06.03.2020 Views

İtalik

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Hoş geldiniz,

İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin yayına hazırladığı İtalik Dergisi,

uzun bir aradan sonra yepyeni formatıyla 26. sayısıyla yayın hayatına tekrar dönüyor. Geçen

bu zaman zarfında marka tescilimizi tamamladık. Dergimizi çağın ruhuna uyumlu bir formata

dönüştürdük. İtalik artık hibrit bir dergi. Dergimizde yer alan yazılara ilişkin videolara,

QR Kodlar üzerinden erişebileceksiniz. Böylece dergimiz siz kıymetli okuyucularımıza,

yazılarımızı okuma ve videolarımızı izleme fırsatını eş zamanlı olarak sunacak.

İtalik’in bu sayısında sizleri başka hangi haberlerin beklediğine birlikte bir göz atalım

dilerseniz. Geçtiğimiz aylarda üniversitemizde kan değişimi yaşandı. İstanbul Ticaret

Üniversitesi’ne rektör olarak atanan Prof. Dr. Yücel Oğurlu, görevi Prof. Dr. Nazım Ekren’den

devraldı. İtalik’in 26. sayısının ilk sayfalarında, Rektörümüz Prof. Dr. Yücel Oğurlu’yu

bilmediğiniz yönleri ile tanıyacak ve İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin geleceğine ilişkin

düşüncelerini öğrenme fırsatı bulacaksınız.

Kampüsten medya bölümüne geçtiğimizde, hepimizi çok ilgilendiren fakat üzerinde çok

düşünmediğimiz bir konuyu irdeleyeceğiz. Sanal Dünyada Gerçek Olmak, günümüz insanının

içerisinde bulunduğu üzerinde düşünülmesi gereken dilemmalardan bir tanesi. İnsanlar,

hayatlarının iç içe geçtiği dünyalar arasında var olmaya çalışıp sosyal ilişkilerini sürdürme

telaşındalar. Doç. Dr. Hilal Özdemir Çakır ile gerçekleştirilen bu keyifli söyleşi, bu var olma

mücadelesine ışık tutuyor.

İletişim bölümümüzün ilk söyleşisi olan Mükaleme: İletişim’de, reklamcı ve yazar Ender

Merter ile iletişim üzerine gerçekleştirilen bilgilendirici bir söyleşi yer alıyor. Bu bölümde

yer alan ikinci söyleşi ise bir iletişim bilimci olan Dr. Öğr. Üyesi Erdem Tatlı’nın, siyasal

iletişimcilere olmazsa olmaz okuma önerileri üzerine odaklanıyor.

Prof. Dr. Celalettin AKTAŞ

İstanbul Ticaret Üniversitesi

İletişim Fakültesi Dekanı

Fikrini işe dönüştürmek isteyen girişimcilerin kesinlikle okuması gereken bir söyleşi, Bilgiyi

Ticarileştirme Merkezi’nin faaliyetleri ve girişimcilik üzerine Merkez Direktörü İbrahim

Elbaşı ile gerçekleştirildi. Fikirlerini hayata geçirmek isteyen girişimciler bu yazıyı okumadan

harekete geçmesinler.

Doç. Dr. Nihal Kocabay Şener İtalik’te, Yardım Eden Yardım Alanı Sergileme Hakkına Sahip mi?

sorusunun cevaplarını yazısında arıyor. Üzerinde hepimizin düşünmesi gereken konulardan

bir tanesi. Dergimizin tiyatro bölümüne gelince karşımıza, Prof. Dr. Rıdvan Şentürk’ün

kaleme aldığı ve devlet tiyatrolarınca sahnelenen “Hakikatin, karşılıksız yüzleşebilecek bir sır

olmadığını, bedelinin bütün bir hayat olduğunu bilenlere ithaf bir edilmiş bir oyun: Terörist”

çıkacak. Kaçırılmaması, mutlaka seyredilmesi gereken bir tiyatro oyunu.

Sinema bölümünde birçok sinema seyircisinin aklından bile geçirmeyeceği gözetim olgusu,

Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal ile gerçekleştirilen Film Olgusunun Bir Gözetim Pratiği Olarak

Değerlendirilmesi söyleşisinde enine boyuna tartışılıyor. Bir sonraki haberimizde, UKDE:

Terapi Odasından Dökülenler kitabının yazarı Klinik Psikolog Mehtap Güngör hem kendisinin

hem de danışanlarının ukdesinde kalanları akıcı bir dille bizlere aktarıyor. Terapi odasında

nelerin olduğunu merak edenlerin kaçırmaması gereken bir söyleşi. Buradan tarih bölümüne

geçtiğimizde İstanbul hanlarının içerisinde bulunduğu trajik durum, kıdemli gazeteci Cengiz

Erdil’in bakış açısıyla sergileniyor. Hepimizin sahip çıkması gereken kültürel mirasımız olan

hanlarımız, bu yazı ile gündemimizin bir parçası haline gelme potansiyeli taşıyor.

Dergimizin son yazısı, Dr. Öğr. Üyesi Uğur Yasin Asal tarafından kaleme alındı. İngiliz Okulu

perspektifiyle, Milletler Cemiyetinden Birleşmiş Milletlere konusu işlendi. Ufuk açıcı, siyaset

bilimiyle ilgilenenlerin kaçırmaması gereken bir yazı.

İtalik’te yer alan haberlerden sonra İletişim Fakültesi Fotoğraf Sergisi: İşim İletişim, siz kıymetli

okuyucularımıza görsel bir şölen yaşatıyor. Burada öğrencilerimizin çektiği çok sayıda

fotoğraf sizlerin beğenisine sunuluyor.

Dergimizi keyifle okumanız ve haberlerimize ilişkin videoları beğeni ile izlemeniz dileğiyle.

Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere…

Hoşça kalın.

Prof. Dr. Celalettin AKTAŞ

1


sayı 26

Kampüs

Prof. Dr. Yücel Oğurlu 4-9

Medya

Sanal Dünyada Gerçek Olmak 10-15

İletişim

Mükaleme: İletişim 16-19

Siyasal İletişimciye Okuma Önerileri 20-23

Girişimcilik

Fikrini İşe Dönüştürmek İsteyenlerin Adresi:

Bilgiyi Ticarileştirme Merkezi 24-29

Yaşam

Yardım Eden Yardım Alanı Sergileme Hakkına mı Sahip? 30-31

Tiyatro

Terörist 32-35

Sinema

Film Olgusunun Bir Gözetim Pratiği Olarak Değerlendirilmesi 36-39

Söyleşi

Klinik Psikolog Mehtap Güngör 40-43

Tarih

İstanbul Hanları 44-47

İtalik Muhabiri Kadir Cenk Rışvan,

Reklamcı, Yazar ve TV Program

Yapımcısı Ender MERTER ile iletişim

üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdi.

16-19 >>

Araştırma

Milletler Cemiyetinden Birleşmiş Milletlere:

İngiliz Okulu Perspektifinden Bir Analiz 48-51

İşim İletişim Kataloğu 52-76


Haber ve Kültür - Sanat Dergisidir

Yıl: 14 / Sayı: 26 - Şubat 2019

İstanbul Ticaret Üniversitesi Adına Sahibi

Prof. Dr. Yücel OĞURLU (Rektör)

5187 Sayılı Kanunla Sorumlu

Prof. Dr. Celalettin AKTAŞ (Dekan)

Genel Yayın Yönetmeni

Uzm. Öğr. Gör. Nurullah KADİRİOĞLU

Yayın Kurulu

Prof. Dr. Celalettin AKTAŞ, Uzm. Öğr. Gör. Nurullah KADİRİOĞLU,

Uzm. Yrd. Emre TOPÇU

Editör

Uzm. Yrd. Emre TOPÇU

Yazı İşleri

Arş. Gör. Şeyda Tuğgen GÜMÜŞAY,

Arş. Gör. Gizem Gülsün TÜRELİ, Aylin AYKUT

Fotoğraf Ekibi

Merve Nur YILMAZ, M. Ryad ALHAJJAR

Görsel Tasarım

Sena YAZGAN, Burak KOÇ, Eyüp ERCAN

“Hakikatin, karşılıksız yüzleşilebilecek

bir sır olmadığını, bedelinin bütün

bir hayat olduğunu bilenlere…” ithaf

edilmiş bir oyun…

Rıdvan ŞENTÜRK, eserini bu

cümlelerle nitelendiriyor...

32-35 >>

Kapak Tasarımı

Sena YAZGAN, Yağmur Çiğdem GÜLMÜŞ

Muhabirler

Aylin AYKUT, Miray DEMİRYOLU, Merve EMANET, Ecem ÖZKAN,

Kadir Cenk RIŞVAN, Büşra TUNÇEL, Sena YILDIRIM

Katkıda Bulunanlar

Prof. Dr. Rıdvan ŞENTÜRK, Doç. Dr. Nihal KOCABAY ŞENER,

Dr. Öğr. Üyesi Uğur Yasin ASAL, Dr. Öğr. Üyesi Gözde SUNAL,

Cengiz Erdil

İletişim: Örnektepe Mah. İmrahor Cad. No: 88/2,

Beyoğlu, 34445, İstanbul Tel: 444 0 413

www.ticaret.edu.tr

Renk Ayrımı - Baskı - Cilt: İmak Ofset

İtalik Dergisi, İstanbul Ticaret Üniversitesi öğrencileri tarafından

Ticaret İletişim ve Medya Merkezi’nde hazırlanmıştır. Yazı ve

fotoğrafların tüm hakları İletişim Fakültesi Öğrenci Uygulama

Dergisi İtalik’e aittir. Yazılı izin olmadan alıntı yapılamaz.


kampüs

SÖYLEŞİ AYLİN AYKUT • FOTOĞRAF SENA YAZGAN, İSTANBUL TİCARET ÜNİVERSİTESİ ARŞİVİ

Prof. Dr.

Yücel Oğurlu

İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel OĞURLU ile

Üniversitemiz hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

4


Öncelikle sizi tanımak isteriz. Akademik

kariyeriniz hakkında bizi bilgilendirir

misiniz?

1970 yılında İstanbul’da doğdum.

İlkokuldan üniversiteye kadar tüm

öğrenimimi bu şehirde tamamladım.

Yüksek lisans ve doktora çalışmalarımı

da burada gerçekleştirdim. 1992’de

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden

mezun olduktan sonra Atatürk

Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde

araştırma görevlisi olarak çalışmaya

başladım. Aynı yıl Marmara Üniversitesi’nde

lisansüstü eğitim çalışmalarına

başlayarak İstanbul’a döndüm.

2002 yılında Atatürk Üniversitesi’nde

yardımcı doçent olarak atandım. 1999

yılında Kazakistan’da Yesevi Üniversitesi

Hukuk Fakültesi’nin kuruluş

çalışmalarına katıldım. 2004 sonrasında

Hollanda Tilburg Üniversitesi’nde

bir süre misafir öğretim üyesi olarak

görev yaptım. Aynı yıl Üniversiteler

Arası Kurul Doçentlik Sınavı eser

ve sözlü aşamalarını geçerek “İdare

Hukuku Doçenti” unvanına hak

kazandım.

2006 yılından itibaren İstanbul Ticaret

Üniversitesi’nde çalışmaya başladım.

2010’da hukuk profesörü unvanına

üniversitemizde hak kazandım.

2008-2019 tarihleri arasında Üniversitemizde

Hukuk Fakültesi dekan yardımcılığından

dekanlığa, rektör yardımcılığından

vekil rektörlüğe kadar

farklı pozisyonlarda görevler üstlendim.

2013–2016 arasında International

University of Sarajevo’da yaklaşık

üç buçuk yıl kadar rektörlük yaptım.

Ardından üniversiteme dönerek bir

dönem daha rektör yardımcısı oldum.

Eylül 2019 yılında ise rektör olarak

atandım. Bütün bunlar elbette idari

unvanlar, bir yönüyle bakıldığında

hayatın merkezine konulacak değerde

çok da önemli olmayan makamlar. Biz

öğretim üyeleri için asıl mühim olan

akademik unvanlardır. Yani aslolan

hocalıktır. Diğer görevler ise bir

süreliğine nöbetleşe yapılması gereken

emanet görevlerdir. Süre dolduğunda

emanet iade edilir; ancak eğitimcilik,

hocalık daha kalıcıdır ve bir kimlik ve

kişilik ile süreklilik arz eder.

İdari görevlerimi yürütürken de

akademiden uzak kalmadım. Özellikle

idare hukuku alanında eserler

vermeye devam ettim. Yurt içi ve yurt

dışı yayınlarla akademiyle ilişkimi

sürdürdüm. Genç akademisyenlere de

işlerinin akademik boyutunu ihmal

etmemelerini, akademiyi meslek

hayatlarının merkezine koymalarını

tavsiye ediyorum.

Hukukun yanında ikinci alan olarak

etimoloji, edebiyat ve etnoloji alanlarıyla

da ilgileniyorum. Etimoloji,

benim için bir çocukluk tutkusuydu.

Bugün bu alanlar makale yazabildi-

“Kabiliyetli olmak,

güvenilir olmak ve

geçimsiz olmamak…

Bu üç unsuru

kendisinde birleştiren

bir kişi muhakkak

başarılı olur.”

Prof. Dr. Yücel Oğurlu

ile gerçekleştirdiğimiz

söyleşiyi TİMM TV

YouTube kanalından

izleyebilirsiniz.

5


ğim, tartışmaları takip edebildiğim ve

katkı sunabildiğim bir alana dönüştü.

Genç akademisyenler de asıl alanlarının

yanında ikinci bir alana daha

yönelmelerini tavsiye ediyorum.

2019-2020 Akademik Yılı itibariyle

İstanbul Ticaret Üniversitesi’ne rektör

olarak atandınız. Yeni dönem nasıl

başladı sizin için?

Yeni döneme hızlı bir giriş yaptığımızı

düşünüyorum. Kurumun

birikmiş problemlerini birkaç gün

içinde çözecek sihirli bir değneğimiz

olmasa da ekip olarak hızlı bir giriş

yaptık. Yeniden aksaksız işleyen bir

sistemin oluşturulması, mevcudun

ıslahı, tıkanıklıkların giderilmesi ve

tüm iş süreçlerinin takibi bakımından

yeni bir inşa süreci yaşıyoruz. Bu yılı

bir restorasyon süreci olarak düşünüyoruz

fakat bu restorasyon süresince

akademik öncelikleri ve kalite arttırıcı

tedbirleri de aynı anda yürürlüğe

koyuyoruz. Üniversitemizde yaklaşık

kırk başlık üzerinde iyileştirme çalışmalarına

devam ediyoruz.

Güçlü ve işbirliğine açık bir ekiple

çalışıyorum. Dar bir kadrodan bahsetmiyorum,

üniversitenin akademik

gelişimi hedeflerine inanan ve işbirliği

içinde olan büyük bir potansiyelimiz

var. Bu yılki yurt içi ve yurt dışı proje

başvuru sayımız geçmiş yıllara göre

dört kat arttı. Öğretim elemanlarımızın

proje başvuru meblağı sadece

geçtiğimiz üç ayda 110 milyon TL’nin

üzerine çıktı. Akademisyenlerimiz

proje başvuru yapılması ve yayın

sayımızın arttırılması talebimize çok

olumlu dönüşler yaptılar. Yeni kurulan

Rektörlük Proje Koordinatörlüğünün

de desteği ile ilgili rektör yardımcımız

nezaretinde önemli görüşmeler

sürdürülüyor.

Kurumsal kimlik, şirketler için olduğu

kadar üniversiteler için de mühimdir.

Üniversitenin kurumsal kimliğinin

yerleşmesi, hak ettiği ölçüde tanınırlığının

sağlanması ve İstanbul Ticaret

Odası’nın şu ana kadar verdiği desteği

de boşa çıkarmadan büyük bir akademik

potansiyeli harekete geçirme

niyetindeyiz. Bunun için üniversite

genelinde hummalı bir çalışma var.

Birçok kişi buna gönüllü olarak

6


katılıyor. Çünkü herkes, üniversitenin

akademik ve kurumsal bilinirlik

seviyesinin artmasının, en alt seviyeden

en üst seviyedeki çalışanına kadar

herkese bir prestij sağlayacağının

farkında.

Yeni dönem akademik açıdan gerekli

olmayan yanlış alışkanlıkların düzeltilmesi

ve diğer yandan üniversitenin

gerçek ve daha güçlü bir akademik ortama

dönüşmesi için elimizden gelen

gayreti gösteriyoruz. Sürecin ilk bir

yılı yorucu ve sancılı olsa da sonraki

yıllar bu çalışmalardan üniversitenin

tüm akademik ve idari personelinin

yararlanacağı ve gurur duyacağı bir

tablonun ortaya çıkacağı kanaatindeyiz.

İstanbul Ticaret Üniversitesi için nasıl

bir vizyon planlıyorsunuz? Geleceğe

yönelik projeleriniz ve yapmak istedikleriniz

nelerdir?

Vizyon olarak liyakat, ehliyet ve adalet

kavramlarını temel noktaya koyuyoruz.

