” dedi ve boruyu delik<br />

yerinden kesti ve tekrar yerine taktı. Sonra yola devam ettik. Sait Bey yanımda olmasa idi böyle<br />

bir arızada ben yolda kalırdım. Türkiye’ye döndüğümüzde Sait Bey, beni Uludağ’daki kozmik<br />

ışınları inceledikleri merkeze götürdü. Kendi Geiger sayaçlarını kendileri yaparlardı. Kırk elli<br />

tanesini bir araya getirip teleskop yapmışlardı. Ben orada bir gece kaldım. Sait Bey’in kendisi<br />

gibi fizikçi olan eşi Remziye Hanım bana orayı gezdirmişti. Orada zorluk, eksik parçaları<br />

zamanında bulamayışlarıydı. Sait Bey oradan ayrılmak zorunda kaldığında çok üzüldüm.”<br />

Prof. Akpınar, 1983 yılında emekli oluncaya kadar katıhal fiziği üzerine lisans ve lisans<br />

üstü dersler verdi. Bu tarihte TÜBİTAK’ın Gebze’de faaliyet gösteren Temel Bilimler Araştırma<br />

Enstitüsü’nde danışman olarak çalışmaya başlayan Akpınar, bu görevini 1993 yılına kadar<br />

sürdürdü.<br />

Prof. Akpınar, Türkiye’de gerek fizik biliminin, gerekse fiziğin elektronik, kozmik ışınlar,<br />

radyasyon fiziği ve katıhal fiziği alanlarındaki çalışmaların gelişmesine olan katkıları yanında,<br />

çağdaş bilim ve teknoloji kurumlarının kurulmasına olan katkıları ve kurumlarda yaptığı etkin<br />

görevler nedeniyle 1983 yılında, TÜBİTAK Hizmet ödülü’yle ödüllendirilmiştir.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 42<br />

Prof. Akpınar, 11 Mayıs 2003 tarihinde bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmiştir.<br />

KAYNAKLAR:<br />

1. Gökhan TOK; “Sait Akpınar” TÜBİTAK, Bilim ve Teknik Mecmuası 350 (1997) 74.<br />

2. K. Gediz. Akdeniz; Cumhuriyetin 75. Yılı Anısına İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik<br />

Bölümü’nde 1933-2005 Yılları Arasında Yapılan Eğitim, Öğretim ve Bilimsel Çalışmaların<br />

Değerlendirilmesi, İstanbul Üniversitesi Araştırma Fonu Proje No: 1316/050599,<br />

Yürütücü: Prof. Dr. Türkan Özkan (2003).<br />

3. “TFD Kurt Zuber Sempozyumu Notları” Türk Fizik Derneği Çağdaş Fizik Dergisi sayı 22,<br />

İstanbul (1991).<br />

4. Mehmet Erbudak; “Yitirdiğimiz Hocalarımız, Anılar” s.9 (2005).<br />

-------------------- FOTO ALTLARI<br />

FOTO 1: Sait Akpınar, 1937 yılında Göttingen’de Fahri Domaniç, Cahit Arf ve<br />

diğer arkadaşlarıyla.<br />

FOTO 2: Sait Akpınar, 1950 yılında laboratuarında yeni geliştirdiği bir aygıtı incelerken.<br />

[2] Richard von Mises (1882 − 1953). Bakınız: http://en.wikipedia.org/wiki/Richard von Mises<br />

FOTO 3: Sait Hoca, Nisan 1965’te bir konferans sırasında.<br />

FOTO 4: Gediz Akdeniz ve Sait Akpınar.<br />

FOTO 5: Tecrübˆı Fizik dersini, FF’nin yeni yapılmış olan konferans<br />

salonunda, İsviçreli Prof. Kurt Zuber veriyor; o zaman<br />

asistan olan Dr. Sait Akpınar ile Dr. İhsan özdoğan<br />

da ders ile ilgili deneyleri hazırlayıp, Prof. Zuber’in deneyleri<br />

göstermesine yardımcı oluyorlardı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 43<br />

Prof . Dr . İsmet Ertaş<br />

1950-1951 öğretim yılında Doç. Dr. Adnan Sokullu kısa bir süre yurt dışına gidince Denel<br />

Fizik Dersi’mize Doç.Dr. Sait Akpınar gelmişti. Sait Hoca’yı o zaman tanımıştım. Sonra onun<br />

“Özel Elektronik Devreler” ve “Kozmik Işınlar” adlı derslerine devam ettim. Sait Hoca, mevcut<br />

süre içinde mümkün olduğunca çok şey anlatmaya ve öğretmeye çalışır, hikâye ve espiriye<br />

zaman harcamazdı. O da derslerinde mümkün olduğunca deney yapardı. “Fizikçi demek,<br />

maddeyi anlayan kişi demektir.” derdi. Denel Fizik Enstitüsü’nün orta katında asansörün<br />

yanındaki odasında deneysel olarak sürekli çalışırdı. Bazen açık kalan kapısından baktığımızda<br />

araştırma tezgahlarını görürdük. Son sınıfta iken (1953-1954 öğretim yılı) onun kozmik ışınlara<br />

maruz bırakılmış cam üzerinde özel emülsiyonlu fotoğraf plaklarında yüksek enerjili<br />

taneciklerin bıraktıkları izleri, meydana getirdikleri olaylar sonunda oluşan yeni parçacıkların,<br />

yıldız oluşumlarının izlerini, mikrometreli mikroskop altında inceleyip şemalarını çizmek<br />

suretiyle ona yardımcı olmaya çalışmıştım. Daha sonra Uludağ’da kurduğu Kozmik Işınlar<br />

Araştırma İstasyonu’nda kullanmak üzere bizzat imal ettiği yaklaşık 80 cm uzunluğunda<br />

Geiger- Müler tipi sayıcıların yapımında da bir süre çıraklık etmiştim.<br />

Sait Hoca, sınavlarda, cevabı ezbere dayalı sorular sormaz, dersini ilgiyle ve anlayarak<br />

izleyen bir öğrencinin cevaplayabileceği kafa soruları sorardı. Bir keresinde,”Yüksek potansiyel<br />

farkı altında hızlandırılmış bir Elektron suya girerse ne gibi olaylar olabilir?” mealinde bir soru<br />

sormuştu. Ders çalışmadan Fakülteden mezun olmaya karar veren Nizamettin adlı bir<br />

arkadaşımız bu soruya en ilgiç cevabı vermişti: Elektron suya girince ıslanır.<br />

Denel Fizik Enstitüsü öğretim elemanları, Fakültenin sosyal bakımdan en uyumlu ve en<br />

ahenkli grubu idi. Ben asistan olarak aralarına katılmadan önce ara sıra grup halinde kır gezisi<br />

yaparlarmış. Bu gezilerde Sait Hoca ile Adnan Hoca güreşe tutuşurlar ve genellikle Sait Hoca<br />

galip gelirmiş.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 44<br />

Ali Alpar<br />

(Sabancı Üniversitesi)<br />

Sait Akpınar, tıpkı kendisinden biraz büyük olan Cahit Arf gibi, Remziye Hisar gibi, ve<br />

kendisinden sonraki onyılın öncü bilim insanlar› Feza Gürsey, Erdal İnönü gibi, en ileri düzeyde<br />

yaratıcı bilim yapmak ve bunu Türkiye’de yapmak, Türkiye’de yerleştirmek bilincini ve idealini<br />

taşırdı. O yıllarda aktif öncü bilim insanlarımızın sayısı azdı. Bıraktıkları gelenek bütün<br />

kurumlarımızda süreklilik kazanmadı henüz, ama Türkiye’de bir birikime dönüştü. Kamuoyu<br />

bilmese de bilim çevreleri art›k az sayıda yalnız insandan oluşmadıklarını, iyi bilim<br />

yapılabildiğini biliyor. Az, yetersiz, ama art›k var. Sait Bey kendi işini, deneysel fiziği özümsemiş<br />

ve örneğiyle etrafına yansıtan bir insandı. Gebze’de TÜBİTAK Temel Bilimler Araştırma<br />

Enstitüsünde bulunduğumuz yıllardan karakteristik bir hatıram var. 1986’da Halley kuyruklu<br />

yıldızı geldiğinde bir sabah kahve odasında kuyruklu yıldızı nasıl ve nereden göreceğimizi<br />

konuşuyorduk. Sait Bey geldi. “Dün gece kuyruklu yıldızı izledim” dedi. Yeşilyurt’taki evinin<br />

terasından, kendi donattığı amatör teleskobuyla, herkesten önce... O zaman 73<br />

yaşındaymış,ölümü vesilesiyle doğum tarihini öğrendik.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 45<br />

Bülent Aksoy<br />

(1944 - 1992)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 46<br />

İffet Halide Aksoy<br />

22.04.2006 tarihinde Bülent Bey’in öğrencisi olarak daha önce de tanıdığım Zeynep Gürel<br />

’in Bülent Bey için düzenledikleri kitapla ilgili telefonu beni son derece duygulandırdı ve mutlu<br />

etti. Eşimin ölümünden 14 yıl geçmesine rağmen hala hatırlanıyor olması beni çok<br />

onurlandırdı.<br />

Özgeçmişi hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse..<br />

23 Kasım 1944 Yalova doğumlu. İlköğretimi Eyüp Nişanca, liseyi Kuleli Askeri Lisesi’nde<br />

bitiriyor. Sonrasında Kara Harp Okulu’na devam ediyor. Fakat son sınıfta 21 Mayıs Talat<br />

Aydemir ihtilali, çok sevdiği, yıllarca içinde ukde olarak kalan askeri okulun sonu oluyor. Af<br />

çıktıktan sonra İstanbul üniversitesinde tahsiline devam ediyor. Mezun olunca kısa bir dönem<br />

Pertevniyal Lisesi, Beşiktaş Kız Lisesi’nde öğretmenlik yapıyor.<br />

O<br />

dönemde Bülent Bey’le<br />

(1971 yılında) görücü<br />

usulü ile evlendik.<br />

Üniversite’de yeni<br />

asistanlık yapıyordu,<br />

benim de mesleğim<br />

bankacılıktı. 1972<br />

yılında ilk çocuğumuz<br />

Fulya dünyaya geldi.<br />

1977’de Sezgin,<br />

1987’de Alper doğdu.Eşimle her zaman gurur duydum. Çünkü sağlam kişiliği, güzel ahlakı,<br />

dürüstlüğü, örnek bir aile babası olması onu benim için çok değerli kılıyordu. Kısacası her<br />

şeyiyle güzel bir insandı. Fakat iyi niyetli olan, duygusal insanlar daima ezilmeye mahkûm<br />

oluyorlar. Üniversite camiasında yapılan çekememezlikler, ikiyüzlülük, fesatlıklar; onun hiç hak<br />

etmediği bu davranışlar, kendisini bir hayli üzüyor ve yıpratıyordu. Asil bir insan olduğu için de<br />

asla bu kişilerle muhatap olmadı, sadece içine attı.<br />

Özellikle yıllar sonra oğlumuz Sezgin’in kazandığı İstanbul üniversitesinde hocalık yapan,<br />

şu an adını bile anmak istemediğim (?)’ nın, Bülent Bey’in profesörlük tezinde “tamam Bülent’<br />

çiğim oyum seninle” dediği halde profesörlüğünün gelmesine engel olmasıdır. Ve<br />

profesörlüğün gelmesinde 5 yıl kaybetmesine yol açmıştır. En üzücü yanı ise Bülent Bey ‘in<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 47<br />

ismini vermek istemediğim arkadaşının daha önceden profesör olmasında katkısı olduğunu<br />

bilmemdir.<br />

Eşimin en önemli özelliklerinde biri de son derece milliyetçi oluşuydu. Hiç unutmam<br />

Kıbrıs harekâtı sırasında, savaş çıkarsa gönüllü asker olmak için adını yazdırmıştı. Televizyonda<br />

vatanımızın kurtuluşu ile ilgili belgeselleri seyrederken gözleri dolardı. Rüşvete son derece<br />

karşıydı. Direksiyon sınavına rüşvet vermemek için tam 8 kez girmiştir. En sonunda polis<br />

dayanamayıp “yahu adam, bari çıkart şu cebinden de bir sigara ver” demiş, Bülent Bey’de<br />

gülerek ikram etmiştir. Aynı zaman da çok cömert ve yardım severdi. O dönem okuldaki maaşı<br />

henüz bağlanmamış bir hademeyi öğlenleri yemeğe getirir, cebinde 10 lira varsa 5 lirasını ona<br />

verir, evden devamlı olarak bir şeyler götürürdü. Hatta bir keresinde evden yeni yatak, yorgan<br />

ve yastığımızı bile götürmüştü. Hayat felsefesi, neyi varsa yardıma ihtiyacı olan kişilerle<br />

paylaşmaktı. Ve son derece alçak gönüllüydü.<br />

Eşim eski bir Harbiyeli olmasından<br />

dolayı her yıl 21 Mayıs’ta düzenlenen<br />

geceye katılırdı.O gece, her yıl farklı<br />

mekânlar da yapılır, herkes eşiyle<br />

katılırdı. Gecenin sonunda Harbiye<br />

Marşı okunur, herkesin hep bir<br />

ağızdan ayakta okuduğu marşın her<br />

kıtasında tüyler ürperir, gözler<br />

yaşlarla dolardı. Başta da belirttiğim<br />

gibi o dönemde ayrılmak zorunda kalan Harbiyelilerin hepsinin içlerinde ukde kalmıştır. Eşim,<br />

Harbiyeli arkadaşım için yapmayacağım hiç bir şey yoktur derdi. Saygıyla andığım arkadaşları<br />

eşimin ölümünde de bizi yalnız bırakmamışlardır.<br />

1992 yılında ölümünden 2 ay önce Avcılar Belediye Başkanlığı için seçimlere<br />

hazırlanıyordu.Hatta hiç giyemediği siyah bir takım bile diktirmişti. Aslında, bunu bizim gibi<br />

kendisi de çok iyi biliyordu ki politika ona göre değildi. Çünkü böyle dürüst bir insanın<br />

politikayla işi olamazdı. Ama inancı büyüktü. Bir gün rüşvetle, haksızlıkla, riyayla ve eşle dostla<br />

politikacılık yapılmadığını onlara gösterecekti. Aslında o politikaya atılsaydı, insanlar<br />

dürüstlüğün ne olduğunu ve denizden çıkan inci tanesinin hala nasıl parladığını görecekti.<br />

O kadar çok hayali vardı ki. Çocuklar için yeşil alanlar yaptıracak, yüksek binaları yıktırıp az katlı<br />

binalara çevirecek ve gerçek hizmeti insanlara götürecekti. Bekli de bir hayal ama o zaman<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 48<br />

1999 depreminde en azından insanların bir bölümü kurtulmuş olacaktı. Ama işin komiği bunları<br />

yapmasına izin verilmezdi, çünkü eceli ile değil kör kurşunla ölmüş olurdu.<br />

Ve o kötü gün geldi. 10 Haziran 1992 gecesi saat 01.10’da aniden göğsüm sıkıştı diyerek<br />

yataktan fırladı. O acıyla 3 kat aşağı indi. Apar topar kliniğe götürdük. Ama maalesef orda bir<br />

şey yapamayacaklarını Çapa’ya götürmemiz gerektiğini söylediler. 1992 yılında Avcılar’ da ne<br />

yazık ki hastane yoktu. Yolda kalp krizinden vefat etmişti. Çapa’ya gittiğinde bir şey<br />

yapamamışlar, yinede uğraşmışlardı.<br />

Bülent Hoca’nın ölümü bizi, dostlarını ve tüm sevenlerini son derece üzdü. Özellikle ben<br />

çok etkilendim. 3 çocuk hele biri 5 yaşındaysa ve babası ona doyamadan gidiyorsa çok<br />

etkileniyorsunuz. Tabi eşimin annesi, kendi annem ve de çocuklarım beni hayata bağladı.<br />

Eşimin ölümü belki ‘’Allah’ın takdiri ilahisi’’ bazen öyle düşünüyorum, bazen de üniversitede<br />

yaşadığı o üzücü olaylar, ona karşı yapılmış haksızlık, onun eceli olmuş üstü kapalı bir katil<br />

miydi diye düşünmeden edemiyorum. Özellikle profesörlük olayında kontenjanı geldikten<br />

sonra unvanını alamadan vefat etmesi beni çok yıpratıyor. 5 yıl bekledikten sonra neden<br />

göremeden gitti diye düşünüyorsunuz. Kendisini<br />

rahmetle anıyorum, nur içinde yatsın.<br />

Kendi ifadeleri ile bize çok emeği geçti diyen, eski öğrencileri olan, bugünün kıymetli<br />

vefakâr sayın hocalarına eşimle ilgili kitap düzenledikleri ve bana da, duygularımı ve<br />

yaşadıklarımı anlatabilmem için bir iki satır yer verdiklerinden dolayı minnettarım. Özellikle<br />

Sayın Zeynep Görel’ e ve emeği geçen herkese sonsuz şükran ve teşekkürlerimi sunuyorum.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 49<br />

Bülent Hoca<br />

Doç. Dr. Zeynep Gürel<br />

Bülent Aksoy’un doktora öğrenciydim. Bu bir araştırmacının akademik kişiliğini<br />

oluşturan en önemli süreçtir. Bir okuldur. Bülent Aksoy yöneticiliğinde 1987-1991 yılları<br />

arasında dahil olduğum bu akademisyenlik ortamının, İstanbul Üniversitesi Genel Fizik<br />

Kürsüsü gelenekleriyle yoğrulmuş özel bir anlamı vardır. Bu ortam fizik optik, elipsometre ve<br />

karanlık oda, vakum, spektrum kelimelerini içeren kelime dağarcığa da sahiptir.<br />

Yüksek Lisans tezimi Prof Dr. İsa Eşme ile<br />

Marmara Üniversite’sinde “Halkojenür<br />

Camlarının Elektriksel Özellikleri” başlığı ile<br />

bitirmiştim. Marmara Üniversite’sinin o<br />

yıllarda henüz doktora programı yoktu.<br />

Ben de araştırma için mezun olduğum<br />

İstanbul Üniversite’sindeki imkanları<br />

araştırıyordum. Resmi süreç sonunda,<br />

sınavı kazandıktan sonra doktora kaydımı yaptırdım . O sırada Bülent Bey’in doktora öğrencisi<br />

almak istediğini duydum. Bülent Beyle görüşmeye gittim. Lisansta Denel Fizik Bölümünden<br />

Bülent Bey’in vermiş olduğu dersi almadığım için o gün Bülent Bey’le ilk kez tanışacaktım.<br />

Hoca o sıralar Mimar Sinan Üniversitesinde araştırma görevlisi olan Meriç Hanım’la<br />

çalışıyordu. O kapıdan girdiğimde kendimi gergin veya yabancı gibi hissetmedim. Hiçbir<br />

tutukluk hissetmedim. O görüşmede bir çırpıda bütün yüksek lisansta yaptıklarımızı sanki bir<br />

seminer gibi anlatmışım. Burada karşılaştığım akademisyenlik okulunun ikinci özelliği de,<br />

burada heyecan ve tutkuya yer olmasıydı. O an da aramızda sanki daha üzerinde<br />

konuşmadığımız ani bir fikir oluştu. Halkojenür<br />

camlarının ince film çalışması ve optik özelliklerinin<br />

araştırılması yapılabilirdi. O gün o odadan çıkarken<br />

yönümü o tarafa çevirmek istediğimi anladım. Yeniden<br />

Bülent beyin yanına gittim. Bir şey konuşmaya gerek<br />

kalmamıştı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 50<br />

Hoca hiçbir şey söylemeden bana halkojenür camlarının ince filmleriyle ilgi çalışmaları bir<br />

araştır, sonra yine gel bakalım dedi. Sonra odasından kocaman bir kitap çıkardı ve okumam<br />

için bazı bölümler gösterdi.<br />

Bu okulun bir özelliği de nefis çayıdır,<br />

bu çaylar çay ocağından geliyordu. Bir<br />

bardak çayı kaynaşmanın , ekip<br />

olmanın, ekip ruhu ve motivasyonun<br />

vazgeçilmez bir unsuru olarak<br />

bambaşka bir lezzette hatırlarım. Ben<br />

de o motivasyonla yüksek lisans hocam<br />

İsa Eşme’ye koştum, aynı heyecanı<br />

paylaştık. Hep birlikte, Bülent Bey, İsa<br />

Bey , ve hatta ailelerimizle birlikte güzel bir akademik birlikteliğin ilk başlangıcını yaşadık.<br />

Bülent Bey şu anda göremediğimiz bir çok sorunlar çıkabileceğini, emeklerin boşa<br />

gideceğini, bazen sil baştan yapmak durumunda kalabileceğimi söyledi; her şeyi göze<br />

alıyordum.<br />

Daha sonra araştırmalarımızı yapacağımız Bülent Bey’in odasında , Meriç’ Hanımdan<br />

başka, diğer genç arkadaşlarla ve İTÜ ‘den Zekiye Erdoğan ile tanıştım. Orda sürekli bir ekip<br />

çalışıyordu. Her hafta kitap tartışmalarımız oluyordu. Bülent bey sadece masa başında bir<br />

insan değildi, elinde hep bir alet vardı ve eli alet tutmaya çok yatkındı, cam odası, karanlık<br />

oda, vakumun parçalarını tamiri ( çünkü tarihi bir vakum aletiydi ) hep hoca’nın işiydi.<br />

Hoca’nın cam tüpleri cam odasında nasıl vakumlayıp ve ağızlarını hassasiyetle kapadığını<br />

hatırlıyorum.<br />

Sabah bir yere gidersiniz bir faaliyet vardır. Yoğunsunuzdur, sinirli veya keyiflisinidir.<br />

Bazen tartışırsınız, bazen işler yolunda gitmez. Yaşayan bir süreçtir. Ama ölü toprağı değildir,<br />

işte öyle bir okuldu o oda. Ve Bülent Hoca doktora eğitimimizin zor sürecinde, bunu<br />

atlatabilmemiz için, eşlerimizle kaynaştığımız aile ortamı oluşturdu. Her doktora öğrencisi<br />

ailenin bir ferdi gibidir. Çok gidemezdik, göremezdik belki ama bilirdik. Onun kızını, oğlunu<br />

ve bizim doktora çalışması sırasında doğan en küçük oğlunu, eşi , kayın validesi ve annesiyle<br />

geçen aile yaşamını biliyorduk. Çok güzel bir insandı. Bülent Bey’in çocukluğundan anıları bile<br />

biliyorum. Sanki onunla birlikte Türkiye’mizin o yıllarını ben de yaşadım. Çocukken gittiği<br />

okulu, okulda çıkan yemeği yerken annesini düşünüp üzüldüğünü biliyorum.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 51<br />

Genç arkadaşlarımın bu ülkenin sadece zengin olanlara okuma hakkı tanıyan bir ülke<br />

olmadığını bilmelerini isterim. Bizi yetiştiren hocalarımız çok zorluklar yaşamışlar, kendilerine<br />

sunulan imkanları değerlendirmişler ve bizleri yetiştirmişlerdi. Bülent Bey’in annesi ve<br />

kayınvalidesini Avcılar Semtinde bir çatı altında hep aynı mutlulukla bir arada tutan güzel ve<br />

iyi bir ruhu vardı. Bülent Beyin Avcılar’daki evinde çok güzel bir bahçesi de vardı.<br />

Daha sonra zaman zaman karşılaştığım<br />

başka yerlerde, hep bu akademik okulun<br />

sıcaklığını ve insanlığı hep aradım. Demek<br />

ki bu okulun hiç bilinmedik başka bir<br />

boyutu da buydu. Bülent Bey çok erken<br />

vefat etti. Onunla doktora sonrası bir<br />

yaşantımız olmadı. Haber çok ani geldi.<br />

İnsan inanmıyor, hele borçlu olduğunuz bir<br />

insan’ın ölümü çok zor oluyor. Çünkü zaman sonsuz sanıyorsunuz, sanki o kişi hep ordadır ve<br />

odasında bir bardak nefis çayınız ne zaman giderseniz gidin sizi bekliyordur. Siz hep<br />

alacaksınızdır . Yine fikirler şimşek gibi çakacaktır, süreç hep devam edecektir. Ama hayat böyle<br />

değil. İnsanların ölümlü olduğunu hiç unutmayın.<br />

O bize yaşadığı zorlukları hiç anlatmazdı. Ama bilirdik bir şeylerin savaşlarını verirdi. Zor<br />

bir süreç yaşıyordu ve bir mücadele yaşıyordu. Çok yorulmuştu ve çok ani vefat etti. Henüz<br />

çok küçük bir çocuğu vardı ve henüz ölmek için çok gençti. Bülent Hoca’nın hakkını her şeyden<br />

önce , gözü gibi baktığı aletleriyle, tarihi değeri olan vakumu çalıştırma becerisine sahip<br />

oluşuyla ,deneysel fizik laboratuarların adeta bir demirbaşı olmasıyla vermeliyiz. Eğer o<br />

varlığını orda sürdürmeseydi, o olmasaydı İstanbul Üniversitesi geleneğinde bir kırılma<br />

olurdu. Ona hakkını diğer vefat eden hocalarla bir köprü oluşturması nedeniyle ile de<br />

vermeliyiz. Bu köprünün geleceğe de devam etmesi en büyük dileğimdir. Hocanın en basit el<br />

notları bile değerli bir arşiv olarak saklanmalıdır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 52<br />

Ben maalesef dışardan geldiğim için, hocanın<br />

vefatından sonra alan değiştirmek zorunda<br />

kaldım. Buna rağmen doktora çalışmamla ilgili<br />

konuda genç araştırmacılara bütün imkanlarımla<br />

o günkü tecrübemi aktarmaya hazırım.<br />

Benden böyle bir yazı isteyen TFD başkanı<br />

ProF. Dr Baki Akkuş’a sonsuz minnetlerimi<br />

sunuyorum. Bu Sayede Bülent Bey’in sevgili eşi Halide Hanımı buldum, biz Bülent Bey’le<br />

çalışırken doğan oğlu Alper büyümüş. Alper’i görünce babasını görmüş gibi oldum.<br />

Nurten Öncan Hocama geçmişe olan vefasından dolayı sonsuz teşekkür ediyorum.<br />

Baki Akkuş’un bu çabasıyla birlikte, vefa , devamlılık ve geleneğinin İstanbul<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nün vazgeçilmez bir farklılığı olmaya devam ettiğini<br />

görmekten dolayı çok mutluyum ..<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 53<br />

Said Ali Ankara<br />

(1889 – 1973)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 54<br />

Prof. Dr. Alpay Ankara<br />

Prof. Dr. Said Ali Ankara 15.2.1889 tarihinde Özbekistan’ın başkenti Taşket’te doğdu.<br />

Babası Osman ile annesi Şefkat, Hoca Hanedanı’ndan geliyordu. İlköğretim tahsilini Rus<br />

okuluna giderek yaptı.1913’de okulu tamamladıktan sonra 1915 yılına kadar ticaret yapan<br />

babasının yanında çalıştı. 1915’de Rus Erkek Lisesi’nin 5.sınıfına alındı ve 1918 yılında Türkistan<br />

Cumhuriyeti Maarif Halk Komiserliği’nin açtığı lise bitirme sınavını başarıyla verip lise mezunu<br />

oldu. Türkistan Üniversitesi’ndeki fizik ve matematik tahsilini 1922 yılında tamamladı. Milli<br />

Eğitim Bakanlığı tarafından yüksek tahsilini yapması için Almanya’ya gönderildi ve Berlin<br />

Teknik Üniversitesi, Malzeme Bilimleri Fakültesi, Kimya Bölümü’nde doktora çalışmalarına<br />

başladı.Tahsili sırasında birçok firmada staj yapma imkanı buldu.7.9 – 7.11.1924 tarihleri<br />

arasında Darmstadt Merck firmasının kimya laboratuvarlarında çalıştı.<br />

1927-28 yılları arasında Berlin Üniversitesi’nin Kimya Bölümü’nde tahsilini sürdürürken<br />

aynı bölümün Kolloid Kimya Laboratuvarı’nda asistan olarak çalıştı. 1928 yılında bölümdeki<br />

laboratuvar hizmetleri nedeni ile kendisine başarı belgesi verildi.1931 yılında doktor mühendis<br />

ünvanını aldı.<br />

1933 yılında Türkiye’ye geldi ve Yüksek Ziraat Enstitüsü’nde 1934 tarihinde göreve<br />

başladı. 1935’de Yüksek Ziraat Enstitüsü başasistanı olarak atandı ve 1935’de kadroya alındı.<br />

1939,1940,1943,1946 senelerindeki terfilerini takiben 1949 yılında profesörlüğe atandı. 1950<br />

yılında kadrosu A.Ü.F.F aktarıldı ve 1969 yılında A.Ü.F.F Fizik Bölümü’nden emekli oldu.<br />

Araştırmaları genellikle havada oluşan iyonizasyon ve buna bağlı meteorolojik değişimler ile<br />

bilhassa radyoizotoplarının enerjileri alanında olmuştur.Bu dalda yazılmış birçok eseri ve<br />

uluslararası kongrelerde sunulmuş tebligleri bulunmaktadır.<br />

Prof. Said Ali Ankara’nın eşi Aydın Hanım’dan üç oğlu dünyaya gelmiştir; biri fizikçi, diğer<br />

ikisi ise mühendis olmuştur. Prof. Said Ali Ankara 1973 yılında aramızdan ayrılmıştır.<br />

İ.Demir İnan<br />

Prof. Dr. Said Ali Ankara hakkında yağmur yağdıran, diye rivayetler duyulmuştur. “<br />

Kendisi ile ilgili olarak fazla bir bilgim yok.Bazı kulaktan duyma bilgiler. Biz öğrenci iken<br />

fakültede hocaydı; belki öğrenciliğimizin ilk yıllarında. Bize ders vermedi. Sanırım başka<br />

bölümlere fizik giriş dersini veriyordu o zaman. Bir kez ben dersine girdim, dinleyici olarak.<br />

Uzaydaki serseri elektron bulutlarından söz ettiğini anımsıyorum.Bir de, fakültenin arka<br />

koridorunda merdiven boşluğunda uzun bir borunun durduğunu ve sorduğumuzda, “ bu Prof.<br />

Ankara’nın ağır su deneyi” dendiğini anımsıyorum.Boru su ile doluymuş ve yeterince<br />

bekletildiğinde ağır su dibe çökecekmiş. Bilmem doğru muydu, yoksa bize şaka olsun diye mi<br />

söyledilerdi.<br />

Yine söylentiler arasında şöyle bir şey de vardı. Hoca’nın karısı hastaymış ve hoca<br />

ÇNAEM’den bir radyoaktif kaynak getirterek onu özel koruma betonuyla evinin balkonuna<br />

çıkartmış ve karısının ayağına bu kaynaktan radyoterapi yapmış.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 55<br />

Erdoğan Apaydın<br />

(1944 – 1996)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 56<br />

13.6.1944 tarihinde dünyaya gelmiş olan Erdoğan Apaydın, fizikçi kariyerine Orta Doğu<br />

Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) başlamış, mesleğini bu kuruluşta sürdürmüş, 22.08.1996<br />

tarihinde aramızdan ayrılmıştır.<br />

Prof. Dr. Cengiz Yalçın ile beraber çalışmış, Resnick ve Halliday’in ünlü fizik kitabını<br />

İngilizceden Türkçe’ye beraber çevirmişlerdir.<br />

ODTÜ’nin yetiştirmiş olduğu bir diğer güzide fizikçi de Mümtaz Kızılyallı’dır.Kızılyallı Ege<br />

Üniversitesi’nde fizik profesörlüğü yaparken aramızdan ayrılmıştır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 57<br />

Cahit Arf<br />

(1910 - 1997)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 58<br />

TÜRK MATEMATİK DÜNYASININ EVRENSEL DEĞERDEKİ BÜYÜK İSMİ<br />

CAHİT ARF<br />

Osman Azmi Barut<br />

(Türk Fizik Derneği Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi)<br />

Bugün ülkemizde evrensel düzeyde matematik üretilebiliyorsa, bunun dışında temel bilimler<br />

ve teknolojinin belli alanlarında ilerlemeler kaydedilmişse, bunun en önemli nedenlerinden<br />

birinin ünlü matematikçimiz Cahit Arf olduğu açıktır. Ülkemizde matematik ve temel<br />

bilimlerin bu simge ve başat isminin yaşamını tüm yönleriyle bir kitap yazısı içinde<br />

inceleyebilmek olanağı elbette yoktur; ancak, bu ünlü matematikçimizi elimizdeki tüm<br />

kaynaklardan yararlanarak en iyi şekilde tanıtmaya çalışacağız. Onun kişiliğinde, matematiğin<br />

değerini, eğitimin ne olduğunu, özgürlük anlayışını, her şeyin aslını anlamanın önemini<br />

yeniden öğreneceğiz.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 59<br />

Özgeçmiş<br />

Cahit Arf 1910 yılında, o dönem<br />

Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olan<br />

Selanik’te doğdu. Yüksek öğrenimini<br />

Paris’de, Ecole Normale Superieure de<br />

tamamladı. Galatasaray Lisesi’nde<br />

matematik öğretmeni, İstanbul<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi’nde doçent<br />

adayı olarak çalıştı. 1938 yılında<br />

Göttingen Üniversitesi’nden<br />

doktorasını aldıktan sonra 1 yıl daha<br />

Almanya’da kaldıktan sonra İstanbul<br />

Üniversitesi’ndeki görevine<br />

döndü.1943 te profesör, 1955 de<br />

ordinaryüs profesör oldu. Bu arada<br />

Maryland üniversitesinde misafir<br />

profesör olarak çalıştı ve Mainz<br />

akademisi muhabir üyeliğine seçildi.<br />

1962 yılında İstanbul Üniversitesi’nden<br />

ayrılarak bir yıl süreyle Robert Kolej’de<br />

öğretim üyeliği yaptı. 1964-1966 yılları<br />

arasında Princeton’ da Instute for<br />

Advanced Study’ de (İleri Araştırmalar<br />

Enstitüsü) araştırmalarını sürdürdü.<br />

1966-1967 döneminde Kaliforniya<br />

Üniversitesi Berkeley kampusünde<br />

misafir öğretim üyesi olarak<br />

araştırmalar yaptı. 1967yılında yurda dönerek ODTÜ Matematik Bölümü’nde çalışmaya<br />

başladı.TÜBİTAK’ ın kurulması ve gelişmesi için büyük çaba sarfetti; bu kurumun ilk bilim<br />

kurulu başkanı oldu.1980 yılında ODTÜ’ den kendi isteği ile emekli oldu.<br />

1985-1989 yılları arasında Türk Matematik Derneği’nin başkanlığını yaptı, ayrıca “Doğa Turkish<br />

Journal of Mathematics” ve “Turkish Journal of Mathematics” adlı dergilerde yayın kurulu<br />

üyeliklerinde bulundu. Ölümüne dek TÜBİTAK ın Marmara araştırma merkezinde ve Bebek-<br />

İstanbul’daki evinde matematik çalışmalarını sürdürdü. Cahit Arf, 1939 yılında yayınlanan ilk<br />

araştırması ile başlayarak , cebir, sayılar kuramı, elastisite kuramı ve analiz gibi matematiğin<br />

değişik dallarında yaptığı çalışmalarında özgün ve kalıcı sonuçlar elde etmiştir.<br />

1948 yılında İnönü Ödülü’nü, 1974 yılında TÜBİTAK Bilim Ödülü’nü kazanan Arf’e, 1980<br />

yılında İTÜ ve KTÜ, 1981 yılında da ODTÜ onur doktorası vermişlerdir. 1988 yılında Mustafa<br />

Parlar Bilim ve Onur Ödülü’nü, 1989 yılında da Ege Üniversitesi şükran plaketini almış, 1993<br />

yılında TÜBA (Türkiye bilimler akademisi ) onur üyesi olmuştur. 1994 yılında kendisine , Fransa<br />

devleti tarafından “Commandeur des Palmes Académicque” nişanı verilmiştir.<br />

Yaşamı boyunca tutkuyla bilime bağlı olan, matematikte sonsuzluğu hisseden,<br />

sonsuzluğun verdiği mutlulukla yaşayan ve matematikte kendini ölümsüz hissettiğini dile<br />

getiren bu büyük matematikçimiz 26 Aralık 1997 tarihinde sonsuzluğa göçtü.<br />

Cahit Arf’i daha iyi tanıyabilmek için çocukluk yıllarına dönelim ve KTÜ’nde 13 Eylül<br />

1980 günü yaptığı konuşmaya kulak verelim: “…Çocukluğumdan başlayacağım.1910 da<br />

Selanik te doğmuşum.ailem sınıf değiştirmekte olan bir aile idi.yoksul bir ailenin küçük burjuva<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 60<br />

sınıfına geçeceği esnada doğmuşum. Dolayısıyla bu tip ailelerde olan kompleksler benim<br />

ailemde de vardı. Örneğin bir mahalle çocuğu kavramı vardı ailemde. Beni sokağa<br />

koyvermezlerdi.çünkü mahalle çocuğu olabilirdim ve bu da özenilecek bir şey değildi.çünkü<br />

burjuvazi böyle istiyor. Bu hava içinde de çocuk kendi içine kapanıyor. Oyununu kendi başına<br />

kuruyor. Çocukluğumda sürekli kâğıttan oyuncaklar yaparmışım. Bu bir bakıma faydalı<br />

olmuş.oyuncak icat ediyor ve sürekli etrafımı kontrol etmeye çalışıyordum.<br />

Galiba dört yaşında iken okula gönderildim. Okulda oyunlara katılmayan, kendi içine<br />

kapanık bir çocuktum. Ben ilkokulu hep liselerde, liselerin ilk kısmında okudum. O zaman<br />

liselerin adı sultani idi. İlk gittiğim sultani, Beşiktaş sultanisi. Evimiz de beşiktaştaydı o sıra.<br />

1918 de ev yandı, biz de başka yere gitmeye mecbur olduk. Bulduğumuz yer<br />

süleymaniyedeydi.oraya yakın okul istanbul sultanisiydi, ben de oraya gönderildim.<br />

1919 yılında Atatürk anadoluya geçti. O zaman babam ankaraya gitti. Bir süre sonra<br />

biz de peşinden gittik. Bu arada benim temayüz ettiğim şey okulda bilhassa gramer. Bu biraz<br />

da lojiğe eğilimimi gösteriyor. Zaten henüz matematikle fazla bir ilgim yok. O sıralar bir başka<br />

merakım da resim yapmak, Vatan-Millet-Sakarya yazıları okumak. O zaman Kurtuluş Savaşı’nı<br />

yaşayan har çocuk böyleydi zannediyorum.<br />

İlk önce tekrar İstanbul’a sonra da İzmir’e taşındık. İzmir’de beşinci sınıfa geldim.<br />

Matematik olarak öğrendiğimiz şey, aritmetikti: sayıları toplamak, çıkarmak, çarpmak. Hani<br />

öyle antika problemler vardır:doğrusal denklem dizgelerine karşılık gelir, fakat doğrusal<br />

denklem yazmadan onu muhakemeyle çözersiniz. Örneğin adamın biri çarşıya gitmiş şu kadar<br />

şundan, bu kadar bundan almış… Bunlar aslında doğrusal denklem dizgeleriyle, cebirle olur.<br />

Ama ilkokulda cebir yoktu tabii.<br />

İzmir sultanisinde nazım itler adında bir matematik öğretmeni vardı. Bir de müdürün<br />

kardeşi vardı. Matematiğe olan ilgim o adamla başladı. O adam benimle ilgilendi, çünkü<br />

gramerim iyiydi, doğrusal dizgelerle icra edilen problemleri de çözebiliyordum. Euclid<br />

geometrisinin Pisagor teoremine kadar olan bütün teoremlerini ispat ettirdi. Şu şekilde<br />

çalıştırıyordu: teoremin hipotezlerini söylüyor, örneğin şu açı şu açıya eşittir, sen bunu<br />

gösterirsin diye soruyordu.Bu şekilde Pisagor teoremine kadar geldim. Pisagor teoreminde ise<br />

hoca her şeyi söylemedi. Dedi ki: ‘Bir dik üçgenin iki dik kenarının karelerinin toplamından<br />

yararlanarak hipotenüsü tayin ediniz.’sürekli şekiller yaptım ve ölçtüm. Bir türlü sonuca<br />

ulaşamadım.en sonun da kendisine söylemeye mecbur oldum, ben bunu göremiyorum diye. Bu<br />

sefer o anlattı ispatı… Bu adam sayesinde ben matematikle ilgilenmeye başladım. Özellikle<br />

geometriyle. Liseye geçtiğim zaman ben matematik dersine hiçbir kitaptan çalışmazdım. Ders<br />

dinlerdim fakat not almazdım. Yine sınavlarda hiç ders çalışmama gerek yoktu, çünkü<br />

arkadaşlar hep gelip soru sorarlardı bana. Lisenin orta kısmını böylece arkadaşlarımın<br />

sorularına yanıt vererek geçirdim ve ailem yeteneğimi öğretmenlerimden duydu.<br />

Babam fakir olduğu için beni ucuza maletmek istiyordu. 1926 yılında Fransız Frankı’ nda<br />

müthiş bir düşme olmuş.dostların tavsiyesiyle ve yardımıyla bol miktarda frank satın almış. Bu<br />

franklarla benim Fransa’da okumam İstanbul veya İzmir’deki sultanide okumamdan daha<br />

ucuza geliyordu. Bunun üzerine beni Fransa’ya gönderdiler. Orada St. Louis lisesine yazıldım.<br />

Liseyi üç senede okuyacak yerde iki senede bitirdim. Fakat o zaman babamın frakları tükendi.<br />

Türkiye’ye döndüm. Maarif Vekâleti’nin açtığı Avrupa sınavlarına İzmir Sultanisi beni aday<br />

gösterdi. Sınavı kazandım ve bu şekilde babamın derdi de bitti.”<br />

Fransa’da iki yıl’speciale’ olarak nitelendirilen yüksekokullara hazırlık sınıflarına devam<br />

ettikten sonra, hem Éécole Normale Supérieure, hem de École Politéchique’ nin sınavlarına<br />

girmiş. Birincisi Fransa’daki birçok ünlü bilim insanının yetiştiği bir okulken, diğeri sivilleri de<br />

alan askeri mühendislik okulu. İkisinin de sınavını kazanmış Cahit Arf. Ancak Politéchnque’ten<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 61<br />

vazgeçerek École Normale Supérieure’ e kaydolmuş. Öyküyü Arf’in aynı konuşmasından<br />

dinlemeye devam edelim: “École Normale’ e girdim ve iki yıl kaldım. Orada yeni şeyler arama<br />

fikri gelişti bende. Daha öncesine dayanan bir problemim vardı. Cetvel ve pergelle yıldız<br />

çizmesini bir türlü beceremiyordum. Bu biraz hokkabazlık isteyen bir iş. Neden istediğim de<br />

malûm; bizim bayrağımız ayyıldız. Çiziyordum fakat hep yaklaşık olarak.bunu da<br />

Fransa’dayken öğrendim.<br />

Okulu bitirdikten sonra maarif vekâleti ‘Cahit doktoranı yap öyle gel’ dedi. ‘Olmaz’<br />

dedim. ‘ben gelip Kastamonu lisesinde öğretmenlik yapacağım.’ Döndüm fakat Kastamonu<br />

lisesi yerine Galatasaray lisesine gönderdiler. Oradan ayrılan bir Fransız yerine ben stajyer<br />

öğretmen olarak onun yaptığı işi yapacaktım. Yerini aldığım Fransız’ ın maaşı 600, benim<br />

maaşım da 60 lira idi. Bir sene bende etkili olan idealizm ile hocalık yaptım bu şekilde.<br />

Öğretmenler arasında eskiden bakanlık yapmış olan kodamanlar da vardı. Bunlar bana<br />

acıyorlardı ve ‘zavallı 60 liraya .alışıyor’ diyorlardı. Bunların etkisiyle de olacak o idealizmimi<br />

kaybettim. O sırada da üniversite reformu yapılıyordu. Bana seni doçent adayı olarak tayin<br />

edelim dediler. Bu sıfatla beni, Ratip ve bir de Rerruh Şemin’ i üniversiteye aldılar. O sıralarda<br />

bende muvaffak olacağım hissi uyandı. Muvaffak olmak da şu idi: matematikte bir şeyler<br />

yapmak…”<br />

Cahit Arf 1937 yılında doktora yapmak için<br />

Almanya’ya Göttingen Üniversitesi’ne gider. Göttingen<br />

Üniversitesi eski ve köklü matematik geleneğiyle ünlüdür.<br />

Matematik bölümü, C.F.Gauss’la başlayan, sonra B.<br />

Riemann, D. Hilbert ile devam eden uzun ve görkemli bir<br />

geleneğin merkezi. Cebirsel sayılar kuramı burada doğmuş<br />

ve bu kuramdan, yine göttingen deki matematikçiler<br />

tarafından Class Field (Sınıf Cismi) Kuramı adı verilen dev<br />

kuram geliştirilmişti. 1930 lu yıllarda, almanyada değişen<br />

politik ortam, 30 lu yılların ortalarında Alman<br />

üniversitelerini de baskı altına almaya başlayınca, Alman<br />

kökenli olmayan birçok büyük matematikçi ülkeyi terk<br />

etmek zorunda bırakılmış; alman okulunun altın çağı da<br />

böylece aniden son bulmuştu. Ancak içlerinde H. Hasse ve<br />

D. Witt in de dahil olduğu birkaç matematik dehası<br />

Göttingen de kalmaya devam etmişti. Cahit Arf , Hasse ile<br />

doktora çalışması yapmak üzere Göttingen’ e gittiğinde<br />

durum buydu. Şimdi Göttingen ve sonrasını yine KTÜ’<br />

ndeki konuşmasından Arf’ den dinleyelim: “…Göttingen’<br />

de hocam hasse idi. Ona projemden bahsettim. ‘çok acele ediyorsun’ dedi. ‘Sen önce şu özel<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 62<br />

hallere bak’ dedi. Bu özel hallerden benim doktora tezim çıktı. Tezimde elde ettiğim sonuçlar<br />

benim hedefim bakımından yeterli değildi. Bir takım boşluklar vardı bir yerde ve o boşluklar bir<br />

yerde benim hedefime uyuyordu. Burada elde ettiğim sonuçlardan bir kısmı şimdi kitaplarda<br />

Hasse-Arf Teoremi diye geçiyor. Tezim 1938 yılında bitmişti. Hasse ‘bir sene daha kal, belki<br />

başka şeyler daha yaparsın’ dedi. İzin alarak bir sene daha kaldım. Hasse bana ‘bu problemi<br />

bırak, bu senin kafanı şişirdi, Witt’ in buna benzer bir çalışması var onunla uğraş’ dedi. Witt in<br />

yaptığı işte karakteristiği iki olan cisimler yok. Bu cisimler üzerindeki kuvadratik formlar<br />

bilinmiyor. Onun üzerine peki dedim ve bu kuvadratik formları bir hayli iyi bir şekilde<br />

sınıflandırdım. Bunların invariantlarını inşa ettim. İşte arf invariantı denilen şeyler bu ikinci<br />

çalışmamda elde edildi ve beni dünyaya tanıttı. O senenin sonunda Türkiye’ ye döndüm…”<br />

“…İstanbul’ a geldiğimde bir yerde yeni yapılacak bir binanın şerefine yayınlanacak bir<br />

kitap için makale istediler. Acele determinantlar hakkında bir şeyler yazdım. Önemli bir şey<br />

değildi. Savaş yıllarında İstanbul’ a Duval adında bir adam geldi İngiltere’den. Bir cebrik eğrinin<br />

bir noktası civarındaki tekilliklerinin (singülaritelerinin) hususiyetlerini belirten bir kuram vardı.<br />

Duval ondan bahsetti. Yalnız bu, düzlemde geçerli idi. ‘ah, dedim, bu iş olur; üç boyutlu uzayda<br />

da n-boyutlu uzayda da ve analize gereksinim yok’. Duval’ e konuyu bir seminerde anlattım.<br />

Sırf cebrik kavramlarla bu işin içinden çıkılır diye iddia ettim. ‘eh yap bakalım öyleyse’ dedi. Bir<br />

hafta üniversiteye gitmedim. Eve kapandım. Hafta sonunda bir şeyler çıktı ortaya ve bu da<br />

dünyaya yayıldı. Bu işte bir takım halkalar vardı. O halkalara Arf Halkaları, kapanışlarına da<br />

Arf Kapanışı deniyor.”<br />

Cahit Arf’ in bilimsel çalışmalarına toplu bir bakış<br />

Bu yazı içerisinde bu çalışmaların teknik derinliklerine inmek olanağı elbette yoktur.<br />

Ancak, yüzeysel de olsa bu<br />

çalışmaların bazılarını konunun<br />

uzmanlarından dinleyelim:<br />

Hasse-Arf Teoremi ile<br />

ilgili olarak; diğer büyük Türk<br />

matematikçisi, uzun yıllar ODTÜ’<br />

inde görev yapan Japon asıllı,<br />

rahmetli Prof. Dr. Masatoshi<br />

Gündüz İkeda şunları söylüyor:<br />

“…Lokal cisimler kuramı, daha öncede belirtildiği gibi, H. Hasse tarafından çok etkin olarak<br />

kullanılmağa başlanmıştı. Ancak, o zamanki lokal cisimler kuramı, daha ziyade sayı-cisimleri ve<br />

(sonlu katsayılı) cebrik fonksiyon-cisimleri üzerine uygulanmak amacıyla geliştirildiği için,<br />

daima kalan sınıf cisminin sonlu bir cisim olduğu kabul edilerek kurulmuş idi. Dolayısıyla, bu<br />

oldukça sınırlı koşulun yerine daha genel bir koşul altında bu kuramın kurulması çok arzu edilen<br />

bir konu idi. Herhalde onun içindir, Cahit bey in göttingen de hasse ile yaptığı ilk görüşmede,<br />

hasse ona hemen bu problemi<br />

doktora konusu olarak tavsiye<br />

etmiştir. ‘Untersuchungen<br />

Über Reinverzweigte<br />

Erweiterungen diskret<br />

bewerteter Perfekter Körper’<br />

adlı Cahit beyin tezinde, kalan<br />

sınıf cisminin sonlu olması<br />

koşulu yerine daha çok genel<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 63<br />

bir koşul altında lokal cisimler kuramı kurulmuştur. Bugün bu kuram üzerine yazılan içeriği<br />

(örneğin J.P.Serre: Corps locaux (Hermann) kitabına bakınız) Cahit Bey’in tezinde şekillenmiştir<br />

diyebiliriz. Özellikle bu tez içinde yer alan ve daha önce J. Herbrand tarafından incelenmişi olan<br />

yüksek mertebeden dallanma gruplarının indisleri ile ilgili Hasse-Arf Teoremi çok meşhurdur.<br />

Bu teorem yukarıda belirtilen indisler arasında (dallanma gruplarının zinciri içinde)<br />

sıçramalara karşılık gelenlerin tam sayılar olduğunu ifade etmekte olup, Arf’in temsillerinin<br />

varlığını ispatı için de kilit nokta oluşturduğundan ün kazanmıştır. Böylece Cahit Bey, bir yıl gibi<br />

kısa bir zaman içinde mükemmel bir doktora tezi hazırlayarak, kendisinin olağanüstü<br />

yeteneğini kanıtlamış oluyordu. Ayrıca, Göttingen’deki genç matematikçilerle kaynaşmış olan<br />

genç Cahit Bey, sayılar kuramına ait zamanın en uç araştırma havasını bol bol teneffüs<br />

etmiştir.”<br />

Cahit Arf’in son derece parlak doktora tezi 1939 yılında ünlü bir alman dergisi olan<br />

Crelle Journal yayınlanmıştır. Bu çalışma, Arf’in yayınlanan ilk çalışmasıdır.<br />

Cahit Arf’in Almanya’ya gidiş nedenini de Prof. Dr. Mehpare Bilhan’ın kaleminden<br />

aktaralım: “Cahit Arf’in Almanya’ya gelmeden önce düşündüğü ve proje haline getirdiği çok<br />

kapsamlı bir problem vardı: Çözülebilen cebirsel denklemlerin bir listesini yapmak. Bu amaçla<br />

Göttingen’e gitti ve orada ünlü matematikçi Hasse’nin doktora öğrencisi oldu. Hasse’ye<br />

projesinden bahsetti. Hasse, problemi önce özel hallerde çözmesini salık verdiğini, bunun<br />

üzerine birkaç ay gibi kısa bir süre Cahit Arf’in hiç gözükmediğini ve o süre sonunda problemi<br />

tamamen çözüp kendisine getirdiğini 1974 yılında Silivri de düzenlenen bir Cebir ve Sayılar<br />

Kuramı toplantısında anlatmıştı. Bu olay Cahit Arf’in üstün matematik yeteneğini göstermenin<br />

yanı sıra daha Göttingen’e gelirken matematik bakımından ne kadar olgun olduğunu da<br />

göstermektedir. Cahit Arf bu çalışmasıyla sayılar kuramında çok özel bir yeri olan lokal<br />

cisimlerde dallanma kuramına çok önemli yapısal bir katkıda bulunmuştur.”<br />

Cahit Arf’in diğer önemli bir çalışması da doktorasını bitirdikten sonra kaldığı<br />

göttingende uğraştığı kuvadratik formlar üzerinedir. Konuyla ilgili ayrıntıları yine Prof. Dr.<br />

Bilhan’dan dinleyelim: “Cahit Arf, doktorasını bitirdikten sonra Hasse’ nin önerisi üzerine başka<br />

bir zor problemle uğraşmak üzere bir yıl daha Göttingen’de kaldı. Yeni uğraştığı problem,<br />

matematikte “kuvadratik formlar” olarak bilinen bir konuda idi. Uzayda konisel yüzey<br />

denklemleri buna basit bir örnek olarak gösterilebilir. Bu konudaki temel problem, kuvadratik<br />

formların birtakım invariantlar, yani değişmezler yardımıyla sınıflandırılmasıdır. Bu<br />

sınıflandırma Witt adında ünlü bir alman matematikçisi tarafından karakteristiği ikiden farklı<br />

olan cisimler tarafından 1937 yılında yapılmıştı. Karakteristik iki olunca problem çok daha<br />

zorlaşıyor ve Witt’ in yöntemi uygulanamıyordu. Cahit Arf bu problemle uğraştı ve<br />

karakteristiği iki olan cisimler üzerindeki kuvadratik formları çok iyi bir biçimde sınıflandırdı.<br />

Bunların invariantlarını, yani değişmezlerini inşa etti. Bu invariantlar bugün dünya matematik<br />

yazınında Arf İnvariantları olarak geçmektedir. Günümüz cebirsel ve diferansiyel topolojisinde<br />

ve geometride hâlâ yerini koruyan bu çalışma 1941 yılında yine Crelle dergisinde yayınlandı ve<br />

Cahit Arf’i dünyaya tanıttı. O yılın sonunda Türkiye’ye dönen Cahit Arf aynı problemi bu kez<br />

aritmetik açıdan inceledi, yani problemi bu kez karakteristiği iki olan formel seriler halkası<br />

üzerinde ele aldı. Bu çalışması 1943 yılında “İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Mecmuası” nda<br />

yayınlandı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 64<br />

Arf Halkaları ve Arf Kapanışı ile ilgili çalışmanın ayrıntılarını yine Prof. Dr. Bilhan’dan<br />

dinleyelim:1945 lere gelindiğinde düzlem bir eğrinin herhangi bir kolundaki çokkat noktaların<br />

çokkatlılıklarının yalnız aritmetiğe ait bir yöntem ile nasıl hesaplanacağı iyi bilinmekteydi.<br />

Düzlem halde, algoritmanın başladığı sayılar eğri kolunun parametreli denklemlerinden bilinen<br />

bir kanuna göre elde<br />

ediliyordu. Genel<br />

durumda ise böyle bir<br />

sonuç<br />

henüz<br />

bulunamamıştı. Bu<br />

sıralarda İstanbul’da<br />

Patrick du Val adında bir<br />

İngiliz matematikçi<br />

bulunuyordu. du Val genel<br />

halde algoritmanın<br />

başladığı sayılara “karakter” adını vermiş ve eğrinin tüm geometrik özellikleri bilindiği zaman<br />

bu karakterlerin nasıl bulunacağını göstermişti. Bunun tersi de doğruydu: Bu karakterler<br />

bilinirse eğrinin çokkatlılık dizisi, yani geometrik özellikleri de bulunabiliyordu. Burada açık<br />

kalan problem ise bir eğrinin parametreli denklemleri verildiğinde karakterlerini bulabilmek<br />

idi. Cevap düzlem eğriler için bilinmekte, ama yüksek boyutlu uzaylarda bulunan tekil eğriler<br />

için bilinmemekte idi. Ayrıca yüksek boyutlu bir uzayda tanımlanmış bir tekil eğrinin çokkatlılık<br />

özelliklerini, yani geometrik özelliklerini bozmadan en düşük kaç boyutlu uzaya sokulabileceği<br />

de bu problemle beraber düşünülen bir soru idi. Bu çeşit sorular, matematiksel bakış açısının<br />

temel problemi olan sınıflandırma probleminin eğrilere uygulanması bakımından son derece<br />

önemli ve zor sorulardır. Cahit Arf bu problemi 1945 yılında tamamıyla çözmüş ve tek boyutlu<br />

tekil cebirsel kolların sınıflandırılması problemini kapatmıştır. Bu sonucun zorluğu hakkında<br />

fikir edinebilmek için düzgün varyetelerin sınıflandırılması probleminin bugüne kadar yalnız1,<br />

2 ve kısmen 3 boyutlu varyeteler için çözüldüğünü, tekilliklerin sınıflandırılması probleminin<br />

ise 1 boyutlu varyeteler, eğriler için Cahit Arf tarafından çözüldüğünü göz önüne almak gerekir.<br />

Cahit Arf bu problemi çözerken önemini gözlemlediği ve problemin çözümünde en önemli rolü<br />

oynadığını fark ettiği bazı halkalara “karakteristik halka” adını vermiş ve daha sonra gelen<br />

yabancı araştırmacılar bu halkalara “Arf Halkaları” ve bunların kapanışlarına “Arf Kapanışları”<br />

adını vermişlerdir. Bugün matematik yazınında bu halkalar bu adları taşımaktadır. Cahit Arf’in<br />

bu çalışması 1949 yılında Proceedings of London Mathematical Society dergisinde<br />

yayınlanmıştır.<br />

Prof. Dr. Mehpare Bilhan onun saf (pür) matematikteki diğer çalışmaları için şunları<br />

söylüyor: “!955 yılında Almanya’da yayınlanan bir çalışması lokal cisimlerle ilgili çok önemli bir<br />

inşa problemidir. Şunu belirtmek gerekir ki bu çalışması onun hedeflediği ve tutku haline<br />

getirdiği birkaç problemden birisi olan ‘abelyen olmayan sınıf cisim teorisi’ için bir çıkış noktası<br />

olmuştur ve bu problem hâlâ açık bir problemdir. 1957 yılında Yine Almanya’da ‘Riemann—<br />

Roch Teoremi’adlı çalışması yayınlanmıştır. Riemann’ın doktora tezinden çıkan bu teorem<br />

kompleks analizin temel teoremlerinden biridir. 1938 yılında Weil bu teoremi fonksiyon<br />

cisimleri yönünden, 1957 yılında Cahit Arf sayı cisimleri yönünden inşa etmiştir.<br />

Cahit Arf sadece saf matematikle uğraşmamış, bunun dışında bir süre de mühendislik<br />

matematiği ile uğraşmıştır. Yakın arkadaşı mühendis Mustafa İnan’ın doktora tez çalışması<br />

sırasında Cahit Arf’e yönelttiği bir soru, onun yapı desteklenmeleri için ‘optimal profil tasarımı’<br />

üzerine eğilmesini sağlıyor. İnan, soruna fotoelastisiteye dayandırılmış deneysel yöntemlerle<br />

yaklaşırken Arf’ de onun profilleri için kuramsal, formüllere dayalı matematiksel modeller<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 65<br />

geliştiriyor. Bu çalışmasını 1947-1954 yılları arasında, İstanbul ve Maryland üniversitelerinde<br />

yazdığı altı makaleyle tamamlıyor. KTÜ deki konuşmasında Cahit Arf bu konuyla ilgili olarak<br />

şunları söylüyor: “Bundan sonra kötü bir iş yaptım: Çevreden alkış aradım. Bunun için de<br />

çevreden mühendislerle konuşup onların işlerini anlamağa çalıştım. Onların bir problemini<br />

çözersem beni alkışlarlar diye düşündüm. Rahmetli Mustafa İnan doktorasını yaparken<br />

kendisine şu problem verilmiş: ‘Belçika’da bir beton köprü yıkılmış. Nedeni bilinmiyor, sebepleri<br />

araştırılacaktı.’ Mustafa’ya bunu vermişler. O, köprünün bir maddeden modelini yapmış,<br />

üzerine yüklemeleri koymuş ve çatlamaların başladığı yerleri tespit etmiş. Bu madde üzerinde<br />

gerilimlerin arttığı, yoğunlaştığı yeleri görmek mümkün. Sonra jiletle yontmuş çeşitli yerleri ve<br />

sonun da gerilme birikimleri artık görülmeye başlamış. Yani gerilme sınır boyunca eşit bir<br />

şekilde dağılmış. Mustafa’nın fikrine göre iyi köprü o profilde olandır. Bir özel hal olarak da<br />

köprü yerine bir düzlem almış, bir de bacak yapmış buna. O bacağın yapıştığı yeri yuvarlatmış<br />

ve yine o bulduğu şekilde hiç birikim almayacak biçimde yontmuş. O bulduğu profili musluktan<br />

suyun akışına benzetmiş. Bana anlattı bunları ve ‘ona benzetiyorum, hakikaten idantik mi?’<br />

diye sordu. Onun üzerine ben bütün problemi ele aldım. Bu problemle ilgili hepsi birbirini<br />

tamamlayacak şekilde beş altı tane yazı yazdım. Alkış da kazandım. Hatta İnönü Ödülü bunun<br />

için verildi bana. Fakat böyle alkış için iş yapmak iyi bir şey değil. İnsan zannediyorum ki kendi<br />

problemini bütün gücü ile yapabildiği kadar götürmeye çalışırsa bilime çok daha iyi bir katkısı<br />

olur…”<br />

İTÜ Emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Erdoğan Şuhubi Cahit Arf’in mühendislik matematiği<br />

konusunda yaptığı çalışmaların önemini şöyle vurguluyor: “… Cahit Arf’in elastisite kuramında<br />

serbest sınır değer problemleriyle ilgili çalışmaları bilgim içinde bu konudaki literatürde ilk ve<br />

tek örneği oluşturmakta ve geniş bir problem sınıfı için tüketici bir çözüm ortaya koymaktadır.<br />

Açtığı yeni ufuklar nedeniyle gerek matematikçilerin gerekse mühendislerin üzerine üşüşmesi<br />

beklenirken yurt dışında bu çalışmaların ne yazık ki lâyık olduğu ilgiyi görmediği<br />

gözlemlenmektedir. Sanırım bunun nedeni yayınların hemen tümünün, yabancı dilde olmakla<br />

beraber, ulusal dergilerde yer alması, dolayısıyla geniş bir araştırıcı kitlesinin dikkatini<br />

çekmemesidir. Halbuki konu şimdi oldukça günceldir. Belki de yakın gelecekte başka bir<br />

araştırıcının, Arf’in bulgularını bağımsız olarak yeniden keşfettiğine tanık olacağız.” (Not: Bu<br />

yorum 1981 yılında yapılmıştı).<br />

Cahit Arf’i bir dönem ÇNAEM (Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi)’ nde<br />

bilimsel çalışmalar içinde görüyoruz. 1960 yılında ÇNAEM ini kurmak üzere görevlendirilen ve<br />

Cahit Arf’in Göttingen’den yakın arkadaşı olan İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü<br />

öğretim üyesi olan yakın arkadaşı Prof. Dr. Sait Akpınar, 1963 te Cahit Arf’i merkeze davet<br />

ediyor. “Cahit Bey, hayatının en iyi çalışmasını Çekmece’de yaptığını söyler” diyor Prof.<br />

Akpınar. O dönemi Cahit Arf’in kendisinden dinleyelim: “… 1963-64’te Çekmece de iki delikanlı<br />

vardı. Birisi Kaya, birisi Ercüment. Genç ve hevesli gençlerdi. Sait Akpınar o zaman Çekmece’<br />

nin müdürü idi. Bunları benimle tanıştırdı. Çocukların hevesleri benim de pek hoşuma gitti.<br />

Yardım etmek amacıyla iki üç ay kadar Çekmece’ ye gittim, onlarla birlikte. Onlar istatistik fizik<br />

ile, plazma ile uğraşıyorlardı (merkezde Arf ve iki genç araştırmacı istatistik mekaniğin temel<br />

yaklaşımlarından birinin matematiksel temelini oluşturan partisyon (bölüm) cebri üzerinde<br />

çalışıyorlardı). Burada ilginç olan şey o çocuklarla çalışma tarzım idi. Bir odamız vardı. Üçümüz<br />

oturuyorduk. Tahta vardı<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 66<br />

Tahtada da daima bir şeyler yazılıydı. Birgün birimiz gelir, sabahtan akşama kadar<br />

konuşurdu. Birbirimize anlattığımız şeyler tahtada kalıyordu. Akşam her birimiz evimizde ayrı<br />

ayrı düşünüyorduk. Hatta telefonla bile o<br />

tartışmalar devam ediyordu. Ertesi günü<br />

tekrar o düşündüklerimiz üzerinde devam<br />

ediyordu o tartışmalar. En sonunda formalizm<br />

oluştu. Yani çalışma tarzı hep böyle. Gündüz<br />

gevezelik etmek, akşam düşünmek; böyle<br />

sürekli devam ediyor. Hatta bu konuşmalar<br />

giderken gelirken minibüste de devam<br />

ediyordu. Tartışmaları yaparken de kendimize<br />

özgü bir dil kullanıyorduk. Örneğin bir kümenin<br />

içindeki parça kümelere, kümenin<br />

partisyonuna (bölümüne) bir operatör diyelim.<br />

Zaten asıl temel kavram olarak da oydu<br />

sanıyorum. Bölüm operatörü, iki bölüm<br />

operatörü vardı o zaman. Birisinin belirttiği<br />

parçalar, parçacıklar, öbürünün parçalarını<br />

içeriyorsa, öbürünün parçalarının birleşimi<br />

şeklinde ise o zaman o birinci bölüm<br />

operatörüne öbürünün babası diyorduk ve<br />

minibüste bu dille konuşuyorduk. Ağa-babalar, çocuklar, torunlar,…karman çorman. Şöför de<br />

dinliyordu bizi. ‘Hepsi deli bunların’ derdi.<br />

Bilim Dünyasının Cahit Arf’i Değerlendirişi<br />

Cahit Arf’in çalışmalarıyla ilgili olarak , ODTÜ Matematik Bölümü Öğretim Üyesi Prof.<br />

Dr. Mehpare Bilhan şunları söylemektedir: İlk araştırması 1939 yılında yayınlanan Cahit Arf,<br />

cebir, sayılar kuramı, elastisite kuramı, analiz, geometri ve mühendislik matematiği gibi çok<br />

çeşitli alanlarda yaptığı çalışmalarla matematiğe temel katkılarda bulunmuş, yapısal ve kalıcı<br />

sonuçlar elde etmiştir. Cahit Arf’in çalışmaları, öyle derin, öyle özgün fikirler ve ince hesaplarla<br />

doludur ki, bunları, o alanda uzman olmayan matematikçilere dahi anlatmak güçtür.”<br />

ODTÜ Matematik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Koç, Cahit Arf in matematik<br />

dünyasındaki ününü ve saygınlığını anlatırken şunları söylüyor: “İngiltere’de bulunduğum 1970<br />

li yıllarda Londra Üniversitesi’nin Kraliyet Koleji adı verilen bölümünde, ‘Quadratic and<br />

Hermitian Forms’ adlı bir ders izlemiştim. Ders, ünlü İngiliz matematikçilerinden Frölich<br />

tarafından veriliyor ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş matematikçiler tarafından<br />

izleniyordu. Sözgelimi, bunlar arasında bugün yerel sonlu grupların en ünlü isimlerinden olan<br />

( o zaman da ünlüydü) O. Kegel de vardı. Bu derste kuvadratik formlara ilişkin bir değişmez<br />

bazı durumlarda disc(q), bazı durumlarda da Arf(q)olarak ifade ediliyordu ve en sık kullanılan<br />

biriydi. Topolojide de uygulama alanı bulan bu kavram daha sonra öylesine genelleştirildi ki,<br />

modüller için olan doğal genellemesine bile ‘Klasik Arf Değişmezi’ denildi.”<br />

Prof. Dr. Koç’u dinlemeye devam edelim: “Cebirsel sayılar kuramı derslerinin ana<br />

bölümlerinden birini Hasse-Arf Teoremi oluşturur. Yukarıda sözünü ettiğim Kraliyet Koleji’nde<br />

dünyanın en önde gelen birkaç matematikçisinden biri olan J.P. Serre’ in bir konferansı<br />

olduğunu duydum. Dinlemeye gittiğim bu konferansın temel konusu da işte Hasse-Arf Teoremi<br />

idi.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 67<br />

Sabancı Üniversitesi Rektörü ve matematikçi Prof. Dr. Tosun Terzioğlu Arf’in<br />

çalışmalarının kalıcılığını şu sözlerle anlatıyor: “Cahit Arf bir matematikçiydi. Belki çok fazla<br />

makale yazmadı. Çünkü, özellikle matematikte mükemmeliyetçiydi. Zor beğenirdi. Tam<br />

çözümler arardı ve bu nedenlerle her yaptığını makale haline getirmeyi düşünmezdi. Başta<br />

cebirsel sayılar kuramı olmak üzere geometride, analizde, elastisite kuramında eserler verdi.<br />

Yirminci yüzyılın dar alanlarda uzmanlaşmak gerektirdiğini düşünürsek, bu kadar yaygın alanda<br />

çaba göstermiş oluşunu da yadırgayabiliriz. Amerika, Almanya, Fransa, Rusya, İngiltere gibi<br />

bilim geleneği kökleşmiş ve güçlü, aktif matematikçi sayısı yüksek ülkelerden birinin bilim<br />

insanı da değildi. Yine de Arf in katkılarını zamanın eleğinden geçirelim biz. İşte o sınavın<br />

sonucu olağanüstü gerçekten. 1941 yılında yayınlanmış makalesinde 90’lı yıllarda bile hala<br />

birçok atıf var. Adı klasik matematik kitaplarında yer alıyor. Topolojide bir değişmeze Arf<br />

değişmezi deniliyor. Literatürde Arf halkaları, Arf kapanışı gibi terimlerle karşılaşıyoruz. Bir de<br />

bu 20. yüzyılın büyük Alman matematikçilerinden olan Helmut Hasse’ nin ismiyle birlikte anılan<br />

‘Hasse-Arf teoremi’ var. Bazı atıfları bulmamız için gayret göstermemiz gerekecek; çünkü<br />

makalenin yazarı Arf’ i bir matematik simgesi, bir matematik gösterimi olarak kullanmış. Bu<br />

harflerin bir Türk matematikçisinin soyadı olduğunu düşünmeden… O kadar iç içe geçmiş<br />

matematikle Cahit Arf ismi.<br />

Cahit Arf’in matematiğe yaklaşımı hakkında ODTÜ Matematik Bölümü’ nden Prof. Dr.<br />

Aydın Aytuna’nın söyledikleri onun derinliğini ve titizliğini doğrular nitelikte: “Cahit Hoca’ nın<br />

matematiğe yaklaşımı yapısaldı; anlamağa, inşa ve sınıflandırmağa yönelikti. Bir teoremi<br />

perspektife oturtup aşikar oluncaya dek yeniden ispat edilmesi gerektiğini söylerdi.<br />

Matematiğin insan yapısı evreninde, estetiği ve zerafeti daima ön planda tutan bir ustaydı<br />

Cahit Hoca.”<br />

ODTÜ Matematik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şafak Alpay’ın sözleri de Prof. Dr.<br />

Aytuna nın söylediklerini tamamlıyor: “Cahit Hoca’nın her probleme özgün bir yaklaşımı<br />

vardır. Yaklaşımlarının ortak yanı, daima değişmez olanların aranmasıdır.”<br />

Akdeniz Üniversitesi Matematik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Halil İ. Karakaş,<br />

uluslararası alandaki saygınlığını şu sözlerle anlatıyor: “Doktora sonrası araştırma yapmak için<br />

1976 yılında Almanya’ya gidince Arf’in yurtdışında, yurtiçindekinden daha çok üne sahip<br />

olduğunu gördüm. Arf’in öğrencisi olduğum için ‘özel’ ilgi gördüğümü hissediyordum.<br />

Almanya’da Arf’in hocası H. Hasse yi tanıdım. Beni başkalarına ‘ Türkiye’ den matematiksel<br />

torunum’diye tanıtıyordu.<br />

İTÜ Makine Mühendisliği Bölümü Öğretim Prof. Dr. Erdoğan Şuhubi’ nin Cahit Arf için<br />

söyledikleri, onun nasıl farklı bir matematikçi tipi olduğunu ortaya koyuyor: “ Cahit Bey’le<br />

yakınlaşmak fırsatını İnşaat Fakültesi Matematik Profesörü Tevfik Okyay Kabakçıoğlu<br />

aracılığıyla dolaylı yoldan buldum. Yurtdışına gittiği 1958 yılında, son sınıf uygulamalı mekanik<br />

opsiyonu öğrencilerinin bir yarı yıllık mühendislik matematiği dersini vermesini, arkadaşı Cahit<br />

Bey’den rica etmiş. O da bu yükü kabullenmişti.bu dersin güzel ve oldukça kapsamlı bir içeriği<br />

olmasına karşın, genelde bu içeriğin az bir kısmı epeyce yüzeysel verilir ve öğrenciler<br />

tarafından bu opsiyonun en kolay dersi olarak değerlendirilirdi. Cahit Bey, bu dersi vermeyi<br />

üstlenince öğrenciden çok fazla sayıda asistan da bu dersi izlemeğe başladı. Dersin içerdiği<br />

konuların önemli bir kısmını çalışmalarımızı yürütebilmek için çoğumuz kendi başımıza<br />

incelemek, bilgilerimizi derinleştirmek, uygulamak becerisi kazanmak zorunda kalmıştık.<br />

Dolayısıyla, çoğumuzun niyeti bir şeyler öğrenmekten çok Cahit Bey’i yakından görmek ve<br />

gözlemlemekti. Ancak, dersler başladıktan hemen sonra durum birden değişti. Cahit Bey’in<br />

konuları ele alışı, bu konuları anlayışı ve derinliğine özümseyişi, dinleyenleri o zamana kadar<br />

hiç de akıllarına gelmemiş doğrultularda düşünmeğe yönlendirişi, çok farklı bir matematikçi<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 68<br />

tipiyle karşı karşıya olduğumuzu bize gösterdi. Cahit Bey’in ne kadar büyük, özgün düşünebilen<br />

bir matematikçi olduğunu esas itibariyle o dersler boyunca algıladığımı söyleyebilirim.”<br />

ODTÜ Matematik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Turgut Önder yurtdışındaki<br />

matematikçiler arasında ne kadar çok tanındığından, adının konuyla ilgili her türlü yayında<br />

geçtiğinden bahsediyor: “ Öğrencilik yıllarımda Cahit Arf’in yurtdışında da ünlü olduğunu<br />

duymuştum. Ama, bunun ne kadar doğru olduğunu doktora için yurtdışına gittiğimde ve daha<br />

sonraki yıllarda yaptığım yurtdışı temaslarda daha iyi anlayacaktım. Cahit Arf’in en önemli<br />

buluşlarından birisi, Arf değişmezi, aslında cebir sahasında yapılmış bir buluş olmakla beraber<br />

en önemli uygulama alanlarından birisini topoloji adlı matematik dalında bulmuş, cebirsel ve<br />

diferansiyel topolojide birtakım klasik ve çözülmemiş problemlerin çözümünde en önemli<br />

araçlardan birisi olmuştu. Örneğin, ünlü Poincare tahmininin diferansiyellenebilir<br />

versiyonunun beşten yukarı boyutlarda genel olarak doğru olmadığının ispatı John Milnor’ un<br />

ünlü egzotik kürelerinin varlığı gösterilerek yapılmıştı. Bunu gösterirken en önemli araçlardan<br />

birisi Arf değişmeziydi. Bu nedenle Arf değişmezi topolojiciler arasında çok iyi biliniyordu.<br />

Yurtdışındayken, Türk olduğumu söylediğim zaman bana mutlaka Cahit Arf hakkında sorular<br />

soruyorlardı. Bu da beni gururlandırıyordu. Arf değişmezi Cahit Arf’ ten daha ünlü olmuştu.<br />

Cahit Bey’in kendisi dahi, içinde topolojicilerin de bulunduğu bir toplulukta kendisini ‘Cahit Arf’<br />

diye tanıttığı zaman, heyecanlanarak ‘yani siz Arf değişmezi Arf’ misınız’ diye sorabiliyorlardı.<br />

Örneğin, böyle bir olayı Yale Üniversitesi öğretim üyelerinden Ronnie Lee’ den dinlemiştim.<br />

Princeton da iken Cahit Arf’ a bu soruyu sormuş o da arkasından topoloji ile ilgili sorular<br />

geleceğini sezip, o muzip haliyle zekice gülerek, ‘evet, ama ben Arf değişmezini hiç bilmem’<br />

diye cevap vermişti.”<br />

Cahit Arf’in matematiğe ve kuramsal bilimlere yaklaşımını da Prof. Dr. Önder’den<br />

dinleyelim: “ Cahit Arf’ten almış olduğum Cebirsel Sayılar Kuramı dersinde konuları ele<br />

alışındaki olağandışı, olayın daima özünü yakalamaya çalışan, biraz da felsefi yaklaşım tarzını<br />

daha yakından gözlemleme olanağı buldum. Cahit Hoca’nın seminerleri izlerken konuşana<br />

soru soruş tarzı da bu tür bir yaklaşımla yakından ilgiliydi. Kolay bir şey değildi Cahit Hoca’ nın<br />

önünde seminer vermek. Konuşana hep ‘bunu neden yapıyorsun’ diye sorardı. Rastlantılar<br />

üzerine kurulmuş veya sınama-yanılmaya dayanan, sistemli bir düşünüşle elde edilmemiş<br />

sonuçları pek sevmezdi. Sırf bir araştırma olsun diye veya salt genelleme yapmış olmak için<br />

kullanılan yüzeysel yaklaşımlar derhal tepkisini çekerdi. Bu arada hantal bir mekanizma veya<br />

yapay bir teknolojiyle elde edilen sonuçlara da epey içerlerdi. Bu tür kuram ve yöntemlere<br />

‘galaktika’ derdi. Ona göre, bunlarla elde edilen sonuçlar çok daha doğal ve temel<br />

matematiksel kavramlarla işin özüne inilerek elde edilmeliydi. Her değerli kuramın veya ispatın<br />

arkasında aslında doğal, iyi düşünülmüş sistemli geliştirilmiş bir fikir olması gerektiği şeklindeki<br />

temel felsefeyi ilk olarak Cahit Hoca’dan öğrendim.”<br />

Uzun yıllar ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi’nde fizik profesörü olarak çalışan, daha sonra<br />

da Sabancı Üniversitesi’ nde bilim tarihi üzerine çalışmalarını sürdüren ve 2007 yılında<br />

yitirdiğimiz Prof. Dr. Erdal İnönü Cahit Arf’in bilime yaklaşımını şu sözlerle anlatıyor: “Cahit Arf’<br />

in en önemli özelliği, herşeyin aslını anlamaya çalışmak olmuştur. Birisi bir konuşma yaparken,<br />

anlamadığı yeri hemen sorardı. Hiç bir şeyden çekinmezdi, onun için önemli olan anlamaktı;<br />

bilime değer veren bir insan olarak anlamak, araştırıcı zekâsını kullanarak olayların nedenini<br />

anlamak … Onun için anlamak, söz konusu eğer matematikse, birtakım uzun ve karışık<br />

hesaplarla bulunmuş sonucu temel yapının özelliklerinden doğrudan doğruya sezebilmek,<br />

öteki bilimlerde de gözlemlenen olayı gene bir matematiksel model yardımıyla bir nedensonuç<br />

ilişkisi haline getirebilmek demekti. Bu görüşle, sosyal bilimlerde geçerli olacak<br />

matematiksel yapılar arayışını hep özendirdi.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 69<br />

Prof. Dr. Gündüz İkeda Cahit Arf’in gençlik rüyasını şu sözlerle anlatıyor: “ …Cahit Bey<br />

bana sık sık söylerdi. ‘Benim en büyük arzum abelyen olmayan sınıf –cisim kuramını kurmaktır.’<br />

Başlangıçta oldukça düzensiz kurulmuş olan ‘global’ ve ‘lokal’ kuramlar, çeşitli<br />

matematikçilerin katkılarıyla düzenli hale getirilmiş, özellikle 1940 yılında C. Chevalley’ in<br />

global kuramı lokal kuram üzerine çok güzel bir şekilde kurmasından sonra, bu iş artık<br />

tamamlanmış sayılmıştır. Ancak abelyen sınıf-cisim kuramlarının adlarından da anlaşılacağı<br />

üzere bu kuramlar bir cismin abelyen cisim genişlemeleri için geçerli olan (global ve lokal)sınıfcisim<br />

kuramlarının kurulması, yani abelyen olmayan ( non-abelyen) sınıf-cisim kuramlarının<br />

icad edilmesi, çok arzu edilmektedir. Bu çok zor problem halen tam olarak çözülmüş değildir<br />

ve her iddialı matematikçinin ilgisini çeken bir sorudur. İşte Cahit Bey’in çözmeyi çok arzu ettiği<br />

problem de budur. Tahminime göre, Cahit Bey’in, Ecole Normale’ de bulunduğu günlerden<br />

beri bu problem ile ilgilenmekte olduğu muhtemeldir. Not olarak hatırlatayım, E. Galois kendisi<br />

de bir zamanlar Ecole Normale’ de idi. Ben Cahit Bey’in bu arzusuna, onun gençlik rüyası<br />

diyeceğim.<br />

Kendisinin gençlik rüyası ile ilgili ilk çalışma, 1955 yılında Hamburg da yayınlanmış olan<br />

ve ‘Construction of the seperable closure of the field of formal power series of characteristic<br />

p’ adını taşıyan makale olmuştur. Bu, kendisinin abelyen olmayan lokal sınıf-cisim kuramını<br />

kurmak yönünde attığı ilk somut adımdır. Bu makalenin varlığını, Japonya’da iken, Y.<br />

Kawada’nın bir çalışmasından öğrenmiştim. Kanaatımca bu çalışma, Cahit Bey’in yaptıkları<br />

arasında en önemli olanlarından biridir. Cahit Bey, bu başarıyı elde ettikten sonra, geliştirdiği<br />

formalizm ile abelyen olmayan lokal sınıf-cisim kuramını kurmağa koyulmuştur. Özellikle,<br />

1965-1967 yılları arasında Institute for Advanced Study, Princeton ve diğer Amerikan<br />

üniversitelerinde bulunduğu sıralarda, bu konu üzerinde ne kadar yoğun çalıştığını, kendisinin<br />

sonradan bana gösterdiği 500 daktilo sayfasını aşan ince hesaplardan bizzat görmüştüm…”<br />

Prof. Dr. İkeda’ nın Cahit Arf ile ilgili düşüncelerini dinlemeğe devam edelim: “… O bir<br />

fikir adamıdır, enerji doludur. Her probleme kendine özgü bir yaklaşımı vardır. Yaklaşımının<br />

karakteristiği bütüncüllüktür; daima değişmez olanları arar ve var olan kuramların<br />

birleştirilmesinden çok, yeni yapılar kurmayı tercih eder. Bir probleme yaklaşımını belirler<br />

belirlemez, ona enerjik bir biçimde dalar ve vazgeçmez. Cahit Arf’ in çalışmaları incelenirse,<br />

bunların özgünlükle ve yorucu hesaplarla dolu olduğu görülür. Cahit Arf’ in ilhamını nereden<br />

aldığı ve en karmaşık problemlere nasıl giriştiği insanı şaşırtır. Cahit Arf’ in her çalışması temel<br />

ve derin bir çalışmadır; daha sonraki araştırmalarda sık sık kullanılmıştır. Bu, Cahit Arf’ in<br />

çalışmalarının yepyeni görüşler ve fikirlerle dolu oluşu demektir.”<br />

… Belki bütün bilim dallarında olduğu gibi iki tür matematikçi var: Tek tük problemler<br />

üzerinde, yani merak ettiği problemler üzerinde çalışanlar var. Çözülmemiş problemler onlar<br />

için dayanılmaz bir çekiciliğe sahiptir. Bir de genel bir sistemi ele alarak çalışanlar,’ bu sistemi<br />

nasıl karakterize edeceğim, benzer sistemler olduğunda bunları nasıl ayırdedebilirim?’ diye<br />

düşünenler var. Cahit Bey bu sınıfa giriyor.” Prof. Dr. İkeda tek tek problemlerle uğraşanları<br />

askere, Cahit Arf gibi bir sistemle uğraşanları generallere benzetiyor.<br />

Prof. Dr. Halil İ. Karakaş Cahit Arf’in ODTÜ günlerini şöyle anlatıyor: “Arf’in ODTÜ<br />

Matematik Bölümü’ne gelmesiyle zaten var olan canlılık iyice arttı. O dönemde oluşturulan<br />

ortam ve kazanılan ivmenin, ODTÜ Matematik Bölümü’ nün gelişiminde önemli payı olduğu<br />

bir gerçektir. Pek çok meslekdaşımla o günleri hâlâ özlemle anarız. O dönemde sürekli<br />

seminerler yapılır, yolda yürürken, yemek saatlerinde, otobüsle şehirden üniversiteye veya<br />

üniversiteden şehre giderken matematik konuşulurdu. Bu konuşmalar sırasında Cahit Arf in<br />

matematiğin çeşitli dallarındaki kavramlara ne denli vakıf ve hakim olduğunu gözlemliyor,<br />

deyim yerindeyse hayran oluyorduk.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 70<br />

Prof. Dr. Hilmi Demiray, Cahit Arf ile ilk defa TÜBİTAK Bilim Ödülü aldığı törende<br />

karşılaştığını söylüyor ve onunla ilgili izlenimlerini “Cahit Bey’in ödül konuşmasından çok<br />

etkilendim. Sonra çeklerimizi almak üzere TÜBİTAK binasına geldiğimizde onu daha yakından<br />

tanımak fırsatı buldum. O zaman anladım; insan büyüdükçe ne kadar alçakgönüllü olabiliyor…<br />

Bir sözü vardı: ‘Bilim insanlığı bir meslek değil, bir yaşam biçimidir.’ Bunu en iyi uygulayan da<br />

yine kendisidir. Bugün 83 yaşına (1974 yılı) gelmiş olmasına rağmen hâlâ matematikle, bilimle<br />

bütünleşmiştir… Bütün hayatını gençleri yetiştirmeye adadı. Gösterişli hayattan sürekli kaçan<br />

biriydi. Çoğu insan diplomayı alıp bir yerlere gelmek; profesör, rektör olmak isterken onda bu<br />

yoktu…”<br />

Cahit Arf’ in Türkiye’ de Bilim Ve Teknolojinin Gelişimindeki Rolü<br />

Cahit Arf bir pür<br />

matematikçidir.<br />

Ülkemizin<br />

matematikteki simge<br />

ismidir. ODTÜ’ nün<br />

dünyada saygınlığı olan<br />

bir yer konumuna<br />

gelmesinde payı elbette<br />

büyüktür. Ancak bu<br />

büyük ismi yalnızca<br />

matematikte<br />

yaptıklarıyla<br />

değerlendirmek haksızlık<br />

olur. Cahit Arf matematiğin dışında, ülkemizde temel bilimlerin özellikle fizik biliminin<br />

gelişiminde de etkin bir rol oynamıştır. Cahit Arf, matematik ve temel bilimlerin öneminin<br />

yanında uygulamalı bilimlerin de önemini kavrayan, teknolojinin gelişiminin ülkemiz açısından<br />

yaşamsal rolünü çok iyi bilen bir matematikçiydi. Onun yaşamı tüm bu söylediklerimizin canlı<br />

bir örneği oldu.<br />

Cahit Arf’in bilim ve teknolojinin gelişiminde ülkemize sağladığı katkıları Prof. Dr. Erdal<br />

İnönü’ den dinleyelim: “… Kendisiyle TÜBİTAK’ ta da beraberdik. Cahit Arf daha başından beri<br />

TÜBİTAK’ ın kurulmasına büyük emek harcadı ve Bilim Kurulu’ nun ilk başkanı oldu; ben de<br />

başkan yardımcısıydım. Orada büyük saygınlığı sayesinde, siyasete hiç karışmadan doğrudan<br />

doğruya bilimsel araştırmaya katkı yapacak bir doğrultuda TÜBİTAK’ ın gelişiminde birinci<br />

derecede rol oynadı.<br />

Cahit Arf bir pür matematikçidir; ama uygulamaya da önem verir. TÜBİTAK’ ın sadece<br />

kuramsal araştırmalar yapan bir yer değil, doğrudan doğruya uygulamaya da yardımcı olacak,<br />

pratik araştırmaları da yaptıracak bir kuruluş oluşuna çok önem vermişti. Örneğin, ilk kurulan<br />

araştırma alt-bölümü tarımla ilgiliydi. Sonra diğerleri de kuruldu. Gebze’ de bulunan araştırma<br />

merkezi (Marmara Araştırma Merkezi) de mühendislik üzerine kuruldu. Temel bilimler daha<br />

sonra geldi. Halbuki kendisi de temel bilimciydi. Doğaldır ki uygulamanın değerini bilmeden<br />

temel bilim yapılmaz, çünkü bilim hayat için gerekli birşeydir. Bu uygulamalı işlere girmesi de<br />

önemli bir yönüdür Cahit Arf’ in.<br />

Cahit Bey Bilim Kurulu’ na, ya da araştırma gruplarına üye seçerken adayların eylemli<br />

olarak araştırma yapıp yapmadıklarına bakardı. Bir sefer, yasaya göre özel kesimi temsil<br />

edecek birisini ararken, olası bir aday olarak önerilen, Ankara da bir vinç fabrikası kurmuş<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 71<br />

sanayici Doç. Dr. Orhan Işık’ı görmeye gitmiştik Rahmetli Işık’ı, atölyede, işçi tulumu içinde<br />

çalışırken görünce, ‘tamam’ demişti. ‘İşte aradığımız insan’. Onun deyimiyle, iyi araştırıcılar,<br />

gerektiğinde ‘tenekecilik’ yapmasını bilenlerdi.<br />

… Bilimi Türkiye’ de sevdirmek için çok uğraşmıştır Cahit Arf. Türkiye’ ye bağlı olmasa<br />

Türkiye de kalmazdı. Bu kadar yetenekli bir insan, Amerika da, Avrupa da, her yerde el üstünde<br />

tutulacak bir değerdir…”<br />

Prof. Dr. İnönü TÜBİTAK’ ın kuruluşu ile ilgili söyledikleri ise Cahit Arf’in ülkemiz bilimi<br />

açısından vazgeçilmez önemini vurgular nitelikte: “TÜBİTAK’ ın, hızlı gelişmeye olanak veren<br />

reformcu bir yasayla kurulmuş olduğu genellikle kabul edilir. Bu başarıda birçok bilimcimizin<br />

payı vardır. Ama, Cahit Arf’in katkısı bence hepsinden üstündür. Çünkü, başka bir boyutta,<br />

saygınlık ve güvenilirlik boyutunda etkisini göstermiştir.gerek bilim çevrelerimizde, gerek<br />

Turhan Feyzioğlu, Süleyman Demirel gibi siyaset adamlarımızda, Cahit Bey’in bilgisine ve<br />

içtenliğine duyulan büyük güven olmasaydı, yasa tasarısının hazırlanış ve kabulü sırasında<br />

önümüze çıkan çeşitli engelleri aşamazdık. Sonuçta TÜBİTAK ya hiç kurulmazdı, ya da çok<br />

yetersiz bir yasa ile ortaya çıkardı.”<br />

Cahit Arf’ in matematik<br />

dışındaki bilim alanlarına<br />

yaklaşımını yine İnönü’den<br />

dinleyelim: “ … Öteki büyük<br />

hocalardan farkı, kendi alanı temel<br />

matematik dışındaki konularla da,<br />

özellikle üniversiteye yeni katılan<br />

gençlerin araştırmalarıyla yakından<br />

ilgilenmesiydi. Örneğin, kuramsal<br />

fiziğe çok merakı vardı. Kuvantum<br />

mekaniğinde olanak verdiğini<br />

anlamaya çalışır, hep daha geniş<br />

genellemeler yapılamaz mı<br />

sorusunu sorardı. 1952-1953 ders<br />

yılında kısa bir süre İstanbul<br />

üniversitesi’ nde konuk araştırmacı olarak bulundum. Cahit Bey, doktoralarını tamamlamış ve<br />

araştırma yaşamına yeni başlamış yetenekli genç kuramsal fizikçilerin verimli çalışabilmeleri<br />

için İstanbul Üniversitesi’ nde Kuramsal Fizik Enstitüsü kurulmasında öncülük etmişti. Bu<br />

konuda senatoyu ikna etmiş ve yeni enstitünün kurucu müdürlüğünü, yönetim görevlerini hiç<br />

sevmemesine karşın, üzerine almıştı. Türkiye’de canlı bir araştırma ortamının var olabileceğini<br />

ve verimli sonuçlar vereceğini ilk kez gösteren merkezlerden biri o enstitü olmuştu. Cahit Arf’<br />

in başkanlığında, Feza Gürsey, Fikret Kortel ve benim kuramsal fizikçi, Giacmo Saban ve Asım<br />

Özkan’ ın matematikçi olarak katıldığımız seminerlerde, her hafta birisi yaptığı bir araştırmayı<br />

anlatıyor ve Cahit Bey, sorularıyla konu üzerinde başka incelemeler yapılmasını özendiriyordu.<br />

Feza Gürsey’in, kendi bulduğu, konform değişmezliği olan bir doğrusal olmayan parçacık<br />

denklemini anlatmasından birkaç gün sonra Fikret Kortel bu denklemin bir çözümünü elde<br />

etti.benim gruplar kuramının bir uygulaması olarak anlattığım araştırmaya Cahit Bey başka bir<br />

yaklaşım önerdi ve ben de bu şekilde çalışmamı daha ileri götürmek olanağı buldum.”<br />

Prof. Dr. Sait Akpınar, Arf’in matematik dışındaki konulara merakını anlatırken şunları<br />

söylüyor: “Cahit bey, matematikten başka bir şeye önem vermiyormuş gibi görünürdü ama bir<br />

fizik problemi üzerine kuramsal fizikçilerle konuştuğum zaman, onların hepsinden daha iyi bir<br />

fizik anlayışı olduğunu görüyordum.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 72<br />

ODTÜ emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Halim Doğrusöz, matematik dışındaki alanlardaki<br />

yol göstericiliğini şu sözleriyle vurguluyor: “Cahit Hoca ‘kendi işim’ dediği matematiğe tutku ile<br />

bağlı bir insandı, ama matematiğin bilimin her alanında seçkin bir yerinin olduğu bilincinde idi<br />

ve diğer alanlardaki kullanım olanaklarına derin bir nüfuzu vardı. Bütün bilim dallarına mensup<br />

bilimcilerle, onların araştırma konularını tartışır ve çoğu kez, bu araştırmalarda hangi<br />

matematik tekniğin veya aletin kullanılabileceği hakkında önerilerde bulunurdu. Çoğunlukla<br />

da bu öneriler işe yarardı. Bazen da tıkanmış bir araştırmanın yolunu açar ve hatta yepyeni bir<br />

yaklaşımın yol göstericisi olurdu. En çok konuştuğu kişiler fizikçiler ve mühendislerdi.”<br />

Cahiğt Arf’in açık ve derin ufkunu, kavrayış gücünü bir de Boğaziçi Üniversitesi<br />

Matematik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rahmi Güven den dinleyelim: “… Cahit Bey’i<br />

yakından tanımam Yavuz nutku sayesinde oldu. Yavuz 1973 yılında Amerika’dan dönmüş,<br />

Subrahmanyan Chandrasekhar’ dan, John A. Wheeler’a uzanan bir ekseni de bizlere o<br />

taşımıştı. Cahit Bey, Yavuz’ u öğrenciliğinden tanıyor ve görelilikten anlıyordu. Sanıyorum<br />

Toronto’ da çalışırken, ünlü görelilikçi J.L. Synge ile aynı ofisi paylaşmiş. Kuramsal fiziğe olan<br />

ilgisi ise çok eskilere gidiyor. Göttingen’ de iken kuramsal fizik seminerlerine katılmış, hatta<br />

elektrodinamikçi Abraham, Cahit Bey’i kuramsal fiziğe geçmesi için epey teşvik etmiş. Türkiye<br />

de ilk kuvantum mekaniği dersini veren de bildiğim kadarıyla Cahit Arf’ tir.<br />

Cahit Bey’in Yavuz’la tartışmalarını dinlemek eğitici oluyordu. Göreliliği anladıkça<br />

görüyordum ki, Cahit Bey’in de görelilik hissi iyi. Örneğin, bir öğle yemeğinde: ‘Siz fizikçiler<br />

Einstein denklemlerini bir lokal koordinat sisteminde çözüyorsunuz. Haritaları yapıştırmak,<br />

çözümün global yapısını anlamak lâzım’ diye tutturmuştu. Yavuz da: ‘Biz de artık öyle<br />

yapıyoruz’ diye anlatmağa koyulmuştu. Sonra Hawking-Ellis kitabını biraz çalışınca fark ettim<br />

ki, Cahit Bey bize ‘ maksimal analitik açma’ nın önemini vurguluyor! Bu devirde görelilikte yeni<br />

kullanılmağa başlanan, ancak en yeni ders kitaplarında bulunabilen bir teknikti.<br />

Benzer bir deneyimi dış diferansiyel formlarda yaşadık. Dış formları öğrendiğimizi fak<br />

eden Cahit Bey, bir dizi seminer başlatmıştı. İlk seminerlerin birinde cebinden kırmızı kaplı,<br />

kareli, küçük bir bloknot çıkardı. El kadar bu bloknot Elie Cartan’ ın dersinden kalmaymış!<br />

Bloknotun bir sayfasında, inci gibi bir yazıyla kaydedilmiş Cartan yapı denklemleri duruyor ve<br />

hayatta Cartan’ olan arakesitimizin boş olmadığına tanıklık ediyordu. Daha sonra, sanıyorum<br />

1976 yılında, Cahit Bey bize kısmi diferansiyel denklemlerin dış formlarla çözümünü<br />

anlatmaya başaldı. İk boyutlu dalga denklemini örnek alıyor ve hep ‘ideallerin kapanması’<br />

gerektiğinin vurguluyordu. O günlerde Physical Review Letters dergisinde çıkan makalenin<br />

Metin Gürses’ le beni epey şaşırttığını hatırlıyorum. Fiziğin bu en saygın dergisinde çıkan<br />

makalede kullanılan teknikler Cahit Bey’in bize anlattığı şeylerdi.”<br />

Cahit Arf’in Özgürlük Anlayışı, Toplumsal Olaylar Karşısındaki Tutumu<br />

Ve<br />

Gençlere Önerileri<br />

İlk önce büyük matematikçimizin özgürlük konusunda neler düşündüğünü öğrenelim:<br />

“Bir toplumda yasaların sağladığı özgürlük yanında kişinin kendi kendisine sağlayabildiği,<br />

hatta yasaların birçok doğal özgürlüklerin varlığını kısıtladığı hallerde bile sağlayabileceği,<br />

daha önemli bir özgürlük, bütün diğer özgürlüklerin temelini oluşturur. Önyargılardan<br />

kurtulmak diye adlandırabileceğimiz bu özgürlük, toplum yasaları ile değil, kişinin çok çetin bir<br />

uğraşısı ile kazanılır ve hiçbir zaman da tam olarak kazanılmaz. Gerek kişisel, gerekse<br />

toplumsal mutluluğumuzun ilk koşulu olarak kendimizi önyargılardan bilinçli bir şekilde<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 73<br />

arındırmak suretiyle her türlü özgürlüğün temeli olan iç özgürlüğe yaklaşmamız<br />

gerekmektedir.”<br />

Cahit Arf, önyargıların temel özgürlüğümüzü kısıtladığını ve olayları anlayış, davranışları<br />

kendi kendimize ızdırap yaratmayacak şekilde ayarlamamız gerektiği kanısındadır. Cahit Arf,<br />

Atatürk ün kendi çağında özgürlüğü en geniş kazanmış olmasının, onun en güçlü yanı olduğu<br />

kanısındadır.<br />

Bilim adamlığı Cahit Arf için, kendisinin de söylediği gibi bir yaşam biçimi. Hem de öyle<br />

bir noktaya kadar ki, yaşamı boyunca bilimin sekteye uğradığını düşündüğü her durumda<br />

bütün gücüyle çözümler aradı, gerektiğinde karşı koymayı bildi; yanlış yönlendirilen<br />

üniversitelerden, yanlış saptanmış eğitim politikalarından, gençlerin “anlamak” yerine<br />

“belleme” ye yöneltilmelerine kadar her durumda. Düşüncelerini olduğu gibi, açıklıkla,<br />

çekincesiz, karşısındakilerin rütbe ya da ünvanlarına aldırış etmeksizin cesaretle karşı<br />

koyarak… Bunun çarpıcı bir örneği ise ODTÜ’ nün 1977 yılında içine düştüğü krizde üstlendiği<br />

rol. O sırada Üniversite Konseyi’ nin bir üyesi olarak, üniversitenin kaba kuvvete karşı<br />

savunulmasında aktif rolü ve önderliği unutulamaz.<br />

Cahit Arf’ in, bilim insanının nasıl olması gerektiği konusunda söyledikleri, insanı olmak<br />

isteyen gençler için bilim adeta bir ders niteliğinde: “Bilim adamı geçinmek için para<br />

kazanacak. Ama bence ikinci bir etken var ki daha önemli. Merak. Ben buna tutku diyorum.<br />

Yaşamım boyu bilgimi satmadım. Öğretmenlik yaptım tabii, geçinmek için. Tabii bazı şeylerim<br />

olsun istiyorum, ama tutku daha ağır basıyor. İnsanların bazı zaafları var. Bazen çıkar duygusu<br />

tutkuyu bastırabiliyor. Bakın, batı biliminin temelini atan bütün bilimciler bu tutkuya sahiptiler.<br />

Newton, Descartes hepsi. Galilei’ nin başı belaya girmiş, bu tutkudan dolayı. Anlamak<br />

istiyorlar, doğanın mekanizmalarını keşfetmek istiyorlar. Bilimi geliştiren bu tutkudur.”<br />

Cahit Arf eğitim- öğretimle ilgili olarak ise şunları söylüyor: “Yayılmasını istediğim bir<br />

şey var: Çocuklarımızın bellemekten kurtarılması, anlamağa çalışmalarını sağlamak. Bazı<br />

gençlere böyle bir etki yapmış olduğumu ümit ediyorum. Bizde okullar hâlâ böyle değil.<br />

Belletiyorlar. Şimdi önemli olan çabuk ve kolay kazanmak. Bizim memleketimizde insanlar<br />

bilgiyi satmak için kullanıyorlar; yayın yapmak amacı da bu; bilim bu değil. Bilim, algılarımızı<br />

sınıflandırıp kavramlar haline getirip bu kavramları nede-sonuç ilişkileriyle düzenlemek. Yani<br />

doğayı modellemektir. Bilim de bir sanattır. Onu, diğer sanat dallarından ayıran fark; bilimde<br />

mantık vardır, diğerlerinde göze batanın, duyguların sergilenmesi.”<br />

Yazımızı büyük matematikçimizin, matematik hakkındaki düşünceleriyle bitirelim:<br />

“Matematik tümevarımsal (endüktif) bir bilimdir ve bu tümevarımsal bilim sonsuz kümeler için<br />

geçerli. Bu sonsuzlukları tümevarımsal bir şekilde kavrıyoruz ve kavradığımız zaman da o<br />

sonsuzluğu hissediyoruz. Sınırsızlığı. Ve bu bize mutluluk veriyor çünkü ölümü unutuyoruz…<br />

herkes ölümsüz olduğunu hissettiği alanda çalışmak ister. Ben de matematikte kendimi<br />

ölümsüz hissettim…”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 74<br />

Erol Aygün<br />

(1935 – 1993)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 75<br />

Doç. Dr. Ali Yaman<br />

(Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü)<br />

Hocamız Prof. Dr. Erol Aygün 1982 tarihinde ODTÜ ’ den Ankara Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi Fizik Bölümü’ne Profesör olarak atanmıştır . Geldikten sonra bölüm başkanlığı<br />

görevini üstlenmiştir. Bölüm akademik programının ders içerikleriyle birlikte yeniden<br />

düzenlenmesini sağlamıştır . Daha önce içerikleri birbirine karışmış olan dersler yeniden<br />

gözden geçirilerek günün koşullarına uygun hale getirilmiştir .<br />

Bölümde ihtiyaç olan araştırma<br />

görevlisi ve öğretim elemanlarının alınması<br />

ve yetiştirilmesine ön ayak olmuştur . Yine<br />

Prof. Dr. D.Mehmet Zengin ve Doç. Dr. Ali<br />

Yaman ile birlikte bölüm içerisindeki Nükleer<br />

Magnetik Rezonans Araştırma<br />

Laboratuarının yeniden aktif hale<br />

getirilmesini sağlamıştır. Yeni içerikteki<br />

derslere uyan Kuantum Fiziği ve Atom ve<br />

Molekül Fiziği kitaplarını Prof. Dr. D.<br />

Mehmet Zengin ile birlikte yazmışlardır .<br />

Hocamız fizikte popüler konular başlığı<br />

altında TÜBİTAK Bilim ve Teknik dergisinde<br />

uzunca bir süre çok sayıda ilginç fizik<br />

konularını okuyuculara açıklayıcı bir şekilde<br />

aktarmıştır .1989 yılında ilk defa Ankara<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümünde<br />

11. Türk Fizik Derneği Kongresinin<br />

yapılmasına büyük katkıda bulunmuştur .<br />

Çalışmalarında ayrıntılara önem verip düzen<br />

ve tertibi çok seven bir kişiliği vardı . Herkese<br />

ön yargıdan uzak samimi davranıp yardımcı olmaya çalışırdı . Bu vesile ile hocamızı rahmetle<br />

anıyoruz .<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 76<br />

Âsım Orhan Barut<br />

(1926 − 1994)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 77<br />

BİLİMİN IŞIĞINI DÜNYANIN DÖRT BİR YANINA TAŞIYAN FİZİKÇİ<br />

ASIM ORHAN BARUT<br />

Osman Azmi Barut<br />

(Türk Fizik Derneği Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi)<br />

Bu yazımızda tanıtacağımız kişi, Cumhuriyet döneminin bilimdeki en önemli isimlerinden<br />

biri. Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün her alanda<br />

başlattığı kalkınma hamlesinin ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin Temeli Kültürdür” anlayışının<br />

dünya çapındaki yansıması. Dolayısıyla, böylesine büyük bir ismi her yönüyle tanıtmanın<br />

zorluğu da ortada. Ancak, aynı zamanda keyifli ve onurlu bir görev. Bu yazımızda onu<br />

tanıtırken, yazının ana hatlarının dışına çıkmadan, kendi düşüncelerimi de belirtip 85 yıllık<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin bilim alanındaki değerlendirmesini de yapmağa çalışacağım. Bu<br />

değerlendirmeyle birlikte, Âsım Bey ve onun çapındaki bilim insanlarımızın ülkemizin<br />

kalkınması, saygınlığı ve güvenliği için ne kadar büyük önem taşıdığının bilim ve politika<br />

çevreleri tarafından daha iyi anlaşılacağını umuyorum.<br />

Âsım Barut hakkında çok şey yazıldı ve söylendi. Onun fizik bilimine katkılarını ve dünya<br />

fiziğinde edindiği çok önemli yeri fizikçiler topluluğu biliyor. Bütün yazılanları bir araya<br />

toplayıp, özel yaşamındaki bazı bilinmezleri de ekleyip derli toplu bir makale yazmayı<br />

deneyeceğim. Bu yazıda amacımız, onu, bilimsel çalışmalarıyla tanıtmanın da ötesinde, bir<br />

insan olarak ön plâna çıkarmak, hayata nasıl baktığını anlatmak, onun şahsında büyüklük<br />

kavramını değişik bir bakış açısıyla sunmak; böylece genç kuşaklara farklı düşünüş yollarının<br />

kapısını aralamak.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 78<br />

Özgeçmişi<br />

Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin, 1982 yılında kendisine verdiği onur doktorası için<br />

düzenlenen törende yaptığı ve özyaşam öyküsünü anlattığı konuşmasında, doğum tarihinin<br />

ilginçliğini ve isminin nasıl konulduğunu şöyle anlatıyor: “En iyisi baştan başlayalım.<br />

Malatya’da doğmuşum. Aslında doğumumun ne yılı ne de günü tam belli değil. Annem, “yazın<br />

en sıcak gününde (Malatya şivesiyle ‘tommuzun ortasında’) doğdun” derdi. Daha sonra hevesli<br />

olup altı yaşımda okula başlamak istediğimden, yaşımı bir sene büyük göstermişler. Sözün<br />

kısası böylece bana 24 Haziran 1926 diye bir doğum tarihi verildi, astrologları iyiden iyiye<br />

şaşırtmak için… Adım da doğduğum günlerde Malatya’dan geçen, zannediyorum Erzincanlı<br />

Mustafa Âsım isminde bir âlimin hatırası için verilmiş ki bundan, bizde halkın hocalara,<br />

okumuşlara olan büyük saygısının örneği olarak bahsediyorum. Orhan da sonradan eklenmiş.”<br />

Âsım Bey’ in kişiliğinin nasıl şekillendiğini aynı törendeki konuşmasından aktaralım:<br />

“İlkokulda sınıfın en küçüğü idim. Beni ilk sıraya oturttular ve bu hep böyle kaldı. Hâlen de<br />

genellikle ilk sırada otururum. Tarih, edebiyat, ve tiyatro sevdiğim derslerdi. Beş yıllık ilkokul<br />

öğretmenim Sıdıka Hanım’ dan daima büyük bir sevgi ve destek gördüm ve bu sevgi de karşılıklı<br />

idi. Hepimiz bazı öğretmenlerimize ne kadar borçlu olduğumuzu biliyoruz. Bu gibi fırsatlarda<br />

bu borçlara minnettar olarak teşekkür etmek bize sevinç veriyor. Onlara “isimsiz asker” gibi bir<br />

anıt dikilmeli.<br />

Matematiğe olan merakım, ancak ortaokulun ikinci sınıfında cebir dersleriyle başladı.<br />

Kilisli Rıfat Bey isminde bir matematik hocamız, bize, kısa zamanda cebirin oldukça güç sırlarını<br />

öğretmişti. Ve o yaz ilk olarak özel matematik dersleri vermeğe başladım. Hatırımda iyi<br />

kaldıysa ders başı elli kuruştu. Hocalığım bu tarihten başladı diyebilirim ve sürekli devam etti;<br />

on üç yaşında idim.”<br />

Üç ortaokul, üç lise altı sene iftihar listesine geçerek mezun olan Âsım Barut, 1943<br />

yazında üniversite sınavlarına hazırlanır. Yine aynı konuşmasında o günleri şöyle anımsıyor:<br />

“Malatya gibi küçük bir taşra şehrinden İstanbul’a gelmek, genç bir kafayı heyecan ve ümitle<br />

dolduruyor. Altı ay sonra aynı hisleri İstanbul’dan Viyana ve İsviçre’ye gelince de yaşadım.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 79<br />

Eylül’de İstanbul Teknik Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Okulu ve Avrupa sınavlarına<br />

girmiştim. Sevgim fizik ve matematik olmasına rağmen, herkesin rağbet gösterdiği dal<br />

mühendislikti. Fen fakültesine kimse gitmiyordu. Zannetmiyorum ki para kazanmak, maddî<br />

zenginlik en sonda insanı tatmin edecek bir amaç olsun. Diğer taraftan da, manevî amaçları<br />

takip edebilmek için biraz da madden tatmin edilmiş olmak zorunludur.<br />

Teknik Üniversite o sene ayrı bir sınavla bazılarımızı doğrudan doğruya yatılı olarak ikinci<br />

sınıfa almıştı. Gümüşsuyu’ nda böylece üç - dört ay Avrupa sınavlarının sonucunu bekledik.<br />

1944 ün ilkbaharında bir akşam, otuz kişilik bir grup Sirkeci’den trenle İsviçre’ ye hareket ettik.<br />

İkici Dünya Savaşı tam o zaman bütün şiddetiyle Balkanlar’ a iniyordu. Amerikalılar, Sicilya’<br />

dan Balkanlar’ daki Alman tesislerini bombalıyorlardı. Almanlar’ da, tam biz Macaristan’ a<br />

girmeden orasını resmen işgal etmişlerdi. Normal iki - üç günlük tren seyahati bir aydan fazla<br />

sürdü. Genç ve ümit dolu olmasaydık, her şeyi şakaya almasaydık bu yolculuğu<br />

tamamlayamazdık.”<br />

Dil öğrenme konusundaki<br />

büyük yeteneği sayesinde,<br />

İsviçre’de bir enstitüde üçdört<br />

ayda Almanca öğrenir.<br />

Barut, İsviçre’deki bu<br />

ilk dönemi hakkında<br />

konuşmasında şunları<br />

söylüyor: “Ben lisede<br />

Fransızca öğrenmiştim.<br />

Almanca başta sescil<br />

(fonetik) ve kolay geldi.<br />

ETH’de ilk yılında çekilmiş bir fotoğraf (1944). Barut, sağdan 3.<br />

Fakat biraz sonra<br />

sırada.<br />

dilbilgisinin (gramerin) inceliklerini anlamak epey çalışma istedi. Benim için dil<br />

öğrenmede en iyi yöntem boyuna okuma idi ve elime geçen her şeyi okuyordum, roman, şiir,<br />

gazete.” Bu yöntemle, Avrupa’ da konuşulan tüm dillerin yanı sıra, her gittiği ülkede konuşulan<br />

dillerden en az birini öğrenmeği de kısa zamanda başarırdı. Yaşamın dilini öğrenmekte olduğu<br />

kadar, insanların dillerini öğrenmekte de ustaydı. Bir dünya vatandaşına yaraşır şekilde<br />

yaşaması, Türkiye ile olan ilişkilerini daima sıcak tutmasını engellemedi. Uzun zaman<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 80<br />

yurtdışında kalanlarda çoğunlukla rastladığımız anadilini kullanamamak onun için söz konusu<br />

değildi. Güzel bir Türkçe ile yazdığı özyaşam öyküsü ve mektuplarında kullandığı temiz üslûp<br />

dile verdiği önemin en büyük göstergesiydi.<br />

Barut dil sorununu çözdükten sonra, 1944 yılının sonbaharında Zürih’ te ünlü ETH de<br />

(Eidgenössische Technische Hochschule) derslere başlar. Barut’ un öğrenim gördüğü o yıllar<br />

ve Türklerle yabancı öğrenciler hakkındaki düşünceleri ise aynı konuşmasına şöyle yansımış:<br />

“ETH de biz Türkler kuramsal derslerde genellikle başarılı olurduk ama uygulamalı derslerde<br />

güçlük çekerdik. İsviçreliler, teknik resim çizmekte, laboratuvar deneylerinde, makine<br />

yapımında bizden çok deneyimlilerdi. Bu da, muhakkak daha teknik bir ortamda<br />

yetiştiklerinden ve daha teknik liselerden geldiklerinden dolayı idi. O zaman, Malatya gibi<br />

liselerde laboratuvar deneyleri hemen hemen yok gibi bir şeydi. Bu arada şunu da söyleyeyim.<br />

Ne yazık ki; okulda iyi bir biyoloji ve musiki öğrenimi yapamadım ve bu eksikliği daima<br />

hissettim. Bu da lise yaşlarında elde edilen veya edilemeyen bilgilerin ne kadar önemli<br />

olduğunu gösteriyor.<br />

Zürih’ te Plancherel, Hopf, Stiefel, Eckmann, Pflueger, Saxer, Gonseth, Pauli, Scherrer,<br />

Wentzel, Busch, Ackeret, Ziegler gibi fizik ve matematik hocaları vardı. Bunların ne kadar<br />

değerli ve ünlü bilim insanları olduklarını daha çok sonra anladık. Yalnız Nobel Ödüllü Pauli’ nin<br />

ününü o zaman biliyorduk. Her sahada ders dinlemek merakımdı. Ne kadar fizik, matematik,<br />

mühendislik, kimya, edebiyat, sanat ve özellikle dil dersleri alabildimse aldım. Şimdi bile<br />

toplantılarda, genellikle bütün konuşmaları dinler, konferansları kaçırmam.<br />

ETH’ de bize ‘İyi bir temel öğrenim edinin, sonra hayatta önünüze ne sahada problem<br />

çıkarsa çıksın, çözersiniz’ derlerdi. İyi bir temel bilgiyle ve çalışma tarzını, bilimsel düşünceyi<br />

kapsayan, kanaatımca, her türlü problemi baştan inceler, sonra bilmediklerini öğrenir ve sonra<br />

bir çözüm yoluna varır.”<br />

Barut, 1948 yılı sonunda deneysel diploma çalışmasını bitirdikten sonra, Uygulamalı Fizik<br />

Enstitüsü’nde doktora çalışmasına başladı. Burada, kendisine beş yıl boyunca yardımcı olan<br />

arkadaşı Enis Baş’ ın Fischer’ in enstitüsündeki laboratuvarında çalıştı. Âsım Bey o dönemi aynı<br />

konuşmasında şöyle anlatıyor: “Yüksek derecede vakum elde etmek ve vakumun deliklerini<br />

bulmak sırlarını ondan öğrendim. Birçok deneyler yaptık: Elektrom yayımı (emisyonu), ikincil<br />

elektronlar, elektron optiği, çoğaltıcılar (multipliers), parçacık sayılması, yüzey (surface) fiziği,<br />

katodlar, vesaire, vesaire. Bu devrede, fiziğin aslını tamamen kavramak için kuramın iyiden<br />

iyiye içine girmenin gerekliliğini anladım. Bir bakımdan tam genç yaşta, nasıl olsa kuramsal<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 81<br />

Genç Barut, 1954’de Read Koleji’nde<br />

yapılan bisiklet yarışında. Bisiklete<br />

binmeyi bu yarışta deniyor gibi. Sonuç<br />

hezimet, ama azmine diyecek yok.<br />

fiziğe eninde sonunda geçeceğime göre, beş sene<br />

denel fizikte zaman kaybettim denilebilir. Fakat belki<br />

de bu çalışmalar bana ileride faydalı olacak bir fiziksel<br />

his, bir önsezi verdi ki bundan sonra daima formal<br />

aksiyomatik fizikten biraz kaçındım. Bugün bile, fizikte<br />

formal sistemlere yüzde yüz güvenmenin, onlara<br />

daima bağlı kalmanın doğru olduğuna inanmıyorum.”<br />

Doktorasını 1952’ de ETH de “elektron yayımı”<br />

ile ilgili bir konuda tamamladıktan sonra, 1953<br />

güzünde kazandığı bir Rockefeller bursu ile Chicago<br />

Üniversitesi Matematik Fakültesi’ ne gider. Barut’ un<br />

Amerika’daki o ilk günlerini, fizikte saha<br />

değiştirmesini ve fizikte ne yapmak istediğini de özyaşam öyküsünden öğreniyoruz: “Bir sene<br />

saf matematik ve fizik öğrendim. Deneysel fizikten matematiğe ve sonunda ikisinin ortası<br />

kuramsal fiziğe geçiş!<br />

Enrico Fermi, Chicago da, 1953-1954 yılında kuvantum mekaniği dersini veriyordu. Ne<br />

yazık ki, bu onun son dersi oldu. Diyebilirim ki, bu kuramı o zaman ilk olarak biraz anlamaya<br />

başladım. Fikrimce, tam olarak kuvantum kuramını bugün bile kimse anlamıyor. Anladıklarını<br />

zannedenler Bergen Davis’ in sözüyle ‘hep bir araya gelip aynı şeyi yineliyorlar.’ Son yıllardaki<br />

çalışmalarımın bazıları beni tekrar kuvantum kuramının tam başına götürüyor.<br />

Zannımca,Planck sabiti (h) yı (yahut<br />

α=1/137) hesap etmeden kuvantum kuramını tam<br />

anlayamayacağız. Son yirmi yıl içinde yaptıklarımı uzun uzun anlatmayayım. Yalnız kendi bilim<br />

hayatım için en önemli gördüğüm yolu söyleyeyim. Doğanın, maddenin basit fakat bütün<br />

olayları içine alan bir modelini bulmak. Bu da dışarı bir doğanın varlığını kabul etmek ve onun<br />

gayet az, derin, kaçınılmaz kanunlarla geliştiğine inanmak demektir. Birçok modern fizikçiler<br />

bu filozofiyi ortadan kaldırmak istiyorlar, yalnız doğada gördüğümüz kuralları, oranları tasvir<br />

edelim, yeter diyorlar. Bence bu yeterli değil ve zannımca, parçacık fiziğinin son senelerdeki<br />

kendine has dili ile serbest genişlemesi, geleneksel fizikten ayrılması ve tavus kuşu gibi<br />

renklenmesi bu filozofiden gelmekte. Ne ise, son beş altı yıldır, maddenin basit kaynaklara<br />

dayanan bir elektromanyetik modeli ile uğraştım. Model yapmak hipotez yapmak demektir ve<br />

hipotez yapmak olumlu bir etkinliktir, çünkü gerçeği bulmağa yardım eder. Manyetik<br />

kuvvetlerin küçük mesafedeki büyük rolleri, fizik tarihinin garip bir olayı olarak, üzerinden<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 82<br />

geçilmiş önemli bir doğa kuvveti olduğu ortaya çıktı. Bugün öyle görünüyor ki çekirdek<br />

kuvvetleri, ışınetkin (radyoaktif) bozulma gibi zayıf etkiler, elektromanyetik kuvvetlerin kısa<br />

mesafede kendini gösterdiği başka bir şekil. Bu o kadar basit ve korunumlu (konservatif) bir<br />

düşünce ki, daha geniş sistemlere alışmış fizikçiler için inanılmaz görünüyor.” Bunları yazdığı<br />

1982 yılından sonra da Kuvantum Mekaniği’nin Standart Kopenhag Yorumu’ndan farklı olarak,<br />

deterministik “tek olayların kuvantum kuramı” kurulması üzerinde çalışmaya devam etti. Âsım<br />

Barut, bu çalışmalarıyla kuvantum elektrodinamiğini yeniden formüle ederek, bir kuvantum<br />

mekaniği oluşturmağa çalışmıştı. Kuvantum konusunda elektron,<br />

foton ve nötrino’ nun<br />

anlaşılmasının fiziğin anlaşılması için önkoşul olduğunu belirtiyordu. Bu çalışmalarıyla ilgili<br />

olarak, İnsan ve Kâinat dergisinin Şubat 1987 sayısında, kendisiyle yapılan bir söyleşide konu<br />

ile ilgili olarak şunları anlatıyordu: “Özellikle, kuvantum elektrodinamiğindeki (KED) son<br />

gelişmeler ve son deneyler üzerinde çalışıyorum. Kuvantum elektrodinamiğinde şimdi tekrar ilk<br />

başlangıç yıllarının heyecanı yaşanıyor. Tek bir elektron üzerinde gayet önemli deneyler<br />

yapılabiliyor. Kuvantum elektrodinamiği ile ilgili kuramların fikrî temellerine yeniden iyice<br />

bakıyoruz. Şu anda KED’ nin tedirgiye (pertürbasyon) dayanmayan yeni bir formülasyonu<br />

üzerinde çalışıyorum. Son beş yılın hemen tamamını bu konular üzerinde çalışmakla geçirdim.<br />

Halen aynı çalışmalara devam ediyorum.”<br />

Öğretim üyeliği ve araştırıcılığa geçiş öyküsünü de Karadeniz Teknik Üniversitesi’ndeki<br />

Colorado Üniversitesi(Boulder<br />

kampusündeki ofisinde 1990 yılında<br />

çekilmiş bir fotoğraf (Öğrencilerinin onun<br />

en çok sevdikleri fotoğrafı).<br />

konuşmasında şöyle anlatıyor: “İlk öğretim üyeliğimi<br />

Pasifik sahilinde Oregon eyaletindeki Reed Kolej’de<br />

yaptım (1954-55) . Bu küçük fevkalade ünü olan özel<br />

bir okuldu. Dokuz ayda son sınıf öğrencilerine hemen<br />

hemen bütün kuramsal fiziği kapsayan, mekanikten<br />

genel göreliliğe kadar bir ders vermiştim. Hem ben<br />

hevesliydim, hem de onlar. Ondan bu yana bu gibi<br />

bir öğretim deneyini hiçbir yerde yapamadım. Ders<br />

yılı sonu öğrenciler bana Eddington’ un<br />

“Fundamental Theory” kitabını hediye ettiler. Bu<br />

kitabı birkaç kere okumağa niyet ettim ama hâlâ<br />

anlayamıyorum. Zannedersem başka tam anlayan<br />

da yok. Reed’den sonra yazı Stanford’da geçirip, bir<br />

sene Montreal Üniversitesi’nde(1955-1956)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 83<br />

kaldıktan sonra, Syracuse Üniversitesi’ne(1956-1959) gittim. Bu devrede ilk orijinal yeni yönlü<br />

kuramsal araştırma deneyimim olasılık kuramının yeni bir şekli olmuştu. Üzerinde epey<br />

düşündüm, buna rağmen bu yazıyı bastırmadım. Belki bir gün bu düşünceye dönerim.”<br />

Barut, 1959-1960 döneminde de CERN’ de (Cenevre-İsviçre’ deki Avrupa Nükleer Araştırma<br />

Merkezi) araştırmalarını sürdürür.<br />

Âsım Barut temel parçacıklar ve yüksek enerji fiziğine geçiş öyküsünü aynı konuşmasında şöyle<br />

dile getiriyor: “1950’ lerin son senelerine doğru temel parçacıklar ve yüksek enerji fiziğinde yeni<br />

hamleler başladı, hem kuramsal hem de deneysel olarak. İstatistik mekanik ve kuvantum<br />

kuramındaki bazı çalışmalardan sonra o zaman büyük kuvvetimi bu yöne çevirmeğe karar<br />

verdim. Yeni bulunan temel parçacıkların, bulduğum bir “sekizli (oktet)” bakışımları<br />

(simetrileri) bana pek önemli geldi. Üç yıl sonra bu bakışımların Gell-Mann ve Ne’eman’ ın<br />

SU(3) bakışımıyla aynı olduğu ortaya çıktı. Bu arada, zayıf etkileşimlerdeki (V-A) kuramını veren<br />

“ Strong Reflection Principle for Each Fermion” diye bir yazım Physical Rewiev Letters dergisi<br />

tarafından reddedildi. Doğru olmasına rağmen, deneyimsizlikten takip etmedim. Yazısı<br />

reddedilen gençlerin cesareti kırılmasın. Genellikle, genel akım dışında çalışanlar için yazıların<br />

kabul edilmemesi seyrek değil ve zamanından önce olan düşünceler hemen dikkat çekmez,<br />

zaman ister. Bazıları bir süre sonra yeniden bulunur ve o zaman daha çok dikkat çekerler. En<br />

acısı, reddedilen bir fikrin bir zaman sonra başka biri tarafından bulunması ve yayınlanması.<br />

Hayatımda en iyi çalışma, danışma ve tartışma ortamını Berkeley’ in Lawrence Işınım<br />

(Radiation) Laboratuvarı’ nda buldum. 1961-1962 de orada idim. Geofreyy Chew’ in haftada<br />

bir öğle semineri vardı. Herkes hazırlanır gelirdi ve orada ortaya çıkan problemleri gelecek<br />

haftaya kadar çözmeğe çalışırdık.”<br />

Barut, çalıştığı kurumlarda genç, canlı ve verimli bir araştırıcı olarak çok özgün araştırma<br />

ve buluşlar yapar. Bunlar sayesinde, 1962 yılında Colorado Üniversitesi Fizik Bölümü’ ne<br />

profesör olarak atanır ve ölümüne dek (6 Aralık 1994) Barut adıyla özdeşleşen bu bölümde<br />

kalır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 84<br />

Bilimsel Araştırmaları, Çalışma Yöntemleri ve Aldığı Ödüller<br />

Âsım Barut’ un bilimsel araştırmalarını onun öğrencisi olan Ankara Üniversitesi Fizik<br />

Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Zekeriya Aydın’ ın kaleminden kısaltarak<br />

aktaralım: “Âsım Barut, 1951’den başlayıp son gününe kadar çalışma hızını sürekli arttırarak<br />

ve etrafındaki çalışma grubunu sürekli genişleterek, modern kuramsal ve matematiksel fiziğin<br />

hemen hemen her alanında çalışmış; hakemli dergilerde yayınladığı 550 dolayındaki bilimsel<br />

makalesiyle doğanın işleyişini anlamamıza büyük katkılarda bulunmuştu. İlk araştırmaları<br />

elektron kuramı ve saçılma kuramı üzerine idi. Bu çalışmaları, bileşik (kompozit) dinamik<br />

sistemlerin yapılarıyla ilgili modeller geliştirmesine yol açmıştı. Barut’un çalışmaları üç ana<br />

başlık altında toplanabilir:<br />

1) Kuramsal Fiziğin Temel Problemleri: Bu bölümde, dinamik grup kuramı ve<br />

uygulamaları, sonsuz bileşenli göreli hareket denklemleri, kimyasal elementlerin periyodik<br />

cetvelinin grup kuramı, klasik elektrodinamikte ışınım problemi, kuvantum elektrodinamiğinin<br />

öz-alan yaklaşımı, elektromanyetik ve zayıf etkileşmelerin saçılma matrisi kuramı sayılabilir.<br />

Bunları tek tek açıklamağa girişmemekle beraber, şunu da söylemeden geçemeyeceğiz: Grup<br />

gösterimlerini dinamik sistemlere ilk uygulayan Âsım Barut oldu; böylece dinamiğin altında<br />

geniş bir geometrik yapının yer almış olabileceği düşüncesi kuvvet kazandı.<br />

2) Matematiksel Fizik: Bu bölümün alt başlıkları ise, göreli saçılma matrisinin bakışım<br />

özellikleri ve göreli denklemler, Lagrange Değişim İlkesi’nin yüksek basamaklı sistemlere<br />

genişletilmesi, tıkız (kompakt) olmayan grupların matematiksel ve fiziksel özellikleri, konform<br />

gruplar ve uygulamaları, doğrusal olmayan dinamik sistemler ve grup özellikleri olarak<br />

sıralanabilir.<br />

3) Temel Parçacıklar Fiziği: Barut’un çalışmalarının büyük bir kısmı bu alandadır. Bu<br />

doğrultudaki çalışmalarına temel parçacıkların sınıflandırılmasıyla başlamış; Gell-Mann ve<br />

Ne’eman’dan üç yıl önce Nuovo Cimento dergisinde mezon ve baryonların sekizli bakışım<br />

çizgelerini (diyagramlarını) yayınlayarak “sekizli” bakışıma dikkatleri çekmişti. Son zamanlarda,<br />

temel parçacıkların yapıtaşları ve bunların arasındaki temel kuvvetler konusunda, “kuvark<br />

modeli”ne karşı bir seçenek olarak “magnetik modeli” geliştirmişti. Aşırı kısa mesafelerde<br />

magnetik kuvvetlerin elektriksel kuvvetlere baskın gelmesini, kuvvetli etkileşme olarak<br />

yorumluyordu. Bu kurama göre, elektron, nötrino ve bunların karşıt parçacıkları çok kısa<br />

mesafelerde magnetik momentleriyle etkileşerek diğer tüm bileşik parçacıkları (rezonansları)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 85<br />

oluştururlar. Hipotetik hiçbir yeni parçacık gerektirmeyen bu “iktisadî model”, tüm kuvvetleri<br />

de kendiliğinden birleştirmektedir.”<br />

Yukarıda ana başlıklar halinde sınıflandırdığımız bilimsel çalışmalarından birkaçına kısaca<br />

değinelim: 1960’ lı yılların ortalarında geliştirdiği dinamik gruplar kuramı ile matematikte yeni<br />

bir cebirsel yapıya ilk adım atıldı; atom, çekirdek ve parçacık fiziğinde pek çok başarılı<br />

uygulamaları oldu. Enerji izgeleri (spektrumları) veren grup temsilleri anlamına gelen bu<br />

kuramın oluşturulmasındaki yeri çok büyüktür. Konu ile ilgili herhangi bir kaynakta, adına<br />

verilen referansların sayısı herkesi geçer. Dinamik grupların geliştirilmesinin ardından, grup<br />

kuramına ve özellikle tıkız olmayan gruplar kuramına çok büyük bir ilgi doğdu. Barut bu alana<br />

yaptığı katkılarını Grup Gösterimleri Kuramı ve Uygulamaları kitabında toplamıştı. Poincare<br />

grubunun temsillerinin kullanılarak saçılma genliklerinin ilk kuruluşu (bu çalışma, parçacık<br />

fiziğinde yeni bir alanın açılmasına öncülük etmiştir). Hadronlar, H-atomu ve leptonlar için O<br />

(4,2) modeli (hem dipol form faktörünü, hem de kütle izgesini öngörmede başarılı oldu. SLAC<br />

da en yüksek enerjilere kadar doğrulandı). SU (1,1) tıkız olmayan grubunun bir koherent<br />

durum temsilinin ilk ortaya atılışı (kuvantum alan kuramına ve kuvantum optiğine<br />

uygulanmak üzere yarı-basit Lie gruplarına genelleştirildi). Kuvantum elektrodinamiğinin<br />

(KED) sonlu tedirgisel (pertürbatif) olmayan öz-alan formülasyonu (Lamb kayması ve diğer<br />

ışınımsal etkinliklerin hesaplanması, göreli KED’ nin temellerinin araştırılmasına ışık tuttu). Bu<br />

son çalışma hakkında, Barut’ un öğrencisi olan Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi<br />

Fizik Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Nuri Ünal’ ın söylediklerini kısaltarak aktaralım:<br />

“KED ışık ile yüklü parçacıklar (elektronlar) arasındaki etkileşmeleri tasvir eden, fiziğin en iyi<br />

kuramıdır. Kuram, foton ve elektron için yazılan hareket denklemlerinin anlaşılması ve<br />

çözülmesi üzerine kurulmuştur. Barut, hem KED’ yi hem de ışık hızına yakın hızlarda geçerli<br />

olacak göreli kuvantum mekaniğini daha iyi anlamağa ve en az kavramla fiziği anlamağa<br />

yönelik bir program ortaya atmıştır. Öz-alan yaklaşımı olarak bilinen bu programda,<br />

elektronlar fiziksel süreçte her basamakta hem kendisi dışındaki sistemle hem de kendisi ile<br />

etkileşmektedir. Burada izlenen yaklaşımda, önce yüklü parçacıklar sisteminin kendi<br />

aralarındaki etkileşimleri ele alınmıştır. Özellikle hidrojen, müonyum ve ( fiziğin çok özel bir<br />

sistemi olan elektron ile karşıt parçacığı pozitrondan oluşan) pozitronyum gibi iki parçacıklı<br />

atomların ince ve çok ince yapıları, geliştirilen iki-fermiyon denklemi ile çok iyi anlaşılmıştır.<br />

Ayrıca, elektronun onun kendi kendisiyle etkileşimi için öz-alan yaklaşımında atomların<br />

kendiliğinden ışık salarak yeni bir duruma geçiş yarı ömürleri, öz-enerjileri ve anormal<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 86<br />

magnetik momentleri için deneyle uyumlu, sonlu değerler hesaplanabilmiştir.<br />

Renormalizasyonu (KED hesaplarında karşımıza çıkan sonlu olmayan nicelikler ve bunlardan<br />

sonlu, ölçülebilen ve deneyle iyi uyuşan sonuçlar elde edebilmek sanatı) gerektiren işlemlerin,<br />

problemin sınır ya da başlangıç koşulları kullanılarak, fiziksel bir şekilde çözülebileceği<br />

gösterilmiştir.<br />

Ayrıca bu yaklaşım pozitronyum atomunun özelliklerini anlamak için kullanılmış ve<br />

kullanılmaktadır. Pozitronyum atomu şu anda KED’ de deneyle kuramın en çok ayrıldığı nokta<br />

olduğundan bu işlemin sonuçları oldukça önemlidir (Son cümle ihtiyatla karşılanmak<br />

durumundadır. Çünkü bu sözler 1994 yılında söylenmişti. Konunun uzmanı olmadığım için<br />

günümüzdeki durum hakkında yorumda bulunamayacağım).”<br />

Barut’ un bilimsel araştırmalarını yaparken izlediği çalışma yöntemlerini Prof. Dr. Nuri<br />

Ünal şöyle anlatıyor: “Saat 8 civarında fizik bölümündeki odasına gelirdi. Burada, hafta içinde<br />

yürütülen etkinlikler genel olarak dört bölümde toplanabilirdi. Bunlar, öğrenciler ile<br />

sürdürülen etkinlikler, işbirliği yaptığı araştırmacılarla sürdürülen etkinlikler, seminerler ve<br />

bilimsel yazılarıdır.<br />

Lisans ya da lisansüstü öğrenciler ile yürüttüğü etkinlikler, derslerin ön hazırlığı ve<br />

dersler, derste verilen ödevlerle ilgili öğrenci ile görüşmeleri ve başarılı bulduğu bazı lisans ve<br />

lisansüstü öğrencileri ile yürüttüğü araştırma problemlerinin tartışmalarıdır.<br />

İkinci bölümdeki etkinliklerde Barut, ders olmadığı günlerde tüm bilimsel işbirliği yaptığı<br />

kişilerle birer birer ya da o problemle ilgilenen küçük grupla hemen her gün yahut iki, üç günde<br />

bir görünürdü. Problem çözümünün ve eğitimin dinamik bir süreç olduğuna inanır, bu nedenle<br />

işbirliği yaptığı insanlarla sürekli bağlantısını sürdürürdü. Bu görüşmelerde problemle ilgili bir<br />

önceki görüşmeden beri ne elde edildiği, bundan sonraki basamakta nasıl bir yol izleneceği<br />

tartışılırdı. Barut, bu kadar yakın izleme yöntemi sayesinde, aynı anda birbiriyle ilgisizmiş gibi<br />

görünen birçok projeyi yürütürdü. Zaten, onun sisteminde bir problemin çözümü demek,<br />

birçok çözülmesi gereken problemin ortaya çıkışı demekti.<br />

Üçüncü bölümdeki etkinlikler seminerlerdir. Bunlar iki çeşittir. Kendi araştırma ekibinin<br />

haftada bir düzenlediği seminerler vardır. Burada ilginç olduğuna inanılan bir problem, daha<br />

önceki bir seminerde ekip elemanlarından birisine verilirdi. Bu araştırıcı problemi ve çözüm<br />

önerilerini ya da problem hakkındaki yorumlarını ortaya koyar ve ardından problem tüm<br />

boyutları ile tartışılırdı. Bu daha çok o konuda yapılan bir beyin fırtınası etkinliği idi. Ayrıca tüm<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 87<br />

bölüm elemanlarının ve lisansüstü öğrencilerinin katıldığı seminerler olurdu. Bunlara istisnasız<br />

katılırdı.<br />

Bu üç etkinlik dışında kalan zamanında, daha çok yayına hazırlanmasını gerekli gördüğü<br />

konulardaki yazılarını tamamlardı. Ayrıca editörlük ve hakemlik onun zamanını alan önemli<br />

işlerden bir başkası idi.” Yirmiden fazla bilimsel yayının editörlüğünü<br />

yapmıştı.<br />

Âsım Barut’un bilimsel çalışmaları pek çok onur ve<br />

ödül aldı. Almanya da Alexander von Humboldt<br />

Vakfı tarafından verilen saygınlığı çok yüksek<br />

Alexander von Humboldt Bilim Ödülü (1974),<br />

TÜBİTAK Bilim Ödülü (1982) , Karadeniz Teknik<br />

Üniversitesi (1982) ve Malatya-İnönü Üniversitesi<br />

1982 yılında TÜBİTAK Bilim<br />

Ödülü’nü dönemin başbakanı<br />

Bülent Ulusu’dan alırken.<br />

(1987) tarafından verilen şeref doktoraları, Kültür<br />

Bakanlığı Bilgi Çağı Ödülü (1991) bunlardan bazılarıdır.<br />

TÜBİTAK Bilim<br />

Ödülü töreninde<br />

ailesi ile beraber.<br />

Fizik Klasikleri Arasında Yer Alan Kitapları<br />

Âsım Barut’ un lisansüstü düzeyde anlattığı dersleri araştırmalarıyla besleyerek yazdığı<br />

ve fizik klasikleri arasında yer alan çok değerli beş kitabı vardır:<br />

1) Elektrodinamik , Alanların ve Parçacıkların<br />

Klasik Kuramı: 1964 yılında Macmillan yayını oarak çıkan<br />

bu kitap öylesine klasikleşti ki 1980’ de Dover yayınevi<br />

tarafından yeniden basıldı.<br />

2) Saçılma Matrisi Kuramı: 1967 yılında Macmillan<br />

yayınevi tarafından basıldı ve konunun baş kitabı haline<br />

geldi.<br />

3) Kuvantum Kuramında Dinamik Gruplar ve<br />

Genelleştirilmiş Bakışımlar: 1972 yılında Canterbury<br />

Üniversitesi yayını olarak çıkan bu kitapta grup<br />

gösterimleri hidrojen atomuna, protona ve bileşik<br />

Boulder, Colorado, 1964 – Bir yaz<br />

okulunda konuşmasını yaparken.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

parçacıklara uygulanmaktadır.<br />

4) Tıkız Olmayan Grupların Gösterimleri ve<br />

Uygulamaları: Polish Scientific Publisher tarafından ilk<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 88<br />

baskısı 1977 , ikinci baskısı 1980 yılında yapılan 800 sayfalık bu kitap grup kuramı konusunda<br />

en kapsamlı eser olarak nitelenmektedir ve bu konuda çalışan araştırmacıların standart<br />

başvuru kitabıdır.<br />

5) Fizik ve Geometri: 1989 yılında Bibliopolis yayını olarak çıkan bu monografta Barut, doğanın<br />

işleyişini, bakışımı ya da geometriyi dinamiğe bağlayarak anlamağa çalışmaktadır. İkinci ve<br />

dördüncü kitapları Alman, Rus ve Polonya dillerine de çevrilmiştir.<br />

Ayrıca 1964-1972 yılları arasında Colorado-Boulder’ de düzenlediği Boulder Kuramsal Fizik<br />

Konuşmaları adlı konferanslar serisi kitapları fizikçiler tarafından iyi bilinir.<br />

Â. Barut, (2. sırada, sağdan 2.) Ana Konferans Salonu,<br />

ICTP,1968.<br />

Âsım Barut ve ICTP’ nin Türkiye’ de<br />

Fiziğin Gelişimine Katkıları<br />

Uluslararası Kuramsal Fizik<br />

Merkezi ( International Center for<br />

Theoretical Physics-ICTP-) Adriyatik<br />

Denizi’ nin kuzey batısında İtalya’ nın<br />

bir liman ve sınır kenti olan Trieste’ de<br />

1964 yılında kurulmuştur. Bu merkez,<br />

Triesteliler’ in kendi deyimi ile yörenin<br />

bacasız ve gürültüsüz tek sanayisi<br />

konumundadır.<br />

Âsım Barut’ un öğrencilerinden biri olan, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü<br />

öğretim üyesi Prof. Dr. Gediz Akdeniz, Çağdaş Fizik dergisinin Mayıs 1983 tarihli sayısında<br />

yayınlanan ve uluslararası kuramsal fizik merkezi ve ülkemizde fiziğin ne durumda olduğunu<br />

inceleyen Uluslararası Kuramsal Fizik Merkezi ve Türk Fiziği başlıklı yazısında şunları söylüyor:<br />

“Günümüzde, bir ulusun temel bilimler tarihi incelenirken yalnızca zamandizinsel (kronolojik),<br />

kaynakçasal (bibliyografik) ve o ulusun bilim insanlarının uluslararası etkinlikleri gibi olgular<br />

göz önüne alınmamakta, o ulusun kendi bilim adamlarına sağladığı olanaklar da söz konusu<br />

edilmektedir. Genel bir bilim politikası ile birlikte iyi uygulanan bir teşvik programının temel<br />

bilimlerin gelişimini olumlu yönde etkilediği gözlemlenmektedir. Buna iyi bir örnek Sicilyalı<br />

Mario Corbino (1876-1937)’ dur. İtalyan senatosunda üyelik ve Mussolini Hükümeti’nde<br />

bakanlık görevlerinde bulunan İtalyan Fizikçisi Corbino, fiziğe yaptığı bazı özgün katkılardan<br />

çok İtalya’ da temel bilimlerinin gelişimi için gösterdiği çabalarla tanınır. Profesör Corbino<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 89<br />

İtalya’ da ilk olarak 1926 yılında Roma Üniversitesi Fizik Bölümü’ nde bir kuramsal fizik<br />

enstitüsünün kurulmasını sağlamış bu enstitünün müdürlüğüne yirmi altı yaşında genç Enrico<br />

Fermi (1901- 1954)’ yi getirerek İtalya’ da modern fiziğin başlayışına öncülük etmiştir.<br />

Kendisine verilen bu olanak ile Fermi, aynı üniversitede mühendislik öğrenimi gören C. Amaldi,<br />

E. Majorana, B. Pontecorva ve E. Seqre adlarındaki öğrencilere modern fiziği sevdirmiş, onların<br />

fizik öğrencileri olmasını sağlamış ve bilim dünyasına kazandırmıştır. Bilim tarihçileri, Corbino’<br />

nun bu yerinde teşhis ve desteğiyle Fermi ile birlikte Çağdaş İtalyan Fizik Okulu’nun doğumunu<br />

sağladığı konusunda hemfikirdir. Bu okul İtalya’ da Amaldi, Amerika’ da Seqre ve Rusya’ da<br />

Pontecorva tarafından sürdürülerek uluslararası bir boyut kazanmıştır.<br />

Çağdaş Türk Fizik Tarihi’nde de Türk Fiziği’nin gelişimini etkileyen ve onu yönlendiren<br />

olaylar, kişiler ve kuruluşlar vardır. Bunları bir arada incelemek çok geniş bir araştırma ister ve<br />

bazılarını incelemek için vakit henüz erkendir (Bu yazının üzerinden yirmi üç yıl geçmiştir ve<br />

böyle bir incelemenin de zamanı gelmiştir diye düşünüyorum. Konuyla ilgili düşüncelerimi<br />

kısaca “85 Yıllık Türkiye Cumhuriyeti’ nin Bir Bilim Değerlendirmesi” bölümünde<br />

belirteceğim).”<br />

Türkiye’ de fiziğin gelişiminde önemli bir rol oynayan ICTP ( Viyana’ da işlevini sürdüren<br />

Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu’ nun ( International Atomic Energy Agency-IAEA-) bir alt<br />

kuruluşu olarak 1964 yılında faaliyete geçmiştir. Kuruluş fikri ilk defa Pakistanlı ünlü kuramsal<br />

fizikçi Prof. Dr. Muhammed Abdüsselâm tarafından ortaya atılmıştır ( Abdüsselâm 1979 yılında<br />

Nobel Fizik Ödülü’ nü, Amerikalı fizikçiler Steven Weinberg ve Sheldon L. Glashow ile<br />

paylaşmıştır). 1960 yılında IAEA’ da Pakistan’ ın temsilcisi olan Abdüsselâm, IAEA’ ya<br />

gelişmekte olan ülkelerin temel bilimcileri için bir araştırma merkezi kurulmasını önermiş ve<br />

bu önerisi 1964 yılında Trieste Üniversitesi Fizik Bölümü profesörlerinden Paulo Budinich’ in<br />

kişisel çabaları ve Trieste belediyesinin katkıları ile Trieste’ de gerçekleşmiştir. Abdüsselâm o<br />

günkü önerisinin nedenlerini şöyle açıklamaktadır: “Eğer kendi ülkemizde (gelişmekte olan<br />

ülkeleri kastediyor) yaşıyor ve çalışıyorsak çok azımız dışarıdaki bilimsel kuruluşlara ve<br />

toplantılara gitmek ayrıcalığına sahibiz. Bu gibi seyahatler, kural olarak savurganlık ve lüks<br />

sayılır. İşte bu soyutlama, beni yirmi beş yıl önce ders vermekte olduğum ülkemi terketmeye<br />

zorladı. Güçlü bir seçim yapmalıydım: Ya fizikte kalmalıydım, ya da Pakistan’ da. Kalbimde<br />

büyük bir acı ile memleketimi terk ettim. Beni Trieste’ de fizik için uluslararası bir merkez<br />

kurulmasını önermeye iten işte buydu. Böylece benim durumumda olan diğer fizikçiler artık<br />

bu seçimi yapmayacaklardı ( 1981 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından verilen onur<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 90<br />

doktorası töreninde Abdüsselâm’ ın yaptığı İslam Âleminin Fen Bilimlerinde Rönesansa<br />

İhtiyacı Var başlıklı konuşmasından bir bölüm).”<br />

ICTP nin olanaklarından en iyi yararlanan gelişmekte olan ülkelerin başında Türkiye gelir.<br />

Bunun üç ana nedeni vardır:<br />

1) ICTP nin 1964-1965 kuruluş döneminde yöneticilik görevi yapan Âsım Orhan Barut’un<br />

kişisel çabaları.<br />

2) ICTP nin kurucusu Abdüsselâm’ın her İslam ülkesi fizikçilerine duyduğu yakın ilgi ile<br />

birlikte, tarihte ünlü bilim adamları yetiştirebilmiş uluslardan biri olan Türkler’ e karşı kişisel<br />

sempatisi.<br />

3) İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Kuramsal Fizik Enstitüsü’ nün 1956 yılında faaliyete<br />

geçerek, Prof. Dr. Feza Gürsey ve Prof. Dr. Fikret Kortel tarafından Türkiye’ de başlatılan çağdaş<br />

kuramsal fizik eğitiminin çok kısa bir sürede ülkemizde yaygınlaşması ve yurt dışındaki başarılı<br />

kuramsal fizikçilerimizin gençleri bu yönde özendirişleri.<br />

Her sene vermekte olduğu altı aylık veya bir yıllık yirmi kadar doktora sonrası burslarının<br />

(konuk bilim adamı desteği ) bir veya ikisini Türk fizikçilerine ayıran ICTP’ nin önemli<br />

desteklerinden biri de, Türk üniversiteleri ile yaptığı karşılıklı anlaşmalardır. Bu tip ilk anlaşmayı<br />

1969 Ocak ayında, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü Kuramsal Fizik Ekibi<br />

gerçekleştirmiştir. Bu anlaşmayı, ODTÜ, BÜ, KTÜ, İÜ ve Dicle üniversitelerinin ICTP ile yaptığı<br />

benzer anlaşmalar izlemiştir.<br />

Âsım Barut’ un yaşamında ICTP’ nin (şimdiki ismi Abdüsselâm Uluslararası Kuramsal Fizik<br />

Merkezi) önemini ve bunun Türkiye’ de fizik araştırmalarına olumlu yansıyışını Prof. Dr.<br />

Akdeniz in Triesteli Profesör Âsım Barut başlıklı makalesinden özetleyerek aktaralım: “1964<br />

yılının sonbaharı, Trieste: Dünyanın önemli fizikçileri Joly Oteli’ nin eski limana bakan<br />

salonunda ICTP’ nin kuruluşunu kutluyorlar. ICTP’ nin kuruluşu için 1960 yılından beri büyük<br />

bir uğraş vermiş olan müdürü Abdüsselâm, ellerini bol siyah pantolonunun cebine sokmuş,<br />

kürsüde açılış toplantısının konuşmasını yapıyor. Bu, 40 yaşlarındaki Pakistanlı mutluluk içinde<br />

şunları söylüyor: Bu araştırma merkezi, gelişmekte olan ülkelerde bilimin gelişimini engelleyen<br />

bariyerleri kıracaktır. 3. dünya ülkelerinin fizikçileri, bilimdeki ilerleyişleri artık ülkelerinden<br />

kopmadan izleyebileceklerdir. Bilime katkıda bulunabileceklerdir. Ülkelerinden kopmayan bu<br />

güneyli gençler, ülkelerinin aydınlatmak ve fakirlikten kurtarmak için önderlik edeceklerdir.<br />

ICTP’ nin önemini kavramış ve kuruluşu için daima destek vermiş arkadaşları onu dikkatle<br />

dinliyorlar. Dinleyiciler arasında kumral, orta boylu, yüzücü görünümlü yakışıklı bir fizikçinin<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 91<br />

açık renk gözleri oynadığı ellerine dalıp gitmiş. ABD Colorado Üniversitesi’ nde iki yıldır çalışan<br />

bu fizik profesörü büyük bir olasılıkla şunları düşünüyor: ‘ICTP’ yi kurmak için gösterilen çabalar<br />

boşa gitmedi. Bu merkezin veya benzer bir uluslararası araştırma merkezinin Türkiye’ de<br />

kuruluşunu çok arzu etmiştim; ama olmadı. Olsun; Trieste uzakta değil, ayrıca Abdüsselâm’ la<br />

birbirimizi çok iyi anlıyoruz; ikimiz de aynı kuşaktanız. O, Pakistan’ ın fakir bir kasabasından,<br />

ben ise Anadolu’ nun Malatyası’ ndan. İkimizde devlet bursu ile okumuşuz. İkinci Dünya Savaşı<br />

sırasında ben İsviçre’ de okumak için Sirkeci’ den trene binerken, o da aynı yıllarda İngiltere’ de<br />

okumak için Bombay’ dan buharlı bir gemiye binmiş. Abdüsselâm Newton’un, Dirac’ın<br />

üniversitesinde okudu, ben de Pauli’ nin, Einstein’ in üniversitesinde. İkimizde fizikten<br />

kopmamak için ülkelerimizden koptuk. Abdüsselâm’ ı yalnız bırakmamalıyım, ICTP’ nin başarısı<br />

için elimden geleni yapmalıyım. Bu merkezle fakir ülkelerin genç fizikçilerine ve özellikle<br />

ülkemin fizikçilerine daha da yakın olacağım. Özellikle eğitimlerini Batı’da yapabilmek şansları<br />

olmayan gençler için bu merkez bir pencere olacak.’ Ve Âsım Hoca, o günden ölümüne kadar<br />

ICTP’ den hiç kopmadı. Bilim yaşamının önemli bir bölümünü ICTP ile bütünleştirmişti. Bu<br />

merkezin gelişimi ve kuruluş amaçları doğrultusunda güney (gelişmekte olan ülkeler)<br />

fizikçilerine faydalı olabilmesi için tüm özverisi ile çalışarak katkıda bulundu. Colorado<br />

Üniversitesi’ nde zorunlu çalışması yoksa, dünyanın herhangi bir yerinde bir bilimsel toplantıda<br />

veya bir üniversitede konuşması yoksa , Trieste’ dedir. Trieste’ de olduğu günlerde ICTP deki<br />

odasının kapısı hiç kapanmazdı. Odada yanında bir Çinli, Çinli yoksa bir Hintli , Hintli değilse bir<br />

Moğol, bir İranlı , bir Kenyalı fizikçi olurdu ( Prof. Dr. Zekeriya Aydın da bir yazısında, ICTP’de<br />

değişik ülkelerden gelen öğrencileri ve ortak çalışanlarının kuyruklar oluşturduğunu<br />

belirtmişti).<br />

Pazar günleri ICTP nin arkasındaki bağlar arasından Prosecco köyüne tırmanış onun tek<br />

dinleniş şekli idi. Bu yürüyüşlere Türkiye’ den gelen öğrencileri ve yanında çalışanlar da<br />

katılırdı. Bu yürüyüşlerde, fiziğin tüm alanlarındaki yeni gelişmeler tartışılır, güneyde ve<br />

Türkiye’ de temel bilimler eğitiminin ve araştırmalarının ilerleyişi için gerekli modeller ortaya<br />

atılırdı.<br />

Kuruluş dönemindeki (1964-1974) kısıtlı olanaklara rağmen Âsım Hoca’nın kişisel<br />

çabaları ile Türkiye’ den birçok fizikçi ICTP de çalışma olanağı bulabilmişti bile. Bu fizikçiler,<br />

Prof. Dr. Burhan Cahit Ünal (Ankara Üniversitesi eski profesörlerinden ve Âsım Hoca’ nın<br />

öğrencisi ve çalışma arkadaşı), Prof. Dr. Zekeriya Aydın ( Ankara Üniversitesi), Prof. Dr.<br />

