Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
NÂRdan<br />
NÛRa..<br />
TEVHİDî TAKVÂ NEdir?.<br />
MUHAMMEDî MUTTAKî KİMdir?.<br />
E u Z u B e S M E L e ->İLe<br />
CÜMMLe KeLÂM DOLar DİLe<br />
MuhaBBettendir>MuhaMMed<br />
MuhaMMeddendir MuhaBBett<br />
SEVenSEViLen-Le ->BİLe!.<br />
BİRR-ü-TAKVÂ EBRÂRın BİL!<br />
HAKK-u-HAYRın EHYÂRın BİL!<br />
->TEBDiL EYyLe >EBBÂLın BİL!<br />
EL HÜRRü’L- HAKk EHRÂRın BİL!.<br />
ZEVK 8146<br />
SüNNetuLLAH ->GÜBREden ->GÜL!.. ->İNKÂRdan ->İKRÂR GEÇİŞi<br />
ŞEYtÂN’ın ->MüsLümÂN Etmek ->Hizbü’ş- ŞeYtÂN ->HizbuLLAH İŞi<br />
RABB SÖZü ->RASÛLün SESi<br />
KUL-ÜMMet ->TAKVÂ NEFESi<br />
->Kur’ÂNu’L- K e R î M -in ->OKU!. ->M Ü K E R R E M KIL!.ınan KİŞi..<br />
14.05.17 13:01<br />
brsbrsm.. tktktrstkkmdhyydstt..<br />
->TESLiM OL >ReSûLuLLAHa<br />
KAViy OL!sun SÖZün >SAKın!.<br />
->EL ->ELe ->ELin ->ALLAH’a<br />
->“TEVHiDuLLAH TÂCI”n SAKın!.<br />
celle celâlihu..<br />
sallallahu aleyhi vesellem…
El KeRîMu:<br />
MÜKERREM: EL Kerîm olan ALLAHu zü’L- CeLÂL’in hürmet ve tâzime Lâzım ve<br />
Lâyık kıldığı, ikram olunmuş, muhterem ve kerim olan kişi..<br />
EBDÂL-lar: En Bedel olanlar, tebdil olanlar. Büdelâlar. AŞK u CEZBe Ehlidirler.<br />
EBRÂR-lar: En Birr Olanalar, özü-sözü dosdoğru-en İYİler… Birr u Takvâ, ZüHD<br />
ü TaKVâ Ehlidirler.<br />
AHYÂR-lar: En Hayırlılar, En zor yolun Rehberleri. SıDK u HuŞû Ehlidirler.<br />
AHRÂR-lar: En HüRRler, halka karşı fütursuzlar. Havf u Recâ Ehlidirler..<br />
SüNNetuLLAH ->GÜBREden>GÜL!.<br />
--->İNKÂRdan --->İKRÂR GEÇİŞ!.:<br />
ALLAHu zü’L-CeLÂL’imizin bizleri İnsÂN Sûret/Dış-Afâk-Yüz ve Sîret/İç-Enfüs-<br />
ÖZünde yaratıp, bu Şehâdet Şehrinde İmkÂNlarıyla, KuLLuk İmtihÂNı<br />
Takdiri/Kaderi.. İsyÂN ve İtâatı.. EŞkiyâLık Şekvâsı ve EVLiyâLık Takvâsı..<br />
TEKe TEK TERAS TEKKemde, bu gün de, Yüce CÂN BAĞımız Kur’ÂN-ı<br />
Kerîmimizde; İnsÂN.. Kaderi.. BiRRi.. ve Takvâsı..na ->CÂN ALıcı gÖZLe BAKmak<br />
DİLedi DELi GÖNLüm..<br />
EL HaMDu LiLLâHi RaBBi’l- ÂLeMîNn!.<br />
ِنسَانُ قُتِلَ<br />
أَكْفَرَهُ مَا الإْ<br />
"Kutile’-l insânu mâ ekferahu.: İnsan kahroldu (ALLAH’ın Rahmeti’nden kovularak<br />
kendini mahvetti), o ne kadar çok nankör.” (Abese 80/17)<br />
خَ لَقَھُ شَيْ ءٍ أَي ِّ مِنْ<br />
"Min eyyi şey’in halakahu.: (ALLAH) onu hangi şeyden yarattı?” (Abese 80/18)<br />
فَقَد َّرَهُ خَ لَقَھُ ن ُّ طَْفةٍ مِن<br />
"Min nutfetin, halakahu fe KADDERahu: Nutfeden (bir damladan onu yarattı),
sonra da ona kader tayin etti (gelişimini (DNA’larını) programladı ve ömür<br />
TAKDiR/tâyin etti).” (Abese 80/19)<br />
تَقْدِیرًا فَقَد َّرَهُ شَيْ ءٍ كُل َّ وَ خَلَقَ لْكِ الْمُ فِي شَرِ یكٌ ل َّھُ یَكُن وَ لَمْ وَ لَدً ا یَت َّخِذْ وَ لَمْ وَ الأْ َرْ ضِ الس َّ مَاوَ اتِ مُلْكُ لَھُ ال َّذِي<br />
"Ellezî lehu mulku’s- semâvâti ve’l- ardı ve lem yettehız veleden ve lem yekûn<br />
lehu şerîkun fî’l- mulki ve halaka kulle şey’in fe KADDERahu takdîrâ (takdîren).:<br />
O (ALLAH) ki; göklerin ve yeryüzünün mülkü, O’nundur. Ve O, çocuk<br />
edinmemiştir. Mülkte, O’nun şeriki (ortağı) olmamıştır. Ve herşeyi, O yarattı<br />
sonra da onların kaderini TAKDİR etti.” (Furkân 25/2)<br />
الْعَلِیمِ الْعَزِ یزِ تَقْدِیرُ ذَلِكَ وَ حِفْظًا بِمَصَابِیحَ الد ُّنْیَا ءالس َّ مَ وَ زَی َّن َّا أَمْرَھَا سَمَاء كُل ِّ فِي وَ أَوْ حَى یَوْ مَیْنِ فِي سَ مَ اَواتٍ سَبْعَ فَقَضَ اھُن َّ<br />
"Fe kadâhunne seb’a semâvâtin fî yevmeyni ve evhâ fî kulli semâin emrehâ ve<br />
zeyyennâ’s- semâe’d- dunyâ bi mesâbîha ve hıfzâ (hıfzen), zâlike TAKDÎRu’lazîzi’l-<br />
alîm (alîmi).: Böylece onları iki günde yedi kat gök olarak kaza etti<br />
(yarattı, tamamladı). Her gök katına kendi emrini vahyetti. Ve dünya semasını<br />
kandillerle muhafaza ederek süsledik. İşte bu, Azîz ve Alîm olan (ALLAH’ın)<br />
TAKDİRidir.” (Fusilet 41/12)<br />
تَفْضِ یلاً خَ لَقْنَا م ِّم َّنْ كَثِیرٍ عَ لَى وَ فَض َّ لْنَاھُمْ الط َّی ِّبَاتِ م ِّنَ وَ رَزَ قْنَاھُم وَ الْبَحْ رِ الْبَر ِّ فِي وَ حَمَلْنَاھُمْ آدَ مَ نِيبَ كَر َّ مْ نَا وَ لَقَدْ<br />
"Ve lekad KERREMnâ benî âdeme ve hamelnâhum fî’l- berri ve’l- bahri ve<br />
razaknâhum mine’t- tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesîrin mimmen halaknâ<br />
tafdîlâ (tafdîlen).: Ve andolsun ki; Âdemoğlunu KEREM SAHİBİ<br />
(Mükerrem/Şerefli) kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helâl<br />
şeylerden rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın çoğundan fazilet (açısından)<br />
üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)<br />
El Kerîm celle celâlihu olan ALLAHu zü’L-CeLÂL’imiz, biz Âdemoğullrını<br />
Mükerrem/Kerem Sahibi (şerefli) kıldığını buyurarak, Hilâfet TÂCımızın TAKVÂ<br />
OLduğunu HATIRLAcaktır..<br />
عَلِیمٌ بِھِ اللهَّ فَإِن َّ شَيْ ءٍ مِن تُنفِقُواْ وَ مَا ونَ تُ ِحب ُّ مِم َّا تُنفِقُواْ حَت َّى الْبِر َّ تَنَالُواْ لَن<br />
''Len tenâlû’l- BİRRe hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn, ve mâ tunfikû min şey’in fe<br />
innallâhe bihî alîm: Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla İYİLİĞE<br />
eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz ALLAH onu bilir.” (Âl-i İmrân 3/92)<br />
ر َّ ب ِّھِمْ م ِّن فَضْلاً یَبْتَغُونَ الْحَ رَامَ الْبَیْتَ آم ِّینَ وَ لا الْقَلآئِدَ وَ لاَ الْھَدْيَ وَ لاَ الْحَرَامَ الش َّھْرَ وَ لاَ اللهِّ شَعَآئِرَ تُحِل ُّواْ لاَ آمَنُواْ ال َّذِینَ أَی ُّھَا یَا<br />
وَ لاَ وَ الت َّقْوَ ى الْبر ِّ عَ لَى وَ تَعَاوَ نُواْ تَعْتَدُواْ أَن الْحَ رَامِ الْمَسْجِدِ عَنِ صَد ُّوكُمْ أَن قَوْ مٍ شَنَآنُ یَجْ رِ مَن َّكُمْ وَ لاَ فَاصْ طَادُواْ حَ لَلْتُمْ ذَاوَ إِ وَ رِ ضْوَ انًا<br />
الْعِقَابِ شَدِیدُ اللهَّ إِن َّ اللهَّ وَ ات َّقُواْ وَ الْعُدْوَ انِ الإِثْمِ عَ لَى تَعَاوَ نُواْ<br />
"Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tuhıllû şeâirallâhi ve lâ’ş- şehra’l- harâme ve lâ’lhedye<br />
ve lâ’l- kalâide ve lâ âmmîne’l- beyte’l- harâme yebtegûne fadlan min<br />
rabbihim ve rıdvânâ (rıdvânen) ve izâ haleltum fastâdû ve lâ yecrimennekum<br />