Aynı zamanda misyonumuzu

da bunlar oluşturuyor. İmrendiğimiz

sistemlerin tamamında başarının

ödüllendirilmesi ve suistimallere ise

göz yumulmaması söz konusu.

Bir kurumda profesyonelliğin önünü

açacak en temel kriterler olarak

liyakat ve ehliyet ilkelerinin işletilmesi

gerekir. Bunun işletilmediği bir

ortamda diğer bütün faaliyetler atıl,

anlamsız ve akim kalır. Bunun için işe

doğru yerden başlamak gerekir. Liyakat

ve ehliyete sahip olan herkesi fark

etmeye ve onları ön plana çıkarmaya

yönelik çalışmalarımıza başladık.

Katkı sağlayan ve akademik kaliteyi

yükseltmeye omuz veren, negatifi

pozitif atmosfere çevirmeye çalışan

bütün çalışanlarımızın farkındayız.

Üniversitenin akademik kalitesini

bütün akademik ve idari personelin

işbirliği ve desteğiyle çok daha yukarılara

taşıma imkânımızın olduğunu

görüyoruz. Bunu başaracağımızdan

da en küçük şüphemiz yok.

Üniversiteler her şeyden önce iyi bir

yükseköğrenim vadederler. Biz öncelikle

bunu vadediyor ve ifa ediyoruz.

300’ü aşkın seçkin akademisyenimiz

var. Birçoğu mesleklerinin duayenleri

ve alanlarında önemli isimler. Birçoğu

özel sektör tecrübesi olan ve birikimi

olan kişiler.

İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin iyi

bir yükseköğrenim imkânı sunduğuna

inanıyorum. Arkasında İstanbul Ticaret

Odası’nın çok büyük bir desteği

var. Bu desteğe rağmen üniversitemiz

olması gereken yere şu an itibarıyla

ulaşmış değil. Bunun sebeplerinin farkındayız

ve bu yılla birlikte aldığımız

tedbirler ve yeni akademik yatırımlarla

üniversitenin durumunun mevcuttan

çok daha ileriye gideceğinde

kuşkumuz yok.

Daha önce yurt dışında da bir üniversitede

rektörlük görevinde bulundunuz.

7


Sizce bir üniversitenin rektörü olmanın

getirdiği sorumluluklar nelerdir?

Üniversite rektörü olmak çoğu insan

tarafından dışarıdan çok itibarlı ve

prestijli bir mevki olarak görülür. Aslında

gerçekten herhangi bir makamı

tutan herkesin o makamla ve göreviyle

bağlantılı olarak kendisine ve

topluma karşı sorumlulukları vardır.

Bu makamlar, insana şahsen verilmiştir

hem de ülkenin birikiminin

bir emanetidir. Bu sorumluluklar göz

yummaya, ihmal etmeye ve geçiştirmeye

izin vermez. Bugün bu üniversiteye

bizlere verilmiş bir emanet olarak

bakıyorum.

Görev sürem boyunca işleri büyük

bir sorumluluk içerisinde yürütmem

gerektiğine inanıyorum. Bu herhangi

bir kişiye hesap verecek olmam dolayısıyla

değil, insanın kendisine olan

saygısıyla, ideallere ve ülkesine olan

inancı ile ilgili bir şeydir. Yanlışın,

hatalı ve ters giden işlerin elimizle ve

dilimizle hiç olmazsa kalbimizle karşı

durarak düzeltilmesi gerekir. Çünkü

bir pozisyonu işgal eden kişinin yanlışları,

eliyle ve diliyle düzeltme hakkı

ve yetkisi vardır. Bunun mazereti de

yoktur. Üniversitede önümüzdeki

dönemlerde iyi işleyecek her konuda

akademik ve idari personelin başarısı,

yanlış gidecek her işte ise kurumun

liderliğini üstlenen şahsımın bizzat

sorumluluğu olacaktır.

Üniversitemizin, İstanbul Ticaret

Odası’ndan aldığı gücü ve bu sayede

sunduğu imkânları nasıl değerlendiriyorsunuz?

İstanbul Ticaret Odası, yaklaşık 400

bin üyesiyle dünyanın en büyük

ticaret odalarından biri. Türkiye’nin

ekonomik başkenti olan İstanbul’da

ve ülkenin her köşesindeki üyeleriyle

üniversitemiz için çok büyük

bir network zemini oluşturuyor.

Üniversitemizin kurucusu olmanın

da ötesinde, bugüne kadar istisnasız

her yıl sağladığı yatırım destekleriyle

üniversitemizin ayakta kalmasına,

bugünlere gelmesine imkân sağladı

ve sağlıyor. Bu kanalla üniversitemiz

topluma hizmet sunan büyük bir

yükseköğrenim kurumu olma vasfını

taşıyor.

Bunun yanında İTO’nun üniversitemizden

elbette beklentileri var. Bu

beklentilerin tamamı kurumumuzun

akademik faaliyetleriyle tamamen

8


örtüşüyor. Bizden beklenen yegane

sonuç akademik başarı.

İTO’nun geçtiğimiz hafta içerisinde

daha önce de var olan ancak belirli sebeplerle

kesilmiş olan yayın teşvikleri

konusundaki son desteği ve bütçeye

yatırım desteğini düzenli olarak

sunması zaten bu iradeyi gösteriyor.

Son alınan kararla üniversitemiz

akademik personelinin yayınlarının

üniversite tarafından sağlanan destek

kadar ikinci bir desteği İTO, aldığı bir

kararla üstlenmiş oldu.

Bunun yanında, asıl büyük desteğin

400 bin üyenin öğrencilerimize

sunmuş olduğu staj imkânı olduğunu

söyleyebiliriz. Bu fırsatın öğrencilerimiz

tarafından sonuna kadar kullanıldığını

ve farklı sektörlerdeki marka

ve şirketlerde staj imkanı bulduklarını

görüyoruz.

İstanbul Ticaret Üniversitesi, öğrencilerine

ne tür imkanlar sunuyor?

Bir önceki soruda da değindiğimiz

gibi başta staj fırsatları olmak üzere

üniversitemiz seçkin bir öğretim kadrosuyla

öğrencilerimize iyi bir eğitim

ve bir anlamda piyasa güvencesi veriyor.

Bu güvence elbette kişilerin şahsi

becerilerine, gayretlerine, birikimlerine

ve girişkenliklerine bağlı olarak

değişebiliyor.

Üniversitede her türlü kültürel ve sanatsal

faaliyetler düzenleniyor. Bunlar

için öğrenci kulüplerine imkanlar

ölçüsünde destek veriliyor. Üniversitenin

akademik faaliyetlerini arttıran

her türlü faaliyeti özellikle destekliyoruz.

Lisansta 36, Lisansüstü eğitimde ise

100’ün üzerinde programımız var.

Öğrencilerimiz hem farklı sektörlerle

ortak hazırlanan lisansüstü programlarda

sektörün duayenleriyle buluşuyor,

hem de bu duayen isimlerin

derslere girmesi sağlanarak öğrencilerimize

hayattan kopuk olmayan bir

öğretim imkanı sunulmuş oluyor.

2018 rakamlarıyla mezunlarımızın

yüzde 84’ü iş bulmuş durumda. En

yüksek seviyedeki kamu kurumlarından

piyasanın seçkin markalarına

kadar öğrencilerimiz çalışma fırsatı

buluyor.

Son olarak öğrencilerinize neler söylemek

istersiniz?

Belki çok klasik olacak ancak bunlar

hayatın gerçekleri. Kendi çocuklarıma

söylediklerimi öğrencilerime de

söylemek istiyorum. Rekabetin son

derece yüksek olduğu bir ortamda

girişimcilik ruhunu kazanmak zorunda

olduklarını, algılarının son derece

açık olmaları gerektiğini ve kendilerine

mesleki anlamda bilgi birikimiyle

yatırım yapmak zorunda olduklarını

ifade etmek istiyorum. Kültürel ve

ahlaki alanlarda kendilerine yatırım

yapsınlar.

Ben yanımda çalışanlarda üç unsur

arıyorum. Kabiliyetli olmak, güvenilir

olmak ve geçimsiz olmamak… Bu üç

unsuru kendisinde birleştiren bir kişi

muhakkak başarılı olur.

Çalışmaktan vazgeçmesinler. Sosyal

olsunlar, kendilerini eve hapsetmesinler.

Bir öğretim üyesi olarak öğrencilere

gayreti elden bırakmamalarını,

pes etmemelerini, dünyada yaşanan

büyük ekonomik krize rağmen

Türkiye’de kendilerine mutlaka bir

yol bulabileceklerini ve başarının çok

büyük ölçüde kendi ellerinde olduğunu

vurgulamak istiyorum.

9


medya

SÖYLEŞİ BÜŞRA TUNÇEL • FOTOĞRAF M. RYAD ALHAJJAR, İNTERNET ARŞİVİ

Sanal Dunyada

“Gerçek” Olmak

İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve

Reklamcılık Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hilal ÖZDEMİR

ÇAKIR, İtalik Muhabiri Büşra Tunçel’e son dönemin popüler

konularının başında gelen “Sosyal Medyada Kişilerin Duruşu”

ile ilgili düşüncelerini anlattı.

10


11


Doç. Dr. Hilal Özdemir ÇAKIR

İstanbul Ticaret Üniversitesi,

İletişim Fakültesi,

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü

Öğretim Üyesi

Sosyal medyada kişiler olağan yaşamlarının

dışında bir duruş mu sergiliyor?

İnternet çağı ile birlikte özellikle

Web 2.0 olarak adlandırılan dönemde

kullanıcılar kendi içeriklerini yaratabilir

ve aynı zamanda diğer kişiler ile

etkileşime geçebilir hale gelmişlerdir.

Bu haliyle de kişiler sosyal ağlar

üzerinden görünürlük elde etmekte ve

hatta kendi kimliklerini bu ağlar üzerinden

üretebilmektedirler. Tüketim

toplumuna dönüşmüş olan günümüz

dünyasında kimliklerin oluşumunda

rol oynayan en önemli şey tüketim

kalıpları olmaya başlamıştır. Bireyler

toplumsal kimliklerini, gerçek hayatın

yanı sıra sosyal medya araçlarında

oluşturmaktadır.

Bireyler, paylaştıkları fotoğraflar,

videolar ve yazılı metinlerle; fiziki

özellikleri, tüketim alışkanlıkları, aile,

arkadaş ve iş çevresi ilişkileri, medeni

durumları, eğitim seviyeleri, mesleki

bilgileri, siyasal ve dini fikirleri,

seyahat etme, kitap okuma, müzik

dinleme, dans, spor v.b boş zaman

aktiviteleri hakkında diğer bireylere

kendi benlikleri, kimlikleri ve yaşam

tarzları ile ilgili ipuçları vermektedirler.

Ancak tüm bunlar paylaşılırken

çoğunlukla yeniden kurgulama söz

konusu olabilmektedir.

Aslında kişilerin günümüzde iki

hayat yaşamakta olduklarından bahsedilebilir.

İlki evde aile, iş yerinde arkadaşlar,

dışarıda ise gerek aile, gerek

diğer akrabalar gerekse arkadaşlar ile

gayet samimi şekilde sansürsüz sohbetler

edilen hayat; ikincisi ise negatif

yönlerin saklandığı, pozitif yönlerin

ağırlıkla ortaya çıkartıldığı, avatarların,

yani sanal ortamlarda kişileri

temsil eden profillerin sergilendiği

çevrim içi hayat... Avatarlarımız da

aslında bizlere benzer ve bizim gibi

davranır ama gerçek biz değildir.

Sadece sanal ortamlarda değil gerçek

hayatta da toplumsal bazı standartlara,

değerlere, normlara, trendlere

uymak ve kabul görebilmek amacıyla

gerçek kimliğimizden, kişiliğimizden,

seçimlerimizden, alışkanlıklarımızdan

uzaklaştığımız, farklı benlikler

sergilediğimiz zamanlar da vardır. Örneğin

en basit şekli ile en sevdiğimiz

ayakkabımızı giydiğimizi farz edelim.

Burada bile sosyal şartlanma, sübliminal

yani bilinçaltı reklam ve diğer

12


kültürel etkenler sonucu seçim yapmış

olduğumuz gerçeği göz ardı edilemez.

Ancak sanal ortamlarda bu durum

daha belirgin hale gelmiş ve gerçeklik

yeniden inşa edilmeye başlanmış veya

sahte sanal kişilikler ortaya çıkmıştır.

Kişiler, tıpkı ürün ve hizmetler gibi

tüketim toplumunda ve günümüzün

sosyal medya ortamında pazarlanabilir

hale gelmiştir. Kişisel markalama,

kişisel imaj ve itibar bu dönemde sık

sık gündeme gelmektedir. Bu yeni

düzende beğeniler ve takipçi sayıları

her şeyden daha önemlidir. Takipçi

sayılarını ve beğenileri arttırmak

üzere gerçek benliklerinin büyük

bir kısmını inkar etmeye bile razı

olur hale gelenler vardır. Bu ortamlarda

pek de sık dillendirilmeyen ve

hatta yok olan şey, hepimizin içinde

bulunan çelişkiler, uyumsuzluklar ve

kusurlardır.

Sosyal medya paylaşımları genel

dolarak hangi argümanlar çevresinde

odaklanıyor?

“Paylaşılan fotoğraflardaki kadar

güzel/yakışıklı, aile hayatı son derece

düzgün, mükemmel anne babalarla

dolu bir sanal dünya…”

Gerçek hayatta sergilemediğimiz bazı

davranışları, benlikleri, kişilikleri neden

sosyal medya ortamlarında sergiliyoruz?

Gerçek hayatta bizlere sosyal

medya ortamlarındaki kadar samimi

davranmayan, iş yerinde arada

sırada görüp iki çift laf anca ettiğimiz

kişilerin tüm resimlerimizi beğenip

altına da yorumlar döşemeleri veya

gerçek hayatta kendini ifade etmekten

yoksun utangaç olarak gördüğümüz

kişilerin sosyal medyada oldukça

cesur yorumlar yapmaları nasıl açıklanabilir?

Gerçekte sosyal medyada

sergilediği kadar fiziksel olarak güzel

olmayan bir kişi, güzel gözükmek

amacı ile fotoğraf çekiminden önce

yaptığı çeşitli rötuşlar dışında çektikten

sonra da çeşitli filtreler yoluyla

güzel gözükmeye ve kendini mümkün

olduğunca fazla kişiye beğendirmeye

neden uğraşır?

Paylaşılan fotoğraflardaki kadar

güzel/yakışıklı, aile hayatı son derece

düzgün, hiç sıkıntı çekmeyen, mutlu,

sürekli seyahat eden, dışarıda yemeklere

çıkan, mükemmel anne babalarla

dolu bir sanal dünya.. Tüm bu pozitif

görünümlerin gerçekliğinin yüzde yüz

olduğu iddia edilmemelidir. Elbette

kendi kişiliklerini, benliklerini, hayatlarını

gayet iyi niyetle özgün şekilde

göstermek için çırpınanlar da yok

değildir, ancak bu kişilerin her zaman

her ortamda kendi gerçek kişiliklerini

gösterdiklerinden bahsedilemez.

Aslında en basit şekli ile şunu ifade

edebiliriz: Kahvaltıda yediğimiz

kreplerin gayet leziz ve iştah açıcı

görünen bir parçası, yakın zamanda

katıldığımız bir partinin ilgi çekici anları,

tatilde havuz kenarındaki çekici

“Bizler diğerlerinin

onayını almak için

ve kendi benliğimizi

sürekli gözetlemekte

ve kendi pozitif

izlenimlerimizi

iletmeye

çalışmaktayız.”

13


pozlarımız ve genelde paylaştığımız

her şey aslında basit birer olayın

parçalarıdır. Çoğu uygun filtreler ile

yeniden düzenlenmiş bu paylaşımlar,

kendi tecrübe ettiğimiz sahici hayatın

daha pozitif taraflarını gösterebilir.

Bu konuların kuramsal temellerine

indiğimizde karşımıza öncelikle

benlik sunumundan bahseden Erving

Goffman gelir. Goffman, 1959 yılında

yazdığı “The Presentation of Self

in Everyday Life” (Günlük Hayatta

Benliğin Sunumu) başlıklı eserinde,

izlenim yönetiminin, yani bir bireyin

diğerlerinin kendisine ilişkin izlenimlerini

kontrol etme sürecinin öneminden

bahseden ilk kişi olmuştur.

Kişiler diğerlerine iletmek istedikleri

izlenimleri kontrol etme hevesindedirler.

Bu durumda da gerek bilinçli

olarak gerekse bilinçsiz olarak hareket

ve davranışlarının hesabını yapmaktadırlar.

Kişiler içinde bulundukları

ortamlardaki diğer kişiler tarafından

aranan özelliklerin doğrusunu

öğrenmek üzere bekledikleri onayı

alabilmek üzere çeşitli roller sergileyebilir.

Kişiler içinde yer aldıkları çeşitli

bağlamlara göre benliklerinin farklı

yönlerini sergileyebilirler. Herhangi

bir grupta iken o grubun kuralları

ve ideallerine göre hareket ederler.

