26.07.2017 Views

takva nedir

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

NÂRdan<br />

NÛRa..<br />

TEVHİDî TAKVÂ NEdir?.<br />

MUHAMMEDî MUTTAKî KİMdir?.<br />

E u Z u B e S M E L e ->İLe<br />

CÜMMLe KeLÂM DOLar DİLe<br />

MuhaBBettendir>MuhaMMed<br />

MuhaMMeddendir MuhaBBett<br />

SEVenSEViLen-Le ->BİLe!.<br />

BİRR-ü-TAKVÂ EBRÂRın BİL!<br />

HAKK-u-HAYRın EHYÂRın BİL!<br />

->TEBDiL EYyLe >EBBÂLın BİL!<br />

EL HÜRRü’L- HAKk EHRÂRın BİL!.<br />

ZEVK 8146<br />

SüNNetuLLAH ->GÜBREden ->GÜL!.. ->İNKÂRdan ->İKRÂR GEÇİŞi<br />

ŞEYtÂN’ın ->MüsLümÂN Etmek ->Hizbü’ş- ŞeYtÂN ->HizbuLLAH İŞi<br />

RABB SÖZü ->RASÛLün SESi<br />

KUL-ÜMMet ->TAKVÂ NEFESi<br />

->Kur’ÂNu’L- K e R î M -in ->OKU!. ->M Ü K E R R E M KIL!.ınan KİŞi..<br />

14.05.17 13:01<br />

brsbrsm.. tktktrstkkmdhyydstt..<br />

->TESLiM OL >ReSûLuLLAHa<br />

KAViy OL!sun SÖZün >SAKın!.<br />

->EL ->ELe ->ELin ->ALLAH’a<br />

->“TEVHiDuLLAH TÂCI”n SAKın!.<br />

celle celâlihu..<br />

sallallahu aleyhi vesellem…


El KeRîMu:<br />

MÜKERREM: EL Kerîm olan ALLAHu zü’L- CeLÂL’in hürmet ve tâzime Lâzım ve<br />

Lâyık kıldığı, ikram olunmuş, muhterem ve kerim olan kişi..<br />

EBDÂL-lar: En Bedel olanlar, tebdil olanlar. Büdelâlar. AŞK u CEZBe Ehlidirler.<br />

EBRÂR-lar: En Birr Olanalar, özü-sözü dosdoğru-en İYİler… Birr u Takvâ, ZüHD<br />

ü TaKVâ Ehlidirler.<br />

AHYÂR-lar: En Hayırlılar, En zor yolun Rehberleri. SıDK u HuŞû Ehlidirler.<br />

AHRÂR-lar: En HüRRler, halka karşı fütursuzlar. Havf u Recâ Ehlidirler..<br />

SüNNetuLLAH ->GÜBREden>GÜL!.<br />

--->İNKÂRdan --->İKRÂR GEÇİŞ!.:<br />

ALLAHu zü’L-CeLÂL’imizin bizleri İnsÂN Sûret/Dış-Afâk-Yüz ve Sîret/İç-Enfüs-<br />

ÖZünde yaratıp, bu Şehâdet Şehrinde İmkÂNlarıyla, KuLLuk İmtihÂNı<br />

Takdiri/Kaderi.. İsyÂN ve İtâatı.. EŞkiyâLık Şekvâsı ve EVLiyâLık Takvâsı..<br />

TEKe TEK TERAS TEKKemde, bu gün de, Yüce CÂN BAĞımız Kur’ÂN-ı<br />

Kerîmimizde; İnsÂN.. Kaderi.. BiRRi.. ve Takvâsı..na ->CÂN ALıcı gÖZLe BAKmak<br />

DİLedi DELi GÖNLüm..<br />

EL HaMDu LiLLâHi RaBBi’l- ÂLeMîNn!.<br />

‏ِنسَانُ‏ قُتِلَ‏<br />

أَكْفَرَهُ‏ مَا الإْ‏<br />

"Kutile’-l insânu mâ ekferahu.: İnsan kahroldu (ALLAH’ın Rahmeti’nden kovularak<br />

kendini mahvetti), o ne kadar çok nankör.” (Abese 80/17)<br />

خَ‏ لَقَھُ‏ شَيْ‏ ءٍ‏ أَي ِّ مِنْ‏<br />

"Min eyyi şey’in halakahu.: (ALLAH) onu hangi şeyden yarattı?” (Abese 80/18)<br />

فَقَد َّرَهُ‏ خَ‏ لَقَھُ‏ ن ُّ طَْفةٍ‏ مِن<br />

"Min nutfetin, halakahu fe KADDERahu: Nutfeden (bir damladan onu yarattı),


sonra da ona kader tayin etti (gelişimini (DNA’larını) programladı ve ömür<br />

TAKDiR/tâyin etti).” (Abese 80/19)<br />

تَقْدِیرًا فَقَد َّرَهُ‏ شَيْ‏ ءٍ‏ كُل َّ وَ‏ خَلَقَ‏ لْكِ‏ الْمُ‏ فِي شَرِ‏ یكٌ‏ ل َّھُ‏ یَكُن وَ‏ لَمْ‏ وَ‏ لَدً‏ ا یَت َّخِذْ‏ وَ‏ لَمْ‏ وَ‏ الأْ‏ ‏َرْ‏ ضِ‏ الس َّ مَاوَ‏ اتِ‏ مُلْكُ‏ لَھُ‏ ال َّذِي<br />

"Ellezî lehu mulku’s- semâvâti ve’l- ardı ve lem yettehız veleden ve lem yekûn<br />

lehu şerîkun fî’l- mulki ve halaka kulle şey’in fe KADDERahu takdîrâ (takdîren).:<br />

O (ALLAH) ki; göklerin ve yeryüzünün mülkü, O’nundur. Ve O, çocuk<br />

edinmemiştir. Mülkte, O’nun şeriki (ortağı) olmamıştır. Ve herşeyi, O yarattı<br />

sonra da onların kaderini TAKDİR etti.” (Furkân 25/2)<br />

الْعَلِیمِ‏ الْعَزِ‏ یزِ‏ تَقْدِیرُ‏ ذَلِكَ‏ وَ‏ حِفْظًا بِمَصَابِیحَ‏ الد ُّنْیَا ءالس َّ مَ‏ وَ‏ زَی َّن َّا أَمْرَھَا سَمَاء كُل ِّ فِي وَ‏ أَوْ‏ حَى یَوْ‏ مَیْنِ‏ فِي سَ‏ مَ‏ اَواتٍ‏ سَبْعَ‏ فَقَضَ‏ اھُن َّ<br />

"Fe kadâhunne seb’a semâvâtin fî yevmeyni ve evhâ fî kulli semâin emrehâ ve<br />

zeyyennâ’s- semâe’d- dunyâ bi mesâbîha ve hıfzâ (hıfzen), zâlike TAKDÎRu’lazîzi’l-<br />

alîm (alîmi).: Böylece onları iki günde yedi kat gök olarak kaza etti<br />

(yarattı, tamamladı). Her gök katına kendi emrini vahyetti. Ve dünya semasını<br />

kandillerle muhafaza ederek süsledik. İşte bu, Azîz ve Alîm olan (ALLAH’ın)<br />

TAKDİRidir.” (Fusilet 41/12)<br />

تَفْضِ‏ یلاً‏ خَ‏ لَقْنَا م ِّم َّنْ‏ كَثِیرٍ‏ عَ‏ لَى وَ‏ فَض َّ لْنَاھُمْ‏ الط َّی ِّبَاتِ‏ م ِّنَ‏ وَ‏ رَزَ‏ قْنَاھُم وَ‏ الْبَحْ‏ رِ‏ الْبَر ِّ فِي وَ‏ حَمَلْنَاھُمْ‏ آدَ‏ مَ‏ نِيبَ‏ كَر َّ مْ‏ نَا وَ‏ لَقَدْ‏<br />

"Ve lekad KERREMnâ benî âdeme ve hamelnâhum fî’l- berri ve’l- bahri ve<br />

razaknâhum mine’t- tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesîrin mimmen halaknâ<br />

tafdîlâ (tafdîlen).: Ve andolsun ki; Âdemoğlunu KEREM SAHİBİ<br />

(Mükerrem/Şerefli) kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helâl<br />

şeylerden rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın çoğundan fazilet (açısından)<br />

üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)<br />

El Kerîm celle celâlihu olan ALLAHu zü’L-CeLÂL’imiz, biz Âdemoğullrını<br />

Mükerrem/Kerem Sahibi (şerefli) kıldığını buyurarak, Hilâfet TÂCımızın TAKVÂ<br />

OLduğunu HATIRLAcaktır..<br />

عَلِیمٌ‏ بِھِ‏ اللهَّ‏ فَإِن َّ شَيْ‏ ءٍ‏ مِن تُنفِقُواْ‏ وَ‏ مَا ونَ‏ تُ‏ ‏ِحب ُّ مِم َّا تُنفِقُواْ‏ حَت َّى الْبِر َّ تَنَالُواْ‏ لَن<br />

''Len tenâlû’l- BİRRe hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn, ve mâ tunfikû min şey’in fe<br />

innallâhe bihî alîm: Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla İYİLİĞE<br />

eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz ALLAH onu bilir.” (Âl-i İmrân 3/92)<br />

