29.05.2018 Views

1459837004_738__Bahar+(1-4)

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

I. KONU: LOZAN BARIŞ ANLAŞMASI<br />

İÇİNDEKİLER<br />

Hazırlık<br />

Türk Heyeti<br />

Konferans<br />

Lozan Barış Konferansı’nda İkinci Dönem<br />

Lozan Anlaşması’nın Önemi<br />

Hazırlık<br />

Türk İstiklal savaşının galibiyetle bitmesinden sonra yapılan Mudanya<br />

Mütarekesi görüşmeleri sırasında İsviçre’nin Lozan (Lousanne) kentinde bit barış<br />

konferansı düzenlenmesi kararlaştırılmıştı. Aslında T.B.M.M daha öncesinde İtilaf<br />

Devletlerine verdiği bir nota aracılığıyla konferansın İzmir’de toplanmasını teklif<br />

etmiş ancak taraflar bu teklife olumlu bakmamışlardır. Doğu Sorununu çözecek olan<br />

bu konferansın savaşan devletlerden herhangi birinin egemen olduğu topraklar<br />

üzerinde yapılmasını istememekteydiler. Tarafsız bir ülkenin şehri olarak Lozan<br />

belirlenmişti. Sonuç olarak konferansın Lozan’da toplanması konusunda hem fikir<br />

olan taraflar bu kararlarını hem T.B.M.M hükümetine hem de İstanbul hükümetine<br />

bildirmişlerdir. Bu durum, Türk milletinin barış konferansında hangi hükümet<br />

tarafından temsil edileceği hususunda ciddi bir sorun teşkil etmiştir. Mustafa Kemal<br />

Paşa, kısa bir süre önce T.B.M.M hükümetinin milletin yegane temsilcisi olduğunu<br />

açıklamıştı. T.B.M.M hükümeti söz konusu günlerde bir yandan saltanatın<br />

kaldırılması konusu ile ilgilenirken diğer yandan da barış konferansına<br />

hazırlanmıştır.<br />

Türk Heyeti<br />

Lozan’da yapılacak barış konferansına T.B.M.M’yi temsilen kimlerin<br />

katılacağı söz konusu günlerin en önemli gündem maddelerinden birini<br />

oluşturmaktaydı. Özellikle heyet başkanlığı için çeşitli isimlerden bahsedilmekteydi.<br />

Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey (Orbay) başta olmak üzere Dışişleri Bakanı<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk), Fethi Bey (Okyar), Kâzım Paşa (Karabekir) gibi<br />

isimler gündeme gelmiştir.<br />

Rauf Bey’in ismi sıkça dile getirilenler arasındaydı. Mondros Mütarekesi’ni,<br />

Osmanlı Devleti adına imzalamış olan Rauf Paşa, Lozan’a heyet başkanı olarak<br />

gitmeyi önemsemekteydi. Bununla hem Mondros Mütarekesi’nin olumsuz etkilerini<br />

silecek hem de savaşın galip taraflarından olarak Batılı devlet adamlarının karşısına<br />

çıkma fırsatı elde edecekti. Dolayısıyla geçmişe dönük eleştirilerden kurtulacaktı.<br />

Mustafa Kemal ise Lozan’da Yeni Türk Devleti’ni temsil edecek olan kişinin<br />

batılı devletlere karşı dik durabilen biri olmasına önem vermekteydi. Milli<br />

mücadelede İnönü Muharebeleri’nin ve Batı Cephesi’nin komutanı, Mudanya<br />

Konferansı’ndaki tutum ve davranışlarını takdir ettiği ve mütarekeyi başarıyla<br />

imzalayan İsmet Paşa, en uygun aday olarak görülüyordu. Mustafa Kemal’in en fazla<br />

güvendiği isim olan İsmet Paşa, aynı zamanda yeni tip bir devlet adamıydı. Alınan<br />

karar gereğince Yusuf Kemal Bey, Dışişleri Bakanlığı’ndan istifa etmiş yerine İsmet<br />

Paşa getirilmiştir. Çünkü belirlenen işleyişe göre Lozan’da devletler, Dışişleri<br />

Bakanları ile temsil edileceklerdi. T.B.M.M, Sinop milletvekili Rıza Bey (Nur) ve<br />

Trabzon milletvekili Hasan Bey (Saka)’i de konferansa katılacak heyete seçmiştir.<br />

Bu isimlere ek olarak danışmanlar kurulu seçilmiştir. Celal Bey (Bayar), Zekai Bey<br />

(Apaydın), Muhtar Bey (Çilli), Veli Bey (Saltık), Tevfik Bey (Bıyıklıoğlu), Şükrü<br />

Bey (Kaya), Yahya Kemal Bey (Beyatlı) bunlardan bazılarıydı. Heyetin<br />

kesinleşmesinden sonra Lozan’da ele alınması planlanan konular üzerinde çalışmalar<br />

yapılmıştır. Bu çalışmalar sonucu Türk tezinin özeti olarak ifade edilen talimatname<br />

hükümetçe heyete sunulmuştur. Özetle 14 maddeden oluşan ve Türk hükümetinin<br />

ödün veremeyeceği konuları içeren bu talimatname özellikle iki hususta kesin hüküm<br />

içermektedir: “Ermeni yurdu kurulamaz ve kapitülasyonlar kabul edilemez.” Bu<br />

hususta herhangi bir ısrarla karşılaşılırsa Ankara’ya danışmaksızın heyetin<br />

görüşmeleri kesme yetkisi vardı. Diğer konular ise Irak sınırı, Suriye sınırı, Adalar,<br />

Batı Trakya ile ilgili hususlar, Boğazlar Meselesi, Azınlıklar, Düyun-ı Umumiyye<br />

v.b. başlıklardan oluşmaktaydı. Birinci maddede yer alan Ermeni Yurdu kurulamaz<br />

kararlılığı ve sekizinci maddede yer alan kapitülasyonların kaldırılması ile ilgili kesin<br />

hüküm, Misak-ı Milli’ye olan bağlılığı da göstermekteydi.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Konferans<br />

Lozan Barış Konferansı aracılığıyla Birinci Dünya Savaşı’nın galipleriyle<br />

hesaplaşma, hukuki ve siyasi tüm anlaşmazlıkları çözme gibi meseleler planlanırken<br />

aslında Doğu Sorunu, konferansın ağırlık merkezini oluşturmaktaydı.<br />

Konferansın tarihi 13 Kasım 1922 olarak belirlenmişse de bazı anlaşmazlıklar<br />

sebebiyle 20 Kasım 1922’de toplanabilmiştir. Konferans, 20 Kasım 1922 tarihinde<br />

Salı günü saat 15:30’da Lozan şehrinin Mont Benon gazinosunda açılmıştır. İsviçre<br />

Konfederasyonu başkanı M. Haab, konferansta bir açılış konuşması yapmıştır.<br />

Konferansta Türk tarafının karşısında Fransa, İngiltere, İtalya ve Yunanistan<br />

yer almıştır. Romanya, Bulgaristan, Sovyetler Birliği, Sırp-Hırvat-Sloven Devletleri<br />

(Yugoslavya), Ukrayna ve Gürcistan kendilerini ilgilendiren konularda görüşmelere<br />

katılmışlardır. Ticaret ve yerleşme sözleşmelerin katılmak üzere Belçika ve Portekiz<br />

davet edilmiştir. Gözlemci statüsünde konferansa katılan A.B.D anlaşmayı<br />

imzalamamıştır.<br />

İngiltere aslında Mondros’tan başlayarak müttefikler adına hareket<br />

etmekteydi. Lord Curzon başkanlığında geniş bir heyetle gelen İngiltere Lozan’da da<br />

aynı rolü devam ettirmiştir. İsviçre başkanından sonra Lord Curzon kürsüye çıkarak<br />

bir konuşma yapmıştır. Bunun üzerine Türk baş delegesi İsmet Paşa da kürsüye<br />

gelerek bir konuşma yapmıştır. İsmet Paşa konuşmasında Türk tarafının konferansta<br />

batılı devletlerle eşit statüde temsil edileceği mesajını vermiştir.<br />

Konferansın öngördüğü meselelerin ele alınarak incelenmesi için üç<br />

komisyon oluşturulmuştur. Lord Curzon başkanlığındaki komisyon askeri, toprak ve<br />

boğazlarla ilgili konuları ele almaktaydı. İkinci komisyon Türkiye’de yabancılara<br />

uygulanacak rejim, kapitülasyonlar, ayrıcalıklar sorunlarını görüşecekti. Bu<br />

başlıklarla ilgilenecek ikinci komisyona İtalya baş delegesi Marki (Marquis) Garroni<br />

başkanlık edecekti. Üçüncü komisyon ise ekonomik ve parasal sorunlara<br />

yoğunlaşmıştı. Fransa baş delegesi Mösyö Barrere bu görevi üstlenmişti. Kısaca her<br />

ülkenin özellikle ilgi alanı olan konularda komisyonlara başkanlık etmesi dikkati<br />

çekmekteydi.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Lozan barış görüşmeleri mücadeleyle geçen iki buçuk ay sonrasında bir<br />

kesintiye uğramıştır. Kendilerini Birinci Dünya Savaşı’nın galibi olarak gören İtilaf<br />

devletleri için bu konferans Sevr Anlaşması’nın yeni bir uyarlaması olarak<br />

görülmekteydi. Bu görüntü içinde Lozan Konferansı iki döneme ayrılmıştır. 20<br />

Kasım 1922’de başlayıp 4 Şubat 1923’e kadar süren ilk dönem, iki buçuk aydan<br />

fazla süren kesinti sonrası 23 Nisan 1923’te yeniden başlayan ve 24 Temmuz 1923’te<br />

noktalanan ikinci dönem. Toplam sekiz ay sonra sonuca ulaşılmış, barış anlaşması<br />

imzalanmıştır.<br />

Zorlu bir mücadele ile geçen ilk dönem sonunda Adalar, Musul, özellikle<br />

kapitülasyonlar konusunda bir anlaşmaya varılamaması ve İsmet Paşa’nın,<br />

“memleketimi esaret mahkum eden bir belgeye imzamı koyamam” kararlılığı<br />

sonucunda heyet Ankara’ya dönmüştür.<br />

Lozan’dan dönen Türk heyetinin Ankara’ya ulaşması, T.B.M.M’nin yoğun<br />

gündemini daha da arttırmıştır. Lozan Konferansı ile ilgili görüşmelerde bir takım<br />

ödünler verildiği iddia edilmiştir. Musul, Karaağaç ve kapitülasyonlarla ilgili<br />

hususlarda İsmet Paşa’ya sert eleştiriler yöneltmişlerdir. Mustafa Kemal, heyeti<br />

savunan bir tavırla hareket ederek İsmet Paşa’ya duyduğu inancı yinelemiştir.<br />

Heyetin, hükümete karşı sorumlu olduğu vurgulanmıştır.<br />

Türkiye, İtilaf Devletleri’ne 8 Mart 1923’te verdiği bir nota ile barış<br />

koşullarını içeren projesini açıklamıştır. Bunun üzerine İtilaf Devletleri görüşmelerin<br />

23 Nisan 1923’te tekrar başlayacağını ifade etmişlerdir.<br />

Söz konusu günlerin en önemli gündem maddelerinden bir diğeri ise<br />

T.B.M.M’nin seçim kararı almasıyla ilgiliydi. Alınan karar doğrultusunda T.B.M.M<br />

16 Nisan’da son toplantısını yapmış ve dağılmıştır. 23 Nisan 1920’den itibaren<br />

faaliyetini sürdüren Birinci Meclis çalışmalarını sona erdirmiştir.<br />

Lozan Barış Konferansı’nda İkinci Dönem<br />

Lozan Konferansı’nın ikinci dönemi birinci dönemine göre daha rahat<br />

geçmiştir. Türk heyetinin baş delegesi yine İsmet Paşa idi. Benzer şekilde Yunan<br />

heyetinin başında da yine Venizelos bulunmaktaydı. İtilaf devletlerinin heyetlerinde<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

ise bazı değişiklikler vardı. İngiltere, Sir Horace Rumbold, Fransa Genereal Pelle,<br />

İtalya ise Montagna tarafından temsil edilmekteydi. Lors Curzon’ın ikinci dönem<br />

görüşmelerine katılmaması sebebiyle görüşmelerde daha ziyade mali ve ekonomik<br />

konular gündeme gelmiştir.<br />

Lozan Barış Konferansı’nda karşılaşılan en büyük güçlük toprak meselesi ile<br />

ilgili olup Trakya, Musul ve Boğazlar bu başlıkta yer almaktaydı. Trakya sınırının<br />

çizilmesi konusunda, Balkan devletleri, Fransa, İngiltere ve İtalya ile birleşerek Türk<br />

tezlerine karşı çıkıyorlardı. Meriç Nehri’nin sınır olması ve Karaağaç’ın<br />

Yunanistan’da kalmasını talep ediyorlardı.<br />

Yunanistan ile sınır, genel olarak Misak-ı Milli’ye sadık kalınarak çizilmiştir.<br />

Mudanya Mütarekesi’nde öngörüldüğü gibi Meriç Nehri sınır olmak üzere<br />

düzenlenmiştir. Karaağaç, savaş tazminatı olarak Yunanistan tarafından Türkiye’ye<br />

verilmiştir. On iki ada İtalya’ya, İmroz, Bozcaada ve Tavşan Adaları dışındaki diğer<br />

Ege Adaları, Yunanistan’a verilmiştir.<br />

Türkiye-Irak sınırının belirlenmesi konusu yine konferansın en önemli<br />

gündem maddeleri arasında yer alıyordu. Musul bölgesini elinden çıkarmamaya<br />

kararlı görünen Türkiye, bu konuda İngiltere’nin muhalefeti ile karşılaşmıştır.<br />

Türkiye, Musul, Kerkük ve Süleymaniye bölgelerinde yaşayan halkın çoğunluğunu<br />

Türklerin oluşturduğunu ifade etmekteydi. Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan bu<br />

toprakların sınırlarımızda kalması gerekmekteydi. İngiltere ise zengin petrol<br />

kaynaklarına sahip Musul’un mandası altındaki Irak’a dahil edilmesini istemekteydi.<br />

Musul, Türkiye için coğrafi, tarihi, siyasi ve ekonomik açılardan Anadolu’nun<br />

ayrılmaz bir parçası olarak görülmekteydi. Bu yüzden bölgede bir halk oylaması<br />

yapılması teklifini ileri sürmüşse de bu durum İngiltere tarafından olumlu<br />

karşılanmamıştır. Sonuç olarak konferans, Irak sınırı uyuşmazlığını çözememiştir.<br />