Mehmet Koca (Çukurova Üniversitesi eski profesörlerinden ve Prof. Dr. Feza Gürsey’ in ODTÜ<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 92<br />

den öğrencisi), Prof. Dr. Askeri Baran ( Trakya Üniversitesi öğretim üyesi, Âsım Hoca’ nın<br />

öğrencisi) ve Prof. Dr. İsmail Hakkı Duru ( Feza Gürsey Enstitüsü eski müdürü ve Âsım Hoca’<br />

nın öğrencisi).”<br />

Prof. Dr. Akdeniz ICTP’ de öğrenci olarak bulunduğu yıllardaki (1971-1973) ilk günlerini<br />

ve Abdüsselâm’ la karşılaşmasını, Abdüsselâm’ ın ölümünden sonra yazdığı “ Abdüsselâm –<br />

3.Dünyalı Son Fizikçinin Ardından” başlıklı makalesinde şöyle anlatıyor: “ICTP’ de ‘doktora tez<br />

Â. Barut, E. Viti, L. Slocovic, M. Fasanella and A. Hamende, ICTP,<br />

1972.<br />

çalışması’ yapmak için<br />

Türkiye’ den gelen ilk<br />

öğrenciydim. Ayrıca, bu<br />

benim Türkiye dışında bir<br />

bilimsel kuruma ilk gidişimdi.<br />

ICTP’ deki ilk günlerimde<br />

Abdüsselâm’ ın kapısının<br />

önünde turluyor, bir türlü<br />

içeri girerek kendisine bir<br />

merhaba demek cesaretini<br />

kendimde<br />

bulamıyordum.<br />

Onun o güne kadar fizikte<br />

yaptıkları ve kendisi hakkında<br />

yeterli bilgim de yoktu. Korkum modern fizikte, özellikle o yıllarda önemli gelişmelere neden<br />

olan kuvantum alanları kuramındaki eksikliğimdi. Zira düzenli kuvantum fiziği öğretiminin bile,<br />

birkaç hocanın kişisel girişimi ve İstanbul Üniversitesi’ ndeki 1968 öğrenci hareketi istekleri<br />

sonunda, 30 yıldan fazla bir gecikmeyle başladığı bir fizik bölümünden mezundum. Bunun<br />

yanında, diğer bir korkum da Vefa Lisesi alt yapılı Sultan Ahmet pratiğini aşamamış<br />

İngilizcemdi.<br />

Abdüsselâm’ın kapısı önünde dolaşıp duran beni, Abdüsselâm’ın deneyimli sekreteri,<br />

benim durumumda çok kişiyi görmüş olmalı ki, biraz moral verdikten sonra kapısından içeri<br />

itti. Odaya girdiğimde Abdüsselâm’ı masasının arkasında bir koltuğun içine gömülmüş, bir<br />

şeyler okuyorken buldum. Gözlüğünün altından bakarak ‘hoş geldin’ dedi. Ben de kendimi<br />

tanıttım. Türkiye’ den, İstanbul Üniversitesi’nden olduğumu, doktora tezimi yapmak için<br />

geldiğimi zorla da olsa söyleyebildim. Gözleri çakmaklaştı ve şunları söyledi: ‘Demek İstanbul<br />

Üniversitesi’ndensin. Türkiye’nin ilk ve en büyük üniversitesi değil mi? Siz Türkler kuramsal<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 93<br />

fizikte çok iyisiniz. Prof. Gürsey İngiltere’ den okul arkadaşımdır. Şimdi Yale’ de çalışıyor. Prof.<br />

Barut’un ICTP’ nin kuruluşu ve gelişimine çok katkısı oldu. Hâlâ Amerika’ dan buralara çok sıkça<br />

gelip, senin gibi ICTP’ ye gelen gençlerin yetişmesi için çok özveride bulunuyor. Seni bize öneren<br />

Prof. Kortel’i de (Fikret Kortel) Heisenberg ile yaptığı çalışmalardan tanırım; Gürsey ile beraber<br />

İstanbul da önemli yayınlar yaptılardı.’<br />

Fizikçi adayı bir delikanlıya bunları anlatırken gözleri çakmak çakmaktı. Ve sonra ekledi:<br />

‘Hadi bakalım, çok çalış ve buranın olanaklarından faydalan.’<br />

Odadan dışarı uçarak çıktım. İngilizcemle alay etmemiş, yarım yamalak fizik eğitimimi<br />

sorgulayıp beni aşağılamamış, aksine fizik yapmam için beni yüreklendirmişti. Kendimi ICTP’ yi<br />

çevreleyen Miramare parkının içinde bulmuştum. Çam ağaçları arasında yürürken hep aynı<br />

şeyi tekrarlıyordum: ‘Çakmak gözleri ile fizik dünyasında şansımın olduğunu söyledi.’ Aynı<br />

hafta sonu Trieste’ nin tepelerine yürüdüm. Carso’ nun köylerini dolaştım. Yürüdüm ve<br />

yürüdüm…”<br />

Prof. Dr. Gediz Akdeniz’ in o günkü duygularını çok iyi anlamak ve değerlendirmek<br />

durumundayız. Bu sözler, gelişmekte olan ülkelerde temel bilimlerin ne durumda olduğunu,<br />

ICTP ve benzeri kurumların bu ülke bilim insanları için ne denli önemli olduğunu, Âsım Barut<br />

ve Abdüsselâm gibi büyük isimlerin sadece üst düzey bilim yapıp dünyanın zirvelerinde<br />

dolaşmakla yetinmeyip, gelişmekte olan ülkelerin bilim, eğitim ve kültür sorunlarıyla yoğun bir<br />

şekilde ilgilenmelerinin değerini iyi anlamalıyız ( Barut’ un ICTP çerçevesinde yaptıklarının<br />

değerini daha iyi kavrayabilmek için, Abdüsselâm’ın hayatının çok iyi incelenmesi gerektiğini<br />

düşünüyorum. Bunun için Abüsselâm’ ın yazdığı Ideals and Realities –İdealler ve Gerçeklerkitabının<br />

ve Abdüsselâm’a 1981 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından verilen onur doktorası<br />

töreninde, bu büyük fizikçinin İslam Âleminin Fen Bilimlerinde Rönesansa İhtiyacı Var başlıklı<br />

konuşmasının okunmasını özellikle genç fizikçi adaylarına öneririm). Yine bu çerçevede önemli<br />

gördüğüm iki noktayı daha belirtmeden geçemeyeceğim. Birincisi, Feza Gürsey’in 1960’ ların<br />

başında Amerika’ da yaptığı çalışmalarla uluslararası ün sağlamışken ve kendisine yüksek<br />

saygınlıkta iş olanaklarının yolu açılmışken, Türkiye’ ye ODTÜ ye dönüp burada uzun yıllar<br />

çalışması; çalıştığı dönemde ODTÜ Fizik Bölümü’ nü dünyada saygınlığı olan bir yer haline<br />

getirmesi, ikincisi, diğer ünlü fizikçi ve kimyacımız Oktay Sinanoğlu’ nun Meksika, Hindistan<br />

gibi üçüncü dünya ülkeleri (güney ülkeleri) ve Japonya’ daki dil, bilim, kültür alanlarındaki<br />

yoğun faaliyetleridir. Abdüsselâm, Barut, Gürsey, Sinanoğlu gibi değerli bilim insanlarının,<br />

üçüncü dünya ülkelerinin kalkınması için gösterdikleri yoğun çabalar çok iyi analiz edildiği<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 94<br />

zaman, neden güney ülkelerinin bilim insanlarının Batılı meslektaşlarından farklı davranmaları<br />

gerektiği ve temel bilimlerin bu ülkeler için oynadığı yaşamsal rol daha iyi anlaşılır.<br />

ICTP olanakları ile birçok Türk fizikçi kısa süreli programlara katılarak fizikteki son<br />

gelişmeleri takip edebilmişler, uzun süreli çalışarak ya da araştırma gruplarında yer alarak bilim<br />

dünyasında seslerini duyurmuşlardır. Bugün, ülkemizdeki üniversitelerin fizik bölümlerinde ve<br />

araştırma merkezlerinde çalışan yüzden fazla fizikçimiz, akademik dereceleri için gerekli<br />

çalışmaları ICTP de ya da ICTP’ nin olanakları ile yapmışlardır. Kuşkusuz bunda en önemli<br />

etken, ICTP’ nin kuruluş amacına ve gerçeklerine uygun stratejiler geliştiren Âsım Barut ve<br />

onun çizdiği yolu izleyen birkaç öğrencisinin kişisel gayretidir.<br />

Âsım Barut’ un Türkiye’ de fizik araştırmalarının zenginleşmesine ve yaygınlaşmasına<br />

katkısı yalnızca ICTP ile sınırlı değildir. Sürekli yurt dışında yaşamasına rağmen Türkiye ile<br />

bağlarını hep üst düzeyde tutmuş ve sık aralıklarla ülkemizi ziyaret etmiştir. Ayrıca, 1962<br />

yılından itibaren genç Türk fizikçileri ve doktora öğrencileri Colorado Üniversitesi’ ne Barut’ un<br />

yanına gitmişlerdir.<br />

Âsım Barut’ un Türk üniversiteleri ile kurduğu işbirliğini Prof. Dr. Zekeriya Aydın’ ın Asım<br />

Barut’ un Türkiye’ de Fiziğe Katkıları başlıklı makalesinden özetleyelim: “Profesör Barut’ un<br />

Türkiye’ de işbirliğine girdiği ilk bölüm Ankara Üniversitesi Fizik Bölümü’ dür. 1962’ de doktora<br />

sonrası araştırmacı sıfatıyla Colorado’ da Âsım Bey’ in yanında çalışan ilk Türk fizikçisi olarak<br />

Burhan Cahit Ünal’ ı görüyoruz. Oradan Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’ ne dönen Ünal,<br />

1966’ da iki doktora öğrencisine Barut’ un önerdiği birer tez konusu veriyor. Bu öğrenciler,<br />

doktoralarının son kısımlarını altışar ay gibi kısa sürelerle Barut ile, Trieste’ deki Uluslararası<br />

Kuramsal Fizik Merkezi’ nde buluşarak tamamlıyorlar. O sıralarda, Ankara Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi’ nden mezun olan dört NATO bursiyeri öğrencisinden biri Colorado ya gidiyor ve<br />

doktora çalışmasını Barut’ un yönetiminde bitiriyor. 1969 yılında, bir yarıyıl süreyle Ankara<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi’ ne misafir profesör olarak gelen Âsım Barut, hem dördüncü sınıf<br />

öğrencilerine kuvantum mekaniği dersi veriyor, hem de o yıllarda artık 5-6 kişi olan Kuramsal<br />

Fizik Ekibi’ni iyice araştırma havasına sokuyor.<br />

Âsım Bey 1970’ li yıllarda Boğaziçi Üniversitesi, Karadeniz Teknik Üniversitesi ve Dicle<br />

Üniversitesi ile de benzer bilimsel ilişkiler içine girmiş; 1978’ de bir yarıyıl için Boğaziçi<br />

Üniversitesi Fizik Bölümü’ ne misafir profesör olarak gelmişti.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 95<br />

ICTP’nin üç ünlü konuğu. Soldan itibaren, P.W. Higgs,<br />

Â.O. Barut ve Y. Nambu.(1987)<br />

Tüm bunlardan başka Barut,<br />

Amerika ve diğer ülkelerin yanı<br />

sıra, Türkiye’ de de çok sayıda<br />

bilimsel toplantı düzenleyerek,<br />

önemli fizikçilerin ülkemizi<br />

ziyaret etmesini sağlamış ve<br />

ülkemizde bilim kültürünün<br />

yerleşmesi için bu yönüyle de<br />

önemli katkılar sağlamıştır.1967,<br />

1970, 1972, 1977, 1981, 1983 ,<br />

1984 ve 1989 da İstanbul da<br />

düzenlediği NATO Yaz Okulları,<br />

1979 da Trabzon da düzenlediği Matematiksel Fizik Kollokyumu, 1982 de gene Trabzon da<br />

yönettiği bir aylık Yüksek Enerji Fiziği Araştırma Okulu , Aralık 1991 ve Aralık 1993 de Edirne<br />

de düzenlediği Uluslararası Matematiksel Fizik Konferansları ve en son Eylül 1994’ de “Elektron<br />

Kuramının Yüzüncü Yılı ve Kuvantum Elektrodinamiği” adıyla düzenlediği NATO Yaz Okulu<br />

bunlardan<br />

bazılarıdır.<br />

14 – 26 Ağustos 1989 tarihleri arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen<br />

“Kuvantum Elektrodinamiği ve Kuvantum Optiği’nde Yeni Sınırlar” konulu NATO yaz<br />

okulu. Barut, en altta oturanlar arasında soldan 9. sırada.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 96<br />

Âsım Barut yetiştirdiği Türk fizikçilerinin her birini yüksek enerji ve matematiksel fiziğin<br />

değişik problemlerine yöneltmiş ve 15 Türk fizikçisiyle 60’ın üzerinde bilimsel makale<br />

yayınlamıştır.<br />

Trakya Uluslararası Fizik ve Uygulamalı Matematik Merkezi<br />

Edirne, Karaağaç Tesisleri… Sessizliğin hüküm sürdüğü, ağaçlarla kaplı, temiz havalı, bilim<br />

üretmek, bilim insanlarının toplanıp bir arada çalışabilmesi için ideal bir yer. Adı geçen bilim<br />

merkezi 1990’ ların başında büyük hedeflerle kurulmuştu. Böyle bir merkez Barut’ un 30 yıllık<br />

özlemiydi. Trieste’ deki merkezin Türkiye de kurulması için 1960’ ların başında çok çaba<br />

harcamış ama politikacılar ve bürokratlar konunun önemini anlayamadıkları veya anlamak<br />

istemedikleri için başarılı olamamıştı. Nihayet 1990’ ların başında bu hedefini gerçekleştirmiş;<br />

Trakya Üniversitesi’ ne bağlı olarak kurulan ve kuruluşunda çok büyük emeği olan bu merkezin<br />

bilimsel danışmanlığını büyük bir heyecanla kabul etmişti. Bu yolla, yurt dışına yüksek lisans ve<br />

doktora öğrencileri göndermek yerine, bu merkeze yurt dışından önemli bilim insanları davet<br />

edilecek, yüksek lisans ve doktora çalışmaları burada sürdürülecekti. Böylece merkezi,<br />

uluslararası düzeyde araştırıcı öğretim üyesi yetiştirmeğe yönelik bir bilim yuvası haline<br />

dönüştürmeyi hedefliyordu. Ayrıca Barut, bir takım düzenlemeler ve eklerle merkezi daha da<br />

geliştirip büyütmeyi planlıyordu.<br />

27 – 31 Mayıs 1991 tarihleri arasında Trakya Uluslararası Fizik ve Uygulamalı Matematik<br />

Merkezi’nde düzenlenen “Kuramsal Fizikte Son Gelişmeler” konulu toplantıda çekilen bir toplu<br />

fotoğraf.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 97<br />

Âsım Barut’ un 30 yıllık bu özleminin nasıl gerçekleştiğini yine Prof. Dr. Akdeniz in<br />

Triesteli Profesör Âsım Barut başlıklı makalesinden aktaralım: “1990’ ların başında<br />

Abdüsselâm hastalandı. Soğuk savaş sona erdi. ‘ICTP kuruluş amacından saptırılacak mı?’<br />

sorusu da gündeme geldi. Bu durum Âsım Hoca ve Abdüsselâm’ ın dava arkadaşlarının ICTP’<br />

ye olan inançlarını da etkilemeye başladı. Hastalığı ilerleyen Abdüsselâm 1993’ ün Mart ayında<br />

veda etti. Çok zayıfta olsa Âsım Hoca’ nın, ICTP’ nin yeni yöneticisi olacağı konusunda<br />

umutlanmıştık; ama olmadı. ICTP de ‘yeni dünya düzeni’ programlarının rüzgarları esmeye<br />

başladı. Soğuk savaş sonrası Batı’ da daha da güçlenen bilim derebeylerinin ve bunların<br />

yandaşlarının sesi daha fazla çıkmaya başladı. 1993 sonrası Âsım Hoca ile bu konularda birkaç<br />

kez konuştuk. ICTP’ nin görevinin, soğuk savaşla birlikte en azından Türkiye için sona erdiği<br />

konusundaki görüşleri paylaşıyordu. Türkiye’ nin bölgesinde temel bilimlerde öncü olmak<br />

zamanının geldiğine inanıyordu. Bu inancıyla Âsım Hoca Trakya Üniversitesi’ nde bir<br />

uluslararası araştırma merkezi kurulmasına öncülük etti ve son iki yılının önemli bir kısmını<br />

Trieste’ den ziyade Edirne’ de geçirdi.” Ancak, bu büyük fizikçimizin ölümünden sonra işler<br />

umulduğu gibi gitmemiş anlaşılan… Nedense Trakya Üniversitesi’ de, Barut’ un bıraktığı yerden<br />

bu projeyi onun adına lâyık bir şekle sokmak konusunda ısrarcı olmadı!<br />

Çalıştığı merkezleri değerlendirirken bilimsel araştırma konusunda da çözümler üreten<br />

Barut, bu konuda şunları söylüyor: “Araştırma merkezlerinin diğer kurumlar gibi etkin ve<br />

edilgen, büyümek ve çökmek devirleri oluyor. Bence, böyle merkezlerin öğrencilerle sürekli<br />

bağlantı içinde olmak ve kendini yenilemek için üniversite içinde ve üniversiteye bağlı olarak<br />

kurulması daha iyi. Kurumlar ve ortamların günlük işleyiş ilkeleri yanında, daima kendini<br />

yenileyecek bir düzeni de kurmaları lazım; durağan kurumlar uzun süre dayanamazlar. Sonra<br />

araştırmayı üniversitelerde daima öğretilen sağlam temel kaynaklara bağlamak, derin<br />

sorunları hiçbir zaman gözden kaçırmamak gerekir. John von Neumann’ ın dediği gibi,<br />

kaynaklardan uzak matematik ve fizik, kaynaklarından uzak, parçalanmış küçük dereler gibi,<br />

nihayet kururlar. Bulunduğum CERN ve ICTP gibi araştırma merkezleri çok iyi başladılar, fakat<br />

bence saydığım koşulları henüz tam yerine getiremediler.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 98<br />

Temel Bilimler ve Teknoloji Hakkındaki Düşünceleri<br />

Âsım Barut’ un temel bilimler hakkındaki düşünceleri tüm temel bilimciler ve özellikle<br />

temel bilimleri seçecek gençler için ders olacak nitelikte: “Temel bilimler insanın önü açık<br />

sürekli bir araştırma yoludur. Temel bilimlerde doktrinlere yer yoktur. Araştırma bilinmeyen<br />

ufuklara dikkatlice gitmektir fakat iyi bir yol bulup da bir vadiden birdenbire bir dağ tepesine<br />

çıkarsak, birdenbire ufkumuz yüzlerce kilometre genişler. İşte böyle basit fakat etkili yollar<br />

bulmak kuramsal bilimlerin amacıdır. Fiziğin deneyimi gösteriyor ki gerçek bir kere bulunursa<br />

basittir, güzeldir, geneldir.<br />

Temel bilimlerle doğayı öğrenmek bir yaşam sorunu olmak yanında, aynı zamanda büyük<br />

bir kültür sorunudur. İnsanın en derin sorularına yanıt vermeye çalışır. İçten gelen merakımızı<br />

çözer, yeni meraklar yaratır. Evrende yerimizi tayin eder. Doğanın harikalarına hayran kalırız.<br />

Bizi kendimizi bilmeye doğru götürür. Sokaktaki adam bile uzay, yıldızlar, atomlar, ışık ve<br />

rengin ne olduğunu öğrenmek ister. Tarih boyunca toplumlar, uygarlıklar değişir, fakat<br />

insanlığa kalan bilimin büyük fikirleridir. Eucklid’ in geometrisi, Güneş Sistemi, Newton’un<br />

hareket ve kuvvet denklemleri, insan vücudunun iç yapısı, ışık ve elektrik… Bütün bunlar<br />

felsefeyi değiştirdikleri gibi insanlığın düşünüş ve yaşayış biçimini de belirliyorlar; dini daha iyi<br />

anlamağa yardım ediyorlar.”<br />

Bakışım aşığı bir fizikçi olan ve doğanın her yerinde temelde bir şekilde bakışımın yer<br />

aldığını çok iyi kavramış olan Barut, bakışım ve dinamik arasındaki ilişkiyi ise şöyle anlatıyor:<br />

“Bana öyle geliyor ki bugünkü durumda belki bildiğimiz fiziğin tümünü Newton ve Maxwell<br />

sistemlerine, daha kesitle, kuvantum kuramı şekillerine dayanarak ve bir iki temel parçacığı<br />

içeren bir madde modelinden başlayarak anlamak mümkün. Bu temel kanunlarda fizikçiler<br />

hem doğanın muhteşem bakışımını, hem de olayların dinamik gelişimini, yani uzayda ve<br />

zamanda hareketini görürler.<br />

Fizikçi olmayanların bile, bu kadar iktisadî bir şekilde doğanın tasviri karşısında hayranlık<br />

duymayacaklarını zannetmiyorum. Galilei ve Kepler’ den beri fiziğin gelişimi daima bu iki temel<br />

görüş arasında, yani bakışım ve dinamik arasında gidip geldi. İkisinde de büyük bir güzellik<br />

görüyoruz. Doğa bize planını bazen büyük bir bakışım güzelliğiyle gösteriyor. Bu bakışım<br />

zamanı da içerir, geçmişle geleceği birbirine bağlayan bakışım. Bazen de olayları, birbirini<br />

karşılıklı ve sürekli etkilerle dinamik olarak değiştiren parçacıklara atfediyoruz. Sonra da bu iki<br />

görüşü birleştirip bir dünya sistemi bulmağa çalışıyoruz.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 99<br />

Colorado Üniversitesi, Fizik<br />

Bölümü, 1971.<br />

Fizik ve Geometri kitabında ise bakışım ve dinamik<br />

hakkında şunları söylüyor. “Bakışım ve dinamik, fizik<br />

yasalarını formüle etmenin farklı yollarıdır; birinin diğerinden<br />

türetilmesi mutlaka zorunlu değildir. Bazen çelişirler, bazen<br />

birbirlerini tamamlarlar, sık sık da farklı soruları yanıtlarlar.<br />

Ama birlikte doğanın tam anlaşılmasını sağlarlar.” Âsım Barut<br />

doğa kanunlarını ise şöyle yorumluyor: “Doğa kanunlarını<br />

değişmez, sarsılmaz kabul ediyoruz. Yaşayan biçimlerin<br />

gelişimi(evrim) gibi, acaba doğa da çeşitli fiziksel kanunları<br />

yaratıp, onları deneyip, en iyisini seçmiyor mu?<br />

Ama ne ölçüye göre en iyisi? En çok kararlılık, en çok bakışım<br />

verebilen kanunları: Örneğin, mesafenin tersinin karesi ile<br />

orantılı elektrik veya yerçekimi kuvvetleri. Kuvvet kanunu bambaşka da olabilirdi. Darwin’ in<br />

gördüğü doğasal seçme ilkesi, canlıdan cansız maddeye ve hatta buradan maddeyi yaratan<br />

fiziksel kanunların şekline neden ulaşmasın. Tabiî bu değişimleri görmek daha çok zaman<br />

isteyecek ( 2 Kasım 1979).” Barut,matematik ve fizik arasındaki ilişkiyi’ de şöyle<br />

değerlendiriyor:<br />

“Doğayı anlamak demek, bir kısım olayları birkaç basit neden ve kanundan biraz düşünce ve<br />

“Fizik insanoğlunun evrendeki yerini arar.”<br />

(İnsan ve Kainat dergisinde yapılan söyleşi – 1987).<br />

mantık kurallarıyla elde edebilmek<br />

demektir. Bu temel nedenlere<br />

‘aksiyom’ diyoruz. Aksiyomlar doğaya<br />

yüzde yüz uymayabilirler, nitekim en<br />

büyük duyarlılıkla doğayı tasvir eden<br />

bir aksiyom sistemi belki de olamaz.<br />

Fakat aksiyomlar belirli bir sınır içinde<br />

bir kısım olayların en has, en önemli<br />

özelliklerini veren hipotezlerdir.<br />

Mesafe, açı üzerinde olan bütün<br />

deneyimlerimizi ve ölçüleri Eucklid’ in<br />

basit geometri aksiyomlarında özetleriz. O halde, teker teker bir sürü ölçü ve bağıntılar yerine,<br />

bir iki aksiyomu öğrenmek, onları bir defterin kenarına yazmak yeterli, ondan sonra istediğini<br />

ispat etmek geometriyi bilenler için mümkün ve kolay. Eucklid geometrisi bu bakımdan doğa<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 100<br />

biliminin bir dalıdır ve değişmeyen bir uzunluğun ( yürüsek de, döndürerek baksak da) varlığını<br />

kabul eder. Fakat şimdi biliyoruz ki, matematik olarak kesin ve sağlam olan bu geometri doğa<br />

için ancak yaklaşık olan bir geometridir. Çok hızla hareket edersek, Eucklid mesafesi değişir ve<br />

zamana ( ve hıza) bağlı başka yeni bir ‘mesafe’ tanımlanabilir ki, bu sefer o değişmez. Görelilik<br />

kuramı demek bu yeni uzunluğa dayanan geometriyi kullanmak demektir ( “İnsan ve Kainat”<br />

dergisinin Şubat 1987 sayısında kendisiyle yapılan söyleşi de görelilik kuramı ve geometrinin<br />

aynı şey olduğunu belirtiyordu). Geometri, hangi büyüklükler değişmesin? sorusunun<br />

yanıtıdır.<br />

Ben matematik ve geometriyi fiziğe çok yakın buluyorum. Yani uzayın ne olduğunu<br />

geometri ile anlıyoruz. Geometri bence fiziğin ayrılmaz bir parçası. Çünkü fiziksel olaylara göre,<br />

biz en uygun geometriyi uzaya uyguluyoruz. Ayrıca “eğri uzay” diye bir şey olmadığı<br />

kanaatindeyim. Uzay, sadece uzaydır, noktalardan ve zamandan oluşur. Ama bu uzaya eğri<br />

geometri konabilir. Bazı olayları daha iyi anlayabilmek için, bir uzaya Eucklid geometrisi<br />

koyarız; gene aynı uzaya, başka olayları anlamak için Minkowski geometrisi koyarız veya<br />

bambaşka bir problemde eğri geometri kullanırız. Bu yapılırken fizik, dinamik yol gösterici olur.<br />

Öğrenciler ve bazı gençler “Uzay nasıl eğridir?” diye düşünüyorlar. Uzayı düşünmek pek<br />

kolay değil. Zaten uzaya anlam veren, noktalardan meydana gelmiş bir koordinat sistemidir.<br />

Bu noktalar da madde ile anlam kazanır. Yani, maddenin oluşturduğu mekân noktaları ile<br />

zaman koordinatları. Bu koordinatlar arasındaki ilişkiler geometri ile kurala bağlanıyor.<br />

“Fizikte büyük hamleleri<br />

gerçekleştirenler; günün modasına uyanlar değil,<br />

ona karşı çıkanlardır.”<br />

(İnsan ve Kainat dergisinde yapılan söyleşi –1987).<br />

Doğa kanunlarının ifadesi için matematiğin en etkili dil olması<br />

çok tartışmalara yol açtı. Bence bu, matematik ve kuramsal<br />

fiziğin aynı türden bir insan etkinliği olduğunu gösterir.<br />

Doğayı anlamak için basit bir model yapıyoruz; basit ve kesin<br />

aksiyomlara dayanan bir sistem arıyoruz. Matematikçiler bu<br />

sistemlerden tahmin edilebilen birçok yeni sistemler<br />

kuruyorlar. İnsan zekâsı doğanın bir parçası olduğu için, bu<br />

matematik sistemler de doğanın bir parçası.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 101<br />

Fizikçiler, olaylardan ilham alarak yaklaşık sistemler kuruyorlar. İkisi de beynin yaptığı<br />

soyutlama olduğu için aynı mertebedeler. İyi matematik, iyi fizik gibi doğadan kaynak alan ve<br />

doğanın çalışmalarına benzeyen sistem bulan matematik ve fiziktir.<br />

Geçen yüzyılda fizikçilerle matematikçiler arasında pek fark yoktu. Geçen yüzyılın en<br />

büyük matematikçileri, aynı zamanda büyük fizikçilerdi. Gauss, Klein, Riemann, Weber ve<br />

Maxwell. Bunların hepsini, hem büyük matematikçi, hem de büyük fizikçi olarak tanıyoruz.<br />

Çünkü hepsi matematiği doğayı anlama aracı olarak kullandılar. Bence, fizik ve matematik<br />

hem aynı kaynaktan çıkıyor, hem de birbirlerine çok yakın. Aslında fizik ve matematiğe biraz<br />

daha derinden bakılırsa, ikisinin de felsefenin birer kolu olduğu görülür.”<br />

Temel bilimlerin ve bilim insanlarının amacını, temel bilimlerin insanlık için ve özellikle<br />

gelişmekte olan ülkeler için değerini ve önemini, teknolojinin insan yaşamında ne anlama<br />

geldiğini Barut şöyle vurguluyor: “Bilimin günlük amacı etrafımızdaki olayları dikkatle,<br />

ayrıntılarıyla, sabırla incelemektir. Daha sonra bu incelemeleri insanlığın yığılmış deneyim ve<br />

bilgi yapısına bağlamak ve sonunda en önemli olarak da bu yapıdan, olayların altındaki basit<br />

fakat genel doğa kanunlarını bulmaktır. Özellikle fiziğin hedefi de fizik kanunlarının en kesin ve<br />

kapsamlı şekillerini bulmak, onları en genel matematik ve fizik diliyle yazmaktır.<br />

İnsanın derinde yatan ruhsal bir gereksinimi var: Etrafımızda olan bitenlere bir neden<br />

bulmak ve doğada bir düzen görmek.<br />

Etrafımızdaki, sürekli değişen, sonsuz sayıda, sonsuz türlü, sonsuz şekilli olayların temel<br />

neden ve kurallarını bilmeseydik, şaşkın, yardımsız, kaybolmuş bir hayat sürecektik. Düzensiz<br />

bir dünyada kim yaşamak ister? Bu nedenle merak ettiğimiz olayları denetlemek, ileriyi<br />

görebilmek de yalnız onların temel kanunlarını keşfetmek ve anlamakla mümkündür. Bilim<br />

tarihi de bunu kesinlikle gösteriyor. Eminim ki bütün bilim insanları, özellikle fizikçiler, doğanın<br />

iyi yapıldığına, doğa olaylarının gayet basit ve güzel temellere dayandığına, madde ve<br />

hareketin değişmez ve kesin kanunları olduğuna inanıyorlar. Yoksa neden bütün güçleriyle,<br />

bütün düşünceleriyle bu ilkeleri arasınlar.<br />

Bilim bitmiş bir iş değildir. İnsanlık tarihi çerçevesinde bakılırsa, bilim henüz başladı<br />

diyebiliriz. Bilimin çözdüğü problemler, çözemediği, anlayamadığı veya henüz hayal edemediği<br />

problemler yanında okyanusta bir kepçe su gibi. Bu hızla başlayan gelecek çağa, geçmişten çok<br />

farklı bir amaç ve tutumla girmeliyiz.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 102<br />

Binlerce sene insan etrafındaki olaylardan deneyimler kazandı ve bu deneyimler gelecek<br />

nesillere devredildi. Modern şekliyle de son 400 sene içinde uzun çalışmalardan sonra temel<br />

doğa kanunları bulunmaya başlandı. Bilimin gelişimi kollektif bir çalışma sonucu olduğu gibi,<br />

üst üste konulan, yığılan bir büyümedir; bir bina yapmak gibi. Uzun çalışmalar ve hatalar<br />

sonunda varılan sonuçlar yeni nesillere kolayca öğretilebiliyor. Eğer her nesil, her topluma<br />

bütün gelişimi yeni baştan, öncekilerden habersiz bulmaya kalksaydı, bugünkü gelişim<br />

mümkün olamayacaktı.<br />

Bugün doğan her çocukla, nerede olursa olsun, insanlığın bütün imkânı, bütün potansiyeli<br />

beraber doğar. Yeter ki bu imkân görülüp geliştirilebilsin. Her toplumda bilimin en yüksek ve<br />

en son sınırlarına erişen ve bu sınırları genişleten, karanlığı aydınlatan zekâlar çıkabilir ve<br />

çıkıyor da. Bilim yalnız Batı’da değil her yerde yapılabilir. Kimbilir geleceğin en büyük buluşları<br />

nerede yapılacak? Yeter ki bu insanlar desteklensinler, yeterli sayıda olsunlar ve maddî<br />

imkânları olsun!<br />

Geleceği kurtarmak için petrol , su, kömür gibi enerji kaynakları yanında, unutmayalım<br />

ki, belki en büyük enerji kaynağı insan zekâsıdır. Bazen tek bir insan bile, fakat kalbinde<br />

inancı, kafasında bilgisi olan bir insan dünya için yepyeni bir devir açabilir.<br />

Temel bilim yapmak geleceği yapmak demektir. Bazen deniliyor ki gelişen toplumlar<br />

yalnız teknoloji kursunlar, teknoloji satın alsınlar. Temel araştırma onlar için lükstür. Ben uzun<br />

zamandır bu fikrin doğru olmadığını savunuyorum. Çünkü teknoloji, bazen öyle görünmesine<br />

rağmen, yalnız kendi başına bir amaç olamaz. Teknoloji iki yönden temel önem taşır: Birincisi,<br />

insanın maddî yaşama güçlüklerini ortadan kaldırıp enerjisini fikrî problemlere yöneltebilmek<br />

için ( aç, yorgun, hasta insan ne bilim yapabilir, ne şiir yazabilir, ne de felsefe düşünebilir),<br />

ikincisi, teknolojiyi kullanarak, onun yarattığı alet ve yöntemlerle doğayı daha ince<br />

ayrıntılarıyla incelemek ve öğrenmek bakımından. Bilimin gelişimi bakımından belirli bir<br />

iktisadî zenginliğin ve teknolojinin olması lazımdır. Fakat bugün teknoloji, bilimin yeni buluşları<br />

ile kısa zamanda tamamen değişiyor. Yalnız dışarıdan teknoloji alan ülkeler sürekli geri kalırlar<br />

ve sürekli teknoloji almak zorundadırlar.<br />

Bilimsel bir ortamda teknoloji muhakkak ki kendi kendine de gelişir. Tersi doğru değildir:<br />

Yalnız teknoloji satın alınan yerde bilim genellikle yapılamaz.”<br />

Bu bölümle ilgili söyleyeceklerimizi Barut’ un kuramsal fizik ve kuramsal fizikçiler<br />

hakkındaki düşünceleriyle bitirelim: Kuramsal fizik bence sırat köprüsü gibi. “Maxwell’ in<br />

sözüyle kuramsal fizikçilerin ya kendilerini ortaya çıkan matematik problemlerin inceliklerinde<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 103<br />

kaybetmeleri ya da hoşlarına giden görüngülerde(fenomenolojide) ısrar etmeleri çok kolay.<br />

İkisinin ortasını bulmak, basit fakat açık olmayan, elle kolay kolay tutulamayan kavramları,<br />

bağlantıları görmek zor. Doğa böyle ilkelerle çalışıyor. Pek küçükken geceleri sırat köprüsü<br />

üzerinde düşünür, korkudan titrerdim.”<br />

Türkiye’nin Kalkınmasına İlişkin Düşünceleri ve Önerileri<br />

Âsım Barut’ un bu konudaki düşüncelerini ise şöyle özetleyebiliriz: “Dışarıdan alınan<br />

bilim ve teknoloji yerine, bunların içeride üretilişinin ve yaratılışının önemi genelde bilinir, ama<br />

ona yeni açılardan bakmakta, onu sürekli yinelemekte, kamuoyunun ilgisini canlı tutmakta ve<br />

özellikle yeni çözüm yolları aramakta yarar vardır. Ayrıca, sorunun ne kadar acil ve önemli<br />

olduğunu da gözden uzak tutmamamız gerekir. Sorun acildir; çünkü, ne kadar fazla beklersek<br />

bedeli o kadar fazla olacak, gidilecek yol o kadar uzun olacaktır. Yirmi sene önce teknoloji ithal<br />

ediyorduk; şimdi de durum aynı, bir hamle yapılmazsa yirmi sene sonrada aynısı olacak.<br />

Gelişmiş ülkelerle aramızdaki fark giderek artıyor; nedeni de yeterli sayıda bilim insanı<br />

olmamasıdır. Bilim insanı sayısı az olursa her dalı takip etmek olanağı kalmıyor. Bunun önüne<br />

geçmek için tek yol, yeterli sayıda bilim insanı yetiştirmektir. Yeni bilim yaratmak, onun<br />

uygulamak, teknolojiyi benimseyip geliştirmek her şeyden önce yeterli sayıda yetişmiş bir<br />

zümrenin varlığı ile olur. Bilim ve teknolojide hangi güçlüğümüze bakarsak bakalım, sorun<br />

yeterli sayıda elemanın olmayışına bağlanır. Türkiye’ nin en kısa zamanda 50.000 bilim insanı<br />

yetiştirmesi gerekiyor. Bu yaklaşık olarak, 3000-4000 doktoralı fizikçi, kimyacı, matematikçi,<br />

biyolog demektir. Bu da, büyük bir hamle, neredeyse bir seferberlikle olur; ancak toplumun<br />

böyle bir hamleye inanması lazımdır. Batı’ dan sonra gelişen ülkelerden bazıları bilim insanları<br />

sayısını büyük bir atılımla Batı düzeyine getirebildiler. Japonya geçen yüzyılın sonunda ve bu<br />

yüzyılın başında, Rusya Birinci Petro zamanında ve yeniden İkinci Dünya Savaşı sonunda.<br />

Zamanımızda da Güney Kore ve bir ölçüde Hindistan, Brezilya ve Çin bu yönde harekete geçmiş<br />

görünüyorlar.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 104<br />

1988-89 Ders yılı<br />

En alt sıra soldan sağa: Z. Akdeniz, G. Akdeniz, Â. Barut,A.Sokullu, K. Avcıoğlu, A. Erbölükbaş, N. Kalkan, G. Dalyan.<br />

İkinci Sıra: S. Dalgıç, A. Girgin, Ç. Bolcal, B. Akkuş, A. Kızılersu, G. Abacı, K. Ulutaş, A. Nigiz.<br />

Üçüncü Sıra: A. Taşkın, B. Aksoy, Z. Gürel, T. Bulat, Ş. Zebitay, S. Kartal, M. Arşık, D. Değer.<br />

Dördüncü Sıra: K. Özyolcu, A. Aksekili, N. Sülün, T. Armağan, R. Küçer, S. Ondur, H. Babür, İ. Toz, N. Ekici, S. Sağlam.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 105<br />

Gelişmiş ülkelerin gelip de elimizden tutup bizi gelişmeye götüreceğini zannetmiyoruz.<br />

Dışarıdan gelen yardım heyetleri belki özel bir iki güçlüğü çözer, ama gene de ülkeyi buldukları<br />

gibi bırakıp dönerler. Dışarı öğrenci göndererek bilim insanı yetiştirmek yararlı ise de, güçlükleri<br />

tam olarak çözmez. Bu yol büyük sayılarda çok zor ve pahalı. İkincisi, dışarıda yetişen bilim<br />

insanları dönüşte gelişmiş ortam, tesis, teknolojik alt yapı bulamayınca ya çalışmalarına devam<br />

edemeyecekler ya da etkileri azalacak. Gereksinime göre sınırlı sayıda eleman dışarıya<br />

gönderilebilir. Bilim insanı yetiştirmeyi kendi kendimize yapmalıyız ki, bu da bilim için lâzım<br />

olan laboratuarların, kütüphanelerin, yayınların, teknolojik alt yapının paralel olarak<br />

geliştirilmesi demektir. Yetişmiş kişi ve toplum, ancak kendi çabasıyla bilim ve kültürü<br />

hazmetmiş, onu ilerletebilecek düzeye gelmiş olanıdır. Kendimizi bilimin gelişimine bilinçli<br />

olarak seferberlik biçiminde adarsak, bu kendi kendine yoğunlaşmak olayı (kendi kendini<br />

düzenlemek) güçlükleri birdenbire kolaylaştırır. Dışarıda bilimı insanı yetiştirme<br />

programlarından böyle olaylar bekleyemeyiz. Ayrıca, önemli eğitim ve araştırma merkezlerinin<br />

olması ve buralarda Batı düzeyinde araştırma yapılması, bu merkezlerin bilimin zirvesinde<br />

bulunan merkezlerle ve hızla gelişen bilim sonuçlarıyla iletişim kurması, aynı zamanda yeni<br />

yetişen nesil için yükselecek bir amaç olur. Yetenekli ve istekli gençlerin ileride böyle yerlerde<br />

çalışabilmek için, daha baştan matematik ve temel bilimleri meslek olarak seçmelerine yol<br />

açar. Bir genç için ‘büyük bir âlim olacağım’ sözü yeniden mümkün ve gerçekleşebilir bir hedef<br />

haline gelir. Bilim insanlarının, öğretmenlerin, profesörlerin lâyık oldukları yüksek saygınlığı<br />

yeniden kazanmalarının topluma her bakımdan yararı olur.<br />

GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi), Atatürk Barajı, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü gibi<br />

büyük çaplı projelerimiz var. Üniversitelerimizden dört veya beşini yüksek nitelikli programlar<br />

uygulayan, doktora düzeyinde bilim insanı yetiştiren ve araştırma yapılan “Mükemmeliyet<br />

Merkezleri (Center of Excellence)” haline dönüştürmeye de adını saydığımız büyük çaplı<br />

projeler gözüyle bakılabilir. İçeride ve dışarıda bulunabilecek en iyi bilim insanlarını en kısa<br />

zamanda bu merkezlerde toplamak, onlara en iyi maddî ve diğer kolaylıkları sağlamak,<br />

bürokrasiyi azaltmak, en yüksek düzeyde öğretme ve araştırma ortamı sağlamak zorundayız.<br />

Zamanla, diğer üniversiteleri de bu merkezlerde yetişen bilim insanlarıyla doldurup, onların da<br />

aynı düzeye gelmeleri sağlanabilir.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 106<br />

Her hamlenin bir de bedeli vardır. Bilim insanlarımızı organik olarak kendimizin<br />

yetiştirmesi plânı, pahalı bir proje gibi görünmesine rağmen, gelişme için kuşkusuz en ucuz<br />

plândır. Çünkü, bilimi ve teknolojiyi üretmek uzun vadede ithalden daha ucuzdur. Beyine, bilim<br />

insanına yapılan yatırımdan daha verimli yatırım yoktur. Bu yatırım kısa zamanda masrafını<br />

öder. Böyle bir yatırım, gelişme ve kalkınmanın ileride süreceğinin garantisi olan bir yatırımdır.<br />

Toplumlar bilime yaptıkları katkılarla haklı olarak öğünürler. Bilime hizmet insanlığa<br />

hizmettir. Özgün bilim onu destekleyen bir çevrede ve onu seven, tartışan, düşünen kimseler<br />

tarafından yapılır. Şimdi genel olarak Batı’ dan gelen problemleri, fikirleri, akımları ve hatta<br />

modaları (bilimde de belirli modalar olur) takip ediyorsak da, bunun her zaman şart olmadığını<br />

bilmeliyiz. Eğer, bilimi, problemleri anlamış ve hazmetmiş yeterli sayıda bilim insanımız olsa,<br />

yeni yöntemler, yeni akımlar, yeni fikir okulları bizde de başlatılabilir; kendi araştırma<br />

problemlerimize kendimiz yön veririz, yeni kuramlar ortaya atabilir, yeni deneysel olaylar<br />

bulabiliriz ki, bunların uygulamaları da en çabuk bizim ülkemizde yapılabilir. Yani, bizde de<br />

nitelikli araştırma yapılırsa, kabul edilmiş buluşlar olursa, bugünkü durumun tersi olacak. Bu<br />

sefer yabancılar bizim yaptıklarımıza bakacak ve bizim yaptıklarımızı taklit edeceklerdir.<br />

Geçmişe bakınca, bütün buluşların Batı’ dan gelmediğini görürüz.<br />

Bugün özgün bilimin %95 i dünya nüfusunun %25 i tarafından üretiliyor. Demek ki,<br />

insanlığın beyin gücünün %75 i gelişemeden, verimli olamadan sönüp gidiyor. Türkiye’ de de<br />

nice insanımızın beyin gücü gelişmeyi bekliyor. Toplumların kuvvetinin yetişmiş, en yüksek<br />

düzeyde düşünen fertlerin sayısıyla ölçüldüğü bir dünyada hareketsiz kalmamalıyız. Geleceğe<br />

düşe kalka sürekli diğer ülkelerin ardından mı gidelim; yoksa onlarla beraber, bilime bazı<br />

dallarda yeni katkılar, buluşlar yaparak mı?<br />

Bilimsel gelişmeyi, milli eğitimi, millî savunmanın bir parçası, bir millî savunma projesi<br />

olarak da kabul etmeliyiz. Çünkü bugünkü dünyada millî savunma da bilim ve teknolojiye<br />

dayanıyor. Hayat ve hürriyeti her gün yeniden kazanmamız lazım. Sürekli çabalama, insan<br />

gelişmesini özellikle fikrî gelişmeyi destekler. Beyin bir adale gibi ne kadar fazla çalışırsa o<br />

kadar fazla gelişir. Bilim insanı olmayan ülke hür olamaz, bağımsız kalamaz.<br />

Bilim insanı yetiştirmek konusunda en büyük görev üniversitelere ve dolayısıyla bugünkü<br />

bilim insanlarının kendilerine düşüyor. Bunlar üniversite ve dernekler yoluyla hem kendilerinin,<br />

hem de yeni neslin yetişmesi için uğraşacaklardır. Üniversite idaresi, hükümet ve diğer yetkililer<br />

bunlara yardımcı olmalı ve görevlerinin kolaylaşması için gerekli tedbirleri almalıdırlar. Bilimsel<br />

çalışmaların önceliğinin idari işlerden ve kurallardan önde tutulması gerekir. Bilim dernekleri<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 107<br />

meslek kuruluşlarıdır, mesleğin ilerlemesi için toplantılar ve yayınlar yapar. Her bir bilim dalı<br />

için yüksek düzeyde ve nitelikte, orijinal çalışmaların basılacağı bilim dergilerinin de<br />

yayınlanması gerekir. Çünkü, yapılan araştırmalar, düzenli olarak, düzeyli bir dergide<br />

yayınlanmazsa kimin nerede ne yaptığını takip etmek mümkün olmaz. Bu dergilerin<br />

uluslararası saygınlığının olabilmesi için, iyi bir süzgeç sistemi kurulmalıdır. Yayınlanacak<br />

yazıların, konunun uzmanlarının hakemliğinde incelenmesi yoluyla, bir süzgeçten geçirilmesi<br />

şarttır.<br />

Sözünü ettiğimiz bu dergileri kimin finanse edeceği sorusu akla geliyor. Bunu, meslek<br />

kuruluşları olan dernekler devletle işbirliği yaparak ya da kendileri finanse edebilirler. Veyahut<br />

da birçok ülkede örneğini gördüğümüz şekilde, yayınlanacak makalelerden ‘yayın ücreti’<br />

alınabilir. Makale yazarının bağlı olduğu kurum da bu yayın ücretini üstlenebilir. Bu sistemin<br />

uygulanabilmesi için, söz konusu dergilerin çok nitelikli ve yüksek saygınlıkta olması gerekir.<br />

Türk ve yabancı bilim insanlarının çeşitli sahalarda çeşitli yerlerde toplanmaları, bilimsel<br />

gelişmenin bütün bir hayat sürmesini sağlayan yaz okulları düzenlenmesi, üniversite<br />

bünyelerinde uç sahalarda araştırma yapan enstitülerin kurulması, sözünü ettiğimiz kendi<br />

kendini düzenleme olayını kolaylaştıracaktır.”<br />

Yaşama Bakışı ve Gençlere Önerileri<br />

İlk önce Âsım Barut’ un çocukluk ve gençlik yıllarına dönelim ve onun hangi üstün<br />

özelliklere sahip olduğunu öğrenelim. Birincisi, Beşiktaş noteri merhum Avni Gebeş’ in, Barut’<br />

un çocukluğunda tanık olduğu bir olayı anlatalım: Barut ortaokul son sınıf öğrencisi iken,<br />

elindeki bir parça kömürü arkadaşlarına göstererek “Bakın günün birinde insanlar öyle şeyler<br />

bulacak ki bu kadar kömürle bir gemi Türkiye den Amerika ya gidebilecek” demiş. Atom<br />

enerjisini kastetmiş olabileceği bu sözleri söylediğinde yıl 1939’muş. İkincisi, kuzeni Tevfik<br />

Barut’ un gençlik yılları için söylediklerini dinleyelim. “Âsım bizler gibi değildi. Gayet sakin ve<br />

içine kapanıktı. Ama içinden ateş fışkıracak kadar cevvaldi. Tüm bunlar, bu gencin sıradan bir<br />

insan olmadığını, üstün vasıflarıyla kendini belli ettiğini gösteriyordu.”<br />

Âsım Barut’u tam olarak anlayabilmek, yaşamı boyunca yaptıklarının değerini<br />

kavrayabilmek için onu en geniş şekilde yorumlamalıyız. Barut’ u sadece, “evrenin<br />

yapıtaşlarını ve bunların etkileşmelerini anlamaya çalışıyordu” diye yorumlamak, onu fiziğin<br />

hatta bilimin kalıplarına hapsetmek doğru olmaz. Onun yaşamı boyunca neler yapmak<br />

istediğini anlayabilmek için 4 Mayıs 1952 tarihinde eniştesine yazdığı mektuptaki duygularını<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 108<br />

anlatan satırlara kulak verelim: “Meşguliyetime kesin hedef tayin ettim: İnsanlığın, hayat ve<br />

yaşayışın gerçek anlamını aramak, öğrenmek ve bu bilgi ile bütün insanlığın yardımına koşmak,<br />

daha yüksek manevî bir düzeye erişmek… Küçükten beri içimde sakladığım, beslediğim, sadık<br />

kaldığım hedef… Bir gençlik ülküsü değil; ona hayatın her türlü şartlarında daima sadık<br />

kalacağım. Herkeste ta içten gelen, yol gösteren, öyle bir yol var ki hiçbir etki onu<br />

değiştiremiyor. Uzun zamandan beri üzerinde düşündüğüm bu ülkü varlığımla o kadar<br />

bütünleşti ki, hayatımı bunsuz düşünmek olanaksız. Ancak bu yoldaki çaba beni derinden<br />

tatmin ediyor ve hayatıma ancak bu yolda anlam verebiliyorum.<br />

Bu hedef için şimdilik elimde üç yol var: Bilim, filozofi ve din; şahsî vasıtam sıhhat ve fikrî<br />

hürriyetimdir. Bilimin bir kolu olan mesleğim yaşamamı sağlıyor ve hür kalmaya daima gayret<br />

edeceğim; bir iki kitaptan başka sahip olmak istediğim hiçbir maddî arzum yok. Teknik, iktisat,<br />

politika, amaç olarak değil, insanlığın hedefi için iyi birer vasıta oldukları süre ve nispette beni<br />

ilgilendiriyorlar. Bu yolda yalnız başıma kalmak değil, aksine her isteyenle karşılıklı<br />

yardımlaşarak yürümek, dar bir yaşayış yerine varlığı tam bir bilinç içinde doğa ve evrenin<br />

büyüklüğünde ölçmek, genişliğinde açmak istiyorum. Bu yolu diğer herhangi bir hedefe tercih<br />

etmemin nedeni, bunu yalnız kendim için değil, aynı zamanda toplum için daha önemli ve acil<br />

olduğuna ve topluma vermek istediğim (yahut benden beklenen) faydaları bu yolda daha etkili<br />

yapabileceğime inandığımdandır.<br />

Serbest bilim sahasında çalışmak istediğimden tek olanak bir üniversitede çalışmamdır.<br />

Öğrenmenin bir cevher olduğunu uzun zamandır öğrendim ve çeşitli sahalarda bilgi ve<br />

yeteneğimi son sınırına kadar ilerletmeye çalıştım ve çalışıyorum. Dünyanın her üniversitesinde<br />

çalışmak ve öğretmek durumunda olduğuma inanıyorum ve doğal olarak bu görevi seve seve<br />

memleketimde yapacağım. Derhal Türkiye’ ye dönmememin nedeni ilke meselesi değil,<br />

uygulamalı düşüncelerden ileri geliyor. Şöyle ki; evvela elimdeki çeşitli bilimsel proje, fikir ve<br />

eserleri bir sonuca getirmek istiyorum. Sonra üniversiteye geçmek için şekil olarak doçent<br />

olmak lazım, bunun için doçentlik tezi hazırlıyorum ve nihayet bilimsel araştırma için gerekli<br />

olan deneyim ve araçlara gençken ve elimde fırsat varken daha derinden sahip olmak<br />

arzusundayım.”<br />

Barut, fizik bilimine yaptığı çok önemli katkılarının yanı sıra, bilimi dünyanın her yanına<br />

yaymak görevini benimsemiş bir bilim adamıydı. Özellikle bu etkinlikleri gelişmekte olan<br />

ülkelerde daha yoğundu. Bu durumu, Prof. Dr. Gediz Akdeniz “Triesteli Profesör Âsım Barut”<br />

başlıklı makalesinde şöyle dile getiriyor: “Onun dünya görüşünün derinliği, temel bilimlere<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 109<br />

olan tutkusundaki samimîlik ve öğrencilerine olan önyargısız inancı Triesteli Profesör Barut<br />

bölümlerinde daha berrak görülür. Hiç kimseye karşı önyargılı davranmaz, seçkincilik<br />

yapmazdı. Kimseyi geri çevirmezdi. Güneyli gençlerin kendi ülkelerindeki sıkıntılarını (politik<br />

açmazlar, üniversite ve burs sorunları gibi) çözmek için çareler arar, sağa sola telefon eder,<br />

mektup yazardı.”<br />

Âsım Barut’ un yaşama bakışındaki yalınlığı ve derinliği daha iyi kavrayabilmek için, onun<br />

nasıl yaşadığına bakmak gerekir: Fizik denince bir doktora öğrencisinin heyecanını duyardı.<br />

Hemen her fizik dalıyla ilgilenirdi. Onu hep öğrencileriyle, beraber problem çözdüğü insanlarla<br />

görmek mümkündü. İnsanlarla bağlarını hiç koparmazdı. Öğrencileriyle ilişkisi mezuniyetten<br />

sonra iş, araştırma arkadaşlığına dönüşürdü. Barut’ un yaşamında değişik bilim merkezleriyle<br />

ilişkisini sürdürmek, değişik bilim insanları ile konuşmak, onların yaptığı çalışmaları dinlemek<br />

ve katkıda bulunmak çok önemliydi. Bu amacını gerçekleştirmek ve dünyanın değişik<br />

yerlerindeki bilim insanları ile kurduğu bilimsel işbirliğini sürdürebilmek için, fizik dünyasının<br />

en çok seyahat eden yıldızlarından birisi oldu. 40 yılı aşkın araştırmacılığı ve araştırmaya dayalı<br />

eğitimciliği süresince, bireysel çalışmalardan ziyade ekipler halinde çalışma ilkesine bağlı kaldı.<br />

Bunun daha yararlı olduğuna inanıyordu. Bu ilkeden hareketle uluslararası alanda, ABD,<br />

Kanada, Avrupa ülkeleri, Türkiye, Avusturalya, Yeni Zelanda, Japonya, Çin, Hindistan, Pakistan,<br />

İran, Eski Sovyet Cumhuriyetleri ve Mısır gibi bir çok ülkenin bilim insanlarıyla işbirliği yaptı,<br />

buralardan doktora öğrencileri oldu. Onun bilimsel karargâhları, ICTP, Münih Üniversitesi, ,<br />

Max Planck Enstitüsü, Heidelberg, Frankfurt, Dijon, Stockholm, Cenevre, Simon Bolivar<br />

(Caracas-Venezüella), Şili, National Autonoma de Mexico, Güney Afrika üniversiteleriydi.<br />

Buralarda çok sayıda doktora öğrencisi yetiştirmişti. Barut, bilimle, fizikle doldurduğu ömrünü<br />

sözcüklerin, notaların, dağların, denizin sesini dinleyerek yaşadı. Barut için yaşam bir tutkuydu<br />

ve her anını, her yönünü dolu dolu yaşadı. Anlamaya çalıştığı doğayı doğal olarak çok severdi;<br />

sanki doğa ile gizli bir anlaşması vardı. Öğrencileriyle dağlarda uzun yürüyüşler yapmaya<br />

bayılırdı. Düzenlediği toplantıların programına, özellikle Boulder’ de kayalık dağların<br />

zirvelerine doğru zorlu yürüyüşler içeren geziler de koyardı. Colorado Üniversitesi’ni sürekli<br />

çalışma yeri olarak seçmesinin nedeni, oralardaki doğa güzellikleri ve fethedilmeyi bekleyen<br />

ele geçmesi zor zirveler olması, bir de doğum yeri olan Malatya yı anımsatması olsa gerek.<br />

Trieste’ de fizik çalışmalarının arasında, konser dinlemek için Avrupa’ nın herhangi bir şehrine<br />

bir günlüğüne gider gelirdi. Sanat, tarih, edebiyat ve arkeoloji, ilgilendiği tüm alanlar gibi,<br />

derinlemesine bilgi sahibi olduğu ve bilgisini zevkle paylaştığı alanlardı. İyi bir dağcı ve<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 110<br />

yüzücüydü. 1980’ lerde İstanbul Boğazı’ nı yüzerek geçmişti. Tüm büyük insanlar gibi küçük<br />

harflerle yaşamayı seçti; belki de bu büyük insanın en önemli özelliği, onu tanıyan herkeste<br />

derin bir iz bırakan alçakgönüllülüğüydü. Dağların doruklarına yaraşan ve verimli bir ova gibi<br />

yaşayan değerli bilimcimiz, yaşamı süresince olduğu gibi ölümünden sonra da onurumuz<br />

olmayı sürdürecek.<br />

Âsım Barut’ un yaşama bakıştaki derinliği anlayabilmek için, yeğeni dünyaca ünlü ebru<br />

sanatçımız Mimar Sinan Üniversitesi öğretim görevlisi Hikmet Barutçugil i dinleyelim: “Lise<br />

yıllarımda hukuk veya tıp eğitimi yapmayı düşünürdüm. Bir yemekte amcam benim süslediğim<br />

salataya bakıp ‘sen sanatçı ol’ dedi. Bu olay hayatımı değiştirdi. Amcamın bu teşhisi benim<br />

bugün British Museum’ da eseri bulunan bir sanatçı olmama giden yolu açtı.”<br />

Prof. Dr. İsmail Hakkı Duru ,“ Bir gün İstanbul un fethine şahit olmuş Venedikli bir hekimin<br />

günlüğünü bulup getirir, bir başka gün New York Book Review’ dan ilk Hıristiyanlıkla ilgili kitap<br />

konuları açardı. Onu hep odasında çalışırken ya da çeşitli toplantılarda en önde oturmuş not<br />

alırken görenler için, bilim dışındaki konulara nasıl zaman ayırdığına akıl erdirebilmek güçtü.”<br />

diyor. Duru’ nun bu ifadeleri, Barut’ un hayatı doya doya yaşadığının bir göstergesidir.<br />

Âsım Barut’ un<br />

Mart 1979 Illionis’de düzenlenen Einstein Konferansında çekilen bir<br />

fotoğraf. Soldan, Asım Barut, Eşi Pierrette Barut, Bayan Dirac, Paul<br />

Dirac ve bir arkadaşlarıyla.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

doğaya bakışındaki<br />

derinlik ve pek çok<br />

alandaki büyük bilgi<br />

birikimine bakarsak,<br />

bunun ardında büyük<br />

bilimcilerin olduğunu<br />

rahatlıkla görebiliriz.<br />

Onun bilimsel<br />

kişiliğinin oluşumunda<br />

etkili olan fizikçiler,<br />

Wolfgang Pauli,<br />

Werner Heisenberg,<br />

Enrico Fermi, Paul<br />

Dirac ve Max Planck’ tı.<br />

Âsım Barut’ un Paul<br />

Dirac ve Max Planck<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 111<br />

hakkındaki düşüncelerini, kuzeni Tevfik Barut’ un söylediklerinden aktaralım: “Dirac’ a özel bir<br />

saygısı vardı. Onun çok büyük bir fizikçi olduğunu söylerdi. Kuvantum kuramının kurucusu Max<br />

Planck için ise şöyle derdi: Alman hükümeti onun ismini taşıyan, bu büyük isme yaraşır<br />

enstitüler (Max Planck Enstitüsü) kurdu. Bu enstitüler ve buna benzer bilim yuvaları sayesinde,<br />

Almanya tekrar eski düzeyine ulaşacaktır.” Şunu da belirtelim ki Dirac, Barut’ un bilim<br />

dünyasındaki en büyük dostuydu ve Barut’ un çalışmalarını sürekli takdir etmişti.<br />

Âsım Barut’ un Pauli ve Fermi’ yi öğretmen olarak karşılaştırmasını, bilimsel düşünce<br />

biçimini ve yapısını en çok etkileyen iki fizikçi Heisenberg ve Fermi hakkındaki düşüncelerini<br />

Karadeniz Teknik Üniversitesi’ nde 1982 yılında kendisine verilen şeref doktorası töreninde<br />

yaptığı konuşmadan aktaralım: “Fermi fevkalade bir hoca idi. El yazısı ile yazdığı notları<br />

dağıtmıştı. Bu notlar şimdi küçük bir kitap olarak basıldı; bende orijinalleri var. Her işlem<br />

diğerinden kesin ve açık olarak akıyordu. Pauli ise, Zürih’ te hazırlanmadan ders veriyordu ve<br />

konuyu daha evvelden bilmeyenler için bu dersler zordu. İki büyük fizikçi hoca olarak ne kadar<br />

farklı olurlar! Fermi den sonra tanıdığım ve bana fiziksel düşünüş tarzı ile ileride en fazla etki<br />

yapan fizikçi Heisenberg olmuştu.”<br />

Âsım Barut mükemmel bilimsel kişiliği, sağlam ve derin dünya görüşünden damıtılan<br />

düşünceleriyle, gençlerimizin nasıl yetiştirilmeleri gerektiği konusunda da bizlere ışık tutuyor:<br />

“Gençlerin yetenekleri doğrultusundaki alanlara yönelmeleri ve yönlendirilmeleri gerekir. Daha<br />

sonra da her genç, kendi sahasının temellerini çok iyi öğrenmeli, gerekli becerileri en iyi şekilde<br />

kazanmalıdır. Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da düşünmesini<br />

öğrenmektir. Bir konunun nasıl düşünüleceğini, muhakkak ve çok iyi öğrenmelidir. Düşünce<br />

disiplini kazanmak ve problem analizini iyi öğrenmek çok önemlidir. Bu olduğu taktirde o genç,<br />

sadece kendi sahasının problemlerini değil, diğer sahaların problemlerini de çözebilir. Çünkü,<br />

problem çözmek yolunu iyi öğrenmiştir.<br />

Düşünce adamı demek, yetişmiş insan demek; doğaya ve hayata tereddütsüz, korkusuz<br />

bakmasını bilen insan demektir. Gençlerimizi yetiştirirken bu konuyu ihmal edemeyiz.”<br />

Türk ve Yabancı Fizikçilerin O’nun Bilimsel Kişiliğini Değerlendirmeleri<br />

Burada hepsinin isimlerini sayamayacağımız pek çok Türk ve yabancı fizikçinin Âsım<br />

Barut’ un bilimsel kişiliği hakkındaki düşüncelerini özetleyelim: “O harika bir fizikçi ve çok<br />

başarılı bir organizatördü. Saha açıcı, öncü, parlak bir bilimciydi. Derin düşünür, ayrıntıları<br />

gözden kaçırmazdı. Her türlü soruyu rahatlıkla sorabilirdi. Her türlü fizik önerileri karşısında<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 112<br />

‘tam tersi olmaz mı?’ diye düşünebilirdi. Moda konuların çok ötesinde, temel sorular sorabilen<br />

bir yapıya sahipti. Çeşitli konularda, genel eğilimlerin epeyce dışında görüşler ileri sürmüştü.<br />

Birçok bilgiyi birleştirip, bir araya getirip tek bir kavramda sentezleyebilmek yeteneği çok<br />

güçlüydü.”<br />

Barut’ un zamanının çok önünde giden bir fizikçi olduğunun kanıtını 1950’ li yılların<br />

sonlarında yaptığı iki çalışmasını örnek vererek açıklayabiliriz. Bunlardan biri, ünlü SU(3)<br />

kuramından üç yıl önce, Nuovo Cimento dergisinde çıkan “SU(3) sekizlilerini, tepe üstü<br />

çizilmiş bir çeşit koninin tabanına oturtulmuş durumda” gösteren makale, diğeri de yine aynı<br />

dönemde ortaya attığı ve fizik dünyası henüz onun düşünce düzeyinin gerisinde olduğu için<br />

Physical Review Letters dergisi tarafından reddedilen zayıf etkileşmelere ait (V-A) kuramını<br />

veren “Storng Reflection Principle for Each Fermion” başlıklı makale.<br />

Barut’ un bilimsel değerini daha iyi anlayabilmek için bu bölümde birkaç önemli noktayı<br />

vurgulamak istiyorum: Birincisi, Amerika da yayınlanan ünlü Foundations of Physics (Fiziğin<br />

Temelleri) 1998 yılında Mart, Nisan, Mayıs sayılarını Barut’ un anısına ayırmıştı. İkincisi, 20<br />

ekim 2005 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’ nde düzenlenen Barut’ u anma konferansı için,<br />

ICTP’ den davet edilen Hintli fizik profesörü R. Seernivasan, konuşmasının başında ona<br />

övgüler yağdırdıktan sonra kendisine verilen konferans ücretini ülkesindeki bir<br />

gence ÂSIM ORHAN<br />

BARUT Ödülü olarak<br />

vereceğini ve gençlerin<br />

Barut’ u daha iyi<br />

tanımalarını sağlayacağını<br />

söylemişti ( Burada dikkat<br />

edilmesi gereken nokta<br />

bunları söyleyen Hintli<br />

fizikçinin,<br />

dâhi<br />

matematikçi Sirinivisa<br />

Ramanujan, Nobel ödüllü<br />

fizikçiler Chandrasekhara<br />

Venkata Raman ve Subrahmanyan Chandrasekhar ile Hindistan nükleer ve uzay teknolojisinin<br />

babası büyük fizikçi Homi Cihangir Bhabha gibi bilim devlerinin ülkesinden olmasıdır).<br />

Üçüncüsü de, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü eski<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 113<br />

öğretim üyesi Prof. Dr. Bekir Karaoğlu’ nun, Asım Barut’ un 1977 yılında İstanbul’ da<br />

düzenlediği yaz okulunda yaşadıklarıdır. Karaoğlu, bu yaz okulunda, bazıları Nobel Fizik Ödülü<br />

almış, bazıları da sonraki yıllarda Nobel Ödülü’ nü alacak olan 5 fizikçinin de bulunduğu<br />

bilimsel toplantılarda, her konuşmanın sonunda, Nobelli fizikçilerin, Barut’ un fikrini almadan<br />

konuşma konusunu sonlandırmadıklarını anlatmıştı. İşte Barut’ un bilimsel değerinin başka bir<br />

kanıtı.<br />

84 Yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin Bir Bilim Değerlendirmesi<br />

1920ler Türkiyesi… Savaştan çıkmış, yanmış, yıkılmış, nüfusunun büyük çoğunluğunun<br />

eğitim düzeyi çok düşük bir ülke. İktisadî olarak elde neredeyse hiçbir şey kalmamış.<br />

Osmanlının borçları (Düyun-u Umumiye) ülkenin başına kâbus gibi çökmüş. Ama bunlardan<br />

çok daha önemli bir şey var bu ülke insanının ve onun başındaki kişilerin elinde. Tüm bu<br />

olumsuzluklardan çok daha önemli bir şey… Kurtuluş savaşını her türlü olanaksızlığa, düşmanın<br />

onca teknolojik ve ekonomik üstünlüğüne rağmen kazanmanın ve ülkeyi teslim etmemenin<br />

verdiği bir güven duygusu. İşte bu güven duygusu ve bundan kaynaklanan bir inançla ülke<br />

yeniden inşa edilmeğe başlanıyor. Kurtuluş Savaşı’ nın muzaffer komutanı, sarı saçlı, mavi<br />

gözlü, kartal bakışlı dev, bu ülkenin uygar dünyada onurlu bir yer edinmesinin temel koşulunun<br />

bilim, sanat ve eğitimden geçtiği gerçeğinden hareketle her alanda topyekûn bir kalkınma<br />

seferberliğine girişiyor (burada sadece bilim ve onun ürettiği teknoloji ile sınırlı bir<br />

değerlendirme yapacağım. Sanat ve kültürün diğer bileşenleri konumuzun dışında olduğu için<br />

değerlendirme dışında kalacaktır). Yetenekli gençler Avrupa’ nın en iyi üniversitelerine<br />

yollanıyor (Burada önemle belirtilmesi gereken nokta, bunlar yapılırken günümüzdeki gibi<br />

rastgele, amaçsız bir şekilde yapılmıyor. Günümüz Türkiyesi’ nin unuttuğu bir kavram olan<br />

plân çerçevesinde yapılıyor). Ayrıca, Dar-ül Fünun reformuyla, modern üniversite anlayışına<br />

uygun olarak İstanbul Üniversitesi kuruluyor. Tüm bunlar bir büyük stratejinin parçaları…<br />

Büyük kurtarıcı, bu stratejiyi olabilecek en güzel şekilde tek bir cümleyle ifade ediyordu:<br />

“Türkiye Cumhuriyeti’ nin Temeli Kültürdür.” Kurulan TTK (Türk Tarih Kurumu) ve TDK ( Türk<br />

Dil Kurumu) gibi iki güzide kurum da bu anlayışın ürünleriydi. 1940’ ların ortalarına kadar her<br />

şey yolunda gidiyordu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında bile ülkemiz, her türlü olumsuzluğa ve<br />

onun yokluğuna rağmen çizdiği yoldan sapmadan ilerledi. Ama ne yazık ki, savaş biter bitmez,<br />

yeni ve acımasız bir dönem olan soğuk savaş döneminden ülkemiz de olumsuz bir şekilde<br />

etkilenmeğe başladı. Bu sıkıntılı dönemde, stratejik dehasıyla ulusuna yön gösterecek çelik<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 114<br />

iradenin yokluğu giderek kendini hissettiriyordu. Onun döneminde bölgesinde önder ülke<br />

konumunda olan ülkemiz, dünya politik arenasında sıradanlaşmağa başladı. Hele 1950’ den<br />

sonra deyim yerindeyse ülke şirazesinden çıkar duruma geldi. “Türkiye Cumhuriyeti’ nin<br />

Temeli Kültürdür” anlayışının yerini, küçük Amerika olmak anlayışı almağa başlamıştı. Zaten<br />

1950-1960 dönemini incelersek, 1930’ lu yılların kalkınmak anlayışından ne derece sapıldığını<br />

tüm çıplaklığı ile görebiliriz. 1963 yılında, büyük matematikçimiz Ord. Prof. Dr. Cahit Arf ve<br />

birkaç bilim insanımızın büyük çabalarıyla kurulan ve ülkemizin bilim politikalarını belirlemesi<br />

hedeflenen TÜBİTAK, bir süre başarılı çalışmalar yaptıktan sonra, bilimi ülke kalkınmasının<br />

olmazsa olmaz koşullarından biri olarak göremeyen ya da görmek istemeyen siyasal<br />

iktidarların oyuncağı durumuna düşmüştür.<br />

“Neden bilim temelli kalkınma hedeflerinden saptık?” Biraz bu konu üzerinde duralım.<br />

Fakat, bu hassas noktayı incelerken sorunu doğru teşhis etmeli ve ona göre çözümler<br />

üretmeliyiz. Bu çerçevede Prof. Dr. G. Akdeniz’ in Uluslararası Kuramsal Fizik Merkezi ve Türk<br />

Fiziği konulu makalesindeki bazı noktaları da günümüz Türkiyesi için değerlendireceğim. Tüm<br />

bunlar aslında geniş çaplı bilimsel araştırmaların konusudur. Burada yalnızca ana hatları<br />

yazının sınırları içinde belirteceğim. Öncelikle “neden hedeflerden saptık” sorusuna yanıt<br />

arayalım: Toplumumuz hiçbir zaman Avrupa’ daki gibi Rönesans’ la başlayan bir aydınlanma<br />

çağı yaşamadı. Bu çok temel bir etkendir. Bizde, Cumhuriyet’in kuruluşunda, kurucu iradenin<br />

uzak görüşlülüğü ve stratejik dehasıyla oluşturulan kalkınma anlayışının, kültür temeli çok zayıf<br />

olan halk tarafından sindirilmesi beklenemezdi. Oysa Avrupa, bugünkü düzeyine gelene kadar<br />

birtakım acılar yaşamış, zaman içinde akılcılığı ön plâna almış, özellikle temel bilimlerde atılım<br />

yaparak, birkaç yüzyıl boyunca peş peşe bilim dehaları yetiştirmiştir . Bununla birlikte, gelişen<br />

toplumsal yaşam ve toplum bilimlerindeki atılım sonunda, Sanayi Devrimi ortaya çıkmış ve<br />

bilimsel bilgi zaman içinde teknolojiye dönüştürülerek refah ve kültür düzeyi yükselmiştir.<br />

Yaşanan aydınlanma çağının etkilerinden biri de kurulan bilim akademileridir. Bugün gelişmiş<br />

ülkelerin bilim akademilerinin geçmişi çok eskidir. Ülkemizde ise bilim akademisi ancak 1990’<br />

larda kurulmuştur. Benzer şekilde Batı’da, modern üniversite geleneği yüzlerce yıl öncesine<br />

dayanırken, bizde ilk modern üniversite 1933 yılında yapılan reformla kurulmuştur. 8., 9.,10.,<br />

11., yüzyıllar ve 12.yüzyılın ortalarına kadar çok parlak bir uygarlık yaratan, çok önemli bilim<br />

adamları yetiştiren ve çok önemli bilim merkezleri kuran İslâm dünyası 12. yüzyıldan itibaren<br />

karanlığa gömülmüştür. Bir İslâm toplumu olan Türk toplumunun da bundan etkilenmesi<br />

doğaldı. Bunun sonucu olarak 13. ve 20. yüzyıllar arasında, Osmanlı Devleti’ nde, temel<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 115<br />

bilimlerde hemen hemen hiçbir gelişme bilmiyoruz. Demek ki, Batı uykudan uyanıp doğayı<br />

anlamağa çalışırken biz yüzlerce yıl uyumuşuz. Bu durum yüzyıllar boyu kültürümüze sinerken,<br />

birdenbire ulus devlet kurup bir takım olumlu adımlar atılarak, yüzlerce yıllık uyuşukluğun<br />

hemen bertaraf edilmesi söz konusu olamazdı. Sonuç olarak bizler, Sanayi Devrimi’nin<br />

bilimsel, teknolojik, siyasal, iktisadî ve toplumsal boyutlarını anlayıp değerlendiremedik. Batı’<br />

nın yaşadığı gelişim çizgisini yaşamayan ülkemizde, siyasal iktidarların tutarlı ve büyük<br />

hedeflere yönelen bilim ve teknoloji politikaları olmasını beklemek eşyanın doğasına uygun<br />

olmazdı.<br />

Bu kısa değerlendirmeyi yaptıktan sonra, Prof. Dr. Akdeniz in Uluslararası Kuramsal Fizik<br />

Merkezi ve Türk Fiziği başlıklı makalesi hakkında daha sağlıklı görüşler ileri sürebiliriz diye<br />

düşünüyorum . Makalede anlatılan İtalyan Fizik Okulu’ nun kuruluşundaki uzak görüşlülük,<br />

Rönesansı yaşayan ve bilim geleneği yerleşmiş bir ülkenin ve onun siyasal kadrosunun<br />

sonucudur. Makaledeki “Türk Fiziği” tanımlamasına ise katılmıyorum. Gelişmiş ülkelerde çeşitli<br />

bilim dallarında bilim okulları ( burada okul sözcüğü belli bir yol, yöntem icat eden, izleyen ve<br />

kendi anlayışına uygun bilim adamlarını yetiştirip kökleşen ekol anlamındadır) varken, bizde<br />

ne yazık ki böyle bir oluşum meydana gelmemiştir. Eğer TÜBİTAK hedefleri doğrultusunda<br />

çalışabilseydi, ODTÜ’ de Feza Gürsey’ in, Ankara Üniversitesi’ nde Âsım Barut’ un oluşturduğu<br />

canlılık devam ettirilebilse ve bu iki ünlü fizikçi Türkiye’ de rahat çalışabilmek olanağı<br />

bulabilselerdi, Trieste’ deki merkez Türkiye de kurulabilseydi, Türkiye de de bir fizik okulu<br />

oluşabilirdi. O zaman “Türk Fiziği” tanımlamasını yapabilirdik. Benzer şekilde, Cahit Arf ve<br />

Gündüz İkeda’ nın ODTÜ’ de sağladığı canlılık devam ettirilebilseydi Türkiye de de bir<br />

matematik okulu oluşabilirdi. Bu iki dalda böyle bir oluşum meydana getirilebilse, bunun<br />

zaman içinde teknolojiye yansımalarını görebilirdik. Ayrıca Türk fizik ve matematik okulları<br />

oluşabilse, bu yine zaman içinde diğer bilim dalları için örnek oluşturacak ve Türkiye belki de<br />

bilimin belli alanlarında dünyada önder ülkelerden biri olacaktı. Biz bırakın bilim okulları<br />

kurmayı, yazımızda isimleri geçen ünlü bilim insanlarının, ülkemizde rahat ve huzurlu bir<br />

şekilde bilim üretememeleri için elimizden geleni yaptık.<br />

Burada bir noktayı daha belirtmeden geçemeyeceğim. Bir ülkenin bilim, teknoloji ve<br />

eğitim politikası bütünlük arz etmelidir. Eğer ekoller oluşturmak istiyorsanız bunun temel<br />

koşullarından biri de, ülkenin resmi diliyle bilim eğitimi yapmaktır; yabancı dille eğitim yapmak<br />

değil. Her toplumun kültürü, doğaya bakışı, yaşamı değerlendirişi, bilime, sanata yaklaşımı<br />

düşünce biçimiyle şekillenir. Düşünceyi oluşturan ise dildir. Hem yabancı dille eğitim yapıp<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 116<br />

hem de bilimde, sanatta ekoller kuramazsınız. Örneğin, neden bir Alman (Frankfurt) Felsefe<br />

Okulu var da bir Türk Felsefe Okulu yok.; üzerinde iyice düşünülmesi gerekir.<br />

İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda ülkemizin ne durumda olduğunu görebilmek için son<br />

25 yılın bilim ve teknolojisinde neler oluyor; ona bakalım:<br />

İTÜ Makine Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nimet Özdaş, 14-16 Mayıs 1990 da<br />

toplanan I. Bilim-Teknoloji Şûrası’ nda, bilim ve teknolojinin bütün dünyada siyasi gündemin<br />

başına yerleşmesinin nedenleri konusunda şunları söylüyor: “1980’ lerin başına gelinceye<br />

kadar, ileri sanayi ülkelerinin bilim ve teknoloji ile ilgili temel sorunlarını en üst politik düzeye<br />

getirip konuştuklarını görmek mümkün değildi. Bu yaklaşım, Batı ülkelerinin Sanayi<br />

Devrimi’nden beri bir temel doktrin olarak benimseyip uygulamağa özen gösterdikleri bir<br />

politika sonucuydu. Dünyadaki büyük gelişme ve değişmelerin itici gücünü oluşturmuş olan ve<br />

ulusların kaderine en büyük etkiyi yapan etkenlerin başında gelen bilim ve teknolojiye alçak<br />

görüntü (low visibility) vermek biçiminde özetleyebileceğimiz bu politika, dünyadaki bilim ve<br />

teknoloji akımının dışında kalmış yüzden fazla ülkenin uyanmaması amacıyla ortaya<br />

konmuştur.” Prof. Dr. Özdaş 1980’ den sonra , bilim ve teknoloji konusunun ileri ülkelerin<br />

gündemlerinde en üst noktalara, en ön sıralara gelmeğe başlayışını ise, artık ileri sanayi<br />

ülkeleri arasında da tehlikeli boyutlarda bir teknolojik farkın ortaya çıkışı ve bununla ilgili köklü<br />

tedbirler almak gereksinimine bağlıyor. Demek ki, ileri sanayi ülkelerinin kendi aralarında bile,<br />

bilim ve teknoloji de geride kalan ülkeler, uluslararası işbölümünde ya da bir başka deyişle,<br />

dünya nimetlerinin paylaşımında, büyük lokmayı, aynı alanlarda üstünlüğü elinde tutanlara<br />

kaptırmakta ve giderek kendi payı küçülmektedir.<br />

Böyle bir dünyada ülkemizin bugününe baktığımızda manzarayı kısaca şöyle<br />

özetleyebiliriz:<br />

Bilim kurumları ve ülkenin geleceğini belirlemesi gereken diğer stratejik kurumlar, deyim<br />

yerindeyse yerlerde sürünmektedir. Bugünün Türkiyesi’ nde bilime ve teknolojiye yer yoktur.<br />

Oysa unutulmaması gereken nokta, bir ülkenin gerçek gücü ve dünyadaki etkinliği, tek başına<br />

merkez bankasındaki döviz bolluğu ve ödemeler dengesiyle değil, bilim ve teknolojideki<br />

araştırma-geliştirme gücüyle ölçülür. Bilim ve teknolojiye gereken önemi vermeyen, bunun<br />

günümüz dünyasında bir ülkenin var oluşunun olmazsa olmaz koşullarından biri olduğu<br />

gerçeğini kavrayamayan ülkemizde Âsım Barut, Feza Gürsey, Cavid Erginsoy, Oktay Sinanoğlu,<br />

Cahit Arf, Gündüz İkeda, Gazi Yaşargil gibi bilim devlerine de yer yoktur. Çünkü onlar, güven<br />

duygusunun yeşerdiği, biz her uygar ülke insanının başardığı en zor işleri başarırız<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 117<br />

duygusunun aşılandığı uygar dünyada var olmak hedefi olan bir Türkiye’ nin insanıydılar. Oysa<br />

günümüz Türkiyesi, borç sarmalında yüzen, kendini yok oluşa sürükleyen bir ülke konumunda.<br />

Aydınlık dolu bir geleceğe yönelebilmek için neler yapılabilir? Biraz da buna kafa yoralım:<br />

Yaşadığımız tüm olumsuzluklara ve kendimizi uçuruma sürüklememize rağmen, bugün<br />

hâlâ ayakta kalabilmişsek, bilimin belli alanlarında kişisel özverilerle az da olsa uluslararası<br />

düzeyde bilim üretebiliyorsak bu, Cumhuriyeti kuranların bize bıraktığı ve halen tükenmemiş<br />

olan mirası sayesindedir. Ama unutulmamalı ki, kötü kullanılırsa bir gün miraslar da tükenir.<br />

Cumhuriyet’in kuruluş hedeflerinden sapmamız bizi bugünkü acıklı duruma getirdi. Sağlıklı bir<br />

şekilde yeniden düşünmeli, kendimize belirli hedefler seçmeliyiz. Hedefi olmayan ulusların<br />

parlak bir geleceği olamayacağını, hedefsizliğin başka umutsuzluklarla birleşince her türlü<br />

insanca değer yargılarından ve ahlâk normundan kopuşu da beraberinde getireceğini<br />

aklımızdan çıkarmayalım. Cumhuriyeti kuran iradenin bir bilim, kültür ve sanat toplumu<br />

yaratmak istediğini, ancak bu yolla çağdaş dünyada onurlu bir yer edinebileceğimizi<br />

unutmayalım.<br />

Bilim ve teknolojinin birbirinin içine girdiği ve birbirini ürettiği (Nobel ödüllü Amerikalı<br />

fizikçi Leon M. Lederman, bilim ve teknolojinin içten içe birbirini dokumak ve çoğaltmak<br />

sürecinin üç aşaması olduğunu belirtiyor: 1. Bilim teknolojiyi doğurur. 2. Bilim daha çok bilim<br />

üretmek için doğurduğu teknolojiyi kullanır. 3. Daha çok bilim daha çok teknoloji üretir.)<br />

günümüzde ülkeler artık teknolojik sınıflara ayrılıyor: Teknolojiyi üreten ülkeler, teknolojiyi<br />

kullanan ülkeler, teknolojiden kopuk yaşayan ülkeler. Ne yazık ki, Türkiye teknolojiden kopuk<br />

yaşayan ülkeler arasında yer alıyor.<br />

Bilim ve teknoloji üretmek geleneği olan sanayileşmiş ülkeler, bunu bir devlet politikası<br />

haline getirip hedeflerine bu şekilde ulaşıyorlar. Birkaç örnekle bu durumu aydınlatalım:<br />

Birincisi, 1960’ lı yılların başında, zamanın ABD başkanı J.F. Kennedy on yıl içinde Ay’ a gitme<br />

hedefini ortaya koydu. On yıllık süre dolmadan bu hedef gerçekleşti. Bu hedefin gerçekleşme<br />

süresi içinde birçok yan sanayi doğdu, pek çok insana yeni iş olanağı yaratıldı. Bir diğeri,<br />

Japonların gerçekleştirdiği hedeftir. 1980’ lerde Japonlar on yıllık plan yaptılar; beşinci kuşak<br />

süper bilgisayar ve yonga (çip) üretme hedefini seçmişlerdi; bunu başardılar. Yıllarca üzerinde<br />

çalışılan bir başka büyük bilimsel çalışma olan “İnsan Genomu Projesi” nin ( Bu projenin<br />

temeli, 1953 yılında Sir Francis Crick ve James Watson nın DNA nın yapısının çift sarmal<br />

olduğunu açıklayan temel bilim çalışmasına dayanır. Projenin tamamlanması ile birlikte<br />

moleküler biyolojide yepyeni ufuklara doğru gidiliyor) tamamlandığı haberi, 2000 yılında<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 118<br />

zamanın ABD başkanı Bill Clinton ve İngiltere Başbakanı Tonny Blair tarafından ortak basın<br />

toplantısıyla kamuya duyuruldu. Bir diğer örneği Fransa dan verebiliriz. 1960 lı yıllardan<br />

itibaren Fransa, ünlü fizikçi Pierre-Gilles de Gennes’ in yaptığı çalışmaları büyük maddi<br />

kaynaklar ayırarak 30 yıl boyunca sürekli destekledi. Şimdi, Fransa’ nın, onun temel bilim<br />

çalışmaları sonucu elde edilen ileri teknoloji ürünlerinden elde ettiği gelir, harcadığı<br />

kaynaklarla kıyaslanamayacak ölçüde fazla. Bu ünlü fizikçi 1991 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü<br />

kazandıktan sonra, bu ödülü nasıl kazandığını soranlara, ülkemizin bilim ve siyaset dünyasına<br />

ders olabilecek bir cevap vermişti: “30 yıl boyunca tüm Fransa arkamdaydı.” Son örneği<br />

Hindistan’ dan verelim. Bugün Hindistan nükleer teknoloji ve uzay teknolojisine sahipse,<br />

yazılımda dünyada önder ülkeyse, bunun nedeni 1940’ larda atılan temellerdir. O yıllarda<br />

büyük Hintli fizikçi Homi Cihangir Bhabha’ nın önderliğinde temel fizik araştırmalarına<br />

yönelindi; daha sonraki yıllarda da Hindistan nükleer enerjiye sahip olmak başarısını gösterdi.<br />

Bu durum zaman içerisinde Hindistan’ın uzay teknolojisini geliştirmesine yol açtı. Bilgisayar<br />

yazılımları, nükleer ve uzay teknolojileri için çok önemli araçlar olduğundan, Hindistan bu<br />

alanda da gelişerek, günümüzde yazılım önderi konumuna geldi. Görüldüğü gibi bir alanda<br />

ileriye atılım yapmak, başka sahaları da tetikliyor. Ancak tüm bunların düzgün devlet<br />

politikalarıyla gerçekleşebileceğini unutmamak gerekir.<br />

Yapılan hesaplara göre, Amerika’ da 1930-1970 yılları arasında meydana gelen büyük<br />

gelişmelerin yarısı, hiç beklenmeyen, zamanında faydasız görülen temel araştırmalarda<br />

yapılan buluşlardan doğmuştur: Transistör, laser, bilgisayar gibi.<br />

Yukarıda vurguladığımız gerçeklerden hareketle ve temel bilimleri hor gören ülkelerin<br />

uygar dünyada yer edinemeyeceğini aklımızdan çıkarmadan bizim de belli alanlara<br />

yoğunlaşmamız ve bu belli alanlarda dünyada önder ülke konumuna gelmemiz gerekiyor.<br />

Çünkü, günümüzde hiçbir ülke bilim ve teknolojinin her sahasında en iyi olmayı hedeflemiyor.<br />

Özellikle bilim ve teknoloji üretmek geleneği olan sanayileşmiş ülkeler, iktisadî kaynakları ,<br />

kültürel özellikleri ve ülke çıkarları doğrultusunda hareket ederek belirli alanlara yönelip o<br />

alanlarda en iyi olmaya çalışıyor. Türkiye, 21. yüzyılın bilimi olan ve fizik, kimya, biyoloji ve<br />

matematik temelleri üzerinde yükselen moleküler biyoloji, gen mühendisliği, nanoteknoloji<br />

ile, hidrojen ve yakıt pili teknolojileri, uygulamalı matematik ve yazılım teknolojisine yatırım<br />

yapmalıdır. Tüm bunlar yapılırken izlenecek bilim ve teknoloji politikasının iki ana ekseni<br />

olmalı. Birincisi, gerek üniversitelere bağlı, gerekse üniversite dışında ama üniversitelerle<br />

eşgüdüm halinde çalışacak AR-GE merkezleri kurulmalı ve buralarda sanayinin ihtiyacını<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 119<br />

karşılayacak yüksek katma değerli ürünler (bilgi yoğun ürünler) üretilmeli ve buna yönelik<br />

doktora programları oluşturulmalı. İkincisi, üniversitelerde, geleceği şekillendirecek temel<br />

bilimler alanında (gerek deneysel, gerek kuramsal) ve matematikte, entelektüel kapasitesi<br />

yüksek gençler doktora yapmağa özendirilmeli. Bu anlattıklarımızın bir anlam kazanabilmesi<br />

ve uygulanabilirliğinin olması için, ülkemizin DPT (Devlet Planlama Teşkilatı), DİE ( Devlet<br />

İstatistik Enstitüsü), TÜBİTAK gibi stratejik kurumları, üniversitelerle ve AR-GE merkezleriyle<br />

sağlıklı bir iletişim içinde çalışmalıdır. Ayrıca, DPT gibi kurumlarda yalnızca iktisatçılar ve<br />

planlamacılar istihdam edilmemeli, temel bilimcilerin, matematikçilerin ve mühendislerin de<br />

kurumda çalışmaları sağlanmalıdır. Çünkü bu, bilim ve teknoloji politikası oluşturulurken<br />

sağlıklı bilgi akışı ve çeşitli bilim alanlarında çalışan bilim insanlarının birbirini tanıması için çok<br />

önemlidir. Stratejik kurumların sağlıklı çalışmasının ne kadar önemli olduğunu bir örnekle<br />

anımsatalım: 1990’ lı yıllarda iktisat profesörü Orhan Güvenen DİE başkanlığına atandı. Prof.<br />

Dr. Güvenen, DİE’ nü zaman içinde uluslararası saygınlığı olan bir kurum haline getirdi.<br />

Kurumun saygınlığı ve Güvenen’ in uluslararası ünü sayesinde 20. yüzyılın en büyük<br />

matematikçilerinden biri olan Fields Madalyası (matematiğin Nobeli) sahibi Fransız Rene<br />

Thom’ un ülkemizi ziyaret etmesi sağlanabildi.<br />

İçinde bulunduğumuz 21.yüzyıl çok farklı bir yüzyıl olacak . İki büyük bilimsel devrimin<br />

temelinde yükselen ve yoğun matematik altyapı ile desteklenen ileri teknolojilere egemen<br />

olan ülkeler, bizim gibi teknolojiyi bırakın üretmeyi, kullanmak konusunda bile âciz kalmış<br />

ülkeleri ezecek. Yine unutmayalım ki, her yeni bilimsel araştırma ve ileri teknoloji kısa sürede<br />

yeni ve daha ileri teknolojileri doğuruyor. Böyle bir dünyada, bugünkü anlayışımızla yaşamanın<br />

mümkün olmadığını yediden yetmişe herkesin iyice anlaması gerekiyor. İktisadî refahı<br />

sağlayan en önemli etkenin teknolojik gelişme olduğunu, bunun alt yapısının da çok kuvvetli<br />

bir temel bilim tabanına dayandığını belirtelim. Gelişmiş ülkeler, ulusal gelirlerinin en az %1’<br />

ini bilimsel-teknolojik gelişmeler için ayırırken, bizim halen bu düzeyin altında seyretmemiz<br />

çok acı bir durumdur ve içinde yaşadığımız yüzyılda dünya politikasını yönlendirecek ülkeler<br />

arasında olmak iddiamızla büyük bir çelişki yaratmaktadır. Kritik bir noktada bulunuyoruz. Ya<br />

aklımızı başımıza toplayıp Cumhuriyet’in ilk yıllarında çizilen bilim temelli kalkınmak<br />

yörüngesine yeniden gireceğiz, ya da bir gün bu güzel ülke elimizden uçup gidecek.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 120<br />

Son sözler<br />

Bu yazımızda, Âsım Barut’ un mükemmel bilimsel kişiliğini, çok yönlülüğünü, yaşama bakışını,<br />

onu tanıdığımız ölçüde ve ulaşabildiğimiz tüm kaynaklardan yararlanarak yansıtmaya çalıştık.<br />

Yazımızın giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi böyle büyük insanları tam anlamıyla<br />

anlatabilmek çok zor. Çünkü böyle insanlar hakkında ne yazarsak yazalım, ne söylersek<br />

söyleyelim yine de onların büyüklüğünü anlatmak için yetersiz kalıyor.<br />

Beni en çok etkileyen yanı yaşamı çok sevmesi, sadeliği, olağanüstü disiplini ve çalışma<br />

kapasitesi, bilim sevgisiyle dolu yüreğiydi. Kendisinden doğrudan hiçbir şey istemedim. Ama<br />

konuşmalarımız sırasında nelere gereksinimim olduğunu anlayıp, Amerika’ ya döndükten<br />

sonra bir sürü kitap ve makaleyi yollayıp beni ne kadar mutlu ettiğini belirtmek isterim.<br />

Edirne’deki merkezde yapılan bilimsel toplantılarda, sabahları biz henüz uyanırken, o,<br />

çoktan kalkıp sabah sporunu yapıp, kahvaltısını bitirip çalışmaya başlıyordu. Öylesine canlı ve<br />

hayat doluydu. Ona hiç ölmeyecekmiş gibi bakardım. Anî ölüm haberini gazetede okuduğumda<br />

yaşadığım duyguları, duyduğum üzüntüyü kelimelerle anlatabilmem imkânsız!<br />

Barut’ un yaşamı bir sevdaya koşmaktı: Gelişmekte olan ülkelerin bilim ve kalkınmak<br />

sorunlarına kafa yormak; ülkemizin aydınlık dolu bir geleceğe yelken açması için tüm bilim<br />

güçlerinin harekete geçirilmesi, Türk insanının yeteneğine içten bir inanç. O, kendi neslinin<br />

diğer değerli insanları gibi “Çağdaş uygarlık düzeyini aşmak”, “uygarlık âleminde hak ettiğimiz<br />

yeri almak” ülküsünü erişilir buluyor, Türk insanının da, yetenek, azim ve gayretle uygar dünya<br />

insanıyla yarışabileceğine inanıyordu. Bunun için, Türkiye’ den gelen yüksek lisans ve doktora<br />

öğrencilerine sürekli destek oluyordu. Onun bu özelliği, uluslararası fizik camiasında “Türk<br />

Mafyası!” olarak nitelenmesine yol açmıştı. Ne yazık ki, biz bu büyük adamı yeterince anlayıp<br />

değerlendiremedik.<br />

Onun yaşamı tüm gençlere ve bilimcilere örnek olmalı. Gençler bilimin bir meslek değil,<br />

bir yaşam biçimi olduğu gerçeğini erken yaşlarda anlamalılar. İyi bir bilim adamı olmanın kolay<br />

olmadığını, yalnızca seçtiği alanda uzmanlaşmanın iyi bir bilim adamı olmaya yetmeyeceği<br />

gerçeğini görmeliler. Uzmanlaşmanın yanında, yaşamı oluşturan tarih, edebiyat, tüm güzel<br />

sanatlar ve estetik gibi zenginliklerin insan beynini beslediğini ve yaratıcılığı körüklediğini<br />

bilmeliler. Âsım Barut’un yaşamı, uzmanlaştığı alanların yanı sıra tüm bu zenginlik ve<br />

güzelliklerle bezenmişti. Bilimi yaşam biçimi olarak seçen bizler şunu unutmamalıyız: Nerede<br />

bilimsel çalışmalar yapılıyorsa, sanat eserleri üretiliyorsa, nerede hayal gücü, üretkenlik,<br />

yaratıcılık bilinenin sınırlarını zorluyorsa Âsım Barut’ un bize miras bıraktığı dünya orasıdır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 121<br />

Onunla aynı soydan gelmek, aynı soyadı paylaşmak yaşamımdaki en büyük zenginlik<br />

olarak kalacak. Bazı şeyler vardır ki, onlara hiçbir maddî değer biçemezsiniz. Bu ülkenin onuru<br />

olmuş bir büyük adamın soyadını taşımak da işte böyle paha biçilmez bir değer. Aziz hatırası<br />

önünde saygıyla eğiliyorum!<br />

KAYNAKLAR<br />

1. Âsım Barut, “Kıymetli Eniştem” başlıklı mektup, 4 Mayıs 1952, Zürih<br />

2. Osman Azmi Barut, “Türkiye’ de Fizik Üzerine Bazı Düşünceler” bu<br />

makaleye yahoo veya google arama motorlarından “Osman Azmi Barut”<br />

yazılarak ulaşılabilir<br />

3. “Abdüsselâm-3. Dünyalı Son Fizikçinin Ardından” Prof. Dr. Gediz Akdeniz<br />

www.gedizakdeniz.com adresinden ulaşılabilir<br />

4. Abdüsselâm “İslam Âleminin Fen Bilimlerinde Rönesansa İhtiyaci Var” şeref<br />

doktorası törenindeki konuşma, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi,1981 bu<br />

konuşma 11 Eylül 1981 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır<br />

5. Âsım Barut, “Temel Bilimler: Dün, Bugün ve Yarın”,TÜBİTAK Bilim Ödülü<br />

törenindeki konuşma, Çağdaş Fizik dergisi 1982<br />

6. Âsım Barut’,Özyaşam öyküsü, şeref doktorası töreni, Karadeniz Teknik<br />

Üniversitesi, 1982<br />

7. Prof. Dr. Gediz Akdeniz, “Uluslararası Kuramsal Fizik Merkezi ve Türk Fiziği”<br />

Çağdaş Fizik dergisi, 1983<br />

8. Âsım Barut, “Bilim Adamı Yetiştirmek İçin Seferberlik” İstanbul Teknik<br />

Üniversitesi Fizik Bölümü, 5 Aralık 1986<br />

9. “Fiziğin Gündemi Üzerine Prof. Dr. Âsım Barut’ la Bir Sohbet” İnsan ve Kâinat<br />

dergisi, Şubat 1987<br />

10. Âsım Barut, “Bilim Adamı Yetiştirme Seferberliği Gerekli”, Cumhuriyet Bilim<br />

Teknik eki, 1987<br />

11. Abdüsselâm, “İdeals and Realities”, Türkçe çevirisi: “İdealler ve Gerçekler”,Yeni<br />

Asya Yayınları,1991, İstanbul<br />

12. H. Aykut Göker,“Bilim, Teknoloji, Sanayi Üçlemesi ve Türkiye Üzerine Söyleşiler”,<br />

Sarmal Yayınevi,1995, İstanbul<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 122<br />

13. Fizikte Çığır Açan Büyük Kaybımız “Âsım Orhan Barut”, TÜBİTAK Bilim ve Teknik<br />

dergisi Şubat 1995<br />

14. Sehban Kartal / Osman Azmi Barut, “Asım Osman Barut’u da yitirdik” Bilim ve<br />

Ütopya dergisi,sayı: 8<br />

15. Prof. Dr. Nuri Ünal, “Asım Barut ve Doğaya Bakış” Bilim ve Ütopya, sayı 45, Mart<br />

1998<br />

16. Prof. Dr. Gediz Akdeniz, “ Trieste’li profesör Asım Barut ” Bilim ve Ütopya, sayı<br />

45, Mart 1998<br />

17. Prof. Dr. Nuri Ünal, “ Profesör Barut’un Boulder Günleri” Bilim ve Ütopya, sayı<br />

45, Mart 1998<br />

18. “ Ablası ve Yeğeni Asım Barut’u Anlatıyor” Söyleşi,Bilim ve Ütopya, sayı 45, Mart<br />

1998<br />

19. Prof. Dr. Z.Zekeriya Aydın, “Asım Barut’un Türkiye’de Fiziğe Katkıları” Bilim ve<br />

Ütopya, sayı 45, Mart 1998<br />

20. Prof. Dr. Zekeriya Aydın , “ Simetri Aşığı Bir Fizikçi Asım Orhan Barut”, Bilim ve<br />

Ütopya , sayı 137,Kasım 2005<br />

21. Foundations of Physics dergisinin Mart, Nisan, Mayıs 1998 sayıları,<br />

22. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu ,“21. Yüzyılda Bilim, Teknik, Yüksek Öğretim, Araştırma<br />

ve İktisadî Gelişmede Gidişat” 2000 yılında 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı ve Devlet<br />

Planlama Teşkilatı’ nın ( DPT) 40. yılı konferanslar dizisi çerçevesinde yapılan<br />

konuşma. Bu konuşma kitapçık haline getirilmiştir.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 123<br />

Enis Behiç Baş<br />

(1919 – 2005)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 124<br />

Prof. Dr. Mehmet Erbudak<br />

Anadolu’dan Bosna-Hersek’e göçmüş veteriner İbrahim Hakkı Bey ile Fatma Hanım’ın<br />

oğulları olan Enis Behiç Baş, 30 Mayıs 1919?da İstanbul’da doğdu. 1930 yılında ilkokulu<br />

Duvno’da bitirdi. Orta eğitimine İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde devam etti. 19 yaşında lise<br />

olgunluk sınavını verip, Berlin Humboldt Üniversitesi’ne yazıldı.1940 yılında bitirdiği fizik<br />

eğitiminin ardından Berlin Charlottenburg’daki Yüksek Teknik Okul’da elektrik mühendisliği<br />

okudu. Bu yıllarda Berlin, hem bilim adamı yetiştirmeye, hem de tanınmış mucitleri şehirdeki<br />

kuruluşlarda toplamaya aşırı özen gösteriyordu.Örneğin, Prof. Ernst Ruska o yıllarda elektron<br />

mikroskobu ile sonradan kendisine Nobel ödülünü kazandıracak çalışmalarda<br />

bulunmaktaydı.Bugün teknolojide kullanılan birçok elektron aygıtının temel ilkeleri 1930’larda<br />

Berlin’de geliştirilmişti. Daha sonraki yıllarda başlayan Dünya Savaşı ve Ulusal Sosyalizmin<br />

etkisi, birçok doğa bilimciyi Almanya’yı terk etmek zorunda bıraktı. Ancak, onların geliştirmiş<br />

olduğu geleneksel araştırmacı ruhu Berlin’de halen süregelmekteydi. İşte, Haydarpaşa<br />

Lisesi’nden sonra Enis Baş kendini böyle bir ortamın içinde buldu, emekliye ayrıldığı 1984 yılına<br />

kadar da bu ruhun ışığında elektron fiziği konusunda çok sayıda buluşlar yaptı ve genç<br />

kuşaklara örnek oldu.<br />

Enis Baş, Berlin’de çalışma olanaklarının sona erdiği 1945 yılında Zürih’e gidip İsviçre<br />

Federal Teknik Okulu’nda (ETH) asistanlığa başladı. İlk çalışma konusu, sıvı maddelerden<br />

salınman ikincil elektronların incelenmesi oldu. Bu alandaki buluşlarını Eidophor adlı<br />

televizyon projektöründe kullandı ve 1949’da doktorasını aldı. 1951 yılında, ETH bünyesindeki<br />

Sanayi Araştırma Bölümü’ne geçti. 1960’lı yıllarda yeni gelişen yüzey fiziği dalı ile ilgilenen Enis<br />

Baş, bu çalışma alanını İsviçre’ye girmesini sağladı; bu konuda, özellikle yüzeylerin elektron<br />

salma özelliklerini inceleyen önder çalışmalar yaptı.<br />

Baş’ın bilimsel makalelerinin anılması kadar, yapmış olduğu buluşlar değişik yerlerde<br />

kullanılmaktadır. Baş’ın geliştirdiği LaB6 tek kristallerinden yapılma katodlar, hem uzun<br />

ömürlerinden hemde düşük sıcaklıklarda yüksek genlikte ve enerji dağılımları dar elektron<br />

salma özelliklerinden dolayı uygulamaya geçmiştir. Yüksek genlikte elektronlardan<br />

yararlanılarak geliştirilen elektron kaynak makinesi, elektronların odak noktaları çok küçük<br />

seçilebileceği için, minyatür parçaları kolaylıkla birleştirilebilmekteydi. Aynı makine, değişik<br />

maddelere çok küçük çaplı delikler açabiliyordu. Bu olanak, saat sanayinde kullanılan çark<br />

yataklarını, safir kristallerinin delinmesi ile sağlanmıştır. Aynı şekilde Enis Baş bölgesel eritme<br />

yöntemi ile erime noktası yüksek Mo veya W gibi metallerin çok saf ve tekkristak olarak<br />

büyütülmelerini sağlayan bir aygıt gerçekleştirmiştir.<br />

Bunun yanı sıra, gelitirdiği bariumaluminat kotodları, betatronlara elektron enjektörü<br />

olarak kullanılmıştır. Çok kısa bir ışıklandırma süresinde ağızdaki bütün dişleri bir anda<br />

görüntüleyebilen panoramix adlı röntgen aleti ve Toulouse şehrinde çalışan 1,5 milyon<br />

elektronvoltluk elektron mikroskobunun hızlandırıcısı da Baş?ın ürünlerindendir.<br />

Prof. Dr. Enis Baş’ın elektron optiğinde yapmış olduğu buluşlar, temel araştırmalarda da<br />

kullanılan birçok aygıtın gelişmesini sağladı.Kendisi, emekliye ayrılana dek hem AFIF<br />

bölümünün idaresini elinde tuttu, hem de profesör olarak ETH’nin Fizik Bölümü’nde elektron<br />

optiği konusunda dersler verdi, lisans üstü ve doktora tezleri yönetti.1951 yılında elektron<br />

çoğaltıcılarının özelliklerini araştıran teziyle doktorasını almış olan Asım Orhan Barut, tanınmış<br />

öğrencilerinden biridir.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 125<br />

Hilmi Benel<br />

(1910 – 1981)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 126<br />

Prof. Dr. Ali Girgin<br />

1910 yılında Giresun’da doğdu.1928 yılında Sivas Lisesi’ni, 1934 yılında da<br />

Fransa’nın Nancy Üniversitesi’ni bitirdi. Aynı yıl, İÜ FF’nde fizik asistanlığına<br />

atandı.Doktora çalışmalarını ve tezini Fransa’da Bordeaux ‘da yaptı ve 1940 yılında fen<br />

doktoru ünvanını aldı.<br />

Bundan sonraki çalışmalarını İÜ’nde yürüten Hilmi Benel 1944 yılında doçent<br />

oldu.1950 yılında 13 kişilik seçkin bir bilim adamı grubunun içinde Türk Fizik Derneği’ni<br />

kuranlardan biri oldu. Bu grupta Prof. Dr. Kerim Erim, Prof. Dr. Cahit Arf ve Prof. Dr.<br />

Ratip Berker gibi matematikçilerin yanı sıra Prof. Dr. Ali Rıza Berkem, ve Prof. Dr. İlhami<br />

Cıvaoğlu gibi kimyacılar da vardı. Hilmi Benel, 1960 yılında profesör ünvanını aldı.<br />

13.7.1980 tarihinde yaş sınırı nedeniyle emekli olan Prof. Dr. Hilmi Benel 1981<br />

yılında aramızdan ayrıldı.<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş<br />

Hilmi Benel Hoca’yı tanıdığım zaman doçent idi. Sabahları gazete okuyarak Genel Fizik<br />

Enstitüsü merdivenlerinden çıktığını, etrafta olup bitenlerle pek ilgilenmediğini görürdük.<br />

Onun Genel Fizik Amfisi’nde verdiği Fizik Optik dersine devam etmiştim. Hilmi Hoca yalnız<br />

amfinin arka sıralarındaki öğrencilere bakarak ders anlatırdı. Ben ise önde birinci veya ikinci<br />

sırada oturarak dersi izlerdim. O zamanlar ilk kayıt sırasında öğrencilere Öğrenci Bürosu’ndan<br />

“Öğrenci Karnesi” denilen tek formalı özel bir defter verilirdi. Öğrencinin kayıt yaptırdığı<br />

derslerin adları ve kredileri bu deftere yazılırdı. Yarıyıl sonunda her dersin karşısındaki<br />

sütunun, öğrencinin o derse devam ettiğini belgelemek üzere, ilgili öğretim üyesi tarafından<br />

imzalanması gerekiyordu. Aksi halde öğrenci o dersin sınavına giremezdi. Dersin tamamlandığı<br />

yarıyıl sonunda defterdeki zımbalı sayfa koparılarak öğrenci bürosuna veriliyor ve her ders için<br />

5 TL sınav harcı yatırılıyordu. Ancak bu şekilde dersin sınavına girme hakkı kazanılıyordu. Yarıyıl<br />

sonunda Hilmi Hoca’ya başvurduğumda karnemi imzalayamayacağını söyledi. Sebebini<br />

sorduğumda, “Sen benim dersime devam etmedin. İmzalayamam.” dedi. “Aman Hocam ben<br />

her dersinize geliyor ve ön sırada oturuyorum.” dedim. “Ben seni hiç görmedim” diye ısrar etti.<br />

Tuttuğum ders notlarını gösterdim. Gene ikna olmadı amma “Sınavda görüşürüz.” Diyerek<br />

karnemi imzaladı. O dönem Hilmi Hoca’nın dersinden başarılı olan üç öğrenciden biri idim.<br />

Yani Hilmi bey kin tutan bir kişi değildi. Yıllar sonra Ege Üniversitesi’nde Elektrik dersi verdi. O<br />

zaman meslektaş olarak çalıştık.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 127<br />

Ali Rıza Berkem<br />

(1908 – 2007)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 128<br />

YÜZYILLIK BİLİM ÇINARI “HOCALARIN DEDESİ”<br />

ALİ RIZA BERKEM’İN 99 YILLIK YAŞAM ÖYKÜSÜ<br />

Yaklaşık bir asır önce 1908’de İzmir’in Seferihisar ilçesinde başlayan yaşam<br />

öyküsü ne kadar çok renkli, canlı, dramatik, olaylara tanıklık etmişti. Ali Rıza<br />

Berkem dünyaya geldiği andan itibaren farklılığını, kişiliğinin ayrıcalıklı yapısını<br />

hissettirmişti. Yaşam, doğduğu küçücük ilçenin sınırlarının çok ötesinde<br />

fırsatlar sunuyordu ve o sahip olduğu sıra dışı özellikleri ve olağanüstü<br />

yapısıyla son nefesini verirken her anı doyasıya yaşanmış bir hayatı iç<br />

huzuruyla geride bırakacak yoğunlukta yaşayacaktı.<br />

Doksan dokuz yıllık ömrünü tamamladığında onu seven dostları ve<br />

yakınlarının gözyaşlarını olağan karşılamak gerekirdi çünkü ona onunla<br />

geçirdikleri, paylaştıkları, yaşadıkları hayata doyamamışlardı. Onun soluğunu hissetmek,<br />

onunla yaşanan ana ortak olmak, zengin anılarını dinlemek, insanı rahatlatan, iç huzuru veren<br />

dingin kişiliğinin sıcaklığını hissetmek artık anılarda kalmıştı. Ancak yaşanmış hatıralar kaleme<br />

alınarak onu tanıyan veya tanımayan insanlara aktarılarak kişiliğini ölümsüzleştirmek mümkün<br />

olacak ve onu tanıma şansını yakalamışların minnet borcunu ödemelerine fırsat olacaktı.<br />

Asırlık çınarın çocukluk yılları düşman işgali altında olan bir ilçede<br />

geçer. İşgal üç yıl dört ay devam eder ve Ali Rıza Berkem o yıllarda<br />

hayatına yön veren, ilke ve devrimlerini içtenlikle benimseyip<br />

hayatının her alanına uyarlayan “Mustafa Kemal” ismi ile tanışır.<br />

Yunan işgalinin ne zaman biteceğini endişe içerisinde sorduğu babası,<br />

Mustafa Kemal adında bir kumandanın halkın desteğini alarak<br />

kurtuluş mücadelesi başlattığını ve er geç bağımsızlık ve özgürlük güneşinin doğacağını<br />

söylediğinde yüreğinde ilk kez ulu öndere sevgi ateşi parlar. Bu sevgi o denli tutkuludur ki; Türk<br />

süvarileri yunan işgaline son verdiğinde Seferihisar Zukur Mektebi İptidaisini ( Erkek İlkokulu )<br />

bitirip eğitimine bugünkü Atatürk Lisesi o günkü İzmir Erkek Lisesi’nde devam ettiği yıllarda,<br />

Ali Rıza evci olarak çıkıp ziyarete gittiği halasının evinden Kemal Paşa’nın subay kıyafetli bir<br />

fotoğrafını izinsiz olarak alma cesaretini gösterir. Ali Rıza Berkem, tüm yaşamı boyunca sözde<br />

değil özde Atatürkçü olarak onun gerçekleştirdiği devrimlerin ve öne sürdüğü ilkelerin sürekli<br />

savunucusu olur. Toplumumuzun içine girdiği tüm kargaşalardan çıkış yolunun Atatürk ilkeleri<br />

doğrultusunda toplanmak olduğuna içtenlikle inanır.<br />

Anılarını anlatırken ilk kez Mustafa Kemal’le karşılaşmasını hayatının<br />

dönüm noktalarından biri olarak ifade eder. Mustafa Kemal İzmir<br />

gezisi sırasında Ali Rıza Berkem’in öğrencilik yaptığı İzmir Erkek<br />

Lisesi’ni ziyarete gelmiş ve sınıfa girmiştir. O sırada karatahtada<br />

Fransızca dersinde yazdıkları Lavoisier’e ait bir cümle vardır. Gazi Paşa<br />

ön sırada oturmakta olan Berkem’e yazıyı okuyup tercüme etmesini<br />

söyler.“Tabiatta ne bir şey kaybolur, ne de yoktan var olur.”<br />

Mustafa Kemal, kimyanın kurucusu Lavoisiere ait cümlenin önemini<br />

vurgulayıp, kimyanın yaşanan çağda önemli olduğunu ama gelecekte<br />

kişi ve toplum hayatında çok daha önemli bir yere sahip olacağını<br />

ifade edip kimya dersine kıymet verip çalışmak gerektiğini ve ileride<br />

kimyacılara çok büyük görevler düşeceğini söyler. Mustafa Kemal’e<br />

duyduğu büyük hayranlık ve onunla tanıştığında aralarında geçen<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 129<br />

diyalog Ali Rıza Berkem’in gelecekteki kariyerini belirlemede mutlaka etkin bir rol oynar. İki yıl<br />

sonra liseyi birincilikle bitirdiğinde öğretmenler kurulunca Milli Eğitim Bakanlığı’ndan burslu<br />

olarak Avrupa’da öğrenim görmek üzere aday gösterilen Berkem, sınavı kazanarak Avrupa’ya<br />

gitmeye karar verir. Kuşkusuz bu durum Seferihisar’lı tahsildar Mustafa Bey için son derece<br />

gurur verici bir olaydır. Zira küçük oğlu Ali Rıza fizik-kimya öğrenimi için yurtdışına gönderilecek<br />

başarılı öğrencilerden biridir. Seferihisar’ın ileri gelenlerinin din adamı olarak yetiştirilmesini<br />

öngördükleri Ali Rıza, ileri görüşlü aydın babasının sırf onu okutabilmek için hiçbir<br />

fedakârlıktan kaçınmaması sayesinde Avrupa’da eğitim alacak ve ülkesine hizmet<br />

edebilecektir. İlkokuldan başka hiçbir eğitim kurumu olmayan Seferihisar’da 1935 yılına kadar<br />

liseye devam etmiş tek kişinin Ali Rıza Berkem olduğu düşünülürse tahsildar Mustafa Bey’in ne<br />

denli içinde yaşadığı toplumdan ileri bir düzeyde olduğunu<br />

anlayabiliriz.<br />

Ali Rıza, Avrupa’ya hareketinden bir gün önce eğitimde geçirilecek<br />

sürenin iki katı mecburi hizmet şartı için noterden çıkarılması gereken<br />

kefalet senedinin olmaması nedeni ile Avrupa’ya gidememe tehlikesi<br />

ile karşı karşıya kalır. Avrupa sınavını kazanmış olması nedeniyle<br />

hayatındaki diğer alternatifleri değerlendirme dışı bırakmış<br />

olduğundan trajik bir durumla karşı karşıya kalır. O noktada Ali Rıza<br />

tesadüflerin ve şansın da hayatın vazgeçilmezleri olduğunu öğrenecektir. Yapılacak hiçbir şeyin<br />

olmadığını düşündüğü sırada tesadüfen yolda yürürken karşılaştığı okul arkadaşı ona yardım<br />

elini uzatacak, iki kefil bularak noterden gerekli belgeleri çıkarmasına yardımcı olacaktır. Bu<br />

olay sonucunda Berkem, her insanın bir alın yazısı olduğunu ve ilahi takdire inanmak<br />

gerektiğini, ayrıca ihtiyacı olan herkese karşılık beklemeden yardım eli uzatmanın insanı ne<br />

denli zenginleştirdiğini öğrenir.<br />

1928 yılının Eylül ayında Fransa’ya giden Berkem, ülkesine duyduğu sevgi, bağlılık ve<br />

sorumluluk duygularının etkisi ile olağanüstü performans göstererek üç yıl içinde alınması<br />

gereken sertifikaların yanı sıra, uygulamalı kimya ve fizikokimya sertifikalarıyla, kimya<br />

mühendisliği diplomasını da en iyi dereceyle alır. Montpellier Üniversitesi’ndeki okul birinciliği<br />

Berkem’e Coulouma Ödülünü kazandırır. Üniversite tarihinde ilk kez bir yabancıya verilen bu<br />

ödül, Berkem için müthiş bir gurur kaynağı olur, aynı zamanda insanlar arasında hiçbir ayırım<br />

yapılmaksızın, hakkın hak edene verilmesi gerektiği ilkesine yaşamında sıkı sıkıya bağlı<br />

kalınması gerektiğine inanır.<br />

1932 yılında Türkiye’ye dönen Ali Rıza Berkem, mezun olduğu İzmir Erkek Lisesi’nde fizik<br />

öğretmenliğine atanır. Ancak bir yıl sonra zamanın Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’ten aldığı<br />

mektup yaşamında yeni bir dönüm noktası olur. 1 Ağustos 1933 tarihinden itibaren Yeni<br />

İstanbul Üniversite’sini kurmaya memur edilir. Bu mektup, Berkem’i kendi deyişiyle yaşamının<br />

sonuna kadar sürecek, üyesi olmakla daima şeref duyduğu en yüksek kültür ocağına hizmete<br />

atamaktadır. Atatürk’ün Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hesaplarını yaptığı ve alt yapısını<br />

hazırladığı büyük bir atılımın, yeni Türk Devletini uygar devletler düzeyine çıkaracak bir<br />

reformun, “1933 üniversite reformunun” çağrısıdır. İstanbul Üniversitesi’nin başlangıcı<br />

sayılan Darülfünun 1850’li yıllarda kurulmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılına<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 130<br />

dek belli bir gelişme göstermiş olmasına rağmen özgün, ciddi, topluma yararlı, bilimsel<br />

çalışmaların yapılamaması, bilgi üretilmemesi, giderek sığ skolastik bir alana kayması<br />

nedeniyle miadını doldurmuştur.<br />

Yeni Türk Devleti hedeflerini gerçekleştirebilmek için, çağın gereklerine uyan yüksek<br />

öğretim kurumlarına, yani üniversitelere gereksinim duyuyordu ve bu alanda köklü değişimler<br />

yapabilmek için TBMM 1933’de Darülfünun’un kapatılmasına karar vermişti. Yeni<br />

üniversitenin öğretim kadrosunu Darülfunun’un kadrosundan değişime ayak uydurabilecek ve<br />

benimseyecek öğretim elemanları, Hitler faşizminden kaçan Avrupalı bilim adamları,<br />

Atatürk’ün önerisi ile başarılı lise öğrencileri arasından seçilerek Avrupa’ya gönderilen ve<br />

öğrenimini tamamlayarak geri dönenler oluşturuyordu. Ali Rıza Berkem 1933 üniversite<br />

reformunun çekirdek kadrosunda yer almıştır.<br />

İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesinde yarım asırdan fazla sürecek akademi yaşamına<br />

Fiziki Kimya Profesör Yardımcısı olarak başlayan Berkem, bir yıl sonra başına getirileceği<br />

Fizikokimya Kürsüsü’nü 1936 yılına kadar yönetir. Daha sonra iki yıl süre ile Montpellier<br />

Üniversitesi’ne giden Berkem, 1938 yılında Tungstenler Kimyası adlı teziyle doktorasını<br />

tamamlayıp, yurda döner ve Fizikokimya Kürsüsü’nün başına getirilir. 1942’de kürsünün içinde<br />

bulunduğu Zeynep Hanım Konağı’nda çıkan yangında öğrenci laboratuarının tahrip olmasının<br />

yanı sıra yarım kalan bir araştırmasıyla birlikte evci çıktığı halasının evinden ödünç (!) aldığı<br />

Atatürk fotoğrafı da yanar. Manevi değeri olan fotoğrafı asla geri getirmek mümkün olamazdı<br />

ama Atatürk sevgisi ve bağlılığı yüreğindeki son nefesini verene dek sürecekti.<br />

1950 yılında Fizikokimya Kürsü Profesörlüğüne seçilen Berkem, 1955 yılında ABD’deki Oregon<br />

Üniversitesi’nde misafir Profesör olarak bulunur ve 1956 yılında “Oak<br />

Ridge of Nuclear Studies” Enstitüsü’nde Radioisotop tekniği üzerinde<br />

ihtisas yapar. 1962-1966 arası iki dönem Fen Fakültesi Dekanlığı’na seçilir ve daha sonra 1967<br />

yılında, kurucusu olduğu, Kimya Fakültesi’ne geçer ve bu Fakülte’nin üç dönem dekanlığına<br />

seçilir. 1957 yılından itibaren emekli olduğu 1978 Aralık ayına kadar devamlı olarak İstanbul<br />

Üniversitesi senato üyesi ve 1962 yılından itibaren de aynı dönemde Üniversitelerarası Kurul<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 131<br />

Üyeliği yapar. 1963-1987 yılları arasında, önceleri Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu ve<br />

daha sonra bu okulun dönüştüğü Yıldız Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Kimya<br />

Mühendisliği Bölümü’nde öğretim üyeliği; 1987-1993 yıllarında İstanbul Üniversitesi’nde<br />

sözleşmeli öğretim üyeliği ve 1934-1941 yıllarında da Maltepe Askeri Lisesi’nde öğretmenlik<br />

yapar. 20 Kasım 1992 tarihinde İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Konferans Salonu’nda<br />

düzenlenen bir törenle hocalığının 60’ıncı yılı kutlanır. Üniversitelerarası Kurul, tarihinde ilk<br />

kez, “Tükenmez azmi, enerjisi ve sıcak dostluğuyla kendini Türk Yüksek Eğitimine adamış<br />

olan Prof. Dr. Ali Rıza Berkem’e şükranlarımızla”, plaketini takdim eder. Türk Kimyacıları 1989<br />

yılında düzenledikleri bir törenle Profesör Berkem hocaya, kimyacıların duayeni anlamında<br />

“Şeyh-ül Kimyageran” payesini verirler. İstanbul Üniversitesi Senatosu, 2.9.1993 tarihli<br />

toplantısında ve Anadolu Üniversitesi Senatosu da 17.06.1998 tarihli toplantısında Prof. Dr.<br />

Ali Rıza Berkem’e yaptığı üstün hizmetler nedeni ile Üniversite’lerin “ŞEREF DOKTORU”<br />

unvanını verirler. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu ( TÜBİTAK ) tarafından,<br />

“Ülkemizde Kimya biliminin kurumsallaşması yolunda yaptığı çalışmalar ve bu alanda çok<br />

sayıda bilim adamının yetiştirilmesine ortam ve olanak hazırlanması” nedeniyle Ali Rıza<br />

Berkem’e 2002 TÜBİTAK hizmet ödülü verilir. Ayrıca kimya sanayine yaptığı hizmetler<br />

nedeniyle Fransız “Societe de Chimie Industrielle” ve “Türkiye Kimya Sanayicileri Derneği”<br />

tarafından Şeref Üyeliği ve birçok Fakülte ve Kuruluş tarafından şükran plaketleri ve T.C Çevre<br />

Bakanlığı tarafından da Çevre Ödülü verilmiştir. Profesör Berkem, öğrenci sorunlarıyla daima<br />

yakından ilgilenmiştir. 1941 yılında Fen Fakültesi talebe Cemiyeti’ni kurmuş ve 1952 yılına<br />

kadar başkanlığını yapmıştır. Aynı zamanda öğrencilerin yemek sorununun çözülmesine<br />

çalışmış ve bu amaç doğrultusunda ÜNYEK ( Üniversite Yemek Kurulu )’i kurarak ve 1963-1978<br />

yıllarında Başkanlığını yapmıştır. 1975’te İstanbul Üniversitesi Spor Birliği’ni kuran Berkem,<br />

1979 yılına kadar birliğin başkanlığını yapmıştır. Ayrıca 1969-1978 yılları arasında Yüksek<br />

Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Yönetim kurulu Başkanlığı yapmıştır. 1963-1978 yılları<br />

arasında TÜBİTAK Danışma Kurulu Üyeliği ve daha sonra Bilim Adamı Yetiştirme Grubu Üyeliği<br />

yapmıştır. 1970 yılından itibaren UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yönetim Kurulu Üyeliği ve<br />

Gençlik Komitesi Başkanlığı ve Türk Kimya Vakfı kuruculuğu yapmıştır. 36 yıl başkanlığını<br />

yaptığı Türkiye Kimya Derneği’nin onursal başkanıdır. Biyokimya mütehassısı kimyager Dürdal<br />

Berkem’le evli olup, Emine Erdem, Melek Ünver ve Ayşe Lebriz<br />

Berkem adlarında üç kızı ve Mehmet Rıza Erdem, Zeynep Erdem, Can<br />

Günşiray, Melisa Ünver ve Ali Berk Ünver adlarında beş torunu vardır.<br />

Ali Rıza Berkem, doksan dokuz yıllık hayatına öyle çok başarı sığdırdı<br />

ki satırlar ve sayfalar onun başarı öykülerini anlatmaya yetmez.<br />

Yaklaşık otuz kitabın yanı sıra sayısız bilimsel makale, gazete ve dergi<br />

yazıları yayınlamış olan Berkem, yaşamının son döneminde zamanının<br />

çoğunu onursal başkanlığını yaptığı Türkiye Kimya Derneği’nin çalışmalarına ayırıyordu.<br />

Emekliliği yaşamının hiçbir döneminde kabul etmemiş, dinamik, enerjik, üretken yaşamını son<br />

nefesine kadar sürdürmüştür. Asla ihtiyarlamadan yaşlanan, yaşlandıkça zenginleşen,<br />

zenginleştikçe güzelleşen, varlığıyla güven, huzur, mutluluk, enerji veren çok değerli bir<br />

bilimadamını çok özel bir insanı yitirdik. Onu sonsuz yolculuğuna uğurlarken son sözü ona<br />

bırakıp, Ali Rıza Berkem’i kendi kaleminden tanıyalım.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 132<br />

Kendimi Tanımlıyorum<br />

Birileri çıkıp da, “Hocam kendinizi tanımlar mısınız?” diye bir<br />

öneride bulunmuş olsa, yanıtım kısaca şöyle olur:<br />

Atatürkçüyüm. Müslüman’ım. Bir işe veya bir harekete daima<br />

“Besmele” ile başlarım. Allah’la kul arasına girilmesini asla<br />

kabul etmem. Laik, demokratik Cumhuriyet’e içtenlikle<br />

bağlıyım.<br />

Paranın bir amaç değil, bir araç olduğuna inanırım. Tüccar<br />

hoca olmayı asla düşünmedim ve olmadım. Çocuklarıma<br />

taşınır ve taşınmaz pek bir şey bırakamıyorum. Bırakacağım<br />

tek şey babalarının tertemiz bir geçmişi ki bu da onlara yeter, sanıyorum.<br />

Hiçbir kimseyi serveti ve mevkii dolayısıyla kıskanmam ve kıskanmadım.<br />

Bütün hayatım boyunca kendim için hiçbir kimseye veya makama en küçük bir istekte<br />

asla bulunmadım, ama bunun zararını da gördüm.<br />

İhmalciyim. Bugünün işini yarına bıraktığım çok olmuştur, ama bunun zararını da<br />

görmüşümdür.<br />

Ani karar veremem. Uzun yıllar idareciliğim sırasında bunun hem zararını hem de yararını<br />

gördüm.<br />

Lügatimde “Hayır” sözcüğü yoktur. Hayır dersem karşımdakinin üzüleceği düşüncesiyle,<br />

“bir düşünelim” derim ki, bir bakıma “hayır” anlamına gelir.<br />

Hizmet etmenin kutsal bir görev olduğunu düşündüğümden, bana önerilen görevleri<br />

hiçbir zaman geri çevirmemiş ve sorumluluk duygusu içinde sonuna kadar yürütmeye<br />

çalışmışımdır. Üstlendiğim görevlerden, hiçbir zaman, en küçük bir kişisel çıkar beklemedim ve<br />

edinmedim.<br />

Kibirli değilimdir. Uyumluyumdur. Kolayca kırılmam, ama kırılırsam bunu asla unutmam.<br />

İnsanları severim. Onlar hakkında en küçük bir kötülük düşünmem. Din, ırk, mezhep,<br />

renk, fakir, zengin olmak benim için asla fark etmez. Ben insanı, insan olduğu için severim.<br />

Sevgili Eşim Prof. Dr. Ali Rıza Berkem’in anısına…<br />

İlk kez İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde amfi şeklindeki<br />

dershanemizde 1949 yılında “Atomistik-Çekirdek Kimyası” dersinde<br />

tanıdığım Prof. Dr. Ali Rıza Berkem’in rahatlıkla not tutabildiğim ve<br />

hayranlıkla izlediğim, hiç devamsızlık etmediğim dersinden yazılı ve<br />

sözlü imtihanı müteakip “yıldızlı pekiyi” alarak (hocanın tabiri ile) son<br />

sınıfa geçmiş, bu defa “Elektrokimya” dersi ile yeniden öğrencisi olma<br />

şansını elde etmiştim. Çok sevdiğim arkadaşım merhum Perihan<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 133<br />

Göçmençelebi ile birlikte çok iyi hazırlandığımız imtihanımızı da pekiyi derece ile vererek 1950<br />

Haziran döneminde mezun olmuştuk.<br />

İşsiz geçen bir yılın ardından, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Temel Bilimler Biyokimya<br />

Kürsüsü’nde başlayan asistanlık ve onu takip eden yıllarda da biyokimya dalındaki uzmanlık<br />

sınavlarından sonra görev aldığım SSK İzmir Hastanesi’nde iken biyokimya hocam Prof. Dr.<br />

Stary’nin önerisi ile Amerika’da kanser üzerine çalışma yapmayı hedeflemiştim. Bunun için;<br />

biyokimya dışındaki bir hocamdan da alınacak referans mektubunu temin etmem gerekiyordu.<br />

O sırada İzmir’e sömestr tatiline gelen 8-9 sene önceki eski hocam Prof. Dr. Ali Rıza Berkem<br />

beyi, referans mektubunu görüşmek için rahmetli eniştem (baba dostum) aracılığı ile merhum<br />

babamla birlikte ziyaret ettik. Ben sabırsızlıkla vermesini istediğim referans mektubunu<br />

beklerken, muhterem annelerinin ısrarları ile “evlenme” teklifi aldım. Pek çok sınıf<br />

arkadaşımım ve meslektaşımın hayret ve şaşkınlığına neden olacak zorlu bir karar<br />

aşamasından sonra; 48 yıl, 8 ay, 21 gün huzur ve mutlulukla geçen bir beraberliğe, hayat<br />

arkadaşlığına, 20 Şubat 1958’de nişan ve onu takiben 1 Eylül 1958’de de evlilik töreni ile<br />

başladık.<br />

Hocanız olarak tanıdığınız, hatta saygı ve hayranlık ile<br />

beraber biraz da korku duyduğunuz bir kişiyi eşiniz<br />

olarak görmeniz pek kolay olmayacaktı tabii…<br />

Nitekim her evlilikte olduğu gibi ayrı ortam ve<br />

şartlarda yetişmiş kişilerin beraberliğinde hiç şüphe<br />

yok ki, farklı görüş ve davranışlar olacaktı, nitekim<br />

olmuştur da. Hiçbir olumlu önerimin Ali Rıza Bey tarafından ilk etapta<br />

kabul gördüğünü söyleyemem, ancak mantıklı ve ikna edici ısrarlarım<br />

sonrasında zorlukla da olsa önerilerim genelde kabul görmüştür.<br />

Eski öğrencileri çok iyi bilirler; zorlu bir hoca olduğu kadar zorlu bir eş idi… Ama hiçbir<br />

öğrencisi yoktur ki kendisini sevmesin, saymasın. Çünkü kendisi de her insanı insan olduğu için<br />

hiçbir fark gözetmeksizin sevmiştir, tabii ailesini de. Sık sık Allah’ın kendisini sevdiğini, ona üç<br />

hayırlı kız evlat ve eş verdiğini söylerdi. Pek çok konuşmasında önümüzdeki yıl doğumunun<br />

100. (23 Eylül), hocalığının 75. (1 Ağustos), evliliğinin ise 50. (1 Eylül) yılını kutlayacağını ve<br />

kendisini dinleyen herkese, “davetlimsiniz” derdi. Yeni Üniversite’nin kuruluşundan itibaren<br />

birlikte görev aldığı çok değerli arkadaşlarının dünyadan erken ayrılmaları nedeniyle şaka yollu<br />

acele ettiklerini söyler, “Bu güzel dünyadan gitmenin ne gereği vardı.” derdi. Yine şaka<br />

tarzında, “Öbür dünyayı çok merak ediyorum. Gidip oralarda neler olduğunu görüp öğrenmeyi,<br />

sonra tekrar dünyaya gelerek olup bitenleri anlatmayı istiyorum” diyordu. Her zaman olduğu<br />

gibi bilgi edinmek, öğrenmek ve öğrendiklerini yıllarca (70 yıl) öğrencilerine, hocalığındaki gibi<br />

o güzel anlatımıyla aktarmasını ne kadar isterdik. Her ulusal ve uluslar<br />

arası kongrelerde irticalen sunduğu açılış konuşmalarının ve ardından<br />

tebliğ aralarında, kahve molalarında etrafını saran sevgili<br />

öğrencileriyle yaptığı sohbetleri çok ama çok arayacağız.<br />

Sevgili eşi olarak her gece el ele tutuşarak Allah’ımıza sağlıklı huzurlu<br />

mutlu geçen günümüze birlikte şükredişimizi, sevgili babaları olarak<br />

evlatları, sevgili dedeleri olarak torunları onu arayacağız. Fakat<br />

sıcaklığını hep hissedecek, içimizde yaşatacağız. O hep yanı<br />

başımızda olacak…<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 134<br />

24 Mayıs 2007 Tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde Gerçekleştirilen Prof. Dr. Ali Rıza<br />

Berkem’i Son Yolculuğuna Uğurlama Töreninde Prof. Dr. Erdal İnönü’nün Yaptığı Konuşma<br />

Sayın Rektör, Değerli Bilim İnsanları,<br />

Hocaların Hocası Değerli Bilim İnsanı, İyi Aile Babası, Sosyal Sorumluluklarının Tam sahibi.<br />

Tüm yaşamını kimya biliminin öğretilmesine ve Türkiye de araştırılmasına adamış<br />

Prof.Dr.Ali Rıza Berkem’in kaybı yalnız kimyacılarımız için değil, tüm eğitim ve bilim dünyamız<br />

için unutulmayacak büyük bir kayıptır.<br />

Bizim için, benim kuşağım için, gençlik yıllarımızda, üniversite yıllarımızda, uzaktan<br />

hayranlıkla izlediğimiz, Sayın Cahit Arf gibi, Sayın Ratıf Berker gibi, İhsan Ketin gibi, Atıf Şengün<br />

gibi, ünlü bilim insanlarımızın son temsilcisiydi.<br />

İstanbul Üniversite’sinde yıllarca kimya öğretim ve araştırması yapmış, sonra kimya<br />

derneği başkanı olarak topluma kimyayı sevdirmeyi başarmış bir insandı. Kimya bilimi ile kimya<br />

endüstrisi arasındaki ilişkilerin daha artması için çok çaba gösterdi. Kişisel dostluklarını<br />

Türkiye’ye hizmet için, bilimin yolunu açmak için seferber etti.<br />

Ben kendisinin öğrencisi olamadım, kimyacı değilim. Fen fakültesini Ankara’da okudum<br />

ama bilim tarihimize ilgi göstermeye başladıktan sonra, birçok kez kendisini ziyaret ettim ve<br />

İstanbul Üniversitesi’nin yakın geçmişi hakkında sorular sordum. Her zaman büyük bir dikkatle<br />

sorularıma cevap verdi. Kimya fakültesinin ilk mezunlarından başlayarak 1933’ten sonra<br />

İstanbul Üniversitesi’nde hizmet vermiş yabancı hocalara, onlarla beraber çalışan Türk<br />

araştırıcılarına ait çok ayrıntılı bilgiler verdi. Hepsinden yararlandım, kendisine burada bir kez<br />

daha şükranlarımı ifade ediyorum.<br />

Kimya Derneğinin her yıl yapılan toplantılarında onu başkanlık kürsüsünde görmeye o<br />

kadar alışmıştık ki, O hep orada olacak diye düşünüyorduk. Yüreğimize böyle bir inancı<br />

yerleştirmişti. Yazık ki doğa yasaları istisna kabul etmiyor. Bundan<br />

sonra göremeyeceğiz. Ama kendisini her zaman takdirle, sevgiyle ve<br />

saygıyla anacağız.<br />

Şimdi de anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Ruhu şad olsun diyorum.<br />

Hepinize baş sağlığı diliyorum. Değerli Eşine, Ailesine ve bütün<br />

Kimyacılarımıza, bütün bilim dünyamıza başsağlığı diliyorum. Saygılarımı sunuyorum.<br />

24 Mayıs 2007 Tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde Gerçekleştirilen Prof. Dr. Ali<br />

RızaBerkem’i Son Yolculuğuna Uğurlama Töreninde Alber Bilen’in Yaptığı Konuşma<br />

Sayın Rektör, Sayın Hocalar, Değerli Meslektaşlarım.<br />

Bugün bir görevi yerine getirmek için huzurunuzdayım. Geçen yıl sevgili hocamızla bir<br />

konuşmamızda hocam bana hiç beklemediğim bir anda şunları söyledi.<br />

“Ben Fen Fakültesinde çok hizmet ettim. Bu itibarla ben öldükten sonra cenazemin Fen<br />

Fakültesine götürülmesini arzu ediyorum. Ben kızlarımın orada yapacağı okuyacakları<br />

konuşmadan sonra bir sanayicinin de konuşma yapmasını diliyorum. Bunu yapacak kişi olarak<br />

seni seçtim.” dedi. Doğrusu şaşırmıştım, ancak bu trajik konuşmaya biraz olsun bir değişim<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 135<br />

katmak için dedim ki “Hocam bu son derece zor bir görevdir. Düşünün ya ben sizden evvel<br />

ölürsem “ dedim. O da bana “Yok canım bunu düşünme” diye cevap vermişti.<br />

Efendim o ölümünü düşünürmüş de biz o enerji dolu haliyle sevgili hocamızın ölümünü<br />

asla düşünmezdik. Ali Rıza Bey yalnız benim için değil, birçoğumuz için çok değerli bir destek<br />

idi. Onunla sık sık yapmış olduğum telefon görüşmeleri ve konuşmalar bana ayrı bir zevk<br />

verirdi. Onun kadar hümanist, onun kadar çağdaş, medeni bir insan bulmak zordur.<br />

Olayları yakinen takip ederdi. O Atatürkçü düşünceyi derinden benimsemiş, demokrat ve<br />

laikliği benimsemiş bir kişiydi. Çok değerli yazıları bunun kanıtıdır. Her zaman yeniliklerin<br />

peşindeydi. İlerlemiş yaşına rağmen şaşırtıcı bir hafızası vardı. Konferanslarında yaptığı<br />

konuşmalar bunu kanıtlamıştır. Her zaman olayları, kanunları, tarihleriyle zikrederdi.<br />

Yıllarca çok sevdiği Türkiye Kimya Derneği’nin başkanlığını büyük bir özveriyle yürüttü.<br />

O her yeniliğe, pozitif her girişime destek verirdi. Türkiye Kimya Sanayicileri Derneğini kurma<br />

projesini ona bildirdiğim zaman hemen bizlere büyük destek oldu. Ve tüm hazırlık<br />

toplantılarına katıldı. Gece geç vakitlere kadar bizimle çalıştı ve engin tecrübesiyle yol gösterici<br />

oldu. Kimya Sanayicilerinin böyle bir derneğe sahip olmaları gerektiğini hep söylerdi. İlk ulusal<br />

kimya sanayi kongresine başkanlık etmeyi tereddütsüz kabul etmiştir. Amacı çok sevdiği<br />

ülkesinde her yapıcı harekete destek vermekti. Bilgisizlik onun en büyük dertlerindendi. Son<br />

olarak hocamızın Genpa’da Kimya Derneği Toplantısında ve Yeditepe Üniversitesi’nde yaptığı<br />

güzel konuşmaları hafızamdan hiç çıkmıyor. Ne yazık ki onu bir daha dinleyememenin<br />

üzüntüsünü hepimiz yaşayacağız.<br />

Türkiye değerli bir evladını kaybetti. Öyle bir eşi, öyle bir babayı<br />

kaybetmenin ne kadar acı olduğunu takdir ederek Sevgili Dürdal Hanım’a,<br />

çocuklarına ve değerli damatlarına sabır ve baş sağlığı diliyorum. Sevgili<br />

hocamıza Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun. Hepimizin başı sağ<br />

olsun.<br />

24 Mayıs 2007 Tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde Gerçekleştirilen Prof. Dr. Ali Rıza<br />

Berkem’i Son Yolculuğuna Uğurlama Töreninde Kızı Melek Sine Ünver’in Yaptığı Konuşma<br />

Cumhuriyet’in ilanından sonra ülkemizde başlayan kültür ve uygarlık<br />

savaşına katılan, 1933 Üniversite reformunu gerçekleştirenlerden ve o<br />

yıllarda başladığı kimya dalındaki çalışmalarını yarım yüzyılı aşkın sürdüren,<br />

farklı üniversitelerde ve ilgili kurumlarda yönetici ve eğitici olarak binlerce<br />

öğrenci yetiştiren, tüm yaşamını özellikle eğitim ve öğretim alanına adayan<br />

Türkiye’deki kimyanın başöğretmeni, çok değerli bilim adamı, onurlu,<br />

dürüst, sadece soyadını verdiği evlatlarını değil, sevgiyle kalplerini<br />

fethettiği birçok insanın babası biricik babamızı Ali Rıza Berkem’i yitirdik.<br />

Babam yaklaşık bir asır önce İzmir’in Seferihisar ilçesinde başlayan<br />

yaşam öyküsüne neler sığdırmadı ki; Yeni İstanbul Üniversitesi’nin kurucu üyelerinden hayatta<br />

kalan son kişiydi. Bir tarihti… Nerdeyse yüzyıllık çınar olup da tarihe tanıklık etmemek mümkün<br />

olabilir mi?<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 136<br />

Arada sırada dudaklarından dökülen “Yorgunum dostlar yorgunum” sözü; yüzyıllık Dünya<br />

ve Türkiye tarihine baktığımızda bunları berrak bir zihinle anımsayabilen biri için ne denli doğru<br />

olsa bile, kendi kişisel tarihiyle hiç de örtüşmeyen bir cümleydi.<br />

Birinciliklerle, ödüllerle, burslarla geçen eğitim hayatının ardından Yeni İstanbul<br />

Üniversitesi’nin altın çağı da diyebileceğimiz yıllarda yaptığı başarılı hocalık ve bu hocalığı<br />

süresince yetiştirdiği sayısız öğrenciler, bilimsel çalışmalar, kimya eğitimine yaptığı katkılar,<br />

dekanlığı, başkanlıkları, yöneticilikleri sırasında gerçekleştirdiği atılımlar ve daha niceleri…<br />

Fevkalade bir çalışma temposu içinde, sorumluluklarının<br />

bilincinde, yükümlülüklerini yerine getiren, çalışma azmi içinde<br />

olan, mesleğini aşkla yürüten, öğrencileriyle gurur duyan bir bilim<br />

adamının, “hocaların hocasının” kendisini emekliliğe ayırması<br />

düşünülemezdi. Emekliliği asla kabul etmemiş; “Hocaların<br />

emekliliği olmaz. Hocalıkta başlama tarihi vardır ve bu benim için<br />

15 Ağustos 1932’dir. Sonunu Allah bilir.” demişti. Tıpkı yaşlılığı<br />

kabul etmediği gibi… Her 23 Eylülde, “Yaşlanmayı kabul etmiyorum ben”, torunun dediği gibi<br />

“bir yaş daha büyüdüm.” derdi.<br />

Doğrudur; hiç kimse çok yaşamış olmakla ihtiyarlamaz. İnsanları ihtiyarlatan ideallerinin<br />

gömülmesidir. Babam ideallerini hiçbir zaman yitirmedi. Onu yaşama sımsıkı bağlayan, 99<br />

yaşına ulaştıran da bu idealleriydi. Yaşamı boyunca her zaman yapacak daha çok şeyi olduğunu<br />

düşünen, örnek bir bilim adamı yüzyıllık yaşamına daha neler sığdırabilirdi ki…<br />

Kendisini koltuğunun altında fermuarlı evrak çantasıyla otobüs durağında beklerken ya<br />

da belediye otobüsünde seyahat ederken görmek çok doğaldı. Kendi ifadesiyle “vatandaş<br />

Ahmet Efendi” olarak yaşayacak kadar mütevazı, Atatürkçü, laik, demokrat, Cumhuriyete<br />

içtenlikle bağlı, paranın bir amaç değil araç olduğuna inanan, asla tüccar hoca olmayan, hiç<br />

kimseyi serveti ve mevkii dolayısıyla kıskanmayan, din, dil, ırk, mezhep, renk, fakir zengin ayırt<br />

etmeden insanları seven, duyarlı, kibirli olmayan yaşamın en gergin, stresli anlarında bile<br />

sükûnetini asla yitirmeden sağduyulu davranarak çözüm üreten, , kolayca insanlara kırılmayan<br />

ama kırıldığı zaman kolay unutmayan eşsiz bir kişi ve olağanüstü bir babaydı. Elbette acımız<br />

büyük, çünkü boşluğu gittiğinden beri kendini hissettiriyor ve her geçen gün daha da<br />

hissettirecek…<br />

Babacım iki hafta önce hastane yatağınızda yanınıza<br />

uzandığımda saçlarımı okşarken uyuya kalmıştım. Bir<br />

anda sana gelen sıkıntıyla koşturan hemşirelerin ayak<br />

sesleriyle uyandım. O an senin artık eski ışıltısını<br />

göremediğim mavi gözlerine baktım müthiş bir korkuyla<br />

“gitme babacığım bizi lütfen bırakma” diye hıçkırarak<br />

haykırdığımı hatırlıyorum. Ve sen o gün yoğun bakıma<br />

kaldırıldın. Yaşamın gibi ölümünde asil oldu babacığım.<br />

Direndin, ölümü erteledin, gelmesini beklediğin insanları<br />

kucakladın son arzularını dile getirdin, dostlarına hoşça<br />

kal dedin ve şu anda bu salonu dolduran dostların senin huzurunda son bir kez daha saygıyla<br />

eğiliyor. Senin felsefeni, yeni nesillere anlatacağımıza söz veriyoruz. Hayat elbette devam<br />

ediyor ama sensiz ama renksiz ama donuk. Öylesine yoğun, sıcak ve yakın ilişkimize rağmen o<br />

kadar çok keşkem var ki Keşke daha fazla zamanlarımız olsaydı babacığım daha çok seni<br />

dinleyebilseydik, sana dokunabilseydik. Ölüm soğuk babacığım ama yüreklerimiz sevginle,<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 137<br />

sana duyduğumuz hayranlıkla sımsıcak. Babacığım yerin doldurulamaz ama ben şu anda<br />

acımızı değil sana şükranlarımızı, minnetlerimizi ifade etmek istiyorum. Sen bize tertemiz,<br />

onurla yaşanmış bir hayatın gururunu yaşattın. Sen asil kişiliğinle yüreklerimizde taht kurdun.<br />

Yaptığın konuşmalardan birinde “Bu hayattan ayrılırken<br />

taşınır taşınmaz bir şey bırakamıyorum. Tek bırakacağım<br />

babalarının tertemiz mazisi ki bu da onlara bol bol yeter”<br />

demiştin. Emin ol babacığım hızla kirlenen dünyamızda sen<br />

çok özeldin ve bize bıraktığın miras öyle değerli ve anlamlı<br />

ki torunlarına da yeter.<br />

Bizler; size ve sizinle yaşanan anlam yüklü anlara asla doymadık.<br />

O eşsiz kişiliğiniz bizi aydınlatmaya devam edecek. Seni çok ama<br />

çok özleyeceğiz. Bizler, senin yaşam ilkelerine, doğrularına sımsıkı<br />

sarılarak ayakta kalacak ve seni sonsuza dek yaşatacağız.<br />

Rahat uyu babacığım…<br />

Ayşe Lebriz Berkem<br />

Sil Baştan Yaşama Şansım Olsaydı…<br />

Bebekevimiz… Yıl 1963. Doğmuşum... 20 Temmuz gününde…<br />

Güzelbahçe Kliniği’nden Bebek’teki bebekevimize geldik... Bebeklikle<br />

çocukluk arasındaki yıllarımızı da Bebek’teki bu bebekevimizde<br />

geçirdik. Üç katlı olan evin ikinci katındaydık. Dışardan eve girer<br />

girmez yemek salonuna adım atılırdı. Kare bir masa, büfe, iki koltuk<br />

ve soba... Küçücük yüz metrekare eve yedi nüfus sığışırdık. Radyolu günlerdi... Orada yemek<br />

yenir, orada oturulur, orada ders çalışılır ve radyo dinlenirdi. Oyuncak evdi...Bebekevimizdi...<br />

Üç katlı, küçük bahçesi olan, bahçesinde ortancaları olan, önünden yoğurtçusu, sütçüsü,<br />

bozacısı, pamukçusu, bileyicisi geçen kiremit renkli bebek kokan bir evdi... O bebek kokusuna,<br />

bebekliğimizin kokusuna rağmen ne büyük olaylara tanıklık etmişti o; üç katlı, küçük bahçesi<br />

olan, bahçesinde ortancaları olan ev...<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 138<br />

Doğduğum yıllar ve onu takip eden birkaç yıl oysa ne kadar huzursuz<br />

yıllarmış. Olanlardan bihaber “ıngaa” derken, “ciyaklamalar” olurken<br />

kaynayan bir kazanmış meğer etrafımız. Evde “ciyaklamalar”<br />

üniversitede “ciyaklamalar” nasıl kaldırılmış onca olaylar anlamadım<br />

gitti! Huzursuz yıllarmış...<br />

Babam; daha sonraki yıllarda kaleme aldığı “Yaşadığımız Olaylar” adlı<br />

kitabında o yılları şöyle anlatmış:<br />

“1964–65 ders yılı üniversitemiz için üzüntülü, huzursuz bir yıl olmuştur. Bir üniversite,<br />

esas itibarla, birbirinin tamamlayıcısı olan öğrenci ve öğreticisi ile bir bütündür. Bu toplumun<br />

en önemli insan unsuru Hocaları kadar ve belki daha da çok öğrencileridir. Bu iki unsur<br />

arasındaki işbirliğinin yokluğu üniversiteyi zayıf düşürür, başarı azalır ve bundan da evvela o<br />

müessesenin mensupları ve sonra da ülke büyük zarar görür. 1964–65 ders yılındaki<br />

huzursuzluklardan biri bizzat öğrenciler arasında, öteki de öğrenci kuruluşlarıyla üniversite<br />

idaresi arasında kendini göstermiştir.”<br />

28-29 Nisan 1960 Öğrenci Olayları’nı 27 Mayıs ihtilali izlemiş ve olaylar 1968 haziran<br />

ayına kadar da sürmüş… Benim doğduğum yıl babam Fen Fakültesi Dekan’ıymış yani işi çok<br />

zormuş! Öğrenciler arasındaki olaylar, öğrenci kuruluşlarıyla üniversite idaresi arasındaki<br />

sürtüşmeler, toplantılar, sorumluluklar, tehditler, protestolar ve evde bekleyen civcivler....<br />

Emeklemişim, ayağa kalkmışım, üniversite de ayağa kalkmış, onunla da kalmamış olaylar<br />

şiddetlenmiş, üniversite işgal edilmiş... Evde, büyümüş civcivlerin işgali, üniversitede<br />

öğrencilerin işgali... Gerçekten babamın işi zormuş! Bu işgaller sırasında; babam da<br />

üniversitenin senatosunda olduğundan toplantı yapacaklar ama üniversiteye giremiyorlar...<br />

Üniversite Senatosu da, Baltalimanı’ndaki Fen Fakültesi’nin Hidrobiyoloji Araştırma<br />

Enstitüsü’nde her gün toplanmaya başlamış.<br />

Baba nerede? Baba Baltalimanı’nda...<br />

Baba nerede? Baba Baltalimanı’nda...<br />

Sonunda Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü’nün -ki küçük bir saraycıktı- uzun yıllar bizim<br />

evimiz olduğunu düşünmüş ve buna ciddi ciddi inanmıştım. Ve orayı niye kendimize malikâne<br />

olarak seçmediğimize bir anlam verememiştim. Hem daha geniş, oynamak için kocaman<br />

bahçesi var, önünde de denizi... Ama bebekev ha deyince bırakılacak gibi değildi ki! Haklıydılar.<br />

Küçüktü ama o evde konuşulanlar onu büyüttü olgunlaştırdı... Bebeklikten çıktı... Bebek<br />

kokusu gitti. Babam, dekanlığı sırasındaki olayları, baskınları, işgalleri, annem ise laboratuarları<br />

kurarken yaşadıklarını, asistanlarıyla yaptığı çalışmaları anlatacaklardı... Babam hocalık,<br />

dekanlık, ün-yek, ün-yapı, kredi yurtlar kurumu derken annem tahliller yapıp, asistanlar<br />

yetiştirecek ve evimiz öyle bir 68 olaylarını yaşayacak, tanıklık edecekti ki; radyonun sesi<br />

sonuna dek açılacaktı. Babam ve karşı komşumuz da olan biricik dostu Nazım Amca (Nazım<br />

Terzioğlu) bahçedeki merdiven basamaklarına çilingir sofrasını kurup, radyoya alternatif<br />

olacak bir gündem yaratmışlardı. İki muhterem dost için bundan daha güzel içilecek bir mekân<br />

düşünülemezdi! Derin bir dostlukları vardı, içtikleri -bir kadeh- rakı ayrı gitmezdi! O çilingir<br />

sofralarının etrafında az koşturmadık! Üç katlı, küçük bahçesi olan, bahçesinde ortanca olan o,<br />

bebek kokulu evin merdivenlerinde babam ve Nazım Amca dünyayı, Türkiye’yi, üniversiteyi<br />

kurtarırlar, öğrenci olaylarını, baskınları yatıştırırlar, çözüm üretirler, reformlar yaparlardı.<br />