ر َّ ب ِّھِمْ‏ م ِّن فَضْلاً‏ یَبْتَغُونَ‏ الْحَ‏ رَامَ‏ الْبَیْتَ‏ آم ِّینَ‏ وَ‏ لا الْقَلآئِدَ‏ وَ‏ لاَ‏ الْھَدْيَ‏ وَ‏ لاَ‏ الْحَرَامَ‏ الش َّھْرَ‏ وَ‏ لاَ‏ اللهِّ‏ شَعَآئِرَ‏ تُحِل ُّواْ‏ لاَ‏ آمَنُواْ‏ ال َّذِینَ‏ أَی ُّھَا یَا<br />

وَ‏ لاَ‏ وَ‏ الت َّقْوَ‏ ى الْبر ِّ عَ‏ لَى وَ‏ تَعَاوَ‏ نُواْ‏ تَعْتَدُواْ‏ أَن الْحَ‏ رَامِ‏ الْمَسْجِدِ‏ عَنِ‏ صَد ُّوكُمْ‏ أَن قَوْ‏ مٍ‏ شَنَآنُ‏ یَجْ‏ رِ‏ مَن َّكُمْ‏ وَ‏ لاَ‏ فَاصْ‏ طَادُواْ‏ حَ‏ لَلْتُمْ‏ ذَاوَ‏ إِ‏ وَ‏ رِ‏ ضْوَ‏ انًا<br />

الْعِقَابِ‏ شَدِیدُ‏ اللهَّ‏ إِن َّ اللهَّ‏ وَ‏ ات َّقُواْ‏ وَ‏ الْعُدْوَ‏ انِ‏ الإِثْمِ‏ عَ‏ لَى تَعَاوَ‏ نُواْ‏<br />

"Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tuhıllû şeâirallâhi ve lâ’ş- şehra’l- harâme ve lâ’lhedye<br />

ve lâ’l- kalâide ve lâ âmmîne’l- beyte’l- harâme yebtegûne fadlan min<br />

rabbihim ve rıdvânâ (rıdvânen) ve izâ haleltum fastâdû ve lâ yecrimennekum<br />

şeneânu kavmin en saddûkum anil mescidi’l- harâmi en ta’tedû, ve teâvenû alâ’l-<br />

BİRRi ve’t- TAKVÂ ve lâ teâvenû alâ’l- ismi vel udvâni vettekullâh (vettekullâhe)<br />

innallâhe şedîdu’l- ıkâb (ıkâbi).: Ey imân edenler, ALLAH'ın şiarlarına, haram olan<br />

ay'a, kurbanlık hayvanlara, (onlardaki) gerdanlıklara ve Rablerinden bir fazl ve<br />

hoşnutluk isteyerek Beyt-i Haram'a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan


çıktınız mı artık avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı<br />

bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İYİLİK ve TAKVÂ<br />

konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve ALLAH'tan<br />

korkup sakının. Gerçekten ALLAH (cezâ ile) sonuçlandırması pek şiddetli<br />

olandır..” (Mâide 5/2)<br />

Takvâ: Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram<br />

olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek..<br />

MuhaMmedî MeLÂMet Tasavvufunda ise Takvâ; İnsÂN OLuşumuzun İlk Adımı<br />

Bezm-i Elest’te RaBBi’l- ÂLeMîN’e VERdiğimiz “BeLÂ/BiLâkis RABBımızsın!.”<br />

SÖZümüzde Kaviy/sağlam-GÜVENiLir OLuşumuzdur..<br />

Müttakî: Ehl-i takvâ. İttikâ eden. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini<br />

ALLAHu zü’L-CeLÂL’in sevmediği fena şeylerdan koruyan.<br />

MuhaMmedî MeLÂMet Tasavvufunda ise Müttakî, MuhaMMedî Mezheb ve Mecrâsı<br />

sağlam olan KuLdur..<br />

BiRR: Temizlik. Günahtan çekinmek. Takvâ. İn'âm ve ihsan etme. Amel-i sâlih,<br />

iyi amel. Koyunu sevketmek. Gönül, kalb.<br />

MuhaMmedî MeLÂMet Tasavvufunda ise BiRR, Şahdamar/RasûLî ve en Özdeki<br />

AKRABA-Yakın RABBî İLE-BİLE-Liktir..<br />

Rahîmiyet Birri Takvâsını.. Berri var ya berri, Ebrâr.. bu Rahîmiyetten doğan bu<br />

salâvâtullahı.. ALLAHın öyle bir salâvâtı ki el ele, Ebrârların salâvâtlarıdır..<br />

Ebrârların ve Muharrabin Meleklerin, en yakın melekliyetin de salâvâtıdır..<br />

Harikâ şeylerdir düşünebiliyor musunuz Berri’r- Rahîm, Berri’r- Rahmân değil<br />

bunu anlatmaya çalışıyorum.. “BiRR” var ya bu Birr, RuBuBiyet-RuSûLiyet<br />

BİLElikleri.. İnsanın ey yakınındakini Zâhir/RuSûLî ve Bâtın/RABbî yakınlaşması..<br />

ve bunun Rubibiyetten oluşu..<br />

BiRR.. El BERR celle celâlihu esmâ’sının, NûR-u Mîm Semâsından RAHmet<br />

yansıması..<br />

El Berru:


TaKVâ.. El Kavîyyu celle celâlihu esmâ’sının, NûR-u Mîm Semâsından RAHmet<br />

yansıması..<br />

El Kavîyyu:<br />

Takvâ ->LÜBBü’L- LÜBB ->ÖZün >ÖZü EHLinin; her ÂNda Şe’ÂNda,<br />

MuhaMMMedî Mi’RÂC RÜCÛ’su YOLU ve YOLLUK’udur..<br />

فَإِن َّ وَ‏ تَ‏ زَو َّ دُ‏ واْ‏ اللهّ‏ ُ یَعْ‏ لَمْ‏ ھُ‏ خَیْرٍ‏ مِنْ‏ تَفْعَلُواْ‏ وَ‏ مَا الْحَج ِّ فِي جِدَالَ‏ وَ‏ لاَ‏ فُسُوقَ‏ وَ‏ لاَ‏ رَفَثَ‏ فَلاَ‏ الْحَج َّ فِیھِن َّ فَرَضَ‏ فَمَن م َّعْ‏ لُومَاتٌ‏ أَشْھُرٌ‏ الْحَج ُّ<br />

الأَلْبَابِ‏ أُوْ‏ لِي یَا وَ‏ ات َّقُونِ‏ الت َّقْوَ‏ ى الز َّادِ‏ خَیْرَ‏<br />

"El haccu eşhurun ma’lûmât (ma’lûmâtun), fe men farada fîhinne’l- hacca fe lâ<br />

refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fî’l- hacc (haccı), ve mâ tef’alû min hayrın<br />

ya’lemhullâh (ya’lemhullâhu), ve tezevvedû fe inne hayra’z- zâdi’t- TAKVÂ,<br />

vettekûni yâ ULÎ’L- ELBÂB (elbâbi).: Hac, bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o<br />

aylarda), (ihrama girerek) haccı (kendine) farz edinirse, artık hacta kadına<br />

yaklaşmak (ve benzeri davranışlar), fâsıklık (günaha sapmak), cedelleşmek<br />

(sürtüşmek, kavga etmek) yoktur. Siz hayırdan ne yaparsanız ALLAH onu bilir.<br />

Ve (hayırlarla) (kendinize) azık hazırlayın. Fakat azığın en hayırlısı muhakkak ki


takvâ sahibi olmaktır. Ve ey ULÛ’L- ELBAB! Bana karşı TAKVÂ sahibi olun.”<br />

(Bakara 2/197)<br />

TAKVÂ Kelimesinin Sözlük Anlamları ve Etimolojisi:<br />

‏”ىوقتلا/‏Takvâ‏“‏ kelimesi, dilimize Arapça’dan geçmiş olan bir kelimedir. Bu<br />

kelimenin Türkçe sözlüklerdeki karşılığına baktığımızda, söz konusu kelimenin,<br />

birbirine yakın anlamlar verilerek tanımlandığını görüyoruz.<br />

Meselâ Şemseddin Sâmî, “takvâ”yı, ALLAHu zü’L- CeLÂL’den korkup, yasaklanan<br />

şeylerden çekinme, perhizkârlık, zühd” (Sâmî, 1317, s.427) diye açıklarken;<br />

Ferit Devellioğlu ise “takvâ” kelimesini: “ALLAHu zü’L- CeLÂL’den korkma,<br />

ALLAHu zü’L- CeLÂL korkusuyla dînin yasak ettiği şeylerden kaçınma”<br />

(Devellioğlu, F. 1980, s.1229) şeklinde, “ehl-i takvâ”yı da: “dînin yasak ettiği<br />

şeylere sımsıkı bağlı kalan veyâ kalanlar” diye tanımlamaktadır.<br />

Bu tanımlar; kısmen doğru olsalar da, “Takvâ” kelimesinin içinde bulunan anlam<br />

derinliğini ve zenginliğini yansıtmaktan uzaktır.<br />

türevidir. : Ve-Ka-Ye” kökünün bir ى ‏-ق-/‏ و “ Arapça’da ‏”‏Takvâ‏/ىوقتلا“‏ kelimesi,<br />

Dolayısıyla bu kökün sözlüklerdeki anlamlarını öncelikle görmemizde fayda<br />

vardır: Arapça “ و يقو / ةياقو ‏-ىقي-يقو Ve kâ, yekî, vakyun ve vikâyetun”: Aslı “vakyâ”<br />

dır. “Vav” harfi “Tuklân” ve “Tucah” gibi “ta” harfine; “ya” harfi de “Bakvâ” gibi<br />

“vav” harfine dönüşmüştür. Nefsi korkulacak şeylerden muhafazaya alıp<br />

korumaktır. (Elmalılı, 1979).<br />

Bir şeyi korumak, bir şeyi bir şeye karşı korumak, himaye etmek, bir şeyi diğer<br />