Musul meselesi, Türkiye ile İngiltere arasında barışı geciktireceği düşüncesiyle<br />

dokuz ay içinde dostça çözüme bağlanmak üzere ertelendi. Bir uzlaşma elde<br />

edilememesi durumunda ise konu Milletler Cemiyeti’ne havale edilecekti.<br />

Suriye sınırı, 20 Ekim 1920 tarihli Ankara İtilafnamesi (Anlaşması) esas<br />

alınarak çizilmiştir. Hatay, özel bir statüye tabi olacaktı. Suriye’de bulunan<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Süleyman Şah Türbesi, Türk toprağı sayılacak ve burası Türk askerleri tarafından<br />

korunacaktı.<br />

Kafkasya sınırı ise 16 Mart 1921 tarihli Moskova Anlaşması ile belirlenmiş<br />

olduğundan Lozan’da gündeme getirilmemiştir.<br />

Boğazlar; Konferansta İsmet Paşa, Boğazların dünya ticaretine açık olması<br />

gerektiğini savunmuştu. Sovyet Rusya temsilcisi Çiçerin ise Boğazların ticaret<br />

gemilerine açık olması, savaş ve barış durumlarında tüm savaş gemilerine ve<br />

uçaklarına kapalı bulundurulması gerektiğini ileri sürdü. İtilaf Devletleri adına<br />

konuşan Lord Curzon ise savaş ve barış zamanlarında Boğazların deniz ulaşımına<br />

açık tutulmasını, bazı bölgelerin askerden arındırılmasını, uluslar arası bir komisyon<br />

kurulmasını, komisyona ilgili devletlerin katılmasını, komisyon başkanlığını ise<br />

Türkiye’nin yapması gerektiği görüşünü dile getirdi. Boğazlar için belirlenmiş olan<br />

bu hükümler, Türk heyetinin zorunluluk karşısında kabul ettiği maddelerdi. Söz<br />

konusu hükümler, 1936’da Montrö (Montreaux) Boğazlar Sözleşmesi ile<br />

değiştirilmiş, milli egemenliğimize ters düşen hükümler kaldırılmıştır.<br />

Kapitülasyonlar; genel anlamı ile kapitülasyonlar, yabancı imtiyazlar olarak<br />

değerlendirilmekte olup devletin egemenlik ve bağımsızlık haklarını sınırlayan;<br />

devletin faaliyet serbestliğini önleyen hukuki ve siyasi engellerdi. Fransa’ya ve onun<br />

vatandaşlarına tanınan ilk ayrıcalıklar, Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1535<br />

yılında ortaya çıkmıştır. Söz konusu ayrıcalıklar zamanla genişleyerek diğer<br />

devletlere de tanınmıştır. Yüzlerce yıl Osmanlı Devleti’nin gelişmesine,<br />

güçlenmesine engel olan kapitülasyonlar, Lozan Barış Anlaşması’nın 28. Maddesi ile<br />

imzacı devletler tarafından bütünüyle kaldırılmıştır. Ancak konu ile ilgili hükümlerin<br />

tam olarak uygulanması için ilgili maddeler gereğince beş yıl beklenmesi<br />

gerekecekti.<br />

Borçlar; 1854 yılından başlayarak Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam<br />

eden Osmanlı Borçları, Lozan Konferansı’nın en zor meselelerinden birini<br />

oluşturmaktaydı. Osmanlı Devleti ödeyemediği borçlardan ötürü Düyun-ı Umumiyye<br />

(Genel Borçlar Yönetimi) gibi batılı büyük devletlerin hakim olduğu bir yapının<br />

kurulmasını kabul etmek zorunda kalmıştır. Lozan’da, borç alınan dönemlerdeki ülke<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

sınırlarına göre borcun Osmanlı Devleti’nden ayrılan ülkeler arasında<br />

paylaştırılmasına karar verilmiştir. Türkiye, borcun kendi payına düşen kısmını<br />

ödemeyi kabul etmiş ve uluslararası hukuka bağlı bir devlet olarak sözünü yerine<br />

getirmiştir.<br />

Azınlıklar; Anlaşmanın 37-45. Maddeleri azınlıklar meselesi ile ilgilidir.<br />

Anlaşmaya göre Türkiye’de oturan herkes, din ayrımı gözetmeksizin kanun önünde<br />

eşit olacaktır. Türkiye’de yaşayan azınlıklar hukuken ve fiilen Türk uyruklu<br />

sayılmışlardır. Yunanistan’daki Müslümanlarla Türkiye’deki Ortodokslar,<br />

görüşmelerin ilk döneminde imzalanan sözleşme gereği anlaşma yürürlüğe girdikten<br />

sonra mübadeleye (nüfus değişimi) tabi tutulacaklardı. Ancak bu mübadeleden Batı<br />

Trakya Türkleri ile İstanbul Rumlarının muaf tutulmaları kararlaştırılmıştır.<br />

Savaş Tazminatı; Türkiye hiçbir savaş tazminatı ödemeye mecbur edilmedi.<br />

Yunanistan, vermiş olduğu zararlardan ötürü Karaağaç’ı, savaş tazminatı olarak<br />

Türkiye’ye bırakmak zorunda kaldı.<br />

Lozan Anlaşması’nın Önemi<br />

Lozan Barış Anlaşması, 24 Temmuz 1923’te imzalanmıştır. Anlaşmaya<br />

İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti<br />

ve Türkiye imza koymuşlardır. Barış Anlaşması dört bölüm ve 143 maddeden<br />

oluşmaktadır. Lozan Anlaşması, Türk tarihi açısından büyük öneme sahiptir. Bu<br />

anlaşma ile Türkiye’nin siyasi, iktisadi, mali, askeri ve kültürel bağımsızlığı ile<br />

Misak-i Milli sınırları içinde yeni bir Türk Devletinin varlığı bütün dünyaya kabul<br />

ettirilmiştir. Türkiye, Lozan’da genel olarak Misak-i Milli’yi gerçekleştirmiştir. Bu<br />

konferans aracılığıyla Türkiye sadece taleplerini gerçekleştirmekle kalmayıp aynı<br />

zamanda eşit taraflardan biri olarak sürdürdüğü diplomasi sayesinde Batı ile eşit<br />

ilişkiler döneminin başlamasını da sağlamıştır.<br />

Musul’un Misak-i Milli sınırları dışında kalması, Boğazlar meselesinin tam<br />

anlamıyla halledilememesi, Hatay sorununun çözüme kavuşturulamaması, Lozan’da<br />

bütün sorunların Türkiye’nin istediği gibi çözülmediğini gösterir. Ancak Lozan<br />

sonrasında Boğazlar ve Hatay meseleleri Türkiye’nin lehine çözülecektir. Türkiye<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

aleyhine sonuçlanan tek sorun ise Musul meselesidir. Batı Trakya, Ege Adaları ve<br />

Patrikhane gibi bazı sorunlar ise güncelliğini korumaya devam etmektedir.<br />

Lozan Barış Anlaşması, Yeni Türk Devleti’nin siyasi ve iktisadi<br />

bağımsızlığının bir belgesi olarak Türk dış politikası açısından önemli bir aşamayı<br />

ifade etmektedir.<br />

Sorular<br />

1.Lozan Barış Konferansı’na katılan ülkeler hangi düzeyde temsil edilmiştir?<br />

a. Devlet Başkanı<br />

b. Hükümet Başkanı<br />

c. Dışişleri Bakanı<br />

d. İçişleri Bakanı<br />

e. İsviçre’deki Diplomatik Misyonları<br />

Cevap: “C”<br />

2. Ankara Hükümeti, Lozan’a gidecek heyete hangi iki konuda asla taviz<br />

verilemeyeceğini dikkatle belirtmiştir?<br />

a. Ermeni yurdu kurulamaz ve kapitülasyonlar kabul edilemez<br />

b. Karaağaç Yunanistan’a terk edilemez<br />

c. Yunanistan savaş tazminatı ödemek zorundadır<br />

d. On İki Ada İtalya’ya bırakılamaz<br />

e. Boğazların kontrolü Ankara Hükümeti’ne devredilmek zorundadır.<br />

Cevap: “A”<br />

3. Lozan Anlaşması ile Yunanistan, savaş tazminatı olarak hangi bölgeyi<br />

Türkiye’ye bırakmıştır?<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

a. İmroz Adası<br />

b. Bozcaada<br />

c. Tavşan Adaları<br />

d. Karaağaç<br />

e. Sakız Adası<br />

Cevap: “D”<br />

KAYNAKLAR<br />

Acun, Fatma (ed.), Atatürk ve Türk İnkılâp Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi,<br />

2009.<br />

Akyüz, Y. – E. Aybars, v.d, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/1, Ankara: Yüksek<br />

Öğretim Kurulu Yayınları, 1994.<br />

Eroğlu, Hamza, Türk İnkılâp Tarihi, Ankara: Savaş Kitap ve Yayınevi, 1990.<br />

Ertan, Temuçin Faik (ed.), Başlangıcından Günümüze Türkiye Cumhuriyeti<br />

Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2014.<br />

Kürkçüoğlu, Ö. - N. Çağan, v.d, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/2, Ankara:<br />

Yüksek Öğretim Kurulu Yayınları, 1990.<br />

Meray, Seha L. (çev.), Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar-Belgeler, İstanbul:<br />

YKY, 2001.<br />

Öztürk, Cemil (ed.), İmparatorluktan Ulus Devlete Türk İnkılâp Tarihi, Ankara:<br />

Pegem Akademi, 2011.<br />

Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi: Ulusal Direnişten Türkiye<br />

Cumhuriyeti’ne (2. Kitap), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1992.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

II. KONU: SİYASAL DEVRİM<br />

İÇİNDEKİLER<br />

Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)<br />

İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat-4 Mart 1923)<br />

Milletvekili Seçimleri (1 Nisan 1923)<br />

Halk Fırkasının Kurulması (8 Nisan 1923)<br />

Ankara’nın Başkent Olması (13 Ekim 1923)<br />

Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)<br />

Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)<br />

Çok Partili Siyasi Hayata Geçme Girişimi<br />

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (17 Kasım 1924)<br />

Şeyh Sait İsyanı (13 Şubat 1925)<br />

Takrir-i Sükûn Kanunu (4 Mart 1925)<br />

İzmir Suikasti Girişimi (17 Haziran 1926)<br />

Serbest Cumhuriyet Fırkası (12 Ağustos 1930)<br />

Menemen-Kubilay Olayı (23 Aralık 1930)<br />

Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)<br />

Lozan’daki barış görüşmelerine İtilaf Devletleri tarafından Ankara Hükümeti ile<br />

birlikte İstanbul Hükümeti’ne de katılmaları için bir davet yapılmıştı. İstanbul<br />

Hükümeti’nin son sadrazamı Tevfik paşa, T.B.M.M başkanlığına bir telgraf<br />

göndermiştir. Söz konusu telgrafta Tevfik Paşa, vatanın çıkarları doğrultusunda<br />

birliği sağlamanın gerekli olduğunu vurguluyor ve Meclis tarafından seçilecek bir<br />

kişinin İstanbul’a gönderilmesini ya da bu durum sağlanmazsa kendi bakanlarından<br />

birini Ankara’ya gönderebileceğini belirtiyordu. Tevfik Paşa’nın bu başvurusu<br />

Meclis’te okunduğunda tepkilere yol açmıştır. Bazı üyeler, İstanbul hükümetinin bu<br />

davranışını vatana ihanet olarak değerlendirerek Osmanlı İmparatorluğu’nun sona<br />

erdiğini ve yeni Türkiye hükümetinin onun yerini aldığını ifade etmişlerdir. Bazı<br />

üyeler ise saltanatın kaldırılması hususunu dile getirmiş ancak bu durum, Rauf Bey<br />

(Orbay), Refet Bey (Bele) gibi üyeler tarafından olumlu karşılanmamıştır. Meclisin 1<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Kasım 1922 tarihli oturumunda bu konuda çeşitli tartışmalar yaşanırken Mustafa<br />

Kemal Paşa, halifelik kurumu hakkında bir konuşma yaparak bunun saltanattan<br />

ayrılabileceğini belirtmiştir. Konuyla ilgili çalışan komisyonun vermiş olduğu karar<br />

doğrultusunda saltanat ile halifeliğin ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını belirten<br />

iki maddelik bir yasa taslağı ile durum netlik kazanmıştır. Tevfik Paşa’nın telgrafına<br />

bir yanıt niteliği de taşıyan bu karar aynı zamanda Lozan’da savunulacak temel<br />

görüşü de belirlemekteydi. Milli iradeyi esas almayan hiçbir gücün kabul<br />

edilmeyeceği T.B.M.M hükümetinden başka bir hükümetin tanınmayacağı dile<br />

getirilmiştir. Çünkü İstanbul’un işgal edildiği 16 Mart 1920 tarihinden itibaren<br />

İstanbul’daki şahsi yönetim kaldırılmıştır.<br />

1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış hemen sonrasında 4 Kasım’da ise<br />

İstanbul Hükümeti istifa etmiştir. 17 Kasım 1922’de son padişah Vahideddin ülkeyi<br />

terk ederek İngilizlerin sürgün adası olarak bilinen Malta’ya götürülmüştür. Hilafet<br />

makamına ise Sultan Abdülaziz’in oğlu ve hanedanın en yaşlı temsilcisi olan<br />

Abdülmecid Efendi 148 oyla seçilmiştir.<br />

İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat-4 Mart 1923)<br />

Türkiye İktisat Kongresi olarak da bilinen İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat<br />

1923 tarihinde toplanmıştır. Kongre, Birinci Dünya Savaşı yıllarında İttihad ve<br />

Terakki Fırkası tarafından uygulanmış olan milli iktisat politikasının izlerini<br />

taşımaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında kapitülasyonlar kaldırılmış ve<br />

milli burjuvazi oluşturulmasına çalışılmıştır. Ancak savaş kaybedilmiş ve harcanan<br />

çabalar boşa gitmiştir. Kapitülasyonlar yeniden gündeme oturmuş ve ekonomi<br />

yabancı tekeline girmiştir. Milli mücadelenin başarıyla sonuçlanması ve Lozan Barış<br />

görüşmelerinin başlaması ile birlikte ekonomi konuları tekrar gündeme getirilmiştir.<br />

Çünkü tam bağımsızlık anlayışına ekonomik bağımsızlık da dahil edilmiştir. Milli<br />

menfaatlere uygun olan bir ekonomik yapı düzenlenmesi hedeflenmekteydi.<br />

Kongrenin İzmir’de toplanmasının amacı, Yunan istilasına uğrayan bu şehri<br />

gazetecilere ve yabancılar göstermektir. Başkanlığını Kâzım Paşa (Karabekir)’nın<br />

yaptığı kongreye ticaret, ziraat, işçi ve sanayi gurupları katılmıştır. İki hafta kadar<br />

süren kongreye 1135 kişi katılmıştır.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Kongre Misak-ı İktisadi Esasları adını taşıyan 12 maddelik bir sonuç bildirisi<br />

yayınlamıştır. Yeni devletin siyasi bağımsızlık kadar ekonomik bağımsızlığa da<br />