Bizler diğerlerinin onayını almak için

ve kendi benliğimizi sürekli gözetlemekte

ve kendi pozitif izlenimlerimizi

iletmeye çalışmaktayız.

Goffman’a göre kimlikler, kişilerin

çeşitli roller üzerinden sergiledikleri

performanslar ve bu performansla ilgili

olarak oyuncuların ve izleyicilerin

arasındaki anlaşma yoluyla kurulur.

Kişiler tıpkı birer aktör gibi herhangi

bir sosyal ortamda “sahne önü” ve

“sahne arkası” performanslar sergilerler.

Mesela bir garson için bir restoran

alanı “sahne önü”dür, burada hizmet

ederken sergilediği performans “sahne

önü” performansken, kendisi ile diğer

garsonlar arasındaki daha samimi

konuşmalar ise “sahne arkası”nda

yapılmaktadır ki burada daha spesifik

ve özel bir alan mevcuttur. Bir kişinin

hayatı ile ilgili özel/samimi detaylar

“sahne arkası” nın bir kısmı olarak

nitelendirilebilir. Profesyonel iletişim

ise “sahne önü” bir performans olarak

düşünülebilir.

Bireyler gerçek hayatta kültür sanatla

ilgili konularda fikirlerini beyan etmez,

bununla ilgili okumalar yapmaz veya

çeşitli etkinlikleri takip etmez haldeyken

sosyal medyada “her şeyi biliyor

ve her şeye hakim” şeklinde bir algı

yaratmak üzere paylaşım yapıyorlar.

Bir diğer kuramsal temel de Tory

Higgins’in Özbenlik Çelişki Teorisi’dir.

Buna göre kişinin üç çeşit kendi

öz alanı mevcuttur: 1) Kişinin kendi

özbenliği: Bu kişinin kendi inançlarına

dayanan tutumları sergilediği

benliktir. 2) İdeal benlik: Başka kişilerin

veya kişinin kendisinin o kişinin

sahip olmasından hoşnut olduğu

tutumları sergilediği benlik. 3) Olması

gereken benlik: Başkalarının veya

kişinin kendisinin; kişinin muhakkak

sahip olması gerektiğini düşündüğü

tutumları sergilediği benlik. İdeal

benlik, kişinin veya diğer kişilerin kişinin

kendi istek ve beklentilerinin ön

planda olduğu bir benliktir. Olması

gereken benlik ise kişiden beklenilen

görevler veya kurallara uyma durumu

ile ilgili olarak kişinin kendi kendini

düzene sokması için önemli amaçlar,

standartlar ve kişisel kılavuzlar sağlamaktadır.

Bireyin sahip olduğunu

düşündüğü gerçek benlik ile diğer iki

benlik yapısı arasındaki fark ne kadar

az olursa bu birey için o kadar tatmin

14


edicidir.

Araştırmalara göre fotoğraf paylaşımı

yapılan sosyal ağlarda izlenim

yönetimi; kişinin ideal kişiliği (olmak

istediğimiz kişi), mevcut kişiliği ve

olması gereken kişiliği (başkalarının

bizi ne şekilde görmek istedikleri ile

ilgili anlayışımız) arasındaki uyumsuzlukları

perdelemeye çalışmaktadır.

İdeal benlik, mevcut benliğe göre

daha pozitif bir durumu temsil ettiği

için çevrim içi profillerde bu benliğin

daha fazla rol oynamasına sık

rastlanılmaktadır. Olması gereken

benlik ise çevrim içi topluluklar neye

değer veriyorsa, kişilerden neleri

bekliyorlarsa ki bu çok açılı bir profil

fotoğrafından tutun da yemek resimlerine

kadar her şey olabilir, kişilerin

bunlara profillerinde yer vermeleri

ile sergiledikleri benliktir. Olması

gereken benlik, birlik, uyum ve beklentilerle

ilgili bir duyum yaratmaya

olanak sağlamaktadır. Yani sosyal

medyadaki profillerde gerçek benlik

değil, ideal ve olması gereken benlik

daha fazla yansıtılmaktadır.

Buna örnek verilecek olursak, birey

gerçek hayatta kültür sanatla ilgili

konularda fikirlerini beyan etmez,

bununla ilgili okumalar yapmaz veya

çeşitli etkinlikleri takip etmez haldeyken

sosyal medyada “her şeyi biliyor

ve her şeye hakim” şeklinde bir algı

yaratmak üzere paylaşım yapar. Yani

aslında kültür sanata önem verdiği

izlenimi yaratmak üzere kendine bir

benlik kurgular ki bu benlik ideal

benliktir. Tıpkı Goffman’ın dediği

gibi; sosyal medya bir sahnedir ve

bu sahnenin iki yönü vardır: sahne

önünde kişi kültür sanat konusunda

son derece bilgili ve aktiftir, sahne

arkasında ise kültür sanatla neredeyse

hiç içli dışlı değildir.

Bir başka örnek de sürekli kavga eden

ve geçinemeyen evli bir çiftin sanki

gerçek hayatta çok mutlularmışçasına

sürekli bu yönde fotoğraflar paylaşması

verilebilir. Toplumda kabul gören

evli ve mutlu çiftlerdir; bu olması

gereken veya ideal durumu yansıtmak

üzere kişiler kendi mevcut benliklerinden

ve durumlarından vazgeçerek

gerçeği yeniden inşa ederler. Yine tıpkı

Goffman’ın değindiği üzere sahne

önünde gayet mutlu olan çift, sahne

arkasında sürekli kavga etmektedir.

İngiltere’deki bir içerik pazarlama

firması olan Custard’ın 2016 yılında

İngiltere’de 2 binin üzerinde kişi ile

yaptığı ankette, erkeklerin sadece

yüzde 18’i ve kadınların ise sadece

yüzde 19’u Facebook sayfalarının

gerçek kişiliklerini yansıttıklarını

belirtmişlerdir. Kişilerin yüzde 83’ü

sosyal medyada gerçek kişiliklerini

yansıtmadıklarını söylemişlerdir.

Erkeklerin yüzde 43’ü sosyal medyada

gerçekleri bir şekilde saptırdıklarını

dile getirmiştir. Katılımcıların yüzde

32’si hayatlarının sadece sıkıcı olmayan

kısımlarını paylaştıklarını ifade

etmiş; yüzde 14’ü ise sosyal medyada

aktif oldukları kadar gerçek hayatta

aktif olmadıklarından bahsetmişlerdir.

Sonuç olarak denilebilir ki sosyal

medyada kişilerin yansıttıkları hayatların,

tam anlamıyla gerçek hayatlar

olmayabileceği gerçeğini göz ardı

etmememiz gerekmektedir. Kendi görünüşümüzü

ve hayat şeklimizi sosyal

medyada takip ettiğimiz kişiler ile

kıyaslamak doğru değildir. Profillerde

yansıtılanların bu kişilerin hayatlarının

sadece enstantane fotoğrafları,

yani görmenizi istedikleri şekliyle

yansıtılmış şekilleri olabileceğini

unutmamak gerekir. Olayın kendimiz

ile ilgili kısmına gelince; gerçek

benliklerimiz ile sanal benliklerimiz

arasındaki fark ne kadar az olursa bu

hem psikolojimiz için hem de diğerleriyle

kurduğumuz iletişim açısından

en iyisi olacaktır.

“Kendi

görünüşümüzü ve

hayat şeklimizi

sosyal medyada takip

ettiğimiz kişiler ile

kıyaslamak doğru

değildir.”

15


iletişim

iletişim

SÖYLEŞİ KADİR CENK RIŞVAN • FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ

İtalik Muhabiri Kadir Cenk Rışvan, Reklamcı, Yazar

ve TV Program Yapımcısı Ender MERTER ile iletişim

üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdi.

16


Ender Merter

İlancılık Reklam Ajansı

Eş Başkanı

Bugüne dek İletişimin sayısız tanımı

yapıldı; aynı şekilde bu kavrama çok

sayıda değişik içerikler biçildi. Alanında

uzun süredir hizmet veren ve yayınlarıyla

bu alana açılımlar kazandıran

biri olarak soruyorum: İletişim Nedir?

Hayatın her alanında, her an kullandığımız

iletişim Türk Dil Kurumu

tarafından; duygu, düşünce veya

bilgilerin akla gelebilecek her türlü

yolla başkalarına aktarılması, bildirişim

ve haberleşme amaçlarını telefon,

telgraf, televizyon, radyo vb. araçlardan

yararlanarak yürütülen bilgi alışverişi,

muhabere ve komünikasyon olarak

tanımlanmaktadır. İletişimi en çok

konuşarak gerçekleştiririz. İletişimde

en çok konuşma türünü kullanırız.

Mükaleme olarak adlandırılan bu tür

ise anlaşma, müzakere, muhavere,

söyleşme olarak da açıklanabilmektedir.

“Nedir?” sorusuyla başlar öğrenme.

Önce evde, anne ve babaya sorulur bu

sorular. Kaç yaşında olursanız olun

bir şeyi öğrenmek amacında “Nedir?”

sorusuyla başlanır hep. Bu sorulara

cevap verirken sözlü, yazılı veya görsel

araçlar kullanırız. İlk günden beri biçimlendirilmiş

olan öğrenmede cevap

olarak her şeye şudur ya da budur

cevabını isteriz. Tek cümleyle açıklama

bekleriz. Evdeki yaşam sürecinden

sonra okul hayatı başlar; matematik,

coğrafya, fen bilimleri ve edebiyat

gibi dersler öğrenilmeye başlar, bir

sürü bilgi verilir. Ama her şeyin bize

aktarıldığı bu eylem hakkında pek

bir bilgimiz yok. Daha doğduğumuz

gün yapmaya başlarız bunu. Gülmek,

ağlamak, göz göze gelmek, el ele

tutuşmak sonra konuşmak ve yazmak.

Tüm bunları yaptığımız, yaşamsal

faaliyetlerimizi gerçekleştirmemize

yardımcı olan şey iletişimdir. Önce

insanın kendi içinde başlar. Fiziksel ve

biyolojik varlığını sürdürmeye çalışan

insan toplumsal yaşamla birlikte gelen

gereksinimlerini karşılamak ister.

Doğal bir gereksinimden kaynaklanarak,

sosyalleşen insanın toplum

içinde kendisini yeniden üretmesinin

ifadelerinden biridir. İnsanın bütünleşik

bir parçası olarak üretilir, dağıtılır

ve tüketilir.

Yeryüzündeki her canlının ihtiyaç

duyduğu iletişimin bir başka tanımı

ise kişiler arasındaki duygu, düşünce,

bilgi, haber alışverişi ve haberlerin

akla gelebilecek her türlü biçim ve

yolla kişiden kişiye karşılıklı olarak

aktarılması olarak tanımlanır. “Nedir?”

sorusuna verilen en genel cevabın

kısa hali ise bireylerin birbirlerini

anlaması ve anlatmalarıdır.

Günümüzde küçücük araçlara

sığdırılan iletişim, tarihsel sürecinin

en başında işaretler ve sinyaller ile

gerçekleştiriliyordu. İlk insanların

iletişimde kullandığı araçlar, doğada

buldukları taşlar, ağaç parçaları ve kemikler

gibi doğa tarafından işlenmiş

maddelerdi. Kendilerini sonrakilere

anlatma çabası ise bir süre sonra sanat

eserlerini doğurmuştu. Evlerin duvarlarını

süsleyen av ve dans sahneleri,

çeşitli insan ve hayvan resimleri gibi

renkli kabartmalarla freskler ve ana

tanrıçalar insanın anlatma biçimlerinden

bazıları olmuştu. Yazılı iletişim,

Asya, Eski Çin ve Amerika’da Maya

ve Aztek uygarlıkları tarafından 5 bin

yıl kadar önce başlatılmıştı. Mağaralarda

ve kazılarda bulunan örneklere

göre M.Ö. 45 bin yıl kadar öncesine

gidilmektedir. Çok uzun yıllar sonra

ise Sümerlilerin yazıyı bulmalarıyla

iletişimin bugünkü temelleri atılmış

oldu.

Yazının icadı iletişimde nasıl evrim ve

hatta devrim yarattı?

Yazının çıkışı ise tümüyle ekonomik

üretim faaliyetlerinde ortaya çıkan

gereksinimlere dayanmaktadır. İlk kayıt

etme ve dolayısıyla yazı kullanma,

köle sahiplerinin varlıklarını

ve alışverişlerini kaydetmeleriyle

başlar. Sonralarında ise siyasal/dini

yönetimde kullanılmasıyla ekonomik

içeriğe siyasal yönetim içeriği de

eklenir.

Papirüslerin üretilmesi, ortak haber

taşıma istasyonlarının kurulması,

kağıdın icadı, kitapların yazılması, ilk

gazetelerin basılmaları, telgrafın icadı,

daktiloların hayata girmesi, manyetik

ses kayıt cihazlarının üretilmesi,

radyolar, televizyonlar derken bugün

iletişimde geldiğimiz noktaya bakmak

17


Dünyanın ilk telgraf denemesi 1839

yılında Sultan Abdülmecid döneminde

Beylerbeyi Sarayı’nda gerçekleştirilmiş,

modern iletişim tarihinin

temelleri Osmanlı topraklarında

atılmıştır…

Amerikalı mucit Samuel Morse’nin

yakın arkadaşı ve telgraf aletinin

bir diğer mucidi olan Chamberlein,

Paris’ten İstanbul’a gelerek “alet”

için Osmanlı Devleti’nden destek

isterler. Saray’a teklif yapmadan

önce İstanbul’da olan ünlü tarihçi

Cyrus Hamlin ile görüşen

Chamberlein, düzeneği kurar,

telgraf aletini dener. Küçük hatalar

meydana gelse de cihaz başarılı bir

şekilde çalışır. Üzerinde yapılan

teknik ayarlamalar ile nizami çalışma

stiline getirilen cihaz, sarayın

huzuruna çıkarılmaya uygun hale

getirilir. Sultan Abdülmecid’in kendilerini

kabul etmesi konusunda

büyük mutluluk yaşayan mucitler,

Amerikan elçisinin nezaretinde

Beylerbeyi Sarayı’na getirilirler.

Saray’da büyük bir misafirperverlik

ile karşılanan heyet, bir süre sonra

padişahın huzuruna çıkar ve Sultan’ın

büyük ilgisi ile karşılaşırlar.

Abdülmecid mucitlere, çalışmalarından

dolayı teşekkür eder ve onları

ödüllendirir. Birkaç denemenin

ardından İstanbul-Edirne arasında

bir iletişim hattı kurulması emrini

verir. Tüm dünyadan önce Türkiye’de

uygulanan telgraf, Osmanlı

Devleti içindeki güç dengeleri tarafından

sabotelere uğramış olmasına

rağmen geçen zaman içinde

özellikle Kırım Savaşı döneminde

zaruret olmuş ve böylece dünyaya

yayılmıştır.

lazım. Küçücük cihazlara sığdırdığımız

iletişim, bugün çok farklı bir

boyutta.

Sözlü, yazılı ve görsel iletişim türleriyle

bugüne kadar inanılmaz ilerlemeler

görüldü. İşaretlerle ve sinyallerle

anlaşanların yerini bugün mesajlar ve

görüntülü aramalar aldı. Her dakika

kullandığımız bu iletişim, kelime

anlamı olarak ne demek? “Nedir?”

sorusunu sizlere ben sormak istiyorum

şimdi: İlk ne zaman kullanmaya

başladık? İlk kimden duyduk biz bu

kelimeyi? Hatırlamıyor olabilirsiniz

ama gözetleme, karşılıklı bağlılık sağlama,

toplumsal mirasın aktarılması,

eğlence, eğitim ve harekete geçirme

gibi tüm genel alanlarda sürekli kullanıyoruz

iletişimi.

İletişim kelimesinin anlamını bugün

sorsak herkes bir şeyler söyleyebilir.

Ama bu kelimenin Türkçe’ye ne

zaman kazandırıldığına dair pek çok

kimse bir fikre sahip değil. “İletişim”

sözcüğünü kimin ya da kimlerin

çıkardığı ile ilgili erişilebilen üç

ayrı kaynak var. Bunların ilki Sevan

Nişanyan. Sözcüğe ilk olarak 1971’de,

Cumhuriyet Gazetesi’nde rastlandığı

bilgisi veriliyor;

Tarihçe

(Tespit edilen en eski Türkçe kaynak

ve diğer örnekler)

“mükâleme, Fr communication karşılığı”

[Cumhuriyet – gazete, 1971]

“Bu iletişim kurulmadığı için halk,

sömürüldüğünün farkına varmamıştır.”

Köken

YT yazılı örneği bulunmayan iletiş–

fiilinden Yeni Türkçe +im ekiyle

türetilmiştir. Fiil TT ilet– fiilinden

türetilmiştir.