طرف Sıyâne/ bir şeyden iyi bir şekilde korumak, korumada aşırı gitmek (Fertu’s-<br />

sakınmak, ictinâb etmek; bu anlamdan hareketle bir kadının çarşafı ile ةنايصلا<br />

saçlarını bir birinden ayıran, saçların çarşafa doğrudan değmesine engel olmak


sûretiyle hem çarşafı kirlenmekten koruyan, hem de saçların çarşaftan dışarı<br />

çıkmasını önleyen başörtüsüne veya bez parçasına “ ةارلما ةياقو ” denmiştir.<br />

Bir şeyi düzeltmek, ıslah etmek Nitekim bu anlamda Arapça’da bir deyimsel ifade<br />

vardır: “ كعلظ ىلع ق ” yani “kendine dikkat et, kendi ayıbından sakın!” demektir. Bu<br />

ifadede geçen “ / ق Kı ”; “Vikâye”den emr-i hâzırdır. İnsanın kendisinin haricinde<br />

aksayarak giden birine bakıp, aynı kusurdan kendisini korumasına yönelik bir<br />

emirdir. Bundan da kasıt şudur: “İnsanlar arasında ayıplanan bir şeyle meşhur<br />

olma!”demektir. Ya da “kendi maslahatını/menfaatini koruyup düzelttikten/ıslah<br />

ettikten sonra başkasının işleriyle meşgul ol” anlamındadır.<br />

engelleme; ‏:‏Vikâye‏/ةياقولا Koruma, himaye, tedbir, önlem, tehlikeyi savma,<br />

korunmak. Vikâye min: Bir şeye karşı savunma; Hastalıktan نم ةياقولا<br />

tabaka. /Vikâye: Koruyucu ةياقولا<br />

Koruyucu, ‏:‏Vikâî‏/ئاقولا<br />

hekimlik. /et-Tıbbu’l-Vikâî: Koruyucu ئاقولا بطلا<br />

Etkıyâ’: ALLAHu zü’L- CeLÂL’e karşı gelmekten ءايقتا/‏ Tekıyyun‏/ىقت çoğulu<br />

sakınarak, harama helâla dikkat eden, muttakî.<br />

etmek. ‏:‏Takıyyetun‏/ةيقت Sakınmak, ictinâb<br />

kollayan. ‏:‏Vâkin‏/قاو Koruyan, muhafaza eden, koruyucu, himaye eden, hâmi,<br />

tabaka. ‏:‏Vâkıye‏/ةيقاو Koruyucu, koruyucu kabuk,<br />

‏:‏Muttakin‏/قتم Muttakî, ALLAHu zü’L- CeLÂL’a karşı gelmekten sakınmak sûretiyle<br />

davranışlarına, helâl ve harama dikkat eden.<br />

Dikkat edilirse, kelimenin kökünde “korkmak” değil, “korumak, korunmak,<br />

himaye etmek, sakınmak, ictinâb etmek” anlamı vardır. Dolayısıyla “ ى ‏-ق - و /Ve-<br />

Ka-Ye” kökünün ilk anlamı “korumak ve sakınmak”tır. Diğer bir deyişle “Takvâ”<br />

kelimesinin odak kelimesi/focus word’ü “korumak, sakınmak”tır.<br />

Takvâ, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in vikâyesine (korumasına) girmek, emrini tutup<br />

azabından korunmaktır. Elmalılı’nın tespitlerine göre takvâ, sebebin müsebbebine<br />

bağlılığı türünden olarak, takvâ için en gerekli kelime “korumaktır.” Takvâ, takvâ<br />

ehlinin kelimesi, korunanların alameti olan kelimedir. Takvâ kelimesi takvânın aslı<br />

demek olur. Birçoklarına göre takvâ sözünden murad, tevhid ve şehadet<br />

sözleridir. Takvâ aynı zamanda fücûr kelimesinin zıddıdır. Nefsi kurtarmanın,<br />

ALLAHu zü’L- CeLÂL’in korumasında fenalıktan korunmanın ismidir. Sonucu<br />

korunmak olan hayır, iyilik, itaati kapsar. Bazen “korku”ya takvâ denilir olmuştur.<br />

Dinde iki anlamda kullanılır. Birincisi, sonunda âhirette zararlı olandan sakınıp<br />

korunmak demektir. Bunun eksiği ve fazlayı kabul eden geniş bir sahası vardır.<br />

En aşağısı cehennemde ebedî kalmaya neden olacak şirkten uzak kalmaktır. En<br />

yükseği de bütün duyularıyla ALLAHu zü’L- CeLÂL’e yönelme ve O’nun<br />

korumasına girmektir. Hakîkî takvâ budur. İkincisi ise, dinde bilinen özel anlamı<br />

vardır ki, mutlak olarak takvâ denildiğinde ve karine bulunmadığında maksat bu<br />

olur. Nefsi günahtan korumaktır. Bunun içinde nefsi büyük günahlardan korumak<br />

özellikle gereklidir. Takvâlı olabilmek için, korunulması gereken günahları bilmek<br />

önemlidir. İlim olmadan takvâ olmaz. (Elmalılı, 1979, c.VI, s.4434, 4479).


Nefsi günahlardan korumanın yolu haramı terkle olur; haramı terk de, en azından<br />

şüpheli şeyleri bırakmakla gerçekleşebilir.<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir hadîs-i şeriflerinde: “Helâl belli, haram<br />

da bellidir; fakat bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır; bu nedenle şüphelerden<br />

korunan dînini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düşen, harama düşer. Nasıl<br />

koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarından her an koruluğa girme<br />

ihtimali varsa, haberiniz olsun ki, her melikin korusu vardır; ALLAHu zü’L-<br />

CeLÂL’in korusu da haramlardır.” buyurmuştur<br />

(Buhârî, Buyû’ 2; Muslim, Musâkât 107; Ebû Dâvûd, Buyû’ 3).<br />

Birgivî, bu hadîs-i şerif’i naklettikten sonra der ki: (Takvâ’nın) sözlük mânâsı,<br />

dinde mümkün olduğu kadar geçerlidir. Aşırı korumanın mânâsı ise küçük<br />

günahlardan ve şüpheli şeylerden bile korunmayı, sakınmayı gerektirir. Fakat bu<br />

zamanda şüpheli şeylerin hepsinden korunmak/sakınmak mümkün değildir. Onun<br />

için harama yakın olan şüphelerden başkası hariç olur. İbadet ve itaat, güç<br />

yetirilebilen miktar ve ölçüdür. O halde takvânın meydana gelmesinde her bir<br />

haramdan, bir de harama yakın bir kerahatle mekruh olanlardan kaçınmak gereği<br />

ortaya çıkmış olur. (Elmalılı, 1979, c.VI, s.4480)<br />

Kur'ÂN-ı Kerîm’de “Hudûdullâh” yani “ALLAHu zü’L- CeLÂL’in sınırları”ndan söz<br />

edilir ki, işte bu, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in içinde kalınmasını emrettiği korusunun<br />

sınırlarıdır. Mü’minlere sürekli olarak “ALLAHu zü’L- CeLÂL’in sınırlarını aşmayın!”<br />

değil, “ALLAHu zü’L- CeLÂL’in sınırlarına yaklaşmayın!”diye emredilir.<br />

Yaklaşıldığında sınırların aşılması her zaman mümkündür. İşte bu şekilde,<br />

ALLAHu zü’L- CeLÂL’in çizdiği sınırları a şma korkusuyla bu sınırlara<br />

yaklaşmamak, nefsi bu sahada korumak ve sınıra yaklaştırmamak, takvâdır.<br />

(Ünal, 1999, s.483)<br />

Hz. Ömer, Ubeyy b. Ka’b’a “Takvâ <strong>nedir</strong>?” diye sorar. Ubeyy: “Dikenli yolda hiç<br />

yürümedin mi?” şeklinde cevap verir. Hz. Ömer: “Yürüdüm!” deyince, “O zaman<br />

ne yaptın?” der. Hz. Ömer: “Paçalarımı sıvayıp ayağıma diken batmasın diye<br />

dikkatli yürüdüm.” demesi üzerine, Ubeyy: “İşte takvâ odur.” diye mukabelede<br />

bulunur. Yani nasıl dikenli veya mayınlı bir arazide yürürken son derece dikkatli<br />

bir şekilde kontrollü ve sakınarak, korunarak yürünüyorsa aynı şekilde, İslâm<br />

dînini yaşarken aynı titizlik ve hassasiyetle, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in emirlerine<br />

karşı gelmekten sakınarak, ALLAHu zü’L- CeLÂL’a saygısızlık etmekten çekinerek<br />

ve ictinâb ederek yaşamak takvâdır.<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem çokça Hadis-i Şeriflerinde Takvânın önemine<br />

işâret buyurmuştur.:<br />

İbni Mes’ud radıyallahu anh’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu<br />

aleyhi vesellem şöyle duâ ederdi: “ALLAHım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve<br />

gönül zenginliği isterim!.”