Bilimsel tartışmalar yapar, dostluklarını gün be gün daha da derinleştirirlerdi…<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 139<br />

Silivri-Semizkumlar’daki yazlığımıza da Nazım Amca’nın teşvikiyle<br />

girmişlerdi. Böyle olunca sohbetleri, yaz akşamlarının mehtaplı<br />

gecelerine de uzanmış oldu. İyi de oldu. Toplam yedi profesördüler…<br />

topu topu yedi evdi… Öyle bir yere kurulmuştu ki; inle cin top<br />

oynuyorlar sanırsınız. Öyle bir ıssızlık, öyle bir sessizlik... Öyle bir<br />

kimsesizlik… ki yıllar sonra o sessizliği, o kimsesizliği çok özledik!<br />

Burnumuzun direği sızladı, yüreğimiz burkuldu ama talana seyirci olduk! Benimle yaşıttı.<br />

Elimizde büyüdü sanki. Babamla annem bahçeye can katmışlardı. Babam daha çok ağaçlarla,<br />

sebze ve meyvelerle ‘alakalanır’, annemse rengârenk çiçekleriyle… Ağaçlarımız, güllerimiz,<br />

aslanağızlarımız, söğüdümüz, karpuzumuz bile vardı, sonra domates-biber-soğan-patates<br />

hatta patlıcan da... ne ararsanız vardı... Ama ne elektrik ne de su vardı. Ama sevinç isterseniz<br />

vardı, mutluluk deseniz o da vardı. Mutlu olmak için de “çok şeye” ihtiyaç yokmuş, “tek bir<br />

şey” yetermiş... Sevgimiz. Bunu bize yaşayarak ve yaşatarak anlattılar.<br />

Birkaç yıl önce oraya gittiğimizde, nar ağacının devasa haline bakıp; babacığım manzarayı<br />

da kapatıyor diye dallarının kesilmesini istedi. Bendeki reaksiyon evlere şenlikti. Salya sümük<br />

ve ciyaklama, feryadımın yanında asil bir davranış kalırdı. Öyle bir edepsizlik! Babamla<br />

annemin içi cız etti benim ağlamama. Sonunda bıraktılar budamayı, ben de “eyleme” son<br />

verdim. Yine küçük bir budamayı “anılarım kesiliyor” sendromu gibi<br />

yaşamıştım.<br />

Semizkumlar’ın bir kum tepesi vardı ki, çık Allah çık bitmez, en<br />

tepeden kendimizi bırakır, denizin kenarında kalkardık! O kumlardan<br />

ne kaleler yapıldı, babam ne fizik tedavileri gördü! Siyatiği azdığı<br />

zamanlarda kumların içine gömerdik onu… Çok yönlü bir kumdu! Onu<br />

da tükettiler. Kum tepesinden çalınan kumlar inşaatta kullanıldı. Evler çoğaldı, insanlar<br />

kalabalıklaştı. Ama sesleri ne bizim sohbetlerimizi ne kahkahalarımızı bastırabildi. Gece; ay ve<br />

yıldızlar, babam, annem ve biz üç civcivler ve de dostlar... Sımsıcak yaz akşamlarıydı… Buram<br />

buram özlenesi… …<br />

Düşünüyorum da… Babamla Nazım Amca’nın yudumladıkları aslında viski de olabilirdi…<br />

Ama ben nedense hep babamı çilingir sofrasında anımsıyorum. Daha sonra taşındığımız Etiler<br />

Profesörler Sitesi’ndeki evimizde de, üniversiteden geldiğinde bazı zamanlar -hele bir de<br />

Fenerbahçe maçı varsa- akşam yemeğine kadar kendine bir çilingir sofrası hazırlardı ki… biz<br />

biraz daha büyümüş civcivler nerdeyse rakının içine düşecek gibi olurduk. Bir çilingir sofrası bu<br />

kadar mı güzel hazırlanır. Bir kadeh rakısı –fazlası değil bir kadeh sadece- beyaz peynir,<br />

domates-salatalık ve zeytin… Her sabah kahvaltıda verseler yemeyiz ama o çilingir sofrasından<br />

zeytinleri aşırmak, o sofraya ortak olmak… böyle bir keyif olamazdı!<br />

Neyse! Daha sonraki yıllarda bebekevimize güçlü bir rakip getirmişti<br />

babam… taaa Amerikalardan… Chevrolet. Bir ağırbaşlılık, bir<br />

tumturaklılık, bir karizma, bir çalım... Bir tarafı siyah, bir tarafı beyaz...<br />

Sanırsınız Ying Yang... Felsefesi bile var... Daracık sokağı kaplar. Yolun<br />

başını tutar. Öyle herkesi geçirtmezdi. Onun yanından geçince bir hal<br />

takınacaksın, başını eğeceksin, saygıda kusur etmeyeceksin... İşi<br />

raconuna uyduracaksın. Haşa! O bir “beyefendi”... Taa... Amerikalardan gelmiş. Haddini<br />

bileceksin! Babamla olduğunda “beyefendi”, annemle olduğunda “çapkın kibar âşık adam”<br />

olur, biz civcivler olduğumuzda da çocuk tarafı depreşir “kıkırdak” bir şey olurdu. Evdeki ıncık<br />

mıncık halimizin aksine arkaya yayılırdık. Saklambaç, körebe, ebelemece ne oyun varsa<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 140<br />

oynanmaya müsaitti. İlerde de ders çalışmaya... Defter, kalem, kâğıt... Yayıl çalış. Uzan kitap<br />

oku. Olmadı uyu. Üç civcive yetecek yer var.<br />

Bu karizma, bu güzellik, bu görkem... bu ihtişam...<br />

Eh, tabii o bir; Chevrolet’di!<br />

Çekiciliğinin dayanılmaz cazibesi karşısında seyirci kalınamazdı haliyle... Harekete<br />

geçilecekti... Araştırılacak, gözlenecek, takip edilecek, uygun zamanı kollanacak ve çalınacaktı.<br />

Olacak buydu. Olan da olmuştu. Çalınmıştı. Hemen polise haber verildi... Adamlar yakalandı.<br />

Chevrolet yuvaya döndü. Ağır ağır bir sokağa girişi vardı... Sanırsınız yaşadığı acıyı anlatıyordu.<br />

Babam üzerine titredi, üşümesin diye sardı sarmaladı, üstünü örttü. Bıraktı dinlensin diye...<br />

Aradan yıllar geçti. Chevrolet’ler çoğaldı... Chevrolet’lerin miadı doldu... Chevrolet’ler<br />

satılmaya başlandı. Kime? Dolmuşçulara... O büyük, konforlu, çalımlı arabalar yolcu<br />

taşıyacaklardı. Daha çok yolcu daha çok para! Bu işler için genişlikleri biçilmiş kaftandı...<br />

Zamanı geldiğinde... Satıldı... Durum vahim! Anılar satılıyordu. Dostunu satmak gibi bir şey...<br />

Kim ona babamın verdiği sevgiyi verecek? Kime anneme yaptığı çapkınlığı yapabilecek? Kim<br />

onu bizim onu kıkırdattığımız gibi kıkırdatacak? Kim onu okşayacak? Kim onun duygularını<br />

anlayacak? Kim? Kim? Kim?<br />

Satılmasındı... Gitmesindi... Ayrılınmasındı...<br />

Ayrıldık...<br />

Babamın hayatında hiç başka araba tutkusu olmamıştı. O başkaydı! Zaten arabalarla<br />

ilişkisi de zayıftı. Onu ben kendi arabasıyla bir gün bile üniversiteye giderken hatırlamıyorum.<br />

Sadece dekan olduğu yıllar resmi siyah bir araç gelirdi onu almaya… Ama o yılların dışındaki<br />

onca yıl evden çıkar belediye otobüsüne biner ve Beyazıt’a, Üniversiteye giderdi. Emekli<br />

olduktan sonra Harbiye’deki Kimya Cemiyeti’nin toplantılarına giderken de vazgeçmedi<br />

belediye otobüsünden… Ve bu onun için bir zorunluluk değildi. Çok doğal bir şeydi. Koltuğunun<br />

altında dosyası… Bir vatandaştı… Bu sadelik, mütevazılık, sahip olduğu değerleri büyük bir<br />

alçakgönüllülükle taşımak onun hayat felsefesiydi. Böyle bir felsefeye sahip olmayan birinin 85<br />

yaşına geldiğinde bile bir gün dahi taksi kullanmadan belediye otobüsüne binmeye devam<br />

etmesini başka nasıl açıklayabiliriz? Kendi hayatını anlatırken dediği gibi;<br />

“şimdi otuz dakikada alınan Seferihisar-İzmir yolunu bir bütün gün arabayla giderek<br />

okula gittiğimi bugün gibi hatırlıyorum.”<br />

O doğduğu yerlerden kalkıp İzmir’e, İstanbul’a, Fransa’ya, Amerika’ya gitmiş ama<br />

doğduğu toprakları, geldiği yerleri unutmadan yaşamış ender “bilge” kişilerden biri olarak<br />

hayatını sürdürmüştü. Babam benim için bir bilge “hoca”ydı. Gençlere bakış açısı en az onun<br />

“hoca”lığı kadar değerliydi. Gençliğin bir toplum için ne denli önemli bir yere sahip olduğunu<br />

görebilecek kadar onların sadece eğitimine değil yetişmelerine de katkısı olan bir bilge<br />

hocaydı. Babam, 1997 yılında kaleme aldığı “Atatürk ve Gençlik” kitabında bu düşüncesini<br />

şöyle dile getirmişti:<br />

“…Gençlik sorunları toplumun yapısından ileri gelir. O halde, gençlerin düşünce, tutum,<br />

davranış ve eylemlerini öncelikle, içinde bulundukları ve geliştikleri çevrenin ekonomik, sosyal<br />

ve kültürel yapısı etkiler… Bir ülkede ‘boş gezer’ sahipsiz bir gençlik varsa, bu toplum için<br />

tehlikeli bir sorun yaratır. Bu amaçsız, bu işsiz, bu küskün, öfkeli genç insanların değer yargıları<br />

ve inançları yıkılır. Tedirginlik, güvensizlik, toplumdan kopma eğilimleri gösteren bu gençler en<br />

başta kendilerine düşman kesilirler. Hele ekonomik durumları elverişli olmayanlar, çevrelerinde<br />

kimi insanların güzel ve rahat bir yaşam sürdürdüklerini de görünce bunların özlemiyle yeni<br />

atılımlara kalkarak kendilerine çıkış yolu ararlar… Şu hususu unutmamak gerekir ki; küçüğe<br />

saygı göstermeden ondan saygı beklemek mümkün değildir. Saygı, sizden karşınızdakine<br />

giderse, onun karşılığını mutlaka görürsünüz… Ne yazık ki, Türkiye’mizde bugün bir saygı ve<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 141<br />

sevgi bunalımı yaşanmaktadır... Peki, nerden kaynaklanıyor bu saygısızlık? Bir süredir çarpık<br />

demokrasi döneminin salt ekonomik çıkarları, haybeden kazanılan paralardan başka değer<br />

tanımayan, belirli bir kültür birikimi olmayan, insan olmanın onurunu benliğinde hissetmeyen<br />

özünde bir hayvansı yaşayış biçiminden kıl payı kadar bile ayrılmayan bir acayip dünya<br />

görüşünden kaynaklanmıyor mu bu? ... Gençliği bir kısır döngünün kalıpsal sınırlılığı içerisinde<br />

insancıl değerlerden yoksun belirli dogmaların belleyicisi robotlar olarak değil, ileriye açık, olup<br />

biteni yorumlamaya çabalayan, olayların salt sonuçları ile değil, aynı zamanda nedenleriyle de<br />

kavramaya çalışarak daha olumlu kazanımlar elde etmeyi ilke edinen özgür düşünceli, yapıcı,<br />

yaratıcı bir nesil olarak yetiştirmek esas olmalıdır…”<br />

Bunu niye yazdım? Çünkü bir gün gelecek biz üç civciv de “genç”<br />

olacaktık da ondan... Ve babam sadece kendi öğrencilerini değil<br />

bizleri de yetiştirirken bu yaklaşımını koruyacaktı. Ve bu sözler aynı<br />

havayı soluyan bizlere de tesir edecekti.Evimiz çocukluğumuzdan<br />

gençlik yıllarımıza kadar bir dershane gibiydi adeta… Bir çalışma azmi<br />

ki sormayın! Gece yarılarına kadar sürdüğü de görülmüştü… Bu ağır<br />

çalışma temposundan nasibini almak istemeyen bir ben çıkmıştım.<br />

Ablalarımla annem büyük bir haz duygusuyla kendilerini çalışmaya adamışlardı. Bense resim<br />

yapayım, yazayım, çizeyim… İşin eğlencesindeyim! Her gece babacığın yolunu gözlerdim. Onun<br />

“hadi artık yatın” diyen oturaklı, tumturaklı, kesin kararlı sesini duydum mu, hooop doğru<br />

yatağa… Nasıl bir kıvraklık, nasıl bir kayıp gitme, yok olma anlatamam! O zamanlar babamın<br />

arkasından sıvışıp giderdim. Babam bizi kimya ve fizik çalıştırırdı. Benim fena halde fen<br />

bilimlerine yatkın olmayan dağarcığıma ne yapıp edip bilgileri depolamıştı. Mucize misali!<br />

Gerçekten o kadar yalın ve anlaşılır, güzel anlatırdı. Ders anlatımı bile yaşamı gibi yalındı.<br />

Öğrenmemek diye bir şey söz konusu olamazdı. O kadar iyiydi… Daha ne diyebilirim ki; durur<br />

durur sonra babamla çalışır, iyi not alır, bitirirdim işi… Rivayete göre, biz büyüyüp serpilmeye<br />

başladığımız yıl itibariyle notlarında bir yumuşama olmuşmuş. Artık ne kadar doğru bilemem!<br />

Doğruyu söylemek gerekirse babacığın da bir sabrı vardı, yok değildi! Problemin birinde bir<br />

tıkanırdım, saatlerce açmaya çalışırdı. En sonunda, “Ne yapacaksın söyle?” diye sorardı, ben<br />

de “toplayacağız baba” derdim “iyi düşün”, “çıkartacağız baba”, “İyi düşün”, “çarpacağız<br />

baba”, “Şimdi ben…” Sakın yanlış anlaşılmasın sonu “çarpma”yla nihayetlenmezdi. Ama “şimdi<br />

ben…” demesi sabrının nihayete vardığının bir göstergesiydi… Ve hemencecik, o anda zihin<br />

toparlanır, gözler açılır, cin gibi olunurdu… Böyle kurtardı beni kimya ve fizik sınavlarından…<br />

Babamın beni kurtardığı sadece bunlar da değildi. Bir de benim saç<br />

mevzuum vardı… Kıvırcık… Ve de upuzun… Ablalarım bir gün<br />

saçlarıma çeki düzen vermeye kalktılar. “Uçlarından keselim” dediler<br />

yamulttular, “yamuldu” dediler düzeltmeye kalktılar, sonuçta saç<br />

kaydı, makas hız aldı, benim saç oldu mu hilkat garibesi! Bıraktılar “bu<br />

saçtan bir şey olmaz” deyip! Kaldım mı yamuk olmuş saçımla ortada...<br />

Sofraya oturur oturmaz babam gördü mü, ahı gitmiş vah’ı kalmış<br />

saçımı... Gözlerinden yaş aktı mı?.. Bütün yemek kursağımızda kaldı. Anladım ki babamın rızası<br />

olmadan bu saç kesilmeyecek, saça dokunulmayacak! Çünkü saç babamın da annemin de<br />

oyuncağı gibiydi. Her sabah babamın ayaklarının dibine otururdum, üstten üstten saçlarımı<br />

acıtmadan yumuşacık tarar ve sonra da örerdi. Bu değişmez rutin içinde annem, arada fırsat<br />

kollayıp saçımı ele geçirirse, bu işlem uzar da uzardı. Dipten dipten taranır, düğüm olan yerler<br />

açılır, saç bir hizaya sokulurdu. Annemin de hoşuna giderdi. Babamdan fırsat bulursa tabii...<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 142<br />

Bir defasında bu fırsatlarla o kadar köşe kapmaca oynamıştım ki, bedelini ağır ödedim, saçımı<br />

annem bile açamadı. Sonraki birkaç ay anneme tarattım, sonra tabii yine babacığa... Eeee, bir<br />

benzerliğimiz vardı ne de olsa! Saçlarımın kıvırcıklığını babamdan almıştım! Bir de burnumun<br />

yılıklığını. Herkese söylüyorum, inandıramıyorum. İkimizin burnu da sola doğru meyillidir. Bkz.<br />

fotograflara…<br />

Bir gün bir resim yapmıştım. Nerden aklıma gelmişti öyle bir resim yapmak? Bilemedim.<br />

Üç hippinin resmiydi. Ama çok güzel üç hippiydi. Resim sergiye bile konmuştu. Yıl yetmişler...<br />

Çiçek çocukları çiçekler gibi etrafa saçılmışlar. Ağır bir başkaldırı, ağır bir isyan durumu...<br />

Başkalarına ütopik gelen! Topluma, düzene karşı duruşları saçlarında, giyimlerinde,<br />

yediklerinde, içtiklerinde kendini ortaya koymuşmuş… Kendi kültürlerini yaratmışlar,<br />

yaratmakla kalmamışlar bunu yaşam biçimine dönüştürmüşlermiş… Çiçek misali, mis gibi<br />

kokmasalar da çıkışları mis gibiymiş… Gençlik dediğin aykırı, asi, militan ve biraz da anarşist<br />

olacak, dünyaya muhalif olacak. Babam gibi gençleri anlayan az bulunur tabii… Onun için<br />

anlaşılamamış olmanın acısı daha da büyütmüş sorunlarını… Sonuçta nerden etkilendim, niye<br />

etkilendim bilmedim, bilemedim. Ama o üç hippiyi resmedişimdeki güzelliği hatırlıyorum.<br />

Benim de saçlarım, tıpkı onların saçları gibi upuzundu ve kıvırcıktı, belki ondandır, çocuk aklı<br />

işte! Saçlarım aykırıydı, asiydi, isyankârdı, anarşistti. Tıpkı onlar gibi. Ben değildim. Ama<br />

saçlarım öyleydi. Doğası gereği... Onun Çiçek Çocukları kanından, hatta bazen Uzakdoğu<br />

felsefesinden olduğuna inanırım. Yoksa neden ben durup dururken bu sistemi eleştireyim, her<br />

türlü şiddete, tüm savaşlara karşı olayım? Değil mi? Zorum ne? Bu bana ait gibi durmayan<br />

protest tavır nereden geliyor sanırsınız? Saçlarımdan... Kıvırcık saçlarımdan... Zapturapt altına<br />

alınamayacak olan asi, isyankâr saçlarım yüzünden. “Çiçek Çocukları” dönemi, 68 rüzgârı<br />

bitmişti, biz -saçım ve ben- iki ayağımız üzerine dikildiğimizde... O zaman; içinde ukde kalan<br />

saçım, bir nevi “çiçek çocuklarının” da mirasçısı olan “sol hareketin” içine daldı. 12 Haziran<br />

1960–1980, üçüncü dönem öğrenci hareketleri başlamıştı. Ben lisedeydim. O yıllarda babam,<br />

bizi tatillerde İstanbul Üniversitesi’nin Enez’deki dinlenme kampına götürürdü. Enez’deki<br />

kampta çok arkadaşlar edindik. Hepsi de üniversite öğrencileriydi… Aralarında babamın<br />

öğrencileri de vardı. Yani çağdaş, düşünen, okuyan, araştıran bir anne ve babanın evlatları<br />

olarak tabii biz de bir şeyleri araştıracaktık! Bu kaçınılmazdı! Ama yine de bütün olanların tek<br />

sorumlusu dediğim gibi saçlarımdı! Ben ona “başını belaya sok” demedim ki! Asi işte ne olacak!<br />

Saçının dikine gidecek! Okuyacağım, araştıracağım, göreceğim, inceleyeceğim derken bir gün<br />

-Ağustos 1980- yolda durduruldum, arama tarama derken, n’olduğunu anlamadan kendimi<br />

karakolda buldum. Silivri’ye, Semizkumlar’a gidecekken Selimiye’ye gittim… Yaş on yedi…<br />

Hayatın sillesi öyle bir vurmuştu ki… Sorgulayacak fırsat bile bulamamıştım. Bir saat içinde “on<br />

yedi” yaş daha büyümüştüm. Gözlerimdeki ışık kaybolmuştu. Babamın ve annemin benden<br />

haber alamadıkları o bir gün de dâhil olmak üzere, nerde olduğumu öğrendiklerinde ve<br />

ardından Selimiye’ye ziyarete geldiklerindeki yaşadıklarını, acıları gördüğümde çok<br />

utanmıştım. Ve bu “utanma” duygusunu bana yaşattığı için sisteme daha da kızmıştım. Zordu,<br />

ama yine de “dik” durmaya çabaladım.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 143<br />

Ama asıl, çok sonraları, ben de bir evlat<br />

anası olduğumda onların acılarlarını<br />

daha da idrak ettim. Babama ve anneme<br />

müteşekkirim. Yukarda babamın<br />

yazısından alıntıladığım felsefesini<br />

birebir bana gösterdiği için ve annemin<br />

acıyan yüreğini yatıştırmayı başardığı ve<br />

hâlâ başı dik durmaya devam ettiği için<br />

babama çok, ama çok müteşekkirim.<br />

Babamın ve annemin, ablalarımla Selimiye’ye ziyarete geldikleri bir gün babamın öğrencileri<br />

de orda değil mi! Öğrenciler büyük bir heyecanla, yüzbaşıya yalvar yakar olup, hocalarıyla<br />

görüşme iznini almışlardı. Babamdan tek arzuları kaçırmış oldukları sınavı tekrarlatmasıydı,<br />

çünkü atılmaları söz konusuydu. Babam öğrencilerini dinlemiş ve onlara yardım sözü vermişti.<br />

Benim durumum aslında çok da trajik bir durum değildi! Sadece bir kitap, birkaç kendi el<br />

yazımla tuttuğum notlarım! Sekiz gün sonra eve döndüm. Birkaç gün sonra polis ziyaretimize<br />

geldi. Ben evde yoktum. Babam ve annem her zamanki beyefendi ve hanımefendilikleriyle<br />

polisleri buyur etmişler, polisler de kibarca “arama” yapacaklarını söylemişler. Bizimkiler de<br />

“tabii” demişler… ama tedirginler haliyle… Ev; Nâzım Hikmet’in, Yaşar Kemal’in, Orhan<br />

Kemal’in, Aziz Nesin’in, Çetin Altan’ın, Maksim Gorki’nin, Jack London’ın, Yılmaz Güney’in,<br />

Simone de Beauvoir’un ve daha birçoklarının kitaplarıyla doluydu… Annem kitaplarımızdan bir<br />

kaçını -elinden gelse hepsini- görülmeme ihtimali olan bir yerlere koymakla meşgulken, ben<br />

geldim. İkinci kez başımı öne eğdirmişlerdi. Ama babam bu utancımın uzun sürmesine tavrıyla,<br />

duruşuyla nihayet verecekti, çünkü “Atatürk ve Gençlik” kitabında yazdığı gibi…<br />

“Gençlerimizin karşıt kamplara ayrılıp birbirlerine saldırmalarını tekrar yaşamak değil,<br />

hatırlamak bile istemiyoruz. O acı olayların bir daha yaşanmaması için gençlerimizi özgürlük<br />

düzenine göre hazırlamamız şarttır. Değişik düşüncelerin zarar vermeyeceğini, her düşüncenin<br />

rahatça, özgürce söylenip yazılmasının demokrasinin esas kuralını oluşturduğunu bıkmadan,<br />

usanmadan gençlerimize anlatmak şarttır. Aralarındaki din, dil, ırk, renk farkı olan dünyanın<br />

çeşitli değişik toplumlarındaki insanlar pekâlâ birbirlerini sevebilip nasıl arkadaşlık<br />

yapabiliyorlarsa bizim insanlarımız da farklı düşünce ve görüşlere sahip olmalarına karşın<br />

birbirlerine anlayışla ve saygıyla yaklaşmaları gerektiğini ve bütün bu farklılıkların insanlar<br />

arasındaki sevgiyi asla engellemeyeceğini algılamaları gerekmektedir. İşte burada ana-baba<br />

ve eğitimcilere büyük sorumluluk ve görev düşmektedir. Öğretmenler, aydınlık bir eğitim<br />

yolunu sabırla izledikleri takdirde, sonunda çocuklarımız, birbirlerinin düşüncelerine<br />

katılmasalar bile, ‘herkesin düşüncesini özgürce açıklayabilme hakkını sonuna dek savunmak’<br />

durumuna gelecektir. İşte o zaman geleceğe güvenle bakabiliriz.” düşüncesini savunan, bir<br />

bilge, hoca ve babaydı…<br />

Sonuçta bir şey olmadı. Zarif ziyaret sona erdi! Örneğin; o zaman saklamaya çalıştığımız<br />

kitaplar içine “İnce Memet” de karışmış! Yıllar, yıllar sonra babamla Yaşar Kemal<br />

tanışacaklardı… Benim için; Yaşar Kemal’in, babamızı son yolculuğuna uğurlarken yanımızda<br />

olması o kadar anlamlıydı ki… Sanki o yılların acısını çıkarmıştım. Onu üzmüştüm, biliyorum.<br />

Bana bir şey demesine gerek yoktu. Mavi ışıl ışıl gözleri her şeyi anlatıyordu. O ışık; diyebilirim<br />

ki, tüm yaşamı boyunca her türlü acılar, hüzünler, kederler ortasında bile sönmedi… Hiç…<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 144<br />

Babalar ve kızları… Herkesin gözleri önünde salkım saçak gösterilen bir sevgi değildi… Gecenin<br />

bir yarısı usulca yatağımızın başucuna gelip, üstümüzü örtüp, yine usulca dokundurulan bir<br />

busede saklıydı bu sevgi... Babalar ve kızları… Derin bir başka tür sevgi… Babam; ailesinin tüm<br />

kadın fertlerine sımsıcak sarılmayı, sevmeyi, korumayı, kollamayı başarmış, benim için<br />

kocaman “mavi gözlü bir devdi”… Annemin de “cherie”si…<br />

Bir gün babama Borges’in bir şiirini okumuştum; “Sil baştan yaşama şansım olsaydı”<br />

diye… babam onu kendi yaşamına uyarlamış ve demişti ki: “sil baştan yaşama şansım olsaydı…<br />

hocamın dediği gibi beyaz önlüğümü sırtımdan hiç çıkartmazdım… ama hey hat! 99’undayım<br />

ve hâlâ görev aşkıyla dopdoluyum.”<br />

Ben de diyorum ki babacığım; “sil baştan yaşama şansım<br />

olsaydı, yine senin kıvırcık kızın olmayı isterdim.” Son yolculuğuna<br />

onu gözyaşlarıyla değil, böyle bir “bilge” babaya sahip olmanın kıvancı<br />

ve onuruyla, tıpkı yıllar önce en derin acısını başı dik, dimdik durarak<br />

karşılayan bir babanın kızı olarak uğurlamak istedim. Bir baba-kız<br />

yolculuğunun sonuna geldiğim için ağlamadım, onu yaşadığım için<br />

gülümsedim. Bir mutluluktu kırk dört yıl birlikte yaşamak! Onun<br />

sevgisini hissetmek! Ama babamın dediği gibi; “ölüm iyi hoş da ‘ayrılık’ olmasa”… Çok ayrılık<br />

yaşadım… Ama… Ayrılma zamanı geldiğinde bile ayrılmadım, ayrılamadım. Sevdiklerimden…<br />

Sahi, biz ayrıldık mı ki baba?<br />

Zeynep Erdem<br />

Dedeciğim<br />

Kumruları dinlemeyi özledim… Gel Silivri’ye gidelim. Sabah kahvaltı<br />

yapalım arka balkonda... Söz, bu sefer mırın kırın etmeden kalkacağız<br />

biz torunlar. Yanında oturacağım bu sefer. Sonra kum yokuşundan<br />

denize, denizden incir ağacıyla üzüm salkımlarının altında demir<br />

salıncakta sallanmaya çıkalım. Sen ”Hanım! Çay getir demeden, üç<br />

kızın pervane olsun etrafında... Bugün de kalalım orada, yarın da,<br />

öbür gün de, öbür gün de…<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 145<br />

Çocuk olalım yine. Salondaki sütunun etrafında beşimiz<br />

kan ter içinde koşturalım. Herkes kızsın, sen gül “koşun,<br />

koşun” de yine çaktırmadan. Hazineler kazalım<br />

dolaplarında bakıp gurur duyalım seninle…<br />

Sen istesen de, her gazetenin, her satırını her gün<br />

nefesim kesilmeden okusam… Ben yumoş saçlarına<br />

dolasam parmaklarımı, briyantininden bahsetsen,<br />

Atatürk’ten, eski İstanbul’dan, protestolara göğüs<br />

gerişinden, gezdiğin, çalıştığın okuduğun yerlerde Türk<br />

olduğuna inanmayışlarından, onlara bu milleti tanıtmış olmaktan nasıl da gurur duyduğundan<br />

bahsetsen… Bahsederken ışıldasan yine…<br />

Şair ne demiş? derdin… “Her Şey Güzel de Ayrılık Olmasa!…”<br />

Seni Seviyorum, temiz kalbini şimdiden özlüyorum...<br />

Melisa Ünver<br />

Dedeciğim,<br />

16 sene sizin başarı hikâyelerinizle büyüdüm. Sizin nasıl bir efsane<br />

olduğunuza hep tanık oldum. Ali Rıza Berkem'in torunu olma<br />

gururunu hep taşıyorum, attığım her adımda, aklımda ve kalbimde<br />

hissediyorum bu ayrıcalığı. Sizin adınız hep kalacak akıllarda, çevrenize ve mesleğinize olan<br />

katkılarınız hep yaşayacak adınızla beraber. Biz de her zaman sizin yürüdüğünüz yolu takip<br />

edeceğiz. Dedeme yakışır bir torun olacağım, kariyerimle ve kişiliğimle. Günün birinde sizin<br />

bize bıraktığınız miras olan tertemiz ve gururlu geleceğe ben de bir şey katacağım.<br />

Yemek toplantılarında, önemli günlerde ailenin en tecrübeli ve bilge insanı olarak<br />

konuşma yapardınız. "Seneye burada bulunup bulunmamam meçhul" derdiniz, kimse<br />

inanmazdı. Doksan dokuz sene az geldi dedeciğim bize. Sizi kafamızda öyle ölümsüzleştirdik<br />

ki... Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi... Sanki hep favori köşenizde bize hikâyelerinizi<br />

anlatacakmışsınız gibi... Çok değil, bugünden birkaç hafta önce başımı dayamıştım omzunuza,<br />

saçlarımı okşuyordunuz. Uyuya kalmıştık beraber evdeki yatakta... O andan daha huzurlu bir<br />

anı hatırlamıyorum. Şimdi birlikte geçirdiğim o dakikalar çok daha değerli, çok daha<br />

vazgeçilmez. O anıların hep yenisi olur, hep çoğalır sanmıştım... Sizsiz geçireceğim babalar<br />

günü, sizsiz geçireceğim 23eylül bana çok ağır geliyor dedeciğim. Konuşmalarınızı, anlamlı<br />

sözlerinizi çok özledim. Politika, ekonomi, kimya, periyodik cetvel, atom, cumhuriyet, laiklik,<br />

anneannem, Fenerbahçe... Konu hiç fark etmez yeter ki konuşalım! Yaşam öğütlerinize her<br />

zamankinden daha çok ihtiyacım var. Işığınıza, bitmek bilmeyen sevginize, hayatla<br />

barışıklığınıza ve tecrübelerinize doyamadım. Hayatımda ilk kez birini kaybediyorum ben. Alışık<br />

değilim bu duyguya ve kaybettiğim siz olunca alışmak da hiç gelmiyor içimden. Uzanıyorum<br />

yatağınızda, aklımı bir kaç ay öncesini götürüyorum, beraber uyuduğumuz bir zamanı<br />

düşünüyorum. Gözlerimi kapatıyorum, kalp atışlarınızı duyuyorum uzaktan bir yerden. Kır<br />

saçlarınız, okyanus mavisi gözleriniz, bembeyaz kaşlarınız geliyor gözümün önüne... Yine huzur<br />

doluyor içim, ama bu sefer buruk bir huzur. Akşam arabada giderken arka koltukta yaslıyorum<br />

kafamı cama... Yolun kenarındaki ışıkları görüyorum, soruyorum kendi kendime "Işık nedir?"<br />

diye... "Medeniyet"... Gülümsüyorum, ama buruk bir gülümseme... Geçmişi tazelemenin,<br />

yaşananları yeniden yaşamanın imkânı yok. Ama sizinle yaşadıklarımız zihnimizde zaten çok<br />

canlı. Biz sizi hem kalbimizde hem aklımızda hep yaşatacağız dedeciğim. Bundan sonraki aile<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 146<br />

toplantımızda konuşma yapamayacaksınız ama sesiniz zaten kafamızda yankılanıyor olacak.<br />

Fenerbahçe yenildiğinde "tüh" diyemeyeceksiniz ama biz diyeceğiz sizin yerinize.<br />

Yaşayacaksınız dedeciğim, sanki hiç gitmemiş gibi…<br />

Hayatımın her dakikasında Ali Rıza Berkem'in torunu olma gururuyla yaşadım. Kimya<br />

hocalarım "Kimyaya merakın nerden geliyor" diye sorduğunda "Dedemden. Dedem kimyager"<br />

diye cevap veriyorum. Sonraki soru adı ne dedenin oluyor. Cevabımı vermemle beraber<br />

öğretmenlerin gözü parlıyor. "Ali Rıza Berkem'in torunu" unvanını taşıyorum. Kimyaya olan<br />

merakımın ve başarımın cevabı oluyor adınız. Sizi örnek alıyorum dedeciğim. Sizin bize<br />

bıraktığınız temiz geçmişi devam ettirmeye çalışıyorum gelecekte de. Yaptığım her işte size<br />

yakışır bir torun olmaya çalışıyorum. Elbette büyük bir sorumluluk ancak bu sorumluluğu<br />

taşıyacak gücü ve desteği buluyorum ailemdeki herkesten.<br />

Yaptığınız şehriye çorbası ve köfteli patates hala damağımda....<br />

Söylediğiniz sözler, anlamlı konuşmalar hala kulağımda...<br />

Gözleriniz, saçlarınız, kaşlarınız, kirpikleriniz, yanaklarınız hala<br />

gözümün önünde... O yumuşacık ellerinizle sıcak dokunuşlarınız<br />

hala saçlarımda ve tenimde... Dedeciğim çok özlüyorum seni.<br />

Umarım yattığın yerde huzurlusundur. Oradaki yaşamın da<br />

buradaki gibi olur inşallah! Seni çok seviyorum.<br />

Prof. Dr. Ali Rıza Berkem’in Öğrenim ve Araştırma Yaşamıyla İlgili Diğer Fotoğraflar<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 147<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 148<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 149<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 150<br />

Ratip Berker<br />

(1909-1997)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 151<br />

Üstün bilim adamlığının yanı sıra, örnek hocalığı ve “mekanik matematik” dalının<br />

ülkemizdeki gelişmesine yaptığı olağanüstü katkıları dolayısıyla 1991 yılı TÜBİTAK Hizmet<br />

Ödülü’ne lâyık görülen Ord.Prof.Dr.Ratip Berker, 1909 yılında İstanbul’da doğdu.<br />

İlk ve orta öğrenimini Kadıköy Saint-Joseph Lisesi'nde 1926 yılında tamamlamıştır.Lisans<br />

öğrenimini matematik dalında Fransa'da Nancy ve Lille Üniversite’lerinde tamamlayarak<br />

(1932), Nancy Elektromekanik ve Tatbiki Mihanik Enstitüsü'nden mühendis olarak mezun<br />

olmuştur. 1933 Üniversite Reformu'ndan sonra Riyâzî Mihanik Doçenti olarak İstanbul<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi'ne tayin edilmiştir.Bu görevi 1934 yılından itibaren İTÜ’de<br />

sürdürmüştür. Doktorasını yapmak üzere 29 Şubat 1936' dan itibaren Fransa'nın Lille<br />

Üniversitesi'nde çalışmalarına başlamıştır. Doktora tezinin orijinal adı "Sur quelques cas<br />

d'intégration des équations du mouvement d'un fluide visqueux incompressible"dir. Ratip<br />

Berker 1939 yılında doçent olmuş, 15 Ekim 1943 tarihli toplantıda Ali Yar, Kerim Erim, Marcel<br />

Fouché, ve Patrick Du Val'den meydana gelen komisyon Ratip Berker'in Matematik<br />

Profesörlüğü'ne tayininin teklif edilmesini kararlaştırmıştır. Maarif Vekilliği Ratip Berker'e<br />

profesörlük ünvanı verilmesini uygun görmüş ve kendisi 20 Kasım 1943 tarihli bir kararla Fen<br />

Fakültesi Matematik Enstitüsü Profesörlüğü'ne tayin edilmiştir.1946 yılında çıkarılan bir<br />

kanunla profesörlerin ikinci bir üniversitede çalışması yasaklanmıştır. Bunun üzerine hem<br />

İstanbul hem de İstanbul Teknik Üniversitesi'nde çalışmakta olan Ratip Berker, İstanbul Teknik<br />

Üniversitesi'ndeki görevini tercih ederek İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'ndeki görevinden<br />

ayrılmıştır.1954 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde « Ordinaryüs Profesör » ünvanını alan<br />

Berker daha sonra sırasıyla, « Indiana University », Bloomington, Indiana, ABD ; « Lille<br />

University », Fransa ( 1962 – 1967) ; »Paris-IV University », Fransa, (1967-1972) ve Boğaziçi<br />

Üniversitesi’nde (1972-1979) Profesörlük yapmış ;1979 yılında emekli olmuştur.<br />

1968 TÜBİTAK Bilim Ödülü’ne lâyık görülen Ord. Prof. Dr. Ratip Berker, 1975 Hacettepe,<br />

1980 İstanbul Teknik Üniversitesi fahri doktorlukları ve 1983 yılı « Officier de la Legion<br />

d’honneur » ödülü sahibidir.1991 yılında da TC. Kültür Bakanlığı « Bilgi Çağı Ödülü »’nü<br />

kazanmıştır.<br />

1949-1951 ve 1952-1954 yılları « UNESCO Middle East Science Cooperation Officie »<br />

Başkanlığını sürdüren Ord. Prof. Dr. Ratip Berker, aynı zamanda, “ Bulletin of the Tecnical<br />

University of İstanbul”, “ Archive for Rational Mechanics and Analysis”, International Journal<br />

of Engineering Science” adlı bilimsel dergilerde yazı kurulu üyeliği ve başkanlığı yapılmıştır.<br />

Kasım 1997'de İstanbul'da vefat etmiştir.<br />

KAYNAKLAR<br />

- Sevtap İshakoğlu- Kadıoğlu, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Tarihçesi (1900-1946),<br />

İstanbul Üniversitesi Yayınları No: 4106, İstanbul 1998, s.201-<br />

- TÜBİTAK Bilim Teknik Dergisi,1991<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 152<br />

Çetin Cansoy<br />

(1910 – 2005)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 153<br />

Prof. Dr. Şehsuvar Zebitay<br />

Sessiz, içine kapanık, yumuşak başlı, halim<br />

selim, fiziği gerçekten çok seven, tevazu sahibi,<br />

erdemli bir bilim ve gönül adamı Çetin Cansoy<br />

1931 yılında İstanbul’da doğmuştur. İzmir<br />

Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra İTÜ İnşaat<br />

Fakültesi’nde yüksek öğrenimine başlamış fakat<br />

fiziğe olan tutkusu yüzünden ertesi yıl geçtiği İÜ<br />

FF Matematik-Fizik dalından 1954 yılında<br />

mezun olmuştur. Ardından, askerlik görevini,<br />

hava koşulları ve soğuğundan çok etkilenmiş<br />

olduğu Çanakkale’de yaptıktan sonra 1956-58<br />

yılları arasında AÜ FF Genel Fizik Kürsüsü’nde<br />

asistan olarak, 1958-62 yılları arasında da<br />

Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü<br />

Araştırma Dairesi’nde çalışmıştır. 1959-60<br />

arasında, havasının çok sıcak olmasına karşın kuru olması yüzünden hiç rahatsız olmadığını,<br />

zaman zaman memnuniyetle anlattığı Tahran’daki CENTO Nükleer Bilimler Enstitüsü’nde DSİ<br />

adına bilimsel çalışmalarda bulunmuştur. 1962-77 yılları arasında, önce araştırıcı daha sonra<br />

da grup şefi olarak bilime hizmet ettiği, şimdiki adı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) olan<br />

Atom Enerjisi Komisyonu’na (AEK) bağlı ÇNAEM’de bulunduğu süre içinde, 1965-67 yılları<br />

arasında,Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) bursuyla Buffalo’daki New York Eyalet<br />

Üniversitesi ve Brookhaven National Lab. (BNL)’de Tom Edwars ve Prof. Dr. Lyle Burts ile<br />

birlikte araştırmalar yapmıştır.<br />

Çetin Cansoy 1971 yılında Prof. Dr. Fahri Domaniç’in danışmanlığında tamamladığı Yavaş<br />

Nötron Rezonanslarında Nötron Genişlikleri ve Difüz Nükleer Kenarın, Alçak Enerjili Nükleer<br />

Reaksiyonlar Üzerindeki Tesiri başlıklı teziyle fen doktoru ünvanını almıştır. 1977 yılında<br />

çalışmaya başladığı İ.Ü.F.F. Teorik Fizik Kürsüsü’nde (bu günkü adıyla Matematiksel Fizik<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 154<br />

Anabilim Dalı) aynı yılın Kasım ayında, Çekirdeğin Ampirik Değişken Atalet Momenti Modelinin,<br />

Dönen Sıvı Damlası Modelinden Elde Edilmesi başlıklı teziyle doçent olmuş, 1989 yılında da<br />

profesör ünvanını almıştır. Mart 1984- Şubat 1989 arasında Matematiksel Fizik Anabilim Dalı<br />

Başkanlığı görevini üstlenen Çetin Cansoy, yaş haddinden emekli olduğu 1988 yılına kadar,<br />

çeşitli uluslararası ve ulusal dergilerde yayınladığı pek çok makalenin yanısıra Çekirdek Teorisi,<br />

Çekirdek Teorisi Problem Kitabı ve Kuvantum Mekaniği gibi her biri alanında önemli bir boşluğu<br />

dolduran kitaplar yazmıştır.<br />

Çetin Cansoy, daima sıcak bir sevgiyle söz ettiği eşi Yüksel hanımı kaybettikten üç yıl<br />

sonra 8 Ağustos 2004’te aramızdan ayrıldı. Atilla Cansoy bir çok yönüyle bize onu anımsatan<br />

tek çocuğudur.<br />

Çetin Cansoy’la 1972<br />

yazında araştırmacı<br />

olarak çalışmaya<br />

başladığım<br />

ÇNAEM’de, Prof. Dr.<br />

Ahmet Yüksel Özemre<br />

vasıtasıyla tanıştım.<br />

Bu tarihten askere<br />

gidişime kadar olan<br />

14 aylık süre içinde,<br />

sevgili dostum Hamit<br />

Atasoy ve bana, her<br />

gün saat 9.00 dan 17.00 ye kadar, yarım saatlik yemek molası dışında, sürekli tahta başında<br />

ders anlatmış ve bizimle tartışarak, çekirdek teorisi ve özellikle bu konudaki sıvı damlası<br />

modeli’ni ve bu konuyla bağlantılı olarak Klasik Teorik Mekanik, Kuvantum Mekaniği, Açısal<br />

Momentum Teorisi gibi konuları yorulmak bilmeden, adeta nakış işlercesine, bütün<br />

ayrıntılarıyla, sabırla öğretmişti. Benim kendisinden öğrendiğim çok önemli bir husus; bir<br />

konuda hesap yaparken, yer yer bildiklerinin tekrarı bile olsa, noktasına virgülüne kadar hiçbir<br />

ayrıntıyı atlamamak olmuş ve bu dersler sırasında edindiğim bu alışkanlık daha sonra akademik<br />

hayatımda çok önemli bir yer tutmuştur. O günlerde, integre devrelerin ilk örneklerinden olan<br />

ve Türkiye’ye ilk kez gelen iki tane 4096 kanallı analizörden birisi, Çetin Cansoy, ben ve Hamit<br />

Atasoy’dan oluşan grubumuza verilmişti. Kısa sürede yayına dönüşen Reaktördeki bu ilk ve son<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 155<br />

deneysel çalışmam benim için unutulmaz anılarla dolu çok zevkli bir çalışma olmuş ve deney<br />

konusunda da Çetin Cansoy’dan çok şey öğrenmiştim. Bu sırada benim, heyecanla, bir an önce<br />

sonucu görmek için yaptığım ölçü hatalarını gördüğümde, acele ederek kazandığın zamandan<br />

çok daha fazlasını bu hataları düzeltmek için harcayacağını unutma demesi, yaşayarak<br />

öğrendiğim çok değerli bir ilkem olmuştu.<br />

1973 yılında, askere giderken, ilk defa ders yapmadığımız son gün uzun uzun sohbet etmiş<br />

ve kendisinden ayrılırken çok duygulanmış, çok üzülmüştüm. Askerden döndükten sonra 1975<br />

yılında çalışmaya başladığım İ.Ü.F.F. Teorik Fizik Kürsüsü’ne, Çetin Cansoy da ders vermek<br />

üzere, part-time gelmekte idi. Daha sonra 1977 yılında Kürsümüzde sürekli olarak çalışmaya<br />

başladığında büyük bir mutluluk duymuştum.<br />

Çetin Cansoy çekirdek teorisi ve kuvantum fiziği konularında engin bir bilgi birikimine<br />

sahip, en karmaşık görünen konuları bile kestirme bir yoldan, çok berrak bir biçimde<br />

özetleyiveren, çok zeki bir insandı. Bir keresinde söylediği gibi birisine şirin görünmek için bir<br />

şey yaparsam Allah o anda canımı alsın diyecek kadar, doğruluktan ve dürüstlükten asla ödün<br />

vermeyen, dürüstlük örneği biriydi. Gerek öğrencileri gerekse çalışma arkadaşlarına bir şeyler<br />

öğretmekten duyduğu mutluluğu bilgi verdikçe çoğalır diyerek özetler, özellikle de kendisine<br />

soru sormaya gelen öğrencilerinden çok memnun olur, onlara yardım etmek için çırpınır, daha<br />

sonra da bizlerle, öğrencilerin soru sormaya gelmiş olmalarından kaynaklanan mutluluğunu<br />

paylaşırdı.<br />

Atatürk’ün öncülüğünde toplanan ilk dil kurultayında görev almış, Atatürk’ün<br />

dostlarından değerli bir dilbilimci olan dedesi merhum Ahmed Cevat Emre beyi çok sever,<br />

onunla iftihar ederdi. Ahmed Cevat Emre Bey Türk Dil Kurumu (TDK)’nun gramer kolbaşısı<br />

olarak görev yapmış ve Türk dili konusunda çok sayıda eser vermiştir. İlk akla gelenleri Türk<br />

Dilbilgisi ve Türk Lehçeleri Mukayeseli Grameri olup ilgi çeken eserlerinden biri de Yunanca’dan<br />

ilk çevirisini yaptığı İlyada ve Odesa’dır.<br />

Çetin bey soğuğu hiç sevmez, çok etkilenirdi. Kışın zaman zaman odasında palto ile<br />

çalıştığı olurdu. Gerçi, o günlerde Fakülte binalarında kaloriferler de, ya çok az yanar ya da hiç<br />

yanmazdı. Sabahları Kürsüye geldiğinde ilk işi dereceye bakmak olur ve ona göre paltosunu<br />

çıkarır ya da çıkarmazdı. Askerliğini soğuğu ile ünlü Kapıdağ Yarımadası’nda yapmış olduğunu<br />

ve eldivenlerine rağmen, ellerinin nasıl çatladığını, aynı günleri yaşarcasına, zaman zaman<br />

anlatırdı. Ben de, soğuğu hiç sevmemesini o günlerde çektiği sıkıntılara bağlardım.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 156<br />

Öğrencilerini ve dostlarını, hocalığı, çalışkanlığı, doğruluğu ve dünya görüşü ile etkilemiş, her<br />

zaman, bu yönleriyle model aldıkları biri olan Çetin Cansoy emekli olduktan sonra da hiç boş<br />

durmamış, sürekli çalışarak, fizikle ilişkisini sürdürmüş, eşinin rahatsızlığı çok zamanını<br />

almasına karşın yazmakta olduğu Kuvantum Mekaniği 2. cildinin çalışmaları ile meşgul<br />

olmuştur.<br />

Yaz tatili dolayısıyla İstanbul dışında olduğumuz için, 8 Ağustos 2004 günü ani ölümünden<br />

benim de Anabilim Dalındaki arkadaşlarımın da ancak bir hafta sonra haberimiz olduğunda ilk<br />

tepkim, dudaklarımdan dökülüveren, Yunus Emre’nin<br />

Bir garib ölmüş diyeler<br />

Üç günden sonra duyalar<br />

Soğuk su ile yuğalar<br />

Şöyle garip bencileyin<br />

dizeleri olmuştu. Cenaze töreninde bulunamamanın burukluğunu hep içimde taşıyacağım.<br />

Aziz dostum, hocam, Çetin ağabeyimi bu vesileyle saygı ve sevgiyle anıyor hocalığı ve<br />

dostluğunun hatırı için gurbette olduğu bu yerlerden göçtüğü diyarda kendisine rahmet<br />

diliyorum.<br />

Prof. Dr. Haşim Mutuş<br />

İÜ Fen Fakültesi’nde, 1975’lerde önce hoca olarak tanıdığım ve daha sonra da<br />

Matematiksel Fizik Anabilim Dalı (eski adı Teorik Fizik Kürsüsü) çatısı altında yaklaşık 20 sene<br />

birlikte olduğum Prof. Dr. Çetin Cansoy (Çetin Bey) gerek hocalık nitelikleri ve gerekse de insanî<br />

ilişkileri bakımından daima takdir ettiğim ve saygı duyduğum bir kişilik olmuştur. Çetin Bey,<br />

fizik ve matematik alanında pek çok şey bilirdi ve bildiğini de çok iyi bilirdi. Bu güven<br />

nedeniyledir ki, birtakım fizik ve matematik konularında, kendisinin bilgi ve görüşlerine<br />

başvurduğum çok olmuştur. Çetin Bey’de her zaman şunu gözlemlemişimdir. Sorulan bir<br />

soruya asla direk cevap vermezdi. Önce o soruyla ilgili veri, tanım gibi altyapıyı yüksek sesle<br />

hatırlamaya çalışır, bilmediklerini sorar ve bu ön hazırlığın çerçevesinde muhakeme ederek,<br />

bilinenleri sentezleyip, ayrıntıları da ihmal etmeksizin bir cevap oluşturmaya çalışırdı. O’nun<br />

bu tutumuna bir örnek olmak üzere şu küçük anımı nakletmek isterim: Fizikte Matematik<br />

Metotlar dersinin sınavlarını “defter kitap açık” yapardım. Dolayısıyla orijinal sınav sorusu<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 157<br />

hazırlamak bayağı zor olurdu. Bir keresinde, sanırım bir Elektromagnetik Kitabında, dalga<br />

denklemini konu alan üç şıktan oluşan güzel bir probleme rastlamıştım ve problemi çözmeden<br />

sınav sorusu yapmıştım. Sınav sonrası ilk iki şıkkını çözmeyi başardım. Soru gerçekten de çok<br />

güzeldi; vektör analizinin gradyent, diverjans ve lâplasien gibi tüm operatörlerini ve<br />

diferansiyel özdeşliklerini konu alıyor ve hemen hemen hepsini kullandırtıyordu. Ancak,<br />

üçüncü şıkkı, bütün uğraşlarıma rağmen bir türlü çözmeyi başaramıyordum. Bu arada da<br />

öğrenciler sürekli gelip gidip problemin çözümünü merak ettiklerini söylüyorlardı. Bu da bende<br />

sıkıntılar yaratıyordu. Neyse ki, böyle durumlarda, kurtarıcı olarak Çetin Bey vardı! Mesai<br />

saatinin bitimine yakın bir zamanda, Çetin Bey, paltosunu giymiş, fötr şapkasını takmış ve yaz<br />

hâriç kendisini üç mevsim böyle görmeye alıştığımız olağan kıyafetiyle (Çetin Bey’in en çok<br />

korktuğu şey üşümekti!) vapurunu kaçırmamak için biraz erken yola çıkmaya hazırlanırken<br />

kendisine üçüncü şık ile ilgili düşündüğüm küçük bir soruyu ayaküstü sordum. Küçük bir bilgi,<br />

bir çağrışım belki bana yetecekti. Ancak, Çetin Bey, karatahtanın başına geçti, tebeşiri aldı ve<br />

Vektör Analizinin temel bağıntı ve özelliklerini yeniden inşa eder gibi tahtaya yazmaya başladı.<br />

Unuttuklarını ya da bilmediklerini de bana sorup not ediyordu. O geniş tahtanın neredeyse<br />

tamamı dolmuştu ama yazılanların benim küçük sorumla yakından uzaktan ilgisi yoktu!<br />

Aslında, ben de soru sorduğuma pişman olmuştum. Hem o vapurunu kaçırmış oluyordu, hem<br />

de ben, çok iyi bildiğim şeyleri tekrar dinlemek durumunda kalıyordum. Ben için için öfler,<br />

püflerken, Çetin Bey, her zamanki sakin ve sabırlı anlatımıyla ve yüksek sesle muhakeme<br />

yaparak, tahtaya yazıyor, çiziyor, karalıyor, siliyor tekrar yazıyordu. Bu böyle epey bir süre<br />

devam etti. Çetin Bey bana neredeyse tüm Vektör Analizini anlatıyordu! Sıkıldığımı asla belli<br />

etmiyordum. Bir ara sürdürmekte olduğu hesaba dikkat kesildim ve hayretler içinde kaldım.<br />

Evet, birinci şıkkı çözmüştü, ardından ikinci şıkkın da çözümü ortaya çıktı. Derken, ustaca bir<br />

hesapla üçüncü şıkkın da çözümü karşımda duruyordu! Çetin Bey vapurunu kaçırmıştı ama<br />

beni, öğrenci önünde düşeceğim mahcubiyetten de kurtarmıştı!<br />

Bu küçük anımın devamını getirmeden bitirmek istemiyorum. Çetin Bey, tahtada o<br />

hesaplarla uğraşırken odaya Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde o zamanlar doçent olan<br />

Prof. Dr. Şafak Ural gelmişti. Şafak, genellikle her gün mesai saatinin bitiminde gelir, birlikte<br />

karşıya (Anadolu Yakası) geçmek için odada Kürsü başkanı hocam Prof. Dr. Ahmed Yüksel<br />

Özemre’yi beklerdi. Bizim üçüncü şık meselesi hallolduktan sonra, Şafak, “Edebiyat”tan bir<br />

arkadaşının: “tansör nedir?” diye sorduğundan bahsederek arkadaşına iletmek üzere Çetin<br />

Bey’den kısa bir bilgilendirme istirham etti. Çetin Bey, bir an duraladı. Elinde tebeşir, yere<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 158<br />

bakar bir durumda tereddüt içinde başını hafifçe sallamaya başladı. Doğrusu, ben de merak<br />

içindeydim. Hayatında türev, diferansiyel, vektör, matris gibi temel kavramlarla hiç tanışmamış<br />

olan bir “edebiyatçı”ya tansör gibi ileri matematiğin bir kavramı nasıl açıklanabilirdi? “Çetin<br />

Bey usulü”, en başından almak, değil saatler, aylar yıllar gerektirirdi! Çetin Bey bakışlarını<br />

yerden kaldırıp Şafak’ın gözlerinin içine tebessümle baktı ve “Şafak Bey” dedi; “Siz, gidin o<br />

arkadaşınıza söyleyin; Arkadaş! bu soru sana göre değil, sen bu sorudan vazgeç deyin” dedi.<br />

Çetin Bey problemleri her zaman ayrıntısına kadar çözmezdi; bazen de kendisine çok<br />

yakışan açıksözlülüğünü kullanırdı!<br />

Hoca’mıza, Cenab-ı Hak’tan gani gani rahmet niyaz ederim.<br />

Yard. Doç.Dr. Göksel Daylan Esmer<br />

Sevgili Hocam Çetin Cansoy’u öncelikle rahmetle anıyorum. Onunla aynı kürsüde<br />

geçirdiğimiz 9 Yıl boyunca, Çetin Cansoy adı ile doğruluğun, dürüstlüğün, kararlılığın, disiplinin<br />

adeta özdeşleştiğini gördüm.<br />

Öğrencilik yıllarımda, kendi konusunda engin bilgi ve deneyimi olan hocamız, Kuvantum<br />

I dersimize girerdi. Dersini işlerken genellikle sadece dersiyle ilgilenir, öğrenci ile çok fazla<br />

iletişim kurmazdı. O yüzden bu süreçte göremediğim çok güzel özelliklerini, zaman zaman ona<br />

soru sormaya gittiğimde ve mezuniyetimden sonra Matematiksel Fizik Anabilim Dalında<br />

yüksek lisansa başlayıp o ailenin bir ferdi olduktan sonra görme şansını yakaladım.<br />

Öğrenciliğimde bize uzak diye gördüğüm hocamız sorularımızı büyük bir içtenlikle ve<br />

heyecanla cevaplıyor, üstelik fazlasıyla ve ayrıntılarıyla anlatıyordu. Ayrıca dışarıdan<br />

bakıldığında tahmin edilemeyecek olan duygusallığını ve samimiyetini yine onunla etkileşmeye<br />

başladıktan sonra görebildim.<br />

Sevgili Çetin hocamızın hiç değişmeyen doğruları vardı. Yaptığı işi de en iyi şekilde<br />

yapmak temel ilkesiydi. Adımlarını hep çok sağlam basmak isterdi, o yüzden de bankayla, borç<br />

ile taksit ile hiç işi olmazdı ve bu düşüncelerini hiç bir güç değiştiremezdi. Hocamın en çok<br />

hayranlık duyduğum yönlerinden biri de kararlılığı idi. Onu tanıdığım sürece hep sigara içti<br />

fakat günlük sigara limitini hiç aşmadı. Kül tabağındaki sigara izmaritlerini sayar, eğer limitini<br />

doldurmuşsa bir sonraki sigarayı asla içmezdi.<br />

Eşi Yüksel Cansoy’un vefatından sonra hocamın adı ile özdeşleştirdiğim bir başka yönünü,<br />

özverisini ve sabrını gördüm. Yani fedakarlık sabır denince aklıma Çetin Cansoy adı gelir oldu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 159<br />

Gerçekten çok sıkıntılı bir süreç geçirmesine rağmen asla bundan yakınmadı ve her şeyde<br />

olduğu gibi eşine de en iyi şekilde baktı. Onu bu yönüyle de yakından tanımış olduğum için<br />

kendimi şanslı hissediyorum. Hocamın bir başka özelliği ailesine çok bağlı, özellikle torununu<br />

çok çok sevmesi ve ona hayran olması idi.<br />

Bu kadar özel bir insanı tanımış olmaktan, böyle mükemmel bir hocanın öğrencisi ve aynı<br />

zamanda mesai arkadaşı olmuş olmaktan dolayı gerçekten çok mutluyum ve onun yokluğunu<br />

her zaman çok derinden hissediyorum. İyi ki hayatımızda vardınız Çetin hocam. Nur içinde<br />

yatın.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 160<br />

Ali Fuat Cesur<br />

(1924 – 1996)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 161<br />

Prof. Dr. Yalçın Elerman - Prof. Dr. Ayhan Elmalı - Doç. Dr. Mehmet Kabak<br />

Prof. Dr. Ali Fuat Cesur 1924 ( 1340 ) yılında Sivas ’ın Gürün ilçesinin Kaşköy’ünde<br />

dünyaya geldi. 1949 yılında Yüksek Öğretmen Okulunun Matematik - Fizik Bölümünü<br />

tamamladı ve 1949 yılında Ankara Atatürk Lisesinde Matematik Fizik branşlarında staj yaparak<br />

bir süre çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı . 1957 yılında Ankara Üniversitesi , Fen Fakültesi<br />

Umumi Fizik Kürsüsüne Asistan olarak göreve başladı .<br />

1957 - 1962 yılları arasında University of College , Cardiff , İngiltere de X-ışınları<br />

Laboratuvarında çalışarak Fizik doktor ünvanını almıştır . Bu çalışmasında , Longifolere<br />

hidroklorür kristalinin üç boyut üzerinde incelenmesini Fourier yöntemi ve en küçük kareler<br />

yöntemi ile inceleyerek bağ uzunluğu ve bağ açısı değerlerini duyarlı olarak bulmuştur.<br />

Doktora çalışmasında ayrıca “ O - aminophenol hydrocloric ” kristalindeki hidrojen bağlarını x<br />

- ışınları kırınım yöntemi ile incelemiştir .<br />

1965 yılında Ankara Üniversitesi , Fen Fakültesinde Öğretim Görevlisi kadrosuna , 1967<br />

yılında Ankara Üniversitesi , Fen Fakültesinde Atom Fiziği branşında Doçentliğe ve 1979 yılında<br />

da Ankara Üniversitesi , Fen Fakültesinde Profesörlüğe terfi etmiştir .<br />

1964 yılında Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezinde görev almıştır . Yine 1964<br />

yılında Fen Liseleri Projesi kapsamında Amerika Birleşik Devletlerine gitmiş ve Fen Liseleri için<br />

Fizik kitaplarının yazılması ve öğretim programlarının düzenlenmesi konusunda çalışmalar<br />

yapmıştır .<br />

1971 yılında CNRS , Grenoble , Fransa da X - ışınları Laboratuvarında 1 yıl süre ile<br />

çalışmıştır .<br />

1979 yılında Darmstadt Üniversitesi , Fizikokimya Enstitüsünde Kristalografi<br />

Laboratuvarında araştırmalar ve çalışmalar yapmıştır .<br />

1980 - 1982 yılları arasına İnönü Üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi ’ nde Dekanlık<br />

yapmış ve burada X - ışınları Laboratuvarının kurulmasını sağlamıştır . 1983 yılında Dicle<br />

Üniversitesi , Eğitim Fakültesi ne 2457 sayılı kanunla iki yarıyıl daha görevlendirilmiş ve 1984<br />

yılında emekliğini istemiştir .<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 162<br />

Prof.Dr. Ali Fuat Cesur vefatına kadar ( 1996 ) Ankara Üniversitesi , Fen Fakültesi , Fizik<br />

Mühendisliği Bölümü’nde emekli profesör statüsünde çeşitli kristalografik ve optik dersleri<br />

vermiştir .<br />

Ali Fuat hocanın kristalografi ders notlarından giriş kısmındaki bir paragrafta “ Bir kristal<br />

madde birçok kez çözülüp yeniden kristalleşse iç yapısında bir değişiklik olmaz ; yani<br />

moleküllerin diziliş düzenini sağlayan simetri öğeleri ve bu öğelerin birbirine göre durumları<br />

değişmez . Moleküllerin birbirine göre konum , yönlenme ve aralıkları aynı kalır . Bu yığılma<br />

düzeni için o kristalde harcanan enerji minimumdur . Başka türlü düzenlenişler daha fazla<br />

enerji gerektirir ; doğa gerekmedikçe fazla enerji harcamaz . Bu bir tabiat kanunudur ” demiştir<br />

. Bu cümleler Ali Fuat Hoca’nın hayat görüşünü ve bir konuyu nasıl anlatılması gerektiğini<br />

ortaya koymaktadır .<br />

Ali Fuat Hoca’nın çok dalgın olduğu bir çok kişi tarafından bilinmektedir . Bir gün Ali Fuat<br />

Hoca Ayhan Elmalı ile birlikte x - ışınları jeneratörlerinin olduğu laboratuvarda ( AÜ Fen<br />

Fakültesi Fizik Mühendisliği Bölümünde ) çalışırken gözlüklerini aramaya başlamış . Ayhan<br />

Elmalı Hocanın başının üst tarafına çektiği gözlükleri görünce biraz gülümsemiş . Hoca da<br />

“ Ayhan neden gülüyorsun ? Bak gözlüklerimi bulamadım ” demiş . Ayhan gülmekten<br />

fazla dayanamayıp , “ Hocam gözlükler başınızda ” demiş . Hoca da çok sakin bir şekilde “ Yaa<br />

öylemi! ” demiş . Bir gün Ali Fuat Hocanın kullandığı araba ile Yalçın Hoca okula gelmekteydiler<br />

. O zamanlar Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinin iki girişinden birinin hemen önünde trafik<br />

ışığı vardı ve kırmızı ışıkta durunca 5 m ilerideki kapıya bakıp kalıyordunuz . Ali Fuat Hoca<br />

kırmızı ışığa hiç dikkat etmeden Fen Fakültesinin kapısından içeri girer . O noktada trafiği<br />

kontrol eden trafik polisi bu durumu görünce düdüğünü çalar ve arabanın durmasını ister . Ali<br />

Fuat Hoca arabayı Yalçın Hocanın isteği üzerine hemen giriş kapısında durdurur ve Yalçın Hoca<br />

trafik polisine durumu anlatmaya doğru giderken Ali Fuat Hoca arabanın gazına basarak<br />

okulun bahçesinde gözden kaybolur . Yalçın Hoca trafik polisine durumu anlatmaya başlar ve<br />

sonunda trafik polisi Yalçın Hocaya hak verir . “ Sizi burada unuttuğuna göre ışığı da<br />

unutmuştur ” der.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 163<br />

İlhami Civaoğlu<br />

(1899- 1988)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 164<br />

1899'da İstanbul'da doğan İlhami Civaoğlu ilk ve orta öğrenimini Bakırköy Numune<br />

Mektebi, Bakırköy Fransız Mektebi ile Mercan Sultanisi'nde tamamlamıştır. Birinci Dünya<br />

Savaşında üç yıl askerlikten sonra İstanbul Dârülfünûnu Fen Fakültesi Kimya Şubesi'nden<br />

"Kimyager Ruûsu" ile ve Umûmi Fizik Şubesi'nden de "Fen Lisansı" ile mezun olmuştur. Önce<br />

asistan olarak girdiği Fen Fakültesi'nde göreve başlamış, bu görevde bir yıl kaldıktan sonra<br />

Bakırköy Kurt Çimento Fabrikasının başına geçmiş ve ilk defa bir Türk eli ile Portland Çimentosu<br />

imâlini başarmıştır. 1923'de Fransa hükümetinin bursiyeri olarak İstanbul Dârülfünûnu<br />

tarafından Fizikokimya ihtisası yapmak üzere seçilmiş ve 1923'ten 1926 sonuna kadar<br />

Sorbonne'da ve Institue Curie'de çalıştıktan sonra Türkiye'ye dönmüştür. 1926 kışından 1929'a<br />

kadar Profesör M. Faillebin'e asistanlık etmiş ve 1929'da imtihanı kazanarak Müderris Muavini<br />

(Doçent) olmuş ve Profesör Faillebin'in Türkiye'den<br />

ayrılmasından sonra kürsünün bütün dersleri<br />

kendisine verilmiştir.<br />

1934'te Yüksek Mühendis Mektebi'ne Fizikokimya<br />

profesörü seçilmiş ve bu müessesenin 1944 yılında<br />

istanbul Teknik Üniversitesi olması üzerine Makina<br />

Fakültesi Kimya Kürsüsü bu Fakülte'ye bağlanmış ve<br />

1954'de de burada ordinaryüs profesör olmuştur.<br />

Civaoğlu çeşitli idarî işlerde de bulunmuş ve 1956'da<br />

da İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörlüğü'ne<br />

seçilmiştir. Türkiye Kimya Cemiyeti ve Türkiye Fizik<br />

Cemiyeti'nin ilk kurucularından olan ve yerli yabancı<br />

birçok bilim derneği üyeliğinde bulunan İlhami<br />

İlhami Cıvaoğlu, Kemal Ahmet Arû ve Civaoğlu 1988'de vefat etmiştir.<br />

Günseli Arû (1960’larda) Kemal Ahmet<br />

Arû arşivi.<br />

KAYNAKLAR:<br />

1- "Ord. Prof. Dr. İlhami Civaoğlu", Kimya ve Sanayi, 7(39): 58- 60, Haziran 1958.<br />

2- Sevtap İshakoğlu- Kadıoğlu, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Tarihçesi (1900-1946),<br />

İstanbul Üniversitesi Yayınları No: 4106, İstanbul 1998, s.214-<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 165<br />

Ordal Demokan<br />

(1946 - 2004)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 166<br />

Eşi Nur Demokan<br />

Yıl 1971 , ODTÜ de ilk<br />

senem . Fizik hocamız<br />

Ordal Demokan Üçlü<br />

Amfide tepegözün<br />

başına geçmiş, her<br />

zaman yaptığı gibi bir<br />

önceki derste işlenenleri<br />

özetlemiş , inci gibi yazısı<br />

, gayet düzgün ve<br />

sistematik tahta<br />

kullanma tekniği ile yeni konuya başlamış . Tüm amfide çıt yok , herkes dikkat kesilmiş , nefis<br />

akıcı İngilizcesi , kendine sonsuz güveni , devrin modasına uymayan dar paça pantolonu ve<br />

kısa kollu ekose gömleği ile bu genç ve yakışıklı hocanın etkisi altında kaybolmuş gitmiş . Derse<br />

geç kalmışım , amfinin üst kapısından sessizce girip bir kenara ilişmek niyetindeyim . Arkadaşlar<br />

en ön ve ortada yer tutmuşlar , beni arka kapıda görüp yanlarına çağırıyorlar . Tereddüt<br />

ediyorum , ders başlayalı epey olmuşa benziyor . Aslında Fizik derslerini hep en önden izlemek<br />

hoşuma gidiyor ama bugün olmaz . Kimya Mühendisliği birinci sınıf öğrencisi olarak en<br />

zorlandığım ders fizik. Lisedekine hiç benzemiyor , çok iyi bildiğim formüller bile farklı , hepsine<br />

bir entegral gelmiş . Bu işin altından nasıl kalkacağımı bilmiyorum ama hocası çok karizmatik .<br />

Amerika’dan yeni gelmiş , bu sevimsiz fizik dersini o kadar güzel , tane tane ve düzenli anlatıyor<br />

ki bu hocadan fiziği öğrenemezsen hiç kimseden öğrenemezsin . Arkadaşlar ısrar ediyorlar , el<br />

kol hareketleri ile tuttukları yeri gösteriyorlar . Neden olmasın diye düşünüyorum ve bir anda<br />

karar verip günün modası mini eteğim ve apartman topuk pabuçlarımla koca amfinin<br />

tepesinden inmeye başlıyorum . Bir anda bir sessizlik, hoca dersi kesiyor , hiçbir şey söylemiyor<br />

ama bu işe çok sinirlendiği belli , yerime geçip oturana kadar bekliyor ve derse kaldığı yerden<br />

devam ediyor.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 167<br />

Hayatta herşey küçük tesadüflere bağlı. Yıllar sonra Ordal bana o gün ne düşündüğünü<br />

şöyle anlatmıştı: “İşte züppe bir Kolej kızı”. Aslında “Kolej kızı” kısmını tutturmuştu. Kendisi<br />

de Ankara Koleji mezunuydu ve bu ortak yönümüz tanışmamızda büyük rol oynayacaktı.<br />

Dersini kesmek zorunda bırakan kızın yakın bir arkadaşını sorguya çekip, kızın aslında hiç de<br />

züppe olmadığını, TED Ankara Koleji’ni Fen Kolları Birincisi olarak bitirdiğini, memur bir ailenin<br />

kızı olduğunu öğrenecek ve onu daha fazla tanımaya hiç gerek duymadan eş olarak seçmeye<br />

karar verecekti.<br />

1972, ODTÜ öğrencisi Nur Demokan en sağda<br />

ODTÜ’yü sarsan bir aşk hikayesi idi bizimkisi. O yaz nişanlanmış, yeni dönem başlamadan<br />

evlenmiştik. Onun eşi olmak bana her zaman büyük bir gurur vermişti. Ordal Demokan girdiği<br />

her ortamda saygı duyulan ve çok sevilen bir insandı. İsmi ve soyadı gibi eşi benzeri olmayan<br />

kendine mahsus bir kişilikti. İyi bir fizikçi, çok sevilen bir hoca, başarılı bir bilim adamı olduğu<br />

kadar mükemmel bir eş ve baba olmayı başarabilmiş, her zaman yüzü gülen, hayatın her<br />

anından zevk alan, etrafına hep pozitif enerji saçan, insanları sevgiyle sımsıkı kucaklayan, gayet<br />

dengeli, kendi prensiplerinden hiç vazgeçmeyen, tümüyle güvenilir sağlam bir adamdı. Henüz<br />

19 yaşında onun eşi olduğum için bana aynı zamanda babalık ve hocalık yapmıştı. O, hayatı<br />

hep planlı yaşayan, ne zaman ne yapacağı belli olan bir insandı. Hiçbir zaman duygusal<br />

davranmaz, düşünmeden konuşmazdı. ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden çok iyi bir<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 168<br />

ortalama ile mezun olmamda onun desteği çok fazladır. Akademik başarı onun için çok<br />

önemliydi.<br />

1946 İstanbul doğumluydu. Babası Arif Demokan bir bankada personel müdürü, annesi<br />

Şeküre Demokan ise DDY de tercüman olarak çalışıyordu. Ablası Tülay (Öney) kendinden sekiz<br />

yaş büyüktü.<br />

1949, babası Arif, annesi Şeküre ve ablası Tülay ile<br />

Daha çocuk yaştayken fizik en büyük hobisiydi. Evdeki eski radyoları parçalar, telsizler<br />

yapardı. Bahçelievler 42. sokakta iki katlı bir evde yaşıyorlardı. İlkokula TED Ankara Koleji’nde<br />

başladı. Çok zeki bir çocuk olduğundan sınıf atlayarak okumuş, sınıfın hep en küçüğü olmuştu.<br />

1962 yılında TED Ankara Koleji’nden mezun olduktan sonra, ODTÜ Elektrik Mühendisliği<br />

Bölümü’ne girdi.<br />

1962, TED Ankara Koleji’nden mezun oldu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 169<br />

1966 yılında ODTÜ Elektrik Mühendisliği Bölümünden Lisans ve 1967 yılında Yüksek<br />

Lisans derecelerini aldı. Aynı yıllarda ODTÜ Fizik bölümünde öğrenci asistanlık yaptı.<br />

1966, ODTÜ Elektrik Mühendisliği diploma töreninde dekan Mustafa Parlar ile<br />

1967 yılında Fulbright bursu ile Amerika Birleşik Devletlerine giderek, Iowa<br />

Üniversitesi’nde Plazma Fiziği konusunda doktora yaptı.<br />

1969, Ordal Demokan Amerika Birleşik Devletlerinde doktora yaptığı yıllarda<br />

O yıllarda nükleer füzyonun dünyanın enerji problemine çözüm olacağına inanmış ve<br />

büyük bir heyecanla bu yepyeni konuya yönelmişti. 1967-1970 doktora çalışmaları sırasında<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 170<br />

Iowa Üniversitesi’nde araştırma asistanlığı ve öğretim üyeliği yaptı. 1970 yılında doktora<br />

derecesini aldıktan sonra yurda dönerek ODTÜ Fizik Bölümü’nde yardımcı profesör olarak<br />

göreve başladı.<br />

1972 yılında öğrencisi Nur Yılmaz ile evlendi. Nişan yüzüklerini ünlü matematikçi Cahit<br />

Arf takmıştı. Ordal Demokan nikah şahidi olarak da hayran olduğu bilim adamı Cahit Arf’ı<br />

seçmişti.<br />

1972 Ankara, Ordal Demokan ve Nur Yılmaz‘ın nikah töreni<br />

1975 yılında doçent ve baba oldu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 171<br />

1975, oğlu Seren Demokan ile<br />

1976 yılında askerliğini Mamak Muhabere Okulu’nda yedeksubay olarak yaptı.<br />

1976, Mamak Muhabere Okulunda eşi ve oğlunun ziyareti<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 172<br />

34 yıl hizmet verdiği ODTÜ Fizik Bölümü’ndeki odasında<br />

1978-1979 yılları arasında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nda Plazma ve Lazer Grubu<br />

Başkanlığı yaptı. 1979-1981 tarihleri arasında Alexander Von Humbolt bursu ile Almanya’ya<br />

giderek Gothe Enstitüsünde Almanca eğitimini takiben Jülich Nükleer Araştırma Merkezi (KFA<br />

) Uluslararası TEXTOR projesinde misafir mühendis ve araştırmacı olarak çalıştı.<br />

1980, Jülich Almanya’da eşi Nur ve oğlu Seren ile<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 173<br />

1982-1983 tarihleri arasında Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesinde bir yıl süreyle<br />

öğretim üyeliği, 1983 yılı II. yarı yılında Gazi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Eğitimi Bölümü<br />

Başkanlığı, 1984-1985 yılları arasında ODTÜ Fizik Bölümü Başkan Yardımcılığı yaptı.<br />

1985 yılında kızı Alev Demokan dünyaya geldi.<br />

1986, Ordal Demokan eşi Nur, çocukları Seren ve Alev ile<br />

Haziran 1988 tarihinde Profesörlüğe yükselerek 1989 tarihinde ODTÜ Fen Edebiyat<br />

Fakültesi Fizik Bölümü Genel Fizik Anabilim dalında Profesör kadrosuna atandı.<br />

1990-1992 tarihleri arasında Tübitak Bilim Adamı Yetiştirme Grubu Yürütme Komitesi<br />

Üyeliği, 1998 yılı içinde ODTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Fakülte Kurulu Senato üyeliği görevlerini<br />

yürüttü. 1998-1999 yılları arasında Fulbright bursu ile ABD Wisconsin Üniversitesi’nde plazma<br />

teknolojisi ile iyon implantasyonu konusunda araştırmalar yaptı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 174<br />

1998, Plasma Source Ion Implantation Lab., Madison Wisconsin ABD,<br />

2000 yılında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Danışma Kurulu Üyesi idi. 2002 yılında tekrar<br />

ODTÜ Senato üyeliğine seçilmişti.<br />

10 yılı aşkın süreyle Dünya Liselerarası Fizik olimpiyatlarında Türkiye takımının liderliğini<br />

yaptı, gençlerimizi bu olimpiyatlara hazırlamak, en iyi şekilde yetiştirmek için büyük emek<br />

verdi.<br />

Öğrencileriyle labaratuvar çalışması<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 175<br />

Uluslararası Fizik Olimpiyatları takımlarından biri ile<br />

1996, 1997 ve 1998 yıllarında ODTÜ Mustafa Parlar Vakfı tarafından verilen ve en fazla<br />

üç yıl alınabilen Yılın Eğitimcisi ödüllerini almaya layık görülerek Eğitimde Üstün Başarı<br />

Ödülünü aldı. Ayrıca 1992 yılında öğrencilerinden En Sevilen Hoca Ödülünü aldı. Türkiye’nin<br />

sahip olduğu iyi yetişmiş Plazma Fizikçilerinin başında gelen Ordal Demokan, 50 ye yakın<br />

araştırmaya imza atmış gerçek bir bilim adamı ve çok iyi bir öğretmendi.<br />

Ordal Demokan tahta başında<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 176<br />

Kısacık hayatında binlerce öğrenci yetiştirmişti. Eğitimcilik ve araştırmacılıkla geçen<br />

meslek hayatında idari görevlerden daima uzak kalmaya çalışmıştı.<br />

Prof. Mustafa Parlar Vakfı Ödülleri ve En İyi Hoca Ödülü<br />

Evin baş köşesine koyduğu Eğitim Ödülleri ile büyük gurur duyardı. Bu ödüllerin<br />

öğrenciler tarafından yapılan değerlendirmeler sonucunda verilmesi onun için çok önemliydi.<br />

ODTÜ Senatosunda Stratejik Planlama Komisyonu üyesi olan Prof. Dr. Ordal Demokan<br />

2004 yılında Senatoda yaptığı konuşmada eğitimle ilgili görüşlerini şöyle özetliyordu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 177<br />

ETKİLİ ÖĞRETİM<br />

KİŞİSEL ÖĞRENİM<br />

Yararları<br />

Doğru öğrenme güvencesi<br />

Daha çok şey öğrenebilmek<br />

Yararları<br />

Araştırıcılığı zorlamak<br />

Özgüveni arttırmak<br />

Kolay unutmamak<br />

Zararları<br />

Özgüven eksiksiği<br />

Araştırıcılık niteliğini edinememek<br />

Çabuk unutmak<br />

Zararları<br />

Yanlış öğrenme riski<br />

Daha az şey öğrenmek<br />

“Yabancı dilde eğitim ve ÖSS nedeniyle lisedeki temel eğitimin yetersiz kalması, Üniversite<br />

aşamasında kişisel öğrenim yöntemini riskli hale getiriyor. Yine de bu yöntem seçilirse,<br />

verilecek derslerde kavramlarla yetinilmesi ve konu bitimlerinde örnek ve problem çözümleri,<br />

bu yöntemin geleneksel uygulamalarıdır.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 178<br />

ETKİLİ ÖĞRETİMİN ANA UNSURLARI<br />

Eğitmenlerinizin beğendiğiniz ve beğenmediğiniz yönlerini kaydedin.<br />

Öğreteceğiniz konuya tümüyle hakim olun.<br />

Ders verceğiniz dili iyi kullanın, çok hızlı veya çok yavaş konuşmayın. Dile<br />

hakim olun.<br />

Konuya hakim olsanız bile her dersten önce tekrar gözden geçirip, kafanızda<br />

planlama yapın.<br />

Derse başlamadan önce, mutlaka bir önceki dersi özetleyin.<br />

O derste neler işleyeceğinizi kısaca özetleyin.<br />

Mümkünse hiçbir zaman yoklama yapmayın, bunun arkasına sığınmayın.<br />

Öğrencilerinize öğrenme sorumluluğunun kendilerinde olduğunu hatırlatıp,<br />

bu sorumluluk duygusunu verin. Onlara verilen derse gelmeme özgürlüğüne<br />

karşılık, sizin de derse gelip disiplini bozanları, uyuklayanları dersten atma<br />

hakkına sahip olduğunuzu hatırlatın.<br />

Bir konuya başlarken, verilecek bilgilerin kullanım alanlarını özetleyerek ve<br />

vurgulayarak öğrencileri motive edin. Seçtiğiniz örneklerin pratik uygulamalar<br />

içermesine özen gösterin.<br />

Ders sırasında kitap ya da ders notlarına bakmayı minimize edin.<br />

Tahtayı olabildiğince düzenli kullanın, sütunlara ayırın, düzgün ve okunaklı<br />

yazın. Renkli tebeşirlere sığınmayın, çünkü öğrencilerde renkli kalem yoktur.<br />

Dersi interaktif hale getirmeye çalışın. Sorular sorup öğrencinin katılımını<br />

sağlayın.<br />

Öğrencilerin dersten kopmaması için habersiz küçük sınavlar yapın.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 179<br />

Bu konuşması ile kendisini başarılı bir eğitimci yapan temel taktikleri de açıklamış<br />

oluyordu.<br />

Doktora öğrencilerinden Yahya Kabak onun hayat felsefesini şöyle özetliyor:<br />

“ Sıradan insanlarla temas etmeyi ne kadar çok severdin. Eti kasaptan, balığı balıkçıdan<br />

alır, onlarla dost olur, söyleşir, gönül alışverişinde bulunurdun. Belki de bulduğun en önemli<br />

teori “basitliğin zerafeti” idi.<br />

Kendi işini kendi yapmayı çok sever, evdeki her türlü arızanın giderilmesiyle bizzat<br />

uğraşırdı. O tam bir bilim adamı, bir sorun çözücü idi. Yapacağı her işi en küçük ayrıntısına<br />

kadar önceden planlar sonra uygulamaya geçerdi. El becerileri çok kuvvetli idi. Zamanı<br />

kullanmayı çok iyi bilir, gayet verimli çalışır ancak çalışma hayatını hiçbir zaman abartmaz kendi<br />

zevkleri, ailesi ve dostları için her zaman vakit ayırırdı. Çocuklarıyla yakından ilgilenirdi. O<br />

mükemmel bir baba olarak onların en büyük desteği idi.<br />

1997 Ankara, oğlu Seren’in üniversite mezuniyeti<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 180<br />

Dost sofralarında uzun uzun yemek yiyip muhabbet etmekten büyük zevk alırdı. Çiğ<br />

köfte yoğurur, balıkları mangalda pişirirken rakısını yudumlamaya başlardı. Mutfakta bir<br />

labaratuvar titizliği ile çalışırdı. O tam bir keyif adamıydı. Fisherman isimli teknesini seçerken<br />

tüm dostlarını alacak kadar büyük olmasına dikkat etmiş, 5.20 teknenin ortasına eski bir dolap<br />

kapağından masa yapmıştı.<br />

Ordal Demokan denize aşıktı. Zıpkınını alıp denize daldığında beş saat su yüzüne çıkmadan<br />

balık peşinde koşardı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 181<br />

Gezmeyi çok sever, kış tatillerinde kayak yapmayı ihmal etmezdi.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 182<br />

Hayata bağlı, dolu dolu yaşamayı seven, azla yetinip rahat yaşamayan, doğal hayata aşık<br />

bir insandı. Herşeyi ailesi ve dostları ile paylaşmaktan zevk alır, ailesini hep en ön planda<br />

tutardı.<br />

Ömrünü eğitime adamış, bilim dünyasında Türkiye’yi başarıyla temsil etmiş, ülkesini çok<br />

seven iyi yetişmiş bir fizikçi olan Prof. Dr. Ordal Demokan, ne yazık ki henüz 58 yaşında<br />

beklenmedik bir şekilde ehliyetsiz 16 yaşında bir sürücü tarafından öldürüldü. O gençlerin iyi<br />

yetişmesi için çok uğraşmıştı ama ne tezattır ki sürücülük eğitimi almadan direksiyon başına<br />

geçerek mahalle arasında sürat yapan eğitimsiz bir çocuk onun katili oldu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 183<br />

Ülkemizde ne yazık ki hemen her aileyi vuran trafik terörü onu benden, ailesinden,<br />

öğrencilerinden ve sevdiklerinden koparıp aldı. Yargı, eğitimsiz ve kurallara uymayan<br />

sürücülere caydırıcı cezalar vermediği sürece kimbilir daha kaç tane değerli insanı<br />

kaybedeceğiz.<br />

Siz değerli fizikçi meslektaşlarından ricam, şimdiye kadar trafik kazalarında sadece<br />

sürücü ve yolcuları korumak için tasarlanan hava yastığı, ABS gibi araçlarda bulunması gereken<br />

güvenlik tedbirlerini daha da etkili hale getirecek araştırmaların yanı sıra, savunmasız yayaları<br />

koruyacak önlemler bularak çarpışma anındaki ölümcül fiziksel kuvvetleri kontrol altına<br />

alabilecek araçlar tasarlamalarıdır.<br />

2005 Dünya Fizik Yılında o yoktu. 34 yıl hizmet verdiği ve çok sevdiği ODTÜ şimdi onun<br />

adını bir amfiye verecek. ODTÜ Fizik Bölümü de her yıl TÜBİTAK tarafından düzenlenen Ulusal<br />

Bilim Olimpiyatlarında Fizik dalında ülke genelinde en yüksek dereceyi alan gence Prof. Dr.<br />

Ordal Demokan özel ödülü veriyor.<br />

Nur içinde yat sevgilim.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 184<br />

Kendi eliyle hazırladığı İngilizce özgeçmiş:<br />

CURRICULUM VITAE<br />

Name, Surname : Ordal Demokan<br />

Date and Place of Birth : January 13, 1946 ; Istanbul<br />

Education :<br />

School : Place : Degree and Year :<br />

Ankara College Ankara Lycee Diploma, 1962<br />

M.E.T.U Ankara B.Sc. ( Electrical Eng.) 1966<br />

M.E.T.U Ankara M.Sc. ( Electrical Eng.) 1967<br />

University of Iowa U.S.A Ph.D 1970<br />

Professional Experience :<br />

1967- 1969 : University of Iowa, Research Assistant.<br />

1969- 1970 : University of Iowa, Instructor.<br />

1970- 1976 : M.E.T.U, Department of Physics, Assistant Professor.<br />

1976- 1978 : M.E.T.U, Department of Physics, Associate Professor.<br />

1978- 1979 : Turkish Atomic Energy Comission, Head of Plasma and Laser Physics<br />

Group.<br />

1979- 1981 : Julich, Kernforschungsanlage, Visiting Scientist, International TEXTOR<br />

Project.<br />

1981- 1988 : M.E.T.U, Department of Physics, Associate Professor.<br />

1988- : M.E.T.U, Department of Physics, Professor.<br />

1990- 1996 : Turkish Scientific and Technical Research Council, Member of the<br />

Committee for Human Resources Development.<br />

1998- 1999 : University of Wisconsin, Madison, Visiting Professor.<br />

2003- : M.E.T.U Senate member.<br />

2003- : Member of M.E.T.U Strategical Planning Commission.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 185<br />

Thesis Written :<br />

Spherical Microwave Reflectors, 1967 ( M.Sc.)<br />

Parametric Excitations in Bounded Plasmas, 1970 ( Ph.D)<br />

Theoretical Comparison of Ion Heating Methods for Controlled Fusion, 1975 (Assoc. Professor<br />

)<br />

Thesis Supervised :<br />

M.Sc. :<br />

1. Microwave Antennas in Inhomogeneous, Isotropic Plasmas, 1971.<br />

2. Energy Coupling to Plasmas Through Extraordinary Modes, Excited by a Modulated<br />

Magnetic Field, 1978.<br />

3. The Effect of Charge- Exchange Mechanism on the Impurity Density Profiles in Tokamak<br />

Plasmas, 1985.<br />

4. Production of Wiggler Fields by Standing Waves in Free Electron Lasers, 1989.<br />

5. Ion Implantation in Plasmas with Diminishing Positive Column, 2002.<br />

6. Ion Implantation in Planar Targets with Semi-cylindrical Grooves, 2002.<br />

Ph.D. :<br />

1. Absorption Mechanism in a Highly Ionised Plasma, 1974.<br />

2. Numerical Simulation of Artificial Triggering of Equatorial Spread- F, 1988.<br />

3. Explicit Expression for Growth Rates in Free Electron Lasers with Helical and Axial Magnetic<br />

Fields, 1991.<br />

4. Explicit Expression for Growth Rates in Free Electron Lasers with Electromagnetic Wiggler<br />

and Axial Magnetic Fields, 1992.<br />

5. Surface Modification Using Magnetohydrodynamic Forces in Plasmas, 2001.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 186<br />

Scholarships and Honours :<br />

1964- 1967 : Turkish Scientific and Technical Research Council Scholarship.<br />

1967- 1969 : Fulbright Travel and Insurance Grant for Ph.D Studies.<br />

1969-1970 : University of Iowa, Tuition Fee Scholarship.<br />

1970- 1981 : Alexander von Humboldt Stiftung Scholarship.<br />

1997 : M.Parlar Foundation, “Excellence in Education Award”.<br />

1998 : M.Parlar Foundation, “Excellence in Education Award”.<br />

1998- 1999 : Fulbright Fellowship.<br />

1999 : M.Parlar Foundation, “Excellence in Education Award”.<br />

Present Interest :<br />

Plasma aided manufacturing , ion implantation and surface modification of materials.<br />

PUBLICATION LIST<br />

A ) ARTICLES in “A” and “B” TYPE JOURNALS ONLY ( According to Science<br />

Index J.C.R ), UPTO SECOND AUTHOR ONLY.<br />

Citation<br />

i ) Single Author :<br />

a) “A” type :<br />

1. O.Demokan : ‘ Theory of subharmonic excitation in bounded plasmas’, J.Phys.Soc.Japan,<br />

Vol.35, pp. 892-896 (1973).<br />

2. O.Demokan : ‘ The effect of ion-cyclotron motion on the transverse interactions in beamplasma<br />

systems’, J.Appl.Phys., Vol.46, pp. 5150-5151 (1975).<br />

3. O.Demokan : ‘ Contribution of iron ions to ionisation of neutral deuterium in Tokamak<br />

plasmas’, Nucl.Fusion, Vol.22, pp. 969-973 (1982).<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 187<br />

4. O.Demokan : ‘ Evolution of ion charge states in vacuum-arc plasmas’, Appl.Phys.Lett.,<br />

Vol.71, pp. 1774-1776 (1997).<br />

5. O.Demokan : ‘ Ion matrix sheaths related to targets with grooves’ , J. Appl. Phys.,<br />

Vol. 91, pp. 5587- 5591 (2002).<br />

b) “B” type :<br />

1. O.Demokan : ‘ Longitudinal instabilities with low phase velocities in current carrying<br />

plasmas’ , Plasma Physics, Vol.18, pp. 569-572 (1975).<br />

2. O.Demokan : ‘ Efficient microwave generation in a beam-waveguide system with an<br />

annular plasma sheet’ , IEEE Trans. Plasma Sci., Vol.23, pp. 405-408 (1995).<br />

3. O.Demokan : ‘ Ion implantation and deposition on the inner surfaces of cylinders by<br />

exploding metallic foils’ , IEEE Trans. Plasma Sci., Vol.28, pp. 1720-1724 (2000).<br />

4. O.Demokan : ‘ Critical analysis of matching schemes in capacitively coupled discharges’,<br />

IEEE Trans. Plasma Sci., Vol.31 (5), pp. 1100-1102 Part 2 (Oct.2003).<br />

5. O. Demokan: ‘Ion-matrix sheaths inside cylindrical bores with small radii and longitudinal<br />

grooves’ , IEEE T PLASMA SCI 32 (1): 316-319 Part 3 FEB (2004).<br />

ii ) First Author :<br />

a) “A” type :<br />

1. O.Demokan, H.C.S.Hsuan and K.E.Lonngren, ‘ Subharmonic generation in Tonks-Dattner<br />

resonances’, Phys.Lett., Vol.19A, pp. 99-100 (1969).<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 188<br />

2. O.Demokan, H.C.H.Hsuan, K.E.Lonngren and R.A.Stern, ‘ Parametric excitation of low<br />

frequencies in a bounded plasma’, J.Appl.Phys., Vol.41, pp. 2122-2126 (1970).<br />

3. O.Demokan, F.Waelbroeck and N.Demokan, ‘ Iron transport in a confined hightemperature<br />

plasma’, Nucl.Fusion, Vol.22, pp. 921-934 (1982).<br />

4. O.Demokan and Y.Kabak, ‘ Explicit expressions for growth rates in free electron lasers with<br />

helical and axial magnetic fields’, Phys.Fluids B, Vol.4, pp. 3382-3389 (1992).<br />

5. O.Demokan and V.Mirnov, ‘ Rigorous treatment of charge exchange, ionisation and<br />

collisional processes in neutral-beam injected mirrors’, Phys.Plasmas, Vol.2, pp. 139-145<br />

(1995).<br />

6. O.Demokan and V.Mirnov, ‘ The evolution of the magnetic moment in a corrugated<br />

magnetic field’, CHAOS, Vol.7, pp. 387-391 (1997).<br />

7. O.Demokan and E.Marji, ‘ Ion implantation in confined, pinching metallic plasmas’,<br />

J.Appl.Phys., Vol.85, pp. 2081-2084 (1999).<br />

8. O.Demokan and S.Akman, ‘ Glow discharge with diminishing neutral plasma’ ,<br />

J.Appl.Phys., Vol. 92, pp. 4245-4248 (2002).<br />

9. O.Demokan and Y.Filiz, ‘ Ion Matrix sheaths related to planar targets with semi-<br />

cylindrical grooves’ , J.Appl.Phys., Vol. 93, pp.83-87 (2003).<br />

b) “B” type :<br />

1. O.Demokan , H.C.S.Hsuan, K.E.Lonngren, and B.A.Anicin, ‘ A time-of-flight study<br />

of waves guided by a plasma column’, Plasma Physics, Vol.13, pp. 29-32 (1971).<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 189<br />

iii ) Second Author:<br />

a) “A” type :<br />

1. H.C.S.Hsuan, O.Demokan and K.E.Lonngren, ‘ Comments on the physical mechanism<br />

causing the non-linear behavior in Tonks-Dattner resonances’, Phys.Lett., Vol.35A, pp.<br />

390-391 (1971).<br />

2. V.Mirnov and O.Demokan, ‘ Relaxation to steady state in neutral-beam-injected mirrors’,<br />

Phys.Plasmas, Vol.3, pp. 1661-1664 (1996).<br />

3. I.Jaber and O.Demokan, ‘ Growth rates in electromagnetically pumped free electron lasers<br />

with axial guide magnetic field’, Phys.Plasmas, Vol.3, pp. 4190-4196 (1996).<br />

b) “B” type:<br />

1. R.M.Bektursunova and O.Demokan, ‘ Perturbation analysis of sheath evolution, with<br />

application to plasma source ion implantation’, J.Phys.D: Appl.Phys., Vol.34, pp. 326-329<br />

(2001).<br />

B ) BULLETINS :<br />

1. O.Demokan, H.C.S.Hsuan and K.E.Lonngren, ‘Low frequency non-linear effects in Tonks-<br />

Dattner resonances’, Annual Meeting of the Am.Phys.Soc., Miami, Nov.1968.<br />

2. H.C.S.Hsuan, O.Demokan and K.E.Lonngren, ‘Subharmonic generation in Tonks-Dattner<br />

resonances’, Spring Meeting of the Am.Phys.Soc., Washington D.C., April-May 1969.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 190<br />

3. O.Demokan, H.C.S.Hsuan and K.E.Lonngren, ‘ A time-of-flight study of waves guided by a<br />

plasma column’, June Meeting of the Am.Phys.Soc., Winnipeg, Canada, June 1970.<br />

4. O.Demokan, H.C.S.Hsuan and K.E.Lonngren, ‘Collisional effects in linear and non-linear<br />

Tonks-Dattner resonance experiments’, Annual Meeting of the Am.Phys.Soc.,Washington<br />

D.C., November 1970.<br />

5. O.Demokan, ‘ The effect of ion-cyclotron motion on the transverse interactions in beamplasma<br />

systems’, 2. International Congress on Waves and Instabilities, Innsbruck,<br />

Austria, March 1975.<br />

6. O.Demokan and F.Waelbroeck, ‘Iron transport in a confined, high temperature plasma’,<br />

Deutschen Physikalischen Gesellschaft Physikertagung, Hamburg, March 1981.<br />

C ) REPORTS :<br />

1. O.Demokan, ‘ The break-down of the coronal equilibrium in Lithium impurity transport’,<br />

Report JUL-1683, Juelich, Germany, 1980.<br />

2. O.Demokan and F.Waelbroeck, ‘ Iron transport in a confined, high temperature plasma’,<br />

Report JUL-1720, Juelich, Germany, 1981.<br />

3. O.Demokan, N.Demokan and F.Waelbroeck, ‘ Application of linear programming to<br />

impurity flux evaluations’, Report JUL-1746, Juelich, Germany, 1981.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 191<br />

ODTÜ Camiasının Acı Kaybı<br />

Üniversitemiz Fizik Bölümü öğretim<br />

üyelerinden ve Türkiye Atom Enerjisi<br />

Kurumu Danışma Kurulu Üyesi değerli<br />

hocamız Ordal Demokan’ı bir trafik<br />

kazası sonucu yitirdik.Değerli hocamız<br />

30 haziran 1966 yılında ODTÜ<br />

Mühendislik Fakültesi Elektrik ve<br />

Elektronik Bölümünden lisans, 30<br />

haziran 1967 tarihinde yüksek lisans, 28<br />

mayıs 1970 tarihinde ise Iowa<br />

Üniversitesinden Plazma fiziği konusunda doktora derecesi ile mezun oldu.<br />

1966-67 tarihleri arasında ODTÜ Fizik Bölümünde öğrenci asistanlık yapan Ordal<br />

Demokan 1967-69 tarihleri arasında Iowa üniversitesinde araştırma asistanlığı, 1969-70<br />

tarihleri arasında öğretim üyeliği yaptı. 1 eylül 1970 tarihinde ODTÜ Fizik Bölümünde yardımcı<br />

profesör olarak göreve başlıyan Demokan 21 kasım 1975 tarihinde Fizik Bölümünde doçentlik<br />

ünvanını aldı. 1988 yılında profesörlük ünvanını alarak 15 mart 1989 tarihinde Fen Edebiyat<br />

Fakültesi Fizik Bölümü Genel fizik anabilim dalında Profesör kadrosuna atandı.<br />

1978-79 yılları arasında TAEK da Plazma ve Lazer Grubu başkanlığı, 1979-1981 tarihleri<br />

arasında Jülich (Almanya)Plazma Fiziği Enstitüsünde misafir araştırmacı, 1982-83 yıllarında<br />

gazi üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesinde öğretim üyeliği, 1983 yılında Gazi Üniversitesi<br />

Elektrik ve Elektronik Eğitimi Bölüm Başkanlığı, 1984-85 yılları arasında Fizik Bölümü Başkan<br />

yardımcılığı, 1990-92 yıllarında TÜBİTAK BAYG Yürütme Komitesi üyeliği görevlerini de<br />

yürüten Prof. Ordal Demokan, 1998 yılında FEF Kurulu tarfından Üniversite Senato üyeliğine<br />

ve 2000 yılında TAEK Danışma Kurulu üyeliğine yeniden seçildi. 1986 yılından beri Uluslararası<br />

Fizik Olimpiyatlarına Türkiyenin katılımını sağlamış, bu alanda yüzlerce öğrenci yetiştirmiştir.<br />

Prof. Dr. Ordal Demokan’ın ulusal ve uluslararası dergilerde çok sayıda bilimsel<br />

çalışmaları yayınlanmıştır. Termo nükleer Füzyon ve plazma Fiziği konularında ülkemizde<br />

ender yetişmiş bir bilim adamıydı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 192<br />

Hayri Dener<br />

(1898 - 1980)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 193<br />

PROF. HAYRİ DENER’İ YİTİRDİK<br />

Türkiye’de ilk fizik mühendisi yetiştiren Ankara Fen Fakültesi kurucu dekanı Sayın Prof.<br />

Hayri Dener’i yitirdik. Kendisi 1925-1974 yılları arasında Türkiye’de fizik eğitiminde büyük<br />

uğraş vermiş ve gerek orta öğretim gerekse yüksek öğretimde titiz çalışmalarıyla Türkiye’deki<br />

fizik eğitiminde büyük uğraş vermiş ve gerek orta öğretim gerekse yüksek öğretimde titiz<br />

çalışmalarıyla Tükiye’deki fiziğin bugünkü düzeyine gelmesinde büyük katkıları olmuş bir<br />

kişiydi. Kendisin tanrıdan rahmet diler, ailesine ve fizik camiasına başsağlığı dileriz. Sayın Prof.<br />

Dener’in kısa bir özgeçmişini aşağıda veriyoruz.<br />

Profesör Hayri Dener, 1898 yılında Filibe’de doğdu. 1918’de Edirne Sultanisi’ni bitirerek<br />

İstanbul Darülfünun’unda fizik ve matematik öğrenimi yaptı. 1922’de Darülfünun’dan mezun<br />

oldu ve ileri öğrenim için Fransa’ya giderek Strasbourg Üniversitesinde okudu. 1925’te yurda<br />

döndüğünde, ilk olarak kısa bir süre Kabataş Erkek Lisesi fizik öğretmenliğine atandı. Bundan<br />

sonra 1926’dan 1928’e kadar, Zonguldak’ta kurulmuş bulunan Maden Yüksek Mühendisliği<br />

Yüksek Okulu’nda fizik ve matematik öğretim üyeliği yaptı. 1928’de Ankara’ya tayin edilerek<br />

Gazi Terbiye Enstitüsü fizik öğretim üyeliğine getirildi. Bu sıralarda, özellikle orta dereceli<br />

okullar için fizik ders kitapları yayınlamaya başladı.<br />

1935 ve 1943 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı genel müfettişi ve Talim ve Terbiye<br />

Kurulu üyesi olarak görev yaptı. Bu dönemde, gözlem ve deneye dayatılması gereken fizik,<br />

kimya ve biyoloji dallarındaki eğitimin ortaokul, lise ve öğretmen okullarında bu amaca<br />

yöneltilmesini sağlayan çok önemli çalışmalarda bulundu. Bu uğraşısı esnasında, Milli Eğitim<br />

Bakanlığınca bütün okulların ihtiyacı olan deney aletlerinin sağlanması ve bunların kullanımına<br />

ilişkin öğretmen kurslarının düzenlenmesi ile de görevlendirildi. Ayrıca, deneysel fizik üzerine,<br />

özellikle öğretmen yetiştirmeye yönelik kitaplar yazdı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 194<br />

1943 yılında, Ankara’da bir Fen Fakültesi açılması için<br />

kurucu dekan olarak görevlendirildi. Ankara Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi’nde müdürü bulunduğu Genel Fizik Enstitüsü’nde 25 yıl<br />

genel fizik profesörlüğü ve aralıklı olarak üç defa dekanlık yaptı.<br />

Bu süre içerisinde, zaman zaman dış ülkelerdeki bilim<br />

kurumlarında da çeşitli incelemelerde bulundu ve fizik dalında<br />

orta dereceli okullar ve üniversiteler için bir çok kitap yayınladı.<br />

1968 yılında Cumhurbaşkanınca Kontenjan Senatörlüğü’ne<br />

atandığından Üniversiteden ayrıldı ve 1974 yılına kadar<br />

Cumhuriyet Senatosu üyeliği yaptı.<br />

1974’ten vefatına kadar, emekli bir devlet memuru<br />

olmasına rağmen, dinamik bir fikri yaşam içerisinde bilimsel çalışmalarına devam etti.<br />

Profesör Hayri Dener’in Ardından<br />

Prof. Dr. Rauf Nasuhoğlu<br />

Milli Eğitimimizin çeşitli basamaklarında yarım yüzyılı aşkın dolgun bir hizmet verdikten<br />

sonra aramızdan ayrılan Profesör Hayri Dener’i saygı ile anarken onun hizmet anlayışı ve<br />

ülkemiz eğitimine katkıları üzerinde durmak onu yakından tanıyan bizler için bir görev<br />

olmaktadır.<br />

Ben profesör Dener’i Ankara Fen Fakültesinin kurulduğu yıllarda tanıdım. Dener o sırada<br />

Türk Milli Eğitiminde fizikçi ve yönetici olarak ünlü bir kişi idi. Fakülteye alınmam söz konusu<br />

idi. Ama görevli ve yükümlü bulunduğum Milli Eğitim Bakanlığı bürakrasisinden bir türlü izin<br />

alamıyordum. Haksızlığa uğramışlık psikolojisi içinde kendisine başvurmağa karar verdim. O<br />

sırada Fen Fakültesi Gazi Eğitim Enstitüsünün birkaç odasına sığınmış durumda idi. Dener’in<br />

çalışma “odası” ise öğrenci laboratuvarının bir köşesine yerleştirilmiş küçük bir masa idi.<br />

Habersiz gittiğim için çekingen ve tedirgin idim. Kendisi ile ilk kez karşılaşıyordum. Ama beni<br />

anlayışla karşıladı. Sinirli, sabırsız ve biraz hırçın bir ruh hali içinde bulunduğumu anlamış<br />

inandırıcı yumuşak bir tartışma havası içinde, benim “sorunumu” değerlendirmiş, 1940 savaş<br />

yılları içinde Bakanlığın öğretmen, özellikle fen öğretmeni, fizik öğretmeni sıkıntısını ve bu<br />

sorununa bizim de anlayış göstermemiz gerektiğini belirtmiş ama bunun bir hakkın<br />

aranmasından vazgeçmek anlamına gelmediğine ergeç bu atanmanın gerçekleşeceğine beni<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 195<br />

inandırmıştı. Yanından ayrıldığım zaman duygularımla değilse de aklımla ona hak vermiştim.<br />

Aradan iki yıl geçmesi gerekti ama atanmam gerçekleşti.<br />

Profesör Dener sorunlar ne denli karmaşık olursa olsun bir birine çelişik görünen tezleri<br />

sabır ve hoşgörü ile tartışarak çözümleyici bir yöntemle, olabildiğince bağdaştırmasını bilen bir<br />

insandı. Bu aslında fiziğin geliştirdiği bilimsel düşünme yönteminin fizik dışı sorunlara<br />

uygulanması demektir ve günümüzde en çok gereksinme duyduğumuz yöntemdir bu.<br />

Profesör Dener insanlarla ilişkilerinde aşırı bir senli-benliliğe kaçmayan, sınırları iyi<br />

koruyan bir tutum içinde olurdu. Kendi düşündüğünü ne denli cesaretle savunursa<br />

karşısındakini büyük bir sabırla dinler, onu anlamaya çalışırdı. Hiçbir tartışmayı tatsızlığa<br />

vardırmaz kırmadan ve kırılmadan işi tatlıya bağlayıp oyundan çekilirdi.<br />

Profesör Dener prensip sahibi titiz bir insandı. Özellikle devlet malına karşı laubalice,<br />

hoyratça tutumlara karşı ölçülülüğü kaçırmadan ciddi bir sertlik içinde olurdu. Fizik<br />

öğretmenleri için düzenlenen bir yaz kursunda bir arkadaş hava yoğunluğu ölçmek için<br />

kullanılan bir litrelik bir balonu kurutmak için pencerenin içine güneşe koymuş. Az sonra bir<br />

esinti balonu düşürdü ve kırdı. Dener kulaklarına dek kızardı, baskı altında tuttuğu kızgınlığını<br />

“bu balon oraya konur mu?” diye yumuşaklıkla dile getirmeye çalıştı. Öğretmen özür olarak bir<br />

şeyler mırıldanınca “çocuğunuzu oraya oturtur mu idiniz?” dedi. Onunla çalışanlar, özellikle<br />

öğrencileri bu tutumun çok örneklerini yaşamışlardır.<br />

Çalışma odası laboratuarı her zaman derli toplu, düzenli ve işler durumda olurdu.<br />

Profesör Dener iyi bir hoca, iyi bir fizik yazarı idi. İyi hazırlanmış, iyi düzenlenmiş<br />

derslerinin sunuşu adeta zarif bir sanat icrası gibi yürüttüğünü öğrencilerinden çok<br />

dinlemişimdir. Özellikle Gazi Eğitimden yetiştirdiği öğretmenler kendisini hep saygı ve<br />

hayranlıkla anarlar, ona benzeme çabası içinde olurlardı.<br />

Özellikle orta öğretim düzeyinde yazdığı fizik kitapları 1930’larla 1950’ler arasında lise<br />

öğrenimi görmüş nice gencimizin fizikle ilk tanışıklıklarının bir yumuşak uyum içinde olmasını<br />

sağlamıştır. Bunlar alışılmamış bir açıklıkla, özellikle dil, terim ve sunuş mantığı bakımından bir<br />

yenilik ve bir çağdaşlık çeşnisi taşıyan ders kitapları idi. Yüksek öğrenimi fen dallarında yapan<br />

pek çok öğrencisi orta öğretimde onun kitaplarından aldıkları fizik kültürünün kendilerini fiziğe<br />

karşı bir yatkınlık içinde tuttuğunu söylerler. Bu dönemde öğrenim görmüş pek çok insanımız<br />

bilinç altlarında a hiç kuşkusuz H. Dener’in bilimsel etkisini taşımışlardır.<br />

Ankara Fen Fakültesinin 1 numaralı kurucusu olarak bu kurumun gelişmesine önemli<br />

katkıları olmuştur. Kendisinin bilimsel araştırmaya yeterince ağırlık vermediği gibi bir eleştiri<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 196<br />

ile karşılaştığı çok oldu. Ama şimdi Fakültemizin ve Üniversitemizin kuruluşundan bu yana<br />

geçirdiği gelişmeler ve aşamalar değerlendirilecek olursa 1940’larda, İkinci Dünya Savaşının<br />

dövüşten başka bir şeye yer bırakmayan koşulları içinde görev yapan insanların daha sonraki<br />

bizlerin ve bizlerden sonra gelenlerin çok daha elverişli koşullarda yapabildiklerinden hiç de az<br />

olmadığını kabul etmek zorunda kalırız. Profesör Dener hocamız kendini çok gerçekçi biçimde<br />

değerlendirip en iyi hizmeti ve bu yoldan verebileceğini ölçerek çizgisini çizmişti. Bilimsel<br />

çalışma yapıyorum diye bilime gerçek ve özgün bir katkı niteliği taşımayan bir şeyler ortaya<br />

koyma gibi aldatmacalara girmemiştir. Bu anlayışın iyi değerlendirilmesi gerektiği<br />

kanısındayım.<br />

Ölüm gelişen yaşamın doğal bir sonucu. Ne mutlu ona ki ömrünün yarım yüzyılı aşkın bir<br />

süresini bu toplumun gençlerini yetiştirmek gibi yüce bir işe harcamasını bilmiştir. Bu yaşamın<br />

genç kuşaklarımıza örnek olmasını dilerim<br />

Prof.Hayri Dener’den Birkaç Anı<br />

Prof.Dr. Demir İnan (Mart 2005)<br />

(Hacettepe Üniversitesi Fizik Mühendisliği Bölümü)<br />

Atatürk Heykeli<br />

Bizim öğrenciliğimiz döneminde Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinin bahçesinde,<br />

dekanlığın olduğu binanın girişinde, bir Atatürk heykeli vardı. Dener hoca bu heykelin<br />

çevresinin daha iyi düzenlenmesini istemiş olacak ki, bu görevi üstlenmişti. Bir gün fakülteye<br />

geldiğimde heykelin yanında ustalarla konuştuğunu gördüm ve onların yanına gittim. Hayri<br />

hoca ustalara nasıl ve neler yapılacağını söyledikten sonra fiyat sordu. Ustaların söylediği fiyat<br />

bana fazla gelmişti. Ancak Hayri Hoca hiç pazarlık yapmadı ve “iyi bir şeyler yapın” demekle<br />

yetindi. Daha sonra birlikte fizik bölümüne giderken ben fiyatın fazla olduğunu daha az parayla<br />

bu işin yapılabileceğini söyledim. Hayri Hoca, ‘bak Demir’ dedi, ‘Bu Atatürk’ün heykeli; bunun<br />

çevresi fakültemize uygun güzellikte olmalı; bunun pazarlığı olmaz.’<br />

Senatörlük.<br />

Hayri Dener yaş sınırından emekli olacağına yakın bir döneminde o zamanki<br />

Cumhurbaşkanı (Sanıyorum Cevdet Sunay)’ca TBMM’ye senatör seçildi. O zamanlar, Cumhur<br />

Başkanının belili sayıda senatör seçme (atama) yetkisi vardı. Bizler öğrenci olarak bu olaya çok<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 197<br />

sevinmiştik. Öyle ya, ilk kez bir hocamız, bir fizikçi senatoya girecekti bize göre. Bin gün<br />

fakültenin bahçesinde Hayri Hocayı gördüm ve yanına yaklaşıp senatörlüğünü kutladıktan<br />

sonra “hocam sizden çok şeyler bekliyoruz” dedim. Hayri Hoca sakin şekilde şöyle bir yanıt<br />

verdi: “Bak Demir, her kurumun bir çalışma düzeni ve çalışma hızı vardır; bir tek kişi bunu çok<br />

fazla değiştiremez. Bu yönüyle benim yapacaklarım da sınırlıdır.” Hayri Hoca dediğini tutmuş<br />

ve senatörlük dönemini çok etkin olmadan, ancak saygın şekilde sürdürüp bitirmiştir.<br />

Hayri Dener Dener mi?<br />

Hayri Dener fakültede (bizim öğrencilik dönemimizde) Elektromagnetizma dersini veriyordu.<br />

Dersleri her Salı ve Cuma günleriydi. Derslerinde çok kibar bir anlatımı vardı. Çok düzenliydi.<br />

Ders anlatırken, elinde iskambil destesi gibi küçük kağıtlarındaki notlarından yararlanırdı.<br />

Tahtaya sol üst baştan yazmaya başlar ve ders sonunda sağ alt köşede bitirirdi. Tebeşiri çok<br />

bastırmaz, neredeyse yarım tebeşir harcayarak dersi bitirir ve bunu tutumluluk örneği sayardı.<br />

Derslerinde ara sıra espriler de yapardı ve esprilerine kendi de gülerdi. Bazen bir konuda<br />

öğrencilerin kuşkusu olur, “hocam öyle olur mu?” der gibi bir baktıklarında, “Ben Dener’im, siz<br />

de deneyin görün” derdi.<br />

Askerde Hayri Dener .<br />

Fakülte ve fizik çevrelerinde anlatıldığına göre, Hayri Dener askerliğini yaptığı sırada bir dersin<br />

hocası fizik ile ilgili bir açıklamada bulunmuş. Hayri Dener buna karşı çıkmış ve bunun yanlış<br />

olduğunu hocaya söylemiş. Hoca bu konuyu Hayri Dener’in fizik kitabından okumuş olduğunu<br />

ve doğru olması gerektiğini belirtince Hayri Dener “Eğer ben Hayri Dener isem böyle bir<br />

saçmalık yapmam” demiş.<br />

Hayri Dener Dekan’ken.<br />

1960 askeri devriminden önce bir çok üniversitenin fakültelerinde gençler, toplantılar,<br />

gösteriler ve taşkınlıklar yaparken Ankara Fen Fakültesi’nde de küçük çapta da olsa bazı<br />

olayların olduğu söylenir. Bir seferinde polis fakülte bahçesine girip olayları yatıştırma<br />

eyleminde bulunduğu sırada öğrencinin polisten etkilenerek olayları büyütme eğilimine<br />

girdiğini gören fakültenin dekanı Hayri Dener’in çıkıp polislerin şefiyle görüştüğü ve polisi<br />

fakülte bahçesinden hemen çekmelerini söylediği, ortaya çıkacak olumsuz durumlar için<br />

kendisinin sorumluluğu üstlendiği söylenir. Polis fakülteden çıktıktan sonra öğrenciler yatışmış<br />

ve olaylar sona ermiş.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 198<br />

Görevi benimseme, yetkiyi kullanma ve sorumluğu üstlenmeye güzel bir örnek değil mi?<br />

Hayri Dener Soğukkanlılığı.<br />

Hayri Dener sakin, kibar, alçak sesle ve sözcükleri özenle seçerek konuşan, beyefendi bir<br />

hocamız idi. Kendisi, “kapımdan girip elinde bıçakla beni öldürmek üzere saldıran kişiye<br />

ceketini iliklettirip elimi öptürtüp odamdan çıkaracak kadar soğukkanlı ve yatıştırıcıyım’’<br />

derdi.<br />

Araba ve Gençlik<br />

Hocamız merhum Prof. Hayri Dener 1960’lı yıllarda yurt dışından Türkiye’ye dönerken yeni bir<br />

araba getirmiş. Bir gün arabasını park ederken genç bir çocuğun dikkatle ve imrenerek arabaya<br />

baktığını fark etmiş. Arabasından çıkıp işine giderken çocuğun hala arabanın çevresinde hayran<br />

bakışlarla dolandığını görünce çocuğu yanına çağırıp sormuş.<br />

- Arabayı çok mu beğendin ?<br />

- Evet efendim, demiş çocuk.<br />

- Gel bir anlaşma yapalım. Ben sana arabayı vereyim sen de bana gençliğini.<br />

KAYNAK:<br />

1- Fizik Müh. Odası “Fizik Mühendisliği” dergisi, Cilt.2, Sayı 19, Nisan 1980<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 199<br />

Dilşad Elbrus<br />

(1915 - 1979)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 200<br />

Prof . Dr . Dilşad Talibhan Elbrus ’ un Hal Tercümesi<br />

Prof . Dr . Dilşad Talibhan Elbrus 31 Mayıs 1915 tarihinde Bakü ’ de doğmuş , ilk tahsilinin<br />

ve orta tahsilinin bir kısmını Bakü ’ de yaptıktan sonra ailesi ile birlikte Türkiye ’ ye göç etmiş<br />

ve Lise tahsilini İstanbul Kız Lisesi’nde 1931 ders yılı Haziran döneminde tamamlamıştır .<br />

1931 – 1932 ders yılı başlangıcında İstanbul Dar’ül Fünun’u Fen Fakültesinin Fizik – Kimya<br />

Lisansı Bölümü’ne kaydolmuş ve 1934 – 1935 yılının Eylül döneminde İstanbul Üniveristesi Fen<br />

Fakültesinin Fizik – Kimya Lisansı Bölümü’nden mezun olmuştur . Aynı yılın sonuna doğru<br />

İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Tecrübi – Fizik Enstitüsü Asistanlığına tayin edilmiştir .<br />

1937 Haziran’ında ,<br />

Almanya’nın “ Alexander<br />

von Humboldt Stiftung ”<br />

bursunu kazanarak Berlin ’<br />

e gitmiş ve Berlin<br />

Üniversitesi nezdindedi .<br />

“ Deusches Institut für<br />

Auslünder ” de altı ay<br />

Almanca kurslarına devam<br />

ederek , Alman<br />

Üniversitelerinde ders takip<br />

edecek ve araştırma<br />

yapabilecek derecede<br />

Almanca bildiğini belgeleyen diplomayı almıştır .<br />

1948 yılında Doktora çalışmasına başlayan Dilşad Talibhan Elbrus , 1949 yılında<br />

“ Fen Doktoru ” ünvanını almıştır .<br />

1949 Eylül – 1950 Nisan tarihleri arasında , özel izinle gittiği Amerika ’ nın Michigan<br />

Üniversitesinde , yapılan araştırmaları incelemiş ve seminerlere katılmıştır .<br />

1952 – 1953 yıllarında Doçentlik Tezi çalışmalarını yapan Dilşad Talibhan Elbrus , 8<br />

Kasım 1954 tarihinde “ Fizik Doçenti ” ünvanını kazanmış , 8 Şubat 1955 tarihinde de eylemli<br />

Fizik Doçentliğine tayin edilmiştir .<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 201<br />

1955 Mayıs – 1957 Haziran tarihleri arasında İngiltere’de “ Harwell Atom Enerjisi<br />

Araştırma Merkezi ” ne bağlı “ İzotop Okulu”nda radyoaktiflik ve nükleer elektronik alanında<br />

kurallara devam etmiş ve araştırmalar yapmıştır .<br />

29 Kasım 1957 tarihinde Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik Enstitüsü doçentliğine ,<br />

İstanbul Üniversitesinden naklen atanmıştır .<br />

11 Temmuz 1961 tarihinde aynı Fakültede Fizik Profesörlüğü’ne yükseltilmiş ve 27 Eylül<br />

1961 tarihinde , o yıl kurulmuş olan Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Denel – Fizik Kürsüsü<br />

Profesörlüğüne , 16 Nisan 1969 tarihinde de , Mühendislik Bilimleri Fakültesi Temel Bilimler<br />

Kürsüsü Profesörlüğüne naklen atanmış ve 4 Nisan 1976 tarihinde , kendi isteği ile emekli<br />

olmuştur .<br />

1959 –1960 yıllarında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesindeki Fizik Enstitüsünün Kurucusu<br />

olan Prof . Dr . Dilşad Talibhan Elbrus , mezür enstitünün 1961 – 1962 de kurulan Ege<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi bünyesine Denel Fizik Enstitüsü adıyla intikal eden bu enstitüyü<br />

geliştirmiş ve her yıl ortalama 1000 öğrenciye F.K.B öğretim hizmetini sunmuş ve kısa adı<br />

MÖTBE olan Meslek Öncesi Temel Bilimler Enstitüsü ’ nün kuruluşunda da büyük emeği<br />

geçmiştir .<br />

Akademik görevi süresince Tecrübi – Fizik ve Modern Fizik konularında ders vermiş<br />

olan Profesör Elbrus , yönetici olarak da görev yapmıştır .<br />

Bilimsel Araştırmaları özellikle Çekirdek Fiziği alanında olmuş ve Transistör’ ü fiziksel<br />

yönden açıklayan ilk Türkçe telif eseri ,1961 yılında yayınlamıştır .<br />

Türkiye ’ de “ Fizik Profesörü ” ünvanını kazanan ilk kadın olan Prof . Dr . Dilşad Talibhan<br />

Elbrus , Rusça , Almanca ve İngilizce bilmektedir .<br />

Prof . Dr . Hakkı Bilgehan<br />

Sayın Elbrus , Sayın Yaşar<br />

Değerli aile ve yakınları<br />

Sayın misafirlerimiz<br />

Bu gün mutlu bir gün<br />

Bu gün bir kutlama günü<br />

Aslında çok değerli iki arkadaşımızın görevden ayrılmaları dolayısıyla , onları<br />

alışageldiğimizden daha seyrek görmek durumunda kalacağımız için tabiî ki üzüntülüyüz . Ama<br />

işin diğer yönü , mutlu bir yönü var .<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 202<br />

Biz bugün burada memlekete topluma yıllarını vermiş iki arkadaşımızın eriştikleri mutlu<br />

bir günü kutluyor ve onlara verdikleri hizmetler için Üniversitemizin şükranlarını sunuyoruz .<br />

Sayın Elbrus ve Sayın Yaşar şimdi geçmişe bakıyorlar .<br />

Öğrencilikleri bitipte göreve ilk başladıkları gün gözlerinin önünde . Tereddütlü ve<br />

heyecanlı bir gün O .<br />

Neyi nasıl yapacağım ?<br />

Nasıl hizmet edeceğim ?<br />

Aman mahçup olmayayım .<br />

Aman en iyisini yapayım heyecan içinde bir gün .<br />

Sonra gün günü takip ediyor . Hizmet çarkları dönüyor . Artık bu çarkları kendi başlarına<br />

çeviriyorlar . Her gün biraz daha yatkın , biraz daha tecrübe kazanmış olarak daha hızlı , daha<br />

hızlı çeviriyorlar hizmet çarklarını . Emeklilik falan hiç hatırlarına gelmiyor . Tek düşündükleri<br />

şey çalışmak , hizmet etmek , emek vermek .<br />

Bu heyecan içinde günler , yıllar geçiyor . Bir gün geliyor ki yine arkalarına baktıkları<br />

zaman gönülleri , kalpleri yine heyecanla dolu ve müsterih .<br />

Yapmış oldukları hizmetleri kaleme vurmaya imkan yok .<br />

Bir öğretim üyesinin , bir öğreticinin yaptığı hizmetler kaleme vurulabilir mi ?<br />

Öğreticilerin hizmetlerini yalnız yazdıkları kitaplar , yayınladıkları çalışmalarla<br />

ölçemezsiniz .<br />

Yetiştirdikleri onbinlerce öğrencinin değerini nasıl kaleme vurabilirsiniz .<br />

Evet Onların emek vererek yetiştirdiği onbinlerce öğrenci bu gün yurt yüzeyinde<br />

dağılmış her biri hizmet çarkının başında , onu döndürüyordur .<br />

Görevlerine ilk başladıkları gün kalplerinde yanan hizmet ateşi yurt yüzeyini kaplamış.<br />

Bu hizmetler kaleme vurulabilir mi ?<br />

Emekli diyoruz . Yeni çalışmış , emek vermiş ve zamanın belli bir noktasında “ Artık bu<br />

yönde bu çalışma yeter ” demiş , görevini yapmış insanların huzuru içinde o güne kadar<br />

sürdürdüğü hizmetten ayrılmaya karar vermiş ve ayrılmış .<br />

Hizmet verenlerin ulaşabileceği en şerefli , en mutlu mertebeye ulaşmışlardır . Ama<br />

hizmetin sonuna değil .<br />

Çünkü emekli olmak hizmetten tamamen ayrılmak değildir ve yapmak isteyenler için<br />

hizmetin sonu yoktur .Genç ve dinç kafalar olarak bulundukları her yerde yazarak , anlatarak ,<br />

sosyal aktivitelerde bulunarak pek çok ve çeşitli hizmetler yine onlarındır .<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 203<br />

Kendilerine bundan sonraki yaşantıları için nice sağlıklı , mutlu ve hizmet dolu yıllar<br />

diler , Üniversitemiz adına şükranlarımızı sunarım .<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş - Prof. Dr. Hüseyin Erbil<br />

Talibhan Bey ile Hayrünnisa Hanımefendinin kızı olarak 1915 yılında Bakü<br />

(Azebeycan)’da dünyaya gelen Dilşad Talibhan Elbrus, 5 yaşlarında iken bütün varlıklarının<br />

ellerinden alınması ve babasının öldürülmesi üzerine Dayısı Hüseyin Cemal Yanar tarafından<br />

Türkiye’ye kaçırılmıştır. 19631’de İstanbul Kız Lisesinden mezun olduktan sonra kaydolduğu<br />

İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik-Kimya dalını Ekim 1934’te bitirmiş ve 27.12.1934’de<br />

aynı fakültenin Tecrübi Fizik Enstitüsüne asistan olarak atanmıştır. Doktora öğrenimini 1949’da<br />

tamamlayan D.T.Elbrus Kasım 1954’de “Üniversite Doçenti” unvanını kazanmıştır. Kasım<br />

1957’de Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik Enstitüsü doçentliğine naklen atanan Doç. Dr. T.<br />

Elbrus, 1961’de Profesörlüğe yükseltilmiştir. Ege Üniversitesi Fen Fakültesi’nin kurucu öğretim<br />

üyeleri arasında yer alan Prof. Dr. D.T. Elbrus, 14.10.1961’de bu fakültenin Denel Fizik Kürsüsü<br />

profesörlüğüne naklen atanmıştır. 1969 yılında Ege<br />

Üniversitesi Mühendislik Bilimleri<br />

Fakültesinin kurucu öğretim üyeleri<br />

arasında da yer alan Prof. Dr. D. Elbrus<br />

15.04.1969 tarihinde bu yeni fakülteye<br />

naklen atanmıştır. 02.02.1961 -<br />

04.10.1961 tarihleri arasında Ege<br />

Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik Enstitüsü<br />

Direktörlüğü,1961 - 1969 yılları arasında<br />

Fen Fakültesi Denel Fizik Kürsüsü<br />

Başkanlığı, 04.10.1961-26.11.1963<br />

tarihleri arasında Teorik Fizik Kürsüsü<br />

Başkanlığı, 1969 -1976 yılları arasında<br />

Ege Üniversitesi Mühendislik Bilimleri<br />

Fakültesi Temel Bilimler Bölümü<br />

Başkanlığı ve 1973-1974 tarihleri<br />

arasında da Mühendislik Bilimleri<br />

Fakültesi Dekan Yardımcılığı yapmış olan<br />

Prof. Dr. T. Elbrus, sağlığının son derece<br />

bozulmuş olması nedeniyle 1976’da<br />

emekliliğini istemiştir. Sağlık durumu<br />

giderek daha da bozulan Prof. Dr. D. T.<br />

Elbrus 11 Nisan 1979’da vefat etmiştir.<br />

Prof. Dr. D. T. Elbrus 19.05.1955 -<br />

15.06.1957; 01.12.1957 - 08.01.1959;<br />

01.07.1962 - 01.09.1962;, 29.06.1965 - 21.10.1965 tarihleri arasında İngiliz Üniversitelerinde,<br />

03.06.1963 – 01.10.1963 tarihleri arasında da İsveç’in Stocholm ve Upsala Üniversitelerinde<br />

araştırma – inceleme yapmıştır. Rusça, Almanca ve İngilizce bilen Prof. Dr. Dilşad Elbrus, 6<br />

bilimsel makale ve 2 kitap yazarıdır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 204<br />

Cavit Ener<br />

(1910 – 1981)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 205<br />

Prof. Dr. Ali Girgin<br />

1910 yılında İstanbul’da doğdu.İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da yapan Cavid Ener 1929<br />

yılında , İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi.Aynı yıl devlet sınavını kazanarak, fizik öğrenimi için<br />

Almanya’ya gönderilen Ener önce Berlin Üniversitesi’nde Almanca kurslarına katılarak,<br />

Almanca dilini geliştirdi ve daha sonra, 1930 sonbaharında kaydolduğu Breslau Technische<br />

Hochschule’yi 1935 yılında, Diplon Ingenieur ünvanıyla bitirdi. 1936 yılı başlarında Türkiye’ye<br />

döndükten sonra, İÜ FF Denel Fizik Kürsüsü’ne asistan olarak atanan Cavid Ener yaklaşık 1,5 yıl<br />

sonra, 1937 – 38 döneminde, askerlik görevini yapmak üzere, kürsüden ayrılmış ve bu görevini<br />

tamamladıktan sonra, tekrar aynı kürsüdeki asistanlık görevine dönmüştür.1941 yılında, o<br />

zamanki kürsü başkanı olan Prof. Dr. Harry Dember’ın yönetiminde doktora çalışmasını<br />

tamamlayan Cavid Ener 1943 yılında da, Saf Gümüşün İyonizasyon Potansiyeli Üzerine Sodyum<br />

Atomlarının Tesiri adlı tezi ile fizik doçenti olmuştur. Doçentliğe yükseldikten sonra öğrenim<br />

ve araştırma çalışmaları yanında yönetim görevleri de üstlenen Ener, 1940 – 50 yılları arasında<br />

Washington D.C.’deki Catholic University of America’da ultrases konusunda çalışmalar yapmış<br />

ve 1951 yılında kürsüdeki görevine dönmüştür.1957 yılında tekrar ABD’ye giden Prof. Dr. Ener,<br />

Brown University’de ziyaretçi Profesör ve araştırma asistanı olarak bir süre çalışmıştır.<br />

Türk Fizik Derneği kurucu üyesi de olan ve 1965 yılında profesörlüğe yükseltilen Prof. Dr.<br />

Ener, İÜ FF Fizik Bölümü Başkanlığı da yaptığı sırada, yaş sınırı nedeniyle, 23.5.1980 tarihinde<br />

emekli oldu ve 10 Aralık 1981 tarihinde aramızdan ayrıldı.<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş<br />

Ben öğrenci iken Cavid Bey Doçent idi. Ondan Ultrases dersini aldım. Cavid Bey babacan bir<br />

öğretim üyesi idi. Bize öğütler verir, kendimizi iyi yetiştirebilmemiz için tavsiyelerde<br />

bulunurdu. “ Çocuklar, bir yabancı dili mutlaka iyi öğrenin.” derdi. “Yazılı bir eser ortaya<br />

koymaya başlarsanız, onun mükemmel olması için zaman harcamayın. Mükemmel iyinin<br />

düşmanıdır. Mükemmel sanılan bir eserde bile eksikler ve hatalar vardır. Elinizdeki hazırlığınız<br />

yararlı olabilecek ise bekletmeden hizmete sokun….” mealinde öğütlerde bulunurdu.<br />

1954 yılında başlayan asistanlık döneminde onunla daha yakın olduk. Odasının kapısını<br />

vurup “Girin!” sesini duyduktan sonra içeri girdiğimde bir süre etrafa göz gezdirerek onu<br />

aranırdım. Daima masalarının üzeri kitap ve dosya yığınları ile dolu olurdu ve Cavid Hoca’yı bu<br />

yığınların birinin arkasında çalışır bulurdum. Fotoğraf çekmeye çok meraklı idi. Fotoğraf<br />

banyolarını ve basımını kendisi yapardı. Onun ilk kez Enstitüde yaptığı renkli slayt gösterisine<br />

hayran kalmıştım.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 206<br />

Enis Erdik<br />

(1914 – 1981)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 207<br />

Prof. Dr. Zekeriya Aydın<br />

(Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi)<br />

PROF. DR. ENİS ERDİK’İ YİTİRDİK<br />

Ankara Fen Fakültesi Fizik Bölümünün değerli öğretim üyesi Sayın Prof.Dr. Enis Erdik’i<br />

yitirmenin acısı içindeyiz. Fen Fakültesinin kuruluşundan bu yana 38 yılından beri, sırasıyla<br />

asistan, doçent ve profesör – bir süre de dekan - olarak bu kurumda görev yapan saygıdeğer<br />

hocamız, ömrünün bu en verimli 38 yılını harcadığı fakültede binlerce öğrencinin yetişmesine<br />

katkıda bulunduktan sonra, 24 Kasım 1981 günü her zamanki titizliğiyle bir laboratuvar<br />

çalışmasını yönetirken aramızdan göçüp gitti.<br />

Prof. Dr. Enis Erdik 1914 yılında Afyon’un Emirdağ kazasında doğdu. Eskişehir Lisesini<br />

bitirdikten sonra İstanbul Fen Fakültesi ve İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunda 1935-38 yılları<br />

arasında Fizik – Kimya öğrenimi gördü. Askerlik hizmetinin ardından, Balıkesir Lisesi ve Antalya<br />

Lisesinde öğretmenlik görevlerinde bulundu. 1944 yılında yeni açılmış olan Ankara Fen<br />

Fakültesine asistan olarak girdi. 1949’da Fen doktoru, 1954’de doçent oldu. 1963 yılında da<br />

profesörlüğe yükseltildi.1952-54 yılları arasında Fransa’da Institut de Physique Atomique de<br />

Lyon’da “Çekirdek Emilsiyonları içine Yüklü Parçacıkların İzlerini Kaydı” konusunda Enstitü<br />

Müdürü ve Lyon Fen Fakültesi Profesörü Jean Thibaud’nun yanında çalıştı. 1958-60 yıllarında<br />

da Amerika’da Brookhaven National Laboratory’de 18 ay süreyle Reaktör Fiziği üzerinde<br />

oradaki grup ile birlikte araştırmalara katıldı.<br />

Değerli hocamızın en belirgin özelliği, öğretimde gösterdiği ciddiyet ve titizlikti. İyi bir<br />

öğretici olarak derslerini ve patik çalışmalarını vaktinden önce hazırlar, her şeyi yerli yerinde<br />

düzenler tüm çalışmanın iyi bir düzen içinde eksiksiz ve uyumlu yürütülmesi için hiçbir ihmale<br />

yer bırakmazdı. Ders ve pratik çalışmalar yanında, öğrenci kayıtlarını, devam yoklamalarını,<br />

sınav çizelgelerini ve ders notlarını onun kadar ciddiye alan pek az insan bulunur.<br />

Son yıllardaki rahatsızlığına karşın, ders ve laboratuvarlarını bir kez olsun ihmal etmemiş,<br />

her laboratuvar saatinde başından sonuna kadar öğrencileriyle ilgilenmiş, onlarla beraber<br />

olmuştur.<br />

Ne mutlu ona ki, son nefesine kadar görevini sürdürmüş ve çok sevdiği laboratuvar<br />

çalışmalarından biri esnasında öğrencilerinin kolları arasında Tanrının rahmetine kavuşmuştur.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 208<br />

Ölüm bizler için kaçınılmaz olduğuna göre, zamanı geldiğinde Tanrı bizleri de böyle bir ölümle<br />

yanına alsın.Enis Erdik hocamıza tanrıdan rahmet, acılı ailesine ve tüm fizik camiasına baş<br />

sağlığı dileriz.<br />

KAYNAK:<br />

“Fizik Mühendisliği” dergisi, Cilt 2, sayı:23, 1981<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 209<br />

Aynur Erginsav<br />

(1941 - 1988)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 210<br />

Yakın Arkadaşı<br />

Yine bir üniversite giriş<br />

sınavıydı. 1973 yılının, güneşli<br />

haziran günü, Vatan<br />

caddesindeki lisenin dizlerimize<br />

değen küçücük sıralarına<br />

oturmuş, soru kağıtlarının<br />

gelmesini bekliyorduk. Soru<br />

kitapçıkları gelmedi tam bir<br />

saat.<br />

Kısa boylu, düz saçlı,<br />

yuvarlak yüzlü, balık etli genç<br />

bir kadın salon başkanı. Çiçekli<br />

bir elbise vardı üzerinde, fıkır fıkır, hayat dolu haliyle yeni mezun liselilere bireyler anlatıyor,<br />

gülüyorlar, konuşuyorlar. Arka sıralarda gazetemi okurken (bende sınava giriyordum öğrenci<br />

olarak) yarım kulak konuşulanları da dinliyordum. “Evet” dedi salon başkanı, “İstanbul<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi Denel Fizik Kürsüsünde asistanım ben…” Hemen başımı kaldırdım,<br />

dikkatle yüzüne baktım, tanımıyordum. Fizik bölümünde okumuş, mezun olmuş, aynı kürsü<br />

için asistanlık sınavını kazanmıştım. (üniversite sınavına başka bir amaçla giriyordum) Fizik<br />

bölümünde tanımadığım hoca yoktu. Oysa bu hanımefendiyi tanımıyordum. Bazen sınavda<br />

görevli lise öğretmenleri, kendilerini Üniversite Öğretim Üyesi olarak tanıtırlardı öğrencilere.<br />

“İşte” dedim, “Yalan söyleyen biri daha”. Sınav başladı, çok çabuk bitirdim, kâğıdımı verirken<br />

biraz sohbet ettik ve dayanamadım suçlarcasına sordum. “Siz gerçekten denel fizik mi<br />

çalışıyorsunuz? Ben oradan mezunum ama sizi hiç görmedim!” O nefis şen şakrak haliyle bir<br />

kahkaha patlattı ve beni mat eden cevabı yapıştırdı. “ Çünkü 10 yıldır İngiltere’deydim. Yeni<br />

döndüm ve göreve hemen başladım!”<br />

İşte Aynur Hanımla ( Erginsav ) tanışmamız aynen böyle oldu . Sonra o 1973 yılı yazı<br />

bitti , fakülte açıldı . Ben göreve başladım ; Aynur Hanımla iş arkadaşı olarak Denel Fizik<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 211<br />

Kürsüsünde tam 14 yıl ( 1988 ’ e kadar ) çalıştık . İyi bir arkadaşlığımız , dostluğumuz ve<br />

beraberliğimiz oldu .<br />

1941 yılında İstanbul ’ da doğan Aynur Enginsav , İstanbullu bir anne ile Adapazarlı bir<br />

babanın en küçük çocuğu idi . Annesi Eminönü – Piyerloti ( Kadırga ) kökenliydi ve sert ama<br />

mantıklı bir insandı . Küçük yaştan beri uzak olduğu babası ise Albay – Mikrobiyoloji uzmanı<br />

bir hekimdi . Aynur Hanım ’ ın sert ve keskin mantığı annesinden , araştırıcı bilim adamı yönü<br />

babasından bir armağandı ona .<br />

İstanbul Kız Lisesi , ardından İÜ Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nü 1965 ’ de bitirmiş ve<br />

Denel Fizik Kürsüsü’ne asistan olarak girmişti . 1968 ’ de ise aldığı bir bursla izinli olarak Glaskov<br />

Üniversitesi’ne gitmişti . 1973 ’ te dönüşüne kadar burada Mühendislik Fakültesinde Aşırı<br />

Soğutulabilen Sıvılarda Viskoelastik Retardasyon üzerine çalışmıştı . Doktorasını orada yapmış<br />

doçentlik için gerekli hazırlıkları orada tamamlamıştı . Prof . Lamb ve Dr. Barlow ’ un yanında<br />

sürmüştü çalışmaları . Aynur Erginsav , bu ekiple , laboratuardaki dikkatli ve titiz çalışmasıyla<br />

ilgi çekmiş , hep takdir edilmişti .<br />

Ne olursa olsun , işinde ciddi , taviz vermez , dosdoğru konuşup hiçbir çıkar ilişkisine<br />

aldırmadan , mantıkça inandığını sonuna kadar savunurdu .<br />

Denel Fizik Kürsü kurulunda ve sonraları seçildiği Fakülte Yönetim Kurulunda da aynı<br />

tutumunu sürdürmüştü .<br />

Görünümündeki aşırı mantık ve sertliğinin altında pamuk gibi bir yürek , yardımsever<br />

bir insan , tatmin olmaz bir bilim adamı yatardı . Bugünün yönetiminde etkin olan , o günün<br />

sağcısı-solcusu birçok öğrencimizi birlikte yönlendirerek , derslerini organize etmelerine<br />

yardımcı olurduk ve okuldan atılmak üzere olan bu genç kardeşlerimize gizli bir rehberlik<br />

çalışması yapardık .<br />

Aynur Erginsav , iyi bir öğretici idi . Kendi konusunda ise bizzat çalıştığı deneyleri<br />

anlatırken , o bilimsel ortamda yaşıyormuşçasına zevk alırdınız . Gerçekten ciddi ve tam bir<br />

bilim adamıydı .<br />

Bilimsel yaşamı boyunca 12 civarında uluslar arası makalede imzası vardı . Halen de<br />

geçerli olan ve kullanılan Barlow – Erginsav – Lamb formülü onun çalışmaları sonucu elde<br />

edilmişti .<br />

Doçentlik tezini toparlamıştı ve Türkçe redaksiyonunu beraber yapmıştık . Tez üzerine<br />

felsefi tartışmalarımız keyifliydi . Sonraki yıllarda master ve doktora öğrencileri yetiştirdi . Ne<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 212<br />

yazık ki sevgili dört öğrenci kardeşimizi kaybettiğimiz o kötü olayda ( trafik kazasında ) çok<br />

sevdiği öğrencilerini hiç unutamamıştı !<br />

Ancak , YÖK sonrası oluşan kaos ortamında herkes profesör oluyor , Aynur Hanımı<br />

birileri hep engelliyordu . Bize yardımcı olacak bir YÖK üyesini görmek üzere Ankara ’ ya<br />

giderken , maalesef birlikte yaşadığımız bir kaza sonucu , kucağımda vefat etti . Benim<br />

gözümde çoktan profesör olmuştu ama onu doçent olarak uğurladık.<br />

Neyse geçti o<br />

günler . Biraz da size<br />

neşeli bir şeyler<br />

anlatayım .<br />

Sevgili Aynur<br />

Hanımla ortak bir kayık<br />

– tekne almıştık . Denizi<br />

çok severdi , büyük<br />

dayısı uzakyol kaptanı imiş , çok küçük yaşlarda birlikte balığa çıkarlarmış . Hep o günleri özlerdi<br />

. Yazdan bir Pazar günü tekneyle açılırken , balıkçılardan bir olta aldı . “ Öğle yemeği için balık<br />

tutalım ” dedi . Bende , “ bak ama ” dedim “ bir porsiyonda beş adet istavrit olur , 2 porsiyon<br />

10 adet tutalım , balıkları ziyan etmeyelim . ” Kınalıada açıklarında başladık birer birer balık<br />

tutmaya .Üç .. beş .. yedi .. dokuz ve onuncu balık da geldi . O kadar hoşuna gitmişti ki biraz<br />

daha devam etmek istedi . Tam bir saat dolaştık , uğraştık ; inanmayacaksınız ama onbirinci<br />

balığı tutamadık ! Deniz bize gereksinimimiz kadarını vermişti .<br />

Fakülte içi – dışı zamanlarda çok zevkli , keyifli , Bilim – Felsefe – Yaşam dolu günlerimiz<br />

olmuştu . Hocalarımız , dostlarımız ,öğrencilerimizle , aile havası sıcaklığıyla geçen günleri<br />

özlüyoruz ! Aynur Erginsav , her zaman kendisini aratacak bir insandı .<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 213<br />

Cavid Erginsoy<br />

(1924 – 1967)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 214<br />

KATI HAL FİZİĞİNDE BİR ÖNCÜ<br />

HÜSEYİN CAVİT ERGİNSOY<br />

Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’ nin en parlak bilim insanlarından biri olan Hüseyin Cavit<br />

Erginsoy’un görkemli başarılarla dolu kısa yaşam öyküsü cumhuriyetin kuruluş temellerinin ne<br />

kadar doğru olduğunu gösterdiği kadar, çok genç yaşta ölümü de ülkemizin devrimci<br />

teknolojilere sıçrama konusunda kaçırdığı şansın da öyküsüdür. Erginsoy genç yaşta aramızdan<br />

ayrılmasaydı, bugünün dünyasını oluşturan devrimci teknoloji dediğimiz yüksek teknolojiye<br />

Türkiye daha o yıllarda geçiş yapabilirdi. Bu yazımızda onun çok yönlü ve renkli kişiliğini, en<br />

yakın dostlarının ve öğrencilerinin ağzından ve kaleminden aktaracağız.<br />

Özgeçmişi<br />

Hüseyin Cavit Erginsoy 20 Mayıs 1924 tarihinde Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise<br />

öğrenimini 1931-1942 yılları arasında Galatasaray Lisesi’nde yaptı. Lisans eğitimine İTÜelektrik<br />

mühendisliği bölümünde başladı. Bu arada yurtdışı burs sınavını kazanarak İngiltere’ye<br />

gitti. Lisans öğrenimini Londra Üniversitesi Elektrik Mühendisliği Bölümü’nde 1943-1947<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 215<br />

yılları arasında tamamladı. 1947 yılında İngiltere’de başladığı mühendislik stajını 1949 yılında<br />

bitirdi. British Council bursu ile Londra Üniversitesi Queen Marry College’de 1949-1952 yılları<br />

arasında doktorasını yaptı.1952 yılında başlayıp 1954 yılında bitirdiği askerlik görevi için<br />

Ankara’daydı. 1954 yılında Ülker Say ile evlendi. Bu evlilikten Ali ve Ömer isimli çocukları<br />

dünyaya geldi. 1954-1958 yılları arasında Etibank’ta çalıştı. Mühendis olarak Sarıyar barajı<br />

projesinde görev aldı.<br />

Erginsoy zamanın yeni teknolojisi olan nükleer enerjinin ülke sorunlarına çözüm<br />

olabileceğini düşünerek bu alanda çalışmaya başladı. Atom enerjisi komisyonunun İstanbul<br />

Küçükçekmece’ deki araştırma merkezi ÇNAEM’ de kurulacak TR-1 araştırma reaktörünün ön<br />

projesinin hazırlanmasında çalıştı. Etibank Atom Enerjisi Etüd Dairesi Başkanlığı ve Atom<br />

Enerjisi Komisyonu Üyeliği yoluyla bilim yöneticiliğine başladı.<br />

Cavit Erginsoy 1956- 1957 öğretim yılında arasında İTÜ de reaktör fiziği üzerine ders<br />

vermeye başlar. Bu dönemde bir süre için reaktör tiplerini görmek ve incelemek için uzman<br />

sıfatıyla Amerika’ya gider.<br />

1957- 1958 öğretim yılında, yeni kurulan Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim<br />

üyeliğine başlayan ve reaktör fiziği dersleri veren Erginsoy, aynı dönemde NATO Bilim Konseyi<br />

üyeliği yaptı.<br />

1958- 1962 yılları arasında Viyana’daki kısa adı IAEA ( International Atomic Energy<br />

Agency) olan Uluslararası Atom Enerji Kurumu’ nda uzman olarak çalıştı.<br />

1962- 1965 yılları arasında ziyaretçi üye olarak Amerikadaki Brookhaven Ulusal<br />

Laboratuvarı’nda katı hal fiziği üzerine çalıştı. 1965 yılında Brookhaven Ulusal Laboratuvarı<br />

hiçbir yabancı bilim insanına vermediği ömür boyu üyeliği ona verdi. 1965-1967 arasında<br />

Brookhaven Ulusal Laboratuvarı’nda asli üye olarak görev yaptı. 1967 yılında yeniden ODTÜ<br />

ye döndü. Aynı yıl, katı hal fiziğine evrensel düzeyde yaptığı çok önemli katkılardan dolayı<br />

TÜBİTAK Bilim Ödülü’ ne layık görüldü. Yine aynı yıl, Tübitak Bilim Kurulu Üyeliği’ne seçildi;<br />

ODTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’ na getirildi. 6 Aralık 1967 tarihinde geçirdiği kalp krizi<br />

sonucu ebediyete intikal etti.<br />

Yukarıda kısa özgeçmişinden bahsettiğimiz bu değerli fizikçimizi daha iyi tanıyabilmek<br />

için, Erginsoy’un ölümünden bir yıl sonra, büyük Türk Fizikçisi Feza Gürsey’in TÜBİTAK Bilim<br />

ve Teknik dergisinde kaleme aldığı ve onu anlatan yazıyı aşağıda bulacaksınız. Bu yazı<br />

çerçevesinde bazı önemli noktalara vurgu yaparak Erginsoy’un zamansız ölümüyle ülkemizin<br />

kaçırdığı çok önemli fırsatları dile getirmeye çalışacağız.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 216<br />

GRANİT İLE SERVİ<br />

Feza Gürsey<br />

Bir sene evvel 6 aralık 1967’ de Cavid Erginsoy’u kaybettik. Kendisinin ailesi, yakın<br />

dostları, bazı öğrencileri, bir de onu hiç tanımamış birkaç yeni genç öğrenci ile birlikte<br />

ölümünün yıldönümü sabahı kabrini ziyarete gittik. Kabre, onun sadece adını işitmiş olan<br />

gençlerin gözüyle baktım. Hocalarını nasıl tasavvur ediyorlardı acaba? Küçük taş merdiveni<br />

tırmanınca, kıymetli mimarımız Sayın Nejat Erem’in projesini çizdiği bir anıt, manzarayı<br />

dolduruyordu. Bu anıt küp şeklinde dört tonluk yeşil bir granit kaya parçasından<br />

ibaretti.Üstünde kabartma sade bir yazı: Cavid Erginsoy: 1942-1967. Koca granit, taze çimeni<br />

çerçeveleyen ince bir beton duvar üzerinde dengede duruyordu. Cavid’in eşi ve oğulları çimene<br />

zambak çiçekleri dizdiler. Sayın rektörümüz Kemal Kurdaş da dörtgen şeklindeki çimenin bir<br />

köşesine bir servi ağacı dikerek tabloyu tamamladı.<br />

Bu tablo Cavid Erginsoy’un adeta bir manevi portresiydi. Onu bilmeyen gençler kabrine<br />

bakarak hocalarının şahsiyeti hakkında doğru bir fikir sahibi olabilirlerdi.<br />

Mimarın da düşündüğü gibi yeşil granit Cavid’in özünün ağırlığını ve ciddiyetini temsil<br />

ediyordu. Anıtın sade hatları şahsiyetinin sadeliğini ve tevazuunu yansıtıyordu. Granit iradesine<br />

ve çalışma disiplinine mükemmel şekilde uyan geometrik şekil aynı zamanda bilimsel kişiliğinin,<br />

yapısını araştırdığı kristallerin, genel olarak ta matematiği maddeye giydiren fizik biliminin bir<br />

simgesi gibiydi. Nihayet taşın dengesi Cavid’in hayatındaki ve iş alemindeki dengeyi ifade<br />

ediyordu. Çünkü Cavid sadece bir bilim adamı değildi. Kültürü ile bilim ve hümanizma arasında<br />

bir denge kurmasını bilmişti. İşte onunu hümanist, sanatsever, insan tarafını bu taze, yumuşak<br />

çimende ve onu süsleyen çiçeklerde görmek kabildi. Hayatının en önemli unsuru olan<br />

dinamizmini dile getirmek ise servi fidanına nasip olmuştu. Böylece, Ankara taşları içinde bir<br />

son bahçe, dengeli bir taş ve ince bir ağaç, Cavid’in müstesna kişiliğine adeta yeniden can<br />

vermiş oluyordu.<br />

“Cavid Bir İşin Olmalı,<br />

Dikili Taşın Kalmalı”.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 217<br />

Bu beyit Cavid’in gençliğinde yazdığı bir konuşmadan alınmıştır. Burada iki kilit kelime<br />

var: İş ve taş. İş, Cavid’in insan olarak faaliyetlerini ve topluma hizmetlerini kapsıyor, dikili taş<br />

ise bıraktığı eserlerin bir özeti. Gerçekten Cavid’in bir değil, birçok işi oldu ve ondan hepimize<br />

dikili taşlar kaldı. Hizmetlerini mühendislik, bilim idareciliği, kültür faaliyetleri ve fizikçilik<br />

olarak dörde ayırabiliriz.<br />

Cavid İngiltere’de doktorasını aldıktan ve askerliğini yaptıktan sonra dört sene, 1958’ e<br />

kadar, Türkiye’de mühendis olarak çalıştı. Teknoloji iki türlü olur: normal teknoloji ve devrimci<br />

teknoloji.Bu ayırımı elektrik enerji üretimine uygularsak birinci kategoriye ısı ve baraj<br />

santralleri girer. Bunların temelleri daha önceki teknolojiye dayanır.<br />

Doğrudan doğruya bilime dayanan devrimci teknolojiye örnek olarak ise güç<br />

reaktörlerini alabiliriz. İşte Cavid senelerce Sarıyar Barajı projesinde çalıştıktan sonra<br />

Türkiye’nin geleceğini devrimci teknolojide gördü ve bütün enerjisini reaktörler üzerine teksif<br />

etti. Oldukça önemli su kaynaklarına sahip olan Türkiye’de bile bilimin ilerleyişi sayesinde bir<br />

gün reaktörler yoluyla elde edilen enerjinin daha ucuz ve pratik hale geleceğini düşünen Cavid,<br />

bu teknolojik atlamayı yapmak zorunda kalacak olan memleketinin, şimdiden, evvela deneysel<br />

reaktörler yaparak, sonra da deneme mahiyetinde güç reaktörleri kurarak, yarına hazırlanması<br />

gerektiğine karar vermişti. Bir taraftan Etibank’ta, bir taraftan atom enerjisi komisyonunda<br />

nükleer enerji üzerinde çalışırken, teknik üniversitede ve yeni kurulan orta doğu teknik<br />