şeneânu kavmin en saddûkum anil mescidi’l- harâmi en ta’tedû, ve teâvenû alâ’l-<br />
BİRRi ve’t- TAKVÂ ve lâ teâvenû alâ’l- ismi vel udvâni vettekullâh (vettekullâhe)<br />
innallâhe şedîdu’l- ıkâb (ıkâbi).: Ey imân edenler, ALLAH'ın şiarlarına, haram olan<br />
ay'a, kurbanlık hayvanlara, (onlardaki) gerdanlıklara ve Rablerinden bir fazl ve<br />
hoşnutluk isteyerek Beyt-i Haram'a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan
çıktınız mı artık avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı<br />
bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İYİLİK ve TAKVÂ<br />
konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve ALLAH'tan<br />
korkup sakının. Gerçekten ALLAH (cezâ ile) sonuçlandırması pek şiddetli<br />
olandır..” (Mâide 5/2)<br />
Takvâ: Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram<br />
olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek..<br />
MuhaMmedî MeLÂMet Tasavvufunda ise Takvâ; İnsÂN OLuşumuzun İlk Adımı<br />
Bezm-i Elest’te RaBBi’l- ÂLeMîN’e VERdiğimiz “BeLÂ/BiLâkis RABBımızsın!.”<br />
SÖZümüzde Kaviy/sağlam-GÜVENiLir OLuşumuzdur..<br />
Müttakî: Ehl-i takvâ. İttikâ eden. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini<br />
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in sevmediği fena şeylerdan koruyan.<br />
MuhaMmedî MeLÂMet Tasavvufunda ise Müttakî, MuhaMMedî Mezheb ve Mecrâsı<br />
sağlam olan KuLdur..<br />
BiRR: Temizlik. Günahtan çekinmek. Takvâ. İn'âm ve ihsan etme. Amel-i sâlih,<br />
iyi amel. Koyunu sevketmek. Gönül, kalb.<br />
MuhaMmedî MeLÂMet Tasavvufunda ise BiRR, Şahdamar/RasûLî ve en Özdeki<br />
AKRABA-Yakın RABBî İLE-BİLE-Liktir..<br />
Rahîmiyet Birri Takvâsını.. Berri var ya berri, Ebrâr.. bu Rahîmiyetten doğan bu<br />
salâvâtullahı.. ALLAHın öyle bir salâvâtı ki el ele, Ebrârların salâvâtlarıdır..<br />
Ebrârların ve Muharrabin Meleklerin, en yakın melekliyetin de salâvâtıdır..<br />
Harikâ şeylerdir düşünebiliyor musunuz Berri’r- Rahîm, Berri’r- Rahmân değil<br />
bunu anlatmaya çalışıyorum.. “BiRR” var ya bu Birr, RuBuBiyet-RuSûLiyet<br />
BİLElikleri.. İnsanın ey yakınındakini Zâhir/RuSûLî ve Bâtın/RABbî yakınlaşması..<br />
ve bunun Rubibiyetten oluşu..<br />
BiRR.. El BERR celle celâlihu esmâ’sının, NûR-u Mîm Semâsından RAHmet<br />
yansıması..<br />
El Berru:
TaKVâ.. El Kavîyyu celle celâlihu esmâ’sının, NûR-u Mîm Semâsından RAHmet<br />
yansıması..<br />
El Kavîyyu:<br />
Takvâ ->LÜBBü’L- LÜBB ->ÖZün >ÖZü EHLinin; her ÂNda Şe’ÂNda,<br />
MuhaMMMedî Mi’RÂC RÜCÛ’su YOLU ve YOLLUK’udur..<br />
فَإِن َّ وَ تَ زَو َّ دُ واْ اللهّ ُ یَعْ لَمْ ھُ خَیْرٍ مِنْ تَفْعَلُواْ وَ مَا الْحَج ِّ فِي جِدَالَ وَ لاَ فُسُوقَ وَ لاَ رَفَثَ فَلاَ الْحَج َّ فِیھِن َّ فَرَضَ فَمَن م َّعْ لُومَاتٌ أَشْھُرٌ الْحَج ُّ<br />
الأَلْبَابِ أُوْ لِي یَا وَ ات َّقُونِ الت َّقْوَ ى الز َّادِ خَیْرَ<br />
"El haccu eşhurun ma’lûmât (ma’lûmâtun), fe men farada fîhinne’l- hacca fe lâ<br />
refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fî’l- hacc (haccı), ve mâ tef’alû min hayrın<br />
ya’lemhullâh (ya’lemhullâhu), ve tezevvedû fe inne hayra’z- zâdi’t- TAKVÂ,<br />
vettekûni yâ ULÎ’L- ELBÂB (elbâbi).: Hac, bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o<br />
aylarda), (ihrama girerek) haccı (kendine) farz edinirse, artık hacta kadına<br />
yaklaşmak (ve benzeri davranışlar), fâsıklık (günaha sapmak), cedelleşmek<br />
(sürtüşmek, kavga etmek) yoktur. Siz hayırdan ne yaparsanız ALLAH onu bilir.<br />
Ve (hayırlarla) (kendinize) azık hazırlayın. Fakat azığın en hayırlısı muhakkak ki
takvâ sahibi olmaktır. Ve ey ULÛ’L- ELBAB! Bana karşı TAKVÂ sahibi olun.”<br />
(Bakara 2/197)<br />
TAKVÂ Kelimesinin Sözlük Anlamları ve Etimolojisi:<br />
”ىوقتلا/Takvâ“ kelimesi, dilimize Arapça’dan geçmiş olan bir kelimedir. Bu<br />
kelimenin Türkçe sözlüklerdeki karşılığına baktığımızda, söz konusu kelimenin,<br />
birbirine yakın anlamlar verilerek tanımlandığını görüyoruz.<br />
Meselâ Şemseddin Sâmî, “takvâ”yı, ALLAHu zü’L- CeLÂL’den korkup, yasaklanan<br />
şeylerden çekinme, perhizkârlık, zühd” (Sâmî, 1317, s.427) diye açıklarken;<br />
Ferit Devellioğlu ise “takvâ” kelimesini: “ALLAHu zü’L- CeLÂL’den korkma,<br />
ALLAHu zü’L- CeLÂL korkusuyla dînin yasak ettiği şeylerden kaçınma”<br />
(Devellioğlu, F. 1980, s.1229) şeklinde, “ehl-i takvâ”yı da: “dînin yasak ettiği<br />
şeylere sımsıkı bağlı kalan veyâ kalanlar” diye tanımlamaktadır.<br />
Bu tanımlar; kısmen doğru olsalar da, “Takvâ” kelimesinin içinde bulunan anlam<br />
derinliğini ve zenginliğini yansıtmaktan uzaktır.<br />
türevidir. : Ve-Ka-Ye” kökünün bir ى -ق-/ و “ Arapça’da ”Takvâ/ىوقتلا“ kelimesi,<br />
Dolayısıyla bu kökün sözlüklerdeki anlamlarını öncelikle görmemizde fayda<br />
vardır: Arapça “ و يقو / ةياقو -ىقي-يقو Ve kâ, yekî, vakyun ve vikâyetun”: Aslı “vakyâ”<br />
dır. “Vav” harfi “Tuklân” ve “Tucah” gibi “ta” harfine; “ya” harfi de “Bakvâ” gibi<br />
“vav” harfine dönüşmüştür. Nefsi korkulacak şeylerden muhafazaya alıp<br />
korumaktır. (Elmalılı, 1979).<br />
Bir şeyi korumak, bir şeyi bir şeye karşı korumak, himaye etmek, bir şeyi diğer<br />
طرف Sıyâne/ bir şeyden iyi bir şekilde korumak, korumada aşırı gitmek (Fertu’s-<br />
sakınmak, ictinâb etmek; bu anlamdan hareketle bir kadının çarşafı ile ةنايصلا<br />
saçlarını bir birinden ayıran, saçların çarşafa doğrudan değmesine engel olmak
sûretiyle hem çarşafı kirlenmekten koruyan, hem de saçların çarşaftan dışarı<br />
çıkmasını önleyen başörtüsüne veya bez parçasına “ ةارلما ةياقو ” denmiştir.<br />
Bir şeyi düzeltmek, ıslah etmek Nitekim bu anlamda Arapça’da bir deyimsel ifade<br />
vardır: “ كعلظ ىلع ق ” yani “kendine dikkat et, kendi ayıbından sakın!” demektir. Bu<br />
ifadede geçen “ / ق Kı ”; “Vikâye”den emr-i hâzırdır. İnsanın kendisinin haricinde<br />
aksayarak giden birine bakıp, aynı kusurdan kendisini korumasına yönelik bir<br />