(Müslim, Zikir 72. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 72; İbni Mâce, Duâ 2)<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir.<br />

Arabın, Arab olmayana, Arab olmayanın Arab'a, siyahın kırmızıya, kırmızının<br />

siyaha, TAKVÂdan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ALLAH TeÂLÂ katında<br />

en üstününüz, ALLAH TeÂLÂ'dan en çok korkanınızdır." buyurdu.<br />

(Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/411)<br />

Ebû Tarîf Adî İbni Hâtim et-Tâî radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve<br />

sellem’i şöyle buyururken dinledim demiştir: “Bir şeyi yapmak veya yapmamak<br />

üzere yemin eden, sonra da (yemininin) zıddını takvâya daha uygun bulan kimse,<br />

(yemininden vazgeçip) takvâya yönelsin!.”<br />

(Müslim, Eymân 15)<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Arabın Arab olmayana hiç bir üstünlüğü<br />

yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir" buyurdu.<br />

(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411)<br />

Buyurarak bu hususu te'yid etmiştir.:<br />

واْو َّ أَحْ‏ سَ‏ نُ‏ ات َّقَواْ‏ ثُم َّ و َّ آمَ‏ نُواْ‏ ات َّقَواْ‏ ثُم َّ الص َّالِحَاتِ‏ وَ‏ عَمِلُواْ‏ و َّ آمَ‏ نُواْ‏ ات َّقَواْ‏ مَا إِذَا طَ‏ عِ‏ مُواْ‏ فِیمَا جُنَاحٌ‏ الص َّالِحَاتِ‏ وَ‏ عَمِلُواْ‏ آمَنُواْ‏ ال َّذِینَ‏ عَ‏ لَى لَیْ‏ سَ‏<br />

الْمُحْ‏ سِنِینَ‏ یُحِب ُّ وَ‏ اللهّ‏ ُ<br />

"Leyse alâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti cunâhun fîmâ taimû izâ mâttekav ve<br />

âmenû ve amilûs sâlihâti summettekav ve âmenû summettekav ve ahsenû<br />

vallâhu yuhibbu’l- muhsinîn (muhsinîne).: İmân edenler ve salih amel yapanlar<br />

(ıslâh edici amel, nefs tezkiyesi yapanlar) üzerine, takvâ sahibi olmadıkları<br />

zaman yediklerinden dolayı bir günah yoktur. İmân edin ve amilû’s- sâlihat<br />

yapın! Sonra da takvâ sahibi olun! Âmenû olun sonra da takvâ sahibi olun ve<br />

ahsen olun! Allah muhsinleri sever.” (Mâide 5/93)<br />

Görüldüğü gibi bu âyette imân ve ameli sâlih iki kere ve takvâ üç mertebe olarak<br />

zikredilmiştir. İnsanın imân edip şirkten korunması mâhiyetinde olan ilk mertebe<br />

kişinin kendi nefsi ve vicdanı arasında olan bir takvâdır. İkincisi, insanın kendisi<br />

ile diğer insanlar arasındaki hususlarla ilgili olan takvâdır ve üçüncüsü de, insanın<br />

kendisi ile ALLAH celle celâlihu arasındaki takvâsı ve imânıdır. Bu âyette takvânın<br />

bu üçüncü derecesi, ihsan olarak zikredilmiştir.<br />

(Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili, İstanbul 1971, III, 1807)<br />

Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de, İhsan <strong>nedir</strong>?" şeklindeki bir<br />

soruya, "İhsan, ALLAH'ı görüyormuş Bibi hareket etmendir. Sen O'nu<br />

görmüyorsan, şüphesiz O seni görmektedir" diyerek cevâb vermiştir.<br />

(Buhârî, İman, 37; Müslim, İman 57; Ebu Dâvud, Sünne, 16; Tirmizî, İmân, 4;<br />

İbn Mace, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 27, II, 7)<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir hadisiyle, burada söz konusu olan


takvânın ikinci çeşidini şöyle açıklamıştır: "Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu<br />

ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır. Bu nedenle şüphelerden korunan, dinini ve<br />

ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düsen, harama da düşer. Nasıl koruluğun<br />

kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimâli<br />

varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın harama düşme ihtimâli de öylece vardır.<br />

Haberiniz olsun ki, her hükümdarın koruluğu vardır. ALLAH'ın korusu da<br />

haramlardır" buyurdu.<br />

(Buhârı, İmân, 39; Müslim, Müsâkat, 107; Ebu Davûd, Büyû', 3; Tirmizî Büyû', 1;<br />

Neseî, Büyû', 2; İbn Mâce, Fiten, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 267)<br />

ALLAHu zü’L- CeLÂL, Kur’ÂN-ı Kerim'in baş tarafında, el-Bakara sûresinin ilk<br />

âyetlerinde, takvâ sahibi olan muttakî insanları övmüş ve onların çeşitli vasıflarını<br />

belirtmiştir. Buna göre takvâ sahibi olan insanlar, hiç tereddüt etmeden hidâyet<br />

ve kurtuluş yolu olarak Kur’ÂN'ı seçerler; gaybe inanır, beş vakitlik namazlarını<br />

kılar ve helâl yoldan elde ettikleri mallarını helâl yolda, ALLAH'ın yolunda<br />

harcarlar. Bütün mukaddes kitablara imân eder, özelikle âhiret inancı ve hazırlığı<br />

içinde olurlar. Bu şekilde hareket eden takvâ sahibleri, aynı zamanda ALLAH<br />

tarafından övülmüş, hak yolda bulunan ve felâha kavuşacak olan insanlar olarak<br />

haber verilmişlerdir.:<br />

ملا<br />

"Elif, lâm, mim.: Elif, Lâm, Mim.” (Bakara 2/1)<br />

ل ِّلْمُت َّقِینَ‏ ھُدًى فِیھِ‏ رَیْبَ‏ لاَ‏ الْكِتَابُ‏ ذَلِكَ‏<br />

"Zâlike’l- kitâbu lâ reybe fîh (fîhi), huden li’l- muttekîn (muttekîne).: İşte bu<br />

Kitap ki, O’nda hiçbir şüphe yoktur. Takvâ sahibleri için bir hidâyettir.” (Bakara<br />

2/2)<br />

یُنفِقُونَ‏ رَزَ‏ قْنَاھُمْ‏ وَ‏ مِم َّا الص َّلاةَ‏ وَ‏ یُقِیمُونَ‏ بِالْغَیْبِ‏ یُؤْ‏ مِنُونَ‏ ال َّذِینَ‏<br />

"Ellezîne yu’minûne bi’l- gaybi ve yukîmûne’s- salâte ve mimmâ razaknâhum<br />

yunfikûn (yunfikûne).: Onlar (takvâ sahibleridir) ki, gaybe (gaybte Allah’a) îmân<br />

ederler, namazlarını kılarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infâk<br />

ederler (başkalarına verirler).” (Bakara 2/3)<br />

ونَ‏ یُوقِنُ‏ ھُمْ‏ وَ‏ بِالآخِرَةِ‏ قَبْلِكَ‏ مِن أُنزِ‏ لَ‏ وَ‏ مَا إِلَیْ‏ كَ‏ أُنزِ‏ لَ‏ بِمَا یُؤْ‏ مِنُونَ‏ وال َّذِینَ‏<br />

"Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik (kablike) ve bi’lâhireti<br />

hum yûkınûn (yûkınûne).: Onlar (takvâ sahibleri) ki, sana indirilene ve<br />

senden önce indirilenlere (bütün semavî kitablara) îmân ederler ve onlar âhirete<br />

yakîn hasıl ederler (yakîn seviyesinde kesin olarak inanırlar).” (Bakara 2/4)<br />

الْمُفْلِحُونَ‏ ھُمُ‏ وَ‏ أُوْ‏ لَئِكَ‏ ر َّ ب ِّھِمْ‏ م ِّن ھُدًى عَ‏ لَى أُوْ‏ لَئِكَ‏<br />

"Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: İşte<br />

onlar, Rab’lerinden bir hidâyet üzeredirler. Ve işte onlar,onlar muflihundurlar<br />

(felâha, kurtuluşa erenlerdir).” (Bakara 2/5)


Kur'ÂN-ı Kerîm'de takvâyı över mâhiyette daha çok âyet vardır.:<br />

كَانَ‏ مَن بِھِ‏ یُوعَظُ‏ ذَلِكُمْ‏ ہللِ َِّ‏ الش َّھَادَةَ‏ وَ‏ أَقِیمُوا م ِّنكُمْ‏ عَدْلٍ‏ ذَوَ‏ يْ‏ اووَ‏ أَشْھِدُ‏ بِمَ‏ عْ‏ رُوفٍ‏ فَارِ‏ قُوھُن َّ أَوْ‏ بِمَ‏ عْ‏ رُوفٍ‏ فَأَمْ‏ سِ‏ كُوھُن َّ أَجَ‏ لَھُن َّ بَلَغْ‏ نَ‏ فَإِذَا<br />

مَخْ‏ رَجًا ل َّھُ‏ یَجْ‏ عَل الله ََّ‏ یَت َّقِ‏ وَ‏ مَن الآْ‏ خِرِ‏ وَ‏ الْیَوْ‏ مِ‏ بِاہلل َّ ِ یُؤْ‏ مِنُ‏<br />

"Fe izâ belagne ecelehunne fe emsikûhunne bi ma’rûfin ev fârikûhunne bi<br />

ma’rûfin ve eşhidû zevey adlin minkum ve ekîmû’ş- şehâdete lillâh (lillâhi),<br />

zâlikum yûazu bihî men kâne yu’minu billâhi ve’l- yevmi’l- âhir (âhiri), ve men<br />

yettekıllâhe yec’al lehu mahraca (mahracen).: Böylece onların (boşadığınız<br />

hanımlarınızın) bekleme süreleri tamamlandığı (iddetleri sona erdiği) zaman artık<br />

onları marufla (örfe uygun olarak güzellikle ve iyilikle) tutun (barındırın) veya<br />

ma’rufla onlardan ayrılın (onları iyilikle serbest bırakın). Ve sizden adalet sahibi<br />

iki kişi şahidlik etsin (şahid olsun). Şahidliği Allah için yapın. Allah’a ve âhir güne<br />