önem verdiği ifade edilmiştir. Ancak bu konudaki en büyük engel olan<br />

kapitülasyonların kaldırılması gerektiği kesin bir dille belirtilmiştir. Karma ekonomi<br />

benimsenmiş, özel sektörün teşvik edileceği ve bu konuda devlet desteğinin<br />

sağlanacağının altı çizilmiştir. Kısaca, devlet destekli özel sektörün ağırlıkta olduğu<br />

liberal bir ekonomi politikası izlenmesi kararlaştırılmıştır. Daha önce İttihad ve<br />

Terakki Fırkası tarafından başarılamayan milli burjuvazi oluşturma politikası,<br />

yeniden yürürlüğe konulmuştur. Yerli üretimin teşviki, lüks ithalatın azaltılması,<br />

tekelciliği önüne geçilmesi gibi ilkeler hedeflenmiştir. Yeni ekonomi politikasının<br />

ana ilkeleri saptanmış ve tam bağımsızlığa geçiş amaçlanmıştır.<br />

Milletvekili Seçimleri (1 Nisan 1923)<br />

23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan T.B.M.M aşağı yukarı Cumhuriyetin<br />

ilanına kadar çalışan bir meclis niteliğine sahipti. 16 Nisan 1923’e kadar devam eden<br />

bu Birinci Mecliste çeşitli siyasi guruplaşmalar mevcuttu. Mustafa Kemal Paşa’ya<br />

yakınlıkları ile bilinen birinci grup milletvekilleri ile muhalefeti oluşturan ikinci grup<br />

milletvekilleri arasında ciddi bir anlaşmazlık söz konusuydu. Mustafa Kemal Paşa,<br />

Mecliste kendisine yakın olanlarla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubunu<br />

oluşturmuştu. İkinci grup içindeyse Mustafa Kemal’e karşı olanlarla İttihad ve<br />

Terakki Fırkası’nı yeniden kurmak isteyenler ve küskün bazı vekiller bulunmaktaydı.<br />

Daha Başkomutanlık Kanunu’nun çıkarılması sırasında yaşanan gerginlik giderek<br />

artmış ve süreç içinde Mecliste tartışma konusu olan her başlık sorunları da<br />

beraberinde getirmiştir. Ayrıca ikinci grup saltanatın kaldırılmasından da son derece<br />

rahatsız olmuştu. Bu sorunlar zamanla Meclisin çalışmasına da yansımış ve verimli<br />

bir ortamın doğmasını engellemiştir. Öte yandan 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiyye<br />

Kanunu gereğince Mecliste bir karar alabilmek için gerekli olan üçte iki çoğunluğun<br />

sağlanmasının mümkün olamayacağı, Meclisin bu haline bakılarak görevini<br />

tamamladığı, yeni seçimlerin yapılarak dağılmasının gerekliliği söz konusu günlerin<br />

esas gündemini oluşturmaktaydı. Lozan’da varılacak bir barış anlaşması tasarısının<br />

Birinci Meclis’te onaylanmayacağı endişesi, seçimlerin yenilenmesini gerekli<br />

kılmıştır. 1 Nisan 1923’te T.B.M.M’’ye verilen bir önerge ile seçimlerin yenilenmesi<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

istenmiştir. Yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Paşa, kendi grubu lehine<br />

çalışmalarda bulunmuştur. İkinci grup ise hiçbir varlık gösteremediği için seçimlere<br />

katılmama kararı almıştır. İkinci Meclis’e 287 milletvekili seçilmiş olup bunlardan<br />

114’ü Birinci Meclis’te bulunan birinci grubun üyesidir. Yeni toplanma yılına 11<br />

Ağustos 1923 tarihinde başlayan İkinci Meclis, iki gün sonra Mustafa Kemal’i,<br />

T.B.M.M başkanlığına seçmiştir. İkinci başkanlığa ise Ali Fuat Paşa (Cebesoy)’nın<br />

seçildiği mecliste hükümet başkanlığı görevini ise Rauf Paşa (Orbay)’nın yerine<br />

Fethi Paşa (Okyar) yürütecekti. Yeni meclisin en önemli görevi ise 24 Temmuz 1923<br />

tarihinde imzalanan Lozan Barış Anlaşması’nı, 23 Ağustos 1923’te onaylamak<br />

olmuştur. Böylece yeni seçimlerden beklenen hedefe ulaşılmıştır.<br />

Halk Fırkasının Kurulması (8 Nisan 1923)<br />

Birinci Meclis’in yukarıda bahsedilen guruplaşmalar çerçevesine birlikte hareket<br />

etme eğilimi kalmayınca bir bütünlük içerisinde hareket edebilmenin en uygun yolu<br />

olarak bir partinin kurulması görülmüştür. 8 Nisan 1923’te Mustafa Kemal Paşa,<br />

yayınladığı bir beyanname ile birinci grubun (Müdafaa-i Hukuk Grubu) Halk<br />

Fırkası’na dönüşeceğini açıklamıştır. Halk Fırkası’nın ilkelerini oluşturacak olan<br />

dokuz umdede (dokuz ilke) egemenliğin ulusta olduğu, T.B.M.M’nin en üstün güç<br />

olduğu, bağımsızlık hususu dile getiriliyor ve ekonomik gelişme ile eğitimin esasları<br />

vurgulanıyordu. 1 Nisan 1923 tarihindeki meclis oturumunda tüm milletvekillerinin<br />

seçim kararı alması üzerine, Haziran-Temmuz aylarında yapılan seçimlerde Mustafa<br />

Kemal taraftarları ağırlıklı olarak başarı elde etmişlerdir. Ağustos’ta Ankara’ya<br />

gelebilen yüzün üzerindeki milletvekili Müdafaa-i Hukuk grubunun Halk Fırkası’na<br />

dönüşmesi için çalışmalarda bulunmuşlardır. 23 Eylül 1923 tarihinde Halk Fırkası<br />

resmen kurulmuştur. 1924 yılında adına Cumhuriyet kelimesi eklenmiştir. 1935<br />

yılında ise adı Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirilmiştir. Mustafa Kemal,<br />

fırkanın değişmez genel başkanı, İsmet Paşa ise genel başkan vekili olmuştur. Genel<br />

sekreterliğe ise Recep Bey (Peker) getirilmiştir.<br />

Ankara’nın Başkent Olması (13 Ekim 1923)<br />

Türk ordusunun İstanbul’a girmesi ile birlikte (6 Ekim 1923) şehrin İtilaf<br />

Devletleri askerleri tarafından boşaltılması gerçekleştirilmiştir. Söz konusu günlerde<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

gündeme gelen bir diğer mesele başkentin neresi olacağı konusudur. Batı basınında<br />

bu konuyla ilgili olarak Ankara ve İstanbul karşılaştırması yapılmış, Ankara’nın batı<br />

standartlarında modern bir başkent olmadığı ileri sürülmüştür. Ankara 27 Aralık<br />

1919’da Heyet-i Temsiliyye’nin merkezi olmuş; 23 Nisan 1920’de ise T.B.M.M’nin<br />

açılması ile birlikte Milli Mücadele’nin yönetildiği şehir olmuştur.<br />

İkinci Meclis’in ilk ele aldığı konular arasında yeni devletin başkentinin neresi<br />

olacağı gelmekteydi. İstanbul’un denizle bağlantısı sebebiyle Mondros<br />

Mütarekesi’nin hemen ardından işgale uğramış olması, Ankara’nın önemini ortaya<br />

koymaktaydı. Askeri ve siyasi güvenlik açısından konumu ön planda olan Ankara<br />

diğer taraftan demir yolu hatları açısından mühim bir noktada yer almaktaydı.<br />

Konuyla ilgili İsmet Paşa’nın, Meclis’e sunduğu önerge oybirliğiyle kabul edilmiş ve<br />

Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’na konulan ek bir madde ile 13 Ekim 1923’te Ankara<br />

yeni devletin başkenti olmuştur. İstanbul ile ilgili tartışmalara bu sayede son<br />

verilmiş, Cumhuriyetin ilanına dönük olarak bir adım daha atılmıştır.<br />

Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)<br />

Cumhuriyet Arapça bir kelime olup cumhur kelimesinden türeyen bir rejimin<br />

adıdır. Bir ülkenin seçimle işbaşına gelen bir devlet ya da hükümet başkanı<br />

tarafından idare edilmesi, o ülkedeki rejimin cumhuriyet olduğuna işaret eder. Diğer<br />

taraftan halkın seçimlere katılması oranında demokratik bir niteliğe de sahip olan<br />

cumhuriyet, tarihi bir gelişmenin ürünüdür. Türkiye Cumhuriyeti de bu genel tarihi<br />

gelişmenin içinde yer alan örnekler arasındadır.<br />

27 Ekim 1923’te Başbakan Fethi Bey (Okyar) istifa etmiş, bu durum meclis<br />

çalışmalarını zorlaştırdığı gibi bir hükümet bunalımına da yol açmıştır. Nitekim 27-<br />

28 Ekim 1923 tarihlerinde Türkiye hükümetsiz kalmıştır. Bu durum, meclis<br />

hükümeti yerine kabine sistemine geçişin zorunlu olduğunu göstermiştir. Böylece<br />

Cumhuriyetin İlanı ve bir Cumhurbaşkanı seçilmesi, kaçınılmaz bir hale gelmiştir.<br />

Aynı gün, İsmet Paşa (İnönü), Fethi Bey (Okyar), Kâzım Paşa (Özalp) v.d.<br />

Çankaya’da akşam yemeğine davet edilmişlerdir. Mustafa Kemal, yemek sırasında<br />

‘Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz’ demiştir. Ardından İsmet Paşa ile bir kanun<br />

tasarısı hazırlanmış ve 1921 Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’nun bazı maddelerinin<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

değiştirilmesi kararlaştırılmıştır. Söz konusu kanunun birinci maddesine ‘Türkiye<br />

Devleti’nin şekl-i hükümeti Cumhuriyet’tir’ ibaresi eklenmiştir. Diğer değişiklikler<br />

ise yeni rejimle ilgili olarak anayasada yapılan düzenlemeleri barındırıyordu.<br />

Cumhuriyetin ilan edilmesi ile ilgili yasa tasarısı Halk Fırkası grubunda<br />

tartışılmıştır. Bu tartışmalar sırasında son vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi,<br />

“Hâkimiyet, kayıtsız şartsız milletindir… Kime sorarsanız sorunuz, bu cumhuriyettir.<br />

Doğan çocuğun adıdır!” şeklinde bir görüş belirtmiştir. Devletin tek partisi olan Halk<br />

Fırkası’nda onaylanan tasarının kanunlaştırılması için Meclis’in onayına sunulması<br />

gerekmekteydi. Tasarı, T.B.M.M’de kabul edilerek yenir rejimin adı, Cumhuriyet<br />

olarak ilan edilmiştir. Bundan sonra T.B.M.M’de Cumhurbaşkanlığı seçimine<br />

gidilmiş ve Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olmuştur.<br />

Cumhuriyetin ilanı, tüm yurtta 101 pare top atışıyla kutlanmıştır. İsmet Paşa ise<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı olma sıfatını elde etmiştir. Böylece kabine<br />

sistemine geçilerek Cumhurbaşkanı tarafından atanan Başbakan, Cumhuriyet’in ilk<br />

hükümetini kuracaktır. Fethi Bey ise T.B.M.M Başkanlığı’na seçilmiştir.<br />

Yeni devletin idare şekli olarak benimsenen Cumhuriyet, daha sonra kabul<br />

edilecek tüm anayasalarda değişmez ve kesin hüküm olarak yerini alacaktır. Anayasa<br />

değişikliği ile dahi rejiminin adının değiştirilmesi hatta değiştirilmesinin teklif<br />

edilmesi imkânsız hale getirilmiştir.<br />

Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)<br />

Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleştirilen inkılaplar arasında halifeliğin<br />

kaldırılmasına dair kanun en önemli aşamalardan birini oluşturmaktadır. Halifeliğin<br />

kaldırılması, 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen kanunlarla olmuştur.<br />

Hz. Muhammed’in vefatı ile birlikte ortaya çıkan hilafet kurumu, Hz.<br />

Ebubekir ile başlamış ve Hz. Ali ile son bulan Dört Halife Dönemi (632-661)<br />

sonrasında sırasıyla Emeviler (656-750) ve Abbasiler (751-1258)’e geçmiştir. Yavuz<br />

Sultan Selim’in, Mısır’ı fethi (1517) sonrasında Osmanlılara geçtiği kabul<br />

edilmektedir. Dünya Müslümanlarının desteğini sağlamak için Osmanlı Devleti’nin<br />

elindeki en önemli kozlardan biri olan halifelik makamı, Birinci Dünya Savaşı<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

başlarında ilan edilen Cihad ile test edilmiş ancak bu çağrı, İslam aleminde<br />

beklendiği kadar ilgi ile karşılanmamıştır. Halifelik kurumunun geleceği<br />

Cumhuriyetin ilanından sonra kesinlik kazanmıştır. 2 Mart 1924’te Halk Fırkası<br />

grubunda kararlaştırılan halifeliğin kaldırılması meselesinin Meclis’e sunulması<br />

gündeme gelmiştir. 3 Mart 1924 tarihinde T.B.M.M’de 431 sayılı kanunla halifelik<br />

kurumu kaldırılmış, kanun gereğince Osmanlı hanedanına mensup kişiler yurt dışına<br />

çıkarılmışlardır. Bunun dışında aynı gün çıkarılan kanunlarla Şer’iyye ve Evkaf<br />

Nezareti ile Erkan-ı Haribiyye-i Umumiyye Vekâleti de kaldırılmıştır. Tevhid-i<br />

Tedrisat Kanunu (Öğretimin Birleştirilmesi) da aynı gün kabul edilmiştir.<br />

Çok Partili Siyasi Hayata Geçme Girişimi<br />

Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra Lozan Barış Anlaşması’nın<br />

imzalanması, Cumhuriyetin ilan edilmesi, Halifeliğin kaldırılması, 1924<br />

Anayasası’nın kabulü, İkinci Meclis’te Mustafa Kemal Paşa ile birlikte yola çıktığı<br />

arkadaşları arasında fikir ayrılıklarına neden olmuştur. Bu durum, parti içindeki<br />

muhalefeti oluşturmuş, iç ve dış meselelerin görüşülmesi sırasında Mecliste<br />

tartışmaların meydana gelmesine sebep olmuştur. Mustafa Kemal, ordu ile siyasetin<br />

birbirinden ayrılması gerektiğini düşünüyordu. Daha önce İkinci Meclis için<br />

seçimlerin yapıldığı dönemde geçici seçim kanununda bazı değişiklikler yapılmış, 10<br />