emirdir. Bundan da kasıt şudur: “İnsanlar arasında ayıplanan bir şeyle meşhur<br />
olma!”demektir. Ya da “kendi maslahatını/menfaatini koruyup düzelttikten/ıslah<br />
ettikten sonra başkasının işleriyle meşgul ol” anlamındadır.<br />
engelleme; :Vikâye/ةياقولا Koruma, himaye, tedbir, önlem, tehlikeyi savma,<br />
korunmak. Vikâye min: Bir şeye karşı savunma; Hastalıktan نم ةياقولا<br />
tabaka. /Vikâye: Koruyucu ةياقولا<br />
Koruyucu, :Vikâî/ئاقولا<br />
hekimlik. /et-Tıbbu’l-Vikâî: Koruyucu ئاقولا بطلا<br />
Etkıyâ’: ALLAHu zü’L- CeLÂL’e karşı gelmekten ءايقتا/ Tekıyyun/ىقت çoğulu<br />
sakınarak, harama helâla dikkat eden, muttakî.<br />
etmek. :Takıyyetun/ةيقت Sakınmak, ictinâb<br />
kollayan. :Vâkin/قاو Koruyan, muhafaza eden, koruyucu, himaye eden, hâmi,<br />
tabaka. :Vâkıye/ةيقاو Koruyucu, koruyucu kabuk,<br />
:Muttakin/قتم Muttakî, ALLAHu zü’L- CeLÂL’a karşı gelmekten sakınmak sûretiyle<br />
davranışlarına, helâl ve harama dikkat eden.<br />
Dikkat edilirse, kelimenin kökünde “korkmak” değil, “korumak, korunmak,<br />
himaye etmek, sakınmak, ictinâb etmek” anlamı vardır. Dolayısıyla “ ى -ق - و /Ve-<br />
Ka-Ye” kökünün ilk anlamı “korumak ve sakınmak”tır. Diğer bir deyişle “Takvâ”<br />
kelimesinin odak kelimesi/focus word’ü “korumak, sakınmak”tır.<br />
Takvâ, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in vikâyesine (korumasına) girmek, emrini tutup<br />
azabından korunmaktır. Elmalılı’nın tespitlerine göre takvâ, sebebin müsebbebine<br />
bağlılığı türünden olarak, takvâ için en gerekli kelime “korumaktır.” Takvâ, takvâ<br />
ehlinin kelimesi, korunanların alameti olan kelimedir. Takvâ kelimesi takvânın aslı<br />
demek olur. Birçoklarına göre takvâ sözünden murad, tevhid ve şehadet<br />
sözleridir. Takvâ aynı zamanda fücûr kelimesinin zıddıdır. Nefsi kurtarmanın,<br />
ALLAHu zü’L- CeLÂL’in korumasında fenalıktan korunmanın ismidir. Sonucu<br />
korunmak olan hayır, iyilik, itaati kapsar. Bazen “korku”ya takvâ denilir olmuştur.<br />
Dinde iki anlamda kullanılır. Birincisi, sonunda âhirette zararlı olandan sakınıp<br />
korunmak demektir. Bunun eksiği ve fazlayı kabul eden geniş bir sahası vardır.<br />
En aşağısı cehennemde ebedî kalmaya neden olacak şirkten uzak kalmaktır. En<br />
yükseği de bütün duyularıyla ALLAHu zü’L- CeLÂL’e yönelme ve O’nun<br />
korumasına girmektir. Hakîkî takvâ budur. İkincisi ise, dinde bilinen özel anlamı<br />
vardır ki, mutlak olarak takvâ denildiğinde ve karine bulunmadığında maksat bu<br />
olur. Nefsi günahtan korumaktır. Bunun içinde nefsi büyük günahlardan korumak<br />
özellikle gereklidir. Takvâlı olabilmek için, korunulması gereken günahları bilmek<br />
önemlidir. İlim olmadan takvâ olmaz. (Elmalılı, 1979, c.VI, s.4434, 4479).
Nefsi günahlardan korumanın yolu haramı terkle olur; haramı terk de, en azından<br />
şüpheli şeyleri bırakmakla gerçekleşebilir.<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir hadîs-i şeriflerinde: “Helâl belli, haram<br />
da bellidir; fakat bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır; bu nedenle şüphelerden<br />
korunan dînini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düşen, harama düşer. Nasıl<br />
koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarından her an koruluğa girme<br />
ihtimali varsa, haberiniz olsun ki, her melikin korusu vardır; ALLAHu zü’L-<br />
CeLÂL’in korusu da haramlardır.” buyurmuştur<br />
(Buhârî, Buyû’ 2; Muslim, Musâkât 107; Ebû Dâvûd, Buyû’ 3).<br />
Birgivî, bu hadîs-i şerif’i naklettikten sonra der ki: (Takvâ’nın) sözlük mânâsı,<br />
dinde mümkün olduğu kadar geçerlidir. Aşırı korumanın mânâsı ise küçük<br />
günahlardan ve şüpheli şeylerden bile korunmayı, sakınmayı gerektirir. Fakat bu<br />
zamanda şüpheli şeylerin hepsinden korunmak/sakınmak mümkün değildir. Onun<br />
için harama yakın olan şüphelerden başkası hariç olur. İbadet ve itaat, güç<br />
yetirilebilen miktar ve ölçüdür. O halde takvânın meydana gelmesinde her bir<br />
haramdan, bir de harama yakın bir kerahatle mekruh olanlardan kaçınmak gereği<br />
ortaya çıkmış olur. (Elmalılı, 1979, c.VI, s.4480)<br />
Kur'ÂN-ı Kerîm’de “Hudûdullâh” yani “ALLAHu zü’L- CeLÂL’in sınırları”ndan söz<br />
edilir ki, işte bu, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in içinde kalınmasını emrettiği korusunun<br />
sınırlarıdır. Mü’minlere sürekli olarak “ALLAHu zü’L- CeLÂL’in sınırlarını aşmayın!”<br />
değil, “ALLAHu zü’L- CeLÂL’in sınırlarına yaklaşmayın!”diye emredilir.<br />
Yaklaşıldığında sınırların aşılması her zaman mümkündür. İşte bu şekilde,<br />
ALLAHu zü’L- CeLÂL’in çizdiği sınırları a şma korkusuyla bu sınırlara<br />
yaklaşmamak, nefsi bu sahada korumak ve sınıra yaklaştırmamak, takvâdır.<br />
(Ünal, 1999, s.483)<br />
Hz. Ömer, Ubeyy b. Ka’b’a “Takvâ <strong>nedir</strong>?” diye sorar. Ubeyy: “Dikenli yolda hiç<br />
yürümedin mi?” şeklinde cevap verir. Hz. Ömer: “Yürüdüm!” deyince, “O zaman<br />
ne yaptın?” der. Hz. Ömer: “Paçalarımı sıvayıp ayağıma diken batmasın diye<br />
dikkatli yürüdüm.” demesi üzerine, Ubeyy: “İşte takvâ odur.” diye mukabelede<br />
bulunur. Yani nasıl dikenli veya mayınlı bir arazide yürürken son derece dikkatli<br />
bir şekilde kontrollü ve sakınarak, korunarak yürünüyorsa aynı şekilde, İslâm<br />
dînini yaşarken aynı titizlik ve hassasiyetle, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in emirlerine<br />
karşı gelmekten sakınarak, ALLAHu zü’L- CeLÂL’a saygısızlık etmekten çekinerek<br />
ve ictinâb ederek yaşamak takvâdır.<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem çokça Hadis-i Şeriflerinde Takvânın önemine<br />
işâret buyurmuştur.:<br />
İbni Mes’ud radıyallahu anh’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu<br />
aleyhi vesellem şöyle duâ ederdi: “ALLAHım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve<br />
gönül zenginliği isterim!.”