Diğer iki kaynak ise Doğan Cüceloğlu

ve Murat Belge tarafından

gösterilmektedir. İki farklı tarihte ve

iki ayrı TV kanalındaki programlarda

söyledikleri üzerinden, sohbet

konularından bağımsız, laf arasında

sözcüğü ilk kendilerinin bulduklarını,

kullandıklarını iddia etmişlerdir. Murat

Belge’nin bu konudaki iddiası net

olmakla birlikte, Şerif Mardin ve Gündüz

Vassaf ’la birlikte katıldıkları “Dil

ve Düşünce” alt başlıklı bir yayının

son bölümünde şunları söylemiştir:

“Mesela ‘anlam’ diyoruz, Ataç’ın bulduğu

bir şeydir kullandığımız birçok

kelime… Az önce söylem hakkında

konuştuk. ‘Söylem’ benim icadım,

‘iletişim’, benim icadım. İlk ben bunları

icat ettim. Şimdi bunu söylerken

de iftiharla söylemiyorum, tersine

utançla söylüyorum. Adamlara böyle

mal edilen kelimeler, bilmem ne olan

bir dil olur mu?”

Ancak Murat Belge’nin sözleri bağlamı

içinde dinlendiğinde, “iletişim”

kelimesinin kendi icadı olduğunu ama

kendisine mal edilebilecek olmasından

hoşnut olmadığını/olamayacağını

anlayabilmekteyiz. Çünkü bu durum

bir dilin anonimlik esası bakımından

doğasına aykırı bir durum oluşturuyor.

Üçüncü kaynak olarak Doğan Cüceloğlu’nun,

Kanal D’de yayınlanan bir

Abbas Güçlü'nün programında iletişim

kelimesini Türkçe’ye kazandırdığını

belirtmesidir. Başka bir kaynakta

ise “Türkiye’de iletişim kelimesi bile

yoktu.” şeklinde bir ifadesi bulunmaktadır.

Ali Rıza Esin’in kendisine

yazdığı ve özel yazışma mahiyeti

olmadığını düşündüğü mektupta,

Doğan Cüceloğlu’nun konuyla ilgili

cevabı ise şu şekilde;

“Ben ABD’den doktoramı yaparak

1968 yılında geldiğimde ‘iletişim’

kelimesi yoktu.1970 yılında Ankara’da

yedek subay olarak bulunurken aynı

zamanda Hacettepe Üniversitesi’nde

Psikoloji Bölümünde ders vermeye

başladım ve terhis olduktan sonra

orada kaldım. Eğitim Fakültesi’nden

Eğitim Felsefesi Profesörü Selahattin

Ertürk ve yine Hacettepe Üniversitesi

Bilgi İşlem Bölümü’nün başındaki

Aydın Köksal ile ara sıra buluşur ve

Türkçe terminolojiler üzerinde sohbet

ederdik. Bu sohbetlerin sonucu olarak

"message" kelimesinin karşılığı olarak

‘ileti’ ve "communication" kelimesinin

karşılığı ‘iletişim’ bu sohbetin

içinde oluştu ve benden önce rahmetli

Selahattin Ertürk kullanmaya başladı.

18


“Yine söylüyorum;

hayal kurun,

çabalayın, yazın,

anlatın, aktarın.

Haydi iyi iletişimler!”

Sonra ben devreye girdim ve aktif

olarak kullanmaya başladım. Aydın

Köksal aynı dönemde ‘computer’ kelimesine

‘bilgisayar’ karşılığını önerdi.

Bu yeni kelimeler önce yadırgandı ve

eleştirildi ama sonra belki de çaresizlikten,

başka önerilen kelime olmadığı

için, yaygın olarak kullanılmaya

başlandı. Gönderdiğiniz bağlantıyı

dinledim; Murat Belge’de bağımsız

olarak böyle bir üretme süreci içinde

aynı kelimeyi eş zamanlı olarak ya da

önce veya sonra önermiş olabilir. Ben

tek başıma kelimeyi üretme sürecinde

bulunmadım; Selahattin Ertürk Bey

ile sohbet içinde kelime oluştu ve Aydın

Köksal’ın da desteğini alarak önce

Selahattin Bey tarafından derslerde ve

yazılarda kullanılmaya başlandı. Ben

biraz geriden geldim. Durum budur.”

İletişim kelimesinin türetildiği ile

ilgili üç kaynak incelenecek olursa,

bu kelimenin yakın tarihte dilimize

kazandırıldığını anlayabiliyoruz.

Dilimize kazandırılmış bu kelimelerin

nereden geldiğini bilmeden kullanıyoruz.

Mesela bu bilgiden iletişim

fakültelerinde bahsediliyor mu

acaba? Tahminimce yalnızca “İletişim

nedir?” deniliyor, basit bir tanımlama

yapılıyor ve bu önemli bilgi es geçiliyordur.

Kaç iletişim fakültesi mezunu

bu kelimenin kim tarafından dilimize

kazandırıldığını biliyordur ki? Bilenlerse

nereden öğrendiler? İletişim,

temel gayede kişinin kendisiyle olan

iletişiminde başlıyor, grup ve kitle iletişimi

ile devam ediyor, benzer alanlar

oldukları için iletişim fakültelerinde

tek çatı altında toplanan; reklamcılık,

gazetecilik, halkla ilişkilerde kullanılıyor,

uluslararası boyuta bile taşınıyor.

Kitlelere en iyi şekilde seslenmeyi

amaçlayan biz reklamcılar içinse dil

çok önemli. Mesajı doğru iletebilmek,

aktarımı gerçekleştirebilmek,

bilgilendirmek belki de eğitmek ya da

öğretmek... Yalnızca biz reklamcılar

değil aslında, iyi bir ekonomistin de,

bilim insanının da ya da bir meslek

grubuna dahil olmuş herkesin doğru

iletişim kurabilmesi gerekiyor. Çünkü

aktaracaklarını yine iletişim aracılığıyla

iletecekler.

İletişim ve birbirimizi anlamak…

Bu ilişkiden de söz eder misiniz?

Bahsetmiş olduğumuz iletişim, iş hayatında

da sosyal hayatta da doğrusunu

gerektiriyor. Birbirimizi anlamanın

en kolay yolu iletişim kurabilmek.

Kişilerarası iletişimi her an kullanıyoruz.

Mailler atıyoruz, telefonlar

ediyoruz, derdimizi eş dostla paylaşıyoruz.

Bu iletişimleri düzgün yapıp

doğru anlamazsak doğru sonuçlara

da varamayız. Kitlelere seslenmenin

inceliklerini bilmeli, doğru anlamanın

ve aktarmanın ipuçlarını öğrenmeliyiz.

Konunun ana hatlarını atlamadan,

önemli yerlerin altını çizerek,

jest ve mimiklerle destekleyerek verin

mesajınızı.

Herkesin anlatmak istediği bir şeyler

vardır. İnsanları dinlemeyi öğrenmek

gerek. Hak vermeseniz de olur.

Ama dinleyin. Mesela çenesi düşükleri

dinlerken ayrıntılara dikkat

edin. Onlar aslında anlattıkları olayı

kafanızda tasvir etmeye yarayacak

en direkt kimselerdir. Ağzı var dili

yoklar ise daha çekingen davranır.

“Anlatayım da bitsin” derler, en kısa

yoldan anlatıp kurtulmak isterler. Düz

olabilirler ama siz sorun. Alın şu lafı

ağızlarından! Çocukluktan öğretilen

"sen sus, büyüklerin yanında küçükler

konuşmaz" gibi laflara aldırmayın siz.

Anlatın, dinleyin, rahatlayın. Düşünmeyin

sus diyenleri. Onlar zamanında

susmuşlar, yandaş arıyorlar kendilerine.

Kendinizi anlatmayı bilin.

Bir şekilde kurun şu iletişimi. Ve bir

derdiniz olsun bu hayatta. Anlatmak

istediğiniz bir şey olduğunda muhakkak

bir yolunu bulursunuz. Derdinizi

sonuçlandırmaya bakın. Yine söylüyorum;

hayal kurun, çabalayın, yazın,

anlatın, aktarın. Haydi iyi iletişimler!

19


iletişim

Siyasal İletişimciye

Okuma Önerileri

SÖYLEŞİ MERVE EMANET • FOTOĞRAF MERVE NUR YILMAZ, İNTERNET ARŞİVİ

İtalik Muhabiri Merve Emanet, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Halkla

İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Erdem Tatlı ile

güncelliğini koruyan Siyasal İletişim konusuyla ilgili bir söyleşi yaptı.

20


Dr. Öğr. Üyesi Erdem TATLI

İstanbul Ticaret Üniversitesi,

İletişim Fakültesi,

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü

Öğretim Üyesi

Siz aynı zamanda “Siyasal İletişim”

dersi veriyorsunuz. Bu konuda; özelde

öğrencilerinize, genelde siyasal iletişimcilere

neler anlatmak istersiniz?

Yakın geçmişte bir seçim yaşadık.

Orada, şunu gördük; anket sonuçları

kimi zaman birbiriyle çelişiyor görünse

de ortak kanaat birçok bölgede

adaylar arasında kıyasıya bir yarış

yaşanacağının öngörülmesiydi.

Tabi bu yarış sadece adaylar arasında

değildi; kampanya stratejilerinin

belirlenmesinde ve sürecin yönetilmesinde

önemli bir yer tutan siyasal

iletişimciler için de ciddi bir rekabet

söz konusuydu. Konjonktürel şartlar,

rakip adayların attığı adımlar, seçmenlerin

beklentileri, seçmeni ikna

etmenin alternatif yolları…

Tümü ve daha fazlası siyasal iletişimcilerin

takip ettiği ve bunlar neticesinde

iletişim etkinlikleri tasarladıkları

konular. Haliyle siyasal iletişimciler

için de yoğun geçen bir kampanya

dönemi yaşandı. Öte yandan bu

rekabeti heyecanla takip eden birçok

öğrencimiz için siyasal iletişim

konusu hem akademik çalışma alanı

hem de profesyonel kariyer hedefi

olarak cazibesini arttırıyor. Peki bu

alanda çalışmak için kendilerini nasıl

hazırlamalılar?

Siyasal iletişimcilerin ülke ve dünya

gündemini takip etmenin yanında

birçok alanda bilgi sahibi olması

gerekiyor. Malum, hangi bilginin

kampanyanın hangi aşamasında kullanılabileceğini

kestirebilmek zor. Bu

kararları doğru şekilde alabilmek de

siyasal iletişimcinin bilgi, tecrübe ve

maharetine kalıyor. Dolayısıyla iyi bir

siyasal iletişimcinin algılarını sürekli

açık tutması ve bol bol okuması elzem

görünüyor.

Siyasal iletişimcilere veya adaylarına

hangi okumalarını önerirsiniz?

Siyasal iletişimci –ya da geniş anlamda

iletişimci- oldukça geniş bir

yelpazede farklı konularda okumalar

yapmalı.

Baştan söyleyeyim, bu soruya cevap

vermek için hazırlayacağım her liste

eksik olacaktır. Yine de başlangıç

için birkaç kitap önereceğim. İşte beş

kitaptan oluşan kısa ama kapsamlı

listem;

21


Mehmet Ali Ağaoğulları - Siyasal Düşünceler Tarihi Serisi

Siyasal iletişim alanının bir tarafı her

zaman siyasete dayanır. Dolayısıyla

siyasal iletişimci kendini siyaset

konusunda geliştirmelidir. Listemin

ilk sırasında Mehmet Ali Ağaoğulları

tarafından kaleme alınan ve altı ciltten

oluşan bir seri var. Altı ciltten gözü

korkanlara bu kitapların ben İstanbul

Siyasal’da henüz birinci sınıfta öğrenciyken

okuma ödevi olarak verildiğini

belirteyim. Seri boyunca Platon’dan

Aristo’ya, Machiavelli’den Hobbes’a,

Locke’tan Rousseau’ya kadar siyasal

düşüncenin önemli figürlerinin

düşüncelerini tarihsel/toplumsal arka

planla birlikte öğrenecek, bu fikirlerin

günümüze yansımalarını gördükçe

şaşıracaksınız.

Birsen Örs (Derleyen) – 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler

İdeolojiler öldü mü? Tarihin sonu

geldi mi? Siyaset bilimcilerin üstünde

sık sık tartıştıkları bir konu ideoloji

konusudur. Bu konu biz iletişimciler

için de oldukça önemli. Siyasal iletişimcinin

genel olarak ideolojileri ve

dayandığı toplumsal olguları bilmeleri

gerektiğini düşünüyorum. İşte bu

konuda yazılmış güzel bir eser, benim

de İstanbul Siyasal’dan hocalarım tarafından

yazılan, farklı ideolojileri bir

araya getirerek yalın biçimde anlatan

19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern

Siyasal İdeolojiler adlı kitap. İşe ideoloji

kavramını açıklamayla başlayan

kitapta muhafazakarlık, milliyetçilik,

marksizm, sosyal demokrasi gibi

modern ideolojiler, bu ideolojilerin

altında yatan fikirler, bu ideolojileri

ortaya çıkaran toplumsal koşullar

incelenmiş.

Hasan Bülent Kahraman – Türk Siyasetinin Yapısal Analizi I-II

Siyasal düşünceler ve ideolojiler gibi

konular üzerine okumalar yapmak

bir siyasal iletişimci için şüphesiz ki

çok değerli. Bununla birlikte siyasal

iletişimci ülkenin kendi siyasal /

toplumsal yapısını da incelemeli. Öyle

ya, çalışma yapacağımız yer Türkiye.

Dolayısıyla Türkiye’nin siyasal tarihini

ve kültürünü iyi bilmeliyiz. Bu alanda

yazılan birçok kitap var. Ben listeme

Hasan Bülent Kahraman’ın yazdığı

ve iki ciltten oluşan Türk Siyasetinin

Yapısal Analizi adlı kitabını ekliyorum

ama siyasal iletişimciler bu alanda

farklı perspektiflere sahip diğer kitapları

da okumalılar.

22


M. A. Hogg & G. M. Vaughan – Sosyal Psikoloji

Siyasal iletişimciler için hazırlanan

bir okuma listesinde sosyal psikoloji

disipliniyle ilgili bir kitap olmaması

düşünülemez. Kimlik, tutum, ikna,

liderlik, gruplar arası davranış gibi

siyasal iletişimciler için elzem olan

konuları kapsamlı bir sosyal psikoloji

kitabında bulabilirsiniz. Alanla

ilgili Türkçe birçok kitap olmasına

rağmen ben sizin için en kapsamlı

(ve kalın) olanını öneriyorum. Bu

kitabı okuduktan sonra özellikle insan

davranışları ve ikna konularında bilgi

sahibi olacaksınız. Bir siyasal iletişimci

için en önemli konular da seçmen

davranışları ve seçmeni ikna etme

yolları olsa gerek.

Elisabeth Noelle-Neumann – Kamuoyu

Noelle-Neumann’ın Kamuoyu adlı

kitabının benim kütüphanemdeki

yeri iletişim rafı... Ama pekala sosyal

psikoloji rafına da koyabilirdim.

Her halükarda siyasal iletişimci için

önemli olduğunu düşündüğüm bir

kitap. Noelle-Neumann bu kitapta

“suskunluk sarmalı” kavramını

açıklıyor. Bazı seçmenlerin grup ya da

toplum içinde fikirlerini rahatça dile

getirirken diğerlerinin neden sessiz

kaldığını uyguladığı deneyler yardımıyla

anlatıyor. Bu da bu kitabı siyasal

iletişimciler için oldukça değerli

kılıyor. Başka bir disiplinden gelip

siyasal iletişime ilgi duyan ve iletişim

alanından kitaplar okumak isteyen

birine önereceğim ilk kitap sanırım

bu olurdu.

Siyasal iletişimciler için hazırladığım

okuma listemin sonuna geldim.

Farklı alanlara ait ve farklı bakış

açılarına sahip kitaplar önerdiğimin

farkındayım. Demek istediğim de

bu; siyasal iletişimci –ya da geniş

anlamda iletişimci- oldukça geniş

bir yelpazede farklı konularda okumalar

yapmalı. Bu okumalar iletişim

süreci boyunca önemli kararlar

vermesi gereken iletişimciye yön

gösterecek, sahip olması gereken

entelektüel bagaja önemli katkılarda

bulunacaktır.

Öyleyse listemi bir “bonus track” ile

bitireyim. Keyifli okumalar…

23


girişimcilik

SÖYLEŞİ VE FOTOĞRAF • SENA YILDIRIM

İstanbul Ticaret Odası

tarafından kurulan ve

Üniversitemizin paydaşı olan

Bilgiyi Ticarileştirme Merkezi

yenilikçi iş fikrine sahip

girişimcilere destek oluyor.

24


25


İbrahim Elbaşı

Bilgiyi Ticarileştirme Merkezi

Direktörü

Bilgiyi Ticarileştirme Merkezi, Fulya’daki 3 bin metrekarelik

yeni binasında girişimcilerine benzersiz fırsatlar sunuyor,

girişimcilerine sosyalleşmeleri için alan yaratırken projelerinin

geliştirilmesi ve ticarileştirilmesi süreçlerine destek oluyor.