Nisan 1923’te Mustafa Kemal başkanlığında seçime orduda görevli komutanların da<br />

katılımları gerçekleşmiştir. Söz konusu durum pek çok önemli komutanın aynı<br />

zamanda milletvekili olmasına neden olmuştur. Bunun önüne geçmek için alınan<br />

karar sonrasında Kazım (Karabekir), Refet (Bele), Cafer Tayyar (Eğilmez), Ali Fuat<br />

(Cebesoy) gibi önemli komutanlar askerliği bırakarak mecliste kalmayı tercih<br />

etmişlerdi. Böylece mecliste bir muhalefetin oluştuğu söylenebilir.<br />

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (17 Kasım 1924)<br />

Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF)’ndan ayrılan muhalif gurup, 17 Kasım 1924<br />

tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla bir parti kurdular (TPCF).<br />

Başkanlığını Kazım (Karabekir)’in yaptığı fırkanın ikinci başkanlığını Rauf (Orbay),<br />

genel sekreterliğini ise Ali Fuat (Cebesoy) üstlenmiştir. Refet (Bele), Cafer Tayyar<br />

(Eğilmez) Paşa, Adnan (Adıvar) gibi tanınmış isimler de partinin kurucuları arasında<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

yer almaktaydı. CHF’den ayrılan 32 milletvekilinden 28’i yeni partiye katılmıştır. Bu<br />

partinin kurucuları, Cumhurbaşkanı’nın tarafsız olması gerektiğini düşünüyor,<br />

muhalefetsiz bir sistemi de eksik olarak tanımlıyorlardı. Kısa bir süre içinde parti<br />

muhalefetin toplandığı bir merkez durumuna gelmiştir. Söz konusu günlerde sert<br />

eleştirilere uğrayan İsmet Paşa, başbakanlıktan çekilmiş yerine Fethi Paşa bu görevi<br />

üstlenmiştir. Daha ılımlı kişiliğe sahip Fethi Paşa’nın, muhaliflerin de desteğini<br />

aldığı görülmektedir. Teşkilatlanan TPCF’nin programında aşağıdaki esaslar yer<br />

almaktaydı:<br />

-Türkiye Devleti’nin, Cumhuriyet ile yönetildiği,<br />

-Fırkanın liberalizm ve demokrasi esasına dayandığı,<br />

-Genel özgürlükleri desteklediği,<br />

-Anayasanın sadece halkın isteği doğrultusunda değiştirilebileceği,<br />

-Çıkarılacak kanunlarda halkın ihtiyacının, çağın gereğinin ve adaletin esas<br />

tutulacağı ifade edilmekteydi.<br />

-Ayrıca TPCF fikirlere ve dini inançlara saygılı olduğu görüşünü dile<br />

getirmekteydi.<br />

Belirtilen bu son maddenin birkaç ay sonra patlak verecek olan Şeyh Sait<br />

İsyanı’nda etkisi olduğundan söz edilerek rejim karşıtı çevrelerin söz konusu<br />

maddeden cesaret bulduğu gerekçe gösterilecek ve TPCF, 5 Haziran 1925 tarihinde<br />

kapatılacaktır.<br />

Şeyh Sait İsyanı (13 Şubat 1925)<br />

Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1925’te başlamış ve kısa süre içinde Doğu<br />

vilayetlerine yayılmış; Diyarbakır-Elazığ-Genç vilayetlerini içine alarak<br />

genişlemiştir. İsyan, Yeni Türk Devleti’nin karşılaştığı ilk ciddi tehlike olma özelliği<br />

gösterir. İsyanın çıkış sebepleriyle ilgili çeşitli görüşler vardır. Daha ziyade yapılan<br />

inkılâplara karşı bir tepki gösterme hareketi olarak değerlendirilmektedir.<br />

Medreselerin kapatılmasının, halifeliğin kaldırılmasının etkisiyle böyle bir isyanın<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

gerçekleştirilmesi arasında bir bağlantı olduğu düşünülmüştür. Diğer bir görüş, Şeyh<br />

Sait’in Kürt kimliği ile ilgilidir. İsyanda İngilizlerin parmağı olduğuna işaret edilerek<br />

Lozan’da çözülemeyen Musul Meselesi sebebiyle Musul’u, Türkiye’den almak<br />

isteyen İngilizlerin isyancıları destekleyerek Kürt meselesi çıkarmak istediği dile<br />

getirilmektedir. Siyasi ayrılıkçı bir hareket olduğu üzerinde durulmuştur. Yeni<br />

rejimin bölgedeki aşiret yapısının kaldırılmasına dönük girişimlerinin, Şeyh Sait’in<br />

nüfuzunu kaybedeceği endişesine yol açtığı ve böyle bir ayaklanmayı başlattığı ileri<br />

sürülmüştür. İktidar ve muhalefet arasındaki çekişmelerin devam ettiği bu dönemde<br />

isyanı tetikleyen faktörler arasında TPCF’nin payı olduğundan da söz edilmiştir.<br />

İsyanda muhalefetin parmağı olduğuna işaret edilerek özellikle yukarıda vurgulanan<br />

parti programında yer alan bir maddenin bunda etkili olduğu belirtilmiştir.<br />

Takrir-i Sükûn Kanunu (4 Mart 1925)<br />

Şeyh Sait İsyanı kısa sürede büyümüş, ordu bu ayaklanmayı bastırmakta<br />

güçlük çekmiştir. Ayaklanmanın genişlemesi ve inkılaplara karşı bir tutum içine<br />

girmesi sonucu Meclis ciddi önlemler almıştır. Daha önce başbakanlıktan ayrılan<br />

İsmet Paşa, yeniden hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir. İsyanın örfi idare ile<br />

bastırılabileceğini düşünen Fethi Paşa, bu görüşünün benimsenmemesi, özellikle sıkı<br />

ve sert tedbirlerin alınması zorunluluğu üzerine istifa etmiştir. Yeni başbakanın ilk<br />

işi, Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkarmak olmuştur. 4 Mart 1925 tarihinde çıkarılan<br />

Takrir-i Sükûn Kanunu’na göre ülkedeki isyanları bastırmak için İstiklal<br />

Mahkemeleri kurulur. Kanunun iki yıl yürürlükte kalması kararlaştırılırken<br />

ayaklanma bölgesi ile Ankara’da birer İstiklal Mahkemesi kurulmuştur. İki ay kadar<br />

süren harekat sonucunda isyan bastırılmış, Şeyh Sait başta olmak üzere isyancılar ele<br />

geçirilmiştir. Doğu İstiklal Mahkemesi’nin, Şeyh Sait ve diğer isyancılarla ilgili<br />

olarak aldığı karar doğrultusunda isyanla ilgisi görülenler, idam cezasına<br />

çarptırılmışlardır.<br />

Takrir-i Sükun Kanunu’nun yürürlükte kaldığı dönemde söz konusu kanuna<br />

dayanarak Bakanlar Kurulu, TPCF’nin tüm merkez ve şubelerinin kapatılmasını<br />

kararlaştırmıştır. Böylece muhalefeti temsil eden siyasal partinin altı buçuk ay kadar<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

süren hayatı da son bulmuştur. Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçiş tecrübesi,<br />

TPCF’nin kapatılmasıyla birlikte hüsranla sonuçlanmıştır.<br />

İzmir Suikastı Girişimi (17 Haziran 1926)<br />

1926 yılı baharında yapılan inkılapları halka anlatmak maksadıyla Mustafa<br />

Kemal Paşa, yurt gezisine çıkmıştı. Muhalefet ile iktidar arasında sürtüşmenin devam<br />

ettiği bir dönemde İzmir Suikastı meydana geldi. Saldırı için İzmir’de Kemeraltı<br />

mevkiini seçen suikastçılar, saldırıyı gerçekleştirdikten sonra Giritli Şevki’nin<br />

yardımıyla Yunan adalarına kaçacaklardı.<br />

Eski Rize milletvekili Ziya Hurşit; Laz İsmail, Gürcü Yusuf ve Çopur Hilmi<br />

adlarında üç kişiyi ayarladıktan sonra saldırıyı planlamıştır. Ancak Mustafa Kemal’in<br />

gelişinin bir gün ertelenmesi, olayların seyrinin değiştirmiştir. Suikastın<br />

öğrenileceğinden endişeye kapılan Giritli Şevki’nin durumu, İzmir Valiliği’ne haber<br />

vermesi üzerine suçlular yakalanmıştır. Ayrıca başlatılan soruşturma sonucunda<br />

Ankara İstiklal Mahkemesi heyeti, İzmir’e gelerek olaya el koymuştur. Hadiseyi<br />

tertipleyenler arasında İttihad ve Terakki Fırkası üyesi olan kişilerle TPCF’ye<br />

mensup kişilerin olduğu da düşünülmüştür. Bir darbe planlayarak iktidara gelmek<br />

istedikleri ve bu nedenle suikastı planladıkları ifade edilmiştir. Kazım (Karabekir),<br />

Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele) ve Cafer Tayyar (Eğilmez) gibi eski TPCF<br />

mensuplarının bazıları, suikast girişimiyle ilgili görülerek tutuklanmışlardır.<br />

Yargılamalar sonucunda Ziya Hurşit ve arkadaşları idam cezasına çarptırılmıştır.<br />

Darbe düzenlemekle suçlanan İttihadçıların eski Maliye Bakanı Cavit Bey,<br />

Bahaeddin Şakir, Kara Kemal gibi isimler de benzer sonuçlarla karşılaşmışlardır.<br />

Bazı İttihadçıların tutuklandığı yargılamalarda Kazım (Karabekir) ve benzerlerinin<br />

suçsuzluğu anlaşılmıştır. Bu sayede İttihad ve Terakki Fırkası, Türk siyasi<br />

hayatından silinmiştir. TPCF mensuplarının da sorumlu tutulduğu bu suikast<br />

sonrasında muhalefet etkisiz bir hale getirilmiş ve 1930 yılına kadar muhalefetsiz<br />

siyasi hayata devam edilmiştir.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Serbest Cumhuriyet Fırkası (12 Ağustos 1930)<br />

Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF), Cumhuriyetin ilanından sonra çok partili<br />

siyasi hayata geçilmesi girişiminde ikinci bir deneyim olması bakımından önemlidir.<br />

Bu fırkanın kurulmasını Atatürk şahsen teşvik etmiştir. Atatürk çok partili rejimin<br />

yerleşmesini arzu ederken Meclis’te bir muhalefet partisinin varlığı ile halka daha iyi<br />

hizmet edebilecek bir sistemin oluşacağını düşünmekteydi. Öte yandan 1929 Dünya<br />

Ekonomik Krizi, tüm dünyada işsizlik ve enflasyonun artmasına yol açmış ve<br />

Türkiye de bu olumsuz tablodan etkilenmiştir. Bu ağır ekonomik krizin de katkısıyla<br />

CHF’nin yürüttüğü politikalara karşı halkın duyduğu memnuniyetsizlik giderek<br />

artmıştır. Ülkedeki tek siyasi partiye karşı muhalefeti yürütecek olan yeni bir<br />

oluşumun yararlı olacağına inanılmıştır. Muhalefet partisi, hükümetin yanlışlarına<br />

işaret ederek denetim görevini yerine getireceği gibi bu sorunların üstesinden<br />

gelinmesine de yardım edecekti. Bu amaçla Atatürk, o tarihlerde Paris büyükelçisi<br />

olarak görev yapan Fethi Bey’i yeni partiyi kurmakla görevlendirmiştir. Böylece<br />

Serbest Cumhuriyet Fırkası, çok partili siyasi hayata geçmek amacıyla 12 Ağustos<br />

1930 tarihinde kurulmuştur.<br />

SCF’nin, programı liberal düşünceye dayanan ilkeler içermekteydi. CHF’nin<br />

devletçi ekonomik yaklaşımlarının aksine yeni parti serbest girişimi<br />

desteklemekteydi. Bu aslında SCF’nin esas görevini de bir bakıma açık hale<br />

getiriyordu. SCF’nin asıl işlevi, CHF’ye muhalif olmak ve özellikle ekonomi<br />

alanındaki başarısızlıklarını eleştirmekten ibaretti. SCF, 11 maddelik bir parti<br />

programına sahipti. SCF, Cumhuriyete ve ilkelerine bağlılık açısından CHF’den<br />

farklı bir düşünceye sahip değildi. SCF de cumhuriyetçi, milliyetçi ve laik ilkelere<br />

bağlı kalacağını vurgulamaktaydı.<br />

Fethi Bey’in başkanlığını yaptığı SCF, Ahmet Bey (Ağaoğlu) gibi dönemin<br />

önemli ve liberal görüşleri ile öne çıkan bir düşünürü de bünyesine katmıştı. Ayrıca<br />

Atatürk’ün isteği ile kız kardeşi Makbule Hanım (Atadan)’ın yanı sıra çocukluk<br />

arkadaşı milletvekili Nuri Bey (Conker) ve Tahsin Bey (Uzer) de bu yeni fırkada<br />

görev aldılar.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

SCF, beklenmedik bir ilgi ile karşılaşmış ve yurt genelinde hızla<br />

örgütlenmiştir. Halkın yeni partiye olan ilgisi, Fethi Bey ve arkadaşlarının İzmir<br />

Gezisi sırasında tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. 4 Eylül 1930’da, İzmir’deki parti<br />

teşkilatını kurmak üzere şehre gelen Fethi Bey, büyük bir kalabalıkla karşılanmıştır.<br />

SCF’ye gösterilen bu ilgi CHF’yi endişelendirmiştir. Nitekim CHF taraftarları ile<br />

yeni partiye sempati duyanlar arasında çıkan olaylarda ölenler ve yaralananlar<br />

olmuştur. Olaylı İzmir gezisinden sonra Ekim ayında yapılan ve kadınların ilk defa<br />

oy kullandıkları Belediye Seçimleri’nde SCF, yeni kurulan bir parti için hayli yüksek<br />

sayılabilecek bir başarı elde etmiştir. Bu durum CHF’de ciddi rahatsızlıklara yol<br />

açmıştır. İki parti arasındaki ilişkiler giderek gerginleşmiş ve Atatürk, başlangıçta<br />

sergilemiş olduğu tarafsız tavrı değiştirmiştir. CHF’nin genel başkanı olarak bu<br />

fırkanın Anadolu’ya ayak bastığı andan itibaren yanında olduğunu ve Anadolu ve<br />

Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden doğduğunu vurgulamıştır. Atatürk, bu<br />

kuruma tarihsel olarak bağlı olduğunu; bu bağdan vazgeçmesini gerektiren herhangi<br />

bir neden olmadığını ve olamayacağını belirterek tavrını açık hale getirmiştir. Bu<br />

kesin tavırdan sonra partinin kurucusu Fethi Bey, 17 Kasım 1930 tarihinde SCF’nin<br />

feshine ilişkin dilekçeyi İçişleri Bakanlığı’na sunmuştur. Fethi Bey’in özellikle<br />