(Müslim, Zikir 72. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 72; İbni Mâce, Duâ 2)<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir.<br />
Arabın, Arab olmayana, Arab olmayanın Arab'a, siyahın kırmızıya, kırmızının<br />
siyaha, TAKVÂdan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ALLAH TeÂLÂ katında<br />
en üstününüz, ALLAH TeÂLÂ'dan en çok korkanınızdır." buyurdu.<br />
(Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/411)<br />
Ebû Tarîf Adî İbni Hâtim et-Tâî radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve<br />
sellem’i şöyle buyururken dinledim demiştir: “Bir şeyi yapmak veya yapmamak<br />
üzere yemin eden, sonra da (yemininin) zıddını takvâya daha uygun bulan kimse,<br />
(yemininden vazgeçip) takvâya yönelsin!.”<br />
(Müslim, Eymân 15)<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Arabın Arab olmayana hiç bir üstünlüğü<br />
yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir" buyurdu.<br />
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411)<br />
Buyurarak bu hususu te'yid etmiştir.:<br />
واْو َّ أَحْ سَ نُ ات َّقَواْ ثُم َّ و َّ آمَ نُواْ ات َّقَواْ ثُم َّ الص َّالِحَاتِ وَ عَمِلُواْ و َّ آمَ نُواْ ات َّقَواْ مَا إِذَا طَ عِ مُواْ فِیمَا جُنَاحٌ الص َّالِحَاتِ وَ عَمِلُواْ آمَنُواْ ال َّذِینَ عَ لَى لَیْ سَ<br />
الْمُحْ سِنِینَ یُحِب ُّ وَ اللهّ ُ<br />
"Leyse alâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti cunâhun fîmâ taimû izâ mâttekav ve<br />
âmenû ve amilûs sâlihâti summettekav ve âmenû summettekav ve ahsenû<br />
vallâhu yuhibbu’l- muhsinîn (muhsinîne).: İmân edenler ve salih amel yapanlar<br />
(ıslâh edici amel, nefs tezkiyesi yapanlar) üzerine, takvâ sahibi olmadıkları<br />
zaman yediklerinden dolayı bir günah yoktur. İmân edin ve amilû’s- sâlihat<br />
yapın! Sonra da takvâ sahibi olun! Âmenû olun sonra da takvâ sahibi olun ve<br />
ahsen olun! Allah muhsinleri sever.” (Mâide 5/93)<br />
Görüldüğü gibi bu âyette imân ve ameli sâlih iki kere ve takvâ üç mertebe olarak<br />
zikredilmiştir. İnsanın imân edip şirkten korunması mâhiyetinde olan ilk mertebe<br />
kişinin kendi nefsi ve vicdanı arasında olan bir takvâdır. İkincisi, insanın kendisi<br />
ile diğer insanlar arasındaki hususlarla ilgili olan takvâdır ve üçüncüsü de, insanın<br />
kendisi ile ALLAH celle celâlihu arasındaki takvâsı ve imânıdır. Bu âyette takvânın<br />
bu üçüncü derecesi, ihsan olarak zikredilmiştir.<br />
(Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili, İstanbul 1971, III, 1807)<br />
Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de, İhsan <strong>nedir</strong>?" şeklindeki bir<br />
soruya, "İhsan, ALLAH'ı görüyormuş Bibi hareket etmendir. Sen O'nu<br />
görmüyorsan, şüphesiz O seni görmektedir" diyerek cevâb vermiştir.<br />
(Buhârî, İman, 37; Müslim, İman 57; Ebu Dâvud, Sünne, 16; Tirmizî, İmân, 4;<br />
İbn Mace, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 27, II, 7)<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir hadisiyle, burada söz konusu olan
takvânın ikinci çeşidini şöyle açıklamıştır: "Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu<br />
ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır. Bu nedenle şüphelerden korunan, dinini ve<br />
ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düsen, harama da düşer. Nasıl koruluğun<br />
kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimâli<br />
varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın harama düşme ihtimâli de öylece vardır.<br />
Haberiniz olsun ki, her hükümdarın koruluğu vardır. ALLAH'ın korusu da<br />
haramlardır" buyurdu.<br />
(Buhârı, İmân, 39; Müslim, Müsâkat, 107; Ebu Davûd, Büyû', 3; Tirmizî Büyû', 1;<br />
Neseî, Büyû', 2; İbn Mâce, Fiten, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 267)<br />
ALLAHu zü’L- CeLÂL, Kur’ÂN-ı Kerim'in baş tarafında, el-Bakara sûresinin ilk<br />
âyetlerinde, takvâ sahibi olan muttakî insanları övmüş ve onların çeşitli vasıflarını<br />
belirtmiştir. Buna göre takvâ sahibi olan insanlar, hiç tereddüt etmeden hidâyet<br />
ve kurtuluş yolu olarak Kur’ÂN'ı seçerler; gaybe inanır, beş vakitlik namazlarını<br />
kılar ve helâl yoldan elde ettikleri mallarını helâl yolda, ALLAH'ın yolunda<br />
harcarlar. Bütün mukaddes kitablara imân eder, özelikle âhiret inancı ve hazırlığı<br />
içinde olurlar. Bu şekilde hareket eden takvâ sahibleri, aynı zamanda ALLAH<br />
tarafından övülmüş, hak yolda bulunan ve felâha kavuşacak olan insanlar olarak<br />
haber verilmişlerdir.:<br />
ملا<br />
"Elif, lâm, mim.: Elif, Lâm, Mim.” (Bakara 2/1)<br />
ل ِّلْمُت َّقِینَ ھُدًى فِیھِ رَیْبَ لاَ الْكِتَابُ ذَلِكَ<br />
"Zâlike’l- kitâbu lâ reybe fîh (fîhi), huden li’l- muttekîn (muttekîne).: İşte bu<br />
Kitap ki, O’nda hiçbir şüphe yoktur. Takvâ sahibleri için bir hidâyettir.” (Bakara<br />
2/2)<br />
یُنفِقُونَ رَزَ قْنَاھُمْ وَ مِم َّا الص َّلاةَ وَ یُقِیمُونَ بِالْغَیْبِ یُؤْ مِنُونَ ال َّذِینَ<br />
"Ellezîne yu’minûne bi’l- gaybi ve yukîmûne’s- salâte ve mimmâ razaknâhum<br />
yunfikûn (yunfikûne).: Onlar (takvâ sahibleridir) ki, gaybe (gaybte Allah’a) îmân<br />
ederler, namazlarını kılarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infâk<br />
ederler (başkalarına verirler).” (Bakara 2/3)<br />
ونَ یُوقِنُ ھُمْ وَ بِالآخِرَةِ قَبْلِكَ مِن أُنزِ لَ وَ مَا إِلَیْ كَ أُنزِ لَ بِمَا یُؤْ مِنُونَ وال َّذِینَ<br />
"Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik (kablike) ve bi’lâhireti<br />
hum yûkınûn (yûkınûne).: Onlar (takvâ sahibleri) ki, sana indirilene ve<br />
senden önce indirilenlere (bütün semavî kitablara) îmân ederler ve onlar âhirete<br />
yakîn hasıl ederler (yakîn seviyesinde kesin olarak inanırlar).” (Bakara 2/4)<br />
الْمُفْلِحُونَ ھُمُ وَ أُوْ لَئِكَ ر َّ ب ِّھِمْ م ِّن ھُدًى عَ لَى أُوْ لَئِكَ<br />
"Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: İşte<br />
onlar, Rab’lerinden bir hidâyet üzeredirler. Ve işte onlar,onlar muflihundurlar<br />
(felâha, kurtuluşa erenlerdir).” (Bakara 2/5)
Kur'ÂN-ı Kerîm'de takvâyı över mâhiyette daha çok âyet vardır.:<br />
كَانَ مَن بِھِ یُوعَظُ ذَلِكُمْ ہللِ َِّ الش َّھَادَةَ وَ أَقِیمُوا م ِّنكُمْ عَدْلٍ ذَوَ يْ اووَ أَشْھِدُ بِمَ عْ رُوفٍ فَارِ قُوھُن َّ أَوْ بِمَ عْ رُوفٍ فَأَمْ سِ كُوھُن َّ أَجَ لَھُن َّ بَلَغْ نَ فَإِذَا<br />