üniversitesinde reaktör fiziği üzerine dersler vermek suretiyle gençleri bu devrimci teknolojik<br />

devir için yetiştirmeye başladı.<br />

Cavid Erginsoy artık mühendislik yolu ile bilim dünyasına kaymak üzere idi. İkinci işi<br />

bilim idareciliği oldu. Atom Enerjisi Komisyonu ve NATO Bilim Konseyi üyesi olarak bu işte<br />

tecrübe edinmişti. 1958’ de Viyana’daki birleşmiş milletlere bağlı uluslararası atom enerjisi<br />

teşkilatında görev alarak profesyonel bir bilim ve teknoloji idarecisi oldu. Viyana’da esas<br />

görevi, geri kalmış ülkelere devrimci teknolojiye atlama imkânlarını hazırlamaktı. Pakistan,<br />

Hindistan, Güney Amerika gibi ülkelere sık sık seyahat ederek oralarda bilimsel müşavirlik yaptı<br />

ve üçüncü dünyada bilimsel merkezlerin ve reaktörlerin gelişmesine büyük çapta yardım etti.<br />

Böyle bir teknik idarecilik ve bilim diplomatlığı hayatı Cavid’in zaten geniş olan<br />

kültürüne sınırsız gelişme imkânları verdi. Mühendislik devrinde şiir yazar, Helikon Kültür<br />

Derneği’nde tiyatro faaliyetlerine katılır, sanat ve müzik eleştiri makaleleri kaleme alırdı.<br />

Viyana devresinde İngilizce, Fransızca, ve Almanca’ya tam hakimiyet kurmuş, hem Türk<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 218<br />

Edebiyatı’na hem de Dünya Edebiyatı’na derinliğine nüfuz etmişti. Çok seyahat ettiği bu<br />

devrede dünya toplumlarının<br />

düzenleri ve sanatları hakkında geniş<br />

bilgi edinmişti. Cavid Erginsoy’u bu<br />

senelerde tanıyan birçok insan onun<br />

mühendis, bilim adamı olduğunu<br />

unutuyor, karşılarında 20.yüzyılın<br />

ideal bir kültür simgesini<br />

görüyorlardı. Cavid’in üçüncü işi de<br />

kültürlü ve evrensel bir insan örneği<br />

yaratmaktı diyebiliriz.<br />

1962’ den sonra Cavid,<br />

kendini tamamıyla bilime verdi ve bir<br />

defa daha meslek değiştirerek<br />

profesyonel bir fizikçi oldu. Zaten<br />

Cavid, fiziği hiçbir zaman bırakmış<br />

sayılmazdı. İngiltere’de doktorası kısmen devrimci mühendislik, kısmen de (yarı iletkenler<br />

konusu sayesinde) katı hal fiziği üzerine idi.<br />

Türkiye ve Viyana’da çalışırken Cavid, bu defa reaktörler yüzünden, reaktör fiziği ile<br />

meşgul olmuştu. Fakat son devresinde Brookhaven Ulusal Laboratuvarı’nın Fizik Bölümü’nde<br />

araştırıcı olarak çalışmaya başladıktan sonra Cavid, bütün gücünü katı hal fiziğine verdi. Evvelâ<br />

radyasyon hasarı konusunda, sonra da kanallama olayındaki araştırmalarıyla kendini<br />

tanıtarak uluslararası bir şöhrete erişti. Kısa ömrünün son yılında Orta Doğu Teknik<br />

Üniversitesi’ nde profesör olarak hocalık mesleğini de diğer işlerine eklemişti.Türkiye’ye yeni<br />

bir fizikçi kuşağı yetiştirecekti, ömrü vefa etmedi.<br />

Şimdi de Cavid’in bıraktığı dikili taşlara daha yakından bakalım:<br />

1. Yarı İletkenler<br />

Cavid Erginsoy Londra Üniversitesi’nde elektrik mühendisliğinde doktora yapmağa kara<br />

verdiği sene devrimci teknoloji yolunda büyük bir adım atılmıştı. Kuvantum mekaniğinin katı<br />

hal fiziğine önemli bir uygulaması olarak Amerikalı fizikçiler yarı iletkenlerin özelliklerini<br />

anlamışlar ve bu yeni bilgi sayesinde transistörleri<br />

keşfetmişlerdi. Cavid doktorasını bitirinceye kadar bu<br />

fizik buluşu teknolojiye geçti ve sanayide elektronik<br />

lâmbaların yerini alan transistörler teknolojide büyük<br />

bir devrim yarattı. Modern elektronik hesap makineleri,<br />

transistörler sayesinde gelişti ve sanayide otomasyon<br />

çağı açıldı. Bugün transistörsüz bir uzay teknolojisi<br />

düşünülemez. İşte Cavid bu kritik devrede transistör<br />

fiziğine girdi ve katkılarda bulundu. Yarı iletkenlerde<br />

elektronlar, iletkenlerde olduğu gibi serbestçe<br />

dolaşamazlar. Germanyum, silisyum gibi yarı iletkenler<br />

saf halde bulunsalar yalıtkan olurlar. Fakat bu<br />

cisimlerde yabancı atomlar bulunur. Onlar kristal içinde<br />

bazı normal atomların yerini alırlar. Örneğin,<br />

silisyumda yabancı fosfor atomları veya alüminyum atomları yer alabilir. Fosforun silisyumdan<br />

bir fazla, alüminyumun ise bir eksik elektronu vardır. İşte yabancı atomların fazla veya eksik<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 219<br />

elektronları kristal içinde dolaşabilirler ve bu sayede silisyumu yarı iletken hale getirirler.<br />

Transistörler ise bir madenî iletken ile yarı iletkenler arasında bir temas sağlayan tertiplerden<br />

ibarettir. Fazla ve eksik Elektronların bu temas yerinde akma tarzları tertibin bir radyo lâmbası<br />

gibi işlemesine yol açar. Neticede transistörler doğrultucu ve çoğaltıcı olarak çalışabilirler.<br />

Cavid, elektronların akmasında yabancı atomların etkisini kuvantum mekaniği<br />

kanunlarına göre çözdü ve hâlâ kitaplarda zikredilen “impurity scattering” (yabancı<br />

atomlardan dolayı sapma) formülünü buldu. Bu formül Erginsoy Formülü olarak literatüre<br />

geçmiştir ve Cavid’in ilk dikili taşıdır.<br />

2. Reaktör Fiziği<br />

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Cavid,<br />

mühendisliği sırasında reaktör fiziği üzerine çalıştı ve<br />

uluslararası barış için atom kongresinde nötron<br />

rezonans integrallerine dair yaptığı hesaplar hakkında<br />

tebliğler verdi.<br />

tarama makaleleri yazdı.<br />

3. Radyasyon Hasarı<br />

Brookhaven’e geldikten sonra Cavid, oranın Fizik<br />

Bölüm Başkanı Dr. Vineyard ile beraber kristallerde<br />

nötron veya X- ışınları bombardımanından oluşan hasar<br />

üzerine çalışmaya başladı. Bu çalışmalarda hesaplarını<br />

elektronik beyinler yardımı ile yapmasını öğrendi. Kısa<br />

zamanda bu konuya tam bir hakimiyet kurdu ve<br />

Vineyard ile beraber önemli orijinal makaleler ve<br />

4.Kanallama Olayı<br />

Bağımsız çalışmayı hedef edinen Cavid Erginsoy 1963 ve 1964’ de yeni keşfedilen bir<br />

olayın üzerine dikkatini topladı.<br />

İngiliz ve Amerikan laboratuvarlarında bazı yüklü parçacıkların kristal şebekelerinden<br />

geçişi esnasında doğrultuya bağlı değişiklikler gözlemlenmişti. Cavid bu kanallama olayının<br />

kanunlarını bulmaya karar verdi.<br />

Evvela etrafına yetenekli birkaç genç toplayarak küçük bir ekip kurdu. Onlarla beraber<br />

kanallama deneylerini yineledi. 25 mikronluk ince silisyum kristal yapraklarını<br />

Brookhaven’deki Van de Graaf hızlandırıcısından elde edilen 3,5 MeV’ luk protonlarla<br />

bombardıman etti ve bu yüklü parçacıkların kristal tarafından absorblanmasının yöne bağlı<br />

olarak nasıl değiştiğini ölçtü. Daha önceki araştırıcıların sonuçlarını doğrulamakla kalmadı, iki<br />

yeni olay daha ortaya koydu.<br />

Birinci sonuç şu: Diğer fizikçiler kristalin eksenleri boyunca protonların daha derine<br />

nüfuz ettiğini (yani soğurulmanın (absorbsiyonun) azaldığını) görmüşlerdi. Halbuki Cavid ve<br />

arkadaşları soğurulmanın yalnız eksenler doğrultusunda değil, kristal düzlemlerine paralel<br />

harekette de azaldığını keşfettiler. Birincisine eksen olayı, ikincisine düzlem olayı adı<br />

veriliyor.<br />

İkinci yeni sonuç: bazı yönlerde daha sık atom dizilerine rastlayan yüklü parçacıklar<br />

normalden fazla soğurulmaya uğruyorlar, yani kristale normalden daha az nüfuz<br />

edebiliyorlar.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 220<br />

Kanallamada bu iki yeni deneysel buluştan sonra Cavid, olayın nicel kuramını kurmaya<br />

başladı. İlk önce klasik mekaniği sonra kuvantum mekaniğini uygulayan bilim adamımız, gelen<br />

parçacıklar ile kristaldeki atom elektronlarının kısa menzilli ve uzun menzilli olmak üzere iki<br />

türlü etkileşimi olduğunu gösterdi ve bunlar için iki ayrı model uyguladı. Atoma yakın<br />

elektronlar için impakt parametresi modelinin, uzak elektronlar için de elektron gaz modelinin<br />

deneye uygun sonuçlar verdiğini meydana çıkardı ve hesapları ile kendinin ve diğer deneylerin<br />

sonuçlarını karşılaştırdı.<br />

Gerek deneysel, gerek kuramsal katkıları ile Cavid Erginsoy kanallaşma konusunda<br />

bilim dünyasının en büyük otoritesi haline gelmiş ve en köklü dikili taşını yaratmıştı. Bu konu<br />

üzerinde Erginsoy kongrelere başkanlık etti, pek çok makale yazdı ve adı derhal kristal fiziği<br />

kitaplarına geçti. İlk defa olarak katı hal fiziğinde bir Türk bilim insanı adını dünyanın dört<br />

köşesine duyurmuştu.<br />

Burada bir an durup kristal fiziğindeki bu keşifte rol oynayan etkenleri düşünmek faydalı<br />

olur. Cavid’in içinde çalıştığı şartlar, kullandığı malzeme ve âletler şunlardan ibaretti:<br />

Haberleşme imkânı, çalışma havası, meraklı ve bilgili iki genç, ince tek kristal tabakaları ve<br />

standart bir âlet olan bir Van de Graaf hızlandırıcısı. Herhangi bir üniversitemizde on sene önce<br />

makul bir yatırım ile normal bir fizik enstitüsü kurulmuş olsaydı Türkiye’de bu imkânları bulacak<br />

olan bir Cavid Erginsoy, keşfini memleketinde yapabilirdi.<br />

Köprüler Ve Bir Vasiyetname<br />

Cavid’in şahsiyeti, işi ve dikili taşı bir araya getirilirse kısa fakat dolu ömrünün<br />

mükemmel bir yapısı çıkıyor ortaya. Bu yapının ana ilkesi olarak insanlığın çeşitli faaliyet<br />

alanları arasında köprüler kurmak istediğini görüyorum. Özel hayatında aile hayatına büyük<br />

değer veren Cavid, dostlar ile, toplum ile aynı derecede ilgilendiği için aile hayatı ile sosyal<br />

hayatı arasında bir köprü kurmayı bilmişti. Türk toplumu onun geniş anlamda ailesi idi ve Cavid<br />

derin anlamda vatansever bir insandı. Fakat insanlığa da aynı derecede bağlı idi. Onun hayatı;<br />

kültürü, işi ve eserleri bakımından Türklük ile dünya vatandaşlığı arasında bir köprü sayılabilir.<br />

Esas mesleği bilim ve teknoloji idi. Fakat kişiliğini bu tek taraflı faaliyete sığdıramadı. İngiliz<br />

yazarı C.P. Snow’un iki kültür kitabında çizdiği ideali gerçekleştirerek bilim ve teknolojinin<br />

rasyonel kültürü ile sanat ve edebiyatın hümanist kültürü arasında pek çok köprüler yarattı.<br />

Hattâ Amerika’dan ayrılmadan gösterdiği faaliyetlerden biri Fransız yazarı André Maurois’yi,<br />

modern bilimin bir kalesi olan Brookhaven Ulusal Lâboratuarı’nda bilim ve sanat ilişkileri<br />

hakkında bir konferans serisi vermeğe davet etmek olmuştu. Maurois ve Erginsoy’un birbiri<br />

arkasından vefat etmeleri bu ilginç projeyi suya düşürdü.<br />

Bilim hayatında Cavid’in zihnini en çok meşgul eden sorun bir taraftan teknoloji ve bilim<br />

arasında, diğer yönden de teknolojik medeniyetle geri kalmış ülkeler arasında köprü kurmak<br />

imkânlarıydı.<br />

Teknoloji-bilim ilişkilerinin Cavid’i, mühendislik ve bilim adamlığı arasında nasıl gidişgelişlere<br />

sevk ettiğini biraz önce gözden geçirdik. Bu deneyimleri sayesinde Cavid temel bilim,<br />

uygulamalı bilim ve devrimci teknoloji arasındaki köprüleri en iyi bilen uzmanlardan biri<br />

olmuştu. Ödül konuşmasında da yarı iletkenlerin yukarıda anlattığımız uygulamalarını hülâsa<br />

ettikten sonra süper iletken magnetlerin nasıl geliştiğini, süper iletken hatlarla elektrik<br />

enejisinin ileride nasıl nakledileceğini, katı hal fiziğinin ileri metalurjiye uygulanışını, bir<br />

taraftan transistörler sayesinde tıpta kalp atışını düzenleyen âletler yapıldığını minyatür<br />

devrelerin sanayideki rolünü etraflıca anlatmıştı. Kendi son buluşu olan kanallaşma olayı da<br />

şimdi uygulamalı safhaya geçmiş, atom ve nükleer araştırmalarındaki faydasından başka katı<br />

hal sayıcılarına, kristallerde radyasyon hasarına ve metalurjiye uygulanmaya başlamıştır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 221<br />

Temel bilim, uygulamalı bilim ve teknoloji arasındaki müstesna (ayrıcalıklı) yeri bakımından<br />

katı hal fiziği Cavid için ideal bir konu idi.<br />

Cavid’in kurmayı düşündüğü son köprü ise onun adeta vasiyetnamesi idi. Bu köprü<br />

Türkiye gibi yeni gelişen bir toplumu temel bilime ve ileri teknolojiye bağlayacak olan köprü idi.<br />

Cavid geri kalmış ülkelerin ilkel teknoloji aşamalarını atlayarak ileri teknolojiye girebileceğine<br />

kuvvetle inanan uzak görüşlü aydınlardan biri idi. Bu düşünüş ile Türkiye’de çalışmağa<br />

başladıktan bir iki sene sonra dört elle reaktör sorununa sarılmış ve Türkiye’yi nükleer<br />

santraller devrine atlatmak için var kuvvetiyle uğraşmıştı. Aynı nedenden geçen sene<br />

Türkiye’ye tekrar döndüğü zaman bizi elektronik sanayiye hazırlayacak şekilde eğitim ve<br />

araştırma plânları yapmağa koyulmuştu. Gerek Ödül konuşmasında, gerek verdiği diğer<br />

konferanslarda da en çok bu nokta üzerinde durdu. İkinci sınıf bir millet olmayacak isek, bilim<br />

ve devrimci teknolojiyi benimseyecek isek, bunun bedelini mânen ve maddeten ödemeğe hazır<br />

olmamız gerektiğini ve rasyonel, yaratıcı bir yola yönelişimizin önemini öğrencilere, idarecilere<br />

ve kamuoyuna duyurmaya çalıştı. Temel bilimi dışarıdan hazır alıp Türkiye’de sadece ilkel<br />

teknolojiye uygulamak isteyen gafil aydınların programlarındaki mantıksızlığı ortaya koydu ve<br />

bu fikir ve bilim kapitülâsyonunu asla kabul etmedi.<br />

Hayatının son mücadelesine girişen değerli bilim insanımız en güzel köprüsünü<br />

tamamlayamadan göçüp gitti. Çok iyimser bir insandı. Fakat gençlerin temel bilime kayıtsızlığı,<br />

Atatürk’ün yolundan ayrılan sahte aydınların bilime karşı yaptığı maksatlı ve temelsiz saldırılar<br />

onu yıldırmadı ise bile hayli üzdü ve yıprattı.<br />

Cavid’den insanlığa eserleri kaldı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ nde onun adını taşıyan<br />

bir koru, bir dersane ve fizik bursları var. Doğduğu Ankara’nın bir köşesinde dengede duran bir<br />

granit ve yeni dikilmiş bir servi. Cavid’in hayatını anlayınca görüyoruz ki bu mezar taşı aynı<br />

zamanda onun dikili taşıdır. Yeni dikilen servi de onun Türkiye’de dikmek istediği bilim aşkı ve<br />

bilim zihniyetidir.<br />

Cavid’in kabrine ailesi ve yakınları titizlikle bakacaklar, taşını düşürmeyecekler, serviyi<br />

büyütecekler. Fakat bilim taşı yerinde duracak mı, devrilecek mi? Devrimci teknoloji ağacı Türk<br />

topraklarında tutacak mı, yoksa kuruyacak mı? Şimdi katı hal fiziği kitaplarında Cavid’in<br />

parlayan adı tek mi kalacak yoksa bilim âlemindeki bu Türk’ün yanına başka Türk isimleri de<br />

katılacak mı? Maalesef, onun neslinden olan bizler, bu soruların yanıtını olumlu ve kesin olarak<br />

verecek durumda değiliz.<br />

Yanıtı gençler verecek. Bilim kapitülâsyoncularının mı sözlerine kapılacaklar, Cavid<br />

Erginsoy’un mu izinden yürüyecekler, geleceğimiz onların seçimine bağlı.<br />

Yukarıda, Feza Gürsey’in, Erginsoy’un bilimsel çalışmalarını ve kişiliğini anlattığı enfes<br />

yazısında dile getirdiği düşüncelerini, Erginsoy’u tanıyan dostları ve öğrencilerinin<br />

düşünceleriyle zenginleştirerek bu değerli fizikçimizi daha yakından tanıyalım ve Türkiye’nin<br />

nasıl bir kayba sürüklendiğini kavramaya çalışalım:<br />

Feza Gürsey onunla nasıl tanıştığını ve dostluklarının nasıl geliştiğini ve kişiliğinin<br />

belirgin hatlarını, ODTÜ’inde 8 aralık 1967 günü Erginsoy’ u anı toplantısında yaptığı<br />

konuşmada şöyle anlatıyor: “ilk buluşmamız Galatasaray Lisesi’nde oldu.Benden iki sınıf<br />

küçüktü. Sınıflar arasında fazla alışveriş olmadığı halde bu yeşil gözlü canlı ve sevimli izciyi<br />

herkes tanırdı. O zaman matematik hocamız De Laur kütüphaneye de bakardı. Bir gün bana<br />

‘kütüphaneye yeni yardımcı buldum, yaşı küçük ama yetenekli. İstikbali olan bir çocuk,<br />

kendisine her konuda güveniyorum; onunla arkadaşlık etmeye bak, pişman olmazsın’ dedi.<br />

Ben de uzaktan tanıdığım Cavid’le bu vesile ile ilk defa kütüphanede konuştum. Hocamız<br />

haklıymış; 15 yaşındaki Cavid, kendine has sorumluluk duygusunun verdiği güçle, kısa zamanda<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 222<br />

kütüphaneyi evirip çeviriyor, roman ve şiir koleksiyonunu her hafta zenginleştiriyordu. Cavid’in<br />

çok geniş ve derin kültürlü aydın kişiliği işte o kütüphane yardımcılığı zamanında şekil almıştı.”<br />

İkinci buluşmamız savaş sonrası Londra’sına rastladı. O zamanki Cavid bombalar<br />

altında öğrenimini tamamlamış fabrikalarda staja hazırlanan hayat ve ümit dolu faal bir genç<br />

mühendisti. Atom bombası yeni patlamış, birleşmiş milletler yeni kurulmuş, İmparatorluğu<br />

tasfiye etmeye hazırlanan İngiltere’de İşçi Partisi iktidara yeni gelmişti. Gençliği ve basını bir<br />

iyimserlik havası sarmıştı. Bu hava içinde Cavid, hümanist tarafını unutmamakla beraber<br />

tekniğe ve bilime dört elle sarıldı. Elektrik mühendisliği ona yeterli gelmiyordu. Doktora<br />

yapmaya karar verdi. Şimdi tansistörlerle bütün sanayide devrim yaratan yarı iletkenler, o<br />

zaman bilim dünyasının yeni “oyuncakları” idi. Cavid büyük bir hevesle onları incelemeye<br />

koyuldu ve kısa zamanda germanyum ve silisyumun özellikleri ile ilgili tezinin deneysel kısmını<br />

bitirdi. Hocası bir elektrik mühendisi idi. Çalışmalarının kendiliğinden fiziğe kayması karşısında<br />

Cavid Hocası’nın istediğinden daha derinine inmek ve yarı iletkenlerin fizik kanunlarına iyice<br />

hâkim olmak arzusunu yenemedi. Başladığı her şeyi dört başı mamur bir hale gelinceye kadar<br />

işlemek merakı, dayanılmaz bir mükemmellik düşkünlüğü Cavid’in en göze çarpan<br />

vasıflarındandı. Bir gün lâf arasında bana : ‘ Ben bu ayrı iletkenlerin kuramını da tazime<br />

katmak istiyorum. Bunun için kuvantum mekaniği öğrenmeye ihtiyacım var, ne dersin?’ diye<br />

sorduğu zaman, azimli ve gerçek bir genç bilim insanı karşısında olduğumu derhal anladım.<br />

Genç parlak mühendis şimdi bir katı hal fizikçisi olmak yolunda idi. Modern fiziğin en esaslı<br />

temelini oluşturan kuvantum mekaniği, her fizik öğrencisinin korkusunu haklı çıkartacak<br />

derecede çetin bir konudur. O sırada Cavid’in doktora yaptığı Queen Mary Koleji’ nde zaten bu<br />

konu okutulmuyordu. Londra Üniversitesi’nin diğer kolejlerinde de, ders ya ilerlemiş, ya verilip<br />

bitmişti. Ben çaresizlik içinde bocalarken Cavid kesip attı: ‘Kuvantum mekaniğini yaratanlar<br />

bunu dersanede öğrenmediler ya. Ben de kitaptan çalışır öğrenirim.’ Aksiliğe bakın ki o<br />

zaman bir mühendise göre yazılmış iyi kitapta yoktu. Zira konu henüz mühendisliğe tatbik<br />

edilecek kadar uygulamalı yolda ilerlememişti. Cavid gülerek mevcut bir iki kitabı toplayıp<br />

kayboldu. Şahsiyetini, iradesini çok beğendiğim bu arkadaşımın yetenekleri hakkında henüz<br />

kesin bir fikrim olmadığı için, doğrusu biraz endişeliydim. Onu üç ay gözden kaybettim. Tekrar<br />

buluştuğumuz zaman yüzü gülüyordu. Kendine has, öksürükle karışık, gevrek bir kahkaha<br />

atarak, bana daktilo ile yazılmış birkaç sayfa kâğıt uzattı. Bu, yarı iletken kristal içindeki<br />

yabancı atomların, elektronları nasıl saptırdığına dair bir hesabı içeren, tamamıyla kuvantum<br />

mekaniği yöntemleriyle yazılmış, veciz ve berrak bir fizik araştırması idi. O sayfalardaki formül,<br />

aradan yirmi yıla yakın bir zaman geçtiği halde, ‘Erginsoy’un yabancı atom sapması formülü (<br />

The Erginsoy İmpurity Scattering Formula)’ adı altında klasik katı hal fiziği kitaplarında ve<br />

Handbuch der Physik isimli fizik ansiklopedisinde hâlâ geçer. Katı hal fiziği konusundaki ilk Türk<br />

araştırmasıdır ve kuramsal fizik alanında Türkler’ in yazdığı ilk muhtıralardan biridir.<br />

Cavid’in doktorası için mümeyyiz olarak, Quenn Mary Kolej’e , İngiltere’nin o zamanki<br />

en büyük katı hal fizikçisi olan Profesör Mott’un Cambridge’ den gelmesi büyük olay yarattı.<br />

Tezi o kadar çok beğenmiş ki, sınavda Cavid’i özellikle tebrik ederek kendisine fizikçi olmasını<br />

tavsiye etmiş.<br />

Askerlikten sonra Türkiye’de kısa zamanda faydalı olmak amacı ile çalışan Cavid birkaç<br />

işe birden el attı. Memleketi için en gerekli çalışma yolunun mühendislik ve organizatörlük<br />

olduğuna inandığı için geçici olarak bilim adamı tarafını susturmuş, dikkatini Türkiye’nin enerji<br />

problemlerine çevirmişti. Sarıyar barajı projesine çok emek verdi. Bir süre sonra metodik tarafı<br />

onu bilim dünyasının getirdiği yeni enerji kaynağı, atom enerjisine yöneltti. Londra da iken<br />

transistörleri inceleyen Cavid, Türkiye’de reaktörlere merak sarmıştı. Daima ileriyi düşünen,<br />

plân yapmasını seven genç doktor mühendis, Sarıyar barajından öteye, nükleer enerjinin<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 223<br />

hidroelektrik enerjiden ucuza mal olacağı bir devirdeki Türkiye’de, yükselecek modern reaktör<br />

santrallerine bakıyordu. Bu yeni merakı onu bir taraftan Etibank’ın atom enerjisi etüd<br />

dairesinin başkanlığına getirdi. Diğer taraftan da Türkiye’deki atom devrinin adamlarını<br />

şimdiden yetiştirmeğe azmeden bilim insanı, kısa zamanda kendi kendine öğrendiği reaktör<br />

fiziğini Orta Doğu ve İstanbul Teknik üniversitelerinde okutmaya başladı.<br />

Atom enerjisini Türkiye’ye getirmek için plân yapmak, çekirdek fiziği öğrenmek ve<br />

öğretmek yeterli değildi. Bir de Türkiye’de bilfiil deneylerin yapılabileceği bir araştırma ve<br />

eğitim reaktörüne ihtiyaç vardı. Hayatının dönemleri, birbirini kaçınılmaz bir mantık sırasıyla<br />

takip ediyordu. Cavid Amerika’nın bu konudaki yardım teklifini memnuniyetle kabul ederek<br />

reaktör tiplerini görmek ve incelemek amacıyla Amerika’ya gitti. Dönüşünde reaktörün planları<br />

hazırdı. Cavid’in gayreti ve meslek arkadaşlarının yardımı sayesinde Çekmece Nükleer<br />

Araştırma Merkezi dünyada bu program çerçevesinde kurulan ilk reaktör merkezi oldu. Bu<br />

devrede Cavid’in şiarı: Türkiye’nin sanayileşmesine doğrudan faydası olacak uygulamalı<br />

yöntemlere kuvvet vermek ve en kısa zamanda en çok olumlu iş çıkarmaktı.<br />

Türkiye’nin sanayileşmek ve modernleşmek problemlerini çözmeye çalışan Cavid<br />

yetişmiş eleman, teknik adam ve bilim insanı eksikliğini çok derinden duymuştu. Gene işin<br />

temeline inmek kaygısıyla dikkatini yeni gelişen ülkelerdeki bilim problemleri ile ilgilenen<br />

uluslararası kuruluşlara çevirdi. NATO bilim konseyinde Türkiye’nin delegesi idi.<br />

O sıralarda Nobel Ödülü’ nü alan ünlü fizikçilerden İ. Rabi ile tanışmıştım. Türk<br />

olduğumu öğrenen Rabi bana aynen şunları dedi: ‘NATO’da bir genç Türk bilim İnsanı var.<br />

Erginsoy. Abartısız söyleyebilirim ki bu genç, şimdiye kadar rastladığım en yetenekli ve<br />

ehliyetli bir bilim idarecisidir. Bilim konseyinde berrak mantığı, kuvvetli ve veciz konuşması,<br />

tartışmaları derleyip toparlayarak özetlemek yeteneği, nihayet hızlı karar vermek ve<br />

karışmağa yüz tutan konuşmaları bir sonuca bağlamak özelliği ile hepimizi şaşırttı.’ Biraz<br />

durakladıktan sonra da ‘böyle bir adamdan Türkiye lâyıkıyla yararlanıyor, değil mi?’ diye<br />

sordu. Cavid’in bu yeni cephesi beni şaşırtmadı. Sadece kendi kendime ‘anlaşılan Cavid şimdi<br />

parlak bir bilim idarecisi olmak yolunda’ diye mırıldandım. Gerçekten bir iki seneye varmadı,<br />

Cavid Erginsoy Viyana’da Birleşmiş Milletler’in uluslararası atom enerjisi kurumunda en ünlü<br />

eksperlerden biri olmuştu. Başka herhangi bir adamı, bir bilim politikacılığı mesleği, şöhret ve<br />

itibarı ile tatmin için yeterli idi. Fakat Cavid mutlu değildi. Mektuplarından yeni bir serüvene<br />

atılmak arifesinde olduğunu anlıyordum. Nihayet bir gün beklediğim haber geldi. Cavid ‘tekrar<br />

temel bilime ve araştırmaya dönmeğe karar verdim. Eski tartışmalarımızı hatırlayarak buna<br />

memnun olacağını tahmin ediyorum’ diyor ve ekliyordu: ‘Otuzbeş yaşında, araştırmadan uzun<br />

süre uzak kalmış bir adamın böyle bir deneyimde muvaffak olmak olasılığı az, bunu bilmiyor<br />

değilim. Fakat kararım kesin, şansımı bir deneyeceğim’. Kendisine derhal cevap yazarak<br />

sevincimi anlatmaya çalıştım ve ona olan güvenimi tekrarladım. Doktora mümeyyizi Mott’ un<br />

kehaneti nihayet tutmuştu.”<br />

Yine aynı konuşmasında Gürsey’in, Erginsoy’un Brookhaven serüvenini anlattığı<br />

bölümü aktaralım: “1962 de Cavid Brookhaven Araştırma Merkezi’ne katı hal fiziğinde<br />

araştırma yapmak için gittiğinde oradaki fizikçiler Cavid’i aralarına almışlardı ama doğrusu<br />

Cavid’den on yaş küçük eksperlerle ciddi bir yarışa nasıl gireceği konusunda endişeliydiler.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 224<br />

Cavid ardındaki bütün köprüleri yıkmıştı. Dolgun maaşlı, saygın işini, kıdemini bir tarafa<br />

silkerek dünyanın en yarışmalı bilim çevresinde, yeni doktorasını almış bir genç gibi araştırıcı<br />

kariyerine, simgesel bir aylıkla en baştan başlamıştı. Doğrusu böyle bir hamle için büyük<br />

cesaret, çelik bir irade, tükenmez bir enerji, nadir bir yetenek isterdi. Cavid’i iyi tanıdığım için<br />

başaracağından zerre kadar şüphe etmedim. Cavid’in plânını yapmıştı: ‘Madem ki gençlerle<br />

yarışa çıkıyordu, o halde gençler gibi, tıpkı bir doktora öğrencisi gibi çalışması gerekiyordu’.<br />

Sonradan çok samimi arkadaşı olan tanınmış katı hal fizikçisi Vineyard’ın yanına çırak olarak<br />

girdi. Zanaati öğrendi. Önce onun yönetiminde bir yayın yaptı. Sonra onunla birlikte, bu sefer<br />

eşit koşullarla bir araştırma daha yaptı. Birlikte esaslı bir tarama makalesi (review paper)<br />

yazdılar. Artık Cavid genç araştırmacıların düzeyine yetişmişti. Plânın ilk kısmı tamamlanmıştı.<br />

Plândaki ikinci madde Cavid’in tamamıyla bağımsız, orijinal bir araştırıcı hüviyeti<br />

kazanmak için yapacaklarıyla ilgiliydi. Moda akımların ve kuramların etkisinden kurtulmak için<br />

Cavid kuramcı meslek arkadaşları ile bir süre bilimsel ilişkiyi kesti. Katı hal fiziği<br />

laboratuvarlarına girdi. Deneycilerin neler yaptığını gözlemledi. Cavid orijinal problemlerini<br />

başkalarının fikirlerini işleyerek değil, doğrudan doğruya doğa ile temastan bulmağa karalıydı.<br />

Keskin gözü kısa zamanda deneycilerin yeni bulduğu iyi açıklayamadıkları bir olaya takıldı. Bazı<br />

ışınlar kristaller içerisinde doğrultu ile değişen özellikler gösteriyorlardı. Olayı iyice anlamak<br />

için Cavid deneycilerle birlikte çalışmaya başladı. Deneyleri bir çok yeni yönlere sevketti. Buna<br />

şimdi kanallama olayı diyoruz. İşte şimdi Cavid, kendi kendine, tamamıyla yeni, önemli bir<br />

problem bularak planın ikinci safhasını da aşmıştı.<br />

Cavid’in asıl merakı kuram olduğu için üçüncü safhada bu olayın nicel bir kuramını<br />

yapacaktı. Önünde fazla zaman yoktu. Olay aynı zamanda Avrupa’da da keşfedilmiş; önemli<br />

fizikçiler makale yazmaya başlamışlardı bile. Bu yarışma havası içinde Cavid, zihninin ışınlarını<br />

şimdiye kadar hiç yapmadığı şekilde bir noktaya yönelterek gece gündüz çalıştı. Kuramını<br />

oluşturdu ve sonuçlarını Physical Review Letters ve diğer dergilerde peşpeşe yayınladı. Aradan<br />

bir sene geçmeden yarışı Erginsoy’un kazandığı ortaya çıktı. Yeni kanallama deneyleri Türk<br />

bilim insanının kuramını doğruluyordu. Erginsoy’un şöhreti kısa zamanda etrafa yayıldı. Bu<br />

defa bir Türk, ismini, sade bir formüle değil, yeni bir fiziksel olaya ve onun kuramına bağlamayı<br />

başarmıştı. İki sene evvel Brookhaven Laboratuvarı onu katı hal fiziği grubuna asli üye, kıdemli<br />

fizikçi olarak tayin etti. Laboratuardaki bu unvan üniversitelerdeki kürsü sahibi profesörlüğe<br />

denktir. Plânın üçüncü kısmı da başarıyla uygulanmış ve Brookhaven kalesi fethedilmişti.<br />

Bundan sonra bilim dünyası Cavid’i kapışma yarışına çıktı. Nerede katı hal fiziği<br />

toplantısı olsa davet ediliyordu. Kanallama olayı hakkında düzenlenen çeşitli bilimsel<br />

toplantılara başkanlık ediyordu. Bir taraftan Rutgers Üniversitesi’nde doktora çalışmaları<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 225<br />

yönetirken bir taraftan da orijinal makaleler ve tarama makaleleri yazıyor, gençlerin<br />

imreneceği bir canlılıkla, tam profesyonel bir bilim adamı olarak çalışıyordu.<br />

Gürsey aynı konuşmasında bu başarılarına rağmen Erginsoy’un içinde hissettiği<br />

eksikliği, gerçekleştirmek istediği hedefi şöyle anlatıyor: “Artık istediği hayat tarzına kavuşmuş<br />

ve büyük bir bilim insanı hüviyeti kazanmıştı. Buna rağmen içinde bir eksiklik duyuyordu.<br />

Kafasında yeni bir hayal doğmuştu. ‘Türkiye’ye temel bilim aşılamak, orada nice Cavid<br />

Erginsoylar yetiştirmek.’ Bu amaçla ilk fırsatta Brookhaven’den izin alarak Ortadoğu teknik<br />

üniversitesi’nde fizik profesörlüğünü kabul etti ve bir solukta ailesiyle beraber kendini ülkesinde<br />

buldu.<br />

Cavid yeni bir serüvene atılmıştı. Araştırmanın yanında hocalık, eğitimcilik. Bunu en<br />

geniş anlamda almak lâzım. İstediği, ders vermek, öğrenci yetiştirmek, doktora yaptırmak.,<br />

ülkede araştırma havası yerleştirmek, gençlere bu hevesi vermek, bu olanakları sağlayacak<br />

laboratuvarları geliştirmekti. Bu görevini başarmak için gerekli her türlü sorumluluğu<br />

yüklenecekti. Her tuttuğunu koparmağa alışık olduğu için bu işe de ciddiyet, enerji ve heyecanla<br />

sarıldı.<br />

Üniversitede, düzeyi ve üslûbu öğretim ailemize yeni bir standart getiren katı hal fiziği<br />

dersi ile, Cavid büyük bir bilim insanı olduğu kadar, eşsiz bir hoca olduğunu da kanıtladı.<br />

Anadolu’ya, Anadolu kültürüne ve manzarasına çok bağlı idi. Bu bakımdan bozkır ortasında<br />

modern ve zarif binaları ile yükselen ODTÜ, onun için Anadolu’nun bilim rönesansının simgesi<br />

idi. Bu sene başında üniversiteye ayak bastığı gün ‘insan burada ister istemez heyecanlanıyor.<br />

Bu geniş ufuk , bu binalar… burayı istersek, en üstün bir bilim merkezi haline getirebiliriz, ne<br />

duruyoruz?’ demişti. Vefat ettiği gün öğle yemeğinde öğrencilerine ‘sizleri temel bilime<br />

heveslendirmek için, ne lâzımsa söyleyin bana, onu yapacağım’ diyerek onları seferber<br />

etmeye çalışmıştı.”<br />

Gürsey anı toplantısındaki<br />

konuşmasının son bölümünde<br />

Erginsoy’un ani ölümü sonucu<br />

duyduğu üzüntüyü ve toplumun<br />

kaybını şöyle dile getiriyor: “Cavid<br />

Erginsoy tüm bunları yapacaktı, inanın.<br />

Söylediği neyi yapmadı, verdiği hangi<br />

sözü tutmadı ki? İçimizi bu kadar<br />

ümitle dolduran bizi bu kadar<br />

elektrikleyen Cavid, Aralık 1967 akşamı<br />

arkadaşları ile şakalaşırken birden<br />

yıldırımla vurulmuş gibi omzuma<br />

yıkılıverdi.<br />

Benim şahsi kaybım çok büyük<br />

… kaç kere hayatımızın sayılı önemli<br />

devrelerinden beraber geçtik. Fakat<br />

şahsî yaram ne kadar derin olsa da, toplumu ilgilendirmez. O bakımdan kendimi üzüntümden<br />

sıyırarak toplumun kaybını anlamağa çalışıyorum. Cavid disiplini ve organize davranışı<br />

sayesinde yeteneklerinin verimini en üst noktaya çıkarmış bir insandı ve bu sayede üç dört<br />

insanın hayatını kısacık bir ömre sığdırabilmişti. Yaşayamadığı hayat ve kariyerleri de katarsak<br />

toplum için Cavid’in kaybı en üstün vasıflı pek çok insanın kaybına bedeldir. Fakir<br />

memleketimizdeki insan kıtlığında, onun boşalan yerine ne kadar yansak azdır. Şimdilik yerine<br />

koyacak hoca, araştırma yaptıracak katı hal fizikçisi ufukta bile yok. Araştırıcı olarak açtığı<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 226<br />

boşluğu, Brookhaven gibi bir fizik kâbesi kolay kolay dolduramazken, biz adımızı kitaplara<br />

geçirecek bir Türk bilim insanını daha kimbilir ne kadar bekleyeceğiz. Onun enerjisi ve cerbezesi<br />

sayesinde açılacak nice laboratuvar açılmadan kalacak. Türkiye’deki, üniversitelere, araştırma<br />

kurumlarına yapmayı düşündüğü hizmetlerden sonsuza dek mahrumuz. Fakat toplumun en<br />

büyük kaybı kuşkusuz bir örneği kaybetmek oldu. En derin anlamda bir aydın, dengeli bir insan,<br />

başlıca ihtirasları mükemmellik ve topluma hizmet olan bir âlim ve heyecanlı bir vatanperver<br />

örneği. O bu topluma, en çok gençlere bir örnek olarak öncülük edecekti.”<br />

Erdal İnönü, Cavid Erginsoy’la nasıl tanıştıklarını ve onunla ilgili olarak neler<br />

düşündüğününü şöyle dile getiriyor: “Cavid Erginsoy’la ilk karşılaşmamız Ankara’da Yüksel<br />

Palas Oteli’ nin lokantasında 1953 yılında olmuştu. Ben o zamanlar Ankara Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi’ nde fizik bölümünün asistanıydım. ABD de kuramsal fizik doktorası yapmış ve geri<br />

dönmüştüm. Cavid de İngiltere’de Queen Marry Koleji’nde doktora yapmış ve dönmüştü.Ama<br />

ben kendisini tanımıyordum. O gün lokantada yemekten sonra yabancı görünen bir grup ve<br />

yanlarında tanımadığım Cavid Erginsoy vardı. Bana doğru gelerek beni tanıdığını söyledi, elimi<br />

sıktı. Sonra bir çırpıda, yanındaki insanların Etibank’ta inceleme yapmak üzere Amerika’dan<br />

gelmiş bir grup olduğunu, onlara eşlik ettiğini , kendisinin de Londra’da kuramsal fizik doktorası<br />

yaptığını ve geri döndüğünü anlattı. Halinden çok ilginç bir insan olduğu anlaşılıyordu. Gözleri<br />

parlıyordu konuşurken, gayet canlı bir tutumu vardı. İlk tanışmamızda sıradan bir insan<br />

olmadığını anlamıştım. Bir iki gün sonra buluştuk ve o yaşama veda edene kadar devam eden<br />

arkadaşlığımız o gün başlamış oldu. O Etibank’ta çalışıyordu o zamanlar. Ama bilim yaşamına<br />

tutkusu olduğu belliydi. İngiltere’ye elektrik mühendisi olmak için gitmişti. Bunu yaparken asıl<br />

yeteneğinin ve özleminin bilimde araştırma yapmak olduğunu keşfetmiş; diplomasını aldıktan<br />

sonra da doktora yapmak için orada kalarak, kalıcı buluşlar içeren çok güzel bir doktora<br />

çalışması yapmıştı katı hal fiziğinde. Ama döndükten sonra Etibank’ta çalışıyordu. Bunun<br />

dışında Cavid’in sanatsal ve toplumsal konulara büyük merakı, hevesi ve yeteneği vardı. O<br />

günlerde Cavid beni üniversiteye görmeğe gelirdi. Hatırlarım, mekanik ders kitabı yazıyordum<br />

fen fakültesindeki odamda ve kâğıtlarım önümde bir taraftan da çay içiyorum. Beni görünce<br />

bayağı özlediği bir hayatın orada yaşandığını fark etti. Anladım ki asıl özlemi fiziğe dönmekti<br />

ama Etibank’ta mühendis olarak çalışıyordu. O dönemde de bilimle ilgisini kesmemişti. İstanbul<br />

da ayda bir kez toplantılar olur, özellikle yurtdışından dönmüş gençlerin çalışmaları veya<br />

İstanbul Üniversitesi’nde yapılan çalışmalar dinlenirdi. Cavid ve ben de o toplantılardan birinde<br />

kendi çalışmalarımızı anlatmıştık.<br />

O tarihlerde, Türkiye’de atom enerjisi konusunda bir girişim olmuştu. Bu programa<br />

Cavid çok ilgi gösterdi. Reaktör fiziğini bilmiyordu ama bunun yakın gelecekte araştırma için<br />

çok verimli bir alan olduğunu fark etmiş ve bir yandan Etibank’ta çalışırken, bir yandan da<br />

reaktör fiziğini kitaplardan okumaya başlamıştı. Sonunda reaktör fiziği ile ilgili kuram<br />

üretebilecek duruma geldi. Bunları da yayınladı. Böylece kendisini hem Türkiye’de hem<br />

Dünya’da nükleer enerji ile ilgili insanlara tanıttı.<br />

… Brookhaven’de çalıştığı dönemde kanallama olayını birçok kimse açıklamaya çalıştı<br />

ama Cavid öne geçti. Gerek oradaki genel olanakları, gerek bilgisayar olanaklarını kullanarak,<br />

kanallama olayını en iyi açıklayan kuramı ortaya attı. Bu kendisine bir ün sağladı. Bu ünü<br />

sayesinde her yere çağrılmaya başlandı. Çeşitli konferanslar düzenledi ve tam istediği havaya<br />

kavuşmuş oldu. Bilim yaşamında bir öncü durumuna gelmişti; konferanslara gidiyor, yayınlar<br />

yapıyor. Yani çok mutlu bir döneme gelmişti. O günlerde biz onu ODTÜ’ye çağırdık. Ben o<br />

zaman kuramsal fizik bölümü başkanıydım. Feza Gürsey de bize katılmış, değerli gençlerle<br />

beraber fizik alanında daha çok kurama ağırlık vererek çağdaş bir araştırma merkezi kurmaya<br />

yönelmiştik. Ve hakikaten dünyada ilk defa yapılan, duyulan araştırmalar yapılıyordu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 227<br />

Amerika’daki merkezinden bir sene izin alması Türkiye’de ders vermesi, araştırma yapması için<br />

öneride bulunduk. Kabul etti ve geldi. Hem katı hal fiziği dersi veriyordu hem de TÜBİTAK’ın<br />

Bilim Kurulunda görev yapıyordu. Türkiye’deki araştırma hayatına hem ders vererek, hem<br />

araştırma yaparak katkıda bulunuyordu. Hayatını araştırma yapmaya adamıştı. Böyle bir şey<br />

bilimde önemli buluşlar yapmak için şarttır. Bütün büyük buluşları yapanlar yaşamlarını bilime<br />

adamışlar ve böylece buluş yapabilmişlerdi. Cavid bunun tipik bir örneğidir. O, her bakımdan<br />

gençlerimize büyük bir örnek oluşturur.”<br />

ODTÜ Fizik Bölümü Öğretim Üyesi ve TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ) eski başkanı<br />

Prof. Dr. Mehmet Tomak Erginsoy ile ilgili düşüncelerini anlatırken, 1950’ de yayınlanan<br />

Erginsoy formülünün en çok atıf alan çalışması olduğunu bu çalışmasının şimdiye kadar 460<br />

kadar atıf aldığını ve halen almaya devam ettiğini söylüyor.<br />

Tomak, Erginsoy’un öldüğü gün yaşadıklarını şöyle anımsıyor: “Bir gün sınıfa gelmedi…<br />

gelemedi... Fakültenin birinci sınıfındaydım. O dönem, o günkü adıyla Katı Hal Fiziğine Giriş adlı<br />

yoğun madde fiziği dersi ilk defa açılmıştı. Sabahın erken saatiydi. Biz de dönemin başından<br />

beri her Perşembe olduğu gibi o gün de saat sekizde oradaydık. Gecikmesine karşın birazdan<br />

geleceğini, bir aksilik olduğunu düşünerek koridorda beklemeyi sürdürüyorduk. Ama gelmedi.<br />

Kısa bir süre sonra da haberi geldi zaten…”<br />

Tomak, bugün bir yoğun madde fizikçisi olarak bilim yaşamını sürdürmesinin belki de<br />

en önemli nedeninin, ancak yarım dönem dinleyebildiği Erginsoy olduğunu söylüyor. Tomak’ı<br />

bir gün ODTÜ kütüphanesinde yayınlar arasında gören Erginsoy ona ne araştırdığını sorar.<br />

“Yarı iletkenler içindeki atomlar” cevabını alınca Tomak’a, “bu konuda 15 gün içinde bir<br />

seminer vereceksin” der. Erginsoy’un bu sözlerinin kendisini korkuyla karışık nasıl<br />

heyecanlandırdığını bugün bile hissedebildiğini söylüyor Mehmet Tomak. Tomak Erginsoy’un<br />

ölümü nedeniyle semineri veremese de sanki iki hafta sonra seminer varmış gibi çalıştığını<br />

söylemeden edemiyor.<br />

Mehmet Tomak, “eğer ölmeseydi 8 Aralık’ta Ege Üniversitesi’nde bir konuşma<br />

yapacaktı” diyor. O konuşma metninin bir bölümü aşağıdadır:<br />

“… bütün bu anlattıklarım, bilim adamları bol, araştırma merkezleri geliştirilmiş,<br />

sanayisi kuvvetli birkaç ülkenin işi midir? Belki bugün için böyle görünüyor. Fakat bilim hiçbir<br />

ülkenin tekeli altında değildir. Gelişmek tek yönlü olmadığına göre, bilim yolundan, araştırma<br />

yolundan, sanayi yolundan gelişilecektir. Esasen artık temel ve uygulamalı bilimleri birbirinden<br />

ayırt etmeye imkân yoktur. Yarının mühendisi bugünün bilim insanının bildiklerinin fazlasını<br />

bilmek zorundadır. Mühendislik eğitiminin gayet ilkel fizik ve kimya dersleriyle yetinebileceği<br />

devir çoktan geçmiştir. İleri araştırma tekniklerinden ve fiziksel bilimlerde yapılan buluşlardan<br />

doğan yeni fikirlerin bu eğitimde, özellikle üst düzeylerde, yer alması gereklidir. Bu nedenle<br />

birçok ülkede üniversiteler ilgi alanlarını ve öğretim programlarını genişletmektedir.<br />

Yurdumuzda bunu yapmaya çalışan üniversitelerin çoğaldığını görmek sevindiricidir.”<br />

İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi katı hal fiziği bölümü öğretim üyesi olan Prof. Dr.<br />

Çetin Arıkan “ ben Cavid Erginsoy’u ders kitaplarından tanıdım. Cavid Bey’in çalışması, yarı<br />

iletkenlerdeki elektronların nötr katkı atomları tarafından saçılmasının kuramsal olarak<br />

incelenmesi üzerinedir. Özelikle düşük sıcaklıklarda etkin bu saçılma olayı, yarı iletkenlerde<br />

temel saçılma olaylarından biridir ve elde ettiği bağıntı ‘ Erginsoy formülü’ olarak kitaplarda<br />

yer almaktadır.Bir yarı iletken fizikçisi gözüyle bakıldığında Erginsoy formülünün en önemli<br />

sonucu, saçılma olayının elektron hızından bağımsız olmasıdır. Bu saçılma olayı birçok araştırıcı<br />

tarafından o yıllarda ve daha sonraları yapılan çalışmalarda hıza bağımlı olarak elde edilmiş<br />

olmakla beraber, deneysel sonuçlarla yeteri kadar uyumlu olmamaları nedeni ile bilim<br />

dünyasında kabul görmemiştir. Cavid Erginsoy’un 1950 yılında ‘Physical Review Letters’<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 228<br />

dergisinin editöre mektuplar kısmında 1 sayfa içinde 1,5 sütuna sığdırdığı dev makalede bilim<br />

dünyasına duyurduğu sonuç, günümüzde de geçerliliğini ve önemini korumaktadır. Düşük<br />

sıcaklıklarda etkin olan olaylar, genelde teknolojik bakımdan pek önemsenmese de,<br />

günümüzde bazı aygıtları, sıvı azot sıcaklıklarında ( 77 Kelvin) çalışan süper bilgisayarların<br />

bulunduğu göz önüne alınırsa, Cavid Bey’in bu çalışmasının yalnız günümüzde değil gelecekte<br />

de yarı iletkenler teknolojisinde önemini sürdüreceği açıktır.<br />

Doktora çalışmalarım sırasında Essex Üniversitesi’nde yarı iletken GaAs kristallerinde<br />

elektron saçılmaları üzerine deneysel çalışmalar yapıyordum. Bu sıralarda grubumuzun içinde<br />

aynı konularda kuramsal çalışmalar yapan araştırıcı arkadaşlarım da vardı. Sonuçlar<br />

üzerindeki tartışmalarımızda ‘Erginsoy Formülü’ çok sık kullanılırdı. Bu bana, ülkemden yetişen<br />

bir bilim insanının uluslararası bir ortamda anılması<br />

büyük haz verirdi” diyor.<br />

Cavid Erginsoy ülkemiz için bilim ve<br />

teknolojinin önemini 1967 yılında aldığı TÜBİTAK<br />

Bilim Ödülü törenindeki konuşmasında şöyle<br />

anlatıyor: Ttemel bilim ve araştırmanın ülkemiz için<br />

bir lüks olduğu doğru değildir. Sanayileşmek yoluyla<br />

gelişmeğe karar vermişsek, bunun dayandığı teknik<br />

bilgiyi sonsuza dek dışarıdan ‘anahtar teslimi’<br />

alabileceğimizi sanmamalıyız. Teknolojinin bir<br />

ülkenin kendi bünyesinde yerleşmesi, o topluma mâl<br />

olması ne ile mümkündür? Bunu bilim ve araştırma<br />

ortamını yaratmadan başarmış bir ülke tanıyor<br />

musunuz? Çok geriye veya çok uzağa gitmeye gerek<br />

yok: 50 yıldaki teknolojik gelişmesi bütün dünyayı hayrete düşüren Sovyetler birliğinde 18<br />

Nisanında yani devrimden beş ay sonra, Lenin, bilimsel ve teknik çalışmalar için bir plân<br />

taslağını kaleme alıyordu. Bu bir politik renk veya ideolojik doktrin gereği değildi Bilimin bir<br />

burjuva safsatası olduğu pekâlâ o zaman da iddia edilebilirdi. Bu sadece ekonomik gelişmenin<br />

ve üretimin, bilimle, araştırmayla gayet sıkı bağlarını çok iyi anlayan bir liderin davranışıdır.<br />

Ülkemizde sanayi ve teknolojinin<br />

geleneği çok kısadır. Bilimin geleneği ise, daha<br />

yeni oluşum hâlindedir. Onun içindir ki bugün:<br />

‘Fakir bir millete bilim adamı gerekli midir?’; onu<br />

içindir ki bugün: ‘Bilimsel araştırmaya az gelişmiş<br />

ülkeler niçin yatırım yapsın? Bunu başkaları,<br />

bizden daha iyi yapmıyor mu?’ gibi sorular<br />

tartışılabiliyor. Bu soruların tartışılması, belki<br />

bugün doğal ve gereklidir. Fakat bu ilkel soruları<br />

artık yanıtlayıp, bunların ötesine geçme zamanı<br />

gelmiştir. Önümüzde iki şık var:<br />

-Yarının, her nasılsa çıkacak tek tük Türk<br />

bilim insanını, aynı soruları tartışmaya devama<br />

mahkûm etmek,<br />

- Yahut da, çocukluktan beri gördüğü<br />

destek ve teşvikle doğal zekâları ve yetenekleri<br />

değerlenen Türk gençlerinin, toplumlarına hizmet eden umutlu ve inançlı insanların gönül<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 229<br />

rahatlığıyla yarının üniversitelerinde, araştırma merkezlerinde, laboratuar ve evetfabrikalarında<br />

çalışmaları için gerekli ortamı bugünden hazırlamak.<br />

Bu iş bir yılın, beş yılın,on yılın işi değildir. Fakat, yarına inanıyorsak, Türk toplumunu<br />

bugünkü zorunlukların ötesinde görebiliyorsak ve ‘HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR,<br />

FENDİR, İLİM VE FENNİN DIŞINDA BİR MÜRŞİT ARAMAK GAFLETTİR,CEHALETTİR,<br />

DALÂLETTİR’ diyen Büyük Adam’ın sezisini gerçekten değerlendirebiliyorsak, bu ikinci şıkkı<br />

seçmeye mecburuz.”<br />

Cavid Erginsoy sadece mükemmel bilim insanı kimliğiyle değil, geniş ve derin kültürel<br />

birikimi ile de çevresini etkilemişti. Çocuk yaşlarında babasının görevi nedeniyle gittikleri<br />

İtalya’dan ve özellikle iki yıl kaldıkları Venedik’ten çok etkilenmiştir.Estetik duygusunun<br />

gelişmesinde ve sanatın her dalına yoğun ilgi göstermesinde İtalya’da geçirdiği yılların büyük<br />

etkisi olduğunu eşi Ülker Hanım’dan öğreniyoruz. Galatasaray Lisesi’nde geçirdiği 11 yılın da<br />

kültürel gelişimine katkısı büyük oluyor. Ülker Hanım Erginsoy ile tanıştığı günü hatırlarken<br />

şunları söylüyor: “Herhalde bizi bir oraya getiren, onun bilim insanı olması dışında kültüre olan<br />

ilgisi olmuştur.”<br />

Tarih, felsefe, Rönesans resim sanatı, özellikle edebiyat, şiir ve müzik düşkün olduğu<br />

alanlar arasındaydı. Edebiyata olan düşkünlüğü T.S Eliot’tan Ezra Pound’a, Auden’den<br />

D.Thomas’a kadar pek çok yazardan Türkçe’ye, şiire olan düşkünlüğü ise Ahmet Haşim’den,<br />

Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Nazım Hikmet’e kadar pek çok şairden de İngilizce’ye çeviriler yapacak<br />

boyuttaydı. Londra da üniversite yıllarında bu ülkede bir yabancı olmasına rağmen,<br />

üniversitedeki edebiyat topluluğunun başkanlığını yürütebilecek kadar dile hakimiyeti ve<br />

birikimi vardı.<br />

Müzik ve tiyatro merakı, Shakespear hayranlığı, Londra yıllarında Beethoven Müzik<br />

Kulübü üyeliği, Barok müziği ve Bach sevgisi kültürel gelişiminin boyutlarını göstermekte.<br />

Yazımızı bu büyük fizikçimizin sanatçı duyarlılığını yansıtan 1952 yılında yazdığı<br />

“koşma” ile bitiriyoruz.<br />

KOŞMA<br />

Ömür yolu arpa boyu<br />

Yürü yürü tükenir mi<br />

Kılavuz göstermiş köyü<br />

Baka baka görünür mü<br />

Kaf dağının ardındadır<br />

Bir ak kuşun yurdundadır<br />

Herkes onun derdindedir<br />

O herkesten sorulur mu<br />

Bir kere çıktın bu yola<br />

Yas tutma yağmura sele<br />

Kalbinde güneşlik ola<br />

Yoksa kuru kalınır mı<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 230<br />

Kalbinin rengini göster<br />

Kardeşlerin görmek ister<br />

Yolcusun sen ipek astar<br />

Kefen ile giyilir mi<br />

Cavid bir işin olmalı<br />

Dikili taşın kalmalı<br />

Yanında eşin gelmeli<br />

Bu yol yalnız yürünür mü?<br />

KAYNAKLAR<br />

1. Prof. Dr. Cavid Erginsoy, “ TÜBİTAK Bilim Ödülü Törenindeki Konuşma” , 1967<br />

2. Prof. Dr. Feza Gürsey, “ Cavid Erginsoy’un Arkasından”, 8 Aralık 1967<br />

3. Prof. Dr. Feza Gürsey, “ Granit ile Servi”, TÜBİTAK Bilim Teknik Dergisi, Ocak 1968<br />

4. TÜBİTAK Bilim Teknik Dergisi, “ Yaşama Bakışı ile Örnek Bir Bilim Adamı Cavid<br />

Erginsoy”, Ocak 1998<br />

5. Prof. Dr. Mehmet Tomak, “ Türkiye’nin İlk Katı Hal Fizikçisi Hüseyin Cavid<br />

Erginsoy”,Bilim ve Ütopya Dergisi , Kasım 2005<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 231<br />

Mübeccel Ergun<br />

(1930 – 2004)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 232<br />

Yurdanur Akovalı’dan 29 Mart 2004’te Özcan Öktü’ye gelen mektup:<br />

“Mübeccel doktorasını tamamladı.Almanya’ya bir bursla gitti.Humboldt bursuydu<br />

zannediyorum ve doktorasını orada Fischer’in yanında bitirdi.Doktorasını aldıktan sonra,<br />

Almanya’da bir reaktörde araştırma yapmak üzere iş aldı ve emekli oluncaya kadar aynı yerde<br />

çalıştı.Reaktör, Hamburg civarında Geesthacht’da diye hatırlıyorum , evleri Geesthacht’daydı<br />

zira.Aynı laboratuarda çalışan fizikçi Ludwig Greim ile evlendi. Mübeccel, eşine yeni bir isim<br />

takmıştı: Levent! Biz Türkler için Ludwig her zaman Levent olarak anılırdı.Çocukları olmadı ama<br />

ablasının ve akrabalarının çocuklarını kendi çocukları gibi sevdi ve onlarla sık sık beraber oldu.<br />

Mübeccel çok çalışkan, titiz, tertipli, detaylara önem veren ve yaptıklarında<br />

mükemmeliyeti arayan bir fizikçiydi.Çalıştığı laboratuarı bir defa gezdim.O günlerdeki<br />

çalışmaları x-ray application üzerineydi ve çok enterasandı. Coşkunlukla ve gururla izah etti,<br />

elde ettiği sonuçları ve resimlerini verdi. Yayınlarını internetten bulmak mümkündür<br />

muhakkak.<br />

Kişiliğine gelince fevkalade nazik, kibar, açık kalpli, tertemiz ruhlu ve saf, cömert, tertipli<br />

ve temiz bir insandı. Herkese zaman ayırır, mali sıkıntısı olana yardım ederdi.Arkadaşlığa çok<br />

önem verirdi.Duygularını ve başından geçen şahsi olayları arkadaşlarıyla paylaşmaktan<br />

çekinmezdi. Onlara muazzam güvenirdi. Arkadaşlarını her zaman anardı ve onların özel<br />

günlerini unutmazdı.Yılbaşında tebrik etmeyi ve doğum günümü kutlamayı bir defa bile<br />

unutmadı, mesela. Son yılbaşı tebriğini saklıyorum. Normal olarak uzun yazardı, bu sene gayet<br />

kısa yazmış”<br />

29 Aralık2003 tarihinde Mübeccel Ergun’dan Yurdanur Akovalı’ya:<br />

“Sevgili Yurdanurcuğum, 2004 yılını sıhhatli, başarılı ve huzurlu günler içinde geçirmeni<br />

diler, senin, çocuklarının gözlerinden öperiz.Mübeccel ve Levent”<br />

“ Levent’i Almanya’da ziyaretlerine gittiğimde tanıdım.Harika kibar, zeki ve Mübeccel’e<br />

hayran bir kimse intibağını bıraktı bende.Mübeccel, Levent’in doktora talebelerinden<br />

bahsederdi.Levent’in zekasıyla ve öğrencilerine yardımlarıyla iftihar ederdi. Levent’in<br />

çalışmalarının ne üzerinde olduğunu bilmiyorum.Mübeccel’i kaybettiğimizi Levent bir kartla<br />

bildirdi.Aynen aşağıya yazıyorum.”<br />

Frau<br />

Gott ist gross<br />

An einer schweren Krankheit, die sie tapfer und mutig ertragen hat, ist meine geliebte<br />

Dr. Mübeccel Greim geb.Ergun<br />

14.5.1930 – 21.2.2004<br />

gestorben.<br />

Alle, d,e d,ese grossartige, wunderbare Frau kannten, liebten, schatzen und verehrten<br />

sie.Ihr Wunsch war eine stille Beerdigung, den wir achten sollten. Die Bestattung hat bereits<br />

stattgefunden.<br />

In tiefer Trauer<br />

Ludwig Greim<br />

“İki hafta sonra Thomas Greim’dan bir mektup geldi; bilmiyorum Thomas Levent’in<br />

babası veya Erkek kardeşi mi, kuzeni mi: Mübeccel’den sekiz gün sonra 1 Mart’ta Levent’i de<br />

kalp sektesinden kaybetmişiz.Mübeccel’in vefat sebebini bilmiyorum.Birkaç sene evvel,<br />

Levent’in kalp problemleri olmuştu ve Mübeccel pek üzülmüştü.Mübeccel kendi<br />

rahatsızlıklarından hiç bahsetmemişti.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 233<br />

Hepimiz Erdal İnönü’nün öğrencisiydik Rümeysa Kızılırmak’la da fakültedeyken çok iyi<br />

arkadaştılar.<br />

Hepinize başarılar ve mutluluklar dilerim.<br />

Yurdanur”<br />

Bu konuda Prof.Dr.Öktü’nün yazdığı 2 Temmuz 2005 tarihli mektup,kısaca:<br />

“Sevgili Mehmet,<br />

Evet, TFD’den gelen bir istek üzerine, 2004 Mart sonu gibi Mübeccel Hanım’ın ölümü ile<br />

ilgili olarak önce Saime Göksu, Sonra da Yurdanur Akovalı ile haberleştim.Yurdanur Abla, bize<br />

Mübeccel hanımla ilgili bilgi ve resim gönderdi.Bunları o zaman TFD’ye ilettik.<br />

Yurdanur Akovalı’nın bu bilgileri bize gönderdikten çok kısa bir zaman sonra öldüğünü<br />

hürriyet gazetesinden öğrendik.Amerika’da yaşayan Yurdanur Abla’nın cenaze töreni<br />

Ankara’da yapıldı, biz de katıldık.Yurdanur’un Mübeccel Hanım’la ilgili yazısı, büyük olasılıkla<br />

son yazılarından biridir.Bu nedenle de ayrı ve hüzünlü bir değeri var.<br />

Selam ve sevgiler.<br />

Özcan.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 234<br />

Kerim Erim<br />

(1894 – 1952)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 235<br />

Özgeçmişi<br />

1 Şubat 1894'de İstanbul'da doğmuştur. İlk öğrenimini Halep'te yapmıştır. Orta<br />

öğrenimini kısmen özel olarak evde ve kısmen de sınavla girdiği Hendese-i Mülkiye'nin ilk<br />

sınıflarında yapmıştır. Yüksek öğrenimini Yüksek Mühendis Mektebi'nde yapmış, 1914'de<br />

mezun olmuştur. Aynı yıl matematik okumak üzere Berlin Üniversitesi'ne gönderilmiş ve 22<br />

Ağustos 1919'da Erlangen'de "Über die Tragheitsformen eines Modulsystems" başlıklı tezini<br />

savunarak doktora imtihanını geçirmiştir. Bundan sonra İstanbul'a dönen Kerim Erim, Yüksek<br />

Mühendis Mektebi'nde Analitik Geometri, Teorik Aritmetik ve Mekanik konularında dersler<br />

vermiştir. Kısa bir süre sonra profesör, ardından Ordinaryüs payesini kazanmıştır.<br />

1933'te Maarif Vekilliği kendisini İstanbul Üniversitesi Reformu için görevlendirdiği komiteye<br />

üye seçmiştir. Reform gerçekleştikten sonra Kerim Erim, 1 Ağustos 1933'te Fen Fakültesi<br />

Temami ve Tefazuli Yüksek Riyâzîye ve Tahlil Ordinaryüs profesörlüğüne ve aynı fakültenin<br />

dekanlığına tayin edilmiştir. Ancak dekanlık görevinden kısa bir süre sonra ayrılmıştır. Kerim<br />

Erim; Köln Üniversitesi'nin 24-26 Haziran 1938 tarihinde yapılan 550. yılı kutlamasına İstanbul<br />

Üniversitesi adına Doç. Orhan Alisbah'la birlikte katılmıştır.<br />

Matematik Enstitüsü Direktörü Richard von Mises'in fakülteden ayrılması üzerine 1939-1940<br />

senesinde enstitü direktörlüğü yapmıştır. 1942-1943 ders yılının açılış dersini "Zaman ve<br />

Mekân" konusu üzerine vermiştir. Kerim Erim uzun yıllar boyunca faaliyetini hem Yüksek<br />

Mühendis Mektebi'nde hem de Fen Fakültesi'nde devam ettirmiştir. Ancak 1946'da çıkan<br />

Üniversite Kanunu iki ayrı yerde çalışmasına müsaade etmediğinden Fen Fakültesi'ndeki<br />

vazifesini tercih ederek Yüksek Mühendis Mektebi'nden ayrılmış ve 1948-1950 yılları arasında<br />

Fen Fakültesi Dekanlığı yapmıştır. 28 Aralık 1952'de vefat etmiştir.<br />

Matematikçi Kerim Bey ve Einstein<br />

Osman Bahadır<br />

Kerim (Erim) Bey, erken dönem Cumhuriyet Türkiyesi’nin en önemli<br />

matematikçilerindendir.<br />

Modern matematiğin Türkiye'deki gelişimine önemli katkıları olmuştur. Türkiye’nin ilk<br />

matematik doktorudur ve Mühendis Mektebi’nde ve İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde<br />

okutmanlık, hocalık ve profesörlük yapmıştır.Kerim Bey, 1 Şubat 1894’te İstanbul’da doğdu.<br />

Kazanlı matematikçi Abdurrahman Paşa’nın torunu ve Arif Paşa’nın oğludur. Mühendislik<br />

Mektebi’nden 1914’te mezun oldu. Matematik eğitimi için Berlin Üniversitesi’ne gönderildi.<br />

Bu üniversitedeki matematik eğitiminden sonra 1919’da Erlangen Üniversitesi’nden doktora<br />

derecesi aldı. Aynı yıl ülkesine dönen Kerim Bey, Mühendis Mektebi’nde “Kuramsal Hesap” ve<br />

“Analitik Geometri” öğretmeni oldu. 1929’da doçentliğe yükseltildi. 1933 Üniversite<br />

Reformu’nun hazırlanmasında aktif bir çaba gösteren Kerim Bey, reformdan sonra İstanbul<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi dekanı ve analiz profesörü oldu. Kısa bir süre sonra dekanlıktan istifa<br />

etti ve matematik kürsüsü başkanı oldu.1948’de yeniden Fen Fakültesi dekanlığına<br />

seçildi.Kerim Bey, 28 Aralık 1952’de vefat etti. Ölümünden sonra anısına, temel bilimler<br />

dalında 1977 TÜBİTAK hizmet ödülü verildi.Kerim Bey matematik, fizik, modern fizik,<br />

matematik felsefesi ve fizik felsefesi üzerine çok sayıda kitap ve makale yayınlamıştır. Mihanik<br />

[Mekanik], Kuramsal Hesap, Analitik Geometri, Analiz ve Matematiksel Mekanik bunların<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 236<br />

başlıcalarıdır. Kerim Bey Einstein’in görecelik kuramının gerek bilimsel gerek felsefi<br />

sonuçlarına çok önem veriyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Mühendislik Mektebi Mecbuası<br />

ve Fen Âlemi gibi dergilerde Einstein’in görecelik kuramını yorumlayan ve halka açıklamaya<br />

çalışan çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Uluslararası bilimsel gelişmeleri çok yakından<br />

izleyen Kerim Bey, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve Pakistan’da yapılan matematik ve mekanik<br />

kongrelerine katıldı ve bildiriler sundu. Kerim Bey’in, Albert Einstein (1879-1955) ile<br />

karşılaşması ve onunla bir söyleşi yapması da işte böyle bir uluslararası kongre aracılığıyla<br />

gerçekleşmiştir.<br />

1930’da İsveç’te yapılan Uluslararası Mekanik Kongresi’ne katılan Kerim Bey, uluslararası<br />

bilim topluluğuyla olan ilişkilerinden de yararlanarak, kongre dönüşünde Berlin’de Einstein ile<br />

görüşmeyi başarmıştır. Ülkesine döndükten sonra da bu söyleşiyi, “Einstein ile Bir Saat” başlığı<br />

altında Mühendislik Mektebi Mecmuası’nın ikinci Teşrin (Kasım) 1930 tarihli 42’inci sayısında<br />

(Latin harşerinin kullanılmaya başlanmasından 22 ay sonra) yayımlamıştır.<br />

Kerim Bey’in Einstein’la söyleşisi çeşitli açılardan son derece ilginçtir ve bu nedenle 75 yıl<br />

sonra yeniden yayımlanmayı haketmektedir. Her şeyden önce, Kerim Bey’in matematik ve fizik<br />

bilimindeki düzeyi, Einstein gibi bir dahi bilim adamıyla sürdürdüğü tartışmanın içeriği ve<br />

söyleşiden edindiğimiz bazı bilgiler, Mühendislik Mektebi’nde 1930 Kasım’ındaki matematik<br />

ve fizik eğitiminin durumu hakkında da belirli çıkarsamalar yapmamıza yardımcı olacak<br />

niteliktedir. Böyle bir söyleşinin gerçekleştirilmesi, gerek bir bilimcimizin gerekse söyleşiye<br />

büyük bir heyecanla katıldığı anlaşılan Berlin Büyükelçisi Kemalettin Sami Paşa’nın (dolaylı<br />

olarak yeni Cumhuriyet Hükümeti’nin) bilime verdikleri önemin ve uluslararası bilimsel<br />

gelişmelere olan duyarlılıkların da bir ölçütü olma önemini taşımaktadır.<br />

Bu söyleşi bir başka önemli gerçeği daha yansıtmaktadır; Einstein 1930’da ününün<br />

doruğundadır. Avrupa’nın ve Amerika’nın en büyük gazete ve dergilerinin ve daha başka<br />

kurumlarının Einstein ile kısa bir görüşme yapabilmek için o sıralarda katlanamayacakları<br />

fedakârlık yoktur. Ama herşeye karşın bunu sağlamakta büyük güçlüklerle karşılaşmaktadırlar.<br />

İşte böyle bir ortamda Einstein, ismi duyulmamış bir Türk bilim adamının görüşme teklifini<br />

kabul etmektedir. Bu da, yeni Cumhuriyet’in uluslararası alanda ve Einstein’ın gözündeki<br />

yüksek prestijiyle ilgili olmalıdır.<br />

Einstein ile Bir Saat<br />

Stockholm’deki uluslararası Mekanik kongresinden dönerken Berlin’de Profesör Einstein’ı<br />

ziyaret etmek istiyordum. Aslında Berlin’de birkaç gün kalmak zorunda olduğumdan bu süre<br />

zarfında kendisini aramayı görev edinmiştim. Bu amaçla Stockholm’deki kongreye katılan,<br />

tansör hesabının kurucusu Profesör Levi-Civita’dan bir mektup almıştım. Profesör Levi-Civita<br />

bu mektubunda özellikle güç bilimsel konulara ilişkin görüşmekten kaçınacağımı ve kendisini<br />

yormayacağımı temin ediyordu. Einstein’ın öteden beri gayet basit ve çekingen<br />

bir hayat yaşadığını da biliyordum. Bu yüzden kendisini bulmak çok güçtü. Berlin büyükelçimiz<br />

Kemalettin Sami Paşa’ya bu zorluktan bahsederken Paşa büyük bir iyilik yaparak bu konuyu<br />

halletmeyi üstlendi. Nitekim tam bir hafta bu işin peşinden koşarak<br />

bütün zorluklara rağmen bunu hakkıyla başardı. Einstein’ın Berlin’e hemen yüz kilometre<br />

mesafede küçük bir köyün kenarında, orman yakınında bulunan villasında ne telefonu<br />

vardı ne orada olduğunu bilen biri. Ancak izini süren Sefir Paşa komşularının telefonları<br />

aracılığıyla kendisini ziyaret etmemizi sağladı. Harekete artık bir gün kalmıştı, kendisini<br />

ziyaretten ümidi kesmiştim.işte böyle bir anda öğleye doğru büyükelçimiz Kemalettin Sami<br />

Paşa, saat beşte Profesör Einstein’a çaya davetli olduğumuzu müjdeledi. Saat dörtte Batı<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 237<br />

Berlin’den, Sefir Paşa’yla arabayla hareket ettik, oldukça sıkı aramalardan geçtikten sonra<br />

nihayet Einstein’in bulunduğu köye gelmiştik. Orman kenarında olan bu köyün ilk göze çarpan<br />

yönü, pek ıssız ve doğal olmasıydı. “Villa Einstein” diye soruyoruz. Kimsenin haberi yok!<br />

Sonunda villaya giden patikaya çıkan yola geldik. Villayı öğrenebildik, villaya giden kum<br />

patikayı izleyerek orman kenarındaki ahşap villaya vardık. Bir dağ yamacında yapılmış olan bu<br />

villanın önünde geniş bir ahşap tarasa vardı. Buna bir merdivenle çıkılıyordu. işte bu arsaya,<br />

villanın tek bir odası boylu boyunca bakıyordu. Bu oda modern tarzda döşenmiş, hem yemek<br />

hem de oturma odasıydı. Artık bu odaya girmiştik. içeride kimse yoktu. Burada<br />

da tekrar “geldiğimizi nasıl haber vereceğiz, evin sakinlerini nasıl bulacağız?” sorunuyla<br />

karşılaştık. Kararsızlığımızdan çıkan gürültü üzerine hizmetçi kız geldi ve geldiğimizi haber<br />

verdik. Önce Madam Einstein bizi çektiğimiz zorlukları bilen bir tavırla karşıladı.<br />

Görüşmemizden dolayı çok memnun olduğunu söyledi. Hemen hizmetçi kız ile Profesör<br />

Einstein’e haber yolladı. Geçen sene telefonu olan bir villada oturduklarını, her gün, her<br />

taraftan (Paris, Londra ve New York’a değin) gelen telefonlarla çok fazla meşgul edildiklerini,<br />

bu sene, bu villada gayet sakin ve rahat yaşayabilmek için kesinlikle telefon almadıklarını ve<br />

hatta izlerini bile gizlemeye çalıştıklarını söyledi. Gerçekten, çok tanınmış olmaktan kaynaklı<br />

bir ters etki olan bu yalınlığı anlamak zor değildi. Einstein, ne Edison gibi her gün kullandığımız<br />

uygar araçların mucidiydine de Pastör gibi hayatımızı kendisine borçlu olduğumuz bir aşıyı<br />

bulmuştu. Gene de en popüler isimlerdendi. Hem de tuhaf olan şuydu ki ünlü Emil Ludwig’in<br />

dediği gibi Einstein’dan bahseden üç yüz milyon kişi olmasına rağmen onu gerçekten<br />

anlayanların sayısı bini geçmez. Büyük savaşlar, ekonomik mücadeleler arasında yorgun<br />

düşen, ezilen insanlık, Einstein görecelik kuramını ortaya koyduğunda hiç olmazsa bir an için<br />

üstünlüğünü hissetmiş ve insan dehasının ne kadar güçlü olduğunu övünerek seyredebilme<br />

fırsatını bulmuştur. işte bundan dolayı Einstein böyle bir popülarite kazanmıştır diyebiliriz.<br />

Nihayet Profesör Einstein geldi. Önce, hangi dilde konuşabileceğimizi sordu, Almanca olmasına<br />

memnun oldu. Kemalettin Sami Paşa profesörün davetine çok teşekkür etti. Profesör Einstein<br />

resimlerindeki gibi hatta belki de daha yumuşak bir izlenim bırakıyordu. Kendisi daha çok bir<br />

sanatçı izlenimini veriyordu. Keten bir pantolon ve üzerine yün bir fanila giymişti. Ayağında<br />

çorapsız bir sandalet vardı. Böylece villasında büyük<br />

bir içtenlik ve yalınlıkla bizi kabul ediyordu. Paşa Türkiye’de Mühendislik Fakültesi’nde de bu<br />

soyut kuramla uğraşıldığını büyük bir zevkle söyledi. Bilimsel konuşmalara girişebilmek için<br />

paşanın bu sözünden yararlanarak, görecelik üzerine Mühendislik Fakültesi’nde verilen dersin<br />

seviyesini anlatmak için, onun kitaplarından başka, Weyl, Eddington, v. Laue, J. Becquerel ve<br />

diğerlerinin kitaplarının okutulduğunu söyledim.<br />

Yapabileceğimizin en iyisini<br />

yapmak insan olmanın bir<br />

gereğidir.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Bunun üzerine Eddington’un “Gravitation and Time, Space”<br />

kitabının yalnızca açıklamadan ibaret olduğunu, fakat “The<br />

Mathematical Theory of Relativity” kitabının çok iyi olduğunu<br />

söyledi.Gerçekten de bu kitabın Almanca çevirisinin sonunda<br />

Hamilton prensibinin uygulamasına ilişkin Einstein’ın bir ek<br />

yazısı vardır. Ben, bu bahaneyle çoğu İngiliz eserinde metafizik<br />

konularının ihmal edildiğinden ve konunun pürüzlü yönlerinin<br />

kapatıldığından şikayet ettim ve Eddington’un kitabına çok<br />

hayran olduğumu ekledim. Önce bu düşünceme katılmıyormuş<br />

gibi göründü. Sonra gözleri parladı, çocuklara özgü bir<br />

gülümsemeyle “Haklısınız” dedi,<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 238<br />

“İngilizler problem görmek istemezler”. Weyl’in kitabının çok iyi, çok derin olduğuna ilişkin<br />

konuştuktan sonra Fransızca kitaplardan J. Becquerel’in kitabının iyi ve basit bulunduğunu<br />

söyledim. “Evet,” dedi, “fakat bu kitabın önemli bir kısmı gayet ince bir zekâsı olan ünlü fizikçi<br />

Langevin’e aittir.” Konuşmamız, bundan sonra, fizik dünyasının en önemli sorunu olan<br />

“nedensellik-Causalité” ilkesi üzerine gelişti. Bu konuya ilişkin düşüncesini sordum. Bilindiği<br />

üzere yeni atom kuramında şimdiye kadar bilimin temel taşı olan “nedensellik” (Causalité)<br />

ilkesi sarsılmış bulunuyor. Özellikle yeni dalga mekaniğini ortaya koyan E. Schrödinger fizik<br />

yasalarının istatistiksel önemi olduğunu ve yasaya göre oluşumunu düşündüğümüz olayların<br />

önemlerinin sadece rastlantısal olduğunu öne sürüyor. Nedensellik ilkesinden, her olayın “en<br />

azından fiziksel olayların” bir nedeni bulunduğunu ve “aynı şartlar altında aynı nedenlerin, her<br />

zaman aynı sonucu vermesini” anlıyoruz. Profesör Einstein, her halde Causalité’ye bağlı<br />

olduğunu ve olayların bu noktadan açıklanmaya çalışılması gerektiğini söyledi. Ancak olayın<br />

temel yasası bulunmadıkça veya bunu uygulama imkânı zor olduğu sürece, istatistiksel<br />

yöntemin çok gerekli olduğunu onayladı ve ekledi. Düşüncesini açıklamak için termodinamiğin,<br />

Brown hareketi saptanmadan önceki halini düşünelim dedi. E.Schrödinger’in dalga mekaniği<br />

hakkındaki düşüncelerini sordum. Çok ilginç olmasına karşın dalga mekaniğindeki ε sabitine ne<br />

anlam verileceğini henüz Schrödinger’in gösteremediğini ekledi.<br />

Övgüden ahlakınızın<br />

bozulmasını istemiyorsanız<br />

çalışın.<br />

Konuşmamızın bu anında Madam Einstein bizi çaya davet<br />

etti. Çay masasında tekrar genel konulara dönüldü. Her zaman<br />

neşeli olan ve dudağından gülümsemesi eksik olmayan bu büyük<br />

bilim adamı hayata, topluma dair her sorunla canlı şekilde<br />

ilgiliydi. Her zaman esprili fakat açık bir ifadeyle sohbete<br />

katılıyordu. Dünyanın birçok yerini gezdiğini anlatırken kendisini<br />

en çok etkileyenin çölün güzelliği ve çöldeki gün batımının<br />

görkemi olduğunu söyledi. Maalesefne İstanbul’u ne de Avrupa<br />

uygarlığının beşiği olan Yunanistan’ı gördüğünü ekledi. Sefir Paşa profesörün İstanbul<br />

yolculuğunun düzenlenmesi ve hazırlanmasında yardımcı olmayı büyük bir içtenlikle önerdi.Her<br />

şeyi kesinleşmiş şekilde görmeye alışkın olan Paşa ileri giderek zamanın belirlenmesi konusuna<br />

geçti. Einstein atılarak teşekkür ettikten sonra “Biz Doğuluyuz, acele etmeyelim” dedi,<br />

tamamlamak amacıyla Madam Einstein hemen, “Kocam Yahudi olduğundan kendisini Doğulu<br />

sayar” dedi.Biraz sonra Paşa çölde geçirdiği hayatın ilginç kısımlarını tatlı bir biçimde anlattı.<br />

Bedevilerin doğal yaşadıklarını ve sağlıklarının sağlam olduğunu söyledi. Einstein de bahçede<br />

çoğu zaman çıplak ayak gezdiğinden ve doğa sevgisinden bahsetti. Fakat yararlarından çok söz<br />

edilen yoğurdu sevmediğini de ekledi. Söz yine dönüp dolaşıp İstanbul’a geldi. Güzelliğinin<br />

övgüsünü çok duyduğunu fakat “Rio de Janeiro”nun dünyanın en güzel şehri olduğunu<br />

düşündüğünü söyledi. Şuna dikkat ettim ki Einstein, bütün konularla çok ilgili olmasına rağmen,<br />

her zaman yarı rüya halinde yaşayan, sanki yüksek ilahi bir yerden inmiş bir yaratık hissini<br />

uyandırıyordu. Böyle olmasına karşın, sözü, hareketi, giyinişi hatta bütün hayatı sade ve yakın<br />

olduğu gibi davranışlarında da çok güleryüzlüydü, sahte alçak gönüllülükten, gösterişten,<br />

yapmacıklıktan arınmış olduğu açıkça görünüyordu.Bu da dehanın içtenlik, yakınlık ve<br />

sıcaklığını gösteren canlı, güzel ve teselli edici bir örnekti. Halk arasında bulunmaktan<br />

hoşlandığı, bunun için daima üçüncü mevkide seyahat ettiği çeşitli hayat hikâyecileri<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 239<br />

tarafından hep vurgulanan bir özelliğiydi.Konuşma genel konular etrafında dönerken aile<br />

konusuna da değinildi. İnsanlığa hizmetin en önemlilerinden birinin çocuk yetiştirmek<br />

olduğunu, çocuklar olmazsa insanlığın ortada bile kalmayacağını söyledi. Bundan sonra, ben<br />

tekrar bilimsel konulara dönmeyi sağlamayı düşünüyordum. Kendisinin şimdi neyle meşgul<br />

olduğunu sordum ve Cambridge Üniversitesi’nde kendisine fahri doktor unvanı verilmesi<br />

nedeniyle verdiği konuşmada yeni bir kuram ortaya koymak üzere olduğunu söylediğini<br />

anımsattım. Elektriğin önemini araştırmakla meşgul olduğunu söyledi. Ve doğrusu burada<br />

örneğin bir gün birçok sonuca varır gibi olduğunu fakat ertesi sabah diferansiyel denklemlerin<br />

arzuladığı sonuca yetmediğini gördüğünü söyledi.Bilindiği gibi Einstein’ın görecelik kuramı,<br />

1916-1919 senelerinde genel görecelik olarak bütün fiziği kuşatmak üzere bir sonuca<br />

vardığında, bir ikiliğe (dualité’ye) ulaşıyordu. Böylece biri çekim yasası diğeri de<br />

elektromanyetik durumları çevreleyen Maxwell-Lorentz diferansiyel denklemlerine varılıyordu.<br />

Çekim kuvveti, bu tarzda dört boyutlu uzaya ait bir kuvvete yani geometriye dönüşüyordu.<br />

Şimdi bu ikiliği kaldırmak üzere ilk adımı atan ünlü matematikçi Weyl’dir. Öklid-dışı geometriyi<br />

geliştirerek, matematiksel bir yol da getirmiştir. Bu yolda birçokları hizmet ettiği gibi, meşhur<br />

İngiliz astronomi bilginlerinden Eddington’un da bu kurama eklemeleri olmuştur.<br />

Fiziksel birliği sağlamak için ortaya atılan bu kurama Weyl-Eddington kuramı da denir.<br />

İşte Einstein, Weyl-Eddington kuramına katılmamaktadır. Böyle bir birliği sağlamak için sürekli<br />

araştırma yapmakla meşguldür ki bu alanda sık sık yazılarına rastlanıyor. Bir kere Eddington’un<br />

Weyl kuramına yaptığı eki bir gelişme olarak değil de kuramın fakirleşmesi olarak görüyor.<br />

Weyl-Eddington yöntemiyle doğa yasalarının önemlerinin tamamen ifade edilemeyeceğine<br />

katıldığını söylüyor. Gerçekten Profesör Einstein geçen sene (Feld) alan kuramını ortaya<br />

koyarak bu birliği sağlamaya çalışmıştır. İşte şimdi uğraştığı mesele kuramın bu yolda<br />

gelişmesidir. Bundan sonra tekrar nedenselliğe geldik. Meşhur fizikçi Planck’ın Kaiser-Wilhelm<br />

Enstitüsü’nde verdiği nedenselliğe dair konferansla Schrödinger’in Berlin Akademisi’nde<br />

verdiği konuşmadan bahsettim. Planck’ın çok açık fikirli, aynı zamanda iyi bir yazar olduğunu<br />

ekledikten sonra, Planck ile bu konuda aynı fikirde olduğunu söyledi. Ve dedi ki “Bulunacak<br />

kuramın olayları en basit şekilde açıklaması gerekir. (Böylece görecelik kuramının basitlik ve<br />

uyum olmak üzere iki esasını anımsatmış bulunuyordu.) Asıl zorluk ise bu noktada herkes<br />

basitlikten başka şey anlıyor” dedi. Konuşma bu noktaya geldiğinde, o tarihten bir süre önce,<br />

Konigsberg’de Alman Doğa Bilimleri Kongresi’ne katılıp katılmadıklarını sordum. Bu kongrede<br />

mantık ve matematik temelleriyle ilgili ünlü Alman matematikçilerinden Hilbert’in bir<br />

konuşması olduğunu anımsattım. Henüz metnini elde etmediğini fakat dostlarından buna dair<br />

bilgi aldığını, pek ilginç bulduğunu söyledi. Bundan sonra Hilbert’in pek keskin ve derin görüşlü,<br />

evrensel bir kişiliği olduğunu ekledi. Böylece konuşma daha çok matematiğe çevrilmişti. Yine<br />

bilindiği üzere matematiğin temellerinin ortaya konmasında üç büyük okul vardır. Bunlardan<br />

biri aksiyomatik yöntem denilen bir sistemdir ki buna formalizm de diyebiliriz. Bu sistem,<br />

matematiği, birbirlerinden mümkün olduğunca bağımsız bir takım belitlere dönüştürür ve de bu<br />

belitlerin birbirlerini geçersiz kılmadığını kanıtlar. İşte bunu ortaya koyan büyük matematikçi<br />

Hilbert’tir. İkincisi İngiliz filozoflarından Bertrand Russell’ın savunduğu tarzdır. Buna<br />

mantıkçılık da denebilir ki Alman matematikçilerinden Dedekind, Frege, G. Cantor’un temel<br />

araştırmalarından da faydalanır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 240<br />

Matematiği mantık alanına dahil eder.Diğeri ise özellikle Hollandalı<br />

Brouwer tarafından ileri sürülen sezgiselciliktir. (Weyl, Poincaré ve<br />

diğerleri aşağı yukarı bu gruba dahildir.)Bunlardan hangisinden<br />

yana olduğunu sordum. Aksiyomatik’i çok hünerli ve ince<br />

bulduğunu aksiyom sistemine dönüşün çok gerekli olmasına<br />

karşılık kof ve yapay olduğundan şikâyet etti. Sezgiselcilikten de çok<br />

yararlanıldığını fakat kendisinin en çok Russell yanlısı olduğunu<br />

söyledi. “Matematik, her halde şimdiye kadar izlediği yolu<br />

izlemelidir” dedi. Fakat matematiğin gerek aksiyomatik gerek<br />

sezgiselci yöntemlerinden yararlanmayı bileceğini de ekledi.<br />

Hiç özel bir yeteneğim<br />

yoktur, sadece had safhada<br />

meraklıyım.<br />

Evrenin en anlaşılmaz<br />

tarafı anlaşılır oluşudur<br />

Bundan sonra konuşmamızın daha genel konulara<br />

geçmesini sağlamak için matematik yeteneğine dair fikrini<br />

sordum. Bilindiği üzere bilimler sıralamasında ilk sırayı alan<br />

matematik, eşyanın en genel, en basit olan özelliklerini inceler.<br />

Diğer taraftan önermelerin kanıtlarındaki kesinlik ve anlaşılırlık<br />

ve sonunda bu önermeleri kanıtlaması dolayısıyla, matematikte<br />

bir şeyin kanıtı, sokakta rastlanılacak herhangi akılsız birisine<br />

adı geçen kanıtın anlatılması durumunda bu gerçeği kabul<br />

etmesi olduğu sanılabilir. Buna öncelikle bir benzetme ile cevap<br />

verdi: “Nasıl ki bir müzik parçasını anlamak için müzik<br />

yeteneğinin olması gerekliyse matematik için de buna benzer<br />

bir yeteneğin olması gereklidir” dedi.<br />

Üçüncü Dünya<br />

Savaşı’nın silahlarını<br />

bilemem, ama<br />

dördüncüsü taş ve<br />

sopayla yapılacaktır!<br />

Matematiğin yapıcı (inşacı, konstrüktif) önemine değinerek<br />

şöyle bir örnek daha verdi: “Varsayalım ki tuğladan bilinen<br />

yöntemlerle duvar inşa ederek bir bina yapmak istiyoruz. Bu<br />

duvardaki tuğlaların birbirlerine doğru eklemeyi bilmeyi bir akıl<br />

yürütme sırasının doğru olup olmadığını bilmeye benzetelim. Fakat<br />

nasıl ki tuğlaların düzenlenme tarzının doğruluğunu bilmek, binanın<br />

mimarisini kavramaya ve belirlemeye yetmezse yalnız akıl yürütme<br />

sırasını doğru bilmek de matematikçi olmak demek değildir”.<br />

Konuşmamız böylece sürdü ve saat yediye geliyordu.<br />

Misafirperverliklerini suistimal etmemek için Kemalettin Sami Paşa<br />

izin istedi. Böylece pek tatlı geçen değerli saatin de sonu gelmişti.<br />

Gardroptan şapkayı almakta biraz gecikmiştim. Döndüğümde Sefir<br />

Paşa, Profesör Einstein, Madam Einstein, eşim terasda<br />

konuşuyorlardı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 241<br />

Tahminime göre paşanın güzel bir iltifatına karşılık Profesör Einstein şu sözleri söylerken<br />

konuşmalarına yetiştim: “Yaptıklarım kâğıda geçiyor ve oradan da kâğıt sepetine gitmekten<br />

başka bir işe yaramıyor.” Madam Einstein, kimsenin buna inanmadığını hemen ekledi. Ben de<br />

herhalde insanlığın kendisine hizmeti dolayısıyla borçlu olduğunu ve kendisinden daha çok şey<br />

beklediğini söyledim. Böylece bu büyük adamdan ve onun huzurlu yuvasından ayrıldık.<br />

Bu büyük adam pek alçak gönüllü ve içten olmasına rağmen<br />

üzerimizde insanüstü bir etki bırakmıştı. Kendimizi, onun<br />

yanındayken sanki dünyadan ayrılmış, başka gezegenlere gitmiş ve<br />

oradan yeryüzünü inceliyor sanıyorduk.Araba Berlin’e yaklaştıkça<br />

büyük şehrin baş döndürücü basıncı ve insanı hapseden mekanikliği<br />

bizi yine önceden bulunduğumuz yere indirdi. Fakat daha büyük<br />

aşkla, insan aklının gücüne daha büyük bir inançla bu yere indirmişti.<br />

Başkaları için yaşanmış bir yaşam ancak yaşanmaya değerdir.<br />

KAYNAKLAR<br />

1. Matematik Dünyası Dergisi, Kış sayısı, 2004<br />

2. 2-"Ord. Prof. Dr. Kerim Erim", İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Mecmuası, A,<br />

XVIII(1):I-IV, 1953.<br />

3. Sevtap İshakoğlu- Kadıoğlu, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Tarihçesi (1900-1946),<br />

İstanbul Üniversitesi Yayınları No: 4106, İstanbul 1998, s.227-229.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 242<br />

Şevket . Erk<br />

(1944 – 2003)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 243<br />

Kronolojik Olarak Özgeçmiş<br />

7 Mart 1944 de İstanbul’ da doğdu.1951 yılında Kızıltoprak İlk Okulu’nda İlk öğrenimine<br />

başladı. 1956-1963 seneleri arasında Saint-Joseph Fransız Erkek Lisesi’nde orta öğrenimimi<br />

tamamladı. 1966 ve 1967 yıllarında henüz öğrenci iken Denel Fizik Kürsüsü’nde yardımcı<br />

asistan olarak çalıştı. 1967 senesi Haziran döneminde İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik-<br />

Matematik Bölümü’nden mezun oldu. Mezuniyetiin akabinde, öğrenciliği sırasında yardımcı<br />

asistan olarak çalıştığı İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Denel Fizik Kürsüsü’ne asistan olarak<br />

atandı.<br />

1968-1969’ da Fakülte Profesörler Kurulu’nun izniyle bilgi ve görgüsünü arttırmak<br />

amacıyla bir yıl süre için Kanada Montreal Üniversitesi’ne gitti. Bu süre içinde Fizik Bölümü’nde<br />

ders asistanı olarak çalıştı ve “Atomic Energy of Canada Limited” de reaktör işletmesinde staj<br />

gördü.<br />

1970 de Denel Fizik Kürsüsü’ne dönüşünü müteakip, Atom Enerjisi Komisyonunun talebi<br />

üzerine Fakülte Profesörler Kurulu kararıyla Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim<br />

Merkezinde, Reaktör İşletme Bölümü’nde “işletme şefi” olarak görevlendirildi. TR-1 Reaktörü<br />

1977 yılında durdurulmasına kadar bü görevi sürdürdü, bunun yanında üniversitedeki öğretim<br />

görevine devam etti.<br />

(1972-1973) de bir yıl süre ile Milletlerarası Atom Enerjisi Ajansının burslusu olarak<br />

Fransa’ya gitti. Burada, “Commissariat à l’Energie Atomique” in Saclay, Fontenay-aux-Roses,<br />

Grenoble ve Cadarache Nükleer Araştırma Merkezlerinde teknik incelemelerde bulundu,<br />

reaktör işletmesi ve reaktör içi ölçmelerinde yapılan araştırmalara katıldı.Tez çalışması:<br />

Contribution à l’étude d’un système de detéction de rupture de gaines par neutrons retardés<br />

applicable aux réacteurs a eau légère<br />

(Diploma No: 122, Diploma Tarihi: 15.08.1974, Derecesi: Pekiyi)<br />

Prof. Dr. Haluk Alp (İstanbul Üniversitesi Rektörü)<br />

Prof. Dr. Mehmet Akartuna (Fen Fakültesi Dekanı)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 244<br />

1974 yılında, Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezinde başlatılan “TR-1<br />

Reaktörü tevsi projesi”ni hazırlamak üzere 11 ay müddetle Grenoble Nükleer Araştırma<br />

Merkezinde Türk-Fransız ortak çalışmasına katıldı.<br />

1975 de dört aylık kısa dönem askerlik görevini ifa etti (132. Dönem Topçu Yedek Subay<br />

Diploması, Sicil No: 132/288576, Yaka No: 2554, Bornova-İzmir). Askerliğini tamamladıktan<br />

sonra, Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezinde söz konusu projenin<br />

gerçekleştirilmesi için çalışmalarına devam etti.<br />

1976 yılında Atom Enerjisi Genel Sekreterliği’ne bağlı olarak kurulan Reaktör Tevsi Proje<br />

Grubunun başkanlığına atandı. 1980 yılına kadar bu grupta TR-2 projesini yürüttü ve bu<br />

sürede, Fransız Atom Enerjisi Komiserliği’nin talebi ile muhtelif zamanlarda Fransa’daki çeşitli<br />

Nükleer Araştırma Merkezlerinde, Nükleer Elektronik, Reaktör İşletmesi ve Reaktör İçi<br />

Ölçmeleri konularında proje ve araştırmalara katıldı.<br />

1979 yılında Üniversite Doçentliği ünvanlarını kazandı<br />

Rektör: Prof. Dr. Haluk Alp, Dekan: Prof. Dr. Nüzhet Gökdoğan. Doçentlik Tezi: Nötronelektron<br />

çevirici sonda cevaplarının incelenmesi ve geliştirilmesi<br />

1980 yılında ÇNAEM den ayrılarak İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyeliği görevine<br />

döndü.1982 yılında, yine Fransız Atom Enerjisi Komiserliği’nin talebi üzerine ve İstanbul<br />

Üniversitesi’nin izniyle 18 ay süre ile Fransa-Grenoble Nükleer Araştırma Merkezinde Yabancı<br />

Öğretim Üyesi ve Araştırıcı olarak çalıştı. Fransa’da “Nükleer Güç Reaktörleri Eğitim<br />

Simülatörlerinin Projelendirilmesi ve gerçekleştirilmesi”ni üstlenen Fizik Grubunda görev aldı.<br />

1983 yılında YÖK yasası ile gelen merkezi yabancı dil sınavı (Fransızca) nı verdi.<br />

1985 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü’nde ilan edilen<br />

profesörlük kadrosuna başvurarak, İstanbul Üniversitesi’nden ayrılmış oldu. O yıllarda<br />

Profesörlüğe atanmak için Üniversite değiştirmek zorunluluğu mevcuttu. Nükleer Fizik<br />

Profesörlüğüne ve daha sonra da Fizik Bölümü Başkanlığı’na atandı. Burada, 1983 de Fizik<br />

Lisans öğrenimine başlayan bölümün lisans ve lisansüstü laboratuarlarının kurulmasını sağladı.<br />

1987 de Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı oldu ve üç dönem (9 yıl) dekanlık yaptı. Dekanlığı<br />

sırasında Eğitim Bilimleri, Fransızca Mütercim Tercümanlık ve İstatistik Bölümlerinin<br />

kurulmasına ve gelişmesine ön ayak oldu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 245<br />

Prof. Dr. Şevket Erk, 3 Ders Kitabı, 5 Laboratuar Kitabı ve çok sayıda Makale yazdı.<br />

İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nün ve Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat<br />

Fakültesi’nin gelişmesi için büyük çaba sarfetti. Ayrıca gençlerin yurt dışında ve TÜBİTAK,<br />

ÇNAEM gibi kurumlarda doktora çalışmalarını sürdürmeleri için olanaklar sağladı.<br />

1995 yılında, Fransız Dilinin yayılması konusundaki hizmetlerinden dolayı Fransız<br />

Hükümeti tarafından “Palmes Academiques Officier” ile taltif edildi.<br />

Temmuz 2002 yılında tesadüfen saptanan akciğer kanseri rahatsızlığından kurtarılamadı<br />

ve 6 Eylül 2003 tarihinde, henüz 59 yaşında iken vefat etti.<br />

Müzeyyen Erk’ in Anılarında Şevket Erk<br />

Her şeyden önce, böyle bir kitabı hazırlamayı düşünen Türk Fizik Derneği Başkanı Prof.<br />

Dr. Baki Akkuş’a, konuyu her şekilde destekleyip himaye eden Yıldız Teknik Üniversitesi<br />

Rektörü Prof. Dr. Durul Ören’e ve emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum. Bizleri en<br />

çok sevindiren şey, kaybettiğimiz sevdiklerimizin anılmasıdır. Ben sizlere Şevket Erk’in meslek<br />

yaşamı dışındaki özelliklerini, anılarını aktaramaya çalışacağım. Meslek yaşamına ait<br />

söylenecekleri meslektaşlarına bırakmanın daha uygun olacağını düşünüyorum.<br />

Bu yazıyı hazırlamak bana hem mutluluk veriyor, hem derin bir üzüntü. Mutluluk<br />

duyuyorum, çünkü çok değer verdiğim, çok şey borçlu olduğum bir insanı anlatacağım.<br />

Üzülüyorum çünkü bu kişi bizlerden erken ayrıldı. Yaşamı, doğayı, arkadaşlarını, öğrencilerini,<br />

denizi, dağları, ormanları, müziği, İstanbul’u, Türkiye’yi daha bir çok şeyi öyle severdi ki.<br />

Karşılıksız, bir insanda olabilecek en derin içtenlikle. Yer değiştirmek mümkün olsaydı gözümü<br />

bile kırpmazdım.<br />

Şevket Erk’i 1973 yılında tanıdım. Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin Göğüs Hastalıkları<br />

Anabilim Dalında (o tarihte Pnömo-Ftizyoloji Kürsüsü deniyordu) asistandım. Hocam Prof. Dr.<br />

Rauf Saygın beni çalışmayan bir aleti çalıştırmakla görevlendirdi. O sırada iki fizikçi arkadaş<br />

Tuna ve Gönül Kürsümüzde volonter olarak çalışmaya başlamışlardı. Solunum Fonksiyon<br />

Testlerinin yapıldığı laboratuarımızın sorumluluğunu alacaklardı. Hocamın çalıştırılmasını arzu<br />

ettiği araç kanda oksijen, karbondioksit ve pH ölçümü yapan ilk jenerasyon, elektronik özelliği<br />

olmayan, tamamen mekanik özellikte olan bir araçtı. Ben, Gönül ve Tuna epey uğraştık ve aleti<br />

çalıştıramadık. Bunun üzerine Gönül ve Tuna Hocaya bir öneride bulundular. İÜ Fen Fakültesi<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 246<br />

Fizik bölümünde, bu aleti çalıştırabilecek bir kişiyi tanıdıklarını, Dr. Şevket Erk isimli bu<br />

fizikçinin yurt dışından yeni geldiğini anlattılar. Hocamız Fen Fakültesine bir yazı göndererek<br />

yardım istedi. Sonuçta Dr. Şevket Erk söz konusu aleti çalıştırmayı başardığı gibi, sonraki<br />

zamanlarda da solunum fonksiyon laboratuarımızın her zaman imdadına yetişti. Esasen,<br />

Şevket Erk’ i kliniğimize ilk geldiğinde hemen tanımıştım. Çünkü biz tıbbiye birinci sınıfta (1965-<br />

1966 ders yılı), Fen Fakültesinde FKB (Fizik, Kimya; Biyoloji) okumuştuk. Derslerimizin tümü<br />

Fen Fakültesinin büyük salonunda yapılırdı (Bu salonun adı son yıllarda “Ord. Prof. Dr. Cemil<br />

Birsel Konferans Salonu” olmuştur). Şevket Erk ve Nezih Şatıroğlu, Prof. Dr. Cavit Ener’ in bize<br />

anlattığı Denel Fizik Derslerine asistan olarak girerler ve ders boyunca sahnenin kenarında<br />

ayakta dururlar ve deneyler sırasında hocaya yardım ederlerdi. Bu dersler son derece renkli<br />

olurdu ve büyük bir ilgiyle dinler ve deneylere her seferinde hayran olurduk. Deneylerden<br />

birinde konferans salonunun balkonundan kedi atılmıştı. Kedinin dört ayağı üzerine<br />

düşebildiğini görmüştük. Daha sonraki yıllarda bu kedilerin nereden bulunduğunu öğrenince<br />

çok gülmüştük. Asistanlar deney için gereken kediyi, bir gün önceden, sokaktan ve bin bir<br />

güçlükle yakalayıp, odalarında saklayıp deneyden sonra gene sokağa bırakırlarmış. Kedi deneyi<br />

gibi etkilendiğimiz ve unutamadığımız iki deney daha vardı. Biri, gülün aniden dondurulması,<br />

diğeri kurşun sıkıldığı halde camın delinmesi ama kırılmaması konusundaki deneylerdi…<br />

Öğrencilik ne güzeldi.<br />

Daha sonraki yıllarda Şevket Erk’in Fizik-Matematik dalından 1967 yılında mezun<br />

olduğunu öğrenmiş ve 1965-1966 ders yılında bizim asistanlığımızı nasıl yapabildiğine<br />

şaşırmıştım. Öğrendim ki o yıllarda bir taraftan öğrenci olmak bir taraftan da yardımcı asistan<br />

olarak çalışmak mümkünmüş. Yine kendisinden öğrendiğime göre,1967 yılında İ. Ü. Fizik-<br />

Matematik Bölümünden mezun olup, hemen ardından “Nato Bursu” alarak 1967-1969 ders<br />

yılında Kanada’nın Montreal şehrine gitmiş. Orada bir taraftan Montreal Üniversitesi’nde Fizik<br />

Bölümünde ders asistanı olarak çalışmış, diğer taraftan Montreal “Atomic Energy of Canada<br />

Limited” de reaktör işletmesinde staj yapmış.<br />

Montrealal’de geçirdiği günleri her zaman mutlulukla anmıştır. Bu yıllara ait bir çok<br />

anısını dinledim: Fransız Lisesi’nde okuduğundan Kanada’nın Fransız bölgesine gitmiş<br />

olduğundan, uzun boylu uyum sorunu yaşamamış. Kısa zamanda hem orada yaşayan<br />

Türklerden, hem de Kanadalı dostlar edinmiş. Kanada’nın kış aylarının çok soğuk olduğunu<br />

anlatırdı. Karı ve soğuğu hiç sevmediğini hep vurgulardı. “Ben deniz çocuğuyum” diye eklerdi.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 247<br />

Montreal’ deki Türk arkadaşları arasında iki kişinin yeri farklıydı. Onlardan sevgiyle söz<br />

ederdi: Dr. Vahit Gedikoğlu ve Kılıç Kaplan Arıtürk. Dr. Vahit Gedikoğlu ile bir süre aynı evi<br />

paylaşmışlar. Vahit bey orada bir Kadın Doğum Kliniğinde çalışıyormuş. Şevkete gerçek bir<br />

ağabey gibi davranmış. Daha sonra İstanbul’da haberleştiklerini ve bazen görüştüklerini<br />

biliyorum. Dr. Vahit Gedikoğlu bir süre Zeynep Kamil Hastanesinin başhekimliğini yapmıştı.<br />

Kılıç Kaplan Arıtürk ise akıllı, esprili, pratik zekalı ve arkadaş canlısı biri olarak Şevketi çok<br />

etkilemiş. Onunla birlikte yaşadıkları gerçekten komik anıları anlatırdı. Çok sonraları, benim<br />

meslek çevremde, değerli bir hocamızın, Prof. Dr. Sedat Arıtürk’ün adı geçmişti, o zaman<br />

söylemişti Şevket, Kılıç Kaplan Arıtürk’ün ağabeyi olduğunu.<br />

Bir de Montreal Üniversitesi’nde arkadaş olduğu Claude Guay ve kardeşi ile çok derin<br />

dostlukları olmuş. Tatillerde hemen hemen bütün Kanada’ yı birlikte camping yaparak<br />

gezmişler. Bu dönemde edinilen kamp deneyimlerinden sonraki yıllarda Ege ve Akdeniz<br />

kıyılarında yaz tatillerimizde yaptığımız gezilerde çok işimize yaradı. Kıyılarımızın güzelliklerinin<br />

tadını çıkardık. Claud Guay ile her zaman haberleştiler. Şevket’i kaybettikten hemen sonra<br />

Claude’ dan mektup geldi. Çocukları ve karısı ile Türkiye’ ye geleceğini, bizleri görmek istediğini<br />

yazıyordu. Ne yazık ki seneler sonra Türkiye’ye gelmek üzere bulduğu bu seyehat fırsatında,<br />

artık Şevketi görme olanağı yoktu.<br />

“L’Université de Montréal’ in Fizik Bölümü’ndeki asistanlık anıları pek çoktu: Öğrencilerle<br />

ilişkileri çok iyiymiş.Yardımcı asistanlık yaptığı hocası “Nobel Ödüllü” imiş.<br />

Montreal Üniversitesi’ndeki çalışma süresinin bitiminde “Northen Electric” şirketinden<br />

iş teklifi almış. Yanlış hatırlamıyorsam Northen Elektrik Kanada’ da o zamanın büyük telefon<br />

şirketlerinden biriymiş ve Türkiye’de iş yapma hazırlıkları varmış. Şevket’ in bu cazip teklifi<br />

düşünmeye imkanı olmamış. Çünkü o sırada, henüz Kanada’da iken babasının vefat haberini<br />

almış ve İstanbul’a dönmüş.<br />

Yeri gelmişken burada biraz ailesinden söz etmek istiyorum. Doğrusu söz etmeye değer.<br />

İstanbul ve Osmanlı kültürünü bilen insanlarmış. Babası Mustafa Nasır Bey gerçek bir İstanbul<br />

beyefendisi imiş. Şevketin annesi, Nasır Bey’in her zaman çok şık, çok kibar ve nüktedan<br />

olduğunu söylerdi. Onu hep saygı ve hayranlıkla anmıştır. Büyük babası, Mehmet Şevket Bey<br />

ise, Osmanlı döneminin Saraybosna valilerinden imiş. Ailenin bir kolu Saraybosna’ da<br />

yaşıyormuş. 1900 lü yılların başında akrabaların birbirine gönderdiği kartpostallar mevcut. Aile<br />

bunları saklamış. Soyadlarının Alipasic olduğu anlaşılıyor. Kayınvalidem “kızım, bu Şevket<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 248<br />

boşnaktır, inatçıdır, haberin olsun “derdi, böyle takılırdı oğluna. Şevket yedi sekiz<br />

yaşlarındayken babası onu trenle Saraybosna’ya akraba ziyaretine götürmüş. Bu Şevketin ilk<br />

yurtdışı seyahati olmuş. Büyük babanın evi Vefa’da imiş. Kadıköy yakasına yazlığa gelinirmiş.<br />

Zaman içinde Vefa’dan Kadıköy yakasına temelli taşınılmış. Annesi Leman Hanım Kavala’dan<br />

mübadil olarak gelip İstanbul’ a yerleşmiş bir ailenin üç kızından biriymiş. Evlendikten sonra<br />

sürekli olarak Fenerbahçe’de oturmaya başlamışlar. Dolayısıyla, Şevket Kadıköy’de doğmuş. O<br />

zamanlar Moda’da, Şifa Sokakta (Saint Joseph Lisesi ve Maarif Kolejinin hemen altındaki sokak)<br />

meşhur Kadın Doğum Doktoru Mahmut Ata Bey ve onun doğum kliniği varmış. İşte burada<br />

doğmuş. Bu güzel köşk hala mevcut. Şifa sokağının sonunda denizi tepeden seyrederek, şu an<br />

boş duruyor. Dilerim kısa zamanda birileri alır ve bina canlanır. Çünkü gerçekten güzel bir bina.<br />

Amcası Nushet Bey ve halası Nedime Hanım ile aynı evde oturuyorlarmış. Amcası Nushet<br />

Erk Bey İstanbul’un çok eski avukatlarından biriymiş. Baro kayıt numarası galiba “3” ya da<br />

böyle ufak bir sayı imiş. Hala ve amca hiç evlenmemişler. Sonuç olarak Şevket, dört erişkinin<br />

üstüne titrediği bir çocukluk dönemi yaşamış. Kayınpederim Nasır Bey’i, ağabeyi Nushet Bey’i<br />

ve kız kardeşleri Nedime Hanım’ı, ben hiç tanımadım, ama kayınvalidem Leman hanımdan (ve<br />

nadiren Şevket’ ten) öyle çok dinledim ki, birlikte yaşamış gibi hatıralar vardır aklımda:<br />

Babası ve amcası Beyoğlu’ndaki Degüstasyon’a sık giderlermiş. Ancak, dosrtarı ve her<br />

zaman oturdukları masaları ayrı ayrıymış, her kez kendi arkadaşları ile otururmuş. Aynı<br />

zamanda Kalamış’ ta Todori’ye de sık gidilirmiş. Todori şu anda mevcut değil. Yanılmıyorsam<br />

1970’ li yılların sonunda kapandı, uzun süredir kapalıydı. Şimdi Fenerbahçe Spor Klübü aldı.<br />

Türk musikisi üstatlarından Selahattin Pınar, baba ve amcasının dostlarıymış. Todori’nin<br />

bahçesinde uzun ve güzel sohbetlerin sonunda şarkılar söylenirmiş, Bazı akşamlar, tamburu<br />

almaya Selahattin Pınar’ın evine Şevket’i gönderirlermiş. Selahattin Pınar’ın yaşam öyküsü ile<br />

ilgili birçok yazıda belirtildiği gibi, Kalamış ve Todori sanatçı için önemli yerlermiş. Ne hazin ki<br />

ölümü de Todori’de olmuş. Şevket, babasının ve amcasının sofra adabını iyi bilen, ağır başlı,<br />

hoş sohbet kişiler olduğunu söylerdi. Aynı zamanda her zaman şık giyinen kişilermiş. Bu konu<br />

açıldığında kendisi için “ben onlara kıyasla oldukça kalender sayılırım” derdi. Şevket gerçekten<br />

spor giyinmeyi çok severdi. İş dışında, hep kot pantolon, spor ayakkabılar, ekose gömlek,<br />

süveter, montgomeri giymeyi severdi.<br />

Yakın senelerde amcası ile ilgili bir anıyı anlatmıştı: “Çocukluk yaşlarında amcasının bir<br />

sırrını paylaşmış ve diğer ev halkına söylememeye söz vermiş. Bir gün amcası Şevket’i alıp<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 249<br />

Yakacık’a götürmüş, ve o güne kadar hiç bilmediği ikinci bir hala ile tanıştırmış. Bu hala, diğer<br />

halanın büyüğü imiş. Ailenin onaylamadığı biri ile evlendiği için aile reddetmiş. Fakat Nüshet<br />

bey son yıllarda kız kardeşini aramış ve görüşmeye başlamış.” Belki de gerçekten sır tutmayı<br />

bilen bir karaktere sahip olmasında bu olayın da katkısı olmuştur.<br />

Şevketin babası uzun yıllar Sanayi Odası “Muamelat Müdürü” olarak çalışmış. Emekli<br />

olduktan sonra bazı işlere ortak olmuş, ticaret yapmayı denemiş. Önce, Bursa Karacabey’de<br />

“hara” işine başlanmış. Bikaç sene yürütülmüş ve vazgeçilmiş. Şevket burada ata binmeyi<br />

öğrenmiş. Atlara çok özel bir sevgisi vardı. Bu hara birkaç yılda kapatılmış. Daha sonra başka<br />

ticaret alanlarında denemeler, ortaklıklar olmuş, fakat sonuçta hepsi başarısızlıkla bitmiş. Bu<br />

nedenle Şevket’in Lise yıllarında ciddi ekonomik zorluklar başlamış. Para kazanmak<br />

zorunluluğu ile, çok genç yaşta karşı karşıya kalmış. Lise yıllarında ve Üniversite öğrenciliği<br />

yıllarında çalışmak ve aileye bakmak durumunda kalmış. Lise yıllarından itibaren, zamanın bazı<br />

popüler müzik gruplarında gitar çalarak para kazanmış. Bu yılları hatırladığında bazen gözleri<br />

dalar hüzünlenirdi. Bir keresinde ”Bazı günler orkestra dans müziği yaptığımızda, eğlenenler<br />

arasında olmadığımıza hayıflanırdım ve sırtımı insanlara çevirip sahnede ters otururdum”<br />

demişti. Ayrıca yaz aylarında turist rehberliği yapmış. Bir zamanların meşhur treni “vagone lit”<br />

ile turist gezdirmiş. Popüler müzik ile, profesyonel bir grupta gitar çalacak kadar aşinalığın<br />

hikayesi de şöyle:<br />

Lise yıllarında Saint<br />

Joseph’de 3-4 arkadaş pop<br />

müziği grubu oluşturmuşlar. Bu<br />

grubu kuran arkadaşlarından<br />

her zaman bahsederdi.<br />

Bunlardan birisi İstanbul Teknik<br />

Üniversitesinden emekli hoca<br />

olan Prof. Dr. Levon Çapan’dır.<br />

Levon Çapan (Sol başta) ve Kemanı ile Şevket Erk mahalledeki<br />

bir sünnet düğününde çalıyorlar.<br />

Aynı zamanda okulun klasik<br />

müzik orkestrasında çalıyor olduklarından, okul bu pop müziği grubuna şiddetle karşı çıkmış.<br />

Ama Şevket ve arkadaşları bu çabalarını sürdürmüşler. Uzun uğraşlardan sonra okul durumu<br />

kabul etmiş. Şevketin Liseden sınıf arkadaşı ve çok yakın çocukluk arkadaşı Prof. Dr. Işık<br />

Aydemir şöyle demişti: “Bu olay, son derece tutucu okul yönetimine karşı bir başkaldırı idi,<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 250<br />

devrim idi”. Müzik eğitiminin geçmişi ise Ortaokulda başlıyor. Ortaokula giderken, Şevket bir<br />

taraftan konservatuar keman bölümüne gitmiş. Bu durum dört ya da beş yıl sürmüş. Saint<br />

Joseph’de o dönemde, adı duyulmuş, konserler veren bir klasik müzik orkestrası varmış.<br />

Şevket bu orkestrada keman çalmaya başlamış. O günleri bilenler çok başarılı olduğunu<br />

söylüyorlar. Bazı konserlerde solo keman olarak çalmış. Daha sonraki yıllarda kemandan<br />

uzaklaşmış. “Kemana ara verilmez, verilirse parmaklar unutur” derdi. Kemandan çalmaktan<br />

uzaklaşmakla birlikte, Şevket’in müzik sevgisi her zaman ön planda idi. Keman çaldığı yıllarda<br />

öncelikle Bach çalmış. Bach’ı çok seviyordu. Fransızca şarkıları da severdi. caz müziğine<br />

bayılırdı, bazı geceler radyoda caz müziği çaldığı zamanlarda hemen parmaklarıyla ritim<br />

tutar, ritmi bana da öğretirdi. Çocukluktan gelen bir aşinalık ile, kalsik türk müziğini de çok<br />

severdi. Herhangi bir yerde deforme edilerek söylenen şarkıları işittiği zaman üzüntü duyardı.<br />

Geçmişteki refah zamanlarında, evlerinde yapılan fasılları hatırlardı. Tanıdığı ve çocukluk<br />

anılarını bulduğu için Selahattin Pınar’ın bütün şarkılarını çok severdi. Bu şarkılardan<br />

herhangi birini duyarsa duygulanırdı. Üstadın Afife Jale ile yaşadıkları fırtınalı aşkı<br />

Şevket’ten duymuştum ilk kez. Bir de “saba makamı”nı severdi. Mevlüd’ün saba makamında<br />

okunduğunu da Şevket’ten öğrenmiştim. Daha bir çok güzel geleneği, şu anda<br />

unutulduklarını düşündüğüm bir çok İstanbul âdetini Şevket’ ten öğrendim. Ona her zaman<br />

minnettarım.<br />

İstanbul’da gerçek<br />

İstanbulluların giderek azalması,<br />

sonradan göçen bir çok insanın<br />

şehri kalabalıklaştırması onu hep<br />

üzmüştü. İstanbul’da “İstanbul<br />

mutfağının” unutulmasına buna<br />

karşılık kebap ve lahmacun<br />

kültürünün hızla yayılmasına hep<br />

isyan etti ama sonunda galiba o<br />

da teslim oldu, çünkü kebaba da<br />

alıştığını ve sevdiğini söylerdi yeri geldiğinde. En sevdiği yemek tarzı, sofraya azar azar getirilen<br />

mezeler ve sonra balıktı. İstanbul’un balığını hiçbir şeye değişmem derdi. Çok sevdiğimiz bir<br />

ağabeyimiz, gerçek bir deniz ve balık uzmanı Ali Pasiner ile “boğaz (hem İstanbul hem<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 251<br />

Çanakkale boğazı) veya balık” üzerine güzel sohbetleri olurdu. Burada Ali Pasiner’i sevgi<br />

ve saygıyla ile anıyorum. Ne yazık ki onu da kaybettik. Ali Pasiner’in istavrit kızartması ile ilgili<br />

bir püf noktayı size aktarmak isterim. İstavritleri unlayıp bir kağıdın üzerine dizin, üzerlerine<br />

çok az, ancak birkaç damla rakı serpin, sonra kızartın. Kokusu çok güzel oluyor. İstavrit zamanı,<br />

Şevket ile istavritleri böyle kızartırdık. ve çok beğenerek yerdik. Hele istavritleri kendimiz<br />

tutmuşsak, daha da zevkli olurdu. Son yıllarda çapariye çıkmadık, ama eski yıllarda Kalamış<br />

açıklarında istavrit için, Haydarpaşa mendireği etrafında da izmarit için çok olta atmıştık.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 252<br />

Şevket’in yakın arkadaşı Aşkın Engin’in sandalı ile çok zevkli balık avı maceraları<br />

yaşanmıştır. Bir keresinde, Haydarpaşa mendireği yakınında yakaladığımız izmaritleri, büyük<br />

bir tel sepete biriktirip, sandalın dışına asmıştık. Bir anlık telaşla balık dolu sepeti kaçırdık.<br />

Sepet derinlere doğru giderken hepimiz bakakaldık. Son yıllarda deniz kirlendi, misinayı<br />

çekerken ellerimize mazot bulaşıyordu, balığa çıkmaktan istemesek de vazgeçmiştik.Yemek<br />

üzerine sohbet açılırsa, Şevket’ ten her seferinde öğrenilecek bir şeyler olurdu. “Zeytinyağlı<br />

yaprak sarmasından sonra bir parça beyaz peynir iyi gider, enginar yedikten sonra su içilirse<br />

ağızda güzel bir tat meydana gelir”.İstanbul kültürü kadar, İstanbul’u da çok seviyordu Şevket.<br />

Hele çocukluktan bu yana pek ayrılmadığı Kadıköy yakasını ve özel olarak da Kalamış ve<br />

Fenerbahçe’yi çok seviyordu. Bu sevgiyi gerçekten kanıtlayacak bir belgeyi, ölümünden sonra<br />

kitaplarının arasında buldum. Lisede, onuncu sınıfta Türkçe dersinde yazdığı bir kompozisyon,<br />

onca sene kitapların arasında kalmış. İyi ki kalmış, size aynen aktaracağım. Şevket’in onuncu<br />

sınıfta, yani yaklaşık olarak 16-17 yaşlarında yazdığı bu kompozisyonda hem İstanbul sevgisi<br />

anlaşılabiliyor, hem de eski İstanbul’a ait bilgiler var.<br />

“Fenerbahçe ismini herhalde duymuşsunuzdur. İstanbul’un bu en güzel ve mutena semti<br />

tabiatın dantelâ gibi işleyip süslediği Marmara’ya doğru uzanan bir yarımadadır. Zamanımızın<br />

en güzel mesire yerlerinden biri olan Fenerbahçe’nin tarihini Bizanslılara kadar uzatanlar da<br />

vardır. Esasen burada bulunan Bizans vari bir hamamın son kalıntıları bu fikri daha da<br />

kuvvetlendiriyor. Dışarıdan bakıldığında başka türlü, içinde oturulunca insana daha başka<br />

görünen bir mahalledir. Emsalsiz manzarası güzel evleri, köşkleri ve şahane mehtabıyla<br />

Fenerbahçe, içinde oturanları hayran bırakır. Ben ve içindekiler bütün İstanbullular gibi, bu<br />

semtin yazını çok sevmekle beraber, kışı bize daha sempatik gelir. Çünkü yazın insandan<br />

geçilmeyen sokaklarında, kavurucu İstanbul sıcağını ve birçok şehirlerden gelen karışık bir<br />

ahaliyi görebiliriz. Fakat kışın, bütün bu karışıklıklar biter. Yine yerliler, biz bize kalırız. Sokakları<br />

eski sessizliğine kavuşur. Bence kışın panjurları kapanmış köşklerin, yaprakları dökülen<br />

ağaçların adeta bir tünel haline getirdiği yollarında yürümeyi, yazın güneşten esmerleşmiş<br />

vücudumu serin sulara bırakmaya hiçbir zaman tercih etmem. Yazın parlak gecelerinde<br />

gümüşten bir yol olarak gözleri büyüleyen mehtabını, kışın sessiz, serin ve sönük mehtabıyla<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 253<br />

kıyas etmek sanki kabil değil….Ulu tanrıdan tek isteğim tabiatın bu güzel yerinde ömrümün<br />

sonuna kadar kalmamdır”.<br />

1969 yılında master çalışmasını tamamlamış olarak, babasının ölümünün ardından yalnız<br />

kalan annesini düşünerek İstanbula dönmüştü ve Northen Electric şirketindeki iş olanağı<br />

başlamadan bitmişti. Bu yıllarda hem İÜ Fen Fakültesi’ndeki görevini sürdürmüş, hem de bazı<br />

dönemler görevlendirme ile Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde (ÇENAEM)<br />

çalışmıştı. 1970 yılında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu-TAEK Çekmece Nükleer Araştırma ve<br />

Eğitim Merkezi-ÇNAEM’in Reaktör İşletme Bölümü’nde işletme şefi olarak göreve başlamıştı.<br />

TR-1 Reaktörünün 1977 yılından durduruluncaya kadar bu görevine devam etti. 1973 de<br />

Doktora sınavına girerek Fen Doktoru ünvanını aldı. “Contribution à l’étude d’un système de<br />

detéction de rupture de gaines par neutrons retardés applicable aux réacteurs a eau légère”<br />

isimli Tez çalışmasını Fransa’da Prof. Dr. Pierre Denis ile yapmıştı. Sonra İstanbul’a dönüp<br />

çalışmayı yazmıştı. Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre buradaki danışman hocası idi.<br />

Reaktör yıllarında çalışma arkadaşlarıyla (ön sırada siyah gözlüklü olan Şevket Erk)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 254<br />

Profesör Özemre ile reaktörde de birlikte çalıştığı zamanlar olmuştu. Birbirlerini sevdiklerini<br />

biliyorum.Liseyi, Galatasaray Lisesi’nde okumuş olan Prof. Dr. Özemre için şöyle derdi “<br />

Türkiye’de Fransızcaya Ahmet bey kadar vakıf olan ve güzel konuşan bir başkası olabileceğini<br />

düşünemiyorum”. Hocanın rahmetli eşi Astronomi hocası Prof. Dr. Kamuran Özemre Hanım’ı<br />

da çok sever ve sayardı.<br />

1974 yılında yine üniversiteden izinli olarak Fransa’ya gitti. Fransa’da TR-2 Reaktörünün<br />

ön projesi ve teknik şartnamesini hazırlayan grupta görev yapmıştı. Türkiye’den küçük bir grup<br />

olarak gitmişler ve aynı evde kalmışlar. Yoğun iş temposuna rağmen çok renkli anıları olmuş.<br />

Sezgin Alsan, Nemci Dayday, Ertok Kuntel benim çok duyduğum isimler. Bu dönemden öyle<br />

çok anı anlatıldı ki, ben de adeta onlar kadar biliyorum bazı olayları: Prof. Dr. Sezgin Alsan<br />

Halen İstanbul Ticaret Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanıdır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 255<br />

Aynı zamanda,<br />

Ortaokul ve Liseden<br />

sınıf arkadaşıdır.<br />

Şevketin hiç ayrılmadığı<br />

yakın dostlarından<br />

birisidir. Eşi Ayşe Alsan’<br />

da biz evlendikten kısa<br />

bir süre, sonra benim<br />

çok değerli dostum<br />

oldu. Bizim çocuğumuz<br />

olmadığı için onların<br />

oğulları Alper ve<br />

Teoman’ı kendi evlatlarımız gibi sevdik. Ayşe Marmara Üniversitesi Yabancı diller okulunda<br />

Almanca Hocasıdır.<br />

Çok anılan kişilerden biri Nemci Dayday’dı. Nemci Dayday’ın daha sonraki yıllarda, uzun<br />

süre Viyana’da Uluslar arası Atom Enerjisi Komisyonunda görev yaptığını biliyorum. Ertok<br />

Kuntel ise sürekli olarak ÇENAEM de çalışıyordu ve Saint Joseph lisesinden arkadaşlar. Hepsi<br />

çok renkli insanlar. Fransa’da Grenoble’da birlikte yaşanan dönemleri hiç unutamadıklarına<br />

tanık oldum. Anılardan çoğu yemeklerle ilgili olanlardı.<br />

Ertok Kuntel yemeği ve yemek yapmayı çok seviyormuş. Bu nedenle yemek işini<br />

genellikle ona bırakıyorlarmış Mantı bile yapmışlar. Oturdukları evlerden birinin sahibi yeni<br />

vefat etmiş. Bu kişinin yakınları ev sahipliği yapıyormuş.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 256<br />

Çekmece Nükleer Araştırma Merkezinde çalışırken<br />

Evin ölen sahibinin bodrumda saklı şarapları olduğunu öğrenmişler.Varisler şarapların<br />

varlığından haberdar oluncaya kadar epey şarap eksilmiş. Zaten varisler bu şarapların tümünü<br />

kiracılara hediye etmişler. Bizimkiler de utanıp, daha önce aşırdıkları şaraplardan söz<br />

edememişler.<br />

Şevket, 1976 yılında Atom Enerjisi genel Sekreterliğine bağlı olarak kurulan “Reaktör<br />

Tevsi proje Grubu”nun başkanlığına atandı. 1980 yılına kadar bu grupta TR-2 projesini yürüttü<br />

ve bu sürede, Fransız Atom Enerjisi Komiserliğinin talebi ile muhtelif zamanlarda Fransa’daki<br />

çeşitli Nükleer Araştırma Merkezlerinde, “Nükleer Elektronik, Reaktör İşletmesi ve Reaktör İçi<br />

Ölçmeleri” konularında proje ve araştırmalara katıldı.<br />

1978 yılında doçentlik tezini sundu ve 27 Nisan 1979 da, yani YÖK yasası çıkmadan 2 yıl<br />

önce sınava girerek doçent oldu. Tez konusu “Nötron-elektron çevirici sonda cevaplarının<br />

incelenmesi ve geliştirilmesi” başlığını taşımaktaydı. 1980 yılında ÇNAEM den ayrılarak<br />

İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyeliği görevine başladı.<br />

Biz 1981 yılında evlendik. Hemen ardından önce Şevket, sonra da ben Fransa’ya gittik.<br />

1983 yazında geri döndük. Sezgin ve Ayşe Alsan da gelmişti. Şevket ve Sezgin, eğitim<br />

simülatörlerinin projelendirilmesini ve gerçekleştirilmesini üstlenen fizik grubunda görev<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 257<br />

aldılar. Bu dönem, Fransa’daki uzun süreli çalışmalardan sonuncusuydu. Simülasyon projesi<br />

Grenoble’daki reaktörde (CENG: Cenre Energie Nucleer de Gronoble) yürütülüyordu. Şevket<br />

ve Sezgin gittikten yaklaşık altı ay sonra ben ve Ayşe de Grenoble’a gittik. Ben o sırada<br />

Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde doçent olarak çalışmakta idim. Grenoble’daki Üniversite<br />

Hastanesi Pnömoloji Kliniğinde bilgi ve görgümü arttırmak üzere Üniversite’den izin alarak<br />

gittim. Dolayısıyla CENG’ deki çalışma grubunu yakından tanımış oldum. Bir kısmı Şevket ve<br />

Sezgin’nin eski çalışmalardan tanıdığı kişiler, bazıları da yeni kişilerdi. O dönem bilgisayarlar<br />

oldukça ilkeldi. Her biri buzdolabı büyüklüğünde IBM makineler vardı. Fortran yazılım dili<br />

modaydı. İskambil destesi gibi kartlara delikler açılarak program yazılırdı, ve o günlerde yeni<br />

PC’ ler görülmeye başlamıştı. Şevket ve Sezgin bu konuda ustaydılar. Ev ve iş arasında<br />

katlanmış deste deste kenarları delikli bilgisayar çıktıları gelir geceler boyunca incelenir ve<br />

sabah geri giderdi. O günler hayatımızı güzel dönemlerinden biriydi. Çok çalışıyorduk, ama bir<br />

o kadar da eğleniyorduk. En büyük eğlencemiz ise hafta sonları dağlara, kırlara pikniğe veya<br />

yürüyüşlere gitmekti. Şevket ve Sezgin oraya ilk gittiklerinde eski küçük bir araba almışlardı.<br />

Bu eski bir Pegeout 104 idi. Bulunduğumuz bölgeyi bu araba sayesinde karış karış öğrenmiştik.<br />

Bazen çevredeki göllere yüzmeye gidiyorduk. Şevket hep söylenirdi: “Gölde yüzmek de neymiş,<br />

nerede bizim güzel denizlerimiz!”<br />

CENG deki çalışma grubundan birçok kişi ile hemen dost olduk. Bunlardan biri ve<br />

herkesten en genç olanı François Kaas’dı. Karısı France genç bir avukattı. Bu iki dostumuzu öz<br />

kardeşlerimiz gibi sevdik. Onlar da bizi çok benimsediler. François Kaas değişik ülkelerin<br />

kültürlerini anlamaya ve öğrenmeye çok meraklı idi. Birçok hafta sonu bizim mutfağımızın<br />

geleneksel yemeklerini birlikte yaptık. Patlıcan yemeklerini özellikle çok seviyordu. İmam<br />

bayıldı, karnı yarık, patlıcan kızartmasını gayet güzel yapmayı öğrendi. Fransa’dan döndükten<br />

sonra düzenli olarak haberleştik. 1990 yılında İstanbul’a geldiler ve eski günleri yâd ettik. 1990<br />

lı yılların ortalarıydı, radyolarda Patricia Kaas isimli Fransız bir şarkıcıyı duymaya başladık. Çok<br />

beğeniyorduk. Soy isim benzerliği nedeniyle François’yı aradık. Evet, meşhur şarkıcı amcasının<br />

kızıydı. Bize Patricia Kaas’ın imzalı CD ve konser kayıtlarını göndermişlerdi.1995 yılında<br />

Fransa’nın en iyi yorumcusu seçilmişti. Birkaç yıl geçmişti, François Kaas’ın eşinden bir mektup<br />

aldık. François son zamanlarda pilotluğa merak salmıştı. Bir gün uçağının çakıldığı haberi<br />

gelmiş. 40 gün kadar yoğun bakımda kalmış ve ne yazık ki kaybedilmiş. Birlikte yaşadığımız ilk<br />

derin üzüntümüz bu oldu. İlk kez Şevket’in ağladığına şahit olmuştum. Şevketin ölümünden<br />

yaklaşık bir yıl sonra, 2004’de Patricia Kaas İstanbul’da Açık Hava Tiyatrosunda konser verdi.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 258<br />

Değerli dostlarımız Ayşe ve Sezgin Alsan çok ince ve nazik bir sürpriz yaparak beni bu konsere<br />

götürdüler. Üçümüz, kalabalığın içinde, çok başka duygularla dinledik Patricis Kaas’ı. Şevket’in<br />

ve François’nın da bizimle birlikte olduklarını hissederek, şarkıları onlara ithaf ederek dinledik,<br />

hüzünle, özlemle…<br />

!983 de Fransadan döndükten sonra Göcek ve Bozburun’u keşfettik ve yıllarca yaz<br />

tatillerimizde oralara gittik. Bozburun Marmaris’e bağlı çok güzel bir köydür. O yıllarda henüz<br />

fazla bilen yoktu. Zaten yolu da yoktu denebilir. Marmaris’ten Datça yönünde çıkılır,<br />

Hisarönü’ne varmadan sola sapılır ve 45 kilometrelik yol iki buçuk, üç saatte kat edilerek<br />

Bozburun’a varılırdı. Sonraki yıllarda, kıyıdan Turunç’tan geçen güzel bir yol açılmıştı. Bozburun<br />

bizim için çok özel bir yer oldu. Yıllarca gittik. Oradaki Motel Mile evimiz gibi, sahipleri Anna<br />

ve Yılmaz Ağartan ise kendi ailemiz gibi oldular. Üstelik yıllardır göremediğim bir arkadaşımı<br />

da orada buldum ve eşlerimiz hemen dost oldular: Avukat Fulya Sakınç ve eşi Prof. Dr. Mehmet<br />

Sakınç.<br />

Şevket’le birlikte Türkiye’nin bütün kıyılarını gezdik desem abartılı olmaz. Hem de en<br />

ayrıntılı şekilde, özümleyerek, tadını çıkararak. Bu gezilerle ilgili anılarımız anlatmakla bitmez.<br />

Şevket’in yaşamında en rahat ettiği, stressiz olduğu, mutlu olduğu anlar, inanıyorum ki bu<br />

gezilerimizde olmuştur.<br />

Yeni denizler keşfetmek, oralarda dalmak, tenha, alaca gölgeli orman veya köy yollarında<br />

araba kullanmak, Mavi yolculuk’larımızda kaptanlarla ahbaplık etmek ona heyecan ve<br />

mutluluk verirdi. Keşfettiğimiz, sevdiğimiz yerleri dostlarımıza ayrıntıları ile anlatır, onlarında<br />

oraları gidip görmelerini arzular, görüp de beğendikleri zaman ise çok keyiflenirdi. İnanılmaz<br />

bir yol hafızası vardı. Bir kez geçtiği yeri asla unutmazdı. Lise ve üniversite yıllarında rehberlik<br />

yaptığı için bütün ören yerlerini ayrıntılarıyla biliyordu. Bu nedenle gezilerimiz zevkli ve<br />

doyurucu oluyordu. Denizi, balıkları, dalmayı bilen ve seven insanları daha başka bir sınıfa<br />

koyardı. Onlarla ahbaplık etmekten ayrı bir zevk alırdı. Böyle dostlarından biri Durul beydir.<br />

Durul bey (Prof. Dr. Durul Ören şu anda Yıldız Teknik Üniversitesinin rektörü) yıllardır çok iyi<br />

dalan, dalınacak bölgeleri iyi bilen bir dosttur. Dalmaya gittikleri yerleri birbirlerine ayrıntıyla<br />

anlatırlardı.<br />

Bilirsiniz, kamping veya mavi geziler daima Antalya-İzmir arasındaki kıyılarda yapılır. Biz<br />

de buralarda birçok kereler dolaştık. Hep yapmayı istediğimiz bir şey ise Antalya’nın doğusuna<br />

doğru uzanmaktı. !990 ların başında bunu başardık. Yaz başında benim Antalya’ da bir tıp<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 259<br />

kongresinde görevim vardı. Kongreden sonra, arabamızla Doğu Akdeniz kıyılarımızın en ucuna,<br />

Samandağ’a kadar gittik. Olağan üstü güzellikler gördük, çok etkilendik. Antakya’ da<br />

büyülendik. Asi nehri, amik ovası, şehirde değişik kültürlerin izleri, Saint Simon klisesi, Titus<br />

kanalları, eski şehir, Harbiye ve tabii mozayık müzesi, künefe, humus, daha birçok güzel şey.<br />

Bu gezinin hiç unutamadığımız anılarından biri, Mersin ve Tarsus etabımız ve Akkuş ailesidir.<br />

Prof. Dr. Baki Akkuş, Şevket’in öğrencisi ve genç dostlarından biridir ve ailesi Mersin’lidir.<br />

Baki’nin çok nazik önerisi ve ısrarı sonucu üç günümüzü Mersin’de ailesine misafir olarak<br />

geçirdik. Ben hayatımda Bakinin annesi Gülseren hanımın yemekleri kadar lezzetli olanını<br />

yemedim dersem, abartmış olmam. Özellikle ızgara köfteyi ve salatayı hiç unutamadık. Şevket<br />

ve ben öğrenmeye çalıştık, defalarca yapmayı denedik ama asla öyle olmadı.<br />

1985 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümünde ilan edilen<br />

profesörlük kadrosuna başvurarak, İstanbul Üniversitesinden ayrılmış oldu. O yıllarda<br />

Profesörlüğe atanmak için Üniversite değiştirmek zorunluluğu mevcuttu. Ama bundan 3 yıl<br />

sonra yasa yine değiştirildi ve doçentler bulundukları fakültelerde profesör olabilme imkânı<br />

elde ettiler. 1988 de Türkiye’de o güne kadar görülmüş en yüksek sayıda profesörlüğe<br />

yükseltilme olayı vuku buldu. Ben dâhil birçok kişi bu şekilde profesör olduk. Bu olay Şevket’i<br />

kızdırmıştı. “Biraz sabretseydik, biz de kendi Üniversitemizde profesör olacaktık” demişti. Ama<br />

Yıldız Teknik Üniversitesi’ni giderek sevdi, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi için<br />

ve çağdaş üniversiter anlayışın yerleşmesi için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştı.<br />

Nükleer Fizik Profesörlüğüne ve daha sonra da Fizik Bölümü Başkanlığına atandı. Burada,<br />

1983 de Fizik Lisans öğrenimine başlayan Bölümün, Lisans ve Lisansüstü Laboratuarlarının<br />

kurulmasını sağladı. O yıllarda Dekan olan Prof. Dr. Fahri User Şevket’i çok destekledi.<br />

Kendisiyle bir vesileyle ben de tanışmıştım. Çok nazik ve beyefendi bir insandı. Kendisine<br />

esenlikler diliyorum. O dönemin Rektörü ise Prof. Dr. Süha Toner idi. Yıldız’ın Mimarlık<br />

Fakültesinde çalışan arkadaşımız Prof. Dr. Işık Aydemir’in hocası ve eski Moda’lı bir zattı.<br />

Onunla da uyum içinde çalıştıklarını hatırlıyorum.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 260<br />

1987 de Fen-Edebiyat<br />

Fakültesi Dekanı oldu ve üç<br />

dönem (9 yıl) Dekanlık yaptı.<br />

Dekanlığı sırasında Eğitim<br />

Bilimleri, Fransızca Mütercim<br />

Tercümanlık ve İstatistik<br />

Bölümlerinin kurulmasına ve<br />

gelişmesine ön ayak oldu.<br />

Fransızca Mütercim<br />

Tercümanlık Bölümünün<br />

kurulması<br />

ve<br />

geliştirilmesinde emeği geçen bir çok hoca vardı şüphesiz. Ben bu kişilerden, Prof. Dr. Hasan<br />

Anamur’u tanımıştım. Heyecanlı günlerdi o günler. Kuruluş aşamasında Fransız Konsolosluğu<br />

ve Kültür Ataşeliği’nde görevli bazı kişilerle sık toplantılar yapıldığını hatırlıyorum. Bu dönemde<br />

birkaç kez akşam toplantıları olmuştu ve bende katılmıştım. Fransızlardan biri çok renkli bir<br />

kişiliğe sahipti. Mösyö Tolstoy adındaki bu Fransız ataşelik görevlisine, soyadının yazar<br />

Tolstoy’la benzerliğinin tesadüf olup olmadığını sorduk. Yanıtı şuydu:“şunu bilin ki, yeryüzünde<br />

tek bir Tolstoy ailesi vardır, bende o aileye mensubum”.<br />

Dokuz yıl süren dekanlık görevi sırasında Şevket’in şüphesiz çok mutluluk duyduğu<br />

günleri olduğu gibi, zor günleri de olmuştu. Bu dönemde hem mutlu günleri, hem zor gümleri<br />

paylaştığı iki yakın dostu vardı yanında: Prof. Dr. Hüseyin Avşar ve Prof. Dr. Behiç Çağıl. Üçü<br />

arasındaki dostluk, başarılarına mutlaka katkıda bulunmuş olmalıdır. İş dışında, her biri ile ayrı<br />

ortak konuları vardı. Bilgisayar merakını Behiç Bey ile paylaşırdı. Hüseyin beyin araba ve evle<br />

ilgili, özellikle tamir konusundaki üstün yeteneğine bayılırdı. Gerçekten de Hüseyin beye tamir<br />

ve onarım sihirbazı denebilir. Daha pek çok yaratıcı özelliği olan bir insandır. Birlikte araba,<br />

çakmak, küçük ev aletleri, büyük ev aletleri, aklınıza ne gelirse, çözümsüz denilen arızaları<br />

mutlaka çözerlerdi. Bundan büyük zevk alırlardı. Önce problem tanımlanır, sonra tamir<br />

yöntemi hakkında tartışılır, sonra malzemelerin temini konusunda plan yapılır, sonra tamir<br />

mahalli saptanır ve çalışmaya başlanırdı. Adeta bilimsel bir projeye hazırlanır gibi yaklaşırlardı<br />

konuya. Hüseyin Bey bu konuda hakikaten özel bir insandır. Kıyı Köy’deki kır evinin çatısını<br />

bizzat kendisi hesaplayıp yapmıştı. Yıllarca çevreden gelip bu çatıyı kimin yaptığını sormuşlar.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 261<br />

Hüseyin beyin bir özelliği de vejetaryen olmasıdır. Şevket bu konuda hep takılırdı .”Et<br />

yemiyorsun, buna bir şey demem, ama balık, midye, karides yememekle neler kaçırdığını<br />

biliyor musun?” Hüseyin Bey ve değerli eşi Semra Hanım bizi birçok kere Kıyı köy’e davet<br />

ettiler. O güzel evde çok hoş anılarımız oldu.<br />

Yıldız Teknik Üniversitesinin Şevket’e kazandırdığı özel dostlardan birisi Prof. Dr. Mehmet<br />

Pala’dır. Mehmet beyin telefon ettiği zamanlarda sevinir, “buyur Pala” diye söze başlar ve uzun<br />

bir sohbet tuttururdu. Görüp beğendiği yerleri ve beğendiği yemekleri uzun uzun anlatırdı<br />

Mehmet beye. Denemesi için ısrarcı olurdu hatta.<br />

Şevket benim meslek camiamda (tıp) çok sevilen ve sayılan bir kişiydi. Bu beni her zaman<br />

onurlandırmıştır. Bizim toplantılarımıza nadiren katılırdı. Esasen iş toplantılarında eşlerin yer<br />

almasını onaylamazdı. Tıp camiasında, diğer alanlara göre çok daha fazla kongre, seminer gibi<br />

toplantılar yapılması ve bizlerin deliler gibi bu toplantılar için koşuşturmamıza takılırdı. Çok<br />

yakın bir dostum ve meslektaşımın (Ege Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıklarından Prof. Dr.<br />

Münevver Erdinç), Şevketin ölümünden sonra bana yazdığı mektubu sizlerle paylaşmak<br />

istiyorum.<br />

Sevgili 'Hocam' Müzeyyen Erk, 'Hocam' kelimesi, benim için ifade ettiğiniz anlamın yanında<br />

çok yetersiz kaldığı için böyle yazdım. Gerçekten benim için çok özelsiniz..Bilmiyorum, acınızı<br />

yine tazeler miyim ama zaten hiç kapanmayacağını düşündüğüm için şimdi yazıyorum. Ben<br />

size halen başsağlığı dileyememiştim. Bunu çok zor yaparım. Şimdi de sadece kendi kendime<br />

konuşur gibi size yazmak istedim. Bire bir sizinle konuşamam bunları.<br />

En unutamadığım şeylerden biri Floransa'da Arno nehrinin karşı tarafında Şevket Hoca'ya<br />

hediye aramamızdı. Çok hoş özel aksesuarlar vardı, gözlük, kalem kılıfları..Uzun uzun<br />

hangisinden hoşlanır diye düşünmüştünüz. Sadece orada mı, gittiğimiz her yerde .. Çok<br />

hoşuma giderdi, sizin ona şaraplar, peynirler seçmeniz. Biliyor musunuz Müzeyyen Hocam,<br />

Ertürkle evlendikten sonra, özellikle ilk zamanlar ben, evlilikte, senin, benim kavramının aile<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 262<br />

olunmasını engellediğini ve çocuk<br />

olmadan aile olmanın zor<br />

olduğunu düşünmüşümdür. Sizde<br />

gördüğümse bunun tam tersiydi, siz<br />

sadece ikiniz, hiçbir katkı maddesine<br />

gerek olmadan yıllardır biraradaydınız.<br />

Bu ancak çok güzel bir arkadaşlıkla ,<br />

sevgiyle mümkün olabilirdi herhalde.<br />

Şevket Hoca'nın Pamukkale'de o<br />

toplantı, bu toplantı<br />

koşuşturmamızı en doğru şekilde nasıl<br />

tanımladığını halen çok iyi hatırlıyorum.<br />

Her ikiniz de yaşamımda iz bırakan,<br />

tanımaktan onur duyduğum kişilersiniz.<br />

Belki sınırlarımı aştım sizinle<br />

Öğrencileriyle mezuniyet töreninde<br />

konuşurken, ama ben kendi açımdan o<br />

sınırların içinde olmak istiyorum,<br />

yabancı gibi size uzak davranamam. Lütfen kendinize iyi bakın, siz pek çok kişinin kendine<br />

örnek aldığı çok özel bir insansınız.<br />

Görüşmek üzere , sevgilerimle.<br />

Münevver Erdinç<br />

(1988-1998) yılları arasında Acıbademde oturduk. Birikimlerimizle ve borca girerek<br />

kendimize mütevazi bir ev almıştık. Bu evi almaya çok zor ikna etmiştim. Kızıltoprak’ta<br />

oturuyorduk, ve Şevket ömrü boyunca Kızıltoprak ve Fenerbahçe arasındaki bölgenin dışına<br />

hiç çıkmamıştı. Ama bizim de buralarda ev alma gücümüz yoktu. “Acıbadem’e eskiden<br />

mesireye gidilirdi, ne zaman oturma yeri oldu?” diye uzun süre söylendi. Neyse ki taşındıktan<br />

bir süre sonra benimsemeye başladı. Evimiz Çamlıca Askeri Hastanesi’nin bahçesine bakıyor,<br />

dolayısıyla çok güzel bir koruyu tepeden seyrediyorduk. Ayrıca uzakta adaları görüyorduk. Her<br />

sabah gün doğarken bülbüller ötüyordu. Sonraki yıllarda bülbülleri duymaz olmuştuk nedense.<br />

1998 de bu evimizi bırakıp, yeni bir ev alıp tekrar Kızıltoprak’a taşındık. Şevket Acıbademe<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 263<br />

alışmıştı, bu taşınmada da çok söylendi. Ama Fenerbahçe’ye doğru yaptığı yürüyüşler, eski<br />

arkadaşlarla buluşmalar onu hemen etkiledi. Yeni eve çabuk alıştı. İşte bu dönemde, çoğu<br />

benim arkadaş çevremden olan fakat Şevket’i daha çok benimseyip, beni ikincil sayan (bu beni<br />

hep mutlu etti, onların hepsine minnettarım) arkadaşlarımız ile mutlu anılarımız oldu. Bu<br />

dönemde Şevket’in idari görevleri de bitmiş olduğundan arkadaşlarına daha çok vakit<br />

ayırabildi. Bu şekilde Şevket, Bilal Oğuz, Mete Sönmez ve Hüsnü Karagözoğlu sık bir araya gelip,<br />

ayrılmaz dörtlü haline geldiler. Bezik veya biriç partileri, veya yürüyüş, ya da yeni restoran<br />

keşifleri gibi aktiviteler yapılıyordu. Eşlerle birlikte toplandığımızda bu dörtlünün hikayeleri ile<br />

gülüyorduk. Zaman zaman bu dörtlüye Yaşar Morpınar ve Ömer Aşan ekleniyorlardı. Bu<br />

dostlarımızla aramızda ortalama 10 yaş fark vardır. Mete benim 40 yıllık arkadaşım Ayşegül<br />

Sönmez’in kardeşi, diğerleri de onun arkadaşlarıdır. Çoğu Ortadoğu mezunu, başarı dolu,<br />

hayat dolu insanlardır. Biliyorum ki Şevket onlarla bir eksiğini kapadı. Tek çocuk olup, kardeşsiz<br />

olmanın eksikliğini onlarla giderdi. Daha da önemlisi, onlar sayesinde hastalık dönemindeki<br />

günleri olabildiğince dayanılabilir geçti. Hepsine yaşadığım sürece minnet duyacağım. Son<br />

gününe kadar bana hastalığı ile ilgili pek bir şey sormadı. Başı dik, sakin ve onurlu, her şeyi<br />

bana bıraktı Şöyle bir deyiş vardır: “Ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemli”. Ben bu sözün<br />

anlamını Şevket sayesinde öğrendim. Onun gibi, her anlamda güzel bir insanı zamansız<br />

kaybettiğim için çok mutsuzum, üzgünüm, ama ondan çok şey öğrendiğim için, onunla anlamlı<br />

ve güzel günlerim olduğu için çok şanslıyım.<br />

İstanbul, 06. Kasım. 2006<br />

Prof. Dr.Sezgin ALSAN<br />

(Ticaret Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi Dekanı)<br />

1978 senelerinde Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezinde beraber çalıştığımız<br />

dönemlerde (1970-1986), TR-2 Projesinin uygulanması sürecinde, eski TR-1 Reaktörünü<br />

durdurulması ve sökümü işlerini Şevket düzenlemekteydi. Bilineceği gibi senelerce çalışmış bir<br />

reaktörün mekanik kalp bloğu yüksek oranda radyoaktif olmaktadır. Bu sistemin sökülmesi için<br />

yapılacak müdahalelerde radyosyona maruz kalınması nedeniyle, iş bölümünü Şevket<br />

düzenlemişti. Grubun her üyesi, sağlık fizikçilerimizin müsade ettiği dakikalarla sınırlı süre<br />

içinde gizlendiğimiz beton siperlerden koşarak elimize aldığımız aletler ile, bir mekanik ustası<br />

gibi, en azından bir vida sökmemiz büyük başarı olmaktaydı. Bu işlemleri yöneten Şevket’de<br />

bir kumandan gibi en önde yer alarak bizlere örnek olmaktaydı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 264<br />