Atatürk ile karşı karşıya gelmemek için fırkasını kapatmak zorunda kaldığı<br />

bilinmektedir. Üç ay kadar devam eden SCF denemesi başarısızlıkla sonuçlanmış ve<br />

Atatürk Dönemi’ndeki ikinci çok partili siyasal yaşam denemesi, yine hüsranla<br />

bitmiştir. 1945 yılına kadar Türkiye’de başka bir siyasi partinin kurulması söz<br />

konusu olmamıştır.<br />

Menemen-Kubilay Olayı (23 Aralık 1930)<br />

SCF’nin kapanmasından kısa bir süre sonra Menemen’de altı kişinin<br />

başlattığı bir irtica hareketi baş göstermiştir. Birbiri ardına ilan edilen devrimler, bazı<br />

çevrelerce benimsenmemiş ve tepkilere neden olmuştur. Halifeliğin kaldırılmasıyla<br />

başlayan bu süreç, eski düzeni benimsemiş olanlar ve ilk fırsatta ona dönülmesini<br />

arzu edenler tarafından şiddetle eleştirilmiştir. 23 Aralık 1930 tarihinde Ege<br />

Bölgesi’nde Derviş Mehmed ve taraftarları “Şeriat isteriz” sloganıyla bir ayaklanma<br />

çıkarmışlardır. Derviş Mehmed’in, mehdilik iddiasına dayanarak başlattığı bu<br />

isyanın duyulması sonucu Asteğmen Mustafa Fehmi (Kubilay) bölgeye gitmiştir.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Olaya müdahale etmek isterken yaralanmış ve isyancılar tarafından başı kesilerek<br />

öldürülmüştür. Kesik başı, bir iple sancağın direğine bağlanarak Menemen’de<br />

dolaştırılmıştır. Cumhuriyet devriminin ilk şehidi olan Kubilay’la ile birlikte Hasan<br />

ve Şevki adındaki iki bekçi de isyancılar tarafından şehid edilmiştir.<br />

Menemen Olayı, tüm yurtta tepki ile karşılanmıştır. Olay sonrasında<br />

Menemen’in yanı sıra Manisa ve Balıkesir’de bir ay süre ile sıkıyönetim ilan<br />

edilmiştir. Çankaya’da yapılan bir toplantıda Atatürk, olayın siyasal kaynaklarının<br />

araştırılmasını talep etmiştir. Araştırmalar sonucunda isyanın Nakşibendi tarikatı ile<br />

ilgisi tespit edilmiştir. Bu tarikatın önemli isimleri arasında yer alan Esad Efendi’nin<br />

yanı sıra bazı isimler de gözaltına alınmıştır. 3 Ocak 1931’de kurulan Divan-ı<br />

Harb’deki duruşmalarda 34 kişi idamla yargılanmış ve 28 kişinin cezaları T.B.M.M<br />

tarafından onaylanarak idam gerçekleşmiştir. Bunun yanı sıra 41 kişi çeşitli sürelerle<br />

hapis cezasına çarptırılmış; 27 sanık ise beraat etmiştir. İsyanın bastırılmasından<br />

sonra 26 Şubat 1931 tarihinde bölgedeki sıkıyönetim kaldırılmıştır.<br />

Sorular<br />

1.İzmir İktisat Kongresi’nin başkanlığını kim yürütmüştür?<br />

a. Mustafa Kemal (Atatürk)<br />

b. Kâzım Paşa (Karabekir)<br />

c. Mahmut Esat (Bozkurt)<br />

d. İsmet (İnönü)<br />

e. Rauf (Orbay)<br />

Cevap: “B”<br />

2. Kâzım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele), Rauf (Orbay) ve<br />

Adanan (Adıvar) gibi Milli Mücadele Dönemi’nin önde gelen isimleri<br />

tarafından kurulmuş olan siyasi parti aşağıdakilerden hangisidir?<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

a. Cumhuriyet Halk Fırkası<br />

b. Serbest Cumhuriyet Fırkası<br />

c. Demokrat Parti<br />

d. Hürriyet ve İtilaf Fırkası<br />

e. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası<br />

Cevap: “E”<br />

3. Aşağıdaki olaylardan hangisi Takrir-i Sükûn Kanunu (4 Mart 1925)’nun<br />

çıkarılmasında önemli bir yere sahiptir?<br />

a. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Kurulması<br />

b. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Kurulması<br />

c. Şeyh Sait İsyanı<br />

d. Menemen-Kubilay Olayı<br />

e. İzmir Suikastı<br />

Cevap: “C”<br />

KAYNAKLAR<br />

Acun, Fatma (ed.), Atatürk ve Türk İnkılâp Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi,<br />

2009.<br />

Akyüz, Y. – E. Aybars, v.d, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/1, Ankara: Yüksek<br />

Öğretim Kurulu Yayınları, 1994.<br />

Emrence, Cem, 99 Günlük Muhalefet: Serbest Cumhuriyet Fırkası, İstanbul:<br />

İletişim, 2006.<br />

Eroğlu, Hamza, Türk İnkılâp Tarihi, Ankara: Savaş Kitap ve Yayınevi, 1990.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Ertan, Temuçin Faik (ed.), Başlangıcından Günümüze Türkiye Cumhuriyeti<br />

Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2014.<br />

Kürkçüoğlu, Ö. - N. Çağan, v.d, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/2, Ankara:<br />

Yüksek Öğretim Kurulu Yayınları, 1990.<br />

Öztürk, Cemil (ed.), İmparatorluktan Ulus Devlete Türk İnkılâp Tarihi, Ankara:<br />

Pegem Akademi, 2011.<br />

Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi: Ulusal Direnişten Türkiye Cumhuriyeti’ne (2.<br />

Kitap), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1992.<br />

Zürcher, Eric Jan, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, (çev. Gül Çağalı Güven),<br />

İstanbul: Bağlam Yayınları, 1992.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

III. KONU: HUKUK ALANINDA YAPILAN DEVRİMLER<br />

İÇİNDEKİLER<br />

Hukukun Anlamı, Önemi ve Kaynakları<br />

Başlıca Hukuk Sistemleri<br />

Osmanlı Hukuk Sistemi<br />

Yeni Hukuk Sisteminin Oluşturulması<br />

Medeni Kanun’un Kabulü<br />

Yeni Türk Devletinin Anayasaları<br />

1921 Anayasası<br />

1924 Anayasası<br />

1961 Anayasası<br />

1982 Anayasası<br />

Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkının Tanınması<br />

Hukukun Anlamı, Önemi ve Kaynakları<br />

Hukuk, hak kelimesinin çoğul halidir. Toplum içerisinde kişiler arasındaki<br />

ilişkileri düzenleyen ve devletin yaptırım gücü ile desteklenen kurallar bütününe<br />

hukuk denilmektedir. Toplumda düzenin oluşturulması bakımından hukuk önemlidir.<br />

Hukukun uygulanması devlet gücü ile yapılmaktadır. Kişilere bırakılmış bir husus<br />

değildir.<br />

Hukukun kaynakları yazılı ve yazılı olamayan kaynaklar şeklinde ikiye<br />

ayrılmaktadır. Kanunlar, kanun hükmünde kararnameler, yönetmelikler, tüzükler,<br />

yazılı hukukun kaynaklarını oluşturmaktadır. Yazılı olmayan kaynaklara ise<br />

gelenekler, adetler, din ve toplumsal bazı gerçekler, görgü kuralları dâhildir.<br />

Başlıca Hukuk Sistemleri<br />

Dünyada beş tür hukuk sistemi bulunmaktadır: Roma Hukuku, Ortak Hukuk,<br />

İslam Hukuku, Sosyalist Hukuk, Uluslar arası Hukuk.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Roma Hukuku, Avrupa ve Türkiye’de geçerli olan bir hukuk sistemidir.<br />

Medeni hukuk konusunda diğerlerine göre daha ileri bir düzeydedir. Roma Hukuku<br />

Sisteminde hukuk, özel ve kamu olarak ikiye ayrılır. Şahıslar arasındaki ilişkileri<br />

düzenleyen hukuka özel hukuk denilmektedir. Şahısların devlet ve devletin<br />

kurumlarıyla arasındaki ilişkileri düzenleyen kısmına ise kamu hukuku adı<br />

verilmektedir.<br />

Ortak Hukuk, Roma Hukukunda olduğu gibi kısımlara ayrılmamaktadır.<br />

Daha pratik bir hukuk olma özelliğine sahiptir. Toplumun tecrübesinin ve hakimlerin<br />

yorumlamalarının etkisi büyüktür.<br />

İslam Hukuku, İslam dinine dayanmaktadır. Hukuk kurallarının dört ana<br />

kaynağı mevcuttur: İslam Dininin kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim, Hz.<br />

Muhammed’in davranışlarını ve sözlerini içeren sünnet, benzer olaylarla mukayese<br />

anlamına gelen kıyas ve alimlerin görüş bildirmeleri anlamını taşıyan icma. İslam<br />

hukukun hakim olduğu Osmanlı hukuk sistemi de bu çerçeve içinde<br />

değerlendirilebilir.<br />

Sosyalist Hukuk, kişilerin mülkiyet hakkının olmadığı, bireyden daha çok<br />

toplumun ön planda olduğu bir sistem olup sosyalist ülkelerde uygulanmaktadır.<br />

Uluslar arası Hukuk, devletlerarası ilişkileri düzenler. Vatandaşlar arsındaki<br />

ilişkileri düzenleyen hukuka iç hukuk, vatandaşların diğer devlet ve uluslar arası<br />

örgütlerle ilişkilerini düzenleyen kurallara ise dış hukuk denilmektedir. Uluslar arası<br />

hukuk, bütün devletleri eşit ve bağımsız olarak görmektedir. Yani kuralları<br />

yapanlarla ona uyanlar aynı düzeydedirler.<br />

Osmanlı Hukuk Sistemi<br />

Osmanlı hukuk sisteminde dini esaslara dayanan Şer’i hukuk geçerliydi. Özel<br />

hukuk alanı (Şahıs Hukuku, Aile Hukuku, Borçlar Hukuku, Ticaret, Miras ve Eşya<br />

Hukuku) Şer’i Hukuka göre düzenlenirken genel hukuk alanlarında Şer’i hukukun<br />

dışında kalan konularda Örfi Hukuka başvurulmuştur. Temelde padişah iradesine<br />

dayanan bu hukukta geleneğin ve eski uygulamaların önemi büyüktür. Fatih Sultan<br />

Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde yapılan kanunnameler, örfi<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

hukuka örnek olarak gösterilebilir. Pratik ihtiyaçlardan hareketle çıkarılan bu<br />

kanunlar, Şer’i hukuka ters düşmeyecek biçimde uygulanmaktaydı. Padişaha örfi<br />

hukuku yapma yetkisini veren yine Şer’i hukuk idi. Süreçte örfi hukukun alanı<br />

genişledi ve Şer’i hukukun boşlukta bıraktığı alanlar, örfi hukukla dolduruldu.<br />

Osmanlı klasik düzeninde şer’i ve örfi hukuk uyum içinde işlemiştir.<br />

18.yüzyılın sonlarında başlayan değişim sürecinde batının hukuk anlayışı ve<br />

kurallarının Osmanlı dünyasına girdiği bilinmektedir. Batı hukuku başlangıçta<br />

gayrimüslimlerin yaşamlarını kolaylaştırmak üzere uygulama alanı bulmuştur.<br />

Zamanla Müslümanlar üzerinde de etkisi büyük oldu.<br />

Modernleşme sürecinde hukuk alanında değişimler söz konusudur. Batıdan<br />

doğrudan kanun alımı anlamına gelen iktibas olarak adlandırılan bu süreç, Tanzimat<br />

Fermanı (1839) ile başlamıştır. Anayasa hukukunun batılılaştığı dönem olarak<br />

değerlendirilen fermanda tebaaya ilk defa vatandaşlık hakları tanınmıştır. Ayrıca<br />

hukuk alanında yapılan düzenlemeler söz konusu iken ceza hukukuna yönelik<br />

çalışmalar yapılmıştır. Osmanlı vatandaşlarının tümüne tanınan can ve mal güvenliği,<br />

ırz ve namus dokunulmazlığı, cezai kurallarla ifadesini bulmuştur. 1850’de kabul<br />

edilen Ticaret Mahkemeleri Kanunu, ekonomik hayatı yoluna koyarken 1857 yılında<br />

Arazi Kanunnamesi, vatandaşların toprak mülkiyeti hakkını elde etmesini<br />

sağlamıştır.<br />

Tanzimat’tan itibaren şer’i hukuk sisteminin yanı sıra seküler bir hukuk<br />

sisteminin gelişmeye başladığı dikkati çekmektedir. İkilik yaratan bu durum, 1856<br />

yılındaki Islahat Fermanı sonrasında Nizamiye Mahkemeleri’nin kurulmasıyla daha<br />

da pekişmiştir. Müslümanlar ve gayrimüslimler için iki tür hukuk sistemi geçerli<br />

olmuştur. Hukuk sisteminin parçalanmasına rağmen modern hukuk kavramları ile<br />

tanışma, yeni yargılama usulleri, mahkemelerin kurulması ile birlikte eşitsizliklerin<br />

giderilmesi sağlanmıştır. Modern hukukla tanışma süreci olarak değerlendirilen bu<br />

dönem, Cumhuriyet için büyük bir birikimin hazırlanması anlamına gelmektedir.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Yeni Hukuk Sisteminin Oluşturulması<br />

Hukuk alanında yapılan devrimlerin ortaya çıkmasını sağlayan gelişmeler, 1921<br />

yılına kadar götürülebilir. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan T.B.M.M, Osmanlı<br />

hakimiyetini ve anayasasını (Kanun-ı Esasi) tanımadığı için 20 Ocak 1921’de bir<br />

anayasayı ( Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu) kabul etti. 1921 Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu,<br />

Kurtuluş Savaşı yıllarının olağanüstü koşullarında hazırlanan bir anayasa niteliğine<br />

sahipti. Bu sebeple, modern bir devletin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktı. 24<br />

maddeden oluşan bu anayasa, Büyük Millet Meclisi’nin, kendi anayasasına sahip<br />

olma isteğinden hareketle ortaya çıkmıştır. Anayasanın birinci maddesinde Milli<br />

Egemenliğin Türk milletine ait olduğu vurgulanmaktaydı. Anayasanın bütün yetkileri<br />

T.B.M.M’de toplanmaktaydı. Saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922), Cumhuriyetin<br />

İlanı (29 Ekim 1923) sonrasında halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924), hukuk<br />

alanından yapılacak düzenlemeler için gerekli çerçeveyi hazırlamıştı. 20 Nisan<br />