مَخْ رَجًا ل َّھُ یَجْ عَل الله ََّ یَت َّقِ وَ مَن الآْ خِرِ وَ الْیَوْ مِ بِاہلل َّ ِ یُؤْ مِنُ<br />
"Fe izâ belagne ecelehunne fe emsikûhunne bi ma’rûfin ev fârikûhunne bi<br />
ma’rûfin ve eşhidû zevey adlin minkum ve ekîmû’ş- şehâdete lillâh (lillâhi),<br />
zâlikum yûazu bihî men kâne yu’minu billâhi ve’l- yevmi’l- âhir (âhiri), ve men<br />
yettekıllâhe yec’al lehu mahraca (mahracen).: Böylece onların (boşadığınız<br />
hanımlarınızın) bekleme süreleri tamamlandığı (iddetleri sona erdiği) zaman artık<br />
onları marufla (örfe uygun olarak güzellikle ve iyilikle) tutun (barındırın) veya<br />
ma’rufla onlardan ayrılın (onları iyilikle serbest bırakın). Ve sizden adalet sahibi<br />
iki kişi şahidlik etsin (şahid olsun). Şahidliği Allah için yapın. Allah’a ve âhir güne<br />
(Allah’a ulaşma gününe) inanan kimseye işte bununla vaazedilir (böyle yapması<br />
istenir). Ve kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, (Allah) ona bir çıkış yeri nasip<br />
kılar.” (Talâk 65/2)<br />
قَدْرًا شَيْ ءٍ لِكُل ِّ الله َّ ُ جَعَلَ قَدْ أَمْرِ هِ بَالِغُ َّاللهَ إِن َّ حَسْبُھُ فَھُوَ الله َّ ِ عَ لَى یَتَوَ ك َّلْ وَ مَن یَحْ تَسِبُ لاَ ثُ حَیْ مِنْ وَ یَرْ زُقْھُ<br />
"Ve yerzukhu min haysu lâ yahtesib (yahtesibu), ve men yetevekkel alâllâhi fe<br />
huve hasbuhu, innallâhe bâligu emrihî, kad cealallâhu li kulli şey’in kadrâ<br />
(kadren).: Ve hesap etmediği (aklına gelmeyen) bir yerden onu rızıklandırır. Kim<br />
Allah’a tevekkül ederse, artık ona O (Allah) kâfidir. Muhakkak ki Allah, emrini<br />
(işini) yerine getirendir. Allah herşey için bir kader tayin etmiştir.” (Talâk 65/3)<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, duâlarında Yüce ALLAH'tan çeşitli nimetleri<br />
talep ederken, takvâyı da istemiştir ve bu şekilde duâ etmesiyle, takvânın<br />
önemine ifade etmiştir.<br />
(Muhammed b. Allan es- Sıddîkî, Delilu'l- Fâlihin li turuki Riyazi's- Sâlihin, Mısır<br />
1971, I, 252)<br />
İnsanlar, Hz. Âdem ve Havva'dan çoğalmaları veya her biri bir anne ve babadan<br />
doğmaları itibariyle yaratılışta eşittirler. Bu açıdan soy ve soplarıyla övünmeleri<br />
yersizdir. Çünkü gerçek ve yegâne üstünlük takvâ üstünlüğüdür. Kur'ÂN-ı Kerîm,<br />
bu takvâ üstünlüğünü şöyle ifade eder:<br />
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle<br />
tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki ALLAH yanında<br />
en değerli ve en üstün olanınız, takvâ bakımından en üstün olanınız (ALLAH'tan<br />
en çok korkanınız)dır. Şüphesiz ALLAH bilendir. her şeyden haberi olandır”<br />
خَبِیرٌ عَلِیمٌ الله ََّ إِن َّ أَتْقَاكُمْ الله َّ ِ ِعندَ أَكْرَمَكُمْ إِن َّ لِتَعَارَ فُوا وَ قَبَائِلَ شُعُوبًا وَ جَعَلْنَاكُمْ وَ أُنثَى ذَكَرٍ م ِّن خَ لَقْنَاكُم إِن َّا الن َّاسُ أَی ُّھَا یَا<br />
"Yâ eyyuhân nâsu innâ halaknâkum min zekerin ve unsâ ve cealnâkum şuûben<br />
ve kabâile li teârafû, inne ekramekum indallâhi etkâkum, innallâhe alîmun habîr<br />
(habîrun).: Ey insanlar!. Muhakkak ki Biz, sizi bir erkek ve bir kadından yarattık.<br />
Ve sizi milletler ve kabileler kıldık ki, birbirinizi (soyunuzu, babalarınızı)<br />
tanıyasınız. Muhakkak ki Allah’ın indinde en çok kerim olanınız (ikram olunanınız,<br />
en şerefli olanınız), (ırk ya da soy olarak değil) en çok takvâ sahibi olanınızdır.
Muhakkak ki Allah, en iyi bilen ve haberdâr olandır.” (Hucurât 49/13)<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Vedâ Hutbesinde aynı durumu şöyle izâh<br />
etmiştir: "Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Hepiniz Âdemdensiniz ve<br />
Âdem de topraktandır. ALLAH'ın yanında en üstün olanınız takvâsı en fazla<br />
olanınızdır. Araplarla Arap olmayanların birbirine karşı üstünlüğü ancak takvâ<br />
iledir" buyurdu.<br />
(Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutebi'l- Arab, Mısır 1962, I, 157)<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Arabın Arab olmayana hiç bir üstünlüğü<br />
yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir" buyurdu.<br />
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411)<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "ALLAH'a karşı takvâ sahibi olmanızı<br />
tavsiye ederim" buyurdu.<br />
(Ebu Davûd, Sünen, 5; Tirmizî, İlim, 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 325)<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "İnsanın Cennete girmesine en çok sebeb<br />
olan şey, onun ALLAH'a karşı duyduğu takvâsıdır" buyurdu.<br />
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 392, 442)<br />
Ebu Süfyan'ın naklettiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Herakleios'a<br />
mektup yazdığı zaman, ona: "Gelin sizinle aramızda eşit olan bir kelimede<br />
birleşelim" âyetini yazmıştı. Mücâhid bu kelimenin, takvâ kelimesi olan "Lâ ilâhe<br />
İLLALLAH" olduğunu söylemiştir<br />
(Buharî, Eymân, 19)<br />
Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle<br />
buyurmuştur: “Birbirinize hased etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz halde<br />
diğerini zarara sokmak için bir malı medh edip fiyatını artırma yarışına<br />
kalkışmayın. Birbirinize buğz etmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin.<br />
Sizden bazınız diğer bazınızın alış verişi üzerine alış verişe girişmesin. Ey<br />
ALLAH'ın kulları! Birbirinizle kardeşler olunuz. Müslüman Müslümanın kardeşidir.<br />
Müslüman Müslüman'a zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız<br />
ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takvâ işte budur.” Resûlullah<br />
sallallahu aleyhi vesellem "Takvâ işte budur." sözünü üç defâ tekrarlamış ve her<br />
seferinde de eli ile göğsüne işâret etmiştir.”<br />
(Müslim, Birr, 32; Tirmizî, Birr, 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 325)<br />
Hz. Ömer radiyallahu anhu da takvâ için: "Müminin keremi, takvâsıdır"<br />
buyurmuştur.<br />
(Muvatta, Cihâd, 35)
Takvâ, Kur’ÂN-ı Kerîmimizde Takvâ/Muttakî 38 adet âyet-i celîlede geçmektedir.:<br />
Bakara 2/66,197,237; Mâdie 5/2; A’râf 7/26; Tevbe 9/36,44,108; Hûd 11/49;<br />
Yûsuf 12/57; Ra’d 13/35; Hicr 15/45; Nahl 16/30,31; Meryem<br />