Bilgiyi Ticarileştirme Merkezi Direktörü İbrahim Elbaşı ile

Merkezin faaliyetleri ve girişimcilik üzerine keyifli bir sohbet

gerçekleştirdik.

Bilgiyi Ticarileştirme Merkezi nedir?

Neler yapar?

Bilgiyi Ticarileştirme Merkezi (BTM),

İstanbul Ticaret Odası (İTO) tarafından

kurulan, girişimcilik ekosistemindeki

kuluçka mekanizmalarını

barındıran bir girişimcilik merkezidir.

İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin de

paydaşı olduğu BTM’de herhangi bir

sektör ayrımı yapılmaksızın, yenilikçi

iş fikirlerine sahip projelerin; verdiğimiz

eğitimler, danışmanlıklar ve

düzenlediğimiz etkinliklerle besleyerek

ticarileşebilmelerini sağlıyoruz.

Aslında bir start-up üniversitesiyiz

diyebiliriz. Yaklaşık 3 yıl önce vakıf

olarak kurulduk ve 3 yıldan bu yana

sürekli gelişerek büyümeye, girişimcilerimizden

hiçbir ücret almadan

onlara destek olmaya devam ediyoruz.

Bu büyümeyle birlikte artık fiziki

kapasitemizi de arttırdık ve girişimcilik

ekosistemine daha iyi bir hizmet

verebilmek için 3 bin metrekare olan

Fulya’daki yeni yerleşkemize taşındık.

Burada mevcut hizmetlerimizi sürdürürken

ek olarak yeni fonksiyonlar ekledik.

Girişimcilerimizin kullanımına

sunduğumuz dinlenme odaları, sosyal

alanlar, ortak çalışma ve etkinlik alanlarından

oluşan 7/24 açık yeni nesil

bir girişimcilik merkezi oluşturduk.

Şu an temelde BTM Kamp, Ön Kuluçka,

Kuluçka ve Post Kuluçka olmak

üzere 4 farklı programımız bulunuyor.

Yenilikçi bir iş fikrine sahip olan ancak

uygulama metodlarını bilmeyen,

girişimci olmak ve ekosistem içerisinde

yer almak isteyen girişimci adayları

BTM Kamp programında; yenilikçi

bir iş fikri olup, bununla ilgili ürün

veya ürün çıktılarına (yazılım, web

sitesi vb.) sahip olan girişimciler Ön

Kuluçka programında; şirket sahibi

ve satış yapmış girişimciler Kuluçka

programında ve son olarak da yatırım

almış, ikinci veya üçüncü tur yatırım

arayışında olan girişimciler Post-Kuluçka

programında yer alıyor. Bunların

yanı sıra faydalı model veya patent

sahibi olan girişimciler için Mucit

Girişimci ve küresele açılmak isteyen

girişimcilere yönelik Winglobal gibi

tematik programlarımız da mevcut.

“Girişimci; yazılımcı,

tasarımcı, finansçı

veya mühendis

değildir; girişimci

uygulayıcıdır, yani

hepsidir.”

26


Girişimciler başarısız

olsalar bile o

başarısızlıklarını

birer apolet gibi

omuzlarında taşıyarak,

başarısızlıklarından

deneyimledikleri

tecrübelerini başarılı

olma yolunda

değerlendirsinler.”

Şekib Avdagiç

İstanbul Ticaret Odası

Yönetim Kurulu Başkanı

Bilgiyi Ticarileştirme Merkezi’ni diğer

kuluçka merkezlerinden ayıran özellikleri

nelerdir?

BTM olarak çalışmalarımızı tamamen

gönüllülük esasına dayalı olarak

gerçekleştiriyoruz. Fikirlerin iş modeli

haline gelmesini ve ticarileşmesini

sağlarken; eğitim ve seminerler, mentor

desteği, birebir danışmanlıklar,

yatırımcı söyleşileri, girişimcilerin

yatırımcı karşısında sunum yaptığı

demoday etkinlikleri, 7/24 ofis imkanı

gibi hizmetleri tamamen ücretsiz

olarak girişimcilere sunuyoruz. Girişimcilerimizden,

yatırım almış olsalar

dahi öncesinde ya da sonrasında maddi

olarak herhangi bir talepte bulunmuyoruz.

Bunun yanı sıra 81 meslek

komitesi ile 400 binden fazla üyesi

olan İTO iştiraki olması sebebiyle

organik bir yatırım ağına sahibiz. Bu

da bizi farklı kılan en önemli unsurların

başında geliyor. Girişimcilerimiz

projeleriyle ilgili komitelere giderek

sunum yapma şansı elde ediyor.

Böylelikle sektördeki kişilerden geri

dönüş alarak projelerini geliştirebiliyorlar.

Yeni yerimizde hayata

geçirdiğimiz BTM Kamp programı ile

de ekosistemde farklılık yarattığımızı

düşünüyoruz. Girişimci olmak isteyen

ama uygulama metodlarını bilmeyen

kişileri girişimcilik ekosistemine

hazırlıyoruz. Böylelikle ekosisteme

sürekli olarak girişimci yetiştirmeyi

hedefliyoruz.

Girişimcileri kabul etme kriterleriniz

nelerdir?

Aslında yaş veya sektör olarak herhangi

bir ayrım gözetmiyoruz. Ancak

girişimciler öncelikle yenilikçi bir

modele sahip olmalı. Çünkü birçok

start-up geliştirdiği tasarımlarla,

organizasyonel farklılıklarla veya

süreçlerde uyguladıkları yeniliklerle

ön plana çıkıyor. Yani inovatif

olmalılar! Benim girişimci için baz

aldığım tanımlama; ‘fırsatları yakalamada

gösterilen atikliktir’. Çok değerli

bir iş modeli geliştirmiş ancak bunu

yapamayan yani uygulamayan bir

girişimcinin başarılı olması mümkün

değil. Girişimci; yazılımcı, tasarımcı,

finansçı veya mühendis değildir. Girişimci

uygulayıcıdır, yani hepsidir.

Peki girişimciler neden BTM’yi seçmeli?

BTM’yi seçen girişimcileri neler bekliyor?

BTM olarak girişimcilik alanında

kendini geliştirmek isteyen herke-

“BTM 1000” projesi

ile BTM olarak

Türkiye’den çıkacak

ilk Unicorn’ların

adresi olmayı

amaçlıyoruz.

27


se yönelik programlar sunuyoruz.

Dolayısıyla sadece fikir aşamasında da

olsa veya projesi ileri seviyede de olsa,

girişimcilik ekosisteminde yer alan

herkese gelişim sağlayabileceği mekanizmaları

barındırıyoruz. 7/24 açığız

ve bir girişimcinin ihtiyaç duyabileceği

her şey BTM’de mevcut. Çayından

kahvesinden tutun, dinlenme odası,

toplantı odası ya da çok çalıştığında

biraz kafasını dağıtmak için oyun

oynayabileceği sosyal alanlara kadar

her türlü imkanı sunuyoruz. BTM’ye

gelen girişimciler aldıkları çeşitli destekler

ile hem projelerini geliştiriyor

hem de dünyada ilk defa bir ticaret

odası tarafından kurulan ve ölçek

olarak emsalsiz bir girişimcilik merkezinin

ayrıcalıklarından yararlanıyor.

Bu duruma en güzel örnek az önce

belirttiğim İTO’nun 81 komitesinden

validasyon sürecinde yararlanma

kısmımız. Girişimcilerimizin projeleri

hangi sektörlerde yer alıyorsa o komitelere

götürüyor ve sunum yapmasını

sağlıyoruz. Böylece hem girişimciler

sahadaki büyük oyunculardan projelerine

yönelik yorumları duyuyor ve

gerekli iyileştirmeleri yapıyorlar hem

de geleneksel ekonomiyi start-up ekosistemi

ile tanıştırarak fırsatları onlara

gösteriyoruz.

Bilgiyi Ticarileştirme Merkezi’nin gelecek

ve global hedefleri nelerdir?

BTM olarak sadece girişimcilik

ekosisteminde değil, aynı zamanda

global kurumlarla birlikte hem ulusal

hem de uluslararası alanlarda projeler

yürütüyoruz. Bugün başta yapay zeka

olmak üzere birçok alandan 3 binden

fazla başvuru alarak, kabul ettiğimiz

300 start-up ve yaklaşık 700 girişimci

ile 3 yıl içinde 10 kat büyüme gösterdik.

Kısa sürede girişimcilerimizle birlikte

büyük başarılar elde ettik. BTM

bugüne kadar girişimleri 45 milyon

TL’den fazla değerleme yatırım aldı ve

50 Milyon TL’den fazla satış yaptı. Kuruluşumuzdan

bu yana yürüttüğümüz

çalışmalar girişimcilik ekosisteminde

takdirle karşılanıyor ve bu da bizleri

çok mutlu ediyor. Bu başarılarımızı

çeşitli ödüllerle de taçlandırdık: “Hult

Prize Yılın Öğrenci Dostu Girişimcilik

Merkezi Ödülü”, “Imagine Tomorrow

Yılın Girişim Hızlandırma Merkezi

Ödülü”, “Türkiye Odalar ve Borsalar

28


Girişimcilerin karşılarındaki en büyük engel

aslında kendilerinden başkası değil!

***

Birliği Proje Yarışması Girişimcilik

Kategorisi Birincilik Ödülü” gibi

ödüller aldık. Son olarak Doha’da

düzenlenen “World Incubation

Summit”te, 70’i aşkın ülkede 700’den

fazla kuluçka ve hızlandırma merkezinin

verileriyle bir endeks oluşturan

UBI Global tarafından “Dünyanın

En Gelecek Vaad Eden Programı”

ödülüne layık görüldük. Önümüzdeki

dönemlerde de Başkanımız Sayın

Şekib Avdagiç’in de sıkça demeçlerinde

belirttiği üzere, yeni dönemimizde

de hız verdiğimiz “BTM 1000” projesi

ile nitelikli ve global Start-upların

Türkiye’den çıkmasına destek olmayı

hedefliyoruz. Start-uplara daha fazla

yatırım yapılmasına teşvik amacıyla

gerçekleştirdiğimiz “BTM 1000”

projesi ile BTM olarak Türkiye’den çıkacak

ilk Unicorn’ların adresi olmayı

amaçlıyoruz.

Son olarak girişimcilere önerileriniz

nelerdir?

Mesele, girişimcinin önce kendine bu

işi anlatabilmesi. Girişimcilerin karşılarındaki

en büyük engel aslında kendilerinden

başkası değil! Bu nedenle

her ne olursa olsun asla vazgeçmeliler.

Başkanımızdan alıntı yaparak söylemek

gerekirse, girişimciler başarısız

olsalar bile o başarısızlıklarını birer

apolet gibi omuzlarında taşıyarak,

başarısızlıklarından deneyimledikleri

tecrübelerini başarılı olma yolunda

değerlendirsinler.

29


yaşam

Yardım Eden

Yardım Alanı Sergİleme

Hakkına mı Sahİp?

FOTOĞRAF • MERVE NUR YILMAZ

30


Doç. Dr. Nihal KOCABAY ŞENER

İstanbul Ticaret Üniversitesi,

İletişim Fakültesi,

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü

Öğretim Üyesi

Birine hayır yapmanın vicdani ya da

toplumsal ya da her ikisini de kapsayan

bir faydası var. Peki ama yardım

edilenin sergilenmesi ne kadar ahlaki?

Bu yazı bu sorudan yola çıkarak “ne

yapılabilir”e dikkat çekmeye çalışıyor.

Yukarıdaki soruyu hepimiz çeşitli vesilelerle

düşünmüşüzdür belki. Benim

aklımda bir süredir takılıp kalmasını

sağlayan ise bir köy okuluna yapılan

destek kampanyasına ilişkin sosyal

medya paylaşımı. Büyük bir iyi niyetle

çocukların ihtiyaç duydukları şeyler

seçilmiş, alınmış ve sonuçta toplanan

ihtiyaçlar okula götürülüp çocuklarla

paylaşılmış. Aldıkları hediyeler

karşısında çocuklar kuşkusuz çok

mutlu olmuşlardır, çok sevinmişlerdir.

Hikaye sadece burada bitmiş olsaydı

da çocukların mutluluğunu anlayabilmemiz

çok güç olmazdı. Ancak hikaye

burada tamamlanmamış. Elbette

günümüzün şiarı haline gelmiş olan

“fotoğrafı yoksa olmamıştır” cümlesi

yönlendiriciliğini yapmış. Hadi buna

da tamam diyelim, belgelemek için ya

da sadece size kalacak bir anı için yapabilirsiniz

elbet. Sorun fotoğraf çekmekte

değil. Sosyal medya hesabında

çocukların her birinin yüzü netlikle

seçilebilecek şekilde fotoğrafları yer

alıyor. Yardım eden ve yardım alanın

birbirini bilmemesi gerekliliğine hala

inananlar için konuyu açıklayabilmek

çok güç. Her yapılanın başkasına gösterilmesi

gerektiğini düşünenlere de

konuyu açıklayabilmek aynı oranda

zor.

Mahremiyete değer vermeli

Yardım eden ve yardım alan arasında

olanın mahremiyeti her daim önemli

ama söz konusu çocuk olduğunda

ise bu daha önemli hale geliyor.

Yetişkinler bu tür yardımlar alırken

kameralardan kaçmaya, bazen yüzünü

kapatmaya çalışarak kendini görünmez

hale getirebiliyor. Konudan bir

miktar saparak şunu da belirtmek

gerekiyor ki, yüzü gizlemek utanılacak

bir şey yapıldığında ortaya çıkan bir

davranış biçimi, oysa yardımı alan

kişinin utanması gereken bir şey yok.

“Yüzünü örtmesi gereken kim?” sorusu

da bir ek olarak burada kalsın.

Çocuklar kendilerine gösterilen

ilgiden memnun oluyor olsalar gerek?

Bir etkinlik düzenleniyor, o etkinliğin

öznesi onlar haline geliyor, çeşitli

hediyeler veriliyor ve mutlu oluyorlar.

O sırada gördükleri objektiflere

sevecenlikle ve mutlulukla gülümsüyorlar.

Onların o fotoğrafların neden

çekildiği, nerede kullanılacağı, ileride

karşısına çıkıp çıkmayacağı gibi bir

soruyu kendisine sormayacağı aşikar,

böyle bir beklentimiz de yok elbette.

Çünkü o çocuk. Bu soruyu sorması

gerekenler yine başkaları.

Etik kodlar belirlenmeli

Çocuğun fotoğraflarda kullanılması

ve bunun özellikle sosyal medya

üzerinden paylaşılması yani yıllar

sonraya bile iz bırakması yardım

yapan organizasyonların gündemine

alması gereken konulardan biri.

Yardım alan kişinin kimliğinin açık

olarak tanınabileceği görsellerden

uzak durarak farklı kadrajlar yakalayabilmek

elbette mümkün ancak daha

uğraş gerektiriyor. Fakat genelde tüm

yardım alanların özelde ise çocukların

mahremiyeti bu uğraşa değer. Yardım

organizasyonlarının kendi faaliyetlerini

görünür kılmak için yardım

ettikleri kişileri teşhir etme haklarının

olmadığının ayırdına varması

gerekiyor.

Sorun genelde yardım alanların kimliğinin

görünür şekilde temsil edilmesi.

Ancak söz edildiği gibi konu çocuk

olduğu zaman hem kendisinin bilinçli

bir karar verişe sahip olmaması hem

de ileriki zamanlar içinde unutmayan

bir belleğe sahip olan internette

fotoğraflarının yer alması çocuğun

mahremiyetine de zarar verici olarak

düşünülmeli. Bu nedenle yardım organizasyonlarının

kendilerine konuya

ilişkin bazı etik kodlar belirlemesi

gerekiyor gibi.

31


tiyatro

Terörist

Hakikatin, karşılıksız yüzleşilebilecek bir sır olmadığını,

bedelinin bütün bir hayat olduğunu bilenlere…”

ithaf edilmiş bir oyun…

Rıdvan ŞENTÜRK, eserini bu cümlelerle nitelendiriyor...

32


33


Zaman ve Mekân…

Doğu ve Batı…

Perde ve Hayat…

Bu ikilemler yüzyıllardır Türk ve

Dünya Düşünce ve Edebiyatının

temel sorunsallarından biri olagelmiştir.

İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim

Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı

Bölüm Başkanı Profesör Dr. Rıdvan

ŞENTÜRK’ün kaleme aldığı ve Devlet

Tiyatrosu'nda sahnelenen Terörist

isimli oyun bu sorunsalı irdeliyor.

Terörist aslında bir hayat hikayesi;

gelgitlerin eşlik ettiği hayat yolculuğunda

varoluşsal soru ve sorunlarıyla

cebelleşen birey/bireylerin yüzleştikleri

hakikat adına ödedikleri bedel

ifadeye kavuşuyor.

Kuşkusuz oyun, benzerleri gibi sahnede

başlıyor; ama hayat ve sahne, oyun

ve gerçek, zaman ve mekan, Doğu

ve Batı ikilemleriyle sarmalanınca

sahnenin ötesine uzanıyor. Aynı ikilemler,

sahneyi tek bir bireyin “derdi”

olmaktan çıkarıp kolektif bir düzleme

taşıyor ve hakikat arayışı herkesin

derdine dönüşüyor.