1924’te çıkarılan Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu (1924 Anayasası), Cumhuriyetin ilk<br />

anayasası olma özelliğinin yanı sıra her türlü ihtiyacı karşılayabilecek bir<br />

düzenlemeyi de içermekteydi. 1925 yılında Ankara’da Adliye Hukuk Mektebi<br />

açılmıştır. Bu Cumhuriyetin ilk yüksek öğretim kurumu idi. Yeni rejimin hukuka<br />

verdiği önemi göstermekte olan bu kurum, aynı zamanda bu alandaki boşluğu da<br />

dolduracaktı. 1926 yılı hukuk alanında en kapsamlı yeniliklerin yapıldığı yıl olarak<br />

bilinmektedir. Benzer şekilde Medeni Kanun da aynı yıl hayatımıza girmiştir.<br />

Medeni Kanun’un ardından kabul edilen Borçlar Kanunu da iktibas yolu ile<br />

İsviçre’den alınmıştır. Ceza Kanunu ise İtalya’dan alınarak aynı yıl içinde yürürlüğe<br />

girmiştir. Osmanlı’dan başlayarak devam eden batı hukuku normlarına uyum<br />

gösterme ulus devletin oluşmasının hukuki zeminini de hazırlamıştır.<br />

Medeni Kanun’un Kabulü<br />

Tanzimat Dönemi’nde özel hukuk alanında kanunlaştırma çabaları başlayınca<br />

Avrupa hukuku ile Osmanlı hukukunun bir sentezini yapma girişimleri mevcut<br />

olmuştur. Dönemin Divan-ı Ahkâm-ı Adliye Nazırı olan tarihçi Ahmed Cevdet Paşa<br />

başkanlığındaki kurul tarafından kaleme alınan Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye),<br />

on yıllık bir çalışma sonucunda (1868-1878) ortaya çıkmış olan Osmanlı Medeni<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Kanunu’dur. Yalnız Osmanlıların değil tüm İslam dünyasının ilk medeni kanunu ve<br />

borçlar yasası olan Mecelle ile borçlar, usul, eşya ve medeni hukuka ilişkin kurallar<br />

düzenlenmiştir. Mecelle, 1926 yılında Türk Medeni Kanunu’nun kabulüne kadar<br />

yürürlükte kalmıştır.<br />

İnsanların günlük işlerinin büyük bir kısmını düzenleyen, kişinin dünyaya<br />

gelişinden ölümüne kadar olan bütün özel işlerini kapsayan Medeni Kanun, istisnasız<br />

olarak her vatandaşı ilgilendirmektedir. İsviçre Medeni Kanunu’ndan iktibas yolu ile<br />

alınmış olan Türk Medeni Kanunu, yargıca geniş yetkiler tanımaktadır. Kanun,<br />

bireysel özgürlüklere ve özel teşebbüse de yer vermektedir. Eşitlik esasını savunan<br />

kanun kadın-erkek eşitliğini prensip itibariyle kabul etmektedir. Tek eşlilik, resmi<br />

nikah, hakim kararı ile boşanma gibi esasları da içermektedir. Ayrıca en önemlisi,<br />

kadına da boşanma hakkı tanınmıştır. Yani evlenme, boşanma ve miras gibi<br />

konularda yapılan uygulamalar, kanun sayesinde laik bir niteliğe kavuşmuştur. 17<br />

Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun’un, İsviçre’den iktibas edilmesinin<br />

sebebi, dönemin Adalet Bakanı, Mahmut Esat Bozkurt’un, İsviçre’de hukuk eğitimi<br />

almasıyla yakından ilgilidir. Bu durumun kanunun orijinalinin Fransızca olup<br />

Cumhuriyet dönemi hukukçularının Fransızca bilmelerinin etkisiyle gerçekleştiği<br />

söylenebilir. 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe giren Medeni Kanun, dört bölüm, 937<br />

maddeden oluşmaktadır. 22 Nisan 1926’da ise Medeni Kanun’un devamı niteliğinde<br />

olan Borçlar Kanunu kabul edilmiştir.<br />

Yeni Türk Devletinin Anayasaları<br />

1921 Anayasası<br />

20 Ocak 1921 tarihinde T.B.M.M tarafından kabul edilen ilk anayasa,<br />

Meclis’in dokuz aylık bir faaliyetinden ve uzun süre görüşmelerden sonra kabul<br />

edilmiştir. 1921 Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine yeni<br />

bir Türk devletinin kuruluşunu hukuki yönden belirten bir belge niteliğindedir.<br />

Olağanüstü şartlar ve acil ihtiyaçlar sebebiyle hazırlanmış olan bu anayasa, 23 madde<br />

ve bir ek maddeden oluşmaktaydı. Kuvvetler birliği sisteminin hakim olduğu bir<br />

anayasadır. Türkiye’de “bütün kuvvet ve yetkilerin kaynağı millet iradesidir, milli<br />

iradeyi millet adına temsil eden tek yetkili organ T.B.M.M’dir” ifadesinin yer aldığı<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

1921 Anayasası’na göre Meclis aynı zamanda hem yasama hem de yürütme yetkisine<br />

sahipti.<br />

1924 Anayasası<br />

Olağanüstü şartlarda hazırlanmış 1921 Anayasası, ayrıntılı bir anayasa olma<br />

özelliğine sahip değildi. Zaman zaman değişikliğe uğrayan anayasa 1924 yılına<br />

gelindiğinde modern bir devletin ihtiyaçlarını karşılamaktan da uzak olması<br />

sebebiyle demokratik ve çağdaş ölçülerde bir anayasa yapılması gündemin önemli<br />

meselelerinden biri haline gelmiştir. 20 Nisan 1924 tarihinde T.B.M.M. tarafından<br />

kabul edilen bu ikinci anayasa da yine Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu adını<br />

taşımaktaydı.<br />

Altı bölüm ve 105 maddeden oluşan 1924 Anayasası, hem Meclis hükümeti<br />

hem de parlamenter rejime has özellikler taşımaktadır. “Türk milletini ancak<br />

T.B.M.M temsil eder ve millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır” (Madde 4)<br />

“Yasam yetkisi ve yürütme erki, T.B.M.M’de belirir ve onda toplanır” (Madde 5)<br />

“Meclis, hükümeti her zaman denetleyebileceği ve düşürebileceği halde (Madde 7)<br />

hükümetin Meclisi feshetme yetkisi yoktur”<br />

1924 Anayasası’nın birinci maddesi, “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir”<br />

hükmünü taşımakta olup ikinci maddesi ise “Türkiye Devleti’nin dini İslam dinidir,<br />

resmi dili Türkçedir, başkenti Ankara’dır” hükümlerine yer vermekteydi.<br />

Sivil bir anayasa özelliğine sahip olan 1924 Anayasası’nda bazı değişiklikler<br />

yapılmıştır. 10 Nisan 1928 tarihinde Osmanlı’dan tek bir iz barındıran “devletin dini<br />

İslam’dır” hükmü anayasadan çıkarılmıştır. Milletvekillerinin ve Cumhurbaşkanı’nın<br />

yeminlerinde yer alan “vallahi” kelimesi yerine “namusum üzerine söz veririm”<br />

ifadesi getirilmiştir. Buna ilave olarak T.B.M.M’nin görevlerini sayan maddeden<br />

“Şer’i hükümlerin yerine getirilmesi” görevi çıkartılarak 1924 tarihili Teşkilat-ı<br />

Esasiyye Kanunu laik içeriğe bürünmüştür.<br />

Anayasada yapılan bir değişiklikle 5 Aralık 1934’te kadınlara seçme ve<br />

seçilme hakkı verilmiştir. Seçmenlik yaşı ise 18 yaşını bitirenler yerine 22 yaşını<br />

bitirenlere tanınmıştır. 5 Şubat 1937 tarihinde ise CHP’nin programında yer alan altı<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

ok, yani Atatürk’ün altı ilkesi anayasaya dahil edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti,<br />

“cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı” olarak tanımlanmıştır.<br />

1924 Anayasası, 1960 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. İki kısa çok partili<br />

hayat denemesi (1924 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930 Serbest<br />

Cumhuriyet Fırkası) göz önünde bulundurulmazsa 1945 yılına kadar tek partili,<br />

1945’ten 27 Mayıs 1960 Askeri Muhtırası’na kadar da çok partili dönemlerin<br />

anayasası olma özelliği taşımaktadır. Bu özelliği ile diğer anayasalardan<br />

ayrılmaktadır.<br />

1961 Anayasası<br />

27 Mayıs 1960 günü Milli Birlik Komitesi (MBK) adı altında toplanan Türk<br />

Silahlı Kuvvetleri’ne mensup bir grup genç subay yönetime el koymuştur. 29 Eylül<br />

1960 tarihinde Demokrat Parti (DP) kapatılmış, DP’li pek çok milletvekili de<br />

tutuklanmış ve devamında Yassıada’daki yargılama süreci başlamıştır. Yaklaşık bir<br />

yıl kadar süren Yassıada Mahkemeleri’nde toplam 592 kişi sanık olarak yargılanmış<br />

ve Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın ölüm cezaları<br />

onaylanarak idam edilmişlerdir. Ardından düzeni yeniden oluşturmak üzere harekete<br />

geçen MBK 1961 Anayasası’nı hazırlamak için Kurucu Meclis’i görevlendirmiştir.<br />

Anayasayı hazırlamak üzere İstanbul’dan Ankara’ya getirilen bir grup Öğretim Üyesi<br />

28 Mayıs’ta Profesör Sıddık Sami Onar başkanlığında ilk anayasa komisyonu<br />

raporunu MBK’ya sunmuştur. Geçici anayasaya göre genel seçim yapıldıktan ve<br />

anayasa yürürlüğe girdikten sonra TBMM yönetimi devralana dek MBK Türk Milleti<br />

adına egemenlik hakkını kullanacaktır.<br />

1961 Anayasası, 1924 Anayasası’nda birtakım değişiklikler yapılarak söz<br />

konusu dönemin şartlarına uygun hale getirilerek oluşturulmuştur. TBMM’nin<br />

yerinde artık MBK vardır. Geçici anayasa yürürlüğe girdikten sonra Meclis açılmış<br />

ve MBK, yasama görevini üstlenmiştir. MBK içindeki görüş ayrılıkları iktidarı<br />

devam ettirmek isteyenlerle devretmek isteyenler arasında giderek derinleşmiştir.<br />

Tasfiyeler sonrasında ikinci MBK dönemi başlamış ve Kurucu Meclis çalışmalarına<br />

hız vermiştir. En çok oy oranına sahip olan CHP’nin etkin olduğu bir meclis<br />

kurulmuştur. 6 Ocak-4 Eylül 1961 arasında görev yapan bu meclis anayasayı kabul<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

etmiştir. Türkiye tarihinde ilk kez bir anayasa halk tarafından onaylanmıştır. 9<br />

Temmuz 1961 yılında halkoylamasına sunulan anayasanın, % 38 Hayır oyuyla<br />

yeterli ölçüde tasvip edilmediği görülmüştür. 20 Temmuz 1961 tarihinde yürürlüğe<br />

giren bu anayasa ihtilal öncesi döneme duyulan bir tepki anayasasıdır. 1961<br />

Anayasası, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) gibi önemli bir yapıyı oluşturmakla<br />

birlikte tüm halkı temsil eden bir anayasa olmaması sebebiyle de eleştirileri<br />

toplamıştır.<br />

1924 Anayasası’nda yer alan “TBMM, milletin yegâne ve hakiki temsilcisi<br />

olup millet adına hakkı, hakimiyeti istima eder” şeklindeki maddesi, 1961<br />

Anayasası’nda “millet egemenliği anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar<br />

eliyle kullanılır” şeklinde ifadesini bulmuştur. Meclis dışındaki yetkili organların<br />

Milli Egemenliğin kullanılmasında rolü ifade edilmekteydi. 1961 Anayasası’nın asıl<br />

amacı, çoğunluğu elde eden iktidarların uygulamalarına engel olmak amacıyla yeni<br />

kurumlar oluşturarak siyasi iktidarı sınırlamaya yönelik olmuştur. Yani Meclis,<br />

egemenliği kullanan tek organ olmaktan çıkarılmıştır. Hukuk devleti ilkesi, 1961<br />

Anayasası’nın temel niteliklerinden birisidir.<br />

1961 Anayasası’nda yürütmenin gücü azaltılarak güçler ayrılığı ilkesi<br />

derinleştirilmiştir. TBMM’nin yanında Senato kurularak iki meclisli yasama<br />

sistemine geçilmiştir. Her iki meclisin hukuki durumları ile seçilecek olanlarda<br />

aranan şartlar farklılık içermekteydi. 1961 Anayasası, 12 Eylül 1980 Askeri<br />

Müdahalesi’ne kadar yürürlükte kalmıştır.<br />

1982 Anayasası<br />

12 Eylül 1980’de ordunun yönetime el koymasının ardından yasama ve<br />

yürütme yetkileri Milli Güvenlik Kurulu tarafından kullanılarak kısa süre içinde<br />

Bakanlar Kurulu kurulacağı ve yürütmenin bu kurula bırakılacağı vurgulanmıştır.<br />

Bakanlar Kurulu oluşturulmuş ve başına Emekli Oramiral Bülent Ulusu getirilmiştir.<br />

1982 yılında halkoylaması ile kabul edilmesinin ardından siyasi yasakların<br />

kalkacağına dair beklenti ortaya çıkmıştır. Siyasi Partiler Kanunu, siyasi faaliyetleri<br />

serbest bırakan konsey kararları, seçmen kütüklerini düzenlenmesi, seçimli ve partili<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

hayata dönüş söz konusuydu. Ayrıca ülkeyi yeniden yapılandırma planının en önemli<br />

kısımlarından birini 1961 Anayasası’nın yenilenmesi oluşturmaktaydı. 7 Kasım 1982<br />

tarihinde yapılan halk oylaması sonucunda 1982 Anayasası, geçerli oyların %<br />

91.37’sini alarak kabul edilmiştir. Kenan Evren, Cumhurbaşkanı seçilmiştir.<br />

1982 Anayasası’nda yapılan ilk değişiklik, 1987 yılında yapılan halk<br />

oylaması ile gerçekleşmiş olup dört alanda değişim söz konusudur. Seçmen yaşı, 21<br />

yaşını doldurmuş olmak şeklinde iken 20 yaşına girmiş olmak şeklinde değiştirilmiş<br />

ve milletvekili sayısı 400’den 450’ye çıkarılmıştır. İkinci değişiklik halk oylamasına<br />

gerek kalmadan 1993’te yapılmıştır. Özel radyo ve televizyonların durumu yasal hale<br />

getirilmiş, radyo-televizyon kurma ve işletme yetkilerini sadece devlete tanıyan<br />

hüküm değiştirilmiştir. Halk oylamasına sunulmadan yapılan üçüncü değişiklik,<br />