19/13,18,63,72,85,97; TâHâ 20/132; Enbiyâ 21/48; Hacc 22/32,37; Nûr 24/34;<br />
Furkân 25/15,74; Şuarâ 26/90; Kasas 28/83; Zümer 39/33,61; Muhammed<br />
47/15,17; Fetih 48/26; Hucurât 49/3,13; Mücâdele 58/9; Müddesir 74/56; Alak<br />
96/12..<br />
Bir demet Takvâ GÜLDEStesi..:<br />
ونٍ وَ عُیُ جَ َّناتٍ فِي الْمُت َّقِینَ إِن َّ<br />
" İnne’l- muttekîne fî cennâtin ve uyûn (uyûnin).: Muhakkak ki; takvâ sahibleri,<br />
cennetlerin içinde ve pınarlar başındadırlar.” (Hicr 15/45)<br />
تَقِیًّا وَ كَانَ وَ زَكَاةً ل َّدُن َّا م ِّن وَ حَنَانًا<br />
"Ve hanânen min ledunnâ ve zekâten, ve kâne takıyyâ (takıyyen).: Ve<br />
katımızdan ona, sevgi ve zekât (nefs tezkiyesi) (verdik). Ve o, takvâ sahibi oldu.”<br />
(Meryem 19/13)<br />
تَقِیًّا كَانَ مَن عِبَادِنَا مِنْ نُورِ ثُ ال َّتِي الْجَن َّةُ تِلْكَ<br />
"Tilke’l- cennetulletî nûrisu min ibâdinâ men kâne takıyyâ (takıyyen).:<br />
Kullarımızdan takvâ sahibi olanları, varis kıldığımız cennet işte budur.” (Meryem<br />
19/63)<br />
ل ُّدًّا قَوْ مًا بِھِ وَ تُنذِرَ الْمُت َّقِینَ بِھِ لِتُبَش ِّرَ بِلِسَانِكَ یَس َّ رْ نَاهُ فَإِن َّمَا<br />
"Fe innemâ yessernâhu bi lisânike li tubeşşire bihi’l- muttakîne ve tunzira bihî<br />
kavmen luddâ (ludden).: Böylece Biz, O’nu (Kur’ÂN-ı Kerim’i) senin lisanınla<br />
kolaylaştırdık. O’nunla, takvâ sahiblerini müjdelemen ve inatçı kavmi uyarman<br />
için.” (Meryem 19/97)<br />
لُوبِ الْقُ تَقْوَ ى مِن فَإِن َّھَا الله َّ ِ شَعَائِرَ یُعَظ ِّمْ وَ مَن ذَلِكَ<br />
"Zâlike ve men yuazzım şeâirallahi fe innehâ min takvâ’l- kulûb (kulûbi).: Ve işte<br />
kim, Allah’ın şiârlarına (emirlerine, farzlarına) hürmetle uyarsa bunun sebebi<br />
muhakkak ki onların kalblerinin takvâ sahibi olmasındandır.” (Hacc 22/32)<br />
لِلْمُت َّقِینَ الْجَن َّةُ وَ أُزْ لِفَتِ<br />
"Ve uzlifeti’l- cennetu li’l- muttakîn (muttakîne).: Ve cennet, takvâ sahiblerine<br />
yaklaştırıldı.” (Şuarâ 26/90)<br />
الْمُت َّقُونَ ھُمُ أُوْ لَئِكَ بِھِ وَ صَد َّقَ بِالص ِّدْقِ جَاء وَ ال َّذِي<br />
"Vellezî câe bis sıdkı ve saddeka bihî ulâike humu’l- muttakûn (muttakûne).: Ve<br />
hakikât ile gelen (Allah’a ulaşmayı dilemeye dâvet eden) ve onu tasdik edenler<br />
(Allah’a ulaşmayı dileyenler), işte onlar takvâ sahibidirler.” (Zümer 39/33)<br />
تَقْواھُمْ وَ آتَاھُمْ ھُدًى زَادَ ھُمْ اھْ تَدَ وْ ا وَ ال َّذِینَ
"Vellezînehtedev zâdehum huden ve âtâhum takvâhum.: Ve onlar ki hidayete<br />
ermişlerdir, (Allah) onların hidayetini artırdı ve onlara takvâlarını verdi.”<br />
(Muhammed 47/17)<br />
Takvâ Ehli/ Muttakî Kul; Elest Bezminde Rabbu’l- âlemine verdiği “KULLUK<br />
SÖZÜ”nde Kavi/ Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü olup, bu Şehâdet Âleminde<br />
isbat ederek, ALLAHu zü’L-CeLÂL’in El İLÂH OLuşunun ŞÂHİDi OLan MuhaMMedî<br />
KULdur..<br />
Muttakî; ALLAH korkusuyla kendini günahlardan uzak tutarak ALLAH'ın azabındân<br />
korunan ve böylelikle ALLAH'tan gereğince sakınan, O'na saygıda kusur etmeyen<br />
kimsedir.<br />
"Muttakî", "vekâ" fiilinin ifti'al babındaki: "ittikâ" kelimesinin ism-i fâilidir. "İttikâ"<br />
ve "takvâ" kelimelerinin kökü, "veka" fiilinin masdarı olan "vikâye"dir. Yine aynı<br />
fiilin "vakyen", "vakıyeten", "tevkıyeten" ve "vikâen" şeklinde "vikâye" ile aynı<br />
mânâya gelen masdarları vardır. Bu masdarların hepsi: "bir şeyi muhafaza<br />
etmek, eziyetten korumak, himâye etmek, zarar verecek şeyden onu sakınmak,<br />
çekinmek" manâsındadırlar.<br />
(Rağıb el-İsfahanî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur’ÂN, İstanbul, sh. 833).<br />
Bu masdarlar aynı zamanda "bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı<br />
korumaya almak" mânâsını da taşırlar.<br />
(İbn Fâris, Mu'cemu Mekayısı'l-Luğa, VI, 131).<br />
"İttikânın esas mânâsı iki şey arasına engel koymaktır ki, “İttikâhu bi't-türsi -<br />
Ondan kalkan ile ittikâ etti” denir. Bunun mânâsı: “O bahsedilen şey ile kendi<br />
arasına kalkanı engel yaptı” şeklinde anlaşılır" der.<br />
(İbn Sîde, el-Muhassas, V, 93).<br />
"İttikâ", vikâyeyi kâbul etmek, diğer bir ifâde ile vikâyeye girmek, yani elem ve<br />
zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice koruma altına almak mânâsınadır.<br />
Buna göre, ittikâ ve onun ismi olan takvâ, lügat itibariyle, kuvvetli bir himâyeye<br />
girmek, korunmak, kendini muhafaza altına almak demek olur.<br />
(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili, I,168).<br />
Aynı mânâyla ilgili olarak, "takî" ve "muttakî" isimleri de takvâ fiilini işleyen,<br />
onunla muttasıf olan kimse demektir.<br />
(İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XV, 401, Ebu'l-Bekâ, Külliyât, 219, el-Matbaatü'l-<br />
Âmire, 1287 (M. 1870).<br />
Câhiliyye devrinde takvâ kelimesinin özü: "hayvan olsun, insan olsun canlı<br />
varlığın, dışarıdan gelecek yıkıcı bir kuvvete karşı kendini savunma davranışı”<br />
mânâsında idi.<br />
(Tashihiko Izutsu, Kur’ÂN'da ALLAH ve İnsan, s. 20)
Kur’ÂN'ın inmesiyle beraber bu kelimenin anlamı genişleyerek kullanıldı.<br />
Bununla birlikte Kur'ÂN-ı Kerîm'de lügat manâsıyla kullanıldığı da olur:<br />
ِیمَانَ الد َّارَ تَ بَو َّ ؤُ وا وَ ال َّذِینَ<br />
أَنفُسِھِمْ عَ لَى وَ یُؤْ ثِرُونَ أُوتُوا م ِّم َّا حَاجَةً صُدُورِ ھِمْ فِي یَجِدُونَ وَ لاَ إِلَیْ ھِ مْ ھَاجَرَ مَنْ یُحِب ُّونَ قَبْلِھِمْ مِن وَ الإْ<br />
الْمُفْلِحُونَ ھُمُ فَأُوْ لَئِكَ نَفْسِھِ شُح َّ یُوقَ وَ مَن خَ صَاصَةٌ بِھِمْ كَانَ وَ لَوْ<br />
"Vellezîne tebevveud dâre ve’l- îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcera<br />
ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yu’sirûne alâ<br />
enfusihim ve lev kâne bihim hasâsatun, ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike<br />
humu’l- muflihûn (muflihûne).: Ve onlardan önce (Medine’yi) yurt edinmiş olup<br />
kalplerinde îmân yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler. Ve<br />
onlara verilenlerden (dağıtılan ganimetlerden) dolayı, kendileri onlara muhtaç<br />
olsa bile, gönüllerinde bir hacet (kaygı, haset) bulunmaz. Ve onları kendi<br />
nefslerine tercih ederler (üstün tutarlar). Ve kim nefsini cimrilikten korursa, o<br />
taktirde işte onlar, onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir.” (Haşr 59/9)<br />