TR-2 Reaktörünün projelendirilmesi için kurulan grupta (1972-1980) Şevket ERK, Necmi<br />

DAYDAY, Sezgin ALSAN ve Ertok KUNTEL yer almaktaydı, Fransa ile yapılan ortak proje<br />

nedeniyle Grenoble’da 1974’de bulunduğumuz sürece akademik hiyerarşide bizlerin Fransız<br />

bilim adamları ile eş düzeyde olmamızı sağlayan Şevket idi. Grenoble Nükleer Araştırma<br />

Merkezinde Mélusine reaktörü içinde Türklere bir oda verilmesi ve bizlere verilen yetkilerle bu<br />

merkezdeki tüm bilgilere erişebilmemiz Fransızları şaşırtmıştı. 1974 lerde kurulan bu ilişkinin<br />

devam ettirilmesine müsade edilseydi, bu günlerde Irak yada İran’nın bu konudaki bilimsel<br />

potansiyeli aşmış olabilirdik.<br />

Yaşar Özal’ın anılarında Şevket ERK<br />

Şevket’le samimiyetim 1978 yılının Eylül ayında bir Antalya seyahati ile başladı Her ne<br />

kadar ikimiz de 1970 yılından beri ÇNAEM’de çalışıyorsak da, ben Ankara Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi Fizik Bölümü, O ise İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü mezunuydu. Bu<br />

nedenle daha önceden bir tanışıklığımız olmadığından fazla bir samimiyetimiz de yoktu.<br />

ÇNAEM’de farklı birimlerde çalışıyorduk, O Reaktör Tevsii Grubunun Başında ben ise<br />

Radyoizotopların Endüstüriye Uygulama Bölümünde idim Ayrıca ikimiz de zaman zaman yurt<br />

dışında olduğumuzdan bu süreç içinde iş ilişkileri dışında bir yakınlığımız olmamıştı.<br />

O tarihlerde kampçılık çok geçerli idi. Türkiye’de çok güzel doğa parçası kampingler<br />

vardı. Alanya’da İncekum mevkiinde BP’nin çok güzel bir mokampı olduğunu duymuştum.Ben<br />

de üniversite hayatımdan beri fırsat buldukça kampçılık yaptım. 1978 yılının Eylül ayında<br />

Kurban Bayramı nedeniyle uzunca bir tatil vardı. Alanya’ya gitmek için bulunmaz bir fırsatı.<br />

Ben 77 model Renault stationwagen arabamla gitmeye karar verdim. Yemekhanede<br />

konuşurken Reaktör Tevsii Grubunda çalışan inşaat mühendisi Akat Çıkınoğlu benle gelmeye<br />

kendiliğinden talip oldu. Kendisini fazla tanımadığımdan inandım. Ben her türlü hazırlığı<br />

yaptıkça, O bende her şey var ben her şeyi getireceğim diyordu. Ben de inanıyordum.Çadırı da<br />

o temin edecekti. Ben her ihtimale karşı bir arkadaştan çadır temin ettim. Ama arkadaş uyardı<br />

biraz asker çadırı gibi dedi. Olsun deyip almıştım.<br />

Bir gün Şevket’le karşılaştığımızda kendisine Akat’la Antalya’ya kampa gideceğimizi,<br />

kendisinin haberi olup olmadığını sordum. Gülerek olmadığını söyledi. Neden güldüğünü<br />

sorduğumda “ her halde sen yalnız gideceksin onun hanımı izin vermez dedi”. Halbuki ben<br />

onu bekar sanıyordum. Bu haber üzerine moralim bozuldu, bu seyahate kendimi o kadar<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 265<br />

hazırlamıştım ki. Akat’a tekrar sorduğumda tamam tamam gidiyoruz diyordu. İki arada bir<br />

derede kalmıştım. Şevket’i tanıyan arkadaşları bana “ oğlum sen yanlış adamla uğraşıyorsun<br />

bu işin üstadı Şevket neden onla gitmiyorsun “ dediler<br />

Cumartesi günü sabah yola çıkacağız. Cuma günü Akat yok. Kalktım Şevket’e gittim<br />

-“Bu adam senden seyahat için izin aldı mı “dedim.<br />

- “Yoo almadı.”<br />

- “Peki sen gelir misin ?”<br />

-“Bakalım”dedi<br />

-“Ben yarın yola çıkıyorum gelirsen sen gel” deyip odadan çıktım.<br />

Ertesi sabah Şevket’le Alanya’ya gitmek üzere yola çıktık. Bu yolculuk daha sonra benim<br />

de meslek hayatımdaki olumlu değişikliklerin başlangıcı olmuştur. Şevket bu hareketiyle ani<br />

karar verebilen ve verdiği kararı uygulayabilecek kişiliğe sahip olduğunu göstermiştir. Daha<br />

sonra birlikte çalıştığımız kısa süre içinde bu özelliğine yakinen şahit oldum.<br />

Yola çıktık, o tarihlerde beni tanıyanlar bilir uzun yolda ben pek yavaş gitmem, yollar iyi<br />

ve boştu. Fakat, Şevket’i tedirgin etmemek düşüncesiyle 90 km/saat hızla sohbet edede<br />

gidiyoruz. Kütahya Afyon arası yeni yol yapımı nedeniyle kapalıydı o nedenle Eskişehir-<br />

Sivrihisar-Afyon güzargahı üzerinden gidecektik yol uzamıştı bu gidişle bu hızla akşama pek<br />

varamazdık. Sivrihisar yakınlarında yol kenarında ağaçlıklı şirin bir yerde saat 12 dolayında<br />

öğle molası verdik. Şevket ”bu gidişle tatilimiz yolda geçecek” dedi. Mesaj alınmıştı. Artık<br />

günah benden gitmişti.<br />

Tekrar yola çıktığımızda 130-140 gidiyoruz.Sohbet falan kesildi. Şevket’e baktım biraz<br />

renk gitmiş. Kendince kendini emniyete almış. Sağ eli torpidoda, sol eli şöför koltuğunun<br />

omuzunda, sırtını da kapı direğine dayayarak üçgen vaziyette tedbirini almıştı. O tarihlerde<br />

emniyet kemeri uygulaması olmadığından arabalarda da kemer yoktu. Ama Şevket fizikçi<br />

kafasıyla tedbirini almıştı. Akşam üzeri 18 dolayında Alanya-İncekuma geldik.Şevket arabadan<br />

iner inmez kendini yere attı “Oh be dünya varmış” deyip toprağı öptü.<br />

İncekum’daki BP’nin mokampı yeşillikler arsasında nefis bir yerdi. Agaçların altında<br />

yabancı turistlerin çeşit çeşit reng aheng çadırları ve çok güzel karavanları vardı. Sahilde kum<br />

pırıl pırıl ve deniz tertemizdi. Her halde şimdi orada bir tatil köyü vardır. Arabayı öylece<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 266<br />

bırakıp, yorgunluğumuzu atmak için, mayolarımızı giyip denize daldık. Kampın bir yerine<br />

yerleşmek için arabayı boşaltmaya başladık. Şevket haki renginde koca çadırı görünce biraz<br />

bozuldu çünkü o ortama pek uymuyordu. Bana dönüp “ oğlum bizi burada kafaya alırlar<br />

kenarda uzak bir yere kuralım” dedi. O saatte ve o yorgunlukla zaten çadırı kuracak halimiz<br />

yoktu, hele bir yarın olsun deyip o geceyi dışarıda geçirdik.Sabah, yoğunluktan biraz uzakta<br />

uygun bir yere çadırı kurmaya başladık. Şevket bu işlerde oldukça becerikliymiş. İki kişi için<br />

oldukça abartılı olan çadır kurulduğunda Jandarmanın karakol çadırı gibi duruyordu. Oradaki<br />

turist çadırlarının çoğunda, üzerinde kendi ülkelerinin bayrağı vardı. Biz de üzerine Türk<br />

Bayrağı’nı asınca tam karakola benzemişti. Daha sonra kampta adımız militere çıkmıştı.Şevket<br />

her sabah çok güzel kahvaltı hazırlardı. Öğlenleri geçiştirir, akşamları ise çok şık giyinir 15 km.<br />

uzaklıktaki Alanya’ya yemeğe ve eğlenmeye giderdik. Çok güzel bir gece geçirdikten sonra geç<br />

vakit kampa dönerdik.<br />

Yeni samimi olmamıza rağmen bir haftalık seyahatimiz boyunca aramızda en ufak bir<br />

anlaşmazlık olmadı . Her ikimizde Balık burcundandık. Doğum günlerimiz bir hafta araylaydı.<br />

Doğa sevgisi gezip görme isteği gibi birçok huylarımız örtüşüyordu.Bir gün Kaş’a kadar<br />

gitmeye karar verdik. Antalya o zaman muhteşemdi. Hele Haşim İşcan parkı cennetten bir köşe<br />

gibiydi. Kemer daha yapılaşmamıştı. Sadece Club MED vardı. Akşama doğru o zaman küçük,<br />

şirin balıkçı kasabası olan Kaş’a vardık. İskele meydanındaki Ali Eriş‘in lokantasında deniz<br />

mahsullerinden oluşan muhteşem bir akşam yemeği yedik. Geceyi de iskele meydanında, zor<br />

da olsa, arabanın ön ve arka koltuklarında uyuklayarak geçirdik.<br />

Alanya’ya dönmek üzere sabah tekrar yola çıktık. Şevket’te de bende de buralara kadar<br />

gelmişken mümkün olduğunca etrafı görme duygusu vardı. Bu nedenle olur olmaz bozuk<br />

yollara girip çıkıyorduk. Yolumuzun üstündeki Olimpos ve Adresan koylarını da görmek istedik.<br />

Ancak yol bir otomobilin gitmesi için hiçte uygun olmamasına rağmen kararımızdan<br />

vazgeçmedik. Fakat sarsıntıdan iki de bir vites atıyor, motor boşa çıkıyordu. Epeyi zorlandık.<br />

Sonra çözümü bulduk. Şevket bağdaş kurup oturacak ve iki eliyle vites kolunu tutacaktı.<br />

Yaptığımız işe yaradı. Olimpos’u da, Adresan’ı da gördük onca zahmete değmişti. Akşama<br />

doğru kampa yaklaştığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu. Biz Kaş’ta iken rüzgar çıkmış ve bizim<br />

karakol görünümlü çadır çökmüştü. Kampta epeyi eğlence konusu olmuştuk.Yukarıda da<br />

değindiğim gibi bu seyahat benim meslek hayatımda da olumlu değişikliklere neden olmuştu.<br />

Sohbet anlarımızda Çnaem’de yaptığımız işlerden bahseder tartışırdık. Bir gün, kendisi ile<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 267<br />

Sezgin Alsan’ın bir iki yıl içinde üniversiteye döneceklerini ve benim Reaktör Tevsii Grubuna<br />

katılmamın proje için iyi olacağı teklifini yaptı. İstanbul’a dönünce bu konuyu görüşürüz dedim.<br />

Aralık 1978 de Ben Reaktör Tevsii Grubu’nda çalışmaya başladım. Şevket ile Sezgin<br />

dedikleri gibi !980 de üniversiteye döndüler.<br />

Şevket’le bir buçuk yıl çalıştım. Kendisinden bir çok konuda yararlandım. Konusuna<br />

hakim, çalışkan, yaratıcı ve lider bir kişiliğe sahipti. .Ancak aramızdan erken ayrıldı.Yüce<br />

tanrıdan rahmet dilerim.<br />

Bozburun’dan anılar<br />

Prof. Dr. Mehmet Sakınç<br />

(İTÜ Maden Fakültesi)<br />

Bozburun, dünyanın cennet yerlerinden biri. O nefis koyları, cam gibi berrak denizi,<br />

havası inanılmaz derecede güzel. Bu doğa harikasını keşfettiğimizde kimlerle tanışacağımızı<br />

bilmiyorduk. Yanılmıyorsam 1984 yılının Ağustos ayının ilk haftasıydı. Sevgili Şevket ve eşi<br />

Müzeyyen ile orada karşılaştık. Aslında bu tanışıklık pek yeni de değildi. Ben Şevket’i yıllar<br />

öncesinden İ.Ü den tanıyordum. Eşim Fulya da, Müzzeyen’in öğrencilik yıllardan arkadaşıydı.<br />

O gün henüz Bozburun’a gelmiştik. Etrafta incin top oynuyordu. Motelin sahibi Yılmaz abi bizi<br />

karşıladı.<br />

Ne kadar sessiz! Kimseler yok mu?<br />

―Doktor hanım eşiyle burada.<br />

―Birazdan balıktan dönerler.<br />

Akşamüstü olmuştu. Güneş yavaş yavaş kızgınlığını kaybediyordu.<br />

Adaboğazı’ndan Yılmaz’ın pancar motorunun dehşetli sesi duyuldu.<br />

― Hah! işte geliyorlar<br />

Motor iskeleye yanaştı. İki kişi indi. Üstteki terasa gelince bir çığlık koptu.<br />

― Fulya senin ne işin var burada?<br />

― Müzeyyen! yıllar sonra….<br />

― Dünya ne kadar küçük!<br />

Şevket arkada kalmış, tanışma sırası bana gelmişti.<br />

― Sizi bir yerden tanıyor gibiyim.<br />

― Ben de.<br />

― Fen Fakültesi değil mi?<br />

― Evet.<br />

Şevket’le. İ.Ü Fen Fakültesi’nden tanışıyorduk. O Fizikte ben de zooloji de idim.<br />

―Şimdi nerdesin?<br />

―Yıldız Üniversitesi’ndeyim.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 268<br />

O yılın sonrasında beş yaz daha Bozburun’da<br />

birlikte olduk. O kadar güzel zamanlardı ki<br />

unutmak mümkün değil. Günlerimiz, denize<br />

girmek, dalmak ve tartışmakla geçiyordu.<br />

Şevket’in her zamanki sessizliği ve ciddiyeti,<br />

bizi zaman zaman olduğunca ciddi tartışmaların<br />

içine itiyordu. Ya memleket meseleleri ya da<br />

bilimsel tartışmalar, güneş batarken denizin<br />

kenarında içmesine doyamadığımız cin-toniklerle<br />

daha da şiddetleniyordu. Şevket’in bu ciddiyeti,<br />

onu hep danışılan ve bilge kişi yapmıştı. Bu yüzden<br />

aramızda ismi Ankıl (uncle) Şevket oldu. Bu isim<br />

devamlı kaldı. Bir şey oldu mu hemen ankıl<br />

Şevket’te soralım deyip işin içinden kurtuluş<br />

yolunu seçiyorduk.<br />

En büyük tutkumuz dalmaya gitmekti.<br />

Bozburun’un keskin kokulu kekiği ile zeytinyağlı ve<br />

limonlu domatesle yaptığımız sabah kahvaltısı<br />

sonrasında Yılmaz’ın pancar motoru ile o koy senin<br />

Denizin üzerinden avlanan akya bu koy benim akşama kadar dolaşmalarımız.<br />

Sonrasında ıstakoz gibi yanmış sırtlarımıza ne süreceğiz tartışmaları, yaz tatilinin güzel<br />

anılarıydı.<br />

Şevket’in, sabah uykusunun keyfini kaçıran horozla başı dertteydi. Yılmaz’ın horozu sanki<br />

onu bellemişçesine, kaldıkları odanın önünde sabah karanlığı ötmeye başlıyordu.<br />

Bir akşam deniz kenarına inip yıldızları seyredip, biraz dolaşayım dedim. Şevketle karşılaştım.<br />

Gece karanlığında yerlerden bir şeyler alıyordu.<br />

―Hayrola Şevket. Ne topluyorsun?<br />

Kısa cevap verdi.<br />

―Taş.<br />

―Ne yapacaksın onları.<br />

―Horoza atacağım.<br />

Sesi oldukça sertti. Belli ki sinirliydi.<br />

―Horozla ne derdin olabilir Şevket?<br />

―Ne olacak, sabah karanlığı ötüp duruyor. Derdi benle sanki.<br />

Hadi iyi geceler deyip yanından ayrıldım.<br />

Sabah horozun tiz sesi duyuldu. Şevketlerin kapısı açıldı ve akşamdan kapının önüne sıralanmış<br />

taşlar teker teker horoza atıldı. Bu salvo ateşi karşısında horoz kaçtı ama, her sabah bu olay<br />

tekrarlandı. Bu işten Şevket’te bıkmadı horoz da.<br />

O güzel günlerde Şevketle anılar hiç bitmedi. Zaman zaman çok güldük. Tatil yeri o kadar lüks<br />

değildi. Orta halliydi. Sanki aile yeri gibiydi. O nedenle oranın ufak tefek işlerini bizler de<br />

yapıyorduk. Kimimiz bahçe işi, bazısı sulama işlerini yaparken, Şevket de bir kenara çekilmiş<br />

elinde pense, tornavida Yılmazın eskimiş bir ızgarasını ya da televizyonun bir parçasını<br />

onarıyordu.<br />

Günler böyle monoton geçerken bir gün bir İtalyan grup geldi. İçlerinden ikisi dalgıçtı.<br />

Balık avlamaya merakları vardı. Bize nerede balık var diye sorduklarında, onları tekneyle bu<br />

yerlere götürebileceğimiz söyledik.<br />

Ertesi gün erkenden arkadaşın teknesiyle yola çıktık.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 269<br />

Bizim o kadar derinlere dalacak ne gücümüz ne de donanımımız vardı. İtalyan ise tam bir<br />

profesyoneldi. Her dalışında ya bir orfoz ya da bir sinaritle çıkıyordu. Tabi serde Türklük var ya,<br />

biz de bu işi yapamadığımızdan sinirimizden kıvranıp duruyorduk. Ama o gün hiç umulmadık<br />

bir şey oldu. Şans bize gülmüştü. Suyun üstünde baygın duran, köpekbalığı zannettiğimiz balığı<br />

tekneden, yani suya girmeden Şevket ile birlikte zıpkınladık. Balığı tekneye çekince onun köpek<br />

balığı değil de oldukça iri bir akya olduğunu görünce şaşırdık. Artık hava atma sırası bize<br />

gelmişti. İtalyan sudan çıkınca malzeme çantasının içinde vurduğu orfoz ve sinaritin yanında<br />

bir de kocaman akyayı görünce gözlerine inanamadı. Tabi gerçeği söylemedik ama köyde olay<br />

kısa süre içinde duyuldu. O akşam balığı Müzeyyen temizledi. Tabii, tıbbi incelemesini de ihmal<br />

etmedi. Ona göre olasılıkla başka bir balık tarafından omurgası zedelenmişti.<br />

Bozburun’a uzun yıllar gittik. Şimdilerde herkes bir tarafa dağıldı. Bir araya gelemiyoruz.<br />

Bu arada Şevket’i kaybettik. Onun bu güzel anılarla bizle birlikte yaşaması tek tesellimiz.<br />

Tanıdığım Şevket Erk<br />

Lütfiye Eroğlu<br />

(İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı Başkanı)<br />

Sevgili Şevket ile tesadüfen tanıştık. Yetmişli yılların sonuydu, Uludağ’da Uludağ<br />

Üniversitesine bağlı Kirazlı Yayla tesisleri yeni açılmıştı. Bir hafta sonu Fakülteden bir grup<br />

gittik, amacımız kayaktan çok temiz hava almaktı. Cuma akşamı bol mezeli masalar kuruldu,<br />

beklendiği gibi şarkı defterleri açıldı ve fasıl başladı. Bizden başka büyük bir grup daha vardı ve<br />

onlar bize göre daha sakindi. Derken uykusu gelen gitti, iki masada bir avuç insan kalınca nasıl<br />

olduysa masalar birleştirildi. Sonra gece Kirazlı Yayla yakınlarındaki salaş Davut Ağa<br />

lokantasında sucuk-sıcak şarap ve o zamanlar buralarda az bilinen, aramızda adı hep “Davut<br />

Ağa tatlısı” olarak kalan kaymaklı-ballı-muzlu tatlı ile noktalandı. İşte sevgili Tolga Yarman ve<br />

Yaşar Özal’ı böyle tanıdım, ve dostluğumuz kesintisiz sürmekte..<br />

Dağ dönüşü perçinlenen akşam yemeklerimizden birine sevgili Yaşar Özal, Şevket Erk ile<br />

birlikte geldi. İlk izlenimim “bu adam her şeyi noksansız yapar ve noksansız yapılmasını bekler”<br />

oldu. Doğrusu bu konuda Şevket beni hiç yanıltmadı..<br />

Benim zor bir dönemimdi, Kadıköy’e yeni taşınmıştık, babamı ardından annemi kaybetmiştim.<br />

Gündüzleri Üniversite’de işle oyalanıyordum ama akşamları eve sığamıyordum, duvarlar<br />

üstüme üstüme geliyordu, kendimi hemen sokağa atıyordum. İşte o 1979 yazında Şevket çok<br />

kahrımı çekti. Koço’yu karşıda otururken de bilirdim, ama bana Todori’yi, İsmet Baba’yı,<br />

Arap’ın yerini hep o tanıttı.<br />

Sıkça da didişirdik, didişmeler çoğunlukla onun “noksansızlık” takıntısından bazen de<br />

akademik yarıştan olurdu. Alanlarımız tamamen farklı olduğu halde hangimiz daha iyi ders<br />

anlatıyoruz, hangimizin daha çok yayını var diye enikonu atışırdık, çocukluk işte...<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 270<br />

Çocukluk dedim de, aslında bilir misiniz Şevket’in ruhunun derinliklerinde çok az ortaya<br />

çıkmasına izin verdiği müthiş muzip bir çocuk yatardı, ve bu muzip çocuğu galiba yalnız sevgili<br />

Müzeyyen’in yanında tamamen serbest bırakırdı. Evet Yaşar Özal sayesinde Şevket’i tanıdığım<br />

gibi, Müzeyyen’i de bana Şevket tanıştırdı. Hani ender rastlanan bazı insanlar vardır, görür<br />

görmez her yönden “sağlam” olduğunu hemen anlarsınız. İşte Müzeyyen öyle bir insan...<br />

Şevket’e takılırdım, “Müzeyyen Tanrı’nın sana verdiği en değerli armağan” diye. Aslında<br />

hınzırlığımdan cümleyi eksik kurardım. Cümlenin doğrusu “siz birbirinize verilmiş en değerli<br />

armağansınız” idi.<br />

Hayatımızdan pek çok insan geçer ama çok azı kişisel tarihimizde iz bırakır. Onlar<br />

eksildikçe biz de eksiliriz...<br />

Prof. Dr. Şevket Erk<br />

Prof Dr. Işık Aydemir’in anılarında Şevket Erk<br />

Sevgili Müzeyyen benden Şevket ile ilgili anılarımı özetlememi istediğinde<br />

heyecanlandım ve gururlandım. Bu kısa özet bana 50 yıl öncesine dönmek, yaşadıklarımızı<br />

anımsamak ve değerlendirmek fırsatını verdi.<br />

Şevket’i bundan yaklaşık 51 yıl önce bir sonbahar günü St. Joseph Lisesinin Petit Quartier<br />

dediğimiz avlusunda hazırlık sınıfına ilk kez girmek için sıralandığımız sırada tanıdım.<br />

Heyecanlıydık, hiçbirimiz neyle karşılaşacağımızı, adetlerini bilmediğimiz bir yabancı<br />

okuldaydık. Sonra alıştık…7 yıl müthiş bir disiplin altında haftanın altı günü aynı sıraları, yan<br />

yana yatakları, aynı yemekleri paylaştık. Birlikte basketbol ve voleybol oynadık. Derslerde ve<br />

sınavlarda aynı heyecanı sonuçta aynı sevinçleri birlikte yaşadık. Şevket derslerde gerçekten<br />

çok başarılıydı. Sıkı disipline rağmen ezilmedi. Aldığımız kaligrafi dersinde geliştirdiği yazısının<br />

güzelliğini anlatamam, birçok kez taklit etmek istemişimdir.<br />

Lise son sınıflarına geldiğimizde arkadaşlığımız bir başka boyut kazandı. Aynı sınıftan bir<br />

iki arkadaşımızın katılımı ile artık bir grup olmuştuk. Her ikimizin de aynı mahallede oturması<br />

nedeniyle bu arkadaşlığımız yazları özellikle üniversite yıllarında da aynı şekilde devam etti.<br />

Genellikle ben Kızıltoprak’tan Fenerbahçe’ye yürür, Şevket’e uğrardım, annesinin hazırladığı<br />

çayı yudumlar, birlikte çok zevk aldığımız Fenerbahçe turunu gerçekleştirirdik. Tabii o günlerde<br />

tertemiz suyu ile Fenerbahçe plajını, Dalyan’da duran sandalla yapığımız deniz sefalarını, ahşap<br />

Belvü otelini ve buradaki gecelerimizi ve birlikte yaşadığımız maceralarımızı unutamam. Kışları<br />

ise bizde veya Şevketlerde akşamları bezik veya briç partileri… Cumartesi günleri Beyoğlu’nda<br />

sinema ya da kızlı erkekli danslı partiler… Belki de her ikimizin de ailenin tek çocuğu olmamız<br />

nedeniyle, arkadaşlığımızın yanı sıra o yıllarda ayrılmayan iyi anlaşan iki kardeş gibi olmuştuk.<br />

Bu yaşamı Şevket’le birlikte kışları da çok moda olan Fen-Edebiyat Fakültesinin<br />

kantininde de devam ettirmek istemem, Fındıklı’daki Akademi mimarlık bölümünde bir yılımı<br />

kaybetmeme neden oldu. Şevket ise belli etmeden dersler ile eğlence arasına her zaman çizgi<br />

koymayı iyi bildi.<br />

Ailesine gelince, Müzeyyenin anlattıklarına ilave olarak ben Şevket’in babası Nasır Bey’le<br />

karşılıklı tavla oynadığımızı, birlikte rakı içtiğimizi, babasının acımasızca Şevket’e takılarak onu<br />

nasıl kızdırdığını hatırlıyorum. Arkadaş gibiydiler, Şevket bu nedenle çok küçük yaştan itibaren<br />

kısa sürede olgunlaştı, bizlerin henüz aile bağımlı öğrenci yaşamını sürdürdüğümüz yıllarda, o<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 271<br />

ailenin geçimini üstlenmek zorunda kaldı. Kanada’ya gittiğinde özellikle Şevket’in isteği<br />

üzerine Leman Hanım ve Nasır Beye sık sık uğradım. Her ikisi de üzgündüler, ama aramamdan<br />

çok mutlu olurlardı, hemen sofra kurulur, rakı eşliğinde Şevket’in mektupları okunurdu.<br />

1950-1970 yılları arası Fenerbahçe tek veya iki katlı evler, bakımlı bahçeler, plaj, yat<br />

kulübü ve küçük bir limandan oluşmaktaydı. Bu bahçelerde yazları, büyük amerikan arabaları<br />

ile gelen yere kadar tuvaletli ve smokinli tanınmış zengin ailelerin katıldığı garden partileri<br />

Şevket’le merakla izlediğimizi hatırlıyorum. Bunun dışında bahçıvan, sütçü ve balıkçı aileleri…<br />

Ve onların çocukları…<br />

Bizler bu ortamda arada kalmıştık. Bunun bizlerde yarattığı sınırlandırmanın gençlik ve<br />

gelişme yıllarımızda bizleri olumsuz etkilediğini hep düşündüm. Özellikle Şevket fazla mütevazı<br />

idi. Hani kiminin bahçesi vardır saksısı var sanırsın, kiminin saksısı vardır bahçesi var sanırsın.<br />

Şevket bahçesi olanlardandı. Aldığı eğitim, sahip olduğu kültür ve beceriler özellikle müzik<br />

yeteneği ve bilgisi, konuştuğu yabancı dillere rağmen, yapay ve gösterişli ortamlardan uzak<br />

durdu. O daima yaşamında doğallığı tercih etti ve bunu doya doya yaşadı.<br />

Şevket’in önce Kanada’ya sonra Fransa’ya gidişleri, giderek farklı meslek alanlarında<br />

yoğunlaşmamız, yakın arkadaşlığımızı ve birlikteliğimizi devam ettirmemizi zorlaştırdı. Zaten<br />

Fenerbahçe’de pazarları yaptığımız geziler de, denizin kirlenmesi çevrenin doğal yapısının<br />

bozulması nedeniyle eskisi kadar zevk vermiyordu. Bu duruma daha fazla üzülmemek için bu<br />

gezilere son verdik. Şevket de Müzeyyenle birlikte bu doğal ortamı güneyde tekrar yakaladı.<br />

Şevketin profesörlük kadrosu için Yıldız’a geçmesi bizleri tekrar buluşturdu. Ancak farklı<br />

fakülteler ve farklı kampüslerdeydik, böylece Fen Edebiyat Fakültesini, oradaki arkadaşlarını<br />

ve özellikle çok eski yıllardan tanıdığım. Prof. Dr. Durul Ören in yanı sıra Prof. Dr. Hüseyin<br />

Avşar’ı tanıdım. Büyük emek verdiği fakülteye bağlı Fransızca Mütercim Tercümanlık Bölümün<br />

kuruluşunu izledim. Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin yoğunlaştığı bu günlerde bu bölümün<br />

üniversitemizde kurulmuş olmasının önemi nedense Şevket’ten sonra üniversite içinde<br />

yeterince anlaşılamadı.<br />

Kısa pantolonlu dolaştığımız yıllarda başlayan arkadaşlığımız, üniversite yönetim<br />

kurulunda iki ayrı fakültenin dekanı olarak karşılıklı oturduğumuz uzun masada devam etti.<br />

Aramızdaki yakınlığı bilmeyen diğer dekanlar ve yöneticiler Fen-Edebiyat ve Mimarlık<br />

Fakültelerinin zor kararlarda nasıl kolayca anlaştığını ve birleştiğini hiçbir zaman<br />

anlayamadılar.<br />

Son yıllarda özellikle benim giderek yoğunlaşan ve önleyemediğim mesleki ve sosyal<br />

alanlardaki çalışmalarım ve Şevket’in malum rahatsızlığı nedeniyle eskisi kadar sık<br />

görüşemiyorduk. Bugün bunun ne kadar büyük kayıp olduğunu görüyorum. Keşke daha sık<br />

birlikte olabilseydik.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 272<br />

ELEMENTLERİN GÖZYAŞLARI…<br />

Yaşar Morpınar<br />

(Şevket Erk İçin ,08.09.2003- İstanbul )<br />

Şimdi ben kime sayacağım<br />

Periyodik tablodaki elementleri<br />

Ta liseden beri ezberimde kaldığı kadarıyla…<br />

Kim şimdi beni test edecek<br />

Hangi element<br />

Hangisinden sonra gelir diye…<br />

Tabloyu doğru saydığımda<br />

Şaşırmadığımda<br />

Kim güleç yüzüyle takdir edecek beni…<br />

Hiç anlamadığım kimyacılığımı<br />

Senin de biliyor olmana rağmen<br />

Kim bana kimyacıymışım gibi davranacak…<br />

Güle güle hocam…<br />

Ben “salt senin kimyacın” Yaşar<br />

Periyodik tablodakilerin tekmiliyle birlikte<br />

Seni uğurluyoruz<br />

Ve bu kez<br />

2 Hidrojenle bir Oksijen<br />

Yalnızca senin için bir araya gelerek<br />

Sular, seller yaratıyor<br />

Gözyaşlarımıza karışarak…<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 273<br />

Prof. Dr. Hüseyin Afşar<br />

Adam Gibi Adam, Kardeşim Şevket<br />

Şevket gideli 2,5 yılı aşkın bir süre oldu. Bu kadar uzun süreye rağmen, işe gelip giderken<br />

arabanın sağ koltuğunda onun olmamasına alışamadım. Onun esprilerini ve özellikle de<br />

yardımcı şoförlüğünü çok özlüyorum. Yardımcı şoförlük görevinde çok titizdi, öncelikle de<br />

yakın çevremizde bulunan kadın şoförleri saptayıp anında haber vermede. Tıpkı bir uyarı<br />

anonsu gibi “dikkat sağda kadın!” diye seslenirdi. Bu öylesine refleks olmuştu ki Şevkette,<br />

birkaç kez arabada başkaları varken de tekrarlamıştı. Sonra da uzun uzun açıklama yapmak<br />

gerekmişti. Bu alışkanlığının temelinde yatan olayı kısaca anlatmam gerekiyor, aksi halde iyi<br />

tanımayanlar Şevket’in bir anti feminist olduğunu sanabilir. Bir sabah Boğaz köprüsüne doğru<br />

inerken arkamızda bulunan bir hanım, yan şeritteki bir aracın bizim şeride çıkış yapmaya<br />

kalkışması üzerine sinirlenip, hızla kalkış yaptı ve arkadan bize vurdu. Ben hanıma bunu neden<br />

yaptın dediğimde hanım; siz arabayı geri kaçırıp bana çarptınız dedi. Bunun üzerine Şevket,<br />

“hanımefendi tebrik ederim, yepyeni bir fizik teorisi geliştirdiniz” dedi. Kadın, garip<br />

savunmasını sürdürürken, Şevket “hanımefendi bu buluşunuzu yayınlayın da tüm fizik alemi<br />

yararlansın, ben de naçizane biraz fizik profesörüyüm de” dedi. Bu olaydan sonra Şevket, kadın<br />

sürücülerden biraz uzak durmamız gerektiğine karar verip, kadın sürücü dedektörlüğüne<br />

başladı.<br />

Şevket’i dışarıdan tanıyanlarla yakından tanıyanların yargıları çok farklıydı. Bunu, bir süre<br />

bizimle yakın olduktan sonra dile getiren, benim tanıdığım dört kişi vardır. Dışardan Şevket’i<br />

ukala bulurlardı, oysaki çok alçak gönüllüydü. Aşırı ciddî hattâ soğuk bulanlar da olmuştur.<br />

Halbu ki, çok esprili ve neşeliydi. Ancak, çekingen yapısı böyle bir izlenim yaratırdı. Esprileri<br />

çok ince ve zekâ ürünü idi. Bir gün Şevket’in araba radyosunu tamir ediyorduk. Tamiratı<br />

tamamlayıp yemeğe gittik. Yemekten sonra Şevket radyoyu denemeye giderken ben de<br />

odama döndüm. Az sonra bana telefon ederek “radyoyu çok başarılı şekilde tamir etmişiz, hiç<br />

ses çıkmaz olmuş” dedi. Yukarı çıktığımda, denerken fişi takmamış olduğunu gördüm ve fişi<br />

takınca radyo çalıştı. Şevket her zamanki esprili haliyle “akım verilmedikçe elektrikli bir cihazın<br />

çalışmayacağını kanıtlamış olduk” dedi.<br />

Yapaylıktan ve yalandan hiç hoşlanmazdı. Bir gün, ara sıra yaptığımız gibi, Şevket’le bara<br />

gitmeye karar verdik. O sırada ortamda bulunan 3 arkadaşımız da bize katılmak istedi. Herkes<br />

eşine haber vermek üzere telefona sarılıp, kimi rektörün yemeğine katılacağından, kimi<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 274<br />

yabancı misafirler geldiğinden dolayı eve geç kalacağını eşine bildirdi. Şevket bizimkine (genel<br />

konuşma sırasında eşinden söz ederken bizimki derdi) durumu açıkladı. Açıklama çok kısa idi.<br />

“Müzeyyen biz bara gidiyoruz, eve geç gelirim.” Behiç bu telefona inanmayınca, Şevket<br />

telefonu uzatıp aç sor bakalım doğrumuymuş dedi.<br />

Şevketin dışardan bakanları yanıltan bir başka özelliği de makam ve para hırsının<br />

olmaması idi. Uzun sayılabilecek beraberliğimizde de, tek tartışmamız bu nedenle olmuştu.<br />

Maalesef bu tartışmanın tanığı olan zamanın Rektörü sayın Süha Toner de şimdi Şevketin<br />

yanında. Tartışmamız, ben dekan olayım teması yerine, sen dekan ol üzerine idi. Rahmetli Süha<br />

bey “dekan olmak için tartışanı çok gördüm ama dekan olmamak için tartışanı ilk kez<br />

görüyorum” demişti. Sonunda ben de yardımcı olacağıma söz vererek Şevket’i ikna etmiştim.<br />

Ancak, dekan olarak atandıktan sonra, yardımcılığı yapamayacağımı söyledim (tabii ki şaka<br />

idi). Şevket kızgın şekilde odadan çıktı ve yaklaşık 10 dakika sonra tekrar gelerek önüme bir<br />

yazı koydu. Yazı, Şevket’in dekanlıktan istifa dilekçesi idi ve ekledi: şimdi mecburen sen dekan<br />

olacaksın. Sonunda şaka yaptığımı, doğal olarak sözümde duracağımı söyleyip işi tatlıya<br />

bağladık. İşte Şevket böyle biri idi. İnsan olarak sahip olduğu nitelikler saymakla bitmeyecek<br />

kadar çoktu. Kısaca adam gibi adamdı. Mehmet Pala, Şevket ve ben bir sacayağı gibi idik.<br />

Şevket gidince onsuz biz de gittiğimiz içki masasında zevk alamıyoruz. Bazen de sofraya bir<br />

kadeh de Şevket için koyuyoruz ve onu anıyoruz. Mehmet de, ben de onu çok özlüyoruz. Işık<br />

içinde yatsın, ruhu şad olsun.<br />

Reaktör yıllarında<br />

çalışma arkadaşlarıyla<br />

(Ön sırada siyah<br />

gözlüklü olan Şevket<br />

Erk)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 275<br />

Adil Gedikoğlu<br />

(1945 – 1990)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 276<br />

Prof. Dr. Zekeriya Aydın<br />

1945 yılında Akçaabat’da doğan Adil Gedikoğlu, ilk ve orta öğrenimini Trabzon’da<br />

yaptıktan sonra, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu hesabına okuduğu A.Ü.F.F. Fizik<br />

Bölümü’nden 1967 yılında mezun olmuştur.<br />

Doktorasını 1969 – 73 yılları arasında deneysel fizik dalında Hamburg Üniversitesi’nde<br />

yapmıştır.<br />

1982 yılına kadar A.Ü. Fizik Bölümü’nde doktor asistan ve doçent olarak çalışmış, bu<br />

arada yeni kurulmakta olan Selçuk ve İnönü Üniversiteleri’ne ders vermeye gitmiştir.İlk<br />

rotasyon uygulamasıyla 1982’de Van’daki 100.yıl Üniversitesi’ne gönderilmiş, orada iki yıl<br />

hizmet vermiştir. 1984 yılında profesör olan Gedikoğlu o tarihten ölümüne kadar Karadeniz<br />

Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü’nde görev yapmıştır.<br />

Çoğu yurtdışı bilimsel dergilerde olmak üzere, 20 dolayında makalesi olan Prof.<br />

Gedikoğlu, 1986 Çernobil reaktör kazasının ardından, çalışmalarını, radyasyonun başta çay<br />

olmak üzere yiyecek maddelerine ve yöreye yaptığı etkileri üzerine<br />

yoğunlaştırmıştır.Yurtiçindeki toplantılara paralel olarak , yurtdışındaki çeşitli sempozyumlara<br />

davet edilmiş, bildiriler sunmuştur.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 277<br />

Berkay Görgez<br />

(1948 – 2006)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 278<br />

Deniz Görgez(oğlu)<br />

Babamın arkasından bu yazıyı yazmak benim için oldukça zor. Onun bu erken vedasını<br />

kabullenmek te…<br />

Berkay Görgez her şeyden önce çok iyi bir babaydı. Ondan öğrendiğim en önemli şey<br />

dürüstlüktür. O benim hayatımda karşılaştığım en dürüst insanlardan biriydi. Çocukluğumdan<br />

yetişkinliğime kadar her zaman benim yanımda olduğunu, beni çok sevdiğini bilirdim. Beni bir<br />

sabah yuvaya götürürken “Baba beni okuluna götür!” diye tutturduğumu hatırlıyorum. Fizik<br />

Bölümüne her girişimizde bahçedeki heykeli sorardım: “Baba bu adam kim?” diye. Cevabını da<br />

bilirdim ama babama sormak hoşuma giderdi. O da hiç kızmaz her seferinde “ Uluğ Bey<br />

oğlum!” derdi. Bu aramızda oyun gibi bir şey olmuştu. Onu üniversitede masasında çalışırken<br />

görüyorum, bana askerlik anılarını anlatırken, bana araba kullanmayı öğretirken, okuldaki<br />

arkadaşlarıyla keyifle sohbet ederken, arabasının bir yerinden söktüğü bir parçayı temizlerken,<br />

amfide ders anlatırken, balığa çıktığımızda oltanın yemini hazırlarken, çocukken annemden<br />

gizli bana dondurma alırken, evde öğrencilerin sınav kâğıtlarını okurken... Yine sınav kağıdı<br />

okurken söyleniyor kendi kendine… “Ne oldu baba niye kızdın?” diyorum: “Birim yazmamış<br />

bulduğu sonuca….” diyor..<br />

Babamla resmi bir baba oğul ilişkimiz yoktu, arkadaş gibiydik. Büyüdükten sonra onunla<br />

yaptığımız uzun sohbetlerde ülke sorunlarını, güncel olayları konuşurduk. İstiklal caddesinde<br />

yaptığımız yürüyüşler, beraber geçirdiğimiz zamanlar aklımdan hiç çıkmayacak.<br />

Bugün geldiğim noktada onun katkısı, emeği büyüktür… Teşekkürler baba… Senin gibi bir<br />

babaya sahip olduğum için çok şanslıyım.<br />

Elveda…<br />

Sessiz Şövalya’ye Veda<br />

Deniz’in annesi<br />

O günü hatırlıyorum 19 Şubat 2006 Deniz: “Babam 1 haftadır yürürken yalpalıyormuş,<br />

markette süt kutularına çarpmış.” dediğinde içime bir şey saplandı. “Hemen babanı ara,<br />

konuşmalıyım.” dedim. Telefonda her zamanki gibi sağlığıyla ilgili olayı küçümseyerek;<br />

“Herhalde gözlüğümü değiştirmeliyim, uzun zaman oldu ...” dediğinde “Berkay lütfen tam bir<br />

check up yaptır.” demiştim. Sonra olaylar çok çabuk gelişti. Bir iki hafta içinde önce başında<br />

ödem oluştuğu söylendi sonra biyopsi yapıldığında en habis beyin tümör olduğu kesinleşti. Üç<br />

gün sonra 8 Mart’ta 10 saat süren, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ameliyat sonrasında doktor;<br />

“Ne yazık ki hayati bölgeye dokunamadık, tümörün % 70’ni alabildik” dedikten sonra ona<br />

mümkün olduğu kadar hissettirmemek için o çok zor rol yapma dönemi başladı, ta ki hiçbir şey<br />

hatırlamadığı zamana kadar. O dönem ise anlatılamaz.<br />

Onunla 20 yıl acı tatlı bir hayat paylaştıktan ve yine hayat bizim yollarımızı ayırdıktan<br />

sonra Deniz’i askere birlikte uğurladık, ziyaretine birlikte gittik. Ya da benim çok zor<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 279<br />

zamanlarımda manevi desteği ile yanımdaydı. Zaman zaman haberlerini Deniz’den almak,<br />

bazen telefonda konuşmak beni rahatlatıyordu. Sağlıklı olarak onu son defa 23 Ekim 2005’te<br />

doğum gününde gördüm. Hep beraber sohbet ettik. Hayatta hiçbir şeyin garanti olmadığını<br />

çok iyi bildiğim halde. Deniz’in ilerde düğününü ya da torunlarımızı birlikte göreceğimizi<br />

umuyordum.<br />

O hem son derece dürüst, onurlu, son derece vefalı etrafındaki herkese karşı her zaman<br />

müthiş bir sorumluluk duygusuyla doluydu: çok sevdiği annesine ve oğluna, eşlerini çok<br />

önceden kaybetmiş ablalarına, öğrencilerine, komşularına hatta bana. Gerçekten bir şövalye<br />

ruhuna sahipti. Nasıl bir yürek taşıdığı ise sevgili ablası Tülay’ın anlattığı çocuk Berkay’a ait bir<br />

anıda gizli: Berkay 12–13 yaşlarındayken eve bir kuzu almışlar. Onu o kadar sevmiş ki; kuzuyu<br />

sık sık yıkar, en temiz çarşaflarla kurular, hatta yatağında uyuturmuş. Bu arkadaşlık kuzu<br />

kesilinceye kadar sürmüş. O kadar üzülmüş ki ailesine küsüp uzun süre onlarla konuşmamış.<br />

Ah Berkay’cığım ömrümce en çok hayıflanacağım şey bu şövalye ruhundan dolayı kendi<br />

hayatını yaşayamamış olman. Son aylarını oğlunun ve benim yanında ablan Tülay’la birlikte<br />

doktorların gözetiminde geçirdin gittikçe bilincini kaybederek…<br />

Bayramın ikinci günü ağırlaştın, seni Haydarpaşa Hastanesinin yoğun bakım ünitesine<br />

getirdik. 5 gün sonra sabaha karşı oğlun yanındayken bizden ayrıldın. Sabah işlemler için Deniz<br />

ve bir akrabamızla hastaneye gittik. Ben seninle son olarak orada vedalaştım. Yüzünde çektiğin<br />

sıkıntıların ve hastalığın izleri gitmiş melek gibi uyuyordun. O zamana kadar tuttuğum yaşlar<br />

gözlerimden akmaya başladı. Sonra zaman önce çok hızlandı. Cami, mezarlık ve her şey sanki<br />

son hız geriye gitti, gitti, bütün yıllar uçtu… ve gözümün önünde sadece üniversitede öğrenci<br />

olduğum ilk yıl Fen Fakültesinin kütüphanesinde önümdeki kitaplardan başımı kaldırdığımda<br />

iki masa ötede bana çok güzel bakan kıvırcık saçlı güzel delikanlı kaldı.<br />

Işıklar içinde uyu Berkay’cığım<br />

Levent Çırpıcı<br />

Dayımla ilk anılarım eğitim hayatıma adım attığım günlerime rastlaması nedeniyle<br />

benim için çok anlamlıdır, okula yeni başlarken dayımda asistanlığının ve hırslı çalışmalarının<br />

başlarında benim için eşsiz bir örnek olarak yerini alıyordu.<br />

Sonraki yaşamımın özellikle eğitim yıllarında onun çalışma tarzını, düşünsel her türlü<br />

değerlendirmelerini koşulsuz kabullenerek kendimi donanmış hale getiriyordum, hemen<br />

hemen herşeyini taklit ediyor ve de kaydediyordum.<br />

Giyim tarzından, nezaket anlayışına, iyi yürekli ve güler yüzlülüğüne kadar her kaydımı<br />

hayata geçirmeye çalışıyordum, onun çalışmalarını, deneylerini, teorik etütlerini evde, okulda<br />

her zaman izlemek çok keyifliydi, yıllar geçtikçe birçok karakterimin şekillenmesini ona<br />

borçluydum.<br />

Bugün aramızdan ayrılmasına rağmen anıları ve kazandırdıklarıyla yaşıyor olmaktan<br />

dolayı çok mutluyum, keşke hepimizin ailesinde bir bilim adamıyla, onun gölgesinde, yanında<br />

ve etkileşimli bir yaşam oluşturma şansına sahip olsa eminim ki hayatımız daha farklı olurdu.<br />

Titizlikle yol aldığı hayatında karıncayı bile incitmeden, bilimle ve insancıl düşüncelerle dolu<br />

dolu geçirilmiş bir yaşamı son düzlükte amansız bir buluşma ile aramızdan ayrılması hepimiz<br />

için çok erken oldu.<br />

IŞIKLAR İÇİNDE OLSUN, onu hep anacağım.<br />

Sevgilerimle<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 280<br />

Fizikçi Adem SOYLAMIŞ<br />

Berkay GÖRGEZ ile anılarım son sınıfta (1991) ileri fizik<br />

laboratuarında elektronik grubunda ders almamla başladığında, o<br />

seneler ultrases ile lazer ışığının girişim deneyini, odasının yan<br />

tarafında bulunan kendi laboratuarında beraber çalışarak ve<br />

bilimsel çalışmanın nasıl yapılacağı aşısını o günlerde bana yapmıştı.<br />

Fakülteden mezun olduktan sonra bile master programını beraber<br />

ayarlayıp araştırma görevlisi olmamda da onun yardımlarını ve<br />

özellikle Elektroniğin teori ve uygulamasını geliştirmemde onun<br />

katkılarını hiçbir zaman unutamam. Onun öğrenciye yakınlığı<br />

sayesinde bu günlere gelebilmem hatta okulu bitirdiğimde bile hep<br />

içimde olan bilim sevdasını onunla beraber tatma zevki, benim için<br />

bambaşka bir keyifti. Ders anlatma taktiği ve laboratuar ortamında bir problemin üstesinden<br />

tereyağından kıl çeker gibi çok kolay geline bileceğini öğreten yüce insan Berkay bey ile daha<br />

öğrenci iken ailesi gibi hatta daha yakın olabileceğimi hiç düşünemezdim. Düşünün insan ailesi<br />

ile sadece iş dönüşü akşamları görüşüyor sonra yatıp uyuyorsunuz ama iş ortamında insanlar<br />

daha fazla beraber olma şansına sahipler hatta daha fazla muhabbet ortamını yakalama<br />

şanslarına sahipler . Berkay Bey hocam olmakla beraber yeri geldi bir abi gibi yeri geldi bir<br />

baba gibiydi, Hatta kız görmeye bile beraber gittiğimiz günleri hiç unutamam. Onun eksikliğine<br />

yavaş yavaş alışmaya çalışıyoruz ama özellikle, elektronik bir devre yapmak istediğimiz zaman<br />

beraber bilgi alışverişinde bulunarak bütün problemlerin üstesinden gelip elektronikte<br />

yapamayacağımız hiçbir şey yoktu aklımıza ne esse yapabiliyorduk şimdi ise böyle bir ortaklığın<br />

doğal nedenlerden dolayı bitmesi benim için çok acıdır. Bilim yapmak bir ekip işidir ,ekip<br />

üyelerinin karşılıklı konuşmaları yeni fikirlerin çıkmasına ürünlerin gelişmesine neden olur. Biz<br />

elektronikte de böyleydik, onun gözünden kaçan yerlerde her zaman yeni fikirler söyleyerek<br />

devremizi en son haline problemsiz amaca hizmet edecek şekilde sonlandırırdık. En son<br />

yaptığımız devre ise yeni aldığı Renault clio’suna kendi kontak anahtarında bulunan uzaktan<br />

kumanda ile komuta edilebilen alarm sistemi yapmıştık. Gerçi devre biraz kalabalık<br />

devrelerden oluşuyordu ama bir sene test boyunca gayet güzel çalışır hale gelmişti. Eğer<br />

aramızdan ayrılmasaydı mikrodevrelerle daha fonksiyonlu küçük devre haline getirecektim<br />

ama nasip değilmiş. Elekronik devre yapmak özellikle benim için yalnız kalmak, başka birisi ile<br />

aynı frekansta paylaşamamak acısı beni çok derinden üzmektedir.<br />

Berkay beyin hiç unutamayacağım bir sözü vardı. Ders anlatır iken, konulara hakimsen<br />

elektronik anlatırsın. Adam eline bir diyod almamış, transistör görse bu nedir diye soran adam<br />

,hiçbir elektronik devre yapmamış adam elektronik dersine giriyor bu nasıl iş abi, elektronik<br />

diğer dersler gibi değil pratik şeyler ister der, kitap okuyarak elektronik dersine girmesine<br />

kızan ve aynı felsefeyi bana da bulaştıran hocaya katılmamak elde değil. Elektronik dersine<br />

yeni bir misyon getirmiştik. Öğrencilerin daha güzel anlamasını ve elektroniği öğrenciye<br />

sevdirebilmek için elimizden geleni yapmış ve bunu başarmıştık. 1999 yılında emekli olduktan<br />

sonra da beraber hazırladığımız notları aynı misyonla başka bir hoca ile bu güne kadar<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 281<br />

götürmeye çalıştım. Ama bu işler kitap okumakla olmaz kardeşim ders yaptığın ortağınla aynı<br />

frekansta değilsen bu işler olmaz zor yürür dediği hala kulağımdadır.<br />

Lisans ikinci sınıftayım ve fizik 3 dersine rahmetli Aynur Erginsav geliyordu . Aynur Hanım<br />

iki hafta derse geldi ama Ankara’ya giderler iken hazin bir trafik kazası sonucu hayatını<br />

kaybetmiş ve apar topar fizik3 dersini o zamanın Fizik Bölüm Başkanı, Berkay fizik3 dersine<br />

sen gireceksin demiş ve Berkay Bey bu işe çok kızmış “ kardeşim hiçbir hazırlık yok hemen apar<br />

topar fizik 3 e nasıl girerim? insan ders hakkında biraz hazırlık yapar, konuya biraz hakim<br />

olursun da derse girersin ,bu öğrenci kek mi? kardeşim senin derse hakimiyetini anlamaz mı?<br />

deyip fizik3 e girmediğini ve sizinde başınızdan böyle bir olay geçer ise sakın kendinizi<br />

ezdirmeyin” derdi . Bilimsel çalışmada da aynı kaderi paylaştık. Gecemiz, gündüzümüz, hafta<br />

sonumuz ve hatta bayramlarımız bile hep laboratuarda geçerdi. Özellikle Berkay Bey Ultrases<br />

ile lazer ışınının difraksiyonu yayınından sonra Doçent olabilmesi için bir dış yayına daha<br />

ihtiyacı olduğundan dolayı non-stop, yeri geldi hamal olduk yeri geldi tamirci olduk yeri geldi<br />

müstahdem olduk ve bir yayın daha çıkaramadık, ne hazin talihsizliktir ki, bir sürü olumsuz<br />

koşullardan sonra, arkadaş o kadar uğraşmaya rağmen bir yayın çıkaramıyorsak deyip ekip<br />

başkanının da bu işten anlamadığını ve bizi üç sene oyaladı, değini ve ardından da emekliliğini<br />

istemesi nasıl şimdi bizi üzdü ise o zamanda üzmüştü. Belki bir yayın daha çıkarabilsek hoca<br />

Doçent olsa idi böyle olumsuz koşullar oluşmayacaktı, belki de bu yazılar hiç yazılamayacaktı.<br />

Sevgili Berkay, hep vasiyet ederdi. Ben ölürsem sakın okulda tören yapmayın derdi ya, işte bu<br />

vasiyetini de olumsuz koşullar nedeni ile yerine getirmiş olduk. Annenin fakültede tören<br />

istemesi nedeni ile Cumhuriyet bayramı kutlamasının 30 ekim de pazartesi günü fakülte de<br />

kutlanmasından dolayı ve zar zor ayarlanan cenaze töreninin de, öğlen vakti, cenaze<br />

namazının kılınmasından dolayı iptal edilen fakültede ki tören, doğal olarak vasiyetinin de<br />

yerine getirilmiş olduğunu görüyoruz. Aslında yazılacak daha çok anılar var ama insan hüzünler<br />

içinde olunca hiç de kolay yazılmıyor.<br />

Sevgili Berkay, gözün arkada kalmasın aynı misyonu ve mirasını koruyacağım, ruhun<br />

huzurlar içinde olsun sen rahat uyu.<br />

soldan Berkay Görgez, Barış, Adem Soylamış, Süheyla Kiraz (Abant Gezisi)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 282<br />

Çalışma odası<br />

Ultrases Deney Düzeneği, Berkay Görgez<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 283<br />

Cafer Gümüş<br />

(1943 – 1982)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 284<br />

Zekeriya Aydın<br />

1943 yılında Artvin`in Şavşat kazasında doğdu. Kars- Cilavuz Öğretmen Okulunda<br />

okurken, Ankara Yüksek Öğretmen Okuluna seçildi ve MEB hesabına, lise öğretmeni olmak<br />

üzere, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde okudu. 1968-69 ders yılında<br />

Trabzon Lisesi fizik öğretmenliği görevinde bulundu. Oradan KTÜ Temel Bilimler Fakültesi<br />

Fizik Bölümüne asistan olarak girdi. 1976 yılında Yoğun Madde Fiziği dalında doktorasını<br />

yaptı. 1978-1979 döneminde İngiltere`de Manchester Üniversitesinde Polimer Kristolografi<br />

konusunda araştırmalarda bulundu. 1981`de Üniversite doçenti ünvanını aldı.<br />

Ne yazık ki, çok erken bir yaşta, Aralık 1982`de bir beyin ameliyatı sonrasında rahmetli oldu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 285<br />

Ziya Güner<br />

(1925 – 1994)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 286<br />

Prof. Dr. Zekeriya Aydın<br />

1925 yılında Uşak Eşme’de doğan Güner, ilk ve orta okulu Akhisar’da, liseyi Edirne ve<br />

Yozgat’ta okuldu. Yüksek Öğrenimini İ.Ü.F.F ve Yüksek Öğretmen Okulu’nde (1943 – 50)<br />

tamamladı.1950 – 57 arasında Kastamonu Lisesi?nde fizik öğretmenliği yaptı.<br />

Ekim 1957’de A.Ü.F.F.’ne Tecrübi Fizik Asistanı olarak katıldı ve 1961 yılında polar<br />

diektrikler konusunda doktorasını tamamladı.1966’da Elektron Paramanyetik Rezonans<br />

Spektrometresi üzerine hazırladığı tezle üniversite doçenti ünvanını aldı.<br />

1961 – 62 yılları arasında İngiltere’de Harwell Nükleer Fizik Araştırma Laboratuvarı’nda<br />

yavaş nötron saçılmaları üzerinde çalışmalarda bulundu.1966 – 1968 yılları arasında A.Ü.F.F ve<br />

Tıp Fakültesi ile Zafer Mühendislik Yüksek Okulu’nda dersler verdi.<br />

Haziran 1968’de A.Ü. Tıp Fakültesi’ne tam kadro ile geçti ve Medikal Fizik kürsü başkanı<br />

olarak görevlendirildi.1969 – 73 yılları arasında Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde<br />

ek görevlendirme ile fizik ve biyofizik laboratuvarlarının kurulmasına katkıda bulundu; orada<br />

dersler verdi. Haziran 1975 yılında A.Ü.Tıp Fakültesi’nde profesör ünvanı aldı ve Medikal Fizik<br />

kürsü başkanı olarak görevine devam etti.1983 yılında emekliye ayrıldı. 1994’de vefat etti.<br />

Profesör Ziya Güner’in çoğunluğu A.Ü.F.F ve Tıp Fakültesi Dergileri’nde olmak üzere,<br />

yirminin üzerinde bilimsel makalesi ve Tıp ve Biyolaji Öğrencileri için Fizik I,II ve III adlı üç kitabı<br />

vardır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 287<br />

Feza Gürsey<br />

(1921 – 1992)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 288<br />

Feza Gürsey, 7 Nisan 1921 günü Anadoluhisarı’nda doğdu. Babası, askerî tabip Dr. Reşit<br />

Süreyya Gürsey, Bakü’de görev yapmış, Kurtuluş Savaşı’na katılmış, bilime ve sanata büyük<br />

ilgisi olan bir aydındı. Annesi Prof. Dr. Remziye Hisar, 1955 yılında Fransa’nın “Officiel<br />

d’Academie” nişanına lâyık görülmüş, 1991 yılında TÜBİTAK Hizmet Ödülünü almış değerli bir<br />

bilim insanı, sevilen ve sayılan bir öğretim üyesi idi.<br />

Feza Gürsey ilkokula<br />

Paris’te Jeanne d’Arc<br />

okulunda başladı. Paris’te<br />

doktorasını yapmakta olan<br />

Remziye Hisar, Türkiye’ye<br />

döndüğünde oğlunu<br />

Galatasaray Lisesi’nin<br />

ilkokul 3. sınıfına yatılı<br />

olarak yazdırdı. Feza Gürsey<br />

Galatasaray Lisesi Fen<br />

Bölümü’nü, 1940 yılında, efsanevî bir öğrenci olarak birincilikle bitirdi. 1944 yılında, İstanbul<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik-Matematik Bölümü’nden lisansını aldı. İTÜ’de asistan olarak<br />

çalışırken açılan Milli Eğitim Bakanlığı sınavını kazanarak, Londra’da, Imperial Kolej’de Prof H.<br />

Jones ile doktora çalışmalarına başladı. Haziran 1950’de “Kuvaterniyonların Alan<br />

Denklemlerine Uygulanışı” adlı tezi ile doktorasını aldı. 1950-1951 döneminde Cambridge<br />

Üniversitesi’nde, genel görelilik, konform grup ve kuvaterniyonlarla ilgili araştırma yaptı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 289<br />

1951 yılı sonunda, İÜ Uygulamalı Matematik Kürsüsü’ne asistan olarak atandı. 1952 yılında, İÜ<br />

Fen Fakültesi asistanlarından Suha Pamir ile evlendi.<br />

Ayni yıl askerlik görevini yaparken doçentlik tezini<br />

hazırladı. 1953 yılında doçent oldu. 1954 yılında,<br />

İstanbul Üniversitesi Uygulamalı Matematik<br />

Kürsüsü’ne atandı. Aynı yıl Suha ve Feza çiftinin tek<br />

çocukları Yusuf doğdu.<br />

1957 yılında, Feza Gürsey, Atom Enerjisi Komisyonu bursu ile ABD’de Brookhaven Ulusal<br />

Laboratuvarı’na gitti. Burada Wolfgang Pauli ile çalışmalar, ardından 1961 yılına kadar<br />

Princeton, Columbia, Berkeley, Brookhaven’ da yaptığı çalışmalarla bilim dünyasında dikkat<br />

çekti.<br />

Feza Bey, 1961 yılında, Türkiye’ye ünlü bir<br />

fizikçi olarak döndü. Prof. Erdal İnönü’nün ısrarları<br />

sonunda, İÜ’den ayrılarak yeni kurulan Orta Doğu<br />

Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Kuramsal Fizik<br />

Bölümü’nde profesör olarak çalışmaya başladı.<br />

1964 yılında, Feza Gürsey ve Prof. L. Radicati<br />

birlikte SU(6) bakışımını (simetrisini) ortaya<br />

koydular. Bu bakışımın hemen deneyle doğrulanması Feza Bey’in ününü pekiştirdi. Sonraları,<br />

Kuvantum Renkdinamiği (Kuvantum Kromodinamiği (QCD) kuramının geliştirilmesiyle, SU(6)<br />

bakışımının işaret ettiği soruların ve bakış açısının, zamanındaki deneysel başarısından daha<br />

da önemli olduğu ortaya çıktı.<br />

1968 yılında Yale Üniversitesi, emekli olan ünlü fizikçi Prof. G. Breit yerine Feza Gürsey’e<br />

profesörlük teklif etti ve ODTÜ’deki görevine devam edeceği koşulunu da kabul etti. Böylece<br />

Feza Gürsey’in, öğrencilerinin ve iş arkadaşlarının Yale ile ODTÜ arasında gidiş-geliş dönemi<br />

başladı. ODTÜ Fizik Bölümü’nün öğrenci ve öğretim üyeleri, ODTÜ’ye gelen, bazısı Nobel<br />

Ödüllü ünlü fizikçileri yakından tanımak şansını yakaladılar.<br />

1974 yılında ODTÜ Rektörlüğü, Feza Gürsey’i “Türkiye’nin düzeyine ve gereksinimlerine uygun<br />

olmayan üst düzeyde araştırma yaparak zararlı örnek olmak ve sık sık ücretsiz izinli olarak<br />

dışarıdaki bilim merkezlerinde çalışmak ve bu bilimsel alış verişe öğrencilerini de katmak”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 290<br />

nedeni ile istifaya davet etti. İstifa etmeyince, izni<br />

kaldırıldı. Böylece Feza Gürsey ODTÜ’den ayrılıp<br />

Yale Üniversitesi’nde çalışmaya devam etmek<br />

zorunda bırakıldı.<br />

Feza Gürsey, 1977’de J. Williard Gibbs<br />

Profesörlüğü’ne seçildi ve 1991 yılında Yale<br />

Üniversitesi’nden emekli oluncaya kadar bu<br />

görevini sürdürdü. Emekli olunca Boğaziçi<br />

Üniversitesi’nin “emeritus profesör” olarak davetini kabul etti. Ancak, kısa bir süre sonra,<br />

kansere yenilerek, 13 Nisan 1992 günü New Haven’da vefat etti. Naaşı Anadoluhisarı’ndaki<br />

aile kabristanına defnedildi.<br />

Prof. Dr. Feza Gürsey’in çalışmaları, parçacık fiziği<br />

fenomenolojisini, büyük birleşme modellerini,<br />

üstünsicimleri (süpersicimleri), grup kuramının<br />

çekirdek (nükleer) fiziği ve genel görelilikte kullanımını,<br />

istisnaî (grupların fiziğe kalmak üzere yerleştirilmesini,<br />

skyrmiyonların ve Kerr-Schild geometrilerinin<br />

incelenmesini içine alan geniş bir yelpaze<br />

oluşturmuştur. Gençlik yıllarından beri ilgi duyduğu,<br />

kuvaterniyon ve oktonyonların fizikteki rolü ve<br />

Einstein’in rüyası olan büyük birleşme kuramları<br />

üzerinde çalışmalarını ise son gününe kadar<br />

sürdürmüştür.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 291<br />

Prof. Dr. Feza Gürsey’in Aldığı Ödül, Madalya ve Unvanlar:<br />

o TÜBİTAK Bilim Ödülü (Ankara, 1969)<br />

o J.R Oppenheimer Ödülü, S. L. Glashow ile birlikte (Coral Cables, Florida, 1977)<br />

o Einstein Madalyası (Kudüs, 1979)<br />

o College de France Madalyası (Paris, 1981)<br />

o İstanbul Üniversitesi Madalyası ve Şeref Doktorası (İstanbul, 1981)<br />

o New York Akademisi Doğa Bilimleri’nde A. Cressy Morrison Ödülü, R. Griffiths ile<br />

birlikte (New York, 1981)<br />

o İtalyan Cumhuriyeti tarafından verilen Commendatore Nişanı (New York, 1984)<br />

o Wigner Madalyası (Philadelphia, 1986)<br />

o Türk-Amerikan Bilimcileri ve Mühendisleri Derneği Seçkin Bilimci Ödülü (Washington<br />

DC 1989)<br />

o ODTÜ Prof. Dr. Mustafa Parlar Eğitim ve Araştırma Vakfı Bilim Ödülü, (Ankara, 1989)<br />

o Galatasaray Eğitim Vakfı Madalyası (İstanbul, 1991)<br />

o 5. Matematiksel Fizik Konferansı’nda Plaket (Edirne,1991)<br />

Seçildiği Akademiler ve Üye Olduğu Dernekler<br />

o Türk Fizik Derneği (1952)<br />

o Amerikan Fizik Derneği (1958)<br />

o Connecticut Bilimler Akademisi (1972)<br />

o Üçüncü Dünya Bilimler Akademisi –Trieste (1985)<br />

o Amerikan Bilim ve Sanat Akademisi – Boston (1986)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 292<br />

Mehmet Koca<br />

(Sultan Qaboos University)<br />

2005 Dünya Fizik Yılı Anı Kitapçığı’nda yayınlanmak üzere hazırladığım bu yazıda, hocam<br />

Feza Gürsey ile örtüşen anılarımı, genel olarak onun fiziğe katkısını ve Türkiye’de fiziğin gelişimi<br />

için verdiği özverili çalışmalarını anlatmak istiyorum.<br />

Feza Gürsey, yedisi TC. vatandaşı olmak üzere yirmi kadar doktora öğrencisi yetiştirdi.<br />

Her zaman bir-iki hatta bazen üç-dört doktora öğrencisi olurdu. Bunların her birine araştırma<br />

konusu bulmak, problemlerin bizzat çözümünü yapmak ya da yapılan hesapları denetlemek<br />

yoğun emek isteyen bir faaliyetti onun için. Yale’de, öğrencilerin en çok tercih ettiği hocaydı.<br />

İlk doktora öğrencisi Lübnan’lı bir meslektaşımız Khalil Bitar. İkincisi Taiwan’lı Philip Chang. Bir<br />

ara öğrenci yoğunluğu Türkiye’ye kaydı. Avrupa ve Asya’nın değişik ülkelerinden gençler Feza<br />

Bey’in öğrencileri oldu. Öğrencileri olarak her birimiz, tek tek, onu anlatmaya kalksak ve bu<br />

yazılar bir kitapta toplansa, yine de onu yeterince tanıtmış olamayız. Çünkü Feza Gürsey<br />

sadece fizikçi yönüyle anlatılamaz. Onun dünya görüşünü, tarih anlayışını anlatmak için bir<br />

sosyal bilimci, edebi yönlerini yansıtmak için bir şair, müzik kültürünü tanıtmak için bir<br />

müzisyen, plastik sanatlardaki derinliğini ortaya koymak için o konunun uzmanı olmak gerekir.<br />

Ben o yüzden boyumu aşan işlere girişmeyeceğim. Kendi gözlemlerime ve günlük<br />

konuşmalarımızdan aklımda kalanlara dayanarak bir Feza Gürsey resmi çizmeğe çalışacağım.<br />

Annesi, Türkiye’nin ilk kimya doktoru unvanına sahip İTÜ kimya profesörlerinden<br />

Rahmetli Remziye Hisar, babası, Aziz Nesin’in Kuleli Askeri Lisesi’nden hocası, Askerî Doktor<br />

Reşit Gürsey. Feza Bey, henüz bir yaşındayken, Remziye Hanım, Adana Kız Muallim<br />

Mektebi’nin müdiresi olmuş ve doktora yapmak için Fransa’ya gidinceye kadar küçük Feza’yı<br />

Adana’da büyütmüş. Devlet bursu ile gittiği Paris’de doktorasını yaparken, Feza Bey’i Notre<br />

Dame’in ana okuluna bırakmış. Feza Bey Fransızca’yı okulun rahibelerinden öğrenmiş.<br />

Türkiye’ye döndüklerinde Galatasaray Lisesi’nde okuduğunu biliyoruz. Ben şahsen kendisinin<br />

Fransızca konuşmasına hiç rastlamadım. Ünlü Fransız Fizikçi Louis Michel, bana bir seferinde,<br />

Feza Bey’in mükemmel Fransızca konuştuğunu söylemişti. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten<br />

sonra, 1940 yılında, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne fizik okumak üzere girer. Fizik bilim<br />

dalını tercihinde babasının rolü olduğunu biliyoruz. Bana anlattığına göre Doktor Reşit Gürsey,<br />

Kuleli Askeri Lisesi’ndeki görevinden erken sayılacak bir yaşta ayrılarak emekli olur ve fizik<br />

öğrenmek için Avrupa’da çeşitli merkezleri dolaşır. Bir duyar ki Schrödinger diye biri, kuvantum<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 293<br />

mekaniğinin dalga denklemini bulmuş, onun enstitüsüne koşar. Derler ki, Almanya’da<br />

Heisenberg aynı şeyi matris mekaniği ile açıklıyormuş, bu sefer soluğu Almanya’da alır. Bir yaz,<br />

babasını ziyaret etmek için Almanya’ya gittiğinde bir dükkâna girerler. Almanya’da Hitler<br />

dönemi! Her dükkâna girişte sağ el yukarı kaldırılıp “Heil Hitler-Yaşa Hitler” demek zorunluluğu<br />

vardır. Dükkâna girdiklerinde babası ikinci kelimenin ilk harfini telâffuz etmeden söyler. Feza<br />

Bey babasını uyarır: “Aman ne yapıyorsun, başına iş açacaksın.” Doktor Reşit, “aldırma, onlar<br />

o küçük farkı anlamazlar!” diyerek Feza Bey’i teselli eder. Doktor Reşit Gürsey hakkında daha<br />

fazla şeyler öğrenmek isterdim. Nitekim Aziz Nesin, Feza Bey’e anılarının ileri bölümlerinde<br />

Reşit Gürsey’i yazacağını söylemiş. Ben şahsen merakla bekledim ama ünlü yazarımızın buna<br />

vakti olmadı. Belli ki, ailenin yönlendirmesiyle, Feza Bey fizik yapmayı bir yaşam biçimi olarak<br />

belirlemiş. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde Fizik ve Matematik Bölümleri’nden dersler<br />

alıp mezun olduktan sonra kısa bir süre İTÜ’ de fizik asistanlığı yapar. O dönemde, eski<br />

cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel fizik laboratuvarında öğrencisi olur. Feza Bey,<br />

Milli Eğitim Bakanlığı’nın yurt dışı bursunu kazanarak, Londra’da Imperial Kolej’ de doktora<br />

yapmağa gider. Bu ana ait de ilginç bir anısı var. İTÜ’deki o zamanın fizik hocası, Feza Bey’e<br />

der ki “Sen parlak bir öğrencisin. Duyuyoruz ki kuvantum mekaniği diye bir şey çıkarmışlar. Git<br />

onun yanlış olduğunu ispatla gel”. O yıllar savaş yılları, öğrenci bursu düzenli gelmez. Bir süre<br />

burssuz kalır ve öğreniminin yarım kalacağı endişesine kapılır. Derdini anlatmak için zamanın<br />

Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i, Londra’da bulunduğu bir sırada, kaldığı otelde yakalar ve<br />

şikâyetini anlatır. Sonradan bursu düzenli bir şekilde gelmeğe başlar.<br />

Feza Bey’in, matematiğin en ilginç konularından kuvaterniyonlar ile oktonyonların fizikte<br />

önemli bir yer işgal edeceğine dair büyük bir sezgisi vardı. İleride bu konuya tekrar döneceğim<br />

ve yaptığı çalışmaları özetlemeğe çalışacağım. Imperial Kolej’de bulunduğu yıllarda,<br />

kuvaterniyonların alanlar kuramına katkısı üzerine çalışmalar yapmıştı. Merak edip de cevabını<br />

bilemediğim bir soru var burada. Acaba Feza Bey, böylesine ilginç bir konuyu, yani<br />

kuvaterniyonları Londra’dayken mi öğrendi, yoksa daha İÜ Fen Fakültesi’nde öğrenci iken, aynı<br />

Fakülte’de Matematik Bölümü’nde o yıllarda çalışmış olan kuvaterniyon uzmanı İngiliz<br />

matematikçi Patrick du Val’den mi öğrendi? İngiltere’nin tanınmış matematikçilerinden Patrick<br />

du Val, 1940-1948 ve 1970-1972 yıları arasında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik<br />

Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Kısa zamanda Türkçe öğrenip derslerini Türkçe verdi.<br />

Feza Gürsey, Türkiye’de fiziğin yönlendirilmesine çok önemli katkıda bulunmuş bir insan.<br />

Onun yaşam öyküsü gençlere yol gösterecek derslerle dolu. Türkiye’yi, bilimde en üst<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 294<br />

düzeylerde temsil etmiş bu unutulmaz insanın görüşleri ve yaşamı, Batı’ya açılan Türkiye’nin<br />

Batı değerleriyle Doğu kültürünün en güzel bir şekilde harman olduğu bir değerler yumağını<br />

oluşturur.<br />

Feza Bey Imperial Kolej’de doktorasını tamamladıktan sonra, mezun olduğu İ.Ü. Fen<br />

Fakültesi’ne asistan olarak girer. İstanbul’da ders verdiği yıllarda ondan ders alanlar arasında<br />

Prof. Ahmed Yüksel Özemre ve Prof. Perihan Tolun da vardır. Onu ünlendiren çalışmalarının<br />

bir kısmını 1951-1958 yıllarında İstanbul’dayken yaptı. Sonradan Pauli-Gürsey Dönüşümü diye<br />

anılacak çalışma o yılların eseridir. Maxwell denklemlerinin konformal bakışıma sahip<br />

olduğunu gösterdiği makaleler İstanbul’da çalıştığı yıllarda yazıldı. Wolfgang Pauli 1958 yılında<br />

ölmeseydi, belki de Feza Bey gidip onunla çalışacaktı. Çünkü Pauli ona kendi enstitüsünde iş<br />

teklif etmişti. Hazır söz Pauli’den açılmışken şu hususu da belirtmeden geçmeyeyim. Feza Bey,<br />

ABD’de, Princeton’daki İleri Araştırmalar Enstitüsü’nü ziyaret etmek istediğini Pauli’ye bildirir<br />

ve kendisi için bir tavsiye mektubu yazmasını rica eder. Fiziğe çok önemli katkılarıyla tanınan<br />

Nobel Ödülü sahibi Wolfgang Pauli, Feza Bey’e şöyle der: “İstersen seni onlara öneririm, ama<br />

onları sana önermem.” Büyük insanların değerini ancak büyükler anlar! Feza Bey daha sonra<br />

Brookhaven Ulusal Laboratuvarı’nda, Princeton İleri Araştırmalar Enstitüsü’nde, Columbia<br />

Üniversitesi’nde araştırmalar yaptı ve 1961 de Türkiye’ye dönüşünde, yeni kurulmuş olan Orta<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 295<br />

Doğu Teknik Üniversitesi’ne profesör olarak atandı. Erdal İnönü ile birlikte kuramsal fizik<br />

bölümünde çalışmaya başladı. Erdal İnönü ismi<br />

Feza Bey için meçhul değildi: Erdal Bey, “İnönü-Wigner Grup Daralması” olarak bilinen grup<br />

kuramı çalışmasından dolayı isim yapmıştı. Aynı yıllarda, Fizik Bölümü’nde Prof. Adnan<br />

Şaplakoğlu ve Suha Gürsey bulunuyordu. ODTÜ Fizik Bölümü’nün başlangıç yılları çok ilginç.<br />

ODTÜ henüz yeni yerleşkesine taşınmamış, TBMM’nin Dikmen yolu üzerinde bulunan yan<br />

bahçesindeki çamaşırhanesinin etrafındaki barakalarda faaliyet gösteriyordu. Benim Feza Bey<br />

ile ilk karşılaşmam 1962-63 öğretim döneminde bu barakalarda oldu.<br />

İlk Karşılaşma:<br />

Feza Bey, doktorasını yapıp İstanbul Üniversitesi’ne döndüğünde ben, Osmaniye’nin ücra bir<br />

köyünde ilkokul ikinci sınıfta okuyordum. O, ODTÜ’ye geldiği zaman, Ankara Üniversitesi<br />

Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde öğrenciydim. Karmaşık müfredatlar izleyerek kendimi AÜ<br />

Fen Fakültesi’nde bulmuştum. Orada iki yıl eğitim gördükten sonra, Milli Eğitim Bakanlığı’nın<br />

maarif kolejlerine öğretmen yetiştirme projesi çerçevesinde ODTÜ’ye transfer edildim.<br />

Böylece, ünlü fizikçimizin varlığından habersiz, kendimi AÜ Fen Fakültesi’nin o görkemli taş<br />

binası, düzenli laboratuvar ve sınıflarından sonra, ODTÜ’nün barakalarında buldum. O yıl,<br />

Erdal Bey’den termodinamik, Özcan Öktü’den elektronik laboratuvarı derslerini aldık.<br />

Matematik ve mühendislikten de seçmeli derslere giriyorduk. Düşününüz, Feza Bey 1962-63<br />

öğretim döneminde hemen yanıbaşımızda, ama kendisinin varlığından habersiz yaşıyoruz.<br />

Bu sözcüğü çoğul kullanıyorum. Çünkü, Yüksek Öğretmen Okulu’nun öğrencisi olarak<br />

arkadaşlarım Hüseyin Akçay, Ziya Sümengen ve ben ODTÜ’ye transfer olmasaydık, beş kişilik<br />

sınıfımız yarıdan fazla öğrencisinden yoksun kalacaktı. Denilebilir ki, o başlangıç yıllarında<br />

bölümde her öğrenciye bir hoca düşüyordu. Oysa, ayrıldığımız AÜ Fen Fakültesi’ndeki<br />

sınıfımızda yüze yakın öğrenci vardı. ODTÜ Fizik Bölümü tarihine dönüp bakılırsa, bölüme en<br />

çok yabancı öğretim üyesi ve araştırmacının davet edildiği yıl 1962-63 öğretim yılı olarak<br />

görülür. Kimler gelmemiş ki? Kısa bir ziyaret için Nobel Ödülü sahibi T.D.Lee davet edilmiş.<br />

Nispeten uzun süreli ziyaretlerde bulunanlar ise, her biri kendi alanlarında ünlü fizikçiler<br />

Louis Michel, G.F.Chew, Moris Jacob ve R. Shaw. Bu son saydığım bilim insanlarını o öğretim<br />

yılında gördüğümü hiç hatırlamıyorum. T.D. Lee, Chicago Üniversitesi’nde doktorasını<br />

yaparken, arkadaşı C.N.Yang ile zayıf etkileşmelerde paritenin bozulduğunu ortaya atan<br />

bilim insanı. Columbia Üniversitesi’nden Feza Bey’in yakın arkadaşı. Birlikte bilimsel<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 296<br />

makaleleri var. T.D.Lee, Nobel Ödülü aldığı bu konuda ODTÜ’de popüler bir konuşma verdi.<br />

Bu konuşmayı izleyenlerin sayısı otuz kişiden fazla değildi. Her meraklı insanın, anlamasa da<br />

ilgiyle izleyeceği bir konuşmaydı. Koskoca AÜ Fen Fakültesi’nden Prof. Rauf Nasuhoğlu ve<br />

bir kaç öğrenci dışında kimseler yoktu. Ertesi gün gazetelerimizde bu hususta bir satır bile<br />

yazılmadı. Her neyse, ben Feza Bey’i işte bu toplantıda gördüm ilk defa. Her seminere<br />

giderken hiç yanından ayırmadığı not defteriyle gelmişti. T.D.Lee’nin anlatacağı konuyu çok<br />

iyi bildiği halde, not defterini getirmeyi ihmal etmemişti. Feza Bey’in ününü, onunla yüksek<br />

lisans yapan Saime Göksu (Timms)’dan duyuyorduk. Bir kez de ODTÜ kütüphanesinde, o<br />

zamanki Pakistan hükümetinin bilim danışmanı olan Abdüsselâm’ın verdiği konuşmada<br />

gördüm. Abdüsselâm, Pakistan Büyükelçiliği’nin makam arabasıyla gelmişti. Konuşması da<br />

fizik üzerine değil Pakistan’daki tuzlu toprakların ıslahı üzerineydi. 1979 yılında, Nobel<br />

Ödülü’nü alacak olan kuramsal fizikçi Abdüsselâm, 1964 yılında, İtalya’nın Trieste kentinde,<br />

Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu’na bağlı ve ICTP ( Uluslararası Kuramsal Fizik Merkezi)<br />

adını taşıyan fizik merkezini kurdu. Pakistan’dan yetişmiş, üçüncü dünya ülkelerinin en ünlü<br />

bilim adamı olan Abdüsselâm, ölümüne kadar bu merkezin müdürlüğünü yaptı.<br />

Yeni Yerleşke<br />

1963 -1964 öğretim yılında biz ODTÜ’nün yeni yerleşkesine taşındık. Erdal Bey’in ofisi,<br />

şimdiki Kimya Bölümü binası ile Mühendislik Fakültesi binaları arasında kalan bir barakadaydı.<br />

Bizler de çoğu derslerimizi barakalarda yapıyorduk. Kuramsal fizik derslerimizin büyük bir<br />

kısmında Erdal Bey hocamız oldu. Özel görelilik kuramını işleyen dersi de Erdal Bey’den<br />

almıştık. O dersi geçmiş ve özel göreliliği öğrenmiştim! Feza Bey o yıl Brookhaven Ulusal<br />

Laboratuvarı’nın misafir araştırmacısı. Kendisi gibi Brookhaven’i ziyaret eden İtalyan<br />

meslektaşı L. Radicati ile birlikte parçacık fiziğinde çığır açan çalışmalarını yapmışlardı. Bu<br />

konuya çalışmalarını toplu olarak tanıtırken tekrar döneceğim.<br />

Feza Bey 1964 - 1965 öğretim yılını ODTÜ’de geçirdi. O öğretim yılı sonbahar döneminde<br />

ben lisans mezunu oldum ve 1965 yılının ilkbahar döneminde yüksek lisans programına<br />

kaydoldum. O yıl, Feza Bey’den kuvantum mekaniği dersi aldım, ilk defa hocam oldu. Dersini<br />

dinlerken, kendinizi ilginç bir sahne oyununu seyrediyormuş gibi hissederdiniz. Kuvantum<br />

mekaniği gibi oldukca soyut bir konuyu anlatmak, formüllere benzetmelerle anlam yüklemek<br />

Feza Bey’e mahsus bir işti. Pauli Dışlama İlkesi’ni anlatırken elektronların aynı kuvantum<br />

durumunda bulunmamalarını, bir partiye davetli, birbirinden daha şık giyinmiş, bu yüzden aynı<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 297<br />

konumda bulunmamayı tercih eden bayanlara benzetmişti. Heisenberg Belirsizlik İlkesi’ni, sağ<br />

elinin işaret parmağını sol elinin işaret parmağının üstüne sürerek, elektronun bir yere lokalize<br />

edilmesi halinde momentumunun belirsiz hale geleceği biçiminde anlatışı hâlâ gözlerimin<br />

önünde. Feza Bey, iki dönemlik bu dersin devamını Amerikalı hocamız Prof. Zweifel’e bıraktı.<br />

Prof. Zweifel, Erdal Bey ile aynı konuda araştırma yapıyordu: Nötron trasport kuramı. Bir ara<br />

Zweifel gitti; Prof. Niyazı Tarımer geldi. Feza Bey, o sırada aralarında Niyazı Bey’in de<br />

bulunduğu yabancı öğretim üyelerinden oluşan bir gruba başka bir ders yapıyordu. Belli ki,<br />

bizim düzeyimizin üzerinde bir dersti. Bir gün, şimdiki Mimarlık Fakültesi’nde, kantine yakın bir<br />

yerde karşılaştık. Yanında Suha Hanım’la birlikte bir de misafirleri vardı. Yanılmıyorsam, Feza<br />

Bey’e bizim dersi niçin bıraktığını sordum. O da yukarıda bahsettiğim dersi kastederek “Lorentz<br />

grubunun temsillerini anlatıyorum” dedi. Ben de boş bulunarak “şu bizim bildiğimiz Lorentz<br />

grubu mu” diye sordum. Tipik bir Feza Bey cevabı üzerimde soğuk duş tesiri yaptı: ”Hayır bizim<br />

bildiğimiz Lorentz grubu!” Ben soruyu safça sorarken, Erdal Bey’in verdiği özel görelilik<br />

dersinde, Lorentz grubunu öğrendiğimizi düşünerek bu işin orada bittiğini sanıyordum. Çok<br />

üzüldüğümü farkeden Suha Hanım devreye girerek ortamı yumuşattı. Akıllıca sorulan sorulara<br />

sevinir, düşünmeden sorulan sorulara da tepki gösterirdi. Bu bana ders oldu. Daha sonra o<br />

dersin içeriğini oluşturan, Wigner’in Annals of Physics’de yayınlanan uzun ve anlaşılması kolay<br />

olmayan makalesine çalıştıktan sonra Feza Bey’in tepkisini anladım.<br />

Feza Bey, 1965-1966 öğretim yılında yine kayıplara karıştı. Anlaşılan o yıl, ABD’nin önde<br />

gelen üniversitelerinden Yale Üniversitesi’ne profesör olmuştu. 1966 - 1967 öğretim yılında da<br />

gelmedi. Feza Bey’in ODTÜ ve Yale Üniversitesi arasındaki gidip-gelmeleri başlıyordu. Bu<br />

durum İÜ, İTÜ ve AÜ gibi üniversitelerde pek rastlanan bir durum değildi. O zaman ODTÜ başka<br />

bir yasaya tabiydi. ODTÜ’ye büyük emeği geçmiş ve uzunca sayılacak bir süre rektör olarak<br />

hizmet vermiş Kemal Kurdaş’ın, Feza Bey’in bilim ortamından kopmadan, ODTÜ’ye bu şekilde<br />

hizmet etmesinin doğruluğuna inanmış olması bu trafiği kolaylaştırıyordu. Bilim ortamından<br />

kopmadan, ülkesine hizmet vermek isteyen bir insana yardımcı olmak, teşvik edip destek<br />

vermek, olsa olsa Erdal İnönü gibi değerli bir bilim adamı ve Kemal Kurdaş gibi seçkin bir<br />

yönetici sayesinde olurdu. Bu sözlerimin değeri, ilerleyen yıllarda Feza Bey’in başına gelenleri<br />

anlattığım zaman anlaşılacak.<br />

Bu geçen sürede, arkadaşım Hüseyin Akçay, Rarita-Schwinger denklemi, ben de Foldy-<br />

Wouthuysen dönüşümleri üzerine yazdığımız tezlerle yüksek lisansımızı bitirdik ve doktoraya<br />

kaydolduk. Bu tezleri bölümdeki Polonyalı hocalarımız yönetti. O yıllarda Polonyalı hocalar<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 298<br />

Prof Krolikowski, Prof. Rayski ve Alman Prof. B. Stech kuramsal fizik bölümünde ders<br />

veriyorlardı. Feza Bey, kendisi yurt dışında bulunduğu zamanlarda bile, dersleri verebilecek<br />

misafir öğretim üyesi getirtmeyi ihmal etmemişti. O sıralar aramızda bulunmadığı halde en<br />

çok adı geçen kişi oydu. Çünkü Radicati ile yaptığı çalışma ünlenmişti. ABD’den gelip İsrail’e<br />

veya Hindistan’a konuşma yapmak üzere davet edilmiş bilim adamlarıyla temas kurularak<br />

ODTÜ’de seminer vermeleri sağlanıyordu. İşlenen konu, Feza Bey’i ünlendiren konu: SU(6).<br />

Biz doktoraya yeni başlamış öğrenciler, seminerde arka sıralarda oturur, henüz Feza Bey’in<br />

yaptıklarını anlamakta güçlük çektiğimiz SU(6)’nın üzerine yapılmış yeni çalışmaları dinlerdik.<br />

Hatırımda kalan isimlerden biri, sonradan kendisiyle ortak çalışmalar da yaptığım Syracuse<br />

Üniversitesi Profesörlerinden K.C.Wali. Hüseyin ile ben doktora öğrenimine başladık ama,<br />

henüz bize tez verecek hoca yoktu. Feza Bey’in beni öğrenci olarak alacağını pek<br />

düşünmüyordum.<br />

1967 - 1968 Öğretim Yılı<br />

Feza Bey, 1967-1968 öğretim yılında ODTÜ’ye döndü.<br />

Gelirken yanında Yale’den öğrencisi, dünyanın tatlısı Phililip<br />

Chang’ı da getirdi. Aileyi tamamlarsak Suha Hanım, Yusuf<br />

Gürsey ve Ford Mustang. Ford Mustang açık kahverengi, spor<br />

tipinde bir araba. Feza Bey Mustang’ları severdi. Belli bir<br />

zaman geçtikten sonra, Feza Bey’in Hüseyin Akçay’ı ve beni<br />

doktora öğrencisi, Meral Serdaroğlu’nu da yüksek lisans<br />

öğrencisi olarak alacağı haberi geldi. Feza Bey ilk iş olarak,<br />

Yale’de okuttuğu “alanlar kuramı” dersinin üç cilt halinde<br />

basılmış ders notlarını kendi kendimize çalışmamızı önerdi.<br />

Hüseyin, ben ve Meral sırayla konuları paylaşarak ilk cildi, ara hesaplarını da yaparak kısa<br />

sürede bitirdik. Öğretim dönemi başlayınca Feza Bey, “ileri alanlar kuramı” diye bir ders açtı.<br />

O dersi ben ve Hintli bir arkadaşım kredili olarak aldık. Doğrusu sıkı bir dersti. Bu arada teze de<br />

başlamıştım. Babası Hindistan’da bir üniversitenin rektörlüğünü yapan arkadaşım daha sonra<br />

kuramsal fiziği bırakıp Almanya’da biyofizik yapmaya gitti. Çok başarılı çalışmalar yaptı ve<br />

ülkesinde tanınan bir bilim insanı oldu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 299<br />

O sıra Feza Bey bana, yüksek enerjili<br />

nükleonların saçılma genliklerindeki bakışımı<br />

açıklayan bir problem vermişti. Bu, nükleon ve<br />

anti-nükleonları birbirine dönüştüren bir<br />

SO(4) bakışımıydı. Benzer bir çalışma daha öne<br />

T.D.Lee tarafından yapılmıştı. Benim yaptığım<br />

hesabın da onun sonuçlarını doğrulaması<br />

gerekirdi. İki hesap arasında çarpanı kadar bir fark vardı. Yaptığım hesabı kendisine<br />

gösterdikten sonra bana “T.D.Lee hata yapmaz, sen bir kez daha hesabına bak” dedi. Tekrar<br />

baktım, değişen bir şey yoktu. T.D.Lee titiz bir insan. Nuovo Cimento dergisinde çıkan bu<br />

makalesine bir düzeltme yollamış. Feza Bey düzeltmeyi bana gösterince rahatladım. Hesabım<br />

yanlış değildi!<br />

Kuramsal Fizik Bölümü o yıllarda bir hayli şendi. Şimdiki Matematik Bölümü binasının<br />

zemin katı, Kuramsal Fizik Bölümü olarak ayrılmıştı. Prof. Cavit Erginsoy da o yıl ODTÜ’ye<br />

katılmış, gelir gelmez de kendisine fakülte dekanlığı verilmiş, değerli bir bilim adamımızdı.<br />

Zamansız kaybı hepimizi çok üzmüştü. Prof. Âsım Barut, bir dönem bölümde misafir hoca<br />

olarak bulundu ve sonsuz bileşenli alanlar dalında hazırladığım bir çalışmada bana yol<br />

gösterdi. ODTÜ Elektrik Mühendisliği’nden mezun olduktan sonra, Fizik Bölümü’ne,<br />

kuramsal fizik yapmak için asistan olarak giren Metin Durgut ve Ahmet Gökalp bölümün<br />

yeni elemanlarıydı. Prof. Ferit Öktem genel görelilik yapan hocamız, Cengiz Abi ( Prof.<br />

Cengiz Yalçın) bölümün yegâne çekirdek fizikçisi, Pakistan’lı Dr.Arif Uz-Zaman, Lübnan’lı Dr.<br />

M. Saffouri ve Dr. Nasrallah, hoca kadromuzu oluşturan diğer elemanlardı. Feza Bey<br />

herkesle ilgileniyor, çalışmalarında yardımcı oluyordu. Lisans eğitimini tamamlamak üzere<br />

olan parlak öğrencilerimizden Cihan Saçlıoğlu ve Yılmaz Akyıldız’a, birlikte çalışmaları için<br />

bir problem vermişti. ODTÜ dergisinde yayımlanmak üzere onlara makale hazırlattırıyordu.<br />

Daha sonra bu arkadaşlarımızı, ABD’de, doktora yapmak üzere seçkin üniversitelere<br />

yerleştirdi. Bu arada Philip Chang’ın tezi bitmek üzereydi. Feza Bey, bunların hepsine tek<br />

tek yetişen insan. Suha Hanım, Feza Bey’e büyük destek vermiş sevgili ablamız, annemiz.<br />

Haftanın her Cuma günü öğrencilerini, dostlarını, Farabi sokaktaki evlerine çaya davet<br />

ederlerdi. Davetlilerin çoğu fizikçi ise, tartışma fizik üzerine devam ederdi. Eğer teknik<br />

konulara fazla kaptırılmışsa, Suha Hanım devreye girerek konuyu değiştirirdi. O<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 300<br />

sohbetlerden çok şey öğrendik. Tanınmış fizikçilerin kişilikleri o çay toplantılarında<br />

kafamızda canlandı. Bir kısmıyla da bizzat o toplantılarda tanışma fırsatı bulduk.<br />

Bir Gazetenin Azizliği<br />

O zamanki günlük gazetelerden birinin muhabiri, yanında bir fotoğrafçıyla birlikte<br />

Feza Bey’in çalışma odasına geldi. Hüseyin Akçay ile birlikte ben de oradaydım. Gazeteci<br />

kendisini tanıttıktan sonra Feza Bey ile söyleşi yapmak istediğini söyledi. Muhabir, çok<br />

tanınmış bir bilim adamımızın bu özverili davranışının halka anlatılmasının iyi bir haber<br />

olacağı düşüncesindeydi.<br />

“ Bakınız, bu konuyu biz dün birinci sayfada verdik ” dedikten sonra gazeteyi Feza<br />

Bey’e uzattı. Gazete, yurt dışında çalışan ve Türkiye ile bağlantısı olmayan bilim adamlarını<br />

haber haline getirerek “Niçin Türkiye’ye dönmüyorlar?” diye sürmanşetten verdikten<br />

sonra, yanda Feza Bey’in resmini basmış. Gerçi yazıda Feza Bey’in döndüğü ve ODTÜ’de<br />

çalıştığı anlatılıyor ama yazının tamamını okumayan, sadece başlığa ve resme bakanlarda<br />

Feza Bey’in yurda dönmeyenler arasında birinci sırada olduğu anlamı çıkıyordu. Feza Bey<br />

fena halde köpürdü, bu ne biçim manşet atmak diye gazeteciyi haşladı. “ Bunu okuyan bir<br />

genç benim ülkeme hizmet etmediğim izlemine kapılır” diyerek gazetecinin söyleşi teklifini<br />

geri çevirdi.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 301<br />

Feza Bey mi Feza mı?<br />

Amerika’da yakınlık kurduğunuz birine, yaşça sizden büyük de olsa, ilk ismiyle hitap<br />

etmek doğal sayılır. O yüzden Philip Chang, Feza Bey’e Feza derdi . Oğlu Yusuf da ona Feza<br />

diye hitap ederdi. Sonraları genç kuşaktan arkadaşlar, yüzüne karşı olmasa da gıyabında,<br />

ondan ilk ismiyle bahsetmeye başlamışlardı. Bu davranışları Feza Bey’in de normal<br />

karşıladığını sanıyorum. Ama ben ve Hüseyin Akçay, yabancılarla bile onun hakkında<br />

konuşurken, Feza Bey lâfını kullanmayı sürdürdük. Feza Bey ’e “ Feza ” demek bizim<br />

yapabileceğimiz bir şey değildi ! O öğretim yılında Meral yüksek lisans tezini, Hüseyin ve<br />

ben doktora derslerimizi tamamladık. 1968 yılı Ağustos ayında, Hüseyin ile beni tezlerimizi<br />

tamamlamamız için Yale Üniversitesi’ne özel öğrenci statüsünde götürdü .<br />

Yale Üniversitesi ’ nde<br />

Feza Beyler, New Haven’da 1066 Whitney Avenue da bahçeli bir evde kirada<br />

otururlardı. Farabi sokaktaki ev gibi orası da cuma toplantılarına tanık olmuş bir<br />

mekan.Yale Üniversitesi Fizik Bölümü ODTÜ ile kıyaslanamayacak kadar büyük bir bölüm.<br />

Kuramsal fizik yapanların sayısı bir bölümü dolduracak kadar fazlaydı . Feza Bey bu sefer üç<br />

yıl kalacağı Yale’de İtzhak Bars’ ı, Tanzanya ’ lı Abdul Ebrahim’ i öğrenci olarak almıştı. Ertesi<br />

yılda ise, Murat Günaydın ile birlikte Orphanidis isimli Yunan’ lı bir öğrencisi doktoraya<br />

başlamışlardı . Bunlara Türkiye’ den Meral Serdaroğlu da gelip katıldı. Bu kadar öğrenciye<br />

makale yazdırmak, ancak Feza Bey’ in yapacağı bir işti. İki makalemiz yayınlandıktan sonra<br />

bana tezimi yazmamı söyledi. Farklı konularla ilgilenmekle beraber, o sıralar moda olmuş,<br />

ama henüz sicim kuramına dönüşmemiş düal – rezonans modelini yakından izliyordu.<br />

Veneziano’ nun başlattığı ve Fubini ile devam ettirdiği konu üzerinde çoğu fizikci kafa<br />

yoruyor ve hadronların yüksek enerjili saçılmalarını anlamak için model yapmaya<br />

çalışılıyorlardı . Bir seferinde L. Susskind Yale’ de seminer verirken, bugünkü bozonik sicim<br />

modeline benzer bir çalışmayı anlatıyordu. İkinci makalemizde yer alan konuya çok yakın<br />

bir çalışmaydı . Seminerde Feza Bey’ in yanında oturuyordum. Kulağıma eğilerek “biz de<br />

benzer çalışma yapıyoruz” dedi. Ama asıl bozonik sicim kuramını Nambu herkesten önce<br />

ortaya atmıştı anlaşılan . Feza Bey benzer bir çalışmayı daha sonra Orphanidis ile sürdürdü.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 302<br />

Trieste ’ de Karşılaşma<br />

Doktorasını tamamlayan öğrencilerini bir yere yerleştirmek için de gayret gösterirdi .<br />

Doktoramı tamamladıktan sonra, ICTP’ de doktora sonrası çalışma yapmam için<br />

Abdüsselâm’ a tavsiye mektubu yazdı. Abdüsselâm ve Feza Bey birbirlerini Londra’ dan<br />

tanıyan iki arkadaş. Benim ICTP’ de bulunduğum 1972 yılında, aralarında Heisenberg, Dirac<br />

ve Wigner’ in de bulunduğu seçkin bir fizikçi topluluğunun katıldığı bir sempozyum yapıldı.<br />

Feza Bey’ de toplantıya katılanlar arasındaydı. Wigner konuşmasını yaparken<br />

kuvaterniyonların fizikteki yeri üzerine de bir şeyler söyledi . Bu arada bir kaç fizikçi söz<br />

alarak kendi çalışmalarından bahsettiler. Oturanlardan bir kısmı Feza Bey’in adını vererek<br />

“Feza’nın da bu konuda çalışmaları var” dediler. Wigner, Feza Bey’e dönerek bu konuda bir<br />

şeyler söylemesini istedi. Herkes onun ne söyleyeceğini merak ediyordu galiba. Feza Bey<br />

ayağa kalkıp “Ben henüz tamamlanmamış bir çalışmam üzerine konuşmayı doğru<br />

bulmuyorum!” dedi. Feza Bey toplantıya katılanları hayal kırıklığına uğrattığının farkına<br />

varmamıştı . Herkes ondan bir şeyler dinlemek istiyordu .<br />

O yıllar büyük keşiflerin yapıldığı yıllardı. Weinberg-Salam kuramının yavaş yavaş<br />

konuşulduğu bir dönem yaşıyorduk . Bir süre , sadece Weinberg modeli diye devam eden<br />

bu kuram, önce Trieste’ den çıkan makalelerde, daha sonra diğer merkezlerde Weinberg-<br />

Salam modeline dönüştü. Yine ilginç bir öyküyü Feza Bey’ den dinlemiştim . 1972 yazında<br />

Chicago’ da toplanan Uluslararası Yüksek Enerji Fiziği Konferansı’ nda konuşmacılar, söz<br />

konusu modelden Weinberg modeli diye bahsederken, Abdüsselâm toplantıya katıldığı<br />

günden itibaren model Weinberg – Salam modeli diye söylenmeye başlamış . Abdüsselâm<br />

bu konuda ciddi bir mücadele verdi .<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 303<br />

Sonraki Yıllar<br />

ODTÜ’ de geçen sonraki yıllar hep çalkantılıydı. Ama Feza Bey iki üniversite arasında<br />

gidip gelmeyi sürdürüyordu . Onun ODTÜ ’ de bulunduğu yıllarda kuramsal fizik kadrosuna<br />

Dilhan Ezer, genç arkadaşlarımızdan Yavuz Nutku ve Avadis Hacınlıyan, deneysel gökfiziği<br />

(astrofizik) kadrosunda Hakkı Ögelman katılmışlardı. Yale’de bulunduğu yıllarda, Murat<br />

Günaydın ile oktonyonların fizikteki kullanımı üzerine yaptıkları çalışma dikkat çekmeye<br />

başlamıştı. Yale’ e son kez dönmeden önce, zamanın rektör vekili Feza Bey’ i makam<br />

odasına davet ederek kendisinin katılmadığı, ancak Üniversite Konseyi öyle karar aldığı için<br />

uygulamaya koyacağı bir kararı tebliğ eder. Der ki : “Ya burayı tercih edeceksiniz ya da orayı.<br />

İkisi birden yürümez. Evet, sizin düzeyiniz çok yüksek, oysa ülkenin düzeyi aşağıda. Bu kadar<br />

insanı yüksek düzeye çıkarmak mümkün olmayacağına göre ya siz onların düzeyine<br />

ineceksiniz ya da bu işi bırakacaksınız.” Feza Bey bunları bana sıcağı sıcağına anlattığında<br />

çok üzgündü. Zaten o gidişi ODTÜ ile ilişkisinin kopmasına neden oldu. İşler daha sonra iyi<br />

yönde gelişmedi. 1976 -1977 öğretim yılı ODTÜ’ nün felç olduğu yıl. Üniversite dokuz ay<br />

kapalı kalmış, öğrenciler evlerine gönderilmiş, yeni gelen rektör kendisine bir yönetici<br />

kadrosu bulamamıştı. Bir kısım öğretim üyesinin normal öğretime yeniden dönülmesi için,<br />

siyasiler düzeyinde mücadele verdiği bir dönem yaşadık. Prof. Cahit Arf’ın bu husustaki<br />

önderliği unutulamaz. O mücadele sonunda, o zamanki rektör görevinden alındı, ama yeni<br />

gelenlerin de hiç biri beklentilere cevap veremedi ve Kemal Kurdaş’ ın yerini kimse<br />

dolduramadı. Feza Bey istifaya zorlandı ve ODTÜ ile ilişkisini kestiler. Oysa tam da o sırada<br />

kendisine Oppenheimer Ödülü verilmişti. Feza Bey, oktonyonlarla istisnaî gruplar<br />

arasındaki ilişkiyi görmüş ve öğrencisi P. Sikivie ile birlikte, Weinberg-Salam kuramı ve<br />

kuvvetli etkileşmeleri birleştiren kuramını ortaya atmıştı. H. Georgi ile S.L. Glashow da<br />

daha önce aynı maksatla SU(5) kuramı diye bir kuram yapmışlardı . Oppenheimer Ödülü bu<br />

iki çalışmaya, yani Glashow ve Feza Bey’ e birlikte verilmişti . Bölümden gönderilen kutlama<br />

yazılarına cevaben, o zamanki bölüm başkanı Prof . Dr . Cengiz Yalçın’ a şu mealde bir kart<br />

gönderdi : “ İsterdim ki bu ödülü ODTÜ’den ayrılmadan almış olaydım. Ödülün Harvard ile<br />

Yale arasında bölüştürüldüğünün ilânı ağrıma gitti ” . İşte Feza Bey; ince, duygusal, duyarlı<br />

bir insan! ODTÜ, daha sonra Feza Bey ’ e ve Kemal Kurdaş’ a ödül vererek hatasını telâfi<br />

etmeye çalıştı .<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 304<br />

Burhan Felek Olayı<br />

Feza Bey, Oppenheimer Ödülü’nü aldıktan sonra, o sıra, Boğaziçi Üniversitesi’ ne<br />

geçmiş ve aynı zamanda Türk Fizik Derneği ’ nin başkanlığını yapan Erdal Bey ile bu olayın<br />

duyurulması üzerine konuşmuştuk. Ben Erdal Bey’e, TÜBİTAK’ ın Bilim ve Teknik dergisine<br />

bu konuda bir yazı hazırladığımı söyleyince, o da, dernek adına bir basın duyurusu<br />

hazırlayayım dedi. Gazeteler bu konuyu fazla önemsemediler ve haberi birkaç gazete arka<br />

sayfalarında verdi. Haber, yüksek enerji fiziği dalındaki çalışmalarından dolayı Prof. Dr. Feza<br />

Gürsey’ in Amerika’da Oppenheimer Ödülü aldığı şeklindeydi. Bir kaç gün sonra Milliyet’<br />

teki köşesinde rahmetli gazeteci Burhan Felek bu konu üzerine bir yazı yazdı. Yazıda şöyle<br />

diyordu : “ Feza adlı genç bir kızımız atom fiziğindeki çalışmalarından dolayı Amerika’da bir<br />

ödül almıştır.” Yazı gayet iyi niyetlerle ele alınmıştı ama yanlışlarla doluydu. Feza Bey’ in<br />

bu yazıya yolladığı düzeltme de aynı sütunda yayınlandı. Feza Bey, gayet nazik, ama<br />

iğneleyici bir üslûpla tüm yanlışları düzeltiyor, kendisinin genç bir kız olmadığını, hafif<br />

kamburu çıkmış ve ellisini aşmış bir hoca olduğunu belirterek yazıyı “ Bu kadar kusur kadı<br />

kızında da bulunur . Ne dersiniz, Felek adlı bir kadı kızı bulunur mu ?” diye bitiriyordu .<br />

Burhan Felek ’ in yazının sonuna yaptığı eklenti de ilginçti : “Bu adam iyi ki gazeteci<br />

değilmiş. Öyle olsaydı bizim pabuçlarımız çoktan damlarda çürümüştü.”<br />

Feza Bey yaptığı çalışmaların karşılığı olarak başka önemli ödüller de aldı . Yukarıda<br />

bahsettiğim en saygın Oppenheimer Ödülü’nün dışında Einstein Madalyası, Wigner<br />

Madalyası, New Yok Bilimler Akademisi ’nin Morrison Ödülü ve 1968 ’deki TÜBİTAK Bilim<br />

Ödülü aldığı ödüllerden bir kısmı. TÜBİTAK ’ ın verdiği ödül töreninde yaptığı konuşma<br />

dinleyenleri çok etkilemişti. Çalışmalarının ve genel olarak temel bilim araştırmalarının<br />

Türkiye’ ye yararını yalın bir dille anlatmış, konuşmasının arasına etkileyici mısralar<br />

yerleştirmişti. Konuşmasını, maddenin en küçük zerreleriyle uğraştığını belirten şu<br />

dörtlüklerle bitirmişti :<br />

Muhyiddinem , dervişem<br />

Hak yoluna girmişem<br />

Onsekiz bin alemi<br />

Bir zerrede görmüşem.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 305<br />

Bu dörtlükle konuşmasını bitirdikten sonra, salondakiler kendisini uzun uzun ayakta<br />

alkışladılar. Sonraki yıllarda Feza Bey’ e, Yale Üniversitesi ’ nin en saygın Gibbs Profesörlüğü<br />

Unvanı verildi .<br />

ODTÜ ’ den ayrıldıktan sonra eskisi kadar görüşemiyorduk. Ben de, bazı arkadaşımla<br />

birlikte 1978 yılında Çukurova Üniveristesi’ ne geçmiştim. Adana’ da bulunduğum yıllarda<br />

iki kez üniversitemizi ziyaret etti. İlkinde, 1984 yılı sonbaharında, İran – Pakistan – Türkiye’<br />

deki meslektaşlar olarak ortaklaşa düzenlediğimiz “ I. Bölgesel Matematiksel Fizik<br />

Konferansı” için konuşmacı olarak davet edildiğinde gelmişti. Bu Adana’da düzenlenen ilk<br />

uluslararası fizik toplantısıydı. İkincisinde, Çukurova Üniversitesi Yönetimi Feza Bey’ i özel<br />

olarak davet etmişti . Genel dinleyiciye açık iki konuşma yapmıştı. Bunlardan biri yüksek<br />

enerji fiziği ve evrenbilim (kozmoloji) üzerine, öbürü daha özel, üstünbakışım (süpersimetri)<br />

ilgiliydi. Bu kadar karmaşık konuları yalın bir dille anlatmak ona mahsus bir işti. ÇÜ’ nin<br />

büyük konferans salonu ağzına kadar doluydu. Her iki konuşması da ilgiyle izlenmişti.<br />

1990 yılında Paris’de Louis Michel’ in Enstitüsü IHES’ de altı ay birlikte olacaktık. Suha<br />

Hanım’ ın bir rahatsızlığı üzerine onlar gelemediler. Daha önce, Almanya’ da karşılaştığımız<br />

bir konferansta, oktonyonlarla ilgili bir konuda fikir alışverişi yapmıştık. Paris’ de devamı<br />

nasip olmadı. Son olarak, arkadaşım Askerî Baran ile birlikte 1991 Aralık ayında Edirne’ de<br />

düzenlediğimiz “III. Bölgesel Matematiksel Fizik Konferansı” sırasında birlikte olduk. Bu<br />

toplantıya da dünyanın seçkin üniversitelerinden tanınmış fizikçiler katılmıştı. O sıralar<br />

ciddî bir hastalıktan tedavi görüyordu. Rahatsızlığına rağmen kış, kıyamet demeyip Edirne’<br />

ye gelmişti. Herşeye rağmen yine de çok keyifli görünüyordu. Konuşmasında, hastalığı<br />

dolayısıyle ilgi gösterenlere teşekkür ettikten sonra bilimsel çalışmasını sundu. Konferansı<br />

da sonuna kadar ilgiyle izledi. İstanbul’a dönerken otobüste yanına oturdum; uzun bir süre<br />

sohbet ettik.<br />

New Haven’e döndükten sonra hastalığı giderek ağırlaştı ve kendisini 13 Nisan 1992<br />

de kaybettik. Meral, Suha Hanım’la devamlı temas halindeydi. Suha Hanım’a büyük külfet<br />

olması pahasına cenazenin Türkiye’ye getirilişinde öğrencileri olarak ısrarlı olduk.<br />

Cenazesinde en yakın arkadaşı Erdal İnönü ( o zaman başbakan yardımcısıydı), Kemal<br />

Kurdaş, diğer dostları ve biz öğrencileri hazır bulunduk. Eski öğrencilerinden Prof. Ahmed<br />

Yüksel Özemre, mezarlıkta toprağa verilişinde yardımcı oldu ve gelenek gereği, cenazenin<br />

toprağa konulmasında en yakınlarından birinin mezar çukuruna inmesi istendiğinde,<br />

mezara atladım ve görevli ile birlikte toprağa yerleştirdik. Mezar, toprak atılarak örtülmüş,<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 306<br />

tören bitmiş, herkes dağılmak üzere mezarlıktan çıkarken, gruptan daha önce ayrılmış olan<br />

Ayşe Erzan’ın hıçkırıkları her taraftan duyuluyordu. Artık Feza Bey aramızda yoktu.<br />

Eserlerine Toplu Bir Bakış<br />

Feza Bey’in eserlerini genel okuyucuya anlatmak için, özel bir yazı hazırlamak gerekir<br />

aslında. Umarım bunu Feza Gürsey Enstitüsü yapacaktır. Ben burada bu yazının genel<br />

bütünlüğü içinde kısa bir değerlendirme yapacağım.<br />

Feza Bey’in ne ile uğraştığını bir cümlede, hatta bir sözcükle söylemek gerekirse<br />

“bakışımlar” demek yerinde olur. Fiziğin temel denklemlerinin ve onun çözümlerinin<br />

bakışımları, fiziğin en önemli konusunu oluşturur. Denklemlerin veya çözümlerinin bakışım<br />

özelliklerini anlatan matematik dalına “grup kuramı” denir. Fizik dünyasında Feza Bey, grup<br />

kuramcısı, özellikle de istisnaî Lie gruplarında uzman biri olarak tanınırdı. İstisnaî grupların<br />

kuvaterniyon ve oktonyonlarla ilişkili oluşu nedeniyle de, oktonyon ve kuvaterniyonların<br />

fizikteki kullanımına dair fikirleriye ünlenmiş biriydi. Tanınmış matematikçi E. Noether’in<br />

korunum yasalarını açıklayan yöntemini fiziğe uygulayarak İstanbul Üniversitesi’nde<br />

bulunduğu yıllarda yaptığı çalışmalar dikkat çekmişti. Kendisine ün sağlayan ve 1964 yılında<br />

Physical Review Letters’de yayınlanan çalışması da grup kuramı çalışması, SU(6). Bu<br />

çalışmada, kuvvetli etkileşen parçacıkları meydana getiren üç temel kuvarkın arasındaki<br />

etkileşimin, spin etkileşiminden bağımsız olması halinde, bu etkileşimlerin SU(6) altında<br />

değişmez (invaryant) kalacağı, dolayısyla o zamana kadar deneysel olarak bulunmuş<br />

hadronların, bozon veya fermiyon oluşları halinde 35’li yada 56’lı temsillerine uyacağı ileri<br />

sürüldü. Üstelik bu yöntemle, nötronun ve protonun manyetik momentleri arasındaki<br />

deneysel oranı da hesaplamak mümkün oldu.<br />

Feza Bey, kendi temel düşüncelerini işlemenin yanında, fizikteki moda konuları da sıkı<br />

izleyen bir fizikçiydi. Altmışlı yılların sonuna doğru akım cebirleri ve onlarla ilgili olarak<br />

kayral lagrangianlar üzerine hayli yayın yaptı. Bu çalışmalar hadronların düşük enerjilerde<br />

görülen davranışlarına yönelik çalışmalardı. 1970’li yılların başında fizikçiler, bir yandan<br />

hadronların daha yüksek enerjilerdeki davranışları üzerine model yaparken, bir yandan da<br />

zayıf etkileşimlerin kuramı üzerinde yoğunlaştılar. Kuvvetli etkileşimleri açıklamak için öne<br />

sürülmüş düal-rezonans modeli “sicim kuramı” haline dönüşürken, bunun kuvvetli<br />

etkileşimleri açıklayan bir kuram olmayacağı anlaşılacak ve onun yerine kuvvetli<br />

etkileşimlerin kuramı olarak “SU(3) renk kuramı” yerini alacaktır. Ilginç olan şudur ki, SU(3)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 307<br />

renk kuramına en büyük destek Feza Bey’in SU(6) kuramından gelmektedir. SU(6)’nın 56’lı<br />

temsili bakışık bir temsil. Oysa fermiyonların, Pauli Dışlama İlkesi gereği, tüm kuvantum<br />

durumları göz önünde bulundurulduğunda karşıt-bakışık (anti-simetrik) bir temsilde<br />

bulunmaları gerekir. İşte bu yeni bakışım SU(3) bu özelliğin yerine getirilmesini sağlıyor.<br />

Denilebilir ki SU(6), SU(3) renk bakışımını öngörüyor. Daha önce de bahsettiğim Weinberg-<br />

Salam kuramıyla birleştirilince, temel parçacıkların, yani kuvark ve leptonların standart<br />

kuramı SU(3)XSU(2)XU(1) ortaya çıktı. 1972<br />

yılında, Stanford Lineer Hızlandırıcısı’nda<br />

yapılan deneyler hadronların temel taşlarının<br />

kuvarklar olduğunu doğruladı. Ama kuvarklar<br />

hadronların içinden çıkarılıp gözlenebilir bir<br />

hale getirilemiyor, yani hadronlar içinde<br />

müebbet hapse mahkûm durumdalar. Alın<br />

size yeni bir fizik problemi. Feza Bey tam bu<br />

noktada devreye girip kuvarkların bu istisna<br />

davranışının istisna bir matematikle<br />

açıklanabileceğini düşünüyor: “Oktonyonlar”.<br />

Oktonyonlar değişimli (komutatif) ve<br />

birleşimli (asosyatif) olmayan bir sayı sistemi.<br />

Gerçel (reel) sayılar, karmaşık sayılar ve<br />

kuvaterniyonlardan sonra gelen bölüm<br />

partisyon) cebirlerinin son üyesi. Murat Günaydın’ın tez konusu olacak bu çalışmada,<br />

oktonyon cebirini muhafaza eden dönüşümlerin istisnaî Lie gruplarından olduğu<br />

ayrıntılarıyla veriliyor. Kuvark hapsinin oktonyonların birleşimli olmayan özelliğinden ileri<br />

geleceği hipotezi öne sürülüyor.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 308<br />

Fizik Yeni Başlıyor<br />

Feza Bey, bu arada istisnaî Lie gruplarının oktonyonlarla ilgili özelliklerini çalışıyor ve<br />

1976 yılında öğrencisi P. Sikivie ile birlikte SU(3)XSU(2)XU(1) grubunu içine alan istisnaî<br />

grubunu büyük birleşme kuramı olarak öneriyor. İşte bu çalışma Oppenheimer Ödülü’ne<br />

lâyık görülen eser. Feza Bey, SU(5) ve SO(10) olarak önerilen büyük birleşme modellerinin,<br />

Lie grupları sınıflandırmasında E- serisinde yer aldığını ilk görenlerden biri. Sanki küçük ve<br />

büyük birleşmeler E- serisini izliyor. Bu serinin son elemanı . Feza Bey’in bundan sonraki<br />

yayınlarına bakılırsa ağırlığı kuvaterniyon ve oktonyonlara verdiği görülür. Reşit Dündarer’e<br />

yaptırdığı doktora tezinde, oktonyonları daha ayrıntılı ele aldıkları görülür. Son on yıl<br />

içinde üstünbakışım (süpersimetri) ortaya çıkmış, üstünsicim kuramı gelişmiş ve<br />

grubu üstünsicim kuramlarından birinin ayar kuramı olarak ortaya çıkmıştı. Feza Bey, yeteri<br />

kadar dikkat çekmeyen bir çalışmasında, bölüm cebirleri üzerinden tarif edilen istisnaî<br />

Jordan cebirlerinin otomorfizma gruplarının ve bunların diskre elemanlarından elde edilen<br />

latislerin, üstünsicim kuramlarında nasıl rol oynayacağını açık bir şekilde gösteriyor.<br />

’in<br />

affine ve hiperbolik uzantıları ve ’un üstünsicim kuramındaki rollerini anlatıyor.<br />

Halen bu çizgiyi Murat Günaydın ve Alman fizikçi Hermann Nicolai devam ettiriyor. C.H.Tze<br />

ile kuvaterniyonlar üzerine yaptıkları çalışmalar, ölümünden sonra World Scientific<br />

yayınları arasında kitap olarak çıktı.<br />

Eski kuşaktan fizikçiler arasında üstünsicim kuramını Feza Bey kadar destekleyen<br />

fizikçi az bulunur. Üstünsicim, bilinen dört temel, yani elektromanyetizma, zayıf etkileşme,<br />

kuvvetli etkileşme ve yerçekimini (gravitasyonu) birleştiren bir kuram. Bu kuramda,<br />

maddenin temel yapısı kuvark ve leptonlar değil onları oluşturan üstünsicimdir. Çünkü<br />

üstünsicimin çeşitli titreşim modları kuvark ve leptonları meydana getiriyor. Bu anlayışa<br />

varmak için otuz yıl beklendi. Feza Bey, üstünsicim kuramına giden matematiksel yapıda<br />

oktonyonların ve istisnaî grupların rol oynayacağına inanıyordu. Nitekim gelişmeler onu<br />

yanıltmıyor. Beş ayrı üstünsicim kuramının onbir boyutta M- kuramı şekline dönüşümü ve<br />

onbir boyuttan dört boyuta inerken grubunun özelliklerinin kullanımı yönündeki<br />

çalışmalar, oktonyonların son büyük birleşmede bir rol üstleneceği izlenimini veriyor. Ünlü<br />

fizikçi E. Witten’in söylediği gibi, tüm etkileşmeleri birleştiren kuram 21. yüzyılın kuramı<br />

olacak. Bundan sonra yapılacak işler bu çizgiyi izleyecek gençlere kalıyor.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 309<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş<br />

(Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü Emekli Öğretim Üyesi)<br />

Feza Bey’i , İ.Ü. Fen Fakültesi Denel Fizik Enstitüsü’nde asistan olarak görev aldığım1954<br />

yılında tanımıştım. O zaman yeni doçent olmuş, Denel Fizik Enstitüsü mensubu olduğu halde<br />

kuramsal fizik alanında çalışıyordu. Dr. Fikret Kortel ile Dr. Feza Gürsey’deki yeteneği sezen<br />

Ord.Prof. Dr. K.Zuber, onları enstitüsüne alarak çalışmalarına olanak sağlamıştır. Fikret Bey<br />

doçent olunca bu iki yıldız fizikçi, Türkiye’nin ilk kuramsal fizik enstitüsünü Matematik<br />

Bloku’nun üst katında kurdular. Kuramsal fizik alanında çalışma arzusunda olan yetenekli<br />

gençleri bu enstitüde toplayarak büyük hizmetler verdiler.<br />

Kuramsal fizik alanında uluslararası üne kavuşan Feza Bey’in en önemli özelliği, çok<br />

karmaşık olan konuları basite indirgeyerek herkesin anlayabileceği düzeyde anlatma<br />

ustalığına sahip olması idi.<br />

Osman Azmi Barut<br />

(Türk Fizik Derneği Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi)<br />

Feza Gürsey ile ilgili bir anımı naklederek, bu büyük fizikçimize karşı görevimi yerine<br />

getirmek istiyorum: “1989 yılının Ağustos ayıydı. Diğer büyük kuramsal fizikçimiz Asım<br />

Barut’un, Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlediği NATO yaz okuluna öğrenci olarak katılmıştım.<br />

Yaz okulu iki haftalıktı. İlk haftanın perşembe günü öğleden sonraydı. Bir Fransız bayan<br />

fizikçinin konuşmasını dinliyorduk. Ama bir süre sonra, herhalde Ağustos sıcağından olacak,<br />

hafiften uyuklamaya başladım. Uykum dağılsın diye “biraz etrafa bakayım” dedim. Sol<br />

tarafıma bakınca, çıkış kapısına yakın oturan bir kişiye gözüm takıldı. Yüzü tanıdık geliyordu,<br />

ama bu tanıdık yüzü ilk defa bu kadar yakından görüyordum. Kendi<br />

kendime, “yanılıyor muyum acaba?” dedim Ama yanılmadığıma<br />

emindim. Bu kişi Feza Gürsey’den başkası olamazdı. Uykum bir<br />

anda dağılmıştı. Bir süre sonra Feza Hoca’nın da uyuklamaya<br />

1981 yılında İ.Ü.<br />

tarafından verilen onur<br />

doktorası töreni sırasında<br />

ki konuşması.<br />

başladığını gördüm. “Herhalde dışarıya çıkar” dedim kendi<br />

kendime. Yanılmıyordum. Gerçekten de, kısa bir süre sonra<br />

dışarıya çıktı. Ben durur muyum? Gençliğin verdiği ateşle, ben de<br />

arkasından fırladım. Hocayı dışarıda yakaladım ve kendimi<br />

tanıttım. Neden konferansın tamamını izlemediğini sordum.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 310<br />

Fransız fizikçinin iyi bir bilimci olduğunu, ama yaptığı deneysel çalışmanın temelini<br />

anlatmadığını, bu nedenle sıkıldığını, onun için dışarı çıktığını söyledi. Kendisiyle yaklaşık<br />

yarım saat katı hal fiziği üzerine, özellikle yüksek sıcaklık süper iletkenleri üzerine konuştuk (<br />

o yıllarda bu konu çok günceldi; George Bednorz ve Karl Alexander Müller, bu konudaki<br />

çalışmalarından dolayı 1987 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü paylaşmışlardı). Tavırları, sözleri,<br />

genç bir insanı teşvik edici, cesaretlendirici şekildeydi. Kuramsal fiziğin devlerinden biri<br />

karşımda duruyor ve onunla rahatça fizik hakkında konuşabiliyordum. Hayatım boyunca<br />

yaşadığım en ilginç ve en önemli deneyimlerden biriydi. Kendimi biraz daha zenginleşmiş<br />

hissediyordum.<br />

Yukarıda Feza Bey ile ilgili anımı anlattım, ama yine de Feza Bey ile ilgili tüm bu yazılanlar<br />

içinde birşeyler eksik kalır korkusuyla, diğer kaynaklardan gerekli gördüklerimi kısaltarak<br />

buraya aktarmam gerektiğini düşünüyorum.<br />

Feza Gürsey’in bilimsel olarak büyüklüğünü anlayabilmek için, kuramsal fiziğin iki büyük<br />

isminin onunla ilgili neler söylediklerine bakalım:<br />

Kuvantum Elektrodinamiği’nin dört kurucusundan biri olan ünlü İngiliz matematiksel<br />

fizikçi Freeman Dyson, 40’lı yıllarda Feza Bey’i Londra’da tanıdığında “bütün fizikçilerin böyle<br />

olduğunu zannedip fiziğe biraz da bu sebepten girdiğini, sonradan da epeyi yanıldığını<br />

anladığını” yazmıştı.<br />

1978 yılında Aspen, Colorado’da Feza Bey’in fiziğe soktuğu oktonyonlar hakkında bir<br />

toplantı düzenleyen Murray Gell-Mann (1955-1975 yılları arasında parçacık fiziğinin önderi<br />

durumundaydı), birçok kişiye şaka olarak “Feza’ya tapınma toplantısına geliyor musun?” diye<br />

soruyordu.<br />

Feza Gürsey’in Türkiye’de bilimin kültürümüze yerleşmesi konusunda yaptığı katkıyı<br />

Sabancı Üniversitesi’ nden Prof. Dr. Mehmet Ali Alpar “Feza Bey, kuramsal fizikte yüzyılın<br />

önde gelen insanlarından birisi. Türkiye açısından bakacak olursak, doğa bilimleri, bizim<br />

geleneksel kültürümüzde olmayan bir şeydi. Bunun Türkiye’ye yerleşip kurumlaşması için<br />

büyük hizmeti geçmiş bir insandır kendisi. Bilim denen şeyin Batı’ya has, bize yabancı, burada<br />

yapılamayacak bir şey olmadığını organik bir şekilde gösterdi. Bilimin Türkiye’ye yerleşmesi<br />

için çok büyük katkıları oldu” şeklinde özetliyor.<br />

Feza Gürsey, 1968 yılında kazandığı TÜBİTAK Bilim Ödülü töreninde “Yeni Bir Âlem:<br />

Yüksek Enerji Fiziği” başlıklı konuşmasında, temel bilimlerin önemini şu sözleriyle vurguluyor:<br />

“…Uzay yarışını gazetelerden hergün izliyoruz. Yüksek enerji fiziği yarışı da hemen aynı<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 311<br />

derecede pahalı ve heyecanlı olduğu halde basına pek yansımıyor. Öyleyse, halk efkârını fazla<br />

ilgilendirmeyen, şu anda sanayi ile de bir bağı olmayan çok masraflı bir teşebbüsü milletler<br />

niçin teşvik ederler, Türkiye bu yarışla neden ilgilensin?<br />

Bilim insanlarının yüksek enerji fiziği kanunlarını hâlâ aradıklarına bakarak, bunları yakın<br />

bir gelecekte uygulamak imkânı yok, o halde parçacık fiziği faydasız deyip geçemezdik. Zira<br />

parçacık fiziğinin teknolojide yerini ne zaman alacağını, ne biçim uygulamalara yol açacağını<br />

bugünden kimse kestiremez. Yüzyılımızın başında da, atom fiziğinden lazerlerin, çekirdek<br />

fiziğinden nükleer bomba ve reaktörlerin doğacağını kimse düşünememişti.<br />

Toplumumuz fikrî gelişime, yaratıcılığa, doğa sorunlarının çözümüne değer veriyorsa,<br />

yeni düşünce biçimlerine katkıda bulunmak, yarının akılları durduracak teknolojisine<br />

bugünden yatırım yapmak istiyorsa, yüksek enerji fiziği gibi temel bilim etkinliklerini teşvik<br />

etmelidir.<br />

Halen genç kuşaktan Ankara ve İstanbul’ da bu konu ile ilgili ancak bir düzine kadar<br />

fizikçimiz var. Bunlar sayesinde, büyük merkezlerde yapılan deneylere gücümüz yettiği kadar<br />

katılabilir, yeni kanunları bulmak yarışına parasız girer, belki önemli katkılarda bulunabiliriz.<br />

Sadece konserve balık ve meyve suyu, yahut naylon ve çelik üretimini değil, orijinal fikir ve<br />

sağlam bilgi üretimini de artırabiliriz.<br />

Yarın yüksek enerji fiziği de nükleer bombalar ve uzay araçları gibi uygulamalı safhaya<br />

girince etrafına gizlilik perdeleri inecek ve bu konuyu işleyenlere her türlü yardım kesilecek. O<br />

zaman istesek de yarışa giremeyiz. Yeni teknolojiyi ülkemize küçük miktarda bile sokmağa<br />

kalksak malzeme, alet ve montaj masraflarından başka, plânlamak, işletmek ve geliştirmek<br />

için gerekli bilgiyi belimizi bükecek meblağlar ödemek pahasına satın almak zorunda kalırız.<br />

Halbuki temel konuları bugünden öğrenebilirsek, yarın kapalı duvarlar içinde bile kendi<br />

uygulamamızı kendimiz yürütebiliriz<br />

Sade kısa vadeli düşünen, dar anlamda ütiliter felsefeye sarılan bir toplumda parçacık<br />

fizikçisine yer yoktur. Fakat öyle toplumların da yarınların ileri teknolojik dünyasında, bilim ve<br />

fikir tarihlerinde yeri olmayacaktır.”<br />

Feza Gürsey bilim ve sanat arasında kurulabilecek ilişkileri de şu şekilde seslendiriyor:<br />

“… Benim gibi, bazı Doğulu meslekdaşlarım gibi fizikçiler; üzerinde çalıştıkları, anladıkları ve<br />

ilerlettikleri bir konuda bazı olağanüstü kanun ve fikir yapıları ile karşılaşırlarsa, olayların ve<br />

mantığın bu nadir mimarisi de bize eski kültürümüzden miras kalan, havasını hâlâ içimize<br />

çektiğimiz bir his, hayal ve müphem düşünce âlemini hatırlatıyor, onun ana hatlarıyla<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 312<br />

uyuşuma giriyorsa, ben derim ki böyle rezonanslar iç dünyamızı beklenmedik biçimde<br />

zenginleştirir, hayat görüşümüze bir boyut daha katar; sanat ve bilim toplumlarımız arasında<br />

yeni köprüler kurabilir…”<br />

Feza Gürsey’i yalnızca bilimci kimliği ile ele almak onu dar<br />

bir kalıbın içine hapsetmek olur. Gürsey bilimin dışında, tarih,<br />

edebiyat, şiir, sanat dalları ve daha birçok farklı alanda,<br />

kendisini tanıyanlarda hayranlık ve saygı uyandıracak derin ve<br />

geniş birikime sahipti. Yale Üniversitesi Beşeri Bilimler Bölümü<br />

öğretim üyesi Ester da Costa Meyer büyük fizikçimizin<br />

entellektüel boyutunu ne güzel anlatıyor: “Çin şiiri, Selçuk<br />

mimarisi, abstre sanat ve Barok müzik üzerinde aynı kolaylıkla<br />

konuşabilirdi. Batı klasiklerinin yanı sıra, Doğu, Uzak Doğu<br />

klasiklerini de o tanıttı bize. Dünyasının ne merkezi ne de demir<br />

perdeleri vardı.<br />

Hiçbir zaman onun evrensel boyutlarına erişemememize<br />

rağmen, bilgimizin sınırlarını hem tarihsel hem coğrafi olarak<br />

genişletti. Bize tüm uygarlıkların mirasçısı olduğumuzu öğretti.<br />

Bilim ve sanat arasında bir sınır tanımazdı. Feza, Dante ya da<br />

Hokusai’ den son derece akıcı ve zarif bir biçimde<br />

bahsedebilirken, beşeri bilimlerdeki hiçbir profesörün kuvarklar ve üstünsicimler hakkında<br />

fikri yoktu.”<br />

Bu büyük bilimcimiz ile ilgili yazıyı gençlere seslendiği şiiriyle bitirelim:<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 313<br />

GENÇLERE GAZEL<br />

Sırtınız ağrılı, ruh dertli, kırışmış derimiz,<br />

Genç kuşaklarda bezensin bu hazan günlerimiz.<br />

Tam uyurken duyarız dalgalanan kahkahalar,<br />

Kapımız her dem açık, ev de sıcak. Nerdesiniz?<br />

Doluşurlar. Kızışan sözler içinden belirir<br />

Bir gülen göz, uçuşan saç, açılan genç bir diz.<br />

Bazı dinler görünürler alıp etrafımızı,<br />

Eski bir âlemi, bir dostu bir an yad ederiz.<br />

Sonra birden yok olurlar ve fezalar çınlar<br />

Koca bir med dalgası geçmiş gibidir şimdi deniz.<br />

24 Temmuz 1980<br />

Anadolu Hisarı<br />

KAYNAKLAR<br />

1. Prof. Dr. Feza Gürsey, “ Yeni Bir Âlem:Yüksek Enerji Fiziği”, TÜBİTAK Bilim Ödülü<br />

Törenindeki Konuşma, 1968<br />

2. TÜBİTAK Bilim Teknik Dergisi, “ Dünya Çapındaki Fizikçimiz, Çok Yönlü Bilimci<br />

Feza Gürsey”, Nisan 1994<br />

3. Prof. Dr. Meral Serdaroğlu, “ Gün Işığının Gireceği Pencereyi Açan Bilim Adamı<br />

Feza Gürsey” , Bilim ve Ütopya Dergisi, Kasım 2005<br />

4. Hazırlayan: Prof. Dr. Cihan Saçlıoğlu, “ Feza Gürsey İçin Yale Üniversitesi’nde 20<br />

Mayıs 1992’de Yapılan Anma Töreninde Meslektaşlarının Konuşmaları”, Bilim<br />

ve Ütopya Dergisi, Kasım 2005<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 314<br />

Bedi Ilgım<br />

(1915 – 1997)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 315<br />

Mesut Ilgım , Durul Ören<br />

Yugoslavya’dan göçmüş bir ailenin ikinci çocuğu olan Bedi Ilgım 15 Kasım 1915’te<br />

İstanbul’da doğdu. İlkokulu İstanbul II. İlkokulu’nda okudu. Ortaokul ve Liseyi İstanbul Erkek<br />

Lisesinde 1932 – 1933’te fen şubesinden mezun olarak tamamladı. Darülfünün’a ve İstanbul<br />

Mühendislik Mektebine girme hakkı kazanmasına rağmen ailesinin maddi imkansızlıkları<br />

nedeniyle yürüyerek gidebileceği İÜ FF Fizik Kimya Bölümünü seçti ve buradan 1936 – 1937<br />

döneminden mezun oldu. Hitler zulmünden kaçıp İstanbul Üniversitesinde ders veren Prof.<br />

Arndt kendisini etkileyen en önemli bilim adamı olmuştur. 1937 – 1938 yılları arasında askerlik,<br />

1938 – 1939 yılları arasında Ankara Gazi Lisesi Fizik-Kimya stajyeri,1939 yılında Ankara Erkek<br />

Lisesi Fizik-Kimya Fizik muallimi olarak çalışmıştır. Muallim Muavini olarak Yıldız’da göreve<br />

başlamış ve 45 yıllık Yıldızlılıktan sonra 1984’te yaş haddinden emekli olmuştur.<br />

Bedi Ilgım, Yıldızın Teknik Okul, Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi, Yıldız<br />

Üniversitesi geçişlerinde önemli roller oynamıştır. İDMMA Temel Bilimler Bölümünün, YÜ Fen<br />

Fakültesi Fizik Bölümünün kurucusu olmuştur. Daha sonra Üniversiteye dönüşen Devlet<br />

Mühendislik ve Mimarlık Akademilerinin (Zonguldak, Eskişehir, Sakarya, Elazığ vb.)<br />

kuruluşlarında hizmet yapmıştır. Ayrıca Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademilerinde çok<br />

sayıda asistana yeterlik yaptırmış, daha sonra birçoğunun doktora çalışmalarına destek ve<br />

yönetici olmuştur.<br />

Teknik Okulda Müdür Yardımcılığı, Akademi ve Üniversitede Bölüm Başkanlığı görevlerini<br />

yıllarca üstlenmiştir.1983’te Yıldız’ın ilk fahri doktora ünvanı verdiği kişi olmuştur.<br />

Bedi Ilgım Yıldız öğrencileri için efsane olmuş bir hocadır. Kendisi ney çalar, hat ve ebru<br />

ustası idi. Çok iyi resim yapar, usta bir fotoğrafçıydı. Klasik Türk Müziğini çok iyi anlar, notaların<br />

Matematik-Fizik ilişkilerini araştırırdı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 316<br />

Bedi Ilgım’ın Yapıtları :<br />

Kitaplar :<br />

1. “Fizik”, 1948, Teknik Okul Yayını (2 Basım)<br />

2. “Matematik”” , 1944 , Dr.E.Schleier’den çeviren Bedi Ilgım, Teknik Okul Yayını (2<br />

Basım)<br />

3. “Trigonometri” , 1944 , Dr. Adolf Hess’den çeviren Bedi Ilgım, Teknik Okul Yayını (5<br />

Basım)<br />

4. “Teknik Fizik – I” , 1944 , Schmiedel-Süss’den çeviren Mustafa Santur-Bedi Ilgım ,<br />

Teknik Okul Yayını (3 Basım)<br />

5. “Teknik Fizik – Iı” , 1960 , Schmiedel-Süss’den çevirenler Mustafa Santur – Bedi Ilgım ,<br />

Teknik Okul Yayını (2 asım)<br />

6. “Kısa Atom Bilgisi” , 1959 , Teknik Okul – İDMMA Yayınları (3 Basım)<br />

7. “Modern Fizikten Örnek Problemler” (Gazlar, Gazların kinetik teorisi) , 1976 , İDMMA<br />

– Yıldız Üniveristesi Yayınları (2 Basım)<br />

8. “Modern Fizikten Örnek Problemler” (Rölativite Teorisi) , 1977 , İDMMA – Yıldız<br />

Üniveristesi Yayınları<br />

9. “İdmma – Kuruluştan Bugüne” (Tarihçe) , 1973 , İDMAA Yayınları (2 Basım)<br />

Ders Notları :<br />

1. “Fizik Laboratuar Deneyleri” Yayın No 6<br />

2. “Fizik Iı” (Titreşimler, Dalga Hareketleri, Akustik) Yayın No 7,1976-1977<br />

3. “Fizik Iı” (Optik) Yayın No 8 , 1976 - 1977<br />

4. “Geometrik Optik” Yayın No 9 , 1976-1977<br />

5. “Fizik Laboratuar Deneyleri” , 1982 - 1983<br />

Anektodlar<br />

Sözlü sınavda bir öğrenciye “Sonsuz nedir?” diye sorar. Öğrenci cevap veremez. Oğlum<br />

tebeşiri al tahtanın ucundan itibaren çiz der. Öğrenci tahtada çizgi çizerek sonuna gelir.<br />

Devam et der. Öğrenci duvarı çizerek kapıya kadar devam eder. Hoca kapıdan çıkıp<br />

devam etmesini söyler. Eylül sınavları geldiğinde kapı açılır, aynı öğrenci duvarı ve<br />

tahtayı çizerek tahtanın öbür ucuna gelir. Hoca nereden geliyorsun diye sorar.<br />

Öğrencinin cevabı “sonsuzdan” olur.<br />

Bir Senato toplantısında baygınlık geçirir. Hemen masanın üzerine yatırılır, doktor<br />

gelene kadar eskiden güzelliğiyle bilinen Prof. Dr. Nuriye Pınar Erdem kendisine<br />

kolonya ile yüz masajı yapar. Hoca kendine gelir, gözlerini aralayarak Nuriye Hanıma<br />

bakar ve sorar “30 sene önce neredeydin?”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 317<br />

1968 yılında bir gece sınıfında Bedi Hoca, çarpışmaları anlatıyordu. Tahtaya formülü<br />

yazdıktan sonra konuyu daha ilginç hale getirmek için bir futbol maçında çarpışan iki<br />

futbolcu örneği verir. Ortak düşme hızını hesaplayarak, ısıya dönüşen enerjinin<br />

ifadesini de yazdı. Bunun üzerine öğrencilerden biri sordu “Efendim, ısıya dönüşen bu<br />

enerji ne olur?” Bedi Hoca cevap verir “Futbolcular çarpışında bu ısıdan kızışır ve<br />

birbirlerine küfrederler.”<br />

İhtisas bölümünde bir modern fizik dersinde Bedi Ilgım çekirdek reaksiyonlarının enerji<br />

bilançosunu açıklıyordu. Genelde çok soru soran çocuklardan biri kalktı ve “Efendim,<br />

bu verdiğiniz örnekte iki ürün var. Halbuki daha çok sayıda ürünlerin olabileceği<br />

reaksiyonlar da mümkün diyorsunuz, o zaman hesapları nasıl yürüteceğiz?” Hoca<br />

cevapladı “Ben burada esasları izah ediyorum, şüphesiz bir soru olarak yalnız ikiz<br />

meydana gelmesi sorunu ile değil, üçüz, dördüz hatta sekizli bir doğum ile de<br />

karşılaşabilirsiniz.” Talebelerden birisi arka sıralardan ekledi “İşte hocam, o zaman biz<br />

de dokuz doğururuz!”<br />

Bedi Hoca altmışlı yıllarda uygulamaya koyduğu modern fizik derslerinin ikincisinde<br />

elektromanyetik radyasyon teorisinin son konularını işliyordu. 212 numaralı anfinin<br />

sıralarının altına her seneki gibi yavrulamış olan tekir kedi ortaya çıktı ve kapının<br />

yanında miyavlamaya başladı. Çocuklar gülüştüler. Bedi Bey dersin ciddiyeti ile<br />

sahnenin laubaliliğini dengelemek üzere “Galiba bir şeye itiraz ediyor, kapıyı açın da<br />

çıksın bari” dedi. Bunun üzerine öğrencilerden Uğur Beynam “Efendim, dersin başında<br />

kapıyı açtık gitmedi, herhalde dersten sıkılmış olacak” dedi. Bedi Hoca hemen taşı<br />

gediğine koydu “Olabilir, hayvandır!”<br />

Bir arkadaşımızın cehaletiyle Bedi Hoca’yı sinirlendirmesi üzerine, hoca derin bir<br />

lahavle çekip, Mehmet Akif’in ünlü şiirini arkadaşımıza uygulamıştı.<br />

“Sana zor gelmeyecek soruyu kimler sorsun,<br />

Babanın ismini sorsam “bilmem ki” diyorsun<br />

Herc-ü merc ettiğin a’male yetmez de kitap<br />

Seni ancak çöp kovaları eder istiap.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 318<br />

1954 yılında bir fizik dersinde Bedi Ilgım yer çekiminden bahsediyordu. Arkadaşlardan<br />

biri sordu “Hocam, dünyayı merkezinden geçmek üzere delip buraya bir taş bıraksak,<br />

bu taş nereye kadar gider” Bedi Hoca cevap verdi “Herhalde Bakırköy”e kadar gider!”<br />

Bedi Hoca saatlerce bir konuyu anlatmış ve koca tahtayı upuzun bir formülle<br />

doldurmuştu. Arkadaşlardan biri sordu “Hocam bu formül neye yarar” Bedi Bey cevap<br />

verdi “Baş ağrısına iyi gelir!”<br />

Bedi Hoca’dan, Fikret Uray bir müessesede çalıştırılmak üzere yeni mezunlardan bir<br />

mühendis tavsiye etmesini ister ve de iyi ücret vereceklerini ilave eder. Odada bulunan<br />

Sami İdil söze karışır “^Ne kadar verecekler” Fikret Uray “600 lirayla başlayacaklar.”<br />

Bedi Ilgım cevap verir “Yok, o paraya mezunlardan bulamam ama istersen hocalardan<br />

bulayım.”<br />

Günlerden bir Cumartesi günü Bedi Ilgım, teknik fizik dersinde tatbikat yaptırmak için<br />

bir kişinin tahta başına geçmesini istedi. Sınıfın cesur ve çalışkan talebelerinden Kadir<br />

hemen kalktı. Hoca problemi sordu. Kadir tahtaya yalnız kendinin okuyabileceği bir “T”<br />

harfi yazdı. Hoca sordu “O yazdığın ne?” “T, hocam” Hoca derin bir nefes aldı “Öyleyse<br />

üstüne “T” olduğunu yaz.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 319<br />

Erdal İnönü<br />

(1926 – 2007)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 320<br />

BİR DENGE İNSANI<br />

ERDAL İNÖNÜ<br />

Derleyen: Osman Azmi Barut<br />

(Türk Fizik Derneği Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi)<br />

Cumhuriyetle yaşıt fizikçi kuşağı içerisinde yer alan Erdal İnönü, özellikle, matematiksel bir<br />

yöntem olan grup kuramı ve nötronların transport kuramı alanlarında fizik bilimine yaptığı<br />

önemli ve özgün katkılardan dolayı dünyaca ünlü bir fizikçidir. Erdal İnönü’nün yaşamını, bilim<br />

insanlığı, bilimsel yöneticilik, bilim tarihçiliği ve siyaset insanı olmak üzere dört bölümde ele<br />

almak mümkündür. Ancak değerli fizikçimizin 4 safha olarak nitelediğimiz yaşamını kısım kısım<br />

ele almaktan ziyade, her birine yeri geldikçe değineceğiz. Çünkü onun yaşamı bu dört safhanın<br />

içi içe geçmiş halinden oluşmuştur. Aşağıdaki makalelerde İnönü’ nün bahsettiğimiz yaşam<br />

safhaları dikkatlice incelenirse, onun, ülkemize yaptığı katkıların değeri ve çapının daha iyi<br />

anlaşılacağını umuyoruz.<br />

Özgeçmişi<br />

Prof. Erdal İnönü (d. 6 Haziran 1926, Ankara – ö. 31 Ekim 2007, Houston), Türk bilimadamı ve<br />

siyasetçi.<br />

İsmet ve Mevhibe İnönü'nün oğlu olan Erdal İnönü, 1926 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve<br />

lise öğrenimini Ankara'da yaptı. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'nden mezun olduktan sonra<br />

Amerika'ya giden İnönü, Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'nde (Caltech) yüksek lisans ve doktora<br />

yaptı. Yurda dönüşünde Ankara Üniversitesi'nde asistan olarak işe başlayan İnönü, 1964-1974<br />

yılları arasında ODTÜ'de profesör unvanıyla görev yaptı. Bu üniversitede rektörlük de<br />

yaptıktan sonra 1974'te Boğaziçi Üniversitesi'ne geçti. 1983'te SODEP'in kurucu genel başkanı<br />

olarak siyasete atılıncaya dek bu üniversitede görev yaptı. Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve<br />

Boğaziçi Üniversitesi'nde Bölüm Başkanlığı, Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığı, Üniversite<br />

rektörlüğü gibi görevlerde bulundu.<br />

Erdal İnönü, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu'nun (TÜBİTAK) kuruluşuna katkıda<br />

bulundu ve TÜBİTAK Temel Araştırmalar Enstitüsü'nde kurucu müdürlük görevini yürüttü.<br />

2004 yılında Wigner Madalyası'nı aldı. İnönü ayrıca Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı<br />

İmparatorluğu üzerindeki bilimsel çalışmaları ile bilinir. Sosyalist enternasyonal üyesiydi ve<br />

tartışmalara organizasyon başkan yardımcısı olarak katılıyordu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 321<br />

6 Haziran 1926 Ankara'da dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini<br />

Ankara'da yaptı, 1947 de Fen Fakültesi'nden fizik lisansı diploması<br />

aldıktan sonra A.B.D.'ye gitti, California Teknoloji Enstitüsü'nde lisans<br />

üstü öğrenimi yaptı, yüksek lisans ve doktora derecelerini aldı, Teorik<br />

fizik alanında araştırmalar yaptı, Yurda dönünce Ankara<br />

Üniversitesinde Fizik Asistanı olarak göreve başladı.<br />

Askerlik görevini yaptıktan sonra üniversite doçentlik sınavını verdi,<br />

1957-1960 yılları arasında tekrar Amerika'ya giderek "Atom<br />

Enerjisinden Yararlanma" programı içinde çeşitli üniversite ve<br />

araştırma enstitülerinde araştırmalar yaptı. 1964 - 1974 tarihleri<br />

arasında Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde Fizik Profesörü olarak<br />

çalıştı, ODTÜ'de öğretim üyeliği görevinin yanı sıra araştırma ve yönetim görevleri de yaptı,<br />

Teorik Fizik Bölümü Başkanlığı, Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığı, Üniversite Rektörlüğünde<br />

bulundu. 1974'te İstanbul Boğaziçi Üniversitesine geçti, 1974-1983 yılları arasında fizik<br />

profesörlüğünün yanı sıra 6 yıl kadar da Temel Bilimler Fakültesi Dekanı olarak görev yaptı.<br />

Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunun kuruluşuna katkıda bulundu ve TÜBİTAK<br />

Temel Araştırmalar Enstitüsü'nde kurucu müdürlük görevini yürüttü. Aynı zamanda NATO Fen<br />

Komitesi'nde çalıştı ve UNESCO Yürütme Kurulunda görev aldı. 1983 yılında siyasete atılan<br />

Erdal İnönü, Sosyal Demokrasi Partisi'nin (SODEP) kurucu Genel Başkanı oldu, SODEP ile Halkçı<br />

Partinin Birleşmesi sonucu kurulan SHP'nin ilk olağanüstü kurultayında SHP Genel Başkanı<br />

seçildi, Bu görevini 1993 yılına kadar sürdürdü. İnönü, 1986 yılı ara seçimlerinde İzmir<br />

Milletvekili seçilmiş, 1987 ve 1991 genel seçimlerinde yeniden aynı ilden milletvekili seçilerek<br />

parlamentoda görevine devam etti.<br />

1991 Genel seçimlerinden sonra Doğru Yol Partisi ile SHP'nin kurduğu koalisyon hükümetinde<br />

Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı olarak görev üstlendi ve 1993 yılına kadar bu görevini<br />

sürdürdü. SHP'nin Cumhuriyet Halk Partisi ile birleşmesinin ardından, 27 Mart 1995 tarihinde<br />

Koalisyon'un Sosyal Demokrat kanadında değişikliğe gidildi, Erdal İnönü bu değişiklikle Dışişleri<br />

Bakanı olarak atandı ve 1995 yılının Mart ve Ekim ayları arasında Dışişleri Bakanı olarak görev<br />

yaptı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 322<br />

Erdal İnönü ( 1926)<br />

1926 yılında Ankara’da doğdu.1947 yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nü<br />

bitirdikten sonra Amerika’da doktora yaptı.1956’da doçent, 1961’de profesör oldu.Ankara<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği, 12 mart 1971 öncesi<br />

teröreylemlerinin önemli bir odağı olan ODTÜ’de rektörlük yaptı. Sohtorik ailesinden Sevinç<br />

Hanım’la evli olan Erdal İnönü ingilizce ve fransızca biliyor.<br />

1983 yılında SODEP Genel Başkanı olarak siyasete giren İnönü, 1985 yılında SHP Genel<br />

Başkanı seçildi.1991’de Süleyman Demirel başbakanlığında kurulan DYP-SHP hükümetinde<br />

Başbakan Yardımcılığı yapan Erdal İnönü, bilahare aktif siyasetten ayrılarak SHP ve sonra<br />

CHP’nin Onursal Başkanlık sıfatını taşıyordu.<br />

Deniz Baykal’ın CHP’nin eski çizgisini tasfiye kararı üzerine bir kısım arkadaşıyla birlikte<br />

CHP’den istifa etti.31 Ekim 2007 tarihinde ABD'nin Houston şehrinde öldü.<br />

ESERLERİ<br />

Anılar ve Düşünceler III.Cilt<br />

Erdal İnönü<br />

Doğar Kitapçılık<br />

"....Bugün Türkiye'deki üniversitlerde bilimsel özerklik yoktur. Anayasa'nın kabul etmedeği<br />

idarî özerklikten söz etmiyoruz. Anayasa'nın istediği bilimsel özerklik yoktur. YÖK yetkilileri<br />

bu konuda sürekli yanlış bilgi vermektedirler. İnsanlığın yüzyıllar boyunca süren arayışı ile<br />

bilimsel çalışmanın ne olduğunu bilenler Türkiye'de vardır. YÖK yetkililerinin bütün oyun ve<br />

engellemelerine rağmen Türk üniversitelerinde özerkliğin gerçekleştirilmesi için çalışmaya<br />

devam edeceğiz..."<br />

28 Aralık 1984'teki demecinden<br />

"...SODEP, siyasal tarihimize, Türkiye'de 1980-1983 ara döneminden sonra demokrasinin<br />

yeniden kuruluşunda önderlik etmiş ve sosyal demokrasinin yolunu açmış bir parti olarak<br />

geçecektir. Hepimiz SODEP'te görev yapmış olmanın onurunu daima taşıyacağız..."<br />

3 Kasım 1985'teki kurultay konuşmasından<br />

Yayın Yılı: 2001; 501 sayfa; İTHAL; 14x23 cm; KARTON KAPAK; ISBN:9756612029; Dili:TÜRKÇE<br />

HAKKINDA YAZILANLAR<br />

2. İnönü Hikayeleri<br />

Ümit Aslanbay<br />

Bilgi Yayınevi / Yeni Mizah Dizisi<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 323<br />

GÜNDEM GÜNDEM GÜNDEM<br />

İnönü Başarı Şansını Ölçtü<br />

Şamil TAYYAR<br />

Sabah 15 Mayıs 2001<br />

Solda yeni parti için hazırlık yaptığı konuşulan Erdal İnönü, bazı kamuoyu araştırma şirketi<br />

yöneticileriyle görüşerek siyasetteki olası başarı şansını ölçtü.<br />

Yeni parti liderliği için yoğun baskı altında kaldığını belirten İnönü, son kamuoyu<br />

yoklamalarını gözden geçirdi. İnönü, kamuoyu araştırma şirketleriyle görüşerek iki soruya<br />

yanıt aradı: 1. Yeni parti kurarsam başarı şansı nedir? 2. Bensiz yeni partinin başarı şansı<br />

nedir?<br />

Bu sorulara araştırma şirketlerinin, yanıtları işe şu temel noktalarda toplanıyor:<br />