1995 yılında gerçekleştirilmiştir. Kapsamlı bir paketi içeren bu değişiklik sendikalar,<br />

dernekler, seçme-seçilme, siyasi faaliyetlerde bulunma, partiler, TBMM ve üyeleri,<br />

kooperatifler ve yargıya ilişkindi. Yurt dışındaki vatandaşlar ile tutukluların oy<br />

kullanmaları gerçekleşerek seçmen yaşı 20 yerine 18 olmuştur. Dördüncü değişiklik<br />

ise Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)’nde yer alan subay üyelerin yerine<br />

sivillerin atanmasına ilişkin olarak yargıda yapılan bir değişikliğe yönelikti.<br />

Danışma Meclisi tarafından hazırlanan 1982 Anayasası’nın amacı, güçlü bir<br />

iktidar için gerekli görülen temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına izin vermek<br />

olmuştur. Yürütmeyi güçlendirmeyi amaçlayan 1982 Anayasası, Cumhurbaşkanı’nın<br />

yetkilerini genişletmeyi benimsemiştir. 1961 Anayasası’nda olduğu gibi seçimle<br />

işbaşına gelen meclisler yerine atama ve sınırlı bir temsil söz konusudur.<br />

Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkının Tanınması<br />

17 Şubat 1926 tarihinde kabul edilen Medeni Kanun ile Türk kadını<br />

toplumsal yaşama dair pek çok hak elde etmiştir. Atatürk’ün temel ilkelerinden biri<br />

olan halkçılık ilkesine aykırı olan eşitsizliği gidermek için kadınlarla ilgili kadınlarla<br />

ilgili siyasi haklar konusunda düzenlemeler yapmak gerekliydi. Bu husustaki ilk<br />

adımı 3 Nisan 1930 tarihli Belediyeler Yasası teşkil etmektedir. Söz konusu yasa ile<br />

Türk kadınlarına belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmaktaydı. Bir sonraki<br />

aşama, 26 Ekim 1933’te Köy Kanunu’nun değiştirilmesi sonucu Muhtar ve İhtiyar<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Heyetleri’ne seçme ve seçilme hakkının elde edilmesiyle ilgilidir. Türk kadınının asıl<br />

siyasi hakkını elde ettiği en önemli gelişme, anayasada yapılan bir değişiklikle 5<br />

Aralık 1934 tarihinde milletvekili seçmek ve seçilmek hakkının kadınlara da tanınmış<br />

olmasıdır. 1935 yılındaki seçimlerde 18 kadın TBMM’ye milletvekili olarak<br />

girmiştir. Medeni Kanun’un alındığı İsviçre’deki hem cinslerinden çok önce<br />

parlamentoya girmeyi başaran Türk kadını, Avrupa kadınlarına göre çok erken bir<br />

tarihte siyasi haklara sahip olmuştur. Fransa, Yugoslavya ve Bulgaristan’da henüz bu<br />

haktan söz etmek mümkün değildi.<br />

Sorular<br />

1.1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanunu, hangi medeni kanundan<br />

iktibas edilmiştir?<br />

a. İsviçre<br />

b. Hollanda<br />

c. İtalya<br />

d. Fransa<br />

e. Almanya<br />

Cevap: “A”<br />

2. Hem tek partili hem de çok partili dönemde yürürlükte kalan anayasa<br />

aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. 1921 Anayasası<br />

b. 1961 Anayasası<br />

c. 1982 Anayasası<br />

d. 1924 Anayasası<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

e. Kanun-ı Esasi<br />

Cevap: “D”<br />

3. Kadınların siyasi yaşamda elde ettikleri en büyük hak aşağıdakilerden<br />

hangisi ile gerçekleşmiştir?<br />

a. Kadınlara Belediye Seçimlerine katılma hakkının tanınması<br />

b. Muhtar ve İhtiyar Heyetlerine seçme ve seçilme hakkının tanınması<br />

c. Milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanınması<br />

d. Tek eşliliğin kabul edilmesi<br />

e. Medeni Kanun’un kabulü<br />

Cevap: “C”<br />

KAYNAKLAR<br />

Acun, Fatma (ed.), Atatürk ve Türk İnkılâp Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi,<br />

2009.<br />

Akyüz, Y. – E. Aybars, v.d, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/1, Ankara: Yüksek<br />

Öğretim Kurulu Yayınları, 1994.<br />

Eroğlu, Hamza, Türk İnkılâp Tarihi, Ankara: Savaş Kitap ve Yayınevi, 1990.<br />

Ertan, Temuçin Faik (ed.), Başlangıcından Günümüze Türkiye Cumhuriyeti<br />

Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2014.<br />

Kürkçüoğlu, Ö. - N. Çağan, v.d, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/2, Ankara:<br />

Yüksek Öğretim Kurulu Yayınları, 1990.<br />

Öztürk, Cemil (ed.), İmparatorluktan Ulus Devlete Türk İnkılâp Tarihi, Ankara:<br />

Pegem Akademi, 2011.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

IV. KONU: EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDA YAPILAN ÇALIŞMALAR<br />

İÇİNDEKİLER<br />

Osmanlı Devleti’nde Eğitim<br />

Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924)<br />

Yeni Türk Alfabesi’nin Kabulü (1 Kasım 1928)<br />

Yeni Tarih ve Dil Anlayışı<br />

Üniversite Reformu (1933)<br />

Güzel Sanatlar Alanındaki Gelişmeler<br />

Osmanlı Devleti’nde Eğitim<br />

Osmanlı Devleti’nin eğitim sistemi, Selçuklulardan devralınan geleneksel<br />

İslami eğitim anlayışına dayanan, toplumun tamamına ulaşamayan bir yapı<br />

sergilemekteydi. Çoğunluğunu halk çocuklarına parasız eğitim veren Sıbyan<br />

Mektebleri ve Medreseler oluşturmaktaydı. Ayrıca devletin üst kademelerine idareci<br />

yetiştiren Enderun Mektebi mevcut idi. Medreselere, Sıbyan Mektebini bitirenler<br />

devam etmekteydiler. Sadece erkek öğrencilerin devam edebildiği bu okulların<br />

öğretim dili Arapça’ydı.<br />

Yenileşme hareketlerinin başlaması ile birlikte ilk olarak askeri okulların<br />

açılması söz konusu olmuştur. II. Mahmud döneminde ilköğretim zorunlu hale<br />

getirilmiş, Avrupa’ya ilk defa öğrenci gönderilmiştir. Tıbbiye (1827) ve Harbiyye<br />

(1834) Mektebleri açılmıştır. Tanzimat’ın ilanı ile yeni okullar açılmış ve bunlar ilk,<br />

orta ve yüksek öğretim adı altında üç basamağa ayrılmıştır. Biri geleneksel diğeri<br />

modern iki eğitim sisteminin varlığı söz konusuydu. Geleneksel sistem, Şer’iyye ve<br />

Evkaf (Vakıflar) Vekaleti’ne bağlı olup dini bir içeriğe sahipti. Modern eğitim<br />

sistemi ise Maarif Nezareti’ne bağlıydı. Tanzimat’ın sonlarına doğru Fransız eğitim<br />

sistemi model alınmıştır. Mekteb-Medrese ikiliğinin meydana gelmesi dışında azınlık<br />

(Rum-Ermeni-Yahudi) ve yabancıların açmış olduğu okullar sayesinde eğitim<br />

sistemi, kozmopolit bir hale gelmiştir. Eğitim ve kültürde birlik mevcut olmayıp<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

ilköğretimdeki okullaşma oranı % 20 civarındaydı. Okuma-yazma bilenlerin sayısı<br />

ise % 10’un altındadır. Kısaca yeni Türk Devleti, eğitim konusunda Osmanlı’dan son<br />

derece olumsuz sayılabilecek bir miras devralmıştır.<br />

Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924)<br />

3 Mart 1924 tarihinde Saruhan ( Manisa) milletvekili Vasıf Bey, (Çınar) ile<br />

57 arkadaşı tarafından hazırlanan kanun teklifi, TBMM genel kurulunda görüşülerek<br />

oy birliği ile kabul edilmiş ve 430 sayı ile yasalaşmıştır.<br />

Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na göre Medreseler kapatıldı ve bütün okullar,<br />

Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. (İstanbul) Darülfünun’a bağlı İlahiyat Fakültesi<br />

ve ülkenin çeşitli yerlerinde İmam-Hatip Okulları açıldı. İlki aracılığıyla yüksek din<br />

uzmanları yetiştirilmesi sağlanacaktı. İkincisi ise dini hizmetleri görecek memurların<br />

yetişmesi için açılan kurumlardı. Kanunun kabul edilmesi ile birlikte ikiliğe neden<br />

olan mekteb-medrese ayrımına son verilecek zararlı faaliyetleri ile bilinen yabancı ve<br />

azınlık okulları denetim altına tutulabilecekti. Kısaca eğitim merkezileştirilerek<br />

devlet kontrolü ve denetimi sağlanacaktır.<br />

3 Mart 1924 günü kabul edilen Halifelik ile Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’ni<br />

kaldıran kanunlarla öğretim birliğini ve laikleşmeyi engelleyecek unsurlar ortadan<br />

kaldırılmıştır.<br />

Yeni Türk Alfabesi’nin Kabulü (1 Kasım 1928)<br />

Türkler tarih boyunca çeşitli alfabeler kullanmıştır. Göktürk Alfabesi olarak<br />

bilinen 38 harfli alfabenin dışında, Uygur Türkleri’nin kullandığı Soğd Alfabesi,<br />

İslamiyet’in kabulünden sonra benimsenen Arap Alfabesi bunlardan sadece<br />

bazılarıdır. En son kullanılan Arap Alfabesi ile Türkçe kolay yazılıp okunamıyordu.<br />

Bu harflerle okuma-yazma sınırlı bir kesimin kontrolünde kalmıştır. Okuma-yazma<br />

bilenlerin sayısının hep düşük kalmasına yol açan bu durumdan toplumun<br />

kurtarılması icap etmekteydi.<br />

Harf inkılabının ilk adımı, 20 Mayıs 1928’de 1288 sayılı kanunla atılmış olup<br />

Arap rakamlarının kullanılmasına son verilerek milletlerarası rakamların<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

kullanılmasına başlanmıştır. Bu durum Türk modernleşmesi açısından belki de en<br />

büyük kırılmayı oluşturmuştur.<br />

Atatürk’ün talebi doğrultusunda yapılan çalışmalar sonucunda Türkçeyi en iyi<br />

karşılayan harflerin Latin harfleri olduğu görüşü netleşmiş ve Arap harfleri ile<br />

Türkçe yazmanın zorlukları ortaya konulmuştur. 1 Kasım 1928 tarihinde Latin<br />

harflerine dayanan Yeni Türk Alfabesi, T.B.M.M’de 1353 sayılı yasa olarak kabul<br />

edilmiştir. “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” 3 Kasım 1928’de<br />

yürürlüğe girmiştir. Latin harflerinin halka öğretilmesi için yurt geneline okumayazma<br />

seferberliği başlatılarak % 10’un altında okuma-yazma oranına sahip olan<br />

Türk halkının okur-yazar yapılması hedeflenmiştir. Açılan Millet Mektebleri (10<br />

Ocak 1929) aracılığıyla yeni alfabenin topluma öğretilmesi ve yeni bilgilerin<br />

aktarılması konusunda önemli işler başarılmıştır. Başöğretmen sıfatıyla Atatürk<br />

öncülüğünde başlayan söz konusu çalışmalar, Türk toplumunda okuma-yazma<br />

bilenlerin sayısının hızla artmasına neden olmuştur. 16-45 yaşlarındaki vatandaşların<br />

katıldığı kurslar düzenlenmiş ve okuma-yazma, hesap, sağlık ve yurt bilgisi<br />

derslerine ağırlık verilmiştir. Bunun dışında halk okuma odaları aracılığıyla da<br />

benzer şekilde okuma alışkanlığı kazandırılmaya çalışılmıştı.<br />

1932 yılında açılan Halkevleri aracılığıyla eğitim, kültür ve sanat<br />

faaliyetlerine ağırlık verilmiştir. Atatürk’ün halkçılık ilkesine dayanılarak açılan<br />

Halkevleri, kısa sürede birkaç vilayette yaygın hale gelmiştir. Bilim adamlarının,<br />

siyasetçilerin konferans düzenlendikleri, tiyatro gösterilerinin, çok sesli müzik<br />

konserlerinin düzenlendiği, çeşitli kursların açıldığı Halkevleri tüm vatandaşlara<br />

açıktı. Halkevlerinin amacı, onları Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışır birer vatandaş<br />

olarak yetiştirmekti. Halkevleri 1951 yılında dönemin hükümeti tarafından<br />

kapatılmıştır.<br />

Yeni Tarih ve Dil Anlayışı<br />

Tarih alanında atılan ilk adım, 23 Nisan 1930 tarihindeki 6. Türk Ocakları<br />

Kurultayı’nda alınan bir kararda ortaya çıkmış ve Türk Ocakları içinde Türk Tarihi<br />

Tetkik Heyeti kurulması kararlaştırılmıştır. 12 Nisan 1931 tarihinde başkanlığını<br />

Tevfik Bıyıklıoğlu’nun yaptığı Türk Tarihi’ni Tetkik Heyeti, 3 Ekim 1935’te Türk<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Tarih Kurumu (TTK) adını almıştır. Yeni bir tarih görüşünü ifade eden Atatürk’ün<br />

Tarih Tezi’ne göre Türk milletinin tarihi, yalnız Osmanlı tarihinden ibaret olmayıp<br />

çok daha eskidir ve ilişkide bulunduğu tüm medeniyetler üzerinde etki bırakmıştır.<br />

Ümmet tarihi anlayışından millet tarihi anlayışına geçilmesi bu sebeple zorunludur.<br />

Millet tarihi anlayışını gerekli kılan bazı önemli sebepler aşağıdaki gibidir:<br />

-Türklerin dolikosefal ve sarı ırka mensup olmadığı, brakisefal ve beyaz ırka<br />

mensup bir topluluk olduğu,<br />

-Türk tarihinin İslamiyet öncesindeki yüzyıllara dayandığının kanıtlanması,<br />

-Ulusal bir tarih anlayışı oluşturulması ve Türk ulusunda milli bilincin<br />

gelişiminin sağlanması,<br />

-Akıla ve bilime dayanan bir tarih anlayışının topluma benimsetilmesi v.b.<br />

Atatürk’ün, 1931 yılında tarih çalışmalarının henüz başladığı dönemde<br />

söylemiş olduğu “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık<br />

kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” sözü ile<br />

Türkiye’deki tarih araştırmalarının tarafsız bir biçimde gelişmesini arzu ettiğini,<br />

tarihçilerin de bu gerçeğe sadık kalmaları isteğini dile getirmiştir.<br />

Atatürk’ün vasiyeti ile İş Bankası’ndaki kişisel ortaklığından sağlanan gelirin<br />