Oyununun yönetmeni Selçuk Göldere,

şöyle diyor:

"Ben sanatçının bir derviş olduğuna

inanıyorum. Ayakları kanayan ama

durmadan çölde aradığı hakikat algısı

için savaşan, kendini varoluş karşısında

tüketen bir varlık, bir insan…

Metnin bu kadar basit bir yapısının

olması, edebiyata karşı yine varo-

34


luşun dili ile karşı çıkması, benim

topraklarımda yazılmış olması beni

etkiledi… Oyun seyirci ile buluşmak

değil karşılaşmak kaygısı güdüyor.

Bu anlamda seyirciyle doğrudan bir

ilişki içinde. Onun için değil ama onu

da dâhil ederek icra ediliyor. Oyun

oyuncuların kendilerine söyledikleri

sözlerle başlıyor ama seyircinin gözü

önünde yapılıyor. Bu anlamda seyirci

bu olup bitene şahit oluyor. Bu olaya

katılıyor."

Ankara Devlet Tiyatrosu’nun Stüdyo

Sahnesi'nde sahnelenen tek perdelik

oyun Terörist’te Eren Oray, İclal Karaduman,

Cebrail Esen ve Sevgi Temel

rol alıyor.

Oyun, yaklaşık 1 saat 30 dakika

sürüyor.

35


sinema

36


Film Olgusunun

Bir Gözetim PratIGi Olarak

DEGerlendirilmesi

SÖYLEŞİ • ECEM ÖZKAN

İtalik Muhabiri Ecem Özkan İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı

Bölümü’nden Dr. Öğr. Üyesi Gözde SUNAL ile Sinema üzerine konuştu.

Gerçek dünyayı bertaraf ettiğimize göre,

geriye kalana ne dememiz gerekiyor?

Görünümler dünyası mı? Kesinlikle hayır!

Çünkü hakiki dünyayla birlikte

görünümler dünyasını da yok ettik.”

Friedrich Nietzsche

37


alması, iktidarın istemine gerek bile

kalmadan bireyin gözetlenmekten

zevk alması ve onu istemesi (teşhircilik)

toplumun iktidara teslimiyetini

olası kılmaktadır. Baudrillard’a göre,

kitleler, iktidar tarafından güdümlenmiş

sinema ile uyutulmuştur. “Kitleler

kendiliğinden vurdumduymaz

olamaz. Çünkü ona vurdumduymaz

olma hakkı ve yetkisi verilmemiştir.

Çünkü bu vurdumduymazlık kendisine

ancak iktidar tarafından bahşedilebilir."

Dr. Öğr. Üyesi Gözde SUNAL

İstanbul Ticaret Üniversitesi,

İletişim Fakültesi,

Görsel İletişim Tasarımı Bölümü

Öğretim Üyesi

Sinema ve haz ilişkisini nasıl okumalıyız

?

Sinema, birtakım olası hazlar sunmaktadır.

Bunlardan biri skopofilidir.

Yani görmekten zevk alma durumudur.

Seyirci, bakmaktan cinsel haz

duymakta ve temsil edilene bakış ile

sahip olmaktadır. Dolayısıyla bakmanın

kendinin bir zevk kaynağı olduğu

durumlar vardır, aynen bakılmada da

zevk olduğu gibi. Freud ise çalışmalarında

skopofiliyi “Öteki insanları

nesneler gibi ele almakla, onları

denetleyici ve meraklı bir bakışa tabi

kılmakla” ifade etmektedir.

Röntgencilik ve teşhircilik de skopofilik

eylemlerdir. Bakış sorunu

denilen kavramın, psikanalitik kuram

eşliğinde mutlaka ele alınması gerekmektedir.

Sinema ile bakmaktaki haz

arasındaki ilişkinin nedeni, ancak

psikanalitik kuramsal zeminden

yararlanılarak açıklanabilmektedir.

Örneğin, Umut Tümay Arslan “Aynanın

Sırları: Psikanalitik Film Kuramı”

başlıklı çalışmasında, Christian

Metz’in görüşlerine şöyle yer vermektedir:

“Öznenin kendisi ve öteki, onu

çevreleyen dünya üzerinde efendi

olma duygusundan; öznenin aynada

kendisini tanıdığı ilksel narsistik

hazdan beslenmektedir. Dolayısıyla

film seyretme, zorunlu/özsel regresif

karakteri nedeniyle özel bir simgesel

davranıştır.”

Gözetleme yani bir anlamda röntgencilik

(voyeurism), cinsellik içeren bir

eylemdir. Gözetleyen için gözetlenilen

her nesne erotikleşir ve hatta giderek

pornografikleşir. Dolayısıyla gözetleyen

cinsel bir gönderme olmasa bile,

birisini gözetleme eyleminin hazzına

sahip olur. “Gözetlemede, özellikle de

gözetmenlerin bakışında, gözetlemenin

zevkine ve gözetlemenin zevkine

yabancı olmayan bir şey vardır.”

Böylelikle toplumun bu süreçten zevk

Aslında seyirci, filmdeki karakterlerin

özel hayatlarını izleyen bir dikizci

konumundadır. Dikizci öğeler ise

bazen örtük, bazen de doğrudan

kullanılmaktadır. Örneğin, dürbünlerle

dolabın içinden veya bir pencereden

gizlice başka birini izlemek gibi

çekilen çekimler, çok yaygın kullanımlardır.

Bu duruma en güzel örnek

“Arka Pencere” (Rear Window, 1954)

ve “Mavi Kadife” (Blue Velvet, 1986)

filmleri olacaktır. Özellikle gerilim

filmlerinde, bu kullanıma başvurulmaktadır.

Rear Window filmi, ayağı

alçıda olduğundan tekerlekli sandalyeye

mahkum olan bir fotoğrafçı Jeff

(James Stewart)’in öyküsüdür. Aslında

Jeff ’in, sinema salonundaki koltuğunda

merakla oturan film seyircisinden

bir farkı yoktur. Seyirci de Jeff gibi,

dünyaya açılan sinema perdesinden

başka başka hayatları izlemektedir.

Hitchcock bu filmde, seyircinin kendi

konumunu da düşünmesini istemektedir.

Bu benzerlik, özellikle öznel

kameranın da kullanımı ve kameranın

gören bir göz olmasıyla (kamera-göz);

seyircinin ve Jeff ’in karşıdaki evleri

izlemesiyle özdeşleşme gerçekleştirmektedir.

Film canlı ve çarpıcı bir betimleme,

ayna işlevi gören bir öyküdür. Sinema

kendi kendini taklit edebilmekte,

kendi kendinden kopya çekebilmekte,

kendi klasiklerini yeniden çekebilmekte,

özgün mitlerini yeniden

gündeme getirebilmekte, özgün sessiz

filmlerden daha da kusursuz sessiz

filmler üretebilmektedir. Dolayısıyla

bu noktadan hareketle gözetim, gözetleme

ve röntgencilik kavramlarının

film ile ilişkisi ele alınmalıdır. Özellikle

Hollywood ana akım sinemasının,

38


bu kavramlarla, yeni gözetim olgusuyla

paralellik gösterdiği ve bireyin

voyerist tarafını kullandığı düşünülmektedir.

Bu konuda, Dünya Sinema endüstrisinin

adeta başkenti olan Hollywood

sineması hakkında neler söyleyebiliriz?

Özellikle Hollywood sineması,

neredeyse yaşamımızın ayrılmaz

parçası haline gelmiş bir düş fabrikasıdır.

Hollywood ile ilgili temel

sorun, aslında büyük ölçüde duygulara

dayanmasıdır. Düşünceyi, aklı,

eleştirmeyi ve sorgulamayı bir yana

bırakarak seyirciyi bu şekilde yakalamasıdır.

Dolayısıyla sıradan insanın,

günlük hayatında örselenen kendi

gerçekliğinden hem kopması hem de

sığınmasını sağlamaktadır. Böylece,

hiç de masum olmayan kaçışçı bir

anlatı oluşturmaktadır.

Anadamar filmler, seyircinin varlığından

habersiz (miş) gibi kapalı bir

dünya yaratırlar. Sinemanın zaten

karanlık bir ortamda film seyredilmesine

olanak tanıyan fiziksel yapısı,

bu anlamda sözü edilen voyeristlik

duyguyu uyandırabilir. Aynı zamanda

seyircinin karanlık bir sinema

salonunda deneyimlediği bu olay, yani

perdeye yansıyan imajlardan başka bir

şey görememesi, Platon’un Devlet kitabında

tasvir ettiği mağara mitosuna

benzemektedir. Mağara zincirlenmiş

tutsakların, mağaranın duvarındaki

gölgeleri gerçeklik olarak algılamasına

benzemektedir.

Teknik donanım bu süreci hızlandırdığı

gibi, kamera izleyicinin röntgenci

kimliğiyle özdeşleşmesini de sağlar.

Dolayısıyla, seyirci öykünün varlığını

farkında olmamasının verdiği psikolojik

rahatlık ve haz içinde seyretmeyi

sağlayan röntgencilik ile perdedeki

sembolik kendi imgesi ile özdeşleşmektedir.

Dolayısıyla bakış sorunu,

özne-izleyici sorunu, film olgusuyla

izleyici ilişkisi ve izleyici filmsel kişi

ilişkisi oldukça önemli parametrelerdir.

Film bu parametreler aracılığıyla,

izleyiciye, ne zaman güleceğini, ne

zaman ağlayacağını ve ne düşüneceğini

söylemektedir. Filmlerin, psikolojik

bağlamını gözden kaçırmadan incelemek

bu doğrultuda oldukça önemlidir.

Bu noktadan hareketle, filmdeki

karakterlerin oluşumu ve hikâyeye

katkısının tespitinde önemli bir rol

oynamaktadır. Filmlerin, haz ilkesinin

egemenliğinde olduğunu unutmamak

gerekir.

39


söyleşi

Klinik Psikolog

Mehtap Güngör

SÖYLEŞİ MİRAY DEMİRYOLU • FOTOĞRAF YEŞİM MUTLU, İNTERNET ARŞİVİ

Klinik Psikolog Mehtap Güngör, geçtiğimiz günlerde İstanbul Ticaret Üniversitesi

İletişim Fakültesi Stüdyolarında öğrencilerle bir söyleşi gerçekleştirdi. “UKDE: Terapi

Odasından Dökülenler” kitabının yazarı da olan Güngör, İTALİK için Muhabir

Miray Demiryolu ile konuştu.

40


“Babamın ölümü

içimde bir ukde

olarak kaldı.”

Mehtap Güngör kimdir? Sizden dinleyelim.

Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat

Fakültesi Psikoloji Bölümü mezunuyum.

Daha sonra Okan Üniversitesi’nde

Klinik Psikoloji yüksek lisansımı

tamamlayıp klinik psikolog unvanımı

aldım. Çeşitli eğitim kurumlarında

çalıştım. Şu an ise arkadaşlarımla

kurduğum klinikte terapi çalışmalarıma

devam ediyorum. Yedi yıldır da

yoğun bir şekilde EMDR terapisi ile

ilgileniyorum.

Ukde başlıklı kitabınız nasıl ortaya

çıktı? Bu kitabı yazmaya nasıl karar

verdiniz?

Aslında kendi ukdemden ortaya

çıktı. Rahmetli babam bana hep işimi

sorardı ve ne yaptığımı anlamaya

çalışırdı. Ancak terapi birkaç cümleyle

anlatılabilecek bir şey değil. Kimi

zaman kısaca anlatırdım kimi zaman

da geçiştirirdim. Bir gün ofisime geldi

ve danışan koltuğuna oturup “Hadi

bakalım bana terapi yap!” dedi. Ben

de “Baba biz bir kahve içelim” diyerek

onu bu süreçten çıkardım. Daha

sonraysa rahatsızlandı ve öldü. Ona

anlatamadığımdan benim içimde bir

ukde kaldı. Farkettim ki başvuran

danışanların da ukdeleri var. Kitaptaki

bu terapi hikayeleriyle hem danışanların

ukdelerini anlatmak hem de

babama kendi ukdemi anlatmak için

aynı zamanda da terapi odasında ne

olduğunu merak edenleri aydınlatmak

amacıyla böyle bir proje gelişti.

Sizin için çok anlamlı olsa gerek…

Kesinlikle kendi ukdemden yola çıktığım

için bu hikayeler "biraz ben biraz

sen’ diyoruz."

Bildiğim kadarıyla danışan ve psikolog

arasındakiler gizlilik gerektiren bir

Klinik Psikolog

Mehtap Güngör ile

gerçekleştirdiğimiz

söyleşiyi TİMM TV

YouTube kanalından

izleyebilirsiniz.

41


süreç. Siz kitabı yazarken bu konuda

nelere dikkat ettiniz?

Öncelikle yazmayı düşündüğüm

danışanlarımdan izin aldım. Bu

projemden onlara bahsettim. Onların

terapileri zaten sonlanmak üzereydi

ve bir tanesi de sonlanmıştı. Yazarken,

öyküyle çok çatışmayacak onları

tanıyanların okuduğu zaman “Aa bu

o!” diyemeyeceği bir hale getirmeye

çalıştım. Tüm süreçte onlar vardı.

Kahramanların isimlerini kendileri

seçti. Bitirdikten sonra kitabı onlara

gönderdim. Çıkarmak istedikleri bir

yer olursa diye. Bu süreç hep onlarla

işbirliği içinde geçti.

Kitaptan biraz daha bahsedecek

olursak neden Eren Bey, Tuna Hanım

ve Ekim Hanım? Sizde farklı bir yerleri

olduğundan mı yoksa danışanların

süreçlerinin farklılığından mı?

Eren Bey’de bir kayıp durumu var.

O kendi kaybımla da alakalıydı.

Böyle bir proje babam adına geliştiği

için yası anlatmam gerek diye

düşündüm. Ekim Hanımda ise çok

sosyal bir olgu olan kadına şiddet söz

konusuydu. Biz kadına olan şiddeti

konuştuğumuz zaman o evin içindeki

çocukları gözetemiyoruz. O çocukların

gördüklerinden duyduklarından

derin yaralar aldığını ve bu yaraların

onların hayatlarında karşılarına çıkacağını

anlatmak istedim. Bu projede

bunu göz ardı etmek istemedim. Tuna

Hanımın hikayesinde de iki yönlü bir

durum var. Biri aile içi sırlarla alakalı.

Çocuklara anlatılmayan ama çocukların

bildiği, etkilendiği şeylere dikkat

çektim. İkincisi Tuna Hanım’ın hikaye

akışı terapinin nasıl daha derinleşebileceği

konusuna bir örnekti. Çünkü

terapist danışanın anlattıklarıyla

kalmayıp zaman zaman daha derine

inmek durumunda. O açıdan da

örnek teşkil eder diye düşündüm ve

bu danışanların hikayelerini kitaba

ekledim.

EMDR bir psikoterapi yaklaşımıdır.

Peki psikoterapi ve EMDR nedir?

Psikoterapi, yaşadığımız zorlukların

ve sıkıntıların giderilmesi amaçlı yapılan

bir çalışmadır. Bu çalışmalar çok

farklı ekollerle yapılabiliyor. EMDR da

bunlardan bir tanesi. Aslında psikoterapide

amaçlanan şey var olan sorunlu

davranışların ve duygusal fazlalıkların

kaynağını bulup onu çözmek. Tüm

terapistler olarak aslında yapmaya

çalıştığımız bu. EMDR’da beynin

kendini iyileştirme becerisini aktive

ederek o kaynağı kurutma yöntemidir.

Çünkü travma dediğimiz şey beyinde

olan ve bazı sorunlu davranışlarımıza

sebep olan bir şey. Biz gözleri hareket

ettirerek sağ ve sol beyin arasında

işlemleme yaptırarak sağ beyindeki

materyali travmatik olmayan bir

belleğe aktarmaya çalışıyoruz. Çok

terim kullanmamaya çalışıyorum ama

aslında yaşanmış ve bizi hala etkileyen

olayların beyinde başı boş gezdiğini

ve onları beyindeki doğru yere

gönderdiğimizi düşünün. Diğer terapi

yöntemlerinden biraz daha farklı çünkü

diğer terapi yöntemleri yalnızca

konuşarak ilerliyor. EMDR işlemleme

ve çift yönlü uyarımla işleyen bir

yöntem. Terapist sadece konuşmuyor,

danışanı aynı zamanda çalıştırıyor

diyebiliriz.

EMDR uzmanlık gerektiren bir alan

mıdır?

Uzmanlık gerektiren bir alandır.

Beyinle çalışıyoruz, beynin sistemini

dışardan destekle çalıştırıyoruz ve

bazı yerlerdeki tıkanıkları çözmeyi

amaçlıyoruz. O yüzden EMDR Derneği

ve Türkiye’de verilen eğitimlere

başvuru koşulu olarak üç yıllık bir

terapi deneyimi istiyor. Terapi beceresinin

gelişmesi, çalışma sırasında

müdahele etmesi gereken yerleri

terapistin bilmesi gerekiyor.