(Allah’a ulaşma gününe) inanan kimseye işte bununla vaazedilir (böyle yapması<br />

istenir). Ve kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, (Allah) ona bir çıkış yeri nasip<br />

kılar.” (Talâk 65/2)<br />

قَدْرًا شَيْ‏ ءٍ‏ لِكُل ِّ الله َّ ُ جَعَلَ‏ قَدْ‏ أَمْرِ‏ هِ‏ بَالِغُ‏ َّاللهَ‏ إِن َّ حَسْبُھُ‏ فَھُوَ‏ الله َّ ِ عَ‏ لَى یَتَوَ‏ ك َّلْ‏ وَ‏ مَن یَحْ‏ تَسِبُ‏ لاَ‏ ثُ‏ حَیْ‏ مِنْ‏ وَ‏ یَرْ‏ زُقْھُ‏<br />

"Ve yerzukhu min haysu lâ yahtesib (yahtesibu), ve men yetevekkel alâllâhi fe<br />

huve hasbuhu, innallâhe bâligu emrihî, kad cealallâhu li kulli şey’in kadrâ<br />

(kadren).: Ve hesap etmediği (aklına gelmeyen) bir yerden onu rızıklandırır. Kim<br />

Allah’a tevekkül ederse, artık ona O (Allah) kâfidir. Muhakkak ki Allah, emrini<br />

(işini) yerine getirendir. Allah herşey için bir kader tayin etmiştir.” (Talâk 65/3)<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, duâlarında Yüce ALLAH'tan çeşitli nimetleri<br />

talep ederken, takvâyı da istemiştir ve bu şekilde duâ etmesiyle, takvânın<br />

önemine ifade etmiştir.<br />

(Muhammed b. Allan es- Sıddîkî, Delilu'l- Fâlihin li turuki Riyazi's- Sâlihin, Mısır<br />

1971, I, 252)<br />

İnsanlar, Hz. Âdem ve Havva'dan çoğalmaları veya her biri bir anne ve babadan<br />

doğmaları itibariyle yaratılışta eşittirler. Bu açıdan soy ve soplarıyla övünmeleri<br />

yersizdir. Çünkü gerçek ve yegâne üstünlük takvâ üstünlüğüdür. Kur'ÂN-ı Kerîm,<br />

bu takvâ üstünlüğünü şöyle ifade eder:<br />

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle<br />

tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki ALLAH yanında<br />

en değerli ve en üstün olanınız, takvâ bakımından en üstün olanınız (ALLAH'tan<br />

en çok korkanınız)dır. Şüphesiz ALLAH bilendir. her şeyden haberi olandır”<br />

خَبِیرٌ‏ عَلِیمٌ‏ الله ََّ‏ إِن َّ أَتْقَاكُمْ‏ الله َّ ِ ‏ِعندَ‏ أَكْرَمَكُمْ‏ إِن َّ لِتَعَارَ‏ فُوا وَ‏ قَبَائِلَ‏ شُعُوبًا وَ‏ جَعَلْنَاكُمْ‏ وَ‏ أُنثَى ذَكَرٍ‏ م ِّن خَ‏ لَقْنَاكُم إِن َّا الن َّاسُ‏ أَی ُّھَا یَا<br />

"Yâ eyyuhân nâsu innâ halaknâkum min zekerin ve unsâ ve cealnâkum şuûben<br />

ve kabâile li teârafû, inne ekramekum indallâhi etkâkum, innallâhe alîmun habîr<br />

(habîrun).: Ey insanlar!. Muhakkak ki Biz, sizi bir erkek ve bir kadından yarattık.<br />

Ve sizi milletler ve kabileler kıldık ki, birbirinizi (soyunuzu, babalarınızı)<br />

tanıyasınız. Muhakkak ki Allah’ın indinde en çok kerim olanınız (ikram olunanınız,<br />

en şerefli olanınız), (ırk ya da soy olarak değil) en çok takvâ sahibi olanınızdır.


Muhakkak ki Allah, en iyi bilen ve haberdâr olandır.” (Hucurât 49/13)<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Vedâ Hutbesinde aynı durumu şöyle izâh<br />

etmiştir: "Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Hepiniz Âdemdensiniz ve<br />

Âdem de topraktandır. ALLAH'ın yanında en üstün olanınız takvâsı en fazla<br />

olanınızdır. Araplarla Arap olmayanların birbirine karşı üstünlüğü ancak takvâ<br />

iledir" buyurdu.<br />

(Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutebi'l- Arab, Mısır 1962, I, 157)<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Arabın Arab olmayana hiç bir üstünlüğü<br />

yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir" buyurdu.<br />

(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411)<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "ALLAH'a karşı takvâ sahibi olmanızı<br />

tavsiye ederim" buyurdu.<br />

(Ebu Davûd, Sünen, 5; Tirmizî, İlim, 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 325)<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "İnsanın Cennete girmesine en çok sebeb<br />

olan şey, onun ALLAH'a karşı duyduğu takvâsıdır" buyurdu.<br />

(Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 392, 442)<br />

Ebu Süfyan'ın naklettiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Herakleios'a<br />

mektup yazdığı zaman, ona: "Gelin sizinle aramızda eşit olan bir kelimede<br />

birleşelim" âyetini yazmıştı. Mücâhid bu kelimenin, takvâ kelimesi olan "Lâ ilâhe<br />

İLLALLAH" olduğunu söylemiştir<br />

(Buharî, Eymân, 19)<br />

Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle<br />

buyurmuştur: “Birbirinize hased etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz halde<br />

diğerini zarara sokmak için bir malı medh edip fiyatını artırma yarışına<br />

kalkışmayın. Birbirinize buğz etmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin.<br />

Sizden bazınız diğer bazınızın alış verişi üzerine alış verişe girişmesin. Ey<br />

ALLAH'ın kulları! Birbirinizle kardeşler olunuz. Müslüman Müslümanın kardeşidir.<br />

Müslüman Müslüman'a zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız<br />

ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takvâ işte budur.” Resûlullah<br />

sallallahu aleyhi vesellem "Takvâ işte budur." sözünü üç defâ tekrarlamış ve her<br />

seferinde de eli ile göğsüne işâret etmiştir.”<br />

(Müslim, Birr, 32; Tirmizî, Birr, 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 325)<br />

Hz. Ömer radiyallahu anhu da takvâ için: "Müminin keremi, takvâsıdır"<br />

buyurmuştur.<br />

(Muvatta, Cihâd, 35)


Takvâ, Kur’ÂN-ı Kerîmimizde Takvâ/Muttakî 38 adet âyet-i celîlede geçmektedir.:<br />

Bakara 2/66,197,237; Mâdie 5/2; A’râf 7/26; Tevbe 9/36,44,108; Hûd 11/49;<br />

Yûsuf 12/57; Ra’d 13/35; Hicr 15/45; Nahl 16/30,31; Meryem<br />

19/13,18,63,72,85,97; TâHâ 20/132; Enbiyâ 21/48; Hacc 22/32,37; Nûr 24/34;<br />

Furkân 25/15,74; Şuarâ 26/90; Kasas 28/83; Zümer 39/33,61; Muhammed<br />

47/15,17; Fetih 48/26; Hucurât 49/3,13; Mücâdele 58/9; Müddesir 74/56; Alak<br />

96/12..<br />

Bir demet Takvâ GÜLDEStesi..:<br />

ونٍ‏ وَ‏ عُیُ‏ جَ َّناتٍ‏ فِي الْمُت َّقِینَ‏ إِن َّ<br />

" İnne’l- muttekîne fî cennâtin ve uyûn (uyûnin).: Muhakkak ki; takvâ sahibleri,<br />

cennetlerin içinde ve pınarlar başındadırlar.” (Hicr 15/45)<br />

تَقِیًّا وَ‏ كَانَ‏ وَ‏ زَكَاةً‏ ل َّدُن َّا م ِّن وَ‏ حَنَانًا<br />

"Ve hanânen min ledunnâ ve zekâten, ve kâne takıyyâ (takıyyen).: Ve<br />

katımızdan ona, sevgi ve zekât (nefs tezkiyesi) (verdik). Ve o, takvâ sahibi oldu.”<br />

(Meryem 19/13)<br />

تَقِیًّا كَانَ‏ مَن عِبَادِنَا مِنْ‏ نُورِ‏ ثُ‏ ال َّتِي الْجَن َّةُ‏ تِلْكَ‏<br />

"Tilke’l- cennetulletî nûrisu min ibâdinâ men kâne takıyyâ (takıyyen).:<br />

Kullarımızdan takvâ sahibi olanları, varis kıldığımız cennet işte budur.” (Meryem<br />

19/63)<br />

ل ُّدًّا قَوْ‏ مًا بِھِ‏ وَ‏ تُنذِرَ‏ الْمُت َّقِینَ‏ بِھِ‏ لِتُبَش ِّرَ‏ بِلِسَانِكَ‏ یَس َّ رْ‏ نَاهُ‏ فَإِن َّمَا<br />

"Fe innemâ yessernâhu bi lisânike li tubeşşire bihi’l- muttakîne ve tunzira bihî<br />

kavmen luddâ (ludden).: Böylece Biz, O’nu (Kur’ÂN-ı Kerim’i) senin lisanınla<br />

kolaylaştırdık. O’nunla, takvâ sahiblerini müjdelemen ve inatçı kavmi uyarman<br />

için.” (Meryem 19/97)<br />

لُوبِ‏ الْقُ‏ تَقْوَ‏ ى مِن فَإِن َّھَا الله َّ ِ شَعَائِرَ‏ یُعَظ ِّمْ‏ وَ‏ مَن ذَلِكَ‏<br />