% 50’si ile çalışmalarını sürdüren TTK, kuruluşundan itibaren Türk tarihinin<br />

karanlıkta kalan noktalarını aydınlatmaya yönelik çalışmalar yapmıştır.<br />

Dil, milli yapıyı oluşturan en önemli araçtır. Milli varlığı destekleyen en<br />

büyük dayanaktır. Atatürk, “Millet, dil, kültür ve mefkure birliği ile birbirine bağlı<br />

vatandaşların oluşturduğu siyasi ve toplumsal heyettir” diyerek tanımladığı millet<br />

kavramının en önemli unsurlarından biri olarak dil birliğini göstermiştir. Yazı dilinin<br />

ağır olması ve halkın tamamına ulaşmaması bakımından milli bir dilin<br />

kullanılmasının gerekliliği açıkça ortaya çıkmıştır. Türkçenin zengin bir dil haline<br />

getirilmesini arzu eden Atatürk, Türk Dil Kurumu’nun kurulması için yönlendirmede<br />

bulunmuştur. 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili’ni Tetkik Cemiyeti kurulmuştur.<br />

Türkçenin bir bilim ve kültür dili haline getirilmesini hedefleyen kurum, Türk Dil<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Kurumu (TDK) adını almıştır (31 Ağustos 1936). Bu kurum, Türk dili üzerine<br />

çalışmalar yaparak halkın konuştuğu Türkçeyi yazı diline çekerek milli bir dil<br />

oluşturulmasına destek vermiştir. Atatürk, kendisi de Türkçe kelimeler kullanmaya<br />

çalışmıştır. Türkçeleştirme akımı ile dilimize kazandırılan üçgen, artı, açı v.b.<br />

kelimeler bu türden olup kendisi tarafından bulunmuştur. En büyük sıkıntı yazı dili<br />

ile konuşma dili arasındaki açığı kapatmakla ilgilidir. Bu konuda yapılan çalışmalar,<br />

dil inkılabının en büyük başarısı olarak değerlendirilebilir. Atatürk’ün yönlendirdiği<br />

Güneş Dil Teorisi, Türkçenin, dünya dillerinin en eskileri arasında yer aldığına ve bir<br />

kültür dili olduğuna inanmasıyla yakından ilgilidir. Teorinin ortaya çıkmasından<br />

önceki dönemde aşırı Türkçeleşme ve bütün dünya dillerinin Türk dilinden<br />

doğduğuna inanılması, bu görüşün etkinlik kazanmasının asıl nedeni olmuştur.<br />

Türkoloji çalışmalarının istenilen düzeyde olmaması ve Türkiye’de henüz yeterli<br />

düzeyde yetişmiş dil uzmanı bulunmaması bu konuda bazı yanlışlara yol açmıştır.<br />

TDK’nın çalışmalarıyla Türk dili bir kültür ve sanat dili haline getirilmiştir.<br />

Köklü bir reformla milli bir dil oluşturulmaya çalışılmış ve bilim dili, aydın dili ve<br />

halk dili gibi ayrımlar ortadan kaldırılmıştır. Dil inkılabı ile Türkçenin bütün<br />

meseleleri bir bütün olarak düşünülmüş ve sistemli bir şekilde başarıya ulaştırılmaya<br />

çalışılmıştır.<br />

Üniversite Reformu (1933)<br />

Darülfünun (İstanbul), Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden tek üniversite<br />

idi. Tanzimat Dönemi’nde kurulan Darülfünun, kısa bir süre sonra kapatılmış, 1900<br />

tarihinde II. Abdülhamid döneminde tekrar açılmıştır. 1933 yılına kadar varlığını<br />

sürdüren bu okul, inkılaplar ve bilimsel gelişmeler karşısında yetersiz kalmıştır.<br />

Darülfünun özellikle son dönemlerde kendisinden bekleneni yerine<br />

getirememekteydi. Yeni rejim, Darülfünun’dan hem bilim üretmesini hem de<br />

inkılaplara destek vermesini beklemekteydi. Ayrıca söz konusu kurumun kaliteli<br />

eğitim ve öğretim veremediği bu hususta yetersiz olduğu kanaati oluşmuştu. Bu<br />

amaçlar doğrultusunda hükümet, Türkiye’deki yüksek öğretimi incelemesi ve reform<br />

tasarısı hazırlaması için Cenevre Üniversitesi (İsviçre)’nden Prof. Albert Malche’yi<br />

davet etmiştir. Malche, Darülfünun ile ilgili olarak bir rapor hazırlayarak hükümete<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

sunmuştur. Söz konusu raporda Darülfünun’un bilimsel eksikliği vurgulanarak bu<br />

durumun giderilmesi için araştırmaya ve yabancı dil derslerine ağırlık verilmesi<br />

önerilmiştir. Kısacası köklü bir reforma ihtiyaç duyan bu kurum 1933 yılında yapılan<br />

yasal düzenlemelerle kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. Üniversite<br />

Reformu olarak adlandırılan Darülfünun’un kapatılarak İstanbul Üniversitesi’nin<br />

açılmasından sonra eski öğretim kadrosundan pek çok bilim adamı, görevden<br />

alınmıştır. Yüksek öğretimin yeni kadrolarla sürdürülmesine karar verilmiş, Nazi<br />

Almanyasından kaçan bilim adamları sayesinde üniversite reformundan beklenen<br />

fayda elde edilmiştir. Batı örneğinde bir bilim yuvası olarak tasarlanan üniversite,<br />

Tıp, Hukuk, Fen ve Edebiyat fakültelerinden oluşturulmuştur. 1934 yılından itibaren<br />

hem İstanbul Üniversitesi’nde hem de diğer yüksek öğretim kurumlarında zorunlu<br />

Türk İnkılap Tarihi dersi okutulmaya başlanmıştır.<br />

Cumhuriyet’in onuncu yılında bu düzenlemelerle birlikte 1925 tarihinde<br />

Ankara’da açılan Adliye Hukuk Mektebi, 1934 yılında Hukuk Fakültesi’ne<br />

dönüştürülmüştü. 1933 yılında Yüksek Ziraat Enstitüsü, 1936’da ise Dil ve Tarih-<br />

Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. Eski Mülkiye Mektebi Ankara’da yine aynı yıl<br />

Siyasal Bilgiler Okulu olarak yeniden düzenlenmişti. 1944’te İstanbul Teknik<br />

Üniversitesi, 1946’da ise Ankara Üniversitesi kurulmuştur. 1950 sonrasında İstanbul<br />

ve Ankara dışında da üniversiteler açılmış, Cumhuriyetin 50. yılına gelindiğinde<br />

Türkiye’deki üniversite sayısı 12’ye ulaşmıştır.<br />

12 Eylül 1980 darbesi, yüksek öğretimde bir dönüm noktası oluşturmuş ve<br />

1981 yılında çıkarılan 2547 sayılı kanunla bütün yüksek öğretim kurumlarının<br />

Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) çatısı altında toplanması söz konusu olmuştur. Yeni<br />

yasal düzenlemelerle vakıfların yüksek öğretim kurumları oluşturmalarına fırsat<br />

tanınmış; bu bağlamada 1984 yılında ilk vakıf üniversitesi olan Bilkent Üniversitesi<br />

kurulmuştur.<br />

Güzel Sanatlar Alanındaki Gelişmeler<br />

Sanat, milletleri birleştiren en önemli olgudur. Ulusların modernleşme ve<br />

kalkınmada hangi düzeyde olduklarını gösteren temel etkenlerden biridir. Bu çağdaş<br />

değerler içerisinde yer alan güzel sanatlar, Cumhuriyet Dönemi’nde yeni bir anlam<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

ve değere bürünmüştür. Atatürk’ün, güzel sanatlara dair söyledikleri bu konuya<br />

verdiği önemi göstermektedir:<br />

-“Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz hatta cumhurbaşkanı<br />

olabilirsiniz fakat bir sanatkâr olamazsınız.”<br />

-“Yüksek bir insan toplumu olan Türk Milleti’nin tarihi bir özelliği de güzel<br />

sanatları sevmek ve onda yükselmektir…”<br />

-“Güzel sanatlarda başarı, bütün inkılâplarının başarılı olduğunun en kesin<br />

delilidir…”<br />

Cumhuriyetin ilk yıllarında güzel sanatlar alanında yapılan uygulamalar<br />

içerisinde müzik önemli bir yer tutmaktadır. Çok sesli müzik tekniğinin<br />

benimsenmesi, bu konudaki ilk girişimdir. Bu teknik, sanatçının ifade imkânlarının<br />

genişletilmesi ve aynı anda birkaç sesi, birkaç melodiyi bir arada düşünebilmesini<br />

sağlamaktadır. Böylece sanatın ve özellikle müziğin, imparatorluk bakiyesi bir<br />

toplumda yeni bir toplumsal uyumun gerçekleşmesine katkı sağlaması<br />

beklenmekteydi. Bu amaçla kulakları ve zevkleri batı müziğine alıştırma dönemi<br />

yaşanmış ve batı eserleri ülkeye tanıtılmıştır. Devamında ise bazı okulların açılması<br />

söz konusu olmuştur. 1924 yılında Muallim Musiki Mektebi kurulmuş ve başına da<br />

İstiklal Marşı’nın bestecisi Osman Zeki Üngör getirilmiştir. Aynı yıl Osmanlı Saray<br />

Bandosu olan Mızıka-i Humayun, Ankara’ya getirilerek Cumhurbaşkanlığı Senfoni<br />

Orkestrası’na dönüştürülmüştür. 1926’da ise İstanbul Belediye Konservatuarı açılmış<br />

ve batı müziği enstrümanlarının hayatımıza girişi sağlanmıştır.<br />

Tiyatronun bu coğrafyadaki serüveni 19.yüzyıl ortalarında başlamıştır. Sultan<br />

Abdülmecid’den itibaren tiyatroya ilgi duyan padişahlar, sarayda dahi tiyatro salonu<br />

yaptırmışlardır. 1859 yılında Sultan Abdülmecid döneminde Dolmabahçe Sarayı’na<br />

bir tiyatro yapıldığı gibi Sultan II. Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı’na da<br />

tiyatro salonu yaptırılmış ve pek çok önemli sanatçı burada oyunlar sergilemiştir.<br />

1889 yılında Sultan II. Abdülhamid döneminde bir bakıma Dolmabahçe Tiyatrosu<br />

canlandırılarak Sultan Abdülaziz döneminde kısmen geri plana itilen tiyatro yeniden<br />

önem kazanmıştır.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

Tiyatro ve müzik bölümlerinden oluşan Darü’l-Bedayi (Güzel Sanatlar<br />

Evi)’ler, Meşrutiyet döneminde kurulmuş olup 1934 yılına kadar çalışmalarını<br />

sürdürmüşlerdir. Bu kurum, 1934’te yeniden düzenlenmiş ve İstanbul Şehir<br />

Tiyatrosu adını almıştır. Atatürk, tiyatronun çağdaş bir yapıya kavuşmasını arzu<br />

etmiştir. Halkevlerinin tiyatro kollarının faaliyetleri bunun en güzel örneğidir.<br />

Batıya açılma dönemine kadar Türk Sanatı, temelde İslami inançlara göre<br />

şekillendiğinden batı tarzındaki resim sanatının Osmanlı Devleti’ne girişi<br />

gecikmiştir. Minyatür tarzında olan ve kitaplara yapılan bu resimler, kitaplıklarda<br />

kalmaktaydı. Cumhuriyet’in ilanı ile resim sanatının yanı sıra heykel çalışmaları da<br />

ön plana çıkmıştır. 1926 yılında açılan Gazi Eğitim Enstitüsü’nde bir resim bölümü<br />

faaliyete geçirilmiştir. 1883 yılında açılan Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar<br />

Okulu), 1927 yılında Güzel Sanatlar Enstitüsü’ne dönüştürülmüştür. Yabancı<br />

ressamlar Türkiye’ye getirilmiş, resim öğrenimi için Avrupa’ya öğrenci<br />

gönderilmiştir. Leopold Levy tarafından hazırlıkları yapılan İstanbul Resim ve<br />

Heykel Müzesi 1937 yılında açılmıştır. Burada resim ve heykel bölümleri olarak iki<br />

tür eser sergilenmiştir. Birinci kısmı, Türk ressamlarının eserleri oluştururken ikinci<br />

kısmı batı resimlerinden yapılmış kopyalar oluşturmaktadır. Heykel bölümünde ise<br />

sadece Türk heykelciliğinin ürünleri yer almaktadır.<br />

Sorular<br />

1 “…………….. Kanunu ile eğitim birleştirilerek, devletin kontrol ve<br />

denetimine geçmesi sağlanmıştır.”<br />

Yukarıdaki cümlede yer alan boşluğa en uygun seçenek aşağıdakilerden<br />

hangisidir?<br />

a. Halifeliğin Kaldırılması<br />

b. Saltanatın Kaldırılması<br />

c. Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’nin Kaldırılması<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

d. Tevhid-i Tedrisat<br />

e. Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması<br />

Cevap: “D”<br />

2. Meşrutiyet Dönemi’nde kurulan Darü’l-Bedayi, Cumhuriyet ile birlikte<br />

aşağıdaki kurumlardan hangisine dönüşmüştür?<br />

a. İstanbul Şehir Tiyatrosu<br />

b. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası<br />

c. Güzel Sanatlar Enstitüsü<br />

e. Resim ve Heykel Müzesi<br />

e. İstanbul Belediye Konservatuarı<br />

Cevap: “A”<br />

3. Latin Harfleri’nin kabulünden sonra 16-45 yaşlarındaki vatandaşlara Latin<br />

Alfabesi’ni ve okuma-yazmayı öğretmek üzere açılan okullar aşağıdakilerden<br />

hangisidir?<br />

a. Halk Okuma Odaları<br />

b. Halkevleri<br />

c. Halk Kütüphaneleri<br />

d. Millet Mektepleri<br />

e. İlkokullar<br />

Cevap: “D”<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)


Okt.Dr. Aynur Askerova Pınar<br />

KAYNAKLAR<br />

Acun, Fatma (ed.), Atatürk ve Türk İnkılâp Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi,<br />

2009.<br />

Akyüz, Y. – E. Aybars, v.d, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/1, Ankara: Yüksek<br />

Öğretim Kurulu Yayınları, 1994.<br />

Eroğlu, Hamza, Türk İnkılâp Tarihi, Ankara: Savaş Kitap ve Yayınevi, 1990.<br />

Ertan, Temuçin Faik (ed.), Başlangıcından Günümüze Türkiye Cumhuriyeti<br />

Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2014.<br />

Kürkçüoğlu, Ö. - N. Çağan, v.d, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/2, Ankara:<br />

Yüksek Öğretim Kurulu Yayınları, 1990.<br />

Öztürk, Cemil (ed.), İmparatorluktan Ulus Devlete Türk İnkılâp Tarihi, Ankara:<br />

Pegem Akademi, 2011.<br />

Biçim, yazı ve ifadelerdeki sorumluluk yazara aittir. (ESOGÜ ATAM)

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!