* Solda Kemal Derviş ve Erdal İnönü ismi öne çıkıyor. Şimdilik Derviş'in popülaritesi daha<br />

yüksek ancak zaman içinde yıpranabilir.<br />

* İnönü olmadan etrafındaki arkadaşlarının kuracağı yeni partinin pek şansı olmaz.<br />

* İnönü'nün Derviş'i yakalayabilmesi için merkez solda daha kavrayıcı bir yapı oluşturması<br />

gerekiyor.<br />

* ABD, önümüzdeki dönemde de sol bir ismi Başbakan olarak görmek istiyor. Çünkü gelir<br />

grupları arasındaki uçurumun toplumda yarattığı tahribatı sol partiler giderebilir.<br />

Erdal İnönü’ nün bilimsel çalışmalarına geçmeden ve öğrencilerinin, bilim insanı dostlarının<br />

onun hakkındaki düşüncelerini belirtmeden önce, değerli fizikçimizin 21 Şubat 2007 tarihinde<br />

Kültür Üniversitesi’ nde düzenlenen törenle kendisine verilen onursal doktora dolayısıyla<br />

yaptığı konuşmasını aşağıda bulacaksınız. Bu konuşma, bir bakıma Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

bilim tarihini, özelde de fizik tarihini özetler niteliktedir. Bu konuşmanın hemen ardından, kız<br />

kardeşi Özden Toker’ in 12. 12. 2007 tarihinde ODTÜ’ deki anı toplantısında yaptığı<br />

konuşmayı bulacaksınız. Her iki konuşmadan da, öğrencilerin, bilim insanlarının, üniversite<br />

yöneticilerinin ve politikacıların öğrenebilecekleri pek çok şey olduğunu düşünüyoruz.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 324<br />

PROF. DR. ERDAL İNÖNÜ’NÜN “ONURSAL DOKTOR” ÜNVANI TAKDİMİ<br />

TÖRENİNDEKi KONUŞMASI – 21 02 2007<br />

“Sayın Mütevelli Heyet Başkanı, sayın Mütevelli Heyet Üyeleri, sayın Rektör, sayın<br />

Rektörler, değerli öğretim üyeleri, değerli arkadaşlarım, hepinizi saygıyla, sevgiyle<br />

selamlıyorum. Bana bu unutulmaz günü yaşatan, bu eşsiz ödülü veren Kültür Üniversitesi<br />

Senotosu’na, tüm üyelerine candan teşekkür ediyorum. Buraya gelmek lutfunda bulunan<br />

değerli bilim insanlarına, her kademeden öğretim üyelerine ayrıca minnettarlığımı ifade<br />

ediyorum. Gerçekten bana unutulmaz bir gün yaşatıyorsunuz. Çok da mahcup ediyorsunuz.<br />

Çok değerli insanları karşımda gördüğüm zaman ne konuşacağımı bilmiyorum. Ama önce<br />

İstanbul Kültür Üniversitesi’nin 10. yılını kutlayayım. O da unutulmaması gereken bir ödev.<br />

Biraz evvel okunan kararda sayın rektörün sözlerinde fizik bilimine yaptığım katkılardan<br />

bahsediliyordu. O bakımdan belki fizik biliminden bahsetmem gerek ama işin doğrusu şu ki,<br />

ben siyasete girdiğim günden itibaren fizik bilimi ile ilgim kesildi. 12 sene siyasette kaldım.<br />

Sonradan üniversiteye dönme imkanı buldum ama fizik bıraktığım yerde olmadığından,<br />

bugünkü durumunu anlamam için yıllarca uğraşmam gerekecekti. Ondan vazgeçtim ve bilim<br />

tarihiyle -daha evvel de ilgilendiğim bilim tarihiyle- ilgimi devam ettirdim. O bakımdan<br />

fiziğin bugünkü durumu hakkında bir şey söyleyecek hâlim yok şimdi. Ama geçmişten<br />

bahsedebilirim. Geçmişteki anılardan ve biraz evvel de adı geçen “Wigner Madalyası”<br />

öyküsünden bahsedebilirim. Sizi sıkmadan böyle bazı anıları söylemek istiyorum. Önce belki<br />

nasıl fizikçi olduğumu anlatmalıyım.<br />

Bizim ailemizde benim büyük ağabeyim vardı. Benden 2 yaş büyük ama 3 sene<br />

ilerideydi lisede. Kızkardeşim karşımda oturuyor. Ağabeyimi kaybettik maalesef ama<br />

kızkardeşim bilir. Küçükken ailemizde “ağabeyim bir mühendis olacak” diye hep söylenirdi.<br />

Aletlerle oynardı, tamir ederdi, bozardı, yapardı. Ben de hep kitap okurdum; onun için benim<br />

böyle “mühendislik” gibi bir dala gireceğimi kimse düşünmezdi. Belki dış işlerine girebilirim<br />

iç işlerine girebilirim; yani bir bürokrasi görevi yaparım diye düşünülüyordu. Yalnız sonradan<br />

lisenin son sınıfında bu durumu değiştiren bilgiler edindim. 1943 yıllarında Dünya’da fizik,<br />

bugün biyolojinin olduğu gibi hızla gelişen bir bilim dalıydı. Einstein’in “rölativite”si<br />

çıkmıştı. Anlaşılmaya çalışılıyordu hâlâ. “Kuantum Mekaniği” diye atomların hareketlerini<br />

açıklayan yepyeni bir kuram ortaya çıkmıştı ve bu kuramda “zaman” gibi, “uzay” gibi,<br />

“nedensellik” gibi, felsefecilerin yıllardır tartıştıkları kavramlara yeni anlamlar getiriyorlardı.<br />

Ben bunları seziyordum. O zaman “Bilim ve Teknik” diye bir dergi vardı Teknik<br />

Üniversite’deki arkadaşların yayınladığı. Oradan okuduğum bilgilerle düşünmeye<br />

başlıyordum ve merak ediyordum. “Bunların, işin esası nedir?” Felsefeye hep merakım vardı.<br />

“Acaba felsefî kavramlara bu yeni fizik konularını öğrenirsem iyice, daha bir açıklık<br />

getirebilir miyim?” diye, dolambaçlı bir yoldan fizikçi olmaya karar verdim. Babam da bunu<br />

destekledi ve bir gün sordu: “Ne olmayı düşünüyorsun?” diye. “Fizikçi veya felsefeci olmayı<br />

düşünüyorum.” dedim. “Felsefeye ömür verilmez.” dedi. “Ama fizikçi olmak iyi olur.”. “Ben<br />

de” dedi, “Küçüklüğümde, gençliğimde bilimle uğraşmak istemiştim.” Bu bana çok dikkati<br />

çeken bir itiraf gibi geldi. Ama kuşkusuz o zaman böyle bir olanak yoktu Türkiye’de.<br />

Dolayısıyla babam destekledi. Fizikçi olmak için Fen Fakültesi’ne gitmek gerekti. Ankara’da<br />

o yıl 1943 yılında Fen Fakültesi açıldı. Ben de ilk öğrencilerinden biri olarak oraya girdim.<br />

Numaram da “1”di.<br />

Fen Fakültesi’nin açılış töreni çok görkemli oldu. Size o törenden aklımda kalanları<br />

anlatmak istiyorum kısaca. Çünkü ilk defa o törende ben, bir tören konuşması gibi formel bir<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 325<br />

konuşma yaparken, insanın kendi ruhsal durumunu açığa vurduğunu farkettim. O zaman liseyi<br />

yeni bitirmiş bir öğrenciydim ama dikkatle dinliyordum. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde<br />

açılıyordu Fen Fakültesi. Onun bir iki odasında. Törene zamanın Cumhurbaşkanı, Başbakanı,<br />

Milli Eğitim Bakanı, İstanbul Üniversitesi’nden temsilciler gelmişlerdi. Üç kişi konuştular<br />

törende. İlk önce sanırım Kerim Erim, İstanbul Üniversitesi’nin temsilcisi olarak bir konuşma<br />

yaptı. Kutluyordu Ankara’da göreve başlayanları. Ayrıca Ankara Fen Fakültesi’ndeki öğretim<br />

üyelerinin, İstanbul Üniversitesi’nden gelen insanlar olduğu için bundan onur duyduğunu<br />

söylüyordu. İstanbul Üniversitesi’nde yıllardır bilim yapmakla uğraştıklarını anlattı. Ben<br />

bunlardan şu sonucu çıkardım: “Bilim kolay bir şey değildir. Biz yıllardır uğraşıyoruz hâlâ bir<br />

yere varamadık, siz Ankara’da daha yeni yeni bu işe giriyorsunuz, hadi bakalım ne<br />

yapacağınızı görelim.”. Yani küçümseyen bir tavır vardı. Sonra Fakülte’nin yeni dekanı<br />

Fizikçi Hayri Dener konuşma yaptı. Hayri Bey Türkiye’de “Fizikçi Hayri” diye bilinirdi. Ama<br />

orta öğretimde çalışmıştı. Lise fizik kitapları yazmıştı ve Gazi Eğitim Enstititüsü’nde ders<br />

verirdi. Çok değerli bir öğretici ve bilim insanıydı; ama Fransa’da yalnız lisans öğrenimi<br />

yapmıştı ve doktora yapmamıştı. Dolayısıyla hiç araştırma yapmamıştı. Ama iyi niyetli bir<br />

insandı ve araştırma yapılmasını istiyordu. Onun konuşmasında söylediği, daha ziyade felsefi<br />

bir girişti. “Bilim,” dedi “çok güzeldir. Çünkü siz bulunduğunuz yerde bilimin esaslarını<br />

öğrenirseniz, bütün evrende her yerde geçerli olan kurallar öğrenirsiniz. Bu çok güzel bir<br />

şeydir. Ama bilim aynı zamanda çok korkunçtur. Çünkü eğer siz bilimin kurallarını öğrenip<br />

onlara uymazsanız o sizi ezer geçer. Çok gücü vardır. Ama biz burada elimizden geleni<br />

yapacağız. Bilgilerimizi gençlerimize öğreteceğiz.”. Bundan çıkan sonuç, benim aldığım<br />

sonuç şuydu: “Biz elimizden geleni yapacağız. Artık ne çıkar bilmiyorum; ama işimiz zordur<br />

ve bilim de kolay bir şey değildir. Biz görevimizi yapmaya çalışacağız.”. Böyle mütevazı bir<br />

yaklaşım... Ondan sonra Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel konuştu. O bambaşka gayet<br />

coşkulu bir konuşma yaptı: “Burada yeni bir Fakülte açıyoruz, gençler burada her şeyi<br />

öğrenecekler ve ben bekliyorum ki aranızdan Dünya’ya ün salacak bilim insanları çıkacak.<br />

Farabîler, İbn-i Sina’lar... onlar buradan çıkacak.” Böyle heyecanlı bir konuşma yaptı. Tabiî<br />

heyecanla dinledik biz de, ama biraz olmayacak bir şey dinler gibi... Dahası da var: Sonra<br />

tören bitti biz yukarıda -zaten iki üç odadaydı Fakülte açılırken- orada, yukarıdaki bir sınıfa<br />

çıktık, 20-30 kişiydik. Karşımıza önce Salih Murat Uzdilek geldi. İstanbul Teknik<br />

Üniversitesi’nden profesör; o da törene gelmişti. O bir açılış dersi verdi. Tam hatırlamıyorum,<br />

ondan evvel veya sonra Hasan Âli Yücel -Milli Eğitim Bakanı- geldi. O bize kısa bir konuşma<br />

daha yaptı ve orada daha basit olarak şunu söyledi: “Bakın çocuklar,” dedi. “burada birkaç<br />

oda içinde yeni bir Fakülte’de çalışmaya başlıyorsunuz. Burası ufak, böyle derme çatma bir<br />

görünüşü var. Ama sanmayın ki siz buradan bir şey öğrenmeyeceksiniz. Tam tersine siz<br />

burada her şeyi öğreneceksiniz.” dedi. “ve siz bu bilginizle Dünya’nın en ünlü bilim insanları<br />

gibi olabilirsiniz. Bu yetenek sizde var. Bilgiyi de alacaksınız. Buna göre çalışın.” dedi. Ben<br />

gene içimden “Tabiî” dedim, “Milli Eğitim Bakanı bizden özür dileyecek değil ya; böyle<br />

derme çatma bir yerde Fakülte açılıyor.” O bize böyle bir heyecanlandırıcı konuşma<br />

yapmalıydı. Yani inanmadım söylediğine. Ama onun söylediği doğruydu. Bunu sonradan<br />

farkettim. Biz oradan aldığımız bilgiyle gerçekten en iyi şeyleri, en önemli buluşları<br />

yapabilecek durumdaydık. Yeter ki kendimiz buna inanalım. Ama biz ona inanmıyorduk<br />

çünkü örneğimiz yoktu. Ve yanlış bir yaklaşımla başlıyorduk. Tabiî bir şeyler yaptık. Biraz<br />

evvel de sayın Rektör anlattı. Beni de mahcup etti. Arkadaşlarım da bir şeyler yaptılar. Ama<br />

ben inanıyorum ki biz o zaman Hasan Âli Yücel’in söylediğine gerçekten inansaydık, daha<br />

çok, daha büyük işler yapardık. Çünkü biraz sonra tekrar söyleyeceğim; işin esası insanın<br />

kendi hırsı, kendi iradesi, kendi inanması... Evet, Fakülte açıldı. Ben orada okumaya<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 326<br />

başladım.<br />

Fakülte’deki öğretim üyelerimizin hepsi İstanbul’dan gelmişlerdi. Matematikçiler<br />

doktora yapmış insanlardı. Araştırmayı biliyorlardı. Fizikçilerin hiçbirisi doktora yapmamıştı.<br />

Onların araştırmaları hemen hemen yoktu. Dolayısıyla o taraf eksikti. Ama bize bilgiler<br />

verdiler. Sonra bir ara İngiltere’den Hindistan yoluyla bir matematik-fizik hocası geldi.<br />

Profesör Strang diye İskoçyalı bir profesör. Ondan çok şey öğrendik. Çünkü çağdaş teorik<br />

fiziği, çağdaş matematiksel fiziği biliyordu. Bize onları anlattı. Ben ondan çok yararlandım.<br />

Fakülteyi bitirdikten sonra Amerika’ya gittim. Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde fizikte<br />

yüksek lisans ve doktora yapmaya giriştim. Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü, “CALTECH”<br />

diye bilinir kısaca, Amerika’nın “MIT” gibi “Massachusetts Teknoloji Enstitüsü” gibi<br />

araştırmaya iyice ağırlık veren mühendislik ve bilim üniversitesi. CALTECH’teki öğretim<br />

üyeleri arasında “Nobel Ödülü” almış insanlar vardı. Mesela “Millikan”, ünlü yağ damlası<br />

deneyini yaparak atomlara yaklaşmış olan insan vardı. Sonra ben oradayken başka birisi daha,<br />

Anderson da “Nobel Ödülü” aldı. Öğrencileri de Dünya’nın her tarafından gelmiş parlak<br />

öğrenciler. Oradan şu iki dersi aldım: Bir tanesi, Ankara’daki Üniversitedeyken –<br />

Fakültedeyken- öğretim üyelerimizin verdiği ödevleri veya dersleri ben kolaylıkla anlardım,<br />

ödevleri de yapardım. CALTECH’e gittiğimde verdikleri problemlerin bazılarını<br />

yapamıyordum. Uğraşıyorum, uğraşıyorum, yapamıyorum. O bana çok hayret verdi. Hatta o<br />

zaman ağabeyim de oradaydı; onu söylemeyi unuttum. Ağabeyim benden evvel gitmişti<br />

CALTECH’e. O mühendislik kısmında yüksek öğrenim yaptı. Doktora değildi ama ona yakın<br />

bir şeydi. “Professional Degree” denen bir diploma aldı. Ben gittiğimde oradaydı. Ona bunu<br />

söyledim. Dedi ki, “Burası Dünya’nın her tarafından, Amerika’nın her yerinden gelmiş parlak<br />

insanların olduğu bir yer.” Ankara gibi değil. Bu bana gösterdi ki bizim ünlü atasözümüzde<br />

olduğu gibi “el elden üstündür.” Daima daha çok yetenekli insanlar bulunacaktır. İkinci<br />

öğrendiğim başka bir şey şu : Orada benim gibi doktora yapan arkadaşlarım vardı. Sınıfta<br />

problemler sorarlar. Biz onları çözmeye çalışırız. İçlerinden bir tanesi İsveç asıllı bir<br />

Amerikalı Carl Helstrom adında çok parlak bir öğrenciydi. En zor problemleri o<br />

yapabiliyordu. Bizim yapamadığımız şeyleri o yapıyordu. Çok da sevimli, iyi niyetli bir<br />

insandı. Buna karşılık öğrencilerin çoğu benim gibi bazan yapıyorlar bazan yapamıyorlar.<br />

Uğraşarak bir şey elde etmeye çalışıyorlardı. Mesela Sandage diye bir arkadaşım vardı, o<br />

öyleydi. Sonradan ben bekledim ki bu Carl Helstrom bilimde büyük buluşlar yapsın. Çünkü<br />

son derece yetenekli, zeki, çalışkan bir insandı. Fakat hiçbir şey duymadım. Doktora bittikten<br />

sonra çeşitli yerlere gittim. Carl Helstrom’un yeni bir buluşunu duymadım.Sanırım hiç<br />

araştırma yapmadı veya yalnız öğretimle ilgili şeyler yaptı. Buna karşılık o biraz evvel adını<br />

andığım Sandage benim gibiydi, bazılarını yapıyor bazılarını yapamıyor. O Astrofizik<br />

alanında bayağı ünlü bir bilim insanı oldu. Doktoradan sonra araştırmalarıyla kendini<br />

gösterdi. Bunu hep öğrencilere anlatıyorum. Tabiî yetenek iyi bir şey ve gerekli bir ölçüde<br />

olmalı. Zeka bir ölçüde gerekli. Ama buluş yapmak için başka şey gerekli. Buluş yapmak için<br />

sizin gerçekten bir şey bulmak istemeniz, o işle sürekli, inatla uğraşmanız, başka bir işle<br />

uğraşmadan onu sonuca götürmeniz gerekli. Helstrom iyi niyetli bir insan; ne sorarlarsa<br />

yapıyor, ama kendisi bir şey bulmaya çalışmıyor. O araştırma yapamadı. Bu da bence önemli<br />

bir ders oldu.<br />

Doktorayı bitirince daha önceki düşüncemize göre, evde konuşulan şeylere göre,<br />

babamın beklentisine göre Türkiye’ye hemen dönecektim ve üniversiteye katılacaktım. Ama<br />

baktım ki orada doktorayı yapanlar hemen bir üniversiteye gidip göreve başlamıyorlar.<br />

Doktora yaptıkları üniversiteden çıkıp başka bir üniversiteye gidiyorlar. Buna şimdi “postdoc”<br />

deniyor. Doktora sonrası öğrencisi veya doktora sonrası araştırmacısı olarak 1-2 sene<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 327<br />

daha çalışıyorlar. Ondan sonra bir üniversitede öğretime başlıyorlar. Çünkü sadece doktora<br />

yapmak onları üniversitede sürekli araştırma yapacak bir insan hâline getirmiyor. Onu<br />

öğrenmişler, onun için böyle yapıyorlar. O zaman ben de kendi kendime dedim: “O hâlde<br />

hemen Türkiye’ye dönmeyeyim. Bir müddet daha Amerika’da kalayım ve araştırma<br />

yapayım”. Princeton Üniversitesi’nde Wigner diye Macaristan asıllı bir fizikçinin ününü<br />

duymuştum. Bir yaz tatilinde gittim onu buldum Wisconsin Üniversitesi’nde. “Sizinle<br />

çalışmak istiyorum” dedim, “Peki ama,” dedi “senin hocan mektup yazsın ondan sonra karar<br />

veririm.” Gayet ciddi bir yaklaşım içinde tabiî. Sonra benim hocam ona yazdı. Neyse sonuç<br />

olumlu çıktı ve Princeton’a gittim. Wigner’i ilk ziyaret ettiğim gün odasında konuştuk biraz,<br />

ben bekliyorum ki bana bir öneri yapsın “Şunu araştır beraber çalışalım.” desin. Hiç sesini<br />

çıkarmadı. CALTECH’te ne yaptığımı sordu. “Hadi yemeğe gidelim.” dedi. Beraber yemeğe<br />

gittik. üniversitenin kafeteryasında. Girdik; sıraya girmiş herkes, biz de girdik. Sırada<br />

beklerken Wigner’in tanıdığı başka bir öğretim üyesi geldi. Wigner’le konuşmaya başladı.<br />

Sonra Wigner beni göstererek dedi ki: “Mr.İnönü yeni geldi, doktora yapmış bir genç”. “Ne<br />

yaptınız CALTECH’te?” diye sordu bu öğretim üyesi. Ben de hiç düşünmeden dedim ki:<br />

“Orada Christy ile çalıştım. Christy, bana kozmik ışınlarla ilgili bir problem verme nezaketini<br />

gösterdi. ‘’He was kind enough to propose a problem.” dedim. Ben bu “nezaketini gösterdi”<br />

sözünü söyleyince Wigner şöyle bir baktı. Sanki ben ona “Sen o nezaketi göstermiyorsun”<br />

demişim gibi bir sonuç çıkardı. Ben onu isteyerek yapmadım ama kendiliğinden bunu<br />

söyledim ve zannederim çok faydalı oldu. Çünkü yemekten sonra odasına gittik yine ve bana<br />

bir problem verdi. “Şunu incele bu konuda çalışalım.” dedi. Bilmediğim bir konu grup<br />

teorisinde, tabii öğrenmeye çalıştım, sonra faydalı şeyler yaptık. Ayrıntılara girmeyeyim ama<br />

kısaca şöyle oldu: Önerdiği problemi gene onun yardımıyla çözdük ve Galilei grubunun<br />

temsillerini bulup ortaya çıkardık. Bu temsillerin fizikteki faydasını araştırdık. Bir faydası<br />

olmadığını gördük. Halbuki Galilei grubundan daha temelli bir grubun, Poincare grubu<br />

denilen ve rölativiteye uyan grubun temsilleri fizikte çok faydalıdır. Aradaki fark ışık hızına<br />

yakın hızlarda ortaya çıkar. Işık hızına göre Dünya’daki hareketler düşük hızlarla olduğu için<br />

ışık hızına yakın hızları düşünmezseniz eğer, Galilei grubuyla iş yapabilirsiniz. Bir anlamda<br />

ışık hızının büyüklüğü sayesinde öteki gruptan bu gruba geçiyorsunuz. Yani matematikçilerin<br />

tabiriyle bir “limit operasyonu” var burada. Bu ortaya çıkınca ben dedim ki kendi kendime:<br />

“Liseden beri yaptığımız limit almak, bir parametreyi sonsuza götürüp sonuca bakmak zevkli<br />

bir şeydir; kolay bir şeydir. Burada da öyle bir şey yapayım ve Wigner’in elde ettiği o<br />

temsillerde ışık hızını sonsuza götürerek ne olduğuna bir bakayım.” Wigner de “Bak.” dedi.<br />

Fakat ben baktım birkaç gün hiç faydalı bir sonuç çıkmıyor. Bazan sıfır çıkıyor, bazan<br />

anlamsız bir şey çıkıyor. Bir acayiplik var. “Bu acayiplik nereden geliyor?” diye Wigner’le<br />

çalışırken onun aklına geldi “Bakalım grup ne oluyor?” dedi. Ayrıntılara girmek<br />

istemiyorum. Anlaşıldı ki biz farkında olmadan yeni bir matematiksel kavram, bir gruptan<br />

başka bir gruba geçmenin yeni bir yolunu bulmuşuz. Bu bir matematiksel yöntem ama fizikte<br />

çok faydalı olduğu görüldü.<br />

Hemen ona bir isim eklenmedi. O yöntemi bulan insanların ismi yönteme eklenmez<br />

her zaman, genellikle o yöntemin ne olduğu söylenir. Buradaki yöntem “grup büzülmesi”,<br />

“grup kontraksiyonu” yöntemi idi. Onun için biz yazdığımız makaleye “Grupların ve<br />

Temsillerin Kontraksyonu ” demiştik. Fakat Princeton Üniversitesi’nden başka bir matematik<br />

fizikçi profesör, Bargman çok dikkatli bir insandı. Biz, makalenin başında bir kabul yaparak<br />

başlıyoruz. Şöyle diyoruz.: “Bir grup her zaman şu şekilde ele alınabilir” ve bir formülasyon<br />

yapıyoruz, ondan yola çıkıyoruz. Bargman buna bakmış ve düşünmüş: “Her zaman bu hâle<br />

gelmez daha genel bir formülasyon vardır.” diye düşünmüş. Bir öğrencisiyle beraber böyle bir<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 328<br />

makale yazdılar.Böylece Bargman ve asistanı daha genel bir grup kontraksiyonu yöntemi<br />

buldular. O yöntemi anlatırken diyorlar ki: “Bizim bu yöntemimiz daha geneldir. İnönü ile<br />

Wigner’in bulduğu bu yöntem -ki ona İnönü -Wigner Yöntemi diyelim- o daha az geneldir.”<br />

Fakat kendi yöntemleri daha genel olduğu için bizim yöntemi ayırmak maksadıyla “İnönü-<br />

Wigner Yöntemi” dediler. Eğer böyle bir şey olmasaydı “grup kontraksiyonu” denecekti ve<br />

ismimiz de buna eklenmeyecekti. Ama bir eksik bırakılmış ve dolayısıyla Bargman o eksiği<br />

tamamlamış. Böylece konu başka bir insanın daha başka bir şey ortaya atması ve bizim<br />

bulduğumuza da bir isim takmasıyla sonuçlandı. “İnönü-Wigner Yöntemi” diye hâlâ<br />

söyleniyor ve kitaplara da geçti. Dolayısiyle düşündüğümde görüyorum ki, bazı rastlantılar<br />

yardımıyla bu noktaya gelebildim. Önce oraya gitmeye kendi kendime karar verdim.<br />

Wigner’in nezaketini kullanarak bana bir problem vermeye zorladım. Ondan sonra da başka<br />

birisi çalışma yaptığı için bizim çalışmadan böyle adımızla bahsetti.<br />

Sonra bir gün Wigner’e gittim, ve: “Ben Türkiye’ye dönüyorum.” Dedim. Önce çok<br />

şaştı. “Niye gidiyorsun? Daha yeni iyi bir şeyler yapmaya başladık.” dedi. “Ama,” dedim<br />

“ben Türkiye’den geldim, oraya dönmek zorundayım.”, “Peki, biliyorum.” dedi. Kendisi de<br />

Macaristan’dan Amerika’ya gitmişti. Bir an durduktan sonra, bana beklemediğim bir şey<br />

söyledi: “Macaristan ve Türkiye gibi ülkelerde bir insan bir alanda sivrildi mi, artık her alanda<br />

ondan görev beklerler”. “Buna dikkat et.” dedi. Ben de kendi kendime: “Nereden çıktı bu?”<br />

dedim. Fakat sonradan baktım ki çok haklıymış. Deneyimleriyle konuşuyordu herhalde.<br />

Döndükten sonra biliyorsunuz başka işlere girdim. Ama o sefer Türkiye’ye döndüğümde<br />

önce Ankara Fen Fakültesi’nde asistan olarak başladım. Doçent oldum. Sonra ODTÜ’de<br />

çalıştım.<br />

Yönetici olarak ne yapmaya çalıştım, onu da söyleyeyim izin verirseniz. Benim şöyle<br />

bir görüşüm vardı, şöyle bir hayalim vardı, hâlâ da o devam ediyor. Kendi kendime diyordum<br />

ki: “Tarihte okuyoruz, 800 yıl önce, 1200’lerde, 1100’lerde bilim o zaman İslâm âlemi<br />

denilen bölgede, eski Yunan biliminin gelişmesiyle en iyi şekline varmış ve Batı<br />

Avrupa’dakiler onu öğrenmek için o zamanki İslâm Bilginlerinin yazdıkları kitapları tercüme<br />

ediyorlar. Bu da gösteriyor ki, o zamanki durumda Doğu’daki bilim daha ileride. Sonra<br />

değişmiş durum. Kendi kendime diyordum ki: “Gene değişir. Belki ileride devletlerin kendi<br />

yaşamları içinde öyle olaylar çıkabilir ki, Türkiye bilimde öncü duruma gelebilir.” Böyle bir<br />

durum olabilir. Onun için yapılacak şey bu umutla çalışmaktır. Bugünkü duruma bakmadan,<br />

300 yıllık gecikmenin bize bıraktığı geri durumu düşünmeden bir şeyler yapmaya çalışmak ve<br />

ileride de bilimde öncü duruma geleceğimizi umarak o doğrultuda ilerlemektir. Ve bu bana<br />

hep örnek oldu. Ankara Fen Fakültesi’nde örnek oldu, ODTÜ’de örnek oldu, Boğaziçi’nde<br />

örnek oldu. Bu örnek aynı zamanda beni reformlar istemeye sevk etti. Ankara Fen<br />

Fakültesi’ndeki durumda gördüğüm kadar araştırmaya yönelmiş bir durum yoktu. Herkes<br />

dersini veriyordu ve ondan memnundu. İşte biz arkadaşlarımla araştırma yolunda bir<br />

özendirme yapmaya çalıştık. Sonunda oldukça başarılı olduk. Ama bir sonucu da benim<br />

Fakülte’den ayrılmam oldu. O da çıkardığım başka bir derstir. Reform yapmak iyi bir şeydir.<br />

İnanarak yapın ama sonunda bulunacağınız yerden ayrılacağınızı önemli olasılık olarak<br />

düşünün. Aynı şey ODTÜ’de oldu. Orada da reform yapacağım diye uğraşırken- öğrencilerin<br />

de gayretiyle- kendimi zor bir durumda buldum. Ama zorluk, rektörlüğü bırakmak şeklinde<br />

hâlloldu. Orada araştırmaya devam ettim. Tabiî şu faydası oldu, onu da söylemek istiyorum:<br />

Yönetici olduğunuz zaman, hele biraz başarılı iseniz, o durumdan ayrılmanız çok zordur.<br />

Ayrılmak için çare bir şekilde istenmeyen kişi hâline gelmektir. Bunu tabiî çok aşırıya<br />

gitmeden sağlayabilirseniz o zaman yöneticilikten ayrılıp tekrar araştırma ve öğretim<br />

yaşamına dönebilirsiniz. Bu da aklınızda olsun. O sefer ODTÜ’de yöneticilikten ayrıldıktan<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 329<br />

teori vardır: “Nötronların Transport Kuramı”. O teoride birtakım faydalı buluşlar yaptım.<br />

Onların bir tanesini söylemek isterdim gayet basit bir şeydi. Ama şimdi anlatmak uzun sonra<br />

araştırma yapmaya döndüm ve faydalı işler yaptım. Nükleer rektörlerin çalışmasında<br />

kullanılan bir matematiksel sürer. Denklemleri çözmek için yeni bir yöntem önerdim.<br />

Rektörlüktenayrılmam sayesinde önerdiğim bu yöntemi halâ bugün kullanan arkadaşlar<br />

görüyorum.<br />

Fizikçi olarak çalıştığım yıllar içinde bir şansım da Türkiye’den yetişmiş çok değerli<br />

ve ünlü arkadaşlarla beraber olmam oldu. Feza Gürsey gibi, Asım Barut gibi, Cavit Erginsoy<br />

gibi üstün yetenekli arkadaşlarım oldu. Onlar biraz evvel söylediğim hayali bir anlamda<br />

gerçekleştirdiler; ama kendileri açısından. Bulundukları yerlerde, Amerika’da, yıllarca<br />

kaldılar. En iyi üniversitelerde profesör oldular, ders verdiler, araştırma yaptırdılar ama o<br />

araştırmalar Türkiye’de yapılmış sayılmıyor. Çalışmaların bazılarını Türkiye’de yaptılar ama<br />

daha çok orada bulundukları için o araştırmalar Amerika’nın hesabına yazıldı. Bizim asıl<br />

yapmamız gereken şey Türkiye’deki araştırmaları Dünya’ya tanıtarak Türkiye’nin araştırma<br />

dünyasında, bilim dünyasında öncü bir yeri olduğunu gösterebilmek. Bunu henüz göstermiş<br />

değiliz. Ama epey mesafe aldık. 300 yıllık gecikme diye anlattığım zaman karamsar bir hava<br />

ortaya çıkıyor. Geçmiş öyleydi, ama Cumhuriyet’in başından beri yapılan gayretlerle ve son<br />

yıllarda -işte karşımda örneklerini de görüyorum- dünya çapında araştırmaları Türkiye’de<br />

yapan insanlar var. Fizikte var, başka alanlarda var. Ve inanıyorum ki bu gittikçe artan bir<br />

tempoyla devam edecek. Yönetim biraz daha desteklese daha hızlı gider. Ama şimdiki hızla<br />

bile kalsa bugüne kadar yapılanlar sanıyorum gerek Asım Barut’un gerek Feza Gürsey’in<br />

yaptıkları daha iyi değerlendirilecek ve dünyadaki ünümüz artacak. Kuşkusuz bunun<br />

Türkiye’nin katkısı olarak çıkması önemli. Onun için üniversitelere başlıca iş düşüyor,<br />

araştırıcılarımıza iş düşüyor. Bu yolda bütün üniversitelerimize, burada rektörlerini görmekten<br />

onur duyduğum bütün üniversitelerimize ve tabiî Kültür Üniversitemiz’e sonsuz başarılar<br />

diliyorum.<br />

Ben şimdi fizikle uğraşmıyorum, daha başında söyledim. Bilim tarihi ileilgileniyorum. Oraya<br />

girmemin de maksadı, bu konuda Türkiye’de ne yapılmıştır sorusunuyanıtlamak. Bunu<br />

öğrenciler merak eder, bunu biraz daha iyi öğrenip anlatmalıyız diye düşündüm. Ama bunu<br />

anlatmak kolay değil çünkü yapılanlar çok değil. Az olan şeyianlatmak da zor. Onun için uzun<br />

boylu yazılara giriştim. Geçenlerde sayın Osman Bahadır’la beraber ufak bir kitap yayımladık.<br />

Onun arkasından temel bilimlerde matematik, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, astronomide<br />

Cumhuriyet Dönemi’nde neler yapıldığını ayrıntılı olarak gösteren kitaplar yayımlayacağım.<br />

Bunlar hemen hemen hazır. Bu şekilde Türkiye’nin durumunu anlatmaya biraz katkı yapmak<br />

istiyorum. Bu da benim hoşuma giden bir uğraş.<br />

Ama kuşkusuz bugün bana en büyük zevki ve onuru veren bu tören ve bu ödülü veren<br />

Senatomuz ve rektörümüz ve sayın başkanımız; tekrar hepinize teşekkür ediyorum. Hepinize<br />

sağlıklar, başarılar diliyorum, saygılar sunuyorum.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 330<br />

ÖZDEN TOKER’İN ODTÜ KONUŞMASI – 12. 12 2007<br />

2006 Mart ayında Erdal ağabeyimin hastalığına teşhis konmuş, Amerika’da zor bir tedavi<br />

görmüş, dayanmıştı. Sağlığına kavuşmuş görünüyordu.<br />

Biz öyle zannetmiştik… Yanılmışız…. Hastalık tekrarladı,<br />

gayretlerimize rağmen, onu 31 Ekim’de kaybettik.<br />

bu sefer onun ve bizim bütün<br />

Ekim ayının başında tedavi gördüğü Amerika, Houston da, ağabeyimle 10 gün beraber oldum.<br />

Durumunu uzaktan izliyor, çok merak ediyordum. Ekim ayı benim için, İnönü Vakfı için çok yüklü<br />

bir dönem. İki seçeneğim vardı. Ya etkinlikler başlamadan gidip, az kalabilecektim, yahut da<br />

sonraya bırakıp daha uzun kalabilecektim. Hemen gittim.<br />

Onun için şimdi sizlere “keşke gitmiş olsaydım” değil, iyi ki gitmişim diyebiliyorum.<br />

Ağabeyimi yorgun fakat ümitli buldum. Bir an evvel buraya dönmek istiyordu. Türkiye’de iken,<br />

sağlıklı olduğu o kısa dönem içinde, bir nehir söyleşi kitabı üzerinde hazırlık çalışmaları<br />

yapmıştı. Müsvettelerini “belki ağabeyim ilgilenir” diye yanıma almıştım. İyi ki bunu<br />

yapmışım…<br />

Bir hafta süresince ağabeyimin yanına oturup, ona notları okudum. Hayatını, bütün hayatını,<br />

ikimiz gözden geçirdik, yeni baştan yaşadık.<br />

Doğumu… Annem ondan “iri gözlü, uzun kirpikli, sarışın bir bebek” diye bahsederdi. 3.<br />

çocukları… Diğer 2 oğlan hep anneme benzermiş. Halbu ki bu bebek tıpkı babam… Sanki İsmet<br />

Paşa’yı kundaklayıp, beşiğine yatırmışlar…<br />

Onu görür görmez içten içe bir kız ümit eden babam, ona bayılmış. Nihayet kendine benzeyen<br />

bir evlat sahibi olmuştu. İsmini ailenin “erkek dalı anlamına gelsin diye Erdal” koymaya karar<br />

verir…<br />

Çocukluğu…. 2 yaş büyük ağabeyisi Ömer ile “İsmet Paşa’nın Çocukları” olarak büyümesi. Ömer<br />

dışarıya dönük, şakacı, hatta büyüklere oyunlar oynamaktan çekinmeyen yaramaz bir çocuk…<br />

Okulda, sporda, her yaptığında başarılı… Erdal’ın Ömer Ağabeyi….<br />

Erdal ise içine kapalı, daha sakin bir çocuk. İnatçı, tok sözlü, annesine çok düşkün… Hatta ondan<br />

ayrı bir ilgi sevgi bekleyen babasını kıskandıracak kadar…<br />

Babası ona “Hangimizi daha çok seviyorsun? Anneni mi, beni mi” diye sorunca, cevabı hep<br />

“Annemi!” olurmuş. Onu hediyelerle kandırmaya çalışmış olmamış. Sonunda uzaktan<br />

babasının elinde bir oyuncakla geldiğini görünce o sormadan “Annemi” diye bağırmış!<br />

Babam bunu gülerek anlatır:<br />

Çocuklar o yaşta riyakarlığı (ikiyüzlülüğü) bilmezler, onlara biz büyükler bunu öğretiriz diye<br />

ilave ederdi.<br />

Ama ağabeyime kimse riyakarlığı öğretemedi.<br />

Çalışkan ve sorumluluklarının bilincinde… Ortaya çıkmaktan dikkat çekmekten hoşlanmazdı.<br />

O yaşlardan itibaren ileride ona kişiliğini kazandıracak olan bütün huyları, özellikleri beliriyor.<br />

Ben de aileye katılmış oluyorum.<br />

Ben okuyordum, gözlerimizin önünde, o çocuğun büyümesi canlanıyor. Bir film gibi bütün<br />

hayatı geçiyordu.<br />

Ağabeyim gözleriyle benim okuduklarımı takip ediyor, hatta yanlış yazılmış, isimleri kendi eliyle<br />

düzeltiyordu.<br />

O günleri tekrar yaşamaktan ne kadar mutlu oluyor, birbirimize takılıyor, gülüyor,<br />

eğleniyorduk. Hastalığını unutmuş, geleceğe ümitle bakıyorduk.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 331<br />

Sıra yüksek öğretimini seçmesine gelmişti. Ona diplomatlığı yakıştıranlar olmuştu. O ise felsefe<br />

ile fizik arasında kararsızdı. Babam felsefeye ömür verilmez , fiziği tercih et deyince Fen<br />

Fakültesi’ne karar veriyor. Fakat felsefeye olan ilgisi hep devam ediyor. Her zaman olaylara bir<br />

filozof gözüyle bakmaya çalışıyor.<br />

Size Erdal ağabeyimin 1950 seçimlerinden sonra babama yazdığı mektuptan bir parça okumak<br />

istiyorum:<br />

Sevgili Babacığım,<br />

16 Mayıs 1950, Salı<br />

Dün sabah erkenden Ömer’in çoğunluğu kaybettiğimizi bildiren telgrafını aldım. Akşam<br />

gazetelerinde biraz havadis vardı. Malatya’dan seçildiğinizi, fakat genel sonucun 150’ye<br />

karşı 300 civarında olduğunu yazıyordu. Geçmiş olsun! Ne kadar ihtiyatlı beklenmiş olursa<br />

olsun gene bir şok tesiri yapmıştır herhalde. Umarım şimdiye kadar hepsi geçmiş, neşeniz<br />

yerine gelmiştir.<br />

Tafsilattan haberim yok tabii. Bir haberde seçimlerin gayet muntazam geçtiğini, büyük bir<br />

çokluğun seçimlere katıldığını okudum, çok sevindim. Asıl başarı bu. Netice itibariyle<br />

memleketimizde demokrasi olduğunu dünyaya ispat edecek kesin olay, düzgün, hadisesiz<br />

bir iktidar partisi değişmesi geçirmekti. Bunu yapabilirsek, bu seçimlerin hakikatte en büyük<br />

zaferimizi ilan ettiği anlaşılacak. Gerisinin ne ehemmiyeti var, canınız sağ olsun.<br />

Ankara’dan kaybettiğinize (eğer doğruysa) de hiç aldırmadım. Büyük şehirlerin iktidarı<br />

tutmadıkları umumi kaide aşağı yukarı. Başka demokrasilerde liderlerin baş şehirlerden<br />

seçildiklerini sanmıyorum.<br />

Bir defa da muhalefet liderliğini tecrübe etmek mukaddermiş demek. Bunun da başka bir<br />

tadı olacak herhalde. Memlekete hayırlı olsun. İnşallah Demokrat Parti iktidarı bir<br />

duraklama devresi olmaz, yürümekte olduğumuz ilerleme yolunda sendelemeyiz.<br />

Babam 22 Mayıs 1950 Pazartesi günü cevap veriyor.<br />

Sevgili Erdalım,<br />

Şimdi (saat 14.00) 15 tarihli mektubunu aldık. İlk duyguların. Ne kadar iyi yürekli, filozofik<br />

ve ahlaklı yazıyorsun. Teşekkür ederim. Seninle bir daha iftihar ettim. Evimize taşındık.<br />

İçinden hiç çıkmamış gibi bir rahatlık içindeyim. Bu mektubumu eski kütüphanemden<br />

yazıyorum. Annen bir haftadır taşınma için pek çok çalıştı. Yorgun olduğunu görüyorum.<br />

Ama sıhhati, neşesi yerinde çok şükür. Özden, Ömer, Büyükannen herkes vaziyeti iyi ve tabii<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 332<br />

algılar. Benim üzüntüye düşmemekliğim için bütün hünerlerini kullandılar. Hepsinin,<br />

kıymeti, gönlümde bir derece daha artmıştır, eğer buna imkan var ise….<br />

Babamın Erdal’ın filozofik görüşü üzerinde durması dikkatimi çekti. Felsefeye ömür verilmiyor<br />

ama felsefe doğru düşünenlere hep yardımcı oluyor.<br />

Bu arada ilerlemiş, bekarlığından evlilik dönemine geçmiştik. Artık eşi Sevinç aramıza katılıyor,<br />

eksikleri tamamlıyor. Anlaşamadıkları bir konu çıkınca, ağabeycim, sevgili eşine dönüyor “tabii<br />

sen haklısın karıcığım” diye gülüyordu, mesele kapanıyordu.<br />

Ne güzel bir “50” yıl geçirmişler!<br />

Çocukları olmadı ama hep birbirlerini çocukları gibi sevdiler.<br />

Yıldönümü benim orada olduğum günlere rastladı. Tekrar, tekrar kutladık.<br />

Satır satır ağabeyimin hayatını okurken, onu çok iyi tanıdığımı zannetmeme rağmen gene<br />

şaştığım tarafları oldu.<br />

Küçüklüğünden beri olayları ve insanları duygularına kapılmadan nasıl tarafsız bir ilim adamı<br />

gözüyle, titizliği ile inceliyor, tanımlamaya gayret ediyordu.<br />

Sonraları da, toplumumuzda yapılan tartışmaların hep duygularımız üzerine dayandığını,<br />

bunun yanlış olduğunu anlatmaya çalışırdı. Asıl, aklımız, mantığımızla sorunlarımıza bir çözüm<br />

bulabileceğimizi savunurdu.<br />

Politikaya atıldıktan sonra gazeteci arkadaşları onun TBMM toplantılarında veya seçim<br />

seyahatlerinde matematik, fizik problemleri çözdüğünü görür pek şaşarlardı.<br />

Onun için her olay, her kişi çözülmesi, anlaşılması gereken bir problemdi.<br />

Bu arada kendisini de bir denek gibi görüp, merak edip, araştırmış olduğunu keşfediyordum.<br />

Erdal kimdi? Nasıl bir insandı? Kime çekmişti?<br />

Annem çok hoşgörülü bir insandı. Herkesin iyi tarafını bulmaya çalışırdı. Örneğin; onun için<br />

dünyada çirkin insan yoktu. “Onu da Allah yaratmış” der geçerdi. Bir kişi hakkında bir rivayet<br />

çıktığında, hemen iyi yorumlardı. Kötüye inananlara pek şaşardı.<br />

Sabırlıydı, herkesi idare etmesini bilirdi. Kalabalık bir aile içinde bütün sorumluluklarını hep<br />

güler yüzle taşırdı.<br />

Annesine çok düşkün olan ağabeyim anlaşılıyor ki onu çok yakından izlemiş ve bu yönlerinin<br />

tesirinde kalmış.<br />

Okulda arkadaşlarına yardım hevesi… Sorumluluktan kaçmamak..<br />

Bana başka türlü yardım ederdi. O lise, ben ilkokul talebesi iken bir şey sorunca bana ilk evvela<br />

kendi olanaklarımla çözmemi önerir, sonra yardım ederdi.<br />

Bütün ömrü boyunca aile içinde, üniversitede, politik hayatında hep uyumlu, güler yüzü ile<br />

hatırlandı.<br />

İnatçı, istediğini bilen fakat hiç kırıcı olmayan bir insandı.<br />

Ağabeyim bilim inancını, tutkusunu araştırma, öğrenme hevesini babamdan almış. Babam da<br />

her şeye meraklıydı. Bütün yeni buluşlara açıktı. Bilmediği konulara hep genç bir öğrenicinin<br />

heyecanı ile yaklaşır, ona yeni ufuklar açan çalışmalar yapmaya bayılırdı.<br />

Ağabeyim de “Merak” konusu üzerinde çok dururdu. Eski bir sözlüğe bakmış ve merak’ın<br />

“üstüne vazife olmayan işlere karışmak“ olarak tanımlandığını görmüş ve çok şaşırmış.<br />

Toplumumuzda “Merak” şüphecilik, teşvik edilecek yerde tam aksine sınırlandırılıyor, yok<br />

ediliyordu.<br />

İşte ülkemizde bilimde 300 sene geri kalmış olmamızı bu merak eksikliğine bağlardı.<br />

Özgür düşünceye sahip olmamamıza…<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 333<br />

Bilim adamı olmak, ilimde ilerlemek bir şeyler keşfedilmek ancak merak ederek, araştırma<br />

yaparak, bilim meseleleri çözerek, sağlanabilirdi. Buna inanıyordu.<br />

Size babamın mektuplarından bazı örnekler vermek isterim.<br />

Babamın Ömer ağabeyime yazdığı bir mektupta yazılı bir eser bırakmaya çok hevesli olduğunu<br />

öğreniyoruz.<br />

Erdal Amerika da okurken 4 Şubat 1948’de, babam ona yazdığı bir mektupta şöyle diyor:<br />

“İyi bir akademik tahsile ne kadar ehemmiyet verdiğimi bilirsin. Hepimiz öğrenme, hem de<br />

akademik ilim düşkünüyüz. Bunun zevki ve şerefi, aile içinde sana nasip olacak. Hepimiz<br />

seninle ayrıca iftihar duyacağız. Seçkin bir ilim adamı yetiştirmek bir aile için ne mutlu”.<br />

İşte bu mutluluğu hem ağabeyimin kendisi duydu hem de babamın dediği gibi hepimize<br />

duyurdu. Erdal ağabeyim babamın hayal ettiklerini gerçekleştiren evladı oluyor.<br />

Tevazuu… Doğal…. Onu gördük, öyle yetiştik.<br />

Babamın bizim şimarık çocuklar olarak büyümemizden çok korktuğunu sonraki yıllarda<br />

öğrendik.<br />

Pembe Köşk’te sofra arkadaşlarına bu korkusunu anlatırken duyduk.<br />

“Genç bir subayken, zamanın bazı saray ve Bab-ı Ali Erkanının çocuklarının birçok şımarık<br />

davranışlarını duyardık. Büyük bir şatafat ve azamet içinde dolaşırlar, bizim gibi insanlara<br />

hiç yüz vermezlerdi. Ama sonra harpte subay olarak yanıma geldiklerinde görevi ne kadar<br />

zor kabul ettiklerini gördüm.<br />

Benim çocuklarım da böyle şımarık büyüyecekler, bir işe yaramaz insanlar olacaklar diye<br />

ödüm kopardı, ama şansım varmış böyle olmadılar.”<br />

Şans mı? Marifet mi? Çocuklarını yetiştirirken, eğitirken uyguladığı yöntem gösterdiği dikkat<br />

mi?<br />

Bakın, Ömer ağabeyime 29 Mart 1943’te yazdığı bir mektupta önemsediği konu ne?<br />

Canım oğlum Ömer’im<br />

Dün seni göndermek bize zor geldi. Sebat ettik; dayandık. Benim çocukluğum imkansızlıktan<br />

dolayı mahrumiyet içinde geçmişti. Senin gençliğin, imkanlardan kendini mahrum edeceğin<br />

için mahrumiyet içinde geçecek. Vazife icaplarını hayatta her şeyden üstün tutan bir yolun<br />

yolcularıyız. Baban bu yol üzerinde yürümekten zararlı çıkmadı. Oğlum aynı yollardan geçsin<br />

dilerim.<br />

Herkesin onu güler yüzü ile hatırlamasına neden olan mizah yeteneğini de kendisi şöyle<br />

anlatırdı:<br />

Ben söylenenleri dikkatle dinler, anlamaya çalışırım. Çıkardığım sonucu da en doğru, en kısa<br />

şekilde ifade ederim. Bunu herkes gülünç buluyor… Ben bir şey uydurmuyorum ki!<br />

Müsvettelerin sonuna geldiğimizde baktık eksik birkaç yıl kalmış.<br />

Sordum:<br />

“Yollama ben dönünce bitiririz” dedi.<br />

Döndü ama bitiremedik.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 334<br />

Vasiyeti var mı diye soruyorlar? Hayatının son yıllarında kaleme aldığı anılarının hepsi onun<br />

vasiyeti. Türk gençlerine mektupları, önerileri.<br />

Ona gösterilen ilgi, sevgi seli gençler, her yaştaki gençler, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

gençleri tarafından çok iyi anlaşıldığını gösteriyor.<br />

Erdal Ağabeyim’in vasiyeti yerine ulaşmış…<br />

Bilimsel Etkinlikleri, Bilim Tarihi Çalışmaları ve Aldığı Ödüller<br />

Değerli kuramsal fizikçimiz Koç üniversitesi Fizik Bölümü Öğretim Üyesi ve TÜBA asli üyesi Prof.<br />

Dr. Tekin Dereli, İnönü ile nasıl tanıştığını, onun bilimsel kimliğini ve kişiliğini, ODTÜ’ de<br />

yöneticilik yaptığı dönemi şöyle anlatıyor: “ Erdal inönü’ yü ilk kez, 1967 baharında Ankara Fen<br />

Lisesi’ ne gelip bizlere bir tanıtım konuşması yaptığı sırada tanıdım. Büyük ümitlerle ve Türkiye’<br />

ye bilim insanı yetiştirmek için kurulmuş olan Ankara Fen Lisesi’ nin artık mezuniyet yılına<br />

gelmiş ilk öğrencileriydik. Üniversite sınavına başvurmadan önce bölüm tercihlerini yapmamız<br />

gerekiyordu. Bu tercihi temel bilimler yönünde yapmamız için öğretmenlerimiz yoğun bir<br />

gayretle her hafta bir başka konuşucuyu liseye davet etmekteydi. Erdal İnönü örneğine<br />

bakarak, ODTÜ Fizik Bölümü’ ne yüksek bir puanla girdim. 1967 Ekimi’ nde başlayan öğrencilik<br />

yaşamım, hareketli ve heyecanli olduğu kadar verimli bir şekilde 1976 yılında doktoramı alana<br />

kadar ODTÜ’ de geçti.<br />

Erdal İnönü’ den aldığım ilk derste, onu şahsen tanımam bende unutulmayacak bir iz bıraktı.<br />

Ikinci sınıfta Suha Gürsey’ den aldığımız Bilim Tarihi dersinin 1969 bahar dönemindeki<br />

devamının, o sırada bir dönem için ziyarete gittiği Princeton Üniversitesi’ nden dönüşünde<br />

Erdal İnönü tarafından verileceğini duyduk. Bu, son derece sıra dışı bir dersti. Erdal Bey, önce<br />

bibliyografya taramalarında görevler vererek, bizim çağdaş Türk fizikçileri, matematikçileri ve<br />

kimyacılarının makaleleriyle tanışmamızı sağladı. Kütüphanelerde bilimsel dergileri ve<br />

abstractları kullanarak atıf çıkarmayı öğrendik. Sonuçta standard bir bilim tarihi kitabını<br />

izlemedik ama, makale yazımının ve güncel araştırmaları izlemenin önemini Türkiye’ nin bir<br />

sonraki nesil bilim insanları Erdal İnönü’ den öğrendiler.<br />

1969 yılının sonlarında Erdal İnönü, önce vekaleten sonra asaleten ODTÜ Rektörlüğü görevini<br />

üstlendi. Bu zor günlerde yoğun işleri arasında bizlere 4. sınıf Kuvantum Mekaniğiderslerini de<br />

verdi.1970-1971 ders yılının karışık günlerinde, değil derse gelmemek, geç kaldığını bile<br />

hatırlamıyorum. Her bakımdan örnek alınacak bir öğretim üyesiydi.<br />

Rektörlükten ayrıldıktan sonra yüksek lisans ve doktora öğrencileri olan bizlere verdiği Fizikte<br />

Matematik Yöntemler ve İstatistik Mekanik dersleri, zevkle ve tatmin duyarak verdiği<br />

kanaatinde olduğum yüksek düzeyli derslerdi.<br />

Erdal Bey, aynı zamanda benimdoktora ders danışmanımdı. Matematik Bölümü’ nün en zor<br />

bazı derslerini almamı önerdiğinde, hiç itiraz etmeden gidip alışımın ne kadar isabetli olduğunu<br />

sonradan anladım. 1972-1973 ders yılında bir sene için ODTÜ’ ye tekrar gelen Feza Gürsey’ le<br />

beraber doktora yeterlilik sınavımı verdiler. Beni Yale Üniversitesi’ ndekileri aratmayan<br />

zorlukta yazılı ve sözlüiki günlük bir sınavdan geçirdiler. Bu sırada Feza Gürsey’ den Görelilik<br />

Kuramı ile Grup temsilleri derslerini dealdığım için, yurtdışında her yerde kolayca<br />

ulaşamayacağım nitelikte bir fizik eğitimini ODTÜ’ de tamamlamış oldum.<br />

Erdal İnönü her zaman, her yerde soyadı ve unvanlarıyla değil, sadece Erdal Bey olarak anıldı.<br />

En yüksek idareciden öğrencilere, bölümdeki görevlilere kadar herkesten aynı saygıyı gören ve<br />

‘Bey’ hitabını her yönüyle hak eden olgun bir insandı.<br />

Üniversite dışında olup Erdal Bey’ in bilimselyönünü bilmeyenleri, onun dünyaca tanınan çok<br />

önemli bir bilim insanı olduğuna inandırmak zor oluyor.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 335<br />

Erdal Bey, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’ ni bitirdikten sonra CALTECH’ de doktorasını<br />

yaptı; daha sonra Princeton Üniversitesi’nde 1 yıl Nobel Ödüllü kuramsal fizikçi Eugene Wigner<br />

ile çalıştı. Bu dönemde çözdükleri çok önemli bir fizik problemi nedeniyle İnönü adı dünya<br />

çapında tanındı. Yıllar geçtikçe ünü daha da yayıldı. “İnönü-Wigner Grup Kontraksiyonu”<br />

yöntemi o kadar iyi biliniyor ki, kuramsal fizikçilerin bu yöntemi kullandıkları zaman orijinal<br />

makaleye atıf vermeleri bile gerekmiyor. Nitekim 2004 yılında Erdal İnönü, bu çalışması<br />

nedeniyle ‘Grup Kuramı ve Temel Fizik Vakfı” tarafından iki yılda bir verilen Wigner Madalyası<br />

ile ödüllendirilmişti. Bu madalya, fiziğin anlaşılmasına grup kuramı yoluyla yapılan katkıları<br />

ödüllendirmek için veriliyor.”<br />

Wigner Madalyası çok önemli bir ödül olduğu için, İnönü’ nün yaptığı çalışmanın ayrıntılarına<br />

girmeden, bu ödülü nasıl kazandığının öyküsünü TFD İzmir Şubesi Başkanı Frof. Dr. Kayhan<br />

Kantarlı’ dan öğrenelim:<br />

2004 Wigner Madalyası, Erdal İnönü ve Temel Bilimlerin Önemi<br />

Kayhan KANTARLI ∗<br />

Grup Teorisi ve Temel Fizik Vakfı (ABD) Wigner Madalyası’na bu yıl matematiksel fiziğe<br />

yaptığı önemli katkılar nedeniyle ünlü fizikçimiz, Türk Fizik Derneği (TFD) Onur Kurulu üyesi<br />

Prof. Dr. Erdal İnönü layık görüldü. 1963 Nobel Fizik ödülü sahibi Macar asıllı teorik fizikçi<br />

Eugene Paul Wigner 1 onuruna iki yılda bir verilmekte olan Wigner madalyası, Grup<br />

Teorisi’nin fizik problemlerine uygulanmasıyla ilgili yöntemler geliştiren fizikçilere<br />

verilmektedir. Profesör İnönü madalyasını 2-6 Ağustos tarihleri arasında Meksika’da<br />

toplanacak olan Fizikte Grup Teorisi Yöntemleri 25. Uluslararası Kolokyumu’nda<br />

düzenlenecek bir törenle alacaktır. Wigner madalyası 1986 yılında ünlü bilim insanımız Feza<br />

Gürsey’e de verilmişti.<br />

Wigner madalyası ile onurlandırılacak olan fizikçiler teorik fiziğin önde gelen<br />

bilimcilerinden oluşan uluslarası bir seçici kurul tarafından, adayların bilimsel eserlerinin fizik<br />

araştırmalarındaki etki faktörleri değerlendirilerek seçilmektedir. Grup Teorisi ve Temel Fizik<br />

Vakfı Mütevelli Heyeti ile Grup Teorisi Uluslararası Kollokyumu Daimi Komisyonu tarafından<br />

seçilen bu yılki seçici kurul Arno Bohm (ABD), K.Nishijima (Japonya), Allan Solomon (İngiltere),<br />

Arthur S. Wightman (ABD) ve Kurt Bernardo Wolf (Meksika)’dan oluşmaktadır 2 .<br />

İzmir kitap fuarındaki etkinliklere katılmak üzere geçtiğimiz günlerde geldiği İzmir’de<br />

1976-1987 yılları arasında genel başkanlığını yaptığı Türk Fizik Derneği’nin İzmir şubesini de<br />

ziyaret eden Profesör İnönü, sorular üzerine Wigner madalyasına layık görülen bilimsel<br />

çalışmaları hakkında açıklamalarda bulundu. İnönü doktora öğrenimini CalTech’de<br />

tamamlamaya çalışırken o sırada hakkında çok az şey bilmesine karşın büyüleyici bulduğu<br />

matematikteki grup teorisine karşı şiddetli bir merak duymaya başlar. Doktora sonrasında<br />

grup teorisinin fizik problemlerine uygulanması konusunda çalışmayı çok arzu etmektedir.<br />

CalTech’de iken bu alanda dünyanın en meşhur otoritesinin E.P.Wigner olduğunu öğrenir.<br />

Ziyaretine gittiği Wigner’le yaptığı görüşmede doktorasını tamamladıktan sonra, Türkiye’ye<br />

dönmeden önce, misafir araştırmacı olarak Princeton Üniversitesi’nde kendisiyle bir süre<br />

çalışamak istediğini söyler. Doktora danışmanından aldığı iyi bir referens mektubundan sonra<br />

Wigner İnönü’yü birlikte çalışmak üzere Princeton’a davet eder.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 336<br />

Böylece çok istediği ve merak ettiği bir problem üzerinde çalışmaya başlayan İnönü,<br />

Princeton’daki altı aylık çalışma süresinde Wigner’le birlikte geliştirdikleri matematiksel fizik<br />

modelinin araştırmacılar tarafından zamanla “İnönü-Wigner Kontraksiyonu” diye anılmaya<br />

başladığını ve teorik fizikçiler tarafından son yıllardaki bir çok araştırmada kullanılmakta<br />

olduğunu belirtti.<br />

İnönü, Princeton’a geldikten sonra Wigner’in ofisinde yaptıkları ilk görüşmeyi 1997 de<br />

İstanbul Feza Gürsey Enstitüsü’nde yaptığı “Grup Kontraksiyonlarının Tarihi” konulu<br />

konuşmasında şöyle anlatıyor 3 . “Önce CalTech’de gördüğüm eğitim hakkında detaylı bilgi<br />

verdim ve kendisiyle bir grup teorisi problemi üzerinde çalışmak istediğimi söyledim. Bana<br />

grup teorisi hakkında bir kaç soru sorunca benim bu alandaki bilgimin çok yetersiz olduğunu<br />

anladı. Herhangi bir problem verip vermeyeceği hakkında hiç bir şey söylemedi. Fakat<br />

görüşmemizin sonunda beni çok nazik bir şekilde öğle yemeğine davet etti.... Yemekten<br />

sonra beni tekrar ofisine aldı ve “ homojen olmayan Galilee grubunun indirgenemeyen tekil<br />

gösteriminin belirlenmesi üzerinde çalışmayı önerdi.”<br />

İnönü böylece grup teorisinin fizik problemlerine uygulanması konusundaki büyük<br />

çalışma arzusunu gerçekleştirme olanağı bulmuştu. Grup teorisi hakkında o zaman ki bilgisi<br />

yetersiz olmasına karşın Wigner’in birlikte çalışmayı önermesi, hiç şüphesiz gösterdiği bilimsel<br />

merak ve o güne kadar yaptığı çalışmaların yarattığı olumlu izlenimin sonucuydu. Bilmsel<br />

merak ve istek, sonunda meyvesini verdi ve birlikte yaptıkları çalışma 1953 yılında<br />

“Proceedings of the National Academy of Sciences” dergisinde yayınlandı.<br />

İnönü ve Wigner 1953 yılında “klasik mekaniğin, relativistik mekaniğin bir limit hali<br />

olduğu, ve bu nedenle de Galilei grubunun relativistik mekanik grubunun bir limit hali olması<br />

gerektiği” gerçeğinden yola çıkarak yeni bir model ortaya koydular ve bir grubun sonsuz küçük<br />

elemanlarının tekil transformasyonuyla yeni bir grup elde etme işlemine önceki grubun<br />

kontraksiyonu adını verdiler 4 .<br />

İnönü’nün 2004 Wigner madalyasına layık görülmesinde hiç şüphesiz diğer çalışmaları<br />

yanında, 1953 de Wigner ile yaptıkları çalışmanın ürünü olan matematiksel fizik modeli büyük<br />

bir paya sahiptir. Çünki bu model, makroskopik evrenden atom altı evrene kadar tüm<br />

etkileşimleri günümüzde “sicim” ve “zar” teorileri vasıtasıyla açıklamaya çalışan fizikçiler için<br />

son yıllarda oldukça sık kullanılan önemli bir araç haline gelmiştir.<br />

Erdal İnönü’nün 1953 yılında ortaya koydukları bir matematiksel fizik yönteminin bilimsel<br />

bir dergide yayınladığı tarihten 51 yıl sonra bir onur madalyasına layık görülmesi, temel<br />

bilimlerin değeri ve önemi açısından son derece öğretici bir örnektir. Bu olgu yalnızca söz<br />

konusu buluşa özgü olmayıp temel bilim araştırma sonuçlarının etkisiyle ilgili karakteristik bir<br />

özelliktir. Ayrıca, “bilim için bilim” anlayışının ve “bilimsel merak” ın değerini gösterir. Çünkü<br />

temel bilim araştırmalarının önemi ve değeri, bilimsel ve teknolojik gelişmelere katkı<br />

sağladıkça çok daha iyi anlaşılır. Bu araştırmaların bilim ve teknolojiye etkisinin ortaya çıkması<br />

genel olarak oldukça uzun bir süreçtir. Temel bilim araştırmalarının bu özelliğine bir çok örnek<br />

verilebilir. Bunlardan çok çarpıcı olan bir kaçını burada belirtmekte yarar vardır.<br />

Bilindiği gibi 2003 Nobel Fizik Ödülü süperiletkenler ve süperakışkanlar teorilerine olan<br />

öncü katkıları nedeniyle ortaklaşa olarak Alexei A. Abrikosov, Vitaly L. Ginzburg ve Anthony<br />

J. Leggett’e verilmişti. Ödülü paylaşanlardan Abrikosov ve Ginzburg 1950’lerde<br />

süperiletkenlik teorisini geliştirmişler, Leggett ise 1970’lerde keşfedilen yeni bir<br />

süperakışkanlık tipini ( 3 He izotopunun süperakışkanlığını) açıklamıştı. 2003 Nobel Fizik Ödülü<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 337<br />

sahipleri olan bu bilim insanları 33-53 yıl önceki çalışmalarının bilim ve teknolojiye olan etki<br />

ve katkıları iyice ortaya çıktıktan sonra ödüllendirildiler 5 .<br />

Abrikosov’un 1950’lerden gelen ve tip II süperiletkenliğini açıklayabilen makalelerine<br />

son on yıl boyunca yapılan çalışmalarda sayısız atıf yapıldı. Abrikosov’un tezini dayandırdığı<br />

teori 1950’lerin başlarında Ginzburg ve Landau tarafından formülleştirilmişti (Landau başka<br />

bir çalışması dolayısıyla 1962 Nobel Fizik Ödülünü kazanmıştır). Bu teori o zaman da bilinmekte<br />

olan süperiletkenliği ve süperiletkenlerdeki kritik manyetik alanı açıklayabilmek için<br />

tasarlanmıştı. Süperiletkenlik hakkındaki bilgiler devrim sayılan uygulamalara yol açtı.<br />

Süperiletkenlik özelliği gösteren yeni bileşikler keşfedildi. Son bir kaç on yıl boyunca yüksek<br />

sıcaklıklarda süperiletkenlik gösteren çok sayıda malzeme geliştirildi ve bunlar süper iletken<br />

mıknatıslar gibi son derece önemli teknolojik gelişmelere yol açtı.Yüksek sıcaklık<br />

süperiletkenlerin tümü Abrikosov’un teziyle açıklanabilen tip-II süperiletkenliğe sahipti.<br />

Diğer taraftan 4 He ün süperakışkanlık özelliği diğerlerinden çok önce 1930 ların<br />

sonunda Pyotr Kapitsa tarafından keşfedilmişti. Olayın fiziksel açıklaması hemen arkasından<br />

genç teorisyen Lev Landau tarafından yapıldı. Yaklaşık 32 yıl önceki bu çalışması nedeniyle<br />

Landau’ya 1962 Nobel Fizik Ödülü verildi. Kapitsa’ya ise Nobel Fizik Ödülü ancak 48 yıl sonra<br />

1978 de verildi.<br />

3 He izotopunun süperakışkan hale geçişi ise ancak 1970’ lerin başlarında David Lee,<br />

Douglas Osheroff ve Robert Richardson tarafından keşfedilmiş ve üçlüye 26 yıl sonra 1996<br />

Nobel Fizik Ödülü verilmişti.<br />

Yeni süperakışkanın özelliklerinin açıklanmasında başarı sağlayan ilk teorisyen 1970<br />

lerde İngiltere Sussex Üniversitesinde çalışan Anthony Leggett olmuştu. Leggett 2003 Nobel<br />

Fizik Ödülüne ancak teorisinin deneycilere, sonuçlarını sistematik bir şekilde<br />

açıklayabilecekleri bir çerçeve sağladığı anlaşıldıktan ve 3 He deki süperakışkanlık için formule<br />

ettiği teorisinin parçacık fiziği ve kozmoloji gibi fiziğin diğer alanlarında da yararlı olduğu<br />

görüldükten sonra ortak olabildi 5 .<br />

ODTÜ Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cengiz Yalçın’ nın kaleminden de İnönü’ nün bilim<br />

insanı kimliği ve diğer bilimsel çalışmalarını öğrenelim: “Sayın İnönü’ yü sadece bilimsel<br />

başarıları ile değerlendirmek ve genç kuşaklara örnek göstermek, sanırım ülkemizin yetiştirdiği<br />

bu çok yönlü ilginç insana haksızlık olur. Anılarını kendisine özgü üslubu ile anlatan usta bir<br />

yazar; siyaseti polemik değil bilgi ve güvenilirlik üstüne kuran, hizmet etmeyi popülist olmağa<br />

yeğleyen bir siyaset adamı; her türlü kültürel etkinliğin destekleyicisi ve izleyicisi bir<br />

entellektüel; yüzünden hiç eksik olmayan tebessümü ile çevresine sevgi, saygı ile yaklaşan<br />

bulunmaz bir dosttur Erdal Hoca. Onu tanımak, öğrencisi olmak, ondan bir şeyler öğrenmek,<br />

yakın çevresinde bulunmak, bilimsel, sosyal. kültürel ve siyasal konuları tartışmak başlı başına<br />

bir keyiftir.<br />

Sevgili hocayı 1956-1957 ders yılında, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’<br />

nde<br />

verdiği klasik mekanik derslerinde, bir öğrenci olarak tanıdım.<br />

İkinci Dünya savaşının talihsiz Hiroşima soykırımı ile sonuçlanmasından rahatsız olan ABD<br />

yönetimi Dünya kamu oyuna kendisini bir miktar bağışlatmak amacıyla ‘barış için atom’ adlı<br />

bir programı uygulamaya koymuştu.Programın amacı,Dünyanın çeşitli ülkelerinden bilim<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 338<br />

insanları ABD’ye davet ederek onların nükleer fizik konusunda bilgi ve görgülerini<br />

artırmaktı.Ülkemizden bu program çerçevesinde Erdal İnönü de dahil bir çok bilim adamı<br />

ABD’ye gitmiştir.Bu çalışmalar sonunda ‘barış için atom’ başlığı altında bir kaç cilt olarak<br />

basılmıştır.Erdal İnönü’nün bu program içinde yayınlanan çalışması bir nükleer reaktörün<br />

kalbindeki nötron enerjilerin fonksiyonu olarak, kalbin dışına sızacak nötron akısının erişimini<br />

birinci yaklaşıklıkla hesaplamaktı.kendisine Wigner tarafından verilen bu problemi, Erdal<br />

Hoca’nın yönetiminde ikinci yaklaşıklık ile yüksek lisans tezimde çözmüştüm.Bilmeyene<br />

karmaşık görünen fakat esasında çok basit bir matris cebiri kullanarak çözdüğüm problem<br />

bana güven vermişti.Bu problemin çözümünde problemden çok, bilimsel araştırmaların nasıl<br />

yapılacağını öğrenmiş oldum.Tüm yaşamım süresince bu anlayışı taşıdım.Sevgili hoca sadece<br />

bir bilgi taşıyıcısı değil,aynı zamanda öğrencilerine yeni bilgi üretmenin yollarını gösteren bir<br />

ermiş gibi idi.<br />

Erdal İnönü’ nün en önemli çalışmasını birlikte gerçekleştirdiği Nobel Ödüllü E. P. Wigner’ i<br />

Türkiye’ ye geldiğinde tanıdım. Wigner’ in ne kadar değerli bir bilim insanı olduğunu<br />

Theory of nuclear chain reactors kitabını Erdal Hoca derslerde takip etmeğe başlayınca<br />

anlamıştım. Kendimce Wigner gibi bir bilim adamının yönetiminde doktora yapmayı hayal<br />

etmeye başlamıştım.Gerçi bunu gerçekleştiremedim.Ancak Erdal beyin gayretleri ile Yale<br />

Üniversitesi’nden ODTÜ öğretim üyesi olarak gelen kanımca tüm zamanların en değerli Türk<br />

fizikçisi Feza Gürsey’in referansı ile çok ünlü bir bilim adamının yönetiminde doktora yapma<br />

şansına sahip oldum. Feza Hoca’ dan doktora konuları ve hocaları ile ilgili bilgi alırken kendisine<br />

hayallerimi aktardığımda söylediği şu cümle hiç aklımdan çıkmamıştır.‘Bak Cengiz insan<br />

doktora yaptığında ancak ne kadar cahil olduğunu anlar’.Bu cümleye o zaman bir anlam<br />

verememiştim.Bana bir yerde cahil olduğumu söylüyordu, ama neden?.Yani benim gibi birisi<br />

Erdal İnönü olamazdı. Nobel ödüllü birisi ile birlikte çalışmanın belli bir standardı vardı. İşte<br />

Erdal İnönü böyle bir standardın adamıydı.Türkiye’de siyasete bulaşmış bilim ne Erdal<br />

İnönü’nün, ne Feza Gürsey’in ne de Cahit Arf’ın standart’ını anlayabilecek seviyede değildi .Bu<br />

değerli bilim insanlarından sonra gelen bizim kuşak, aydınlanma kültüründen yoksun görgüsüz<br />

siyasetin ağırlığı altında ezilmişizdir. Aklın ve nedenselliğin egemen olduğu<br />

dünyada,uluslararası standartlarda araştırma yapmanın bir yaşam tarzı olarak benimsendiği<br />

ve Türk bilimine bir standart getiren ODTÜ, köy enstitüleri gibi,yoz siyasete kurban<br />

edilmiştir.ODTÜ’yü ODTÜ yapan bu değerler,Erdal bey de dahil olmak üzere küstürülmüş<br />

üniversiteden koparılmıştır.Böyle bir yoz kültürün günümüzde egemen olduğunu görmek<br />

insana hüzün vermektedir.Yandaşlık ve cahil kurnazlığı hep bilim kültürüne galip gelmektedir.<br />

Doktora çalışmalarımı tamamlayıp yurda döndüğümde Erdal İnönü’yü ODTÜ Fen Fakültesi<br />

Dekanı olarak buldum.1966 yılında askerliğimi ARGE de yaparken yarı zamanlı olarak ODTÜ’de<br />

ders vermeye başladım.Askerliğim biter bitmez asistan profesör olarak fizik bölümüne<br />

atandım.Yaşamımda bu dönem kadar keyif aldığım dönemler çok az olmuştur.Erdal İnönü<br />

dekan, Feza Gürsey kuramsal fizik bölümü başkanı,Cahit Arf matamatik bölümü<br />

başkanı,Bahattin Baysal kimya bölümü başkanı,Türkiye biliminin yüzde yetmiş beşi yürüyüş<br />

uzaklığında.Perşembe günleri seminerden sonra Feza Hoca’nın çevre sokaktaki evinde<br />

toplanır,tarih,arkeoloji,felsefe,sanat tartışırdık.Kendimi antik çağın akademiyalarında yaşayan<br />

bir zaman yolcusu zannederdim.Buralarda kitaplarda bulamadığım pek çok şey<br />

öğrendim.Sanki Erdal Bey böyle bir atmosferi sürekli kılan bir güvence gibiydi.Her türlü<br />

problemi onun çözeceğine inanırdık.Süha Hanım’ a (Feza Gürsey’in eşi ve bilim tarihi uzmanı)<br />

bir problem aktardığımızda Erdal’a söyleyelim cümlesi hala belleğimdedir.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 339<br />

Basında belli bir kesim Erdal İnönü’nün rektörlük dönemini insafsızca eleştirmiştir.Özellikle<br />

siyasete tekrar döneceği hakkında söylentiler gündem gelince bu eleştirilerin dozajı<br />

artırılmıştır.Çok satan gazete yazarlarından biri,5-6 sene önce bir makalesinde,Erdal İnönü’nün<br />

ODTÜ’ne gelmiş geçmiş en başarısız rektör olduğunu iddia etmiştir.Sayın İnönü’yü ve onun<br />

yöneticilik dönemini yakından takip etmiş biri olarak sayın yazara bir bilgi notu<br />

göndermiştim.Ancak yazar kendisine kıymet verip not gönderen bir profesörün bilgisinden<br />

yararlanmamış sessiz kalmayı tercih etmiştir.<br />

Bir rektörden beklenen yönettiği üniversitenin eğitim ve araştırma kalitesini<br />

yükseltmektir.Araştırma kalitesi yüksek olmayan bir üniversitenin verdiği eğitim daima<br />

tartışma konusudur.Sayın İnönü’nün dekanlık ve rektörlük yaptığı dönemlerde ODTÜ yalnız<br />

Türkiye’nin değil Orta Doğunun en önemli araştırma merkezlerinden biri haline gelmiştir.İsrail’<br />

deki Weisman ileri araştırma enstitüsüne ABD veya AB den veya Japonya’dan gelen misafir<br />

araştırmacıların çoğu dönüşlerinde ODTÜ’ye uğrarlar ve seminerler verirlerdi.Bu dönemi<br />

yaşayan birisi olarak ODTÜ’de gerçek bir bilimsel atmosferin oluştuğuna şahit<br />

olmuşumdur.Nobel ödülü ünlü bilim adamları E.P.Wigner,Gell-Mann,Abdus Salam,DNA<br />

molükülünü keşfeden Watson,Mössbauer,parite kırınımları nedeni ile Nobel alan ünlü fizikçi<br />

T.D.Lee,aklımda kalan isimlerdir.Diğer ünlü diğer bilim adamları ise:Wienberg Geofry<br />

chew(ODTÜ verdiği S-Matrix dersleri kitap halinde Academic Press tarafından<br />

basılmıştır),Sugawara,Moris Jocob (Ünlü bir Fransız bilim adamıdır ODTÜ de iki dönem kalmış<br />

ve verdiği dersler kitap halinde Benjamin press tarafından yayınlanmıştır) G.Barton,Derick sola<br />

Price(Science citation index kavramını bilme sokan kişi).Bromley (Yale üniversitesinin fizik<br />

bölümü başkanı,daha sonraları ABD başkanına bilim danışmanlığı yapmıştır.),manyetik<br />

rezonanscı Nirenberg.Bu bilim adamlarından bazıları kısa süreli seminerler vermişler bazıları<br />

bir veya iki dönem ODTÜ de kalıp araştırma yapmışlar doktora yönetmişlerdir.Ben bu dönemin<br />

haricinde ülkemizde herhangi bir üniversitede veya araştırma merkezinde böylesine yoğun ve<br />

yüksek kalite bilimsel etkinliklere şahit olmamışımdır.Bunlar para verilerek getirilen insanlar<br />

değil,Erdal İnönü,Feza Gürsey,Cahit Arf, Bahattin Baysal gibi bilim adamlarının yarattığı ortama<br />

misafir olanlardır.Şimdi o yazara sormak lazım rektör ve dekan olarak başarısızlık bu mudur?<br />

O tarihlerde Türkiye Dünya bilim liginde oynayan bir takımına sahipti.Bir yazarın sorumluluğu<br />

topluma doğru ve güvenilir bilgiler sunmaktır;her aklına geleni yazmak değil.Türk<br />

medyasında,futbol topuna hiç dokunmadan veya ömründe hiç gol atmadan futbolcu,hiç şiir<br />

yazmadan şiir programlarında yorumcu olmak mümkündür.Ancak akademisyenlerin ve bilim<br />

yöneticilerinin(en az spor,sanat ve edebiyat kadar önemlidir) değerlendirilmesini,bu üstatlar<br />

lütfen bilim insanlarına bıraksınlar.<br />

Bilimsel ve teknolojik bilgi üretme ve bunları katma değere dönüştürme yeteneği,ülkelerin<br />

ekonomik performanslarını etkileyen küresel çerçevede rekabet gücünü artıran bir strateji<br />

olarak ortaya çıkmıştır.Böyle bir stratejinin aktörleri üniversiteler ve araştırma<br />

kurumlarıdır.1933 reformu,Osmanlı medreselerini üniversiteye dönüştürmüşken,günümüzde<br />

üniversitelerimizi medreseye dönüştürme süreci yaşanmaktadır.Ankara üniversitesinin saygın<br />

mezunu sayın İnönü’yü,ülkemizin gurur duyduğu Türkiye Bilimsel ve Teknolojik araştırma<br />

kurumu (TÜBİTAK)’ın fikir babaları ve kurucuları arasında görürüz.Bilime yaptığı kalıcı katkılar<br />

nedeni TÜBİTAK Bilim Ödülü ve uluslararası bir değer olan Wigner Madalyası’ nı almıştır.Özal<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 340<br />

döneminde siyasi nedenlerle değiştirilen TÜBİTAK yasasını başbakan yardımcılığı görevinde<br />

iken,tekrar değiştirerek bu değerli kuruma bilimsel özerklik kazandırmıştır.TÜBİTAK<br />

küreselleşen bilim pazarında ülkemizi temsil etmekle görevlendirilmiş bir kurumdur.Her türlü<br />

siyasi akımların üstünde tutulması gerekirken,siyaset anlaşılmaz bir nedenle bu kurumla<br />

oynamaktadır.Umarım hükümet bu yanlış yolda yürümeyi bırakarak bilimsel kurumların<br />

yönetimlerinde kalite anlayışını egemen kılar.Erdal İnönü senelerce TÜBİTAK içinde yüksek<br />

bilimsel kalite anlayışın yerleşebilmesi için gayret gösterenlerdendir<br />

Erdal hocanın diğer bir uğraş alanı ise ikinci dünya savaşında Nazi baskısından kaçıp<br />

Türkiye’ye sığınan bilim adamlarının ülkemiz üniversitelerinin bilim anlayışına yaptıkları<br />

katkıların kalitatif değerlendirmesini yapmaktır.Erdal İnönü yönetiminde ODTÜ öğretim<br />

üyelerinden Naif Türetken’nin(Bolu İzzet Baysal üniversitesi öğretim üyesi) hazırladığı tez<br />

kaynak teşkil edecek kadar değerlidir.Bu konu üzerine verdiği bir çok seminerde araştırma<br />

kavramı üzerinde durmuştur.Bilimsel.Bilginin değeri ölçülebilen bir büyüklük olduğunu<br />

Türkiye’deki bilimsel kuruluşlar Erdal hocanın bu çalışmalarından sonra fark<br />

etmişlerdir.Özellikle Derick Sola Price’ın ODTÜ de iki dönem kalarak bu konunun<br />

metodolojisini anlatması bizleri çok bilinçlendirmiştir.YÖK kanunu çıktığında rektörlüğe atanan<br />

27 profesörden 22 tanesinin Science Citetion indeks’çe taranan dergilerde hiç bir yayınlarının<br />

bulunmadığı,yani 2547 sayılı yasaya göre profesör dahi olmamaları gerektiğini,Cumhuriyet<br />

gazetesinde yayınlanan bir makalemde ortaya koyunca kızılca kıyamet kopmuştu.Ancak artık<br />

bilginin değerinin nasıl ölçülmesi gerektiği,(parametreler zamanla değişmesine rağmen) Türk<br />

bilim hayatında kabul görmüştür.Bu olguda Erdal İnönü’nün katkısı önemli bir yer<br />

tutar.Profesör veya doçent olabilirsiniz,ancak gerçek bir profesyonel olduğunuzun<br />

kanıtı,uluslar arası saygın dergilerde kaç tane makale yayınladığınıza ve bu makalelere kaç tane<br />

atıf aldığınıza bağlıdır.<br />

Ankara Üniversitesi öğretim üyelerinden idealist rahmetli hocam Prof.Dr. Rauf Nasuhoğlu’nun<br />

öncülüğünde bir fizik vakfı kurma girişimimiz olmuştu.Erdal İnönü’de kurcular arasında yer<br />

almıştı.Fakir fizik öğrencilerine burs sağlamak,fizik eğitimine çağdaş normlar getirmek gibi<br />

masum amaçları olan vakfın kuruluşu,belkide kurucuların sakıncalı olması nedeni ile o günkü<br />

askeri yönetimce geçiktirilmiştir.Bu geçikmenin özel olarak yapıldığını rahmetli Rauf hocadan<br />

duymuşumdur.Ancak tutuğunu koparan bir insan olan Rauf hocanın üstün gayretleri ile<br />

kuruluş gerçekleşti.Ne kadar ilginçtir,vakfın ilk toplantısına ülkemizin en ünlü<br />

sakıncalısı,Ankara Bahçelievler mahallesinden sevgili arkadaşım Uğur Mumcu da<br />

katılmıştı.Kurucusu olduğum bu vakfa kayıtsız kaldığım için kendimi hiç affetmiyorum.Vakfın<br />

düzenlediği fizik eğitimi konulu toplantıya çağrılı konuşmacı olarak katılan Erdal İnönü’nün<br />

nedensellik ilkesi üzerine yaptığı vurgular yalnız fizik eğitimi değil bir hayat görüşünü<br />

biçimlendirecek kadar etkili olmuştu.<br />

Erdal İnönü’nün diğer bir sosyal etkinliği ise Fizik derneği ile olan ilişkisidir.İstanbul üniversitesi<br />

öğretim üyelerinin oldukça eski bir tarihte kurduğu dernek,Türkiye geneline yayılmamış üye<br />

sayısı ve etkinlikleri çok sınırlı mütevazı bir meslek kuruluşu idi.Erdal İnönü Dernek<br />

başkanlığına seçilince ODTÜ Hacettepe ve Ankara Üniversitesindeki üyelerin de katılımı ile bir<br />

sinerji yaratıldı.Daha sonra dernek Türkiye geneline yayılmayı sürdürmüştür.Yanlış<br />

anımsamıyorsam Erdal İnönü’nün başkan olarak ilk icraatı derneğin adının Türk Fizik Derneği<br />

olarak değişmesi için bakanlar kurulundan karar çıkartmasıdır.Uluslar arası ilişkilere önem<br />

veren Erdal Hoca Avrupa Fizik Derneği’nin her iki senede bir düzenli olarak organize ettiği<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 341<br />

toplantılardan birini İstanbul Boğaziçi üniversitesinde gerçekleştirilmesini sağlamıştır.Boğaziçi<br />

üniversitesinin eşsiz güzellikteki yerleşkesinde yapılan bu toplantıya dönemin pek çok ünlü<br />

bilim adamı katılmıştır.Bilimsel niteliği, sosyal etkinlikleri ile unutamadığım bir heyecan<br />

olmuştur.<br />

Erdal İnönü,acaba bilim alanında neler yapmış hangi başarılara imza atmıştır? Yaptıklarını<br />

herkesin anlayabileceği basitlik içinde aktarmaya çalışacağım. Erdal İnönü’nün araştırma alanı<br />

genelde nötron transport teorisidir.Nötron,atom çekirdiğinde bağımlı halde bulunan elektrik<br />

yükü taşımayan,kütlesi atoma fiziksel özelliklerini veren ve çekirdek içinde bağımlı halde<br />

bulunan elektrik yüklü protona eşit olan bir atom altı parçacıktır.Nötron transport teorisi<br />

ise,nötronların uygun ortamlarda hareketleri ile ilgilidir.Böyle bir ortamda tek başına bir<br />

nötron diğer bir noktadan diğerine hareket ederken,ortamda bulunan serbest nötronlar ve<br />

atomlarla çarpışır.Transport teori,tek bir nötronun çarpışma sonuçlarından hareket ederek<br />

çok sayıda nötronun,yani bir nötron akısının,ortamdaki davranışlarını belirleyen statiksel bir<br />

teoridir.Nötronların nötronlar ile veya atomlarla çarpışmaları,yani nötronların neden olduğu<br />

tepkimeler,nükleer fiziğin ilgi alanı içindedir.Transport teori,günümüzde enerji bağlamında<br />

çok tartışmalara neden olan nükleer güç reaktörleri tasarımlarının dayandığı difransointegral<br />

denklemdir.Erdal İnönü çok karmaşık bu denklemin belli sınır şartları altında özgün<br />

çözümlerini bulmuştur.<br />

Erdal İnönü bir teorik fizikçinin ötesinde matamatik bilgisine sahip bir bilim<br />

adamıdır.Guruplar teorisi,fiziksel olayların uyduğu uzay zaman simetrileri göz önüne alınarak<br />

geliştirilen bir matamatiktir.Transport teorinin temel denklemi olan lineer öklidien uzayda<br />

öteleme ve dönme hareketlerine karşı invariant bir ifadedir.Denklemlerin çözümlerinde<br />

guruplar teorisi dönüşümlerini kullanarak saçılma olasılıklarının karşı gelen çözümler arasında<br />

genel geçerliliği olan bağıntılar elde etmiştir.<br />

Siyasete Bakışı ve Siyasetçi Kimliği<br />

1950-1960 arası deneyimsiz genç demokrasimizin, türbülanslar içinde bunaldığı, yolunu<br />

bulamadığı bir dönemdir. Siyasetin gericilikle koalisyona girdiği, cumhuriyet kazanımlarının<br />

erozyona uğratıldığı talihsiz bir on senedir; bu yıllar. Acaba bu sessiz alçakgönüllü doçent ne<br />

düşünüyor diye merak etmişimdir. Fizik bölümünün birinci katındaki odasına bir problemi<br />

bahane edip girdiğimde, siyasetten söz açınca, masasının altından çıkardığı sefertasını açarak,<br />

gel beraber yemek yiyelim diye cevap verdi. Şaşkınlıktan donakalmıştım. Yönetiminde yüksek<br />

lisans çalışmalarımı yaparken dahi hoca, öğrenciler ve asistanlarla siyaset konuşmamağa özen<br />

gösterirdi. Bilimsel kurumlara siyasetin bulaştırılmasındaki tehlikelerin neler olduğunu,daha<br />

sonraları bu tehlikeleri yaşayarak öğrenmişimdir. O dönemde çok yadırgadığım, hocanın<br />

siyaset ile bilimin karıştırılmamasına gösterdiği özen, daha sonraları fırtınalı geçen akademik<br />

yaşamımda bana yol gösterici olmuştu. Sağ sol çatışmalarının yaşandığı dönemlerde<br />

öğrencilerime siyasi bir obje gibi değil sadece bir öğrenci gibi bakmışımdır. Erdal İnönü’den<br />

yalnız fizik değil hoca olmayı da öğrenmişimdir.<br />

Erdal İnönü yalnız siyasi karşıtlarının değil askeri yönetimlerinde haksızlıklarına<br />

uğramıştır.SODEP<br />

kurucu üyeliği,ülkemizin tanınmış önde gelen entelektüelleri ile birlikte,veto edilmiştir. Daha<br />

sonraları da Milli Güvenlik Kurulu kararlarına uymadığı gerekçesi ile mahkemeye bile<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 342<br />

verilmiştir.Bütün bu haksızlıklara,Erdal hoca kendinden emin ulu bir bilge tebessümü ile en<br />

anlamlı<br />

yanıtları vermiştir.<br />

Sayın İnönü siyaseti kanımca,bilimsel bir obje olarak ele almıştır.Kendisinin bu konudaki<br />

düşüncelerini hep merak etmişimdir.Yaşadığı dönemin siyasi problemlerini belirlemiş ve onları<br />

parti çıkarlarının üstünde.tutarak çözmeye çalışmıştır.Onun için esas olan belirlediği<br />

problemlerin çözülmesidir.Parti ve siyaset bu problemlerin çözümünde sadece bir araçtır.<br />

Ne yazıktır ki nezaketi,feylesof tavırları,uzak görüşlülüğü,ile toplumsal yaşamımızda farklı bir<br />

ferakansta titreşen siyasetin bu beyefendisini,Türk siyasi hayatı içine sindirememiştir.<br />

Ülkeyi son 50 senedir yönetenlerin pek azında,Erdal İnönü’nün ilkeli siyaset anlayışı ve<br />

davranış normları gözlenebilmiştir.Günümüzde de siyasetin böyle bir olgunluğa eriştiği<br />

söylenemez.Kendi ilgi alanlarında uluslararası standartlarda hiç bir başarısı olmayan üçüncü<br />

sınıf akademisyenlerin siyaset ve bürokraside önemli görevlere atanmasının bedelini ülkemiz<br />

ilerde ödeyecektir.Almanya’yı felakete sürükleyen Hitler yönetiminde iktidara belli bir halk<br />

desteği ile gelmiştir.Başta Einstein olmak üzere yahudi asıllı seçkin Alman entelektüellerin<br />

yurtlarını terk ettikleri bir devirdir bu.Almanya bunun bedelini çok ağır bir şekilde<br />

ödemiştir.Aydınlanma aşılı Alman toplumu bu bedeli ödeyebilecek kültürel zenginliğe sahip<br />

olduğu için bedeli ödeyebilmiştir.Ülkemizin böyle bir bedeli ödeyecek zenginliği mevcut<br />

değildir.Ülke sorumluluğunu taşıyan siyasi kadrolara tanrıdan Erdal İnönü’nün beyefendiliğini<br />

bilim ve siyaset anlayışını ihsan etmesini,üniversitelerimize TÜBİTAK,TAEK gibi bilimsel<br />

kuruluşlarımıza siyaseti değil kaliteyi yansıtmalarını niyaz ederim.çünkü elimizde tanrıya<br />

yakarmaktan başka bir şey gelmiyor.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 343<br />

Selma Karaali<br />

(1918 - 1998)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 344<br />

Prof.Dr. İsmet Ertaş<br />

Doç. Dr. Selma Karaali ’yi 1953 yılında İ.Ü. Genel Fizik Enstitüsü Fizik Optik laboratuarı<br />

asistanımız olarak tanımıştım. 1963 yılında Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Genel Fizik<br />

Kürsüsü’ne naklen atanınca onu daha yakından tanıma imkânı buldum. Ege Üniversitesinde<br />

Optik laboratuarını kurup geliştiren Doç.Dr. Selma Karaali; görüş ve düşüncelerini hiç<br />

çekinmeden dobra dobra ifade eden, eleştirilerini kendine has bir ses tonuna espri de katarak<br />

söyleyiveren bir hocamızdı. Bu nedenle eleştirisi, ilgili kişiyi incitmez, sanki gıdıklanmışçasına<br />

gülmesine sebep olurdu. Bu yönüyle sohbeti daima arzulanan ve özlenen bir kişi idi.<br />

Ege Üniversitesi’nde Selma Hoca ile karşılıklı iş ve sohbet ziyaretlerimiz oldukça sık idi.<br />

Bir gün odama geldiğinde ziyaretçim olan Musa Özgirginer adlı bir arkadaşımla konuşuyordum.<br />

Onları tanıştırdım. Daha sonraki bir gün geldiğinde ise odamda başka bir arkadaşım Dr. İsa<br />

Fındıkoğlu vardı. Selma Hanım, “Ne o? Gene mi din değiştirdin?” diyiverdi. Çiçekleri çok<br />

severdi. Özellikle evindeki salonu, bakımlı bir çiçek serası gibiydi. Oysa aynı apartmanda<br />

Botanikçi bir arkadaşın balkonundaki çiçekler yaşama ümidini yitirmiş gibi idiler. Selma<br />

Hanıma, “Botanikçi arkadaşımızın çiçekleri hayata küsmüş durumda iken sizinkiler nasıl böyle<br />

şen ve şadman olabiliyor?” diye sordum. “Gayet basit. Ben her gün onlarla konuşurum.<br />

İsteklerini karşılarım. Buna rağmen içlerinden biri boynunu bükerse, sokak çiçeği sen de!<br />

Diyerek saksısını kapının önüne koyarım. O da tekrar içeri girmek için başını kaldırıp neşelenir.<br />

O zaman içeri alırım. Hepsi bu.” dedi.<br />

Selma Hanım, torunu Gizem’i daha bebek yaşta iken yanına alıp büyüttü. Sonra okutup<br />

yetiştirmek için 1977 yılında emekliliğini isteyip İstanbul’a taşındı. İstanbul’a her gittiğimde<br />

onu ziyaret ederdim. Son ziyaretimde (yanılmıyorsam 1993’te) neşesizdi. Meğer ciddi bir<br />

hastalığa yakalanmış. Bana söylememişti. Bir süre sonra vefat ettiğini duydum. Böyle candan<br />

bir arkadaşımdan yoksun kaldığım için halâ üzüntüm devam ediyor.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 345<br />

Mustafa Cemil<br />

Karadeniz<br />

(1924 – 1993)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 346<br />

MÜTEVAZİ VE CENTİLMEN BİR BİLİM ADAMI<br />

Prof. Dr . Nihat Aktaç<br />

(Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı)<br />

Çok değerli hocamız Dekanımız Prof .Dr . Cemil Karadeniz’i mensubu bulunduğum<br />

İstanbul Üniversitesinde az da olsa tanıma fırsatı buldum. Ben o yıllarda Biyoloji Bölümü<br />

Zooloji Kürsüsünde asistandım. Kendisini Biyoloji Bölümümüzde Radyobiyoloji Araştırma<br />

Merkezini oluşturma çabası içindeydi. 1982 yılında Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat<br />

Fakültesine Kurucu Dekan olarak gelmişti. İki yıl sonra koşular beni de öğrenciliğim dahil 20 yıl<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 347<br />

geçirdiğim Fakültemden ve Bölümümden ayrılma noktasına getirmişti. Diğer Üniversitelerin<br />

Fakülteleri ile flört ediyordum. Bu Fakültelerden biri de Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat<br />

Fakültesiydi. Kararımı verdikten sonra kendisinden randevu talebinde bulunmuştum. Yüz yüze<br />

gelişimizde Fakültesinin olanaklarını belirttikten sonra kendisinden ne tür isteklerim<br />

olabileceğini sormuştu. Cevap olarak bir masa, bir sandalye ve bir stereoskopik mikroskobun<br />

yeterli olacağını belirttiğimde ne denli sevindiğini anlatamam.<br />

Uzun yıllar kendisiyle Yönetim ve Fakülte Kurullarında birlikteliğimde israfa karşı,<br />

gereksiz makine ve teçhizat alımlarına karşı ne denli duyarlı olduğunu anlamakta zaman zaman<br />

güçlük çektiğimi itiraf edeyim. Bu duyarlılığın, kardeşi Üniversitemiz Rektörü Sayın<br />

Prof. Dr. Ahmet Karadeniz’e ekonomik problem yaşatmak istememesinden<br />

kaynaklandığı tartışılsa da daha sonraları gerçekten Fakülte imkânlarını çok daha verimli<br />

kullanma yönünde hep aynı duyarlılığı gösterdiğine şahit olduk. Örneğin öğrenciler için stereo<br />

mikroskop taleplerime karşı “ Evlatçığım iyi bir lup da aynı işi görür” dediğini ve beni ikna<br />

etmeğe çalıştığını hiç unutamıyorum ve bugün aynı Fakültenin Dekanı olarak onu daha iyi<br />

anlıyorum.<br />

Sayın Hocamız Prof. Dr. Cemil Karadeniz, daha iyi eğitim ve öğretim metot ve teknikleri<br />

ile ilgili sürekli arayış içindeydi. Sınav sorularının hazırlanması esnasında çan eğrilerinin<br />

yakalanabilmesi için hangi yöntemlerin uygulanması gerektiği konusunda verdiği seminerlerde<br />

örnekli açıklamalarda bulunuyordu.<br />

İkna kabiliyeti çok yüksekti. Davranış bilimine karşı çok büyük ilgi duymaktaydı. Benden<br />

ödünç olarak aldığı Wilson’un “Böcek Toplumları” kitabını okurken kitabın yanlarına doğru<br />

kurşun kalemle yaptığı çıktılar onun konuya ne denli hakim olduğunu göstermekteydi. Kısıtlı<br />

imkânlarla da çok şeyler yapılabileceğine inanmıştı.<br />

Son derece sabırlı, centilmen ve beyefendi bir bilim adamıydı. Fakültemize ait yeni<br />

dershane bloğu tamamladığında gözlerindeki parıltıyı hala hatırlamaktayım. Binayı gezerken<br />

“Nasıl olmuş?” sorusuna karşı “ İyi bir Orta Öğretim Binası olmuş” yanıtıma karşı bakışlarındaki<br />

sitem dolu ama sakin tepkiyi unutamıyorum.<br />

Dekanlığı süresince Fakültenin gerek eğitim-öğretim, gerek araştırma yönünden<br />

gelişmesi için göstermiş olduğu üstün çaba ve gayret bizler için hep hatırlanması gereken güzel<br />

meziyetler olarak kalacaktır.<br />

Prof. Dr. Cemil Karadeniz’i saygı ile anıyoruz.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 348<br />

Prof. Dr. S.Askeri Baran<br />

1982 yılının Kasım ayında, YÖK beni Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde<br />

görevlendirdiğinde, Sayın Prof.Dr. Cemil Karadeniz ile tanışma imkanım oldu. 1982’den 1992<br />

yılına kadar ben Fizik Bölüm Başkanı, kendisi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı olarak on yıl kadar<br />

beraber çalışma fırsatını bulduğum için çok şanslı biriyim. Sayın Karadeniz, oldukça dürüst,<br />

hoşgörülü, meseleleri bilimsel açıdan değerlendiren iyi bir yönetici idi.<br />

Kendisi, daha o zamanlarda Üniversiteler önündeki yığılmayı görmüş ve bu yığılmanın en<br />

ekonomik bir şekilde nasıl kaldırılabileceğini, İstanbul Üniversitesi Bülteni’nde makaleleri ile<br />

açıklamıştı. Ayrıca, Cemil Bey’e göre üç tip Üniversite olmalıydı. Üniversiteler Sağlık Bilimleri,<br />

Temel Bilimler, Sosyal ve İdari Bilimleri’ne ayrılmalıydı. Bugün Tıp Fakülteleri en kalabalık<br />

Fakülte olduklarından her şeyi yürütmek kendilerine kalıyor. Bu ise iyi bir durum değildir.<br />

Ancak, YÖK daha başka meseleler ile uğraştığından böyle işlerle uğraşmadı.<br />

Cemil Bey, her hareketinde devleti incitmeden en az para harcayarak meseleleri<br />

halletmek istiyordu. Örneğin, kışın soğuk günlerinde dekanlıkta paltosu ile otururdu. Elektrik<br />

sobası yakmazdı. Laboratuarlarda bir alet lazım olduğunda onu bizim yapmamızı isterdi. Her<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 349<br />

şeyi devlet açısından değerlendirirdi. Öğrenciler bir dersten başarısız olunca çok üzülürdü.<br />

Nasıl başarılı olacaklarını o dersin hocası ile konuşurdu.<br />

Kısacası, 42 yıllık çalışma hayatımda Cemil Bey gibi sorumluluk sahibi, bir problem ile<br />

karşılaştığında etrafına danışıp en doğru çözümü bulan iyi niyetli höşgörü sahibi bir yönetici<br />

görmedim. Kendisini her zaman saygı ile anıyorum.<br />

Prof. Dr. Ali Girgin<br />

( İstanbul Üniversitesi)<br />

Prof. Dr. Mustafa Cemil Karadeniz 01. 07. 1924 tarihinde, Giresun İli’nin Tirebolu<br />

İlçesi’nde doğdu. Hacızade Tahir Efendi’ nin kızı Hafize Sakibe Hanım (1904-1962) ve Hacızade<br />

Karşıda sağ başta Cemil Karadeniz görünüyor.<br />

Resim: İÜ Fen Fakültesi Kütüphanesi<br />

Mustafa Kaptan’ ın oğlu Asım Efendi çiftinin ilk çocuğudur (*). Cemil Karadeniz ilköğrenimini,<br />

Tirebolu Sakarya İlk Okulu‘nda; orta okulu da Giresun Orta Okulu‘nda tamamladıktan sonra,<br />

1941 yılında İstanbul Vefa Lisesi’ni bitirdi. 1945 - 1946 Öğretim Yılı Haziran döneminde da<br />

İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi Matematik – Fizik Lisans dalında yüksek öğrenimini<br />

tamamlayan Cemil Karadeniz 1943 – 1945 yılları arasında, İstanbul Davutpaşa Orta Okulu’nda<br />

Matematik Yardımcı Öğretmenliği; 1945 - !946 Öğretim Yılı ‘nda da Veyfa Lisesi’nde Fizik<br />

Yardımcı Öğretmenliği yaptıktan sonra 1946 yılının Kasım ayında, İstanbul Üniversitesi, Fen<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 350<br />

Fakültesi Umumi (Genel) Fizik Kürsüsü’ne Asistan olarak atandı. Cemil Karadeniz 1951 yılında,<br />

“ Azotun, Yavaş Alfa Tanecikleri’ne Karşı Rezonans Seviyeleri ” adlı teziyle, Fen Doktoru<br />

unvanını aldı.<br />

Askerlik görevini 1951 – 1952 yılları arasında İzmir’de, Kara<br />

Kuvvetleri Muhabere Yedek Subayı olarak yaptıktan sonra 1952 yılı<br />

sonunda, Fen Fakültesi Umumi Fizik Kürsüsü’ndeki görevine dönen Cemil Karadeniz 1954<br />

yılında, Edinburgh Üniversitesi (İngiltere) Natural Phylosophy Bölümü’nde, Prof. Dr. N. Feather<br />

ile birlikte, Çekirdek Fiziği alanında bilimsel çalışmalar yaptı ve 1957 yılında Türkiye’ye<br />

dönerek, aynı yılın Kasım ayında Üniversite Doçenti unvanını aldı.<br />

Cemil Karadeniz 1960 yılında, İngiliz Kültür Heyeti bursu ile Harwell (İngiltere) Üniversitesi’ne bağlı İzotop<br />

Okulu’nda ve Londra’daki Hammersmith Hastanesi’nde, radyoizotopların tıp alanında kullanımı konusunda, üç<br />

ay süreyle eğitim aldı. 1962 yılında, bir yıl süreli OECD bursu ile, Saclay (Fransa) Nükleer Araştırma Merkezi’nde,<br />

misafir araştırmacı olarak çalıştı. Bu çalışmaları sırasında, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tedavi Kliniği<br />

Radyoizotop Bölümü Danışmanlığı yapan Cemil Karadeniz 1963 yılında, İstanbul Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi, Atom ve Çekirdek Fiziği Kürsüsü’ne Doçent olarak atandı.<br />

Cemil Karadeniz Çekirdek Fiziği ile Radyoizotoplar’ın Tıp alanında uygulamalarına yönelik bilimsel ve<br />

eğitime yönelik çalışmalarını sürdürürken bir yandan da, o yıllarda dünyada ve Türkiye’de başgösteren Yüksek<br />

Öğretim sorunlarıyla da ilgileniyordu. Bu ilgisinin bir sonucu olarak 1964 yılında, IAEA ve UNESCO’nun Kopenhag<br />

(Danimarka) ‘da ortaklaşa düzenledikleri beş ay süreli, “Üniversite’de Fizik Öğretimi” konulu Yaz Okulu ‘na; daha<br />

sonra Lublijana, Cannes ve Cambridge Üniversiteleri’nde düzenlenen bilimsel etkinliklere katılmıştır.<br />

Bilime olduğu kadar Fizik eğitimine de önem veren Cemil Karadeniz 1965 yılında, Ege Üniversitesi (İzmir)<br />

Fen Fakültesi’nde, bir yarıyıl süreyle, “Atom ve Çekirdek Fiziği’ne Giriş” dersini verdi. Bilimsel çalışmalarını<br />

daha sonra, çekirdek ışınlarının ve Çekirdek Fiziği<br />

yöntemlerinin Sağlık Bilimleri ile Biyoloji ‘deki uygulamalarına yönlendiren Cemil Karadeniz 1967<br />

– 1968 yılları arasında İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi ‘nde, Biyofizik öğretiminde görev aldı ve bu<br />

arada aynı Fakülte ‘nin bu günkü Nükleer Tıp Anabilim Dalı ‘nda, tiroid (tyroid) hastalarına I – 131 testi<br />

uygulanabilmesi için, eğitim ve laboratuvar oluşturma çalışmalarına katıldı /6/.<br />

Cemil Karadeniz, Biyofiziğe verdiği önemin bir sonucu olarak, İstanbul Üniversitesi Senatosu ‘nun 07. 11.<br />

1968 tarihli kararıyla kurulan Fen Fakültesi, Radyobiyoloji Kürsüsü ‘nün, Vezneciler ‘deki “Kuyucu Murat Paşa<br />

Medresesi” binasındaki çalışmalara katılmış /1/; 1972 yılında da bu kürsüye, naklen atanmıştır. 1973 yılında ise<br />

Cambridge ve Edinburgh Üniversiteleri (İngiltere) ‘ne giderek, iki ay süreyle, bu alandaki çalışmalara katılmıştır.<br />

Cemil Karadeniz 1975 yılı başlarında, “ Li + Li Reaksiyonu ‘nun Nötron Spektrumu” adlı teziyle İstanbul<br />

Üniversitesi, Fen Fakültesi Radyobiyoloji Kürsüsü ‘nde Profesörlüğe yükseltildi ve 1982 yılının Eylül ayına dek bu<br />

kürsüdeki Öğretim Üyeliği görevini sürdürdü. Bu tarihte, kuruluş çalışmalarına katıldığı ve gelişmesinde büyük<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 351<br />

çaba harcadığı Trakya Üniversitesi, Fen – Edebiyat Fakültesi ‘ne Dekan olarak atandı ve bu Fakülte ‘nin, 1982<br />

yılının Aralık ayında öğretime başlamasını sağladı.1991 yılında ise, yaş haddi nedeniyle emekliye ayrıldı.<br />

Cemil Karadeniz ‘in bilim ve eğitim alanındaki çalışmaları Çekirdek Fiziği alanında başlamış olmakla birlikte<br />

fizik yöntemlerin, özellikle Biyoloji ve Sağlık Bilimleri ‘ndeki uygulamalarına gösterdiği ilgi, onun bilimsel düşünce<br />

anlayışındaki çeşitliliğin de bir göstergesidir. Bu ilgi sadece bilimsel çalışmalarla sınırlı kalmamış, fiziğin öteki bilim<br />

dallarındaki öneminin anlaşılmasına ve bu yolla topluma ve yüksek öğrenime hazırlanan gençlere tanıtılmasına<br />

katkıda bulunmuştur.<br />

Yüksek Öğretimde, 1960 lı yılların ortalarında dünyada ortaya çıkan gelişmeleri ve Türkiye ‘nin bu konuda<br />

karşılaştığı güçlükleri yakından izleyerek, Türk Yüksek Öğretimi ‘nde kalitenin yükseltilmesi ve yüksek öğrenim<br />

gençliğinin karşılaştığı sorunların çözümü amacıyla yapılan çalışmalara doğrudan katılmıştır. Bu konudaki<br />

çalışmaları arasında, 14. 06. 1973 tarihinde yürürlüğe giren Mili Eğitim Temel Yasası ‘nda öngörülen “Kademeli<br />

Yüksek Öğretim Sistemi” nin İstanbul Üniversitesi ‘nde, “Ön Lisans Programı” olarak uygulanmasındaki çabaları,<br />

özellikle vurgulanmalıdır /2/. İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi ‘nde Ön Lisans Yönetmeliği ilk kez 1975 – 1976<br />

Öğretim Yılı‘nda uygulanmış; ilk mezunlarını ise, 1977 – 1978 Öğretim Yılı ‘nda vermiştir /3/.<br />

Türk Yüksek Öğretim Sistemi ‘ndeki sorunların çözümüne ve kalitenin yükseltimesine yönelik düşencelerini<br />

bilim ve eğitim dünyasıyla paylaşan Cemil Karadeniz çeşitli tarihlerde, bu konuda yapılan kurumsal çalışmalara<br />

katılmış /4,5,6/,/7/, /8/, /9/; bu konudaki görüş ve değerlendirmelerini de yayınlamıştır /10/, /11/, /12/.<br />

Türk Fizik Derneği üyesi de olan Cemil Karadeniz bu derneğin, 1957 – 1962 yılları arasında (dört dönem),<br />

yönetim kurulu üyesi olarak, Genel Sekreterliği’ ni yapmıştır.<br />

Prof. Dr. Mustafa Cemil Karadeniz’ in, Çekirdek Fiziği ve çekirdek ışınlarının Biyolji ‘deki uygulamaları<br />

konusunda, ulusal ve uluslararası dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi ile 8 çeviri ve 4 de özgün (telif) yapıtı<br />

vardır. Bunlardan bazıları aşağıda verilmiştir:<br />

Özgün yapıtları:<br />

1) Çekirdek Fiziğinde Kullanılan Ölçü Aletleri (1961)<br />

2) Atomların Yapısı ve Radyoaktif Işınlar (1962)<br />

3) Biyologlar için Mikrofotometre (İstanbul, 1967)<br />

4) Radyoizotopların Tıpta ve Biyolojide Kullanılması (İrfan Urgancıoğlu ve Atıf Şengün ile birlite(1976)).<br />

5) Biyofiziğe Giriş (1982)<br />

Çeviri yapıtları:<br />

1) Deney Neticelerinin Denklem Haline Konulması (Rufener ve Ernest’ ten çeviri; 1968).<br />

2) Atom ve Çekirdek Fiziği – Giriş (Bahriye Yaramış ve Şevket Özkök ile birlikte, T.A. Littlefield ve N. Thorley’<br />

den çeviri; 1973).<br />

Prof. Dr. Mustafa Cemil Karadeniz ‘in Bilim ve eğitim alanındaki etkinlikleri yanında spora, özellikle, belki<br />

de ailenin soyadını aldığı bir Karadeniz ‘li olmanın verdiği yetenekle, denize ve yelken sporuna olan tutkusunu da<br />

vurgulamak gerekir. Ataköy (İstanbul) Deniz Sporları Kulübü üyesi de olan ve yaşamını bilime, eğitime ve topluma<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 352<br />

adamış olan Cemil Karadeniz bu tutkusunu yaşamı pahasına sürdürdü ve Şarköy (Tekirdağ) ‘de yelken sporu<br />

yaptığı sırada geçirdiği bir kalp krizi sonunda, 7 Ağustos 1994 tarihinde aramızdan ayrıldı. 10 Ağustos 1994<br />

tarihinde de, Zincirlikuyu (İstanbul) mezarlığında toprağa verildi.<br />

Prof. Dr. Mustafa Cemil Karadeniz yaşamını, 3 Temmuz 1947 tarihinde, kendisi gibi bir Karadeniz’ li<br />

(Trabzon) olan Saliha Karadeniz (Çizmeci) /14/ ile birleştirdi. Karadeniz çiftinin 47 yıl süren bu birlikteliğinden bir<br />

erkek (Fadıl Karadeniz) ve bir kız (Zişan Karadeniz Kadıoğlu) çocukları<br />

dünyaya gelmiştir.<br />

Bir anı : Prof. Dr. Cemil Karadeniz ‘in, Fiziğin Biyoloji ve Sağlık Bilimleri<br />

‘ndeki önemine ilişkin ilk gözlemlerinden birisi de 1970 li yılların<br />

başlarında, Fen Fakültesi (2547 sayılı YÖK yasasıyla Nükleer Fizik<br />

Anabilim Dalı olarak değiştirilen) Atom ve Çekirdek Fiziği Kürsüsü<br />

‘nün bodrum katındaki laboratuvarında kurduğu bir akvaryumdaki<br />

balıkların, şiddetli magnetik alanlardan etkilenmesine yöneliktir. Bu<br />

amaçla akvaryuma yüksek bir magnetik alan uygulamış; balıkların,<br />

magnetik alan çizgilerini izlediklerini, benim de aralarında<br />

bulunduğum genç asistanların ilgiyle gözlemlemelerini sağlamıştı.<br />

Kaynaklar:<br />

/1/ İ. Ü. Fen Fakültesi, Radyobiyolji Kürsüsü 10. Kuruluş Yılında;<br />

İstanbul Üniversitesi Bülteni; Sayı. 10; Mart,1979 (25-26)<br />

/2/ Cemil Karadeniz, Kademeli Öğretim Uygulaması;<br />

İstanbul Üniversitesi Bülteni; Sayı. 8; Temmuz,1978 (19)<br />

/3/ Lütfü Biran, Kademeli Öğretim Uygulaması;<br />

İstanbul Üniversitesi Bülteni; Sayı. 8; Temmuz,1978 (19-21)<br />

/4/ Üniversitelerimizde Başarı Durumlarının Karşılaştırılması;<br />

TÜBİTAK VI. Bilim Adamı Yetiştirme Grubu Tebliğleri;<br />

17 – 19 Ekim 1977, Ankara;(131 – 136)<br />

/5/ Bilim Adamı ve Araştırıcı Yetiştirmede Etkin Olabilecek<br />

Yöntemler; TÜBİTAK VI. Bilim Adamı Yetiştirme Grubu Tebliğleri;<br />

17 – 19 Ekim 1977, Ankara;(197 – 200)<br />

/6/ İstanbul Üniversitesi ‘nde Öğretim ve Başarı Durumu; TÜBİTAK VI.<br />

Bilim Adamı Yetiştirme Grubu Tebliğleri; 17 – 19 Ekim 1977,<br />

Ankara;(214 – 219)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 353<br />

/7/ Self – Realization Trough Education; Proceedigs of the VII. Th<br />

World Congress of the International Advencement of Educationa<br />

Research; Gent, Belgium; July 25 – 29, 1977, (548 – 549)<br />

/8/ Toplumların Doğasal Kanunları ve Kuantum Sosyolojisi Denemesi;<br />

Atatürk Üniversitesi, İşletme Fakültesi Araştırma Enstitüsü<br />

İşletme Dergisi; Cilt. 2, Sayı. 8, 1977, Erzurum; (227 – 240)<br />

/9/ Öğretimde Etkinliğin Kontrolü; TÜBİTAK VII. Bilim Kongresi,<br />

Bilim Adamı Yetiştirme Grubu Tebliğ Özetleri; 6 – 10 Ekim 1980,<br />

Ankara;(10)<br />

/10/ Cemil Karadeniz, İstanbul Üniversitesi ‘nde Başarı Durumu;<br />

İstanbul Üniversitesi Bülteni; Sayı. 2; Temmuz,1976 (25-27)<br />

/11/ Cemil Karadeniz, Üniversitelerimizde Başarı Durumlarının<br />

Karşılaştırılması; İstanbul Üniversitesi Bülteni; Sayı. 2;<br />

Temmuz,1976 (24 - 26)<br />

/12/ Cemil Karadeniz, Yüksek Öğretimde Etkinliğin Kontrolü ve Orta Öğretim ‘in Etkisi;<br />

İstanbul Üniversitesi Bülteni; Sayı. 13; 1980 (38 - 40)<br />

/13/ Türkiye Diyabet Vakfı; Tirebolu’ dan Simalar; Karadeiz, Mustafa Cemil, Prof. Dr.<br />

(165 - 166<br />

(*) Cemil Karadeniz’ in doğum tarihi kaynak /13/ de, 1 Mart 1924 olarak verilmiştir.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 354<br />

Selman Rıza Kınacı<br />

(1926 - 2005)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 355<br />

Prof . Dr . İsmet Ertaş<br />

1926 yılında İzmir’de doğan Selman Rıza Kınacı, ilkokul öğrenimini 1938 yılında İzmir<br />

Yıldırım Kemal İlkokulunda, Orta Öğrenimini 1941 yılında İzmir Gazi Ortaokulunda, Lise<br />

Öğrenimini ise 1945 yılında İstanbul Haydarpaşa Lisesinde tamamlamıştır. Lisans öğrenimini<br />

(1945-1948) yılları arasında İzmir Yüksek Ekonomi Ticaret Okulunda yapan S.R. Kınacı, (1948-<br />

1960) yılları arasında serbest olarak çalıştıktan sonra 1963 yılında ABD California State<br />

Colleges, The Faculty of Applied Arts and Sciences Bölümünden Fizik Lisans derecesi, aynı<br />

üniversiteden 1964 yılında ise Yüksek Lisans derecesini almıştır. (1966-1967) yılları arasında<br />

Ege Üniversitesi Denel Fizik Kürsüsü uzman kadrosunda çalışan S.R. Kınacı daha sonra Bornova<br />

Maarif Koleji’nde öğretmenlik yapmış, 1972 tarihinde EÜ Fen Fakültesi Astronomi Kürsüsüne<br />

uzman olarak atanmıştır. Bu kürsüde doktora çalışmasına başlayan S.R. Kınacı, 1972 yılında<br />

Fen Doktoru unvanını, Kasım 1977 ise Üniversite Doçenti unvanını kazanmıştır. 1979 tarihinde<br />

EÜ Nükleer Araştırma ve Eğitim Enstitüsü’ne atanan Doç. Dr. Kınacı, bu Enstitünün 1982’de<br />

kapanması üzerine Fen Fakültesi Fizik Bölümü’ne nakledilmiştir. 30.03.1983 tarihinde kurulan<br />

Ege Üniversitesi Nükleer Bilimler Enstitüsü’nün kuruculuğunu büyük bir özveri ve çaba ile<br />

yapan Doç. Dr. S.R. Kınacı; “Sarıcaoğlu Bölgesi Uranyum Keşif Çalışmaları” adlı DPT Projesi ile<br />

Enstitü’nün araştırma ve Lisansüstü öğrenci Lâboratuvarlarının temelinin oluşturulmasını<br />

sağlamıştır. 1988 yılında profesörlüğe yükseltilen S.R. Kınacı, Lisansüstü öğrencilerine uzun<br />

yıllar Sağlık Fiziği ve Radyokorunum derslerini vermiştir. (1983-1992) yılları arasında üç dönem<br />

Enstitü Müdürü olarak görev yapan Prof. Dr. S.R. Kınacı 16 Temmuz 1992 tarihinde emekli<br />

olmuştur. Prof. Dr. Kınacı 13 Araştırma Projesi, 23 lisansüstü tezi yönetmiş olup çeşitli bilimsel<br />

toplantılarda çok sayıda bildiri sunmuştur. Nükhet Hanımefendi ile evlenen Prof. Dr. S. R.<br />

Kınacı Dr. Nurbüke ve Dr. Nurece’nin babasıdır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 356<br />

İ. Hakkı Kızıltan<br />

(1942 – 1991)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 357<br />

PROF. DR. HAKKI KIZILTAN’I YİTİRDİK<br />

8 Ağustos 1942’de Çankırı’da doğan Prof. Kızıltan, 1961 yılında Ankara Atatürk Lisesini<br />

bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’ne girmiş ve 1967’de lisans,<br />

1969’da da Fizik Yüksek Mühendisliği derecelerini almıştır. Prof. Kızıltan, 1967-1969 yılları<br />

arasında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde ilmi Yardımcı olarak çalışmıştır. 1969’da<br />

Hacettepe Üniversitesi Fizik Enstitüsü’ne (daha sonra Fizik Mühendisliği Bölümü) asistan<br />

olarak giren Prof. Dr. Kızıltan, 1976 da Çekirdek Fiziği dalında doktorasını tamamladıktan sonra<br />

1982’de Nükleer Fizik Anabilim Dalında Üniversite Doçenti ünvanını almış, 1990 yılında da aynı<br />

Anabilim Dalında Profesör olmuştur.<br />

Prof. Kızıltan, 1986-1988 yılları arasında Yükseköğretim Kurumunda Dünya Bankası<br />

Teknik Okullar Projesinde çalışmalar yapmıştır. Ayrıca, 1975-1976 döneminde tmmob Fizik<br />

Mühendisleri Odası yönetiminde görev almıştır.<br />

Prof. Dr. Kızıltan, Fizik Mühendisliği bölümü’nün kuruluşundan beri bu bölümde çalışmış<br />

ve değerli katkılarda bulunmuş bir üyemizdir.<br />

Prof. Kızıltan, Fizik Mühendisliği bölümü’nün kuruluşundan beri bu Bölümde çalışmış ve<br />

değerli katkılarda bulunmuş bir üyemizdir.<br />

Prof. Kızıltan’ın özellikle Fizik Mühendisliği Bölümündeki Çekirdek Fiziği Araştırma<br />

laboratuarının kurulmasında çok fazla emeği geçmiştir. Prof. Kızıltan, 1971’de Hacettepe<br />

Üniversitesi Fizik Enstitüsünde (Sonradan Fizik Mühendisliği Bölümü) yeni kurulmaya başlanan<br />

Çekirdek Fiziği Araştırma Laboratuarı’nda doktora çalışmasana başladıktan sonra, bu<br />

laboratuarın hem kuruluş aşamasında hem de gelişmesi sürecinde, bıkıp usanmadan<br />

çalışmıştır. Yurdumuzda olduğu kadar dünyada da çekirdek fiziği dalında deneysel araştırma<br />

yapmanın büyük zorlukları göz önüne alındığında, Bölümümüzde bir çekirdek Fiziği Araştırma<br />

laboratuarı kurulabilmiş ve bugüne değin gelişerek gelebilmişse, bu konuda Prof. Kızıltan’ın<br />

özverili çalışmalarını kendilerine örnek almaları, ayrıca onun bu laboratuarın bugüne<br />

gelmesindeki katkılarını da unutmamaları gerekir.<br />

Prof. Kızıltan’ın, Bölümümüzün gerek kuruluş aşamasında gerekse daha sonraki gelişme<br />

sürecinde üzerine düşen her görevi de yüksünmeden üstlenerek başarıyla sonuçlandırması,<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 358<br />

üzerinde durulması gereken bir konudur. Sevgili arkadaşımız Prof. Kızıltan’ın Bölümümüzde<br />

yirmi iki yıla varan çalışması, bu yönüyle de Bölümüz için büyük bir kazanç olmuştur.<br />

Çok sevdiği öğrencilerinin iyi bir insan, iyi bir mühendis ve başarılı bir bilim adamı<br />

olmaları için tüm meslek yaşamı boyunca bıkmadan usanmadan çalışmış olan Prof. Kızıltan,<br />

gerek Bölümümüzde gerekse Üniversitemizde saygın bir yer edinmiş, sevilen bir üyemizdir.<br />

Prof. Kızıltan, evli ve bir çocuk babasıdır.<br />

Prof. Dr. Hakkı Kızıltan, 17 Temmuz 1991 günü geçirdiği bir kalp krizi sonucu aramızdan<br />

ayrılmıştır.<br />

Tanrı gani gani rahmet eylesin.<br />

29 Yıllık Bir Dost<br />

Prof.Dr. Demir İnan<br />

H.Ü. Fizik Mühendisliği Bölümü<br />

Hakkı benim meslektaşımdı; bunu ötesinde, otuz yıla yaklaşmış bir dostluğumuz vardı<br />

Hakkı ile. Üniversiteye birlikte girdik. Hacettepe Üniversitesinin Fizik Mühendisliği Bölümü’nün<br />

(ilk kuruluş yıllarında “Fizik Enstitüsü” deniyordu) kuruluşundan beri de birlikte çalıştık. Gerçi<br />

fizikteki dallarımız ayrıydı ama, gerek bölümün kurulması sırasında gerekse daha sonraki<br />

gelişme döneminde hep birlikteydik. Fizik Mühendisliği Bölümü’nün bugünkü durumuna<br />

gelişinde Hakkı’nın küçümsenmeyecek bir payı vardır. Bölümün işlerinden hiçbir zaman<br />

yüksünmemiş, tam tersine her zaman bu işleri birinci derecede tutarak konulara ciddi bir<br />

biçimde eğilmiş ve elinden geldiğince çalışmış, çabalamış ve başarmıştır.<br />

Hakkı’nın insan yönü, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Hakkı uygar bir<br />

kişidir; efendidir; sevecendir; saygılıdır; saygısızlıktan nefret eder; ve hepsinden önemlisi<br />

gerçek bir dosttur.<br />

Dostlarının her türlü sorunu ile ilgilenir, özveriyle elinden geleni yapar dostları için.<br />

Dostlarıyla rakı sofralarında sohbetten çok hoşlanır; kahve sohbetlerinden çok hoşlanır;<br />

sigarayı bırakmayı düşünmekle birlikte sigara içmeyi sever.<br />

Sakin bir kişiliği vardır; sesini yükselttiğini hemen hiç kimse duymamıştır.<br />

İyi bir aile babasıdır; ailesine düşkündür.<br />

Kendisine yapılan kırıcı davranışları, eğer bir art niyet yoksa, gülümseyerek hoşgörüyle<br />

karşılar; kırılmaz. Kendisi de kimseyi kırmamaya özen gösterir. Öyle sanıyorum ki tüm yaşamı<br />

boyunca hiç kimseye kırıcı bir davranışta bulunmamıştır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 359<br />

Hakkı’nın bir ilginç özelliğini burada belirtmek isterim. Diyelim ki bir sorunuz var ve bunu<br />

Hakkı’ya söylediniz. İçten bir şekilde onunla ilgilenir ancak, çoğu kişinin yaptığı gibi , hemen bir<br />

çözüm önermez ya da akıl yürütmez. Size bazı sorular sorarak o konuda konuşmanızı<br />

derinleştirir ve siz bir süre sonra bakarsınız ki Hakkı ile konuşa konuşa sorunuza çözüm<br />

bulmuşsunuz.<br />

1969-70’li yıllarda yine bir hocamızı böyle beklenmedik şekilde yitirmiştik. Cenaze töreni<br />

sonunda bir Açık hava kahvesinde oturmuş dertleşiyorduk, Hakkı, Rıza Sungur ve ben. Rıza bir<br />

ara şöyle dedi. “Bir gün gelecek ikimiz, üçüncümüzü sırtında taşıyacak, sonra da kalanlarından<br />

biri diğerini”. O zamanlar çiçeği burnunda üç asistan idik. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben<br />

hiç birimize bu gerçeği kondurmuyordum. Meğerse ilk olarak Rıza ile ben Hakkı’yı<br />

taşıyacakmışız.<br />

Hakkı, geçtiğimiz yıllarda bir gazetedeki bir köşe yazarının bir yazısındaki şu cümleyi çok<br />

beğenmişti: “Her ölüm, bir erken ölümdür”.<br />

Onun için de öyle oldu.<br />

Hakkı, bir kişi hapşırdığında, “çok yaşa” demezdi, “iyi yaşa” derdi ve eklerdi, “önemli olan<br />

çok yaşamak değil, iyi yaşamaktır”.<br />

29 yıllık bir dostunu yitirmek insana çok acı gelebilir ama ondan da acısı ne olabilir biliyor<br />

musunuz? Böyle bir dostla 29 yıl dostluk yapamamış olmak. Ben Hakkı ile iyi ki dost olmuşum<br />

ve doya doya 29 yıl dostluk etmişim. Darısı diğer dostların başına…<br />

Ben Ayrıcalıklıyım<br />

Prof. Dr. Erol Öztekin<br />

H.Ü. Fizik Mühendisliği Bölümü<br />

İnsanlar, kendi aralarında konuşurken her zaman “İnsan dediğin efendi olmalı, dürst<br />

olmalı, özüyle sözü ve yaptığı birbirine uymalı….” derler.<br />

Bunu derler de, çoğunlukla çevremizde bu tanımların hepsine birden uyan, parmakla<br />

gösterilen bir kişi bulamayız. Nedense bu sözler hep lafta kalır çoğu zaman.<br />

Yukarıdaki tanıma uyan bir kişiye varlık olarak uzaktan görmek bir mutluluktur;<br />

konuşmak daha bir ayrıcalık; onunla uzun yıllar her sabah “günaydın” laşıp akşamları “yarın<br />

görüşmek üzere iyi akşamlar” deyip ayrılmak ve böylece bütün gün, ay ve yılları bir arada<br />

yaşamak ise insan hayatına hem ayrıcalık hem doyulmaz mutluluk katar.<br />

İşte ben bu mutlu ayrıcalıklı kişilerden biriyim, çünkü “Hakkı” ile böyle yaşanlardanım.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 360<br />

Bir Kez Olsun “Hayır” Diyebilseydi !<br />

Prof. Dr. Fevzi APAYDIN<br />

(Hacettepe Üniversitesi Fizik Mühendisliği Bölümü)<br />

Sevgili Hakkı’yı benim gibi yakından tanıyanlar bilirler, onun lügatında “hayır” sözcüğü<br />

yoktu. Yaşamı boyunca o sözcüğü hemen hemen hiç kullanmadı.<br />

O’nu ilk kez, 1970 yılında Hacettepe’ye geldiğimde tanıdım ve o yıldan bu yana da<br />

aralıksız birlikte oldum. Bu sür içinde en kötü durumlarda bile “hayır” dediğine tanık olmadım.<br />

O’nun için o ulumlu yanı bulmaya çalışır dururdu.<br />

Ne olurdu yaşamı boyunca bir kez olsun “hayır” diyebilseydi ! Son anda bile diyemedi.<br />

Belli ki, Hakkı için “hayır” demek, sevdiklerinden ayrı kalmaktan daha zordu.<br />

Böl.,1991<br />

KAYNAK:<br />

1. “ Prof.Dr.İ.Hakkı Kızıltan’ın Anısına ” adlı kitaptan, Hacettepe Üniversitesi Fizik Müh.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 361<br />

Fikret Kortel<br />

(1916 – 2004)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 362<br />

2004 yılında kaybettiğimiz değerli bilim adamı, hocaların hocası, Prof.<br />

Fikret Kortel’in hayat hikayesinin genç kuşaklara aktarılması önemli bir<br />

görevdir. Bu uzun ve verimli hayat yeni yetişen bilim insanlarına örnek<br />

ve ibret olacak olaylarla doludur. Fikret bey, ömrü boyunca karşılaştığı<br />

engeller, talihsizlikler, anlayışsızlıklara aldırmadan olağanüstü bir<br />

enerjiyle kendini fiziğe, matematiğe ve genç nesillerin yetiştirilmesine<br />

adamış, hiçbir olumsuzluktan etkilenmeden görevini sürdürmüştür.<br />

Fikret bey, Birinci Dünya Savaşının ortasında, 1916’da, eski ve köklü bir ailenin çocuğu olarak<br />

İstinye’de bir yalıda dünyaya geldi. Babası Mühendishane-i Humayun mezunu, sonradan<br />

Liége’e gönderilen ve ilk Türk elektrik mühendislerinden olan Hüsnü Rıza bey, annesi ise iyi<br />

Fransızca bilen, müziğe yatkın bir ev hanımı olan Vecihe Hanımdı. Mütareke yıllarında, işgal<br />

İstanbul’unda büyükbabası Hüseyin Mazlum Paşa ile Sultanahmet civarında camilere gidişi<br />

ve işgal kuvvetleri askerlerine küçük taşlar atışı ilk çocukluk hatıraları arasında yer alır.<br />

Eğitim hayatı Aşiyan yolunda Kayalar mektebinde başladı, daha sonra kısa bir süre<br />

Zonguldak’ta özel öğrenim gördü, tekrar İstanbul’da Feyziye Mekteb’i ve son olarak da<br />

Robert Akademi’de eğitim aldı. Robert Akademi’de spor ve müzikle ilgilendi; yaş grubunda<br />

dekatlon, 100 metre ve masa tenisi şampiyonu oldu. Bu başarılarını çalışma ve antremandan<br />

çok doğal yeteneğine borçlu olduğunu ifade ediyor. İleri yaşlarında bile çok çevik ve<br />

dayanıklı oluşunun temelinde bu yetenek olsa gerektir. Zamanla ilgi alanı spordan müziğe<br />

kaymış, ancak bu işte gecikmiş olmasından dolayı, ileri düzeyde bir piyanist olmanın<br />

zorluğunu anlayıp, iyi bir dinleyici olmaya yönelmiştir. Öğrencilik hayatındaki başarıları da,<br />

atletik başarıları gibi, özel bir gayretten çok doğal yeteneğine dayalı olmuştur. Robert<br />

Akademi’yi 1933 yılında şeref listesinde bitirince lise öğrenimi için ailesince Almanya’ya<br />

yollandı. Hitler’in iktidara gelişi ile eşzamanlı bu gelişme Fikret beyin hayatında önemli bir<br />

dönemeç oluşturur. 1936’da Berlin Herder Oberrealschule’nin fen kolundan, matematik<br />

dalında sınıfın en başarılı öğrencisi olarak mezun oldu. Altı ay AEG türbin fabrikasında<br />

çalışıp, kış dönemi başında makine mühendisi olmak üzere Techniche Hochschule’de yüksek<br />

öğrenimine başladı. Ancak bu arada matematik ve fiziğe tutkusu artmış, mühendis olma<br />

hevesi ise azalmıştı. Ailesinden konu değiştirmek için izin istedi ve ileri fikirli babası oğlunun<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 363<br />

isteğini onayladı. 6 Ekim 1938 tarihli mektubunda yer alan ; “Sevgili Babacığım,Size<br />

mektubumu gönderdiğim günden beri korku ile karışık derin bir heyecanla cevabınızı<br />

bekliyordum. Üç saat evvel telefonla ricamı kabul ettiğinizi bildirince ne kadar sevindiğimi<br />

tahmin edemezsiniz, hayatımda bu kadar sevindiğimi bilmiyorum.<br />

Düşününüz: senelerden beri bir dakika bile hayalimden çıkmayan, alaya alınmak korkusuyla<br />

hiç kimseye bahsetmediğim bir emele kavuşmuş bulunuyorum ! Size çok çok teşekkür<br />

ederim. Bundan sonra riyaziye ve fizikte şimdikinden çok daha seri ilerleyeceğime eminim,<br />

artık zihnim rahat olarak bütün kuvvetimle çalışabileceğim ! İleride iyi bir ilim adamı<br />

olursam bunda sizin ne kadar<br />

büyük bir hisseniz olduğunu hiçbir<br />

zaman unutmayacağım.”<br />

sözleri gene önemli bir<br />

dönemecin belgesidir. Ancak<br />

Hitler ve yandaşlarının modern<br />

fiziği hor görüp, kuantum<br />

mekaniği ve relativiteyi ‘Yahudi<br />

fiziği’ olarak damgaladıkları bir<br />

dönemde bu modern konular başşehir Berlin’de değil, daha gözden uzak Leipzig gibi<br />

yerlerde çalışılabiliyordu. Fikret Kortel’in, Heisenberg’in olduğu Leipzig’e gitme isteği,<br />

Berlin’de eğitim gören kardeşinin yalnız kalacağı gerekçesiyle ailesince uygun görülmedi. Bu<br />

talihsizliğin çok daha büyüğü, İkinci Dünya savaşının patlaması sonucu, yaz tatili için geldiği<br />

İstanbul’dan bir daha Berlin’e dönememesidir. Bir diğer talihsizlik de 1933’de İstanbul<br />

Üniversitesinde reform yapılırken büyük ölçüde, Nazi zulmünden kaçan Alman bilim<br />

adamlarından yararlanılmış ve böylece İstanbul Üniversitesi Almanya dışındaki en iyi Alman<br />

üniversitesi olmuşken Fizik biliminin, konuyu 50 yıl geriden takip eden bir Fransız profesöre<br />

teslim edilmiş olmasıdır. Bu durumda Fikret bey İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesinde<br />

öğrenime devam etmektense askerlik görevini yapmayı daha yararlı buldu. Üç yıl süren bu<br />

görev boyunca okuduğu İngilizce ve Almanca kitaplarla kendi kendini yetiştirmeye devam<br />

etti. Almanların Rusya’ya saldırdığı 22 Haziran 1941 günü, Eddington’un ‘Mathematical<br />

Theory of Relativity’ kitabından Genel Relativite öğreniyor olduğu da unutamadığı<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 364<br />

anılarındandır. Terhis sonrası, ilgiyle okumuş olduğu bir kuantum alanlar teorisi kitabının<br />

yazarı Wentzel ile yazışarak, o yıllarda Zürich’de olan Wentzel’in yanına gitmek fırsatını<br />

yarattı; ancak yurtdışına çıkma izni alamadı. Görüşmek üzere Ankara’ya gittiği yetkiliden<br />

‘Yağma yok ! İsviçre’ye gidip atom bombasının sırrını öğrenip, gelip burada milyoner<br />

olacaksın’ cevabını alınca bu ölçüde mantıksızlıklarla boğuşmaktansa tekrar İstanbul<br />

Üniversitesi Fen Fakültesine yazıldı ve dört yılın tüm sınavlarını tek sınav döneminde vererek<br />

mezun oldu. Fransız profesör Fouché’nin dikkatini çeken bu başarı sonucu Genel Fizik<br />

Enstitüsü’ne asistan olarak atandı. Ancak Kuantum Elektrodinamiği ve Alanlar Teorisine<br />

duyduğu ilgiyi ve bu konulara yatırdığı zamanı yadırgayan Fouché tarafından, Fikret beyin<br />

kendi tabiriyle, ‘enstitüden kovuldu’. Bu noktada akla gelen bir soru: Bir Osmanlı paşasının<br />

torunu, Cumhuriyet milletvekili ve müsteşarının oğlu olan ve birkaç yıl sonra meşhur maarif<br />

nazırı Haşim paşanın torunu ile evlenecek olan Fikret Kortel’in çilesinin rastlantısal olup<br />

olmadığıdır. Yakın dostu Feza Gürsey’in de değişik şehirlerde, değişik kurumlarda benzer<br />

zorluklarla karşılaştığı da göz önüne alınınca cevabın ‘Hayır’ olması gerekir. Anlaşılan tekelci<br />

ve otoriter yapılar uçlara tahammül gösteremiyor ama bilim ve sanat insanları da çoğu<br />

zaman uçlardan çıkıyor. İster istemez, daha mütevazi şartlardan gelen nice değerlerin bu<br />

sistemde yok oldukları ve onları hiç tanıyamadığımız akla geliyor. Günümüzde bilim<br />

adamlarının 50 yıl öncesinin iki üniversiteli Türkiye’sindekilere göre daha şanslı oldukları<br />

düşünülebilir; ancak yaklaşık 100 üniversitemiz olsa bile, gücünü tarihten alan merkezcil<br />

eğilimlerin bu sistemi çok kısa zamanda 100 kampuslu tek bir üniversiteye dönüştürebileceği<br />

daima hatırlanmalıdır. Ancak dostça rekabet eden bağımsız üniversiteler özerk olabilir ve<br />

gerçek bilim adamları sadece böyle ortamlarda nefes alabilirler. Bugün genelde temel<br />

bilimler, özelde fizik dalında çok sayıda bölüm ve imkan varken, o yılların Türkiye’sinde<br />

sadece iki üniversite olduğunu ve İstanbul’dakinin de reaksiyoner bir görüşün tekelinde<br />

olduğunu hayal etmek güç. Bu noktada bir talih eseri, askerlik arkadaşı Sait Akpınar’in<br />

aracılığı ile Denel Fizik enstitüsünde iş buldu; burada İsviçreli Prof. Zuber’in yanında, Sait bey<br />

ve Adnan Sokullu ile beraber çalıştı. Almanya’daki mühendislik öğrenimi sırasında edindiği<br />

bilgi ve beceriler burada işe yaradı ve hem işinde başarılı oldu, hem de Cahit Arf’ın önerdiği<br />

bir konuda tezini tamamlayarak 1950 yılında doktorasını aldı. Aynı yıl Heisenberg bir dizi<br />

konferans vermek üzere İstanbul’a geldiği zaman konuşmaları Türkçe’ye çevirmekle<br />

görevlendirildi. Bu tanışıklık 1952<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 365<br />

yılında Heisenberg’in direktörü olduğu Göttingen Max<br />

Planck Enstitüsü’nde iki yıl süren bir çalışma dönemi<br />

olarak meyvesini verdi. Dönüşünde İstanbul<br />

Üniversitesi Teorik Fizik kürsüsü kuruldu ve Feza<br />

Gürsey ile birlikte burada göreve<br />

başladı. Feza bey ABD’ye gidince de kürsüyü<br />

neredeyse tek başına omuzladı. Bir yandan da<br />

1957’den sonra Robert Kolej Yüksek Okulu – Boğaziçi<br />

Üniversitesi’nde Matematik bölümünde, önceleri<br />

Cahit Arf, sonraları da Ratip Berker ile beraber çalıştı.<br />

1984 yılında yaş haddinden emekli olmakla beraber<br />

bol bol okuyarak bilimdeki gelişmelerden kopmadı. 15 Aralık 2004 tarihinde, 88 yaşında<br />

aramızdan ayrıldı. Sonuçta Fikret Kortel’in neredeyse 90 yıla varan hayatında, eşi Peran<br />

Hanım’la 50 yılı aşkın mutlu<br />

bir evliliği, iki iyi yetişmiş<br />

çocuğu, başarılı bir meslek<br />

hayatı ile mutlu ve kendi ile<br />

barışık bir ömür sürmüş<br />

olması onu sevenlerin<br />

tesellisi olmuştur.<br />

Yetiştirdiği yüzlerce fizikçi,<br />

matematikçi ve mühendis<br />

ondan ders içeriklerinin ötesinde bir şeyler öğrendiler. Pek çok öğrencisi onun fikir, davranış,<br />

hayata bakış açısından etkilendi ve kendisini model olarak benimsedi. Daima sevgi ve saygı<br />

gördü, öğrenciler kendi aralarında konuşurlarken bile hep ‘Fikret bey’ olarak anıldı. 1981<br />

yılında aldığı TÜBİTAK Hizmet ödülü, yetişmelerine katkıda bulunduğu öğrencilerinin kendisi<br />

hakkında hissettiklerinin somut bir ifadesi olmuştur. Araştırmacı yönü için de kısaca ‘Nobel<br />

ödüllü bilim adamları ile ortak makale yazan bir avuç Türk bilim adamından biri de Fikret<br />

Kortel’dir’ demek yeterli olur. Otobiyografik notlarının son cümlesi eğitim ve hayat<br />

felsefesinin özeti gibidir ve Yunus Emre’nin “Bilmeyen ne bilsin bizi – Bilenlere selam olsun”<br />

deyişini hatırlatır : “DERSLERİMDE DAHA ZİYADE İYİ ÖĞRENCİLERE YARDIMCI OLMAYA<br />

ÇALIŞTIM. ”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 366<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş<br />

(Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü Emekli Öğretim Üyesi)<br />

Prof Dr. Fikret Kortel’i 1954 yılında İ.Ü. Fen Fakültesi Denel Fizik Enstitüsü’nde asistan<br />

olarak göreve başlayınca tanıdım. O zaman Dr. Asistandı. Fikret Bey Denel Fizik Asistanı<br />

olmakla beraber teorik çalışan bir kişi idi. Gerek onun ve gerekse Dr. Feza Gürsey’in değerini<br />

anlayan Ord .Prof. Dr. K. Zuber, onları Enstitüsüne alarak teorik çalışmalarına imkan<br />

vermiştir. Fikret Bey ve Feza Bey doçent olunca Türkiye’nin ilk Teorik Fizik Enstitüsü’nü,<br />

Matematik blokunun üst katında kurdular ve bu alanda büyük hizmetler verdiler.<br />

Fikret Bey mütevazı ve hoşsohbet bir kişi idi. Seminerlerini bir sohbet havası içinde<br />

Karşıda sol başta Fikret Kortel görünüyor.<br />

Resim: İÜ Fen Fakültesi Kütüphanesi<br />

verirdi. Denel Fizik<br />

Amfisi’ndeki<br />

seminerinde,<br />

bir<br />

üst<br />

üste inip çıkan yazı<br />

tahtalarını<br />

denklemlerle birkaç<br />

kez<br />

doldurduktan<br />

sonra vardığı sonucu<br />

dikdörtgen<br />

alarak<br />

içine<br />

fiziksel<br />

yorumunu yapmış ve<br />

“Allah’ın bütün bu<br />

anlattıklarımı<br />

yazdıklarımı bilmesi gerekmez. Çünkü onun için her şey doğal ve apaçıktır.” demişti. Ünlü<br />

bir Fizikçiyi anlatırken “O, bu konunun Allah’ıdır.” derdi. Çay Odası’nda genellikle uzun<br />

masanın sağ kenarının arkasında oturarak çıkınını açar ve öğle yemeği ihtiyacını giderirdi.<br />

Bu arada sohbetlere katılırdı. Böyle bir gün Hitler’den söz açılınca Fikret Bey şu soruyu sordu:<br />

-Hitler’i size teslim etseler ne yapardınız?<br />

ve<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 367<br />

Bu soruya odadakilerden kimi, “Çekip vururdum!”, kimi, “Ekmek bıçağını kalbine<br />

saplardım.”, kimi,”Kafasına balyozu indirirdim!” gibi cevaplar verince Fikret Bey,<br />

-İyi ki Hitler’i size veren olmadı. Demek ki verseler onu ziyan edecekmişsiniz.<br />

Deyince Dr. Nezihe Taşköprülü,<br />

-Peki Fikret. Hitler’i sana verseler sen ne yapardın?<br />

Dedi. Fikret Bey, “Onu ayaklarından bileyi taşına tutar, yavaş yavaş işini bitirirdim.”<br />

Cevabını verdi.<br />

Fikret Bey çok tutumlu bir insandı. Yeni elbise giydiği nadirdi. Ceketinin kol uçları<br />

pörsümüş olurdu. Kolundaki saatin sünnet armağanı olduğunu söylemişti. Bir gün Çay<br />

Odası’ndaki sohbet, her gün Enstitü’ye geliş-dönüş zorluklarından açılmıştı. Fikret Bey de<br />

her gün Bebek’ten Beyazıt’ a gelinceye kadar dolmuş ve tramvaylarda çektiği sıkıntıları<br />

anlatınca Dr. Nezihe Taşköprülü ona,<br />

-Fikret, sen istersen bu sıkıntıları çekmeyebilirsin. Niçin bir araba almıyorsun?<br />

dedi. Fikret Bey,<br />

-Nasıl alabilirim, Nezihe Hanım? Halimizi görüyorsun. Bu maaşla araba alınabilir mi?<br />

Nezihe Hanım –Maaşla alınsa ben de alırdım. Ama sana babandan bir sürü mal mülk<br />

kaldı. Onların geliri ile pek alâ alabilirsin.<br />

Fikret Bey –Ama o mallar benim değil ki. Onları babam, bana değil torunlarına<br />

bıraktı.<br />

Fikret Bey gerçekten zengindi. Bildiğimiz kadarı ile Bebek Koyu sırtlarında “Hüsnü<br />

Kortel Korosu” olarak anılan arazi ve Mısır Sefareti’nin bulunduğu sahildeki bazı binalar<br />

babasından ona miras kalmıştı.<br />

Fikret Bey bir hafta sonu Denel Fizik Enstitüsü öğretim elemanlarını Bebek’teki evine<br />

davet etmişti. O zaman oğlu Fuat dört-beş yaşlarında bir çocuktu. Fuat bir ara misafirlerin<br />

yanına gelince Fikret Bey ona Almanca bir şeyler söyledi. Çocukla Almanca konuşmasına<br />

bizlerin şaşırdığını gören Fikret Bey açıklama yaptı: Fikret Bey çok iyi Almanca, eşi Perran<br />

Hanım çok iyi İngilizce bildikleri için Fuat doğunca aralarında bir prensip kararına varmışlar.<br />

O andan itibaren Fuat’la Fikret Bey Almanca, Perran Hanım ise İngilizce konuşacak, evdeki<br />

babaanne ve diğerleri doğal olarak Türkçe konuşacaklar. Böylece çocuk üç dili aynı zamanda<br />

öğrenecek. Öyle yapmışlar. Tercüme kavramı olmayan Fuat, babasının söylediği bir şeyi<br />

annesine İngilizce olarak, evdeki diğerlerine ise Türkçe aktarıyormuş.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 368<br />

Fikret Bey Fuat’a Allah’ın her şeyi<br />

bildiğini, her yerde hazır ve nazır<br />

olduğunu,her şeye gücünün<br />

yettiğini, her şeyi onun<br />

yarattığını,.., söyleyerek “Allah”<br />

kavramını anlatmaya çalışmış.<br />

Onu dinleyen Fuat’ın “Allah,<br />

kaldıramayacağı kadar ağır taş<br />

yaratamaz.” Dediğini Çay Odası’nda anlatmıştı. Aradan yarım yüzyıl geçti. İnşallah Fuat,<br />

babasını da aşarak ondan da büyük bir adam olmuştur.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 369<br />

Hüseyin Koru<br />

(1953 - 2005)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 370<br />

Prof. Dr. Süleyman ÖZÇELİK<br />

(Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü Başkanı)<br />

1953 yılında Nevşehir’de<br />

doğdu.Ankara Üniversitesi<br />

Fen Fakültesi Fizik<br />

bölümünden 1976 yılında<br />

mezun olan hocamız, 1977-<br />

1982 yılları arasında Selçuk<br />

Üniversitesi Fen Edebiyat<br />

Fakültesi Fizik Bölümünde<br />

Asistan olarak iş ve araştırma<br />

hayatına başladı. Selçuk<br />

Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümünden 1979 yılında yüksek lisans, 1982 yılında<br />

doktora derecesi aldı.<br />

Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümünde 1982 yılında Yardımcı Doçent,<br />

1992 yılında Doçent, 1999 yılında Profesör ünvanı aldı. Değerli hocamız 1990 – 1993 yılları<br />

arasında Nükleer Fizik Anabilim Dalı Başkanlığı, 1986 – 1991 yılları ve 1993 – 1996 yılları<br />

arasında Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölüm Başkan Yardımcılığı, 1999 –2004<br />

yılları arasında Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü Başkanlığı, 2005 yılında<br />

ise Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığı görevlerini büyük bir başarı ve<br />

özveri ile yerine getirdi.<br />

Nükleer fizik ve Yüksek enerji fiziği anabilim dallarında ulusal ve uluslararası yayınlanmış<br />

çok sayıda makale ve bildirisi bulunmaktadır. Yaptığı çalışmaları bir çok atıf almakta ve<br />

araştırmacılara ışık tutmaktadır. Bilim dünyası bulunduğu katkıların yanı sıra değerli bilgi ve<br />

tecrübeleri ile yüksek lisans ve doktora öğrencileri yetiştirmiştir.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 371<br />

Kuruluş yıllarından itibaren öğretim üyesi olarak çalıştığı, Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat<br />

Fakültesi Fizik Bölümünün gelişimine ve ilerlemesine sonsuz bir özveri ve emek vererek katkıda<br />

bulunmuştur. Hizmet ve katkıları her zaman minnet ve şükranla anılacaktır. Ruhu şad olsun.<br />

Kıymetli meslek-taşım,<br />

arkadaşım Prof. Dr. H.<br />

Koru 09.04.2005 tarihinde<br />

aramızdan ayrılarak,<br />

ebedi yolculuğuna çıktı. O,<br />

çağdaş bir Türk aydını idi.<br />

Değerli bir dost, verimli bir<br />

fizikçi, yardımsever bir<br />

arkadaş, özverili bir<br />

idareci, hoşgörülü bir<br />

hoca, eşine ve ailesine<br />

bağlı, fedakar ve sevecen<br />

bir baba velhasıl “adam<br />

gibi adam”dı.<br />

Prof. Dr. Hüseyin Koru’nun, girenlerin hoş-sohbetle mutlu olduğu,<br />

öğrencilerinin sorunlarının çözüldüğü, meslektaşlarının, dostlarının<br />

neşelendiği 320 nolu odası<br />

9 Nisan 2005’ten sonra, yerini hüzüne bıraktı...<br />

Değerli hocamızın son dönem Bölüm Başkanlığı Yardımcılığını üstlenen Doç. Dr. Mehmet<br />

Kasap “birlikte çalışmanın mutluluğu ve onurunu yaşadıklarını; hoşgörüsü ve engin tecrübesi<br />

ile bölümümüze katkılarının unutulamayacağını, o kaybedildiğinde derin iz bırakan bir ağabey<br />

bir arkadaştı” ifade etmektedirler.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 372<br />

Bölümümüzde Koru<br />

Hocamızın ardından bir anma<br />

toplantısı düzenlendi.<br />

Çok sevdiğiniz, zamansız<br />

kaybettiğinizi düşündüğünüz,<br />

gelecek planları yaptığınız<br />

ama gerçekleştiremediğiniz<br />

dostlarınız arkasından, hele<br />

kısa bir süre sonra, O’nu<br />

anlatmak<br />

tarifsiz zorluklar içeriyor.<br />

Sevgili Hüseyin Ağabey, kabullenmesi zor ama artık fiziken aramızda yoksun. İki gün önce<br />