"Zâlike ve men yuazzım şeâirallahi fe innehâ min takvâ’l- kulûb (kulûbi).: Ve işte<br />

kim, Allah’ın şiârlarına (emirlerine, farzlarına) hürmetle uyarsa bunun sebebi<br />

muhakkak ki onların kalblerinin takvâ sahibi olmasındandır.” (Hacc 22/32)<br />

لِلْمُت َّقِینَ‏ الْجَن َّةُ‏ وَ‏ أُزْ‏ لِفَتِ‏<br />

"Ve uzlifeti’l- cennetu li’l- muttakîn (muttakîne).: Ve cennet, takvâ sahiblerine<br />

yaklaştırıldı.” (Şuarâ 26/90)<br />

الْمُت َّقُونَ‏ ھُمُ‏ أُوْ‏ لَئِكَ‏ بِھِ‏ وَ‏ صَد َّقَ‏ بِالص ِّدْقِ‏ جَاء وَ‏ ال َّذِي<br />

"Vellezî câe bis sıdkı ve saddeka bihî ulâike humu’l- muttakûn (muttakûne).: Ve<br />

hakikât ile gelen (Allah’a ulaşmayı dilemeye dâvet eden) ve onu tasdik edenler<br />

(Allah’a ulaşmayı dileyenler), işte onlar takvâ sahibidirler.” (Zümer 39/33)<br />

تَقْواھُمْ‏ وَ‏ آتَاھُمْ‏ ھُدًى زَادَ‏ ھُمْ‏ اھْ‏ تَدَ‏ وْ‏ ا وَ‏ ال َّذِینَ‏


"Vellezînehtedev zâdehum huden ve âtâhum takvâhum.: Ve onlar ki hidayete<br />

ermişlerdir, (Allah) onların hidayetini artırdı ve onlara takvâlarını verdi.”<br />

(Muhammed 47/17)<br />

Takvâ Ehli/ Muttakî Kul; Elest Bezminde Rabbu’l- âlemine verdiği “KULLUK<br />

SÖZÜ”nde Kavi/ Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü olup, bu Şehâdet Âleminde<br />

isbat ederek, ALLAHu zü’L-CeLÂL’in El İLÂH OLuşunun ŞÂHİDi OLan MuhaMMedî<br />

KULdur..<br />

Muttakî; ALLAH korkusuyla kendini günahlardan uzak tutarak ALLAH'ın azabındân<br />

korunan ve böylelikle ALLAH'tan gereğince sakınan, O'na saygıda kusur etmeyen<br />

kimsedir.<br />

"Muttakî", "vekâ" fiilinin ifti'al babındaki: "ittikâ" kelimesinin ism-i fâilidir. "İttikâ"<br />

ve "takvâ" kelimelerinin kökü, "veka" fiilinin masdarı olan "vikâye"dir. Yine aynı<br />

fiilin "vakyen", "vakıyeten", "tevkıyeten" ve "vikâen" şeklinde "vikâye" ile aynı<br />

mânâya gelen masdarları vardır. Bu masdarların hepsi: "bir şeyi muhafaza<br />

etmek, eziyetten korumak, himâye etmek, zarar verecek şeyden onu sakınmak,<br />

çekinmek" manâsındadırlar.<br />

(Rağıb el-İsfahanî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur’ÂN, İstanbul, sh. 833).<br />

Bu masdarlar aynı zamanda "bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı<br />

korumaya almak" mânâsını da taşırlar.<br />

(İbn Fâris, Mu'cemu Mekayısı'l-Luğa, VI, 131).<br />

"İttikânın esas mânâsı iki şey arasına engel koymaktır ki, “İttikâhu bi't-türsi -<br />

Ondan kalkan ile ittikâ etti” denir. Bunun mânâsı: “O bahsedilen şey ile kendi<br />

arasına kalkanı engel yaptı” şeklinde anlaşılır" der.<br />

(İbn Sîde, el-Muhassas, V, 93).<br />

"İttikâ", vikâyeyi kâbul etmek, diğer bir ifâde ile vikâyeye girmek, yani elem ve<br />

zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice koruma altına almak mânâsınadır.<br />

Buna göre, ittikâ ve onun ismi olan takvâ, lügat itibariyle, kuvvetli bir himâyeye<br />

girmek, korunmak, kendini muhafaza altına almak demek olur.<br />

(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili, I,168).<br />

Aynı mânâyla ilgili olarak, "takî" ve "muttakî" isimleri de takvâ fiilini işleyen,<br />

onunla muttasıf olan kimse demektir.<br />

(İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XV, 401, Ebu'l-Bekâ, Külliyât, 219, el-Matbaatü'l-<br />

Âmire, 1287 (M. 1870).<br />

Câhiliyye devrinde takvâ kelimesinin özü: "hayvan olsun, insan olsun canlı<br />

varlığın, dışarıdan gelecek yıkıcı bir kuvvete karşı kendini savunma davranışı”<br />

mânâsında idi.<br />

(Tashihiko Izutsu, Kur’ÂN'da ALLAH ve İnsan, s. 20)


Kur’ÂN'ın inmesiyle beraber bu kelimenin anlamı genişleyerek kullanıldı.<br />

Bununla birlikte Kur'ÂN-ı Kerîm'de lügat manâsıyla kullanıldığı da olur:<br />

‏ِیمَانَ‏ الد َّارَ‏ تَ‏ بَو َّ ؤُ‏ وا وَ‏ ال َّذِینَ‏<br />

أَنفُسِھِمْ‏ عَ‏ لَى وَ‏ یُؤْ‏ ثِرُونَ‏ أُوتُوا م ِّم َّا حَاجَةً‏ صُدُورِ‏ ھِمْ‏ فِي یَجِدُونَ‏ وَ‏ لاَ‏ إِلَیْ‏ ھِ‏ مْ‏ ھَاجَرَ‏ مَنْ‏ یُحِب ُّونَ‏ قَبْلِھِمْ‏ مِن وَ‏ الإْ‏<br />

الْمُفْلِحُونَ‏ ھُمُ‏ فَأُوْ‏ لَئِكَ‏ نَفْسِھِ‏ شُح َّ یُوقَ‏ وَ‏ مَن خَ‏ صَاصَةٌ‏ بِھِمْ‏ كَانَ‏ وَ‏ لَوْ‏<br />

"Vellezîne tebevveud dâre ve’l- îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcera<br />

ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yu’sirûne alâ<br />

enfusihim ve lev kâne bihim hasâsatun, ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike<br />

humu’l- muflihûn (muflihûne).: Ve onlardan önce (Medine’yi) yurt edinmiş olup<br />

kalplerinde îmân yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler. Ve<br />

onlara verilenlerden (dağıtılan ganimetlerden) dolayı, kendileri onlara muhtaç<br />

olsa bile, gönüllerinde bir hacet (kaygı, haset) bulunmaz. Ve onları kendi<br />

nefslerine tercih ederler (üstün tutarlar). Ve kim nefsini cimrilikten korursa, o<br />

taktirde işte onlar, onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir.” (Haşr 59/9)<br />

الْمُفْلِحُونَ‏ ھُمُ‏ فَأُوْ‏ لَئِكَ‏ نَفْسِھِ‏ شُح َّ یُوقَ‏ وَ‏ مَن لأ ِّ ‏َنفُسِكُمْ‏ خَیْرًا وَ‏ أَنفِقُوا وَ‏ أَطِ‏ یعُوا وَ‏ اسْمَعُوا اسْتَطَعْتُمْ‏ مَا الله ََّ‏ فَات َّقُوا<br />

"Fettekûllâhe mâsteta’tum vesmeû ve etîû ve enfikû hayran li enfusikum, ve men<br />

yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Artık Allah’a karşı<br />

gücünüzün yettiği kadar (en üst seviyede) <strong>takva</strong> sahibi olun. Dinleyin ve itaat<br />

edin! Ve kendiniz için hayır olarak infâk edin (verin). Ve kim nefsinin<br />

cimriliğinden kendini korursa (sakındırırsa), o taktirde işte onlar; onlar felaha<br />

(kurtuluşa) erenlerdir.” (Teğâbun 64/16)<br />

الْمَغْفِرَةِ‏ وَ‏ أَھْلُ‏ الت َّقْوَ‏ ى أَھْلُ‏ ھُوَ‏ الله َّ ُ یَشَاء أَن إِلا َّ یَذْكُرُونَ‏ وَ‏ مَا<br />

"Ve mâ yezkurûne illâ en yeşâallâhu, huve ehlu’t- takvâ ve ehlu’l- magfirati.:<br />

Allah’ın dilediğinden başkası O’nu zikredemez. O (O’nun dilediği kimse), <strong>takva</strong><br />

sahibidir ve mağfiret ehlidir (günahları sevaba çevrilmiş olan kimsedir).”<br />

(Müddessir 74/56)<br />

وَ‏ سُرُورًا نَضْرَةً‏ وَ‏ لَق َّاھُمْ‏ الْیَوْ‏ مِ‏ ذَلِكَ‏ شَر َّ الله َّ ُ فَوَ‏ قَاھُمُ‏<br />