Yani her klinik psikoloğun deneme

yanılma yöntemiyle uygulayamayacağı

bir şey diyebilirmiyiz?

Mümkün değil, aman diyeyim. Baktığınızda

uygulaması basit görünebilir

ama uygularken bir ayak travmatik

alanın içinde ama bir ayak da şu anda

ve onu korumak zorundayız. Terapistin

bu dengeyi sağlayacak yeterlilikte

olması gerekir ki danışana zarar

vermeyelim.

EMDR hangi hastalarda uygulanır ve

hastanın değişim sürecinde terapiye

verdiği tepki değişiyor mu? Çok ağır

vakalar mı olması gerekir?

Öncelikle her probleme uygulanabiliyor.

Ayrılık yaşayan bunu kabullenmekte

zorlanan bir gençle de çalışa-

42


biliriz; elleri yıkamaktan yara olmuş

bir obsesif komplusif bozuklukla

da çalışabiliriz. Hatta şu an Hollanda’da

sanırım bu yöntemi şizofreni

gibi psikotik hastalarda uygulama

süreciyle ilgili bir çalışma yapılıyor.

Tüm bozukluklarda çalışılabilecek bir

yöntem. Tabii ki sıkıntının boyutuna

ve sıkıntının altındaki malzemeye

göre danışana göre süre değişebiliyor.

Örneğin iki ya da üç seansta uçak

fobisini hallettiğimiz hasta da oldu;

ancak otuz seanstır devam eden hala

uçak fobisiyle anı çalıştığımız danışan

da olabiliyor. Derindeki travmalara

baktığımız için açıp görmeden kesin

bir şey söylemek mümkün olmuyor.

Terapi sürecinde hastanın geçmişteki

anıyla yüzleşmesi önemli mi?

Tabii çünkü travmatik dediğimiz olay

sağ beyinde kilitli kalmış duygu ve

duyumlar. Bu farkında olmadan bugünümüzü

ve geleceğimizi etkiliyor.

Telkin ancak bugüne müdahale eder

rahatlatır. Kaynak kurumadığı sürece

üç ay ya da üç yıl sonra danışanın bir

daha böyle bir problem yaşamayacağını

garanti edemiyoruz. Ne zaman

o kaynağın kuruduğuna danışan ve

terapist olarak ikna oluyoruz ondan

sonra terapi bitiyor.

Hiç hastada ciddi bir acıyı hissettiği

sırada ters bir etki aldığınız oldu mu?

EMDR terapisine hemen başlamıyoruz

ancak süreç içerisinde olursa uyarıyoruz.

Seans sonrası bazı hastalarıma

"Bilişsel faaliyetlerde bulunmayın,

araba kullanmayın, biraz yürüyün."

gibi şeyler söylüyorum. Çok yoğun bir

duygu ortaya çıkabiliyor seans içinde.

Biz ne kadar yatıştırsak, stabil hale

getirsek de orası açıldı ve tabiri caizse

kanıyor. EMDR da danışanlar için dezavantaj

ama bizim için avantaj olan

seans bitse de işlemleme dediğimiz

sistem devam ediyor. Bu bir sonraki

görüşmeye danışanın daha sağaltılmış

olarak gelmesini sağlıyor. Terapistsiz

terapi devam ediyor gibi düşünün

ancak duygusal olarak danışanı zorlayabiliyor.

Seans bitince etkiye göre

“Hemen gitmeyin. Çay, kahve içelim.

Biraz dinlenin.” şeklinde konuşarak

hastayı stabil hale getirdikten sonra

ofisten çıkmasına özen gösteriyoruz.

Üniversitemizdeki psikolog adayı

arkadaşlarıma söylemek istediğiniz,

tavsiyede bulunmak istediğiniz bir şey

var mı?

Eğer isteyerek psikoloji okuyorlarsa

çok keyifli bir bölüm ama öğrenme

sürecinin hiçbir zaman bitmediği

bir alan. Çok dinamik ve yeni yeni

araştırmalar oluyor. “Ben oldum.” demesinler.

Mesleğe başlarken hepimiz

gibi onları da zorluklar bekliyor ama

aşılamayacak şeyler değil. Kendilerine

ve eğitimlerine inansınlar sonrası

bir şekilde gelir. Hepsine kolaylıklar

diliyorum.

“Biz kadına olan

şiddeti konuştuğumuz

zaman, o evin

içindeki çocukları

gözetemiyoruz.”

43


tarih

istanbul

hanları

44


Cengiz Erdil Kimdir?

Cengiz Erdil haberciliğe 1979 yılında başladı. 1979-1992 yılları arasında

TRT Haber Merkezi’nde muhabir olarak çalıştı. 1992 yılından

itibaren sırasıyla Kanal 6, ATV, BRT, CNNTÜRK, ATV-Avrupa

ve NTV televizyonlarında muhabir, editör, istihbarat şefi ve haber

müdürü olarak çalıştı.

Haber ve belgesel programlarında metin yazarı, kurgu yönetmeni

ve alan yapımcısı olarak görev aldı. 2012-2016 yılları arasında da

RSFM Radyosu’nda editör olarak çalıştı. 2016 yılında Yeni Yüzyıl

Gazetesi için özel haber ve röportajlar yapan Erdil, bir dönem özel

sektör için tanıtım programları da hazırladı. Sürekli Basın Kartı

sahibi Erdil, İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde de

bir dönem TV Haber Röportajcılığı dersi verdi.

Cami, medrese ve türbelerin yanı sıra

hanlarıyla ünlüydü İstanbul. Hanlar

ki, tarihte neler gördü, geçirdi. Ticaretin

can damarı bu yapılardı kentte.

Bu kent tarihinin her döneminde

her milletten taciri ağırladı. Hanlar

da, geçmişin alışveriş ve konaklama

merkezleriydi.

Yedi tepeli kentin çarşı ve hanları,

farklı yöresel giysileriyle binlerce

tacirleri bir araya getirirken, kenti sarsan

ayaklanma ve isyanların da çıkış

noktasıydı. Tarihi Yarımada’da avlusu

olan Osmanlı hanında soluklanırsanız,

gözlerinizi kapatıp düşüncelere

daldığınızda, tarihi bir yolculuğa hazır

olmalısınız. Ancak bu hanlar günümüzde

içler acısı bir halde.

HANLAR AYAKTA ÖLÜYOR

Hanların çoğu depo olarak kullanılıyor.

Viran, dökük, duvarlarda derin

çatlaklar, çatıları sürekli akan adeta

ağlayan hanlar. Hanların işlevleri

günümüzde de aynı; ticaretin yine

atardamarı ama artık çok bakımsız.

Ne merkezi yönetim ne de belediyeler

hanların hoyratça kullanımına

“Dur!” diyebiliyor. Kapılarından her

gün binlerce kişi geçiyor ama tarih

ve efsanelerin mekanlarının farkında

değiller. Çoğunun kapısında günümüz

Türkçesiyle bilgi yok. İstanbul’da çoğu

tarihi yapının envanteri daha yeni

yeni çıkarılıyor. Kent tarihi konusunda

araştırmalarıyla tanınan Rüknü

Özkök’e göre tarihi hanların sayısı tam

bilinmiyor.

Özkök, 19’uncu yüzyıl sonlarında Sur

içinde 243, Galata tarafında da 101

han sayıldığını, 1912 yılında basılan

‘Hanlar’ isimli bir broşürde 550 han

bulunduğunu ama bunların bugün

için tam sağlıklı veriler olmadığını

anlatıyor.

Hanlarla ilgili temel bilgiler dönemin

esnaf kayıtlarından, 1868’den

1940’lara kadar yayınlanan Şark

Ticaret Yıllıklarından geliyor. Ayrıca

1827’de Hancılar Kethüdası tarafından

hazırlanan ve araştırmacı Fazıl

Işıközlü tarafından gün ışığına çıkarılan

belgelerde de ‘Klasik Osmanlı

Hanları’ konusunda bilgi var.

Klasik hanlar, ortasında avlu olan,

avlu kenarları ahır ve depolardan,

ikinci katları ise hücre yani odalardan

oluşan yapılardı. Her hanın satılan

malın özelliğine göre depoları, ahırları

ve müşterilerin kaldığı odaları vardı.

İstanbul’da 15. ve 16. yüzyıl avlulu

Osmanlı hanlarından bahsediyoruz.

Ama 19. yüzyıldan sonra yapılan

yüzlerce hanın konumu elbette daha

farklıydı. Öncelikle o hanlarda ahır

yoktu.

Ne yazık ki çoğu avlulu han ya kötü

"Tarihi Yarımada’da

avlusu olan

Osmanlı hanında

soluklanırsanız,

gözlerinizi kapatıp

düşüncelere

daldığınızda, tarihi

bir yolculuğa hazır

olmalısınız."

45


bir şekilde şekil değiştirdi ya da yok

oldu gitti. Kalanlar ise yıkılış dönemini

yaşıyor. Mimari tarih uzmanlarına

göre, Muhteşem hanlar, muhteşem bir

şekilde yok oluyor.

İstanbul bir tarihtir. Bu gerçeği bilen

tarih seviciler ve bilinçli turistler, ellerinde

fotoğraf makineleriyle kentin

ara sokaklarına dalarlar. Bizim de ilk

durağımız Mahmutpaşa’dan Kapalıçarşı’ya

tırmanırken yokuşun sonuna

yer alan Büyük Valide Han.

BÜYÜK VALİDE HAN

İstanbul’un en büyük hanı Büyük

Valide Han. James Bond serisinin

sondan ikinci filminde, motosikletli

aksiyon sahnesi burada çekilince, yıldızı

daha bir parladı. İstanbul’a gelen

turist gruplarının gözdesi oldu.

Han adına yaptıran kişiden alıyor.

Yaptıran Kösem Sultan. Hani şu

televizyon dizisinde sabahtan akşama

kadar Osmanlı sarayında entrikalar

döndüren, saray dedikodularıyla

fırıldak çeviren Kösem Sultan!

Konumuz değil ama Kösem Sultan’ın

yaptığı önemli işlerde vardı. Zaten

Osmanlı Valide Sultanları çok eser

kazandırmışlardı hem İstanbul’a hem

de Osmanlı’nım hakim olduğu diğer

topraklara. Mesela Hürrem Sultan’ın

Müslüman ve Hristiyan hacıların

konaklaması için Kudüs’te yaptırdığı

han dillere destandır ve bugün hala

kullanılır.

Gelelim yeniden Valide Han’a...

Kösem Valide Sultan tarafından

1650’de yaptırılan hanın üç avlusu,

300 odası var. Ana avluda o dönem

halkın İran Cami olarak adlandırdığı

bir cami var. Döneminde İranlı

tüccarlar kullandığı için Acem Hanı

olarak da biliniyor. Handa pek çok

garip görünüşlü ekleme küçük yapı

var. Avluları otopark haline gelmiş.

Bir zamanlar atların ve develerin

bağlı olduğu yerlerde otomobil ve

kamyonetler park etmiş. Hanın duvarı

dökülüyor. Çoğu yerde yapı taşlarının

üzeri harçla kapatılmış. Çatısı sürekli

akıyor, çatı kubbelerinde büyüyen

delikler var.

HANLAR NEDEN BU HALDE?

Uzmanlara göre, hanlarla ilgili temel

sıkıntı mülkiyet sorunu. Hanların bir

bölümü Osmanlı’nın son döneminde

ve 80’li yıllara kadar özel kişilere

satılmış.

Bazı hanların 90-100 ortağı var.

Ölenlerin yakınlarını da sayarsanız,

işin içinden çıkamazsınız. Vakıfların

sahibi olduğu hanlar belli bir program

dahilinde zaten onarılıyor. Ancak

özel mülk olunca devletin eli kolu

bağlanıyor. Tek bir şey yapılabilir:

Kamulaştırma. Ama bunun da çok

yüksek maliyeti var. Hanlarla ilgi dört

yıl önce röportaj yaptığım bir yetkili-

46


Büyük Valide Han

Mimari tarih

uzmanlarına göre,

“Muhteşem hanlar,

muhteşem bir şekilde

yok oluyor.”

nin şu sözlerini unutamıyorum. “Bak

bizim Süleymaniye Kütüphanemizin

altında dükkânlar var. Devlet 1940’lı

yıllarda satmış. 1946’ya kadar çoğu

satılmış. Sonra da satılmış. Hanlar da

böyle… Şimdi kıymetini anlıyoruz

ama ne fayda...”

UZMANLAR UYARIYOR

Hanların onarılması, modern

anlamda değerlendirilmesi Anıtlar

Kurulu kararıyla mümkün. Bilimsel

ve korumacı projelerin bir an önce

devreye girmesi gerekiyor ama bu da

yetmiyor, han ortaklarının elini taşın

altına sokması lazım.

Devletin de artık biraz zorlaması

gerekiyor.

Prof. Dr. Mete Tapan da “Klasik Osmanlı

hanları çok sahipli. Ya Osmanlı

ya da Cumhuriyetin ilk yıllarından

kalma, nesilden nesle aktarılan tapular

var. Bu nedenle küçük bir onarım

dahi yapılamıyor. Projeler hayata

geçirilemiyor, kimse elini taşın altına

sokmak istemiyor.” diyor.

Hanlarda şu anda çalışanlarsa günü

kurtarmanın hesabını yapıyor. Çatılar

birgün başlarına çökecek ama umursamıyorlar.

Han sahipleri de çalışanlar

da “Bizim cebimizden para çıkmasın”

derdinde.

DEPREM EN ÇOK BU HANLARI

VURACAK

Uzmanlara göre olası bir İstanbul depreminde

en çok hasar görecek yapıların

başında avlulu Osmanlı hanları

geliyor. Bu hanlar 1894 depreminden

zaten büyük zararla çıktı. O tarihten

beri de kaderine terk edildi. Şimdiye

kadar da ciddi bir koruma projesi

önerilmedi.

Kandilli Rasathanesi yetkilileri, Tarihi

Yarımada’da Ayasofya, Süleymaniye

gibi kamuya ait büyük abide eserlerinde

deprem için önlemler alındığını,

bu hanlarda ise hissedarların bir araya

gelerek, güçlendirme çalışması yapmasının

zorunlu olduğunu söylüyor.

Ama şu an bunu yapan yok.

47


araştırma

Milletler Cemiyetinden

Birleşmiş Milletlere:

İngiliz Okulu Perspektifinden

Bir Analiz

Dr. Öğr. Üyesi Uğur Yasin Asal’ın

TRT Haber’deki röportajını izleyebilirsiniz.

48


Dr. Öğr. Üyesi Uğur Yasin ASAL

İstanbul Ticaret Üniversitesi,

İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi,

Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler

Bölümü Öğretim Üyesi

İngiliz Okulu Perspektifinden Milletler

Cemiyetini Okumak

Uluslararası ilişkilerde meydana

gelen sistemik değişimleri teorik bir

çerçevede izah etme çabası, disiplinin

analiz düzeylerini güçlendiren yöntemlerin

başında gelmektedir. Teorik

eksenin oluşturulmasıyla birlikte, bu

eksen üzerinde geliştirilecek analizler,

analiz yapılarının ekonomik ve siyasal

açıdan formülasyonunu da daha

anlaşılır hale getirmektedir. Bu açıdan

yaklaşıldığında Waltz’un sistem düzeyinde

bir analize atıfta bulunan İngiliz

Okulu, dünya politikasını anlama ve

yorumlama çabası içerisindedir. Bu

çabayı meydana getirirken birtakım

teorik araçları kullanan İngiliz Okulu,

suijeneris bir bakış açısı geliştirmiştir.

Erken 20. yüzyılın sömürgeleşme

rekabetinin ortaya çıkarttığı küresel

çatışma düzeni, dünya savaşlarına

giden sürecin de başlangıcı olmuştur.

Mutlak realizmin egemen olduğu söz

konusu dünya düzeni, askeri rekabet

ve konvansiyonel unsurların üstünlüğüne

dayanan hâkim bir retorik

oluşturmuştur. Devletlerin 19. yüzyılın

sonu ile birlikte önceki yüzyıla dayanan

merkantilist kalkınma çabaları,

bu yüzyılda kitle savaşlarına dönüşen

bir yapıyı da beraberinde getirmiştir.

Bu kitlesel dönüşüm, dünya güvenliği

konu ve kavramsallaştırmasını da

siyasi tarihin önemli bir objesi haline

getirmiştir.

Söz konusu dönemin temel güvenlik

arayışlarından birisi de dünya sorunlarını

ele alıp bu noktada bir inisiyatif

geliştirecek bir üst otorite ihtiyacının

ortaya çıkmasıdır. Başkan Wilson’un

dönemin lideri olarak ön plana çıktığı

bu süreçte, üst otorite ihtiyacının

uluslar tarafından nasıl karşılanacağı

sorusu gündeme gelmiştir. Plan

aşamasında, uygulamanın oldukça

iyi işleyebileceği öngörülürken, yeni

yapıların uygulamada ne gibi sorunları

beraberinde getireceği tartışma

konusu olmuştur. Dönemin karmaşık

uluslararası ilişkiler yapısının sistemi

kırılgan bir hale getireceği konusu, istikrarın

önündeki en büyük engellerden

birisi olarak değerlendirilmiştir.