الْمُفْلِحُونَ ھُمُ فَأُوْ لَئِكَ نَفْسِھِ شُح َّ یُوقَ وَ مَن لأ ِّ َنفُسِكُمْ خَیْرًا وَ أَنفِقُوا وَ أَطِ یعُوا وَ اسْمَعُوا اسْتَطَعْتُمْ مَا الله ََّ فَات َّقُوا<br />
"Fettekûllâhe mâsteta’tum vesmeû ve etîû ve enfikû hayran li enfusikum, ve men<br />
yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Artık Allah’a karşı<br />
gücünüzün yettiği kadar (en üst seviyede) <strong>takva</strong> sahibi olun. Dinleyin ve itaat<br />
edin! Ve kendiniz için hayır olarak infâk edin (verin). Ve kim nefsinin<br />
cimriliğinden kendini korursa (sakındırırsa), o taktirde işte onlar; onlar felaha<br />
(kurtuluşa) erenlerdir.” (Teğâbun 64/16)<br />
الْمَغْفِرَةِ وَ أَھْلُ الت َّقْوَ ى أَھْلُ ھُوَ الله َّ ُ یَشَاء أَن إِلا َّ یَذْكُرُونَ وَ مَا<br />
"Ve mâ yezkurûne illâ en yeşâallâhu, huve ehlu’t- takvâ ve ehlu’l- magfirati.:<br />
Allah’ın dilediğinden başkası O’nu zikredemez. O (O’nun dilediği kimse), <strong>takva</strong><br />
sahibidir ve mağfiret ehlidir (günahları sevaba çevrilmiş olan kimsedir).”<br />
(Müddessir 74/56)<br />
وَ سُرُورًا نَضْرَةً وَ لَق َّاھُمْ الْیَوْ مِ ذَلِكَ شَر َّ الله َّ ُ فَوَ قَاھُمُ<br />
"Fe vekâhumullâhu şerra zâlike’l- yevmi ve lakkâhum nadraten ve surûrâ<br />
(surûran).: Oysa Allah, onları işte böyle bir günün şerrinden korudu. Ve onları,<br />
pırıl pırıl bir yüze ve surura (sevince) kavuşturdu.” (İnsân 76/11)<br />
اللهّ ُ وَ یُحَذ ِّرُكُمُ تُقَاةً مِنْھُمْ تَت َّقُواْ أَن إِلا َّ شَيْ ءٍ فِي اللهِّ مِنَ فَلَیْ سَ ذَلِكَ یَفْعَلْ وَ مَن الْمُؤْ مِنِینَ دُوْ نِ مِن أَوْ لِیَاء الْكَافِرِ ینَ الْمُؤْ مِنُونَ یَت َّخِذِ لا َّ<br />
صِ یرُ الْمَ اللهِّ وَ إِلَى نَفْسَھُ<br />
"Lâ yettehizi’l- mu’minûne’l- kâfirîne evliyâe min dûnil mu’minîn (mu’minîne), ve<br />
men yef’al zâlike fe leyse minallâhi fî şey’in illâ en tettekû minhum tukâta<br />
(tukâten), ve yuhazzirukumullâhu nefseh (nefsehu), ve ilallâhi’l- masîr (masîru).:<br />
Mü'minler, mü'minlerden başkasını (yani) kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu<br />
yaparsa, o Allah'dan bir şeyin (rahmet ve fazlın) içinde değildir. Onlardan<br />
korunmanız için sakınmanız (dost olmanız) hariç. Ve Allah, sizi kendisinden<br />
sakındırır (<strong>takva</strong> sahibi olmanızı ister). Ve dönüş Allah'adır” (Âl-i İmrân 3/28)<br />
یُنصَرُونَ ھُمْ وَ لاَ عَدْلٌ مِنْھَا یُؤْ خَذُ وَ لاَ شَفَاعَةٌ مِنْھَا یُقْبَلُ وَ لاَ شَیْئاً ن َّفْسٍ عَن نَفْسٌ تَجْ زِ ي لا َّ یَوْ ماً وَ ات َّقُواْ
"Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu minhâ şefâatun<br />
ve lâ yu’hazu minhâ adlun ve lâ hum yunsarûn (yunsarûne).: Ve, bir kimseden<br />
diğer bir kimseye, bir şeyin ödenmeyeceği ve ondan (hiç kimseden) bir şefaatin<br />
kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve onlara yardım<br />
edilmeyeceği günden sakının.” (Bakara 2/48)<br />
یُنصَرُونَ ھُمْ وَ لاَ شَفَاعَةٌ تَنفَعُھَا وَ لاَ عَدْلٌ مِنْھَا یُقْبَلُ وَ لاَ شَیْئاً ن َّفْسٍ عَن نَفْسٌ تَجْ زِ ي لا َّ یَوْ ماً وَ ات َّقُواْ<br />
"Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu minhâ adlun ve lâ<br />
tenfeuhâ şefâatun ve lâ hum yunsarûn (yunsarûne).: Kimseden kimseye bir şey<br />
ödenmediği ve onlardan bir fidye (bedel) kabul edilmeyeceği ve kendilerine<br />
şefaatin fayda vermeyeceği ve onlara yardım olunmayacağı bir günden sakının.”<br />
(Bakara 2/123)<br />
Yukarıdaki âyetlerden bazılarında "TAKVÂ" kelimesi hem sözlük anlamıyla<br />
hem de terim anlamıyla kullanılmıştır. İslâmî ıstılahta "İTTİKÂ" ve onun ismi<br />
olan "TAKVÂ" İnsanın kendisini, ALLAH'ın VİKÂYEsine (muhafazasına)<br />
koyarak, âhirette zarar ve eleme sebeb olacak şeylerden titizlikle koruması,<br />
yani günahlardan geri durup hayır olan işlere sarılması, diye târif edilmiştir.<br />
(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dilî, I, sh. 168-169).<br />
Takvâ genel olarak üç mertebe de sınıflandırılmıştır.:<br />
Birinci Mertebe:<br />
Ebedî olarak Cehenneme girme tehlikesinden korunmak için şirkten ittikâ<br />
edip, imâna sarılmaktır. (Elmalılı, I, 169-170).<br />
الت َّقْوَ ى كَلِمَةَ وَ أَلْ زََمھُ مْ الْمُؤْ مِنِینَ عَلَىوَ رَسُولِھِ عَلَى سَ كِ ینَ تَھُ الله َّ ُ فَأَنزَلَ الْجَ اھِلِی َّةِ حَ مِی َّةَ الْحَ مِی َّةَ قُلُوبِھِمُ فِي كَ فَرُوا ال َّذِینَ جَ عَلَ إِذْ<br />
عَلِیمًا شَيْ ءٍ بِ كُل ِّ الله َّ ُ وَ كَانَ وَ أَھْ لَ ھَ ا بِھَا أَ حَ ق َّ وَ كَانُوا<br />
"İz cealellezîne keferû fî kulûbihimu’l- hamiyyete hamiyyete’l- câhiliyyeti fe<br />
enzelallâhu sekînetehu alâ resûlihî ve ale’l- mu’minîne ve elzemehum<br />
kelimete’t- takvâ ve kânû e hakka bihâ ve ehlehâ ve kânallâhu bi kulli şey’in<br />
alîmâ (alîmen).: Kâfirler hamiyeti, cahiliye taassubunu kalblerine<br />
yerleştirince, Allah da Resûl’ünün ve mü’minlerin üzerine sekînetini indirdi. Ve<br />
<strong>takva</strong> sözü onlara elzem oldu (hakettiler). Ve onu (<strong>takva</strong> sahibi olmayı), en<br />
çok onlar hakettiler. Ve ona ehil (lâyık) oldular. Ve Allah, herşeyi en iyi<br />
bilendir.” (Feth 48/26)<br />
یَكْسِبُونَ كَانُواْ بِمَا فَأَخَ ذْ نَاھُم كَذ َّبُواْ وَ لَكِن وَ ا لأَ رْ ضِ الس َّمَاء نَم ِّ بَ رَ َكاتٍ عَلَیْھِم لَفَتَحْ نَا وَ ات َّقَواْ آمَنُواْ الْقُرَ ى أَھْ لَ أَ ن َّ وَ لَوْ<br />
"Ve lev enne ehlel kurâ âmenû vettekav le fetahnâ aleyhim berekâtin mine’-s<br />
semâi ve’l- ardı ve lâkin kezzebû fe ehaznâhum bimâ kânû yeksibûn<br />
(yeksibûne).: Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup sakınsalardı,<br />
gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden (sayısız) bolluklar (bereketler)<br />
açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle<br />
yakalayıverdik.” (A'râf 7/96)
İkinci Mertebe:<br />
Büyük günâhları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten kendini<br />
alıkoyarak bunların cezâsını Cehennem azabı ile çekme tehlikesine karşı farz<br />
ibâdetleri yerine getirip korunmaktır.:<br />
َ ات َّقُواْ آمَنُواْ ال َّذِینَ أَی ُّ ھَ ا یَا<br />
م ُّسْ لِمُونَ وَ أَن تُ م إِلا َّ ن َّ تَمُوتُ وَ لاَ تُقَاتِھِ حَ ق َّ اللهّ<br />
"Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve<br />
entum muslimûn (muslimûne).: Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup<br />
sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, ancak müslüman<br />
olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin.” (Âl-i İmrân 3/102).<br />
Üçüncü Mertebe:<br />
Kalbi, meşgul eden her şeyden temizlenip bütün varlığı ile ALLAH'a yönelip<br />
bağlanmaktır:<br />
(Lütfullah Cebeci, Kur’ÂN'a Göre Takvâ, İstanbul 1985, sh. 48-49, 50).<br />
Buna da Kur’ÂN-ı Kerim'den örnek, yine yukarıda geçen (Âl-i İmrân 3/102)<br />
Ayrıca bu üçüncü mertebe, şu hadislerden de çıkarılmaktadır:<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Kişi, mahzurlu şeyleri yapma<br />
tehlikesine düşmeyeyim diye mahzuru olmayan şeyleri de terk etmedikçe<br />
(gerçek) muttakîler derecesine ulaşamaz" buyurdu.<br />
(Tirmizî, Kıyâmet, 19,4,634; İbn Mâce, Zühd, 24 (2/1409).<br />
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Kul, vicdanı rahatsız eden Şeyi terk<br />
etmedikçe "takvâ"nın hakikâtine eremez" buyurdu.<br />
(Buhârî, İman, (1/6))<br />
Tüm peygamberlerimizin insanları ilk dâvet ettikleri husus, ALLAH<br />
celle celâlihu'dan İTTİKÂ etmek olmuştur ve takvâ-muttakî özellikleri<br />
açıklanmıştır:<br />
تَت َّقُونَ أَلاَ نُوحٌ أَ خُوھُ مْ لَھُمْ قَالَ إِذْ<br />
" İz kâle lehum ahûhum nûhun e lâ tettekûn(tettekûne).: Onların kardeşi Nuh<br />
(A.S) onlara: “Takva sahibi olmuyor musunuz?” demişti.” (Şuarâ 26/106)<br />
تَت َّقُونَ أَلاَ ھُودٌ أَ خُوھُ مْ لَھُمْ قَالَ إِذْ<br />
" İz kâle lehum ahûhum hûdun e lâ tettekûn(tettekûne).: Onların kardeşi Hud<br />
(A.S) onlara: “Siz <strong>takva</strong> sahibi olmayacak mısınız (Allah’a ulaşmayı<br />
dilemeyecek misiniz)?” demişti.” (Şuarâ 26/124)<br />
تَت َّقُونَ أَلاَ صَالِحٌ أَ خُوھُ مْ لَھُمْ قَالَ إِذْ<br />
" İz kâle lehum ahûhum sâlihun e lâ tettekûn(tettekûne).: Onların kardeşi<br />
Salih (A.S) da onlara: “Siz <strong>takva</strong> sahibi olmayacak mısınız (Allah’a ulaşmayı<br />
dilemeyecek misiniz)?” demişti.” (Şuarâ 26/142)
تَت َّقُونَ أَلاَ شُعَیْبٌ لَھُمْ قَالَ إِذْ<br />
" İz kâle lehum şuaybun e lâ tettekûn(tettekûne).: Şuayb (A.S) onlara: “Siz<br />
<strong>takva</strong> sahibi olmayacak mısınız (Allah’a ulaşmayı dilemeyecek misiniz)?”<br />
demişti.” (Şuarâ 26/177)<br />
الْمُت َّقُونَ ھُمُ أُوْ لَئِكَ بِھِ وَ صَد َّقَ بِالص ِّدْ قِ جَاء وَ ال َّذِي<br />
" Vellezî câe bis sıdkı ve saddeka bihî ulâike humul muttakûn( muttakûne).:<br />
Ve hakikat ile gelen (Allah’a ulaşmayı dilemeye davet eden) ve onu tasdik<br />
edenler (Allah’a ulaşmayı dileyenler), işte onlar <strong>takva</strong> sahibidirler.” (Zümer<br />
39/33)<br />
وَ آتَى وَ الن َّبِی ِّینَ وَ الْكِتَابِ ةِ وَ الْمَلآئِكَ الآخِرِ وَ الْیَوْ مِ بِاہللّ ِ آمَنَ مَنْ الْبِر َّ وَ لَكِن َّ وَ الْمَغْرِ بِ الْمَشْرِ قِ قِبَلَوُ جُ وھَ كُ مْ تُوَ ل ُّواْ أَ ن الْبِر َّ ل َّیْسَ<br />
وَ الْمُوفُونَ الز َّكَاةَ وَ آتَى الص َّلاةَ وَ أَ قَامَ الر ِّقَابِ وَ فِي وَ الس َّآئِلِینَ الس َّبِیلِ وَ ابْنَ وَ الْمَسَاكِینَ وَ الْیَتَامَى الْقُرْ بَ ى ذَوِيحُ ب ِّھِ عَلَى الْمَالَ<br />
الْمُت َّقُونَ ھُمُ وَ أُولَئِكَ صَدَ قُوا ال َّذِینَ أُولَئِكَ الْبَأْسِ وَ حِینَ والض َّر َّاء الْبَأْسَاء فِي نَ وَ الص َّابِرِ ی عَاھَدُواْ إِذَا بِعَھْدِھِمْ<br />
"Leysel birre en tuvellû vucûhekum kıbele’l- maşrıkı ve’l- magrıbi ve lâkinne’lbirre<br />
men âmene billâhi ve’l- yevmi’l- âhırı ve’l- melâiketi ve’l- kitâbi ve’nnebiyyîn<br />
(nebiyyîne), ve âte’l- mâle alâ hubbihî zevil kurbâ ve’l- yetâmâ ve’lmesâkîne<br />
vebne’s- sebîli, ves sâilîne ve fî’r- rıkâb (rıkâbi), ve ekâme’s- salâte<br />
ve âte’z- zekât (zekâte), ve’l- mûfûne bi ahdihim izâ âhed (âhedû), ve’ssâbirîne<br />
fî’l- be’sâi ve’d- darrâi ve hîne’l- be’si ulâikellezîne sadakû, ve ulâike<br />
humu’l –muttekûn (muttekûne).: Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz<br />
(hakiki îmânı yansıtan) BİRR (ebrar kılacak davranış biçimi) değildir. Lâkin<br />
birr, kişinin, Allah’a, yevm’il âhire (Allah’a ulaşılan sonraki güne, hidayet<br />
gününe, vuslat gününe) meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îmân etmesi ve<br />
sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sahiplerine) yetimlere, miskinlere<br />
(çalışamaz durumda olan ihtiyarlara), yolda kalmış yolculara, isteyen<br />
(muhtaçlara), köle ve (kurtulmaları için) esirlere vermesi ve namazı kılması,<br />
zekâtı vermesidir. Ve (Allah’a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahdlerine<br />
vefa edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde<br />
sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (<strong>takva</strong> sahibi<br />
olanlardır).” (Bakara 2/177)<br />
Kur’ÂN-ı Kerim'de birçok yerde SIDK ile TAKVÂ birbiriyle çok sıkı<br />
ilişkili olarak kullanılmıştır. Öyle ki SIDKı tasdik etmek başlıbaşına<br />
muttakînin tanımı olmuştur.:<br />
وَ ات َّقَى أَعْ طَ ى مَن فَأَم َّا<br />
"Fe emmâ men a’tâ vettekâ. : Fakat kim verdi (infâk etti) ve <strong>takva</strong> sahibi<br />
oldu ise.” (Leyl 92/5)<br />
بِالْحُ سْ نَى وَ صَد َّقَ<br />
"Ve saddeka bi’l- husnâ.: Ve en güzel olanı (Lâ ilahe İllAllah sözünü)<br />
doğrularsa,” (Leyl 92/6)
لِلْیُسْ رَ ى فَسَ نُیَس ِّ رُهُ<br />
"Fe se nuyessiruhu li’l- yusrâ.: Biz, onu, (Allah’ın razı olacağı) en kolay yola<br />
hazırlarız.” (Leyl 92/7)<br />
َ ات َّقُواْ آمَنُواْ ال َّذِینَ أَی ُّ ھَ ا یَا<br />
الص َّادِقِینَ مَعَ وَ كُونُواْ اللهّ<br />
"Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn (sâdikîne).: Ey<br />
iman edenler, Allah'tan sakının ve doğru (sâdık)larla birlikte olun.” (Tevbe<br />
9/119)<br />
م ِّنَ وَ رِ ضْوَ انٌ م ُّطَھ َّرَةٌ وَ أَ زْ وَ ا جٌ فِیھَا خَالِدِینَ ا لأَنَْھا رُ تَحْ تِھَا مِن تَجْ رِ ي جَن َّاتٌ رَب ِّھِمْ عِندَ ات َّقَوْ ا لِل َّذِینَ ذَلِكُمْ م ِّن بِخَیْرٍ أَؤَُنب ِّ ئُ كُ م قُلْ<br />
بِالْعِبَادِ بَصِ یرٌ وَ اللهّ ُ اللهّ ِ<br />
"Kul e unebbiukum bi hayrın min zâlikum, lillezînettekav inde rabbihim<br />
cennâtun tecrî min tahtıhe’l- enhâru hâlidîne fîhâ ve ezvâcun mutahharatun<br />
ve rıdvânun minallâh (minallâhi), vallâhu basîrun bi’l- ıbâd (ıbâdi).: De ki:<br />
"Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takva sahibi olanlar için,<br />
Rabb'lerinin katında, içinde devamlı kalacakları, altından nehirler akan<br />
cennetler, temiz eşler ve Allah'ın rızası vardır." Allah kullarını en iyi<br />
görendir.”: (Âl-i İmrân 3/15) vasfı yer alır.