"Fe vekâhumullâhu şerra zâlike’l- yevmi ve lakkâhum nadraten ve surûrâ<br />

(surûran).: Oysa Allah, onları işte böyle bir günün şerrinden korudu. Ve onları,<br />

pırıl pırıl bir yüze ve surura (sevince) kavuşturdu.” (İnsân 76/11)<br />

اللهّ‏ ُ وَ‏ یُحَذ ِّرُكُمُ‏ تُقَاةً‏ مِنْھُمْ‏ تَت َّقُواْ‏ أَن إِلا َّ شَيْ‏ ءٍ‏ فِي اللهِّ‏ مِنَ‏ فَلَیْ‏ سَ‏ ذَلِكَ‏ یَفْعَلْ‏ وَ‏ مَن الْمُؤْ‏ مِنِینَ‏ دُوْ‏ نِ‏ مِن أَوْ‏ لِیَاء الْكَافِرِ‏ ینَ‏ الْمُؤْ‏ مِنُونَ‏ یَت َّخِذِ‏ لا َّ<br />

صِ‏ یرُ‏ الْمَ‏ اللهِّ‏ وَ‏ إِلَى نَفْسَھُ‏<br />

"Lâ yettehizi’l- mu’minûne’l- kâfirîne evliyâe min dûnil mu’minîn (mu’minîne), ve<br />

men yef’al zâlike fe leyse minallâhi fî şey’in illâ en tettekû minhum tukâta<br />

(tukâten), ve yuhazzirukumullâhu nefseh (nefsehu), ve ilallâhi’l- masîr (masîru).:<br />

Mü'minler, mü'minlerden başkasını (yani) kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu<br />

yaparsa, o Allah'dan bir şeyin (rahmet ve fazlın) içinde değildir. Onlardan<br />

korunmanız için sakınmanız (dost olmanız) hariç. Ve Allah, sizi kendisinden<br />

sakındırır (<strong>takva</strong> sahibi olmanızı ister). Ve dönüş Allah'adır” (Âl-i İmrân 3/28)<br />

یُنصَرُونَ‏ ھُمْ‏ وَ‏ لاَ‏ عَدْلٌ‏ مِنْھَا یُؤْ‏ خَذُ‏ وَ‏ لاَ‏ شَفَاعَةٌ‏ مِنْھَا یُقْبَلُ‏ وَ‏ لاَ‏ شَیْئاً‏ ن َّفْسٍ‏ عَن نَفْسٌ‏ تَجْ‏ زِ‏ ي لا َّ یَوْ‏ ماً‏ وَ‏ ات َّقُواْ‏


"Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu minhâ şefâatun<br />

ve lâ yu’hazu minhâ adlun ve lâ hum yunsarûn (yunsarûne).: Ve, bir kimseden<br />

diğer bir kimseye, bir şeyin ödenmeyeceği ve ondan (hiç kimseden) bir şefaatin<br />

kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve onlara yardım<br />

edilmeyeceği günden sakının.” (Bakara 2/48)<br />

یُنصَرُونَ‏ ھُمْ‏ وَ‏ لاَ‏ شَفَاعَةٌ‏ تَنفَعُھَا وَ‏ لاَ‏ عَدْلٌ‏ مِنْھَا یُقْبَلُ‏ وَ‏ لاَ‏ شَیْئاً‏ ن َّفْسٍ‏ عَن نَفْسٌ‏ تَجْ‏ زِ‏ ي لا َّ یَوْ‏ ماً‏ وَ‏ ات َّقُواْ‏<br />

"Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu minhâ adlun ve lâ<br />

tenfeuhâ şefâatun ve lâ hum yunsarûn (yunsarûne).: Kimseden kimseye bir şey<br />

ödenmediği ve onlardan bir fidye (bedel) kabul edilmeyeceği ve kendilerine<br />

şefaatin fayda vermeyeceği ve onlara yardım olunmayacağı bir günden sakının.”<br />

(Bakara 2/123)<br />

Yukarıdaki âyetlerden bazılarında "TAKVÂ" kelimesi hem sözlük anlamıyla<br />

hem de terim anlamıyla kullanılmıştır. İslâmî ıstılahta "İTTİKÂ" ve onun ismi<br />

olan "TAKVÂ" İnsanın kendisini, ALLAH'ın VİKÂYEsine (muhafazasına)<br />

koyarak, âhirette zarar ve eleme sebeb olacak şeylerden titizlikle koruması,<br />

yani günahlardan geri durup hayır olan işlere sarılması, diye târif edilmiştir.<br />

(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dilî, I, sh. 168-169).<br />

Takvâ genel olarak üç mertebe de sınıflandırılmıştır.:<br />

Birinci Mertebe:<br />

Ebedî olarak Cehenneme girme tehlikesinden korunmak için şirkten ittikâ<br />

edip, imâna sarılmaktır. (Elmalılı, I, 169-170).<br />

الت َّقْوَ‏ ى كَلِمَةَ‏ وَ‏ أَلْ‏ زََمھُ‏ مْ‏ الْمُؤْ‏ مِنِینَ‏ عَلَىوَ‏ رَسُولِھِ‏ عَلَى سَ‏ كِ‏ ینَ‏ تَھُ‏ الله َّ ُ فَأَنزَلَ‏ الْجَ‏ اھِلِی َّةِ‏ حَ‏ مِی َّةَ‏ الْحَ‏ مِی َّةَ‏ قُلُوبِھِمُ‏ فِي كَ‏ فَرُوا ال َّذِینَ‏ جَ‏ عَلَ‏ إِذْ‏<br />

عَلِیمًا شَيْ‏ ءٍ‏ بِ‏ كُل ِّ الله َّ ُ وَ‏ كَانَ‏ وَ‏ أَھْ‏ لَ‏ ھَ‏ ا بِھَا أَ‏ حَ‏ ق َّ وَ‏ كَانُوا<br />

"İz cealellezîne keferû fî kulûbihimu’l- hamiyyete hamiyyete’l- câhiliyyeti fe<br />

enzelallâhu sekînetehu alâ resûlihî ve ale’l- mu’minîne ve elzemehum<br />

kelimete’t- takvâ ve kânû e hakka bihâ ve ehlehâ ve kânallâhu bi kulli şey’in<br />

alîmâ (alîmen).: Kâfirler hamiyeti, cahiliye taassubunu kalblerine<br />

yerleştirince, Allah da Resûl’ünün ve mü’minlerin üzerine sekînetini indirdi. Ve<br />

<strong>takva</strong> sözü onlara elzem oldu (hakettiler). Ve onu (<strong>takva</strong> sahibi olmayı), en<br />

çok onlar hakettiler. Ve ona ehil (lâyık) oldular. Ve Allah, herşeyi en iyi<br />

bilendir.” (Feth 48/26)<br />

یَكْسِبُونَ‏ كَانُواْ‏ بِمَا فَأَخَ‏ ذْ‏ نَاھُم كَذ َّبُواْ‏ وَ‏ لَكِن وَ‏ ا لأَ‏ رْ‏ ضِ‏ الس َّمَاء نَم ِّ بَ‏ رَ‏ ‏َكاتٍ‏ عَلَیْھِم لَفَتَحْ‏ نَا وَ‏ ات َّقَواْ‏ آمَنُواْ‏ الْقُرَ‏ ى أَھْ‏ لَ‏ أَ‏ ن َّ وَ‏ لَوْ‏<br />

"Ve lev enne ehlel kurâ âmenû vettekav le fetahnâ aleyhim berekâtin mine’-s<br />

semâi ve’l- ardı ve lâkin kezzebû fe ehaznâhum bimâ kânû yeksibûn<br />

(yeksibûne).: Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup sakınsalardı,<br />

gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden (sayısız) bolluklar (bereketler)<br />

açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle<br />

yakalayıverdik.” (A'râf 7/96)


İkinci Mertebe:<br />

Büyük günâhları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten kendini<br />

alıkoyarak bunların cezâsını Cehennem azabı ile çekme tehlikesine karşı farz<br />

ibâdetleri yerine getirip korunmaktır.:<br />

َ ات َّقُواْ‏ آمَنُواْ‏ ال َّذِینَ‏ أَی ُّ ھَ‏ ا یَا<br />

م ُّسْ‏ لِمُونَ‏ وَ‏ أَن تُ‏ م إِلا َّ ن َّ تَمُوتُ‏ وَ‏ لاَ‏ تُقَاتِھِ‏ حَ‏ ق َّ اللهّ‏<br />

"Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve<br />

entum muslimûn (muslimûne).: Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup<br />

sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, ancak müslüman<br />

olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin.” (Âl-i İmrân 3/102).<br />

Üçüncü Mertebe:<br />

Kalbi, meşgul eden her şeyden temizlenip bütün varlığı ile ALLAH'a yönelip<br />

bağlanmaktır:<br />

(Lütfullah Cebeci, Kur’ÂN'a Göre Takvâ, İstanbul 1985, sh. 48-49, 50).<br />

Buna da Kur’ÂN-ı Kerim'den örnek, yine yukarıda geçen (Âl-i İmrân 3/102)<br />

Ayrıca bu üçüncü mertebe, şu hadislerden de çıkarılmaktadır:<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Kişi, mahzurlu şeyleri yapma<br />

tehlikesine düşmeyeyim diye mahzuru olmayan şeyleri de terk etmedikçe<br />

(gerçek) muttakîler derecesine ulaşamaz" buyurdu.<br />

(Tirmizî, Kıyâmet, 19,4,634; İbn Mâce, Zühd, 24 (2/1409).<br />

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Kul, vicdanı rahatsız eden Şeyi terk<br />

etmedikçe "takvâ"nın hakikâtine eremez" buyurdu.<br />

(Buhârî, İman, (1/6))<br />

Tüm peygamberlerimizin insanları ilk dâvet ettikleri husus, ALLAH<br />

celle celâlihu'dan İTTİKÂ etmek olmuştur ve takvâ-muttakî özellikleri<br />

açıklanmıştır:<br />

تَت َّقُونَ‏ أَلاَ‏ نُوحٌ‏ أَ‏ خُوھُ‏ مْ‏ لَھُمْ‏ قَالَ‏ إِذْ‏<br />

" İz kâle lehum ahûhum nûhun e lâ tettekûn(tettekûne).: Onların kardeşi Nuh<br />