Bu değerlendirmeyi ortaya koyan

temel parametrelerden bir diğeri ise

her an patlak verecek ikinci bir savaş

korkusunun taşınmasıdır. Bu noktadan

hareketle, savaşların çıkmasını

engellemeye yönelik bir çabanın

geliştirildiği ve uluslararası ilişkilerde

entegrasyon sürecinin göreli olarak

arttığı bir dönem ortaya çıkmıştır.

Söz konusu dönemi anlama adına

birtakım sistemli görüş geliştiren

İngiliz Okulu, belirli analiz nesnesi ve

araçlara sahiptir. Uluslararası sistemin

stratejik yapısına odaklanan İngiliz

Okulu, bu yönüyle uluslararası sistemi

etkileme kapasitesine sahip olayları

inceleme alanı içerisine almaktadır.

Söz konusu sürecin başlangıcı ise 20.

yüzyılın yüksek rekabetçiliğine dayalı

klasik realizm öğretilerinden, II. Dünya

Savaşı’nın sonuna giden süreçte

liberal öğretilerin de gündeme geldiği,

dünya politikasındaki ekonomi politik

değişimler ele alınacaktır.

İngiliz Okulu, kuramın durduğu

nokta gereği arada olma özelliğine

sahiptir. Yani kuram, klasik realizmin

öğretileri ile yeni realist öğeler arasında

kendine özgü bir yorum geliştirme

çabası içerisindedir. Bu çabayı ortaya

koyarken, temel argümanını uluslararası

toplum kavramsallaştırması

üzerinden yapmaktadır. Uluslararası

toplumun, uluslararası ilişkilerin

sistemsel boyutunda meydana gelen

değişmelerden doğrudan etkilenen

yapısını, söz konusu değişimlerin dayandığı

temel parametreler üzerinden

analiz eden İngiliz Okulu, spesifik

bir olaydan öte bir süreç analizini

ele almaktadır. Bu noktadan hare-

49


ketle değerlendirildiğinde Milletler

Cemiyetini, uluslararası toplumun

bütünleşmesine giden yolun başlangıcı

olarak ele alan İngiliz Okulu,

bu çabaların dönemin hâkim teorik

paradigması olan realist öğelerin baskınlığı

neticesinde sonuçsuz kaldığını

ifade etmektedir.

Bu süreci ise İngiliz Okulunun

kurumsallaşma süreçlerine verdiği

önemde görebilmek mümkündür.

Bu çerçevede okunduğunda, Milletler

Cemiyeti kurumsal yapısını tam

olarak inşa edememiştir. "Barışın

hangi araçlarla inşa edileceği? İnşa

edilecek barışın herhangi bir ulusun

mu? Yoksa tüm uluslararası toplumun

ortak paydasına mı hizmet edeceği?"

gibi temel sorular İngiliz Okulu’nun

Milletler Cemiyeti üzerinden, uluslararası

toplumu okuma biçimini ortaya

koymaktadır. İngiliz Okulu yaklaşımıyla

bakıldığında, Milletler Cemiyeti

inisiyatifinin, uluslararası sistemi

etkileyecek ve bu çerçevede değişime

imkân sağlayacak bir yapı olmadığı

ortaya çıkmaktadır.

Bu etkisizliği ise yeniden yükselen

savaş sürecinde görebilmek mümkündür.

Bu açıdan bakıldığında İngiliz

Okulu, Milletler Cemiyeti’ni Başkan

Wilson’un ideali olarak görmekte ve

bu idealin uluslararası toplumu bütünleştirmekten

uzak olduğunu vurgulamaktadır.

Bu noktada Milletler

Cemiyeti'nin barışın sürdürülmesini

sağlayarak, şartların olgunlaşmasını

sağlayacak yeterli araçlar da oluşturamamıştır.

Sosyal bir mühendislik

geliştirme çabasında olan İngiliz

Okulu, Milletler Cemiyeti’nin “başarısız”

girişimini, uluslararası toplumun

oluşturulması aşamalarının ilki olarak

değerlendirmektedir.

Bu tartışmalar ise Milletler Cemiyeti'nin

fonksiyonelliği konusunu

birincil gündem maddesi haline

getirmiştir. Milletler Cemiyeti bu

yönüyle işlevsellikten uzak, ancak yeni

bir inisiyatife ön alma açısından önem

arz etmektedir. Bu önemi ise Milletler

Cemiyeti’nden sonra İkinci Dünya

Savaşı sonunda kurulan Birleşmiş

Milletler yapılanmasında görebilmek

mümkündür. Söz konusu süreçlerin

tümünü, nihai bir barış oluşturma ve

bunu sürdürme süreci olarak ifade

etmek ise mümkün değildir. Bir süreç

okuması ile değerlendirildiğinde her

iki kurumun da entegrasyon süreçlerinin

önemli bir parçası olduğu ancak

bu sürecin tam olarak anlamını ifa

etmesi açısından yeterli kurumsal

olgunluğa erişemediği ifade edilebilecektir.

Birleşmiş Milletleri Yeniden Düşünmek:

Uluslararası Toplum BM’nin Neresinde?

Birlemiş Milletlerin kurulmasına gelen

süreçte San Francisco’da toplanan

konferans, bugünün de temel tartışmalarından

biri olan güç ve hukuk

paradoksunu ortaya çıkarmıştır.

Temelde demokratik olamama boyutlarıyla

eleştirilen Birlemiş Milletlerin

bu yapısını, Milletler Cemiyeti’nin

kurgulanmasında da görebilmek

mümkündür. Her iki dünya savaşını

kazanan devletler tarafından oluşturulan

söz konusu yapılar, uluslararası

toplumun oluşumu bağlamında yeterli

açılımı sağlayamamışlardır.

Söz konusu tartışmalar dünya toplumuna

giden sürecin homojenliği

konusunu da gündeme getirmiştir. Bu

tartışma ise yine İngiliz Okulu’nun

realizme yakın duran noktası ile

açıklanabilecektir. Uluslar arasında

homojenliği sağlayacak güçler dengesi

yaklaşımını uzun vadede egemen kılabilmek

çok mümkün değildir. İngiliz

Okulu’nun stratejik denge yaklaşımına

göre uluslararası sistem, ona hâkim

olan devlet ve/veya devletler tarafından

yönlendirilmektedir. Uluslararası

topluma giden süreç ise bu uluslar

arasındaki güç dengesinin birbirine

yaklaşabilmesiyle mümkündür. Bu

denge yaklaşımını ise küresel rekabet

boyutlarıyla açıklayan İngiliz Okulu,

Birleşmiş Milletlerin yapısına ilişkin

birtakım görüşler geliştirmiştir.

Buna göre uluslararası toplumun

kurumsallaşması açısından önemli

bir gelişme olarak değerlendirilen

Birlemiş Milletler, İngiliz Okulu

perspektifiyle uluslararası sorunların

çözümünde aldığı rol bağlamında

değerlendirilecektir. Bu sorunların

merkezinde yer alan uluslararası

toplumun ne yönde şekillendiği, temel

araştırma sorusunun İngiliz Okulu

tarafından okunmasını da kolaylaştıracaktır.

Söz konusu süreçte, uluslararası

toplum yapısının hâkim olan

liberal öğeler üzerinden inşa edildiği

ve bu açıdan bakıldığında realizmin

güç hâkimiyeti ile liberalizme ait

evrensel değerlerin bütünleştiği ortaya

çıkmaktadır.

Genellikle tek taraflı bir uluslararası

toplum tanımlamasının oluştuğu bu

süreç, mutlak egemen ve bunun dışına

kalan “diğerleri” ifadesini oluşturmaktadır.

Bu tanımlamanın ise Birleşmiş

Milletlerin, uluslararası krizlerin

çözümünde yer alan ikircikli yapısını

akıllara getirdiği görülmektedir. Karar

alma mekanizmaları ile değerlendirildiğinde,

İkinci Dünya Savaşı’nın galip

devletleri ve buna sonradan dâhil

olan ülkeler ile oluşturulan Güvenlik

Konseyi’nin, oybirliği ile karar aldığı

görülmektedir. Üyelerinden herhangi

birinin mutabık kalmadığı hiçbir

karar uygulamaya geçememektedir.

Bu ayrım, Birleşmiş Milletlerin de

tıpkı Milletler Cemiyeti gibi işlevselliği

sorununu gündeme getirmektedir.

Uluslararası sorunların çözümünde

görelik tartışmasını gündeme

getiren bu yapısal sorun, son 20 yılda

gerçekleşen uluslararası krizlerde de

kendisini göstermiştir.

Buradan hareketle söz konusu krizlerin

İngiliz Okulu perspektifinden

yorumlamasını yapmak yerinde

olacaktır. Uluslararası hukukta meşruiyet

sorununu gündeme getiren bu

yaklaşım, BM onayı olmayan askeri

müdahale ve harekâtların uluslararası

kabullenme konusu tartışmaya açmaktadır.

Birleşmiş Milletler onayının

ise Güvenlik Konseyi’nden çıktığı düşünüldüğünde,

söz konusu müdahalenin

insani olmasının ötesinde politik

olma konusu gündeme gelmektedir.

Örneğin, Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesinde

krize Birlemiş Milletler

tarafından müdahalede bulunulamaması,

krizin Avrupa inisiyatifi tarafından

neticelendirilmesini beraberinde

getirmiştir. Fransa’nın öncülüğünde

geliştirilen aktif diplomasi ile çözüm

yönünde çaba geliştirilmiştir. Diğer

taraftan, Amerika Birleşik Devletle-

50


ri’nin 2003 yılında gerçekleştirdiği

Irak müdahalesi de bu yönüyle meşru

değildir. Her iki krizde de Güvenlik

Konseyi üyesi ülkelerin yaklaşımı

nedeniyle harekâtlar, uluslararası

toplum tarafından eleştirilmiştir. İşte

bu noktada ortaya çıkan uluslararası

toplum kavramsallaştırması problemin

de kendisini oluşturmaktadır.

Bu ikircikli yapı, uluslararası sistemin

ve uluslararası ilişkilerin temel tartışma

alanlarından birisi olan realizm ile

idealizm arasındaki birincil ihtilafın

da konusudur. Uluslararası toplum

liberal barış teorileri çerçevesinde ele

alındığında, tüm dünya toplumunu

betimlemektedir. Ancak kavramın

dayandığı küresel toplum teorik arka

planı henüz yeteri kadar olgunlaşamadığı

uluslararası toplum kavramsallaştırmasına

ilişkin temel tartışma halen

sürmektedir. Söz konusu tartışma,

uluslararası toplumun reaksiyoner

olabilme boyutuyla yakından ilintilidir.

Bu reaksiyonerlik, küresel ve

bölgesel krizlerin oluşumunu engelleme

ve mevcut krizlerin çözümünü

sağlama adına geliştirilen çabalarda

ortaya çıkmaktadır.

Uluslararası ilişkiler perspektifinden

değerlendirildiğinde hem Milletler

Cemiyeti’nin hem de Birleşmiş

Milletler’in, uluslararası çatışmaları

önleme konusunda yeterli inisiyatifi

oluşturamadıkları görülmektedir. Bu

eksikliğin temelinde, küresel yönetişimi

sağlayacak konsensüsün olmaması

yatmaktadır. Milletler Cemiyeti’nin

kuruluşunda da temel arayış olan bir

üst yönetim kurulması ihtiyacı ancak

güç parametreleri çerçevesinde vücut

bulmaktadır. Yani her türden uluslararası

hukuk inşası süreçlerine karşın,

uluslararası ilişkilerin belirleyici paradigması

büyük oranda güç olmaktadır.

Son yıllarda gerçekleşen krizlerde

de görüldüğü üzere bu hâkim

paradigmanın karşısında uluslararası

işbirliği ve kurumsallaşma süreçlerinin

tam olarak yerine getirilemediği

sürece, çatışmaları engelleyici bir

model inşası öngörülemeyecektir.

“Milletler

Cemiyeti’nin

kuruluşunda da temel

arayış olan bir üst

yönetim kurulması

ihtiyacı ancak

güç parametreleri

çerçevesinde vücut

bulmaktadır. ”

51


52

İşim İletişim Fotoğraf Sergisi’ni

TİMM TV YouTube kanalından

online olarak izleyebilirsiniz.


Fotoğrafçılık I / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Enes Avcı

Görsel İletişim Tasarımı

Enes Avcı

Görsel İletişim Tasarımı

Enes Togay

Görsel İletişim Tasarımı

53


Fotoğrafçılık I / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Fatihhan Genç

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Fatihhan Genç

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Furkan Taş

Görsel İletişim Tasarımı

54


Fotoğrafçılık I / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Halil İbrahim Irgat

Görsel İletişim Tasarımı

Huriye Acar

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Merve Zeynep Aydın

Görsel İletişim Tasarımı

55


Fotoğrafçılık I / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Seyit Harun Öztürk

Görsel İletişim Tasarımı

Şevval Coşkun

Görsel İletişim Tasarımı

Yorgo Makri

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

56


Fotoğrafçılık II / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Beyza Ağırkaya

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Erdal Ersoy

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Evren Atabey

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

57


Fotoğrafçılık II / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Furkan Taş

Görsel İletişim Tasarımı

Gamze Ayar

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Gamze Doğan Kürün

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

58


Fotoğrafçılık II / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Gizem Sarı

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Gulzhazira Sundet

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Hatice Türkcan

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

59


Fotoğrafçılık II / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Hicran Kaya

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Mehmet Emin Aksaray

Görsel İletişim Tasarımı

Melisa Akkuş

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

60


Fotoğrafçılık II / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Mert Emre Cabaroğlu

Görsel İletişim Tasarımı

Merve Zeynep Durmaz

Görsel İletişim Tasarımı

Mihelayi Muhetaer

Görsel İletişim Tasarımı

61


Fotoğrafçılık II / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Muhammed Ali Aydın

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Muhammed Süngü

Medya ve İletişim

Şevval Coşkun

Görsel İletişim Tasarımı

62


Fotoğrafçılık II / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Yasemin Güleç

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Buket Çelik

Görsel İletişim Tasarımı

Merve Nur Yılmaz

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

63


Fotoğrafçılık II / Dr. Öğr. Üyesi Gözde Sunal

Yusuf Sarıkurt

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Sena Yazgan

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

64


Reklam Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Azra Kuzu

Görsel İletişim Tasarımı

Azra Kuzu

Görsel İletişim Tasarımı

Berat Artan

Görsel İletişim Tasarımı

65


Reklam Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Berna Memişoğlu

Görsel İletişim Tasarımı

Dolunay Öterkuş

Görsel İletişim Tasarımı

Ecem Özkan

Görsel İletişim Tasarımı

66


Reklam Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Habibcan Yıldırım

Görsel İletişim Tasarımı

Hakan Kaya

Görsel İletişim Tasarımı

M. Ryard Alhajjar

Medya ve İletişim

67


Reklam Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Mertcan Yeşilova

Görsel İletişim Tasarımı

Merve Kutlu

Görsel İletişim Tasarımı

Reyhan Doğan

Görsel İletişim Tasarımı

68


Reklam Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Rümeysa Güler

Görsel İletişim Tasarımı

Bersem Yıldızaç

Görsel İletişim Tasarımı

Kadir Cenk Rışvan

Görsel İletişim Tasarımı

69


Reklam Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Tayyip Aysu

Görsel İletişim Tasarımı

Yağmur Yüzgeçgölü

Görsel İletişim Tasarımı

70


Stüdyo Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Dolunay Öterkuş

Görsel İletişim Tasarımı

Aslıhan Şahin

Görsel İletişim Tasarımı

Azra Kuzu

Görsel İletişim Tasarımı

71


Stüdyo Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Habibcan Yıldırım

Görsel İletişim Tasarımı

Berat Artan

Görsel İletişim Tasarımı

Berna Memişoğlu

Görsel İletişim Tasarımı

72


Stüdyo Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Havva Bilge

Görsel İletişim Tasarımı

Bersem Yıldızaç

Görsel İletişim Tasarımı

Ecem Özkan

Görsel İletişim Tasarımı

73


Stüdyo Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Kadir Cenk Rışvan

Görsel İletişim Tasarımı

Merve Kutlu

Görsel İletişim Tasarımı

Mustafa Hakan Kaya

Görsel İletişim Tasarımı

74


Stüdyo Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Nursena Çınar

Görsel İletişim Tasarımı

Rümeysa Güler

Görsel İletişim Tasarımı

Sadullah Akcan

Görsel İletişim Tasarımı

75


Stüdyo Fotoğrafçılığı / Dr. Öğr. Üyesi Bülent Erutku

Tayyip Aysu

Görsel İletişim Tasarımı

Mertcan Yeşilova

Görsel İletişim Tasarımı

Yağmur Yüzgeçgölü

Görsel İletişim Tasarımı

76

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!