(09.04.2006) seni kaybedeli bir koca yıl geçmiş. Dostlarınla mezarını nemli ve hatıralara dalan<br />

gözlerle seyrettik, dualar okuduk, hüzünlendik. Oğlun Olcay yanımızda idi. Uzaktan ne kadar<br />

da sana benzediğini yeniden farkettik ve içimden “işte Hüseyin Hoca yaşıyor; galiba hayattaki<br />

süreklilik bu...” diye düşündüm. O da senin gibi vakarlı, sevecen ve pozitif enerjili. Eşinle<br />

konuştum telefonda, anı kitabına yazabilir mi? diye. Aslında hissediyorum, sevgililer ancak ağıt<br />

yakar, karalar bağlar yüreklerinde, hatıra yazamaz uzun seneler; yarayı kanattım ama<br />

sormadan edemezdim. Onlar sana sadece “Sevgili eşim, çok sevgili babamız; Seni kaybetmenin<br />

üzerinden bir yıl geçti. Ruhunu, ışığını, engin sevgin ve sevecenliğini, onurlu yaşamındaki<br />

anılarını her gün en taze haliyle koruyor ve hep seninle yaşıyoruz seni unutmadık,<br />

unutmayacağız, sonsuza kadar seveceğiz, özleyeceğiz...” diyebiliyorlardı. Okuyucuyu bilemem<br />

ama, gözü yaşarmadan yazamıyor insan…<br />

Biyoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Mecit Vural hoca vardı yanımızda; “Hüseyin, özlenen,<br />

aranan değerli bir arkadaştı” diyordu.<br />

“İnsan hayatında önemli dönemler ve insanların olduğunu vurgulayan Bölüm Başkan<br />

Yardımcımız Yrd. Doç. Dr. Semran Sağlam , meslek hayatında H. Koru’nun kendisi için mümtaz<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 373<br />

bir yeri bulunduğunu, yüksek lisans tez çalışmasını danışmanlığında tamamlayarak engin<br />

bilgisinden yaralandığını, hüzünlenerek dile getirmektedir.”<br />

Koru hocam, eşini ve çocuklarını hiç ihmal etmez, her fırsatta<br />

birlikte olmak için zaman ayırırdı…<br />

Hayat her zaman<br />

tasarladığınız gibi gitmiyor.<br />

Geleceği planlamak deriz ya, işte<br />

planlanamayan, bize göre sırasız ve<br />

zamansız, kabullenilmesi zor haller<br />

çıkıveriyor karşımıza. Belki de en<br />

zor iş dostun ardından yazı yazmak,<br />

öyle bir zor ki...<br />

1984 yılı sonbaharında yüksek<br />

lisansa başladığımda Fizik<br />

Bölümün’de ilk tanıştıklarım<br />

arasındaydı, pozitif enerjili, genç, yakışıklı, yardımsever; hoca, arkadaş, dost Hüseyin Hoca.<br />

Sonra 20 yıllık meslek arkadaşlığı ve hep güzel günler... Uzun süre yürüttüğü Bölüm Başkanlığı<br />

görevinde bir dönem yardımcılığını yaptım; O benim her zaman başkanımdı, öyle hitap etmeyi<br />

severdim.<br />

Prof. Dr. Hüseyin Koru ailesine bağlı,<br />

çocuklarının eğitimine önem veren onların iyi<br />

yetişmeleri için her türlü fedakarlığa<br />

katlanmasını bilen, kıymetli bir babaydı.<br />

Oğlu Olcay’ın ODTÜ ‘den İnşaat Mühendisi<br />

olarak mezuniyeti töreninde tüm aile, en<br />

neşeli günlerden biri yaşanıyordu: Çiğdem-<br />

Hüseyin çiftinin gözü gibi bakıp, esirgedikleri<br />

ilk göz ağrısı oğulları mezun oluyor, hayata<br />

bir adım daha atıyordu. Biricik Hande<br />

ağabeyinin bu mutlu gününü neşeyle<br />

paylaşıyordu...<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 374<br />

Düzenlenen gezilere<br />

katılmak, arkadaşları<br />

ile birlikte olmak, her<br />

anını değerlendirmek<br />

hocamızın<br />

vazgeçilmezlerindendi;<br />

sanki aramızdan erken<br />

ayrılacağını bilmiş, her<br />

fırsatta neşeli, seviyeli<br />

birliktelikler<br />

oluşturmuştu…<br />

Gezmek, gezerken incelemek ve gözlemlemek onun araştırmacı kimliğinin bir parçasıydı.<br />

Birlikte yaptığımız bir Silifke gezisinden bahsetmek istiyorum: Otobüs yolculuğumuz, yeni<br />

aldığı video-kamerasınının özelliklerini incelemek ve biricik kızı Hande’nin yeni yürümeye<br />

başlamış halini ve sevimli hareketlerini kayıttan izlemiş ve uzun uzun sohbet etmiştik. İlk kez<br />

Silifke’ye gittiğimden; bir rehber gibi etrafı gezdirerek, Cennet, Cehennem, Astım<br />

Mağaralarını, Kız Kulesi vb yerleri detaylarıyla, mitolojik hikayeleri ile anlatmıştı. İlk defa<br />

“Tantuni” isimli sac üzerinde pişirilmiş kavurma türünü “seveceksin” diyerek tattırdığını<br />

hatırlıyorum. Silifke yakınındaki yerleşim yeri, Susanoğlu, onun için ayrı bir anlam ifade<br />

ediyordu: denize yakın bir yazlık inşaatı bitmek üzereydi o zamanlar. Denize yakınlık önemli,<br />

Hüseyin Hoca için. O ve deniz ayrılmaz bir ikili sanki; yüzmeyi de, avlanmayı da dalmayı da çok<br />

seviyor; bu tutkuyla deniz kabuklularını toplayacak, önemli bir kolleksiyon haline getirecekti...<br />

Yazlığı tamamlandıktan sonraki her yaz orada tatil fırsatı bulmuştu; dönüşünde sohbetini<br />

yapar, denizden, yüzmesinden, avlanmasından büyük bir zevkle bahsederdi...<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 375<br />

O, doğayı, hayvanları sever onları korumaya<br />

özen gösterirdi. Bölüm odasında beslediği<br />

muhabbet kuşu maskot olmuş; odadan odaya<br />

uçar sonunda Hüseyin hocamın başına konardı.<br />

Aşağıdaki fotoğraf bu anlardan birini<br />

canlandırıyor; bakınca neşeli günlerimizi<br />

hatırlıyor insan, ... sonrası hüzün ve derin<br />

bakışlara dönüşüyor.<br />

Sazıyla, uduyla, üflemeye çalıştığı Ney’i ile<br />

dertleşen bir müzik severdi. Halk ve sanat<br />

müziği sevdalısıydı. Neşet Ertaş, belki<br />

hemşehrisi diye (!), çok dinlediği<br />

üstatlarımızdandı. Ben de bu sanatçımız, halk<br />

aşığımızı istekle dinlerim, Hüseyin Hoca’ya en<br />

çok hangi türküsünü sevdiğini sorduğumda “Biri<br />

var etti beni, Biri yar etti beni; İkisinin de birdir teni: Biri anam, biri yarim...” dizelerini içeren<br />

olduğunu söylediğinde; “var” olmak ve “yar” olmak üzerine uzun bir sohbetimiz olmuştu: biraz<br />

duygulu ama biraz da neşeli idi sohbet. Sahi nedir var olmak? Aslında zor bir soru; burada<br />

cevabı yazılmayacak kadar... Sohbet işte bu soruyla başlamıştı. Şimdi biraz hatırlıyorum<br />

sohbeti; korunum yasaları “var olan maddenin yok olmadığını, şekil ve durum<br />

değiştirebileceğini ve bu yeni durumuyla karşılaşılabileceğini” anlatır. Şimdi ardından diyorum<br />

ki arkadaş, değerli dost, bir halle tekrar karşılaşacağız...<br />

Hüseyin Hoca’yı anarken, onun Wolkswagen tutukusundan bahsetmeden geçmek olmaz.<br />

Onun için 1974 model kaplumbağa Wolkswageni, Mercedes arabadan daha kıymetliydi. Bu<br />

sevgi bize de sirayet etmiş, 1965 modelini iki yıl sürmüştüm. Bir ara bölümümüzde dört<br />

Wolkswagen araba oluvermişti.<br />

Meslektaşı Prof. Dr. Mehmet Şimşek<br />

“12 Mart 1953 yılında Nevşehir’in Tuz Köyü’nde ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya<br />

geldiğinde sadece o ağlıyor, anne babasıyla abla ve ağabeyleri gülüyorlardı. Ama, 9 Nisan<br />

2005’te herşey tersine döndü, o gülüyor ama tanıyanları hep birlikte ağlıyordu; çünkü onu<br />

tanıyıp da yokluğuna ağlamamak mümkün olamazdı… İşte o sabah<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

onlar için herşeyini<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 376<br />

vermeye çabaladığı yavruları Olcay ve Hande ile sevgili eşi, can yoldaşı Çiğdem Hanımla birlikte<br />

bütün meslektaşlarına, öğrencilerine sessizce veda etti. İnanıyoruz ki son anda bile “Ben<br />

yakınlarımı üzüyorum” diye üzülmüştür. O, farklı yerleri gezip görmekten haz duyan,<br />

yapabildiği her türlü sporu yapmaya çalışan, iyi saz çalan, Türk müziği aşığı, devamlı yardım<br />

edebilme ve doya doya yaşayabilme uğraşı ile sürekli acele eden ender bir dost, iyi bir baba ve<br />

özlenen bir meslektaştı. İki yıl önce Fizik futbol takımının en iyi defans oyuncusuydu.<br />

Hele son yıllarda hep bir acelesi vardı; ama onun herkesle paylaşmak istemediği<br />

korkularıydı bizim korkumuz...<br />

Bilim dünyasına bulunduğu katkıların yanısıra değerli bilgi ve tecrübeleri ile Yüksek lisans<br />

ve doktora öğrencileri yetiştirmiştir. Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümünün<br />

gelişimine ve ilerlemesine sonsuz bir özveri ve emek vererek katkıda bulunmuştur.<br />

Fotoğraftakiler: Prof. Dr. Hüseyin KORU, Doç. Dr. Bekir SARI<br />

Prof. Dr. Mehmet ŞİMŞEK ve Prof. Dr. H. İbrahim ÜNAL<br />

Bölümümüz öğretim<br />

üyelerinden Doç. Dr. Bülent<br />

Kutlu<br />

“Meslek hayatımda geçen<br />

yaklaşık yirmi yıla şöyle bir<br />

dönüp baktığım da,<br />

Araştırma<br />

görevlisi<br />

olduğumda tanıdığım önce<br />

hocam, sonra ağabeyim en<br />

sonunda arkadaşım olan<br />

Prof. Dr. Hüseyin Koru’nun<br />

hayatta olmadığını her<br />

hatırladığımda<br />

hüzünlenir<br />

ve beraber geçirdiğimiz<br />

güzel günleri hatırlayınca<br />

gülümserim.O ünvanı büyüdükçe insanlarla arasındaki mesafeyi küçültmeyi bilen ender<br />

insanlardan biriydi. Onunla birlikte yavaş yavaş Tuz köyünü de tanıdım ve zamanla Tuz<br />

Köy’ünde doğmanın, orada yaşamanın ne demek olduğunu öğrendim. Bir insanın kendisi için<br />

kaçınılmaz sonu nasıl beklediğini, hayata nasıl bağlandığını ve kalanı nasıl dolu dolu yaşamak<br />

için gayret gösterdiğini gördüm. Haftada birkaç kez spor yapardık birlikte, bazen futbol oynar<br />

bazen de yüzerdik; havuzda aynı kulvarı kullanırdık çoğunlukla, inanmazsınız 25 m’ lik kulvarı<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 377<br />

ben üsten yüzerken o dipten geçerdi. Severdi hayatla yarışmayı, önceleri saz çaldığını<br />

duymuştum son zamanlarda ud çalardı. Akşamları odasında toplanır fasıl yaparlardı. Birkaç kez<br />

bende bulundum yanlarında, hem söyler hem çalarken, kendinden geçer başka alemlere<br />

giderdi. Bilemezdik içindeki fırtınaları, ama bilirdik insanı sevdiğini, kalp kırmadığını herkesle<br />

dost olduğunu. Bu gün tekrar durup baktığımda iyi bir dostu kaybetmenin açısını hissetsem de<br />

yüreğimde, öyle bir insanı tanımış olmanın mutluluğunu yaşıyorum.<br />

PROF.DR. HÜSEYİN KORU HAKKINDA<br />

Prof. Dr. Kemal Solak<br />

(Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Biyoloji Eğitimi Öğretim Üyesi)<br />

“Muhterem hocam Prof .Dr . Süleyman Özçelik’in saygıdeğer ve ince düşüncelerinden<br />

ötürü kendilerini kutluyorum. Bizim toplumumuz insan değerini bilmekle beraber , bunun<br />

gereğini yapmak üzere iyi ve kalıcı bir gelenek oluşturamamanın maalesef eksikliği içindeyiz.<br />

Bu bakımdan her fani insan gibi, değerli hoca Prof .D r.Hüseyin Koru ve niceleri de fanidir ve<br />

bir gün gideceğiz oraya. “Ben dünyadan gider oldum, kalanlara selam olsun” diyen ulular şimdi<br />

yok aramızda; ama onlar sadece cismen yok, gelenekleriyle ve ruhlarıyla aramızdalar ve hep<br />

aramızda olacaklar; evet onlar ruh ve eserleriyle aramızdalar. “Ey!... bizden evvel giden ulular<br />

,biz de bir gün geleceğiz oraya, sizlere de selam olsun.” Geçenlerde değerli bir hocamızla<br />

birlikte bir doktora tez imtihanındaydık. Hüseyin beyi saygı ile andık, ben de konu ederek bilgi<br />

verdim. Hüseyin beyle uzun yıllarımız birlikte geçti. Çok insan için örnek ve ilham kaynağı,<br />

yüce değerleri bünyesinde toplamış bir insandı, Hüseyin hoca…Odasına beni ilk defa<br />

çağırdığında, orada gözlediğim önemli husus , adeta usta çırak ilişkisinin, sanki bir Ahi Evran<br />

Dergahı imalatında olduğu gibiydi, özellikle Anadolu’da deniz kıyılarından örnek toplamış ve<br />

yeni yetişen genç biyolog sistematikçi; sanki biyoloji mensubu bilim adamlarında görülen<br />

ihlâsın eksiksiz olarak odasında görülmesiydi. Bu genç bilim adamı, bütün bencillikten<br />

sıyrılmış, berrak ve cam gibi saydamlıklarıyla oldukça alçakgönüllü bir Anadolu çocuğu örneğini<br />

veriyordu. Yanında birlikte çalıştığı gençler, kendi kendilerini disipline etmiş, sanki bir kışla<br />

hayatının onlara bahşettiği intizam içinde bulunuyorlardı. Bu bakımdan ahde vefa mı, vefa<br />

duygusu mu diyeceğiz, bilmem ama, bundan ve bu duygulardan yoksun olan her insanın<br />

büyük, küçük, memur, amir, hoca, talebe, genç, yaşlı pozisyonu ne olursa olsun, sosyal<br />

statüsünü, içinde bulunduğu ruhi durumu bir yana koyarak evvela kâmil bir insan olmanın<br />

reçetesini ve bu reçetenin gereği olan donanımı yakalaması, onu idrak etmesi gerekir. Bence<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 378<br />

acizane, bunun bir prospektüsü olan davranış katalogu olarak Hüseyin hocada mükemmel<br />

örnekler bulunuyordu. Kendisini rahmetle anıyorum, yetiştirdiği insanlar adeta bilimin birer<br />

seçkin mehmetçiği azmindedirler. Bu ülkede bilim gemisinin halk limanına yanaşması için<br />

eskiden beri gayret gösterilmektedir. Ama bu gemi bir türlü bu limana. yanaştırılamamıştır.<br />

Bunun için yurdumuzun özverili akademisyenlerine, Anadolu sathında her yöreyi eşdeğer<br />

görerek, hizmet götüren, hayranlıklar vesilesi hocalarımıza şükranlarımı sunuyorum. Bunlar,<br />

bu bilim limanın fedakar işçileri olarak örnek insanlardır. Şahsen Erzurum’da bu bilim limanın<br />

işçiliğini 25 sene yaptım, halkımla bütünleştiğim o yıllar, en derin hatıralarımı yaşadığım dolu<br />

geçmişimin gururlarındandır. Prof .Dr. Hüseyin Koru hoca tipik bir halk adamı, önce toplumun<br />

adamı, sonra da fizikçi ,üniversite hocası ve meslek adamıydı. Tevazu ile dolu insan,<br />

gösterişten uzak insandı. Odası adeta hidrobiyoloji laboratuvarı gibiydi; çok hatıralarım vardır<br />

kendisi ile; minnet ve şükran borçluyum kendisine, Allah ondan razı olsun ve rahmet eylesin.<br />

Rahmetli Prof. Dr. Hüseyin Koru hakkın rahmetine kavuşmadan bir kaç gün önce eşleri<br />

hanımefendinin refakatinde ziyaretine gittiğimde, bihaber yatıyordu. Hocamızın rahleyi<br />

tedrisinde vefalı öğrencileri de ziyarete gelmiştiler, göremedik, konuşamadık.<br />

Prof. Dr .Hüseyin Koru, sadece fizik dalında mesai harcamamış; o doğayı da incelemişti.<br />

Araştırma adı ile, aldatarak intihal denen eser aşıranlara da ayrı bir örnek bu hobi çalışması ile,<br />

yaz aylarında denize dalarak, deniz kabukluları toplayan bu insan, içinde bulunduğumuz<br />

dönemde öz araştırmasını yapmadan, referanssız eser iktibas edenler için, ayrı bir örnek teşkil<br />

etmektedir. O, işinin gereğini yaparak örnek oldu ve bu günkü hortumculara önemli bir<br />

prospektüs verdi; ama bunu görene örnek oldu; elbette görebilen için, yoksa “Görene, köre<br />

ne ?” Göremeyen, yine soyguna devam ediyor. İşte bunlar için örnek Prof .Dr. Hüseyin Koru.<br />

Son sınıf öğrencim, Gökçen Selçuk’un bitirme tezini hocanın materyali üzerinde<br />

yaptırması için onu Prof. Dr. Hüseyin Koru hoca ila tanıştırmak üzere takdim ederken " hocam<br />

ben kendimden çok bu öğrencime kefilim, materyalinizle odanızda çalışması için size getirdim.<br />

Eğer burada olmazsa biz, sayarak materyalinizi teslim alıp laboratuvara götürelim, orada<br />

çalışsın, teşhis etsin dedim; bırakın bu itimatsızlık olur, bu arkadaşımızı alıp bu odada çalıştırın"<br />

demişti. Bir kaç örnek olmak üzere, aşağıda sunulan bitirme tezi, tamamen Prof .Dr Hüseyin<br />

Koru’nun topladığı Anamur kıyılarına ait işlenmemiş Mollusca ağırlıklı koleksiyonun teşhisine<br />

aittir. Hoca bunların teşhisinde bizzat bilgili olma gayreti göstermiş, çoğunu da Latince adları<br />

ile ezberlemişti. Gelenek oluşturulduğu gibi devam ediyordu, iki sene sürdü. Bu nedenle iyi bir<br />

bilim adamı iyi bir gelenek oluşturmalıdır. Şahsen ben,Erzurum'dan Ankara Gazi Üniversitesine<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 379<br />

geldiğim zaman ilk işim, iyi bir HİDROBİYOLOJİ LABORATUVARI kurmak oldu. Başarının sırı,<br />

iyi bir ekip oluşmaktadır. Bölüm Başkanlığı yaptığım bir dönemde, kıt imkanlara rağmen ve<br />

çoğunu da kendi yönetimimde ,bir kısmını ortak danışmanlık yaparak, değerli bölüm öğretim<br />

üyelerinin desteğiyle, yurt sathındaki Hatay’dan Tokat’a, Kütahya, Afyon, Muğla, Niğde,<br />

Maraş’tan Urfa’ya ve Tekirdağ’a kadar çeşitli üniversitelerimizin seçkin bilim adamları<br />

kazanması ömrümün en kalıcı gurur kaynağını oluşturmaktadır. Bu bir ideal olarak, eser<br />

bırakma örneği olarak, benim rahmetli Prof. Dr. Hüseyin Koru hocamızda da gördüğüm<br />

örneklerin en kalıcı olanıdır. Hüseyin hoca'nın da bu anlayış ve gelenek doğrultusunda çok<br />

öğrencisi var. Bilim alanına adam yetiştirme ve "adam gibi adam yetiştirme", içinde<br />

bulunduğumuz dönemde üniversitelerimizin önemli sorunlarından biridir.<br />

Ben diyorum ki Rahmetli Prof .Dr. Mümtaz Turhan Hoca’nın dediği gibi, nitelik ve bilim<br />

insanı vasfı önemli; nitelikli olmayan bilim adamı, sadece cübbeye sığınarak varlık göstermeğe<br />

çalışan insan olmaktan, ileri gidemez. Rahmetli Prof .Dr. Mümtaz Turhan hoca,<br />

”üniversitenin şatafatlı ve görkemli taş bina, üniversite hocasının da sadece ve sadece cübbeli<br />

adam olduğu yerlerde, yüz üniversite, yüz bin de üniversite hocası olsa, yine de o ülke gelişme<br />

kaydedemez, ilkel ve bilim dışı uygulamadan kendini kurtaramaz dediği 1950’li yılların<br />

yakınması halen de geçerlidir. Üniversitemiz değerli bir bilim adamını genç yaşta kaybetmiştir.<br />

Kadirşinas dostlar, değerli dostum Prof. Dr .Süleyman Özçelik’ in, Prof. Dr. Hüseyin Koru<br />

hocamız için , ölümünde anma toplantısı yaptıklarını takdirle karşılamıştım. Şimdi de orada<br />

gösterdikleri bir vefa örneğini Fizik Bölümü olarak devam ettirmelerinden ötürü kendilerini<br />

kutluyorum. Bana da, lütufta bulunup bir vefa gösterme fırsatı verdikleri için, bu dostumu bir<br />

daha anma imkanı bahşettiklerinden dolayı ayrıca minnet duygularımı bildiriyorum.<br />

Şimdi bu görevimi bu vesile ile burada yerine getirmek üzere kaleme aldım. Allah hizmet<br />

ehlinden razı olsun. Ancak bilinen bir gerçek olarak, burada kaydedilmesi gereken asıl nokta,<br />

insanların bir eseri ortaya çıkarmasındaki örnek davranışı kadar, bunun da takdir görmesidir.<br />

Engelleri ortadan kaldırmak vatan severliğin en belirgin ölçüsüdür diye düşünüyorum. Değerli<br />

ve kederli ailesine sabır, vefalı dostlarına da sıhhat dileyerek, ölümün yok olmak değil, eserler<br />

bırakarak hatırlanmak gibi kalıcı da olduğunu ifade etmek ister, bunu hatırlayan vefalı ve<br />

değerli okuyanlarıma selam ve sevgi sunarım.<br />

Aşağıda, bitirme tezinin EK‘leri niteliğindeki örnekler, Prof. Dr. Hüseyin Koru’ nun bir<br />

hatırası olarak sunulmuştur.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 380<br />

Prof. Dr. Hüseyin Koru tarafından büyük bir titizlikle toplanarak kolleksiyon haline<br />

getirdiği deniz kabukluları uzun bir süre kendi odasında sergilenmişti. Her odasına girdiğimizde<br />

uzunca kolleksiyonu merakla izler/inceler, onun neyi, nereden aldığını, kaç metre dalarak<br />

denizden çıkardığını anlatmasını merakla dinlerdik. Sonraki yıllarda büyük bir fedakarlıkla,<br />

özenle koruduğu kolleksiyonunu, genç öğrencilerin yararlanması ve sergilenmesi amacıyla<br />

Fakültemiz Biyoloji Bölümü’ne hibe etti. Prof. Dr. Kemal Solak hocamızın danışmanlığında bir<br />

öğrencisi tarafından isimlendirilerek tez haline getirildi. Kolleksiyon, yapılan özel dolap<br />

içerisinde FEF Biyoloji Bölümümde sergilenmektedir.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 381<br />

Prof.Dr. Hüseyin KORU’nun Kolleksiyonu<br />

Hocamızın bin bir emek ve özenle topladığı deniz kabukları türlerinden bir görüntü<br />

fotoğraf.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 382<br />

Behram N.Kurşunoğlu<br />

(1922 – 2003)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 383<br />

GENELLEŞTİRİLMİŞ GÖRELİLİK KURAMINI ORTAYA ATAN FİZİKÇİ<br />

Miami Üniversitesi’nin saygın Kuramsal Çalışmalar Merkezi’ni kurmuş olan Behram N.<br />

Kurşunoğlu, 1965 yılında emekliye ayıldığı Coral Gables’deki merkezde 1992 yılına kadar<br />

doktora sonrası çalışmalar düzenleyerek bilim adamları eğitmiş ve fikir alışverişinde bulunmak<br />

üzere dönem dönem merkeze gelen bilimcilere bir forum oluşturmuştur. Merkezin<br />

yürütülmesine yardım etmiş olan emekli fizik profesörü Dr. Arnold Perlmutter’in ifadesine<br />

göre merkeze çalışmaya gelen bilim adamlarının 35’i Nobel ödülü almıştı. Dr. Perlmutter’e<br />

göre J. Robert Oppenheimer, merkezi ilk ziyaret eden ve akademik ününün yayılmasına yardım<br />

eden fizikçilerden biri olmuştur. Merkezde düzenlenen toplantılar, Orbis Scientiae adıyla<br />

biliniyordu.<br />

Behram Kurşunoğlu, Ankara Üniversitesi’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra,<br />

İngiltere’ye yerleşmiş ve eğitimine burada devam etmiştir. Miami Üniversitesi Kuramsal<br />

Çalışmalar Merkezi’ni (Center for Theorical Studies) ve Global Foundation adlı enstitüyü kuran<br />

Prof. Behram Kurşunoğlu, nicem (kuantum) fiziği konusunda yaptığı araştırmalarla özellikle<br />

genelleştirilmiş görelilik kuramını ortaya atan kişi olarak tüm dünyaca tanınmaktaydı. Prof.<br />

Behram Kurşunoğlu, TAEK (Türkiye Atom (Öğecik) Komisyonu)’ in kurucu üyelerindendi. Prof.<br />

Behram Kurşunoğlu aynı zamanda Genel Kurmay Başkanlığı danışmanlığı yapmış, bir dönem<br />

Birleşmiş Komisyon’da çalışmıştır<br />

Behram N. Kurşunoğlu, 25 Ekim 2003’te Florida’nın Coral Gables beldesinde arkadaşları<br />

ve sevgili eşiyle öğlen yemeği yerken aniden kalp krizi geçirmiş ve aramızdan ayrılmıştır.<br />

Vefatından iki gün sonra yapılan cenaze törenine Miami Üniversitesi’nin önemli yöneticileri ve<br />

sağlığında da kendisini bırakmamış vefakâr dostları katılmış, aynı gün Miami Üniversitesi’nde<br />

bayraklar yarıya indirilmiştir.<br />

1922 yılında Çankaya’da doğmuş olan Kurşunoğlu, eğitimini Ankara ve Edinburgh<br />

Üniversiteleri’nden sonra Cambridge’de aldı. 2. Dünya Savaşı sırasında öğrencilik yıllarında<br />

Nejat Veziroğlu ile tanışan Kurşunoğlu, Prof. Veziroğlu’nun 1962’de Miami Üniversitesi’nin<br />

Makine Mühendisliği Bölümü’ne Asosye Profesör olarak atanmasında önemli rol oynamıştır.<br />

Dönemin rektörü Dr. Stanford üniversite içinde ve diğer konuşmalarında “Amerika Türk<br />

Müttefikine Marshall Planı adı altında büyük parasal yardım yapmaktadır, fakat Türkiye<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 384<br />

Amerika’ya daha büyük yardım yapıyor. Bu da Dr. Kurşunoğlu ve Dr. Veziroğlu gibi<br />

beyinlerdir.”demiştir. Dr. Stanford bu iki Türk profesörünün Miami Üniversitesi’nde ve<br />

uluslararası alandaki başarılarından dolayı soyadına “oğlu” ifadesini ekleyerek “Miami<br />

Üniversitesi’nde üç Türk var: Kurşunoğlu, Veziroğlu, Stanfordoğlu” demiştir. 2. Dünya Savaşı<br />

yıllarında başlayan ve yıllar içinde giderek<br />

gelişen Kurşunoğlu ve Veziroğlu’nun dostlukları, Behram Bey’in son yolculuğuna kadar<br />

sürmüş ve sonra da eşi ve çocuklarıyla devam etmiştir.<br />

1940’ların sonuna doğru Cambridge’deki doktora çalışması sırasında Albert Einstein ile<br />

mektuplaşmaya başlayan Kurşunoğlu, ona bir kahraman gözüyle bakıyordu.( Resimde<br />

Kurşunoğlu 31,Einstain 74 yaşındayken görülüyor.)<br />

1953 yılında, Cornell Üniversitesi’nde görev aldığı sıralarda Einstein’ı Princeton’daki<br />

evinde ziyaret edebilmişti. Kurşunoğlu, bu buluşma sırasında 2 saat süreyle tartıştıkları<br />

konuları 2002 yılında Miami Herald gazetesine yazmıştı.<br />

1970’lerin ortasında Global Foundation adlı<br />

ikinci bir araştırma merkezi kurmuştur. Emekliye<br />

ayrılana kadar Orbis Scientiae toplantılarını bu<br />

merkezde yapmıştır. Kurşunoğlu, kuramsal<br />

Çalışmalar Merkezi’ndeki çalışmalarının yanı sıra,<br />

bilim adamlarının uzun zamandır peşinde<br />

koştukları “birleşik alan kuramı” adıyla bilinen<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 385<br />

kuramı geliştirmekle uğraşıyordu; bu kuram bütün doğa kuvvetlerinin anlaşılmasına<br />

yarayacaktı. Kurşunoğlu, daha sonraki yıllarda<br />

çekirdek erkesi (enerjisi) konuları ile<br />

ilgilenmişti .Dr. Kurşunoğlu çok sayıda kitap<br />

yazmıştır. Bunlardan en önemlileri “Modern<br />

Nicem Kuramı (Modern QuantumTheory)” ve<br />

“Büyük Bir Fizikçiyi Anımsarken: Paul Adrien<br />

Maurice Dirac.”<br />

Ölümünden yaklaşık bir ay kadar önce<br />

Behram Bey hayatını dünyadaki tüm bilim<br />

adamlarına kalıcı bir eser bırakmak kaygısı ile<br />

İngilizce olarak yazdığı kitabı yayına hazır hale<br />

getirmiş, fakat ani ölümünden dolayı bu kitap<br />

henüz yayınlanmamıştır. Umuyoruz ki bu değerli eser, sevenleri tarafından bilim dünyasına<br />

kazandırılır.<br />

Prof. Kurşunoğlu’nun eşi Sevda, kızları Dr. Sevil Kurşunoğlu ve Ayda Weiss ile oğlu Dr.<br />

İsmet Kurşunoğlu ABD’de yaşamaktadırlar.<br />

Türk Fizik Derneği tarafından fiziğin gündemi üzerine<br />

düzenlenen toplantı<br />

(1977). Soldan sağa: Mehmet Rona, Hakkı Ögelman,<br />

Asım Barut, Behram Kurşunoğlu, Erdal İnönü<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 386<br />

“Otur oturduğun yerde Edward Teller!”<br />

Prof. Dr. Tolga Yarman ( Işık Üniversitesi)<br />

Behram Kurşunoğlu ile 1977’de Dünya Erke Konferansı’nın Genel Raportörlüğü görevim<br />

uzantısında tanıştım. İlginç düşünceleri vardı. Fizikçi idi, ama özellikle çekirdek reaktör<br />

kazaları,dolayısıyla çekirdeksel güvenliğe, o arada genel erke sorunlarına kafa yoruyordu.<br />

Beni bir yıl sonra Miami’de düzenlediği “Dünya Erke Sorunları” konulu bir toplantıya davet etti.<br />

Bu toplantıda birçok tanınmış, Nobel Ödüllü bilim adamı ile tanışma şansım oldu. Paul Dirac,<br />

Nikolay Basov, onun<br />

yardımcısı (Nobel<br />

Ödülünün eşdeğeri olarak<br />

tasnif edilen Lenin Ödülü<br />

sahibi, şimdilerde<br />

yetmişlerinin ortalarında<br />

olan) Vladislav Rozanov,<br />

Hans Bethe, Hoffstatter<br />

gibi isimler bunların<br />

arasındaydı. Erdal<br />

Hoca’nın (İnönü) hocası<br />

Profesör Wigner’i de, eğer programlanmış olduğu gibi toplantıya gelebilse tanıma şansım<br />

olacaktı. Ne yazık ki onunla hiç karşılaşamadım…<br />

Behram Hoca’nın daveti uzantısında, Miami’de, hidrojen bombasının babası olarak<br />

bilinen Macar asıllı Edward Teller’le de tanıştım. Teller, şüphe yok çok etkileyici biriydi; kalının<br />

kalını kasları, karizmanın dekoru gibiydi. Atom bombasının babası Oppenheimer’i, siyasi<br />

ihtiraslarıyla daraltmayı beceren Teller’le tanışmıştım.<br />

Toplantının akşam yemeğinde Behram Hoca’nın Teller’e dönüp “Sen benim yanımda<br />

bir defa konuşmazsın, çünkü (onun Macar asıllı olmasını kastederek) yüzyıllar süren Osmanlı<br />

işgalinin psikolojisinden kurtulmuş olman mümkün değil, otur oturduğun yerde!”, diye ona<br />

benzersiz bir tuluatla yüklenmesi, başta Edward Teller, herkesi kahkahaya boğduydu.<br />

KAYNAK:<br />

1- Bilim ve Ütopya (Kasım 2005)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 387<br />

Nusret Kürkçüoğlu<br />

(1910 – 1989)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 388<br />

Prof. Dr. Ali Girgin<br />

Nusret Kürkçüoğlu 1910 yılında, Erzincan’da doğdu.Lise öğrenimine başladığı<br />

İstanbul’daki Vefa Lisesi’nin daha 1. sınıfındayken, Paris’deki 4. Henry Lisesi’ne gitti ve lise<br />

öğrenimini burada tamamladı.Nusret Kürkçüoğlu, 4 yıllık bir eğitim-öğretim süresi olan bu<br />

liseyi 2 yılda bitirmiş ve bu başarısının bir ödülü olarak adı, okul bahçesindeki mermer panoya<br />

yazılmıştır.<br />

Nusret Kürkçüoğlu lise öğreniminden sonra, Sorbonne Üniversitesi’nde fizik öğrenimi<br />

gördü ve bu üniversiteden ayrıca, kimya ve matematik dallarından sertifika aldı.Türkiye’ye<br />

döndükten sonra Balıkesir Lisesi’nde fizik öğretmenliği yaptı ve bu görevi sırasında Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in öğretmeni oldu.Görev derecesi, Mustafa<br />

Kemal Atatürk’ün isteğiyle, yedi basamak yükseltilen Nusret Kürkçüoğlu 31.5.1933 tarih ve<br />

2252 sayılı yasayla kurulan yeni İÜ’nin FF’ne fizik doçenti olarak atandı.<br />

Nusret Kürkçüoğlu bu fakültedeki görevi sırasında Prof. Dr. Harry Dember’in derslerini<br />

Türkçe’ye çevirdi.<br />

Nusret Kürkçüoğlu daha sonra, o zamanki adı Mühendis Mektebi olan, İTÜ’ye<br />

geçti.Buradaki görevi sırasında İTÜ’ye bağlı Temel Bilimler Fakültesi ile Maden Fakültesi’nin<br />

kuruluş çalışmalarına öncülük etti ve iki dönem, Maden Fakültesi’nin dekanlığını ve Temel<br />

Bilimler Fakültesi’nin Denel Fizik Kürsüsü Başkanlığı’nı yaptı.Bu üniversitedeki görevi sırasında<br />

8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 9.Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve bir sure Başbakanlık<br />

yapmış olan Necmettin Erbakan da, Nusret Kürkçüoğlu’nun öğrencileri olmuşlardır.<br />

Nusret Kürkçüoğlu, Türk Fizik Derneği’nin kurucu üyelerindendir ve derneğin, Avrupa<br />

Fizik Derneği’nde iki kez temsilciliğini yapmıştır.<br />

Türkiye’de gerek fizik biliminin gelişmesine ve gerekse fiziğin mühendislik alanındaki<br />

uygulamalarına yaptığı önemli katkılarıyla ve çok sayıda basılı yapıtıyla bilim dünyasına olduğu<br />

kadar, sevecen kişiliğiyle toplumun çeşitli kesimleri tarafından da tanınan Nusret Kürkçüoğlu,<br />

9 Ocak 1989 tarihinde aramızdan ayrılmıştır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 389<br />

Rauf Nasuhoğlu<br />

(1915 – 1996)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 390<br />

Eşi Şükran Nasuhoğlu<br />

Rauf Nasuhoğlu 1915’ te Manisa’nın Gördes ilçesinde büyük bir çiftlik daha doğrusu köy<br />

sahibi bir babanın, İhsan Nasuhoğlu ’ nun ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Güzel bir eylül<br />

günüydü, evde pekmez kaynatılıyordu. O zamanlar memleketin pek sınırlı dışsatım<br />

ürünlerinden biri olan tütün ekimi yaptırırdı babası ve geniş arazisinden meşe palamudu<br />

toplatırdı. Böyle bir çiftlikte büyümek, babasının yaptırdığı meşakkatli tütün ziraatini ve tüm<br />

köy halkının bunun için nasıl çalıştığını yakından izlemek, karakterinin oluşmasında çok etkili<br />

oldu. Belki de bu yüzden ömürboyu kırı, dağı, tüm doğayı sevdi. Yağmur onu hep mutlu etti.<br />

Gene bu yüzden çalışan insanı, eliyle bedeniyle doğadan rızkını çıkarmaya çabalayan köy<br />

insanını sevdi, saydı, yakınlık duydu.<br />

İhsan Nasuhoğlu oğlunun köy çocuklarından farklı<br />

yetişmesi gereğine inanıyordu ve Gördes<br />

İlkokulunu yeterli bulmuyordu. Munis, sevecen bir<br />

kasaba kadını olan annenin oğlundan bu kadar<br />

erken ayrılmaya karşı çıkması onu hiç etkilemedi.<br />

Rauf’ un 8 yaşında İzmir Atatürk Lisesi’nin Buca’<br />

daki ilk kısmına yatılı gönderdi. Yatılı öğrencilik<br />

Manisa Ortaokulu ve İzmir Atatürk Lisesi’nde sürdü.<br />

Babası oğlundan en iyiyi, daima birinci olmasını<br />

bekliyordu. Ders notlarında ufacık bir gerilemeğe<br />

bile tahammülü, hoşgörüsü yoktu. Rauf, babasına<br />

kıvanç vermeği başardı. Bütün lise hayatında çok<br />

başarılı bir öğrenci oldu . Sadece tatilleri geçirdiği çiftlik hayatını da toprağı, atı ve doğallığı ile<br />

hep sevdi.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 391<br />

İzmir Atatürk Lisesi fen okulundan pekiyi derce<br />

ile mezun oldu. O yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı<br />

temel fen bilimlerinde duyulan gereksinimi<br />

karşılamak amacı ile yurtdışına sınavla öğrenci<br />

gönderiyordu. 1932 yılında İzmir Lisesi fen<br />

kolundan sınavı kazanan beş öğrenciden biri de<br />

Rauf Nasuhoğlu idi. Başladığı tıp öğrenimini<br />

bırakıp Fransa’ nın Nancy Üniversitesi’ne gitti.<br />

Lisede öğrendiği Fransızca yeterliydi. İlk günler<br />

yadırgadığı öğrencilerin şarap içmesine ve danslı<br />

partilere de çabuk alıştı, başarılı bir üniversite öğrenciliği yaşadı. Nancy’ de okuduğu yıllarda<br />

tatillerini Almanya’ da geçirme alışkanlığı ona yeni bir dil, Almanca kazandırdı. Nancy<br />

Üniversitesi’ndeki öğreniminde, önce iki yıl büyük lise diye nitelenecek programda matematik<br />

özel sınıfına devam ederek burayı başarı ile tamamladı ve daha sonra üniversitenin fizik lisans<br />

bölümünde üç yıllık başarılı bir öğrenim sonunda lisans diplomasını aldı .<br />

Yurda döndüğünde, Malatya Lisesi fizik-kimya öğretmenliğine atanmıştır. Buradaki iki<br />

yıllık hizmetinden sonra, askerlik görevi için orduya katılmış, yedek subay olarak kimya<br />

sınıfında Ankara’ da Hava Kuvvetleri Laboratuvarı’nda görevlendirilmiştir. Liselerin öğretmene<br />

ihtiyacı dikkate alınarak liseye öğretmen olarak atanmak üzere ordudan erken terhis edilmiştir.<br />

Terhisten sonra, 1943<br />

yılında 100. yılını kutlayan<br />

Trabzon Lisesi’ nin fizik-kimya<br />

öğretmenliğine atanarak bu<br />

lisede iki yıl görev yapmıştır .<br />

Prof. Dr. Rauf Nasuhoğlu’<br />

nun üçüncü görev yeri, Balıkesir<br />

Necatibey Eğitim Enstitüsü<br />

olmuştur.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 392<br />

Bu kuruluştaki başarılı ve yararlı<br />

hizmetlerinden sonra, Ankara Gazi<br />

Eğitim Enstitüsü fizik öğretmenliğine<br />

atanarak, aynı binada bulunan<br />

Ankara Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi’nde de öğretim görevlisi<br />

olarak göreve başlamıştır. 1951<br />

yılında Ankara Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi’nde doktor unvanını almıştır. 1953 yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesine<br />

geçerek, Gazi Eğitim Enstitüsü’nden ayrılmıştır.<br />

Aynı Fakültede doçentlik çalışmalarını tamamlayarak üniversite doçenti unvanı almış ve<br />

(1954-1957) yılları arasında Amerika Birleşik Devletlerinde Argon Laboratuvarı’nda, atom fiziği<br />

konusunda – Barış İçin Atom Programı – çerçevesinde araştırma ve çalışmalar yapmıştır .<br />

(1960-1961)’ de de Almanya ’ nın Mainz Gutenberg Üniversitesinde misafir hoca olarak<br />

araştırmalara katılarak, yayınlar yapmıştır .<br />

Ankara Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi’nde profesörlüğe<br />

yükseltilerek kadroya atanan Prof.<br />

Dr. Rauf Nasuhoğlu, anılan<br />

fakültenin fizik bölüm başkanlığı ve<br />

fakültenin dekanlığı ve üniversite<br />

senatosu üyeliği, Ankara<br />

Üniversitesi’nin UNESCO<br />

temsilciliği görevlerini belli<br />

dönemlerde yerine getirmiştir.<br />

Nisan 1983’ de aynı fakülteden<br />

emekliye ayrılmıştır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 393<br />

Yarım yüzyıllık bir arkadaşlığın yoğun yaşantısı, güven ve güvencesi içinde bir gün onu<br />

kaybedebileceğim nasıl hiç<br />

gelmediyse, onu tabutu başında bir<br />

şeyler söyleyebileceğimi de hiç<br />

düşünmezdim. Yaşam ne tuhaf…<br />

Gün oluyor aklın hayalin almadığı<br />

bir durum içinde buluveriyor insan<br />

kendini ve uyum gösteriyor.<br />

Şimdi Raufcuğum’un<br />

başucunda konuşma ihtiyacını<br />

nasıl ve neden duydum diye<br />

düşünüyorum.<br />

Sanırım<br />

konuşmalar bana yetmedi. O saf, o dürüst, o coşkulu, o çalışkan, o insancıl insanı yeterince<br />

betimlememişti. Duyguları, özellikle o atmosfer içinde ifade edebilmek ve duyurabilmek kolay<br />

değildi. Onu en iyi tanıyan, onunla öğrenci-öğretmen, karı-koca, iki arkadaş olarak dertleri,<br />

sevinçleri kısaca tüm hayatı paylaşan ve bundan kendine bir de kıvanç payı da çıkaran bir insan<br />

olarak onu anlatmaya çalışmak bana düşmez miydi? Perişandım, hiç konuşamama, ağlama<br />

olasılığı vardı . Ama olsun, denemeliydim…<br />

Fizik onun ilk aşkıydı ve bu<br />

yüzden bu fakülteyi ve siz fizikçileri hep<br />

biraz kıskanmışımdır. Benim asıl<br />

değinmek istediğim Rauf’ un eğitimci<br />

kişiliği. Pek çok üniversite hocasında<br />

pek rastlanmayan bir davranışı Rauf’<br />

da ömür boyu izledim. Eğitimi bir<br />

bütün sayardı. Üniversite öğreniminin<br />

bunun bir parçası olduğuna inanırdı.<br />

Bu nedenle ortaöğrenime hatta<br />

ilköğrenime olan ilgisini hiç yitirmedi.<br />

Tüm meslek yaşamında Milli Eğitim Bakanlığından gelen her teklife eğitim, özellikle fen eğitimi<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 394<br />

için her projede çalışmayı görev sayar, bu görevi zevkle coşkuyla üstlenirdi. Sanırım siz genç<br />

fizikçilere Rauf ’ un en önemli mirası bu olmalı.<br />

Onun öğrencisi olmaktan ve 50 yılı onunla paylaşmaktan her zaman haz ve kıvanç<br />

duydum. Umarım bu duygular ömrümün geri kalan bölümünde de bana yaşama gücü<br />

verecektir.<br />

Gerçekten Rauf, öğretmenliği bütün içtenliği ile büyük coşkuyla yaptı. Tüm öğrencileri ile<br />

ömür boyu çok iyi ilişkiler içinde oldu. Sevgili öğrencisi Prof. Dr. Süleyman Bozdemir’ in Rauf’<br />

u yitirdikten sonra Cumhuriyet’ in Bilim ve Teknik Dergisi’ nde yayımlanan güzel yazısına aldığı<br />

12.6.1981 tarihli mektubunda Rauf bu yönünü kendisi ne kadar güzel ifade etmiş.<br />

Gene sevgili öğrencisi Prof . Dr . Arsın Aydın Uraz da yaptığı konuşmada “korkulan, sonra<br />

sevilen hocalıkla başlayıp yüzme arkadaşlığı ile süren” ilişkilerini anlatırken, Rauf’ un yaşam ve<br />

öğretmenlik felsefesini ne kadar iyi belirtti.<br />

O günlerde acımı paylaşan dostlarla dertleşirken Rauf’ un pek çok özelliği, pek çok güzel<br />

yönü konuşuldu. Türk Dil Kurumu’ ndan dostları bana onun ne kadar iyi bir dilci olduğunu<br />

hatırlattılar. Gerçekten Rauf kullandığı üç yabancı dili çok iyi bilirdi. Ama asıl tutkusu Türkçe,<br />

özellikle Öztürkçe oldu. Birkaç genç arkadaşı ile beraber heyecan ve coşkuyla çalışıp Türk Dil<br />

Kurumu için hazırladığı Fizik Terimleri Sözlüğü sanırım bu alanda tek kaynak. Bu çalışma<br />

sürecinde her kelime üzerinde günlerce durur, herkesi, özellikle beni, bıktırıncaya kadar<br />

kelimeler üzerinde düşünmeye zorlardı. Her terimi meslektaşları ile tartışmaya bayılırdı. “Bilgisayar’<br />

ın ” Bilgi-işler ’ in tüm anlamını ifade etmediğini düşünür, onun benimsenmiş olmasına<br />

cidden üzülürdü. Her bilim dalının kendi alanında Türkçe’yi işlemesi ve geliştirmesi gereğine<br />

inanırdı. Aksi halde güzel Türkçemiz’in Arapça ve Farsça’dan arınıp Batı Dilleri baskısı altında<br />

kalması, iletişim ve teknolojinin hızla geliştiği dünyamızda kaçınılmaz olacak diye kaygılanırdı.<br />

Rauf’ un tüm ömrü bilim ve bilimsel araştırmaların ve çağdaş bir eğitimin geliştirildiği<br />

ve uygulandığı, demokratik kurallarla yönetilen üniversite amacına yönelik bir çaba içinde<br />

geçti. Zaman zaman büyük hayal kırıklıkları yaşadı; bombalarla susturulmak, sindirilmek<br />

istendi. Ama o hiç yılmadı. Sevgili arkadaşı Burhan Cahit Ünal’ ın dediği gibi fizik için gerekeni<br />

zamanında ve gözünü budaktan sakınmadan yapan haklı bir mücadele verdi.<br />

Fizik için yaptığı son hizmet sekiz yıl önce üç dairemizi bağışlayarak, 15 genç fizikçi<br />

arkadaşımızı katılmağa ikna ederek ve birçok bürokratik engeli göğüsleyerek kurduğu Türk<br />

Fizik Vakfı oldu. Dilerim genç meslektaşları vakıf hizmetlerinin sürekliliğini sağlar ve Hocanın<br />

beklentilerini gerçekleştirirler.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 395<br />

Sanırım ömür boyu sürdürdüğü çabaların ödülünü yetiştirdiği iyi fizikçilerle aldı. Çağdaş<br />

ve Atatürkçü bir eğitim için verdiği uğraş ona Türk Eğitim Derneği’nin 1987 Yılı Hizmet<br />

Ödülü’nü kazandırdı. AÜ Fen Bilimleri Enstitüsü’nün lisansüstü eğitime hizmetleri için teşekkür<br />

belgesi ve Fizik Mühendisleri Odası’nın mühendislik eğitimine katkıları için teşekkür plaketini<br />

yaşamının güzellikleri sayardı.<br />

Üniversite, eğitim ve gençlik konularında yazmak zevkle ve sorumluluk duygusu ile<br />

yaptığı bir uğraştı. Genel olarak Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde yayımlanan altmış kadar<br />

makalesinin çeşitli çevrelerden özellikle Atatürkçü kesimden aldığı olumlu tepkileri çok<br />

önemserdi.<br />

Kişisel menfaatlerinden sıyrılmış, çalıştığı kurumun ve toplumun yararlarını<br />

kendininkilerin önüne çıkarmış az insan tanıdım. Rauf onların birincisiydi. Dekanlık yaptığı<br />

sürede makam arabasını hiç kullanmadığını, fakülte bahçesinin güllerini, leylaklarını özenle<br />

korumağa çalıştığını hatırlıyorum.<br />

Müzik, onun yaşama sevincinin bir parçasıydı. Müzik zevki geniş bir yelpazeye yayılırdı.<br />

Bir tutkusu olan klasik batı müziğinden, dünya halklarının folklorik müziğine ,Fransız<br />

şansonlarından, Rus korolarından, Azeri Halk Türküleri’ne kadar çok çeşitli müziği zevkle ve<br />

anlayarak dinlerdi. Senfoni orkestralarının konserlerini hiç kaçırmazdı. Sanırım 1947 yılıydı,<br />

tanınmış bir şef, Herman Scerchen DTCF konferans salonunda Beethoven’ ın tüm senfonilerini<br />

seslendirdi. Bu, o zamanki gelirimiz ( ayda 25 lira ) için bir lükstü. Lüksü hiç sevmediği halde,<br />

bu konserlere gittik. Konserlerden önce çalınacak parçayı evde en iyi seslerden, en iyi<br />

orkestralardan dinlerdi; bunun az sonra konseri dinlerken biraz hayal kırıklığı yaratacağını bile<br />

bile… Ömrünce alış-veriş için ne arzu duydu ne de zaman ayırdı. Ama bir müzik seti için<br />

günlerce araştırma, inceleme yapar ve dış gezilerinden pek çok güzel plakla dönerdi. Bensiz<br />

çıktığı gezilerinden, bana çok zevkli, güzel hediyeler aldığını da nasıl unutabilirim?<br />

Evlilik birliğine gönülden bağlıydı. Pek çok genç akrabamızı, pek çok öğrencisini<br />

evlenmeğe teşvik eder, onların nişan yüzüklerini takmaktan, nikah şahitliklerini yapmaktan<br />

zevk duyardı. Ancak yaptığı konuşmalarda evliliğin zorluklarına, hayatın sert gerçeklerine<br />

değinmeden edemezdi. Ben de “Gençleri evlenmekten vazgeçireceksin, daha tatlı sözler<br />

bulamaz mısın? ” diye eleştirirdim.<br />

“ Yaşamı tüm gerçekleri ile ve dürüstçe kabullenmemiz gerekir ” derdi.<br />

Yaşamın kıymetini bilirdi, doğadan ve doğal olmaktan hiç vazgeçmedi. Uzun yürüyüşler,<br />

uzun yüzüşler onun büyük bir hazla doğa ile bütünleştiği yaşam dilimleri idi. Sanırım dans<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 396<br />

etmek de… Her olayı bir espri süzgecinden geçirirdi, 12 Mart’ ta gözaltına alınışını bile büyük<br />

bir mizah olayı olarak aylarca dostları ile paylaştı. Sevgili İ. Hakkı Duru’ nun dediği gibi son beş<br />

yılını kendinden ve sevdiklerinden çalan o amansız hastalığa kadar hep genç yaşadı.<br />

Umarım sevgili çalışkan öğrencisi Fevzi Köksal’ ın dilediği gibi Türkiye’ ye üniversitelere,<br />

fen eğitimine, insanlığa yaptığı hizmetler öğrencileri tarafından daha genç kuşaklara aktarılır<br />

ve unutulmaz.<br />

Prof . Dr. Süleyman Özoğlu<br />

Fransa’ da Fizik Lisans diploması ile yurda dönen ve Malatya Lisesi’nde fizik-kimya<br />

öğretmeni olarak göreve başlayan genç Nasuhoğlu’ nu bu lisedeki öğrencilerin merakları,<br />

ilgileri ve öğrenmeye istekli ve açık oluşları etkilemiştir. Bu öğrencilere bir şeyler verebilmek<br />

için, hem öğretme hem de öğrenme boyutlarında iki yıl yoğun bir çalışma dönemi geçirmiştir.<br />

Okulda laboratuvar yoktur ama laybold fizik takımı vardır. Genç öğretmenin kendisinin de<br />

henüz laboratuvar ve laboratuvar yaptırma deneyimi yoktur. Bu koşullarda öğrencilere bir şey<br />

gösterme amacı ile yoğun bir uğraş vermektedir.<br />

Trabzon Lisesi’ndeki görevi sırasında ise, enerjik, zeki ve çalışkan öğrencilerin iki yıl<br />

deneyimli fizik-kimya öğretmenine sağladığı kolaylık onu bu ölçüde teşvik etmiştir. Okulda,<br />

fizik ve kimya laboratuvarları vardır; öğrencilerin çalışabileceği bir salon bulunmaktadır. Fen<br />

öğretimi açısından olanaklar çok iyidir. Genç öğretmen Nasuhoğlu’ da, bu okulda, fen dersleri<br />

öğretimi çerçevesinde öğrencilere laboratuar yaptırma çalışmaları ile deneyim kazanmaya<br />

başlamıştır.<br />

Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü Fizik öğretmenliği ise, Nasuhoğlu’ nun meslek<br />

yaşamında bir dönüm noktasıdır . Kendi ifadesiyle, “Ben o okulda çalışmalarımla öğretmen<br />

oldum ve öğretmenliğin ne olduğunu anladım.” diyen Prof. Nasuhoğlu, bu dönemi<br />

öğretmenliğin stajyerlik dönemi olarak değerlendirmektedir. Belli öğrenimi görmekle, belli bir<br />

lisans diplomasını almış olmakla öğretmen olunmadığını gören Nasuhoğlu “Bilen öğretir”<br />

görüşünün doğru ve yeterli olmadığı kanısına varır. Öğrencilere sistemli laboratuvar yaptırma,<br />

öğrencilerle beraber kaynak arama, geliştirme ve kazandırma gibi çalışmalara başlayıp,<br />

öğrenciler ile bir kitabın tercümesini de gerçekleştirmiştir. Bu çalışmalara katılan öğrenciler,<br />

başarılı öğretmenler olarak eğitim-öğretimimize hizmet vermişler ve hatta halen<br />

vermektedirler .<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 397<br />

Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü ile<br />

Ankara Fen Fakültesindeki görevi<br />

sırasında Nasuhoğlu, liselerde fizik<br />

eğitimi konusunda, laboratuar<br />

araçları, örneğin Fiphywe ( five )<br />

takımı kullanma ve öğretmenler<br />

için hizmet içi kursları gibi eğitim<br />

etkinliklerinde de bulunmuştur.<br />

1974 yılında hazırlanmış olan<br />

program çerçevesinde ortaokul<br />

fizik kitapları hazırlamıştır. Bunu<br />

öğretmen okulları için fizik kitabı yazma çalışmaları izlemiştir.1950’ li yıllarda, uluslararası<br />

kuruluşların başlattığı öğretim ve fen bilimi öğretimi programları çalışmaları ile ilgilenmeye<br />

başlayan Nasuhoğlu, 1960’ larda Sputnik’ ten sonra başlayan programlarda reform, modern<br />

programlar çalışmalarını izlemiş ve bunlara katılmıştır. Bu çerçevede hizmetler vermiş, Fiziksel<br />

Bilimler Hazırlama Komitesi ( PSSC) Fiziği diye bilinen kitabın tercümesi işini kurduğu bir ekip<br />

ile başlatmış ve gerçekleştirmiştir. Bu program liselerimizde Modern Fizik diye yer almıştır. Bu<br />

program çerçevesinde PSSC kitabı ve uygulaması için öğretmen yetiştirme ve öğretmenler için<br />

hizmet içi eğitim çalışmalarında hizmet vermiştir.<br />

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığı görevinde iken Ankara’ da Fen Lisesi kurma<br />

hazırlıklarına katılmış, gelişen hazırlıklar çerçevesinde bu projede program geliştirme<br />

kitapların tercüme ve redaksiyonu gibi hizmetleri yanı sıra proje program koordinatörlüğü<br />

görevini yürütmüş, Fen Lisesi’nin kurulmasında, modern programların uygulanmasında ve<br />

geliştirilmesinde etkin ve yapıcı rol oynamıştır. Ankara Fen Lisesi’nde uygulamaya konulan<br />

modern fen programlarının liselerimize yaygınlaştırılması çalışmalarında 10 yılı aşkın bir süre,<br />

MEB Fen Öğretimini Geliştirme Bilimsel Kurulu Üyesi olarak görev vermiş ve bu konudaki<br />

araştırma projelerinde hazırlayıcı ve yürütücü olarak büyük katkılarda bulunmuştur.<br />

Prof. Dr. Nasuhoğlu’ nun orta ve yüksek öğretim düzeyindeki fen öğretimi ve özellikle<br />

fizik öğretimi programındaki yetersizlikleri gidermeye yönelik ve çağın gerektirdiği fencilerin,<br />

bilim adamlarının yetiştirilmesini amaçlayan çalışmalara katıldığını ve katkılar getirdiğini<br />

görmekteyiz. Özellikle, fizik öğretiminde, gösteri deneylerinden manipülasyon deneylerine,<br />

sabit istasyon değerlerinden, öğrencilerin paralel deney yapma çalışmalarına geçmeleri<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 398<br />

gereğini esas alarak program ve uygulamalar geliştirmesini sağlayan çalışmalarda da öncü ve<br />

etkili olmuştur. Fen ve fizik öğretiminde dogmatik anlayış ve yaklaşımdan kurtularak, bilimsel<br />

araştırmaya yönelme, öğrencinin merak ve hevesini canlı tutacak içerik, yöntem ve araç-gereç<br />

ve özellikle kitap geliştirilmesi çalışmalarını başlatma ve yürütmede değerli hizmetler<br />

vermiştir.<br />

Sayılan hizmetleri ve görevleri yanı sıra Prof. Dr. Rauf Nasuhoğlu’ nun diğer belli başlı<br />

çalışma ve katkıları şunlardır:<br />

- Üniversitelerde fizik öğretimi programları ve kitaplarının geliştirilmesi konusunda<br />

TÜBİTAK’ ça desteklenen “Fizik Öğretimi Geliştirmek İçin Berkeley Fizik Programı’nı<br />

Türkçe’ye Adapte Edip Deneme” adlı bir eğitim projesini gerçekleştirmiş ve fen fakülteleri<br />

fizik programı için ders kitaplarını, laboratuvar kitaplarını öğretime kazandırmıştır. Altı ciltlik<br />

bir kitap serisi ve laboratuvarlar kurulması bu projenin kalıcı ürünü olmuştur.<br />

- Milli Eğitim Şuralarında üye olarak, ortaöğretim fen programlarının geliştirilmesi ve<br />

çağdaşlaştırılması konusunda; fen dersleri öğretmenlerinin yetiştirilmeleri ve<br />

ortaöğretim-yükseköğretim arası ilişkilerin eğitim bütünlüğü içinde ele alınmasının<br />

gerçekleştirilmesi konularında çalışmalarda ve katkılarda bulunmuştur.<br />

- Fizik öğretmenlerinin meslek öncesi, üniversitelerde ve eğitim enstitülerinde<br />

yetiştirilmelerinde etkin hizmet vererek öğretmenler yetişmiştir. Çeşitli hizmet içi eğitim<br />

programlarında görev alarak, öğretmenlerin gelişmelerinde ve yetişmelerinde yol<br />

gösterici katkılarda bulunmuştur.<br />

- Ders kitabı yazma ve mesleki dergilerdeki alanına ilişkin yayınların yanı sıra; eğitim,<br />

ortaöğretim, yükseköğretim, fen öğretimi, eğitim ve gençlik konularında yazılı basında<br />

birçok yazısı ve makalesi yayınlanmıştır.<br />

- Atatürkçü eğitim konusunda, kamuoyunu aydınlatma ve yöneltme yönündeki yazıları ile<br />

de dikkati çekmiştir.<br />

- Ülkemizde fizikçilerin mesleki boyutta örgütlenmesi için önce Türk Fizik Derneği üyeliği,<br />

sonra Türk Fizik Vakfı kurma çalışmalarında öncü hizmetler vermiş ve görevler yapmıştır.<br />

Fizik Vakfı’na yaptığı bağışlar ve verdiği hizmetler büyük boyutlarda olmuştur.<br />

- Türkçe’nin arı ve duru kullanımına özen gösteren Prof. Dr. Nasuhoğlu, Türkçe’nin bilim<br />

dili olarak geliştirilmesi yönünde verdiği uğraşıyı, yazılarıyla ve konuşmalarıyla<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 399<br />

sürdürmüştür. Kurduğu bir ekip ile Fizik Terimleri Sözlüğü’nü hazırlamıştır; basılan eser<br />

halen kullanılmaktadır.<br />

Çağdaş ve bilimsel nitelikler taşıyan bir eğitimin amaçlarına ve ulusal hedeflerine<br />

ulaşmasında hizmet vermiş olan, 1987 Eğitim Hizmet Ödülünün sahibi Prof. Dr. Nasuhoğlu’<br />

nu 21.06.1996’ da yitirdik.<br />

Prof . Dr . Burhan Cahit Ünal<br />

Rauf Bey akılcı, saydam ve kararlı bir bilim adamı idi. Onun ayırıcı özelliği devrimci bir<br />

Atatürkçü olmasıydı. Devrimciği onun hem şansı hem de dramı oldu. Şansıydı; devrimciliği ona<br />

savaşımlarla dolu bir yaşam sağladı; dramaydı; çünkü çevresindeki “Atatürkçü” ler devrimciliği<br />

çoktan bırakmışlardı. Bu nedenle, ister Milli Eğitim Bakanlığı’nda, ister üniversitede, yalnız<br />

adamdı. İnançları doğrultusunda, üç cephede savaş verdi: Fizik eğitimini çağdaşlaştırma,<br />

üniversiteyi demokratikleştirme, fizik dilini Türkçeleştirme.<br />

“Bilim sürekli değişiyor eğitim de sürekli değişmelidir.” derdi Rauf Bey. Oysa öğretim<br />

üyelerinin ve yardımcılarının büyük çoğunluğu, fizik eğitimini uzun yıllarda öğrenilmiş<br />

değişmez bir dersin öğrenciye değişmez biçimde aktarılması sayardı. Bu nedenle, Rauf Bey’ in<br />

yetkilerini kullanarak getirdiği yenilikler, böyle bir çoğunluğun tepkisini alırdı. Ama o, gözünü<br />

budaktan sakınmadan, ödünsüz tutumunu sürdürürdü. Fiziği pek çok öğrencisine öğretti, ama<br />

bilimde ödün olmayacağına kimseyi inandıramadı. Çünkü ortam her şeyden ödün vermeyi<br />

gerektiren bir ilkesizliğe doğru hızla kayıyordu. Rauf Bey sevilir ve sayılırdı; ama onunla birlikte<br />

hareket etmekten kaçınılırdı.<br />

Fizik eğitimini çağdaşlaştırmada, Rauf Bey’ in gerçekleştirdiği projelerin en önemlisi,<br />

Berkeley Fizik Programı’nı ve programın uyguladığı PSSC fiziğini Türkçe’ye kazandırmak oldu.<br />

Onun inadı ve azmi olmasaydı, başka hiç birimiz böyle ağır bir yükün altına giremezdik. Bu<br />

program çevrileli çeyrek yüzyıl geçti, ama Feynman’ ın dersleri bugüne dek çevrilmedi. Suriyeli<br />

fizikçiler Feynman’ ı çoktan Arapça’ya çevirdiler. Şimdi şu soruyu sormanın sırasıdır: Berkeley<br />

Fizik Programı fizik eğitimimizin içine girebildi mi? Bir programın Türkçe’ye çevrilmesi başkadır,<br />

onun özümsenmesi başkadır. Unutmayalım, söz konusu bir ön lisans programıdır.<br />

Berkeley ve Feynman programlarının getirdiği yenilik, “maddenin fiziksel özelliklerini,<br />

onu oluşturan atomların davranışlarıyla açıklaması ve atomların davranışlarını da kuvantum<br />

fiziğiyle açıklamasıdır.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 400<br />

Maddenin atom modelinin ve kuvantum fiziğinin ön lisans düzeyine indirilmesi yalnız<br />

fizikçilerin tepkisini almadı, kimya ve biyoloji bölümlerini de tedirgin etti . Çünkü Rauf Bey’ in<br />

kazandırdığı program, doğa bilimlerinin ondokuzuncu yüzyıl kalıntısı “ ilmü – hal ” ini<br />

sarsıyordu .<br />

Rauf Bey’in savaş verdiği ikinci alan üniversitesinin demokratikleşmesiydi. Üniversitenin<br />

demokratikleşmesinin amacı, üniversitenin çağdaşlaşabilmesi için gerekli özerkliğin ve<br />

düşünce özgürlüğünün oluşturulmasıydı. Bu alandaki çabalar, fizik programlarının<br />

çağdaşlaştırılmasından daha büyük tepkilerle karşılaşmıştır. Bilindiği gibi, üniversite özerkliği<br />

basın özgürlüğü ile birlikte 1950’ lerdeki CHP muhalefetinin temel iki konusunu oluşturuyordu.<br />

Türkiye’ nin demokratikleşmesiyle üniversitenin özerkleşmesi o günlerden beri birbirinden<br />

ayrılmaz çözümsüz sorular olarak kaldılar. Rauf Bey gibi devrimci Atatürkçüler 1961 Anayasası’<br />

nı ciddiye aldılar ve 1971’ de kendilerini Mamak’ ta buldular.<br />

Üniversitemiz bin yıldan beri bilim üretmediği için, onu çağdaşlaştırmak gibi yapay bir<br />

sorun her zaman ortaya çıkmıştır. Üniversite bilim üretseydi böyle bir sorun olmazdı. Atatürk’<br />

ün 1933 reformu ve Alman bilim adamlarını üniversiteye katması bile üniversiteyi<br />

kendiliğinden bilim üretir duruma getirmemiştir. Rauf Bey üniversitenin soyut tanımından yola<br />

çıkarak, akla uyan her iyileştirmenin önce üniversitede gerçekleşeceğine inanırdı. Bu nedenle<br />

her düzeyde ve her yönde meydan savaşları verirdi. Ne var ki, zaman, bir üçüncü dünya<br />

ülkesinin üniversitesinin de çağdaşlaşmamaya and içtiğini gösterdi.<br />

Bir ülke üçüncü dünyada kalmaya ve demokratikleşmemeye and içmişse, onun<br />

üniversitesi de aynı yolu izleyecektir. Yenilikleri, 1983 Tanzimat Fermanı’ ndan günümüze dek,<br />

hep Batı’ nın baskısıyla içimize sindirmeden, inanmayarak, göstermelik bir etiket gibi aldık. Son<br />

olarak da, Mustafa Kemal’ in bu ülke için bir lüks ya da Tanrı’ nın gönderdiği istisna bir lûtuf<br />

olduğunu kanıtladık .<br />

Fizik dilinin özleştirilmesi Rauf Bey’ in üçüncü savaş alanıydı. Amaç öğrencinin fiziği kendi<br />

anadilinde kavramasıydı. Hem felsefede, hem de fizikte kullanılan induction sözcüğünü örnek<br />

olarak alalım. Bu sözcük bir İngiliz ya da bir İtalyan öğrencinin zihninde belli bir durumu<br />

çağrıştırır, oysa yabancı dili bu sözcüğü anlayacak kadar bilmeyen bir Türk öğrencinin zihninde<br />

hiçbir uyarı yapmaz. Bu nedenle, eski Türk Dil Kurumu’ nun özleştirme programı dilin estetiği<br />

dışında, eğitimin kavramsallaşması açısından yaşamsal bir önem taşımaktadır. Çoğumuz<br />

induction’ un fizikteki anlamının Faraday’ ın aynı adı taşıyan yasanın fiziksel işleyişini<br />

anladıktan sonra bir sonuç olarak öğrenmişizdir.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 401<br />

Rauf Bey, Berkeley Fizik Programı’nın Türkçeleştirilmesi sırasında fizik dilini özleştirme<br />

çalışmalarını bir düzene koydu. Önerilerini bir kitapta topladı. Fizik terimlerine bulduğu<br />

Öztürkçe karşılıkların bazıları beğenildi; çoğunlukla beğenilmedi. Şüphesiz Rauf Bey yapıcı<br />

eleştiriye ve önerilere açıktı. Ama karşı çıkanların çoğunluğu Yunanca kökenli “yerleşmiş”<br />

sayılan sözcükleri korumaktan yana idiler. Örneğin induction karşılığı Rauf Bey’ in önerdiği<br />

‘irkilim’ yerine ‘indüklemeyi’ yeğliyorlardı. Bu sonuncular üzerinde durmayarak asıl soruna<br />

dönelim.<br />

Dil sorunu, Türkçe’nin Selçuklu ve Osmanlı iktidarlarınca ihmalinden kaynaklanır.<br />

Selçuklular Farsça’yı resmi dil olarak alırlar; Osmanlılar da yapay Osmanlıca’yı kurarlar.<br />

Türkçe’yi halk ozanlarına bırakırlar. Aynı iktidarlar bilim ve felsefeye de sırt çevirirler. Türkçe<br />

bin yıl boyunca yerinde sayar. Atatürk bir ulusun başka ulusların dilleriyle eğitilemeyeceğini,<br />

onun yalnız anadiliyle eğitilebileceğini biliyordu. Bu nedenle, Türkçe’yi bin yıl önce bırakıldığı<br />

yerden ele alarak onu hem resmi dil hem de eğitim dili yaptı. Türkçe bu görevleri üstlenmeye<br />

hazır mıydı? Hayır. Ama bu yapılmasaydı ne olurdu ? Kavramlardan yoksun bir ulus ortaya<br />

çıkardı.<br />

Induction sözcüğüne dönelim. Öğrenci Faraday yasasını kavramazsa, bu sözcük onun<br />

belleğinde Faraday’ ın adına yapışık bir etiket olarak kalır. İngilizce bilmeyen şarkıcıların bu<br />

dildeki şarkıları ya da Arapça bilmeyen hafızların Kur’an’ ı anlamadan kusursuz okumaları gibi<br />

bir durum ortaya çıkar .Buna, birde içeriği bilinmeyen matematik formülleri eklersek, fizik<br />

eğitiminin bugünkü durumu ortaya çıkar. Rauf Bey dil sorununu bu bilinçle ele aldı. Fakat sorun<br />

çözülmedi.<br />

Bilime ve felsefeye bin yıl boyunca sırt çeviren iktidarlarca ihmale uğramış bir dilin<br />

sorunları ne yarım yüzyılda ne de ikinci bin yüzyılda çözülebilir. Sorun sadece eski Türk Dil<br />

Kurumu’ nun ve de Rauf Bey’ in çabalarıyla çözülecek bir sorun değil. Asıl sorun iktidarın bilime,<br />

felsefeye ve diline sahip çıkması sorunudur. Yunanca iki bin yıl önce bilim ve felsefe diliydi, onu<br />

Arapça ve sonra da Latince izledi. Bugün bilim dili İngilizce’dir. Türkçe hiç bir zaman bilim ve<br />

felsefe dili olmadığı gibi, bilime ve felsefeye sırt çeviren iktidarların ayrıca hışmına uğradı.<br />

Atatürk, çağının koşulları içinde gerekeni yaptı. O’ nun “izinde olduklarını”, O ’ nunla<br />

“aydınlandıklarını” ileri sürenler, birlikte geçirdiğimiz yarım yüzyıl boyunca çağın<br />

gerektirdiklerini yaptılar mı ? Rauf Bey’ in ayrıcalığı işte burada ortaya çıkıyor.<br />

Abdusselâm “ bilimde kısa devre olmaz ” der , felsefede ve dilde de öyledir . Eksiklerini<br />

tamamlamadan çağını yakalayamazsın.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 402<br />

Prof . Dr . Namık Kemal Pak<br />

1964 sonbaharında, bilimsel yaşamlarının ilkbaharındaki bir grup NATO burslusu olarak<br />

Ankara Üniversites, Fen Fakültesi’nde üniversite eğitimine başladığımızda bizi nelerin<br />

beklediğine ilişkin hiçbir fikrimiz yoktu. Hiç hesapta kitapta, hatta düşüncelerde bile olmadan<br />

kendimizi fen fakültesinde bulmuştuk. Yaşamımızın bu en önemli dönemecinden geçerken<br />

birkaç bilge kişinin “en doğrusu budur” tavsiyesi dışında kimsenin fikri alınmamış, ailelerimizin<br />

bile kararlar alındıktan sonra haberi olmuştu. Fizik bölümünde dört, kimyada üç, matematikte<br />

iki kişiydik başlangıçta. Sonraki yıllarda bu sayı bir miktar daha arttı.<br />

30 kişilik bilim kulübü gibi çalışan bir lise sınıfından gelmiş, uyku dışındaki her anını bilimi<br />

yaşayarak geçiren biz bilim adamı adayları için inanılmaz bir boşluk dönemiydi bu ilk aylar.<br />

Aşırı kalabalık anfilerde verilen çok yüksek düzeyli olmayan derslerden, heyecanımıza<br />

muhatap olup bizimle etkileşebilecek hocaları ( en azından bizim o zamanki bakış açımızdan )<br />

bulamamış olmaktan, müthiş rahatsızlık duyuyorduk .<br />

Bu boşluk dönemindeki tek dayanağımız NATO İlim Komitesi adına bizi izlemekten<br />

sorumlu Prof. Dr. Tevfik Karabağ’ ın moral desteğiydi. Tevfik Hoca her şeyin çok hızla<br />

istediğimiz gibi olacağını, yılgınlığa kapılmadan çalışmamız gerektiğini telkin ediyordu.<br />

Gerçekten de dediği oldu ve işte tam o sıralar Rauf Hoca’yla birbirimizi keşfediverdik.<br />

Ondan sonraki dönem artık Amerikan deyimiyle yeni bir “Top oyunu” idi. Bu dönem bir<br />

yıl sonra Burhan Cahit Ünal, iki yıl sonra Niyazi Tarımer hocalar devreye girince bambaşka bir<br />

nitelik kazandı. Bilim kulübümüz yeniden kurulmuştu.<br />

Normal müfredat programlarına ilaveten yeni ders programları geliştiriliyordu. Bu<br />

dersler ya hafta sonları, ya da akşam üstleri normal ders programı bittikten sonra yapılıyordu.<br />

İkinci yıl Goldstein’ in Klasik Mekaniği’ni yapmıştık Burhan Bey’le. O yılın yaz tatilinde<br />

evlerimize gitmeyip kuvantum mekaniği ile tanıştırıldık. Ankara’ nın ağustos güneşi ile kavrulan<br />

uzun günlerinde sırtımızdan akan terleri keyifle hissederek mikro evrene yapılan bu ilk serüven<br />

çok heyecan vericiydi. Çok keyifli bir dönemden geçiyorduk. Bu keyfin bir nedeni kuşkusuz<br />

bizim özel bir grup olarak, bilime olan susamışlığımızda her şeyi bir an önce öğrenme<br />

tutkularımızın tatmin edilmesinden kaynaklanıyordu. Ancak, ikinci bir faktör vardı ki bu da en<br />

az birinci kadar önemliydi. Bu da, Rauf ve Burhan hocaların mevcudiyetleri ve bizimle aynı<br />

heyecan ve tutku moduna girmiş olmalarıydı Bir diğer deyişle arz ve talep arasında bir<br />

rezonans oluşmuştu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 403<br />

Söz gelişi Rauf Hoca, o sıralar fakülte dekanı olmasına rağmen Ağustos ayında yaptığımız<br />

özel kuantum mekaniği dersine, “Bana gençliğimde kimse kuvantum mekaniği öğretmedi’’<br />

serzenişleriyle gelip bizimle beraber izlemişti . Onun bizimle birlikte bir öğrenci gibi derse<br />

devam edişinin 18-19 yaşlarındaki beyinlere ne denli yüksek bir motivasyon kazandırdığını<br />

herhalde söylemeye gerek yok.<br />

Her gün önümüzde açılan yeni bilim ufuklarıyla küçük dünyamız nasıl da genişliyordu…<br />

İşte tam o günlerde Feynman adı girdi repertuvarımıza ve onu o kendine özgü fizik ( daha<br />

doğrusu bilim ) öyküsüyle tanıştık; bir başka deyişle, doğayı anlayış ve anlatışın şiirselliğiyle.<br />

Rauf Hoca’nın ağabeyiyle yürüyen bu özel kulüp havası sinerjik etkisini tüm fizik bölümünde er<br />

geç gösterecekti kuşkusuz.<br />

Klasik programlardan vazgeçmekte zorlananlar olduysa da, değişim rüzgarlarına, Rauf ve<br />

Burhan Hocalar kadar güçlü körükleyiciler varsa, karşı durmak mümkün değildi .<br />

Feynman, üniversite ikinci sınıf öğrencileri için yazdığı kitabında hiç ürkütmeden Yol<br />

İntegrali Kuvantizasyonu’ndan bahsedebilirken ve özel bir grup öğrenciye üçüncü sınıf<br />

sonunda Feynman’ ın her üç kitabı, Goldstein’ in Klasik Mekaniği, Mandl’ın Kuvantum<br />

Mekaniği, Landau ve Lifschits’ in Klasik Alanlar Kuramı öğretilebiliyorsa, Rauf Hoca’nın bu<br />

başarılı denemeyi tüm fizik bölümüne genellemesine hangi güç engel olabilirdi ki? Daha biz<br />

fakülteden ayrılmadan kuvantum mekaniği normal ders programı kapsamına girdi bile. Bir<br />

takım derslerin adı aynı kalmıştı, ama Feynman tarzında öğretilmeye başlanmıştı.<br />

Fakülteden ayrıldıktan sonra da Rauf Hoca’nın eğitimindeki reform tutkusunun dolu<br />

dizgin devem ettiğini hep keyifle ve duygulanarak izledim. Amerika’ dan döndüğünde PSSC<br />

Üniversite Fizik Kitabı’nın çeviri projesine sevinçle katıldım… Bir diğer önemli projesi ise o<br />

yıllarda dünyada fizik eğitiminin yeni gözdesi Berkeley dizisinin çevirisiydi. O projeye de<br />

Kuvantum Fiziği cildinin çevirisine katkı yaparak keyifle katıldım.<br />

Bu yorulmaz eğitim misyonerinin bir diğer özelliği eğitim ve öğretim işini son derece<br />

ciddiye almasıydı. Derste heyecandan kendinden geçtiğini hissederdik. Daha sonraki yıllarda<br />

en ünlü sahne sanatçılarının her performanstan önce nedenli heyecanlandıkları ve hatta<br />

adrenalinlerinin yükseldiğini öğrendiğimde, Rauf Hoca gibi işini tutku derecesinde seven ve<br />

ciddiye alan bir eğitim sanatçısının her biri bir sahne gösterisi olan derslerinde duyduğu<br />

heyecanın sahne heyecanından başka bir şey olmadığını anladım.<br />

Benim de her dersten önce duyduğum o keyifli stresin Rauf Hoca modelinden miras<br />

kaldığını sanıyorum.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 404<br />

O bitmez tükenmez enerjisi ile, büyük fizik anfisinde civa gibi” zıp orada zıp burada<br />

dolaşarak bir anfi dolusu heterojen öğrenciyi nasıl ilgili ve uyanık tuttuğu, arka sıralardaki<br />

öğrencileri bu amaçla nasıl kırıcı olmadan esprili sataşmalarıyla derse çektiği hafızalarımızdan<br />

silinmeyen bir hoca; daha sonra çok sevgili bir dost ve ağabey olarak yaşamımda ve gönlümde<br />

unutulmaz bir yer tutarak ebediyete göçmüş olan sevgili Rauf Hocamızı şükranla, minnetle<br />

anıyorum.<br />

Prof . Dr .İsmail Hakkı Duru (Feza Gürsey Enstitüsü Eski Müdürü ve İzmir<br />

Yüksek Teknoloji Enstitüsü Fen Fakültesi matematik Bölümü Öğretim üyesi)<br />

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi fizik profesörü Rauf Nasuhoğlu ’ nu 23 Haziran günü<br />

kaybettik. Fen Fakültesi ’ nin olduğu kadar Türk fizik tarihinin de bir dönemi kapandı.<br />

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi bir bakıma Rauf Bey demektir. Bütün varlığını<br />

fakültenin yükselmesine adamıştı. Her zaman bilimden yana oldu. Temel bilimler eğitiminin<br />

geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması yaşam boyu süren uğraşı idi. Kişisel çıkar peşinde koşmadı.<br />

Bu nedenledir ki arkadaşları tarafından onlarla bazı akademik konularda görüş ayrılığı içinde<br />

olduğu zamanlarda bile hep sevildi ve sayıldı. Fakülteyi gerici siyasetçilerin arenası haline<br />

getirmek isteyenler ise ona hep düşman oldu.<br />

Rauf Bey bilimin her şeyden üstün tutulduğu ve demokratik olarak yönetilen<br />

üniversitenin yılmaz savunucusu idi.<br />

Genç bilim adamı adayları, statükocularla savaşımlarında en büyük desteği daima Rauf<br />

Bey’ den gördüler. Zaten kendisi de 82 yıllık ömrünün son 5 yılını kendinden ve sevenlerinden<br />

çalan hastalığına kadar hep genç yaşadı.<br />

Cumhuriyetimizin temel ilkelerine, Atatürk Devrimleri’ne sımsıkı sarılmamız gereken<br />

günümüzde Rauf Nasuhoğlu gibi kişilikler daha da önem kazanıyor .<br />

Rauf Bey’ i hiç unutmayacağız .<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 405<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 406<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 407<br />

Reşat Otman<br />

(1915 – 1989)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 408<br />

Alp Otman<br />

Reşat Otman 30.4.1915 tarihinde Bursa’da doğmuştur.Babası müzik öğretmeni Mustafa<br />

Rahmi Bey, annesi Naime Hanım’dır.Kendinden bir yaş büyük Cahit ve bir yaş küçük Nermin ile<br />

birlikte üç kardeştirler.<br />

Ailenin değişik kollarının birkaç kuşak göç süreci,Osmanlıların son döneminde toprak<br />

kayıpları ve küçülme tarihiyle içiçedir. Baba tarafından dedesi Gürcistan’dan gelerek İstanbul’a<br />

yerleşmiştir.Anneannesi eşinin Sırplar tarafından vurulmasından sonra, çocuklarıyla<br />

Yugoslavya’dan Yunanistan’a gelmiştir.Babası görevli olarak bulunduğu Selanik’te babasıyla<br />

evlenmiş, sonra Balkan savaşı sırasında Bursa’ya göç etmişlerdir.<br />

Reşat Otman, Yunan işgali altındaki Bursa’da büyümüş,Kurtuluş’tan sonra ağabeyi Cahit<br />

Otman’la birlikte Işıklar Askeri Lisesi’nin o dönem yeni açılan ilkokul bölümüne kayıt<br />

yaptırmıştır.Reşat Otman 1932 yılında liseyi birincilikle bitirmiştir.Bitirme sınavları sırasında,<br />

gözlük kullandığı için, eski yönetmeliğe göre okulla ilişkisinin kesilme işlemleri<br />

başlatılmıştır.Ancak sınav kurulundaki bir görevlinin girişimi sonucu, Milli Eğitim Bakanlığı’nca<br />

gerekli yasal düzenleme kısa sürede tamamlanarak, Işıklar Askeri Lisesi’nden içlerinde Reşat<br />

Otman’ın da bulunduğu altı öğrenci, öğretmen adayı olarak İÜ’ne gönderilmiştir.Böylece<br />

askeri öğretmen sınıfının kuruluşuna geçilmiş ve otuzlu yıllarda askeri okullarda çeşitli<br />

nedenlerle baş gösteren öğretmen açığı bu yoldan kapatılmıştır.İÜ FF Fizik Bölümü’nü 1936<br />

yılında bitiren Reşat Otman aynı yıl 21 yaşındayken Işıklar Askeri Lisesi’nde askeri öğretmen<br />

sınıfının ilk personeli olarak fizik öğretmenliğine başlamıştır<br />

Reşat Otman 1943 yılında, Ankara Akşam Kız Sanat Okulu müdiresi olan, daha sonra<br />

Bursa Necatibey Kız Enstitüsü’nde müdire,İstanbul Olgunlaşma Enstitüsü’nde öğretmen ve<br />

müdire olarak görev yapacak olan Melahat Alp ile evlenmiş,1946 yılında oğlu Alp dünyaya<br />

gelmiştir.<br />

Reşat Otman, Işıklar’dan sonra 1945 yılından itibaren Kuleli Askeri Lisesi ve 1957 yılından<br />

sonra Erzincan Askeri Lisesi’nde fizik öğretmenliği yapmıştır.1960 yılının başında kendi<br />

isteğiyle askerlikten ayrılarak sivil hayata geçmiştir. Bir yıl süreyle Robert Kolej’de fizik<br />

öğretmenliği yaptıktan sonra 1962 yılında Yıldız Teknik Okulu’nda öğretim üyeliğine<br />

başlamıştır.Reşat Otman daha sonra 1977’den itibaren Kocaeli DMMA Makine ve Elektrik<br />

Fakülteleri’nde ve 1982’den sonra da Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği ve Eczacılık<br />

Fakülteleri’nde profesör olarak görev yapmıştır.Bu üniversitede Fen Bilimleri Enstitüsü’nün<br />

kuruluşunu başlatmış ve enstitünün ilk müdürü olmuştur.<br />

1984 yılında emekliye ayrılan Reşat Otman, eşinin ölümünden bir yıl kadar sonra, 24<br />

Mayıs 1989 tarihinde aramızdan ayrılmıştır.<br />

Reşat Otman 48 yıllık fizik öğretmenliği hayatında orta ve yüksek dereceli okullarda<br />

verdiği hizmetin yanı sıra çok sayıda kitap yazmıştır.Lise ve Orta Okulların bütün sınıfları için<br />

fizik ders kitaplarının yanı sıra bütün bu sınıflar için çözümlü fizik problemlerini içeren kitaplar<br />

hazırlamıştır.Bu kitaplar 35 yıl kadar süreyle askeri ve sivil okullarda ders kitabı ve yardımcı<br />

kitap olarak okutulmuştur.Reşat Otman’ın ayrıca yüksek okullar için yazdığı Ölçme Teknikleri<br />

ve Elektriğe Giriş adlı kitapları yayınlanmıştır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 409<br />

Cüneyt Özbaylı<br />

(1949 – 2003)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 410<br />

Ergun Gültekin<br />

Memur bir aileden geliyordu . Babası Tarih öğretmeniydi . İstanbul’ da ilk orta ve lise<br />

eğitiminden sonra İstanbul Üniversitesi Fizik Bölümünü ve sonra Nükleer Enerji Enstitüsünü<br />

bitirdi .CNAEM ’ ye girdi ve vefat edinceye kadar orda çalıştı . Pek çok bilimsel araştırmaya<br />

katıldı . Son dercece zeki ve yetenekliydi . Matematiksel Fizik konularında derin bilgi<br />

sahibiydi . Ayrıca dilbilgisi belki babasının etkisiyle Roma Tarihi ve Felsefeye meraklıydı .<br />

Kadıköy Belediyesi ’ nin Kültür Merkezi’ndeki Felsefe toplantılarına ( vefat edinceye kadar )<br />

iştirak ederdi . Türkçe’yi çok güzel kullandığından zeka dolu ince esprileri yakın<br />

arkadaşlarının hep hatırındadır . Fiziğin dışında ilgilendiği Felsefe , Tarih , Dilbilgisi hakkında<br />

kitaplığında 500 ’ ün üstünde kitap mevcuttu ve hepsini tek tek okuyup altını çizip yanına<br />

notlar alınmış vaziyette saklardı . Bunların dışında genel kültürle ilgili hangi konu tartışılsa<br />

o konuyla ilgili temel bir kitap getirip söylediklerinin gerçekliliğini altı çizilmiş ve yanına not<br />

düşülmüş olarak gösterirdi . Hayatında hiçbir kimseyi kırmamış , edindiği kültürün incelttiği<br />

zarif bir insandı . Kendisine Tanrı ’ dan rahmetler dileriz .<br />

TAEK-ÇNAEM Fizik Bölümü<br />

Cüneyt Özbaylı'nın Ardından<br />

13 Eylül 2003 tarihinde vefat eden Cüneyt Özbaylı 24.7.1949 yılında Samsun’da doğdu.İlk<br />

ve orta okulu İstanbul’da bitirdikten sonra 1966 yılında Vefa Lisesinden mezun oldu.Lisans<br />

eğitimini 1970 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümünde, lisans üstü eğitimini<br />

de 1972 yılında İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsünde tamamladı.Fakültedeki öğrencilik döneminde<br />

zekası ile kendini ispat etmiş olan Özbaylı tüm hayatı boyunca bir iyilik ve arkadaşlık örneği<br />

vererek yaşamıştır.1972 yılından beri Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Fizik<br />

Bölümünde Araştırıcı olarak görev yapmıştır.Teorik Nükleer Fizik ve Teorik Nötron Fiziği<br />

konularında bilimsel çalışmalar yapmış olan Cüneyt Özbaylı bir kız çocuk babasıydı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 411<br />

Belkıs Özdoğan<br />

(1912 – 2002)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 412<br />

K. Gediz Akdeniz - Ali Girgin<br />

(İstanbul Üniversitesi, Fizik Bölümü)<br />

Prof. Dr. Belkıs Özdoğan 23 Temmuz 1912 tarihinde, İstanbul’da doğdu. Orta öğrenimini Kandilli (İstanbul)<br />

Kız Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1939 yılında, İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde yüksek<br />

öğrenime başlamış; bu Fakülte ‘yi bitirdikten sonra 1 yıl süreyle, Çapa (İstanbul) Yüksek Öğretmen Okulu’nda Fizik<br />

Öğretmenliği yapmıştır. Prof. Dr. Belkis Özdoğan Fizik Öğretmenliği yaptığı sırada, Fizik öğrenimi gördüğü İstanbul<br />

Üniversitesi, Fen Fakültesi Fizik Bölümü, o zamanki adı Tecrübî Fizik Enstitüsü olan Denel Fizik Kürsüsü ‘ne, Prof.<br />

Dr. Harry Dember ‘in asistanı olarak atanmıştır. Bu atama Prof. Dr. Belkis Özdoğan’ın, bir bilim kadını olma<br />

sürecinin de başlangıcı olmuştur. Prof. Dr. Dember’in, 2. Dünya Savaşı sırasında İstanbul Üniversitesi‘den ayrılarak<br />

(1941) Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmesinden sonra ara verdiği çalışmalarını, İsviçre’den Türkiye’ye gelen<br />

(1944 Şubat) Prof. Dr. Kurt Zuber’le sürdürmüştür. Prof. Zuber’in danışmanlığında; “Ultrases<br />

İnterferometresenin Rektanguler İki Kuars Levhanın Öztitreşimlerinin Tayininde Kullanılması ve<br />

Etil Eter ve Oda Temperatüründe Ses hızı Dispersiyonunun Tayini” başlıklı tez çalışması ile 1949<br />

yılında Fen Doktoru olmuştur[1,2].<br />

1951 – 1953 yılları arasında, 9 ay süreyle Paris (Fransa) de bulunmuş ve burada başladığı optik konusundaki<br />

çalışmalarla ve Prof. Zuber’in yönlendirmesiyle önce “Karbondioksiti Alınmış Kuru Hava İçinde Ultrasonik<br />

Absorpsiyon Ve Yansıma Katsayılarının Bulunması” başlıklı tezi ile doçentlik unvanını almıştır. 1970 yılında da<br />

profesörlüğe yükseltilmiştir.<br />

Prof. Dr. Belkis Özdoğan, ilk doktora yapan kadın fizikçiler arasında olması yanında, Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ülkede, batılı eğitim sistemi ve yaşam biçiminin yerleşmesinde öncülük<br />

yapan bir aile ortamında yetişmiştir. Babası, Darülfünun’da Deniz Ticaret Hukuku’ na ilişkin çalışmalarıyla tanınan,<br />

Müderris Mehmet Celal Bey’dir. Ayrıca, Cumhuriyet’ in ilk yıllarındaki uygarlaşma çabaları içinde, Mustafa Kemal<br />

ATATÜRK ‘ün büyük önem verdiği sanat etkinliklerin bir simgesi haline gelmiş, tango ve besteleriyle ün yapmış<br />

olan Necip Celal Antel, ağabeylerinden biridir. Diğer ağabeyi ise hem toplumsal ve siyasal alanlardaki çalışmaları,<br />

hem de İstanbul Üniversitesi’ndeki eğitim ve bilim alanındaki çalışmalarıyla tanınan Sadrettin Celal Antel’dir.<br />

Sadrettin Celal Antel, 1933 Üniversite Reformu’ndan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Pedagoji<br />

Kürsüsü’nü kurmuş, 1953 yılına kadar bu Kürsü’deki görevini sürdürmüştür.<br />

Prof. Dr. Belkis Özdoğan asistan olarak çalıştığı yılları Türk Fizik Derneği tarafından 1991<br />

Mayıs Ayı’nda düzenlenen “Kurt Zuber Sempozyumunda” şöyle anlatmıştır [1,3].<br />

“Bizim içimizde Doktorası olan bir Sait vardı, bir Cavit Bey vardı, sanırım bir de Mehmet<br />

Öğder vardı. Mehmet Öğder doktorasını Dember ile yapmıştı. Dr. Zuber gelirken dörtköşe bir<br />

kuvartz kristali getirmişti. Şöyle ufak bir şeydi. O kuvartz kristali ile İhsan Bey doktorasını yaptı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 413<br />

İhsan Bey’den sonra 1949 yılında ben aynı kuvartzı kullandım ve ben de doktoramı<br />

tamamladım. Remziye Hanım, rahmetli Dilşad Hanım üçümüz aynı anda doktoralarımızı<br />

verdik. Bizden sonra Ayhan Çilesiz de doktorasını tamamladı. Böylece sıfırdan, 42 deki<br />

halimizden itibaren 5 kişi 7 sene gibi, kısa bir süre içersinde bunları tamamlamış olduk. Bunu<br />

biz, tabi 1942 de hayal bile edemiyorduk. O kadar çaresiz bir durumdaydık ki! Hiçbir şey yoktu.<br />

Kitap yok, araç yok, gereç yok. Ne bileyim, yer yok, yol gösterici yok. Son derece sıkıntı<br />

içersindeydik. Fakat Zuber bizi bu dertten kurtardı.”<br />

Bilim, İlk doktoralı kadın fizikçilerimizden olan Belkis Özdoğan’ın özel yaşamında da etkisini gösterir.<br />

Tecrübi Fizik Kürsüsü ‘ne Asistan olarak atandığı yıl, Fransa’daki eğitimini tamamladıktan sonra aynı Kürsü ‘ye<br />

Asistan olarak atanan İhsan Özdoğan ( Prof. K. Zuber’in ilk doktorantı) ile yaşamını birleştirmiştir. Özdoğan çiftinin<br />

bu evliliklerinden, 1943 yılında bir erkek çocuk dünyaya geldi. Baba, Prof. Dr. Özdoğan doktora sonrası<br />

çalışmalarını daha sonra Jeofizik alanında yoğunlaştırmış ve Fen Fakültesi Jeofizik Kürsüsü’nün kuruluş<br />

çalışmalarına katılmıştır. Oğul Özdoğan ise İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Prehistorya Anabilim Dalı<br />

Başkanlığı da yapmış olan, Prof. Dr. Mehmet Özdoğan‘dır.<br />

“Kimyada Fiziki Metotlar” adlı kitabından çok sayıda öğrencinin yararlandığı Prof. Dr. Belkıs Özdoğan 1982<br />

yılında, yaş sınırı nedeniyle emekli olmuş; 24 Eylül 2002 tarihinde de aramızdan ayrılmıştır.<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş<br />

Öğrenciliğim sırasında Denel Fizik Laboratuarı asistanlarımızdan biri olarak tanıdığım<br />

Belkıs Hanım, son derece neşeli ve espirili bir insandı. Denel Fizik Enstitüsü Çay Odası’nın neşe<br />

kaynağı idi. Ev işlerinde yardımcısı olan Kezban Hanıma yapması gereken bir işi söylemek için<br />

Enstitü’den eve telefon açmış. Ömründe ilk kez telefon ahizesini eline alan Kezban Hanım ne<br />

yapacağını şaşırmış halde, “Ben Keziban. Ne deyon anlamıyon. Ben Keziban. Ne deyon<br />

anlamıyon.” Demiş ve telefonu kapatmış. Belkıs Hanım yeri geldikçe bu sözü tekrarlardı: “Ne<br />

deyon. Anlamıyon.”<br />

Belkıs Hanım iyi derecede İngilizce, eşi Prof Dr. İhsan ÖZDOĞAN ise çok iyi Fransızca<br />

biliyordu. Fizikokimya Enstitüsü’nde dersine devam ettiğim İngiliz Prof. Dr. CONSTABLE,<br />

dudaklarını kıpırdatmadan İngilizce ders verir, ne dediği anlaşılamazdı. Dersini tercüme eden<br />

asistan hanımın Constable’ın konuşmasını nasıl anlayabildiğine hayret ederdik.<br />

Sultanahmet’te Özdoğan’larla aynı sokakta oturan Constable, yağmurlu bir kış günü Pazar<br />

akşamı Belkıs Hanımlara çat kapı misafir gelmiş. Buyur etmişler. Belkıs Hanımın anlattığına<br />

göre Constable, lapa lapa çamurla kaplı ayakkabısını çıkarmadan salona girip oturmuş. Gece<br />

geç saatlere kadar Constable anlatmış, bizimkiler dinlemiş. Sık sık kahkahalarla ortalığı<br />

çınlatmışlar. Nihayet Constable kalkmış ve karı-koca Özdoğanlar, tekrar onurlandırması ricası<br />

ile onu uğurlamışlar. Baş başa kalınca İhsan Bey Belkıs Hanıma, “Allahasen, bu adam ne<br />

anlattı?” diye sormuş. Belkıs Hanım, “Ne bileyim ben. Herhalde Fransızca konuştu. Ben de ne<br />

anlattığını şimdi sana soracaktım. Madem sen de anlamadın, ne diye kahkahalarla<br />

gülüyordun?” deyince İhsan Bey, “Hiçbir şey anlamadım amma adam gülünce ayıp olmasın<br />

diye ben de kahkaha atıyordum. Peki sen neye katıla katıla gülüyordun?” sorusuna karşı Belkıs<br />

Hanım, “Doğrusu, ben de senin gibi aynı sebepten gülüyordum.” Cevabını vererek karşılıklı<br />

birkaç kahkaha daha patlatmışlar.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 414<br />

KAYNAKLAR<br />

1. A. Yüksel Özemre (Editör), İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde Çeşitli Fen Bilimi<br />

Dallarının Cumhuriyet Dönemindeki Gelişmesi ve Milletlerarası Bilime Katkıları, Doğumunun<br />

100. Yılında Atatürk’e Armağan”, İ.Ü. Fen Fakültesi yayınları (1982).<br />

2. A. Girgin, K. Gediz Akdeniz; Prof. Dr. Belkıs Özdoğan (1912 – 2002); Yitirdiğimiz<br />

Hocalarımız,Anılar, Türk Fizikçileri Anı Kitabı; Mehmet Erbudak (Editör) (2005).<br />

3. “TFD Kurt Zuber Sempozyumu Notları” Türk Fizik Derneği Çağdaş Fizik Dergisi sayı 22,<br />

İstanbul (1991).<br />

4. K. Gediz. Akdeniz; Cumhuriyetin 75. Yılı Anısına İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik<br />

Bölümü’nde 1933-2005 Yılları Arasında Yapılan Eğitim, Öğretim ve Bilimsel Çalışmaların<br />

Değerlendirilmesi, İstanbul Üniversitesi Araştırma Fonu Proje No: 1316/050599, Yürütücü:<br />

Prof. Dr. Türkan Özkan (2003).<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 415<br />

Şevket Özkök<br />

(1920 – 2001)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 416<br />

Prof. Dr. Ali Girgin<br />

Şevket Özkök 1920 yılında, Safranbolda doğmuştur. Kuleli Askeri Lisesi’ni bitirdikten<br />

sonra, askeri öğrenci olarak İÜ FF fizik-matematik dalında yüksek öğrenimine başlamış, son<br />

sınıftayken borcunu ödeyerek, askerlik görevinden ayrılmıştır. F.F.’ni 1947 yılında bitiren<br />

Özkök aynı yıl, bu fakültenin Atom ve Çekirdek Fiziği Kürsüsü’ne asistan olarak atanmıştır.<br />

1956 yılında, ABD Duke Üniversitesi’ne giderek çekirdek fiziğine yönelik araştırmalara<br />

katılan Özkök Türkiye’ye döndükten sonra 1963 yılında, Prof. Dr. Fahir Yeniçay yönetiminde<br />

hazırladığı İrca Edilmiş Nötron Genişliklerinin Büyüklük Dağılımı adlı teziyle fen doktoru<br />

ünvanını almıştır.<br />

1969 yılında tekrar ABD’ye giden Özkök Kansas Üniversitesi’nde, 1977 yılında da<br />

Japonya’ya giderek önce Tokyo Üniversitesi Çekirdek Araştırmaları Enstitüsü’nde ve Japon<br />

Hükümeti’ne bağlı Fiziksel ve Kimyasal Araştırmalar Enstitüsü’nde araştırmalar yapmış ve C-<br />

12(d,p)C-13 Reaksiyonu İçin Diferansiyel Tesir Kesitleri konulu doçentlik tezini de bu çalışmaları<br />

sırasında hazırlamıştır.1981 yılında da İÜ FF Nükleer Fizik Anabilim Dalı’na doçent olarak<br />

atanmıştır.<br />

Yaş haddine kadar etkin çalışma yapıp emekliye ayrılan Doç. Dr. Şevket Özkök, daha<br />

sonra aramızdan ayrılmıştır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 417<br />

Cihan Özmutlu<br />

(1939 – 1999)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 418<br />

Prof. Dr. Aytaç Yalçıner<br />

(Uludağ Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Fizik Bölüm Başkanı)<br />

Cihan Özmutlu 4 Eylül 1939 günü Gelibolu’da doğdu. Babası Jandarma Subayı olduğu için<br />

ilk ve orta eğitimi boyunca birçok şehri gezen Cihan Özmutlu ilkokulu 1951 yılında Konya’da,<br />

ortaokulu 1954 yılında Kars Lisesi Orta Kısmında, liseyi 1957 yılında Ankara Kurtuluş Lisesi’nde<br />

tamamladı. Aynı yıl Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi, Fizik Bölümü’ne kaydoldu ve 1961<br />

yılında lisans eğitimini tamamladı.<br />

1962 yılında o günlerde kuruluş aşamasında olan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Ankara<br />

Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde (ANAEM) araştırmacı olarak göreve başladı ve<br />

merkez bünyesinde kurulan araştırma amaçlı kritik-altı reaktörün kuruluşunda çalıştı. 1963<br />

yılında AÜ Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde Yüksek lisansını tamamlayan Cihan Özmutlu 1964-<br />

66 yılları arası araştırma amacıyla İngiltere’de bulundu, ve 1971 yılında AÜ Fen Fakültesi Fizik<br />

Bölümü’nde doktora çalışmalarını tamamladı.<br />

1969 yılında Elçin E. Eski ile evlenen Cihan Özmutlu iki erkek evlat sahibi oldu.<br />

ANAEM’de araştırmacı olarak görevini sürdüren Cihan Özmutlu 1977 yılında Doçentlik<br />

unvanını kazandı ve 1977 de eski adı ile Bursa Üniversitesi Makine Fakültesi’ne Öğretim Üyesi<br />

olarak atandı. Ertesi yıl aynı üniversitenin Tıp Fakültesi’ne atandı, Temmuz 1982’de<br />

profesörlüğe yükseltildi ve 1982-1983 yılarında Tıp Fakültesi Dekan Yardımcılığı görevini<br />

sürdürdü.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 419<br />

Cihan Özmutlu 1969’da eşi Elçin Özmutlu ile<br />

Cihan Özmutlu Bursa Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekan Yardımcısı olduğu günlerde<br />

1-Aralık-1983 günü profesörlük kadrosuna atanan Prof. Dr. Cihan Özmutlu 1983-1992<br />

yılları arasında 1982 yılında yürürlüğe giren Yüksek Öğretim Kanunu ile ismi Bursa<br />

Üniversites’inden Uludağ Üniversitesi olarak değişen üniversitenin, yine aynı yasa gereği yeni<br />

kurulan Fen-Edebiyat Fakültesi’nde kurucu Dekan olarak üç dönem görev yaptı. Aynı yıllarda<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 420<br />

1984-85 arası Uludağ Üniversitesi Rektör Yardımcılığı, 1990-1992 arası U. Ü. Fen Bilimleri<br />

Enstitüsü Müdürlüğü görevlerini de sürdürdü.<br />

1976 ve 1985 yıllarında kalp krizi geçiren Prof. Dr. Cihan Özmutlu 1985 yılında koroner<br />

by-pass ameliyatı geçirdi. Ağustos-1999 da emekliye ayrılan Prof. Dr. Cihan Özmutlu 24-Ekim-<br />

1999 günü kalbine yenik düşerek aramızdan ayrıldı.<br />

Yakın çalışma arkadaşı Prof. Dr. Salih Dinçer,<br />

Prof. Dr. Cihan Özmutlu Hakkında şunları anlatıyor.“Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik<br />

Yüksek Mühendisliği Bölümü’ne 1958 yılında girenlerdenim. Cihan’ların sınıfı ise bizden bir yıl<br />

öncedir. Bu sınıfta Cihan Özmutlu, Uğur Büget, Teoman Efes ve Tuncay İncesu’dan oluşan<br />

dörtlü grup, bölümde herkes tarafından tanınırdı. Benim kendisi ile yakından tanışmamız ve<br />

sıkı arkadaşlığımız ise: başlangıçta Fakülte’nin bodrumunda yer alan ve Atom Enerjisi<br />

Kurumu’na bağlı Ankara Nükleer Araştırma Merkezi’nde olmuştur. Bu merkezde Cihan,<br />

Reaktör ve Nötron Fiziği gurubunun başkanı ben de elemanı olarak 1970’lerin sonunda<br />

Bursa’ya gelinceye kadar araştırıcı olarak uyum içerisinde çalıştık.<br />

Merkezde bulunduğumuz süre içerisinde, grup elemanları arasında hayli eğlenceli olaylar<br />

yaşanmıştır. Bunlar arasından bir tanesine değinmek isterim. Merkezde 1960’ların ilk yıllarında<br />

kurulmuş olan tabii uranyum ve normal su ile çalışan kritik-altı araştırma reaktörü ile ilgili<br />

anımız ilginçtir. Kritik-altı reaktör kurulduğu sıralarda basın organlarında, altı kritik reaktör<br />

olarak yer almıştır. Altı adet kritik olabilen reaktörün olması, değil bizim merkezin, ülkemizin<br />

de o zamanki olanakları dışında idi. Bugün bile yalnız Çekmece Nükleer Araştırma Merkez’nde<br />

bir adet kritik olabilen bir araştırma reaktörümüz bulunduğu düşünülürse…”<br />

4 Aralık 1965 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, “Türkiye’de Nükleer İlim Alanında<br />

Araştırmalar” başlıklı yazısına ANAEM’den bir görüntü eklemiş. Salih Dinçer sol-önde<br />

görülüyor.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 421<br />

12 Nisan 1974 tarihli Barış gazetesi, sayın Dinçer’in anılarında yer alan ANAEM hakkında<br />

bir yazı yayımlamıştı. Aşağıda yer alan bu yazıdaki fotoğrafta o tarihteki unvanları ile Merkez<br />

yöneticisi Doç. Dr. Uğur Büget ve Dr. Cihan Özmutlu (solda), kritik-altı reaktörün başında<br />

görülüyor.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 422<br />

Sayın Büget, bilindiği gibi daha sonra Gaziantep’te rektörlük ve YÖK Başkan Vekilliği<br />

görevlerinde de bulunmuştur. Özmutlu ile Büget arasındaki arkadaşlık bağı, merhum<br />

Özmutlu’nun ölümüne dek devam etmiştir. Ankara Fen Fakültesi’nin bu ikilisi1957-62 yılları<br />

arasında esprileri ve düzeyli şakaları ile çevrelerine neşe saçarlardı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 423<br />

Onlardan bir yıl sonra Bölüme giren ben (Aytaç Yalçıner), Salih Dinçer, Erol Öztekin, Erol<br />

Aygün, Fevzi Apaydın, Turhan Alper ve Ata Selçuk bu ikiliye gıpta ile bakar, bazen kahkahaya<br />

boğulur, ancak bir türlü havaya giremezdik. Biz 58’liler galiba hem daha soğuk hem de daha<br />

ciddi çocuklardık. Sonra hepimiz profesör olduk.<br />

1973’teki TÜBİTAK Bilim Kongresi (Ankara), Fizik Seksiyonu’ndan bir görüntü: ön sırada Aytaç<br />

Yalçıner, arka sırada sağdan Cihan Özmutlu, Dinçer Ülkü, arkalarında Fevzi Apaydın<br />

ANAEM o yıllarda, önce Ankara Fen Fakültesi binası içinde sonra da Fakülte’nin meşhur<br />

ve tarihi yerleşkesi içinde kendi binasında yerleşmişti. Bu nedenle çeşitli münasebetlerle Cihan<br />

Özmutlu ile sık sık görüşürdük.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 424<br />

sol başta Salih Dinçer, sağ başta Haldun Özyol ve onun yanında Cihan Özmutlu<br />

genç öğrenci ile birlikte görülüyor. (ANAEM günlerinden bir anı fotoğrafında)<br />

iki<br />

Sıvı azot üretim sistemi Fen Fakültesi’nden önce ANAEM’de kuruldu. Ben de<br />

çalışmalarımda kullandığım sıvı azotu bir müddet ANAEM’deki sistemden temin ettim. Cihan<br />

Özmutlu ağabeyimiz merkez ile tüm ilişkilerimizde daima yardımcı olurdu.<br />

20 Kasım 1982’de YÖK tarafından atanmış ilk profesör olarak Bursa Uludağ<br />

Üniversitesi’nin henüz öğrencisi olmayan, kuruluş aşamasındaki Fen-Edebiyat Fakültesi’ne<br />

geldiğimde Cihan Özmutlu Tıp Fakültesi dekan yardımcılığı görevini sürdürüyordu. Kısa bir süre<br />

sonra Cihan Özmutlu, Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı ben de Dekan Yardımcısı ve Fizik Bölüm<br />

Başkanı olmuştum.<br />

Eski Bursa Eğitim Enstitüsü, Eğitim Fakültesi’ne dönüştürülmüş ve 1983-84 Öğretim<br />

Yılı’nda Fizik, Kimya, Biyoloji ve Matematik Bölümleri’ne alınan 40’ar öğrenci ile 152-Evler’deki<br />

Eğitim Fakültesi yerleşkesine biz de ortak olmuştuk. Hatta, artık öğrenci alınmayan Fizik-,<br />

Kimya- ve Biyoloji-Eğitimi programlarının laboratuarlarına da el koymuştuk. Aynı yerleşkede<br />

iki dekan olmasın diye düşünen Rektör Prof. Dr. Nihat Balkır, Cihan Özmutlu’ya bir de Eğitim<br />

Fakültesi Dekan Vekilliği görevi yüklemişti.<br />

1984-85 Öğretim yılı başlamadan hemen önce bugünkü Görükle yerleşkesine ilk<br />

taşınan fakülte olduk. Bu yeni yerleşkenin yolları çamurdu, ısınma sorunu vardı, çorak bir<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 425<br />

arazinin ortasına kurulmuştu, Bursa ile bağlantısı zayıftı. Sabırla, inatla ve zamanla burada<br />

Fakültemizi el birliği ile kurduk.<br />

Cihan Özmutlu üç dönem (9 yıl) dekanlık yaptı. İlkelerinden ödün vermezdi. Kurullarda<br />

konuları tartışmaya açar, sonra tüm söylenenleri dikkate alarak yasa ve yönetmeliklere en<br />

uygun kararı bizzat kaleme aldırırdı. Üst yönetimle iyi ilişkiler içinde olmanın fakültesine artılar<br />

katacağını bilirdi. Bu süre içinde, devlet bütçesinden, TÜBİTAK, DPT ve Üniversite Araştırma<br />

Fonu kaynaklarından fakülteye pek çok laboratuar malzemesi kazandırıldı. Boş binalar yavaş<br />

yavaş donatıldı. Bilimsel çalışmalar hız kazandı.1987’de 9. TFD Ulusal Fizik Kongresi Bursa’da<br />

gerçekleştirildi. Rektör Prof. Dr. Nihat Balkır, Dekan Prof. Dr. Cihan Özmutlu bize büyük destek<br />

oldular. Bilimsel programın yanı sıra sosyal etkinliklerin de yer aldığı bu kongre katılımcılardan<br />

oldukça iyi not almıştı.<br />

Cihan Özmutlu sol başta, arkasında ayakta duran, öğrencisi ve şimdiki dekanımız Gökay<br />

KaynaK.,ortada Aytaç Yalçıner ve çağrılı konuşmacı Münster Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Werner-<br />

Müller Warmuth, sağımda eşim Neşe ve onun yanında Elçin Özmutlu görülüyor. (Uludağ<br />

Üniversitesi’nin Kükürtlü Sosyal Tesislerindeki Kongre kokteylinde)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 426<br />

Cihan Özmutlu ayakta sağdan üçüncü sırada,(Kongre sonrası düzenleme kurulu aileleriyle birlikte<br />

Uludağ Üniversitesi’nin, Uludağ’daki Kirazlıyayla tesislerinde)<br />

1990-92 yılları arasında Cihan Özmutlu, dekanlığının yanı sıra bir de Fen Bilimleri<br />

Enstitüsü Müdürlüğü görevini üstlendi. Rahmetli idareciliği hem severdi hem de bunu bir sanat<br />

icra edermiş gibi yapardı. Uludağ Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürlüğü görevini<br />

1992’de ondan ben devir almıştım.<br />

Kişisel ilişkiler kurmada, çevresine insanları toplamada, onlarla sohbet edip fıkralar<br />

anlatmakta hep önderdi. Ailece, birlikte iki kez Antalya bir kez de Bodrum gezisi yaptık. Her<br />

konuda uyum içinde olunur ve tatiller huzur içinde geçerdi. Antalya Belek’te bir tatil köyündeki<br />

dört günümüz unutulmayacak anılarımız arasına girdi.<br />

.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 427<br />

(Antalya’da).<br />

soldan Cihan Özmutlu, Elçin Özmutlu,Neşe Yalçıner, Aytaç Yalçıner ve Sedef<br />

Yalçıner<br />

soldan sağa, Salih Dinçer, Aytaç Yalçıner, Fizik Bölümü birincisi Ayşe Kıvrak ve Cihan ÖzmutlU ,(29<br />

Haziran 1990’daki Mezuniyet töreninde)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 428<br />

1993 TFD Fizik Kongresi Kıbrıs’ta düzenlenmişti. 27 Ekim 1993 günü Yakın Doğu<br />

Üniversitesi Rektörü katılımcılar için bir kokteyl düzenlemişti..<br />

.<br />

soldan Asuman Aydın, Cihan Özmutlu, Aytaç Yalçıner ve Ahmet Cengiz<br />

soldan sağa Ahmet Avinç, Fizik Bölümü birincisi Nilüfer As, Cihan Özmutlu, Bölüm ikincisi Nilgün<br />

Demir, Salih Dinçer, Bölüm üçüncüsü Fuat Şahin ve Aytaç Yalçıner (1997’deki mezuniyet töreninde)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 429<br />

Nimet Pusat<br />

(1916 – 1965)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 430<br />

Prof . Dr . İsmet Ertaş<br />

1916 yılında Sinop’ta dünyaya gelen Nimet Pusat, 1939 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik-Kimya<br />

dalından mezun olmuştur. Bir süre<br />

ortaokul ve liselerde öğretmenlik<br />

yaptıktan sonra İ.Ü. Fen Fakültesi Tecrübî<br />

Fizik Enstitüsü’nde asistan olarak görev<br />

almıştır. Ord. Prof.Dr. K. Zuber<br />

yönetimindeki doktora çalışmasını 1952<br />

yılında tamamlayarak “Fen Doktoru”<br />

unvanını kazanan Dr. Nimet Pusat, 1959<br />

yılında Ege Üniversitesi Fizik Enstitüsü’ne<br />

naklen atanmıştır. 1964 yılında<br />

“Üniversite Doçenti” unvanını kazanan Dr.<br />

N. Pusat, 6 Şubat 1965 tarihinde bir kaza<br />

sonucu vefat etmiştir.<br />

Doç. Dr. Nimet Pusat’ı İ.Ü. Fen<br />

Fakültesi’nde öğrenci iken 1950 yılında Denel Fizik Laboratuarı asistanlarımızdan biri olarak tanımıştım. 1954<br />

yılında İ.Ü. Fen Fakültesi Denel Fizik Enstitüsü’nde asistan olarak göreve başlayınca meslektaş olduk. Odalarımız<br />

Zemin kat koridorunda idi. O, 1959 yılında Ege Üniversitesi’ne naklen atandı. Ben de askerlik hizmetinden sonra<br />

1960’da aynı üniversitede Dr. asistan olarak görev aldım. Genç üniversitede Fizik laboratuarlarının kurulup<br />

geliştirilmesi için takvime- saate bakmadan heyecanla çalıştık. Nimet Hanım 1962 yılında İngiltere’nin Liverpool<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 431<br />

Üniversitesi’ne giderek orada doçentlik tezini hazırladı.<br />

O dönünce ben de Hollanda’nın Leiden Üniversitesi’ne<br />

burslu olarak gittim. Bu arada Nimet Hanım doçentlik<br />

sınavlarını vererek doçent olmuştu. Ancak kısa bir süre<br />

sonra onun vefat ettiği haberini alınca yıkıldım. Bir<br />

akşam ziyarete gittiği bir arkadaşının evine girerken<br />

korumasız olan merdiven boşluğuna düşerek yaşamını<br />

yitirmişti. Kürsü başkanımız Prof. Dr. Dilşad Elbrus hasta<br />

ve raporlu idi. Kürsüye yeni katılan asistan<br />

arkadaşlarımız henüz yeterince tecrübe<br />

kazanamamışlardı. Dersler ve laboratuarlar ortada<br />

kalmıştı. Hollanda’dan geri dönmek istedim. Ancak<br />

Dekan kabul etmedi. Ben değerli bir hocamı ve<br />

meslektaşımı, Fakülte ise çiçeği burnunda bir doçentini kaybetti.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 432<br />

Celal Saraç<br />

(1906 – 1998)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 433<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş - Prof. Dr. Hüseyin Erbil<br />

1906 Yılında Bağdat’da<br />

doğan ve Urfa’da<br />

büyüyen Mustafa Celal<br />

Saraç; ilk ve ortaokulu<br />

burada tamamlamıştır.<br />

1922 - 1923 yılları<br />

arasında Urfa Vatan<br />

İlkokulunda Matematik<br />

öğretmenliği yapmış,<br />

1926 yılında Adana<br />

Lisesinden mezun olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı yurtdışı yükseköğretim sınavını<br />

kazanan Celal Saraç, 1932 yılında Fransa’nın Dijon Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik- Fizik-<br />

Kimya dalından mezun olduktan sonra Adana Lisesi öğretmenliğine atanmıştır.<br />

1933’de yapılan Üniversite Reformu ile oluşan İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Genel<br />

Fizik Kürsüsü doçentliğine naklen atanarak akademik hizmete başlayan Celal Saraç; 1942<br />

yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Matematik Öğretim Üyeliğine ve Milli Eğitim Bakanlığı<br />

Yükseköğretim Şube Müdürlüğüne atanmıştır. 1943 Yılında Ankara Üniversitesi Fen<br />

Fakültesinin kurulmasıyla bu fakültenin fizik profesörlüğüne ve Milli Eğitim Bakanlığı Talim-<br />

Terbiye Dairesi üyeliğine naklen atanan Celal Saraç; 1951–1953 yılları arasında Fen Fakültesi<br />

Dekanlığı yapmıştır.1962 yılında Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Genel Fizik Kürsüsü<br />

profesörlüğüne atanmıştır. Ege Üniversitesinde Genel Fizik Kürsüsünü fiilen kuran ve Teorik<br />

Fizik Kürsüsü profesörlüğünü de vekâleten yürüten Prof. Dr. Celal Saraç,1963 yılında Ege<br />

Üniversitesi Rektörlüğü’ne seçilmiştir. 1976 tarihinde yaş haddinden emekli olan Prof. Dr. Celal<br />

Saraç’a Ege Üniversitesi Senatosu tarafından 1991 yılında şeref doktoru ( Honorius- Causus )<br />

unvanı verilmiştir. Denel Fizik, Genel Fizik ve Teorik Fizik Kürsülerinden oluşan Fizik Kürsüleri<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 434<br />

grubunun fiilen başkanı durumunda değerli hizmetler vermiştir. Prof. Dr. Celal Saraç;<br />

Üniversitedeki akademik görevleri yanında, Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü Klasikler<br />

Tercüme Bürosu Üyeliği (1946 – 1962), Ankara Radyosu Ahlaki Muhasebeler Komisyonu<br />

Başkanlığı (1952 – 1958) ve Ege Üniversitesi Arkeoloji Enstitüsü Müdürlüğü (1964 – 1976)<br />

görevlerini de yapmıştır.<br />

Dokuzu tercüme, altısı telif olmak üzere 15 kitap, 60 bilimsel makale yanında çeşitli<br />

dergilerde popüler makaleleri de yayınlanmıştır. Prof. Dr. Celal Saraç; Fransızca, Almanca,<br />

Arapça ve Farsça bilmekteydi. Prof. Dr. Celal Saraç 23.08.1998 tarihinde İstanbul’da vefat<br />

etmiş ve toprağa verilmiştir.<br />

SON OSMANLI<br />

EFENDİSİ<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş<br />

(Ege Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi Dekanı ve<br />

Emekli Öğretim<br />

Üyesi)<br />

Şimdi adını<br />

hatırlayamadığım bir<br />

İngiliz düşünürü<br />

“Centilmen”i şöyle<br />

tanımlıyor: “Gerçek<br />

bir centilmen, tek<br />

başına oturduğu<br />

karanlık bir odada<br />

esnerken ağzını eliyle<br />

kapatan kimsedir”. Bu<br />

tanıma uyan bir kişi az bulunur ama ben böyle bir centilmen tanıdığım için mutluyum. Bu<br />

centilmen, zamanın Urfa Müftüsü Müderris Abbas Bey’in oğlu Prof. Dr. Celal Saraç’tır. Onun<br />

adını ilk kez 1951 de İstanbul Üniversitesi Fizik Kütüphanesinde rastladığım bir kitabından<br />

öğrenmiştim. Ancak kendisini 1962 yılında Ankara Üniversitesi’nden Ege Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi Genel Fizik Kürsüsü profesörlüğüne naklen atandığı zaman tanıdım. Ege Üniversitesi<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 435<br />

Genel Fizik Kürsüsünü kurup geliştiren Prof. Dr. Celal Saraç, Atatürk’ün 1933 yılında<br />

gerçekleştirdiği Üniversite Reformu’nda İstanbul Üniversitesi Genel Fizik Enstitüsü’ne Doçent<br />

olarak atanan ilk öğretim üyelerinden olup Ankara Üniversitesi Fizik Bölümü’nün de<br />

kurucusudur. Bir dönem Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığı yapan Prof. Dr. Celal<br />

Saraç, Ege Üniversitesi’ne naklen atandıktan bir yıl sonra 1963’de Ege Üniversitesi<br />

Rektörlüğü’ne seçilmiştir.<br />

Her ne kadar öğrencisi olarak dersini dinlememiş isem de kitaplarından yararlandığım<br />

için Prof. Dr. Celal Saraç Hocam sayılır. Celal Hoca giyimine, görünümüne daima dikkat eder,<br />

karşılaştığı kişilere, bunlar “öğrencisi de olsa, fötr şapkasını çıkararak selam verir, son derece<br />

nazik bir ses tonuyla<br />

konuşurdu. Gözüyle, sözüyle,<br />

görünüş ve davranışıyla<br />

kimseye rahatsızlık vermezdi.<br />

Herkese samimi duygular<br />

besler kimseyi düşmanca<br />

eleştirmezdi. İzmir’in yaz<br />

sıcağını yaşayanlar bilirler.<br />

Mayıs ayından başlayarak<br />

artan sıcaklara rağmen Celal<br />

Hocay’ı kravatsız gören<br />

olmamıştır. Öğrencilerine<br />

yalnız öğretmekle yetinmeyip eğitmeye de çalışır, onların bir üniversiteliden beklenen örnek<br />

tutum, davranış ve görünüm içinde olmalarını hassasiyetle izler ve gerektiğinde bir baba<br />

şefkati ile uyarırdı. Koridorda yakası bağrı açık bir öğrencisine rastladığında ona şefkatle<br />

yaklaşarak “Günaydın evladım, nasılsın? Seni böyle görünce üzüldüm. Bir sıkıntın mı var? Bu<br />

durumun bir üniversite öğrencisine yakışmıyor. “Küçüklere örnek olman lazım, lütfen yakanı<br />

ilikle ve yarın da kravatsız gelme” mealinde nasihat ettiğine birkaç kez tanık oldum.<br />

Celal Hoca, 1946 – 1962 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı Klasikler Tercüme Bürosu<br />

üyeliği ve Ankara Radyosu Ahlaki Muhasebeler Komisyonu Başkanlığı da yapmış, 44 yıl üst<br />

düzeyde eğitim-öğretim hizmeti verdikten sonra 1976 yılında yaş haddinden emekli oldu.<br />

Emekli olduktan sonra İstanbul’un Kadıköy tarafında satın aldığı küçük bir apartman dairesine<br />

taşındı. Meraklı olduğu Bilim tarihi araştırmalarına yoğunlaştı ve bu alanda yeni eserler<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 436<br />

yayımladı. İstanbul’a her gidişimde onu ziyaret ettim. Kendisiyle oldukça sık mektuplaştık.<br />

Celal Hoca’nın sohbetlerinde olduğu gibi mektupları da nazik ifadelerle yazılmış eğitici-öğretici<br />

belgeler niteliğinde idi. Lise edebiyat derslerinde ünlü yazarlarımızın mektuplarından örnekler<br />

okumuştuk. Celal Hoca’nın mektupları onları hatırlatıyordu. Yazışma konunuza denk getirip ya<br />

ünlü filozofların sözlerinden ya da ünlü edebiyatçılarımızın şiirlerinden örnekler verirdi. Ben,<br />

hep onun gibi mektup yazamamanın eksikliğini hissettim. Mektuplarını hala saklıyorum.<br />

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanı olarak görev yaptığım 1980’li yıllarda davetimiz<br />

üzerine bizi kırmayarak senede bir iki kez konferans vermek üzere fakültemize şeref verirdi. İlk<br />

gelişinde Dekanlık binası kapısından girerken büyüğüm olarak kendisine yol verdim. Hemen<br />

geri çekildi ve ısrarla benim önce geçmemi istedi. Bir ara yalnız kaldığımızda bu davranışını<br />

açıklama ihtiyacı duydu. “Biz ikimiz yalnızken yol yaşlının olabilir. Ancak yanımızda üçüncü biri<br />

varsa yol makam sahibinindir. Bunu unutmayınız” dedi.<br />

Celal Hoca, arkada beş ömre sığabilecek aşınmaz yazılı ve canlı birçok eser bırakarak 1998<br />

yılında aramızdan ayrıldı ve “Cumhuriyete Kanat Gerenler” arasında yerini aldı. Dokuz Eylül<br />

Üniversitesi’nin Kurucu Rektörü Prof. Dr. Ömer Yiğitbaşı, Celal Hocayı “Son Osmanlı Efendisi”<br />

olarak tanımlardı. Onu bundan daha iyi anımsatacak başka bir deyim düşünemiyorum.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 437<br />

Oben Sezer<br />

(1975 - 2004)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 438<br />

Onur Sezer ( Oben Sezer’in Ağabeyi )<br />

12 Eylül 1975 de Hicabi ve Jülide Sezer in Onur ve Oğuzdan sonra 3. erkek çocuğu olarak<br />

dünyaya gözlerini açtı Oben.<br />

Okula gitmeden evvel yaptığı resimlerle, zekasıyla, konuşmaları ile<br />

hep kendinden küçük adam diye söz ettirirdi. İlk okulu Hamdullah<br />

Suphi İlkokulunda okudu. Sosyal, girişken, bulunduğu ortamda<br />

kendini sevdiren sevilen çok kabiliyetli bir çocuktu.. Okuldan gelir<br />

gelmez hemen derslerini yapar, ödevlerimi yetiştiremeyeceğim diye<br />

çoğu zaman telaşa kapılırdı. İlkokulda bile aşırı bir öğrenme isteği<br />

vardı, sürekli dersleri ilgili olsun olmasın sürekli kitaplar okurdu.<br />

Orta okulu Bahçelievler Ortaokulunda okudu. Ortaokula başlamasıyla<br />

basketbola ve özellikle o yıllarda moda olan kaykayla kaymaya başladı. Dersleri dışında<br />

uğraşılarının çoğu basketbol ve kaykaydı. Liseyi diğer iki abisi gibi Cumhuriyet Lisesi’nde okudu.<br />

İlk okuldan itibaren yaptığı resimler hep okullarında sergilendi. Tüm sınıflarını derece ile geçti.<br />

ODTÜ Fizik bölümünü kazanmasından son nefesine kadar sürekli ders çalışmak zorunda<br />

kaldı. Ailesi olarak onun yoğun ders çalışma temposu ile bir çok ortak zaman geçirme<br />

imkanından mahrum kaldık. Çok sınırlı zamanlarda bir arada olabildik. Okulunu bitirince<br />

bölümünde kaldı. Araştırma görevlisi olarak master ına devam etti.Okulunu bitirmesiyle<br />

başladığı masterın dada daha yoğun bir çalışma temposuyla çalıştı. Okul dönüşü eve gelip<br />

odasına kapanıp gece geç saatlere kadar çalışırdı. Boş zaman bulduğunda çocukluk<br />

arkadaşlarından oluşan grubuyla bir araya gelirdi.<br />

Aralık 2003 de aylardır onu büyük gerileme sokan yeterlilik sınavını verdi. Onun için ders<br />

çalışmak yada derslerinin dışında bir şeyler öğrenme sevdasının özetini arkadaşlarına yazdığı<br />

maillerde kendi cümleleri çok güzel ifade ediyor.<br />

8 Ekim 2001, “ üniversitete çok yorulmanı anlıyorum, zamanın değerini daha iyi<br />

anlayacaksın hatta zamanın kalmayacak çok daha kısa zamanda çok daha fazla şeyi<br />

öğrenmeyi çalışmayı öğreneceksin, zora girince aklının sınırlarıyla tanışacaksın, işte hayat o<br />

zaman başlayacak “<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 439<br />

1 Şubat 2003, “ şimdilik beni tek düşündüren mayıs da gireceğim ve 3 gün süren 6<br />

sınavlık yeterlilik sınavı, biliyorsun fizik her konuya açık, mikro ve makro düzeydeki her türlü<br />

olay bir soru olarak karşımıza çıkabiliyor. Bu çeşitlilik beni korkutuyor ve üniversitedeki çekişme<br />

ve diğer anlayamadığım egoistce yaklaşımlar yüzünden bu sınava hazırlanırken de tek<br />

başımayım. Senin gibi bende soruyorum, neden yapıyorum bunları? Nobel de alsam saygı<br />

göremeyeceğim sonuçta bu ülkede ama bu değil. Demek ki ben farkında olarak yaşamayı<br />

seviyorum, doğayı bir parça da olsa anlayabilmek orada meydana gelen veya yanı başımızda<br />

var olan ama kimsenin fark etmediği büyüleyici şeyleri fark edip hayatı başka gözle görmek,<br />

onun uçsuz bucaksız derinliklerini veya mükemmelliklerini hissetmek, bilmek .. (üstelik takdir<br />

edilmeyi veya başka bir şeyi beklemeden bunları yapmak ) o yüzden herhalde sadece fiziğe<br />

değil, matematiğe, sanata, mimariye, müziğe içinde gizem ve kusursuzluk taşıyan her şeyi,<br />

bunları seviyorum ben ve bunları anlatmayı, kısaca bizi bu işlere sürükleyen öğrenme, anlama,<br />

öğretme ve hayata geçirme tutkusu her halde, herkesten farklı bir hayatı seçip taşın altına<br />

elimizi koymamızın nedeni bu her halde, biz soru seçtik çünkü biz tutkulu insanlarız”<br />

Ocak 2003 “ben de kitap, resim veya heykel veya şarkı her neyse o ürünü yaratan hayal<br />

gücünü seviyorum, sahip olduğumuz en önemli şeyde bu galiba hayal gücümüz“<br />

Mimar Sinan’a mimariye özel bir hayranlığı vardı. Resime olan kabiliyeti Mimar Sinan<br />

hayranlığı Oben’e Çekül Vakfının açtığı Mimar Sinan Eserleri Eskiz Yarışmasında yaptığı eskiz<br />

ona ödül kazandırdı. Çok iyi bir fizikçi olması sebebi ve mimariye olan merakı ile Mimar Sinan’ın<br />

eserlerini uzun süre inceledi. Yaşasaydı 2004 kışında Mimar Sinan’ın eserlerinin gizli kalmış<br />

yönleri ve Sinan’ın yapıtlarında kullandığı altın oranla ilgili bir kitap yazacaktı. Mimar Sinan’ın<br />

eserlerini onla ilgili Osmanlıca yayınları anlamak için kendi gayreti ile Osmanlıca öğrendi.<br />

Sanata mimariye olan hayranlığı sanat tarihi masterı yapma isteği bile uyandırmıştı O bende.<br />

Kazadan önceki son gece 28 Mayıs<br />

2004 Cuma gecesi evde 2.5 yaşındaki yeğeni<br />

Kaan ile kaldı uzun saatler onla oynadı doya<br />

doya... Birbirlerini son kez gördü amca yeğen,<br />

son kez sarıldılar, kokladılar...<br />

Oben bir arkadaşına yolladığı mailde Kaan’dan<br />

ve çocuklardan şöyle bahsetmiş;<br />

31 Ekim 2001 ( Kaan 2 haftalıkken )<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 440<br />

“ dün sen sms attığında ben Kaan’ı koklamak ve bakmakla meşguldüm. Sonraki mesajında ise<br />

Kaan’ı kucağımda uyutuyordum, ben çok fazla görmediğim için yani gecenin bir vakti gittiğim<br />

için ağabeyimlere Kaan uyanıksa hadi küçük amcaya diye kucağıma veriyorlar hemen ben<br />

bebeklere 1 metreden yakına bile yaklaşamazdım hem bir mikrop bulaştırmamak için hem de<br />

dokunduğum zaman incitebileceğimi falan düşündüğüm için...Kaan’ı kucağıma aldığımda<br />

yumuşacık mis kokan acayip muhtaç çok duru minicik bir şey, iki tane minik kısa kolu karnının<br />

üzerinde, bacağının biri kolumun üzerinde diğeri aşağıya doğru sarkıyor tutarken deli ediyor<br />

beni dün çok uykusu vardı her şekilde uyuyordu. Buralara ait değiller anneleride öyle”<br />

Annesine çok düşkündü Oben. Ailenin tekne kazıntısı en küçük çocuğu her sabah evden<br />

çıkmadan önce yaptığı son şeyi yaparak çıktı evden 29 mayıs 2004 sabahı... Annesini her<br />

zamanki gibi öptü kokladı. Kokun hala annemin teninde, yüreğinde Obenim.<br />

Ben güneş insanıyım güneşi görmem lazım derdi... 29 mayıs günü güneşi son kez gördü.<br />

O günün gecesi “ mutluluğa giden yol yoktur, yolun kendisi mutluluktur” diyen Obenimiz gece<br />

yarısı bir yol kazasıyla 29 yıllık yaşamının bu dünyadaki sonuna gelmiş oldu. Hız tutkunu bir<br />

sürücünün yargıya trafik kazası olarak intikal eden ama aslında cinayet olan bir son...<br />

Kazadan sonra seksen saat yaşatılabildi Obenimiz. Kazadan hemen sonra hastanede onu<br />

ilk gördüğümde emar cihazına girmek üzereydi. Bilinç kapalı vücut kırıklar içerisinde. Hayatın<br />

durduğu anı yaşadım o an. Hayatı kendince Obence yaşamış tamda rahat edeceği bir döneme<br />

girerken nasıl olurda bu hale getirmişlerdi...<br />

Oben’in son çektirdiği resim ( 27 Mayıs 2004 ) Kazadan 2 gün evvel<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 441<br />

Elini tuttum kulağına eğildim seni seviyoruz koçum dayan geçecek hepsi<br />

dedim. Sesi çıkamıyordu. Beni duyuyorsan elimi sık dedim elimi sıkdı.<br />

Annem seni görmek istiyor hastaneye gelmek istiyor gelmesini<br />

istiyorsan elimi sıkma istemiyorsan sık dedim. Kuvvetle elimi sıktı, ağrılar<br />

içindeyken bile o kuvvetle elimi sıkdı. Haklıydı, kendinin ne halde<br />

olduğunun farkındaydı ve annemin onu böyle görüpte hep hatırlamasını<br />

istemedi belkide...Sabah sarılıp öpüp kokladığı halde hatırlamasını istedi<br />

annesinin o yüzden gelmesini istemedi.Kulağına seni seviyorum koçum<br />

dedim defalarca her seferinde elimi sıkdı, sevgimizi son kez anlattık<br />

birbirimize ve odadaki hiç kimse bizi duymadı... Son yolculuğunda<br />

sevenlerin bizi ilk ve son kez aramızdan ayrılarak üzdün Oben dediler<br />

ardından ... Sen bizi hiç üzmedin Obenim. Senle hep gurur duyduk,<br />

duyuyoruz. Sensiz günlere ne kadar çok üzülüyorsak, özlemin her geçen<br />

gün büyüyorsada, hep Allah’a şükrediyoruz bize senin gibi bir evlat,<br />

kardeş verdiği için ve seninle 29 yıl yaşattığı için...<br />

Dedesi vefat eden bir arkadaşına yazdığı bir mailde arkadaşına,<br />

“Ben iki dedemi de hiç görmedim o yüzden o yokluğu çok iyi bilirim, o eksikliği... benim<br />

içimde çok büyük bir eksikliktir dede sevgisi...” demiş..<br />

Şu an dedesiyle aynı kabirde yatıyor. Annem sana hep gülüm derdi Obenim.. Seni belki<br />

bizden şimdilik kopardılar ama sen hiç solmadın.. Yüreğimizde sıcaklığınla gülen gözlerinle hep<br />

bizimlesin. Nur içinde yat bir tanemiz.<br />

Tahir Efe Çolakoğlu ( ODTÜ Fizik Araş. Gör. )<br />

Oben, günümüzde yaşatılmak istenen insani değerleri üzerinde barındıran, tüm sıcaklığı<br />

ile karşısındaki insana güven hissini daha ilk karşılaşmada uyandırabilen nadir insanlardandı.<br />

Beraber geçirdiğim üç yıl boyunca zevkle ve güven hissinin uyandırdığı huzurla mesai<br />

arkadaşlığı ettik. Mesai arkadaşlığı acıları ve yaşanan sevinçleri de birlikte yaşamayı<br />

gerektiriyordu. Paraya sıkıştığımızda birbirimize koşulsuz kefil, ODTÜ stadyumundaki eğlenceli<br />

koşularda değişmez ortaktık. Başınızın ağrıdığı, sorunlarınızın sizi boğmaya başladığı anda<br />

rahatlıkla sizi dinleyebilecek, size çözüm bulabilecek birinin varlığı insanın sahip olabileceği en<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 442<br />

büyük zenginlik olduğunu kaybettikten sonra anladım desem yalan olmaz. Maalesef bu<br />

zenginliği ben kaybettikten sonra anladım.<br />

Obenin insani yönünü nasıl anlatırsak anlatalım, bir şekilde eksik kalacağı su götürmez<br />

bir gerçektir. Arasının kötü olduğu, geçinemediği bir tek kişinin varlığına tanıdığım süre<br />

boyunca hiç rastlamadım. Bazı arkadaşlarına çok gücendiği, onların davranışlarına kırıldığı<br />

anlarda dahi onlara karşı kötü ve kırıcı davranışları sergilemekten imtina eden, üzüntüsünü<br />

odamızın sıcaklığına salıverdiği birkaç sitemli sözle geçiştiriverirdi.<br />

Oben fiziğe bakış açısını her defasında ucu sanata ve estetiğe dokunacak şekilde<br />

ayarlayabilen ince bir zekaya sahipti. Aslında resme olan yeteneği ve büyük aşkı genelde<br />

konservatuar öğrencilerinde rastlanabilecek türdendi.<br />

Gerçek bir Da Vinci hayranı olarak, kainattaki oran ve düzeni tablolarda görmek kadar<br />

onu çocuksu heyecana boğan başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Bu düzeni bu ahengi<br />

amatör bir ruh ve çocuksu bir sevinçle başkalarına anlatıp onların dikkatini çekmek en büyük<br />

zevkiydi. Beni son derece mutlu eden beni hala bu zevkten mahrum etmemiş olmasıdır. Evet,<br />

ben hala onun bu estetik duygusunun ve yeteneğinin amatör ruhla can bulduğu ünlü Afrodite<br />

heykelinin tebeşirle emek emek detay detay şu an onsuz çalışma odamızdaki yeşil çalışma<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 443<br />

tahtası üzerine çizilmiş tablosuna her gün bakarak onun eksikliğini hissetmemeğe çalışıyorum.<br />

Bana bırakabileceği en büyük hediyeyi odamıza kazıyıp gitti sevgili Oben.<br />

Bir de hayat dersi vermeyi unutmamıştı. Daha önceden aynen tebeşirle çizdiği<br />

Boticellinin Venus resmi, beni ziyarete gelen bir arkadaşımın duyarsızca ve anlamsızca kaza<br />

eseri silmesi üzerine çok üzülmüştüm. Bu işte kendimi suçlu görüyor onun üzüldüğümü<br />

düşünüp kendimi onun yanında ezik hissediyordum. Bu duygularla birgün ona “Abicim şu<br />

resmi tekrardan yeni bir heyecanla çizsene!” diye şaka ile karışık laf attım. Bana sadece<br />

gülümseyerek bilgisayarındaki çalışmasına devam etti. Aslında bana cevabını çok sonraları<br />

verecekti. Şu an tahtada Afrodite tablosunun tebeşir tozları yeşil zemine zamana direnerek<br />

tutunmaya çalışıyor ve hemen yanı başında da bana cevabı iliştirilmiş bulunuyor: “Aynı suda<br />

iki kere yıkanamazsın, Aynı resmi iki kere güzel çizemezsin.”<br />

Özlem Pehlivan<br />

( ODTÜ Fizik – Sınıf Arkadaşı )<br />

(Oben’in vefatından 1 yıl sonra yazdığı yazıdan alıntı –)<br />

Seni son gördüğüm günü düşünüyorum bazen. Ben yeterliliğin son sınavı olan analitikten<br />

çıkmıştım ve sınavım beklediğimden kötü geçmişti. Canım sıkkındı bir hayli. Sonra Sema da<br />

geldi ve biz hep beraber kafeteryada yemek yemeye gittik. Masada biraz sınav sorularını<br />

konuştuktan sonra sana baktım pek keyfin yok gibiydi. Oben iyi misin canın sıkkın gibi dedim<br />

sana. Yoo iyiyim bir şeyim yok dedin. Ama iyi olduğun zamanlardaki gibi şaka yapmıyorsun,<br />

konuşmuyorsun, sen iyi iken böyle durmazsın bir şeyin var senin dedim. Sen de Özlem baksana<br />

herkesin canı sıkkın, bu durumda nasıl şaka yapayım ki dedin. Ben de Obicim dedim canımız<br />

sıkkın ama konuyu değiştirmek, kafamızı dağıtmak için istersen öyle davranabilirsin. Sonra<br />

bunları konuşa konuşa bölüme doğru gittik. Ben İstanbul’a dönecektim, sen Özlem eşyalarını<br />

almaya yürüyerek mi gideceksin yoksa minibüse mi bineceksin dedin. İkisi de olabilir, neden<br />

sordun dedim sana. Sen de eğer yürüyeceksen burada ayrılalım, minibüsle gideceksen seni<br />

bindireyim dedin, e ben de o zaman tabii ki minibüse bineyim dedim. Dönüşte sözlü sınavım<br />

vardı ve görüşürüz Özlem sıkma canını dedin, ben de sana bakıp Obicim ya artık güzel günlerde<br />

görüşebilecek miyiz acaba dedim..Bana bakıp gülümsedin.. Seni en son o gün gördüm, oysa<br />

sözlü sınavından çıktıktan sonra hep beraber buluşacaktık, bir yerlere gidecektik, artık<br />

kurtulacaktık.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 444<br />

Onun yerine seni bulduğum yer Gazi<br />

Hastanesi yoğun bakım odası oldu.<br />

Gördüklerime, duyduklarıma<br />

inanamadım Oben. Yanına geldiğimde<br />

sana söylediğim gibi güzel günlerde<br />

görüşelim demiştim ben sana, artık güzel<br />

günler yaşayalım demiştim Obicim,<br />

beklediğim bu hiç değildi ki. Bütün<br />

hastane günleri boyunca, günler<br />

boyunca içimden sürekli geçen cümle şuydu “Obicim sen ne yaptın”, “Obicim sen ne yaptın”,<br />

“Obicim sen ne yaptın....” Bir şey yapan sen misin başkası mı sorgulamaksızın, senin gidişine<br />

idi feryadım, ve isyanım.<br />

Gözümde canlanan birkaç resim var şimdi. Senin odandayız, dışarısı çok sıcak, hava güzel,<br />

insanlar çimenlere uzanmış, “gençler eğleniyor”. Odada Alanis çalıyor. Camdan dışarı<br />

bakıyoruz, cam açık, uzaklara dalıp Alanis dinliyoruz ve bazen “ I was hoping” söylüyoruz bağıra<br />

bağıra. Sen gene Alanisi ne kadar beğendiğini anlatıyorsun, şarkılarındaki sözlerin ne kadar<br />

kompleks olduğunu tekrarlıyorsun, hatta havandaysan Alanisin indirdiğin fotoğraflarına<br />

bakıyoruz. Sonra tekrar camdan uzaklara bakarken belki olmayacak düşler kuruyoruz, kim<br />

bilir...Sonra belki yan odadan Koray gene hızlı hızlı gelip bir şeyler anlatıp gidiyor, sonra ayın<br />

şarkısına geliyor sıra. Sürekli değişen ayın şarkıları... Son zamanlardaki favori Tarkan<br />

“nerdeysen her nerdeysen, kimleysen her kimleysen...” ve elinde çubuğunla sen ritim<br />

tutuyorsun ve şarkıyı mırıldanıyorsun.. sonra biraz Duman tabii. Sana “elimdeki saz”, bana<br />

“haberin yok ölüyorum” çaldıktan sonra belki bir offspring belki de 74-75...DJ Oben eline alıyor<br />

kumandayı ve ben o odada hayatımın en güzel müziklerini dinliyorum. Şarkı başlamadan giriş<br />

müziğinden kimin ne söyleyeceğini haykırıyor Oben her seferinde biliyor olmanın verdiği<br />

keyifle gülümsüyor sonra...<br />

Sonra Oben çekmeceyi açıyor ve Matrix başlıyor. Matrixden sahneler, oyuncak<br />

tabancalar, gelenler, gidenler, arayanlar, ricalar, venüsün doğuşu, Picasso’nun hayatı,<br />

Ayasofya’nın mimarisi, Mihrimah Sultan, Mimar Sinan, Mevlana, Kargaşa Kaos ve Şekil<br />

Oluşumları, pin diyotlar, dostlar, mutluluklar, yalnızlıklar, söylenenler, söylenemeyenler...<br />

küçücük odada koca bir dünya...<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 445<br />

fun-da-men-tally deyişin, söyleyişin, elinin hareketi, güzel parmakların, yüzüklerin<br />

efendisi, bilekliklerin, bilekliklerinin uğur getirdiğine inanman, mor gömleğin, mor tişörtün,<br />

kızlara yakıştırdığın parmak arası terlikler, oturduğun sandalyeden çantana uzanışın,<br />

çekmeceye eğilişin, çekmecendeki kurumuş ekmeklerin, kuruttuğun mandalina, İstanbul’a<br />

gelme planların, beraber yurt dışına gidelim dediğin gün, tişörtünün koluna sığmayan<br />

pazuların, uykunu alamayınca acıkınca sinirlenişin, kumpirle doyamayışın, şeftaliye<br />

dokunamayışın, benim kediden korkmama anlam veremezken kelebekten korkup kaçışın,<br />

yalnız hissedişin, affedişin, değişimin, saçını uzatışın, taktığın şapkaların, lenslerin, güzel alnın,<br />

basketbolda gene fırtınalar estirmen, burktuğun bileğin, yanından ayırmadığın çantan,<br />

sıkıldığın yeterlilik, aramadığın zamanlar, aldığın kolyeler, okuduğun “puslu kıtalar<br />

atlası”,resimlerin, sözlerin, sükunetin, uzaktan yabancı gibi izleyişin, yaklaşamayışlarım, çok<br />

yakın hissedişlerim, beraber yaptığımız muska böreği, İstanbul’a yolcu edişlerin, gülüşün,<br />

bakışın, varlığın, dostluğun... her şey öyle değerli ki benim için.<br />

Teşekkür ederim Obicim, hayatıma dahil olduğun için, yaşattığın tüm güzellikler için<br />

teşekkür ederim. Yarım kalmış dostluğum benim...<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 446<br />

Adnan Sokullu<br />

(1910 – 2005)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 447<br />

Sanay Sokullu , Eşi<br />

Bizi biz yapan geçmişimizdeki etkenler ve birikimler değil midir? Adnan ’ın da kişiliğini<br />

oluşturan ana veriler 1910 ’ların karmaşık Türkiye’si ve karmaşanın bireyler üzerindeki<br />

etkileriydi şüphesiz. Ben bir antropoloğum. Bu nedenle acaba bu etkenler miydi diye geriye<br />

bakarken çok sevdiğim bir kişi üzerinde “ kültür ve kişilik araştırması ” yapıyormuş gibi<br />

heyecanlanıyorum .<br />

Adnan’ın annesi Raziye Hanım Özbekistan’dan gelmiş kimsesiz bir göçmen kızıymış .<br />

Üsküdar Sultan Tepe’deki Özbekler Tekkesi bütün Özbek göçmenleri gibi onun da vatan<br />

kokusunu aldığı bir yerdi herhalde . Adnan ’ ın dedesi Hakkı Paşa’nın da Sultan Tepesi’nde<br />

Özbekler Tekkesinin yanında bir köşkü vardı . Adnan’ın babası Galip Bey ilk hanımının<br />

ölümünden sonra bu Özbek kızını komşuda görüp beğenmiş ve<br />

evlenmiş .<br />

Adnan İstanbul’da doğduğunda babası Erzurum’daymış.Üç<br />

yaşına gelinceye kadar annesi ve “ NÜNNÜ” diye adlandırdığı bir<br />

hanımla yine Üsküdar ’ da Bülbül Deresi’nde ufacık bir evde yalnız<br />

yaşamışlar . Üç yaşına geldiğinde baba Galip Bey başka bir Erzurumlu<br />

hanımla evlenmiş ve bundan olma iki oğlan çocukla çıkagelmiş. Adnan<br />

babasını ilk ve son defa o ufak evin avlusunda bir iskemlede otururken<br />

görmüş . Baba da zaten o yıl ölmüş . Adnan’ın o yıllara ait anıları çok<br />

silikti ve pek de üstünde durmak istemezdi . Baba ölünce cici anne iki<br />

bebeğiyle Hakkı Paşa Köşkü ’ nde kalır . Adnan da annesiyle beraber hemen yan köşkte oğlu<br />

ile yalnız yaşayan halanın yanına gelirler . Hala evini ve oradaki hayatını çok net hatırlardı .<br />

Ama o mutlu hayat çok kısa sürer ve Raziye Hanım Adnan dokuz yaşındayken kanserden ölür.<br />

Hala evinde geçen sözde mutlu beş – altı yılın onun hayatında derin izler bıraktığına<br />

inanıyorum .<br />

Savaşların yıprattığı darmadağın bir ülke , eşleri ölmüş bir sürü çaresiz kadın , annesi,<br />

Nünü , oğlu ile yalnız kalmış hala , iki bebeğiyle Erzurum ’ dan gelen biçare köylü bir cicianne ,<br />

savaşta eşini kaybetmiş en büyüğü Adnan kadar olan üç çocukla dul kalmış abla, çarpışa çarpışa<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 448<br />

tükenen askerlerin geriye bıraktığı bu kadınlar birbirlerine sıkıca sarılmaktan , mutluluklarını<br />

paylaşmak,acılarını saklamak, sevmek,sevilmek ve yaşamaya çalışmaktan başka ne<br />

yapabilirlerdi ki?Böyle de yaptılar . Ve bu düşünce ve davranışları çocuklarına da aşıladılar<br />

.Böyle bir ortamda gizlenen fikirlerin Adnan ’ın karakterini ve bu karakterin de onun kaderini<br />

ve yaşam felsefesini oluşturduğuna inanıyorum.O,sonradan zaferleri görmüş ama, kaderinde<br />

cilvesiyle , felaketleri , hüzünleri dolu dolu yaşamış , hayatın güzel, rahat ve kolay olması icap<br />

eder gibi bir fikri , hırsı ve beklentisi hiç olmadı . Ama her şeye rağmen hayat dolu dolu<br />

yaşanmalıydı . Sevmeli ve sevilmeli . Mutlu olmalı ve mutlu<br />

etmeliydi .<br />

Annesinin ölümünden sonra ona kollarını açan ablasına<br />

rağmen , Adnan , Darüşşafaka ’ ya hep nasıl kendi kendine gidip<br />

yazıldığından gururla bahsederdi.Ev bark gibi bildik yerleri , tanış<br />

kişileri olmayanlar için Darüşşafaka ’ nın nasıl bir sıcak yuva<br />

olduğunu , kardeş yerine konulan arkadaşlara nasıl bir kader birliği<br />

ve gönül bağı ile bağlanıldığını yıllar boyu dinledim ve anladım .<br />

Adnan küçücük yaşından itibaren olumsuzlukları abartmanın<br />

anlamsızlığını anlamış, küçük mutlulukların yaşamı yaşanmaya<br />

Darüşşafaka Yılları<br />

değer yaptığına inanmıştı. Belki seksen beş yıl evvel annesinin bin zorlukla aldığı oyuncak<br />

buharlı trenin ona verdiği zevki, 7–8 yaşından itibaren her hafta yine o annenin onu nasıl<br />

müzelere götürdüğünü, otları çiçekleri tanıması ve sevmesi için kırlara sürüklediğini sanki dün<br />

olmuş gibi heyecanla hatırladı. 9–10 yaşındayken genç bir denizci olan halaoğlu ( Amiral<br />