(A.S) onlara: “Takva sahibi olmuyor musunuz?” demişti.” (Şuarâ 26/106)<br />

تَت َّقُونَ‏ أَلاَ‏ ھُودٌ‏ أَ‏ خُوھُ‏ مْ‏ لَھُمْ‏ قَالَ‏ إِذْ‏<br />

" İz kâle lehum ahûhum hûdun e lâ tettekûn(tettekûne).: Onların kardeşi Hud<br />

(A.S) onlara: “Siz <strong>takva</strong> sahibi olmayacak mısınız (Allah’a ulaşmayı<br />

dilemeyecek misiniz)?” demişti.” (Şuarâ 26/124)<br />

تَت َّقُونَ‏ أَلاَ‏ صَالِحٌ‏ أَ‏ خُوھُ‏ مْ‏ لَھُمْ‏ قَالَ‏ إِذْ‏<br />

" İz kâle lehum ahûhum sâlihun e lâ tettekûn(tettekûne).: Onların kardeşi<br />

Salih (A.S) da onlara: “Siz <strong>takva</strong> sahibi olmayacak mısınız (Allah’a ulaşmayı<br />

dilemeyecek misiniz)?” demişti.” (Şuarâ 26/142)


تَت َّقُونَ‏ أَلاَ‏ شُعَیْبٌ‏ لَھُمْ‏ قَالَ‏ إِذْ‏<br />

" İz kâle lehum şuaybun e lâ tettekûn(tettekûne).: Şuayb (A.S) onlara: “Siz<br />

<strong>takva</strong> sahibi olmayacak mısınız (Allah’a ulaşmayı dilemeyecek misiniz)?”<br />

demişti.” (Şuarâ 26/177)<br />

الْمُت َّقُونَ‏ ھُمُ‏ أُوْ‏ لَئِكَ‏ بِھِ‏ وَ‏ صَد َّقَ‏ بِالص ِّدْ‏ قِ‏ جَاء وَ‏ ال َّذِي<br />

" Vellezî câe bis sıdkı ve saddeka bihî ulâike humul muttakûn( muttakûne).:<br />

Ve hakikat ile gelen (Allah’a ulaşmayı dilemeye davet eden) ve onu tasdik<br />

edenler (Allah’a ulaşmayı dileyenler), işte onlar <strong>takva</strong> sahibidirler.” (Zümer<br />

39/33)<br />

وَ‏ آتَى وَ‏ الن َّبِی ِّینَ‏ وَ‏ الْكِتَابِ‏ ةِ‏ وَ‏ الْمَلآئِكَ‏ الآخِرِ‏ وَ‏ الْیَوْ‏ مِ‏ بِاہللّ‏ ِ آمَنَ‏ مَنْ‏ الْبِر َّ وَ‏ لَكِن َّ وَ‏ الْمَغْرِ‏ بِ‏ الْمَشْرِ‏ قِ‏ قِبَلَوُ‏ جُ‏ وھَ‏ كُ‏ مْ‏ تُوَ‏ ل ُّواْ‏ أَ‏ ن الْبِر َّ ل َّیْسَ‏<br />

وَ‏ الْمُوفُونَ‏ الز َّكَاةَ‏ وَ‏ آتَى الص َّلاةَ‏ وَ‏ أَ‏ قَامَ‏ الر ِّقَابِ‏ وَ‏ فِي وَ‏ الس َّآئِلِینَ‏ الس َّبِیلِ‏ وَ‏ ابْنَ‏ وَ‏ الْمَسَاكِینَ‏ وَ‏ الْیَتَامَى الْقُرْ‏ بَ‏ ى ذَوِيحُ‏ ب ِّھِ‏ عَلَى الْمَالَ‏<br />

الْمُت َّقُونَ‏ ھُمُ‏ وَ‏ أُولَئِكَ‏ صَدَ‏ قُوا ال َّذِینَ‏ أُولَئِكَ‏ الْبَأْسِ‏ وَ‏ حِینَ‏ والض َّر َّاء الْبَأْسَاء فِي نَ‏ وَ‏ الص َّابِرِ‏ ی عَاھَدُواْ‏ إِذَا بِعَھْدِھِمْ‏<br />

"Leysel birre en tuvellû vucûhekum kıbele’l- maşrıkı ve’l- magrıbi ve lâkinne’lbirre<br />

men âmene billâhi ve’l- yevmi’l- âhırı ve’l- melâiketi ve’l- kitâbi ve’nnebiyyîn<br />

(nebiyyîne), ve âte’l- mâle alâ hubbihî zevil kurbâ ve’l- yetâmâ ve’lmesâkîne<br />

vebne’s- sebîli, ves sâilîne ve fî’r- rıkâb (rıkâbi), ve ekâme’s- salâte<br />

ve âte’z- zekât (zekâte), ve’l- mûfûne bi ahdihim izâ âhed (âhedû), ve’ssâbirîne<br />

fî’l- be’sâi ve’d- darrâi ve hîne’l- be’si ulâikellezîne sadakû, ve ulâike<br />

humu’l –muttekûn (muttekûne).: Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz<br />

(hakiki îmânı yansıtan) BİRR (ebrar kılacak davranış biçimi) değildir. Lâkin<br />

birr, kişinin, Allah’a, yevm’il âhire (Allah’a ulaşılan sonraki güne, hidayet<br />

gününe, vuslat gününe) meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îmân etmesi ve<br />

sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sahiplerine) yetimlere, miskinlere<br />

(çalışamaz durumda olan ihtiyarlara), yolda kalmış yolculara, isteyen<br />

(muhtaçlara), köle ve (kurtulmaları için) esirlere vermesi ve namazı kılması,<br />

zekâtı vermesidir. Ve (Allah’a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahdlerine<br />

vefa edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde<br />

sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (<strong>takva</strong> sahibi<br />

olanlardır).” (Bakara 2/177)<br />

Kur’ÂN-ı Kerim'de birçok yerde SIDK ile TAKVÂ birbiriyle çok sıkı<br />

ilişkili olarak kullanılmıştır. Öyle ki SIDKı tasdik etmek başlıbaşına<br />

muttakînin tanımı olmuştur.:<br />

وَ‏ ات َّقَى أَعْ‏ طَ‏ ى مَن فَأَم َّا<br />

"Fe emmâ men a’tâ vettekâ. : Fakat kim verdi (infâk etti) ve <strong>takva</strong> sahibi<br />

oldu ise.” (Leyl 92/5)<br />

بِالْحُ‏ سْ‏ نَى وَ‏ صَد َّقَ‏<br />

"Ve saddeka bi’l- husnâ.: Ve en güzel olanı (Lâ ilahe İllAllah sözünü)<br />

doğrularsa,” (Leyl 92/6)


لِلْیُسْ‏ رَ‏ ى فَسَ‏ نُیَس ِّ رُهُ‏<br />

"Fe se nuyessiruhu li’l- yusrâ.: Biz, onu, (Allah’ın razı olacağı) en kolay yola<br />

hazırlarız.” (Leyl 92/7)<br />

َ ات َّقُواْ‏ آمَنُواْ‏ ال َّذِینَ‏ أَی ُّ ھَ‏ ا یَا<br />

الص َّادِقِینَ‏ مَعَ‏ وَ‏ كُونُواْ‏ اللهّ‏<br />

"Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn (sâdikîne).: Ey<br />

iman edenler, Allah'tan sakının ve doğru (sâdık)larla birlikte olun.” (Tevbe<br />

9/119)<br />

م ِّنَ‏ وَ‏ رِ‏ ضْوَ‏ انٌ‏ م ُّطَھ َّرَةٌ‏ وَ‏ أَ‏ زْ‏ وَ‏ ا جٌ‏ فِیھَا خَالِدِینَ‏ ا لأَنَْھا رُ‏ تَحْ‏ تِھَا مِن تَجْ‏ رِ‏ ي جَن َّاتٌ‏ رَب ِّھِمْ‏ عِندَ‏ ات َّقَوْ‏ ا لِل َّذِینَ‏ ذَلِكُمْ‏ م ِّن بِخَیْرٍ‏ أَؤَُنب ِّ ئُ‏ كُ‏ م قُلْ‏<br />

بِالْعِبَادِ‏ بَصِ‏ یرٌ‏ وَ‏ اللهّ‏ ُ اللهّ‏ ِ<br />

"Kul e unebbiukum bi hayrın min zâlikum, lillezînettekav inde rabbihim<br />

cennâtun tecrî min tahtıhe’l- enhâru hâlidîne fîhâ ve ezvâcun mutahharatun<br />

ve rıdvânun minallâh (minallâhi), vallâhu basîrun bi’l- ıbâd (ıbâdi).: De ki:<br />

"Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takva sahibi olanlar için,<br />

Rabb'lerinin katında, içinde devamlı kalacakları, altından nehirler akan<br />

cennetler, temiz eşler ve Allah'ın rızası vardır." Allah kullarını en iyi<br />

görendir.”: (Âl-i İmrân 3/15) vasfı yer alır.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!