Ertuğrul Ertuğrul ) Almanya’dan ufak bir radyo hediye getirmiş, o ufacık radyonun onu nasıl<br />

büyülediğini hiç unutmadı. 14-15 yaşlarında Darüşafaka’da iken gizlice ilkel bir raydı yapmış<br />

ama kazara ordunun frekansına girince bir gece okul askerlerin baskınına uğramış. Buna<br />

rağmen şevkini kıran olmamış. Nasihat ve teşvik olmuş. O zamanki okul müdürünü hep sevgi<br />

ve rahmetle anardı. Üzerinde “ Aklı gibi ruhu da güzel oğlum Adnan’a “ yazılı şimdi ismini<br />

hatırlamadığım bir kitap hediye etmiş. O kitabı hep sakladı ve yıllar sonra Amerika’dan yurda<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 449<br />

dönmesine sebep olduğu rahmetli Adnan Kahveciye hediye etti.<br />

Küçücükken atılan bilimsel araştırmacılığın temeli yavaş yavaş<br />

filizlendi ve yaşamı boyu sürüp gitti.<br />

1929’da 19 yaşında yine bir devlet bursu ile Almanya’ya<br />

yüksek öğrenime gider. 1935 yılında Aachen Teknik<br />

Üniversitesi’nden teknik fizik mühendisi olarak döner. Almanya’<br />

daki üniversite yıllarında bilginin yanında sanatında insana<br />

büyük hazlar verdiğini öğrenmişti. Batı kültürünün güzel<br />

yanlarını sezmiş ama kendi kültürünü ve geçmişini hep içinde<br />

Almanya’da öğrencilik yılları<br />

yaşatmış olduğuna inanıyorum.<br />

Almanya’ya giderken Nünü ve Özbekler Tekkesi’ndeki yaşlı kadınların diktikleri uçkurlu iç<br />

çamaşırlarını senelerce sakladı. Ne Almanya’da ne de daha sonra Nünnü’yü, ihtiyar cicianneyi,<br />

ona kucak açan ablayı hiç unutmadı.<br />

1935 de İstanbul Üniversitesi Fizik<br />

Kürsüsü’ne asistan olarak atandı. Dünyanın<br />

en eski üniversitelerinden biri olan<br />

Süleymaniye Medresesi’nin bir devamı olarak<br />

gördüğü İstanbul Üniversitesi ile hep övündü<br />

ve gurur duydu. Göçmen kızın oğlu öğrenmeyi<br />

ve öğretmeyi deli gibi seven araştırmacı, bilim<br />

adamı yoluna girmişti artık.<br />

1940’lı yıllarda Fen Fakültesi amfisinde fizik dersi için ön sıralarda yer tutmak amacıyla<br />

sabahın altısından itibaren sıraya giren 1000–1500 talebesinden hayatta kalanlar hala o<br />

derslerin cazibesini heyecanla anımsarlar.<br />

Adnan doğaya ve güzel yapılan her şeye<br />

hayrandı. Fen Edebiyat Fakültesi talebe ve<br />

asistanlarıyla yaptığı 40–50 kilometrelik<br />

yürüyüşlerde doğa ile kaynaşır, su<br />

toplayan ayaklarına aldırmayıp yaşam<br />

sevinci ile coşardı. Abant Gölü’nün<br />

çevresini dolanır, gölde yıkanır, yıkanırken<br />

ayağına yapışan sülükleri bile incitmeden kenara koyardı. Beykoz fabrikasından aldığımız<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 450<br />

botlarla ve bunlara takılan uydurma kayaklarla o zamanlar kimsenin uğramadığı Uludağ’a<br />

çıkar, üstü çıplak kayak yapardı. Hayat coşku ile yaşanmalıydı ve öyle de yaşadı. Küçük yaşta<br />

yaşadığı acılar, çektiği korkular onda çabuk heyecana kapılan bir kişilik oluşturmuştu. Zaman<br />

zaman duygularına gem vurması güç olur, birden parlar sonra bir demet çiçekle gelir<br />

sokulurdu. “Sekreterler için verdiğim çiçek parasıyla bir ev alırdım” diye de kendisiyle alay<br />

ederdi. Bazen kimlere neden kızdığını anımsamak için küçük bir deftere not alırdı. Neden not<br />

alıyorsun dediğimde de “ Önce hatırlamayı, sonra affetmeyi ve hoş görmeyi unutmamam<br />

lazım” derdi.<br />

Müziğin ve okumanın Adnan üzerinde çok kuvvetli teskin edici bir etkisi vardı.Amerika ’<br />

da bulunduğumuz yıllarda bir gün sekreteri eve telefon etti ve “ Dr. Sokullu ’ yu çok kızdırdık,<br />

ofisinde yok. Acaba evde mi? ” diye aradı. Onlara derhal ya kütüphaneye ya da sanat müzesine<br />

bakmalarını söyledim. Nitekim kütüphanede bulundu.<br />

Vatan aşkı çok derindi. Çocukluk yıllarında İstanbul sokaklarında İngiliz askerlerini<br />

nefretle izlemiş biri olarak vatan sevgisi tabi ki çok derin olacaktı. Adnan, yaşamında devleti<br />

olduğunu hiç unutmadı.<br />

1960 yıllında Amerika’da Cleveland Care<br />

Western Reserve Üniversitesi ’ nin davetine<br />

araştırma yapmanın cazip imkânları nedeniyle<br />

adeta sürüklenerek kabul etti.1960 yılı<br />

iktidarından hemen sonra gittiğimiz için<br />

heralde, Amerikalılar politik nedenlerle<br />

gittiğimizi düşünüp vatandaş olmamız için<br />

telkinlerde bulunmuşlardı. O zaman Adnan’ın<br />

tüylerinin diken diken olup kasıldığını<br />

anımsıyorum. Atmışa yakın bilimsel<br />

makalesini, kitabını, büyük bir kısmını orada<br />

yazmasına, üniversitesinin tıp fakültesinde<br />

kurduğu Ultrases Araştırma Laboratuarındaki<br />

Cleveland Care Western Reserve Üniversitesi - 1967<br />

çalışmalarının mükemmel sonuçlar vermesine<br />

rağmen Adnanda vatan hasretinin dayanılmaz boyutlara geldiğini izliyordum.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 451<br />

Nitekim on yedi yıl dayandıktan sonra TÜBİTAK<br />

ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜNE araştırma müdürü<br />

olarak gelmesi teklifini hemen kabul etti.<br />

Türkiye’ye öyle çabuk döndü ki benim doktoramı<br />

bitirip evi toparlayıp kesin dönüş yapmam bir yıl<br />

sürdü.Vatana dönüşünden derecesiz mutluydu.<br />

Mektuplarında “ Vatanımın yağmuruna,<br />

çamuruna, pisliğine, gürültüsüne hayranım ” diyor. Bir daha asla dönmeyeceğini kendine<br />

kanıtlamak ister gibi Amerikan Yeşil Kartı ’ nı (Amerika’ da oturma izni ) büyük bir zevkle kesip<br />

attığını yazıyor . Sokak satıcılarının yoğurtçu, eskici diye bağırmalarının bile içini ısıttığından<br />

bahsediyordu.<br />

Adnan geçmişiyle övünen , doğu ve batı kültürünün güzel bir senteziydi , sevgi dolu ,<br />

coşkulu, zarif bir İstanbul efendisiydi . Bence kişiliğinin en belirgin özelliği kim olursa olsun ,<br />

yakını , uzağı, talebesi,işçisi,ustası,herkese özellikle kimsesize,göçmene,öksüze ve biçareye<br />

kalbini hiç usanmadan,üşenmeden elini uzatmasıydı .Bu davranış onun için adata dini ibadet<br />

gibiydi.Ve ölünceye kadar da öle kaldı.<br />

Şimdi evinin kütüphanesinin duvarında asılı resimlerine ve Amerika’da National Institude<br />

of Healt’ın verdiği ve “ Ultrasonografi Araştırmacılarının Öncüsü ” plaketine baktıkça elinde<br />

oyuncak buharlı terniyle müzelere götürülen küçük çocuğu görür gibi oluyorum.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 452<br />

52 yıllık beraberliğimizde bana sadece sevgi,gurur ve huzur veren, evlilik birlikteliğinin<br />

muhteşem güzelliğini tattıran eşime, onu o yapan ailesine ve bilhassa annesi Özbek kızı<br />

Raziye’ye en zor ve olumsuz dönemlerde bile bir şey olmak,bir şey yapmak isteyenlere imkan<br />

veren devletime hayranlığım ve sevgim ebediyen benimle olacaktır .<br />

İ.Ü. Fen Fakültesi Dekanı iken Diğer Profesörlerle - 1958<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 453<br />

Özgeçmiş<br />

1910 yılında İstanbul ’ da doğdu. Orta ve Liseyi Darüşşafaka ’ da tamamladı ( 1929 ). Aynı<br />

yıl M .E. B. bursu ile Almanya ’ya yüksek öğrenim için gönderildi .1935 ’te Aachen Yüksek<br />

Mühendis okulundan Teknolojik Fizik Yüksek mühendisliği diploması aldı .<br />

Bildiği Diller : İngilizce , Almanca ve Fransızca<br />

Atandığı Görevler :<br />

1936 – 1939 İ .Ü . Fen Fak . Denel Fizik asistanı<br />

1939 – 1952 İ .Ü . Fizik Doçenti<br />

1939 – 1941 Askerlik görevi ile aynı anda İstanbul Üniversitesi’nde doçentlik<br />

1952 – 1964 İ .Ü . Denel Fizik Prof .<br />

1952 – 1960 İ .Ü . Senato Üyesi<br />

1956 – 1958 İ .Ü . Fen Fak . Dekanı<br />

1957 –1959 T .C . Atom Enerjisi Komisyonu Üyesi ve Danışma K . Bşk .<br />

1957 – 1963 İ .Ü . Tatbiki Fizik Araştırma Merkezi Müdürü<br />

1960 – 1963 A .B .D . de Western Reserve Üniversitesi , davetli Prof .<br />

1963 –1964 İ .Ü . Denel Fizik Kürsü Başkanı<br />

1 .7 .1964 A .B . D . den gelen daveti kabul etti ve kendi arzusu ile Emeklilik<br />

1964 – 1977 A .B . D . Case Western Reserve Üniversitesinde Prof . ve Ültrasonografi<br />

Araştırmaları Müdürü<br />

1964 –1965 A .B . D . Sağlık Bakanlığı Milli Sağlık Enstitüsünde Danışman ve Araşt .<br />

Projeleri bilimsel denetçisi<br />

1975 – 1980 Marmara Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Enstitüsü Ar. Md. ve aynı<br />

zamanda A . B . D . de ültrasonografi Araştırmaları Danışmanı<br />

1980 – 1985 Birleşmiş Milletler , UNIDO teşkilatında danışman ve Elektronik Cihaz<br />

Bakım – Onarım Projesi Md .<br />

1985 – 1988 Enka Holding Araştırma ve Geliştirme Merkezi Kurucusu ve Müdürü<br />

Bilimsel Yayımlar : Çeşitli dillerde 60 kadar makale ve 4 kitap<br />

Prof. Dr. Füsun Sokulu - Akıncı<br />

(İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi,Ceza ve Ceza Usul Hukuku Anabilim Dalı Başkanı<br />

Ceza Hukuk ve Kriminoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü)<br />

Adnan Amcam,<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 454<br />

Küçük bir çocuk olduğum günlerde rahmetli babacığım,Vedat Sokullu ailemizden<br />

yetişmiş olan bilim adamlarını bana hep anlattı ve örnek gösterdi: Prof. Dr. Ahmet Kamil<br />

Sokullu, Prof. Dr. Adnan Sokullu, Prof. Dr. Orhan Alisbah, Prof. Dr. Hürol İnsel, Prof. Dr. Erdoğan<br />

Yalav....... Özellikle aynı soyadını taşıdığım Adnan Amcam, çalışkanlığı, içten ve esprili kişiliği ve<br />

insan sevgisiyle bana ışık tutmuş bir kişidir. Son derece şık giyinirdi, davranışları ile tam bir<br />

İstanbul Beyefendisi idi.<br />

Adnan Amcam Darülşafaka’da lise eğitimini üstün başarı ile tamamladıktan sonra yüksek<br />

öğrenimini burslu olarak Almanya’da tamamlamış, daha sonra İstanbul Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi’nde çok kısa zamanda Profesör olmuştur. Babam kendisinin Fakültesindeki en genç<br />

öğretim üyesi ve Dekan olduğunu söylerdi. Benim hatırladığım, kendisinin almış olduğu teklif<br />

üzerine erken emekliye ayrıldığı ve Amerika Birleşik Devletleri Cleveland Ohio’da çok prestijli<br />

bir üniversitede uzun yıllar profesör olarak çalıştığı ve orada yaptığı buluşlarla büyük ün<br />

kazandığıdır. Kendisine ABD vatandaşlığına geçerse daha yüksek maaş alabileceği söylendiyse<br />

de bunu kabul etmemiş ve sonunda çok özlediği vatanına, Tubitak’ın Başkanı olarak<br />

dönmüştür. “Çok özlediği vatanı” ibaresini özellikle vurgulamak isterim: Cleveland’a giden bir<br />

folklor ekibimizin gösterisi sırasında amcacığımın gözlerinden yaşların ip gibi indiğini eşi Sanay<br />

Sokullu anlattığında “o dağ gibi adamın nasıl da gözlerinden yaşlar inmiş” diye çocuk aklımla<br />

çok hayret etmiştim.<br />

İlkokulu bitirdiğimiz yıllardı hem benim hem de kardeşimin gideceğimiz okullar Adnan<br />

Amcamıza danışılarak karalaştırıldı. Özellikle erkek kardeşimin Alman Lisesine kaydolmasını<br />

amcamız belirlemiştir. Amerika’da bulunduğu yılarda sürekli olarak haberleştiğim, bana her<br />

zaman yol gösteren bir büyüğüm olmuş, çalıştığım konularda rastladığı yayınları bana sürekli<br />

postalamaya üşenmemiştir.<br />

Nur içinde yat amcacığım.<br />

Dr. Oryal Gökdemir<br />

Yıllar önce katıldığım yaşlılıkla ilgili bir konferansta genç bir konuşmacı şu tanımlamayı<br />

yapmıştı :<br />

“ Yaşlı, sizden 10 yaş büyük olandır. ”<br />

Göreceliğin bu kadar isabetli bir örneğine ben pek rastlamadım.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 455<br />

1976 ’ da ben hep, Hacettepe ’ den genç bir kardiyolog olarak ( 36 yaşımda ) İstanbul ’ a<br />

geldim. Aynı yıl Sokullular Amerika ’dan dönüp bizim apartmana taşındılar . O günler Adnan<br />

Bey o kadar yaşlı o kadar yaşlıydı ki, benim tam bugünkü yaşımdaydı.<br />

Ve biz evcek, bu yaşlı profesörün 5. Kata ne diye merdivenleri koşarak çıktığına şaşar<br />

dururduk.<br />

Zamanla ilişkilerimiz arttı. Benim Amerika ’ ya gidişime öncülük etti. Sonraları hastam<br />

oldu.<br />

Ve tabii, aramızdaki yaş farkı hiç kapanmadı.Yıllar sonra çocuklarıma sorduğumda; onun<br />

şapka , baston ve yürüyüşündeki zarafeti anımsıyorlar . İlginç, ben dikkat etmemişim.<br />

Ben gözlerini anımsıyorum. Zeki esprili, sevecen, uygar ve sakin .Ve son günlere kadar<br />

sönmeyen genç bir ışık.<br />

Yoksa Genç yaşta mı yitirdik onu?<br />

Prof. Dr. Erdoğan Yalav<br />

Ailemizin 1930 – 1940 ’lı yıllarının çocukları ,övünç duydukları Cumhuriyet ’imizin<br />

yetiştirdiği Adnan Dayılarının başarı öykülerini dinleyerek büyüdüler.<br />

Yaşadığımız köşke, ailenin asırlara dayanan geleneksel yaşamı, Avrupa ’da tahsillerini<br />

tamamlayıp dönen gençlerin yaşamı yavaş yavaş değişmekteydi. Çamlar altında yapılan<br />

gezintiler sırasındaki sohbet ve tartışmaları mırıldanılan tangolar pek moda olan çarliston dansı<br />

denemeleri gençlerin coşku ve heyecan ile, ama asla geleneksel adap ve saygı sınırlarını<br />

aşmadığı renkli görüntülerdi.<br />

Ben Adnan Dayımı bu atmosfer içerisinde hatırlıyorum.Almanya’dan dönüp,<br />

Üniversitede asistan olduğu zaman , “ kollarında beni Allah’ a kaldır ” dediğini hayal meyal,<br />

salıncakta nasıl kolan vurulacağını öğretmesini ise çok net anımsıyorum. Bizler çocuk, onlar ise<br />

genç, daha doğrusu olmayı hedeflediğimiz kişilerdi.<br />

İkinci Dünya karmaşasından sonra Adnan Dayımı çok daha değişik duygular içerisinde<br />

görmeye başladım. Artık bana salıncakta vurulan kolanın kuvvet ( vektörünün ) hesaplanmasını<br />

soran bir hoca ,bunun yanı sıra da kendime güveni sağlayacak sırları kulağıma fısıldayan bir<br />

ağabeydi . Düşünce hayatımı çok etkileyen söyleşilerinde bana “ Atatürk ’ ün büyüklüğünün<br />

yanında ” geçmişimizdeki Dünya İmparatorluğu ’nun kazandırmış olduğu yüce değerleri asla<br />

unutmamamız gerektiğini öğütlerdi.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 456<br />

Vakit buldukça eski medrese, cami ve kütüphaneleri gezdirir, Süleymaniye Medresesi<br />

’nin dünyanın en eski üniversitelerinden biri olduğunu ve İstanbul Üniversitesi’ nin bunun bir<br />

devamı olduğundan gururla söz ederdi .<br />

Lise öğrenciliğim sırasında bilemediklerimi öğrenmek için enstitüsüne gittiğimde hemen<br />

her zaman birkaç öğrencisiyle aletlerle çalışırken görmüşümdür. Yıllar sonra FKB ’de okuyup<br />

doktor çıkan meslektaşlarıma sorduğumda, kendisinin çok iyi bir hoca olduğunu,öğrettiği<br />

konuları hiç unutmadıklarını söylemişlerdi . Bunun ne kadar doğru olduğunu, Beyazıt Kulesi’nin<br />

yaklaşık yüksekliğini bilemediğimde, elime verdiği cetvelle kulenin merdiven aralıklarını ölçüp<br />

hesapladığım zaman anlamıştım.<br />

Deneysel fizik aşkı kendisini tıbbın görüntüleme sisteminin yaratıcılarının unutulmaz<br />

isimleri arasına soktu.<br />

ABD ’ de uzun yıllar deneysel ve ileri teknoloji çalışmaları, kazandığı başarı ve Amerika<br />

’nın modern yaşam tarzı, geçmişinin kendisini var eden çizgilerinin hiçbir zaman dışına<br />

çıkmasına neden olmadı. Türkiye ’ ye döndüğünde dayım aynı dayımdı.<br />

Batı ’nın düşünce tarzı ve metotları ile Doğu ’nun yaşam felsefesinin harmanlandığı bir<br />

ortamın tek bileşkesinin ( vektörünün ! ) sevgi olduğuna inanırdı. Sevgi ile bakılan, duyulan her<br />

şey daha güzel daha inandırıcı olacaktır. Sevgi özveriyi doğurur, zarar görülse bile zafer<br />

sevginindir. NUR İÇİNDE YATSIN.<br />

Mühendis Tahir Arıkut<br />

Prof. Dr. Adnan Sokullu yakın akrabam ve kız kardeşimin eşi idi .<br />

Hemen hemen doğduğum günden beri hiç ayrılmadık ve karşılıklı sevgi ve saygımız<br />

devamlı yükselerek en yüksek seviyelere erişti .<br />

Adnan , tanıdığım en mükemmel insandı diyebilirim .<br />

İyi niyetli , sabırlı , mantıklı , yol gösterici , yardım heyecanı ile dolu bir kişiliği vardı .<br />

Ben seksen yaşlarındayım , bu güne kadar bu hakiki İstanbul beyefendisine hep hayran<br />

olmuş hep gıpta etmişimdir .<br />

Adnan ’ a ait anılarım mı? Yazsam inanın bir kitap doldurur.<br />

Bir tanesini çok net hatırlıyorum. Gerek iş ve gerekse aile hayatımın çok kritik olduğu bir<br />

dönemdeydim. Adnan o aralar Amerika ’ da araştırmalar yapıyor ve mesleğinin şahikasında<br />

bulunuyordu. Yoğun çalışmaları içinde bana bir kitap gönderdi. “ Das saged Nietzsche ”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 457<br />

Hiçbir anlam verememiştim. Ancak eğer Adnan gönderdi ise bir hikmeti vardır dedim ve<br />

okumaya başladım.<br />

Hiç uyumadan tüm kitabı okuyup bitirdiğim zaman başımdaki kara bulutlar dağılmış ve<br />

yolumu bulmuştum.<br />

Adnan ağabeyimin eğiticilik vasfı sanırım ona Tanrı ’nın hediyesiydi.<br />

Ruhun şad olsun Adnan.<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş<br />

Ord. Prof. Dr. Kurt Zuber İstanbul Üniversitesi’ndeki sözleşmeli görevine bir yıl ara<br />

Karşıda sağdan üçüncü Adnan Sokulu<br />

Resim: İÜ Fen Fakültesi Kütüphanesi<br />

verince 1950-1951 öğretim yılında Denel Fizik Dersi’ni o zaman Doçent olan Prof Dr. Adnan<br />

Sokullu veriyordu. Balkonlar dahil 1500 kişilik Konferans Salonu’nun ön sıralarında yer<br />

kapabilmek için sabahları dersten yarım saat önce gelerek kapının açılmasını bekliyordum.<br />

Adnan Bey, o zamana kadar dinlediğim ders anlatım ustalarından ikincisi idi. Bir tiyatro<br />

sanatçısı gibi kelimeleri net telaffuzu, vurgulu konuşması ve ara sıra konuya ilişkin esprileri<br />

nedeniyle öğrencilerin ilgisini ders boyunca canlı tutuyor, hiçbir öğrenci ders bitse de şuradan<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 458<br />

çıksak diye bir düşünceyi aklından geçirmiyordu. Bu ders için özel olarak yapılmış yazı<br />

projeksiyonlu kürsüde ders anlatıyor, önemli fiziksel olayları ve özellikleri derste yaptığı<br />

deneylerle gösteriyor, bu deneyleri gerek normal ve gerekse gölge projeksiyonu ile tamamı<br />

perde olan sahne duvarına aksettirerek en arka sıralardaki öğrencilerin bile rahatça görüp<br />

izlemelerini sağlıyordu. Bu deneyler, öğrenmekten öte öğrencilere fiziği hissettiriyordu.<br />

Elektronik ile ilgili konunun sonunda geniş ekranlı bir osiloskop’tan yararlanarak görüntü nakli<br />

yapmış ve televizyonun esasını bu deneyle göstermişti.<br />

1951-1952 öğretim yılında Adnan Bey’den Elektronik dersini izledim ve onu daha<br />

yakından tanımaya başladım. O zamanlar Fizik öğrencisi sayısı çok azdı. Ders, denel fizik<br />

amfisinde yapılıyordu. Adnan Bey burada da ara sıra ders deneyleri yaparak olayları ve<br />

özellikleri öğrencinin zihnine kazıyordu. Bazen ders dışı anılarını da uzun uzun anlattığı olurdu.<br />

Bir gün çözmekte olduğu problemin hesaplarını yapmak için aniden cebine el atarak kılıç çeker<br />

gibi bir hesap cetveli çıkardı. Elle yapılması uzun zaman alan bir hesabı dakikada yaptı. Bu<br />

kolaylığı görünce ben de Aristo marka bir hesap cetveli almıştım. O zamanlar şimdiki<br />

bilgisayarlı hesap makineleri yoktu. Hesap cetveli, günümüz hesap makinelerinden daha<br />

kıymetli ve daha pahalı idi.<br />

Adnan Bey bizi, Elektronik dersinin bir uygulaması olarak, İstanbul Radyosu’nun<br />

Ümraniye’deki vericisini incelemeye götürdü. Sabah erkenden, önceden belirlenen bir saatte,<br />

bütün öğrenciler Üsküdar Vapur İskelesi’nde Adnan Bey’le buluştuk. Hep birlikte yaya olarak<br />

Üsküdar tepelerini tırmanmaya başladık. Yolda bir grup keçiye rastladık. Bir tanesi meleyerek<br />

bize bakınca Adnan Bey yemekte olduğu simitten bir parça kopararak keçiye uzattı. Keçi simidi<br />

kokladı. Beğenmedi ve arkasının dönerek uzaklaşmaya başlayınca Adnan Bey, “Bu bana<br />

hakarettir.” dedi. Böylece şakalaşarak Ümraniye’deki radyo vericisine vardık. Vericinin, iki<br />

yaşındaki çocuk büyüklüğündeki elektron lambaları ile nasıl çalıştığını, nasıl yayın yaptığını<br />

gördük, anten sistemini inceledik. Adnan Bey burada da bizi şaşırtıcı birkaç ilginç deney yaptı.<br />

O zamanlar Üsküdar tepeleri arkasında bina yoktu. Ümraniye’de de yalnız radyo vericisi vardı.<br />

Yaya olarak Üsküdar’a döndük. Bu, öğrenci olarak ilk ve tek bilimsel gezimiz olmuştu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 459<br />

Darüşşafaka’lı öğrencilerle<br />

emeklilik yılları<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 460<br />

Özbek Sülün<br />

(1925 - 1987)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 461<br />

Dr. Tonguç Sülün<br />

1925 yılında Ayvalık’ta doğdu. İlkokulu Ayvalık’ta bitirdikten sonra,<br />

Haydardarpaşa lisesinde okumak üzere İstanbul’a geldi. 1943<br />

yılında liseden mezun olduktan sonra üniversite öğrenimi için PTT<br />

bursu ile ABD’ye gitti. 1952-57 yılları arasında Toledo Üniversitesi<br />

Elektrik Mühendisliği Fakültesi’nde yüksek öğrenimini sürdüren<br />

Özbek Sülün, 1960 yılında Türkiye’ye döndü ve İstanbul Üniversitesi<br />

Fen Fakültesi Denel Fizik Kürsüsünde Doktora çalışmasına başladı. 1965 yılında yine aynı<br />

bölümde çalışan Nebahat Dinçer ile evlendi. 1987 yılında vefat edene kadar aynı kürsüde<br />

öğretim görevlisi olarak çalıştı. Özbek Sülün’ün üç çocuğu vardır.<br />

Babamla ilgili bir yazı yazmam istenildiğinde, en küçük çocuğu olarak onu anlatabilmenin<br />

benim için ne kadar zor olduğunu düşündüm. Ne de olsa, öldüğünde ben henüz 18<br />

yaşındaydım. Onu yeterince tanıma fırsatı bulabilmiş olduğuma emin değilim. Öte yandan, çok<br />

yakın bir ilişkimiz vardı. İşte bu baba oğul ilişkisinin bende kalan tortularını bu yazıda<br />

toparlamaya çalıştım.<br />

Bence onun en öne çıkan özelliği bilgiye verdiği önemdi. Tüm hayatını daha fazla<br />

öğrenmek ve daha fazla öğretmekle geçirdi. Kendisini akdemisyen olarak değil öğretmen<br />

olarak tanımlamayı tercih ederdi. Yaptığı işi çok önemserdi. Ders vereceği günlerin öncesinde<br />

evde her zaman bir telaş olurdu. Hiçbir zaman ders notu kullanmazdı. Yaptığı işi çok önemser<br />

ve çok severdi. Hayatının son iki yılında İÜ Diş Hekimliği Fakültesinde Fizik dersleri verdi.<br />

Babamı 1987 yılında akciğer kanseri teşhisi ile İÜ Tıp Fakültesi Hastanesine yatırdık. Odası çok<br />

küçük ve rahatsızdı. Bir tanıdık sayesinde daha rahat bir oda bulundu. Ancak bu yeni odaya<br />

geçmesi için babamı ikna etmek mümkün olmadı. Evet, belki odası küçük ve rahatsızdı, ama<br />

penceresinden tam da Diş Hekimliği Fakültesini görebiliyordu. Bu durum, yani hayatının son<br />

günlerini ders verdiği binayı ve orada koşuşturan öğrencilerini seyrederek geçirmek, babam<br />

için rahatlığından çok daha önemliydi. Tedavisi için radyoterapi ve kemoterapi uygulanması<br />

gerektiğine karar verildi. Doktorlar uzun uzun bu tedavinin yaşayabilmesi için şart olduğunu<br />

anlattılar. Babamın sorusu üzerine “yaşamak” konusunda küçük bir tartışma yaşandı. Çünkü<br />

babam eğer ders vermeye devam edemeyeceği bir durumdan bahsediliyorsa, bunun<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 462<br />

tedaviden sayılmayacağını ve dolayısıyla tedavinin gereksiz olduğu konusunda israr ediyordu.<br />

Tedavi bizim de ısrarlarımız sonucunda yine de uygulandı, ancak işe yaramadı. Babam birkaç<br />

ay içinde vefat etti.<br />

O sadece mesleki konularla ilgilenmezdi. Örneğin şiir okumayı çok severdi. Bir fizik hocası<br />

için haddinden fazla şiiri de ezberden bilirdi. Özellikle divan şiirini çok severdi. Çok güzel bir<br />

sesi vardı ve makam bilirdi. Yazlık komşumuz Recep Birgit ile uzun saatler karşılıklı şarkı<br />

söylerlerdi. Onları dinlemek en büyük zevklerimden biriydi. Felsefeyle de yakından ilgilenirdi.<br />

Hem doğu hem de batı felsefesi konusunda geniş bir bilgi birikimine sahipti ve bunu<br />

basitleştirip güncelleştirerek insanlarla paylaşmayı çok severdi.Babam komünizme yürekten<br />

inanırdı. Bu sebeple başı ciddi bir belaya girmemiş olsa da, hayatının mutsuz geçen<br />

zamanlarının en önemli sebebiydi sanırım. Kapitalist dünya ile bir türlü uzlaşamadı.<br />

Emperyalizme çok karşı olması, çocuğu olarak beni de yakından etkiledi. Ben hiçbir zaman,<br />

arkadaşlarım gibi yabancı markalar giyemedim, amerikan çizgi romanları okuyamadım, reklam<br />

seyredemedim veya Coca-Cola içemedim. Amerika’da yedi sene boyunca yaşamış ve yüksek<br />

öğrenimini orada tamamlamış olmasına rağmen ciddi bir Amerikan karşıtıydı. Ancak her<br />

zaman Amerikan halkına değil, hükümetlere karşı olduğunu söyler, Amerikalıların çok çalışkan<br />

ve saf insanlar olduklarını eklerdi. Milliyetçilik ile vatanseverlik arasındaki farkı çok açık bir<br />

şekilde ortaya koyardı. Babam gerçekten de tanıdığım en vatansever insanlardan biriydi. Her<br />

zaman acelesi vardı. Bir yere giderken hep önden yürürdü ve belirli aralıklarla durup<br />

diğerlerinin ona yetişmesini beklerdi. Bu huyu çevresindekiler tarafından da çok iyi bilinirdi.<br />

Cenaze töreninde Prof. Dr. Belkis Özdoğan çok duygusal bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmada<br />

erken gelen ölümü ile ilgili olarak “Özbek! Bu ne acele?” cümlesi hâlâ kulaklarımdadır.<br />

Evet, 62 yaşında yaşama biraz da erken veda etmişti. Ancak bu yıllarını dolu dolu ve<br />

onurlu sürdürdüğünü biliyorum. Bu hali ile her zaman bana ve sanırım öğrencilerine iyi bir<br />

örnek teşkil etmişti. Babamla her zaman çok gurur duymuştum, hala da duyarım.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 463<br />

Besim Tanyel<br />

(1915 - 1998)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 464<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş - Prof. Dr. Hüseyin Erbil<br />

Hüdaizade Binbaşı Nesimi Bey ile Naciye Hanımefendinin oğlu olarak 16.3.1915 tarihinde<br />

İstanbul’da dünya’ya gelen Osman Besim Tanyel, orta öğrenimini 1932 yılında İzmir Atatürk<br />

Lisesi’nde tamamlamıştır. 1937 yılında Fransa’nın Lyon Üniversitesi Fizik – Kimya – Matematik<br />

dalından mezun olan Osman Besim Tanyel aynı yıl İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Tecrübî<br />

(Denel) Fizik Enstitüsü asistanlığına atanmıştır. 1944 yılında doçentliğe yükseltilerek Ankara<br />

Üniversitesi Fen Fakültesine naklen atanan Besim Tanyel 1947 – 1950 yılları arasında A. B. D.<br />

California Teknoloji Enstitüsünde araştırıcı olarak çalışmış ve 1951 yılında “Fen Doktoru”<br />

unvanını kazanmıştır. 1953 yılında “Atom ve Çekirdek Fiziği” alanında profesörlüğe yükselen<br />

Dr. Besim Tanyel, Atom ve Çekirdek Fiziği Enstitüsü Direktörlüğüne atanmıştır.<br />

1955 – 1962 yılları arasında CENTO Bilim Konseyi Türkiye Temsilcisi, 1956 - 1967 yılları<br />

arasında NATO Fen Komitesi Türkiye Temsilcisi olarak görev yapan Prof. Dr. Besim Tanyel,<br />

1962 yılında A.B.D. İllinois Üniversitesinde araştırmalar yapmıştır. 1966 – 1968 yılları arasında<br />

Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu Üyeliği ve TÜBİTAK Bilim Kurulu Üyeliği de yapan Prof. Dr.<br />

Besim Tanyel 25.4.1969 tarihinde Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Genel Fizik Kürsüsü’ne<br />

atanmıştır.1971 –1972 tarihleri arasında Organik Kimya Kürsüsü Başkanı olarak da görev<br />

yapmıştır. Prof. Dr. Besim Tanyel, 23.1.1973’de Ege Üniversitesi Radyo İzotop ve Araştırma<br />

Merkezi (EÜRİAM) Yönetim Kurulu Başkanlığı’na, 1974’de (EÜRİAM) yönetim kurulu üyeliğine<br />

ve1975’de Atom Enerjisi Komisyonu 6. dönem üyeliğine seçilmiştir.<br />

1976 yılında Genel Fizik Kürsüsü Başkanlığına ve 1977 yılında Fizik Bölümü Başkanlığına<br />

seçilen Prof. Dr. Besim Tanyel 10.6.1981 tarihinde bu iki görevden istifa etmiştir. Prof. Dr.<br />

Besim Tanyel 18.11.1981 tarihinde yeniden Fizik Bölümü Başkanlığına ve 25.11.1981 de<br />

Senato Üyeliğine seçilmiştir. 10.12.1981 tarihinde Üniversitelerarası Kurul tarafından<br />

Yükseköğretim Kurulu Üyeliğine seçilmesi üzerine 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 6(c)<br />

maddesi gereğince emekliye ayrılan Prof. Dr. Besim Tanyel iki dönem Yükseköğretim Kurulu<br />

Üyeliği yapmıştır. Fransızca, İngilizce ve Almanca bilen Prof. Dr. Besim Tanyel 7 kitap ve birçok<br />

bilimsel makale yayınlamış, yalnız Ege Üniversitesi Fen Fakültesinde 3 yüksek lisans, 3 doktora<br />

tezi yönetmiştir.Elif Hanımefendi ile evli olan Prof. Dr. Besim Tanyel, Avrupa Dilleri Uzmanı<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 465<br />

Yasemin Tanyel’in babasıdır. Prof. Dr. Besim Tanyel 14.05.1998 tarihinde İzmir’de vefat etmiş<br />

ve Bornova’da toprağa verilmiştir.<br />

Prof. Dr. Besim Tanyel’in Yıldızının Parladığı An<br />

Erdal İnönü (Cumhuriyet, Olaylar ve Görüşler, 22 Kasım 1998)<br />

Basında çıkan bir ölüm duyurusu, Ege Üniversitesi’nden emekli fizik profesörü, Atom<br />

Enerjisi Komisyonu üyesi Besim Tanyel’i kaybettiğimizi haber verdi. Prof. Tanyel, Ege<br />

Üniversitesi’ne gitmeden önce Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nde fakültenin kuruluşundan<br />

başlayarak yıllarca öğretim üyeliği yapmıştı. Orada önce öğrencisi, sonra meslektaşı olmuştum.<br />

Bu yazıyla arkadaşımı saygı ile anarken, o dönemde Türk bilimine yaptığı sıra dışı bir katkının<br />

öyküsünü anlatmak istiyorum.<br />

Olayın bence şöyle ilginç bir yanı da var. Yıldızın parladığı anlar diye bir deyim vardır.<br />

Bununla genellikle bir dehanın fikir ya da eylem olarak insanlığı etkileyen buluşlar, devrimler<br />

yaptığı dönemler belirtilir. Ama sanıyorum ki, sıradan insanlara<br />

da yaşamları boyunca en az bir kez yıldızlarının parlayabileceği<br />

bir an gelir. O anı iyi değerlendirebilirlerse, o güne kadar<br />

yaptıklarını çok aşan ölçüde bir başarıya imza atabilirler. İşte<br />

anlatacağım olayda Besim Tanyel, karşısına çıkan böyle bir<br />

fırsattan en iyi biçimde yararlanma becerisini göstermiş ve<br />

birçok bilim adamımızın yaşamını olumlu yönde etkilemiştir.<br />

Yarım yüzyıl önce, İkinci Dünya Savaşı sonunda,<br />

atom enerjisi ve onun etrafındaki nükleer teknoloji,<br />

dünyaya yeni ufuklar açan bir çağın müjdecisi olarak<br />

çıkmıştır. O günlerde bu alandaki bilgiler büyük<br />

ölçüde ABD’nin tekelindeydi ve tüm ülkeler bu<br />

bilgileri paylaşmak özlemi içinde idiler. Böyle bir<br />

ortamda, ABD Cumhurbaşkanı Eisenhower, 8 Aralık 1953 günü yaptığı bir konuşmada, savaş<br />

bitirmek için kullanılan atom enerjisinden tüm dünyanın barışçı amaçlar için yararlanması<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 466<br />

zamanının geldiğini söyledi ve bu hedefe yönelik kapsamlı bir plan açıkladı. “Barış için atom”<br />

adını verdiği bu projede, önce bütün ülkelere hizmet edecek, akıl ve teknik yardım verecek bir<br />

uluslararası atom enerjisi ajansının kurulmasını öneriyor, sonra, isteyen ülkelerde bir nükleer<br />

araştırma rektörü kurulması için gerekli bilgiyi ve zenginleştirilmiş uranyum yakıtını sağlamayı<br />

ABD adına üstleniyordu.<br />

Eisenhower’in önerisi büyük ilgi uyandırdı, bütün dünyada çok olumlu karşılandı.<br />

Birleşmiş Milletler derhal harekete geçti. Viyana’da bir uluslar arası atom enerjisi ajansının<br />

kurulmasına başlandı. ABD Kongresi’nde erekli görüşmeler tamamlandıktan sonra Amerikan<br />

hükümetinin projeyi başka devletlere daha iyi anlatmak ve katılmalarını sağlamak için girişime<br />

geçtiğini gördük. Bu sırada Türk hükümeti de projeye katılmaya karar verdi ve Dışişleri<br />

Bakanlığı NATO Dairesi, ABD ile bu konuda yapılacak görüşmeleri yürütmek, gereğini yapmakla<br />

görevlendirildi. NATO Dairesi’nin başkanı Büyükelçi Hüveyda Mayapek, böylece, bilmediği bir<br />

konuda anlaşma hazırlamak göreviyle karşı karşıya kalmıştı. Kendisine bir yardımcı aradı ve en<br />

yakınında Ankara Fen Fakültesi’nde nükleer fizik dersi vermekte olan Prof. Besim Tanyel’i,<br />

bakanlığa danışman atadı.<br />

Amerikalılarla yapılan ilk görüşmede. Eisenhower’ın önerilerini içeren bir anlaşma<br />

taslağının hazır olduğunu gördüler. Amerikan tarafı propaganda yararını arttırmak için,<br />

anlaşmanın gecikmeden imzalanmasını istiyordu. Bu aşamada Tanyel, getirilen taslakta önemli<br />

bir eksiklik gördü ve bunun bilim yaşamımız için önemli bir fırsat yarattığını sezdi. ABD, başka<br />

ülkeler gibi Türkiye’ye de, bu yeni alanda ilerlemek için bir yardım yapmak istiyor ve konuyu<br />

bilen bir Amerikan firmasının, ücreti karşılığında Türkiye’de bir araştırma reaktörü kurmasını<br />

sağlıyordu. Yalnız bu araştırma reaktörü kim, nasıl araştırma yapacaktı? Henüz Türkiye’de ki<br />

bilim insanları, fizikçiler, kimyacılar, biyologlar, doktorlar nükleer teknikleri kullanarak<br />

araştırma yapmasını bilmiyorlardı. Bu teknikleri ve yeni bilimsel yaklaşımları öğrenmenin kolay<br />

bir şey olmadığını, çok zaman ve çaba istediğini, Besim Tanyel, kendi geçirdiği deneyimden<br />

biliyordu. Doçentliği sırasında nükleer alanda çalışmak için Fen Fakültesi’nden izin alarak<br />

ABD’nin ileri bir üniversitesinde bir yıldan fazla kalmış, yeni bir buluş getirebilecek bir<br />

araştırmaya girişmiş, fakat izin süresi bitip geri çağrıldığı için, sonuca varacak vakti olmamıştı.<br />

Tanyel, bir kez araştırma reaktörü kurulduktan sonra hükümetlerin konu ile ilgilerinin<br />

azalacağını tahmin etti. Bu nedenle, gerekli araştırıcıların yetişmesini sağlayacak ayrı bir<br />

programın anlaşmaya konulması ve ancak bu program tamamlandıktan sonra reaktörün<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 467<br />

yapımına başlanmasını önerdi.Doğrudan doğruya kendi insiyatifi ile ortaya attığı bu öneriyi<br />

Amerikan tarafı önce kabul etmedi. Böyle bir ek programın, anlaşmanın uygulanmasını<br />

geciktireceğini öne sürerek reddettiler. Fakat Mayatepek, Tanyel’in önerisinin sağlam bir<br />

gerekçesi olduğunu gördü ve onu destekledi. Bu durumda iki ülkenin dışişleri görevlileri<br />

anlaşamadılar.<br />

Birkaç görüşme yapıldı. Sonunda Tanyel, toplantıdaki Amerikalı bilimcileri ikna etmeyi<br />

başardı. Onların desteğiyle, 40 kadar Türk üniversite öğretim üyesinin iki yıllık sürelerle<br />

ABD’nin ileri araştırma merkezlerinde çalışmasını sağlayacak parasal bir desteğin anlaşmaya<br />

konulmasını Amerikan temsilcileri kabul ettiler. Bu ek projeyi de Dışişleri Bakanlığı yürütecekti.<br />

Tanyel’in Amerikalılar karşısında tek başına direnmesi hem istediği programın anlaşmaya<br />

girmesini sağlamış hem de ona Mayatepek’in büyük güvenini kazandırmıştı. Anlaşmanın<br />

imzasıyla birlikte araştırma programı yürürlüğe girdi. Henüz bir atom enerjisi komisyonu<br />

kurulmuş olmadığı için anlaşmayı uygulama görevi NATO Dairesi’ne verildi ve Besim Tanyel<br />

programa katılacak bilimcileri belirleyecek tek seçici oldu.<br />

Tanyel, bu olağandışı yetkisini, kişisel beklentilerini ve duygularını bir yana bırakarak tam<br />

bir yansızlıkla (tarafsızlıkla) kullandı. Her daldan, araştırma yetenekleri bilinen öğretim<br />

üyelerini seçti ve izlence (program) büyük bir başarılı ile uygulandı. Seçilen kişiler programa<br />

canla başla katıldılar. ABD’de kaldıkları sürede Türk bilimcilerin adlarını dünyaya duyuran<br />

önemli araştırmalar yaptılar. Örneğin Feza Gürsey, Brookhaven Ulusal Araştırma Merkezi’nde<br />

ki çalışmalarıyla dünyanın önde gelen fizikçileri arasına girdi. Nükleer reaktör kuramı (teorisi)<br />

sağlık fiziği, bölünebilir elementlerin kimyası, nükleer tıp, izotopların bilimde ve sanayideki<br />

uygulamaları gibi, atom enerjisiyle doğrudan doğruya ilgili birçok konunun uzmanları bu<br />

programla oluştu. Yalnız Besim Tanyel’in kendisi yararlanamadı. Programın takvimi içinde,<br />

onun araştırma yapmak için ABD’ye gitme zamanı gelince fakültesi gerekli izni vermedi. İki yıllık<br />

araştırma programına katılıp dönenlerin yardımıyla İstanbul’da Çekmece Nükleer Araştırma<br />

Merkezi’nin kurulmasına girişildi ve orada yıllarca yararlı araştırmalar yapıldı. Yazık ki sonradan<br />

bu alana gereken ilgi gösterilmedi ve çalışmalar, dünyadaki gelişmeleri izleyecek hızla<br />

ilerleyemedi. Bu ayrı bir öyküdür.<br />

Eisenhower’ın barış için atom projesi, Türkiye’ye bir nükleer araştırma reaktörünü şöyle<br />

yada böyle getirecekti. Ama Besim Tanyel’in eline geçen fırsatı iyi değerlendirerek başlattığı<br />

araştırma programı, ABD’nin önerisini aşan boyutlarda Türk bilim yaşamını canlandırdı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 468<br />

Duraklamaya girilmiş bir dönemin aşılmasını sağlayan atılımlara yol açtı. Geçen Ağustos’ta<br />

yaşama gözlerini yuman Tanyel’in bugün unutulmuş olan bu hizmetini bilim tarihimizin<br />

yeterince değerlendireceğini umuyorum, kendisini minnetle anıyorum.<br />

Prof . Dr . İsmet Ertaş<br />

Prof.Dr. Besim Tanyel’i 1950’li yıllarda yararlandığım kitaplarından tanımıştım. Bu<br />

nedenle hocam sayılır. Türkiye’nin ilk Nükleer Fizikçilerinden olan Besim hoca; 1937-<br />

1944yılları arasında İ.Ü. Fen Fakültesi Tecrübî Fizik Enstitüsü’nde, 1944-1969 arasında<br />

kurucularından olduğu Ankara Üniversitesi Tecrübî Fizik Enstitüsü’nde ve 1969-1982 arasında<br />

Ege Üniversitesi’nde değerli akademik hizmetler veren ve yeni bilim adamları yetiştiren bir<br />

bilim adamımızdır. 1969’da Ege Üniversitesi Genel Fizik Kürsüsü’ne naklen atanınca kendisini<br />

yakından tanıdım. Sağlam prensipleri olan bir hocamızdı. 1970’li yılların sonuna doğru öğretim<br />

programımızı yeniden ele alarak geliştirmeye çalışıyorduk. Bölüm başkanımız Prof.Dr. Besim<br />

Tanyel idi. Bütün öğretim üyelerimiz, ÖSYM sınavında düşük puan alan öğrencilerin<br />

bölümümüze kayıtlanmasından şikayetçi idik. “Mühendis” unvanı öğrenci adaylarına çok<br />

çekici geliyor ve bu kelimeyi içeren öğretim programlarını öncelikle tercih etmelerine neden<br />

oluyordu. Bizden çok sonra açılan ve henüz öğretim kadrosu ve laboratuarları yetersiz binaları<br />

yapılamamış durumda olan Selçuk Üniversitesi Fizik Mühendisliği Öğretim Programı açmış,<br />

daha yüksek puanlı öğrenciler almaya başlamıştı. Biz daha iyisini yaparız düşüncesi ile Bölüm<br />

başkanımız Besim Bey’e “Fizik Mühendisliği Öğretim Programı” açma önerisi götürdük. Besim<br />

Bey, “Fizik Fiziktir. Fiziğin mühendisliği olmaz. Ancak Fiziğin bazı bölümleri Mühendislik<br />

konusudur. Ben bu hatayı Ankara Üniversitesi’nde bir kez yaptım. Aynı hatayı bana ikinci kez<br />

kimse yaptıramaz. İstifa ederim.” diyerek noktayı koydu.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 469<br />

Prof. Dr. Demir İnan<br />

(Hacettepe Üniversitesi Fizik Mühendisliği Bölümü)<br />

Cumhuriyet dönemi fizikçilerinden birini daha yitirdik.Besim beyi, 1960lı yıllarda Ankara<br />

Üniversitesi Fen Fakültesinde öğrenciliğim sırasında tanımış, verdiği Çekirdek Fiziği dersini<br />

almış ve daha sonra da, ilk asistanlık görevime onun başkanı olduğu Atom Fiziği Kürsüsünde<br />

başlamıştım. Besim bey benim anılarımda, kibar, beyefendi, çelebi görünümlü ve üniversite<br />

hocalığını klasik anlamda ciddiye alan bir hocam olarak kalmıştır. Verdiği Çekirdek Fiziği<br />

dersinde, çekirdek fiziğindeki son gelişmeleri izleyerek bizlere aktarması (tılsımlı parçacık,<br />

acayiplik sayısı gibi), onu, biz öğrencileri gözünde çağdaş ilerlemeleri izleyen bir hocamız olarak<br />

görmemize yol açmış ve hayranlığımızı kazanmıştı. Ayrıca, ders anlatım tekniği de çok iyi idi.<br />

Hatta, 'Nötron fiziği Besim beyden dinlenilmedikçe anlaşılamaz.' gibi bir söylenti öğrenciler<br />

arasında yaygındı.<br />

Fakültedeki öğrenimimiz sırasında bir tek bilimsel gezimiz vardı; İstanbul Çekmece<br />

reaktör gezisi. Bu gezi her yıl son sınıf öğrencilerinin, başlarında bir asistan olmak üzere,<br />

katılımıyla ve fakültenin parasal desteği ile gerçekleşirdi. Ben bu geziye hem öğrenci olarak<br />

hem de asistan olarak katıldım. Asistan olarak bu gezinin düzenlenmesi benim üzerime<br />

verildiğinde, Besim beyin bu gezinin gerçekleştirilmesi üzerinde titizlikle durduğunu<br />

anımsıyorum. Bunu, bir ders gibi ciddiye alırdı. O zamanlar üniversite öğreniminde bu tür<br />

etkinlikler üzerinde fazla durulmaz, kara tahta (günümüzde beyaz tahta) üzerinde verilen<br />

derslerle yetinilirdi. Bugün belki görsel olanaklar (tepegöz, film, slide gibi) üniversite<br />

öğrenimine belli bir katkı verebilmektedir ama, o günlerde bu tür olanaklar ta pek nadir idi.<br />

Besim beyin, ülkemizde kurulmuş fizik ile ilgili kuruluşları öğrencilerin gezerek öğrenmesini de<br />

öğrenimin bir parçası sayması, onun ileri görüşlülüğünün bir göstergesiydi.<br />

Çekirdek fiziği dersinin bir de laboratuarı vardı. Laboratuarları asistanlar yürütür ve<br />

hocalar çok ilgilenmezlerdi. Besim bey zaman zaman laboratuara gelirdi. Onun kendisinin<br />

yaptığı bir Geiger sayacı vardı. Bunu, derste sayaçlar bölümüne geldiğinde laboratuarda<br />

asistanına kurdurur ve öğrencilere kendisi deney yaparak gösterirdi. Çeşitli ışın saçar<br />

(radyoaktif) malzemelerin saçtıkları ışınların bu sayaçla nasıl sayıldığını gösterip anlattıktan<br />

sonra, bir de soru sorardı: Bir kibrit yakarak sayacın önüne tutar, sayacın birşeyler saydığını<br />

gösterdikten sonra bunun nedenini sorardı. Aynı laboratuarda, yine el yapımı bir geiger sayacı<br />

deneyi daha vardı: "Bir Geiger sayacının platosunun çizimi". Bu deneyde öğrenci, camdan<br />

yapılmış bir sisteme bağlı bir Geiger sayacının havasını boşaltır ve uygun oranlarda ve<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 470<br />

basınçlarda gaz ile doldurarak sayacın plato eğrisini çizerdi. Bu da, Besim beyin, öğrencilerin<br />

hazır aygıtlarla deney yapmaları yanında, bir düzeneği kendi gayretleri ile çalıştırmalarına<br />

yönelik bir deneyi idi. Kanımca çok yararlı ve öğretici bir deney idi.<br />

Fakültenin cam işleri yapan çok yetenekli eski bir ustası vardı. Besim bey, biz genç<br />

asistanlara bu camcıdan pratik ders almamızı önermiş ve bu konuda bana, "Bu usta emekli<br />

olmadan ondan bir şeyler öğrenin, yoksa ileride sıkıntı çekersiniz." demişti. Sanırım, kendisi<br />

Geiger sayacı gibi düzeneklerin yapımındaki deneyimlerine dayanarak ve bizlerin de deneysel<br />

çalıştığını bilerek bu konunun üzerine gitmişti. Düzenli olmasa da, bir iki girişimde<br />

bulunduğumuzu anımsıyorum. Cam üfleme ile ilgili camcılıkta biraz beceri kazandıysam,<br />

bunda, o ustayı seyretmenin ve yapamadığımız konuları ondan sorup öğrenmenin büyük payı<br />

olduğunu söyleyebilirim. Zaman zaman, keşki bu işlere biraz daha zaman ayırsaydım ve daha<br />

çok öğrenseydim dediğim olmuştur. Besim beyin bu davranışını bugün değerlendirdiğimde,<br />

bizler için önemli bir öğüt ve girişim olduğunu anlıyorum.<br />

Fakültenin bir dergisi vardı: Nişadır . Bizim son sınıfta olduğumuz yıl Nişadır dergisinin<br />

hazırlık çalışmalarında arkadaşım rahmetli Hakkı Kızıltan da görev almıştı. Hakkı, bu çalışmalar<br />

sırasında bir karikatürist bulmuş, hocalarımızın karikatürlerini çizdiriyordu. Besim beyin<br />

odasında karikatürünü çizdirirken, Besim beyin karikatüriste "Beni yakışıklı çiz bakalım.<br />

Bekarım, daha evleneceğim" diyerek takılmasını Hakkı anlatmıştı. Besim bey gibi ciddi<br />

görünümlü bir hocamızın içindeki esprili kişiliği, sanırım bu davranış açıkça anlatmaktadır.<br />

Her insan gibi Besim bey de bu dünyaya geldi, yaşadı ve göçüp gitti. Ancak, Besim bey<br />

yaşantısında, ülkemizde fizik alnına bence önemli katkılar ve görüşler koymuş, mesleğini<br />

ciddiye alarak elinden geldiğince çaba sarfetmiş bir kişi ve bir meslektaşımızdır. Bu yanlarıyla<br />

anılarımızda yaşarken, ileriki kuşaklara da örnek olacağı inancını taşıyorum.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 471<br />

Sadrettin Tunakan<br />

(1911- 1999)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 472<br />

Prof. Dr. Ali Girgin<br />

1911 yılında İstanbulda doğdu.İlk ve orta Öğrenimini Darüşşafaka Lisesi’nde yaptı ve<br />

1930 yılında bitirdi. 1932 yılında, yüksek öğrenim için Almanya’ya gönderilen Prof. Dr. Tunakan<br />

1938 yılında, Frankfurt am Main üniversitesi’nden, fen doktoru ünvanını alarak mezun oldu ve<br />

Türkiye’ye dönerek, 18.1.1940 tarihinde, İÜ FF Umumi Fizik Kürsüsü’ne asistan olarak atandı.<br />

Çok iyi derecede Fransızca ve Almanca bilen Prof. Dr. Tunakan, optik alanında yoğunlaşan<br />

bilimsel çalışmaları yanında, bu dillerden çeşitli çeviriler yaptı ve yayınladı. 19.6.1944 tarihinde<br />

aynı kürsüye doçent oldu.1950 yılında Türk Fizik Derneği’nin kurucuları arasında yer<br />

aldı.6.7.1944 tarihinde de FF Genel Fzik Enstitüsü profesörlüğüne yükseltildi.Daha sonra bu<br />

kürsünün başkanlığına getirilen Prof. Dr. Tunakan bu görevini, 13.7.1981 tarihinde, yaş sınırı<br />

nedeni ile emekli oluncaya dek sürdürdü. Genel Fizik Kürsüsü Başkanı görevini yürüttüğü<br />

sırada, 20.9.1978 tarihinde İÜ Senato Üyeliği’ne seçilen Prof. Dr. Sadrettin Tunakan,<br />

22.12.1999 tarihinde aramızdan ayrılmıştır.<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş<br />

Ben öğrenci iken Sadrettin Bey doçent idi. Onun gibi profesörlüğü hak ettiği halde 20<br />

yıldır doçent kadrosunda çalışan çok sayıda öğretim üyesi vardı. Sadrettin Hoca’nın Geometrik<br />

Optik dersine devam etmiştim. 1954 yılında asistan olunca onu daha yakından tanıma imkanım<br />

oldu. Sohbetlerinde sık sık hemen emekli olsa alacağı maaşla halen almakta olduğu maaşı<br />

karşılaştırır ve “Bedava çalışıyoruz, bedava” derdi. 1950!li yılların sonuna doğru İstanbul<br />

Üniversitesi yeni öğrencilerini test sınavı yaparak seçmeye başlamıştı. 1958 yılındaki test<br />

sınavında Hukuk Fakültesi’nin bir amfisinde gözcü olarak görevli idim. Salon başkanımız Doç.<br />

Dr. Sadrettin Tunakan idi. Sınav başladıktan sonra adaylardan biri sigara yakıp tüttürmeye<br />

başladı. Sadrettin Hoca onun yanına gelerek nazik bir şekilde sigarayı söndürmesini rica etti.<br />

Öğrenci adayı, “Sigara içmezsem iyi düşünemiyorum. Bildiğim soruları bile cevaplayamıyorum.<br />

Sigara zihnimi açıyor.” dedi. Sadrettin Bey, sınavda sigara içilmesinin kesinlikle yasak olduğunu<br />

söyledi. Aday, “Ama ben geçen yılki sınavda içtim.” deyince Sadrettin Bey, “Belli oluyor.”<br />

Karşılığını verdi ve salonda bir kahkaha tufanı patladı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 473<br />

Ali İmre Usseli<br />

(1931 – 1988)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 474<br />

Prof. Dr. Cevdet Tezcan<br />

Prof. Usseli’nin doğum tarihi 30.11.1931, ölüm tarihi 13.11.1988’dir.<br />

Prof. Dr. Erdal İnönü<br />

Genç yaşta kaybettiğimiz İmre Usseli benim asistanım olmuştu.Kendisini 1950’lerin<br />

ortalarında, AÜ FF’nde fizik lisans öğrenimi yaptığı sırada tanımıştım. Her konuda ilginç<br />

gözlemleri ve soruları ile dikkatimizi çeken bir öğrenci idi. 1957 yılında F.F.’nde fizik<br />

asistanlığına başlamıştı. Ben o Aralık ayrılıp ABD’ye gittim. Dönüşümde 1960’da ODTÜ’ye<br />

girdim. Bir süre sonra İmre de bu üniversiteye asistan olarak katıldı ve benimle nötron<br />

transport teorisinde bir doktora çalışması yaptı. (1967) Doktora tezinin özeti Nuclear Science<br />

and Engineering dergisinde benimle ortak iki makale halinde, 1965 yılında, Diffusion length for<br />

arbitrarily anisotropic scattering başlığıyla, 1968 yılında da Effective sourca strenght for<br />

arbitrarily anisotropik scattering başlığıyla yayımlandı.Daha sonra benzer konularda, IAEA’dan<br />

aldığımız bir araştırma projesinde işbirliği yaptık. Projenin raporu 1974?de tamamlandı; bir<br />

bölümünden de Usseli doçentlik tezinde yararlandı. (1971) 1975 yılında ODTÜ’den ayrıldığım<br />

için Usseli’nin sonraki çalışmalarını bilmiyorum. Yanlız bir taraftan ODTÜ’de görevine devam<br />

ederken yeni kurulan bazı üniversitelerde dersler verdiğini kuruluş etkinliklerine yardım<br />

ettiğini duymuştum. Prof. Dr. Ertunç Aral da Usseli’nin öğrencilerinden biridir.<br />

Prof. Dr. Ahmet Refik Kortan<br />

Devlerin Omuzunda<br />

İngilizce’de epey sık kullanılan bir terim vardır, “ stand on the shoulders of giants”, çok<br />

beğendiğim bir terim. Benim ODTÜ’de fizik öğrenimi yaptığım dönemi tarif etmek için de çok<br />

yerinde bir terim. Gerçek fizik ile ilk tanıştığım o yıllarda etrafımız hep devlerle dolu idi.<br />

Herhalde anladınız, bahsettiğim fiziğin devleri. Hendini bu asil bilim dalına adamış, çok üstün<br />

başarılı birçok bilim adamımız büyük bir özveri ile bizlere muhteşem bir eğitim vermişlerdir.Bir<br />

sonraki nesli omuzlarına çıkararak ulaşmaya çalıştığımız bilimsel gerçeklere daha kolay<br />

yaklaşabileceğimiz inancındaydılar. Şüphesiz o devlerin bu çabaları sonucu olarak, o<br />

dönemden dünyaca ünlü, pek çok değerli fizikçimiz çıktı.<br />

O dönemden pek çok da tatlı hatıra var. Bir tanesinin yeri çok özel.Son sınıftayız,<br />

termodinamik dersi alıyoruz. İlk derste muhterem hocamız Ali İmre Usseli kendisini tanıttı.<br />

Uzaktan çok ciddi görünüşü , takım elbise ve kıravatlı, çok muntazam giyimiyle bizde önceleri<br />

bir tedirginlik uyandırmıştı. Bu ciddi görünüşün altındaki o sıcak babacan kişiliği ilk dersin<br />

sonunda ortaya çıkmıştı. Mükemmel anlattığı termodinamik derslerinde bizim yorulup<br />

sıkıldığımızı hissettiği anda, “bakın çocuklar size ne anlatacağım”diye başlar, kendi hayat<br />

felsefesi, Türkiye’de bilimin geçmişi gibi konularla bizleri eğlendirmeye çalışırdı.Çok<br />

hoşlandığımız bu hikayelerden olacak ön sıraları kapmak için yarışırdık.Bir söyleşide, kendisi<br />

yüksek öğrenim yaparken, öğrenci azlığından hocaların kendi konularında yetiştirmek için<br />

koridorlarda öğrenci kovaladığından bahsetmişti. İmtihanlarda bir sayfa kağıda<br />

yazabileceğimiz bütün formülleri kullanabilecektik. Tabi bizler de bütün formülleri bir sayfaya<br />

sığdırmaya uğraşırken dersi çok güzel çalışmış oluyorduk.Mezuniyet törenindeyiz, uzaktan<br />

farkettim, benim peder bey Usseli Hoca’mızla sohbet ediyor.O kalabalık sınıfta beni<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 475<br />

hatırlayabileceğini sanmazken, benim pedere “bu çocukta iş var, mutlaka doktora yapsın”<br />

demiş,herhalde babamı sevindirmek istemişti.<br />

Derslerde termodinamik konusunun verdiği ilhamla, zaman kavramının felsefesini<br />

yapardık. Yine öyle bir söyleşide bize büyük bir ciddiyetle, “çocuklar biliyor musuz?Aslında<br />

zaman geçmiyor, gelip geçen bizleriz.”Çok anlamlı bu sözleri bunca seneden sonra bile<br />

unutmak mümkün değil.Evet hocam, zamanın ne olduğuna tam karar vetmesekde, bizlerin<br />

gelip geçtiği muhakkak.Bir fizikçi için belki de önemli gerçeklerden bir tanesi de, “baki kalan<br />

bu kubbede yetiştirdiğimiz yeni nesiller imiş” demek lazım.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 476<br />

Salih Murat Uzdilek<br />

(1891 – 1967)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 477<br />

Sema Öner - Durul Ören<br />

Prof. Dr. Mustafa İnan’ın deyimiyle “Hocaların Hocasının<br />

Hocası” Ord. Prof. Salih Murat Uzdilek 6 Şubat 1891’de İstanbul<br />

Samatya’da doğmuştur. Annesi Saniye Hanım, babası Bahriye<br />

Çarkçı Ameliyat Okulu Matematik Öğretmenlerinden Kıdemli Deniz<br />

Yüzbaşısı Giritli Şefik Bey’dir.1903 yılında Bahriye Mektebine,<br />

1905’te Bahriye Mektebi Harbiye (Deniz Harp Okulu)’sine girmiş,<br />

1907’de Mülazun Sani (Teğmen) rütbesiyle mezun olmuştur.<br />

Mesudiye Zırhlısında, Asarı Tevfik, Merkez Sefinesinde, Mecidiye<br />

Kuruvazöründe, Tini Müjgan Vapurunda ve Aziziye’de görev<br />

yapmıştır. Bahriye Erkanıharbiye Dairesinde kurulan Telsiz Telgraf Şubesine tayin edilmiş ve<br />

aynı zamanda Posta ve Telgraf Nezaretinde açılmış olan Yüksek Telgraf Mektebine devam<br />

etmiş ve bir yıllık bu okulu birincilikle bitirmiştir.<br />

1912’de telsiz telgraf tahsili için Avrupa’ya gönderilmiş, sınavlarını başarıyla vererek<br />

1914’te Londra Üniversitesi’nden Elektrik Mühendisi diplomasını almıştır. Edinburg’ta<br />

toplanan Logaritma Kongresinde verdiği başarılı konferanstan dolayı Bahriye Nezaretince<br />

ödüllendirilmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine yurda dönmüş, Bahriye Nezareti<br />

3. Daire Telsiz Telgraf Kısmında görev yapmış, 1915’te Bahriye Mektebi Tabiiyat Muallimliğine<br />

ve daha sonra ek görevle 1918’de Mühendis Mektebi (İTÜ) Hikmet Muallimliğine başlamıştır.<br />

1920’de Mektebi Bahriye Riyaziye Muallimliği’ne tayin olmuştur. 1922’de Şam Vapuruna<br />

1923’te Erkanı Harbiye Bahriye Müdevvenat ve Neşriyat Şubesi’ne tayin olmuştur. 1925’te<br />

sağlık nedenleriyle Kıdemli Yüzbaşı olarak Ordudan emekli olmuştur.<br />

1926-1934 yılları arası Robert College’de Fizik ve Yüksek Matematik muallimliği, 1927-<br />

1930 yılları arasında Kara Ordusunda Fen Tatbikat, Topçu ve Nakliye Okullarında Fizik ve<br />

Yüksek Matematik dersleri okutmuştur. Kara Ordusu topçu dinleme cihazında önemli bir<br />

değişiklik gerçekleştirmiştir.<br />

1929’da Yüksek Mühendis Mektebinde ünvanı Müderrisliğe (Ord. Prof.) yükseltilmiştir.<br />

H.S. Arel ve Suphi Ezgi ile Türk Musikisinin notalarının Matematik ve Fiziksel ilişkileri üzerinde<br />

çalışmış ve bugün Arel-Ezgi-Uzdilek sistemi denen ve Türk Müziğine yön veren sistemi<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 478<br />

gerçekleştirmiştir. Devlet hizmetinde görev yaptığı 52 yılın 42 yılını İ.T.Ü.’de sürdürmüş ve<br />

1960 yılında emekli olmuştur.1967’de vefat etmiştir.<br />

Atatürk’ün en değer verdiği bilim adamlarından olan Ord. Prof. Salih Murat Uzdilek<br />

Ülkemizde bir çok ilki gerçekleştiren bir bilim adamıdır. Bunlardan bazıları şunlardır:<br />

1. 1917’de Ahmet Celal (Gemi) ve Toysak Ahmet Şevket (Kocaoğlu) ile birlikte Bahriye<br />

Mektebinde Gemi Mühendisliği Şubesinin kurulması ve daha sonra İTÜ’de Gemi<br />

Mühendisliği bölümünün kurulması,<br />

2. 1948’de Türk Matematik Derneğinin kurulması,<br />

3. 1950’de Türk Fizik Derneğinin kuruluşu (13 kişi)<br />

4. İTÜ Maden Fakültesinin Kuruluşu (1956) ve 07.08.1956 – 07.08.1958 arası dekanı<br />

5. İleri Türk Musikisi Konservatuarı<br />

6. Türk İlim ve Sanat Cemiyeti<br />

7. Filarmonik Derneği<br />

8. Amerika’da (Matematical Association of America) 1916<br />

ESERLERİ<br />

1. Tarihi Riyaziyat (1325)<br />

2. İlk ve orta Okullara Mahsus Geometri Kitapları,<br />

3. Malumatı-Fenniye (1915) (Bahriye Mektebi için),<br />

4. Yeni Fizik (Cilt-1) Eski Harflerle (Yük. Mühendis Mektebi),<br />

5. Hendesei Optik (Yük. Mühendis Mektebi için),<br />

6. Hararet (ısı) (Yük. Mühendis Mektebi için),<br />

7. Termodinamik (Yük. Mühendis Mektebi için),<br />

8. İhtizaz ve Dalga Teorisi (Yük. Mühendis Mektebi için),<br />

9. Fen Bilgisinin Faideleri (Kanaat Kütüphanesi),<br />

10. İlim ve Musiki ve Türk Musikisi Üzerinde Etüdler (İstanbul Belediye Konservatuarı),<br />

11. Prof. Fikri Santur’u anmak üzere çıkarılan broşürde Modern Sürtünme Nazariyesi,<br />

12. Amerika Matematik Cemiyeti Mecmuksında Prof. D.E. Smith ile birlikte Matematik<br />

tarihi üzerinde makaleler,<br />

13. Hayat Ansiklopedisi ile,<br />

14. Çocuk Ansiklopedisindeki bütün ilmi yazılar,<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 479<br />

15. Ord. Prof. Burhanettin Berkan’ı anmak üzere çıkarılacak olan broşürde (Hidrodinamik<br />

ile ses ve ışık nazariyeleri arasındaki bağlar),<br />

16. A.B.D.’inde çıkan (Review of applied Mechanics) mecmuasında bir müddet Reviewerlik<br />

yapmıştır,<br />

17. Adana’da “Atom Enerjisi”, Antalya’da “İlik ve Cemiyet” mevzularında verdiği<br />

konferanslar “Üniversite Haftası” broşürlerinde neşredilmiştir.<br />

TERCÜMELERİ<br />

1. Esrarlı Kainat (Sir J. Jeans) (Maarif Vekaleti için),<br />

2. Etrafımızdaki Kainat (Sir. J. Jeans) (Maarif Vekaleti için),<br />

3. Fizik Prensipleri (SEars) (İ.T.Ü. için),<br />

4. Modern Fizik (Jauncey) İ.T.Ü için; Prof. N. Kürkçüoğlu ile birlikte,<br />

5. Modern Fiziğe Giriş (Richtmeyer ve Kennard) Prof. N. Kürkçüoğlu ile beraber,<br />

6. Sınai Hesap (İstanbul Sanat Okulu için),<br />

7. Sınai Hendese (İstanbul Sanat Okulu için),<br />

KAYNAKLAR<br />

1. 1956-1960 Teknik Üniversite Günü, İTÜ Matbaası 1960<br />

2. Çoker F, Deniz Harp Okulumuz, DKK Karargah Basımevi 1994<br />

3. Türk Ansiklopedisi ,MEB Basımevi, Cilt 33 Ank 1984<br />

4. Türk Musikisi Web Siteleri Forum Sayfası,(2001)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 480<br />

Bahriye Yaramış<br />

(1924 – 1990)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 481<br />

Prof. Dr. Ali Girgin<br />

(İstanbul Üniversitesi)<br />

Bahriye Yaramış 1924 yılında, İstanbul’da doğdu. 1941 yılında lise öğrenimini, 1945<br />

yılında da İÜ FF matematik – fizik dalında yüksek öğrenimini tamamladı. 12 Kasım 1945 – 28<br />

Temmuz 1947 tarihleri arasında Karabük’te, Türkiye Demir Çelik Fabrikaları Lisesi’nde<br />

matematik ve fizik öğretmenliği yaptı. Bahriye Yaramış,1947 yılında İÜ FF Fizik Enstitüsü’ne<br />

önce laborant olarak,sonra da asistan olarak atandı.<br />

Bahriye Yaramış Prof. Dr. Fahir Yeniçay danışmanlığında “Bazı Cisimlerin Po-α Partikülleri<br />

İçin İzafi Durdurma Kabiliyeti Üzerinde Araştırmalar” başlıklı tezi ile 1953 yılında fen doktoru,<br />

1962 yılında doçent ünvanını aldı ve 1 Mart 1967 tarihinde aynı fakültenin Atom ve Çekirdek<br />

Fiziği Kürsüsü’ne doçent olarak atandı. 1959 -61 yılları arasında Colombia Üniversitesi, Ekim<br />

1969 – ekim 1970 tarihleri arasında da Florida Devlet Üniversitesi’nde çekirdek tepkileşimleri<br />

ve tepkileşim kesitlerinin belirlenmeleri ile ilgili araştırmalara katıldı.<br />

30 Mayıs 1974 tarihinde Karadeniz Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü’ne profesör olarak<br />

atanan Bahriye Yaramış 1975 yılında İTÜ Temel Bilimler Fakültesi, Denel Fizik Kürsüsü’ne,1984<br />

yılında da aynı üniversitenin Fen Edebiyat Fakültesi, Nükleer Fizik Anabilim Dalı’na atandı. Prof.<br />

Yaramış 1985 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.<br />

Prof. Dr. Bahriye Yaramış 25 Kasım 1990 tarihinde aramızdan ayrıldı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 482<br />

Hasbi Yavuz<br />

(1939 – 2004)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 483<br />

Doç. Dr. Tayfun Büke - Dr. Muhittin Okka<br />

Hasbi Yavuz, 1939 yılında Rize’nin Kalkandere Köyü’nde doğdu. Haydarpaşa Lisesi’ni<br />

bitirdikten sonra, 1964 yılında İTÜ Makine Fakültesi’nden makine yüksek mühendisi olarak<br />

mezun oldu ve aynı yıl İTÜ’de asistan olarak göreve başladı. 1965 yılında İTÜ Nükleer Enerji<br />

Enstitüsü’nü bitirdi. 1970’de doktor, 1976 yılında doçent ve 1988 yılında da profesör<br />

ünvanları aldı.<br />

1973−1975 yılları arasında ABD Michigan Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırma<br />

yaptı. 1975 yılında ülkemizin tek üniversite reaktörü olan İTÜ TRIGA Mark–II Reaktörü’nün<br />

kurulması ve işletmeye alınmasında çalıştı. 1977 yılında ABD General Atomic Firması’ndan<br />

TRIGA reaktörleri işletme lisansı, 1979 yılında IAEA’dan nükleer maddelerin güvenliği ve<br />

korunması lisansı aldı. 1979−2003 yılları arasında bu reaktörün işletilmesinde görev aldı ve<br />

Reaktör İşletme Müdürlüğü yaptı.1970−1999 yılları arasında Deniz Harp Okulu, 1978−1979<br />

yılları arasında Hava Harp Okulu öğretim üyeliği yaptı.1982−1985 yılları arasında TAEK Nükleer<br />

Güvenlik Danışma Komitesi Başkanlığı, 1985−86 yılları arasında TEAK Başkan Yardımcılığı<br />

görevlerini yürüttü ve CNAEM TR–2 Reaktörünün tam güçte işletmeye alınmasında yetkili<br />

gözlemci olarak çalıştı.1991−1999 yılları arasında İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsü Müdürlüğü,<br />

1994−1998 yılları arasında İTÜ Üniversite Yönetim Kurulu seçilmiş üyeliği, 1982−2002 yılları<br />

arasında İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsü, Nükleer Teknoloji Anabilim Dalı Başkanlığı görevlerinde<br />

bulundu.<br />

Büyük bir kısmı SCI’de yer alan dergilerde olmak üzere, çok sayıda bilimsel yayını<br />

bulunmakta olup, İTÜ Özel Yayın Teşvik Ödülü, TAEK, Deniz Harp Okulu ve İTÜ’den hizmet<br />

ödülleri almıştır.<br />

Prof. Dr. Hasbi Yavuz dört çocuk ve üç torun sahibiydi.<br />

Uzun süre mücadele ettiği amansız hastalığa yenik düşerek 26 Şubat 2004 tarihinde<br />

aramızdan ayrıldı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 484<br />

Fahir Yeniçay<br />

(1902 – 1988)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 485<br />

Ali Girgin<br />

( İstanbul Üniversitesi)<br />

Prof. Dr. Fahir Yeniçay 1902 yılında İstanbul’da doğdu. Annesi, ünlü ozan Abdülhâk<br />

Hâmid Tarhan’ın Fatma Hanım ile evliliğinden olan kızı Hâmide Nesib Hanım; babası ise<br />

hariciye müsteşarı Mehmet Emin Bey’ dir. Orta öğretimini İstanbul Kadıköy’deki Saint Josephe<br />

Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1922 yılında İstanbul Dar-ül-fünunu’nun, 1925 yılında yapılan<br />

Masa başında, Fahir Yeniçay Gediz Akdeniz ile sohbet ederken görülüyor.<br />

Resim: İÜ Fen Fakültesi Kütüphanesi<br />

değişiklikle bugünkü Fen Fakültesi’ne dönüşen Fen Medresesi’nde Fizik ve Kimya öğrenimine<br />

başladı. Yüksek öğrenimini 1925 yılında tamamlayan Prof. Yeniçay 1927 yılında Fransa’ya gitti<br />

ve Sorbonne Üniversitesi (Paris-Fransa)’nde, Fransız Fizikçisi Nobel Ödüllü J. B. Perrin’in<br />

yönetiminde doktora çalışmalarına başladı. Bu çalışmalarını 1930 yılında tamamlayarak “Su ve<br />

Civa Üzerinde Tek Moleküllü Filmler” adlı teziyle doktor unvanını aldı. Bu, bir Türk bilim adamı<br />

tarafından yapılan ilk fizik doktorasıdır. 1930 yılının Kasım ayında Doktor Asistan olarak Fen<br />

Fakültesi’nde göreve başladı ve burada, Fizik Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Marcel Cau<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 486<br />

tarafından, Zeynep Hanım Konağı ‘nda bulunan Fizik Laboratuarlarının yönetimiyle ve Elektrik<br />

derslerinin uygulamasını yaptırmakla görevlendirildi /1/. Prof. Dr. Yeniçay, 1931 yılında girdiği<br />

bir sınavı başararak Müderris Muavini (Yardımcı Profesör) oldu ve Atom Fiziği dersini, Fen<br />

Fakültesi ‘nde ilk kez vermeğe başladı. 1933 yılında, Anakara ‘daki Gazi Enstitüsü ‘nde, lise<br />

öğretmenliğine verdiği kurslar sırasında, 31 Mayıs 1993 ve 2252 sayılı Üniversite yasası<br />

gereğince kurulan yeni İstanbul Üniversitesi ‘nin öğretim kadrosunda yer aldı. Böylece Prof.<br />

Dr. Fahir Yeniçay, İstanbul Dâr – ül Fünûnu ‘nun öğretim kadrosundan, yeni İstanbul<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi ‘nde Ali Yar (Matematik) ve Hâmit Nafiz Pamir (Jeoloji) ile birlikte<br />

görevde kalan üç öğretim üyesi arasında yer almıştır /1/<br />

Prof. Dr. Yeniçay, 21 Ekim 1939 tarihinde Profesör unvanını aldı ve aynı yıl Feride Hanım<br />

ile evlendi. Bu evliliklerinden bir erkek çocukları dünyaya geldi (Hamit Yeniçay). 1939- 1948<br />

yılları arasında Fen Fakültesi Dekanlığı; 1953-1955 yılları arasında da İstanbul Üniversitesi<br />

Rektörlüğü yaptı.<br />

Prof. Dr. Yeniçay 27 Mart 1950 tarihinde, oniki arkadaşıyla birlikte Türk Fizik Derneği’ni<br />

kurmuş ve 1976 yılına kadar derneğin başkanlığını yapmıştır. 7 Temmuz 1973 tarihinde<br />

yürürlüğe giren 1750 sayılı Üniversite Yasası ‘ı gereğince, yaş sınırı nedeniyle emekli olan<br />

Yeniçay bilim yaşamını, 3 Eylül 1973- 30 Nisan 1976 tarihleri arasında yaptığı Türkiye Atom<br />

Enerjisi Kurumu (TAEK), Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi (ÇNAEM) Müdürü<br />

olarak sürdürmüş; buradaki görevi sırasında, SAMES T – 400 tipi nötron jeneratörünün<br />

kurulmasını sağlamıştır. Bu, Fahir Yeniçay’ ın bilinen son resmi görevidir.<br />

Prof. Dr. Yeniçay ‘ın, aralıksız 43 yıl süren Üniversite Öğretim Üyeliği ve 60 yıla yaklaşan<br />

eğitim ve bilim yaşamı boyunca, Türkiye’ de fizik bilimi ve eğitimine yaptığı katkılar, yukarıda<br />

sayılanlarla sınırlı değildir. Kuruluş çalışmalarına da katıldığı Atom Enerji Komisyonu (AET –<br />

daha sonra Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, TAEK adını almıştır) ‘nunda 1., 2. ve 5. dönem üyelik<br />

görevi yanında bu kuruma bağlı, İstanbul Küçükçekmece ‘deki Nükleer Araştırma ve Eğitim<br />

Merkezi ‘nin kuruluş çalışmalarında da görev almıştır. Prof. Dr. Yeniçay ayrıca, ARGE İleri<br />

Araştırma (İLAR) Komisyonu Başkanlığı görevinde de bulunmuştur.<br />

İkinci Dünya Savaşı ‘nın sona ermesi üzerine, Atom ve Çekirdek Fiziği alanında hızla<br />

gelişen yeni bilgi ve yöntemlerin eğitim ve araştırma ağırlıklı olarak Türk Üniversite ‘lerine de<br />

taşınması gereğini duyan ve bu konuda yoğun girişimlerde bulunan Prof. Dr. Yeniçay bu<br />

düşüncesini ancak 1953 yılında, İstanbul Üniversitesi Rektörü olarak atandıktan sonra<br />

gerçekleştirebilmiş ve<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

“Atom ve Çekirdek Fiziği Kürsüsü”, !5 Aralık.1955 tarihinde<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 487<br />

kurulmuştur. Fahir Yeniçay, kendi adıyla özdeşleşmiş olan bu kürsünün başkanlığını, emekli<br />

oluncaya dek sürdürmüştür (7 Temmuz 1973). Daha sonra bu kürünün gereksinimi olan<br />

laboratuarların kurulma süreci başlamış; parasal olanaklara bağlı olarak bir yandan zamanının<br />

ileri teknolojilerini bu laboratuarlara taşımış; bir yandan da bazı deney düzeneklerinin,<br />

öğrencileriyle birlikte, bu laboratuarlarda kurulmasını sağlamıştır. Bunlar arasında, 1959<br />

yılında kuruluşu tamamlanan 800 kV. luk Cockroft – Walton tipi yüklü parçacık hızlandırıcısı,<br />

özellikle anılmağa değer (Resim 1). Prof. Dr. Yeniçay, bu laboratuarlarda Türkiye’ de ilk kez<br />

Plasma Fiziği çalışmalarını da başlatmıştır.<br />

Prof. Dr. Yeniçay ‘ın , Türkiye ‘de Fizik Bilimi ‘ne kazandırdığı çok sayıda bilim insanı<br />

yanında, çeviri ve telif olmak üzere yayınladığı çok sayıda kitabıyla da, Fizik eğitimine önemli<br />

katkılar yapmıştır. Son yazdığı ‘Çekirdek Fiziği III’ kitabının basımı ise, ölümünden sonra<br />

tamamlanmıştır.<br />

Yönettiği Yüksek Lisans ve Doktora çalışmalarının yanında, sağladığı yurt içi ve yurtdışı<br />

burslarla çok sayıda Fizikçi ‘nin yetişmesini sağlamıştır. Bunlar arasında, Türk Fizikçileri için<br />

birer gurur kaynağı olan Prof. Dr. Feza Gürsey, Prof. Dr. Behram Kurşunoğlu ve Prof Dr.<br />

Sadrettin Sinman, uluslarası bilim dünyasının da yakından tanıdığı isimlerdir.<br />

Bilime ve Fizik eğitimine olan katkıları, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu<br />

(TÜBİTAK) ‘nun 1972 yılında verdiği Hizmet Ödülüyle (Resim 2) ödüllendirilen Prof. Dr. Yeniçay<br />

‘ın sporcu kimliği ve sanata verdiği önem de vurgulanmalıdır. Uzun yıllar, Fenerbahçe ve Türk<br />

Milli Futbol takımın formasını taşıyan Prof. Dr. Yeniçay sporcu kimliğini çalışma yaşamına da<br />

taşımıştır. İstanbul Üniversitesi ‘nin Beyazıt ‘taki Merkez Kampüsü ‘de bulunan spor alanlarını<br />

Rektörlük görevi sırasında, ‘tenis kortu’ olarak yaptırmıştır. Kürsüye geliş – gidişlerinde,<br />

Eminönü – Fakülte arasını yürümeyi bir alışkanlık haline getiren “Fahir Bey” in Kürsü ‘ye<br />

geldiğinde ilk işi, sporcu kimliğinden gelen bir alışkanlıkla, soluk lacivert renkli eşofmanlarını<br />

giymekti. Onu tanımayanlar zaman zaman görevi konusunda yanılgıya düşmüş, bu giysileri<br />

içindeki Prof. Dr. Yeniçay ‘ı, Kürsü ‘nün temizlik ve bakım işleriyle ilgilenen bir görevli<br />

sanmışlardır ! Oysa bu eşofmanla sadece çalışma odasında ve laboratuvarda çalışır; derslere<br />

ve resmi toplantılara ise, takım elbisesiyle katılırdı.<br />

Prof. Dr. Fahir Yeniçay sadece bilime verdiği önemle değil, faka aynı zamanda çalışma<br />

disipliniyle de, birlikte çalışanlara örnek ve yol gösterici olmuştur. Çalışma ve özel yaşamındaki<br />

sadelik ve gösterdiği özenle, günlük çalışma süresini her zaman, en verimli bir şekilde<br />

değerlendirmiştir. En geç saat 7.30 da başladığı çalışmalarını günün geç saatlerine dek<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 488<br />

sürdürürdü. Emekli olduktan sonra da haftada iki gün (genellikle Salı ve Cuma günleri) kürsüye<br />

gelirdi. Yaşamının son zamanlarına dek süren bu çalışma tutkusunun belki de son ürünü O’<br />

nun, artık kullanılmayan bazı laboratuar araçlarının sergilendiği, camlı dolaplar içinde<br />

oluşturduğu ‘müze’ olmuştur.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 489<br />

Resim 1. Kuruluşu 1959 yılında tamamlanan 800 kV. Luk Cockroft Walton tipi yüklü<br />

parçacık hızlandırıcısından bir anı (Arşiv).<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 490<br />

Resim 2. Prof. Dr. Fahir Yeniçay’ a, Türkiye’ de Fizik Bilimi’ nin gelişmelerine olan katkıları nedeniyle<br />

verilen “1972 Yılı Hizmet Ödülü” belgesi (Arşiv)<br />

Prof. Dr. Fahir Yeniçay ‘ın, İstanbul Üniversitesi’ ndeki yönetim görevleri arasında ikisi,<br />

özellikle anılmağa değer. Bunlardan birincisi, 1939 – 1948 yılları arasındaki, aralıksız dokuz yıl<br />

süren Fen Fakültesi Dekanlığıdır. Ancak Dekanlık görevinin daha üç yılı dolmadan, 28 Şubat<br />

1942 gecesi, Fizik Matematik ve Jeofizik Enstitüleri ile Dekanlığın bulunduğu Zeynep Hanım<br />

Konağı’ nın yanması, bir Dekan için en zor anlar olması gerekir. Bu yangın üzerine yapılan<br />

sorgulama sonrasında sorgu hakimine söylediği şu sözler, bilim ve eğitime bakış açısını<br />

açıklaması bakımından önemlidir:<br />

“Bir laboratuarda böyle unutkanlık olmasının doğal olduğunu ve asıl hatanın, bir konakta<br />

fizik laboratuarının açılması olduğunu söyledim; nihayet kanuni işlem yapılmaması için<br />

mutabık kaldık.”<br />

Bu günkü Fen ve Edebiyat Fakülteleri’ nin temelleri, Zeynep Hanım Konağı’ nın bulunduğu<br />

alanda , O’ nun Dekanlığı sırasında atılmış ve yapımlarının tamamlanması için gerek Dekanlık<br />

ve gerekse Rektörlük görevi boyunca yoğun çaba harcamıştır..<br />

Prof. Dr. Yeniçay, 11 Mayıs 1988 Çarşamba günü aramızdan ayrılmıştır [1,2].<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 491<br />

Resim 3. Fahir Yeniçay’ a 1980 yılında, “The New York Academy of Science”<br />

tarafından verilen üyelik belgesi (Arşiv).<br />

Resim 4. Fahir Yeniçay arşivinden başka bir anı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 492<br />

Resim 5. Fahir Yeniçay, arşivinde yer alan bir fotoğraf. Ayaktaki sırada, soldan ikinci (resmi giysili<br />

kişinin hemen sağında) kişi, Fahir Yeniçay’ dır.<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş<br />

Öğrenciliğim sırasında Fahir Hoca İsviçre’de tedavide olduğu için ondan ders<br />

alamamıştım. Kendisini asistanlığım döneminde tanıdım. O zaman Türk Fizik Derneği’nin<br />

başkanı idi ve hemen her hafta Cuma günü saat 17’de Genel Fizik Amfisi’nde üyelerden biri<br />

son yaptığı araştırma hakkında seminer veriyor, seminerden sonra katılanlara Fizik<br />

Kütüphanesi’nde küçük bir ikramda bulunuluyordu. Derneğin sekreterliğini Kütüphanenin<br />

Müdürü Makruhi Hanım yapıyordu. Fahir Bey, Atom ve Çekirdek Fiziği Enstitüsü’nün Direktörü<br />

(Müdürü) idi. Fakültenin aynı bloğunda yer alan Genel Fizik Enstitüsü Direktörü Prof. Dr.<br />

Marcel Fouche ile ara sıra ters düşer, tartışmalarının kavgaya dönüştüğü olurmuş. Böyle bir<br />

tartışma sonunda Fahir Hocanın tornavidayı kaparak Prof. Fouche’yi merdivenlerden yukarı<br />

kovaladığı söylenirdi.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 493<br />

KAYNAKLAR<br />

[1] A. Girgin; Türk Fizik Derneği’ nin İlk Başkanı – Fahir Yeniçay (1902 – 1988);<br />

Çağdaş Fizik; Türk Fizik Derneği Yayınları; 9-12, İstanbul (Kasım 1988)<br />

[2] A. Girgin; Prof. Dr. Mustafa Fahir Yeniçay (1902 – 1988); Yitirdiğimiz Hocalarımız,<br />

Anılar – Türkiye Fizikçileri Anı Kitabı; Derleyen: Mehmet Erbudak, 2005 (85 – 86)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 494<br />

Selahattin Yücel<br />

(1912 – 1975)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 495<br />

Prof. Dr. Ali Girgin<br />

Selahattin Yücel, 1912 yılında Tokat’ta doğmuş, ilk öğrenimini Tokat Cumhuriyet<br />

İlkokulu’nda, orta öğrenimini de Tokat Ortaokulu ve Sivas Cumhuriyet Lisesi’nde yaptıktan<br />

sonra 1933 – 1938 yılları arasında devlet bursu ile, Fransa Lyon Üniversitesi’nde fizik –kimya<br />

öğrenimi görmüştür.Türkiye’ye döndükten sonra, çeşitli ortaokul ve liselerde öğretmenlik<br />

yapan Selahattin Yücel, bu sırada iki kez askerlik görevine çağrılmıştır.<br />

1945 yılında tekrar Fransa’ya gitmiş ve önce Paris Sorbonne Üniversitesi’ne devam<br />

etmiş,bir süre de Radium Enstitüsü’nde çalıştıktan sonra, 1949 yılında Türkiye’ye dönmüş ve<br />

1950 yılının Ağustos ayında, İÜ FF Umumi Fizik Kürsüsü’ne asistan olarak atanmıştır.1954<br />

yılında “Circuits En T Et En π , Condensateurs en Derivation Sur Un Long Selenoide. Multirles<br />

Principales et D’ordre Superieur” adlı tezini Prof. Dr. M. Fouche danışmanlığında yaparak fen<br />

doktoru oldu. 1958 yılında da üniversite doçenti olan Doç. Dr. Yücel, 1961 yılının Temmuz<br />

ayında da, aynı kürsüde docent kadrosuna atanmıştır.<br />

Genel Fizik Kürsüsü’nde göreve başladıktan sonra elektrik ve optik labaratuarlarınını<br />

geliştirilmesine ve öğrencilerin labaratuar çalışmalarına olan katkıları yanında, bazı derslerin<br />

uygulamalarını yaptırarak ve Ord. Prof. Dr. Marcel Fouche’nin verdiği dersleri Fransızca’dan<br />

Türkçe’ye çevirerek, öğretime de katılmıştır.Bilimsel çalışmaları daha çok elektrik alanında<br />

yoğunlaşan ve 1960’lı yıllarda verdiği Geometrik Optik dersiyle simgeleşen Doç. Dr. Selahattin<br />

Yücel, 1975 yılında aramızdan ayrılmıştır.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 496<br />

Cem Yüksel<br />

(1960 – 1988)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 497<br />

Cem Yüksel 1960 26 Temmuz sabah ezanı ile gözlerini<br />

Kıbrıs Lefkoşa ’ da açtı . Cem küçükken sakin her şeyi<br />

bu ne diye soran bir çocuktu . Dört buçuk yaşında iken<br />

müziğe refakat ederdi . İlk okulun üçüncü sınıfına<br />

kadar Kıbrıs ’ ta okudu ve öğretmeni çok memnundu<br />

kendisinden . Karnesi hep ondu . Babası Hürriyet<br />

Gazetesi muhabiriydi .Hürriyet Gazetesi zamanın<br />

genel yayın müdürü Necati Zincirkıran tarafından<br />

merkeze çağırılarak 1969 kasımda İstanbul ’ a ve<br />

Ataköy ’ e yerleştik .İlk okulu Ataköy ’ de bitirdi . 1973<br />

’ te Suadiye ’ ye taşındık . Ortaokul ve Lise ’ ye Suadiye<br />

Lisesi ’ nde devam etti . Suadiye Lisesi ’ nin ilk mezunu<br />

idi . Halası ve amcası İngiltere ’ de oturduğu için<br />

aralıklarla Londra ’ daki lisan okullarına giderek İngilizce’yi iyi bir şekilde öğrendi . Cem ’ in en<br />

büyük merakı müzik ve spordu . Dört beş sene PTT ’ de voleybol oynayarak para kazanıyordu .<br />

Koyu bir Galatasaraylı idi. Müziğe olan tutkusu o kadar gelişti ki müziksiz ders çalışamazdı .<br />

Tek dinlediği müzik cazdı ; başka müzik dinlemezdi .<br />

Müziğin içinde çalınan enstrümanları ve çalanları bir bir<br />

bilirdi .<br />

Sosyal bir gençti . Ailesine çok saygılı ve çok iyi<br />

huyluydu . Ben annesi olarak evladım tarafından hiç<br />

kırılmadım . Cem ’ i anlatmak sayfalara sığmaz . Bu<br />

satırları yazarken iki gözüm iki çeşme ağlıyorum . Allah<br />

hiçbir anneye evlat acısı göstermesin.Öldüğünden beri<br />

on sekiz sene oldu ve on sekiz senedir bir gün<br />

gözyaşlarım dinmedi . Dinmeyecek .<br />

Cem üniversiteye başladığında idealleri çok<br />

büyüktü . Mesleğini ilerletmek için girişimlerde<br />

bulunarak Amerika ve İtalya ile temasa geçmişti .<br />

Üniverisite ikinci sınıftayken kendisi gibi fizik bölümünde okuyan kız arkadaşı Yeşim<br />

Pesen ’ le iki sene arkadaşlık yaptı . Güzeller güzeli Yeşim ’ i ben gelin olarak değil kızım olarak<br />

çok sevdim . Zira benim kızım yoktu ; iki erkek evlat sahibiydim ; Cem ve Tamer . Şimdi Cem ’<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 498<br />

in sevgisini de küçük oğlum Tamer ’ de<br />

buluyorum . Ben esasında iki evladını kaybetmiş<br />

bir anneyim .<br />

Cem 1965’te nişanlandı . Üniversite ’ yi bitirince<br />

evlendi . Allah rahmet etsin hocası Aynur<br />

üniversitede kalmasını çok istedi . Cem öğretim<br />

üyesi olarak İstanbul Üniversitesi ’nde vazifeye<br />

başladı .Yüksek Lisans yapmak için çok<br />

çalışıyordu . Bu çalışmalar onu çok yormuştu .<br />

Çok sevdikleri arkadaşlarının , ağabeylerinin<br />

düğünü Çanakkale ’ de olacaktı . Değişiklik olur<br />

düşüncesiyle Yeşimciğimin arabasıyla aynı<br />

okuldan çok sevdiği arkadaşları Ahmet , Tayfun<br />

ve kız kardeşi Serden düğüne katılmak için<br />

Çanakkale ’ ye hareket ettiler . Dönerken Silivri<br />

yakınlarında bir çocuğun yola atlamasıyla fren yaparak demir yüklü bir kamyonun altına girip ;<br />

beş gencecik yavrumuz daha Dünya’ ya doyamadan elimizden uçup gitti .<br />

Cem Lisans diplomasını göremedi . Şimdi diploma evin baş köşesini süslüyor . Evliliklerinin<br />

ikinci senesinde yavrularımızı kaybettik .<br />

Allah gani gani rahmet etsin . Nurlarda<br />

yatsınlar . Ben annesi olarak her iki oğlum ve<br />

kızım Yeşim ’ den çok çok memnunum .<br />

Onlara hiç mi hiç kırılmadım . Nur içinde<br />

yatsın yavrularım .<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 499<br />

Yeşim Besen Yüksel<br />

(1965 – 1988)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 500<br />

Gülseren Besen<br />

1965 yılının 25 Ocak günü, Zeynep Kamil Hastahanesi’nde dünyaya geldi. Işıl ışıl yosun<br />

rengi gözleri ile çok hareketli ve toplu bir bebekti.<br />

Çocukluğu da çok rahat geçti. Ağabeyi ile birbirlerini hiç kıskanmadılar. Her zaman<br />

ağabeyine arka çıktı.<br />

6 yaşında Gazi Mustafa Kemal Paşa İlkokulu’na başladı ve beş sene sonra birincilikle<br />

mezun oldu. Özel okul imtihanlarına girmek istemedi. Kadıköy Kız Lisesi’ne devam etti. Daha<br />

lisede iken ortaokul talebelerine ders vermeye başladı. Bu üniversite yıllarında da devam etti.<br />

Bizi hiç üzmeden liseyi de takdirle bitirdi. Güzel bir genç kız olmuştu. Ailemizin tek kızı idi.<br />

Onunla gurur duyuyorduk. Aynı yıl Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nü kazandı ve oraya devam etti.<br />

Artık onun için yeni bir dönem başlıyordu. O sene Kadıköy’de oturan Ayşe Tavukçu ile<br />

tanıştı. Sonra en yakın arkadaşı oldu ve okul bitinceye kadar hep beraber oldular. Beraber ders<br />

çalıştılar. Üçüncü sınıfta iken kendinden bir sınıf ileride olan Cem ile arkadaş oldular ve bu<br />

arkadaşlık evliliğe kadar gitti.<br />

1985 yılı Haziran ayında istemeye geldiler. Aynı sene 26 Temmuz tarihinde, Cem’in<br />

doğum gününde, Moda 29’da nişan yüzüklerini taktık.<br />

Yeşim’in okulunun bitmesi için bir sene beklemeleri gerekiyordu. O hızla 28 Haziran<br />

1986’da Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nden mezun oldu. 25 Eylül 1986’da çok güzel bir günde<br />

evlendiler.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 501<br />

Evleri Kadıköy Halitağa Caddesi’nde her yere yakın ve çok güzeldi.<br />

Altı ay kadar evde oturdu. Sonra GRÜNBERG firmasında işe başladı ve altı ay sonra<br />

firmanın satış müdürü oldu. Bu arada Cem’de okuldaki asistanlık görevinin yanında Cerrahpaşa<br />

Hastahanesi’nde Onkoloji Servisi’nde ihtisas yaptı. İki sene sonra çok parlak bir imtihanla<br />

ihtisasını verdi (1 Ağustos 1988). Servisleri çok büyüktü. Doktorasını Amerika’da yapacaktı.<br />

Hocaları imtihansız gönderme sözü vermişlerdi. Ne yazık ki sevinçleri uzun sürmedi.<br />

Haftasına arkadaşlarının ağabeyinin düğünü için gittikleri Çanakkale’den dönerken<br />

önlerine çıkan bir çocuk yüzünden o talihsiz melun kaza oldu. (7 Ağustos 1988 Pazar günü saat<br />

9:30)<br />

Cem’in diplomasını almak babasına kısmet oldu. Bizim için artık kara günler başlamıştı.<br />

Cem’in annesi ile beraber 2 sene her hafta evlerine gidip temizledik ve andık. Nihayet bu işin<br />

sonu olmadığını anladık. Evlerini boşalttık. Bu şekilde acı ile dolu seneler geçti. Umutsuz ve<br />

özlemle geçen 17 sene.<br />

Aradan geçen bunca yıldan sonra dönüp baktığımda arkama;<br />

“Uçsuz bucaksız sevgimin ardında bitmeyen hasretinle yanıp tutuşan kırgın bir kalbin<br />

kaldığını bilmeni isterim.<br />

Sen benim herşeyimdin. Emeğim, neşem, umudum, gururum, iftihar vesilemdin. Bu<br />

dünyadan giderken bıraktığın en mükemmel en değerli hatırasın.<br />

Kalbimdeki acı ile yoğurduğum biricik talihsiz kızım. Rahat uyu. Ruhun şad olsun.”<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 502<br />

Numan Zengin<br />

(1926–1988)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 503<br />

Prof. Dr. Demir İnan<br />

“ Bu yazı Prof. Dr. Numan Zengin’in ölümünden önce kaleme alınmıştır.”<br />

1967 yılında lisans derecemi aldıktan sonra Yüksek Mühendislik tezimi Prof. Dr. Numan<br />

Zengin Yönetiminde magnetik rezonans üzerine yapmaya karar verdim. Karar verdim<br />

diyorum, çünkü o zamanlar Ankara Fen Fakültesi Fizik Bölümünde Yük. Müh. Tezi alabilmek<br />

için seçilecek tez konusuna göre belli derslerden iyi yada pekiyi (Bugünkü şekliyle A yada B)<br />

almak gerekiyordu. Benim birden çok dalda tez yapabilme durumum vardı. Birkaç hocam ile<br />

konuştum Prof. Numan Zengin’le çalışmak bana uygun geldi. Kendisinin de bana tez<br />

verebileceğini söylemesi üzerine tezime başladım. O sıralarda Hacettepe yeni Üniversite<br />

oluyordu ve Fizik Bölümü’nün kurulması işi de Prof. Zengin’e verilmişti. Ben de Prof. Zengin’in<br />

yakınında olan bir kişi olarak ister istemez olayların içine girdim. Numan Hoca ile akşam geç<br />

saatlere dek oturur konuşurduk; bol kahve ve sigarayla tabi. Daha doğrusu Numan Hoca sesli<br />

düşünür, ben de dinlerdim. Ama olayları zamanla benimsediğimden olacak, kendi fikirlerimi<br />

de söylemekten kaçınmaz, başka bir deyişle ukalalıklarımı yapardım.<br />

Numan Hoca Hacettepe Fizik Enstitüsü’nün (o zaman Enstitü deniyordu) kuruluşunda<br />

çok heyecanlı idi. Binaların planları üzerinde laboratuvar masalarına değin uğraştığımız günleri<br />

anımsıyorum. Ancak Numan Hoca’nın üzerinde asıl önemle durduğu nokta, Enstitüye alınacak<br />

elemanların seçimi idi. Her kişi üzerinde titizlikle durur, bilimsel yanının yanında kişisel<br />

davranışları, geçimliliği, aile yapısına dek ayrıntılara inerdi. Ayrıca her kişiye öyle davranırdı ki<br />

ya da en azından bana öyle geldiği için öyle sanırdım, sanki o kişi olmasa Enstitü<br />

kurulamayacak, bu iş yarıda kalacak idi. Sözgelimi, ben bile enstitünün kuruluşunda kendimin<br />

çok önemli rolümün olduğuna inanmıştım.<br />

Numan Hoca Enstitüsü’nün kuruluşundaki elemanları üç grupta seçmişti. İlk önce,<br />

kendisinin en yaşlı olacağına karar vermiş (O zamanlar 42 yaşlarında idi), diğerlerinin<br />

gençlerden seçilmesine özen göstermişti. Kendisinden sonraki ilk yaş grubu, o zamanlar çoğu<br />

dış ülkelerde doktorasını yeni bitirmiş, bir kısmı askerlik görevini yapan grup idi. Hemen hepsi,<br />

sınıf arkadaşı idiler. İkinci yaş grubu, birinciden daha genç olan ve bir kısmı doktoralarını yapan<br />

grup idi. Onların da çoğu sınıf arkadaşı idiler. Üçüncü grup ise, benim içlerinde bulunduğum<br />

sınıf arkadaşları grubu idi.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 504<br />

Çatı bu şekilde kurulmuştu. Numan Hoca bu çatının herhangi bir yerden fire vermemesi<br />

için çok çaba göstermiştir. Bu yönüyle, dışardan enstitüye katılan diğer kişilere de çok önem<br />

vermiş ve uyumun bozulmaması için çok titiz davranmıştır. Numan Hoca’nın bu çabalarını,<br />

yakınında bulunan bir kişi olarak yakından izlemişimdir.<br />

Yıllar geçip de bugüne geldiğimizde, bugünkü adıyla Hacettepe Fizik Mühendisliği<br />

Bölümü’nün kuruluşunda oluşturulan çatının ve gösterilen titizliğin başarılı bir sonuca<br />

ulaştığını söyleyebiliriz. Başka bir deyişle geçen zaman, Numan Hoca’nın çabalarının olumlu<br />

sonuçlarını göstermiştir. Yıllar içindeki parasal olanaksızlıklara karşın, deneysel çalışmaların<br />

ağırlıklı olduğu bölüm, varlığını uyumlu kadrosuyla başarı ile koruyabilmiştir.<br />

Son olarak şunu söylemek isterim. Numan Hoca, Hacettepe Fizik Enstitüsü kurulup, o<br />

zamanki büyük olanaklarla sağlanan deneysel düzenekler yurt dışından gelmeye başladığı<br />

sıralarda kendi isteğiyle aramızdan ayrılıp Ege Üniversitesi’ne gitti. Benden bu gidişini saklamış<br />

olacak ki ben, olayı en son duyanlardan biri oldum. Olayı öğrendikten sonra ilk görüşmemiz<br />

odasında oldu. “Ne diyorsun Demir? Dedi. “Bilmem ki hocam herkesi çok titizlikle incelemiştik<br />

ama demek ki sizi unutmuşuz, sizinle fire vereceğimizi hiç düşünmemiştik” dedim.<br />

Prof. Dr. Engin Kendi<br />

Sayın Hocam,<br />

Bu kez büsbütün bırakıp gittin bizleri. İlki 1973 yılındaydı, İzmir’e gitmiştin. Bölümümüzü<br />

kurmuş, laboratuarlarımızı işler hale getiren kadroyu oluşturmuş, her şeyi yoluna koymuş ve<br />

de gitmiştin. Bunun, sağlığın nedeniyle zorunlu bir gidiş olduğunu bilmemize karşın, gene de<br />

yarı sitem, yarı burukluk dolu duygularımızı yıllarca içimizden atamamıştık. Ya şimdi? Şimdi<br />

temelli aramızdan ayrıldığında neler mi hissediyoruz? Sanırım bunu açıklamak çok zor. Tek<br />

tesellimiz bize bıraktığın anılar. Geçende Safranbolu dönüşü arabada, üç saat boyunca seninle<br />

ilgili anılarımızı anlattık birbirimize ve de öylesine kederli bir günün aydından gülebildik<br />

doyasıya…… Anılar deyince Hacettepe’ye girişim geldi aklıma. Henüz Fen Fakültesi son sınıf<br />

öğrencisi iken, sanırım bitirme sınavları sırasındaydı, bir gün yanına çağırmış; “Gel bakalım<br />

Nişadırcı (Nişadır adlı öğrenci yıllığının yayın kurulunda çalıştığım için genellikle bana böyle<br />

hitabederdin) okulu bitirce ne yapmayı düşünüyorsun/” diye sormuş ve ardından da<br />

Hacettepe’de Fizik Bölümü’nü kurmayı düşündüğünü, bu konudaki planlarını uzun uzun<br />

anlatmıştın. Sonra da 1968 yılında kurulan Bölümümüzün ilk elemanı olarak ben, 1968<br />

Nisan’ında Hacettepe’de işe başlamıştım. O günleri anımsıyorum; Bölümümüzün ilk hizmetli<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 505<br />

personelleri olan Sadık ve Sait Efendi gün boyunca tüm bölümü oluşturan iki oda ve bir<br />

koridoru temizlerler, sonra da saat 16:00’da senin gelişini beklerlerdi; büyük su bardağı ile<br />

içtiğin yarısı telve dolu kahveni yapmak için! Kahveni eline alıp, bir de sarı karton kutulu,<br />

filtresiz Yeni Harman paketinden bir sigara yaktın mı keyfin yerine gelir ve Hacettepe Fizik<br />

Bölümü’nün hem kadrosu, hem laboratuarları ve hem de bu laboratuarlarda yapılacak<br />

çalışmaları ile nasıl örnek bir Bölüm olacağını anlatır, o gelecek günleri adeta saat saat<br />

yaşardın.<br />

Sayın Hocam, hayallerin büyük ölçüde gerçek oldu. Bunları, eminim uzaktan da olsa sen<br />

de izledin. Ölümünden onbeş gün önce seni hastanede ziyaret ettiğimde, ilk sorularından biri<br />

“Profesörlüğün sonuçlandı mı?” olmuştu. Sonra da Hilmiye Hanım’a dönüp “Gördün mü,<br />

çocuklar nasıl büyüdüler” demiştin. Ardından yanaklarından süzülen iki damla yaşı ömrümce<br />

unutmayacağım.<br />

Gidişin çok erken oldu Hocam. Ne yazık ki bizlere vefa borcumuzu ödeyecek zaman<br />

tanımadın. Biz de, önce de değindiğim gibi, anılarınla yaşacak ve seni onlarla yaşatmaya<br />

çalışacağız Bundan emin ol ve de rahat uyu.<br />

Prof. Dr. Numan Zengin’in Ardından<br />

Prof. Dr. Fevzi Apaydın<br />

Ne acı bir rastlantı bölümümüzün kurucusu Prof. Dr. Numan Zengin, bu kitabın baskıya<br />

hazırlandığı sırada, 8 Ekim 1988 Cumartesi günü, yakalandığı amansız hastalığı yenik düştü ve<br />

aramızdan sonsuza değin ayrıldı.<br />

Bunca yıl, Ankara ve Ege Üniversitesi Fizik Bölümlerinde yüksek öğretimimize verdiği<br />

hizmetler yanında Bölümümüzün kuruluşuna önderlik eden, bir çoğumuzun hocası olan ve<br />

bir çoğumuzun da yetişmesinde emeği geçen Prof. Dr. Numan Zengin’in hatırası önünde<br />

saygıyla eğiliyoruz.<br />

1926 yılında Safranbolu’da doğan Prof. Dr. Numan Zengin, 1948 yılında AÜ Fen Fakültesi<br />

Fizik Bölümü’nden mezun oldu. Askerlik görevini tamamladıktan sonra aynı Bölüme asistan<br />

olarak atandı.<br />

Molekül Fiziği alanında doktora çalışmasını tamamlayarak 1956 yılında Fen Doktoru<br />

Ünvanını aldı. 1956-1958 yılları arasında National Research Council of Canada bursunu<br />

kazanarak Laval-Quebec (Kanada) Üniversitesinde moleküler spektroskopi alanında bilimsel<br />

araştırmalar yaptı. 1959 yılında üniversite doçenti ünvanını aldı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 506<br />

1961-1962 yılları arasında, AÜ Fen Fakültesi Fizik Bölümü ile Max-Planck Enstitüsü-Mainz<br />

(Bazı Almanya) arasında yapılan ve Uluslararası Atom Enerji Ajansı (IAEA)’nın desteklediği<br />

işbirliği çerçevesinde AÜ Fen Fakültesi Fizik Bölümünde Nükleer Magnetik Rezonans<br />

laboratuarlarının kurulmasına ve araştırma çalışmalarının yapılmasına önderlik etti.<br />

1964-1965 yılları arasında Florida (ABD) Üniversitesi ile MEGSB arasında yapılan işbirliği<br />

çerçevesinde Ankara’da Modern Fen Eğitimini Geliştirme Projesi’nde görevlendirildi.<br />

1967 yılında AÜ Fen Fakültesi Denel Fizik Profesörlüğü’ne atandı.<br />

1963-1968 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi’nin kuruluşu sırasında ek görevli olarak<br />

hizmet etti. 1968 yılında Hacettepe Üniversitesi’ne naklen atandı ve o zamanki adıyla Fizik<br />

Enstitüsünün kuruluşuna önderlik etti. 1968-1973 yılları arasında Fizik Enstitüsü Müdürlüğü ve<br />

Fen ve Mühendislik Fakültesi Dekanlığı görevlerinde bulundu. Ayrıca 1969-1973 yılları arasında<br />

TÜBİTAK, Temel Bilimler Araştırma Yürütme Komitesi Sekreterliği görevini yürüttü. 1977-1981<br />

yılları arasında ise TÜBİTAK, Bilim adamı Yetiştirme Grubu üyeliği yaptı.<br />

1973 yılından, aramızdan ayrıldığı 8 Ekim 1988 gününe değin Ege Üniversitesi Fen<br />

Fakültesi Fizik Bölümü’nde hizmet veren Prof .Dr. Numan Zengin, orada da eğitim-öğretim<br />

görevleri yanında Bölüm Başkanlığı, Senato Üyeliği ve Dekanlık gibi idari görevlerde bulundu.<br />

Prof. Dr . Numan Zengin evli ve bir çocuk babasıydı.<br />

Evet Numan Hoca’mızı yitirdik. Ancak onu, yaptıkları ve bize bıraktığı anılarıyla hep<br />

içimizde yaşatacağız. Onu hep doğru, dürüst, çalışkan, haksızlığa karşı koyan ve de son derece<br />

gururlu haliyle anacağız.<br />

Hocamızın, ailesine, yakınlarına, iş arkadaşlarına ve öğrencilerine başsağlığı diler ve<br />

yokluğunun verdiği derin üzüntüyü paylaşırız.<br />

Prof. Dr. Numan Zengin İle İlgili Bir Anı<br />

Prof. Dr. Erol Öztekin<br />

1960’lı yılların ortaları, Numan Hoca o zaman doçent, ben de araştırmaya yeni başlayacak<br />

asistanım. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümünde Magnetik Rezonans<br />

Laboratuvarlarının çok koşuşturmalı kuruluş dönemi yeni bitmiş, spektrometrelerin<br />

kalibrasyonunu belirlemek üzere standart örneklerden ilkini hazırlayacağız. Arka koridorda<br />

kurduğumuz vakum ve arıtma düzeneğinde, uzun işlemlerden sonra, istenilen şekilde<br />

olgunlaştığına inandığımız, yeşile dönen örnek sıvıyı tüp içine hava kaçırmadan. Sıvı havada<br />

dondurup alevinde keserek kullanacağız.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 507<br />

Ben sıvı hava kabını, tüp hep içinde kalacak şekilde, tutmakla görevliyim. Numan Hoca’da<br />

tüpü patlatıp-çatlatmadan boğumlu yerinden alevle kesmeyi hedefliyor. Alevi, ince uzun<br />

ayarına getirdi ve tüpün ince boğazına dolaştırarak eritmeye başladı. Nasıl olduysa oldu tüp<br />

umulandan çabuk yumuşayıp eridi ve kopup sıvı hava içine düşecekken Hoca sol eliyle akkor<br />

haldeki camı yakaladı ve işleme devam ederken de hamlaç alevi elini buldu. Et yanığı kokuları<br />

yükseldi. Yüzünde dayanılmaz bir yanık acısının ıstırabını okudum. Fakat örnek tüpümüzü<br />

kurtarmıştı. Tüpü emniyete alıp soğumaya bıraktıktan sonra öteki koridorda bulunan “ilk<br />

yardım” dolabına nasıl koştuğumuzu ve bir hafta eli sargılı dolaştığını unutamam.<br />

Niçin tüpü bırakmadığını, yeniden başkasını hazırlayabileceğimizi söylediğimde: “Kendi<br />

yaptığımız spektrometrede kendi hazırladığımız örnekle ölçü almanın zevki ve heyecanı bu acıyı<br />

bastırır Erol, aldırma sen” demişti.<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş - Prof. Dr. Hüseyin Erbil<br />

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi’nin yedinci dekanı ( Dekan Vekili )<br />

olarak (1981 – 1982) tarihleri arasında görev yapan Prof. Dr. Numan<br />

Zengin 1926 tarihinde Zonguldak’ın Safranbolu ilçesinde Mehmet Cemal<br />

Bey ile Zehra Hanımefendinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. 1948 Yılında<br />

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Dalı’ndan mezun olan Numan<br />

Zengin bir süre lise öğretmenliği yaptıktan ve askerlik hizmetini<br />

tamamladıktan sonra 1952’de aynı bölüme asistan olarak atanmıştır.<br />

Molekül Fiziği alanındaki doktora çalışmasını 1956’da tamamlayarak<br />

“Fen Doktoru” unvanını alan Numan Zengin, Kanada Hükümetinin burslusu olarak (1956–<br />

1958) yılları arasında Laval-Quebec Üniversitesinde molekül spektroskopisi alanında<br />

araştırmalarını sürdürmüş ve 1959’da “Üniversite Doçenti” ünvanını kazanmıştır. Doç. Dr.<br />

Numan Zengin, (1961–1962) yıllarında, Ankara Üniversitesi Fizik Bölümü ile Max-Planck<br />

Enstitüsü-Mainz arasında yapılan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı tarafından desteklenen<br />

işbirliği çerçevesinde Nükleer Manyetik Rezonans (NMR) laboratuarının kurulmasına öncülük<br />

etmiştir.<br />

(1963–1968) Yılları arasında kurulmakta olan Hacettepe Üniversitesi’nde ek görevle<br />

hizmet veren Doç Dr. Numan Zengin; 1967 yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Denel Fizik<br />

Kürsüsünde Profesörlüğe yükseltilmiş, 1968 de ise Hacettepe Üniversitesi Mühendislik<br />

Fakültesi’ne naklen atanmıştır. Bu fakültede Fizik Mühendisliği Bölümü’nü kuran 1(970–1973)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 508<br />

yılları arasında dekanlık yapan Prof. Dr. Numan Zengin, 1969–1973 yılları arasında TÜBİTAK<br />

Temel Bilimler Araştırma Grubu Yürütme Komitesi Sekreterliği görevini de üstlenmiştir.<br />

Prof. Dr. Numan Zengin 1973 tarihinde Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Genel Fizik<br />

Kürsüsü’ne naklen atanmış, (1977–1981) yılları arasında TÜBİTAK Bilim Adamı Yetiştirme<br />

Grubu üyeliği yapmıştır. (1980–1981) tarihleri arasında Genel Fizik Kürsüsü Başkanlığı, (1981-<br />

1982) tarihleri arasında Fen Fakültesi Dekanlığı (Vekil sıfatıyla) (1982–1983) tarihleri arasında<br />

Fen Bilimleri Enstitüsü’nün ilk müdürü. Daha sonra Fizik Bölümü Başkanlığı ile Atom ve<br />

Molekül Fiziği Anabilim Dalı Başkanlığı görevlerini yapan Prof. Dr. Numan Zengin, 4 yüksek<br />

lisans öğrencisi, 5 doktora öğrencisi ve binlerce lisans öğrencisi yetiştirmiş, 1 ders kitabı ve<br />

molekül fiziği alanında çok sayıda makale yayınlamıştır.<br />

Fransızca ve İngilizce dillerini çok iyi bilen Prof. Dr. Numan Zengin, Hilmiye Hanımefendi ile<br />

evli olup Haluk Zengin’in babasıdır. Prof. Dr. Numan Zengin 09.10.1988’de İzmir’de vefat etmiş<br />

ve Safranbolu’da toprağa verilmiştir.<br />

Prof. Dr. Numan Zengin Ve Prof. Dr. Besim Tanyel İle Bir Anı<br />

Prof. Dr. Hüseyin Erbil<br />

Prof. Dr. Besim Tanyel ve Prof. Dr. Numan Zengin, ben<br />

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde okurken<br />

hocam oldular. Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde<br />

çalışırken de çalışma arkadaşım ve meslektaşım oldular. Burada<br />

çalışırken yaşadığımız bir anımı aktarmak istiyorum. Numan<br />

Hocam kahve tiryakisi idi, kahveyi çok severdi. 1970 li yılların<br />

sonunda bilindiği gibi ülkemizde döviz sıkıntısı vardı ve birçok<br />

mal ithal edilemiyordu. Bu nedenle kahve çok azdı ve bulunamıyordu. Bir sohbet esnasında<br />

ben, kayınvalidemin de kahveyi çok sevdiğini, kahve bulamayınca nohut kavurup kahveyle<br />

karıştırarak hatta tamamen nohuttan yaptığı kahveyi içtiğini söyledim. Ben de bu kahveden<br />

içtiğimde çok kötü olmadığını, idare ettiğini hatta hiç fark bile edilmediğini söyledim. Hocam<br />

kahve içinde başka maddelerin karışımının yüzde oranını bile ayırt edebildiğini, kahveden<br />

başka öyle karışık şeyleri içemeyeceğini söyledi. Ben de fark edilmediğini ısrarla söyledim.<br />

Bundan bir süre sonra saf kavrulmuş nohut kahvesinden bir miktar bölüme getirdim.<br />

Bölümdeki hizmetli Hatice Hanıma bu kahveden yapıp hocaya götürmesini söyledim. Hatice<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 509<br />

Hanım “ben hocadan korkarım, bunu yapıp götüremem” dedi. O sırada yanımıza bir asistan<br />

hanım arkadaşım geldi. Durumu ona söyleyince “ben yapar götürürüm” dedi. O sırada hocam,<br />

odasında bulunan diğer hocam Prof. Dr. Besim Tanyel ile sohbet ediyorlardı. Hanım arkadaşım<br />

iki fincan saf nohut kahvesi yaptı ve hocalara götürdü. Hocalar çok memnun olmuşlar ve<br />

arkadaşıma kahveyi nereden bulduğunu sormuşlar. O da “ bir yerlerden bulduğunu ve<br />

üzümünü yiyin, bağını sormayın” demiş. Hocalar kahveyi içmişler ve çok teşekkür etmişler.<br />

Daha sonra biz Numan Hoca’nın nasıl bir tepki vereceğini bekledik. Uzun zaman geçti, hocadan<br />

hiçbir ses seda çıkmadı. Hiçbir tepki gelmedi. Çok zaman sonra bir sohbet sırasında yeri geldi,<br />

ben o zaman içtikleri kahvenin saf nohut olduğunu söyledim. O da “ yapma yahu Hüseyin, ben<br />

bunu nasıl anlamamışım” dedi ve kahkahayı bastı. Bu anıyı hiç unutmadım.<br />

KAYNAK:<br />

1- Hacettepe Üniversitesi Fizik Mühendisliği Bölümü, 20. Yıl Kitabı, 1988 Aralık<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 510<br />

Kurt Zuber<br />

(1899 - 1991)<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 511<br />

Prof. Dr. İsmet Ertaş - Prof. Dr. Hüseyin Erbil<br />

1899 Yılında İsviçre’de dünyaya gelen Ord. Prof. Dr. Kurt Zuber Zurich Üniversitesi Fizik<br />

Bölümünden mezun olmuştur. Türkiye’nin ilk ve en köklü üniversitesi olan İstanbul<br />

Üniversitesi Fen Fakültesi’nin Denel Fizik Enstitüsü’nde Şubat 1944 de göreve başlamıştır.<br />

Binasız (Zeynep Hanım Konağı adı verilen tarihi Fen Fakültesi binası 28 Şubat 1942 de tamamen<br />

yanmıştı) ve laboratuarsız bu enstitüyü kısa zamanda geliştirerek 1950 li yıllarda Avrupa’daki<br />

benzerleri düzeyine getirmeyi başarmıştır. Her adımda karşısına çıkan mevzuat engellerini<br />

aşmak için büyük mücadele vermiştir. Bir ara “Efendim! Türkiye çok çabuk kalkınır ama<br />

mevzuat müsaade etmiyor!” diye haykırdığı söylenir.<br />

Ord. Prof. Dr. K. Zuber, emekli olduğu 1970 yılına kadar, aralarında Ege Üniversitesi Fizik<br />

Bölümü kurucularının da yer aldığı birçok fizikçi bilim adamı yetiştirerek Türkiye’de modern<br />

fiziğin gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Mössbauer olayının öncülerinden olan Ord.<br />

Prof. Dr. K. Zuber’in nükleer fizik ve ultrases alanlarında birçok deneysel araştırma yayını ve<br />

Prof. Dr. Cavid Ener tarafından Türkçe’ye çevrilen “ Denel Fizik“ adlı bir ders kitabı vardır.<br />

Türkiye’yi ve Türkleri çok seven Ord. Prof. Dr. Kurt Zuber, planını bizzat yaptığı İstanbul-Bebek<br />

semtindeki villasını, İsviçre’ye dönerken Darülşafaka Cemiyetine hibe etmiştir. Ord. Prof. Dr.<br />

K. Zuber, Mayıs 1991 de İsviçre’nin Bern kentinde vefat etmiştir.<br />

K. Gediz Akdeniz - Ali Girgin<br />

(İstanbul Üniversitesi, Fizik Bölümü)<br />

Prof. Dr. Kurt Zuber, 10 Temmuz 1899’da İsviçre’de doğmuştur. Prof. Dr. Fikret Kortel’in Zuber’den<br />

aktardığına göre [1], küçük yaşlarda piyano çalan Zuber’e müzisyenlik fikri çok çekici gelmiş, önce müzik okumayı<br />

düşünmüşse de müzik eğitimini o yıllarda çok biçimsel bulduğu için bundan vazgeçmiş ve fizik okumaya karar<br />

vermiştir. Zürich Üniversitesi Fizik Bölümünde okumuş ve Edgar Meyer’in doktora öğrencisi olmuştur. Edgar<br />

Meyer’in teklifi ve teşvikiyle de Zürich’te bulunan bir College de France tipi bir okulda dersler vermiştir. Edgar<br />

Meyer’in yanında doktora çalışması olarak, iki küre arasında yüksek tansiyonda kıvılcım atlaması olayını<br />

incelemiştir. Zürich’teki bir diğer araştırma konusu da gamma ışınlarının rezonans absorbsiyonu üzerinedir. Kurt<br />

Zuber, kuvantum kuramının kurucuları Werner Karl Heisenberg (1901–1976) , Paul Adrien Maurice Dirac (1902–<br />

1984, Ernst Pascual Jordan (1902–1980), Wolfgang Pauli(1900–1958) gibi Kuvantum Fiziği’ nin gelişmesine büyük<br />

katkılar yapmış olan kuramsal fizikçilerle aynı dönemde, 10 Temmuz 1899 tarihinde doğmuştur. Kurt Zuber, Erwin<br />

Schrödinger’in (1887–1961) dalga mekaniğini kurduğu yıllarda Zürich’te bulunmuş ve fizik biliminin bu son derece<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 512<br />

önemli gelişmelerini seminerlerde izleme olanağını bulmuştur. Buna paralel olarak atom ve çekirdek fiziği<br />

hakkında deneysel bilgi ve deneyime sahiptir. Zürich’te yaptığı çalışmalarda kendi ifadesi ile “Geiger-Müller<br />

sayıcısını keşfetmeyi ıskalamıştır”. Prof. Dr. Sait Akpınar’a göre Zuber’in diğer hayıflandığı bir başka konu da,<br />

Mössbauer olayını keşfetmesine çok yakın olmasına karşın, bunda da geç kalmış olmasıdır[1].<br />

Profesör Dr. Kurt Zuber, 1944 yılının Şubat ayında Kimya Profesörü F. Breusch aracılığı ile Türkiye’ye gelmiş<br />

ve İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesinin, o dönemdeki adıyla, Tecrübi Fizik Enstitüsü’ nde kürsü başkanı olarak<br />

göreve başlamıştır. FKB öğrencileri için Prof. Dr. Cavit Ener tarafından Türkçe’ ye çevrilen “Denel Fizik” ders<br />

kitabını yazmıştır. Verdiği dersler yanında, öğretim yılı süresince Çarşamba günleri Denel Fizik Bölümü’ ndeki tüm<br />

öğretim elemanlarının katıldığı seminerleri başlatmıştır. Profesör Adnan Sokullu, Zuber’in İstanbul’a gelişi<br />

hakkında şunları anlatır [1].<br />

“Bu arada fizik iki bölüme ayrılıyordu. Biri Fransız Ekolünü temsil eden Genel Fizik, diğeri<br />

Alman usulünde Denel (Tecrübi) Fizik. Birimi’nin başında bir Fransız, Marcel Fouché, ötekinin<br />

başında Dresden Üniversitesi’ nden Harry Dember bulunuyordu. Her iki enstitü Kamil Paşa’nın<br />

eşi Zeynep Hanım’ ın konağında yedi oda ve bir hollük bir hacme sıkıştırılmış bulunuyordu.<br />

Denel Fizik dersi Kamil Paşa’nın bir manejinden bozma koca bir dershanede veriliyordu.<br />

Kürsümüzde deneysel araştırma yapma olanağı düşünülemiyordu bile. Prof. Dember dersleri<br />

Fransızca olarak vermeyi tercih ediyordu. Simültane çevirileri o zaman tek Doçentimiz olan<br />

Nusret Kürkçüoğlu yapıyordu...<br />

İkinci Dünya Harbi patlak verdi. Yahudi kökenli profesörlerimizin huzuru kaçmaya<br />

başlamıştı. 1941 de Almanlar Bulgaristan’ı işgal edince alarm son haddine ulaştı ve Prof.<br />

Dember de Amerika’ya göç etti.<br />

Harp bütün Avrupa’yı sardığı için o taraflardan bir hoca bulmak imkansızdı. Tek umut<br />

İsviçre’de idi. O zaman ki Kimya Profesörümüz F. Breusch aracılığı ile Zurich’ den Kurt Zuber’ i<br />

bulduk ve kendisi ile anlaşmaya vardık. Prof. Zuber 1944 eğitim yılının tam ortasında İstanbul’a<br />

geldi. Yeni binamız, yeni aletlerimiz ve yeni hocamız gelince şevkimiz ve heyecanımız son<br />

haddine ulaşmıştı.”<br />

Zuber, İstanbul Üniversite’sindeki çalışmalarını 2 temel araştırma konusu üzerine yoğunlaştırmıştır.<br />

Bunlardan birincisi Zürich’te çalıştığı ve deneyim sahibi olduğu “Ultrases uygulamaları”, diğeri de “Atom Fiziği ve<br />

Nükleer Fizik” ile ilgili konulardır [2].<br />

Zuber, Türkiye’ye gelirken “cebinde” getirdiği iki kuvartz kristalini ultrases kaynağı<br />

olarak kullanarak birçok tez çalışması yaptırmıştır. Belkis Özdoğan’ın o günler için şunları<br />

anlatmaktadır:<br />

“O kuvartz kristali ile İhsan Bey doktorasını yaptı. İhsan Bey’den sonra 1949 yılında ben<br />

aynı kuvartzı kullandım ve ben de doktoramı tamamladım. Remziye Hanım, rahmetli Dilşad<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 513<br />

Hanım üçümüz aynı anda doktoralarımızı verdik. Bizden sonra Ayhan Çilesiz de doktorasını<br />

tamamladı. Böylece sıfırdan, 42 deki halimizden itibaren 5 kişi 7 sene gibi kısa bir süre içersinde<br />

bunları tamamlamış olduk. Bunu biz, tabi 1942 de hayal bile edemiyorduk. O kadar çaresiz bir<br />

durumdaydık ki! Hiçbir şey yoktu. Kitap yok, araç yok, gereç yok. Ne bileyim, yer yok, yol<br />

gösterici yok. Son derece sıkıntı içersindeydik. Fakat Zuber bizi bu dertten kurtardı.”<br />

1949 yılında “Her şeyi tamamladım, gidiyorum” diyerek İstanbul Üniversitesinden ayrılıp İsviçre’ye<br />

dönmüş, İstanbul Üniversitesi’ndeki öğretim elemanlarının yoğun istek ve sevgisi üzerine Prof. Dr. Adnan<br />

Sokullu’nun aracılığı ile 1951 yılında Türkiye’ye tekrar dönmüş ve Tecrubi Fizik Enstitüsü Başkanı olarak çalışmaya<br />

başlamıştır. Bu yeni dönemde Prof. Zuber’in özellikle sıvıların akustik özellikleri üzerine çalışmalarını<br />

yoğunlaştırdığını ve Enstitü’ de bu konularda tezler yönettiğini görüyoruz.<br />

Prof. Zuber’in danışmanlığında doktora tezi tamamlayanlar: Prof. Dr. İhsan Özdoğan (1946, Zuber’in ilk<br />

doktorantı), Dr. Remziye Akpınar (1949), Prof. Dr. Nezihe Taşköprülü (1949), Prof. Dr. Belkis Özdoğan<br />

(1949)(Türkiye’nin ilk fizik doktoralı kadınları), Prof. Dr. Adnan Sokullu (1949),Prof. Dr. Dilşad Elburus (1949), Prof.<br />

Dr. Nimet Pusat (1952), Dr. Ayhan Çilesiz (1954), Prof. Dr. İsmet Ertaş (1959; Ege Üniversitesi Fizik Bölümü<br />

kuruluşunda bulunmuş ve Ege’ye Profesör Zuber’in bilim anlayışı misyonunu taşımıştır), Dr. Nebahat<br />

Dinçer(1960), Prof. Dr. Hayati Budak (1963)[3]. Ayrıca birçok doçentlik tezine de yol göstermiştir.<br />

Zuber, emekli olup ülkesine dönerken Darüşşafaka’ya hibe edeceği ve Bebek’te yaptırdığı evde verdiği<br />

davetlerde özellikle fizik dünyasındaki son gelişmelerin tartışıldığı bir ortam yaratmıştır. Emekli oluncaya kadar<br />

İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi Denel Fizik Enstitüsü Başkanı olarak görev yapan Prof. Zuber 1991 yılı Mayıs<br />

ayında, İsviçre’nin Bern kentinde vefat etmiştir[1].<br />

Prof.Dr.İsmet Ertaş<br />

İ.Ü. Fen Fakültesi Denel Fizik Enstitüsü Direktörü (Müdürü) olan Ord. Prof. Dr. Kurt<br />

Zuber’i 1953 yılında tanıdım. Denel Fizik Dersi dışında lisans düzeyinde ders vermediği için<br />

hocam olmamıştı. Sonradan öğrendiğime göre Avrupa üniversitelerinde birinci sınıf<br />

öğrencilerinin derslerini en deneyimli ve en usta öğretim üyelerinin vermesi esas olduğu için<br />

Prof. Zuber de bu ilk yıl dersini veriyordu. 1954 Haziranında mezun olunca onun Enstitüsünde<br />

asistan olarak göreve başladım ve Zuber’in doktora öğrencisi oldum. 1500 kişilik Konferans<br />

Salonu’nda verdiği Denel Fizik derslerinin ders deneylerini hazırlamak ve ders esnasında<br />

öğrencilere göstermesinde yardımcı olmak başlıca görevimdi. Her ders sonunda onunla<br />

birlikte en üst kattaki odasına asansörle birlikte çıkar, sonraki derste yapacağı deneylerin<br />

kartlarını alır, Doç. Dr. Cavid Ener tarafından tercüme edilmiş bulunan ders kitabındaki konu<br />

sırasına göre bu deneyleri, zemin kattaki “Ders Deneyleri Hazırlık laboratuarı”nda hazırlardım.<br />

Bu hazırlık sırasında bozuk olduğu anlaşılan parçaları, veya deneyin tekerlekli masalara daha<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 514<br />

iyi montajını ve daha iyi gösterilmesini sağlayacak yeni parçaları, laboratuarın bitişiğindeki<br />

İnce Mekanik Atölyesi’nde Rifat Usta veya Hüseyin Usta’ya yaptırırdım. Ders deneyleri ile ilgili<br />

onarım, yeni alet ve montaj elemanlarının yapımı işleri, Hoca’nın emri üzerine birinci<br />

dereceden öncelikli işlerdi. Denel Fizik dersleri, Salı ve Cuma sabahları Konferans Salonu’nda<br />

verilen ilk derslerdi. Her dersten önceki gün (pazartesi ve Perşembe) öğleden sonra, tekerlekli<br />

özel masalara montajları yapılmış bulunan deneyleri, yapılış sırasını ve deneyin özelliklerini<br />

dikkate alarak , sahnenin ön tarafına yerleştirir, provalarını yapar, gösterimde kullanılacak<br />

gölge projeksiyonu veya normal projeksiyonu öğrencilerin en iyi görebilecekleri şekilde<br />

ayarlardım. Sahneye sığmayan deney masalarını da, gösterimde çekileceği yeri belirleyerek<br />

ayarladıktan sonra sahne kenarına çeker ve son kontrolünü yapması için Prof. Zuber’e<br />

telefonla haber verirdim. Prof. Zuber gelir, deneyleri sondan başa doğru (yapılacak ilk<br />

deneyler hazır konumda kalması için) tek tek yapar, beğenmediği montajları değiştirir, son<br />

ayarlarını yapardı. Bu ayarlamaların saat 19’a kadar uzadığı olurdu. Bu çalışmalar sırasında İnce<br />

Mekanik Atölyesi’nden az bir usta ve bir çırak, son anda ortaya çıkacak onarımları yapmak<br />

üzere hazır beklerdi. Hoca dersi Almanca verir, tercümesini Doç. Dr. Dilşad Elbrus yapardı.<br />

Avrupa üniversitelerinde birinci sınıf derslerini en deneyimli öğretim üyeleri tarafından<br />

verilmesi esas olduğu için Prof. Zuber gibi Kimyada Ord. Prof. Dr. Fritz Arndt, Organik Kimyada<br />

Ord.Prof. Dr. Brauche, Botanikte Ord.Prof. Dr. Leo Brauner, Zoolojide Ord. Prof. Dr. Kurt<br />

Kosswig’ de aynı amaçla birinci sınıf dersleri veriyorlardı.<br />

Denel Fizik Derslerini Almanca veren Prof. Zuber, seminerlerini Türkçe anlatıyor.<br />

Sohbetlerinde Türkçe konuşuyordu. Prof. Zuber bir basketbolcu kadar uzun boylu idi. Bu<br />

nedenle Denel Fizik Enstitüsü mensupları kendi aralarında onu “Uzun” diye anarlardı.<br />

Enstitünün orta katında tek pencereli uzunca bir oda, öğretim elemanlarının toplantı yeri,<br />

evlerinden getirdikleri çıkınları açarak öğle yemeklerini çay eşliğinde yedikleri ve sohbet<br />

ettikleri yerdi. Buraya “Çay Odası” veya “Çay Masası” deniliyordu. Çay ve kahve için gerekli<br />

malzeme, Enstitü mensuplarından toplanan paralarla ortaklaşa alınıyor, herkes kendi çayını<br />

veya kahvesini kendisinin yapması esas olmakla beraber bazen toplu sohbetlerde bu işi bir<br />

veya iki kişi kendiliğinden üstleniyordu. Çay odasında , odanın boydan boya üçte ikisini<br />

kaplayan büyük bir masa vardı. Kapıdan girince karşıda ve pencere önündeki sandalye Prof.<br />

Zuber’in daima oturduğu yerdi. Onun yanında sağ tarafta özenle korunan ve sarı metalden<br />

etiketi üzerinde Werner Heısenberg yazılı sandalye vardı. Ünlü Alman Fizikçisi Heısenberg,<br />

Enstitü’yü ziyaret ettiği zaman bu sandalyede oturmuştu. Pencerenin solundaki duvarda bir<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 515<br />

hatıra panosu vardı. Panoya, Çay Odası mensupları için önemli olayları, kişileri hatırlatıcı küçük<br />

biblo, kartvizit, kart postal gibi nesneler asılırdı. Bu nesneler arasında bir de ceket düğmesi<br />

vardı. Bu düğme, Denel Fizik Amfisi’ndeki seminerlere ve Çay Odasındaki sohbetlere sıkça<br />

katılan Matematikçi Prof.Dr. Cahit ARF hocaya ait idi. Türk Fizik Derneği’nin kurucularından<br />

olan Cahit Bey’den bir hatıra istenince ceketinin düğmesini kopararak vermiş.<br />

Prof: Zuber, sabah yaptığı Denel Fizik Sınavı kâğıtlarını, öğle yemeğinden hemen sonra<br />

Çay Masası’na koyar, kendisi baş köşedeki yerini alır, Enstitü’nün tüm Doçent ve asistanları<br />

masanın çevresine sıralanırlardı. Doçentler Hoca’nın iki yanında yer alırlardı. Prof. Zuber,<br />

dersini sürekli ve dikkatle izleyen öğrencilerin kolaylıkla cevaplayabilecekleri kafa soruları<br />

sorardı. Elbirliği ile okunacak sınav kâğıtlarının değerlendirilmesinde eşgüdümü sağlamak ve<br />

hatalı değerlendirmeleri önlemek önlemek üzere Hoca; sorulardan beklenen cevapları ve<br />

problemlerin çözümünü açıkladıktan sonra her soruda doğru cevaplara verilecek puanları<br />

belirtirdi. Bir kişinin eline aldığı sınav kâğıdını baştan sona okuyarak değerlendirmesi yerine bir<br />

kişinin bütün kâğıtlarda yalnız bir tek ve aynı soruyu okuyup değerlendirmesi prensibi<br />

uygulanıyordu. Bu nedenle asistan ve doktor asistanların okuyacakları sorular kura çekilerek<br />

belirleniyordu. Profesör ve doçentler ise asistanlar tarafından tüm soruları okunarak ön<br />

değerlendirmesi yapılmış kâğıtları baştan sona inceleyerek kendi değerlendirme notlarını<br />

veriyorlardı. Profesör ve Doçentler tarafından değerlendirilen kâğıtlar ise Hoca’nın önüne<br />

koyuluyordu. Hoca bu kâğıtların son değerlendirmesini yaparak karara bağlayıp imzalıyordu.<br />

Enstitü’nün özel olarak bastırdığı sınav kâğıtları vardı. Bu kâğıtların ön sayfasında öğrenci<br />

kimlik bilgileri çizelgesinin sağında bir değerlendirme çizelgesi, bu ikisinin altında ise<br />

öğrencinin uyması gereken sınav kuralları vardı. Değerlendirme çizelgesinin baş satırında soru<br />

numaraları ve “Not Toplamı”na ait sütun başlıkları basılı olup bu satırın altında boş bırakılan 5<br />

satır daha yer almakta idi. Birinci satıra asistanlar, ikinci satıra öğretim üyeleri değerlendirme<br />

notlarını yazar, Prof. Zuber ise üçüncü satıra değerlendirme notlarını ve son satıra kararını<br />

yazıp imzalardı. Boş kalan dördüncü satır, öğrencinin ilan edilen notuna itirazı halinde<br />

yapılacak yeni değerlendirmede kullanılırdı. Herkes okuduğu soruya verdiği notun yanına kısa<br />

imzasını (parafını) atmak zorunda idi. Bazen öğrencinin cevabı, Hoca’nın beklediğinden farklı<br />

olurdu. O zaman ilgili soruyu okuyan bu cevabın kabul edilip edilemeyeceğini Hoca’ya sorardı.<br />

Hoca bunu genel tartışmaya açar, ilgili soru tekrar tekrar okunur ve öğrencinin cevabı yönünde<br />

bir anlam çıkıyorsa o cevap doğru kabul edilirdi. Toplam notu, en az geçer notun altında fakat<br />

sınıra yakın olan kritik durumdaki kâğıtlar, Zuber tarafından öğretim üyelerinden birine havale<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 516<br />

edilerek geçer not verilip verilemeyeceğinin incelenmesi istenirdi. Hoca tarafından karara<br />

bağlanan kâğıtlar, kendilerine düşen soruları bütün kâğıtlarda okumuş bulunan asistanlar<br />

tarafından bölümlerine ve numaralarına göre sıraya koyularak üst kattaki sekretere<br />

götürülürdü. Sekreterin yazdığı sınav sonuç listeleri, Çay Odasında asistanlar tarafından ad<br />

okunarak sınav kâğıtları ile karşılaştırılır, doğru yazılmış ise Hoca’ya imzalatılıp bekletilmeden<br />

Enstitü’nün camlı ilan panosuna asılırdı. Bu asma işinin gönüllüsü genellikle Dr. Remziye<br />

Akpınar olurdu. Çünkü, zemin kattaki ilân panosu çevresinde sonuç bekleyen öğrencilerin<br />

koşuşmalarını, sevinç çığlıklarını izleyip onların heyecanlarını paylaşmaktan Remziye Hanım<br />

çok hoşlanırdı. Kendisi asmasa bile her sınav sonuç listesi asıldığında merdiven başına koşarak<br />

öğrencileri izlemekten kendini alamazdı.<br />

Hoca’nın sınav sonuçlarını Dekanlığa göndermeden Enstitüde ilân etmesinin en önemli<br />

nedeni, gösterdiği bütün dikkat ve özene rağmen gözden kaçan bir değerlendirme hatası<br />

yüzünden öğrencinin mağdur olmasını önlemekti. Çünkü, sınav kağıdının ilk sayfasında yazılı<br />

sınav kuralları arasında yer alması ve sorular dağıtılmadan önce salon başkanı tarafından<br />

okunup açıklanmasına rağmen bazı öğrenciler, sorunun cevabının bir kısmını, herhangi bir<br />

gönderme notu koymaksızın rastgele başka bir sayfaya yazarlardı. Kâğıtta belirli bir soruyu<br />

okuyan kişi cevabın ilk gördüğü parçasına göre not veriyordu. Sonuçların ilânından sonra üç<br />

gün içinde verilen notu az bulan öğrencilerin adları, herhangi bir işleme ve kısıtlamaya gerek<br />

görülmeksizin alınıp Hoca’ya iletiliyor, Hoca ilgili kağıdı yeniden inceliyor ve öğrenci haklı ise<br />

notunu düzeltiyor, itirazlar sona erdikten sonra resmi sınav sonuç listelerini yazdırarak<br />

Dekanlığa gönderiyordu.<br />

Prof. Zuber’in sınav kâğıtlarını okumak, asistanların yetişmesi için kaçırılmayacak önemli<br />

fırsatlardan biri idi. Hoca dakik ve disiplinli bir insandı. Sabahları erkenden Enstitü’ye gelir,<br />

yönetiminde doktora çalışması yapan asistanları sırası ile odalarında ziyaret eder, son defa<br />

neler yaptığını sorar, yapılanları inceler, sonra nelerin yapılmasının uygun olacağı hakkında<br />

önerilerde bulunurdu. Doktora sınavını başarmış olup doçentliğe hazırlanan asistanları da aynı<br />

şekilde kontrol ederdi. Çalışma saatlerinde odasına misafir kabul eden birini görünce,<br />

misafirine mahcup olacağını düşünmeden onu azarlar, misafirini göstererek “ Bu adam burada<br />

ne arıyor?” derdi. Herkes bu disipline uymaya çaba gösterirdi. Bir gün Dr. Nezihe<br />

Taşköprülü’nün odasına gelen misafiri bir türlü kalkıp gitmiyormuş. Durumu fark eden Dr.<br />

Belkıs Özdoğan, Nezihe Hanım’ın kapısını açarak “Nezihe koş! laboratuarda termometren<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 517<br />

kaynıyor!” demiş ve onu izansız<br />

misafirinden kurtarmış. Çay<br />

Odasında bu olay anlatılmış ve<br />

benzer durumlar için parola<br />

olmuştu.<br />

Gerek doktora çalışmalarında ve<br />

gerekse diğer araştırmalarda,<br />

osilograf ve ölçü aletleri dışında<br />

gerekli olan diğer aletleri ve<br />

düzenekleri herkes kendi yapmak<br />

zorunda idi. Çünkü 1950’li yıllar,<br />

1933 Üniversite Reformu’ndan<br />

sonra bile, devam eden kıtlık yılları<br />

idi. Piyasada yeni bir elektronik<br />

devre elamanı bulmak zordu.<br />

Ömrünü doldurduğu için hurdaya<br />

ayrılmış askeri aletlerden sökülen<br />

elektron lambaları ve diğer yapı<br />

elemanları Karaköy’deki dükkânlarda çuvallar içinde satılıyordu. İhtiyacımız olan elektronik<br />

devre elemanlarını bunlar arasından seçerek satın alıyor ve kendi araştırma düzeneklerimizi<br />

yapıyorduk. Bu bakımdan, Avrupa üniversitelerinde olduğu gibi Denel Fizik Enstitüsü’nün de<br />

bir ince mekanik atölyesine ve bu atölyede çalışan maharetli ustalara şiddetle ihtiyacı<br />

olduğunu çok iyi bilen Prof. ZUBER; atölyenin yaşaması ve gelişmesi için her türlü fedakarlığı<br />

ve sorumluluğu üzerine almıştı. Çünkü bu atölye olmadan araştırmaları ve nitelikli öğretimi<br />

devam ettirmek mümkün değildi. Hüseyin Usta ve Rifat Usta (Rifat Kerman) gerçekten<br />

maharetli ve yaratıcı ustalardı. Yalnız mekanikte değil, aletlerin elektriksel aksamlarının<br />

yapımında da usta idiler. Araştırma aletleri dışında öğretimle ve öğrenci laboratuarları ile ilgili<br />

aletlerin çoğunu da onlar yapıyorlardı. Böyle becerikli ustaları memur maaşı ile atölyede<br />

tutmak mümkün değildi. Bu nedenle Prof. Zuber, yasak olmasına rağmen, bütün sorumluluğu<br />

üzerine alarak ustaların hafta sonlarında dışarıdan iş almalarına izin veriyordu. Bunun gibi<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 518<br />

mevzuata aykırı olduğu halde yapılması zorunlu işlerde de sorumluluğu üstleniyor ve sık sık<br />

“Mevzuat Hazretleri olmasa Türkiye çok daha hızlı gelişir.” diyordu.<br />

Prof. Zuber çok yönlü bir insandı. Ara sıra Enstitü öğretim elemanlarını Bebek’te Hüsnü<br />

Kortel Korosu’nda yaptırdığı evine davet ederek ağırlardı. Bizlere piyano çalar, kendisinin<br />

yaptığı mobilyaları gösterirdi. Pedallı çöp kovaları piyasaya çıkmadan çok önce o, evinde<br />

otomatik bir çöp kovası yapmıştı. Çay Odası’ndaki bir sohbet sırasında İstanbul’u ne kadar<br />

tanıdığımızı, nerelerini gezdiğimizi sordu. Aldığı cevaplardan sonra, “İsterseniz İstanbul’u bir<br />

de ben size gezdireyim.” dedi. Öneriyi herkes sevinçle kabul etti. Bir cumartesi günü buluştuk.<br />

Bizi ilk defa Tahtakale’de, benim varlığını bile bilmediğim Rüştempaşa Camisi’ne götürdü. Daha<br />

dışardan başlayarak cami hakkında bilgiler vermeye başladı. Caminin ne zaman kim tarafından<br />

yapıldığını, alttaki dükkanların caminin gelirini oluşturduğunu, iç duvarlarındaki çinilerin<br />

İznik’te yapıldığını, çinilerin renkleri, desenleri ve simetri dereceleri,…, hakkında bilgiler verdi.<br />

Hayretle onu dinledik. Daha sonra İstanbul halkına özel yapılmış otobüslerle mahalle mahalle<br />

dolaşarak ucuz gıda ve temizlik malzemesi satmaya başlayan “Migros Türk” şirketinin Eminönü<br />

sebze hali yanındaki otomatik paketleme tesislerini, Ayasofya’yı, Sultanahmet Camisi’ni,<br />

Topkapı Sarayı’nı, Sultanahmet’teki Yerebatan Sarayı’nı gezdik. Hoca her gezdiğimiz yerde de<br />

ayrıntılı bilgiler verdi. Yerebatan Sarayı’nın saray değil Bizans’ın su deposu olduğunu o zaman<br />

öğrendik. Bir başka gün Yıldız Sarayı’nı ve Dolmabahçe Sarayı’nı gezdik. Dolmabahçe Sarayını<br />

gezdiren görevli bir ara “Artık bu saray tüm milletin. Hepimizin burada hakkı var.” deyince<br />

asistan arkadaşlarımızda Adalet Yelkenkaya , yüksek sesle “Ben hakkımı satıyorum.” demişti.<br />

Hoca bizi bir de Türkiye’yi tanıma gezisine götürdü. Ankara’dan başlayarak Hirfanlı Barajı<br />

(inşaatı bitmek üzere idi.), Konya, Burdur, İsparta, Antalya’yı (Manavgat’a kadar) onun<br />

rehberliğinde gezdik.<br />

1955 yılında kurulan Ege Üniversitesi’nde, 1960 yılında askerlik hizmetimi<br />

tamamladıktan sonra Dr. Asistan olarak göreve başladım. 1961 yılında öğretime açılan E.Ü.<br />

Fen Fakültesi’nin Denel Fizik Kürsüsü’nü, Prof. Zuber’den öğrendiklerimizi uygulayarak<br />

geliştirmeye çalışıyorduk. 1967 yılında Recep Egemen Amfisi’nde Denel Fizik Dersini vermekte<br />

olduğum bir sırada öğrenciler amfinin sahne giriş kapısına doğru bakmaya başladılar. Ne oluyor<br />

merakıyla arkaya döndüğümde Prof. Zuber’i karşımda buldum. Hiç ummadığım bir zamanda,<br />

hiç beklemediğim şekilde onu görünce müthiş heyecanlandım. Öğrencilerime Hocaların Hocası<br />

Prof. Zuber’i takdim ettim. Zaten ders kitabı olarak onun kitabını izlemekte olan öğrenciler onu<br />

alkışladılar. Hoca kısa bir konuşma yaptıktan sonra öğrenciler arasına oturup dersimi dinledi.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 519<br />

Prof. Zuber 1970 yılında İstanbul Üniversitesi’nden emekli oldu. Alman olarak biliniyordu<br />

ama o İsviçreli idi. Mektuplaşıyorduk. Caretta Caretta deniz kaplumbağalarının Ege Denizi<br />

kumsallarındaki yumurtlama alanlarının korunması konusunda İsviçre basınında olumsuz bir<br />

yazı çıkmış. Bana, Ege Üniversitesi’ndeki zoologların niçin konuya sahip çıkmadıklarını sordu.<br />

Ben de ona bizim Zooloji Bölümü’ndeki araştırıcıların bu konuda yaptıkları çalışmalar hakkında<br />

bilgi vermiştim. 1987 yılında Zürih Üniversitesi’ni ziyaret ettiğimde Prof. Zuber’i tanıyıp<br />

tanımadıklarını sordum. Yaşlı bir hoca, bu üniversitenin parlak öğrencilerinden biri ve<br />

Mössbauer olayı öncüsü olduğunu söyledi. İsviçre’nin başkenti Bern’deki evinde Hoca’yı<br />

ziyaret ettim. Yürümekte güçlük çekiyor ve işitme cihazı kullanıyordu. Bu ziyaretimden 4 yıl<br />

sonra yazdığım mektubuma eşinden cevap geldi. Hocaların Hocası Profesör K. Zuber<br />

aramızdan ayrılmıştı.<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği


Sayfa 520<br />

KAYNAKLAR:<br />

1. “TFD Kurt Zuber Sempozyumu Notları” Türk Fizik Derneği Çağdaş Fizik Dergisi sayı 22,<br />

İstanbul (1991).<br />

2. K. Gediz. Akdeniz; Cumhuriyetin 75. Yılı Anısına İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi<br />

Fizik Bölümü’nde 1933-2005 Yılları Arasında Yapılan Eğitim, Öğretim ve Bilimsel Çalışmaların<br />

Değerlendirilmesi, İstanbul Üniversitesi Araştırma Fonu Proje No: 1316/050599, Yürütücü:<br />

Prof. Dr. Türkan Özkan (2003).<br />

3. A. Yüksel Özemre (Editör), İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde Çeşitli Fen Bilimi<br />

Dallarının Cumhuriyet Dönemindeki Gelişmesi ve Milletlerarası Bilime Katkıları, Doğumunun<br />

100. Yılında Atatürk’e Armağan, İ.Ü. Fen Fakültesi yayınları (1982).<br />

Aramızdan Ayrılanlar<br />

Türk Fizik Derneği

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!